Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015

Transkript

Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı 2015-2016 Yılı
Güncel Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
EĞİTİM PROGRAMI
GÜNCEL EĞİTİM
İMTİYAZ SAHİBİ
OLCAY KILAVUZ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
CELİL COŞKUN
HAZIRLAYANLAR
MEHMET BALABAN
MUSTAFA BUZLUK
MEHMET KÖSEMEK
DİZGİ-MİZANPAJ-KAPAK
TOLGAHAN TURAMAN
İDARE YERİ
OĞUZLAR MAH. 1387. SOK. NO: 26 BALGAT / ANKARA
TELEFON
0312 285 44 44
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ÖNSÖZ
Gençler geleceğe yakılan fener geleceğin mutlu, huzurlu ve büyük Türkiye’sinin kurucularıdırlar. Gençler
kültürün ve hatta medeniyetin yegane koruyucularıdırlar. Gençler ülkelerin emniyet sübabı, geleceğe açılan
kapılarıdırlar.
Bunun içindir ki bir gençlik hareketi olan Ülkü Ocakları, gençlerin geleceğin mimarları olduğunun
bilincinde, en mühim yatırımın gençliğe yapılan yatırım olduğunun farkındadır. Gençliğin eğitimi için ciddi mesai
harcamaktadır.
Üretken bir toplum, bilinçli bir millet, milliyetçi bir Türkiye hedefinden hareketle Türkçülük Davası
ve Turan Ülküsünü gaye edinen Ülkü Ocakları, hayatın her anında davasını ve kendisini anlatan bir gençlik
yetiştirmeyi hedeflemekte bilinçli, bilgili, vatansever, ilkeli ve ülkülü bir gençliğin yetişmesi noktasında çalışmalar
yürütmektedir.
Kurumumuz, bu amaçla çeşitli projeler geliştirmekte yurt içi ve dışı konferans, sempozyum, münazara ve
eğitim seminerleri tertip etmektedir.
Bilgi Çağı olarak adlandırılan bu dönemde bilgiye erişimin kolaylığı ortadadır. Ancak bu kolaylık doğru
bilgiye erişebilmekten ziyade bilgi kirliliğine ve kafa karışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu durum doğru ve
gerçek bilginin erişimini zor bir hale getirmiştir. Tabiri caizse bir yığın haline gelen bilginin, tasnifi ve insanların
istifadesine sunulması artık önemli bir mecburiyet haline gelmiştir.
Bunun içindir ki Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı olarak, hakikatin peşinden gidilerek bir araya getirilmiş
yazılardan teşekkül eden ve belli bir program dahilinde sunulmak üzere hazırlanan 2015-2016 Eğitim Programı
önemli bir işlev görecektir.
Bu çalışma geçmiş yılların bilgi, birikim ve deneyimlerinden hareketle hazırlanmış olup; özellikle eski
programlarımızda göze çarpan eksiklerimiz giderilerek sunulmuştur.
Programımızda bulunan yazılar, alanında uzman akademisyenler ve yazarlar, Ülkü Ocakları Dergimizin
Yazı Kurulu, Ülkü Ocakları Genel Merkezi Yöneticilerimiz ve İl-İlçe teşkilatlarımızda idareci konumunda bulunan
yöneticilere aittir. Yazılar, eğitim programının ruhu ve takvimi Genel Merkezimiz bünyesinde, yüksek lisans ve
doktora öğrencilerinin oluşturduğu komisyonda değerlendirilmiştir.
Program “Güncel, Genel, Kültür-Sanat, Dini, Tarihi ve Fikri Eğitim” başlıklarıyla ortaöğretim ve üniversite
gençliğinin alması lazım gelen temel eğitimi kapsamaktadır.
Ayrıca başta eğitim programını hazırlayan komisyonda yer alan Genel Merkez Yöneticilerimiz olmak
üzere, bu kapsamlı çalışmaya yazılarıyla katkı sağlayan herkese teşekkürlerimi sunuyorum.
Olcay Kılavuz
Ülkü OcaklarI Eğitim ve Kültür Vakfı
Genel Başkanı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
3
www.ulkuocaklari.org.tr
Programın, ortaöğretim ve üniversite gençliğinin gelecekte yapacağı büyük işlere vesile olmasını
diliyorum. Türk Milletinin geleceği, gençliğin, ihtiyacı olan yeni ve çok yönlü bir eğitim seferberliğinin bir an
önce başlamasını temenni ediyor, yetkili makamların faaliyetlerinin takipçisi ve bu yönde atılacak her adımın
destekçisi olacağımızı ifade ediyorum.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TAKDİM
Tarihin her döneminde olduğu gibi 21.. yy dünyasında da milletler ve devletler için en hayati nokta, nesillerin eğitimidir. Sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda söz sahibi olabilmek için nesillerin eğitimi hususuna dikkatle eğilmek gerekir.
Milletlerin ve devletlerin ortaya koydukları kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerin gerçekleşmesi insan kaynakları ve buna paralel şekillenen yetişmiş insan gücüne bağlıdır. Bu çerçevede Türk Milletinin yetişmiş insan
gücüne duyduğu ihtiyaç her zamankinden daha fazladır.
Bunların yanında bölgesel ya da evrensel birtakım merkezler tarafından ‘ruhu’ kirletilmek istenen nesiller
için tek çıkış yolu milli ve hakikat taneleriyle örülmüş bir eğitim seferberliğidir. Merhum Ziya Gökalp’in söylediği
gibi, bir millet ruhunu kaybettiği zaman milli istiklalini ve vatanını kaybeder. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı
olarak Türk Milletinin maddi-manevi ruhunun taşıyıcısı olan nesillerin hizmetindeyiz. İnanıyoruz ki Türk Milletinin
ebedi ruhunu taşıyan nesiller, sağlam, yüksek ve derin bir programla birlikte çağı değiştirecek inanç ve kuvvete
de sahip olacaklardır.
Yarım yüzyıllık fikri, kültürel, sosyal ve siyasal tecrübesiyle “nesillerin eğitimine” odaklanan Ülkü Ocakları
Eğitim ve Kültür Vakfı’nın “nesillerin eğitimi” noktasında ortaya koyduğu hedefler şu başlıklar altında toplanabilir:
1. Ahlaklı, samimi, adil, şahsiyetli, merhametli, namuslu, mütevazı, faziletli ve cesur nesiller.
2. Dini, tarihi ve kültürel alanlarda kendini yetiştiren, Türk Milletini vücuda getiren kıymetlerin muhafaza ve
tekamülüne hizmet eden nesiller.
3. Bugünün ve yarının meselelerine dair kendi zaviyesinden söz söyleyebilen nesiller.
4. Değişen dünyanın farkında olan nesiller.
5. Türk Dünyası, İslam Alemi ve tüm insanlığın problemlerini doğru okuyan, yakın gelecekte bu problemlerin
çözümü adına söz söyleyebilen nesiller.
6. Türk Milliyetçiliği ve Ülkücü Hareketin meselelerine dikkatle eğilen, bu meselelere dair yeni ufuklar açan
nesiller.
7. Türk Milletini ve devletini uluslararası kamuoyunda hak ettiği yere getiren nesiller.
8. Tarih şuuruna, ilim zihniyetine, feragat, fedakarlık, hak ve fazilet duygularına sahip örnek Türk Milliyetçileri yetiştiren nesiller.
9. Ve en nihayetinde çağı değiştiren nesiller.
Bu çerçevede Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015-2016 Eğitim Programının, “Güncel Eğitim” kısmı
bu amaçlarla yurtiçi ve yurtdışındaki tüm temsilciliklerimizin ve Türk Gençliğinin istifadesine sunulmuştur.
Eğitim Programında yazısı bulunan herkese tek tek teşekkür eder, kıymetli tespitleri ve
fikirleriyle nesillerin eğitimine verdikleri katkıların Mahkeme-i Kübra’da beratları olmasını Allah-u Teala’dan niyaz ederiz.
4
Program, istifade edecek milyonlarca kardeşimize ve Türk Milletine hayırlı olsun.
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
GÜNCEL EĞİTİM
İÇİNDEKİLER
1. AB- Türkiye İlişkileri…………………………………………………………………...........6
2. Açılım Süreci………………………………………………………………………….........17
3. Afrika Üzerine…………………………………………………………………………........36
4. Aile ve Toplum………………………………………………………………………….......41
5. Alevilik Bektaşilik Kültürü……………………………………………………………….....49
6. Çevre ve Toplum……………………………………………………………………….......67
7. Dış Türklerin Sorunları Üzerine……………………………………………………........75
8. Ermeni Meselesi…………………….……………………………………………….......140
9. Filistin Meselesi……………………………………………………………………….....1.90
10. Gençlik ve Madde Bağımlılığı……………………………………………………….....200
11. Gençlik ve Terör………………………………………………………………………....218
12. Kadın ve Toplum…………………………………………………………………….......229
13. Kültürel Yozlaşma…………………………………………………………………….....242
14. Ortadoğu ve Türkiye………………………………………………………………….....299
15. Sosyal Medya…………………………………………………………………………....323
16. Sporda Şiddet…………………………………………………………………………....333
17. Türk Dili Üzerine………………………………………………………………………...346
18. Türkiye’de Yargı Bağımsızlığı……………………………………………………….....373
20. Yeni Anayasa ve Başkanlık Sistemi………………………………………………......386
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
www.ulkuocaklari.org.tr
19. Türklük ve Türkiyelilik……………………………………………………………….......378
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ab Türkiye İlişkileri
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
6
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2014 YILINDA TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ
2014 yılının Türkiye-AB ilişkileri açısından olağan bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. 2010 yılından
beri adeta durma noktasına gelen Türkiye’nin AB Katılım süreci, 2013 yılı sonlarında, “Bölgesel Politika
ve Yapısal Fonların Koordinasyonu” başlıklı 22. faslın açılmasıyla, yeni bir ivme kazanmıştı. Zira üç
buçuk yıl aradan sonra ilk defa yeni bir müzakere başlığı açılmış ve sürecin akamete uğraması son bir
hamleyle engellenmişti. İşte 2014 yılına bu olumlu gelişmenin verdiği moralle girildi. Ne var ki birtakım
iyi niyetli adımlara rağmen, Ankara-Brüksel ilişkileri Doğu Akdeniz’deki doğalgaz krizi ile aşırı grupların
başarısıyla sonuçlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin gölgesinde kalmıştır.
2014 yılı başında Yunanistan AB Dönem Başkanlığını Litvanya’dan devralmıştır. Ocak-temmuz
döneminde Yunanistan başkanlığındaki Birlik, Türkiye-AB müzakere süreci açısından yeni bir adım
atmayı becerememiş ve ilişkiler bu dönemde sorunsuz geçiştirilmeye çalışılmıştır.
Bu kapsamda Yunanistan, 2014 yılında, AB dönem başkanlığını da kullanarak Kıbrıs’ta Rumlar
lehine birtakım tavizler koparma gayretine girmiştir. Mesela Yunanistan, Doğu Akdeniz’deki enerji
kaynaklarını kullanarak, çöken Rum ekonomisini bu vasıtayla ayağa kaldırma hevesine kapılmıştır. Doğu
Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarına göz diken ABD’nin de girişimleriyle, Kıbrıs’taki bu doğal kaynakları
çıkarma ve Avrupa’ya pazarlama projesi devreye sokulmuştur. Bölgede Türkiye’siz bir projenin hayata
geçirilemeyeceğini iyi bilen ABD, Kıbrıs’ta acil bir çözüm için kolları sıvamıştır. Türkiye’nin ise, Kıbrıs’ta
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
7
www.ulkuocaklari.org.tr
2014 yılının Kıbrıs krizinin gölgesinde kaldığını belirtmiştik. Bilindiği gibi, Türkiye’nin AB
katılım süreci, Brüksel’in GKRY’yi haksız bir şekilde AB üyesi yapmasıyla birlikte Kıbrıs ipoteği altına
alınmıştır. Son 25 yıldır Yunan/Rum tarafının büyük bir sabırla ve adım adım uygulamaya koyduğu
bir senaryo, bugün son safhaya gelmiş bulunmaktadır. Ne yazık ki Brüksel’in de alet edildiği, “Kıbrıs
Meselesinin AB platformuna taşınarak bu kanaldan Rumlar lehine çözüme kavuşturulması” şeklinde
özetleyebileceğimiz bu senaryonun engellenmesi mümkün olamamıştır. Yunanistan’ın öncülük ettiği
bu plan, yine Yunanistan’ın 1994 yılında Gümrük Birliği’ni ve 2004 yılında da 5. Genişlemeyi veto etme
şantajları sayesinde uygulama alanı bulabilmiştir. Geldiğimiz noktada ise Kıbrıs, Türkiye’nin önündeki
en büyük engel olarak masaya yatırılmış bulunmaktadır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
adil ve kapsamlı bir çözüm sağlanmadan, Ada’nın enerji kaynaklarının tek taraflı olarak kullanılmasına
izin vermeyeceği taraflarca iyi bilinmektedir.
İşte bu yüzden, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarını çıkarma ve Avrupa’ya ulaştırma
projesi, Ada’da acil bir çözümü de gerekli kılmıştır. Projenin ilk aşaması olarak, 11 Şubat 2014
tarihinde KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Rum Yönetimi Lideri Nikos Anastasiadis bir araya
gelerek Kıbrıs’ta yeni bir çözüm sürecini başlatmışlardır. Ne var ki gerek AB’de ve gerekse ABD ve
BM’de memnuniyetle karşılanan bu buluşmanın getirdiği olumlu hava uzun sürmemiş, AB, ABD ve
BM’nin baskılarıyla masaya oturan Anastasiadis, 2014 yılı sonunda masadan kaçmayı başarmıştır.
Hatta diyebiliriz ki, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Liderlerinin masaya oturmalarının uluslararası camiada
yarattığı olumlu havayla başlayan 2014 yılı, yine Anastasiadis’in aniden masadan kaçmasının yarattığı
hayal kırıklığıyla son bulmuştur.
Diğer taraftan, 1 Mayıs 2014 itibarıyla, Avrupa’da son büyük genişlemenin 10. yılı kutlamaları
yapılmış ve bu bahaneyle bir yandan 10. Genişleme övülürken diğer taraftan Türkiye’nin yılan hikâyesine
dönen üyelik süreci eleştiri konusu olmuştur. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile
getiren Jean-Claude Juncker’in 2014 yılı sonu itibarıyla AB Komisyonunun yeni başkanı seçildiğini de
maalesef burada belirtmek isteriz.
Ayrıca, tüm olumsuzluklarına rağmen son genişlemeleri başarı olarak gören AB’li siyasetçiler,
Türkiye söz konusu olunca tamamen farklı bir tavır sergilemişlerdir. Mesela, mevcut koşullarda AB’nin
ileride yeni üyeler kabul edecek durumda olamayabileceğini düşünen AB Komisyonu eski Genişlemeden
Sorumlu üyesi Günther Verheugen, “Projenin geleceği konusunda endişeliyim. Bu yolculuğun daha
nereye kadar devam etmesi gerektiği konusunda bir görüş yok…” şeklindeki beyanatı manidardır.
Burada mesajın kime verildiği izahtan varestedir. 2004 yılında, hem ekonomik ve hem de siyasi açıdan
hazır olmadıkları halde 10 yeni üyeyi Birliğe alan Verheugen’in bugün Türkiye söz konusu olunca kafası
karışıyor. Üstelik Verheugen, Türkiye’ye karşı uyguladığı çok yönlü baskılar ve şantajlarla, Kıbrıs Rum
Kesimini tek taraflı ve uluslararası anlaşmalara aykırı bir şekilde AB üyesi yapmıştır.
Üstelik, AB’nin son 10 yılını başarılı gören Barroso’nun, 10 yıl önce göreve geldiğinde ilk icraatı,
Türkiye ile daha önce eşi benzeri görülmemiş şartlarda müzakereleri başlatmak olmuştur. 2005 yılında
Türkiye-AB Müzakere Çerçeve Belgesi’ne diğer adaylarla eşit olmayan şartlar koymuştur. Mesela,
“ucu açık süreç”, “Birliğin hazmetme kapasitesi”, “GKRY ile ilişkilerini normalleştirmesi”, “Ege sorununu
Yunanistan lehine çözmesi” ve “Türkiye’nin mümkün olan en güçlü bağlarla Avrupa yapılarına tam
olarak demirlenmesi” gibi haksız şartlar ve belirsiz ifadelere yer verilmesi de Türk milletinin gözünden
kaçmamıştır.
Öte yandan, 2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları Türkiye
ve Avrupa gündemine bomba gibi düşmüştür. Öyle ki Müslüman-Türk düşmanlığı ve AB karşıtlığı yapan
çevreler bu seçimlerde önemli bir başarı göstermişler ve AP içinde ciddi bir pozisyon elde etmişlerdir.
Nitekim Dışişleri Bakanlığımız AP seçimlerinin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada Türkiye’nin
duyduğu rahatsızlığı şu şekilde dile getirmiştir: “22-25 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilen Avrupa
8
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Parlamentosu (AP) seçimlerinde, yabancı düşmanı, göç karşıtı, AB projesini sorgulayan, aşırı söylemleri
dile getiren partilerin sandalye sayılarını arttırmaları tarafımızdan endişeyle karşılanmıştır…”.
Zira seçimlerde Sosyalistler, liberaller ve Hristiyan demokratlar oy kaybederken, aşırı sol,
muhafazakâr anti-federaller, sağcı AB karşıtları, aşırı sağ dâhil bağımsızlar, oylarını artırmış ve 751 üyeli
AP’de toplam 167 sandalye kazanmışlardır. Bu seçimlerde aşırı grupların 2009 seçimlerine nazaran
başarı kazanması, Avrupa Birliği siyasetçilerini ziyadesiyle endişelendirmiştir. Mesela, Almanya Maliye
Bakanı Wolfgang Schauble, Fransa’daki Ulusal Cephe’nin zaferini bir “felaket” olarak nitelendirmiştir.
Berlin’de düzenlenen bir etkinlikte konuşan Schauble, “Fransa’daki seçmenlerin dörtte biri kesinlikle
aşırı olan uçlardaki faşist bir partiye oy verdiyse biz nerede hata yaptık? Bu bir felaket.” demiştir.
Bilindiği gibi, Ulusal Cephe’nin Lideri Marie Le Pen, son AP seçimlerinde Fransızların %25
oyunu alarak partisini birinci sıraya taşıdı. “Şeytan” diye anılan babası Jean Marie Le Pen tarafından
“Şeytan’ın kızı” olarak nitelendirilen Marine Le Pen’in hedefinin, AB’yi dağıtmak ve 2017 seçimlerinde
Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak olduğu söylenmektedir. Öte yandan, Almanya’da, yabancı
düşmanı olarak bilinen NPD’nin ilk kez AP’ye milletvekili göndermesi, AB’de bir diğer endişe kaynağı
olmuştur. Ayrıca, İngiltere’de, “Avrupa’yı AB’den kurtaracağım” diyen Nigel Farage’nin lideri olduğu
UKIP’in, oyların yüzde 27.5’ini alarak İngiliz siyasetinde “3. Güç” olarak ortaya çıkması dikkat çekicidir.
Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçimlerde başarı gösteren aşırı gruplar, yaptıkları ortak
basın toplantısıyla adeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini
göstermişlerdir. Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta
dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve
Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör hâline
gelmesi, kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır.
2014 yılının ikinci yarısında AB Dönem Başkanlığını Yunanistan’dan devralan İtalya da
Türkiye-AB Katılım Sürecine herhangi bir katkı sağlayamamıştır. Bu anlamda Türkiye, sürece canlılık
kazandırmak için birtakım girişimlerde bulunmuştur. Mesela, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci
Volkan Bozkır tarafından Eylül 2014 tarihinde açıklanan “Türkiye’nin Yeni Avrupa Birliği Stratejisi”,
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine ivme kazandırarak üyeliğe giden yolun önündeki engellerin üstesinden
gelinmesini amaçlamıştır. Yeni strateji çerçevesinde ülkemizin öncelikleri ve vatandaşlarımızın yararı
ön planda tutularak hem reform sürecimize hız kazandırılacak hem de Türkiye ve AB arasında yeni
iletişim köprüleri kurulacaktır. Kararlılık, süreklilik ve etkinlik temelleri çerçevesinde oluşturulan strateji
üç ana bölümden oluşmaktadır: Siyasi Reform süreci, Katılım Sürecinde Sosyoekonomik Dönüşüm, AB
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
9
www.ulkuocaklari.org.tr
Öte yandan, AP seçimleri Kıbrıslı Türkler için de bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Nitekim, AP’de
Kıbrıslı Türkler için ayrılan 2 sandalye, bir kere daha Rumlar tarafından işgal edilmiş bulunmaktadır.
Ayrıca AP’nin yeni gözlemcilerinin, seçimlerin hemen ardından yaptıkları “Ada’da çözüm olana kadar,
haklarını alma bağlamında, Kıbrıslı Türkler için AB defteri kapanmıştır.” şeklindeki açıklamaları, Kıbrıslı
Türklere ve dolayısıyla AB süreci Kıbrıs nedeniyle ipotek altına alınan Türkiye’ye yönelik yeni bir şantaj
olarak değerlendirilmelidir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İletişim Stratejisi.
2014 yılının ikinci yarısında, Türkiye-AB ilişkilerini etkileyen en önemli olaylardan bir tanesi
de GKRY Lideri Nikos Anastasiadis’in müzakere masasından kaçmasıdır. Zira, Şubat 2014’te büyük
umutlarla, KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile masaya oturan Rum Liderin 8 Ekim 2014 tarihinde
Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesine Türkiye’nin savaş gemileri göndermesini bahane ederek
barış görüşmelerine katılmayacağını açıklaması, Kıbrıs’ta çözüm umutlarını da bir başka bahara
ertelemiştir. Türkiye’nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs ipoteği altına alındığını dikkate aldığımızda bu
gelişmenin ne anlama geldiğini de daha iyi anlayabiliyoruz. Anastasiadis’in çözüm görüşmelerini terk
etmesi aynı zamanda, Doğu Akdeniz’de barış ve huzurun devamını da tehlikeye sokmuştur. Çünkü,
Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşmadan Rumların Doğu Akdeniz’deki doğalgaz arama ve
çıkarma faaliyetlerinin Bölgede bir sıcak çatışmaya yol açması muhtemel görünmektedir.
Bu noktada, AB’nin Ekim 2014 tarihinde açıkladığı 2014 Türkiye İlerleme Raporundan da
kısaca bahsetmemizde yarar bulunmaktadır. Brüksel’in 17. Türkiye İlerleme Raporu daha öncekilerden
önemli bir farklılık göstermemiştir. Türkiye’nin son bir yılda AB üyeliğine hazırlık sürecinde kaydettiği
ilerleme hakkında değerlendirmelerde bulunan rapor; Türkiye ve AB arasındaki ilişkilere kısaca
değinmiş, üyelik için karşılanması gereken siyasi ve ekonomik kriterler açısından Türkiye’deki durum
incelenmiş, Türkiye’nin üyelik yükümlülüklerini, diğer bir ifadeyle, Antlaşmalar, ikincil mevzuat ve Birlik
politikalarından oluşan AB müktesebatını üstlenme kapasitesi gözden geçirilmiştir.
İlerleme Raporunda Kıbrıs ve Ege sorunu ile ilgili olarak kısaca, Türkiye’nin, GKRY’nin tüm
Kıbrıslıların menfaatine Münhasır Ekonomik Bölge içerisinde hidrokarbon arama hakkını tehdit eden
açıklamalar yaptığı ve bu yönde eylemlerde bulunduğu, AB’nin, üye devletlerin karasularındaki
egemenliklerine saygı gösterilmesi gerektiğinin altını çizdiği, Türkiye’nin, Konsey ve Komisyonun
mükerrer çağrılarına rağmen, Avrupa Topluluğu ve Topluluğa üye devletler tarafından 21 Eylül
2005 tarihinde yapılan deklarasyonda ve Aralık 2006 ile Aralık 2013 tarihli olanlar da dâhil, Zirve
sonuçlarında belirlenen yükümlülüklerini hâlâ yerine getirmediği, Türkiye’nin, Ortaklık Anlaşması’na Ek
Protokol’ü tam olarak ve ayrım yapmaksızın uygulama yükümlülüğünü yerine getirmediği, GKRY ile
ikili ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda ilerleme kaydedilmediği, Türkiye’nin, GKRY’nin OECD gibi
muhtelif uluslararası örgütlere üyeliğine ilişkin vetosunu kaldırmadığı, Yunan karasularının muhtemel
genişletilmesine karşılık olarak, TBMM’nin 1995 tarihli kararında yer alan casus belli tehdidinin hâlâ
devam etmekte olduğu, Konseyin, Müzakere Çerçeve Belgesine, geçmiş AB Zirvesi ve Konsey
sonuçlarına uygun olarak, Türkiye’nin net bir biçimde, gerekirse Uluslararası Adalet Divanına başvurmak
dâhil, BM Şartıyla uyumlu olarak, iyi komşuluk ilişkileri ve sorunların barışçıl şekilde çözümüne bağlı
kalması gereğini yinelediği, hususlarına yer verilmiştir.
Öte yandan, 2014 yılında yenilenen Avrupa Parlamentosu’nun ardından, AB’nin üst yönetim
kadrosunun da değiştiğini burada belirtelim. Bu kapsamda, AP’nin yeni Başkanı Martin Schulz, Avrupa
Konseyi’nin yeni Başkanı Donald Tusk, Avrupa Komisyonunun yeni Başkanı Jean-Claude Juncker,
yeni Avrupa Birliği Dış İşleri ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve yeni Komşuluk ve
Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Komisyon üyesi Johannes Hahn olmuştur.
10
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Öte yandan, 2014 yılında, AB-ABD arasında yürütülmekte olanTrans-Atlantik Ticaret ve Yatırım
Anlaşması müzakerelerinde ciddi ilerleme sağlanmış bulunmaktadır. Türkiye’nin dışarıda bırakıldığı bu
müzakerelerin bir anlaşmayla sonuçlanması hâlinde, Türkiye’nin dış ticaretine ağır bir darbe vurulmuş
olacaktır. Bu bakımdan Türkiye, yıl boyunca itirazlarını dile getirmiş ve Türkiye-AB Gümrük Birliği
Anlaşması’nın revize edilmesi talebini tekrarlamıştır.
Diğer taraftan, vize serbestisi diyaloğunun başlatılmasına paralel olarak, 16 Aralık 2013 tarihinde
AB ile Türkiye arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması AB ile Türkiye tarafından onaylanmış ve 1
Ekim’de yürürlüğe girmiştir.
Şimdi de, Türkiye-AB Katılım Müzakere Süreci’nin 2014 yılı sonu itibarıyla geldiği nokta hakkında
kısaca bilgi verelim. Bugüne kadar, 14 fasıl(Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik,
Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler
Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği,
Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası ve Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu) müzakereye
açılmıştır. Bu fasıllardan biri (Bilim ve Araştırma) geçici olarak kapatılmıştır. Kasım 2013’te, 22 No’lu
Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu faslı resmi olarak müzakereye açılmıştır. 11 Aralık
2006 tarihinde Konsey (Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi) tarafından kabul edilen ve 14-15 Aralık
2006 tarihlerinde AB Zirvesi’nde onaylanan Türkiye’ye ilişkin kararlar hâlâ yürürlüktedir. Söz konusu
karar, Türkiye’nin Ortaklık Anlaşmasına Ek Protokol’ü tamamen uyguladığı Komisyon tarafından teyit
edilinceye kadar, Türkiye’nin GKRY’ne yönelik kısıtlamalarıyla bağlantılı sekiz fasılda müzakerelerin
açılmamasını ve hiçbir faslın geçici olarak kapatılmamasını şart koşmaktadır.
Kaldı ki Türk halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi
gerekmektedir. Türk vatandaşlarının AB desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar
bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini
engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. AB Bakanı ve
Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Çıkaracağımız yasaları, AB mevzuatlarıyla ne kadar uyumlu
olup olmadığını da karşılaştırarak yapacağız. AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını da gözden geçiriyoruz...”
şeklindeki açıklaması, bu anlamda dikkate değer bulunmaktadır.
Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için
neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
11
www.ulkuocaklari.org.tr
Özetle, 2014 yılı, Avrupa’da Türk-Müslüman düşmanlığının ve AB karşıtlığının hızla yayıldığını
gösteren olaylara sahne olmuştur. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve
AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın zamanda Birlik, temellerinden sarsılacaktır. Zira Fransa,
İngiltere, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek
AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela Fransa’da seçmenlerin sadece %39’unun ülkelerinin Avrupa
Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem
olarak karşılarında durmaktadır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.
2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.
3. Türkiye’nin milli birlik ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.
4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan
vazgeçilmelidir.
5. Brüksel, Türkiye’nin AB Sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.
6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.
7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmelidir.
Netice itibarıyla, Türkiye-AB ilişkileri 2014 yılında Kıbrıs, AP seçimleri ve Avrupa’da giderek
yükselen yabancı ve Türk-Müslüman düşmanlığının gölgesinde kalmıştır. Mesela, Yunanistan ve
İtalya’nın sırayla dönem başkanlığı yaptığı 2014 yılında, Kıbrıs barış görüşmelerinde bir ilerleme
sağlanamamış, Avrupa’da camilere ve Müslümanlara yönelik saldırılar artmış, ayrıca yeni bir müzakere
faslı da açılamamıştır. Bu da göstermektedir ki, AB Türkiye’yi oyalamaya devam etmektedir.
2014 yılının belki de en çok dikkat çeken tarafı, AP seçimlerinde yabancı düşmanı, AB karşıtı
aşırı grupların başarı sağlamış olmalarıdır ki, bu durum Türkiye’den çok Brüksel’in geleceği açısından
tehlike arz etmektedir. Zira, savunduğu temel değerlerin yine kendi topraklarında ve hem de artarak
ihlal ediliyor olması, esasen Brüksel’in varlığını da tehdit etmektedir. Ayrıca, 2014 yılında, Türkiye-AB
ilişkileri bir kez daha Kıbrıs’ın gölgesinde kalmıştır. Yunan/Rum tarafının Türkiye’nin katılım sürecini
istismar etme girişimleri artarak devam etmiştir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı
olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere
masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl, Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına
alınan Türkiye-AB ilişkileri.
Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme endekslenmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada
üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB
garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek
istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci
önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.
12
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AB’DE TARİH YAZIYOR
2014 Mayıs ayında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları Türkiye ve Avrupa
gündemine bomba gibi düştü. Öyle ki Müslüman-Türk düşmanlığı ve AB karşıtlığı yapan çevreler bu
seçimlerde önemli bir başarı gösterdiler ve AP içinde ciddi bir pozisyon elde ettiler. Nitekim Dışişleri
Bakanlığımız AP seçimlerinin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada Türkiye’nin duyduğu rahatsızlığı
şu şekilde dile getirmiştir: “22-25 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu (AP)
seçimlerinde, yabancı düşmanı, göç karşıtı, AB projesini sorgulayan, aşırı söylemleri dile getiren
partilerin sandalye sayılarını arttırmaları tarafımızdan endişeyle karşılanmıştır…”.
Her ne kadar,katılım oranı %43.1 olan AP seçimlerinde oyların yüzde 70’ini merkez partiler
alsa da AB karşıtları ve aşırı sağ ve sol grupların oylarını artırması AB’de paniğe yol açtı. Zira
seçimlerdeSosyalistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlar oy kaybederken, aşırı sol, muhafazakâr
anti-federaller, sağcı AB karşıtları, aşırı sağ dâhil bağımsızlar oylarını artırmış ve 751 üyeli AP’de toplam
167 sandalye kazanmışlardır.
Bilindiği gibi, Ulusal Cephe’nin Lideri Marie Le Pen, son AP seçimlerinde Fransızların %25
oyunu alarak partisini birinci sıraya taşıdı. Aşırı ırkçı görüşleriyle Fransa’yı sallayan babası Jean Marie
Le Pen’den 2011 yılında partiyi devralan Marie Le Pen’in çok kısa bir sürede yüksek başarı sağlaması,
Avrupalıları endişeye sevketmiş gibi görünüyor. Son yıllarda Avrupa kamuoyunu meşgul eden göçmenler
meselesineilave olarak, yine Avrupa’da yaşanan yüksek işsizlik problemi ve mali krizin sorumluluğunu
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
13
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu seçimlerde aşırı grupların 2009 seçimlerine nazaran başarı kazanması, Avrupa Birliği
siyasetçilerini ziyadesiyle endişelendirdi. Mesela, Almanya Maliye Bakanı Wolfgang SchaubleFransa’daki
Ulusal Cephe’nin zaferini bir “felaket” olarak nitelendirmiştir. Berlin’de düzenlenen bir etkinlikte konuşan
Schauble, “Fransa’daki seçmenlerindörtte biri kesinlikle aşırı olan uçlardaki faşist bir partiye oy
verdiysebiz nerede hata yaptık? Bu bir felaket.” demiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
da Brüksel’e yükleyenMarine Le Pen, durumdan vazife çıkarmayı başarmıştır. “Şeytan” diye anılan
babası tarafından “Şeytan’ın kızı” olarak nitelendirilen Marine Le Pen’in hedefinin, AB’yi dağıtmak ve
2017 seçimlerinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak olduğu söylenmektedir.
Öte yandan, Almanya›da, yabancı düşmanı olarak bilinenNPD’nin ilk kez AP’ye milletvekili
göndermesi, AB’de bir diğer endişe kaynağı olmuştur.Ayrıca seçimlere ilk kez katılan,Eurozonekarşıtı
AFD partisi, Alman seçmenlerin yüzde 7’sinin oyunu alarak 7 sandalye kazanmış bulunmaktadır.
Sonuçları itibariyle şaşkınlık yaratan AP seçimleri, AB’nin bir diğer lokomotifi İngiltere’de de
tedirginliğe yol açmış gibi görünüyor. Zira, seçimlerin hemen ardından TheGuardian’ın manşetinde yer
alan bir araştırma dikkat çekmiştir. Araştırmaya göre, “İngiltere’de 2000 yılından sonra, ırkından dolayı
kendilerine önyargılı bakıldığına inananların sayısının arttığına” işaret edilmektedir. Yani araştırmaya
göre, aynı dönemde İngiltere’de ırkçılık ve İslamofobi önemli bir şekilde artış göstermiştir.
Diğer taraftan, İngiltere’de, “Avrupa’yı AB’den kurtaracağım” diyen NigelFarage’nin Lideri olduğu
UKIP Partisi’nin oyların yüzde 27.5’ini alarak İngiliz siyasetinde “3. Güç” olarak ortaya çıkması dikkat
çekicidir. Seçim sonuçlarıyla ilgili olarak konuşan İngiltere Başbakanı David Cameron, “Seçmenin,
AB konusunda hayal kırıklığı hissettiğini” belirtmesi ve “Sandıktan çıkan mesajı aldık.” demesi, İngiliz
siyasetinin önümüzdeki günlerde Brüksel ile ciddi problemler yaşayacağını işaret etmektedir. AB siyasetçilerinin yaptığı bu özeleştiriye karşı, seçimlerde başarı gösteren aşırı grupların verdiği
cevap ise manidardır. Avrupa’nın farklı ülkelerinde seçimlerde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları
ortak basın toplantısıyla adeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme
cesaretini göstermişlerdir.
AB’deki Aşırı grupların Avrupa Parlamentosu’da yaptığı basın toplantısına Fransa’dan
Marine Le Pen,Hollanda’danGeertWilders,İtalya’danMatteoSalvini,Belçika’danGerolfAnnemansve
Avusturya’danHaraldVilimsky katılmış ve AP’de bir grup kurma konusunda mutabakata varmışlardır.
Toplantıda konuşan Marine Le Pen, “Teknokratik ve totaliter AB modeli geride kaldı” demiş ve kuracakları
grupla halkların menfaatine karşı olan her girişimi bloke etmeyi hedeflediklerini,söylemiştir.
Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren
Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto
edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör haline gelmesi kuşkusuz,
14
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaktadır.
Öte yandan, AP seçimleri Kıbrıslı Türkler için de bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Nitekim, AP’de
Kıbrıslı Türkler için ayrılan ikisandalye, bir kere daha Rumlar tarafından işgal edilmiş bulunmaktadır.
Ayrıca AP’nin yeni gözlemcilerinin, seçimlerin hemen ardından yaptıkları “Ada’da çözüm olana kadar,
haklarını alma bağlamında,Kıbrıslı Türkler için AB defteri kapanmıştır.” şeklindeki açıklamaları, Kıbrıslı
Türklere ve dolayısıyla AB süreci Kıbrıs nedeniyle ipotek altına alınan Türkiye’ye yönelik yeni bir şantaj
olarak değerlendirilmelidir.
Görüldüğü üzere, 2014 AP seçimleri özellikle Avrupa kamuoyunda ciddi bir yankı bulmuştur.
Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse, yakın
zamanda Birlik’in temelleri sarsılacaktır. Zira Fransa, İngiltere, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da
hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Mesela
Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olmaları, AB
siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir problem olarak karşılarında durmaktadır.
Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz.
Bu da Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça, tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki
AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunların ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere
yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde76 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye
çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar bir nevi günah keçisi haline getirilmek istenmektedir.
Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin
her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi
gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir
AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır.
Kaldı ki Türk halkının AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi
gerekmektedir. Türk vatandaşlarınınAB’ desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar
bulunmaktadır.AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini
engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. AB Bakanı ve
BaşmüzakereciMevlüt Çavuşoğlu’nun, “Çıkaracağımız yasaları, AB mevzuatlarıyla ne kadar uyumlu
olup olmadığını da karşılaştırarak yapacağız. AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını da gözden geçiriyoruz...”
şeklindeki açıklaması, bu anlamda dikkate değer bulunmaktadır.
Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için
neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi
içinyapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
15
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1. Tam üyelik için artık Türkiye’ye bir tarih verilmelidir.
2. Türk milletinin tarihi- kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.
3. Türkiye’nin milli birlik ve beraberliğine, milli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.
4. Aday ülke olarak Türkiye’ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan vazgeçilmelidir.
5. Brüksel, Türkiye’nin AB sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.
6. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.
7. Gümrük Birliği Anlaşması derhal revize edilmeldir.
Netice itibariyle, Birlik çerçevesinde siyasi entegrasyona karşı çıkarak ulusal egemenliği savunan
çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, AP seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde
gösterisi yapmışlardır. Onları bir araya getiren en önemli faktör ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek
işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazmaktadır. Ne var ki bu birileri, AB’nin temel
değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve
aydınlar bu gidişata bir dur demezlerse, sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek bilakis
Brüksel’in varlığı temelinden sarsılacaktır.
Müzakere Çerçeve Belgesi’nde sivil insiyatiflerin geliştirilmesi ve Türk milleti ile AB vatandaşları
arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin, kendi vatandaşları arasında MüslümanTürkdüşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün
olmayan ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin, çok
kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir sınav
olacaktır. Velhasıl, Şeytan’ın Kızı’nın başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih
yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.
16
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Çözüm Süreci
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
17
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ÇÖZÜLME SÜRECİ
Abdulsamet ÇANKAYA
Hikâyelerimiz, masallarımız, kıssalarımız, atasözü ve deyimlerimiz bizlere her zaman bir hisse
verir. Eğer bir nasihat isteyeceksek bu halk ürünleri bizler için tam bir başucu niteliğindedir. Bu ürünler
en can alıcı meseleleri çok güzel, açık, anlaşılır ve keskin ifadelerle bizlerin hizmetine sunar. Bize ise;
sadece okumak ve hikmetlerinden, öğütlerinden faydalanmak düşer. Bilhassa devlet yöneticilerimizin
bunlara kulak vermesi çok büyük bir ehemmiyete sahiptir. Çünkü bu halk edebiyatı ürünleri yüzlerce
belki binlerce yıllık tecrübelerden, yaşanmışlıklardan sonra ortaya çıkan ürünlerdir.
Günümüzde de ülkemiz oldukça zor dönemlerden geçmekte ve onlarca sorunla uğraşırken aynı
zamanda ortaya yeni yeni sorunlar çıkmaktadır. Her yeni sorun ülkemizi çıkmaza sürüklemekte ve
dağ gibi yığılan meselelerin altından ne ülkemiz ne milletimiz kalkamamaktadır. İşte bu dönemlerde
aklımıza gelecek kıssalar ve çıkarılacak hisseler olmalıdır. Bunlardan biride “Sarı İneğin Hikâyesi” dir.
Hikâyeye başlayınca konumuz daha da açıklığa kavuşacak ve mesele her okuyucunun kafasından
şekillenecektir.
Vaktiyle aynı ormanda yaşayan bir aslan ve bir inek sürüsü varmış. Aslan sürüsünün gözü inek
sürüsünde ama inek sürüsü kendini savunacak kadar kalabalık ve güçlü.
Aslanlar açlıktan yorgun, halsiz, güçsüz kalmışlar. Düşünüp taşınıyorlar; sürü kalabalık ve güçlü
saldırırlarsa karşılık bulacakları kesin. Çaba sarf etmeden, enerji harcamadan nasıl karınlarını
doyurabilirler, bunun yollarını arıyorlar…
Ve aralarında konuşup anlaşıyorlar, içlerinden ineklerin sürüsüne bir elçi gönderiyorlar. Elçi diyor ki;
-Size saldırırsak ne olacağını biliyorsunuz. Mutlaka aranızdan birini alıp yiyeceğiz, buna engel
olamazsınız. Gelin, ne kendinizi ne bizi uğraştırmayın, aranızdan birinin rengi çok sarı, sizden de farklı,
bizim de gözlerimizi alıyor. Onu bize verirseniz size saldırmadan onu alıp gideriz ve bir daha gelmeyiz.
Bundan sonra da güzel güzel geçiniriz.
İnekler düşünmüşler, taşınmışlar, bilge ineğe sormuşlar; “Olmaz” demiş bilge inek, “Aramızdan
hiçbirini vermeyin” Ama aslanlar ısrarlı. En sonunda razı olmuş inekler, nasıl olsa saldırırlarsa birimiz
18
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gidecek, hem biz de çok yorulacağız. En sonunda peki demiş inekler, bir inekten ne çıkar? Biz büyük bir
sürüyüz, bize bir şey olmaz…Vermişler sarı ineği, aslanlar da sarı ineği bir güzel yemişler, karınlarını
doyurup kendilerine gelmişler.
Bir kaç gün sonra aslanlar gene acıkmışlar, yine gelmiş aslanların elçisi ineklerin yanına;
- Aranızda boynuzu kırık bir inek var, sinirimizi bozuyor, verin onu, ne kendinizi ne bizi uğraştırmayın
demiş…
Barış yanlısı inekler, ikinci tavizi vermişler, o inek de verilmiş. Artık işi öğrenen aslanlar, benekli
inek, kuyruğu kısa inek, şöyle inek, böyle inek deyip inekleri bir bir almışlar sürüden. Sürü de günden
güne iyice azalmış. Artık aslanlar elçiye gerek kalmadan açık açık saldırmaya, istedikleri ineği sürüden
götürüp yemeye başlamışlar.
Sürünün ileri gelen inekleri, panik içinde tekrar bilge ineğe koşmuşlar. “Biz nerede hata yapıyoruz,
sürümüz yok olacak! demişler.
Bilge inek cevabı vermiş, “Siz hatayı sarı ineği verirken yaptınız…“1
17 Aralık ihale ve rüşvet operasyonunun akabinde siyasi literatürümüzde kendine yer bulan
paralel devlet tanımının Fethullah Gülen Cemaatinde tezahür bulmasından ziyade terör sorununda
karşılık bulması daha da kayda değer bir mevzudur. Nitekim Bugün gazetesi yazarı Gültekin Avcı
Güneydoğu’da altyapısı ve üst yapısı tamamlanan bir devletçikten bahsetmekte ve bu devletçikle ilgili
vahim iddialarını teker teker sıralamaktadır. Bahsi geçen yazıya göre;
KCK bölgede devlet yanlılarının ve korucuların bulunduğu belde ve mezraların asfaltlanmasını
engelliyor. Bildiri dağıtıp ihaleleri iptal ettiriyor. KCK’nın Hukuk ve Kadastro mahkemeleri Meydana
Kolya yaylasında faaliyet gösteriyor. Hukuk mahkemelerinin kararları buradan çıkıyor. Kandil’den
mühürlü tapular vatandaşlara buradan veriliyor.
1
http://www.esnafbulteni.com/yazidetay.php?Yazi_id=291&yazar=59(Erişim Tarihi:02.04.2014)
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
19
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu kıssadan çıkaracağımız hisse açık ve nettir. Başbakan Erdoğan ülkemizi uçuruma
sürüklemekte ve her çırpınışta bataklığın içine daha çok saplamaktadır. 30 Mart yerel seçimlerinde
aldıkları oy oranı hırsızlıkların üstünü örtmemekte, şaibeli seçimler ise bu hırsızlıkların, yolsuzlukların,
hukuksuzlukların üstüne tuz biber ekmektedir. Demokratikleşme adını verdikleri çözülme süreci
ülkemizin harakiri yapmasına neden olmaktadır. Bu hikâye ise bunu anlatmaktadır. Ülkemizin boynuna
yağlı urgan geçiren Talabani-Barzani-AKP-PKK-ABD-Cemaat hattı ülkeyi bölüp dört parçalı Kürdistan
hayalleriyle yatıp kalkmaktadır. Yargıyı ele geçiren, orduyu sindiren, yandaş medya ile olayları istediği
şekilde yayınlattıran ve milletimizi dini-milli duygularla manipüle etmek için her yolu deneyen bu iktidar
10 yıl öncesine kadar düşüncesinden dahi korkuya kapıldığımız meseleleri allayıp pullayıp milletimizin
önüne öyle güzel servis etmiştir ki; 30 bin kişinin katili terörist başı Abdullah ÖCALAN bir anda barış
güvercini olup çıkmıştır. En hassas konuların sıradan meselelermiş gibi gösterilmesi bu örnekle açıkça
ortaya konulmuştur. Bu bilgiler ışığında bu süre zarfında neler olup bittiğine göz atmak durumun
vahametini yeterince ortaya koyacaktır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KCK İcra ve Ceza mahkemeleri ise Laleş yaylasında faaliyet gösteriyor. KCK emirlerine uymayan,
askerle teması olan vatandaşlar burada sorgulanıyor, hapis ve para cezaları buradaki mahkemeden
veriliyor. Kandil’e götürülen vatandaşlar da var. Meydana Kolya ve Laleş mahkemeleri kararlarının
istinaf incelemesi Faraşin’de yapılıyor.
Üst temyiz mahkemesi Kandil›de. KCK, koruculara ekmek verilmesini bile yasakladı. Yoğun
baskı ve tazyikle karşılaşan korucuların büyük bir bölümü örgütle irtibata geçti. Devlet vatandaşı ve
korucuları süratle kaybediyor.
Çözüm sürecine zarar gelmemesi için her türlü aşırılığa göz yuman iktidar sahipleri, Büyük
Ortadoğu Projesine aykırı hareket etmemek adına çok özverili bir şekilde çalışarak Doğu ve
Güneydoğu’yu içine alan bölgelerde yukarıda zikredilen olayların, olguların oluşmasına zemin
hazırlamıştır. Bahsi geçen bu oluşum, bir devletin gerektirdiği her şeyi yapmaktadır. Şu anda bu
bölgelerde Türk devleti yoktur üstüne Türk devletinin herhangi bir unsuru da bu bölgelerde istediği
gibi hareket edememektedir. Nitekim asker devriye görevine çıkacak olsa KCK asayiş uyarı yaparak
“Gerilla alanına yaklaştınız, derhal burayı terk edin, aksi takdirde ateş açılacaktır” diyerek adeta
milletimiz ve devletimizle açık açık dalga geçmekte, devletimize karşı açıktan bir savaş yürütmektedir.
Gelgelelim milletimiz, şehit haberleri gelmiyor diyerek kandırılmakta ve uyutulmaktadır. Zaten bu
kadar tavizin verildiği, bir devletin kurdurulduğu, askerin kışlaya çekildiği bir bölgede PKK hangi akla
hizmet askerlerimize saldırıp elde ettiği kazanımları tehlikeye sokmak istesin ki! PKK, devleti masaya
oturmaya zorlayarak halk nezdinde haklılığını kanıtlamıştır. Bölge insanı; şu an elde edilen kazanımları
PKK sayesinde elde ettiğini düşünmeye başlamış ve devletin otorite boşluğu ise vatanını, milletini,
bayrağını, marşını seven insanları da örgütün kucağına itmiştir.
30 bin insanımızın katili Abdullah Öcalan, barış elçisi ilan edilmiş, eskiden namaz kılardı2gibi
söylemlerde bulunularak, terörist başının geçmişini aklama çabalarına girişilmiştir. Bu sayede İslami
kimliğe sahip olan Türk insanının da örgüte bakış açısı değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde Abdullah
Öcalan her konuda ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Eli kanlı katil yol haritası çıkaran, mektupları
meydanlarda okunan, billboardlara resimleri asılan; entelektüel ve medyatik biri haline getirilmiştir. Türk
devletinin geleceğini belirleyen, yeri geldiğinde tehditler savurarak her şeyin kendinde bittiğini, eğer
hoşnut olmazsa ülkeyi karanlığa itecek bir güç olduğunu göstermeye çalışan terörist başı tek başına bir
güç haline getirilmiştir.
AKP iktidarının bu dönemde yaptığı kirli pazarlıklar ve Apo ile olan ilişkileri de bir bir ortaya çıkmaktadır.
Eli kanlı katil İmralı tutanaklarında AKP ile olan ilişkisini çok net bir şekilde ortaya koyarak: “AKP’yi
ayakta tutan benim.”3diyerekikili ilişkilerini de herkesin malumu üzerine şekilde açıklamıştır.
Tabi böyle bir ortamda PKK’nın siyasi kanadı da boş durmamıştır. Otorite boşluğu ve her türlü
aşırılığa göz yumma modası, birtakım açıklamaları da beraberinde getirmiştir. Her istediklerini almayı
2
http://www.haber7.com/guncel/haber/966086-yilmaz-abdullah-ocalan-5-vakit-namaz-kilardi(Erişim
Tarihi: 06.04.2014)
3
http://sozcu.com.tr/2013/gundem/akpyi-10-yildir-ayakta-tutan-benim-237704/ (Erişim Tarihi:
06.04.2014)
20
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
başaran bu siyasal ve silahlı oluşumlar haklı olarak iyiden iyiye ve açık açık niyetlerini de ortaya koymaya
başlamışlardır. Yerel seçimlerin öncesinde Selahattin Demirtaş: “Demokratik özerkliği inşa edeceğiz”4
diyerek sürecin hangi noktaya geldiğini de milletimize göstermiştir. Alt ve üst yapısı tamamen kurulan
ve kurulmasına göz yumulan bu devlet içindeki devletçiğin zaten sadece ilan edilmesi kalmıştı, onu da
Selahattin Demirtaş tarih ve neredeyse saat vererek milletimize adeta davetiye yollar gibi açıklamıştır.
Zaten yerel seçimlerde bunu göstermiştir ki BDP demokratik özerkliği ilan edecektir. BDP bu seçimlerde;
7 il, 67 ilçe ve 11 belde olmak üzere toplamda 87 seçim bölgesinden galip ayrılmıştır. Ağrı’da seçimler
iptal edilmiş, Mardin’de ise DTK eş başkanı yani BDP yanlısı Ahmet Türk seçimleri kazanmıştır. Siyasi
yasaklı olduğu için bağımsız olarak seçimlere girmiştir. Netice olarak BDP güneydoğu bölgesinde
hâkimiyetini, AKP’nin yardımları ile net bir şekilde göstererek demokratik özerklik için hiçbir engelin
kalmadığını ispatlamıştır. Çözüm sürecinin sonuçları, yerel seçimlerde bu şekilde ortaya çıkmış ve
aslında çözüm değil çözülme süreci olduğu bir daha kanıtlanmıştır.
12 Eylül referandumu sonrasında, AKP hükümeti anayasa komisyonu kurarak tavizlerin önünü
açacak anayasal girişimlere başlamıştır. Bu süre zarfında AKP-CHP-BDP üçgeni ortak hareket etmiş
ve bu komisyon anayasa komisyonu olmaktan ziyade bölücü komisyon hüviyetini kazanmıştır. Tabi
bu komisyonun rahat bir şekilde aflar çıkarması, terör örgütüne, terörist başına, terör örgütünün siyasi
kanadına her türlü siyasi ve yasal imtiyaz vermesinin önündeki tek engel Milliyetçi Hareket Partisidir. Bu
engeli ortadan kaldırmak isteyen bu üçgen ve onların işbirlikçileridir. Milliyetçi Hareket Partisinin, bölücü
anayasa yapan komisyonda bulunmasını bilerek ve isteyerek yanlış yorumlayıp sonra da MHP’de
bölücü anayasa yapmak istiyor diye yaygara yapanların tek amacı MHP’yi o komisyondan, o masadan
kaldırmaktır. Fakat Lider Devlet Bahçeli bu oyunu çok iyi görmüş ve “MHP’nin anayasa masasından
kalkmaya niyeti yok”5 diyerek bölücülüğün, ihanetin ve tavizlerin önünde engel olmaya devam edeceğini
açıkça ortaya koymuştur.
4
http://siyaset.milliyet.com.tr/demirtas-ozerkligi-insa-edecegiz/siyaset/detay/1848254/default.htm(Erişim Tarihi: 06.04.2014)
5
http://www.haberler.com/bahceli-mhp-nin-anayasa-masasindan-kalkmaya-niyeti-5346890-haberi/
(Erişim Tarihi: 06.04.2014)
6
http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/08/11/gul.norsin.dedi.ilce.halki.mutlu.oldu/538645.0/(Erişim
Tarihi: 06.04.2014)
7
http://www2.tbmm.gov.tr/d24/2/2-0106.pdf Erişim Tarihi: 06.04.2014)
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
21
www.ulkuocaklari.org.tr
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2009 yılında Bitlis’in Güroymak ismini eski adıyla yani “Norşin”6
olarak anması üzerine başlayan yer adlarının taviz süreci 18 Ekim 2011 yılında Şırnak Milletvekili Hasip
Kaplan’ın kanun teklifi üzerine7 meclise gelmiştir. Zaten 2009 yılında ilk adımı atılan bu adım kısmen de
olsa uygulamaya konulmuştu. Demokratik çözümün tüm yurttaşları eşit hale getirme gibi bir amacının
olmadığını aksine BDP’nin demokratik özerklik ilan etmeyi düşündüğü yerleri Türksüzleştirme veya
Kürtleştirme kaygısı güttüğü bu adımla daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Nihayetinde verilen kanun
teklifinde Mardin’de 647, Adıyaman’da 224, Erzurum’da 653, Muş’ta 297, Ağrı’da 374, Siirt’te 392,
Bingöl’de 247, Bitlis’te 236, Kars’ta 398, Tunceli’de 273, Van’da 415, Urfa’da 389, Diyarbakır’da 555,
Batman ve Şırnak’ta da hemen hemen bütün yerleşim yeri adlarının değiştiği ifade edilerek bu yerleşim
yeri adlarının Türkçe dışında hangi dilde olursa olsun isimler almasının önü açılmıştır. Dediğimiz gibi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
amaç Türksüzleştirme olunca; Farsça “Dersim’in”, Asur kılıcında bahsi geçen “Amid’in” hiçbir önemi
kalmamaktadır. Amaç Türk izlerini yok etmektir. Masum(!) bir “Norşin” ifadesinin asıl amacı aslında
budur.
Yine son zamanların en popüler konularının başında anadilde eğitim meselesi gelmektedir.
Batının norm ve değerlerinin kutsal bir inanca dönüşmesi sonucunda her şeyin insan hakları çerçevesi
içinde değerlendirildiği bir zamanda bu tip konularında gündemde kendine yer bulması pek şaşırtıcı
gelmemelidir. Bazı çevrelerce de anadilde eğitim doğuştan kazanılan bir hak olduğu düşüncesiyle,
ülkemizde de etnik unsurların kendi dillerinde eğitim alma hakkı tartışılmaya başlanmıştır. Etnik
unsurdan millete geçişin çok önemli olduğu göz ardı edilmeden, yapılan bu çalışmaların nesnelliği
ve amaçları tartışılmalıdır ilk önce. Bildiğimiz üzere; Türkiye’de ki Kürtler bile kendi aralarında ortak
bir dil kuramamışlardır. Birçok diyalekti olan Kürtçe henüz bir dil olgusu kazanamamıştır. Türkiye’nin
her bölgesinden insan standart Türkçeyi kullanarak birbirleriyle anlaşmasına rağmen ülkemizdeki bu
etnik grubun böyle bir şansı yoktur. İşte bu sebepten ötürü anadilde eğitim isteği öne çıkarılmış ve
ortak bir Kürtçe kurularak etnik gruptan millete dönüşüm yapılmak suretiyle, ulusların kendi kaderlerini
tayin noktası nazarı dikkate alınarak bir Kürdistan kurulması çabası içine girilecektir. Dil kabul edilip
edilmemesi konusundaki tartışmalar bir yana, asıl amacın bu şekilde görülmesi ise meseleye nasıl
bakmamız gerektiği konusunda da bizlere ışık tutmaktadır.
Bu konuda bir şeyler söyleyeceksek Belçika Dil Mahkemesi olarak tarihe geçen mevzuyu da
dikkatle okumamız gerekecektir. Bu davada 800 çocuk adına mahkemeye başvuran aileler Felemenkçe
konuşulan bölgede oturduklarını, kendilerinin Fransızca konuştuklarını, Belçika devletinin bölgeye
Fransızca eğitim veren okul açmadığını, oturdukları bölgedeki dil ile ilgili mevzuata uygun düşmeyen
okullara devlet tarafından maddi destek verilmediğini, bu tip okullardan mezun olanlara denklik
verilmediğini, devletin çocukları inançlarına aykırı eğitim veren okullara göndermeye mecbur ettiğini iddia
etmişlerdir.Mahkeme ise; SÖZLEŞMEDE EĞİTİMİN ÖRGÜTLENME TARZI VE DESTEKLENMESİ,
AYRICA EĞİTİMİN YÜRÜTÜLECEĞİ DİL İLE İLGİLİ BİR HÜKÜM OLMAMASI GEREKÇESİYLE RET
ETMİŞTİR. Gerekçede Ek protokolün 2. Maddesinin ihlaliyle ilgili iddiaya şu cevap verilmiştir.
”Mahkemeye göre bu hüküm, eğitim hakkını güvenceye almamaktadır. Devletlerin eğitim ve öğretim
alanında ANNE BABALARIN DİL TERCİHLERİNE DEĞİL, sadece dinsel ve felsefi inançlarına saygı
gösterme yükümlülüğü vardır. Dinsel ve Felsefi inançlar terimini dil tercihlerini de kapsayacak şekilde
genişletmek, sözleşmede olmayan bir şeyi sözleşmeye ithal etmek olur”(a.g.e) diyerek protokolün ihlal
edilmediğine karar vermiştir. Yine aynı kararda sözleşmenin ayrımcılık yasağının ihlal edildiğine dair
iddiası ise şu gerekçe ile ret edilmiştir.”
Mahkemeye göre sözleşmenin 14. Maddesi hak ve özgürlüklerin kullanılmasında her türlü farklı
muameleyi yasaklayıcı tarzda yorumlanamaz… Mahkemeye göre sözleşmeci devletin egemenlik
alanında bulunan kimseler birinci protokolün ikinci maddesine dayanarak KAMU MAKAMLARINDAN
BELİRLİ BİR TÜRDEN EĞİTİM SİSTEMİ KURULMASINI İSTEYEMEZLER. Sözleşmenin 14. Maddesi
birinci protokolün ikinci maddesiyle birlikte okunduğunda bile, ANNE BABALARIN KENDİ TERCİH
ETTİKLERİ BİR DİLDE ÇOCUKLARINA EĞİTİM VERİLMESİNİ İSTEME HAKKINI GÜVENCE ALTINA
22
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ALMAMAKTADIR”(A.g.e s.55) Görüldüğü gibi mahkeme ne sözleşmenin ilgili maddelerini, ne de ek
protokolü herkesin istediği dilde eğitim alma hakkının bir karinesi olarak görmemiş, talebi ret etmiştir.
Aynı kararda bir çocuğun kendi ana dili dışında bir ulusal dilde ağırlıklı olarak çalışmasını öngörmek,
çocuğun şahsiyetsizliği olarak kabul edilemez demiştir. Belçika’da eğitim dili davasında verilen karar
daha sonra birçok ülke için yol gösterici olmuştur.8
Görüldüğü üzere eğitim konusunda dinsel ve felsefi meselelerin dışında herhangi bir ayrımın
söz konusu olmadığı açık bir şekilde ortaya koyulmuştur. Peki, bizim aklı evveller neden hala insan
hakları meselesi olduğu konusunda yaygara koparıyorlar. Çünkü asıl mesele burada insan hakkı değil
tamamen siyasi. Kürtçe ortak bir dil haline getirilecek ve etnik kimlikten millete geçiş evresi tamamlanıp
Kürdistan’ın önündeki tüm engeller kaldırılacaktır. İşte bu amaç görülmeden yapılacak her adım
milli birlik ve bütünlüğümüze büyük bir darbe vuracak ve Büyük Ortadoğu Projesinin son adımı da
tamamlanmış olacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de ki ayrılıkçı güçler ancak
dil sayesinde birleşip dört parçalı Kürdistan’ı tek vücut haline getirebilir. Bugün Barzani ile Talabani
arasındaki tek ihtilafın Kurmanci ve Sorani ayrımı olduğu hepimizce malumdur. Bu sebep ortadan
kalkarsa neler olabileceği de az çok tahmin edilebilir.
www.ulkuocaklari.org.tr
Sonuç olarak çözüm süreci; demokratik özerklik ilanından, terörist başının serbest bırakılmasına9,
PKK’nın tapu dağıtması, vergi toplaması, gerilla alanları kurması, PKK şehitliği açması, yol ve kimlik
kontrolleri yapması, mahkemeler kurması, anadilde eğitim alması, kendi kitaplarını bastırması10
noktasına gelmiştir. Milletimiz şehit haberi gelmiyor, iyi şeyler olacak gibi söylemlerle ve yandaş medyanın
bu yönde haberler yapması sebebiyle iyiden iyiye manipüle edilmektedir. AKP iktidarı ülkeyi karanlık
dehlizlere doğru sürüklemekte ve üniter yapımız anayasal adımlarla darbe üstüne darbe almaktadır.
AKP iktidarı Oslo görüşmelerinde verdiği sözleri milletimizden gizlemeye çalışmaktadır. 1999 yılında
tek taraflı ateşkes ilan eden örgüt; terörist başının, gözleri bağlanmış şekilde Türkiye’ye getirilmesi ve
terör eylemleri artarsa Abdullah Öcalan’ın infazı meclise gelecek ve idam edilecek maddesiyle iyiden
iyiye dağılmaya ve bitmeye başlamışken şimdi durum tamamen ters yüz olmuş ve örgüt devleti tehdit
edip istediğini almaya ve görüşmelerle istediği tavizleri bir bir elde etmeye başlar duruma gelmiştir.
Çözüm sürecinin geldiği nokta budur. Çözüm süreci çözülme sürecine dönmüştür.
8
https://www.facebook.com/ozantayma/posts/599558043430272 (Erişim Tarihi: 06.04.2014)
9
http://www.medya365.com/turkiye/pervin-buldan-2015-yili-abdullah-ocalanin-ozgurluge-kavustugu-yil-olacak-h120614.html (Erişim Tarihi: 06.04.2014)
10
http://www.aydinlikgazete.com/guendem/36240-selahattin-demirtas-kendi-kitaplarimizi-basacagiz.
html (Erişim Tarihi: 06.04.2014)
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
23
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2002’DEN BU YANA ÇÖZÜLMEDE İSTİKRAR
Mustafa Sarıkaya
2002’den bu yana 12 yıldır iktidarda olan AKP zihniyetinin ve son 70 yıllık siyasi geçmişimizin
en belirgin özelliği; iktidar gücünü eline alanların tarihe nesnel değil, subjektif algı ile baktıkları ve tarihe
bakış amaçlarının tarihi anlamaktan çok bir anlamda kendilerine bir “düşman” veya kötüleyecek bir
“geçmiş” bulabilmek için olduğu gerçeğidir. Dolayısı ile özellikle son yıllarda geçmişe nazaran daha sık
duyulan ve “çözüm süreci ve barış süreci” kavramları ile birlikte kullanılan “dönüm noktası” şeklindeki
söylemlerin çoğu kez tarihle ilgisi bulunmadığı görülmektedir. Nitekim amaç “nesnel bir incelemedeğerlendirmeden” çok kendi dönemine yönelik “altın çağını”nın mucidi olmak ve siyasi rakiplerini,
oluşturulan bu argümanlar vasıtasıyla itham etmektir. Basit bir örnek, durumun anlaşılması konusunda
yeterli olacaktır: Günümüzde, AKP iktidarı 12 yıldır iktidar konumunda olmasına karşın, her yeni seçim
için “Eski Türkiye/Yeni Türkiye” ayrımı yaparak, “yeni Türkiye’nin kurulması için”, bu bağlamda bir “dönüm
noktasının” hayata geçirilmesi için kendilerine oy verilmesi gerektiğini dile getirmektedir. Ancak açık bir
mantık hatası ortadadır. Bu değişim (yeni Türkiye’nin kurulması) bir seçim dönemiyle gerçekleşecek bir
değişimse, 12 yıllık iktidar döneminde neden gerçekleşmemiştir? Bu değişim uzun vadeli bir değişim
ise bu değişim içeriği nedir? “Yeni Türkiye” kavramı içerisinde nelere muhteva etmektedir? Erdoğan’ın,
hiç bir açıkla yapma gereği duymadan, bir deyişle Ebced hesabı yaparcasına, gösterdiği 2023, 2053,
2071 tarihleri hangi değişimleri ifade etmektedir?
Ancak görülen odur ki, “Yeni Türkiye” argümanını siyasi iletişim için olumlu bir illüzyon oluşturma
çabasının yanı sıra, güneydoğu bölgesindeki ayrılıkçı hareketlere, kürtçülük hareketlerine de verilen
tavizin artacağına dair mesaj verme gayreti güdülmektedir. Bu çelişkiden dolayıdır ki, söz konusu
kavramların içeriği doldurulmamaktadır.
Bilhassa Erdoğan’ın yakın zamandaki bir konuşması bize durumu anlatacaktır: “Kardeşlerim,
bir yılı aşkın süredir Türkiye acıları yaşamıyor. Tam bir yıl önce 15 Ocak tarihli grup toplantımızda
çözüm sürecinin başladığını ve umutla geleceğe doğru yürüdüğünü ilan etmiştik hatırlayın. 2013
yılının ilkbaharını büyük bir coşkuyla, heyecanla, umutla idrak etmiş ve baharın kalıcı olması dileğinde
bulunmuştuk. Allah’a hamdolsun tüm provokasyonlara, tüm sabotaj girişimlerine rağmen bir yıl boyunca
süreci hem muhafaza ettik hem de ilerlettik....”
Söz üzerinde bir kaç değerlendirme yapılırsa; sürecin nasıl ilerlediği, diğer söylemlerinden
yola çıkılarak PKK’nın silah bırakıp ülkeden ne zaman çekip gideceği, belirlenen amaçlardan ve
24
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gerçekleştirilen pazarlıklardan Türkiye’nin lehine olanların, diğer bir deyişle Türk Devlet Geleneği ile asla
bağdaşmayan mevcut iktidar zihniyetinin algı dünyası ile PKK’dan koparılan tavizlerin(!) hangilerinin
gerçekleştirildiği sorusunun sorulması gerekmektedir. Ayrıca AKP’nin kandırılıp (!) kandırılmadığının
da, birkaç yıl sonra cemaat ayrılığı ardından yapılan “safmışız, kandırıldık, bunlar iliklerimize kadar
işlemişler” gibi açıklamalarının yapılıp yapılmayacağının da sorulması gerekmektedir.
“Çözüm” Sürecinin İçeriği
Erdoğan’ın bahsettiği Çözüm süreci çerçevesi içerisinde Barzani’nin Türkiye’deki oyuna dahil
edildiği ve terör örgütü PKK’ya alternatif(?) olarak KDP’nin Türkiye kolu olarak “Türkiye kürdistan
demokratik partisi TDKP”nin kurulduğu görülmektedir. Yine PKK’nın isteyip de Türkiye’den alamamış
(!) olduğu şeylerin, Barzani’ye verilmesi ve bunun da “Kerkük’ten petrol gelecek” şeklinde savunulması,
ancak geçen süreç içerisinde IŞİD ile birlikte bunun da gerçekleşmemiş olduğu ortadadır.
Diğer taraftan çeşitli medya sansürlerine ve yönlendirilmelerine rağmen terör örgütü PKK’nın
iş makinelerini kullanarak derin çukurlar açması ve kayaları kullanarak yolları tıkaması haberleri de
gelmektedir. Sürecin filizlenme aşamasındaki koorinatörü Beşir Atalay’ın süreç iyi gidiyor demesi ile birlikte
de, iyi giden sürecin nitelikleri ve mümkün olması durumunda varacağı son iyice belirginleşmektedir.
Muhatap kabul edilen, çözüm sürecinin taraflarından biri olan terör örgütünn elebaşlarından
bir tanesi ise, “Çözüm isteyen devletin diğer yandan da ‘Kalekol’ yapmasının” doğru olmayacağını
söylemiştir. Bir devletin kendi sınırları içerisine güvenliğini sağlamaya yönelik çalışmalar yapması,
devlet olmanın en temel gereklerinden bir tanesi iken, taraf kabul edilen ve çözüm sürecinin(!) devlet
tarafını temsil eden (!) iktidarca bir anlamda el mahkum olunan terörist elebaşının bu söylemi de,
çözüm sürecine dair yapılan pazarlığa ve sürecin sonucuna yönelik ipucu vermektedir. Nitekim bu
söylem ile varılmak istenen sonuç; Güneydoğu’nun Türk güvenlik güçlerinden ve her türlü Türk
unsurdan arındırılmasıdır. Bilindiği üzere terör örgütü bugün, mücadele araç, yol ve yöntemlerini
zenginleştirerek, “güç” olmaktan bahis açmakta, Ortadoğu’daki gelişmeler hakkında fikir beyan etmekte,
Suriye’de devleti parçalayıcı bir unsur olarak görev yapabilmekte, Irak’ta bir çıkmazdan pay çıkararak
meşru zeminde uluslar arası konumda silah gücü isteyebilmektedir.PKK’nın “beyin takımı” olan “KCK”
sanıkları serbest bırakılmış ve KCK’lılar PKK’yı bir tabirle “reorganize” etmişlerdir.
Çözüm Süreci Süresince
Çözüm süreci boyunca iddia edildiği şekilde bir geri çekilme ya da silah bırakma gerçekleşmemiştir.
PKK basamaklandırdığı amaçlarını gerçekleştirmeye devam etmiştir. Üstelik bölgede var olan devlet
etkisi de Barzani’ye ve terörist siyasi partisi BDP’ye devşirilmeye çalışılarak, PKK’ya alternatif (?)bir
Barzani oluşturulmak istenmiştir. Ancak bölgede bölücülük prim yaptıran bir hale getirilmiştir. PKK’nın
kuruluş amacı olan bağımsız ve dört parçalı bir kürdistan kurma gayesi, bir kaç milyonluk bir çevre
oluşturmuştur. Zira, bölge halkı PKK’nın insafına terk edilerek PKK fiilen legalleştirilmiştir. Hem masa
üstünde hem fiziki koşullarda hâkimiyet yitirilmiştir. Örgüt, kısa tarihinin en yüksek katılımını bu süreçte
sağlamıştır. “Ya istediklerimizi verirsiniz, ya da Kürt halkı olarak biz ayaklanırız.” söylemi resmi olarak
muhatap alınmıştır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
25
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu bağlamda mevcut gerçekliğe göre değil de, iktidarda kalmaya yönelik tasarlanmış hayaller
baz alınarak hareket edildiği ve çözüm sürecinin de bir kavram yanıltmacası olduğu ortadadır. Çözüm
sürecinin de içinde olduğu 12 yıllık iktidar döneminin ardından Türkiye’yi eski-yeni şeklinde ayırmak da
ancak Mustafa Kemal ATATÜRK ile birlikte getirilen cumhuriyeti ve bugünkü anlamdaki demokrasiyi
ilerletmek yerine oluşturulan emrivakilere bir şekilde meşruiyet kazandırarak, Erdoğan’ın çok istediği
“başkanlık rejimini” kısa süre içerisinde fiilen yerleştirmek bir sonraki döneme geçiş için dayanak
oluşturmak maksatlı olmalıdır.
Kaynakça:
• Çözüm Süreci, Şemdin Sakık
• Nil’ den Fırat’ a Devlet Oyunları, Erdal Sarızeybek
• http://www.habervaktim.com/yazar/66560/hamdolsun-cozulme-sureci-cok-iyi-gidiyor.html
• http://www.yenicaggazetesi.com.tr/hedefi-cozulme-sureci-101150h.htm
• http://www.milliyet.com.tr/cozulme-sureci-/gundem/ydetay/1822630/default.htm
• http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/faruk-kose/cozum-surecinde-ikinci-asama-cozulmemi-2-6388.html
• http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/mehmet-turker/cozulme-sureci-iyi-gidiyor-524048/
• http://www.ydh.com.tr/YD426_vicdani-boyutlu-dis-politika-basarisinin-sirri.html
• Dokuz Işık, Alparslan Türkeş
26
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İnkâr Korkusundan Teslimiyete: “Sürecin”
Çözücü Dili Üzerine
M. AKİF OKUR
Nitekim, medya ve siyaset üzerinden yürüyen tartışmalara baktığımızda bu doğrultuda bir
hareketlenmenin yaşandığını görüyoruz. Ancak, henüz duygusal/siyasi “reaksiyonların” ötesinde
metodik derinliğe sahip önerilerin aleniyet kazandığını söylemek zor. Bu çerçevede, eski politikanın
temel mantığını savunurken problemin yalnızca kötü uygulamadan kaynaklandığını ileri sürenleri
de reaksiyon parantezi içine yerleştirdiğimizi belirtelim. Mesela; İngiltere’nin IRA, İspanya’nın ETA
vb deneyimlerine ait hatıra ve takvimleri referans alan kimi eleştiriler, “prosedür” düzeyinde sorunlar
yüzünden Sürecin tıkandığı zannından hareket ediyorlar. Oysa ihtiyaç duyduğumuz şey; daha ileri bir
derinlikten, bize mahsus “yapısal” özellikleri merkeze alarak bahse konu örnekleri sorgulayacak ve
karşımızdaki problemle kıyaslanabilir sonuçlar çıkarmamıza imkan verecek bir zihnî süreç. Örneğin
IRA meselesine baktığında; Türkiye ve İngiltere’nin dünya sisteminin güç hiyerarşisi içindeki birbirinden
uzak konumlarını, Kuzey İrlanda’nın özel statüsünü ve çatışmanın iki taraflı değil üçlü karakterini vb de
görüp değerlendirecek bir perspektife sahip olabilmeliyiz. Bu sayede, Süreç deneyimlerinin yüzeyden
bakıldığında aktarılabilir gözükürken yakından incelendiğinde değişik meselelere ait bağlamlarda aksi
istikamette neticeler doğuracağı anlaşılabilen tabiatlarını keşfedebiliriz.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
27
www.ulkuocaklari.org.tr
Türkiye, yaklaşık son üç senede adı hususunda bile mutabık kalamadığımız “Sürec”i rafa
kaldırırken bir muhasebe yapmaya da çalışıyor. Evlerimizi her gün yeni şehit haberleriyle mateme gark
eden terör dalgası karşısında güvenlik kalkanını omuzlamak mecburiyetinde kalan Ankara’nın önce
sıcak krizi atlatmasını sağlayacak bir krokiye, ardından ise “Sürec”i başarısızlığa sürükleyen sebeplerin
kapsamlı tahliline dayalı ayrıntılı bir yol haritasına ihtiyacı var.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İşaret ettiğimiz zihni yaklaşım; yürümek mecburiyetinde olduğumuz yeni yolun taşlarını, son
durağında bizi tarifsiz acılara garkeden eski güzergahtakinden farklı bir mantıkla döşememiz gerektiğini
ihtar ediyor. Meselemizi çözecek bir “yeni yol” teklifine dair temel mantığın sistematik tasviri, bu
yazının konusu değil. Henüz, kamuoyunun “ne yanlış gitti?” sorusunun etrafında dolaştığı günlerdeyiz.
Karşımızdaki problemin en kolay anlaşılabilen/anlatılabilen güvenlik boyutuyla ilgili değerlendirmeler
dikkatleri öncelikle celbediyor. Ancak, üzerinde kafa yorulması gereken hususlar sert güvenlikle sınırlı
değil. PKK’yı eskiye nisbetle daha güçlü ve pervasız bir terör örgütü haline getiren “Çözüm/Çözülme
Süreci”ne ait parametrelerin yapı söküme tabi tutularak eleştirilmeleri, yeni yolun inşâsı için gerekli ilk
uğrak olarak karşımızda duruyor.
Başlangıç olmak üzere, Sürecin yaygınlaştırdığı siyasi dilin sorunlarına bir-iki örnek üzerinden
dikkat çekmek istiyorum. Bunlar, “inkârcılık” ithamından kurtulma kaygısının Sürecin söylem çatısını
nasıl Kürt milliyetçiliğinin diline teslim ettiğini gösteriyor. Meramımı, daha önce Kürdinsan /Kürdistan
kavram çiftiyle formülleştirmeye çalıştığım ikilem üzerinden anlatmaya çalışacağım(Kürdinsan’ı ilk
kullanan kişi Vahdettin İnce. Ancak,bu ifadeye atfettiğimiz anlamlar arasında farklılıklar var). Bunlardan
ilki bir etnik kimliğe sahip olma halini, ikincisi ise söz konusu kimliği merkeze alan milliyetçi bir siyasi
projeyi simgeliyor. Süreçte esas alınan temel varsayımlardan biri; Kürdinsana ait kimlik tezahürlerinin
kamusal alandan dışlanması sebebiyle Kürdistan projesinin güç kazandığı iddiasıydı. Öyleyse,
Kürdinsanın kimliğini onaylayıp görünür kılan bir söylem stratejisi, Kürdistan talebini zayıflatacaktı.
Fakat, Süreç bu varsayımı doğrulamadığı gibi, Kürdistan projesini savunan siyasi aktörlerin eskisinden
de fazla kuvvetlenmesine sebep oldu.
Bu manzaranın oluşmasında, devletin bölgedeki güvenlik tekelini esnetişinden ülke genelindeki
siyasi kutuplaşmanın şiddetine kadar bir dizi faktörle birlikte Süreçte uygulanan söylem stratejisi de
etkili oldu. Bu strateji, etnik kimliği görünür kılarak olumladıktan sonra ülkenin kalan kısmıyla ortaklıkları
vurgulayan bir seyir izlemedi. Bu yönde girişimler olduysa da, “red ve inkâr” ithamından kurtulmak için
Kürdistan projesinin sahipleriyle yürütülen rekabet Kürt milliyetçiliğinin söylemine “teslimiyet” ile son
buldu. PKK ile yaşadığımız çatışmanın temel dinamiklerine dair yanlış kabullerin parametrelerini çizdiği
“siyasi doğruculuk”, Kürt kökenli vatandaşlarımızı etnisite esasında siyasallaşmaları için teşvik eden bir
söylemi yaygınlaştırıp doğallaştırdı.
Çok göz önünde, Sürecin adeta sloganına dönüşmüş bir örnek verelim: “Türk-Kürt Barışı”.
Bu ifade, Sürecin sonlandırma iddiasını taşıdığı çatışmayı etnisite merkezli olarak tarif ediyor. Zira,
Savaş, ancak kimliğe dayalı husumet sebebiyle Türkler ve Kürtler arasında köylerde, mahallelerde vb
yaşanmış ise Barış da bunlar arasında tesis edilebilir. Örneğin, Boşnak-Sırp Savaşı/Barışı anlamlı bir
ifade. Fakat, Türkiye’de PKK terörünün yol açtığı çatışmanın bir etnisiteler savaşı olduğu hükmü gerçeği
yansıtmıyor. Türkiye’deki çatışma, devletle örgüt arasındaydı. PKK tüm Kürtleri temsil etmiyor ve kurucu
kadrosundan başlayarak Kürt olmayanlara da dayanıyordu.Türkiye ise etnik, yani belirli bir etnisiteye
28
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
(örneğin Türkmenlere) diğerleri üzerinde yönetme imtiyazı tanıyan bir devlet değildi. Nitekim Türkiye’nin
Kürt kökenli vatandaşlarının büyük bölümü, PKK terörüne karşı devleti destekledi. Bu gerçeğe rağmen,
Barış temasının sürekli etnik aidiyetler üzerinden konuşulması, çatışmanın tarihinin de geçmişe ve
geleceğe doğru zihinlerde yeniden yazılmasına yol açtı. Terörle mücadelenin en çetin dönemlerinde
PKK’ya küçük bir sempati bile duymayan geniş Kürt kitle, devlet eliyle Öcalan’ın yüceltilişini ve PKK’nın
dağa çıkış gerekçelerini makulleştiren yeni siyasi dili önce tepkiyle karşıladı. Ardından da kendisini
sorgulamaya başladı. PKK’ya hiçbir zaman Kürt etnisitesinin temsilcisi nazarıyla bakmamışlardı. Bu
yüzden, devletin yanında saf tutuşlarını da “Kürtlüğe karşı bir tavır” saymamışlar, Anadolu mayasının
gereği birlik-beraberliğe verilen destek olarak anlamlandırmışlardı. İlk şok ve kızgınlık, zamanla yerini
yeni durumun kabullenilişine bıraktı. PKK bağlantılı siyaset karşısındaki refleksler sönmeye başladı.
Devletin “Çözüm” dediği şey, Kürdinsanın kalbini örgüt propagandasına kapalı tutan düğümleri “Çözdü”
ve Kürdistan’a doğru çevirdi. Bu noktada, müstakil bir yazının konusu olan, benzer nitelikte bir zihnî/
psikolojik sarsıntının Türk milletinin geniş kesimlerinde hissedildiğini de belirtelim.”Türk-Kürt Barışı”
sözünün bağrında gizlediği zehirli manayı, terörle mücadeleye dönmek mecburiyetinde kaldığımız şu
günlerde kavram karşımıza tersten konulunca daha iyi farkediyoruz: “Türk-Kürt Savaşı”
Süreçte çok yaygın bir diğer ifade, “Türk-Kürt Barışı”nın fonksiyonunu tamamladı: “Kürt Siyaseti/
Kürt Siyasi Hareketi”. Öncelikle şunu belirtelim; PKK hareketinin siyasi kanadı için kullanılan “Kürt
Siyaseti” ampirik gerçekliğe tekabül etmeyen, akademik sınamalardan geçemeyecek toptancı bir
tanımlama. Burada, HDP’yi ve bu hareketin daha önceki partilerini göz önüne alarak şunu söylememiz
yeterli. Kürtlerin ancak bir bölümü bahsettiğimiz partilere oy veriyor. Söz konusu partilerin seçmenlerinin
kayda değer bir kısmı Kürt etnisitesinden gelmiyor. Ayrıca, bu partiler fiilen etnikçilik yapsalar da, resmi
metinlerinde bunu reddediyorlar. Kürt milliyetçiliğini daha doğrudan sahiplenen başka oluşumlar mevcut.
Ama her nedense bunlar, “Kürt Siyaseti”nden bahsedilirken buharlaşıyor.
Başka herhangi bir etnik/milli aidiyetin siyaseti tarif edici niteleme olarak kullanılmasına şiddetle
itiraz eden bazı liberal ve İslâmcı çevreler, “Kürt Siyaseti” ifadesini telaffuzdan ise haz alıyorlar. Şüphesiz,
kavramın fonksiyonunu dikkatsiz kullanıcıyı rahatsız etmeyen bir doğallıkla ve hizmet ettiği mecrayı
doğrudan işaret etmeden icrâ ediş kudretine mâlik oluşu söz konusu rahat tavırda pay sahibi. Ancak
mesele, yalnızca bu masum gerekçeyle izah edilemeyecek Türkiye’deki aydın muhitlerinin sosyolojisi
üzerinden değerlendirilmesi gereken boyutlara sahip.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
29
www.ulkuocaklari.org.tr
Hâl böyle iken “Kürt Siyaseti” kavramını icâd edenler, analitik yönünü değil ideolojik/propagandaya
müsait mahiyetini hesap etmiş olmalılar. Atıf yaptığı hareketi milliyetçi olarak işaretlemeden, bir
etnisitenin yegâne/hegemonik temsilcisi ilan eden “Kürt Siyaseti” tabiri, Kürt etnisitesinden gelmekle
PKK hareketine mensup olmak arasındaki ilişkiyi doğallaştırıyor. Ayrıca, “Türk-Kürt Barışı”nda olduğu
gibi, “Kürt Siyaseti”nin ancak dışardan temas edeceği bir “Türk Siyaseti” de tarif etmiş oluyor. Kavramın
imâ ettiği beklenti, hâlâ “Türk Siyaseti” çatısı altında kalan Kürdinsanın da zamanla yerini yadırgamaya
başlaması ve PKK hareketine yönelmesi.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Son olarak şu noktanın altını bir kez daha çizelim. PKK saldırılarıyla tarihi bir kavşağa sürüklenen
Meselemize hâl çâresi olabilecek “yeni bir yol” aranırken şimdiye dek uygulanan pek çok politikanın
temel varsayımlarından başlanarak masaya yatırılması gerekiyor. Süreçte kullanılan “dil” de bunlar
arasında. Hem unutmamalıyız; dil yâresini andıracak yâre bulunmaz…
30
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Süreç ve Milliyetçiler: Milletle Müzakere,
Terörle Akıllı Mücadele
Mehmet Akif Okur
Türkiye’de milliyetçilik, geniş bir sosyolojik havzada ciddi düzeyde karşılığa sahip. Bu durumun
beraberinde getirdiği çeşitlilik dikkate alındığında milliyetçilerin süreç karşısındaki tavırlarını bütüne
şamil olacak biçimde değerlendirmenin bazı zorlukları var. Yine de, ana gövdenin yaklaşımlarını esas
alarak milliyetçilerin sürece bakışını ele almak mümkün.
Milliyetçilerin “Kürt sorunu” ifadesini benimsemeyişlerinden başlamak gerekirse, bu tutumun
sebebini milliyetçiliğin eşit vatandaşlık esasında ülkenin bütününü kucaklama idealinde aramak gerekiyor.
Türk milliyetçileri, Türkiye’deki hiçbir etnisiteyi düşman öteki, yahut “sorun” olarak görmüyorlar. Nitekim
Kürtler, siyasette ve sivil toplumda kendisini milliyetçilikle ilişkilendiren çok sayıda örgütlenmenin her
kademesinde yer alageldiler. “Kürt sorunu” ifadesini benimsemeyen milliyetçiler, Kürtler”in sorunları ile
ise yakından ilgililer. PKK’yı da sorun listesinin ilk sırasına yerleştiriyorlar…
Milliyetçilere göre; Ortadoğu’da yanıbaşımızdaki güncel örnekler de, etnik esaslarda örgütlenmenin
demokrasinin serpilebilmesi için elzem olan müşterek zeminleri nasıl hızla tahrip ettiğini, ardından da
çatışma ve bölünme süreçlerini tetiklediğini hatırlatarak bu korkunun hiç de yersiz sayılamayacağını
gösteriyor. Milliyetçilerin PKK karşısındaki reflekslerini etnik husumet değil, birliğin bozulması, yani
çözülme kaygısı belirliyor. Sürecin de bırakın birliği tesis etmeyi, çözülmeyi hızlandırdığı kanaatindeler.
Türk milliyetçileri, sürecin toplumsal dokumuz üzerindeki tesirlerinin ölçülmesine imkân veren
ampirik çalışmalarda meseleye niçin “Kürt sorunu” denilmediğini ve çözülme kaygısının boyutlarını
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
31
www.ulkuocaklari.org.tr
Milliyetçiliğin temel korkusu, Türkiye’nin rakip etnisitelerin kavga ettiği bir çatışma coğrafyasına
dönüşmesi. “Geniş kimlik” olarak Türklüğün, muhtelif etnisitelerin kendilerine özgü renklerini koruyarak
içinde var olabilecekleri bir kültürel ve hukuki çerçeve işlevi gördüğüne/görebileceğine inanıyorlar.
Sürece de sadece PKK terör örgütünün kanlı tarihiyle ilgili hafıza sebebiyle değil, Türklüğün etnik
sınırlara çekilmeye zorlanması suretiyle geniş kimliğin gerçekçi bulmadıkları yeni çatı arayışları adına
tasfiye edilmesi projesi olarak baktıkları için muhalefet ediyorlar.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
somut olarak açıklayan işaretler görüyorlar. Bir örnek vermek gerekirse, Boğaziçi Üniversitesi ve Açık
Toplum Enstitüsü’nün desteğiyle Prof. Dr. Hakan Yılmaz’ın yürüttüğü Eylül 2014 tarihli araştırmanın
sonuçlarına göre ülkemizde: “…Kürtçe bilenler kimlik hiyerarşisinin en tepesine Türk milletine mensup
olmayı” koyuyorlar. Ancak Yılmaz, elde ettiği bulguları 2010’da yaptığı benzer nitelikteki bir başka
araştırma ile kıyaslayarak dikkat edilmesi gereken önemli bir eğilime de işaret ediyor.
Araştırmaya göre, ülkemizde “Türkçe ana dilimdir” diyenlerin oranı yüzde 93. Bununla birlikte
vatandaşlarımızın yaklaşık yüzde 30’u, Türk dili/kültüründen başka bir etnik dile/kültüre de sahip
olduklarını söylüyor. 2010 ve 2014’te yapılan araştırmalarla kıyaslandığında bu yüzde 30’luk kitlenin
“çözülme” diye ifade ettiğimiz dönüşüm dinamiğinden etkilendiğini görüyoruz. Farklı bir etnik dili/kültürü
olsa da, hayatında ilk sırada Türk dili ve kültürünün geldiğini söyleyenlerin oranı 2010’da yüzde 20 iken
2014’te yüzde 14’e geriliyor. Etnik kültürünü birinci, Türk kültürünü ikinci sıraya koyanlar yüzde 8’den
yüzde 10’a çıkıyor. Türk dili ve kültürü ile bir bağları olmadığını ve sadece kendi etnik dil ve kültürleri
içerisinde yaşadıklarını ifade edenler ise 2010’da sadece yüzde 2 iken 2014’te yüzde 6’ya yükseliyor.
Milliyetçilerin itiraz noktaları Milliyetçiler, sürecin toplumsal ayrışmayı hızlandırmanın yanı sıra PKK’dan kaynaklanan
güvenlik tehdidini de büyüttüğünü düşünüyorlar. PKK, silah bırakmak şöyle dursun kullandığı yöntem
ve araçları etkinliğini artıracak biçimde çeşitlendirerek şiddeti sürdürüyor. PKK terörü yüzünden şehitler
vermeye devam eden Türkiye’nin terörle mücadeleyi durdurmasıyla örgütün önemli stratejik kazançlar
sağladığı, siyasi ve askeri gücünü pekiştirdiği kanaati hâkim. Söz konusu kanaat, süreçte bugüne kadar
yaşananların tahliline dayanıyor. Altı çizilen başlıca noktaları şu şekilde sıralamak mümkün:
- Süreç, yerli/milli bir proje değil. Uluslararası Kriz Grubu’nun Oslo görüşmelerine aracılık ettiğini
açıklaması gibi gelişmeler, bu hükmü perçinliyor.
- Türkiye’nin terörle mücadeleyi durdurması, PKK”nın Suriye’nin kuzeyinde bir hâkimiyet alanı
tesis etmesini mümkün kıldı. Bu bölgedeki egemenliği örgütün özgüvenini artırarak Türkiye’ye karşı
mücadele azmini perçinledi. PKK, artık belli bir coğrafyayı yönetebileceğine inanıyor, bu doğrultudaki
talep ve hedeflerini de geçmişe göre daha erişilebilir kabul ediyor. Ayrıca, Türkiye sınırında yeni bir
askeri kapasite inşa eden örgüt, başta ABD olmak üzere önemli küresel oyuncularla diplomatik temas
kurma imkânını da kazanmış vaziyette.
- Militanlarını Türkiye’den çekmeyen PKK, bölgedeki hâkimiyetini pekiştirmek ve sınır çizebilmek
32
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
için ihtiyaç duyduğu şiddeti üretebileceği basamaklı bir tehdit mekanizmasını yeni yapılanmalarla inşa
etti. Örgüt, gençlik kolları aracılığıyla ateşli silahlar da kullanarak yürüttüğü “aktivist” görünümlü şiddet
eylemlerine müdahale edilmemesini istiyor. Aksi takdirde Türkiye’ye konuşlu askeri varlığı ile daha
geniş çaplı saldırılar düzenleyebileceğini hissettiriyor. Bu tehdidinin etkili oluşu, bölgede kamu düzeninin
bozulmasına yol açtı. Nitekim 6-8 Ekim hadiseleri, gidişatın bizi nereye sürüklediğini önümüze koyduğu
vahşet manzaralarıyla gösterdi.
- Yaygın medya kampanyaları aracılığıyla PKK’nın teröre başvurma gerekçelerinin
makulleştirilmesi ve meşru bir siyasi aktör muamelesi yapılan örgütün Kürtler”in temsilcisi olarak takdimi,
bölgedeki geleceğe dair beklentileri değiştiriyor. Örgüte katılımlar artarken PKK=Kürtler retoriği, Türkiye
genelinde ayrışma dinamiğini hızlandırıyor. Çatışmanın kamu gücü ile PKK arasında bir güvenlik
meselesi hâlinde tarif edildiği dönemde, birliği sağlamak için Kürt komşularına daha sıkı sarılma telkini
altındaki kitleler yeni bir durumla karşı karşıyalar. Devlet, bir tehdit ve nefret odağı olarak gördükleri
PKK’yla mücadeleden vazgeçerken örgütü de Kürt komşularıyla özdeşleştirmeye, onların sözcüsü
saymaya başladı. Uzaktaki mücadelenin sembolik ve hatta fiili olarak mahalleye taşınması korkusunu
tetikleyen bu durumun şuuraltlarında yarattığı karmaşa, 6-8 Ekim tipi olaylar iç göç alan şehirlerde de
tekrarlanırsa çatışmanın daha fazla toplumsallaşması riskine işaret ediyor.
- Milliyetçiler, “Kürdistan” retoriğinin desteklenmesi suretiyle Güneydoğu’da PKK’dan uzak duran
kesimlere de Barzani’nin adres gösterildiğini düşünüyorlar. Türkiye’nin, kendi vatandaşlarını doğmakta
olan sınır komşusu bir başka ulus devlete sadakat duymaları için teşvik etmesi tepkiyle karşılanıyor.
Süreç, Kürt etnisitesinden vatandaşların Türkiye’nin geneliyle entegrasyonunu teşvik etmesi icap
ederken, etnik ayrılıkçılığın rekabet ediyor gözüken muhtelif renklerinin beraberce güçlenmelerini
desteklediği gerekçesiyle eleştiriliyor.
- Türkiye’ye maddi-manevi büyük zararlar vermiş bir terör örgütünün lideriyle masaya oturulmasının
Türk milliyetçilerinde yarattığı infial kamuoyunun malumu. Ancak bu tepki duygusal bir refleksten ibaret
değil. Öcalan’ın söylemlerinden hareketle örgüt liderinin görüşlerinin değiştiği, ayrılıkçılıktan vazgeçtiği
varsayımı iki açıdan gerçekçi bulunmuyor. Sürecin merkezine terör örgütünün liderini yerleştiren
“Öcalancı yaklaşım”, PKK’ya en çok ihtiyaç duyduğu şey olan meşruiyet alanı peşinen açıldıktan sonra
terör örgütünün diğer bileşenlerinin kendi başlarına ya da İmralı’yla birlikte alabilecekleri inisiyatifi
hesaba katmıyor. Siyaset, bürokrasi, medya ve akademideki Öcalancıların, PKK benzeri yapılardaki
davranış kalıpları ile bölgesel ve küresel düzeydeki jeopolitik gelişmeleri göz ardı etme pahasına terör
örgütü liderinin hedefleri ve gücüne karşı sorgulama kabul etmez bir güven besledikleri düşünülüyor.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
33
www.ulkuocaklari.org.tr
Sürece özetlemeye çalıştıklarım ve benzer başka argümanlarla muhalefet eden milliyetçiler,
izlenen politikalarda ısrarın ardında başlangıçtaki irrasyonel varsayımlarla, bazı özel ve siyasi çıkarların
yattığını düşünüyorlar. Bunların en önemlilerini de şöyle sıralayabiliriz:
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Oysa, Öcalan’ın geçmişteki zikzakları, Soğuk Savaş döneminde kurulan Marksist örgütlerin liderlik
mekanizmalarına gerektiğinde birbirine ters gözüken politikaları savunabilmek için verdiği ruhsat ve
PKK’ya bölgedeki gelişmelerin sunduğu imkânlar gibi faktörler, başta ne söylenirse söylensin örgütün
talep çıtasını sürekli yükseltebileceği anlamına geliyor.
- Hiç değilse 6-8 Ekim olaylarından sonra bu gerçeklerin görülmesi gerekirken 50 kişinin katledildiği
hadiseler hiç yaşanılmamış gibi davranılması kızgınlığı artırıyor. Keskin kutuplaşma sebebiyle varlıkyokluk kavgalarının sahnesine dönen siyaset, PKK’ya terörü tırmandırma tehdidiyle inisiyatifi ele alma
imkânı veriyor. Bu, “sürece mahkûmiyet” görüntüsü ithamların dozunu yükseltiyor. Siyasetten medyaya
kadar uzanan geniş bir yelpazedeki etkinliğiyle “süreç endüstrisi” de eleştirilen diğer adresler arasında
bulunuyor.
Süreç alternatifsiz değil Milliyetçiler, “Sürecin alternatifi daha önce başarısız olan askeri önlemler. Bunlara tekrar
başvurulursa Türkiye, Suriye ya da Irak’a döner. Süreci eleştirenler ne öneriyor?” sorularını da şöyle
cevaplıyorlar: Yıllardır yürütülen süreçte tarafların ne üzerinde anlaştıklarından, Genelkurmay Başkanlığı
gibi güvenlik bürokrasisinin önemli makamları ve sürecin siyasi sorumluluğunu üstlenen iktidar partisi
milletvekilleri bile habersiz olduklarını söylüyorlar. Türkiye’nin hâlihazırda yıllardır yürütülmekte olan
sürecin gerçek mahiyetini bilmediği bir ortamda, muhaliflerin teferruatlı yol haritalarını tartışmaya
açamadıkları için eleştirilmesi, mantıkî bir tutarsızlık sayılıyor.
Örgüte destek veren kesimlerin genel nüfusa oranı, Türkiye’nin toplumsal dokusu, devlet kapasitesi
ve diğer güç parametreleri veri alınarak terör dozunu artıracak PKK’nın can yaksa da Türkiye’yi Suriye/
Irak haline getirmeye kudretinin yetmeyeceği düşünülüyor. Ancak, bu korkuyla devletin kamu düzeninin
icaplarını yerine getirmekten geri durmasının ülkemize ağır bedeller ödeteceği kaygısı taşınıyor.
Milliyetçiler, terörle mücadele dönemine ait yanlış/başarısız buldukları politikaları eleştiriyorlar.
Ancak, PKK’yla bağlantılı sorunların güvenliğe indirgenemeyeceğini kabul ederken, silahları
konuşturmayı sürdüren örgüte etkin güvenlik politikaları olmaksızın silah bıraktırılamayacağına da
inanıyorlar. “Millet nedir?” sorusuna verilen önemli cevaplardan biri, pratiklerle her gün yeniden üretilen
beraber yaşama iradesidir. Bu yüzden milliyetçiler, demokrasiyi derinleştirerek milletin her kesimiyle
müzakere, terör örgütüyle ise akıllı mücadele formülünün çözümü getireceği kanaatindeler. Terörle
mücadeleden vazgeçilerek örgütle yürütülen pazarlığın ise PKK’yı güçlendirirken çatışmayı daha
şiddetli ve tehlikeli hâlde yeniden başlayacağı bir yarına ertelediğine inanıyorlar.
Meseleyle yakından ilgili milliyetçi aydın muhitlerinde, hukukun evrensel ilkelerini ve yerleşik
34
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
www.ulkuocaklari.org.tr
demokrasilerin kıyaslanabilir örneklerde izledikleri stratejileri gözeten ayrıntılandırılmış çözüm modelleri
tartışılmakta olmasına rağmen, bunların kamuoyu ile “henüz” paylaşılmaması hususunda bir tutumun
varlığından da söz edilebilir. Bunun temel sebebi olarak ise, Türkiye’de medya üzerinden yürütülen
PKK ve bağlantılı meseleler hakkındaki tartışmaların güvenlikleştirilip çerçevelenmiş hâli gösteriliyor.
Toplumun ancak süreç başlarken kurulan “askeri yöntemler sorunu çözmüyor” hüküm cümlesinin
kamuoyunun etkin kesimleri ve devletteki irade nezdinde “terör örgütüyle mücadelesiz müzakere de
sorunu çözmüyor”la yer değiştirdiği noktaya gelindiğinde yeni bir “makul”e kulak vermek için hazır hâle
geleceği düşünülüyor. Buradan bakıldığında Türkiye, sürecin alternatifsiz olmadığını daha net şekilde
görme fırsatına, şimdikinden farklı yol haritalarının sistemli itibarsızlaştırma kampanyalarından emin
olarak tartışılabileceği böyle bir eşik noktasına ulaşıldığında kavuşabilecek…
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
35
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Afrika
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
36
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ORTA VE DOĞU AFRİKA’DA
GERÇEKLEŞEN GELİŞMELER
Mustafa Sarıkaya
Dünya gündemine genellikle en çok sömürülmüş kıta olma özelliği ile gelen Afrika kıtası dünyanın
en geniş ve en fazla nüfus yoğunluğuna sahip ikinci kıtasıdır. Akdeniz’in güneyinde, Hint Okyanusu’nun
kuzeyinde, Atlas Okyanusu’nun doğusunda, Kızıldeniz, Süveyş Kanalı ve Sina yarımadasının batısında
bulunan Afrika 1 milyarlık nüfusa sahiptir. Kıta üzerinde diplomatik olarak tanınmış 54 devlet, dokuz
bölge ve 3 adet de sınırlı olarak tanınmış devlet bulunmaktadır.
İnsanlık varlığına dair en eski bulgulardan bazılarının bu bölgede bulunmasına karşın,
günümüzde medeniyetin en geri kalmış olduğu bölge de Afrika’dır. Dünya üzerinde Doğu Türkistan gibi
son derece gayrı-insanî işkencelerin yaşandığı topraklardan sonra bu kıtada da süren karmaşa ve geri
kalmışlık Afrika insanlarının en şansız insanlar arasında olmasına neden olmaktadır. Dünya gündemine
gelmesine karşın bu gayrı-insanî durum, değişmez bir kader olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’nin İlişkileri. 30 milyon metrekareden fazla olan yüz ölçümüne sahip olan Afrika’nın
önemli bir özelliği de sahip olduğu kaynaklar ve insan gücüdür. Bunun neticesinde de başta Çin rejimi
olmak üzere ABD, AB, Rusya, Japonya ve Hindistan gibi birçok ülkenin ilgilendiği bir bölgedir.
Ekonomik Veriler. Yakın geçmişte köle olarak çalıştırılan kıtanın insanları, bugün de birbirine
düşürülerek üzerlerindeki sömürü işleyişi devam ettirilmektedir. Sanayileşmiş batı ülkelerinde çiftçilere
sağlanan yüksek üretim teknolojileri ve gübre gibi unsurlar ile üretilen tarım ürünlerinin ihtiyaç fazlaları
da bugün, Afrika ülkelerine satılmakta ve bu da Afrika insanının birkaç temel ekonomik faaliyetinden
birisi olan çiftçiliği ve yiyecek üretimini baltalamaktadır. Tıpkı diğer üçüncü dünya ülkeleri gibi; Çin
üretimi olan salça, Hollanda üretimi olan et, Almanya üretimi olan süt, ABD üretimi olan mısır, soya
fasulyesi vb. ürünler yerli ürünlerin yerini almış bir durumdadır. Yine Avrupa ve Amerika tarafından
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
37
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu bölgelerin yanı sıra, genel olarak dünya siyasetini belirleyen ülkelerin artan ilgisi ile birlikte
Türkiye de başta inşaat sektörü olmak üzere büyük bir Pazar konumunda olan Afrika ile ilişkilerini
artırmaya yönelik faaliyetler gerçekleştirmek istemekte ve uluslar arası arenadaki yalnızlığını Afrika
ülkeleri ile giderme planları yapmaktadır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yapılmakta olan gıda yardımları da kendi ülkelerindeki çiftçilerin ürettiği ürünlerin ihtiyaç fazlalarından
başka bir şey olmayıp, Afrika’da var olan en düşük düzeydeki üretime dahi zarar ettirmektedir. Zira bir
yardım olarak gönderilen bu ürünler süre sonra pazarlarda düşük ücret karşılığında satılmaktadır.
Doğal kaynaklar bakımından dünya üzerindeki zengin coğrafyalardan birisi olmasına karşın
kıtanın çok fazla sayıdaki hastalıklar ile uğraşması, merkezi planlamanın etkinsizliği, dış merkezlere
girişte yaşanan zorluklar ve sık sık yaşanan askeri iç çatışmalar ile dış kaynaklı müdahaleler bu
coğrafyanın hem ekonomik hem insaniyet ve medeniyet açısından en geri kalmış bölge olmasına
neden olmaktadır.
BM İnsan Hakları raporuna göre insan haklarının en çok ihlal edildiği devletler listesindeki son
25 ülkenin tamamı Afrika kıtasındadır. Bu ülkelerdeki kıtlık, cahiliyet, beslenme sorunları ve yetersiz su
kaynakları insan sağlığını da olumsuz yönde etkilemektedir.
2008 yılının Ağustos ayında Dünya Bankasının yayınladığı rapora göre, küresel kıtlık sınırı olan
günlük 1.25 doların %80’inden fazlası Sahra Altı Afrika’da yaşamakta ve bölgenin bir çoğu günlük 2.50
doların altında kazanca sahip bir durumdadır.
Afrika kıtası, dünya petrol ve platin rezervinin büyük çoğunluğuna, altında rezervlerinin yarısına,
krom rezervlerinin yüzde 98’ine, uranyum rezervinin yüzde 70’ine yakın bir orana sahiptir. Demokratik
Kongo Cumhuriyeti cep telefonlarının yapımında kullanılan Koltan mineralinin %70’ine ve ayrıca
dünyanın elmas rezervlerinin %30’una sahiptir.
Bu ve buna benzer birçok zenginliğe karşın kıtada beklenen gelişme sağlanamamaktadır. En
son 2008 krizi ile 100 milyon kıta insanının sağlığının etkilendiği Afrika’da, son yıllarda Çin’in yapmakta
olduğu yatırımlar sebebiyle ekonomik hareketlenme gerçekleşmiştir. Kaynaklara göre 2007 yılında Çin,
bölgeye 1 milyar dolar yatırım yapmıştır.
Orta ve Doğu Afrika’daki Gelişmeler.
Orta Afrika olarak adlandırılan bölge, Sahra Çölü’nün güneyini tanımlamak için kullanılan terimi
ifade ederken, Doğu Afrika ise Afrika kıtasının doğusunda, Cibuti, Eritre, Etiyopya, Kenya, Somali,
Tanzanya ve Uganda’yı içine alan bölge için kullanılan tabirdir.
Başta da belirtildiği üzere bölgenin geri kalmışlığının temel sebepleri arasında süregelen
karışıklıklar ve terör faaliyetleri gelmektedir. Son olarak bu yazının yazıldığı sıralarda ajanslara düşen
bir haber şu şekildedir: “Şeriat yanlısı BokoHaram’ın dün akşam Maiduguri kentine düzenlediği saldırıda
45 kişi öldü. Örgütün çevre kasabalarda saldırılarına devam ettiği belirtiliyor. Bölgenin milletvekili Peter
Biye, ölü sayısının en az 200 olacağını belirtti.” 2002 yılında kurulan radikal İslamcı örgüt, Nijerya’nın
kuzey kesimi merkezlidirve Nijerya’da etkilidir. Boko/Buku kelimesi İngilizce book kelimesinden
türetilmiş ve Boko ya da BukuHaram’ın lafzi karşılığı ‘Latin alfabesi haram’, ‘batılı eğitim haram’ demek
olmaktadır. Örgüt bu zamana kadar bine yakın insanın ölümüne ve binlerce insanın göç etmesine
neden olurken, bu son saldırısı ile daha da etkin hale gelmek üzere harekete geçmiş olmaktadır.
Nijerya ordu birliklerinin 2009 yılında örgüt üyelerinin bulunduğu camiye düzenledikleri baskın 200
38
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kişinin ölümü ile sonuçlanmıştır. Ölenler arasında Taliban’ın iki numaralı ismi Ebubekir Şekau’nun da
bulunduğu belirtilmiştir. Bu bilgiler bağlamında örgütün Taliban ve El Kaide ile bağlantılarının durumu
da belirmiş olmaktadır. Yine son dönemlerde batı kurumlarına karşı gerçekleştirmiş oldukları saldırılar
sonrası Amerika, 2013 yılında BokoHaram’ı terör örgütleri listesine almıştır.
Öte yandan Sudan’da da ülke yönetimini elinde tutan ülkenin kuzeyindeki Arapların kendi dil ve
dinlerini, güneyde yaşayan siyahîleri ve yerel halklara zorla kabul ettirmek istemelerinden kaynaklanan
iç savaşlarla yarım asırdır boğuşan bir ülkedir.
Bağımsızlığını 1 Ocak 1956’da kazanan ve adını Arapça’da “siyahların ülkesi” manasına gelen
“Bilad as-Sudan” dan dan alan Sudan, 2.5 milyon metrekare yüz ölçümü ile Afrika’nın en geniş ülkesidir.
Nüfusu 40 milyon civarında olan ülkenin yüzde 70’ini Müslümanlar, yüzde 25’ini güneyde yaşayan yerel
dinlere mensup kabileler ve yüzde 5’ini güneyde yaşayan Hıristiyanlar oluşturmaktadır.
Sudan’ın tarihine bakılacak olunduğunda, 7’nci yüzyıldan itibaren İslam dininin etkisi altına
girmiş ve yüzyıllar boyunca Memluklular tarafından Mısır’a bağlı bir Sultanlık olarak idare edildiği
görülmektedir. Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Osmanlı’ya dâhil edilmiştir. Bu dönemde
de Mısır Sultanlığına bağlı bir paşalık olarak idare edilmeye başlanmıştır ve 300 yıl bu şekilde devam
ettirilen yönetim bu süre içerisinde, kuzeyde yoğunlaşan Müslümanlar, güneydeki Hıristiyanlara yönelik
seferler düzenlemişlerse de iklimsel ve coğrafik şartların zorluğu ve yerel halkın direnişi sebebi ile
Araplaşmamış ve İslamlaşmamıştır. Bu süreçten sonra da başlayan İngiliz, Mısır kaynaklı yönetimler
ile birlikte sonu gelmeyen kaosun hüküm sürdüğü bir duruma dönüşmüştür.
2013 Ocak ayında ise Fransa’nın, Mali’de İslamcı militanların ülkeyi ele geçirmesini önlemek
maksadı ile askeri müdahalede bulunduğu haberi medyadaki yerini almıştır. Aşırı dinci gruplara
karşı Mali ordusuyla birlikte düzenlenen operasyonda bir Fransız helikopteri düşmüş, pilotu hayatını
kaybetmiştir. Bunun üzerinde de Hollande, “Operasyon gerektiği kadar sürecek” şeklinde açıklama
yapmıştır. Fransa’nın askeri müdahalede bulunduğu radikal İslamcı Ensar Din örgütü ise Paris’i
tehdit etmiştir. Uluslararası haber ajansı Reuters’a açıklama yapan Ensar Din örgütü sözcüsü Sanda
OuldBoumama, “Sadece Fransız rehineler için değil, Müslüman ülkelerinde bulunan tüm Fransızlar için
kötü sonuçları olacaktır” demiştir. Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı da Fransa’nın Mali’ye askeri
müdahalesine tepki göstermiştir.
Sonuç Yerine. Görüldüğü üzere İslam dünyasında yaşandığı gibi radikal terör örgütleri, Afrika’da
da Batılı ülkelerin müdahalesi için zemin oluşturmakta ve ülkelerin ekonomik ve siyasî güçlenmelerine
engel olmakta, gayrî insani durumların yaşanmasına sebep olmaktadır. Afrika’daki bugünkü durum,
barışı, demokrasiyi ve adaleti savaş yüzünden mahvolmuş ülkelere getirmenim, çoğu kez bu durumun
bunu sağlayanlar için alıcılarından daha anlamlı olduğunu göstermektedir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
39
www.ulkuocaklari.org.tr
Afrika’da tarih boyunca bu ve benzeri şekilde dünyanın diğer bölgelerinden yüksek profilli
terör olayları ve hareketleri rol oynamıştır. 1970’lerden itibaren de bu terörist faaliyetlerin peşi sıra dış
müdahaleler gerçekleşmiştir. Örneğin 27 Haziran 1976’da Air France Havayolları’na ait A300 tipi uçak
250’ye yakın yolcusuyla Atina kalkışı sonrasında kaçırılarak Uganda Entebbe’yeindirilmiş ve bu İsrail
kuvvetlerinin Tel Aviv’den Nairobi’ye gelip bir operasyon düzenlemesi ile çözülmüştür.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Öte yandan, bu konuda Türkiye’nin 20. yy. sonlarından itibaren geliştirdiği Afrika’ya açılım
siyasetindeki faydalar ve zararlar hakkında da fikir sahibi olmak mümkündür. Bu bölgelerin tamamında
olmasa da bir bölümünde geçmişte gerçekleşen Türk hakimiyetinden çeşitli dersler çıkararak bölgede
etkin bir dış politika üretmek de mümkündür.
Bölgede hiçbir zaman sömürgeci geçmişinin olmaması, bölgeye yaptığı yardımların meydana
getirdiği olumlu imaj, Türkiye’nin avantajları arasındadır. Öte yandan Çin, Fransa, ABD’nin; uluslar arası
sistemin güçlü unsurlarının bölgeye artan ilgisi de rekabet ortamı oluşturmuş bir durumdadır.
Son olarak da bölgenin geri kalmışlığını ve yüzyıllar boyu süren geriliğini sona erdirmek ve
mümkün olduğu derecede barışı sağlamak maksadı ile mutlak suretle geniş kapsamlı bir kültürmedeniyet ve tarih araştırması yapılmalı; Bu bölgenin insanına doğrudan “alın size demokrasi, alın
size barış” denilemeyeceğinin de göz önünde bulundurularak kan ile sefaleti en aza indirecek şartların
kurgulanması gerekmektedir.
KAYNAKÇA
- http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/06/140605_nijerya_saldiri.shtml
- http://www.tasamafrika.org/pdf/yayinlar
- http://uchilal.net/basbug/43-ortadogu-ve-turkiye.html
- İbrahim Okur, Afrika Zengin Ama Yoksul
- http://www.timeturk.com/tr/makale/cihangir-isbilir/orta-afrika-nin-cigligi.html#.U5Ma7fl_v5p
- http://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/03/30/sudan-ic-savaslari/
- http://tr.wikipedia.org/wiki/Orta_Afrika
- http://www.uiportal.net/?s=afrika
40
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Aile ve Toplum
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
41
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bugünkü Türk Ailesinin Meseleleri
Hakkında Birkaç Söz
Mehmet ERÖZ
a) Sosyal Yapıdaki ve Kültürdeki Değişmeler
Şehirlerin büyümesi, sanayi merkezlerinin meydana gelmesi, köylerden şehirlere büyük göçler
olması ile meydana gelen sosyal yapıdaki değişiklikler, aile yapısını da hızla değiştirmekte, bununla
at başı olarak kültür değişiklikleri de meydana gelmektedir. Öte yandan, kültür değişmeleri de aile ve
cemiyet yapısı üzerinde derin izler bırakan tesirler icra etmektedir.
Şehirlere yığılma, gecekonduların hızla artmasına yol açarken, bu durum, çeşitli meseleler
yanında, aile problemleri de yaratmıştır. Gecekondu bölgelerinde oturanların, «yoksulluk kültürü» içinde
oldukları iddiasını kabul etmekle beraber, burada bir kültür değişimine şahit olmaktayız. Gelenek ve
göreneğin sağlam esaslarından kopup gelerek, bir başıboşluk içine düşenlerin, kararsızlık ve şaşkınlık
içinde olacakları muhakkaktır. Millî kültürün buralara el uzatıp, fert ve aileyi çalkantı ve sallantıdan
kurtarması beklenir. Çok ibretli bir misaldir, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi›ne misafir profesör
olarak gelen Amerikalı bir sosyal antropolog, gecekondu bölgelerinde saha araştırmaları yaparken, bir
gecekondu civarında, son derece şık ve güzel bir hanıma rastgelmiş ve bunu Şişli taraflarından buralara
hizmetçi aramaya gelen bir hanım olduğunu düşünmüş. Çamurlu yerlere sokmamak için arabasını
ileride bir yere park etmiş olabileceğine hükmetmiş. Neticede anlamış ki bu hanım bu gecekondularda
oturmaktadır. Bu tezatın ancak az gelişmiş ülkelere has bir şey olduğu sonucuna varmış. Bir yabancının
verdiği bu hüküm gururumuzu kırmakta ise de, acı gerçeği biraz yumuşatarak kabul etmek zorundayız.
Büyük şehirlerde aile büyük bir sarsıntı içindedir. Köydeki çevrenin kontrol edici baskısından kurtulmuş,
özenilen, gıpta edilen, taklit edilmeye çalışılan bir çevreye gelinmiştir. Radyo, televizyon, gazete, dergi,
sinema, tiyatro gibi tesirli vasıtaların yaydığı ve sosyal temaslarla yakından izlenebilen moda cereyanları,
onu da ister istemez sarsmaktadır. Boğazından kesme, evinde peri şan bir hayat yaşama pahasına,
buna ayak uydurmak zorundadır. İktisatçıların ve sosyologların, «göstermelik tüketim», «gösteriş
harcamaları» dedikleri davranışlar, aile ve şahıslar arasında bir gösteriş yarışına yol açmaktadır. Bunu
karşılayamayan aile başkanları, karısının ve çocuklarının serzeniş ve sitemlerine uğramaktadır. Bu
yüzden boşanmalar olmakta, birçok aile reisi, sıkıntılara düşmektedir. Bu hal gelişen, büyüyen şehirlerin
ailelerinin büyük kısımlarının karşı karşıya bulunduğu meseleler olmaktadır.
42
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sosyal ve kültürel sebeplerin, aile yapısına zarar verdiğini söyledik. Bunun bir belirtisi, boşanmalardır.
Türkiye’de şehirleşme ve sanayileşme ve sosyal-kültürel değişmelerle birlikte, boşanma rakamlarında
bir yükseliş görüyoruz. Gerçekten, 1935’te 2.257 boşanma vakası tespit edilmişken, 1955’te bu rakam,
10.455’e ulaşmıştır. 1935’te evli nüfus, 6.466.000’dir; 1955’te ise 10.213.000’dir. Evlenmeler, daha çok
şehir nüfusunu göstermekle beraber, boşanmalar, bütün ülke nüfusuna aittir. Öyle olsa bile, evlenme ve
boşanmaların seyri hakkında bir fikir edinebiliyoruz. Buna göre, 20 yılda evli nüfusta, %57.9’luk bir artış
olmuştur; evlenmelerde % 38 nispetinde bir artma vardır. Buna karşılık, boşanmalarda %343’lük bir
yükseliş olmuştur. 1958’de 1.012 boşanma vakası ile İzmir başta gelmektedir. Onu, sırasıyla İstanbul,
Ankara ve Bursa izlemektedir. Boşanma sebepleri arasında geçimsizlik başta geliyor. İkinci sebep,
zinadır. Erkeğin zinasına ait, 1938’de 202,1958’de 501 vak’a tespit edilmiştir. Kadın zinası ise, 1938’de
2016 iken, 1958’de 7.870’e ulaşmıştır. Büyük kitlelerin Avrupa’ya gidişi ile ve aile sadakatini ve kadın
iffetini hafife alan ve onu yıkmaya çalışan cereyanların tesiri ile içinde bulunduğumuz bu son yirmi yılda,
rakamlar ümit kırıcı seviyeye ulaşmış olabilir. Biz bunları tespit fırsatını bulamadık. Fakat yukarıdaki
rakamların gösterdiği temayüle ve son yıllarda Türkiye’deki gelişmelere bakınca, pek iyimser olmaya
imkân göremiyoruz.
Hem kadının, hem erkeğin iş güç peşinde koşması, çocuk terbiyesini aksatmıştır. Akşamdan
akşama güçlükle bir araya gelebilen aile üyeleri ailenin manevî ve içtimaî havasını pek az
paylaşabilmektedirler.
Köylerin, tabiatın kucağındaki evleri, bereketi yerine gecekondular veya apartman daireleri ve
kıt kanaat bir hayat geçmiş. Misafir severlik, komşuluk, yardımlaşma azalmıştır.* Eski İstanbul’da,
mahallenin gizli eli, mahalledeki yoksul ailelerin imdadına koşar, kış gelmeden onların bütün ihtiyacını
karşılamış. Bugün bu dayanışma kaybolmuştur. Kurban kesmenin ve tek tük zekât yardımının ötesinde,
yoksul ailelerin elinden tutan yoktur. Bu durum yoksulları kıskançlığa, küskünlüğe, karamsarlığa
itmekte ve ideolojilere, yıkıcı tesirlere maruz bırakmaktadır. Köy ve kasabalarımızdaki dayanışma ve
yardım gelenekleri, burada sayamayacağımız kadar çoktu ve bugün halâ varlığını korumaktadır. Küçük
şehirlerde, kasabalarda ve köylerde aile yapısının daha sağlam olduğunu bu kısa açıklamalar gösterir
sanırız.
Ana, baba ve çocuklardan ibaret olan ve “yuva tipi” veya “çekirdek aile” dediğimiz bugünün Türk
ailesi, çocuk sayısının azaltılması yönünde çeşitli baskılara maruz bırakılmaktadır. Bu sakat görüş,
Türkiye’nin kalkınması için nüfus artışını bir engel olarak göstermektedir. Halbuki güçlü ekonomiler,
kuvvetli sanayiler ve sağlam devletler, büyük ve sağlıklı nüfuslar sayesinde var olmuşlardır. Çalışkan,
bilgili, sağlam, kalkınma şevk ve azmi ile dolu insan kitlesi, kalkınma mucizesini yaratacak ana
unsurdur. Tabiî kaynakları ve sermayeyi harekete geçirecek olan insandır. Tarihî, sosyal şartlardan
gelen ve bugün büyük bir hızla kırmakta bulunduğumuz ekonomik imkânsızlıklarımızı, nüfusumuzu
azaltmakla değil, arttırmakla yeneceğiz. Yeter ki, bilgili, çalışkan, vatansever nesiller yetiştirelim.
Burada aileye düşen iş büyüktür. Çocuk sayısını azaltmayacak, çoğaltacaktır; büyük bir çalışkanlık ile,
onlara imkânlar temin edecektir. Evinin önündeki geniş avluya sebze ekmeyen, meyve fidanı dikmeyen,
tavuk ve inek beslemeyen köylüler biliyoruz. Köylerde, nahiyelerde, hatta kasabalarda bu yapılırsa,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
43
www.ulkuocaklari.org.tr
b) Ekonomik Şartlar
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ailelerin imkânları oldukça artacak, protein imkânları gelişecektir. Akıllı, hamleci bir plânlama ile iktisadî
gücümüz arttırılacaktır. Zaten Türkiye bu yola girmiş durumdadır.
Vaktiyle Japon ailesinin yaptığı gibi, Türk ailesi de kemerleri sıkar, tutumlu olur, tasarrufa giderse,
ülke için büyük kaynaklar, yatırım fonları doğar. Moda değiştikçe atılan ayakkabılar, çizmeler, elbiseler,
mantolar, kürkler, şapkalar, büyük servet israfıdır. Atalarımız gibi sadece dinî bayramlarda giyinir
olmasak bile, bu derece lüzumsuz ve gösterişçi harcama, aileyi ve ülke ekonomisini yıkıcı olur. Taklit,
yarış içine girmeyen, şahsiyetini koruyabilen ailelerin, bu gidişi bir dereceye kadar durdurucu olmaları
beklenir.
Ağırlaşan iktisadî şartların altında ezilmekte olan Türk ailesi, israfçı harcamalardan kendisini
koruyarak, durumunu düzeltirken, kendisine ve millî ekonomiye de hizmet etmiş olur. İsrail’de
apartmanların aydınlık boşluklarında tavuk beslendiğini, oraya gidip görenlerimiz ibretle anlatıyor. Bizde
bu, anlaşmazlık konusu olduğu gibi, aşağı, küçük düşürücü bir iş sayılır. Bilhassa şehirde oturan aile
için bu ne imkândır. Bilginin ve çalışmanın, yenemeyeceği güçlük yoktur. Yoksul isek, bilgisizliğimizden,
tembelliğimizden yoksuluz.
SON SÖZ
Le Play, sağlam aile yapısına sahip olan toplulukların, oturaklı cemiyetler olduğunu söyler. Böyle
cemiyetleri yıkmak kolay değildir. Çünkü temel sağlamdır. Aile, fırtınalı sosyal ve kültürel değişmelere
karşı dayanıklı olduğu takdirde, cemiyet büyük sarsıntılara uğramaz. Türk ailesi bu nitelikleri taşımaktadır.
Yapısı oldukça değişmekle beraber, maya aynıdır.
Dünyayı sarsan ideolojik salgınlar, Türk ailesi içine girip, onu parçalamak durumuna gelmeden,
onun yapısını ve mayasını güçlendirmelidir. Havasını, millî kültür ile doldurduğumuzda, yapısı da
sağlamlaşacaktır. Bu millî ve dinî yoldan gelen millî kaynaktır. Doğum, çocuğa ad koyma, sünnet
düğünü, evlenme, toy, düğün törenleri ile millî olunduğu gün, Türk ailesi daha sağlam olacaktır.
Töreye bağlı ailede kadın, erkeğine saygıyı yitirmez; buna karşılık erkek de karısını sever
sayar. En pederşan karakterli Türk uruğu olan Kazak-Kırgızlarda bile kadın beyler vardı. Rahmetli
Profesör Abdülkadir İnan, kabile üyelerinin dâvalarını halleden Kazak-Kırgız kadınlarım (Baybiçe’lerini)
görmüştür. 17. Yüzyıl Özbeklerinde de aynı hal görülüyordu.
Sözlerimizi, Aristo’nun aile hakkındaki şu veciz cümlesi ile bitirelim: “Eğer fertler ailelerini
sevmezlerse, hiç kimseyi sevmeyeceklerdir.»
*Aydın ili köy ve kasabalarında, son yıllara kadar devam eden ve belki şimdi de yaşamakta olan
bir gelenek vardı: ora halkı, Tanrıdan dilekte bulunur ve dilekleri olursa “Dede-Aşı” yapacaklarına dair
adakta bulunurlardı. Dilek yerine gelince, bir horoz veya koyun keserek, büyük bir kazan içinde, bulgur
pilâvı ile pişirirler, buna “Dede Aşı” denirdi. Mahallenin bütün çocukları çağrılırdı. Çocuklar, evlerinden
birer tahta kaşık getirerek, sinilerdeki, tepsilerdeki etli bulgur pilâvına kaşık çalar ve sonunda, “amin”
kelimesinden ibaret dualarını ederek, sevinç içinde dağılırlardı. Aileler arası ne güzel dayanışma...
KAYNAK: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları: “TÜRK AİLESİ”, 1998.
44
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
DİN, TÜRKLER, ALEVİLİK İLE BEKTAŞİLİK
Gökhan Gökçek
Budizm, Mecusilik, Ezidilik gibi dinler/inançlar da seküler inançlardır. Mezkur inançların menşei
ilahi değildir. İnsanların hayatlarını sürdüregelişleri sırasında ihtiyaçlarına mukabil olarak inşa ettikleri
inanç yanılgısından vücut bulur. Menşeleri hususunda ihtisas uzmanlarının “Bugüne kadar etkisi
süren seküler inançların temeli ilahi olabilir ve etrafında şekillendiği kurucusu da peygamberler olabilir.
Çünkü bozularak da olsa hala etkisini sürdürmesinin sebebi ancak ilahi oluşu ile açıklanabilir” şeklinde
yorumları da mevcuttur. Bu hususun başka bir yazıya ait konu olduğundan hareketle ilahi menşei kesin
olmayan inançları seküler kabul ederek yazımıza devam ediyoruz.
1
Nadim Macit, Din-Siyaset İlişkisinin Teolojik Yorumu, Seba Yayınları, Ankara 2000, s. 17.
2http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.55df43f448ceb3.06161259
3
Al-i İmran Suresi, 19.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
45
www.ulkuocaklari.org.tr
İnsanoğlunun tanrı inancı taşıyarak dünyaya geldiği bilimsel çalışmalarla kanıtlanmış durumdadır.
Bu inanma duygusu/inanç din mefhumuna karşılık gelir. Din, insan tecrübesi içerisinde içsel kabule
dayanan ve öznel olan, ancak dış dünyaya canlı bir gerçek olarak taşınabilen bir fenomendir. İnsanın
varoluş öncesinde ruhunun Allah’la imzaladığı antlaşmanın, misakın, dil yoluyla açılımı, tasdiki ve hayata
taşınmasıdır.1 Din kavramı TDK’da iseTanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve
tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum2 şeklinde karşılık bulur. Bireyin barınma, güvenlik gibi
bedeni ihtiyaçlarını karşıladıktan ruhi açlığını gidermek için din ve dine dair etkileşimlere meylettiği
tarih-arkeoloji çalışmalarıyla ortaya çıkarıldı. Kalıntılardan hareketle köylerin-şehirlerin bir mabedin
eteğinde ya da etrafında toplanması, tapınmak için putların hazırlanması, kurbanlar kesilmesi gibi
bulgular, iddiamızın delili niteliğindedir. Din mefhumu semavi ve sekülerolmak üzere ikiye ayrılır. Semavi
dinler; Allah’ın insanlara peygamberler vasıtasıyla suhuf (sayfalar) veyahut bir kitap üzerinden indirdiği
dinlerdir. Musevi, Hıristiyan ve İslam inancı semavi dinlerdir. Lakin yeryüzünde Allah’ın gönderdiği,
hükmünün kıyamete kadar geçerli olduğu yegane (semavi) din İslam’dır. Yüce kitabımızda bu husus
şöyle belirtilir: Allah nezdinde hak din İslâm’dır.3Diğer semavi inançlar Kur’an-ı Kerim’in inişi itibariyle
Allah katındaki geçerliliğini yitirmiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türklerde Din
Tarihin en eski topluluklarından olan Türklerin kökenleri hakkındaki en geniş kabul Sakalar ve
Hunlar silsilesini takiben Türk varlığının teşekkül ettiğidir. Mezkur silsile ve ilmi araştırmalar Türklerin
Orta Asya bozkırlarında neşv-ü nema bulduğunu, oradan akınlar vasıtasıyla yayıldığını belirtir. Türkler
İslam’la müşerref olmadan önce genel olarak Gök Tanrı inancına sahiptiler. Bununla beraber çeşitli boylar
farklı inanç halkalarına dahil oldular. Genel itibariyle Gök Tanrı inancı tanrının tek ve gökte olduğuna,
kağanın onun yeryüzündeki temsilcisi olduğuna, tanrıya kurbanlar kesildiğine dair temel ilkelerden neşet
eder.4 Tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan bölgelere hakim olan Türkler, ticaret ve savaştan kaynaklı olan
birçok dış müdahale ile karşı karşıya kalır. Çinliler bu anlamda en bariz örnektir. İranlılar, Bizanslılar ve
daha sonra Araplar ile Türkler çeşitli sebeplerden ötürü temas kuracak veyahut karşı karşıya gelecekler.
İlk devirlerde Çinliler ile uzun süren temaslar, Çin’deki bazı inançların Türkler arasında yayılmasına
sebebiyet verir. Bunların başını Budizm, Taoizm, Konfüçyanizm gibi inançlar çeker.5Budizm bir ara
Tapo Kağan vasıtasıyla Türkler arasında ciddi anlamda yayılma göstermeye başlar. Hatta Bilge Kağan
Budizm inancını kabul eder onu halka mal etmek isterse de bilge veziri Tonyukuk’un“Buda ve Tao
dinleri insana yumuşaklık verir. Bu sebeple Türklerin yaşayışlarına ve savaşçı ruhlarına uygun gelmez.
Çinlilerin karşısında mağlup oluruz. Bu nedenle bu mabetleri yapamayız.”6ikazıyla karşılaşır ve Türk
ülkesinde Budizmi yaymak için yapılmasını planladığı mabetleri inşa etmekten, yerleşik hayata geçme
fikrinden vazgeçer. Çeşitli Türk boyları birçok dine meyyal olmuş; Mani dini, Zerdüştilik, Hıristiyanlık gibi
inançları da zaman zaman kabul etmişlerdir. Bununla beraber genel kitle Gök Tanrı inancında kalmıştır.
Mezkur dinlerin Türklere erişmesi ise genellikle İran üzerinden gerçekleşir.
Türklerin hemen hemen tamamına yakını ise 7. yy. ile beraber Çöle İnen Nur vasıtasıyla yayılan
İslamiyet’te kader birliği yapacaktır. Türkler İslamiyet ile şereflendikten sonra onu benliklerinin parçası
yapacak vakt-i zamanında İslamlaşan bir gayrimüslim için “Türk oldu” denecek kadar yüce din ile birlik
kuracaklardır.Tarihi olarak Türklerin İslam ile belirgin ilk teması Talas Savaşı olarak kabul edilir. Talas
Savaşı’nda taraflar Çinliler ve Müslüman Araplar’dır. Türkler bu savaşta tarihi düşmanı Çin’e karşı
Arapların safında yer alırlar ve Müslüman Araplar önemli bir zafer kazanır. İşte bu savaş Türklerin
İslam ile ilk ciddi teması kabul edilir.7 Türklerin kader birliği yapacağı İslamiyet ile en kalabalık şekilde
hidayet buluşu 960 yılına rastlar. Kaynaklardaki rivayetlere göre Oğuzların büyük kısmı Kınık boyu
beyi Selçuk’un öncülüğünde İslamiyet’e ihtida eder ve bu rakam yaklaşık olarak 200.000 çadır olarak
kayıtlarda yer alır.8 Daha öncesinde İdil Bulgarları ve Karahanlılar devrinde de Türkler İslamlaşmaya
başlamıştı. Lakin esas ciddi kitle mezkur hadise sonucunda İslam’la müşerref olur. Bunu mukabil takip
eden zaman diliminde Büyük Selçuklu Devleti ile Türkler, İslam’ın muhafızı haline gelir. İslamlaşan Türkler
ekseriyetle Sünni itikat üzerinden Maturudi-Hanefi mezhebe bağlıydılar. Bununla beraber İslamlaşması
uzun yıllar süren Türkler, yüzyıllardır bozkırda yaşamadan kaynaklı olarak eski inançlarını tamamen
terk etmekte tam anlamıyla başarı sağlayamamıştı. İslamiyet’in sunduğu medeniyet tasavvurunda
4
5
6
7
8
46
Ünver Günay-Harun Güngör, Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2009, s. 60-70.
Ünver Günay-Harun Güngör, a.g.e., s. 157-160
Ünver Günay-Harun Güngör, a.g.e., s. 170.
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 157.
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Dergah Yayınları, Aralık 1980, s. 67.
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yerleşik hayat tarzı baskın bir karakterdi. Lakin Türkler 1000 yılları aşan zamandır konargöçer hayat
tarzı ile yaşıyorlardı. İslamlaşan ve yerleşik hayat tarzına –biraz da devletin sosyoloji mühendisliğiylealışmaya başlayan Türkler, eski inançlarından kalan bazı kalıntıları da İslam cilası altında yaşarlar. Eski
Türk inancında mistik havayı oluşturan Şamanizm örgüsü baskındı ve Türklerin İslamlaşmasındaki
hızlanma süreci de mistik havanın hakim olduğu İslami öğreti olan tasavvuf vasıtasıyla sağlanır.Pir-i
Türkistan AhmedYesevi gibi Türkler arasından çıkmış tarikat pirleri -İslam’ın esasına muhalefet
etmemek kaydıyla- konargöçer Türkleri mistik yoğunluk içeren tasavvuf vasıtasıyla İslamlaştırır. Ondaki
ruhaniyet algısı, ritüeller, pirlerin kamları andırması gibi Gök Tanrı inancına benzer özellikler Türkleri
cezbeder. Bu ve benzeri süreç neticesinde eski Türk inanç, adet ve gelenekleri İslam ile –yine esasa
muhalefet etmemek kaydıyla- karışıp bir adet halini alır. Sürece yukarıda bahis ettiğimiz diğer bazı
inançlardan ve özellikle Hz. Ali merkezli ihdas edilen Şii inancından önemli eklentiler de dahil olur. Bu
durum ise ortaya Anadolu Aleviliği’ni çıkaracaktır.
Alevilik yukarıda da mevzuubahis ettiğimiz gibi İslamlaşan Türklerin eski geleneksel inançlarından
bazı ritüeller, adetler ile diğer bazı inançların mistik ağırlıklı uygulama ve tarzlarının, İslamiyet cilası
altında yaşatılma çabasından meydana gelir.9 Baskın olan kültürel ithalat Gök Tanrı ile Şamanizm ve
Şii öğretisinden gerçekleşir. Bu temel bilgiyi verdikten sonra meseleye vakıf olmak adına konuyu biraz
daha açalım. Alevi kelimesi Arapça olup lügatte İslam halifelerinden Hz. Ali’ye mensubiyete karşılık
gelir. İlk anlam olarak soyu kabul etmekle beraber Hz. Ali’yi sevenler, onun yolundan gidenler de Alevi
olarak tanımlanabilir.10 Bununla beraber Arap ve Farslar arasında Alevi kelimesi İslam mezheplerinden
Şiiliğe matuf bir anlam taşımaktadır ki bu mesele başka bir yazının konusudur. Anadolu Aleviliği’ne
merkez anlamda esastan etki eden inanç ise Şiiliğin öğretileridir. İslamlaşan Türkler Ehl-i Sünnet akaid
üzerine din algılarını oturtur. Ehl-i Beyt sevgisi Ehl-i Sünnet akaidinde de esastır. Bununla beraber Şii
inancında Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi çok daha yoğun bir haldedir. Şiiliğin bugünkü anlamda etkin
ve nüfuslar üzerinde yoğun olması Şeyh Safiyüddün’in kurduğu Safevi Tarikatı ile gerçekleşir.11Safevi
Tarikatı esas etkisini Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’dan sonra gelen Şah İsmail ile gösterir. Şah İsmail
ile tarikat bir siyasi teşekkül halini alarak Safevi Devleti’ne dönüşür. Anadolu daSafevi tarikatının yayılma
sahasıdır. Nihayetinde konargöçer hayat tarzını, mistik yoğunluğu ve eski Türk inançlarının baskınlığını
Şii inancı ile birleştiren Şah İsmail, Anadolu’da propagandaya başlar. Nitekim etkili de olur. Süreç II.
Beyazıd’ın tahttan indirilip I. Selim’in tahta çıkması gibi siyasi bir sonuç da doğurur. I. Selim’in keskin
müdahaleleri ile Şii etkisi kırılır. Lakin Safevi propagandası etkili olur. Eski Türk inancının nüvelerinin
yoğun yaşanmasından ötürü hala büyük oranını konargöçer Türkmenlerin oluşturduğu zümrenin
zihninde Şii temalar kalıcı hale gelir. En başta siyasi yargıdan kaynaklı olarak sahabeler arasında Hz.
Ali’yi ululayan anlayış, 12 imam kültü, mehdilik beklentisinin hat safhada oluşu (Mehdi inancı Sünni
algıda da mevcuttur lakin Şii algıda daha baskındır) gibi Şiiliği oluşturan temel parçalar Anadolu’da
derin izler bırakır. Dini yorumlayışta coğrafya, sosyal ortam önemli bir etkiye sahiptir. Mezkur izlerin
9
Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İletişim Yayınları, İstanbul
2010, s. 53.
10
Abdülkadir Sezgin, Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Akçağ Yayınları, Ankara 2013, sf. 114.
11
Ünver Günay-Harun Güngör, a.g.e., s. 427.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
47
www.ulkuocaklari.org.tr
Anadolu Aleviliği
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kaldığı topraklarda Sünni akaidhakimdi. Bu izler zamanla Sünni akaid içerisinde kendisine örtülü olarak
yer bulur ve Anadolu Aleviliği’ni oluşturur.
Alevilik kavramı ile iç içe geçmiş hatta özdeşleşmiş Bektaşilik meselesini de açıklamak yerinde
olacaktır. Bektaşilik, tasavvuf örgüsü içerisinde yer alan usül, adap, ayn-i cem gibi kendine özgü yapısı
olan bir tarikattır.12 Bektaşilik şekil ve muhtevada en yakın tarikatlar olan Yesevilik ve Ahilik’e benzeyen,
Anadolu’nun anayurt, haline gelmesinde aktif rol oynamış; bu duyguyu kendi misyonu bilmiş, milliyetçi
hatta Türkçü tavır ve özellikler gösteren bir tarikattır.13 Öğretisi Pir-i Türkistan AhmedYesevi’ye dayanır.
Tarikat silsilesi geleneğine bağlı olarak Bektaşilik silsilesi Hz. Ebubekir’e uzanır. Lakin manevi nispet
olarak Hz. Ali’ye dayanan bir silsilede bilinir.14Tarikatın kurucusu-sistemleştiricisi Horasan Erenlerinden
olan ve 13.yy. da dünyaya gelmiş olan Hacı Bektaş’tır. Rivayete göre AhmedYesevi ile görüşen Hacı
Bektaş kutbu’l-aktablık vazifesi alır ve Yesevi’nin telkini neticesinde Anadolu’ya, bölgedeki erenlere
baş olması için gönderilir.15Sulucakarahöyük’e yerleşen Hacı Bektaş zamanla birçok müridin vuslatına
vesile olur. Anadolu’nun İslamlaşma ve Türkleşme sürecinde kilit bir rol oynar. Halifeleri Anadolu’nun
dört bir yanına yayılır. Nihayetinde Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasında da Hacı Bektaş’ın adı geçer.
Meselenin gerçekliği hususunda emin olunmamakla beraber her mesleğin bir piri vardır ilkesinden
hareketle Hacı Bektaş’ın Yeniçerilerin piri kabul edildiğine dair görüş genel anlamda ilim çevrelerince
kabul görür. Bektaşilik coşkun yapıya sahip olan insanların meyyal olduğu bir tarikattır. İçerisinde eski
Türk inancı ve Şamanizm’den izler taşıdığı kabul edilir. Alevi Bektaşi ayinlerinde kullanılan bağlamanın
Şaman ayinlerindeki kopuz ile; semah etmenin eski Türk inancındaki raks etmek ile bağlantılı olduğu
ve bir şekilde varlığını sürdürdüğü herkesin mutabık kaldığı konuların başında gelir. Tarihi gelişim
içerisindeBektaşilik’in ikinci kurucusu olarak Balım Sultan gösterilir. Yukarıda da bahsettiğimiz II. BeyazıdYavuz devri döneminde yaşanan buhranın önüne geçmek için Bektaşi tekkesinin başına 1516 yılında
vefat eden Balım Sultan/Bali Çelebi getirilir.16 Başarılı öğretisiyle Safevi buhranına karşı önemli adımlar
atar ve Safeviliğe meyyal Türkmenleri etrafında toplar. Zaman içerisinde etkinliğini daha çok Yeniçeri
Ocağı’nda gösteren Bektaşilik, disiplini bozulan Yeniçerilerin daima zırhı gibi kullanılmaktan kurtulamaz.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın ilgasıyla beraber Bektaşi tarikatı da yasaklanır. Tekke mensupları dağıtılır
veyahut başka tarikat pirleri posta oturtularak bir sosyal mühendislik uygulanır. Bektaşi tarikatı zaman
içerisinde özdeş görüldüğü Alevi inanç algısıyla karışır ve günümüze cem evlerinde sürdürülegelen
kültür akışı ile taşınmış olur.
12
13
14
15
16
48
Abdülkadir Sezgin, a.g.e., s. 85.
Abdülkadir Sezgin, a.g.e., s. 108
Abdülkadir Sezgin, a.g.e., s. 103-104.
Osman Eğri, Alevi Bektaşi Klasiklerinden Seçmeler – Erenlerin Nefesi, İstanbul 2014, s. 26.
Abdülkadir Sezgin, a.g.e., s. 139.
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Alevilik Bektaşilik Kültürü
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
49
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TÜRKİYE’DE ALEVÎLİK-BEKTAŞÎLİK
Prof. Dr. Abdurrahman Küçük
Türkiye’deki Alevîlik-Bektaşîlik dış ve iç boyutu bulunan ve “inanç temeli”ne dayanan ve gelecekte daha
da büyük sorunların habercisi olacağının sinyallerini veren bir konudur.
Türkiye’deki Alevîlik-Bektaşîlik, özet olarak “Türk Alevîliği/Bektaşîliği”dir. Bu oluşum; Türklerin İslâm öncesi inanç ve anlayışından getirdiği motifler ile İslâm anlayışının karmasıdır/sentezidir. “Eski Türk İnanç ve Gelenekleri”ni ortaya çıkararak İslâmî bir anlayışla yoğurma, “Türk’e özgü İslâmî anlayışla yorumlama” şeklidir.
Türk Milletine ait geçmiş bazı değerlerin, gelenek ve göreneklerin yaşatılarak günümüze getirilmesinde,
kendilerini «Alevî-Bektaşî» olarak niteleyen Müslüman Türk kitlesinin katkısının büyük olduğu bilinmektedir.
Türk Dili’nin yaşatılmasında da “Alevî-Bektaşî Deyişleri”nin ve dualarının(Gülbank) rolünün büyüklüğü kabul
edilmektedir. Bunun yanında Alevî ve Sünnî Türkler, yaklaşık 1200 yıldan bu tarafa beraber yaşamış ve aralarında
ciddi sayılabilecek olaylar olmamış; aynı kültürün, aynı dinin, aynı değerlerin ve aynı Türk Milletinin ayrılmaz
parçaları olmuşlardır. Tarihin bir döneminde meydana gelmiş ve Türklerin içinde yer almadığı bazı olayların tarafı
gibi gösterilme gayretlerinin bir yana bırakılması, karşılıklı hoşgörünün öne çıkarılması, sıkıntılara beraber göğüs
gerilmesi, güzelliklerin birlikte yaşanması, birliğin ve bütünlüğün korunması, dirlik ve düzenlik ile gelişmişliğin ve
kalkınmışlığın sağlanması günümüzdeki ortaklaşa gerçekleştirilecek önceliklerdir. Dünyada “diyalog dönemi”
yaşanmakta ve “Dinlerarası Diyalog” gündemde tutulmaktadır. Ortak paydaları oldukça az olan topluluklarla diyalogun önemsendiği böyle bir dönemde müşterekleri % 95’lerden fazla olan Alevîsi ile Sünnîsi ile Türk insanın
öncelikle kendi içerisindeki diyalogu gerçekleştirmesi, sorunlarını başkalarına bırakmadan çözmesi gerekmektedir. Sorunlara birlikte makul çözüm bulmak; iç ve dış odakların, “ajan provakatörler”in de oyunu boşa çıkaracaktır.
Bu durum da sorunların, ortak paydanın ve kalıcı çözümlerin ortaya konmasına bağlıdır.
Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşîlik konusunda, üzerinde ittifak edilebilecek makul bir çözüm bulunması
kaçınılmaz noktaya gelmiştir. Alevîlik-Bektaşîlik konusunda doğru bilginin verilmesi, Alevîlik-Bektaşîliğin temel
kaynaklarının ilgili kurumlarca yayınlanması ve ilgili araştırma birimleri oluşturulması da üzerinde durulması
gereken hususlardandır.
Burada genel ve toplumun bütün kesimlerinin tasvip edebileceği, çoğunluğun benimseyip ortak karar
altına alabileceği çözümü bulmak gerekmektedir. Bu konuda yapılması gereken öncelikle Alevî-Bektaşîleri temsil
edecek kurumların netleşmesi, temsil konusunda netleşen kurumların bir araya gelerek, Üniversiteler ve İlâhiyat
Fakülteleri ile Diyanet İşleri Başkanlığının katılımıyla, Türkiye gerçekleri, İslâm›ın temel esasları ve Türk Kültürü
temeline dayalı bir Şûra›da tartışması ve «ortak noktaların oluşturulması”dır. Şûra öncesi Türk Milletinin konumu-
50
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
nu, ihtiyacını ve beklentilerini ortaya koyacak “ihtiyaç ve beklenti analizi” yapılması gerekmektedir.
Türk Milletini dinî konularda bilgilendirmek ve yönlendirmek ile görevli olanlara önemli sorumlulukların
düştüğü de unutulmamalıdır. Bu tespit doğrultusunda Din görevlilerinin, Alevîlik-Bektaşîlik konusunda doğru bilgiler ile donatılması, bu konudaki gelişmeleri ve bilimsel araştırmaları takip etmesi gerekmektedir. Bu yolla; araştırmalarda ortaya çıkan önemli sonuçlar ve doğru bilgiler Türk Toplumuna aktarılarak “Alevî-Sünnî Gerginliği”nin
ve birbirini dışlamasının önüne geçilebilir. Geçmişte Türk Toplumu bünyesinde yaşanan “Alevî-Sünnî Gerginliği” üç önemli noktada kendini
göstermiştir.
Bunlar
a) Kırılma
b) Ayrışma
c) Buluşma süreçleridir.
B) Ayrışma; İkinci önemli kırılma noktası da Padişah Sultan Mahmud’un reformları sırasında yaşanmıştır. Padişah’ın reformlarına Yeniçeri Ocağı karşı çıkmaktadır. Yeniçeriler de genelde Alevî-Bektaşî Türklerinden
oluşmaktadır. Reformlar karşısında durmaları üzerine Padişah, Şeyhülislâm’dan Alevîlerin-Bektaşîlerin “inançları bozuktur” fetvası almış ve Alevîlere karşı şiddet uygulamıştır. Devletin baskı ve zulmünden kurtulmak için
Alevî Türkler, ulaşılması zor, kenar ve dağlık bölgelere yerleşmiş, uzun süre eğitim-öğretim ve kültür ortamından
uzak, kendi kapalı çevreleri içinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu dışlanma hali Cumhuriyet’in ilânına kadar
yaklaşık yüz yıl sürmüştür. Onların, kendilerini dışlayan Osmanlı Yönetimini Sünnî İslâm’ın temsilcisi olarak
görmüşler ve bu konuda karşı duruş sergilemişlerdir. Birbirlerine “farklı bakış” bir araya gelmelerini, sorunlarını
beraber çözmelerini önlemiştir. “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” kutlu sözü çerçevesinde Alevîler Sünnîleri “Yezid”,
Sünnîler de Alevîleri “Rafizî/Din dışı” görmeye başlamış, ibadetlerde ve ibadet yerlerinde ayrışmalar, muhalefet
anlayışı çerçevesinde uzaklaşmalar, birbirinin yaptığının tersini söylemeler ve yapmalar başlamıştır. Bu durum
günümüze kadar sürmüş ve birbirleri hakkında bazı yanlış “önyargılar”ın oluşumunu sağlamıştır. Bu önyargılar,
birlikte yaşama kültürünü zayıflatmakla kalmamış, zıtlaşmaya ve kutuplaşmaya yol açmıştır. İşte toplumumuzda
ikinci kırılma noktası bu gelişmeler sonrasında “ayrışmaya” dönüşmüştür.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
51
www.ulkuocaklari.org.tr
A) Kırılma; Kırılmanın yaşandığı döneme gelinceye kadar Türklerin tavrı açıktır. Türkler, Hz. Muhammed’in
soyundan gelenlere karşı iktidarı gasp eden Emeviler’in başlattıkları zulüm ve işkenceyi kabullenmemişler, Ehl-i
Beyt’e sahip çıkmışlar ve taraf olmuşlardır. Türkler; Müslüman olduktan sonra, yüzyıllardır sürüp gelmiş kırgınlığı, kızgınlığı ve küskünlüğü, kendi gücü ve imkânı oranında ortadan kaldırma yoluna gitmiş; Hutbelerde Dört
Halife’nin ismini birlikte anarak ve camilere/mescitlere birlikte yerleştirerek, çocuklarına Ali Osman ismini vererek
“barıştırma”ya ve geçmişteki haksızlığı gidermeye çalışmıştır. Toplumumuzda yüzyıllardan beri sürüp gelen zıtlaşma siyasî temellidir. Fatih ile Uzun Hasan arasında meydana gelen 1473 tarihli Erzincan-Otlukbeli Savaşı’nda
“su yüzüne çıkan” ve 1514 Çaldıran Savaşı ile belirginleşen bu meseleye uygun ve yerinde çözüm üretilmemesi
Türk tarihindeki ilk “kırılma” noktasını meydana getirmiştir. Türkiye’deki Alevîler-Bektaşîler arasında “dinî kimlik”
tanımında netleşmenin olmamasında 1514 yılından bu tarafa takip edilen politikalarının da rolü büyüktür. Konu
bu tarihten itibaren derinleşerek, “iç ve dış tahriklere açık bir alan” olarak Cumhuriyetin kuruluşuna kadar intikal
etmiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
C) Buluşma; Geçmişte yaşanan bu iki olumsuz gelişme sonrasında Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşîlik konusuna,
üzerinde ittifak edilebilecek makul çözümü ilk ortaya koyanlar Cumhuriyeti kuranlar olmuştur. Türkiye’deki Aleviliğin
ve Bektaşiliğin Türk milletine özgü olduğunu, Anadolu’da yaşayan Alevilerin tamamına yakının(%98) Türk
kökenli ve Müslüman olduğunu görebilenler Atatürk ve arkadaşlarıdır. Alevi Türkler ile Sünnî Türkler arasındaki
ayrılık noktaların sadece %5, buna mukabil ortak hususların % 95 olduğunu görebilen Atatürk; Sünnî veya Alevî
olmayı bir ayrıcalık değil birbirinin varlık sebebi ve zenginlik olarak kabul etmiştir. Görüldüğü gibi Türk devletinin
kuruluşuyla birlikte Alevi ve Bektaşiler Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin esas, asıl ve vazgeçilm
ez unsuru olarak kabul ve ilan edilmiştir. O halde bu bağlamda altı çizilecek olan tarihi gerçeklik; 1920 yılından
itibaren her iki kesimin, öncelikle birbirini tekrar “kardeş» olarak görmesinin yolu açılmış ve “buluşma” zemininin
sağlanmış olmasıdır. Çünkü Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde Türk Kültürü ortak paydadır.
Buraya kadar izah ettiğimiz üç tarihi süreçte meydana gelen olaylara bakıldığında ülkemizde Alevî-Sünnî heriki kesim; öncelikle birbirini doğru tanımaya ve önyargılardan kurtulmaya, birbirini dışlamaktan ve incitmekten vazgeçmeye ve birbirini “kardeş olarak görmeye başladığı görülmektedir. Yukarıda yapmış olduğumuz üçlü
tasnife bugün için bir başlık eklememiz gerekirse bunun adı “dertleşme ve helalleşme”olmalıdır. Çünkü bizim
için Alevî-Sünnî vatandaşlarımıza rol olarak biçilen “bölücülük oyunu” artık sona ermiştir. Bu sebeple bugün kardeşlik temeline dayalı bir “dertleşme” anlayışı içerisindeyiz. Dertleşirken;Alevî-Bektaşî Kimliği”nin ne olduğunu,
Alevi-Sünni meselesiyle ilgili önyargıları, Cemevleri meselesini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tutumunu, okullarda
zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersleri’ni değerlendirmekteyiz. Bütün bu değerlendirmeler
sonrasında ise karşılıklı hoşgörüyü öne çıkararak, farklılıklarımızı zenginlik olarak kabul ettiğimizi, “ayrılıkların
körüklenmesi yolu”nu benimseyenlere Alevî ve Bektaşîlerin “kültürel azınlık” değil, özbeöz Türk, Müslüman ve
Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu açıkça bir defa daha ifade ediyoruz. Böylece modern bir toplum
olarak oluşturacağımız “ortak noktalar”la birlikte, “ihtiyaç ve beklenti analizi” yaparak, Alevîliği-Bektaşîliği, “asıl
dokusu” dışında bir içeriğe büründürmek suretiyle oluşturulan bir “Alevî-Sünnî istismarcılığına” fırsat verilmemiş
olacaktır.
Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin birliği ve bütünlüğü üzerinde çok yönlü oyunlar oynandığı bilinmektedir.
Türkiye›nin birliği ve bütünlüğü üzerinde oynanan oyunları boşa çıkarmak; Türk Milleti›nin tamamını kucaklayan ve
merkezde siyasî bir parti olan MHP’nin temel felsefesinin ve anlayışının bütün kesimlerce bilinip benimsenmesiyle
yakından ilgilidir. Türkiye’de ya “etnik” ya “dinsel” veya “günübirlik” meseleler üzerine siyaset yapan “siyasî ve sivil
oluşumlar” Türk Milleti’nin sorunlarına çözüm bulmak yerine, ayrıştırarak sorunlara yeni sorunlar eklemişlerdir.
Bu sorunlara kalıcı ve makul çözüm bulmak; “dertleşmek”ve hatta gerekiyorsa “helalleşmek” Türk Milletini bir
bütün olarak gören ve kucaklayan Türk Milliyetçilerinin önceliklerindendir.
Sonuç olarak kırılma, ayrışma ve buluşma noktalarının iyi değerlendirilip yorumlanması; geçmişten ders
alınarak tarihin doğru okunması ve geleceğin beraber oluşturulması gerekmektedir.
Biz olan, bizim olan Alevi-Bektaşi Türklerinin sorunlarına, Türk Milleti’nin birliğine, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin üniter yapısına zarar vermeden çözüm üretmek zorundayız. MHP olarak bu çerçevede oluşturulacak
çözümlere hazır olduğumuzu, yani “dertleşmeye ve helalleşmeye” hazır olduğumuzu burada bir kez daha ifade
etmek istiyorum.
Sözlerimi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin “Bir olalım, diri olalım, iri olalım” özdeyişiyle bitiriyor, bu bilimsel
toplantının ülkemize hayırlar getirmesini diliyor saygılarımı sunuyorum.
52
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Gerçek ve Sözde Aydınlar
S. Ahmed ARVASİ
Bir milletin hayatında “aydınların” çok önemli bir yeri vardır. Bir millet, sayıca ne kadar çok,
kültürce ne kadar zengin olursa olsun, kendine öncülük edecek “aydın kadrolara” muhtaçtır.
Müşahedeler göstermektedir ki, yeter “sayı” ve “kalitede” aydına sahip olmayan cemiyetler, kolay
kolay başarıya ulaşamamaktadırlar.
Artık, herkes rahatça görmektedir ki, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik savaşların ağır yükünü
“aydınlar” çekmektedir. Kısaca denebilir ki, milletlerarası her türlü savaş, “aydın kadrolar” arasında
cereyan etmektedir.
Bu savaşlarda, “aydınların başarısı”, milletlerini hakkı ile temsil edebilmeleri ölçüsünde artar.
Esasen, gerçek mânâda “aydın”, kendi milletine, kendi tarihine, kendi kültür ve medeniyetine, kendi
mukaddeslerine, kendi millî ülkü ve hedeflerine yabancılaşmadan çağdaşlaşabilen kimse demektir.
Ancak bu niteliklere sahip aydınlardır ki, milletlerine faydalı olabilirler. Bunu aksine, kendi
milletini hor ve hakir gören, milletinin şerefli geçmişini karalayan ve hattâ inkâr eden, kendi kültür ve
medeniyetinden utanıp yabancı kültür ve medeniyetlere özenen, milletinin moral değerlerine cephe
alan, millî ülkü ve hedeflere yabancılaşan ve bu acıklı durumunu “çağdaşlık ve ilerilik” olarak reklâm
eden “sözde aydınlar” ise milletlerine “sömürge idarelerinden” daha fazla zarar verirler.
Durum, ülkemizde de aynıdır. Çeşitli vesilelerle bir araya gelindiğinde, bu manzara daha iyi
görülmektedir. Şimdi “aydınlarımızın” üzerinde rahatça an/aşabilecekleri “asgarî müşterekleri” çok
azalmıştır. Kendi aralarında rahatça konuşamamakta ve diyalog kuramamaktadırlar.
Gerçekten de bir “milliyetçi” ile bir “beynelmilelci” nasıl anlaşabilirler? Yine, “Türkiye Tarihini”,
Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi olarak bir bütünlük içinde değerlendiren kimse ile,
Anadolu’daki tarihî maceramızı hanedanlara ve rejimlere- göre parçalayıp birbirinden koparan bir kimse
nasıl anlaşabilir?
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
53
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu noktada belirtelim ki, yukarıda sözünü ettiğimiz “gerçek aydınlar” ile “sözde aydınlar” arasında,
kaçınılmaz bir mücadele vardır. İtiraf edelim ki, bu mücadele, içinde Türkiyemiz’in de bulunduğu İslâm
Dünyasında hayli çetin cereyan etmektedir. İslâm Dünyası’nın son iki asırdan beri yaşamakta olduğu
buhran, “aydınları” da bölmüştür.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bunun yanında, Türk-İslâm Kültür ve Medeniyetini, yepyeni bir rönesans ruhu ile ihya etmek
isteyen kadrolar ile milleti, şu veya bu “yabancı kültür ve medeniyet”e yamamaya hazırlamak isteyen
insanlar nasıl anlaşabilirler? Vicdanını, aydınlık inançların ışığında arındırıp yaşamak isteyen kimselerle,
ısrarla “ben ateistim” deyip fırsat buldukça, bunlara saldıran kişi ve kadrolar nasıl anlaşabilirler?
Milletimizin gelişme, kalkınma, çağdaşlaşma ve bütünleşme konusunda, uzlaşması mümkün olmayan
görüşleri benimseyenler nasıl el ele versinler?
Belli ki, eğitimimizde bir sakatlık var… Yıllar yılıdır, muhtaç olduğumuz “kadroları” yetiştirmekte
başarılı olamıyoruz. Bu konuda yetkililer, parlak lafların ötesinde, yaralara merhem olacak bir çare
getiremiyorlar. Yani, milletçe özlediğimiz icraat yok… Sadece laf… O kadar!
Evet, bütün mesele, ülkemizi “sözde aydınların” tasallutundankurtarıp “gerçek aydınlara” yol
açmak…
54
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TOPLUMLA BARIŞIK BİR AYDIN
DEĞERLERİNE YABANCILAŞMAYAN BİR
ENTELEKTÜEL: MEHMET AKİF ERSOY
Akif’in entelektüel ve aydın kişiliğini, halka yakınlığını, toplumla barışıklığını anlayabilmek için
“entelektüel” ve “aydın” kavramlarının anlamına bakmak gerekir. Entelektüel kavramının tam bir tanımı
yoktur. Farklı yüzyıllarda anlam değişikliklerine uğramıştır. Fildişi kuleye çekilip toplumdan uzak, okuyanyazan ya da halktan uzak arı bir dil geliştiren anlamlarına da gelmiştir. Literatürde benimsenmiş, kabul
görmüş anlamı “geniş çapta fikir dünyası olan”dır. Bağımsızlık, kültürel sorunlar, iktisadi meseleler
üzerine düşünen ve bunun çilesini çeken kişi anlamına gelir. Aydın kavramının tanımı hakkında
tartışmalar yaşansa da genel kabul gören anlamı, “kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse),
münevver”dir.
Toplum ya da halk için önemli olan konularda hassasiyet gösteren Akif’in sadece eserleri ve
fikirleri ile değil şahsiyetiyle de aydın olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Genel anlamda bu makalede
Akif’in aydın-entelektüel bir şair olarak toplumla ilişkisi ele alınacaktır. Bu da bizi Akif’in “toplumla barışık
entelektüel ve aydın bir insan” olduğu düşüncesine götürecektir.
Mehmet Akif’in sosyal meselelerdeki duruşunun inançlarına ve yaşadığı toplumun değerlerine
göre biçimlendiğini anlayabilmek için öncelikle onun şahsiyetinin oluşumuna ve yaşamındaki nüanslara
bakmak yerinde olacaktır.
Akif’in şahsiyetini anlayabilmek için onun şahsiyetinde taşıdığı değerlere bakmak gerekir.
Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu’nun bütününe “Ahlak Nizamı” dediği değerleri bünyesinde taşıyan
biridir. “Dürüstlük, ahde vefa, dini bütün, şefkatli, merhametli, milliyetperver, halkla iç içe, ahlaklı olma”
gibi nitelikler toplumun önünde yürüyen aydın bir kişilikte görülebilecek özelliklerdir. Akif bu özelliklerini
eserlerine de yansıtır. Eşref Edip, Mehmed Akif Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları adlı kitabında
Akif’in ölümünden sonra yapılan anma toplantılarını anlatır ve Akif hakkında yazılan yazılara yer
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
55
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
verir. Ölümünün ikinci yılında yapılan bir anma toplantısında Ali Nihat Tarlan’ın söyledikleri de bu
düşüncelerimizi doğrular:
“Hayatında suistimal nedir bilmezdi. İçki, kadın, kumar gibi zevkleri tatmamıştı. O hâlde hangi
kudret o metin seciyeyi sarsabilirdi? En büyük zevki okumaktı. Dostlarına vefakâr, her türlü kötülükten
müctenib, lekesiz bir hayat sürmüştü. Bir şeye söz verdi mi, her şeye rağmen onu anında yerine getirirdi.
Kanaatine muhalif bir fikir ortaya atıldığı zaman mücadeleye başlardı. Bunun haricinde pek az söz
söylerdi. Zarif fıkraları dinlemesini ve bilhassa anlatmasını çok severdi.”[1] Kişiliğini gösteren bir diğer somut örnek de Zangoçluk polemiğine girdiği ve polemikten daha
önce tanıştığı Fikret’i kişiliği üzerinden değerlendirmiş olmasıdır:
“… Bu ilk konuşmanın Fikret üzerindeki tesirini bilmiyoruz, fakat Akif üzerindeki tesiri bilinmektedir….
-Sevemedim ben bu adamı, demişti ve sebeplerini şöyle anlatmıştı: Benim gibi ilk görüştüğü adama
yirmi senelik arkadaşını çekiştirdi.”[2] Akif için yazma ahlakından önce davranış ahlakı gelmektedir.
Akif cemiyete karşı kendini sorumlu hisseden bir aydındır. İttihad ve Terakki’nin yeminine karşı
çıkışı da bunun bir göstergesidir.
“Ben demişti, böyle yemin edemem. Kayıtsız, şartsız cemiyete teslim olamam. Umumi Merkezin
iyi olan, ma”ruf olan emirlerine itaat edeceğime söz veririm, fakat fena olan, memlekete zararlı olan
emirlerine uymayı kabul edemem.”[3]
M. Emin Erişirgil’in aktardığı “Kebapçı Kâmil” hikâyesi de şairin şahsiyeti hakkında önemli ipucu
verir. Devlet memurlarının sürekli yemek yediği Kebapçı Kâmil ölünce Akif onun için mersiye yazmak
istemiş ve bu isteğinin gerekçesi olarak onun yardımsever biri oluşunu göstermiştir:
“Bir aralık Hükümet aybaşlarında maaşları veremediği için öğle yemeklerimi Kâmil’de borç
yerdim. Borçlar çoğaldıkça, ben Kâmil’in yüzünde istiskal aradım, bulamıyordum. O gene her zamanki
gibi, beni güler yüzle karşılıyor ve hizmet ediyordu… Hem size sorarım: Bana yemekleri hilesiz, sahibi
alnının teriyle para kazanır, başka Türk aşçısı gösterebilir misiniz?”[4]
Taha Toros, Akif’in cenazesini anlatır:
56
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Ama ölüleri saygı ile toprağa vermenin, onları hayırla yâd etmenin kutsallığını içten duyan
üniversite gençliği, şuurlu davranışlarıyla, gidermeye çalıştı. Beyazıt meydanında Türk bayrağına
sardıkları İstiklal Marşı’nın şairinin tabutunu, arabayla değil, eller üstünde omuzlarını vererek Edirnekapı
mezarlığına kadar götürdüler. Mezarı başında hep bir ağızdan söyledikleri İstiklal Marşı, o gün bambaşka
bir heybette idi.”[5]
Bu anekdot Akif’in duruşundaki iki yönlü samimiyeti de gözler önüne serer: Toplum ve toplumun
taşıdığı değerler dünyasının sözcüsü olan bir şair, toplumundan bu hassasiyetlerinin karşılığını almıştır.
Akif, 14 yaşında babasız ve evinde çıkan yangın yüzünden evsiz kaldıktan sonra hayatın
zorluklarını görmüş, kendi kendini yetiştirmiştir. Eğitim hayatı onun hem toplumla iç içe olduğunu hem de
donanımlı bir entelektüelin nasıl yetiştiğini gösterir. Daha doğrusu bir entelektüel olarak Akif’in kendini
toplum içinde yetiştirdiğini ispatlar. Rüştiye sıralarında Arapçasını ilerletip Farsça dersleri almaya
başlayan Akif, Türkçe, Arapça ve Farsça derslerinde sınıfında hep ön sıralarda olmuştur.
“Ailenin geçimini temin etmek için bir ara Bayezid Camii avlusunda tespih sattığı rivayet edilir.
Ancak Akif ticaret yapacak mizaçta değildi. O sırada Halkalı’da yeni açılan Baytar mektebi şair için
bir kurtuluş, kısa yoldan hayata atılmak fırsatı sağlayan bir imkân kapısı oldu… Akif, Mülkiye Baytar
Mektebinde de çok başarılı bir talebe oldu. Midhat Cemal’in neşrettiği not cetvellerinde görüldüğü üzere,
1893 yılında okulu birinci olarak bitirdi.”[6]
Toplumu etkileyen, insanlarıyla barışık olduğunu gösteren en önemli göstergelerden biri de
millî mücadele yıllarında verdiği vaazlardır. Bu vaazları dinlerken halkın coşkun hâli de gösterir ki Akif
toplumla iç içe olan ve lider özellikleri gösteren bir şahsiyettir.
Daha sonraları Ankara ve Konya gibi Anadolu şehirlerini de dolaşıp vaazlar veren Akif, halk
üzerinde oldukça etkili olmuştur. Hatta Konya’da çıkan isyanın bastırılmasında en yatıştırıcı rol Akif’in
verdiği vaazlardır.
Batı dillerini de bilen Akif; Hugo, Lamartine, Balzac gibi yazarların eserlerini Fransızcasından
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
57
www.ulkuocaklari.org.tr
“Bir avuç kahramanın, Batı Anadolu’da başlattığı direniş hareketi, onu fevkalade heyecanlandırdı.
“zafer yolu bu yoldur” diyerek Şubat 1920’de Balıkesir’e gitti. Akif’in gelişi şehirde bir bayram havası
estirdi. Halk Zağnos Paşa Camisi’nde toplandı.”[7]
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
okumuştur. Emin Erişirgil bununla ilgili bir hatırayı nakleder:
“Bir gece o köşkte yatarken Mehmet Ali, Akif’e Quo Vadis’in Fransızcasını veriyor: ‘Hocam, diyor,
belki bu kitap uykunuzu getirir.’ Akif, tersine o gece, kitabı bitirmek için çok az uyumuştur. Fakat eseri
bitiremedi. Sabahleyin kalktığı zaman, salonun bir köşesine oturmuş, bunu bitirmeye çalışıyordu.”[8]
Akif’in şahsiyetinde barındırdığı entelektüel ve aydın tarafı göstermesi bakımından Cenap
Şahabeddin’in aşağıdaki sözleri önemlidir:
“Kimse tahmin etmez ki o, yalnız bizim asrımızın değil, hatta tarihimizin en büyük destan şairi
olsun. -Safahat yaratıcısının hüviyeti bir nevi mahviyet içindedir. Sesindeki haşmet ve saltanatla zamanı
ve nisyanı ilelebet sarsacağından şüphe etmediğim Mehmet Akif Bey’e âdeta sıkılgan denebilir; şahsı
bahis mevzuu oldukça, o kadar aşağı perdeden konuşur ve tanınan şiiri yalnız kendisinden bahsetmek
iktiza edince aciz bir sükût olur.”[9]
Akif’in bu tavırları onun entelektüel yönünü gösteren örneklerdendir. “medeniyet dediğin tek
dişi kalmış canavar” dediği Batı kültürünü dışlamadığı gibi Batı’dan faydalanmak gerektiğini bilen bir
entelektüeldir.
Batılı yazarları okuyan Mehmet Akif için halk, toplum, kendi insanı daha önemlidir. Bu tavrını
örnekleyen Mithat Cemal Kuntay’ın anekdotu yerinde olacaktır:
“Bir gün duvarda yastıklara başını dayamış buldum. Karşısında Hüseyin Siret vardı; bir hatırayı
konuşuyorlardı: ‘Hani şu kadar yıl evvel, bir gece ‘Hernani’den tutuşmuşlardı; hani bu kitaptan en çok
beğendikleri yeri birer kâğıda yazmışlar, sonra kâğıtları karşılaştırmışlardı da ikisinin de beğendiği yer
aynı beyit çıkmıştı… Akif:
-Ben Hugo’yu…
Hizmetçi girdi:
-Osman pehlivan diye biri geldi efendim.
Akif Hugo’yu unuttu; pehlivana sevindi; hep oda kapısına bakıyordu.”[10]
Batı’yı bilip kıymet veren Akif, halktan biri söz konusu olunca kendini kaybeder. Her türlü
58
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
fedakârlığı yapmaktan geri durmaz. Toplumun her kesiminden ihtiyacı olanlara yardım eder. İsmail
Hakkı Şengüler, “Mehmet Akif Külliyatı” adlı çalışmasında Hasan Basri Çantay’ın gözüyle Akif ve onun
hatıralarına yer verir. Bu hatıralardan biri onun fedakârlığını gösteren küçük bir örnektir.
“Hiç unutamam: Bir akşam bizi Ankara’da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz gitmek üzere iken o, koşa
koşa bize geldi, dedi ki: ‘Bu akşam çayı sizde içeceğiz.’
Ben tabi memnun oldum. Fakat sebebini de anlamak istedim. Sordum, gülerek dedi ki:
- Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler!
O oda ki mefruşatı zaten tek kilimden ibaretti ve tek kilimi bir fakire veren de kendisi idi.[11]
Aydın insan sosyal bir durum karşısında hassasiyet gösterir. Akif bu hassasiyeti göstermesinin
yanı sıra şair olarak da buna estetik bir boyut kazandırmıştır. Çanakkale şehitleri için destanını yazmış,
millî mücadele ve istiklal için İstiklal Marşı’nı vücuda getirmiştir. Akif’i farklı kılan belki de sanatı ve
hayatı arasındaki tutarlılıktır. Toplumu derinden etkileyen hususlarda gösterdiği hassasiyeti yaşamında
da göstermiştir.
“Onun yalnız bir endişesi vardı. Memleketin istikbali! Kafilemiz çölün a’makına dalmış gidiyorken
birdenbire durur, bize döner:
-Arkadaşlar düşman şu boğazları geçerse memleketin hâli ne olur, diye derinden ah çeker, sonra da
-Allah o günleri göstermesin, duası ile zihinlere hücum eden endişeleri bertaraf ederdi… Onu avutan
yalnız bir şey vardı: Vatana hizmet yolunda bulunmak.”[12]
Eşref Edip, Çanakkale zaferini işitince Akif’in duyduğu sevinci nakleder:
“Baktım o kahraman Akif’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Bin bir tehlike karşısında ufak bir
teessür alameti göstermeyen koca Akif, şimdi masum bir çocuk gibi ağlıyordu. O teessürünü belli
etmezdi. Elemini de sevincini de içine gömerdi. Ancak bu hadise karşısında kendini zapt edemeyerek
gözyaşları döktü.”[13]
Akif’in şiirlerinde ele aldığı meseleler incelenirse onun bir aydın tavrıyla topluma ne kadar yakın olduğu
görülür. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri’nde Akif’in entelektüel bir tavırla ele aldığı konulardan bahseder:
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
59
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Türk edebiyatında onun kadar yaşadığı devri bütün teferruatı ile gösteren başka bir şair yoktur,
denilebilir. Safahat, âdeta, muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen bir manzum romana benzer:
Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, cahil, yerli, yabancı, Avrupa,
Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, hâlihazır, hayal, hakikat hemen her şey
Akif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o bunları yalnız şiirin değil edebiyatın bütün ifade vasıtalarıyla
anlatır. Tasvirler yapar, portreler çizer, hikâyeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz verir.
Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Bu suretle Akif, şiirin hududunu
nesir kadar, edebiyat kadar genişletir; hatta edebiyatı da aşar, onu hayatın ta kendisi yapar.”[14]
Akif, hiciv sanatının inceliklerine değinerek sanatını topluma yaklaştırmıştır. Akif’te hicivin
önemine Kaplan da değinir: Kaplan Akif’in kullandığı dilde de topluma ne kadar yakın olduğunun altını
çizmiştir:
“Şairin kullanmış olduğu dil ve üslup da esas gayesine ve parçanın muhtevasına uygundur. Şair
(burada vaiz) kalabalığa hitap ediyor. Kalabalığa hitap etmek için onun dilini, üslubunu, hatta düşüncesini
benimsemek lazımdır. Akif, bütün eserlerinde olduğu gibi burada da kalabalığın dilini, üslubunu ve
zihniyetini benimsiyor. Bu bakımdan o, başlıca gayeleri şahsi ve orijinal olmak, yeni ve başka görünmek
olan Servet-i Fünuncularla Haşim’den tamamıyla ayrılır. Akif, kalabalığın sade kelimelerini değil,
deyimlerini, benzetmelerini, ifade, hatta bütün cümlelerini dahi almaktan çekinmez”[15]
Taha Toros da Akif’in ulusal anlamda yaşanmışlıklardan yola çıkarak yazmış olduğu iki şiire
dikkat çeker. Bu şiirlerin onun kalıcı olması için yeter derecede önemli ve etkili olduğuna vurgu yapar:
“Akif şiir sanatını cemiyet için kullanan kişilerdendir. Akif edebiyatımıza ve edebiyat tarihimize
ve gelecek kuşaklara hiçbir şey vermemiş olsaydı bile, ‘Çanakkale Şehitleri” ile İstiklal Marşı’ onu
ölümsüzleştirmeye yeterdi.”[16]
Akif’in sanatındaki aydın tavrı gösteren bir başka işaret de onun şiirlerindeki dürüst ve didaktik
cephedir.
“Şudur benim cihanda en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek”
dizeleri, Akif’in sanatı ve şahsiyetindeki topluma örnek olan “dürüst aydın” tavrını da gösterir: “Hulasa
Safahat”ı baştanbaşa tetkik edersek şu neticeye vasıl oluruz: Akif san’atına bihakkın vakıf âlim bir
sanatkârdır ki sanatını iki neve hasretmiştir. Lirik ve didaktik… Akif dini vecde yükseldiği vatanı ve
milleti felakete düştüğü, beşeri sefaletlerle karşılaştığı zaman yerine göre namütenahilerde dolaşır,
yahud en gür feryadları koparır, yahud hazin hazin inler; o zaman lirik ve romantiktir”[17]
Akif’in entelektüel tarafında, herkesin entelektüellere yüklediği münzevi tavır yoktur. Nurettin Topçu
Akif’in münzevi tavrının zaman zaman kendisine verdiği zararı anlatır: “Akif’in inzivası yalnızca halk
içinde idi. O, cemaatin içinde çilesini doldurdu. Sonra bu cemaatten ona ne kaldı? Her parçasını birine,
60
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“dostum” veya “kardeşim” diyerek veyahut bütün samimiyetle isimlendirerek ithaf ettiği eserini, bu
kardeşleriyle dostları didik didik ettiler. Kimi onun inkılâbını anlamadığını, kimi dindarlığındaki hulusu,
ölümünden sonra tenki ve tariz vesilesi yaptı. Dostları bakımından en talihsiz bir insan bu adamdı,
denilebilir…
Bana Dünyada ne yer kaldı, emin ol ne de yar;
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyar.
Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden farkını görmüş değilim gündüzün.
Seneler var ki harab olmadığım gün bilmem” [18]
Nurettin Topçu, Akif’in toplum karşısındaki hassas tavrının altını da çizer. Şiirindeki didaktik
boyuta da değinir:
“Cemaat uçurumda iken zirveyi göremiyor. Akif, belki otuz sene bu cemiyetin sefaletini
terennüm etti. Cemaatle hemhal, hemderd oldu. Neslimizin ruhunun doktoru o idi. Bedbaht bir nesil
onu hastalarının başucunda, mezarlıkta, meyhanede, mahalle kahvesinde, hâsılı bütün sefaletlerinin
yanında bulmuştu…
Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin halk!
Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam kalk!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar.”[19]
Akif’in bütün şiirleri bizim insanımızı anlatır. Akif aydınların tamamen Batı etkisinde kalarak halka
yabancılaşmasını Süleymaniye Kürsüsü’ndeeleştirir.
www.ulkuocaklari.org.tr
“Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış yol izde,
Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.
Hiç o gitsin de dönüp bakmayarak arkasına,
Nasın efkârı –ki efkâr-ı umumiye odurGitmesin kendi yolundan… Bu nasıl kabil olur?
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
61
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,
Pek tabi’i olarak geldi nizaın sırası…”
Bu suretle herkes tuttuğu yolda mesafe aldıkça, iki grubun arası iyice açıldı ve normal olarak
anlaşmazlıklar baş gösterdi. Sonunda “beyin”den yıldırımlar gibi inen şiddete karşılık “yürek”ten bir
yanardağ gibi nefret fışkırdı… Bugün koskoca millette niçin ilmin adı yok? Çünkü kamuoyu tümüyle
onun aleyhinde… Hâlbuki ilim ve fen, yerleşmek için uğradığı yerlerde, önce kendisine sonsuz saygı
gösterilmesini, sonra da huzur ortamı arar. Asrımızda geçerli olan müspet ilimlere sahip tek bir kişi var
mı, içinizde? Böyle bir kimsenin yetişmesine çalıştınız mı?
Akif’le tamamen zıt dünya görüşüne sahip Zekeriya Sertel bile onun aydın ve duyarlı tavrına
değinmeden edememiştir:
“Bence Mehmet Akif, zamanındaki sanatkârların ekserisi ya saraya uşaklık ederken veya açlık,
sefalet esaret acıları içinde millet kıvranırken, o halka inmiş sakasından, bekçisinden bahsederek o
zamana kadar sanatkârların hakir gördükleri mevzuları işlemiş bir şairdir. Yalnız denizle gökten, tabiattan
başka ilham menbaı bulamayan şairden ayrılarak, biraz cemiyetin içine girmiştir.”[20] “Mehmet Akif, Sadi imzalı, ‘Eski Müslümanların İlme Hürmeti’ başlıklı bir yazısında Müslümanların
ilme, ilim adamlarına verdikleri değeri Draper’den naklen anlatır.
Akif, “Laedri” imzalı yazısında Tolstoy’un İkrar-ı Zünub risalesinde Sivastapol mağlubiyetinden
sonra, savaşta ölen Çar Nikola’nın yerine geçen Aleksandr devrindeki ıslahat hareketlerini anlattığı bir
parçayı nakleder. Buna göre, yazarlar durmadan yazmakta ve hayırlı şeyler söylemektedir; birbirleriyle
münakaşa ve mücadele etmektedirler. Akif şimdi biz de yazıyor, kavga ediyoruz der. Fakat çıkan
kitapların, gazete ve dergilerin muhteviyatı acaba faydalı şeyler mi? Faydalı olsalar bile bunları okuyan
kim?”[21]
Akif, Muallim Naci taraftarların “zülcenah” dedikleri ideal bir aydındır:
“… Muallim Naci taraflılarının dil, edebiyat, hukuk ve ahlak, içtimai bünye anlayışları başka,
Servet-i Fünuncuların bunlar hakkındaki anlayışları başka idi. Naci taraflılarına göre, memleketin
ilerlemesi “zülcenah” aydınların çoğalması ile mümkündür. Sen bu “zülcenah” tabirini yadırgayacaksın,
biliyorum. Onlar Arap ve Acem dillerini ve medeniyetlerini bilmekle beraber Fransızcaya çalışarak Garp
medeniyeti eserlerini iyice öğrenmiş olanlara “zülcenah” derlerdi.”[22]
62
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Akif’in toplumla barışık bir entelektüel ve aydın bir insan olduğunu gösterecek pek çok örnek
bulmak mümkündür. Ancak önemli olan düşünce adamı olarak Akif’in bu yönüne estetik bir boyut
kazandırarak yaşamış olduğunun bilinmesidir.
DİPNOTLAR
[1]Eşref Edib, Mehmed Akif Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi
Neşriyatı, İkinci Cilt, 1357–1939. s.45
[2] Mithat Cemal, Ölümünün 50.Yılında Mehmet Akif, Ankara: İş Bankası Kültür Yayınları, 1986. s.109
[3] Mehmet Emin Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr.
Aykut Kazancıgil, Prof. Dr. Cem Alpar, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 3.Baskı, Aralık 2006. s.95
[4] Age. S. 109
[5] Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İstanbul: İsis Yayımcılık Ltd., Şubat 1998. s.55
[6] Mehmet Emin Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr.
Aykut Kazancıgil, Prof. Dr. Cem Alpar, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım, 3.Baskı, Aralık 2006.
[7] A.g.e s.112
[8] A.g.e s.113
[9] A.g.e s122
[10] Mithat Cemal, Ölümünün 50.Yılında Mehmet Akif, Ankara: İş Bankası Kültür Yayınları, 1986.
[11] İsmail Hakkı Şengüler, Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı–1, İstanbul: Hikmet Neşriyat Ltd. Şti.
s. 167
[12] Eşref Edib, Mehmed Akif Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi
Neşriyatı, İkinci Cilt, 1357-1939.
[13] A.g.e s.215
[14] Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 1 Tanzimat’tan Cumhuriyete, İstanbul: Dergâh Yayınları, On üçüncü
Baskı, Şubat 1997. s.145
[15] A.g.e s.146
[16] Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İstanbul: İsis Yayımcılık Ltd., Şubat 1998.s.47
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
63
www.ulkuocaklari.org.tr
s.215
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[17] Eşref Edib, Mehmed Akif Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi
Neşriyatı, İkinci Cilt, 1357-1939.s.47
[18] Nurettin Topçu, Bütün Eserleri 10, Mehmet Akif, İstanbul: Dergâh Yayınları, İkinci Baskı, Ekim
1998. s. 16
[19] A.g.e s.16
[20] Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İstanbul: İsis Yayımcılık Ltd., Şubat 1998. 45
[21]Kazım Yetiş, Mehmet Akif’in Sanat- Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler, Ankara: Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı 65, Türk Fikir ve Sanat
Adamları Dizisi-Sayı 7, 1992.s.98
[22] Taha Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İstanbul: İsis Yayımcılık Ltd., Şubat 1998 s. 69
-Karakoç, Sezai, Mehmed Akif, İstanbul, Diriliş Yayınları, 7. Baskı, Aralık 1996.
-Gökçek, Fazıl, Mehmet Akif’in Şiir Dünyası, İstanbul, Dergâh Yayınları, Nisan 2005.
-Birinci, Necat, Edebiyat Üzerine İncelemeler, İstanbul: Kitabevi 147, Kasım 2000.
64
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Monşer-Mister-Yoldaş veya Yabancı
Ayvaz GÖKDEMİR
Tanzimat’tan sonra bizde millî kültür ve medeniyetimizle, bizi biz yapan «değerleriyle» ve
tabiatıyla milletimizin büyük bütünüyle manevî rabıtası çok zayıf, hattâ hiç yok denilebilecek bir aydınlar
nesli yetişti. Bugün de canlı numunelerini pek çok gördüğümüz bu aydınların birinci hususiyeti, Batı’ya
aşırı ve körükörüne bir hayranlık ve ikincisi de bilgisizlik sebebiyle, millî olan değerlere bîgânelik ve
hattâ yer yer düşmanlıktır.
Uzun bir ömrün imkânları içinde Cumhuriyet ve hattâ çok partili devremizin de şöhretli
gazetecilerinden biri olan Hüseyin Cahit Yalçın, edebî hâtıralarını anlatırken şöyle diyor: «Bütün kültürümü
Garb’a, bilhassa Fransa’ya borçluyum. Üzerimde Şark eserlerinin hiç bir tesiri olmadı. Arapça ve Acemce
tahsilimiz zâten noksandı. O lisanlarda yazılmış bir şey okuyamazdık. Eski ve yeni Türkçe eserlere
de veda etmiştim. Çocukluğumda anlamadan okuduğum Divan Edebiyatımdan da uzaklaşmıştım.
Binaenaleyh diyebilirim ki, gençliğimden beri ne okumuşsam Fransızca’dır, ne öğrenmişsem o
menbâdan gelmiştir.» Bu, dikkate değer bir itiraftır. Üzerinde durduğumuz, Batı kültürünün mahkûmu,
mağlûbu ve bir nevi müstemlekesi olan yabancılaşmış aydınların gerçek hüviyetlerini ifşa eder.
Avrupalı siyasetçiler, Türk imparatorluğunu yıkmak, Türk varlığına son vermek için şeytanî plânlar, türlü türlü komplolar hazırlarken, aynı çevrenin ilim adamları da ilim adına onları desteklemişlerdir.
Yalnız dün değil, bugün bile Batılılar bize karşı XI. Asrın Haçlı Seferleri zihniyetinden kurtulamamışlardır.
Türk ve Türklükle ilgili bahislerde her birinin şuur altında bir Papa Urban, bir Piyer Lermit, bir Makaryos
kımıldar… (Gerçekten ilim ve insaf sahibi, kadir bilir, hakkı teslim eder Batılı aydın ve bilginleri takdir ve
hayranlıkla istisna sayıyorum.)
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
65
www.ulkuocaklari.org.tr
Gerçekten de bu aydınlar, bütün bilgilerini, bütün kültürlerini Batı’ya borçludurlar. Derece derece
iyi ve kötü Batı taklitçisidirler. Bunların Türk târih ve medeniyeti hakkındaki bilgileri de Avrupalıların
yazdıklarından okuyabildikleri kadardır. Halbuki Batılı sözde ilim çevreleri, Türk milleti, Türk târih ve
medeniyeti hakkında garazkâr, kötü maksatlı, peşin hükümlü, düşmanca ve kötüleyici bir tutum içinde
olmuşlardır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İşte bizim Tanzimat sonrası Batıcı aydınlarımız da kendi târih ve medeniyetimizi, düşmanlarımızın
yazdıkları gibi biliyorlardı.
Bugün de o tip aydınların durumu değişmemiştir. Hâlâ târihimize karşı nefret içinde bulunan veya
ne kadar gülünç duruma düştüklerini fark etmeksizin, medenî bir kök bulma gayreti ile bizim Orta Asya
ile bir ilgimiz bulunmadığı, medenî Elenler’in torunu olduğumuz yolundaki safsataları tekrarlayan câhil,
gafil ve hâinlere rastlamaktayız.
Bütün alâmetleriyle görülmüştür ve görülmektedir ki, bu tip aydın, en iyi ihtimalle ve en şanslı
örneğinde belki bir Batılı olabilmiştir, ama Türklük’le bir ilgisi kalmamıştır. Dünün Tanzimat züppesi ile
bugünün kalemli veya silâhlı komünist eşkiyası, Türk milleti için maddî sâhada gerçek kaşık düşmanı
birer asalak, manevî sahada ise tehlikeli birer tahrip mikrobu ve ajandan başka bir şey değildirler.
Türk milletinin nimetini yer, yabancıların düdüğünü veya kılıcını çalarlar…
«Batılılaşma» denilen ve sonucu hıyanete varan bu kendi mukaddeslerimizden soyunma ve
yabancıyı şuursuzca taklit hareketinin başlangıcından itibaren bir büyük şansı olmuştur: Doğrudan veya
dolaylı olarak devlet himayesine mazhariyet. Hareket yukardan a-şağıya doğru bir zorlama şeklinde
ortaya çıkmış ve git gide karşı durulmaz bir siyâsî ve bürokratik tahakküm hâlini almıştır. Üst üste
gelen çok büyük felâketlerin cemiyetimizin mukavemetini adamakıllı zayıflatmasından da istifade eden
«yabancı», bidayette ürkek, çekingen hırsız adımlarıyla yaklaşmaya çalışırken, nihayette «efendimiz»
oldu ve bir «Ortaçağ Derebeyi» pervasızlığı içinde millî hayatımızın tamamını tanzim etmeye; daha
doğrusu Türk milletinin geçmişi ve öz benliği ile alâkasız bir hayat «icadına» koyuldu. «Yabancı»,
hep «Devlet» kılığında idi ve dâima devlet gücüne dayanıyordu. Bir türlü sistemli, şuurlu ve organize
hâle gelemeyen millî mukavemet ise «irtica» ve «isyan» olmaktan öteye geçemedi. Neticede «zorba
yabancı» mülkün sahibi oldu, asıl vârisler ise parya…
Fakat, yabancılaşmanın bütün tahribatına rağmen, içtimâi bünyede potansiyel olarak dâima
mevcut olagelen millî şuur tohumu ve insiyaki denilebilecek millî mukavemet fikri, gelişip serpilmiş,
bilhassa son yıllarda diyalektik denilebilecek bir sıçrama ile şuurlu bir organizasyona kavuşmuştur.
Türk miletinin gasp edilmiş millî hakları ve yok edilmek istenen millî kültürü ve imanı namına «Milliyetçi
– Ülkücü» münevverlerin öncülüğünde ortaya konan bu hareket, bugüne kadar rakipsiz ve şeriksiz
hükmetmeye alışmış olan «yabancı» yı şiddetle öfkelendirmiş ve ürkütmüştür. Bu öfke ve telâş
sebebiyle, henüz sakalına bıçak değmemiş, henüz bıyığı bile terlememiş çocuklar, gençler öldürülmekte
ve hapishanelere doldurulmaktadır. Bu sebeple, ucundan kıyısından devlet kademelerine ilişebilmiş
milliyetçi—ülkücü münevverler «işgalci» sayılarak zulüm ve kıyımlara müstahak görülmektedir. Fakat
bu hırçın, haşin ve zalim çırpınışların başlamış bulunan millî istirdad hareketini durdurabileceğini
sanmıyorum.
Devlet, Haziran 1978,
Sayı:434, sayfa:25
66
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Çevre ve Toplum
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
67
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
GERİ DÖNÜŞÜM NEDİR?
Geri dönüşüm terim olarak, kullanım dışı kalan geri dönüştürülebilir atık malzemelerin çeşitli geri dönüşüm
yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat süreçlerine kazandırılmasıdır. Geri dönüşüme olan ihtiyacın
başlamasında savaşlar nedeniyle ortaya çıkan kaynak sıkıntıları etkili olmuştur. Büyük devletler, II. Dünya savaşı
sırasında ülke çapında geri dönüşümle ilgili kampanyalar başlatmışlardır. Başlatılan bu kampanyalar savaş
sonrasında devam etmiş ve çeşitli teşvik ve özendirme faaliyetleri ile günümüze kadar gelmiştir.
Doğal kaynakların sınırsız olmadığı, dikkatlice kullanılmadığı takdirde bir gün bu kaynakların tükeneceği
şüphesizdir. Kaynak israfını önlemenin yanında, bu gerçeği gören gelişmiş ülkeler atıkların geri kazınılması ve
tekrar kullanılması için yöntemler aramış ve geliştirmişlerdir.
Avrupa Birliği’ ne üye olan ve gelişmiş ülkelerde tekrar kullanım, geri dönüşüm ve geri kazanım vatandaşlar
tarafından alışkanlık haline gelmiştir, devlet politikalarıyla zorunlu hale getirilmiştir. Bu şekilde doğal kaynaklardan
uzun vadede faydalanabilmek için atık israfına son verilmiş, ekonomik değeri olan madde ve ürünleri, tekrar
kullanım, geri dönüşüm veya geri kazanım yöntemleriyle tekrar ekonomiye dâhil edilmiştir.
Ülkemizde ise atık yönetimi ve geri dönüşüm sektörü hem özel sektörün hem de yerel yönetimlerin
katkılarıyla 5 milyar Euro’luk bir pazar haline gelmiş durumda. Bu noktada atılan en büyük adımlardan birisi ise son
günlerde yayınlanan Ulusal Geri Dönüşüm Eylem planıdır. 2013-2016 yıllarını kapsayan eylem planı yatırımcılar
için büyük fırsatlar sunmakta. Avrupa Birliği uyum sürecinde, ileriki yıllarda katı atık yönetimi sektörüne 7 ile 9
milyar Euro civarında yatırım yapılması beklenmekte. Özellikle büyük holdinglerden KOBİ’lere yüzlerce şirket
geri dönüşüme milyarlarca dolarlık yatırım için kolları sıvamış durumda. Dünya genelinde 600 milyar dolarlık
pazara ulaşan geri dönüşüm sektörü gelecekte de favori sektörler arasında gözükmektedir.
Geri dönüşümü tam olarak kavrayabilmek için konu ile ilgili terimleri tam olarak anlamak gereklidir.
Tekrar Kullanım; toplama ve temizleme dışında hiçbir işleme uğramadan ömrü dolana kadar defalarca
kullanılan atıklar için kullanılır.
68
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Geri Dönüşüm; Fiziksel ve kimyasal işlemden geçirildikten sonra ikincil hammadde olarak tekrar üretilen
atıklar için kullanılır.
Geri Kazanım; Fiziksel, kimyasal ve biyokimyasal yöntemlerle başka ürünlere ve enerjiye çevrilerek geri
kazanılan atıklar için kullanılır.
Geri Dönüşümün 5 Temel Adımı
1- Kaynağında Ayrı Biriktirme: Atığın cinsine göre, diğer atıklarla kontamine olmasını engellemek üzere ayrı
olarak biriktirme ve toplama
2- Kaynağında Ayrı Toplama: Toplama ile yetkilendirilmiş kuruluşların nitelikli atıkları çöple karıştırmadan
temiz bir şekilde toplama
3- Sınıflama: Ayrı toplanan malzemeleri gruplarına göre sınıflandırma
4- Değerlendirme: Geri dönüşüm veya geri kazanım yoluyla malzemenin ekonomiye geri dönmesidir.
5- Yeni Ürünü Ekonomiye Kazandırma: Geri dönüştürülen ürünün yeniden ekonomiye sunulmasıdır.
Atık Çeşitleri
Atıkları; katı atık, sıvı atık ve gaz atık olarak 3 ana gruba ayırabildiğimiz gibi, evsel atıklar, tıbbi atıklar,
tehlikeli atıklar, endüstriyel atıklar, inşaat atıkları gibi çeşitlendirilebiliriz. Ancak geri dönüşümün en önemli atık
çeşitlerini, ambalaj atıkları (plastik, kâğıt, cam, metal, kompozitler) yağ, akü, pil, lastik, elektronik atıklar ve tekstil
atıkları olarak gruplandırabiliriz.
Geri dönüşümün amacı nedir? Geri dönüşümün çevreye etkisi nelerdir? Geri dönüşümün çevre kirliliğine
etkisi nelerdir?
Diğer yandan, yukarıda bahsedildiği gibi geri dönüşümün amaçlarından biride bertaraf edilecek katı atık
miktarlarının azaltılması nedeni ile çevre kirliliğinin önemli ölçüde önlenmesi de sağlanacaktır. Özellikle katı
atıkları düzenli bir şekilde bertaraf edebilmek için yeterli alan bulunmayan ülkeler için katı atık miktarının ve
hacminin azalması büyük bir avantajdır.
Sağlıklı bir geri dönüşüm sisteminin ilk basamağı ise bu malzemelerin kaynağında ayırması sureti ile
toplanılmasıdır. Geri dönüştürülebilir nitelikteki bu atıklar normal çöple karıştığında bu malzemelerden üretilen
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
69
www.ulkuocaklari.org.tr
Geri dönüşümde amaç; kaynakların lüzumsuz kullanılmasını önlemek ve atıkların kaynağında
ayrıştırılması ile birlikte atık çöp miktarının azaltılması olarak düşünülmelidir. Demir, çelik, bakır, kurşun, kâğıt,
plastik, kauçuk, cam, elektronik atıklar gibi maddelerin geri dönüşüm ve tekrar kullanılması, tabii kaynakların
tükenmesini önleyecektir. Bu durum; ülkelerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ithal edilen hurda malzemeye
ödenen döviz miktarını da azaltacak, kullanılan enerjiden büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır. Örneğin kullanılmış
kâğıdın tekrar kâğıt imalatında kullanılması hava kirliliğini %74-94, su kirliliğini %35, su kullanımını %45 azalttığı
ve bir ton atık kâğıdın kâğıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenebilmektedir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ikincil malzemeler çok daha düşük nitelikte olmakta ve temizlik işlemlerinde sorunlar olabilmektedir. Bu yüzden
geri dönüşüm işleminin en önemli basamağını kaynakta ayırma ve ayrı toplama oluşturmaktadır.
Peki, geri dönüşüme Dünya çapında bu kadar büyük önem verilirken, Milli kültürümüz ve yüce dinimiz
insanı ve canlıları sevmeyi, korumayı ve çevreyi güzelleştirmeyi ibadet saymışken ülkemiz geri dönüşüm için ne
yapmaktadır? Atıklarımızın yüzde kaçını geri kazanıyoruz ve insanımız bu konuda ne kadar bilinçli?
Bu soruların cevabını geri dönüşebilir atıkların büyük bir kısmını oluşturan ambalaj atıklarından en önemli
çeşitlerinden PET üzerinden anlatmak isterim.
Neredeyse 1-1 geri dönüşüm imkânı sağlayan ve diğer plastiklerden hem fiziksel hem de kimyasal açıdan
çok önemli farklılıklar gösteren PET’ in önemi hayatımızda küçümsenemeyecek kadar yüksektir. Hayatımızın her
alanında kullandığımız bu maddenin, atık olarak değil de çöp olarak kaldığında hem çevre hem de ekonomik
anlamda ülkemize verdiği zararlar insanlar tarafından maalesef bilinmemektedir.
Ülkemize yerli üretim de dâhil olmak üzere yaklaşık 500.000ton PET çeşitli şekillerde girmektedir. Geri
dönüştürülen miktar, ülkemizde çeşitli şekillerde bulunan PET’ in ancak yaklaşık %15′ ine tekabül etmektedir.
Ek olarak 2013 yılında TUİK verilerine göre 22.000ton PET döküntü ve hurda diğer ülkelerden 20.339.370
Dolar karşılığı ithal edilmiştir. Ülkemizde doğada, çöplüklerde atıl şekilde duran %75 oranında PET görmezden
gelinip, üstüne başka ülkelerin hurdalarının ithal edilmesi, geri dönüşüm konusunda hem ilgili kurumların hem de
halkımızın daha fazla bilgilendirmeye ve bilinçlendirmeye ihtiyacı olduğunu göstermektedir.
Atalarımızın gittikleri her yeri “cennet bahçesine benzetmek için çalışmışlar, anayurtlarından doğal afetler
yüzünden meydana gelen kuraklık ve çevre felaketleri nedeniyle göç etmişlerdir”. Geri dönüşümünün ciddi bir
sorun olarak benimsenmesi için insanımızın bilinçlendirilmesi ve eğitilmesi, her karışı altın değerinde olan bu
topraklarımızın daha verimli kullanabilmemiz için şarttır. Atalarımızdan aldığımız bu güzide toprakları en iyi
şekilde koruyup yüceltmek Türk milliyetçiliğinin önemli bir ülküsüdür.
İnsanımızın bilinçlenmesi için bu eğitimin küçüklükten gelmesi en verimli olan olacaktır. Bugün ilköğretim
kurumlarında çevre dersleri bazı sınıflarda okutulmakta, ancak kapsam ve muhteva bakımından yetersiz
kalmaktadır. Bu eğitim milli çevre bilincinin gelişmesi ve ortak bir çevre ahlakının oluşmasını sağlamalıdır.
Milletimizin bilinçlenmesi hem sivil toplum örgütleri tarafından hem de devlet politikaları tarafından desteklenmelidir.
KAYNAKÇA:
1.
www.ekoced.org.tr
2.
www.polietder.org.tr
70
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KENTSEL DÖNÜŞÜM NEDİR?
Kentsel dönüşüm, kentteki sorunlu alanların belirlenip, sağlıklı ve de yaşanılabilir hale getirilmesi amacı
ile yeniden yapma veya sağlıklı hale getirmek için uygulama yapılması anlamına gelir. Kısaca kentsel dönüşüm
kentin dokusunu bozan sorunların giderilmesi olur. Bu şekilde de kaçak yapılaşmanın önüne geçilmesi, depreme
dayanıklı olmayan, ekonomik ömrünü doldurmuş binaların yeniden yapılarak olası doğal afetler sonucu oluşacak
zararların en aza indirilmesi amaçlanır
.Kentsel dönüşüm sürecinde ortaya çıkacak ihtiyaçlar şunlar olabilir; yeni konut yapılması, doğal afet
riski olan bölgelerdeki veya yapısı itibariyle riskli olan binaların yeniden inşası, zayıf yapılı binaların (gecekondu)
yapımının engellenmesi, şehrin modern ve medeni ihtiyaçları karşılayacak hale getirilmesi (kongre ve finans
merkezleri, park ve eğlence alanları inşası).Son yıllarda özellikle metropoliten kentlerimizde alışık olmadığımız
yoğunluk ve büyüklükte kentsel müdahaleler izleniyor.
Bu müdahaleler arasında dönüşüm ve yenileme adı altında
geliştirilen projeler çeşitli semtleri tarihlerinden ve yaşayanlarından koparan uygulama yöntemleriyle çokça
tartışılır hale geldi.
Genelde bu projelerin kentleri çevreleyen gecekondu mahallelerinde,
merkezde yer alan ve çöküntü alanları olarak adlandırılan yoksulluk yaşayan, çeken
mahallelerinde ve sanayiden arındırılan/arındırılmak istenen bölgelerde geliştirildiğini biliyoruz.
Bu sonuç, bazı bölgeler için hakiki bir ihtiyaç olan dönüşüm ve yenileme süreçlerinin, adaletsiz,
kutuplaştırıcı, rant amaçlı gibi sıfatlarla anılmasına neden oluyor. Söz konusu projelerin yoksulluk, işsizlik ve
suç gibi toplumsal ve iktisadi sorunları göz ardı ederek fiziki iyileştirme/süperleştirme hedefine odaklanması
eleştirileri daha da arttırıyor. Düşük ücretli kesimlerin taşındığı TOKİ konutlarının yer seçimlerine, dayanıklılığına,
kalitesine, taşınan kesimlerin sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkilerine uygunluğuna yönelik ciddi eleştiriler ve
genel başarısızlık hali, çözüm olarak sunulanın da yeterli olmadığını, rakamsal büyümeye yönelik bir sosyal
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
71
www.ulkuocaklari.org.tr
İstanbul’un küreselleşme hedefleriyle de doğrudan ilişkilendirilebilecek dönüşüm ve yenileme projelerine,
işlev değişikliği, deprem, yoksulluk, suç, bakımsız ve çirkin fiziki yapı gibi gerekçeler öne sürülüyor. Ancak bütün
projelerin ortaklaştığı bir konu var ki kentin yoksulları, işsizleri ve düşük ücretli çalışanları bu projelerin bir sonucu
olarak çaresizlik ve seçeneksizlik içinde kent dışına ya da marjinalliğe itiliyorlar.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
konut üretim sürecinin eksikliklerini gözler önüne seriyor. Yaşanan sürecin hissettirdiği, merkezi ve yerel yönetim
eliyle uzun vadeli bir projenin hayata geçirildiği, kente yakışmadıkları suçlamasıyla dışlanan grupların kent dışına
itildiği ve boşalttıkları mekânların sermayeye teslim edildiğidir.
Kentsel Dönüşüm Artık Bir Zenginleşmenin Aracı Olarak Kullanılıyor
Ülkemizde var olan kamu kaynaklarının tümü neredeyse satıldı. Sağlık, eğitim ve emeklilik gibi insan
yaşamını yakından ilgilendiren hizmet alanları ise ticarileşti. Tüm bu ve benzeri gelişmelere paralel olarak kullanım
değeri olması gereken konut alanı da ticarileşmenin dışında kalamazdı. 1980 öncesinin kent formu ithal ikameli,
çarpık sanayileşmeli, dışa bağımlı çarpık bir kentleşme (Sermaye birikiminin buradan şekillendiği bir kentleşme)
şeklinde sürdürülürken, bugün, zenginleşmenin bir aracı olarak siyasetin finansmanında kullanılmaktadır.
1950 sonrası dönemde nüfusumuzun çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Köyden kente doğru başlayan hızlı
göç, kentlerde gecekondulaşma ve apartmanlaşma dönemini getirdi. 1980 sonrası dönem ise sanayi toplumundan
bilgi toplumuna geçişle birlikte, mal ve sermaye hareketlerinde bir akışkanlık yaratmış oldu. ANAP’la birlikte
geleneksel sanayi alanları önce kentin çeperlerine, sonra kent dışına gönderildi. İstanbul ve benzeri kentler
sanayi kenti olmaktan çıkarılmalıydı. Kent rantının üzerine konan yeni müteahhitler dönemi başladı. İstanbul’da
MİA’ lar, hizmet sektörü ve finans merkezleri Mecidiyeköy’den Maslak’a doğru yönlendirildi. İlaç fabrikalarının
yerleri gökdelenlere dönüştürüldü.
1990’lara kadar devam eden bu uygulamalardan sonra; ülkemizde yaşanan ekonomik krizler, bütçe
açıklarının oluşması, para sahiplerinin yüksek faiz nedeniyle bankaları tercih etmeleri ve devlete yüksek faizle
borç para vermeleri, toprağın göz ardı edilmesinin önemli bir nedeni olarak gündeme geldi.
2002 sonrası dönemde AKP iktidarı ile birlikte kent toprakları üzerinden çok daha acımasız bir şekilde
sermaye birikimi oluşturma dönemi yeniden başlamış oldu. Bu dönemde TOKİ her şeyi yeniden düzenledi.
İnşaat sektörünün sürüklediği ‘arsa benden, para senden’ dönemi yoğun bir şekilde başladı. On yılı aşan
AKP’nin iktidar döneminde, orta ve üst gelir gruplarına yönelik bir düzen değişikliği sağlanarak yeni zenginler
sınıfı yaratıldı. Kamu arsaları sınırsızca kullanılarak bunun Üzerinden ekonomide bir büyüme de sağlanmış oldu.
Deprem ve Kentsel Dönüşüm
Özellikle 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli deprem tüm yurtta önemli ölçüde can ve mal kayıpları yarattı.
Ülkemizin her köşesinde bulunan aileleri az veya çok ölçüde etkiledi. Yapı stokumuzun büyük ölçüde deprem
riski taşımış olması konusunu da depremi gündemin başköşesine oturttu. Artık suların durduğu bir noktadır
deprem. Ülkemiz topraklarının neredeyse tümünün ciddi bir deprem tehlikesi altında olduğu biliniyor. Ayrıca yapı
stokumuzun önemli ölçüde deprem riski altında bulunduğu da biliniyor.
Fakat bugün risk kavramı, risk taşıyan yerlerde değil, riski en az olan yerlerde deprem korkusu yaratılarak
pazarlama yapılmaya çalışılıyor. Deprem ve güvenli yapı konusu toplumsal bir travmaya dönüştürülerek,
kent topraklarının kullanılma biçimi depremden başka afetleri de gündeme getirdiği ne yazık ki dikkate
alınmıyor.
72
Yapılaşma planlanmadan önce geldiği için maketler üzerinden yeni bir pazarlama yöntemi gündemin
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
başköşesine oturuyor. Siyaset-inşaat sektörü ilişkisi, şaibeli ihaleler ve ayrıcalıklı imar izinleri ile yeni zengin
müteahhitler dönemi başlatılmış oluyor. Bilimin ve bilginin dışında günübirlik ilişkilerle yürütülen imar hareketleri;
ulaşım alt yapısı başta olmak üzere İstanbul gibi kentlerin alt yapısını daha da sorunlu bir hale getiriyor. Kent
toprakları üzerinden zenginleşen çevreler, kente getirdikleri alt yapı yükünün bedelini de kent halkına
ödeterek yeni bir haksızlığın yolunu açıyor.
Kentsel Dönüşüm Yasası (6306 Sayılı Yasa) Neler Getiriyor?
Yargı yolu açık, fakat yürütme durdurulamıyor; bina boşaltılamıyorsa su, elektrik, doğalgaz kesiliyor;
tapusu olmayana enkaz bedeli ödenerek, ‘git’ deniyor. Acele kamulaştırma yolu ile hukuk üzerinden yeni bir alan
yaratılıyor. Bu kanun TOKİ ve idareye ucu açık yeni yetkiler tanıyor, yürütme organı kesin kural koyuyor, yargı
yolu açık deniyor fakat yürütmenin durdurulması bu yasa ile engelleniyor.
Açıkçası bu kanunun benzeri tüm kanunlardan üstün olduğunun altı çizilerek tüm yasalar devre dışı
bırakılıyor. İhaleye idare ve TOKİ’nin istek götürdüğü müteahhitlerin dışında kimse giremiyor. Ülkemiz de sanki
başka afetler olmuyormuş gibi depremin dışında başka afetler düşünülmeyerek deprem meşruiyeti açısından
her şey “es” geçiliyor. Özünde planlama ilkeleri ve planlama lağvediliyor; merkezden yönetim ve merkezileştirme
anlayışı ön plana geçiyor; bina ölçeğinden hareket edilerek kentleşme ilkeleri yok sayılıyor. Gayrimenkul sektörü
menkulleşiyor, kentlerin sadece sosyal değil fiziksel eşikleri de aşılıyor. Kentsel dönüşüm yasası, büyük bir hızla
dönen büyük bir ekonomiyi hedefliyor.
Kentsel dönüşüm, sadece yıkmak ve yapmak konusu değildir. Kentsel dönüşüm konusu kentlerimiz de
var olup da bugüne kadar tüketilen boş alanların yerine, yeni boş alan yaratma çalışmaları olarak gündeme
gelmektedir. Bu yasayı eleştirenler neredeyse hain olarak ilan ediliyor. Risk kavramı risk taşıyan yerlerde değil,
riski en az olan yerlerde deprem korkusu yaratılarak pazarlama yapılıyor. Deprem ve güvenli yapı toplumsal
bir travmaya dönüştürülüyor, yapılaşma planlamadan önce geliyor. Afet ve deprem meşruiyeti açısından da
(itirazların değerlendirilmesi) her zaman tartışmaya açık bir sonuca çağrı yapıyor. İstediğine yardım yapma,
istediğine yapmama konusunda da esnek ifadelerin olması bir dizi kuşkuyu da beraberinde getiriyor. Bu yasaya
göre ailelerin uzunca bir süre yaşamış oldukları yerlerde yaşama şansı kalamayacak, mülkiyet hakkı ihlalleri
oluşacak (AİHM). Yeni konut ve konut alanları yaratarak, yeni bir nüfusa çağrı yapılıyor (İstanbul 25 milyonluk
bir kent).
Bu yasayla özellikle metropol kentler yeni bir afetle karşı karşıya kalacak. Kentsel planlamayla kaynakların
hakça dağıtılması değil, çok yüksek bedeller ortaya çıkaran bir düzenlemenin aygıtı olacak. Kentsel dönüşümün
ekonomik döngüsü, kamu vicdanını yaralayarak yeni eşitsizlikler yaratıyor, yaratacak. Alt gelir gruplarının
ödedikleri maliyetler daha da artacak. Hiçbir bedel ödemeden birilerinin haksızca zenginleşmesini sağlayacak.
Yine bu yasa konutun bir kullanım aracı olduğunu değil, bir ticari araç olarak kullanılmasını perçinliyor,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
73
www.ulkuocaklari.org.tr
Riskli yapıların belirlenmesi de 2007 Deprem Yönetmeliği’nin kriterleri dikkate alınarak yapılıyor. Bu
uygulama tüm yapıların riskli olacağı gibi bir sonuç doğuracağı gibi, YIK-YAP anlayışını, yani bir müteahhit
bakışını gündeme getiriyor. Bu kapsamda 2007 Deprem Yönetmeliği dikkate alınarak yapılan yapılar bile riskli
görülebilir. Dolayısıyla bu yasa, sadece yıkımı hedeflediğinden bilimsel ve sürdürülebilir de değildir. Tüm yapıların
yıkılmasının önünü açacaktır. Güçlendirerek korumayı yok saymaktadır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yıkıp yapma garantisi vermiyor. Yasama ve yargı devre dışı bırakılarak yürütmeyi mutlaklaştırıyor, az itirazlı bir
alan yaratıyor.
Kentsel dönüşüm konusu sadece mekân düzeyinde ele alınamaz. Dönüşüm sosyal, ekonomik ve
mekânsal gelişmenin bir bütünü olarak ele alınmalıdır. Aynı zamanda kentsel yenileme ve dönüşüm konusu
geleceğe yönelik toplumsal bir öngörünün oluşturulması ve yönetilmesi süreci olarak değerlendirilmelidir.
Ortak bir akılla herkes yaşadığı kenti daha iyi ve yaşanabilir, daha nitelikli ve sağlıklı bir çevrenin ürünü
olarak görme çabası içinde olmalıdır. Üstelik ülkemizde ve kentimizde üretilen mekânların bugünkü görünümleri
bile ortak akıldan ve estetikten uzak duruyor. Ne yazık ki rant eksenli bir yapı kentsel dönüşüm kavramı ile
eşdeğer bir hale gelmiştir.
Oysa kentin makro formu ile ilişkili olan, planlama hiyerarşisi çerçevesinde (bütünün dikkate alındığı) bir
planlamanın yapıldığı, demokratik ve katılımcılığı sağlayan, yeni bir istihdam alanı yaratarak geleceğe dönük
canlı bir kent hedeflenmelidir. Yine sosyal bölünmüşlüğe ve ötekileştirmeye karşı korunaklı, eşitlikçi ve ayrımcı
olmayan bir düzenlemeye ihtiyaç var. Sadece depreme karşı değil, tüm afetlere karşı güvenli bir çevre ve güvenli
bir kentsel alan yaratılmalıdır.
Ayrıca finansman sorunu çözülmüş, tarihe ve çevreye karşı saygılı olan, sürdürülebilir bir yaklaşım
içinde; eğitim ve sağlık hizmetlerinin dikkate alındığı, nüfus ve yapılaşma yoğunluğunun rahatsız edici olmadığı,
yoksulları kollayan, satın alınabilir veya kiralanabilir konutların olduğu ve yeterli ölçüde açık alana sahip bir
kentsel alana ihtiyaç var.
Kentsel planlama, kimliği korunmuş bir kent ve yenilenmiş bir çevrenin içinde yaşayanların, dayanışma
duyguları güçlenmiş, sosyal ilişkileri daha da gelişmiş bir kentte yaşamaları bir özlem olmaktan öteye bir hak
olarak görülmelidir
KAYNAKÇA:
1. www.imo.org.tr
74
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türklüğün Sorunları
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
75
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TÜRKÜN YIRMINCI YÜZ YILDAKI GÖÇ DESTANI..
AVRUPA TÜRKLÜĞÜ!
Ayşe Tuna Çolak
“Tuna bize doğru akar, biz Tuna’ya doğru “akın” ederiz. Tuna Yâr, biz Yâreniz”
Fatih Oğuz. Almanya Türk Federasyonu Genel Sekreteri
Geçtik Tuna boylarından. O şanlı suyu takip ederek vardık bu topraklara. Yâr’dı bize artık Tuna
ve bizler yâren olmuştuk Tuna’ya.
Birinci kuşak olarak nitelendirilen, 1960’lı yıllarda Almanya’ya misafir işçi olarak getirilen
dedelerimizin “misafir işçi” olmayan üçüncü kuşak torunlarıyız biz. Ve bu yazı, bizlerin bir hikâyesidir.
“Zaten misafirler yine geriye dönecekler” düşüncesi ile Alman Devleti tarafından hiçbir zaman
ilgi görmeyen birinci kuşağın torunları olan üçüncü kuşak bugün Alman devletini çok daha yakından
ilgilendirmektedir. Zira Almanya’da Alman nüfusu azalmakta, bunun aksine yabancı nüfus artmaktadır.
Dolayısıyla Alman Devleti yabancılar için bir uyum politikasına ihtiyaç duymuştur. Alman toplumunun
biz Türk gençlerine ihtiyacı vardır!
Alman Devleti “misafir işçi” olarak nitelendirdiği birinci kuşak için herhangi bir uyum politikasına
ihtiyaç duymamıştır. Birinci kuşağın çocuklarına da misafir gözüyle bakıldığı için, eğitimlerine önem
verilmemiştir. Örneğin; o vakitler bütün göçmen çocuklar bir sınıfa konularak, Almancayı dahi doğru
dürüst öğrenememiştir. Bugün uyum politikası adı altında Türk Gençliği büyük bir asimilasyon tehlikesi
ile karşı karşıyadır.
Okuldaki hocalarımdan biri, bir gün bana; “Sen Almanya’da doğdun, burada büyüdün ve eğitimini
de şuan burada devam ettiriyorsun. Sen artık bir Almansın. Öyle değil mi?” diye sual etmişti. Bunun
76
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
üzerine ben; “Hayır değilim, ben Almanya’da yaşayan Müslüman bir Türküm” demiştim. Verdiğim bu
cevap üzerine hocam “O vakit sen uyum sağlayamamışsın” diye kaşlarını çatarak söylenmişti. O an,
hocamın benden aslında uyum değil de, asimile olmamı beklediğini daha iyi fark etmiştim. Avrupa’daki
her Türk genci bu tür suallere sıkça rastlamaktadır. Bu suallerin arkasında, hocamın da açıkça ifade
ettiği gibi, “Eğer Almanım diyebiliyorsan, onun gibi yaşıyorsan, işte o vakit uyum sağlamış bulunursun”
zihniyeti yatmaktadır. Sınıfımda başka milletlerden (Rus ve İngiliz) arkadaşlarım olmasına rağmen,
onlar bu tür suallere maruz kalmıyor, ne hikmetse bu suallere sadece ben cevap vermek zorunda
kalıyordum. Dikkat çekici olan, bir Rus gencinden uyum adı altında hiç bir beklenti söz konusu değilken,
bir Türk gencinden uyum sağlamasının istenmesiydi. Bu husustaki en önemli ayrıntı, bir Rus ve Türk
gencinin asla aynı kefeye konulmaması gerektiğidir. Örnek verilen her iki toplum kendisini farklı kılan
dine ve kültüre sahip oldukları için, muhakkak ki her iki toplumu birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Alman siyasilere göre,
Almanya’nın bir parçası olabilmek için, kendi öz değerlerimizden mutlaka vazgeçmemiz
gerekmektedir. Bizler Almanya’nın yurttaşları, aynı zamanda Türk vatandaşlarıyız.
Almanya’da yaşayan Türkler yedek parça, döviz makinesi ve yahut “Almancı” değildir. Engin
bir medeniyetin tezahürü olan, büyük Türk milletinin şerefli evlatlarıdır. Bizler, kendi öz vatanları,
anayurtları Türkiye gibi, yaşadıkları ve yurt edindikleri Almanya’nın daha yükseklere ulaşmasını
isteyen, sosyal, ekonomik ve siyasi huzurun ilelebet devam etmesi için elinden geleni yapan, bu uğurda
yurtlarını, gençliğini, ümitlerini, hayallerini, bütün varlığını ortaya koymuş Avrupa Türklüğünün güzide
temsilcileriyiz.
Özellikle ergenlik döneminde bir kimlik arayışı içerisine giren genç, nereye ait olduğunu, hedefini,
örnek aldığı şahsiyetleri ve çevresindeki değerleri hakkında kendini derin bir tefekkür içerisinde
bulur. Şüphesiz ki onun bütün suallerine cevap, onun Ülküsüdür. Zira, kişi kendisine edindiği hedef
doğrultusunda ilerlemeye başlar. Ne yazık ki; kimlik arayışı içerisinde olan, Almanya’da doğup büyüyen
bu gençler, kendi milleti tarafından dahi “Almancı/Gurbetçi” gibi hitaplar ile kendi toplumu tarafından
dahi yabancılaştırılmaktadır. Özellikle Almancı tabiri çok kabadır. Almanya’da yaşıyor olmamız Almancı
olmamız manasına gelmez. Buradaki gençlerimiz, yaz tatillerinde Türkiye’ye tatil için gittiklerinde, kendi
akrabaları tarafından dahi, düzgün bir Türkçe’ye vâkıf olamadıkları için, zaman zaman hor görülüp
ve küçümsenebilir. Kendi ülkenizde dahi yabancılaştırılmak ne demektir? Siz bilir misiniz? Hâlbuki
bilinmelidir ki bizler artık gurbetçi değiliz, Almanya›da kalıcıyız. Lakin kalıcı olmamız, Almancı olmamıza
sebep değildir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
77
www.ulkuocaklari.org.tr
Allah katında en yüce varlık olan eşref-i mahlûkat dünyaya merhaba dediği andan itibaren ait
olduğu kişiyi, yeri bilmek istemektedir. Bu isteğin doğrultusunda, doğduğu, içten gelen kültürel değerleri
ve o kültüre ait sembolleri benimsemektedir. Küçük yaşta tanıyıp gördüğü, öğrendiği her şey onun
geleceğini tayin etmektedir. Bir milletin milli, manevi sembolleri ile küçük yaşta tanışmış olması - örneğin
bir seccade ve asılı bayrak - onun bu sembolleri benimsemesine vesile olmaya yetebilir. Bununla birlikte
bu değerlerle ruh hâlini yapılandırır. Küçük yaşta dini, milli ve manevi eğitim alması ile birlikte sosyal ve
kültürel hayatı da şekillenmekte, çocuklarımız millet şuuru ile özdeşleşmektedir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu neticeler doğrultusunda kültürümüzü, örf, adet ve geleneklerimizi ilelebet yaşatmak, şüphe
içerisinde olan ve yanlış yollara sapabilecek gençlerimizi doğru yola iletebilecek bir teşkilatlanmaya
ihtiyaç duyulmuştur. Problemi gören büyüklerimiz söz konusu teşkilatlanmayı 1978 yılında oluşturmuşlar
ve Almanya Türk Federasyonu’nu kurmuşlardır. Federasyonumuz, Avrupa’nın en büyük sivil toplum
kuruluşlarından bir tanesidir. Federasyonumuz bünyesinde hizmet gösteren birçok derneğimiz
bulunmaktadır.
Almanya Türk Federasyonu, Türk milletinin ve Türk gençliğinin meselelerini yakından takip
etmektedir. Federasyon bünyesindeki faaliyetlerimiz genel olarak, sosyal ve kültürel manada, milli ve
manevi değerlerimizi koruma ve yeni nesillere aktarma noktasındadır. Faaliyet dilimiz ısrarla ve daima
Türkçe’dir. Federasyon çatısı altında hizmet veren derneklerimizde, hafta sonları Kur’an-ı Kerim ve din
dersleri ile Türkçe okuma ve yazma dersleri de verilmektedir. Ayrıca sosyal ve kültürel manada bağlama
kursları ve Halk Oyunları eğitimi verilmektedir. Bunun dışında, milli ve manevi bayramlarımız kimi zaman
salon programı şeklinde, kimi zaman ocaklarımız da kutlanmaktadır. Bu kutlamalar esnasında daima
bir Türk Bayrağı ile Alman bayrağı yan yana asılı bulunmaktadır. Türk milli marşı ve Alman milli marşı
her program açılışında söylenmektedir.
Bir milleti en hızlı asimile etmenin yolu, o millete ana dilini unutturmaktır.
Avrupa’daki Türk gençliğinin en büyük sorunu ise, anadiline olan hâkimiyetinin azalmasıdır. Dil
bütün kapıların anahtarıdır. Yabancı bir kültür iklimi içerisinde yetişen bir çocuk, kendi milli değerlerini
öğrenip, bilmesi, benimsemesi, yaşaması, yaşatabilmesi için ana diline muhakkak hâkim olmalıdır. Dili
olmayanın, kimliği olmaz. Almanya’daki büyüklerimizde zaman zaman gördüğümüz, gençlerimizden,
sadece Almancayı iyi öğrenerek başarılı olma beklentisi son derece yanlıştır. Eğer ki, bir birey dilini
unutursa, milletinin bütün milli ve manevi değerlerinden bihaber yetişir. Bu şekilde yetişen bir nesil,
değerlerini kendinden sonra gelen nesile aktaramaz. Hâl böyle olunca da asimilasyon kaçınılmazdır.
Ve o toplum, yok olmaya mahkûmdur. Bu konuda en büyük hassasiyeti muhakkak ki, ebeveynler
göstermelidir. Ayrıca Türk Dili’nin doğru bir şekilde öğretilebilmesi için okullarda muhakkak Türkçe
dersleri verilmelidir. Daha önceki yıllarda, okullarda verilen Türkçe dersleri, Alman Devleti tarafından
geçtiğimiz senelerde kaldırılmıştır. Ve bu konuda Avrupa Türklüğü Türkiye’deki yetkililer tarafından
yalnız bırakılmıştır. Avrupalı Türk Gençliği bu hususta yetkililerden somut adımlar beklemektedir.
Toplumsal değerlerin (Almanya’nın dâhil) korunması için en büyük hizmeti daima Sivil Toplum
Kuruluşları göstermektedir. Yukarıda hizmetlerini birkaç başlık altında belirttiğimiz Avrupa Türk
Konfederasyonu çatısı altında hizmet gösteren Almanya Türk Federasyonu’na bağlı olan derneklerimiz
ana dil meselesinde de büyük bir çalışma yürütmektedir. Örneğin haftanın belirli günleri çocuklar için
Türkçe eğitimi derneklerimiz tarafından verilmekte olup, bunun haricinde Türkçe kitap okumalarını
teşvik edebilmek için, yarışmalar düzenlenmekte, derneklerimizde belirli saatlerde toplu bir şekilde
kitaplar okunmaktadır.
78
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ana dilini eksik öğrenen bir birey, öğrendiği tüm dilleri ve hatta Almancayı da eksik öğrenmektedir.
Yeni öğrendiği bir kelimeyi kendi ana diline tercüme edemeyen bir birey kelimeyi anlamca kavramakta
ve öğrenmekte güçlük çekmektedir. Dolayısıyla Türkçeyi ve Almancayı düzgün ve iyi konuşamayan
gençlerimiz her iki dili birbirine karıştırarak anlaşılması güç ve farklı bir dil oluşturmaktadırlar. Bu tür
yetersiz dilsel davranışlar, toplum bazında istenilen eğitim düzeyini sağlayamamaktadır ve bir görüşe
göre azınlık çocukları iki dilde de yarım dilliliği ifade eden “semilingual” olma durumu ile karşı karşıyadır.
[1]
Gençlerimiz dil bilgilerindeki eksiklikten ötürü de eğitimlerinde zorluk çekmektedirler. Fakat
asimilasyona yönelik yürütülen algı operasyonları çerçevesinde Alman medyası ve bazı siyasi yöneticiler,
Türk gençliğinin okuldaki başarısızlığına sadece Türkçe konuşup, Türkçe müzik dinledikleri ve Türk
gazetelerini, kitaplarını okuduklarını sebebiyet göstermektedir [2]. Bu durumlar sebep gösterilerek,
Alman hükümeti göçmen yasasında sürekli değişiklikler yapmaktadır.
2013 uyum tasarısında çok büyük bir kısım “yabancı (özellikle Müslüman) kadınların ve kızların
eşitliğini sağlamak, yaşamlarını düzeltmek” için ayrılmıştır [3]. Bu duruma sebep Almanlar için istenilen
özünden koparak ulaşılabilecek en iyi entegrasyonun diğer nesillere aktaracak baş aktörünün anneler
olmasıdır [4] Kanun maddesinde yabancı kadınlar yazılmasına rağmen kanunun sadece Müslüman
özellikle de Türk kadınlarını kapsamakta olduğu açıkça görülmektedir. İnsan bu kanun ve düzenlemeleri
gördüğünde kendi kendine şu soruyu sorabilir. “ Uyum politikasında bana neden bu kadar ehemmiyet
veriliyor? Tarihte Türk kadınına baktığımızda; Halide Edip Adıvarların, Kara Fatmaların ve kundaktaki
bebeğini bırakıp silahsız bir şekilde erkeklerle savaşa giden Nene Hatunların eşitlik gibi bir derdi mi
olmuştu? Hayır! Aklıma, Fannie Hurst’un “bir erkeği terbiye ediniz bir insanı terbiye etmiş olursunuz. Bir
kadını terbiye ediniz, bir aileyi terbiye etmiş olursunuz” tespiti geldi. Bugün Aile yapısını şekillendiren
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
79
www.ulkuocaklari.org.tr
Almanya’nın eski İçişleri Bakanı Otto Schily’nin “En iyi entegrasyon asimilasyondur” ifadesi
üçüncü kuşaktan sonraki kuşakların muhatap olacakları süreci ifade etmektedir. Bu süreçte vatandaşlık
yasası da büyük bir önem taşımaktadır. Son yapılan değişikliğe göre 1990’dan itibaren Almanya’da
doğup büyüyen göçmen çocukları çifte vatandaşlık hakkını elde etmektedir. Fakat 1990’dan önce
doğan bir genç bu yasadan mahrum bırakılmaktadır. Neden sadece Türk milletinin çifte vatandaşlık
hakkına bu kadar engel konulmak isteniliyor? Neden 1990’dan önceki doğan gençler bu haktan
yararlanamıyor? Neden diğer ülkelerin göçmen çocukları için çifte vatandaşlık hakkı şartsız veriliyor
da, Türklere verilmiyor? Her fırsatta eşitlikten bahsedenler, mevzu Türk vatandaşları olduğunda kılını
kıpırdatmamaktadır. Bütün bunların sebebi aslında çok açıktır. Türk milleti bugüne kadar özünden taviz
vermeden, kendi kültür ve geleneklerinden kopmadan, asimile olmadan, var olma mücadelesi veren
ender milletlerden biridir. 1990’dan önce yetişen nesil, kendi değerlerine olan bağlılığı ile bilinmektedir.
Alman hükümetinin vatandaşlık yasasında yaptığı değişiklikler ve asimilasyon politikaları ile birinci
nesilden sonra gelen gençlerimizin bazılarının iki kültür arasında sıkışıp kaldıklarını görmekteyiz. Bu
gençlerimiz maalesef ki, milli ve manevi değerlerden uzak, Almanlarla okulda, işte, her türlü ortamda
sürekli beraber oldukları için yaşadıkları ülkenin kültürüyle kendi benliklerini özdeşleştirmektedirler. Bu
noktada da bazı gençlerimiz eski içişleri bakanının entegrasyon modeline esir olmakta, asimilasyona
teslim olmaktadırlar.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
analarımızdır ve yarın onların yetiştirdiği iffet abidesi Türk kızlarıdır. Burada yetişen bir Türk kızı olarak
“Türk kalabilmenin” zorluklarını çok iyi biliyorum. Arkadaşlarınız tarafından dini ve kültürel farklılıklarınız
yüzünden her defasında hor görülmek istenilebilirsiniz. Örneğin; bir Türk kızının başörtüsü, uyum
politikasını hangi yönde etkilediği konusu birçok kez sınıfımızın ana gündem maddesi haline getirilip,
konuyla ilgili olan olmayan herke konu hakkında kendisinde yorum yapabilme hakkını görmektedir.
Hâlbuki geçtiğimiz sene uyum tasarıları için Başbakan Merkel “Entegrasyon hepimizin aynı olacağı
anlamına gelmez” demiştir [5]. Maalesef ki söylenilenler ve uygulananalar çelişkilidir. Ben de Angela
Merkel gibi, Almanya’da büyüyüp, yetişen üçüncü kuşak bir Türk kızı olarak entegre olmak gibi bir
problem ve sorunun olmadığını düşünüyorum. Almanya’nın kültürüne yabancı değilim. Tahsilimi burada
devam ettirmekteyim. Ve hatta Almanların birçoğundan çok daha iyi bir Almanca bilgisine sahibim. Bugün
Alman yetkililer istedikleri uyum ve entegrasyon politikalarına istinaden, buradaki Türklerin Almanya’ya
uyumu noktasında sıkıntıları olduğunu vurguluyorlar. Bu durum bizim tarafımızdan bakıldığında ise tam
tersi haldedir. Almanya’daki Türklerin Almanya’ya uyumu ve entegrasyonu noktasında bir sıkıntı yoktur.
Katılım, yani “partisipasyon” dediğimiz olay eğer sosyal anlamda bahsediliyorsa, sosyal anlamda
Almanya’ya katılımın ziyadesiyle gerçekleştiği görülmektedir[6].
Türk gençliği, kültürel yozlaşmaya uğramadan, Alman toplumuna “uyum” sağlamıştır. Türk
gençliği kendi şahsiyetini oluşturan milli manevi değerler ile Alman devletinin sunmuş olduğu imkânları
bilinçli bir şekilde kullanarak kendisini geliştirmelidir. Burada yetişen bir Türk genci hem Goethe’yi, hem
de Mehmet Akif Ersoy’u bilmelidir. Hem Itri’yi, Dede Efendi’yi, hem Johann Sebastian Bach’i bilmelidir.
Hem Max Weber’i, hem de Ziya Gökalp’i bilmelidir. Hem Alman toplumunun birleşmesini inşa eden
Bismarck’i, hem de Türkiye Cumhuriyet’inin kurucusu, kurtarıcısı büyük önder Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ü bilmelidir.
Özelikle yeni nesil, Almanya’da yaşanılan bir gurbet hayatının parçası olmaktan ziyade, artık
Almanya’nın bir parçası konumundadır. Türkiye’de gurbetçi olarak adlandırılan bizler Almanya›yı
yurt edinmiş bulunmaktayız. Asimilasyona ve entegrasyona inat benliğimiz koruyarak Türklüğümüzü
yaşamak için mücadele vermekteyiz. Asimilasyona yenik düşen gençlerimizi aramıza katabilmek için
mücadelelerimiz ciddi bir şekilde devam etmektedir. Algı operasyonları neticesinde, anavatanı Türkiye’yi
sadece bir tatil ülkesi olarak gören bir Türk gencinin, bir Alman gencinden fikri ve hissi bakımdan muhakkak
farkları bulunmalıdır. Bu farklar, o bireyin özünde ve kökünde hissettiği milli ve manevi değerleri ortaya
çıkarmasıyla ancak mümkün olabilir. Eskiden sıla hasreti ile yanıp tutuşan gençlerimiz, izin sürelerini
memleketlerinde, akrabaları ve sevdikleri ile yan yana geçirirken, şimdi entegrasyon adı altında farkında
olmadan verilen zehir ile sıla hasreti çekmeyi bırakın, memleketlerine dahi gitmeyen, sadece turistik
yörelerde geçen tatillerden sonra Almanya’ya geri dönmektedir. Almanya Türk Federasyonu bu tehlikenin
farkındadır. Federasyonumuz, gençlerimizin milli ve manevi kopukluklarının önüne geçmek, onları daha
şuurlu ve bilinçli yapmak adına her yıl 10 günlük bir “Türkiye Kültür Gezisi” düzenlemektedir. Bu gezinin
amacı öncelikle Türkiye’nin sadece bir tatil ülkesi olarak algılanmasını engellemek, gençlerimizin
kendi milletinin tarihi mirasını öğrenmesi, atalarımızın bizlere miras bıraktıkları camileri, şehitlerimizin
izlerini kitaplardan değil de, orada bulunarak canlı olarak öğrenmesini sağlamaktır. Sadece bununla
kalmamakla birlikte ülkü uğruna can veren şerefli ağabeylerinin ve ablalarının kabirlerini de ziyaret edip
ruhlarını yâd etmektedirler.
80
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Özetlemek gerekirse; yabancı bir kültür atmosferi içerisinde yetişen ve Türk kimliğinin motifleri
ile yoğrulan bir genç her anlamda zengindir. Lakin ülküsü yolunda, önüne yazı içeriğinde bahsettiğimiz
gibi birçok engel çıkmaktadır. Fakat Avrupa’da yaşayan, tabiri caizse Avrupalı Ülkücü Türk Gençliği bu
çetin yolda bozkurt duruşunu her daim sergileyerek, bir bayrak misali dalgalanmaktadır. Gençlerimiz,
hem kendi özünden ödün vermeden, hem de yaşadığımız bu toprakların daima menfaati için çalışıp
çabalayarak mücadelelerini sürdürmektedir. Almanya’daki Türkler ne yazık ki hem kendi hükümeti, hem
de Alman hükümeti tarafından sadece seçim zamanlarında hatırlanmaktadır. Üzülerek belirtmeliyim
ki; Almanya’da öz be öz Türklerin hakkını savunacak siyasilerimiz maalesef yok. Elbette ki Türk
kökenli milletvekillerimiz var, fakat federal mecliste Türklerin sözcüsü olabilecek bir kimseden veya
bir çalışmadan söz etmek mümkün değildir. Ne mutlu bizlere ki, burada sivil haklarımızı savunan,
derdimize çare bulmak için çabalayan, varlığımızın mücadelesini sürdüren Almanya Türk Federasyonu
vardır. Bizler ne Türkiye’de Almancı ya da gurbetçi, ne de Almanya’da yabancıyız. Bizler Avrupa
Türklüğüyüz. Avrupa Türklüğü çift başlıklı Selçuklu kartalı gibi, bir tarafı üzerinde yaşadığı ülkede kendi
kültürel kimliğinden asla vazgeçmeden, öz benliğiyle, çağdaş, sorumlu bir vatandaş gibi, bir taraftan da
Türkiye Cumhuriyeti’ne, yani Anavatanımız Türkiye’ye sadık birer evlat olmak gayretiyle hayatını idame
etmekteyiz.[7] Bizler kim miyiz? Bizler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve aynı zamanda Almanya›nın
yurttaşı, Almanya’nın vatandaşı olsa bile, büyük Türk milletinin evlatlarıyız ve bu yüzden bizler Avrupalı
Türk Gençliğiyiz!
Yazımı Avrupa Türklüğü ile yakından ilgilenen Liderimiz Devlet Bahçelinin 30 Mayıs 2009 tarihinde
Almanya Türk Federasyonu’nun 26. Büyük Kurultayında bizlere seslenişi sonlandırmak istiyorum,
“İftiharla söyleyebilirim ki; kültürümüzün, örf ve adetlerimizin değerinin, Türkiye’deki kardeşlerimizden
çok daha fazla farkındasınız. Gurbete gelişinizin üzerinden kırk yılı aşan bir süre geçmiş olmasına
rağmen, çok şükür ki, Türk ve İslam değerlerinizi korumayı ve yükseltmeyi başarmışsınız.”
Ne mutlu bu iftihara mazhar olanlara, ne mutlu Türklüğünü her nerede olursa olsun, mütemadiyen
yaşayanlara…
Kaynakça:
(1) http://www.pegem.net/dosyalar/dokuman/182.pdf
(2) Oğuz Fatih, „Avrupadaki Türk Genclerinin Meseleleri“ Ülkü Ocaklari Dergisi sayı 59, Sayfa 26
(3) http://www.kmk.org/fileadmin/pdf/Bildung/AllgBildung/2007-10-18-nationaler-integrationsplan.pdf
(5)http://www.bundesregierung.de/Webs/Breg/DE/Bundesregierung/BeauftragtefuerIntegration/nap/
nip/_node.html
(6) Almanya Türk Federasyon Genel Başkanı ŞenTürk Doğruyol Bey’in Atv Avrupa’da 18.07.2014
tarihinde Iftar yemeğinde vermiş olduğu söyleyişten
(7) Almanya Türk Federasyonu Genel Sekreteri Fatih Oğuz
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
81
www.ulkuocaklari.org.tr
(4) http://www.kmk.org/fileadmin/pdf/Bildung/AllgBildung/2007-10-18-nationaler-integrationsplan.pdf
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
DOĞU TÜRKİSTAN’DA ÇİN İŞGALI VE DOĞU
TÜRKİSTAN BAĞIMSIZLIK HAREKETLERİ
1933’de Kaşgar merkezli Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, Stalin’in Çinlilere yaptığı yardımlar
sayesinde 1937’de ortadan kaldırıldı. Ülke yaklaşık 10 yıl sürecek bir Sovyet - Çin devlet terörü’nün
uygulandığı kanlı bir cehenneme döndürüldü. .Bu yıllarda Doğu Türkistan’da en az 100 bin civarında
aydın işkenceler ve çeşitli insanlık dışı yöntemlerle ortadan kaldırıldı. Ülke adeta aydınlardan ve
okuma yazma bilenlerden dahi tamamen temizlendi. Eli kanlı Faşist Çinli Cellat General Şeng, Çin
Lideri Mareşal Cang Key Şek’e yazdığı mektubunda yaptıkları katliamları şu çarpıcı cümlelerle ifade
etmektedir, “ Ben Stalin’e yalvararak ve Sovyet KP.’si üyeliğine kabul edilerek ve Rusların yardımı ile
Doğu Türkistan İslam Cumhuriyetini ortadan kaldırdım. Stalin’in yardımı ile bütün bunları yapmasa
idim, Orta Asya’da bağımsız bir Türk İslam devleti kurulmuşu olacaktı. Bu durum ise,bu topraklardın
ebediyen Çin’in kopması demekti. Ben ne yaptı isem, Çin Milletinini ve devletinin geleceği ve çıkarı için
yaptım.”
2.dünya Savaşı’nda Sovyetlerin Almanların karşısında yenilmeye başlaması üzerine Rus Kuklası
Kanlı Diktatör Şeng Stalin’den yüz çevirdi ve yaptığı anlaşmaları feshederek Rusları ülkeden çıkardı.
Gulca bölgesi ve civarında mevcut uygun sosyal ve siyasi boşluk ve ortamdan faydalanan Uygur
Tatar,Kazak ve diğer Türk boylarının ileri gelen aydınları Ali Han Töre adında bir din adamının önderliğinde
Azatlık Cemiyetini kurdu. Bu gizli Cemiyet 1944 yılında Gulca’nın Nilka İlçesinde ilk ayaklanmayı
başlattı. Gani ve Fatih Baturlar önderliğindeki Milli kuvvetler Nilka’yi işgalcılardar kurtararak bölgenin
merkezi Gulca’ya doğru ileri herekata başladı. Kanlı Savaşlardan sonra İli,Altay ve Tarbağatay’dan
oluşan Doğu Türkistan kuzeybatı bölgesi Çinlilerden tamamen temizlenerek kurtarıldı. 12 Kasım
1944’de Doğu Türkistan Cumhuriyeti Gulca’da ilan edildi. Ali Han Töre Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
General Şeng’e öfkelenen Stalin,kurulan bu devleti tanıdı ve yardım taleplerine olumlu cevap verdi.
Rus silahları ile daha da güçlenen Milli Ordu Doğu Türkistan’ın diğer bölgelerini de kurtarmak için
ileri harekata başladı. 1945’te İkinci dünya savaşının sona ermesi üzerine Çin’in de içinde bulunduğu
82
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
galip Devletlerin Liderleri arasında Yalta’da barış görüşmeleri başladı. Moğolistan Cumhuriyeti’nin Çin
tarafından tanınması karşılığı batılı ülkelerin yanlış tutumları sebebi ile Doğu Türkistan yine Çin nüfuz
bölgesi olarak Çin’e bırakıldı. Doğu Türkistan Türkleri batılı Ülkelerin lakayıtlığı ve bir kez daha Stalin
ve Rusların ihanetine maruz kaldı.
Japonlara karşı savaşan Çin Ordusu’ndan yaklaşık 100 bin kişi Doğu Türkistan’ı tekrar işgal
etti. Stalin’in baskısı ile Doğu Türkistan Cumhuriyeti Hükümeti Çin ile barış görüşmelerine başlamak
zorunda kaldı. Sonuçta 12 Bitim olarak adlandırılan bir anlaşma imzalandı. Doğu Türkistan tarihinde ilk
kez Türklerin de yer aldığı bir eyalet hükümeti kuruldu. Eyalet(Ülkelik) Hükümet başkanlığına Dr.Mesut
Sabri Baykuzu,Yardımcılığına Mehmet Emin Buğra ve Hükümet Genel Sekreterliğine ise,İsa Yusuf
Alptekin tayin edildi. Gulca’daki Doğu Türkistan Cumhuriyeti Hükümetin’den de bir çok yetkili bu Eyalet
Hükümeti’nde görev aldı. Ülke’de ik kez serbest seçimler ve nüfus sayımı ve aydınlanma ve kültür
hareketleri başladı. Ancak, bu Karma Hükümetin çalışmaları üzerinde Stalin ve Çin’in ağır baskısı
devam ettirildi.
1949 yılında Çin’deki İç savaşı kazanan Mao Liderliğindeki Çin Komünistleri Çin’de iktidarı ele
geçirdi. Doğu Türkistan Cumhuriyeti Başbakanı Ahmetcan Kasimi Liderliğindeki 11 kişilik Bakanlar
,ve askeri erkandan oluşan Heyet Pekin’e Mao ile görüşmeye giderken uçak kazasında vefat ettikleri
duyuruldu. Çin Kızıl Ordusu Stalin’in sağladığı uçaklar ve askeri araçları kullanarak Ocak 1950’de
Doğu Türkistan’ı işgale başladı. Eyalet Hükümet Yetkilileri de olan Türk Liderler İsa Yusuf Alptekin
ve Mehmet Emin Buğra güçlü Kızıl Çin Ordusu ile mücadele edilmesinin toplu kıyımlara neden
olabileceği gerekçesi ile “Vatan için Vatan’dan “ ayrılma kararı aldılar. Stalin tarafından öldürüldüğü
sonradan anlaşılan Ahmetcan Kasimi ve arakadaşlarının yok edilmesi ve Türk Liderlerin Ülkeyi terk
etmesi üzerine Çin Kızıl Ordusu önemli bir direnişle karşılaşmadan ülkeyi birkaç ay içinde işgal etti ve
günümüze kadar süregelen ve Doğu Türkistan siyasi tarihinde “İşgal Devri” olarak anılan son Çin işgali
böylece gerçekleşmiş oldu.
ÇİN İŞGALİNİN SAFHALARI
1.Gulca ve civarı bölgelerede mevcut ve tamamen Türklerden kurulu 20 bin kişilik Milli Ordu’yu
Çin Kızıl Ordu’nun “ Milli Süvari Tugayı” haline dönüştürmüştür. Birlikleri bir birilerinden ayırarak
uzak bölgelere yerleştirmiş ve zamanla silahsızlandırmış ve zaman içinde mensuplarırnı sivil devlet
kademelerinde görevlendirerek eriterek ortadan kaldırmıştır. En son 1970 yılında Milli Ordu’nun son
mensupları terhis edilerek yok edilmiştir.
2.Kızıl Çin’in Kurucusu Mao,Çin Ordusu Doğu Türkistan’da istikrar ve güvenliği sağladıktan sonra
ülkeyi terkedeceğini ve 1936’da Çin Sovyet Cumhuriyeti başkanı iken,ifade ettiği “Doğu Türkistan ve
Çin işgalindaki diğer Milli Bölgeler istedikleri takdirde Çin’den ayrılabilir” sözünü hatırılatmış ve bunun
referans göstererek Uygur Türklerini bir kez daha kandırmış ve yalan söylemiştir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
83
www.ulkuocaklari.org.tr
Komünist Çin yönetiminin Doğu Türkistan’ı işgalı sinsi yalan ve aldatmaca planı üzerine
kurulmuştur. Çinli Komünistler Doğu Türkistan’daki sosyal ve ekonomik adeletsızlıkler ile dengesizilikleri
ve ihtilafları kendi işgal ve istila emelleri için çok ustaca kullanmıştır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
3.Topluma önderlik ve Liderlik yapabilecek kapasite’de okumuş aydınları, bilim adamlarını veya
en az dış ülkelere seyahat eden ve dış dünyayı görenleri(Sovyetlere ,Türkiye ve Hac İçin Arabistan’a
gidenler dahil)derhal ve ilk anda “Devrim Karşıtı Zararlı Unsurları” yaftası ile tutuklamıştır .Bir çoğunu
düzmece ve adaletsız mahkemeler kurarak idam, müebbed ve uzun süreli hapis cezalarına çarptırmıştır.
İdamlar derhal infaz edilmiş ve diğer hapise mahkum olan aydınlar dağlara ve çöllerde kurulan Stalin’in
Sibirya Kampları gibi Çalışma kamplarında yeterli gıda verilmeden ağır ve uzun süreli çalıştırılarak
zamanla öldürülmüştür.
4.Sosyal ve Ekonomik dengesizlikler ve toprak ve gelir dağlımındaki adaletsız durumu istisimar
etmiştir.Toplumu sınıflara ayırarak sosyal yapıyı tahrip etmiştir. Toprak reformu, Kiraların azılıtılmas
ı(İcare Kemiştiş) vebenzeri sloganlarla Müslüman Türk Halkını soymuştur. Varlıklı Tücaar ailelerin
ve toprak sahiplerini toptan tutuklamıştır. Bu insanların evleri, işyerleri ve depoları ve sahip oldukları
bütün varlıklarına el konulmuş ve bu varlıkları Çin İşgal Ordusu tarafından resmen yağmalanmıştır.
Taşınabilir servetleri ,Altın,gümüş,Kürkler, kıymetle eşyaları, depolanmış tahıllar, ile ellerindeki mallara
Çin İşgal Ordusu bizzat el koyarak gasbetmiştir. Büyük ve küçük baş hayvanları ile ev ve toprakları ise,
Fakir(Kembegel) olarak adlandırılan topraksız ve işsiz ailelere Meyva adı ile üleştirilmiştir.
5.Toprak sahipleri ile Varlıklı aile fertleri hapsedilmiş ve işkencelerle el koyduklarından başka
sakladıkları servetlerin yerleri kendilerine itiraf ettirilmiş ve sakladıkları servetleri de gasbedilmiştir.
Bunların büyük bir kısmı Çin işgal Ordusu ile onların yerli işbirlikçilerinin yaptıkları insanlık dışı işkenceler
sonucunda hayatlarını kaybetmişlerdir.
6.Tüccarlar, zanaatkarlar ve küçük burjuvazı denilen esnaf ta bu Çin yağmasından nasibini
almıştır. İşgalcılar bu insanlardan geriye dönük olarak en az 5 -10 yıl arasında Vergi(Baç) adı altında
vergi tahakkuk ettirmiş ve ödeyemeyecekleri miktarda vergiler koymuştur. Ödeyemeyenlerin ev ve
işyerleri ile bütün varlıklarına el koymuş ve Çin Ordusu tarafından gasbedilmiştir.
7.Din adamları tutuklanmıştır. Medreseler ve Mahalle okulları kapatılmış ve
yasaklanmıştır.
dini öğretim
8.İşgalçı Çin Ordusu Doğu Türkistan’daki bu talan, gasp ve el koyma ve soygunlarını
tamamlayıp,sosyal ve toplum yapısını tamamen tahrip ettikten yanı işgallerinden 6 yıl sonra 1955’de
Sözde Uygur Özerk Bölgesinin kurulduğunu ilan etmiştir.
DEMİR VE ÇELİK ÜRETİMİ KAMPANYASI VE KOMÜN UYGULAMASI
Mao,1958 yılında “Demir Çelik Üretiminde İngiltere’yi geçerek ABD’nin Seviyesini ulaşmak” adı
ile yeni bir üretim kampanyası başlatmıştır. Bu kampanyanın esas amacı Komün sistemini yerleştirmekti.
Genç erkek ve kadınları dağlara sürerek ilkel yöntemler ile demir madeni bulmaya ve onları eriterek
demir elde etmelerini istemiştir. Bütün ulaklar( Merkep, At ve hatta Çift Hayvanları) ağır kış şartlarında
dağlarda çalıştırılmıştır. Mevcut ağaçlar demir madeni eritilmesi için kullanılmak üzere
kesilmiş ,
ağaçlar ve çevre tamamen yok edilmiştir. Bu kampanya’da çalıştırılan insanlar ve hayvanlar da ağır kış
ve çalışma şartlarına dayanamayarak kitleler halinde hayatlarını yitirmişlerdir.
84
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu bahaneler ile nüfusun belkemiği ve önemeli bir bölümünü hayattan uzaklaştıran
İşgalcılar,”Sovyetlerde uygulanan ve Kolkoz adı verilen uygulamanın bir benzerini “Komün” adı ile Doğu
Türkistan genelinde başlatmıştır. İlkel insanların kadim devirlerdeki bir yaşam tarzı olan aynı yerde
Toplu Yemek Topluca birlikte yaşamak olan bu sistem Müslüman Türk aile sistemini tahrip etmiştir.
KÜLTÜR DEVRİMİ
Çin’in Komünist Diktatörü Mao,1966 yılında dünya tarihinin en korkunç en vahşi ve çok insanlık
dışı bir uygulaması olan Kültür devrimini başlatmıştır. Toplum Sağcı-Solcu olarak ikiye bölünmüştür. Bu
iki gurubun ellerine Çin Ordusunun silahları tutuşturularak bir birlerine kırdırılmıştır. Kültür devriminin
Doğu Türkistan’daki bu uygulanması çok korkunç olmuştur. Camiler, Mescitler ve benzeri ibadet
mekanları tahrip edilmiştir.Kalanları ise, Sinema Salonu, Ateizm Merkezleri,çeşitli Kurslar ve hatta
bazılar Domuz ahırı olarak kullanılmıştır. Kuran kerim başta olmak üzere yüzlerce yıllık Türk-İslam kültür
ve medeniyetininin ve bilimin birikimi olan kitaplar meydanlarda toplanarak yakılmıştır. Dini ve Türk
İslam sanatını temsil eden mimarı yapılar ve Medreseler tahrip edilmiştir. Daha önceki kampanyalardan
kurtularak hayatta kalan aydınlar ve din adamları da acımasızca katledilmiştir.
Mao’nun ölümünden sonra iktidarı ele geçiren ve Çin’de reformları hayata geçiren Çin’in Cüce
Diktatörü Deng, Kültür ihtilinde en az 100 milyon kişinin öldüğünü açıklamıştır. Doğu Türkistan’da ölen
Müslüman Uygur Türklerinin sayısı de birkaç milyon civarında olduğu ifade edilmektedir.
İŞGAL’A KARŞI MİLLİ DİRENİŞ HAREKETLERİ
Doğu Türkistan Türkleri tarihin hiçbir devresinde işgalı kabul etmemiş ve işgalcılara boyun
eğmemiştir. İkinci Çin Mançur İstilası olarak tarihe geçen 1877’deki işgalden sonraki yaklaşık 150 yıllık
sürede 200’den fazla büyük çapta direniş hareketi gerçekleştirmiştir. Her 2 yılda bir genel isyan,her
6 aydı bir ise,mahalli isyanların meydana geldiği Doğu Türkistan’ın ve Çin’in siyasi tarihine geçmiştir.
Komünist Çin istilası de ve uyguladıkları çok olumsuz politikalar dahi, Müslüman Uygur Türkleri için
bu tarihsel genel kaideyi değiştirmemiştir.
SON YILLARDA MEYDANA GELEN BÜYÜK AYAKLANMALAN
Kaşgar’ın Pamir dağları eteklerinde bulunan Barın kasabasında meydana gelmiştir. Kasaba’da
camı yapımının engellenmesi ve zorla kürtaj uygulamasına karşı Doğu Türkistan İslahatcı İslam Partisi
Lideri Zeyneddin Yusuf ve arkadaşları tarafından başlatılmıştır. Çin İşgal Ordusu kasaba’yı kuşatmış
ve abluka altına alarak katliam yapmıştır. 7 köy tamamen haritadan silinmiştir. Kundak ve Beşikteki
Bebekler dahi öldürülmüştür.
2. 05 Temmuz 1995 Hotien Beytullah Mescidi Ayaklanması
Cami İmamının İşgalcılarca tutuklanması üzerine Cuma namazından çıkan Müslüman Uygurlar
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
85
www.ulkuocaklari.org.tr
1. 04 Nisan 1990 Barın Ayaklanması
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
tepki göstermiştir. Tartışma daha sonra çatışmalara dönüşmüş ve ölü ve yaralıların olduğu görgü
şahitlerince ifade edilimiştir. Ancak,Çinli işgalcılar ölü ve yaralılar hakkında hiçbir açıklama yapmamıştır.
3. 05 Şubat 1997 Gulca Ayakalanması
Kazakistan sınırındaki Gulca şehrinde meydana gelenson yılların en büyük direniş hareketidir.
Kadir gecesi bir evde toplanarak ibadet eden Müslüman Hanımların dövülmesi ve dışarı atılması üzerine
meydana gelen bir ayaklanmadır. İlk kez bu ayaklanmaya ait görüntüler yurt dışına çıkarılabilmiş ve
Türk ve dünya televizyonlarında yayınlanmıştır.İşgalcıların toplu tutuklanmalar yaptığı,tutuklu gençlerin
üzerine tayzikli su sıkarak soğukta dışarıda bekleterek dondurarak öldürmüştür. Ayrıca, tutuklanan
Uygur gençleri Çin usulü aç köpeklere parçalattırarak katledilmiştir. Kesin ölü ve yaralı sayısı hakkında
bilgi verilmemiştir.
4. 09 Temmuz 2009 Urumçi Katliamı
Çin’in Guangzhu eyamletindeki bir Oyuncak Fabrıkasında çalışan Uygur işçilerin Irkçı ve Faşist
Çinli çeteler tarafından 26 Haziran’da öldürülmesi üzerine patlak vermiştir. Öldürülen Uygur İşçileri
öldüren Çinli Çetelerin adalet önüne çıkarılması amacı ile Urumçi’de gösteri yapan ölen işçilerin aileleri
ve Üniversite öğrencilerinin üzerine Çin işgal Ordusu tarafından ateş açılması üzerine olaylar etnik
çatışmaya dönüşmüştür. Resmi rakamlara göre 197 kişinin öldüğü ve 2 bin kadar kişi yaralanmıştır.
Bu olay Çinli İşgalcılar tarafından etnik bir soykırıma dönüştürülmüştür. Görgü şahitleri ve olayları
bizzat yaşayanların ifadalarine göre ölen Uygurların sayısının binlerce kişidir. Bir çok ailenin çocuk
ve gençlerinin ortadan kaybolduğu,kaybolanların ise İşgal Askerlerince öldürülerek cesetlerinin yok
edildikleri belirtilmektedir.
5. 28 TEMMUZ 2014 YARKENT-İLİŞKU AYAKLANMASI
Doğu Türkistan’in kadim kültür merkezlerinden Yarkt’in İlişku İlçesinde meydana gelmiştir.
Ramazan Bayramı arefesi akşamı bir evde toplanıp ibadet eden kadın ve çocukların Karakol’a
götürlüp hapsedilmesi üzerine olayalar patlak vermiştir. Yarkent’in İlişku ilçesi ile civar yerleşim birimleri
haftalarca abluka altına alınmış ve giriş çıkışlara kapatılarak büyük soykırım yapılmıştır. Çin İşgal Ordusu
bölgeye özel Birlikler getirererk büyük soykırım yapmıştır. Çin’in sansür duvarını aşarak duyduklarını dış
dünya’ya iletmeyi başaran 22 yaşındaki Uygur genci Ebubekir Rahım,Çin işgal Ordusu’nun bölge’de
uçaklar,Helikopterler ve İHA.lar kullanarak katliam yaptığını 15-16 ve 17.kent adı verilen üç kent’in
haritadan silindiğini,bu kentlerde 3-5 bin civarında kadın yaşlı ve çocuklardan oluşan sakinlerin katliam
yapılarak öldürüldüğünü açıklamıştır. Yarkent-İlişku Katliamından bir yıl geçmesine rağmen, İşgalçı Çin
bu konuda her olayda olduğu gibi suskunluğunu sürdürmektedir.
Bunun dışında Uygur Türklerinin davalarını duyurmak için merkezi Çin’de de eylemler yaptığı
görülmektedir.Doğu Türkistan’ın dış dünya’ya kapatılması ve uluslar arası medya’nın burada olup
bitenlerden habersız kalması Mücahidleri bu yola sevketmiştir.
86
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
28 Ekim 2013 PEKİN-TİENENMİN ARAÇLI İNTİHAR SALDIRISI
Ailesi 13 yıl önce Barın katliamında öldürülen Osman Hasan, Annesi ve eşi Gülkız Hanım
ile birlikte Çin’in kalbi sayılan Tienenmin meydanında bir intihar saldırısı gerçekleştirmiştir. Olayda
eylemciler de dahil olmak üzere 5 kişi hayatını kaybetmiş ve onlarca kişi yaralanmıştır. ABD.’lı ünlü
Tv.yorumcu Dr.Ferid Zekeriyya bu eylemi şu dikkat çekici sözlerle değerlendirmiştir,” Müslüman Uygur
Fedai’ler bu eylemi çok yerinde ve stratejik ve akılılaca planlamış ve gerçekleştirimişlerdir.”
01 MART 2014 KUNMİNG TREN GARI İNTİHAR EYLEMİ
3’ü kadın 8 Uygur Türkü Fedai 01.Mart 2014’de Çin’in Tayland sınırında uyuşturucu ve
insan kaçakçılığı ile ünlü Yünnen Eyaletinin merkezi Kunming şehrin’de bıçaklı bir intihar eylemi
gerçekleştirmişlerdir. 40 saat devam eden çatışmalarda 39 kişi ölmüş ve 103 kişi yaralanmıştır.
Bu ve benzeri eylemler Doğu Türkistan’da hemen hemen her gün meydana gelmekte ve İşgal
yönetimi bütün sansür ve engellemelerine rağmen, medya’da yer almasını önleyememektedir.
Çin anayasası ve sözde Özerk Bölge yasalarında verilen hiçbir hak ve insanı hukuk uygulama’da
verilmemektedir. Uygur Türklerine tepkilerini ortaya koymak için tek seçenek bırakmaktadır. O da isyan
etmek ve canlarını ortaya koyarak tepkilerini ortaya koymak şeklindedir.
Çin işgal yönetimi günümüzde Doğu Türkistan’da topyekün bir assimilasyon ve soykırım
politikası uygulamaktadır. Uygur Türkleri kendi ana vatanlarında etnik kimliklerindene dolayı hayatın
bütün sahalarında dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Çin’in amacı en kısa zamanda bu
topraklarda yaşayan Müslüman Uygur Türklerini ortadan kaldırmak ve tek başlarına hakim olmaktır.
Bu topraklar Müslüman Türklerine Allah’ın bahşettiği bir nimettir ve onlara ecdatlarından miras
kalan bir ana vatandır.
www.ulkuocaklari.org.tr
Uygur Türkleri tarihte olduğu gibi günümüzde de kendi topraklarında dini ve milli değerlerini
korumak uğruna canları dahil hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacaktır. Bağımsızlık ve hürriyetleri için
Toprağa düşmüş aziz şehitilerimizi bir kez daha rahmet, minnet ve şükranla yad ediyoruz.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
87
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TAYLAND’İN ÇİN’E TESLİM ETTİĞİ UYGUR
TÜRKLERİNİN AKİBETLERİ VE UYGUR
SIĞINMACILARIN ACI DURUMU
Doç. Dr. Erkin EMET1
Doğu Türkistan’daki Çin baskı ve zulmünden kaçarak Tayland’a gelen ve 1,5 yıldır Tayland
Hapishanelerinde tutulan Uygur Türkü sığınmacılardan 109 kişi Tayland Hükümeti tarafından 09
Temmuz 2015’te Çin’e geri verilmişti. Çin’e geri verilen bu sığınmacıların nerede tutuldukları ve ne ile
suçlandıkları hala bilinmiyor.
Çin yönetimi bu konuda şimdiye kadar ayrıntılı ve net açıklama yapmadı. Ancak resmi Çin
medyası’ndan Huançiu zaman (Global Times) gazetesi Çin’e getirilen 109 Uygur’un hâlâ gözaltında
tutulduğunu yazdı.
‘The Global Times’ gazetesi, Uygurlarla ilgili IŞİD’e katılma şüphesi olduğu için soruşturma yürütüldüğünü
belirtti. Tayland’dan Türkiye’ye gitmek isteyen Uygurların buradan Irak ve Suriye’ye geçerek IŞİD
saflarında savaşacağını öne sürdü. Gazete Çin’den Güney Asya ülkelerine geçmek için kaçakçılara
binlerce dolar ödeyen Uygurların gittikleri ülkelerde Türk olduklarını söyleyerek Türkiye pasaportu
almaya çalıştıklarını belirtti. Çin polisi ise gözaltında tutulan Uygurlardan sadece 13’üyle ilgili terör
örgütü bağlantısı şüphesi olduğunu söyledi. Geriye kalanların neden gözaltında olduğu konusunda bilgi
vermedi.
Çin hükümetinin suçsuz 109 Uygur Türkünün ellerini kelepçileyip, başına çuval giyderip, göğsüne
numara yazıp götürmesi Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı insanlık dışı baskı politikasını dünya
kamuoyunun göz önüne serdi. Çin Doğu Türkistan Türklüğüne verilen göz dağıdır. Ancak dışa olan
etkisi Doğu Türkistan devası için olumlu olmuştır. Dünya devletleri Çin’de Uygur Türklerinin terrorist
değil, Çin devletinin terror devleti olduğu tescillenmiştir.
1
. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
Öğretim Üyesi
88
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu Uygur Türkleri Neden Tayland ve Malezya’ya Geldiler?
Çin 1949 yılında Doğu Türkistanı işgal ettikten sonra, Uygur Türklerine asimilasyon siyaseti
uygulamaya başladı. Asimile etmek için akıl almaz yöntemlere başvurdu. Özellikle 11 Eylül olayından
sonra Amerika’nın Doğu Türkistan İslam Partisini teror listesine aldı. Çin bunu bahane ederek Doğu
Türkistan Türklüğünün kültürel dokusuna dokunmuştur. 2003 yılında Uygur Türkçesini eğitimden
kaldırdı. Dini yasakladı. Bütün camilerin kapısına memurlar camiye giremezler, komunist partisi üyeleri
camiye giremez, kadınlar camiye giremezler ve öğrenciler camiye giremezler yazılı pankartlar asıldı.
Kadınların kapanması, 40 yaşından küçük olanların sakal bırakması yasaklandı. Çok sayıda din adamı
tutuklandı. Buna dayanamayan Uygur Türkleri komşu ülkeleri Çin’e iade ettiği için Güney-doğu Asya
Ülkelerinden Malezya ve Tayland üzerinden Türkiye’ye gelmeye çalışmışlardır. 2014-2015 yıllarında
7-8 bin civarında Uygur Türkü Türkiye’ye gelebilmişlerdir. 69 Uygur Türkü hala Tayland hapislerinde
Türkiyeye gelebilmek için beklemektedir.
Uygur Muhacirleri Katıl Çin’e İade Eden Ülkeler
Çin tehlikesinden kendi hayatını korumak için her çeşit tehlikeyi göze alan Uygur gençleri komşu
ülkelere kaçmaya başlamıştır. Onların bir kısmı sahte pasaport ile yurtdışına çıkarken, bir kısmı da
uzun yol yürüyerek Çin’e komşu olan ülkelere kaçmıştır. Ne yazık ki, Uygurlar çok tehlikeli ve zorlu
yollardan geçerek, komşu ülkelere ulaşmayı başarabilmektedirler. Salimen diğer memleketlere
ulaşabilenler ise komşu ülke veya BM Mülteciler Yüksek Komiserliğine ilticada bulunmuşlardır. Maalesef
bu başvurularanların çoğu komşu ülke hükümetleri tarafından Çin’e iade edilmiştir. Çin ile Çin’e komşu
ülkeler arasındaki pazarlıklar sonucunda Çin’e iade edilen Uygur Türklerinin sayısı bilmek çok zordur.
Buna rğamen bize (Dünya Uygur Kurultayı) ulaşan veya uluslararası teşkilatlar tarafından yayınlanan
listeler aşağıdaki gibidir:2
1- Kazakistan
- Şubat 1992’de Hamut Memet, Kasim Mehpir, İlyas Zordun olmak üzere 3 Uygur mülteci3,
Uluslararası Af Örgütünün ikazına rağmen, Kazakistan hükümeti tarafından Çin’in isteğine üzerine
Çin’e iade edilmiştir. Bu üç Uygur birkaç ay sonra işkence altında idam cezasına çarptırılmıştır.
- Eylül 1998’de, Kazakistan 4’ü çocuk olmak üzere 8 Uygur’u Çin’e iade etmiştir.
- Nisan veya Mayıs 2003’te Doğu Türkistan’dan kaçarak Kazakistan’a gelen Abdukahar İdris adlı
Uygur, Almatı’da kaybolur. UNHCR’nin Almatı ofisine gidip iltica başvurusu yapan Abdukahar
İdris’i Kazakistan Hükümetinin Çin’e iade ettiği tahmin edilmektedir.
2
2. Dolkun İsa, Uygur Diasporasının Tarihi ve Uygur Göçmenler Durumuna Genel Bakış, Dünya Uygur Kurultayı yayınları,
2013 Almanya.
3
Bu kişiler 5 Şubat 1997 tarihinde Gulca’da patlak veren olaylara karışmış ve dolayısıyla Çin polislerinden
kaçarak Kazakistan’a gelip, siyasi mülteci talebinde bulunmuştur.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
89
www.ulkuocaklari.org.tr
- 2001 yılı sonlarında Uygur öğrencilerden Ahat Memet ve Turgun Abbas üniversite eğitimi almak
için Kazakistan’a gitmiştir. Kazakistan hükümeti bu öğrencileri Çin’e iade etmiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
- Merkezi Viyana’da bulunan Uluslararası Helsinki Federasyonunun Mayıs 2006’da yayınlamış
olduğu bildiriye göre, isimleri Yusuf Kadir ve Abdulkadir Sidik olan iki Uygur siyasi mülteci olmak
için Kazakistan’daki UNHCR Almatı ofisine iltica başvurusu yapmıştır. Fakat bu iki öğrenci
Kazakistan polisleri tarafından belli bir müddet gözaltında tutularak daha sonra salıverilmiştir.
Bırakıldıktan birkaç gün sonra, Kazakistan polisleri tarafından tekrar tutuklanarak Çin’e gizli iade
edilmişlerdir.
- Kazakistan hükümetinin şimdiye kadar açık ve gizli olarak 50’yi aşkın Uygur mülteciyi Çin’e iade
ettiği tespit edilmiştir.
2- Kırgızistan
- Nisan 2000’de, Uygur siyasi aktivistlerinden Celil Turdi, Kırgızistan hükümeti tarafından Çin’e
iade edildi. Celil Turdi’nin durumu hakkında şimdiye kadar hiçbir bilgiye ulaşılamamıştır.
- 23 Mayıs 2002 tarihinde, Uygur mültecilerden Memet Yasin ve Memet Sadik Kırgızistan hükümeti
tarafından Çin’e iade edildi.
- Mayıs 2001’de Kırgızistan hükümeti Çin’in talebi üzerine ‘terörist’ suçlamasıyla Esker Tohti,
Ahmet Gonen ve Berhemjanlara idam cezası, Ali Mahsum’a 25 senelik hapis cezası verdi.
- Temmuz 2002’de, Uygur siyasi aktivistlerden Rehmitullah İsrail ve Erkin Yakup, Kırgızistan
hükümeti tarafından Çin’e iade edildi. Çin Xinhua Haber Ajansının haberine göre, 31 Mart 2004
tarihinde Rehmitullah İsrail ve Erkin Yakup idam edildi.
-
31 Aralık 2002 tarihinde, Kırgızistan hükümeti Keyser Jalal, Ablimit ve Tohti Niyaz’a
‘yasadışı Doğu Türkistan teşkilatı kurma ve yasadışı silah taşıma’ gibi suçlamalarla 25, 16 ve 17
senelik hapis cezasına çarptırdı.
-
05 Temmuz 2009 tarihinde patlak veren Urumçi olaylarından sonra Kırgızistan’a
kaçan Uygurları Kırgızistan hükümetinin gizli olarak Çin’e iade ettiği bilinmektedir.
3- Pakistan
-
Pakistan 1997 yılı Mayıs ayında 12 Doğu Türkistanlı göçmeni Çin’e zorla iade etti.
Çin iade işlemi sonrası bu 12 Uygura idam cezası verdi. Doğu Türkistan’dan, Pakistan’a İslami
eğitim almak için gelen öğrenciler Çin’in dini ve siyasi baskısından endişelendikleri için, siyasi
sığınma talep etmişlerdi.
-
Pakistan hükümeti yine 2002 yılı Nisan ayında İlham Tohti, Abdullatif Abdulkadir ve
Enver Davut adlı üç kişiyi Çin’e iade etti. Bu kişilerin akıbetleri belli değildir.
-
16 Haziran 2003 tarihinde Abdul Wahap Tohti ve Muhammet Tohti Metrozi gibi
Uygur sığınmacılar Pakistan’da kayboldu. Başvuruları Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği’nin aracılığıyla İsveç hükümeti tarafından kabul edilmişti. Fakat İsveç’e gönderilmeden
90
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
önce Pakistan’da gizli ajanslar tarafından yakalanıp, gizli bir şekilde Çin’e teslim edildiler.
Bunlardan, Muhammet Tohti Metroziye müebbet hapis cezası verildi.
-
Uygur siyasi faaliyetçisi olarak tanınan İsmail Semet, 2003 yılında Pakistan
hükümeti tarafından Çin’e iade edildi. 31 Ekim 2005 günü Urumçi Orta Halk Mahkemesi tarafında
“bölücü, terör’’ faaliyetlerinde bulunduğu gerekçe gösterilerek idam cezasına çarptırıldı ve 8
Şubat 2008 tarihinde karar infaz edildi.
-
2009 yıl Nisan ayında, Pakistan hükümeti 9 Uygur siyasi sığınmacıyı Çin’e iade etti.
Pakistan medyasının açıklamalarına göre Çin, 2007 yılında Pakistan hükümetine 170 Uygurun
isimlerini vererek, listedeki kişilerin Çin’e iade edilmesini talep etti.
4- Nepal
-
2002 yılı Şubat ayında Şir Ali, Abdulla Sattar ve Abdulhakim isimli 3 genç Uygur,
Nepal hükümeti tarafından Çin hükümetine iade edildi. Bunlardan Şir Ali ve Abdulla Satar’a idam
cezası verildi. Abdulhakim’in durumundan hiç bir bilgi alınamamıştır.
-
2002 yılı Mayıs ayında Haşim Ali, Nepal hükümeti tarafından Çin’e iade edildi.
Haşim Ali bir kaç ay işkencelere maruz bırakıldıktan sonra idam edildi.
www.ulkuocaklari.org.tr
-
2000 yılı Mayısında 2002 yılı Nisanına kadar toplam 16 Uygur, Nepal’a gelmiş,
Nepal’daki Birleşmiş Milletler Temsilciliğine sığınma başvurusu yapmıştı. Onlar Doğu Türkistan’dan
gizli olarak Tibet dağlarından geçerek, Nepal’e ulaşmıştır. Sığınma başvurusu kabul edilip,
sığınacak bir devletin davetini bekledikleri süreçte, Çin kükümeti Nepal hükümeti ile anlaşma
yaparak Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseriliği’nin bilgisine rağmen, dört Uygur Çin’e
iade etmiştir. Nepal’daki diğer 8 Uygur Hindistan’a gelip, Birleşmiş Milletler temsilciliğine tekrar
sığınma başvurusu yapmış ve bunlardan 5’i BM aracılığıyla İsveç’e yerleştirilmiştir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
91
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
5- Kamboçya
-
2009 yılı 19 Aralık günü, Veitnam’dan geçerek, Kamboçya’ya gelen ve
Kamboçya’daki BM’ye sığınma talebinde bulunan 20 Uygur, Kamboçya hükümeti tarafından
Çin’e iade edilmiştir. Bu olay, sadece dış ülkelerdeki Uygurlar arasında değil, uluslararası
kamuoyunda bile tartışılabilen bir konu olmuştur.
-
Kamboçya’da yaşanan olaydan dolayı, Avrupa Birliği’ne üye devletler, ABD,
Birleşmiş Milletler, Türkiye ve diğer uluslararası insan hakları örgütleri kendi beyannameleriyle,
Kamboçya hükümetinin insan haklarına aykırı davranışlarını eleştirmiştir. Ayrıca Çin hükümetinden
20 Uygurun durumu hakkında net bir açıklama yapması istenmiştir.
6- Myanmar
-
18 Ocak 2010 tarihinde Myanmar hükümeti, 17 Uygur mülteciyi zorla Çin hükümetine
iade etmiştir. Bunların akıbetleri hakkında şuana kadar hiçbir bilgi alınamamıştır.
7- Malezya
-
2011 yılı Ağustos ayında Malezya’nın ilgili kurumları Çin hükümetinin istek ve
talebine göre 19 Uygur mülteciyi yakaladı. Bunlardan 11’i Çine iade edildi.
Yukarıdaki açık kanıtlar 1990’lı yıllardan beri yeni bir aşamaya giren Uygur mülteciler sorununun
belirgin örneklerinden bir kısmını göstermektedir.
Çin iade aldığı Uygur Türklerini terrorist olarak suçlamaktadır. Aslında Doğu Türkistan’da terörist
devlet vardır, terörist Uygur Türkü yoktur. Kitlesel imha ile karşı karşıya kalmış Uygur toplumu vardır.
Çin, bu konuda ortaya konulan delillerin yalan olduğunu iddia etmektedir. Bizi yalanlamanın basit bir yolu
vardır; Doğu Türkistan’ı dünya medyasına açmak. Çinin bu jesti yaparak bizi yalanlamasını istiyoruz.
Hodri meydan diyoruz.
92
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermenilerin Azerî Türklerine Karşı Terör
Ve Katliamları (XX. Yüzyıl Başları))
Doç. Dr. Sani Tofigoğlu Hacıyev
1988 yılından itibaren Ermenilerin Azeri Türklerine karşı yaptığı baskı ve zulüm yoğunlaşarak
Azerbaycan halkının zor günler geçirmesine sebep olmuştur. Dış ülkelerde yaşayan Ermenilerin
oluşturduğu lobiler ve Ermeni yanlısı güçlerden ve Azerbaycan dahilinde hakimiyete gelmek isteyen
kuvvetlerin birbirleri arasındaki çekişmelerden de istifade ederek Ermeniler, yapılan doğrudan yardımlar
sayesinde, talep ettikleri Dağlık Karabağ’ı ve benzer 7 yerleşim birimini -Azerbaycan toprağının %20
’sini- işgal etmişlerdir. Bir milyondan fazla insan ata yurtlarından koparılarak sürgün ve kaçkın olarak
yaşamaya zorlanmış, binlerce Azerbaycan vatandaşı Ermeni güçleri tarafından katledilmiştir. Bu
hareket Ermenilerin Azeri Türklerine karşı yaptıkları tarihteki ilk hareket değildi. Daha önceleri XX.
yüzyılın başlarında -1905-1906 ve 1918-1920 yıllarında- da benzer saldırılarda bulunmuşlardır. Bu
sebeple Ermenilerin tarihte yaptıkları bu tecavüzkar saldırıları dünyanın yönetiminde söz sahibi olan
büyük ülkelerin de bilmesi zaruridir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyılın başlarında Rusya Güney Kafkasya’yı
işgal ederek Azerbaycan’ı İran ile paylaşmıştı. Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın 26 Mart
1998 yılındaki bildirgesinde de açıklandığı gibi Gülistan ve Türkmençay antlaşmaları tarihi Azerbaycan
topraklarının bölünmesini sağlamıştır[1]
Ermeniler tarihin dönüm noktaları sayılan karışıklıklardan menfaatleri doğrultusunda istifade
etmesini bilmişlerdir. Nitekim, 1905-1907 yıllarında Rus Devrimi zamanında Ermeni milliyetçiliği de
yeniden canlandı
Soykırım bildirgesinde de belirtildiği gibi “Büyük Ermenistan” kurma hülyalarından hareket eden
Ermeni saldırganları 1905-1907 yıllarında Azeri Türklerine karşı açıkça geniş ölçüde kanlı saldırılarda
bulundular.Bakı’da başlayan kırgın, Şuşa, Zengezur, Nahçıvan, Erivan ve Karabağ’da devam etti.
Bunun neticesinde binlesrce Türk öldürüldü.[2
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
93
www.ulkuocaklari.org.tr
Çarlığın sadık kulları görünümündeki Ermeni ırkçılarının Büyük Ermenistan ideallerini
gerçekleştirmek için Rus hükümeti 1828 yılında Nahçıvan ile Erivan Türk Hanlıklarının arazileri üzerinde
“Ermeni Vilayeti”adıyla bir yönetim tesis etti. Fakat, Çarlık yönetimi Ermeni ırkçılarının amaçlarını
anlayarak hemen 1850 yılında tesis ettikleri bu yönetimi lağvetti
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1905-1907 yılları arasında devrim hareketi başladığında Çarlık, Güney Kafkasya’daki devrim
taraftarı hareketi önlemek için Kafkasya’da karışıklığın devamını sağlamak maksadıyla Ermenilerin
Türklere karşı olan saldırılarını teşvik etti. 6 Şubat 1905’te Bakı’da başlayan katliam daha sonra Erivan,
Nahçıvan, Şuşa şehirlerine de sıçradı. Hatta meşhur Ermeni milliyetçisi Kafkas uzmanı VoronsovDaşkov, milli savaşlarının ilk savaşçılarının her yerde Ermeniler olduğunu itiraf etmişti.[3]
Gürcü yazar Kavibi bu konuyla ilgili “Daşnaksütyun” sıklıkla komşu Tatar (Azeri Türkleri) köylerine
baskınlar düzenleyip onların da cevap vermesini istiyorlardı. Daşnaksütyun istikbalde özerk Ermenistan
kurmaya zemin hazırlamak için Ermeni ahaliye az ya da çok önemli topraklar sağlamaya çalışırdı”
demektedir.[4
Taşnakların silahlı birlikleri bu tarihlerde ortaya çıkmıştı. Bunlar korumasız köylere baskınlar
yaparak bütün ahaliyi katletmek, evleri tamamen yakmak taktiğiyle saldırıyorlardı. Büyük Azeri tarihçisi
M. S. Ordubadi, Ermeni saldırılarını “Ermenilerin Türkiye arazisinde Ermenistan kurmak idealleri
boşa çıkınca Ermeni liderleri Erivan bölgesinde, Gence bölgesinin yaylak ve dağbasar bölgelerini
Kars sancağı ile birleştirip Ermeni saltanatını tesis etmek için savaş yoluyla aynı topraklarda yaşayan
Türkleri öldürerek yalnızca Ermenilerin yaşadığı bir toprak haline getirmeye çalıştılar»[5] şeklinde
değerlendirmektedir
1905 yılı faciasının başlangıcı Bakı’daki Şubat hadiseleriydi. Şubat’ta Ermeniler büyük güçlerle
hücuma geçtiler, ancak, Azeri Türkleri tarafından mukavemetle karşılaşınca evlere, bahçelere gizlenerek
sokaklardan geçen masum inlanlırın üzerine ateş açtılar. Özellikle Ermeni katilleri Krasilnikov, Mayılov,
Korsakov’un evlerinden ve Madrid otelinden sokaklara ateş açtılar. Balahanı’da büyük çatışmalar ve
yangınlar oldu. Maalesef zamanın hakim unsurları bu katliamı önlemek için hiçbir şey yapmadılar.
[6] Çatışma ve buna bağlı yangınlar 10 Şubat’a kadar devam etti. 6-10 Şubat olayları neticesinde
bin civarında Azeri ve Ermeni öldü. Bu hadiselerde mağlup olan Taşnaklar hırslarını Bakı yöneticisi
Nakaşidze’ye yönelttiler ve o, 11 Mayıs›ta Ermeni teröristlerin bombası ile öldürüldü.[7
Bakı olaylarından sonra bütün Güney Kafkasya’da Ermeni ve Azeriler arasındaki ilişkiler
gerginleşti. Mayıs’ın başlarında Ermeniler Nahçıvan kazasında birçok Azeri Türkünü öldürdüler,
birçoğunu da yaraladılar. 26 Kasım’a kadar taraflar arasında zaman zaman ateşkes ilan edildi. Ancak,
her defasında Ermenilerin fitnesi barışa karşı yönelmişti. 26 Kasım gecesi Rus Kazakları Ermeni
güçlerle birleşerek saldırıya başladılar. Müslümanların pazar yerini yakıp dağıttılar. Şehirde yaşayan
Müslümanlar şehrin yöneticisi General Paskeçiç’e Kazakları şikayet etseler de o hiçbir önlem almadı
ve şehri gizlice terk etti.[8
24 Mayıs’ta Erivan’da çatışmalar başladı. Askerlerin yardımıyla Ermeni mahallelerinde yaşayan
Azeri aileleri tehlikesiz yerlere göç ettirildiler. Kendi evlerinde kalmakta olan Azeri Türklerinden 4 kadın,
2 çocuk ve 5 erkek Ermeniler tarafından öldürüldü. O zaman Azeri gönüllüler silahlanarak Ermenilere
karşı harekete başladılar. Silahlanan bu Azeri birlikleri Ermenilere karşı başarılı olunca, yerleşim
bölgelerinde bağımsız yönetimler için seçimler başlattılar. Bunu fırsat bilen Ermeniler bütün Erivan’da
hücuma geçip onlarca köyü yakıp çok sayıda Azeri Türkünü katlettiler.[9] Cebrayıl kazasında da korkunç
94
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olaylar yaşandı. Taşnaklar, Divanalı ve Veyselli köylerini mahvettikten sonra büyük kuvvetlerle Gacar
köyüne saldırdılar, ancak, yaklaşık iki yüz civarında kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldılar.[10]
1905 yılının karışık noktalarından biri de Şuşa idi. Şuşa›da 16-20 Ağustos tarihlerinde kanlı
çatışmalar devam etti. Rus Kazakları ve Rus piyade birliği Ermeni gönüllüleriyle birlikte Azerilerin evlerine
baskınlar yaptılar. Ancak Azerilerin müdafaası karşısında Rus Kazakları karargahlarına, Ermenilerin
bir kısmını evlerine bir kısmını da yerleşim birimlerinin dışına çıkardılar. General Galaşaçanov Azeri
Türklerine gelerek barış için aracı oldu.[11
20 Ağustos’ta Ermeniler Bakı’da yeniden saldırılara başladılar. 10 Eylül’de Voronsov Daşkov
barış görüşmeleri için Bakı’ya geldi. 14 Eylül’de şehirde ateşkes ilan edildi.12 19-23 Kasım 1905
tarihleri arasında Gence’de çatışmalar oldu ancak asıl katliam 23 Kasım günü oldu.[13] 1906 yılının
Haziran ayında Zengilan’da Ermeniler 5 köyü dağıttılar.[14] Bu köylerin asıl sahipleri Gatar köyünde
saklanmışlardı. Ermeniler bu köyü muhasaraya aldıkları zaman Saharov’un komutasındaki Rus Kazakları
Azerileri koruyacaklarını vaad ederek Azerilerin yeterince silahlanmasını da önlediler. Kazaklar köyün
içine girdiklerinde ahalinin çoğunun silahlandığını görerek “ siz evlerinizde rahat oturunuz, Ermenilerin
silahlı saldırılarına kesinlikle karşılık vermeyiniz, hükümet elbetteki bunları cezalandıracaktır” diyerek
onları aldatmışlardır. Rus Kazaklarının Ermenilere yaptıkları yardıma rağmen Azeri Türkleri Gatar
köyünü muhafaza edebildiler
Taşnaklar, Zengezur bölgesinde ayrı bir vahşilik sergilemişlerdir. 9-15 Ağustos 1906 tarihleri
arasında devam eden katliamlar neticesinde 200 civarında Azeri Türkü katledildi ve 20›den fazla Azeri
köyü yakılıp yıkıldı. Ohçu Şabadek köyünde Ermeniler halıların üstüne 15 Türk gencinin kesilmiş başını
yığmışlardı.[15
20 Şubat 1906’da Tiflis’te Voronsov Daşkov’un başkanlığında barış görüşmeleri başladı. Ancak,
görüşmeler karşılıklı ithamlara dönüştü.[16] 1905 yılında Ermeni teröristler Azeri aydınlarına karşı
saldırılarda bulundular. 29 Ağustos’ta Batum’da “Daşnakstyun” komitesinin kararı ile Azeri eğitimci
hukukçu Memmedgulu bey Kengerli öldürüldü. O, bir kısım gence Paris’te eğitim yaptırmayı istiyordu.
[17]
İstanbul›u, boğazları ve hatta Doğu Anadolu›yu kontrol etme isteğinde olan Rusya Birinci Cihan
Harbi arifesinde Türkiye ile savaş durumunda Yakın Doğu›daki askeri siyasi stratejisinin bir parçası
olarak Ermeni silahlı kuvvetlerini oluşturup yönlendirmeyi planlamıştı. Savaş başladığında Rusya
dünyanın muhtelif yerlerinden Ermenileri Rus ordusu ili birlikte Türkiye›ye karşı savaşa çağırdı. 1914
yılının sonunda 4 Ermeni silahlı birliği kurulmuştu.[19] Bu gönüllü Ermeni birliklerinin kurulmasında
Rusya’nın Tiflis’teki valisi Aleksandr Hatisyan’ın büyük rolü olmuştur.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
95
www.ulkuocaklari.org.tr
Cavanşir kazasında da çok kanlı olaylar oldu. 3 Ekim 1905’te Ermeniler Sırhavend köyüne
baskın yaptılar. İnsanlar ormanda saklanmak için kaçtılar, fakat, yolda Hamazasp’ın liderlik ettiği 400
kişilik Ermeni süvarileri tarafından vahşice katledildiler. Hamazasp’ın yanında komiser A. İ. Mikoyan
bulunmaktaydı. Hamazasp, daha sonra Azeri Türklerine karşı yapmış olduğu katliamlar sebebiyle
“Daşnakstyun” komitesince general rütbesiyle taltif edildi.[18
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Savaş yıllarında Ermenilerin ilk silahlı saldırısı Zeytun’da oldu. Daha sonra, Kayseri, Diyarbakır,
Van ve diğer yerlerde Ermeni silahlı birlikleri Müslüman Türk ahaliye karşı her türlü zülm ve ihanette
bulundular. Rus ordusu Andranik’in yönettiği Birinci gönüllü Ermeni silahlı birliği Van şehrine
yakınlaştığında buradaki Taşnak birlikleri vilayetin birçok yerinde isyan ettiler. Ermeniler civar köylerdeki
Müslümanları kadın, yaşlı ve çocuk ayırt etmeden öldürdüler. Rusların önünde gelen Ermeni gönüllü
birlikleri iki gün boyunca yerli Müslüman Türk ahaliyi katlettiler.[20
Ermeni isyanları karşısında şaşıran Osmanlı hükümeti tedbir almaya mecbur kaldı. Cephede
durumu sabitlemek için Van, Bitlis, Erzurum ve cepheye yakın başka şehirlerden Ermenileri Suriye
ve Mezopotamya bölgesine tehcir etti. Ancak, üzerinde yaşadıkları topraklara ve devlete isyan ihanet
karşısında hükümet tarafından zaruri bir tedbir olan bu tehcir Ermenilerin tellalları tarafından bir
soykırım olarak dünyaya takdim edilmeye çalışılmıştır. Ermeniler bu teçhirde 2.000.000 Ermeni’nin
planlı bir şekilde öldürüldüğünü iddia etmektedirler. Halbuki, Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da
yaşayan Ermenilerin toplam nüfusu 1.300.000 idi. Daha sonra bunlardan da tahminen 400 ila 800 bin
civarında Ermeni nüfusu Kafkasya’ya, Avrupa’ya ve Amerika’ya gitmişlerdir. Ancak bir milyon Ermeni
Filistin ve Suriye’ye göçürülmüştü. Muteber kaynaklarda Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da toplam
300 bin Ermeni’nin değişik sebeplerle öldüğü belirtilmektedir. Bunların bir kısmı da kayıptır, kaldı ki bu
sayıya Ruslarla birlikte Van’dan kaçan Ermeniler de dahildir. 11 Aralık 1918 yılında Ermeni temsilciler
heyetinin başkanının Fransa Dışişleri Bakanına yazdığı mektupta da bu rakamı göstermiştir. Mukayese
etmek için şunu belirtmeliyiz ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da yaşayan ahali arasındaki ölüm
1.600.000 idi.[21] Bu ölümler Rus askeri birliklerinin önünde ve arkasında hareket eden Ermeni silahlı
katil birliklerinin faaliyeti sonucuydu
Böylelikle, Ermenilerin Türkiye topraklarında devlet kurma hülyaları gerçekleşemedi. Böyle
olunca, Ermeniler Rusya’daki Şubat Devremi ve Ekim İhtilali neticesinde Kafkasya’da hakimiyet
buhranlarından istifade ederek kendi faaliyetlerinin ağırlığını bu bölgeye çevirdiler
Ermeni milliyetçileri kendi stratejik maksatlarını Ermeni devleti için Güney Kafkasya’da arazi
temini yönünde sevkettiler. Ermenilerin çoğunluğunun silahlanması, Rus ordusu ile paralel ya da onun
içinde bulunan Ermeni lejyonlarının kurulmasıyla Ermeniler Azerilere karşı üstün duruma geçtiler. Bir
diğeri, Kafkas savaşının askeri şartlarında Rusya’ya karşı Türkiye’nin bulunduğu sırada Azerilerin
teşkilatlanması veya askeri kuruluşlar oluşturması oldukça zordu
Şunu da belirtmeliyiz ki, Şubat Devrimi›nden sonra Rusya›da hakimiyete gelen geçici hükümet ve
Ekim İhtilali’nden sonra hakimiyete gelen Sovyet hükümeti de Kafkasya’da Çarlığın yürüttüğü siyaseti
devam ettirerek, bölgeyi elden çıkarmak istemiyordu.
Savaş sonunda iktisadi yönden tamamen çökmüş olan Sovyet Rusyası, Bakı petrolü olmadan
ayakta duramazdı. Lenin, S. Şaumyan›ı “Kafkasya Olağanüstü Hal Komiseri” tayin edip bölgeye
göndermişti.[22] Şaumyan, önce Tiflis’i çalışma merkezi olarak seçmişti. Ancag 1918-ci il Şubat’ın 25de Tiflis’de Zagafgaziya Seymi açılmış ve Zagafgaziya hökumeti teşkil olunmuşdu.[23] S. Şaumyan,
kendi faaliyetlerini Bolşeviklerin mevkilerinin güçlü olduğu Bakı şehrine aldı. 1917 yılının Mart ayında
96
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yapılan işçi parlamentosu Sovyet’ine Ekim ayında yeni yapılan seçimlerde “Musavat” partisi oyların
%40’ını almıştı. Koministler ve Daşnaklar da hayli oy aldılar. Bolşevikler ve Daşnaklar Azerileri, ilk etapta
Musavat’ı iktidardan uzaklaştırmak için ittifak ettiler. Musavat’ın yeni seçilmiş olan Sovyet’in terkibine
dahil olmaktan imtina etmesi Bakı’da hakimiyetin Bolşevikler ve perde arkasında ise esas Daşnakların
eline geçmesine ortam hazırladı
Kısa müddet zarfında Bakı petrol kuyularında çalışan Rus işçileri ve Ermenileri toplayarak 18
Mart 1918’de Ermeni ve Ruslardan oluşmuş Bakı işçi, asker milletvekilleri Bakı Sovyet yönetimini
kontrolleri altına aldılar ve Şaumyan Sovyet’in başkanı oldu. Hakimiyeti ele geçirmek için Bolşeviklere
“Musavat”ın önüne geçecek ve onlara darbe vuracak güçler gerekliydi. Bunu da Daşnakların silahlı
kuvvetlerini yardıma çağırarak sağlamış oldular. Bunun sonucunda 1918 yılının Mart aylarının sonunda
Nisan aylarının başlarında Bakı’da ve diğer Azerbaycan şehirlerinde toplu katliamlar oldu
Müslüman ahiliyi katletmek ve Bolşeviklerin hakimiyeti ele alması için hazırlıklar bitmişti.
Fabrikalarda ve madenlerde Kızıl Ordu’ya gönüllüler yazılırken muhtelif sebepler öne sürülerek Azeri
Türklerini kabul etmiyorlar, Ermenileri ise hevesle yazıyorlardı. Cepheden dönen Ermeni askerlerini her
yolla Bakı’da bulundurmak için gayret sarf ediyorlardı. Eli kanlı cellat Hamazasp kendi silahlı birliğini
“Kızıl Ordu’nun 3. bölüğüne” çevirmişti.[24
Bu sırada Müslümanların tek askeri birliği Lenkeran’da gönüllülerden oluşmuş «Dikaya Diviziya”
idi. Bu sebeple Bolşeviklerin ve Daşnakların ilk darbesi ona indirildi. Hacı Zeynelabidin Tağıyev’in bu
gönüllü birlikte hizmet eden ve elim bir şekilde ölen oğlu Mehemmed’in cenaze merasimine giden
arkadaşlarını -General Talışinski başta olmak üzere- hepsi Şaumyan›ın emriyle toplu halde garda
tutuklandılar. Bu Bakı’da ve Azerbaycan’ın muhtelif şehirlerinde tepkilere sebep oldu.[25
Bu durumda Musavat tamamen tecrit edilmiş oldu. Panislamizmle korkutulan Menşevikler ve
Komünistler de Daşnak ve Bolşevikleri müdafaa ettiler. Aynı zamanda Şaumyan ve onun emrindekiler
Müslüman ahaliyi silahsızlandırmak için her şeyi yapıyorlardı. Şaumyan›ın iştirakı ile yapılan istişareden
sonra N. Nerimanov, Tezepir camisine giderek Müslümanları sakinleştirmeye çağırdı ve Sovyet
hakimiyetinin gücünün bu tür fevri davranışlara son verdirecek kadar gücü olduğuna halkı inandırmaya
çalıştı. Musavatçıların güya kalede kalan Rusları öldürdükleri yolundaki uydurma haberlere inanan
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
97
www.ulkuocaklari.org.tr
Zaten bundan önce, Şaumyan›ın emriyle bir kısım silahlı birlik Hacıgabul’dan geçerek Salyan’a
ve daha sonra da bazı kuvvetler deniz yoluyla Lenkeran’a gönderilmişti. Resmi maksat Bakı Sovyet›ine
dahil olmayan “Dikiya Diviziya”yı silahtan arındırmaktı. Ancak, Daşnaklar yol boyunca köyleri tahrik ve
taciz etmeye başladılar. Özellikle, Astara’da onlarca ev tahrip edildi ve yakıldı. Mukavemet göstermek
isteyenler acımasızca öldürüldüler. 30 Mart’ta Şaumyan›ın emri doğrultusunda Lenkeran’a dönen
Azeri savaşçılarının olduğu «Evelina” gemisi Bakı limanında tutuldu. Komutan mukavemet göstermeye
çalıştıysa da askerlerin silahları toplatıltı. Musavat Partisi’nin temsilcileri ile Azeri askerlerin bulunduğu
“Avetik” gemisi de Şaumyan›ın emriyle Ermeni silahlı birlikleri tarafından ateşe verildi. Aynı gün Avakyan
“Astoriya” otelinde Daşnaklara silah dağıtmaya başladı. Bu günlerde S. Lalayev’in birlikleri Şamahı›da
Müslüman ahaliye baskınlar düzenlemeye başladılar.[26
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hazar Denizcileri şehrin Müslümanların yaşadığı mahallelerine ateş açtılar[.27
Şehirde Müslüman ahalinin toplu katliamları başladı. Önceleri tarafsızlığını ilan etmiş olan
Daşnaklar hızla oluşmuş duruma milli bir hüviyet kazandırmaya çalıştılar. Onlar da Salyan kazarmasından
şehrin Müslüman mahallelerine ateş açmaya başladılar. Aynı zamanda süvariler ve piyade birlikleri de
hücuma geçtiler.[28
Hadiselerin şahidi olan Yahudi A. N. Kvasnik, Ermeni silahlı birliklerinin evlere girerek buldukları
Azerileri hemen kurşuna dizdiklerini belirtmişti. Onlar için her şey mübahtı. Ellerine fırsat geçtiğinde
kadınlara tecavüz ediyorlardı. Ermeniler Müslümanları büyük kitleler halinde “Rekord” ve “Mailov”
birimlerine kovuyorlardı. Çoğunu da yolda öldürüyorlardı. Daşnaksütyun Partisi güya esirlerin
dokunulmazlığını koruyordu. Aslında Ermeni grupları birbirinin ardınca binaya girip sağlam Müslümanları
seçerek arka avluda onları kurşuna diziyorlardı. Ermeniler ateşkes ilanından sonra da durmuyorlar
Müslümanları öldürmeye devam ediyorlardı.[29
1 Nisan günü Azerbaycanlı ahalinin temsilcileri Bakı Sovyeti’ne bizzat Şaumyan›a müdafaasız
Müslümanların katliamını durdurması isteği ile müracaat ettiler. Ancak, Azeri Türklerinin katliamı 3
Nisan›a kadar devam etti. Yalnız, Caparidze’nin sert müdahalesi ve onu savunan 36. Türkistan Alayı’nın
ciddi istekleri ve Rus Hazar denizcilerinin Bakı Sovyetinin emrinden çıkacakları hususundaki haberleri
bu kitle katliamlarını durdurdu. Ardahan ve Krasnovodsk askeri gemileri şehir limanlarına yanaşarak
Müslümanların katliamları durdurulmazsa şehrin Emenilerle meskun mahallelerini topa tutacaklarını
bildirdiler.[30
Daşnak Partisi’nin Bakı’da Bolşeviklerle sıkı alakalarının neticesinde Daşnakların yardımıyla
Bolşevikler 1918 yılının Mart ayında “Musavat”ı darmadağın ettiğini o zamanın Daşnaksütyun
liderlerinden biri olan O. Kaçaznun da itiraf etmiştir: “... biz idari tedbirlerle Müslüman yerleşim birimlerinde
düzen kuramadık ve silah zoruyla, askeri güçlerle, toplu katliamlarla yapmaya çalıştık ve hatta bunda
da yeterince başarılı olamadık”.[31] 1918 yılının Mart’ında Azeri Türklerini sadece Bakı’da kırmadılar.
Daşnaklar Şamahı kazasında da büyük vahşilikler sergilemişlerdir. Şehir yakılmış tarihi binalar Cuma
Camii gibi. mahv edilmiştir.[32] Şamahı›yı zabtetmek için meşhur Daşnak savaşçıları olan T. Emirov ve
S. Lalayev gönderilmişti. Bunlar Bakı›da yaptıkları katliamlarla tanınmışlardı
Kazada 40 civarında Azeri köyü dağıtılmış, binlerce genç Müslüman tutuklanarak katledilmişlerdir.
[33] Lalayevcilerin vahşiliklerine insan aklı eremezdi. Hatta Bakı Sovyet’i, Kojemyako’nun başkanlığında
bir de askeri tahkikat komisyonu kurulmuştu. Komisyon Müslüman ahalinin katledilmesiyle ilgili Lalayev’in
aleyhinde bir de rapor tanzim etmiştir. Ancak, Kojemyako, Lalayev’i cezalandırmak için çağırdığı zaman
buna Şaumyan engel olmuştu.[34
Meşhur Daşnak katili Hamzasp Guba yerleşim biriminde daha da büyük vahşilikler sergiledi.
Nisan ayında Bolşeviklerin temsilcisi D. Gelovani 187 silahlı askerle Guba’ya gelip kendini yerleşim
yerinin komiseri ilan etmişti. Gubalılar Sovyet hakimiyetini kabul etmişlerdi. Ancak birkaç gün sonra
dağlık kesimde yaşayan çevredeki Lezgi köylerinden şehre yapılan saldırılar sonucu şehri elinde
tutamayan Gelovani şehri terk etmiş, bu arada kendisiyle birlikte Hırıstiyan sakinleri (bunların çoğu
98
Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeniler idi) de götürmüştü. Lezgiler, geri çekilenleri de takip ederek bir kısmını öldürdüler. Daha
sonra Lezgi birlikleri de Guba’yı terk ettiler ve şehirde normal hayat devam etti.[35
İki hafta sonra Şaumyan, diğer komiserlerle anlaşmadan Hamazasp’ın birliğini Guba’ya gönderdi.
Bu birlik tahminen 2.000 kişiydi ve yalnızca Ermenilerden oluşmuştu. Hamazasp’ın kendisi Gubalılara
kendisinin “Ermeni halkının kahramanı ve menfaatlerinin müdafii” olduğunu beyan etti. Ayrıca, Guba’ya
düzeni sağlamak maksadıyla değil iki hafta önce bu bölgedeki çatışmalarda öldürülen Ermenilerin
intikamını almak için gönderilmişti. Ona deniz sahilinden Şah Dağı›na kadar olan bütün bu bölgede
yaşayan Müslümanları yok etme (Şirvan›da olduğu gibi) ve evlerini yurtlarını yakıp yıkma emri verilmişti.
[36
1 Mayıs 1918’de Hamazasp’ın silahlı güçleri Guba’yı muhasara edip top, roket ve tüfeklerle
saldırdı. Silahlı güçler hiçbir mukavemetle karşılaşmadan şehre girdi. Ermeniler sokaklarda rastladıkları
insanları kadın, çoluk çocuk, yaşlı genç ayırt etmeden acımasızca öldürdüler. Evlere girerek bütün aileyi
birden yok ettiler hatta kundaktaki çocuklara dahi acımadılar. Kerbelayı Memmed Tağı oğlu 14 kişilik
ailesiyle, Memmed Resul hanımı ve üç çocuğu ile birlikte, Memmed Resul’ün karnını yararak, çocuklarının
ise başlarını keserek katlettiler. Bunlara benzer birçok aileyi topluca öldürdüler. Ermeni askerler
erkeklerden kendileri için Müslüman kadınlar getirmeyi istiyorlardı. Bu isteklere razı olmayanlardan Ali
Paşa Kerbelayı Meherrem ve onun oğlu -babanın gözü önünde oğlunun gözü çıkarılarak, işkencelerle
öldürüldüler. Bunun sonucunda Guba’da genel toplam itibarıyla 2.000 kadın, çoluk, çocuk, yaşlı, genç
Ermeniler tarafından katledildi. Ermeniler yüzü aşkın kadın ve kıza tecavüz etmiş, paralarını, altınlarını
ve kıymetli eşyalarını ise gasbetmişler, yüzlerce evi yakıp yıkmışlardır.[37
Bütün bunlara rağmen, günahsız kan akıtan Bolşevik Daşnak ittifakı kendi hakimiyetini
yalnız Bakı ve çevresine yayabildiler. 1918 yılının Şubat’ında Güney Kafkasya’da Rusya Müessisler
Meclisi’ne seçilmiş olan milletvekilleri Tiflis’te Transkafkasya Birliği’ni oluşturup Güney Kafkasya
Federatif Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etmişlerdi. Transkafkasya hükümeti Rusya ile Almanya ve
müttefikleri arasında 5 Mart 1918›de yapılan Brest Litovsk antlaşmasını tanımadığını bildirip antlaşma
şartlarında Türkiye’ye geçmesi gereken Kars, Batum ve Ardahan’ı diğer işgal altındaki Türk topraklarını
da boşaltmaktan imtina ettiğinden Trabzon’da ve daha sonra Batum’da sülh görüşmeleri yapıldı.
Transkafkasya temsilciler heyetine dahil olan Ermeni ve Gürcü temsilcileri muhtelif yollarla görüşmeleri
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
99
www.ulkuocaklari.org.tr
Hamazasp’ın güçleri Guba’ya giderken demiryolunun her iki tarafında da bulunan Müslüman
köylerine baskınlar tertip etmiş, evleri yerle bir etmiş, kaçamayan insanları ise öldürmüşlerdi. 122 Türk
Müslüman köyü, Deveci, Se’dan, Çarhana, Siyezen ve başka birçok köy dağıtılmış ve yakılmıştır.
Bazen, ahali Ermenilerin yanına beyaz bayrakla temsilciler göndermişler ancak, Ermeniler onlarla daha
hiç konuşmadan kurşuna dizmişler ve bu temsilcileri gönderen köyleri yakmışlardır. Mesela, Alihanlı
yerleşim biriminde temsilci olarak Ermenilerin yanına giden köy muhtarı Mirze Mehemmed Dadaş oğlu
ve Gülhüseyn Meherrem oğlunu öldürmüşlerdir. Deveci Pazar ve Kızıl Burun köylerinin sakinleri 15
kişiyi barışın sembolü olan tuz ve ekmekle Ermenilerin yanına göndermiş ancak, Ermeniler dostluğu
ve barışı kabul etmeyerek temsilcileri öldürmüşlerdir. Ermeniler birçok camiyi yıkmış, sayısız Kur›an’ı
parçalayıp yakmışlardır.[38
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
uzatarak işgal altındaki Türk topraklarından çekilmekten imtina ediyorlardı. Bunun neticesinde Osmanlı
ordusu askeri harekata yeniden başlamak durumunda kaldı ve Sarıkamış, Kars ve Batum şehirleri
işgalden kurtarıldı
Düzenli Osmanlı askeri birliklerinin önünden kaçan Ermeniler yol boyunca geçtikleri yerlerdeki
Türk ahaliyi de katletmeye başladı. Çok kısa bir zaman zarfında Kars vilayetine bağlı 82 Müslüman
köyü yakıldı, ahalisinin bir kısmı öldürüldü kalanı ise bitap haldeydi. Ermenilerle birlikte Kars’ı terk eden
Yunanlılar şöyle yazmaktadır: “Türk Ordusu karşısında geri çekilen Ermeni kaçaklar etraftaki Müslüman
köylerini yer yüzünden silerek her şeyi ateşe verdiler, insanları kılıçtan geçirdiler, tasavvur edilemez
işkenceler yaptılar. ‘Galip’ Ermeni ordusu kaçarken askeri ganimetleri yani süngü ucuna takılmış
kundaktaki çocukları ve geçtikleri yolların kenarlarında çıplak soyundurdukları Müslüman kadınlarını
takıyorlardı. Bu cehennem azabından aklını kaybetmiş kadın ve çocukların yürekler parçalayan
iniltilerini, kocaların ümitsiz nalelerini dinlemek için insanın kalbi taş olmalıdır. Seksen iki köyden ibaret
bir sancak bu tasvir edilen felakete düçar olmuştur”.[39
Erivan bölgesinde yerleşen Ermeni askeri birlikleri istikbaldeki müstakil Ermenistan için arazi
temin etmek amacıyla Azerbaycan Türklerini toplu katliamlarla yok ettiler. 80.000 civarındaki Azeri
Türkü atayurtlarını terk etmek zorunda kaldı.[40
71918 yılının Mart ayına kadar Erivan bölgesinin, Erivan kazasında toplam 3015 kooperatifi
olan 32 Azeri köyü dağıtılmış ve sakinleri terke mecbur bırakmışlardı. 1908 yılının bilgilerine göre bu
köylerde 10298 erkek 8707 kadın toplam 19005 kişi yaşamaktaydı. Bölgenin Sürmeli kazasında 5.
493 kooperatif ve işletmesi olan 75 köy dağıtılmış ve sakinleri tarafından terk edilmişti. Yine 1908 yılı
bilgilerine göre bu köylerde 21.889 erkek 19.458 kadın toplam 42.347 kişi yaşamaktaydı. Eçmiedzin
kazasında 5979 işletmesi olan 84 köy dağıtılmıştı. 1908 yılının bilgilerine göre 18.967 erkek 16.658
kadın toplam 35.784 kişi yaşamıştır. Erivan bölgesinin Novobayazid kazasında 668 işletmesi olan 7
köy dağıtılmıştır. Böylelikle bütün bölgede 15.155 işletmesi bulunan 199 köy dağıtılmış ve sakinleri
köylerini terke mecbur bırakılmıştır. 1908 yılı bilgilerine göre aynı köylerde 100. 626 kişi yaşamaktaydı.
10 yılda ahalinin tahminen %30 arttığı dikkate alınırsa bölge üzerinde 135 bin kişinin yaşadığı Müslüman
köyünün dağıtılması ve ahalisinin zorla dağıtılması demektir.[41
Ermenilerin, Kafkasya Müslümanlarına tecavüzünün arttığı bir zamanda Türk askeri birliklerinin
ilerlemesi Azeri Türklerinin tamamen yok edilmesini önlemiştir. Osmanlı ordusunun hareketi aynı
zamanda Transkafkasya Federasyonu’nun dahilinde bulunan anlaşmazlıkları da keskinleştirmiş oldu
ve dağılmasını hızlandırdı. 26 Mayıs 1918’de Gürcistan, 28 Mayıs’ta ise Azerbaycan ve Ermenistan
bağımsızlıklarını ilan ettiler. Azerbaycan ile Türkiye arasındaki ikili anlaşmanın özel öneme sahip
olan dördüncü maddesine göre ülkenin güvenliğini sağlamak için ihtiyaç halinde Osmanlı hükümeti
Azerbaycan Cumhuriyeti’ne askeri yardım vermeyi taahhüt etmekteydi.[42] Bu anlaşma Azeri
Türklerinin varlığını koruyup muhafaza etmek için zaruri bir adım idi. Karabağ’ın dağlık kısmında huzuru
bozan Ermeni birliklerinin lağvedilmesi ve Bakı’nın işgal kuvvetlerinden temizlenip huzur ve sükunun
sağlanması için dördüncü maddenin özel bir önemi vardı
100 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Osmanlı hükümeti, Azerbaycan’a ordu gönderilmesine Almanya’nın itiraz etmemesi hususunda
gerekli girişimlerde bulunarak Osmanlı ve Azeri gönüllülerinden oluşan ‘İslam Ordusu’ kuruldu
Haziran’ın başlarında artık Türk askeri birlikleri Gence istikametine doğru harekete geçmişti. Türk
ordularının bir kısmı Kars ve Aleksandropol’dan geçerek Karakilise-Dilican-Kazak ve Ağstafa yoluyla,
bir kısmı da Güney Azerbaycan Karabağ istikametinden hareket etmişti. Mürsel Paşa’nın komutasında
5. kolordu Haziran ayının başlarında Gence’ye girdiler. Türkiye’nin Kafkasya’daki ordularının baş
komutanı Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, kendi karargahıyla birlikte Gence’ye geldi.[43]
Türk ordusunun Azerbaycan’a doğru hareketi bu bölgede hakim unsur olmaya çalışan Sovyet
Rusyası’nda ve onun kontrolündeki Bakı HKS’de ciddi rahatsızlıklara sebep oldu. V. İ. Lenin, özellikle
Mayıs ayının sonlarında S. G. Şaumyan›a gönderdiği telgrafta «Bakı›nın uluslararası durumu oldukça
zordur, bu sebeple Jordaniya ile ittifak halinde olmanızı tavsiye ederim’ şeklinde direktif verdi.[44] Bu
talimata uygun olarak S. G. Şaumyan 6 Haziran’da Gürcistan’a giderek N. Jordaniya ile görüşüp Türk
askerlerine karşı mücadele teklif etti. Bu takdirde Gürcistan’a muhtariyet verilebileceğini vaad ediyordu.
[45] Aynı şekilde Almanya da Türk askerlerinin Gürcistan topraklarından geçmesine izin verilmemesini
istiyordu. 10 Haziran tarihinde Borçalı üzerinden Azerbaycan’a doğru hareket eden Türk birliklerinin
karşısına Alman-Gürcü birlikleri çıktı. Pek de büyük olmayan bir çatışma neticesinde Türk ordusu
General Kressin’in komutasındaki Alman-Gürcü ittifak güçlerini geri püskürterek çok sayıda esir aldı. Bu
hadiseden sonra Gürcistan hükümeti de Tifliste bulunan Azerbaycan hükümetinden Tiflis’i terk etmesini
talep etti ve Azerbaycan hükümeti 16 Haziran’da Gence’ye taşındı.[46
Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetinin kurulmasını istemeyen Bakı Halk Komiserleri Sovyeti 12
Haziran’da Gence’ye hücum emri verdi. Bakı Sovyeti ordusunun askerlerinin ve subaylarının çoğu
Ermeni (doğrudan Hamazasp gibi) idi. Onlar yol boyunca bulunan Müslüman köylerinin ahalisine
acımasızca zulm ettiler. Bu yüzden ahali de onlara düşmanlık besliyordu. Şaumyan, Enzeli’deki general
Beçerahov’dan yardım istedi. Beçerahov, kendine bağlı Rus Kazak birliği ile Bakı’ya geldi, fakat,
Beçerahov cepheyi çok çabuk terk ederek Kafkasya’ya gitti
Lenin, Sovyet Rusyası’nın kendi ağır durumunu dikkate almadan Lenin Birliği olarak anılan 1.
Devrim Ordusunu Batı cephesinden ayırıp Bakı Sovyetinin yardımına gönderilmesi hususunda emir
vermişti.[47] Ancak, buhran içindeki Sovyet Rusyası da Bakı Sovyetine lazım olan yardımı gönderemedi
Ermeni milliyetçileri, hatta Andranik Bakı Sovyetine yardım etmek arzusunda olduklarını bildirdiler.
Nahçıvan’da Müslüman ahaliyi kırmakla meşgul olan Andranik bu bölgeyi Rusya’nın bir parçası olarak
ilan eder, kendisinin de merkezi Rus hükümetine bağlı olduğunu beyan eder.[49] Şaumyan, Andranik’in
bu teklifi üzerine derhal Moskova’ya haber verir. 20 Haziran’da Ukrayna cephesinden Petrov’un 800
kişilik birliği ve bazı kuvvetler Rusya’dan Bakı’ya gelir.[50
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
101
www.ulkuocaklari.org.tr
Aynı zamanlarda Azerbaycan hükümeti yardım için Türkiye’ye baş vurdu. Birleşmiş Türk-Azeri
birlikleri Göyçay yakınlarında 27 Haziran-1Temmuz tarihleri arasında devam eden çatışmalarda Bakı
Sovyeti’nin ordusunu darmadağın ettiler.[48
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bakı Halk Komiserleri Sovyeti’nin Türk-Azerbaycan ordularına karşı mukavemet gösteremeyeceğini
anlayan Bakı Sovyetinin Komünist-Daşnak çoğunluğu İngiliz askerlerinin Bakı›ya davet edilmesi
hususunda 30 Haziran›da karar alırlar. Bolşevikler hakimiyetten düşerler. Yönetime Komünist-Daşnak
Birliği diktatörlüğü geçer. Komiserler gemilere binip Heşterhan’a doğru giderler. Fakat, yeni yönetimin
emriyle onlar geri döndürülerek hapse atılırlar
13 Eylül 1918’de “Sevan” adlı yük gemisinde Heşterhan’dan Bakı’ya gelen Rus temsilciler heyeti
Sentrokaspi hükümetine hapsedilmiş Bolşevik komiserleri azad etmeyi, Rusya’nın petrol techizatının
devam ettirilmesini teklif etmiş, karşılığında Heşterhan’da bulunan birlikleri ve askeri malzemeyi Bakı›ya
göndermeyi teklif etti.[51
Türk-Azerbaycan ordularının karşısında dayanamayan Sentrokaspi diktatörlüğü yardım için
İran’da bulunan İngiliz askeri birliğinin komutanı Denstervil’e müracaat etti. Denstervil binden fazla
asker ve iki zırhlı otomobille Enzeli’den Bakı’ya geldi.[52]
Ağustos’un sonunda Türk-Azerbaycan ordusu cephenin Lökbatan bölgesinde hücuma geçtikleri
zaman İngilizler karşılarına geçmek için harekete geçtiler, ancak, başarısız oldular. Ahaliden mağlubiyeti
gizlemeye çalışan İngilizler şehrin sokaklarında marşlar çaldırdılar. Geceleyin İngilizler müttefiklerinden
gizlice gemilere binip 14 Eylül günü Enzeli’ye ulaştılar. 14 eylül’de Türk-Azeri ordusu Bakı›ya girdi.[53
Azerbaycan’a karşı olan Ermeni tecavüzü 1918 yılının ortalarından itibaren genişlemiştir.
İlan edilmemiş üstü kapalı bir savaşın bütün unsurları yaşanmaktaydı, Zengezur, Karabağ, Erivan
bölgelerinin bütün kazaları ve bu arazilerde komşu olan topraklarda Ermenilerin bulunduğu yerler vardı
ve bu yerler Ermenilerce istikbaldaki Ermenistan’ın toprakları olarak düşünülmekteydi
9. Kolordu komutanı Rüştü Paşa I. Kafkasya irtibat komutanlığına 20 Haziran 1918 tarihli
raporunda, Erivan’ın 10 km doğusundaki Ağcakala köyünden Şorbulak yoluyla Erivan’a göç eden
Müslümanların 17-18 Haziran 1918 tarihlerinde Şorbulak ve Tohmak köyü arasında Ermeniler tarafından
tamamıyla yok edildiğini bildiriyordu.[54]
9. Ordu komutanı Şevki Paşa, Baş Komutanlığa gönderdiği 27 Aralık 1918 tarihli telgrafında
Yanun adlı Ermeni’nin yönetiminde 1.200 kişilik bir kuvvetle 5 Aralık 1918 tarihinden itibaren Nahçıvan
civarındaki Müslümanlara zulm etmeye başlayarak Nahçıvan’ın 40 km kuzey batısındaki Almalı
bölgesinin 688 ve bu köyün 12 km kuzey batısında Ağuş adlı mevkide 516 kişiyi katlettikleri, genç
kadınları ayırdıktan sonra 200 kişiyi bir yerde toplayarak yaktıklarını bildirmişti.[55
1918 yılının Haziran-Temmuz aylarında katil Andranik kendi eli kanlı birlikleri ile Nahçıvan’ı ele
geçirdi ve oradan Zengezur ve Karabağ’a doğru saldırıya geçti. Andranik, Ermeni hükümetinin 4 Temmuz
1918 tarihinde Batum’da Türkiye ile yapılan antlaşmayı “ihanet” olarak adlandırdı. Ermenistan’ın Daşnak
hükümeti ile alakasını kestiğini ve «Türk işgalceleri” ile silahlı mücadeleye devam edeceğini ilan etti.
[56] Ancak, Andranik, Türkiye ile açıkça savaşa girmeye de cüret edemedi ve bütün savaş kabiliyetini
silahsız müdafaasız Azerbaycan köylerini yakıp yıkmak ve ahalisini katletmeye yöneltti Şaumyan›dan
destek alan Andranik katillerinin hareket alanını genişletti. Onun ilk kurbanları Zengezur’un sakinleri,
102 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sonra Karabağ’ın ahalisi oldu. Belirtmeliyiz ki, o zaman Nahçıvan, Şarur, Derelyez, Sürmeli kazaları ve
Erivan kazasının önemli bir kısmı Azerilerle meskun idi. İstitastiki bilgilere göre bahsi geçen kazalarda
Müslüman ve Ermenilerin oranı şu şekildeydi; Nahçıvan kazası 62,5’a-36,7; Şarur-Derelyez kazası
72,3’e-27,1; Sürmeli kazası 63’e-30,4, Erivan kazası 60,2’ye-37,4 hatta bazı yerleşim birimlerinde
(Vedibasar, Millistan gibi) Azeri Türklerinin yoğunluğu %›90›a ulaşmaktaydı.[57
Özellikle bu yerler Ermeni silahlı birliklerinin baskınlarına daha çok maruz kalmaktaydı. Olaylara
şahit olanların verdiği bilgilere göre «Andrinik’in silahlı birlikleri Müslüman çocuklarını ateşlerde yakar,
hamile kadınların karnını yarıp, insanların kafataslarına çivi çakar, kadınların yüzlerine haç işareti
çizerlerdi.[58
1918 yılının yazında Nahçıvan’ı işgal eden Andranik bu kazayı “Sovyet Rusyasının ayrılmaz bir
parçası” ilan etmiş, kendine bağlı birlikle Merkezi Sovyet hükümetinin ihtiyarına girdiğini bildirmişti.[59]
Anranik, daha sonra Ağdam ve Yevlah’ı işgal etmişti, Bakı HKS ile ilgi kurmak istiyordu.[60]
zvestiya gazetesinin 24 Temmuz 1918’de ve takip eden birkaç gün sürecindeki sayılarında
Andranik’inin hareketi hususunda haberler vermiş ve hatta “halk kahramanı” adıyla mülakatlar
yayınlanmıştı.[61
S. P. Ağayan, milli çatışmaların ortaya çıkması hususunda asıl fitne merkezinin “Türk yöneticileri
ve toplarının bulunduğu Yayıcı, Nehrem ve Cehri köyleridir” şeklinde bahsetmektedir. Güya Türkler
19 Temmuz 1918’de Nahçıvan’ı işgal ederken şehirde ve çevredeki köylerde dehşetli katliamlar
yapmışlardır. «Belirtmek lazımdır ki, bu çarpışmalar esnasında Andrinik’in bazı askerleri tarafından
baskılar olmuştu, ancak, bu gibi olaylar bizzat Andrinik’in kendisi tarafından yapılmıştır”.[62
Cavanşir, Şuşa, Cebrayıl ve Zengezur kazalarında Azerbaycanlı ahali Ermeni milliyetçilerinin
hareketlerinden çok zararlar görüyordu. Fevkalade Tahkikat Komisyonu’nun üyesi Mihaylov’un
dilekçesinde belirtilir ki, Ermeni silahlı birliklerinin Cavanşir kazasında Müslüman ahaliye karşı baskınları
1917 yılının Aralık ayında başlamıştır. Cavanşir kazasında Ermeniler Müslüman köylerine baskı yapıyor,
mallarını eşyalarını alır, yerli ahaliye ise dağlara ve geriye göç etmeye imkan vermiyorlardı. Ümidsiz
duruma sevkedilmiş Müslümanlar ne pahasına olursa olsun büyük kayıplara maruz kaldılar. Bir çok
kaçkın onları takip eden Ermeniler tarafından öldürüldüler.[64]
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
103
www.ulkuocaklari.org.tr
Düzenli Türk ordularının karşısında aciz kalan Andranik, Ermenistan’ı terk ederek dışarıya gitmişti.
Ermenistan’da Sovyet hakimiyeti kurulduktan sonra Andranik, “Sovyet Ermenistanı’nın karşısında
önemli bir işaret gibi” kendi kılıcını Erivan müzesine göndermişti. O kendi silahlı birliğine “640. Ermeni
Özel Darbe Birliği” adını vermişti. Andranik’in, elamanları aynı zamanda Karabağ’ın Ermeni ahalisini
silahlı isyana teşvik ediyordu. Andranik üç kez Zengezur’dan Karabağ’ın dağlık kesimlerine geçmek
için hareket etti. Fakat, her defasında Zabuk deresinde Azerbaycan savunma birliklerinin mukavemeti
ile durdurulmuştu. Ancak, O, kendi beyanatlarında artık Zengezur’u, Karabağ’ı ve Gence bölgesinin
Dağlık Karabağ’dan kuzeyde olan kısımlarının payıtahtı Şuşa olmakla birlikte “Küçük Ermenistan” ilan
etmişti.[63] İstikbaldeki “Küçük Ermenistan’ın” topraklarında olan Azerbaycanlı ahali aralıksız teröre
maruz kalmıştı. Diğer Ermeni “halk rehberleri” Hamazasp, General Dro, Albay Doluhanov ve diğerleri
de Andranik’den geri kalmıyorlard
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bunların yanında Ermeni birlikleri 1918 yılının ilkbaharında ve yazında Terter havzası çaylarının
karşısını keserek mecrasını değiştirmiş, rahat ve huzur içinde yaşayan Müslüman ahaliyi sudan
mahrum etmişlerdir.[65] Bu Azerbaycanlı ahaliyi sıkıştırmak taktiklerinin birinci merhalesi idi. 1918
yılının ikinci yarısından itibaren tazyik ve sıkıştırmalar toplu katliamlar, baskınlara ve bütün köylerin
sakinlerinin baştan sona yok edilmelerle yer değişti. Ermeniler, Cebrayıl kazasında Azerbaycanlılar
yaşayan Düdükçü, Helefli, Totor, Sirik, Nusaslı, Eyvapzlı, Melikli köylerini yağma edip yakmış, onlarca
insanı öldürmüşlerdir.[66
Zengezur kazasında, Azeri köylerinin birbirinden uzak ve adeta Ermeni köyleriyle çevrili olması,
diğer taraftan Andranik’in yönettiği çok sayıda askeri gücün olması Azeri Türklerinin durumunu çok
ağırlaştırıyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti›nin topraklarına dahil olan ve muhtemel ki, Ermenistan
hükümetinden emir alan Andranik Müslüman ahaliden Ermenilere tabi olmalarını ya da topraklarını
terk etmelerini istedi. Hiçbir yerden yardım almayan ve tecrit olmuş Azeriler, Ermenilere tabi olmadılar.
Ermeniler, Müslümanlara karşı sınırsız kötülükler yaptılar. Hatta, Müslümanlar gönüllü olarak kendi
topraklarını terk ettikleri halde bile Ermeniler köyleri yakıp, köy sakinlerini öldürüp, hayvanları ve taşınır
malları yağma ettiler
Fevkalade Tahkikat Komisyonu’nun bilgilerine göre 1918 yılının ilkbaharı ve sonbaharı içinde
Zengezur kazasında 105 Azeri köyü dağıtılmış, yakılmış ve mahv edilmişti.[67] Hesaplara göre bu
zaman zarfında 3257 erkek, 2276 kadın ve 2196 çocuk öldürülmüş, 1060 kişi yaralanmış, 794 kadın ve
485 çocuk yaralanmıştı. Toplam 10.086 insan öldürülüp, yaralanmıştır. 50. 000 Azeri hayatta kalabilmek
için Zengezur’u terk etmek mecburiyetinde bırakılmıştır.[68
Bugadı köyünde 15 güzel kız Ermeni savaşçılarına verilmiş olmasına rağmen işkencelerle
öldürülmüşlerdir. Aynı köyde 400 köylü camiye sığınmış oldukları halde Ermeniler pencereden içeriye
bombalar atarak öldürmüşler sonra da içindeki insanlarla birlikte camiyi yakmışlardır. Yine bu köyde
Ermeniler birçok kadına tecavüz etmiş ve sonra göğüslerini keserek işkenceyle öldürmüşlerdir. Nüvend
köyünde Ermeniler 100 ihtiyar insanı süngüleyerek öldürmüş, kaçmak isteyen kadın ve çocukların
başlarını kesmişlerdir. Şeki köyünde, sokaklarda göğüsleri kesilerek öldürülen kadın ve parçalanmış
çocuk cenazeleri vardı. İrmişli köyünde Ermeniler kundaktaki çocukları süngülere takmışlar, Agudi
köyünde bütün güzel kızlara tecavüz edilmiş ve öldürülmüşlerdir. Bağırbeyli köyünde Ermeniler 7
erkek ve kadını bir eve doldurarak evi içindekilerle birlikte yakmışlardır. Müslüman cenazelerinin eli,
ayağı, başı kesilerek öylece sergilenmiş, ölülere dahi işkenceler yapmışlardır. I. Vartanuzar köyünde
çoğu kadın ve çocuk bıçaklarla doğranmış, Rahman Efendi köyünde ihtiyarların gözleri çıkarılmış ve
öldürülerek ölüleri yakılmıştı.[69]
Müslüman köylerinin çoğu Andranik’in silahlı birlikleri kazaya girdiklerinde dağıtılarak
yakılmışlardır.
Hadiselerin şahidi olan A. Lalayan “Daşnak birlikleri, Türk kadın ve çocuklarını, ihtiyarları ve
gençleri mahv etmek için olağanüstü ‘şecaat’ gösteriyorlardı. Daşnak birlikleri tarafından ele geçirilmiş
olan köyler insanlardan temizlenmiş ve ucube hale gelmiş cesetlerle dolu harabelere çevriliyorlardı”
diye yazmaktadır.[70
104 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Daşnak eşkıyalarından biri de kendi ‹şecaatlerini› şöyle tasvir etmektedir: «Ben hiçbir şey ayırt
etmeden Basargeçer’de Türkleri mahv ettim.
Harcadığım kurşunlara acırdım. Bu itleri öldürmeyin en doğru yol savaştan sonra sağ kalanları
toplayıp onları kuyulara doldurmak ve onların içeriden çıkmamaları için üstlerine ağır taşlar dökmek
lazımdır. Ben böyle yaptım, bütün erkek, kadın ve çocukları kuyuya doldurup üstünü taşla doldurdum”.
[71
Erivan bölgesinde Müslüman ahali acımasız teröre maruz kalmıştır. Bir daha belirtmeliyiz ki,
Azeriler yeni kurulmuş Ermenistan Cumhuriyeti nüfusunun önemli bir kısmını oluşturuyorlardı. Erivan
kazasının kendinde 1914 yılının bilgilerine göre Azeriler Ermenilerden iki misli fazlalıkta idiler.[72]
Daşnak hükümeti Büyük Ermenistan kurmak için on binlerce insanı öldürmeye hazırdı
Ermeni silahlı birlikleri Şerur, Dereleyez kazasında özellikle zulm ediyorlardı. Onlar, Vedibasar,
Aralık, Vedi, Genibasar, Büyükvedi, Demirci köylerinde toplu katliamlar yapmışlardır. Ancak, burada
Albay Doluhanov’un birliği yerli sakinlerin mukavemeti ile karşılaştı. Andranik’in başlıca elamanlarından
biri olan General Dron’un (o zaman askeri işler bakanının yardımcısı görevindeydi) komutasınyla
Doluhanov’a yardım gönderildi. Ancak, Abbaskulu Bey Şadlınski›nin liderliğindeki Azerbaycan Muhafız
birlikleri galip geldi. Ermeniler, savaş meydanında binden fazla ölü bırakarak kaçtılar. İngilizlerin
müdahalesi neticesinde askeri faaliyetlere bir müddet ara verildi. Fakat, sonra yeni bir kuvvetle yeniden
canlandı. Ancak, Ermeniler, Noraşen ve Şahtahtı›da savaşlarda yeni mağlubiyetlere uğradılar. Meydan
muharebelerinde mağlup olan Ermeniler, General Dron’un tabiriyle ifade edersek “arka cepheyi
temizlemek için” Şildi, Halsa, Ovşar, Camrkan, Karalar, Küçük Vedi ve Şıhlar köylerini yer yüzünden
sildiler. Sadece Iğdır bölgesinde ve Eçmiedzin kazasında 60 Azeri köyü dağıtılmış, erkekleri öldürülmüş
kadınları ise esir olarak götürülmüştür.[73
Erivan bölgesinin yalnız güney kısmında yüzlerce Azeri köyü yakılıp yok edilmiştir. Bu bölgelerdeki
sürgün ve kaçkınların sayısı 100. 000 kişiyi aşmaktaydı. Arşiv kayıtlarına göre bu tür köylerin sayısı
155’e ulaşmaktaydı.[74
Azerbaycan hükümetinin müttefik devletlerin Ali Komiserine takdim ettiği bilgide 1919 yılının
Ağustos ve Eylül aylarında Ermeni askeri birlikleri Eçmeddin, Sürmeli, Erivan, Yeni Bayad kazalarında
Müslüman köylerini dağıttıklarını bildiriliyordu
4Eçmeddin kazasında bir köy saldırıdan kurtulmuş, Sürmeli kazasında ise 4 köye dokunulmamıştı.
Erivan kazasının Zengibasar bölgesinin Azeri köylerinin ahalisi müdafaaya hazır oldukları için Ermeniler
onlara dokunamamışlardır
1918 yılının sonbaharında Zengezur’un bir kısmında kuvvetlenen Andronik burada bir çeşit
Ermeni “Gubernatorluğu” teşkil ederek Gorus’u onun merkezine çevirdi sonra da “başkent” Şuşa olacak,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
105
www.ulkuocaklari.org.tr
1919 yılının Ağustos ve Eylül ayları içinde Erivan bölgesinde Eçimeddin kazasında 62 köy,
Sürmeli kazasında daha 34 köy dağıtılmış, Erivan kazasında da 34 köy de dağıtılıp, Erivan kazasında
Zengibasar bölgesindeki köyler istisna olmak üzere Azeri köyleri yok edildi.[75
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Küçük Ermenistan” devletini kurmaya çalıştı.[76] Zengezur kaza reisi 12 Eylül 1918 tarihli 3 numaralı
raporunda Andranik’in liderliği ile Ermenilerin Rut, Darabas, Ahadu, Hidi köylerini dağıttıklarını Erikli,
Şükür, Melikli, Pulkend, Şeki, Kızılcık köyleri ile Karakilse, İrlik, Tahıllı, Darabas, Kürdler, Hotanan,
Sisyan ve Zabadur köylerinin Müslüman mahallelerinin yakıldığını, bu sırada kurtulabilen 500 erkek,
kadın ve çocuğun katledildiği haberini veriyordu.[77]
Mudros antlaşmasına esasen Osmanlı askeri birliklerinin Azerbaycan’dan çıkması ile Ermeni
birlikleri yeniden faalleşti. Ermeni birliklerinin tecavüzünün önlemek için 1918 yılının Kasım ayında
Nahçıvan bölgesinde Aras Türk Cumhuriyeti kurulmuştur. Onun arazisi Nahçıvan, Şarur Dereleyez ve
Ordubad kazalarını ve Serdarabad, Uluhanlı, Verdibasar, Kemerli, Mehri gibi şehirleri ihtiva etmişti.
Merkezi ise Nahçıvan şehri idi. Bu devlet 1919 yılının Martı’na kadar mevcut olmuştur.[78
Birinci dünya savaşı bittikten sonra Kafkasya’da o cümleden Azerbaycan’da sağlamlaştırmaya
çalışan İngilizler kendi amaçlarına ulaşmak için Ermenilerden de istifade etmeye başladılar. Kendi
açılarından Lord Kerzon’un “... Elahazret hükümetinin başlıca amacı Ermenilerin azad edilmesidir”
fikrinden hayat bulan Ermeniler de İngilizlerin siyasetinden faydalanmaya çalışıyorlardı.[79]
1919 yılının Şubat’ında Nahçıvan bölgesine az sayıda İngiliz askeri getirildi. Aynı zamanda
Ermenistan›ın komşu bölümleri Zengezur-Nahçıvan-Karabağ bölgelerine tecavüzünü daha da genişletti.
İngilizler, Nahçıvan bölgesini geçici olarak tarafsız bölge ilan ederek burada kendi askeri yönetimlerinin
kurulduğunu ilan ettiler.[80]
ngilizlerin Nahçıvan’a girmelerine rağmen Azerbaycan hükümeti bu bölge üzerinde olan yönetim
yetkisini geri çekmedi. Bununla birlikte, mevcut fiili durumu da dikkate alarak 1919 yılı Şubat ayında
Nahçıvan askeri yönetiminin kurulması husunudaki kararı da kabul etti. Behram Han da bu yönetime
başkan tayin edildi.[81
Osmanlı orduları gittikten sonra Ermenistan tarafından yönlendirilen ve techiz olunan Andranik
kendi silahlı birliği ile Zengezur’da yeni yeni olaylara sebep oldu. Andranik’in kendi silahlı birliği ile
22 Kasım 1918 tarihinde Zengezur kazasının merkezi olan Gorus’a geldi. Ermeni silahlı güçleri kısa
bir müddet adzında kazanın 30’dan fazla Azeri köyünü yaktılar.[82] Yalnız 9 Aralık 1918’de yalnız bir
günde Ermeniler 120’den fazla köyü yakmışlardı.[83
Andranik’in ve birliğinin Zengezur’da Azerilere karşı yaptığı katliam ve kırgınlar 1918 yılının
Mart ayına kadar devam etti. Zengezur kaza reisinin Gence Yönetimine gönderdiği 28 Şubat 1919
tarihli mektubunda şu kayıtlar bulunmaktadır: Kana susamış Ermeniler Andranik’in komutasında en
katı vahşiliklerini ve zulümlerini Hekerin’den Aras’a, Minkend’den Bazarçay’a ve Nahçıvan kazasının
sınırlarından uzanan araziye tatbik etmişlerdir.[84
1919 yılının Şubat ayının sonlarında Andranik katliamlarını genişletti. Zengezur kaza reisinin
ADR’nin Dahili İşler ve Harbi Bakanlıklarına gönderdiği 28 Şubat 1919 tarihli belgede, 23 Şubat›ta
Andranik silahlı ve kuvvetli bir birlikle Gorus’tan Dağ istikametine hareket etmiş aynı zamanda da onun
birliğinin 4 bölüğü Ağarak köyüne gelmiştir.[85]
106 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
15-17 Şubat 1919 tarihlerinde yapılan bölge toplantısında Zengezur’da şimdiye kadar 166 köyün
dağıtılmış olduğu ve ahalisinin %30’unun katledildiği belirtilerek onun bölgeden çıkartılması gerektiği
hususu görüşüldü.[86] ADR Hükümetinin isteğini dikkate alan müttefik komutanlığı Andranik’in silahlı
kuvvetlerinin Azerbaycan’dan çıkarılması isteğini kabul etti. Aynı karara göre Andranik’in 1300 kişi
piyade, 500 atlı birliklerinden ibaret bölüğü 7-11 Mart tarihleri arasında şose yolu ile Yevlah’a geçmesine
izin verilmişti. Onun burada silahdan arındırılarak Erivan’a gönderilmesi gerekiyordu.[87]
Andranik’in kendi birliği Eçmiedzi’nde katolikosa tehvil vererek harice gitmiş ve bir müddet orada
“Büyük Ermenistan” kurulması uğrunda Daşnak Hükümeti adıyla «diplomatik görüşmeler yapılmıştı».
[88] Onun silahlı birlikleri Azerbaycan’dan gittikten sonra bazı bölgelerde bu arada Zengezur’da
Ermenilerin fitnekar emelleri devam etmiştir. Resmi Erivan’ın desteklediği Karabağ Ermenilerinin
isyankar hareketleri ve yerli Müslüman ahaliye karşı yaptıkları zulümleri önlemek, Andranik’in başıbozuk
birliklerini uzaklaştırmak için güçlü bir idare organı kurmak amacıyla Azerbaycan hükümeti 1919 yılı
Ocak ayında Karabağ Genel Yönetimi kurmak ve Hüsrev Bey Sultanov’un genel yönetici olarak tayin
edilmesi hususunda karar kabul etti.[89]
Karabağ ve Zengezur’a dair ikibaşlı ve birbirine ters siyaset yürüten İngilizler Azerbaycan’ın bu
bölgelere hukuklarını resmen tanısalar da bölgelerde hakimiyet aslında Azerbaycan’a değil Ermeni Milli
Şurası’na vermiş hatta Ermenilerin Karabağ ve Zengezur’da kuvvetlenmesine mani olan bir şahıs gibi
Hüsrev Beyi vazifesinden uzaklaştırmaya niyet etmişlerdir
1919 yılının yazında Ermenistan’ın Nahçıvan topraklarını işgal etme niyetleri daha da kuvvetlendi
Ermeniler İngilizlerin bu işte onları himaye edeceklerini ümid ediyorlardı. 19 Mart 1919’da Ermenistan
ordusunun Nahçıvan sınırındaki birliğinin komutanının kendi hükümeti DİN’e gönderdiği raporda
«Nahçıvan’daki İngiliz birliklerinin komutanı Albay Temberleyin kendisine İngiltere Genelkurmayının
Şarur kazası, Aralık ve diğer köylerinin alınmasına itiraz etmediklerini söylediğini” yazmaktadır.9
Teklinski, 20 Nisan 1919 tarihli telgrafında yayılan haberlere göre İngilizlerin Kars, Şerur ve
Nahçıvan’ı Ermenilere verdiklerini yazmaktaydı. Müttefiklere bu şaiyanın doğruluğunu araştırmak için
soruştururlar bunun doğru olması halinde birkaç milyon Müslüman ahalinin yarım milyonluk Ermenilere
tabi edilmesi halinde bütün İslam alemi daimi Sulh konferansında buna itiraz edilmesini zaruri sayıyordu.
[92]
Azerbaycan tarafının kesin itirazlarına rağmen İngiliz generali Devi ve Erivan askeri birliğinin
komutanı Dro 30 Mayıs 1919’da Nahçıvan bölgesinin Ermenistan Cumhuriyetinin geçici yönetimine
verilmesi hususunda bir emir imzaladılar.[93]
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
107
www.ulkuocaklari.org.tr
1919 yılının Nisan ayının ortalarından itibaren Nahçıvan bölgesinin Müslüman ahalisi arasında
bu bölgenin Ermenistan›ın idaresine verildiği hakkında haberler yayılmaya başladı. Azerbaycan
Cumhuriyeti›nin Erivan›da diplomatik temsilciliği teşkilatı, Ermeniler, Karabağ›ın talan ederek
Nahçıvan’da bir kişi bile Ermeni olmamasına rağmen burayı işgal etmek hususunda konuşurlar, diye
bildirmiştir.[91
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Aynı emre uygun olarak 14 Mayıs 1919’da General Devi ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin
Başbakanı G. Hatisyan Nahçıvan istasyonuna geldiler. Ahalinin itirazlarına rağmen onlar temsilci olarak
G. Varsamyan’ı Nahçıvan’da muhafaza ederek aynı gün Erivan’a döndüler.[94
Haziran’an ayının sonlarına kadar -yani tahminen 2 aylık süre zarfında- Nahçıvan Bölegesinde
Ermeni yönetimi kaldı. Ermeniler kontrolü ele aldıkları ilk günlerden itibaren ahaliye karşı gaddarca
davranmaya başladılar. Ermeniler tarafından bölgenin muhtelif yerlerinde baskılar ve talanlar başlatıldı.
Sebepsiz yere soruşturmalar başlatıldı bazı nüfuzlu şahıslar İslamcı ve Türkçü suçlamalarıyla
hapsedildi. Hayli işkenceler tatbik edildi, bunlardan kurtulmak isteyenler kaçmak durumuna düştüler.
Ermenilerin kısa süreli yönetimindesadece Nahçıvan’da 500-600 kişi hapsedildi. 100-150 kişi işkence
gördü.[95] Azerbaycan gazetesi 2 Haziran 1919 tarihli sayısında Nahçıvan’da Azerbaycan Türklerinin
Ermeniler tarafından öldürülmelerinin çoğaldığını 18 Haziran’da Ermeni zırhlı birliğinin Baş Noraşen
yakınlarındaki Müslüman köyünü ateşe tuttuğunu yazdı.[96
1919 yılının Haziran’ında yine Ermenilerin yüzünden Nahçıvan bölgesinde siyasi askeri hal
netleşti. Ermeniler sunni olarak Azerilerin isyanlarını çıkartmak sonra da onu yatıştırmak bahanesi ile
bölgeyi Müslümanlardan temizlemeye onların yerine derhal Ermenileri göç ettirip böylelikle sayı olarak
çoğunluğu sağlamayı bu yolla bölgeyi Ermenistanla birleştirmeyi hedefliyorlardı. 1919 yılının Ağustos
ayında İngiliz ordularının Kafkasya’yı terk etmeleriyle ortaya çıkacak şartları elverişli bir durum farzeden
Ermeniler bölgeyi tamamıyla ele geçirmek için kötü emellerine devam ettiler. Nahçıvan şehri ahalisi 25
Haziran’da Ermenilerin Elihanlı mahallesine yaptığı saldırıyı geriye püskürterek onların Yeni Bayazıt
kazasının sınırlarına doğru kaçmaya mecbur bıraktılar.[97
Böylelikle, Nahçıvan bölgesindeki Ermeni yönetimi başarısız kalarak rezil bir şekilde bitti.
Noraşen istasyonundaki ve Vedi yakınlarındaki çatışmalar Azeri Türklerinin galibiyeti ile sonuçlandı.
Vedi etrafında Ermeniler 4.000 kişi ve askeri malzeme kaybederk geri çekildiler.[98
Bu mağlubiyetten gazaba gelen Ermeniler Ağustos ayının başlarında İğdır ve Eçmieddin
kazasında 60 köyü talan edip dağıttılar. Ermeni birliğinin komutanı Dro kendisinin zorbalıklarını Türk
gruplarının saldırılarından korunmak adıyla güya stratejik şartlar gereği yaptığını savunuyordu.[99
Bunların dışında bir çok bölgeler de Ermeni talancılarının vahşi saldırılarına maruz kalıyordu.
Erivan bölgesi Yeni Bayazid kazasının Daşkend köyünün sakinleri 23 Ocak 1919›da Ermenistan
Hükümetinin resmi askeri birlikleri kazanın 22 köyünü darmadağın etmiş 9›unu ise tamamıyla
yakmışlardır.[100
Yeni Bayazid kazasında Ermenilerin ayaklanmalıyla ilgili Azerbaycan gazetesi 8 Şubat 1919
tarihli 29 numaralı sayısında, subaylar Filimov ve Nikolaiov’un lidirlik ettiği Ermeniler kazanın Göyce
bölgesinin Kızıl Veng, Subatan ve Zagalı köylerini dağıttıkları, 4 erkek ve 6 kadının öldürüldüğü haberi
veriliyordu. Aynı haberde, insanlarının başlarının, kadınların göğüslerinin kesildiği, Şarab köyünde bütün
insanlarının öldürüldüğü, çocukların tandırlara atılarak yakıldığı ve 8 kadına sekiz boyunca tecavüz
edildiği de bildiriliyordu
108 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeniler, İngilizlerin himayesiyle Nahçıvan bölgesinde kendi yönetimlerini kurmaya teşebbüs
etmişlerdir. Kısa süreli Ermeni yönetimini zamanında rmenilerin yaptıkları katliam, işkence ve zulümler
yapmışlardır. 19-25 Haziran 1919’da yapılan çatışmalar sonucunda Ermeni yönetiminin bölgeden
kovulması ile sonuçlandı.[101
İngilizlerin mevkilerinin zayıfladığı zamanda, yani +9+9 yılının ikinci yarısında faal hale gelen
ABŞ hükümeti Ermeni-Azeri çatışmalarından faydalanmaya çalıştı. Nahçıvan bölgesi ile ilgili konularda
aslında Ermeni yanlısı olan ABŞ bölgeye yeterince silahlı kuvvet getiremediği ve ahalinin güçlü
mukavemeti sebebiyle burada iki yüzlü siyaset yürütüyordu. Müttefiklerin Ermenistandaki Ali Komiseri
Albay Haskel Zengezur ve Karabağı Azerbaycan’ın dahilinde olduğunu kabul ederek Ermenilerle
Müslümanlar arasında normal münasebetler kurulması gerekçesiyle Nahçıvan ve Şerur-Derelez
kazalarının geçici olarak özel tarafsız bölge ilan edilmesi ve burada Amerika askeri yönetimi kurulmasını
teklinifini yaptı.[102] 23 Kasım 1913’te Amerikalıların gözetiminde Tiflis’te Azerbaycan ve Ermenistan
arasında beş maddeden ibaret anlaşma imzalandı.[103
Azerbaycan hükümeti bu geçici antlaşmaya inanarak ve müttefiklerin girişimlerini esas alarak
anlaşılan konular neticelenmeden kendi askeri birliklerini Zengezur’dan çıkardı. Halbuki, Ermenistan
hükümeti bundan istifade ederek derhal bölgeye ilava kuvvet göndererek orada daha geniş askeri
müdahalelere başladı.
1920 yılının başlarında Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal etmek arzuları güçlense
de Azerbaycan hükümetinin siyasi ve askeri tedbirleri Daşnakların planlarının gerçekleşmesine fırsat
vermedi.
DİPNOTLAR
1 “Azerbaycan” Gazetesi, 27 Mart 1998.
2 “ ‘Azerbaycan” Gazetesi, 27 Mart 1998.
3 Kavibi, “Krasnaya Kniga”, İstoriya Azerbaydjana po Documentam İ. Publizatsiya Bakü 1990, s. 159.
4 A.g.e., s. 159-160.
5 M. S.Ordubadi, Ganlı İller (1905-1906-cı İllerde Afgazda Baş Veren Ermeni Müselman Davasının
Tarihi), Bakü 1991, s. 10-11.
www.ulkuocaklari.org.tr
6 A.g.e., s. 13.
7 Nadjalov B., itso Vraga, çast 1, Bakü 1993, s. 182.
8. M. S. Ordubadi, a.g.e., s.18-22.
9 Nadjalov B., a.g.e., s. 184-185.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
109
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
10 M. S. Ordubadi, a.g.e., s. 26.
11 A.g.e., s., 40.
12 A.g.e., s., 55, 61-62.
13 A.g.e., s., 82-85.
14 A.g.e., s., 120-224.
15 A.g.e., s., 128-134.
16 Nadjalov B., a.g.e., 1 Hisse, s. 71-75.
17 M. S. Ordubadi, a.g.e., s.71-75.
18 A.g.e., s., 80-81.
19 Arutunyan A. O., Kafkazskiy Front (1914-1917), Yerevan 1971, s. 299-320.
20 Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, 4. Baskı, İstanbul 1986 240. s.; Van’da Ermeni Mezalimi. 1895-1920 “Ruslara göre
Ermenilerin Türklere Yaptığı Mezalim” Ankara, 1987, s. 9-59.
21 Joren Malevil,Armyanskaya Tragediya 1915 (çev. Ayten Kazımov), Bakü 1990, s. 6465, 90.
22 Abdulhaluk Çay, “Ermenilerin Baku’da yaptığı 31 Mart 1918 Katliamı” “Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile
İlişkileri Sempozyumu Erzurum 8-12 Ekim 1984”. 243. s.
23 H.Agamaliyeva, R. Hudiyev, Azerbaydjanskaya Respublica, Stranitsı Poliçeskoy İstorii (1918-1920), Bakü 1944, s. 5.
24 Nadjov B., a.g.e., 11 Hisse, s. 54, 55; AzerbaycanGazetesi No: 19, 21 (24, 04, 82, 01, 05. 92).
25 Nadjalov B., a.g.e., 11 Hisse, Bakü 1994, s. 54-55; Azerbaycan Gazetesi No: 12;21 (24.04.92; 01.04.92)
26 Nadjolov B., a.g.e., 11 Hisse, s. 55-57.
27 Nadjolov B., a.g.e., 11 Hisse, s. 58.
28 A.g.e., s., 59.
29 Azerbaycan Gazetesi, No: 19,21.
30 Nadjalov b., a.g.e., 11 Hisse, s. 67.
31 Daşnokstunyun, Bolşe Neçego Delat?, Bakü, 1990, s. 213.
32 Nadjalov B., a.g.e., 11 Hisse, s. 68-80.
33 A.g.e., s., 69-80.
34 A.g.e., s., 80.
35 Doklad çlena çerezvıçaynoy sledstvennoy komisii Novatskogo gospodinu predsedatelnyu toy je komissiii o razgrome
110 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gor. Kubı i selenii Kubinkogo uezdo i naseleniyak sovremenıh nad jiteley upompanutogo goroda i selenii. Azerbaycan Tarihi
Senedler ve Neşirler Üzre, Bakü 1990, s. 182. Ayrıca bkz.: Azerbaycan SSC EAHaberleri, Tarih, Felsefe, Huzur Seriyası,
No: 24, 1989, s. 132-134.
36 “Doklod çlena Çrezvıçaynoy sledstuennoooü komissii Novatsrogo”, Azerbaycan TarihiSenedler ve Neşirler Üzre, s. 185.
37 “Fövgelade tehgigat Komissiyasının üzvü Novatszi’nin Meruzesi”, Azerbaycantarihi Senedler ve Neşirler Üzre, s. 183184.
38 “Fövgelade tehgigat Komissiyasının üzvü Novatszi’nin Meruzesi” Azerbaycan Respublikası Merkezi Dövlet Arşivi (Armda),
f. 970, siy. 1, iş 142, vereg 56-68; Azerbaycan Tarihi Senedler ve Neşirler üzre, s. 184-185; Nodjafov B., a.g.e., s. 73. 26 39 1993, s. 71. 40 C. Hasanov, Azerbaycan Beynelhalk Minasebetler Sisteminde (1918-1920), Bakü Nadjalov B., a.g.e., “Hisse, s. 84)
41 ARMDA s f. 894, siy. 10, iş 80, vereg 49-56; Azerbaycan Haberleri, 1989, No:4, s. 140-144. 42 C. Hasanov, s. 90. C. Hasanov, s. 94-95.
43 V. İ. Lenin, Azerbaycan Hakkında, Bakü 1970, s. 126. C. Hasanov, a.g.e., s. 95.
46 A.g.e.
47 S. P.Agayan, Vekovaya Drujba Narodv Zakavkazya, Çast 11, Yerevan 1972, s. 106.
48 Nadjalov B., a.g.e, 11 Hisse, s. 104.
49 Nadjalov B., a.g.e. 11 Hisse, s. 105-106.
50 A.g.e., s. 108.
51. S. P.agayan, a.g.e., s. 107.
52. Nadjalov, s. 109.
53. Nadjalov, a.g.e., 11 Hisse, s. 110.
54 Hüsamettin Yıldırım, Rus-Türk-Ermeni Münasebetleri (1914-1918)
55 A.g.e.,
57 “Azerbaycan Sülh Nümayende He’yetinin ParisSülh Konferansının Sedrine 16-19 Avgust 1919 cu il tarihli Mektubu”,
AzerbaycanTarihi Senedler ve Neşrler s. 190.
58 Nadjalov B., 11. Hisse, s. 128.
59 S. P. Agayan, a.g.e., s. 93.
60 A.g.e., s., 94.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
111
www.ulkuocaklari.org.tr
56 Nadjalov B., a.g.e, 11 Hisse, s. 125.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
61 S. P. Agayan, a.g.e., s. 94-95.
62 A.g.e., s., 95.
63 Nadjalov B., 11 Hisse s. 130-131.
64 Nadjalov B., 11 Hisse, s. 130-131; Azerb. EAHaberleri, Tarih, Felsefe ve Huzur Seriası, No: 3, s. 130-131.
65 Nadjalov B., 11 Hisse s. 131.
66 Nadjalov B., 11 Hisse s. 130-132.
67 ARMDA, f. 970, siy. 1, iş 166, vereg 7; siyahı 10, iş 161, vereg 1-9; f. 894, siyahı 10, iş 80, v. 39-44;Azerb. Tarihi Senedleri
ve Neşrler Üzre, s. 194.
68 ARMDA, f. 970, siy. 1, iş 166, V. 7; siy. 10, iş 810, V. 39-44; Azerbaycan Tarih, Senedleri ve Neşrler Üzre, s. 205-206,
Azerbaycan Haberleri, No: 3, 1989, s. 140-144.
69 ARMDA, f. 970, siy. 1, iş. 166, ver. 8, s. 134; ARMDA, f. 894, siy-10, iş. 80, ver. 39-44; Azerb. Tarihi Senedleri ve Neşrler
Üzre, s. 206-208.
70 Azerbaycan Gazetesi, No: 5, 7 Yanvar 1919; Nadjalov B., 11 Hisse, s. 135.
71 Lalaya A., “Kontrrevolyutsionnıy “Daşnokstyun” i İmperialistiçeskaya Vayna (19141918)”, Azerbaycan Tarihi Senedleri ve
Neşrler Üzre”, s. 100.
72 Adres-Kalendar Azerbaydjanskoy Respubliki 1920 g., Bakü, s. 76-88; adjalov B., 11. Hisse, s. 135.
73 ARMDA, f. 894, siy. 10, iş. 80, vereg 39-44;Azerb. Tarihi Senedleri Üzre, s. 209-213.
74 ARMDA, f. 894, siy. 10, iş. 80, v. 39-44, Azerbaycan Tarihi Senedleri Üzre, Nadjolov 13., 11. Hisse, s. 136.
75 ARMDA, f. 894, siy. 10, iş, v. 8; Azerb. EA.Haberleri, 1989, No: 4, s. 146.
76 Azerbaycan, 17 Noyabr 1918, Azerbaycan Cumhuriyeti (1918-1920), Bakü 1998, s. 187.
77 ARMDA, f. 894, siy. 4, iş. 65, veg. 129-134; Azerb. SSR EAHaberleri, Tarih, Felsefe ve Hukuk Seriyası, No: 4 1989, s. 85
78 ARMDA, f, 970, siy. 1, iş 215, v. 9 (Garka);Azerbaycan Cumhuriyeti, s. 188-189.
79 Azerbaycan Cumhuriyeti, s. 189-190.
80 A.g.e., s., 190.
81 ARMDA, f. 894, siy. 2, iş 102, v. 2; siy. 3, iş 75, v. 2; AzerbaycanCumhuriyeti, s. 192.
82 ARMDA, f. 894, siy. 4, iş 65, 4. 131; Azerbaycan Cumhuriyeti, s. 192.
83 ARMDA, f. 894, siy. 4, iş 65, v. 129-34; Azerb.EA Haberleri, No:X 4, 1989, s. 86.
84 İsmayıl Musayev, Azerbaycan’ın Nahçıvan ve Zengezur Bölgelerinde Siyasi Veziyet ve Harici Devletlerin Siyaseti (19171921-ci iller), Bakü 1998, s. 142.
112 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
85 İsmayil Musayev, s. 142-143.
86 Azerbaycan Respublirası Siyasi Partiyalar ve İctimai Harekatlar Merkezi DevletArşivi (ARSHİP MBA), f. 277, siy. 2, iş 43,
v. 10-21; İ. Musayev, s. 143.
87 ARSPİH MDA, f. 277, siy. 2, iş 43, v. 10-21, İ. Musayev, s. 143.
88 Kommunist Gazetesi (Yerevan) 25 Fevral, 1965; İsmail Musayev, s. 145.
89 ARMDA, f. 894, siy. 1, iş 43, v. 13-14; siy 9, iş 5, v. 1,8,11,13,17-19; f. 970, siy. 1,iş 274, v. 10; Azerbaycan Cumhuriyeti
s. 194.
90 Madatov G., Pobeda Sovetskoy Vlasti v Nahçivani i Obrazovanie Nahçivanskoy ASSR, Bakü 1968, s. 58; İ. Musayev,
s. 150.
91 İ. Musayev, s. 152.
92 ARMDA, f. 970, siy. 1, iş 151, v. 16; iş 57, v. 27; İ. Musayev, s. 152.
93 AR SPİH MDA, f. 276, siy. 9, iş 1, v. 30-32; İ. Musayev, s. 156.
94 AR SPİH MDA, f. 277, siy. 2, iş 57, v. 11; İ. Musayev, s. 156.
95 Azerbaycan Gazetesi No: 68, 22, 23 Oztyabr 1919; İ. Musayev, s. 164-165.
96 Azerbaycan Gazetesi, 2 İyül, 1919; Musayev, s. 166.
97 ARMDA, f. 894, siy. 10, iş 80, v. 42-43
98 İ. Musayev, s. 180-181.
99 ARMDA, f. 894, siy. 10, iş 80, v. 43; İ. Musayev, s. 187.
100 ARMDA, f. 894, siy. 4, iş 65, v. 129-134.
101 Azerbaycan Cumhuriyeti, s. 195-196.
102 Azerbaycan SSREATarih İnstitutunun eserleri, XIII cild, Bakü 1958, s. 353; Azerbaycan Cumhuriyeti, s. 198.
www.ulkuocaklari.org.tr
103 ARMDA, f. 970, siy. 1, iş 190, v. 9; Azerbaycan Cumhuriyeti, s. 200.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
113
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Normalleşmenin Anahtarı Karabağ
Hüseyin Raşit Yılmaz
Ağdam’da, Azerbaycan- Ermenistan cephe hattında Ermenistan Hava Kuvvetleri’ne ait bir
helikopter Azerbaycan Ordusu tarafından Kasım 2014’de düşürüldü ve 3 Ermeni pilot hayatını kaybetti.
Ermenistan’ın Azerbaycan’a ait Yukarı Karabağ bölgesini işgaliyle başlayan savaş 1994’de tarafların
ateşkes imzalamasıyla dondurulmuştu. Sık sık ateşkes ihlallerinin yaşandığı cephe hattındaki çatışmalar
ateşkesin 20. senesinde zirveye çıktı.
Yukarı Karabağ kuzey-güney yönünde 120 km, doğu-batı yönünde 35-60 km genişliğinde,
batısında Ermenistan güneyinde İran Azerbaycan’ı bulunan bir bölge. Karabağ’ın tarihi parçası
olduğu Azerbaycan’ın Türkleşmesi, Küçük Asya’ya uzanan kadim göç yolumuzun üzerinde olduğu için
Anadolu’dan önce gerçekleşti. Karabağ da bin seneyi aşkın zamandır bölgeye hakim olan farklı Türk
devletlerinin egemenliği altında bulundu. 19. Yüzyılın ilk yarısında bu durum değişmeden önce de bölgede
hüküm süren Karabağ Hanlığı’na bağlı bulunuyordu. 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile
Rus Çarlığına bağlandı. Çarlık Rusya’sı bölgeyi egemenliği altına alır almaz nüfus yapısını değiştirmek
için İran ve Anadolu’dan Karabağ’a Ermeni göçünü teşvik etti. Bu yoğun ve sistematik göçün başlarında
1832 yılında Karabağ’ın %64’ü Türk %34’ü ise Ermeni’ydi. Bir asır sonra bu oran tersine dönecek,
90’lara gelindiğinde ise Karabağ’daki Türk oranı %20’nin altına inecekti.
Yukarı Karabağ’da diğer bir deyişle Dağlık Karabağ’da ilk gerginlikler yeni Ermeni yerleşimcilerle
yerel Türkler arasında Çarlık Rusya’sı döneminde başlamıştı. Nüfus oranı değişirken gerginlik de
artmaya devam etti. 1987’ye gelindiğinde Azerbaycan’a bağlı otonom bir bölge olan Yukarı Karabağ’da
yaşayan Ermeniler Ermenistan’a bağlanmak için Sovyetler’e başvurdular. Moskova’dan olumsuz
cevap alınca da tek taraflı olarak Ermenistan’a bağlandıklarını ilan ettiler. Bu durum Azerbaycan’da ve
Karabağ Türklerinde infial oluşturdu ve gerginlikler çatışma boyutuna ulaştı. 1988’de Ermenistan’da
yaşayan Türkler Azerbaycan’a tehcir edildi. 89’da ise Ermenistan Parlamento’su Yukarı Karabağ’la
birleşme kararı aldı. Moskova ve Bakü bu karara tepki göstererek tanımadıklarını ilan etti. Karabağ’daki
gelişmelerin arttırdığı toplumsal olaylarda Sumgayıt ve Bakü’de pek çok sivil öldü. Moskova 16 Ocak’ta
yatışmış bulunan olayları öne sürerek ordu birlikleriyle 20 Ocak 1990’da Bakü’yü işgal etti. İşgal
süresince ordu birlikleri tarafından 133 sivil katledildi, 611 kişi ise yaralandı. Sovyetlerin çöküşünden
sonra Azerbaycan ve Ermenistan bağımsızlıklarını kazanınca Karabağ’daki mücadele iki milli ordu
114 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Uluslararası camia Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğunu ve Ermenistan’ın bölgede işgalci
durumunda olduğunu defaatle ilan etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1993’de 822, 853, 874
ve 884 sayılı kararlarıyla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 2005 yılında 1416 sayılı kararıyla
işgale dikkat çekmiştir. AKPM kararında Ermenistan’ın saldırgan devlet olduğu, Yukarı Karabağ’da
hiçbir ülkenin tanımadığı “sözde” yönetiminde ayrılıkçı olduğu belirtilmiştir. 2005’e gelindiğinde barış
görüşmelerinde Ermenistan Yukarı Karabağ’ı çevreleyen 7 reyonun 5’inden çekilmeyi kabul edip,
2’sinden çekilmek için bazı şartlar ileri sürme noktasına gelmiş görünüyordu. Azerbaycan işgal altındaki
topraklarından şartsız çekilme konusunda ısrar edince görüşmeler sekteye uğradı. 2007’de Minsk
Grubu’nun taraflara önerilen ve 2009’da güncellenen anlaşma metninde Yukarı Karabağ’ın çevresinde
işgal edilen 7 reyonun Azerbaycan’a iade edilmesi, Yukarı Karabağ’ın güvenliğini ve kendini yönetmesini
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
115
www.ulkuocaklari.org.tr
arasındaki savaşa dönüştü. 1992’de iki ülke de AGİT üyesi olunca konu uluslararası mecralara taşındı.
Rusya’nın girişimiyle Azerbaycan ve Ermenistan dışişleri bakanları 20 Şubat 1992’de görüştüler ve
savaşın sona erdirilmesine dair olumlu açıklamalar yaptılar. Bu görüşmenin üzerinden 6 gün geçtikten
sonra Rusya’nın 366. Motorize Birliği’nin desteğinde Karabağ’ın Hocalı kasabasına saldıran Ermeni
askerleri 20. Yüzyılın en utanç verici insanlık ayıplarından birine imza atarak büyük bir katliam yaptı.
Resmi rakamlara göre 613 sivil Azerbaycan Türkü öldürüldü, 1250’si yaralandı, 150 kişidense haber
alınamadı. 11 bin nüfuslu Hocalı’da çatışmalar nedeniyle 3 bin civarında insan kalmıştı. Hafif silahlara
sahip 150 kişilik bir Azeri birliği koruyordu Hocalı’yı. Yukarı Karabağ’ın tek havaalanı buradaydı ve
Hankendi-Eskeran-Ağdam-Şusa şehirlerine giden ulaşım yollarının üstünde bulunuyordu. Uluslararası
gözlemci ve gazetecilerinde şahitlikleriyle Hocalı’da yaşanan katliamın ayrıntıları netleştikçe durumun
vahameti ortaya çıktı. Öldürülenlerin 106’sı kadın, 83’ü çocuk ve 70’i yaşlıydı. Hocalı kuşatılınca siviller
yakında bulunan Ağdam şehrine ulaşmak için yola koyulmuşlar pek çoğu bu yolculuk esnasında
yakalanıp işkencelerle katledilmişlerdir. Yakılmayan ve sonrasında naaşlarına ulaşılan sivillerin
otopsilerinde pek çoğunun gözlerinin oyulduğu, el-kol-kulak-burun-cinsel organ gibi uzuvlarının kesildiği
tespit edildi. Barış görüşmesinin hemen akabinde yaşanan Hocalı katliamının kamuoyunda meydana
getirdiği tepki sebebiyle Azerbaycan’da Muttalibov muhalefetin baskılarına dayanamayarak istifa etti
ve Azerbaycan’da Elçibey dönemi başladı. Elçibey döneminde işgal edilen Karabağ’ın kurtarılmasında
bazı askeri mesafeler alındıysa da işgal sona erdirilemedi. 1992 yılının mayıs ayında İran’ın girişimiyle
taraflar Tahran’da tekrar buluştu. Ateşkes konusunda anlaşmaya varıldıysa da sonrasında Ermenistan
Şusa’ya saldırınca gerçekleşmedi. Yine 92’de Helsinki’de AGİT konunun barışçıl yollarla çözümü için
çalışma yapılmasını kararlaştırınca ABD, Rusya ve Fransa’nın eş başkanlığında Türkiye, Almanya,
İtalya, Portekiz, Hollanda, Belarus, İsveç ve Finlandiya’nın üye olduğu Minsk Grubu oluşturuldu. 9
Mayıs 1994’de iki taraf arasında ateşkes imzalandığında Azerbaycan’ın topraklarının %20’sini oluşturan
Yukarı Karabağ ve çevresindeki 7 reyon(bölge) işgal edilmiş, işgal edilen topraklarda yaşayan 1 milyona
yakın Karabağ Türk’ü Bakü başta olmak üzere ülkenin diğer bölgelerine göç etmek zorunda kalmıştı.
İlerleyen günlerde ateşkesin korunması için AGİT bölgeye uluslararası askeri güç göndermek istediyse
de Azerbaycan’ın bahsolunan gücün içerisinde Türkiye’nin yer almasının istemesi Ermenistan’ın ise
buna şiddetle karşı çıkması neticesinde gerçekleşemedi. Karabağ’ın işgali ve sonrasında Rusya
Ermenistan’a askeri destek vermeye kesintisiz devam etti.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sağlayacak şekilde ara bir statü verilerek nihai statünün sonra kararlaştırılması, Ermenistan’dan Yukarı
Karabağ’a ulaşım için bir koridorun açılması, evlerinden göç etmek zorunda kalan Karabağ Türklerinin
yurtlarına geri dönmesinin sağlanması, barışın sağlanması için uluslararası güvencenin verilmesi
maddeleri bulunmaktaydı.1 Yine anlaşma sağlanamadı. Ateşkesin 20. senesi olan 2014’e gelindiğinde
13 Azerbaycan, 20 Ermenistan askeri sınır bölgelerindeki çatışmalarda hayatını kaybedecekti.
Türkiye Ermenistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerdendi. 1992’nin son baharında 100 bin
ton buğday ihraç etmişti Türkiye Ermenistan’a. Karabağ’da savaş devam ediyordu. Elektrik ihracı
anlaşması imzalanmıştı. Karabağ meselesi üzerinden muhalefet iktidara yüklenince anlaşma iptal edildi.
Kelbecer işgale uğradığında Elçibey’in sivillerin nakliyesi için istediği iki helikopteri Türkiye vermemeyi
uygun buldu. Türkiye’nin Rusya hassasiyetine yorulan bu tavrı Hocalı Katliamı sonrasında devam
edemedi. 1993 Nisan’ında Türkiye Ermenistan’a açılan Alican sınır kapısını kapattı ve Ermenistan’la
diplomatik ilişkisini kesti. İlerleyen senelerde Karabağ’daki işgal sona ermeden Ermenistan’la ilişkilerinin
normalleşmeyeceğini defalarca ifade etti. 2009 Mayıs’ında Türkiye ve Ermensitan devlet başkanları
Prag’da buluştular ve normalleşme niyetlerini içinde barındıran açıklamalar yaptılar. Sonrasında aynı
yılın Ekim’inde iki ülkenin dışişleri bakanları Zürih’te bir araya gelerek “Türkiye- Ermenistan Arasında
Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol” e imza attılar. 2 Sınırın açılması gündemdeydi. Hem
Türkiye hem de Azerbaycan kamuoyunda ortaya çıkan yoğun tepki sebebiyle iktidar Karabağ’da işgal
sona ermeden sınır kapısının açılmayacağını ifade ederek geleneksel politikaya atıfta bulundu. 2010
yılında Ermenistan Anayasa Mahkemesi imzalanan protokole dair gerekçeli kararında ağır eleştirilere
yer verdi. Protokol sonrasında zaten Türkiye Karabağ meselesinin çözümünü şart olarak öne sürünce
ve Ermenistan kamuoyundaki tepkilerle birlikte Sarkisyan’da protokole sahip çıkmayınca imzalanan
metin hayata geçirilemedi. Şubat 2015’de de Ermenistan hükümeti protokolü resmen geri çektiğini
açıkladı. 3
Azerbaycan ve Türkiye ile problemlerini çözemeyen Ermenistan’ın herkesçe malum ekonomik
sıkıntılarından kurtulması olası görünmemekte. Bu durum her alanda çok yüksek olan Rusya’ya
bağımlılığa karşı alternatifleri de ortadan kaldırmakta. Azerbaycan’ın enerji potansiyelini akıllıca
gelire dönüştürdüğü bir dönemdeyiz. Son olarak Eylül 2014’de Bakü’de temeli atılan Güney Gaz
Koridoru(Türkiye kısmının adıyla TANAP) ile komşuları Türkiye ve Gürcistan’a da mühim katkılar
sağlayacak Azerbaycan. Projeyle Rusya kaynaklı olmayan doğalgaz, Rus etki sahasının dışında bir
güzergahtan Avrupa’ya ulaştırılarak Rusya’ya enerji bağımlılığını azaltan bir etki yapacak. Azerbaycan’ın
potansiyeli sadece kendisini değil, kendisiyle iyi ilişkileri olan komşularını da güçlendiriyor. Ermenistan’ın
rasyonel olmayan politikalarında ısrarının Rusya’sız nefes alamayan fakir bir ülkeden başka bir sonuç
doğurmadığına şahit olduk son 20 yılda.
Karabağ ateşkesinin üzerinden 20 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra, aralıklarla iki taraftan da
devam eden asker kayıplarının gölgesinde görülmektedir ki, Ermenistan bütün dünyaca kabul edildiği
şekilde işgalci konumunda bulunduğu Azerbaycan topraklarını gerçek sahibine iade etmedikçe Türkiye
116 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ile ilişkilerinin normalleşmesi mümkün görünmemektedir. Hocalı başta olmak üzere Karabağ’ın işgali
sırasında işlenen insanlık suçlarından dolayı sorumluların uluslararası mahkemelerde yargılanması,
Sırbistan’ın Bosna için yıllar sonra beyan ettiği gibi bir özrün magdur/ magdur yakınlarından dilenmesi
sağlanmadan ve Azerbaycan’ın kaybı tazmin edilmeden Azerbaycan-Ermenistan arasında kalıcı bir
barıştan bahsetmemiz de olası değildir. Ermenistan’ın dünyaya entegre olmak gibi bir niyeti varsa işe
Karabağ işgalini nasıl sonlandıracağını planlamakla başlayabilir. Türkiye’nin, Ermenistan’la temaslarında
Ermeni karar alıcıları işgalin sona erdirilmesi ile ilgili cesur adımlar atmaları konusunda teşvik ederken,
bu durumda Erivan’ın neler kazanacağına dair söyleyecek çok sözü olmalı.
Bu yazı ilk olarak TEPAV‘da yayınlanmıştır.
_______________________________
1- “Statement by the OSCEMinsk Group Co-Chair countries”, http://www.osce.org/
2- Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair
Protokol”, http://www.mfa.gov.tr/
www.ulkuocaklari.org.tr
3- “Sarkisyan Türkiye – Ermenistan arasındaki protokolleri geri çekti”,http://www.agos.com.tr/
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
117
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AB SÜRECİNDE KIBRIS
Rauf Denktaş
Kıbrıs meselesi” denilen ve dünyanın teşhis koymaktan kaçındığı “Kıbrıs meselesi” nin AB’nin
gündemine alınmış olması başlı başına bir talihsizliktir. Yunanistan’ın şantajına boyun eğerek “Kıbrıs
meselesini” başına belâ alan AB ülkelerinden bazılarının, Türkiye’nin AB sürecinde bu meseleyi bir
takoz olarak kullanmakta oldukları acı ve AB açısından utanılacak bir gerçektir. Kıbrıs meselesinin AB
gündemine alınması haksızlıktır, adaletsizliktir, insan haklarına ve demokrasiye olduğu kadar Kıbrıs
Cumhuriyetini meydana getirmiş olan uluslararası antlaşmalara da aykırıdır. Adaylık için ölçü ve kriter
olan Kopenhag kriterlerine Kıbrıs meselesini eklemekle AB, Türk’e karşı taraf olmuş ve tarafsızlığını
yitirmiştir. AB’ye göre “Kıbrıs” AB üyesidir ve bu üyenin toprağı kısmen işgal altında olduğu içindir ki
AB’nin muktesebatı Kuzey Kıbrıs’ta uygulanamamaktadır. AB’ye göre bu aksaklığın (anomalinin) giderilmesi için “AB adayı Türkiye” nin “AB üyesi Kıbrıs” ın hükümetine limanlarını açması ve tüm üyelerle
ilişkileri ne ise, bu toprağı işgal altında olan hükümete de eşit muamele yapması gerekmektedir. Bunun
arkasından kuşkusuz işgalci addedilen Türk askerinin geri çekilmesi istenecektir. “Rum göçmenlerin
eski yerlerine dönmeleri insanlık açısından şarttır” , diyorlar. Zaten Türk tarafı da bunu kabul etmiş
olmalı ki, gereken bir komisyonu “Türkiye’nin alt komisyonu” olarak kurmuş, yasasında işgal suçunu
kabul edercesine “manevi tazminat” vereceğini de kabul etmiştir. AB ve AİHM Kıbrıs’a böyle bakmaktadırlar.
Türk tarafı “1960 Antlaşmalarına göre Kıbrıs, Türkiye AB üyesi olmadan üye olamaz. İkiye bölünmüş, içte henüz anlaşmamış bir Kıbrıs’ın suçlu kesimini üye yapmakla Türk tarafının yasal haklarını
ortadan kaldıramazsınız. Kıbrıs meselesini Türkiye’nin önüne önkoşul olarak koymak kararınız karşısında Türkiye’yi üye yapmak niyetinde olmadığınızı anlıyoruz” diyerek TBMM’den kesin bir kararla bu
değerlendirme gerçek AB’ye duyurulmalıdır. AB Türkiye’nin (şartlı da olsa) üyeliğinden yana ise bu
direnişi kaale alacak ve Rum idaresini hizaya getirme yolunu bulacaktır. Papadopullos’un 340 milyonluk
bir kitleye kendi haksız isteklerini dikte edebileceğini kimse bize söylemesin. Kıbrıs meselesinin hallini
118 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ister görünen “dost” ABD ile Garantör ve “dost” İngiltere, eli kanlı, suçlu Rum idaresini meşru hükümet
olarak tanımakla ve parçalanmış bir Kıbrıs’ı AB üyesi yapmakla Kıbrıs meselesinin hallini önlediklerini
bilmektedirler. Bunlar hem Türkiye’ye muhtaç hem de Türkiye’nin milli, stratejik ve güvenlik davasında
Türkiye’nin altını oyan sözde dostlardır.
Adaletsizlik üzerine barış bina edilemez. Taraflardan birini yücelterek, diğerini aşağılayarak uzlaşma mümkün değildir. Yunan’la Rum’un oyununu oynayan bir AB Türkiye’yi kıskaca almakla KKTC’den vazgeçileceğine inanmışsa, bu inancın geçersiz olduğunu AB’ye anlatmak, hem Türkiye’nin
hem de KKTC’nin işidir. AB’den anlayış, ABD’den destek, İngiltere’den insaf bekleyerek bir yere varılamayacağını artık herkes teslim etmeli ve milli davaların milli kararlılık ve sabırla halledilebileceği Türk
dünyasına hakim olmalıdır. 1 Mayıs 2004’te Rum’la “kardeş kardeş AB üyesi olacaklarına inanmış
olan aldatılmışlar” geçmişe değil, geleceğe bakmalıdırlar. Geleceğe de KKTC’nin sapasağlam topraklarından baktıklarının bilinci ve güveni içinde olmalıdırlar. Kıbrıs’ta var olacaksak bir kâğıt anlaşmasına
HAYIR, iki Devlete dayalı bir ortaklığa EVET diyenlerin safında toplanmalıyız. www.ulkuocaklari.org.tr
Hâlâ federasyonu gündemde tutmak isteyenler vardır. Dünyanın hiçbir yerinde düşmanla federasyon kurulabilmiş değildir. 1977’den 1988’e kadar federasyona taktik icabı diyen Rum liderliği ile
federasyona gidilecekse, buna iki eşit devletin oluşturacağı (ve yıllarca uyum içinde yaşatacağı) konfederasyondan gidilir. İki eşit devletin varlığını göz ardı ederek federasyona özenmek Rum’u bilmemek
ve 1960 Antlaşmasının yıkımından, 43 yıllık uğraştan ders almamak anlamına gelir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
119
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KIBRIS UYUŞMAZLIĞI VE AHİM
KISKACINDA TÜRKİYE
Rauf Denktaş
Kıbrıs meselesi Rumlar tarafından siyasi müzakere platformundan Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi yolu ile yargıya havale edildiğinde Garantör Türkiye, haklı olarak, söyleyeceğini söyledikten
sonra Rum tarafının açtığı davalara katılmamayı denemişti. Beklentisi AİHM`nin siyasi konuları halletmek
için Rumlar tarafından “kullanılmakta” (!) olduğunu anlaması ve “İnsan Hakları ile ilgili konular siyasi
sorunun halline bağlıdır” diyerek yığılmakta olan davaları “siyasi sorunun halline değin” ertelemesiydi.
Nasıl ki başlangıçta AİHM bu gerçeği görmüştü. Sonradan, aman bilmez Rum - Yunan lobi faaliyetleri
sayesinde bu bulgu unutulmuş ve Türkiye aleyhine getirilen her dava çıkar kazanmak için kullanılan
bir girişim haline getirilmiştir. Mağduriyet beyan eden bazı Türkler de Rum idaresinin parasal desteği
ve yol göstericiliği ile Türkiye aleyhine dava açarak ekonomik problemlerini halletmeyi başarmışlardı.
Bunlar böylelikle eli kanlı Rum idaresinin “Kuzeyde devlet yoktur; her şeyden Türkiye sorumludur”
savını benimseyerek kendi ayaklarına kurşun sıktıklarının farkına bile varmamışlardır. “Devletime
zarar vermektense sabreder kendi makamlarından hakkımı almak için uğraşırım” demek akıllarına
gelmemiştir.
Hukukçu olsanız da olmasanız da Necatigil`in Kıbrıs Uyuşmazlığı ve AİHM Kıskacında Türkiye
adını verdiği kitabının ikinci baskısını muhakkak okuyunuz. Kıbrıs meselesi nereye götürülmektedir
sorusuna cevap aramaktaysanız bu kitabı muhakkak okumalısınız. Hak ve adalet beklediğiniz mercilerin
size ne denli yardımcı olabileceğini ancak o zaman öğrenecek ve çarenin oyuna gelmemekte, Devlete
sahip çıkmakta olduğunu göreceksiniz .
120 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AİHM öyle bir mahkemedir ki, Kıbrıs`ta “hak ve adalet aradığını söyleyen Rum`un müracaatını
incelerken” Kıbrıs`ın gerçeklerine bakmak, «Türk tarafında neler oluyor?» diye araştırmak, haklıyla
haksızı ayırt etmek için çaba göstermek gündeme gelmemektedir. «Yargı yolu ile haksızlık» haksızlıkların
en kötüsü ve en dayanılmazıdır. AİHM kaç yıldır, Rum - Yunan ikilisinin akıl almaz pişkinliği ve girişimleri
karşısında Türk tarafına ve Türkiye`ye haksızlığın en büyüğünü yapmaktadır. Kural şudur: Adalet kitaba
bakarak tevzi edilemez. Olaylar, gerçekler bir bütün olarak ele alınmadıkça kuru kuruya bir yasayı
uygulamak adalet tevzi etmek anlamına gelmez. AİHM`de “Kıbrıs meselesi nedir, bu sorunu kim, niçin
başlatmıştır, suç kimdedir? Ateşkes anlaşması ile askıda duran ve BM`lerin murakabesinde olan bu
meselede insan haklarını koruyabilmek için her iki tarafa eşit davranmak gerekir” gibi düşünceler yer
almamaktadır. BM Güvenlik Konseyi yargı organı değildir. Ancak AİHM`ne göre Güvenlik Konseyi`nin
eli kanlı Rum idaresini “meşru hükümet” olarak tanıması AİHM`nin de tanıması için yeterlidir. 1960
Antlaşmaları ne imiş, Rum - Türk ortaklığı yıkılabilir ve ortaklığı Rum devralabilir miymiş gibi sorular da
AİHM`ni ilgilendirmemektedir. İnsan Haklarının başında yaşam hakkı gelir; halkın hür iradesi ile seçeceği
hükümetler tarafından idare edilmesi gerekir. Bunlar da AİHM için gerekli ve geçerli mülahazalar değildir.
Türk`ün seçmediği Rum «Anayasa yoktur, hükümet benim» demişse, Rum meşru hükümettir. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle İngiltere`ye gidebilmek için sığınma hakkı talep eden Türklerden
bazıları, bunu başarabilmek için, İngiliz Makamlarına KKTC`deki idare hakkında akla gelebilen her
yalanı söylemektedirler. Bunlardan bazıların ıda “Türkleri de korumakla yükümlüyüm” diyen sözde
Kıbrıs Hükümeti, AİHM`in önüne çıkarmayı marifet bilmiş ve bu kendini bilmezler de perde arkasından
KKTC`de “çektiklerini” dile getirmişlerdir.
www.ulkuocaklari.org.tr
Evet, çarenin KKTC`ne dört elle sarılarak dünya önünde dik durmakta olduğunu anlamak için,
akıcı bir dille yazılmış olan bu kitabı muhakkak okuyunuz.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
121
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BATI TRAKYA TÜRKLERİNİN YAŞADIĞI
SORUNLAR ÜZERİNE
1.BATI TRAKYA’NIN DEMOGRAFİK YAPISI
Meriç Nehri ile Türkiye’den ayrılan Batı Trakya, bugün Yunanistan sınırları içerisinde yer almakta,
8578 kilometrekarelik bir alanı kapsamaktadır. Yunanistan’ın en kuzeyi olduğundan Kuzey Yunanistan
olarak da adlandırılmaktadır. Daha somut olarak Batı Trakya coğrafi olarak, doğusunda Meriç Nehrinin
(480 km ) kestiği Türkiye, batısında Mesta-Karasu nehrinin sınır oluşturduğu Doğu Makedonya,
kuzeyinde Tanrıdağları (Rodop Dağları) nın şerit halinde uzandığı Bulgaristan, güneyinde ise Adalar
Denizi (Ege Denizi) ile çevrilmiş bulunan dar bir şerit halinde uzanan bir toprak parçasıdır. 2011 yılında
yapılan nüfus sayımına göre Batı Trakya’nın nüfusu 365.816 olarak açıklanmıştır. Bölge, 3 alt yönetim
birimine ayrılmaktadır. Batı Trakya’daki Kültür ve Eğitim derneklerine göre son rakam ise bölgede 150.000 kadar Türk
nüfusu olduğunu göstermektedir. Yüksek doğurganlıklarına rağmen Batı Trakya’da Türk nüfusu 80-90
yıldır aynı oranlardadır. Türk nüfusunun artmayışının nedeni Yunanistan hükümetinin baskılarından
kurtulmak isteyen Batı Trakya Türkleri’nin anayurtlarından ayrılmak zorunda kalmalarıdır.
2.BATI TRAKYA TÜRKLERİ KİMDİR
Batı Trakya Türkleri, günümüzde Yunanistan sınırları içindeki Batı Trakya bölgesinde yaşayan
ve Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ( Türk- Rum Ahali Mübadelesi Ahitnamesi) çerçevesinin dışında
tutulmuş Müslüman Türklerdir. Mübadele ile birlikte 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan
Yunanistan’a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Batı Trakya’nın en eski halkı, Hint-Avrupa kökenli bir halk olan Traklar’dır. MS. 4. yüzyılda Hun
Türkleri, 5. yüzyılda Avar Türkleri, 9. yüzyılda Peçenekler ve 11. yüzyılda Kuman Türkleri bölgeye gelip
yerleşmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi fethinden önce burada bulunan bu kavimler, Osmanlı’nın
Balkanları fethinde önemli roller üstlenmişlerdir.
Osmanlı Devleti, I. Murat döneminden itibaren, Rumeli’de ilerleme politikasına öncelik vermiş
ve Rumeli’deki fetihleri düzenli ordular kullanarak gerçekleştirmiştir. Bu orduların başında Lala Şahin
Paşa, Evronos Bey ve Hayreddin Paşa gibi devletin önemli kumandanları yer almıştır. 1363–1374 yılları
arasında Ferecik’ten başlanıp, Gümülcine, İskeçe, Drama, Kavala, Serez ve Karaferya kasabaları ele
geçirilerek Batı Trakya’nın tamamı fethedilmiştir. Osmanlı Devleti, Batı Trakya’da fethettiği topraklara
122 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Uzun bir süre Osmanlının egemenliği altında kalan Batı Trakya’da ilk ciddi sorunlar, 1829’da
Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle başlamıştır. Yunanistan’ın
bağımsızlığının ardından bölgede yaşayan Müslüman Türkler ilk kez azınlık konumuna düşmüşlerdir.
I.Balkan Savaşları sırasında ise Gümülcine, Dedeağaç ve İskeçe başta olmak üzere Batı Trakya
toprakları Bulgarlar tarafından işgal edilmiştir ve Batı Trakya’yı savunmakla görevli olan Osmanlı
Kırcaali Müfrezesi Meriç Nehrini geçerek Doğu Trakya’ya çekilmiştir. 1913 Bükreş Anlaşması ile de
Balkan Savaşları sona ermiş ve Batı Trakya tamamen Bulgaristan’a bırakılmıştır. Batı Trakya bölgesi
1913-1919 arasında Bulgaristan işgali altında kalmış, 1919-1920 yılları arasında İtilaf devletlerince
işgal edilmiş ( Neully –Fransa) ve 1920’de Sevr Anlaşması ile Yunanistan’a dahil edilmiştir.
3.LOZAN ANTLAŞMASI VE BATI TRAKYA TÜRKLERİNE TANINAN STATÜ
Lozan Antlaşması ile mübadele dışında kalan İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan
Rumlar ile Batı Trakya’da azınlık statüsünde yaşayan Türklerin durumunu belirlemek adına bazı şartlar
ortaya konulmuştur. Daha önce de 1830 Londra Protokolü başta olmak üzere, 2 Temmuz 1881 İstanbul
Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Barış Antlaşması, 10 Ağustos 1920’de ise Yunanistan’daki Azınlıkların
Korunmasına Dair Sevr Anlaşması imzalanmıştır.
1913’te ise Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan Atina Anlaşması, Batı Trakya’da
yaşayan Müslüman Türkler açısından Yunanistan’a en fazla sorumluluk getiren anlaşma niteliği
taşımaktadır. Bu Antlaşmanın 2. maddesine göre 1830 Londra Protokolü ile 1881 tarihli İstanbul
Sözleşmesi’nin hükümleri yürürlükte kalmaya devam edecektir. Örneğin¸ Antlaşmanın 3 Numaralı
Protokolü baş müftü ve müftülük kurumunun özerkliğini kabul etmekte, Yunanca öğretimi zorunlu
kılınmak koşuluyla azınlığın Türkçe eğitim hakkını tanımaktaydı.
Lozan Görüşmeleri sırasında TBMM ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan
“Ahali Mübadelesine İlişkin Antlaşma”, Batı Trakya’daki Türk nüfusu ile İstanbul, Gökçeada ve
Bozcaada’daki Rum Ortodoks nüfusu etabli ( yerleşik )kabul ederek mübadele dışında bırakılmasını
hükme bağlamıştır. 1923 Lozan Barış Antlaşması’yla Batı Trakya Türk toplumuna “azınlık” statüsü
tanınmıştır. Lozan Antlaşması’nın 37 ila 44. maddeleri, Türkiye’deki Müslüman olmayan azınlıkların
haklarına ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
38 ve 39. Maddeler: Vatandaşların herhangi bir ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağını
ve herkesin diğer vatandaşların yaralanacağı haklardan yararlandırılacağını öngörerek hem pozitif hem
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
123
www.ulkuocaklari.org.tr
Sevr Antlaşması’nın 14.maddesinde de Yunanistan’daki Müslüman Türklerin kişi ve aile hukuku
konularında kendi örf ve adetlerini, yine kendi hukuk sistemlerini uygulamakta serbest olacakları,
vakıflarının ve dini kuruluşlarının tam bir şekilde tanınacağı ve korunacağı ifade edilmiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
de negatif haklar sağlamaktadır. ( Kamu hizmetine girme, siyasal haklardan yararlanma). 40. Madde:
Azınlığın giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her
türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda
kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip
olacaklarını belirtmektedir. 45. maddesi ise, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklara tanıdığı bu
hakların Yunanistan tarafından da, topraklarında bulunan Müslüman azınlığa tanındığı kaydedilmektedir. (İşbu fasıl ahkâmı ile Türkiye’nin gayrimüslim ekalliyetleri hakkında tanınan hukuk, Yunanistan tarafından
dahi kendi arazisinde bulunan Müslüman ekalliyet hakkında tanınmıştır( mütekabiliyet - karşılıklılık
ilkesi). Lozan Barış Antlaşmasının 45. Maddesinin hukuki niteliği irdelendiğinde, iki yönü bulunduğu
görülecektir. Birinci yönü, Batı Trakya Türkleri bakımından Yunanistan’ı yükümlülük altına sokması,
ikinci yönü de, Türkiye’yi Yunanistan’daki Müslüman Türkler üzerinde hak sahibi yapmasıdır.
4. BATI TRAKYA TÜRKLERİNİN SORUNLARI VE YUNANİSTAN’IN BASKICI POLİTİKALARI
Yunanistan’daki Batı Trakyalı Türklerin uluslararası hukuk ve antlaşmalardan kaynaklanan ve
sahip oldukları özerklikler 3 şekilde sıralanabilir. Bunlar a-) idari, b-) hukuki, c-) eğitim ve öğretimdeki
özerkliklerdir. Yunanistan bunlardan idari özerklik ile eğitim ve öğretim özerkliğinin antlaşmalara
ve uluslararası hukuka aykırı olarak uygulanmasını engellemiştir ve bugün de engellemeye devam
etmektedir. Günümüzde ise sıra artık Batı Trakya Türklerinin hukuki özerkliğini ortadan kaldırmaya
gelmiştir. Yunanistan, bugün çeşitli taktiklerle, uluslararası antlaşmalarla kendi ülkelerindeki Yunanistan
uyruklu olarak yaşayan Batı Trakyalı Müslüman Türklerin kazandığı kolektif hakları ve özerklikleri, AB
müktesebatı çerçevesinde bireysel haklara indirgemeye çalışmaktadır.
4.1.Eğitim Sorunu
Türkiye ile Yunanistan arasında 20 Nisan 1951’de imzalanan “Kültür Antlaşması” ve buna
istinaden 1968’de imzalanan “Ankara ve Atina Protokolleri”yle birlikte, Batı Trakya Türklerinin eğitim
müesseseleri Türkiye’den gönderilen formasyonlu öğretmenlere kavuşmuş ve okul kitapları da
Türkiye’den gönderilmeye başlanmıştır. Türk ilkokullarında, Türkiye’deki öğretmen okullarından mezun
soydaşlarımızın görevlendirilmesi uygulamasına 1973 yılında son veren Yunanistan’ın, bu tarihten
itibaren Türk ilkokullarına akademik formasyonları yetersiz Selanik Özel Pedagoji Akademisi (SÖPA)
mezunlarını tayin etmeye başlamıştır. İdarenin öğretmen tayinine karışmaması gerekirken bazı Türk
ilkokullarına gönderilen akademik formasyonları yetersiz Yunan öğretmenlerin veliler tarafından
istenmemesi sonucunda söz konusu okullar kapanmış ve öğrenciler eğitimden mahrum kalmışlardır.
1951 tarihli Türk-Yunan Kültür Anlaşması uyarınca, her yıl karşılıklı olarak azınlık ortaokul
ve liselerine gönderilmesi kararlaştırılan 35 kontenjan öğretmeninin sayısı, Yunanistan tarafından
İstanbul’daki Rum Azınlığın sayısının azlığı öne sürülerek, 1991-1992 öğretim yılından itibaren 16’şar
öğretmene düşürülmüştür.
124 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Batı Trakya’da her yıl Türk okullarından mezun olan 1.000 kadar öğrencinin devam edebileceği
sadece 2 Türk Lisesi mevcut olup, ( Gümülcine Celal BAYAR Lisesi, İskece Muzaffer Salihoğlu Lisesi)
söz konusu okulların fiziki koşulları ihtiyaca cevap vermemektedir. Batı Trakya Türklerinin 2005
yılında İskeçe’deki (Xanthi) lisesine ek bina inşası için yaptığı başvuru Yunan makamlarınca yanıtsız
bırakılmıştır.
Bunun yanı sıra Yunanistan’da 2007 yılında yapılan mevzuat değişikliği uyarınca, ilkokul öncesi
anasınıfı zorunlu hale getirilmiş; ancak Türklerin anadilde anaokulu açılması talebi cevapsız bırakılmıştır.
Son olarak, 2012-2013 öğretim yılı başlangıcında, anaokulu eğitimi almadıkları gerekçesiyle Rodop
ve İskeçe (Xanthi) illerindeki bazı azınlık mensubu soydaş öğrencilerin ilkokul birinci sınıfa kayıtları
yapılmamıştır.
Hiçbir Yunanlının bulunmadığı, Batı Trakya Türklerinin yoğun olarak yaşadığı köyler ile nahiyelerde
Yunanlı makamlarca açılan ve yalnızca Yunanca olarak eğitim ve öğretim veren anaokulları, ortaokullar
ve liseler Lozan Barış Antlaşmasının 41. maddesine de aykırıdır.
4.2. Siyasi Temsil Sorunu
Seçim Yasası’nda 24 Ekim 1990 tarihinde yapılan bir değişiklikle getirilen %3’lük ülke barajı
uygulaması, Batı Trakyalı Müslüman Türk bağımsız milletvekillerinin seçilmesi engellenmiştir. Böylece
BTTA mensuplarının milletvekili seçilebilmeleri için diğer siyasi partiler tarafından aday gösterilmeleri
gereği ortaya çıkmıştır. Yunanistan’da % 3’lük oran en azından 200 bin oy anlamına gelmektedir ki, Batı
Trakya’da seçmenlerin toplam sayısı bu rakamın altındadır.
Batı Trakya Türklerinin ilk ve tek siyasi partisi olan ve merkezi Gümülcine’de (Komotini) bulunan
Dostluk Eşitlik Barış (DEB) Partisi, 13 Eylül 1991 tarihinde merhum Dr. Sadık Ahmet tarafından
kurulmuş olup, halihazırda Genel Başkanı Mustafa Ali Çavuş’tur. Dostluk Eşitlik ve Barış Partisi, Batı
Trakya Türklerinin kendi siyasi tarihinde Lozan’dan bu yana kurduğu ilk partidir. 10 Ekim 1993’te yapılan
erken genel seçimlere Türkler yine bağımsız listelerle katılmışlardır. Dr. Sadık Ahmet, Gümülcine’den
milletvekili seçilmeye yetecek kadar oy almış olmasına rağmen, Yunanistan yönetimi yeni çıkardığı
seçim kanunu ile (ülke genelinde % 3’lük oy alma zorunluluğu) Sadık Ahmet’in parlamentoya girmesini
engellemiştir. Ahmet, 24 Temmuz 1995 tarihinde geçirdiği şüpheli bir trafik kazası sonucu hayatını
kaybetmiştir.
Şu anda parlamentoda azınlıkları temsil eden 3 isim var. 7 Haziran 2012 tarihinde düzenlenen
erken genel seçimlerde Ahmet Hacıosman (PASOK – Rodop), Ayhan Karayusuf (SYRIZA – Rodop)
ve Hasan Zeybek (SYRIZA – İskeçe/Xanthi) başarılı olarak BTTA’nın temsilcileri olarak Parlamento’ya
girmişlerdir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
125
www.ulkuocaklari.org.tr
Diğer taraftan yerel yönetimlerde uygulanan “Kapodistrias Plânı” çerçevesinde çıkarılan yasa ile
Müslüman Türklerin yaşadığı iller, kaza ve köyler nüfus yoğunluğu Yunanlılar lehinde olacak şekilde,
Ortodoks Hıristiyanların yaşadığı illerle, kazalarla ve köylerle birleştirilerek, Türklerin Vali, Belediye
Başkanı, Nahiye Müdürü olmaları/seçilmeleri engellenmiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
4.3.Etnik Kimlik Sorunu
Batı Trakya Türklerinin karşılaştığı en önemli sorunların başında, Yunan idaresinin, Lozan
Antlaşması’nm 45. maddesinde azınlığın “Müslüman azınlık” olarak tanımlanmış olması çerçevesinde
azınlığın “Türk” kimliğini reddetmesi gelmektedir.
Yunan yönetimleri, “Türk Azınlık” ifadesinin Lozan Antlaşması’nda yer almadığını ileri sürerek,
azınlığın etnik kimliğini tanımlama hakkını kabul etmemektedirler. Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkları
Korunması” başlıklı maddelerinde “Müslüman” tabiri kullanılmışsa da, Antlaşmanın diğer hükümlerinde
geçen “Türk” sıfatından ve Konferans tutanaklarında yer alan beyanlardan, mübadele dışı bırakılan
Batı Trakya’daki Azınlık mensuplarının Türk oldukları açıkça anlaşılmaktadır. 30 Ocak 1923 tarihinde
imzalanmış olan “Türk-Rum Ahalinin Mübadelesi Ahitnamesi” kapsamında, “Türk” ve “Rum” deyimleri
açıkça kullanılmıştır. Bu sözleşme, değişimi yapılacak azınlıkların birinin “Türk” diğerinin de “Rum/
Yunan” ulusuna mensup olduğunun tescili niteliğindedir.
Lozan’dan günümüze süregelen politika gereği azınlığın etnik kimliğinin tanınmaması ise
Türkçenin kamusal alanda kullanımına bazı kısıtlamalar getirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu
kısıtlamalar “Türk” kelimesi geçen sivil toplum kuruluşlarının kapatılmasından, kendilerini Türk olarak
tanımlayan kişilerin yargılanmasına kadar bir dizi ihlalleri içermektedir. Bu ihlaller açık bir şekilde insan
haklarına ve demokrasiye aykırılık teşkil etmekte, ifade özgürlüğünü alenen kısıtlamaktadır.
Örneğin: 1927’de kurulan ve BTTA’nın en eski sivil toplum kuruluşu olan “İskeçe Türk Birliği”nin
(İTB) isminde “Türk” kelimesi bulunduğu gerekçesiyle Yunan Yüksek Mahkemesi tarafından kapatılmış
olup, “Rodop İli Türk Kadınları Kültür Derneği” ile “Evros Azınlık Gençleri Derneği”nin de aynı
gerekçelerle kurulmalarına izin verilmemiştir. Bu hususlarda açılan davalar BTTA tarafından Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınmıştır. Mahkeme, söz konusu üç davada Yunanistan’ın
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) dernekleşme özgürlüğüne ilişkin 11. maddesini ihlal ettiğine
hükmetmiştir. İTB davasında ayrıca, AİHS’nin dava sürecine ilişkin 6. maddesinin de ihlal edildiğine
hükmedilmiştir. AİHM tarafından alınan bu kararlara rağmen, İskeçe Asliye Hukuk Mahkemesi, Mayıs
2009’da açıkladığı kararıyla İskeçe Türk Birliği’nin yeniden açılma talebini reddetmiştir. “İskeçe İli Türk
Kadınları Kültür Derneği”nin kuruluş başvurusu da Trakya İstinaf Mahkemesi’nin 17 Şubat 2011 tarihli
kararıyla reddedilmiştir.
Vakıflar konusunda da Batı Trakya Türkleri, Yunanistan hükümetinin türlü engellemelerine
maruz kalmıştır. 1967 darbesiyle Yunanistan’da iktidara gelen cunta yönetimi, Lozan Antlaşması’nın,
40. maddesi hilafına, seçimle işbaşına gelmiş olan Gümülcine ve İskeçe Türk Cemaati Vakıfları İdare
Heyetlerini azletmiş ve bu heyetlere kendi belirlediği kişileri tayin etmiştir. 1980 yılında kabul edilen
1091/1980 sayılı “Batı Trakya’daki Müslüman Azınlığa Ait Vakıfların ve Bunların Servetlerinin İdaresi
ve Kullanılmasına İlişkin” yasa ile, Türk vakıfları üzerinde Yunan denetiminin kurulması amaçlanmıştır.
2009 başlarında “Batı Trakya Azınlığı Güney Meriç Eğitim ve Kültür Derneği”nin kuruluş
başvurusu da, derneğin adında geçen “Batı Trakya Azınlığı” ifadesi nedeniyle kabul edilmemiştir.
Mahkeme, derneğin isminde ‘hangi azınlığa atıfta bulunulduğunun belirlenmediği’ iddiasını öne sürerek
126 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kuruluş dilekçesini reddetmiştir. Dernek yetkilileri Dedeağaç Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararını,
bir üst mahkeme olan Gümülcine’deki Trakya İstinaf Mahkemesi’ne taşımıştır. İstinaf Mahkemesi,
Güney Meriç Derneği’yle ilgili kararını 7 Aralık günü açıkladı. Mahkeme, derneğin kuruluş dilekçesinin
reddedilmesi kararını doğru bulmuştur.
SONUÇ
Tarihten gelen antlaşmalar çerçevesinde Batı Trakya Türkleri siyasal, eğitim ya da ticari
anlamda bazı haklar kazansalar da, günümüzde Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türkler halen
Yunanistan Hükümeti tarafından birçok hakkından mahrum bırakılmakta, dışlanmakta ve ikinci
sınıf vatandaş muamelesi görmektedirler. Eğitimle hakkının kısıtlanması bağlamında birçok Türk
okul kapatılmış, Türklerin anadillerinde eğitim hakları ellerinden alınmıştır. Siyasi temsil konusunda
ise Türklerin kurduğu partiler kapatılmakta, oy oranları uygulaması neticesinde Türk vatandaşların
milletvekili olmaları engellenmektedir. Yine etnik kimlik bazında Yunanistan hükümeti Türklerin kimliğini
tanımamakta ve onları yok saymakta, dernek/ vakıf kurma kurma haklarını elinden almakta, ayrıca sivil
toplum kuruluşlarının hareket alanlarını kısıtlamaktadır. Bu makale kapsamında ele almadığımız bir çok
konuda da aynı kısıtlamaları görmek mümkündür.
www.ulkuocaklari.org.tr
Lozan Antlaşması gereğince Batı Trakya Türklerine birçok hak tanınsa da, Yunan hükümeti
Antlaşmayı kendisine göre yorumlamakta ve antlaşma maddelerini ihlal etmektedir. Batı Trakya’da
uygulanan yasaklar, özgürlüklerin önünü kesmekte, açık bir biçimde insan hakları ihlallerini beraberinde
getirmekte ve bölgede yaşayan Türkleri birçok haktan mahrum bırakmaktadır. Olması gereken, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ve uluslararası toplumun Lozan’ı tekrardan Yunanlı yetkililere hatırlatarak Batı Trakya
Türklerinin kazandığı hukuksal hakların yürürlüğe konulmasını sağlamak, Türk vatandaşlarımızın
Yunanistan tarafından ne denli baskı ve haksızlığa maruz kaldıklarını tüm dünya kamuoyuna duyurmaktır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
127
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Dipnotlar
1-
“Pomaklar Öz ve Öz Türktür”, Batı Trakya Kütüphanesi, http://gencbatitrakyaturkleri.tr.gg/
Pomaklar-Oz-ve-Oz-Turktur.htm, ( Erişim: 20.05.2015)
2-
“Yunanistan’ın Nüfusu”, Gündem, 2012, http://www.gundemgazetesi.com/news/detay_03.
php?h2_id=1102, ( Erişim: 24.05.2015)
3-
“Demografik Yapı”, Batı Trakya Online, http://www.batitrakya.org/bati-trakya/genel-bilgiler/
demografik-yapi.html, ( Erişim: 24.05.2015)
Muzaffer Dönmez, “Türkiye- Yunanistan Nüfus Mübadelesi”, Ege Habercisi, http://www.
egehabercisi.com/makale/muzaffer-donmez/turkiye-yunanistan-nufus-mubadelesi/111.html,
( Erişim: 01.06.2015)
4-
5-
“Osmanlı Öncesi”, Batı Trakya Online, http://www.batitrakya.org/bati-trakya/tarihi-surec/
osmanli-oncesi.html, ( Erişim: 01.06.2015)
6-
“Osmanlı Dönemi”, Batı Trakya Türk Derneği, 2009, http://www.bttd-kelsterbach.com/index.
php?option=com_content&view=article&id=62&Itemid=60,(Erişim:02.06.2015)
7-
“Kronoloji”, Batı Trakya Türk Derneği, 2009, http://www.bttd-kelsterbach.com/index.
php?option=com_content&view=article&id=63&Itemid=61, (Erişim:07.06.2015)
8-
9-
10-
“Türkiye”, Türk Dünyası Öğrenci Derneği, http://www.turkdod.com/turkiye/
Mazlum-Der Dış İlişkiler Komitesi, “Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı İnsan Hakları Raporu:
2012”, MAZLUMDER, Ankara, s.14.
Yusuf Halaçoğlu ve Halit Eren, Batı Trakya, İslam Ansiklopedisi, Cilt:5, İstanbul, 1992.
11-
“Lozan Antlaşması ve Vakıflar Yasası”, Milliyet, Şubat 2008, http://blog.milliyet.com.tr/Blog.
aspx?BlogNo=93524.
12-
“Batı Trakya’nın Tarihçesi”, http://www.batitrakyalilar.com/dev/tarihce.asp, ( Erişim: 08.06.2015)
13- “Yunanistan’daki
azinligi.tr.mfa.
128 Güncel Eğitim
Türk Varlığı”, TC.Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/bati-trakya-turk-
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
14- “Yunanistan’daki
azinligi.tr.mfa.
15-
Türk Varlığı”, TC.Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/bati-trakya-turk-
“İki Azınlık Lisesinde Rekor Öğrenci”, Gündem Gazetesi, 2013, http://www.gundemgazetesi.
com/news/detay_01.php?h_id=459, ( Erişim: 08.06.2015)
Türk Varlığı”, Witten Batı Trakya Türkleri Yardımlaşma ve Dayanışma
Derneği, 2014,http://www.wittenbttd.org/index.php?option=com_content&view=article&id=463:
yunanistandaki-turk-varligi&catid=2:haberler, ( Erişim: 09.06.2015)
16- Yunanistan’daki
17- Yunanistan’daki
Türk Varlığı”, TC.Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/bati-trakya-turk-
azinligi.tr.mfa.
18- Turgay Cin, “Batı Trakya Türklerinin Hukuki Statüsü Sorunları ve Avrupa Birliği”, Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cit:11, Sayı:1, 2009, s.170.
19- Yunanistan’daki
azinligi.tr.mfa.
Türk Varlığı”, TC.Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/bati-trakya-turk-
Siyasal Görünümü”, TC.Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/yunanistansiyasi-gorunumu.tr.mfa
20- Yunanistan’ın
21- M.
Murat
Tarihsel
ve
Hatipoğlu,
“Batı
Güncel
Yaklaşımlar”,
22- Yunanistan’daki
Türk Varlığı”, TC.Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/bati-trakya-turk-
azinligi.tr.mfa
Trakya
Türk
Türkleri:
Ocakları
Azınlığın
Sorunlarına
Şubesi,
Aydın,
2005.
Dernek Kurma Hala Yasak”, Gündem Gazetesi, 2009, http://www.gundemgazetesi.
com/news/detay_03.php?h2_id=654. ( Erişim: 10.06.2015).
www.ulkuocaklari.org.tr
23- Azınlığa
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
129
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’nin Türkmen Politikası
Ve
Suriye Türkmenleri
Hüseyin Raşit Yılmaz
Türk dış politikasında gerçekleşen dönüşümün, Orta Doğu’da cereyan eden değişimle kesiştiği
noktalar içinde bulunduğumuz süreci anlamlandırma hususunda yardımcı olabilecek niteliktedir.
Türkiye’nin cumhuriyetin kuruluşundan yakın zamana kadar sürdürdüğü dış politikanın komşularla
münasebet kısmındaki temel hassasiyetlerden birisi etnik ve dini homojenlikten uzak ülkelerle olan
ilişkilerin söz konusu devletlerin başkentlerinde egemen olan siyasi iktidarla uyumlu yürütülmesidir.
Türkiye’nin bu politik tercihinde cumhuriyetin ilk dönemlerinde odaklanılan saha ve imkânlar belirleyici
kabul edilirse de zamanla ilkesel bir duruş olarak benimsendiği de görülmektedir. Bunlara ilaveten
sonraki dönemlerde Türkiye’nin netameli sorunlarına dış müdahalenin minimize edilmesi için komşu/
yakın başkentlerle sürdürülen “uyum” kaygılı politik duruş devam ettirilmiştir. Son yıllarda yeni bir
dış politika paradigması oluşturma çabasındaki Türkiye’nin “Arap Baharı” sürecindeki ülkelerin
başkentleriyle olan uyumlu ilişkilerini muhalefete verdiği açık destekle sona erdirdiğini görmekteyiz.
Rejimlerle uyumdan vazgeçen Türkiye’nin kastedilen ülkelerin demografik yapısını yeni politik tercihinin
ışığında değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Irak’ta Bağdat yönetimi ile yaşanan gerginliğin yanında Sünni
grupların neredeyse tümüyle, Kuzey’deki bölgesel yönetimle, Maliki karşıtı Şii gruplarla kurulan yakın
ilişkiler bu durumun Irak özelindeki göstergelerindendir. Şam’ı siyasal dönüşüm konusunda ikna etmeyi
başaramayan Türkiye’nin silahlı direnişe verdiği açık destek ve Suriye muhalefetinin teşkilatlanması için
sarf ettiği çaba da yeni politik tercihin yansımasıdır. Bu durumun Türkiye içine menfi yansıması da uzun
süren “uyum” politikamızın nedenlerinden birini oluşturan netameli meselelerimize dış müdahalenin
artmasıdır. Elbette net bir şekilde öngörülebilir bu riski göze almak da yeni politik tercihin bir parçasıdır.
130 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bilindiği üzere Suriye’deki Türkmenlerin bölgeye yerleşmesi Ortadoğu’daki diğer Türklerin çoğu
gibi Anadolu’ya gelişten önceye dayanır. Bir kısmı da Osmanlı döneminde hac yollarının güvenliği
sağlamak üzere bölgeye iskân edilmiştir. Bağımsız kimi kaynaklara göre Suriye’de yarısından fazlası
Türkçeyi unutmakla birlikte “Türkmen” bilincine sahip 3.500.000 Türk yaşamaktadır. 1906 yılına ait
“Halep Vilayeti Salname” sinde yer alan nüfus bilgileri göz önüne alındığında da bu sayının kuvvetle
muhtemel gerçeği yansıttığı söylenebilir. Türk nüfus yoğun olarak Halep, Humus, Şam, İdlib, Dera,
Rakka, Hama, Lazkiye şehirleriyle bu şehirlere bağlı köylerde yaşamaktadır. Türkçeyi ve Türkmen
kültürünü muhafaza etme bakımından Halep Türkmenleri ile Lazkiye havalisinde yaşayan Bayır-Bucak
Türkmenleri öne çıkmakla birlikte Arap nüfusla birlikte bulunulmayan Suriye geneline yayılmış yüzlerce
Türkmen köyünde de Türkiye Türkçesine yakın bir ağız konuşulmaktadır. Suriye Türkmenleri Irak
Türkmenlerinden farklı olarak eğitimli nüfusa ve eşraf tabakasına yeterince sahip değildir. Halep’te ve
Şam’da ticaretle iştigal eden Türkmenlerin dışında kalan geniş Türkmen kitle genel itibariyle tarım ve
hayvancılıkla geçinmektedir. Anadolu’da milli mücadele sürerken Suriye’de de Kuvayı Milliye birlikleri
kuran Türkmenler, sonrasında Fransızlara karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde de öne çıkmışlardı.
Fransız mandasından sonra göreve gelen cumhurbaşkanları arasında Türkmenler de bulunmaktadır.
Fransız işgali sona erdikten sonra Suriye’deki Türkmen etkisi 25 yıl sürmüş, 1971’de Hafız Esed’in
iktidara gelmesiyle Türkmenler yönetim mekanizmalarından büyük ölçüde tasfiye edilmişlerdir.
Suriye’deki Türkmen varlığı Anadolu’nun güneyindeki Türk nüfusun tarihi ve kültürel bakımdan
doğal bir uzantısıdır. 1918’de yaşanan inkıta son yıllarda artan iletişim imkânlarıyla etkisini büyük oranda
kaybetmiştir. Bölgedeki Türkmenler uydu vasıtasıyla yoğun bir şekilde Türkiye kanallarını izlemekte,
Türk futbol takımlarını takip etmektedirler.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
131
www.ulkuocaklari.org.tr
Osmanlı Devleti Balkanlar’dan çekilirken bölgedeki Türk nüfusun büyük bir kısmı da ordunun
ardından Anadolu’ya gelmişti. Balkan Savaşı’ndan sonra kalan Türk nüfusta sonraki yıllarda yeni göç
dalgalarıyla 1990’lara kadar Anadolu’ya gelmeye devam etmiştir. Benzer bir durum Kırım ve Kafkasya
için de söz konusudur. Ortadoğu’dan çekilirken ise anılan bölgelerdeki çekilişlerden farklı olarak
ordunun ayrılmasına rağmen Türk asıllı nüfus büyük ölçüde meskûn bulunduğu yerlerde yaşamaya
devam etmiştir. Bugün Suriye, Irak, Libya, Ürdün, Lübnan, Mısır, Yemen gibi ülkelerde bir kısmı Türkçeyi
unutmuş milyonlarca Türk bulunmaktadır. “Arap Baharı” sürecinde muhaliflere desteğini artırarak
sürdüren Türkiye’nin yeni dış politikasında değişim sancıları çeken ülkelerdeki Türk nüfusta geçmişe
kıyasla öne çıkmaktadır. Bahar değişimine dâhil olan çevre başkentlerle “uyum” politikasını değiştiren
Türkiye’nin tarihi etki sahasındaki “görece” yeni bazı imkânları dış siyasetinde etkili enstrümanlara
dönüştürmeye çalıştığını söylemek mümkün. Bu bağlamda Türkiye tarafından örgütlenmesine
çalışılan Suriye Türkmenlerini zikretmekte fayda var. Geçtiğimiz aylarda Bağdat hükümetine rağmen
Kerkük’e gerçekleştirdiği ziyarette “Türkmenlere açık çek” vadeden Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun
geçtiğimiz günlerde de içerisinde Halep bölgesindeki direnişçi Türkmen Tugaylarının koordinatörünün
de bulunduğu Suriyeli Türkmen heyetini kabul etmesi1Türkiye’nin Türkmen kartını güçlendirmeye
çalıştığının göstergelerindendir. Denilebilir ki; Ortadoğu’daki değişim dalgasına dâhil olan ülkelerdeki
demografik imkânlar devrilmesi muhtemel iktidarlarla olan uyumun cazibesini ortadan kaldırmaktadır
Ankara için.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Suriye’de iç savaşın başından itibaren kendilerinin de rejim tarafından hedef alınması2Türkmenlerin
silahlı direnişe katılmalarını hızlandırmış, oluşturdukları ve ünlü Türk hükümdarlarının isimlerini verdikleri
birlikleriyle doğrudan rejime karşı silahlı mücadeleye başlamışlardır. Bilhassa Halep’in kuzeyinde
kontrolü ellerinde tutan Türkmen birliklerinin silah ihtiyaçları temin edildiği takdirde on binlerce kişilik bir
savunma kuvveti oluşturabilecekleri Suriyeli Türkmen liderler tarafından ifade edilmektedir. Türkiye’nin
Suriye muhalefetine sağladığı desteğin askeri boyutunun olmadığının yetkililer tarafından sıklıkla dile
getirilmesini destekler biçimde Türkmenler de Türkiye’den silah yardımı yapmasını istemektedirler.
Türkiye’nin Türkmen varlığını üst düzey yetkililerinin ağzından tekrar keşfetmesinde yalnız yeni
dış politika anlayışının belirleyici olduğunu söyleyemeyiz. İlaveten Esed sonrası Suriye’nin Türkiye
açısından oluşturabileceği bir takım güvenlik problemlerinin de göz önünde bulundurulduğunu ifade
etmek mümkündür. Suriye’nin kuzeyinde Kamışlı’yı merkeze alan bir alanda PKK ile bağlantılı PYD’nin
bölgeden çekilen Esed güçlerinin bıraktığı alan hâkimiyetini kısmen ele geçirmesi Türkiye’nin bölgedeki
Türk nüfusa ilgisini arttıran etkenlerden kabul edilebilir. Her ne kadar nüfus, homojenlik ve coğrafya gibi
önemli özellikler bakımından Kuzey Irak’a benzemese de, Irak örneğinden uzun yıllardır zarar gören
ve halen de görmeye devam eden Türkiye’nin Suriye’de muadili bir yapının oluşma ihtimaline dahi
tahammül etmeyeceği öngörülebilir.
.
______________________________
“Davutoğlu
Suriyeli
Türkmenlerle
Görüştü”, http://www.radikal.com.tr/Radikal.
aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1096538&CategoryID=77
1 Konuyla ilgili Halep Türkmenlerinin kanaat önderlerinden Fayat Süleyman’ın açıklaması için bknz.:http://
www.aksam.com.tr/suriye-hava-sahasi-ucusa-yasaklansin–134492h.html
2 132 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KIRIM RAPORU
1. 27 Şubat 2014 Tarihinden Günümüze Kırım’daki Siyasi Gelişmelerin Kısa Özeti:
2013 yılının Kasım ayında Ukrayna Hükümeti’nin Avrupa Birliği ile bağlarını güçlendirecek
anlaşmayı imzalamaktan vazgeçmesiyle başlayan ve yaklaşık 2,5 ay süren Kiev’deki Meydan
gösterilerine şiddet unsurlarının eklenmesiyle dönemin Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç, 2014 Şubat
sonunda ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve bilahare Ukrayna Parlamentosu tarafından görevinden
azledilmiştir. Ukrayna’daki istikrarsızlık Kırım’a da yansımıştır. Kırım halkı eğitim, sağlık gibi sosyal
haklardan yararlanmak ve yabancı vatandaş konumuna düşmemek için Rusya Federasyonu
vatandaşlığına geçmek zorunda bırakılmıştır.
Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ve KTMM Başkanı Refat Çubarov’un yanı sıra Azatlık Hareketi
kurucusu ve Kırım Tatarlarının Haklarını Koruma Komitesi üyesi Sinaver Kadirov, Kırım Haber Ajansı
Genel Koordinatörü, T.C. vatandaşı İsmet Yüksel’in Kırım’a girişleri 5 yıl süreyle yasaklanmıştır. Ayrıca,
bir yardım kuruluşu olan Kırım Vakfı’nın mallarına el konularak tüm faaliyetleri durdurulmuştur.
Kırım Tatarları arasında korku ve güvensizlik duygularını yaygınlaştırma amaçlı bir baskı
politikasının Kırım Tatar yerleşim yerlerinde uygulandığı, Kırım Tatarlarının kamuda istihdamının
nüfuslarına oranla çok düşük olduğu ve muhalif olarak algılandıkları durumlarda işe alınmadıkları
anlaşılmıştır.
Kırım Tatarlarının haklarını koruma sorumluluğunu üstlendiklerini ifade etmelerine rağmen, Kırım
Tatarlarını Kırım’ın yerli halkı olarak tanımlamamaktadırlar. Kırım Tatarlarının Kırım’ın yerli halkı olarak
tanınmasının uluslararası hukuk açısından önemli kazanımlar sağlayacağı anlaşılmış, bu amaçla
Kırım Parlamentosu tarafından yapılan başvurunun Rusya tarafından reddedildiği, sadece Krımçak ve
Karayların yerli halk olarak tanımlandığı tespit edilmiştir. Kırım Tatarlarının Kırım’ın yerli halkı olduğu,
20 Mart 2014 tarihinde Ukrayna Parlamentosu tarafından tanınmıştır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
133
www.ulkuocaklari.org.tr
2. Kırım Tatarlarının Kırım’daki Hukuki Statüsü ve Yeni Hukuki Düzenine Geçiş Nedeniyle
Yaşanan Sorunlar:
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kırım’ın ilhakı sonrasında Kırım’ın özerkliği kaldırılmış; Kırım Tatarlarının yanı sıra Yunan, Alman
ve diğer halkların sürgünü, uğradıkları haksızlıklar Rusya tarafından tanınmıştır. Kendilerinin uğradıkları
mağduriyetlerin giderilmesi için 5 yıllık bir program hazırlandığı, bunun için de 200 milyon Dolarlık
bir bütçe ayrıldığı bilgisi Rusya Federasyonu yetkilileri tarafından verilmiştir. Ancak, Kırım yönetimi
yetkilileri ile yapılan görüşmelerde söz konusu bütçenin henüz Kırım yasalarının Rusya Federasyonu
yasalarına uygun hâle getirilmemesi nedeniyle kullanılamadığı anlaşılmıştır.
3. Rusya Federasyonu (RF) Vatandaşlığına Geçiş:
Gayriresmî Türk Heyeti yaptığı görüşmelerde Kırım Tatarlarının büyük çoğunluğunun Rusya
Federasyonu vatandaşlığına geçtiği bilgisini edinmiştir. Ayrıca, RF vatandaşlığına geçişin kamu
hizmetlerinden yaralanabilmek için bir gereklilik olduğu tespit edilmiştir. Zira, RF vatandaşlığını kabul
etmeyenlerin (sadece Kırım Tatarları değil, tüm Kırımlıların) herhangi bir vatandaşlık hakkından
yararlanabilmeleri söz konusu değildir. Rusya vatandaşlığının reddi; emekli maaşı alamamak, mülkiyet
hakkını muhafaza edememek, sağlık ve eğitim hizmeti alamamak, devlet kurumlarında çalışamamak
vb. anlamına gelmektedir.
RF vatandaşlığını kabul edip aynı zamanda Ukrayna vatandaşlığına sahip olmak, Ukrayna
açısından mümkün kılınmışsa da devlet kurumlarında işe girenlerden veya çalışmakta olanlardan
Ukrayna pasaportlarını teslim etmeleri istenmekte, dolayısıyla bu kişilerin Ukrayna vatandaşlığını
muhafaza etmeleri mümkün olamamaktadır. Ukrayna pasaportunu iade etmeyi reddedenler ise işe
alınmamakta veya işten çıkarılmaktadırlar.
4. Kırım Tatarlarına Yönelik İnsan Hakları İhlalleri:
• Yaşam Hakkı ve Beden Bütünlüğü: Kayıp, Kaçırılma, İşkence ve Ölümler
• Bireylerin Güvenliği ve Özgürlüğü: Ev, Cami ve Okul Baskınları; Keyfi Sistematik Sorgulama;
Kadınlara Yönelik Şiddet
• Adil Yargılanma Hakkı: Baskı Amaçlı Tutuklamalar, Uzun Tutukluluk Süreleri, Yalancı Şahitlik
Yapma Konusunda Uygulanan Baskılar
• İfade, Seyahat, Gösteri ve Toplanma Özgürlükleri: 18 Mayıs Anma Toplantısının Yasaklanması
ve Kırımoğlu’nu Karşılamaya Gidenlere Para Cezası Verilmesi
• Örgütlenme Özgürlüğü: Kırım Tatar Millî Meclisi ve Üyelerine Yönelik Baskılar
• Din ve Vicdan Özgürlüğü
• Eğitim Hakkı ve Ana Dili Kullanımı
5. Toprak Meselesi ve Mülkiyetle İlgili Sorunlar:
Toprak ve evlerin mülkiyeti meselesi uluslararası alanda fazla yankı bulmasa da, Kırım Tatarlarının
134 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
büyük bir kısmının hayatını doğrudan etkileyen önemli bir konudur. Kırım Tatarları vatanlarına
geri dönüş sonrasında, sürgünden önce yaşadıkları evlerine ve topraklarına yerleşme olanağı
bulamamışlardır. Bu nedenle, kendilerine gösterilen yerlere veya boş buldukları devlet arazilerine
kendi çabalarıyla konut yapmışlar ve Ukrayna yasaları çerçevesinde yaptıkları evlerin (samazahvat)
mülkiyetine kademeli olarak sahip olmaya başlamışlardır. Ancak, bugün Rus mevzuatının geçerli olmaya
başlamasıyla Kırım Tatarlarının bir kısmı daha önce büyük zorluklarla yaptıkları evlerini kaybetme riski
ile karşı karşıya kalmışlardır. Rus makamları, yasal işlemleri tamamlanarak statüsü netleşmiş birinci
dalga samazahvat’ların mülkiyetini Kırım Tatarlarına vermişse de statüsü netleşmemiş ikinci dalga
samazahvat’ların mülkiyetini edinme konusunda sorunlar olduğu anlaşılmıştır.
6. İfade Özgürlüğüne Yönelik Kısıtlamalar, Medya Üzerindeki Baskılar, Haber Alma Özgürlüğünün
Engellenmesi ve Gazetecilere Yönelik Baskılar:
Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı ilhakı sonrasında medya üzerindeki baskı ve kontrol artmış,
bunun sonucunda ifade özgürlüğü ve haber alma özgürlüğü önemli darbeler almıştır. Kırım Tatar
medyası da bu gelişmelerden en ağır şekilde etkilenmiştir. Kırım Tatar medya kuruluşlarının Rus
mevzuatı uyarınca yayın izni almak üzere Rusya Telekomünikasyon Kontrol İdaresi’ne (Roskomnadzor)
yaptıkları başvurular bürokratik sebeplerle geciktirilmekte ve izin başvurularının değerlendirilme
süresinin uzatılması fiilî olarak kapatılmaları anlamına gelmektedir. Ayrıca, gazetecilerin sistematik
olarak sorgulanmaları ve medya kuruluşlarına yapılan baskınlar ifade özgürlüğünün önemli ölçüde
kısıtlandığına işaret etmektedir.
Medya üzerindeki baskının en somut örneklerinden biri, Kırım Tatarları tarafından en çok izlenen
ve doğru haber veren bir televizyon kanalı olarak tanımlanan ATR’ye yayın lisansının çeşitli sebepler
bahane edilerek verilmemesidir. Çoğunluk hissesi (%97) Rusya Federasyonu vatandaşı Lenur İslamov’a
ait olan Medya Holding’e bağlı TV, radyo kanalları, web sitesi bulunmaktadır (ATR Kanalı, Lale isimli
çocuk kanalı, Meydan ve Lider FM isimli iki radyo kanalı, 15 Dakika isimli web sitesi.)
Kırım’ın ilhakının ardından Türk iş adamlarının bölgeye yönelik yatırım ve ticaretlerini arttırmak için
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Rusya Federasyonu Ulusal Komitesi Başkanı Viktor Arkhipov’un çalışmalar
yaptığı ve Kırım’a gidecek heyetlerin oluşturulmasına destek olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de
bulunan bazı Kırım Tatar temsilcilerinin Kırım Hükümeti’nin desteğiyle Türkiye-Kırım İş Adamları Derneği
(Birliği) kurulması yönünde adım attıkları görülmüştür. Türkiye’nin, Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı
ilhakını tanımamasına rağmen, bazı Türk iş adamlarının Rusya Federasyonu’nun Kırım için ayırdığını
ilan ettiği bütçenin kullanılacağı çeşitli projelerde yer almak istedikleri anlaşılmaktadır.
Ancak, ziyaret çerçevesinde yapılan görüşmelerde, Rusya Federasyonu’nun Kırım için ayırdığını
belirttiği bütçenin Kırım’da gerekli yasal düzenlemeler yapılmadığı için kısa vadede kullanılamayacağı
anlaşılmıştır. Yeni hukuk düzenine geçiş sürecindeki belirsizliklerin yapılacak yatırımlar, arazi alımı gibi
konularda sorunlara yol açabileceği görülmektedir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
135
www.ulkuocaklari.org.tr
7. Ekonomik Durum ve Sorunlar:
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Rusya Federasyonu’nun Kırım’daki turizmi canlandırmak için havaalanını genişletme
çalışmalarını sürdürdüğü ve kamu sektöründe çalışanların tatillerini Kırım’da geçirmeleri doğrultusunda
teşvik edildikleri tespit edilmiştir.
Kırım Tatarları, yapılan görüşmeler sırasında ekonomik sıkıntılarını ancak doğrudan sorulduğu
hâllerde dile getirmişlerdir. İş bulma konusunda maruz kaldıkları ayrımcılıkları, özellikle kamu
sektöründe istihdamda karşılaştıkları engelleri ve makul bir yaşam standartlarına sahip olma istekleri
dile getirilmişse de önceliğin ekonomik sorunlar olmadığı görülmüştür. Görüşmelerde, Kırım Tatarları
için öncelikli konunun millî kimliklerini korumak ve yaşatmak olduğu anlaşılmıştır.
8. Kültürel Yaşama İlişkin Baskılar: Maddi ve Manevi Kültür Unsurlarını Yok Etme ve
İtibarsızlaştırmaya Yönelik Uygulanan Sistematik Politika
Millî anlam taşıyan kişiler, günler, olaylara dair anma faaliyetlerinin önlenmesi, milli değerlerin yok
sayılması, milli kurumların lağvedilmesi ve yerlerine yeni sembol, gün ve kurumların ikame edilmesinin,
Hükümet tarafından sistematik olarak yapılan uygulamalar olduğu kanaatine varılmıştır. Bu bağlamda
verilebilecek örnekler arasında şunlar sayılabilir: Kırım Tatar liderliği hakkında yapılan itibarsızlaştırma
propagandası ve yerlerine yeni yöneticilerin getirilmesi; 18 Mayıs Anma Günü’nün yasaklanması;
bunun yerine 21 Nisan 2014’te RF Devlet Başkanı Putin’in imzaladığı “itibarı iade edilen halkların
diriliş günü” olarak tanımlanan Kırım Tatarlarının ve Diğer Sürgün Edilen Halklarının Rehabilitasyonuna
Dair Yasa’nın kabulünün kutlanmasının önerilmesi; Hıdrellez kutlamalarının Hükümet yetkilileri
tarafından sahiplenilmesi ve organize edilmesi; Kırım Fonu bünyesindeki maddi kültür varlıklarına el
konularak başka kurumlara aktarılması; Numan Çelebicihan’ın öldürüldüğü gün olan 23 Şubat’ın Asker
Günü olarak kutlanılması; Kırım Tatar halkının manevi dünyasında önemli bir meşruiyeti olan Kırım
Müftülüğü’nün yerine Tavriya Müftülüğü’nün kurulması çabaları; Kırım Tatar halkı için büyük önem arz
eden ve güvenilen ATR, QHA, Avdet gibi medya organlarının faaliyetlerinin engellenmesi, yerlerine yeni
TV ve radyoların kurulması ve yeni gazetelerin çıkarılması girişimleri.
Hükümet yetkilileri ile yapılan görüşmelerde Kırım Tatar kültürel mirasına ve maddi kültür varlıklarına
verilen öneme vurgu yapılmış, Kırım Tatar eserlerinin ve sanatının korunacağı belirtilmiştir. Ancak, Kırım
Tatar toplumunun kültürel gelecekleri konusunda endişesini koruduğu ve yönetime güven duymadığı
tespit edilmiştir.
136 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kerkük: Zengin ve Huzursuz Şehir
Hüseyin Raşit Yılmaz
Dünya petrol rezervinin %10’u Irak’ta bulunuyor; Irak petrol rezervinin neredeyse yarısı ise
Kerkük’te. Kerkük’ün bugün itibariyle heterojen hale gelmiş nüfus yapısı ve üzerinde hak iddia eden üç
ana unsurun varlığı bu zenginlikle birleşince çatışma potansiyeli bakımından dünyanın en hassas şehri
olarak tanımlanabilir hale geliyor.
2003’te Kerkük’e ilk giren kuvvetler Celal Talabani’ye bağlı peşmergelerdi. İlk iş olarak şehrin nüfus,
tapu ve adliye arşivlerini ele geçiren peşmerge kuvvetleri Türkiye’nin tepkisi üzerine şehir merkezinden
geçici olarak ayrılmıştı. Kuzeydeki Kürtler için Kerkük anlamını Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa
Barzani’nin: “Kerkük Kürdistan’ın kalbidir.” İfadesinde bulan romantik bir hedef değil sadece. Devasa
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
137
www.ulkuocaklari.org.tr
Irak nüfusunun %60’ını oluşturan Şiilerin iktidarındaki Bağdat’ın, 2003’teki desteklerinin
karşılığını kuzeyde ve merkezde cömertçe alan Kürtlerle yaşadığı problemlerin de merkezinde yer
alıyor Kerkük. Geçtiğimiz bahar aylarında merkezi hükümetin kurduğu Dicle Operasyonlar Komutanlığı
birlikleriyle peşmerge kuvvetleri arasında yer yer çatışmaya varan gerginlikler yaşanmış, karşılıklı sert
açıklamalarla tırmanan süreç Amerika’nın müdahalesiyle dondurulmuştu. 2005 Irak Anayasası’nın 140.
maddesi uyarınca Kerkük ve çevresinin geleceği bölgesel referandumla belirlenecekti. Ayrıca ülke
genelinde üç parçalı bir federatif yapı öngörülüyordu. Aradan geçen zaman zarfında sadece kuzeyde
öngörülen federatif yapı oluştu, Bağdat ve Basra merkezli diğer yapıları meydana getirmeye dönük bir
çalışma yapılmadı. Bunda Maliki yönetiminin merkeziyetçi politikalara ağırlık vermesinin payı büyük.
Kürtlerin ısrarla istediği referandumla ilgili özgüvenlerinin arkasında ise son on yılda iki katına çıkan
Kerkük nüfusu bulunuyor.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
petrol yataklarıyla “yeni bir ülke” inşa edebilecek finans kaynağı aynı zamanda. Bunun için zaten
fiilen hakim oldukları Kerkük’ün yasal olarak da kuzeye katılması için savaşı göze alabileceklerini dile
getiren açıklamaları sıklıkla yapıyorlar. Araplar içinse Kerkük Kürtlere bırakılamayacak bir hazine.
Üretimi son derece kısıtlı, doğal kaynaklara bağımlı Irak için Kerkük’ün kaybı yalnız merkezi hükümetin
hakimiyetinin daralması anlamı taşımıyor, bununla birlikte açık bir fakirleşme de demek. Bu bakımından
önümüzdeki günlerde dondurulmuş çatışmanın devamı sürpriz olmasa gerek. Türkmenlerin durumu
ise daha çok uzun soluklu bir trajedi gibi. 1926’da Ankara Antlaşması ile Irak üzerindeki haklarından
vazgeçen Türkiye’nin bakiyesi olarak hem İngiliz mandası hem Irak Krallığı hem de cumhuriyet ve Baas
dönemlerinde ciddi mağduriyetler yaşadılar. Bölgeye gelişleri 11. yüzyıla kadar uzanan Türkmenlerin
Saddam Hüseyin döneminde oldukça yoğunlaşan asimilasyon politikalarına ve büyük kamulaştırma
hareketleriyle ellerinden alınan arazilerine rağmen yakın zamana kadar şehrin iktisadi ve kültürel
hayatında en etkin grup olduğu söylenebilir. 1918’den bugüne Türkiye’nin bu mağduriyetleri giderici bir
adım attığını söylemek pek mümkün değil.
1926 Türk-İngiliz-Irak Antlaşması’nda olduğu gibi, 1937 Sadabat Paktı, 1946 Türk-Irak Dostluk
Antlaşması ve 1959 Bağdat Paktı’nda Türkmenlerle ilgili hiçbir hüküm yer almamıştır.1
2003 öncesinde şehir nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Türkmenler son yıllardaki yoğun
göçlerle azınlık haline geldiler. Kerkük ve çevresinde yoğunlaşan ağır baskılarla karşılaştılar. Önde
gelen Türkmen liderlerden Mehdi Beyatlı, Hüseyin Abbas, Mustafa Kemal Yayçılı, Ahmed Necmeddin
suikaste kurban gitti. Haziran’da Türkmenlere yönelik saldırıları telin eden bir protesto gösterisinde
canlı bomba saldırısıyla hayatını kaybeden Irak Türkmen Cephesi Başkan Yardımcısı Ali Haşim
Muhtaroğlu bu olaydan bir kaç ay önce başka bir saldırıdan yaralı olarak kurtulmuştu. ITC başkanları
arasında ise neredeyse birkaç bombalı saldırıya uğramayan isim yok. Faruk Abdullah Abdurrahman,
Sadettin Ergeç ve halen cephenin başkanlığını sürdüren Kerkük milletvekili Erşed Salihi pek çok suikast
teşebbüsüne uğradı. Kerkük’te bilhassa Türkmenlere yönelik adam kaçırma eylemleri neticesinde bazı
yerel kaynaklara göre on milyonlarca dolar fidye ödendi.
Farklı dönemlerde Türkmenlerin haklarının tanınmasına yönelik “yazılı” adımlar da atıldı. Ama
bu adımlar tam olarak “yazılı” halde kaldı, fiili olarak herhangi bir yansıması olmadı.
1920 Geçici Irak Anayasası ile Irak halkının Arap, Türkmen ve Kürt unsurlarından oluştuğu kabul
edilmişti. Anayasanın 14. Maddesi Türkmenlerin ana dilleri ile öğretim yapmalarını kabul ettiği halde
buna müsaade edilmedi. Milletler Cemiyeti’ne üye olması ve bağımsızlığını elde etmesi üzerine, Irak
Krallığı 30 Mayıs 1932 tarihinde Bağdat’ta bir deklarasyon yayınlamıştı. Kifri ve Kerkük’te Arapça ile
birlikte Türkçe ve Kürtçe resmi dil oluyordu. Deklarasyon bu haliyle, Irak Türkmenlerinin siyasi, kültürel
ve sosyal haklarını içeren bir belge niteliği taşıyordu.2
138 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tıpkı 1920 ve 1932’deki gibi 2012’de Irak Parlamentosu’nda ve 2013’te Bakanlar Kurulu’nda
Türkmen varlığını ve haklarını tanımaya yönelik alınan kararlar da uygulamaya konmadı.
Irak hemen hemen her siyasi, dini, nesebi grubun kendi milis kuvvetlerine sahip olduğu bir ülke.
Merkezi ordudan sonra en büyük askeri güç kuzeydeki bölgesel yönetimin elinde. Bununla birlikte
büyük partiler, aşiretler ve mezhepsel grupların hatırı sayılır silahlı güçleri bulunuyor. Kerkük’ün geleceği
konusunda ise tüm bu yapıların farklı görüşleri var. Bu halde taraflardan birinin bir oldu-bittiye kalkışması
yahut referandumla dahi olsa tek bir tarafı memnun edecek bir çözümün öne sürülmesi boyutları “iç
savaş”a varabilecek bir çatışmanın başlangıcı olabilir.
______________________________
1- Macit Çobanoğlu, Türkiye-Irak İlişkilerinin Dünü, Bugünü, Yarını, İstanbul, 1994, s.177
www.ulkuocaklari.org.tr
2- Suphi Saatçi, Tarihi Gelişim İçinde Irak’ta Türk Varlığı, İstanbul, 1996, s.197
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
139
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeni Meselesi
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
140 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeni Tehciri ve Gerçekler
Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
93 Harbi süresince Rus ordusu ile yakın bir işbirliğine girmiş olan Ermeni meclisi, savaşın
ardından, Rus Çarı II. Aleksandr’a “Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmeyerek burada
Rusya’ya bağlı bir Ermenistan kurulması” şeklinde özetlenebilecek bir muhtıra göndermiştir. Siyasi
dengeler sebebiyle gerçekleştirilmesi Ruslar tarafından dahi mümkün görülmeyen bu talebin bir nebze
olsun telafi edilebilmesi için Ruslar, anlaşmaya, Ermenilerin sakin olduğu Doğu Anadolu vilayetlerinde
ıslahat yapılması ve buradaki Hıristiyanların Kürt ve Çerkeslere karşı korunmasının temin edilmesi
gerektiğini bildiren meşhur 16. maddeyi eklemişlerdir. Bu, aynı Küçük Kaynarca Andlaşması’nın (21
Temmuz 1774) 7 ve 14. maddelerinin Çarlık Rusyası’na Orta Doğu politikaları konusunda bir meşruiyet
sağladığı gibi Anadolu üzerindeki Rus emel ve tasarrufları için de bundan sonra hukuki bir zemin teşkil
edecek bir biçimde düzenlenmiştir. Ancak, olası bir Osmanlı dağılmasının nimetlerinin sadece Ruslara
bırakılamayacak kadar kıymetli olduğunu idrak eden Düvel-i Muazzama’nın diğer üyeleri Ayastefanos
Andlaşması’nın Osmanlı aleyhindeki ağır hükümlerinin toplanan Berlin Kongresi ile tadil edilmesini
kararlaştırmışlar; neticede birçok madde tekrar düzenlense de, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin
içişlerine müdahalede en önemli unsuru teşkil edecek olan ıslahat sorunu, 61. madde ile olduğu gibi
bırakılmıştır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
141
www.ulkuocaklari.org.tr
Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllar boyunca millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Avrupa
devletlerinin Şark Meselesi olarak şöhret bulan politikaları neticesinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren zayıflayan Osmanlı idaresine karşı ciddi bir sorun teşkil etmeye başlamışlardır. Fransız
Devrimi’nin fitilini ateşlediği milliyetçilik cereyanları ile zayıflayan Osmanlı Devleti’nin topraklarına göz
koyan Avrupalı güçlerin Hıristiyan azınlıklardan kendi emellerini gerçekleştirebilmek için yararlanma
arzuları, Ermeni Kilisesi tarafından da desteklenen Ermeni milliyetçiliğini teşvik etmiş; başlangıçta
burjuva ve şehir kökenli olan ve elitist bir özellik taşıyan Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni toplumunun
tüm katmanlarına yayılarak ayrılıkçı bir renge bürünmesini hızlandırmıştır. Bu sürecin dönüm noktası,
literatürümüzde 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile bu savaşı müteakiben
imzalanan Ayastefanos (3 Mart 1878) ve Berlin (13 Temmuz 1878) andlaşmalarıdır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeni Meselesi artık siyasallaşmış ve Düvel-i Muazzama mensupları, özellikle de İngiltere ve
Rusya arasındaki çekişme neticesinde uluslararası bir boyut kazanmıştır. Mevcut durumdan istifade
etmek isteyen Ermeniler de bir adım daha atarak hızla yurt içinde ve dışında siyasi teşekküller kurmaya
başlamışlardır. Bu teşekküllerin en önemlileri siyasi varlıklarını günümüze kadar sürdüren Hınçak (1887
yılında Cenevre’de kurulmuştur) ve Taşnaksutyun (1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur) fırkalarıdır.
Oluşumlarında bariz bir Rus destek ve etkisinin görüldüğü bu teşekküller, Makyavelist bir
yaklaşımla, salt büyük güçler arasındaki siyasi çekişmelerin nihai hedefleri olan Türk topraklarında
bağımsız bir Ermenistan kurulmasına yetmeyeceğini, gayelerini gerçekleştirebilmek için kendilerine
büyük güçlerin çifte standartlı yardımını sağlayacak başka vasıtalara da başvurmalarının elzem
olduğunu kısa sürede anlamışlardır. Bu vasıtaların en önemlisi, sonuçlarından Türkiye Cumhuriyeti
olarak yakın geçmişe kadar muzdarip olduğumuz şiddet ve terördür.
Her ne kadar nüfus içerisinde asla çoğunluğu teşkil etmemiş olsalar da Anadolu toprakları üzerinde
hak iddia eden Ermeniler ile bu toprakların gerçek sakini Türk ve Müslümanlar arasında ilk ciddi olaylar
1890 yılında Erzurum ve İstanbul Kumkapı’da patlak vermiştir. Bu, Ermeni terör ve şiddet sinsilesinin ilk
halkasıdır. Sultan II. Abdülhamid ve hatta kendisi de bir Ermeni olan Patrik Aşıkyan da dahil olmak üzere
Osmanlı idarecilerine suikast teşebbüslerinden masum Müslüman halkın katledilmesine kadar geniş bir
yelpazede cereyan eden Ermeni faaliyetleri, başarılı bir propaganda neticesinde, Batı kamuoyunda
taraftar bulmuş ve II. Abdülhamid’in “Kızıl Sultan”, Türk halkının ise “masum Ermeni halkının katlinden
sorumlu barbarlar” olarak nitelendirilmesinin amili olmuştur. 11 Mayıs 1895’de Sasun olaylarını müteakip
Avrupa devletlerinin Osmanlı idaresine verdikleri notada, ıslahat yapılacak vilayetlerin Vilâyât-ı Sitte
adıyla Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Mamûretülaziz ve Diyarbekir olarak belirlenmesi, her ayrılıkçı akımın
ihtiyaç duyduğu coğrafi alan mefhumunun da Ermenilerin şuurunda yer bulmasını ve toprak iddialarının
kendilerince meşru bir zemin kazanmasını hızlandırmıştır.
Batı dünyasına yönelik Ermeni propagandasında, vuku bulan şiddet olaylarının müsebbibinin
II. Abdülhamid’in baskıcı rejimi olduğu iddiası, İttihad ve Terakki’nin iktidara gelişini müteakip yaşanan
gelişmelerde de görüleceği üzere asılsızdır. İmparatorluğun hızla parçalanmakta olduğunu gören
İttihadçıların II. Meşrutiyet’in başlarında iyi niyetli “ittihad-ı anâsır”ları uğruna Ermeni komiteleri ile
birlikte hareket etme arayışları, fayda vermemiştir. Ayrılıkçı isyanlar gün be gün artmakta, İmparatorluk
kan kaybetmektedir. Üstelik, Osmanlı topraklarında gözü olan iki hasmın, Çar II. Nicholas ile VII.
Edward’ın, 1908 yılında, Reval’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı hususunda anlaşmalarıyla
Rusya ve İngiltere arasındaki çekişmeden yoksun düşen Osmanlı diplomasisinin harekat sahası hızla
daralmaktadır. Türk entelektüelinin zihninde “son yurt Anadolu” özel bir hassasiyet kazanmaktadır.
Fonda bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, Ermeniler işte bu topraklar üzerinde de asılsız bir şekilde
hak iddia etmektedirler. Birinci Cihan Harbi, artık kırılma noktasıdır.
Osmanlı Hükümeti’nin Birinci Cihan Harbi’ne girme kararı almasının en önemli nedenlerinden
biri, hızla akmakta olan kum saatini durdurarak İmparatorluğu Rusya’ya karşı koruyabilme endişesidir.
Bu çerçeveden bakıldığında, Doğu’daki Ermeni azınlığın tasarrufları ayrı bir önem kazanmaktadır. Daha
1912 yılında, İstanbul’daki Rus büyükelçisi Dışişleri Bakanı S. D. Sazanof’a gönderdiği raporunda,
“Van, Bâyezid, Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu vilayetlerdeki
142 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermenilerin hepsi Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı bekliyorlar...21 Kasımda Bâyezid
konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler Türkiye’ye karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve
Rusya’nın protektörlüğünü, Ermeni topraklarını işgal etmelerini bekliyorlar. Ermeni Patriği Rusya’ya
Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır.”[1] demektedir. 1914 yılına gelindiğinde,
Ermeni komiteleri de Türkiye’deki şubelerine şu tâlimatı vermişlerdir: “Rus ordusu sınırdan ilerler ve
Osmanlı ordusu geri çekilirse her tarafta birden eldeki vasıtalarla başkaldırılacaktır.
Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, resmî binalar bombalanacak, iaşe depolarına
sabotajlar düzenlenecek; aksine Osmanlı ordusu taarruza geçerse Ermeni askerleri Ruslara katılacak
ve silah altına alınanlar kıtalarından kaçarak, Türk birliklerinin geri cephelerine zarar vermek ve ülke
içinde çeşitli olaylar çıkarmak için çeteler kuracaktır.”[2]
Nitekim, savaşın başında Doğu Cephesi’nde yaşanan gelişmeler aynen yukarıdaki raporlarda
öngörüldüğü şekilde seyretmiştir. Ermeniler, seferberlik ilan edildiği 3 Ağustos 1914 tarihinden itibaren
ordudan kaçmaya başlamışlar; Türk askerlerine karşı Zeytun’da silahlı saldırı tertip etmişler; Rusya’ya
göç ederek Ruslar tarafından Türk ordusuna karşı savaşmak üzere oluşturulan çetelere katılmışlar;
Rus ordusunun 1 Kasım 1914’te Doğu Anadolu üzerine başlattığı taarruzu müteakip de birçok vilayette
isyan çıkarmışlardır. Bu Ermeni isyanları arasında en büyüğü ve aralarında tehcir kararı da bulunmak
üzere sonuçları açısından en önemlisi, Van’daki isyandır.
Van ve çevresinde memur ve jandarmalar öldürülmüş, karakollar ve Türklerin evleri saldırıya
uğramış, resmî binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Osmanlı hükümetinin seferberlik
ilânından itibaren dokuz ay boyunca iyi niyetle ve küçük tedbirlerle işi çözmeye çalışması fayda etmemiş,
Ermeniler konusunda köklü tedbirler alma lüzumu gün geçtikçe önem kazanmıştır. Bu tedbirlerin en
önemlisi, tehcir kararıdır. İşte bu makale tehcir sürecinin nasıl işletildiği üzerinde duracak ve gerçeğin
Ermeni propagandası tarafından sunulan manzaradan tamamen farklı olduğunu gösterecektir. Van’da Ermeni isyanı bütün hızıyla devam ettiği bir sırada, İstanbul’a, diğer bölgelerde de
Ermenilerin isyan ettikleri, yol kestikleri, müslüman köylerini basarak halkını katlettikleri yolunda haberler
geldi. Türk ordusu savaş alanında olduğu için cephe gerisindeki bu olayları önleyemiyordu. Nihayet
Başkumandan Vekili Enver Paşa bu duruma bir çare olmak üzere, 2 Mayıs 1915’te Dahiliye Nazırı
Talât Paşa’ya şu yazıyı yolladı: “Van gölü etrafında ve Van valiliğince bilinen belirli yerlerdeki Ermeniler,
isyanlarını sürdürmek için daima toplu ve hazır bir haldedirler. Toplu halde bulunan Ermenilerin buralardan
çıkarılarak isyan yuvasının dağıtılması düşüncesindeyim. 3. Ordu komutanlığının verdiği bilgiye göre
Ruslar 20 Nisan 1915’te kendi sınırları içindeki müslümanları sefil ve perişan bir halde sınırlarımızdan
içeriye sokmuşlardır. Hem buna karşılık olmak ve hem yukarıda belirttiğim amacı sağlamak için, ya bu
Ermenileri aileleriyle birlikte Rus sınırı içine göndermek, yahut bu Ermenileri ve ailelerini Anadolu içinde
çeşitli yerlere dağıtmak gereklidir. Bu iki şekilden uygun olanın seçilmesiyle tatbikini rica ederim. Bir
mahzur yoksa isyancıların ailelerini ve isyan bölgesi halkını sınırlarımız dışına göndermeyi ve onların
yerine sınırlarımız içine dışarıdan gelen müslüman halkın yerleştirilmesini tercih ederim»[.3]
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
143
www.ulkuocaklari.org.tr
A. Tehcir Kararının Alınması ve Uygulanması
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tehcir kararının ilk işareti sayılan bu yazı ile Enver Paşa, Ermenilerin isyan çıkaramayacak şekilde
dağıtılmalarını istiyordu. Eğer, Ermeniler toplu halde tutulmak yerine, ufak üniteler halinde çeşitli yerlere
dağıtılacak olurlarsa, isyan etme imkânları da kalmamış olurdu. Yine bu yazıdan, uygulamanın yalnız
Ermenilerin isyan ve karışıklık çıkardıkları yerlerde gerçekleştirilmesinin istendiği anlaşılıyor. Nitekim ilk
tehcirde buna özellikle dikkat edilmiştir.
Dahiliye Nazırı Talât Paşa, durumun nezâketi karşısında Meclis-i Vükelâ’dan karar almadan ve
bu işle ilgili bir geçici kanun çıkartmadan Ermeni tehcirini başlattı ve sorumluluğu tek başına üzerine
aldı[.4]
Talât Paşa önce Van, Bitlis ve Erzurum bölgelerinde bulunan Ermenilerin harp sahası dışına
çıkarılmaları konusunu ele aldı. Bu maksatla 26 Nisan 1331 (9 Mayıs 1915) tarihinde Erzurum Valisi
Tahsin Bey’e ayrı ve Van Valisi Cevdet Bey’le Bitlis Valisi Mustafa Abdülhalık Bey’e birlikte şifre emirler
gönderdi. Bu şifrelerinde Talât Paşa, özetle Van gölü çevresinde ve Van vilâyetince bilinen muayyen
mevkilerdeki Ermenilerin isyan ve ihtilâl için daimi birer ocak halinde bulunduklarını bildirmekteydi.
Bunların yoğun şekilde sâkin oldukları yerlerden çıkarılarak güneye doğru sevklerinin kararlaştırıldığını,
kararın derhal tatbiki için vâlilere mümkün olan her türlü yardımın yapılması gerektiğini ve Başkumandanlık
Vekâleti’nden 3 ve 4. Ordu Komutanlarına tebligat yazıldığını, esasen çok faydalı sonuçlar verecek bu
teşebbüsün, Van’la birlikte Erzurum’un güney kısmı ve Bitlis’e bağlı önemli kazalara, bilhassa Muş ve
Sasun ile Talori civarına da teşmilinin iyi olacağını vurguladı. Ayrıca valilerden, ordu komutanlarıyla
işbirliği yaparak derhal uygulamaya geçmelerini de istedi.[5]
T
alât Paşa, 10 Mayıs 1331 (23 Mayıs 1915) tarihinde 4. Ordu Komutanlığına gönderdiği şifrede
de başka vilâyetlere nakledilecek Ermeniler hakkında bilgi vermekte ve boşaltılmasını istediği yerleri şu
şekilde belirtmekteydi:
1- Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetleri;
2- Halep Vilâyetinin merkez kazası hariç olmak üzere İskenderun, Beylan (Belen), Cisr-i Şugur ve
Antakya kazaları dahilindeki köy ve kasabalar;
3- Maraş şehir merkezi hariç olmak üzere Maraş sancağı;
4- Adana, Sis (Kozan) ve Mersin şehir merkezleri hariç olmak üzere Adana, Mersin, Kozan ve Cebel-i
Bereket sancakları.
Erzurum, Van ve Bitlis vilâyetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul vilâyetinin Güney kısmı
ile Zor sancağına ve Merkez hariç olmak üzere Urfa sancağına yerleştirileceklerdi. Adana, Halep,
Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye vilâyetinin Doğu kısmı ile Halep vilâyetinin Doğu ve
Güneydoğusu’na, Hükûmetin tayin ettiği yerlere nakledilecek ve oralarda iskân edileceklerdi. Nakliyat
işlemlerine nezaret etmek üzere Adana bölgesine, refakatinde bir mülkiye müfettişi ile maliyeden de
bir özel memur bulunmak üzere mülkiye müfettişlerinden Ali Seydi Bey, Halep ve Maraş için de aynı
şekilde Hamid Bey tayin edilmiş ve Ali Seydi Bey görevi başına gitmiştir.
144 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İskân mahallerine ulaşan Ermeniler, hâl ve mevkiin durumuna göre ya mevcut köy ve kasabalarda
inşa edecekleri evlere, veyahut hükûmet tarafından tayin edilecek yerlerde yeniden kuracakları köylere
yerleştirileceklerdi. Ermeni köylerinin Bağdad demiryolundan en az yirmi beş kilometre uzakta olması
şart koşulmuştu. Nakli icâb eden Ermenilerin sevk ve iskânları mahallî memurların idaresine bırakılmıştı.
İskân yerlerine sevkedilen Ermenilerin can ve mallarının korunmasıyla iaşe ve istirahatlarının
sağlanması, güzergâhlarında bulunan idarî memurlara aitti. Nakledilecek Ermenilerin, bütün taşınabilir
mal ve eşyalarını birlikte götürebilecekleri ve taşınmaz malları konusunda da mufassal bir tâlimatnâme
hazırlanarak tebliğ edilmesi kararlaştırılmıştı.[6]
Doğu Anadolu vilâyetleriyle bazı Güneydoğu Anadolu vilâyetlerinden çıkarılarak, Diyarbekir
Vilâyeti’nin güneyine, Fırat nehri vadisine ve Urfa-Süleymaniye yakınlarına gönderilmelerine karar
verilen Ermenilerin, yeniden fesat yuvaları meydana getirmemeleri için Başkomutanlık bazı uyarılarda
bulunmuş, bunun için 26 Mayıs 1915 tarihiyle Dahiliye Nezareti’ne gönderdiği bir yazıda şu hususların
dikkate alınmasını istemiştir:
1- Ermenilerin gönderildikleri yerlerdeki nüfûsu oradaki aşiret ve müslüman sayısının %10 nisbetini
geçmemelidir.
2- Göç ettirilecek Ermenilerin kuracakları köylerin herbiri elli evden çok olmamalıdır.
3- Ermeni göçmen aileleri seyahat ve nakil suretiyle de olsa ev değiştirmemelidir[.7]
Ermeniler konusunda Dahiliye Nezareti’nin tedbir aldığı bu sırada Rusya, Fransa ve İngiltere
Hükümetleri 24 Mayıs 1915’te bir bildiri yayınladılar. Burada bir aydan beri “Ermenistan” diye
adlandırdıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermenilerin öldürüldüklerini ileri sürdüler. Buna karşılık
kışkırttıkları ve destekledikleri Ermenilerin Türklere karşı işledikleri cinayetleri görmezlikten gelerek,
olaylardan Osmanlı Hükûmeti’nin sorumlu tutulacağını bildirdiler[.8]
Bu tezkirede Talât Paşa, Osmanlı topraklarına gözdiken istilâcıların, ihtiraslarını gerçekleştirmek
için Osmanlı tebaası olan Ermeniler arasına nifak soktuklarını ve yardım ettiklerini, isyan eden
Ermenilerin düşmana karşı savaşan ordunun harekâtını güçleştirmek için her çeşit engellemeleri
yaptıklarını, askere erzak ve mühimmat nakline mâni olduklarını, düşmanla işbirliği yaptıklarını, bir
kısmının düşman saflarına katıldıklarını, askerî birliklere ve masum halka silâhlı saldırıda bulunduklarını,
şehir ve kasabalarda katl ve yağmacılık yaptıklarını, düşman deniz kuvvetlerine erzak temin ettiklerini
ve müstahkem mevkileri düşmana gösterdiklerini açıkladıktan sonra, devletin selâmeti için köklü tedbire
ihtiyâç duyulduğunu ve bunun için, harp sahasında olaylar çıkaran Ermenilerin başka bölgelere nakline
karar verildiğini ifade etmekteydi.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
145
www.ulkuocaklari.org.tr
Meselenin bu şekilde milletlerarası bir hüviyet kazanması üzerine Talât Paşa tehcir konusundaki
sorumluluğu daha fazla tek başına yüklenemeyeceğini anlayarak konuyu bir kanun hükmü haline
getirmek ve diğer kabine üyelerini de bu sorumluluğa ortak etmek istedi. Bu maksatla, 12 Receb
1333/13 Mayıs 1331 (26 Mayıs 1915) tarih ve 270 numaralı tezkireyi Sadaret’e gönderdi.[9]
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tezkirede ayrıca, Ermenilerin hangi bölgelerden ve nereye gidecekleri konusundaki karar
açıklandıktan başka, bunlara muhacirîn tahsisatından, daha önceki malî durumlarına uygun emlâk
ve arazî verileceği, muhtaç olanlara yardım edileceği, âlet-edevât ve tohumluk gibi üretime dönük
faaliyetlerinde devletin kendilerine yardımcı olacağı, terk ettikleri memlekette kalan mallarının deftere
kaydedileceği ve bu konuda bir tâlimatname hazırlanacağı da yer almakta idi.
Dahiliye Nezareti’nin bu tezkiresi Sadaret tarafından kaleme alınan 15 Receb 1333/16 Mayıs
1331 (29 Mayıs 1915) tarihli bir tezkire ile Meclis-i Vükelâ’ya intikal ettirildi. Sadaret tezkiresinde de
Talât Paşa’nın tezkiresindeki ifadeler tekrar edildikten sonra, devletin selâmeti için tatbikine başlanılan
ve halen devam eden bu uygulamanın yerinde olduğu ve bunun bir usul ve kaideye bağlanması
gerektiği dile getirildi. [10] Meclis-i Vükelâ da 30 Mayıs 1915 tarihinde uygulamayı kabul eden bir karar
aldı. Meclis-i Vükelâ’nın bu konu ile ilgili mazbatasında, devletin varlığının ve emniyetinin korunması
uğrunda yapılan mücadeleye, kötü tesiri olan bu gibi zararlı faaliyetlerin etkili tedbirlerle önlenmesinin
kesinlikle zaruri ve Dahiliye Nezareti’nce bu konuda alınan tedbirlerin son derece isabetli ve yerinde
olduğu belirtildi .Ayrıca, yerlerinden çıkarılan Ermenilerin gayrimenkul mallarıyla ilgili bir beyanname
neşredilerek, tayin edilecek komisyonlar tarafından tesbitinin yapılması ve gönderilen Ermenilere
gittikleri yerde durumlarına uygun iş sahalarının açılması ve muhacirîn tahsisatından kendilerine yardım
yapılması kararının alındığı ifade edildikten sonra, nakliyatın emniyet içinde yapılması konusunda
ilgililere gerekli tâlimatın yazılması talimatı verildi.[11]
Sadaret’ten 16 Receb 333/17 Mayıs 331 (30 Mayıs 1915) tarihinde Dahiliye, Harbiye ve Maliye
Nezaretlerine yazılan yazıda, tehcirin nasıl uygulanacağı belirtildi. 12 Buna göre:
a) Ermeniler kendilerine tahsis edilen bölgelere can ve mal emniyetleri sağlanarak rahat bir şekilde
nakledileceklerdir
b) Yeni evlerine yerleşinceye kadar iaşeleri muhacirîn ödeneğinden karşılanacaktır
c) Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlâk ve arazî verilecektir
d) Muhtaç olanlar için hükûmet tarafından mesken inşa olunacak, çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk,
âlet ve edevat temin edilecektir
e) Geride bıraktıkları taşınır malları kendilerine ulaştırılacak, taşınmaz malları tesbit ve kıymetleri takdir
edildikten sonra, buralara yerleştirilecek olan müslüman göçmenlere tevzi edilecektir.Bu göçmenlerin
ihtisasları dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkân, han, fabrika ve depo gibi gelir
getiren yerler, açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere
mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir.
f) Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta bir tâlimatnâme hazırlanacaktır.
Talât Paşa’nın 13 Mayıs’ta Sadaret’e tezkire vermesinden bir gün sonra, 14 Mayıs 1331 (27
146 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Mayıs 1915) tarihinde “Vakt-i seferde icraat-i hükümete karşı gelenler için cihet-i askeriyece ittihaz
olunacak tedâbir hakkında Kanun-ı Muvakkat” çıkarıldı.13 19 Mayıs 1331 (1 Haziran 1915) günü
Takvîm-i Vekâyi’de yayınlanarak yürürlüğe giren bu geçici kanunun14 birinci maddesi ordu, kolordu
ve fırka komutanlarına, savaş sırasında Hükûmetin emirlerine, memleketin savunulmasına ve asayişin
korunmasına karşı çıkanlara, silâhlı saldırı veya direnişte bulunanlara karşı derhal askerî tertibat alma,
tecavüz ve direniş sırasında isyancıları imha etme yetkisi veriyordu. İkinci madde ise aynı komutanlara,
casusluk ve vatana ihanet ettikleri anlaşılan köy ve kasaba halkını, tek tek veya toplu halde başka
yerlere sevk ve iskân imkânı tanıyordu. Böylece bu kanun, Dahiliye Nezareti’nin kendiliğinden başlatmış
olduğu tehcir işini orduya devretmiş oldu.
27 Receb 333/28 Mayıs 331 (10 Haziran 1915) tarihinde yayımlanan tâlimatname15 ile de, tehcire
tabi tutulan Ermenilerin malları koruma altına alındı. Bir başkan ile biri mülkî, diğeri de maliyeden olmak
üzere iki üyeden oluşan “Emvâl-i Metrûke Komisyonu” (Terkedilmiş Mallar Komisyonu) kuruldu. Bu
komisyonlar, boşaltılan köy ve kasabalardaki Ermenilere ait malları tesbit edecek, mufassal defterlerini
tutacaktı. Defterlerden biri mahallî kiliselerde korunacak, biri mahallî yönetime verilecek, biri de
komisyonda kalacaktı. Bozulabilir eşya ile hayvanlar açık arttırma ile satılacak ve parası korunacaktı.
Komisyon gönderilmeyen yerlerde, beyannâme hükümlerini mahallî görevliler yerine getirecekti. Bu
malların Ermeniler dönünceye kadar korunmasından hem komisyon, hem de mahallî idareler sorumlu
olacaktı.
1. Tehcirin Gayesi Ermenilerin tehciri ikinci olarak, Eyâlet-i sitte adı verilen vilâyetlerde, 8 Şubat 1914’te Osmanlı
Devleti’yle Rusya arasında imzalanan ve Ermenilere âdeta bağımsızlık veren anlaşmadan kurtulma
anlamı da taşımaktadır. Zira Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla bu anlaşmanın uygulamasından
kurtulan Osmanlı Devleti, savaşın sona ermesinden sonra, bağımsız bir Ermenistan demek olan böyle
bir uygulamadan kurtulmanın en kesin yolunun, buradaki Ermenileri Rus sınırından daha uzak ve emin
bir yere sevki düşünmüş olmalıdır. Nitekim Rusya’nın Ermenileri kullanarak Doğu Anadolu’ya hakim
olmak istedikleri Rus Büyükelçiliği’nden 26 Kasım 1912 tarihinde Rusya Dışişleri Bakanı S.D. Sazanof’a
gönderdiği raporda açık olarak belirtilmektedir.16 Bu raporda: “...Bu anlatılanlar Ermeni halkının gittikçe
Rusya tarafını tutmakta olduğunu göstermektedir ve bu isteğin gerçekten de içten ve samimi olduğu
ortadadır. Rusya’ya olan sempati Ermeni burjuvası ve aydınları arasında da yaygındır. İhtilâlci partiler
artık gittikçe itibarını kaybediyor ve yerine konservatif programıyla yeni partiler kuruluyor. Van, Bâyezid,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
147
www.ulkuocaklari.org.tr
Belgelerden anlaşıldığına göre, Talât Paşa’nın başlattığı ve Meclis-i Vükelâ’nın da uygun gördüğü
tehcir, doğrudan doğruya cephelerin güvenini sarsacak bölgelerde uygulanmıştır. Bunlardan birincisi
Kafkas ve İran cephesinin geri bölgesini oluşturan Erzurum, Van ve Bitlis dolaylarıdır. İkincisi ise Sina
cephesi gerilerini oluşturan Mersin-İskenderun bölgeleridir. Çünkü Ermenilerin bu bölgelerde düşmanla
işbirliği yaptığı ve bir çıkarma hareketini kolaylaştıracak faaliyetler içinde bulundukları tesbit edilmişti.
Daha sonra bu uygulama isyan çıkaran, düşmanla işbirliği yapan ve Ermeni komitacılarına yataklık
eden diğer vilâyetlerdeki Ermenilere de teşmil edildi. Başlangıçta Katolik ve Protestan Ermeniler tehcir
dışı bırakıldıkları halde daha sonra, bunlardan zararlı faaliyetleri görülenler de sevke tabi tutuldu.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu vilâyetlerdeki Ermenilerin hepsi
Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı bekliyorlar. Veya Rusya’nın kontrolü altında reformlar
yapılmasını istiyorlar. 21 Kasım Bâyezid konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler Türkiye’ye
karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve Rusya’nın protektörlüğünü, Ermeni topraklarını işgal etmelerini
bekliyorlar. Ermeni Patriği Rusya’ya Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır”
denilmektedir ki, yukarıdaki ifadeler, Ermenilerin desteklenmesinin sebeplerini ve Rusya’nın emellerini
bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Bu sebeple 22 Haziran 1331 (5 Temmuz 1915) tarihinde Adana, Erzurum, Bitlis, Haleb, Diyarbekir,
Suriye, Sivas, Trabzon, Mamuretülaziz, Musul vilâyetleriyle “Adana Emvâl-i Metrûke Komisyonu”
başkanlığına, Zor, Maraş, Canik, Kayseri ve İzmit Mutasarrıflıklarına, tebligat gönderilerek Ermenilerin
iskânlarına tahsis edilen bölgelerin, görülen lüzum üzerine genişletildiği bildirildi. Buna göre:
1- Kerkük sancağının İran sınırına seksen kilometre mesafede bulunan köy ve kasabalar dahil olduğu
halde Musul vilâyetinin doğu ve güney bölgesi;
2- Diyarbekir hududundan yirmibeş kilometre dahilde, Habur ve Fırat nehirleri vadisindeki yerleşim
yerleri dahil olmak üzere Zor sancağının doğusu ve güneyi;
3- Haleb vilâyetinin kuzey kısmı hariç olmak üzere doğu, güney ve güneybatısında bulunan bütün
köy ve kasabalarla, Suriye vilâyetinin Havran ve Kerek sancakları dahil olmak üzere demiryolu
güzergâhlarından yirmi beş kilometre dışarda bulunan kasaba ve köylerde müslüman nüfusunun %l0’u
nisbetinde iskân edileceklerdi.17
Talât Paşa, özellikle Batılı ülkelerin ve basınının aksi propagandalarından dolayı, devamlı olarak
Ermeniler hakkında alınan tedbirlerin onları imha maksadını taşımadığını her fırsatta ifade etmiştir.
Nitekim 16 Ağustos 1331 (29 Ağustos 1915) tarihinde Hüdavendigâr, Ankara, Konya, İzmit, Adana,
Maraş, Urfa, Halep, Zor, Sivas, Kütahya, Karesi, Niğde, Mamuretülaziz, Diyarbekir, Karahisar-ı
Sahib, Erzurum ve Kayseri vali ve mutasarrıflarına gönderilen bir şifre telgrafda tehcirin gayesi şu
şekilde açıklanmaktadır.18 “Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılarak tayin edilen mıntakalara
sevklerinden hükûmetçe takib edilen gaye, bu unsurun hükûmet aleyhine faaliyetlerde bulunmalarını
ve bir Ermenistan Hükûmeti teşkili hakkındaki millî emellerini takib edemiyecek bir hale getirilmelerini
temin esasına matuftur. Bu kimselerin imhası söz konusu olmadığı gibi, sevkiyat esnasında kafilelerin
emniyeti sağlanmalı ve muhacirîn tahsisatından sarfiyat yapılarak iaşelerine ait her türlü tedbir
alınmalıdır. Yerlerinden çıkarılıp, sevkedilmekte olanlardan başka, yerlerinde kalan Ermeniler bundan
sonra yerlerinden çıkarılmamalıdır. Daha önce de tebliğ edildiği gibi asker aileleriyle ihtiyaç nisbetinde
sanatkâr, Protestan ve Katolik Ermenilerin sevkedilmemesi hükûmetçe kesin olarak kararlaştırılmıştır.
Ermeni kafilelerine saldırıda bulunanlara veya bu gibi saldırılara önayak olan jandarma ve
memurlar hakkında şiddetli kanunî tedbir alınmalı ve bu gibiler derhal azl edilerek Divan-ı Harblere
teslim edilmelidir. Bu gibi olayların tekrarından vilâyet ve sancaklar sorumlu tutulacaklardır”.
148 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Daha önce de Ankara vilâyetine 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) tarihinde gönderilen gizli şifrede
“Ermeniler hakkında hükûmetçe alınan tedbirler, sırf memleketin âsâyiş ve inzibatını temin ve muhafaza
mecburiyetine müstenittir. Ermeni unsuruna karşı Hükûmetin imhakâr bir siyaset takibetmediği, şimdilik
tarafsız bir vaziyette kaldıkları görülen Katolik ve Protestanlara dokunmamış olması göstermektedir...”
denilmekteydi.19 Öte yandan Ermenilerden zararlı kimselerle komite reislerinin sürülmeleri konusunda
Hükûmetin çıkardığı tebligatın, bazı yerlerde yanlış anlaşıldığı görülmektedir. Buna bağlı olarak pekçok
yerde, yakalanan Ermeni çeteler, faaliyetlerini daha rahat sürdürebilecekleri yerlere sevkedilmiştir. Bunun
üzerine Talât Paşa 19 Mayıs 1331’de (1 Haziran 191 5) bütün vilâyetlere bir tamim daha yayınlayarak
bu gibi Ermenilerin bulundukları yerlerden alınarak fesat çıkarmasına imkân bulamayacakları yerlere
yerleştirilmelerini ve sürgün işleminin sadece bozguncu ve isyancı Ermenilere uygulanmasını tebliğ
etmişti.20 Ayrıca tehcire tabi tutulan Mamuretülaziz vilâyetine gönderilen 31 Mayıs 1331 (13 Haziran
1915) tarihli şifre ile de, Divân-ı Harbi Örfî’ye verilmiş Ermenilerden başka, sürülmesi gereken
Ermenilerin bu konudaki hususî tebligata uygun olarak vilâyetin uygun yerlerinde bulundurulması ve
bunların Musul’a sevklerine ihtiyaç ve lüzum olmadığını, şimdilik aileleriyle birlikte nakl-i hâne suretiyle
vilâyet hâricine Ermeni sevkinin uygun görülmediği bildirilmişti.21 1 Haziran 1331’de (14 Haziran
1915) Erzurum, Diyarbekir, Mamuretülaziz ve Bitlis vilâyetlerine gönderilen şifrede ise, tehcir edilen
Ermenilerin yollarda hayatlarının korunması, sevkiyat sırasında firara yeltenenlerle muhafazalarına
memur olanlara karşı saldırıda bulunacakların yola getirilmesinin tabii olduğu, ancak buna hiçbir şekilde
halkın karıştırılmaması ve Ermenilerle müslümanlar arasında öldürmeye yol açacak ve aynı zamanda
dışarıya karşı da pek çirkin görünecek olayların çıkmasına kat’iyyen fırsat verilmemesi istenmişti.
2. Tehcire Tabi Tutulan Ermenilerin Yeni İskân Bölgelerine Nakli
Batı Anadolu’dan gönderilen kafileler ise Kütahya-Karahisar-Konya-Karaman-Tarsus üzerinden
Kars-Maraş-Pazarcık yoluyla Zor’a sevkedilmişlerdir.25 Bütün bu güzergâhların seçiminde tren yolları
ve nehir nakliye araçlarının bulunduğu yerler tercih edilmiştir. Bu sırada en emniyetli yolun tren ve
nehir yolculuğu düşüncesi bunda önemli rol oynamıştır. Nitekim Batı Anadolu’dan iskân mahalline
gönderilenlerin hemen hepsi trenlerle nakledilmişlerdir.26 Cizre yolu ile sevkedilenler de tren ve “Şahtur”
denilen nehir kayıklarıyla taşınmışlardır.27 Tren ve nehir nakliyatının bulunmadığı yerlerde kafileler
hayvan ve arabalarla belli merkezlere toplanmışlar ve buradan trenlere bindirilmişlerdir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
149
www.ulkuocaklari.org.tr
Ermeni kafileleri, iskân sahalarına dağıtılmak üzere yol kavşakları üzerinde bulunan Konya,
Diyarbekir, Cizre, Birecik ve Halep gibi belirli merkezlerde toplandı. Belgelerdeki ifadelere göre, kafilelerin,
muhtemel zorluklarla karşılaşmamaları düşüncesiyle kendilerine en uygun ve yakın güzergâhlardan
nakilleri plânlanmıştır. Ayrıca güzergâh seçiminde, kafilelerin emniyet ve muhafazalarının sağlanması
düşüncesi de önemli rol oynamıştır. Nitekim Kayseri’den, Samsun’dan gönderilenler Malatya üzerinden;
Sivas, Mamuretülaziz, Erzurum ve havalisinden gönderilenler ise Diyarbekir-Cizre yolundan Musul’a
sevkedilmişlerdir.22 Bununla birlikte, yolların çok kalabalık olması, sancaklarda asayişin bozulması
ihtimalinin belirmesi hallerinde, bu güzergahlar dışına da çıkılmıştır.23 Urfa›dan Re›sülayn ve Nusaybin
yoluyla gidenler, Arap kabileleriyle diğer aşiretlerin saldırılarından korunmak üzere Siverek yolundan
gönderilmişlerdir.24
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Osmanlı Hükûmeti savaş şartlarına rağmen, sevkiyatın bir düzen içinde yürümesine ve kafilelerin
herhangi bir zarara uğramamasına itina etmiş, bunun için elindeki bütün imkânları zorlayarak nakli
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Buna rağmen, cepheye devamlı surette asker ve zahire nakli sebebiyle,
muhacirlerin sevkinde vasıta sıkıntısına düşüldüğü ve çeşitli zorluklarla karşılaşıldığı anlaşılıyor. Nitekim
zaman zaman istasyonlarda büyük yığılmaların meydana geldiği, vasıta darlığından sevkiyatın zaman
zaman aksadığı,28 hasat mevsimi olması, araba ve hayvana duyulan ihtiyaç yüzünden kafilelerin
zorlukla hareket ettikleri görülüyor.29
Bütün bu zor şartlara ve imkânsızlıklara rağmen hükûmetin, tehcire tabi tutulan Ermenileri büyük
bir intizam içerisinde yeni yerleşme alanlarına sevketmeyi başardığı yabancı misyon tarafından da
doğrulanıyor. Nitekim, Amerika’nın Mersin Konsolosu Edward Natan, 30 Ağustos 1915’te Büyükelçi
Hanry Morgenthau’a gönderdiği raporda, Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhının Ermenilerle
dolu olduğunu ve Adana’dan itibaren bilet alarak trenle seyahat ettiklerini, kalabalık yüzünden sefalet ve
çektikleri zahmete rağmen Hükûmetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekde olduğunu,
şiddete ve intizamsızlığa yer vermediğini, göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını, muhtaç olanlara
yardımda bulunduğunu belirtmiştir.30 Amerika konsolosunun bu tesbitleri, Osmanlı görevlilerinin
merkeze gönderdikleri raporlarla da doğrulanmaktadır. Buna karşılık Ermeni komiteleri, tehcir sırasında
bile, saldırılarına devam etmek suretiyle, âdeta tehcirde devletin ne kadar isabetli davrandığını
göstermişlerdi. Nitekim Mamuretülaziz Amerika Konsolosu Lesli de Vis tarafından Amerika’nın İstanbul
Sefiri Morgenthau’a 12 L 1333 (23 Ağustos 1915) tarihli yazdığı mektupta, Ermenilerin merkez vilâyette
ve köylerinde gerçekleştirdikleri cinayetler anlatılmaktadır.31 1080 taahhüd numarasıyla postaya
verilen mektup, Osmanlı güvenlik teşkilâtınca, usulü dairesince açılmış, tercüme edilip okunmuş ve
yine usulünce kapatılarak sefârete gönderilmiştir.32
3. Ermeni Kafilelerine Yapılan Saldırılar ve Buna Karşı Devletin Aldığı Tedbirler
Ermeni sevkiyatının kısa zamanda tamamlanması zorunluluğu ve Savaşın getirdiği olumsuz
şartlar, kafilelerin emniyetinin sağlanmasını ve iaşelerinin teminini güçleştiren en önemli sebeplerin
başında gelmektedir. Bu yüzden yollarda, yer yer görülen salgın hastalıklar yüzünden 25-30 bin
civarında can kaybı olduğu tahmin edilmektedir.33 Meselâ, 8 Z 1333 (17 Ekim 1915) tarihli belgede,
Hama’da bulunan kafilede hergün tifo ve dizanteriden 70-80 kişinin öldüğü ve derhal tedbir alınması
hususunda emir verildiği görülüyor.34 Ayrıca kafilelerden bazılarına Arap aşiretlerinin, özellikle HalepZor arasında yaptıkları saldırılar sonunda bir miktar Ermeninin öldürüldüğü tesbit edilmektedir. Meselâ
belgelerde Haleb’e bir saat mesafede Meskene’ye kadar olan yollarda Urban’ın gasb için yaptığı
saldırılar sonucu ikibine yakın Ermeninin öldürüldüğü,35 Diyarbekir’den Zor’a ve Suruç’tan Menbiç
yoluyla Haleb’e sevkedilen Ermenilerden de iki bin kadarının yine Urban aşiretlerinin saldırılarına maruz
kalarak soyuldukları görülmektedir.36 Yine Diyarbekir bölgesindeki kafilelerden iki bine yakın Ermeninin,
çeteler ve eşkıya tarafından Mardin civarına götürülerek öldürüldüklerinin istihbar olunduğu kayıtlarda
yer alıyor.37 Yine Erzurum-Erzincan arasında da 500 kişilik başka bir kafilenin Kürdlerin saldırıları
sonucu katledildiği haberi alınmış, bunun üzerine Diyarbekir, Mamuretülaziz ve Bitlis Vilâyetlerine
1 Haziran 1331 (14 Haziran 1915) tarihiyle gönderilen şifre telgrafla, sevkiyat sırasında güzergâhta
bulunan aşâir ve köylülerin taarruzlarına karşı her türlü vasıtanın kullanılması, katle ve gasba cür’et
edeceklerin şiddetle tedibi emredilmiştir.38 Ayrıca 13 Haziran 1331/27 Haziran 1915 tarihli bir belgede,
150 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Dersim bölgesinde, Dersim eşkıyâsının Erzurum’dan sevk olunan Ermeni kafilelerinin yolunu keserek
katlettikleri ve onları kurtarmanın kabil olmadığı, Erzurum Vilâyeti’nden bildirilmiştir.
Hükûmet, Dersimlilerin bu cinayetlerinin katiyyen câiz olmadığını ve kafilelerin emniyet içinde
sevkleri için derhal tedbir alınmasını emretmiştir.39 Yukarıdaki kayıtlardan 1915 yılındaki tehcir
esnasında toplam olarak 8-9 veya 10 bin civarında Ermeni’nin eşkıya saldırıları sonucu öldürüldüğü
görülüyor. Bu rakkam Osmanlı belgelerinden elde edilen kesin sayı olup, bunun dışında bir öldürülme
kaydına rastlanılmıyor.
Heyetlere verilen tâlimatlara göre, jandarma, polis, memur ve âmirleri, haklarında yapılacak
tahkikat neticesine göre Divan-ı Harbe sevkedileceklerdi. Divan-ı Harbe sevkedilenlerin bir listesi de
Dahiliye Nezareti’ne verilecekti. Vali ve kaymakamlar hakkında yapılacak tahkikatın neticesi önce
Nezaret’e arz olunacak ve verilecek emre göre muamelesi yürütülecekti. Divan-ı Harb başkanları veya
üyeleriyle askerî memurlardan da suiistimali görülenler bulunursa, bağlı oldukları ordu komutanlıklarına
bildirilecekti.
Tahkik heyetlerinin verdikleri raporlar ışığında, görevini kötüye kullanan (kafilelerden para ve
eşya çalmak, gerekli şekilde koruma görevi yapmadığı için kafilelerin tecavüze uğramalarına yol açmak,
sevk emrine aykırı hareket etmek, kadın kaçırmak gibi) pek çok görevli, işten el çektirildiler. Bir kısmı
Divan-ı Harbler’de yargılanarak ağır cezalara çarptırıldılar.44
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
151
www.ulkuocaklari.org.tr
Osmanlı Devleti’nin, bir yandan cephede savaşırken bir yandan da kafilelerin iaşe ve emniyetlerinin
sağlanması için olağanüstü gayret sarfettiği anlaşılıyor. Nitekim nakledilen Ermenilerin, eşkıyanın
saldırılarına maruz kalarak öldürülmeleri ve soyulmaları karşısında, derhal ilgili bölge yetkililerine
talimat göndererek, bundan böyle zabtiyesiz hiç bir kafilenin yola çıkarılmamasını ve sevkıyatın emniyet
içinde yapılması için gerekli tedbirlerin alınmasını istediği görülmektedir. Öte yandan, sevkıyatın
yapıldığı illerdeki görevlilere gönderdiği emirlerle Ermeni kafilelerine saldırıda bulunanların yakalanarak
cezalandırılmalarını, ayrıca kafileleri koruyan muhafızların sayılarının arttırılmasını emretmiştir.
Hükümetin, bu emre istinaden 23 Ağustos 1331 (5 Eylül 1915) tarihinde ilgili vilâyetlere çektiği şifre
telgrafta, Ermeni kafilelerine saldıranlardan kaç kişinin cezalandırıldığı sorulmuştur.40 Ayrıca diğer bir
tedbir olarak, Ermeni kafilelerinin sevki sırasında ihmali veya yolsuzluğu görülen görevlileri tesbit etmek
üzere tahkik heyetleri kurulmuştur. Mahkeme-i İstintak birinci reisi Âsım Bey’in başkanlığında Ankara
Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Bey ile İzmir Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Muhhiddin
Bey’den oluşan bir heyet, Adana, Halep, Suriye, Urfa, Zor ve Maraş bölgelerine41; Mahkeme-i
Temyiz Reisi Hulusi Bey’in başkanlığında Şûrâ-yı Devlet azalarından İsmail Hakkı Bey’in de katıldığı
heyet Hüdavendigâr, Ankara, İzmit, Karesi, Kütahya, Eskişehir, Kayseri, Karahisar-ı Sahip ve Niğde
bölgelerine gönderildiler.42 Bitlis eski Valisi Mazhar Bey başkanlığında Dersaadet Bidâyet Müdde-i
Umumîsi Nihad ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Beylerden oluşan üçüncü bir heyet ise, Sivas,
Trabzon, Erzurum, Ma’muretülaziz, Diyarbekir, Bitlis ve Canik bölgelerinde görevlendirildi. Bu heyetin
başkanı olan ve Sivas’ta bulunan Mazhar Bey’e 20 Eylül 1331’de (3 Ekim 1915) “mahrem” kaydıyla
çekilen bir şifre telgrafta, heyetlerin vardıkları yerlerde gerekli incelemeleri yaptıktan sonra, neticelerini
devamlı olarak merkeze rapor etmeleri istenmiştir.43
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
4. Tehcire Tabi Tutulmayan ve Tehcirden Kurtulmak İçin Din Değiştiren Ermeniler
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, tehcir kararı bütün Ermenilere uygulanmadı. Başlangıçta bazı
bölgelerde (Urfa’da Germiş ve Birecik, Erzurum, Aydın, Trabzon, Edirne, Canik, Çanakkale, Adapazarı,
Halep, Bolu, Kastamonu, Tekirdağ, Konya ve Karahisar-ı sahip) yaşayan Ermenilerin bir bölümü tehcir
haricinde bırakıldılar.45 Fakat, daha sonra bunların da çeşitli tedhiş olaylarına karıştıkları görülünce
büyük bir kısmı tehcir edildiler.46 Hasta ve âmâlar tehcir edilmedikleri gibi, Katolik ve Protestan
mezhebinden olanlar, asker ve aileleriyle, memurlar, tüccarlar, bazı amele ve ustalar da tehcir dışı
tutuldular. Nitekim Maraş ve Adana vilâyetlerine gönderilen telgraflarda, hasta, âmâ, sakat ve yaşlıların
sevkedilmemeleri ve şehir merkezlerine yerleştirilmeleri hususunda talimat gönderilmiştir.47
21 Temmuz 1331/3 Ağustos 1915 ve 2 Ağustos 1331/15 Ağustos 1915 tarihinde ilgili vilâyetlere
gönderilen telgraflarla Katolik ve Protestan mezhebinde bulunan Ermenilerin sevkedilmemeleri ve
bulundukları şehirlere yerleştirilerek nüfus sayılarının bildirilmesi emredilmiştir.48 Bu gibiler, vilâyet
dahilinde çeşitli şehirlere iskân edilmişlerdir.49 Yanlışlıkla tehcire tabi tutulanlar ise, araştırılarak o
sırada bulundukları şehirlere yerleştirilmişlerdir.50 Fakat, tehcir harici tutulanlardan, zararlı faaliyetleri
görülenler ister Katolik, ister Protestan olsun yeni iskân sahalarına sevkedilmişlerdir.51
2 Ağustos 1331’de (15 Ağustos 1915) Erzurum, Adana, Ankara, Bitlis, Halep, Hüdâvendigâr,
Diyarbekir, Trabzon, Konya, Van vilâyetleriyle, Urfa, İzmit, Canik, Kayseri, Afyon, Karesi, Maraş, Niğde,
Eskişehir mutasarrıflıklarına gönderilen şifre telgrafla, Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiyye sınıflarında
hizmet gören Ermeniler ve ailelerinin bulundukları yerlerde bırakılarak tehcire tabi tutulmadıkları
görülmektedir.52 Ayrıca, merkez ve taşradaki Osmanlı Bankası şubelerinde, Reji İdaresi’nde ve
bazı konsolosluklarda çalışan Ermenilerin de hükümete sadık ve iyi halleri görüldükleri sürece tehcir
edilmemeleri kararlaştırılmıştır.53
Bunlar dışında, yetim çocuklar ve dul kadınlar da sevke tabi tutulmayarak, bu gibiler yetimhanelerde
ve köylerde koruma altına alınmışlar ve kendilerine maddî yardımda bulunulmuştur.54
Öte yandan sevkiyat esnasında yetim kalan çocuklar da Sivas›a gönderilerek oradaki
yetimhanelere konmuştur.55 Korunmaya muhtaç Ermeni aileler hakkında 17 Nisan 1332/30 Nisan
1916›da genel bir emirname yayınlanmıştır. Bu emirnâmede:
a) Erkekleri sevkedilen veya askerde bulunan kimsesiz ve velisiz ailelerin, Ermeni ve yabancı
bulunmayan köy ve kasabalara yerleştirilerek, iaşelerinin muhacirîn tahsisatından verilmesi,
b) 12 yaşına kadar olan çocukların, bölgelerindeki yetimhanelerin yeterli olmaması halinde, zengin
müslüman ailelerin yanına verilerek yetişmelerinin ve eğitimlerinin sağlanması,
c) Hali vakti yerinde olmayan müslüman ailelere ise muhacirîn tahsisatından, çocukların iaşe masrafını
karşılamak üzere 30 kuruş ödenmesi,
d) Genç ve dul kadınların kendi rızalarıyla, müslüman erkeklerle evlenmelerine izin verilmesi, yer
almaktaydı.56
152 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tehcir sırasında bazı Ermenilerin tehcirden kurtulmak için din değiştirme yoluna gittikleri
görülmektedir. Osmanlı yönetimi, sadece tehcirden kurtulma amacına yönelik bu tip isteklerin kabul
edilmemesini kararlaştırmıştır. Bu cümleden olarak, 18 Haziran 1331/1 Temmuz 1915’te ilgili vilâyet ve
sancaklara gönderilen tebliğatta, sevkedilen Ermenilerin bazılarının toptan veya ferdî olarak yerlerinde
kalmak amacıyla ihtidâ ettiklerinin anlaşıldığı belirtilerek, bu gibilere kat’iyyen itimat edilmemesi
gerektiği, bunların islâm adı altında yine fesatlıklarını sürdürebilecekleri hatırlatılmış, ihtidâ etmiş olan
Ermenilerin de sevkedilmeleri emredilmiştir.57 Aynı şekilde kocaları askerde olan Ermeni kadınlarının
ihtidâlarının da kabul edilmediği 16 Teşrîn-i evvel 1331/29 Ekim 1915 tarihinde Karahisar-ı Sahip
Mutasarrıflığına gönderilen şifre telgraftan anlaşılmaktadır.58 Bununla beraber, tehcirin sonlarına
doğru, ihtidâ etmek isteyen Ermenilerin müracaatları olumlu karşılanmış ve Teşrin-i evvel 1331/Ekim
1915 sonundan itibaren din değiştirmelere müsaade edilmeye başlanmıştır.59 Nitekim 22 Teşrîn-i evvel
1331/4 Kasım 1915 tarihinde bütün vilâyet ve mutasarrıflıklara gönderilen genelgede; sevkedilmeyip,
öteden beri oturdukları yerlerde kalan Ermenilerle, sevkedilecekler arasında olup da özel bir emirle
gönderilmeyenler veya yerlerine iade edilmiş olanların ihtidâlarının kabul edileceği yer almakta idi.60
Osmanlı Hükümeti tehcir sırasında yurt dışından gelecek veya yurt dışına çıkacak Ermenilerle
ilgili tedbirler de aldı. Osmanlı tebaası olan 17-55 yaşları arasında bulunan erkek Ermenilerin67 yurt
dışına çıkmaları yasaklandı. Tarafsız devletlerin vatandaşı olan Ermenilere ise savaş sonuna kadar
dönmemek şartıyla Osmanlı ülkesinden ayrılmalarına izin verildi. Dışarıdan Osmanlı ülkesine girmek
isteyen Ermenilere ise, hangi ülke vatandaşı olursa olsun kat’iyyen müsaade edilmedi.68 Tehcire
tabi tutulan Ermenilerin başvurdukları bir hileli yol da kendilerini yabancı bir devletin vatandaşı olarak
göstermeleriydi. Tehcir sırasında bu gibi iddialar büyük sorunlar çıkarmıştır. Sevke tabi tutulan bazı
Ermenilerin Amerika vatandaşı olduklarını iddia etmeleri üzerine Amerika elçisinin, hükümet nezdinde
teşebbüse geçerek bu gibilerin sevkini durdurmasını istediği anlaşılmaktadır. Hükümet, bu gibi iddiaların
doğruluğunu tesbit etmekte bir hayli güçlük çekmiştir. Nitekim 25 Haziran 1331/8 Temmuz 1915’te
Mamuratülaziz vilâyetine gönderilen bir telgrafta, gerçekten Amerika tâbiiyetinde bulunan Ermeni varsa,
miktarlarının tesbiti ve bunların sevkedilmesinden vazgeçilmesi istenmiştir.69 Tehcir sırasında Amerika
konsoloslarının veya diğer devletlerin temsilcilerinin Ermenilerle yakından ilgilendikleri anlaşılmaktadır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
153
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu genelgeden sonra Menteşe’de ihtidâ etmek isteyenlerin müracaatları kabul edildiği gibi,61
bu gibilerin malları da iade edilmiştir.62 Nitekim Sivas’a gönderilen 24 Şubat 1331/9 Mart 1916 tarihli
şifre telgrafta da ihtidâ veya başka sebebten dolayı sevkedilmeyen ve yerlerinde bırakılan Ermenilerin
mallarının tasfiyeye tabi olmadığı bildirilmiştir.63 Sevke tabi tutulan Ermenilerden ihtidâ etmek
isteyenlerin müracaatları ise, yeni iskân yerlerine varmalarından sonra kabul edilmiş ve o tarihten geçerli
sayılmıştır.64 Yerlerinde kalan bazı Ermenilerin ihtidâ istekleri ise, ileride sevklerine tesir etmemek şart
ve kaydıyla kabul edilmiştir.65 Din değiştirenlerden sevke tabi tutulacakların nüfus tezkirelerine din
değiştirdiklerine dair kayıt düşülmemesi, seyahat sırasında yalnız ikamet ettikleri yerin ismi yazılan
belgeler verilmesi kararlaştırıldı.66 Bundan maksadın, din değiştirme kisvesi altında ülke içine sızmaya
çalışan Ermeni fesat yuvalarının faaliyetlerinin önlenmesi hedeflenmişti.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bazı Amerika konsolosları, şehir şehir dolaşarak Ermeniler hakkında tahkikatta bulunduğu gibi,70 bazı
Alman subaylarının da Halep, Konya, Adana tren hatları boyunca dolaşarak Ermenilere ait pek çok
resim çektikleri ve bunları Osmanlı Hükümeti’ni tenkit için kullanacakları öğrenilmiştir. Hattâ görevli
yabancı memurların Ermeni memurlar vasıtasıyla yalan yanlış haberler toplayarak dış ülkelerde aleyhte
propaganda malzemesi olarak kullanmaları üzerine hükümet, 30 Ağustos 1331/12 Eylül 1915’te ilgili
vilâyetlere şifre telgraf göndererek, ecnebilerin aleyhte kullanabilecekleri davranışlarına meydan
verilmemesi için gerekli tedbirlerin alınmasını istemiştir.71
5. Sevkedilen Ermenilerin İhtiyaçlarının Karşılanması
Hükümet, Ermeni tehcirine başlamadan önce bütün vilâyetlere yazılar yazarak, bölgelerinden
geçecek kafilelerin bütün ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli tedbirlerin alınmasını ve yiyecek
stoklanmasını bildirdi.72
İaşe te›mini için İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyeti›ne çeşitli emirler ve tâlimatlar verildi.73
İhtiyaçların tesbit ve te›mini için İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Müdürü Şükrü Bey bizzat görevlendirildi.74
Sevkıyat sırasında kafilelerin ihtiyaçlarının karşılanması için Konya›ya 400.000, İzmit Sancağına
150.000, Eskişehir sancağına 200.000, Adana vilâyetine 300.000, Haleb vilâyetine 300.000, Suriye
vilâyetine 100.000, Ankara vilâyetine 300.000,75 Musul vilâyetine de 500.000 kuruş olmak üzere76
toplam 2.250.000 kuruş tahsis edildiği belgelerden anlaşılmaktadır.77
Ayrıca vilâyetler kendi imkânları nisbetinde yardımlarda bulundukları gibi, zaman zaman
ihtiyaç durumuna göre merkezden yeni para tahsislerinin de yapıldığı tesbit edilmektedir.78 Bu arada
Amerika’dan Ermeni muhacirlere verilmek üzere gönderilen bir miktar para da Amerikan misyonerleri
ve konsolosları tarafından Hükümetin bilgisi dahilinde Ermenilere dağıtılmıştır.79 Bunun dışında
Amerika’da yaşayan bazı Ermenilerin, aralarında topladıkları paraları gizli yollardan, tehcire tabi tutulan
Ermenilere gönderdikleri de belgelerde yer almaktadır.80
Osmanlı Hükümeti, sevkiyat için bu kadar büyük paralar harcarken, bir yandan da tehcire tabi
tutulan Ermenilerin devlete ve şahıslara olan boçları, ya ertelenmiş ya da tamamen defterden silinmiştir.
Nitekim, Talât Paşa tarafından 19 Mayıs 1331/1Haziran 1915’te Maraş Mutasarrıflığına gönderilen bir
şifre telgrafla, Ermenilerin borçlarının alınmaması istenirken,81 bütün vilâyetlere 22 Temmuz 1331/4
Ağustos 1915’te gönderilen diğer bir emirde de, iskâna tabi tutulan Ermenilerin âşar-ı ağnam ve
diğer vergi borçlarının ertelenmesi talimatı verilmiştir.82 Diğer taraftan sevkedilen kafilelere hastalık
durumlarında tedavi edilmeleri için sağlık görevlileri atanmıştır.83 Ayrıca, tehcir edilenler arasında
bulunan suçlu ve zanlılar hakkındaki takibat da ertelenmiştir.84
154 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
6. Tehcire Tabi Tutulan Ermenilerin Malları
Yukarıda da belirtildiği üzere, 27 Receb 333/28 Mayıs 1331 (10 Haziran 1915) tarihinde
yayınlanan tâlimatname ile tehcire tabi tutulan Ermenilerin malları koruma altına alınmıştır.
Aynı tâlimatnameye göre, bozulabilir mallarla hayvanlar veya işletilmesi zorunlu olan imalâthaneler,
kurulan komisyonlar tarafından açık arttırma ile satılacak ve paraları sahiplerine yollanacaktı. Osmanlı
Hükümeti’nin bu tâlimatnamenin uygulanması sırasında büyük titizlik gösterdiği anlaşılmaktadır.
Herhangi bir suiistimale meydan vermemek için büyük bir dikkat gösterilmiştir. Emvâl-i Metrüke
Komisyonları eliyle değerleri üzerinden sahipleri adına müzayede yoluyla satılması ve kendilerine
ödenmesi kararlaştırılmıştır.85 Bu satışlar sırasında birtakım dedikoduların çıkması üzerine hükümet,
21 Temmuz 1331/3 Ağustos 1915’te mutasarrıflıklara, vilâyetlere ve Emvâl-i Metrüke Komisyonları’na
şifre telgraf göndererek, adı geçen malların devlet memurlarınca satın alınmasını, çeşitli suiistimallere
meydan vereceği gerekçesiyle yasaklamıştır.86 Ancak daha sonra bu karar, bazı vilâyetlerde gerçek
değeri üzerinden ve peşin para ödenmesi şartıyla kaldırılmıştır.87 Hükümet her türlü yolsuzluğu
önleyecek tedbirleri almaktan geri durmamıştır. Nitekim 29 Temmuz 1331/11 Ağustos 1915’te Sivas
Emvâl-i Metrüke Komisyonu Başkanlığı’na gönderilen bir şifre telgrafta, ihtikâr ve suiistimale mâni
olacak tedbirlerin alınması istenmektedir.88 Yine aynı tarihte bütün vilâyetlere gönderilen bir tebliğat ile
de bu konuda alınacak tedbirler ve uygulamalar maddeler halinde belirtilmiştir.89
Bu tâlimata göre:
a) Tahliye edilmiş olan bölgelere hiçbir şüpheli şahıs sokulmayacak;
b) Eğer bazı şahıslar ucuza mal satın almışlarsa, satışlar feshedilecek ve gerçek değeri takdir olunarak,
meşru olmayan bir menfaat teminine meydan verilmeyecek;
c) Tehcir edilen Ermenilerin, istedikleri eşyayı götürmelerine müsaade edilecek;
d) Götüremeyecekleri eşyadan, durmakla bozulacak olanlar zaruri olarak satılacak, fakat bozulmayacak
durumdaki eşyalar ise sahipleri adına korunacak;
f) Bu mallar hakkında anlaşmazlık durumlarına meydan verilmeyecek;
g) Sevke tâbi tutulan Ermenilere, mallarını yabancılar dışında istediği kimseye satmalarına izin
verilecekti.90
Tâlimatnamelerdeki bu hükümler büyük bir titizlikle uygulanmaya çalışılmış, sevkedilen
Ermenilerden kalan sanat ve ticaret müesseseleri iskân şirketleri kurularak, değerleri üzerinden bu
şirketlere intikal ettirilmiştir.91 Satılan malların bedelleri Emvâl-i Metrüke Komisyonları tarafından
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
155
www.ulkuocaklari.org.tr
e) Taşınmaz malların icar, ferağ ve rehin gibi işlemlerinin sahipleriyle olan ilgilerinin
bozulmamasına dikkat edilecek ve tehcirin başladığı tarihten itibaren bu hükümlere aykırı olarak yapılan
uygulamalar varsa feshedilecek;
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sahiplerine gönderilmiştir.92 Nitekim iskân mahallerine varan muhacirler, kendilerine aktarılan bu
paralarla işlerini kurmuşlar ve bölgeye uyum sağlamışlardır.
7. Tehcir Uygulamasının Dışarıdaki Akisleri ve Belgelerle Tehcir Tehcirin yapıldığı bölgelerde bulunan yabancı gözlemciler, harb içinde olmasına rağmen
Osmanlı Hükümeti’nin bu işi büyük bir titizlikle ve iyi bir şekilde yürüttüğünü yazmışlardır. Buna karşılık
içlerinde Rusya, İngiltere, Amerika devletlerinin de bulunduğu ülkeler ile çoğu Batı basını, olayları
olduğundan farklı bir biçimde çarpıtarak vermişlerdir. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, Amerika’nın
Mersin’deki konsolosu Edward Natan, bazı aksaklıklar görülmesine karşılık, sevkiyatın son derece
intizamlı bir biçimde sürdürüldüğünü ve kafilelere tren bileti sağlandığını raporunda belirtmiş olmasına
rağmen,93 İstanbul’daki Amerika sefiri Hanry Morgenthau olayları tamamen ters şekilde ülkesine
bildirmiş94 ve Amerikan basını da bunları Türkler aleyhine kullanmıştır.95 Gazetelerde çıkan iddialara
göre Morgenthau, Osmanlı Hükümeti’ne rüşvetler vererek bazı Ermenileri satın alarak Amerika’ya
göndermiş; ayrıca İstanbul’daki İngiliz, Rus ve Fransız tebaasını da kurtarmıştır. Gazetelerde çıkan
bütün bu asılsız ve yanlış beyanları, Amerika’da bulunan bir Türk vatandaşı 14 Eylül 1915 tarihinde
Osmanlı Hükümeti’ne rapor etmiştir.96 Bununla beraber Ermenilerin katledildikleri iddiasının Avrupa’da
yayılmasında Morgenthau’ın yanısıra97 büyük çapta bilgileri yine Morgenthau’dan alan Lord James
Bryce98 ve Alman protestan papazı Johannes Lepsius’tur.99 Ayrıca Wellington House üyesi Arnold
Toynbee de,100 Morgenthau’nun sağladığı bilgilerden en çok yararlananlardan biri olmuştu. Amerika’da
1907-1913 yılları arasında İngiliz büyükelçiliği yapan İskoç asıllı James Bryce’in kaleme aldığı kitap,
İngiliz Dışişleri Bakanlığı Savaş Propaganda Bürosu’nun yönlendirmesiyle Türkiye aleyhine yürütülecek
propagandada kullanılmak üzere Arnold Toynbee tarafından yayınlanmıştır.101 Bu şahısların eserleri,
bundan sonraki Ermeni soykırım iddialarıyla kaleme alınan eserlere de kaynak teşkil etmiştir. Özellikle
Morgenthau’nun raporlarının, kendisinin yanında kâtip olarak bulunan Agop S. Andonian ile hukuk
danışmanı ve tercümanı olan Arshag K. Schmavonian adındaki Türk Ermenileri tarafından kaleme
alındığı biliniyor. 102 Keza kitabını yazanlar da yine Arshag K. Schmavonian ile bilhassa gazeteci Burton
J. Hendrick ve Amerika Dışişleri Bakanı Robert Lansing’di. Morgenthau’nun roporlarıyla uyuşmayan bu
eserin yazılma sebebi Heath W. Lowry tarafından kaleme alınan “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün
Perde Arkası” adlı kitapta açık ve geniş bir biçimde anlatılmaktadır. Burada temel hedefin “Amerikan
halkını, savaşın zaferle sonuçlanması gereğine inandırmak amacı” olduğu vurgulanmıştır.103
Keza İran’da bulunan İngiliz konsoloslarının muhtemeldir ki Propaganda Bürosu’nun
yönlendirmesiyle hazırlanan raporlarında yer alan 1.000.000 Ermeninin öldürüldüğü gibi iddialar,
İngiliz parlamentosunda tartışılmış ve Türk Hükümeti’nin protesto edilmesi kararı alınmıştır. Ayrıca,
bir propaganda kitabı olan ve Arnold Toynbee’nin nezaretinde Ermeni olayları hakkında yayınlanan
“Mavi Kitap”ta, Osmanlı ülkesinde bulunduğu iddia edilen 1.800.000 Ermeniden üçte birinin katledildiği
haberleri çıkmıştır.104 Buna bağlı olarak, yine The Times’de 20 Eylül 1917’de çıkan bir makelesinde
Türkleri “Acımasız bir ezici”, “Vicdansız bir zorba”, “Gerçek bir barbar” olarak suçlamış, tüm dünyayı
yakıp yıktıklarını ifade etmiştir.105
156 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu maksatlı yayınlara karşılık, bazı Batı basını da olayların kasten saptırıldığını yazmıştır. Nitekim
Stokholm’de yayınlanan bir gazetede “Ermeniler’in sakin oldukları Vilâyat-ı Osmaniyye’de kıtal” başlığı
ile çıkan makalede, bu gibi iddiaların gülünçlüğü ve böyle asılsız haberlerin çıkarılışının sebepleri izah
edilmektedir.106
O tarihten günümüze kadar gelen devrede tehcir konusunda Batı’da ve Amerika’da çok şey yazılıp
çizildi. Ama yukarıda da belirtildiği gibi bunların hiçbiri gerçek ve güvenilir belgelere dayanmamaktadır.
Ermenilerin, tamamen duygusal ve siyasî mülâhazalara dayanan belgelerin arkasına gizlenmek
suretiyle, dünya kamuoyunu aldattıkları bir gerçektir. Nitekim, başlangıçta üç yüz binlerden başlayıp,
üç milyonlara kadar varan rakamlarla ifade edilen Ermeni katliâmı hikâyeleri, hep Hanry Morgenthau’ın
raporlarından ve bunlardan istifade ederek kitaplarını yazan Lord Bryce’in, Johannes Lepsius’un ve
Arnold Toynbee’nin eserlerinden ve bunlardan alıntılarla hazırlanan kitaplara dayandırılmıştır. Halbuki
Osmanlı Devleti’nin “Yıldız Tasnifi”, “Şifre Kalemi” ve “Emniyet-i Umümiye Müdüriyeti” gibi, tehcirin gizli
belgelerine dayanarak açıkladığımız ve belgelerini yayınladığımız bu kitaptan da anlaşılacağı gibi, devlet
güvenliğinin sağlanması için zaruri olarak yapılan tehcirin hiçbir zaman onları imha etmek amacına yönelik
olmadığı, Osmanlı hükümet yetkilileri tarafından her fırsatta beyan edilmiştir. Bu tür beyanlara Osmanlı
resmî belgelerinde sıkça rastlanmakta, devletin imha etmek gibi bir düşüncesi bir yana, bunu imâ eder
bir ifade dahi geçmemektedir. Bilakis güvenliklerinin ve iaşelerinin sağlanması hususunda devlet büyük
maddî fedakârlıklarda bulunmuştur. Öyle ki, Avrupa devletlerinin katliam iddilarından bunalan devlet,
12 Ca 1337/13 Şubat 1919 tarihinde, tehcirin soruşturulması ve nedenlerinin tesbiti için 2›şer kişiden
oluşan tarafsız hukukçulardan bir komisyon kurulması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka
hükümetlerine bir nota vermiştir.109 Ancak bu devletler 6 Mayıs 1919›da verdikleri cevaplarda, bu
teklifi reddetmişlerdir.110 1915 Mayıs›ından 1916 Ekim ayına kadar yaklaşık bir buçuk yıl devam eden
göç ettirme ve yerleştirme sırasında devlet, yukarıda belirttiğimiz tâlimatnamelerle ve mahallinde aldığı
tedbirlerle, o günün zor şartlarına ve savaş içinde bulunulmasına rağmen, Ermenilerin canlarını ve
mallarını koruyabilmiştir. Adetâ yeni bir cephe açmış gibi idarî, askerî ve malî külfete girmiştir. Şayet
Osmanlı yönetiminin gerçek hedefi soykırım olsaydı, büyük masraflara girmek yerine bulundukları
yerlerde Ermenileri imha yoluna gitmez miydi? Buna karşılık aynı tarihlerde Rusya da, Kafkaslardan
bir milyona yakın müslüman göçmeni aç ve perişan bir şekilde Osmanlı topraklarına sürmüş, yollarda
yüzbinlerce göçmen ölmüştür. Bu yüzden Osmanlı Hükümeti, bir yandan da bu müslüman göçmenlerin
yerleştirilmeleri ve iaşelerinin temini ile uğraşmak durumunda kalmıştır.
Aşağıda sunacağımız yeni belgelerden, asrın en plânlı yer değiştirme hareketi olan Ermenilerin
iskân sahalarına nakilleri, büyük bir disiplin içinde gerçekleştirilmiştir. Gerçekten de, çeşitli yollardan
sevkedilen Ermenilerin ayrıldıkları ve vardıkları yerlerdeki sayıları devamlı şekilde kontrol edilmiş,
Ermenilerin belli bir yerde yoğun olarak bulunmaları sakıncalı bulunarak, ayrı kasaba ve köylere
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
157
www.ulkuocaklari.org.tr
Osmanlı Hükümeti, Hariciye Nazırı Müsteşarı imzasıyla 22 Kânün-ı evvel 1332/4 Ocak 1917
tarihinde İngiliz iddialarını tekzîb etmiştir.107 Tekzîb yazısında Osmanlı ülkesinde yaşayan Ermeni
nüfusun hiçbir zaman bir milyona bile ulaşmadığı, bu miktarın da savaştan önceki göçler dolayısiyle
daha da azaldığı ifade edilerek iddialar yalanlanmıştır. Aynı belgede, Times Gazetesi’nde, Ermenilerin
katledilmesinden Almanların da sorumlu tutulduğuna dair iddiaların da yer aldığı hatırlatılmaktadır.108
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yerleştirilmeleri plânlanmıştır. Aşağıdaki tablo, 27 Mayıs 1331-9 Haziran 1915’ten 26 Kânün-ı sanî
1331/8 Şubat 1916 tarihine kadar Anadolu’nun muhtelif bölgelerinden iskân sahalarına nakledilen
ve yerlerinde bırakılan Ermenilerle ilgili olarak, Osmanlı Arşivi’nin ilgili tasniflerindeki belgelerden
derlenmiştir:111
İller
Sevk edilen Kalan
Adana
112 Ankara (Merkez)
113 Aydın114 250 -Birecik
115 1.200 -Diyarbekir
116 20.000 -Dörtyol
117 9.000
-Erzurum
118 -Eskişehir
119 Giresun
120 Görele 250 -Halep
121 26.064 –
Haymana
122 60 -İzmir
123 256 -
İzmit
124 58.000 -
Kal’acık
125 Karahisarı sahip
126 Kayseri
127 Keskin Kırşehir
158 Güncel Eğitim
14.000 15-16.000
21.236 733 5.500
7.000 328 257 5.769 2.222
45.036 4.911
1.169 128 747 -
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sevk Edilen
Kalan
Konya
129 1.990 -
Kütahya
130 1.400 -
Mamuretülaziz
131 51.000 4.000
Maraş
132 - 8.845
Nallıhan 479 -
Ordu 36 -
Perşembe 390 -
Sivas
133 Sungurlu 576 -Sürmene 290 -Tirebolu 45 -
Trabzon
134 Ulubey 30 -Yozgat135 10.916 TOPLAM 422.758 136.084 6.055
3.400 42.766
Öte yandan İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Müdiri Şükrü Bey›in 5 Teşrinievvel 1331 (18 Ekim 1915)
tarihinde Haleb›den gönderdiği telgrafta, Haleb›e sevk edilen Ermenilerin tahminen yüzbin civarında
olduğu bildirilmiştir. 136 Bu arada Musul ve Zor havalisine sevkedilmek üzere 5 Eylül 1331 (18 Eylül
1915) tarihi itibariyle Diyarbekir›de 120.000, 15 Eylül 1331 (28 Eylül 1915) tarihi itibariyle de Cizre›de
136.084 Ermeni nüfusun toplandığı kayıtlardan anlaşılmaktadır.137 Bu nüfustan bir kısmının şu
bölgelere yerleştirildiği belirtilmektedir. 138
Suriye Vilâyetine 37.702
Menç-Bâb-Maarra kazalarına 5.700
Urfa-Zor-Musul’a 29.957
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
159
www.ulkuocaklari.org.tr
İller
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kerek ve Havran’a 65.147 Hama-Humus’a 12.000 Kuneytra-Ba’albek-Tebek ve Doma’ya 492 Rakka ve Obik’e 25.000 Zor’a 6.120 Halep’te 30.000
TOPLAM 212.118
Şükrü Bey 21 Teşrinievvel 1331 (3 Kasım 1915) tarihinde Nizip›ten bir şifre telgraf çekerek,
sevkiyatın gayet intizamlı bir şekilde devam ettiğini beyan etmiştir.139
Yukarıda listede tehcir edilen nüfusa dahil olup da henüz sevkedilmemiş olduğu belirtilen
Adana’daki kalan nüfus ise daha sonra iskân sahalarına nakledilmiştir.140 Buna göre sevkedilen nüfus
toplam 438.758, Halep’tekilerle birlikte iskân sahasına varan nüfus ise 382.148’dir.141 Grafikte de
görüldüğü gibi ikisi arasında elli altı bin altı yüz on kişilik bir fark bulunmaktadır.
Tehcir edilenlerle, tehcir bölgelerine varanlar arasındaki bu 56.610 kişilik fark, belgelerden elde
edilen bilgiye göre, şu şekilde ortaya çıkmıştır: 500 kişi Erzurum-Erzincan arasında; 2000 kişi UrfaHalep arasındaki Meskene’de; 2000 kişi Mardin civarında eşkıya ve urbanın (Arap aşiretleri) saldırısı
sonucu katledilmiş, ayrıca yukarıda belirtildiği gibi, sayı verilmemesine karşılık bir o kadar, yani yaklaşık
5 bin ve belki de biraz daha fazla kişi de Dersim bölgesinden geçen kafilelere yapılan saldırılar sonucu
öldürülmüştür.142 Bu bilgiler ışığında toplam 9-10 bin kişinin tehcir esnasında katledildiği tesbit
edilmektedir. Ayrıca yollarda açlıktan da ölümler olduğu belgelerden anlaşılmaktadır.143 Bunun dışında
tifo, dizanteri gibi hastalıklardan da yaklaşık 25-30 bin kişinin telef olduğu tahmin edilmektedir ki,144
bu şekilde 50 bine yakın kişi yollarda kaybedilmiştir. Kalanların ise bir kısmı, yola çıkarılmış olmakla
birlikte, henüz iskân mahalline varmadan tehcirin durdurulması sebebiyle, bulundukları vilâyetlerde
alıkonulmuştur. Meselâ 26 Nisan 1916’da Konya vilâyetine, vilâyette henüz yollarda olan Ermenilerin
sevkedilmeyerek vilâyet dahilinde iskân edilmeleri için yazı gönderilmiştir.145 Öte yandan tehcir
kapsamında bulunan Ermenilerden bir bölümünün Rusya’ya, Batı ülkelerine ve Amerika’ya kaçırıldıkları
da tahmin edilmektedir. Nitekim belgelerde, Osmanlı ordusunda silah altında bulunan Ermenilerden
50.000’inin Rus ordusuna iltihak ettiği, yine Türklerle savaşmak üzere 50.000 Ermeninin de Amerikan
ordusunda üç-dört yıldır eğitim gördüğü gibi kayıtlar yer almaktadır. Gerçekten de, Amerika’da yaşayan
bir Ermeninin Mamuretülaziz’de dâva vekili olan Murad Muradyan’a yazdığı mektupta bu türden bilgiler
160 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bulunmaktadır.146 Mektupta, bir kısım Ermeninin Rusya’ya ve Amerika’ya kaçırıldıkları ve Amerika’da
eğitilen 50.000 askerin Kafkasya’ya hareket etmekte olduğu açıkça ifade edilmektedir. Bütün bu
belgelerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı tebaası pek çok Ermeni, harpten önce ve harp içinde Amerika
ve Rusya başta olmak üzere çeşitli ülkelere dağılmışlardır. Meselâ ticaret maksadiyle Amerika’da bulunan
Artin Hotomyan adlı bir Ermeninin 19 Ocak 1915’te Emniyet-i Umümiyye Müdüriyyeti’ne gönderdiği
bir mektupta çeşitli yollarla binlerce Ermeninin Amerika’ya kaçırıldığı ve bunların aç ve perişan bir
halde yaşadıkları ifade edilmektedir.147 Yine mektupta bildirildiğine göre, merkezi İstanbul’da bulunan
ve Osmanlı ülkesindeki Ermenileri menfaat karşılığında Amerika’ya kaçıran bir şebeke kurulmuştur.
Şebeke mensuplarından biri, İstanbul Parmakkapı›da Çatalhan karşısında kunduracılık yapan Kayserili
Karabetoğlu Aramoyis›dir. Bu kişi, Ermeni askerlerinin silah ve elbiselerini saklayıp, beş-on lira
karşılığında onların Amerika›ya veya diğer ülkelere kaçmalarını temin etmektedir. Mektubun sahibi olan
Artin, bu ihbarı yapmasının şahsî bir kinden kaynaklanmadığını belirterek, bunun sadece bir insanlık
vazifesi ve vatan hizmeti olarak kabul edilmesi gerektiğini kaydetmektedir.
Yukarıdaki bilgiler, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden tehcire tabi tutulan Ermenilerin
sayıları ile, yeni iskân merkezlerine ulaşanların sayılarının birbirini tuttuğunu göstermekte ve dolayısıyla
tehcir sırasında herhangi bir katliâm olayının olmadığını ortaya koymaktadır. Öte yandan tehcire tabi
tutulan Ermenilerin sayısının 500.000 civarında olduğu tesbit edildiğine göre, tehcire tabi tutulmayan
Katolik ve Protestanlarla yine tehcir dışında tutulan İstanbul, Bursa, Kütahya v.s. Ermenilerinin ve
bu sırada Rus işgali altında bulunan Kars ve Van gibi doğu illerindeki Ermenilerle birlikte, Osmanlı
Ermenilerinin toplam nüfuslarının da ancak 600.000 ilâ 800.000 arasında olduğu ortaya çıkmaktadır.
Nitekim 1918 yılında, Ermeni Delegasyonu başkanı olan Boghos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri
Bakanlığı Fevkalâde Yetkili Bakanı Monsieur Gout’ya gönderdiği raporda:
Kafkasya’da 250.000
İran›da 40.000
Suriye-Filistin’de 80.000
olmak üzere 390.000 kişinin Türkiye’den sürgün edildiğini, aslında sürgünlerin toplam sayısının
600-700.000 kişiye ulaştığını ve bunlardan ayrı olarak çöllerde şuraya buraya dağılmış sürgünleri
kapsamadığını bildiriyor.148 Boghos Nubar Paşa’nın verdiği yukarıdaki rakkamlardan 290 bin kişinin
tehcir haricinde Osmanlı topraklarını terkedenler olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla sürgünlerin toplam
sayısı olarak verilen 600-700.000 kişiden 290 bin kişi çıkarılacak olursa, tehcire tabi tutulan nüfusun,
bizim yukarıdaki cetvelde verdiğimiz 400 bin civarında olduğunu gösteriyor ki, bu da Ermeni delegasyonu
başkanının, tehcirin gerçekleştirilmesi sonrasına, yani 1918 yılına ait verdiği sayılarla, bizim yukarıda
Osmanlı belgelerinden çıkararak verdiğimiz rakkamlar arasında büyük ölçüde uygunluk görünmekte
ve Ermenilerin iddia edildiğinin aksine sağ salim iskân yerlerine vardıklarını ve dolayısıyla soykırım
iddialarının ne kadar dayanaksız olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim o sırada Amerika Sefiri bulunan
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
161
www.ulkuocaklari.org.tr
Musul-Bağdad’da 20.000
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Morgenthau da günlüğünde Ermeni protestanlarının vekili olan Zenop Bezciyan’la olan görüşmesinde
Bezciyan’ın ifadelerinden hayrete düştüğünü belirtiyor.149 Bu görüşmesiyle ilgili olarak Morgenthau:
“Ermeni protestanlarının vekili Zenop Bezciyan uğradı. Schmavonian kendisini benimle tanıştırdı. Okul
arkadaşıymışlar. [İçerilerdeki] şartlar hakkında bana çok şey anlattı. Zor’daki Ermenilerin hallerinden
oldukça memnun olduklarını söylemesine şaşırdım; işlerini kurup, hayatlarını kazanmaya başlamışlar
bile; bunlar ilk gönderilenler olup katledilmeden oraya varmışa benziyorlar. Bana çeşitli kampların
nerelerde olduğunu gösteren bir liste verdi ve yarım milyon kişinin buralara nakledildiğini sandığını
söyledi. Kış bastırmadan onlara yardım edilmesi gerektiği hususunda ısrarlıydı” diyor. Yukarıdaki
ifadeden büyükelçinin, bir Ermeninin ağzından Ermenilerin hallerinden memnun olduklarının ifade
edilmesi karşısında nasıl hayrete düştüğünü gösteriyor. Keza 1917’de Deyr-i Zor’a gelen İsveçli Sven
Hedin’in İstanbul Ermenilerinden olan tercümanı da, Fırat kenarında yer yer yüzlerce beyaz çadır
gördüğünü, içerisinde barınanların Kafkas cephesinden veya Halep’ten gelen Ermeni kadın ve çocuklar
olduğunu anlatıyor.150
T
ehcir kararı, yukarıda da açıklandığı gibi, Komitacı Ermenilerin müstakil Ermenistan kurma
düşüncesiyle, savaş içinde bulunan kendi devletlerini arkadan vurmaları yüzünden zorunlu olarak
alınmıştır. Belgelerden, Rusların Ermenileri nasıl kandırdıkları ve kışkırttıkları anlaşılmaktadır.151
Harpte ele geçirdikleri yerlerin kendilerine verileceği ve bağımsızlıklarının tanınacağı gibi Rus vaatlerine
inanan Ermeniler, birçok ihtilâl cemiyetleri kurmuşlardır.152 Murad adlı bir Ermeninin oğlu tarafından
yazılan bir manzûme, Ermenilerin maksadını açıkça ortaya koymaktadır.153 Ermenilerin, tehcir
öncesinde başlattıkları tedhiş faaliyetlerini, sevkiyat sırasında da sürdürdükleri görülüyor. Gerek sınır
bölgelerinde, gerek iç bölgelerde düşmanla işbirliği yaptıkları ve müslüman halka karşı katliâmlarda
bulundukları sadece Osmanlı belgelerinde değil, Rus belgelerinde de ortaya konuyor.154 Nitekim
savaş sonrasında da Ermeni mezâliminin devam ettiğine dair bilgiler bulunuyor. Meselâ 1335’te Hanov
adlı bir Ermeni komutasında Nahçıvan’a giden 1200 kişilik bir birliğin, oradaki müslümanlara yaptıkları
mezalim bunlardan biridir. 155 Ayrıca 18 ve 22 Şubat 1336/3 ve 7 Mart 1921 tarihlerinde Mamuretülaziz
vilâyeti vâli vekili Mümtaz Bey’in gönderdiği telgraflardan, Fransızların himayesine giren Ermenilerin
Kilikya’dan Adana’ya kadar müstakil bir Ermenistan hayali içinde bulundukları anlaşılmaktadır.156
Osmanlı Hükûmeti, Ermenilerin yaptıkları mezalimi anlatan belgeleri bir kitapta toplamaya karar
vermiş ve bütün illere yazılar göndererek, Ermenilerin yaptığı mezalimi anlatan ve ele geçirilen silah
ve eşkiyayı görüntüleyen belge ve fotoğrafların gönderilmesini istemiştir.157 Bu belge ve fotoğrafların
ışığında “Ermeni Komitelerinin Âmal ve Harekât-ı İhtilâliyyesi, İ’lân-ı Meşrûtiyet’ten evvel ve sonra”
adıyla bir kitap neşredimiştir. 158
8. Tehcirin Tamamlanmasından Sonra Ermeniler
Tehcir sırasında gerek iklim şartları, gerekse meydana gelen yığılmalar yüzünden zaman zaman
sevkiyatın durdurulduğu olmuştur. 12 Teşrin-i sanî 1331/25 Kasım 1915’ten itibaren vilâyetlere gönderilen
emirlerle, kış mevsimi dolayısiyle sevkiyatın geçici olarak durdurulduğu bildirilmiştir. 159 Şubat 1331/21
162 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Şubat 1916’da bu emir, Ermeni sevkiyatına son verilmesi şeklinde bütün vilâyetlere tebliğ edilmiştir.
Ancak, bunun zararlı kimselere teşmil edilmeyeceği, komitalarla alâkası olanların derhal toplatılarak
Zor sancağına sevkleri gerektiği belirtilmiştir. 160 Bununla beraber Osmanlı Hükümeti görülen idarî ve
askerî lüzum üzerine ilk emirden yirmi gün sonra, yani 2 Mart 1332/15 Mart 1916 tarihinde vilâyetlere
ve sancaklara gönderdiği ikinci bir genel emirle, Ermeni sevkiyatının durdurulduğunu ve bundan böyle
hiçbir sebep ve vesileyle sevkiyat yapılmamasını bildirmiştir. 161 Bu sebeple henüz iskân mahallerine
varmamış, yani yollarda olan Ermenilerin, bulundukları vilâyet dahiline yerleştirilmeleri talimatı verilmiştir.
Bu arada Ermeni nüfusun büyük kısmının Suriye tarafına nakledilmesi sebebiyle, İstanbul’daki Ermeni
Patrikhanesi de lağvedilerek Kudüs’e nakledilmiştir (28 Temmuz 1332/10 Ağustos 1916). Bu arada Sis
ve Akdamar Katogikoslukları da birleştirilerek Kudüs’e kaldırılmıştır. 162 Yeni kurulan patrikhanenin
başına ise Sis Katogikos’u Sahak Efendi getirilmiştir.163
B. Tehcir Sonrası Durum ve Geri Dönüş Kararnâmesi
Birinci Dünya harbinin sona ermesinden sonra Osmanlı Hükûmeti tehcire tabi tutulan Ermenilerden
isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmeleri için bir kararname çıkardı. 22 Kânûn-ı evvel 1334’de (4
Ocak 1919) Dahiliye Nazırı Mustafa Paşa’nın Sadaret’e gönderdiği yazıda, Ermenilerden dönmek
isteyenlerin eski yerlerine nakledilmeleri konusunda ilgili yerlere tâlimat verildiği ve gereken tedbirlerin
alındığı belirtilmektedir.164 Hükûmetin hazırladığı 18 Kânûn-ı evvel 1334/31 Aralık 1918 tarihli dönüş
kararnamesine göre:
1- Sadece geri dönmek arzusunda bulunanlar sevkedilecek, bunun haricinde kimseye dokunulmayacak
2- Yerlerine iade edileceklerin, yollarda perişan olmamaları ve dönüş mahallerinde mesken ve iaşe
sıkıntısı çekmelerinin önlenmesi için gerekli tedbirler alınacak; gidecekleri bölgelerin idarecileriyle irtibat
sağlanıp bu konudaki tedbirler sağlandıktan sonra sevkiyat ve geri dönüş işlemlerin başlanacaktır.
3- Bu şartlar dahilinde dönecek olanlara ev ve arazileri teslim edilecektir.
4- Yerlerine daha önce muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilecek.
6- Kilise ve mektep gibi binalarla bunlara gelir getiren yerler, ait olduğu cemaate geri verilecek.
7- Yetim çocuklar, istenildiği takdirde hüviyetleri dikkatlice tesbit edilerek velilerine veya cemaatlerine
iade olunacak
8- İhtidâ etmiş olanlar arzu ederlerse eski dinlerine dönebilecekler.
9- Mühtedî Ermeni kadınlardan, bir müslümanla evli bulunanlar eski dinlerine dönme konusunda
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
163
www.ulkuocaklari.org.tr
5- Açıkta kimse kalmaması için geçici olarak birkaç aile bir arada yerleştirilebilecek.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
serbest bırakılacaklar. Eski dinlerine döndükleri takdirde kocasiyle aralarındaki nikâh bağı kendiliğinden
bozulmuş olacaktır. Eski dinine dönmek istemeyen ve kocasından ayrılmaya razı olmayanlara ait
meseleler ise mahkemelerce halledilecektir.
10- Ermeni mallarından, henüz kimsenin tasarrufunda bulunmayanlar, kendilerine teslim edilecek;
hazineye intikal edenlerin iadesi de, mal memurlarının muvafakati ile karara bağlanacak. Bu konuda
ayrıca açıklayıcı zabıtnameler hazırlanacak.
11- Muhacirlere satılan mülklerin sahipleri döndükçe, peyderpey bunlara teslim edilecek. Bu konuda
4. madde aynen tatbik edilecek.
12- Muhacirler, ellerinde bulunan ve eski sahiplerine iade edilecek olan ev ve dükkânlarda tamirat ve
ilâveler yapmışlarsa ve arazi ve zeytinliklerde ekim yapmışlarsa, her iki tarafın da hukuku gözetilecek.
13- Ermenilerden muhtaç olanların dönüşlerinde sevk ve iaşe masrafları, harbiye tahsisatından
karşılanacak.
14- Şimdiye kadar ne miktar sevkiyat yapıldığının ve bundan sonra her ayın on beşinci ve son
günlerinde nerelere ne kadar sevkiyat olduğu bildirilecek.
15- Osmanlı sınırları dışına çıkıp da geri dönmek isteyen Ermenilerin, yeni bir emre kadar kabul
edilmeyecekleri yer almakta idi.
Yukarıda zikredilen bu kararnamedeki hükümler, Ermenilerden başka yerlerini terketmek durumunda
kalan Rum muhacirlere de teşmil edilmiştir.
Geri dönüş kararnamesiyle ne kadar Ermeninin döndüğü hakkında bir açıklama olmamakla
beraber, Mondros Mütarekesi’nden sonra, Anadolu’nun daha önce Ermenilerle meskûn olan
bölgelerinde, önemli miktarda Ermeni nüfusun bulunduğu, hattâ bazı bölgelerde işgal kuvvetlerinin
desteği ile eskisinden daha fazla sayıda Ermeni nüfusun mevcut olduğu bilinmektedir. Nitekim Türk
İstiklâl Mücadelesi sırasında özellikle Fransızlar tarafından Antep, Maraş ve Adana’ya önemli miktarda
Ermeni’nin getirildiği, hattâ bunlardan askerî birlikler ve milis kuvvetler oluşturulduğu bir gerçektir.
Hattâ Fransızlarla gelen Ermeniler ve milis kuvvetleri, Fransa’nın desteğinde yöre halkına insanlık dışı
muamelelerde bulunmuş, binlerce insanı çocuk, kadın demeden katletmiş, fakat Fransa’nın bu bölgeleri
terketmesiyle, Anadolu’dan ayrılmıştır. Bugün gerek Suriye’de, gerekse Fransa ve Amerika’daki
Ermenilerin menşei bunlar ile tehcir sırasında gidenlerle dayanmaktadır. Bu durum, dolaylı olarak tehcir
öncesinde ve sonrasında Ermenilerin bir katliama uğramadıklarını gösteren en önemli hususlardan biri
olarak değerlendirilmelidir. Sonuç
I. Dünya Savaşı sebebiyle Kafkas Cephesi’nde bulunan Osmanlı ordularına ihanet eden
ve Ruslarla birlikte hareket ederek Van, Kars ve Erzurum gibi Osmanlı vilâyetlerinin Rusların eline
geçmesine yardımcı olan Ermenilere karşı, Osmanlı Devleti’nin tehcir uygulaması, her devletin tabii
164 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olarak kendini müdafaası olarak görülmelidir. Özellikle Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşmayı
düşünen Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Batı devletleri tarafından kışkırtılarak harekete geçirilen
Ermenilerin, komiteler ve dernekler kurarak bağımsız bir Ermenistan oluşturma çabaları, savunmasız
masum pek çok Türkün öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Öyle ki, Kars’ta, Van’da, İzmit’te, Erzurum’da,
Bitlis’te ve diğer Osmanlı vilâyetlerinde akıl almaz hunharlıkla gerçekleştirilen katliamlar, işgalci Rus
komutanları bile tiksindiren boyutlara ulaşmıştır.165 Nitekim Rus ve Ermeniler tarafından sadece Kars
ve Ardahan’da otuz bin müslümanın katledildiği belirtilmekte,166 bu sayı bütün Osmanlı vilâyetleri
genelinde düşünülecek olursa yüzbinleri geçmektedir.
Osmanlı Devleti, bir tedbir olarak, savaş müddetince, önce savaş sahasına yakın yerlerdeki
Ermenilerden başlamak üzere mecburi iskân uygulamıştır. Daha sonra bu nakil, Ermeni çetelerinin
katliamdan vazgeçmemeleri ve Osmanlı Devleti aleyhine yabancı devlet mensuplarına bilgi aktarmaları
sebebiyle, Katolik ve Protestan mezhebinde olanlar ile, yetimler, kimsesiz kadınlar ve hastalar hariç
olmak üzere, diğer bütün Ermenileri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bununla beraber devlete
bağlılığı bilinen Ermeniler, bu kararın alınmasına rağmen tehcir harici tutulmuştur.
Savaşın sona ermesinden sonra ise isteyenler için geri dönüş kararnamesi çıkarılmış,167
dönenler için hukukî düzenlemeler yapılmış, tehcirden kurtulmak için din değiştirenlerin istedikleri
takdirde eski dinlerine dönebilecekleri bildirilmiş, müslüman aileler yanında bulunan yetim Ermeni
çocukları Ermenilerden oluşturulan komisyona teslim edilmiş,168 dönenlere belli bir müddet iaşe yardımı
yapılmış,169 şikâyetler ve Ermenilere fenalıkta bulunanlar için tahkikat komisyonları kurulmuş,170
memleketlerine dönenlerin malları iade edilmiş,171 dönenlerin yol masrafları karşılanmış,172 bazı
vergilerden muaf tutulmuş,173 resmî dairelerde geçici olarak muhafaza edilen eşyaları geri verilmiş174
ve geri dönenlerin mallarının iadesiyle ilgili komisyonlar kurulmuştur.
Yukarıdaki bilgiler, hükûmetin Ermenileri soykırıma ve hattâ katle yönelik bir düşüncede olmadığını,
devletin kendi güvenliği için bir tedbir olarak savaşın devamı müddetince tehciri uyguladığını, savaş
sonrasında Ermenilerin memleketlerine geri dönmelerine izin verildiğini ortaya koymaktadır. Nitekim,
bir müddet sonra Türkiye’yi işgal eden Rus, İngiliz ve Fransız kuvetlerinin yanında önemli sayıda
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
165
www.ulkuocaklari.org.tr
Tehcir tabii olarak meşakkatli geçmiştir. Binlerce insanın bir anda yerlerinin değiştirilmesi muhakkak
ki kolay bir şey değildir. Bununla beraber, kafilelerin hangi güzergâhtan gideceği, toplanma mahallerinin
önceden tesbiti, nakilde özellikle tren istasyonlarının merkez olarak seçilmesi ve naklin büyük ölçüde
trenle yapılması, kafilelerin iaşe ihtiyacının devlet tarafından karşılanması, kafilelere sıhhiye memurları
tayin edilmesi, kafilelerin güven içinde hareketleri için zabtiye eşliğinde gönderilmeleri gibi tedbirlerin
alınmış olması, tehciri, belki de asrın en sistemli yer değiştirmesi haline getirmiştir. Tabii ki, yukarıda
da belirttiğimiz gibi, nakil sırasında, Ermeni çetelerinin katliamına uğrayan halktan bazı gurupların
kafilelere bir tepki olmak üzere saldırıları vukubulmuş ve yaklaşık dokuz-on bin kişi katledilmiştir. Ayrıca
tıpkı Rumeli’den Anadolu’ya göç eden Türklerde olduğu gibi, bu şekilde büyük nüfus kütlelerinin yer
değiştirmelerinde her zaman rastlanacak bulaşıcı hastalıklar sebebiyle de ölümler meydana gelmiştir.
Hiç şüphesiz bunların hiçbiri tehcir emrini verenlerin istedikleri şeyler değildir. Nitekim görülen sui
istimallere karşı, devamlı tedbirler alınmış, kafilelerinin korumasız çıkarılmaması için emirler verilmiş,
sui istimali görülenler cezalandırılmıştır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeninin bulunduğu175 ve bu işgal sırasında müslüman halka yapılan akıl almaz işkence ve katliamda
bu Ermeni gurupların nasıl rol oynadığının, işgalci devletlerin kendi resmî belgelerine de yansıdığı ve
bu sebeple işgalcilerin Anadolu’yu terkleriyle birlikte, büyük sayıda Ermeninin de birlikte Anadolu’dan
çekildikleri bir gerçektir. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin yukarıdaki kararları ve uygulamaları, soykırım
düşüncesinde olan bir devletin alacağı kararlar olmadığı gibi, Dahiliye Nezareti’ne bağlı Şifre Kalemi
ve Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti gibi dairelerin gizli belgelerinin hiç birinde de, değil katliam yapmak,
imâ bile edilmediği görülmektedir. Buna karşılık, başta Amerika konsolosları olmak üzere, pekçok
yabancı gazeteci ve misyon şeflerinin tehciri takip ettikleri, hattâ fotoğraf çektikleri ve bir katliamdan
söz etmedikleri belgelerden anlaşılıyor. Fakat ne gariptir ki, buna rağmen Avrupa’da ve Amerika’da,
özellikle Amerika sefirinin raporları ve bazı batılı gazetelerin yayınları ile tehcir, bir Ermeni katliamı
şeklinde kamuoyuna duyrulmuştur. Bunda, Osmanlı Devleti’ni ve bilhassa Anadolu’yu paylaşmayı
düşünenlerin, bu tehcirle emellerine belli bir süre set çekilmesi rol oynamış olsa gerektir. Yoksa, İtilâf
devletleri İstanbul’u işgal ettiklerinde, Osmanlı Devleti’nin bütün arşiv belgelerine de sahip oldukları bir
dönemde, bunu zaman geçirmeksizin ortaya çıkarır ve sorumluları daha o zaman mahkum ederlerdi.
Nitekim İngilizlerin soykırımla suçladıkları Osmanlı ileri gelenlerinden pek çoğunu Malta’ya gönderdikleri
ve mahkeme ettikleri ve bu mahkeme sonunda suçlayacak bir delil bulamadıkları bilinmektedir.
Bugün Ermeni soykırımı olarak Türkiye’yi suçlayan devletlerin tarih bilim adamları, Osmanlı
Arşivi’nde yıllardır araştırma yapmaktadırlar. Bu araştırmalar kendi ülkelerinde yayımlanmış ve tarih
ilmine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu tür kitaplarda kullanılan Osmanlı arşiv malzemesi ilk elden
kaynaklar olarak sunulmuştur. Oysa ki, üç binden fazla yabancı araştırıcının büyük önem verdiği ve
güvendiği arşivin, ne gariptir ki Ermenilerle ilgili olan belgeleri, Batı dünyasında inandırıcı bulunmamakta,
bilhassa Türk araştırıcılar tarafından yayımlanan kitaplar da tıpkı 1915’te olduğu gibi siyasî bir yaklaşımla
değersiz addedilmektedir. Ayrıca ne gariptir ki, 1921 yılından 2001 yılı başına kadar üç binden fazla
yabancı ilim adamının araştırma yaptığı Osmanlı Arşivi’nin kapalı olduğu iddia edilmektedir. Bu arada
ciddî batılı tarih araştırmacılarının, özellikle siyasî ve hayatî mülâhazalar sebebiyle Ermeni sorununu
araştırmak istemedikleri de dikkati çekmektedir.
Nitekim yukarıda belirtilen tarihler arasında, Amerika Birleşik Devletleri’nden Osmanlı Arşivi’nde
araştırma yapan altı yüz on, Fransa’dan yüz elli, İngiltere’den yetmiş beş, Almanya’dan yüz yetmiş ilim
adamından Ermeni asıllı olmayan bir-iki kişi hariç hiç kimse bu konuda araştırma yapmamıştır. Öte
yandan doğrudan Ermeniler için çalışan ve Ermeni katliamını araştıran Hilmar Kaiser ve Ara Sarafyan
gibi araştırıcılara istedikleri izin verildiği gibi, Osmanlıları, Ermenileri soykırıma tabi tutmakla suçlayan
bu araştırmacılardan birinciye altı bin, ikinciye ise üç bin civarında fotokopi de verilmiştir. Buna rağmen
Osmanlı Arşivleri’nin açılmadığını iddia edenlerin aslında, gerçek hedefleri ortaya çıkmaktadır. Bu hedef,
soykırım iddiasıyla, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki Batı siyasetinin temeli diyebileceğimiz
“Şark Meselesi”nin yeniden canlandırmasından başka birşey değildir. Aşağıda 1 Ocak 1998 ile 2001
yılı başına kadar son üç yıl içinde Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapan yabancı araştırmacıların ve
bunların yıllara göre yaptıkları araştırma sayılarının bir listesini sunuyorum. Bu üç yıl zarfında 52 ülke
araştırmacıları tarafından 549 araştırma yapılmış ve bunların içinde, Ermenilerle ve özellikle tehcirle
ilgili hiçbir araştırma gerçekleştirilmediği gibi izin talebinde de bulunulmamıştır. Bu durumda Osmanlı
166 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Arşivi’nin kapalı olduğu iddiasının da hangi derece samimi olduğu düşünülmelidir.
Ülkeler 1998 1999 2000 2001 Toplam
ABD 36 50 35 3 124
Almanya 6 14 19 2 41
Arnavutluk 5 3 5 13
Avustralya 3 3
Azerbaycan 3 5 1 9
Bosna-Hersek 6 1 7
Bulgaristan 3 3 12 18
Cezayir 2 1 3
Çek Cumhuriyeti 1 2 1 4
Filistin 3 1 4
Fransa 9 14 12 35
Güney Kore 2 2
Gürcistan 2 1 3
Hırvatistan 3 2 1 6
Hollanda 5 2 7
İngiltere 6 6 3 2 17
Irak 3 2 5
İran 7 1 1 9
İsrail 6 1 3 10
www.ulkuocaklari.org.tr
İtalya 3 2 10 15
Japonya 17 18 17 52
Kanada 3 3
KKTC 1 2 3
Libya 4 4
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
167
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Lübnan 4 3 7 14
Macaristan 4 5 9
Makedonya 6 1 2 9
Mısır 2 2 3 7
Romanya 1 6 6 13
Rusya 6 2 8
Sudan 1 2 1 4
Suudi Arabistan 3 2 2 7
Tunus 3 4 3 10
Türkmenistan 3 1 4
Ukrayna 2 1 1 4
Ürdün 2 14 7 Yemen 3 1 4 Yugoslavya 4 6 3 13 Yunanistan 5 7 7 19 TOPLAM 170 181 189 9 549
Yukarıdaki listeye birer araştırmacı ile Avusturya, Etyopya, Fas, İrlanda, İspanya, İsviçre, Kazakistan, Kıbrıs Rum
Kesimi, Kosova, Norveç, Polonya, Suriye ve Uman’ı da dahil etmek gerekmektedir.
Buna karşılık Amerika ve Batılı devlet tarihçilerinden kurulacak bir ortak komisyonun, Türk tarihçileriyle birlikte
konuyu ilk Ermeni olaylarının çıktığı zamandan başlayarak tehcir sonrasına kadar birlikte araştırmaları, bu araştırmada
Ermenileri hangi devletlerin kışkırttıkları, cesaretlendirdikleri ve silah yardımı yaptıklarından, bir soykırımın olup olmadığına
kadar araştırılması, hattâ bu araştırmanın Osmanlı, Rus, Alman, Fransa, İngiltere ve Amerika arşivlerinde sürdürülmesi
teklifi, zannediyorum ki, Osmanlı hükümetinin 1919’da Batılı devletlerden talep ettiği ikişer tarafsız hukukçunun tehciri
araştırmasını isteğinin reddedildiği gibi reddedilecektir. Eğer iddia edildiği gibi, birbuçuk milyon insan katledilmiş olsaydı,
bunların toplu mezarlara gömülmesi gerekmez miydi? Bu toplu mezarlar nerelerde bulunmaktadır? Türklere ait toplu
mezarlar ortaya çıkarken, Van şehrinin yakılmış yıkıntısı bütün çıplaklığıyla ortada dururken, neden Ermenilere ait bir toplu
mezar bulunmamaktadır? Yoksa bu gibi iddialar Fransa’nın Cezayir’de ve Adana’da Türklere, İngiltere’nin Hindistan ve
Afrika’da, Amerika’nın Kızılderililere ve diğer yerli halklara, Almanların Yahudilere, Rusya’nın önce Yahudilere, sonra da
Türklere karşı uyguladıkları soykırım ve katliam unutturulmaya mı çalışılmaktadır?
DİPNOTLAR
1 Bkz. Rusya Dış Politika Arşivi (AYPR), Siyasî Kısım, nr. 117/293.
168 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2 Tarih boyunca Ermeni Meselesi, Genelkurmay yayınları, Ankara, 1979, s. 177.
3 ATBD, Aralık 1982, sayı 81, belge 1830.
4 Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III/3, 38.
5 ŞFR., nr. 52/200; nr. 52/281-282.
6 ŞFR., nr. 53/94.
7 Genelkurmay, nr. 1/1, KLS 44, Dosya 207, F. 2-3, nakleden, K. Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1983, s. 213.
8 BA, BEO, nr. 326758.
9 Meclis-i Vükelâ Mazbatası, Defter nr. 198, karar sıra nr. 163; Bayur, Aynı eser, III/3, s. 3738; Gürün, Aynı eser, 213-214.
10 Bayur, Aynı eser, III/3, s. 40-42.
11 BA, BEO, nr. 326758.
12 Bayur, Aynı eser, III/3, s. 40; Gürün, Aynı eser, 214.
13 Takvîm-i Vekâyi’, 18 Receb 1333/19 Mayıs 1331, 7. sene, nr. 2189; Bayur, Aynı eser, III/3, s. 40.
14 ATBD, Aralık 1982, sayı 81, belge 1832.
15 Bkz. Rusya Dış Politika Arşivi, Siyasî Kısmı nr. 117/293, s. 647-648.
16 ŞFR., nr. 54/315.
17 ŞFR., nr. 55/292.
18 ŞFR., nr. 53/4.
19 ŞFR., nr. 53/336.
20 ŞFR., nr. 54/10.
21 ŞFR., nr. 54-A/157; nr. 56/280; nr. 56/387.
22 ŞFR., nr. 56/278; nr. 56/280; nr. 56/308.
www.ulkuocaklari.org.tr
23 ŞFR., nr. 57/277.
24 ŞFR., nr. 65/95.
25 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/99; 2. Şube, nr. 68/94; 2. Şube, nr. 68/81; 2. Şube, nr. 68/67; 2. Şube, nr. 68/96.
26 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/101.
27 Meselâ ŞFR., nr. 54-A/393.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
169
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
28 ŞFR., nr. 54-A/59; nr. 54-A/96.
29 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/83.
30 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/84.
31 Meselâ Trabzon, Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Mamuretülaziz, Bitlis vilâyetleriyle Maraş ve Canik mutasarrıflarına
13 Temmuz 1331/26 Temmuz 1915 tarihli şifre telgrafta, savaş başlangıcından beri hastalık ve isyan sebebiyle ne kadar
Ermeninin telef olduğunun bildirilmesi istenmiştir (ŞFR., nr. 54-A/112). Ayrıca Ereğli ve Musul’da Ermeni muhacirleri arasında
tifüs, dizanteri, sıtma gibi bulaşıcı hastalıkların yaygın olarak görüldüğü anlaşılmaktadır (Konya Vilâyetine 25 haziran 1331/8
Temmuz 1915 tarihli telgraf, ŞFR., nr. 57/337; Zor Mutasarrıflığına 21 Kânun-ı Sanî 1331/3 Şubat 1916, ŞFR., nr. 60/219).
32 ŞFR., nr. 57/51; nr. 57/71.
33 ŞFR., nr. 59/244.
34 ŞFR., nr. 56/140; 55-A/144.
35 ŞFR., nr. 54/406; nr. 54-A/73; nr. 54-A/248.
36 ŞFR., nr. 54/9.
37 ŞFR., nr. 54/162.
38 ŞFR., nr. 55-A/84.
39 ŞFR., nr. 56/186.
40 ŞFR., nr. 58/38; nr. 56/355.
41 ŞFR., nr. 56/267.
42 ŞFR., nr. 58/278; nr. 58/141; nr. 55-A/156; nr. 55-A/157; nr. 61/165; nr. 57/116; nr.
57/413; nr. 57/416; nr. 57/105; nr. 59/235; nr. 54-A/326; nr. 59/196.
43 ŞFR., nr. 54-A/155; nr. 56/114; nr. 56/225; nr. 56/226; nr. 57/89; nr. 57/177; nr. 59/218.
44 ŞFR., nr. 54-A/271; nr. 54-A/272 (22 Temmuz 1331/4 Ağustos 1915).
45 ŞFR., nr. 56/27; nr. 67/186.
46 ŞFR., nr. 54-A/252; nr. 55/20; nr. 55/292.
47 ŞFR.,
nr.
56/112
(6
Eylül
1331/19
Eylül
1915,
Konya
Vilâyetine).
48 Bu hususta 13 Eylül 1331/26 Eylül 1915’de Sivas (ŞFR., nr. 56/176), Mamuretülaziz ve Diyarbekir vilâyetlerine
(ŞFR., nr. 56/172); 1 Teşrinisâni 1331/14 Kasım 1915’de Konya (ŞFR., nr. 58/2) ve Ankara vilâyetlerine (ŞFR., nr. 58/159)
telgrafla emirler gönderilmiştir.
49 Ağustos 1331/2 Eylül 1915 tarihinde Adana vilâyetine bu yolda bir telgraf gönderilmiştir (ŞFR., nr. 55-A/23). Ayr.
170 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bkz. ŞFR., nr. 61/186; nr. 61/192; nr. 61/222; nr. 61/290; nr. 61/210; DH. EUM. 2. Şube, 2F/11.
50 ŞFR., nr. 55/18.
51 ŞFR., nr. 56/36 (3 Eylül 1331/16 Eylül 1915); nr. 56/243 (17 Eylül 1331/30 Eylül 1915); nr. 56/360 (28 Eylül 1331/11
Ekim 1915).
52 ŞFR., nr. 54/411; nr. 54/450; nr. 54-A/325.
53 ŞFR., nr. 61/18-20.
54 Bu emir Adana, Erzurum, Edirne, Halep, Hüdavendigâr, Sivas, Diyarbekir, Mamuretülaziz, Konya, Kastamonu,
Trabzon vilâyetleriyle, İzmit, Canik, Eskişehir, Karahisar-ı sahib, Maraş, Urfa, Kayseri, Niğde mutasarrıflıklarına (ŞFR., nr.
63/142) ve 17 Mayıs 1332/30 Mayıs 1916’da da Ankara vilâyetine (ŞFR., nr. 64/162) gönderilmiştir.
55 ŞFR., nr. 54/254; 7 Temmuz 1331 (20 Temmuz 1915), nr. 54-A/49; nr. 54-A/232; nr. 55-A/83; nr. 56/88.
58 ŞFR., nr. 58/146.
59 ŞFR., nr. 57/115.
60 ŞFR., nr. 57/281.
61 ŞFR., nr. 57/344.
62 ŞFR., nr. 58/201.
63 ŞFR., nr. 61/253; nr. 61/225.
64 ŞFR., nr. 59/83.
65 ŞFR., nr. 60/58; nr. 61/221.
66 ŞFR., nr. 61/71.
67 Temmuz 1331 (2 Ağustos 1915) tarihinden itibaren yaş sınırı 60’a çıkarılmıştır (ŞFR., nr.54-A/251).
68 ŞFR., nr. 53/334; nr. 54-A/251; nr. 54-A/309.
69 ŞFR., nr. 54/356.
70 ŞFR., nr. 54-A/291.
www.ulkuocaklari.org.tr
71 ŞFR., nr. 55-A/217.
72 ŞFR., nr. 55/291; nr. 55/341; nr. 57/345; nr. 57/351.
73 ŞFR., nr. 55/152; nr. 55/291; nr. 55/341; nr. 55-A/17; nr. 55-A/77; nr. 55-A/135; nr. 57/110.
74 ŞFR., nr. 55-A/16 (18 Ağustos 1331/31 Ağustos 1915 tarihli telgraf).
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
171
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
75 ŞFR., nr. 55-A/17.
76 ŞFR., nr. 53/305.
77 İskân-ı Aşâir ve Muhâcirîn Müdüriyeti’nin 1331 yılı bütçesi 78. 000. 000; 1332 bütçesi ise 200. 000. 000 kuruş
idi ve bu meblağ, tehcire tâbi tutulan Ermeni, Rum ve Araplarla, düşman istilâsına uğrayan bölgelerden gelen müslüman
muhacirlere sarfedilmekteydi (BA, BEO, nr. 334063).
78 ŞFR., nr. 53/305; nr. 55-A/118.
79 ŞFR., nr. 60/281.
80 ŞFR., nr. 60/178.
81 ŞFR., nr. 53/200.
82 ŞFR., nr. 54-A/268.
83 ŞFR., nr. 54-A/226.
84 Kânun-ı evvel 1331/14 Aralık 1915 tarihinde Adliye ve Mezâhib Nezareti’nden Sadaret’e yazılan bir tezkire
ile sevkedilenlerin mahkemelerinin gönderildikleri yerlerde, sevkedilmeyenlerin ise bulundukları yerlerde görülmesi kararı
alındığı bildirilmektedir (BA, BEO, nr. 329176).
85 ŞFR., nr. 53/303.
86 ŞFR., nr. 54-A/259.
87 ŞFR., nr. 55/107.
88 ŞFR., nr. 54-A/385.
89 Tehcir edilen Ermenilerin malları hakkında çıkarılan kanun metinleri için bkz. “Ahar mahallere nakledilen eşhâsın
emvâl ve düyûn ve matlûbât-ı metrûkesi hakkında kânûn-ı muvakkat”, Takvîm-i Vekâyi’, 14 Eylül 1331 ve 18 Zilkade 1333,
nr. 2303, 7. sene; ayrıca bkz. Y. H. Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Ankara 1957, III/3, s. 45-46.
90 ŞFR., nr. 54-A/388.
91 ŞFR., nr. 61/31; nr. 60/275; nr. 60/277.
92 ŞFR., nr. 57/348; nr. 57/349; nr. 57/350.
93 Bkz. DH. EUM. 2. Şube, nr. 2D/13.
94 Amerika Büyükelçisi’nin hatıraları daha sonra “Ambassador Morgenthau’s Story” adıyla New York 1918’de
yayımlanmıştır.
95 Bu eserin tahlili için bkz. Heath W. Lowry, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası, İstanbul 1991.
96 Bkz. DH. EUM. 2. Şube, nr. 2F/6.
172 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
97 Bkz. Heath W. Lowry, Aynı eser, s. 6567. Lowry eserinde, Morgenthau’nun hatıralarının 1918 yılında Avrupa ve
Amerika’da aynı anda yayımlandığını belirtirken, Morgenthau ile Lespius ve Bryce’in ilişkilerini de bütün çıplaklığı ile ortaya
koymaktadır.
98 Great Britain, The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire: Documents Presented to Viscount Grey of
Fallodon, Secretary of State for Foreign Affairs, London 1916.
99 Le rapport Secret du Dr. Johannes Lepsius sur les Massacres d’Armenie, Paris 1918.
100 Armenian Atrocities: Murder of Nation, London 1915 ve The Murderous Tyranny of the Turk, London 1917.
101 Justin McCarthy, “I. Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu”, Osmanlı, Yeni Türkiye, Ankara 1999,
II, 140.
102 Bkz. Lowry, Aynı eser, s. 8-17.
103 Aynı eser, s. 6.
104 DH. EUM. 2. Şube, Dosya 1, belge 23.
105 Justin McCarthy, Aynı makale, s. 140.
106 DH. EUM. 2. Şube, nr. 2/105.
107 ŞFR., nr. 59/19.
108 Hariciye, MÜ, nr. 43/17.
109 Hariciye, MÜ, nr. 43/17.
110 Bu arada Kastamonu, Balıkesir, Antalya, İstanbul, Urfa ermenileriyle, protestan ve katolik ermenilerle, hastalar,
öğretmenler, yetim çocuklar ve kimsesiz kadınlar sevkedilmemiştir.
111 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/77.
112 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/66.
113 DH. EUM. 2. Şube, nr. 69/250.
115 Belgelerde Diyarbekir’den ne kadar Ermeni’nin nakl olunduğu bildirilmemektedir. Bununla beraber başka vilâyetlerden
gelenlerle birlikte 120 bin Ermeninin sevkedildiği kayıtlarda yer almaktadır. Bu sebeple bu vilâyetten 20. 000 Ermeninin
sevkedildiği varsayılmıştır.
116 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/89.
117 ŞFR. nr. 54/9; ŞFR., nr. 54/162. Her iki belgede sevk olunan Ermenilerden 500 kişilik bir kafilenin Erzurum-Erzincan
arasında Kürdler tarafından katledildiği, diğer belgede ise Dersim bölgesinden gönderilen kafilelerin Dersim eşkıyası
tarafından yine tamamen katledildiği bildirilmektedir. Bu kafilelerde kaç kişinin bulunduğu bilinmediğinden tahminî olarak 5.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
173
www.ulkuocaklari.org.tr
114 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/101.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
000 kişi alınmıştır.
118 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/72.
119 Giresun, Perşembe, Ulubey, Sürmene, Tirebolu, Ordu ve Görele aynı vesikada verilmiştir (Bkz. DH. EUM. 2. Şube,
nr. 68/41).
121 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/76.
122 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/66.
123 DH. EUM. 2. Şube, nr. 69/260.
124 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/67.
125 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/79.
126 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/75.
127 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/66.
128 DH. EUM. 2. Şube, nr. 69/34.
129 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/93.
130 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/70.
131 ŞFR., nr. 63/110.
132 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/84.
133 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/41.
134 DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/66.
135 DH. EUM., 2. Şube, nr. 68/80.
136 DH. EUM., 2. Şube, nr. 68/71; 2. Şube, nr. 68/84.
137 DH. EUM., 2. Şube, nr. 68/80; 2, Şube, nr. 69/5-6-7-8-9.
138 DH. EUM., 2. Şube, nr. 68/101.
139 Haleb’e gelenlerin yüz bin civarında olduğu bildirilmesine karşılık (bkz. DH. EUM. 2. Şube,
nr. 68/80) buraya gelen nüfus 100. 000 olarak alınmıştır.
140 Tehcir edilen ve tehcir bölgesine varan nüfus ile ilgili olarak belgelerde kesin rakkamlar verilmekle beraber, bazı
yerlerden net sayılar verilmemesi sebebiyle her ikisi için de artı-eksi %10 oynama söz konusu olabilir.
141 Bkz. ŞFR., nr.
57/51; nr. 57/71; nr. 59/244.
174 Güncel Eğitim
54/9;
nr.
54/406;
nr.
54-A/73;
nr.
54-A/248;
nr.
56/140;
nr.
55-A/144;
nr.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
142 ŞFR., nr. 57/110.
143 Bkz. DH. EUM. 2. Şube, nr. 68/81; Ayr. bkz. ŞFR., nr. 57/51; nr 57/71.
144 ŞFR., nr. 63/119.
145 DH. EUM. 2. Şube, nr. 2F/14.
146 Bkz. DH. EUM. 2. Şube, nr. 2F/94.
147 Archives des Affaires Etrangeres de France, Serie Levant, 1918-1928, Sous Serie Armenie, Vol. 2, folio 47’den
naklen bkz. Bilâl Şimşir, Les Departen de Melte et les Allegations Armeniennes, Ankara 1998, p. 49.
148 Bkz. Heath W. Lowry, Aynı eser, s. 47-48.
149 Sven Hedin, Bağdad, Babylon, Ninive, Leipzig 1918, s. 60-63’ten naklen N. Göyünç, Aynı makale, s. 13.
150 ŞFR., nr. 45/115 (10 Eylül 1332/23 Eylül 1916 tarihli telgrafla, Van, Bitlis, Mamuretülaziz, Adana, Diyarbekir ve Sivas
eyâletlerine bu hususta tebligatta bulunulmuştur).
151 BA, BEO, nr. 328331; nr. 337081; ŞFR., nr. 56/382.
152 DH. EUM. 2. Şube, Dosya 1, belge 45/2.
153 ŞFR., nr. 61/50; nr. 62/24; nr. 63/175; nr. 64/92; nr. 64/163; nr. 64/194; nr. 66/51; nr. 66/56; nr. 66/192; BA, BEO,
nr. 343464.
154 Kânun-ı sâni 1335 (1 Şubat 1920)’de Dahiliye Nezâreti’nden Sadaret’e gönderilen tezkire (BA, BEO, nr. 341351).
155 DH. EUM., 2. Şube, nr. 2 F/3; 2. Şube, nr. 2 F/5.
156 ŞFR., nr. 62/57; nr. 62/58; nr. 63/241.
157 İstanbul 1332. Aynı eser Fransızca olarak 1917’de yine İstanbul’da yayınlandı. İsmet Parmaksızoğlu tarafından
Ermeni Komitelerinin İhtilâl Hareketleri ve Besledikleri Emeller adıyla sadeleştirilerek yayınlandı (Ankara 1981).
158 ŞFR., nr. 57/273; nr. 58/124; nr. 58/161; nr. 59/123; nr. 60/190.
159 ŞFR., nr. 61/72.
161 Ermeni Patrikhanesi için 1916’da yapılan yeni nizamnâme hakkında bkz. Y. H. Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, III/3, s.
57-59.
163 ŞFR., nr. 66/202; nr. 66/220; nr. 63/136.
164 BA, BEO, nr. 341055. Dahiliye Nezareti’nin bu yazısı, Sadaret tarafından 26 Kânun-ı evvel 1334 (8 Ocak 1919)
tarihinde, ilgili olması sebebiyle Adliye ve Mezahib Nezareti’ne de havale edilmiştir.
165 HR. HU. Kr. 122/4; HR. HU. Kr. 122/6.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
175
www.ulkuocaklari.org.tr
160 ŞFR., nr. 62/21.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
166 HR. MÜ., nr. 43/34.
167 ŞFR., nr. 96/248.
168 ŞFR. nr. 96/279.
169 BA, Meclis-i Vükelâ Mazbataları, nr. 213/60.
170 ŞFR., nr. 99/35.
171 Bkz. ŞFR., nr. 95/124.
172 DH. SYS., nr. 53/2.
173 ŞFR., nr. 96/230.
174 Meselâ 1918 yılında Çukurova’yı işgal eden altı taburluk Fransız kuvvetlerinden üç taburu, Fransız askerî ünüforması
giydirilmiş Ermenilerden meydana gelmekteydi.
KAYNAKLAR
I. Arşiv Belgeleri Başbakanlık Osmanlı Arşivi:
a) Maliyeden Müdevver Defterler, nr. 16209.
b) Tahrir Defteri, nr. 33; nr. 60; nr. 64; nr. 71; nr. 90; nr. 177; nr. 178; nr. 186; nr. 200; nr. 229; nr. 264; nr. 287; nr. 458.
c) Bâbıâlî Evrak Odası (BEO).
nr. 326758; nr. 328331; nr. 329176; nr. 334063; nr. 337081; nr. 341055; nr. 341351; nr. 343464.
d) Meclis-i Vükelâ Mazbatası.
Defter nr. 198; nr. 213/60; nr. 213/60.
c) Hariciye Tasnifi (HR).
Mütareke (MÜ):.
HR. MÜ., nr. 43/17; MÜ., nr. 43/34.
HR. HU., Kr. 173/5; HU., Kr. 122/4; Kr. 122/6.
e) Dahiliye-Siyasî.
nr. 53/2.
f) Emniyet-i Umûmiye (DH. EUM.).
176 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2. Şube, nr. 1/1; nr. 1/9-1; nr. 1/11; nr. 1/13; nr. 1/14; nr. 1/15; nr. 1/16-2; nr. 1/18-2; nr. 1/19; nr. 1/21; nr. 1/22; nr. 1/23
(2D/17); nr. 1/28-1; nr. 1/45-2; nr. 2C/5-2; nr. 2C/5-3; nr. 2D/13; nr. 2F/3; nr. 2F/5; nr. 2F/6; nr. 2F/9; nr. 2F/11; nr. 2F/14; nr.
2F/94; nr. 2/105 (1/76); nr. 68/41; nr. 68/66; nr. 68/67; nr. 68/70; nr. 68/71; nr. 68/72; nr. 68/73; nr. 68/75; nr. 68/76; nr. 68/77;
nr. 68/79; nr. 68/80; nr. 68/81; nr. 68/83; nr. 68/84; nr. 68/89; nr. 68/93; nr. 68/94; nr. 68/96; nr 68/99; nr. 68/101; nr. 69/34.
g) Şifre Kalemi (ŞFR).
nr. 45/1; nr. 45/2; nr. 45/115; nr. 46/119; nr. 46/2; nr. 46/119; nr. 52/93; nr. 52/235; nr. 52/102;
nr. 52/253; nr. 51/192; nr. 52/249; nr. 52/285; nr. 52/96; nr. 52/97; nr. 52/98; nr. 52/94; nr. 52/297; nr. 52/188; nr. 52/200; nr.
52/281-282; nr. 53/4; nr. 53/94; nr. 53/200; nr. 53/303; nr. 53/305; nr. 53/334;
nr. 53/336; nr. 54/9; nr. 54/10; nr. 54/162; nr. 54/254; nr. 54/315; nr. 54/356; nr. 54/406; nr. 54/411; nr. 54/450; nr. 54-A/49;
nr. 54-A/59; nr. 54-A/73; nr. 54-A/96; nr. 54-A/112; nr. 54-A/155; nr. 54-A/157; nr. 54-A/226; nr. 54-A/232; nr. 54-A/248; nr.
54-A/251; nr. 54-A/252; nr. 54-A/259; nr. 54-A/271-272; nr.
54- A/268; nr. 54-A/291; nr. 54-A/309; nr. 54-A/325; nr. 54-A/326; nr. 54-A/385; nr. 54-A/388; nr. 54A/393; nr. 55/18; nr. 55/20; nr. 55/107; nr. 55/152; nr. 55/291; nr. 55/292; nr. 55/341; nr. 55-A/16; nr.
55- A/17; nr. 55-A/23; nr. 55-A/77; nr. 55-A/83; nr. 55-A/84; nr. 55-A/118; nr. 55-A/135; nr. 55-A/144; nr. 55-A/157; nr. 55A/217; nr. 56/27; nr. 56/36; nr. 56/88; nr. 56/112; nr. 56/114; nr. 56/140; nr.
56/172; nr. 56/176; nr. 56/186; nr. 56/225-226; nr. 56/243; nr. 56/267; nr. 56/278; nr. 56/280; nr. 56/308; nr. 56/355; nr.
56/360; nr. 56/382; nr. 56/387; nr. 57/51; nr. 57/71; nr. 57/89; nr. 57/105; nr. 57/110; nr. 57/115; nr. 57/116; nr. 57/177; nr.
57/273; nr. 57/277; nr. 57/281; nr. 57/337; nr. 57/344; nr. 57/345; nr. 57/348-349-350; nr. 57/351; nr. 57/413; nr. 57/416;
nr. 58/2; nr. 58/38; nr. 58/124; nr. 58/141; nr. 58/146; nr. 58/159; nr. 58/161; nr. 58/201; nr. 58/278; nr. 59/19; nr. 59/83; nr.
59/123; nr. 59/196; nr. 59/218; nr. 59/235; nr. 59/244; nr. 60/58; nr. 60/178; nr. 60/190; nr. 60/219; nr. 60/275; nr. 60/277; nr.
60/281; nr. 61/18-20; nr. 61/31; nr. 61/50; nr. 61/71; nr. 61/72; nr. 61/165; nr. 61/186; nr. 61/192; nr. 61/210; nr. 61/221; nr.
61/222; nr. 61/225; nr. 61/253; nr. 61/290; nr. 62/21; nr. 62/24; nr. 62/57-58; nr. 63/136; nr. 63/142; nr. 63/175; nr. 63/241;
nr. 64/44; nr. 64/92; nr. 64/162; nr. 64/163; nr. 64/194; nr. 65/95; nr. 66/51; nr. 66/56; nr. 66/192; nr. 66/202; nr. 66/220; nr.
67/186; nr. 69/250; nr. 69/260; nr. 95/124; nr. 96/230; nr. 96/248; nr. 96/279; nr. 99/35.
Rusya Devlet Arşivi:.
II. Kaynak Eserler, Araştırma ve İncelemeler Ahmet Cevdet, Tarih-i Cevdet, XI, İstanbul 1309. AKŞİN, Sina-, Jön Türkler ve
İttihat ve Terakki, İstanbul 1987.
Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu’da Ermeni Mezâlimi, I-II, 1906-1918, Armenian Violence and massacre in
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
177
www.ulkuocaklari.org.tr
Siyasî Kısmı, nr. 37; nr. 62; nr. 113/523; nr. 117/293; nr. 295.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
the caucasus and Anatolia based on archives, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayınları, Ankara 1995.
Askerî Tarih Belgeleri Dergisi (ATBD), Nisan 1987, s. 86, Belge 2050.
BARDAKJIAN, Kevork-, “İstanbul Ermeni Patrikliğinin Doğuşu”, Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa 2000.
Bayur, Yusuf Hikmet-, Türk İnkılâbı Tarihi, II/2, III/3, Ankara 1963, 1983.
Berkes, Niyazi-, The Development of Secularism in Turkey, Montreal 1964.
BEYDİLLİ, Kemal-, “1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşında Doğu Anadolu’dan Rusya’ya Göçürülen Ermeniler”, TTK Belgeler,
nr. 17 (1988).
BRAUDE, B. -LEWIS, B. -, Christians and Jews in the Ottoman Empire, New York, London 1982.
BRITAIN, Great-, The Treatment of Armenians in the Ottoman Empire: Documents Presented to Viscount Grey of Fallodon,
Secretary of State for Foreign Affairs, London 1916.
Çark, Y. G. -, Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler (1453-1953), İstanbul 1953.
DanİŞmend, İ. H. -, Kronoloji, IV, İstanbul 1972.
EMECEN, Feridun-, XVI. Asırda Manisa Kazâsı, Ankara 1989.
Ermeni Komitelerinin Âmâl ve Harekât-ı İhtilâliyesi, İlân-ı Meşrutiyet’ten Evvel ve Sonra, İstanbul 1332.
GÖYÜNÇ, Nejat-, Osmanlı İdaresinde Ermeniler, İstanbul 1983. , XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, İstanbul 1969.
, “Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları”, Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa 2000.
GÜRÜN, Kâmuran-, Ermeni Dosyası, Ankara 1983.
HALAÇOĞLU, Yusuf-, “Tapu-Tahrir Defterlerine göre XVI. Yüzyılın İlk Yarısında Sis Sancağı”, Tarih Dergisi, sayı 32 (İstanbul
1979), s. 819-892.
IŞIKSAL, Turgut-, “Ermeni Faaliyetlerinin Bir Bölümü 1893 Merzifon Olayı Belgeleri”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı. 82,
83, 84 (1974).
178 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
, “Ermeni Faaliyetleriyle İlgili Araştırmalarda Osmanlı Belgelerinin Önemi ve 1893 Merzifon Olayı”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, sayı. 79, 80, 81, (1974).
İlter, Erdal-, Ermeni Mes›elesi»nin Perspektifi ve Zeytûn İsyânları (1780-1880), Ankara 1988.
İNALCIK, Halil-, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar, Ankara 1987.
, “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi, VII, 513.
İttihat ve Terakki Kongresi, İstanbul 1332.
Karal, Enver Ziya-, Osmanlı Tarihi, VIII, Ankara 1962.
Kuran, Ahmet Bedevi-, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele, İstanbul 1956.
KURAN, Ercüment-, “Ermeni Meselesinin Milletlerarası Boyutu (1877-1897) “, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle
İlişkileri Sempozyumu, Ankara 1985.
Kurat, Yuluğ Tekin-, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1986.
KÜÇÜK, Cevdet-, Osmanlı Diplomasisi’nde Ermeni Meselesenin Ortaya Çıkışı 1878-1897, İstanbul 1986.
LEPSIUS, Johannes-, Le rapport Secret du Dr. Johannes Lepsius sur les Massacres d’Armenie, Paris 1918.
Lewis, Bernard-, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çevr. Metin Kıratlı, Ankara 1970.
LOWRY, Heath W. -, Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü’nün Perde Arkası, İstanbul 1991.
McCARTHY, Justin-, “I. Dünya Savaşı’nda İngiliz Propagandası ve Bryce Raporu”, Osmanlı, Yeni Türkiye, II, Ankara 1999.
MEHMED ASAF, 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, yay. İsmet Parmaksızoğlu, Ankara 1986.
Muahedat Mecmuası, V, İstanbul 1298.
OKÇU, Yahya-, Türk-Rus Mücadele Tarihi, Ankara 1953.
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yayınları, Ankara 1994.
Österreichischer Haus-Hof-und Staatsarchiv, Politisches Archiv, XII, 463.
Polonyalı Simeon, Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, 1608-1619, yay. Hrand D. Andreasyan, İstanbul 1964, s. 89.
RUNCIMAN, Steven-, Geschichte der Kreuzzüge, Alm. trc. Peter de Mendelssohn, I, München 1957.
SertoGlu, Midhat-, “Türkiye’de Ermeni Meselesi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı. 4 (1968). HEDIN, SVEN-, Bağdad,
Babylon, Ninive, Leipzig 1918.
ŞİMŞİR, Bilâl-, Les Departen de Melte et les Allegations Armeniennes, Ankara 1998. Takvim-i Vekayi, 18 Receb 1333 ve 19
Mayıs 1331, 7. sene, nr. 2189. Tarih Boyunca Ermeni Meselesi, Ankara 1979.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
179
www.ulkuocaklari.org.tr
Ramsaur, Ernest Edmondson-, The Young Turks: Prelude to the Revolution of 1908, Princeton 1957.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TEKİNDAĞ, Şehabeddin-, “Fetinden Sonra İstanbul”, Fethin 511’inci Yıldönümü Konferansları, İstanbul 1964, s. 43.
TOYNBEE, Arnold-, Armenian Atrocities: Murder of Nation, London 1915 ve The Murderous Tyranny of the Turk, London
1917.
Tunaya, Tarık Zafer-, Türkiye’de Siyasî Partiler, 1892-1952, İstanbul 1952.
Türk Tarihinde Ermeniler, yay. A. Süslü, F. Kırzıoğlu, R. Yinanç, Y. Halaçoğlu, Ankara 1995.
Uras, Esat-, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1976.
WANGENHEİM, Deutschisches und Armenien, 1914-1918, yay. Johannes Lepsius, Potsdam 1919.
YILDIZ, Hakkı Dursun-, “10. Yüzyılda Türk-Ermeni Münâsebetleri”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri
Sempozyumu, Ankara 1985.
180 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ERMENİ MEZALİMİ
Dünya kamuoyunu ülkemize karşı kışkırtan ve uluslararası politikada aleyhimize pek çok durumun
oluşmasına neden olan sözde ermeni soykırımı yalanını ortaya atan Ermenilerin kendileri aslında
soykırımcı ve mezalimci bir topluluktur. Tarih boyunca Türk milletine defalarca çok ciddi zulümlerde
bulunan Ermenilere asil ecdadımız tarafından hakla hukukla muamele edilmiş ve bugünlere kadar bir
millet olarak gelebilmişlerdir. Ancak bu nankör ve hain halk devletimizin milletimizin düştüğü her müşkül
durumda bizi sırtımızdan vurmuş, insanlarımızı katletmiştir. Bu yazıda Ermenilerin katliam ve terör
aktiviteleri anlatılacaktır.Öncelikli olarak ermeni mezalimlerini 3 ana grupta değerlendiriyorum.Bunnun
yanında da Asala terör örgütünün eylemleri anlatılacaktır. İlk olarak Kafkasya da ermeni mezalimi
konumuz olacaktır.
Rus devletinin kışkırtmalarının da etkisiyle ilk olay 1905’de Bakü’de meydana gelmiştir.
Azerbaycan Türklerinden bir tutuklunun öldürülmesi sonucu iki taraf arasında çatışmalar başlamış ve
kısa sürede geniş bir alana yayılmıştır. Ermeniler Nahçivan’da birçok Azeri türkünü öldürüp yaralamaları
üzerine 24 Mayıs’ta da Erivan da çatışmalar başlamıştır. Ermeniler onlarca Azeri köyünü yakıp yüzlerce
Azeri türkünü katletmiştir.1905 olaylarının önemli merkezlerinden biri de Şuşa kentidir. 16-20 ağustos
tarihleri arasında burada ciddi katliamlar gerçekleştirilmiştir. Rus kazakları ve Rus piyade birlikleri
Ermenilerle birlikte hareket etmiştir. Ancak Azerbaycan Türklerinin karşılık vermesiyle Ermeniler
püskürtülmüştür. Cavanşir kazasında da çok kanlı baskınlar yapılmıştır. 3 Ekim 1905’te de Ermeniler
Sıhavend köyüne baskınlar yapmışlardır. Köylüler ormana kaçıp saklanmak isterken Ermeniler
tarafından vahşice katledilmişler. Bu saldırıyı gerçekleştiren Ermeni çetesinin lideri Hamazasp daha
sonra Azerbaycan Türklerine yönelik vahşi eylemleri sayesinde nedeniyle taşnak partisince general
rütbesine terfi ettirilmiştir. 19-23 kasım tarihleri arası gence kentinde çeşitli katliamlar ve vahşet
gösterileri gerçekleşmiştir. Ermeni saldırıları 1906 yılında da devam etti. Haziran ayında Ermeniler pek
çok Azeri köyünü dağıttı. 9-15 ağustos tarihleri arasında da 200’den fazla Azeri Türk’ünü yine vahşice
katlettiler. Bu olaylar sırasında 10000 civarında Azeri Türk’ünün katledildiği belgelerle sabittir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
181
www.ulkuocaklari.org.tr
KAFKASYA’DA ERMENİ MEZALİMİ:
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ancak Azeri Türklerinin acıları bunlarla bitmemişti. Bolşevik ihtilalinin ardından Sovyetler sınırları
içindeki her bölgeye rejimi yerleştirmek için görevliler göndermişti. Güney Kafkasyada Sovyet idaresini
kurmakla görevli olan kişi ise ermeni asıllı Stefan Şaumyandı. Bakü’de bu sırada bulunan 20-25 bin
kişilik ermeni ve Rus gücünü kullanarak, Baküdeki silahsız ve en ufak bir tehdit arz etmeyen Azeri
Türklerine karşı zalimce bir harekata girişti.31 Mart ta başlayan ve üç gün süren bu saldırıda binlerce
Türk katledildi. Camiler evler eğitim kurumları tiyatrolar ve pek çok bina yakılıp yıkıldı. Bu olayın
ilginç olan yönü şudur. O tarihlerde Sovyetler sathında sürmekte olan mücadele tamamen sınıfsal bir
mücadele olup eski rejimin kalıntısı olan elitlere karşı gerçekleştirilmekteydi. Lakin bu durum Bakü’ de
tamamen etnik temelli bir katliam olarak cereyan etti. Bu katliam sırasında şehir neredeyse tamamen
boşalmış ve 10068 Azeri türkü alçakça katledilmiştir. Ermeni Stefan Şaumyan önderliğindeki bu saldırılar
Sovyetler yönetiminden bir tepki görmeyince devam etmiştir. Bakü civarındaki Samahı, saylan, Kuba,
Nevahi, Kürdemir gibi kasabalarda ve Erivan bölgesinde katliamlar devam etmiştir. Azerbaycan arşiv
belgelerinde yaptıkları katliamın boyutu açıkça anlatılmaktadır. Ermeniler yaktıkları evlerin sahiplerini
insanlık dışı işkencelerle öldürüyorlardı. Göğüsleri kesilip, karınları kama ile yarılıp bebekleri alınan
kadınlar, genç kızların uğradıkları tecavüzler, anaların kucaklarındaki çocuklarını alıp gözlerinin
önünde katletmeler, kazıklara çakılan çocuklar çok sık rastlanan metotlardı. Bu bölgelerde kısa süreli
olarak Osmanlı ordusu gelse de gittikten sonra işkenceler ve vahşet katlanarak artmıştı. Ermeniler
aynı zamanda özellikle ileri gelen kesimi katletme yolunu seçiyordu ki Azeri Türkleri başsız kalsın ve
direnemesin. Yine mayıs ayında Kuba kasabasına giden Taşnak generali Hamazasp önderliğinde ki
Ermeniler önlerine gelen kadın erkek ve çocukları akıl almaz derecede vahşi metotlarla katlettiler.
Müslümanlar çeşitli yerlerde Ermenilere teslim olmak için geldiklerinde de hem teslim olma talep eden
heyetleri hem de bulundukları köyleri tamamen katlettiler. Kuba da 122 Müslüman köyü yağmalanarak
yakılmış ve iki binden fazla Müslüman katledilmiştir bu dönemde. Buradaki katliamın baş sorumlusu
olan Hamazasp hazar denizinden şah dağına kadar olan bütün Müslümanları katletmek için geldiğini
söylemiştir.
Ermenilerin suikastleri siyasi gelişmelere göre artıyor veya azalıyor ancak bitmek bilmiyordu.
Ermeni 1. ve 2. Kolorduları Osmanlı devleti ile olan savaşa ve katliamlara 4 Haziran 1918 de imzaladığı
Batum anlaşması sonucu son verdi ancak çeteleri devam etmekteydi. Bu anlaşmadan sonra ermeni
çeteleri 20 Haziran’da Culfa yakınlarında 200 Azeri türkünü şehid etmişlerdir. Sonrasında ise bir Azeri
köyünden diğerine saldırmaya devam etmişlerdir. Bu çetelerin en büyüklerinden olan Andranik’in
çetesinde 5000 civarı ermeni çeteci vardı. Bunların Zengezur’da ki katliamları neticesinde 1000 den
fazla Azeri türkü hayatını kaybetti.
Daha sonra bu bölge ahalisinin şikayetleri üzerine nuri paşa komutasındaki Osmanlı ordusu
bölgeye geldi ve müstakil Azerbaycan hükümetinin kurulmasını sağladı. Lakin Mondros dolayısıyla
bölgeden çekilen Osmanlı ordusunun ardından etnik temizlik bir kat daha artarak devam etti. Ermenilerin
taarruzlarına karşı bölgeyi korumak için Nahçıvan Ahıska ve Kars’ta bölgesel hükümetler kuruldu lakin
İngiltere önderliğindeki müttefikler buraları Osmanlı bağlılığı gerekçesiyle Gürcistan ve Ermenistan
arasında paylaştırdı. Bu bölgelerde de vahşet ve katliam ciddi oranda arttı. Aynı zamanda da kırk asırlık
Türk yurdu gavur ellere verilmiş oldu ve bugün de Azerbaycan’ın yaşadığı sıkıntılara temel atılmış oldu.
182 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermenilerin yaptıklarını gören Tiflis’teki İngiliz temsilcinin şu söyledikleri çok manidardır. “hiç tereddüt
etmeden söyleyebilirim ki Müslümanların mallarını ve canlarını taşnakçı bir ermeni hükümetine teslim
etmek, insanlık açısından bence kabil-i tavsiye değildir. Ermenilerin Müslüman Türk yönetimi altında
sağ salim olacaklarına lakin Müslümanların ermeni yönetimi altında asla emniyette olmayacaklarına
inanıyorum. “
Aynı yönetici İngiltere’de avam kamarasında şöyle demiştir. “ bana öyle geliyor ki siz Ermenileri
8 yaşında pek temiz ve masum bir kız çocuğu zannediyorsunuz. Bunda pek yanılıyorsunuz. Zira
Ermeniler bilhassa son hareket-i vahşiyaneleriyle ne derecelere kadar hunhar bir millet olduklarını ispat
etmişlerdir”
ANADOLU’DA ERMENİ KATLİAMLARI:
Anadolu’da Ermeni hareketleri Osmanlı’nın son elli yılına damgasını vurmuştur ve 1890’lı yıllardan
itibaren de terörize olmuşlardır. Dönemin büyük devletlerinin de kışkırtması ve desteği ile hiçbir yerde
çoğunlukta olmamalarına rağmen Sırplar, Yunanlar, Bulgarlarla aynı yolu izleyerek topyekun silahlı
isyan başlatıp Rus ordusunun buyruğu altına girmişlerdir. Hiçbir yerde çoğunlukta olmamalarını da o
bölgedeki Türkleri katletmek veya göçe mecbur bırakmak suretiyle gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır.
Osmanlı devletinin sevk ve iskanı ele almasının sebebi de budur.
1. Dünya savaşının gelmesi ile birlikte Ermeniler daha önce arayıp da bulamadıkları isyan
ortamını yakalamış seferberlik ilanını takiben ya orduya katılmamış ya da katılsa da kaçarak ermeni
çetelerine veya Rus ordusuna dahil olmuştur.
Ermeni çeteleri dağlık alanları sığınak olarak kullanmış, buradan fırsat buldukça Türk askerine ve
Müslüman halka saldırmışlardır. Zeytun, Bitlis ve Erzurum gibi yöreler ermeni çetelerinin çok yoğun
bulundukları yerler haline gelmişlerdir. Rusların da devamlı destekledikleri ermeni çetelerinin sayısı
150000 civarına ulaşmıştır. Bu çetelerin saldırılarında yüz binlerce Türk öldüğü gibi birçok şehir tahrip
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
183
www.ulkuocaklari.org.tr
Barışın bozulması Hınçak, Taşnak Sütyun ve Amerikan örgütlerinin kurulmasıyla hızlanmıştır.
1890 yılında haziran ayında Erzurum’da, Temmuz ayında ise İstanbul’da Ermenilerin çıkarttığı olaylar
her şeyin fitilini yakmıştır. İki taraftan da onar kişi ölmesine rağmen Avrupa basını olayı Ermenilere
yönelik bir katliam olarak değerlendirmekten geri durmamıştır.1891 yılında Abdülhamid’in Ermenilere
yönelik genel affına karşılık Ermeniler terör eylemlerine devam etti. Van valisine suikast düzenlemeleri,
Tokat’ta bir posta tatarını öldürmeleri ve Sasun’da çıkarttıkları ayaklanma bunların başlıcalarıdır. Bunun
yanında pek çok ilde olaylar çıkarmışlardır. Özellikle Sasun olayı sonucunda büyük bir yaygara koparmış
ve milletlerarası tahkikat komisyonu kurulmasına yol açmışlardır. Tahkikat komisyonunun Ermenilerin
haksız olduklarını tespit etmelerine karşılık Osmanlı devletine baskı yapılmış ve sonuç Osmanlı’nın
ıslahat yapması yönünde tezahür etmiştir. İttihat ve terakki yönetiminde daha da yoğunlaşan ermeni
saldırıları her defasında yanlı Avrupa da ermeni katliamı şeklinde yankı bulmuştur. Nitekim 31 Mart
vakasının hemen ertesi günü Ermeniler Adana’da Müslümanları katletmeye başlamış lakin İttihat ve
Terakki’nin Adana’ya gönderdiği cemal paşa Avrupa’ya hoş görünmek için bir Ermeni’ye karşılık 47
Türk’ü idam ettirmiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
edilmiş köyler yakılmıştır. Arşiv belgelerine göre çoğu köy baskınında masum Anadolu halkı yakılmış,
kurşuna dizilmiş, kuyulara atılmış, trenden atılmış, diri diri toprağa gömülmüş, camilerde yakılmış,
tecavüze uğramış, asılmış, boğazlanmış, boğulmuş, zehirlenmiş ve değişik şekillerde vahşice
öldürülmüştür. Genç ve orta yaşta erkeklerin askerde olmasından dolayı öldürülenler çoğunlukla kadın,
çocuk ve yaşlılardan oluşmuştur. Ermeni çeteler Müslüman halk yanında kendilerini desteklemeyen
Ermenileri de öldürmüştür. Bunların arasında ermeni olan Van belediye başkanı da bulunmaktadır.
Van da çıkan olaylar sonucunda 100000 den fazla Müslüman Türk şehit edilmiştir. Kars olaylarından
80000 den fazla, Bitlis ve muş olaylarında 87000 den fazla Erzurum ve Erzincan olaylarında 50000 in
üzerinde ağrı Iğdır olaylarında 25.000 aşkın Müslüman Türk şehit edilmiştir. Yozgat, Sivas, Trabzon,
Kayseri, Bayburt, Gümüşhane ve Adana’da on binlerce Türk Ermeniler tarafından katledilmiştir. 1910-22
tarihleri arası en az 523.955 Müslüman Türk ermeni çeteleri tarafından katledilmiştir. En az dememizin
sebebi de tamamen yakılan köyler ve sayısı tam olarak tespit edilemeyen katliamlar dolayısıyladır. Yani
bu insan ırkının yüzkarası olan aşağılık topluluk sonuçları bugün daha iyi hissedilen çok ciddi bir katliamın
gerçekleştirenler olmuştur. Bir de bunun üstüne bizim hafıza kaybımızdan ve ecdadımıza yönelik
vefasızlığımızdan güç alarak bütün yüzsüzlükleriyle kendilerine yönelik soykırım uygulandığı yalanını
ortaya atmışlardır. Bizim en önemli vazifemiz bunları çok iyi bilmek ve her platformda savunmaktır.
Hocalı katliamı:
Hocalı, Dağlık Karabağ ve bütün Kafkasya için her açıdan çok kritik bir şehir konumundaydı. Bu
nedenle Ermeniler tarafından ele geçirilmek isteniyordu. Ekim 1991’den itibaren Hocalı abluka altına
alınmıştı.1992 Şubatının sonlarına doğru Hocalı’nın elde edilmesi için Ermeniler ilk yoklayıcı saldırılarına
başladılar. Yapılan ani saldırılarda öncelikle halkın tarım alanları yakıldı, hayvanları öldürüldü, ormanlar
enerji ve su kaynakları tahrip edildi. 2 Ocak ‘tan itibaren şehre elektrik verilmesi kesildi. Abluka altına
alınmış şehirde ancak helikopterlerle sağlanan yardım 28 Ocak tarihinde yardım taşıyan bir helikopterin
vurulması ve 40 kişinin öldürülmesi ile imkansız hale gelmiştir. Şubatın ikinci yarısından itibaren sürekli
sivil halk rehin alınmaya öldürülmeye ve Hocalı gece gündüz aralıksız bombardımana tabi tutulmaya
başlandı.
26 Şubat gecesi saat 23.00 de ermeni birlikleri önce ağır silahlarla şehrin merkezi noktalarına
yönelik yoğun bir saldırıya başladı. Amaçları kenti savunmayı amaçlayan hafif silahlarla silahlandırılmış
az sayıdaki askeri barındıran polis karakolunu ve halkın öz savunma amacıyla kurduğu küçük birlikleri
tamamen yok etmekti. Sonrasında tamamen savunmasız kalan sivil halkı rahatça katledebileceklerdi.
Savaş kural ve kaideleri bakımından hiçbir sınır tanımayan Ermeniler belki de eşine daha önce
rastlanmamış bir ahlaksızlık ve alçaklık örneği gösteriyordu. Azeri vatandaşlara mikrofonlarla seslenip
bir koridor açacaklarını ve buradan silahsız bir biçimde Azerbaycan topraklarına geçmenin serbest
olacağını söylüyorlardı. Fakat asıl amaçları bunu bir toplanma alanı olarak kullanıp Azerileri rahatça
katletmekti. Sonuçta toplanan Azerileri kadın, çoluk, çocuk, yaşlı, hasta ayrımına gitmeden akıllara
sığmayacak barbarlık gösterileri ile öldürdüler.
184 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bunlar da yetmezmiş gibi öldürülmeden önce benzerlerine Almanların Yahudileri katlinde bile
karşılaşılmayan iğrençlikte metotlara başvurdular. Azeriler ayaklarına ateş edilerek durduruluyorlar sonra
akla gelebilecek en iğrenç metotlarla yavaş yavaş öldürülüyorlardı. Annelerin karnından çocuklarının
alınması, küçük çocukların kafalarının koparılıp onunla oyun oynanması, küçük çocuklara hamile ve
yaşlı kadınlara varıncaya dek tecavüzler, öldükten sonra cesetlerin aşağılanması gibi birbirinden iğrenç
metotlar uygulanıyordu.
Vahşetin zihni yapısının anlaşılması açısından o katliamı yapan askerlerden biri olan Zori
Balayan’ın anılarından bir parçaya bakalım: “Biz arkadaşımız Hacatur ile ele geçirdiğimiz eve girerken
askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğun bağırış çağırışları
çok duyulmasın diye Hacatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağızına soktu. Daha
sonra Türk çocuğuna onların atalarının bizimkilere yaptığını yaptım. Başından sinesinden ve karnından
derisini soydum, saate baktım çocuk 7 dakika sonra kan kaybından öldü. Mesleğim hekimlikti ve tabii
olarak hümanisttim buna rağmen Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız
hissetmedim. Ruhum halkımın %1’inin bile intikamını aldığından sevinçten gururlandı. Hacatur daha
sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk ile aynı kökten olan köpeklere
attı. Akşam aynı şeyi 3 Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatanseveri olarak görevimi yerine
getirdim. Hacatur’ da çok terlemişti ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikamın
ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’de ölenlerimiz ve
ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir
parçasını işgal eden 30.000 pislikten temizlemeyi başardık”. Hocalı Katliamı vahşetini yaşayan Ermeni gazeteci Daud Kheriyan, o gün yaşananları böyle
aktarıyor: “Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı Kasabası’nın 1 kilometre
batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu
gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala
yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir
asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta
olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu”
ASALA TERÖRÜ
Ermeniler bu korkunç vahşet eylemleri dışında terör örgütü oluşturarak da Türk milletine zarar
vermeyi başarmışlardır. 70’li yıllarda özellikle Fransa olmak üzere batılı devletlerin de desteğini alan
kanlı Ermeni terör örgütü ASALA ortaya çıkmış ve özellikle diplomatları hedef almıştır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
185
www.ulkuocaklari.org.tr
83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 Azeri vahşice öldürüldü,
toplam 487 kişi ağır yaralandı. Sekiz aile tamamen yok oldu, 487 kişi sakat kaldı ve 1275 kişi esir alındı.
Esir alınanlardan 68’i kadın ve 28’i çocuk toplam 150 kişinin yaşayıp yaşamadığı belli değildir. Sağ kalan
ve esir düşen yüzlerce sivil de burunlarının kulaklarının kesilmesi kol, kaburga, bel kemiklerini kırılması
hayati organlarına verilen çeşitli zararlar sonucu hayatlarını sürdüremeyecek bir duruma gelmişlerdir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeni teröründe, Türkiye’deki iç huzursuzluğun zirveye çıktığı 1979 yılından itibaren büyük
bir artış gözlenmeye başlandı. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39’u silahlı, 70’i bombalı, biri
de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda Türkiye’nin
42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de
yaralanmıştır.
Asala terör örgütü gerçekleştirdikleri onlarca terör eylemleri ve katlettikleri çok kıymetli
diplomatlarımız göz önüne alındığında milletimize yönelik çok ciddi zararlara sebep olmuş bir yapıdır.
Ancak devletimiz ve ülkücü hareketin mümtaz şahsiyetlerinin de ciddi emekleri ve katkılarıyla asala
tarihin çöplüğüne gönderilmiştir.
Güçlü olduğumuz dönemlerde yüzlerce yıl boyunca devletin en sadık hizmetkarı olan ve
bundan dolayı Millet-i Sadıka olarak isimlendirilen Ermeniler devletin sıkıntı içine düşmesiyle beraber
asıl karakterlerini göstermişlerdir. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, devletin her zor anında isyan
ederek; masum insanları katledip, zarar vererek işledikleri insanlık suçu, 1. Dünya savaşı ile birlikte çok
büyük bir soykırıma dönüşmüştür. Katlettikleri yüz binlerce Müslüman Türk ve savaşta bizim aleyhimize
geçmeleri sebebiyle verdikleri zarar çok büyüktür. Bunun adına da tedbir alan zamanın devlet büyükleri
yine Türk’ün karakterini yansıtmış ve bu katli vacip haysiyet yoksunlarını yalnızca sürmekle yetinmiştir.
Bu utanmazlar batının da desteğiyle arsızlaşmış o gün öldürdükleri yüzbinlerce insanı, tecavüz
ettikleri kadınlarımızı kızlarımızı unutmuş işledikleri binlerce korkunç günahı hiç düşünmeden oradaki
Müslüman halkın kendini savunmasını soykırım olarak nitelemek gibi bir yüzsüzlük göstermişlerdir. Ne
yazık ki bizim içimizdeki sözde aydın, eski tüfek solcular, bölücüler, vatan hainleri, kanı bozuklar da
buna hemen dahil olmuşlar hepimiz Ermeni’yiz gibi söylemlerle kendi dedelerinin ninelerinin kemiklerini
sızlatmışlardır. Bunların üzerine 20. Yüzyıldaki en utanç verici katliamlardan birini de Azeri kardeşlerimize
yönelik gerçekleştirmiş ve insanın hayvandan dahi alçak noktaya düşebileceğini göstermişlerdir. Lakin
dünya kamuoyunun gözleri önünde ap açık cereyan eden bu olaya rağmen Ermeniler en ufak bir tenkit
görmemiş batının ve kucağında bulunduğu devletlerin şımarık çocuğu olmaya devam etmiştir. Bu kadar
açık bir şekilde işledikleri suçlara rağmen ne yazık ki hala bizim içimizde çok ciddi bir şekilde ermeni
yanlısı insanlar bulunmaktadır. Öncelikli olarak kendi içinde fikir ve düşünce birliğini sağlayamadığımız
müddetçe de bu hususta kendimizi dünyaya anlatıp haklılığımızı kanıtlamamız maalesef mümkün
değildir. Her Türk evladına bu hususta düşen görev atalarımızın uğradığı bu katliamları, yaşanılan
vahşeti en iyi şekilde öğrenip her platformda ister Türk ister yabancı bu konuda eksik veya yanlış
bilgiye sahip olan insanlara anlatmaktır. Ecdadımıza karşı yapacağımız şey en azından bu olmalıdır.
186 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SORUNLU BİR SAHA:
‘ERMENİ MESELESİNE’ BAKIŞ
Sosyal bilimlerle uğraşan insanların hakikate sımsıkı sarılmaları gerekir. Hakikati aramak her
insanın olduğu gibi sosyal bilimcilerin de en başta gelen vazifesidir. Bu noktada tarihçilerin kaidesi; “Bir
konunun bütün yönlerini ele almak, kendi ön yargılarını bir kenara bırakmak ve bu yolu izledikten sonra
hakikatin peşine düşmektir.”1
Ermeni Meselesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir. Konu üzerine çalışan tarihçi, siyaset bilimci,
hukukçu vb. kim olursa olsun hakikatin peşinden gitmek zorundadır. Aksi takdirde ortaya çıkan ürünün
güvenilirliği, yazarın şahsiyeti ve meslek onuru tartışma konusu haline getirilir. Ermeni Diasporası’nın,
Ermenistan Devleti’nin ve kimi kiralık kalemşorların:
1. Türkler Ermenilerin topraklarını elinden aldı.
2. 1878 sonrası Ermeniler katledildi.2
3. 1915 yılında Ermenilere soykırım uygulandı.
5. Gibi iddialarla uluslar arası kamuoyunda ve özellikle son yıllarda Türkiye’de propaganda
faaliyetleri yürütülmektedir. Konunun duygu yüklü oluşu, yayımlarda tarafsız bir tarih görüşünün
hakim olmasını güçleştirmekle beraber, dikkatli ve titiz bir okuyucunun olayların tarihiyle alakalı
yeterli bilgiye sahip olacağı nispette eserin bulunduğunu söyleyebiliriz. 100 yıl önce yaşanmış
olayların anlaşılması için tarihi çalışmaların varlığı şüphesiz çok önemli. Ancak bugün ‘Ermeni
Meselesi’ tarihi bir hadise olarak anılmasının yanında milletler arası hukuk, siyaset bilimi ve
sosyoloji gibi alanlarında meselesi. Eğer ortada bir soykırım iddiası varsa, bu mesele salt tarihi
kayıtlardan hareketle çözülemez. Milletler arası bir suç olarak soykırımı ancak hukukçular
değerlendirebilir. Konuyla alakalı hukuki çalışmalar nicelik itibariyle oldukça yetersiz.
2
Ermeni meselesinin uluslar arası alana taşınması 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve bunu izleyen Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Kongresi ile olmuştur. Ermeni iddialarını savunanlar, bu tarihe atıf yaparak meselenin
tarihi arka planını oluşturmak suretiyle antlaşmalara taraf devletleri harekete geçirmek istemektedirler.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
187
www.ulkuocaklari.org.tr
4. 1.5 milyon Ermeni hayatını kaybetti.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Meselenin hukuki bir platformda değerlendirilmesinin önündeki engellerden birkaçını saymak
gerekirse; hukuki değerlendirmelerin soykırım iddialarını güçlendirmekten ziyade zayıflatma ihtimalinin
daha fazla olması Ermeni tarafının bu yönteme başvurmamasındaki en büyük nedendir. İşin garip
tarafı bizim hukuki yöntemleri bu kadar ihmal etmemiz. 1948’de oluşturulan ve 1951’de yürürlüğe
giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Dair Sözleşme’ hayati önem arz etmektedir.
Sözleşme’nin kabulünden yaklaşık 40 yıl öncesine dayanan hadiselere uygulanmasındaki güçlükler
ortada. Sözleşme öncesi dönemde mevcut olmayan ve sözleşmede oluşturulan ‘soykırım’ dahil kimi
kavramların, geriye dönük uygulanması hukuken mümkün değildir. Bu nedenle Ermenistan Devleti,
Ermeni Diasporası ve Ermeni iddialarının savunucusu kimi çevrelerce dillendirilen tanıma, tazminat ve
toprak gibi taleplerin tarih safahatında olduğu gibi hukuken de gerekçelendirilemeyeceğinin üzerinde
durulması gerekir. Bu meselede bizim daha uyanık ve şuurlu bir kampanya yürütmemiz için farklı
alanlarda kapsamlı çalışmalar yapmamız gerekir.
Ermeni iddialarının savunucuları tarafından sıkça dillendirilen ve artık dünya çapında “soykırım
günü” ilan ettirmek suretiyle uydurma bir tarih ve sahte bir hafıza yaratma çabalarına sahne olan 24
Nisan’da gerçekte e olmuştur?
Osmanlı hükümeti seferberlik ilanından itibaren dokuz ay dayandıktan sonra Ermeni komitelerinin
faaliyetlerini kontrol altına alarak olayları önlemek amacıyla tedbirler alma yoluna gitmiştir. Dahiliye
Nezareti 14 vilayet ile 10 mutasarrıflığa 24 Nisan 1915’te meşhur genelgeyi yayımlamıştır. Bu
genelgede; Hınçak, Taşnak ve benzeri Ermeni komitelerinin kapatılması, belgelerine el koyulması,
liderleri ile zararlı faaliyetleri bilinen Ermenilerin tutuklanması ve bunların bulundukları yerlerde sakıncalı
görülenlerin uygun yerlerde toplanmaları talimatı verilmiştir.3 Genelgenin asıl mühim olan tarafı, Bitlis,
Erzurum, Sivas, Adana ve Maraş gibi illerde Müslümanlar ile Ermeniler arasında karşılıklı çatışmaya
mahal verilmemesini ihtiva eden bölümleridir. Ermenilerin her yıl dünyanın birçok ülkesinde “soykırım
günü” olarak andığı 24 Nisan, Dahiliye Nezareti’nin bu genelgeyi yayımladığı gündür. Bu genelgeyle
İstanbul’da Hınçak, Taşnak ve Ramgavar örgütlerine mensup komitecilerin bir kısmı tutuklanmıştır.
Tutuklananların sıradan Ermeni vatandaşlar değil, tamamen örgüt mensubu Ermeniler olduğu İngiliz
İstihbaratı tarafında da doğrulanmaktadır.4 1916 yılında yayımlanan bir Osmanlı yayının İstanbul’da
ikamet eden 77.735 Ermeni’den ihtilal hareketlerine katılan 235 kişinin tutuklandığı, diğerlerinin
huzur ve sükunet içinde işleriyle meşgul oldukları ifade edilmektedir.5
Ermeni Tehciri başladığında İngiliz, Fransız ve Rus hükümetleri 24 Mayıs 1915’te yayımladıkları
bildiride: “…Türkiye’nin insanlığa ve medeniyete karşı bu yeni suçları karşısında, müttefik hükümetler,
Osmanlı hükümeti mensuplarını ve katliama katılan memurlarını şahsen sorumlu tutacaklarını Bab-ı
Ali’ye alenen bildirirler.” denmektedir.6 Mütareke döneminde Nemrut Mustafa Paşa Divanı adıyla
bilinen mahkeme ve Malta sürgünlerinin yargılanma hadiseleri bu bildiri uyarınca oluşturulmuştur.
Tehcir meselesinde bir tür yok etme, öldürme kastı olmayıp, seferberlik halindeki bir ülkede siyasi
3
4
5
6
Yusuf Sarınay, “24 Nisan 1915 Ermeni Tutuklamaları” Türk Yurdu, Sayı:332., s.38.
Sarınay, a,g,e, s.39
Sarınay, a.g.e. s.39.
Gündüz Aktan, “Devletler Hukukuna Göre Ermeni Meselesi”, Türkiye Günlüğü, Sayı:124., s.116..
188 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ve terör faaliyetleriyle ‘askeri harekat bölgesindeki’ birliklere saldırmak suretiyle içerden yıpratma
stratejisine girişenlere karşı; Türk hükümeti Ermenileri tehcire mecbur hale gelmiştir. Soykırım tezini
savunabilmek için siyasi ve silahlı faaliyette bulunduklarını inkar ederek, Türklerin kendilerini durduk
yere tehcire tabii tuttuğunu anlatan Ermenilerin asıl niyeti, siyasi bir emelleri olmayacak kadar masum
olduklarını; bu sebeple de Sözleşme’nin 2. Maddesi uyarınca Türklerin kendilerine etnik-ırki-dini grup
olarak tehcir yoluyla soykırım yaptığını dünya kamuoyuna ve Türk milletine inandırmaktır.7 Tarih,
Ermenilerin bağımsızlık için silahlı siyasi faaliyette bulunan bir siyasi grup olduğunu açıkça gösteriyor.
Bitlis, Van, Erzurum, Bayburt, Kars, Adana, Maraş ve daha birçok ilde 1915 öncesi ve sonrası yaşanan
hadiseler tüm açıklığıyla ortada. Mesela Almanya’da Yahudiler bağımsızlık için mücadele etmediler;
teröre başvurmadılar, toprak istemediler, Almanya’nın savaş düşmanlarıyla işbirliği yapmadılar; Alman
ordularını arkadan vurmadılar, lojistik yollarını kesmediler; nihayet terör örgütleriyle Alman sivilleri
katletmediler.8 Düşmanla birleşip hedeflerini gerçekleştirmek için silaha ve bu arada sistematik terörist
eylemlere başvuran siyasi gruba karşı mücadelede, askeri sebeplerle tehcire başvurulması hukuken
soykırım tanımına girmez.
Bizim yapmamız gereken meseleye şuurla sahip çıkarak, iletişim kanallarını sürekli açık
tutmak, kanıtlarımızı sunmak ve görüşlerimizi her fırsatta ve her ortamda anlatmak olmalıdır. Eğer
Ermenistan Cumhurbaşkanı bu meseleyle alakalı bir buçuk saat nutuk atabilecek kabiliyetteyse bizim
Cumhurbaşkanlarımız da en az onlar kadar konuşabilmelidir. Yusuf Halaçoğlu hocanın “Önce Türk’ün
Türk’e propagandasını yapmak zorundayız, çünkü kendi kamuoyumuz Ermeni Meselesini bilmiyorsa
siyaseten çözmek zaten mümkün olmayacaktır.” İfadesinin üzerine titizlikle durmak gerekir. Enver, Talat
ve Cemal Paşa üzerinden dönemin iktidarı İttihat ve Terakki’ye düşmanlık besleyerek Ermeni İddialarının
kripto sözcülüğüne soyunan kimi çevrelerle, yeni türeyen ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tehciri
yapan kadroları lanetlediği” yönündeki beyanlarla içeriye dönük bir algı operasyonuna soyunanlara
cevap verememek çok büyük bir sorun. Öncelikle bu problemlere çözüm bulmak ve Türk milletini
yekvücut hale getirmek üzerine çalışmalıyız. 7
8
Aktan, a.g.e. s.126
Aktan, a.g.e. s.127.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
189
www.ulkuocaklari.org.tr
Ermeni asıllı Fransız Tarihçi Anahid Terminasyan: “Ermeni vatanı bugün Ermenistan, Azerbaycan,
Gürcistan, İran ve Türkiye arasında paylaşılmış durumdadır. Bizim asıl problemimiz bu toprakları
geri almaktır.” diyor, işte bizim meselemiz de bu talebin karşısında ne tür bir tavır aldığımız ya da
alacağımızdır. Ermenistan Anayasasında 13. Madde 2. Paragrafta Ağrı Dağı devlet armasıdır diyor,
Bağımsızlık Bildirisinin 11. Maddesinde Doğu Anadolu için “Batı Ermenistan” diyor ve geri alınacağını
belirtiyor. 26 Temmuz 2011’de Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, “Biz Karabağ Bölgesini düşman
elinden kurtardık. Ağrı dağı bölgesinin alınmasını ise siz gençlere bıraktık.” diye Ermeni gençlerine
hedef gösterdi. Bizim bu meseleleri ve hedefleri iyi bilmemiz gerekir. Bir devletin vatandaşlarına ve
diasporasına “şuur ve gelecek dizaynı” sunması üzerine inşa edilmiş soykırım iddialarıyla mücadelede
tarihi, sosyal, siyasal ve hukuki kanalların tümü aktif bir şekilde kullanılmalıdır. Aksi takdirde bu meselede
hakikatli bir adım atmak mümkün gözükmemektedir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Filistin Meselesi
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
190 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Filistin’e Yapılan Yahudi Göçleri
Günümüzde İsrail ile Filistin arasında barışın sağlanamamasındaki en büyük engellerden bir
tanesi Yahudi yerleşimleridir. Yahudi yerleşimlerinin temelinde ise geçmişten günümüze Filistin’e
düzenlenen Yahudi göçleri bulunmaktadır. Filistin’e Yahudi Göçleri Osmanlı döneminde başladı, İngiliz
Manda yönetimi (1920-1948)sırasında yoğunlaştı. Filistin’de İngiliz mandasının ilk sivil yöneticisi aslen
Yahudi ve Siyonizm’in savunucularından birisi olan Sir Herbert Samuel’di. Samuel’in yönettiği bölge şu
anki Filistin toprakları ve Ürdün’ü içermekteydi.
Filistin’e yönelik Yahudi göçlerinin genel adı Aliyah’tır. İlk iki Aliyah Birinci Dünya Savaşı’ndan
önce gerçekleşti. Manda öncesi dönemde daha çok toprak satın alma yoluyla bölgeye birçok Yahudi
yerleşmişti. Birinci Aliyah 1882-1903, ikinci Aliyah 1904-1914 yılları arasında yaşandı. İlk iki Aliyah’ın
nedenleri arasında Yahudilerin Kudüs ve civarında ibadet etmek üzere yerleşme istekleri ile Doğu Avrupa
ve Rusya’da yaşanan pogromlar neticesinde artan Antisemitizm sayılabilir. 1845 yılında Filistin’deki
Yahudi sayısı tahmini 12.000 iken 1882’de bu sayı 24.000’e çıktı. Bu ilk yerleşimciler genellikle Musevilik
açısından kutsal sayılan Kudüs, Safat (Safad), Halilürrahman (Hebron) ve Tabarya (Tiberya) civarına
yerleştiler.[2] İkinci Aliyah’ta ise 1895’te 47.000 olan Yahudi nüfusu 1914’te 85.000’e ulaştı. Bu göçlerle
birlikte Kibbutz’ların sayısında artışlar meydana geldi.[3] Günümüzdeki Tel Aviv şehri Ahuzat Bayit isimli
Kibbutz’un temelleri de yine bu göçlerle birlikte atıldı.
Aliyah’ların üçüncüsü ise 1919-1923 yılları arasında gerçekleşti. Bu süreç birçok Yahudi
kurumunun faaliyete geçtiği zaman dilimini de içermekteydi. Göçler neticesinde geneli Doğu Avrupa’dan
gelen 35.101 Yahudi Filistin’e yerleşti. Bu süreçte yerleşen Yahudilerin 29.239’u Eşkenazi, 1675’i
Sefarad idi. Göç dağılımı ise yeni yerleşim yeri olan Tel Aviv ve Yafa’da 21.656, Kudüs’te 3.456, Hayfa’da
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
191
www.ulkuocaklari.org.tr
28 yıllık bu süreçte Yahudilerin Filistin’e göçü gittikçe hız kazandı. Siyonistlerin Yahudi nüfusunun
çoğalmasını hızlandırmasının temel nedeni Filistin’in Yahudiler açısından ulusal bir yurt olduğunu dünya
kamuoyuna ilan etmekti. Filistin’e yapılan göçü organize eden kurum 1929 yılında yeniden örgütlenen
Dünya Siyonist Örgütü çatısı altında faaliyet gösteren Yahudi Ajansı’ydı.[1]
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
3.456 kişi olarak tespit edilmişti.[4] Bu dalgayla birlikte Filistin’e yerleşen Yahudiler arasında gelecekte
İsrail’in başbakanı olacak David Ben Gurion’da vardı. Onun girişimleriyle Yahudi işçi federasyonu olarak
bilinen Histadrut kurularak Yahudi işçilerinin örgütlenmesi sağlandı.Histadrut, üyelik sistemiyle çalışan
bir yapıya sahipti. Tarım ürünlerinin Avrupa’ya satışı, yol ve konut inşaatları, bankacılık v.b faaliyetleri
organize ederek ekonomik açıdan Yahudilerin Araplar karşısında güçlenmesine büyük katkı sağladı.
Ayrıca Histadrut Arap ürünlerine karşı boykot uygulayarak Yahudi üretimini garanti altına alma çabası
içerisindeydi. Bu göç dalgasıyla faaliyete başlayan bir diğer kuruluş ise Haganah olarak bilinen askeri
yapılanmaydı. Araplara karşı savunma gücü olarak kurulan Haganah ilerleyen yıllarda merkezileşmiş
bir savunma gücüne dönüştü.[5]
1922 yılına gelindiğinde Filistin’e düzenlenen Yahudi göç dalgasının üçüncü döneminin
de sonuna gelinmekteydi. 1922 yılında politik amaçlar için yapılan nüfus sayımı sonucu ve tutulan
manda nüfus istatistiklerine göre Filistin’de; Yahudi yerleşimci sayısı 83.790, Müslümanların sayısı
486.177, Hristiyanların sayısı 71.464 ve diğer grupların sayısı 7.617 olmak üzere toplam 649.048 kişi
yaşamaktaydı. Bu dini nüfus oranları 1870-1922 yılları arasını kapsamaktaydı. Görüldüğü üzere 52
yıllık süreçte Yahudiler genel nüfus içerisindeki sayılarını % 4-5 arasında arttırmıştı.1922’de Yahudilerin
yerleşim yerlerine göre nüfus yüzdeleri ise Kudüs % 54, Tel Aviv % 100, Yafa % 16, Hayfa % 25,
Tabarya % 64 ve Safad % 34 şeklindeydi.[6]
İngiltere’nin Filistin’e hâkim olduğu 1922-1947 yılları arasında dördüncü ve beşinci Yahudi göçü
yaşandı. Manda yönetiminin izin vermediği yasadışı göçler de (Aliyah Beth) bu süre zarfında gerçekleşti.
Bu göçlerde etkili olan en önemli konuların başında ABD, Kanada ve İngiltere gibi devletlerin kendi
ülkelerine yapılacak Yahudi göçlerine kota koyması gelmekteydi. 1933’de İkinci Dünya Savaşı’nın
öncesinde Almanya’da Nazi partisinin iktidara gelmesiyle artan Antisemitizm 1933-1936 yılları arasında
Yahudi göçünü hızlandırdı. Bu tarihe kadar gerçekleşen göçlerin en büyüğü olmasından dolayı Yişuv’da
yerleşenlerin sayısı iki katına çıktı. Beşinci göç dalgasının bir diğer özelliği de Almanya’dan göçen
Yahudilerin iyi eğitimli olması ve sermayelerini yanlarında getirmesi gösterilebilir. Sermaye sahipleri
daha çok kıyı şeridine yerleşerek ticaretle ilgilendiler.[7]
Manda yönetiminin tuttuğu istatistiklere göre 1932-1939 arasında 213.629 Yahudi Filistin’e
göç etti. Yahudi Ajansı’nın düzenli olarak tuttuğu kayıtlar da ise nüfusun 170.000’i Eşkenazi, geriye
kalanlar Sefarad ve Yemen’den göçen Yahudilerdi. 1932-1939 yılları arasında yaşanan göçlerin
gerçekleştirildiği ülkelere göre dağılımında birinci sırayı Polonya (76.500), ikinci sırayı Almanya (41.089)
almaktaydı.[8] 1931’de Yahudi nüfusu 53.800 olan Kudüs, 1939’da 82.000 Yahudi’ye ev sahipliği
yapmaktaydı. Yahudi yerleşimlerinin merkezi konumunda bulunan Tel Aviv’de ise 1931’de 46.300 olan
Yahudi sayısı 1939 yılında 177.000’e ulaştı. Tel Aviv’de yaşanan bu yoğunluğun temel sebepleri arasında
ticaret için bir liman kenti olması ve güvenlik açısından daha rahat olmasından kaynaklanmaktaydı.[9]
192 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tablo:1922-1946 Döneminde Filistin’de bulunan etnik unsurların nüfus dağılımı
Yıllar
1922
Arap
640,798
%
78
Yahudi
94.752
%
12
Diğer
84,709
% Toplam Nüfus
10 820,259
1931
864.806
1933 909.687
82
78
174.139
233.912
19
20
18.269
20.017
2
2
1.057.601
1.163.616
1936
1939
983.244
71
1.060.593 69
382.857
455.329
28
30
22.751
24.805
2
2
1.388.852
1.540.727
1941
1.123.168 68
489.830
30
26.758
2
1.689.756
1946
1.310.866 67
599.922
31
31.562
2
1.942.350
Kaynak: Justin Mc Carty, ThePopulation of PalestinePopulationHistoryandStatistics of
theLateOttomanPeriodandMandate, s. 35, 36,37.[10]
1922 yılında 94.752’i olan Yahudi nüfusu 1948 yılına gelindiğinde Filistin genelinde 750.000 kişiyi
geçmişti. Bu demografik değişimle İsrail 14 Mayıs 1948’de kuruldu. İsrail’in ilk devlet başkanı Chaim
Weizmann olurken devletin ilk başbakanı Theodore Herzl’in resmi önünde yemin eden David Ben
Gurion oldu. Göç edenler arasında Eşkenaz Yahudilerin sayısının fazla olması İsrail’in günümüzdeki
iç siyasetini de belirleyecekti. Özellikle Sefarad, Eşkenaz ve Ortadoğu Yahudileri arasında yaşanan
gerçek vatandaş tartışması dikkat çekicidir. Yaşanan göçler neticesinde Filistinli Araplar topraklarını
da terk etmek zorunda kaldı. Bunun bir diğer anlamı Arapların kendi vatanlarında mülteci konumuna
düşmesiydi.
İngiliz yönetimi altında yaşanan yoğun Yahudi göçleri günümüzde tartışılan barış görüşmelerini
etkileyecek iki sorunun da kökenini teşkil etti. Yahudi yerleşimleri ve Filistinli Mülteciler Sorunu.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
193
www.ulkuocaklari.org.tr
Tabloda aktarıldığı gibi, 1931 nüfus sayımında 174.139 olan Yahudi sayısı 1933-1936 yılları
arasında % 9 artarak 382.857’e ulaşmıştı. Aynı aralıkta Arap nüfusu ise yaklaşık 120.000 arttı. İngiliz
mandası döneminde Filistin’deki Yahudi artışını tespit etmemizi kolaylaştıracak başka bir karşılaştırmayı
1922 ile 1936 yılları arasında yapabiliriz. 1922 yılında nüfusun yaklaşık % 12’sini oluşturan Yahudi sayısı
94.752’dir. 1936 yılında ise genel nüfusun % 28’ini yani 382.857 kişisini Yahudiler oluşturmaktaydı. Çok
kısa sürede Yahudi nüfusunun artmasındaki temel neden Almanya’da iktidara gelen Nazi yönetiminin
Yahudilereyönelik politikalarıydı.[11]
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
DİPNOTLAR
[1] William Cleavend, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2008,
s. 278. Arthur Goldschmidt, Kısa Ortadoğu Tarihi, çev. Aydemir Güler, İstanbul, Doruk yayınları,2008,
s. 369.
[2]J.C.Hurewitz, The Struggle For Palestine, Newyork, Norton Company, 1950, s. 27-28
[3]Kibbutz Yahudi tarım kolonileridir. Goldschmidt, a.g.e.,s. 364. , Ayşe Ömür Atmaca, Berna Süer, Arap
İsrail Uyuşmazlığı, Ankara, ODTÜ yayınları, 2010, s. 24. Hurewitz, a.g.e., s. 27-28-29.
[4] Yukarıda değerlendirdiğimiz rakamlar Justin Mc Carty’nin kitabında Zionist Archive bölümündendir.
Farklı bir Nüfus tahmininde göç rakamları 27.008 olarak gösterilmiştir. Bkz. Justin Mc Carty, The
Population of Palestine Population Historyand Statistics of theLate Ottoman Period and Mandate,
Columbia UnıverstyPress, Newyork 1990,s. 228, 26.
[5]Cleavand, a.g.e., s. 278. Histadrut işçi yapılanması Yahudi işçilerin sağlıktan, tekniğe her alanda
ihtiyaçlarını karşılıyordu. Hurewitz, a.g.e.,s. 33,34.
[6] Yerleşim yerlerine göre Yahudi nüfus dağılımı için bkz. McCarty, a.g.e., s. 65, 221. Ali Balcı, “İsrail
Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü,” Muhittin Ataman, Kemal İnat, Burhanettin Duran (ed.), Dünya
Çatışma Bölgeleri,İstanbul, Nobel Yayınları, 2010, s. 104.
[7]Hurewitz, a.g.e.,s. 24,25,27,29. Atmaca, Süer, a.g.e., s. 24,25.
[8] Ayrıntılı istatistikler için bkz. McCarty ,a.g.e., s. 171, 228.
[9] Yahudi göçlerinde ülke dağılım istatistikleri için bkz. McCarty , Ibid., s. 223, 231.
194 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[10]Tablonun ayrıntılı çalışması için bkz. McCarty ,Ibid., s. 35, 36,37.
[11]2.800.000 Polonya, 800.000 Rus, 450.000 Macaristan, 350.000 Romanya, 180.000 Alman, 60.000
Avusturya, 243.000 Çekoslovakya, 110.000 Hollanda, 25.000 Belçika, 50.000 Yugoslavya, 80.000
Yunanistan, 65.000 Fransa ve 10.000 İtalya Yahudisi kurşuna dizilerek, gaz verilerek, asılarak v.b yok
edildi. Youssef M. Choueıri (ed), Ortadoğu Tarihi Dini Siyasi Kültürel ve Ekonomik Perspektiften, Çev:
Fethi Aytuna, İNKILAP yay 2011, İçinde: Emma C. Murphy, Siyonizm ve Filistin sorunu, s. 331 ve 343.
OKUMA LİSTESİ
1- Cambridge Archive Editions, TheMiddle East
İntelligenceHandbooksPalestineandTransjordan, Oxford, AntonyRowe, 1987.
2- Hadi, Mahdi Abdul (ed.), Documents on PalestineUntil 1947, Jerusalem, PASSİA, December
2007.
3- Hurewitz, J.C, Diplomacy in TheNearandMiddle East A DocumentaryRecord 1535-1956,
Newyork, RedwoodBurnLtd, 1987.
4- Destani, Beitullah (Ed), TheZionistMovementandThe Foundation Of İsrael 18391972, Cambridge, AntonyRoweLtd, 2004.
5- EL-EİNİ, Roza I.M.,MandatedLandscape:BrıtıshImperıalRuleInPalestıne 1929–1948, London,
Routledge&Taylor, 2006.
6- MANGO, Andrew – Mcnamara, Robert, Frasaer, T.G, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, İstanbul,
Remzi kitapevi,2011.
7- SCHNEER, Jonathan, Balfour Deklarasyonu, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, İstanbul,Kırmızı
Kedi,2012.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
195
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“TÜRK OLMAK ”TAN YABANCI DÜŞ ve IRKÇILIĞA:
AVRUPA’NIN KADİM HASTALIĞI ve GAZZE
Mehmet Akif OKUR
“...Batılılar, dört yüz yıl önce Türk olmak tehlikesine maruz kaldıkları gibi bugün de komünist
olmak tehlikesiyle yüz yüzeler...”
Arnold Toynbee, Civilization on Trial, 1948
Küresel sistemdeki önemli güçlerin Gazze’den akan yürek parçalayıcı görüntüler karşısındaki
kayıtsızlığı, vicdan sahibi herkesi bir kez daha derinden yaraladı. Bu tavrın ardındaki sebeplerin
bazıları ortak olsa da, her büyük oyuncunun politikalarını ayrıca kendi özel şartlarının ışığında tahlil
etmek gerekiyor. Örneğin, Avrupa’nın sesi Merkel’in “İsrail’in yanındayız” açıklaması ve Fransa’nın
İsrail protestlarına getirdiği yasak, müslüman karşıtlığı üzerinden kodlanan yeni ırkçılığın somut
siyasi sonuçlarını önümüze koyuyor.Bir zamanların “Türkofobi”sinin yerine yerleştirilen “İslamofobi”,
Ortadoğu’daki katliamların kurbanlarıyla insani düzeyde empati kurulmasını engelliyor. Ortalama
Avrupalı, kanlı görüntülerikorkularının filtresinden geçirerek izliyor ve kurbanlarla arasına kalın algı
duvarları örüyor. Bu tutumun yaygınlaşması, yalnızca uluslarararası toplumdan yardım bekleyen
mağdur kitlelerin sahipsiz kalmalarına yol açmıyor, aynı zamanda Avrupa’daki yerleşik siyasi
dengeleri de sarsıyor. Yani, Avrupa’nın ana akım siyasetçileri, İslamofobinin güdümüne girdikçe günü
kurtardıklarını zannetseler de, aslında kendilerini var eden zeminin kaymasını hızlandırmaktan başka
bir şey yapmamış oluyorlar.Dünkü ötekisini artık kendinden saydığını, yeni ötekisinin imhasını sessizce
izleyerek gösteren bu siyaseti anlayabilmek ve uygulayıcıları üzerindeki müstakbel yıkıcı sonuçlarına
dikkat çekebilmek içinyaşlı kıtayı ilmek ilmek ören korku gergefinin tarihsel derinliğini, henüz çok taze
olan Avrupa Parlamentosu seçimleriyle birlikte ele almak iyi bir başlangıç noktası teşkil edebilir.
196 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Toynbee, II. Dünya Savaşı’nın ardından yayınladığı ünlü eserinde kapıdaki acil tehlike saydığı
komünizmi; Batı için yeni bir imana, dünya görüşüne, siyasi ve ekonomik sisteme bağlanmak, yani
medeniyet değiştirmek anlamına gelen Türk olma/Türkleşme “tehdidi” ile kıyaslamaktadır.1 Avrupa’nın
Türkleşmemek uğruna verdiği uzun asırlara yayılmış büyük kavgasının ana stratejik sacayaklarıyla 20.
yüzyıla damgasını vuran komünizme karşı mücadelesinin temel sütunları arasındaki bazı genel nitelikli
benzerlikler/devamlılıklar, bu tespiti üzerinde yeniden düşünülmeye değer kılıyor. Her iki örnekte de,
önce düşmanın şeytanlaştırılması yoluyla Avrupa’daki hâkim düzene ait akidevî/felsefî sınırların etrafına
ilk taarruzu göğüsleyecek zihni savunma hatları kurulmuştur. Bu aşamada devreye girip Türk korkusunu
ve antikomünizmi besleyen propaganda mekanizmalarının mantıki kurguları da dikkate değer düzeyde
ortaklıklara sahiptir.
İkinci adımda ise Avrupa, savunamayacağı zihni siperlerde can çekişmemek için meşakkatli
dönüşümleri göze almıştır. Reformasyon, Rönesans ve kapitalizmin güçlü sosyal politikalarla
ehlileştirilmesi çabalarının motivasyon kaynakları arasında “öteki” karşısında kuvvet kazanma
umudunun ciddi bir yeri vardır. Söz konusu iç dönüşüm süreçlerine, durdurulup püskürtülen hasımlara
yöneltilmiş ekonomik, siyasi ve askeri hamleler eşlik etmiştir. Güvensizlik psikolojisine dayalı teyakkuz
halleri, tehdit kaynaklarının reforme edilmiş yeni Avrupalı zihniyete entegrasyonu ve hasımlara ait
maddi yeteneklerin dağıtılması gerçekleşmeden ortadan kalkmamıştır. “Zafer sahnelerinde” ise
karşımıza dünya sistemi içerisindeki varlığını hâkim özne olarak tahkim edip mağluplara doğru yaymış,
ancak mücadele öncesindeki vaziyetiyle kıyaslandığında da kendisini bazen tanınamayacak kadar
dönüştürmüş bir “yeni” Avrupa imajı çıkmıştır.
Toynbee, İslam’la yalnızca her zaman ve mekânda âmir dini ilkeler bütününü kastetmiyordu. En
yakın örneği Osmanlı asırlarının Türklüğü olan, somut problemleri bir devlet sistemi ve medeniyet çevresi
1
İngilizce’de “turning Turk” şeklinde kullanılan “Türk olmak” ifadesinin geçmişi Haçlı Seferlerine kadar geri götürülmektedir. Akdeniz dünyasında etnik değil, medeniyet ve inanç aidiyetini anlatmak için kullanılan bu terim, Batı dillerindeki pek çok edebi eserde karşımıza çıkar. Shakespeare’in “Othello”su ve Robert Daborne’un 1612’de kaleme aldığı piyesi “A Christian Turn’d Turke” bunların en ünlüleri arasında yer alıyor. Konuyu ele
alan bazı çalışmalar için bkz. Daniel Vitkus, Turning Turk: English Theater and the Multicultural Mediterranean, Palgrave Macmillan, 2008 - Jane
Hwang Degenhardt, Faith, Embodiment, and “turning Turk”: Islamic Conversion on the Early Modern Stage and the Production of Religious and
Racial Identity, University of Pennsylvania, 2005.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
197
www.ulkuocaklari.org.tr
Ünlü İngiliz tarihçiyi bu noktada, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin tetiklediği son “tehdit”
tartışmalarının somut sonuçlarından biri olarak karşımızda duran Gazze’deki Avrupa diplomasisi
vesilesiyle hatırlamamız sebepsiz değil. Avrupalı bilgenin, mücadele sırasında keşfettiği kendi
zayıflıklarını kimi zaman doğrudan hasmından ilhamlarla gideren, düşmanını da bu sayede bertaraf
edebilen Batılı akla, mirası sayabileceğimiz altın bir öğüdü var. 20. yüzyılda medeniyetler tartışmasının
kapısını açan Toynbee, Batı medeniyetinin bir türlü tedavi edemediği kronik iki hastalığından şikâyetçiydi.
Irkçılık bunların en önemlisiydi ve geçmişte yalnızca artık durdurularak tarih dışına itilmiş olan İslam
tarafından tedavi edilebilmişti. Toynbee, gelecekte ırkçılığın kara bulutlar halinde yaşlı kıtanın üzerine
yeniden çökeceğini tahmin ediyordu. Avrupa’ya önerisi, aslında daha önce başarıyla uyguladığı zafer
stratejisini tekrarlaması ve kendisini “öteki”sindeki üstünlüklerle etkileşime sokarak yenilemesiydi. Şöyle
diyordu: “...Eğer insanlığın mevcut durumu bir ırk savaşına doğru sürüklenirse, İslam, tarihi rolünü
tekrar oynamak üzere harekete geçirilebilir...”
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
içinde söz konusu ilkelere referansla çözerek ciddi tecrübe birikimi üretmiş tarihli Müslümanlığa işaret
ediyordu. Batılı akıl bakımından ironik olan şey, Toynbee’nin hatırda tutulmasını vasiyet ettiği panzehirin
Osmanlı ardılı coğrafyalardaki tahribine Batı’dan verilen doğrudan/dolaylı destektir. İslamofobiye gerekçe
gösterilen radikal akımların ve terör örgütlerinin kök salma dönemlerinde buldukları münbit zeminin
oluşumunda Batı’nın katkısı neydi sorusu cevaplanmadan bugünleri hazırlayan faktörlerin gerektiği
gibi tahlili imkânsızdır. Nitekim ırkçılık krizine deva olabileceği düşünülen İslam’ın terör v.b. dehşet
imgeleri üzerinden karalanmasıyla sürdürülen söz konusu yanlış politikalar, Avrupa’da ırkçı hareketlere
malzeme ve mazeret üreten sonuçlar ortaya çıkarmış vaziyette. Bu radikalleşme sarmalının ortasında,
bir zamanlar nasıl “Türk olunduğunu” ise İngiliz tarihçinin övdüğü çözümleri doğal hayatlarında etekemiğe büründürenlerin torunları bile ancak hayal-meyal hatırlamaya çalışıyor.
Oysa Avrupa, henüz yeterince farkında olmasa da, emareleri seçim sandıklarından
diplomasikoridorlarına uzanan değer krizinden kurtulabilmek için yeni bir medeniyet sentezine,
bunun için de geçmişte mağlup ettiği medeniyet merkezlerinden yayılacak taze hayat enerjisine
ihtiyaç duyuyor. Bu doğrultuda gerekli iletişimi kurabileceği kadim medeniyet havzaları ise 19 ve 20.
yüzyıllarda zirveye ulaşan emperyalizm çağında yedikleri ağır darbeleri hâlâ telafi edemediler. Eski
medeniyet merkezlerinde gözlemlenen ve aslında pek çok bakımdan Batılı modellerin farklı çehrelerde
tekrar üretiminin ötesine henüz geçemeyen maddi gelişmeler, değerler planında insanlığın yüz akı
pırıltılarla at başı ilerlemiyorlar. Gerçek dünyayla ilişkisi koparılmış ilkelerin tekrarlandığı nutuklarla
bunu başarmaları da mümkün değil. “Gelenekli yenilenme” diye ifade edebileceğimiz yönelişlerde
ısrarcı davranmaları, hem katı gelenekçiliğin hem de kimlik travmalarının girdaplarından sıyrılıp hayat
dolu etkileşimlerle/yüzleşmelerle özgün varoluşlarını inşâ etmeleri gerekiyor. Bu yoldaki başarıları da
başarısızlıkları da yalnızca kendilerini etkilemeyecek. Batı, derinden hissettiği değer krizini herkesi
dönüştürüp tek tipleştirerek yalnızlaşması sebebiyle aşamazsa, insanlık tarihinde benzerine az rastlanır
biçimde geçmişteki zaferlerinin mağlubu olacak.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin önümüze koyduğu tabloyu, yukarıda özetlemeye çalıştığımız
çerçevenin içinden okuduğumuzda şu tespitleri yapmamız mümkün hale geliyor. Avrupa, farklı ara
renkleri saklı tutarsak, iki ana hat etrafında medeniyet içi kutuplaşma dönemine giriyor. Bir tarafta,
ulusüstü düzeyde AB kurumlarını ve inşa etmeye çalıştığı Avrupalı kimliğini reddeden Avrupalılar var.
Bu kesimler, Avrupacı kozmopolitizm karşısında üstün tuttukları ulusal aidiyetlerini başta Müslümanlar
olmak üzere yabancı saydıkları göçmenleri dışarıda bırakan bir Avrupalılık tasavvuru etrafında tahayyül
ediyorlar.
AB’den duyulan hoşnutsuzluk izah edilirken başvurulan demokratik açık, ekonomik kriz, işsizlik,
büyürken sıradan insanlarla arasındaki mesafeyi gittikçe açan bürokrasi gibi gerekçeler elbette önemli.
Ancak bunlar, Avrupa siyaset sahnesini derinden sarsan tercih değişikliklerinde başrolü, kimliklerle
ilişkilendirilmiş korkuların oynadığı gerçeğini değiştirmiyor. Fransız Başbakanı Manuel Valls’e kulak
verelim: “Bir güven krizinin içindeyiz. Ülkemiz uzun zamandır bir kimlik krizinin, Fransa’nın Avrupa’daki
ve Avrupa’nın ülkemizdeki yerine dair bir krizin içinde...” Çıkış anketlerinin basına yansıyan sonuçları
da Fransa’da Ulusal Cephe’nin yükselişinde ekonomik kaygılardan ziyade göçmenlere duyulan öfkenin
etkili olduğunu gösteriyor. Çok sayıda uzman ve kanaat önderinin yorumları, manzaranın Avrupa çapında
198 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
da benzer nitelikte olduğuna işaret ediyor. Brüksel merkezli Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı isimli kuruluşun
başkanı tarafından yapılan açıklama bunlardan biri. Sarah Isal, borç krizi ve durgunluktan kaynaklanan
ekonomik sıkıntıların aşırı guruplara mesajlarını yaymaları için uygun ortam sağladığını söylüyor.
Ancak, bu gruplara çekicilik kazandıran en önemli sebebin Avrupa çapındaki genel hoşgörüsüzlük ve
yabancı düşmanlığı iklimi olduğunu da ekliyor.
Avrupa yarığının bu yakası, kozmopolit Avrupa tasavvurunu ve Avrupa değerlerini hedef alan
saldırıları için gerekli enerjiyi yabancı düşmanlığı sayesinde toplayabiliyor. Bazıları geniş medya
ağları üzerinden yürütülen kaba sterotiplere dayalı tartışmalar, başta İslam dünyası olmak üzere,
Batı dışı medeniyetlere ait olumsuz tarihi imajları parlatıyor. Müslüman kimliği ile terörü özdeşleştiren
kampanyaların yarattığı tahribat, yangın yerine dönen Ortadoğu’dan her gün akan dehşet manzaralarıyla
pekiştirilmiş vaziyette. Bunlara göçmenlerin entegrasyonuyla ilgili sorunlar da eklenince kitlesel öfkenin
kolayca kabartılabildiği bir iklim doğuyor. Bu öfkeyi arkasına alan aşırı sağ, Avrupa’nın önündeki
yeni tehdidin gettolarda yattığını, bertaraf edilebilmesi için ise önce kozmopolit Avrupalı değerleri ve
kurumları savunan güçlerin yenilgiye uğratılması gerektiğini söylüyor.
www.ulkuocaklari.org.tr
Medeniyet içi kutuplaşmanın diğer hattı üzerinde ise AB projesini savunan yerleşik partiler ve
elitler yer alıyor. Bunlar, kabaran öfkeyi göğüsleyebilmek için aşırı sağın söylemlerine yakın bir dil
tutturma kolaycılığına saptıkça kısa vadeli kazançlar elde ediyor, ancak kendilerini var eden zemini de
aşındırıyorlar. Orta ve uzun vadede Avrupa yarığının Avrupa değerleri lehine kapatılabilmesi için diğer
faktörlerin yanında göçmenlerin içine hapsedildikleri olumsuz imajların dönüşümüne de ihtiyaç var.
Avrupa evine komşu coğrafyalarda yaşanan çatışmalar nasıl yabancıları hedef alan nefret söylemlerine
malzeme sağlıyorsa, bölgenin istikrara kavuşması, hele yukarıda işaret ettiğimiz yenilenme yolunda
başarılı adımlar atabilmesi aşırı sağın söylem cephaneliğinin de zayıflamasına sebep olacaktır. Bu
yüzden, Avrupalı değerleri önemseyen siyasetçi ve elitler ile Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik istikrara
kavuşarak değerlerini güncelleyebileceği bir yenilenme sürecine girmesini arzu edenler, aynı üst çıkarda
buluşuyor. Bunu görmezden gelip iç kamuoylarının kısa vadeli tatminini öncelemedikleri takdirde birlikte
kazanarak beraber yürüyebilecekleri bir ufku inşa etmeleri hâlâ mümkün.Merkel ve Hollande, Gazze’de
katledilen çocukların çığlıklarını duyabilseydiler, bu doğrultuda önemli bir adım atmış olacaklardı. Acaba,
kolayı seçerek boyun eğdikleri nefretin sonuçlarını kendi evlerinin önünde daha fazla gördüklerinde
nasıl bir yanlış yaptıklarını farkederler mi?
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
199
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Gençlik
ve
Madde Bağımlılığı
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
200 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
GENÇLİK VE MADDE BAĞIMLILIĞI
Fatih Kanık
En acil çözüm gerektiren sorunumuz kesinlikle Uyuşturucu dur Gençlerimiz gözlerimizin önünde
kayıp giderken bizler bu olaylara sessiz kalmamalıyız. Onları toplumdan dışlayarak kendi kaderleriyle
baş başa bırakmayıp, onları tekrar topluma yararlı bireyler haline getirecek çalışmalar yapmalıyız.
Genç yaştaki bireylerimizin uyuşturucuyla tanışması o kadar kolayki, bunları devletimizde polisimizde
biliyor, Her il veya ilçenin belli noktalarında bu işi yapan insanların yoğun olarak yaşadığı yerler mevcut,
bunları halkımızda biliyor, polisimiz uyuşturucu denilen illetle mücadele eden birimlerin bilmemesi gibi bir
ihtimal yok. Uyuşturucunun kullanımını önlemek ve önüne geçmek için ilk olarak bireylere büyük önem
düşmektedir. Sivil bir tepki her zaman devlet gücüyle verilen tepkiden büyük sonuçlar elde etmektedir.
Bizler ülkemizin bu anlamda bizlere verdiği tüm yasal imkanlardan yararlanmak zorundayız. Her köşe
başında gördüğümüz Torbacı adındaki mahlukatın önünden geçerken yere bakan, biran önce ordan
uzaklaşmak isteyen bireyler olmaktansa, bu sorunlara çözüm arayışı içinde olan kişilerden olmamız
gerekmektedir. Topyeküm yapılan mücadeleler her zaman başarıya ulaşmıştır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
201
www.ulkuocaklari.org.tr
Türk gençliği denildiğinde insanların aklında geçmiş dönemlerde, türkün vasıfları olan çalışkan,
zeki ve cesur yürekli gençler gelmekteydi. Şimdi ise insanların kafasında Türk gençliği denildiğinde
Gelişen dünya ile birlikte yok olan, yozlaşan, kültür ve değerlerini kaybeden gençler aklımıza gelmektedir,
bizler her zaman gelişmeden, çağdaş medeniyetler seviyesine erişmekten yanayız fakat bizler hiçbir
zaman Türk kültür ve medeniyetinden uzaklaşarak bu seviyeye erişeceğimizi düşünmemekteyiz. Her
zaman geleneklerimizden, kültürümüzden kopmadan geçmiş zamanlarda Göktürk, Selçuk, Osmanlı
devletlerinin yaptığı gibi aslını kaybetmeden bu seviyeye ulaşacağımız kanaatindeyiz. Fakat şuanki
durumumuz gerçekten içler acısı, Avrupa, Amerika gibi batının bize getirdiği kültürel değerleri ayaklar
altına alan bir tehlikenin içerisindeyiz. Artık Türk gençliği dilini, dinini ve ırkını unutma noktasına geldi.
Batılı ülkelerin bizlere sadece kültürel anlamda yozlaştırma ile yetinmemişler, para ve güç uğruna
insanların hayatlarını karartma pahasınada olsa bizleri ‘Uyuşturucu’ denilen illetin içine sürmüşlerdir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ülkemiz Asya ve Avrupa arasındaki coğrafi konumu nedeni ile uyuşturucu trafiğinde yıllarca
bir durak olmuştur. Ancak özellikle 1980 yılından sonra giderek artan silah-eroin değişimi ile beraber
uyuşturucuların ülkemizde de kullanılmaya başlandığı gözlemlenmiştir. Bugüne kadar yapılmış her
hangi bir epidemiyolojik çalışma olmamasına rağmen, ülkemizde 80 ile 100 bin arasında uyuşturucu
bağımlısı olduğu tahmin edilmektedir. Madde bağımlılığına yönelik ülkemizdeki ilk geniş kapsamlı veri,
1962-1971 yılları arasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi kayıtlarında bulunmaktadır.
Bu 10 yıl boyunca 2878 kişi bu hastahanede tedavi görmüş, bunların %26’sı opioid bağımlısı, %24’ü
esrar bağımlısı, %45’inin çoğul madde bağımlısı olduğu bulunmuştur. Tedavi gören bu kişilerin %35’i bu
maddeyi kullanmaya 15-20 yaşlarında başladıklarını ifade etmişlerdir. ESPAD (Avrupa Alkol ve Madde
Okul Projesi) isimli araştırmaya Türkiye de, İstanbul da yapılan bir araştırmayla katılmıştır. 1995 yılında
15 ayrı okulda 2800 öğrenci ile yürütülen bu çalışmada yaşam boyu herhangi bir maddeyi kullanma
oranı %7 esrar kullanma oranı %4, uçucu madde kullanım oranı ise %3,8 olarak saptanmıştır.
Uyuşturucu madde kullanımında birçok faktör göze çarpmaktadır, bunlardan bazıları cinsiyet, ,
sosyo-ekonomik durum, aile, çevre ve benzeri bağımlılık yapan maddelerin mevcut kullanımı. Bunların
hepsi kişilerin uyuşturucuya meyilini arttırmaktadır.
Pekalaher zaman korkuyla yaklaştığımız ama ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz Uyuşturucu
olarak adlandırılan bağımlılık yapan bu madde nedir. Uyuşturucu maddeler genel olarak iki grupta
incelenmektedir bunlar;
Uyuşturucu maddeler duygularımıza etki ederken sınırlı sayıda belirti ortaya çıkmasını bekleriz,
tabii ki beklenilen etkilerin hiç biri doğal değildir..İnsanı;mutlu, neşeli, gergin veya gevşemiş, şaşkın veya
algıları uyarılmış ve hayal gören bir kişi yapabilir. Ortaya çıkan bu değişikliklerin sebebi; uyuşturucu
maddenin beyin kimyasını ve beyindeki algılayıcıları etkileyerek onları değişikliğe uğratmasıdır.
Maddelerin bu keyif verici etkileri psikolojik bağımlılık veya alışkanlık diye bilinen bir durumun ortaya
çıkmasına sebep olur. Psikolojik bağımlılık bir maddeyi kullandığınızda kendinizi tekrar onu kullanma
isteği içinde bulmanız olarak tanımlanacaktır.Bu istek belki aynı gece,belki de iki hafta sonra ortaya
çıkacaktır, ancak sonuç aynıdır. Uyuşturucu kullanmanın bir bedeli vardır! Bu bedel az yada çok ödenir.
Maddeye ödeyeceğiniz maddi bedel az ve maddenin olumsuz etkileri çok fazla değil ise; psikolojik
bağımlılık çok önemli bir sorun olmayabilir. .Buna karşın uyuşturucu maddeyi alabilmek için fazla
miktarda para harcamaya başladıysanız, zamanınızı ve çabanızın büyük bir kısmını maddeyi elde
edebilmek için geçiriyorsanız, işinizde sorunlar yaşıyorsanız, adli sorunlar ortaya çıkıyorsa, başkalarıyla
olan ilişkileriniz madde kullanımı nedeniyle etkileniyorsa sizde psikolojik bağımlılık gelişmiştir.
Uyuşturucu maddeler:
-Merkezi sinir sistemini yavaşlatan
-Merkezi sinir sistemini uyaran
-Merkezi sinir sistemini bozan
Olarak üçe ayrılır.
202 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1-Merkezi sinir sistemini yavaşlatan
a – Afyon: merkezi sinir sisteminde uyuşukluk yaratan çok etkili bir maddedir. Ağır bir kokusu ve acı
bir tadı vardır. Genelde sigara olarak tütünle karıştırılarak tüketilir. Bu kullanımların hepsi dumanın
solunmasından ibarettir. Bazı kullanıcılar ağız yoluyla da bu maddede tüketir. Bu şekil kullanımda
afyonun fiziksel ve psikolojik etkisi daha güçlü ve fazladır.
b- Morfin: Afyonun kimyasal olarak ayrıştırılmasıyla elde edilen bir maddedir. Beyaz renksiz, kokusuz
acı ve suda eriyen bir yapısı vardır. Morfin; tablet; kapsül veya sıvı hallerde bulunur. Tablet ve kapsüller
ağız yoluyla alınabilirken en yayın kullanımı deri altına enjekte biçimindedir. Enjekte edilen morfinin
etkisi aynı miktarda afyondan 1-2- kat daha güçlüdür. 200mg öldürücü bir etki yaratır.
c- Eroin:Erion, morfinin yarı sentetik türevindedir. Eroin doğrudan merkezi sinir sistemini üzerinde
etkili olan ve yüksek derecede bağımlılık yapan bir maddedir. 1-2 hafta süre ile düzenli kullanıldığında
bağımlılık oluşturur. Doz artırımlarında ölümle sonuçlanan durumlar yaşanır. Eroin genellikle ısıtarak
nefes yoluyla, soda veya limon suyunda çözüldükten sonra enjeksion ya da burunla çekilerek alınır.
Sigara gibi içilmesi sık kullanılan yöntemdir. Genellikle uzun süre eroin kullanan ve maddi durumu zayıf
olan kişiler ise damara enjekte etme yolunu seçmektedirler.
ç- Kodein:Mofinden elde edilen bir maddedir. Beyaz kristal toz olarak hap ve şurup forumlarında bulunur.
Bağımlılar eroin alıncaya kadar geçecek zaman içinde ya da yokluk dönemlerinde rahat atlayabilmek
için bu maddede kullanırlar. Birkaç kullanım şekli bulunmaktadır. En yayın kullanım şekli ağız yolu ile
alınmasıyla gerçekleşir. Yaygın olmamakla birlikte damara da enjekte edilir.
d- Barbituratlar:Barbituratların, merkezi sinir sistemi üzerinde, hafif sakinleşmeden komaya kadar geniş
etki yelpazesi vardır. Barbituratlar, ultra-kısa, kısa, orta ve uzun süreli sınıflandırırlar. Etkisi ultra kısa
olan barbituratlar damardan alındıktan sonra bir dakika içinde etkisini göstermektedir.
e- Trankilizanlar: Etkisi açısından ikinci dereceden bir uyuşturucu olan trankilizanlar yüksek dozlarda
alındığında etkili olmaktadır. Uzun süre aşırı dozda alındığında fiziksel bağımlılık oluşturan bu madde
abi kullanımlarda ölüm riski yaratabilmektedir.
g- Metadon: Metadon sentetik olarak afyondan üretilen bir uyuşturucudur. Metadon özellikle eroin
bağımlılığı tedavisinde kullanılan eroin yoksunluğunun yarattığı krizleri telafi etmek için kullanılan bir
uyuşturucu maddedir.
ğ- Uçucu ÇözücülerEndüstriyel alanda yaygın olarak kullanılmakta olan maddedir. Bu maddeler
arasında yapıştırıcılar(bally, uhu vb.) tiner, benzin, aseton gibi maddeler sayılabilmektedir. Solunum
yoluyla alınan bu maddeler alkol sarhoşluğuna benzeyen bir etki meydana getirirler. Madde kullanımı
kesildikten 1-2 gün sonra madde yoksunluğunun getirdiği fiziksel ve psikolojik etkiler görünmeye
başlamaktadır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
203
www.ulkuocaklari.org.tr
f- Sedafifler:Barbituratların tersine uyuşukluk halini ortadan kaldıran bir etkiye sahip sedatifler devamlı
kullanımda birlikte bağımlılık oluştururlar. Fazla kullanımda çeşitli fizyolojik yan etkileri bulunur. Sürekli
kullanımda hem fisyolojik hem de psikolojik bağımlılık yaratmaktadır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2-Merkezi Sinir Sistemini Uyaranlar
Uyarıcılar merkezi sinir sisteminin aktivitesini hızlandırır. Sentetik olarak üretildiği gibi doğal olarak da
bulunmaktadır. Tabiatta doğal olarak bulunan ve en çok bilinen çeşitleri “epinephrine” ve “kafein”dir.
Kafein; kahve, çay, çikolata, hafif içkilerde ve aspirin gibi ilaçlarda mevcuttur.
a- Koka Bitkisi iki bin yıldan fazla bir süredir Güney Amerika’nın And Dağları bölgesinde yetiştirilmekte
olan koka bitkisinin yaprakları ilk defa 19850 yılında kimyager Gaedecke tarafından kristal hale getirilmiş
ve erythroxyline adı verilmiştir.
b- Kokain:Kokain, çoğunlukla Güney Amerika’da yetişen Koka ağacından elde edilir. Beyaz renkli ve
toz şeklinde bir maddedir. Kokusuz ve kristalizedir. Kokainin saf olarak kullanımı nadirdir. Genellikle
şeker tozu yadaprokain ile karıştılmaktadır. Kimi zaman kokainin içinde başka bir uyarıcı madde olan
amfetamin de katılmaktadır. Buruna çekilerek kullanılır. Buharın içe çekilmesi sigara gibi sarılması veya
vücuda enjekte edilmektedir. Merkezi sinir sistemi üzerinde anında etki yapan kuvvetli bir uyarıcıdır.
Kokain burundan çekildikten bir süre sonra merkezi sinir sistemini uyarmaktadır.
c- Amfetaminler: İlk kez 1887 yılında bulunan amfetaninsulfat 1932 yılında astım ve burun tıkanıklığı
tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır. Amfetaminler uyarıcı ve zihin açıcı olarak bilinir. bu nedenle
uzun yol sürücüleri gece vardiyalarında çalışırlar, öğrenciler ve sporcular tarafından yaygın bir
şekilde kullanılmaktadır. Uyarıcı özelliği nedeniyle doping olarak sporcular arasında kullanılması
yaygınlaşmaktadır. En yaygın olarak beyaz ve pembe kristalize toz biziçimde kullanılmaktadır.
ç- Ectasy: Son yıllarda kullanımı giderek yaygınlaşan bir maddedir. Uyarıcı özellikleri nedeniyle
kullanılan ve tamamen sentetik olan bir uyuşturucudur. Ecstasy; beyaz, kahverengi, pembe ya da sarı
tabletler ve kapsüller şeklinde bulunur. Ectasy insan vücudunda dopamine ve norepinefrin adı verilen
maddelerin salınmasına yol açar. Ectasy kullanıcıları giderek maddenin dozunu artırma eğilimindedir.
Çünkü ectasyolmadan aynı duyguları yaşayamamaktadırlar. Bu durum da bağımlılık belirtisi olarak
kabul edilmektedir.
d- Captagon: Amfetamin grubuna üye olan captagon sentetik türlü bir uyuşturucudur. Aslında captagon
maddesi grubundadır. Etkisi amfetaminlere benzer özellikler taşır. Etkin maddesi ve içerisinde ne olduğu
tam olarak bilinmemektedir.
e- MDA: İlaç bilimi açısından bakıldığında MDA maddesi hem amfetamine hemdeLSD’ye yakın bir
maddedir. MDA maddesinin etkisi alınan doza bağlıdır. Etkisi ectasyden daha uzun süren (8-12 saat) ve
daha güçlü etkileri olan bir maddedir. Düşük dozlar genelde canlanma etkileri yaparken yüksek dozdaki
alımı halisinasyonlara ve bozuk algılamalara yol açmaktadır. MDA’da yanlış doz kullanımında ölümcül
olaylar görülmektedir.
f- MDE:Ectasy’den daha hızlı(2-3 saat) fakat etkisi daha kısa süreli bir maddedir. Kullanıcıların abartılı
olarak görülen keyif hali çok kısa sürede depresyona dönüşebilmektedir. MDE’nin kullanılması orta halli
bir ruhsal bağımlılığa yol açmaktadır.
204 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
g- MBDB:MBDB diğer amfetaminlerin tersine çok sonraları 1986 yılında imal edilmiştir. Asıl olarak
amfetaminlerin etki mekanizmalarını anlamak için kullanılmıştır. Oldukça yeni bir madde olduğundan
etkisi tam olarak bilinmemektedir. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde sinir yollarını tahip ettiği
gözlenmiştir.
ğ- DOB: Dob maddesi MDA’daoluışan benzer halüsinasyon etkilerini ortaya çıkarmakta fakat vu
etkileri yüz kat daha kuvvetli bir yoğunlukta kendini göstermektedir. Etkileme şekli LSD ve meskalin
maddelerinkine benzemektedir. Etkisi yavaş ortaya çıkmakta ve etkisi süresinde kullanıcı hayal resimleri
görmektedir. Ölümcül sayılabilecek doz oranı 30 ile 35mb. arasındadır.
h- Crack:Crack kokain HCL’nin ve sodyumdikarbonatın su içine karıştırılıp ısıtılması ile elde edilmektedir.
Beyaz veya açık krem renkli ve kokusuz bir maddedir. Sigara şeklinde içimi sırasında çıkardığı çıtırtıya
benzer seslerden dolayı crack adı verilmiştir. Bağımlılık potansiyeli kokainden yüksektir. Bir veya iki kez
denenmesi bağımlılık yapabilmektedir. Kokain, eroinden daha zararlı iken crack üç kat daha zararlıdır.
3- Merkezi sinir sistemini bozanlar: Merkezi sinir sistemini uyararak kişinin ruhsal durumunun
değişmesine neden olan ve halüsinasyonlar meydana getiren uyuşturucu maddelerdir. Halüsinojen
etki yaratan narkotik maddeler, tabiatta bazı bitlilerde doğal olarak bulunur.Ayrıcalaboratuarlarda
sentetik olarak elde edilebilir. Doğal olarak bulunanlara kenevir ve türevleri sentetik olanlara ise
LysergicAcidDiethylamide(LSD) örnek verilebilir.
(a) Marihuana: Marihuana, insanın ruhsal yapısını etkileyen kenevir bitkisinin bir türevidir. Bitki
kurutularak yaprakları ve çiçekleri tütün formuna getirilir, içilmek sureti ile kullanılır. Yağ sever (lipofilik)
özelliği ile anında vücuda ve hayati organlara dağılmakta ve otuz gün süreyle kalabilmektedir.
(b) Hint Keneviri:Kenevir bitkisi, tropik ve ılıman olan bütün bölgelerde yetişen narkotik bir maddedir.
Kenevir bitkisi ve türevleri sigara şeklinde sarılarak içilir. Bunlar normal sigaralardan daha kalındır. Tek
başlarına kullanıldıkları gibi bazen de diğer narkotik maddelerle beraber kullanılabilir. Yenilmek sureti
ile de alındığı bilinmektedir. Sigara gibi içilmek sureti ile kullanıldığında etkisi 3-4 kat artmaktadır.
(ç) PiakaEsrar:Haşhaş, kenevir bitkisinin narkotik madde açısından zengin olan salgısının toplanıp,
kurutulmuş ve preslenmiş formudur. Genellikle krema renginde olur. Esrar, sigara halinde sarılarak içilir.
Kullanıcılar arasında yaygın olarak “joint” adı verilir. Bal, reçel, lokum, pasta gibi yiyeceklere karıştırılarak
yenilebilir. Nadiren damar yolu kullanılır. Türkiye’de yaygın kullanımı esrarlı sigara şeklindedir.
(d) Sıvı Esrar: Sıvı esrar, kenevir bitkisinin özü olarak bilinir. Marihuana ve haşhaştan daha etkilidir.
Damıtma yoluyla elde edilir.
(e) LSD (LysergicAcidDiethylamide):LSD, sentetik uyuşturucu çeşitleri arasında en bilinen ve en
çok kullanılan türdür. 1938 yılında çavdar mahmuzunun içinde bulunan bir asitten imal edilen LSD,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
205
www.ulkuocaklari.org.tr
(c) Meskalin: Meskalin, ananas şeklinde ve büyüklüğündeki peyato kaktüsünden elde edilmektedir.
Tablet, kapsül ve sıvı halde bulunan bu maddenin güçlü ve acı bir tadı vardır. Meskalinin Türkiye›de
yaygın bir kullanım alanı yoktur.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
genellikle ağız yoluyla alınmaktadır. Ancak damara enjekte edilerek de kullanılabilmektedir. Bazen de
turnusol kağıdına emdirilerek tüketilmektedir. Önemli bir özelliği de deri vasıtasıyla emilmesidir. LSD,
meskalinden 800 kat daha güçlü bir uyuşturucu maddedir.
(f) PCP(Phencyclidine):PCP, veterinerlikte kullanılmak üzere üretilen ve anestezide kullanılan narkotik
bir maddedir. 1967 yılından beri gizli ve kontrolsüz olarak laboratuarlarda üretilmektedir. PCP’nin yaygın
kullanım şekli, tablet veya kapsül olarak ağızdan alınmasıdır. Diğer narkotik maddelerle beraber içildiği
gibi marihuana veya benzeri narkotik maddelerle sigara gibi sarılarak da içilmektedir. PCP kullanımı
fiziksel bağımlılık yarattığı gibi psikolojik bağımlılık da yaratmaktadır.
En popüler ve Ulaşılması en kolay madde Sentetik Kannobinoid‘ BONZAİ’
Bonzai olarak adlandırmakta olduğumuz yeni nesil bu uyarıcı madde genel olarak uluslararası
polisiye literatürde ‘’ spice’’ adı altında tanımlandırılmaktadır. Ülkemizde kullanımın hızla artmakta
olduğu bu uyarıcı madde üretiminde sıklıkla kullanılan bonzai ağacının yaprakları sebebi ile bonzai
adını almıştır. En önemli husus burada kurutulan madde olarak herhangi bir başka bitkinin yapraklarının
da kullanılabiliyor olmasıdır.
Genel olarak teknik kimyasal bilgiler çerçevesinde bir açıklaması olsa da özetle esrar maddesinde
insan biyolojik yapısını uyaran CB reseptörleri bulunan ve değişik farmakolojik amaçlar çerçevesinde
yapılan araştırmalarda tespit edilen etken maddelerdir. Kannobionidlerin yarattığı etkilere benzer
etkilere sahip olması sebebi ile sentetik kannobionidler olarak adlandırılmaktadırlar.
KULLANIM ALANLARI VE KULLANICI TÜRLERİ
Genel olarak esrar kullanıcıları tarafından daha uzun etkisi ve legal olarak uzun süre satılmasından
dolayı kullanılmıştır. Özellikle Almanya daki kullanıcıların bir kısmının legal biogenic maddelere merakı
olan şahıslardan olduğu tespit edilmiştir. His ve duyu peşinde koşanların ve deneme amaçlı kullanıcı
profili de bulunmaktadır.
Spice ve Spice benzeri ürünlerin içeriği olan etken sentetik kannobionidlerin Avrupa ülkelerinde
2009 yılında ilk olara Avusturya ve Almanya olmak üzere yasaklanmaya ve kontrol altında alınmaya
başladığı görülmektedir.
Leonotisleonurus ve Nymphaeacaerulea isimli bitkilerde aynı kanuni düzenlemeler
ile kanun kapsamında alındığı görülmüştür. Leonotisleonurus Afrika aslan kulağı ve aslan
kuyruğu gibi isimler ile tanınan ve Afrika da sarhoşluk vermesi sebebi ile kullanılan bir bitkidir.
veNymphaeacaeruleaNymphaeacaerulea, ayrıca Mısır mavisi zambak veya “Kutsal Mavi Lotus,” mavi
bir su zambağı Nil nehri boyunca ve diğer ülkelerde (örneğin Tayland) boyunca meydana cinsinin
Nympaea (nilüfer), denir. Psikoaktif özellikleri olan başka bir bitkidir. Sentetik kannobionidlerin ticaretini
yapan suç örgütlerinin bu etken maddeleri emdirme suretiyle uyarıcı veya yatıştırıcı özelliği olan
güney Amerika ve Afrika halkları tarafından kullanılan bu iki bitkiye benzer birçok bitkiyi kullandıkları
bilinmektedir. Spice isimli ürünlerin ticaretini yapanlar maddeleri bu sebeble gıda takviyesi olarak da
piyasa sürmektedirler.
206 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SAĞLIĞA OLAN ETKİLERİ
Yapılan araştırmalarda şuana dek sentetik kannabionidlerin gerçek kendi özellikleri sebebi ile
ölüme neden olacak bir toksik etkiye sahipolmadığı rapor edilmiştir. Ancak yeni çıkan versiyonlar ile ölüm
vakalarının olduğu tespit edilmiştir. Yan etken maddelerin de öldürücü etkiye sahip olduğu bilinmektedir.
Maddelerin bitkisel ürün içindeki dozaj farklılıkları da bir çok sağlık problemine neden olan farklı
bir sebep olarak önümüze çıkmaktadır. Bağımlının kullandığı maddedeki etken maddenin homojen
olarak dağılmamış olması sebebi ile yüksek dozda aldığı ve bunun da vücutta ani ve büyük tahribata
neden olmaktadır.
Şu ana kadar net olarak ters etkileri olarak rapor edilen rahatsızlıklar
·
Aşırı stres , bunalım, çalkantı
·
Hipertansiyon nöbetleri
·
Hypokalemia (düşük potasyum düzeyi)
Araştırmacılar esrardaki yüksek dozdaki etkilerin benzerlerinin görülmesine rağmen çok daha
tehlikeli oluştuğunu vurgulamaktadır.
Psikolojik semptomların özellikle psikoziz e neden olduğuna dair ciddi deliller bulunmaktadır.
Birleşik devletlerde akut böbrek hasarı ile Sentetik Kannabionid kullanımı arasındaki bağlantıları
araştırılmaktadır. JWH-018 ın kullanımının istemik inme vakaları ile bağlantısı gözlenmiştir.
2012 yılında birleşik krallık ta annihilation ismi ile pazarlanan bir maddenin kullanımı akabinde
hastaneye başvurması akabinde polisin yaptığı baskınlarda birçok işyerinde satılan ürünler üzerinde
yapılan incelemede birçok sentetik kannabionid olduğu tespit edilmiştir.
Bonzai zararsız gibi görüksede Türkiye’de birçok gencin yaşamını yitirmesine sebep olmuştur.
Bonzai kullanımından meydana gelen ve basına yansıyan birçok ölümlü olay vardır.
TÜRKİYE’NİN uyuşturucu raporunda, uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığının 2014 yılında yüzde
17 arttığına dikkat çekildi. Son dönemlerde gündeme gelen bonzai kullanımı ise yüzde 38 arttı. Raporda,
2014 yılında 648 kişinin doğrudan veya dolaylı olarak uyuşturucuya bağlı hayatını kaybettiği yer alırken
bir diğer korkunç gerçek ise 13 yaşında bir çocuğun uyuşturucudan ölmesi...
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
207
www.ulkuocaklari.org.tr
Tütün şeklindeki bonzai, çarşaf denilen kağıt yapraklara sarılarak, sigara şeklinde tüketilir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BAĞIMLI SAYISINI ARTTIYOR
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı, “2014 Türkiye Uyuşturucu Raporu”ndaki istatistiki
veriler, uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığının ürkütücü boyutlara ulaştığını ortaya koydu. Başta Bonzai
olmak üzere uyuşturucu bağımlılığı, kullanımı ve buna bağlı ölümlerin artmasından sonra “Uyuşturucu
Eylem Planı” devreye sokuldu. 6 bakanlığı kapsayan ve uygulamaya başlanan eylem planına
rağmen uyuşturucunun önüne geçilemedi. Emniyet müdürlüklerinin bünyesinde kurulan NARKOTİM
ekipleri, birçok operasyona imza attı. Raporda, gündemden düşmeyen Bonzai kullanımının yüzde 38
arttığına dikkat çekilirken, uyuşturucu kullanımının da yüzde 17 artış gösterdiği belirtildi. Uyuşturucu
satıcılarının, bağımlılığı artırmak için sentetik kannabinoidler olarak adlandırılan “Bonzai”nin, ABD
ve Çin’den Türkiye’ye yasa dışı yollardan sokulduğu etken maddenin ada çayı ve damiana çayı gibi
bitki yapraklarına emdirilerek piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Özellikle gençlerde bağımlılığı artırmaya
yönelik piyasaya sürülen bonzaininhammadesinin çoğunun, merdiven altlarında ve insan sağlığına
zarar verecek şekilde üretildiğine de dikkat çekildi.
648 KİŞİ ÖLDÜ
Adli Tıp Kurumları’ndan alınan ölüm nedenlerinin de yer aldığı raporda, Türkiye’de 2014 yılında
7’si kadın 232 kişinin doğrudan, 12’si kadın 416 kişininde dolaylı olmak üzere 648 kişinin uyuşturucudan
hayatını kaybettiği belirtildi. Uyuşturucuya bağlı dolaylı ölen 416 kişinin ölüm nedeni olarak, yüksekten
düşme, suda boğulma, elektrik yaralanması, mide kanaması, kalp-damar hastalığı, akciğer enfeksiyonu,
beyin kanaması, yanık, kanser, cinayet ve elle boğma gibi kayıtlara geçti. Türkiye’nin 2013 yılındaki
uyuşturucu raporunda ise toplam ölüm sayısa 162 kişi olarak kayıtlara geçmişti. Raporda dikkat çeken
bir başka detay ise uyuşturucu madde kullanıcılarının başlama nedenleri oldu. Uyuşturucuya başlama
nedenlerinin başında yüzde 48.98 ile arkadaş etkisi gelirken, merak nedeniyle başlayanların ise yüzde
23.71 olduğu kaydedildi. Uyuşturucu madde kullanıcılarının yüzde 69.74’ünün ilköğretim mezunu
olduğu, madde kullanıcılarının yüzde 66.49’unun hiç evlenmemiş veya yalnız yaşayanlardan oluştuğu
ifade edildi.
İSTANBUL İLK SIRADA
Ölenlerin yaş ortalaması önceki yıllarda 35 iken, genç ölümlerinin artması nedeniyle bu yaş 31’e
düştü. Ölüm olayı 26 ilde meydana geldi. En yüksek ölüm oranı İstanbul (yüzde 49.6) olarak kayıtlara
geçerken bu ili Antalya (yüzde 10.8), Adana (yüzde 7.3) ve Ankara (yüzde 5.6) takip etti.
Uyuşturucu ile mücadele’ de yapılan çalışmalar
Birçok bakanlığın ortak çalışması ile 2015 yılında‘UYUŞTURUCU İLE MÜCADELE ACİL EYLEM
PLANI’adı altında bir çalışma düzenlenmiştir. Bu çalışmada devletin tüm imkanları kullanılarak ilgili
tüm bakanlık ve devlet kurumları ile Türkiye Yeşilay Cemiyeti gibi özel kuruluşların ortak çalışması ile
uyuşturucuyla mücadele amaçlanmıştır. Bu plan özet olarak Uyuşturucun satılmasını önlemek, satacak
kişilerin belirlenmesini sağlamak, uyuşturucu satışı ve ticareti yapan kişilere daha ağır yaptırımlar
uygulamak, Uyuşturucuya yakalan kişileri erken bir biçimde belirleyip önlemini almak, Uyuşturucun
208 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
çeşitli programlar aracılığı ile zararlarını küçük yaşta bireylere öğretmek, Aile ve Bireylerin uyuşturucu
hakkında hem zararları hemde uyuşturucu kullananların tesbiti açısından bilinçlendirici programlar
hazırlamak, Uyuşturucuya yakalananların uyuşturucuyu bırakmak için başvuracağı birimleri açmak,
yönlendirmek ve düzene sokmak, Uyuşturucuya yakalanan bireylerin en kısa ve başarılı şekilde
uyuşturucuyu bırakmasını sağlamak, uyuşturucu sonrası kişide oluşan tahribatı sosyal sorumluluk
projeleri ile kapatmak, uyuşturucuyu bırakan kişileri sosyal hayata kazandırmak, aynı şekilde onlara bu
maddeye tekrar başlamalarını engellemek için gerekli denetim mekanizmasını kurmak gibi birçok amaç
vardır. 38 sayfalık bu eylem planında tüm bunlardan açık ve net bir şekilde bahsedilmiştir.
http://www.saglik.gov.tr/TR/dosya/1-96241/h/uy-muc-acil-eylem-plani.pdf
8 Temmuz 2015 yılında TC Sağlık Bakanlığı nezdinde Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Tütün ve
Diğer Bağımlılık Yapıcı Maddelerle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından kuruluş çalışmaları yürütülen
“ALO 191 UYUŞTURUCU DANIŞMA VE DESTEK HATTI”
Yine Sağlık Bakanlığı bünyesinde “Amatem” adı verilen, uyuşturucu ile mücadelede Tıp Biliminin
tüm kaynakları ile Bilimsel anlamda Bağımlılık seviyesine gelmiş kişinin Uyuşturucudan kurtulması için
tedavi altına altına alındığı yerler kurulmuştur.
Emniyet Genel Müdürlüğünün illerde Narkotik adı verilen birimleri ile bu alanda uzmanlaşmış
polisler aracılığı ile Uyuşturucu ile mücadele amaçlanmıştır.
Yine Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde “İl Uyuşturucu Koordinasyon Birimleri” kurulmuştur.
Bu sayede Uyuşturucu ile mücadelede kendi içindeki birimler ile koordineli bir şekilde çalışma
amaçlanmıştır.
Uyuşturucunun insana, insanlığa, devlete ve millete zararları saymakla bitmez. Bizlerin topyekûn
olarak bu illet ile mücadele etmemiz gerekiyor. Devletin ve Milletin birbiriyle koordineli çalıştığı bir sistem
ile bu sorun çözüme kavuşacaktır. Burda Milletin yani bizim sorumluluğumuz devletin bizlere sağladığı
imkanları sonuna kadar kullanıp uyuşturucu hakkında bilinçli kişiler olmamız, ve yine aynı şekilde bizlere
kanunen zorunlu olmasa da bize manevi açıdan zorunluluk hissi veren ve vatandaşlık görevimiz olan
‘İhbar’ olarak adlandırdığımız hakkımızı kullanmalıyız. Hiç kimse gerek kendisinin, gerekse çocuğunun
yada yakınının bu illete bağımlı olmasını istemez, bu açıdan Vatandaşlık görevimizi yerine getirip bizlerin
üstüne düşen görevi yapmamız gerekiyor. Devletin sorumluluğu ise bizlere bu imkanları sonuna kadar
sağlamak ve Uyuşturucunun ülkemizde; dağıtım, satım ve ticaretini önlemek, bu işi yapanları en ağır
şekilde cezalandırmak. Bu illete bulaşan kişileri topluma kazandırmak, eski haline getirmek ve tekrarı
olmaması hususunda bilinçlendirip önlemini almak zorundadır.
Kısacası Uyuşturucu ile mücadelede bireyler ve devlet üstüne düşen görevleri disiplinli ve
birbiriyle koordineli bir şekilde yerine getirirse Gençliğimizin en büyük tehlikesi olan bu illeti Ülkemizden
atabiliriz.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
209
www.ulkuocaklari.org.tr
SONUÇ:
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bizler Türk Milleti olarak tarihin en başlarından beri varlık gösteren bir milletiz, Neslimiz her zaman
büyük başarılar elde etmiş, çağ açıp çağ kapatmıştır. Bizlerde çağdaş medeniyetler seviyesine erişmek
ve Dünya devletleri arasında iyi ve güçlü bir yer edinmek istiyorsak, tarihin bize verdiği yükümlülükleri
yerine getirmemiz gerekmektedir. Bu yüzden gençliğimizi bizi geriye götüren bu illetten temizlememiz
gerekmektedir. Bunun için herkesin kendine yakışanı yapması gerekiyor.
210 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ÇAĞIMIZIN SALGIN HASTALIĞI: UYUŞTURUCU
Bahadır ASLAN
Günümüz insanı özellikle son yüzyıldaki birtakım içtimai ve kültürel değişimlerle birlikte birçok
sosyal sorunla karşıya karşıya kalmıştır. Ortaya çıkan sorunların boyutları her geçen gün büyümekte,
özellikle milli terbiyenin gölgesinde yetişememiş bir çoklarımız geçmiş ile günümüzün giriftliğinde
kaybolmaktadır. Günümüzün girift sarmalında kaybolan insan ise stresten kurtulmak, özgürlüğünü
gerçekleştirmek, kendini ispatlamak ve saygın olmak adına zararlı alışkanlıklar elde edinmektedir. Bu
tür zararlı alışkanlıklardan bir tanesi de insanın zihinsel, fiziksel ve sosyal yaşamını esir alan uyuşturucu
madde bağımlılığıdır.
İnsanlar tarafından geçmiş birkaç yüzyılda ortaya çıktığı düşünülen uyuşturucu madde
sanıldığının aksine neredeyse insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Yüzyıllar önce farklı kültürlere
ait dinsel törenler ve şölenlerde uyuşturucu ve keyif verici maddeler kullanıldığı bilinmektedir. Hatta
Uyuşturucu madde zaman zaman ihtilaflara neden olarak savaşlara dahi gerekçe oluşturmuştur. 18391860 yılları arası Asya’da cereyan eden İngiltere ile Çin arasındaki ‘’Afyon Savaşları’’ buna bir örnektir.
Bu savaşın izleri ve sonuçları 156 yıl sonra 1 Temmuz 1997’de bitirilebilmiştir.(SEVİL, 1998:25)
Özellikle son yıllarda medya iletişim araçları ve ulaşım teknolojisinin gelişmesiyle uyuşturucu
denen illet tüm dünyaya yayılmış, tüm dünyanın ortak sorunu haline gelmiştir. Tüm gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de uyuşturucu kullanımı artmaktadır. Uyuşturucu
bataklığında kaybolan nice hayatların ne sayısı ne hikâyesi bilinirken, yalnızca magazin haberlerinden
zaman kaldığında televizyon ekranlarına yansıyan hikâyeler bile durumun vahametini gözler önüne
sermektedir. Uyuşturucu kullanımı ülkemizde akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Duyulan vakalar ise buz
dağının yalnızca görünen kısmıdır, görünmeyen kısmı ise hep ihmal edilmekte, sorumlular yalnızca
basına yansıyan vakalar ile ilgilenip deyim yerindeyse tribünlere oynamaktadır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
211
www.ulkuocaklari.org.tr
Tarihte 1054-1124 yılları arasında yaşamış olan Hasan Sabbah ise Kuzey İran’ın yüksek tepelerine
kurduğu Alamut Kalesi’nde verdiği uyuşturucularla ile insanların zihinlerini kirleterek, ‘’Haşhaşi’’ adında
bir örgüt kurmuş ve Selçuklu devlet adamlarına suikastlar düzenlemiştir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Yapılan araştırmalara göre ülkemizde özellikle seksenli yıllar ile plansız bir şekilde sanayi
toplumu oluşturma çabaları büyük kentlerimizin çevresinde gecekondu mahalleleri oluşturmuş, çeşitli
nedenlerle kırdan kente gelen insanların sosyal bunalım yaşamasına neden olmuştur. Bu bunalım ile
birlikte kültürümüzde önemli bir yer tutan aile yapısı bozulmuş ve uyuşturucu kullanımındaki sıçrama
bu döneme denk gelmiştir.
Uyuşturucu kullanımının 12-13 yaşına indiği göz önüne alındığında gençliğimizin karşıya olduğu
tehlikenin boyutları korkunç gözükmektedir. Uyuşturucu kullanımının özellikle genç nüfusumuz arasında
yayılması Avrupa’nın en genç nüfusa sahip ülkesi olan ülkemizin geleceğinin tahakküm altına girmesi
anlamına gelmektedir.
Türk Gençliğinin zihnini çürüten, kendine ve çevresine yabancı bir nesil haline gelmesine neden
olan uyuşturucu maddeye esir olması; önümüzdeki on yıllarda Türk milleti için telafisi mümkün olmayan
sonuçlar doğuracaktır. Yalnızca müptelası olduğu maddeyi elde etmek üzerine biçimlendirilmiş bir
yaşamın hayvan yaşamından hiçbir farkı yoktur. Yozgat’ın, Trabzon’un hatta Ankara’nın dahi elimizden
çıkması istikbalimiz olan Türk gençliğinin hayvanca yaşamından daha az elem verir. Tarihin defalarca
gösterdiği gibi silkinerek şanlı bir mücadele ile Yozgat’ı, Trabzon’u, Ankara’yı bir gün geri alabilir, hatta
tekrar Viyana kapılarına dayanabiliriz, lakin gençliğimizi kaybedersek zaten önce vatanımızı ardından
da ülkülerimiz ile birlikte varlığımızı kaybederiz.
Uyuşturucu maddelerin insan bedeni ve zihnine zararlı olduğu kanısı toplumuzda sabit olmakla
birlikte zararlarının tam olarak bilinmemesi, zayıf nefsler ve duygusal gelişmemişlik nedeniyle bir kereden
bir şey olmaz anlayışıyla her gün onlarca gencimiz uyuşturucu madde kullanmaya başlamaktadır. Ancak
ilk kullanımı defalarca bu son düşüncesiyle uyuşturucu madde kullanımları izlemekte ve kullanma süresi
arttıkça vücudu tatmin eden dozun miktarı da artmaktadır. İlerleyen süreçte ise bireyin uyuşturucu
almayı kesmeyi üzerine yoksunluk sendromu belirtileri ortaya çıkmakta ve uyuşturucu kullanımı bireyin
iradesi dışına çıkmaktadır. Yoksunluk sendromunun ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya çıkan fiziksel
ve ruhsal sorunların önüne geçmek amacıyla birey yeniden uyuşturucu kullanımına yönelmekte ve
uyuşturucu madde bağımlılığı ortaya çıkmaktadır.
Türk milletinin teminatı, dinamizm kaynağı ve bereketi olan gençlerimizi aydınlatmak adına
uyuşturucu madde bağımlılığının sonuçlarını aşağıda sıralamamızın yerinde olacağını zannediyorum.
Uyuşturucu madde:
•
Her şeyden önce insan fizyolojisini bozarak, vücudun normal işleyişini bozmaktadır.
•
Merkezi sinir sistemini etkileyerek, sistemli ve istikrarlı düşünmeye engel olmaktadır.
•
Pahalı olduğundan ötürü, devamlı bir parasal kaynak gerektirmekte ve gereken parasal
kaynağın bulunamadığı durumlarda insanın parasal kaynak elde etmek amacıyla yasadışı eylemlerde
bulunmasına neden olmaktadır.
•
Bireyin ve sosyal çevresinin karşılıklı olarak birbirlerinden uzaklaşmasına neden olur.
212 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
•
Bireyin yaşamdaki tek gayesinin yalnızca uyuşturucu madde elde etmek olmasından dolayı
ruhsal bunalımlara neden olmaktadır.
•
Bireyde uyum sağlama yetersizliği oluşmasına neden olarak eğitim ve iş hayatını olumsuz
etkilemektedir.
•
Bir sonraki gün veya ilerleyen günlerde uyuşturucu maddenin elde edilip edilemeyeceği
kestirilemediği için sürekli bir endişe ve korku haline neden olmaktadır.
•
Ayrıca kullanımının Türk Ceza Kanunu’na göre suç sayılmasından ötürü bağımlı birey hakkında
cezai işlem uygulanmasına neden olmaktadır.
Her gün onlarca insanın hayatını karartan uyuşturucu illetine karşı toplumumuz uyanık olmalı,
toplumumuzun teminatı olan gençlerimizi bu bataklıktan korumaya özen göstermelidir. Bu noktada Türk
toplumunun en önemli birimi olan ailenin yetişkin bireylerine yani ebeveynlere büyük bir sorumluluk
düşmektedir. Anne ve babalar uyuşturucu kullanımının belirtilerini iyi bilmeli, alkol ve sigara kullanımından
dahi uzak durarak aile içinde psikoaktif maddelere karşı bir bilinç oluşturmalıdırlar. Yapılan araştırmalar
alkol bağımlısı anne ve babaların çocuklarının alkol ve uyuşturucu madde kullanımına diğerlerine göre
daha meyilli olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Anne ve babalar uyuşturucu madde kullanımının belirtilerini
iyi bilmeli, bu belirtileri saptadıklarında çocuklarını dikkatle izlemeli ve sergilenecek yaklaşımı belirlemek
için uzmanlara danışmalıdırlar. Uyuşturucu bağımlısı olduğu saptanan bireylere onu suçlamadan,
empati ile kişiliğine ve seçimlerine saygı gösterilerek yaklaşılmalıdır.
‘’Fırtına ve stres dönemi’’ olarak nitelendirilen ergenlik döneminin uyuşturucu madde
kullanmaya başlamada en riskli dönem olduğu göz önüne alınarak, bu dönem imtina ile izlenmelidir.
Uyuşturucu madde kullanma riski bulunan ergen bireylerin; davranış bozuklukları, aşırı sinirlilik, aşırı
para harcama gibi ortak özellikleri olduğu unutulmamalıdır.
Küresel bir sorun haline gelen uyuşturucu bağımlılığı ve kaçakçılığı uluslararası kuruluşlar
tarafından uluslararası hukuk ile kontrol altına alınılmaya çalışılmıştır. Birleşmiş Milletler tarafından
ülkemizin de taraf olduğu 1961 Tek sözleşmesi ve bu sözleşmeyi tadil eden 1972 Protokolü, 1971
Psikotrop Maddeler Sözleşmesi, 1988 BM Uyuşturucu ve Psikotrop Maddelerin Kaçakçılığı ile Mücadele
Sözleşmeleri ortaya koyulmuştur.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
213
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkemizde uyuşturucu bağımlılığı sorunu kırmızı alarm verirken, Batı dünyasında da
durum çok farklı değildir. Uyuşturucu kullanma alışkanlığı hemen hemen bütün batılı ülkelerde artmakta,
uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle ölümler yaşanmaktadır. Uyuşturucu maddeler özellikle İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra gündemi işgal etmeye başlamış, adeta soğuk savaşın başlatıldığı görülmüştür.
1960’lı yıllardan sonra hız kazanmıştır. Bu hareketin temelinde yatan gizli amaç, ülkelerin geleceği
olan gençlik kesimini, daha küçük yaşlarda sağlıksız hale getirip, ruhen ve sosyal yönden çökertmek,
gençleri üretici olmaktan çıkarıp tüketici hale getirmek ve toplumu huzursuz kılmaktır.(SEVİL, 1998:83)
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de uyuşturucu bağımlılığı ve kaçakçılığı konusunda sıkı bir
mücadeleye girişerek yaklaşık 58 ülke ile uyuşturucu ile mücadele alanında ortak hükümler içeren
sözleşmeler imzalamış ve çeşitli yıllarda uyuşturucu ile eylem planlarını uygulamaya koymuştur. Ancak
ne yazık ki eylem planlarının amaçlarına ulaştığını söylemek mümkün değildir. Türkiye coğrafyasının
uyuşturucu ticaretinin kavşak noktasında yer almasından ötürü uyuşturucuya karşı verilen uluslararası
mücadelede de önemli bir ülke olan Türkiye’nin geçtiğimiz yıllar incelenirse uyuşturucu ile mücadelede
sınıfta kaldığı görülecektir. Kolluk kuvvetlerimizin operasyonlarıyla uyuşturucu trafiğine büyük kayıplar
verdirilse de hâlâ Avrupa ülkelerine giden uyuşturucu maddelerinin %40’ının Türkiye üzerinden gittiği
iddia edilmektedir.
Uyuşturucu ile mücadelede başarısız olduğumuz medyada yer alan vaka ve yapılan
araştırmalardaki istatistiklerle sabitken, yetkili organlar derhal bir durum tespiti yapıp, gerekli politikayı
oluşturarak ulusal ve aynı zamanda evrensel olan görevini yerine getirmelidir
Uyuşturucu ile mücadelede sonuç alınabilmesi için temel kaide arz-talep ilişkisini kontrol altında
tutmaktır. Uyuşturucunun ülkemize giriş çıkışı engellenip, uyuşturucu ticareti yapma suçunun cezası
artırılarak arzın azaltılmasını; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı temelli koruyucu ve önleyici hizmetler
ile bireylerin ruhsal sağlığının korunup uyuşturucu madde kullanmaya meyletmesini engelleyerek ve
bir dizi eğitim paketleri ile de talebin azaltılmasının sağlanması uyuşturucu ile mücadelede başarılı
olmanın temel şartıdır.
Ülkemizin bölge ve Dünya siyasetine yön veren, güçlü, etkin, müreffeh bir ülke olması
ülküsüne ulaşılmak isteniyorsa, uyuşturucu ile topyekûn mücadele edilerek Türk gençliğinin kendisine
yabancılaştırılıp, etkisizleştirilmesine engel olunmalıdır. Politika yapıcılar derhal doğru politika ve
stratejileri belirlemelidirler. Uyuşturucu ile mücadelede etkin bir sonuç alınmak isteniyorsa yürütülen
çalışmalar, disiplinlerarası ve kurumlararası anlayış ile farklı disiplinlerin ve devlet kurumlarının ortak
çalışması ile yürütülmeli, sivil toplum kuruluşlarının bu konudaki çalışmaları desteklenmelidir.
Bu konudaki hassasiyetlerimizin ve mücadelemizin dergi yapraklarında kalmaması dileğiyle…
KAYNAKÇA:
SEVİL, Hüseyin T.(1998) ‘’Uyuşturucu Bağımlılığı’’.SABEV Yayınları. 16-83
214 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ÇAĞIN YENİ ZEHRİ, BONZAİ!
Fatih Kürşat MERT
Ülkemizde ilk defa sokak ismi “Bonzai” (JWH-18) olarak karşımıza çıkan ve değişik türleriyle hızla
yayılan sentetik kannabinoidler üzerine kimyasallar sıkılarak üretilen sentetik ot olup ciddi psikolojik
zararları olan bir uyuşturucu türüdür.
Söz konusu uyuşturucu, esrar benzeri madde şeklinde tanıtılsa da sinir sistemi hücrelerine
esrardan 90-100 kat daha fazla bağlanarak zararlı etkisini gösterir. Popüler olması ve merak uyandırıcı
ismi nedeniyle ortaokullara kadar girmiştir ancak her bağımlılık gibi bunun da tedavisi vardır. Albenisi olan
ve merak uyandırıcı çağrışımı nedeniyle bonzai yerine sentetik kannabinoid isminin kullanılması daha
doğru olur. Sentetik kannabinoid maddesine “bonzai” ismini kullanılarak zararsızlık etkisi yaratılmaya
çalışılmaktadır.
Sentetik kannabinoidler Türkiye piyasasında 2010 yılından itibaren görülmeye başlanmıştır.O
tarihten sonra maddenin kullanım ve bulunabilirlik oranında çok ciddi bir artış görülmüştür. Türkiye’de
bonzai üretimi tespit edilmemiştir. Bonzai ulusal piyasaya yurt dışından getirilmektedir. EGM KOM (2012)
raporuna göre Türkiye’de bonzai maddesi Çin, ABD, KKTC, Almanya, İspanya, Hollanda, Portekiz,
İngiltere ve Macaristan gibi ülkelerden yasa dışı yollarla ithal edilmektedir. ABD’de K2, Avrupa’da Spice,
Türkiye’de Bonzai ve Jamaika adı verilen kimyasal madde gerçekte sentetik bir kannabinoid’dir.
BONZAİ
Olay Sayısı
Şüpheli Sayısı
Yakalama Miktarı
2010
----------------------
2011
166
57
43
www.ulkuocaklari.org.tr
TR’deki Bonzai ile ilgili istatistikleri:
2012
3401
4784
434
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
215
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’de 2012 yılında 3.401 sentetik kannabinoid olayı gerçekleşmiş, bu olaylarda 4.784 şüpheli
yakalanmış ve 434 kg. uyuşturucu madde yakalanmıştır.2012 yılında olay sayısında bir önceki yıla
göre yaklaşık 19 kat, şüpheli sayısında 57 kat, yakalama miktarında ise10 kat artış gerçekleşmiştir.
Hem olay sayısı, hem şüpheli sayısı, hem de yakalama miktarındaki bu artış, bu maddenin ülkemizde
yaygınlaştığını göstermekte olup, bu maddenin arzının ve talebinin önlenmesine yönelik çalışmalara
daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini göstermektedir.
Bonzainin insan üzerindeki etkileri:
• Halüsinasyon,
• Panik atak,
• Kusma,
• Aşırı heyecan,
• Göz bebeklerinin şişme,
• Ağızda kuruluk,
• Ölüm tribi ortaya çıkmaktadır.
Çok tehlikeli olan bu uyuşturucu tek seferde bile ölüm riski oluşturabiliyor ve öldürüyor. Tek
bir duman bile öldürebilir. Tek kullanımda dahi bağımlılık yapma tehlikesi vardır. Zamanın en tehlikeli
uyuşturucuları arasındadır. Kullanıldığı zaman terleme ağız kuruluğu yapar. Bir anda korku dünyadan
başka bir yere gidiş,halüsinasyon görme, öldüğünü ve yahut öleceğini düşünme düşüncesi, kullanan
bireylerin, kalp krizi geçirip o anda ölümüne neden olabiliyor.
Ölüm tribi, aslında bir bakıma o anlık panik atak geçirmektir. Kullanıcı öleceğini sanarak yoğun
korku durumu yaşar. Vücutta karıncalanma başlar. Kalp atışları hızlanır. Bu kez de kullanıcı kalp krizi
geçireceğini sanır.
Madde Bağımlısı Gençlerde Görülen Davranış Değişiklikleri:
• Arkadaş çevresi değişir.
• Aile ilişkileri azalır, odasında yalnız kalmayı tercih eder.
• Okul başarısı ve okula devamı azalır.
• Daha fazla para harcamaya başlar
• Bazen neşeli, sakin, bazen öfkeli, saldırgan davranışlar gibi ruhsal değişimler gün içinde gözlenir.
• Kendi geleceği için hiçbir yol görmeme gibi durumlar görülmektedir.
216 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Anne Ve Babalar Çocuklarınızın Bağımlılık Yapıcı Madde Kullandığını Anladığınızda;
• Paniğe kapılarak öfke ile hareket etmeyiniz.
• Durumu gözlemleyerek çocuğunuzun sosyal çevresini inceleyip, sorunun kaynağını tespit
etmeye çalışınız.
• Çocuğunuzun arkadaş ilişkilerini gözden geçiriniz.
• Çocuğunuzun uyuşturucu madde kullanmasının sebeplerinin arasında, sizin de eksik ve yanlış
davranışlarınızın olduğunu göz ardı etmeyiniz.
• Uzman bir hekimin bilgisine başvurarak tavsiyeleri doğrultusunda hareket ediniz,
•
Çocuğunuzu sıkmadan, sevgi ve şefkatli bir yaklaşımla ona daha fazla ve kaliteli zaman ayırınız.
• Aile bağlarını gözden geçirip, güçlendirmeye çalışınız.
• Çocuğunuza
kesinlikle
kötü
davranmayınız,
onu
suçlamayınız.
SONSÖZ OLARAK;
www.ulkuocaklari.org.tr
MİLLİ MANEVİ DEĞERLERİMİZ, YÜZYILLARDAN BERİ NESİLDEN NESİLE İNTİKAL
EDEN GELENEKLERİMİZ UYUŞTURUCU KÜLTÜRÜNÜN PANZEHİRİDİR. ÇOCUKLARIMIZI
UYUŞTURUCUDAN KORUMAK İÇİN BU DEĞERLERE SAHİP ÇIKMALI VE ÇOCUKLARIMAZA
AKTARMALIYIZ.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
217
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Gençlik ve Terör
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
218 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
GENÇLİK VE TERÖR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Terör örgütleri için büyük bir potansiyel olangençliği psikolojik, biyolojik ve sosyal açıdan en duyarlı
yaş kesiti olarak tanımlamak mümkündür.Ülkemizde genç nüfusun yoğunluğu dikkate alındığında, 1422 yaş kesitindeki insanlarımızın nüfusta önemli bir yer teşkil ettiği görülmektedir. Okuyanlar açısından,
14-22 yaş grubundaki gençlerin, Lise ve Üniversite gençliği olduğu açıktır.
Terör Örgütlerinin Gençliğe Duyduğu İhtiyacın Boyutu ve Gerekçeleri;
Terör örgütlerinin eleman ihtiyacı ile bu örgütlerin gençliğe yönelik faaliyetleri arasında doğrusal
bir orantı bulunmaktadır. Çünkü, terör örgütleri açısından, eleman temin etmede en verimli alanların
başında gençlik çevreleri gelmektedir. Gençlik çevrelerinin en organizeli olanı ve dolayısıyla en kolay
yönlendirilebilen de üniversite gençliğidir.Öyle ki, gençlik son derece duygusal davranışları itibarıyla
en az mantık muhakemesi yapan kesimdir. Gençlikte fedakarlık, ataklık, gözü peklik gibi hasetler en
yoğun döneminde bulunmaktadır.Aileden ve geleneksel çevrelerden kopuş, kendini ispat, yeni ufuklar
keşfetme gibi değişimler de yine bu dönemde yaşanan hususiyetlerdir.
Örgütlerin asıl yönlendiricileri perde arkasında olsa da fiili liderler üniversitelerin içinde yetişmiştir.
Geçmişte faaliyet gösteren ve bugün faal olan örgütlerin liderlerinin, lider kadrolarının büyük bir
çoğunluğunun üniversitelerden terk kişiler olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla, terör örgütleri üniversitelerimize birer eleman devşirme, kadro yetiştirme alanı
olarak bakmaktadırlar. Gerçekten de belli başlı terör örgütlerinin elemanlarının önemli bir bölümünün,
üniversitelerden saflarına kazandırıldığı anlaşılmıştır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
219
www.ulkuocaklari.org.tr
Gençleri tuzaklarına düşürmeye kararlı olan terör örgütleri, bu hususiyetlerin analizlerini en ince
ayrıntılarına kadar yaptıklarından ve yiğitlik, mertlik, fedakarlık gibi kendilerinde zerresi bulunmayan
yüce değerleri istismar ederek, gençleri tabiri caiz ise can evinden vurmaktadırlar. Böylece gençlik
özellikle de üniversiteli gençlik, terör örgütlerinin en verimli av sahası haline gelmektedir. Geçmiş
tarihlerde birçok terör örgütünün ideolojik mayası dışarıdan gelse de hamuru üniversite kantinlerinde,
yurtlarında, derneklerinde yoğrulmuştur.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Terör Örgütlerinin Gençliği Elde Etme Yöntemleri;
Terör örgütlerinin gençliğe yönelik faaliyetleri rast gele ve kendiliğinden ortaya çıkan bir olgu
değildir. Terör örgütleri, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de gençliğe son derece bilinçli ve stratejik
amaçlar ile yönelmektedirler.
Nitekim 1970’lerin başlarında ortaya çıkan terör eylemlerinin hazırlık ve örgütlenme aşamasında
gençlik dinamizminin en zirvede bulunduğu üniversiteler karargah rolü oynamıştır.Terör örgütleri, öğrenci
gençleri daha kolay avlamak ve ihtiyacı olan elemanları temin etmek amacıyla okul derneklerine el
atmaktadırlar.Terör örgütlerinin öğrenci gençleri saflarına çekmek maksadıyla geliştirdikleri yöntemlerden
birisi de üniversiteler dışında çeşitli paravan dernekler kurmaktır. Kurmuş oldukları paravan dernekler
vasıtasıyla, çeşitli sözde kültürel ve sportif etkinlikler düzenleyerek gençleri saflarına çekmektedir.
Örgütler, gençleri ürkütmemek için, ilk etapta tehlikesi olmayan, basit görevler ile ilişkilerin
içerisine çekmekte, akabinde de «Sizler örgütün sırlarına vakıf oldunuz artık örgütün malısınız» diyerek
geriye dönüşün kapılarını kapatmaktadır.
Terör örgütlerinin öğrenci gençleri (üniversiteli) saflarına kazanmak amacıyla cinsellik, kültürel
farklılıklar, sosyal katmanlar, ekonomik imkanlar, siyasal tercihler, dini inançlar, çeşitli hobiler ve benzeri
olguları istismar ettikleri öğrenilmiştir.
Örgüt kadroları haline gelen kızların, erkekleri avlamakta araç olarak kullanıldığı, kültürel
olarak yakınlığın, bölgeciliğin, hemşehriciliğin öğrencileri örgüt saflarına çekmede vasıta olarak
değerlendirildiği, ekonomik zorlukların aile imkanlarındaki yetersizliklerin temel istismar konuları olduğu
bilinen hususlardandır.
Öte yandan, ailelerin siyasal tercihleri ve inanç yapısının da gençlerin gruplaşmalarında olduğu
gibi terör örgütlerinin önemle üzerinde durarak öğrencilere yaklaşmada kullandıkları bir yol olduğu
bilinmektedir. Yine öğrencilerin okumaya düşkünlük, yazma hevesi, liderlik dürtüleri, silah merakı ve
benzeri özel ilgi alanlarını terör örgütlerinin tuzak kurarken değerlendirdikleri hususlardandır.
Sonuç
Gençlerimiz, terör örgütlerinin oluşturduğu tuzaklara karşı son derece uyanık olmalı, hazırlanan
tuzakların ilk etapta cazip, eğlenceli gibi görünse de, terör örgütlerinin uzattığı elin, öldürücü darbeyi
gizleyen oltanın ucundaki yem gibi olduğunu akıldan çıkarmamalıdır.
Bir üniversite öğrencisinin karşı karşıya bulunduğu problemleri ne türden olursa olsun,
masum insanları, kadınları, çocukları, ihtiyarları kurşuna dizen, okulları yakan, öğretmenleri öldüren,
bölgeye hizmet götüren işçiyi, mühendisi öldüren, iş makinelerini tahrip eden, bu ve benzeri eylemleri
faaliyetlerinin esası olarak benimsemiş olan terör çetelerinin peşine takılması anlaşılır gibi değildir.
220 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hedefteki Gençlik;
Türkiye, tarihi geçmişi ve jeopolitik konumu nedeniyle dünya güç odaklarının siyasal, kültürel ve
sosyo-ekonomik çıkar çatışmalarının merkezinde bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye sürekli iç ve dış
tehdide maruz bir ülkedir.
Bilindiği gibi ülkemize yönelik tehditler I. ve II. Dünya Savaşları’na kadar kendini silahlı tehditler
olarak gösteriyordu. I. ve II. Dünya Savaşları’nda kullanılan silahların telafisi mümkün olmayan maddi
ve manevi kayıplara yol açması nedeniyle silahlı tehditlerin yerini psikolojik tehditler almıştır.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra kitle iletişim araçlarının baş döndürücü bir hızla
gelişmesi ülkeler arasındaki sınırları kaldırarak dünyamızı global bir köy haline getirmiştir. Sınırlar artık
eskisi kadar güvenli değildir. Çünkü günümüzün dünyasına uydular aracılığıyla yayın yapan radyo ve
televizyon istasyonları hakim durumdadır.
Eskiden ateşli silahlar insanların fiziki bütünlüğünü tehdit ediyordu. Psikolojik silahlar ise sadece
insanların fiziki bütünlüğünü değil, bir toplumu toplum yapan ekonomik, politik, askeri ve kültürel tüm
değerleri ile fertlerin zihnini, kalbini ve ruhunu tehdit etmektedir.Bu bağlamda 1950’lerden günümüze
ülkemize yönelik terörizm faaliyetlerinin psikolojik silahların bir sonucu olarak karşımıza çıktığını
söyleyebiliriz.
Ülkemizi ekonomik, siyasi ve askeri yönden çökertmek isteyen bazı emperyalist devletlerin en
önemli aracı terör örgütleri olmuştur.Terör örgütleri maddi ve manevi desteği dış mihraklardan alırken,
ayakta kalabilmek için muhtaç olduğu insan kaynağını da 14-25 yaş grubundaki özellikle lise ve
üniversite çağındaki gençlerimizden sağlamaktadır.
Hedefteki Gençliğin Psikolojik Özellikleri;
Bu çağdaki gençler;Fiziki özelliklerinde meydana gelen ani değişikliklerden dolayı kendilerini
değersiz görürler ve güvensizlik duygusu taşırlar.Duyguları çabuk iniş çıkış gösterdiğinden çabuk
sevinir, çabuk üzülür, birden sinirlenir, olur olmaz şeyleri sorun yaparlar. Bu nedenle tepkileri önceden
kestirilemez.Alıngan davranıp hiç eleştiriye gelemezken ana-babalarını yerli yersiz eleştirmeye başlarlar.
Sürekli bir gidiş geliş içerisinde, maceracı ve kabına sığmaz bir ruh yapısına sahip olduklarından
gelgeç hevesleri çoğalmıştır.Bencilleşirler, istekleri artar, konan yasakları saçma, kendine tanınan
hakları yetersiz bulurlar.Ana-babadan devlete varana kadar otoriteyi temsil eden her şeye başkaldırma
eğilimi taşırlar.Coşkulu, hayalci, idealisttirler. Duygu ve düşüncelerini inançla savunur, haksızlıklara
karşı acımasız bir tutum takınır, yaşanan gerçeklere pek aldırmadan toplum düzeni birden değişsin,
eşitsizlikler ortadan kalksın isterler.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
221
www.ulkuocaklari.org.tr
Çocukluktan ergenliğe adım atan gençlerde ilk değişiklikler önce fizyonomilerinde başlamaktadır.
Fizyonomideki bu ani değişiklikler, ellerin, ayakların büyümesi, burnun ve çenenin büyümesi, vücuttaki
kıllanma, sesteki değişiklikler vs. genci tedirgin etmeye başlar. Özellikle fizyonominin orantısız bir
görünüm arz etmesi gencin psikolojik yapısını da etkilemektedir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ana Babalardan Terör Örgütlerine;
İlkokul yılları uyumlu geçen bir çocuğun ergenlikle birlikte tepkilerinde ve davranışlarında beliren
değişmeler pek çok ana-babayı hazırlıksız yakalar ve şaşırtır. Çünkü ana-babalar çocuk büyüdükçe
daha uslanır, daha az sorun çıkarır sanırlar. Her şeyin yoluna girdiğini sandıkları bir dönemde birden
ortaya çıkan huysuzluklara, tedirginliklere ve nedensiz öfke patlamalarına bir türlü anlam veremezler.
Eve dilediği gibi girip çıkan, hiç bir şeyi beğenmeyen, en ılımlı uyarılara sert karşılıklar veren genç
karşısında soğukkanlı kalamazlar. Çünkü gençteki değişmeyi ergenlik çağına bağlamak istemezler.
Ana-babalar bu yüzden çocuklarını problemli görmeye başlarlar. Halbuki bu dönemde gençlerin
gösterdiği tutarsız davranışlar gelişim psikologlarınca bir hastalık olarak değil, olağan bir bunalım olarak
değerlendirilmektedir.
Gençlerin yaşadıkları bu bunalım kendi benliğini, kişiliğini ve kimliğini bulma bunalımıdır. Genç,
yeni savunma yolları geliştirmekte, özgür denemeler yapmakta, iç ve dış baskıların üstesinden gelmeye
çalışmaktadır.Genç kendi kendini yeniden keşfetmenin, kabuk değiştirmenin sancılarını çekmektedir.
Çünkü başkalarından farklı olmak kolay değildir. Özgür ve bağımsız olmayı istemek kolay, ancak
bağımsızlığını nasıl kullanacağını bilmek güçtür.
Bu yüzden genç ana-babasına baş kaldırarak, “Ben sizin tıpkınız olmak istemiyorum. Kendime
has benliğimin, kişiliğimin ve kimliğimin olmasını istiyorum.” mesajını vermektedir.
Bu mesajı anlamak istemeyen ana-babalar bir türlü çocuklarının büyüdüğünü kabullenmek
istemezler. Tüm bunlarla birlikte ana-babasının kendini sürekli çocuk yerine koymasından, baskıcı ve
katı tutumları ile anlayışsızlıkları ve hoşgörüsüzlüklerinden bıkan genç, kendini adam yerine koyduğu,
sözünün dinlendiği, ona anlayışlı ve hoşgörülü davranılan bir ortam aramaya başlar. Terör örgütleri,
gencin bu kritik dönemde gösterdiği ruh haletinden yararlanmak için beklentilerine cevap verecek
ortamları en iyi şekilde hazırlamaktadırlar.
Terör örgütleri gençleri kazanmada yüz yüze propaganda metotlarını kullanmaktadırlar. Yapılan
propagandalardan etkilenen genç, kendini kanıtlamanın en kolay ve en tehlikeli yoluna girerek kendi
gibi öfkeli ve beklemeye tahammülü olmayan gençlerle yasa dışı örgütlerde yazgısını birleştirmiş olur.
222 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ÜNİVERSİTELERDE TERÖRİST YAPILANMALAR
Mustafa Sarıkaya
Üniversite, kelime olarak “öğretmenler ve bilginler topluluğu” anlamına gelen, küreselleşen
dünyada ülkelerin/devletlerin gelişmişlik düzeylerine katkı sağlayan kurumların başında gelmektedir.
Güncel sorunlarının giderilmesinin, mevcut bilgi ve birikimlerinin artırılmasıyla mümkün olabileceği
gerçeğinden hareketle 21. yüzyılın altyapısını oluşturan üniversiteler, dinamik nüfusun işlenmesi ve
topluma yararlı bireyler yetiştirilmesi konusunda yükümlü eğitim merkezleridir.
Bu bakış açısı kapsamında 170’ten fazla üniversitenin bulunduğu Türkiye’de, yükseköğretim
kurumlarına bakıldığında, büyük bir bölümünün enerjilerini siyasi çatışmalar ve terör olayları ekseninde
tükettikleri görülmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş’ın beraberinde getirdiği ideolojik
kutuplaşma Türkiye’de de kendine yer bulmuş, içinden çıkılmaz bir girdap haline gelen Türkiye’de eğitim
ve eğitim kurumları sekteye uğramıştır. Yarım asırlık süreçte devrimci kimliği altında yurt baskınları ve
üniversite işgalleriyle başlayan süreç, 1980 ihtilalinin de hazırlayıcısı niteliğinde olmuştur.
Bilimsel bilgi üretip, toplumsal gelişimi sağlaması ve medeniyetin yapı taşı olması gereken
üniversiteler, Türkiye’de siyasi çatışmaların ortasında kalabilmekte ve terör örgütlerinin eylem sahası
halinde propaganda, eleman temini, eylem gibi faaliyetlerin öne çıktığı, sistematik bir şekilde faaliyetlerin
yürütüldüğü kurumlar haline gelebilmektedir.
1980 sonrası gerçekleşen değişimi anlamak ve günümüzde üniversitelerde bir tehdit unsuru
olan varlığını sürdüren etnik kökenli terörizmi anlamlandırmak için, 1970’li yılların başından itibaren
Türkiye İşçi Partisi (TİP) öncülüğünde başlatılan etnik kökene dayalı açılımların ürettiği bazı kesimlerin
adlandırması ile “Kürt Sorunu”nun temeline inmek gerekmektedir.
1960’lı yıllarda şiddete başvurmaya başlayan, sonrasında terörü bir alışkanlık haline getiren,
“öğrenci eylemleri” adıyla küçümsenen terör sorunu, 1980 sonrası ortaya çıkan ve günümüzde etkisini
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
223
www.ulkuocaklari.org.tr
1980 öncesinde sol grupların fraksiyonlara ayrılmasıyla birlikte başlayan süreçte MarksistLeninist fraksiyonlar çevresinde toplanan Kürt kökenli gençler arasında, bağımsız bir Kürt devleti hayali
filizlenmiştir. Bu süreç içerisinde Marksist-Leninist grupların omuzlarında taşıdığı Kürtçülük hareketi,
1980 darbesiyle birlikte Marksist-Leninist hareketlerden ayrılarak ayrı bir cephe olarak öne çıkmış ve
bölücü terör örgütü kontrolünde ‘etnik kimliği kabul ettirme’ amacı taşıyan bir yapıya bürünmüştür.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
devam ettiren etnik temelli terörün de çıkış noktasını oluşturmaktadır.1975 sonrasında sistemleşen
Kürtçülük hareketi, 1978 yılında bir grup üniversite öğrencisinin Diyarbakır’ın Lice ilçesinde Kürdistan
İşçi Partisi (PartiyaKarkerenKurdistan-PKK)’ni ilan etmesi ile kendisini göstermiştir. Aralarında
Abdullah Öcalan’ın da bulunduğu bu grubun çoğunluğunu Ankara ve İstanbul’dan gelen üniversiteliler
oluşturmaktadır. Bu üniversitelilerin büyük bir kısmı da okullardaki Marksist-Leninist faaliyetlerden
dolayı atılmış veya uzaklaştırılmış kimselerdir.
PKK gelişen süreç içerisinde önce aşiretlerle ve Marksist-Leninist örgütlerle çatışmalara girmiş,
ardından dış istihbarat servislerinin desteğiyle ülke dışında barınma imkânlarına sahip olmuşlardır. Dış
istihbarat desteği ise PKK ile başlayan bir süreç olmayıp 1965’ten itibaren Türkiye’nin içine çekildiği
düşük yoğunluklu, sürekli iç çatışma durumunun temel nedenlerinden birisi olmuştur. Örneğin 4 Şubat
1970 tarihinde Diyarbakır Tıp Fakültesi’ne yönelik sabotaj hazırlığı içerisinde olan 6 öğrenci 15 kilo
dinamit, 40 metre fitil, bir lokum ve 5 tane 9 mm çapındaki bir tabancaya ait mermilerle yakalanıyorlardı.
Öğrencilerin birinin İranlı olması, yaşanan olayların sadece Türkiye sınırları içerisinde açıklanmayacağını
da gösteriyordu. Dev-Genç üyesi oldukları tespit edilen öğrenciler, Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarında
bomba eğitimi almışlar, Filistin’den döndükleri bir sırada gelen ihbar sonucu yakalanmışlardı.
4 Ocak 1968’de Ankara İlahiyat Fakültesi’nde okuyan Ruhi Kılıçkıran’ın Ankara Site
Yurdu’ndakatledilmesiyle başlayan sol terör kaynaklı öğrenci kayıplarını sonraki yıllarda gerçekleşen
üniversite işgalleri ve kontrol altına alınmış bölgeler izliyordu. 1971’de gerçekleşen askeri müdahale
sonrasında CHP milletvekili Nihat Erim geçici Başbakanlık görevine getiriliyordu. Bu dönemde ilk olarak
Dev-Genç ile birlikte Ülkü Ocakları ve ona bağlı kuruluşlar da kapatılmış, ardından İP ve Milli Nizam
Partisi kapatılmıştı. Askeri müdahaleden 4 gün sonra, THKO isimli örgütün liderlerinden olan Deniz
Gezmiş yakalanıyor ve haklarında idam kararı veriliyordu. 6 Mayıs 1972 tarihinde ise Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte idam ediliyordu.
1971’de gerçekleşen bu askeri müdahale sonrasında sol terör grupları parçalanıyor ve örgütlerin
faaliyetlerini durdurması ile meydan etnik kimliği kabul ettirme temelli terörist gruplara kalıyordu. Sol
terör içerisinde yapılanan Kürtçü unsurlar, kendilerine ait örgütlenmeler kurmaya başlıyorlardı. Bu
dönemde Marksist-Leninist terör, bir anda bağımsız Kürt devleti hayali taşıyanların terörü haline gelmişti.
Resmi eylemleri 1984 yılında olsa da, PKK’nın temelleri 1970’li yılların ortalarında Abdullah Öcalan’ın
öncülüğünde bir grup üniversite öğrencisi tarafından atılıyordu. PKK’nın ortaya çıkış sürecini iyi analiz
edebilmek için, Abdullah Öcalan’ın ne gibi siyasi faaliyetler içerisinde yer aldığı ve düşünce yapısının
hangi şartlarda şekillendiği sorularına yanıt verilmesi gerekmektedir.
Abdullah Öcalan’ın ilk siyasi fikirlerinin temelinde “sosyalist bir devlet düşüncesi”nin olduğu
belirgin olarak görülüyordu. Bu düşüncenin belirginleşmesinde “Sosyalizm Alfabesi” isimli kitaptan
etkilenen Öcalan dini gerileyen bir düşünce olarak görmekteydi. Üniversiteye gidiş amacını başarılı bir
öğrenci olmaktan çok “Türkiye’nin siyasi havasına biraz daha gerçekçi olarak katılmak olarak açıklayan
Öcalan, siyasi olayların ve eylemlerin içerisinde yer alabilmek için adeta bir araç olarak görüyordu. 2
Ağustos 1971’de Şanlıurfa Halfeti İlçesi Askerlik Şubesi tarafından son yoklamaya çağrılan Öcalan,
224 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2 Ağustos 1971 tarihinde ‘öğrenci’ olduğunu bildiren yazıyı şubeye göndererek askere alınmamıştı.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken, DDKO’ya katılan Öcalan, o yıllarda “Mahir’in cesur
bir biçimde Kemalizm’i eleştiren ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşmalardan çok etkilendiğini” dile
getiriyordu. Öcalan’ı en çok etkileyen düşüncesi ise ‘devrimci şiddeti ele almakta çekinmemesi gereken
örgüt’ üzerine olan fikirleriydi.
Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş’in gerilla yöntemlerini birleştirerek, etnik temele dayalı Kürtçü bir
örgütü kurma düşüncesinde olan Öcalan 1971’de Ankara Siyasal’a geçiyor ve Maliye Bakanlığı bursu
kazanıyordu. 1971 darbesi ile birlikte, öncü sol gruplar bir anda meydanlardan çekilmiş ve boşluğu,
etnik köken temelli tek yöntemi terör olan PKK gibi örgütler doğmuştu. Bilhassa PKK’nın kuruluşunu
gerçekleştiren kadronun tamamına yakınının üniversiteli (öğrenci, mezun, terk) olması, terördeki
üniversite unsurunun oynadığı birincil dereceden rolü göstermesi bakımından önemlidir.
1984 yılına gelindiğinde ise, PKK’nın silahlı unsurları tüm pratik eğitimleri alan, ülke içerisinde
yüksek düzeyde maddi olanaklara sahip olan bir terör örgütü konumunda olmuştur. Bu dönemde terör
örgütü için gerekli olan “eleman temini”, üniversitelerden tedarik edilmiş ve “inanmış birey” oluşturmak
için gereken dünya görüşüne sahip örgüt elemanları üniversitelerdeki Marksist-Leninist gruplar
arasından bulunmuştur. Öyle ki, kuruluşundan itibaren günümüze kadar geçen zaman zarfında “dağa
çıkan kürt kökenli öğrenciler” başlıklı haberler sıklıkla tekrarlanmıştır. Durum öyle bir hal almıştır ki, anne
ve babasının mezun olduktan sonra “devletine, ülkesine hizmet edecek evlat olarak tanımladıkları bir
öğrenci dahi, tüm hayatını geride bırakarak terör örgütünün dağ kadrosuna katılmayı kabul edecektir.
Son dönemlerde teknolojinin gelişmesiyle birlikte, terörist grupların ve başta PKK’nın üniversite
faaliyetlerinde sosyal medyayı da etkin olarak kullandığı görülmektedir. Facebook ve Twitter aracılığı
ile örgüt adına sayfalar açılmakta, üniversitedeki etkinlikler fotoğraflarıyla birlikte bir propaganda aracı
olarak kullanılmaktadır. Facebook ve Twitter’ın Türkiye’de uyguladıkları denetim mekanizmaları samimi
durmamakta, iktidar ise bu terörist yapılanmalardan çok kendisine muhalif olan diğer muhalif kesimlerle
uğraşmaktadır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
225
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu süreç içerisinde PKK’nın eylem planlarına bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin milli bayram
ve günlerinde olay çıkarma, polis ve özel güvenlik görevlilerine saldırılar, karşıt gruplara saldırılar,
grupça gerçekleştirilen saldırılar, kampüs işgalleri, kimlik sorma, terörün olağanlaştırılmasına yönelik
faaliyetler, bahar şenlikleri ve Nevruz’da propaganda, ses bombası, Molotof bombası, demir bilyeli
saldırılar, kesici aletlerin kullanılması, ateşli silahların kullanılması, şehir terörizmi, basın açıklamaları
öne çıkmaktadır. Bunların hemen hemen tamamı üniversiteler çevresinde gerçekleşmektedir. PKK bu
eylem planlarını gerçekleştirirken siyasi partileri paravan olarak kullanmakta ve siyasi partiler ile paravan
sivil toplum kuruluşları kullanılarak basın açıklamaları yapılmakta ve “mağdur-ötekileştirilmiş”lik algısı
işlenmeye çalışılmaktadır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PKK’nın başını çektiği bu terörist gruplanmaların günlük olarak güncellenen 30’dan fazla haber
sitesi ve haber ajansı tarafından desteklenmesi ile birlikte, 15-20 kişilik eylemler büyük eylemler olarak
gösterilebilmekte, “büyük direniş, büyük eylem” şeklinde manşetlerde verilebilmekte ve böylelikle, örgüt
elemanlarına “yalnız değilsiniz” ve “önemlisiniz” mesajı verilmekte, örgüte yakın kişilerin sempatisini
kazanmakta yardım edilebilmektedir.
Bunun yanında son dönemde oluşturulan yeni örgüt stratejisi üniversitelerde temelden
örgütlenme ve propaganda üretimi sağlama hareketidir. Bu yöntem son 30 yıldan çıkarılan bir ders
ve geçmiştekilerden çok daha sinsi ve tehlikeli bir uygulamadır. Her türlü saldırgan harekete karşılık
sağduyu ile belki aşırı bir sağduyu ile hareket eden Türk Ordusu, terör örgütünün amacına ulaşmasını
engellemiş; sadece silahlı saldırılar ve terör eylemleri ile sonuca ulaşamayacağını anlayan örgüt, yeni
propaganda yöntemleri olarak, sivil toplum kuruluşları ve siyasi çalışmalarına başlamış ve amaçların,
taleplerin dile getirilmesinde daha etkili olan üniversite yapılanmalarına ağırlık vermiştir. Siyasi iktidar
ise, gerek Türk Ordusu ile olan kavgasından ötürü, gerekse şahsi siyasi çıkarlarının baltalanmasını
engellemek isteyişinden ötürü, örgütün silahlı saldırıları arttırmamasına karşılık üniversitelerde ve
TBMM’de yapılanmasının önünü açmış, hatta teşvik etmiştir.
Bunun sonucu olarak yeni süreçte, siyasallaşan, kurumsallaşan, sivil toplum örgütlerini paravan
yapan, istediğinde ateşkes ilan edip, istediği zaman terör eylemlerini başlatan bir PKK gerçeği ortaya
çıkmıştır. Akademisyen sıfatına sığınan ve kendilerini aydın ilan eden bir takım kişiler, Türkiye’de faaliyet
gösteren terör odaklarıyla olan ilişkilerini gizleme gereği dahi duymadan terör örgütünün taleplerini
“demokrasi” adımı olarak dile getirmeye başlamışlardır.
Çok çeşitli üniversiteleri kapsayan bir yelpazede akademisyen kimliği ile terörün meşrulaştırmakta
olduğu argümanlara göz atacak olursak; “Sayın Öcalan demek suçsa biz de bu suçu işliyoruz; Ana dilde
eğitim, ifade ve fikir özgürlüğünün bir gereği; PKK’nın ateşkes süreci iyi değerlendirilmeli; Kürt sorunu
hepimizin sorunu, devlet ve katiller hesap vermeli; siyasi kanadın yaklaşımı göz ardı edilmemeli; F
tipi tutsaklarına özgürlük” gibi tamamıyla bölücü örgüt istekleri olan taleplerin bu faaliyetlerde toplantı,
eylem, açıklama ve bildirilerle dile getirildiği görülmektedir.
Anadilde eğitim şeklinde geliştirilen ve 2002 yılında başlayan olaylar ve yasadışı gösterilerin
de çıkış noktası üniversiteler olmuştur. 7-17 Ocak 2002 tarihleri arasındaki Milliyet Gazetesi’ndeki
haberlere göre İçişleri Bakanlığı’nın raporunda PKK’nın Ocak 2000’deki 7. Kongresinde aldığı
siyasallaşma kararlarının başında bulunan Kürtçe eğitim faaliyetlerinin terörü destekleyici boyutta
olduğu belirtiliyordu. Rapora göre Yüzüncü yıl Üniversitesi’nde 500, Hacettepe Üniversitesi’nde 400,
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nde 30 dilekçe verildiği tespit edilmişti.
Gelişen süreç içerisinde çatı bir kurum olan KCK’ya yönelik operasyonlar başlamış ve örgütün
üniversite yapılanmaları çökertilmeye çalışılmış ve 2009’da ilk KCK tutuklamaları gerçekleşmiştir.
Faaliyetleri büyük sekteye uğrayan terörist yapılanma bu sefer, nezih şehirlerdeki üniversitelerdeki
yapılanmalara eğilmiş ve bunun bir örneği Kütahya’da yaşanmıştır. 2005-2007 yılları arasında
226 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ulaştıkları sayısal gücü kullanmak isteyen terörist yapılanma önünde engel teşkil eden tek unsur
milliyetçi öğrencilerdi. Milliyetçi-Ülkücü öğrenciler terörist yapılanmaların saldırı ve propagandalarını
engellemeye çalışıyorlardı. 7-8 Kasım 2010 tarihlerinde okul içerisindeki PKK’lı grup, propaganda ve
yapılanma faaliyetlerini bir kenara bırakarak doğrudan milliyetçi öğrencilere saldırmaya başlıyordu.
Yaşanan olaylar sonucunda 8 Kasım’da bir öğrenci örgüt yandaşları tarafından linç edilmek isteniyor
ve olaydan ağır yaralı olarak kurtuluyordu. Olaylardan bir gün sonra 9 Kasım’da ise hiç bir önlemin
alınmadığı üniversitede terör örgütü yandaşları, faaliyetlerinin önünde engel gördükleri milliyetçi
öğrencilere saldırıyorlardı. Dumlupınar Üniversitesi Germiyan Kampüsü’nde çıkan kavga, okulun dışına
da taşmış ve Büro Yönetimi Bölümü 2. Sınıf öğrencisi Hasan Şimşek de “ülkücü” olduğu gerekçesiyle
bu saldırılara hedef oluyordu. Terör örgütü olan Mehmet Tuğrul, aynı sınıfta okuduğu Hasan’ı gözüne
kestiriyor ve 4 defa bıçaklıyordu. Kalbine aldığı darbe ile yere yığılan 19 yaşındaki üniversiteli genç
kaldırıldığı hastanede yaşam savaşını kaybediyordu. Olayın ardından emniyet okul içerisinde PKK’lı
gruba operasyon düzenliyor, katilin de arasında bulunduğu 10 kişi gözaltına alınıyor, katilin daha önce
çok defa eyleme katıldığı fakat her defasında serbest bırakıldığı görülüyordu.
2010’dan 2012’ye kadar geçen süreç içerisinde ise üniversitede örgütten gelen talimatlarla
başlatılan propaganda faaliyetleri geçmiş yıllara göre çok daha cesaretli ve çok daha meydan okuyucu
bir kimliğe bürünmüştür.
Bütün bu dönem içerisinde Kürt etnisitesine dayalı görüşlerin temelinde 1970’lerin başındaki
TİP’in yadsınamaz bir payı olduğu görülmektedir. TİP’in 1970’lerde yapmak istediği ancak toplumsal
bir dönüt alamadığı olayları aradan yıllar geçtikten sonra bunu PKK’nın yaptığı görülmektedir. Çözüm
süreci adı verilen süreçte, üniversiteler PKK’ya sonuna kadar açılmış ve PKK’nın silahla yapamadıkları
siyasi ve üniversiteler kolundan dile getirilmiş ve gündeme dâhil edilmiştir. Güvenlik güçleri ile okul
yönetimleri arasında kurulması gereken bağlar kurulmamış, öğrenci olmayan kişilerin kampüs alanlarına
okul binalarına girişi engellenememiştir. Yurtlarda gerekli önlemler alınmamış, Türk bayrağını indiren,
milli takım forması giydi diye bıçaklanan öğrenciler haberlere konu olmuştur. Öğrenci afları PKK’yı
sürekli diri tutmuş, disiplin yönetmelikleri yetersiz kalmıştır. Kantin, kafeterya ve yemekhane güvenliği
göz ardı edilmiştir. Ve bütün bunlardan dolayı üniversiteler, terörist yapılanmaların birincil yuvası ve
terörist Kürtçü yapılanmanın hız kaynağı haline gelmiştir.
KAYNAKÇA:
1 Terör Kıskacında Üniversiteler, Batuhan ÇOLAK
www.ulkuocaklari.org.tr
2 Terör Örgütlerinin Sonu, İlker BAŞBUĞ
3 Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? - Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor?, Ümit ÖZDAĞ
4 Kürtler PKK ve Abdullah Öcalan, Ahmet Cem ERSEVER
5 http://www4.cnnturk.com/2010/turkiye/11/09/universitede.kavga.1.ogrenci.oldu/596020.0/
6 http://www.internethaber.com/ogrenciler-dekanligi-isgal-etti-flas-603806h.htm
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
227
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kadın ve Toplum
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
228 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KÜLTÜRLERDE ve DİNLERDE KADIN
Asya GÜREL
Çağımız; insanlığın birçok sorunla karşı karşıya kaldığı, bir devirdir. İnançların sarsıldığı, kültürlerin
yavaş yavaş yok olduğu, sınırların ortadan kalkmaya başladığı, medeniyetlerin eskimeye yüz tuttuğu
ve zamanın hızla aktığı bir asırdayız. Bu hızlı değişimler insanlığı bunalımların eşiğine getirmiştir.
Bunalımları; ekonomik, toplumsal, ahlakî olarak görmek mümkündür.
Kültürel emperyalizm son yıllarda oldukça fazla dillendirilen bir mesele olarak karşımıza
çıkmaktadır. Özenti toplumları yaratmak, apolitik gençlik ortaya çıkarmak, geçmişi unutup suni bir
gelecek inşa etmek, kültürel emperyalizmin üstünde durduğu temel noktalardır. Bunun gerçekleşmesi
içinde kültürel kodlarla oynandığı hepimizin malumudur. Büyüklerimizin deyimiyle ‘ahir zaman alametleri’
bu kültürel emperyalizmin bir neticesidir.
Köksüz bir toplum yaratmak, öz kültüre yabancılaştırmak, geleneksel tavır ve davranışlardan
vazgeçirmek, inançları sarsmak günümüz Türkiye’sinde ve dünyasında oldukça önemli sorunların
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu sorunların başında ise kadın sorunu gelmektedir.
Her yıl 8 Mart günü “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmaktadır. Kadınlar maalesef yılın diğer
günlerinde ve hatta 8 Mart günü de her türlü ayrımcılığa maruz kalmış, sosyal hayatta türlü sıkıntılar ile
mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Biz bu yazımızda kadınların sosyal hayatta karşı karşıya kaldığı
sorunları değil, kadınların kültürlerde ve inançlardaki yerini sorgulayacağız. İşleyeceğimiz bu mesele
ise bize kadının konumu hakkında önemli ipuçları verecektir. Bu ipuçlarını bulmak için önce evlilik
meselesini ele alıp daha sonra ise kadını bir başlık altında inceleyeceğiz.
Evlilik, bir kadın ile bir erkeğin hayat boyu beraber yaşamalarını sağlamak gayesiyle yapılan
bir akittir/bir anlaşmadır. Toplumun en küçük birimi ve temeli olan aile de bu meşru “anlaşma” esasına
dayanmaktadır.1 Evlilik insanın yaratılışına uygun olup, nesli devam ettirmenin ve çoğalmanın gereğidir.
Evlilik tarihte, bütün kültürlerde ve inançlarda önemli olarak görülmüş ve bu sebepten ötürü de her
kültürde ve inançta kendine özel esaslar belirlenmiştir. Şimdi bu inançlarda evliliğin ne olduğunu
inceleyeceğiz.
1 Porf.Dr.Abdurrahman Küçük, Dinlerde Evlilik Anlayışına Genel Bir Bakış, Türk Yurdu Dergisi, Ankara-Aralık 1990, Cilt :10, s.57
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
229
www.ulkuocaklari.org.tr
Dinlerde-İnançlarda Evlilik
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Konfüçyüsçülük ve Taoizmde Evlilik ve Kadın
Çin’de evlenmeden, kendinden sonra bir evlat bırakmadan ölen kişiyi büyük bir azabın
beklediğine inanılmaktadır. Bu sebeple evlilik çok önemlidir. Evlilikte, kadına belirli şartlar ölçüsünde
drahoma(başlık) ödenmektedir. Kadın eğer erkek çocuk dünyaya getirirse itibar kazanır ve kadın
evlilikte söz sahibi olamaz. Tek evlilik genel kabul görür ve boşanma hakkı erkeğe aittir. Kayınpeder
ve kayınvalideye saygısızlık etmek, zina yapmak, gevezelik, hırsızlık, cüzzamlılık ve kısırlık bir kadının
boşanma sebeplerindendir.2
Hinduizmde Evlilik ve Kadın
Hinduizm’de kadının en önemli görevlerinden biri inancının gereği olan ayinlerde kocasına
yardımcı olmak ve neslin devamı için bir erkek çocuk doğurmaktır. Evladın olmaması Hinduizm’de
en büyük günahlardan biridir. Evlilik aynı kast sistemi içerisinden evlilik yapılmaktadır. Akraba evliliği
ise kesinlikle yasaktır. Kadının ailesine(baba ya da kardeşe) drahoma(başlık) verilmektedir. Boşanma,
ancak meşru sebepler doğrultusunda olmaktadır. Kadının kocasını ne sebeple olursa olsun terk etmesi
büyük günah kabul edilmekte ve kefareti gerektirmektedir. Birden fazla kadınla evlilik(poligami) normal
olarak kabul edilmektedir. Zina ciddi bir kabahat olarak görülüp boşanmanın sebebi olarak telakki
edilmektedir. Üst kastlarda yer alan kişiler çok kadınla evlilik yapabilmektedir. Dul kadın yakılmamış ise
oğluna itaatle yükümlüdür. Hintlilerde kadının yakılması adeti M.Ö. 4.yüzyılda başlamış ve 1829 yılında
kaldırılıncaya kadar devam etmiştir.
Şintoizmde Evlilik ve Kadın
Şintoizmde evliliğin temeli dine dayanmaz. Aile kutsal olarak kabul edilmiştir. Zina yasak
olup, boşanmanın sebebi olarak görülmüştür ve bu sebepten ötürü boşananların tekrar evlenmesi
engellenmiştir.
Budizmde Evlilik ve Kadın
Budizm’de evlilik dini değil medeni bir anlaşmaya dayanmaktadır. Anne ve babanın nesli devam
ettirme, çocuklarını koruma gibi görevleri vardır. Kocanın karısına karşı görevleri beş başlık altında
toplanmıştır. Bunlar; iyi ve saygılı davranma, küçümsememe, otoritesini tanıma, ve güzel şeyler takdim
etme. Kadının da kocasına karşı davranışları yine baş maddede ele alınmıştır; evi iyi idare etme, nezaket
gösterme, yanlış davranışlardan kaçınma, namusunu korumaya dikkat etme, ve üzerine düşeni aktif bir
şekilde yerine getirmedir. Budizm’de kadın; Nirvana’ya ulaştıran yolda engel olarak görülmüş, insanı
dünyaya bağlayan, günah işlemesine sebep olan kısaca kötülüğün kaynağı olarak telakki edilmiştir.
Yahudilikte Evlilik
Yahudilikte evlilik çok önemli bir yere sahiptir. Tevratta; “semereli olun, çoğalın ve yeryüzünü
doldurun”3 evlilik hususunu açıklar niteliktedir. Evlenmeyen kişiler neslin tükenmesine sebebiyet
2 P.J. Maclagan, “Family”, Encyclopaedia of Religion and Ethics(ERE), New York
3 Tanah, Tekvin, 1/28
230 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
verdiklerinden ötürü büyük günah işlemektedir. Evlenmeyen bir erkek için şereften yoksun tanımlaması
yapılmaktadır. Kısır bir kadın ise bedbaht durumdadır. Nikah hahamın onayıyla sahih hükmünü
kazanmakta ve iki şahidin huzurunda gerçekleşmektedir. Nikahta mohar(başlık) kadına verilmektedir.
Nikâhta, akit erkeğin beyanına dayanan tek taraflı bir anlaşmadır. Erkek, kadının üzerinde hâkimdir
çünkü Hz.Havva, Hz.Adem’i suça sevketmiştir.4 Evlenen kadın bakire olmadığında baba evine
gönderilmesi esası bulunmakta ve hatta taşlanarak öldürülebilmektedir.5 Başka bir dine mensup olan
kişiyle evlenmek yasaktır. Çok evlilik(poligami)’e izin verilmiştir.6 Yahudilikte boşanma hakkı kocaya
ait olmakla birlikte kızlar mirastan pay alamamaktadır. Zina, iffetsizlik ve cinsi sapıklık kesin olarak
yasaklanmıştır.7 Yahudilikte’de kadının yeri Hristiyanlıktaki gibidir. Tevrat’a göre kadın; erkeğin kaburga
kemiğinden yaratılan ve onun yalnızlığını gideren bir varlık olarak ifade edilmiştir.8 Hristiyanlık’ta olduğu
gibi Yahudi inancında da Hz.Adem’i suça teşvik etmesinden ötürü kadın günahkârdır. Tanrının emrine
itaatsiz davranması ve bu suçu işletmesinden dolayı kocasına itaat etmesi ve ağrı ile çocuk doğurması
takdir edilmiştir.9 Yahudi inancına göre kadının bazı özelllikleri aşağıda sıralanmıştır:
Kadın hilekar ve kurnazdır, kötülüğün kaynağı ve teşvikçisidir, kavgacı ve kaygısızdır,
putperestlerin geleneklerine meyillidir, batıl inançların yayılmasını sağlar, zeka seviyesi düşüktür ve
erkeklerden zayıftır. Talmut; kadınların mahkemelerde şahitlikleri kabul edilmemiş, kadınların erkeklerin
arkasından yürümesi kuralı getirmiş, kadının arkasından yürüyen erkeğin domuzun arkasından yürümesi
tasvir edilmiştir. Kadınların eğitim almalarına engel olunmuş, ibadette kadının rolü ikinci derece olarak
değerlendirilmiş, ibadetlerde kadınlar cemaatten sayılmamış ve ibadete katılmaları engellenmiştir.
Kadın; evlenme, boşanma ve miras gibi konularda hak sahibi olarak görülmemiş, kadının mal sahibi
olması engellenmiştir.10 Kadının başını açması aşağılanma ve boşanma sebebi olarak görülmüştür.
Yahudiler her sabah “Rabbim beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun” diyerek toplumda
kadının konumunun ne olduğunu ortaya koymuşlardır.11 Kadının sesi mahrem sayılmış ve sesinin
duyulması boşama için hak kabul edilmiştir. Kadın kocanın malvarlığı olarak görülmüştür.12
Hristiyanlıkta Evlilik ve Kadın
4
Tanah, Tekvin, III/16
5 Tanah, Tesniye, XXII/13-23
6 Tekvin, XVI/1-4 XXX/1-13; Tesniye, XXI/10-14; II.Samuel, XII/7
7 Levililer, XXII-XXIII
8 Tevrat, Tekvin, II/21-22
9 Tekvin, III/1-24
10 Asife Ünal, Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve İslam’da Evlilik, Ankara 1998, s.48-71
11 Hakkı Şah Yadsıman, Yahudi Kutsal Metinlerinde Kadın Karşıtı Söylemler”, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi,
İzmir 2002, XV/97-118
12 Tevrat, Çıkış, X/17
13 Yeni Ahit,Markos İncili, X/6-12
14 Pavlus’un Efesoslulara Mektubu, V/22-23
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
231
www.ulkuocaklari.org.tr
Hristiyanlıkta evlilik dini bir mana ihtiva etmektedir. Takdin olunmayan evliliklerin hiçbir hükmü
yoktur. Boşanma ve zina kesin olarak yasaklanmıştır.13 Kadın, Rabbi’ne olduğu gibi kocasına da tabi
olmak zorundadır.14 Bakirelik kutsal kabul edilmiştir. Hristiyanlıkta kadın; Hz.Adem’e yasak meyveyi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yediren ve aslî günaha sebebiyet veren bir varlık olarak zikredilmiştir. İlk günaha sebebiyet verdiğinden
dolayı kadın; Hristiyanlıkta hep aşağılık bir varlık olarak telakki edilmiştir. Bu da kadın ile erkeğin aynı
haklara sahip olmaması gerektiğini düşünen anlayışın temelini oluşturmaktadır. Bazı Hristiyan gruplara
göre kadın; şeytan olarak tanımlanmıştır. Pavlos ise; kadının erkek için yaratıldığını ifade etmiştir.
Papazlar, kadını asli suça sevk ettiği için evliliği kötülük olarak yorumlamıştır.
İslam’da Evlilik ve Kadın
İslam’da evlilik hem medeni hem dini bir vazife olarak tanımlanmıştır. Nikâh sünnet sayılmıştır.
Peygamber Efendimiz (asm): “Evleniniz, çoğalınız. Ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizin
çokluğunuzla övüneceğim.” Diyerek ümmeti evliliğe davet etmiştir. Evlilik iki şahit huzurunda ve eşlerin
karşılıklı rızaları sonucunda gerçekleştirilmiştir. Mehir, kadının hakkı olarak görülmüştür.15 Yakın akraba
evliliği yasaklanmıştır.16 İslam’da evlilik insanın yaratılış gayesine uygun hareket etmek, nesli devam
ettirmek, hayırlı evlatlar yetiştirmek, toplumun temelini sarsmamak ve kişileri fuhuşa sürüklememek gibi
meseleler sebebiyle gerekli görülmüştür. Anne-babaya itaatsizlik büyük günah kabul edilmiştir.17 Diğer
dinlerden farklı olarak İslam, erkeğin yetkisini sınırlamış, mehiri bir garanti olarak kadına tahsis etmiş,
ona şahsiyet kazandırmış ve miras ehli kılmıştır. Evlenme ve boşanmada kadına da hak tanımış, kadını
hakir görülmekten kurtarmıştır. Zoraki tek evliliği de, çok kadınla evliliği de tasvip etmemiştir.18
İ
slam kadına kutsal kitapta ayrı bir yer ayırarak(Nisa Suresi) kadına ne kadar değer verdiğini
ortaya koymuştur. Kur’an-ı Kerim birçok ayette “Ey İman Edenler” veya “Ey İnsanlar” diye hitap ederek
çağrı yaptığı kişiler arasında –kadın/erkek- herhangi bir ayrım yapmamıştır. İlim ise; “kadın erkek her
Müslümana farzdır” denilerek kadın ile erkeğin arasında hiçbir ayrımın olmadığı ortaya konulmuştur. Hz.
Muhammed(s.a.s) devrinde kadınların savaşa katıldıkları, ticaret yaptıkları, çarşıda-pazarda denetim
yaptıkları tarihsel gerçekliklerdir.
Batı Kültüründe Kadın
Dünya Kadınlar Günü, batı menşeli bir gün olarak ortaya çıkmıştır. Bu günün dünya çapında
ortaya çıkışının sebepleri nelerdir? Bunları ele alıp incelemek böyle bir günün neden ortaya çıktığı
hakkında da bizleri doğru yola sevk edip, nesnel verilere ulaşmamıza vesile olacaktır.
Eski Yunan kültüründe kadının sosyal hayatta hiçbir yetkisi bulunmamaktadır. Kadınlar mirastan
pay alamamaktadır. Tek eşlilik esas olarak görülmüş, boşanma hususunda kadın ile erkeğe hak
tanınmıştır. Dini tören ve merasimlerde kadın erkeklerden ayrı bir yerde bulunmuştur.
Roma kültüründe ise kadın hakları sınırlı tutulmuştur. Hakimiyet erkeğe ait olup bu hak erkek
için mutlaktır. Tek kadınla evlilik olmasına karşın boşanma hakkı erkeğe aittir. Kız çocuk dini geleneği
devam ettiremeyeceğinden ötürü makbul sayılmamaktadır.
15 Nisa, 4
16 Nisa, 22-23
17 Nisa,36; İsra,26
18 Abdurrahman Küçük, Türkiye Meselelerine Dair, Berikan Yayınevi, Ankara 2011, s.12
232 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türklerde Kadın
Farklı din ve inanışlarda evlilik ve kısmen de kadının bu inançlardaki ve dinlerde ki yerini ifade
etmeye çalıştık. Şimdi de başta Türkler olmak üzere diğer kültürlerde ve akabinde dinlerde kadını ele
almaya çalışacağız.
Türklerin İslamiyet’i kabul etmeden önceki sosyal yaşantıları ve bu yaşantıda kadının bulunduğu
konumu irdeleyerek konumuza başlayacağız.
Çin kaynaklarına göre; Türk Kağanı yanına Hatun’u da alarak devleti temsil etme görevini
yapmıştır. İslamiyet’ten önceki Türk toplumlarında tek eşlilik esası bulunmaktadır. Eski Türkçe’de ikinci
kadın için herhangi bir Türk kökünden gelen bir kelime bulunmadığı gibi Dede Korkut Destanlarında
da birden fazla evliliğe dair herhangi bir işaret bulunmamaktadır. Eski Türklerde asalet baba tarafında
da anne tarafında da aranan bir nitelik olarak göze çarpmaktadır. Evliliklerde anne ve babanın rızası
alınmış, erkek tarafı, kız tarafına ‘kalug’ adı verilen bazı şeyler vermeyi taahhüt etmiştir. evliliklerde
eşlerin eşit olması(küfüv) şartı aranmaktaydı. Kutadgu Bilig’e göre evlilikte bakirelik ahlakî bir fazilettir.
İslam öncesi Türk toplumlarında aile küçük aile biçiminde yerleşmiştir. Evlenenler evi terketmiş ve baba
ocağı en küçük çocuğa kalmıştır.19 Yine İslam öncesi Türk toplumlarında akraba evliliği yoktur.
Dede Korkut’ta kadınların atıcılık , savaşçılık ve atabinicilik gibi özelliklerinden bahsedilmektedir.
İbn Batuta’nın Seyahanâme’sine göre Anadolu’da ki Türkler misafiri eşleri ve çocuklarıyla beraber
karşılamaktadır. Tuğrul Bey’in eşi Altun Can, savaşta güç durumda kalan Tuğrul Bey için birlik toplayıp
yardımına koşmuştur. Melikşah’ın eşi Terken Hatun’un emrinde on bin kişilik ordu bulunmuştur.
Hindistan’da kurulan Delhi Müslüman Türk Devleti’nin başında Raziye Sultan, Kutluk Devleti’nin
Hükümdarı Türkan Hatun ve Cezayirliler Devleti’nin hükümdarı ise Döndü Hatun’dur.
Osmanlı Devleti’nin bilhassa son dönemlerinde de kadınlar sosyal hayatta etkin olmaya
başlamışlardır. Bu doğrultuda 1867 tarihinden itibaren kadın dernekleri kurulmaya başlamıştır. Bunlardan
Cemiyet-i İmdadiye; savaşta yaralananlara yardım için, 1912’de kadınları dernek hayatına alıştırmak
için Teal-i Nisvan, kadınların çalışmasını sağlamak için de Kadınları Çalıştırma Derneği kurulmuştur.
1919-1920’li yıllarda işgali protesto etmek amacıyla mitingler düzenlenmiş, bu mitingleri “Asri Kadınlar
Cemiyeti” organize etmiş ve Sabaht ve Naciye Hanımlar ise bu mitinglerde konuşma yapmışlardır. 17
Şubat 1926 tarihli medeni kanun ile birlikte ise; kadın ve erkeğe eşit haklar tanınmıştır.
Kadınların hemen hemen bütün kültürlerde, inançlarda ve dinlerdeki yerinin tespitini yapmaya
çalıştık. Bu tespiti yapmamızın temel sebebi ise günümüzde kadının toplumsal yaşamdaki yeri ve
konumunu belirlemek, geçmişte kadına verilen değerin tespitini yapıp günümüz toplumlarında kadına
verilen değeri ortaya koymak, kadınların geçmişteki konumlarını ortaya koyup, kadınların asrımızda
karşılaştığı sorunlara ışık tutmak, İslamiyet ve Türk kültürünün kadınlara ne kadar değer verdiğini ortaya
koyup günümüz Müslüman ve Türk toplumlarında kadının hangi konumda bulunması gerektiğinin altını
19 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2010
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
233
www.ulkuocaklari.org.tr
Sonuç
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
çizmektir. Günümüzde kadın maalesef şiddete, ayrımcılığa maruz kalan bir varlık olarak tahayyül
edilmektedir. Kadın bedeni reklam malzemesi olarak görülmüş ve bu da istismara yol açmıştır. Kadın
sosyal hayatta hak ettiği ölçüde kendine yer bulamamıştır. Erkek egemen toplum ya da ataerkillik
bilhassa yanlış anlama ve uygulamalara sebebiyet vermiştir. Türk toplumunda ise maalesef şiddet
ve cinsel istismar son yıllarda büyük bir artış göstermiştir. Kadınları Allah’ın emaneti olarak görmek,
cennetin annelerin ayakları altında olduğu hissini her daim canlı tutmak, Peygamber Efendimiz’in
sosyal hayatta da kadına yer verdiğini göz önünde bulundurmak, Türk Kağanı’nın hatun ile birlikte ülkeyi
yönettiğini idrak etmek ve bunları özümsemek, toplumumuzun kadına olan bakış açısını değiştirmeye
yetecektir. Son olarak cinayete kurban giden Özgecan Aslan kardeşimize Cenab-ı Allah’tan rahmet
diliyor, gencecik kızımıza bunu reva görenlerin en ağır şekilde cezalandırılmasını temenni ediyorum.
234 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TÜRK-İSLAM TARİHİ İLE ÖZDEŞLEŞMİŞ
ÜLKÜCÜ HAREKETTE KADININ YERİ
Tuğba SUSAM
“Bu hareketi sırtladık, hedefe doğru yürüyoruz. Düşüncelerimizden taviz vermeden, sapmadan
yürüyoruz. Eğilmeden, eskisinden daha hızlı olarak hedefe koşuyoruz. Bizler, gecici ikballere,
menfaaetlere yenilmedik. İnanmış kişiler yenilmez. Bu ruh ve şuurla gidiyoruz. İstikbale inanarak ve
güvenerek bakınız. Hedefin alınacağından süphe etmeyiniz.”
İslam öncesi dönemlerde, batı’da , kadın aşağılanmış, fitne kabul edilmiş, şer aracı sayılmış
hatta kadından uzak durma Tanrı’ya yaklaşmanın, ulaşmanın bir merdiveni, bir vesilesi kabul edilmiştir.
Aristo, Eflatun, Kant gibi filozoflar bile kadına değer vermemişlerdir.
İslam’ın indiği topluma gelince… Arap yarım adası’nda kadınlar toplumun en zayıf kesimi idi. Kız
çocuklar, Kur’an’ın ifadesiyle ‘rızk endişesinden dolayı’ diri diri toprağa gömülerek öldürülür, kız çocuğa
sahip olmak ise ayıp sayılırdı. Kadının mal-mülk sahibi olma gibi hiçbir hakkı yoktu. İslam öncesi Cahiliye
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
235
www.ulkuocaklari.org.tr
Müslüman-Türk Kızı teşkilatçı geleneğin mühim ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Toplumlarda
kadın-erkek eşitliğinin yasal olarak verilmesine rağmen bu eşitliğin gerçek hayata yansımadığını
görüyoruz. Eşitlikler, kültüre, cağrafyaya, toplumlara göre değişmekte, bu yönüyle de kamuoyunu
oluşturan her kesimi yakından ilgilendirmektedir. Kadın haklarının son zamanlarda sıkça gündeme
gelmesi ve üzerinde yapılan tartışmalar , gerçekte İslam’ın bu konuya bakış acısını ortaya koymasının
zeminini hazırlamıştır. Ancak bu konuya geçmeden önce İslam öncesi toplumlara kısaca bir göz atalım.
Eski Hint dininde, kadınların değeri yoktur. Kadınlar mundar, temiz olmayan varlıklar olarak sayılırlardı.
Veda’larda kadın, zehirden, yılandan, haşerattan daha tehlikeli bir varlıktır. Budizm’de kadınların
dindar olmaları, Budha dinine girmleri uzun süre kabul edilmemiştir. İsrail hukukuna baktığımızda ise
kadınların hiçbir değeri yoktur. Kadın hizmetçi konumundadır. Eski Yunan ve Roma’da da durum farklı
değildir. 11. Asra kadar, İngiltere’de kadın, şeytan olarak kabul edilmiştir. Hz. Meryem’e saygı duyan,
takdis eden Hrıstıyan dünyasında, “Adem’i” yoldan çıkaran ve yasak meyveyi yediren “Havva” olduğu
için kadın suçlu konumundadır. Lanetlene insanlığı kurtarmak üzere dünyaya gelen Hz. İsa, çarmıha
gerilir, hayatını feda eder ve insanlık günahtan kurtulur. Bütün bunların temelinde yatan Havva’dır. Yani
bir kadın.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Dönemi’nde sadece Arap Yarımadası’nda değil, bütün dünyada kadınlar insan haklarından mahrum idi.
Kur’an böyle bir ortamda insanlık ile buluştu.
İslam, ilahi dinlerin sonuncusu ve kendinden önceki dinlerin kuşatıcı nitelikte sonsuza kadar
insanlığa rehberlik etme özelliğini taşıyan bir din olarak, ana kaynağı Kur’an’da insanın en güzel şekilde
kadın ve erkek olarak bir tek candan, özden, cevherden yaratıldığını ifade eder. Yine Kur’an’da herhangi
bir cinsiyet ayrımı yapılmadığı, kadının ve erkeğin beşer ve halife olarak yaratıldığı belirtilmektedir.
Kadın ve erkek olarak ayrı ayrı yaratılmanın amacı, cinslerin birbirlerini tanımasına imkan vermek
olduğu ifade edilmektedir. Zira kadın ve erkek yaratılış özellikleri sebebiyle birbirini tamamlayan iki
unsurdur. Böylece bir taraftan yaratılışın amacı olan Allah’ı tanımak ve ona kulluk etmek diğer taraftan
da toplum hayatını ve insan neslinin devamını sağlamak gerçekleşmiş olacaktır. Bu durumda Kur’an’ın
yaratılış ve sorumluluk yönünden kadın ve erkeği eşit olarak ele aldığını görmekteyiz.
İslamiyette olduğu gibi Türk örf- adetlerinde ve Türk Mitolojisinde kadın önemli rol oynar. İslamiyet
öncesi Türk destanlarında yalnız tanrı değil, tanrıçalarda vardır. Tanrıçaların yaratma gücü vardır,
neseillerin devamı onlardan doğar. Destan kahramanlarının yol arkadaşı, yardımcısı ve eşi yine kadın
olup, bu kadınlar tantısal niteliklere sahiptir. Destanların büyük kahraanları bu kahramanlara kadınlık ve
kutsal Türk çocuklarına analık yapan kadınlar, çok kere tanrısal bir ışıktan doğarlar. Bu destanlar Türk
kadının sosyal ve dini yaşamdaki rolünün ve değerinin ne kadar üstün olduğunu ispat etmektedir.
Eski Türk toplumlarında aile en önemli sosyal birlik olduğundan, ailenin temelini teşkil eden kadın,
Türk destanlarında ve Türk felsefesinde yüce bir mertebeye sahiptir. Kadın, erkeğin biricik yoldaşı ve
çocuklarının anası olmak gibi önemli bir vazifeyle gönderilmiştir. Daha da önemlisi Türk Milleti’nin tek
bereket kaynağıdır. Kendisine verilen bir takım haklardan dolayıhanların, hakanların önünde sayğıyla
eğildikleri bir şeref abidesidir. Türk destanlarında kadın ilahi bir varlık konumundadır. Öyle ki erişilip
dokunulmasının, koklanmasının, beş duyu ile alğılanmasının imkanı yoktur. Yaratılış destan’ında,
Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması için fikir ve ilhamı veren, “Ak Ana” adında bir kadındır. Oğuz
Kağan’ın ilk karısı, karanlığı yararak, gökten inen mavi ışıktan, ikinci karısı ise kutsan bir ağaçtan
doğmuş insanüstü varlıktır. Göktürklerin Yaratılış Destanı’nda “Kurttan Türeyiş” olayı anlatılır. Bu kurt,
dişi kurttur. Göktürk Devleti’nin kurucularından Aşina ailesi, bu kurttan türeyen on boydan biridir.
Yakutlar’da “Ak Oğlan” ağacın içinden çıkan nurlu bir kadın tarafından emzirilmiştir.İlk Türk
yazıtlarından olan Bilge Kağan Kitabesin’de Kağan; Sizler anam, hatun, büyükannelerim, hala ve
teyzelerim, prenseslerim…” hitabıyla söze başlar. Eski Türk inancına göre, “Han ile Hatun” gök ile
yerin evletlarıdır. Kadın burada yedinci kat göktedir.Kadına, böylesine bir kutsallık veren törede kadının
dövülmesi, horlanmasının imkanı yoktur. Zaten Türk kültüründe ve destanlarında böyle bir durum göze
çarpmamaktadır. Türk destanlarında kadın erkeğin daima yanındadır. Onların güç ve ilham kaynağıdır.
Dede Korkut hikayelerinde olan “Deli Dumrul” da, Dumrul canının yerine can bulma çabasına girince
bunu kadınında bulmuş, kadınıda hiç çekinmeden canını verecegini söylemiştir. Yine Türk kültüründe
destan kahramanları iyi ata binen, iyi kılıç kullanan, iyi savaşan kadınlarla evlenmek istemektedir.
Nitekim Dede Korkut’taki Bamsı Beyrek Hikayesi’nde yer alan “Banu Çiçek” bunun en güzel misalidir.
Kırgızların Manas Destan’ında kadın, evin namusunun koruyucusudur. Kazaklarda kadına verilen değer
236 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
şu atasözüyle ne güzel anlatılmıştır: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik ise kadındır.” Tüm Türk
destanlarından sarsılmaz ir saygı, sevgi, ve sadakat vardır. Kadınların savaşta düşmanın eline geçmesi
büyük bir zillet sayılır. İranlı bir tarihçi olan Gerdizi de “Malumdur ki Türk kadınları çok iffetlidirler” derken
Türk kadının ahlaki temizliğini övmektedir. Bu övgü boşuna değildir. Nitekim kadın adları temiz, faziletli
manasına gelen “Hun, Sabir, Arig, Arık, Uygur Silink, Kazan Silu” gibi adların bulunması sebepsiz değildir.
Aynı şekilde İbni Batuta Seyahatnamesinde Kırım’daki hatıralarını anlatırken şöyle demektedir. “Burada
tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti
ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.” Eski Türk toplumlarında hür olan ve Asya Hunları’ndan beri
ata binip ok attığı, top oynama, güreş gibi ağır spor yaptığı, savaşlara katıldığı tesbit edilen, namus ve
iffetine düşkünlüğü yabancı kaynaklarda bilhassa belirtilen Türk kadını, itibar sahibi idi. Gerek göçebe
yaşam tarzı, gerekse Türk kültürünün kadına her alanda tanıdığı kolaylıklar, kadına giyimi konusunda
rahatlık sağlamış, yaşayış biçimiyle de kadın erkekle aynı çizgide bir yaşam sürmüştür.
Eski Türk ailesi ile ilgili ilk yazılı kaynak olan Orhun Abideleri’nde İlteriş Kağan ve Annesi İlbilge
Hatun’un birlikte tahta çıktıkları belirtilir. Bu abidelerden yola çıkarak Göktürklerde hatunun devlet
ilerini hakanla birlikte yürüttüğü sonucu çıkarılabilir. Savaşlarda, zaferin tam olarak kazanılması,
düşmanın tamamen yok olması ve silinmesi için hatunun ele geçirilmesi gerekliliği hatunun siyasi ve
sosyal yönünden verilen değeri gösterir. Çin kaynaklı belgelerden Asya Hunları’nda hatunun hakanın
yanında yer aldığı, devlet yönetiminde, diplomatik ilişkilerde, merasim ve törenlerde devleti temsil ettiği
anlaşılmaktadır. mete’nin hatunu Çinlilerle ilişkileri hakkında Mete’ye; “Çin alınamaz, alınırsa da idare
edilemez.” demiştir. Çin ile yapılan barış görüşmelerinde Mete’nin eşi de bulunmuştur, Mete komutan,
hatun ise diplomat rolünde olmuştur. Hükümdar törenle ünvanını alırken, zevcesinin veya hatun olmak
üzere saraya gelen gelinin törenle “katun” unvanını aldığı bilinmektedir. Türk Devletleri’nde hatunlar
söz sahibi idiler. Aralarında devlet siyasetine yön verenler, devlet başkanlığı yapanlar ve naip olarak
devleti idare edenler vardı. 585 ve 762 yıllarında Çin elçilerinin kabulünde Göktürk hatunları hazır
bulunmuşlardı. Atrı saray ve buyrukları bulunan hatunlar umumiyetle devlet meclislerine katılırlar,
bazen elçileri ayrıca kabul ederlerdi. Hatunların gelecekteki hakanların anneleri olmaları sebebi ile Türk
olmalarına dikkat edilirdi.
Balkan ve I. Dünya Savaşı yıllarında Türk kadınlarının düşmanla mücadele arzusu artarken
“Türk İstiklal Savaşı” bu arzuyu aktif hale dönüştürmüştür. Ülkenin İtilaf devletleri ve ve onların
desteklediği Yunanlılarla Ermeniler tarafından işgali, işgal altındaki terlerde halka yapılan soykırım ve
zulüm Türk halkını galeyana gtirmiş, başlatılan Milli Mücadele’de yer alan kadınlar çeşitli faliyetlerde
bulunmuşlardır. Bu faaliyetler daha çok “mitingler düzenlemek, toplantılar yapmak, yardım toplamak,
silahlı birlikler oluşturmak, cephane imalathanelerinde çalışmak, kağnı kollarında görev yapmak”
şeklinde görülmüştür. Milli Mücadele döneminin kadın hareketlerinin ortak amacı; vatanın işgalden
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
237
www.ulkuocaklari.org.tr
Her ne kadarTürk-İslam toplumundaki kadının yerini tanıtmak için sultan hanımları misal
verilmişse de her Türk kadını kendi imkanı ölçüsünde aynı kahramanlığı ve başaıyı göstermiştir.
Müslüman-Türk kadını, eskisi gibi yine savaşalara iştirak etmişlerdir. Atsız’ın Kahire civarında verdiği
meydan muharebesinde Türkmen kadını erkeklerle beraber harbe girmiştir. Bunun diğer bir örneği de
İstiklal Savaşı’na katılan kahraman Türk kadınıdır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kurtulmasına hizmet etmektir. Savaşa tüm benlikleriyle katılan kadınlar, ordunun geri hizmetlerinde
yardımcı faaaliyetlerde çalışmışlardır. Bazı kadınlar kurdukları çetelerle veya tek başlarına düşmana
karşı savaşmışlardır. “Kara Fatma, Tayyar Rahime, Ayşe Çavuş, Kılavuz Hatice, Makbule vb.” vatan
uğruna canlarını vermekten çekinmeyen Türk kadınlarının Milli Mücadele’ye ilgi, sağladıkları destek, milli
birlik ve beraberliğin sağlanmasında, kamuoyu oluşturulmasında etkili olmuştur. Türk İstklal Savaşı’na
katılan kadınlar için Atatürk: “Onlar kendi fedakarlıkları ile ilahileşmiş Anadolu kadınları, ellerinde
süt çocuklarıyla bu büyük mücadelede bizee yardım tmişlerdir.” diyerek cesaretlerini ve hizmetlerini
takdir etmektedir. Cumhuriyet döneminde de kadın hakları konusunda önemli gelişmeler olmuştur.
Cuhuriyetin ilk anayasası ilköğretimi erkek çocuklar için olduğu kadar kız çocuklar içinde mecburi
saymıştır. 87. Maddede “kadın erkek bütün Türklerin ilköğretimden geçmek mecburiyetinde oldukşarı”
belirtilmiştir. 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kız çocukları, erkek çocukları ile
birlikte öğrenim ve eğitime başlamıltır. Kadınlar için yapılan yasal düzenlemelerin kökeni, belki de 24
Haziran 1920 tarihli önerge ve buna bağlı olarak ortaya çıkan 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye’de
yer alan “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletin malı olması” ilkesine dayanmaktadır. İlk kez, “millet”
kelimesi içinde kadın ve erkek ayrımı yapılmaksızın “egemenlik” hakkkkına kadında sahip olacaktır.
Ülkücü camiada ise kadının yeri Ocaklarımızın kurucusu olan Yesevi Ocaklarına kadar
dayanmaktadır. Yesevi alperenlerinden Ahi Evran vefat edince hanımı Hatice diğer alperen Hacı
Bektaş’ın yanına sığınmış ve orada bayan teşkilatını kurmuştur. O taihten bu güne Ülkücü hareketin
şan ve şeref dolu mazisinde siyah-beyaz ama mükemmel mazisinde bir çok kadın ülküdaşımızla omuz
omuza mücadele verilmiştir. Ve kan ile yazılan bu destana şeref katmışlar hatta şehit olmuşlardır. Ülkü
Ocakları, kaynağını Türk tarihinden; felsefesini, İslam akidesinden, yüksek Türk kültüründen alan,
misyonunu Allah rızası izinde Türk Milleti’nin ve Devleti’nin beka ve davası olarak belirlemiş, bu yolda
çok çile çekmiş, hala mücadele ve hizmetine aynı sorumluluk, anlayış ve şuurla devam eden vatansever
kurumudur bu kurumda İslamiyette, Türk tarihinde ve daha sonraki tarihi süraçte olduğu gibi bayanlar
bütün teşkilat yapısında aktif olarak görev almış ve yüreğin erkeği kadını olmaz sözünü bir söz olarak
değil bir hakikat olarak kabul etmiş ve inandığı davasına neferliği görev bilmiştir. Ülkü Ocakları da bu
süreç içinde dava da cinsiyet ayrımı yapmaksızın vatansever, çalışkan sorumluluk sahibi, geleceği
şekillendirecek, çağa Türk damgasını vuracak gençler yetiştirme hizetine devam etmektedir. Ülkücü
Hareket içinde bayanlarımız Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti ilkesi doğrultusunda hem
kendilerini hemde genç asenalarımızı yetiştirip davalarını tebliği görev bilmişlerdir.
29 Şubat 1968 tarihinden bu yana farklı isimler altından toplanan Ülkücü gençlik bayanlarıda
yapılarında barındırmıştır ve yönetim kadrolarında hizmetlerini beraber sürdürmüştür. 1966 senesinden
bu yanabayanlar Ülkü Ocakları bünyesinde çalişmalarını bayanlar biriminde sürdürmektedir. Ülkü
Ocakları Genel Merkezi Bayanlar Masası Ayzıt ve Genç Asena isimli dergileri ile de hizmetlerini devam
ettirmiş ve yayımladığı kitapları ile de başarısını taçlandırıştır.
Müslüman Türk Kızları yüreklerinde vatan aşkı ile Başbuğumuzun gösterdiği yolda ilimle
donanmışlardır. Ülkücü Hareketin Asenaları ilimle donanmakla yetinmemiş, onu başkalarına
kazandıracak derecede iyi vakıf olmuşlardır. Her Müslüman Türk kızı tarihini , milli meselelerini, Türkİslam Ülküsü’nü iyi bilmelidir. Tamda bu noktada unutulmamalıdır ki; Müslüman Türk Kızı teşkilatçı
238 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
geleneğin mühim ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Bulunduğu şartları iyi tesbit ve tahlil edip, buna göre,
en dayanılmaz şartlarda dahi ideolojisini doğru yollar ile anlatmayı bilmiştir.
Asena, hayatın her gün, her saat, her saniyesinde Türklük ve Müslümanlığı yaşamak ve
yaşatmak gayesindedir. Bütün bir ömrünü Allah rızası için, Türk Milleti için vakfedendir. Ülküsünün en
güzel propagandasını ‘yaşantısı’ ile yapandır.Ülkü Ocaklı Türk Kızı, gelecekte ülkemizin diplomasisinde,
bürokrasisinde, siyasetinde, eğitim, sağlık, adalet hizmetlerinde, dini-sosyal hizmet kadrolarında ve
sivil toplumda etkin rolde bulunacaktır.
Bugün Ülkü Ocakları’nda yetişmiş, dinini töresini daha iyi yaşamayı öğrenmişalim ve teşkilatçı
Türk Kızları gelecek nesilleri Ocak adabıyla yetiştireceklerdir. Buradan hareketle, geleceğin Miiliyetçi
kadrolarını ve Milliyetçi Türkiyesi’ni inşa edeceklerin Ülkü Ocaklı bayanlar olduğunu söyleyebiliriz.
Gelecek Asenalarla şekillenecektir.
Türk Kızı, zahirde tamamladığı gelişimi “öz”de de tamamlayabilmelidir. İslam dini ve Türk Töresi
bu donanımlanma sürecinin özünü teşkil etmektedir. Bu donanımlanmayı faydalı ve verimli hale getirecek
olan Türk-İslam kültürüdür. Türk Kızı dinini idrak ettiğinde ilmin kendisine farz kılındığını ve farz kılınan
ilimden başkalarınında faydalanmasının gerektiğini; sırtını Allah’a dayayanın hiçbir zaman sırtının yere
gelmeyeceğini öğrenecektir. Ahlak ve edebe riayet ettikçe bir çok hayrın en iyi şekilde gerçekleştiğini
görecektir. Türk töresini öğrenerek Hakan ile Hatun’un birlikte devlet yönettiğini; Tomris Hatun’u, Devlet
Şah’ı öğrenerek devlet yönetecek kabiliyetinin olduğunu, devletin ve milletin hem kadın hem erkekten
cinsiyet ayrımı olmaksızın teşekkül ettiğini görecektir.
Davanın cinsiyeti olmaz deyip vatan ve milletin en zor anında davaya gönül veren ŞEHİT
ASENALARIMIZIN Ruhları Şad, Mekanları Cennet olsun…
KAYNAKÇA:
www.ulkuocaklari.org.tr
1. Sucu Ayşe “Din ve Kadın”
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
239
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SESSİZ ÇIĞLIK
Kadına şiddet günümüzde toplumumuzun kanayan yaralarından en önemlilerinden bir tanesidir
ve gün geçtikçe can yakarak artmaya devam etmektedir. Kadına şiddet konusunun artık gündem
olarak dikkate alınmadığı, ‘Kadına Şiddet’ söylemi bilinçaltına işlenip, insanlarca normalleştirme yoluna
gidildiği görülmektedir. O yüzden artık bu konuyu farklı yaklaşım ve projelerle ele almak gerekmektedir.
Şiddet dediğimizde genel olarak insanın aklına dayak, darbe, tokat gibi şiddetin fiziksel türleri
gelmektedir. Oysa şiddet sadece bunlarla sınırlı kalmayıp psikolojik şiddet, ekonomik şiddet vb pek
çok alanda görülmektedir. Bu şiddet türlerinin her biri ile ayrı olarak uzmanlarca bir yol izlenmesi
gerekmektedir.
Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü’nün 2009 yılında gerçekleştirdiği araştırmada Türkiye’deki her
100 kadından 42’si eşinden veya birlikte olduğu kişiden fiziksel şiddet görüyor. Tüm bu oranları bir
kenara bırakalım 1 kadın bile olsa şiddete maruz kalan bu mevzu yine bu kadar önemli olarak kalacaktır.
Pek çok kadın fiziksel olarak, birileriyle görüşmesi kısıtlanarak, gelirleri kısıtlanarak, tehdit edilerek,
hakaret edilerek şiddete maruz bırakılıyor. Tek eş olarak değil baba, abi, anne, evlat veya yabancı
herhangi biri tarafından şiddete maruz bırakılıyor. Örnek verilecek olursa pek çok kız; genç yaşta
istemeyerek veya istemediği biriyle evlendirilmek zorunda bırakılıyor. Her 4 kızdan 1’i cinsel şiddete
maruz kalıyor. Ve bu cinsel şiddeti uygulayanların %75’i akraba ya da yakın çevresi. Pek çok kız çocuğu
yakınlarının tacizine uğruyor ve bunu utancından veya korkusundan anlatamıyor. Çocuklarımıza daha
güzel bir şekilde bilgilendirme yapmalı, böyle bir şey yaşadığında çekinmeden anlatması gerektiğini
öğretmeliyiz. Biz her ne kadar önüne geçmek istesek de maalesef böyle devam eden olaylar olabileceği
için çocuklarımızı yalnız bırakmamaya dikkat etmeli ve onları en güzel şekilde eğitmeliyiz. Bir insanın
yetişmesinde annesinin büyük bir önemi olduğunu düşündüğümüzde kadına şiddeti önlemenin ilk yolu
bir çocuğu yetiştirmekten geçer. Özellikle erkek çocuklarının eğitimi bu noktada çok önemlidir.
Pek çok kadın yaşadığı olaylardan psikolojik olarak bunalıma girip depresyon, intihar eğilimi,
toplumdan ve hayattan uzaklaşma gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Pek çoğu korkusundan
240 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Verilere, yaşanılanlara baktığımızda Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan kadına
şiddet yapılan çalışmalar ışığında azalmamakta aksine gün geçtikçe artmaktadır. Oysa ki hem Türk
tarihine hem İslam tarihine baktığımızda kadının ayrı bir yer ve öneme sahip olduğunu görmekteyiz.
Peygamberimizin de veda hutbesinde “Kadınlar size Allah’ın emanetidir.” diyerek kadınların yerini ve
önemini yansıtmıştır. Öyle ki herhangi birinden aldığımız bir emanete bile başına bir şey gelmesin diye
koruyup kolluyorsak; bizi yaratan, bize nimetler verip, bizi koruyup kollayan Yüce Rabbimizin emanetine
de hakkıyla sahip çıkılmalıdır. Öyleyse erkeklere “Cennet annelerin ayakları altındadır.” anlayışıyla
dinimizin ve Türk töresinde kadının yerini ve önemini anlayıp; en sevilenin emanetine en güzel şekilde
koruyup kollamak düşer. Rabbimizin emanetine sahip çıkalım, kadınların sessiz çığlığını duymazdan
gelmeyelim. Bir daha böyle olayların yaşanmaması dileğiyle..
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
241
www.ulkuocaklari.org.tr
yaşadıklarını anlatamıyor ve yaşadıkları kendi içinde bir sessiz çığlık olarak kalıyor. Bazıları gördüğü
şiddet dolayısıyla sakat kalıyor hem bedenen hem de ruhen yaşadığı şiddetin izlerini ömrü boyunca
taşıyor. Bazıları anlatamadığı çoğu olaydan kadın cinayetlerine maruz kalıyor. Kadın cinayetleri
artık öyle bir hal aldı ki kadınlarımız yolda yürümekten, yalnız bir yerde kalmaktan bile korkar
oldu. En son yaşanan ve bizi derinden üzen Özgecan Aslan cinayeti pek çok kadının korkulu
rüyası oldu. Bilindiği üzere dolmuşla yolculuk yaparken vahşice bir şekilde saldırıya uğrayarak
öldürülmüştü. Bu cinayetten sonra pek çok kadınımız artık tek başına dolmuşa bile binmeye korkar
hale gelmiştir. Buradan Özgecan Aslan ve daha pek çok hayatını kaybetmiş kadınlarımızı anıyor,
mekânlarının cennet olmasını diliyor ve böyle olayların bir daha yaşanmamasını temenni ediyoruz.
Pek çok kadın boşandığı yahut beraber olduğu eşinden gördüğü şiddet dolayısıyla güvenlik talep
ediyor ve pek çoğu tedbirsizlik nedeniyle cinayete uğruyor. Sessiz çığlığı duyulamadan hayatına son
veriliyor. Kadınlarımızın sessiz çığlığını duyulması ve böyle olayların yaşanmasının önüne geçilmesi
gerekmektedir. Bu noktada en önemli eksik yasalardadır. Kadına şiddet ve tecavüz gibi olaylarda yasaların
caydırıcı ve ağır bir cezayı gerektirecek şekilde olmaması; olan bu olayların kolaylıkla işlenmesine zemin
hazırlamaktadır. Bu yüzden yasaların düzenlenmesi gerekmektedir. Peki var olan yasalarla şiddete maruz
kalan bir kadın ne yapabilir? 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin önlenmesine dair
bir yasa da “Doğrudan size en yakın ve en kolay ulaşabileceğiniz Aile Mahkemesine başvurarak, 6284
Sayılı Şiddet Yasası gereğince (şiddet uygulayan kişinin evden uzaklaşması dahi) şiddeti engelleyecek
tedbirlerin alınmasını talep edebilirsiniz.” Şiddet yasası çerçevesinde yapılacak başvurularda harç ve
masraf da alınmıyor. 6284 Sayılı Şiddet Yasası’na göre tedbir kararı almak için artık yerleşim yeri Aile
Mahkemesine başvurmak zorunda değilsiniz. Size en yakın, en kolay ulaşabileceğiniz hatta farklı bir
şehirde bile başka bir Aile Mahkemesine başvurabilirsiniz. Bunlar dışında başvurabileceğimiz yerler;
Polis Merkezleri, Jandarma Karakolları, Cumhuriyet Savcılığı, Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezi, Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığı İl Müdürlükleri, Alo 183, Kadın Örgütleri vb. Bütün bu hukuki yardımlara
başvurabilmek için bunlar hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Bu yüzden kadınlarımıza kendi hakları
ve bu konular hakkında çeşitli seminer ve çalışmalarla bilgilendirmeler yapılması gerekmektedir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kültürel Yozlaşma
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
242 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kültürel Yozlaşmanın Sonucu:
“Kültürel Kimlik Kaybı”
Kuşaklar devraldıkları değerleri pozitif anlamda genişletebilir veya başka bir kültürün etkisinde
kalarak kültürünü yozlaştırabilir. Kültürün yozlaştırılmasının getirdiği noksanlıklar sadece kültürel
değerleri değil, bu değerlere sahip olan toplumu bile ortadan kaldırabilir. Çünkü bir toplumu ayakta tutan,
o toplumu diğerlerinden ayrı kılan kendine has kuralları ve görgüleridir. Buradan yola çıkarak kültürün
toplum açısından ne denli önemli olduğunu görebiliriz. Çalışmamızda kültürün yozlaştırılmasına dikkat
çektik, kültürün kaybedilmesi konusuyla yakından alakası olan popüler kültür konusuna değindik ve
sadece kültürün yozlaşması ile ilgili olan alt başlıkları inceledik.
Kültür
Kültür, tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler
ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine
egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür.
Kültür bir cemiyetin sahip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden oluşur ve toplumun içinde
mevcut her türlü bilgiyi, alakaları, kıymet ölçülerini ve zihniyet ile her türlü davranış şekillerini içine alır.
Bütün bunlarla beraber o toplum üyelerinin genelinde ortak olan ve onu diğer toplumlardan ayırt eden
özel hayat tarzını oluşturur.
Kültür, toplumların devamı açısından son derece önemli bir olgudur. Kültür sürekli genişleyen
ve her kuşağın, bir önceki kuşaktan devralarak bazı unsurlar ekleyerek veya kaybederek bir sonraki
kuşağa aktardığı örf, adet, ahlak, din vb. kuralların bütünüdür. Bir yerde toplum varsa orada bir kültürden
söz edilir. Çünkü kültür, bireylerin başka bireylere karşı veya onlarla birlikte sergilediği hal, hareket ve
oluşumuyla gerçekleşir.
Popüler kültür, yöneten sınıfların kültürel değerleri ve gelenekleri, egemen ideolojileri doğrultusunda
yeni formüller biçiminde yansıtarak yarattıkları bağımlı bireylere sundukları kültürdür. Popüler kültür,
gündelik yaşamın kültürüdür. Geniş bir anlamda bakıldığında, belirli bir yaşam tarzının ideolojik olarak
yeniden üretilmesinin ön koşullarını sağlar. Popüler kültür, kaynağını toplumun geçmişinden alır. Yani
toplumda zaten var olan kültürel değerlerin, güncel bir biçime sokularak egemen olan sınıf veya kültürün
istediği tarzda en alt tabakadan en üst tabakaya kadar değişik oranlarla aşılanmasıdır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
243
www.ulkuocaklari.org.tr
1. Popüler Kültür
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Popüler, ‘’halka ait olan‘’ anlamını taşıyorken, zaman içinde bu anlamını kaybederek ‘’pek çok
kimse tarafından kabul gören, tutulan‘’ anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır.
Popüler kültürün öncelikle, kullanım alanı belirlenir. Sonra da tüketilmesi için topluma sunulur. Yani
popüler kültür kendi kendini ihtiyaç haline getirmektedir. Her ne kadar topluma dayatılmış olsa da sanki
alternatifler sunuyormuş gibi gösterilir. Toplumdaki bireyler bu kültürün etkisinde kalarak geçici mutluluk
elde etmek amacıyla pazarda sunulan metaya rağbet gösterirler. Pazardan ve metadan kastettiğimiz
sadece somut cisimler değildir. İnsana mutluluk ve huzur veriyormuş gibi gösterilen mekânlar, yapılar
ve tarihi değeri olan her şey de, popüler kültür aracılığıyla topluma empoze edilebilir. Örneğin ; ‘’Dünya
çapında isim yapmış marka tekstil ürünleri, Pek çok kişinin ziyaret edip sosyal ağlarda fotoğraflarını
paylaştığı eğlence mekanları veya yapılış amacı farklı olsa da insanların huzur ve mutluluk olarak
algıladıkları Eyfel Kulesi vb.‘’
Popüler kültürün bir diğer etkisi de, hayat tarzımızı bir hegemonya altına almasıdır. Giyim,
yiyecek, teknoloji, arkadaşlıklar, duygular… Hemen hemen hepsi popüler kültürün etkisinde birer
sermaye olmuşlardır. Bireylerin hayat tarzı örf ve adetleriyle şekillenirken, popüler kültür sebebiyle
örf ve adetlerden kopuş gerçekleşmiştir. Hayat tarzı, bireyin yaşam amacı ve dünyaya bakış açısı ile
doğrudan ilişkilidir. Fakat hayat tarzını popülariteye uyarlayan bireyin hayata bakış açısı da bu oranda
değişim gösterecektir.
2. Kültür Emperyalizmi
Kültür emperyalizminin en genel tanımını ‘’bir toplumun bir başka toplum tarafından medya,
ekonomi, siyaset veya teknoloji yoluyla baskı altına alınması ve kültürlenen toplumun manevi olarak
sömürülmesi‘’ olarak ele alabiliriz.
Emperyalizm, bir toplumun, bir başka toplumun ürettiği artı ürünü ya da artı değeri, doğrudan ya
da dolaylı olarak kendi ekonomisine aktarması” olarak tanımlanabilir. Kültür Emperyalizmi, emperyalist
bir ülkenin kendi kültürünü, sömürdüğü veya sömürmek istediği ülkeye aşılamak istemesi olayıdır.
Sosyal antropoloji açısından “kültürlenme” denilen bu olay, kültürün her alanı için geçerlidir. Kültür
emperyalizmin bilinen emperyalizm olgusundan farkını tek cümleyle açıklayacak olursak ; herkesin
üstünkörü de olsa bildiği emperyalizm olgusu, toplumun sömürdüğü toplumda bulunan maddi değerleri
kolay ve ucuz bir yolla kendi himayesine geçirmesidir. Kültür emperyalizmi ise toplumun, sömürdüğü
topluma kendi kültürünü aşılaması ve ona öz kültürünü unutturmasıdır. Sömüren ülke kendi inanç
ve değerlerinin yanı sıra maddi kültürünü de sömürdüğü ülkeye ihraç eder. Dolayısı ile birinde zorla
alınırken diğerinde zorla verilir.
Bu konuda enteresan olan nokta şudur; emperyalist ülkenin kültürünün başarı ile sömürülen
ülkeye aktarılması durumunda, sömürülen ülkenin emperyalizme karşı çıkmasının çok büyük bir
ihtimal olduğudur. Bir başka deyişle, emperyalist ülke kendi değerlerini ve kurallarını sömürülen ülkeye
başarılı bir şekilde aşılarsa, sömürülen ülke de emperyalist olmak isteyecektir. Ya da en azından
sömürülmeye karşı tepkiler oluşacaktır. Buradan yola çıkarak şunu da söyleyebiliriz ki emperyalizm
de bir kültürdür. İnsanın sürekli kazanma ve çoğaltma hırsının ortaya çıktığı bu kültür dünya üzerinde
yüksek bir popülariteye ve uygulama alanına sahiptir. Rahatça, dünyanın günümüzdeki popüler kültürü
‘’Emperyalizm’’dir diyebiliriz.
244 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kendi yolunu bulamayan toplumların ise kültür alış verişi sırasında kendi değerlerini yitirmeleri,
benliklerinden uzaklaşmaları, başkalarının ters etkileri ile yozlaşma sürecine sürüklenmeleri ise
kaçınılmazdır.
Kültür emperyalizminin oluşturduğu olumsuz sonuçları iki başlık altında inceleyecek olursak,
bunları; Küresel Kültür ve Yurtsuzlaşma olarak sıralayabiliriz.
2.1. Küresel Kimlik (Öz Kimliğin Kaybı)
Toplumu diğer toplumlardan ayıran elbette kültürüdür. Kültür, toplumların rengidir. Nasıl siyah
içinde beyaz çabucak fark edilirse, kültürü farklı olan toplum da diğer toplumların içinde bu yolla kolay
fark edilebilir. Kültür, toplumun ve bireyin kimliğidir.
İster felsefi, ister kültürel temelli olsun insanın kendisini tanımlaması onun en önemli sorunlarından biridir.
“Ben kimim?” ve “neyim?” sorusu kimlik arayışının özünü oluşturur. Benlik ve kişilik, insanın içinde yaşadığı
toplumdan bağımsız olarak şekillenemez. Ancak evrensel değerlerden de tamamen kopuk ta değildir. Özellikle
demokrasiyi benimseyen toplumlarda evrensellik zorunlu bir bütünlülüğe ve içeriğe sahiptir. Tarih, zaman, toplum,
çevre, gelenek, kurallar ve paylaşılan mekânlar kimlik aynasının gelişmiş parçalarıdır. Kimliği belirleyen önemli
unsurlar arasında etnik, dinsel farklılıklar, ekonomik-sınıfsal ayrımlar, aile geleneği, dil, cinsiyet vb. gösterebiliriz.
“Ben” ve “ötekinin’’ algılanması kimliği bir “aidiyet” sorunu olarak ortaya çıkarır. Bu ise; bütün kimliklerin ilişkisel
olduklarını ve farklılığın olumlanması demektir. “Ötekini” göz ardı ederek kimliğimizi oluşturmamız mümkün değildir.
Zevklerimizi, arzularımızı, bakış açılarımızı, fikirlerimizi ve inançlarımızı kendi başımıza yoktan yaratamayız.
Bunları belirli bir kültür ortamında gerçekleştiririz. Bu kültürel kimliğin tanımlanması ve ifade edilmesinin önkoşuludur. Kültürel kimlik var olmadan hiçbir kişi var olamaz.
Fakat son yüzyılın en önemli olguları arasında başı çeken ‘’Küreselleşme’’ olgusu, kitle iletişim
araçlarıyla tüm kültürleri dümdüz etmeye ve tek tip bir kültür oluşturmaya başlamıştır. Bunu, birçok
büyüklü-küçüklü binanın bulunduğu muazzam bir şehrin komple yıkılarak dümdüz bir hale getirilmesine
benzetebiliriz. Birçok kültürü barındıran bu şehri dümdüz etmeye başlayan araç küreselleşme
olmuştur. Dünyanın neresinde olursak olalım bize en uzak olan yerden bile anında, rahatça haber
alabildiğimiz yüzyılda, aslında bir ‘’Kültürler Sentezi ‘’ oluşturuyoruz. Dünya üzerindeki bütün kültürler
birbirleriyle ilişki ve temas halinde oldukları için hepsi birbirine benzemeye başlıyor. Tek tipleşmeye
başlayan yaşam tarzları beraberinde tek tip tüketimi getirmekte. Farklılıklar azaltılıyor ve ortak noktalar
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
245
www.ulkuocaklari.org.tr
Küreselleşmenin kültürel boyutunda kimlik sorunu öne çıkan bir değerdir. Çünkü; bugün
“dünyanın her köşesinde insanlar etnik, dini ve ulusal kimliklerinin bilincine, giderek daha fazla
varıyorlar, kimliklerinde daha ısrarcı oluyorlar ve kültürel kimlikleri adına çeşitli taleplerde bulunuyorlar.
Kültür ve dillerinin korunmasını, çocuklarını kendi anadillerinde eğitime hakkını, kendi özel gün ve
sembollerinin ulusal gün ve semboller olarak tanınmasını, içerisinde yaşadıkları toplumlara kültürel
ve tarihi katkılarının tanınmasını, grupların siyasal temsilini, siyasal özerklik ve hatta bazı durumlarda
bağımsızlıklarını talep ediyorlar. Bu talepler uzun süre ihmal edilmiş olan kültürlere ilişkin konuları
siyasetin kalbine yerleştirerek, siyasal yaşamı onlarca yıldır yönetmiş olan anlayışların, ilkelerin ve
varsayımların sorgulanmasına neden oluyor.” Bu ise, küreselleşmenin kültürel görüntülerinden biri olan
çok kültürlü bir dünya anlayışının sonucudur. O halde kültür ve kültürel kimliğin daha iyi ve tam olarak
anlaşılmasının gereği açıktır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
çoğaltılıyor. Dolayısı ile bir ‘’Kültürel Homojenlik ‘’ söz konusu oluyor. Sonuca odaklandığımızda aslında
küreselleşme, aslında kitle iletişim araçlarıyla kültürleri keşfetmeyi vaat ederek insanın farklı renkleri
tanımasına değil, dünyaca ünlü giyim ve gıda markalarının hegemonyalarını genişletmelerine yardımcı
oluyor. Bu sebeple birey kendi kimliğine referans olarak gösterdiği kültürünü kaybedince hummalı bir
kimlik arayışının ve içsel bir çatışmanın içine düşüyor.
2.2. Yurtsuzlaşma
Büyük bir çoğunluğumuz yerel hayatlar yaşıyoruz, ancak küreselleşme bu ‘’ yerellik deneyimimizi
hızla değiştiriyor. Yurtsuzlaşma fikri de bu değişimi kavrayabilmenin yollarından biridir. Bunu, kültürün
coğrafi ve toplumsal yurtlarla olan doğal ilişkisinin kaybı olarak tanımlayabiliriz.
Hâlâ yüksek oranda kültürel açıdan kendi ayırt edici özelliklerine sahip yerlerde yaşamaya
devam ediyoruz. Londra’nın Budapeşte veya Pekin’den oldukça farklı, kendi kültürel “duygusuna”
sahip olduğu ortada. En kritik nokta kendine has olmanın artık kültürel deneyimlerimizin en önemli
belirleyicisi olmaması. Küreselleşmenin etkisi yerelliğin kendi dokusunu değiştiriyor. Küreselleşmenin
yurtsuzlaştırıcı yanı çok sıradan gündelik işlerde hissediliyor ; Yerel süper markette arabamızı küresel
yiyecek standına doğru ittiğimizde, yerel Türk, Meksika, Tayland, Hint veya Japon restoranlarına
gittiğimizde, Avustralya’daki İngiltere-Samoa ragbi maçıyla ilgili haberleri izlediğimizde, aramızdaki
mesafeyi sadece saat farkına bakarak ölçüp farklı kıtalardaki arkadaşlarımızı ara sıra telefonla
aradığımızda, veya yerel kütüphaneye gitmek yerine Google’ dan arama yaptığımızda. Bu tür eylemler
artık dünyanın varlıklı, gelişmiş bölümleri için o kadar sıradan ki, bunları derin kültürel dönüşümlerin
sinyalleri olarak dikkate almak neredeyse abes görünüyor. Küreselleşme bize ait kültürel çevrenin,
içinde bulunduğumuz çevreye ilişkin hepimizin sahip olduğu içsel hissin, yurt ve yurtdışı anlayışımızın,
kültürel ve ahlaki anlam ufkumuzun, hatta kültürel ve ulusal kimlik algımızın derinlerine kadar tam da
bu türden değişimler yoluyla ulaşabiliyor.
Yurtsuzlaşma, ulusal sınırların sadece siyasi ve askeri olarak kullanılması manasına geliyor.
Bugün liberal-kapitalist ekonomik düzen sebebiyle, ticari kuruluşlar dünyanın her yerine istedikleri
şekilde ulaşıp pazarlarını serbestçe oluşturabiliyorlar. Küresel bir markanın menşei günümüzde pekte
dikkate alınmıyor. Artık hepimiz dünyanın en ücra yerlerinden haberdarız. Ve yurt kavramı artık içinde
yaşadığımız ulusal sınırlarla sınırlı değil. Bize çok uzakta olsa herhangi bir kültürün modasını aynı zaman
diliminde takip edebiliyoruz. Ve o moda sadece ortaya çıktığı kültüre yani yurda ait olmuyor. Kültürde
ortaya çıkan her şey artık global dünyaya ait oluyor. ‘’ İnsanlar devlet ve şehirlerin içinde yersizleşme ve
yurtsuzlaşma yaşıyor. İnsanlar belli kimlik aidiyetlerini özgün bir biçimde gerçekleştiremiyorsa, kimlik ve kültürel
haklarını gerçekleştiremiyorsa, o şehrin kültürüne ait olamıyorsa o insanlar yaşadıkları şehirde sürgün durumuna
düşüyorlar .** ‘’
Sonuç
Kapitalizmin ve emperyalizmin hâkim olduğu dünyada ne yazık ki insanların kendi öz değerlerini
yaşayabilmesi bir hayli zor. Küresel şirketler ve devletler kendi dayatmalarını kabul ettirmek adına
toplumların benliklerini hiçe saymaktalar. Yazımızda özellikle bu duruma dikkat çekmeye özen
gösterdik. İlk olarak kültür ve popüler kültür kavramlarının tanımlarını yaparak ve bazı görüşlerimizi öne
sürerek bu kavramların ne amaçla kullanıldığını anlatmaya çalıştık. Sömürü ve başka toplumların gerek
246 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
maddi gerekse manevi değerlerinden faydalanmak amacıyla, bu tür politikaların nasıl uygulandığını
görmekteyiz. Emperyalist varlıklar maddi sömürüyü kolaylaştırmak için önce manevi sömürü yapmaktadır.
Tekdüzeleştirme kendi kültürünü aşılama ve kendi kültürüne ait meta ve ticari araçları diğer toplumlara
da aktarma. Maneviyatını yani bireyi birey yapan değerlerini kaybeden toplumlar görünüşte olmasa da,
görünmeyen kısmıyla zorlanarak sömürüye baş eğmektedirler.
Kültürünü kaybeden toplumun bir başka sıkıntısı da, öz benliğine dönme çabalarına karşın
başarısız olmasıdır. Bunun sebebi de toplumun kendisine yabancı olan değerlerle bunu yapmaya
çalışmasıdır. Çünkü kültür sömürüsü, topluma yabancı olgu ve kavramları, her ne kadar o topluma
uymasa da zorla kabul ettirerek bir toplumu yerle bir etmektedir. Bugün dünya üzerinde birçok toplumun
çalkalanması ve kendini kendine yabancı hissetmesinin sebebi budur. Bu sebeptendir ki, halen büyük
bir buhranın içinde toz zerrecikleri gibi savrulup giden toplumların sayısı giderek artmaktadır.
Maruz kalınan, var olanı, sahip olunanı örtmüş durumdadır. Oysa sorunsallaştırdığımız
kimliğimiz, örtülen hakikatin kendisidir. Bizde kimlik meselesi denilen şey, maruz kalınanla ya faydasız
bir çatışmanın, ya da onursuz bir uzlaşının neticesi olarak tezahür etmektedir. Kimlik meselesi her iki
durumda da maruz kalınana göre vaziyet almanın bir aracı olmaktadır. Yani toplumlar kimlik sorunlarını
kendi değerleriyle değil, kabul etmeye zorlandıkları değerlerle aşmaya çalışmaktadır. İşte çalkantılı tüm
toplumların asıl meselesi budur …
Dipnotlar
** : Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik (Dünya Şehirleri Kültür Forumu açılış konuşması )
Kaynaklar
AKDEMİR, Müslim. (2004) [Küreselleşme Ve Kültürel Kimlik Kaybı] Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi cilt. 3 sayı. 1.
TOMLİSON, John. ( 2014 ) [Küresel Kültür, Yurtsuzlaşma Ve Gençlik Kültürünün Kozmopolitanizmi]
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları ‘ Şebeke ’ Gençlerin Siyasi Katılımı Projesi Kitapları Çeviri: Hale
Akay.
ŞAHİN, Kamil. ( 2011 ) [Kültürel Yozlaşmaya Neden Olan Bir Unsur Olarak Televizyon] Kırıkkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi cilt. 1 sayı. 1.
COŞGUN, Melek. ( 2012 ) [Popüler Kültür Ve Tüketim Toplumu] Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri
Dergisi, cilt. 1 sayı. 1.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
www.ulkuocaklari.org.tr
KURBAN, Ebubekir. ( 2013 ) [Türkiye Sevgisi İmandandır] Orhun Yayınları, ANKARA.
247
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
MİLLİ DAVAMIZ OLAN TÜRKLÜK BİLİNCİNDE
KÜLTÜREL YOZLAŞMA MESELESİ
Sosyal ve siyasal kurumlarımızın en üst seviyesinde olan devletimizin geçmişi Türkiye
Cumhuriyeti ismiyle her ne kadar 93 yıllık kısa bir dönemi kapsasa da milliyetçi kimliğimizin geçmişi
5.000 yıllık uzun bir dönemi ve bu uzun dönem içerisinde faaliyet gösterdiğimiz geniş coğrafyalar
ile bu coğrafyalar içerisinde etkilediğimiz ve de etkilendiğimiz milletlere ve bu milletlerin kültürlerine
dayanacak kadar eskidir. Türk kültürünün bu kadar eski ve köklü olması elbette bir övünç kaynağıdır.
Ancak bu durum beraberinde Türkleri bazen olumlu şartlar ile karşı karşıya bıraktığı ve Türklüğe kuvvet
kazandırdığı gibi bazen de Tarihte karşılaşılan yeni kültürler, Türkleri olumsuz olaylar ile karşı karşıya
bırakarak dünya tarihinden silmiş ve kuvvetli devletleri vücuda getiren akrabalarımızın günümüze Türk
kimliği ile ulaşmasını engellemiştir. Bahsettiğimiz övünç kaynağı bu devletlerin en önemlilerinden birisi
Selçuklular bir diğeri de Osmanlılardır. Selçuklular islam coğrafyası Horasan’a gelip 1040 yılındaki
Dandanakan savaşının ardından teşkilatlanmayı tamamlayıp bağımsızlığını kazandıktan sonra Abbasi
halifesini bölücü faaliyetler ile İslamiyete daima zararları dokunan Şii Büveyhi oğullarının baskısına
son verdikleri gibi İslamın siyasi liderliğini üstlenmişlerdir. Bu liderlikle Selçuklular Haçlılar karşısında
daima zafer elde ederek cihat politikasını başarıyla uygulamış İslamın bugün üzerinde yaşadığımız
topraklarda yaşamasına meşruluk kazandırmışlardır.
Elbette Selçukluların İslamı bu denli savunarak günümüze kadar ulaştırmalarının nedenini
karşılaşmış oldukları İslam kültürünü onların sebepsizce kabullenmesinde arayamayız aksi taktirde
bugün bu coğrafyada Türk – İslam kültüründen değil Arap kültüründen bahsediyor olurduk. Selçukluların
karşılaştıkları kültürü benimseyip ona sahip çıkmalarının nedeni kendilerini bu yeni kültürün bir parçası
olarak gördüklerinden İslam kültürüne kendilerini eski alışkanlıklarından dolayı yabancı hissetmemeleri
ve Türklüğü kabul etmiş oldukları İslam dini ile zaferle taçlandıracaklarına inanmalarıyla alakalıdır.
Tıpkı Selçuklular gibi Osmanlılar da İslamiyet’e hatırı sayılır bir şekilde hizmet ederek Selçuklulardan
aldıkları mirası devam ettirmişler ve İslamın siyasi liderliği yanında dini liderliğini de üstlenmişler ve
Avrupa’yı İslam eserleriyle donatmışlardır. Selçuklular ve Osmanlılar Türklerin kurmuş olduğu Müslüman
devletlerden sadece ikisidir. Bu devletlerden önce kurulmuş olan Karahanlı tarihine dönüp baktığımız
zaman Karahanlılar İslamı benimsemişler ama Araplığı kabul etmemişler Türkçe konuşmaya devam
248 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
etmişlerdir. Bu saydıklarımız İslam kültürünü seçen atalarımıza sadece birkaç örnektir. Kendimizden
hiçbir ortak kültür unsuru göremediğimiz yeni kültürlere kapılarını açan bugün Hıristiyan olarak başka
bir etnik unsur altında varlıklarına devam eden atalarımızın durumuna baktığımız zaman bu kadar
iyimser olamıyoruz. Bu devletlerin en önemlisi bir zamanlar Avrupalıların Tanrının Kırbacı lakabını
verdiği Atilla’nın devleti olan Avrupa Hunları veya Bulgarlar, Macarlar İskitler bu devletlerin kalıntıları
hakkında ne kadar Türk olduğunu düşünebiliyoruz. Hatta bu insanların Türk olduğunu duyunca onların
bizimle geçmişimiz dışında bugün hiçbir ortak noktamız olmadığı için birçoğumuz şaşırıyoruz. Malesef
Türk Dünyasının durumu sandığımızdan daha feci bir durumdadır. Orta Asya’ya baktığımız zaman da
onlarda Türk onlarda bizden diye sahip çıkıyoruz iyi ama onların yaşantısını ne kadar iyi bilebiliyoruz
o insanların yaşam şekilleri aslında bizim ceddimizin yaşam şekilleri değil mi bugün en basitinden at
etine iğrenç gözüyle bakıyoruz oysa sadece lafla sahiplenmeye çalıştığımız Orta Asya Türkleri at etini
bol miktarda tüketir. Sadece bu da değil onlar anayurtta kaldıkları için dilleri de öz Türkçedir kimlikleri
de yani bizim gibi Avrupa etkisinde kalmamışlar ve kültürel bir değişim geçirmemişlerdir.
Oysa hakiki gerçek bunlardan ibaretken dönüp kendimize Anadolu Türk’ü olan bize baktığımızda
Avrupalılaşmaya dünden razı bir şekilde geçmişimize sırtımızı dönüyor ve sadece geçmişimizle ilgili Çin
kaynaklarında Motun Kağan bize ise Mete Han olarak geçen Hun hükümdarını, bir Göktürk Beyi olan
Kürşad’ın dışındaki olayları yani göğsümüzü kabartan savaşçılık dışındaki kültürel unsurlar hakkında
ne kadarlık bir bilgiye sahibiz? Atalarımız ne yer, ne içer, nasıl giyinir, nasıl eğlenir, bayramlarda ne
yaparlar, nasıl yas tutar? Yaşadıkları otağlar nasıldı? At onlar için ne kadar önemliydi? Aman dileyen
düşmanlarına karşı nasıl davranırlardı? Onların komşularıyla olan ilişkileri nasıldı? Bu soruları
olabildiğince çoğaltmak mümkündür. Peki sorulması gereken bunca sorunun millet olarak milyonlarca
insanımızın arasından cevabını verebilecek kesimi tahmin edebiliyor musunuz. Peki siz hiç duydunuz
mu Perslerin yani Farsların atalarının Türk kelimesini güzel insan olarak telafuz ettiğini evet onlar Türk
için güzel insan derlerdi. Sözü bir olan özü bir olan insanlara Türk derlerdi Günümüzdeki anlamıyla
beyefendi diyebiliriz.
www.ulkuocaklari.org.tr
Sizler de tıpkı atalarımız kadar Türk olup diğer insanların takdirini kazanmalısınız ki onların
sizlere ve bu camiaya bakış açısını değiştirebilmelisiniz. Bunu ise insanlara zarar verenlerden değil
onlara faydalı işler yaparak başarabilirsiniz. Peygamber efendimizin Hadisi Şerifinde söylediği gibi
İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır. İnsanlara faydanız olmalı ki insanları yanınıza çekmeyi
başarabilesiniz. Biz burada fayda derken kitapsız alimlikten bahsetmiyoruz onlara ne kadar çok şeyi
bildiğiniz gösteriniz bunu da okuyarak başarabileceğinize şüpheniz olmasın.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
249
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kültürde Eski ve Yeni
Erol GÜNGÖR
Kültür ve medeniyet arasındaki başlıca farklardan birinin de gaye ile vasıta arasındaki farktan
ibaret olduğu söylenir. Bu kanaatta olan ilim adamlarına göre medeniyet beşerî gayelerin elde edilmesi
için kullanılan vasıtaların bütününü ifade eder, bu bakımdan Teknolojik seviyede meydana getirilen
eserler medeniyete aittir. Kültür kıymetleri ve kendi başına olan şeylerdir. İnsanın hayatı kontrol etmek
üzere yarattığı sosyal organizasyon sistemleri, teknikler ve her türlü vasıtalar bizim ihtiyaçlarımızın
karşılanması gibi bir gayeye hizmet ederler. Matbaa makinası kitap basmak için, yağlı boyalar resim
yapmak için, tiyatro sahnesi piyes temsil etmek için, spor salonu oyun oynamak için yapılmıştır.
Bu vasıtalarla elde edilen edebî eser, resim, piyes temsili ve spor faaliyeti ise insanın ihtiyaçlarını
doğrudan doğruya tatmin eden şeylerdir, yani hepsi de kültüre aittir.
Medeniyetin buradaki tarifine itiraz edebilirsiniz, fakat bu nokta pek önemli değildir. İsterseniz
burada medeniyet yerine Teknoloji tabirini kullanın. Asıl önemli olan, insanların bizatihi gaye olarak
yarattıkları kültür kıymetleri ile bu kıymetlerin ortaya çıkmasında vasıta olan şeyleri birbirinden
ayırabilmektir. Şurasını hatırdan çıkarmayalım ki, Türkiye’deki batılılaşma Hareketlerinin bilhassa son
elli-altmış yılı içinde bu iki kavram devamlı olarak birbirine karıştırılmış ve her ikisi birden «medeniyet»
adı altında ifade edilmiştir. Türk fikir adamları arasında kültür kavramını sosyolojik mânada ilk defa
kullanan Ziya Gökalp ile bu sahada Türkçenin en kıymetli eserini vermiş olan merhum Profesör Mümtaz
Turhan arasında geçen kırk yıl içinde bu kavram umumî malûmat karşılığı olarak ve bir defa da «milli
eğitim» yerine kullanılmıştır.
Bu mefhum kargaşalığı Türk Kültürünün kaybolmasında en büyük amillerden birini teşkil eder.
İkinci meşrutiyet neslinden bu yana münevverlerimizin büyük çoğunluğunu saran ve «yenilik» veya
«ilerilik» adı verilen kollektif çılgınlık böyle bir bilgisizliğin eseri olmuştur. Bugün bile pek çoğumuz
Teknolojik medeniyetin kültürden farklı bir nizama göre geliştiğini görmüyor ve teknolojik terakki ile
kültürel gelişmenin yanyana gideceğini sanıyoruz. Bu hata bizim teknolojik ilerlemeye tatbik edilen
ölçüleri kültüre de tatbik etmemize ve böylece manâsız bir eski yeni çatışmasına girmemize yol açıyor.
250 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kültürdeki eskilik ve yenilik hiçbir zaman teknolojideki veya Mclver’in tabiriyle medeniyetteki,
eskilik-yenilik manâsına gelmez. Medeniyet insanlık tarihi boyunca daima tek istikametli ve ileriye doğru
bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden medenî veya teknolojik eserlerde yenilik her zaman mükemmellik
manâsına gelir. Yani bir tekniğin insana yaptığı hizmet eski bir tekniğin yaptığından daima daha fazla
ve daha üstündür.
Bu üstünlük medenî eserlerin birer vasıta olmasından ileri gelir.
Bu vasıtanın bizim gayemize ne derecede hizmet ettiğini anlayabilmek için objektif ölçüler
bulabiliriz, bu yüzden daha iyi olan vasıtayı daha az iyi olana tercih ederiz ve yenisi varken eskisini
kullanmayız. Kamyon at arabasından daha faydalı bir vasıtadır; pulluk karasabandan, ofset matbaa taş
baskısından daha iyi hizmet görür. Tarihin hiçbir devrinde teknolojinin eskiye nisbetle daha geri olduğu
görülmemiştir. Binaenaleyh, bu sahada yeni ve eski tabirlerinin bir manâsı vardır; her ikisi de objektif
hükümlerdir. Yeni olan telefonun eski olan posta tatarından daha fazla işe yaradığını her zaman ve her
yerde isbat edebiliriz.
Kültür sahasında eski ve yeni tâbirlerinin objektif manâsı yoktur, bu tâbirler sadece iki şey arasındaki
zaman farkını gösterir. Kültür kıymetleri kendi başına gaye olan şeyler oldukları için bunlar hakkında
vakıa hükmü değil, kıymet hükmü verilebilir. Nitekim kültüre ait eserlerin tarih içindeki gelişmesinde tek
istikametli ve ileriye doğru bir gidiş görülmez. Aşık İzzet’in Karacaoğlan’dan ve Atila İlhan’ın Nedim’den
daha iyi şair olduklarını söyleyemeyiz, halbuki bunlar arasında geçen zamanda teknolojik veya medeni
gelişmeler daima eskisinden daha mükemmel olmuştur. Bugünkü Yunanistan’ın medeni seviyesi Eski
Yunan’dan ikibin yıl daha ileridedir, ama bugünkü Yunanistan da Fidyas ayarında bir heykeltıraş veya
Eflatun çapında bir filozof yoktur. İstanbul’daki Beyazid meydanını bugünkü hale getiren mimar Bayezid
Camiini ve külliyesini yapan mimardan dörtyüzelli yıl sonra gelmiştir, yani ikisi arasında bu kadar yıllık
bir medenî terakki vardır. Fakat yaratılan kültür eseri bakımından arada dörtyüzelli yıldan daha fazla bir
gerileme olduğu açıkça görülüyor.
Bizim şimdiki mimarlarımızın Koca Sinan’dan veya Kasım Ağa’dan daha iyi hesap bildikleri de
muhakkaktır. Şekspir eserlerini mum ışığında eliyle yazdığı halde meselâ B. Brecht daktilo kullanıyor,
hatta eserlerini matbaada bastırıyordu. Bazıları Brecht’in Şekspir’den veya Sartre’in Stendhal’dan daha
iyi yazdığını söyleyebilir, fakat bu bir isbat değil, inanç konusudur. Bu iddiaların doğruluğu veya yanlışlığı
bir kültürdeki insanların kıymet hükümlerinden başka bir kriterle ölçülemez.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
251
www.ulkuocaklari.org.tr
Yukarıda verdiğimiz misâllere bakarak kültürün zamanla gerilediğini iddia edemeyiz. Asıl mesele
kültürde yeni olanın mutlaka eskisinden mükemmel olmayacağını görebilmektir. Hakikatte zamanın
ilerlemesi kültür yaratıcısı için eskiye nisbetle daha büyük imkânlar kullanılması yeni gelenin kabiliyetine
olduğu kadar eskiden neler öğrenebildiğine de bağlıdır. Bir kelimelik uydurma dille yetiştirilen gençler
arasından bin yıllık Türkçeye dayanarak yazan ve düşünen Yahya Kemal ayarında bir şair çıkması
beklenebilir mi? Halbuki teknolojik gelişmeye katkıda bulunmak ne büyük bir zekâya ne de geniş bir
kültüre ihtiyaç gösterir. Edison’un yaptığı icadları geliştirenlerin herbiri ondan daha kabiliyetli değildi.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İnsanlar ihtiyaçlarını gidermek üzere kullandıkları vasıtaların elverişlilik derecesini objektif olarak
tesbit ediyor ve eskisini bırakıp yenisini alıyorlar, fakat inançlarını ve bu inançların ifade tarzlarını kolay
kolay değiştirmiyorlar. Kızılderili ok ve yayı atarak tüfeği aldığı halde Amerikalılar gibi Noel eğlenmesi
tertiplemek için hiçbir objektif sebep göremiyor. Bazı hallerde medeniyetin kültürle çok yakından ilgili
unsurları da mukavemetle karşılanmaktadır. Medeniyet değişmesi kültürün temel kıymetlerinde—
Psikolog Bartlett’in tabiriyle kültürün sert unsurlarında — bir değişmeye yol açacak mahiyette olunca
bu medeniyet ya hiç alınmıyor, yahut yerli kültüre uyacak bir biçime sokuluyor.
Medeniyette eskilik ve yenilik böylece gerçekten bir gerilik-ilerilik manâsı taşımaktadır, çünkü
medeniyetin zaman içindeki değişmesi hep ileriye doğrudur. Kültür için böyle bir «terakki» ölçüsü
koymaya imkân yoktur. Yeni kültür formlarının sırf yeni oldukları için bizim ihtiyaçlarımıza daha iyi cevap
verdiğini iddia edemeyiz. Nitekim bugünkü Türkiye medeni vasıtalara sahip olma ve bunları kullanma
bakımından Selçuklu veya Osmanlı devirleri Türkiye’sinden yüzlerce yıl ileride olduğu halde onlara
kıyasla son derecede iptidaî bir kültür seviyesinde bulunmaktadır.
Önümüzdeki yıllarda medenî gelişmemizin daha süratlenmesi beklenebilir, ama kültür problemine
çare bulunmadıkça medeniyetteki yeniliğimiz bizi dağılmaktan kurtaramayacaktır. Yeni olan kültürümüz
hiçbir noktada eskisinden daha iyi değildir. Herşeyden önce, insan cemiyetini hayvan topluluğundan
ayıran ve kültürün doğuşunda yegâne âmili teşkil eden dil Türkiye’de otuz-kırk yıllık bir mâziye sahiptir;
bugün yeni nesillere öğretilen dil otuz-kırk yıl önce meydana gelmeye başlamıştır, insanlık tarihinde
konuşma ilk defa icad edildikten otuz yıl sonraki insanların kültürü ne kadar olursa bizim ki de ancak o
kadar olur. Bugün kendimize örnek aldığımız batılıların veya devrimcilere örnek olan Çinlilerin milattan
binlerce yıl önce konuşma ve yazı diline sahip olduklarını biliyoruz. Şu halde biz en az beşbin yıllık bir
yolun henüz otuz yıllık kısmını almış durumdayız.
Soy bakımından bağlı olduğumuz eski Türklerde medenî terakki ile kültür gelişmesi yanyana
gidiyordu. Bugün herkes kabul eder ki Karahanlılar’ın kültürü Gök Türklerinkinden, Selçuklu kültürü
Karahanlılarınkinden, Osmanlı Kültürü de Selçuklularınkinden daha üstündü. Hatta bu Türk medeniyeti
yıkılırken bile büyük kültür örnekleri bırakarak sahneden çekilmiştir. İmparatorluk siyasî bir varlık olarak
tarihe karışırken Yahya Kemal ve Mehmet Akif gibi şairler, Kemaleddin gibi mimarlar, Ziya Gökalp
gibi fikir adamları, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Reşad Nuri gibi edibler ve nihayet millî
mücadeleyi başarı ile yürüten bir asker ve sivil kadro çıkardı. Bütün bu şahsiyetler çok eski geleneği
olan kuvvetli bir kültür içinde yetişmişler ve kendi kabiliyetlerini de katarak bu kültürü geliştirmişlerdi.
Batılı yeni Türkiye’nin kültür yaratıcıları bu bakımdan talihsiz sayılırlar. Çeyrek yüzyıllık bir batı çıraklığı
batı kültürüne katkıda bulunmaya yetmiyor, kendi kültürleri içinde dayanacakları eserler de parmakla
gösterilecek kadar azdır. Şiirimiz Orhan Veli ve Behçet Kemalle, resmimiz Bedri Rahmi ile, tiyatromuz
Cevat Fehmi ile, romanımız Orhan Kemalle, hikâyemiz Sait Faik ile, felsefemiz Hasan Ali ile, müziğimiz
Adnan Saygun ile başlıyor. Üstelik ‘yeni’ dilin icadından sonra biz otuz yıl evvel yaşamış olan Orhan Veli
ile Sait Faik’i bile lügat yardımıyla okuyacak durumdayız. Bu yüzden büyük ölçüde dile dayanan kültür
eserlerimiz Orhan Veli neslinin eserlerinden daha kötü olmaktadır.
252 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hazır veya kolay aldığımız medeniyeti ile yabancı kaldığımız kültür sahalarında varlık gösterme
imkânı kalmayınca gücümüzün büyük kısmını ideolojik faaliyete harcamamız pek tabii idi. Mevcut kültür
politikasına göre Türkiye’yi dağılmaktan kurtarmak için çok beklemek gerekiyor, halbuki memleketin
beklemeye tahammülü olmadığını «devrimciler» bile görmektedir. Bu şartlar altında zaman kısaltabilmek
için tek çare bir çeşit muskacılık veya büyücülük metodu olan ideolojilere başvurmaktır.
Masallardan öğrendiğimize göre elli yaş gençleşmek için Kaf-Dağı’nın tepesindeki elmayı yemek,
Bağdad’a bir anda gidebilmek için üfürüğü kuvvetli bir sakallının «yum gözünü, aç gözünü» demesini
beklemek, çözülmeyen bir mesele ile karşılaşınca pabucu büyüğe danışmak gerekir.
Eski devirlerde de bazı insanlar muska yaptırırlardı, ama onların bu hareketi şimdikiler gibi
gülünç değildi. Çünkü onlara göre muska realitenin bir parçasını teşkil ediyordu; bizim modernistler
başa çıkamadıkları realiteden kaçmak için tıpkı rüyaya yatar gibi büyü ile uğraşıyorlar.
Yeni büyücülüğün adı Marksizm’dir. Bizimkiler onu yine yenilik aşkıyla seçtiler. Mamafih birkaç
yıldan beri memleketin her tarafında kaynatılan cadı kazanları bu işin bizzat büyücüler için de hayırlı
netice vermeyeceğini göstermiştir. Belki önümüzdeki yıllarda daha yeni bir tılsım buluruz.
Devlet arşivindeki tarih vesikalarının vagonlara doldurularak ton hesabı ile Bulgarlara satıldığını
hepimiz biliyoruz. Konya’daki Alâeddin Sarayı yüzlerce yıl zelzeleye, top ve tüfeğe karşı durduğu halde
yenilik aşkıyla tutuşan bir devrimcinin kahramanca savletine dayanamamış ve yerle bir olmuştur. İki
yıl önce İstanbul Müftülüğü’ndeki hukuk tarihi vesikaları da artık eski ile ilgimiz kalmadığı gerekçesiyle
sobalarda yakılmıştır. Batılı ve Yeni Türkiye’de kültüre gösterilen bu aşırı ilgi yenilik taraftarlarının ne
kadar güçlü olduğunu açıkça isbat ediyor. Bir yeni yüz eskiye bedeldir diyebiliriz, çünkü yüzlerce kişinin
yıllarca emek verdiği şeyleri ateşli bir yenilikçi tek fiske ile devirebiliyor. Nitekim yenilik cereyanının
en ön safında çarpışan birkaç devrimci genç otuz yılda yapılan Kültür Sarayı’nı bir gecede yakmayı
başardılar.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
253
www.ulkuocaklari.org.tr
Batılı Türkiye’nin Kültür’e tamamen uzak kaldığını söylemek de doğru olmaz. Ancak yenilik
taraftarları kültüre karşı lüzumundan fazla kahramanca bir tavır takınıyorlar. Başka memleketlerde
insanlar kültürle Barış içinde birlikte yaşama politikasını benimsedikleri halde biz böyle pasif bir
tutumu kendimize yakıştıramıyor ve sonuna kadar mücadeleye azimli görünüyoruz. Anadolu’nun
birçok yerlerinde eski eserlerin kitabe taşları cesur yenilikçiler tarafından kazınarak bu eserleri
yapanların da yaptıranların da nam ve nişanı tarihten silinmiştir. Benim doğup-büyüdüğüm kasabada
Mengücekoğulları’ndan kalma bir cami vardı. Orta mektebin tarih öğretmeni tam devrimcilere yakışır
bir kahramanlıkla camiin kitabesini kazma ile kazıdı ve orayı kasabanın Rum mezarlığından getirdiği
taşlarla bir müze haline koydu. Sonra gezdiğim birçok yerlerde yine çeşme ve camilerin kitabelerinin
kazınmış olduğunu gördüm. Bazı yerlerde bizimki kadar cesur olmayan yenilik taraftarları bu yazıları
sıva veya tahta ile örtmüşlerdi. Yine gezdiğim bazı köylerde eskiden her evde bulunduğunu öğrendiğim
Battal Gazi kitabına dahi rastlamayınca merak edip sebebini sormuştum. Köylüler bana yazısı eski olan
kitapların toplanarak meydanlara yakıldığını, kurtarılmak üzere toprağa gömülenlerin de uzun zaman
toprak altında kalınca çürüdüğünü söylediler.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Elli-altmış yıl öncesinin dev-gençleri olan ittihatçılar Selçuklu arşivleriyle kışlalarda soba
tutuşturarak koca bir imparatorluğun külünü göğe savurmuşlardı. Dünya tarihinde Romalıların Kartaca
seferinden beri böylesine kesin neticeli bir imha muharebesi görülmüş değildir.
Batılı Türkiye’nin son yıllarda kültüre karşı daha barışçı bir tavır takındığı söylenebilir. Eski eserler
tamir ediliyor, Anadolu’da bizden evvel de Türklerin yaşadığı kabul ediliyor ve bazan bunlar hakkında
anma toplantıları yapılıyor; halk müziği ve halkoyunları büyük ilgi görüyor; yazısı eski olan kitaplar
korunuyor ve istifadeye sunuluyor. Acaba bütün bunlar kendimize gelmeye başladığımızı mı gösteriyor?
Kaynak: Ulkunet.com
TÖRE, S. 14, Temmuz 1972, s.9-14.
254 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İnsanımızın Kaynağı: Türkiye’de Eğitim ve
Türk Kültürü
Prof. Dr. Erol Güngör
Türkiye’de Eğitim ve Türk Kültür
Süratli bir nüfus artışının doğurduğu problemler bugün sadece Türkiye’yi değil, dünyanın çok
gelişmiş ülkelerini bile nükleer harp tehlikesinden daha fazla korkutmaktadır. Nüfus artışındaki anormal
hızla birlikte ortaya çıkan iktisadî ve siyasî problemler hemen her gün gazete sütunlarında, dergi
makalelerinde ve kitaplarda ele alınıyor. Fakat bu hâdisenin Türkiye bakımından çok önemli bir tarafı
var ki, çözüm tarzlarının olduğu gibi problemlerini de Batı’dan kopya eden birçok münevverlerimizin
gözünden kaçıyor. Türkiye için âdeta bir ölüm-kalım meselesi olduğu halde dikkat edilmeyen veya
üzerinde gerektiği gibi durulmayan bu hâdise nedir?
Üç-dört yıl kadar var ki, askerlik hizmetimi yaptığım sırada, o zaman korgeneral rütbesinde
bulunan bir zat benden şu sualin cevabını istemişti:
Bu soruyu soran ve kendinden şikâyet eder görünen general hakikatte kendi dengi olan pek
çok asker ve sivilden daha bilgili idi ve Türkçesi de hayli düzgündü, fakat binbaşı rütbesindeki babası
veya babasının arkadaşları ayarında olmadığı muhakkaktı. General eğer bu farkın siviller arasında
daha belirgin olduğunu, eski sultanî (lise) mezunu ile bugünkü üniversite mezunu arasında yenilerin
aleyhine büyük bir fark bulunduğunu bilseydi suali başka türlü sorardı. Belki de sırf nezaketi yüzünden
kendi şahsını örnek gösterdi ve karşısındaki yedek asteğmeni, yani bir sivili mahcup durumda bırakmak
istemedi. Ne olursa olsun, general yine de kendisinin eski nesle mensup olmasına şükretmeliydi
Türkiye gibi hazırlıksız bir memlekette süratli nüfus artışının getirdiği en büyük felâket cahilliğin de
aynı süratle yayılması ve nihayet bizzat eğitim müesseselerini bile içine alacak derecede genişlemesidir.1
Kalkınan bir memleket birbiriyle sıkı sıkıya bağlı yüzlerce problem karşısındadır, bunların çözümü ise
yetişmiş insan unsuruna bağlıdır. Halbuki böyle bir memlekette çoğalan nüfusu ihtiyaçlara göre çeşitli
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
255
www.ulkuocaklari.org.tr
“Benim babam Osmanlı ordusunda binbaşı idi, cumhuriyet devrinde de askerî lisede bana hocalık
yaptı. İyi Fransızca bilirdi, çok güzel resim yapardı, çok iyi bir öğretmendi. Arkadaşları da hep kendisi
gibi meziyetli insanlardı. Ben korgeneral rütbesindeyim. Sanattan anlamam, yabancı dil bilmiyorum,
Türkçeyi kusursuz bildiğimden de şüpheliyim. Bu nasıl oluyor?
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sahalara dağıtacak, onları yetiştirecek eğitim müesseseleri ya yoktur, yahut açılan her yeni müessese
büyük bir ihtimalle mevcut cehâleti memleketin geri kalan kısmına da yayacak şekilde çalışır. Yaygın
cehalet Amerikan kapitalistlerinin veya Rus komünistlerinin gizli faaliyetlerinin bir eseri değildir; nüfus
artışından ileri gelen şehirleşmenin ve demokratlaşmanın Türkiye gibi büyük sarsıntı geçirmiş bir
memlekette doğurduğu tabiî bir neticedir. Şimdi bu hâdisenin nasıl bir oluş seyri takip ettiğini görelim
Yıllarca önce Profesör Mümtaz Turhan eğitim meselesine ait yazılarında hükümetlerin ilköğretime
(bilhassa köylerde) büyük bir bütçe ayırdıklarını, halbuki ilköğretim veya okuma yazma seferberliğinin
kalkınmaya hiçbir önemli yardım yapamayacağını anlatmıştı. Ona göre, bir memlekette herkesin okur
yazar olması, herkesin ilk mektep tahsilinden geçmesi kalkınmanın bir sebebi değil, fakat neticesi
idi. Bu fikre bilhassa bütün bilgisi okur yazarlıktan ibaret olan veya “ilkokul her şeyin temelidir” gibi
konu dışı laflar eden birçok kişi bu karara karşı çıktı. Hakikatte Profesör Turhan’ın bu fikirleri hiçbir
mugalata ve safsatanın yıkamayacağı kadar kuvvetliydi. Fakat artan nüfusu eğitim bakımından kanalize
edemeyen ve bu artışa paralel bir sınaî kalkınma vücuda getiremeyen hükûmet politikaları sonunda
eğitim dâvası büsbütün içinden çıkılmaz bir hale geldi. Türkiye’nin bundan otuz, hattâ elli yıl önce bir ilk
tahsil seferberliği yürütecek, hele bunun yanında yüksek seviyede ihtisas adamı yetiştirecek bir kadro
teşkilâtı olmadığı halde, şimdi kırk milyona yaklaşan ve gitgide şehirlere dolmaya başlayan nüfusu aynı
politika ile eğitmesine hiç imkân kalmamış gibidir.
Türkiye’de sanayileşme başlar başlamaz önce köylüyü şehre çekecek cazip bir hal veya bir
mecburiyet yoktu. Nüfusun artış sürati ve halkın hayat anlayışı da köylüyü büyük ölçüde köylerde
tutmaya yetiyordu. Bu devirde Türk köylüsü tarla işlerinde kendisine yardımcı olması için, çocuklarını
da çalıştırır, hükûmet ise çocukları yakalayıp mektebe koymak için onların peşinden koşardı. İlkokulu
bitiren, okuma yazma öğrenen köylü çocukları zaten askerlik çağına gelinceye kadar bu öğrendiklerini
tamamen unutuyorlar, orduda yeniden okuma yazma kursuna alınıyorlardı. O devirde ilkokul tahsilinin
köylü için hemen hiçbir fonksiyonel önemi yoktu. Bazı köylü çocukları ise daha yukarı seviyede tahsil
verileceği bahanesiyle Köy Enstitüsü denilen ilköğretmen okullarına alınıyor, buradan mezun olduktan
sonra yine köye gönderiliyorlardı. Orta Öğretmen okulunda (Gazi Enstitüsü) tahsil görmek üzere
imtihanla alınan bir avuç delikanlı hariç, enstitü mezunu bütün köy çocukları hayat boyu köyde kalmaya
mahkûm bırakılıyorlardı. Bu vaziyet ancak çok partili devirde büyük ölçüde değişmiştir
Batı memleketlerinde nüfus artışı ve sanayileşme genellikle paralel, daha doğrusu birbirine sıkı
sıkıya bağlı iki hareket olarak geliştiği halde bizde bunlar kısmen bağımsız olarak meydana gelmektedir.
Belki de bilhassa bu dengesizlik yüzündendir ki, aynı hâdiselerin Batı’da yarattığı problemler bizim
memleketimizde daha ciddî ve vahim bir şekil alıyor. Her şeyden önce, sanayileşme Batı’da köyden şehre
doğru süratli bir göçe yol açtı, halbuki bu göç bizde mevcut toprağın artan nüfusu besleyemeyişinden
ileri gelmektedir. Batıdaki teknolojik gelişmeler ekilen toprakları son derece verimli kılacak (tohum ıslâhı,
sulama, gübreleme ile) yenilikleri getirmiş, böylece ziraatta az bir iş gücü daha çok nüfusu besler hâle
gelmiştir. En gelişmiş batı ülkelerinde ziraattaki iş gücü topyekûn iş gücünün yüzde beş ilâ yedisine
kadar düşmüş bulunuyor. Halbuki Türkiye›de böyle bir teknolojik değişme -bazı ithal hâdiseleri hariçolmamıştır. Şehirlere göçün başlıca sebebi artan nüfusun ilkel bir ziraatla geçinemeyişidir. Esasen
teknik değişmenin hızlanması halinde yine şehre göç olacaktı, ama bu defa ziraat için artık gerekli
256 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olmayan iş gücünün sanayi işçisi haline gelmesi yönünde. Ziraatın teknolojik seviyesi, nüfus artışı ve
sanayileşme hızı o kadar dengesizdir ki, köyden akın halinde şehirlere gelenler orada da kalamayıp
yabancı ülkelere gitmektedirler. İşte bu noktada çözümü âdeta imkânsız bir problemle karşılaşıyoruz: Bir
taraftan şehirlerdeki fazla nüfusun yarattığı problemlerle, bir taraftan da memleketin iktisadî kalkınması
için uzun vadeli yatırımlarla uğraşmaya Türkiye’nin gücü müsait midir? Kendi kendini besleyecek bir
sanayileşme yoluna girmemiş memleketlerde bu mesele âdeta bir fasit daire haline gelmektedir: Fakir
olduğumuz için kalkınamıyoruz, kalkınamadığımız için fakir kalıyoruz
Biz bu fasit dairenin bir noktası üzerinde bilhassa durmak istiyoruz: Eğitim problemi. Şimdi
Türk hükümetleri hem şehirlerdeki artan nüfusun hem de köylerden gelerek buna eklenen nüfusun
çocuklarını okutmak mecburiyetindedir. Birincisi, kalkınan bir memleket her safhada git gide daha
fazla insan yetiştirmek zorundadır. İkincisi, köylü çocuğu artık babasına tarlada yardım eden çocuk
değildir. Kanunun koyduğu yaş haddi dolayısıyla çocuklar sanayide de çalışamaz. Üstelik ilk mektep
tahsilinin mecburî oluşu, işe alınan herkesten bu diplomanın istenmesi, şehirlerde çocuğu hükümet
kontrolünden uzak tutarak mektebe göndermenin zorluğu gibi faktörler ilk tahsilin yaygınlaşmasını
büsbütün arttırmaktadır. Hükümet bu ağır yükü üzerine almak mecburiyetindedir, çünkü ilk mektep
tahsili mecburî olmasa bile, hükümeti bu yola zorlayan yeni bir kuvvet doğmuş bulunuyor: Türkiye’nin
gitgide demokratlaşması, yani halk kitlelerinin hükümet politikasında gitgide daha fazla söz sahibi
olması. Halk hem çocuklarına mümkünse en yüksek tahsili yaptırmak hem de hükümetten bu yolda her
türlü imkân ve tavizi koparmak istiyor
Şehirleşmeye ile demokratlaşma arasında da sıkı bir karşılıklı tesir bağlantısı vardır. Şehirleşme
ilerledikçe halkın hükümetten beklediği hizmetler, böylece idare üzerindeki dolaylı veya dolaysız baskısı
da artıyor. Diğer taraftan, demokratik ideallerin yayılması devlet idaresine uzak kalmış kitleleri şu veya
bu şekilde birleşmeye ve teşkilâtlı veya toplu halde davranmaya itmektedir. Bu karşılıklı tesir hareketinin
doğurduğu netice ise hepimizin gözleri önünde: Seksen kişilik orta okul veya lise dershaneleri, bu
okullarda ders vermek üzere ücretle tutulan kasaba eczacısı, kaymakamı veya ilkokul öğretmenleri,
üniversite kapısı önünde çadır kurup yatan lise mezunları ve hatâsız Türkçe yazmayı dahi öğrenmeden
diploma alan üniversite mezunları
Bunların hepsi doğru, iyi şeyler. Nitekim milliyetçiliğin bir gayesi de milletin fertlerine sağlam bir
eğitim yoluyla millî kıymetler şuuru vermek değil midir? Milliyetçilik imkân eşitliği istemez mi? Millet
çağında insanlar edebiyatı, dili, tarih şuurunu ilh. artık sözlü ve şahsî kaynaklardan değil, fakat gitgide
formel tahsil yoluyla ve kitle haberleşme vasıtalarıyla öğrenmiyorlar mı? Doğru, ama millet çağındaki
toplulukların başka bazı hususiyetleri daha var ki, okuma yazma nispetinin yüzde yüz oluşu bunlar
arasında arka plânda kalan, hattâ tek başına alınınca hiç manası olmayan bir şeydir. İsterseniz Eflâtun’un
Phaidros adlı diyaloğundaki şu parçayı hep birlikte okuyarak meseleyi bir de başka açıdan ele alalım
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
257
www.ulkuocaklari.org.tr
Vaktiyle Profesör Turhan da bu meseleleri anlatırken, hattâ önceden haber verirken onun
söylediklerini anlamayanlar gibi, bizim yazdıklarımıza da itiraz edenler bulunacaktır: Çocuklarımızı
okutmak bizim hakkımız değil mi? Herkesin tahsil görmesinde ne kötülük var? Herkesin okur yazar
olması iyi bir şey değil midir?
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hikâye ederler ki, Mısır’da Naukratis yakınında, bir memleketin eski tanrılarından biri yaşardı...
adıTheuth idi. Sayıyı, hesabı, geometriyi ve astronomiyi, tavla oyununu ve zarları nihayet -haberin
olsun- yazıyı ilk bulan bu tanrıdır. Aynı çağlarda bütün Mısır’a Thamushakimdi. Theuth bir gün
Thamus’un yanına gitti, bulduğu sanatları ona gösterdi ve bunları bütün Mısırlılara tanıtmak gerektiğini
söyledi. Sıra yazıya gelince Theuth: “Ey kral, dedi, işte bir bilgi ki bunun sayesinde Mısırlılar daha
bilgili ve geçmişi hatırlamaya daha yetkili olacaklar. Bilginin de, hafızanın da ilâcını keşfettim.” Kral
cevap verdi: “Ey marifetli Theuth, bu dünyada kiminin elinden sanatlar gelir, kiminin elinden bu sanatın
onu kullanacaklara fayda mı, zarar mı getireceğini kestirmek. Harflerin babası olan sen, kendilerine
duyduğun sevi dolayısıyla, verecekleri neticenin tam aksi bir neticeyi onlardan bekliyorsun. Harfleri
öğrenenler artık hafızalarını çalıştırmayacakları için unutkan olacaklar. İşte yazma öğrenmenin sonu.
Yazıya güvendikleri için etrafındaki şeyleri, içeriden ve kendi kendilerine hatırlayacakları yerde dışardan,
kargacık-burgacık izler sayesinde hatırlamaya çalışacaklar. O halde sen hafıza için değil, hatırlama için
bir ilâç bulmuşsun. Öğrenme işine gelince, sen öğrencilerine ancak gerçeğe benzer şeyleri öğretirsin,
gerçeğin kendisini değil. Bu öğrenciler, senin harflerin sayesinde, öğretmensiz olarak, gırtlaklarına
kadar bilgiye gömüldüler mi, çoğu zaman hiçbir şeyi doğru-dürüst düşünemedikleri halde kendilerini
bilgin sanacaklar. Sonra gerçekten bilgili adam değil de bilgin bozuntusu oldukları için, çekilmez bir hale
geleceklerdir.”
Eskiden diktatörlerin halkı kolay kolay ezmek için cahil bıraktıkları, dikta altındaki ülkelerde
okuma yazma nispetinin çok düşük olduğu söylenirdi. Dikkat edilirse burada okuma yazma daima
cehaletin zıddı olarak anlaşılmaktadır, yani cahil deyince okuryazar olmayanlar akla gelmektedir. Bizim
inkılâp hükümetlerinin -şimdikiler dahil- ilk tahsil seferberliğinden asıl maksatları da halkı aydınlığa
çıkarmaktı. Halbuki bugün totaliter hükümetler halkı bilhassa okuma yazma öğrenmeye teşvik ediyor,
çeşitli vasıtalarla okur yazar nispetini artırmaya çalışıyorlar. Bütün Demirperde ülkelerinde bu nispet pek
yüksektir, kerpiç köy evlerinde bile radyo ve televizyon bulunur, gazetelerin tirajı son derece yüksektir.
Bizim solcu münevverler de bunu sosyalizmin büyük başarısı diye göstermektedirler. Hakikaten bu
başarı veya gösteriş cehaleti yayma seferberliğinde Demirperde ülkelerinin bizden daha ileri olduğunu
göstermeğe yeter. Acaba bu ilerilik gayretinin sebebi nedir
Her şeyden önce, okuma yazmanın bir kıymet ifade etmesi için okunacak şeylerin serbestçe basılıp
dağıtılması gerekir. Devrimci ülkelerde devlet ideolojisi dışındaki fikirlere müsaade edilmediğine göre,
okuma yazma seferberliği bir çeşit beyin yıkama vasıtası haline gelmektedir. İkinci ve en önemli sebep
ise, okur yazarlıkla kalan bir eğitimde düşünme kabiliyetinin büyük ölçüde işlemez duruma düşmesidir.
İdeolojik propagandanın en kolay kurbanı olanlar, okuma yazma bilgisinin bir kıymet taşıdığını sanarak
düşünce kabiliyetini kaybedenlerdir. Yarım bir tahsilin insanı muhakemeden ve tenkitçi düşünceden
mahrum bırakması demokrasilerde de pekâlâ görülebilir, fakat demokrasilerde fikir hürriyetine ve muhalif
siyasî harekete imkân verilmek suretiyle bu mahzur büyük ölçüde giderilebiliyor. Totaliter idarelerde
bütün fikir ve politikanın tek bir kaynağı -devlet- olduğu için, okuma yazma bilmenin verdiği en büyük
tahribata bu ülkelerde rastlanmaktadır
258 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye Cumhuriyeti 1946’dan beri demokrasi ile idare edilmektedir; cumhuriyet rejimi ve bu
rejimin kurucusu Atatürk’ün dışında hemen her şey ve herkes münakaşa konusu olabilir. Şu halde bizdeki
eğitim politikasının arkasında bir diktatörlük hesabı aramak doğru olmaz. Tehlike nereden geliyor? Bizim
için tehlike, tahsil müesseselerimizin birer okuma yazma mektebi seviyesine düşme temayülüdür. İki
yıl önce TRT’nin açtığı bir imtihana ait neticeleri televizyon seyircileri gördüler. Çoğunluğu üniversite
ve bilhassa Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan adayların yazdıkları cümleler Türkçe bakımından
tamamen yanlıştı; verdikleri cevaplar arasında insanı kahkahadan çatlatacak veya kahırdan öldürecek
hatalar vardı. Kimi NATO devletleri arasında Rusya’yı da sayıyor, kimi hilâfet ordusunu Mustafa Kemal
Paşa’nın kurduğunu söylüyordu. Merak edenler, üniversite giriş imtihanlarına veya bizzat üniversite
sıralarındaki imtihan kâğıtlarına bakarlarsa bunlara benzer neticeler görürler; nitekim vaktiyle Pedagoji
profesörü Sadreddin Celâl böyle bir araştırma yapmış ve İstanbul Edebiyat Fakültesi Pedagoji dergisinde
neşretmişti. Buradan misal verecek olursak, dört halifenin kimler olduğu sorusuna Peygamberin
ve herhangi üç Osmanlı padişahının ismini yazanlar, Avrupa’da denize açık olmayan memleketler
sorulunca Fransa ve Almanya’yı yazanlar pek çoktur. Demek ki bizim tahsil ocaklarımız gün geçtikçe
okuma yazma dahil hiçbir şey öğretemeyecek duruma gelmektedir. Mühendis, mimar vs. gibi teknisyen
yetiştiren okullarda durum bundan biraz farklı olabilir, fakat Türkiye’de mühendislik işlerini genellikle
kalfaların, politika işlerini de mühendislerin yaptıklarını hatırdan çıkarmayalım
Bu gençler hiçbir şey bilmiyorlar mı diyeceksiniz? O kadar çok biliyorlar ki. Bunlara meselâ
Türkiye’nin nasıl kurtulacağı sorulsaydı, büyük bir kısmı, göğsünü gere gere kurtuluş reçetesi verirdi.
NATO devletleri arasında Rusya’yı sayan gençler, Allah bilir, kaç defa Kızılay Meydanı’nda veya herhangi
bir yerdeki heykelin etrafında sol yumruklarını kaldırarak “yaşasın sosyalizm, NATO’ya hayır!” diye
bağırmışlardı. Kaç defa kırmızı aşı boyası ile caddelere, binalara veya helâ duvarlarına emperyalizm
hakkında, sosyal adalet hakkında yazılar yazmışlardı
Rustow’un işaret ettiği bu Türk çocukları, tıpkı Theuth’un okuma yazma öğrettikleri gibi,
kelimelerin esiri olarak düşünme kabiliyetini yitiren insanlardır. Cahil denilen, yani okur yazar olmayan
insanlarda bu okumuşların saçmalıklarına hiç rastlıyor musunuz? Hayır. Basit bir köylü pekâlâ yanlış
bilgilere sahip olabilir, ama hayat tecrübesi bunların aksini göstermişse fikirlerini değiştirir. Üstelik hem
düşünceleri hem de düşüncesi ile davranışı arasında tutarlılık vardır. Filozof S. Hook’un dediği gibi,
köylü aldanabilir, ama kendi kendini aldatmaz. Bazı kuvvetli romancılar köylünün bu gerçekliğini ve
amiyâneamprizmini şehirli münevverin gerçekdışı nazariyeleriyle kuvvetli bir tezat halinde okuyucuya
sunarlar. Köylere seçim sırasında propaganda maksadıyla giden milletvekili adaylarının da sık sık
karşılaştıkları ve hayretle müşahede ettikleri köylü zekâsı, köylü gerçekçiliği aslında Türk köylüsüne
mahsus bir şey değildir. Okuma yazma öğrenip kalmak felaketinden kurtulabilmiş her normal zekalı
insanda aynı muhakeme gücüne ve gerçekçiliğe rastlayabilirsiniz. Eğitimin gayesi bu zekâları işlemek,
onları bilgi ile teçhiz etmektir; bu da okuma yazma öğretmekle olmaz
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
259
www.ulkuocaklari.org.tr
Gençlerimizi bu şaşkın ve perişan duruma düşüren harikulâde mekanizma nedir? Vaktiyle İktisat
Fakültesinde uzun müddet hocalık yapmış olan Alman profesörlerden Alexander Rustow’un sokakta
cıvıl cıvıl oyun oynayan çocuklara bakarak şöyle dediği söylenir: “Sizin ne fevkalâde eğitim sisteminiz
var ki, şu parlak zekâları on yıl içinde işlemez hale getiriyor.”
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tekrar edeyim ki, okuma yazma öğrenmenin katiyen aleyhinde olmadığım gibi her vatandaşımın
bunu öğrenmesinden son derece memnun olurum. Benim bütün itirazım, okuma yazma seferberliğinden
mucize bekleyen ve bu yolda milletin parasını ve emeğini çarçur edenlere karşıdır. Bu gidişle Türkiye’deki
bütün tahsil müesseseleri birer okuma yazma mektebi haline gelecektir. Hele aralarında büyük bir kalite
farkı olmadan yetiştirilen ilkokul mezunu ile yüksek tahsil mezununu birbirinden farklı muameleye tâbi
tutmakla, aralarında gerçekten büyük mesafe olduğu vehmini yaratmakla yaptığımız hatanın farkında
mıyız? İsterseniz meseleyi daha siyasî bir açıdan ele alarak şu şekilde ifade edebilirsiniz: Memleketin
bunca çocuğunu yıllarca okul sıralarında süründürdükten sonra hem doğru düşünme kabiliyetini
yitirmesine yol açmak hem de kafasını baştan başa hurafe ve bâtıl itikatlarla doldurmak kimin hakkıdır?
Görülüyor ki, Türkiye eğitim meselesi bakımından âdeta bir çıkmaz içindedir: Bir taraftan süratli
bir sosyal ve iktisadî değişme için gerekli eğitim (ilköğretim değil) seferberliği yapmak zorundadır; fakat
bizzat bu süratli değişme, eğitim kalkınması için yapılacak bütün teşebbüslerin karşısına büyük bir engel
olarak çıkıyor. Herkes çocuğunu okutmak istiyor, ama iki tarafın bu ortak arzu ve gayretleri memlekette
bilgi ve maharet yerine cehaletin yayılmasını süratlendiriyor.2 Eğer Türkiye’de mektep dışındaki hayat,
insanları yetiştirmeseydi, iktisadî kalkınmanın yetişmiş insan unsuruna bağlı olduğu hakkındaki fikri
neredeyse yanlış sayabilirdik. Fakat memleketimizde her şeye rağmen süratli bir iktisadî kalkınma
iyi yetişmiş teşebbüs sahipleri ve iş idarecileri sayesinde gerçekleşmektedir.3 Şimdi bu noktayı izah
edebilmek için Türkiye’de entelektüel zümrenin cemiyet içindeki yerini ve bu zümrenin çeşitli bölümlerini
gözden geçirmek gerekiyor. Önümüzdeki makalede bu konuya gireceğiz.
Bir Sosyal Tabaka Olarak Türk Münevverler
Münevver kelimesi bizde olduğu gibi Batı dillerinde de çok defa kıymet hükümleriyle karışık muğlak
bir mana taşır. Erzurumlu bir gazetecinin bize anlattığına göre Türk köylüsü bile münevver kelimesini
kendine yakın olan okumuşlar için kullanmakta, yabancı bir tavır veya eda sahibi olanlara ise “aydın”
demektedir. Bu türlü kıymet hükümlerinden kurtulmak ve daha tarafsız bir terim bulmak isteyen Batılı
yazarlar Rusçadaki intelijensiya kelimesini benimsemiş bulunuyorlar. Benim burada Türkçe okunuşuyla
yazdığım intelijansiya Rusya’da yüksek tahsil diploması olan kimseleri ifade ediyordu. Hattâ bu tabaka
“Batılı” bir eğitim görmüş olduğu ve geleneksel cemiyet bünyesi karşısında yabancı kaldığı için, bir çeşit
züppelik de intelijansiyanın vasıfları arasındaydı. Biz de burada münevver derken, herhangi bir kalite
farkı gözetmeksizin, yüksek tahsil diploması almış kişileri kastediyoruz. Tahsilin yükseklik derecesi,
elbette, bir memleketin genel eğitim seviyesine paraleldir; bu yüzden meselâ bazı Afrika ülkelerinde
Avrupa veya Amerika’nın herhangi bir üniversitesine gidip de mezun olmadan gelenler bile en üst
seviyede tahsilli sayılmaktadırlar.
Münevverlerin ayırt edici vasıfları onların görmüş oldukları tahsil ise, o takdirde bir münevver
tabakadan, yani ortak vasıfları bulunan ve bu vasıflar dolayısıyla cemiyette belli bir seviye işgal eden
bir sosyal gruptan bahsedebiliriz. Fakat bu sosyal tabaka terimini çok dikkatle kullanmak gerekiyor. Her
şeyden önce, münevver tabaka bir iktisadî-sosyal sınıf değildir; çünkü gördükleri tahsil bakımından ortak
vasıflara sahip olan bu insanlar, değişik sosyal sınıflara bağlı olabilirler veya içinden çıkmış oldukları
sınıfla olan bağlarını devam ettirebilirler. Eğer bunlar, eski devirlerde bazı cemiyetlerde olduğu gibi, tek
260 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bir sınıftan çıkarlarsa o zaman zaten ayrıca bir münevver sınıf bahis konusu olamaz. Diğer taraftan
intelijansiyanın bizim çağımızda gördüğü eğitim o kadar sınıfları aşan bir yeknesaklık-bazı istisnalar
hariç-göstermektedir ve o kadar beynelmileldir ki, bu sayede münevverlerin sınıf bağlantılarından
kolayca kurtulabildiklerini görüyoruz. Bu demek değildir ki münevverler sınıfsız bir tabaka halinde
dolaşıp durmaktadırlar; fakat gördükleri eğitim onlara kendi sınıflarının dışına çıkabilme veya sırf zihnî
tutumlarına göre bir sınıfı tercih etme imkanı veriyor. Bilhassa bu yüzden, münevverlerin sosyal sınıflara
bakışları hep mücerred (soyut) ve idealist açılar içindedir. Başkaları için menfaat çatışması olan şeyler
onlar için daima bir fikir ve ideoloji kavgası haline gelir; bazen kendi tuttukları, hattâ idare ettikleri taraf
galip geldiği halde münevverler yine zararlı çıkabilirler.
Bütünüyle cemiyetin olduğu kadar sosyal sınıfların da vazgeçilmez unsurlarından biri münevverdir.
Avrupa’da burjuvazi inkılâbı denen hareket sermaye sahipleri ile fikir sahiplerinin iş birliğinden doğmuştu. Münevverlerin kimi muhafazakârlar arasındadır, azınlık hareketlerinden doğabilecek tehlikeye
karşı onları uyanık tutmaya çalışırlar. Kimi işçiler arasındadır; bir gövdeye baş olmak ve bazı ideallerin
gerçekleştiğini görebilmek için. Kimi sanayi işçilerinin imtiyazlı durumlarına karşı köylüyü ve küçük
çiftçiyi de korumak üzere onlara liderlik yapar, kimi de büyük sanayi sahipleri ile işçi kitlelerinin ihtilafları
arasında çok defa ihmal edilen münevver bürokrasisini korumaya çalışır. Mamafih bütün bu misaller
sosyal tabakalaşmanın nispeten kesin çizgiler kazandığı Batı memleketlerinden alınmıştır. Türkiye
gibi henüz sanayileşmenin başlangıç devrinde olan, üstelik tehlikeli bir kültür ve rejim buhranı içinde
bulunan memleketlerde münevverlerin hem sosyal tabakalar arasındaki dağılma durumları hem de
tabakalardan birinden öbürüne geçiş hızları oldukça farklı bir durum arz etmektedir
Liberal mesleklerin bulunmadığı devirlerde devlet hizmeti dışında kalan veya devletten herhangi
bir surette yardım almayan münevver yok denecek kadar azdı. Avrupa’da tahsilin aşağı tabakalara
da yayılması ve devlet hizmeti dışında, üstelik cemiyetin başta siyasî rejim olmak üzere pek çok
müesseselerine aleyhtar bir münevver zümrenin doğuşu büyük sosyal ve siyasî değişmelere yol açtı.
Oralarda münevver tabakayı -hepsini değil, çoğunluğunu- önce burjuvazi ile birlikte sonra burjuvaziye
karşı görüyoruz
Gerçi bugün hem Avrupa hem de Amerika’da münevverlerin büyük çoğunluğu sağdadır, fakat
bunların çoğunlukla solda oldukları da görülmüştür. Kısacası, münevver tabaka, kuvvetle birleşmek
üzere, zaman zaman şu veya bu tarafı tutmuştur. Fakat Türkiye’de ve Batı dünyası dışında kalan pek çok
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
261
www.ulkuocaklari.org.tr
Kast ve sınıf sisteminin hâkim olduğu cemiyetlerde tahsil ancak belli zümrelerin-meselâ ruhban
sınıfının-imtiyazı idi, bu yüzden tahsil sayesinde elde edilen mevkîler de bu tabaka mensuplarınca
dolduruluyordu. Türk cemiyeti bunun tam tersine bir gelişme gösterdi. Osmanlı bürokrasisi gerek idarî
hizmetler, gerekse ilmiye mesleğinde şu üç vasfı esas tutuyordu: Türkçe bilmek, Müslüman olmak, iyi
bir tahsil ve terbiyeden geçmek. Bazen idareciler arasında tahsil yerine sadece tecrübeye dayanarak
yükselenler bulunuyordu, fakat bunların maiyetlerinde kuvvetli tahsil görmüş kimseler daima bulunurdu.
Dikkat edilirse, bu vasıfların dışında kalan ve başka birçok cemiyetlerde büyük ayrımlara yol açan
hususlar bizde yoktur; ırk, asalet, servet, ilh
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
memleketlerde münevverin entelektüel hak ve hürriyetleri korumaktan da ötede bir vazife yüklendiğini
görüyoruz: Cemiyetin siyasî ve iktisadî bünyesini, çok defa değiştirmek suretiyle, kuvvetlendirmek. Batı
ile aramızdaki bu fark belki de bizde münevverlerin çok yakın zamanlara kadar hep devlet hizmetlisi
statüsünde olmalarından ileri geliyordu, fakat bu nokta çok önemlidir ve her şeyden önce Türkiye’deki
gelişmenin Batı modeline tıpatıp uymadığını gösterir
Başka vesilelerle de belirtmiş olduğumuz gibi, Türkiye’nin modernleşme hareketleri Batı
memleketlerini örnek alarak onlara benzeme hareketleri halinde gelişmişti; bu yüzden, sanayi
medeniyetinin Avrupa’ya kazandırdığı üstünlükten bu yana Türkiye’deki münevver zümrenin gelişmesi
de böyle bir model tatbikatının gereklerine uyacak şekilde olmuştur. Bu gelişmede başlıca iki istikamet
görülür: 1) Yeni münevver zümrenin Batılı -veya öyle sanılan- bir kıymet sistemine göre yetiştirilmesi
ve böylece halk kitlelerine gitgide yabancı kalan yeni bir zümrenin doğuşu, 2) Modernleşmenin
daha çok siyasî ve askerî bir zaruret olarak görünmesi yüzünden yeni münevver tabakanın bilhassa
asker sınıfları -muharip ve yardımcı- halinde yetiştirilmesi. Bu iki hâdiseye bağlı olmak üzere Türk
intelijansiyası diğer bazı hususiyetler de göstermektedir ki, bunları yeri geldikçe ele alacağız. Önce yeni
Türk münevverlerinin kıymet sistemi üzerinde duralım
Batı Avrupa’nın sanayileşmesi ve millet bünyesine geçmesinden sonra o modele göre
modernleşmeye çalışan bütün memleketlerde4 münevver tabakanın yabancı kıymetleri benimseyerek
halktan gitgide ayrıldığı görülmektedir. Münevverin medenî kıymetlerden önce ve onlardan ziyade
sosyal hayata ait Batılı kıymetleri alması sadece Türkiye’de görülen bir durum değildir. Türkiye gibi
münevver tabakanın halk çocuklarına büyük ölçüde açık olduğu bir cemiyette böyle bir kıymet değişmesi
demokrasiye geçişte de başlıca güçlüklerden birini teşkil etmiştir, çünkü halk çocukları münevver
tabakaya dahil oldukça bu tabaka halka daha ziyade eğilecek yerde yeni gelenleri de eritmektedir.
İlk bakışta, küçük bir idareci münevver azınlığın büyük kitleleri eritmesi gibi görünen bu hâdise Batıcı
münevverin seviyesindeki yükseklikten veya çevirdiği entrikadan değil, fakat onun dayandığı dünyanın
gücünden ileri gelmektedir. Yüksek tahsil yapmış bir genç sadece memleketinin idareci üst tabakasına
dahil olmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün dünyada medeniyeti ve kudreti temsil eden Batı dünyasının
da bir temsilcisi veya mensubu durumuna giriyordu. Farmasonluk vs. gibi Batı kaynaklı gizli cemiyetler
etrafında doğan şüphelerin büyük bir kısmı da bu noktanın iyi anlaşılmamasından ileri gelmektedir.
Dikkat edilirse farmasonlar sadece kendi üyelerini korumak için bir araya gelmiş olan veya beynelmilel
menfaat çarkları döndüren sermaye sahiplerinden ibaret değildir; bunlar aynı zamanda tamamen Batılı
kıymet sistemlerini benimsemiş bulunup bu kıymetleri kendi memleketlerinde yaymak -yani reform ve
inkılâp yapmak- isteyen insanlardır. Eski bir mason ve bir ittihatçı zabit olan Kâzım Nami Duru, II.
Meşrutiyet inkılâbını yapanlarla masonluk arasındaki yakınlığı şöyle anlatıyor
İttihat ve Terakki Cemiyetinin o vakitki arkadaşlarından sağ kalanlar, birçok olayların etkisi altında
birbirlerinden uzak, birbirleriyle ilgisiz kalmış iseler de eski içtenliklerinden, sevgilerinden pek az şey
yitirmişlerdir. Bu içtenliği, bu kardeşlik duygusunu bugün de yüreklerinin derinliklerinde bulursunuz.
İçlerinde mason olanlar vardı, meşrutiyetten önce de masonluktan bir hayli yararlanmışlardı. Yalnız
mason olanlar birbirlerine liüm (anadan), yalnız ittihatçı olanlar lieb (babadan), hem mason hem ittihatçı
olanlar liebeveyn (ana baba bir) kardeş derlerdi. Bu içtenliği yaratan büyük idealdi
262 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Batılı Türk münevverinin mason olması da şart değildir, fakat mutlaka Batılı kıymetlerin taşıyıcısı
ve yayıcısı durumunda bulunan bir derneğe girmek ister. Böyle bir dernek meselâ Sosyalist Kültür
Derneği de olabilir.
Batılılaşma hareketleriyle birlikte Türk münevver tabakasında ikinci ve çok önemli bir değişme
daha olmuştur. Önceki tarihlerde kılıç ehli (ordu) ile kalem ehli (ilmiye) iki ayrı organize kuvvet halindeydi
ve devletin mühim işlerinde, bilhassa hükümet darbelerinde ve iktidar değişikliklerinde bu iki kuvvet iş
birliği ederdi. Sonraları Batılı tipte eğitim bilhassa ordu içinde yaygın bir hale gelince -tıp ve mühendis
mektepleri bile askerî personel yetiştiriyordu- kılıç ehli aynı zamanda kalem sahibi olmakla kalmadı, git
gide eski itibarını yitirmeye başlayan medrese karşısında da imtiyazlı bir zümre haline geldi. Bazılarına
göre memleketimizde bütün hayırlı işlerin yapılmasına imkân veren bu önemli farklılaşma bazılarına
göre de felaketimizin en önemli sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Fakat şurası muhakkak ki Batılı
kıymetlerle yetiştirilmiş, Batı teknolojisine sahip bir münevver subay zümresi memlekette Batılılaşma
istikametindeki değişmelerin daima önünde görülmüştür. Bu öncülük subay zümresinin memleket
idaresinde üst tabakayı teşkil etmesiyle mümkün olmuştur. Batılı eğitim sivil tabakalara da yayıldığı
ve Türkiye harpten uzak bir hayat yaşadığı ölçüde eskiden subayların oynadığı rol de git gide sivillere
geçmektedir.
Yeni münevverin sahip olduğu kültür onu yeni ideallere, yeni tip bir ahlâk telâkkisine götürmüştür.
Batıcı münevver yeni ve yabancı siyasî kanaatler kazanmış, bu yüzden devlete sadakatle bağlanacak
yerde birtakım muhayyel, ideal nizamlar uğrunda devletin başına âdeta yeni bir dert olmuştur. II.
Mahmud’dan beri yapılan bütün ıslâhat ve inkılâp hareketleri, neticeleri bir tarafa, batıcı bir münevver
azınlığının lehine sarayın kudretini git gide zayıflatan birer hareket mahiyetindedir. Bu hareketleri
Türkiye’de merkeziyetçi idarenin çözülmesine ve dolayısıyla demokrasinin yavaş yavaş yerleşmesine
doğru birer adım sayanlar pek çoktur; ama bu kanaatte olanlar her nedense merkeziyetçi idarenin
çözülmesini sonraki diktatör ve despot idareler için birer mazeret saymaktan da hiç kaçınmıyorlar.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
263
www.ulkuocaklari.org.tr
Türkiye’de bürokratik bünye dışında bir münevver zümrenin teşekkül edemeyişi hem Türk
münevver kitlesinin birlik şuuru kazanması hem de bu zümrenin sosyal ve kültürel değişmede oynadığı
rol bakımından çok önemli neticelere yol açmıştır. Her şeyden önce, münevverlerin ortak vasıflarına
sahip bir zümre teşkil etmesi onların aldıkları ortak eğitimden, yani ortak bir kıymet şuurundan ileri
geliyordu. Batılı eğitim görmüş yeni münevver tabaka da, tıpkı eskiler gibi, az çok yek vücut bir kitle
teşkil etmiştir. Bunlar arasında zaman zaman meydana gelen çatışmalar daha ziyade bürokrasinin
içine girenlerle dışında kalanlar arasında nüfuz ve menfaat çatışması halinde gelişmiş yahut bizzat
Batıda görülen bazı ayrılıkların bize de aksetmesi şeklinde olmuştur. Eskilik-yenilik kavgası bile -hiç
değilse kısmen- böyle bir çekişme atmosferi içinde büsbütün alevlenmiştir; öyle ki mevcut nizamın yanı
başında yer alan münevverler ister istemez bu nizamda nüfuzlu bir yer işgal edemeyen veya dışarı
atılanlar nazarında geriliği temsil etmekle suçlanmışlardır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Abdülaziz’in tahta geçmesiyle, II. Mahmud ve Abdülmecit devirlerinin devlet otoritesine verdiği
zaafı gidermek üzere girişilen teşebbüsleri boşa çıkarmak için atılan her adımda bir yabancı parmağı
görenler, hürriyetçi (!) Türk münevverlerinin bazı Batılı devletlerce kışkırtıldıklarını ve beslendiklerini
söyleyenler tamamen haksız değillerdir; fakat şurası unutulmamalıdır ki o zamanın Batılı Türk münevveri
dışarıdan destek görmeksizin de aynı fikirlere sahipti ve aynı şeyleri yapmaya hazırdı. Yeni nesillere
horoz dövüşçüsü ve pehlivan diye anlatılan, fakat son derece akıllı ve gerçekçi bir devlet adamı olduğu
anlaşılan Sultan Abdülaziz’i saray otoritesini paylaşmak veya tamamen kendi ellerine almak isteyen
Batılı münevverler devirdiler.
Türkiye’de o devirde insanı şaşırtan bir başka hâdise de, medreseli münevverlerin siyasî rejim
meselesinde Batılı münevverlerle âdeta aynı paralele girmiş olmasıdır. İlgi çekici bir inceleme konusu
teşkil edebilecek olan bu nokta, bilhassa II. Abdülhamid devrindeki medreseli münevverlerde göze
çarpıyor, II. Meşrutiyetle birlikte de medreselileri artık iyice siyaset sahnesinde görüyoruz. Türkiye’de
yeniliklerin öncülüğünü daima saray yaptığı için, muhafazakâr bir müessese olan medresenin buna
tepki göstermesi pek mümkündür ve böyle haller görülmemiş değildir; üstelik, sarayın Avrupacı bir
münevver tabakasını söz sahibi edişi medreselileri büsbütün reaksiyona sevk edilebilirdi. Fakat
medreseliler II. Abdülhamid’i müstebit olmakla suçlamışlar, yani Avrupa tipi bir hürriyet anlayışına
dayanarak ona karşı çıkmışlardır. Sağdan gelen bu muhalefet belki de hürriyet isteğinden ziyade
tıpkı bazı Avrupacı münevverlerde görüldüğü gibi, iktidarda söz sahibi olma hırsından ileri geliyordu.
Belki de Batı medeniyetinin hürriyet ve meşrutiyet fikirleri o kadar kuvvetli, üniversal birer düşünce
olarak görülüyordu ki, medreseliler bile asrî görünmekten kurtulamadılar, hürriyet taraftarlığını bir çeşit
telafi mekanizması olarak kullandılar. Bu ikinci ihtimal bize daha kuvvetli görünüyor; çünkü o devir
medreselileri Avrupalıların rejim konusundaki fikirlerine esastan itiraz etmemişler, sadece bu fikirlerin
İslâm geleneğinde zaten mevcut bulunduğunu ve dolayısıyla meşrutî bir idarenin aynı zamanda İslâmî
olacağını ispat etmekle vakit geçirmişlerdir. Medreseliler medeniyet diye geçerli olan şeyin dışında
kalmak istemiyorlardı; kendilerini şaşırtan ve henüz karşı koymaya hazır bulunmadıkları bir kuvvetle
uzlaşmayı daha uygun gördüler.
İnkılâp geçiren bütün memleketlerde münevverlerin eskiler-yeniler yahut inkılâpçılar ve
muhafazakârlar diye ikiye ayrılması pek tabiîdir. Böyle bir ayrılmada inkılâp hükümetleri elbette yeni
münevver tipini destekleyecek ve onunla iş birliği yapacak, eskileri ise mevkî ve itibardan mahrum
bırakmaya çalışacaktır. II. Meşrutiyet inkılâbını yapan ve sonra İttihat-Terakki Fırkası halinde teşkilâtlanan
münevverler bu yeni tipi teşkil ediyordu. Bizde inkılâpçı hükümetleri tenkit eden münevverlere yobaz ve
mürteci gibi damgalar vurma âdeti ittihatçılardan kalmıştır. Kendilerinden önceki idare için “Devr-i sabık”
tâbirini kullanma âdeti de onlardandır. Fakat bu arada “Devr-i sabık”ta meydana gelen çok mühim bazı
değişiklikler vardır ki, bunlar yeni Türk münevver tabakasının teşekkülü bakımından çok büyük neticeler
doğurmuştur. Bilindiği gibi, Türkiye’nin hemen bütün eğitim müesseselerinin temeli II. Abdülhamid
devrinde atılmış, böylece memlekette daha sonraki yenilikler de bilhassa o devirde başlamıştır.
Her şeyden önce, maarifin yaygın bir hale gelmesi yüzünden münevverin çıkış (recruitment)
sahası da genişledi: İttihatçılar ve Cumhuriyetçilerin büyük çoğunluğu fakir veya orta halli ailelerden
gelen münevverlerdi. Ayrıca, bunların doğum yerleri de hayli yaygın bir dağılım sahası teşkil etmektedir;
264 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
pek çoğu İstanbullu olmadığı halde okumak üzere oraya gelmiş taşralılardır. Yüksek okulların
açılmasında devletin personel ihtiyacı ön plânda tutulduğu için, yüksek tahsil gören bu halk çocukları
da ekseriyetle subay, doktor ve idareci oluyorlardı. II. Meşrutiyetle birlikte Türkçülük cereyanının büyük
kuvvet kazanmasında belki bu Türk asıllı münevverlerin çoğunluk kazanması büyük rol oynamıştır
II. Meşrutiyet İnkılâbının yapıcıları işte bu mekteplerde tahsil gören, bir kısmı yabancı memleketlere
giderek yabancı dil de öğrenmiş bulunan “yeni” münevverler olmuştu. Sarayın kudreti tamamen inkılâpçı
liderlerin eline geçtiği gibi, eskiden sarayın liderliğinde yürütülmekte olan modernleşme hareketleri de
bütün ağırlığıyla bu yeni kadronun üzerine çöktü. Üstelik bu defa her başarısızlığı padişaha yüklemek
imkânı da yoktu. Bir taraftan memleketin alt üst olan siyasî ve askerî nizamı, bir taraftan gerçekleştirilmesi
çok âcil olan ıslahat hareketleri Türk münevverini tam bir boşluk ve şaşkınlık içinde bırakıyordu. Meselâ
Ziya Gökalp’ın Talât Paşa için,
Sen canları birleştiren bir ruhsuVicdanını sende görür cemiyet
O bir necat teknesidir, sen Nuh’sunSen olmasan öksüz kalır bu milletyahut Enver Paşa için,Biz
hepimiz şüphelerin içinde İken vardı sende büyük itminan Ermişti sana yâ ilâhî bir müjde Verilmişti yahut kudsî bir ferman
demesi, bu ekip muvaffak olamayınca da gözlerini Mustafa Kemal Paşa’ya çevirip, Sen dahîsin
buna çoktan inandım Mefkuresiz rehberlerden pek yandık Garpta şarklı yaşamaktan usandık Kurtar bizi
bu karanlık zindandan diye “istida” yollaması Ziya Gökalp’ın şahsî bir kusurunu değil, fakat o zamanki
Türk münevverlerinin ruh halini aksettirmektedir. Fakat bu şaşkınlık, perişanlık ve boşluk içinde Türk
münevverlerinde yeni bir toparlanma hareketi göreceğiz ki, bu hareketin ön plânda gelen sîmalarından
birisi, belki de en önemlisi Ziya Gökalp olacaktır. Mütareke ile Cumhuriyetin ilk yılları arasında kısa
süren bu uyanma hareketini önümüzdeki yazıda açıklamaya çalışacağız.
Türk münevver zümresinin doğuşunu, gelişmesini ve hâlen içinde bulunduğu durumu araştıran
bir sosyal ilimci bunu yaparken, ister istemez, Türkiye’nin fikir tarihini de anlatmış olacaktır. Geçen
yazımızda da açıklamaya çalışmıştık ki, Türkiye’de münevver zümre, İkinci Dünya Harbi’ne kadar,
devlet kadrolarını dolduran bir bürokratik elit olarak karşımıza çıkmaktadır; bu insanların mensup
bulundukları diğer zümrelere veya sırf kendi şahıslarına ait menfaatleri yine bahis konusu olmakla
beraber, hepsi de esas itibarıyla devletin kuvvetlenmesi ve ayakta kalabilmesi meselesini birinci plânda
tutuyorlardı. Bu yüzden Türkiye’deki siyasî ve ideolojik mücadeleyi bir sınıf mücadelesi şeklinde değil,
fakat memleketin kurtuluşu hakkında -bilhassa gördükleri eğitimin farklılığı yüzünden-değişik fikirlere
sahip bulunan münevverler arasında bir kavga olarak görmek daha doğru olur.
Münevverlerimiz arasındaki esaslı fikir ayrılıkları II. Meşrutiyet’le başlar, böylece Türk
münevverlerinin çeşitli cephelere bölünmesi de o tarihe kadar çıkar. Yeni Osmanlı ve Genç Türk
hareketlerinin siyasî bakımdan en önemli ve belki yegâne yeniliği, saray otoritesinin Batıcı bir münevver
azınlık tarafından daha çok paylaşılmasından ibaret kalıyor. Bu noktayı gayet iyi gören Yahya Kemal
şöyle demektedir: “Ahmed Rıza Bey›in ve hepimizin o zamanki fikrimiz, tıpkı Abdülhamid›in fikirleri
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
265
www.ulkuocaklari.org.tr
Yeni Türkiye’de Münevver Tabaka
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gibi, mevcut Memalik-i Osmaniye›de kendi millî tefevvukumuzu temin etmek hedefine müteveccihti.
Ancak Abdülhamid re’sen Padişah olduğu için bu tefevvukun ancak kaahir bir istibdat ile kaim olduğu
neticesine varmıştı. Biz ise muhalif olduğumuzdan, bu tefevvukun bir meşrutiyet şekliyle meşrutiyet
kesbedeceğini tevehhüm ediyorduk.
II. Meşrutiyet memlekete birdenbire yeni fikirler getirmedi, sadece mevcut fikirlerin bütün
serbestliğiyle ortaya çıkıp münakaşa edilmesine yol açtı. Padişahın otoritesi İttihatçı liderlerin eline
geçtiği için bu ideolojik kavgaların belli hudutlar içinde tutulması imkânı da kalmamış, devlet bizzat
bu mücadelenin taraflarından biri haline gelmişti. İttihatçıların da bir politikası vardı ve bu politika
“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde tecelli ediyordu. İttihatçıların yerine bir başka grup
iktidarda bulunsaydı herhalde onlar da aynı prensipleri benimsemek zorunda kalırlardı. Milliyetçilik
siyaseti ve milliyetçi fikirlerin dünya çapında kuvvet kazanması dolayısıyla, II. Abdülhamid’in ilk saltanat
yıllarından bir kültür milliyetçiliği başlamıştı. Avrupalılaşmanın daha eski bir tarihi vardı; biz reddetsek
bile Avrupa devletleri bizi buna zorluyorlardı. İslâmlık siyaseti ise zaten devletin en büyük dayanağı
idi, II. Abdülhamid bu sayede İngilizlere karşı uzun ve başarılı bir mücadele vermişti. İttihatçıların
Türkçülük siyaseti bile ancak İslâmcılık siyaseti ile birlikte bir mana taşıyordu; Enver Paşanın Türk
memleketlerinden büyük itibar görmesi onun Türk veya Türkçü olmasından ziyade İstanbul’daki İslâm
halifesinin damadı ve Erkânı Harbiye Nâzırı oluşundan ileri geliyordu.
II. Meşrutiyet Devri’nde işte bu zaruretler içinde toparlanmaya çalışan İmparatorluğa bir ideoloji
peygamberi lâzımdı, öyle ki iktidarın içinde bulunduğu şartları iyi kavramış olacak ve birleştirici bir siyasî
felsefenin temellerini atacaktı. İttihatçılar bu yeni peygamberi Ziya Gökalp’ın şahsında buldular. Balkan
felâketinden Millî Mücadele’nin sonuna kadar gitgide kuvvet kazanan milliyetçilik veya “Türkleşmek”
siyasetinin başında da bir fikir adamı olarak yine o vardır. Zaten Millî Mücadele adı bile bize hemen millet,
milliyet, milliyetçilik terimlerini hatırlatıyor ve burada ilk akla gelen isim de Ziya Gökalp oluyor. Gerçekten
bize millî hareketin neden ibaret bulunduğunu, milliyetçiliğin ne demek olduğunu ilk defa öğreten Ziya
Gökalp olmuştur. Onun yetiştirdiği veya onun temel fikirleri etrafında yetişmiş olan nesillerdir ki bizi
bağımsızlığımızı kaybetme tehlikesinden kurtardı.6 Millî Mücadeleyi hazırlayan ve başarı ile yürüten
asker-sivil Türk aydınlarının büyük çoğunluğu o devrin Türkçü, şimdiki adıyla milliyetçi aydınlarıydı.
Ziya Gökalp bu durumu 1932’de yayımladığı Türkçülüğün Esasları adlı kitabında, kendi şahsiyetini hiç
öne sürmeden, şöyle anlatıyor:
“Diyebiliriz ki, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti hiç haberi olmadan Türkçülüğün siyasî programını
tatbik etti... Türkçülükle Halkçılığın nihayet aynı programda birleşmeleri ikisinin de aynı maksada ve
gerçeğe uygun olmasının bir neticesidir... Bu ayniliğin bir neticesi de şudur ki, bütün Türkçüler hiç
istisnasız Anadolu Savaşı’na katılmışlar ve onun en ateşli müdafaacıları olmuşlardır. Türkiye’de Allah’ın
kılıcı halkçıların -yani Müdafaa-i Hukuk’çuların- pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi.
Türk vatanı tehlikeye düşünce bu kalemle bu kılıç birleşti, ikisinin birleşmesinden bir cemiyet doğdu ki
adı Türk Milleti’dir.”
II. Meşrutiyet’le birlikte ortaya çıkan zengin fikir ve ideoloji hareketlerine bakarsak, Türk aydınlarının
imparatorluğu kurtarmak ve geliştirmek üzere başlıca üç istikamet tutturduklarını görürüz: (1) Garpçılar,
266 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yani Batı kültür ve medeniyetini süratle alıp Batı dünyası ile bütünleşmemizi isteyenler, (2) İslâmcılar,
yani modern teknoloji dışında bütün müesseselerimizi İslamî esaslara göre düzeltmemizi ve İslâm âlemi
ile bütünleşmemizi isteyenler ve (3) Türkçüler, yani bir tarafta Batı medeniyeti ve bir tarafta Türk kültürü
esasına dayalı modern bir cemiyet yaratmak, Türk âlemi ile bütünleşmek dâvasında olanlar.
Ziya Gökalp bu üçüncü grupta bulunuyordu. Türkçülük cereyanı onun şahsî eseri değildi, fakat bu
cereyan ilk defa bir kültür hareketi olarak onun da içinde bulunduğu bir genç aydınlar grubu tarafından
başlatılmış, kısa zamanda yaygınlaşan bu cereyanın fikir lideri olarak Ziya Gökalp ön plâna geçmişti.
Avrupa’daki felsefe ve sosyoloji hareketlerini yakından takip etmesi ona gösterdi ki, sosyal tekâmülün
en ileri merhalesi bir topluluğun millet haline gelmesidir; kısa zamanda bu millet bünyesine kavuşmayan
topluluklar o merhaleye ulaşmış olanlara her sahada mağlûp olacaklar, kendi içlerinde de hiçbir zaman
refah ve huzur göremeyeceklerdi. Nitekim o devirde Avrupa’nın karşısında bulunan devletlerin durumu
buydu. Şu halde bizim için de milliyetçilik politikasından vazgeçilemezdi.
Gökalp kendi zamanındaki öbür iki cereyanı da tamamen reddetmedi. Türkler Müslüman oldukları
için Müslüman dünyasına, Gökalp’ın deyişiyle İslâm beynelmileliyetinedahildirler. Modern medeniyeti
ihmal edemeyeceklerine göre de Batılılaşmak zorunluydu. İşte bu üç noktayı göz önünde tutarak şu
formülü ortaya attı: Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim. Fakat bu formül,
üç ayrı unsurun gelişigüzel karıştırılmasından ibaret değildi, burada asıl yapıcı unsur Türk millî kültürü
idi.
Yeni hayat, ahlâkta, hukuk ve iktisatta, edebiyatta, sanatta, kısaca bir cemiyetin bütün kıymet
sahalarında, milliyet esasına dayanan sosyal bir inkılâp yapmaktadır. Buradaki milliyet veya millî kültür
Gökalp’ın ilk defa Yeni Hayat adıyla ortaya attığı fikirlerin daha sonra Türkçülük adını almasına yol
açmıştır. Türkçülük eski cemiyetin kıymet sistemini ve müesseselerini kabul etmez, çünkü imparatorlukta
milliyet esasına dayanan bir sosyal yapı yoktur. Fransız inkılâbından bu yana yayılan milliyet fikirleri
Türk olmayan unsurları bizden ayırdı, Türkler de elbette kendi vatanlarında kendi milliyetlerinin dâvasını
güdeceklerdi. Böylece Türkiye’de milliyetçi, halkçı, Batı medeniyetçisi bir devlet kurulacak ve biz onun
sayesinde modern milletler seviyesine çıkacaktık. Milliyetçi bir devlet ister istemez halkçı olacak, halkçı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
267
www.ulkuocaklari.org.tr
Gökalp, bir taraftan da Türk milliyetinin temeli olan Türk kültürünün esaslarını göstermeye çalıştı.
Kültür, bir milletin bütün hayatının bir mahsulü olduğuna göre, önce millî tarihimizi bilmek gerekiyordu.
Halbuki eskiden bizim onuncu yüzyıldan önceki tarihimiz ya hiç bilinmez, yahut ilgi görmezdi. Türklerin
Anadolu’ya gelmeden önceki tarihleri gibi, Asya’da kalmış diğer Türk topluluklarının tarihleri de,
Türkçülük hareketiyle birlikte ilgi konusu oldu. Gökalp’ın sade şiirlerle destan halinde anlattığı bu
tarihler o devirde çocuklardan ziyade gençler tarafından okunuyordu. Zaten II. Meşrutiyet’e iktidar,
siyasî inkılâpla birlikte sosyal inkılâplar da yaparak memleketin çehresini değiştirmek isteyen bir genç
kitlenin eline geçmiş bulunuyordu. İktidarda İttihat ve Terakki adlı inkılâpçı parti vardı ve Gökalp bu
partinin merkez-i umumî üyesi idi. Gökalp bu mevkide bulunduğu sırada politika ve devlet idaresi ile
meşgul olmadı, ama fikirlerini hem devlet adamları hem de gençler arasında serbestçe yaydı. İşte bu
yeni nesil, memleket için özlediği yeni bir hayatın esaslarını Gökalp’ın ağzından ve kaleminden öğrendi.
“Yeni Hayat” nasıl olacaktı?
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olunca da demokratik esaslara dayanacaktı. Lâiklik bu demokrasinin zorunlu neticesiydi.
Görülüyor ki bu fikirler, başta millî hareketin lideri Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Millî Mücadele’yi
hazırlayan ve yürüten kadronun başlıca fikirleridir. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan çıkan Misak-ı
Millî beyannamesinden başlayarak Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Millî Mücadele hakîkaten millî bir
karakterdedir ve bu karakter Gökalp’ın yarattığı düşünce atmosferi içinde yetişmiş bulunan asker-sivil
Türk aydınlarının eseri olmuştur. Bunlar arasında Gökalp’ın Altın Işık’ını ezbere bilmeyen, Yeni Hayat’ı
okumayan veya Türk Ocağı’nda kendisini saatlerce vecdiçinde dinlemeyen yok gibidir.
Millî Mücadele’nin temelinde Ziya Gökalp düşüncesinin ne kadar derin bir yer işgal ettiğini,
mücadele bittikten sonraki hâdiselerden de anlayabiliriz. Bilindiği gibi, memleket düşmandan kurtulur
kurtulmaz, hükümet Gökalp’ı hemen Diyarbakır’dan Ankara’ya getirtti, Gâzi ve arkadaşları onunla Yeni
Türkiye’nin temelleri hakkında istişare ettiler. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinden doğan Halk Fırkası
bir bakıma Gökalp’ın eseridir, çünkü fırkanın prensipleri, hattâ bunların sayısı ve okla gösterilmesi
hep Gökalp Milliyetçiliği’nden çıkmıştır. Batı medeniyetinin kaynaklarını öğretmek üzere devletin Batı
dillerindeki temel eserleri Türkçeye çevirtmesi de Gökalp’ın fikridir, nitekim bu işi kendisi başlatmıştı.
Halk Fırkasının halka doğru prensibi ve bunun bir neticesi olan halkevleri ve odaları çok önceden
Gökalp tarafından tavsiye edilmişti. Baro, Tabipler Birliği, Mühendisler Odası gibi meslek teşekküllerinin,
üniversitenin muhtariyet kazanması, yani Gökalp’ın tabiriyle “âmme velâyetinden kurtulmaları” yine
onun teklifiyle oldu.
Ziya Gökalp, her büyük siyasî değişiklikte kendi fikirlerinde yaptığı önemli düzeltmeler dolayısıyla,
sabit ve istikrarlı bir görüş sahibi olamadı, ama hakikaten II. Meşrutiyet Devrinde ondan daha birleştirici
rol oynayan başka bir Türk düşünürü gösterilemez. İttihat ve Terakki gibi -Enver gibi ferdî kabiliyetlerin
dışında- hem şanssız hem de kalitesiz bir iktidarın sorumluluğuna katılmamış olsaydı belki bu birleştirici
tesiri daha büyük olacaktı.
İmparatorluk parçalanıp da Cumhuriyet kurulduğu zaman Gökalp ve onunla birlikte yeni iktidar
sahipleri artık Türk devleti için yeni bir politika tespit etmek zorundaydılar. Bu devrede Gökalp›ın eski
büyük rolünün kalmadığını görüyoruz. Genç yaşında ve Cumhuriyetten bir yıl sonra ölmemiş olsaydı
fikirlerinde nasıl bir değişiklik olurdu, bilmiyoruz. Fakat Türkçülük hareketi içinde yetişmiş olan nesil,
yeni kurulan merkeziyetçi hükûmetin politikasıyla kolayca uzlaşamazdı. Gökalp hayatta iken yazı
değişmesine şiddetle karşı koymuş, takvim için hicrî tarihin esas tutulmasını istemiş, dilde tasfiyeciliğin
aleyhinde bulunmuştu. Devlet makamlarında yavaş yavaş radikal bir Avrupacı ekibin hâkim olduğu
görülüyordu. Dilde tasfiyeciler, hükûmetin resmî desteğiyle, Türk dilinin kaderine hâkim oldular, çünkü
merkeziyetçi ve tek partili idare Dil Kurumu›nu devletin bir müessesesi sayıyor ve orada alınan kararlara
göre çocuklara okulda okutulacak dili tayin ediyordu. Münevver bürokrasisi içinde Avrupa zevkleri daha
çok hâkim olmaya başladı. Türkçülerin milliyetçilik anlayışı ve tarih görüşü resmî kongrelerden tekme
ve tokatla kovuldu; Anadolu’da kurulan ve bin yıldır devam eden Türk devleti bir tarafa bırakılarak tarih
öncesi çağlara dönüldü; Türklüğün başlıca alâmeti olmak üzere kafa ölçüsü alma usulü revaç buldu. Bu
devirde resmî görüşün dışına çıkmak imkânı bulunmadığı için, hükûmetin yeni politikasıyla uzlaşmayan
münevverlerin sayısı ve kalitesi hakkında kesin bir fikre sahip değiliz.
268 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Cumhuriyet bürokrasisi imparatorluktan devralınmıştı, fakat bu bürokrasi on yıllık bir harpten sonra
kolunu kıpırdatamayacak hale gelmiş yorgun ve yoksul bir milletin nüfuzlu idarecileri durumuna geçmişti.
İmparatorluk yenildiği için, ona bağlı olarak görülen her şey de onunla birlikte yenilmiş sayılıyordu; bu
yüzden Cumhuriyet devrindeki münevver üst tabakanın Avrupacılığı eski devirlerdekinden daha da
şiddetli oldu. Bu devirde halk tabakalarının münevver -ve tabiî idareci- üst tabakaya eleman verme
nispeti artmıştı. Hükûmetin verdiği imkânlardan faydalanan birçok gençler yeni Türkiye’nin idareci,
teknisyen ve akademik kadrolarını doldurmak üzere Avrupa’ya tahsile gittiler; pek çoğu da -birkaç
zengin çocuğu ve kabiliyetsiz hariç- muvaffak döndüler. Fakat merkeziyetçi bir hükûmetin karşısında
münevver tabakanın durumu ne olacaktı? Bu genç ve idealist insanlar, daha önce de görüldüğü gibi,
idarenin hoşuna gitmeyen fikirlere ve hattâ icraata önayak olursa ne yapılacaktı? Böyle bir tehlikeyi
ortadan kaldırmak için, mevcut bürokrasi daha da genişletilerek bu yeni gelenler orada eritilecek miydi,
yoksa devlet memuru dışında serbest meslek sahibi münevver bir tabakanın doğuşuna imkân verilecek
miydi?
II. Meşrutiyet devrinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk münevverlerini toplayan en büyük
gayrisiyasî teşkilât Türk Ocakları’ydı. Türk Ocakları İttihatçılar tarafından destek görmüş, onlar da
ittihatçıları desteklemişler ve böylece İttihat ve Terakki Fırkası âdeta-Yahya Kemal’in tâbiriyle-alâmet-i
fârikası Türkçülük olan bir parti gibi görünmüştü. Bu teşkilât Cumhuriyet devrinde de ayakta durmayı
başardı; fakat İttihat ve Terakki ile eskiden çok yakın ilgisi olduğu için Halk Fırkası’yla bir arada
yürüyemezdi. Halk Fırkası kendi dışında teşkilâtlı bir münevver kuvvetin varlığına imkân vermemek
üzere Ocakları kapattı, Ocak ileri gelenleri arasından da bilhassa Türkiye dışından gelmiş olanları Halk
Fırkasının kontrolü altında bulunan çeşitli yerlere -Dil ve Tarih Kurumu gibi- dağıttı, bazılarına aynı
zamanda mebusluk -saylavlık- verdi. Avrupa’da tahsilini bitirerek gelmiş olanlar da çeşitli yollardan Fırka
bünyesinde eritiliyordu. Bunlardan bazılarının siyasî vazifeler almaları yüzünden kendi arkadaşları ile de
araları açılınca, Halk Fırkası karşısında hemen hiçbir kuvvet kalmadı. İleride Anadoluculuk cereyanının
bir tarihini yazacak olanlar bu konuda bize bir hayli bilgi kazandıracaklardır.
Cumhuriyetten sonra Türk münevverleri arasında ilk büyük siyasî ayrılık TerakkîperverFırka’nın
kurulmasıyla ortaya çıktı. Bu partinin kurucuları da tıpkı Halk Fırkası mensuplarının çoğu gibi Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetlerinden geliyorlardı. Üstelik Halk Fırkası’nda idarenin gitgide merkeziyetçi bir karakter
kazanması yüzünden, ikinci sınıf adamlar çoğunluğa ve ön plâna geçirilmiş olduğu halde yeni fırka
o devirde Türkiye’nin asker ve sivil en kaliteli ve şöhretli adamlarından meydana gelmişti. Aralarında
Millî Mücadele içinde gösterdikleri varlıkla büyük şöhret yapmış ve sivrilmiş kimseler vardı. Bu partinin
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
269
www.ulkuocaklari.org.tr
Tek partili devirde Halk Fırkası’nın karşısında ikinci büyük teşkilât olarak Muallimler Birliği
bulunuyordu. Muallimler Birliği tek partili idare zamanında en çok ihtiyaç duyulan ve o nispette de
korkulan bir kuvvetti. Her şeyden önce, yeni inkılâp rejiminin muallimler tarafından benimsenmesi ve
onlar vasıtasıyla yayılması şarttı. Fakat bu teşkilât siyasî iktidarla ihtilâfa düşerse Halk Fırkası münevverin
desteğini büyük ölçüde kaybetmiş olurdu. Mamafih, muallim zümresi cumhuriyetten önce de Avrupacı
fikirlerle dolmuş bulunuyordu; bu yolda yapılacak reform ve inkılâplar için hazır durumdaydı. Nitekim
Halk Fırkası bunlardan inkılâp hususunda bir reaksiyon görmedi, ama parti dışında bir teşkilât olarak
devam etmemeleri için de gerekeni yaptı.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
idarecileri Cumhuriyet rejimine ve Batılılaşmaya taraftar bulunuyorlardı, fakat Halkçılar derecesinde
radikal değişme taraftarı değildiler.
İkinci muhalefet hareketi olan Serbest Fırka›ya gelince, bu da memleketin münevver üst tabakası
tarafından kurulan bir parti olmakla beraber bir çeşit sun›î muhalefet vazifesi gördürülmek üzere iktidar
çevreleri tarafından kurdurulmuştu, nitekim halk bu hakikatin farkında olmadığı için Serbest Fırka›ya
çok büyük bir sevgi ve alâka gösterince parti idarecileri siyasî mücadeleyi terk ettiler, yani Halk Fırkası
onlara artık sahneden çekilmelerini tenbih etti (Okuyucu, bu siyasî muvazaa hakkında geniş ve çok
dikkat çekici bilgi almak için Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest Fırka Hatıraları adlı kitabına başvurabilir.)
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ise kuruluşunun hemen ardından bir hâdiseye adı karıştırılarak
kapatılmış bulunuyordu
Halk Fırkası ile onun karşısındakiler arasında ne gibi fikir ayrılıkları bulunduğunu kestirmek
çok güçtür, hattâ aralarında herhangi bir esaslı ayrılık olduğu ihtimali bile uzak görünüyor. Şimdiye
kadar tespit edilebilen uyuşmazlıklar arasında yegâne mühim olanı hilâfet meselesi ile ilgilidir. Millî
Mücadelenin bazı önemli ve popüler simaları (Rauf Bey, Halide Edip Hanım vb.), İstanbul basınının ileri
gelen kalemleri (Hüseyin Cahit, VelidEbüzziya vb.), bazı üniversite hocaları hilâfetin kaldırılmasına karşı
çıkmışlardı. Fakat muhalefeti temsil edenlerin hemen hepsi de aynı nesilden olan, aynı tip mekteplerde
birbirine benzer eğitim görmüş kimselerdi. Bu zümrenin dışında kalan medreseli münevverler ise
daha İkinci Meclis’in kurulmasıyla birlikte parlamento dışı bırakılmış, sonra da sistemli bir şekilde
sindirilmişlerdi. Türk siyasî elitinin büyük kısmı Batılı tipte okullarda tahsil görmüş ve Türkiye’yi Batı
örneğine göre değiştirmeyi emel edinmiş kimselerdi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin resmî tarihine
göre, partili münevverler arasındaki yegâne ayrılık Türkiye Cumhuriyeti müesseselerinin hangi Batı
memleketinden alınacağı noktası üzerineydi ve herkes kendi bildiği veya benimsediği ülkenin örnek
alınmasını istiyordu. Bunlardan pek farklı olmayan Terakkiperver ve Serbest Fırkaların idarecileri
niçin halkı hemen kendi etraflarında toplamışlardı? Muhaliflerin bu başarısı, herhalde liderlerin niyet
ve ideallerinden ziyade seçmen kitlesinin ümit ve sıkıntılarından ileri gelmekteydi. Bu liderlerle Halk
Fırkası münevverleri arasında sosyal menşe bakımından da önemli bir fark yoktu
Türkiye’nin tek partili cumhuriyet devrinde münevver tabakanın bir araya geldiği yerler birkaç çatı
altına inhisar etmişti: Üniversite, Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Parti, Meclis ve büyük şehirlerde çok sayıda
devlet memuru istihdam eden devlet daireleri. Üniversitede muhtariyet olmadığı için bu müessese
hükûmetin, dolayısıyla partinin kontrolü altındaydı. Tarih ve Dil kurumları ise partinin hem maddî hem de
ideolojik kontrolü altındaydı. Bu devirde münevverlerin ideolojik bakımdan çeşitli istikametlere ayrılmaya
başladığı İkinci Dünya Harbi’yle birlikte ortaya çıkan gruplaşmalardan anlaşılmaktadır. Fakat münevver
tabaka büyük çoğunluğuyla bir bürokratik elit olarak devam ediyordu ve bunlarla halk arasında, açık,
hattâ kesin farklar bulunduğu görülmekteydi. İktisaden geri kalmış ve bu yüzden vergi gelirlerini bilhassa
fakir halktan toplamak zorunda bulunan bir cemiyette maaşlı memurlar bir çeşit imtiyazlı tabaka teşkil
ediyordu. Mamafih, umumî gelir seviyesindeki düşüklük memuru da tatmin edemeyecek vaziyetteydi;
üstelik geçmiş yılların büyük ümitleri boşa çıkmıştı. Cumhuriyetin on beşinci yılında ve İkinci Dünya
Harbi’nin başında halkın ve münevverin gözüne çarpan başlıca manzara, stadyumlarda marş söyleyen
delikanlılar ile Anadolu’da veremden, sıtmadan, açlık ve sefaletten, idareci teröründen kıvranan
270 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
milyonlardan ibaretti. Türk münevverlerinin bu manzaraya karşı aldığı çeşitli tavırları görebilmek için
İkinci Dünya Harbi’nin başlangıç yıllarını bekleyecektik.
Tersine Dönen Eğitim Çarkı
Cumhuriyet devrinin 1924-1946 arasındaki tek partili idare safhasından sonra en büyük dönüm
noktası 1946’da fiilen demokrasiye geçiş hareketidir. Çok partili hayat bize dışardan kabul ettirildi,
fakat böyle olmasını Türk demokrasisi için mesut bir başlangıç saymak daha doğru olur. Cumhuriyet
Halk Partisi’ne karşı içeride biriken husumet bir askerî müdahaleye yol açabilir, yahut İkinci Dünya
Harbi’nden sonra hâlâ tek parti idaresiyle yaşayan Türkiye, batı himayesinden mahrum kalarak Sovyet
blokuna katılabilirdi. Orta Doğu’da Amerika, Sovyetler ve İngiltere tarafından kurulan statüko Türkiye›yi
batı blokuna sokmakla kalmadı, daha sonraki gelişmeler neticesinde bizim demokratik hayatı resmen
kabul etmemizi de sağladı. İşte bu devirden itibaren açılan Hürriyet devresi Türk fikir hayatında başlıca
iki istikametin doğmasına yol açmıştır.
Münevverlerimizin çoğunluğu yine Avrupacı ve dolayısıyla inkılâpçı olmakta devam etti. Bu
temayülden siyasî sahada en çok Cumhuriyet Halk Partisi faydalanıyor ve karşısındaki bütün muhalefet
hareketlerini Atatürk ve İnkılâp düşmanlığı ile suçluyordu. Denebilir ki, CHP’nin Atatürkçülük devresi
iktidarı kaybetmeye başladığı zaman ortaya çıkmış ve muhalefette iyice kuvvetlenmiştir. Halk Partisi’nin
en az Atatürkçü olduğu devir iktidar zamanına rastlar. Atatürkçülüğün bir siyasî silâh haline gelmesinden
hiç şüphesiz, DP Genel Başkanı Celâl Bayar tarafından çıkarılan bir kanunun da büyük rolü olmuştur.
1946 seçimlerinin esas muhalefet partisi olan Demokrat Parti de tıpkı Serbest Fırka gibi bir
muvazaa partisi olarak doğmuş, yani İsmet İnönü tarafından kendi mutemet adamı Celâl Bayar’a
kurdurulmuştur. Fakat böyle bir partinin kuruluşu, yine Serbest Fırka devrinde olduğu gibi, bütün muhalif
güçleri kendi etrafında toplamaya yetmiştir; şu farkla ki, artık iktidar, eskiden olduğu gibi muhalefete bir
noktadan sonra “çekil” diyecek güce ve yetkiye sahip değildi.
Türkiye’de çok partili hayat, münevver üst tabakanın çıkış sahasındaki yaygınlaşmayı da âdeta
son haddine ulaştırmıştır. Bu devirde artık merkezî ve otoriter bir teşkilâtın uygun gördüğü bir zümre
değil, halk tarafından doğrudan doğruya seçilen ve büyük çoğunluğu kendi seçim bölgesinin yerlisi olan
kimseler siyasî iktidarı elde tutuyordu. Böyle halkçı bir istikametteki gelişme Meclis’e hakim olduktan
sonra memleketin bütün siyasî, idarî vs. sahalarına da intikal etti. Ankara’daki Avrupacı elite karşı taşra
halkı bir varlık olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye kapılarını bir taraftan kendi halkına, bir taraftan da batı
demokrasilerine açıyordu. Böylece bir inkılâp idaresinin doktrinci eğitiminden ziyade demokratik eğitim
prensiplerine göre yetişen halk çocuklarının sayısı süratle arttı. Türk siyasî eliti üzerinde mükemmel ve
teferruatlı bir araştırma yapmış olan Frey’in bulduğu neticelere göre 1950 sonrası Türk siyasî eliti ile
1920-23 arasındaki siyasî elit birbirine son derece benzemektedir, çok partili devrin parlamenterleri de,
tıpkı İstiklâl Harbini idare eden Birinci Meclis üyeleri gibi, halk içinden çıkmış kimselerdir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
271
www.ulkuocaklari.org.tr
Demokrat Parti’nin arkasındaki fikir Halk Partisi inkılâpçılığına muhalif olan bir milliyetçilikti.
İnönü ile anlaşmalı olarak hareket eden Celâl Bayar bu türlü bir muhalefeti mümkün olduğu kadar
susturmaya çalıştı; bu yüzden partide birtakım çatlamalar oldu. Fakat Demokrat Parti esas itibarıyla
halkçı ve milliyetçi karakterini uzun zaman devam ettirdi.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Demokrat Parti halkın reyleriyle ve ezici bir çoğunlukla iktidarı elinde tutuyor, fakat iktidarda
kalabilmek için bu çoğunluğun yetmeyeceğini görmüyordu. 30 yıllık bir idarenin bir iktidar değişikliğiyle
kısa zamanda tasfiyesi zaten beklenemezdi. Nitekim demokratlar inkılâpçı, yani Halk Partili münevver
kadrolarını tasfiye ederek bunların yerine demokratik, halkçı yeni kadrolar getirmeyi başaramadı, hattâ
bunu düşünemedi. Münevver çevrelerin rey çoğunluğu bakımından bir önem taşımadığını düşünen
Demokrat Parti, vaktiyle CHP’nin iktidardan düşmesinde büyük rol oynayan üniversite ve orduyu
da kaybettiği zaman sadece kendini değil, Türk demokrasisini de korkunç bir uçuruma sürükledi:
Demokratlara şu veya bu sebeple hasım olan gruplar Demokrat Parti’nin müdafaa ettiği prensiplere
ve kıymetlere bile düşman oldular. Öyle ki, ilkokul tahsili görmeyenlerin rey hakkından mahrum
bırakılmalarını isteyen halkın ancak kamçı ile idare edilebileceğini söyleyenler bile çıktı. Sadece
münevvere rey hakkı verildiği takdirde demokratların kazanamayacağı sanılıyordu. Halbuki Demokrat
Parti münevverlerinin büyük çoğunluğu da aslında Halk Partililer gibi düşünüyorlardı. 27 Mayıs 1960’ta
Birinci Cumhuriyet -yahut 1950’de kurulan İkinci Cumhuriyet- yıkıldığı zaman halkçı münevverler büyük
bir yara aldılar.
CHP’deki inkılâpçıların Demokrat Parti idarecilerine muhalefet etmeleri için -şahsî iktidar gayreti
dışında- mühim bir sebep yoktu. İki taraf da aynı siyasî ekolün yetiştirmesi idiler, âdeta, tesadüfen
karşı karşıya düşmüşlerdi. Birinin otoriter, diğerinin demokratik bir rejim taraftarı olması sırf bir iktidara
gelme usulü farkından ibaretti. Demokratların fazla rey almaları onların temel politikalarındaki büyük
değişiklikten değil, hafızlarda çok kötü izler bırakmış bir Halk Partisi iktidarına karşı tek alternatif
oluşlarından ileri geliyordu. Halk Partisi devrinin “uğursuz” sayılan adamları hayatta olmasalar da
onların yerine yeni bir kadro gelseydi belki bu kadar nefret çekmezlerdi. Nitekim sonraları Türkiye’de o
şahıslardan büyük ölçüde arınmış bir Halk Partisi ve eski devri bilmeyen yeni bir seçmen nesli ortaya
çıktığı zaman CHP’lilerin rey miktarında kısmî bir artış olmuştur.
Demokrat Parti, daha doğrusu çok partili demokrasi devri, Türkiye’de sosyal ve iktisadî
bakımdan da büyük hamlelerin yapıldığı bir devirdir. Türkiye demokratlarla birlikte hızlı bir değişme ve
kalkınma çağına girmiş, bu değişmeler münevverin fikrî ve siyasî temayüllerinde de yeni istikametler
ortaya çıkarmıştır. 1950-60 devresinde hazırlıkları görülen ve 1960’tan sonra ortaya çıkan ideolojiksiyasî hareketler her şeyden önce Türkiye’deki siyasî değişmenin ve kalkınmanın birer işaretidir. Bizde
daha önce böyle hareketler olamazdı, olsa bile genişçe bir kitleye hitap edemezdi. Mamafih, ideoloji
çatışmalarının kalkınma sırasında ortaya çıkışı bunların mutlaka iyi bir istikbâl müjdesi olduğunu
göstermez. Kalkınma hareketinin mesut neticeleri olduğu gibi birtakım riskleri ve tehlikeleri de vardır.
Hele böyle süratli bir değişme hâdisesi Türkiye gibi millî kültürü ile bağları kopartılmış bir memlekette
olursa, kalkınmanın usûl ve istikameti üzerinde yapılan kavgalar, büsbütün çetin bir şekil alabilir.
Türkiye şimdi hafızasını kaybetmiş bir insan gibidir; kafası bir çeşit tabularasa, yani üzerinde hiç
iz bulunmayan boş bir karatahtadan ibarettir. Solcular bu boş yere marksizmi yazmak istiyor, milliyetçiler
ise Türkiye’de mevcut olduğu halde fark edilmeyen veya ihmal edilen yerli kültürü ortaya çıkararak
onun üzerinde yeni bir bina kurmaya çalışıyorlar. Eski devrin inkılâpçı tipi bile hayatımızdan çekilmiş
bulunuyor; şimdi devrimci demek marksist demektir
272 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1950’ye kadar Türkiye’de eğitim denince hep resmî okullarda yapılan tahsil akla gelirdi. Demokratik
hayatla birlikte basın hayatı ve dernek kurma vs. faaliyetlere geniş çapta hürriyet verilince mektebin
tesiri derhal ikinci plana düştü. Türkiye’de yeni nesiller bilgi ve görgülerini artık okulda veya ailede değil,
bunların dışında ve çok defa mektebe zıt bulunan vasıtalarla almaktadırlar. Bu yeni durum, şimdiki
ideolojik temayüllerin de esas kaynaklarından birini teşkil ediyor. Eskiden mektep, bir inkılâp rejiminin
dogmalarını öğretmek ve o inkılâbın ideal saydığı insan tipini yetiştirmek üzere faaliyette bulunurdu;
dışarıda başka bir tesir vasıtasından uzak tutulan gençler çoğunlukla bu terbiyeyi benimsemiş bir
şekilde yetişirlerdi. Şimdi her ferdin dahil olduğu ayrı bir fikir cemiyeti veya siyasî parti vardır; Türkiye
dışındaki her türlü fikir ve siyaset hareketleri sinemalar, tiyatrolar, gazeteler vasıtasıyla bize gelmektedir.
Yurt dışına tahsil veya gezme, yahut çalışma maksadıyla gidenlerin sayısı günden güne artıyor ve
en önemlisi, Türk gençleri artık ekmek kavgasının ötesinde birtakım meselelerle uğraşabilecek bir
cemiyette yaşamaktadırlar
Bunca yıllık gayretlere ve hürriyete rağmen Türkiye’de fikir hayatı son derecede sönük kalmıştır. Tek
partili inkılâp idaresi zamanında zaten bir fikir hayatı olamazdı; demokrasi devrinde ise kalkınma ile eğitim
arasındaki münasebet yine yanlış anlaşıldığı için, ilim ve fikir adamı yetiştirecek yerde okuma yazma bilen
cahiller yetiştirmek üzere milyonlarca lira sarf edilmiş, yüz binlerce Türk çocuğu en güzel yıllarını boşu
boşuna geçirmiştir. Türkiye hâlâ bütün köylü vatandaşlara okuma yazma öğrettiğimiz veya liseye gelmiş
herkesi üniversite mezunu ettiğimiz takdirde cehaletten kurtulacağımızı zanneden cahil vatandaşlarla
doludur. Böyle bir memlekette fikir münakaşası yerine ideoloji kavgalarının ön plâna geçmesi elbette
tabiî karşılanmalıdır. Fikir münakaşası fikir sahibi kimseler arasında olur, ideolojik kanatlar arasında
münakaşa bahis konusu değildir; onlar sadece kavga veya harp ederler. İşte bu yüzden Türkiye’de
demokratik sosyalizm yerine marksizm, modernleşme yerine züppelik ve dejeneresans, dilde gelişme
yerine uydurmacılık veya ırkçılık, muhafazakârlık yerine devekuşu politikası, iktisadî kalkınma yerine
kapalı ekonomi hasreti, geniş perspektifli ve ağırbaşlı bir dış politika yerine ya korkaklık ya kabadayılık
gösterileri hâkimdir
Türkiye’de en iyi işleyen sektör özel sektördür. Bu sektöre dahil müesseselerin Türkiye iktisadı
bakımından değerlendirilmesi bizim konu ve ihtisasımızın dışında kalıyor, fakat muhakkak ki memleketin
en parlak ve en iyi işlenmiş zekâları bu sektörde bulunmaktadır. Baştaki müteşebbisten sekretere kadar
herkes azamî kapasite ile çalışmak zorundadır, aksi takdirde müessese iflâs eder ve kapanır. Halbuki,
devletin muhasebesi bir iş yerinin kâr-zarar hesabından çok farklıdır, hattâ orada her türlü zarar için
“amme hizmeti” diye bir ad bulunur. Devamlı zarar halindeki müesseselerin “amme hizmeti”ni nasıl
göreceklerini kimse sormaz. Üstelik, uydurma dilde adına “kamu yararına çalışan kurumlar” denerek
bunların bütün kusurları kapatılmak isteniyor ki, burada âdeta hususî sektörün “kamu zararına” veya
sadece “şahıs menfaatine” çalıştığı imâ edilmektedir
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
273
www.ulkuocaklari.org.tr
Eskiden fakirlerin babası olan devlet şimdi fikir fukarası münevverlerin babasıdır. Boş yere
harcadığı gençleri ortada bırakmamak için onları kendi kanatları altına alır; hiçbir yerde iş bulamayanlar
devlete kapılandıktan sonra hayatları garanti altındadır. Rekabetin ve rekabet dolayısıyla farklılaşmanın
bulunmadığı yegâne geçim kapısı devlet sektörüdür. Orada insanların gelirleri arasındaki fark, bunların
kabiliyet ve çalışmalarına değil, hizmette geçirdikleri zaman farkına bağlıdır; üç yılda bir herkes terfi
eder, yaşı dolunca da emekli olur
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Özel sektör eski yabancı karakterini de günden güne kaybediyor. Bizde sanayici ve tüccar,
bilhassa ihracat ve ithalatla uğraşanlar, hemen tamamen gayrimüslimlerdi. Bunlar hem Türk unsurunun
iktisadî bakımdan sömürülmesine hem de Türk parasının yabancı memleketlerde kalmasına sebep
oluyorlardı. Bugün artık Türkler sanayi ve ticarette büyük yer tutmuşlardır. Şahsî kâr endişeleri ne kadar
fazla olursa olsun, paralarını dışarı çıkarıp kendileri de kaçacak insanlar değillerdir. Türkiye›de kâr eden
müteşebbis, bu kârını yeni yatırımlara harcamaktadır. Fakat özel sektörün bu «iyi yetişmiş elemanları»
çok defa millî kültüre yabancı bir eğitim görmekte, iş hayatında da hep ticarete uygun «bulanık»
havalardan hoşlanmaktadır. Bunların çoğu dil öğreten yabancı mekteplerde okurlar, yurt dışında ihtisas
görürler, Türk halkına yüzlerinden ziyade sırtları dönük olur. Bir kısmı, ticarî münasebetlerini geliştirmek
için, yabancı kulüplere üye olurlar. Bütün hal ve şartlarda ayakta kalabilmek ve işlerini yürütebilmek için
iktidarla baba-oğul, muhalefetle kardeştirler.
Bir taraftan sermayeyi temsil ederken, diğer taraftan sermaye düşmanlarını himaye eder, besleyip
büyütürler. Türkiye’de bütün aşırı solcular özel sektörde “arpalık” sahibidirler. Bazı müesseseler sırf
solculara para vermek için dergi çıkartırlar, yazışmalar tertipleyerek onlara mükâfat dağıtırlar. Özel
sektör liderlerinin bu davranışları, sırf siyasî havayı kontrol altında tutmak gayretinden ileri gelmiyor.
Solcularla özel sektörcüler gerek kültür gerekse zevk bakımından aynı kaynaktan besleniyorlar: Avrupa
ve Batı dediğimiz yer; iki zümre arasındaki bu kültür akrabalığı, onları halka ve millî kültüre yabancı
kılmaktadır
Türkiye’de en parlak zekâların ve en verimli iş gücünün özel sektörde bulunduğunu söylerken,
burada sadece büyük teşebbüs sahiplerini, iş idarecilerini, idare müdürleri ve benzerlerini kastetmiyoruz.
Sanayi, ticaret ve ziraat sahasındaki beyin gücünün ortalaması diğer sektörlerdeki ortalamadan üstündür
demek istiyoruz. Bu farkı bilhassa akademik mesleklerle yapılan kıyaslamalarda bütün dehşetiyle
görebiliriz. Batı ülkelerinde, meselâ İngiltere’de, üniversiteyi en iyi derece ile bitirenler, üniversiteye
intisap etmeye hak kazanırlar; ikinci derecede bitirenler devlet memuru olabilirler, üçüncü derece
mezunları ise kendi başlarının çaresine bakmak zorundadırlar. Türkiye’de insanlar öyle eleniyor ki,
herhangi bir kasıt olmaksızın, akademik kariyerde bulunanlar genellikle vasat zekâlı oluyorlar. Türkiye,
tesadüfün sevkiyle okuduğu için yüksek mevki kazanmış insanlarla doludur. İşte özel sektör derken
ben bütün gayriresmî hüviyet sahiplerini, yani Galata Köprüsü üzerinde kilot lâstiği satan veya kapıcılık,
garsonluk yapanları da düşünüyorum.
Bizim geçmişteki başarılarımızla bugünkü başarısızlıkların kökünde yatan en büyük sebep
herhalde bu ters selection sistemidir. Öyle bir cemiyet nizamı kurmuşuz veya içine düşmüşüz ki,
kabiliyetleri geri kabiliyetsizleri ileri plâna atıyor. Bizim eski sistemimizde de hiç şüphesiz, birçok
ferdî aksaklıklara rastlamak mümkündü. Nitekim bugünkü durum da dünkü de hep istatistikî ölçülere,
yani ortalamalara dayanmaktadır. Fakat eskiden neden, ortalama olarak, yüksek mevkilere gelenler
mevcudun en kabiliyetlileri idi de, şimdi neden mevcudun en kabiliyetlileri devlet hizmetlerinden uzak
kalıyorlar veya girmek istemiyorlar
274 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’de hâlâ devlet hizmetlisi olmanın insana itibar temin etmesi geleneği yaşamaktadır; fakat
artık insanlarımızın pek çoğu için bu itibarlı hizmete girmek veya para getiren özel sektöre gitmek bir
tercih meselesinden ziyade bir zaruretin eseri oluyor. Türk çocuklarının pek büyük bir kısmı kabiliyetleriyle
mütenasip bir tahsil görme imkânından mahrum bulunmaktadırlar. Tahsil görmeyenler bir an önce
hayata atılıyorlar, tahsil görenlerin ise ancak pek az bir kısmı ihtisas elemanı olabiliyor. İşte bu iki uçta
bulunanlar Türk bürokrasisinin dışında kalanlardır. İnsanlarımızın büyük ekseriyeti kendilerine ancak
devlet dairelerinde yer verebilecek ölçüde bir tahsil görmektedirler ki, Türkiye’de eğitim enflâsyonu
yüzünden, bu tahsilin ortalaması “yüksek tahsil” denilen derecedir. Bir kimse okumak için gerekli malî
imkânı bulduğu takdirde onun yüksek tahsil diploması alması için sadece senelerin geçmesi yeter.
Lisede veya üniversitede başarı gösteremediği için tahsili bırakan kaç kişiye rastlayabilirsiniz? Okuyamayan için bütün yollar tıkansa bile siyasî vasıtalarla diploma alma yolu açıktır. Bilhassa
şu son koalisyon (CHP-MSP) hükümeti devrinde Türkiye’de bu eğitim kördüğümüne sağlam bir ilmik
daha atılmış bulunuyor. Üniversiteye giremeyen, yani yüksek tahsile girebilmek için gerekli bilgiye sahip
olmayan binlerce çocuk Millî Eğitim Bakanlığının elinde bulunan öğretmen okullarına yerleştirilmektedir.
Böylece üniversitenin kabul etmediği kimseleri hükûmet lise öğretmeni olarak mezun edecek, sonra
onların okuttuğu çocuklar üniversite kapıları önünde yine bekleşeceklerdir. İşin daha fenası, üniversiteye
girerek öğretmenlik hakkını almış çocuklara Millî Eğitim Bakanlığı üvey evlât muamelesi yapmakta, kendi
öğretmen okullarından mezun olanlara öncelik vermektedir. Bir zamanlar Silâhlı Kuvvetler bünyesinde
de aynı mantıksızlık vardı, bereket versin ki çabuk kaldırıldı. Lise mezunu olarak yedek subaylığa girip
tezkere bırakanlar, Harbiye mezunlarından önce subay çıktıkları için onlara âmir oluyorlardı
Türkiye yine de ayakta duruyor, aç kalmıyor, hattâ yeterli olmasa bile bir kalkınma yoluna girmiş
bulunuyorsa, bunun asıl yapıcısı özel sektör dediğimiz faaliyet sahasındaki insanların gayretidir,
yoksa kadim Halk Fırkası’ndan devralınmış olan ve devam ettirilen bürokrat takımı değil. Ben böyle bir
gelişmeyi Türkiye için ciddî bir talihsizlik sayıyorum. Çünkü biz tarihî geleneğimiz bakımından bütün
büyük hizmetleri ve dolayısıyla en kabiliyetli insanları devlet kapısında görmeğe alışmış bir milletiz;
bu yüzden millî varlığımızın devamı hususunda devlete âdeta sonsuz itimadımız vardır. Bu itimadın
kaybolması bize bir gün Türkiye’yi kaybettirebilir, çünkü insanlar arasında millî birliği temin eden şey,
onlar arasındaki menfaat münasebetleri değil, devlet dediğimiz hükmî şahsiyette ifadesini bulan manevî
kıymetlerdir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
275
www.ulkuocaklari.org.tr
Bizdeki eğitim teşkilâtı âdeta iflâs halindedir. Diyeceksiniz ki devlet müesseseleri âmme hizmeti
yaptığı için kâr gayesi gütmezler. Yukarıda yine yazmıştık, bizim maarif sistemimizin yaptığı amme
hizmeti nedir? Bu teşkilât Türk halkının dâvalarına hâl çaresi bulmak yolunda şimdiye kadar hangi
müspet faaliyette bulunmuştur ki, harcanan parayı hak etmiş olsun? Hiç kimse Millî Eğitim Bakanlığından
para bilânçosu istemiyor, fakat eğitim bakımından getirdiği fayda nedir? Her yıl üniversitenin başına dert
ettiği binlerce genç mi, doğru Türkçe yazamayan Edebiyat Fakültesi mezunları mı, çıraklıktan yetişmiş
teknisyenler olmaksızın iş yapamayan mühendisler mi, hukuk sistemimizin aksaklığından faydalanarak
para kazanan avukatlar mı, ders kitabından ve günlük gazeteden başka bir şey okumayan öğretmenler
mi, kafası ya futbol topu, yahut el bombası halinde yüz binlerce talebe mi?... Bunlar mıdır amme hizmeti
diye sayılan şeyler
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1 Cahillik veya cehalet kelimesi burada herhangi bir kıymet hükmü taşımıyor. Cehaletten maksadımız
bilgi ve maharet yokluğu ve bunlarla birlikte giden bir düşünce kıtlığıdır.
2 Türkiye’nin Eğitim meseleleri hakkında etraflı bilgi ve fikir edinmek isteyenler Prof. Dr. Mümtaz
Turhan’ın bilhassa şu eserine müracaat edebilirler: Maarifimizin Ana Dâvaları ve Bazı Hal Çareleri.
3 Bütün dünyayı işçi-patron veya iyi-kötü görme alışkanlığı içinde yetişen sosyalistler, benim bu
sözümü ters anlayabilirler, fakat akıl sahibi kimseler iş adamını takdir etmenin işçiyi yermek veya inkâr
etmek manasına gelmediğini bileceklerdir.
4 Üzerinde pek çok münakaşa yapılan, fakat bir türlü aydınlatılamayan Japonya misalini şimdilik
dışarıda bırakıyoruz.
5 Bunlardan ikisinin kaderi oldukça dikkati çekicidir. II. Abdülhamid’in hali fetvasını yazan Elmalılı
M. Hamdi (Yazır) sonradan cumhuriyet idaresinin İslâmiyete karşı olduğunu söylemiş, bu yüzden
(kâfir idaresi altındaki Müslümanlara Cuma namazı farz olmadığı iddiasıyla ölünceye kadar
cuma namazına gitmemiştir. “Gölgesinden korkan bir ödlek otuz üç yıl milleti inim inim inletti”
diyen şâirMehmedÂkif de Cumhuriyetten sonra ömrünü Türkiye dışında geçirmeyi tercih etmiştir.
6 Bu söz millî mücadelenin Türkçülük cereyanına dayandığı manasına gelmez. Bütün zaferlerinin hakikî
kahramanı olan Türk askeri yine eskiden olduğu gibi “din ve devlet” için çarpışıyordu.
276 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bir Adım İleri, iki Adım Geri
Erol GÜNGÖR
Halka dönüş hareketleri Türkiye’de milliyetçilik hareketinin de başlangıcını teşkil eder. Bilhassa
ikinci meşrutiyet devrinde Türk milliyetçileri halk ve münevver kültürleri arasında birlik kurmak üzere millî
kültürün en önemli yapıcılarından biri olan Türk dilini yeni bir zihniyetle işlemeye başladılar. Hakikatte
bugünün gençleri için Avrupa dillerinden daha yabancı hale getirilen Osmanlı Türkçesi o zamanki Batı
medeniyetinin terim ve kavramlarını karşılayacak kadar büyük bir gelişme imkânına sahip bulunuyordu,
fakat halkın konuştuğu Türkçe ile Osmanlı münevverinin Türkçesini mümkün olduğu kadar birbirine
yaklaştırmak ihtiyacı yüzünden süslü ve tumturaklı ifade yerine sade bir Türkçe ile yayma yoluna gidildi.
Ömer Seyfeddin’in, Reşad Nuri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Yusuf Ziya Ortaç’ın kullandığı dil, Türkçenin
ondokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren gösterdiği tedrici gelişme içinde erdiği mükemmelliğe birer örnek
teşkil eder. Biz bu Türkçecilik hareketini Türk milliyetçiliğinin başarılı bir hamlesi olarak görüyoruz, çünkü
milliyetçiliğin gayesi milli kültürün münevverler elinde işlenmiş ve gelişmiş örneklerini halk kitlesine mal
edebilmektir. Bu hareketin başarılı olması ise son derece önemli bir sosyolojik kritere uygun olmasından
ileri geliyordu. Dikkat edilirse, Türkçecilik cereyanı kültürün devamlılığı prensibini hiçbir zaman ihmal
etmemiştir; Türkçülerin zaman perspektifi içinde geçmiş, bugün ve gelecek arasında herhangi bir kesinti
yoktur. Onların kullandıkları malzeme milli hayatin gerçek unsurlarına, yani hatıralardan silinmemiş bir
geçmişe, yaşanan bir bugüne, ve bütün milletçe hayal edilen bir geleceğin zaruretlerine dayanıyordu.
Netekim Türkçecilik hareketinin bütün memlekete yayılması da, başka hiçbir tedbire lüzum kalmadan,
sosyal ve kültürel hayatin normal gelişme mekanizması içinde cereyan etmiştir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
277
www.ulkuocaklari.org.tr
Türkiye’de yerli kültürü tahrib eden mecburi ve serbest değişme hareketlerini halkın ve halk
kültürünün aleyhinde girişilmiş birer teşebbüs olarak görenler ve bu hareketleri şahsi motiflere göre
izah etmeğe çalışanlar da vardır. Mamafih, bu görüşün çok defa gelişigüzel ve mesuliyetsiz tedbir veya
tavırlara karşı şiddetli bir reaksiyon tarzında teşekkül etmiş olması pek muhtemeldir. Modernleşmenin
ajanı olan şahıslar ve kuruluşlar muhakkak ki halkın bu yolda daha müreffeh bir hayata kavuşacağına
ve Türk kültürünün çağdaş medeniyete daha iyi intibak edeceğine inanıyorlardı. Nitekim modernleşme
hareketlerinde yerli kültürü batılı örneklere göre değiştirme teşebbüsleri yanında bizzat yerli kültürden
faydalanma, hatta bazı hallerde yerli kültüre dönme teşebbüsleri de görülmektedir. Milli kültürün yeniden
kurulması için takip edilecek metodu sağlam dayanaklara oturtmak isteyenlerin bu türlü teşebbüslere iyi
bir teşhis koymaları ve aynı hataları tekrar etmemeleri gerekir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sonraki yıllarda Türk diline verilen ters istikametin temelinde de milliyetçi ve halkçı bir tavrın
bulunduğu inkâr edilemez. Fakat nasıl olur da birbirine taban tabana zıt olan iki hareketi ayni zamanda
milliyetçi olarak kabul edebiliriz? Milli kültürün gelişmesine hizmet eden bir cereyan ile bu kültürü
kaldırarak yerine bir başkasını koymaya çalışan cereyan nasıl bir tutulabilir? Hakikatte bu soruya
verilecek cevap son elli yıllık modernleşme hareketleri hakkında da bir hüküm mahiyetinde olacaktır.
Biz burada konuyu fazla genişletmeksizin sadece Türkçülerin ve inkılapçıların halkçılık ve milliyetçilik
anlayışları bakımından bir tahlil yapmaya çalışacağız. Bu tahlilin eksik ve yanlış tarafları bulunabilir,
fakat ideolojik dogmatizmden ziyade ilmi kriterlere dayanması itibariyle şimdiye kadar alışılagelmiş izah
tarzlarından farklı olacağı muhakkaktır. $unu da hemen belirtelim ki, burada Türk dili üzerindeki farklı
görüşleri genellikle Türk kültürüne karşı takınılan tavırların bir misali olmak üzere ele alıyoruz.
Türkçülerle inkılapçıların temelde ayrıldıkları nokta Türk Milletinin batı medeniyetine intibakı için
seçilecek yoldu. Türkçüler medeniyet değişmesi esnasında milli hüviyetin kaybedilmemesi için çalıştılar,
inkılapçılar veya Avrupacılar ise onların millî kültür dedikleri şeye zaten esastan cephe almışlardı. İsmi
bugünün devrimcileri tarafından pek az bilinmekle beraber inkılapçıların esas programını çizmiş olan
Abdullah Cevdet, Türk milletinin biyolojik veraseti de dahil olmak üzere herşeyiyle değişmesini istiyordu.
Bu geleneği devam ettiren sonraki inkılapçılar Türkiye’de Batılı olmayan bütün kültür unsurlarını ve
müesseselerini bir tarafa bırakma yoluna gittiler. Bu arada kültürün nesiller arasında intikalini sağlayan
Türk dili de elbette bu fonksiyonundan mahrum bırakılacaktı, çünkü onun taşıdığı kültür inkılapçılara
göre hiç de milli değildi. Avrupalılaşma cereyanının en ileri safhasında bu cereyanın taraftarları eski
kültürü sadece eksik ve çürük bulmakla kalmayıp, bunun Türk halkına empoze edilmiş bir emperyalist
kültür olduğu kanaatına vardılar. İstiklaline yeni kavuşan bir memleket daha evvel sömürgeci idarenin
kabul ettirdiği şeyleri nasıl ortadan kaldırırsa, bizim modernistler de tarihte ilk defa istiklal yüzü gören bir
halkın yaptığı gibi her manada orijinal müesseseler kurmak gerektiğine inanıyorlardı. Bu müesseselerin
malzemesi nereden alınacaktı? Önce tamamen Avrupa’dan iktibas yapılmasını düşünenler oldu, fakat
bu görüş tatbik kabiliyeti olmadığı için pek kabul görmedi. Geriye örnek alınacak sadece kendimiz
kalıyorduk. Eski kültürümüz bizi yenilgiden kurtaramamış ve biz de o mirası topyekûn reddetmiştik.
Fakat bizim Osmanlı ve Selçuk devirlerinden önce de bir tarihimiz vardı, üstelik o tarihte şimdi düşman
saydığımızdan daha farklı bir kültüre sahiptik. Gerçi Orta Asya’da yaşamış bulunan atalarımızın hayatı
şimdiki Avrupalı hayatına benzemiyordu, ama onların dili bizim Selçuk ve Osmanlı emperyalizmine (!)
girmemizden önceki orijinal, millî dilimizdi. Böylece inkılapçı veya standart münevver kendisini milli bir
hüviyet arama yolunda ilk geri adımı attı. Türkçüler Türk kültüründe en az bin yıllık bir gelişmeyi temsil
ederlerken, inkılapçılar binbeşyüz yıl önceki ilkel kültürün şampiyonu oldular. Onlara göre milliyetçilik
ve halkçılık bir taraftan Asya’daki uzak atalarımızın, bir taraftan da Anadolu’ya çok eskiden gelmiş Hitit
atalarımızın (!) kültürünü batıdan örnek alarak geliştirmekten ibaretti. İşte öz Türkçe denilen ve okullarda
çocuklarımızın öğrendikleri uydurma dil böylece eski Asya Türkçesi ile Fransızcanın izdivacından doğan
bir hilkat garibesi olarak ortaya çıktı.
İnkılapçıların dil anlayışı ırkçı bir karakter taşıdığı için gerçeklere aykırı idi, fakat onlar bu gerçek
dışı şeyi bir gerçek haline getirmenin yollarını buldular. Avrupa kültüründen getirdikleri örnekler de
onlara göre milli kültüre dönüş hareketi idi, çünkü Avrupa milletleri gibi Avrupa kültürü de Türk aslından
geliyordu.
278 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Milliyetçilerin bu tatbikattan çıkaracakları iki önemli netice vardır. Birincisi, halka dönüş ile iptidailiğe
dönüşü birbirine karıştırmamak lazımdır. Atalarımızın kültürü milletimizin çocukluk çağını temsil eder;
biz o çocukluk çağında sahip olduklarımızı yüzyıllarca geliştirdikten sonra olgun bir millet haline geldik.
Hayatın normal istikameti çocuğun «saf» ve «su katılmamış» halini başkalarından edinilen tecrübeler
ve bilgilerle kaybettirmek, onu kendi başına ayakta durur hale getirmektir. Ergin bir insanın birdenbire
çocuk gibi davranmaya başlaması, bebek gibi konuşması ancak akıl hastalığına delalet eder. Eğer
bugünde memleketimizin şurasında-burasında önceki halini muhafaza eder insanlarımız varsa onların
hali bizim için örnek değil, fakat üzüntü sebebi olmalıdır.
Milliyetçilerin dikkat edecekleri ikinci önemli nokta da, tarihi yanlış yorumlamamaktır. İnkılapçılar
Osmanlı-Türk kültürünü milli karakterden uzaklaşmakla, Arap ve Fars kültürlerine tabi olmakla
suçluyorlar. Osmanlı medeniyeti karşısında ondan daha üstün bir Arap ve Acem medeniyetinden veya
kültüründen bahsetmek pek gülünç olur. O devirlerde biz mensup olduğumuz medeniyet dairesinin
merkezi ve yıldızı idik. Bugün hiç kimse Fransızların veya Almanların kendi milli karakterlerini
kaybederek Yunan ve Roma kültürlerine ve semitik bir dine esir olduklarını söyleyemez. Bizim inkılapçı
münevverler kaynağını Yunan, Roma ve Hristiyanlıktan alan Batı kültürünün etrafında sun’i peyk gibi
dolaşırlarken, en büyük temsilcisi biz olduğumuz bir medeniyetin milli karakterimizi bozduğunu nasıl
söyleyebilirler? Bizim karakterimizi acaba kimler bozdu? Daima teb’amız olarak yaşayan Araplar mı,
yoksa tarihinin büyük bir kısmını Türk hanedanlarının idaresi altında geçiren İranlılar mı? Bugün Arap
milliyetçileri Osmanlı-Türk idaresinin Arap kültüründe bozucu tesirler yaptığını söyledikleri zaman onları
mazur görebiliriz, çünkü Türk idaresinden henüz kurtulmuşlardır ve yeni bir milli kültür yaratma gayreti
içindedirler. Yunanlılar ve Balkan milletleri de kendi benliklerine yeni kavuştuklarını iddia ediyorlar. Türk
münevverlerinin kendi kültürlerine sırt çevirişi karşısında hayrete düsen Yugoslavyalı bir Tarihçi bize
şöyle demişti: “Öyle görünüyor ki Türklerden en son kurtulan siz oldunuz.”
Üzerinde hiçbir ciddi tetkik yapılmamış bulunan «Halkevleri» hareketi bazılarına göre milli
kültürün tetkiki ve geliştirilmesi maksadıyla, bazılarına göre de inkılapçıların Avrupa kültürünü halka
yaymak için vasıta olmak üzere başlatılmıştı. Bizim kanaatimizce halk evleri bir müddet bu iki gayeye
de hizmet etmiş, fakat kurucularının zihniyeti ağır basınca birer Avrupa kültürü ocağı haline gelmiştir.
Halk edebiyatı ve folklorla ilgili birçok çalışmaların halk evleri vasıtasıyla gün ışığına kavuşması bugün
bile bu eski müesseseyi savunanların en büyük delilini teşkil etmektedir. Fakat bu hizmet halkevlerinden
beklenen fonksiyona bir bakıma aykırı olarak yürütülmüştür. Bilindiği gibi, tek parti idaresinin politikası
bütün münevver gruplarını -birbirine taban tabana zıt dahi olsa- kendi bünyesi içinde toplamak ve parti
dışında herhangi bir organize kuvvet bırakmamaktı. Bu yüzden bazı halkçı münevverlerin kitaplarını
halkevleri vasıtasıyla neşretmeleri mümkün olmuştur. Bunun dışında halkevlerinin esas faaliyeti
bilhassa memur tabakası ve öğrenciler arasında parti ideolojisini yaymaya teksif edilmiş bulunuyordu.
Fakat balolar ve inkılap tiyatroları arasında folklora gösterilen müsamahanın çok önemli bir sebebi vardı
ki bu sebep üzerinde dikkatle durulmaya değer. Bizim inkılapçı münevverler eski cemiyetteki münevver
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
279
www.ulkuocaklari.org.tr
Münevverlerimizin büyük çoğunluğunda görülen bu sömürge münevveri zihniyetinin nasıl
meydana geldiğine dair önceki makalelerimizde bazı şeyler söylemiştik. Bu psikolojinin doğusu ve
yayılışını ileride teferruatıyla incelemek üzere şimdilik diğer halkçılık hareketlerine kısaca bakalım.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kültürünü millî kültürün tamamen dışında sayarak ona karşı cephe alıyor, halk kültürünü ise kudretsiz
bir rakip diye gördükleri için müsamaha ve bazan da sempati ile karşılıyorlardı. Böylelikle, milli kültürün
en ince ve işlenmiş örneklerine sırt çevirmek suretiyle geriye doğru ikinci adım atıldı. Halk tarzında
şiirler ve köylü folklorundan örnek olan sanat eserleri vasıtasıyla milli kültürün bulunacağı zannedildi.
Mamafih bu örneklerde bile batı kültürüne benzeyen unsurlar üzerinde ısrarla durulup diğer tarafların
-yani halkı ve münevveriyle birlikte bütün milletin- ortaklaşa benimsemiş olduğu şeylerin tamamen
ihmal edildiği açıkça görülür.
Buraya kadar verdiğimiz misaller halkçılığın kültürel yönüyle ilgilidir. Hakikatte siyasi sahada halka
karşı takınılan tavrı da bu hareketlerle paralel olarak ele alabiliriz. Geçmiş bir devrin şimdi herkesçe
bilinen politikasını bir daha söz ve münakaşa konusu haline getirmemek için bu nokta üzerinde fazla
durmayacağız. Ancak son yıllarda siyasi ideoloji hareketleriyle bir arada ortaya çıkan yeni bir halkçılık
görüşüne kısaca yer vermekte fayda görüyoruz.
Sosyalistlere göre batı kültürü burjuva-kapitalist kültürüdür. Kültür bir üstyapı eseri olduğuna
göre, her iktisadî nizam kendi kültürünü de birlikte getirir; sosyalist nizamın kültürü proleter kültürüdür.
Şu halde sosyalistler Avrupalılar gibi değil, Türk proleterleri (!) gibi yaşamalıdırlar. Nitekim son birkaç yıl
içinde bir kısım sosyalistler batıya ve batılılaşma hareketlerine karşı reaksiyoner bir cereyanın temsilcisi
haline gelmiş bulunuyorlar. Köylü kasketi giymek, klasik Batı müziği yerine davul-zurna dinlemek, hatta
pijama yerine gecelik entari ile yatmak bu reaksiyon hareketinin birer sembolü mahiyetindedir. Hiç
şüphesiz, böyle bir tavır sosyalizmin gereği olmadığı gibi, bütün sosyalistlerin aynı şeyi yaptığı da
söylenemez. Hatta bunların sosyalist oldukları için mi reaksiyoner, yoksa reaksiyoner oldukları için
mi sosyalist oldukları konusu pekâlâ münakaşa edilebilir. Bizim kanaatimizce bunların sosyalizmi
inkılapçılığın uç noktasını teşkil etmektedir; batı ile yüzde yüz kaynaşmak isteyenler bu aşırı arzularını
gerçekleştiremeyince sevgileri nefrete dönmüş ve kendilerine yeni bir hüviyet aramaya koyulmuşlardır.
Fakat bütün reaksiyon hareketleri gibi sosyalist cereyan da rasyonel düşüncenin hudutlarından çıktığı
için, sosyalistlerin yerli kültüre gösterdikleri ilgiden olumlu bir sonuç çıkması beklenemez. «Bir şey
haddini aşınca zıddına dönüşür» sözü uyarınca, bunların aşırı ilericiliği nihayet gericilik haline gelmiş
bulunuyor. Yine de «Yerli Sosyalistler» ırkçılıktan Sovyet ajanlığına, provokatörlükten katilliğe kadar
çeşitli renkler gösteren sosyalist cereyan içinde henüz memleket için kaybedilmemiş yegâne grubu
teşkil etmektedirler, milli kültürü öğrenmek imkânını buldukları takdirde kendilerini diğer gruplardan
ayırmaları ve halka hizmet etmeleri mümkündür.
TÖRE, 3. Sayı, s. 5-9, Ağustos 1971
280 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Neslimizin Tarihi
Doç. Dr. Nurettin Topçu
Yeni neslin velisi olacak zihniyet, gençliğe bir ruh aşılayacak ahlâk kahramanları yaratabildi
mi? Gençlikte ilim, ahlâk, sanat hareket ve hırsını doğuracak iman nasıl bir iman olacaktı? Yüksek
kürsülerden güzel şeyler söyleyen mürşitlerin, gençlikte doğmasını istedikleri imanın mahiyetine
dair bugüne kadar bir kelime öğrenilmedi. Neslimizin nasipsizliği, aradığının ne olduğunu tanıtacak
bir mürşide rastlamayışı olmuştur. Bu gerçek karşısında memleket gençliğinin, hangi ellerin hatâsı
yüzünden, bir asırdan beri, nasıl çorak ve âkıbetsiz yollarda, ne gibi gafletlere büründüğünü göstermeye
çalışacağız.
Değişen devirlerde milliyet kavramının kazandığı o kadar değişik değerlere dikkat edilirse, bu
kavramın her devrin siyasî yürüyüşüne âlet olan bir değer halinde yaşatıldığı anlaşılır. Elbette milliyet,
kökleri olan ferdî ruhun samimî hareketlerine bağlanmadıkça ve bu ferdî ruh da bir inancın temelleri
üzerinde kurulmadıkça siyaset ve idarenin vasıtası haline girer, her devrin siyasetine, memleketin idarî
icaplarına göre değişir ve milliyetin mürşitleri de siyasî otoritenin bekçileri haline gelirler. Biz de milliyet
hareketlerini incelerken bu meselenin tahlilini yapmayı denemiştik. Milliyet, bizim duyuş ve inanış
tarzımızı zorunlu yapan, maddî ve ruhî özelliklerin yoğurduğu içtimaî şahsiyetimizdir. Her devirde,
milliyet mefkûresi gibi kutsal bir dâvada idare edicilerin veya halin menfaatına uygun telkinlerin tesiri
altında kalan genç nesiller, ruhlarını kurtaracak olan imanın yolundan uzaklaştılar. Milliyetçiliğimiz bir
gün başka dinden unsurları içine alır, sonra çıkarır; halin icabına göre bir gün çiftçi millet olduğumuzu
söyleriz, sonra sanayiciyiz deriz; bir zamanlar aristokrat olduğumuzu biliyorduk, şimdi demokrat
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
281
www.ulkuocaklari.org.tr
İstibdat devrinde başlayan içtimaî hareketlere bakılınca, türlü şekiller altında hep siyasî yapıda
olduklarını görüyoruz. O günden bugüne kadar birkaç nesil, birbirine en samimî miras halinde,
siyasî hırslar ve siyasî kinlerden başka bir şey bırakmamıştır. Bu nesiller bâzen samimî idiler. Fakat
bağlandıkları fikir ve kanaat, hep siyasî iktidarın bir elden başka ele geçmesiyle vatanın kurtulacağı
yolunda idi. Bunların hiçbiri örflerin, sanatların, iktisat ve hukukun bu vatanın hayatı içinde ve bir ahlâkî
îman içerisinde gelişmesiyle ancak hakikî inkılâbın yapılabileceğini anlayamamıştı. Hepsi inkılâbı,
hayatın almış olduğu geçici ve içi boş şekillerin değişmesinde aradı. Hepsi eski unsurlarla yaptıkları
yeni putları alkışlamakla kendilerini oyaladılar.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olduğumuzu iddia ediyoruz. Bir gün ırkçılığa gönül veririz, başka birinde ırkın değerini sıfıra indirmekten
çekinmeyiz. Bir zaman Avrupa medeniyetine bağlanır, sonra onu inkâr eder, Şarklı oluruz. Baştan aşağı
tezat halinde duran bu görüşlerin peşinde koşan nesilleri aldatan şey, geçici olan siyasî menfaatlerdir.
Bir gün, şöyle olmakta menfaat sezilir, başka bir gün bu görüşü ortadan kaldırmakta menfaat aranır. Bir
müşterek mefkûre halinde yaşanması gereken milliyetin menfaatlerden kurtulup daha derinden, ferdî
ruhların hakikatından taşması, fertlerin hakikat diye bağlandıkları bir inancın temellerine dayanması
lâzımdır. Her günü bir taraftan gelen menfaat endişesi bir zümrenin saltanatını kurmak için gençliği âlet
olarak kullanırken, cemiyetin hayatı dümensiz ve tesadüfî tezatlar içinde bir karanlığa doğru ilerleyecek
ve millet dediğimiz şu insan toplanışından tek bir ruh çıkarmak kabil olmayacaktır
Evlerimizde iki musiki, kafamızda iki mantık, hayatımızda iki medeniyet, şarkla garp uyuşmuş
duruyor. Aralarında bir çarpışma bile yok. Bunlar kendiliklerinden taşıdıkları mânaya asla sahip değildir.
Garp musikisini modernlik adına alkışlayan bir nesil Şark musikisi ile mest olmaktadır. İçimizde dünkü
gibi mücerret mantıkla hakikat araştıranlara hak vermekle beraber, dâhiyane belâgatlarla her günkü
değişikliklere, içtimaî hareketlere dair söz söyleyenlerden hoşlanıyoruz
Gençliğe ait ruh buhranları yaşamış olanlar onu bilirler, sanatkârın eseriyle ahlâkçının
öğütlerini uzlaştırıp kendimize bir hikmet, bir hayat felsefesi çıkarmak için ne kadar uğraştık, ne kadar
ruh mücadelesi yaptık! Bu bir türlü mümkün olmadı. Birkaç nesil, hayata gafletle bakıp bir mâna
çıkaramadan gelip geçti. Çünkü ferdî hayatımızın mânasına bakmaya vakit bulamadan birbiri ardına
vâris olduğumuz bir iptilâ ile siyasete atılıyoruz. Cemiyete ait menfaat dâvaları arasında yine cemiyetin
hayatî kuvvetleri eriyip kayboluyor. İnsanlığa ve insanlık içindeki yerimize ve hayatımızın istikbaline ait
bir kelime söylenmiyor. Bir asırdan beri yapıldığı söylenen inkılâplar, Anadolu’nun ahlâkına, iktisadına,
sanatlarına ait ve bu cemiyetin yaşatıcı kuvvetlerini tanıtan ne kadar eser ortaya koyabilmiştir? Bize
kalırsa yapılması lâzım gelen bu iş, hiçbir zaman yapılmamıştır. Her devirde gençliği oyalayan, geçici
olaylar ve devrin menfaatleri oluyor. Bütün bu duyularımızı oylayıcı dar görüşlerde ve hep menfaate
dayanan sözde mefkûrelerden gençliği kim kurtaracak? Bu topraklarda yüksek bir medeniyet yaratıcı
istikbâli kim bize vadedecek? Bu memleket gençliğinin gözünde büyük adam tasavvuru, azametli, sert
bakışlı, endişe ve ızdıraptan kurtulmuş görünen, yaldızlı ve parlak sözler söyleyen, vakur yürüyüşlü hem
de iyi giyinmiş ve servet sahibi hortlakların şeklinden ne zaman sıyrılacak? Ne zaman büyükleri, bizim
gibi alelâde yaşayanların arasından kıyafet ve sözleriyle değil, fikir ve kanaatlerle, hareketlerindeki
fedakârlıkla ve kahramanlıklarıyla tanıyacağız? Şuurlanmış bir gençlik karşısında hakikî mürşit, onun
yanında muzdarip yaşayan, onunla beraber gözyaşı dökendir
Son devirlerin mürşitleri, hepsi de yalancı peygamber rolünü oynadılar. Birisi Kürt alfabesi
tertipleyip Kürtlüğü ihyaya çalıştıktan sonra, İstanbul’a gelerek tamamen aykırı bir mefkûrenin sahibi
ve bir devlet siyasetinin esiri oldu. Daha yakın devirlerin mürşitleri, bâzen Anadolu’nun tarihinden ilhâm
alarak bizde hakikî ve saf milliyeti kurmak istedikleri halde, şahıslarının devlet ve ikbal kapılarından
uzakta senelerce terk edilişleri yüzünden, yeise düşerek bizzat ele aldıkları mefkûreye sonradan
düşman kesildiler ve gençliğe ümitsizlik, hareketsizlik ve uysallık zehirlerini aşılamaya başladılar.
Bâzen de en ileri ruhçuluk ahlâkını, İsâ kisvesi altında müdafaa yoluyla gençliğin ve memleketin
kurtarılacağını umanlar, sonra ferdiyetlerinin her sahada, devlet karşısında ve hayatta uğradıkları sürekli
282 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
muvaffakiyetsizlikler yüzünden en koyu maddeciliğe düştüler. Birincilerin hareket sahasında duydukları
felce uğratıcı korkuyu, bunlar fikir sahasında ruhlarının derinliklerinde duydular. Düşünce hayatının
gençlik devrinde ruhlar için bir din ararken, bugün din tanımayan, son ve ölü kuvvetlerine ancak sahip,
bütünüyle meflûş bir ruh halinde, hayatta muvaffakiyetle yaşayanların kuvvetlerine garazkâr, îman ve
mefkûrelerine düşman oluyorlar.
Yine kendinin dünkü ruh eserine düşman olan, îmanına düşman olan mürşitler bu memleket
gençliğini her devirde böyle oyaladılar ve aldattılar; gençliği bir noktaya kadar sürükleyip daima yarı yolda
yalnız bıraktılar. Bugünkü gençliğimizi kolaylıkla inanmaz, kendini inkâr eder hale getiren bu hâdisedir.
Gençlik her devirde aldatılmıştır. Aldatılanın zamanla ve nesiller arasında elde ettiği müdafaa âleti,
kurnazlıktır. Bugün, gençliğimiz, hiçbir samimî inanca sahip değilse ve samimî îman ve mefkûrelerden
uzakta, onlarla eğlenen bir tavır takınmışsa bunun sebebi, her devirde bir mürşit tarafından aldatılmış
olmasıdır. Sahtekâr mürşit menfaatle ikbâle yükselmekten başka şey düşünmediği halde, bir zümre
gençliğin mâsum kalplerini, kendi ikbâle yükselişinin basamakları gibi kullanıyor. Günün birinde, evvelce
tutmuş olduğu yolun hatâlı olduğunu ileri sürerek arkasından sürüklediği gençliği yarı yolda bırakıp
ayrılıyor ve istediği mevkie ulaşınca, artık yüzlerden maskeler düşüyor, menfaatler meydana çıkıyor.
Tabiat içinde ve sanat karşısında, ahlâkî hâdiseler dünyasında, felsefenin hikmetleri arasında ve
insanlık âleminin yürüyüşüne şahit olduğumuz anlarda gençlik gözyaşlarıyla düşünüyor. İlmin hakikat
ışıklarıyla ilk karşılaştığı anlarda, hayatın saadet mefkûresini vicdanında ilk reddettiği anda, kadının
iffet ve aşk hissini ilk duyduğu anda vicdanında maddenin ve hayatın üstünde Allah’a yükselen kuvvetin
kendini ilk tanıttığı ilhâm anlarında genç kalbin ilk eseri, gözyaşlarıdır. Bu anlar, ibadet ânlarıdır. Bu
anlarda vicdandan yükselen ses, Allah’ın sesidir. Mâbetsiz şehir gibi mâbutsuz kalp de ancak ruhun
ölümüyle kazanılır. İnsanlık yok olmadıkça mâbetsiz kalmayacağı gibi, ruh da ölmedikçe mâbutsuz
kalamaz. Ruhun ölümü, onun inkâr edilişidir, hayatın ümitsiz gidişiyle kazanılmış bir maddecilik içinde
felce uğratılışıdır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
283
www.ulkuocaklari.org.tr
Neslimizi hazırlayan yakın tarihe bakınca bu manzarayı görüyoruz. İşleri tamamen dış yüzünden
gören bâzı safdiller de neşemizi eksik, hayatı iptidaî ve kasvetli buldular. Hâlâ içimizde yaşayan,
Garpı anlayamamış bu zavallı Garplılar, neşemizin afaka yükseldiğini görsünler: Zayıflar karşısında
ellerindeki kuvvetle tam hürriyeti yaşatan zümreler hayatın iptidaîliğini yıktılar; eski hayatın yerine lüksü
getirdiler; Batı›nın medeniyet araçlarını ayaklarının altına serdiler! Her şey tamamdır, evet her neşe
tamam, yalnız ruh yok. Her tarafta iskelet ve şekil, ruhlarda karanlıkla tatminsizlik dolu. Müesseseler ve
hayat içerisinde yetiştirmeye çabaladığımız genç çocuk, sayısız ızdırapların kaynağıdır. Onu mâbette
diz çöküp gözyaşı dökmekten kurtardık diye avunanlar görsünler: Şimdi o bin bir mâbette diz çöküp
gözyaşı dökmektedir. Evinde sevgilisi için gözyaşı döküyor; mektepte hakikat duygularıyla vicdanını
harekete getirenlerin karşısında gözyaşları döküyor; hareket aşkına tutulan genç kalpler, daha çok
sevmek, daha çok muzdarip yaşamak için ilâhî bir dua vecdi içinde hayatın her sahasında gözyaşlarıyla
ilerliyorlar
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bir nesil kendini, kaybedilen kendi ruhunu arıyor. Ruh ise arandığı her yerdedir. Kâinatta ruhsuz
hiçbir şey yoktur. Eşya, şekil kazanmış fikirlerdir. Allah ise bizim varlıkla her temasımızda hissediliyor.
Dinsizlik, hakikî ve geniş mânasında, eşyayı sahip olduğu ruhtan sıyırarak nefsimiz uğrunda bir vasıta
gibi kullanmaktır. Bizim buhranımız bir din buhranıdır. Kendi hakikatını arayan ruhlar, uğrunda gözyaşı
döktükleri varlıkların bizzat kendilerine tapınmasınlar. Sevgilerimiz bâzı kere alelâde eşyaya bağlandığı
gibi bazen de her kalbin ibadetine değer sandığımız konulara bağlanabiliyor. Lâkin aldanmayalım.
Menfaatler ve her sahada kuvvetler sevildiği gibi aile sevgisi de varlığımızın büyük kısmını kendine
çekebilir. Ancak bunlar, irademizi darlıktan kurtarıp sonsuzluğa yöneltici olamazlar. Menfaat, eşya ve
varlıkları, kendileri için değil de, nefsimiz için, nefsimizi doyurdukları için sevmektir. Her menfaat, ferdî
menfaat gibi içtimaî menfaat de ruhun düşmanıdır. Ne şekilde geniş bir hesaba bağlanırsa bağlansın,
sonunda nasıl bir içtimaî hayır yaratacağı kabul edilirse edilsin, her menfaat tasavvuru ruha karşı
kurulmuş bir tuzaktır. Menfaat, aşkımızın katilidir
Kuvvet ise, tabiat ve cemiyetin yaratıcı imkânlarının bizi başarıya ulaştıracak şekilde kullanılmaları
demektir. İptidaî tabiatımızın bize bağışladığı maddî kuvvetler gibi, cemiyet içinde elde edilen servetlerin
ve zekâ mahâretiyle kazanılan üstünlüklerin hepsi, kâinatın Allah tarafından kurulu düzenle yürüyüşüne
karşı gelen zorluklardan ibarettir. Her başarının şartı olan kuvvet, ferde eşyayı kazandırır, ruhu kaybettirir.
Hırsları, hasetleri doyurur, gururu şahlandırır. Fakat kuvvetin kullanıldığı yerde îmansızlık var demektir.
İman tam olmadığı yerde yalan ve belâgat yayılmaya başlar; îmanın hiç kalmadığı yerde para ve kılıç
kuvveti kullanılır. İnanmayan adam, hakikati istemeyen adam kılıç kuvvetine, para kuvvetine riyakâr
ikna kuvvetlerine başvuracaktır. İnsanlar, hakikate en doğru yoldan ulaştıran îmana sahip olmadıkları
için hukuk sistemlerini icat ettiler; din yerine mecburiyeti koydular. Hakikat, ruhun kendiliğinden ulaştığı
zaferle beraberdir. Kuvvet, her zaman hakikatin bıraktığı boşluğu doldurmak için kullanılmıştır
Kâinata bağlı varlığımızı daraltan ve hürriyetimizi kısırlaştıran şeylerden biri de, kendi çemberi
içinde kapalı kalan ailedir. Cemiyetin temeli olan aile, kalbimizi bir istismar vasıtası gibi kullanıcı
olmamalıdır; belki onu genişletmek için bir geçit yeri olmalıdır. Aile yalnız bencilliğimizi işledikçe, insanlığın
kendi ruhunu bulmasına imkân olmayacaktır. Aile, hiçbir kalp hareketinin sonuncu gayesi değildir. O,
yorulan ruhun dinlenme yeri olabilir; fakat kâinatın ruhuna ulaşmak için bize bir ışık göstermez. Çünkü
onda insan, ancak ana, baba ve kardeş olarak alınır, insan olarak alınmaz.
İnsanların aile saadeti dedikleri şey, hayat yorgunluklarından sonra uzviyetin ve sinirlerin
kendilerine özel tatmin şekilleri içinde dinlenmelerinden başka bir şey ifade edemiyor. Aile sevgisi, bizde
insan sevgisini artırmalıdır. İnsanları seven, kardeşi kardeş diye, evlâdını evlât diye sevmemelidir. Zira
insan ruhu birdir. O sadece ne oğulda, ne kardeşte, ne de sevgilide yaşayan ruhtur; o bütün insanlarda ve
bütün kâinatta hâkim tek bir ruhtur. Baba ve kardeşi insanların bütününden ayırmak, kâinatı daraltmak,
bencil duygularla onu parçalamak, onun hakikatini tanımamak demektir. Aile, sonsuza doğru gidişimizde
bir basamak olmalıdır
Hakikati ve hakikat sevgisini kurmak için, bizi idare eden bunca ruh sapkınlıklarından, bunca
hatâlardan sıyrılmak lâzım geliyor. Hakikat mefkûrecisi her şeyden evvel bizi menfaatini bilici olmaktan
kurtarmalıdır. İyi bir terbiyeci, artık bugüne kadar olduğu gibi “menfaatini bilen adam” yetiştirmemeli,
284 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kuvvet denilen muvaffakiyet cihazından bizi nefret ettirmelidir; kuvvet vasıtalarının hepsinin iğrenç
şeyler olduğuna bizi inandırmalıdır. Aileye gelince onun, sonsuza doğru yürüyüşümüzde sadece huzurlu
bir yol olduğunu unutmamalıyız. Yorulduğumuz zaman orada dinlenelim, bir an sükûn araştıralım.
Çünkü kuvvetlerimiz mutlak değildir. Lâkin ailede ideal ve hakikat araştırmayalım. Bizim hakikatimiz
sonsuzdadır. Sonsuzda saklı olan hakikatin birliğine ulaşabilmek için pek çok fedakârlıklar lâzım;
servetten, saadetten, devletten ve ümitlerin çokluğundan geçebilmeliyiz. Bizi bu gayeye ulaştıracak
eli dışımızda aramayalım. Yalnız dünyanın süratli yürüyüşüne bakalım. İnsanlığın kendi zaruretleriyle,
kendiliğinden nereye doğru ilerlediğine dikkat edelim. Kuvvetler birbirini yok ediyor, kâinatın bütün
kuvvetleri birbirlerini mahvediyorlar, birbirlerini batırıyorlar
Hakikati batırmak isteyen kuvvet, kendi kendisini batırıyor. Menfaatler birbirini yok ediyor,
aileler kendi kendilerine kâfi gelmiyorlar. İnsanlık, geçirdiği hezeyanlı kâbusun son devrindedir. Yarının
dünyası, kuvvetle menfaati inkâr edecektir. Bu yolda ilerleyebilmek için etrafımızda izler, ufuklarımızda
işaretler aramayacağız.
Yalnız kendimizin olan bir hayat şekli seçerek bütün hayatımızı bahse koyan kahramanlıkla,
Mevlâna’nın tâbiriyle kanlı bir yola yalnız atılmadıkça ruhumuzu ve cemiyetimizi kurtaramayacağız.
Şimdiye kadar, herkesin yaşayışında zevk aramakla geçirilen zamanlar, ruhumuzun katili oldular.
Bugünün çocuğunu kimsesiz, âvâre bırakan karanlıktan çekip kurtarmak için, ona dışardan yardımcı
bir el uzatmaksızın, hakikat yolunda en cesur adımlarla yürütecek hikmeti söylemekle yetiniyoruz:
“Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!” Neslimizin Âtisi
Şüphesiz ki günümüzün meseleleri pek çok ve pek elemlidir. Lâkin içlerinden bir tanesi var ki
o, bütün gözlerden kaçtığı halde gerçekten meselelerin meselesidir. Zira o halledilmedikçe fenaya yüz
çevirmiş duran bütün meseleler hüsranda kalmaya mahkûmdur. Hepsi de yetim, hepsi de çaresiz,
hepsi de mukadderatımızı karartıcıdır. Bütün meselelerin en önemli ve en elemlisi olan bu mesele,
neslimizin âtisi meselesidir.
Her şeyden önce bir nesil içinde iki nesil, belki de çok nesiller yaşıyor. “İki millet bir millet içinde
yaşıyor” dedirtecek kadar aşikâr ayrılıklar, zaman zaman ruhlar arasında düşman siperleri kadar derin
çukurlar açıyor. Bir zümre öbürüne düşman: Almanın Fransıza olduğundan daha fazla, Hintlinin üç
asır tahakkümünün pençesinde kıvrandığı İngilize, Çinlinin asırlarca kahrüzülmüne çaresizlikle boyun
eğdiği Avrupalıya düşman olduğu kadar düşman. Particilik düşmanlık, kulüpçülük düşmanlık, tahsil çağı
düşmanlık. Körpe nesillerin, durmadan dövüşmekle geçirdikleri o meleklik çağı yavruların yumrukları
ile canavarlaştırılmaktadır. Neden bunlar şehvet tahriki olmadan sevişmiyorlar? Neden aralarında
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
285
www.ulkuocaklari.org.tr
Mâzimize gömülen hâdiselerin eseri olan neslimiz, şimdi karşımızdadır. Onu kendisiyle itham
edecek yerde, kendisine hayat veren sebepleriyle izaha çalışalım. Bunu yaptıktan sonra, yarının
temellerini koyacak olan bugünümüzü anlamak, yani yarının izahına hazırlanmak için bugünkü neslin
ruh tahlili yapıldığı zaman bakınız onda neler var? Nasıl bir neslin çocuklarıyız
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ölüme kadar götürücü dostluk yerleşemiyor? Kalplerin fethi demek olan bu ruhî zafer, Fâtih’in ve
Yavuz’un Topkapı Sarayı’ndaki kılıçlarıyla hazırlanamazdı. Öyle iken Alparslan’ın yüce vârisleri, kalpler
kazanmakta dünyaya örnek oldular. Fâtih tarihî Bizans’ın iktidarına son verirken onun halkının kalbini
kazanmıştı. Yavuz Selim’i Sinan Paşa’nın şehâdetiyle “Firavunlar ülkesini fethettim, lâkin Sinan gibi bir
veziri kaybettim” diye ağlatan, dostluktaki, ülkelerle saltanatlara değişilmez değerdir
Öylesine bölük bölük, öylesine parça parça olmuş bir nesil ki, kendisinden başka herşeye
hayran. Yarım asır içinde sırasıyla Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan hayranlığından usanmadı, şimdi
de Hipi hayranlığına yanaşmak istiyor. Sadece kendisini sevmiyor, kendinden nefret ediyor, kendinden
kaçıyor. Böyle kaçan nerede kurtulur? Hakikatte bu bir şahsiyet hastalığıdır. Ama sebepsiz değil. Yine
sebeplere dönmek lâzım geliyor. Bakınız bir milletin kaç türlü maarifi var? Evet, bir millet ki onda Fransız,
İngiliz, Alman, İtalyan, Amerikan maarifi kökleşmiştir. Bu milletlerin her birine, onların çocuklarını değil,
kendilerini misafir eden ev sahibi milletin çocuklarını yetiştirmek için o milletin bağrına saplanmışlardır.
Bu çile, bu uğursuz kader yetmiyormuş gibi biz kendi elimizle, cennet kapısı açar gibi yabancı dilde
öğretim yapan mektepler açıyoruz. “Kendimizden hayır yok, bari yabancı ruhlara sığınalım” dercesine
yabancı kültüre iltica ettikten sonra millette ebedî yaşatacak kuvvet mi kalır?
Bir nesil ki metafiziğini kaybetmiş, aklın ulaştığı bu hakikatler dünyasının ismine bile hasret,
isminden bile habersiz kalmıştır, komünizm neden onun ruhunu hem de ulu mabedinin eşiğinde
ayaklar altında çiğnemesin? Bir nesil ki, bir mânada dilsizdir. Hangi dilin kendi dili olduğunu bilmiyor.
Konuşmasında yine Alman, Fransız, İngiliz asıllı kelimelerin tiksindirici salatasını kullanmaktan zevk
duyuyor. Korkunç bir aşağılık duygusuyla bu milletlerin dil yapılarına varıncaya kadar önünde minnetle
eğilmiş. Kendi ecdat dilinden bir şey anlamıyor
Bir nesil ki, sanatını kıpkırmızı şehvete bulaştırmış. Şiirinde, sinemasında ve musikisinde hayvanî
iştiha sırıtmaktadır
Bir nesil ki, yarısı öbür yarısını düşman yerine koymuş, ona gayz ve nefretle saldırmaktadır.
Ölüm dirim savaşı yaparcasına saldırıyor: Mâzisine saldırıyor, imanına saldırıyor, sevgisine saldırıyor.
Hakkına ve hayâsına saldırıyor. Sahne eski Roma’nın Patrisyen-Pleb mücadelesini andırmaktadır.
Ama bizim Patrisyenlerimiz vatanın asıl sahipleri de değil; yabancı vicdanların, yabancı ellerin, yabancı
tarihlerin çocuklarıdır. Asıl vatan ve tarihin çocukları, Plebler gibi inleyen mazlumlardır. Bunların zafer
günü elbet yakındır
Öyle bir nesil ki, masum köylüsü gibi tahsil çağındaki çocukları bile insanın ruh yapısında büyük
yaratıcılıkların kaynağı olan samimiyeti kurutan, yani insanı kendi kendinden alıp götüren bir siyaset
kavgasına tutulmuş, dostluk, aşk ve hizmet duyguları hep ona fedâ edilmiş; imanı kin ile mübadele
olunmuş; gerçek dünyası kalmamış; kalbi kurutulmuş, ümitleri boğazlanmış; korkusu çok, karanlığı
katı; hayatı gayesiz, yuvası emelsiz, iradesi hedefsiz, zamanı değersizdir.
286 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Nasıl kurtulur bu nesil
Ölüler bizi yaşatır ve ölüler bizi zehirler. Bu yaşatan veya zehirleyici olan iksire bir de ilâhî lutfa
çevrili duran, ona uzanan irademizi ilâve ederseniz bütün hayatı, bütün varlığı ve bütün istikbali elde
etmiş olursunuz. Neslin hastalığını, mâzide açılan yaraların iltihaplanması halinde kabule mecburuz.
Böyle yapmazsak yanlış teşhis koymuş olacağımızdan tedâvi de mümkün olmayacaktır. Tedavi yolunda
çilenin her çeşidini çekmemiz lâzım geliyor. Zaaflarına minnet, hatalarına hürmet edeceğiz. Doktor
hastasını böyle tedavi eder. Bu yolda, yaradan iğrenmek, hastaya hastalığını hissettirmek bile bir
zulümdür. Hattâ hastalarımız elele verip de bir gün üzerimize yürürler ve bize bütün zulüm kuvvetleriyle
karşı koyarlarsa, biz Büyük Kurtarıcının rahmetine sığınarak sabırla tedavimize devam edeceğiz,
yeni vasıtalarla, yeni ve daha inceltilmiş tedavi usulleriyle... Onun bugünkü ruh yapısı, şehveti aşka,
isyanı itaate, şiddeti merhamete, inkârı imana tercih eden tehlikeli bir cihaz halindedir. Daha dün, İkinci
Cihan Harbi’nde Paris düşüp de Fransa Alman orduları tarafından istilâ edildiği zaman matemzede
Fransız milletine radyoda hitâp eden o zamanın devlet reisi muhteşem mareşalPetain’in ilk sözü şu
oldu: “Dostlarım! Zevk bizi mahvetti.” Bu tek cümle Paris’in ve belki bütün Fransa’nın yirmi beş yıllık
hayatının hülâsası olmuştu.
Neslimize pusu kuran komünizm tehlikesi, ruh yapısı tamamen çürümüş olanların iflâsını
doktrinleştirerek, ruh sahibi insanlığa karşı koyulmuş kin ve kan kokan bir beyannâmedir. Komünizm
insanlığın gerçek gayesine doğru ilerleyişi esnasında meydana gelen bir irtica yâni gericilik, ahlâk
dünyasında bir yıkılış, hakikat havasında bir zehirlenmedir. O artık ne sadece bir iktisadî doktrin, ne
tüketim eşitliği, ne de bir işçi dâvasıdır. Komünizm kaidesiz yaşama plânıdır
Mesuliyetlerin barınağı olan vicdanı, herkesin şahsî ve ebedî hasmı hâline koyar. İnsanlık
mücadelesinde yorulan fertlere, “Meğer elli yıl boşuna utanmışım, utanmamalıymışım” dedirtir.
“Kullandığım kaideler beni esir etmiş de, bilmemişim” formülünü uyanış formülü yapar. Bu esaretten
kurtulmanın yolu ise artık isyandır. Kanunlara ve kaidelere, mesuliyetlere ve ideallere isyanı hazırlar.
Birer ideal plânı ve kaideler kaynağı olan din, komünistin baş düşmanıdır. Ancak o unutmasın ki, komünist
ile din adamı arasında şu fark daima kalacaktır: Komünistin din adamı hakkında hiçbir mesuliyeti
yoktur. Çünkü o, mesuliyet tanımaz. Din adamı ise, komünistin ruhunu kurtarmaktan mesuldür. Biri,
ruhu ezmek isteyen maddenin saldırışını, öbürü, maddeyi de kurtarmak ve kendine yükseltmek isteyen
rûhunızdırabını temsil ediyor. Komünistin bütün varlığını teşkil eden madde, bizzat kendi kendinin
düşmanıdır. Zira kendisinin yükseltilmesi için uzanan eli kesmektedir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
287
www.ulkuocaklari.org.tr
İnsan topluluğunu cemiyet yapan kaideleri kaldırın, mesuliyeti insan ruhundan çıkarıp atınız,
komünisti elde edersiniz. Bu mânada komünist, kaidesiz ve mesuliyetsiz insandır. Her yerde, insanlığın
îman ve ümitler barındırdığı her vatan toprağında komünist, gözlerden düşürecek kaide arar. Hayvanlar
gibi hür yaşamanın zevkini genç ruhlara aşılar. Vicdan huzurunda mesuliyetsizliği bir doktrin, bir neşve
kaynağı gibi sunmak ister
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Komünistin karakterlerini ortaya koyduk: Yaratıcı evrime inanmayış, hürmet yokluğu, ideal
anlayışsızlığı, kaidelerle mesuliyetlerin düşmanlığı. Yaratıcı evrim, ruh sahibi insanı yeryüzüne
getirdi. Hürmet, ahlâkı doğurdu. İdeal, ferdi sonsuzluğa ulaştıracak. Kaideler ve mesuliyetler, bizi
insan olarak yaşatmaktadır. Komünist, işte bu değerlerin hepsine birlikte cephe alan kuvvettir. Onun,
insanlığımızın düşmanı olduğu muhakkak. Ama ona nasıl karşı koyabiliriz? Düşmana aynı silâhlarla
değil, samimî olarak kendimizin olan silâhla karşı koymalıyız. Ona karşı ruhumuz, vicdanımız ve
imanımızı siper yapmalıyız.
Türk çocuğu nasıl yetişmeli? Gençlik çağında da haysiyetli, huzurlu bir yaşayışı nasıl
sağlayabiliriz? Nasıl bir aile kurmalıyız? Hangi mesleklerde muvaffakiyet arayalım? Hangi eserleri
okuyalım? Zamanımızı nasıl kullanalım?
Dikkat edilirse ideal olan dâvalardan hayatın basit teferruatına kadar her hususun cevabını arayan
bir neslin kalbinde bir âfet gizlidir. O da iradî kudretinin noksan oluşudur. Çünkü hayat onları demir
örsün üstünde dövecek yerde şaşırttı, mesuliyetsiz yaşattı. Ancak biz inanıyoruz ki millet kalbinin sahibi
olan bu muzdarip nesil, milletin kalbine uzanmak için irşat ve işaret bekliyor. Onlar bizim beklediğimiz
yarınki kuvvettir
Bugün köyde parasız hasta muayene günleri koyan hekim, ellisinden yukarı yaştakiler değildir,
gençlerdir. Bugün yukarıda anlattığımız süfli hayat sahneleri karşısında hicap duyan, örflerimizle
mukaddesatımızın tezyif edildiği yerde isyan ile ürperen, dilimizin hançerlendiği yerde alkışlamayan,
dinimizin kurtarıldığı yerde içten sevinen de bu zümredir. Kapı kapı dolaşıp mürşit arayan onlar,
düşmanlarını kalbini kurtarıcı bir feragatle affetmesini bilen de yine onlardır. Doğacak dünyamızın bu
yapıcılarından gelecekte bahsedecek hakîm, onlardan şöyle bahsetse yeridir:
“O nesil hârika idi. Babaları İstiklâl Cihadı’nda can veren bu neslin yeni bir hayat arayışı, bütün
hareketlerinde henüz şuurlu olmadığı halde, seziliyordu. Beş yüz sene sonra Fâtih yedi yüz yıl sonra
Mevlâna öyle anıldı ve öyle anlaşıldı ki, bundan bir kültür ve medeniyet sentezinin müjdesi beklenebilirdi.
Mâbede iltica, evvelki gibi alışkanlıkla değil, ızdırâp ile oluyordu.” Hakikî inkılâbı yapacak olan bu nesil,
beklenen kuvvettir.
288 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Nesillerin Ruhu
Prof. Dr. Mehmet Kaplan
Fertlerin nasıl birbirinden ayrı bir duyma, düşünme ve hareket etme tarzları varsa, nesillerin de
kendilerine has, önceki ve sonraki nesillerinkine benzemeyen bir duyma, düşünme ve hareket etme
tarzları vardır.
Aynı içtimaî, siyasî ve iktisadî şartlar altında yaşayan, aynı çeşit terbiye müesseselerinde yetişen,
aynı endişe ve meselelerle meşgul olan ve aşağı yukarı aynı yaşta bulunan insan toplulukları arasında
müşterek bir ruhun teşekkül etmesi gayet tabiî bir hadisedir.
Milletlerin tarihî hayatında nesiller, büyük fertlerden daha mühim rol oynarlar; zira devirlere şekil
ve renk veren esas kitleyi onlar teşkil ederler.
Hatta sivrilmiş şahsiyetlerin kendi nesillerinden tamamıyla ayrı varlıklar değil, bilâkis onları en
iyi surette temsil ve ifade eden kabiliyet ve dehâ sahibi insanlar olduğu iddia olunabilir. Bu müstesna
fertleri bize tek ve yüksek gösteren şey, onlardaki ifade ve temsil kudreti ile beraber, kendilerine uzak
mesafelerden bakmamızdır. Yakınlarına vardığımız, içlerinde bulundukları muhiti teşkil ettiğimiz zaman,
etraflarında onlara benzer küçük çapta bir yığın insan ve insancık buluruz.
1860-1876 yılları arasında faaliyette bulunan Namık Kemâl-Ziya Paşa nesline mensup
olanlar, devlet kalemlerinde yetişmişlerdir. Bundan dolayı çok hayatî ve siyasî bir karakter taşırlar.
Terbiyeleri yarıdan çok şarklı ve muhafazakârdır. Yabancı dillerini ve kitaplarını ömürlerinin
yarısından sonra öğrenirler. Bundan dolayı ruhlarında kuvvetli bir Şark-Garp mücadelesi vardır.
Dindar ve tarihe bağlı oldukları için Garp’a kendilerini fazla kaptırmaz ve ezilmezler. Müteakip
nesillerde bir hastalık halini alan aşağılık kompleksi bunlarda hemen hemen yoktur. Büyük
ideallere sahiptirler ve kahramandırlar. Müşterek birkaç ana fikir etrafında birleşirler. Bunların
içinde en mühimi Meşrutiyet’in ilânı, yani Saray’a ve Bâbıâli’ye karşı parlamentonun kurulmasıdır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
289
www.ulkuocaklari.org.tr
Devri anlamak için, mutlaka nesli toptan göz önünde bulundurmak lâzım gelir. Burada Tanzimat’tan
bugüne kadar gelmiş geçmiş nesilleri hatırlayarak karakterlerini tespite çalışacağız. Nesiller umumiyetle
tez, antitez, yükselen ve inen dalgalar şeklinde gelişirler. Böyle oluş, mukayese yoluyla onlardan her
birini vazıh surette anlamağa elverişlidir
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Onları bu dâvaya sevk eden âmil, bazılarının zannettiği gibi, sadece Fransız ihtilâlinden, o
sıralarda Avrupa’ya yayılmış hürriyet fikirlerinden ilham almaları, basit bir taklit arzusu değildir. Cemiyetin
içinde bulunduğu şartları ve yükselmesi için lâzım gelen müesseseleri anlamışlardır
Mesele şöyle hülâsa olunabilir: Eskiden Osmanlı cemiyetinde mahiyet itibarıyla birbirine zıt,
icabında birbirini kontrol ve idare eden üç kuvvetli müessese vardı. Saray, Yeniçeri Ocağı ve Medrese.
On altıncı asra kadar muvazeneli ve sıhhatli birer kuvvet merkezi olan bu Orta Çağ müesseseleri on
yedinci asırdan itibaren bozulmağa başlar. İlkin, devrine göre büyük bir adalet ve bilgi kaynağı olan
medrese yıkılır, Ordu ile saray karşı karşıya kalır. Muvazene bozulduğu için tahakküm mücadelesi
başlar. Ordu saraya sözünü geçirmek için birçok isyanlar çıkarır. Saray bundan bizar olur ve Yeniçeri
Ocağı’nı kaldırmayı düşünür. III. Selim kendi emrinde yeni bir ordu kurmaya teşebbüs ederse de
muvaffak olamaz. II. Mahmud bu işi başarır. Yeniçeri Ocağı tarihten silinir. Bu suretle Saray memleketin
mukadderatına tek başına hâkim olur. Artık onu içerden kontrol ve ikaz edecek hiçbir kuvvet, hiçbir
müessese yoktur. Yalnız Avrupa devletleri, Hıristiyan reâyâyı korumak maksadıyla Saray üzerinde
baskı yaparlar. Bu devir, devletimizde dahilî muvazene kuvvetlerinin ortadan kalkması, Avrupa kontrol
ve müdahalesinin başlaması devridir, Abdülmecit devrinde, saraya karşı kısmen mukavemetli olan,
Avrupalı fikirlerle mücehhez ve yabancı kuvvetlere sırtını dayayan bir Bâbıâli teşekkül eder.
1860 nesli işte bu şartlar altında ortaya çıkar. Saraya ve Bâbıâli’ye karşı bir cephe teşkiline çalışır.
Parlâmentoyu istemesi de bundan ileri gelir
Bu neslin yazdığı bütün eserler, hep bu gaye etrafında döner. Üçüncü kuvvetin temeli olması
ümit edilen “Efkâr-ı umumiye”yi uyandırmak için gazete ve tiyatroya büyük ehemmiyet verilir. Bu nesil
şiirine varıncaya kadar “içtimaî”dir. On altı sene çalışma neticesi, 1876’da, hadiselerin de müsaadesi ile
Meşrutiyet ilân edilir. Fakat arkalarında ordu veya medrese gibi büyük bir kuvvet bulunmadığından, Rus
harbini bahane eden Abdülhamid, Millet Meclisi’ni kapatır, hürriyet taraftarlarını sürgün eder. 1876’da
ortaya çıkan nesil, çocukluklarında “Peri-i Hürriyet”in yüzünü hiç olmazsa uzaktan görmüş, sözünü işitmiş,
fakat hayata atılır atılmaz istibdatın sert çehresi ile karşılaşmıştır. Siyasî ve içtimaî davalarla uğraşmak
şiddetle yasaktır. Bu vaziyet karşısında bu nesil, âdeta zarurî olarak felsefe, aşk, seyahat ve macera
mevzularına dökülür. Eskiden hürriyet fikirlerine bağlı olanlar, davalarına ihanet etmek suretiyle devre
uymağa çalışırlar, Mithat Paşa’nın hiçlikten alarak yükselttiği Ahmet Mithat Efendi, eski arkadaşlarının
ve parlâmentarizmin aleyhinde makaleler yazarak Abdülhamid’e dalkavukluk eder. Montekristovârî
romanlar kaleme almak suretiyle edebî hayatını devam ettirir. Bunlarda suya sabuna dokunmayan bir
sürü faydalı malûmat vardır. Abdülhak Hâmid, felsefe, aşk ve tabiat âlemlerinde dolaşır, zevcesini ve
validesini terennüm eden şiirler yazar. Recaizade Ekrem, çocuklarının ölümünden duyduğu teessürü
esas mevzu alır ve estetik yapar. Edebiyat bakımından şüphesiz zengin olan bu devrede Namık Kemâl
neslinin kuvvetli erkek sesini hatırlatan hemen hemen hiçbir şey yoktur. Aciz bir ferdiyetçilik ruhlara,
yazılara hâkim olur
1895 yıllarında bir nesil daha ortaya çıkar. Memlekette karanlık ve sefalet arttığı için bu nesil
bedbahttır. Servet-i Fünun nesli, şiirlerinde ve romanlarında daima hayatı bir ızdırap kaynağı ifade
eden, iradesiz, bedbin ve melânkolik nesil! Bu nesli en iyi temsil eden “Rübâb-ı Şikeste” müellifi
290 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tevfik Fikret, kendi neslinin ruhunu güzel teşrih eder: “Edebiyatımız sağlam bir bünyeye malik değil!
Edebiyatımız hasta! Tekmil şiirlerimizde, hikâyelerimizde, tasvirlerimizde bir solgunluk, bir kansızlık,
bir eser-i hüzal görülüyor.» der, «Mâi ve Siyah” romanında bu neslin tipik kahramanı Ahmed Cemil’i
hatırlayınız. Hayattan, hakikatten ve halktan ayrılan bu neslin, Tanzimat’ın başından beri sadeleşmeye
başlayan yazı dilimizi divanınkinden daha sun’î bir preciositeye götürdüğüne dikkat ediniz. Nesillerin dil şuurları diğer mevzularda aldıkları tavırdan ayrılmaz
1908’de yeni bir nesil ortaya çıkıyor. 1923 yılına kadar siyaset ve kültür sahasında faaliyette
bulunan bu nesil, tıpkı o devir gibi karışık bir manzara arz eder. İmparatorluğun bünyesinde iki asırdan
beri devam eden çözülme ve dağılma hareketi bu devirde son haddini bulmuştur. Hürriyet bir anarşi
halini alır. Siyasi partiler, içtimaî teşekküller, cemiyetler, gazeteler ve mecmualar Türkiye’nin yüzünü bir
panayır yerine benzetirler. Bununla beraber bu karışıklığa hâkim olan müşterek bir ruh vardır. Hürriyet,
istiklâl ve yükselme iştiyaki bütün kalpleri doldurur. Bu devirde tesirleri bugüne kadar devam eden
ütopiler doğar. Eskiden ölümü arzulayan Tevfik Fikret bile bu devirde canlanır: «Halûkun Defteri» adlı
şiir kitabında bir cemiyet ve insanlık havârisi kesilir. “Halûkun Amentüsü”nde fencilik, beynelmilelcilik ve
dinsizlik fikirlerini yüceltir. Onun karşısında ise muhtelif meseleler üzerinde hal tarzları ileri süren dindar
ve büyük şâir Mehmet Akif vardır. Ziya Gökalp, Malazgirt’ten önceki Türk tarihini, Asya Türklerini esas
alan Turancılık ideolojisini kurar.
Yahya Kemal ise millî varlığı esas tutar ve coğrafyaya bağlanır. Meşrutiyet devrinin istikrarsız,
çalkantılı, uzaklarını görmek mümkün olmayan havasında meydana çıkmış olan fikirlerden birçoğu, İstiklâl
mücadelesini, bizi hu memleketin realitelerine götüren derslerinden sonra değerlerini kaybetmişlerdir.
1923’ten sonra Türk tarihinin mukadderatını yeni bir nesil eline alır. Yazının başında, nesiller
birbirine reaksiyon yaparak faaliyette bulunurlar, demiştik. Cumhuriyet neslinde reaksiyon kuvveti,
geçmiş nesillerle kıyas kabul etmeyecek kadar şiddetlidir. Tanzimat’tan Cumhuriyet devrine kadar
nesillerin her biri yeni bir fikir ortaya atmakla beraber, hepsinde, az çok, şöyle veya böyle, maziye ait
kıymetlerle bir anlaşma cehdi vardı. Türklükle pek az alâkası olan Servet-i Fünun edebiyatı bile, bazı
bakımlardan geçmişe bağlanır. Bu neslin kendi üslûpları ile Şeyh Galib’in üslûbu arasında, bir yakınlık
bulmağa çalışmaları olmak üzere iki kısımda mütalaa etmek yerinde olur. Zira bu iki devir, siyasî, içtimaî
ve edebî sahalarda ayrı manzaralar arz eder. Harpten önceki Türkiye “tek parti, tek şef, tek ideoloji”
esasına dayanır. Harpten sonraki Türkiye ise, çok partili siyasi ve içtimaî kaynaşmalarla doludur
İlk Cumhuriyet nesli için, zarurî sebeplerle çok hissî bir mevzu olan «İstanbul» veya «Bâbıâli»
fikri, bütün maziye bakılan bir pencere olur. Bugün bunun doğru olmadığını açıkça görüyoruz. Mütareke
devri, çürümüş saray ve muhiti, bütün maziyi temsil eder gibi telâkki olunuyordu. Ölmek üzere olan
bir adama bakarak, bu adam bütün hayatınca böyle hasta ve bitkindi demek ne kadar yanlış ise,
imparatorluğun çökme anını görerek, işte sizin mazi dediğiniz budur, demek de o kadar yanlış olur. Her
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
291
www.ulkuocaklari.org.tr
stiklâl mücadelesi Ankara›yı yaratır. Ankara Anadolu bozkırlarının ortasındadır. Büyük Millet
Meclisi Hükûmeti’ne bozkır ruhu hâkimdir. Karşıda İstanbul vardır ve İstanbul, korkunç bir zihniyeti,
mandayı, zaafı ve köhneliği temsil eder
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
millet gibi bizim mazimizin de iyi ve kötü tarafları vardır. Her millet gibi, bizim de asırlarca yaşanmış
hayatımızın bir mânası ve değeri olmak icap eder. O ana has tarihî şartlar, ilk Cumhuriyet neslinin bu
basit hakikati görmesine mani oluyordu
Düz ve çıplak sahada yeni bir yapı kurulmak isteniliyordu. Issız bozkırlar ortasında, küçük bir
Amerikan şehri gibi yükselen Ankara bu zihniyeti çok güzel temsil eder. Ankara sun’î bir şehirdir. Değil
harap köy ve köylülerden ibaret Anadolu ile, kendi dar tabiî muhiti ile bile münasebeti yoktur. Bu şehir,
tarihî, coğrafî ve içtimaî şartların dışında, bir tasavvurun sembolü gibidir. Bunda kahramanca bir şey
olduğu inkâr olunamaz. Tarihe, coğrafyaya ve içtimaî şartlara meydan okumak, onların empoze ettiği
zaruretler dışında bir âlem kurmağa çalışmak, eşine ancak masallarda rastlanan bir tahayyül ve iradenin
ifadesidir. Bu zaman zarfında Türkiye’de yapılan hareketler, derinlik ve genişlik bakımından ölçülürse,
hayal edilen ve ettirilmek istenilenin yanında çok dar ve sığ kalır
Bütün hareketleri maziye karşı toptan bir reaksiyon olan Cumhuriyet neslinin yaşama, düşünme ve
duyma tarzlarında derin tezatlar bulunur. İlk Cumhuriyet nesli, istibdat ve Meşrutiyet devrinde yetişmiş
insanlardan mürekkepti, Maziye ait kıymetler, onların şahsiyetlerinin temelini teşkil ediyordu, şimdi
onlar inkılâp yapmak için bu kıymetleri inkâr etmek ve yıkmak mecburiyetinde idiler. Bu ancak zorla
olabilirdi. Fakat zorlamanın da bir hududu vardır. Bu hududa gelince, alınan yeni istikametten dönülmek
istenilmezse, kendi kendini mahvetmek veya aldatmaktan başka çare yoktur
İçtimai hayatta ve bizzat inkılâpçı neslin bünyesinde yaşayan maziye ait kıymetlerle, kurulmak
istenilen yeni hayata ait kıymetler, zorlama neticesi, gizli veya açık bir çatışma vücuda getirdi. Bu
çatışmanın neticelerini siyaset ve kültür sahasında sivrilmiş şahsiyetlerimizin en küçük hareketlerinde
dahi görebilirsiniz. Atatürk alaturka musikiyi sever, fakat alafranga musikiyi yerleştirmek için kendini,
radyoyu ve mektepleri zorlar. Atatürk, Osmanlı tarihini çok iyi bilir, eski kahramanlarımızdan birçoğuna
hayrandır; fakat saraya karşı nefreti dolayısıyla ve yakın tarihin milleti geriye çekeceğinden korkarak,
Sümerler devrine ait çok eski bir mazi hayali yaratır. Eski harflerle dokuz asırlık bir Türk edebiyatı
vardır; fakat bunların hepsi maziye ait kıymetleri ihtiva ettiği için, harf inkılâbı ile araya kalın bir perde
çekilir. Boşalan millî kütüphane tercüme eserlerle doldurulur. Daha ileriye gidilir: Asırların mahsulü olan
Türkçe beğenilmez, yepyeni bir dil vücuda getirilmek istenilir. Maziye karşı bu kadar şiddetli ve bu kadar
cesaretli bir teşebbüse başka yerlerde rastlanmaz
Millî hayatımız için çok mühim olan bu merhale, bu zaman hakkında serbest surette düşünmenin
zamanı gelmiştir. Birkaç yıldan beri, 1918’den önceki kıymet hükümlerinden yavaş yavaş ayrıldığımızı
kimse inkâr edemez. Eğer tuttuğumuz yeni istikamette esaslı adımlar atmak istiyorsak, şimdiye kadar
yapılanları tarafsız ve dikkatli bir gözle tetkik etmemiz lâzımdır. Nesiller arasında mevcut olduğunu
söylediğimiz reaksiyon prensibi, zarurî olarak bizi gün geçtikçe önceki nesillere karşı bir tavır almağa
zorlayacaktır. İtiraf edilsin, edilmesin bu hareket şimdiden başlamıştır
Tenkitsiz devirler yaşadık. Bunu tenkit devrinin takip etmesi gayet tabiîdir. Unutmayalım ki, daima
bir ideal olarak öne sürdüğümüz Batı medeniyeti tenkit sayesinde gelişmiştir. Descartes “En bedihî olan
şeylerden dahi, prensip itibarıyla şüphe etmek ve onları dikkatle yoklamak lâzımdır” der
292 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İçinde yaşadığımız devrin tezatlarını belirtmek maksadı ile, büyük Fransız tarihçisi ve mütefekkiri
AndreSiegfrid’in Garp medeniyetinin esaslarına dair ortaya koyduğu çok vâzıh düşünceleri ölçü olarak
ele alacağım.
AndreSiegfrid, Garp medeniyetini üç temel üzerine istinat ettiriyor: 1 – Eski Yunan’dan intikal eden akıl
(serbest tenkit), 2- Hıristiyanlıktan gelen insan şahsına hürmet duygusu (Roma bunu hukukîleştiriyor;
Fransız ihtilâl siyasi umdeler haline getiriyor), 3- On sekizinci ve on dokuzuncu asırda gelişen büyük
sanayi.
Bu prensiplere dayanarak yirmi beş senelik Garplılaşma hareketimize bakarsak, Cumhuriyet
nesillerinin Garp’ı asla Garplıların anladığı şekilde anlamadıklarını görürüz.
Fransız mütefekkirinin Garp’ın temellerinden biri saydığı akıl, ki serbest tenkidi icap ettirir ve ancak
serbest tenkit sayesinde yaşar, bu devirde hiç de yüksek bir değer olarak tanınmamış ve sevilmemiştir.
Bilâkis aklın inkişafına engel olan kuvvetli bir sansür bu devri karakterize eder, itiraf etmek lâzımdır
ki, Meşrutiyet devri, bu bakımdan Cumhuriyet devrine nazaran çok ileridir. Serbest tenkit olmayan
yerde aklın hâkim olduğunu kim iddia edebilir? Her şeyi yoklayan Sokrat’ı ortadan kaldırın, eski Yunan
medeniyetinden değerli olarak ne kalır? Dikkat edilirse, Cumhuriyet devrinde gerçekten mütefekkir
adını alacak hiçbir büyük şahsiyet yetişmemiştir. Meşrutiyet devri hiç olmazsa Gökalp’i çıkarmıştı.
AndreSiegfrid’in Hıristiyanlıktan geldiğini söylediği insan şahsiyetine hürmet duygusu, eskiden
halis İslâmiyet›in hâkim olduğu çağlarda, bizim cemiyetimizde de vardı. İslâmiyet›e göre insan
şahsiyetine hürmet duygusunun ne olduğunu öğrenmek isteyenler, Yunus Emre›nin şiirlerini okusunlar.
Orada Tanrı›nın bir parçası olarak görülen insanın ulviyetini bulacaklardır. Fakat İran ve Bizans›tan
gelen istibdat an’anesi, İslâmiyet’in cevherinde olan bu asil ışığı karartmış ve bu nur sadece gerçekten
dindar olan kalplerde kalmıştır.
Cumhuriyet devrinde, dinî duygular, yine tarihî zaruretler dolayısıyla ihmal edildiği ve bilhassa
Garp’ı taklit ederken bu fikre değer verilmediği için, insan şahsına hürmet duygusu, çok zaafa uğramış,
içtimaî hayatımızda otoriteler hakikî şahsiyetler olmaktan ziyade, hiçbir şahsiyeti olmayan köle ve
dalkavuklar bulmaktan hoşlanmışlardır. Bu devirde, korkunç bir “aydınlar ihaneti” ne rastlarız. Kalbini
ve kafasını yitiren, etten robotlar etrafı sarar.
Bütün bu tezatların en feciî şüphesiz, yaptıklarımızı serbest bir şekilde tenkit etmekten korkarak
kendi kendimizi aldatmaya çalışmamızdır. Garplı asla bunu yapmaz. Zira bu bir milleti hayal kırıklığına
doğru götüren en kısa yoldur. Serbest tenkit olmayan bir memlekette işlerin iyi gittiğinden yüzde yüz
şüphe edebilirsiniz.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
293
www.ulkuocaklari.org.tr
Garp medeniyetinin temellerinden üçüncüsü olan büyük sanayi meselesi üzerinde fazla durmağa
lüzum görmüyoruz. Zira henüz kaba yollarını yaptırmamış, iptidaî ziraat tekniğinden kurtulmamış bir
milletin böyle bir davaya kalkması gülünç olur
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu şartlar içinde yetişen ilk Cumhuriyet neslinin fikir ve edebiyat mahsullerinin mahiyeti ve
değeri nedir? Evvelâ muhtevayı ele alalım ve bu devir edebiyatının ana temlerinin neler olduğunu
araştıralım. Nesiller arasında mevcut olduğunu söylediğimiz diyalektik, duygular sahasında da cereyan
eder. Vâkıaları bu prensibe göre tefsir edersek, harp öncesi Türk edebiyatında, Tanzimat’ın başından
beri muhtelif nesillerde ve şahsiyetlerde kuvvetli ifadelerini bulduğumuz esaslı temlerin ya tamamen
kaybolduğunu veya başka bir şekle inkılâp ettiğini görürüz
Şinasi-Namık Kemâl-Ziya Paşa, Hâmid-Ekrem neslinin eserlerinde ehemmiyetli bir yer işgâl eden
«din duygusu», Servet-i Fünun edebiyatında ortadan çekildikten sonra 1908’i müteakip Mehmet Âkif,
Yahya Kemal, Ziya Gökalp ve daha başka şahsiyetlerde tekrar görünür. Bu nesilde ise metafizik endişe,
ahlâkî dram, kudsiyet ve ulviyet duyguları mevcut değildir. Bu nesil dine karşı kuvvetli bir reaksiyon
içinde yetişir. Bu terbiyenin akislerini edebiyatta açıkça görürüz. Eskilerin Allah, Peygamber ve Kur’an
hakkında kullandıkları mukaddes kelimelerin, bu devirde, fanî insanlar ve fanî işler için kullanılması
dinî duyguların dejenere oluşunun bariz bir alâmetidir. Bu devirde açıkça dinî duygular aleyhinde edebî
eserler de kaleme alınmıştır. Bu devirde yalnız Necip Fazıl patetik bir dinî duyguyu terennüm eder.
Fakat o bir nesli değil, kendi kendini temsil eden bir şahsiyettir. Cahit Sıtkı’da da dinî duygunun zevalini
gösteren güzel parçalar vardır
1 Bu devirde din duygusunun yerini, onun tam zıddı olan bir duygu, dünya duygusu alır. Yeni nesil bu
duyguyu “hayat sevgisi”, “yaşama neşesi” gibi tabirlerle adlandırır. AndreGide’nin “Dünya Nimetleri”
bu neslin el kitabı olur. Kendini ulvî prensiplerden koparan insan yer yüzüne düşer. Fakat bu düşme,
onu diğer sahalarda da sukût ettirir.
2 “Ruhî muhtevâdan boşalma” cereyanı, cumhuriyetin ilk neslinin diğer duyguları üzerinde de tesirini
göstermiştir. Meselâ bu devirde, Stendhal’in “ruhî bir kristalizasyon” olarak tavsif ettiği “aşk duygusu”,
yerini şehvet ve çapkınlığa terk eder. Freudizm ve Libido fikri bu devir roman ve şiirinde mühim yer
tutar..Bu devirde reel hayatta dahi “aşk duygusu” sukût etmiştir. Kadının hazırlıksız ve merhalesiz
olarak birdenbire hayata atılması ruhlar üzerinde bir şok tesiri yaptı. Bunun neticesinde kadına karşı
beslenen ulvî duygular ortadan kalkar. Artık kadın ruhla dolu, erkeğin ruhunu yükselten büyük bir
varlık değil, sadece meslek arkadaşı, şehvet ve ihtirası tatmin eden bir âlettir. Bu devirde korkunç bir
zinaya ait bütün eserler tercüme olunur.
3 Aşk duygusunun bu seviyeye inmesi, kadının sokağa dökülmesi aile hakkında beslenilen fikirleri de
değiştirir. Gençler evlenmeyi, aile yuvası kurmayı lüzumsuz bulmaya başlarlar.
4 Bu devir edebiyatında din, aşk ve aile duyguları gibi tarih temi de sukût eder. Tanzimat edebiyatında
tarih esaslı bir mevzudur. Serveti Fünün neslinde tarih fikri yoktur. Melankoli bu neslin gözlerini maziye
ve istikbale karşı kapamıştır, Fikret, “Tarih-i Kadim”inde beşer tarihine karşı lânetler yağdırır. İkinci
Meşrutiyet nesli tarihi yeniden canlandırır. MehmedÂkif, Türk-İslâm tarihini, Ziya Gökalp, eski Türk
tarihini, Yahya Kemal, Selçuk ve Osmanlı tarihini işlerler. Cumhuriyet devrinde yakın mazi ile alâkalı,
hatıraları hâlihâzıra kadar gelen canlı tarih fikri yerine milletin hafızasında hiçbir izi olmayan sunî,
294 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
uydurma bir tarih tezi ortaya atılır. Bu hareket edebî eserlerde de bazı akisler uyandırırsa da tutmaz.
Maziye karşı kuvvetli bir reaksiyon olduğu için gençlikte târih duygusu kalmaz. Gençliği ırk tarihinden
soğutmak için edebiyat kitaplarına millî “mefahir” değil, en kötü sahneler alınır.
5- Din, aile ve tarih fikirleri milliyetçiliğin en mühim unsurlarını teşkil ederler. Bunların değerlerini
kaybetmesi milliyet duygularını da zaafa uğratır. Harpten önceki Cumhuriyet nesli edebiyatında hakikî
milliyetçilik fikrinin zaafa uğradığını, edip ve şâirlerimiz için esaslı bir mevzu teşkil etmediğini görüyoruz.
Servet-i Fünun devrinde psikolojizm, milliyetçilik fikrini uyuşturmuştu. Cumhuriyet devrinde gençliği
saran hedonizm, ihsas felsefesi bu duyguyu körletmiştir. Milliyetçilik fikrinin zaafa uğraması üzerine
beynelmilel fikirler edebiyatımıza nüfuz eder.
“İnsaniyetçilik”, “Dünya vatandaşlığı” kisvesi altında başlayan beynelmilelci neşriyat gençliği
komünizme doğru sürükler. Bu devirde Rus ihtilâlini hazırlayan bütün edebiyat Türkçeye tercüme
olunur. Bunların tesiri altında zahiren bu memlekete bağlı gibi görünen, fakat hakikatte komünist dünya
ihtilâline Türkiye’nin de iştirakini hazırlayan, kuvvetli Rus edebiyatı çeşnisinde bir “sefalet edebiyatı”
doğar. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi şâir ve hikâyeciler yetişir. Bugünkü genç nesil arasında açıkça
komünist olanlar bulunmasa bile bunun başlıca sebebi Türkiye’de resmen bu ideolojinin yasak edilmiş
olmasıdır. Fakat hissî ve psikolojik bakımdan komünizme mütemayil olanlar çoktur. Bu bir hazırlığın
muhassalasıdır. Bu gizli ruhî ve içtimai cereyan Türkiye’nin istikbali bakımından pek mühimdir
Harp öncesi Cumhuriyet devri edebiyatı muhteva bakımından bize böyle bir manzara arz eder
görünüyor. Bu hususiyetler, harpten sonraki Türk edebiyatında da devam etmektedir. Hürriyet havası,
evvelce gizli kalan duygulara resmî bir açıklık vermiştir. Fakat daha başka içtimaî ve fikri temayüllerin
de baş gösterdiği bir vâkıadır.
Türkiye’nin hür milletler camiasına bağlanışı, siyasî ve içtimaî sahada derin akisler yapmaktadır.
Bu tesirlerin fikir ve edebiyat sahasına da intikal ederek edebiyatımızın çehresini değiştirmesi pek
mümkündür. Ayrıca dine, tarihe, aileye karşı bir dönüş hareketi de başlamış bulunmaktadır. Fakat
reaksiyon henüz korkak ve iptidaîdir. Zamanla bunun olgunlaşması beklenebilir
Bir önceki deneme 1948 yılında yazılmıştır. O tarihten bugüne kadar Türkiye’de siyasî ve içtimaî
sahada birçok değişiklikler olmuş, yeni fikir akımları ortaya çıkmış ve bunlar edebiyata da tesir etmiştir.
Burada kısaca bunları anlatmak istiyorum.
1- Türkiye’nin hür milletler camiasına girmesi, 2-Komünizmin cesur ve yaygın hale gelmesi, 3-Dine
ve tarihe dönüş
Gerçekten o tarihten sonra Türkiye’de bu hadiseler gelişmiş, kuvvetli akımlarhaline gelmiş, siyasî ve
içtimaî hayata yeni şekiller vermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda müttefiklerle beraber Nazi Almanyası’nı
mağlup eden Rusya, Balkanlar’dan Avrupa’nın ortalarına kadar geniş bir tahakküm sahası kurdu,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
295
www.ulkuocaklari.org.tr
Bahis konusu yazının son paragraflarında, yarına, yani bugüne tesir etmesi muhtemel başlıca
üç vâkıaya işaret olunuyordu:
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ajanları, mütehassısları ve iktisadî yardımlarıyla Afrika ve Asya’da istiklâllerine kavuşan milletleri kendi
tarafına çekerek dünyayı tehdit eden bir kuvvet haline geldi. Bu durum karşısında Türkiye zarurî olarak
Avrupa ve Amerika ile askerî ve siyasî anlaşmalar yaptı. Bu münasebet, iktisadî ve sinaî sahalara
kadar genişledi. Atatürk ve İnönü devirlerinde kendi içine kapalı olan Türkiye, bu suretle bütün dünyaya
kapılarını açtı.
Bunun kültür hayatında da büyük tesirleri olmuştur. 1950’den sonra Türkiye’ye giren yabancı
mütehassıs ve yabancı sermayenin Türk ordusu ve Türk halkı üzerindeki tesiri inkâr olunamayacak bir
vâkıadır. Bunun müspet olduğu kadar menfî tarafları da vardır. Yaşayış, giyiniş, hattâ düşünüş tarzında
sathi de olsa bir «Amerikanlaşma» dikkat çekecek derecede bariz hale gelir. Bu yıllarda teşekkül
eden yeni bir zenginler tabakası, kendi düşmanını, komünizmi geliştirir. Bunda hiç şüphesiz daha
Cumhuriyet›in başından beri Türkiye›ye sokulan Rus ajanlarının ve geniş hürriyet havasının da tesiri
vardır. Fakat asıl sebep köy ile şehir arasındaki tezadın çok kuvvetli bir hale gelmesi, gelişen büyük ve
küçük sanayinin köy ve kasaba halkını şehre çekerek sefil bir proleterya yaratmasıdır.
Son yirmi beş yıl içinde Türkiye’de büyük şehirlerin çehresi tamamıyla değişmiş, fakir ile zenginin
yan yana yaşadığı tehlikeli çevreler teşekkül etmiştir. Bu durum Türkiye’de şimdiye kadar ciddî bir
şekilde bahis konusu olmayan işçi meselelerini doğurmuştur. Türkiye’deki işçi hareketlerini sadece
komünist propagandasına bağlamak son derece yanlış bir görüştür. Büyük şehirlerde, “gecekondu”larda
yaşayan yüz binlerce fakir ve cahil halkın Marksizmden haberi yoktur. Fakat âcil tedbirler alınmadığı
takdirde onlar sosyal durumları ve ruh halleriyle müstakbel bir ihtilâlin kolayca tahrik edebileceği bir
kuvvet haline gelmiş bulunuyorlar.
Bunun yanı sıra, Anadolu köy ve kasabalarından yetişen on binlerce aydın bir gençlik kitlesinin
varlığını da düşünmek lâzımdır. Bunlardan bir kısmı hayatta muvaffak olmuşlar, yüksek mevkilere
çıkmışlar, refaha kavuşmuşlardır. Fakat takip edilen kötü maarif siyaseti dolayısıyla büyük bir kısmı
gayrimemnundur. İlk ve ortaöğretimde sağlam bir kültür ve terbiye alamamış on binlerce genç, büyük
şehirlerde gecekondu sâkinlerinden daha da tehlikeli, sosyal nizamı altüst etmeğe hazır bir kuvvet
teşkil etmektedir.
Hayatlarından memnun olmayan bu gençlerin hepsini komünist telâkki etmek doğru değildir.
Fakat onların sefalet içinde yaşadıkları ve kendilerini okulda ve hayatta başarıya ulaştıracak bir fikrî
terbiye almadıkları da âşikârdır. Ailelerinden getirdikleri kıymetler şimdilik onların büyük bir kısmını
komünist olmaktan alıkoymaktadır. Fakat büyük şehirlerde zamanla bu kıymetler aşınmaktadır. Acı
sefaletle korkunç ve tehlikeli komünizm arasında kalan geniş bir gençlik kitlesi tam bir “bunalım” içindedir.
Bugünkü Türkiye’de dikkati çeken mühim bir hadise de din okullarından yeni bir dindar gençlik
zümresinin yetişmiş olmasıdır. Atatürk ve İnönü devirlerinin yanlış anlaşılan lâiklik telâkkisi, Cahit Sıtkı
ve Orhan Veli’nin eserlerinde görüldüğü üzere bir “boşluk hissi”’ doğurmuştu. Onlar içgüdülerinden
başka bir değer tanımıyorlardı. Orhan Veli’nin:
Arzu et sade, Bak
Böcekler de öyle yapıyor.
296 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
mısraları, bu neslin hayat karşısında aldığı tavrı çok güzel ifade eder. 1934-1945 yılları arasında,
kendisini tanıtan neslin, Said Fâik, Bedri Rahmi Eyüboğlu, CahidSıtkı ve Orhan Veli’nin eserlerinde
içgüdüler mühim bir yer tutar. Bir nevi nihilizm demek olan bu temayül, daha sonra materyalizm ve
Marksizmde felsefî ve siyasî bir muhtevaya kavuşur. Ayni temayül, kendi zıddını, dinî duyguları da
geliştirir. Bunda, daha önce kuvvetle baskı altına alınan dinî duyguların hürriyet rejimiyle su üstüne
çıkmasının da tesiri vardır
Komünizmin nasıl entelektüel ve halk tabakalarına göre değişen muhtelif şekil ve üslûpları varsa,
dinî temayüller de kültürlü ve cahil halka göre çeşitli şekiller alır. 1945 yılından sonra gittikçe yaygın
hale gelen materyalizm ve Marksizme karşı, dinî ve millî kıymetleri müdafaa eden yeni bir nesil yetişir.
Bilhassa din ile beraber çağdaş medeniyet kıymetlerine de büyük ehemmiyet veren milliyetçi zümre
siyasi ve içtimai sahada tesirini şiddetle hissettirir. Türk halkının aslî temayüllerine cevap veren bu
zümre, Türkiye’deki demokrasi hareketlerinde çok mühim bir rol oynamıştır. Cahit Sıtkı ve Orhan Veli
neslinden sonra yetişen edebiyatçı neslin başlıca hususiyeti, onlara tamamıyla zıt olarak ideoloji ve
felsefeye büyük ehemmiyet vermesidir. Sadece iç-güdüleriyle yaşamak bu nesli tatmin etmez, Onlar
Batı’dan gelen yeni düşünce akımlarıyla fikrî ihtiyaçlarını tatmine çalışırlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında
Nâzım Hikmet ile Türkiye’ye giren Rus Marksizmi bu devirde roman, hikâye, tiyatro sahasında sosyal
realizm (toplumsal gerçekçilik) adı altında, sınıf tezadını işleyen eserler ortaya koyar. Bunlar yüksek bir
estetik kıymet taşımadığı gibi çağdaş insanın psikolojik meselelerini de ihmal ederler.
Bu devir Marksistleri arasında en değerli eser verenler, estetik kıymetleri unutmayanlar, Batı’nın
çeşitli felsefî ve edebî akımlarından da faydalananlardır. 1950 yılından sonra insanın dış şartlarından
ziyade derin ruhî temayüllerini ifade eden “Gerçek-üstücülük” Türk edebiyatında da tesirini gösterir.
Marksistlerin kaba realizmlerine karşı, nesirde bile yeni bir şiir duygusu belirir. Derin ve geniş şekilde
olmasa da, bu devirde egzistansiyalist felsefe akımı da bazı eserlere renk verir.
Cahit Sıtkı-Orhan Veli nesli eski yazıyı bilen ve kısmen de olsa eski kültüre âşina son nesildir.
Onlardan sonra gelenler, bin yıllık bir geleneği olan eski Türk kültürüne tamamen yabancıdırlar. Okullara
sokulan sunî dil, onlar için, yeni harflerle aktarılmış veya yeni harflerle yazılmış fikri ve edebî eserleri
de okunmaz ve anlaşılmaz hale getirir. Uydurma bir dil ile kötü bir tercüme edası taşıyan bir üslup yeni
edebiyatın başlıca karakteristiği olur, Sait Faik, Cahit Sıtkı ve Orhan Veli’nin eserlerinde görülen berrak
Türkçe ile 1950’den sonra fazla orijinal olma iddiası taşıyan gençlerin eserlerindeki üslûp arasında
büyük bir fark vardır. Bu sonuncular yalnız gelenekten değil, halktan da ayrılmışlardır
Bu devirde Rus ve Amerikan tesirleri, zaten millî kaynaklarla sıkı bağları kalmayan Türk gençliğini
tamamıyla kendi kendisine yabancı kılmıştır. Amerika’ya giden ve orada yerleşerek memleketlerini
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
297
www.ulkuocaklari.org.tr
Batı’dan gelen bu ideolojik, estetik ve felsefî kültürler, İkinci Meşrutiyet devrinde millî edebiyat
cereyanında olduğu gibi, hem aydın hem halk tabakasını muayyen fikirler ve akımlar etrafında birleştiren
geniş bir edebiyat hareketi doğurmaktan ziyade dar ve kapalı edebiyat zümreleri meydana getirmişlerdir.
Bunda, bu akımların kendi mahiyetleriyle beraber, edebiyatçı neslin millî gelenekleri tanımayışının ve
yanlış dil anlayışının da rolü vardır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
unutan gençlerin yanı sıra, Moskova’ya gidenler de vardır. Türkiye’de kalanlar arasında yaşayış farkı,
hayat görüşü ve zevki ile bu iki kutba bağlı olanların sayısı az değildir. Bu parçalanışlar, pek tabiî
olarak, Türkiye’ye ve millî kıymetlere bağlı olan geniş halk kitleleriyle milliyetçi gençliği tedirgin ediyor
ve daha da kuvvetlendiriyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, bugün Türkiye’de siyasî hayata hâkim olan
nesil, umumiyetle milliyetçilerden mürekkeptir. Onlar henüz sanat ve edebiyat sahasında dikkate
şayan eserler vücuda getirememişlerdir. Bunda din ve milliyetçiliğin eski şekillerine bağlı kalışın büyük
tesiri vardır. Fakat gelecek yıllarda, II. Meşrutiyet devrinde olduğu şekilde, millî ruhu yeni bir tarz ve
üslûpta ifade edecek olan yeni bir millî edebiyatın doğması çok mümkündür. Sosyal şartlar bunu zarurî
kıldığı gibi görülen bazı başarılı denemeler de şimdiden bu vâkıayı müjdeliyor.
İdeolojik bakımdan, Batılı manada yeni bir milliyetçiliğin hangi esâslara dayanacağı ve hangi
yollardan gideceği aşağı yukarı bellidir. Bu yeni milliyetçilik anlayışında çağdaş ilim ve teknik ile Batılı
manada hürriyet ve demokrasi fikri ön plânda geliyor. Türkiye’de bugün geniş halk kitleleri dahi bunun
ehemmiyet ve değerini anlamışlardır. Keza bu yeni milliyetçilik anlayışı, Türk milletinin sımsıkı bağlı
kaldığı dine de lâzım gelen ehemmiyeti veriyor. Yalnız, dinin temellerine hiç dokunmamakla beraber,
onun fikrî ve edebî plânda yeni bir şekil ve üslûpta ifade edilmesine büyük bir ihtiyaç olduğu da
âşikârdır. II. Meşrutiyet devrinde Mehmet Akif’in dini duygu ve düşüncelerini nasıl yeni bir şekilde ortaya
koyduğunu biliyoruz. Cumhuriyet, devrinde, Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, daha yakın zamanlarda
Selâhattin Batu, genç nesle mensup değerli ve orijinal bir şâir olan Sezai Karakoç basma kalıp şekillere
düşmeden derin mistik temayülleri Batılı ve modern bir üslûpla ifâde etmesini bilmişlerdir. Tarık Buğra,
hikâye, roman ve piyeslerinde insan ruhunun manevî kıymetlerini güzel bir şekilde anlatmıştır. Ankara’da
“Hisar”, Konya’da “Çağrı”, İstanbul’da “Hareket” ve “Diriliş” dergileri etrafında toplanan Batılı olduğu
kadar millî kıymetlere de değer veren genç ve modern bir edebiyatçılar nesli büyük ümitler vermektedir.
Bunların Batı’nın büyük eserlerini örnek alarak kabiliyetlerini tiyatro ve roman sahalarında denemeleri
çok iyi olur.
Ziya Gökalp’in söylediği gibi, bir millet ruhunu kaybettiği zaman millî istiklâlini ve vatanını da
kaybeder. Türkiye’yi bugün ayakta tutan halkın sımsıkı bağlı bulunduğu tarihî ve millî kıymetlerdir. Her
zaman yabancı tesirlere kendilerini fazla kaptıran aydınlara doğru yolu gösteren de odur. Milliyetçi Türk
aydınlarına düşen vazife, Türk halkının ihtiyaç ve temayüllerini çok iyi anlayarak düşünce ve eserleriyle
onları işlemek, yüksek, derin ve ebedi şekillere kavuşturmaktır. Cumhuriyet’in ilk devresinde halk
tabakalarının üzerinde diktatör bir idare kuran ve halkçı olmak iddiasına rağmen halka yabancı kalan
nesil, son demokrasi hareketleriyle bertaraf edilmiş, halkın serbest olarak seçtiği kendi çocukları iş
başına gelmiştir. Kültür ve edebiyat sahasında da buna muvazi bir akımın doğması ve nesiller boyunca
devam etmesi için onun yüksek, sanatkârâne bir şekle girmesi lâzımdır. Türkiye’de bugün buna doğru
bir temayül vardır. Ve bu sevinilecek bir şeydir.
Edebiyatçı neslin günlük siyasete değil, o siyasete istikamet veren aslî temayüllere önem vermesi
ve bilhassa bu temayülleri estetik bir şekilde ifade etmesi lâzımdır. Millî ruh, büyük mimarî ve mûsiki
eserlerinde görüldüğü üzere, ancak sağlam, yüksek ve derin şekiller içine sokulduğu takdirde o milleti
ebedi olarak yaşatan bir kaynak haline gelir.
298 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ortadoğu ve Türkiye
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
299
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ORTADOĞU’DA
SÜNNİ Şİİ KUTUPLAŞMASI VE TÜRKİYE
Hüseyin Raşit Yılmaz
Suriye krizinin derinleşerek devamı ve süreç içerisinde taraf olan ülkelerin saflarını sıklaştırması
küresel aktörlerin gölgelerinden arındırılarak değerlendirilirse Ortadoğu’nun kadîm bir sorununun
yeniden gün yüzüne çıktığını söyleyebiliriz. Suriye’de rejimin yanında yer alan Rusya ve Çin ile
muhaliflerin yanında yer alan ABD ve AB’nin denklemin dışında bırakıldığı durumda Şam’a sahip olma
mücadelesinin İslâm dünyasını Sünnî ve Şiî blok olmak üzere ikiye ayırdığını görmekteyiz. Çoktandır
İran’dan Irak, Suriye ve Güney Lübnan’a uzanan bir “Şiî Hilali” nden rahatsız olan Körfez’in Sünnî
ülkelerinin Suriye’deki savaş sonucunda rejimin devrilmesini Şiî Hilali’nin ortasından kırılması olarak
gördükleri ve bu doğrultuda çalışmalar yürüttüklerini biliyoruz. Ürdün Kralı Abdullah’ın ifade ettiği Şiî Hilali
tarafından “kuşatılmışlık” algısının[1] bütün Körfez’in ortak kanaati olduğunu ifade etmek mümkündür.
Dünyadaki Müslüman nüfusun % 15’ine yakınını oluşturan Şiîler sadece üç ülkede, İran, Azerbaycan
ve Irak’ta, nüfusun çoğunluğunu oluşturmakta, azınlıkta oldukları Suriye’de yönetimi ellerinde tutmakta,
Hizbullah kanalıyla Lübnan’da da etkin durumda bulunmaktadırlar. Azerbaycan’ın seküler bir sistemi
benimsemesi Şiî bloğunda doğrudan bulunmaması sonucunu doğurmakla birlikte Şiî jeo-kültüre dâhildir.
Suriye’deki Nusayrîlik her ne kadar Şiî çatısı altında tanımlana gelse de dini bakımdan İran-Irak Şiîliği
ile keskin farklılıkları mevcuttur. Bu manada Suriye’nin Şiî Hilali’ne dâhil olmasını yönetici elitlerinin
Sünnî olmamasında ve stratejik tercihlerde aramak daha doğru olacaktır.
En homojen Şiî birlikteliğinin İran-Irak-Lübnan arasında var olduğunu ifade edebiliriz. Körfez
ülkelerinin Şiî karşıtı tutumlarında kendi bünyelerinde yer alan Şiî azınlıkların da önemli bir etkisi
vardır. Suûdi Arabistan’da % 15 civarında olduğu tahmin edilen Şiîlerin ülkenin en zengin petrol
bölgelerinde meskûn olmaları dikkat çekicidir. Kuveyt’te %25 dolaylarında olan Şiî nüfus ile Bahreyn’de
nüfusun %70’ini oluşturmalarına rağmen yönetimden dışlanan Şiîler Yemen’de de nüfusun %40’ını
oluşturmaktadır. Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’da da %10-%18 arasında Şiî yaşamaktadır.
Esed’in geçen yıl verdiği bir demeçte Suriye’yi fay hattına benzetmesi ve zeminiyle oynandığı
takdirde bütün bölgede depreme yol açacağı kanaatinin[2] yanlış olmadığını ifade etmek lazımdır.
Hakikaten Suriye mevcut dengeler göz önüne alındığında “kilit taşı” hükmündedir. Blokların herhangi
300 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
birisinin Suriye’nin kendileri açısından kaybını sineye çekmeleri pek mümkün görünmemektedir. Suriye’de mevcut rejimin devamı sadece Arap baharının inkıtaya uğraması anlamı taşımamakta
aynı zamanda Sünnî ülkelerin İran etkisini çok yakından hissetmeleri manasına gelmektedir. Rejimin
değişmesiyle oluşacak Sünnîlerin kontrolündeki bir Suriye’de İran’ın önünde bir etki ve güvenlik çemberi
hüviyetinde olan sette ciddi bir gedik açılması demektir.
İran’ın 16. Yüzyıldan itibaren Şiîliği bir devlet politikası olarak benimsemesi ve Pehlevî ailesinin
iktidarda olduğu zaman dilimi haricinde bu politikasından neredeyse hiç ayrılmaması meselenin tarihi
derinliğini ve İran devlet aklının politik istikrarını göstermesi bakımından mühimdir. 2003’de başlayan
ABD işgali Irak’ta nüfus üstünlüğüne rağmen hiçbir zaman idari etkinlik kazanamayan Şiî Araplar’ı iktidara
taşıdı. Eski Irak rejimi döneminde uzun süre siyasi sürgün olarak Suriye’de yaşayan Irak başbakanı Maliki
ABD’nin ülkeden ayrılmasının hemen akabinde oldukça radikal bir kararla Cumhurbaşkan yardımcısı ve
Sünnî bloğun önemli isimlerinden Tarık El-Hâşimî hakkında “terörist faaliyetler” suçlamasıyla yakalama
kararı çıkarttı. Karar çıktığında kuzeydeki Kürt bölgesinde bulunan Hâşimî Bağdat’a geri dönmek yerine
Mesut Barzânî’ye sığınmayı tercih etti. Kendisi de Sünnî olan Barzânî’ninHâşimî’ye sahip çıkarak
Bağdat’a teslim etmemesi bölgesel yönetimle merkezi hükümet arasında zaten var olan gerginliği
artırdı. Bu noktada Ankara yakın ilişkilere sahip olduğu Hâşimî’yi Türkiye’ye davet etti ve bölgesel
Kürt yönetimi üzerindeki baskıyı hafifletti. Elbette Türkiye’nin tavrı sadece Erbil’i rahatlatmaktan ibaret
kabul edilemez. Irak seçimlerinde de IyadAllâvî’nin başında bulunduğu Irakiye listesini destekleyen
Türkiye’nin Irak’ta ilk defa yönetimden uzaklaşan Sünnî gruplarla yakınlığı bilinen bir vakıadır.
Bununla birlikte Mâlikî iktidarının başlarında Türkiye’nin Irak’la yakınlaşma çalışmalarına büyük önem
atfettiği de bilinmektedir. Irak konusunda Türkiye’nin net tavır almasına yol açan hadisenin Hâşimî’nin
tutuklanması girişimi olduğunu söyleyebiliriz. Öncesinde bölgesel Kürt yönetimiyle Türkiye’nin yakın
ilişkileri ve merkezi hükümetin dışında imzalanan bazı anlaşmaların Bağdat’ta rahatsızlık oluşturduğu
bilinmekteydi. Suriye krizi Türkiye-Irak arasındaki sıkıntıları diplomatik dilin saklayamayacağı kadar su
yüzüne çıkarmış oldu
Ortadoğu’da doğal zemini var olan Sünnî-Şiî çatışmasının önündeki en muhkem engelin
gerginliklerin üst düzeyde olduğu zamanlarda bile Türkiye ve İran’ın birbirini üst düzeyde doğrudan hedef
almayan bir politik lisan kullanmaları olduğunu söyleyebiliriz. Tarihen Sünnî nüfusun lokomotifi olan
Türkiye’nin ve aynı vasfın Şiî dünyadaki karşılığı olan İran’ın bu itidalli hali, zemini müsait bir patlamanın
ihtiyacı olan kıvılcımı engellemektedir. Bununla birlikte Suriye üzerinden sertleşen mücadelede anılan
itidalin ne kadar muhafaza edilebileceğini öngörmek zordur. Son aylarda hem Türkiye hem de İran
tarafından birbirini itham eden açıklamaların adreslerinin daha yukarılara doğru evrildiğini de belirtmek
gerekir.
Son dönemde Türkiye’ye yöneltilen ithamların en bilinenlerinden birisi Türkiye’nin mezhep
hassasiyetiyle politik duruş belirlediğidir. İthamın muhatabı olan iktidarın bu ithama cevabı yakın zamana
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
301
www.ulkuocaklari.org.tr
Irak’ın İran ile ortak politikalar belirleyecek ölçüde yakınlaşması Türkiye’nin Mâlikî karşıtlarıyla
ilişkilerini arttıran bir etkiye yol açmakta. Yalnız Suriye örneğinde değil, Arap baharının uğradığı diğer
ülkelerde de Irak İran’la uyum içerisinde olmaya özen göstermektedir. İran’ın Türkiye ile ilgili tercihen
dile getirmediği pek çok hususu Irak yönetimi oldukça sert ifadelerle dillendirmektedir
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kadar Suriye ile olan çok yakın ilişkiler ve nükleer enerji konusunda batılı ülkelerin baskısına rağmen
İran’ın desteklenmesidir. Bu iki savunma argümanı da vakıadır, yaşanmıştır. İlaveten İran ile yoğun ticari
ilişkiler devam etmekte, iletişim kanalları da hassasiyetle açık tutulmaktadır. Lakin bir başka vakıa daha
bulunmaktadır; o da Türkiye’nin Suriye krizinde yer aldığı tarafın ve Irak-bölgesel yönetim gerginliğinde
bulunduğu safın mezhepsel ithamlara yol açacak kapılar aralamasıdır. Denilebilir ki; Suriye’de azınlığın
çoğunluğa tahakkümüne karşı bir halk ayaklanmasının yanında yer almak meşrudur. Aynı meşruiyet
merkezi Bağdat yönetimine karşı Erbil’in desteklenmesinde de bulunmakta mıdır? Yahut çoğunluğu
oluşturmalarına rağmen yönetimden dışlanan Bahreynli Şiîlerin ayaklanmalarının Suûdi Arabistan’dan
gelen takviye birliklerle bastırılmasında Türkiye’nin tavrı niçin Suriye’deki gibi olmamaktadır? Bu noktada
bir paradoks oluşmaktadır. Türkiye dış politikasını “adanmışlık ahlakı” üzerinden kitlelere sunmakta,
meşruiyetini bu çerçevede evrensel değerlerle taçlandırmayı tercih etmektedir. Lakin devlet yönetmenin
tabi bir gereği olarak benimsemek zorunda olduğu “sorumluluk ahlâkı” zaman zaman “adanmışlık ahlâkı”
ile çelişmektedir. Erbil-Bağdat gerginliğinde bulunduğu taraf ile Bahreyn’de azınlık Sünnîlerin çoğunluk
Şiîlere tahakkümü karşısındaki politik tavır bu halin temsil kabiliyeti olan örnekleridir. Ankara, Tahran’ın
etkisinde bir Bağdat’ın Türkiye’nin güneyinde tam egemen olmasını İran’ın kendisine komşu olması
olarak algılamakta, Bahreyn’de Tahran’ın desteklediği Şiî çoğunluğun yönetime gelmesini İran’ın etki
sahasının genişlemesi olarak gördüğü için karşı çıkmaktadır. Politik açıdan doğruda yapmaktadır. Bu
doğruluğu eleştirilebilir kılan dış politikanın tanıtılma şeklidir
Erdoğan’ın 2010’da Aşure törenlerine katılması, 2011’de Necef’te Hz. Ali’nin türbesini ziyaret
etmesi ve uluslar arası arenada İran’a verilen destek Türkiye ile Şiî dünyayı birbirine yakınlaştırmıştı.
Türkiye’nin Körfez Ülkeleri’yle kıyaslandığında katı dini kalıplara sahip olmaması da bu yakınlığı
kolaylaştırmıştı. Bölgede sular, nispeten, durgunken gerçekleşen bu yakınlaşma dalgalanmalar
başladığında çabucak yok oldu. Malatya’ya kurulan radar üssüne Türkiye’nin onay vermesi, Suriye’de
rejim muhaliflerine verilen açık destek, Hâşimî’ye sahip çıkılması bunlara mukabil İran’ın PKK’ya
kolaylıklar sağlamaya başlaması, Esed’in yanında fiilen yer alması, Bağdat’ın yüklü miktarda silah
alım anlaşmaları (Türkiye’nin kuzey Irak’taki hava operasyonlarını önlemeye yönelik hava savunma
sistemleri-savaş uçakları-saldırı helikopterleri olduğu Iraklı yetkililer tarafından açıklanan) yapmasıyla
Şiî bloğuyla mücadele sertleşmeye devam ediyor. Her ne kadar Suûdi Arabistan başta olmak üzere
Körfez Ülkeleri’nin İran’a karşı tutumları çok daha sert olsa da Sünnî dünyanın İran’la ana teması
Türkiye üzerinden gerçekleşmektedir. Bu temasın en kritik noktası da an itibariyle Suriye’dir. Çin’in
Suriye’deki doğrudan etkisi BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto desteği ile sınırlı iken, Rusya ilaveten Esed
rejimine silah sistemleri desteği sağlamakta, uluslar arası mahfillerde batı bloğunun rejimin değişmesi
yönündeki baskısını dengeleyici bir pozisyon almaktadır. Suriye’deki deniz üssü Akdeniz’deki varlığı
için stratejik önem taşımaktadır. Arap baharının yaşandığı ülkelerde Batı bloğu tarafından denklemden
dışlanmışlığın tecrübesiyle Suriye konusuna ihtimam göstermektedir. Ama nihayetinde Çin de, daha
uzun pazarlıklarla da olsa Rusya da Suriye’deki rejimin değişmesi için ikna edilebilir. Farklı olarak İran,
Rusya ve Çin’in aksine sona yaklaşıldığı kanaati hâkim olduğunda dahi politik tavrını değiştirmeyecektir.
Çünkü İran için Suriye’de kendisiyle ittifak halinde bir rejimin bulunmaması İran’ın etki sahasının
tam ortasından kırılması, İsrail ile olan olası savaşta cepheyi genişletmesini sağlayacak stratejik bir
302 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
müttefikin eksikliği anlamı taşımaktadır. Bu durumda İran’da hâkim olan rejim için bir beka problemi
manasına gelmektedir.
[1] “Iraq, Jordan SeeThreatToElectionFro
Iran”,http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/articles/A43980-2004Dec7.html
[2] “Assad: challengeSyria at you
peril”,http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/syria/8857898/Assad-challenge-Syriaat-your-peril.html
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
303
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SINIRLARIMIZDAKİ ATEŞ VE ORTADOĞU
Hakan ADA
Ortadoğu; batıda Fas’tan başlayıp, doğuda Bangladeş’e, kuzeyde Gürcistan’dan, güneyde
Sudan’a kadar uzanan bölge olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye, Arap yarımadası ve
Mısır’ı içine alan, Akdeniz ile Afganistan arasındaki bölgeyi Ortadoğu olarak adlandırmak mümkündür.
Ortadoğu, doğal kaynakları, stratejik özellikleri, bölgedeki insanların inanç, yaşayış, kültür ve köken
farklılıkları sebebiyle krizlerin bol olduğu ve sürekli istikrarı arayan bir bölgedir. Bölgede Türk, Afgan,
Arap, Yahudi, İranlı, Kafkas, Pakistanlı, Afrikalı-Arap gibi ana etnik unsurlara ilaveten sayısız küçük
nüfus grupları da yer almaktadır. Bu kompleks coğrafyada yaşayan insanların büyük çoğunluğu
Müslümanlığın değişik mezheplerine mensup olmakla birlikte, Hıristiyan ve Yahudi inancına sahip
bir nüfusun da varlığı söz konusudur. Kök, kültür ve inancın ortaya çıkardığı bu çeşitlilik, bölgedeki
huzur ve istikrarı zaman zaman zedeleyici rol oynamaktadır. Ayrıca bölgenin dünya haritası üzerindeki
stratejik konumunu ve zenginliklerini, kendi siyasi ve ekonomik menfaatleri üzerine kullanmak isteyen
dış güçlerin süreklilik arz eden müdahaleleri, bölgede devam eden çatışmalara ve çözülmesi zor olan
ülkelerarası siyasal ihtilaflara neden olmaktadır. Kronolojik sıralama itibariyle; geçtiğimiz yüzyılın başında
Siyonistler ve İngiltere’nin teşvikiyle kurulan İsrail’in sebep olduğu Filistin-İsrail çatışması; SSCB’nin
1979 yılı sonunda Afganistan’ı işgal etmesi; Irak’ın ve Körfez bölgesinin yer altı zenginlikleri üzerinde
hâkimiyet kurmak isteyen ABD’nin demokrasi götürmek bahanesiyle Irak’a müdahalesi; yine ABD’nin
günümüzde nükleer tehlike gerekçesi ile İran’ı tehdit altında tutması ve en önemlisi ABD’nin bölgede
mutlak İsrail yanlı politikası bu ihtilaflara örnek olarak verilebilir. Yabancı güçlerin Orta Doğu’ya sürekli
müdahalede bulunmaları, özellikle Arap ülkeleri arasında tarih boyunca süre gelmiş olan husumetleri
daha da arttırmakta, meydana gelen çatlaklar ve kutuplaşmalar, bölgenin kırılgan olan siyasi yapısını,
daha da kırılganlaştırarak, çözülmez bir problem haline sokmaktadır. Bölgedeki ülkelerarası ilişkiler
gözlemlendiğinde; genel bir güven problemi göze çarpmaktadır. Özellikle petrol gibi yer altı kaynakları
bakımından zengin olan Müslüman Arap ülkelerinin işbirliği çabası içerisinde olduğu görülmesine
rağmen, gerçekte yaşanan güven eksikliği bu çabaların amacına ulaşmadan sönmesine neden olmakta
ve sonuca ulaşamamaktadır. Bu noktada dayanışmayı ve işbirliğini arttırmak amacıyla kurulan Arap
Ligi ve İslam Konferansı Örgütünden de beklentiler yüksektir. [1]
304 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Orta Doğu hakkında verilen bu kısa bilgilerden sonra; “Sınırlarımızdaki Ateş ve Ortadoğu” isimli
bu makalede; Türkiye – Ortadoğu ilişkileri, özelinde de ülkemizin sınır komşuları olan Suriye, Irak ve
İran’la olan münasebetleri incelenecektir.
Türkiye – Ortadoğu İlişkileri
İktidarın uyguladığı tutarsız ve kararsız dış siyasete, Ortadoğu ülkelerinde yaşayan insanlar
itimatsızlık ve itibar kaybı olarak cevap vermektedir. TESEV’in beşincisini uyguladığı, 15 Ağustos – 13
Eylül 2013 tarihleri arasında 16 ülkede, 18 yaş üstü 2800 kişi ile gerçekleştirdiği “Ortadoğu’da Türkiye
Algısı” isimli araştırmada elde edilen sonuçların, geçmiş yıllardaki sonuçlarla mukayesesi edildiğinde,
Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’ye olan güveninin azaldığı dikkati çekmektedir. Araştırma sonuçlarına göre;
Mısır ve Suriye’de Türkiye’nin bu ülkelere yönelik siyasetine paralel olarak yaşanan olumlu değerlendirme
oranlarında düşüş gözlemlenmektedir. Ayrıca, Türkiye’ye duyulan sempati üç yıl içinde % 19 oranında
erimiş görünmektedir. Bunda Mısır’daki Türkiye sempatisine olan erozyonunun etkisi büyüktür.
Araştırma sonuçlarına göre 2012 yılında Türkiye’ye karşı % 84 oranında yakınlık duyan Mısır’da bu
oran 2013 yılında % 38’e düşmekte, en büyük düşüş ise % 22 ile Suriye’de görülmektedir. Sonuçlardan
görüleceği üzere, 2011’den itibaren bakıldığında Mısır ve Suriye’den gelen anket cevaplarında
Türkiye’nin, daha doğrusu AKP iktidarının kendi hükümetlerine karşı dostça davranmadığını düşünen
insanların sayısında da dramatik bir artış bulunmaktadır. Bu iki ülkeden Türkiye’ye ilişkin hemen her
konuda gelen cevaplarda olumlu değerlendirme oranlarında düşüş görülmektedir. 2012 yılı, 2013 yılı
ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin mezhebe dayalı siyaset izlediği algısının da bölgede giderek arttığı
gözlemlenmektedir. Bu algı, 2013 yılında 11 puanlık bir artışla % 39’luk bir düzeye ulaşmış durumdadır.
[2]
İzlenen kararsız ve tutarsız politikalar nedeniyle dengeli bir Ortadoğu siyasetinden uzak olan
ülkemiz dış siyaseti, kaosun hâkim olduğu bölgede, ülkeler arasında farklılık gösteren politikalarla da
dikkat çekmektedir. Türkiye ile sınırları olan ve bölgede önemli rolleri bulunan ülkelerin son durumu ve
bu ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerini kısaca birebir incelemekte fayda vardır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
305
www.ulkuocaklari.org.tr
Gerek jeostratejik konumu, gerek barındırdığı zengin enerji kaynakları, zaman zaman terör
boyutlarına varan ve giderek yayılan etnik-milliyetçi, radikal dinci akım ve hareketleriyle dünyanın en
önemli ve dikkat çekici bölgelerinden birini teşkil eden Ortadoğu, başlangıçta liderimiz Devlet Bahçeli’nin
ortaya koyduğu, fakat siyasi proje hırsızlığı neticesinde iktidar politikası haline gelen “2023 Yılında Lider
Ülke” vizyonuna sahip ülkemiz dış politikasında da son derece önemli bir yere sahiptir. Zira bu vizyonu
gerçekleştirebilmek için bölgesinde lider, hâkim bir Türkiye’nin varlığı öncelikli şarttır. Bölgedeki son
durum gözden geçirildiğinde; ancak liderlik ve hâkimiyet ile ulaşılabilecek “2023 - Lider Ülke Türkiye”
vizyonuna, mevcut siyasi iktidarın yaklaşmasını beklemenin hayalcilikten öteye gidemeyeceği açıkça
görülmektedir. Dış İşlerinin, “Düş İşleri” olarak işlev gördüğü perspektifini ortaya koyan bu öngörünün
oluşmasında, bölgede yaşanan son gelişmelerde, iktidarın kararsız ve tutarsız politikalar sergilemesinin
önemi büyüktür. Ülkemizin bölgedeki ülkelerle olan ilişkileri incelendiğinde bu politikaların varlığı hemen
dikkat çekecektir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Irak ve Türkiye ile İlişkileri
Irak, tarih bağı vesilesiyle her dönemde siyasi, ekonomik ve ticari ilişkileri ile Türkiye için önemli
bir sınır komşusudur. Türkiye ise genelde Irak, özelde Kuzey Irak yönetimi için önemli bir sınır komşusu
olmanın daha ötesinde, Kuzey Irak’ın dünyaya açılan kapısıdır. Ancak başta PKK sorunu olmak üzere,
bölgede yaşayan Türkmenlerin durumu, Kerkük’ün statüsü ve IŞİD terör örgütünün bölgeyi hedef alan
şiddet operasyonlarıyla ilgili yaşanan mevcut problemler nedeniyle Kuzey Irak’la yürütülen ilişkiler
genelde güvenlik odaklı ilerlemektedir. [3]
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Türkiye ve Kuzey Irak Yönetimi ilişkileri kopma
noktasına geldiyse de, siyasi iktidarın tavizkar ve görmezden gelen politikaları nedeniyle zaman
içerisinde stabil bir seyir izlemiştir. PKK ve IŞİD Terör Örgütlerinin bölgeyi bir üs gibi, adeta karargâh
olarak kullanması, bölgedeki Türkmenlerin ve Ezidilerin, yıllardır peşmergelerin elinden gördüğü zulüm
yetmiyormuş gibi, şimdi de IŞİD teröründen çektiği çile ve gördüğü zulüm, iki ülke arasında ciddi bir
güven problemi oluşturmaktadır. IŞİD teröründen kaçarak evlerini, Musul ve Telafer’i terk etmek zorunda
kalan, Sincar dağlarına sığınan Osmanlı bekası Türkmen ailelerin çektiği sıkıntılar giderek artmaktadır.
Hatta geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olay durumun vehametini ortaya koymak için yeterlidir. Evlerinde,
yuvalarında rahat bırakılmayan, göçe zorlanan ailelerin mecburi istirahatgahı olan Sincar Dağı’nda 250
küçük Türkmen çocuğun, açlıktan dağdaki otları yemesi sonucu zehirlenerek ölmesi, Irak coğrafyasında
yaşayan Türkmenlerin sığınıp güveneceği tek dayanak olan Türkiye adına utanç verici bir durumdur.
Davos zirvesinde Perez’e “Sahilde piknik yapan çocukları nasıl öldürdüğünüzü biliyoruz” diye çıkışan
Erdoğan’a, canımız, kanımız, soydaşımız olan çocukların, Sincar Dağı’nda açlıktan ölmemek için
yediği otlardan zehirlenerek öldüğünü hatırlatmakta fayda vardır. 1,5 milyon Suriyeliye kucak açan
Türkiye’nin, IŞİD zulmünden kaçan 20.000 Türkmen’e sınırlarını kapalı tutması, onları çaresizliğin
ortasında tek başına bırakması, sahip olduğumuz Osmanlı mirasına ihanettir. TBMM’de Kuzey Irak’taki
Türkmen vatandaşlarımızın durumunu dile getiren MHP Iğdır milletvekili Sinan Oğan’ın konuşması
sonrasında, etrafını saran 60 AKP milletvekilinin, gerçekleri dile getiren ve zulüm gören Türkmenleri
savunan Oğan’ı linç girişimi, mevcut iktidarın Iraktaki Türkmenlerle ilgili politikasını net bir şekilde
özetlemektedir. “Görmezden Gel, Sorgulayanı - Konuşanı Ez” mantığı hukukun üstün olduğu hiçbir
yerde kabul görmez, görmeyecektir.
Suriye ve Türkiye ile İlişkileri
Geçmiş yıllardaki dini bayramlarda Türkiye – Suriye sınırında bayramlaşan, bunun ötesinde
akrabalık bağları olan iki ülkenin vatandaşlarını haber ajansları çok sık ekrana getirirlerdi. Duruma bu
yönüyle bakıldığında iki ülke arasında duygusal bir bağ söz konusudur. Suriye’de yaşanan gerilime
Türkiye’nin seyirci veya tarafsız olmasını beklemek insafsızlık olur. Gelip görelim ki üretilen politikaların
gereği olarak şuan Suriye’de yaşanılan olaylara Türkiye seyirci kalmaktadır. Düşen uçaklarımız ve
günlerce kaçırılan gazetecilerimiz olmasına rağmen, bu olaylarda “One minute” benzeri net ve keskin
cevaplar verilememiş, daha sonra soğumaya bırakılmış, farklı siyasi gündemleri ön planda tutarak da
zaman içerisinde unutturulmuştur. Herşeyden önce Suriye’nin şuan içinde bulunduğu mevcut durumunu
özetlemekte fayda vardır. Mevcut halde; farklı amaçlar güden dış güçlerin müdahalesi ve oyunu
306 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
neticesinde Suriye Suriyeli’ye, Suriyeli Suriye’ye düşman olmuş haldedir. Dışarıdan görülen, Suriye’de
başka bir düşmanın olmadığıdır. Fitne ve fesat odaklı bu iç düşmanlık aslında en tehlikeli ve onarılması
en güç olanıdır. “Yanıbaşınızdaki Düşman” en tehlikeli düşman algısıdır ve maalesef Suriye’de bu algı
oluşmuştur. Bu nedenle Suriye’de güven ve güvenliğin sağlanması uzun yıllar sürebilir. Suriye’nin tüm
gücünü bölgesindeki iç savaşa vermesi, jeostratejik konumu nedeniyle, bölgedeki Müslüman ülkelerin
tamamına tehdit oluşturan İsrail unsuruna kalkan olan Suriye’yi özellikle İsrail sınırlarında iyiden iyiye
zayıflatmakta, bu zayıflama, eriyiş ve tükeniş maalesef ki bölgedeki Müslüman ülkeler tarafından da
sadece izlenmektedir. İsrail’de bu durumu fırsat olarak bilip, Gazze’deki saldırılarını her geçen gün
arttırmakta ve ağırlaştırmaktadır. Merkezi otoritenin sarsılması neticesinde bölgeye konuşlanan PYD’nin
varlığı da, sadece Suriye için değil, ülkemiz dâhil olmak üzere Suriye’ye sınırı olan diğer ülkeler için de
tehdit oluşturmaktadır [4].
İran ve Türkiye ile İlişkileri
Türkiye’nin sınır komşularıyla olan ilişkilerini kısaca özetledikten sonra gelinen noktada, çıkan
sonuç Ortadoğu üzerindeki dış politikada genel bir tutarsızlık ve kararsızlığın olduğu yönündedir.
Komşularla “Sıfır Sorun” sloganıyla başlayan, fakat zamanla yerini “Sıfır Komşu”ya bırakan dış
diplomasinin sahibi, Amerika’daki Yahudi cemaatinden aldığı üstün cesaret madalyası üzerindeyken
ve Malatya Kürecik’teki Radar Üssü hala İsrail’e hizmet ederken, Cumhurbaşkanlığı seçimleri
öncesinde “One minute” benzeri, İsrail karşıtı popülist söylemleriyle dikkat çeken, birlikte tatil yapılması
derecesinde güçlü bir ailevi hukuka sahipken, kardeşim diye hitap ettiği Suriye liderine “Men Dakka
Dukka” diye Arapça meydan okuyan, Karabağ işgal altında iken, 100 yıl sonra yüce Meclis çatısı altında
Ermenilerden özür dileyen, diplomatlarımızı esir alan, evliyaların kabirlerini dahi tarumar eden, zalim
IŞİD’i kullandığı literatürde hala bir terör örgütü olarak niteleyemeyen, Mısır’daki Esma’ya gözyaşı
dökerken, Irak’taki Esmaların İncirlik’ten kalkan ABD uçakları tarafından öldürülmesine göz yuman,
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
307
www.ulkuocaklari.org.tr
Türkiye ve İran coğrafi konumlarının önemleri, tarihsel ve kültürel mirasları ile nüfuslarının
büyük bir kesimi İslam dininin farklı mezheplerini benimsemiş, farklı yönetim modelleri olan bölgesel
güçlerdir. Ayrıca tarihsel miraslarının ve kültürel kimliklerinin kendilerine sunduğu medeniyet alanları
bu iki bölgesel güce Amerika, Rusya ve hatta Çin gibi küresel güçlerin Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta
Asya bölgelerine yönelik politikalarında belirleyici rol oynama imkânı sunmaktadır. Her iki ülkenin
uluslararası sistemi ve bölgeyi farklı bakış açılarıyla tanımlamaları, bazı bölgesel sorunlar karşısında
ortak çıkarlara sahip oldukları durumlarda bile ortak bir politika oluşturmalarının önünde engel teşkil
etmektedir. Türk- İran ilişkilerinde çatışma ortamlarını belirleyen en önemli unsur, her iki ülke arasındaki
karşılıklı güvensizlik ve farklı stratejik çıkar algılamaları olmuştur. Ancak ortak ekonomik çıkarlar her
dönemde uzlaştırmacı bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye ve İran’ın dış politikasının temel
parametresi olan jeopolitik konumları her iki ülkeye farklı stratejik ve ekonomik imkânlar sunmaktadır.
Bu durum uzlaşma ve rekabet boyutunu doğurmaktadır. Her iki ülke arasında sağlam ve güvenilir bir
işbirliği ortamının oluşması için; kimlik ve jeopolitik konumlarının bir uzantısı olan siyasal, ekonomik ve
güvenlikle ilgili farklılıkların en alt düzeye indirilmesi gerekmektedir. Bu durum ise ancak her iki ülkenin
sahip olduğu ekonomik, coğrafi potansiyellerinin karşılıklı maksimum getiri sağlamayı amaçlayan ortak
bir hedef etrafında bir araya getirilmesiyle mümkündür. [5]
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
zulümden kaçan 1,5 milyon Arap Suriyeliye pasaport dahi sorgulatmazken, Kuzey Irak’ta IŞİD’in
hedef aldığı 20.000 Türkmene sınırlarını kapatan, çaresiz soydaşlarımıza pasaport sorgulatan, Büyük
Ortadoğu Projesi’nin eş başkanına sahip bir iktidarın bölgede kararlı ve tutarlı politika izlediğinden
bahsedilemez. Ortadoğu’da izlenilen politikanın, Beyaz Saray’ın açıklamalarına paralel olduğu barizdir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin sempatisini kazanmak için uygulanan bu Ortadoğu siyaseti, Türkiye’nin
bölgede hâkim değil, zamanla hakir olarak görülmesine neden olacaktır.
Kaynakça:
1.
Öztek G, Türkiye Ortadoğu İlişkileri, BİLGESAM
http://www.bilgesam.org/incele/1642/-turkiye-ortadogu-iliskileri/#.U-tUCPkmPXE
2.
Akgün M, Şenyücel Gündoğar S, Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2013, TESEV,
http://www.tesevdns.net/assets/publications/file/03122013120651.pdf
3.
Semin A, Türkiye’nin Irak Politikası Işığında Kuzey Irak Açılımı, BİLGESAM
http://www.bilgesam.org/incele/625/-turkiye’nin-irak-politikasi-isiginda-kuzey-irakacilimi/#.U-tVDvkmPXE
4.
Tarakçı N, Suriye Sorunu Nasıl Çözülür, TASAM, 2014,
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/5195/suriye_sorunu_nasil_cozulur
5.
Gürkaş B, Türkiye- İran İlişkileri, TASAM,
http://tasam.org/tr-TR/Icerik/4001/turkiye_-_iran_iliskileri
308 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ORTADOĞU’DA IŞİD-PYD SAVAŞI
Abdulsamet ÇANKAYA
Ortadoğu kan gölüne dönmeye devam ediyor. Ortadoğu, yıllardan beridir bu halde. Tarihte ilk
yerleşim yerleri burada kuruldu. Medeniyetlerin inşası bu bölge üzerinden yapıldı. Birçok medeniyet bu
toprakların ürünü. Yerleşimin başladığı ilk asırlarda sulak alanlar ve verimli araziler bu bölgeyi çekici
kılarken, günümüzde petrol sahaları, dini merkezler, İsrail ve Türkiye bu bölgeyi çekici kılmaktadır.
Osmanlı Devleti devrinde başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılı emperyalist devletlerin göz
diktiği bir bölge Ortadoğu. İngilizler ve Fransızlar petrol sahalarını o zaman keşfetmişler ve bu sahalarla
ilgili harita çalışmaları yapmışlar. 2.Abdülhamid ise bölgedeki petrol alanlarını harita üzerine dökmüş.1
İngiltere ise bu bölgeyi ele geçirmek için 1.Cihan Harbi’nde Irak cephesini açmış bulunmakta.2
Görüldüğü üzere bölge oldukça ehemmiyete haiz. Tarihi olarak bütün verileri veya bilgileri
aktarmaktan ziyade bölgeyi şu an ki durumuna getiren sebepleri anlatmakta yarar görüyorum. Bunların
ilki yukarıda bahsettiğimiz gibi petrol sahalarının varlığı. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri de demokrasi
getirme vaadiyle girdiği Irak topraklarına, petrol rezervlerini ele geçirerek ve petrol şirketleri kurarak
çıkmıştır. Bugün Irak’ta faaliyet gösteren onlarca yabancı kaynaklı petrol şirketi vardır ki bunların birçoğu
Amerikan kaynaklı şirketlerdir.
ABD’nin, Irak’a yani Bağdat’açok kısa bir süre içerisinde girmesi, Esed’in, Rusya ve İran desteği
olmadan ayakta duramaması bu devlet geleneğinin olmayışı sebebiyledir. Bu noktada ortaya çıkan bir
başka husus ise bölgenin ABD-RUSYA ikilisinin çıkar çatışmalarına sahne olduğunun ortaya çıkmasıdır.
Rusya’nın sıcak denizlere inme hayalinin karşısında o gün İngiltere bugün ise ABD durmaktadır.
1
http://www.mynet.com/haber/yasam/abdulhamitin-petrol-haritalari-650423-1 (Erişim Tarihi:
17.10.2014)
2
http://tr.wikipedia.org/wiki/Irak_Cephesi (Erişim Tarihi: 17.10.2014)
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
309
www.ulkuocaklari.org.tr
Bölgeyi bugünkü durumuna getiren diğer sebep ise, 1.Cihan Harbi sonrası oluşan ve oluşturulan
suni devletlerdir. İngiliz ve Fransız mandaları altında olan Suriye ve Irak gibi ülkeler etnik veya
mezhepsel, kesin çizgilerle ayrılmamış, devlet geleneği olmayan bu iki ülke tamamen suni şekilde
meydana getirilmiştir. Şu an ortaya çıkan ve Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren IŞİD, mezhepsel bazda
ki yanlış politikaların ürünüdür. PYD-PKK gibi etnik temelli örgütlerde yine bu politikanın ürünü olarak
ortaya çıkmıştır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Soğuk Savaş döneminde ise İsrail’in kurulması ile birlikte ilk önce Sovyetlerin daha sonra ise ABD’nin
İsrail’in yanında olması, Baas rejimleri, Abdülnasırlar, yardımlar, paktlar ve antantlar bu çıkar savaşının
ürünleridir.
Bölgede İsrail?
Bununla birlikte bölgede İsrail varlığını da es geçemeyiz. Kurulduğu günden itibaren bölgede,
önemli bir etkinlik kazanan İsrail, bu bölgenin çıkar odaklarından biri haline gelmiş veya getirilmiştir. Az
önce de bahsettiğimiz gibi İsrail, kurulduğu zamanlarda Sovyetlerin desteğini alırken daha sonra ABD
öncülüğündeki Batı’nın desteğini almıştır. Büyük İsrail devletinin kurulması ilk amaç olarak belirlenmiş
ve bu bağlamda Arap-İsrail savaşları kaçınılmaz olmuştur. Arap-İsrail savaşlarında ise; ABD, İsrail’i
desteklerken, SSCB Arapların yanında yer almıştır. Bugün ise değişen pek bir şey yoktur. ABD yine
İsrail’in yanında, Rusya ise İran ve Suriye gibi devletlerin arkasındadır.
Bölgede Türkiye?
Türkiye, bölgede Osmanlı mirası üzerine kurulan, dini anlamda bu miras üzerinden yeşeren
ülke konumundadır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığına, AKP hükümetinin yerleştirilmesinin
yegâne sebebi budur. Türkiye bölge ülkelerine rol model bir ülke konumuna çıkarılmıştır. Bölge ülkeleri
ile olan tarihsel bağlar, evlad-ı Fatihan kavramı ve aynı dini inanışları beslemek Türkiye’yi AKP eliyle
eş başkanlık görevine yükseltmiştir. Büyük Ortadoğu Projesinin bölgeye yerleştirilmesi ve bölgede
uygulanmasının en önemli ayağı Türkiye’dir. Bu sebeplerden ötürü, AKP’lilerin “Yeni Osmanlı” tanımı
aslında Büyük Ortadoğu Projesi ile paralel gitmekte ve örtüşmektedir. Yeni Osmanlı tabirinin içi boştur
ve emperyalist projelere hizmet etmektedir.
Bölgeyi anlamak için bu hususları gözden kaçırmamak gerekir. Bölgeyi anlamak; petrolü, etnik
ve mezhepsel temelli örgütleri, suni oluşturulan devletleri, Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu Projelerini
gözden kaçırmamak demektir.
Ortadoğu’yu bugünkü haline getiren nedenleri konuştuktan sonra Kobani savaşını ve bu savaşın
ülkemizdeki yansımalarını işlemeye geçebiliriz.
Bölgede Irak?
Irak’ın, ABD tarafından işgal edilmesi üzerine Barzani, Kuzey Irak’ta özerkliğini ilan etmiş ve dört
parçalı Kürdistan’ın ilk aşamasını gerçekleştirmiş oluyordu. Barzani’nin buradan PKK’yı ve Suriye’de ki
PYD’yi desteklediği ve bu amaçla hem dört parçalı Kürdistan’ın diğer parçalarını tamamlamak hem de
Akdeniz’e ulaşmak gayreti içinde olduğu hepimizin malumudur.
Irak, ABD’nin işgalinden sonra mezhepsel bir tavır ile yönetilmeye başlanmış ve bu bağlamda Şii
ve Sünni güçler arasında yıllarca süren bir mücadele ve savaş hali günümüze kadar devam edegelmiştir.
Bilhassa Maliki’nin Irak’ı tamamen etnik temellidir. Bu yönetim anlayış bölgede bir kamplaşmanın önünü
açmış Şii milisler, Sünni güçler kavramlarının oluşmasının önünü açmıştır.
310 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bölgede Suriye?
Suriye ise yaklaşık üç yıl süren bir iç savaş ile boğuşmaktadır. Batı destekli güçler, El Nusra gibi
dini örgütler, PYD gibi etnik savaş veren örgütler bazen bir çatı altında bazen ayrı saflarda Esed’e karşı
savaşırken, bazen de birbirleriyle çatışmaktadır.
Ülke, iç savaş ve farklı örgütlerin oluşumlarından ötürü parçalara ayrılmış bulunmaktadır. PYD,
ülkenin kuzeyine kendi bayrağını asarken, Özgür Suriye Ordusu fiilen bir yapı kurmuştur. El Nusra gibi
dini temelli örgütler bu yapı da kazanımlar elde ederken, Esed’in ordusu topraklarını elde tutmaktadır.
Bölgede Türkmenler?
Türkmenler bölge ülkelerinde yaşanan bu savaştan en fazla etkilenen etnik grup olarak göze
çarpmaktadır.
ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte güç kazanan peşmerge hamisi Barzani Türkmenleri göçe zorlarken
aynı zamanda, Türkmen şehirlerine bir Kürt göçünün önünü açmakta ve bölgedeki Türk etkisinin
kırılmasını hedeflemektedir.
Irak’ta IŞİD ile Barzani ve Irak Ordusu arasında yaşanan savaşta Türkmenler üç ateş arasında
kalmaktadır. Bu durum Türkmenleri her manada olumsuz etkilemektedir. IŞİD, Şii Türkmenleri
katlederken, Barzani bütün Türkmenlere kin gütmektedir. Irak merkezi hükümeti ise etnik temelli siyaset
ile Türkmen varlığını tehdit etmektedir.
Suriye’de yaşanan durumda bundan farklı değildir. Türkmenler, Suriye’de de Esed Ordusu,
PYD VE IŞİD’in karşısında üç ateş arasındadır. Burada da her türlü etnik, mezhepsel baskıya maruz
kalan Türkmenler göçlere ve ölüme mahkûm edilmiştir. Amaç, Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Türkmen
varlığını yok etmektir. Projeler Türkmen varlığını bitirmeye endekslidir.
Akp Hükümeti de bölgedeki Arapları, Kürtleri, Ezidileri savunurken ve bunlara sahip çıkarken
Türkmenleri görmezden gelmektedir. Türkiye, bölgedeki tüm etnik ve mezhep gruplarına kapılarını
açarken bir tek Türkmenlere kapılarını kapatmıştır. Bölgedeki diğer silahlı gruplara silah yardımı
yapıldığı söylentileri ayyuka çıkmış durumdayken, bırakalım Türkmenlere yardımı, Türk düşmanlarına
yardım yapılmamasının feryadı hala kulaklarımızdan gitmemiştir.
Bilindiği üzere IŞİD, Suriye toprakları üzerinde oluşmuş ve kısa sürede büyüyerek Irak’a kadar
genişlemiş, okul, hastane vb. yaptırarak devletleşme sürecine girmiş eli kanlı bir terör örgütüdür.
IŞİD’in bu denli büyümesinin altında yatan birçok sebep vardır. Öncelikli olarak, IŞİD’in kendilerine
yaklaşmaması ve kendileri için tehlike olmaması için IŞİD’e her konuda yardım yapan Katar, Arabistan
gibi ülkelerin ekonomik yardımları, örgüte katılımın bir hayli fazla olması, halifeliği ilan etmesinin yol
açtığı faktörler, savaştığı gruplar olarak gösterilebilir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
311
www.ulkuocaklari.org.tr
IŞİD-PYD SAVAŞI
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
IŞİD, önceleri batı için çok büyük bir tehdit oluşturmasa da, örgütün Irak’a yönelik durdurulmaz
ilerleyişi, Musul’a ve Kerkük’e ulaşması bir tehdit algısı oluşturmuştur. Özellikle petrol yataklarına
yaklaşması ABD’nin ilgisini bu yöne çekmiş ve ABD öncülüğünde koalisyon kurularak IŞİD’e karşı bir
harekât başlatılmıştır. Yukarıda, Ortadoğu’yu Ortadoğu yapan sebepler arasında zikrettiğimiz petrol
yataklarının varlığı bu noktada da etkisini ve gücünü göstermiştir.
Bölge halkını etnik veya mezhepsel ayırt etmeksizin katleden IŞİD, batının ilgi alanının
dışındayken, petrol yataklarına yaklaşması ABD’nin harekete geçmesinin de sebebi olmuştur. ABD’nin
Irak’a girdiği günden itibaren en büyük müttefiki olan Barzani yönetiminin çıkarlarında meydana gelen
zedelenme de IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyonun en büyük sebebi olmuştur. Barzani’yi yok edecek
güç Ortadoğu’da ki planları da alt üst edecektir. Barzani dört parçalı Kürdistan’ın ayakta olan tek
parçasıdır. Bu da Türkiye’de ki bölücü Kürt hareketinin ayn el arabçığırtkanlığı yapmasının tek sebebidir.
Aynı zamanda ayrılıkçı Kürt hareketinin Akdeniz’e ulaşma hevesi de IŞİD sayesinde engellenmiş bir
vaziyettedir. PYD-PKK ve Barzani üçlüsünün bağlantısını kesen kuvvet IŞİD’dir.
BDP-HDP öncülüğünde başlayan ayn el arabçığırtkanlığı hem bölgedeki Kürt varlığının
korunması, hem ayaktaki tek parçanın ayakta kalmaya devam etmesi hem de bölgedeki bağlantının
koparılmaması üzerine inşa edilmiştir. Bu kapsamda PYD lideri Salih Müslim’in Türkiye’den gelecek
yardımlar için koridor açmasını istemesi, Türkiye’den aynı zamanda silah ve mühimmat yardımı istemesi
bu sebeptendir. Aynı zamandaayn el arabPYD’nin devletleşme konusunda önemli adımlar attığı bir
bölgedir. Bu kazanımın kaybedilmemesi adına her türlü pazarlığı yapmak isteyecekleri aşikârdır.
Ülkemizde de bu savaşın etkileri ve yankıları oldukça net bir şekilde hissedilmektedir. Teröristbaşı
Abdullah Öcalan’ın çok önemsediği çözüm süreci bile ayn el arab adına feda edilmeye hazır bir vaziyet
almıştır. “Kobani düşerse çözüm süreci biter” ifadesinin sloganlaşması bu yüzdendir.
Ayn el arab bahane eden terör örgütü yandaşları bu bağlamda Gezi eylemleri tarzı, ülke genelinde
bir ayaklanma başlatmışlardır. Bu ayaklanma aslında bir prova olarak görülmelidir. Terör örgütü ve onun
siyasi arenada ki temsilcileri uzun zamandır kitlesel eylemler ve tepkiler verme çabaları içerisindedir.
Kitlesel olarak seçimleri boykot, kitlesel olarak çocukları okula göndermeme gibi halk ayaklanması
provaları yapmaya çalışmışlardır.
Çözüm süreci ile birlikte yaşanan çözülme, örgütün prova yapmasının ve nabız yoklamasının da
yolunu açmıştır. Açılım süreci ile başlayan süreç örgütün Doğu ve Güneydoğu’da etkinlik kazanmasının
da önünü açmıştır. Bölgeden, Türk’e dair ne varsa silmeyi ve yok etmeyi amaçlayan mevcut siyasal
iktidar bölgenin örgüte teslim edilmesinin de önünü açmıştır.
Bölgede Türklük yok olunca devlet kurumları sembolik anlam dışında hiçbir mana taşımayacak
hale getirilmiştir. Hal böyle olunca da örgüt bölgeye iyiden iyiye yerleşmeye ve hatta bölgede
devletleşmeye başlamıştır. Bu kapsamda asayiş birimleri, mahkemeler kurulmuş, tapu dağıtılmış, vergi
toplanmış, terörist şehitlikleri açılmış, terörist heykelleri dikilmiştir. Doğu ve Güneydoğu’dan devletin
silinmesi ile hayli güçlenen örgüt silahların susması ile birlikte de güç kazanmıştır. Gücünü test etme
imkânını ve ne kadar devletleştiğini de ayn el arab eylemleri ile göstermeyi amaçlamış bir vaziyettedir.
312 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ayn el arab eylemleri sırasında birçok ev, okul, araç, market, sosyal tesis, banka, atm ateşe
verilmiş, sokaklar savaş alanına çevrilmiştir. Askere ve polise yönelik saldırılar gün geçtikçe artmıştır.
Ayn el arab eylemleri sadece bölge ile sınırlı kalmamış, ülkenin dört bir yanında eylemler yapılmıştır.
Örgüt bununla her yerde olduğunu ve her yerde güçlü olduğunu açıkça gösterme gayreti içine girmiştir.
Ayn el arab eylemleri sırasında birçok şehri savaş alanına çeviren terör örgütü yandaşları iki
polisimizi de şehit etmişlerdir. Olaylar sırasında 20’den fazla kişi hayatını kaybederken birçok ilde de 22
yıl sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Olaylar bu denli büyük ve ciddidir.
Olaylar kapsamında iç savaş çıkarmak için Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocakları’na yönelik
saldırılarda artmıştır. Meşru yollardan hiçbir zaman ayrılmayan ve ayrılmayacak olan Ülkü Ocakları
bir iç savaş ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Fakat Doğu ve Güneydoğu’da Hüda-Par ve PKK güçleri
arasında da çatışmalar yaşanmaktadır. Silahlı olan bu çatışmalar devletin bölgedeki hâkimiyetini
ve etkisini de göz önüne sermektedir. İstanbul’da IŞİD ile PKK arasında yaşanan çatışma, bizlere
hükümetin ne denli yanlış bir politika izlediğini bu vesileyle bir daha hatırlatmış oldu.
www.ulkuocaklari.org.tr
Hükümetin sert tavrı sadece gaz almak olarak görülmelidir. Açılım süreci ile örgütün her türlü
şımarıklığına izin veren, bölgeyi teröre teslim eden, ülkenin dört bir yanında İmralı canisi posterlerine
ve PKK bayraklarına izin veren hükümetin bu tavrı samimi değildir ve samimi olarak görülmemelidir.
Komşularla sorunlu ilişkiler içinde olan ve komşu ülkelerin içişlerine karışan, PKK’yı, PYD’yi ve IŞİD’i
meşrulaştıran hükümet bu olayların baş mimarıdır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
313
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Çevreleşme, Balkanlaşma veya
Türkiye Vizyonu: Yeni Ortadoğu’yu
Hangi Gelecek Bekliyor?
Mehmet Akif Okur
Arzuladıkları özgürlüklere artık erişebileceklerine inanarak yola çıkan kitleler, beklemedikleri gelişmeler yüzünden hedeflerinin uzağına düştüklerinde, önceki coşkuları kadar derin bir karamsarlığa
kapılırlar. Despot yönetimlerin aslında kağıttan birer kaplan olduğu inancına dayalı iyimserlikle, her türlü prangayı hayatın gerçeği kabul etmeye hazır çaresizlik hâli arasındaki mesafe ne yazık ki tahminlerimizden çok daha kısa. Ancak şunu da unutmamak gerekiyor; tarihin kaydettiği tüm büyük değişimler,
bu iki uç arasında salınarak ilerleyen süreçlerin ürünü. Hamle yaratan heyecan da, yenilgi ve yılgınlık
hissi de zamana yayılan aynı dönüştürücü dinamiğin farklı ânlarını temsil ediyor. Bu yüzden geçmişteki
deneyimler bizi, sarkacın her iki yöne doğru izlediği güzergâhlardaki tepe noktalarını esas alarak yapacağımız yorumların yanıltıcılığı hususunda uyarıyor.
“Arap Baharı” tartışmalarının hâlihazırdaki seyri bu ihtarın ne kadar değerli olduğunu gösteren
mükemmel bir örnek. Tunus’ta Bin Ali’nin fazla kan dökülmeden iktidardan indirilişiyle başlayan toz
pembe yorumlar sağanağı, Suriye krizinin kazandığı çehreyle yerini neredeyse dünya savaşı çıkartabilecek kaos senaryolarına bırakmış vaziyette. Acaba mevcut dalgalanmanın beraberinde getirdiği
savrulmalardan korunarak Ortadoğu’daki tarihsel değişimi anlamamızı sağlayacak bir bakış açısı inşâ
edemez miyiz?
Bölgeyi bekleyen muhtemel gelecekler hakkında düşünmek, bu soruya cevap aramanın yollarından biri. Ancak, zaman oku üzerinde durduğumuz noktayı ileriye doğru kesen çok sayıda rota var.
Hangilerini incelemeye değer bulmalıyız? Gelecek ihtimallerini elerken coğrafyamızın dinamikleriyle
yaşadığımız süreci dışardan yönlendirmeye çalışan güçler arasındaki etkileşimi temel kriter kabul etmek, bize yardım edebilir. Bu gözle gelişmelere baktığımızda ise tarihin akabileceği üç ana mecra
karşımıza çıkıyor.
314 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bunlardan ilki, Ortadoğu’da yaklaşık iki yüzyıldır şahit olunan Batı etrafındaki çevreleşme /periferileşme sürecinin değişik biçimlerle devam etmesi ihtimalidir. «Yeniden çevreleşme» senaryosu,
tarafların iç dengeleri farklılaşırken aralarındaki asimetrik bağımlılık ağlarının işlevlerini sürdüreceğini
öngörüyor. Bir başka söyleyişle, iktidar ilişkisinin hem merkezinde hem de çevresinde iç dönüşümler
yaşanmakla birlikte merkez ve çevre şeklindeki konumlanma sarsılmayacak. Son tahlilde; yükselen
toplumsal kesimlerin sözcüsü sıfatıyla ön plana çıkan aktörler, Batı ve Ortadoğu arasındaki örtülü ya
da açık hiyerarşilerin kendilerini tekrar üretmelerini kolaylaştıracak meşruiyet çerçeveleri sunmanın
ötesinde bir rol oynayamayacaklar.
Merkezdeki değişimin ekseninde, dünya düzeninin kazanmaya başladığı yeni çehre var. Başta
Çin olmak üzere, Batı dışı dünyadan yükselen ülkelerin katkılarıyla tek kutuplu karakterini yitirmeye
başlayan dünya düzeni, ABD’yi dış politikasında düzenlemeler yapmaya zorluyor. Ekonomik krizin de
etkilerini dikkate alan Washington, Ortadoğu’daki profilini düşürürken Asya’da yükseltmek istiyor. Yeni
stratejinin güvenle hayata geçmesi, ortaya çıkacak boşluğu “dostların” doldurmasıyla mümkün.1
Avrupa’nın “çevresine” ilgisi ise hem önemli ülkelerin tek tek dış politikalarında, hem de AB’nin
bölgeye yönelik stratejilerinde somut bir şekilde gözlenebiliyor. 1995’teki Barcelona Deklarasyonu’nun
başlattığı Akdeniz’deki komşu coğrafyalarla daha kurumsal ve dönüştürücü temaslar kurmayı hedefleyen süreçler iniş ve çıkışlarıyla işlemeye devam ediyor. Bu ilginin izdüşümleri, AB’nin kabul ettiği birçok
temel metinde karşımıza çıkıyor. Örneğin, Irak’ın işgali sırasında hazırlanan ilk AB güvenlik stratejisi
belgesinde, Avrupa sınırları dışında kalıp da güvenlik alanı içinde kabul edilen tek bölge Ortadoğu’ydu.2
Kosova ve Libya müdahaleleri arasında yapılacak bir kıyaslama, bu perspektif değişiminin etkisini en somut biçimde gözler önüne serecektir. Kosova örneğinde ABD, NATO’da liderlik rolünü üstlenerek askeri müdahaleye hukuki dayanak teşkil edecek bir BM kararı bulunmaksızın harekatın gerçekleşmesini sağlamıştı. Libya’da ise meşruiyet zeminini, bölge içinden Arap Ligi ve İslam Konferansı
Örgütü’nün BM’ye yaptıkları çağrılar tesis etmiştir. Güvenlik Konseyi’nin kararını takiben ne ABD ne
de NATO müdahaleyi başlatmıştır. NATO, ancak Fransa Akdeniz’in güneyindeki komşusunu vurmaya
başladıktan sonra harekatın merkezine yerleşmiştir. ABD, tüm bu gelişmeler sırasında üçüncü planda
gözükmeyi tercih etmiştir. Hem aralarında Türkiye’nin de yer aldığı bölgesel güçlerin desteği aranmış,
hem de iç çatışmaların başladığı ülkeyi “yakın çevreleri” kabul eden Avrupalı müttefiklere rol verilerek
önleri açılmıştır. Ancak Avrupalıların askeri ve siyasî kapasiteler bakımından yetersizlikleri, bölgedeki
krizlerin çapı, dönüşüm dalgasının genişliği, İsrail ve enerji faktörleri Amerikan dış politikasında resmen
ilan edilen eksen değişiminin fiilî yansımalarını geciktiriyor. Libya Operasyonu hakkındaki son NATO
raporunun basına sızan kısımları, Chicago’da gerçekleşecek Zirve’de bu kapasite sorununun da gündeme geleceğini haber veriyor.3
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
315
www.ulkuocaklari.org.tr
Atlantik ötesi ilişkilerdeki tek taraflılık/çok taraflılık tartışmalarının odağında yer alan coğrafyaların başında da Ortadoğu geliyordu. Amerika’nın BOP/GOKAP’ı G-8 gibi zeminlere taşıyarak hafifletmeye çalıştığı bu gerilim, Obama yönetiminin ilk günlerinde Avrupalıların gururlarını okşayan beyanlarla yatıştırıldı. ABD, Avrupa’nın Ortadoğu’da daha fazla nüfuza sahip olmak için atacağı adımlardan
rahatsızlık duymamaktaydı. Aksine, yeni tehditlerin belirdiği bir dünyada Batı ittifakı içinde daha fazla
rol paylaşımına ihtiyaç vardı.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hangi kanadı ön planda gözükürse gözüksün Batı’nın Arap Baharı’na yaklaşımındaki “pasif devrim” perspektifi, bölgenin ürettiği acil tehditleri engellerken Ortadoğu’yu çevredeki konumunda sabitleyecek bir gelecek tasarımına dayanıyor. Bu vizyonun akıbeti ise doğum sancılarına şahitlik ettiğimiz
“Yeni” Ortadoğu’yu biçimlendirecek ellerin tutumlarına bağlı. Uzun on yılların biriktirdiği enerjiyi gün
yüzüne çıkaran deprem, bölgedeki eski rejim ve kadroları tasfiye ediyor. Ancak kabaran dalganın yükselttiği aktörler de, dışardan etkilere en açık oldukları bir süreci yaşıyorlar. Geçiş döneminin kırılganlığı,
iktidar mücadelelerinin acımasız doğasıyla birleşerek müdahalelere kapı aralıyor. Rakipleri alt etmek
için yabancı başkentlerde aranan destek ve ittifaklar, değişim sürecinin aktör ve hedeflerini yönlendirmelere uygun hâle getiriyor. Daha ilk günden itibaren Batılı aktörler de, ellerindeki maddi, kurumsal ve
ideolojik kaynakları bu gerçeğe göre seferber ediyorlar. Eğer başarırlarsa, Ortadoğu’yu yakın gelecekte
de dünya sisteminin çevresinde, edilgen bir coğrafya halinde tutmak mümkün olacak.
4 ***
İkinci gelecek ihtimalinin vadettiği Ortadoğu’nun bir prototipini Suriye krizinde izliyoruz. Önce
Şam’daki meydanlarda sallanan Rus ve Çin bayraklarına bakalım. Ardından da, Suriye ordusu sınırın
Türkiye tarafına ateş açtığında Ankara’nın ilk çağrı yaptığı adresin NATO olduğunu hatırlayalım. Benzer
kareler sık sık yan yana gelmeye başlarsa, “Balkanlaşma”5 tehdidini daha yüksek sesle konuşuyor olacağız. Adını taşıdığı bölgenin sorun ve krizlerle bezeli imajından mülhem olan bu kavram, yalnızca etnik
ve dinî heterojenlik düzeyleri yüksek ülkelerde parçalanmaya yol açan uzun çatışmaları ifade etmiyor.
Balkanlaşma ayrıca, değişik Batılı ya da Batı dışı büyük güçler tarafından nüfuz alanlarına ayrılmış
devlet ve toplumları tasvir için kullanılıyor.
ABD’nin bölgedeki profilini düşürme kararı, bu senaryonun da başlangıç noktası. Ancak ilk
durumdan farklı olarak, doğan boşluğun sadece Avrupalılar tarafından değil, Batı dışı dünyadan
yükselen/toparlanan güçler eliyle doldurulacağını öngörüyor. Gerçekleştiği takdirde, Ortadoğu’nun
bitmek bilmeyen çatışmalar ve iç savaşlar sarmalına girmesinden korkuluyor. Çünkü, otoriter rejimler halk hareketlerine karşı koymalarını sağlayacak dış destek bulurlarsa daha kanlı bir direnişi göze
alabilecekler. Ayrıca, dünya düzenindeki değişimlerin büyük güçler arasında yaratacağı gerilimler de
doğrudan bu coğrafyaya yansıyacak. BOP tartışmalarına alışan kamuoyları, başta MOP(Moskova’nın
Ortadoğu Projesi) ve POP (Pekin’in Ortadoğu Projesi) olmak üzere çok sayıda yeni planla tanışacak.
Bu yüzden denklemi hayli kötümser okuyanlar, karşımızda duran manzaraya baktıklarında I. Dünya
Savaşı öncesini hatırlıyorlar.
***
Türkiye’nin Ortadoğu Vizyonu (TOV) ile, etrafımızı kasıp kavuran karmaşanın toz-dumanı arasında yolumuzu yitirmemek için ihtiyaç duyduğumuz ilkeler ve hedefleri kastediyoruz. Pratik gerçekliğin idealist beklentileri imkansızlaştırdığını düşündüğümüz zamanlardayız. Ancak acil sorunlarımızı
çözüyormuş gibi gözüken konjonktürel savrulmaların bizi çok daha zorlu sulara sürükleyebileceğini
unutmamalıyız
316 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Peki, Türkiye vizyonunu Ortadoğu’da başarıya ulaştıracak prensipler demetinde neler bulunmalı? Bu soruyu daha sonra müstakil bir çalışma halinde tekrar ele alacağız. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim. Öncelikle teklif edilen vizyon, bölge ülkelerinin üzerine kendi adlarını yazarak sahiplenebilecekleri bir evrensellik/yerellik dengesini yansıtmalı. Örneğin aynı ilkeler listesi kolaylıkla IOV’a
(Irak’ın Ortadoğu Vizyonu), LOV’a(Libya’nın Ortadoğu Vizyonu dönüşebilmeli. Yukarıda değindiğimiz
her iki senaryoyu da bölgenin içinde ve dışında keskin karşıtlıklar üretmeden boşa çıkarabilmeli. Ortadoğu’ya müdahalede bulunmaya hevesli güçleri dengeleyecek, bölge içi rekabeti de işbirliği zeminlerini genişleterek yumuşatacak bir güvenlik mimarisine dayanmalı… Bütün bunlar, yeni bir medeniyet
tasarımının yaratacağı hamle gücüyle desteklenmezse işe yaramaz mı diyorsunuz? Bölgemizin hazin
hatıralarla dolu geçmişi, haklı olduğunuzu söylüyor
Son cümlemi, uzayıp giden listemizdeki hedefleri inandırıcı bulmayanlara ev ödevi önermek için
kullanmak istiyorum. AGİT’i doğuran tarihi süreç ve bu kurumun işlevleri mercek altına yatırıldığında
önerilerimizin dayandığı mantık daha net biçimde anlaşılabilecektir.
______________________________
1 Department of Defense, Sustaining U.S. Global Leadership: Prioritiesfor 21st Century Defense,
Washington D.C.,January 2012
2 TheCouncil of theEuropeanUnion, A Secure Europe in a Better World: European Security Strategy, Brussels, 12 December 2003
3 EricSchmitt, “NATO SeesFlaws in AirCampaignAgainstQaddafi”, The New York Times, April 14,
2012.
4 Mehmet Akif Okur, Emperyalizm Hegemonya, İmparatorluk: Tarihsel Dünya Düzenleri ve Irak’ın
İşgali, İstanbul: Ötüken, 2012, s.51-52
www.ulkuocaklari.org.tr
5 BrankaMagaš, TheDestruction of Yugoslavia: Trackingthe Break-Up 1980-92, Verso: 1993, s.
346; Athena S. Leoussi, Encyclopaedia of Nationalism, TrabsactionPublishers, 2001: 15.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
317
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
STRATEJİK DERİNLİKTE VURGUN YEMEK
Bu yazıya şu sorularla başlamak istiyoruz:
●ABD’nin, Orta Doğu’yu ve Afrika’yı yeniden tanzim etmeye koyulurken doğacak kaostan “radikal”
örgütlerin ve yapıların ortaya çıkabilecek olduğunu öngörememiş olabileceğini, söyleyebilir miyiz?
●Yine ABD’nin ve Batı’nın bu örgüt ya da yapıların bölgeyi en azından orta ve orta-uzun vadede
tamamen istikrarsız kılacağını ve hatta bunlardan bazılarının kalıcı olabileceğini tahmin etmemiş
olabileceğini ileri sürebilir miyiz?
Bu sorulara cevabımız gayet tabii ki “evet, öngörememiş/tahmin edememiş” olamaz. Çünkü
ABD’nin ve İngiltere başta olmak üzere diğer aktörlerin bu öngörüleri yapacak mikyasta derin tecrübe
ve birikimlerinin var olduğunu herkes bilir. Ve yine herkes bilir ki, bu güçler tüm adımlarını, tüm ihtimalleri
hesaba katarak atarlar ve muhtemel her yeni duruma ve/veya sapmaya karşı alternatif senaryoları
vardır.
Öyleyse;
●Komşu coğrafyamızda meydana gelmiş bulunan Sünni-Şii çatışması ABD ve Batı için bir sürpriz
değildir.
●IŞİD, ABD ve Batı tarafından öngörülmemiş bir örgüt değildir.
●IŞİD gerekçe gösterilerek KDP+PKK+ Özgür Suriye Ordusu ittifakı, Türkçedeki “denize düşen
yılana sarılır” darb-ı meselinin bir sonucu değil; iyi hesaplanmış bir stratejinin parçası olarak okunmak
zorundadır.
Yukarıdaki soruların ardından zarif, nezih ve yetkin bir yazı kaleme alma biçimi olmadığını
bilmemize rağmen makalenin geriye kalan kısımlarının neredeyse tamamının, Batı kaynaklı iktibaslardan
318 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
oluşacağını, hemen baştan söylememiz gerekmektedir. Bu defa konunun ehemmiyetine binaen; kendi
düşüncemizi doğrulayan bakış açılarını alıntılayarak karşımızdaki sorunların “ne menem” şeyler
olduklarını/olabileceklerini göstermek istedik:
“Yeni Orta Doğu Kavramı, ilk olarak Haziran 2006’da Tel Aviv’de ABD Dışişleri Bakanı
Condolezza Rice tarafından kullanılmış; …İsrail Başbakanı Olmert ve Rice uluslararası medyaya
yeni bir Orta Doğu Projesi’nin başlatıldığını ilan etmişlerdi…Bu açıklama Orta Doğu’da İngiltere-ABDİsrail ortak yapımı ‘askeri yol’ haritasının bir teyidi niteliğindeydi. Birkaç yıldır planlama aşamasında
olan bu proje kapsamında Lübnan Filistin ve Suriye’den Irak’a, Basra Körfezi’ne, İran’a dek uzanan,
NATO garnizonluğundaki Afganistan sınırlarını da içine alan bir istikrarsızlık, kaos ve şiddet ekseni
yaratmayı içermektedir. Yeni Orta Doğu Projesi, Washington ve Tel Aviv tarafından Lübnan’ın tüm
Orta Doğu’nun yeniden düzenlenmesinde; dolayısıyla ‘yapıcı kaos’ güçlerinin ortalığa saçılmasında
bir baskı noktası olacağı beklentisiyle ortaya atıldı. Söz konusu ‘yapıcı kaos’ –bölge çapında şiddet ve
savaş koşullarını yaratır- ABD; Britanya ve İsrail’in Orta Doğu haritasını kendi jeostratejik ihtiyaçları ve
hedefleri çerçevesinde yeniden çizmesi için kullanılacaktı”[1]
Bu konuşmanın yapılmasından yaklaşık iki ay sonra NATO’nun Roma’daki Askeri Kolejinde
Türkiye’den yetkili subayların da bulunduğu bir toplantıda oraya bir harita atılır. Daha sonra matbuat
marifetiyle algı yönetiminin bir aracı olarak sıklıkla Türkiye’deki kamuoyunun bilgisine de servis edilen
bu harita, Yeni Orta Doğu’nun nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Bu haritada Türkiye’nin üçte birlik
kısmını da içerecek biçimde “FreeKürdistan” yer almakta, Irak üç parça olarak gösterilmektedir. Türk
delegasyonunu son derece öfkelendiren, ABD kaynaklarına göre emekli bir yarbay olan RalphPeters
tarafından hazırlananmış olan ve güya ABD hükümetinin resmi görüşünü aksettirdiği tartışmalı olan
bu harita, Rice’in Lübnan’da konuşmasını yaptığı haziran ayında ABD’de Silahlı Kuvvetlerdergisinde
yayımlanmıştır bile.[2]
İlk defa 2006 yılında yayımlanan bu haritanın ardından yaşanan gelişmeleri hepimiz hatırlıyor
olmalıyız. Türkiye Devleti aklı, bu haritanın ardından, muhtemelen rakibin elindeki silahı kendisi
kullanmak maksadıyla olsa gerek “Açılım/Çözüm Projesi” adı altında bir takım uygulamalara girişti.
Ardından tüm bölge 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” adını alan dalgalanmalarla sarsıldı
ve bu dalgalanmaların artçı şokları hâlen devam ediyor.
Kanada merkezli düşünce kuruluşu Globalresearch’den Prof. MichelChossudovskyIŞİD’ı bir
İngiliz-İsrail-Amerikan ortak projesi olarak tanımlayarak; “ABD’nin başını çektiği Terörizmle Küresel
Savaş, ABD Askeri Doktrini’nin köşe taşını oluşturur. İslamcı teröristlerin peşinden gitme gayrinizami
savaşın ayrılmaz parçasıdır. Temelinde yatan amaç kontr-terörizm operasyonlarının dünya çapında
yürütülmesini mazur göstererek ABD ve müttefiklerinin bağımsız ülkelerin işlerine müdahale etmesini
sağlamaktadır” demektedir.[3]IŞİD’ın liderinin geçtiğimiz aylarda kendisini halife ilan etmesinden
hareketle bu iddiasını şöyle temellendirmektedir:
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
319
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu artçı şokların şu günlerde en popüler ve endişe verici olanlarından birisini IŞİD oluşturmaktadır.
Ve IŞİD konusunda kamuoyunda oldukça yoğun bir kafa karışıklığı bulunmaktadır. Bu satırların yazıldığı
günlerde ABD öncülüğünde bir koalisyon gücünün oluşturulacağı ve IŞİD’i ve onun etkilerini bertaraf
edecek; gerekirse kara harekâtını da içerecek olan bir eyleme girişileceği konuşuluyordu.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Hilafet Projesi, bir propaganda enstrümanı olarak on yılı aşkın bir süredir ABD istihbaratının
gündemindedir. Aralık 2004’te Bush yönetimi döneminde Ulusal İstihbarat Konseyi (NIC) Batı
Akdeniz’den Orta Asya’ya ve Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan yeni bir hilafetin 2020 yılında ortaya
çıkacağı ve bunun Batı Demokrasisi ve değerlerini tehdit edeceği kehanetinde bulundu… Hilafet,
jeopolitik ve coğrafi açıdan, ABD’nin içerisinde ekonomik ve stratejik nüfuzunu genişletmeye çalıştığı
geniş bir alan oluşturur…NIC raporunun bahsetmekten kaçındığı şey, ABD istihbaratının, Britanya’nın
MI6’sı ve İsrail’in MOSSAD’ı ile işbirliği içinde hem teröristleri hem de hilafet projesini el altından
desteklediği gerçeğidir.”
Bu değerlendirmeyi komplocu bir bakışı açısının ürünü olarak okuyabiliriz. Ancak NBC televizyon
kanalında yayınlanan “MeetThePress” adlı programda Chuck Tood’un sorularını yanıtlayan Obama’nın;
“Bağdat yönetimi tarafından Irak’taki Sünni Arapların dışlandığını; yaşananların bunun sonucu olduğunu
belirterek; “Suriye’de ılımlı muhaliflere de daha çok kaynak sağlamalıyız. Çünkü, bu Sünni bölgede
Sünnilerle çalışmadığımız müddetçe, bu problemler olmaya devam edecektir. Dolayısıyla hem Irak
hem Suriye’deki stratejimizde amaç IŞİD üyelerini ve varlıklarını ele geçirmek.”[4]türünden beyanlarını;
IŞİD’le ilgili Sünni Arapların tepkisini temsil eden bir hareket ve sosyolojik bir zemine dayanıyorlar ve
güçleniyorlar yorumları ile birlikte okursak; bölünmesi mukadder hâle gelmiş olan Irak’ta elan Sünnilere
ait bir bölgenin ve siyasal varlığın olmadığını da dikkate alırsak ve ilave olarak ABD’nin öteden beri bu
ve benzeri gelişmelerdeki siciline baktığımızda; içimizden bir ses MichelChosudovsky’e hak vermemizi
bize fısıldar. Çünkü El Kaide’nin; Usame bin Ladin’in ve diğer birçok “cihadcı”nın, CIA tarafından eğitilen
ve pentagon tarafından yönetilen Afganistan cihadının ürünleri olduğunu unutacak kadar zaman, henüz
geçmedi.
Lakin vakıa bu olsa da bu coğrafya,IŞİD ya da benzeri radikal akımların yabancısı değil.
Çünkü öteden beri İslam tarihi bize bu tarz yapı, hareket ve itizallerin örneklerini sunmaktadır. Henüz
erken devirlerde ortaya çıkan “Harici” hareketini[5] bu tablonun dışında düşünmek mümkün olmadığı
gibi; müteakip dönemlerde ortaya çıkan siyasal ihtilafları dahi bir tarafıyla; az ya da çok radikalizmle
irtibatlandırmak çok yanlış olmayacaktır. Uzağa gitmeye de gerek yoktur aslında; daha yaklaşık
yirmi yıl önce Türkiye kamuoyunun şahit olduğu Hizbullah cinayetleri, ancak bu tür sapkınlıkları
meşrulaştıran bir İslam okumasıyla mümkün olabilirdi. Öyleyse tam burada şu önermenin yapılması
mecburiyeti bulunmaktadır: Geniş anlamıyla İslam geleneği radikal okuma ve tavırları meşrulaştıran
malzemelere sahiptir. Eğer bu önerme isabetliyse bu bizi şöyle bir ikinci önermeye doğru götürecektir:
Öyleyse özellikle İslam tarihi ve hadis bağlamında okumalarımızın gözden geçirilmesi ve Kur’an’ın
genel maksadı açısından test ve teyit edilmesi gerekmektedir. Dinde aşırıya gitmeyi şiddetle men eden;
özellikle Yahudi geleneği üzerinden dinde aşırı gitmeleri eleştiren Kitap’ın açık mesajının yanında, Hz.
Peygamber’in “ümmet-i vasata” olmamızı tembihleyen talimatını unutan; Yahudi-Hristiyan geleneğinin
ve emperyalizminin acısını ümmetin diğer unsurlarından çıkartan; hatta onları tekfir ederek katleden
“İslamcı” hareketleri meşru görmek imkânı yoktur. IŞİD de böyle bir harekettir.
Ancak IŞİD’i sadece öfkeli; gelip geçici radikal bir örgüt olarak anlama da tabloyu isabetli okumama
demektir. Çünkü IŞİD ayrıca Irak’ta Sünni Arap’ın onurunu temsil etmekte; bölünmesi mukadder hâle
gelmiş Irak’ta Sünni Arap’a bir devlet sağlama hareketidir. Kaldı ki böyle bir devlete, Irak’taki Sünni Arap
320 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kadar Batı dünyasının da ihtiyacı vardır. Aksi halde istedikleri Irak ve Kürdistan tahakkuk etmeyecektir.
Ayrıca IŞİD’in varlığı ve eylemleri KDP/PKK/PYD oluşumlarının IŞİD’le mücadele adı altında Batı dünyası
tarafından silah yardımlarıyla desteklenmesi ile beraber bir meşruiyet alanını da açmıştır.[6] Çünkü
IŞİD Sünni Arap bölgeyi inşa ederken aslında adım adım“Kürdistan”ın varlığını inşa etmektedir.
Mehmet Akif Okur Türk Yurdu’nun Temmuz sayısında, şu önemli hususlarda hem dikkatimizi
çekiyor hem de bizi düşünmeye sevk ediyordu:
“IŞİD’in Musul’daki hamlesi, bağımsızlık için fırsat kollayan Erbil’e çok önemli bir imkân penceresi
açtı. Barzani, Bağdat yönetimi ile arasında sorun teşkil eden Kerkük ve civarındaki zengin petrol
bölgelerinin denetimini merkezi hükümetle çatışma yaşamaksızın ele geçirdi. Irak’ta IŞİD saldırılarının
alevlendirdiği; köken, dil ya da mezhebe dayalı etnisiteler ile iktidar arayışındaki diğer grupların taraf
oldukları savaş, ülkenin bir arada kalamayacağına, ABD gibi aktörleri de ikna ederse süratle bağımsızlık
ilan edilmesi sürpriz olmayacak. Maliki’nin birlik hükümeti kurulması çağrılarını reddedişine İsrail’in
Erbil’e son dönemde dozunu arttırarak verdiği desteği de eklersek çok da uzak olmayan bir gelecekte
böyle bir haber, gazete manşetlerine yerleşebilir. Bağımsız Kürdistanı, Irak’la sınırlı kalmayıp Suriye’ye
de uzanacak parçalanma sürecindeki ilk büyük domino taşı kabul etmek gerekiyor. Sonrasında, Suriye
ve Irak’taki çözülmenin ikili-üçlü parçalanmalarla mı, yoksa bir miktar petrolü ele geçirenin devlet kurma
sevdasına düşeceği paramparça olma senaryosu üzerinden mi, ilerleyeceği sorusunun tartışıldığını
görebiliriz…
Bu noktada Türkiye’deki siyasi elitler, kararlarını verirken şu parametreleri değerlendirmek
durumundalar. Bağımsızlık, bölge jeopolitiğini temelden sarsacak kalıcı bir statü değişimi iken Ankara’nın
elinde tuttuğunu düşündüğü boru hattı vb. kartlar ise yeni konjonktürlerdepekâlâ etkisizleşebilecek
politika kaldıraçları konumundalar. Bırakın uzun vadeyi, kalıcı statü kazanıldıktan sonraki 5-10 yılda
Erbil’de nasıl bir iktidar olacağını da petrol akışı için hangi güzergâhların tercih edileceğini de kesinlikle
tahmin etmek mümkün değil. Özerkliği Türkiye ile yürütülen sürecin bir parçası saydığını, Suriye’nin
kuzeyinde belirli bir bölgeyi denetim altına aldıktan sonra yüksek sesle vurgulamaya başlayan PKK/
BDP çizgisi, talep çıtasını yüksek tutma politikasını, Erbil’in bağımsızlığı ile birlikte perçinleyecektir”
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
321
www.ulkuocaklari.org.tr
80’ler ve 90’larda Orta Doğu’daki Arap devletlerinin ufalanmasını İsrail’in genel güvenlik çevresi
bakımından olumlu sayan yaklaşımlar, İsrail sağı içinde taraftar bulmuştu. Her ne kadar, böyle bir
parçalanmanın örgütler üzerinden daha ciddi tehditler yaratacağını savunanlar olsa da Tel-Aviv’in Suriye
ve Irak’ın parçalanmasına itiraz edeceğini gösteren ciddi bir işaret bulunmuyor. Özellikle Bağımsız
Kürdistan’ın Araplarla bitmeyecek kan davası sebebiyle ister istemez İsrail’in doğal müttefiki haline
geleceği beklentisi epeyce yaygın. Geçmişte Kuzey Irak’a yapılan yatırımlar ve devlet alt yapısı için
verilen destek hâlâ hafızalarda. Erbil’in boru hattıyla Akdeniz’e inen petrolüne İsrail’in müşteri olması
aradaki iyi ilişkilerin hiç zedelenmediğini gösteriyor. Bu yüzden Erbil, Irak’taki gelişmeler bağımsızlık
yolunu daha da temizlediğinde Washington’u ikna etmek için İsrail’in yardımını isterse buna şaşırmamak
gerekiyor. Tel Aviv-Erbil hattının güçlenmesi, Bağımsız Kürdistan’ın hep Türkiye’nin nüfuz alanı olarak
kalacağını varsayanları büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Okuyucunun müsamahasına sığınarak yazımızı ABD’nin çok önemli düşünce ve strateji kuruluşu
olan Stratfor’un “Türkiye’nin Coğrafi Hevesleri” başlıklı değerlendirmesinden şu satırlarla devam etmek
istiyoruz:
“Türkiye’nin Güneydoğusu’nda demografik olarak yerel Kürtler ağırlıklı.Bu bölge, Suriye, Irak
ve İran’ın devasa Kürt bölgeleriyle sınırdaş. Suriye’de hâlihazırda yaşanan çözülme süreci, potansiyel
olarak orada yaşayan Kürtleri, Türkiye’yi bölmek için Anadolu’daki radikal Kürtlerle birleşmeye
yöneltebilir. Irak’ın fiili parçalanması, Türkiye’yi, Irak’ın Kürtlerin yaşadığı kuzey bölgesiyle yapıcı bir
çevreleme politikası izlemeye mecbur bıraktı. Ancak aynı zamanda bu durum Irak’ın geri kalanı üzerinde
Türkiye’nin nüfuzunu zedeledi… Türkiye Orta Doğu’da daha büyük bir nüfuz istiyor; ancak buradaki
sorun, kendisini bölgenin karmaşıklığından arındıramayacak kadar Orta Doğu ile iç içe olmasından
kaynaklanıyor. Erdoğan, bölgede daha büyük bir nüfuz sağlamak için ülke içindeki Kürt sorununu
kısmen çözmesi gerektiğini biliyor. Hatta Arapça “vilayet” kelimesini de sık sık yüksek sesle telaffuz
etmeye başladı ki, bu da Osmanlı İmparatorluğu ile ilintili bir kelime. Söz konusu sözcük yarı-otonom
kentler anlamına geliyor ve bu kavram yerel Kürtlerle uzlaşmanın kilidini taşısa da Türkiye’deki Kürtlerin
milliyetçi rakiplerini de harekete geçirebilir. Dolayısıyla bu durum (vurgusu tamamen Türklerden oluşan
bir Anadolu yaratmak olan) Kemalizm’in temellerini kökten yok etmeyi amaçlayan büyük ve simgesel
bir adımdır.”[7]
Sonuç olarak Batı, bizi adım adım izliyor. İşine gelen yerde alkışlıyor, destekliyor, işine gelmeyen
yerde ise bin türlü dalavere çeviriyor. O nedenle yapıp edeceklerimize karar verirken çok düşünmemiz;
ideolojik körlükle tarihin sunmuş olduğu tecrübeleri ve bu ülkenin gerçeklerini ıskalamamamız gerekiyor.
DİPNOTLAR
[1]MahdiDariusNazemroaya, TurquieDiplomatique, Ağustos 2014.
[2]Nazemroa, agm.
[3]TurquieDiplomatiquie, Ağustos 2014.
[4] Bakınız 8 Eylül 2014 tarihli gazeteler ve haber ajansları
[5] Teolojik olarak haklı ve isabetli bulacağımız yanları olmakla beraber esası ve genel çerçevesi
itibariyle Harici hareketi yanlış bir İslam/Kitab okumasının ürünüdür.
[6] Nitekim bu koalisyona Almanya’da dâhil olmuştur. Oysa bu zamana kadar Almanya resmin bir
yerinde yoktu.
[7]TurquieDiplomatique, Ağustos 2014.
322 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sosyal Medya
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
323
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TOPLUM ALGISINDA SOSYAL MEDYA
Kübra KESER
Geleneksel olan her şeyin anlamını yitirdiği, kavramların içinin boşaltıldığı, yeni olanın ise
gündemde kalma süresinin oldukça kısaldığı dijital bir çağda yaşıyoruz. Dijital devrim yaşanan bir
dönemin içerisinde bulunmaktayız. Günümüzde dijital çağın en güçlü unsuru da sosyal medyadır.
Klasik değerlerin yerini yeni değer ve düzenler almakta. Bilhassa medyanın evrimleşmesi bu dönemde
dikkate değer hususların başında gelmekte. Geleneksel medya ile sosyal medya arasındaki uçurum
birbirini besleyen doğasına rağmen artarak devam etmekte ve bu durum sosyal medya lehine doğru
kaymakta. Toplumun medya sayesinde düşünce sınırları ortadan kalktı ve dünyanın herhangi bir
noktasında yaşanan gelişmelere anlık olarak ulaşma imkânı doğdu. Başka bir ifade ile sosyal ağlar
üzerinden yayınlanan herhangi bir bilgi, anında küresel boyutta yayılma ve kitleleri etkileme gücüne
ulaştı. Günümüzde ki medya ortamı böyle şekillenirken toplumun her kesimine hitap etmeyen ya da
toplumda ki her yaş grubunda farklı algılar yaratan sosyal medya böylece insanların zihninde kendine
yer edindi.
Sosyal medya toplumun üzerinde her geçen gün hâkimiyet kurmakta. Aynı zamanda toplumu
etkisi altına alarak da şekillendirmektedir. Sosyal medyanın toplumdaki algısına değinecek olursak;
“bireyin içinde yaşadığı toplumun etkisi ile kişi, nesne ya da durumları algılayıp tutumlar oluşturmasına
sosyal algı denir.”1
Toplumsal algı; sosyal medya kullanıcısı olan insanların kişilikleri hakkında yargıda bulunmak,
nasıl insanlar oldukları hakkında tahminler yapmak ihtiyacı duyarlar ve bunu yaparken de elinde olan
bilgi ve ipuçlarından yararlanırlar. Toplumsal algı sosyal medyanın ne tür bilgiler üzerine kurulu, nelerden
etkilendiği, doğruluk yada yanlışlık derecesi nedir gibi konuları merak ederek yargılar oluşturur. Çok
sınırlı bilgi ve ipuçlarına dayanarak başkalarına karşı izlenimler oluşturma insanlarda önemli ve evrensel
bir eğilimdir. İnsanlar yalnızca bir kaç dakika gördükleri bir kişinin ya da resmin çok sayıda özelliği
hakkında yargılarda bulunmak eğilimindedirler. İnsanların çok sınırlı bilgiye dayanarak karşısındaki
324 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
insanlar hakkında bir takım yargılar ileri sürerler. Sosyal medyada ki algı ise toplumun genelinde oluşmuş
önyargılardan ve sosyal medya hakkında bilinen eksik bilgidendoğan yanlış anlaşılmalardır.Farklı bir
açıdan toplumun sosyal medya algısına bakarsak manipülasyona dayalı enformasyon mücadelesi dijital
dünya üzerinden kurgulanmaya başlamıştır. Devletler bölgesel ve küresel bir güç olmak, iktidarlarının ve
politikalarının meşruiyetini sağlamak; yasal ve yasal olmayan yapılar ile fertler ise itibarlarını yükseltmek,
faydalarını çoğaltmak için hedef kitlelerini ikna etmenin ve onlara kendi gözlerinden dünyaya bakmalarını
sağlamanın yol ve yöntemlerini aramış ve bu durumda çeşitli stratejiler geliştirmişlerdir. Geliştirilen
stratejilerin merkezinde ise sosyal medya en ön sırada yerini bulmuştur. Sosyal medya üzerinden
kendi menfaatleri doğrultusunda algı oluşturmak isteyenler tarafından kurgulanan bilgilerin medyada
sürekli tekrarlanması ile hedef kitlelerin hem algıları yönlendirilmekte hem de zihinleri, düşünceleri
şekillendirilmektedir. Temel noktada geleneksel medyanın haricinde, klasik haber anlayışının ötesinde
yeni bir medya düzeni ve habercilik anlayışı toplumu kuşatıyor. Benzer her tür uygulamalardaki genel
amacın belli bir kitleyi kendi rızasıyla ikna etmek ve istenilen doğrultuda bir algı oluşturmak olduğu
genel kabul gören bir görüştür. Olguyu tarih ile pekiştiren en önemli söz ise Amerikalı siyasetçi Henry
Kissinger’ in “Bir şeyin gerçek olması pek o kadar önemli değildir; fakat gerçek olarak algılanması çok
önemlidir”2 sözüdür.
Bu bağlamda tüm olayları öncesi ve sonrası ile birlikte, koşulsuz kabul olmadan bütüncül
olarak tarafsız bir şekilde değerlendirmekte herkes için gerçeğe ulaşma noktasında oldukça fayda
vardır.Kısacası, sosyal medya gibi toplum algısını çok hızlı değiştirebilecek ve şekillendirebilecek
mecralarda, amaçlanan ikna-değişim-etki ilişkisi, gerçek ve kurgu arasındaki çizginin bulanıklaştırıldığı,
hedef kitlenin oluşturulan sanal gerçekliklere inanmaya ikna edildiği, kelimelerin bilindik anlamından
uzaklaştırıldığı derin çatışma süreçleridir.Bu süreçlerde sosyal medya, “ortaya çıkaran sebep” olmaktan
ziyade “şekillendirici” rolüyle karşımıza çıkmaktadır.
Gerçek ile kurgulananlar arasındaki geniş aralığın çoğalmasında, dolayısıyla bulanık bir algı
yapısına sahip olunmasında güçlü bir araç olabilen ve kitleleri etki altına alarak adeta bir maşa olarak
kullanabilen sosyal medya paylaşımlarını düşünce süzgecinden geçirmek ve bu doğrultuda hareket
etmek aklı ve vicdanı hür herkes için gereklidir. Son yıllarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde domino
etkisi yapan yönetim karşıtı eylemleri, ülkemizde geniş kitlelere etki etmesi sebebiyle bir örnek vermek
gerekirse gezi parkı olayları çerçevesinde yaşanılanları ve son zamanlarda gündemde olan birçok
tartışmanın her boyutunu bu kapsamda değerlendirmek taraflar arası algı çatışması olması sebebiyle
mümkündür. Günümüzde sosyal medya, politik, ekonomik ve sosyal güç bahşeden ve toplumsal algıyı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
325
www.ulkuocaklari.org.tr
İnsan çevreden gelen uyarıları alırken yalnız değildir. Toplum içinde yaşadığı ve toplumsal
değerleri paylaştığı için uyarıları olduğundan daha değişik algılar. Toplum içinde ise sosyal medyanın
geliştirdiği değer ve normların etkisi vardır ve sosyal medya kullanıcısı diğer insanları, olayları ve
nesneleri ortamının istediği şekilde algılar. Kullanıcı dışında kalan toplum ise yetersiz izlenimler sahibi
olduğundan, birbirleri hakkında bilinçsiz, eksik çıkarsamalarda bulunurlar, çünkü yanlış izlenimlere
dayanmaktadırlar.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
şekillendiren önemli bir araç pozisyonuna gelmiştir.Sosyal ağlar üzerinden yayınlanan herhangi bir bilgi,
anında küresel boyutta yayılma ve kitleleri etkileme gücüne ulaşmıştır. Dolayısıyla algı yönetiminin en
etkili ve en eğlenceli silahlarından biri sosyal medya olmuştur. Bundan sonraki sosyal hareketlerin ve
sosyal olayların sosyal medya ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Öte yandan toplumsal olaylar
bir sebep değil sonuçtur. Bu nedenle toplumsal olayların oluşmasına sebebiyet veren siyasi, sosyal,
ekonomik ve kültürel sebepler iyi analiz edilerek katılımcı bir anlayışla çözülmeli ve bu konuların sosyal
medyada istismar edilmesinin ve toplumun sokağa dökülmesinin önüne geçilmelidir. WalterLippman’a
göre;“algı ve gerçeklik arasındaki uçurum modern dünya ile daha da genişleyerek, sosyal, siyasal ve
ekonomik hayatın içerisindeki karmaşıklık kitle iletişim araçlarının zihnimizdeki imgeleri değiştirmesi ile
hız kazanmıştır.”3
Günümüzde herhangi bir konudaki herhangi bir düşüncesini başkalarına duyurmak isteyen
bir birey, sosyal medya ile zaman ve mekân sınırı olmaksızın birkaç dakikalık bir sürede bunu
başarabilmektedir. Böyle hızlı ve geniş kitlelere ulaşabilen bir medya kanalının toplumların algısını
oluşturmasında ve toplumu hem yönetip hep harekete geçirmesindeki güç oldukça önemlidir.
Sosyal medya kullanımının bireyler üzerindeki olası etkilerinin irdelendiğinde, Türkiye’de interneti
en yoğun biçimde kullanan ve sosyal medya süreçlerine dâhil olan üniversite gençliğinin sosyal medya
ortamlarında “mahremiyet-kamusal alan” ilişkisini toplumun nasıl algıladığı önemlidir. Mahremiyetin
kamusal alan karşıtlığı üzerinden kuruluşu, çağımız kamusal alanının temel aktörü konumundaki sosyal
medya ile birey arasındaki ilişkileri açığa çıkarmayı gerektirmektedir. Bu bağlamda bir alan araştırması
ile üniversite öğrencilerinin sosyal medyayı ve mahremiyet kavramını toplumun diğer kesimine göre
farklıalgılamaktadır.
Bu yeni medya düzeninin etiği ve içeriği, içeriğin oluşmasına etki eden faktörler önemli hususlara
temas ederek toplumda bu kanallara karşı doğru algı oluşturan çalışmalardır. Bunun yanı sıra maalesef
geleneksel medyanın “3. sayfa haber” diye adlandırılan olaylarla dolu olması ve yıllardır bu anlayışın
toplumda oluşturduğu algı ile yetişen nesillerin varlığı toplumu hedefsiz ve vurdumduymaz hâle
getirmiştir. Eskiden sadece, gerek en önemli temsil makamı olan meclisten gerekse bir televizyon
programında iki kişinin hiçbir konuda uzlaşamadığı ve kavga ettiği, herkesin birbirine haklılığını sadece
bağırarak, sesini yükselterek ve ağza alınmayacak hakaretlerle ispatlamaya çalıştığı bir medya düzeni
vardı. Kan davaları, kadına şiddet, ölüm ve öldürülme, trafik kazasında yitip giden aileler bu medyanın
en temel konularıydı. Her ne kadar birer realite olsa da bu konular maalesef toplumun tek duyduğu,
bildiği olaylar olarak artık sıradanlaşıyor ve toplum bu olaylarla besleniyordu. Nesiller aile ortamlarında
bu haberlerin normalliğiyle yetişiyordu. O onu vurdu, o da diğerine hakaret etti ve neticede o onu
yaraladı o da sonra onu öldürdü konuları toplumsal haberler iken siyasi arenada ise bir yandan parti
başkanlarının vaatleri diğer yandan da siyasilerin birbirlerine hakaretleri en temel beslenme kaynağı
olan geleneksel medyaydı.Medya patronları ise devasa binalarda, onca çalışan ve teknolojik cihazlarla
toplumsal algıyı adeta kansere dönüştürüyor ve bir yeni bina daha ve yeni yeni çalışanlarla bu düzeni
devam ettireceklerini sanıyor hatta buna iman ediyorlardı. Koskocaman medya binaları daha da
büyüyerek geleneksel medya sarsılmaz temellere oturttuklarını sanıyorlardı. Geleneksel medyada
326 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
girişimcilere yeterince yer verilmiyor, teknolojik ve bilimsel çalışmalar ya hiç haber olmuyor ya da üstün
körü geçiliyordu. Topluma yenilikçi ve dünyadaki değişime ayak uyduracak algılar ile yeni nesillere örnek
teşkil edecek insanların çalışmalarını aktaracak bir düzen bu medyada maalesef istenilen seviyelerde
yer bulamıyordu.
“Neden bir Google, Facebook ve Twitter benzeri bir girişim bizden çıkmaz ya da nasıl çıkar
diye bir kaygıyı topluma mâl edecek bir çalışma içerisinde yer almayan geleneksel medya zaman
zaman objektiflikten uzak ve çarpıtmaya açık haberlere yer veriyordu. Elbette tüm geleneksel medya
aynı bağlamda değerlendirilmese bile her dönemde değişik baskı unsurlarıyla özgür olamayacak
yapısıyla hayatını devam ettirmeye mahkûm oluyordu.”4
Twitter ve Facebook gibi sosyal ağlarda yazılı anlamda bile mesajları yüzbinlere ulaşan insanların varlığı
geleneksel medyanın ruhu duymadan devam ediyordu. Ta ki çok önemli bir kırılma noktası oluncaya
kadar. O kırılma noktası hem geleneksel medyanın otoritesini sarsarken hem de toplumun her kesiminde
birçok olay için bir milat teşkil etmeye başlayacaktı. Taksim Gezi Parkı olayları toplumdaki önemli bir fay
hattının kırılmasına neden oldu. Siyasi anlamda da derinden bir fay kıran bu olay geleneksel medya ile
yeni medya düzeninin ilk defa net olarak ayrışmasına neden oluyordu.
Gezi olaylarında geleneksel medya olayları ortaya koymakta yeteri hassasiyeti gösterememiş
ve beklenen tavrı ortaya koyamamışken yeni medyada ise inanılmaz bir akış meydana gelmişti. Elbette
bu mecraların etiği tam oturmadığından birçok haber yalan yanlış ayırt edilmeden veriliyor ve inanılmaz
bir hızla her hadise bir anda yayılıveriyordu. Bir yandan kitleler haberleri bu mecralardan alıyor ve tüm
olayı bu ağlar üzerinden takip ediyor bir yandan da insanlar uydurma birçok şeye inanıyorlardı. Aslında
iletişim boyutundan öte etkileşim boyutu olan sosyal medyayı ilk defa bu denli kullanır bulduk kendimizi
toplumsal olaylarda. Bir bocalama elbette yaşanıyordu.Bu tip olaylar sosyal medyanın konumunu
belirlerken toplumdaki algısını da değiştirdi. Sonuç olarak; ülkemizde yaşanan toplumsal olaylar,
toplumun algısında sosyal medyanın geleneksel medyadan ayırt edilmesini sağlamıştır. İnsanların
zihninde sosyal medyaya karşı oluşan ön yargı kırılmıştır ve toplumun algısında farklı yaş gruplarına
göre sosyal medya son zamanlarda olumlu etkisini göstermiştir.
KAYNAKÇA:
1. http://www.istesob.org/kariyer/pdf/Sosyal.pdf
3. Ebru Özgen-Tolga Kara, Sosyal Medya-Akademi, Beta Basın Yayım, İstanbul, 2012
4. Özlem Aşman Alikılıç, Halkla İlişkiler 2.0 Sosyal Medyada Yeni Paydaşlar Yeni Teknikler, Elif
Yayınevi, Ankara, 2011
5. Sosyal Medya ve Siz, Birinci Bölüm, http://www.mubaser.com/p/sosyal-medya-ve-siz-birincibolum.html
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
327
www.ulkuocaklari.org.tr
2. http://tr.wikiquote.org/wiki/Henry_Kissinger
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PROPAGANDA TEKNİĞİ
AÇISINDAN SOSYAL MEDYANIN KONUMU
Kübra KESER
Her araç silahtır, eğer doğru tutarsan.
Ani DiFranco
‘Mahkûm köpek gibi itaatkâr görünüyordu; öyle ki insan onu etraftaki tepelere serbestçe gezinmeye
salabilir, infazı başlamak üzereyken de, bir ıslık çalarak geri getirebilirdi sanki.’1
Franz Kafka
Gelişen teknoloji ve küresel dünyanın, bilinci ve davranışıyla istediği ve aradığı gözde toplum
olduk. Hiç düşündünüz mü “ben şunu beğeniyorum veya beğenmiyorum” dediğinizde bu cümle gerçekten
size ait bir fikir mi, yoksa size söyletiliyor mu? Bu toplum mahkûm gibi vücuduna ve beynine takılmış
zincirlerle, anlamadığı egemenliğin dilini anladığını sanıp, kendinin olmayan kendine düşman dili
konuşarak, köleliğin koşullarını sosyal medyaya bağımlı olarak sürekli üretir hâle geldi. Kendi hakkında,
kendisinin özgür iradesi ve tercihine yanıt olarak verdiğini söylediği şeyler sürekli seyrederoldu.Serbest
sandığı tutsaklığına kendi emeği ile katılıp; kendini mahkûm edenlerin dünyasını savunur oldu.
İnsanlar dünyada neler olduğunu anlamak için sosyal medyaya bağımlı oldular. Sosyal medya
toplumda meydana gelen bazı olaylara daha çok ilgi gösterir, bazılarına daha az ilgi gösterir ya da
olanları görmezden gelebilir. İnsanlar sosyal medyadan aldıkları bilgiler sayesinde sosyal medyanın
olaylara verdikleri önem derecelerini kabul etmeye meyilli oldular. Sosyal medya istediği bir konu ya
da olaya ağırlıklı olarak yer vererek toplumun gündemini belirler.Bunları yaparken de propagandanın
etkisini kullanır. Böylece binlerce yıl öncesinde farklı yollarla uygulanan propaganda günümüz sosyal
medyasında da geçerlilik kazanır.
328 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Gönüllü kulluğu; “insanların nasıl olup da itaat ettikleri, üstelik itaat etmekle kalmayıp boyun
eğmeyi, hatta kulluk etmeyi arzuladıklarını”2sosyal medyadagörüyoruz.Hem çok ilgisiz hem de çok
duyarlı insanlığa materyal ve düşünsel ortam sağlanıp kendi rızalarıyla katıldıkları sürekli fakat bağımlı
bir ortam yaratıldı. İnsanları örgütleme ve yönetme işinde; stratejiler, öğrenciler, sivil toplum örgütleri,
kanaat önderleri ve vatandaş rol alır. Bu insanlar sosyal medyaya dâhil olurlar ve istenilen başarılmış,
uzaktan kumandalı insanlar yaratılmıştır. Kendi istek ve amaçlarını topluma kabul ettirmek isteyenler
şunu düşünmeye başlayacaklardır. “İhtiyaçları olmayan şeyleri istemeleri için insanları nasıl ikna
edeceğim.”3Bunu kabul ettirdikten sonra artık istediklerini hem verebiliyor hem de alabiliyor olmuşlardır.
Bu ortam sağlandığında da kitleleri harekete geçirmek hiçte zor olmaz. Artık propaganda teknikleri
kitleleri istenilen şekilde yönlendirecektir.
Propaganda kaynağına göre sınıflandırılabilir. Beyaz propagandanın kaynağı bellidir ve direkt
hedef kitleye uygulanır. Kara propaganda dost bir kaynaktan geliyormuş gibi görünür ama gerçek tam
tersidir ve kaynak gizli tutulur. Gri propaganda belirsiz bir kaynaktan gelir gibi gözükür ama aslında karşı
taraftan gelmektedir. Propaganda çeşitli yöntemlerle uygulandığı için amaçları da değişebilir. Fakat
asıl olan amaç hangi yöntemle olursa olsun karşı tarafı ikna etmek ve bunu belli etmeden yapmaktır.
Propaganda çeşitleri uygulanırken enformasyon çeşitlerinden yararlanılır. Bunlar,manipülasyon;
insanları kendi bilgi ve istekleri dışında (onlar üzerinde bir kanaat değişikliği meydana getirmek amacıyla)
çeşitli araçlarla etkileyip yönlendirmeye denir. Sosyal medyada manipülasyon, verilen tanıma uygun
olarak sosyal medya araçlarıyla yapılan etkileme ve yönlendirme süreçlerine denir.Mizenformasyon;
doğrudan bir kasıt olmaksızın eksik veya hatalı bilgi vermektir. Dezenformasyon; bir amaç içerisinde
bir bilgiyi yanlış aktarmaktır. Bu yolla muhatabın bir bilgiyi sizin istediğiniz şekilde görmesi sağlanmaya
çalışır. Dezenformasyon ile manipülasyon kavramları bir arada düşünülebilir.Sürenformasyon; aşırı bilgi
yüklemesi, bir diğer anlamıyla bilgi bombardımanı demektir. Aşırı bilgi pompalanması sebebiyle bireyin
karar vermede zorlanması sürecine işaret eder. Burada kasıt olup olmadığına karar vermek zordur. Ancak
sağlıklı ve doğru bilgi alışverişini sekteye uğratan bir sorundur. Bakıldığında da sırasıyla propaganda
ve enformasyon çeşitleri birbirleriyle ilişkilidir. Bu teknikler sosyal medyada kullanırken devreye eşik
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
329
www.ulkuocaklari.org.tr
Dar anlamda ve daha çok kullanılan anlamıyla propaganda, zaten inanan insanlara onlara
inançlarını destekleyecek yanlış bilgi vermek anlamına gelir. Bu her zaman yanlış bilgi olmamakla
beraber yalan, yanlış ve eksik bilgiden oluşur.Propaganda yönteminde hile, entrika, yalan, iftira, fitne,
sinsilik ve sahte delil; gözü pek biçimde uygulanır. Gerçekleri çarpıtmak, inançları sarsmak, mağdurun
etrafında güvensizlik yaymak ve mağdur aleyhine bir kamuoyu oluşturmak amaçlanır. Kaynak gizli
kaldıkça; yalanlar, rivayetler, dedikodular esrarengiz bir şekilde hızla yayılır. Propagandanın temel
amacı, muhatabı psikolojik çöküntüye uğratarak, benliğinin ölümünü sağlamak, onu kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmaktır. Bu yöntemi uygulayanlar, hiçbir ahlaki ve vicdani sorumluluk duygusu
taşımazlar. İnsanlar doğru olmayan bir şeye inanırlarsa sürekli kuşku duyacaklardır. Bu kuşkular
zamanla onları rahatsız edecek, onlardan kurtulmak isteyeceklerdir. Dolayısıyla güç sahiplerine
ihtiyaçları olacaktır. Bu yüzden propaganda çoğunlukla amaca hâli hazırda inananlara yönelik yapılır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bekçileri girer.Eşik bekçileri ise, kaynağın ilettiği mesajı alıcıya ulaşmadan önce denetleyen, alıcının
şartlarına uygun hale getiren kişidir.“Enformasyon her zaman eşik alanları olan kanallardan geçerek
aktığını, bu eşik alanlarında kişisel eşik bekçilerinin isteğine göre enformasyonun girmesine izin vermek
veya kanaldan devam ederken yöntem değiştirmektir.”4Örneğin; sosyal medyada bir haber çıkacak
ve bu yayınlanan haber sosyal medyayı zor durumda bırakacak bazı kesimleri rahatsız edecekse,
devreye eşik bekçisi girer ve bu haber uygun şekle sokularak yayınlanır. Böylece doğabilecek kriz
önlenmiş olur.Kişisel eşik bekçileri sosyal medyada oldukça fazladır ve kısıtlanmadan hareket ettikleri
için propagandayı istedikleri yöne çekebilirler. Böylece kitleler üzerinde “sihirli mermi ve hipodermik
iğne” modelleri ile direkt etki yapabilirler. “Gönderilen propaganda mesajı alıcı konumundaki bireylerin
davranışlarını etkiler. Kitlelere gönderdikleri mesajların onlar üzerinde deri altında enjeksiyon yapan bir
şırınga gibi ya da sihirli bir mermi gibi doğrudan ve anında bir etkide bulunduğu düşünülmektedir”5
Yeni bir oluşum olarak düşünüldüğündesosyal medyanın toplum üzerinde de etkisi büyüktür ve
ülkeler arası kültür ile yaşam şartlarına bağlı olarak kullanım oranlarında da farklılıklar gözlemlenir.
İletişim ve iletişim araçları ise kültürün en önemli belirleyicileri arasındadır. Ülkemizde sosyal medya
kullanım oranları yükselmeye devam etmektedir. Sosyal medyada bilgi paylaşımı hiçbir maliyet
gerektirmeden gerçekleşir ve anında çok geniş kitlelere ulaşır.
Sosyal medyada yayılan bilgiyi çok az insan kontrol etme ihtiyacı duyacağından bu yanlış
enformasyon pek çok kişi tarafından tekrar edilecek ve yanlış enformasyonun herkes tarafından bilinen
bir gerçek olduğu fikri medyaya direkt bir müdahale olmadan kimse gerçeği veya kaynağı fark etmeden
yayılacaktır.
İnsanlar kendilerini, diğerlerini ve toplumlarını üretirken, aynı zamanda bu üretimi kendilerine,
diğerlerine ve topluma da açıklarlar. Zincirleme olarak yayılmış olacağından iktidar güçleri kitlelerin
tutumlarını biçimlendirmek isteyecektir. Günümüzde ise kamuoyuna ulaşmak ve kamuoyu oluşturmak
artık çok kolay olduğu için bu gibi işleri sosyal medya üzerinden sağlayacaklardır.
Tutum ve davranışları etkilemeye veya değiştirmeye yönelik faaliyetleri planlamak, uygulamak
ve ölçmek için insanların tutum ve davranışlarını ve bunların nedenlerini saptamak girişimini de gene
sosyal medya üzerinden sağlayacaklardır. Sosyal medya üzerinden geniş bir kitleye ulaşıla bilinir fakat
burada tutumlar ve fikirler planı olumlu veya kötü yönde etkileyebileceğinden amaç saptaması ve ön
araştırma iyi yapılmalıdır. Aksi takdir de devreye konulacak propaganda olumsuz sonuçlanacak ya da
farklı şeylere yol açacaktır. Propagandayı sosyal medyada uygulamak çok kolay olduğu sanılsa da
aslında büyük risk taşımaktadır. Çünkü ne getireceği ve götüreceği belli olmayan bir ortam kullanıldığı
ve hedef kitlenin yaş ortalamasının sınırlı olduğu bir yer olan sosyal medya kısa bir zamanda farklı
boyutlara ulaşabilir. “Propagandanın barış zamanında kendini unutturan masum görüntüsü zaman
zaman bizi sakinleştirse de, borularını ne zaman çalacağı ve surların ne zaman yıkılacağı endişesi
hâlâ belleğimizin derinliklerinde saklı durmakta.”6
330 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Propagandayı amacına ulaştıracak her yol “mübah” sayılır. Hedef seçilen kişi ya da topluluk;
her türlü ahlak ve yasa dışı yöntem kullanılarak, kişiliksiz bir ‘mankurt’a dönüştürülmeye çalışılır.
Mankurt; Türk, efsanelerinde bahsedilen bilinçsiz bir köledir. Efsaneye göre mankurt hâline getirilmek
istenen kişinin başı kazınır, ıslak deve derisi sarılır ve böylece elleri kolları bağlı olarak güneş altında
bırakılır. Deve derisi kurudukça gerilir. Gerilen deri; insanın başını sıkar ve inanılmaz acılar vererek,
aklını yitirmesine neden olur. Böyle bir kişi, bilinçsizce ve istenen her şeyi sorgusuzca yapan bir köleye
dönüşür. Mankurt; öz benliğini yitirerek, kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası haline gelmiş
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
331
www.ulkuocaklari.org.tr
Sosyal medyada ki propaganda uygulamaları tek yönlü değildir. Pek çok yöntemle amaçlarını
gerçekleştiriyorlar. Bunlardan en çok uygulanan ve etkisini sosyal ortamda en etkili gösteren isim
takmaktır. Propagandacı, karalamak istediği kişiye ya da gruba kötü isimler takar. Düşmanı bir “yılan” ya
da “örümcek” gibi isimlerle anmak propagandacının çok kullandığı bir tekniktir. Eğer bir kişiye ya da bir
gruba çirkin isimler takılmışsa size propaganda yapıldığını fark edebilirsiniz. Siyasetçiler de bu tekniği
kullanırlar, rakiplerine küçük düşürücü sıfatlar takarak kitlelerin duygularıyla oynarlar. Propagandacı
objektif kanıtlar kullanmak yerine “genellemeler” yapar. “Vatan”, “millet”, “şeref”, “ahlak” gibi kimsenin
kolay kolay itiraz edemeyeceği kavramlar kullanır. Kendi düşüncelerini bu kavramların içine gizleyerek
yaymaya çalışır. Eğer biri bu kavramları kullanarak konuşuyorsa size propaganda yapıyor demektir.
Propagandacı simgeler kullanır. Eğer bize mesaj vermek isteyenler bayrak ya da dini kitap gibi hepimizin
ortak değerlerini kullanıyorlarsa propaganda yapıyorlar demektir. Bizim duyarlılıklarımızı kullanıyorlardır.
Propagandacı kendi fikirlerini yayarken toplumun beğenisini ve saygısını kazanmış ünlüleri kullanır.
Geniş kitleler ünlülerin söylediklerine daha duyarlı olurlar ve onların dile getirdiklerine inanma eğilimi
içinde olurlar. Eğer bir ünlü, toplumsal ya da siyasi bir mesaj veriyorsa büyük ihtimalle propaganda
yapıyor demektir. Propagandacı sıradan insanların başına gelmiş olayları “örnek olay” olarak anlatır.
Aslında her biri birer istisna olacak kadar az rastlanan olayların tahminimizden daha yaygın olduğunu
kanıtlamak ister. Bizim henüz çevremizde görmediğimiz bu olayların, biz farkında olmadan çok yayılmış
olduğunu söyleyerek bizi korkutur. Bazı verileri abartır ya da çarpıtır, bizim bilgimiz olmayan rakamları
bizim endişe duyacağımız şekle sokar. Eğer birisi size bilginiz olmayan konularda çok abartılı rakamlar
veriyorsa büyük ihtimalle propaganda yapıyor demektir. Propagandacı hiçbir kanıt göstermeden kendi
fikrinin büyük çoğunluk tarafından benimsendiğini iddia eder. Propagandacı hepimizin içindeki “sürü
psikolojisine” hitap ederek bizim de herkes gibi düşünmemizi ister. Eğer birisi size “herkesin” benzer
düşüncede olduğunu iddia ederse bilin ki size propaganda yapıyordur. Propagandacı çok güçlü ve
abartılı ifadeler kullanır. Bunlar hiçbir kanıtı olmayan klişe laflardır; ama çok sık söylendiğinde insanların
belleklerine kazınır ve etkisi yüksek olur. Propagandacı kendi fikrini anlatırken kutuplaşma yaratır.
Olayları, insanları ve fikirleri siyah-beyaz uçlarda anlatır. Propagandacının dilinde gri renk yoktur.
Sizi de bir kutbu seçmeye zorlar. Eğer sizin “ya hep ya hiç” şeklinde bir seçim yapmanız isteniyorsa
bilin ki size propaganda yapılıyordur.Propagandacı dost ve düşman yaratır. Sizin de derhal seçiminizi
dosttan yana yapmanızı ister. Seçim yapmakta zorlanıyorsanız düşmandan yana olduğunuz gibi bir
sonuç çıkarmaya çalışır. Eğer siz buna benzer bir seçim yapmaya itiliyorsanız bilin ki size propaganda
yapılıyordur. Dolayısıyla propagandacı söylemek istediğini dolaylı yollarla söyler ve kabul ettirmek için
uğraşır. “Söylemi değiştirirsen kanser olmazsın ya da bir planın yoksa başkasının planının bir parçası
olursun.”7Böylece isim ve çağrışımın oluşturduğu negatif imajlar ortadan kalkar.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
zavallı bir insan tipidir. Ne yazık ki, uzun süreden beri insanlarımız; belirli siyasal güç odaklarının
kontrolündeki eğitimin, yazılı ve görsel medyanın kara propaganda yöntemleri sayesinde, sistemli
biçimde sosyal medya aracılığı ile mankurtlaştırılmaya çalışılmaktadır. Son yıllarda, günlük hayatımızı
belirleyen sosyal medya, yörüngeli bilgi çarpıtma yöntemleri, “iktidar ve yandaş medya” tarafından
yoğun bir şekilde kullanılıyor. Güdümlü medyanın; kitleleri, bilgisayarların önüne kilitleyen yalan-yanlış
haber ve görüntüleri, reklam bombardımanları, her gün her saat, beyin yıkama ve insanları yönlendirme
faaliyetleri, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Tüm sosyal medyanın baştan aşağı,
emperyalist amaçlar doğrultusundatasarlanması, özetle, toplumun mankurtlaştırılması yönünde hızlı
adımlar atılmaya devam edilmektedir.
KAYNAKÇA:
1.Franz Kafka, Ceza Sömürgesi, Can Yayınları, İstanbul, 2007
2. Etienne de la Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1995
3.The Century of the Self (Ben Devri), Belgesel, 1.Bölüm, http://vimeo.com/22918234
4.Denis McQuail-Sven Windahl, İletişim Modelleri: Kitle İletişim Çalışmalarında, İmge Kitabevi Yayınları,
Ankara, 2010
5.Levent Yaylagül, Kitle İletişim Kuramları Egemen ve Eleştirel Yaklaşımlar, Dipnot Yayınları, Ankara,
2010
6.Sezer Akarcalı, İletişim ve Propaganda, İmaj Yayınları, Ankara, 2003
7.İrfan Erdoğan, Teori ve Pratikte Halkla İlişkiler, Pozitif Matbaacılık, Ankara, 2008
332 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sporda Şiddet
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
333
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SPOR ALANLARINDA ŞİDDET VE SPOR
MEDYASININ ETKİLERİ: SPOR
YAZARLARININ ALGILARI
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, spor alanlarında görülen şiddet olaylarına medyanın etkisini spor
yazarlarının algılamaları çerçevesinde ortaya koymaktır.
Araştırmanın evrenini ulusal gazete ve dergilerde köşesi bulunan spor yazarları, örneklemini
ise ulusal bir gazetede köşesi bulunan, periyodik olarak makale yazan ve tesadüfü yolla seçilen 42
spor yazarı oluşturmuştur. Araştırma görüşmecilerle önceden randevu alınarak yüz yüze görüşme
(34) veya telefon aracılığı (8) ile gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerde ses kayıt cihazı kullanılmış ve ses
kayıtları deşifre edilerek yazılı hale getirilmiştir. Verilerin özgün formuna sadık kalarak beyanlardan
alıntı yapılmış ve betimsel bir yaklaşımla sunulmuştur. Bazı nedensel ve açıklayıcı sonuçlara ulaşmak
amacıyla sistematik analiz yapılmış ve görüşmeler derinlemesine incelenerek ortak tema ve alt temalar
belirlenmeye çalışılmıştır. Nitel araştırmayı nicel verilerle desteklemek amacıyla yüzde ve frekans
dağılımları da verilmiştir.
Araştırma bulgularına göre spor yazarlarının spor medyasının şiddeti özendirme ve körüklemede
etkili olduğu ana temasına 32 spor yazarının (%76,2) katıldığı; alt temalardan şiddeti özendirme ve
körüklemede kulüp yöneticilerinin etkisine 24 spor yazarının (%57,1), tirajve reyting kaygısının etkisine
10 spor yazarının (%23,8) ve taraftar yazarlığının etkisine 5 spor yazarının (%11,9) inandığı belirlenmiştir.
Sonuç olarak, spor yazarlarının önemli bir kısmının spor medyasının spor alanlarında görülen şiddet
olaylarını özendirme ve körüklemede etkili olduğuna inandıkları söylenebilir.
Anahtar Kelimeler: Şiddet, Spor, Spor Yazarı
334 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
GİRİŞ
Günümüz dünyasında medya oldukça etkin roller oynamaktadır. Bunlardan en önemlileri
toplumun genel algılamasını etkilemesi (3,6) ve önemli sosyal konular üzerinde toplumsal birforum
oluşturmasıdır (10). Bu rolleri olumlu şekilde oynaması için medya çalışanlarının uyması gereken bir
takım etik kodlar ortaya konulmuştur. Tüm dünyada genel kabul gören bu etik kodlar, ya ülkelerin ulusal
medya birlikleri ya uluslararası medya birlikleri (örn; World Association ofPressCouncils) ya da spor
gibi bazı özel alanlarla ilgili medya birlikleri (örn; AssociatedPress Sports Editors) aracılığı ile üyelerine
duyurulmakta ve uymaları istenmektedir. Türk Basın Konseyi de Türk Medyası için 1980’li yılların
sonunda 16 maddeden oluşan ve içinde medya etik kodlarının yer aldığı “Basın Meslek İlkeleri” deklare
etmiştir.
Bu bildirge evrensel olarak kabul edilen ve literatürde sıklıkla yer alan “haber, makale, fotoğraf
ve görüntülerin şiddet öğeleri içermemesi ve şiddete yönlendiren ve özendiren yayınlardan uzak
durulmasını” da içermektedir. Aynı zamanda bu etik koda ilişkin olarak birçok ülkede “terör, terörizm, suç
ve suç örgütleriyle ilgili haberlerin sunumunda hukuki düzenlemeler yoluyla sınırlılıklar ve sorumluluklar
getirilmiştir(2).
Bu raporun yayımlanmasından birkaç yıl sonra 14 Nisan 2011 tarihinde yürürlüğe giren 6222
Sayılı “Spor’da Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun”lamüsabaka öncesinde, esnasında
veya sonrasında spor alanları ve çevresinde, taraftarların sürekli veya geçici olarak gruplar halinde
bulundukları yerlerde veya müsabakanın yapılacağı yere gidiş ve geliş güzergâhlarında şiddet ve
düzensizliğin önlenmesi amaçlanmıştır (11). Bu kanunun yürürlüğe girdikten sonra oynanan Bursaspor
- Beşiktaş maçı öncesinde stat çevresinde yaşanan olaylar nedeniyle karşılaşma iptal edildi (8).
Ardından, Futbol Federasyonu bir ilke imza atarak stat dışındaki taraftar olayları nedeniyle iptal edilen
Bursaspor-Beşiktaş maçında Bursaspor’u 3-0 hükmen yenik saydı ve ev sahibi takıma 5 maç tarafsız
sahada seyircisiz oynama cezası verdi (14). Şiddet olaylarının yasaya rağmen yaşanması, sorunun
‘yalnızca kanunla’ çözülemeyeceği, çok yönlü olarak ele alınması gerektiğini bir kez daha gözler önüne
serdi.
Bu nedenle, son dönem akademik çalışmaları içinde spor ve şiddet konusunun popüler hale
gelmesinin (1) yanı sıra özellikle spor medyasında daha fazla yer bulan spor branşları başta olmak
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
335
www.ulkuocaklari.org.tr
Oysa bu sınırlılık ve sorumluluklararağmen ülkemizde spor alanlarında görülen şiddet olaylarının
önemli bir kaynağı olarak medya gösterilmekte, kamuoyunda spor ve şiddet medya ile birlikte anılmakta
ve medyanın sporda şiddeti körüklediği düşünülmektedir (14, 15, 20). Dolayısı ile bu yöndeki yaygın
düşüncenin bir yansıması olarak sporda şiddet söz konusu olduğunda spor medyasının oynadığı rol
hemen hemen her platformda dile getirilmekte ve tartışma konusu olmaktadır. Hatta spor kamuoyu
gündemini sürekli meşgul ettiği için Türkiye Büyük Millet Meclisi (21) tarafından kurulan ve içinde
“sporda şiddet” konusunun da yer aldığı araştırma komisyonu raporunda medya ve şiddet ilişkisi önemli
bir yer tutmuştur.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
üzere spor müsabakalarında görülen şiddet olaylarında medyanın rolünü belirlemenin önemli bir konu
haline geldiği söylenebilir. Bu noktadan hareketle, “sporda şiddet ve medya” ilişkisini en yakından
bilme, duyma ve değerlendirme şansına sahip, çoğu zaman yaşananların canlı şahitleri veya ortaya
çıkan gelişmelerin nedenleri olan spor yazarlarının algıları çerçevesinde bu ilişkiyi ortaya koymak eldeki
çalışmanın amacını oluşturmuştur.
MATERYAL ve YÖNTEM
Araştırma görüşlerin, deneyimlerin veduyguların ortaya çıkarılması yönünden güçlü, yazmaya ve
doldurmaya dayalı testler ya da anketlerde yaşanan sınırlılığı ve yapaylığı ortadan kaldıran ve iletişimin
en yaygın biçimi konuşmayı temel alan, dolayısıyla nitel araştırmalarda kullanılan yaygın veri toplama
yöntemlerinden biri olangörüşme (mülakat) yönteminin kullanıldığınitel bir çalışmadır.
Evren ve Örneklem: Araştırmanın evrenini ulusal gazete ve dergilerde köşesi bulunan spor yazarları
oluşturmuştur. Örneklemin belirlenmesinde öncelikle spor yazarlarının ulusal bir gazetede köşesi
bulunması, periyodik olarak haftada en az bir kez makale yazması ve spor yazarlarının çalıştıkları
kurumlar açısından dengeli bir dağılım oluşmasına dikkat edilmiştir. Ardından bu özellikleri taşıyan
52 spor yazarı tesadüfü yolla seçilmiş ve gerçekleştirilen telefon görüşmeleri sonunda araştırmaya
katılmayı kabul eden 42 spor yazarı araştırmanın örneklemini oluşturmuştur.
Veri Toplama Yöntemi: Araştırma verileri görüşmecilerle önceden randevu alınmak suretiyle Ankara,
İzmir ve İstanbul’da yüz yüze görüşme (34) veya telefon aracılığı (8) ile toplanmıştır. Görüşmeler ses
kayıt cihazı ile kayıt altına alınmış ve ses kayıtları birebir deşifre edildikten sonra yazılı doküman haline
getirilmiştir.
Verilerin Analizi: Toplanan verinin özgün formuna mümkün olduğu kadar sadık kalmak suretiyle
görüşmecilerin beyanlarından doğrudan alıntı yapılmış ve betimsel bir yaklaşımla veriler sunulmuştur.
Bazı nedensel ve açıklayıcı sonuçlara ulaşmak amacıyla sistematik analiz yapılmış ve görüşmeler tek
tek derinlemesine incelenerek ortak tema ve alt temalar belirlenmeye çalışılmıştır. Nitel araştırmayı
nicel verilerle desteklemek amacıyla SPSS 11.0istatistik paket programı ile yüzde ve frekans dağılımı
da yapılmıştır.
BULGULAR
Araştırmada spor yazarlarının algıları çerçevesinde spor medyasının şiddeti özendirici yayınlarına
ilişkin değerlendirmeleri alınmıştır. Görüşmeler sununda medyanın şiddeti özendirici yayınlar yaptığı
ana temasının yanında, spor kulübü yöneticilerinin etkisi, tiraj/reyting kaygısı ve taraftar yazarlığın
şiddeti körüklediği yönünde üç alt tema ortaya çıkmıştır.
336 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Spor yazarlarının “spor medyasının ençok eleştirildiği yönlerden birisi de şiddetiözendirdiği veya
körüklediği yönündedir. Spor medyasının yıllardır içinde bulunan biri olarakbu konudaki yorumunuzu
alabilir nedir?”sorusuna verdikleri cevapların tasnifi alfabetik olarak Tablo 1‘de verilmiştir
Spor medyasının şiddeti ne orandaözendirdiği veya körüklediğine ilişkin spor yazarlarının
görüşlerinin sayısal olarak ifadesi Tablo 2’de yer almaktadır.
Tablo 1 ve 2 değerlendirildiğinde sporyazarlarının %76,2’sinin (32) spor medyasının
şiddeti özendirme ve körüklemede etkili olduğu, %11,9’unun ise medyanın bu konuda herhangi bir
etkisiolmadığını ifade ettikleri söylenebilir. Aşağıda araştırmaya katılan bazı yazarların düşüncelerini
yansıtan mülakatlardan kısa örnekler yer almaktadır.
Tayfun Bayındır; “Türkiye’de sportifşiddetin artmasında spor medyasının katkısıbüyüktür. Bunu
yadsıyamayız. Bu durumspor gazetelerinin yayın hayatınageçmesiyle başlamıştır.”
Öcal Uluç, sporda şiddet medya ilişkisini şöyle dile getirmiştir. “Bu konudakigörüşüm nettir ve
maalesef spor medyamızbu konuda son derece çifte standartlı vehatalı bir yoldadır.”
Güven Taner, medyanın bu konudaki yanlış tutumunu şu sözlerle anlatmıştır. “Evet, bu
yapılmakta. Özellikle TVyorumculuğu öne çıktıktan bu yana. Kimileriöfke içeren üslupları, kimileri öfke
taşıyankişilikleri, kimileri şiddet üreten ifadelerlekonuşmaya daha çok para verildiği için bunuyapmakta…
Zira bunu yaptıkları için ilgiçektiklerinden, ulusal kanalların enönemlilerinde çalıştırılmaktalar”.
Ercan Güven; “Yapanlarlayapmayanlar iç içedir. Hatta hem yapıp hemşiddetten dert yanan
kişiler, gazeteler,kanallar bile vardır”.
Alaattin Metin, Türkiye’deki şiddetin pek önlenmek istenmediğini belirtmiştir. “Bizim medya
olarak hatalarımız var. Millimaçlar ya da Avrupa maçları olduğu vakitkan davasına, çatışmaya
dönüştürmeyeçalışıyoruz. Yöneticiler, işadamları reklamlarıyapılsın, haberi büyüsün diye
medyanınhoşuna gidecek lafları söylüyorlar.”
Yusuf Kobal; “Başta kulüp yöneticilerive onlara çanak tutmak zorunda kalan spormedyası,
bence de şiddeti bilinçsiz birbiçimde körüklemektedir. Spor sayfaları,eğitim düzeyi nispeten daha düşük
olankesimi farkında olmadan tahrik etmektedir.”
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
337
www.ulkuocaklari.org.tr
İbrahim Altınsay’ın yorumu ise; “Birtoplum kendiyle ödeşemiyorsa düşmanyaratarak onlara
saldırır. Futbol medyası dazaman zaman bunu yapıyor. Gerilimikışkırtıyor. Ama çoğu zaman basın
başlatandeğil, körükleyen oluyor. Bakınız: Türkiye - İsviçreMilli Maçı…” şeklindedir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Özgür Şahiner; şiddetin yalnızcamedyadan kaynaklanmadığını şu sözleriylebelirtiyor. “Maça
giderken “Ölmeye geldik” diye bağıran, “Vur kır parçala bu maçı kazan” diye takımını destekleyen, rakibi
düşman gibi gören bir taraftar profili var ülkemizde. Stada döner bıçaklarıyla kesici ve delici aletleriyle
gelmek nasıl bir ruh halidir. Toplumsal yapımız kırıp dökmeye müsait. Tribüne gelen insanların sosyoekonomik durumunu, toplumsal yapısını da değerlendirmek gerekiyor. Öncelikle bunlar tartışılmalı. Spor
medyası bu konuda eleştiriyi hak ediyor olabilir. Bazı yazarlar, köşelerinde ya da ekrana çıktıklarında,
ortamı gerecek, şiddeti körükleyecek açıklamalar yapıyor. Ancak sahip oldukları konum itibari ile temsil
ettikleri kulüpler adına konuşan yöneticilerin hiç mi suçu yok.”
Murat Demiryas medyanın şiddetiözendirdiği ve körüklediği fikrinekatılmayanlardan. “Bu konuda
yıllardır çok eleştiri yapılıyor. Şiddet özendiriliyor, körükleniyor, medya yapıyor diye… Ama bence
medyanın rolünün yıllar ilerledikçe daha az olduğunu görüyorum. Örneğin Trabzonspor-Sivasspor maçı
oynandı ve seyirci maçın bitimine 30 saniye kala sahaya girdi ve rakip takım futbolcularını tartakladı,
dövdü. Daha sezonun ilk haftası ve herhangi bir aleyhte yayın yapılmamış ama yine de şiddet olabiliyor.”
Özgür Korkmaz; “Bu tabi ki sadece Türkiye’de değil İngiltere’de de yapılıyor. Ama İngiltere’de
bunu yapanlar tabloid gazete denilen The Sun, Daily Telegraph gibi çokciddiye alınmayan gazeteler.
Ama bizimburada en büyük gazetelerimiz çıkıp da iki İngiliz taraftarı öldürüldüğü zaman sahada da
yeri öptürdük dışarıda da yeri öptürdük diyebiliyor, böyle bir şeyin açıklanabilir bir tarafı yok. Ya da
her Fenerbahçe- Galatasaray maçından önce “Galatasaray taraftarları 1500 kişi gelecekler Kadıköy’e
çıkacaklar, Fenerliler onları bekliyor olacak” gibi. Biliyoruz ki Türkiye’deki taraftar kitlesi provokasyona
açık tipler. Bir küçük gazete haberi bile çok büyük infial yaratmaya yetiyor. Dolayısıyla, Türk spor medyası
çok daha dikkatli olmalıdır. Ama var olan bir şeyi de görmezden gelemeyiz. Eğer bir maç öncesi şehrin
sokaklarında taşlar havada uçuşuyorsa, polis biber gazı, göz yaşartıcı bomba kullanıyorsa, elbette
ertesi gün gazeteler bunu çok düzgün bir şekilde vermek zorundalar. O zaman gelen eleştirinin bir
kısmı da şöyle oluyor. Medya buna yer verdiği için bu da özendirici bir şey olarak görülüyor. Orada
çıkan olayların televizyonlarda, gazetelerde verilmesi, bu özendirici bir şey değil. Bu olmuş bir şeye
ayna tutulmasıdır. Gazeteciler olarak bunu yansıtmak zorundayız. Bunu görmezden gelemeyiz ama bu
tip bir şeyin ateşleyicisi olmamak zorundayız. Yani yangına körükle gitmemeliyiz ama yangının haberini
yapmak zorundayız bu bizim işimiz.“
Lütfi Özel medyanın şiddetten nedenşikayetçi olmadığını vurgulamış; “Kavga,şiddet olduğunda
kepazelik, rezillik diyor amamedya bundan hiç şikayetçi değil. Tam tersibunu yansıtmak sayfayı ya da
görüntüyüdoldurma anlamında çok işine yarıyor.”
Usta yazar Kahraman Bapçum’a göre medya organları gereksiz yere suçlanmakta; “Yarım yüzyılı
çoktan geçmiş spor yazarlığıhayatımda, spor medyasının şiddetiözendirdiği, körüklediği yönünde bir
örnekanımsamıyorum. Aksine spor dünyamızdagörülen şiddet konusunda yapılan haberlerkarşısında,
faillerin basını sorumlu tuttuğunuçok gördüm.”
338 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Şiddeti özendirmede veya körüklemede “Spor Kulüp Yöneticilerinin Etkisi” alt temasına ilişkin
spor yazarları görüşlerinin sayısal olarak ifadesi Tablo 3’de yer almaktadır.
Tablo 3 incelediğinde spor yazarlarının%57’,1’inin (24) şiddeti özendirme ve körüklemede kulüp
yöneticilerinin etkili olduğunu vurguladıkları görülmektedir. Aşağıda araştırmaya katılan bazı yazarların
bu konudaki düşüncelerini yansıtan mülakatları yer almaktadır.
Erhan Köknar; “Spor medyası direkolarak şiddeti özendiren haber ve yorumlaryapmaz. Bunlar
genellikle taraftarların veyaizleyicilerin algısına göre değişir. Medya,yöneticilerin sert demeçlerini haber
yaparakbu duruma bilmeden hizmet etmektedir...Şiddet medyadan çok kulüp yöneticilerinindemeç ve
uygulamalarıyla doğru orantılıolarak artmakta ve azalmaktadır.”
Meriç Enercan; “Türkiye’de şiddetiözendirenler sıralaması yapılsa, spormedyası elbette o listenin
içerisine girer.Ama neresinde yer alır, onu iyi tartışmaklazım. Türkiye’de kulüp başkanlarının,yöneticilerinin
ve teknik adamların verdiğidemeçlere bakıyorsunuz. Bunlara sadece aracılık eden medyadır.”
Cemal Ersen bazı televizyonprogramlarındaki yayınlardan şikayetçiolmuştur; “… Şiddeti
özendiricilikkapsamında yöneticilerin şiddeti körükleyen açıklamalarına biz yer vermezsek, burada
zaten frene basmış oluruz. Bir kulüp yöneticisinin kalkıp da hakeme ya da futbolcuya hırsız demesi
ve aşağılaması gazete veya televizyonlarda yer bulmazsa, medya görevini yerine getirmeye
başlamıştırdiyebiliriz.”
Haldun Domaç; “Zaman zamangazetelere konulan fotoğrafların ve demeçlerin herhangi bir
süzgeçten geçirilmeden, tamamen iyi bir haber yakaladık kaygısıyla yapılan bazı haberlerin ya da
manşetlerin, bugün biraz daha az kullanıldığını düşünüyorum. Fakat yine de bu sorumsuz yayıncılığın
devam ettiğini düşünüyorum. Salt faturayı spor basınına kesmek de çok ciddi bir yanlış olur. Burada
fatura kesilecek en önemli iki unsur yöneticiler ve Futbol Federasyonudur. Yöneticilerin açıklamaları
hiçbir sorumluluk taşımadan yapmaları, söyledikleri sözlerin ne tür bir sonuç doğuracağını düşünmeden
yapmaları, keza aynı şekilde Futbol Federasyonunun da caydırıcı cezalar verme ve güvenlik oluşturma
konusunda yaptığı uygulamaların yanlışlığı ülkede biraz şiddeti körüklüyor. Kaldı ki statlarımızda
yaşanan şiddetin sorumluluğu da buradan geliyor.”
Cem Can konuya başka bir açıdanbakmıştır. “Şiddet konusunda ileri sürdüğüm özgün bir de
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
339
www.ulkuocaklari.org.tr
Onur Belge; “Spor medyası bizatihi Şiddeti özendirmez. Özendirenler tek kelimeyle yöneticilerdir.
Yaptığı açıklamaya yer verdiği için spor medyasının bir numaralı aracılık rolü olduğunu söylemek
gerekir. Örneğin, İsviçre ile oynadığımız ve kaybettiğimiz ilk maçtan sonra burada çıkan olayların bir
numaralı sorumlusu Fatih Terim’dir. Milli Takım teknik direktörü orada olan ilk maçtan sonra yaptığı
basın toplantısında ikinci maç için ülkeyi ve takımı motive etmek istedi. Ancak yaptığı açıklamalar
motivasyon yerine kışkırtma haline geldi.”
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
görüş var: “Kötü yönetim şiddettir” yönetimler şiddetin ortaya çıkışındaki rollerini gözlerden kaçırmak
için sahte gerekçeleri desteklemektedirler. Durumu değerlendirdiğimizde futbol şiddetinden en büyük
zararı taraftar ve medya görmektedir. Buna karşın şiddetin önlenmesi için en ağır tedbirler ısrarla bu iki
odağa yönelmektedir…”
Tablo 4’de, spor yazarlarının, spormedyasının şiddeti özendirdiği veya körüklediğine ilişkin
görüşlerinden ortaya çıkan “tiraj/reyting kaygısı” ile ilgili alt temanın sayısal verileri yer almaktadır.
Tablo 4 değerlendirildiğinde, sporyazarlarının %23,8’inin tiraj ve reyting kaygısının şiddeti
özendirme ve körüklemede etkili olduğu konusunda görüş bildirdikleri görülmektedir. Yazarların %76’sı
ise bu konuda herhangi bir görüş belirtmemiştir. Spor yazarlarının şiddetin körüklenmesinde tiraj ve
reyting kaygısının etkisi ile ilgili görüşleri ise şöyle;
Erhan Köknar, “Bazı spor gazetelerinintiraj kaygısıyla şiddet çağrıştıran, öfkeye yol açan,
saldırgan başlık ve haberleri kullandığı bir gerçektir.”
GülengülAltınsaytiraj kaygısınınmedyayı yanlışa sürüklediğini belirtmiştir. “Tiraj her şeyden
üstündür. Bugün önemlidir,yarın değil. Bu yüzden halkın en gerikesimlerinin anlayışları körüklenir.
Fanatiktaraftarın duyguları okşanır.”
Ercan Güven; “Herkes bilir ki,olumsuz haberlerin tirajı/reytingi dahafazladır. Spor medyasında
rekabet enyüksek seviyede yaşanmaktadır. Bu yüzdenbilinçli veya bilinçsiz şiddeti ararlar
basınmensupları. Bazıları daha da ileri gidipşiddet ortamının yaratılmasınıkolaylaştırırlar, katkı yaparlar.”
Atilla Türker; “Maalesef gazetelertamamen tirajı düşündüğü için ne kadar ağır ve çarpıcı sözler
söylenirse o doğrultuda bir okuyucu kitlesine ulaşıldığı zannediliyor.”
Cemal Ersen; “Özellikle bazı televizyon programlarında, bundan biz de şikâyetçiyiz. Reyting
uğruna, ilgi çekmek, programı izlenir kılmak adına, ne yazık ki butür şiddeti özendirici, hatta körükleyici
yayınlar var. Yazılı medyada da kalemi sığ diyebileceğim spor yazarlarının dışında bazı gazetelerin yine
tiraj uğruna haber başlıklarında, spotlarında gazetecilik etiğiyle bağdaşmayan yöntemler uyguladıklarını
biliyoruz. Yakın geçmişe kadar hayvan isimleriyle adlandırılan başlıklar atıldığını da biliyoruz.”
Yusuf Yalkın; “Bir kulüp başkanınınaçıklamalarını bize tiraj getireceğini ya da reyting getireceğini
düşünerek alıyoruz. Biraz da üstüne katarak katmerli bir biçimde haberi manşetten veriyoruz. Kavga
mı çıkar? Tribünde insanlar birbirine silah mı çeker? Adam mı öldürülür? Adam öldürüldü Beşiktaş
maçında hiçbir şey diyen oldu mu? Hiçbir şey duyduk mu sonra? Duymadık.”
Atıf Keçeci; “Medya da maalesef reyting düşüncesiyle, başka bir gazetenin bu olayları geniş
vereceği düşüncesiyle onlar da bu haberleri geniş görüyorlar. Bu da aynı Türkiye’deki terörle ilgili
340 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
haberlerin geniş bir şekilde verilmesinin yanlışlığı gibi burada da aynı yanlış maalesef yapılıyor”.
Murat Ağca; “Sonucunun neyevaracağını bilmeden sadece sansasyon, tiraj ve reyting kaygısıyla
maalesef özellikle tansiyonu yüksek karşılaşmalar öncesinde ve sonrasında medyada bu tip yayınlar
yapıldığını görüyor”.
Spor yazarlarının spor medyasınınşiddeti özendirme veya körüklemede “Taraftar Yazarlık” alt
temasına ilişkin görüşlerinin sayısal dağılımı Tablo 5’de verilmektedir.
Tablo 5’e bakıldığında sporyazarlarının %11,9’unun taraftar yazarlığın (fanatik kulüp yazarlığı)
şiddeti özendirme ve körüklemede etkili olduğu konusunda görüş bildirdikleri görülmektedir.
Özgür Şahiner; “Özellikle daha önceformasını giydiği takımı adına konuşan yazarların olaylara
bakışı daha çok kendi pencerelerinden oluyor. Kulüp yöneticiliği yapmış, ancak daha sonra bir şekilde
medyanın içine girmiş insanlarda benzer yolu seçiyor. Burada kendi taraftarına şirin görünme çabası
içinde hareket ederken, karşı tarafı rencide ettiğini unutuyor. Kimi zaman gazetelerde kullanılan
manşetler, rakibi küçük düşürücü ve kışkırtıcı nitelikte oluyor.”
Öcal Uluç; “Özellikle TV ekranlarındahafta sonlarında yapılan “sözde” spor ve futbol programları
şiddetin kaynaklarından biri olarak önümüze çıkmakta. Ekrandaki çoğu kulüpçü ve taraftar yorumcular
birbirlerinehakaretler yağdırırlarken, taraftarı nasıl şiddete tahrik ve teşvik ettiklerini hiç ama hiç
düşünmemektedir. Hem de her hafta “daha ağır” tabirler, kelimeler, cümleler ve sözcüklerle!.. Bu çirkin
ve tehlikeli reyting yarışına, RTÜK’ün mutlaka “Dur” demesi gerek ama nerde o RTÜK?..”.
Tayfun Bayındır; “Taraftar biçimindekiyazarlık, renktaşlık, kulüplerin elde ettiği başarı ile orantılı
yazılar, kulüplerin elde ettiği yenilgilerle yazılan yazılar, taraftarı yönlendirici ve etkileyici yazılar
sporda şiddetin artmasında medyanın ciddi biçimde rol almasına neden olmuştur... Spor yazarlığı ve
yorumculuğu yapan insanları üst üste koyduğunuz zaman çok farklı alanlardan gelen, ama sadece bir
kulübü desteklediği ve bir kulübün önemli ismi olduğu için, ya da bir kulüpte bir süre futbolcu, teknik
adam olarak görev yaptığı için bir anda kendini spor yazarı kisvesi altında gören insanların varlığından
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
341
www.ulkuocaklari.org.tr
Kemal Belgin; “Köşe yazarları, muhabirler ve yöneticilerin bir kısmı amigo gibi davranıyor. Fanatik
kulüp taraftarı gibi davranıyorlar. Onların hazırladıkları gazetelerde veya bulundukları televizyonlarda
yayınlanan haberler, yorumlar tabii ki şiddetin dozunu artıracaktır. Bugün cebindeki son parasıyla maça
gelen insanları, yürekten taraftarları bile geçmiş durumdalar. Onlar bile artık yapmıyor bunların yaptığını.
Bizim takım kötü oynadı. Bu maçı hak etmedik diyen taraftarlar varken, bu amigolara göre hiçbir şekilde
kendi takımları mağlup olmuyor. Mümkün değildir, eğer mağlup oluyorsa yan güçler neden oluyor gibi
sporda hiç yeri olmayan, tamamen dedikodu üretim merkezlerinin ürünü olan şeyler. Hiçbir belge, yazılı
bir şey yok sürekli insanlara iftira atmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz. Basındaki amigoları da alıp
gazetelerine aktarıyorlar ondan sonra tribünlere gelen adamlar da terör estiriyorlar”.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
dolayı bunlar gerçekleşmektedir. Ama hepsini kastetmiyorum. Bu tür gruplardan gelip de spor medyası
içinde önemli yerler edinmiş spor yazarlığına ciddi katkıda bulunmuş insanlarda var. Fakat çoğunlukla
Türk spor medyasında şiddeti körükleyebilecek uygulamalar yapan insanlardan oluşmaktadır.”
Ömer Üründül; “Benim de çoküzerinde durduğum bir konudur. Gerçekten spor medyası maalesef
şiddeti özendirmektedir. Bunun da bir numaralı nedeni medyada kulüpçülük olmasıdır. Dünyanın hiçbir
yerinde olmayan üç büyük taraftarı Türkiye’de vardır. Çünkü bütün Türkiye’de bu kulübün taraftarları
vardır. Bu yüzden medya da orada olduğundan bu rekabet doğmakta, rekabetten dolayı herkes gerek
yazılarında gerekse eleştirilerinde kendi tuttuğu takım yönünde eleştiriler yaptığı ve objektif davranmadığı
için bu gibi şeyler meydana gelmektedir.”
TARTIŞMA ve SONUÇ
Spor ve şiddet kavramları genel olarakbirçok spor branşında karşımıza çıksa da ‘birsporun daha
fazla erkek sporu olması, özellikle elit düzeyde yapılıyor ve takım sporu olması ve finanssal olarak karlı
olması’ (9)sporda şiddetin temel nedenleri olarakgörülmektedir. Dolayısı ile ülkemizde spor veşiddet
söz konusu olduğunda dikkatin buözellikleri taşıyan en popüler spor dalı vemedyada en çok yer bulan
futbol, futbolkulüpleri, futbolcular, antrenörler, kulüpyöneticileri ve belirli takımlar üzerindeyoğunlaştığı
görülmektedir.
Spor medyasının özellikle futbolalanlarındaki şiddeti körüklediği veyaözendirdiğine inanan
görüşmecilerin (%76,6)önemli bir kısmı bu ilişkiyi ortaya koyarkenüzerinde durdukları en önemli noktalar
“kulüpyöneticileri”, “tiraj ve reyting kaygısı” ve“taraftar yazarlık” olduğu söylenebilir.
Araştırmada yer alan görüşmecilerin24’ü (%57,1) spor medyasının şiddetiözendirme veya
körüklemede kulüp yöneticilerinin verdiği demeçler veya yaptığı açıklamaları medyanın doğrudan
okuyucu ve izleyicilerine yansıttığı için medyanın suçlandığı görüşündedir. Rona’nın (12) Ankara,
İstanbul, İzmir ve Trabzon illerinde oynanan müsabakalarda şiddet olaylarına karışmış ve polis
kayıtlarına geçmiş seyirciler üzerindeyaptığı çalışmasında, “seyircilerin%56,3’ünün kulüp başkan ve
yöneticilerininrakip takım aleyhine vermiş olduğu demeçlerden etkilendikleri” bulgusu ve Talimciler’in
(19) “Spor alanlarında yaşanan şiddete karşı alınan ya da alınacak tedbirler genellikle taraftarlara
yönelik olmakta, seyircileri kışkırtan ya da holigan olduğu söylenen gruplara maddi kaynak sağlayan
kulüp yöneticilerine karşı herhangi bir işlem yapılmamakta” görüşü araştırmayı desteklerniteliktedir.
Ülgen’e (24) göre “Medya içindesporda şiddeti körükleyen kötü çobanlar olduğu gibi kulüp
yöneticileri içinde de kötü çobanlar vardır”. Her ne kadar sezonbaşlarında kulüp başkanlarının “Şiddete
karşı işbirliği yaptık” ve statlardaki telörgülerin kalkması gerektiği gibiaçıklamalar yapsalar da bunun gibi
iyi niyetgösterileri tribünlerdeki şiddeti engellemeyeyetmiyor (21). Çünkü bu iyi niyet gösterilerigenellikle
ilk maçta unutuluyor; maç öncesiyerini sporcuları ve seyircileri motive etmeyeyönelik şiddet içerikli
342 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
beyanatlar alırken, maç
sonrası başarısızlıkların faturasını başkalarına kesmek için beyanatlar veriliyor. TSYD eski
Başkanlarından Belge bu durumu şöyle ifade ediyor: “Bazı kulüplerinyöneticileri ve bazı sporcular
maalesefşiddetin kaynağı oluyorlar. Kendibaşarısızlıklarını ya da hatalarını faturaetmek için şiddeti
çıkarıyorlar,körüklüyorlar. Gerek hakeme karşı, gerekrakip takıma karşı, gerekse tribünlere karşı.
Ondan sonra da kendi hatalarının göz ardı edilmesini sağlamaya çalışıyorlar. Maalesef birçok zaman
bunu başarıyorlar. Ama şiddetin asıl kaynağı galiba sorumsuz yöneticiler” (21).
Spor alanlarındaki şiddetinkabahatini kulüp yöneticilerine yükleyen Kongar, bir toplumbilimci
gözüyle durumu şöyle değerlendiriyor: “Tribün şiddetininardındaki temel öğe, kulüpler
tarafındanbeslenen (fanatik taraftar/amigo) bir avuçinsanın önderliğidir. Sağlanan çeşitliavantajların
yanında, bu taraftarlarabedava bilet de verilir. Bunlar da bubiletlerin bir kısmını satar ve para kazanır,bir
kısmını da tribünlerde kendilerinedestek olsunlar diye yandaşlarına verir.Toplumu şiddet eğilimleri
bakımındansuçlamadan önce bu örgütlü amigoşiddetinin önlenmesi gerekir. Kulüpyönetimlerinin, bu
konuda alacakları bir ikikarar ve bir iki küçük önlemle bu şiddetbıçakla keser gibi sona erdirebilir.” (21)
Medya bunu kimi zaman fotoğraflar aracılığıyla “golcü futbolcuları asker kıyafetlerive
ellerinde silahla nişan alma pozisyonundafotoğraflarının yayınlaması” (22), kimi zaman “Meydan
Muharebesi; Konya-BeşiktaşTaraftarları Birbirine Girdi” (13), “Uşak’ta KanAktı” (17), “Kanlı ‘Pankart
Hesaplaşması”(25), “Futbolcular Barut Fıçısı” (7) gibi şiddete çağrı yapan gazete başlıklarıyla, kimi
zaman da yazılan yazı ve yorumlarla gerçekleştirmekte ve saha dışında yaşanan yaralama, öldürme,
karşılıklı çatışma, hatta takım otobüslerinin taşlanması gibi şiddet olaylarının sıklıkla yaşanmasında
tetikleyici olabilmektedir.
Aslında, daha çok kullanılan kelimelerle alakalı olan şiddeti körükleyici haberlerin, istenirse
şiddet içermeyecek şekilde aktarılması mümkün olmasına karşın, Türk spor medyası daha çarpıcı ve
sansasyonel olduğu için şiddeti körükleyen ve özendiren dili tercih edebilmektedir. Çünkü önemli olan
televizyon programlarının izlenmesi veya gazetelerin tirajı olduğu için holiganların saldırganlıkları gibi
haberler sansasyonel habercilik için iyi malzeme olabilmektedir (5).
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
343
www.ulkuocaklari.org.tr
Görüşmecilerin %23.8’i (10 kişi)medyanın spordaki şiddet üzerindeki etkisinin tiraj/reyting
gibi ekonomik nedenlerden kaynaklandığı görüşündedir. Girgin’in (4) bu konudaki görüşü de
araştırmayı destekler niteliktedir; “Özellikle ticari kaygılarla hareketeden spor medyası belirli
takımlar arasındayoğunlaştırılan gerilim satış/reyting getirdiğiiçin şiddet desteklenmektedir. Bu
nedenle,çarpıcı, hatta tahrik edici sloganlarüretilmekte, başlıklar atılmakta, yazılarkaleme alınmakta,
verilmemiş demeçlerverilmiş, söylenmemiş sözler söylenmiş gibikullanılabilmektedir. Amaç, bir yandan
bireyihabersiz bırakmayarak ilgiyi sürekli kılmak,bir yandan da gerilimi düşürmemektir”.Dolayısı ile
medyada yer alan bu tür haberleratmosferi gererek tribün terörüne olumsuz yönde etki yapmaktadır
(20, 24, 26).
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Böylece, kışkırtıcı söylem kullanarak duygulara seslenmeyi tercih eden medya toplumdaki şiddet
eğilimlerini dekörüklemektedir (23). TBMM (22) araştırmakomisyonu raporunda yer alan araştırmada
elde edilen “Türkiye’nin önemli futbol takımlarının yer aldığı dört kentinde futbol maçlarında şiddet
olaylarına karışan ve polis kayıtlarına geçmiş futbol seyircilerin yarısından fazlası (%51,7) maçtan önce
spor medyasında çıkan haberden etkilendiklerini, %33,3’ü ise kısmen etkilendikleri” bulgusu bu durumu
doğrular niteliktedir.
Türkiye’de medyanın herhangi bir alanında çalışmak için hiçbir ölçütün olmaması medyada etik
problemlerin önemli bir kaynağı olarak görülmektedir. Bunun en belirgin örnekleri de spor medyasında
yaşanmaktadır. Örneğin, eski hakem, sporcu ve antrenörler kolaylıkla spor medyasında kendisine yer
bulabilmektedir. Oysa, eski futbolcuların antrenör olabilmesi için çeşitli kurs ve seminerlere katılması
zorunluolmasına karşın, spor medyasında çalışmakiçin eski hakem, futbolcu ve antrenör olmanın
dışında pek bir kriter yoktur (18). Dolayısı ile bu durum spor yazarlığı mesleğine zarar vermekte ve
birçok soruna da kaynaklık etmektedir. Beş görüşmeci yazarın (%11,9) da bu yönde görüş bildirmesi
bu gerçeğin göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündürmektedir.
Ayrıca, bazı spor yazarlarının kendi içgüdülerini ön plana çıkararak olaylaramümkün olduğunca
farklı bakış açısıgetirmeleri, spor yazarlarında taraftarlık olgusunu aynı zamanda tutarsızlığı da
beraberinde getirmektedir. Taraf olarak yazdıkları haber ve yorumlar, saha daoynanan oyun ve
sergilenen performans ile spor basınında yer alan yazıların farklı olmasına yol açmaktadır (18).
Yukarıda anılan alt temalarla sporda şiddetin medya tarafından özendirildiği/körüklendiğine
inanan görüşmecilerin yanında, medyanın bu konuda etkisi olmadığına inanan görüşmecilerde (%11,9)
bulunmaktadır. Bu görüşmeciler daha çok suçlu arama telaşı ile sorumluluğun medyaya yüklendiği
ve toplumsal yapı ve sosyo-ekonomik durumun spor alanlarındaki şiddetin kaynağı olduğu üzerinde
durmaktadır. Her ne kadar görüşmecilerin bir kısmı medyanın sporda şiddete bir etkisi olmadığını
düşünse de araştırma bulguları önemli bir çoğunluğun farklı yollarla da olsa medyanın etkisi olduğu
yönündeki algıları, kamuoyunda oluşan yaygın kanaati doğrulamaktadır.
Sonuç olarak spor medyası şu veya bu yolla spor alanlarında görülen şiddet olaylarının bir
kısmında doğrudan, bir kısmında da dolaylı olarak aktif rol almaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, spor
alanlarında şiddetin önlenmesinde asıl görev kanun yapıcılar, üst basın kuruluşları ve kulüp yöneticilerine
düşmektedir. Çünkü ülkemizde sadece spordaki şiddeti önlemeye yönelik kanun çıkarmakla veya basın
kuruluşları tarafından deklare edilen etik kodlarla veya kulüp başkanlarının spordaki şiddeti kınayan
açıklamalarıyla sporda şiddetin önüne geçilemediği açık şekilde görülmektedir. Bursaspor-Beşiktaş
maçı öncesinde yaşananlar, sporda şiddetin önlenmesindekanun çıkarılmasının tek başına yeterli
olmadığını, taraftarların kanunla ilgili bilinçli olmadıklarını, kendilerini ve kulüplerini sıkıntılı bir sürecin
içine sokabileceklerini göstermektedir. Kanunların çıkarılmasının yanı sıra kararlılıkla uygulanması,
şiddete müsamaha gösterilmemesi, kanun koyucuların, federasyonun, yöneticilerin, sporcuların,
344 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
taraftarların ve medyanın konuya samimiyetle yaklaşması önemli görülmektedir. Sporda şiddetin
önüne geçilmesinde, aslında hemen her platformda dile getirilen -temeli eğitimden geçen- basit bir iki
uygulama ciddi olarak ele alınmalı ve hiç taviz verilmeden uygulanmalıdır.
KAYNAKLAR
1. Bernstein, A.,Blain, N., “Sportandthe Media: TheEmergence of a ResearchField, in Sport, Media, Culture: Global
andLocalDimensions” Culture, Sport, Society, 5 Special Issue, pp. 1–30, Autumn 2002.
2. Demir, V., “Medya ve Etik”, XI. Yerel Medya Eğitim Semineri, s.77–86, Adıyaman, 26-27 Mayıs, 2005.
3. Francis L. F. Lee, “SpectacleandFandom: Media Discourse in Two Football Events in Hong Kong”, Sociologyof
SportJournal, 22, pp. 194-213, 2005.
4. Girgin, A.,Hata! Köprü başvurusu geçerli değil., “Spor Medyası ve Basın Ahlak Kuralları”, İstanbul Üniversitesi Spor
Dergisi, 4, Ağustos 2000, Erişim Tarihi 21 Mart 2008.
5. Hoffner, S., “Spor Medya ve Toplum”, Spor Ahlakı ve Spor Felsefesine Yeni Yaklaşımlar Sempozyumu, (Çev: Günay
Develi), İstanbul, s.184-185, 1991.
6. Hughes, S. ve Shank, M., “DefiningScandal in Sports: Media andCorporate Sponsor Perspectives”, SportMarketing
Quarterly, 14, pp. 207-216, 2005.
7. Hürriyet Gazetesi, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/11/01/546074. asp, “Futbolcular Barut Fıçısı”, 01/11/2004, Erişim
30 Eylül 2009.
8. Hürriyet Gazetesi http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/17732253.asp, “Bursa’da Holigan Dehşeti”, 8 Mayıs 2011, Erişim
Tarihi 19.09.2011,.
9. Kane, M. J., “SociologicalAspects of Sport,” in ContemporarySport Management, Human Kinetics, ed. Janet B. Parks,
JeromeQuerterman, LucieThibault, 3rd ed., pp. 394, 2007.
10. Moy, P.,Mccoy, K., Spratt, M., ve Moy, M. R. M., “Media Effects on PublicOpinionAbout A NewspaperStrike,”
JournalismandMassCommunicationQuarterly, 80, pp. 391-409, Summer 2003.
11. Resmi Gazete, “6222 Sayılı Sporda Şiddet Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun” 14 Nisan 2011, Sayı: 27905.
12. Rona M.Ş., “Futbol Müsabakalarında Şiddet Olaylarına Karışarak Adli Kayıtlara Geçen Seyircilerin Psiko-Sosyal
Analizleri Üzerine Bir Araştırma”, Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Beden Eğitimi ve Spor Ana Bilim Dalı, Doktora
Tezi, Ankara, 2003.
13. Sabah Gazetesi, http://arsiv.sabah.com.tr/2004/11/08/spo104.html-, “Meydan Muharebesi”, Sabah Gazetesi İnternet
Baskısı, 08/11/2004, Erişim 18 Nisan 2009.
14. Sabah Gazetesi, http://www.sabah.com.tr/Spor/2011/05/12/tffolaganustu-toplandi, “Bursaspor’un cezası belli oldu”, 12
Mayıs 2011, Erişim 18 Mayıs 2011.
15. Sazak, D.,http://www.milliyet.com.tr/2004/12/02/ombudsman/aokur.html, “Taraftarın Ölümü,Medya, Şiddet ve ‘Linç’
Kültürü”, Milliyet Gazetesi,12.02. 2004, Erişim Tarihi 28 Nisan 2007.
16. Sporvizyon, http://sporvizyon.zaman.com.tr/?bl=41&hn=12197, “Şiddet ve Ayrımcılığın Gölgesinde Fair-Play!”, Zaman
Gazetesi, 2006, Erişim Tarihi 22 Mart 2007.
18. Şahan, H., “Türkiye’de Spor Yazarlığı ve Futbol Kamuoyu Üzerine Etkileri”, Selçuk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü
Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2001.
19. Talimciler, A., Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2003.
20. Tanrıkulu,A.,http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=84646, “İnsanlar Pozitif Haber İstiyor”, Medya’dan Özeleştiri,
Radikal Gazetesi İnternet Baskısı, 10/08/2003, Erişim 28 Eylül 2008.
21. Taşkıran, B., Aydoğdu, F., http://www.istanbul.edu.tr/iletim/?page=template-news/detail&int _Id=209, İletim Gazetesi,
Sayı 88, Haziran 2004, Erişim Tarihi 03.06.2009.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
345
www.ulkuocaklari.org.tr
17. Star Gazetesi, http://www.stargazete.com/spor/usak-takan-akti-haber-39484.htm, “Uşak’ta Kan Aktı”, Star Gazetesi
İnternet Baskısı, 05/09/2005, Erişim 22 Kasım 2009.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk Dili
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
346 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TÜRK SOYU ve TÜRK DİLİ
Erol Güngör
Bugün Türk denince Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve ana dili Türkçe olan insanlar
akla geliyor. Halbuki yeryüzünde ana dili Türkçe olup da bizim sınırlarımızın dışında yaşayan milyonlarca
insan vardır. Demek ki, Türklerin bugünkü Türkiye’ye gelmeden önce de bir târihleri vardı. Bu târih
boyunca çok çeşitli ülkelere yayılmışlar, oralarda devletler kurmuşlardı. Ancak bütün bu Türklerin ortak
ataları kimlerdi? İlk Türkler nerede yaşamışlar, sonra nerelere dağılmışlardı? Türk Dünyâsı denince
hangi ülkeleri, hangi toplulukları anlamalıyız?
Asıl geçim kaynaklan hayvancılıktı. Bu yüzden hep hareket hâlinde bir hayat sürüyorlar, çok
iyi at kullanıyorlardı. Son derece çevik süvârî birlikleri sayesinde komşu ülkeler üzerinde hâkimiyet
kurabiliyorlardı. Çin’de bile zaman zaman hükümdarlık, Türk ailelerinin eline geçiyordu.
Eski Çin târihleri Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adlarını hep Çince yazdıkları için,
bu isimlerin asıl Türkçe’deki karşılıklarını iyice bilmiyoruz. Bizim atalarımız o çağda “Türk” adıyla
anılmıyordu. “Türk” kelimesi bugün bir milletin adıdır, ama atalarımız o zaman henüz bir millet hâlinde
değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşîretin ayrı bir adı vardı.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
347
www.ulkuocaklari.org.tr
İlk Türkler, yânî bizim en eski atalarımız bugün Orta Asya diye bilinen yerde, Tanrı Dağları ile Altay
Dağları arasında yaşıyorlardı. Târih öncesi insanlar ve kültürlerle uğraşan bilim adamlarının o bölgelerde
yaptıkları kazılardan elde edilen bilgilere göre, Türkler beyaz ırktan ve geniş kafalı (brakisefal), orta
boylu insanlardı. Burası Çin’le sınırdaş olan bir ülke idi; bu yüzden Türklerin eski târihlerineâid bilgilerin
pek çoğunu Çin târihinden öğreniyoruz. Çin târihleriMilât’tan önce 2000-1000 yılları arasında ilk Türk
hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen târihi, dört bin yıllık bir târihtir. Türk Dili’nin
üç bin yıl öncesi bilinmiyor. Türkler o zamanlarda hem soy, hem dil bakımından yakın komşularından,
yâni Çinlilerden ve Moğollardan farklı idiler.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk adı çeşitli Türk boylarından birinin adı idi. Bu kelimenin aslı “Türük” olup kuvvetli anlamına
gelir.* M.S. Altıncı Yüzyılda anan dili Türkçe olan bütün boyların her biri değişik bir isimle anılmakla
birlikte, bunların hepsine birden “Türk” denilmeye başlanmıştır. Demek ki en eski atalarımız aynı dili
konuşmaları sayesinde bir tek millet olduklarını anlamışlar ve Türk Dili onların birlik sağlamalarında
başlıca rolü oynamıştır. Bugün biz de Türkçemiz sayesinde hepimizin aynı milletin çocukları, yâni
kardeş olduğumuzu anlıyoruz.
Bâzı araştırmacılara göre “Türk” kelimesi, “Töre” kelimesinden türetilmiş bir kelimedir ki, “Törük’ten
bozularak “Türk” hâline gelmiştir. “Törük”, “Töreli, Töre sahibi” demektir. Eski Türklerde Töre, kaynağını
“Türk Dîni” diyebileceğimiz eski Türk inanç ve telakkilerinden alan topluluk hayâtınıtanzîm eden
hukuk normlarından ibarettir. Hükümdarlar siyâsî iktidarlarını (kut’larını) işte bu hukuk çerçevesinde
kullanabilirler, tebea birbirleriyle ve devletle olan münâsebetlerini yine bu hukuk çerçevesinde tanzîm
ederlerdi. Buna uyanlar “Törük” (yâni Töreli), uymayanlar ise “Kazak” (yâni âsî, töreden çıkmış) olurlardı.
“Türk’ün kuvvetli mânâsına gelmesi de, herhalde Töre çerçevesinde sağlanan “birlik”le ilgili olmalıdır.
Nitekim “Birlik kuvvettir” anlayışı târih boyunca her devirde Türk devletleri ve toplulukları için geçerli
olmuş bir anlayıştır.
Dilimizin târihi, milletimizin târihi kadar eskidir. Türkçe dünyadaki çeşitli dil grupları arasında
Ural-Altay dil grubunun Altay Dilleri’nden biridir. Finliler’in ve Macarlar’ın dili Ural Dillerindendir. Altay
Dilleri arasında ise Türkçe ile birlikte Moğol, Mançur ve Kore dilleri vardır. Türkler soy bakımından
Moğollar’dan ve Koreliler’den ayrıdır, ama dilleri onlarınkiyle aynı kökten çıkmıştır. Bu diller sonradan
birbirinden iyice ayrılmış, aralarında sâdece eski bir akrabalık kalmıştır.
Bugün Ural-Altay adı altında anılan milletler ve diller Tûrân kavimleri ve Tûrân dilleri diye de anılır.
Eski İranlılar Türkler’in yaşadıkları ülkelere “Tûrân” adını veriyorlardı. Meşhur İran şâiriFirdevsî›nin
Şehnâme adlı kitabında İranlılarla Tûrânlılar’ın savaşları anlatılır. Bu kitapta sözü edilen Tûrân
kavimlerinin Sakalar (veya İskitler) olduğu sanılmaktadır. Tûrân hükümdarı Afrâsiyab’ın ise Alp Er
Tunga olduğunu söyleyenler vardır. Sakalar’ın Türk olup olmadıklarını iyi bilmiyoruz. Saka Devleti, belki
Türkler’in hâkim oldukları ama içinde birçok yabancı kavimlerin de bulunduğu bir devlettir.
348 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
DÜNYADA TÜRK DİLİ
Sosyo-Politik Bir Yaklaşım
Doç. Dr. Timur Kocaoğlu
İlk Türk dilcisi ve aynı zamanda ilk Türkolog sayılan Kaşgarlı Mahmud 11. yüzyıldaki Türk boyları
hakkında bilgi verirken, “Türkler aslında 20 kabiledirler ve her kabilenin de çok sayıda dalları vardır ki,
onların sayısını ancak Allah bilir” der. Kaşgarlı Mahmud’un 11. yüzyıldaki Türk boy adlarından bazıları
bugün de aynı adla yaşarken (Kırgız, Tatar, Başkırt gibi), bazı adlar ise yalnız bugünkü boyların tarihi boy
grubu adı olarak hatırlanıyor (Oğuz Kıpçak Karluk gibi). Bazı boy adları işe, çoktan tarih sahnesinden
çekilmişler (Peçenek, Basmil, Yemek gibi). Kaşgarlı Mahmud’un saydığı Türk boy adlarının birçoğu da
8. yüzyıldaki Orhun yazıtlarında geçmekteydi. Kaşgarlı Mahmud Türk boylarının dil özelliklerinden bir
bölümü hakkında da Divan›ında iyi bir dilci dikkati ile bize bilgi aktarıyor.
Kaşgarlı Mahmud’dan tam 8 yüzyıl sonra 19. yüzyıl sonlarında Alman asıllı Rus Türkologu
Wilhelm Radloff Türk lehçeleri Edebiyatından örnekler serisi antolojilerinde özellikle Güney Sibirya ve
Altay bölgesindeki çok sayıda Türk boylarının ağızlarından derlenmiş halk edebiyatı örneklerine, 4
ciltlik Türk Ağızları (Diyalektleri) Sözlüğü›nde de onların sözvarlığına yer vermiştir (KoybalKaçin, çulim,
Soyon, Altay-Kiji gibi).
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
349
www.ulkuocaklari.org.tr
Bugünkü konuşmamın üst başlığı Dünyada Türk Dili ise de, alt başlığını Sosyo-Politik Bir
Yaklaşım diye adlandırdım. Konuşmamda bugün dünyada Türk dilinin çeşitli kollarının tam sayısı,
nerelerde ve sayıca kaç kişi tarafından konuşulduğu hakkında ansiklopedik ve istatistik bilgiler vermek
amacında değilim. Ben burada hem kullanmakta olduğumuz bazı tartışmalı terimler üzerinde durmak,
hem de dünyadaki Türk dilinin çeşitli kollarının bugünkü durumuna onların tarihi gelişimlerini de göz
önünde bulundurarak sosyo-politik açıdan yaklaşmak istiyorum. Benim burada vurgulamak istediğim
tez şudur: tarih boyunca olduğu gibi bugün de Türk dilinin çeşitli kollarının ortaya çıkışları, varlıklarını
sürdürmeleri, bazılarının yazı dili durumuna gelmeleri gibi dilbilim olayları aslında o yörelerdeki Türk
topluluklarının sosyo-politik gelişmeleriyle sımsıkı bağlı olagelmiştir. Bu konuşmamda böyle gelişmeleri
sizlerle tartışmaya açarken, ancak bir kaç örnekle yetineceğimi, Türk dilinin geçmişteki ve bügünkü
bütün kollarını içine alan geniş boyutlu bir araştırma raporu sunmayacağımı da önceden belirteyim.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Görüldüğü gibi, Türk boyları ve onların konuşma dillerinin sayısı tarih boyunca tam olarak tespit
edilemeyecek kadar çok olduğu gibi, bugün de çoktur. Türkoloji çalışmalarının bugünkü düzeyinde bile,
biz Türk dilinin bütün kolları ve onların alt-kollarını hepimizi tatmin edecek yeterlikte ayırt ederek topluca
sıralama imkan ve bilgisine sahip değiliz.
Türkiye’de sıkça kullanılan Türk lehçeleri teriminin tam anlamı benim için o kadar açık ve belirgin
değil. Astelik, Türk lehçeleri dediğimiz zaman bugün dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan ve genel bir
Türk dilinin kollarından birini kullandığı varsayılan toplulukların konuşma ve yazı dillerinden hangilerini
bu Türk lehçeleri terimi içinde toplayacağımızı da yüzde yüz kesinlikle bilmediğimi burada itiraf etmeliyim.
Bu yüzden, konuşmamın başında genel olarak Türk dili, Türk lehçeleri, Türk şiveleri, Türk ağızları, Türk
dilinin kolları terimlerinden ne anlaşıldığını yine bir kez sizlerle tartışmak istiyorum.
Türkçe ve Türk dili terimleri bizde, yanı Türkiye’de, biri dar, ikincisi geniş olmak üzere iki ayrı
anlamda kullanılıyor. Dar anlamda bugün Türkiye’deki konuşma ve yazı dilini Türkçe ve Türk dili diye
adlandırıyoruz. Geniş anlamda işe, Türkiye’deki Türk dili ile birlikte yeryüzündeki başka Türk konuşma
ve yazı dillerini de topluca Türkçe ve Türk dili diye karşılıyoruz.
Reşit Rahmeti Arat Türk dilinin kollarını sınıflandırmada lehçe ve şive terimlerini kullandı. Çuvaşça
ve Yakutçayı Türk dilinin lehçeleri ve geri kalan Türk dil kollarını ise Türk dilinin şiveleri diye ikiye ayırdı.
Hocamız Muharrem Ergin bu sınıflandırmaya bağlı kalırken, Saadet Çağatay Türk dilinin bütün kolları
için yalnız lehçe terimini kullandı. Türkiye’deki başka Türkologlar ya lehçe terimini yeğleyerek “Türk
Lehçeleri” sözünü veya şive terimine bağlı kalarak “Türk Şiveleri” sözünü kullanıyorlar. Talat Tekin işe,
batıdaki Türkologlara uyarak “Türk dilleri” terimi üstünde ısrar etmektedir. Tekin ayrıca, Çuvaşçayı Türk
dillerinden ayırarak, «Çuvaş-Türk Dilleri” diye bir sınıflandırmaya gidiyor.
Eski Sovyetler Birliği’nde Türk dilinin kolları için “Türk dilleri” terimi kullanılmıştı, bu gelenek
SSCB dağıldıktan sonra da bağımsızlıklarına kavuşan Türk cumhuriyetleri ile Rusya Federasyonu
içinde yaşayan Türk boyları tarafından da artık benimsendiğinden, onlar “Türk dilleri” veya “Türki diller”
terimlerini sürdürüyorlar. Değişik Türk yazı dillerinde ağız (yanı diyalekt) karşılığı olarak işe, çoğunlukla
lehçe, az olarak ise şive terimine başvuruluyor. Bu “dil” ve “lehçe” terimlerinin Türkiye’de ve Türkiye
dışında birbirinden farklı anlamlarda kullanımları dolayısıyla Türkiyeli dilciler ile eski Sovyet sisteminde
yetişmiş dilciler arasında zaman zaman tatlı tartışmalar ve anlaşmazlıklar çıkıyor. Eski SSCB’indeki
Türk boylarının temsilcisi dilciler bazen biraz alıngan bir tavırla «Siz bizim dilimizi küçümseyerek lehçe
(yanı ağız) durumuna düşürüyorsunuz!» diye üzüntülerini dile getiriyorlar.
Tabii ki, burada biraz onların ve biraz da bizim karşılıklı kabahatimiz var. Biz Türkiye’de kendi
konuşma ve yazı dilimiz için çekinmeden sadece “dil” terimini kullanırken, dışarıda da Türkiye Türkçesini
“Türk dili” (Türkishlanguage) diye tanıştırıyoruz. Ancak, bir Azeri, bir Özbek veya bir Tatar kendi ana dili
için “Azeri dili”, “Özbek dili” veya “Tatar dili” terimine başvurdu mu, aceleyle atılarak, “Yok, bu yanlıştır,
Azeri dili yok, Azeri Türk lehçesi var!” diye ısrar ediyoruz. Bu işe, ister istemez Türkiye dışındaki Türk
boylarının arasında bizim biraz “üstünlük” tasarladığımız kanısını yaygınlaştırıyor. Sanki bizimkisi “Türk
dili” de onlarınki “bizim birer lehçemiz” gibi!
350 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hele şive terimini “lehçe” anlamında tamamen bırakmamız gerektiği görüşündeyim. Bizde de
“şive”nin ikinci anlamı ağız veya aksandır: İstanbul şivesi (yanı İstanbul aksanı), Laz şivesi, Külhanbeyi
şivesiyle gibi. Türk boylarının çoğu da kendi anadillerinde şive terimini ağız (diyalekt) anlamında
kullanıyorlar.
Lehçe terimi eskiden bazı Türk yazı dillerinde bizim bugün anladığımız “Türk dilinin kolları”
anlamında kullanılmıştı. Mesela, Özbek dilcilerinden AbdurraufFitrat 1920 sonlarındaki eserlerinde
“şive” ve “tarmak” (yanı kol, dal) terimlerini kullandı: “Bizningtılımız yalpı Türk tiliningkuç bir tarmağıdir.”
(Bizim Dilimiz genel Türk dilinin geniş bir koludur). Ancak, Fitrat gibi şuurlu dil bilginleri ve aydınlarının
1937-1940 yılları arasında öldürülmesinden sonra, Sovyetler Birliği’nin başka yerlerinde olduğu gibi
Özbekistan’da da “Türk dilleri” veya “Türki diller” terimleri yerleşti.
Ben bu konuşmamda şu “lehçe” kelimesi dünyadaki bütün Türk boyları tarafından anlaşılan ortak
bir terime dönüşene kadar, ‘Türk lehçeleri” terimi yerine, “Türk dilinin kolları” terimini kullanmanın daha
doğru olacağı görüsündeyim. Bunun yanında çeşitli Türk yazı (yanı edebi) dillerini de vurgulamak için
de, Türkiye Türkçesi için ‘Türk yazı dili”, başkalar için “Özbek yazı dili”, “Kazak yazı dili”, “Çuvaş yazı
dili” diye “yazı dili” (veya “edebi dil”) terimini, yeri gelince de kısaca Türkçe, Azerice, Tatarca, Uygurca
adlarını kullanabiliriz.
Bizdeki gibi “dil, lehçe, ağız” olarak üçlü sınıflandırma birçok yabancı dil ve Türk dilinin başka
kollarında yok. Onlarda yalnız “dil ve ağız (yanı lehçe)” “languağeanddialect” ikili sınıflandırma vardır.
Chomsky dil ve ağız arasındaki ayırımın temelde sosyo-politik boyutuna gönderme yaptığı halde,
bu konuyu daha detaylı olarak işlemez. Biz burada sunu belirtebiliriz: Dilbilimde aslı olan “Konuşma
Dili”dir. Yani sosyolojik bir varlık olan dil elbette insan topluluklarında ilk önce konuşma dili olarak
doğar, o topluluğun sosyal gelişmesine paralel olarak gelişerek kültürel boyut kazanır ve politik olaylar
sonucunda ise ağız durumundan dil düzeyine yükselerek yazı diline sahip olur. Bunun örneklerini
dünyadaki türlü dillerin gelişmesinde görebildiğimiz gibi, kendi dilimizin tarihinde de açık-şeçik olarak
yakından izleyebiliriz.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
351
www.ulkuocaklari.org.tr
Bu “dil mi, lehçe mi” tartışmasını şimdilik burada bırakarak, genel olarak modern dilbilimde de “dil
ve ağız” konusunun oldukça tartışmalı ve karmaşık olduğunu, dil ile ağız arasındaki ayrımın her zaman
o kadar da iyi yapılamadığını hatırlatmak isterim. Günümüz Amerikalı dilbilimcilerinden Noam Chomsky
“Dil Hakkında Bilgi: Onun Tabiatı Kökeni ve Kullanılışı” adlı çalışmasında, dil ile ağız arasındaki ayırımın
aslında sosyo-politik bir olgu olduğuna işaret ederken, MaxWeinreich adlı dilciye atfedilen aşağıdaki
espriyi hatırlatır: “Bir dil ordu ve deniz kuvvetlerine sahip bir ağızdır!” Biz burada bu cümledeki kelimelerin
sırasını biraz değiştirerek, anlamını daha da belirginleştirebiliriz: “Bir ağız orduya sahip olduğu zaman
dil olur!” Chomsky aynı eserinde dilin sosyo-politik boyutuna değinerek, “Biz Çinceden bir dil olarak söz
ederiz, halbuki çeşitli Çin ağızları birbirinden Roman dilleri kadar apayrıdırlar. Biz Alman ve Hollanda
dillerinden apayrı iki dil olarak söz ederiz, halbuki Almancanın bazı ağızları Hollandacaya yakındır ve
Almancaya anlaşılmayacak derecede uzaktır.” der.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk dilinin bugün ayrıntılı olarak inceleyebildiğimiz en eski örnekleri 8. yüzyıldaki Orhun
yazıtlarıdır. Hiç kimse Orhun yazıtlarındaki dilin bir ağız, yanı dar anlamda yalnız Göktürklerin bir
ağzı olduğunu iddia edemez. Halbuki, bu yazıtlardan öğrendiğimiz gibi o sıralarda çok sayıda Türk
boyu Göktürk devleti içinde ve etrafında yaşadığı halde, onlar ayrı ayrı yazı dillerine sahip değillerdi.
8. yüzyılda Türk boyları birbirinden az veya çok farklı ağızlarda konuştukları halde, tek bir yazı dili
etrafında birleşmişlerdi ve bu da tabii ki Göktürk devletinin yazı dili olan Orhun Türkçesi diye bugün
tanımladığımız Türkçe yanı Türk yazı dili idi. Bizim o yazıtlarda bugün okuduğumuz yazı dili belki de o
sıradaki Türk ağızlarından birisi veya bir ikisi üzerinde temellenmişti. Bunu bugün kesinlikle bilemezsek
de, bildiğimiz tek nokta artık o yazıtlardaki dilin bir yazı dili olduğu ve kendisinden çıkmış olduğu ağız
veya ağızlardan apayrı bir dil olduğudur. Yani bir veya birden fazla ağız Göktürk devleti içindeki sosyopolitik değişmelere paralel olarak bir yazı diline dönüşmüştür.
Daha sonraki yüzyıllarda Eski Uygurca Karahanlıca, HarezmceKipçakça, Çağatayca (veya
Müsterek Orta Asya Türkçesi ya da Doğu Türkçesi) diye adlandırdığımız Türk yazı dilinin tarihi dönemlerinin
ortaya çıkışı yine türlü yüzyıllarda Türk boylarının çeşitli yerlerdeki sosyo-politik gelişmelerine sımsıkı
bağlıdır. Bu saydığımız Türk yazı dili dönemlerinde elbette çok sayıda Türk ağzı konuşma dili olarak
varlıklarını sürdürüyordu. Yine bu konuda, Özbek dilcilerinden AbdurraufFitrat’in 1920’lerdeki görüsüne
göz atalım. Fitrat Özbek Türkçesinin yazılmış ilk grameri sayılan Şarf adlı şekilbilgisi (yanı morfoloji)
eserinin “Tilimizni Tarihi Aqimi” (yanı Dilimizin Tarihi Akımi) adlı giriş bölümünde, modern Özbek yazı
dilinin geçmiş edebi mirasını şöyle ifade ediyordu
“Hakaniye Türkçesinde kabile şivelerinin üstünde duran edebilik durumu var. Divanü-Lügatı›tTürk’ü yazan Kaşgarlı Mahmud bu şiveye Hakaniye Türkçesi dediği gibi, ara sıra yalnız Türkçe de diyor.
Bu durumu biz Çağatay Türkçesinde de görürüz. Çağatayca, Orta Asya’da yaşayan Türk kabilelerinin
şivelerinin hepsinden yukarda duran edebi, resmi kabileler arası bir dildir. Nevayi gibi Çağatay şairleri
kendilerinin bu edebi şivelerine sadece Türkçe adını vermişler.” Ahmet BicanErcilasun’un 23-27 Eylül
1996 tarihleri arasında burada yapılan Üçüncü Uluslar Arası Türk Dili Kurultayı sırasındaki «Dilimizin
Adi» adlı bildirisindeki görüşlerini AbdurraufFitrat’ta 1927’de doğruluyordu.
Buna karşılık, 14. yüzyıl başlarında İtalyan ve Alman misyonerleri tarafından derlenmiş
CodexCumanicus’taki dil ve edebiyat malzemesi Kuman Türklerinin yazı dilinin değil, konuşma dilinin
özelliklerini bize ulaştırmaktadır
Türklerin Anadolu’daki sosyo-politik etkinliği özellikle 13. yüzyılda artmaya başlamasından
sonra burada ortaya çıkan yazı dili Orta Asya ve Volga-Ural bölgelerindeki Doğu Türkçesi yazı dili
geleneğinden koparak ayrı ve bağımsız bir yazı dili olarak gelişmeye başladı ve bu edebi dilde elbette
Anadolu’daki Oğuz Türkçesi ağızlarının yanı konuşma dilinin özellikleri etkin rol oynadı. Böylece, 13.
yüzyıla kadar Türk boylarının birbirinden farklı konuşma dillerinin üzerinde ortak bir yazı dili durumunda
olan Ortak Türk yazı dili, Anadolu’daki bu gelişmeyle Doğu Yazı Dili ve Batı Yazı Dili olarak ikiye
parçalandı. Eğer Osmanlı Devletindeki resmi yazı dili, Anadolu’daki Oğuz konuşma dili özelliklerine
değil de, Orta Asya’dan gelen Ortak Türk Yazı Dili geleneğine dayanarak sürseydi, Türk yazı dilinin
tarihi gelişimi elbette başka bir boyutta olacaktı. Anadolu’daki yeni yazı dili de daha sonraları, özellikle
352 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
18. yüzyılda birbirinden oldukça farklı iki yazı dili, yani biri Osmanlı devletindeki Türkiye Türkçesi ile
öbürü Azerbaycan’daki hanlıklarda gelişen Azerice yazı dili olarak ayrılmaya başlar. Bunda elbette
İran’daki Safaviler Devleti ile Osmanlı Devleti arasındaki siyasi çekişmelerle uzun savaşlar ve Kuzey
Azerbaycan’daki küçük hanlıklardaki sosyo-politik gelişmeler etkin olmuştur
Yirminci yüzyılda da Türk dilinin İran ve Afganistan’daki kolları birer modern yazı diline
dönüşemeden ağız veya konuşma dili olarak kalırken, eski Sovyetler Birliği’ndeki kollarının ise çok
sayıda modern Türk yazı dilleri olarak ortaya çıkışını da sosyo-politik açıdan açıklayabiliriz. 19. yüzyılda
Radloff’un dil malzemesi derlediği sıralarda sadece birer konuşma dili olan Sibirya’daki çeşitli Türk
ağızları Sovyet döneminde türlü dönemlerde yazı dili oldular, türlü dönemlerde de yazı dili özelliğini
yine sosyo-politik sebeplerden dolayı yitirerek tekrar birer konuşma dili veya ağız durumuna geldiler.
Zaten, Moskova’nin resmi dil siyaseti Türk dilinin eski SSCB’deki çeşitli kollarının son 70 yıl içindeki
gelişmelerinde etkin rol oynayan inkar edilemez sosyo-politik bir olgudur
Orta Asya’daki aydınlar çar müstemlekeciliğinden kurtularak Sovyet rejiminden önce orada
arzu ettikleri bir Türkistan devletini kurabilselerdi, kısa bir süre içinde bir Türkistan Türkçesi veya
bir Türkistan Türk yazı dili ortaya çıkmış olur ve bunun sonucunda bügünkü Kazakça Karakalpakça
Kırgızca, Özbekçe ve Türkmence bu Türkistan Türk yazı dilinin birer ağzı durumunda kalırdı. Yani Orta
Asya’da tek ve güçlü bir Türkistan devletinin var olması, bizim bügünkü Türkoloji bilgilerimizi altüst
etmeye yeterli olurdu. Nitekim 1920’lerde Orta Asya’dan politik sebeplerden dolayı yurt dışına çıkarak
Afganistan, Türkiye ve Batı Avrupa ülkelerine giden Kazak, Kırgız, Özbek ve Türkmen aydınları Paris,
Berlin ve Münih şehirlerinde çıkardıkları 1929 ile 1990 yılları arasındaki yayınlarında Türkistan Türkçesi
veya kısaca “Orta İtil” denilen bir yazı dili kullandılar. Bu Türkistan Türkçesi bir devlet dili düzeyine
çıkamadığı için o dil malzemesi bugün bizim elimizde yalnız Avrupadaki Türkistanlı göçmenlerin yazı
dili, yani “bir göçmen yazı dili” olarak bulunuyor
Siyasi devletin ortadan kaldırılmasıyla yazı dilinin son bulmasına ikinci bir örneği de
Harezmbölgesinden verebiliriz. Bugün Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Harezm
bölgesinde 17. ve 20. yüzyıllar arasında Hive Hanlığı vardı ve 1920 yılında Harezm Cumhuriyeti kuruldu.
Bu cumhuriyette yayınlanmış kitap ve dergiler üzerinde yaptığım bir ön araştırma ile 1920 ile 1924
yılları arasında Harezm Cumhuriyeti’nde o sıralardaki Buhara Cumhuriyeti’ndeki Özbekçe yazı dilinden
oldukça farklı bir Harezm yazı dili geliştirilmiş olduğunu fark etmiş ve bunu 1985 yılındaki 5. Milletler
Arası Türkoloji Kongresi’nde “Bugüne Kadar Az Tanınan Harezm Türk Edebi Dili ve Özellikleri” adlı bir
bildiri ile sunmuştum. 1924 yılında Türkistan’daki Buhara Cumhuriyeti gibi Harezm Cumhuriyeti’nin de
ortadan kaldırılmasıyla bu Harezm yazı dili de son bularak, yerini bugünkü Özbek yazı diline bırakmıştır.
Yani, 1920’ler başında ayrı bir yazı dili olma durumunda olan Harezmce, bugün artık Özbekçe’nin
Oğuz ağızlarını teşkil eder ve Harezm bölgesinde yaşayanların «konuşma dili» olarak varlığını
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
353
www.ulkuocaklari.org.tr
Aynı şekilde, 1920’lerde Türkiye ile Azerbaycan birleşerek tek bir devlet kursalardı, Azerice artık
bir yazı dili değil, Türkiye’nın ağızları durumunda olacaktı. Tıpkı Erzurum, Kars ağızlarını biz Anadolu
ağızları olarak ele alıyoruz. Eğer bu bölgeler Türkiye Cumhuriyeti değil de, Azerbaycan Cumhuriyeti
toprakları içinde yer alsaydı, Erzurum ve Kars ağızları Azericenin ağızları sayılacaktı
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sürdürmektedir. Bugün Özbekistan Cumhuriyeti’nin Harezm bölgesinde yaşayan kimseler kendilerini
hem Özbek saymakta hem de yerel kimlik olarak “Harezmli” diye tanımlıyorlarsa da, bu “Harezmlilik”
bir millet kimliği düzeyinde değildir. Ama eğer 1925’te Özbekistan kurulmayıp, Orta Asya’da Harezm
ve Buhara Cumhuriyetlerinin sürmesine Sovyet yöneticileri izin verselerdi, bügün biz belki ayrı ayrı
Harezmli ve Buharalı “millet kimlik”leri veya başka bir sosyo-politik gelişmeyle “Türkistanlı Türk” millet
kimliği ile karşılaşırdık. Yazı dilleri olarak da Özbekçe yerine “Harezmce” ve “Buharaca” Türk yazı dilleri
var olurdu
Türk dilinin ortak yazı dili geleneğinin tarih boyunca gelişimi ile Türk dilinin çeşitli kollarının
konuşma dili olarak gelişimi hiç bir zaman birbirine paralel olmamıştır. Bu yüzden Türk dilinin çeşitli
kollarını tasnif etme, yani sınıflandırma işi oldukça güçtür. Kaşgarlı Mahmut›tan günümüze kadar çok
sayıda dilci Türk dilinin kollarının genel sınıflandırılması üzerinde denemeler yapmışlardır. Özellikle
en başarılı sınıflandırma denemeleri sayılan Samoyloviç, Arat, Poppe, Başkakov, Benzing, Menges,
Doerfer, Tekin’in sınıflandırma denemeleri dilbilim açısından haklı olarak ses değişmelerine dayanırlar.
Ancak bu denemelerin hepsi de bir dereceye kadar az veya çok başarılı olsalar da, hiç biri mükemmel
değildir, eksiklikleri vardır. Çünkü Türk dilinin geçmişteki ve günümüzdeki bütün kollarının genel bir
sınıflandırmasını yapmada, bazı dil kollarının konuşma dili ile yazı dili arasındaki belirgin ses ve yapı
ayrılıkları engel oluyor. Örnek vermek gerekirse, Sibirya’daki Türk dilinin kollarından Tuvaca, Hakaşça
ve Altaycanın ve Orta Asya’daki özbekçenin yazı dillerinin imlası (yazılımı) ile standart konuşma dili
telaffuzu arasında ayrılıklar var. Günümüz Özbekçesinin standart konuşma dili ile Özbekistan’daki
ağız gruplarının büyük çoğunluğunda genel Türk dilindeki normal “a” ünlüsü varken, yazı dilinde bu
“a” ünlü fonemi Türkçedeğill; çoğunlukla Kırıl alfabesindeki “o” harfiyle yazılmakta ve Türkologların
bir bölümü bunu Özbekçede “a” ünlüsünün dudaksılaşması diye yanlış yorumlamaktalar. Aynı şekilde
birçok yabancı Türkolog ile Türkiye›deki bazı dilciler bugünkü Özbek Kırıl alfabesinde i, ö, ü ünlüleri
için ayrı harfler olmadığından, çağdaş Özbek yazı dili ve stanqdart konuşma dilinde bu fonemlerin
kaybolmuş oldukları gibi yanlış kanıya varıyorlar ve bunu da Özbeklerin dilinin Farsça dili etkisiyle
genel Türkçedeki ünlü uyumunu kaybetmiş olduğu ile açıklıyorlar. Özbekçeye Stalin’in tamamen politik
sebeplere dayanan buyruğuyla Rus dilcileri tarafından ilki 1934 ve ikincisi 1938’de uygulanan yanlış
ve eksik alfabe böyle yanlış görünüm vermektedir. Halbuki ta 1920’lerde büyük Özbek dilcisi Fitrat ve
nihayet 1980’lerden itibaren yayınlanan Özbek Edebi Dili gramer kitapları ve telaffuz sözlüklerinde
Özbekçe yazı dili ve standart konuşma dilinde genel Türkçenin 9 ünlüsü, yanı a, açık e ile kapalı e (
E9), i ile i, o ile ö, ü ile ü fonemlerinin var olduğu ısrarla belirtilmiştir
Şözlerime burada son vermeden çok önemli bir duyuruda bulunmak istiyorum: Bugün Türk
konuşma ve yazı dillerinden biri olan Karaimce yok olmak üzeredir. Rusya, Ukrayna, Litvanya’da
yaşayan Karaimlerin sayısı 2200 kişi kadardır ve bunların ancak çok az bir bölümü, belki 100 kişi ana
dilini konuşabilmekte ve daha az bir kısmı yazabilmektedir. Litvanya’da Trakai bölgesinde yaşayan
Karaylar (yanı Karaim Türkleri) bir Litvanya bankasında dillerinde ders kitapları bastırmak 20 kenesa
dedikleri sinagoglarını tamir etmek için maddi yardım sormaktalar. Bu Karaim konuşma ve yazı dilini
kurtarma çabalarına biz de katkıda bulunarak, sosyo-politik bir olguyu hızlandırabiliriz.
Türk Dil Kurumu, Ankara, 3 Ekim 1996
354 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Atatürk ve Dil Devrimi
Prof. Dr. Zeynep Korkmaz
Dil Devrimi, 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (şimdiki Türk Dil Kurumu)
kuruluşu ile başlayan ve dilimizi tarihî dönemlerin getirdiği pürüzlerden arındırarak, sağlıklı bir gelişme
rayına oturtma yönündeki çalışmaların tümüne verilen addır. Başka bir anlatımla, İstiklâl Savaşı’nın
kazanılmasından ve Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonra, Atatürk’ün gerçekleştirdiği ulusal
temeldeki sosyal yenileşme hareketlerinin dille ilgili bölümüdür.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartlar ile geçirdiği felâketler dizisini
yakından izlemiş olan Mustafa Kemal, imparatorluğun yıkılışının büyük çapta kökleri sosyal temellere
dayanan çöküntülerden ileri geldiğini biliyordu. Avrupa XV. yüzyıldan başlayarak Rönesans ve Reform
hareketleriyle fikir alanında büyük gelişmeler gösterirken, Osmanlı Devleti, bağlı bulunduğu siyasî yapı
ve dogmatik şeriat düzeni yüzünden kendi içine kapandığı ve çağın gelişmelerine ayak uyduramadığı
için XVI. yüzyıldan sonra hızla gerileme sürecine girmiş bulunuyordu. 1839’da Tanzimat’la başlatılan
Batılılaşma hareketi de beklenen verimi sağlayamamıştı. Bu dönemde yapılan düzeltme denemeleriyle
çözüm bekleyen sosyal sorunlara kısmî çareler aranmış; ama bunları toplum yapısına sindirecek
köklü önlemler alınamadığı için olumlu sonuçlara ulaşılamamıştı. Bu nedenledir ki, Mustafa Kemal
Atatürk, Cumhuriyet’in ilânından sonra, Türk milletinin bağımsızlığını bir bütün olarak ele almış ve
sosyal yenileşme niteliğindeki devrimleri de bu bağımsızlık bütününün birbirine bağlı halkaları olarak
kabul etmiştir. Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı devlet felsefesi ile yapılan devrimlerin
dayandığı fikir temelleri arasında tam bir koşutluk vardır.
Atatürk devrimlerinin temelinde yatan ana fikir, Türkiye Cumhuriyeti’nin millet ve devlet varlığını
dünya durdukça yaşatacak ve rejimin de güvencesi olacak sağlam temellere oturtma anlayışıdır. Tek
kelime ile, çağdaş değerlere sahip bir Türk toplumu yaratma yani çağdaşlaşmadır. Bu hedef, Atatürk’ün şu
sözleriyle dile getirilmiştir: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
355
www.ulkuocaklari.org.tr
Atatürk, kurduğu devletin yapısını, bir yandan Türk toplumunun tarihî şartlardan kaynaklanan
sosyal ihtiyaçlarını karşılama, bir yandan da geleceğini sağlam temeller üzerine yerleştirme amacı
güden bir yenilikçi olduğu için, gerçekleştirdiği devrimlerin bir tarihî dayanağı bir de geleceğe uzanan
yönü vardır. Bu nedenle Atatürk devrimlerinin tarihî dayanağını ve fikir temellerini bilmeden onları
gerektiği gibi kavramak mümkün değildir.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkaliyle (tam anlamıyla) medenî (çağdaş) bir hey’et-i içtimaiye
(toplum) hâline isal etmektir (getirmektir). İnkılâbımızın umde-i asliyesi (temel ilkesi) budur.”[1]
İşte aynı durum Türk dili yani Türkiye Türkçesi için de söz konusudur. Türk dilinin böyle bir
yönlendirmeyi neden gerektirmiş olduğu sorusuna verilecek cevap da yine dilimizin geçirdiği tarihî alın
yazısı ile ilgilidir.
II. Dil Devriminin Temelinde Yatan Sebepler
Dünya dilleri sınıflandırmasında eklemeli diller (iltisaklı diller, aggualinativelanguages) grubunda
yer alan Türkçe, kurallarının sağlamlığı ve eklerinin çeşitliliği ile, sistem yapısı bakımından her türlü
türetmeye ve gelişmeye elverişli bir dildir. M.S. VI. yüzyıldan başlayarak belgeleri günümüze kadar
uzanan Göktürk Yazıtları, Uygurca metinler, Kutadgu Bilig, DivanuLûgati’t-Türk, Yunus Emre’nin şiirleri,
Dede Korkut hikâyeleri vb. yüzlerce eserin dil yapısı bu durumu kanıtlayıcı niteliktedir. Ancak, hepimizin
genel çizgileri ile bildiği üzere, XIII. yüzyıldan başlayarak Anadolu ve çevresinde, öteki Türk lehçelerinden
ayrı bir yazı dili olarak kurulup gelişmiş olan Türkiye Türkçesi, XV. Yüzyıl ortalarından XX. yüzyıla kadar
uzanan tarihî dönemlerinde, teokratik devlet yapısının gerekli kıldığı siyasî, sosyal ve kültürel şartlara
bağlı olarak hayli yıpranmıştır. Dilimiz, o günün din, bilim ve edebiyat dilleri durumundaki Arapça ve
Farsçanın güçlü etkisi ve ağır baskısı altına girmiş olduğundan, bu durum ister istemez onun iç yapısını
da etkilemiş; dolayısıyla söz varlığından başlayarak gittikçe yeni türetmelerle kendi kendini geliştirip
zenginleşme gücünü yitirir olmuştur. Zamanla halkın dilinden de kopmuş olan Türkçe, edebiyatçılar ve
aydınlar elinde artık “sanat gösterme” adına türlü kelime oyunlarına boğulmuş ve yalnızca sınırlı bir
aydınlar topluluğunun anlayabileceği, üç dilin karışmasından oluşmuş melez bir yapma dil durumuna
gelmiştir. O denli ki, insanın kendi dilinin yazılarını okuyup anlayabilmesi, yüksek düzeyde özel bir
eğitimi gerekli kılmıştır. Üstelik dilin adı bile Türkçe değildir. Toplumun karma yapısına uygun düşen
lisan-ı Osmanî veya Osmanlıcadır (Osmanlı Türkçesi). Nitekim XIII. yüzyıl halk şairlerinden Yunus
Emre, duygularını açık seçik bir anlatımla ve:
Taştın yine deli gönül sular gibi çağlar mısın?/Aktın yine kanlı yaşım yolarımı bağlar mısın?
N’idem elim irmez yâre, bulunmaz derdime çare/Oldum ilimden âvare beni bunda eğler misin[2]
mısraları ile dile getirirken, XVII. yüzyılın divan şairi Nef’i, en sade dille yazılmış gazellerinde bile, kendi
şiirinin başkalarınınkinden üstün olduğunu anlatmak için:
Girdi miftâh-ı derd-i genc-i maânî elime/Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil.
Levh-i mahfûz-i sühandır dil-i pâk-i Nef’î/Tab’-ı yâran gibi dükkânçe-i sahhâf değil (şiir
hazinesinin kapısının anahtarı elime geçti; âleme bol bol cevher dağıtsam bunlara ziyan olmuş
gözüyle bakılamaz, Nef’î’nin temiz gönlü şiirin levh-i mahfuzudur; dostlarınki gibi eski kitapçı dükkânı
değil!) biçiminde ağır bir dil kullanmıştır.
356 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Öte yandan Tanzimat ile Cumhuriyet arası kısa dönemde kendini gösteren dilde sadeleşme
hareketleri de bir plân ve programa bağlanmış değildi. Çünkü Osmanlı Devleti›nin bir millî dil anlayışı ve
bir dil politikası yoktu. Bu konuda yapılanlar, yalnız edebî görüş ve tutumların ortaya çıkardığı görüntüler
idi. Ama bu görüntü ve sonuçlar da 1839-1908 arası yıllarda, genellikle eski klâsik yazı diline bağlı
fesahatçılar ile dili bütün yabancı sözlerden arındırma amacı güden tasfiyeciler arasındaki birbiriyle
zıtlaşan tartışmalardan öteye geçemiyordu. İstiklâl Marşı’mızın ünlü şairi Mehmet Âkif, bir yanda
“Osmanlıca” öte yanda “tasfiyecilik” yolundaki bu yanlış gidişi çok güzel dile getirmiştir. O, bir yanda hâlâ
Veysî ve Nergisî’lerin dillerini canlandırmak isteyenlerin, bir yandan da Maveraünnehir’den Osmanlılar
için hiç dokunulmamış yaratıldığı gibi kalmış bir dil getirmek isteyenlerin bulunduğuna işaret ediyordu.
[3] Evet, dilin sadeleştirilmesi ve Türkçeleştirilmesi farzdı. Gazetelerde zabıta vak’aları öyle ağır bir dille
yazılıyordu ki, halk bunları bir dua gibi dinliyordu. Akif, “Mehmet Bey’in hânesineleylenfürce-yâb-ı duhûl
olan sârık, sekiz adet kaliçe-i giran-bahâ sirkat etmiştir” deyip de “Mehmet Bey’in bu gece evine hırsız
girmiş, sekiz değerli halı çalmış” dememek âdeta maskaralıktır. Elbette halkın anlayabileceği bir dile
baş-vurulmalı idi. Ancak, bir icmâl-i siyasî de (siyasî özet) Çağatayca yazılmamalı idi. Çünkü bunu da
kimse anlamayacaktı”[4] diye yakınıyordu.
Gerçi 1908’den sonra başlayan Millî Edebiyat akımı ve 1911’den sonra kendini gösteren Yeni
Lisan hareketiyle, dilimiz, Arapça ve Farsça kuralların baskısını kıran daha düzenli bir sadeleşme yoluna
girmiştir. Ancak, daha yapılacak çok şey vardı. Üstelik, Türkçeye Tanzimat›tan beri girmeye başlamış
olan Batı kaynaklı ve özellikle Fransızca sözlerin durumu da tedirginlik veriyordu.
Yukarıda belirtilen tarihî tablo ve olumsuz gelişmeler dışında, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde, dil
konusuna özel olarak eğilmeyi gerektiren daha başka etkenler de vardır. Dil ile toplum, dil ile kültür
arasındaki sıkı bağlantı ve dilin bir toplum varlığı içindeki anlamı, onun ulusal devlet anlayışına uygun
ölçüler ile ele alınmasını ve bilimsel temelde bir programa bağlanarak yönlendirilmesini gerekli kılıyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, ulusal bilinci ayakta tutan, toplumun bireylerini duygu ve düşüncede birbirine
kenetleyen aracın dil olduğunu ve geçmişte Türkçenin ne denli ihmale uğradığını çok iyi bilen bir devlet
adamı, bir düşünür olarak bu gerçeği daha Türk Dil Kurumu’nun kuruluşundan önce, 1930 yılında,
Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Dili İçin adlı kitabının başında şu veciz anlatımla dile getirmiştir: “Millî his
(toplum bilinci) ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında
(gelişmesinde) başlıca müesserdir (etkendir). Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla
(bilinçli olarak) işlensin!”
Dilin kültürle olan bağlantısı da çok önemliydi. Çünkü sosyal yapıyı şekillendiren bütün değerler
dil varlığına aktarıldığı için, bir milletin bütün kültür değerleri dilde yaşamakta idi. Bu değerler bir
kuşaktan ötekine ancak dil yolu ile aktarılabiliyordu. Dil yalnızca bir konuşma aracı değil, aynı zamanda
düşünceyi anlatıma dönüştürme aracı olduğu için, kültürün yaratıcısı ve geliştiricisi görevini de yüklenmiş
bulunuyordu. Dolayısıyla dil, millî kültürün temel direği durumunda idi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli
kültürdür.”, “Millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.”[6] sözleriyle kültüre büyük değer veren
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
357
www.ulkuocaklari.org.tr
“Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan
kurtarmalıdır.”[5]
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Mustafa Kemal Atatürk, dilin bir ulus varlığı için ne denli kutsal bir değer taşıdığını dikkate alarak dil
ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da şu açık seçik sözlerle dile getirmiştir: «Türkiye Cumhuriyeti›ni
kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir
hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının,
menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu
görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”[7]
III. Dil Devrimine Öncülük Eden Devrimle
Yukarıda belirtilen tarihî ve sosyal sebeplerle dilimize yapı ve işleyiş bakımından kendi
benliğini kazandıracak yönlendirme çalışmalarının başlatılabilmesi için, öncelikle kamuoyunda bu
yönlendirmeye elverişli bir ortamın hazırlanması ve dil devrimini kolaylaştırıcı, yine devrim niteliğindeki
önlemlerin alınması gerekiyordu. Atatürk’ü devrim uygulamalarında başarıya ulaştıran özelliklerden
biri de devrimlerin belirli bir sıraya göre ve gerektiğinde kendi içinde birtakım önceliklere dayanılarak
ele alınmış olmasıdır. Böyle bir zamanlamanın dayandığı temel görüş, hem konuların olgunlaşmasını
beklemek, bunların uygulamadaki öncelik ve sonralıklarını iyi belirleyerek toplumda en elverişli ortamı
hazırlamak hem de daha önce yapılması gerekenleri ihmal etmemektir. Atatürk bu görüşünü büyük
Nutuk’ta şu sözlerle dile getirmiştir: “Uygulamayı birtakım safhalara ayırarak, olaylardan ve olayların
akışından yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve basamak basamak ilerleyerek
hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur.”[8]
Aynı
gelişmeler
durum dil devrimi için de geçerli olduğundan bu devrime kadar uzanan
19231932
yılları
arasında
şöyle
bir
basamaklamadan
geçmiştir:
1. Arapça, Farsça derslerinin öğretimden kaldırılarak yeni kelime gereksinimi için bu dillere başvurma
yolunun kapatılması,
2. Dil devrimini millî eğitim temeline oturtacak yazı devriminin yapılması,
3. Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (bugünkü Türk Dil Kurumu) kurularak Türk dili çalışmalarına başlanması,
4. Türk dili konusundaki çalışmaları bilim temeline oturtacak tedbirlerin alınması.
3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu, 26 Aralık 1925’te İslam
takvimi yerine uluslararası takvim ve saat ölçülerinin getirilmesi, 20 Mayıs 1928’de Arap harfli rakamlar
yerine Lâtin esaslı uluslararası rakamların kabulü ve 1927 yılında Atatürk tarafından yazı devrimi ile
ilgili fikir çalışmalarının yapılması, dil devrimine de öncülük eden uygulamalardır.
IV. Yazı Devrimi
Yazı devrimi, Arap alfabesi yerine Lâtin alfabesi temelindeki millî Türk alfabesini geçerli kılan bir
değişimin ifadesidir.
Atatürk’ün yazı devrimi konusundaki dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş
358 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İşte Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan
bu uyuşmazlık, gittikçe çetrefilleşen birtakım sorunlar ortaya çıkarmıştır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
kadar uzanan 80 yıllık dönemde, imlâ konusunda ileri sürülen görüşler ve yapılan tartışmalar da
durumu düzeltememiştir.[10] Atatürk, Arap yazısından gelen güçlüğü ve Türkçenin ses yapısına olan
aykırılığı, halkın bütün emeklerini kısırlaştıran çorak bir yolda yürümeye benzetmiş ve varılan olumsuz
sonucu daha sonra 8-9 Ağustos (1928) gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihî konuşmada şu
sözlerle dile getirmiştir: “Bir milletin, bir hey’et-i içtimaiyenin (toplumun) yüzde onu okuma yazma bilir,
yüzde sekseni bilmez, bundan insan olanlar utanmak lazımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir
millet değildir. İftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde
sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hatâ bizde değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını
birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zorundayız. Hatâları
tashih edeceğiz.”[11]
Eğitim, kültürel gelişmeye ve çağdaşlaşmaya uzanan sağlam bir köprü vazifesi göreceğinden,
Atatürk, eğitime büyük bir değer veriyordu. Bir milletin eğitim ve kültür düzeyi de okuyup yazma
düzeyindeki yükseklikle orantılı olduğundan, Lâtin alfabesi temelinde ulusal bir Türk alfabesinin
kabulünü, ülkenin yükselme mücadelesinde başlıbaşına bir merhale sayıyordu. Atatürk, Batı dünyasına
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
359
www.ulkuocaklari.org.tr
olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bundan doğan okuyup yazma
güçlüğünün sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Türklerin İslamlığı kabulünden
sonra kullanageldikleri Arap yazısı, gerçekten de Türkçenin yapı ve işleyişine uygun bir yazı sistemi
değildi. Altay dil ailesine bağlı olan Türkçenin eklemeli (iltisaklı), Sami dil ailesinden gelen Arapçanın ise
bükünlü (tasrifli) bir dil olması, alfabede Türkçe açısından önemli sorunlar ortaya çıkarıyordu. En büyük
sorun da iki dil arasındaki ses yapısı ayrılığından kaynaklanıyordu. Arapça, ünsüzlerin (sessiz harflerin)
egemen olduğu bir dildi. Bu ünsüzlerde konuşma organlarındaki çıkış noktalarına göre çeşitlenen bir
bolluk vardı. Bu durum yazıda ayrı ayrı harfler ile belli ediliyordu. Söz gelişi h sesi için “ha”, “hı”, “he”
diye adlandırılan üç ayrı harf, k için “kaf” ve “kef” diye adlandırılan iki ayrı harf, s için “sin”, “sat” ve “se”
diye adlandırılan üç harf, z için “ze”, “zel”, “zı”, “dat” diye adlandırılan dört ayrı harf yer alıyordu. Bu
ünsüzlerin birer hece ve kelimeye dönüşmelerini sağlayan ünlü (sesli harf) işaretleri ise üçten ibaretti.
Onlar da ancak uzun okuyuşlarda kullanılıyordu. Bu durum, kelimelerin yazılışını belirli vezin ve kalıplara
bağlı bir klişe yazısı durumuna getirdiğinden, Arap ve Fars dilinin gramer kurallarını ve kelimelerin
anlamlarını bilmeden yazıyı öğrenmek ve okumak mümkün olamıyordu. Söz gelişi, yalnız kef ve lâm
ile yazılan |z biçimindeki Türkçe bir sözün bile kel mi, kil mi, kül mü, gel mi, gül mü yoksa göl mü
okunacağı yalnızca karîneye yani sözün gelişine bağlı kalıyordu. Türkçede, boğumlanma (articulation)
noktalarındaki ayrılık nedeniyle ayrı ses değerleri taşıyan g, ğ, v, a, y gibi ünsüzler Osmanlı imlasında
kef (v) denilen tek bir harfle karşılanıyordu. Bunlara eklenecek daha nice alfabe ve yazı sorunları vardı.
Oysa, Türk dili ses yapısı bakımından Arapçanın aksine, ünlülere ağırlık veren bir dildir. Bu nedenle,
ünsüzlerin, çıkış noktalarına göre ayrı ayrı harfler ile gösterilmesine gerek yoktu. Türkçenin ünlü uyumu
kuralı açıklık, aklanma, kalabalık, gözlük, görenek örneklerinde görüldüğü gibi, kalın ve ince sıradan
ünsüzleri, ünlülerin kalınlık ve inceliği ile ayarlayan bir dildir. Bu bakımdan Arap yazısındaki birçok
ünsüz Türkçe için gereksiz bir yük olmuştu[9
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
katılma amacında bir devrimci olduğu için, eski Türk kaynaklarına inilerek alınacak bir alfabe yerine,
Lâtin yapısı temelinde bir alfabenin uygun olacağı görüşünde idi.
Lâtin harflerinin kabulü konusundaki ilk girişimler 1923 yılında başlar. Ancak, kamuoyu böyle bir
yeniliğe, daha hazır olamadığı için bir süre beklemek gerekiyordu. Nitekim İzmir’de düzenlenen İktisat
Kongresi’nde, Ali Nazmi ile bir arkadaşı Lâtin harflerinin kabulü konusunda bir öneri verdiklerinde tepki
ile karşılanmıştır. En büyük tepki de Kongre Başkanı Kâzım Paşa’dan (Karabekir) gelmiştir.[12] Lâtin
yazısının en güçlü temsilcilerinden olan Hüseyin Cahit de (Yalçın) 1923›te, İzmir›de İstanbul gazetecileri
ile yapılan toplantıda aynı teklifi ileri sürünce, bu teklif Atatürk tarafından bile olumlu karşılanmamıştır.
Çünkü, ülkede o gün esen hava böyle bir yenilik için daha zamanın gelmemiş olduğunu gösteriyordu.
Atatürk, daha sonraki yıllarda bu isteksizliğinin sebebini; Falih Rıfkı’ya (Atay): “Hüseyin Cahit bana
vakitsiz bir iş yaptırmak istiyordu. Yazı inkılâbının daha zamanı gelmemişti”[13] diye açıklamıştır. Aynı
tepki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler sırasında da görülüyordu. 25 Şubat 1925 tarihinde
İzmir Milletvekili Şükrü Saracoğlu, millî eğitim bütçesi dolayısıyla yaptığı konuşmada, yapılan bunca
fedakârlıklara rağmen halkın hâlâ okuyup yazma bilmemesinin nedenini Arap harflerinin yetersizliğine
bağlarken Meclis’te bu konuşmaya karşı büyük bir tepki ortaya çıkmıştır. Bütün bu durumlar, Atatürk’ün
zamanlama konusunda ne kadar haklı olduğunu ortaya koyan örneklerdir. Bu bakımdan 1924-1928
arası yıllar, yani Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama dönemi sayılabilir.
1928 yılında ortam elverişli bir duruma gelince, daha önce kurulmuş olan Falih Rıfkı (Atay),
Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulûsî (Özdem),
Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin (Erişligil) ve İhsan’dan (Sungu) oluşan Dil Encümeni, Atatürk’ün
direktifi ve Bakanlar Kurulu kararı ile 26 Haziran 1928 tarihinden başlayarak Lâtin alfabesi temelinde,
Türkçenin ses yapısına uygun yeni bir alfabenin hazırlığına girmiştir.
Bu encümenin hazırladığı tasarıda, ne Arap alfabesindeki harfler dikkate alınmış ne de Avrupa
dillerindeki yazılarda görülen ch, sch, tsch gibi ikili, üçlü ve dörtlü harflere yer verilmiştir. Alfabede
yer alacak olan c, ç, s, ş, j, ğ gibi harfler de başka dillerin alfabelerinden alındığı hâlde, ses değerleri
bakımından Türk alfabesine uyarlanmıştır. Önemli olan eski harfleri tanımayanlara kolaylık sağlayacak
bir alfabe değil, gelecek kuşakların ihtiyacını karşılayacak bir alfabe hazırlamaktı. Encümen çalışmaları
sırasında güçlükler başgösterdikçe, Atatürk devreye girmiş ve bu güçlükleri keskin görüşüyle çözüme
götürebilmiştir.
İki ay içinde çalışmalarını tamamlayan Encümen, belirlenen temel ilkeler çerçevesinde ulusal bir
alfabe taslağını hazırlamış bulunuyordu. Yalnız üzerinde durulması gereken önemli nokta bu alfabenin
uygulanma süresi idi. Encümen üyeleri, bu uygulamanın 5-15 yıl arasında olabileceği görüşünde idiler.
Falih Rıfkı (Atay), hazırlanan tasarıyı Atatürk›e sunduğu zaman, aralarında geçen konuşma, yine devlet
başkanının bu konudaki eşsiz sezişini ortaya koyuyordu. Bakınız nasıl?
“Atatürk bana sordu:
- Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?
360 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
⦁ Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var, dedim. Teklif sahiplerine göre ilk devirler
iki yazı dili birarada öğretilecektir. Gazeteler yarım sütundan başlayarak yeni yazılı kısmı artıracaktır.
Daireler ve yüksek mektepler için de tedricî bazı usüller düşünülmüştür.
Yüzüme baktı:
⦁ Bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz, dedi. Hayli radikal bir inkılâpçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım:
⦁ Çocuğum dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi, herkes bu eski yazılı parçayı
okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazıda Enver’in yazısına[14[ döner.
Hemen terkolunuverir.[15]
1928 yılının 8-9 Ağustos gecesi Atatürk’ün Sarayburnu parkında yaptığı yukarıda belirtilen
konuşma ile, kesinleşen yeni alfabe artık halka da duyurulmuş oluyordu
Bundan sonraki günler ve haftalar başöğretmen sıfatı ile Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu
seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir.16 Kabulü ile Türk kültür ve eğitim tarihinde bir dönüm
noktası oluşturan yeni Türk alfabesi, 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Yazı devriminden sonra, dili yönlendirme çalışmalarına duyulan ihtiyaç daha da su yüzüne
çıkmış bulunuyordu. 1929 yılı Eylülü’nde Arapça ve Farsça derslerinin okullardan kaldırılması
üzerine, yazarlar ve gazeteciler de ellerinden geldiğince bu dillerin sözlerini kullanmaktan kaçınmaya
başladılar. Ancak, ortada Türkçe kelimeler için başvurulacak bir sözlük yoktu. Bu yüzden daha önce
alfabe hazırlamak üzere görevlendirilmiş olan komisyon bu kez de yeni üyelerle güçlendirilerek
sözlük hazırlama işi ile görevlendirildi. Yalnız, bu iş ile uğraşacak kimseler Türk dili üzerinde özel
hazırlığı olan kimseler değildi. Sayıları da bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar azdı. Ayrıca,
üyeler arasında, hazırlanacak sözlüğün niteliğine dayanan birtakım görüş ayrılıkları da vardı. Bu
yüzden komisyon, çalışmalarını verimli bir sonuca ulaştıramadan 1931 yılında dağıldı. Bu durum
karşısında, görülüyordu ki, dil işlerini düzene sokacak sürekli bir kuruluşa ihtiyaç vardı. Türk dilinin
Tanzimat Dönemi’nden beri bir türlü çözüme götürülemeyen imlâ, gramer, sözlük ve terim gibi konuları
ivedilikle çözüm bekliyordu. Dilimizin yüzyıllar süren ihmalinden kaynaklanan tıkanıklığını giderip,
ona kimliğini kazandıracak yönlendirme çalışmalarının başlatılması da aslında gündemde bekliyordu.
Ayrıca, Türk dilinin Türk tarihi ile de sıkı bir bağlantısı vardır. Türk tarihi nasıl Osmanlı tarihinden
ibaret değilse, Türk dili de yalnız Osmanlı dilinden ibaret değildi. Onun da Türk tarihine koşut olarak
çok daha gerilere ve devirlere uzanan tarihi vardı. Bu nedenle, Türk tarihi gibi, Türk dilinin de zengin
kaynaklarının bulunup işlenmesi ve gün ışığına çıkarılması gerekiyordu. Gerçi 1924 yılında Atatürk’ün
direktifi ile, İstanbul Darül-fünunu’na bağlı olarak Prof. Dr. Fuat Köprülü tarafından kurulmuş olan
Türkiyat Enstitüsü, Türklük bilimi konularında çalışıyordu. Ancak, dil ve tarih konularının bir toplumun,
bir ulusun varlığı açısından taşıdığı özel önem dolayısıyla, bunlar için ayrı birer kuruluşa ihtiyaç vardı.
1929 yılından beri tarih ve dil konuları ile daha yakından ilgilenen Atatürk, tarihin dile, dilin tarihe
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
361
www.ulkuocaklari.org.tr
V. Dil Devrimi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yön vereceği, ışık tutacağı görüşünde idi. Esasen, 2 Temmuz 1932 tarihinde toplanan 1. Türk Tarih
Kongresi’nde, Türk tarihinin Türk dili ile bağlantısına yer veren konuşmalar da yapılmıştır. Bu bakımdan
medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil varlığı ihmal edilemezdi. İşte bu köklü düşüncelerin gereği
olarak, Atatürk, 1. Türk Tarih Kongresi’nin kapandığı akşam, Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmeler
sırasında, yanında bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu yönelterek
“Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ne kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (daha sonraki Türk Dil Kurumu)
kurulması” direktifini vermiştir. 12 Temmuz 1932 tarihinde, bütün resmî işlemleri tamamlanan bu
cemiyetin kuruluşu ile dil devrimi de başlatılmış oldu.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ilk taslağı da 11 Temmuz (1932) gecesi bizzat Atatürk tarafından
çizilmiştir. Bu taslağa göre Cemiyet’te “sözlük-terim”, “gramer-sentaks”, “etimoloji” ve “dil bilimi”
çalışmaları yapılacaktır. Hazırlanan tüzükte, Cemiyet’in amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana
çıkarmak, onu dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” diye gösterilmiştir.
Dil konusunun işlenerek geliştirilmesi ve dil davasının halka benimsetilebilmesi için belirli aralıklarla
dil kurultaylarının toplanması da kabul edilmiştir. 26 Eylül-6 Ekim 1932 tarihleri arasında toplanmış
olan 1. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra Türk dili alanındaki çalışmaları yönlendirecek bir ana program
hazırlanmıştır. Kurultay tarafından seçilen yeni Yönetim Kurulu, 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde
yapılacak işlerle ilgili ilkeleri ana program niteliğindeki şu iki maddede toplamıştır:
1. “Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası hâline getirmek; Türkçeyi muasır (çağdaş)
medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmelliyete erdirmek”,
2. “Yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış unsurları atmak; halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ile
münevverler (aydınlar) arasında birbirinden mahiyetçe (nitelikçe) ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak
ve temel unsurları öz Türkçe olan millî bir dil yaratmak”.
Eğer böyle iki özlü maddede toplanmış olan ilkeleri biraz açacak olursak, Türk dili çalışmaları
ile ilgili hedeflerin neler olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda Atatürk’ün çeşitli
vesileler ile dile getirdiği ve dil devrimi ile ulaşmak istediği hedefler şu noktalarda toplanabilir:
1. Dilimizi, Osmanlıcanın Türkçeye zarar veren pürüzlerinden ayıklamak; yazı dilinden,
Türkçeye yabancı kalmış olan unsurları atmak,
2. Aydınların dili ile halkın dili; konuşma dili ile yazı dili arasındaki Osmanlıca dolayısıyla ortaya çıkmış
olan açıklığı kapatarak, dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik kazandırmak,
3. Türk diline kendi yapı ve işleyiş özelliklerine uygun millî bir gelişme yolu çizebilmek,
4. Türkiye Cumhuriyeti’nde öğretim birliğine paralel olarak eğitimi millîleştirmek ve öğretimi millî
terbiyenin gerekli kıldığı bir millî eğitim diline kavuşturabilmek,
5. Türkçenin güzellik ve zenginliklerini ortaya koyabilmek, onu dünya dilleri arasındaki değerine
yaraşır bir düzeye çıkarabilmek için, dilimizi bir bilim kolu olarak ele almak ve üzerinde kaynaklarına
inen derinlemesine araştırma ve incelemeler yapmak,
362 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
6. Dile, kelime türetme olanakları bakımından işlelik kazandırarak Türkçeyi millî kültürümüzün eksiksiz bir
anlatım aracı yapabilmek; uzun vadede çağdaş medeniyet düzenin gerekli kıldığı kelime ve kavramları
karşılayabilecek işlek ve zengin bir kültür dili durumuna getirebilmektir
Dil devriminin dayandığı bu fikir temellerini özetledikten sonra, şimdi bir de uygulama yolundaki
çalışmalara işaret edelim
Atatürk devrindeki Türk dili çalışmaları; dil devrimi ile ilgili çalışmalar ve bilimsel çalışmalar
olmak üzere ikiye ayrılabilir. Dili özleştirme konusundaki çalışmalar, taşıdıkları bazı özellik ve ayrılıklar
dolayısıyla kendi içinde 1932-1934, 1934-1936, 1936-1938 dönemine giren çalışmalar olarak
değerlendirmek yerinde olur.
Dil devriminin 1932-1934 yılları arasındaki döneminde, yukarıda belirtilen hedeflere ulaşılabilmesi
için, öncelikle dildeki Arapça, Farsça sözlere Türkçe karşılıklar bulunması, dolayısıyla Türk dilinin
kendi söz varlığını ortaya koyması gerekiyordu. Bunun için bir yandan halk ağızlarından derlemeler
yapılacak, bir yandan da eski yazılı kaynaklar ve sözlükler taranacaktı. Bu işlerin gerçekleştirilebilmesi
için bir dil seferberliği başlatılmıştı. Ancak, 1. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra kapsamlı ve mükemmel bir
program hazırlandığı hâlde, o günün şartlarında, kurum içinde bu programı gerçekleştirecek hazırlıkta
uzman kişiler ve bir bilim kadrosu bulunmadığı için, başlatılan dil seferberliği, yurdun her köşesindeki
gönüllü aydınlar eliyle yürütülüyordu. Bu nedenle 1932-1934 yılları arasındaki dönem, dil devriminin
uygulanması açısından bir ön hazırlık dönemi durumundadır. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi,
1934 yılında Tarama Dergisi adıyla iki cilt hâlinde yayımlanmıştır.
Bu dönemde, bir yandan derleme ve tarama çalışmaları yürütülürken bir yandan da dile
hangi ölçülerle el atılacağı konusu tartışılıyordu. Bu tartışmalar sırasında, Türkçenin hiçbir yabancı
söze ihtiyacı olmadığı görüşünde direnenler vardır. Yapılan çalışmalarda devrimin verdiği heyecanla,
18391908 yılları arasındaki “tasfiyecilik” görüşü ağır başmış ve ön plâna geçmişti. Eğer Türkçe, söz
varlığı bakımından, iddia edildiği gibi, yabancı dillerden hiçbir söz almayı gerektirmeyecek kadar
zengin ise, halk ağızlarından ve yazılı kaynaklardan yapılacak derleme ve taramalar yabancı sözlerin
yerlerini doldurabilecek nitelikte ise, bu yol neden denenmesindi? Elbette denenebilirdi. Denemeden
çekinmeyen bir yenilikçi olan Atatürk, bu görüşü uygulamaya aldırdı. Öyle ki, böyle bir denemeye kendi
demeç ve konuşmalarında bile yer vermekten çekinmedi. 3 Eylül 1934 tarihinde, Çankaya Köşkü’nde,
İsveç Veliaht Prensi Güstav Adolf şerefine verdiği ziyafette yaptığı şu konuşma bunun tipik bir örneğidir:
Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir
kıvançtır.
Burada kaldığımız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta yurdunuz için
beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız.
İsveç Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
363
www.ulkuocaklari.org.tr
“Altes Ruayâl
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Süerdemliği, onu, bu iki ulus, ünlü, sanlı sözlerin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.
Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu
yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özene değer değildir.
Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak
baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün, en güzel utkuyu kazanmaya
anıklanıyorlar: Baysal utkusu.
Altes Ruayâl
Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile
çevrelendi. Genlik, Baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır.
Ünlü babanız, yüksek kralınız Beşinci Güstav’ın gönenci için en ısı dileklerimi sunarken, Altes
Ruayâl, sizin Altes Ruvayâl, Prenses Louise, sevimli kızınız prenses İngrid›in esenliğine; tüzün İsveç
ulusunun gönencine içiyorum.”[17
Aynı özellik, 26 Eylül 1934 tarihinde dil bayramı dolayısıyla verdiği kutlama demecinde de
görülmektedir.[18
Ancak, şu var ki, bu yöntemle yapılan çalışmalar beklenen sonucu vermedi. Derleme ve
tarama yolu ile toplanmış ve Tarama Dergisi’nde yer almış olan malzeme, dilcilik açısından ciddî bir
değerlendirme ve sınıflandırmadan geçirilmediği için, başta Atatürk olmak üzere hiç kimse için doyurucu
olmamış ve bir dil kargaşasına yol açmıştır. Bu kargaşanın nedenleri iki noktada toplanabilir:
1. Uygulamalara kaynaklık etmek üzere Tarama Dergisi’nde toplanmış olan malzeme çok karışık bir
yapıda idi. Çünkü, yalnız Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi ve Türkmence gibi Oğuz-Türkmen
lehçeleri grubunda olan sözleri içine almıyordu. Tarihî gelişme koşulları ve dil yapıları bakımından
birbirine oranla ayrılıklar gösteren Çağatay, Kıpçak, Altay vb. lehçelerden gelen sözleri de içeriyordu.
Böylece, Türkiye Türkçesine özgü sözler ile, onun yapı ve işleyişi ile bağdaşmayan kelime ve şekiller
sözlükte iç içe girmiş olduğundan herkesçe yadırganıyor ve ister istemez dili bir karışıklığa sürüklüyordu.
2. Tarama Dergisi’nde, Osmanlıca bir söz için çok kez üç beşten başlayıp on beş yirmiye kadar
uzanan karşılıklar veriliyor ve bunlardan hiçbiri daha önceki yazı dilimizde bulunmuyordu. Yazarların,
gazetecilerin ve bürokratların yazılarında bu sözlere gelişigüzel bir seçimle yer verilmiş; kullanışlarında
ortaklaşa bir ölçünün yer almamış olması, dil seferberliğini bir çıkmaza doğru sürüklüyordu. Hattâ,
her yazar, yazısını önce alışılagelmiş eski dil ve üslûpla yazıyor, sonra da Tarama Dergisi’nden aldığı
karşılıklar ile değiştirmeye çalışıyordu. Burada kişiden kişiye değişen keyfi bir seçim söz konusu
olduğundan bir yabancı söz için pek çeşitli karşılıklar geçebiliyor ve yazılanları kimse anlamıyordu. Söz
gelişi bir “kanun” sözü için yazıdan yazıya değişen cosun, cosuk, çozal, nom, öndü, salım, tere, tozak,
tuzak, töre, tura, tutum, türük, tüzük, ülgü, yargu, yasa, yasak, yorum karşılıklarının devreye girmesi gibi
364 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu uygulamanın doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru
sürüklediğini gören Atatürk, tasfiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş ve görüşünü: “Türkçenin
hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza
sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha
önce kurtarmaya bakalım”[19] sözleriyle dile getirmiştir
Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki dönemi, daha önce yapılan tarama ve derlemelerin
bir ayıklamadan geçirildiği dönemdir. Bu dönemde, kurulan bir komisyonla Tarama Dergisi›ndeki
Türkçe karşılıklar, bir Osmanlıca söze tek bir Türkçe karşılık bırakılacak biçimde elenmiştir. Türkçe
karşılıkları bulunmayan Arapça ve Farsça sözler de olduğu gibi bırakılmıştır. Bu çalışmanın sonuçları
Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu adlı iki küçük kılavuzda toplanmıştır. Bir yandan da kelime
türetme yollarına başvurularak Türkçe köklerden yeni sözler türetilmeye başlanmıştır. Ilımlı bir özleştirme
dönemi diye adlandırılan ve Güneş-Dil Teorisi›nin ilânına kadar süren bu dönem de ortaya koyduğu
sonuçlar bakımından sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, kılavuzda, Türkçe olmayıp da Türkçe gibi
gösterilen veya yabancı dilden sağlıklı bir ölçüye vurulmadan gelişigüzel değiştirilerek alınmış şekiller
yer alıyordu. Önce bu konuda yalnız Kılavuz Komisyonu çalışırken daha sonra bu çalışmaya Merkez
Yönetim Kurulu üyeleri de katılmıştır. Ne var ki çalışmalar sırasında yine tartışmalar yapılıyor ve görüş
ayrılıkları ortaya çıkıyordu. Ayrıca, dilimize Arap ve Fars dillerinden girdiği hâlde, Türkçenin potasında
eritilerek Türkçeleşmiş ve dilin kendi malı olmuş bulunan devir, devlet, hatıra, hükûmet, kalem, kanun,
kitap, kemal, kuvvet, millet, sabah gibi sözlerin dilden atılması da kolay olmuyordu. Artık halkın malı
olmuş bu sözler nasıl atılabilirdi
Bu sözler, Atatürk’ün yabancı kökenli oldukları hâlde, artık Türkçeleşmiş olan sözlerin dilden
atılamayacağı görüşünde olduğunu ortaya koyuyordu. Özleştirme çalışmaları kısa vadeli temelsiz
tedbirler ile ve gönüllüler ile gerçekleştirilemezdi. Bu iş bir kültür ve bilim işiydi. Bu konuda önce bilimsel
hazırlığın yapılması ve dile sinmiş Türkçeleşmiş sözler ile daha yabancılık damgasını üzerinden
atmamış sözleri birbirine karıştırmamak gerekiyordu
Dilden atılacak olanlar, kendi kalıbı ve kuralları ile dile girmiş ve halkça benimsenmeyip dile
yabancı kalmış olan sözlerdi: Özleştirme çalışmalarında ikinci türden olanlar üzerinde durulmalıydı.
Nitekim, Atatürk’ün 1. dönem sonunda, dil bayramı dolayısıyla gönderdiği ve yukarıda ilgili bölümde
işaret edilen kutlama telgrafında kullandığı dil ile bu dönem sonunda gönderdiği kutlama telgrafındaki
dil farkı, bu durumun açık bir tanığıdır. Gönderilen telgrafın metni şöyledir: “Dil bayramını mesai
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
365
www.ulkuocaklari.org.tr
Yapılan çalışmaları ve tartışmaları yakından izleyen Atatürk, bu gibi Türkçeleşmiş sözlerden
fedakârlık edilmemesi gerektiğini, çıkarılan cep kılavuzlarının, aşırı özleştirmenin yol açtığı karışıklığı
gereğince dizginleyemediğini görüyordu. Kılavuzda yer alan 8.000 kelimelik bir dil malzemesi ile konuşmak
da, yazmak da mümkün değildi. Artık sınırlı ve tutarlı bir yol izlemek gerekiyordu. Atatürk bu konudaki
görüşünü Kılavuz Komisyonu’nun başkanı olan Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin
en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon hâlinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük
lûgattan ibaret. Bu tarama dergileri, cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez. Falih Bey; Biz Osmanlıcadan
ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”[20
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
arkadaşlarınızla birlikte kutladığınızı bildiren telgrafı teşekkürle aldım. Ben de sizi tebrik eder ve Türk
Dil Kurumu’na bundan sonraki çalışmalarında muvaffakiyetler dilerim.” K. Atatürk.
Yukarıda belirtilen nedenlerle Atatürk 1936 yılından sonra tasfiyecilik yönündeki uygulamalara
iltifat etmiştir.
Güneş-Dil Teorisi
Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün dilbilim
temellerine dayandırılabileceği görüşünden güç alan bir teoridir. 1934-1936 yılları, Atatürk’ün aynı
zamanda Türkçenin ve öteki dünya dillerinin kökenine eğilme yönündeki çalışmalara ilgi gösterdiği
yıllardır. Teorinin ilham kaynağı Viyanalı Dr. Hermann F. Kivergitsch’in Atatürk’e gönderdiği 41 sayfalık
basılmamış bir incelemesidir.
Bilindiği gibi, dillerin doğuşu konusunda dilbilimciler arasında birbirinden farklı görüş ve açıklama
eğilimleri yer almıştır. Bazı dilbilimciler, ilk insanın konuşmasını çeşitli tabiat olayları ile ilgili sesleri taklit
etme eğilimine bağlarken bazıları da bu konuda sosyoloji ve antropoloji yöntemine başvurmuşlardır
Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği
bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmak
istemiştir. La Psychologie de quelqueselementsdesLanguesTurques (Türk Dillerindeki Bazı Unsurların
Psikolojisi) adlı[21] incelemesinde ileri sürdüğü teorinin özü, Türkçenin eskiliği ve başka dillere kaynaklık
ettiği görüşünün bazı ses değişme ve gelişmelerine bağlanmasıdır. Bu temel görüşten yararlanarak
Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili adlı kitapçığı (Ankara Ulus Basımevi 1935, 68 s.)
hazırlamış olan Atatürk, teoriden iki şekilde yararlanmak istemiştir:
a. Türk milletine; eski, köklü tarihi ile olduğu kadar, eski ve köklü dili ile de gurur duyabileceğinin
aşılanması,
b. 1932-1936 yılları arasındaki özleştirme çalışmalarında temel alınan tasfiyeciliğin frenlenmesi.
Mademki Türkçe öteki dillere de kaynaklık etmiş bir dildir, o hâlde, dilimize girerek benimsenmiş olan
sözlerin de dilden atılmasına gerek kalmamıştır. Böylece, dili özleştirme çalışmalarında, tasfiyecilik
yönündeki aşırı tutumun önü frenlenmiş oluyordu. Nitekim, Atatürk 1936 yılında dil konusunda yaptığı
bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları
Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’,
‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür”[22] diyordu. O, bu sözleriyle, elbette tarihî görevini
tamamlamış olan Osmanlı Türkçesine dönüşü kastetmemiştir. Çok açık olarak halkın diline girip
benimsenmiş olan sözlerin değil, daha üzerinden yabancı damgasını atamamış olan sözlerin üzerinde
durulması gereğine işaret ederek gidilecek doğru yolu belirlemiştir.
Dil devriminin 1936-1938 yılları arasındaki dönemi, çalışmaların genellikle yaşayan Türkçe
temelinde normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde, terimler ve özellikle okul
terimleri üzerinde durulmuş; matematik, fizik, kimya, biyoloji, botanik, zooloji gibi müspet bilim dallarına
366 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
başarılı terimler kazandırılmıştır. Hattâ, bu yöndeki çalışmalara Atatürk’ün kendisi bile öncülük
etmiştir. Onun müstakil, müselles, mütesaviyü’l-adla gibi öğrenilmesi güç Arapça terimler yerine; kare,
dikdörtgen, eşkenar, üçgen, açı, teğet vb. Türkçe karşılıkları da kendisinin koymuş olduğu 48 sayfalık
küçük bir geometri kitabı vardır.[23] Böylece, verimli bir çalışma dönemine girilmiş oluyordu. Atatürk
1938 yılının, Meclisi açış konuşmasında okunan yazısında, o yıl öğretime Türkçe terimlerle yayılmış
kitaplarla başlanmış olmasının, kültür tarihimiz için önemli bir olay olduğunu kaydetmiştir.2
Atatürk, 1932-1936 yılları arasında gönüllüler eliyle yürütülen ve “dil sofrası” diye adlandırılan
Çankaya toplantılarında da ele alınan dil çalışmalarının beklenen başarıya ulaşmadığını görüyor ve
biliyordu. Bu durumun temel nedeni, çalışmaların bilim kaynağından beslenmemiş olmasıydı. Ancak,
ülkenin o gün içinde bulunduğu koşullar ve bu iş için hazırlıklı bir bilim kadrosunun bulunmaması, ister
istemez işin bir süre gönüllüler eliyle yürütülmesini gerekli kılmıştır. Dil davasını boşlukta bırakmak
mümkün değildi. Onun için TDK’nın öncülüğündeki çalışmalar, gönülleri bu davaya hizmet aşkı ile
çarpan ünlü edip, yazar ve gazeteciler ile gönüllü aydınların işbirliği sayesinde yürütülüyordu. Atatürk,
1. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra hazırlanan o mükemmel çalışma programı uyarınca, nasıl bir yoldan
yürünmesi gerektiğini biliyordu. Ne var ki, böyle bir programın gerçekleştirilebilmesi uzunca bir süreye
ve hazırlıklı bir bilim kadrosuna ihtiyaç gösteriyordu
Yüzyıllarca ihmale uğramış bir dilden kısa zamanda yüksek düzeyde bir kültür diline ulaşmanın
güçlüğü ortadaydı. Bunun için çalışmaların plânlı ve programlı bir bilim temeline yerleştirilmesi
gerekiyordu. Bu gerçeği dikkate alan Atatürk, 1932-1936 yılları arasında bir yandan dil ve tarih alanındaki
çalışmalarını sürdürürken bir yandan da dil ve tarih çalışmalarını köklü bilim temellerine dayandıracak
bir yol arıyordu. İşte Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu bu sağlam düşüncenin eseridir. Atatürk,
9 Ocak 1936 tarihinde öğretime açtığı ve Batı dünyasından getirdiği ünlü bilim adamları ile güçlendirdiği
bu fakültenin adını da kendisi koymuştur
Niteliği bakımından 1936-1938 yılları arasındaki dönem, Türk dili çalışmalarını bilim temeline
yerleştirecek tedbirlerin getirildiği bir dönemdir. Ancak, bu ölçü Atatürk’ün ölümünden sonra uzun yıllar
ihmal edilmiş ve Türk Dil Kurumu ancak 1983 yılında 2876 sayılı kanunla, devlet himayesinde akademik
bir kuruluşa dönüştürülebilmiştir.
Atatürk, Türk kültürünün ve millet varlığının temel taşları durumundaki tarih ve dil konularına
verdiği büyük değeri, yalnız tarih ve dil konularındaki yenileşme atılımları ve bu iki kurumu kurmakla
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
367
www.ulkuocaklari.org.tr
Dil ve Tarih-Coğrafya adlarından da anlaşılacağı üzere, bu fakülte, herhangi bir edebiyat
fakültesi olarak tasarlanmış değildir. Türk dilini, Türk tarihini ve Türk coğrafyasını kaynaklarına inerek,
yan dalları ile de beslenerek araştıracak, bu alanlar için gerekli araştırıcı ve bilim adamlarını yetiştirecek
bir fakülte olarak düşünülmüştür. Ayrıca, Dil ve Tarih Kurumlarını besleyecek elemanların yetişmesine
de kaynaklık edecektir. Atatürk her alanda olduğu gibi, bu alanda da bilimin öncülüğüne verdiği değer
dolayısıyla, TBMM’nin 1936 yılındaki açış konuşmasında: “Dil ve Tarih Kurumlarının az zaman içinde
millî akademiler hâline dönüşmesi” dileğinde bulunmuş; “Türk dili çalışmalarının Kurum içinde de bilim
rayına oturtulması»[25] gereğine işaret etmiştir
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
göstermemiş; Türkiye İş Bankası’ndaki hisse senetlerinin gelirini de bu iki kuruma bırakmakla göstermiştir
Dili özleştirme çalışmalarının amacı ve ulaşmak istediği hedefler yukarıda belirtilen ilkelere
dayandığı hâlde, üzülerek belirtmek gerekir ki, Atatürk’ten sonraki yıllarda, bazı kesimlerce, çalışmalar
bir süre dilciliğin gerekli kıldığı yöntemlerden ve bilimin öncülüğünden uzaklaştırılarak yanlış bir
yönlendirme eğilimine sokulmak istenmiştir. Bu eğilim 1960-1980 yılları arasında daha da hızlanarak
“Öztürkçecilik”, “arı Türkçecilik”, “dilde ilericilik” ve “devrimci görüş” gibi adlar altında yeniden dilde
ırkçılık ve tasfiyecilik niteliğindeki aşırı özleştirmecilik hareketine yönelmiştir. Her ne kadar bu görüşü
benimsemiş olan kesimlerce, bu yönlendirme, dil devrimini, Türkçeleşme yolunda daha ileri bir düzeye
ulaştırma diye gösterilmişse de, uygulamalara bakılınca, bu eğilimin ulaşmak istediği amaç ve hedefler
bakımından dil devrimi ile birleştirilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü, kökence Türkçe olmayan
her sözü dilden atma amacı güden «arı Türkçecilik», dilcilik anlayışı ve dilin sosyal gerçekliği ile
bağdaştırılamadığı gibi, dil devriminin temel felsefesi ile de bağdaştırılamaz. Çünkü;
1. Bir sözün Türkçe sayılıp sayılmamasının ölçüsü, onun kökeni değildir. Ses yapısı, zevk ölçüsü,
kullanılış biçimi ve anlam bakımından dilin kendi ölçülerine aykırı düşmemesi, o sözün dilde yerleşmiş
ve herkes tarafından anlaşılır olup olmamasıdır. Her dil gibi Türkçe de çeşitli dillerden kelime almış
ve onlara kelime vermiştir. Dilimize bu yolla girmiş akıl, aşk, bülbül, eser, hasta, hastahane, hatır,
hatır saymak, kira, kiracı, kitap, kültür, mantı, sınır gibi sözler, dilin kendi potasında eritilip Türkçeye
kazandırıldığı ve Türkçenin gelişmesini de engellemediği için, bunları arı Türkçecilik anlayışı ile dilden
atmak, Türkçeye hiçbir şey kazandırmaz; aksine, çeşitli yönlerden zarar verir.
2. Türkçenin malı olmuş bu türlü bir kısım alıntı sözlerin, zamanla kazandığı yeni anlamlar ve kavram
incelikleri vardır: kalp’in yerine yürek’i getirerek kalp kırmak yerine yürek kırmak diyebilir miyiz? kalpsiz
“merhametsiz” ile yüreksiz “korkak” aynı şeyler midir? Arapça kafa’nın yerine Türkçe baş’ı getirmekle
sorun çözülür mü? Kafasız adam’la başsız millet, kafayı çekmek deyimi ile başı çekmek deyimi aynı
anlamlara mı gelmektedir? Elbette hayır! Akıllı kimse ile akılsız kimse’yi uslu kimse, ussuz kimse diye
mi nitelendireceğiz? Akıl akıldan üstündür deyimini us ustan üstündür›e çevirsek aynı anlam ve zevk
dolgunluğunu verebilir mi? Görülüyor ki, bir dilin söz varlığı, o toplum bireylerinin düşünce yapısından
kavram alanı genişliğine ve oradan da zamana bağlı dil-kültür ilişkisine uzanan bir gelişmenin ürünüdür.
Bunlar ayak altına alınarak dil geliştirilemez. Dile işleklik kazandırmanın yolu, dili toplumla ve sosyal yapı
ile bütünleştiren ölçülere, yani dil sisteminin gereklerine uymaktır. Oysa, dilde devrimci görüş anlayışı
ile ortaya atılan sözlerin çoğunda sistemlilik yerine sistemsizlik ve başıboşluk yer almıştır. Bunlar
bağlantı yerine bağıntı; baskı yerine bası; düşünce, fikir yerine düşün; eser, kitap, araştırma yerine yapıt
(yapmak: örtmek, kapatmak anlamındadır.) ruhi, ruhsal yerine tinsel; yaban, yabancı yerine yabanıl
sözlerini kullanmaktan çekinmemişlerdir. “Devrimci görüş kuralların tutsağı olmaz” ilkesine bağlanarak
bir süre kuralsızlığı kurallaştırmaya çalışmışlardır. Dilin yapı ve işleyiş özellikleri ile bağdaşmayan bu
tutum, toplum bireyleri arasında bir ayrım yaratma tehlikesi de doğurmuştur.
3. Öte yandan, arı Türkçecilik tutkusuyla, belirli sözlere saplanıp kalma eğilimi, dilin anlatım gücünü
368 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
de sınırlamaya ve daraltmaya başlamıştır. Söz gelişi derece, devre, kademe, safha, hamle kavramları
için yalnız aşama; taarruz, tecavüz, hücum için yalnız saldırı; sebebiyle, vasıtasıyla, münasebetiyle,
yüzünden, bakımından vb. sözler yerine hep nedeniyle sözünün kullanılması dili bir anlatım kısırlığına
doğru sürüklemiştir.
4. Bu türlü uygulama sakatlıklarını dile getirenler de dilde “ilericilik”, “gericilik” tartışmasına çekilmek
istenmiştir. Bu noktada farklı eğilimler de gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak, şurası kesinlikle
bilinmelidir ki, Osmanlı Türkçesi artık kendi devrini tamamlamış ve tarihe mal olmuştur. Günümüz
Türkiye Türkçesi ise, zamana bağlı çeşitli değişme ve gelişme süreçlerinden geçerek bugüne
ulaşmış; toplumun farklı sosyal ve kültürel gereksinimlerinden yararlanarak biçimlenmiş bir dildirdir.
Burada yapılacak şey, yapılmış ve yerine oturmuş ögeleri yerinden oynatıp boş şeylerle uğraşmak
yerine, dilimize akın etmekte olan, dilimizin yapı ve işleyiş ölçülerine de uymayan yeni yabancı söz
ve terimlere karşılıklar bularak dilin güçlendirilmesi ve zenginleştirilmesi olmalıydı. Ne yazık ki, bu
fırsat pek değerlendirilememiştir. Gerçi 1980 sonrası yıllarda, arı Türkçecilik yolundaki sakat eğilim
terkedilmiş ise de, dilde bu eğilimin bıraktığı bazı kayıplar da olmuştur.
Yukarıdan beri açıklanagelen hususlar toplu bir değerlendirmeden geçirilince bu gün ulaştığımız
genel sonuç şöyle özetlenebilir Dil devrimi, 70 yıllık uygulama sürecinin ortaya koyduğu dalgalanma
ve bazı yanlış uygulamalara rağmen, genellikle çok başarılı olmuştur. Bu yönlendirme sayesinde,
dilimiz, kendisine yabancı kalmış ve halkın diline mal edilememiş yüzlerce Doğulu ve bir kısım Batılı
söz ve kurallardan arındırılarak, bunların yerine Türkçeleri getirilerek kendi yapı ve işleyiş ölçüleriyle yol
alabilecek sağlıklı bir temele oturtulmuştur. Türkiye Türkçesi, bu yolla pek çok Türkçe söz kazandığı gibi,
bilim, sanat ve teknik alanlarının pek çok terimi de Türkçeleştirilmiştir. Böylece, genel yapısı itibariyle
sağlıklı bir yazı ve bilim dili olma niteliği kazanmıştır. Ancak, uzun bir tarihî süreçten geçen yoğun
çabalarla bu düzeye gelmiş olan Türkçemiz, eğitim yetersizliği ve ana dili bilincinin körlenmesi başta
gelen çeşitli etkenlerle son yıllarda yeniden bir kirlenme ve yozlaşma eğilimine girmiş ve çözüm bekleyen
birtakım sorunlar ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Bu sorunlar İngilizce söz ve terimlerin dile akın
etmiş olması, imlâ ve söyleyiş yanlışları, anlatım yetersizliği, söz varlığındaki daralma ve büzülme gibi,
dil devriminin temel ilkelerini zedeleyen noktalarda toplanabilir. Dilimizin, iç ve dış yapısında kendini
gösteren bu bozulma eğiliminden kurtarılarak kendi kültür değerlerini ve kimliğini koruyan bir çizgiye
çekilmesi, ivedili ve etkili önlemlerin alınabilmesine bağlıdır.
DİPNOTLAR
2 Yunus Emre’nin yukarıdaki mısraları ses yapısı bakımından bugünkü söyleyişe uyarlanmıştır.
3 Sırat-ı Müstakîm, C. IV, s. 92-96 (24 Haziran/1326/1910).
4 Sırat-ı Müstakîm, C. IV, s. 92 (Mayıs 132/1910) Tasfiyecilik üzerine geniş bilgi için Zeynep Korkmaz,
“Tasfiyecilik” mad. Türk Ansiklopedisi, C. XXX/246, s. 473 ve öt.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
369
www.ulkuocaklari.org.tr
1 Ataürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara 1961, s. 214.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
5 Sadri Maksudî (Arsal), Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve San’at Neşriyatı, 1930 iç kapak sayfası;
Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili: Belgeler, TDK Yay., Ankara 1992, s. 190, belge 88.
6 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959, s. 261.
7 Afet İnan, Medenî Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk El Yazıları, TTK Yay., Ankara 1969, s. 18 (1998
baskısında s. 19).
8 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (bugünkü dile aktaran Zeynep Korkmaz), AKDTYK, Atatürk Araştırma
Merkezi Yay., Ankara 2000, s. 10-11.
9 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Döneminde Türk Dili, AÜ. DTCF
Yay., Ankara 1974, s. 51-58; “Atatürkçü Düşüncede Türk Dilinin Yeri”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı,
AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., s. 227-229; Yazı İnkılâbı, Cumhuriyetin 75. Yılı Dil Bayramı,
TBMM Kültür ve Sanat Yayın Kurulu Yay., Ankara 1998, s. 65-69; “Arap Alfabesi ve Türk Dili”, Türk Dili,
S. 561 (Eylül 1998), s. 183-191.
10 Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Döneminde Türk Dili, s. 52-53.
11 Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, Maarif Vekâlet Ana Programına Hazırlıklar Serisi; Nu: 1, İstanbul
1939, s. 28; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk İnkılâp Tarihi Enst. Yay., Ankara 1959, s. 253.
12 Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 5 Mart 1923, “Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz”, başlıklı yazı.
13 Falih Rıfkı Atay, “Harf Devrimin 25. Yılını Kutlarken”, Türk Dili, C. II, s. 23 (Ağustos 1953), s. 718.
14 Bu yazı, Enver Paşa’nın Osmanlı imlâsının yetersizliğine çare bulmak ve imlâda kolaylık sağlamak
için her sessiz harfin önüne birer sesli harf ekleme görüşüne dayanıyordu. Ancak, hatt-ı munfasıl, hatt-ı
cedîd ve Enver yazısı gibi adlar alan bu yazı türü 1. Dünya Savaşı›ndan sonra bırakılıvermiştir.
15 Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, Dünya Yay. 5, C. II, s. 405-406.
16 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar, Belgeler, s. 185; “Türk Dili Kurultayı Müzakere Zabıtları”, s.
455-456;, Türk Dili Belleten S. 3 (1933). Daha geniş bilgi için Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Döneminde
Türk Dili, s. 48-58.
17 Konuşma metni için Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Ankara 1959, s. 227-228; Zeynep Korkmaz,
Atatürk ve Türk Dili: Belgeler, TDK Yay., Ankara 1992, s. 406, belge Nu: 208’e bk.
18 Demeç metni için, Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili: Belgeler, s. 406, belge nu: 207’ye bk.
19 Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, İstanbul 1969, s. 447.
20 Komisyon çalışmalarının ayrıntıları için Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, İstanbul
1961, s. 452-454.
370 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
21 A. Dilaçar, “Atatürk ve Türkçe”. Atatürk ve Türk Dili, TDK Yay., Ankara 1963, s. 46-49.
22 A. İnan, “Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra”, Türk Kültürü, S. 85 (Ankara 1969), s. 21.
23 M. Kemal Atatürk, İstanbul 1937, 2. baskı, TDK Yay., Ankara 1980.
24 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. 1. Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1989, 1. C, s. 429.
25 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1989, 2. C. s.
Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Ankara 1959.
Afet İnan, Medenî Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün Elyazıları, TTK Yay., Ankara 1969. Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri, C. I, II, AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara
Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, Maarif Vek. Ana Programa Hazırlıklar Serisi, Nu: 1, İstanbul 1939.
Abdülkadir İnan, “Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra”, Türk Kültürü, S. 85 (Ankara 1969).
AgopDilaçar,
“Atatürk
ve
Türkçe”,
Atatürk
ve
Türk
Dili,
TDK
Yay.,
Ankara
1963.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk Devri Hatıraları, Dünya Yayınları 5, İstanbul 1969.
Falih Rıfkı Atay, “Harf Devriminin 25. Yılını Kutlarken”, Türk Dili, C. II, S. 23, (Ağustos 1953).
Kazım Karabekir, “Lâtin Harflerini Kabul Edemeyiz”, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 5 Mart 1923.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (bugünkü dile aktaran: Z. Korkmaz), AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi
Yay., Ankara 2000.
Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Döneminde Türk Dili, AÜ, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay., Ankara
1973.
Zeynep Korkmaz, “Dil İnkılâbının Sadeleşme ve Türkçeleşme Akımları Arasındaki Yeri”, Türk Dili, C.
XLIX, S. 401 (Mayıs 1985), s. 1-32.
Zeynep Korkmaz, “Türk Dili ve Arap Alfabesi”, Dil ve Alfabe Üzerine Görüşler, Atatürk Kültür Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Yay., Ankara 1991, s. 11-19.
Zeynep Korkmaz, Atatürk ve Türk Dili (Belgeler), AKDTYK, TDK Yay., Ankara 1992.
Zeynep Korkmaz, “Atatürkçü Düşüncede Türk Dilinin Yeri”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, AKDTYK,
Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara 1995, s. 215-240.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
371
www.ulkuocaklari.org.tr
Zeynep Korkmaz, “Tasfiyecilik”, Türk Ansiklopedisi, C. XXX/246, s. 473 ve öt.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Zeynep Korkmaz, “Harf İnkılâbı”, Cumhuriyetin 75. Yılı Dil Bayramı, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın
Kurulu Yayınları, Ankara 1998, s. 65-74.
Zeynep Korkmaz, “Bilim Dili ve Türkçe”, Türk Dili, S. 595 (Temmuz 2001), s. 7-19.
Zeynep Korkmaz, “Atatürkçü Düşüncede Türk Dilinin Yeri ve Günümüz Açısından Değerlendirilmesi”,
Türk Dili, S. 596 (Ağustos 2001), s. 111-119.
372 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’de Yargı
Bağımsızlığı
www.ulkuocaklari.org.tr
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
373
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
HUKUK DEVLETİ YARGI BAĞIMSIZLIĞI
ÇERÇEVESİNDE HSYK DÜZENLEMELERİ
Tuğba TÜRKARSLAN
Hukuk, eski Türk inancındaki “töre”dir. Töre namusumuzdur. Hukuk
varımız, yoğumuz, devletimizin yegâne muhafızıdır.
Hukuk devleti düşüncesi ve ilkesi, ancak, insanlığın uzun süren mücadeleleri sonucunda
kazandığı ve bireylerce kazanılan değişik hak ve özgürlüklerin devletçe tanınması ile doğmuştur.
(SARIHAN, Şenal, Hukuk Devleti ve Savunma Hakkı, Ankara Barosu Dergisi, S. 1987/5-6, s. 711 )
Anayasa Mahkemesi hukuk devletini, “Her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı
gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan,
yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu
bilincinden uzaklaştığında geçersiz kalacağını bilen devlet” (E. 1985/31, K. 1986/11, 27.03.1986 T.K.;
RG: 09.05.1986, 19102 ) şeklinde tanımlamıştır.
Anlaşıldığı üzere sırf Anayasada hukuk devleti ilkesi yer alıyor diye bir devlet hukuk devleti olarak
kabul edilemez. Devletin bunun unsurlarına da haiz olması gerekir. Hukuk devletinin ana unsurlarından
biri yargı bağımsızlığıdır. Anayasamızın Mahkemelerin Bağımsızlığı başlıklı 138. maddesinde de
belirtildiği üzere; “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak
vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve
telkinde bulunamaz.”
374 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Yukarıdaki hukuk devleti ve yargı bağımsızlığına ilişkin açıklamaların ardından Türkiye gündeminde
olup bitenlere taraf olmanın çok ötesinde yalnızca hakikatin tarafı olarak hukuki bir bakışla durum tespiti
yapmak niyetindeyiz.
17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu ile ülke olarak “hukuk devleti” değil “kanun devleti”
ve “kuvvetler ayrılığı” ilkesini her hamlede bir üst rafa kaldırma derdindeki AKP hükümetinin yeni bir
hamlede bir dizi değişiklikle ülke yönetimini ellerine yüzlerine bulaştırdıkları yine, yeni bir dönemdeyiz.
17 Aralık’taki operasyon ile ‘inine çomak sokulan’ AKP hükümeti nereye kaçacağını ne yapıp bu işin
içinden sıyrılacağını şaşırmış, izansızlıklarının yettiğince ülkeyi bir hukuksuzluk dönemine daha çekmeyi
başarmıştır.
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun iktidar yetkilileri ve yakınlarını da kapsayacağı anlaşılmış
olduğundan takip eden polislerin jet hızıyla yerlerini değiştirme basiretsizliği göstermiştir ki bu
yolsuzluktan yarası olan gocunmuştur. İstanbul Emniyet Müdürü görevinden alınmıştır. Verilen arama,
gözaltı ve tedbir kararlarının uygulanmasına mani olmak için soruşturma dosyasına yeni savcılar
görevlendirilmiş, soruşturma yapan savcılar hakkında soruşturma açılmış, yerleri değiştirilmiştir. Hatta
operasyonun Türkiye geneline yayılacağı fark edilerek görevden almalar ve değişiklikler başka illere
de sıçramıştır. Hemen ardından İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’nca Adli Kolluk Yönetmeliği’nde
yapılan değişikliğe göre Emniyet ve Jandarma görevlilerinin, adli olaylarda amirlerine bilgi verme
zorunluluğu getirilerek benzer operasyonların önü şimdiden alınmak istenmiştir. Değişikliğe göre, en
üst dereceli kolluk amiri adli olayları, suç işlenmesini önlemek, kamu düzen ve güvenini korumakla
ve bu konuda gerekli tedbirleri almakla görevli ve yetkili olan mülki idare amirine yani valilere derhal
bildirecek.
Değişikliğin resmi gazetede yayınlanmasının ardından Türkiye Barolar Birliği ve Ankara Barosu
yürütmenin durdurulması ve iptal istemiyle dava açtı. Danıştay’ın rutin uygulamalarının aksine daire
başkanı davayı tetkik hâkimine vermeden dosyayı kendisi inceleyerek, davalı idarenin savunmasına
ihtiyaç duymadan “telafisi imkânsız zarar doğabileceği” gerekçesi ile yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Bütün bu hukuksuzluklar söz konusu iken milletimizde de her ne kadar yargı süreci devam ediyor
olsa da –ki sonuçlanması yıllar alacaktır- bu yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun haklılığı yönünde bir
kanaat oluşmasından başka bir şey beklemek fazlaca hayali olurdu. Ya değilse ülkesini ve milletini seven
hangi insan bu haksızlıkların mimarı olarak anılmak ister? Kanımca sevmeyen için böyle anılmakta da
rahatsız edici bir durum yok. Yine de temennim odur ki; biz yanılalım kanaatimizde. Yeter ki ülkemize
böyle bir yolsuzluk ve rüşvet yaftası yapışmasın.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
375
www.ulkuocaklari.org.tr
HSYK ile alakalı olan husus şu ki; HSYK’ dan bu değişiklik için Anayasaya aykırı olduğu
açıklaması gelmişti. Açıklamada, “Adli görevi bulunmayan mülki idare amirlerinin de bilgilendirilmesini
içeren 21.12.2013 tarihli “Adli Kolluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” in ikinci
ve üçüncü maddeleri yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile Anayasanın ve Ceza Muhakemesi
Kanunu’nun ilgili hükümlerine açıkça aykırıdır” denildi.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
12 Eylül 2010’daki referandum ile getirilen Anayasa değişiklikleri ile yargıya başka bir boyut kazandırma
iddiasında olan AKP hükümetinin, kendi elleri ile oluşturdukları HSYK’ nın kendi hukuksuzluklarına çanak
tutmadığını görmesi üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yetkim olsa HSYK’ yı yargılardım.”
sözleri zaten bir HSYK düzenlemesinin işaretini de vermiş oldu. Şimdi 2010 yılına giderek durumu tahlil etmek gerekirse AKP’nin referandum dönemi şiddetle
savunduğu sistemin tam aksi olan bir sistemi, bir yanlışlık yapıldığı gerekçesiyle Anayasallaştırmaya
çalışmasını açıklayabilecek tek şey çıkar çatışmasıdır. Gerçekten de 2010 referandumu ile birlikte
kurul üzerinde Adalet Bakanı’nın etkisi azaltılmış ve temsilî bir konuma getirilmişti. “Yetmez ama evet”
çilerin gerekçesi de bu ve benzer düzenlemelerdi. “Bu bir siyasi parti tercihi değildir; Türkiye darbe
Anayasasından kurtuluyor, demokratikleşiyor.” söylemi ile insanımızdan “evet” oyları alınmışken şimdi
bu demokratik değişiklikler ne oldu da yeniden değiştirilmeye ihtiyaç duyuldu? HSYK’ nın bütün iç
işleyişini yenileyen ve kurumla alakalı yetkilerin neredeyse tamamını yürütmenin bir üyesi olan Adalet
Bakanı’na veren değişikliklere ihtiyaç nasıl böyle elzem hale geldi?
Bu sorulara vereceğimiz cevap 17 Aralık operasyonunun ardından patlak veren AKP ve Gülen
cemaati arasındaki çekişmeden başka bir şey değildir. (Bu yazıyı kaleme alırken bir yandan da aklımdan
bir zaman sonra Erdoğan-Gülen arasında yine okyanus ötesi selamlaşmalar başlar biz bu çekişmenin
seyircisi olarak kalmış oluruz diye geçmiyor değil.) Hükümetin Adli Kolluk Yönetmeliği değişikliği
aleyhine bildiriye imza atan 17 HSYK üyesi görevden alınamadığına göre en iyisi kurumu ‘‘topyekûn
yetkisizleştirelim’’ dolayısıyla ‘‘itibarsızlaştıralım’’ denilerek günlerdir gündemde olan TBMM’de şiddetli
tartışmalara ve gerilimlere sebep olan düzenlemenin adımı atılmıştır.
Peki, bu düzenlemeler hangi değişiklikleri getiriyor?
-Kanunun yürürlüğe girmesi ile HSYK’ da ki mevcut müfettişlerin, tetkik hâkimlerinin, Teftiş Kurulu
Başkanı, Başkanvekili ve Genel Sekreter’in görevleri sona eriyor, idari personel görevden alınıyor.
Üyelerin hangi dairede görev yapacağını on gün içinde Bakan belirleyecek.
-HSYK daire başkanlarını daireler kendi içinde seçiyordu. Şimdi Bakanın seçtiği iki adaydan birini
daire değil Genel Kurul seçecek. Daire başkanlığında üyelerin çoğunluğunun oyunu alma şartı değil
katılanların oyunun çoğunu almak yeterli olacak. Artık Müsteşar üç daireden birine başkan olabilecek.
-Teftiş Kurulu Başkanı, Genel Sekreter ve yardımcıları Bakan tarafından belirlenecek. Teftiş Kurulu
Bakana bağlı olacak.
-HSYK’ nın dört yıl boyunca yayımladığı tüm genelge ve kararlar iptal edilecek. Yönetmelik çıkarma
yetkisi Genel Kurul’a değil Bakan’a ait olacak.
-Seçimle gelen HSYK üyeleri hakkındaki disiplin işlemlerini HSYK Genel Kurulu yerine Adalet Bakanı
tek başına yürütecek ve karara bağlayacak. Bakan üyeleri görevden alma yetkisine de sahip olacak.
HSYK üyelerinin adli suçlarıyla ilgili soruşturma ve dava açılması izinlerini de yine Bakan verecek.
376 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
-Dairelerin hangi işlere bakacağına Bakan karar verecek. Bakan gelen dosyayı istediği daireye sevk
edebilecek. Genel Kurul’un toplantı günlerini ve gündemini de Bakan belirleyecek.
-Mahkemelerin görev alanlarını ve üye dengesini belirleyen adli yargı ilk derece mahkemesi adalet
komisyonlarının başkanları ve bir asıl bir yedek üyesini belirleme yetkisi de HSYK’ dan alınarak
Bakanlığa verilecek.
Başlıca değişiklikler bu saydıklarımız iken (Bütün değişikliklere yazıda değinilmemiştir; adalet
akademisi vs.) işin özü şu ki; bu tasarı yargıyı yürütmeye tabi kılmanın icraate dökülmüş bir örneğidir.
AKP hükümeti tarafından tüm bu hususlar bilinmekle birlikte istenmektedir. Yani ceza hukukunun kasttaksir ayrımından esinlenir isek bu davranış basit taksir değil, bilinçli taksir değil kast olarak nitelendirilir.
Hukuk fakültelerinde öğrencilere HSYK’ nın başkanının Adalet Bakanı olması kuvvetler ayrılığını
zedeleyen bir durum olarak anlatılırken bugün iş bambaşka bir noktaya gelmiş; kurulun neredeyse
bütün yetkilerinin Adalet Bakanı’na bağlanması söz konusu olmuştur.
HSYK Başkan Vekili Ahmet Hamsici de yapılmak istenen kanun değişikliği ile ilgili olarak “Kurulun
fiilen Adalet Bakanı’na bağlı ve bağımlı, ayrı bir erkten daha çok yürütmenin emir ve gözetimi altında
görev yapan bir yapı haline getirilmesi söz konusudur. Bu durum, yapılan Anayasa değişikliği ile kurulan
bağımsız bir kurulun oluşumuna aykırıdır.” ifadelerini kullandığı bir açıklama yapmıştır.
Teklif adalet komisyonundan geçmiş mecliste görüşülmeye başlanmış olsa da mecliste partiler
arası uzlaşma sağlanamadığından teklifin yerel seçimlerden sonraya bırakılması AKP kurmayları
tarafından belirtildi.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin teklife koyduğu muhalefet şerhindeki ifade aynen şu şekilde
olup durumu özetle ifade etmektedir: Adli bir soruşturmayı engellemek amacı ile kanun çıkarılması
Anayasanın hukuk devleti, mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hâkimlik teminatı ilkelerine ve
Anayasanın parlamenter demokrasinin kuvvetler ayrılığı üzerine inşa edilen özüne ve sözüne aykırıdır.
Son olarak âdeti olduğu üzere yine bir Cuma Namazı çıkışı gündemi değerlendiren Başbakan
Erdoğan; “HSYK düzenlemelerini geri çekmek söz konusu değil, en azından Adalet Akademisi ile alakalı
hükümleri Genel Kurul’dan geçirmekte kararlıyız” dedi.
Nizamül-mülk Siyasetname’de, beylerin adalet üzerine hareket etmesini tavsiye etmiştir. Yine Nizamülmülk, oğlu Farü’l-mülk’ e yazdığı bir mektupta, “Her şeyden önce, bütün reayanın senden âsude olmaları
gerekir; her zaman onlara hukuk lâzımdır…” demektedir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
377
www.ulkuocaklari.org.tr
Paralel devlet diye aslında kendi türettikleri yapının üstesinden gelebilmek adına hukuk devleti,
kuvvetler ayrılığı, mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkelerini çiğneyerek kanun devletine doğru
çizilen istikametin ülkemizin ve milletimizin bekasının yakınından uzağından geçmeyeceği su götürmez
bir gerçektir. Türk Milliyetçileri Başbakan tarafından içi boşaltılan kavram “milli irade”nin hem asıl sahibi
hem de temsilcisi olmanın sorumluluğu ile bu hukuksuzluklara en başından beri karşı çıkmıştır.
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türklük ve Türkiyelilik
Ülkü Ocakları Eğitim ve
Kültür Vakfı Genel Merkezi
Eğitim Programı
378 Güncel Eğitim
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye gibi bin yılı aşkın bir süredir bütün dünyânın Türk yurdu olarak bildiği bir
ülkede Türklükmefhûmunu tartışmaya açmak kadar abes bir şey düşünülemez. Üzerinde yaşadığımız
bu topraklar dün de Türk yurdu idi, gelecekte de Türk yurdu olarak kalacaktır. Bu durumda, aynı topraklar
üzerinde Türk de, Türklük de yaşacaktır. Bu târihî hakîkati kimse değiştiremez. Türklük, Türk milletinin
kimliğinin farkında olması demektir. Bu farkındalık, berâberinde milliyetçiliği getirir. Dünyada bir Türk
milleti ve milliyeti bulunuyorsa, onun bir de milliyetçiliği olacaktır. Milliyetçilik, her hususta kişinin mensup
olduğu milleti önde tutması mânâsına gelir. Milliyetçilik, ferdin mensûbiyet duygusunun ifâdesidir. İnsanın
mensûbiyet duygusunu yok etmek, onu köksüz ve ruhsuz bir mahlûk hâline getirmekle eşdeğerdir.
Türk milletini köksüz ve ruhsuz insan sürüsü olarak düşünmek, kimsenin hakkı da haddi de değildir.
Milletler mukaddes değerleriyle varlıklarını sürdürürler. Türklük bir Türk için, başka mukaddesler gibi,
mukaddes bir değerdir. Dolayısıyla insanların mukaddes değerlerine saygısızlık etmek, hiç şüphesiz
misliyle karşılık bulur. Öncelikle bu keyfiyetin bilinmesinde fayda vardır.
İkinci olarak, Türk milleti nev-zuhûr bir millet değildir. Muhtelif emperyalist odakların kanatları
altına sığınarak bugün sözde millet olmaya çalışan haysiyet fukarâsı bir topluluk da değildir. Şahsiyeti,
farklı mahfillerin himâyesi altında şekillenmemiştir. Başka bir milletin lütuf ve insâfının eseri olarak
sığınacak bir yer bulup, onun ihsânıyla beslenmemiş; fertleri o milletin müsâmaha kanatları altında
çoğalıp serpilmemiştir. Bilâkis, bugün Türkiye sınırları içinde yaşayıp da farklı etnik mensûbiyetler
peşinde koşanların tamâmı, varlıklarını Türk’ün âlî-cenâblığına borçludur. Aksini iddiâ etmek nankörlük
olur. Türk milleti, millet olmak için Amerika, Avrupa, Rusya gibi muhtelif merkezlerin ‫ﹲ‬onayını, desteğini,
icâzetini de aramamıştır. Aksine, târih boyunca sayısız milleti himâyesine almış, korumuş, idâre etmiş,
mazlûm topluluklara kol kanat germiş, dünyâya nizâmvermiştir. O, millet olarak varlığını ihtiyâr dünyâya
kabûl ettirdiği devirlerde, bugün âleme nizâm verme iddiâsında bulunan nev-zuhûr milletlerin kendileri
değil, ataları bile târih sahnesinde bulunmuyorlardı. Unutmamalı ki, târih târih olmadan önce, Türk
milleti millet olmuştu. İnanmayan varsa Orhun âbidelerine baksın. Dolayısıyla onun yaşını tesbit
etme kudreti târihte bile yoktur. Hakîkat bu olduğuna göre, Türk milleti karşısında fazîlet iddiâsında
bulunanların, öncelikle dönüp arkalarına bakmaları, nasıl bir geçmiş yaşadıklarını anlamaları, insanlık
âlemine hangi hizmetleri sunduklarını, hangi değerleri hediye ettiklerini görmeleri gerekir.
Ülkü Ocakları Genel Merkezi
379
www.ulkuocaklari.org.tr
TÜRK’LE TÜRKLÜK’LE NEYİN KAVGASI
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Şu da bilinmelidir ki, bu satırlar, ne insanları etkilemeye yönelik hamâset cümleleri, ne kana
ve kafatasına dayalı bir ırkçılık tezâhürü, ne de temelsiz bir mâzî tefâhürüdür. Türk’ün târih öncesine
uzanan hayat hikâyesi, onun kim olduğunu ortaya koymaya yeterlidir. Zîrâ, “Âyînesi iştir kişinin lâfa
bakılmaz.”
Bugün Türk, Türklük ve Türk milliyetçiliği hakkında haksız ve hadsiz cümleler kuranların
anlayacaklarını zannettiğimiz İslâmî bakış açısı da, burada anlatmaya çalıştığımız târihî hakîkati tasdik
eder. Allâh katında en üstün olanlar, nasıl ki en fazla takvâ sâhibi olanlar ise, insanlar arasında en üstün
olanlar da Hakk’a ve halka en fazla hizmet edenlerdir. İnsanların, insan olmak açısından birbirlerine
üstünlükleri bulunmadığını ahmaklar bile bilir. Her insanı et ve kemik oluşturur; her insanın damarlarında
benzer kan grupları dolaşır. Her insanın iki eli, iki gözü, iki kulağı, iki ayağı, bir burnu, bir ağzı vardır.
İnancımız, bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduklarını söyler. Bu bakımdan, insanlar arasında
fark gözetmek cehâlet eseridir.
Ancak unutmamak gerekir ki, aynı babanın çocukları bile, aynı ahlâka, aynı kābiliyete, aynı
seciyyeye, aynı vicdâna, aynı beceriye sâhip değildirler. Türk milleti de böyledir; diğer milletlerin
mensupları gibi Hz. Âdem’in çocukları olmalarına rağmen, meselâ bugün Türkiye’de Türk’le ve
Türklükle fazîlet yarışına girenlerin, Doğu Roma’nın kahır pençesi altında, onun çerçevesini çizdiği bir
alanda dağlarda koyun gütmekten öte bir kıymet-i harbiyyeleri bulunmadığı devirlerde, Türkler, Çin’i
korunabilmek için devâsâ birset inşâ etmek zorunda bırakmışlardı. Başkaları mağaralarda, izbelerde,
kaya kovuklarında varlıklarını sürdürürlerken, Türkler varlığını yüzyıllarca sürdüren, insan deryâsı Çin’i
titreten muazzam devletler kurmuşlardı. Türklerin Çin sınırından Roma önlerine kadar ulaşan ünleri,
bugünün Avrupalılarının dedelerini tir tir titretmekteydi. Hunların, Göktürklerin, Uygurların, Avrupa
Hunlarının ve tâkipçilerinin târihlerini üstün körü okumak bile Türklerin destansı hayat hikâyelerinin
ve târihlerinin parlaklığını anlamaya yeterlidir. Aynı durum ve aynı misyon Karahanlılar, Gazneliler,
Selçuklular, Memlûkler, Altınorda, Timurlular ve Osmanlılar tarafından da asırlarca devâm ettirilmiştir.
Üstelik Türkler, günümüzün İngilizleri, Fransızları, Portekizlileri, İspanyolları, Hollandalıları,
Rusları gibi gittikleri ve ele geçirdikleri yerleri soyup soğana çevirmediler; o bölgelerin insanlarını kılıçtan
geçirip köklerini kurutmadılar; buraları sömürülecek bir alan değil birer vatan parçası olarak gördüler;
buraların bütün zenginliklerini kendi ülkelerine taşımadılar; insanların kanları ve gözyaşları üzerine,
bugün iftihar ettikleri türden kanlı bir medeniyet kurmadılar. Aksine, Türkler vardıkları yerde düzeni ve
adâleti te’sis ettiler; barışı yerleştirdiler; insanların birbirlerini boğazlamalarına mâni oldular. Bunun en
canlı delîli, Türklerin yakın bir târihte çekildikleri Balkanlardaki ve Orta-doğudaki mevcut manzaradır.
Türkler geri çekileli ne Balkanlarda, ne de Orta-Doğu’da huzûr ve sükûn sağlanabilmiştir. Türkler
hâkim oldukları coğrafyalarda sözde medenî Avrupalıların ataları gibi bir politika tâkip etselerdi, bugün
Balkanlarda yaşayan milletlerin ve devletlerin hiç birisi mevcut olmayacaktı. Bugün Türkiye sınırları
içinde yaşayan ve farklı etnik kimlikler oluşturma derdine düşenlerin de esâmesi okunmayacaktı. Beş
yüzyılı aşkın bir süre idâre ettikleri bu coğrafyada, insanları asimile etmeye, din ve kültür değiştirmeye,
380 Güncel Eğitim
kendileri gibi olmaya mecbur bıraksalardı, dünyâda buna hangi güç engel olabilirdi? Birleşmiş Milletler
mi? ABD? Avrupa Birliği veyâ Rusya mı? Yâhut bir takım sözde insan hakları teşkîlatları mı? Üstelik bu
mahfillerin hiç birisi henüz ana rahminde değil, baba sülbünde bile yoktu. Türkleri, emperyalist Batılı
devletlerin politikalarına benzer politikalar uygulamaktan alıkoyan tek şey, onların âlî-cenâblıkları ve
îmânları idi. Şu noktada, böyle bir şanlı geçmişleri ve hizmetleri bulunan Türkleri, dünün ve bugünün
sığır ve koyun çobanlarıyla aynı terâzide tartmak, hangi adâlet terâzisiyle mümkün olabilir?
Türklerin millet ve milliyetlerini üstün görmelerine İslâm’ın da engel teşkil etmediği açıktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insânlar! Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık! Hem de sizi cemaat cemaat,
kabîle kabîle yaptık ki, tanışasınız. Haberiniz olsun ki, Allâh katında en keremliniz en fazla takvâ
sâhibi olanınızdır.” (Hucûrât, 13) buyurulur. Demek ki hepimizin yaratıcısı olan Yüce Allâh, bir anne
ve babadan vücut bulmamıza rağmen, iyilikte, doğrulukta, fazîlette ve kendisine itaat husûsunda
birbirimizle yarışmamız için farklı milletler hâlinde hayat sürmemizi murâd etmiş; birbirimize üstünlüğü
de takvâ şartına bağlamıştır. Bu şartlara riâyet husûsunda, Türklerin ön sıralarda bulunmadıklarını
kimse iddiâ edemez. Bir fetret devri olarak nitelendirilebilecek olan şu son asrı bir tarafa bırakırsak,
Türklerin Müslüman târihleri boyunca hâkim oldukları toprakları birer İslâm beldesi hâline getirmek
için nasıl çabaladıklarına; şehirleri câmilerle, medreselerle, ilim ve irfan yuvalarıyla, hayır ve hasenât
eserleriyle nasıl süslediklerine, İslâm beldelerini korumak, Allâh’ın adını yaymak için yüzyıllarca Haçlı
sürüleri önünde kanlarını nasıl sebil ettiklerine ihtiyar târih şâhittir. İslâm’ın en doğru şekliyle yaşanmasını
sağlamak üzere sayısız eser te’lif edenlerin ekseriyeti de Türkler arasında yetişmiştir. Altı mûteber
hadis kitâbının dördü, Türk asıllı âlimlerin kaleminden çıkmıştır. İki îtikâdî mezhep imâmından birisi Türk
asıllıdır. İslâm dünyâsının medreselerinde İslâmı öğreten ders kitaplarının çoğu Müslüman-Türk ilim
adamlarının kalemlerinin ürünüdür. En ünlü tefsirlerin sâhipleri de Türk asıllıdırlar. İslâm felsefesinin en
büyük isimleri olduklarını Doğu’nun da Batı’nın da teslim etmek mecbûriyetinde kaldığı Fârâbî ve İbn
Sînâ da Türk’tür... Bu isimlere yüzlercesini eklemek hiç de zor değildir.
Türklerin, Allâh’ın evi olarak kabûl ettikleri câmi ve mescidlerdeki davranış şekilleri bile başka
milletlerinkinden farklıdır. İslâm’ın doğduğu topraklardaki insanlar, câmilerde yan gelip yatarken,
Türkler aynı mekânlarda bırakınız sere serp

Benzer belgeler