Göçün kadın yaşamı üzerine etkileri
Transkript
Göçün kadın yaşamı üzerine etkileri
TC YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANA BİLİM DALI GÖÇ’ÜN KADIN YAŞAMI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Tülay TEKİN YILMAZ Danışman Prof. Dr. M. Ruhi KÖSE VAN-2005 KABUL VE ONAY SAYFASI SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Bu çalışma, jürimiz tarafından SOSYOLOJİ ANABİLİMDALI’nda YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir. İMZA BAŞKAN …………………………………… ÜYE (DANIŞMAN) …………………………………… ÜYE ……………………………………. ÜYE …………………………………….. ÜYE ……………………………………… ONAY: Yukarıda imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. …/…/2005 ……………………. İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ I 1. GİRİŞ 1 1.1. ÇALIŞMANIN KONUSU ve AMACI 4 1.2. ÇALIŞMANIN YÖNTEM ve SORUNLARI 6 2. GÖÇ 11 2.1. KAVRAM OLARAK GÖÇ 11 2.1.1. GÖÇ SÜRECİ ve ANALİZİ 13 2.1.2. GÖÇ TÜRLERİ 16 2.2. TÜRKİYE’DE GÖÇ HAREKETLERİ 2.2.1. DOĞU ve GÜNEYDOĞU ANADOLU GÖÇÜ 2.3. GÖÇ ve KADIN 20 25 32 3. BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ, TARTIŞMA ve YORUMLAR 34 3.1. KADINLARIN GÖZÜYLE ZORUNLU GÖÇ 36 3.1.1. KADINLARA GÖRE GÖÇÜN SEBEPLERİ 36 3.1.2. KADINLARIN GÖÇLE HİSSETTİKLERİ 42 3.2. KADINLARIN GÖZÜYLE GÖÇ ÖNCESİ VE SONRASI YAŞAM 46 3.2.1. KADINLARIN EKONOMİK YAŞAM DEĞERLENDİRMELERİ 46 3.2.1.1. Göç Öncesi Ekonomik Yaşam 47 3.2.1.2. Göç Sonrası Ekonomik Yaşam 51 3.2.2. KADINLARIN GÜNDELİK YAŞAM DEĞERLENDİRMELERİ 58 3.2.2.1. Göç Öncesi Gündelik Yaşam 58 3.2.2.2. Göç Sonrası Gündelik Yaşam 63 3.3. KADINLARIN GÖZÜYLE AİLELERİ 74 3.3.1. EVLİLİK BİÇİMLERİ ve NEDENLERİ 74 3.3.2. ÇOK ÇOCUK SAHİBİ OLMALARI ve NEDENLERİ 85 3.4. SAHA ÇALIŞMASINDAN GÖZLEMLER 91 3.4.1. KADINLARIN YAŞADIKLARI EVLER 91 3.4.2. KADINLARIN YAŞADIKLARI MAHALLELER 93 3.4.3. KADINLARIN ÇOCUKLARI ve YOKSULLUKLARI 93 4. SONUÇ ve DEĞERLENDİRME 96 5. KAYNAKLAR 104 6. EKLER/FOTOĞRAFLAR 107 7. ÖZET 122 -1- I ÖNSÖZ Ülkemizde 1950’lili yıllardan itibaren yoğun bir şekilde yaşanan göç hareketlerinin yanında 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren ve 1990’lı yıllar boyunca yeni bir göç dalgası daha yaşanmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin kırsallarından bu bölgelerin şehirlerine veya başka şehirlere doğru yaşanan bu göç hareketi görünüş itibariyle daha önceki dönemlerde yaşanan köyden kente göç hareketine benzese de, sebepleri ve sonuçları itibariyle tipik bir köyden kente göç hareketi değildir. Nedenleri itibariyle farklılık gösteren bu yeni göç dalgası aynı zamanda daha önce yaşanılan göç hareketlerinden sonuçları itibariyle de farklılık göstermektedir. Tüm bu farklılıkların yanı sıra daha önce göç eden kişilerle, bu süreçte göç eden kişiler arasında, kişilerin göç etmeye karar vermedeki yetkinlikleri açısından da bir farklılık bulunmaktadır. Bu faklılığa bağlı olarak göç edenlerin gönüllülükleri üzerine Türkiye’de yaşanan göç hareketleri, zorunlu ve gönüllü göç olarak yeniden sınıflandırılmaktadır. Bu çalışmada yukarıda bahsedilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçü ve bu göçün göç edenler üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Özellikle Hakkâri’nin kırsallarından Van’a göç eden ailelerin kadınlarının göç öncesi ve göç sonrası yaşamları ve bu kadınların göç süreci içinde yerleri ve etkinlikleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Yüksek lisans yaptığım süre içerisinde bana karşı göstermiş oldukları anlayış ve sabır için başta danışmanım Prof. Dr. M. Ruhi Köse’ye, daha sonra tüm Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Elemanlarına teşekkür ederim. Özellikle tezimle yakından ilgilenen ve bu tezin başarıyla sonuçlanmasında yoğun çabalar gösteren Sosyoloji Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emin Yaşar Demirci’ye minnet borçluyum. Uzun ve yorucu geçen bu dönemde manevi desteğini hiçbir zaman esirgemeyen ve varlığıyla beni her zaman umutlandıran eşim Ercan Yılmaz’a da ayrıca teşekkür ederim. -1- 1. GİRİŞ 1980’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan PKK örgütü ve bu örgütün terör eylemlerine karşı devletin kolluk güçlerine karşı yürüttüğü mücadele Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan, çoğu kadın ve çocuk, çok sayıda insanın yaşamlarında onarılmaz hasarlara yol açmış bulunmaktadır. Bu dönemde, devletin güvenlik güçleri ve PKK arasında yaşanan çatışmalar, bu bölgelerde bulunan birçok köy ve mezranın boşalmasına ya da boşaltılmasına yol açmıştır. Bazen devletin PKK güçlerine karşı yürüttüğü mücadelede sivil halkı korumaya yönelik olarak bu yerler devlet tarafından boşaltılırken, bazen de halk PKK baskılarının yoğunlaşması, can ve mal güvenliklerinin kalmaması nedeniyle yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır. OHAL Bölge Valiliğince devlet güçleri tarafından köy ve mezra boşaltmaları yoğun olarak özellikle 1993 ve 1994 yıllarında yoğunluklu olarak gerçekleşirken, boşaltılan köylerin sayısı 905, mezra sayısı 2923, toplam yerleşim yeri sayısı ise 3428 olarak tespit edilmiştir (Bozkurt, 2000: 225). Ancak bu sayıya sivil halkın isteyerek ya da bireysel olarak köylerini boşaltmaları dâhil değildir. Bu tez çalışması da bu sayılar içerisinde yer alan, devlet güçleri tarafından köyleri boşaltılan ve başka yerlere göç etmek zorunda bırakılan insanlarla sürdürülmüştür. Bu çalışma, söz konusu süreç sonunda Hakkâri’nin köylerinden göç etmek zorunda kalarak Van ilinin kenar mahallelerinde yerleşmek zorunda kalan sınırlı sayıdaki kadınla birlikte yürütülmüştür. Dağlık bir arazi yapısına sahip olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki güvenliği sağlamanın zorlukları nedeniyle köylerin boşaltılması, buralarda yaşayan insanların zorunlu olarak başka yerlere göç etmelerine neden olmuştur. Söz konusu süreç içinde köylerinden çıkartılan sivil halk, Van, Batman ve Diyarbakır gibi bölgedeki kent merkezlerini de içine alan, Adana, Mersin, Antalya, İzmir ve İstanbul gibi büyük metropollere göç etmek zorunda kalmıştır. Bu köylerden çıkartılan sivil halk ülkenin büyük yerleşim birimlerine göç etmek zorunda -2- kalmıştır. Göç edenlerin bir kısmı boşaltılan köy ve mezralara yakın yerleri tercih ederken, geri kalanlar ise iş bulma umuduyla daha uzak kentlere göç etmiştir. Örneğin sadece Adana’ya 15–20 bin civarında insanın göç ettiği tahmin edilmektedir. Van Valiliğine göre ise 1994 yılından itibaren Van kent merkezine 200–250 bin civarında kişi göç etmiş bulunmaktadır. Ancak bu tarihten önce kayıt tutulmadığı için rakamların çok daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir (Bozkurt, 2000: 289). Sadece bu iki örnek bile göç edenlerin sayısının ne kadar fazla olduğunu göstermektedir. Bu kentlerin yanı sıra ülkenin pek çok yerine göçler yaşanmıştır. Örneğin, bu süreç içinde en fazla göç alan kentlerin başında İstanbul, Antalya, Mersin, Hakkâri, Diyarbakır, Batman gibi kentler gelmektedir. Zorunlu olarak yaşanan bu göçler, göç edilen yerleşim birimlerinin nüfusunun hızla artmasına neden olurken daha birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Mesela göç edilen yerlerde plansız olarak yerleşilmesi kentlerin dışında yeni mahallelerin meydana gelmesine neden olmuştur. Bu yerlerin belediye hizmetlerinden yoksun olması buralarda yaşayanlar için yaşam kalitesinin oldukça düşük olmasına neden olmaktadır. Ulaşım, alt yapı vb. daha birçok sorunu olan bu yerlerde insanlar oldukça sağlıksız koşullarda yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmaktadır. Geldikleri yerlerde öncelikli olarak hayvan besleyen-satan ve doğa el verdikçe toprakla uğraşan bu insanlar, kentlerde çalışacak herhangi bir iş bulmakta oldukça zorlanmaktadır. Dolayısıyla çoğu vasıfsız işçi konumunda olan bu insanlar işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlarla da karşı karşıyadır. Ayrıca bu insanların sağlıksız koşullarda, yoksulluk ve yoksunluk içerisinde, kentten ve kentin olanaklarından oldukça uzak mekânlarda yaşamaları, geldikleri bu yerlere uyum sağlamalarını zorlaştırmaktadır. Uyum sağlayamadıkları sürece de insanlar bu yaşam mekânlarını, eski alışkanlıkları doğrultusunda kendilerince biçimlendirmeye çalışmaktadır. Bu sebeple genellikle kendileriyle aynı kaderi paylaşan diğerleriyle veya akrabalarıyla yaşamlarını devam ettirmektedirler. Ancak her ne kadar yalıtılmış bir yaşam sürseler ve bu yeni yerlerinde eskiyi yaşatmaya çalışsalar da, göç süreci birçok yeniliği beraberinde getirmektedir. Bu yeni durum insanların zorunlu olarak kendilerinde değişiklikler yapmalarına neden olmaktadır. Göç süreci bireylerin uyum sorunlarıyla karşı karşıya gelmelerine neden olmaktadır. Özellikle kadınların ve yaşlıların çoğunun Türkçe’yi -3- bilmemesi, kapalı bir aile yapısı içerisinde yaşamaları, onların bu yeni durumdan nasıl etkilendiklerini bir problematik haline getirmektedir. Göç öncesinde eğitim olanaklarından yeterince yararlanamayan kadınlar, sosyal ve kültürel olarak oldukça geri kalmışlardır. Bunun yanı sıra aynı sebepten dolayı Türkçe’yi de öğrenememişlerdir. Sağlık olanaklarının yeterli olmaması ve geleneksel değerlerin hâkim olası nedeniyle kadınlar çok sayıda çocuk sahibi olmaktadır. Bu durum da var olan yoksulluğun giderek artmasına neden olmaktadır. Geleneksel yaklaşımların hâkim olduğu bu yerlerde kadınlar dini ve muhafazakâr bir yaşam sürmektedir. Kapalı bir aile yapısı içinde, belli rolleri yerine getirerek yaşayan bu kadınlar üretimden tüketime, boş zamanları değerlendirmeden çocuk doğurmaya kadar her alanda modern öncesi bir hayatı sürmektedirler. Köse, Çolak ve Dayıoğlu’nun da belirttiğine göre; “Modern teknolojiler, eğitilmiş nitelikli bir insan gücü ve yüksek bir istihdam kapasitesi ile demokratik bir siyasal rejimden yoksun söz konusu ‘az gelişmiş’ veya ‘yarı-gelişmiş’ ekonomilerin yol açtığı olumsuzluklardan en çok kadınlar ve çocuklar etkilenmektedir.” (Köse, Çolak, Dayıoğlu, 2000: 46). Yine aynı şekilde kontrolsüz bir biçimde ve oldukça hızlı artan nüfus olgusunun yol açtığı beslenme, sağlık ve eğitim olanaklarındaki yetersizlikler ile birlikte azalan gelir düzeyi ve yoksulluk da en çok kadınlar ve çocukları etkilemektedir. Göç öncesi yaşadıkları yerlerde yukarıda sayılan çok sayıda sorunla baş etmek zorunda kalan kadınlar, göç ettikleri yeni yerlerde de benzer sorunları yaşamanın yanı sıra daha pek çok yeni sorunla karşılaşmaktadırlar. Alıştıkları hayatı yaşamaya devam etmek isteyen bu kadınlar kendilerini zorlayan değişimlere çoğu zaman ayak uyduramamaktadırlar. Okuma-yazmanın yanı sıra dil bilmiyor olmaları kent yaşamında kendilerine büyük zorluklar çıkarmaktadır. Göç edilen bu yerlerde hem ekonomik hem de sosyal olarak bambaşka bir bilgi gerekmektedir. Oysa kadınlar bu bilgi ve becerilerden yoksun olmalarının yanı sıra eskiden bildiklerini de uygulayacakları bir alan bulunmamaktadırlar. Böylece kadınların nasıl değerlendireceklerini bilmedikleri kocaman ve yepyeni bir boş zamanı olmuştur. Benzer pek çok sorunu olan bu kadınların yaşamlarını konu alan çalışma benzer süreçlerden geçmiş az sayıda kadının hayatına genel bir bakış atmaya ve sorunlarını bir parçada olsa somutlaştırmaya çalışmaktadır. -4- 1.1. ÇALIŞMANIN KONUSU ve AMACI Bu tez çalışmasının konusu genelde Türkiye’nin Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleri’nin kırsal yerleşim birimlerinden çeşitli il merkezlerine, özelde ise Hakkâri’nin köylerinden Van il merkezine doğru kitlesel ve zorunlu olarak göç eden kadınların yaşamlarıyla ilgilidir. Bir önceki bölümde kısaca değinildiği üzere yaşanan bu göçler, nedenleri ve sonuçları itibariyle oldukça karmaşık ve çok yönlü bir sürece neden olmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle tanımlanmasından yorumlanmasına birçok zorlukla karşılaşılan zorunlu göç süreci, süreci yaşayan kadınların yaşamları ve bu yaşamın kendileri tarafından nasıl algılandığı üzerinden yeniden anlaşılmaya çalışılacaktır. Çalışmanın amacı ise genel olarak kadınların zorunlu göç sürecinden nasıl etkilendiklerini, onların anlatılarından yola çıkarak ortaya koymaktır. Bu amaç doğrultusunda, bu çalışma, Hakkâri’nin kırsal yörelerinden Van kent merkezine zorunlu olarak göç etmiş ailelerin kadınları üzerinde yürütülmüştür. Aynı süreci yaşayan kadın ve erkeklerin farklı deneyimlere ve algılamalara sahip olacağı savından yola çıkılarak oluşturulan bu çalışma, kadınların kendilerini ve göç sürecini net olarak ifade edebilmeleri amacıyla, bire bir görüşmeler doğrultusunda sürdürülmüştür. Bu görüşmelerde kadınların genel olarak serbest bir anlatım içerisinde olmaları sağlanmaya çalışılmış, ancak sürecin kendisi üzerine beraberce düşünmek için de çaba sarf edilmiştir. Kaset kayıtları ve onların çözümlenmesiyle elde edilen veriler, zorunlu göç sürecini yaşamış bazı kadınların yaşamlarından kısa da olsa bir kesitin belgelenmesine ve aktarımına yardımcı olmaktadır. Sunulacak bu kesitler genel olarak kadınların kendi özgür iradesine bırakılmıştır. Bağlama sadık kalınmaya çalışılarak kadınların tercih ettikleri hikâyeleri anlatmaları sağlanmıştır. Daha sonra bu hikâyeler, göçü bir süreç olarak ele alan bir yaklaşım içerisinde yeniden yorumlanmıştır. Göç; dünü, bugünü ve geleceği olan, neden ve sonuçlara sahip, zaman ve mekân unsurlarını da içinde barındıran bir süreç olarak incelenmiştir. Bu yaklaşımla, zorunlu göçe maruz kalmış ve Hakkâri’nin kırsal bölgelerinden Van il merkezine göç etmiş ailelerin kadınlarıyla gerçekleştirilen bu çalışmada, sürece içeriden bakabilmek için çabalanmıştır. Bu çalışma, araştırmanın -5- sürdürüldüğü kadınlarla birlikte düşünebilmeyi ve bir paylaşım içerisinde olmayı hedeflerken, iki farklı dünyanın birbirini anlamasının yolunu da açmayı amaçlamaktadır. Zorunlu göçe maruz kalmış ve Hakkâri’nin kırsal bölgelerinden Van il merkezine göç etmiş kadınlarla yürütülen bu tez çalışmasının bulguları, sadece görüşme yapılan kadınlarla sınırlıdır. Az sayıda kadının göçle bağlantılı hikâyeleri üzerine kurulan bu çalışma ancak bu kadınlar için söz konusu olan hikâyelerden oluşmaktadır. Çünkü “…kadınların deneyimleri göçün tipi, göç edenin sosyoekonomik statüsü ve aile yapısı, geride bırakılan mekân ile tanışılan mekânlardaki kültürel, sosyal ve ekonomik yapı gibi pek çok etkene bağlı olarak değişmektedir.” (İlkaracan, İlkkaracan, 1999: 310). Bu tez çalışması sonucunda elde edilen veriler de ancak çalışmanın oluşmasını sağlayan kadınlarla sınırlı bir geçerliliğe sahiptir. Bu nedenle çalışma, konusu ve yöntemi açısından genellenebilir bir çalışma olmamakla birlikte, konunun genelinin kavranmasına da ışık tutabileceği düşünülen bir çalışmadır. -6- 1. 2. ÇALIŞMANIN YÖNTEM ve SORUNLARI Bu çalışma toplumsal cinsiyet yaklaşımı içerisinde niteliksel araştırma teknikleri kullanılarak yürütülmüştür. Bu çalışmanın amacı zorunlu göç sürecini cinsiyet temelinde yeniden yorumlayabilmek ve bu süreç içinde kadınların varlığının anlaşılmasını sağlayabilmektir. Bu nedenle bu çalışmanın merkezinde zorunlu göç sürecini yaşamış ve bu süreci anlatmaya istekli kadınlar yer almaktadır. Onların bu süreci nasıl yaşadıkları, bu süreçten nasıl etkilendikleri ve bu süreci nasıl etkiledikleri bu çalışmanın temel konularını oluşturmaktadır. Zorunlu göç sürecini yaşayan az sayıda kadının göçle bağlantılı tecrübelerinden oluşan bu çalışmada söz konusu kadınlar tarih sahnesinde görünür hale gelmektedir. Çünkü tüm sosyal bilimlerde erkeklere ait deneyimlerin genelleştirilmesi toplumsal ve tarihsel süreçlerde kadınların görünmezliğine neden olmaktadır. “Feminist yöntem diye bir şey var mı?” adlı makalesinde Harding’in de belirttiği gibi, “eleştirmenler, geleneksel sosyal bilimin çözümlemelerine, sadece erkek deneyimlerini esas alarak başladığını iddia ederler. Yani sosyal bilim, yalnızca erkeklere ki bunlar beyaz, Batılı, burjuva erkeklerdir özgü sosyal deneyimlerin sorun olarak kabul edildiği sosyal yaşanmışlıklarla ilgili sorular sorar… Öte yandan, kadın edimlerinden kaynaklı, açıklığa kavuşturulması gereken pek çok olay vardır.” (1996: 39). Ancak burada kadın ve erkek diye iki farklı ve sabit kategoriden bahsedilmemektedir. Çünkü her ikisi de kendi içlerinde etnik, dinsel, kültürel ve sınıfsal temelde farklılaşmaktadır. Dolayısıyla bu tez çalışması Türkiye’de toplumunun dezavantajlı kadınlarının önemli bir kesimini oluşturan ve zorunlu göç yoluyla Van kent merkezine yerleşen Hakkârili kadınların bir kesiminin sesini duyurmayı amaçlamaktadır. Feminist Yöntem konusunda yaptığı çalışmalarla bilinen Mies “Feminist Araştırmalar İçin Bir Metodolojiye Doğru” makalesinde kadınların araştırma materyallerinden hariç tutulmalarını Berthold Brecht’in “karanlıkta olanlar görülmezler” özdeyişiyle açıklarken, kadınların karanlıkta kalan alanlarını şöyle sıralamaktadır: Bu alanlar; “kadınların sosyal tarihi, kadınların kendi durumlarını, kendi ezilmişlik ve direnç biçimlerini nasıl algıladıkları.” (Mies, 1996: 51). Bu -7- nedenle çalışmada öncelikli olarak çalışmaya katılan kadınlar için de karanlıkta kalan benzer konulara değinilmeye çalışılmıştır. Ancak kadınların karanlıkta kalan yönleri ve özellikleri üzerinde çalışmalar yapılırken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta araştırılan ve araştıran arasındaki özne, nesne hiyerarşisini kırabilmektir. Bu yüzden çalışmalarda ‘yukarıdan bakış’ yerine insan merkezli ‘aşağıdan bakış’ yaklaşımı getirilmelidir. Mies sistematik bir ‘aşağıdan bakış’ yaklaşımının hem bilimsel ve hem de etik ve politik boyutları olduğunu söylemektedir. Ona göre “niceliksel araştırma araçlarının bütün gelişkinliğine rağmen bu metotlarla toplanan birçok veri ilgisiz hatta geçersiz sonuçlar verir; çünkü araştırma sürecinin hiyerarşik niteliği, araştırmanın temel hedeflerine aykırıdır ve sorguya çekildiklerini düşünen ‘araştırma nesnelerinde’ derin bir güvensizlik yaratır. Bu güvensizlik kadınlar ve başka ayrıcalıksız gruplarla, onlara göre sosyal statüsü daha yüksek tabakadan mülakatçılar mülakat yaptığında ortaya çıkar.”(Mies, 1995: 52). Yukarıda bahsedilen kaygıların da ışığında yola çıkılan bu çalışmada seçilen yöntem, bu yaklaşımlara uygun olarak niteliksel yöntem olmuştur. Bilindiği gibi niteliksel yöntem sosyal olayların durağan ve evrensel olmayan yapısını göz ardı etmemekte ve sosyal olayları bireyden bağımsız olarak değerlendirmemektedir. Glaser ve Strauss’un da belirttiğine göre; “en sık kullanılan nitel araştırma yöntemlerinden gözlem ve görüşme, sosyal olguların bu göreliliğini ve hareketliliğini bir an için de olsa yakalamaya ve anlamaya yöneliktir. Bu yöntemlerin en önemli avantajları, araştırılan konuyu, ilgili bireylerin bakış açılarından görebilmeye ve bu bakış açılarını oluşturan sosyal yapıyı ve süreçleri ortaya koymaya olanak vermesidir.”(1967’den aktaran Yıldırım, Şimşek, 1999: 19). Bu nedenle zorunlu göç sürecini yaşayan ve bu süreç içerisinde seslerini çok az duyduğumuz kadınlarla yapılan bu çalışmanın bulguları çalışmanın sürdürüldüğü kadınlar için ve çalışmanın yapıldığı zaman diliminde geçerli olmaktadır. Dikeçligil (2000) “Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası İşbirliği” adlı makalesinde niteliksel araştırma yönteminin özelliklerini şöyle sıralamaktadır: Ona göre niteliksel araştırmanın amacı incelenen sosyal dünyayı derinlemesine anlamak ve /veya yorumlamaktır. Araştırmanın kapsamı bir veya -8- birkaç sosyal dünya(tipik durum/lar)dan oluşmaktadır. Cevaplayıcı sayısı azken, araştırma süresi uzundur ve zamana yayılır. Veri toplama teknikleri ise katılımlı gözlem, derinlemesine mülakat, odak grup görüşme, hayat hikâyesidir. Veriler ses kayıt cihazı, fotoğraf makinesi, video kamerası kullanılarak toplanır. Niteliksel araştırma sonucunda ise olgunun canlı ve çok boyutlu bir tasviri verilmiş olur. Niteliksel araştırmanın bir özelliği olarak az sayıda kadınla sürdürülen bu çalışmada kadınların dünyasına içeriden bakılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle kadınların evlerinde sürdürülen görüşmeler sırasında kadınlarla uzun süre vakit geçirilmiş, onların gündelik yaşamları gözlenmeye çalışılmış ve görüşmeler soru cevap şeklinde olmaktan çok bir sohbet havasında gerçekleştirilmiştir. Yapılan görüşmelerin yanı sıra daha sonraki tarihlerde de kadınlar ve aileleri ziyaret edilmiş, karşılıklı olarak birçok paylaşımda bulunulmuştur. Görüşmeler sırasında ses kayıt cihazı kullanılmış, daha sonraki tarihlerde gidildiğinde fotoğraflar da çekilmiştir. Ancak kadınlar yaşadıklarının etkisiyle duydukları güvensizlik nedeniyle kendi fotoğraflarının sadece hatıra olarak kalmasını, çalışmada kullanılmamasını istemişlerdir. Bu nedenle çalışmaya kadınların yaşadıkları mahallelerinin, evlerinin ve çocuklarının fotoğrafları dâhil edilebilmiştir. Görüşmeler sırasında kadınlarla ortak bir dili paylaşmıyor olmamız nedeniyle tercüman kullanılmıştır. Ancak bu durum çalışmanın tamamen sözel bildirime dayanır olması nedeniyle çoğu zaman görüşmelerin sağlıklı bir şekilde ilerlemesini engellemiştir. Kadınlarla yapılan görüşmeler sırasında öncelikli olarak aramızdaki dil farkı seçilen yöntem ne olursa olsun ciddi bir engel oluşturmaktadır. Kadınlar yaşadıkları olaylar sonucunda kendilerinde gelişen toplumsal bilinç nedeniyle dillerini korumayı önemsemektedirler. Konuşmaları sırasında Türkçe bilmemekten bir sıkıntı duymadıklarını ifade etmişler, hatta bir tanesi kendi dillerinin Türkçe’den daha güzel olduğunu ifade etmiştir. Adeta Türkçe öğrenmeye direnen kadınların, dille ilgili bu ön yargılı yaklaşımları, kendileriyle aynı dili konuşmayan diğerlerine karşı da zaman zaman ön yargılı yaklaşmalarına neden olmaktadır. Bu nedenle kadınlar üzerinde böyle bir güvensizliğin olma ihtimali düşünülerek az da olsa Kürtçe öğrenilmiştir. Bu tavır kadınlarda belli bir sempati yaratmışsa da olması muhtemel güven sorununun -9- tamamen aşılması için yeterli olmamıştır. Çünkü kadın bir akademisyen olarak benim sahip olduğum dil ile göçe maruz kalmış kadınların dili, aramızda ciddi bir iletişim kopukluğu yaratarak, benimle kadınlar arasında bir tür yabancılaşmaya neden olmuştur. Çalışmanın sürdürüldüğü kadınlarla araştırmacının kimliği arasında var olan diğer farklılıklar (sosyal, kültürel, ekonomik, vb…) dil engeli nedeniyle daha da aşılamaz hale gelmiştir. Bunun yanı sıra görüşmeler sırasında arada tercüman kullanılması zorunluluğu, kadınlarla direk iletişim kurulmasını engellemiş, görüşmelerin süreğen bir halde devam etmesi olasılığını bir hayli zayıflatmıştır. Sorulan sorular ve bu sorulara verilen cevaplar çoğu zaman anlam kayması nedeniyle tekrar edilmiş veya birçok soruya, ya cevap alınamamış ya da alınan cevaplar sorunun tam karşılığı olamamıştır. Bu nedenle çalışmanın başında hedeflenen konular hakkında yeterli bilgi alınamamış ve çalışma sonlandığında görüşmelerin birçoğunun yeterince verimli geçmediği anlaşılmıştır. Ancak şunu eklemek gerekir ki; çalışma konusunun belirlendiği andan itibaren çalışmanın sürdürüldüğü kadınlara-aramızda var olan farklılıklar nedeniyle- ulaşılmakta zorlanılacağı bilinmektedir. Farkında olunan tüm zorluk ve sıkıntılarına rağmen çalışma büyük bir kararlılıkla sürdürülmeye çalışılmış, kadınlarla bir çalışma yürütmenin ötesinde onların yaşamlarını anlamaya ve onlarla dost olmaya çabalanmıştır. Ayrıca bilimsel çalışmalarda çalışmayı yürüten ile çalışmanın yürütülmesine katkı sağlayanlar arasında olması muhtemel farklılıklar nedeniyle çalışma yapılmaması gibi birşey de söz konusu değildir. Wedel kendi çalışmasında benzer bir sıkıntıdan söz ederken bu sıkıntının nasıl aşılacağının da ip uçarlını şu şekilde tanımlamaktadır: “Aramızdaki maddi, kültürel, ailevi ve siyasal farklılıkları görmezden gelmek yerine, karşılıklı olarak bu farkları anlamayı amaçladığımız ve ortak yönler keşfettiğimiz için, dostça ilişkiler kurmayı ve her iki tarafın da yeni bilinçlenme süreçleri geliştirmesini başarabildik.” (2001: 54) Zorunlu göç sürecini yaşayan kadınlarla derinlemesine mülakatlarla oluşturulan bu çalışmada çalışma konusunun politik bir tarafının da olması kadınların zaman zaman güven sorunu yaşamasına neden olmuştur. Konuşmalarını çoğu zaman - 10 - yarıda kesen kadınlar bazı konular hakkında detaylı bilgiler vermekten de kaçınmışlardır. Bunun yanı sıra kadınların konuşmalarında sıklıkla derin çelişkilere düştükleri de gözlenmiştir. Bunun nedeninin belleğin yeniden inşasıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. Görüşme yapılan kadınların anlattıklarının bir kısmının güncel temelde yeniden bir kurgulanma sürecinden geçtiği zannedilmektedir. Bu nedenle kadınlardan alınan bilgilerin bir kısmının güvenirliği hakkında şüphe duyulmaktadır. Bunun yanı sıra bu sorunu bir parça da olsun aşabilmek için kadınların anlattıklarıyla bağlantılı bir literatür taraması yapılarak elde edilen sonuçlar karşılaştırılmıştır. Kadınlarla görüşmeler sırasında karşılaşılan sorunlardan biri de kadınların kendilerine yardım yapılacağıyla ilgili bir beklenti içerisinde olmasıdır. Bu beklenti kadınların konuşmalarını sıklıkla maddi konular üzerinden sürdürmelerine neden olmuş, bu da görüşmelerin seyrinin sürekli olarak değişerek konuşulan konudan uzaklaşılmasına neden olmuştur. Bir diğer sorun ise kadınların genel olarak konuşmaları yönlendirmeyi karşı tarafa bırakmasıdır. Kadınlar kendilerine soru sorulmadan serbest bir anlatımda bulunmak yerine kısa net sorular beklemekte bunlara da yine kısa ve net cevaplar vererek görüşmeleri tamamlamak istemektedirler. Oysa ara sıra sohbet edilen erkekler kadınların tam tersine kendilerine soru sormayı beklemeden konuşmaları sürdürmekte, hatta konuşmaların seyrini onlar belirlemektedir. Bu da kadınların ve erkeklerin içinde bulundukları aile ve sosyal çevrelerinde edindikleri alışkanlıklarla ve rollerle ilgilidir. Zorunlu göçe maruz kalmış Hakkârili kadınlarla yapılan ve derinlemesine mülakatlara dayanan bu çalışmada sonuç olarak görülmüştür ki; çalışma yapan ve çalışmaya katılan bireyler arasında var olan tüm farklılıklara rağmen eğer araştırma süreci bir paylaşma ve öğrenme süreci olarak değerlendirilirse tüm zorluklarına rağmen çalışma her iki taraf için de unutulmayacak tecrübeler sağlamaktadır. Bu tür çalışmalar farklı kesimler arasında belli bir diyalogun kurulmasının yolunu açarken, tarafların birbirilerine karşı besledikleri ön yargıların da bir parça olsa kırılmasını sağlamaktadır. Bu çalışmada da izlenen yöntem ve yaklaşımlar sayesinde yukarıda bahsedilen sonuçlara ulaşılmak için çabalanmış ve elde edilen sonuçlarla umutlanılmıştır. - 11 - 2. GÖÇ 2. 1. KAVRAM OLARAK GÖÇ Toplumların ve bireylerin tarihsel süreçlerinde göç, nedenleri ve sonuçları açısından önemli bir yere sahiptir. Çünkü göç farklı insanların, farklı nedenlerle gerçekleştirdiği ya da gerçekleştirmek zorunda kaldığı ve farklı sonuçları olan bir süreçtir. Bunun yanı sıra “tarihsel olarak göçler, genellikle kıtlık, iç savaşlar, dinsel ve diğer şiddet olayları, soy kırım ve siyasi sürgün gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmakta ve insanlık için çok acılı süreçleri içermektedir.” (İçduygu, Sirkeci, 1999: 260). Bu özellikleri nedeniyle göç birçok disiplin tarafından incelenmiş ve her disiplinin bakış açısınca bir çözümlemesi yapılmıştır. Göç’ün sosyal bilimciler tarafından birbirini tamamlayan birçok tanımı da mevcuttur: Altuntaş’a göre göç, insanların tek başına veya tüm aile bireyleri ile birlikte bir yerden başka bir yere gitmelerini ifade eder. (www. bianet. org. 02.08.2003). İçduygu ve Ünalan’a göre “soyut çözümlemeye dayalı bir tanımda ‘göç’ insanların belirli bir zaman boyutu içinde belirli bir yerleşim alanından başka bir yerleşim alanına geçişi olarak anlatılmaktadır.” (1998: 38). Bu tanıma oldukça yakın olan ve Sevim tarafından aktarılan diğer iki tanımdan ilkine göre ise “göç kişilerin hayatlarının gelecekteki kısmının tamamını veya bir parçasını geçici bir süre için bir iskân ünitesinden (şehir, köy gibi) diğerine yerleşmek kaydı ile yaptıkları coğrafi yer değiştirme olayıdır.” (Akkayan, 1979: 21’den aktaran Sevim, 2000: 55). Sevim’in aktardığı diğer tanıma göre ise göç; “birbirinin devamı olmayan ve fiziki mesafe açısından birbirinden nispeten uzak, bir yönetim sınırından veya biçiminden, bir başka yönetim sınırına veya biçimine yerleşmek gayesiyle yapılan geçiş veya nüfus hareketidir.” (Erdoğmuş, 1998: 98’den aktaran Sevim 2000: 55). Marshall’a göre ise göç “(az veya çok) bireylerin ya da grupların sembolik veya siyasal sınırların ötesine, yeni yerleşim alanlarına ve toplumlara doğru kalıcı hareketini içerir.”(1999: 685). Bunlarla paralel bir diğer tanıma göre ise “göç; şahıs, grup veya toplulukların fiili ikametgâhlarını isteyerek ya da zorla, kalıcı veya belirli bir süreyi kapsayıcı şekilde gerçekleşen fiziki mekân değişikliğidir.” (Bilgili, Aydoğan, Güngör, 1996: 327). Bu tanımda göç edenlerin istekliliği ve gidilen - 12 - yerdeki kalış süresine göre göçlerin ayrımına değinilmiştir. Bu önemli bir ayrımdır; çünkü göç süreçleri ve göçmenler bu ayrıma göre birbirinden farklılaşmaktadır. Bunların yanı sıra göç süreci, göç edenler için köklü değişikliklere neden olmaktadır. Göç eden kişilerin sosyal ve fiziki çevrelerinin değişmesi, bu yeniliklere uyum sorununu da beraberinde getirmektedir. “Zamanda ve mekânda toplulaştırma, yarattığı filitrasyon tesiriyle kişileri yaşayacağı topluluğa yeniden uyuma zorlayan ya da zorlamayan yer değiştirmeleri ayrıştırma olanağı yaratmaktadır. Böylece göç, kişileri yeni bir topluluğa götüren dolayısıyla yeniden uyum sağlama sorunlarıyla karşı karşıya bırakan bir yer değiştirme olmaktadır.” (Tekeli, 1998: 9–10). Bu uyum sorunu da yine birbirinden bağımsız birçok değişkene bağlı olarak farklılık arz etmektedir. Göç nedeni, göç eden kişiler, göçün türü, göçle varılan yer ve burada yaşanılanlar değiştikçe göç eden kişilerin karşılaştıkları uyum sorunları da değişmektedir. “Örneğin, kırsal bir alandan kentsel bir alana göç eden kişilerin ve ailelerinin konumlarını ele alan birçok çalışma kaçınılmaz olarak göçmenlerin yeni vardıkları alanlara uyum süreçlerini, göç etmiş olanlarla yeni çevreleri arasındaki birebir bir ilişki olarak değerlendirir ve göçle ilgili uyum sorunlarını göçün nedenlerinden sonuçlarına uzanan eksenini göz ardı ederek ele alır. Bu gibi çalışmalarda göç edilen yeni ortama uyum konusu yalnızca bir sürecin son ürünü olarak görülür. Oysa ki bu uyum sorunu göç sürecinin bütünselliği ve birbirleriyle ilintili iç içe geçmiş bir çok unsurun katıldığı belirli küçük süreç ve yapıların birlikte ortaya çıkardığı bir sonuç olarak ele alındığında ayrıntılarıyla çözümlenebilir. Örneğin geçici bir çalışma dönemine dayalı olarak yinelenen mevsimlik göçler içinde kırdan kente gelen yapı işçilerinin kent yaşamına uyum süreçleri, sürekli yaşamak amacıyla köyünden ayrılıp kente ailesiyle gelen ve gecekondusunu yapan kişilerin uyum süreçlerinden çok farklıdır. Bu temelde göç sürecindeki “neden, mekanizmalar, dinamikler ve sonuç” zincirindeki bu kişisel bütünlük göz ardı edilmemelidir.” (İçduygu, Ünalan, 1998: 40–41). Yazının başından bu yana vurgulandığı gibi göç bir süreçtir. Bu süreç zaman ve mekân, neden ve sonuç, gibi birçok boyutun içinde barındırdıkları değişkenler, bu - 13 - değişkenlerin yapısı ve karmaşık etkileşimleri nedeniyle de karşımıza farklı farklı biçimlerde çıkmaktadır. Göç sürecinin bu hareketli yapısı göçle ilgili yapılacak her türlü çalışmanın yanı sıra, sürecin anlaşılmasını ve yorumlanmasını da zorlaştırmaktadır. 2. 1.1. GÖÇ SÜRECİ VE ANALİZİ Göçün tanımlanabilmesinin yanı sıra analizinin yapılabilmesi de oldukça zordur. Göçle ilgili bilimsel bir çözümleme yapabilmek için bir önceki bölümde de değinildiği gibi öncelikle göçü bir süreç olarak ele almak gerekmektedir. Göçe toplumsal ve tarihsel bir perspektiften bakacak olursak göç; hem bir neden hem de bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumların tarihlerinden çıkarabileceğimiz en temel sonuçlardan birisi, göçün toplumsal ve ekonomik dönüşümlerin bir sonucu olarak ortaya çıktığıdır. Ancak göç aynı zamanda bu dönüşümlerin bir nedenidir de. Dolayısıyla göç bu değişimlerin sonucunda ortaya çıkarken, bu türden yeni değişimlere de neden olmaktadır. Bu bakış açısı göçün belli bir bütünlük içerisinde yorumlanmasını sağlarken, aynı zamanda tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik süreçlerin anlaşılmasında da yardımcı olacaktır. Oldukça karmaşık olan bu sürecin düzenli bir şekilde analiz edilebilmesi için süreç içindeki değişkenlerin de net bir biçimde tanımlanması gerekmektedir. Buna göre bir göç analizinde öncelikli olarak göçü bir süreç olarak ele almak gerekmektedir. Yani göçün nedenleri ve sonuçlarını belli bir bütünsellik içerisinde değerlendirmek önemlidir. Çünkü göçün nedeni bir anlamda sonucunu da belirleyen bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. “İkinci olarak bu bütünselliğe tarihsel ve toplumsal bir bakış açısıyla yaklaşmak ve üçüncü olarak da, göç süreci içindeki bu farklı unsurların birbirlerine göreceli konumlarını, diğer bir söyleyişle göç eden bireylerin yola çıktıkları ve vardıkları yerlerin konumlarını bu bütünsellik ve tarihsel bakış açısı içinde değerlendirmek. Özet olarak, bilimsel bir göç çözümlemesi, göçün şu dört temel unsurunu içine alan bir düzlem üzerinde yapılmalıdır: a) göçü veren birim, b) göçü alan birim, c) göç eden birim ve d) bu üç birimi de kavrayan geniş göç birimi.” (İçduygu, Ünalan, 1998: 40). - 14 - Tüm bunların yanı sıra göç; toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal bir olgu olduğu kadar aynı zamanda bireysel bir süreçtir de. Göç edenlerin neden göç ettikleri, nereye gittikleri, gittikleri yerlerde ne kadar kalacakları, giderken hissettikleri ve geride bıraktıklarıyla, gittikleri yer ve orada yaşayacakları, bu yerlere uyum süreçleri, hem tüm toplumsal tarih için hem de o bireyler için oldukça önemlidir. Göç süreci analizinde sürecin toplumsal ve bireysel yanlarını süreç analizine dâhil etmek için bireysel çözümlemelerde de bulunmak oldukça önemlidir. İçduygu ve Ünalan’ın da belirttikleri gibi “bunun için de göç eden kişinin konumunun şu üç boyutla incelenmesi gerekir: a) göç eden kişinin hem geldiği yerleşimin hem de vardığı yerleşimin toplumsal ve yapısal özellikleri; b) göç eden kişinin hem geldiği yerleşimdeki hem de vardığı yerleşimdeki aile ve hane gibi yakın toplumsal çevresinin özellikleri; c) göç eden kişinin kişisel özellikleri, algılamaları, yorumları ve etkinlikleri.” (1998: 42). Bu anlamda bir göç analizi göçün toplumsal bir süreç olduğunu hesaba katarken, onun bireysel bir süreç olduğunu da göz ardı etmemelidir. Bazı incelemelerde göç olgusunun kendisi üzerinde odaklanılırken, göç edenler birer aktör olarak ihmal edilmiş, bu da göç sürecinin anlaşılmasında eksiklikler yaratmıştır. İnsan merkezli bir göç analizi, perspektifimizi tamamen değiştirecek, göç olgusunu sadece soyut, kavramlara ve sayılara dayalı bir süreç olmaktan kurtaracaktır. Göç olgusunun sayıları da dikkate alan ve istatistiksel analizler yapan bir çalışmayı da gerekli kıldığını belirten Akşit, ancak “olayın derinlerine inen, hangi grupların (burada, göç eden, geride kalan ve göç alan grupların hepsi anlaşılmalıdır), hangi neden ve tepkilerle göç olgusunun içinde bulunduğunu ve bu olayı hangi diğer olaylarla birlikte yaşamış veya yaşamakta olduğunu derinlemesine anlamanın yanında; bütün bunların arkasında bulunan tutum, inanç, motivasyon ve davranışları ve bunların duygusal yönü ve diğerleri ile oluşturdukları örüntü(ler) içindeki yerini ortaya koyan çalışmalara da büyük ölçüde gereksinim duyulduğunu” ileri sürmektedir (1998: 68). Akşit’in burada bahsettiği çalışma yöntemi insanı merkeze alan niteliksel yöntem olup, olaya içeriden bakabilmeyi gerekli kılmaktadır. Bu yöntemle yürütülen çalışmalar olaylara ve kişilere derinlemesine bakabilmeyi ve çalışmanın yapıldığı insanları anlamayı hedeflemektedir. “Türkiye gibi göç - 15 - edenlerle göç araştıranlar arasında çoğunlukla sınıfsal ve kültürel fark bulunan, dolayısıyla iletişim bozuklukları olan durumlarda, araştırma konusu olan kişilerin yaşamlarına, kurdukları dünyalarına katılma şansı tanıyan derinlemesine araştırmalar, olayları ve kişileri doğru bir şekilde anlama olanağı vermesi açısından önemli olmaktadır.” (Erman, 1998: 57). Özellikle göç süreci analizlerinde oldukça eksik olan cinsiyet farklılığının giderilmesi açısından, birer aktör olarak kadınların da bu analizlere dâhil edilmesi gereklidir. “Mevcut çalışmalar göç nedenleri, göç sürecine katılım, bu süreç esnasındaki yaşam deneyimleri ve göçün etkileri, göç edenlerin tutumları ve tepkileri açısından kadınlar ve erkekler arasında önemli farklılıklar olduğuna işaret ediyor”(İlkkaracan, İlkaracan, 1999: 305). Oysa kadın ve erkek arasında var olan bu farklılıklar göç çalışmalarına dâhil edilmemektedir. Kadınların bu tür çalışmalar içerisinde yer alması ya aile içerisindeki konumlarına bağlı olarak şekillenmekte, ya da kadınların deneyimleri genelleştirilerek tartışılmaktadır. Oysa “hem mekânsal hem de toplumsal bir değişim içeren göç sürecinde, sosyoekonomik sınıf, kültür, etnik ya da ulusal kimlik kadar cinsiyet kimliği de önemli bir yere sahiptir” (İlkkaracan, İlkkaracan, 1999: 305). Bu yüzden yapılacak olan bir göç çalışmasında cinsiyet farklılığı da göz önünde bulundurulurken, kadınların süreç içerisinde varlıkları birer birey olarak algılanmalıdır. Tüm bu görüşlerin ışığında bilimsel bir göç analizi öncelikli olarak göçü bir süreç olarak ele almalıdır. Bunun yanı sıra bu sürece toplumsal, tarihsel bir perspektiften de bakabilmeli, ancak bu yapılırken de sürecin aktörü olan insanı göz ardı etmemelidir. Süreç içerisindeki değişkenler iyi tanımlanmalı ve süreç; nedenleri, sonuçlarıyla, zaman ve mekân unsurlarıyla ve bunun da ötesinde göçmen faktörüyle bir bütün olarak analiz edilmelidir. Bu analizlerde pozitivist bir yaklaşım içerisinde niceliksel yöntemlerin kullanılmasının yanı sıra, olay ve olgulara içeriden bakabilmeyi sağlayan, araştırıcı-araştırılan (özne-nesne) hiyerarşisini ortadan kaldırmayı hedefleyen niteliksel yöntemlere de yer verilmelidir. Böylesi bir yaklaşım, bir taraftan insanı bilimsel bir araştırma sürecinin içine sokarken, diğer - 16 - taraftan toplumsal ve tarihsel süreçlerde sesini duymadığımız ve yerini bilmediğimiz kesimlerin de anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 2. 1.2. GÖÇ TÜRLERİ Göçler belli özelliklerine göre birbirinden ayrılmaktadır. Kimi araştırmacılar göç olgusunu göçün süresine göre (Özcan, 1998), kimileri de (Gündüz, Yetim, 1996) göçün gerçekleşme biçimine göre sınıflandırmaktadır. Tanımlamaların bazılarında ise göçün yönüne göre (Akkayan, 1979) bir sınıflamaya gidilirken, diğer tanımlarda göçmenin göç istekliliğine göre (Erder, 1997) bir sınıflama yapılmaktadır. Özcan İçgöçün Tanımı ve Verileri İle İlgili Bazı Sorunlar başlıklı yazısında göçleri göç etme süresine göre birbirinden ayırırken, göçmen olmayanları da göç sınıflaması içine dâhil etmiştir. Özcan’a göre göçler 4 ana başlıkta toplanmaktadır. Bu tanıma göre göçler; 1. Geçici Göçler — Mevsimlik — Günlük ve kısa dönem 2. Transferler Tayin ve görev nedeni ile göç edenler 3. Uzun dönem göçleri — İş/çalışma nedeni ile göç edenler (Bunlar kendi içlerinde ilk defa göç edenler, birden fazla göç edenler ve dönenler diye ayrılmaktadır.) — İskân ve çeşitli nedenlerle göç ettirilenler 4. Göçmen olmayanlar — Hiçbir zaman göç etmeyenler — Potansiyel göçmenler olarak birbirinden ayrılmaktadır (1998: 83). Gündüz ve Yetim ise göçleri kontrollü, zorunlu, ilkel, serbest ve zorlama olmak üzere, beş kategoriye ayırmaktadırlar. Burada zorlama ile zorunlu göç arasında bir ayrım yapan Gündüz ve Yetim, bu ikisinin arasındaki farkı da şu şekilde açıklamaktadırlar: “Zorunlu göç, insanların içinde yaşadıkları koşullar gereği bir - 17 - bölgeden ötekine göç etmeleridir. Zorlama göç ise insanların kendi istekleri dışında baskı ile bir yerden ötekine göç ettirilmeleridir. (1996: 110). Göçün yönüne göre yapılan sınıflamalara göre ise göçler içgöç ve dışgöç olarak ikiye ayrılmaktadır. “İçgöçler, bir ülkenin milli sınırları içinde, dışgöçler de ülkelerin milli sınırlarını aşarak (her iki yönde de olabilir, milli sınırların içinden dışarıya veya milli sınırların dışından içine doğru) yapılan nüfus hareketleridir”(Akkayan, 1979: 22/23’den aktaran Sevim, 2000: 58). Akkayan’ın yanı sıra göç yönlerine göre bir sınıflamaya giden Tezcan ise göç yönü köy ya da kırsal olan göç tiplerini birbirinden ayırmaktadır. Tezcan köye ya da kırsal alana doğru yapılan göçleri 2 grupta ele almaktadır. Ona göre bu tip göçler; 1. Geçici göçler a) Yaylaya göç b) Bağ evlerine göç c) Denize gidiş d) Yazlığa gidiş e) Tatil köyleri 2. Kırsal alanlardan sürekli göçler a) Kentin büyümesi b) Kentin dışına yerleşme c) Emeklilik, yaşlılık d) Büyük kentlerdeki geçim zorluğu e) Kent dışına iş yerlerinin kurulması gibi nedenlerle köye ya da kırsal yerlere doğru gerçekleştirilen göç hareketleridir.(Tezcan, 1995:136’dan aktaran, Sevim, 2000: 59) Diğer pek çok göç sınıflaması ise özellikle göç edenlerin istekliliği üzerinde durmaktadır. Buna göre göç zorunlu ve gönüllü göç olarak ikiye ayrılmaktadır. Erder’e göre “gönüllü göç her ne kadar göç eden bireyin göç ettiği yerdeki değişiklikten kaynaklansa da, göç kararındaki ‘gönüllülük’, göç eden bireylerin hem göç ettiği yeni çevreyle, hem de eski çevresiyle ilişki biçimlerini önemli ölçüde etkilemektedir.” Erder gönüllü göçün bir türü olarak gördüğü zincirleme göçü ise; - 18 - “göç eden grupların, hem yeni hem de eski çevreleriyle ilişkilerinin devam etmesini sağlayan, bizim, hem yurtdışına verdiğimiz göçte hem de içgöç hareketlerimizde, yaygın olarak gözlemlediğimiz göç türü” olarak tanımlamaktadır. “Zorunlu göç ise zincirleme göçten farklı olarak, göç edenlerin gönüllülük ilişkilerinin dışında oluşan gelişmeler sonucunda gerçekleşmektedir. Bu tür göç sürecinin, hem toplum, hem de bireyler açısından sonuçları çok farklıdır. Göç kararının gönüllü olmayışı ve kendisi dışında oluşan zorlamayla gerçekleşmiş olması, hem göçün kaynaklandığı yerle ilişkilerinin kesintiye uğramasına neden olmakta, hem de göç edilen yeni çevreyle ilişkilerinde, önemli farklılıklar doğurmaktadır.”(Erder, 1997: 144’den aktaran Sevim, 2000: 53). Başka bir yazısında Erder göçleri; göç kararı ve göçün seçiciliği bakımından 3’e ayırmaktadır: “Bunlardan birincisi ‘bireysel-akılcı’ göç sürecidir. Bu göç sürecinde bireyler göç ve göç edecekleri yerle ilgili kararı bireysel ve akılcı olarak verirler… Bu modele göre göç edenler göç edecekleri yer ve göçün sonuçları hakkında etraflı bilgi sahibidirler… İkinci göç türü ise ‘kitlesel göç’tür. Bu göç türü daha çok göçün kaynağını oluşturan bölgeden hemen her toplumsal katmandan insanın göç etmesi anlamını taşımaktadır. Bazı bölgelerde çeşitli nedenlerle oluşan toplumsal, siyasal ya da ekonomik erozyon bu bölgede yaşayan tüm katmanları içeren göç sürecinin başlamasına neden olabilir. Bu göç zaman zaman ‘zorunlu göç’ diye de adlandırılan ve bireyin göç kararını kendi iradesi dışındaki zorlamalar nedeniyle vermesi anlamına gelen, göç türüyle de örtüşebilmektedir... Üçüncü göç türü ise ‘zincirleme göç’ sürecidir. Bu göç sürecinde ise göç edenler, göç kararını ‘bireysel’ ve ‘özerk’ olarak vermezler; daha çok üyesi bulundukları grubun(hane halkı, akraba grubu gibi) üyesi olarak ve onları dikkate alarak verirler. Bu göç sürecinde göç edecek bireyle, hem göç edilecek yer hakkında bilgiyi, hem de göç sürecindeki desteği kendisinden önce göç etmiş olan yakınlarında alırlar.” Bu ayrımların yanı sıra Erder kitlesel ve zincirleme göç sürecini iş piyasasına eklemlenme, tabakalaşma ve devingenlik açısından bireysel-akılcı göç sürecinden farklılaştığına değinmektedir. Kitlesel ve zincirleme göç süreci, büyük ölçüde kentsel kurumların da yetersizliği nedeniyle, kentlerde, kişilerin kendilerini kökenleriyle tanımladıkları, daha çok güvene ve dayanışmaya dayalı ve farklı toplumsal - 19 - katmanlardan kişi ve grupları kapsatıcı ‘hemşehrilik’ türü ‘yeni’ ilişkilerin kurulup sürmesine uygun bir ortam yaratmaktadır (Güneş-Ayata; 1990-1991’den aktaran Erder, 1995: 111). Erder gibi göç sürecini gönüllü ve zorunlu göç olarak ikiye ayıran bir diğer kişi ise Altuntaş’tır. Ona göre gönüllü göçler göçe neden olan iten ve çeken faktörlerin etkisinde gerçekleşmektedir. (Keleş, 1993: 47’den aktaran Altuntaş, www. bianet. org. 02.08.2003 ). Kentin istihdam çekiciliğinin yanında, yaşanılan yerin imkânsızlıklarından kaynaklanan topraksızlık gibi nedenlere bağlı olarak yaşanılan göçte; göç eden kişilerin kendi koşulları hakkında düşünme ve karar vermeleri yani iradeleri etkin olmaktadır. Altuntaş’ın da belirttiği gibi “dolayısıyla göç eden açısından, bu süreç gönüllüdür ve yaşanılan süreç de gönüllü göç sürecidir. Yine göç süreciyle ilgili olarak sosyal bilimciler savaşlar, doğal afetler, gibi olağandışı koşullarda ortaya çıkan ve göç edenlerin iradelerinin işlemesine imkân bulunmayan, çeşitli kuvvetlerin etkilemesi ve zorlaması sonucu oluşan zorunlu göç sürecini tanımlarlar. Devletin çeşitli sosyal, ekonomik ve güvenlik vb. konularda aldığı kararların yerine getirilmesi aşamasında nüfusta oluşan hareketlilik zorunlu göçü ifade eder.”(www. bianet. org. 02.08.2003) İlkkaracan’lar göç tartışmasında cinsiyet farkını da gözeterek, kadınlara özgü göç türleri üzerinde durmakta ve kadınlara özgü iki göç türünden bahsetmektedirler. Bunlardan birincisi; “ailenin iş bulmak, iş tayini vb. herhangi bir nedenle göç eden erkek üyelerini takip eden kadınların hareketini tanımlayan “bağlantılı göç” türüdür (İlkkaracan, İlkkaracan, 1999: 306). Bu göç türünde kadın göçle ilgili olarak karar veren bir bireyden çok aile içindeki konumuna göre (eş, anne, kız çocuk) görece söz hakkına sahip olan kimse olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınlara özgü diğer bir göç türü ise “evlilik göçü”dür. Burada da kadının birisiyle evlenerek ya da evlenmek üzere evleneceği erkeğin bulunduğu yere hareketi söz konusudur. Bu kadınlara özgü her iki göçte de itme ve çekme faktörlerinin etkin olmadığı görülmektedir. Her iki göçte de kadınların yanında yer aldıkları ya da arkalarından gittikleri erkeklerin kararına bağlı olarak hareket ettikleri görülmektedir. - 20 - 2. 2. TÜRKİYE’DE GÖÇ HAREKETLERİ Üzerinde yaşadığımız topraklar, tarih boyunca meydana gelen göçler nedeniyle oldukça hareketli bir toplumsal coğrafya özelliği taşımaktadır. Bu göç hareketliliği Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından önceki dönemlere denk gelse de Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Yapılan çalışmalarda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülen göçler, dönemlerine ve özelliklerine göre birbirlerinden ayrılmaktadır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte başlayan ulus devletin inşa süreci cumhuriyet tarihindeki ilk göç hareketinin de gerçekleşmesine neden olmuştur. İçduygu ve Sirkeci’nin belirttikleri gibi “sınırları yeniden tanımlanan bu yeni ülkede ilk büyük göç hareketi sınırlar dışında kalan Türk ve Müslüman kökenli topluluklarla bu yeni sınırlar içerisindeki farklı dini ve etnik kökenlere sahip insanların yer değiştirmesiyle başlamıştır”(1999: 269). “Bu süreç, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra kaybettiği topraklardan ayrılmak zorunda kalan Türk, Arnavut, Çerkez, Boşnak ve benzeri toplulukların Anadolu’ya sığınmasıyla başlamıştır. Bunlar arasında en önemli yeri Yunanistan (1923–33 mübadelesi) ve Bulgaristan (93 Rus Harbi sonrası, Balkan Savaşı ve Cumhuriyet dönemi) göçmenleri tutmaktadır.” (İçduygu, Sirkeci, Aydıngün, 1998: 217). Bunların yanı sıra aynı oranlarda olmasa da Ermeniler ve Museviler de ülkeyi terk etmişlerdir. Bu insanlardan kalan mallara sahip çıkabilmek içinse yurt içinde batıya doğru başka bir göç hareketliliği daha yaşanmıştır (Arı, 1999: 97–98). Uzun süren bir savaştan sonra yeniden sınırları belirlenen ve yeni bir ülke olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti kendi nüfusunu yaratmayı hedeflemektedir. Bu hedef doğrultusunda yeni bir nüfus politikası izlenmeye başlanmış, cumhuriyet tarihi boyunca da bu politikada zaman zaman farklılıklar olmuştur. Peker, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki nüfus politikalarını Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar olan dönem ve 1960’lardan sonraki dönem olarak ikiye ayırarak bu politikaların göçle bağlantısını kurmaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında birçok insanın ölmesi, yeni çizilen sınırlarla ve yeniden tanımlanan - 21 - politikalarla birçok topululuğun sınırlar dışında kalması ya da göç etmesi ülke genelinde nüfusun azalmasına neden olmuştur. Bu nedenle hem nüfus sayısını hem de niteliğini arttırmak amacıyla doğurganlık ve ölümlülükle ilgili politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Amaç nüfusu çoğaltmak ve aynı zamanda “insan ve doğa ilişkilerinde aklını egemen kılan bir kuşak yetiştirmektir.”(Peker, 1999: 169). Bu amaç doğrultusunda nüfusunun sayısında artış sağlamak için kadınların doğurganlıkları teşvik edilirken, ölüm oranlarını da düşürmek için sağlık hizmetlerine öncelik tanınmıştır. Öncelikle salgın hastalıklarla mücadeleye girişilmiş, bunun yanı sıra anne ve çocuk sağlığı üzerinde önemle durulmuştur. Özellikle anneler annelik süreciyle ve çocuk bakımıyla ilgili olarak eğitilmiş, halk sağlığı konusunda sistemli bir çalışma sürdürülmüştür. Sonuç olarak sürdürülen bu yeni nüfus politikası sonucunda ülke nüfusunda ciddi bir artış söz konusu olmuştur (Peker, 1999). Nüfustaki bu artış ise, özellikle kırsal kesimde işlenebilir toprağın az olduğu ya da adaletsiz bir dağılım içerisinde olduğu köylerde nüfusun buralardan göç etmeleri sonucunu doğurmuştur. 1940 ve 1950’li yıllarla birlikte ülkede yeni bir döneme girilmiş bu da yeni bir göç hareketinin yaşanmasına neden olmuştur. “1940’lardan sonra Marshall Yardımı gibi Batı’dan gelen maddi ve teknik yardımların etkisiyle hızlanan kapitalistleşme/modernleşme süreci, kırlarda toprağa dayalı işlerden kopuşu, kentlerde ise sanayi ve hizmet sektörü için ciddi bir iş gücü gereksinimini yaratmıştır.” (İçduygu, Sirkeci, 1999: 269). Modern teknolojilerin köylere girmesi ve pazar için daha fazla sayıda üretim yapma zorunluluğu, fakir köylülerin topraklarını satarak maraba olmalarına ya da göç etmeleri sonucunu doğurmuştur (Akşit, 1998). Bu göç dalgasına ekonomik kökenli ihtiyacın yanı sıra sosyal kökenli değişiklikler de neden olmuştur. “Karayolu ve motorlu taşıt ulaşımının artması ile birlikte köy ve kent arasında her türlü ilişki yoğunluk kazanmıştır. Haber kanallarının artması ile köylünün ve kentlinin sistemden “haberdar olma” ve buna göre karar almaları çabuklaşmış ve kolaylaşmıştır.” (Peker, 1999: 296). Ancak Akşit’e göre “köyden dışarıya göçler orta gelişmişlik düzeyinde yani köye modern teknolojinin girdiği, işlenebilecek toprağın sınırlarına varıldığı ve toprağın parçalanma tehlikesinin ve kentteki ilişkiler yoluyla kentteki daha iyi iş veya hizmet - 22 - olanaklarının algılandığı noktaya varıldığı anda gerçekleşmektedir.” (Akşit, 1998: 26). Bu dönemde ortaya çıkan ve halen devam etmekte olan diğer bir göç hareketi ise köylerinde çalışamaz hale gelen köylülerin mevsimlik işçi olarak geçici bir süreliğine başka yerlere göç etmeleridir. Akşit (1998) 1950’lili yıllarda ilk olarak tarımsal bölgeler arası mevsimlik göç olarak başlayan bu göç hareketinin daha sonra köyden kente göç hareketlerine dönüştüğünü savunmaktadır. Köyden kente olan göç hareketleri genel olarak köyün iticiliği ve kentin çekiciliği olarak değerlendirilmektedir. Şöyle ki; “tarım kesimindeki gerek nüfusun gerekse ulusal gelirin payının düşme nedenleri tarım politikalarının yanlışlığı, nüfus artışının hızlı olması nedeniyle köy topraklarının parçalanmışlığı, 1950’den bu yana tarımda hızlı makineleşme ve daha geniş alanların tarıma açılmalarının yanı sıra köylünün elde ettiği gelirin ve yaşam düzeyinin düşmesi köyün iticiliği olarak kabul edilmektedir. Bunun yanı sıra ulaşım olanaklarının artmasıyla bireylerin daha özgür hareket edebilmeleri, iş olanaklarının bireyi sürekli gelir elde eden ve özgürce tüketen bireylere dönüştürmesi, çalışmanın getirdiği sosyal güvence, kentin aile bireylerine eğitimden sağlığa tanıdığı olanaklar kenti çekici kılan özelliklerden bazılarıdır.” (Oktik, 1996: 81). Gündüz ve Yetim’e göre ise; “itme faktörleri insanların içinde yaşadıkları koşulların ya katlanılamaz olarak görülmesi ya da rahatsızlık vermesidir. İtme faktörleri arasında toprağın düşük verimi, düşük ücret, sınırlı iş olanakları, eğitimsağlık vb. olanaklardan yoksunluk, kıtlık, sınırlı toplumsal devingenlik, toplumsal çatışma ve terör özellikle anılabilir. Çekme faktörü ise içinde bulunulmakla bir öncekine göre daha iyi koşullara ulaşılacağının göstergeleridir. Çekme faktörleri arasında iş olanakları, yüksek ücret, ucuz ve verimli toprak, yükselme olanakları, sağlık-eğitim vb. olanakların artması, gıda maddelerinin bol ve çeşitli olması, iyi konut olanağı, toplumsal güven ve huzur özellikle anılabilir.” (1996: 110–111). Ancak Gedik’e göre köyün itici faktörlerinin yanı sıra kentin çekici faktörleri de dikkate alınmalı, her iki faktör de bir arada değerlendirilmelidir. (Gedik, 1996’dan aktaran Akşit, 1998). Gedik köyün iticiliğini ve kentin çekiciliğini bir - 23 - arada ele alırken İçduygu ve Ünalan sürece iletici etkenleri de dâhil etmektedirler (İçduygu, Ünalan, 1998). İletici etkenler Peker’in de bahsettiği gibi ulaşım ve iletişim teknolojilerinde meydana gelen değişikliklerle beraber köylünün kentin çekiciliğinden haberdar olmasıdır (Peker, 1999). Köylüler tarafından kentin bu özelliklerinin algılanmasına yardımcı olan şey ise, yukarıda belirtildiği gibi, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerdir. İçduygu ve Ünalan Türkiye’deki göç hareketlerini içgöç bağlamında 3 döneme ayırmaktadırlar. İçgöç sürecinin birbirini tamamlayan ve iç içe geçmiş yapısını bazı temel özelliklerine göre 3’e ayrılabileceğini savunan İçduygu ve Ünalan, yukarıda bahsedilen faktörlerden öne çıkanlarını tarihsel olarak göz önüne alarak Türkiye’de yaşanan göç hareketlerini de bu tarihselliğe göre birbirinden ayırmaktadırlar. Onlara göre bu 3 dönem “50’ler ve 60’lar”, “60’lar, 70’ler ve 80’ler” ve 80’ler ve 90’lar”dır. İçduygu ve Ünalan’a göre “50’lili yıllarda başlayan ve hızlanan içgöç daha çok ülkede kırsal alanlardaki dönüşümün ivme kazanması, bir anlamda “iticiliği”, ile açıklanabilirken, 60’lı yılların sonları ile, 70’li yıllar ve 80’lerin başına kadar daha çok kentsel alanlardaki dönüşümün belirleyiciliği, bir anlamda “çekiciliği” ile anlatılabilir. 1980’li ve 90’lı yıllar içinde ise, içgöç olgusu ve süreçleri modernleşme temelindeki toplumsal dönüşümün yeni iletişim teknolojileri ile daha da yoğunlaşması sonucu ve toplumsal hareketliliğin her anlamda “iletici” etkenlerin daha da artması ile yeni bir döneme girmiştir.” (1998: 43). Türkiye’de sürekli devam eden içgöç hareketlerinin yanı sıra farklı zamanlarda hem içeriden dışarıya hem de dışarıdan içeriye göç hareketleri gerçekleşmiştir. “Ülkede yeterli işgücü alanları yaratılamadığı için özellikle 1960’lı yıllarla başlayan bir süreç içinde, sürekli olarak yurt dışına işgücü göçü yaşanmıştır. Buna karşılık Türkiye, çevresindeki ülkelerden çok çeşitli nedenlerle Müslüman ve Türk göçü almış ve almaya devam etmektedir.” (İçduygu, Sirkeci, Aydıngün, 1998: 217). Sezal Göçler ve Şehirleşemeyen Şehirler başlıklı yazısında Türkiye’de gerçekleşen içgöç hareketlerini tarihsel bir ayrıma göre tanımlamak yerine göçün yönü açısından ele almaktadır. Ona göre; Türkiye’de içgöçler dört ayrı kategoride - 24 - incelenmelidir. Bunlar; “köyden şehirlere basamaklı göç, köyden büyük şehirlere sıçramalı göç, şehirlerarası basamaklı göç, şehirlerden büyük şehirlere sıçramalı göç”tür (Sezal, 1996: 150). Sezal Türkiye’de yaşanan bu karmaşık göç yönünün süreçlerin tam yaşanmadığı mekânlara ve bu mekânlardaki sık değişikliklere neden olması sebebiyle şehirleşmeyi geciktiren unsurlar olarak değerlendirmektedir (Sezal, 1996). Türkiye yukarıda bahsedilen göç hareketlerinden farklı olarak özellikle 1980’li yılların ortaları ve 1990’lı yıllar boyunca farklı bir göç hareketine daha sahne olmuştur. Bu göç hareketi köyün iticiliği, kentin çekiciliği ve iletici etkenlerden görece bağımsız olarak ülkenin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kırsal alanlarından bu bölgelerin kent merkezleri ile batıdaki büyük kentlere doğru gerçekleşen bir harekettir. Bu hareket daha önceki göçler gibi ekonomik kökenli değil siyasal kökenli bir harekettir. “1984 yılında bölgede başlayan ve giderek yoğunlaşan çatışmalar, bölgedeki kitlesel göç hareketlerinin nedenidir. Terör ortamı, can ve mal güvenliğinin olmaması, geçim kaynaklarının daralması, sivil halkın bölgeden hızlı bir şekilde uzaklaşmasına yol açmıştır.” (75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 333). Birçok insan çatışmaların yeni başladığı dönemlerde kendi istekleri sonucunda köylerini boşaltırken, çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde devlet güçlerinin kararı ile toplu halde köyleri boşaltmak zorunda kalmışlardır. Bunun yanı sıra PKK’nın baskısı sonucunda da birçok köy boşaltılmak zorunda kalmıştır. - 25 - 2. 2.1. DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU GÖÇÜ 1950’lili yıllardan itibaren yoğun bir şekilde göç hareketlerinin yaşandığı ülkemizde 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren ve 1990’lı yıllar boyunca yeni bir göç dalgası daha yaşanmıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kırsallarından bu bölgelerin şehirlerine veya başka şehirlere doğru yaşanan bu göç hareketi görünüş itibariyle daha önceki dönemlerde yaşanan köyden kente göç hareketine benzemektedir. Ancak bu göç hareketi sebepleri ve sonuçları itibariyle tipik bir köyden kente göç değildir. “1984 sonrasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ve bu bölgelerden yaşanan göç, önceki dönemlerdeki (1950–84) göç dalgalarından farklılıklar göstermektedir. Önceki göç hareketleri esas olarak ekonomik kaynaklı olmasına karşılık, yeni göç, siyasal ve sosyal sebepler taşıyordu.”(75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 333). Nedenleri itibariyle farklılık gösteren bu yeni göç dalgası aynı zamanda daha önce yaşanılan göç hareketlerinden sonuçları itibariyle de farklılık göstermektedir. Tüm bu farklılıkların yanı sıra daha önce göç eden kişilerle, bu süreçte göç eden kişiler arasında, kişilerin göç etmeye karar vermedeki yetkinlikleri açısından da bir farklılık bulunmaktadır. Bu farklılığa bağlı olarak göç edenlerin gönüllülükleri üzerine Türkiye’de yaşanan göç hareketleri, zorunlu ve gönüllü göç olarak yeniden sınıflandırılmaktadır. Altuntaş’ın da belirttiği gibi “1990’lı yıllarda yaşanan bu yeni göç dalgasının geçmişte yaşanan göçlerden en temel farkı zorunlu olmasıdır, dolayısıyla bu göç süreci hazırlıksız yaşanmıştır. Göç eden insanlar, göç edecekleri yerleri seçme şansları olmaksızın yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalmışlardır.” (www. bianet. org. 02.08.2003) Çalışmanın bu bölümünde üzerinde durulacak olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçü de zorunlu/zorlama göç bağlamında ele alınacak ve bu göçün daha önce yaşanan göç hareketlerinden nasıl farklı bir yapısı olduğu anlatılmaya çalışılacaktır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ülkemizin diğer bölgelerine göre sosyo-ekonomik açıdan daha fazla geri kalmış iki bölgemizdir. Tütengil’in bir toplumun az gelişmişliğinin nedenleri olarak saydığı faktörlerin birçoğu, bu bölgenin az gelişmişliği için de geçerlidir. Tütengil’e göre: “doğadan gelen güçlükler ve engeller, sosyo-kültürel güçlükler, kaynakların kıtlığı ya da yeterince - 26 - kullanılmaması, gelişme hızını kesen bir nüfus artışı veya gelişme için yeterli olmayan bir nüfus yoğunluğu, toplumları derinden etkileyen büyük dönüşümlerin dışında kalınması, teknolojide ve organizasyonda gecikmişlik, dış güçlerin yararına işleyen bir ilişkiler düzeni, gelişmede yer alan insan ve madde kaynaklarının kötü kullanılması” azgelişmişlik nedenleridir. (1984: 1’den aktaran, Sevim, 2000: 66). Bu bölgelerde sadece tarım ve hayvancılığa dayalı bir üretim yapılmasına rağmen, tarım yapılabilecek arazilerin azlığı, iklimin tarımsal üretimi çeşitlendirmeye olanak sağlamaması, doğadan gelen güçlükler olarak sıralanabilir. Ancak bu bölgelerimizde tarımsal üretimin önünde tek engel doğa değildir. “Bölgenin toprak dağılımında büyük adaletsizlikler vardır. Yıllardır tarım ve toprak reformu gerçekleştirilemediği için toprak dağılımında adalet sağlanamamış, tarımda modern işletme tekniklerine geçilememiş, verimlilik istenen düzeye çıkarılamamıştır. Toprak dağılımındaki dengesizliğin giderilememesi, yer yer hâkim olan feodal yapı kurumlarını da ayakta tutmuştur. Toprak dağılımında bu durum, yalnızca ekonomik anlamda adaletsizliği ve verimsizliği korumakla kalmamakta, sömürüyü devam ettirerek siyasi alanda da özellikle kırsal kesimde kişilerin bağımlılıktan kurtulmasını engellemektedir.” (75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 335). CHP’nin yayımladığı Doğu ve Güneydoğu Ön Raporu’nda feodal ilişkilere ve adaletsiz toprak dağılımına Diyarbakır ili örneğiyle devam edilmektedir. Buna göre “Diyarbakır ilinde, toprak sahibi ailelerin yüzde 6’sı toplam tarım arazilerinin yüzde 57’sine sahip iken, ailelerin yüzde 76’sı toplam tarım arazilerinin yüzde 17’sine sahip bulunmaktadır. Toprak dağılımındaki bu büyük adaletsizlik, yörede feodal ilişkilerin ne derece güçlü olduğunu göstermektedir.” (75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 336) 1980’li yıllarla birlikte bölgenin azgelişmişliğine ve demokratik olmayan sosyal ve ekonomik yaşamına bir de terör örgütü PKK’nın eylemleri eklenmiştir. Bu durum karşısında PKK ile güvenlik güçleri arasında çatışmaların başlaması, buralarda yaşayan insanların can ve mal güvenliğinin de ortadan kalkmasına neden olmuştur. PKK ve devlet güçleri arasında geçen mücadelede köylülerin tek geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılık faaliyetlerinde bulunmaları da engellenmiştir. Bölgenin dağlık bir arazi yapısına sahip olması, yerleşim ve üretim yapılan birimlerin birbirinden dağınık kurulması, halkın hayvanlarını otlatmak için düzenli - 27 - aralıklarla yayla ve meralara hareket etmesi halkın güvenliğinin sağlamasını zorlaştırmaktadır. Buna bağlı olarak güvenlik güçleri öncelikli olarak yayla ve mera yasağı uygulamıştır. Bu yasak ise halkın hayvancılık yapmasına engel olurken, süren çatışmalar da tarla ve bahçelerin tahrip olmasına neden olmuştur (Bozkurt, 2000). Sadece tarımsal üretim yaparak geçimlerini sağlayan bu insanlar çatışmaların başlamasıyla can güvenliklerinin yanı sıra ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya gelerek karınlarını doyuramaz hale gelmişlerdir. Bir de buna köylünün PKK örgütüne gıda yardımı yapmasına engel olmak için her hanenin tüketeceği gıdalara bir sınırlama getirilmesi de eklenince halkın en temel ihtiyaçları bile karşılanamaz hale gelmiştir. Karnını bile doyuramaz hale gelen halk eskiden sınırlı da olsa faaliyet gösteren sağlık, eğitim vb. sosyal hizmetlerden de mahrum kalmıştır. Köylerin çatışmalarla fiziksel olarak iyice tahrip olması da buralarda yaşamayı güçleştiren bir başka nedendir. Tüm bu olumsuzluklara ek olarak devlet güçleri PKK’ya karşı yürüttükleri mücadelede halkın korucu olarak bu mücadeleye destek vermesini sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu durum korucu olan köylerin PKK tarafından baskı görmesine, olmayanların ise güvenlik güçlerince yerlerinden göç ettirilmesine neden olmuştur. TBMM Göç Araştırma Raporunda, OHAL Valiliğince 2935 sayılı kanun çerçevesinde belki güvenliklerinin sağlanamayacağı endişesi ve belki de PKK’ya yardım edecekleri endişesiyle güvenlik güçlerince boşaltıldığı açıklaması yer almaktadır (Bozkurt, 2000). İlkkaracan ve İlkkaracan’ın aktardıklarına göre Human Rights Watch/Helsinki (Ekim 1994) raporunda, Güneydoğu’da yaşanan zorunlu göç nedenlerini şöyle açıklamaktadır: “Doğu’daki sivil halk -çoğunlukla kırsal alanda olmak üzere- güvenlik güçlerinin teröre karşı yürüttüğü mücadelede uygulanan stratejiler ile devletle işbirliği yapan herkesi canice cezalandıran PKK’nın şiddetinin kıskacına sıkışmış durumdaydı. Örneğin bir köylü, korucu olursa PKK tarafından öldürülme tehdidiyle yüz yüze gelirken, koruculuk sistemine katılmayı reddetse güvenlik güçleri tarafından evinden ya da köyünden uzaklaşmaya zorlanmayı göze almak zorundaydı. Aynı rapora göre, sık sık rastlanan bir başka durum, köyün bir kısmının koruculuk sistemine katılmasından sonra, katılmayan köylülerin göçe zorlanmasıdır.” (1999: 309). Van Bruinessen ise bölgede yaşayan halkın - 28 - karşılaştıkları güçlükleri şu şekilde açıklamaktadır: “Köy korucuları ve gerillalarla(!) savaşmak için oluşturulan özel askeri birlikler bölgede sürekli bir terör ve baskı havası estirmeye başladılar; bunlara bir de PKK’nın kendisine katılmak istemeyenlere uyguladığı şiddet de eklenmiştir.”(2003:78). PKK’nın şiddet uyguladığı kesimlerden bir tanesinin özellikle köy korucularının eş ve çocukları olduğunu söyleyen Van Bruinessen, yaşanan göçün nedenlerini de bu etkenlere bağlamaktadır. Ona göre bu bölgelerde PKK’nın yürüttüğü savaş, köy korucusu olanlara karşı uyguladığı şiddet ve askeri güçlerin bölge insanı üzerindeki baskı sonucunda Batı Türkiye’ye doğru bir kitle göçü yaşanmıştır. Yukarıda sayılan sebeplere bağlı olarak buralarda yaşayan insanlar bir kısmı kendi kararları doğrultusunda, bir kısmı da kimi zaman PKK terör örgütünün baskısı, kimi zaman da bölgede hâkimiyet kurmaya çalışan devlet otoritelerinin kararınca yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalmışlardır. Bölge halkının yıllardan beri yaşadıkları bu topraklardan göç etmek zorunda kalmalarının sebepleri şu şekilde sıralanabilir: “Toplumsal faaliyetleri sürdürememeleri; ektikleri ekinleri biçememeleri, ev, ahır ve bahçelerinin tahrip edilmesi, dokuma tezgâhlarının durması, arı kovanlarının sönmesi yöre kırsalındaki yaşamı karartmıştır. 1990’dan sonra bölgede birçok yerde konulan mera yasağı, yörede hayvancılığı çökertirken geçim koşullarının daha da bozulmasına neden olmuştur. Tüm bu ve diğer nedenlerle, insanların on yıllardır yaşamakta oldukları köylerinde, güvenlik ve huzurlarının, onurlu geçim koşullarının, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerinin sağlanamaması, köylüleri doğal yerlerinden kopartmış, yörelerini terk etmeye zorlamıştır.”( 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999:338). Bozkurt’un aktardığı TBMM Göç Komisyonu Raporuna göre OHAL Valiliğince boşaltılan köy sayısı 905; mezra sayısı 2523’dür. Tamamen boşaltılan köy ve mezralardan toplam 57314 hane, 378335 kişi göç etmek zorunda kalmıştır. Rakamları verilen köy, mezra, hane ve kişi sayısına tamamen boşaltılmayan yerleşim birimleri ve ferdi göçler dâhil değildir. Ayrıca OHAL bölgesi dışında boşaltılan yerleşim birimlerinin sayısı da bunun dışındadır (2000). Yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan bu insanlar öncelikli olarak en yakın il ve ilçe merkezlerine göç - 29 - etme eğilimi içinde olmuşlardır. Adeta kaçmak zorunda kalan bu köylüler ilk etapta kendilerini güvende hissedecekleri yerleri tercih etmişler, ancak bir kısım insan daha sonra maddi olarak daha rahat edecekleri, iş bulup çalışabilecekleri yerlere göç etmişlerdir. Özellikle bildikleri işleri yapabilecekleri yerler arayan göçmenlerin bir kısmı tarım sektörünün gelişmiş olduğu il ve ilçelere doğru hareketlerini devam ettirmiştir. Bu kitlesel göç hareketi başta bölgedeki Şanlıurfa, Van, Diyarbakır ve Batman gibi büyük şehirlere, güneyde mevsimin uygun olduğu, tarım işçiliği gibi eğitim ve beceri gerektirmeyen istihdam alanları sağlayabilen Mersin, Adana, Antalya gibi şehirlere, batıda ise İzmir ve İstanbul gibi büyük metropollere doğru olmuştur. Ancak göçün kitlesel, ani ve plansız gerçekleşmesi, özellikle göç edenlerin yerleştikleri bölgedeki kentlerin ekonomik istihdam olanaklarından yoksun olması, göç edenlerin tarım ve hayvancılık dışında geldikleri bu yerlerde gerekli olan beceri ve donanımlardan yoksun olması, ayrıca göç edenlerin yine bu yerlerde kullanabilecekleri maddi ya da manevi herhangi bir sermayelerinin olmaması bu insanların buralarda iş bulmasına engel olurken, göçmenlerin var olan sorunlarının da artmasına neden olmuştur. Göç edenler ve göç edilen yerler açısından önemli sorunlara neden olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçü üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, bu göçün yol açtığı sorunlar büyüyerek devam etmektedir. Öncelikli olarak göçün göç edenler açısından yarattığı sorunlar kabaca şöyle sıralanabilir: — Göçmenler yeni yerlerine yanlarında yok pahasına sattıkları hayvanlardan elde ettikleri paralarla gelmişler, bu paralarla bir süre idare etmeye çalışmışlardır. Bazı göçmenler bu paralarla iş kurmak ya da ev yapmak istemiş ancak dolandırılmıştır. — Göçmenlerin önemli bir kısmının konut ve barınma sorunları hala çözülememiştir. — Göç edenlerin en büyük sorunu geldikleri bu yerlerde gerekli olan bilgi ve becerilere sahip olmadıkları için işsiz kalmalarıdır. — Göç edenler işsizliğe bağlı olarak ciddi bir geçim sıkıntısı yaşamakta, birçoğu yoksulluk sınırının altında hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır. — Yoksulluk nedeniyle çocuklar çalıştırılmakta ya da dilendirilmektedir. Bu durum aynı zamanda başta zorunlu temel eğitim olmak üzere, çocukların okula devam etmesine ve eğitimlerini tamamlamalarına da engel olmaktadır. - 30 - — Göçmenlerin oldukça sağlıksız koşullarda yaşıyor olmaları, dengesiz ve yetersiz beslenmeleri ciddi sağlık problemleri yaşamalarına neden olmaktadır. — Modern kurumlara olan yabancılıkları ve güvensizlikleri nedeniyle sağlık, eğitim, güvenlik, adalet hizmetlerinden faydalanmaya yanaşmamaktadırlar. Bu durum da insanların sosyal hizmetlerden yoksun kalmalarına neden olurken, belli konularda da istismar edilmeleri sonucunu doğurmaktadır. — Özellikle kadınların ve yaşlıların Türkçe bilmemesi ilişkilerinin akrabaları ya da kendilerine benzeyen diğerleriyle sınırlı kalmasına neden olmaktadır. — Bu belli bir çevreyle ilişki kurma zorunluluğu kişilerin geldikleri yeni yerlerine uyum sağlamalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Yukarıda saydığımız sorunların tamamı göç edenlerin geldikleri yerlerde yaşamalarını, bu yerlere uyum sağlamalarını engellemektedir. Göçmenler hayata ve geleceğe güvensiz ve ümitsiz yaklaşmaktadırlar. Göç edilen yerler açısından da sorunlar yine oldukça fazladır. Bunları aşağıdaki gibi toparlayabiliriz: — Öncelikli olarak göç edilen yerlerin nüfusunda ciddi artışlar meydana gelmiştir. — Ülkemizin hemen her yerinde yaygın olan işsizlik göç edilen yerlerdeki işsizliğin daha da çok artmasına neden olmuştur. — Göç edenlerin bu yerlere ne maddi ne de manevi bir kaynak getirmemeleri buraların oldukça sınırlı olan kaynaklarının daha çok tüketilmesine neden olmuştur. — Göçmenlerin emeğini ucuza pazarlaması iş gücü piyasasının düşmesine neden olmaktadır. — Emek karşılığı alınan ücretlerin düşmesinin yanı sıra yukarıda sayılan sorunların tamamı buralarda eskiden beri yaşayan insanların bu yeni gelen insanlara karşı düşmanlık ve ön yargı içinde yaklaşmasına neden olmaktadır. — Bu tür bir tutum ise yeni gelenler ile eskiler arasında zaten var olan kültürel ve toplumsal uçurumun giderek büyümesine neden olurken, belli kesimlerin bu durumu istismar etmesine yol açmaktadır. — Peker’in de belirttiği üzere işsiz kalan göçmenler kentte kendilerine geçinecek bir şeyler bulabilmek için kentlerde kayıt dışı işlerin oluşmasına neden olmaktadırlar. Hemşerilik ve akrabalık bağlarının göçmenlerce sıklıkla kullanılması bazı - 31 - sektörlerdeki istihdamın lokalleşmesine ve belli yerlerin insanlarının dışında kalanların bu işlere girmesine engel olmaktadır.(1999) — Şehirlerde hızlı ve çok çarpık bir gettolaşma ve gecekondulaşma ortaya çıkarken, şehirlerin zaten yetersiz olan alt ve üstyapı sorunları daha da artmaktadır. Göç edenlerin kente geldiklerinde arazi çetelerinin tuzağına düşmesi arazileri yağmalanan devlet için çok önemli bir sorun oluşturmaktadır. ( 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 339) Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde 1980’den sonra ve 1990’lı yıllar boyunca devam eden göç hareketi; gerek sebepleri ve gerekse göç edenlerin istekliliği ve göçün sonuçları bağlamında Türkiye’de yaşanan diğer göçlerden farklı bir yapıya sahiptir. Tekeli, göç sürecinin belirsizliklerine değinerek, göç edenlerin risk alan kimseler olması nedeniyle göç etmeyenlerden farklılaştıklarının altını çizmektedir. Ona göre bu sebepten dolayı göç süreci seçici bir süreçtir. Tekeli’ye göre “…göç eden kişilerle göç etmemiş kişiler arasında bir fark bulunmaktadır. Göç eden kişilerin seçiciliği öncelikle göç olgusunun fırsatlar sağlamasının yanı sıra önemli belirsizliklerle karşı karşıya olması ve göç edene bazı pahalar yüklemesi dolayısıyla ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle göç eden kişi önce bu riski almaya istekli bir kişi olmalıdır, ayrıca göç edebilmesi için göç edeceği yerde kendisinden yerine getirmesi istenilen işlevleri görebilecek bir kapasiteye sahip olmalıdır. Son olarak da göçü gerçekleştirmek becerisini göstermesidir” (1998: 15). Ancak Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçünde göç eden kimseler göç etmeyi planlamamışlar ve göç etme kararını da kendileri vermemişlerdir. Dolayısıyla göçün getireceği riskleri de göze almış değillerdir. Bu kendine has değişkenler nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Göçü özel bir durum arz etmektedir. Bu özel durum sebebiyle de, zorunlu ya da zorlama diyebileceğimiz bu göçün analizi farklı bir bakış açısıyla yapılmalı ve sorunun çok boyutluluğu gözden kaçırılmamalıdır. - 32 - 2. 3. GÖÇ ve KADIN Göç süreci göçe katılan bireylerin her biri için farklı sonuçlara neden olmaktadır. Süreci yaşayan insanların sosyo-ekonomik durumları, etnik ve dini kimlikleri, kültürel özellikleri, süreçten nasıl etkileneceklerini belirleyen olgulardır. Özbek’in de belirttiği gibi “göç literatürü bize, göçmenin göç veren yerdeki toplumsal konumu, beraberinde getirdiği beceri, eğitim ve beklenti/arzu donanımı, kişisel tarihin özellikleri, göç nedeni ve biçimi, göç ettiği yerdeki toplumsal koşullar ve kalış süresi başta olmak üzere hangi koşulların göç tecrübesinin mahiyetini belirlediğini söylüyor.” (1998: 113). Bunların yanı sıra göç literatürü bize, göç edenin cinsiyetinin de göç sürecinin yaşanmasında ve anlamlandırılmasında oldukça etkili olduğunu gösteriyor. İlkkaracan ve İlkkaracan’ın belirttikleri gibi “mevcut çalışmalar göç nedenleri, göç sürecine katılım, bu süreç esnasındaki yaşam deneyimleri ve göçün etkileri, göç edenlerin tutumları ve tepkileri açısından kadınlar ve erkekler arasında önemli farklılıklar olduğuna işaret ediyor. Bu farklılıkların temelinde kadın-erkek arasındaki aile içi işbölümü ve buna paralel olarak gelenekler ve görenekler tarafından tanımlanan toplumsal kadın-erkek rolleri yatmakta. Kadınların göçe ilişkin yaşantıları genellikle, bir eş, anne ya da evlenmek üzere olan genç kız olarak aile içindeki konumlarıyla yakından ilişkili. Gerek ayrıldıkları, gerekse göçle geldikleri yeni mekânla olan ilişkileri de bu temelde belirleniyor. ‘Kadın ve göç’ konusundaki çalışmalar hem mekânsal, hem de toplumsal bir değişim içeren göç sürecinde, sosyoekonomik sınıf, kültür, etnik ya da ulusal kimlik kadar cinsiyet kimliğinin de önemli bir rol oynadığına işaret ediyor.” (1999: 305). Göç sürecinde, diğer kimlikler kadar önemli olmasına rağmen, göç üzerine yapılan çalışmalarda genel olarak cinsiyet ile ilgili bir ayrıma gidilmediği ve bu olgunun pek fazla çözümlenmediği gözlenmektedir. Göç literatüründe cinsiyetçi bir ayrıma gidilmemesi ise, bu olgunun cinsiyet kimliğinden bağımsız bir biçimde incelenmesi sonucunu doğurmaktadır. Oysa gerçekte yapılan şey; göç sürecinde merkeze konulan erkeklerle ilgili elde edilen bulguların, süreci yaşayan tüm erkekler ve kadınlar adına genelleştirilmesidir. İlkkaracan ve İlkkaracan’ın da belirttikleri gibi; “içinde yaşadığımız yılların en önemli toplumsal olgularından biri olan ve - 33 - Türkiye açısından çok önemli sosyopolitik değişimleri beraberinde getiren göç, halen gerek toplumsal, gerekse siyasi değerlendirmelerde ve araştırmalarda erkek egemen bir bakış açısıyla, erkek odaklı irdelenmekte. Kadınlar gerek göç dinamiği, gerekse göçün getirdiği sorunlar ve çözüm önerilerinde görünmez bir kitleyi oluşturmaktalar.”(1999: 321). Göç sürecinde kadın ve erkekler birçok açıdan birbirlerinden farklı olarak ele alınması gereken iki farklı kategori olarak değerlendirilmelidir. Çünkü Harding’in de ifade ettiği gibi; “…erkeklerin tipik deneyimleri açısından sorun gibi gözüken birçok olay, kadın deneyimleri açısından hiçbir biçimde sorun olarak gözükmez… Öte yandan kadın edimlerinden kaynaklı, açıklığa kavuşturulması gereken pek çok olay vardır.” (1996: 39). Göç sürecini cinsiyet temelli bir bakış açısından ele almak, süreci kadınlar ve erkekler açısından ayrı ayrı değerlendirmeyi gerektirmektedir. Ancak burada önemli olan bir nokta, sürecin içinde yer alan cinsiyet kimliğinin yanında diğer kimliklerin de gözetilerek bir çözümlemeye gidilmesi gerekliliğidir. Çünkü kadın ve erkek tanımlaması sabit ve genel bir tanımlama değil aksine, yerel, kültürel, sınıfsal ve benzeri faktörlere göre oluşan bir tanımlamadır. Bu durum göç süreci analizleri yapılırken de göz önünde bulundurulmalıdır. Harding’in de belirttiği gibi; “…kadınların deneyimleri, göçün tipi, göç edenin sosyoekonomik statüsü ve aile yapısı, geride bırakılan mekân ile tanışılan mekânlardaki kültür, sosyal ve ekonomik yapı gibi pek çok etkene bağlı olarak farklılaşıyor, çeşitleniyor. Bu yüzden aynı tip göç içerisindeki kadınlar arasında bile, örneğin kırdan kente göç eden kadınlar arasında, belirli bir homojenlik varsayımından yola çıkmanın sağlıklı sonuçlara varılmasını engelleyebileceğini önemle vurgulamak istiyoruz.” (1996: 310). Göç süreci analizinde bireyler üzerinden bir çözümlemeye gidileceğinde, sürece katılan bireylerin sürecin başından sonuna kadar yaşadıklarının yanı sıra, kimlikleriyle de ilgili bir çözümlemenin yapılması oldukça önemlidir. Ayrıca, cinsiyetin de süreç içinde belirleyici bir kimlik olduğunun kabul edilmesi ve sürece toplumsal cinsiyetçi bir bakış açısıyla yaklaşılması da önemlidir. - 34 - 3. BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ, TARTIŞMA ve YORUMLAR Zorunlu göç sürecinde Hakkâri’deki kırsal alanlardan Van il merkezine göç etmiş ailelerin kadınlarıyla yürütülen bu tez çalışması için uzunca bir zaman, oldukça geniş bir alanda görüşme yapılabilecek kadınlar araştırılmıştır. Bu çalışmada izlenen yöntem açısından kadınların istekli olması oldukça önemlidir. Yapılan ön araştırmalar sırasında görüşmeye katılacak kadınlarla aracısız bir şekilde iletişime girebilmek ve görüşmeleri kontrol altında tutabilmek için, öncelikle Türkçe bilen kadınların tercih edilmesi planlanmıştır. Ancak uzun süren uğraşların sonucunda, görüşmeyi kabul eden sadece on kadına ulaşılabilmiştir ve bu kadınlardan da sadece bir tanesinin Türkçe bildiği anlaşılmıştır. Söz konusu on kadının hepsi aynı ardyöresel özelliklere sahiptir. Yaşça birbirine oldukça yakın olan bu kadınların süreç içinde yaşadıkları da birbirinin hemen hemen aynısıdır. Görüşmeler, kadınların evlerine misafir olunarak sürdürülmüştür. Bu görüşmeler sırasında kadınlar, görüşmeye başlamak ve görüşmeyi sonlandırmakta özgür bırakılmıştır. Bu yüzden bazı kadınlarla yapılan görüşmeler kadınların görüşmeyi devam ettirme istekliliğinde olmaması nedeniyle kısa zamanda sonlandırılmıştır. Bu on kadının yanı sıra kadınların çevrelerindeki erkek akrabalarıyla da sohbet edilmiştir. Ayrıca görüşmeye katılacak kadınlar araştırılırken, göçmenlerin yaşadıkları birçok mahalle ve ev gezilmiş, bu geziler sırasında birçok gözlemlerde bulunulmuş ve ayaküstü de olsa, söz konusu on kadının dışında diğer bazı göçmenlerin yaşamları hakkında bilgiler elde edilmiştir. Kullanılan yöntemin bir gereği olarak, sınırlı sayıda kadınla sürdürülen bu tez çalışması, Hakkâri’nin kırsal yörelerinden zorunlu göçle Van iline göç etmiş bütün göçmen kadınlar için genellenebilir sonuçlar içermemektedir. Kadınların sadece kendilerinden bahsetmeyip, aileleriyle de ilgili detaylı bilgiler vermeleri, çalışmanın bulgularının genişlemesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra çalışma boyunca yoğun bir şekilde sürdürülen literatür taramasından elde edilen bilgilerle, görüşmeye katılan kadınlardan elde edilen bilgilerin paralelliği, sürecin bir çok açıdan benzer şekilde yaşandığını göstermektedir. Bu nedenlerden dolayı, sınırlı sayıda kadınla görüşülerek yürütülen bu tez çalışması öncelikle, çalışmanın yürütüldüğü kadınlar ve aileleri için - 35 - bir takım belirlemelerde bulunurken, aynı zamanda zorunlu göç sürecinin küçük bir grup tarafından nasıl yaşandığını da göstermektedir. Yapılan literatür taramasında görülmüştür ki, bu araştırmaya katılan bu on kadın ve aileleri de, diğer binlerce zorunlu göçmenle benzer bir hayat mücadelesi içindedirler. Yani farklı şehirlere göç etmiş de olsalar göçmenlerin yaşadıkları sıkıntılar, içinde bulundukları yoksulluk ve yoksunluklar genelde birbirinin aynısıdır. Bu nedenle, yapılan tez çalışmasıyla birlikte ortaya çıkan sonuçların sadece görüşmeye katılan kadınlar ve aileleriyle ilgili olduğunu söylemekle beraber, bu sonuçların zorunlu olarak göç etmiş tüm diğer insanlar için de birer veri teşkil edebileceği ileri sürülebilir. Görüşmelere katılan kadınların adları, kadınların ve ailelerinin özel yaşamlarının mahremiyeti açısından bilinçli bir şekilde değiştirilmiştir. Daha önce belirtildiği gibi, kadınlardan bir tanesi dışında diğerleri Türkçe bilmemektedir. Ayrıca hiçbirisi resmi bir eğitimden de geçmemiştir. Türkçe bilen görüşmeci, görüşmelerimizin gerçekleştiği tarihlerde de okuma-yazma kursuna devam etmektedir. Kadınların hepsinin çocuğu, bazılarının da torunları bulunmaktadır. Kadınların tümü Van’a göç etmeden önce köylerinde yaşarken evlenmiş ve göç ederken tüm ailesiyle birlikte göç etmiştir. Yine bu kadınların hepsi köylerinin askerler tarafından tamamen boşaltılması sonucunda Van’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Göç ettikleri köyler Feraşin Yaylası olarak adlandırılan bölgede yer almaktadır. Kadınların köyleri adı geçen yaylanın çevresinde kurulmuştur. Bu kadınlar göç ettikten sonra da hem ekonomik hem de sosyal olarak benzer koşullarda hayatlarını devam ettirmektedir. - 36 - 3.1. KADINLARIN GÖZÜYLE ZORUNLU GÖÇ Kadınlarla yapılan görüşmelerde öncelikli olarak neden ve nasıl göç ettikleri, göçe kimin karar verdiği, niye Van’ın tercih edildiği gibi konulularda sorular sorulmuştur. Bunun yanı sıra sorulan sorularla kadınların göç sürecinde herhangi bir etkinliklerinin olup olmadığı anlaşılmaya çalışılmıştır. 3.1.1.KADINLARA GÖRE GÖÇÜN SEBEPLERİ Güvenlik güçleri ile PKK arasında başlayan çatışmalar sonucunda, güvenlik güçleri köyleri bazen PKK’ya karşı korucu olmamaları nedeniyle, bazen de belli köylerin çevresinde yoğun çatışmaların yaşanması ve köylülerin can güvenliklerinin olmaması nedeniyle boşaltmıştır. Bu sebeplerin yanı sıra köylerin boşaltılması sürecinin ardında yatan nedenler veya buna yol açan etmenler çok yönlüdür. Ancak temel nedeni, boşaltılan köylerin, yıllardır devam etmekte olan çatışma ortamının içinde yer almaları olmuştur. Güvenlik güçlerince, PKK’ya yönelik olarak sürdürülmekte olan mücadeleyi, yerleşimden arındırılmış son derece geniş bir coğrafyada yürütmek arayışları zorunlu köy boşaltmalarının açıkça ifade edilmeyen temel gerekçelerinden birini oluşturmuştur. “Biraz da bundan kaynaklanan gerekçe ile, devlet, köylere ‘geçici köy korucusu’ olmalarını önermiş; bazıları bu öneriyi kabul ederken, diğerleri sağlanan maddi olanaklara rağmen geçici köy korucusu olmaya yanaşmamışlardır. Her iki koşulda da köylü huzura kavuşamamış; koruculuğu kabul edenlere örgüt baskısı yoğunlaşırken; kabul etmeyenlere güvenlik birimleri kuşku ile yaklaşmış; köy koruculuğunu kabul etmeyen köylerden silahlı illegal örgütün lojistik destek sağlanması iddia veya ihtimalleri çerçevesinde kontroller; askeri operasyonlar ve baskılar bu köylere yönelik olarak yoğunlaşmıştır” ( 75 Yılda Köylerden Şehirlere, 1999: 333). Görüşme yapılan kadınlar da yukarıda ifade edilen gerekçeleri doğrular nitelikte anlatımlarda bulunmuşlardır. Kadınların genel olarak üzerinde önemle durduğu nokta kendilerinin devlet güçleri ile PKK arasında kaldıklarıdır. Terör örgütü PKK ile devlet güçleri arasında yaşanan çatışmalar, zaman içerisinde sivil - 37 - halk üzerinde ciddi baskılara dönüşmüş, bu baskılar da bireylerin belleklerinde derin izlerin oluşmasına neden olmuştur. Öncelikli olarak kadınların köydeki olaylar sonucunda arada kalmalarıyla ilgili olarak anlattıklarına değinecek olursak bu anlatılanlardan hareketle bireylerin bu durumla baş edebilmede kendilerini ne kadar çaresiz hissettiklerini daha iyi anlamış oluruz. Bu konuyla ilgili olarak Hiyal “dağdakiler köye geldiği zaman bizden yiyecek, giyecek isterlerdi. Fakat biz hükümetin korkusundan onlara bir şey veremezdik. Onlara vereceğimizi çoluk çocuğumuza vermek isterdik, çoluk çocuğumuza yedirmek isterdik. Devlet ile dağdakilerin arasında kaldık… Biz korkudan onlara bir şey verebiliyorduk? Bizim gücümüz onlara yetmiyordu.” derken, Güzel “biz hem dağdakilerden hem de hükümetten korkuyorduk, ikisiyle de baş edemiyorduk” diye benzer bir noktayı ifade etmektedir. Görüşmeler sırasında kendilerinin arada kaldığını söyleyen başka kadınlar da mevcuttur. Mesela Meryem buna benzer bir şey söylerken başka bir iddiada daha bulunmaktadır: “Her iki taraf da bizi sıkıştırıyordu. Dağdakilere ekmek verdiğimizde askerler bizi sıkıştırıyordu. Askerlere ekmek verdiğimizde dağdakiler bizi sıkıştırıyordu. Biz de idare edemedik…” Halime ise şunları söylemektedir: “Askerler geldi dağdakileri besliyorsunuz dedi. Biz beslemiyoruz dedik. Sonra bizi çıkardılar.” Halime’nin bu anlattıklarının üzerine kendisine “dağdakiler geliyor muydu?” diye sorulunca şöyle bir cevap vermiştir: “Evet geliyorlardı. Ne yalan söyleyeyim bizi korkutuyorlardı. Vermek zorunda kalıyorduk. Hem devlet sıkıştırıyordu, hem de onlar.” Kadınların anlattıklarından da anlaşılacağı üzere köylerde yaşayan sivil halkın üzerinde her iki güç tarafından da kurulan baskı onların kendilerini daha da güçsüz hissetmesine neden olmuştur. Üretimlerini sürdüremeyen, neredeyse karınlarını doyuramayan bu insanlar, süren çatışma ortamının yarattığı huzursuzluk ve güvensizliğin de etkisiyle kendilerini çaresiz hissetmektedirler. Bu güvensiz ve huzursuz ortamın yanında fiziksel ve ruhsal baskıların da artması bireylerin korku içinde yaşamlarını sürdürmesine, kişilere/olaylara şüpheyle yaklaşmaya başlamasına neden olmuştur. Kadınların anlattıklarının tümünde her iki taraftan da korktukları görülmektedir. Bunun yanı sıra özellikle Meryem’in iddiası bu insanların güvensiz bir ortam ve güvensiz bir psikoloji içinde olduklarını bir kez daha göstermektedir. - 38 - Kadınların anlatımlarında köylerde yaratılan güvensiz ortama ilişkin ipuçları veren başka örnekler de bulunmaktadır. Bu örnek aynı zamanda yukarıda anlatılan köy koruculuğunu kabul etmeyen köylerden PKK’nın lojistik destek sağlaması iddia veya ihtimalleri çerçevesinde artan kontrollerin ve askeri operasyonlar ve baskıların bu köylere yönelik olarak yoğunlaşması olgusuna ışık tutmaktadır. Şöyle ki kadınlar görüşmelerin genelinde köylerinde ihbarcıların bulunduğuna ve insanların birbirine çok kolay iftira attığına değinmişlerdir. Hiyal güvenlik güçlerinin köylerini ve evlerini aradığını söylerken bunun nedenini köydeki ihbarcıların evlerde silah bulundurulduğu şikâyetini yapmasına bağlamaktadır. Anlatılanlara bakılırsa, Hakkâri’de yaşayan insanların hemen hepsinin evinde çatışmalar başlamadan çok önceleri de silah bulunmaktadır. Hatta eğer itibarına uygunsa, bir aile kızını evlendirirken başlık parasının yanı sıra karşı taraftan aldığı hediyelerin içine bir de silah bırakmasını istemektedir. Bu geleneksel uygulama Doğu ve Güneydoğu’daki kırsal yörelerde halen devam etmektedir. Bunun yanı sıra İran ve Irak sınırında olan Hakkâri köylerinde, ticari ilişkiler de komşu olunan ülkelerle sürdürülmektedir. Bu ticaret hayvan ve silah ticareti üzerine kuruludur. İllegal yollardan sürdürülen bu sınır ticareti bölgede kaçakçılıktan kazanılan paralarla oluşturulan bir ekonomik yaşam yaratmıştır. Devletin bölgede başlayan çatışmalar nedeniyle sınırlara yerleştirdiği güvenlik güçlerinin sayısını attırması kaçakçılığın üzerine daha şiddetli gidilmesi sonucunu doğmuştur. Hem sınır kaçakçılığını önlemek nedeniyle hem de PKK’ya yapılabilecek silah yardımlarının önünü kesmek nedeniyle silahlar toplatılmıştır. Yalçın Heckman (2002) da çalışması sırasında şahit olduğu Hiyal’in anlattığına benzer bir silah toplatılma ve ihbarcı olayından bahsetmektedir. Silah bulundurulduğunun ihbar edilmesi üzerinden başlayan olayların sonunda köylüler “aynı baba soyundan, aynı aşiretten ya da aynı köyden olanların birbirlerine ihanet edebilecekleri ve ittifakların değişebilir olduğu” gerçeğiyle yüzleşmiştir. Yalçın Heckmann köylülerin bu olayın sonunda kendi aralarında bölünmüş olmakla kalmadığını, kime inanıp kimi destekleyecekleri konusunda da farklı fikirlere sahip olduğuna değinmiştir. Ayrıca artık köylüler farklı aktörleri desteklemek ya da suçlamak konusunda da tutarlı değildirler. Bu güvensizlik ve değişen durumlara göre tavır alma zorunluluğu çatışmaların arttığı dönemlerde daha da yoğunlaşmıştır. Kadınların konuşmalarından köyde ihbarcıların varlığının çoğu zaman iftiraya - 39 - varacak suçlamalara neden olduğu da anlaşılmaktadır. Hatta zaman zaman bu tür ihbarlar aileler veya kişiler arasında yaşanan bir husumet nedeniyle iftira olabilmekte, böylesi bir şikâyetin de gerçekliği araştırılmamaktadır. Bir kimsenin silah bulundurduğuna dair ya da PKK’ya yardım ettiğine dair yapılan bir ihbar, güvenlik güçlerinin bu kimse üzerinde çok yoğun baskısına neden olmaktadır. Köylerde yaşanan huzursuz ve güvensiz ortama bir örnek de Halime’nin anlattıklarıdır. Köyünüzde çatışma oluyor muydu sorusuna Halime şu şekilde cevap vermiştir: “Daima köyümüzde dövüş oluyordu. Korucu vardı, ihbar vardı, şikâyet vardı. Bir sürü asker gelirdi, sabahlara kadar silah sesleriyle uyuyamıyorduk.” Yukarıda değinilen bir başka nokta ise köylülerin korucu olmaya zorlanması, korucu olmayanların köylerinin boşaltılmasıdır. Nezehat’in anlattıkları bunu doğrular niteliktedir. Koruculuk sisteminin ilk başladığı zamanlarda köyün tamamının korucu olduğunu ancak daha sonra koruculuğu bıraktıklarını söylemektedir. Bunun üzerine yaşananları şöyle anlatmaktadır: “işte baş çavuş bizim köyümüze geldi. Büyükler vardı, muhtar vardı. O anda benim babam da muhtardı. Amcam, babam onlara yalvarmıştı. Dedi biz gitmiyoruz, bu çocukları nereye götürecekler. Dediler korucu olun. Tabi ki kabul etmediler, dedi biz korucu olmak istemiyoruz. Bir süre verdiler; bilmem 10 gün–15 gün, işte bir süre verdiler. Biz de arabayı getirdik, evlerimizi topladık, eşyalarımızın hepsini taşıdık, işte bazı ağır eşyalar orda kaldı.” Nezehat sözlerine güvenlik güçlerinin köylerini yaktığını anlatarak devam etmektedir. Kendilerinin ayrılmasından sonra köylerinin yakınında yaşayan akrabalarının güvenlik güçlerinin köyün tamamını yaktığını gördüğünü anlatmaktadır. “Cami, tabi caminin içinde bir sürü kuran filan vardı. Devlet hepsi de öyledir, bir baş çavuşun emridir. E ya hepsinin suçudur? Onun suçu tektir vallah. Köy yandıktan sonra zaten o anda da yani insanların zoruna çok gidiyor. Dedelerimiz, nenelerimiz hepsi orada ölmüştü. Yani ben öyle zannediyordum, dedim yani bu köyden başka bir dünya yoktur.” Köylerinin yakıldığını anlatan tek kadın Nezehat değildir. Meryem köylerinin yakıldığını şöyle anlatmaktadır: “Devlet köyümüzü yaktı, yıktı… Evdeki kuranı bile yaktılar.” Gözleriyle askerleri gördüğünü, askerlerin köyü boşaltın dediğini söyleyen Meryem koyunlarını da askerlerin götürdüğünü iddia etmektedir. Lalehan ise hayvanlarını köyden çıkarabildiklerini, hepsini çevrede sattıklarını - 40 - anlatmaktadır. Köyü boşaltmalarını ise şöyle hatırlamaktadır: “Bizi çıkarttılar. Bir yüzbaşı evlerimizi yaktı. Bizi çıkarttılar. Köyün bir kısmını yaktılar, bir kısmını yakmadılar.” Yaktıklarını gördünüz mü sorusuna ise “evet, bir kısmını yaktılar” diye cevap vermektedir. Göktürk’ün (1996) Diyarbakır’a göç edenlerle yaptığı çalışmasından da anlaşılacağı üzere göçmenlerin göç sebepleri birbirine benzemektedir. Sözü edilen çalışmaya göre; 1990 sonrasında göç edenlerin % 43,6’sı göç nedenlerini bölgedeki olaylar, % 58,1’i köylerinin yakılması olarak belirtmektedir. Yukarıda anlatılanların yanı sıra köylüler sadece güvenlik güçleri tarafından değil PKK tarafından da baskı görmektedirler. Ancak görüşme yapılan kadınlar kendilerinin her iki gücün arasında kaldığına değinmenin ötesinde PKK ile ilgili olarak herhangi bir olaya değinmemişlerdir. Genel olarak köylerinin boşaltılması konusunda konuşmuşlar, köylerinde yaşanması muhtemel olayları anlatmamışlardır. Hatta zaman zaman hatırlamaktan rahatsız oldukları, zaman zaman da korktukları için konuşmak istemedikleri fark edilmiştir. Ancak güvenlik güçlerinin köy boşaltmasının yanında PKK’nın bilinmektedir. Mesela Yalçın da bazı Heckmann köylere baskınlar çalışmasında böyle düzenlendiği bir örneğe değinmektedir. Öncelikli olarak çatışmaların başladığı zamanlara değinen Yalçın Heckmann köylülerin arada kalışını şöyle anlatmaktadır: “1984’te Kürt milliyetçisi bir parti, PKK Hakkâri’de bir gerilla mücadelesi başlattı ve Şemdinli ilçesine saldırdı. Bu olayın sonrasında PKK’nın yürüttüğü gerilla savaşı da, ordunun buna verdiği karşılık ve aldığı tedbirler de giderek daha ciddi bir hal aldı. Bir yandan devletin güvenlik önlemleri, diğer yandan Kürt milliyetçilerinden gelen baskılar, köylüleri taraf olmak ve bunun sonuçlarına katlanmak konusunda ciddi bir baskı altına sokuyordu” Ayrıca köylülerin koruculuk sistemine dâhil edilişini de şöyle açıklamaktadır: “1982’de son derece utanç verici koşullarda silahlarını teslim eden köylüler, ya yeniden silah satın aldı ya da askeri otoriteler tarafından silahlandırıldı. Bu arada, 1989 yazında Hakkâri’deki aşiret liderlerinin şehirdeki askeri ve sivil otoritelerin talebi üzerine onlarla şehirde toplantı yaptıkları kaydedilmiştir. Bu toplantıda aşiret liderlerinin devlete, PKK’ya karşı destek verecekleri konusunda güvence verdiği kaydedilmiştir.” Bunun yanı sıra köylülerin sürekli değişen dengeler - 41 - içinde güvenecek bir dal arayışlarının devam ettiği görülmektedir. Kendilerini devlet güçlerinin baskısından korumak için korucu olmayı kabul eden köylüler, PKK’dan korunmak için de farklı bir yol izlemişlerdir: “Uğradıkları baskıdan memnun değillerdi, ancak Irak’taki Barzani hareketiyle temasa geçmelerinden ve Barzani’nin Oramari ile PKK arasında arabuluculuk yapacağını, PKK’nın düşmanca davranmasını ya da köye saldırmasını engellemeyi vaat etmesinden sonra, durumlarının hiç de fena olmadığını düşünmeye başlamışlardı… Aşiretler ile milliyetçi güçler arasındaki oldukça hassas olan ittifaklar ve güç dengeleri yine de sona erdi. İddialara göre 1989 Kasım’ında Oramar yakınlarındaki, Oramari’yle ittifak içinde olan bir aşiret köyü PKK gerillaları tarafından saldırıya uğradı. Çoğu kadın ve çocuk, çok sayıda köylünün PKK tarafından katledildiği iddia edildi.” (Yalçın Heckmann, 2002: 38–39). Bu anlatılanların dışında köylere PKK tarafından baskınlar düzenlendiğini anlatan başka örnekler de bulunmaktadır. TBMM Göç Komisyonunun hazırladığı raporda Diyarbakır Kulp İlçesinin bir köy muhtarı “1990 yılı 5 Mayıs günü terör örgütlerinden bir grubun köyü bastığını, 8 evi yaktıklarını ve 7 kişiyi katlettiklerini, bir genci de kaçırdıklarını, köyde karakol olmadığı için köyden göç ettiklerini” belirtmiştir. ( aktaran Bozkurt, 2000:232). Ancak görüşme yapılan kadınlar PKK’nın köylerini basmasından ya da buna benzer PKK kaynaklı herhangi bir olaydan bahsetmemişlerdir. Ancak Van Bruinessen’e göre 1980’den önce de şiddet uygulayan PKK özellikle bu tarihten sonra arttırdığı şiddet dolu eylemleri sayesinde diğer örgütleri özendirecek derecede hayranlık toplamıştır. “PKK ‘sömürgeciliğe karşı’ savaş ilan ederek ‘devrimci şiddetini’ Türk ‘sömürgecilerin’ ve onların Kürt ‘işbirlikçilerine’ ve ‘vatan hainlerine’ yöneltti. İşbirlikçi ve hain kategorisine aşiret reisleri, politikacılar ve hatta rakip aşiret üyeleri de dahil edilmiştir.” (Van Bruinessen,2003: 59). Kadınların yukarıda anlattıklarından çıkan sonuç köylülerin iki ateş arasında kalmaları nedeniyle yaşadıkları yerlerde huzur ve güvenlerinin ortadan kalkmasıdır. Buna bağlı olarak köylüler ya PKK’ya karşı yürütülen mücadelenin içinde yer almaya ya da yaşadıkları yerleri terk etmeye zorlanmışlardır. Köylerini terk etmeyerek PKK’ya karşı yürütülen mücadelenin içinde olmayı kabul edenlerse PKK’nın baskısına maruz kalmıştır. Bütün bu olumsuz şartlarda daha fazla - 42 - yaşayamayacağını anlayan bazı köylüler kendi istekleriyle göç etseler de, geriye gidecek yeri olmayan çok sayıda insan kalmıştır. Bu geriye kalan insanlar da güvenlik güçleri tarafından göç ettirilmiştir 3.1.2. KADINLARIN GÖÇLE HİSSETTİKLERİ Görüşmeler sırasında, kadınların göç ederken neler hissettikleri, kadınların göç kararının alınması ve uygulanmasındaki rolleri üzerinde de durulmuştur. Öncelikli olarak göç edilen gün hakkında konuşulmaya çalışılsa da kadınların hemen hepsi aynı şeyleri anlatmaktadır. Kadınlara ısrarla o günün detayları ve hissettikleri anlattırılmaya çalışılsa da köylerinin zorla boşaltılması dışına pek çıkan olmamıştır. Ancak kadınlar o günün çok kötü bir gün olduğunu, mecburen göç ettiklerini tekrarlamaktadırlar. Burada vurgu genel olarak köylerinin zorla boşaltılmasında yoğunlaşmaktadır. Bunun yanı sıra kadınların anlatımlarındaki tek düzelik, birbirine benzerlik ve duygulardan arınmışlık oldukça dikkat çekicidir. Kadınların hayatlarında köklü değişikliklere neden olan böylesi bir olay karşısında duygulardan arınmış bir hatırlama içinde olmaları ilginçtir. Göç gününün hatırlanmasıyla birlikte o günün nasıl başladığı, neler yaşandığı, kendilerinin neler hissettiği ve Van’a gelinceye kadar neler olduğu, hatta Van’a geldikten sonra nasıl yerleşildiği gibi konular üzerinde ise kadınlar hiç konuşmamaktadır. Göç edilen yer olarak neden Van’ın tercih edildiğiyle ilgili olarak da kadınların bir nedeni bulunmamaktadır. Kadınların içinde bulunduğu böylesi bir tepkisizliğin birkaç nedeni olabilir. Öncelikli olarak göç edilen zaman açısından kadınlar için yaşanılanların önemini kaybetmiş olduğu düşünülmektedir. Ancak kadınların köylerindeki eski güzel günlerini hatırlarken ne kadar canlı bir anımsama içinde oldukları bu savın çok da doğru olmadığına işaret etmektedir. Çünkü kadınlar köylerinde yaşadıklarını, özellikle yayla anılarını anlatırken oldukça duygusal bir havaya girmişlerdir. Ancak göç günü yaşanılanların önemini yitirdiğinin bir başka açıklaması daha olabilir. Kadınlar geldikleri yeni yerlerinde çok fazla sıkıntı çekmektedirler. Buna bağlı olarak kadınlar için şu anda en önemli mesele hali hazırda yaşadıkları sıkıntılar olabilir. Gerçekten de kadınlar için Van’a göç ettikten sonra başlayan yeni hayat - 43 - mücadelesi bu kadınların hiç de alışık olmadığı türden bir hayat mücadelesidir. Geldikleri bu yerlerde yaşamaya başladıkları yoksulluk eskisinden oldukça farklıdır. Ayrıca kadınların buralarda karşılaştıkları bu yeni yoksullukla mücadele edebileceği hiçbir aracı bulunmamaktadır. Bu yüzden de kadınlar kendisi için şu anda çok daha acil sorunlar üzerine odaklanmaktadır. Buna bağlı olarak kadınlar yaşadıklarıyla baş edebilmek için olayları anlamlandırmış ve bu nedenle de başlarına gelenleri bir kaynağa atfetmiş olabilirler. Küçükcan ve Köse’nin doğal felaketlerin insanda yarattığı etkileri inceledikleri çalışmalarında bahsettikleri üzere insanlar hayatlarının normal akışını etkileyen olaylar karşısında olanları anlamlandırma ve onları bir kaynağa atfetme yöneliminde olmaktadır. “Doğal felaketler hayatın normal akışını bozduğu ve insanın kendi hayatını kontrol etme yeteneğini azalttığı veya tamamen etkisizleştirdiği için çok önemli toplumsal ve ruhsal sıkıntılara neden olabilir.” (Küçükcan, Köse, 2000: 12). Bu sıkıntıların ana kaynağı ise insanların başlarına gelen felaketle birlikte bir anda güçsüz ve etkisiz hale gelmesidir. “Felaket öncesinde kendisine güvenen, kendi hayatını kontrol eden, nerede ne zaman ne iş yapacağına karar veren, seçenekleri olan, olaylar karşısında iradesini kullanabilen insan, felaketle birlikte bu yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmektedir. İnsanın hayatını kontrol etme gücünü ve hayata yön verme yeteneğini kaybetmesine felaket anında yaşadığı can ve mal kayıpları da eklenince karşımıza çok derin bir güvensizlik duygusuna kapılma ihtimali ortaya çıkmaktadır.” (Küçükcan, Köse, 2000: 15). Küçükcan ve Köse’ye (2000) göre insanlar bu durum karşısında hissettikleri duygusal boşluğu yenmek ve aciz durumlarından kurtulmak için olayları anlamlandırmaya ve dolayısıyla hayatlarında kaybettikleri anlamı yeniden kazanmaya çalışırlar. Bunun için de öncelikli olarak insanlar başlarına gelen olaylara bir sebep bularak yaşadıklarını kontrol altına almaya çalışmaktadırlar. Daha sonra ise bireyler öz saygılarını yeniden kazanmak için olayların nedenlerini kendilerinde değil başkalarında aramaktadırlar. Son olarak ise kendilerini müspet göstererek toplum içindeki mahcubiyetlerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bu tür bir yol izlemek kişiler için üzerlerindeki stres ve gerilimi atmalarına yardımcı olan bir araçtır. - 44 - Doğal bir felaket yaşayan insanların içinde bulundukları durum, görüldüğü gibi zorunlu olarak köylerinden göç edenler için de söz konusudur. Burada tek fark insanların başına gelen olayın kaynak ve nedenleridir. Burada da yine insanların hayatlarının normal akışı bozulmuş, kontrolü ellerinden çıkmıştır. Buna bağlı olarak kadınların yaşadıkları bu süreçte göçü kendilerinin anlayabileceği şekilde yeniden yorumladıklarını ve bu yorumlamayla birlikte anlamını kaybettikleri hayatlarına bir anlam verdiklerini düşünebiliriz. Belki de kadınlar özsaygılarını korumak ve mahcubiyetlerini gizlemek için yaşadıkları olayı anlatmaktan çekinmektedirler. Ayrıca kadınlar maruz kaldıkları bu durum karşısında gösterdikleri sükûnetle belki de başlarına gelen bu olayı aynı bir felaketzedenin yaptığı gibi dini bir yorumlamayla değerlendiriyor olabilir. Gerçekten de kadınların olay karşısındaki kabullenişi Müslümanlıkta oldukça önemli olan kader ve tevekkül etme inancını hatırlatmaktadır. Kadınların hayattan ne beklersiniz ya da ne olursa sevinirsiniz türünden sorulara verdikleri cevaplar köylerine geri dönmek ya da zengin olmak gibi dünyevi değerlere dayalı değil, tamamen iman, ibadet ve ahret üzerine kurulu dini değerlere dayalı cevaplardır. Bu cevaplar da kadınların hayatlarını sürekli olarak dini bir yorumlama içinde yaşadıklarını göstermektedir. Göçe maruz kalan köylüler için göç kararı, onları bu karara uymaya zorunlu hale getiren, karşı koyamayacakları bir kaynaktan gelmiştir. Ayrıca köylüler için hayatlarına yapılan bu müdahale daha önceden tahmin edilebilecek bir müdahale değildir. Bu sebeple köylüler aniden gerçekleşen, kendi güçlerini aşan bu olayı anlamlandırmak için çok yakından tanıdıkları ve sorunların çözümünde kullandıkları referansa yeniden başvurmuş olabilirler. Kadınların göç etmelerinin arkasında yatan nedenle ilgili olarak konuşmamaları, bu referansın açıklamalarının kullanılması nedeniyle konu üzerinde yeniden düşünmemiş olmalarına veya bu durumu sorgulamamış olmalarına yorulabilir. Bunun yanı sıra göç etmeye zorlanan kadınlar erkeklerden daha fazla tabi olan durumundadır. Çünkü göç etmeleri konusunda karar veren olmadıkları gibi göçün nasıl gerçekleştirileceği, nereye göç edileceği, kimlerle göç edileceği gibi konularda da karar verme süreçlerinden dışlanmışlardır. Bu dışlanmışlık kadınların Van’a neden geldikleri hakkında bir fikre sahip olmamasından ve Van’a gelmeye erkeklerin karar vermiş olmasından - 45 - anlaşılmaktadır. Göç etme sürecinde kadınların karar verme konumunda olmadığı başka örnekler de mevcuttur. Çalışmalarında kadınlara “göç etmeye kim karar verdi” sorusunu yönelten İpek ve Pınar İlkkaracan şu yanıtlarla karşılaşırlar: Evli kadınların %62,1 gibi bir çoğunluğunun göç etme kararında hiç söz hakkı olamadığı sonucu ortaya çıkarken, kadınların % 59,5 gibi bir çoğunluğu göç kararının kendileri adına başkaları tarafından alındığını belirtmektedirler (1999: 313). Böylesi bir dışlanmışlık ise kadınların kendi başlarına göç sürecini kavramasını zorlaştırmakta, kadınların anlam arayışını daha da yoğunlaştırmaktadır. Kadınların yaşadıkları karşısında geliştirdiği yeni anlam arayışları bazı kadınların politik bir hayat içine girmesine de neden olmuş olabilir. Çünkü görüşme yapılan kadınlardan bazıları kendilerinin Van’a göç ettikten sonra Kürtleri temsil ettiğine inandıkları partinin faaliyetlerine katıldıklarını itiraf etmektedirler. Hatta kadınlardan bazıları açıkça silahlı illegal örgütün yürüttüğü mücadeleyi, dağa çıkmayı ve söz konusu örgütün başkanını desteklediklerini söylemektedirler. Böylesi bir yaklaşım Frankl’in (1995) “İnsanın Anlam Arayışı” çalışmasında verdiği örneğe benzemektedir. “II. Dünya Savaşı’nda toplama kampında hapsedilen Frankl, her şeylerini kaybeden, açlık ve soğukla pençeleşerek her an imha edilmeyi bekleyen insanların, hayatı sürdürmeyi bir değer olarak gördüklerini müşahede etmiştir.”(aktaran Küçükcan, Köse, 2000: 65). Burada da kadınlar politik nedenlerle yerlerinden edilmeleriyle birlikte kaybettikleri anlamı, inadına politik yaşamın içine girerek sanki yeniden kazanmaya çalışmaktadırlar. - 46 - 3.2. KADINLARIN GÖZÜYLE GÖÇ ÖNCESİ ve GÖÇ SONRASI YAŞAM Yapılan görüşmelerde kadınların bazı konularda geçmiş ile bu günü, buna bağlı olarak da Hakkâri’de yaşamak ile Van’da yaşamayı karşılaştırdıkları gözlenmiştir. Bu sebeple bu bölümde kadınların görüşmeler sırasında dün ve bu günü karşılaştırdıkları konulara değinilecektir. Burada amaç göçle birlikte kadınların tüm yaşamlarında ve hayatı algılamalarında ne gibi değişimlerin yaşandığını bir parça da olsa anlayabilmektir. 3.2.1. KADINLARIN YAŞAMI EKONOMİK AÇIDAN DEĞERLENDİRMESİ Görüşme yapılan kadınlar öncelikli olarak köydeki hayatlarıyla Van’daki hayatlarını maddi açıdan karşılaştırma yoluna gitmişlerdir. Kadınların böylesi bir yol izlemelerinin en büyük nedeni ilk olarak kendilerine yardım yapılacağını zannetmeleridir. Oysa görüşmeler için aracı olan kimseler görüşmeleri kabul eden kadınları bu konuda önemle bilgilendirmiştir. Bunun yanı sıra kadınlarla görüşmeye başlamandan önce de bu konuda kendileriyle konuşulmuştur. Buna rağmen bazı kadınların kendilerine yardım yapılacağı ümitlerini görüşmeler boyunca sürdürdüğü kaset kayıtlarının tercüme edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Görüşmelerdeki kayıt işlemi sonlandırıldıktan sonra bazı kadınlar ısrarla nüfuz cüzdan bilgilerini almamızı, bazıları ise tam ayrılırken yine de yardım yapılırsa kendilerini unutmamamızı diretmişlerdir. Böylesi bir beklenti ise görüşmeler sırasında konuşmaların hep maddi konular üzerinde ilerlemesine neden olmuş, bu durum da bize kadınların belli konularda abartabileceği ihtimalini düşündürtmüştür. Özellikle bazı görüşmelerde hanenin köyde sahip olduğu hayvan sayısıyla ilgili olarak tüm aile fertlerinin farklı sayılardan bahsettiği gözlenmiştir. Ancak şu bir gerçektir ki bu insanlar köylerinde yaşarken çok sayıda hayvana, tarla ve bahçeye sahipken Van’a göç ettikten sonra ücretli işçi olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Ancak birçok nedene bağlı olarak bu insanların birçoğu karın tokluğuna bile olsa çalışacak bir iş bulmakta zorlanmışlardır. - 47 - 3.2.1.1. Göç Öncesi Ekonomik Yaşam Görüşme yapılan kadınlar sürekli olarak köylerinde ekonomik açıdan daha rahat bir hayat sürdüklerine vurgu yapmaktadırlar. Bunun yanı sıra kadınlar kendi ürettikleriyle, paraya ihtiyaç duymadan geçinebildiklerini, ayrıca köyde herkesin birbirine bu anlamda yardımcı olduğunu da belirtmektedirler. Sadece tek bir görüşmeci Van’daki yeni hayatlarından bahsederken her şeyin burada daha güzel olduğunu, maddi durumlarının da burada düzeldiğini anlatmaktadır. Bilgili, Aydoğan ve Güngör’ün çalışmasında göçmenlere göçten önceki sosyo-ekonomik durumlarını bu gün ile karşılaştırmaya yönelik olarak “buraya gelmeden önce geliriniz geçiminizi karşılıyor muydu?” sorusu sorulmuştur. Bilgili, Aydoğan, Güngör kadınların % 96’sının bu soruya olumlu yanıt verdiklerini belirtmektedirler. (1996: 329). Kadınlar Hakkâri’de maddi olarak daha iyi yaşadıklarını anlatsalar da çok fazla çalışmaları nedeniyle oradaki hayatın zorluklarına da değinmektedirler. Bir anlamda Hakkâri’de paraya ihtiyaç duymadan yaşamanın verdiği rahatlığın yanı sıra, kadın olarak çok fazla çalışmanın verdiği sıkıntı da söz konusudur. Mesela Hiyal; “köyde elektrik, su parası yoktu. Komşular bize süt veriyordu. Köyde geçimimizi sağlayabiliyorduk. Sebze, meyve parasızdı. Komşular bahçelerde yetiştirdiği şeyleri parasız veriyordu. Geçim köyde daha kolaydı… Odunlar parasız, su-elektrik bedava. Odunları üst üste yığardık da hepsi bedavaydı” diyerek geçmişte paraya ihtiyaç duymadan ve başkalarının da yardımıyla rahatlıkla geçinebileceğini anlatmaktadır. Nasibe ise; “keşke köyümüze dönseydik, hiç değilse odun satıyorduk, istediğimiz kadar odun yakıyorduk. Suyumuz bedava, elektrik bedava. Kendimize 2 hayvan yetiştiriyorduk, tarlayı sürüyorduk” diyerek Hiyal’le aynı özlemi paylaşmaktadır. Ancak bunun yanı sıra “Allah’ıma Allah’ıma bu kızım benim ilk çocuğum. Vallah doğduğunda 6 günlüktü ben onu kucağıma alarak kundaktayken ağabeyim ve kocamla yaylaya gittik. Biz gittik tam 1 ay yaylada kaldık. Koyuna ot biçiyorduk. Kocam tekti; kimi kimsesi yoktu, erkek kardeşi kimsesi yoktu. Kundağını alıyordum tek çöle düşüyordum. Gece gündüz çöldeydik. Bu kızım çölde büyüdü. Çöllerde cin çarptı deliye döndü. Gene de geçiniyorduk” derken diğer taraftan köyde ne kadar çok zorluk çektiğine de değinmektedir: “Biz çok rezillik çektik. Akşam olunca ben, - 48 - kocam o kadar yoruluyorduk, o kadar yoruluyorduk kocam yatıyordu, ben yatıyordum, çocuğum ağlardı; çocuğuma bakmaya korkuyordum. Sabaha kadar çocuğum kucağımdaydı. Hiç yol yoktu, hiç ev yoktu, çöldü. Yarabbim, Allah’ım ayılar gelecek bizi yiyecek korkusu vardı.” Nasibe eşiyle birlikte 15 günlüğüne hayvanlara ot kesmeye gittiğini anlatırken eşinin erkek akrabaları olmadığı için kendisinin bu işleri yapmak zorunda kaldığını söylüyor. Nasibe erkek işi olarak görülen işlerde de çalıştığını söylemeye çalışırken şöyle bir anlatımda daha bulunuyor: “Ben de ot biçiyordum orakla. İnanmıyorsan orağı göstereyim, yanımda onu da getirmişim. Vallahi ben pantolon giyerdim. Vallahi akşama kadar ot biçiyordum.” Böyle zamanlarda çok çalıştığını, korktuğunu söyleyen Nasibe ot biçtikleri bu yeri tanımlarken orayı çöl diye adlandırmaktadır. Orasını “çöldü” diye anlatarak, “o çölde çocuğu yalnız bıraktım” diyerek de dertlenmektedir. Hatta akli dengesi yerinde olmayan kızının hastalığını da çölde onu yalnız bırakması sonucu cinlerin çarpmasına bağlamaktadır. Arkasından Nasibe bu söyledikleriyle tamamen çelişen bir ifade kullanmaktadır. Gittikleri bu çölde çadır benzeri bir şey kurmadıklarını, bunun yerine eşyalarını ve çocuğunu bir ağacın altına bıraktığını söyledikten sonra “vay dünya… Siz gelip görseydiniz o köyü nasıl bırakıp geldiğimizi sorardınız” diyerek tamamen farklı bir söylem içerisine girmektedir. Cümlesinin başından itibaren ne kadar zor şartlarda yaşadıklarına ve çalıştıklarına vurgu yapan Nasibe cümlenin sonunda bu söyledikleriyle tezatlık oluşturacak bambaşka bir cümle söylemektedir. Geçmişi anımsarken olumlu ve olumsuz düşüncelerin birbiri içerisine girdiğini gördüğümüz başka görüşmeler de mevcuttur. Kadınlar bir taraftan köy hayatını olumlu hatırlarken diğer taraftan köy hayatını tamamen farklı bir biçimde yorumlamaktadırlar. Mesela Güzel; “köyün hiç hoşluğu yoktu. Biz akşama kadar çalışıyorduk; ekmek pişiriyorduk, koyunlara bakıyorduk” diyerek konuşmasına başlamasına rağmen kendisine “burası daha mı iyi diyorsun?” diye sorulması üzerine köyü tamamen farklı bir açıdan değerlendirerek bambaşka bir cevap vermektedir: “Hayır köy daha iyiydi. Kimse çalışmıyor biz açız. Kimse çalışmıyor, bir maaşımız yok. Çocuklarımın hepsi küçük. Metin vardı burada çocuklarıma bakıyordu, Metin de kaza yaptı çalışamıyor.” Metin olarak bahsettiği kişi henüz askerlik yaşına - 49 - gelmemiş olmasına rağmen evli ve bir çocuk babası olan oğludur. Güzel, konuşmasının başka bir yerinde yeniden köyün güzel taraflarından bahsediyor. Bahsettiği şeyler bir önce söylediklerini tamamlar nitelikte. Burada yine köyü maddi olanaklar açısından değerlendiriyor: “Ramazanda büyük bir öküz kesiyorduk. Ramazan bitinceye kadar kendimize koyun kesiyorduk. Ama burada bir şey yok. Köydeki hayatımız daha güzeldi. Biz davar yetiştiriyorduk, koyun yetiştiriyorduk, ot biçiyorduk. Bol bol ağaçlarımız vardı. Yiyeceklerimizi temin ediyorduk. Pek fazla bir şey satın almıyorduk. Buğdayımızı, unumuzu, sebzemizi kendimiz yetiştiriyorduk. Fakat burada her şeyi satın alıyoruz. Köyümüzde ev ve arsalarımız vardı, eşya vardı. Çocuklarımıza daha iyi bakıyorduk.” Kadınlar Hakkâri’yi anlatırken maddi açıdan şu andaki durumlarından çok daha iyi olduklarına devamlı olarak vurgu yapmaktadırlar. Mesela Şirin; “Biz çok zengindik. Birçok köy var, Feraşin. 30’a yakın köy vardı, çok güzel bir yaylaydı. 500 tane koyunumuz vardı. Biz süt sağardık, birçok atla köye getirirdik” derken, Gülbahar; “Orada koyunlarımız vardı, durumumuz iyiydi onları özledim” diyerek eskiyi anmaktadır. Yine Meryem eskiyi anlatırken özellikle kendi ürettikleri sayesinde rahat bir şekilde geçinebildiklerini vurgulamaktadır. “Orada halimiz çok çok iyiydi. Peynirimiz, yağımız, ekmeğimiz her şeyimiz vardı. Koyunlarımızı sağardık, yoğurt yapardık, peynir yapardık.” Halime ise köy yaşantısını iki açıdan ele almaktadır. Ona göre kadın için köydeki hayat daha güzeldir. Ancak bunu dedikten hemen sonra şunları da eklemektedir: “Evet; eskisi gibi olursa köy hayatı güzeldir. Şehir hayatı da güzeldir. Fakat mesela biz önceden peynir tutardık, yağ tutardık, süt toplardık ama şimdi gözümüz erkekte; acaba eve bir poşetle gelecek mi? Maddi olanaklar yok şimdi, yoksa güzeldir.” Halime’nin değerlendirmesi de burada yine maddi temellere dayanmaktadır. Lalehan da yine eskiyi aynı bağlamda değerlendirmektedir: “İyiydi her şeyimiz vardı. Koyunlarımız, arazilerimiz vardı. Orası daha güzeldi. Yoğurt tutardık, yoğurttan yağlı ayran yapardık. Bol bol et vardı. Mecburiyetten buradayız, yoksa köy hayatı daha güzeldi. Orada etimiz, yoğurdumuz, peynirimiz her şeyimiz vardı. Bolluk içindeydik. Çok çocuk yapmamız sorun olmuyordu. Ama burada çocuk yapmayın bakamıyorsunuz diyorlar. Burada her şey parayla orada her gün et yiyorduk, burada haftada 1 gün anca yiyebiliyoruz. Köyde - 50 - canımız et istediğinde hemen bir koyun keser günlerce yerdik.” Burada Lalehan et yiyememekten yakınmaktadır. Hakkâri’de geçimin hayvancılığa dayanması ve iklimin çok çeşitli sebze ve meyve yetiştirmesine imkân vermemesi nedeniyle genel olarak tüketilen yiyecek maddesi ettir. Ancak göçmenler Van’a yerleştikten sonra yıllardan beri alıştıkları temel tüketim gıdaları olan eti çarşıdan parayla almak zorunda kalmışlardır. Oysa köylerinde kendi yetiştirdikleri ve ürettikleri hayvanların etlerini tüketmeleri çok daha ucuza gelmektedir. Bu sebeple oldukça zor şartlarda yaşayan bu insanlar için köylerinde bolca yedikleri eti Van’da bulmak neredeyse hayal oluştur. Lalehan yukarıda Hakkâri’de bolluk içinde yaşadıklarını anlatmanın yanı sıra çok önemli bir başka meseleye daha değinmektedir. Görüşülen ailelerde çocuk sayısı oldukça fazladır. Kadınların erken evlenmeleri, kısa zamanda çocuk sahibi olmaları ve geç yaşlarda da korunmamaları ailelerin çocuk sayısının oldukça fazla olmasına neden olmaktadır. Lalehan köydeyken çok çocuk sahibi olmanın sorun yaratmadığını ancak burada artık insanların onlara “çocuk yapmayın bakamıyorsunuz” dediklerini söylemektedir. Güzel de Lalehan’a benzer bir şekilde köydeyken çocuklarına daha iyi baktıklarından bahsetmektedir. Gerçekten de bu aileler Van’a göç ettikten sonra içinde bulundukları sosyo-ekonomik durum nedeniyle fazla sayıdaki çocuklarına bakmakta zorlanmaktadırlar. Köyde yaşarken aile bir üretim birimiyken artık Van’da üretici olmaktan çıkmış tamamen tüketici konumuna geçmiştir. Bu durum çocuklar için de geçerlidir. Şöyle ki; köydeyken ailenin maddi üretimine katkıda bulunan çocuk pratik olarak aileye bir girdi de sağlamaktadır. Oysa burada aile bir üretim birimi olmaktan çıkarken çocuklar da aile için üretici olmak yerine ailede tüketici duruma geçmişlerdir. Ailenin maddi üretimine katkı sağlayamayan çocuk bu geldikleri yeni yerde okula gitmek zorundadır. Bu durum da ailelerin artık çocuk algısını değiştirmelerini zorunlu kılmaktadır. Yapılan görüşmelerin içerisinde tek Türkçe görüşme Nezahat’le yapılmıştır. Türkçe’yi Van’a göç ettikten sonra öğrenen Nezehat geçmişi birçok açıdan detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Bütün anlattıklarının yanı sıra o da diğer kadınlar gibi - 51 - köydeki maddi hayata değinmiştir. Nezehat; “köyde sadece erkekler koyunla uğraşıyordu. Buradaki işleri bilmezler ki. Orda öyle bir şey yoktu. Ya unumuz bitecek, ya elbiselerimiz yoktu, ya çocuklar beyle kalacak, ayakkabı yoktu… Yani o zaman bütün erkeklerin elinde koyunlar vardı. Yani bakkal nedir, dükkân nedir biz bilmiyorduk? Orda zaten öyle şeyler de yoktu, köydü işte” derken köyde bolluk içerisinde yaşadıklarını söylemekte, aynı zamanda da köydeki ile Van’daki ihtiyaçların nasıl birbirinden farklı olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Anlatılanlardan da görüldüğü gibi kadınlar için Hakkâri öncelikli olarak ekonomik refahla anılan bir geçmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazı kadınlar buradaki hayatı sevse de eskiden kendi kendilerine yeten bir ekonomiye sahip olmaları nedeniyle geçmişi özlemektedirler. Bu özlem bize burada kadınların ve ailelerin maddi anlamda büyük bir sıkıntı içerisinde olduğunu bir kez daha göstermektedir. Görüşmelerin kadınların evlerinde sürdürülmesi bu ailelerin yaşadıkları mekânların ve fiziksel çevrelerinin de yakından gözlenmesine olanak sağlamıştır. Bu konuda yapılan gözlemler başka bir bölümde daha detaylı bir şekilde anlatılacaktır. Ancak ailelerin Van’a göç ettikten sonra maddi olarak zor bir hayat sürdükleri bir gerçektir. 3.2.1.2. Göç Sonrası Ekonomik Yaşam Özel sektörün neredeyse hiç yatırımda bulunmadığı, sanayileşmenin sınırlı olduğu bir yer olan Van, işsizliğin çok yoğun olarak yaşandığı şehirlerimizden bir tanesidir. İşsizliğin yoğun olarak yaşandığı bu şehre göç etmek zorunda kalan bu insanlar içinse burada çalışacak bir iş bulmak daha da zordur. Çünkü köy yaşamında hanelerin maddi olarak geçimlerini sağlayan beceriler burada herhangi bir işe yaramamaktadır. Van’a göç ettikten sonra erkeklerin bir kısmı satabildikleri hayvanlarının parasıyla küçük bir bakkal dükkânı açmış, ancak bir kısmı da dolandırılmıştır. Az bir parayla şehre geldikten sonra kendileriyle ortak olmayı teklif eden bazıları tarafından dolandırılarak paralarından da olan bu insanlar maddi olarak geçimlerini sağlayacak herhangi bir iş de bulamamışlardır. İlkkaracan ve İlkkaracan’ın da belirttiği gibi, “evlerini, mallarını, geçim olanaklarını kaybeden bu - 52 - insanlar için göç maddi bir kayıp olup yeni mekânda iş bulamamak bu kayıp duygusunu pekiştirmektedir. Göçerlerin kent ortamında geçerli olan beceri ve bilgilerle donatılmış olmamaları da yaşamlarını son derece zorlaştıran bir diğer etkendir.”(1999: 310). Hane reisinin gelinen bu yeni yerde iş bulamaması hanenin geçiminin genç erkek evlatların ve kadınların sırtına binmesine neden olmuştur. Ancak çok kalabalık olan bu hanelerde masraflar da köydekinden daha fazladır. Artık geçimlik düzeyde de olsa herhangi bir üretimde bulunulamamakta, bunun yanında çocukların burada okula gitmesiyle masraflar da artmaktadır. Bu yüzden bazı evlerde çocukların bir kısmı okuldan kalan vakitlerinde çalışmakta, bir kısmı da belli bir yaştan sonra okuldan ayrılarak çalışmaya başlamaktadırlar. Bilgili, Aydoğan ve Güngör’ün çalışmasında da hanenin geçiminin çocuklar tarafından sağlandığı yönünde cevap verenlerin oranı % 15’dir (Bilgili, Aydoğan, Güngör, 1996: 331). Ayrıca, Başak Sanat ve Kültür Vakfı İstanbul’a aynı nedenlerle göç eden ailelerin çocuk ve gençleriyle yaptığı çalışmada, ailelerin yeni yerleşim yerinde ekonomik zorluklar yaşadıklarını, bu ailelerin ekonomik zorlukların üstesinden gelebilmek için çocuk ya da gençlerini okuldan alarak işe yerleştirdiklerini belirtmiştir (www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004). Altuntaş ise Ankara sokaklarında çalışan çocuklarla yürüttüğü çalışmasında, zorunlu göç ile yoksulluk ve sokakta çocukların çalışması/çalıştırılması arasında önemli bir bağlantı olduğunu göstermektedir: “Göç, geçmiş birikim, sermaye veya beceri yoksunluğuyla birleşince, kente tutunamamak anlamına gelmektedir. Bu, kente tutunamayan ailelerin yerel çözümlere başvurmalarına yol açar. Bu çözümler içinde çocukların çalıştırılması ağırlıklı yer tutar.”(Altuntaş, 2003: 40). Benzer bir şekilde zorunlu göçün farklılıklarına değinen Altuntaş, ailelerin göç etmek zorunda kaldıkları bu yeni yerlerde, ihtiyacı olan maddi ve kültürel sermayeye sahip olmadıklarını vurgulamaktadır. Oldukça kalabalık olan bu ailelerde çocukların eğitim masraflarının da karşılanamaması nedeniyle okula gitmediklerini, bunun yerine ailenin geçimini üstlendiklerini belirtmektedir. Çocukların ailenin geçimine katkı değil yukarıda bizim de söylediğimiz gibi ailenin geçimini tamamen üzerine alması - 53 - söz konusudur. Bu durumun ise çocukların okulla olan bağının kopmasına neden olurken, aynı zamanda ailenin ve değerlerinin çözülmesi sonucunu da doğurmaktadır. Çünkü; “çalışan çocuk daha baştan, onu çalışmaya zorlayan aile ve geçim baskısı ile öğrenme isteği ve gereksinimi arasında parçalanır. Her ikisi de zaman gerektiren bu iki karşıt etkinliği uzlaştırma arayışı, bu dayanılmaz gerilimin okulun sonsuza dek terk edilmesiyle çözümleneceği güne değin sürer.” (Boidin, 1995: 18’den aktaran Altuntaş, 2003:47). Çocukların çalışmaya başlaması sonucunda ise hanenin geçimini sağlayamayaz hale gelen baba artık eskiden olduğu gibi otoritesini devam ettirememektedir. Çünkü; “baba cahil, işsiz ve çalışmayandır; güvenilir olmadığı gibi çocuklar tarafından da hakir görülmektedir.” (Altuntaş, 2003: 52). Altuntaş otoritesini kaybeden baba figürünün yerini ise anne figürünün aldığına değinmektedir: “Denilebilir ki, göç süreciyle birlikte eski gücünü ve otoritesini kaybeden baba figürü, göç sonrası güçlenen anne figürüyle yer değiştirmiştir. Kadınlar, gündelik hayatın düzenlenmesinde, resmi kurumlarla ilişkilerde, çocukların ev-okul sorumluluklarını üstlenmede babadan öndedirler”(Altuntaş, 2003: 71). Ancak artık kadınların birçoğu ekonomik olarak kocalarına değil erkek çocuklarına bağımlı hale gelmiştir. Bu nedenle bu hanelerde otoritenin sadece anneye geçmemesi; anne ile hanenin geçimini sağlayan erkek evlat arasında paylaşılması muhtemeldir. Görüşme yapılan kadınlardan biri olan Hiyal’in de ilkokula giden 2 oğlu sokakta peçete satarak ailelerini geçindirmeye çalışmaktadır. Benzer bir şekilde Nezehat’in en büyük 2 erkek çocuğu da ekonomik olanaksızlıklar nedeniyle çok başarılı oldukları okullarını bırakarak çalışmaya başlamışlardır. Nezahat’in oğlu ilk görüşmemizde seyyar bir tezgâhta gofret benzeri yiyeceklerden satarak aile bütçesine katkı sağlamaya çalışıyordu. Ancak daha sonra belediyenin değişmesiyle diğer seyyar satıcılar gibi tezgâhları bulundukları yerden kaldırılmıştır. Böylece oradan gelen çok az para da ortadan kalkmıştır. Bu ailelerde yaşanan yoksulluk sadece çocukların değil, kadınların da hanenin geçimine katkı sağlayacak çözümler bulmasını zorunlu hale getirmektedir. Mesela Hiyal sadece iki çocuğunun çalışmasının yetmemesi nedeniyle kendisinin - 54 - Ramazan’da şehre giderek Zekât topladığını söylemiş ve şunları anlatmıştır: “Ramazan ayında ben yetimlerin elinden tutuyorum dükkân dükkân geziyorum. Benim elimde bir sürü yetim var yardım edin diyorum. Ben onlara hatırlatıyorum Zekât Allah’ın malıdır, bu görevinizi yerine getirin diyorum... Benim yardım toplamam sadece Ramazan’dadır. Başka bir zaman gidip istemem, ben dilenci değilim. Evimizde oturup sabretmeye çalışıyoruz. Bu işi 2 senedir yapıyoruz. Önceden böyle bir şeyi kendimize yakıştıramıyorduk. Bu da Ramazan’ın bereketindendir, insanı dilenci konumuna düşürmez. Ramazan dışında böyle bir şey yapmayız. Ben bir tane insana denk geldim. Her yıl hacca gidiyor. Bana belli zamanlarda zaruri ihtiyaçlarımı karşılayacağını söyledi. İyi bir insan her yıl hacca gidiyor. Allah ona öyle vermiş ki o her yıl hacca gidiyor.” Görüldüğü gibi Hiyal kendisinin sadece ramazanda çarşıya gidip para istediğine önemle değinmektedir. Özellikle Ramazan’da istemesinin nedeni ise bu insanlar arasında Ramazan’da yapılan yardımların daha çok sevap getireceğine olan inançtır. Bu anlattıklarının yanı sıra Hiyal evindeki bazı eşyaların da başkaları tarafından verildiğine, bazılarından altın ve para yardımı aldığına da önemle değinmektedir. Çünkü Allah’tan korkması nedeniyle kendisine yardım yapanları anlatması gerektiğine inanmaktadır. Bilgili, Aydoğan ve Güngör’ün çalışmasında da benzer bir şekilde göçmenlerin % 17’si halktan bazı kimselerin yardımını aldıklarını ya da dilendiklerini ifade etmişlerdir (1996: 331). Köylerinde kendilerine yetecek bir ekonomiye sahipken Van’a göç ettikten sonra başkalarının yardımına muhtaç hale gelmeleri kadınları çok üzmektedir. Köydeyken kendi ürettikleriyle geçinmeye alışan bu kadınlar Van’a göç ettikten sonra da hanenin geçimine katkıda bulunmak için çabalamaktadırlar. Nasibe de yine bu çaba içinde olan kadınlardan bir tanesidir. O da yine Hiyal gibi Ramazan ayında şehre giderek Zekât toplamanın yanı sıra, her yaz başkalarının köylerinde ot biçmeye gittiğini; bunun karşılığında, süt, peynir, yoğurt ve kendi ineği için ot aldığını anlatmaktadır. Nasibe için inek beslemek çok önemlidir, çünkü onun sütünü mutlaka değerlendirmektedir. Van’a göç ettikten sonra ailesinin geçimini sağlamak için neler yaptığını şöyle anlatmaktadır: “Burada fakirlik var, yokluk var, burada da ne maaştır, ne mülktür, ne koyundur, ne davardır, ne iştir. Hiç iş yok, iş yok, çalışmak yok… - 55 - Ben her yaz başka bir köye gidiyorum. İşte süttür, yoğurttur, peynirdir, getiriyorum. Çünkü onlara para veremiyoruz. Her yaz ot toplamaya da gidiyorum.” Bunun karşılığında para alıp almadığını sorduğumuzda ise şöyle cevap vermektedir: “Bazı yerlerde kendim için yapıyorum, hayvanlarım için getiriyorum, gidip topluyorum bana hayrına veriyorlar. Başkalarına yardım ediyorum ot biçmekte, toplamakta. Onlardan kendime de ot getiriyorum. Ramazan’da da bazıları bana Zekât veriyor. Merkeze gidip Zekât topluyorum. Hep ben gidiyorum merkeze. Benim kumam merkeze gitmesini bilmiyor. Hepsine ben bakıyorum, aileye ben bakıyorum.” Gerçekten de Nasibe eşinin çok yaşlı ve hasta olması nedeniyle evin yükünü sırtına almış bulunmaktadır. Evde evli, biri henüz askere gitmemiş ve diğeri yeni askerden dönmüş, 2 tane erkek evlat olması Nasibe’nin sırtındaki yükü hafifletmemektedir. Çünkü her ikisi de herhangi bir işte çalışmamaktadır. Nezehat de kadınların sırtına burada daha çok yük bindiğini ifade etmektedir. Van’a göç ettikleri ilk zamanlarda kocasının çalışmadığını, kendisinin kilim yapıp satarak geçindiklerini şöyle anlatmaktadır: “O zaman da erkeklerin hiçbir işi yoktu, mesleği yoktu. Tabi ki burada bütün yük kadınların sırtına bindi. Yani ben dedim bazen; akşamdan sabaha kadar uyumayacağım, belki bu kilimi azıcık yapsam, çabuk kesse paramızı alacağız, bir ihtiyacımız olsa o yani falan. Yani biz böyle değiştik. Orda öyle bir şey yoktu. Unumuz bitecek, ya elbiselerimiz yoktu, ya çocuklar böyle kalacak, ayakkabı yoktu… Yani erkeklerin hepsinin o zaman elinde koyunlar vardı. Biz bilmiyorduk yani bakkal nedir, dükkân nedir? Orda zaten öyle şeyler de yoktu, köydü işte. Buraya geldik baktık başka bir dünya, her şey para. Öyle sabah evden çıkıyorduk Allah’ım Yarabbim; bu gün çocuklarımıza ben ne yedireceğim, ne vereceğim? Gerçekte o para da kalmadı. Böyle değişik hayat gördük. Buradaki hayat oradaki hayat bambaşka, çok farklıydı.” Nezehat köyde öğrendiği otlarla ilaç yapma ve masajla tedavi yöntemini Van’a geldikten sonra da sürdürmektedir. Ancak köyde bunları başkalarına yardım olsun diye yaparken Van’da artık bunları para karşılığı uygulamaktadır (bakınız foto:1). Hatta onun bu marifetleri ailenin geçimini sağlayan tek ciddi kaynaktır. Ayrıca Nezehat kendi emeğiyle para kazanabildiği, sadece kocası ve çocuklarıyla çekirdek aile olarak yaşamını devam ettirdiği için diğer görüşme yapılan kadınlara göre nispeten daha iyi bir yaşam sürmektedir. Onun para kazanıyor - 56 - olması kendisine ve hayata daha güvenle bakmasına neden olmaktadır. Bu durum onun ümidini yitirmemesine engel olurken, hayatta başka meseleler üzerine de düşünmesine olanak sağlamaktadır. Nezehat bu durumu kendi sözleriyle şöyle özetlenmektedir: “Ben çok fark ediyorum. Şimdi mesela kadınlar bize geliyor, bazen ben kendi kendime diyorum peki mesela bu doktorluk benim elimden gelmeseydi ben çocuklarıma göre ne yapardım? Eyi Allah büyüktür, yani Allah her şeye doğruyu veriyor. Yani ben bazen bakıyorum Allah’ım bu gün kimse gelmese… İyi ilaç yapıyorum gerçekten; 1 pede, 2 pede 5 milyon yahut 4 milyon, ya ilaca göre. Yani ben böyle değişik hayat gördüm… Evet, mesela ben kendim diyorum mesela ben kendim maşallah hiçbir zaman ben zorluk görmeyeceğim. Çünkü ben sürekli doktorluk yapmasam hırsızlık yapacağım. Ben böyle düşünüyorum. Ben kimseye Allah’ın izniyle muhtaç olmayacağım. Ellerim sağ olurken ben kimseye muhtaç olmak istemiyorum. Yani mesela başka kadınlar vardır yani onların elinde öyle bir kuruş yoktur. Hala da ağlıyor keşke köyde bana işkence verseydi ben bu hale gelmeseydim, ben Van’daki hali görmeseydim, mesela ben rezil oldum-elbise yoktur. Yani ben toplumda böyle insanları görüyorum. Herkes benim gibi becerikli değil, ee bütün kadınlar öyle değil. Bazı kadınlar var hiç el işi bilmiyor. Mesela ne iş varsa dünyada ben kendime diyeceğim, yani el işi hemen gözüme çarpsa ben bu el işini yapacağım. Keşke bütün kadınlar böyle olsa, yani öyle iyidir. Onun için onlar hala tabi erkeklere muhtaçtır, fikrini değiştirmemiş. Mesela ben kendi elimle kazanıyorum, yani o kadar erkelere muhtaçlık çekmiyorum.” Nezehat’in konuşmasında da görüldüğü gibi o geleceğe daha güvenle bakarken, aynı zamanda kadın olmak üzerine de düşünmektedir. Bunun yanı sıra kendisi gibi para kazanamayan ve maddi sıkıntı içinde yaşayan kadınların köyden göç ettikleri için ne kadar acı çektiklerine de değinmektedir. Bu anlatılanlar bize, daha önce de değinildiği gibi kadınların köyü, burada maddi olarak sıkıntı çekmeleri nedeniyle özlediklerini bir kez daha göstermektedir. Kadınlarla görüşmelerde Van’da yaşamakla ilgili sohbetler genel olarak maddi konular üzerinde odaklanmaktadır. Kadınlarla sürdürülen görüşmeler bir süre sonra ailelerin Van’a geldikten sonra maddi olarak ne büyük sıkıntılar çektikleriyle ilgili bir konuşmaya dönüştürmektedir. Kadınların bu tercihi ise bazı görüşmelerin - 57 - bir kısır döngü içinde sürmesine neden olmuştur. Hatta bazı görüşmelerde hep aynı konulardan bahsedilmesi, daha farklı ve derinlemesine sohbetlere girilememesi görüşmelerin ana problemlerindendir. Görüşmelerin Kürtçe sürdürülmesi nedeniyle bu türden sorunlar ancak kasetlerin deşifre edilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak görüşmelerin verimliliğini düşüren bu döngü kadınlar için oldukça önemli bir sorundur. Gerçekten de bu aileler göç ettikten sonra geçinebilmekte oldukça zorlanmaktadırlar. Çünkü “köyün, düzenli gelir olmasa da, sunduğu yaşam olanaklarının yerini kentin kurumsallaşmamış emek piyasası almış ve her halükarda düzenli bir gelirin koşul olduğu bir yaşam seyrine dönüştürmüştür. Altuntaş’ın da belirttiği gibi kurumsallaşmamış bu emek piyasası içinde erkekler iş bulma olanağı yakaladığı oranda çalışmaya başlarken bu olanaklar kadınlar için büyük ölçüde mümkün olamamıştır.” (www. bianet. org. 02.08.2003). İpek ve Pınar İlkkaracan’ın göçün maddi duruma etkisi üzerine yaptıkları ankete göre maddi durumum bozuldu diyen kadınlardan % 71,1’ini güvenlik nedeniyle göç eden kadınlar oluşturmaktadır (1999: 318). Başak Sanat ve Kültür Vakfının İstanbul’da yaptığı çalışmada da “zorunlu göçün üzerinden 10-15 yıl geçmesine rağmen pek çok ailenin ekonomik durumlarında çok fazla bir iyileşme olmadığı gözlemlenmiştir.”(www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004). Işık ve Pınarcıoğlu ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan 90’lı yıllarda yaşanan zorunlu ve kitlesel göç hareketlerinin bu dönem boyunca kentlerde yaşanan nöbetleşe yoksulluğu beslediğini belirtmektedir. Burada bahsedilen nöbetleşe yoksulluk ise Işık ve Pınarcıoğlunun tanımlamasına göre “esas olarak kente önceden gelmiş bazı grupların, kente daha sonradan gelen kesimler ile diğer imtiyazsız gruplar üzerinden zenginleşmeleri, bir anlamda yoksulluklarını bu gruplara devredebilmeleri sonucunu doğuran bir ilişkiler ağıdır. Bu anlamda nöbetleşe yoksulluk, toplumun özellikle enformel kesimlerinin kendi aralarında kurdukları ve birbirlerinin üzerlerinden zenginleşebilmelerini sağlayan eşitsiz güç ilişkileridir.”(2003: 155). Burada zorunlu göç nöbetleşe yoksulluğu besleyen bir kaynak olarak gösterilmektedir. Ancak zorunlu göçün nitelikleri açısından, nöbetleşe yoksulluğa katılımın farklılıklarına da değinilmektedir: “Öncelikle bu kesim, kelimenin tam anlamıyla kente hazırlıksız göç etmek durumunda kalmıştır. - 58 - Öncekilerin tersine kent ile önceden tanışıklık kurmalarını sağlayacak herhangi bir irtibata giremeyen Güneydoğulu kitle, kopuş niteliğinde bir göç süreci yaşamıştır. Erder’in (1998b) haklı olarak travmatik adını verdiği bu göçle eğitimsiz, uysal ve kentte karşılaşacaklarına kendisini hazırlama olanağı bulamamış büyük bir kitle kentlere akmıştır. Işık ve Pınarcıoğlu’nun da belirttikleri gibi, “kente bir ölçüde gönülsüz olarak ve en önemlisi kendi belirleyemediği koşullar altında akın eden bu kitle, nöbetleşe yoksulluk sisteminin en altında yer almış ve diğer göçmen gruplar hemen her durumda bu kitlenin dezavantajlarını sonuna dek kullanmıştır… Ama bu kesim arasından da himayeci ilişkilerin yaygınlık kazandığı, ancak kendi varlık koşullarını değiştirebilme gücünden önemli ölçüde yoksun olduğu gözlenebilmektedir… Nasıl kent içi hareketlilik, sistemin kazananlarını üretmişse, Güneydoğu’dan yaşanan kitlesel göç de sistemin kaybedenlerini yaratmıştır.”(2003: 173–174). 3.2.2. KADINLARIN GÜNDELİK YAŞAM DEĞERLENDİRMELERİ Kadınlar Hakkâri’de yaşarken maddi üretimin içerisinde aktif bir şekilde yer almaktadırlar. Ancak Van’a göç ettikten sonra hanenin yaşam ve üretim alanlarının tamamen değişmesi sonucunda kadınların da gündelik yaşam pratiklerinde önemli değişimler meydana gelmiştir. Hanenin Van’a göç etmesiyle birlikte temel geçim kaynakları olan hayvancılığı burada sürdürememeleri, kendi tüketimlerini sağlayacak üretimde bulunamamaları ve buna bağlı olarak pazara dayalı bir tüketim pratiğini benimsemek zorunda kalmaları, kadınların gündelik yaşam pratiklerinin de değişmesine neden olmuştur. 3.2.2.1. Göç Öncesi Gündelik Yaşam Kadınların geçmişle ilgili anlatılarında köyde gün içerisinde yaptıkları işlerden, bulundukları üretimlerden sıkça bahsetmiş olmaları, onların Van’a göç ettikten sonra bu pratiklerinde ve alışkanlıklarında meydana gelen değişimlerden oldukça etkilendiklerini göstermektedir. Hatta kadınlar bir taraftan köydeki işlerden yakınırken diğer taraftan da burada bir şeyler yapamamaktan, maddi olarak ailenin - 59 - geçimine katkı sağlayamamaktan yakınmaktadırlar. Kadınların anlatımında köydeki işlerin zorluğuna değinilse de yaptıkları bu işlerin onların geçimini sağlaması nedeniyle olumlu bir anlamı da bulunmaktadır. Burada önemli olan bir diğer nokta köydeyken kadınların hanenin geçiminde önemli bir rolü varken, Van’da bu rolün oldukça sınırlı bir hale gelmesiyle kendilerini algılamalarında yarattığı değişikliklerdir. Görüşme yapılan kadınların köyde yaşarken gün içerisinde mevsime göre birbirini tekrarlayan türde çok çeşitli işlerle uğraştıkları görülmektedir. Kadınlar hanenin geçimlik üretimine aktif bir şekilde katkıda bulunmaktadır. Bunun yanı sıra geniş aile özelliği gösteren bu ailelerin içerisinde kadınların hepsinin bir görevi bulunduğunu söyleyen Nezehat sadece yaşlı kadınların iş yapmadığına değinmektedir: “İşte sabah biz köyde kalkıyorduk; birisi giderdi koyun sağmaya, biri o evlerin hepsini süpüreceksin, diğeri kilimle uğraşıyor. Yani herkesin bir işi vardı, işleri belliydi. Kaynanalarla iş yapmak ayıptı. Onlar çalışmasın. Yani bu çocukları büyütmüş, yeter çalışmasın.” Kadınların hane içindeki konumunu emek kullanımı açısından Kandiyoti şu şekilde değerlendirmektedir: “Köylü hanesinde bir kadının emek üretkenliği, hanenin yaşam döngüsüyle tamamen paraleldir. Yeni evlenen gelin yaş-cinsiyet hiyerarşisinde en alttadır ve tarımsal üretimde çalışmanın yanı sıra su taşımak gibi en ağır ev işlerini de o yapar. Gelinin konumu, erkek çocuk doğurabilmesi ve yaşının ilerlemesiyle yükselir. Oğulları eve gelin getirdiğinde, saygınlığının doruğuna ulaşır. Yalnızca işi hafiflemez, işlerin genç kadınlar arasında dağıtılması ve düzenlenmesi gibi üretimin daha yönetsel kısımlarına bile katılabilir.” (1997: 53). Görüldüğü gibi köyde yaşarken kadınlar arasında bir iş bölümü bulunmakta, bu da hane içerisinde her kadının belli bir görevi yerine getirdiği anlamına gelmektedir. Van Bruinessen de yaptığı çalışmada benzer bir sonuca varmıştır: “ev işleri evde bulunan tüm kadınlar arasında paylaşılır.” (Van Bruinessen, 2003: 85). Kadınların emek kullanımını kimlik ifadesi olarak değerlendiren White (1999) emek sayesinde kadınların aile ve toplumsal gruplara katıldığını ifade etmektedir. White’a göre, “kadınlar için emek, aile ya da cemaat içinde grup aidiyetlerini tanımlayıp ifade ettikleri, dayanışma yarattıkları temel toplumsal değiş tokuş aracıdır.” (1999:40). Emeğin kadınlar için bir kimlik yaratması - 60 - kadınların hanenin ve köyün üretim süreçlerine katılımını arttıran bir olgudur. Kadınlar belli bir işbölümü içinde yapacaklarını planlamanın yanı sıra yaptıkları işlerle birbirleriyle rekabet de etmektedirler. Köyde yaşamın kapalı bir çevre içinde geçiyor olması, kadınların emek süreçlerine aktif katılımları nedeniyle bir kimlik kazanmaları, birbirleriyle iletişimlerinin kenttekinden oldukça farklı olması onların ev içerisinde yaptıkları bu işlere bir anlam yüklemelerine de neden olmaktadır. Bu durumun kadınlar için adeta bir yarış olduğunu Nezehat şu şekilde anlatmaktadır. “Yani yaptığı işi de zevkle yapıyordu, sevinerek yapıyordu. Yarış gibiydi. Ha komşular bunu yapıyor, niye ben yapmıyorum mesela? Benim komşum bir tane kilim yaptı, niye ben yapmıyorum. Benim neyim eksiktir. Yarış yapıyorduk gerçekten yaa. Köyde koyun sağmaya gittiğimizde ben giderim ondan daha tez, daha güzel bir şey yaparım. Ben ondan önce gelip işimi bitireyim evimi, öyledir. Ev temizliği aynı öyle, ortalık katmak birbirine aynı öyle. Mesela sen köye geldin, bizim komşumuz seni çağırdı, seni eve davet etti. Niye, ne için ben bunu davet etmiyorum, benim neyim eksiktir. Ben de bunu davet ediyorum.” Nezehat’in yukarıda anlattıklarından da görüldüğü üzere ev işlerinde birbirleriyle rekabet eden kadınlar aynı zamanda misafir ağırlamakta da bu rekabetlerini sürdürmektedir. Gelen misafiri ağırlamanın bir statü göstergesi olması kadınların bu konuda daha çok rekabet etmesine neden olmaktadır. Köyde yaşarken kadınlar Van Burinessen’in dediği gibi “Kürt misafirperverliği” nedeniyle evlerine misafir gelmesinden, aynı erkekler gibi onur duymakta ve evlerini gelmesi muhtemel misafire göre hazırlamaktadırlar. Oldukça kalabalık olan hanelerde bir de misafir gelmesi ihtimali nedeniyle yemekler çokça pişirilmektedir. Bu yaklaşım köy içinden gelebilecek misafirin yanı sıra, köyden yolu geçen herhangi bir misafir için de söz konusudur. Ancak köye dışarıdan gelen misafirin ağırlanması meselesi toplumsal bir mesele olup, ağırlanacak misafirin hangi evde ağırlanacağı sıkı bir denetim ve karar verme mekanizmasına bağlı olarak belirlenmektedir. Genellikle köye gelen misafir köyün en nüfuzlu kişisi tarafından ağırlanmaktadır. Dolayısıyla köye gelen misafirin hangi evde ağırlanacağı kadınlar arası bir mesele olmaktan çok, kadınların kocalarının köy içindeki itibarına bağlı olarak belirlenen ve tüm köyü ilgilendiren bir iktidar meselesidir. Misafirlerin ağırlanması meselesi erkekler kadar kadınlar için de - 61 - anlamlıdır. Çünkü; misafir ağırlamaktan kaynaklanan iktidar, kocaları aracılığıyla kadınların kendi aralarındaki hiyerarşide yerlerini belirlemesini sağlayan bir etkendir. Belli bir işbölümü ve rekabet içinde işlerini sürdüren kadınların ve tüm köy halkının mevsim dönümüne göre planlanmış işleri bulunmaktadır. Yalçın-Heckmann çalışmasında üretimin ve emek kullanımının mevsimsel döngüsü başlıklı ekte bu konuya etraflıca değinmiştir (2002: 357). Bu bölümde de görüleceği gibi hayvancılığa dayalı bir üretim ve örgütlenme biçimi içerisinde olan köy halkı kış mevsimini köylerinin içinde, yazları ise hayvanları otlatmak amacıyla gittikleri yaylalarda geçirmektedirler. Kadınların üretime katılması da yine bu döngü içerisinde gerçekleşmektedir. Hane halkının tüketeceği gıdaları kendileri üreten kadınlar yaz aylarında sağdıkları koyunların sütlerini peynir, yoğurt, yağ yapımında kullanarak kışa hazırlık yapmaktadırlar. Bunun yanı sıra bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri de yine bu yaz aylarında kışa hazırlık amacıyla kurutmaktadırlar. Kendi tarla ve bahçelerinde hane halkının tüketeceği sebzeleri de yetiştiren kadınlar, buğday ve un gibi malzemeleri de tarlalarından elde etmektedirler. Buna bağlı olarak tandır adı verilen yerlerde ekmeklerini de kendileri pişirmektedirler. Köydeki yaşantılarını anlatan kadınlar köyde özellikle yaptıkları işleri şu şekilde anlatmaktadır. Mesela Güzel; “köyün hiç hoşluğu yoktu” diyerek başladığı sözlerinde “biz akşama kadar çalışıyorduk; ekmek pişiriyorduk, koyunlara bakıyorduk diye devam etmektedir. Konuşmasının başka bir bölümünde ise “biz davar yetiştiriyorduk, koyun yetiştiriyorduk, ot biçiyorduk. Bol bol ağaçlarımız vardı. Yiyeceklerimizi temin ediyorduk. Pek fazla bir şey satın almıyorduk. Buğdayımızı, unumuzu, sebzemizi kendimiz yetiştiriyorduk” diyerek köyde kendi ürettikleriyle geçindiklerine vurgu yapmaktadır. Halime ise köyde yaptıkları işleri şöyle anlatmaktadır: “Biz sürekli çalışıyorduk. Ekmek pişiriyorduk, koyun sağıyorduk, tarlaya gidiyorduk, işçilere yemek pişiriyorduk. Önce 20 tenekeye yakın su taşırdık dereden; eve taşırdık, hayvanlara taşırdık. Ekmek pişirirdik. Evden çıkar yaylaya giderdik. Yemek hazırlar rençperlere götürürdük. Kışımız da çok sert geçerdi. Su taşırdık dereden, ev işlerini yapardık.” Bu anlattıklarının üzerine sorulan köyde erkekler mi yoksa kadınlar mı daha çok çalışırdı sorusuna Halime “kadınlar daha çok çalışırdı. Biz hem ev işlerine hem de çocuklara bakardık” diye cevap - 62 - vermektedir. Konuşması boyunca köy özlemi net bir şekilde belli olan Lalehan ise köydeki hayatın daha iyi olduğunu söylemektedir: “orada daha çok kadın yoruluyordu, fakat köy daha güzeldi. Ne kadar çok çalışsak da köy daha güzeldi. Çalışmak da güzeldi köyde. Yoğurt tutardık, yoğurttan yağlı ayran yapardık. Bol bol et vardı. Şafakta kalkar işçilerin yemeğini hazırlardık. Sonra inek sağardık. Akşama doğru gelirdik.” Kadınlar köyde yaşarken bu tür çalışmaların yanı sıra aynı zamanda kilim ve çorap gibi geleneksel el sanatlarının üretimini de yapmaktadırlar. Hatta bazı kadınlar Van’a geldikten sonra da kilim dokumaya devam ettiklerini ama burada kilim malzemesini satın almaya maddi olarak güçleri yetmediği için bir süre sonra kilim dokumayı da bıraktıklarını söylediler. Hatta Nasibe “keşke köyde olsaydık. Biz köyde kilim de yapıyorduk. Ama şimdi sırtımız ağrıyor, gözlerimiz görmüyor, o yüzden burada yapamıyoruz. Çorap yapıyoruz ama kimse almıyor. Onun dışında hiçbir iş yok” diyerek Van’a göç ettikten sonra hiçbir uğraşlarının kalmadığından yakınmaktadır. Bunun yanı sıra Hakkâri’de yaşarken kadınların her an misafir ağırlamaya hazır olmaları gerekmektedir. Bu yüzden de yapılan yiyecekler eve aniden bir misafir gelmesi ihtimaline karşılık olarak fazla yapılmaktadır. Ancak bu durum Van’a göç ettikten sonra değişmiştir. Yalçın Heckmann Hakkâri’de yaşayan bu kadınların yaptıkları işlerin oldukça ayrıntılı bir dökümünü vermektedir. Kadınların yaptıkları işler şunlardır: “Hayvancılıkta: Süt sağmak, süt mamullerini üretmek (peynir, yağ, yoğurt, vb.), kıl, yün, deri gibi diğer hayvan ürünlerini işlemek (eğirmek, örmek, çadır, kilim, halı, heybe dokumak, deriden çeşitli torbalar yapmak), ağıl, ahır ve kümeslerin bakımı, çobanlık, hayvan yemi için ot biçmek, taşımak ve vermek. Özellikle yarı-göçerlerde bahçecilik ve tarımda: Bahçelerin bakımı, çapa, gübreleme, meyve ve sebze toplama, taşıma, sebzeleri yenmek üzere hazırlama (ayıklama ve kurutma gibi), tahıl ve diğer tarım ürünlerinin işlenmesi, hazırlanması ve depolanması. Doğrudan hane ve hane halkı ile ilgili üretim ve yeniden üretimde: Evin ve evdeki eşyaların bakımı, tamiri, temizlenmesi, yemek pişirmek, çamaşır, bulaşık yıkamak, yatak, yorgan, yastık gibi ev eşyalarını üretmek, elbise dikmek, örmek, dokumak, misafir ve erkeklere hizmet.” - 63 - (1995: 281). Kandiyoti de Beşikçi’nin Doğu Anadolu’da yaşayan Alikan Aşireti’nde kadının rolleriyle ilgili yaptığı çözümlemesini şu şekilde aktarmaktadır: “Kadının üretime katkısı çok yüksektir. Hayvancılığa dayalı ekonomide taşıdıkları ekonomik değerden ötürü, çok sayıda çocuk doğurmalıdır. Yiyecek hazırlar, kilometrelerce yürümesini gerektiren yakacak odunu ve suyu taşır, hayvanları besler, ahırları temiz tutar, tüm ailenin giyeceklerinin yanı sıra, sürekli yenilenmesi ve korunması gereken çadırı dokur… Çadırı kurup kaldıran, mevsimlik göç için hazırlık yapan, takasa dayalı alışverişi yürüten kadındır... Kadınlar erkekler tarafından küçük görülen işleri yaparlar.” (1997: 23). Yukarıda anlatılanlardan da görüldüğü üzere kadınlar köyde yaşarken çok çeşitli işlerle uğraşmaktadırlar. Ancak Van’a göç ettikten sonra köyde yapılan işlerin birçoğunu yapmalarına gerek kalmamıştır. Bu durum da kadınların öncelikli olarak zamanlarını nasıl geçireceklerini yeni baştan organize etmelerini zorunlu kılmaktadır. Ayrıca kadınların köyde yaptıkları işlerin hanenin maddi yeniden üretimine ciddi katkısı varken, Van’a göç ettikten sonra artık bu katkı sınırlı bir hale gelmiştir. Bu durumda da kadınlar hem yapılan işlerden arta kalan boş zamanlar nedeniyle, hem de haneye maddi olarak bir kazanç sağlayamamanın verdiği sıkıntı ile kendilerini bir anlamda değersiz ve işe yaramaz hissetmektedirler. 3.2.2.2. Göç Sonrası Gündelik Yaşam Van’a göç ettikten sonra kadınların yaptıkları işlerin yapısı ve anlamı oldukça değişmiştir. Kadınlar yine köydeki gibi gündelik işlerde yoğun bir şekilde çalışmakta, hanenin bütün fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar. Bunun yanı sıra yine kadınlar bu işleri köydeki gibi belli bir iş bölümü içerisinde sürdürmektedirler. Ancak burada artık kadınlar eskiden yaptıkları bazı işleri yapmayı bırakmak zorunda kalmıştır. Kadınlar köylerinde hayvanlara bakıp, tarla ve bahçeyle ilgilenirken, kente göç ettikten sonra hanenin diğer fertleri gibi tarım ve hayvancılığı sürdürememişlerdir. Buna bağlı olarak süt, buğday vb. tarım ürünlerini dönüştürerek elde ettikleri temel gıdaları da üretemez hale gelmişlerdir. Daha önce de değinildiği gibi kadınlar köylerinde yaşarken yazın sağdıkları hayvanların sütlerini kış için yağ, - 64 - peynir vb. temel gıda maddelerine dönüştürmekte, bunun yanı sıra buğdaydan elde ettikleri unu da ekmek yapmaktadırlar. Ayrıca tarla ve bahçelerinde yetiştirdikleri ürünleri hem yaz mevsiminde, hem de kış mevsiminde değerlendirmektedirler. Böylesi bir üretim ve emek süreci hanenin gıda ihtiyacını para ödemeden karşılamasına neden olurken, kadınların harcadıkları emeğin de pratikte bir değeri olmaktadır. Altuntaş da benzer bir şekilde zorunlu göç sürecinde göç edilen yerlerde eski işlerin yapılamadığına değinmekte, bunun sonucunda meydana gelen yapısal değişiklikleri sıralamaktadır: Ona göre “Türkiye’de yaşanan son dönem göç, hazırlıksız ve istem dışıdır bu ise göç sürecini yaşayanlar açısından tam anlamıyla sosyal bir yıkıma neden olmuştur. Ayakta kalabilme, yeni yerleşim alanlarına tutunabilme mücadelesi, hayatları boyunca tarımcılık, hayvancılık, meyvecilik vb. türden uğraşların dışına çıkamamış insanların geldikleri yeni mekânların gereklerine ve niteliklerine uygun iş olanağı bulamayışı ya da tamamen işsizlikle karşı karşıya kalışı, süregelen yoksulluk sadece mekân değişikliğini içermemiş, aynı zamanda değerlerde, yaşam ve çalışma tarzında da dönüşüme neden olmuştur.” (Altuntaş, 2003, 25) Bunun yanı sıra kadınlar köylerinde yaptıkları geleneksel el sanatlarını da artık burada yapmamaktadırlar. Kadınların bazıları Van’a ilk göç ettiklerinde malzemesini alıp metrekare hesabı kilim ördürten bazı kurumlara kilim yapsalar da daha sonra böylesi bir desteğin ortadan kaybolmasıyla kilim yapmayı bırakmışlardır. Kadınlara niye kilim yapmadıkları sorulunca öncelikli olarak malzemesini bulamadıklarını söylemişler, daha sonra ise gerekçe olarak sağlık problemlerini göstermişlerdir. Kadınların kilimi paraya dönüştürebilme ihtimallerine karşılık kilimleri pazarlama ve paraya dönüştürme pratiklerinin olmaması da başka bir nedendir. Kapitalist pazar ekonomisinin mantığını bilmeyen bu kadınlar bir süre sonra bu pazardan dışlanmışlardır. Wedel bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Elle halı dokuma artık para etmiyordu; enflasyon nedeniyle neredeyse hiç kimse emek ve malzeme açısından değerli olan bu halılara para ödeyecek durumda değildi; sınır kapıları açıldığından beri Rus kadınları aşırı ucuz halıları Türkiye’de satıyor ve böylece Türk halı üretimine zarar veriyorlardı” (2001: 111). Ancak görüşme yapılan - 65 - kadınların Hakkâri’de öğrendikleri el işlerini, evlerini süslemek amacıyla da olsa, sınırlı bir biçimde yapmaya devam ettikleri görülmüştür (bakınız foto:2–3–4) Köyde evlerine sık sık misafir gelen bu ailelerin Van’a göç ettikten sonra evlerine gelen misafir sayısı eskisine oranla oldukça azalmıştır. Çünkü bilmedikleri bu yeni yerlerinde herkese yabancıdırlar. Köylerinde yaşarken, köyden yolu geçen herkesi büyük bir misafirperverlikle ağırlayan bu insanlar, yaşadıklarının da etkisiyle kimseye güvenmemektedirler. Köyde dışarıdan gelen kimsenin önemli bir haber kaynağı olması ve misafir olunan ailenin itibarını yükseltmesi nedeniyle misafir ağırlamak oldukça önemlidir. Ancak artık Van’da misafirin anlamı da değişmiştir. Buna rağmen kadınların evlerine gösterdikleri özenin değişmediği görülmektedir. Evlerin içi yine sabah erkenden kalkıp temizlenmekte, yine köyde olduğu gibi her an misafir gelecekmiş gibi düzenlenmektedir. Ancak her an misafir gelmesi ihtimaline karşılık köyde yemeklerin fazla pişirilmesi âdeti Van’da artık uygulanamamaktadır. Ekonomik olarak oldukça güç koşullarda yaşayan bu insanlar için fazladan bir insana bile yemek yedirmek ciddi bir külfete neden olmaktadır. Oysa özellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlar için gelen misafire yemek yedirmeden göndermek oldukça ayıptır ve bu konuda ev sahipleri çok ısrarcıdır. Hatta sunulan ikramın geri çevrilmesi ikramda bulunana yapılmış bir hakaret olarak algılanmaktadır. Bunun nedeni bir önceki bölümde belirtildiği gibi misafirin topluluk içerisinde güç ve otorite sembolü olarak algılanmasındaki alışkanlığın değişmemesidir. Bu yüzden gelen misafir tok da olsa mutlaka yemeğe katılmak zorundadır. Yapılan ikramı geri çevirmek ikramı yapanın gücünü ve otoritesini zayıflatan bir hareket olarak değerlendirilmektedir. Ancak Van’a göç ettikten sonra bu ailelerin her şeyi parayla satın alıyor olması ve maddi açıdan zorlanmaları, kadınların gelmesi muhtemel misafir için fazladan yemek yapma alışkanlığını da değiştirmiştir. Görüşme yapılan evlerde bize de yemek yememiz teklif edilmiş, ancak bu konuda yaygın olan ısrarcı tavır gösterilmemiştir. Bunun yanı sıra görüşme yapılan evlerde hane halkının neredeyse tamamının sürekli olarak tükettiği bir içecek olan çay bizlere de mutlaka ikram edilmiştir. Kadınlar Van’a göç ettikten sonra da hanenin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak sürekli çalışmaktadırlar. İlerleyen yaşına rağmen Nasibe başka - 66 - köylere ot toplamaya gitmekte, gittiği bu yerden ineğine ot getirmekte ve bu ineğinden aldığı sütle de ailesi için peynir, yağ vb. yapmaktadır. Güzel ise haftada 3 leğen ekmek pişirmekte, bu 3 leğen ekmek için 2 leğen hamur hazırlamakta ve bir ekmek yapışta 2 defa tandırı yakmaktadır. Oysa onlar için odun almak çok zordur. Ayrıca kapalı, küçük ve havalandırması oldukça az olan bu mekânlarda yani ‘tandır evlerinde’ ekmek pişirmek sağlık açısından oldukça zararlıdır. Tandırlar toprağın içine silindir şeklinde açılan, etrafı kerpiçle kaplanan ve bu kerpicin altında ateş yanan yerlerdir. Kadınlar yaptıkları ekmekleri altında ateş yanan silindirin çevresine hamuru yapıştırarak elde etmektedirler. Bu süre içinde sürekli olarak baş aşağı eğilmek zorunda kalan kadınların, dumanın da etkisiyle başlarının dönmesi bazen oldukça vahim kazalara neden olmaktadır. Bu kazalar sadece kadınların değil kontrolsüz bir şekilde ateş yanarken tandır evlerinin içine giren çocukların da başına gelmektedir. Hanenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan Nezehat ise çocuklarıyla ilgilenmenin, evin işini yapmanın dışında otlardan ilaç, gelen hastalara da masaj yapmaktadır. Köyde yaşarken kayınvalidesinden öğrendiği otlarla ve masajla tedaviyi burada parayla yapan Nezehat bu işiyle ailesinin geçinmesini sağlamaya çalışmaktadır. Görüşme yapılan diğer kadınlar da kızları ve gelinleriyle işbölümü içinde evlerinin işini yapmanın dışında başka bir şeyle uğraşmamaktadırlar. Oysa asıl Van’a göç ettikten sonra, hanelerinin geçimine katkı sağlayabilmek için çalışmak istemektedirler. Hatta Hiyal ilk karşılaşmamızda ev temizliğine gitmek istediğini, eğer biz istersek ya da tanıdığımız varsa kendisine haber vermemizi söylemişti. Ancak tek kelime Türkçe bilmemekte ve hem yaş olarak, hem de sağlık açısından bu işi yapamayacak durumdadır. Kadınların kocaları gibi köyden getirdikleri birçok becerileri bu yeni yerlerde kullanamamaları, burada gerekli olan beceriler için de belli donanımlarının olmaması, onların daha da çok içlerine kapanmasına neden olmaktadır. Tekeli bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Göç eden kişinin belli büyüklükteki bir yerleşme ya da emek pazarı dışına göç eden kişi olması belli bir topluluğu terk ederek yeni bir topluluk içine girmesi yeni toplumsal ilişkiler kurmasını gerektirmekte çok sayıda uyum sorunu yaratmaktadır. Oysa aynı emek pazarı içinde yer değiştiren kişi böyle sorunlarla karşılaşmayacaktır.” (1998: 10). Görüldüğü gibi bu kadınlar belli bir büyüklükteki bir yerleşme ve emek pazarının dışına göç etmişlerdir. Kadınlar da aynı - 67 - eşleri gibi birçok uyum sorunu yaşamaktadırlar. Yaşadıkları bu uyum sorunlarını ise resmi kurumlardan yeterince yardım almamaları, kendilerini ifade edememeleri vb. nedenler yüzünden kendi içlerinde halletmeye çalışmaktadırlar. Peker’in de belirttiği gibi, “Türkiye’de kentlere göç edenlerin yerleşme ve çalışma sorunlarını çözmeye ilişkin politikalar üretilmediği, kurumsal düzenlemeler yapılmadığı için, göç edenler bu temel haklarına ilişkin sorunlarını kente daha önce gelen akrabaları ve hemşerilerinin esnek ilişkileri sonucu çözmeye; kentte uyum sorununa ise, koruyucu-kollayıcı işlevi olan aile kurumu ve kırdan tanıdığı din kurumu ile birlikte çözüm bulmaya çalışmıştır. Ne var ki 1980’den sonra göç edenlerin nitelikleri ve kentte üretici rollerini değerlendiriş biçimlerinin farklılığı, bir yönü ile kentte farklı bağlamdaki cemaatleşmeyi arttırırken, bir yönü ile de uyum süreci yanı sıra, kentsel gerginliğe gebelik etmeye başlamıştır.” (1999: 298). Sözü edilen bu cemaatleşme ailelerin yeni duruma uyum sağlamasına yardımcı olurken, aynı zamanda da kendilerinden farklı olanlarla aralarına belli bir mesafe koymalarına neden olmaktadır. Konuştukları dil, yaptıkları işler, sahip oldukları donanım ve genel olarak tüm hayatı algılama ve yaşama biçimleri açısından farklı olduklarını gören bu insanlar yaşadıklarının da etkisiyle kendilerine benzemeyenlerle aralarına belli bir mesafe koymaktadır. SES-ÇIK (Sorun Etme Sahip Çık ) Projesi Sonuç Raporuna göre; “Göçle gelen kişilerin genellikle kendileri gibi göçle gelen ailelerle görüştükleri gözlemlenmiştir. Göçle gelinen yerde karşılaştıkları ön yargı ve ayrımcılık da, bu bireylerin izolasyonunu daha da derinleştiren bir etken olmuştur.” (www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004) Göçmenlerin kendi akrabaları ve hemşerileriyle ilişki kurarak oluşturdukları cemaatleşmeye, yerli halkın zaman zaman bu insanlara karşı gösterdiği düşmanlığa kadar varan dışlayıcı tavırla birlikte, kendilerini onlardan ayırma çabası da eklenince Peker’in bahsettiği kentsel gerginlik yaşanmaya başlamaktadır. Teber göç olgusunun bireylerin psikolojisinde yarattığı durumu anlatırken, aynı zamanda göç edilen yerde göçmenlerin gördüğü muamelenin bu psikolojik durumun süreğen hale gelmesine neden olduğunu belirtmektedir: “İstemli ya da zorunlu hangi koşullar altında yapılmış olursa olsun, uzun süreli göç olayında, yaşamın sürekliliğinden bir daha kolayına bağlanamayan büyük kopuşlar vardır. Ruhbilimsel yönden göç olgusunun - 68 - asıl belirleyici yanını bu büyük kopuşlar ve yeniden bağlanamayışlar oluşturmaktadır. Göçmenin içine girdiği yeni toplumda, etnik ve ekonomik farklılıkları nedeniyle sürekli olarak dışlanması, yoksanması ve kuşkuyla karşılanması, kendisine karşı olan güven duygusunun hızla çözülmesine neden olabilmekte ve yoğun bir kimlik krizi ortaya çıkabilmektedir.” (Teber, 1993’den aktaran Altuntaş, www. bianet. org. 02.08.2003). Teber’in bu konudaki yorumunu aktaran Altuntaş göçmenlerin içinde bulundukları bu krizi azaltmak için göç edilen yerlerde ortak mahalleler kurarak, geldikleri yerdeki değerlerle farklı bir coğrafyada yaşama mücadelesi verdiklerine değinmektedir.(www. bianet. org. 02.08.2003). Bu çalışma boyunca görüşme yapılan kadınların da yukarıda bahsedilen nedenlere bağlı olarak çevreleriyle ilişkilerini sınırlandırdıkları gözlenmiştir. Hatta kadınlara komşularıyla birbirlerinin evine gidip gitmedikleri sorulduğunda, sadece bayramlarda, cenazelerde vb. günlerde gidip geldiklerini ifade etmişlerdir. SES-ÇIK (Sorun Etme Sahip Çık ) Projesinde, zorunlu olarak göç etmiş insanların en önemli psikolojik sorununun başka insanlara karşı güven duymamaları olduğu sonucuna varılmıştır. Bu projenin Sonuç Raporu’na göre; “İnsanlara duyulan güvensizlik, en sık görülen psikolojik belirtilerden biridir. Görüşme yapılan çocuk, kadın ve gençlerin hemen hepsi, çevrelerine karşı güvensizlik içindedirler. Dertleşebilecekleri biri, bir dostları olmadığını söylemektedirler. İnsanlara güvenmediklerini, başkalarına anlatılacağı veya eleştirilip alay edileceği kaygısıyla, sırlarını kimseye anlatmadıklarını belirtmektedirler. Sınırlı bir çevre içinde sadece akrabaları veya aynı köyden insanlarla bir arada oldukları için sırlarının diğer insanların kulağına gideceği kaygısını taşımaktadırlar. Güvensizliğin, bu kişilerin, geçmişte yaşadıkları şiddet ortamında temel güven duygularının sarsılmış olmasından kaynaklanmış olduğu düşünülmektedir. Güvensizlik, hem kişilerin kamusal alanı kullanmalarını engellemekte, hem de özelde bireylerin kişisel yakın ilişkiler geliştirmelerinin önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu kişiler, insanlarla iletişime geçmekte güçlük çekmekte ve sorunlarıyla yalnız baş etmeye çalışmaktadırlar. İletişim güçlüğü ve güvensizlik, ayrıca sorunların saptanması ve müdahale edilmesine engel olduğundan, psikolojik /sosyal/ kültürel problemler çözümsüz kalmaya devam etmektedir.”(www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004). - 69 - Genel olarak, anlatılanlardan da çıkarılacağı üzere, hanenin Van’a göç etmesinden sonra kadınlar köy içerisinde aktif bir şekilde yer aldıkları üretim ve emek süreçlerinin dışında kalmışlardır. Her ne kadar konuşmalarının arasında köydeki işlerden yakınsalar da Van’da maddi olarak kendilerine yetmeyen bir ekonomi içerisinde yaşıyor olmaları eskiyi özlemle anmalarına neden olmaktadır. Ayrıca gündelik yaşam pratiklerinin değişmesi kadınların alışkanlıklarının da değişmesine yol açmıştır. Bu durum kadınların gün içerisinde farklı uğraşlar edinmesini zorunlu kılarken, yıllardan beri uydukları doğaya göre hareket etme özgürlükleri de kısıtlanmış bulunmaktadır. Kadınlar artık doğanın ritmine göre hareket etmemekte, tarım ve hayvancılığa dayalı becerileri ve donanımlarını kentte kullanmayıp yitirmektedirler. Topraklarından ve hayvanlarından olan bu insanlar, geldikleri kentlerde gündelik hayatlarını hem maddi anlamda, hem de pratik anlamda devam ettirmekte zorlanmaktadırlar. Çünkü eskiden getirdikleri alışkanlıkları şimdiki yaşamlarında bir işe yaramamaktadır. Bu süreç içinde kadınlar hanenin yeniden üretimi için gerekli olan düzeni sağlamaya devam etseler de maddi olarak zorlanmaları ve emeklerinin pratik değerini yeniden elde etmek istemeleri nedeniyle, gelir getiren bir şeylerle uğraşmak istemektedirler. Ancak kentte gerekli olan becerilere sahip olmamaları nedeniyle de, kentteki bu yeni üretim ve emek pazarına girememektedirler. Bu durum Tekeli’nin(1998) de belirttiği gibi, hem kadınların ve hem de genel olarak tüm ailenin uyum sürecini yavaşlatan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle kadınların kamusal alana çıkmamaları ve sadece kendi çevrelerindeki tanıdık/akraba ile ilişkilerini sürdürdüklerinden dolayı dil problemi çekmeleri ve şehir ile herhangi bir temas yaşamıyor olmaları onların daha ciddi uyum sorunları yaşamalarına neden olmaktadır (www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004). Ayrıca White’ın (1991) da belirttiği gibi, kadınların emek süreçlerine katılımıyla hane ve cemaat içinde bir kimlik kazandıkları dikkate alınacak olursa, Hakkârili kadınların Van’a göç ettikten sonra cemaat içinde sahip oldukları kimliklerinin zayıflaması da olasıdır. Yukarıda anlatılanların yanı sıra kadınlar gündelik yaşamlarını sürdürürken kendilerini özgür hissedip hissetmemek konusunda da eski ve yeni yaşamlarını birbiriyle kıyaslamaktadırlar. Görüşmeler sonucunda görülmüştür ki bazı açılardan kadınlar kendilerini köylerinde daha özgür hissederken bazı açılardan ise Van’da - 70 - kendilerini daha özgür hissetmektedirler. Bu insanlar Hakkâri’de yaşarken emek süreçlerine bağlı olarak fiziksel bir hareketlilik yaşamaktadırlar. Ancak emek süreçlerine bağlı olarak gelişen ve doğanın ritmine göre devam eden bu hareketliliğin Van’da emek süreçlerinin değişmesi nedeniyle yaşanmadığı gözlenmektedir. Van’a göç edilmesiyle birlikte kadınların hareket alanları ve hareket etme nedenleri de oldukça değişmiştir. Artık kadınlar doğanın ritmine değil, şehir hayatının ritmine uyum sağlamak zorundadırlar. Bunun yanı sıra artık hareketleri emek süreçlerine bağlı olarak geçekleşmemekte, farklı değişkenlerce belirlenmektedir. Kadınlar köyde yaşarken doğa ile iç içe geçen bir hayat sürmektedirler. Geçim kaynaklarının tarıma dayalı olması nedeniyle kadınlar ve tüm hane, iklime bağlı olarak belli bir coğrafyada hareket etmekte ve zaman zaman yaşamlarını doğada devam ettirmektedirler. Temel geçim kaynakları hayvancılık olan bu insanlar yaşamlarını hayvan bakıcılığı üzerine kurmuş olup hayat döngüleri de hayvancılık üzerine oturmuştur. Buna bağlı olarak Meryem’in de dediği gibi hayvanlarına kışın köyde bakarlar, yazın da onları yaylaya götürürlerdi. Yazın belirli aylarında gidilen yaylada kalınır, daha sonra tekrar köye dönülürdü. Yaylalar, yaşamın normal seyrinde devam ettiği yerler olmasının yanında, hem doğa güzelliği hem de hareket özgürlüğü açısından, farklı duygu ve deneyimlere de neden olan fantastik yerlerdir. Yazın yaylaya gitmek kadınların hayatında önemli ve farklı bir hareket alanı yaratmakta kadınların belleğinde oldukça canlı bir şekilde yerini korumaktadır. Halime yaylaya gittikleri zamanları şöyle anlatmaktadır; “çok güzel yaylamız vardı, pınarları vardı, çok güzeldi. Gider üç ay kalırdık. Çadır kurardık, güzel döşerdik. Misafirlerimiz gelirdi, onları neşeyle ağırlardık.” Bu 3 ay boyunca yaylada gündelik yaşamın devam ettiğini görmekteyiz. Yayla zamanlarında misafir ağırlamanın yanı sıra kadınların doğurduğunu, düğünlerin yapıldığını da söyleyen Halime o günleri özlüyor musun sorusuna “evet çok özlüyorum; hatırladığım her an ağlıyorum. Belki binlerce kez rüyamda görmüşümdür” diyerek cevap vermektedir. Kadınların anlatımlarında yoğun bir doğa sevgisinin, doğa özleminin olduğunu ve doğayla bağlantılı olarak hareket özgürlüğünün de yoğun hissedildiğini görmekteyiz. Mesela Nasibe; “biz davarların başından tutup kadın başımıza çocuk sahibiydik yola düşerdik” derken, Lalehan; “ben köyde olsaydım sürekli gezerdim. Dereye giderdik, - 71 - ceviz ağaçlarının altına otururduk, koyunların içine giderdik. Ama burada eve kapalı kaldık, sarardık hastalandık” demektedir. Bu iki anlatımda da vurgu kadınların köy yaşantısına duydukları özlemin yanı sıra, evin dışında hareket edebilme serbestliği üzerinedir de. Kadınlar yoğun bir biçimde hissettikleri doğa özlemini evlerinin duvarlarına astıkları resimlerle de ifade etmektedirler (bakınız foto:5–6). Nezahat ise yukarıda anlatılanlardan farklı olarak kadınların köyde sanki bir “mal”mış gibi muamele gördüğüne değinmektedir. Bu anlamda hareket özgürlüğü olsa bile kadınların birçok konuda söz sahibi olmadığını, karar verme süreçlerinden dışlanmışlığını görmekteyiz. Nezehat, kadınların kendilerinin istedikleri yerlere özellikle tek başlarına gidemediklerine değinmektedir. “Eskiden biz köyde yani yok sen gitmeyeceksin bir yere hemen kadınlar oturuyordu. Yani sanki kadınlar o zaman nasıldı, yani ben köyde öyle bakıyordum sanki satılık bir maldı, bir değeri yoktu. Evet bir sefer köyde ben dedim başka köy vardı yanımızda ablamın dedim ben gidecem. Ee ben senle gelmesem sen nasıl tek başına gidersin?” Bu anlatımdan da görüldüğü gibi kadın eşi yanında olmadan ya da tek başına köyün dışına çıkamamaktadır. Ayrıca Nezehat köyden hemen hemen hiç çıkmadığını “yani ben öyle zannediyorum dedim; yani bu köyden başka bir dünya yoktur” diyerek ifade etmektedir. “Bazen ben Hakkâri’ye gidiyordum. Köy de tabi ki Hakkâri’ye yakındır; ama işlerin yüzünden biz çıkamıyorduk, hep evdeydik. İş vardı, güç vardı, koyunlarla uğraşıyorduk, misafir vardı. Onun için biz gezmeye falan çıkmıyorduk” diyerek konuşmasına devam etmektedir. Nezehat’in bu anlattıkları da yine diğer kadınların anlattıklarından farklı olarak kadınların hareket alanlarının o kadar da geniş olmadığını doğrular niteliktedir. Kadınların bu konudaki anlattıklarından, bireysel hareket özgürlüklerinin ortak bir tanımının olmadığı, daha çok her kadının yaşam deneyimlerine bağlı olarak öznel ve duygusal boyutta bir yaklaşımla bu konunun değerlendirildiği gözlenmektedir. Kadınlar geçmişi düşünürken özellikle doğayı ve doğayla iç içe bir yaşam sürmenin onlara hissettirdiği özgürlük duygusunu çok yoğun şekilde anımsamaktadırlar. Hayatlarının üzerine kurulu olduğu toprağa dayalı yaşam, onların hanenin üretim süreçlerinde aktif rol almalarını sağlamış, kendilerini bu anlamda - 72 - üretken, dolayısıyla önemli ve özgür hissetmelerine neden olmuştur. Ancak geldikleri bu yeni yerlerde doğadan tamamen kopuk bir hayat içerisinde, hanenin geçimine bir katkıda bulunmadan yaşamlarını devam ettirmektedirler. Bu durum da kadınların kendilerini adeta eli kolu bağlanmış hissetmelerine neden olmaktadır. Bu duruma en güzel örnek Halime’nin şu sözleridir: “Köy hayatı güzeldir kadın için. Evet; eskisi gibi olursa köy hayatı güzeldir. Şehir hayatı da güzeldir. Fakat mesela biz önceden peynir tutardık, yağ tutardık, süt toplardık. Ama şimdi gözümüz erkekte; acaba eve bir poşetle gelecek mi?” Bazı kadınların Van’a göç ettikten sonra içinde yer almaya başladıkları politik mücadele nedeniyle, Van genelinde belli bir hareket yaşadıkları gözlenmektedir. Kadınların içinde yer aldıkları bu türden bir hareket onların sınırlı da olsa Van dışındaki başka şehirlere gitmelerine de neden olmaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan bazıları DEHAP’la birlikte başka illere gitmiştir. Ayrıca kadınların yakın akrabalarının başka yerlerde cezaevlerinde tutuklu bulunması onların akrabalarının tutuklu bulunduğu bu yerlere de gitmelerine neden olmaktadır. Fakat bu fiziksel hareketlilik kadınlarda daha öncesinde köylerinde ve yaylalarında yaşadıkları hareketlilikle benzer bir duygulanıma ya da özgürlük hissine neden olmamaktadır. Kadınların Van’daki yaşam koşullarına bakıldığında neden böyle hissettikleri daha iyi anlaşılacaktır. Kentin bireylere sunduğu olanaklardan habersiz ve onlara ulaşmada gerekli olan araçlardan yoksun bir şekilde hayatlarını devam ettiren bu kadınlar kentin sunduğu olanaklardan yoksun ve yalıtılmış bir yaşam sürdürmektedirler. Eskiden sahip oldukları bilgi ve donanımlarının artık buralarda işlevsiz hale gelmesi, kadınların kamusal bir üretimde bulunmasına engel olmaktadır. Ayrıca Türkçe bilmemeleri kapalı bir çevrede yaşamlarını sürdürmelerini adeta zorunlu kılmaktadır. Evlerin kent merkezinden oldukça uzak yerlere kurulmuş olması, buralarda yaşayan ailelerin kalabalık olmasına rağmen evlerin bu sayılar için küçük inşa edilmesi, aynı evde kumaların ve kumaların tüm çocuklarının bir arada yaşaması, kadınların kendilerini bu yeni yerlerinde hareket edebilme açısından daha az özgür hissetmelerinin nedenlerinden bazılarıdır. Özellikle köyde daha az hareket - 73 - özgürlüğü olduğunu söyleyen Nezehat’in sahip olduğu beceriler onun, diğer kadınlardan farklı bir yaşam sürmesine ve burada kendisini daha özgür hissetmesine neden olabilmektedir. Nezehat köyde oldukça geniş bir ailenin gelini iken, Van’a göç ettikten sonra ailesi küçülmüş bir süre sonra da sadece eşi ve çocuklarıyla yaşamaya başlamıştır. Nezehat’in bu durumu görüşme yapılan diğer kadınlarla karşılaştırıldığında, bir istisna oluşturmaktadır. Ayrıca görüşme yapılan kadınlar arasında tek Türkçe bilen ve kendisini Türkçe ifade edebilen de Nezehat’dir. Nezehat hanenin geçimini sağlamada Van’a geldikten sonra da aktif bir şekilde çalışmakta, köyde öğrendiği otlarla ilaç yaparak ve hastaları masaj yöntemiyle tedavi ederek para kazanmaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan bazıları kumasıyla aynı evde yaşarken, bazıları da eltisiyle aynı evde yaşamaktadır. Hatta eltisiyle aynı evde yaşamak zorunda olan Lalehan geçmişi “orası daha güzeldi. Orada ayrıydık, burada birlikte yaşıyoruz. Orası daha rahattı. Oranın rahatlığı daha güzeldi” diye anlatmaktadır. Bu sayılan sebeplerin yanı sıra kadınların ve ailelerinin çevrelerine duydukları güvensizlik, yeni geldikleri yerlere olan yabancılıkları onların kendi içlerine kapanmalarına ve kendi aralarında denetim kurmalarına neden olmaktadır. Böylesi bir durumda denetim, öncelikli olarak, namus ve buna bağlı olarak kadın cinselliği üzerinden sağlanmaktadır. Çalışmasında bu tür bir denetimden bahseden Wedel’e göre, “mahallenin dışına çıkan kadınlar ve kızlar, nasıl giyindikleri kiminle konuştukları vb. konularda çok dikkatle izleniyorlar. Doğru bulunmayan bir davranış, komşular arasında dedikoduya ve kocanın tepkisine yol açıyor. Böylece mahalledeki yeni toplumsal denetim, yeni kentsel davranış biçimlerinin gelişmesini zora sokuyor.” (2001:108). Tüm bu nedenlerle kadınlar eskiden doğayla baş başa, güven içinde ve birçok şeyi anlamlandırarak kontrol edebildikleri bir hayat sürerken, göç etmek zorunda kaldıkları bu yeni yerlerinde tam tersi bir yaşam sürmek zorunda kalmışlardır. Bu da kadınların kendilerini “eve kapalı kalmış, sararmış, hastalanmış” hissetmelerine neden olmaktadır. - 74 - 3.3. KADINLARIN GÖZÜYLE AİLELERİ 3.3.1. EVLİLİK BİÇİMLERİ ve NEDENLERİ Kadınlarla ilgili yapılan çalışmalarda kadınların içinde yer aldığı ailenin yapısını anlamak oldukça önemlidir. Hayatının neredeyse tamamını ev ve ailesiyle sınırlı bir alan içerisinde geçiren kadınlarla bu konularda konuşmak ve düşünmek zorunlu hale gelmektedir. Bunun yanı sıra Hakkâri’de geleneksel ve kapalı bir aile yapısı ve belli alışkanlıkların hâkim olduğu bir çevre içinde yaşamlarını devam ettiren kadınların, Van’a göç ettikten sonra nasıl bir değişim yaşadıklarını anlamak için de aile içi ilişkilerde meydana gelen değişikliklere bakmak gerektiğine inanılmaktadır. Görüşme yapılan kadınların genel olarak resmi nikâhlarının bulunmadığı, bunun yanı sıra kadınların 3 tanesinin kuması olduğu gözlenmektedir. Ancak bir hanede birden fazla kadınla evlilik söz konusu ise erkek, eşlerinden birine resmi nikâh yaptırmış ve doğan tüm çocukları da bu eşinin üzerine kayıt ettirmiştir. Yalçın Heckmann’ın (2002) da belirttiği gibi Hakkâri’de yaygın olarak gözlenen eşlerin imam nikâhı ile evlenmesidir. Nezehat’in eşi kendisiyle yapılan sohbette imam nikâhının çok daha önemli olduğuna değinmektedir. Ona göre resmi nikâh sadece bir imzadan ibaretken imam nikâhı Allah’ın huzurunda, imamın onayıyla gerçekleştiği için çok daha sağlam ve kıymetlidir. Resmi nikâhın uygulanmasının altında yatan niyeti White. şöyle açıklamaktadır: “Evlenme yaşı ve boşanma ve çok eşliliğe ilişkin reformların uygulanması, evliliğin kaydına bağlıdır; bu nedenle, kaydı zorunlu kılmak, kadınların üzerindeki geleneksel kısıtlamaların ortadan kaldırılmasının gerçekten arzulanıp arzulanmadığı konusunda geçerli bir göstergedir.” (1999: 19). Köylerinde yaşarken imam nikâhı ile evlenen bu kadınların Van’a göç ettikten sonra kendilerine resmi nikâh yaptırmadıkları, çocuklarını da resmi nikâhla evlendirmek için diretmedikleri gözlenmektedir. Evlenirken resmi nikâh yapılmasının yaygınlık kazanıp kazanmadığıyla ilgili olarak zorunlu olarak göç eden kadınların kendilerine değil, göç edilen yerde doğan çocuklarına bakmak daha sağlıklı olacaktır. Ancak o çocuklar henüz evlenme çağında değildir. Dolayısıyla bu konu daha sonra yapılacak çalışmaların konusu olabilir. - 75 - Hakkâri’de yaygın olan bir diğer şey ise erken yaşlarda evliliklerdir. Çünkü White’ın da belirttiği gibi, “geleneksel ailenin varlığı ve devamının temel ön koşulu, evliliktir. Türk toplumsal pratikleri, bireyin evli olmasını gerektirir ve çok büyük toplumsal, kişisel ve ekonomik baskılarla bunu sağlamaya yönelir. Hem kadınlar hem de erkekler, evliliğin, yetişkinliğin ve toplumun birer üyesi olarak kimliklerinin gerekli bir bileşeni olduğuna inanarak toplumsallaşırlar. Bekâr kalmayı ya da boşanmayı seçen bireyleri güçlü kamusal baskı bekler” (1999: 67). Benzer bir durumun Kürtler için de geçerli olduğunu Yalçın Heckmann şu şekilde belirtmektedir: “Evli olma ya da olmama, Hakkâri’de yetişkinliğin önemli bir parçasıdır. Kurumun kendisi üzerine olan düşünceler, eşlerin görevleri ve evliliğin eşlerin her birinin kişiliklerini nasıl tamamladığı, toplumsal cinsiyet rolleri ideolojisi ve aşiretsel ve İslami inanç sistemleriyle ilişkilidir.” (2002: 350). Benzer bir şekilde Van’da da evliliğin önemini kaybetmediği, gençlerin evlendirilmesiyle ilgili yaklaşımın sürdürüldüğü gözlenmektedir. Çünkü köyde doğup, Van’da büyüyen çocukların da genç yaşta evlendikleri gözlenmiştir. Görüşme yapılan kadınların bu konuda köydeki fikirlerinin pek değişmediği gözlenmiştir. Mesela Hiyal en büyük oğlunun yaşını sorduğumuzda evlenecek yaşta olduğunu ifade etmektedir. Oysa oğlu henüz ilköğretim 7. sınıfta okumaktadır. Bunun yanı sıra Hiyal’in oğluyla aynı yaşta olan Güzel’in oğlu, imam nikâhı ile evlidir ve bir bebeği bulunmaktadır. Yaşlarının tutmaması nedeniyle resmi nikâh yaptıramadıklarını söyleyen Güzel’in gelininin yaşı Güzel’in oğlundan da küçüktür. Erken yaşlarda yapılan evliliklerin yanında doğum kontrol yöntemlerinin de yine köydeki gibi kullanılmadığı gözlenmektedir. Buna bağlı olarak kadınlar çok erken yaşlarda anne olurken geç yaşlarda anne olmayı da sürdürmektedirler. Ancak burada en büyük sorun kadınların kendi yaşlarını tam olarak bilmemeleridir. Kadınların bazılarının nüfus kâğıdının olmaması, nüfus kâğıdı olanlarınsa genel olarak tam zamanında yazılmamaları kadınların yaşlarını bilmemesine neden olmaktadır. Hatta bazı kadınların yaşlarını ya kocalarına ya da erkek çocuklarına sordukları gözlenmiştir. Bunun yanı sıra genç yaşta evlenmeleri, erken ve geç yaşlarda doğum yapmaları ve ayrıca emek açısından yoğun işlerde sürekli çalışmaları kadınların erkeklerden daha erken yaşlarda yıpranmasına neden olmakta, bu durum - 76 - da kadınların yaşlarının tahmin edilmesini engellemektedir. Bu sebeple kadınların en geç kaç yaşına kadar anne olduğu vb. konularda net tahminlerde bulunmak oldukça zordur. Ayrıca görüşmeler sırasında kadınların herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanmadıkları da öğrenilmiştir. Sadece Nezehat bir daha çocuk istemediğini, bu yüzden de korunduğunu belirtmiştir. Diğer kadınlar ise eğer bir sağlık sorunuyla karşılaşmamışlarsa çocuk doğurmaya devam etmektedirler. Görüşmeler sırasında etrafta çok sayıda çocuk bulunması nedeniyle zaman zaman görüşmelere ara verilmiştir. Kadınların hem kendi çocukları hem de beraber yaşadıkları kumaları ve gelinlerinin çocukları evlerdeki çocuk nüfusunu çoğaltmaktadır. Hatta çocukların yaşlarının birbirine çok yakın olması hangi çocuğun görüşme yapılan kadına, hangisinin kumasına veya gelinine ait olduğunu anlamamızı zorlaştırmıştır. Buna göre kadınlardan bazıları ilerlemiş yaşlarına rağmen gelinleriyle hemen hemen aynı zamanlarda çocuk doğurmayı sürdürmektedirler. Hiyal kendi erkeklerinin çok eşle evliliğini, doğum kontrol yöntemlerini kullanmamasını Türk ve Kürt erkeklerinin evliliğe ve çocuk sahibi olmaya bakışındaki farklılıklara değinerek anlatmaktadır. Ona göre: “Türkler çok iyidir. Bir hanım getirirler, bir veya iki çocukları olur; onlara da iyi bakarlar. Bizim erkekler üçdört evlilik yapar, ortaya bir sürü çocuk getirir; onlar da ortalıkta perişan kalırlar. Böyle bizim gibi ortalıkta kalıp rezil olurlar. Benim kayınbabam çok yaşlı olmasına rağmen hanımı benimle yaşıt. Her sene bir çocuk doğurur. Daha bu sene çocuğu olmamış. Bakım, elbise, eğitim bunlar olmazsa perişan olunur. Böyle bakım mı olur? Bu rezalet bir saklamadır, iyi bakamadıktan sonra. Doğum kontrolü için ilaç da içmeyiz. Cenabı Allah bizi cezalandırır diye.” Bu konuşmasında Hiyal kadınların doğum kontrol yöntemlerini kullanmamasının nedeni olarak erkekleri ve Allah korkusunu göstermektedir. Ancak çocuk doğurmasının aile içinde kadına sağladığı avantajlar da kadınların bu konuda farklı bir tutum içine girmelerinin önünde engel olabilir. Eşini çok erken yaşta kaybeden Hiyal’in bizimle yaptığı görüşmeden sonra eşinin kardeşiyle evlendiğini öğrendik. Hakkâri’de yaygın olan bu durum YalçınHeckmann tarafından “miras kalan eş” olarak tanımlamaktadır (2002: 309). - 77 - Literatürde “Levirat” olarak geçen bu evlilik biçiminin Hiyal için Hakkâri’de kalmadığı görülmektedir. Gökçe “levirat”ı “kocası ölen kadının kayınbiraderiyle (kocasının erkek kardeşiyle) evlenmesi” biçiminde tanımlamaktadır (1990: 398). Hiyal görüşme sırasında sürekli olarak eşini kaybetmenin verdiği acıdan ve sahipsizlik duygusundan bahsetmektedir. Çocuklarla yalnız bir kadın olarak baş edemediğine değinen Hiyal, hem maddi hem de manevi açıdan çektiği sıkıntıları sık sık tekrarlamaktadır. Konuşmasının bir yerinde yine bu konuya değinmiş ve şunları söylemiştir: “Babaları sağken onları okutmak istiyordu. Kurana bile gönderdi. Babaları öldükten sonra okulu da terk ettiler. Şu anda ben oğlumla 3 cümle konuşamıyorum. Şu anda bir şey desem beni dövmeye kalkar. Huysuzdur. Böyle yetim kalan çocuklar böyle başsız yetişirler. Beni dinlemiyor. Babasız olduklarından ben onları çok nazlı büyüttüm, şımardılar. Camideki kuran istersen komşulara sor bu oğlan beni öyle bir dövdü ki komşular geldiler dediler sen bu neneyi öldürdün. Sen bizim oğlumuz olsaydın seni atardık. Bu anneniz sizi babasız büyüttü, siz bu olmasaydı perişan olurdunuz. Bu anne dövülür mü? Elini boğazıma yapıştırdı. Komşu geldi sen niye bu kadını öldürüyorsun dedi. Bir tane küçük çocuğum vardı koştu komşuları çağırdı. Benim annemi öldürüyor diye bağırdı. He bu zamanın oğullarıdır, ancak bu beklenir ondan.” Hiyal’in evlenmesi konusunda yakın akrabalarından kadınlarla yaptığımız görüşmede ise kadınların bu evliliği hoş karşılamadığı ortaya çıktı. Diğer kadınlar Hiyal’in isteyerek evlenmesine rağmen şimdiki eşinin kendisine bakmadığı için evlendiğine pişman olduğunu söylüyorlar. Kendi aralarında “keşke çocuklarını okutsaydı… evlenmeyebilirdi, çünkü oğlu büyüktü ona bakabilirdi. Evlendikten sonra çocukları da ona bakmadılar, çalışmadılar; anneleri evlendiği için. Çünkü oğulları büyüktü her şeyin farkındaydı. Şimdi kendisi bakmaya çalışıyor işte. Çarşıdan yiyecek getiriyor, yardım alıyor. Kendi evinde kalıyor, kocası da ilk karısında kalıyor. Ayrı yaşıyorlar. O da çocuklarına bakar diye evlendi. Fakat kocası hiç yardım etmiyor, eşya- meşya almıyor.” Kadınların konuşmalarından da anlaşılacağı üzere bu türden evlilikler öncelikli olarak pratik nedenlere dayanırken, çocukların da yaşları ve buna bağlı ihtiyaçları üzerinden yeniden üretilmektedir. Hiyal’in kendisine bakacak birilerine - 78 - ihtiyaç duyması üzerine yaptığı bu evlilik diğer kadınlar tarafından çocuklarının büyük olması nedeniyle hoş karşılanmamaktadır. Çünkü çocukların eve maddi yardımda bulunabilecek yaşta görülmesi yeniden evliliğe gerek duyulmasına engel olarak değerlendirilmektedir. Görüldüğü gibi Hiyal’in çocukları henüz ilköğretim düzeyinde okula devam ederken, kadınlar bu çocukların çalışacak yaşta olduğunu düşünmektedirler. Bu da kadınların henüz çocuk algılarının değişmediğini gösterirken, maddi olanaksızlıklar da kadınların bu konudaki eski düşüncelerini sürdürmesine ve çok eşli evliliklere neden olmaktadır. Bu örnekte de benzer bir durum söz konusudur, çünkü Hiyal’in evlendiği kaynının bir karısı daha bulunmaktadır. Çok eşli evliliklerin oluşmasına tek neden elbette ki bu türden evlilikler değildir. Görüşme yapılan kadınlardan Güzel ve Nasibe birbirleriyle kumayken, Halime ve Lalehan’ın da birer kuması bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Türkan’ın da hasta olması nedeniyle bir kızının dışında başka çocuğunun olmaması, onun sürekli olarak eşi ve akrabaları tarafından kumayla tehdit edilmesine neden olmaktadır. Hakkâri’de bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesini Yalçın-Heckmann erkeğin ihtiyaç duyduğu sosyal ve ekonomik güç ile ilişkilendirmektedir. Ona göre birden fazla kadınla evlenen erkekler etrafta daha fazla tanınmakta ve çevrenin dikkatini çekmektedirler. Çok eşli erkekler kadınlar üzerinde hâkimiyet kurmayı başaran, birden fazla kadına bakacak ekonomik gücü olan erkekler olarak değerlendirilirken, bu özellikleri nedeniyle de sosyal statü elde etmektedirler. Bu sebepten dolayı ya gerçekten bu güce sahip olan erkekler bunu gösterebilmek için, ya da evleneceği kadının ailesi aracılığıyla bu güce sahip olacağı için birden fazla kadınla evlenmektedirler. Ancak bu konuda kadınlar arasında barışçıl bir ortam yaratmanın da oldukça güç olduğuna değinen Yalçın-Heckmann zaman zaman birden fazla kadınla evli olan erkeğin bunu sağlayamaması nedeniyle diğer erkekler tarafından alay konusu yapılabildiğine değinmektedir. Yalçın-Heckmann’a göre çokeşlilik “özellikle erkek ideolojisi açısından şakalar, mitler ve hikâyelerden oluşan bir söylem bütünüyle sürekli gündemde tutulur”(2002: 301). Nezehat’in eşi de kendisiyle yaptığımız sohbette bu konuda benzer bir yaklaşımda bulunmuştur. Birden fazla kadınla olan erkekle kendi aralarında sürekli şakalaştıklarını anlatırken - 79 - ona, “işin zor, hepsiyle nasıl baş ediyorsun, zavallı,” gibi şeyler söyleyerek şakalaştıklarını anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili son olarak ise şakayla karışık şunları söylemektedir: “O da hayalde kaldı, o da rüyada kaldı artık. Ha valla hayal oldu gitti. Çok eskide olan hayallerde kaldı.” Bunun üstüne Nezahat’in “getir istiyorsan” demesine karşılık olarak ise; “valla mümkün değildir, sen bırakmıyorsun. Şimdi desen de evet, boşunadır” diye cevap vermesi, artık bu yeni yerlerinde çokeşle evliliklerin yapılamayacağının farkına vardığını göstermektedir. Bu ailelerde kadınların birbiri üzerine kuma olarak ve kadınların ölen eşin erkek kardeşiyle evlendirilmesinin/evlenmesinin yanı sıra “Berdel” adı verilen bir evlilik türüne de sık sık rastlanmaktadır. İlkkaracan (1998) “Berdel”i, iki aileden birer kadının evlenmek üzere aileler arasında değiş tokuş edilmesi olarak tanımlamaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan Nasibe ve Güzel oldukça kalabalık olan ve bu türden evliliklerin hepsinin bir arada görüldüğü bir ailede yaşamlarını sürdürmektedirler. Nasibe ve Güzel birbirleriyle kuma olup çocukları, gelinleri ve torunlarıyla birlikte aynı evin içerisinde yaşamaktadırlar. Güzel eşinin 3. karısıdır, ancak kocasının ilk eşi şu anda yaşamamaktadır. Güzel kendisinin kuma üstüne gittiğini bilmediğini, eşinin kendini kandırdığını söylemektedir. Güzel’den ailesi başlık parası almamış onun yerine eşi kendi kızını Güzel’in abisine vermiştir. Yani Berdel yapılarak evlendirilmiştir. Şu anda Güzel 40 yaşının üzerinde olmasına rağmen 3 yaşında çocuğu bulunmaktadır. Güzel’in 11 çocuğu olmasına rağmen evlilik cüzdanı olmadığı için, bütün çocukları kumasının çocukları olarak nüfusa kayıtlıdırlar. Aynı zamanda Güzel’in bir gelini ve bir de torunu bulunmaktadır. Gelinin evlenmeye yaşı tutmadığı için resmi nikâhı bulunmamaktadır. Güzel’in gelini de aynı şekilde berdel yapılarak alınmıştır. Güzel’in bir kızı ise kendi isteğiyle kuma olarak evlenmiştir. Nasibe ise Güzel’den yaşlı ve evin reisi konumundadır. Çünkü kadınların eşi oldukça yaşlı ve hastadır. Nasibe’nin de 7 çocuğu bulunmaktadır. Toplamda 18 çocuğun tamamı Güzel’in resmi nikâhı olmadığı için Nasibe’nin üzerine kayıtlıdır. Nasibe’nin Berdel usulü aldığı bir gelini vardır. Nasibe bu gelinini oğlunun ölmesi üzerine diğer oğluyla evlendirmiştir. Bu türden evliliğe ise daha önce de değinildiği gibi Levirat adı verilmektedir. Bu türden evliliklerin uygulanma nedenleri ise öncelikli olarak kadının hane için bir emek değerinin - 80 - bulunmasıdır. Bu nedenle kadınlar eşleri ölse de haneden çıkarılmayarak, yapılacak çok fazla işi olan hanenin üretimine katılmasının devamlılığı sağlanmaktadır. Gelinin hane içinde tutulduğu bir diğer durum ise gelinin ailesinin itibarının yüksek olduğu durumlardır. Böyle bir aileden alınan gelin kendi ailesi aracılığıyla gelin geldiği ailenin de statüsünü yükseltmektedir. Bu sebeplerin yanı sıra gelinin ailenin namusu olarak görülmesi ve eğer varsa çocukların velayeti nedeniyle de gelin hane içinde tutulmaya çalışılmaktadır. Zaten kendisine başlık parası ödenmiş bir gelin varken, diğer oğlan için yeniden başlık parası ödemenin de bir anlamı bulunmamaktadır. Böylece aile maddi olarak kar ederken, başıboş kalan gelinin cinselliği de aile tarafından kontrol altına alınmış olmaktadır. Bu yaklaşıma göre kadın cinselliği denetlenmesi gereken bir cinsellik olarak algılanırken, bu cinselliğin denetimi de yaşamasa bile kocanın ailesine ait bir hak olarak görülmektedir. Gökçe bu konuda şunları söylemektedir: “Bu tip evlenmeler hem başlık konusunda tasarruf sağlamakta hem miras bölünmelerini önlemekte hem de babasız ya da annesiz kalan çocukların yabancı ellerde ezilmesi sorununu ortadan kaldırmaktadır. Yasalara aykırı olmakla beraber geleneksel yapının özellikleri bu uygulamada etkin olmaktadır.” (Gökçe, 1990: 398). Sözü edilen bu ailede de yukarıda bahsedilen ve doğuda sıklıkla uygulanan evlilik biçimlerinin tamamına rastlanmaktadır. Kuma ve Berdel üzerine uzun uzun konuştuğumuz Nezahat köyde yaşarken bu türden evliliklerin herkes tarafından normal karşılandığını anlatmaktadır. “Yani o zaman adettir. Mesela hiç kimse kızmıyor birbirine. Adetti, yani kötü bir şey değil. O zaman hepimize normal geliyordu, o kadar zor değil. Ama şimdi bana zor geliyor…” Eskiye özlemini anlattığı başka bir yerde ise Nezehat yine Berdel ve Kuma’yı değerlendirmektedir. “Öyle zor geliyor, insan hiçbir zaman eskiyi unutmuyor. Mesela orda kadınlar tarafından diyelim Berdel olsun, ne olsa gene hoştur, gene hoştur. Sevgi daha çoktur… Yani kuma için kadınlar birbirine kızmıyordu. Öyle güzel geçiniyorduk, orda güzeldir. İki tane bizim akrabalarımız vardı; baktı bizim çevreye, öyle herkese baktı, onun da gözü açıldı. Sürekli birbiriyle kavga ediyordu. Bir tanesi küsmüş, çocuklarını almış, hatta gece yarısı İstanbul’a gitmiş. Şimdi de ordadır. O kadın köyde sanki kız kardeştir, öyle güzel anlaşıyordu; ama buraya gelince onlar öyle değişti, Allah bilir.” Nezehat’e göre Van’a göç ettikten sonra kadınların kumalarına ve üzerlerine kuma getirilmesine karşı bakış açıları - 81 - değişmektedir. Köyde yaşarken kadınların gün içinde çok yoğun olarak çalışması, yaşlı ve çocuklarla ilgilenmesi, hayvanların bakımıyla uğraşması vb. nedenlerle erkeklerin kuma getirme niyetlerini sana yardımcı olması için getireceğim diye açıklamaları kadınlara mantıklı gelmektedir. Eve bir kadının daha gelmesi eskiden evin tüm işini tek başına yapmaya çalışan kadın için üzerinden bazı yüklerin kalkmasını sağlamaktadır. Ayrıca Yalçın-Heckmann kadınların bu konuda ılımlı yaklaşmalarını aynı erkekler gibi İslam’a dayanarak düşünmelerine bağlamaktadır. İslam inancında erkeklerin çokeşle evlenmesine verilen iznin kadınlar için de bağlayıcılığından bahsetmektedir: Yalçın-Heckmann’a göre, “kadınlar da erkekler kadar köklerinin İslam’a dayandığını iddia eden ve dini bir meşruiyet arayan bu ideolojiyi (ya da bu ideolojinin bir kısmını) paylaşır. Bu kısmi ideoloji, toplumsal uyumun birbirlerine ev işlerinde ve çocuk bakımında yardım eden ve birbirlerine destek olan kadınlar arasında kurulacağını ileri sürer. Aynı şekilde, erkeklerin muhakemesinin kadınlardan daha güçlü olduğunu ve herkese hakkaniyetli bir şekilde davrandığı düşünülür. Bir erkek, karıları ve çocuklarının uyumlu ve mutlu olduğu bir aileye ve eve daha çok bağlanacaktır.”(2002: 302). Ayrıca köylerinde televizyon vb. kitle iletişim araçlarının olmaması, çevreden hiç kimsenin bu türden evlilikleri yadırgamaması, hatta diğer kadınların kuma getirilecek ya da kuma gidecek olan kadın üzerinde baskı oluşturması kadınların bu türden evliliklere bakışını belirlemektedir. Nezehat kadınların bu konuda birbirleri üzerinde baskı kurmalarını şöyle anlatmaktadır: “Yani kendisi, kadının kendisi istemiyordu. Mesela başka kadınlar, yakın akrabalar. Yav getir yani ne olur, kadınlar birbirinizi yemiyor, ne için sen getirmiyorsun. Tabi ki onun karısı da ses çıkartmıyordu. Ses çıkarsan da ayıptır.” Nezehat buna bağlı olarak kadınların bu ve bunun benzeri baskılar sonucunda kuma ve benzeri evlilik türlerini istemese bile kabul ettiğini anlatmaktadır. Bunun yanı sıra kumaların kendi aralarında uyumlu bir şekilde geçinmeleri de yine toplumsal baskılarla denetim altına alınmaktadır. Kadınların kendi aralarında uyum ya da uyumsuzlukları yakın akrabalar ve genel olarak tüm köy halkı tarafından yakından izlenmektedir. Buna bağlı olarak kumalar arası ilişkiler sadece aile içi bir mesele olarak değil, ailenin köy genelinde itibarını belirleyen bir mesele olarak değerlendirilmektedir. Nezehat’in eşi Sait’le yaptığımız bir sohbette bir erkek gözüyle olayı şu şekilde değerlendirmektedir: “Şimdi kadınlar, mesela kadınlar tabi - 82 - onlar da bir şey anladılar dünyadan. Eskisi gibi köyde herkes aynı hayatı yaşar gibi değil burası. Mesela orda görüyor, ha demek ki neden böyle kabul edicem, neyim eksiktir. O geldiğinde huzur kalmıyor. Her gün dövüş, gır gır, dövüş. Birbiriyle geçinemiyor, birbirinin çocuğunu yanına almıyor, birbirinin çocuğunu kabul etmiyor. Yani ne adam huzur buluyor, ne onlar buluyor. Gerçekten yani köydeyken bu hep görürdü herkes de iki-üç evli, o da görünce ee iyi–kötü sesini çıkarmıyordu. Sesini çıkarsaydı haksız olan o olurdu. O kadınlar geliyordu, yahu utanmıyon mu, sen de bizim gibi. Yani o da utanırdı, suçlu olurdu.” Her ikisinin de konuşmalarından anlaşılacağı üzere özellikle kuma konusunda kadınlar köydeki gibi düşünmemektedir. Eskiden köyde bir arada, huzur içinde yaşayan kumaların Van’a göç ettikten sonra artık anlaşamadıklarına değinmektedirler. Ancak bizim görüşme yaptığımız diğer kumalar için aynı şey söz konusu değildir. Eskiden de şimdi de çok iyi geçindiklerini söyleyen kumalar Van’a göç ettikten sonra kumaların birbirleriyle anlaşamamasının genellenemeyeceğini bize gösteriyor olabilir. Bunun yanı sıra kadınların aralarında bir sorun varsa bile bu sorunu dışarıdan gelen birisine belli etmemeleri, hatta tam tersi bir söylem içine girmeleri oldukça normaldir. Çünkü kumalar arasında yaşanması muhtemel sorunlar, eskiden beri yoğun bir şekilde, hem toplum tarafından, hem de üretilen dini söylemler tarafından denetim altına alınmaktadır. Bu sebeple kadınlar alışageldikleri üzere bir yabancıya kendi hanelerinin saygınlığını zedeleyeceğini düşündükleri bir sorunu açıkça anlatmıyor olabilirler. Şehre göç ettikten sonra kumalar üzerinde köy genelinde kurulan sosyal baskının yaşanma oranın düşük olması, Nezahat ve eşinin bahsettiği üzere Van’a göç ettikten sonra kumalar arasında sorun yaşanmaya başlamasının önemli bir nedeni olabilir. Özellikle köyde herkesin gözünün çokeşle evlenen erkekler ve dolayısıyla hanesi üzerinde olması, dini yaklaşımların baskın olması ve tüm akrabaların özellikle kadın akrabaların- ailelerinin itibarının söz konusu olması nedeniyle kadınları denetlemesi, kadınların köyde birbirlerine karşı davranışlarına daha fazla dikkat etmesine neden olmaktadır. Sorunların artması ya da gün yüzüne çıkması bu türden evliliklerin yapılmasına engel olamamaktadır. Bizimle görüşmeleri sırasında Kürt erkeklerinin birden çok kadınla evlenmesinden ve çok sayıda çocuk yapmasından yakınan Hiyal, daha sonraki bir tarihte kuma olarak kaynıyla evlenerek, - 83 - kaynının 2. karısı olmayı kabul etmiştir. Hiyal’in köyde yaşarken değil de şehre göç ettikten sonra kaynıyla evlenmesi, onun kendi konuşmasında da sıklıkla ifade ettiği gibi şehir hayatında hem maddi, hem de manevi daha çok yardıma ihtiyacı olmasındandır. Maddi olarak oldukça güç şartlarda yaşayan bu kadınlar, eğer bir de yabancı oldukları bu yerlerde yalnız kalmışlarsa köyden bildikleri yollarla yoksulluk ve yalnızlıkla baş etmeye çalışmaktadırlar. Daha önce de değinildiği gibi hazırlıksız olarak, aniden göç etmek zorunda kalan bu insanlar için en önemli dayanak aileleri veya akrabalarıdır. Ancak çok kalabalık halde, küçük evlerde yaşayan ve zaman zaman kendi aile fertleri için yiyecek ekmek bulamayan bu insanlar için, çok yakın akrabalara bile yardımcı olmak güçleşmektedir. Hiyal’in içinde bulunduğu durum buna güzel bir örnektir. Köyde ölen eşinin babası ve eşleriyle köyünden göç eden Hiyal bir süre onlarla aynı evi paylaşmıştır. Ancak kendisinin de 3 çocuğu olan Hiyal bir süre sonra oldukça kalabalık olan bu evden taşınmak zorunda kalmıştır. Çünkü ayrıldığı bu evde, kayın pederi, 2 karısı ve 20 çocuğuyla, yoksulluk içinde yaşamaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra kendisinin başka bir eve çıkmasıyla devlet tarafından yakacak vb. yardım alabilme ihtimali doğmaktadır. Bu ihtimal de onun aynı mahallede başka bir eve taşınmasına neden olmuştur. Başka şehirde yaşayan erkek kardeşlerinin annesinin ölmesiyle kendisine yardım etmeyi bıraktıklarını anlatan Hiyal, hem eşinin ailesinden, hem de kendi ailesinden, benzer durumda olan herkes gibi, ihtiyacı olan desteği alamamaktadır. Bu yüzden yolunu, dilini, yaşamasını bilmediği bu yerde kendisine sahip çıkacak ve yoksulluğu, yalnızlığıyla mücadele etmesini sağlayacak başka insanlara ve yollara başvurmak zorunda kalmaktadır. Bu yüzden Hiyal çok sevdiği ve hala unutamadığı eşinin kardeşiyle evlenmeyi seçmiştir. Yine burada tercih edilen çözüm yolu; köyden bilinen, geleneksel alışkanlıklara dayalı olan ve Hiyal’in tek bildiği yol olan çözüm yoludur. Kayacan, zorunlu olarak İstanbul’a göç etmiş ve Kemerburgaz’a yerleşmiş ailelerle yaptığı çalışmasında şunları aktarmaktadır: “Ülkemizde özellikle de Güneydoğu Anadolu insanı için “akrabalık bağı”, insanlar arası yardımlaşma ve dayanışmayı belirleyen en temel ve geçerli ilişki biçimidir. Evlerini, tarlalarını terk etmek zorunda kalan bu insanların, onlar için en tanıdık ve güven verici tek ilişki biçimine sıkı sıkıya sarılmalarına şaşmamak gerekir. Ayrıca hiçbir resmi ya da gayri resmi kurum, vakıf, dernek vb.’den yardım görmediklerini belirten göçerler, pratikte - 84 - birbirlerinin en büyük destekçileri olmuşlardır.”(1999: 354). Erder de bu konuda benzer bir yaklaşımda bulunmaktadır. Ancak Erder şehre göç edenlerin genel olarak hemşehrilik ve akrabalık ilişki ağlarını kullanmalarının yanı sıra zorunlu olarak göç edenlerin bu ilişki ağından diğer göç eden gruba göre oldukça az faydalandığına değinmektedir: Erder’e göre, “yoksulluk- varsıllık çizgisinin bıçak sırtında gittiği bu ortamda, bazı haneler, hemşehrileri olsa bile, ilişki ağlarının dışında kalabilmektedir. Bu grup içinde yeni göç etmiş ‘yoksullar’, yetişkin yaşta hünersiz göç edenler; iş kazasına uğramış ve sakatlanmış hane reisleri; dullar; iş yaşamında başarısız olmuş ya da hemşehrilik ilişkilerinden dışlanmış haneler vardır. Ayrıca Erder bugünlerde doğudan gelen Kürt göçünün de bu tür haneler yaran bir göç türü olduğunu belirtmektedir. Doğudan yeni gelen göç dalgası eskisinden farklı olarak zincirleme göçün sağladığı esnek ve tedrici uyum olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Çok çocuklu ve hünersiz yetişkinlerin olduğu bu hanelerin mevcut hemşehrilik ilişkileri içine girmeleri çok daha zor olmakta ve bunlar da yalnızlığa terk edilebilmektedirler. Bu grubun varlığı kökene dayalı ilişkilerin seçiciliğini ve kentte yoksulluğun bazı gruplar için yerleşikleşme eğiliminde olduğunu göstermektedir” (1995: 118). Erder kente göç etmiş kimseleri özelliklerine göre gruplara ayırmakta ve her gruba bir isim vermektedir. Zorunlu olarak kente göç etmiş bu gruba ise yoksullar ve yoksullaşanlar adını vermektedir. Ona göre “bu grubun ortak özelliği gerek iş ve gerek konut piyasasında işleyen mekanizmaların dışında olmaları ve günlük yaşamları içinde de yalnızlıklarıdır. Bu grubun bir önceki gruptan farkı kendi istek ve iradeleri dışında yalnızlığa terk edilmeleridir.” (1995: 118) Köyde devam eden ilişkilerin Van’a neredeyse aynı şekilde taşınması, tüm hane halkının ama özellikle kadınların kapalı bir çevre içinde köydeki benzer ilişkileri sürdürmesi, Türkçe bilmemeleri nedeniyle televizyon vb. kitle iletişim araçlarını kullanmamaları, ayrıca yine Türkçe bilmemeleri, güven duymakta zorlanmaları vb. nedenlerle iletişim kurdukları insanların kendilerine benzer sosyokültürel kodlara sahip olması kadınların belli konularda köyden edindiği değerleri ve uygulamaları değiştirmesinin önündeki engellerdir. Kadınların kendilerine benzeyenlerle kurdukları bu yakın ilişkiler kendilerine benzemeyenlerle arasına ciddi bir mesafe koymalarına neden olmaktadır. Bunun yanında yerli halk tarafından da dışlanmaları onların eski değerlerine ve alışkanlıklarına daha çok sarılmalarına ve - 85 - yeni olana kendilerini kapatmalarına neden olmaktadır. Ayrıca bilinmeyen bir yere göç edilmesi ve yaşamın kapalı bir çevrede geçiyor olması kadın ve genç kızlar üzerinde baskının artmasına neden olmaktadır. Wedel’in de belirttiği gibi, “mahallenin dışına çıkan kadınlar ve kızlar, nasıl giyindikleri, kiminle konuştukları vb. konularda çok dikkatle izleniyorlar. Doğru bulunmayan bir davranış, komşular arasında dedikoduya ve kocanın tepkisine yol açıyor. Böylece mahalledeki toplumsal denetim, yeni kentsel davranış biçimlerinin gelişmesini zora sokuyor.” (2001:108). Tüm bu etkenler nedeniyle bu kadınlar yeni yerlerine uyum sağlayamamakta ve uyum sağlayamadıkça da aynı kısır döngü içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Bunun yanında bazı kadınlar tıpkı Hiyal örneğinde olduğu gibi eski alışkanlıkların çaresizlikten sürdürmekte, zihinlerinde bir değişim yaşasalar bile bu değişimi pratikte uygulayamamaktadırlar. Başka bölümlerde değinildiği üzere kentte maddi geçim kaynaklarının değişmesi ve yetişkin erkeklerin bu kaynaklara ulaşmada gerekli bilgi ve becerilere sahip olmaması hane içinde baba otoritesinin sarsılması sonucunu doğurmaktadır. Bunun yanı sıra kadınların ayrılıkçı etnik hareketi içinde aktif bir şekilde yer almaya başlaması, hem kadınların hem de erkeklerin aile ve kadına yaklaşımlarının sorgulanmasına neden olmaktadır. Ancak bu ve benzeri farklılıklar kadınların kente göç etme sürecinde hane içinde güçlendiği, kente uyum sağlamaya başladığı ya da geleneksel ataerkil kalıpları yıkarak yeni bir kadın bilinci geliştirdiği anlamına gelmemektedir. 3.3.2. ÇOK ÇOCUK SAHİBİ OLMALARI ve NEDENLERİ Hakkâri’de çok çocuk sahibi olmak, özellikle de erkek çocuk sahibi olmak çok önemlidir. Hane halkı emeğine dayalı bir aile ekonomisi için çocuk öncelikli olarak çalışacak bir insan daha anlamına gelmektedir. Özellikle erkek çocuk belirli bir yaştan sonra ailenin her türden uğraşına aktif olarak katılmaktadır (bakınız foto: 7). Köylerde çocukların okula gitmemesi, küçük yaşlardan itibaren hanelerin emeğe dayalı üretiminde önemli bir rol almalarına neden olmaktadır. Ayrıca bir hanede çok erkeğin olması o hanenin her an çıkabilecek husumet ve düşmanlıklara karşı korunacağı anlamına gelmektedir. Bu durumda da hanenin hakkını savunacak gücü kuvveti yerinde erkeklere ihtiyaç duyulmaktadır. Ailelerin ata soyuna dayalı olması nedeniyle erkek çocuk soyun devamı anlamına gelmektedir. Bu da erkek çocuğu - 86 - önemli yapan bir diğer nedendir. Ayrıca çocukların kendi soylarının devamı olarak algılanmasına bağlı olarak çok çocuk sahibi olmanın bir de politik bir anlamı bulunmaktadır. Neslin ve ırkın devamı olan erkek çocuklar, aynı zamanda mikro ölçekte hanenin, makro ölçekte tüm milletin koruyucusudur. Bütün bu nedenlerden dolayı erkek çocuk sahibi olan kadınların da itibarı artmakta, çok sayıda erkek çocuğu olan kadınlar tüm aile içinde hiyerarşide üst sıralara yükselmektedir. Nezehat erkek çocuklarına daha çok kıymet verildiğini söylerken bunun nedenini şöyle anlatmaktadır: “Şimdi bizim orada birisi keçiye gidiyordu, birisi ot biçiyordu, birisi kuzuya gidiyordu. Yani işini iyi yürütüyordu. Mesela birisi karşı çıktığı zaman, dövüşmeye tabi daha iyi oluyordu.” Nezehat erkek çocuğun ailenin korunmasında yerine getirdiği işleve de değinmektedir. Halime köyde her an kavga çıkabileceğini vurgularken, şunları söylemektedir: “Köyde sürekli kavga dövüş vardı. Ot yüzünden, köpek yüzünden, hayvan yüzünden; sürekli kavga vardı.” Nezehat’in eşi Sait ise köyde olan kavgaları ve buna bağlı olarak erkek çocuğun gerekliliğini şu şekilde anlatmaktadır. “Kavga çok oluyordu tabi. Arazi yüzünden, hayvan yüzünden. Oluyordu yani, sürekli oluyordu yani. Orda erkek çocuk çok lazım oluyordu. Bazıları var gariban yav 4–5 tane oğulları var. Filan kesin oğlu 10 tane var, gücü yetiyor, onun için beyle yapıyor. Şimdi bu ne yapıyor (karısından için) bana diyordu, Sait gak kendine bir kadın daha al. Yani bunun karşısında belki onun da 4–5 tane olsa onun gücü de o zaman bize.” Bu anlatılanlara bağlı olarak bir kadının erkek çocuk doğurması tüm ailenin emek sürecine katkı sağlarken aynı zamanda da ailenin güvenliğinin de sağladığı anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra hanenin geçiminin ve güvenliğinin sağlanması için gerekli olan erkek çocuklar kadınlar için bir baskı unsuru olmaktadır. Kadınlar bu nedenle aile içinde çok sayıda erkek çocuk olması için ya kendileri doğum yapmakta, ya da kendileri bu görevi yerine getiremezse eşinin başka bir kadınla evlenmesine izin vermektedir. Bu konuda Nezehat şunları söylemektedir: “Şimdi 2–3 tane çocuk sahibi olan veyahut da 4–5 tane çocuğu olana, diyorduk vay gariban, hiçbir şeysi yokmuş. 4 tane çocuğu var. Başka bir garı getir. Valla! Kadınlar gidiyordu abi bir gadınla daha evlen. Vallahi senin çocuğun olmuyor. Yav sen yazıksın, senin 4 tane oğlun var. 3 tane, 4 tane azdır. Gerçekten! Köyde olsaydım, 4 tane çocuklarım olsaydı, yani erkek çocuklarım. Yav nedir, işte 4 tanedir. Sen kendine bir tane daha garı getir; kadın kendi kabul ediyordu. A bu - 87 - kadının 6 tane oğlanları var niye benim ki azdır, ben de getirecem. Yani kadınlar da gerçek hiç kendini düşünmüyordu. Mesela bu kadın 6 tane erkek çocuğu var bu kadının daha çok değeri var.” Bir ailenin erkek çocuk sayısının tüm köy tarafından denetlendiği görülmektedir. Ayrıca kadınların Nezehatin de anlattıklarından anlaşılacağı üzere bu konuda kendi aralarında bir rekabet içinde oldukları da anlaşılmaktadır. Çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak aile ve köy içinde hem kadının hem de erkeğin statüsünü yükselttiği için aynı zamanda bir güç sembolü ya da güç kazanma aracıdır. Bu konunun kadınlar arasında bir rekabet yaratmasının yanı sıra, sadece karı-koca arasında bir mesele olarak değerlendirilmemesi de kadınlar üzerinde belli bir baskı oluşmasına neden olmaktadır. Görüşme yapılan kadınların anlattıklarına göre Van’a göç ettikten sonra bu konuda var olan baskılar belli oranda devam etmektedir. Bu konuda güzel bir örnek olan Türkan hayattaki en büyük derdinin bir erkek çocuğunun olmaması olduğunu söylemektedir. Türkan’ın rahatsızlanması nedeniyle bir kız çocuktan başka çocuğu olmamış. Erkek çocuklarının olmaması nedeniyle eşi ve eşinin ailesi bu konuda Türkan’ın kendisini baskı altında hissetmesine neden olan davranışlarda bulunmaya başlamış. Sadece kocası değil, kocasının erkek ve kadın akrabalarının bu konuda bulduğu çözüm ise Türkan’ın kocasının ikinci bir kadın ile evlenmesi olmuş. Bu nedenle Türkan sürekli olarak eşi ve eşinin akrabaları tarafından hor görülmüş ve üzerine kuma getirilmesiyle tehdit edilmiş. Kendisine bu konuyu neden bu kadar dert ettiğini sorduğumuzda bize şu şekilde cevap vermiştir: “Çok fazla istemiyorum. 2-3 tane olsa daha iyi olur. Akrabaları gelip senin hiçbir şeyin yok, neyin varsa bize kalacak; açıkça bunu söylüyorlar eşime. Eşim de kızıyor. Nasıl üzülmem; kaynım köye gitti, ortak cevizlerimiz vardı getirdi bize hiç vermedi. Kardeş böyle yapar mı? Miras bırakılacak erkek yok, bu yüzden bir erkek çocuk olsa yeter.” Bunun üzerine kendisine kadınların bu konuda neler söylediğini sorduk. O da “evet onlar da söylüyor, hepsi kızdırıyor. Gençler bile söylüyor. Ben de üzülüyorum tabi, geçenlerde kaynımın evine gittim, çocuklarının bizi rahatsız ettiğini söyledim; onlar da bu ayrılmak istiyor dediler. Ama ben ayrılmak niyetinde değilim… Eşime diyorum ki; yeğenlerinden bir erkek çocuk alalım, büyütelim kızımızla evlendirelim, o da bizimle kalsın. Biz ölünce de bizim varisimiz o olsun. Ama eşim kabul etmiyor; illaki evlenecek, illaki evlenecek.” Burada vurgu erkek çocuklarının olmaması - 88 - nedeniyle eşinin ailesinin mirastan eşine pay vermemesi üzerinedir. Sadece erkek evlatlara mirastan pay verilmesi nedeniyle çıkan bu sorun, Türkan’ın eşinin mirastan pay alabilmek için başka bir kadınla evlenmesi ve bu kadının erkek çocuk doğurması yoluyla çözülmeye çalışılmaktadır. Erkek soylu bir aile yapısı içinde kız çocuklarının mirastan pay almaması, onların bir gün gelip evleneceği ve başka bir ailenin içinde yaşamına devam edeceği düşüncesine dayanmaktadır. Baba evinde bir misafir gibi görülen kız çocukları, gelin oldukları hane için de belli bir emek katkısı olarak değerlendirilmektedir (Başlık parası uygulaması evlenecek genç kızın emek katkısının evleneceği haneye geçmesi nedeniyle kızın emek değerinin babasına ödenmesidir). Dolayısıyla yeni evlenen genç kadın kendisi için ödenen emek değeri nedeniyle evlendiği hanenin işlerini yapmak zorundadır. Buna bağlı olarak yeni evlenen kadınlar hane içindeki hiyerarşide en alt sırada yer alırken, gelinin kocasının annesi en üst yerdedir. “Yeni evlenen gelin yaş-cinsiyet hiyerarşisinde en alttadır ve tarımsal üretimde çalışmanın yanı sıra su taşımak gibi en ağır işleri de o yapar. Gelinin konumu, erkek çocuk doğurabilmesi ve yaşının ilerlemesiyle yükselir. Oğulları eve gelin getirdiğinde, saygınlığının doruğuna ulaşır. Yalnızca işi hafiflemez, işlerin genç kadınlar arasında dağıtılması ve düzenlenmesi gibi üretimin daha yönetsel kısımlarına bile katılabilir.” (Kandiyoti, 1995: 53). Eve hem kendi gücüyle hem de evlendiği kadının gücüyle katkı sağlayan erkek çocuklar bu nedenle pratik anlamda oldukça kıymetlidir. Ayrıca erkek çocukların anne baba tarafından yaşlılıkta hem maddi hem de fiziksel olarak bir güvence olarak görülmesi de onların değerini arttıran bir diğer nedendir. “Çocuk doğduğunda kadının işi ve sorumluluğu artar ama bu gelecekteki maddi ve manevi destek için yatırım olarak görülür-yani, insanın yetişkin olduklarında çocuklarından bekleyeceği maddi katkı, emek katkısı ve moral desteği.” (White, 1991: 88). Bunun yanı sıra baba soyuna dayalı bir aile yapısı içinde erkek çocukların soyun ve ırkın devamını sağlayacak olmaları da onların kıymetini arttıran bir başka nedendir. Baba soyuna dayalı bir aile yapısı içinde mikro ölçekte soyu devam ettiren erkek evlatlar, makro ölçekte ırkın ve milletin devamcısıdırlar. Bu nedenle kadınların erkek çocuk doğurmasına biçilen değerin makro ölçekli bir anlamı daha bulunmaktadır. Kadınların etnik ve milli hareketler içinde yerine getirdiği 5 işlevden - 89 - birisi kadınların etnik ve ulusal grupların biyolojik yeniden üreticileri olmalarıdır (Yuval-Davis, 1994: 17-18’den aktaran Yalçın Heckman ve Van Gelder, 2004). Kağıtçıbaşı (1998), kadınların çocuk doğurma gerekçeleri üzerine sekiz ülke tarafından yürütülen karşılaştırmalı çalışmada yer alarak Türkiye’de kadınların çocuk doğurmasının nedenlerini tespit etmiş ve bu sonuçlarını diğer 7 ülke ile karşılaştırmıştır. Yapılan çalışmanın sonucunda bu ülkeler arasında Türkiye’de yaşayan kadınlar eşlerine yakın olmayı en önemli yaşam değeri olarak görmesi anlamında birinci sıradadır. Aynı çalışmada kadınlar tarafından bir çocuk daha istemenin en önemli ya da ikinci önemli nedeni olarak eşe yakın olmanın neden gösterildiği en yüksek ülke de Türkiye’dir. Ayrıca en önemli yaşam değerine ulaşmada (yani Türkiye’deki kadınlar için eşlerine yakın olmak) erkek çocuğun katkısının daha büyük olduğunu söyleyen kadınların ikinci en yüksek oranını Türkiye’de yaşayan kadınlar oluşturmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’de kadınların eşlerine yakın olmayı oldukça önemsedikleri gözlenmektedir. Onlar için en önemli yaşam değeri eşlerine yakın olmaktır. Kadınlar bu değeri sağlamanın önemli bir yolunun çocuk sahibi olmaktan geçtiğine inanmaktadırlar. Bunun yanı sıra kadınların özellikle erkek çocuk sahibi olmalarının eşlerine yakın olmalarını daha da kolaylaştıracağını düşünmeleri önemli bir noktadır. Kağıtçıbaşı’nın bu saptaması bu bölgedeki kadınlar için de geçerli olabilir ve bu kadınların da benzer sebeplerle çok çocuk sahibi olmalarına neden olabilir. Yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra özellikle zorunlu göçe maruz kalmış kadınların sahip oldukları çocuk sayısının yüksek olmasının farklı özel nedenleri de bulunmaktadır. Öncelikle zorunlu olarak kente göç etmiş kadınlar çocuk sayısını sınırlandırmaya yönelik olarak, kurumsal herhangi bir yardım almamaktadırlar. Kadınların bu anlamda resmi bir yardım almamasının nedenlerinden bir tanesi kadınların resmi kurum ve kuruluşlara olan yabancılığıdır. Resmi kurum ve kuruluşlardan faydalanmak için gerekli olan bilgi ve deneyimden yoksun olan bu kadınlar, kendilerini ifade edecek derecede Türkçe bilmemeleri nedeniyle de buralardan uzak durmaktadırlar. Bu insanların bu kurumlar için gerekli olan belge ya da paraya sahip olmamaları da onların buralara ulaşmasının önündeki bir diğer ciddi engeldir. Ayrıca herhangi bir resmi kuruma gittiklerinde gerek Türkçe bilmemeleri, - 90 - gerek giyim kuşam gibi dış görünüşleri nedeniyle kendilerini farklı hissetmekte ya da farklı hissetmelerine neden olunmaktadır. Wedel’in de belirttiği gibi, “bu kadınların Türkçe konuşma becerisine sahip olmamaları kendi dışındaki insanlarla ilişkiye girmelerini ve resmi kurumlardan yararlanmalarını engellemektedir. Formel eğitim almamış olmak, kurum ve organizasyonlarla ilgili deneyim eksikliği çok sayıda kadının özgüven eksikliği çekmesine yol açıyor; hiçbir şey bilmediğini ya da gerektiği gibi bir dil ve formda konuşmadığını düşünüyor bu kadınlar. Çok sayıda kadın, kamu kuruluşlarında, örneğin hastanelerde ya da belediyede, köylü giysileri ya da lehçeleri nedeniyle ayrıma uğradıklarını söylüyor. Kamusal alanlar ilkece herkese açık olsa da onlar buraları modern, kentli ve eğitimli kadın tipiyle birlikte düşündüklerinden yadırgıyorlar.” (2001: 106–107). Göç etmiş kadınların bu alanları modern, kentli ve eğitimli kadın tipiyle birlikte düşünmesinin nedeni; bu alanların gerçekten de yukarıda sayılan tipleri özne konumuna getirerek farklılıkları görmezden gelmesidir. Şöyle ki; “modern ulus devletler etnik, dinsel, cinsel, kültürel tüm farklılıkları tasfiye etmekte, ötekileri kendi merkezinden görerek onları ancak kendine benzediği oranda kabul etmektedir.” (Demirtaş, Diken, Gözaydın, 1996). Zorunlu olarak göç etmiş kadınlar yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra modern yapılara olan yabancılıkları, bu kurumlara ulaşmada gerekli olan bilgi ve donanımlardan mahrum olmaları, sosyal ve ekonomik yoksunlukları gibi nedenlerle bu kurumlara ulaşmamaktadırlar. Ayrıca modern kurumların tek bir tipe göre tasarlanması nedeniyle kendilerini öteki hissettirmeleri de onların genelde tüm kurumlara, özelde sağlık kurumlarına giderek doğumdan korunma yollarını kullanmalarını engellemektedir. - 91 - 3.4. SAHA ÇALIŞMASINDAN GÖZLEMLER 3.4.1. KADINLARIN YAŞADIKLARI EVLER Görüşme yapılan kadınlar daha önce de belirtildiği gibi genel olarak kalabalık bir hanenin içerisinde yaşamlarını devam ettirmektedirler. Ailedeki nüfusun kalabalıklığına rağmen bu ailelerin yaşadıkları evler oldukça küçüktür. Genel olarak evler Hakkâri’deki düzenleniş biçimine göre düzenlenmiştir. Buna göre kapıdan ilk girişte genişçe bir salon ve salonun yanlarına dizilmiş, kapıları da yine bu salona açılan odalar bulunmaktadır. Genellikle evin büyüklüğü salonun çevresine dizilmiş 3 ila 4 odaya izin verecek şekildedir. Tuvalet evlerin dışında bulunmakta, banyo ise mutfağın bir bölümünden oluşmaktadır (bakınız foto: 8–9–10–11). Ev halkının banyo ihtiyacı ve çamaşırların yıkanması için gerekli olan sıcak su mevsime göre sobaların üzerinde, tandırda veya evin önüne yakılan ateşlerin üzerinde ısıtılarak sağlanmaktadır. Evin mutfağı ise yine odalar gibi salona açılan karanlık, küçük bir bölümdür. Görüşme yapılan kadınların evlerinde televizyon dışında herhangi bir beyaz eşya bulunmamaktadır. Evlerin içinde oturulan mekânlarda da hemen hemen hiç eşya bulunmadığı gözlenmiştir. Odaların zeminine serilen halı veya kilimlerin üzerine atılan sünger ya da yün minderlerin dışında bazı evlerde oldukça eski televizyon dolabı vb. dolaplar bulunmaktadır. Yerlere atılan minderlerin geceleri yatak olarak da kullanıldığı evler bulunmaktadır. Hanelerinin ekonomik durumuna göre yere halı veya kat kat kilim serilerek kışlar geçirilmektedir (bakınız foto:12). Odalardan birinde ya da ikisinde odun-kömür sobası kullanılmaktadır. Ancak çoğu zaman yakacak bulmakta zorlanılması nedeniyle elektrikli soba kullanılması zorunlu hale gelmektedir. Evlerde elektrik kullanımı kaçak olarak sağlanmaktadır. Hiç eşya bulunmayan odaların bir duvarında üst üste yığılmış yataklar bulunmaktadır (bakınız foto: 13). Eve gelen kişi sayısına göre gerek olursa bu yataklar hemen yere indirilerek oturulacak minderlere dönüştürülmektedir. Eve gelen misafire oldukça hürmetkâr davranılmaktadır. Misafirin oturması için odanın en üst tarafı yani kapıdan en uzak yeri gösterilmektedir. Ayrıca misafirler muhtemelen en rahat olması nedeniyle belli minderlere oturmaları noktasında yönlendirilmektedirler. Her evde - 92 - misafire mutlaka çay ikram edilmektedir. Hanelerin ekonomik durumuna göre çayın yanında çeşitli şekerlemeler, limon ve kolonya da ikram edilmesi adettendir. Evlerin önünde kadınların evin ekmeğini yapabilmesi için bir tandır evi bulunmaktadır. Bu tandır evlerinde kadınlar evin kalabalıklığına göre belirli aralıklarla tandır ekmeği pişirmektedirler. Bu durum ailelerin ekmek parasından tasarruf etmelerini sağlamaktadır. Evler kerpiçten yapılmış olup yalıtım ve alt yapı sorunları bulunmaktadır. Görüşme yapılan evlerin bazılarının kışın çatısı akarken, yalıtım sorunları nedeniyle de evlerin içi oldukça soğuk olmaktadır. Tek kattan oluşan bu evlerde tavanların alçak, camların küçük olması nedeniyle evlerin içi oldukça karanlıktır (bakınız foto: 14–15). Güneşi çok az gören bu evler karanlık, izbe ve soğuk yerlerdir. Evlerin bulunduğu yerleşim yerlerinde alt yapı sorunları henüz halledilmediği için kışın evlerin etrafı çamur içindedir. Evin dışında en çok vakit geçiren çocuklar için bu durum ciddi bir sorundur. Bu evlerde yaşayan çocuklar okula giderken ve sokakta oynarken hep bu çamurun içindedirler. Bu durum kadınlar için ek bir iş daha çıkarırken aynı zamanda oldukça kısıtlı olan aile bütçesine de zarar vermektedir. Güzel “biz her gün üç ip çamaşır yıkıyoruz” diyerek bu durumu anlatmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi çamaşır yıkamak için gerekli olan su herhangi bir ateş yakılmasıyla sağlanmaktadır. Oysa bu aileler için yakacak bulmak oldukça büyük bir sorundur. “Odunu zorlukla alıyoruz” diyen Güzel tandırda ekmek yaparlarken de aynı sorundan bahsetmektedir. Görüşme yapılan kadınların yaşadıkları evlerin tapusu bulunmamaktadır. Ancak tapusu olmayan bu evleri kendileri yaptırmışlardır. Bu kadınlardan sadece 2 tanesinin evleri kendilerine ait değildir. Göçlerin yoğun olarak yaşandığı dönemlerde bu ailelerin bir kısmına yönelik olarak Van’ın başka bir yerinde bir mahalle kurularak, evler yaptırılmıştır. Bu evler göçmenlere sağlanan bir arazi üzerinde, belirli bir plana göre düzenlenmiştir. Buna göre göçmenlere oldukça ucuz malzeme sağlanmış ve göçmenler kendi işçiliklerini de yaparak bir ev sahibi olmuşlardır. Yaptırılan bu evler göç sonrasında zorunlu göç mağdurlarının ihtiyaçlarına yönelik uygulanan tek resmi programdır. Bunun yanı sıra bu evlere sahip olan göçmenler zorunlu olarak göç edenlerin sadece belli bir kısmını oluşturmaktadır. Van’ın başka - 93 - mahallerine dağılmış oldukça çok sayıda zorunlu göç mağduru insanlar bulunmaktadır. Görüşmelerin sürdürüldüğü kadınlar da birbirinden farklı 3 mahallede yaşamlarını devam ettiren zorunlu göç mağdurlarındandırlar. 3.4.2. KADINLARIN YAŞADIKLARI MAHALLELER Kadınların yaşadıkları mahalleler Van şehir merkezinden uzakta kurulmuş; yol, su, kanalizasyon gibi alt yapı sorunları olan mekânlardır. Evlerin bulunduğu mahallelerin çevresi çamurla kaplıdır. Mahalledeki evlerin hemen hepsi aynı yapı ve konumda bulunmaktadır. Bu nedenle görüşme yapılan evlerin yerlerini, farklı zamanlarda gidildiğinde, bulmakta zorlanılmıştır. Mahallelerde evlerin neredeyse hepsi tek kattan oluşmakta ve birbirine oldukça yakın bulunmaktadır (bakınız foto: 16). Buralar herkesin birbirini tanıdığı kapalı mekânlardır. Görüşmeye gidildiği zamanlar mahallede yaşayan diğer insanların merakla bizi izlemesi, buralara sıklıkla yabancıların gelmediğini göstermektedir. Bu mahallelerde yaşayan insanların dışarıdan gelen kimselere karşı merak içinde olmalarının yanında aynı zamanda temkinli de davrandıkları gözlenmiştir. Çünkü mahallelerde dolaşılması sırasında birçok mahalle sakini bizi uzaktan izlemeyi tercih etmiştir. Bu yaklaşımları ise tezin başka bölümlerinde vurgulandığı üzere yaşadıkları sosyal, kültürel ve siyasal ayrımlaşmayı bir kez daha kanıtlamaktadır. Kendi içlerine kapanma bu insanların faklı olanla arasına daha da çok mesafe koymasına neden olmaktadır. 3.4.3. KADINLARIN ÇOCUKLARI ve YOKSULLUKLARI Bu ailelerin nüfusu genel olarak oldukça kalabalıktır. Kız çocukların evlenerek evden ayrılması, erkek çocukların ise baba evinde yaşamlarını devam ettirmesi alışkanlığı Hakkâri’de olduğu gibi Van’da da devam etmektedir. Ancak gençlerin erken yaşta evlenmesi, kendi geçimlerini sağlayacak herhangi bir işte ya hiç çalışmamaları ya da zaman zaman çalışmaları erkek çocukların hemen hepsinin baba evinde yaşamlarını devam ettirmesine neden olmaktadır. Bu ailelerin yoksullukla mücadele etmek için geliştirdikleri taktiklerden (özne strateji geliştiren, öteki taktik geliştirendir) bir tanesi olan bu yaklaşım, tüm aile fertlerinin bir ev içinde - 94 - kalarak, kazanılanın da harcananın da bir arada yapılması düşüncesine dayanmaktadır. Yeni evlenenlere yeni bir ev açmak yerine bir arada yaşamak, bu gençlerin varsa kazançlarının hane içinde kalmasını sağlamak, bunun yanı sıra kaynayan bir kazandan hep beraber yiyerek yeni bir kazan kaynatılmasını önlemek amacıyla kadınlar eşleri, evlenmemiş çocukları, evlenmiş erkek çocukları, gelinleri ve torunlarıyla bir arada yaşamaktadır. Görüşme yapılan kadınlardan Gülbahar bu konuda şunları anlatmaktadır: “Oğlum da tekrar ev içine geldi, eşine bakamıyor; bir kızı da var… Burada ise koşullar çok kötü gördüğünüz gibi. Oğlum tekrar eve döndü, eşyalarını bile eve yerleştiremedi dışarıya bıraktık. Biz köyde olsaydık böyle olmazdı… Vallahi muradım; Allah'ım çocuklarıma bir nasip versin, kiracılıktan kurtulmak kendi evlerimize sahip olmak isterim. Sürekli ev sahipleri evden çıkartmaya çalışıyorlar. Halimiz perişan.” Görüldüğü gibi Gülbahar kirada oturmaktadır. Evlenen oğlu da kirada otururken maddi olarak zorlanması nedeniyle anne-babasının evine taşınmak zorunda kalmıştır. Sonuç olarak bu aileler yaşadıkları yoksulluk nedeniyle bir arada yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Yapılan gözlemlerde zorunlu göç mağdurlarının çok zor şartlar altında yaşadıkları görülmüştür. Kadınların eşlerinin hiçbirinin düzenli bir işi bulunmamaktadır. Evlerde çalışanlar genellikle genç erkeklerdir. Bu gençler ailelerin yaşadıkları ekonomik sıkıntı nedeniyle çalışmak zorunda kalması sonucu eğitimlerini yarıda bırakmışlardır. Küçük yaştaki çocukların hemen hepsi okula devam etmektedir. Ancak çocukların genel olarak okulda başarıları oldukça düşüktür. Bu aileler içinde Türkçe dilinin konuşulmaması, çocukların Türkçe’yi sadece okulda kullanması, dille ilgili çok ciddi sıkıntılar yaşaması sonucunu doğurmaktadır. Dil probleminin yanı sıra ailelerin yaşadıkları mekânlarda çocukların ders çalışacak bir ortamlarının olmaması da çocukların okuldaki başarılarını düşüren bir diğer nedendir. Çünkü görüşme yapılan evlerde hemen her odanın belli bir amaca uygun olarak kullanıldığı gözlenmiştir. Eğer evde evli erkek çocuklar eşleriyle birlikte yaşıyor ise odalardan birisi ona ve onun eşine aittir. Bazı evlerde birden fazla evli erkek çocuk aynı evde kalmaktadır. Evli olmayan ve evli olan çocukların ve onların çocuklarının bir arada yaşadığı bu evlerde mekânlar da oldukça küçüktür. Bu durum çocukların ders çalışmak için bir ortamlarının olmamasının temel nedenlerindendir. - 95 - Kalabalık olan bu ailelerin çocuklarına maddi olarak bakmakta oldukça zorlandıkları gözlenmiştir. Bu durum çocukların fiziksel özelliklerinden net bir biçimde anlaşılmaktadır. Kışın en soğuk olduğu zamanlarda da sürdürülen görüşmelerde çocukların genellikle bu mevsime uygun olmayan kıyafetler içinde oldukları görülmüştür. Bu çocukların çoğunun sokakta oynarken ya da okula giderken giydikleri ayakkabıları plastik ve oldukça incedir. Çocukların üstünde genel olarak kışlık bir mont vb. yerine üst üste giyilmiş kazak, pijama ya da etekler bulunmaktadır. Bu çocukların üzerindeki giysilerin oldukça eski olduğu da gözlenmiştir. Ayrıca çocukların elbiselerinin eskimişliğinin yanında, saçlarının ve genel olarak tüm dış görünüşlerinin kirliliği de gözlemlenen bir unsurdur. Tüm çocuklar yoğun bir şekilde öksürmekte ve burunları akmaktadır. Bu görüntüleriyle çocuklar, zorunlu göç mağduru ailelerin içinde bulundukları yoksullukları ve yoksunluklarından bir kesit sunmaktadır (bakınız foto: 17–18–19). - 96 - 4. SONUÇ ve DEĞERLENDİRME 1984 yılından sonra ülkemizin Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinde yaşanan çatışmalar nedeniyle birçok köy ve mezra boşalmış ya da boşaltılmıştır. Bu tez çalışması köyleri devlet güçleri tarafından tamamen boşaltılan Hakkârili kadınlarla tamamlanmıştır. Zorunlu olarak köylerinden Van’a göç eden 10 kadın ile sürdürülen çalışmanın sonuçları, çalışmada kullanılan yöntem nedeniyle genellenebilir sonuçlar değildir. Ancak yapılan gözlemler ve literatür çalışması sonucunda görülmüştür ki; zorunlu göç sürecini yaşayan bir çok insan benzer koşullarda hayatlarını sürdürmektedir. Bu tez çalışması 10 adet kadınla yapılan görüşmelere, çok sayıda gözleme ve literatür taramasına dayanmaktadır. Bu üç aşama Yıldırım ve Şimşek’in (1999) nitel bir araştırmanın üç asli unsuru olarak tanımladıkları veri toplama teknikleridir. Çalışmanın sonucunda elde edilen bulgular daha önce de belirtildiği gibi çalışmanın sürdürüldüğü zaman dilimi içinde çalışmaya katılan kadınlar için geçerlidir. Kendi istekleriyle ya da PKK baskısı sonucunda köylerini terk etmek zorunda kalan daha çok sayıda kadın için bu çalışmada söylenenler geçerli olmayabilir. Bunun yanında aynı kadınlarla daha sonraki bir tarihte yapılacak olan benzer bir çalışmanın sonuçları bu çalışma ile paralellik göstermeyebilir. Çünkü bu türden çalışmalar sosyal olayları durağan ve evrensel yapılar olarak görmezken, bunları bireyden bağımsız olarak da değerlendirmez. Bu konuya çalışmanın yönteminin anlatıldığı bölümde daha detaylı değinilmiştir. Üç aşamadan oluşan bu tez çalışması sonucunda elde edilen bulgular şu şekilde özetlenebilir: Görüşmelere katılan kadınlar devlet güçleri tarafından toplu halde köyleri boşaltılan insanlardan bazılarıdır. Bu nedenle kadılar köylerinden göç etme nedenlerini askerlerin köylerini boşaltmalarıyla açıklamaktadır. Kadınlar bu konuda sürekli olarak devlet güçleri ile PKK arasında kaldıklarını vurgulamaktadırlar. Köylerinin askerler tarafından yakılarak boşaltıldığını söyleyen kadınlar o günle ilgili olarak konuşmaktan kaçınmaktadırlar. Bunun yanı sıra sürekli olarak köylerinin yakıldığını ve askerlerin köylerini boşalttığına değinen kadınlar bu olayların - 97 - nedenleri hakkında da detaylı bir şekilde konuşmamaktadırlar. Kadınların bu konuyla ilgili tek açıklamaları askerlerin köylerine korucu olmasını önermeleri sonucunda kendilerinin bunu kabul etmemeleri üzerine köylerinin yakılarak boşaltıldığıdır. Kadınlara sorulan sorular sonucunda anlaşılmıştır ki; kadınlar göç etme kararında etkin olmadıkları gibi göç edilecek yerin seçiminde de etkili olmamışlardır. Kadınlar göçün nasıl gerçekleştirileceği, nereye göç edileceği, kimlerle birlikte göç edileceği gibi konularda da karar süreçlerinin içinde yer almamaktadırlar. Bu nedenle kadınlar bu süreçte erkeklerden daha fazla tabi olan konumundadırlar. Kadınların bu süreçte karar verme mekanizmalarından dışlanmış olmaları onların süreci anlamlandırmasını da zorlaştırmaktadır. Küçükcan ve Köse’nin(2000) de belirttikleri gibi hayatlarının kontrolünü kaybeden, hayatlarına yön verme yeteneklerinden mahrum kalan, can ve mal kaybı yaşayan insanlar yaşadıklarıyla baş edebilmek için kaybettikleri anlamın yerine yenilerini koymak için çabalamaktadırlar. Görüşmeye katılan kadınların da yaşadıkları nedeniyle benzer bir duygusal boşluk içinde oldukları, yaşadıklarını ve hayatlarının tamamını yeniden anlamlandırmaya çalıştıkları görülmüştür. Şöyle ki; kadınlar başlarına gelen olayları bir kader ve tevekkül anlayışı içinde yorumlamaktadırlar. Ayrıca kadınların hayattan beklentileri dünyevi değerlerden çok, iman, ibadet vb. üzerine kurulu dini değerlere dayanmaktadır. Bu yorumlama sayesinde kadınlar yaşadıkları olumsuz süreçleri dini bir anlam dünyası içinden yeniden yorumlamaktadırlar. Kadınlarla yapılan görüşmeler sonucunda görülmüştür ki; görüşmelere katılan kadınlar zorunlu göç sürecinde, sınırlı da olsa bir tür siyasi bilinç sürecine girmişlerdir. Kadınlar duygusal temelde belirli siyasi partilere yönelik bir sempati geliştirmişlerdir. Kentteki kimlik yitiminin bir yansıması olan bu sempati, büyük ölçüde bir “ötekilik” duygusunun yol açtığı sosyo-psikolojik sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. Sempati duydukları siyasi partinin kendilerine değer verdiğine değinen kadınlar aynı zamanda bu hareketin erkeklerini de benzer yönde biçimlendirdiğini savunmaktadırlar. Ayrıca bu siyasal hareket kadınlar için dilini, yolunu, nasıl yaşanacağını bilmedikleri bu yeni yerlerde kendilerini yalnız - 98 - hissetmelerine engel olan bir sosyal ortam da yaratmaktadır. Kadınlar köyde yaşarken genel olarak yaylaya gidip gelmenin dışında başka bir yere gitmemektedirler. Van’a göç ettikten sonra ise Van’ın bilmedikleri bir yer olmasının dışında sosyal baskılar nedeniyle de mekânsal bir hareketlilik yaşamamaktadırlar. Ancak kadınlar siyasi faaliyetlere katılmaya başladıktan sonra sık sık kendilerini ait hissettikleri partinin binasına gidip gelerek, partinin hem şehir içindeki hem de şehir dışındaki faaliyetlerine katılarak daha fazla hareket edebilmektedirler. Görüşmeler sonucunda görülmüştür ki; kadınlar bu süreç içinde kendi etnik kimliklerini ön plana çıkarmaktadırlar. Göç sonrasında etnik kimliklerine daha fazla vurgu yapan kadınlar, bölgedeki ayrılıkçı etnik hareket içinde yer alarak, bu hareketin hem öznesi ve hem de nesnesi olmaktadırlar. Bu hareket sayesinde ikinci sınıf insan muamelesinden kurtulduklarını söyleyen kadınlar hareketin öznesi iken hareketin devamını ve yeniden üretimini sağlayan işlevleri yerine getirerek de nesnesi haline gelmektedirler. Bunun yanı sıra bu türden etnik hareketler Kandiyoti’nin de belirttiği gibi kendisini hem yeni kimlikler lehine geleneksel bağlantıları dönüştürüp eritecek bir proje, hem de müşterek toplumsal geçmişin derinliklerinden gelen saf kültürel değerlerin eritilmesi olarak sunar. Bu her iki eylemde kadınlar üzerinden yürütülür. Ayrıca bu türden hareketler içinde kadınlar etnik ve ulusal grupların sınırlarının yeniden üretilmesinde etkin bir rol oynar. Bu da kolektif kimliğin yeniden üretilmesiyle gerçekleşmektedir. Ancak kolektif kimlik üretildiği oranda diğerleriyle arasına bir sınır koyar. Böylece yeni olanı ve farklı olanı dışlayan bu yaklaşım özellikle zorunlu göçe maruz kalan kadınlar için kente ve kent yaşamına uyum sağlamada ciddi sorunlara neden olmaktadır. Bu durum kadınların sadece yaşadıkları kente değil, aynı zamanda makro ölçekte ulusal süreçlere katılımını da engellemektedir. Şöyle ki; “kadınların cemaatlerin sınır taşları ve toplu kimliklerinin ayrıcalıklı taşıyıcıları olarak nitelendirilmeleri, onların modern ulus devletlerin tam anlamıyla yurttaşları olarak ortaya çıkışlarına olumsuz etkide bulunur.” (Kandiyoti, 1997: 166). Görüşmelere katılan kadınlar genellikle ekonomik sorunlarından bahsetmeyi tercih etmektediler. Hakkâri’de ekonomik anlamda çok daha rahat bir hayat - 99 - sürdüklerini tekrarlayan kadınlar Van’daki yoksulluklarını detaylı bir şekilde anlatmaktadırlar. Kadınlar köyde yaşadıkları dönemlerde kendi kendilerine yeten bir ekonomiye sahip olduklarını anlatmaktadırlar. Orada kendi ürettikleriyle paraya ihtiyaç duymadan geçimlerini sağlayan haneler Van’a göç ettikten sonra geçim kaynaklarının değişmesiyle birlikte ekonomik anlamda oldukça zorlanmaktadırlar. Hane reisinin bu yeni yerlerde gerekli olan bilgi ve becerilere sahip olmaması nedeniyle iş bulamaması sonucu hanenin geçimi; genç erkekler, kadınlar ve çocukların sırtına yüklenmiştir. Bu durum genel olarak çocukların eğitimini engellemektedir. Oldukça kalabalık olan bu ailelerde yetişkin erkeklerin çalışmaması ve haneye giren düzenli bir gelirin olmaması çocukların ailenin geçimini neredeyse tamamen üzerine almasına neden olmaktadır. Benzer şekilde görüşmelerin yürütüldüğü ailelerde de çocuklar çalışmak zorunda olmaları nedeniyle eğitimlerini yarıda bırakmışlardır. Çocukların yanı sıra ailelerin ekonomik olarak geçinmelerinin zorlaşması nedeniyle kadınlar da çalışmak zorunda kalmıştır. Ancak yine onlar da erkekler gibi kent yaşamına uygun bilgi ve becerilerden yoksundurlar. Bu nedenle görüşmelere katılan kadınlardan 2 tanesi açıkça ramazanda zekât topladığını anlatırken, diğerleri de dolaylı yollardan yardım talebinde bulunmuşlardır. Sonuç olarak köylerinde ürettikleriyle geçimlerini sağlayan bu aileler Van’a göç ettikten sonra başkalarının yardımına muhtaç hale gelmişlerdir. Van’a göç ettikten sonra emek süreçlerinde meydana gelen değişimler nedeniyle kadınların gündelik yaşam pratikleri de değişmiştir. Köyde yaşadıkları dönemlerde oldukça etkin bir biçimde hanenin üretiminde katkıda bulunan kadınlar göç ettikten sonra hanenin üretim süreçlerinde meydana gelen daralmalar nedeniyle eski alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bu yeni yaşam biçimi hem yapılan işlerden arta kalan zamanlardan ve hem de haneye maddi olarak bir kazanç sağlayamamanın verdiği sıkıntılarda dolayı kadınların kendilerini bir anlamda değersiz ve işe yaramaz hissetmelerine yol açmaktadır. Kadınların köyde edindikleri becerileri bu yeni yerlerinde kullanamamaları ve burada gerekli olan beceriler için belli bir donanıma sahip olmamaları onların daha da çok içe kapanmasına neden olmaktadır. Tekeli’nin de belirttiği gibi, “göç eden kişinin belli büyüklükteki bir - 100 - yerleşme ya da emek pazarı dışına göç eden kişi olması belli bir topluluğu terk ederek yeni bir topluluk içine girmesi, yeni toplumsal ilişkiler kurmasını gerektirmekte ve çok sayıda uyum sorunu yaratmaktadır.” (1998: 10). Benzer bir durum içinde olan zorunlu göçmenler de uyum sorunu yaşamakta, yaşadıkları uyum sorunlarını ise kendi içlerinde halletmeye çalışmaktadırlar. Peker’in(1999) de belirttiği gibi aileler kendi içlerine kapanarak sadece kendilerine benzeyenlerle ilişki kurarken, sorunlarına da kırdan tanıdıkları aile, akraba ve din kurumu ile çözüm bulmaya çalışmaktadırlar. Uyum sorununa bulunan bu çözüm ise belli bir cemaatleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Bir de buna yerli halkın bu insanlara karşı gösterdiği dışlayıcı ve düşmanca tavır eklenince aileler yaşadıklarının da etkisiyle daha da içlerine kapanmaktadırlar. Böylesi bir yaklaşım ise bu insanlar arasında dışarıdan olanlara karşı güvensizlik yaratmaktadır. “Güvensizlik, hem kişilerin kamusal alanı kullanmalarını engellemekte, hem de özelde bireylerin kişisel yakın ilişkiler geliştirmelerinin önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Bu kişiler, insanlarla iletişime geçmekte güçlük çekmekte ve sorunlarıyla yalnız baş etmeye çalışmaktadırlar. İletişim güçlüğü ve güvensizlik, ayrıca sorunların saptanması ve müdahale edilmesine engel olduğundan, psikolojik/ sosyal/ kültürel problemler çözümsüz kalmaya devam etmektedir.” (www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004). Kadınlarla yapılan görüşmelerde kadınların köyde yaşarken emek süreçlerine ve doğanın ritmine göre hareket ettikleri Van’da ise emek süreçlerinin değişmesi ve şehir hayatına uyum sağlamak zorunluluğu nedeniyle hareket alanları değişmiştir. Köydeyken doğayla iç içe bir yaşam süren kadınlar Van’a göç ettikten sonra yaşadıklarının da etkisiyle yaşamlarını daha çok evle sınırlı geçirmektedirler. Ayrıca gelinen bu yeni yerlere karşı duyulan güvensizlik kendi içlerinde bir denetim kurmalarına neden olmaktadır. Böylesi bir denetim ise öncelikli olarak, namus ve buna bağlı olarak kadın cinselliği üzerinden sağlanmaktadır. Wedel’in de belirttiği gibi, “mahallenin dışına çıkan kadınlar ve kızlar nasıl giyindikleri, kiminle konuştukları vb. konularda çok dikkatle izleniyorlar. Doğru bulunmayan bir davranış, komşular arasında dedikoduya ve kocanın tepkisine yol açıyor. Böylece - 101 - mahalledeki yeni toplumsal denetim, yeni kentsel davranış biçimlerinin gelişmesini zora sokuyor.” (2001: 108). Kadınlar üzerinde kurulan bu denetim ve şehir yaşamının bilinmezliği kadınların dört duvar ile sınırlı bir yaşam sürmelerine neden olmaktadır. Kadınların yaşadıkları ailelerine baktığımızda genel olarak evliliklerin eski alışkanlıklara göre devam ettiği gözlenmektedir. “Kuma”, “berdel”, “levirat” adı verilen ve doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde uygulamalarına sıkça rastlanan evlilik türleri görüşme yapılan ailelerde de görülmektedir. Evliliklerin erken yaşlarda yapıldığı bu ailelerde kadınlar erken ve geç yaşlarda doğum yapmaktadırlar. Kadınların genel olarak doğum kontrol yöntemlerini kullanmamaları ailelerdeki çocuk sayısının oldukça fazla olmasına neden olmaktadır. Özellikle erkek çocuk yerine getirdi işlevler açısından oldukça kıymetlidir. Emeğe dayalı bir aile ekonomisi içinde çocuk emek süreçlerine katılımı açısından değerlendirilmektedir. Özellikle erkek çocuk aynı zamanda ailenin korunup kollanmasında bir güç kalkanı görevi görmektedir. Ayrıca ata soyuna dayalı bir aile yapısı içinde erkek soyun devamı anlamına da gelmektedir. Bunun yanı sıra çocukların Kürt soyunun devamı olarak algılanması çocuk sahibi olmaya politik bir de anlam yüklenmesine neden olmaktadır. Tüm bu nedenler yüzünden çocuk ama özellikle erkek çocuk kadınların da çevrelerinde sosyal statülerinin artmasına neden olmaktadır. Çocuk sahibi olmak konusunda yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra zorunlu göçe maruz kalmış kadınların doğum kontrol yöntemlerinden faydalanmamalarının özel nedenleri de bulunmaktadır. Bu kadınların doğum kontrolüne yönelik olarak resmi kurumlardan yardım almamalarının farklı nedenleri bulunmaktadır. Öncelikli olarak bu kadınların resmi kurum ve kuruluşlardan yardım alacak bilgi ve deneyimden yoksun olması, bu kurumlarla iletişime geçebilmek için gerekli olan Türkçeyi bilmiyor olmaları onların buralardan uzak durmasına neden olmaktadır. Bu kurumlara başvurmada gerekli olan belgelerden ya da paradan yoksun olmaları da bir diğer nedendir. Ayrıca herhangi bir resmi kuruluşa gittiklerinde gerek Türkçe bilmemeleri, gerek giyim kuşam gibi dış görünüşleri nedeniyle kendilerini farklı hissetmekte ya da farklı hissetmelerine neden olunmaktadır. Wedel kırsal alandan - 102 - göç eden Kürt kökenlilerin okul eğitimi eksikliğinin, İstanbul’da Türkçe eksikliğine de neden olduğuna değinmektedir. Ona göre bu durum bilgi alışverişini, bürokrasiyle yapılacak işlerin yapılmasını, aynı zamanda kentin eski yerleşikleri ile ilişkiye geçmeyi zorlaştırmakta ve resmi dairelerde, doktora gidildiğinde ve iş yerlerinde ayrıma uğramaya ve aşağılanmaya neden olabilmektedir. “Formel eğitim almamış olmak, kurum ve organizasyonlarla ilgili deneyim eksikliği çok sayıda kadının özgüven eksikliği çekmesine yol açıyor; hiçbir şey bilmediğini ya da gerektiği gibi bir dil ve formda konuşmadığını düşünüyor bu kadınlar. Çok sayıda kadın, kamu kuruluşlarında, örneğin hastanelerde ya da belediyede, köylü giysileri ya da lehçeleri nedeniyle ayrıma uğradıklarını söylüyor. Kamusal alanlar ilkece herkese açık olsa da onlar buraları modern, kentli ve eğitimli kadın tipiyle birlikte düşündüklerinden yadırgıyorlar.” (2001: 106–107). Modern kurumların tek bir tipe göre tasarlanması nedeniyle kendilerini öteki hissetmeleri onların genelde tüm kurumları, özel de ise sağlık kurumlarını kullanmalarını engellemektedir. Görüşmelere katılan kadınlar köylerine geri dönmek konusunda ise oldukça net fikirlere sahiptirler. Geçmişi özlemle anan kadınlar köylerini çok fazla özlediklerini vurgulamaktadırlar. Buna rağmen köylerine geri dönmeyi belli şartlar yerine getirilirse istemektedirler. Bunlardan en önemlisi köylerinde güvenliğin sağlanmasıdır. Eskisi gibi çatışmalar olursa, olaylar yaşanırsa geri dönmek istemediklerini belirtmektedirler. Devlet tarafından güvenliklerinin sağlanmasının yanında kendilerine maddi yardım yapılmasını da talep etmektedirler. Yaşanacak yerleri ve hayatlarını sürdürecek geçim kaynakları yok olan bu insanlar güvenliklerinin sağlanmasının yanında yaşamlarını sürdürmeleri için gerekli olan temel ihtiyaçlarının karşılanmasını da istemektedirler. Bir taraftan bu istekleri yerine getirilse bile gitmek istemediklerini söyleyen bu insanlar geçmiş günlerin tekrar aynı güzellikte yaşanacağına olan umutlarının kırıldığını da dile getirmektedirler. Belirli bir planlamadan yoksun ve zorlama bir şekilde köyleri boşaltılan bu insanlar oldukça kısa bir süre içinde yıllardır yaşadıkları topraklarından koparılmıştır. Resmi rakamlara göre 378334 kişi yaşamlarında köklü değişikliklere neden olan zorunlu göç sürecini yaşamaktadır. Göçün bir süreç olarak algılanması - 103 - nedeniyle zorunlu göçe maruz kalan kişi sayısının sadece bu kadarla sınırlı kaldığı düşünülmemektedir. Süreç olması nedeniyle göç bir sonraki kuşakları da derinden etkilemektedir. Sosyal, kültürel, ekonomik pek çok soruna neden olan zorunlu göç süreci oldukça geniş bir kitleyi etkilemektedir. Belli bir yere yerleşmek zorunda kalan bu insanlar yeni yerlerde gerekli olan araçlardan yoksun, dolayısıyla buraların sunduğu olanaklardan mahrum bir şekilde oldukça zor şartlarda yaşam mücadelesi vermektedirler. Tercih etmedikleri bir durumu yaşamak zorunda kalan bu insanlar gittikçe keskinleşmekte ve uçlara doğru kaymaktadırlar. Böylesi bir durum ise kent yaşamından ve ulusal süreçlerden daha da uzaklaşmaya neden olmaktadır. Burada farklılıklarıyla yapılması kabul gereken etmek ve zorunlu onları göç sürecini kendi özgün yaşayan durumları insanları içinde değerlendirebilmektir. Zorunlu göçe maruz kalmış olmak birçok ortak sorunu beraberinde getirirken göçmenlerin kendi içinde farklı bireyler olması nedeniyle farklı sorunları olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Süreç içine cinsiyetçi bir bakışla bakmak, çocukları ve gençleri kategorize etmek oldukça önemlidir. Bu insanların özgün sorunlarını kabul etmek onların farklılığını kabul etmek anlamına gelmektedir. Ancak sadece farklılığı kabul etmek yeterli gelmemekte, kendi çıkarlarını savunmasını da kabul etmek gerekmektedir. Burada önemli olan ötekine karşı müsamaha gösterebilmektir. “Müsamahaya, farklılığın kabullenilişinden öte, ancak bir arada yaşama söz konusu olduğunda ihtiyaç duyulmakta… müsamahaya, monolog eğilimlerine karşı konulmaya çalışılarak bir diyaloga gerek duyulduğunda muhtaç olunmakta; müsamahaya yalnızca ötekinin öteki olduğu kabul edildiğinde de değil (bu da yetmez), ötekinin çıkarlarının meşru olarak algılandığı; dahası ötekinin de çıkarlarını gütmeye hakkı olduğuna ve buna saygı gösterilmesi gerektiğinin farkına varıldığında ihtiyaç vardır.” (Z. Bauman, 1992, xxi’den aktaran Demirtaş, Diken, B. Gözaydın, 1996: 43). - 104 - KAYNAKLAR Akşit,B., (1998), “İçgöçlerin Nesnel Ve Öznel Toplumsal Tarihi Üzerine Gözlemler: Köy tarafından Bir Bakış”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Altuntaş, B., (2003), Mendile, Simite, Boyaya, Çöpe…: Ankara Sokaklarında Çalışan Çocuklar, İstanbul: İletişim Yayınları. Arı, K., (1999), “Türkiye’de Mübadele Dönemi Toprak Mülkiyeti ve Tarımda Değişim”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Bilgili, A., Aydoğan, F., Güngör, C., (1996), “ Doğu Anadolu Bölgesinde Zorunlu Göç Olgusunun Sosyolojik Çözümlemesi: Van Örneği”, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, (Toplum ve Göç), Mersin: Sosyoloji Derneği. Bozkurt, N., (2000), Denizi Kurutmak, Dünden Bugüne Zorunlu Göç ve İskan Politikası, İstanbul: Belge Yayınları. Demirtaş, S., Diken, B., Gözaydın, İ.B., (1996), “Mekan ve Ötekiler”, Defter, İstanbul: Metis Yay., 1996, 9/28: 39-44 Dikeçligil, B., (2000), “Sosyolojide Metodolojik Farklılaşma ve Metodlar Arası İşbirliği”, Yeni Sosyolojik Arayışlar; Dünyada ve Türkiye’de FarklılaşmaÇatışma Bütünleşme-II, Ankara: Sosyoloji Derneği. Erman, T., (1998), “Göç Olgusunda Kalitatif Yöntem Olarak Etnografik Araştırma: Bir Gecekondu Araştırmasının Düşündürdükleri”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Erder, S., (1995), “Yeni Kentliler ve Kentin Yeni Yoksulları”, Toplum ve Bilim 66: 106-118. Gökçe, B., (1990), “Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, TC. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Aile Yazıları:4, Evlilik Kurumu ve İlişkileri, Bilim Serisi: 5/4, Ankara. Göktürk, A., (1996), “Zorunlu Göç ve Bir Kent: Diyarbakır”, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, (Toplum ve Göç), Ankara: Sosyoloji Derneği. Gündüz, M., Yetim, N., (1996), “Terör ve Göç” II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, (Toplum ve Göç), Ankara: Sosyoloji Derneği. Işık O., Pınarcıoğlu, M., (2003), Nöbetleşe Yoksulluk, İstanbul: İletişim Yayınları. Harding, S., (1996), “Feminist Yöntem Diye Bir Şey Var mı?”, Farklı Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, İstanbul: Sel Yayıncılık. - 105 - İçduygu, A., Sirkeci, İ., (1999), “Cumhuriyet Dönemi Göç Hareketleri”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. İçduygu, A., Sirkeci, İ., Aydıngün, İ., (1998), “Türkiye’de İçgöç ve İçgöçün İşçi Hareketine Etkisi”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. İçduygu, A., Ünalan, T., (1998), “Türkiye’de İçgöç: Sorunsal Alanları ve Araştırma Yöntemleri”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. İlkkaracan P., (1998), “Doğu Anadolu’da Kadın ve Aile”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. İlkkaracan, İ., İlkkaracan, P., (1999), “1990’lar Türkiye’sinde Kadın ve Göç”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Kağıtçıbaşı, Ç., (1998), “Türkiye’de Kadının Statüsü: Kültürler Arası Perspektifler”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Kandiyoti, D., (1997), Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, İstanbul: Metis, Kadın Araştırmaları, İletişim Yayınları. Kayacan, G., (1999), “Kızıltepe’den İstanbul’a… Kemerburgaz ‘Çadır Köyü’”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Köse, M. R., Çolak, Ö. F., Dayıoğlu M., (2000), TC. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı-ILO-IPEC Projesi, “Türkiye’de Çocuk İşgücünü Sona Erdirmeye Yönelik Analitik Bir Çerçeve”: Ankara. Küçükcan, T., Köse, A., (2000), Doğal Afetler ve Din, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Marshall, G., (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Mies, M., (1996), “Feminist Araştırmalar İçin Bir Metodolojiye Doğru”, Farklı Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, İstanbul: Sel Yayıncılık. Nagel, J., (2004), “Erkeklik, Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik”, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayınları. Oktik, N., (1996), “Köyün İticiliği-Kentin Çekiciliği”, II. Sosyoloji Kongresi (Toplum ve Göç), Mersin: Sosyoloji Derneği. Özbek, M., (1998), “Mekânsal Kültürel Haritalar: İstanbullu Öğrencilerden Yaşam ve Göç Öyküleri”, Defter 11; 32: 109–129. Kadın Özcan, Y. Z., (1998), “İçgöçün Tanımı ve Verileri ile İlgili Bazı Sorunlar”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. - 106 - Peker, M., (1999), “Nüfus Politikasındaki Değişim ve Nüfusumuzdaki Dönüşümler”, Bilânço 1923–98 (II. Cilt), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Peker, M., (1999), “Türkiye’de İçgöçün Değişen Yapısı”, 75 Yılda Köylerden Şehirlere, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Sevim, Ö., Y., (2000), “Terör Nedeniyle Elazığ’a Göç Edenlerin Sorunları Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Elazığ. Sezal, İ., (1996), “Göçler ve Şehirleşemeyen Şehirler”, II. Sosyoloji Kongresi (Toplum ve Göç), Mersin: Sosyoloji Derneği. Tekeli, İ., (1998), “Türkiye’de İçgöç Sorunsalı Yeniden Tanımlanma Aşamasına Geldi”, Türkiye’de İçgöç, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Van Bruinessen, M., (2002), Kürdistan Üzerine Yazılar: İstanbul: İletişim Yayınları. Van Bruinessen, M., (2003), Ağa, Şeyh, Devlet, İstanbul: İletişim Yayınları. Wedel, H., (2001), İstanbul Gecekondularında Kadınların Siyasal Katılımı, İstanbul: Metis, Kadın Araştırmaları14. White, J.B., (1999), Para ile Akraba, İstanbul: İletişim Yayınları. Yalçın-H., L., (1995), “Aşiretli Kadın: Göçer ve Yarı-Göçer Toplumlarda Cinsiyet Rolleri ve Kadın Stratejileri”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayınları. Yalçın-H., L., (2002), Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri, İstanbul: İletişim Yayınları. Yalçın-H., L., Van Gelder, P., (2004), “90’larda Türkiye’de siyasal söylemin Dönüşümü Çerçevesinde Kürt Kadınlarının İmajı: Bazı Eleştiriler Değerlendirmeler”, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayınları. Yıldırım, A., Şimşek, H., (1999), Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri, Ankara: Seçkin Yayınevi. İnternet Erişim Adresleri ve Tarihleri: Altuntaş, B., “Kürt Göçü Entegrasyon mu Seperesyon mu?”, www. bianet. org. 02.08.2003 Başak Sanat Vakfı, “SES-ÇIK (Sorun Etme Sahip Çık) Projesi Sonuç Raporu”, www. basaksanatvakfi. org. 05.10.2004 - 107 - EKLER/FOTOĞRAFLAR FOTO 1 Bu fotoğrafta Nezahat’in hastaları iyileştirmek için kullandığı şifalı otlar bulunmaktadır. Otlarla birlikte masaj da uygulayan Nezahat’in bu uğraşı göçten sonra tüm ailenin geçim kaynağı haline gelmiştir. - 108 - FOTO 2 - 109 - FOTO 3 - 110 - FOTO 4 2–3 ve 4 numaralı fotoğraflarda görüşme yapılan kadınların evlerinin duvarlarını yaptıkları el işleriyle süsledikleri görülmektedir. - 111 - FOTO 5 FOTO 6 5 ve 6 numaralı fotoğraflar görüşme yapılan kadınların doğa özlemini ve sevgisini anlatır niteliktedir. - 112 - FOTO 7 Bu fotoğrafta Van’a göç ettikten sonra da hanenin emek süreçlerine katılımı açısından çocukların anlamında bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. Ancak burada farklı olan hanenin emek süreçlerinde yaşanan değişimdir. - 113 - FOTO 8 - 114 - FOTO 9 - 115 - FOTO 10 - 116 - FOTO 11 8–9–10 ve 11 numaralı fotoğraflar görüşme yapılan kadınlardan bir tanesinin mutfak ve banyosuna ait görüntülerden oluşmaktadır. - 117 - FOTO 12 Bu fotoğrafta oturmak ve gerektiğinde yatak olarak kullanmak amacıyla yere konulmuş minder ve yastıklar görülmektedir. Ayrıca üst üste serilmiş kilim ve halılar da dikkat çekmektedir. FOTO 13 - 118 - FOTO 14 FOTO 15 - 119 - FOTO 16 - 120 - FOTO 17 FOTO 18 - 121 - FOTO 19 - 122 - ÖZET Bu çalışma terör ve güvenlik nedeniyle genelde Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin kırsal yerleşim birimlerinden, özelde ise Hakkâri’den Van’a doğru kitlesel ve zorunlu olarak gerçekleşen göç sürecini, süreci yaşayan kadınlar açısından ele almaktadır. Bu sürecin kadınlarca nasıl yaşandığını ve değerlendirildiğini anlamak amacıyla öncelikli olarak Hakkâri’den Van’a göç etmiş az sayıda kadınla derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilmiş, daha sonra benzer süreçleri yaşayan farklı kadınlarla yapılmış çalışmalar araştırılmıştır. Aynı süreci yaşayan kadın ve erkeklerin farklı deneyim ve algılamalara sahip olacağı savından yola çıkılarak oluşturulan bu çalışmada niteliksel araştırma teknikleri kullanılarak az sayıda kadının göç sürecini nasıl yaşadığı, bu süreci nasıl etkilediği anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu çalışma beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde çalışmanın konusu ve amacı, çalışmanın yöntemi ve sorunlarına değinilmiştir. Literatür taramasına dayalı olan göç başlıklı ikinci bölümde ise kavram olarak göç, göç analizleri, göç türleri, genel olarak Türkiye’de göç hareketleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu göçünün özgünlüğü ve kadınların göç süreci içinde değerlendirilmesiyle ilgili alt bölümler yer almaktadır. Görüşmeler sonucunda elde edilen bulguların değerlendirilmesinden oluşan üçüncü bölüm kaset çözümlemelerinden elde edilen sonuçların yorumlandığı bölümdür. Bu bölümde kadınların göç sürecini nasıl anlattıklarına, süreç içinde neler hissettiklerine, göç sonrasında ne gibi değişimler yaşadıklarına değinilmiştir. Bunların yanı sıra kadınların aileleri, evlenme biçimleri, çok çocuk sahibi olmaları ve bunun nedenleri gibi konulara da değinilmiştir. Saha çalışmasında yapılan gözlemlerden oluşan dördüncü bölümde ise görüşme yapılan kadınların ve benzer koşullarda yaşayan zorunlu göçe maruz kalmış diğer ailelerin evleri, mahalleleri, yoksullukları anlatılmıştır. Sonuç ve değerlendirme bölümü olan beşinci bölümde yapılan literatür çalışması, görüşmeler ve gözlemlerle birlikte varılan sonuçlar değerlendirilmiş ve sunulmuştur. - 123 - ABSTRACT The purpose of this thesis is to study compulsory mass migration in the East and Southeast Anatolia necessitated by terror and related other security reasons. By using qualitative research techniques in the field, women experiences of migration from rural Hakkari to the poverty stricken quarters of Van were thoroughly examined and analysed in the study. Since gender differences let man and woman experience the same social reality differently special attention is given to the evaluation of migration from the perception of women who participated in the process. The present study is organised into 5 chapters. The introductory Chapter 1 provides a general framework on the purpose of the subject, its methods and research techniques and limits and problems related to the subject and the methods employed. Chapter 2 starts with a brief account of literature survey on the subject and goes on to deal with the conceptual analysis of migration and its variations, migration and type of migrations in Turkey, and the unique character of migration in the East and Southeast Anatolia with special reference to the roles of women in the process. Findings from the fieldworks are discussed and evaluated in Chapter 3. There, special attention is given to women perceptions of migration with particular reference to what they felt during the migration and what kind of changes have they undergone in their lives afterwards. Chapter 4 provides additional information and evaluations based on the researcher’s observations in the field depicting the poverty stricken districts in which the immigrants have settled and the houses they lived in. Chapter 5 contains a general conclusion.