Untitled - Erciyes Üniversitesi Akademik Bilgi Sistemi

Transkript

Untitled - Erciyes Üniversitesi Akademik Bilgi Sistemi
KITLIK VE YOKLUKLARIYLA 1940’LAR
HATIRALAR, HATIRLANANLAR
RÖPORTAJLAR
Editör:
Dr. İbrahim E. Bilici
REMEMBRANCE AND M E MORI E S OF
FAMI NE, DROUGH T, AND PO VE RT Y I N T H E 1 9 4 0 s
- I N T E R V I E W S -
Memory and Hi S tory
K a h t ۞ K a h t ü G a l â ۞ I l l e t – i G a l â ۞ F ı k d â n
ÖNSÖZ
Günümüzün şartları ile çok çok farklı olan eski zamanlarda yaşamış insanların çocukluk ve gençlik yıllarından geriye kalan acı-tatlı hatıraları ve hayat
tecrübeleri; bugünün değerlendirilmesi ve geleceğe bakışta büyük bir önem arz
etmektedir. Zaten kıt olan paranın önemsenmediği, sosyal ilişkilerin yardımlaşma, (imece) dayanışma, komşuluk ve hatır gibi yüksek insani değerlere dayandığı eski günlerden bugünlere olan değişimi ortaya koyan bu seri röportajlarda okuyucu, hem geçmişi daha iyi anlayacak, hem de geçmişle günümüzün
karşılaştırmasını kendi iç dünyasında yapacaktır.
2014 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Röportaj Teknikleri Dersi kapsamında öğrencilerim bu eserde yer alan röportajları
yaptı. Birer birer sessizce aramızdan ayrılan 1935 ve öncesi doğumlu insanlarla
yaptığımız röportajlarda, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki hatıralarını sorduk.
Derste böyle bir uygulama yapma fikrini doğuran faktör, yaşlı ve bilge bir
yakınımı 2013 yazında kaybetmem oldu. Kendisine mesleğinin tarihine dair
sorular soracak, bir tür sözlü tarih çalışması yapacaktım. Ama o artık aramızda
değil, gidenler de asla geri dönmüyor.
Öğrencilerimle birlikte bu röportajlar dizisi için standart sorular hazırladık,
röportajları yaptık. Röportaj sorularını hazırlarken teorik olarak soru sorma
sanatının önemi üzerinde durmuştuk. Röportajları yaparken ise; bir röportaj
için soru sorma sanatının ne denli hayati bir öneme sahip olduğunu fark ettik.
[learning by doing] Standart sorulara ilave güçlü ve tam isabet sorular, çok değerli detayların ortaya çıkmasını sağladı. Aciliyet kesbeden başka işlerin araya
girmesi yüzünden, fazlaca bir gecikmeyle röportajların ön elemesini ve metin
düzenlemesini yapıp yayına hazırladım, grafik çalışmalarını öğrencilerimle
birlikte yaptık, uzun süren bir çalışma süreci neticesinde bu eser ortaya çıktı.
4
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
Ülkemizde 1940’lı yıllara dair bir tarafta topluma malolmuş hatıralar, diğer
tarafta da röportaj yaptığımız insanların hatırladıkları vardır. Bu eserde, bu
hatıralara ve röportaj yaptığımız insanların hatırlayabildiği kadarıyla kişisel
hatıralarına yer verilmiştir.
Bu röportajların sesli veya görüntülü kayıtlarının çözümlenmesi yapıldıktan sonra arşivlenip saklanmaktadır. Bunların çözümlemesini kullanırken,
ihtiyaç hissettikçe kayıtları da takip ettik. Kaynak kimi zaman beklenmedik,
‘yayınlanabilir olmayan’ ifadelerde de bulundu. Teknik olarak bu röportajın
bir güçlüğüdür. Anlaşılırlığı sağlamak için boşlukları doldurmak veya usandırmamak için fazlalıkları atmak gerekebilmektedir.
Kitabı oluşturan metinde küçük yazı puntosu kullanıldı. Ancak, yazıların
puntosunun küçük olmasına aldırış etmemek gerekir. Gençler zaten okuyabilir, yaşlı insanlarımızı da minik yazıları okumak için yormamalıyız. Gençler
okusun, yaşlılarımız da dinlesin, baş başa geçmişin hatıralarını hatırlayıp yad
etsinler. Bu kitap, günden güne birbirine yabancılaşıp birbirini anlayamayan,
ayrı dünyalarda yaşayan gençler ile yaşlılar arasında bir köprü, samimi bir muhabbet vesilesi olsun.
* * *
Aç bir çocuğu, açlıkla mücadele eden, çocuklarını besleyemediği için kendini kaybetmiş bir anneyi; alıştığı yaşamı alt üst olmuş yaşlı bir insanı; kıtlığın
ve açlığın kurbanlarını görünce neler hissederiz? Eğer aynı durum bizim başımıza gelmemişse, bir tür üstünlük psikolojisi içinde kendimizi böylesine kötü
bir felakete karşı koruyabilme akıllılığına sahip olduğumuzu düşünebiliriz.
Oysa bizden üç beş kuşak önceki atalarımız bunu yaşamış ve kolektif hafızamız bunu unutmuş olabilir. Böyle bir durumda, açlık ve kıtlığı aynı ülke içinde
veya başka ülkelerdeki ‘başkalarının’, ‘ötekilerin’ sorunu olarak görme eğilimi
gösterebilir, kendimize ‘hiç yakıştıramayız’(Vaux 2001:1). Aslında yakın tarihimizde görüldüğü gibi kıtlık ve açlık, sadece bugün haberlerde haberdar olduğumuz geri kalmış ülkelerde değil, güçlü ve varlıklı ülkelerin de geçmişinde
derin izler bırakmıştır.
Geçmişini bilmeyen geleceği göremez. Geçmişi bizzat yaşamış insanların
ağzından, birinci el kaynaktan öğrenmek suretiyle geleceğe daha iyi hazırlanabilmek, elimizdeki varlıklarımızın kıymetini bilmek için bu röportajları yaptık
ve kitap olarak sunduk.
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
5
Artık hayatta hiçbir korku ve kaygıları kalmamış olan yaşlı insanlar; kendilerince, içlerinden geldiği gibi röportaj verdiler... Biz de bu dönemi anlayıp
aktarabilmek için, ilk ağızdan aldığımız bilgilere, parantez içinde bir takım
açıklamalar ilave edip anlamı bozmadan konuşma dilindeki cümleleri yazı dili
için daha uygun hale getirip ne dedilerse olduğu gibi aktarmayı seçtik. Sadece
taraf ve tartışmalı konulardaki, siyasi konulardaki bir takım kişisel yaklaşımlara yer veremedik. Zaten konunun tartışmalı boyutları bu röportajın amacının
dışındadır. Özellikle vurgulamak gerekirse, yaşlı insanların anlattığı anılar hoşumuza gitsin veya gitmesin, beğenelim veya beğenmeyelim, gurur veya utanç
duyalım, her ne olursa olsun meslek ahlakına sadık kalarak, anlamı olduğu gibi
aktarmaya çalıştık.
Röportajlarda geçen sözlü iddia ve bilgilerin pek çoğunun doğruluğunu
sabit kaynaklardan kontrol etme şansı yoktur ancak; röportajlardan toplanan
bilgilerin büyük çoğunluğu birbiriyle benzerlik göstermektedir. Bu durumda
pek çok kişi aynı veya benzer şeyleri söylemişse, doğruluk olasılığı artmaktadır. Kaldı ki, yaşı kemâle ermiş, farklı beklentiler içinde olma ihtimali zayıf
olan insanların dezenformasyon verme olasılığı çok düşüktür. Gerçi röportajlarda, genelden farklı yaklaşım ve tecrübelere sahip kişilere de rastlandı. Örneğin verdiği röportajda emekli bir doktor, yokluk ve kıtlıkları pek fazla sorun
olarak görmüyordu. Toplumun alt tabakası yokluğu sonuna kadar yaşarken,
toplumun üst kesimleri bu durumlardan çok etkilenmemişti.
Kıtlık ve yokluk yıllarını, o yılları yaşayan insanların ağzından aktaran bu
röportajların yapılmasının temel amacı, döneme ait negatif bir imaj oluşturmak
değil, geçmişteki onca zorluğa rağmen, milli mücadelemizden itibaren insanlarımızın nasıl ayakta durmak için çaba göstererek, bugünlere nasıl geldiğini
gözler önüne sermektir. Bu sayede, geçmişte yaşanan zorluklar karşısında bugünkü kolaylık ve rahatlıklar içinde sorunsallaştırıp üzüldüğümüz pek çok konunun, aslında ne kadar basit ve önemsiz şeyler olduğunun farkına varmaktır.
Bu röportaj serisinde tahminimizin çok ötesinde acı, acıtıcı tablolar ve unutulmuş toplumsal manzaralar ortaya çıktı. Bu kadar zorluklar yaşanmış olabileceğini başlangıçta tahmin bile etmiyorduk. Bu çalışma, bugünkü imkanlar
içinde daha çok çalışarak, birlik ve beraberlik içinde büyük işler başarmak için,
özellikle gençlerimizin hayatın zorluklarına karşı daha direnç ve dayanıklılıkla, moral ve motivasyonlarının artması için geçmişteki zorlukları görüp yüzleşmeleri yararlı olacaktır. Savaşlar ve doğal afetlerden geçip gelmiş o insanlar
ayağa kalkabildiler ise, bizim daha daha büyük atılımlar yapmamız beklenir.
6
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
Geçmişimizden bize birer armağan ve hatıra olan yaşlı insanlarımızdan,
tarihimizden öğreneceğimiz çok şey var. Bu yüzden, bu kitap özellikle gençlere
hitap etmektedir. Çünkü gençlerin geçmişimizden ders çıkartıp geleceğe hazırlanmaları gerekmektedir.
* * *
2006 yazında Ankara’da kuraklık vardı... Taşıma suyla duş alıyorduk. O
yaz belki de toplum olarak suyun ilk defa ciddiyetinin farkına vardık. Çimlerin suyu kesilerek su tasarrufuna başlandı, dev gibi küvetler karga tulumba
yollara döküldü. 2014 yazında İç Anadolu’dan İstanbul çevresine birçok yerde
yine su sıkıntısı yaşandı, baraj ve göllerde kuraklık çanları çalmaya başladı. Su
tasarrufu konusu yine gündeme geldi. Su olmazsa, ekmeğin de, yemeğin de
olmayacağı fark edildi.
Bugüne bakınca, çeşitli yayın organlarında ülkemizdeki ekmek israfı konusu sık sık gündeme gelmektedir. Yokluk, kıtlık, kuraklık dönemlerini yaşayıp
aramızdan ayrılmış, toprak garibi olmuş, unutulup gitmiş insanlar; acaba bu
yayınları görselerdi nasıl şaşırır, ne düşünürlerdi? Yaşlı insanlarımızdan biri
şöyle demiş: “Çok israf ediliyor evladım. Eğer Türkiye bizim o dönemde yaşadığımız gibi yaşasa, Türkiye bir senede süper devlet olur.”
* * *
Soruların hazırlanmasından röportajların tamamlanmasına emeği geçen
tüm öğrencilerime ve özellikle Aykut Gümüş’e; eserin ortaya çıkmasında çeşitli
katkıları bulunan değerli meslektaşlarıma teşekkür ederim.
Derste öğrencilerime röportaj eğitimi vererek, röportaj sorularından metin
düzenlemesine bu eserin ortaya çıkmasına az çok emek vermiş bir kişi, bir editör olarak; bu esere olan katkımı öncelikle kıtlık yıllarına katlanıp bizlerin yetişmesi için cefa çekmiş atalarımıza, zor durumda kalan insanlarımıza yardımcı
olmaya çalışanlara; diğer taraftan da eşime ithaf ediyorum.
Dr. İbrahim E. Bilici
Nisan 2015, Kayseri
Giriş
1940’larda Türkiye ve Bazı Ülkelerden
Kıtlık ve Yokluk Manzaraları
Sanayi Devrimi’nden sonra endüstrileşmiş ülkelerde üretim daha istikrarlı
hale gelmişti. Motor teknolojilerinin gelişimiyle nüfusun ihtiyacından fazlasının üretilebilir olması nedeniyle kıtlık görülmüyordu. Hayati gereksinimlerin
ve üretimin aksadığı savaş ortamları bunun istisnası oldu. Eskiden doğal afetlerin neticesi olarak ortaya çıkan kıtlık ve yokluk; yirminci yüzyılda savaş sebebiyle de ortaya çıkmaya başladı. Topyekün savaşlar bedenleri ve beyinleri felç
etmekle yetinmedi, kitleleri midelerinden de vurdu.
İnsanlık tarihi boyunca açlık, yokluk ve yoksun kalmak; toplumlarda derin
yaralar açmış ve kolektif hafızalarında derin izler bırakmıştır. Yaşlı dünyanın
pek çok yerinde büyük kıtlık ve açlıklar yaşanmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede yaşanan kıtlıklar tarihin
kaydı altındadır. Bu kitapta ülkemizde ve benzer dönemlerde başka ülkelerde
yaşanmış kıtlık ve yokluklar gözden geçirilmiştir.
Bu eseri oluşturan metnin ana gövdesini, 1935 ve öncesinde doğmuş insanlarla İkinci Dünya Savaşı yıllarına tekabül eden 1940-1945 yıllarında yaşanan kıtlıklar ve yokluklara dair yapılan röportajlar oluşturmaktadır. 99 adet
röportaj yapılmış, bunların dörtte üçü yayınlanabilecek nitelikte bulunmuş ve
74 röportaj bu kitapta yerini almıştır. Kitaptaki röportajlarda yer alan bilgiler,
dünya savaşları arasında kalan, üstüne bir de özellikle Orta Anadolu’da kıtlık
ve yokluk eklenen 1940-1945 yılları arasındaki dönemi bir şekilde yaşamış insanların hatıralarına dayanmaktadır.
Bu çalışma, geçmişteki vaziyetlere sadece tepeden (yöneten, fail, aktörler,
üst sınıf) değil, aşağıdan da bakmaktadır. Genel karakteristiği itibarıyla bura-
8
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
daki anlatı, E.P. Thompson’ın Aşağıdan Tarih [history from belov] anlayışı, sıradan halk tabakasının bakış açısı [people’s history], toplumun alt tabakalarının anlattığı
tarih [history from the bottom up] ve toplum tarihi [social history] gibi, çeşitli tarih
yazımı tanımlamalarının (kısmen veya büyük oranda) içinde yer almaktadır.
Çünkü, tıpkı buradaki röportajlarda olduğu gibi habercilik, gazetecilik ve tüm
medya; toplumun sadece üst katmanlarını değil, aynı zamanda alt katmanlarını da işler, öncelikle orta seviyeye hitap eder.
Bir dizi röportajın neticesinde ortaya çıkan, kısmi olarak sözlü tarih, iktisat
tarihi veya sosyal tarih araştırması niteliklerini de barındıran bu eserde, yakın
geçmişimizden ders çıkartmak, geçmişimizle bugün arasında köprü kurup geleceğe dönük projeksiyonlar ortaya koymak, aynı zamanda geçmişimize dair
kolektif hafızamızı tazelemek amaçlanmaktadır.
Kıtlık ve Yokluk Yıllarındaki Genel Vaziyet
Bir toplumda yiyecek bolsa ve devamının geleceği garanti görülüyorsa, yiyecek ve tarım konusu sadece çiftçiler, alandaki uzmanlar ve karar alıcıların
arasında konuşulmaya değer bir konudur. Ancak, eğer aniden yiyeceğe erişme
imkanı kısıtlanır veya dengesiz hale gelirse, önem arz etmeye başlar. Her şeyin ötesinde, bundan daha önemli bir konu yoktur ve diğer konuları konuşmak gereksizdir. Bu yüzden kitlelerin yiyecek konusuna ilgisi çok değişkendir,
bir nesil kıtlık yaşamışsa, sonraki kuşaklar bunu hatırlamaz bile(Perkins J. H.
1997:124-125).
Tarihteki veya öteki toplumlardaki kıtlık ve yokluk günümüzün bireyselleşmiş ve yer yer bencilleşmiş toplumlarında üstlenilmez ve ‘başkalarının sorunu’ olarak görülür. Bu ayrışma ile John Perkins (Her ne kadar başka bir bağlam
içinde olsa da) şöyle yüzleşmektedir(Perkins J. 2004:46):
”Aç gözlülüğü ve bencilliği bırakın. Sizin muhteşem hayatınızın dışında da bir dünya var, farkına varın. Başkaları açlıktan ölürken, siz arabalarınızın benzinini düşünüyorsunuz. Bebekler susuzluktan ölürken,
siz moda dergilerindeki son tasarımların peşindesiniz. Fakirliğe gark
olmuş insanların hıçkırığını duyun.“
Kuraklık başta olmak üzere çeşitli doğal afetler, salgın hastalıklar, savaşlar
ve benzeri çeşitli faktörler, ansızın ortaya çıkıp toplumun tüm dengelerini alt
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
9
üst eden kıtlık1 ve yokluğa sebep olabilmektedir. Bunun neticesinde göç hareketleri, karaborsacılık ve yiyecek fiyatlarının artışı, aç kalan insanların hayatta
kalmak için normal olmayan beslenme yollarına sapması gibi çeşitli istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmaktadır(Gül 2009:145).
Yirminci yüzyıldan önce ‘savaş’; profesyonel askerlerden oluşan ordular
arasında cephede gerçekleşirdi. Önceki savaşlar, yirminci yüzyıldaki savaşlar
kadar yıkıcı değildi. Kullanılan silahlar savaş alanını tahrip etse bile, cephe gerisindekileri doğrudan etkilemez, şehirler yerle bir edilmezdi. Ancak Birinci ve
İkinci Dünya Savaşlarıyla artık topyekün ve genel savaşlar görülmeye başladı
ve asker-sivil ayrımı ortadan kalktı, kitleler kendilerini savaşın içinde buldu(Metinsoy 2007:16-17). İkinci Dünya Savaşı insanlık tarihinin en büyük, en kanlı
savaşı oldu.
Birinci Dünya Savaşı’nın yaraları henüz sarılmadan üstüne gelen İkinci
Dünya Savaşı hemen hemen bütün dünya ülkelerini ekonomik, kültürel, sınai
ve askeri hayatına derinden nüfuz etmiştir. Türkiye her ne kadar savaşa girmemiş olsa da, İkinci Dünya Savaşı yıllarında savaş tedbirlerinin doğrudan veya
dolaylı etkileriyle; tarımsal üretim gücünün askere alınması ve 1942 yılında
yağışların az olmasıyla baş gösteren kuraklıkla(Güneş, 2013:70), üst üste gelen
doğrudan veya dolaylı sorunlarla, yoğun bir şekilde yokluk, kıtlık ve açlık yaşanmıştır.
Sanayileşmenin tamamlanamadığı, teknik ve teknolojik imkanların kısıtlı
olduğu şartlar altında, zaten varoluş savaşı veren Türkiye, savaş tedbirleriyle
fazlasıyla sıkıntıya düşmüşken üzerine bir de kuraklık, doğal afetler ve göç
eklenince son derece zor durumda kalmıştır. 1923-1934 yılları arasında Yunanistan’dan Türkiye’ye 400 bin civarında insan göç etmiş, nüfus mübadelesi yaşanmış ve bu zaten zor durumda olan genç Türkiye’nin ekonomisi açısından
çok ciddi bir külfet oluşturmuştur.
* * *
40’lı yıllarda ülkemizde halkın büyük çoğunluğu çiftçiydi. Dolayısıyla ortaya çıkan röportajlar da çoğunlukla tarım, hayvancılık gibi sektörleri konu etmektedir. Kaldı ki o dönemde şehir merkezlerinde yaşayan, ticaret erbabı veya
memur olanların bir nebze durumlarının daha iyi olduğu, kuraklık ve yokluk
ile çok fazla mücadele etmek zorunda kalmadıkları bilinmektedir. Ayrıca şehir
1 Eski arşiv belgelerinde ‘kıtlık’; ‘kaht’, ‘kaht ü galâ’, ‘illet i galâ’, ‘fıkdân’ kavramlarıyla daha çok yiyecek maddelerinin piyasada ve stoklarda az bulunması durumunu ifade etmektedir(Gül 2009:145).
10
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
merkezlerinde altyapı ve imkanlar doğal olarak daha iyiydi.
Ekonomik imkansızlıklar ve savaş koşulları nedeniyle üretimi aksayan ve
stoklanan pek çok emtianın yokluğu yaşanmıştır. Akaryakıt, kağıt, ilaç gibi dışa
bağımlı temel sarf malzemelerinin yokluğu yaşanmakla kalmamış; halkın en
temel yaşam gereksinimlerinin karşılanmasında dahi büyük zorluk yaşanmış
ve 1941 yılında kimi okul bahçelerinde sebze yetiştirilmiştir(Duru 2009:161).
Çiftçilerin kıtlık nedeniyle tohumluklarını bile ekmek yerine yiyecek olarak
kullanmak zorunda kaldıkları, bazen de tohumlukları vergi ödemek için kullandıkları için neticede savaş yılları boyunca işlenen toprak ve ürün hasatı azaldı(Metinsoy 2007:190). Tohum kıtlığı, makina gücü yerine kas gücünün kullanılması ve ekin işlemenin yetersiz kalması (iş gücü eksikliği yüzünden son
baharda tamamlanamayan ekin biçme işi, (İç Anadolu’da harman kaldırma işi
kar düşünceye kadar devam ederdi) zirai ilaç ve gübrelemenin bilinmemesi gibi
bir takım eksikliklerin üstüne bir de kuraklık eklenince halk yeterince beslenememiş, hatta bazı bölgelerde insanlar aç kalmış ve bir ekmeğe hasret kalmıştır.
Yokluk ve Kıtlık Durumunda Yapılan Yasal Düzenlemeler
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki yıllarda yaşanan yokluk ve
kıtlıklar yüzünden bir takım tedbirler alınmış, yasal düzenlemeler yapılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın ve Milli Mücadele döneminin yaraları sarılmaya çalışılırken, 1920’de bir yasa çıkartılarak, seferberlik kurallarına uymayanlara bir
takım yaptırımlar uygulanması kararlaştırılmıştır(T.B.M.M. Zabıt Ceridesi D4,
C1, s308-313, Mart 1920). Seferberlik halinin kapsamını genişleten sel, (salgın)
hastalık ve özellikle kuraklık ve hasat zamanında yaşanan dolu yağışı gibi afetler nedeniyle 1939 yılında 1 milyon 250 bin liralık ilave kredi verilmesi; bu yardımın nakledilen vatandaşlara, göçmelere ve ihtiyaç sahibi yerli çiftçilere yemeklik ve tohumluk tahıl yardımı şeklinde yapılması kararlaştırılmıştır. Aynı
zamanda, ”...fırsat bekleyen bir takım muhtekir tüccarların ihtikârına meydan
vermemek üzere...” bir takım tedbirler alınarak karaborsacılık ve vurgunculuğun da önüne geçilmeye çalışılmıştır(T.B.M.M. Zabıt Ceridesi D6, C5, s213,
Ekim 1939).
Bu zabıt ceridelerinden görünen o dur ki, devlet yokluk ve afetler yüzünden zor duruma düşen vatandaşlarına yardımcı olmak için parasal destek ver-
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
11
diği gibi, olağan üstü şartlar nedeniyle seferberlik ilan edince de, şartlara uymayanlara bazı yaptırımlarda bulunmayı gerekli görmüştür.
1940 yılında çıkartılan 3780 Sayılı Milli Korunma Kanunu ile, seferberlik
gerektiren savaş ve benzeri durumlarda devletin iktisadi ve milli müdafaasını
sağlamak amacıyla yeni bir yasal düzenleme yapılmıştır.
Milli Korunma Kanunu’nun 18. Madde’sine göre, gerektiğinde devlet un
fabrikalarına ve diğer sanayi müesseselerine el koyabilir. 22. Madde’sine göre
de malzeme stoku yapabilir. Bu kanunun diğer maddelerinde de (tüccarlar tarafından) karaborsacılık amacıyla yapılan stoklara ve fahiş fiyatlı satışlara müdahale edilerek cezalandırılacağı da belirtilmiştir.
Savaş dönemini fırsat bilerek karaborsacılık, vurgunculuk yapmak isteyenlerin türemesi üzerine, ekmek, et, şeker gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarını kontrol altına almak üzere, ”Fiyat Murakabe Komisyonu” kurulmuştur. Bu
komisyon özellikle ekmeğin fiyatını düşük tutmaya çalışmıştır(Duru 2009:163).
Çünkü 1939 yılında 10 lira olan ekmeğin fiyatı; 1943 yılına kadar dört yıl içinde
%400 artarak 40 liraya yükselmiştir(Güneş, 2013:65).
Savaş hazırlığı nedeniyle çalışan nüfusun önemli bir kısmını oluşturan bir
milyona yakın insanın silah altına alınmasıyla, tarımsal ve sınai üretim düşmüş, tüketim harcamaları da hızla yükselmiştir. Türkiye, savunma harcamalarını karşılamak üzere para basmış, bu da enflasyona neden olmuştur(Öztürk
2003:139). 1942-1943 yılları arasında ortalama %80 enflasyon yaşanmıştır(Güneş, 2013:73). Paranın değeri düşerken, malların kıymeti artmış, sürekli fiyatı
yükselen malları stoklayan ve vurgunculuk yapan karaborsacıların (fırsatçıların) sayısı hızla artmıştır.
Bu olağanüstü şartlar altında, ağırlaşan masrafları karşılamak üzere, maddi durumu iyi olan ve fazla para kazanan vatandaşlardan bir defaya mahsus
olmak üzere, 11 Kasım 1942 yılında Varlık Vergisi Kanunu çıkartılmıştır(T.C.
Resmi Gazete, 12.11.1942, s.3965-3966). Verginin Birinci Maddesi’ne göre; “Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve fevkalâde kazançları üzerinden alınmak ve bir
defaya mahsus olmak üzere “Varlık Vergisi” adiyle bir mükellefiyet tesis edilmiştir.”
Oluşturulacak servet tespit komisyonları, kimin ne kadar vergi vereceğini tespit edip, vergi tahakkuk ettirecektir. Vergi 15 gün içerisinde ödenmezse haciz
yoluna gidilmesi, bu da mümkün değilse, mükellefin borcunu ödemek üzere
çalışma kamplarına gönderilmesi kararlaştırılmıştır(VVK-4305, Madde 12).
12
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren, İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca
gıda başta olmak üzere üretimler aksamış, ekonomik sıkıntılar artmıştır. Türkiye dahil pek çok ülkede halk, savaşın yükünü hep üzerinde hissetmiştir.
Sorunlar, Sorular
ve Röportajlarda Ortaya Çıkan Bazı Detaylar
Doğal kaynakların tükenme noktasına doğru hızla ilerlediği, iklimlerin
birbirine karıştığı, gıda ihtiyacındaki açığın günden güne büyüdüğü ihtiyar
dünyamızda, kıtlık durumunda ithal gıda ile beslenmemiz de bir yere kadar...
İçinde bulunduğumuz yüzyılda bölgemizde ve dünyanın güneyindeki birçok
yerde su savaşlarının çıkması bekleniyor. Suya bakış açımız ve kullanım biçimimiz nasıl olmalı? Çeşitli kaynaklarımızın etkin ve verimli kullanılmasına
dair pek çok endişemiz var. Sorunlarımızın ciddiyetini görünce, geçmişte yaşadıklarımızdan dersler çıkartarak bu günümüzü geleceğe daha sağlıklı bir şekilde aktarmanın önemi daha bir net ortaya çıkıyor.
Bugünün insanlarının hayata bakışı ile o eski insanların hayata bakışı neredeyse taban tabana zıttır. Neden?
Bir genç yediği yemek veya ekmeğin artan kısmını hatta çoğunu umursamadan çöpe atabilirken, babaannesi yediği yemeğin tabağını ekmekle sıyırıyor,
sofradaki ekmek kırıntılarını tek tek topluyorsa, kuşaklar arasında böylesine
büyük farklılık nasıl oluşabiliyor?
Yokluğu yetmiş yıl önce yaşamış ama karın tokluğuna ulaşamamış olmanın
(bugün aşırı mütevazı bir hedef) derin izlerini hâlâ benliğinde taşıyan insanlar
için ve bunlardan tamamen habersiz (veya umarsız) günümüz insanı için açlığın anlamı nedir?
Bu sorulara toplumsal hafızada yanıt bulmak, o yıllardaki durumu daha
iyi anlayıp geçmişle, bugünle ve gelecekle olan bağı kurabilmek üzere bu seri
röportajlar yapıldı.
Yapılan röportajların nihayetinde görülen odur ki; buğday, un ve mamulü
ekmek yokluğu, açlık; röportaj yaptığımız insanları derinden etkilemiş, birbirinden habersiz olsalar da ortak konu ‘ekmek’ten bahsetmeden geçememişlerdir. Açlık ve yokluğun, ekmeksizliğin bıraktığı derin iz nedeniyle, röportaj yaptığımız her bir insan özünde aynı ama lafzında farklı şeyler söylemiştir:
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
13
― Rahmetli babam tarlayı ekememişti çünkü tohum yoktu, şehirde de (Şanlıurfa)
tohum kalmamıştı, elimizdeki buğdayı ekmek, bulgur yapmak zorunda kalmıştık. Biz
o yıllara Arapça Sinen el-Harap (kıyamet yılları) diyorduk. Bazı yıllar da yağmur
yeterince yağmadığı için ekinler yeşermez toprakta kalırdı. Böylesi yıllarda sınır yakın
olduğundan Suriye’ye geçerdik. Zaten sınırlar çok belirgin de değildi.
― Bir teneke buğday altın değerindeydi, hatta altından da değerliydi. Altın vardı,
buğday yoktu.
― Kıtlık nedeniyle, buraya gelen unları halk kapardı. Babam unu Boğazlıyan’dan
akşamın karanlığında getirirdi. Gece getirir gündüz geri giderdi...
― Ama o yıllarda neredeyse ekmek zenginliği temsil ediyordu. Bu nedenle de o yılları görmüş, yaşamış birisi olarak, yoksunluğunu çektiğimiz şeylerin başında ‘ekmek’
geliyor. Çünkü insanlar artık açlıktan ot yiyorlardı. Ne yersen ye insanlar için ekmeğin yeri ayrıydı. Bazen arkadaşlarla kavrulmuş arpa yiyorduk. Amaç ekmek özlemini
bastırmaktı.
― Hayvan yemi arpayı, annem bulgur değirmeninde öğütür, bulamaç denilen yarı
saman yarı arpa çorbayı yapardı, çok gider diye ondan ekmek bile yapmazdı, çok zor
zamanlardı.
― Ofis (Toprak Mahsulleri Ofisi) arpa dağıttı, arpayı su değirmenlerinde öğüttük. Arpa unundan yapılan hamur tandırda durmadığı için, annem ekmek yerine bazlama yapmıştı. Arpa yemekten dişlerimizin dibi yara olmuştu.
― Ekmek karneyle alınırdı. Bir kuru ekmeği bulamazdık, bulunca da kendimizi
şanslı hissederdik.
― Büyük bir kıtlık vardı, fırının kapısından bir ekmek alıp koşmaya başladım. Fırıncı beni yakalayıncaya kadar hepsini yemiştim.
Açlık yaşamış olan insanların ağzından dökülen şu ifadeler iç yakıcıydı:
― O yıllardan hatırladığım şey, küçük kardeşlerimde açlık ağlaması oluyordu.
― Çok açlıktan ölen oldu!
― O dönemde hastalıktan ve kıtlıktan ölenler oldu!
14
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
― Her zaman ev işlerini yapmaya gittiğim hanım bir gün beni evine çağırdı. Koyunu ölmüş, götür evine kes yersiniz dedi. Biz de o zamanlar ete hasrettik. Çocuklarım
ve ben o zaman çok mutlu olmuştuk. Hakkını ödeyemem, çok iyi bir kadındı...
― Karnımız doyduğu zaman en mutlu olduğumuz andı.
― Tam yemek yiyecektik ki, bir komşumuz geldi. Sofraya çağırdık, tokum ben dedi.
Sofraya gel diye ısrar edince; ”Ben yersem çocuklar ne yiyecek” dedi. Bizden değirmene
götürmek için yarım gödük arpa istedi. Hâlâ düşünüyorum. Değirmende arpanın yarısı toz (un) olur, yarısı da koca değirmen taşının altında kalırdı...
― Zühtücük derdik biz ona... Dört çocuğu vardı çocuklarını doyurmak için un
elemiş. (Eskiden un elenerek kullanılırdı. Kıt olduğuı için uzun süre saklanan
ve ilaçlanmamış olan unda haşere bulunabilirdi) Bakmış ki un yetmiyor çoğalsın
diye birazcık kül katmış sonra yine yetmeyeceğini görünce, mısır koçanını fırına atmış.
Fırında ısıttıktan sonra unun içine dövmüş ve ekmek yapıp çocuklarını yedirmiş.
― Beni etkileyen olay ise, Pazarören’de biz yemekhaneden ayrıldığımız da köydeki
aç insanların elleri titreye tireye gelip bizim masaların üzerinde ufaladığımız ekmekleri
toplayıp yemeleriydi.
― Aklıma ilk gelen, bizim durumumuzdan daha kötü durumda olan arkadaşlarımdı. Ben evden ekmek alıp dışarıda yerken, arkadaşlarımın bakışlarını hiç unutmam. O
bakışlar yokluğun, kıtlığın ne kadar acı ve üzücü bir durumda olduğumuzu anlatıyordu.
Eski insanlar üzerine giyecek bir şeyler bulamaz; giyeceksizlikten okula,
düğüne, cenazeye gidemez hatta dışarı çıkmazlarmış:
― Bir gün hiç unutmam köyde cenazenin arkasında şeker dağıtıyorlardı. Bizim oğlan da şekeri çok severdi, oğlumun bir tek pantolonu vardı onu da yıkamıştım. Evde de
giyecek bir şey yoktu. Bizim oğlana kız eteği giydirdim. O da şekeri duyunca, çocuk ya
etekle fırlamış köyün meydanına şeker alabilmek için... Millet de ona gülmüş... Çocuk
aklı işte, ama çocuk ne yapsın kaç kere bulacak şekeri… Şimdi olsa, şimdinin çocukları
tenezzül bile etmez.
― Çocuğum yalın ayak okula gidiyor diye, çocuğuna bir ayakkabı bile alamayan
baba çok üzülürdü.
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
15
― Dağda giderken ölmüş eşek gördüm, biraz derisini yüzüp kendime çarık yaptım
da öyle gezdim.
― Eskiden yokluk vardı dediğimde giyecek yok, bir defa ayakkabı yok. Kumaş nedir
bilmezdik. Hayvanın derisi ayakkabı, yünü de kumaşımızdı.
―Soğuklarda ayağımıza giydiğimiz çarıkların içine ot koyardık, sıcak tutsun diye.
―Sümerbank kaput bezi üretirdi, ilçelere oradan da köylere kadar kaput bezi gönderilirdi. Muhtar da kendi adaletine göre bezleri dağıtırdı. Biz de kaput bezlerini alıp
boyatarak kendimize elbise yapardık.
Dünyanın her yerinden tropik meyvelerin geldiği, çok değişik teknoloji ve
gıdalarla tanıştığımız bu yıllar için gayet sıradan ve normal gördüğümüz şeyler
eskiden hayretle karşılanırmış. Nakliyeciliğin, ulaşımın ve kültürel imkanların
henüz yeterince teşekkül edemediği bu dönemlerde insanların şu hatıraları çok
ilginç:
― Öğretmenimiz sınıfa fındık ve zeytin getirdi. Bunları ilk defa öyle gördük. Azdı,
o yüzden havaya atayım artık kim kaparsa dedi. Dersten çıktığımızda arkadaşıma dedim
ki, ben (bu bir) fındığı yersem sen ömründe fındığı göremezsin, sen de o zeytini yersen
ben göremem. Gel bunları bölüşelim arkadaş dedim. Böyle gördük zeytin ve fındığı...
― Dedemgilin zamanında çay sadece hasta olunduğunda içilirmiş. Bizim evde de
her gün çay demlenirdi. Dedem ise kızardı ”Her gün hasta gibi çay mı içilir?” diye.
Çünkü o zamanlar çay çok değerliydi.
Yokluk ve cehalet insanımızın sosyal hayatını da derinden etkilemişti:
― Babaannem beni kalabalık bir düğüne götürdü. Araba da yoktu o zamanlar,
yürüyorduk. 14 yaşındaydım. Gözümüz açık değildi, çocuktuk. Düğün sonunda babaannem ayaklandı gidiyordu. Bende arkasından gittim. Sen nereye geliyorsun burada
kalacaksın, evlendin demişti. İlginç olan evlendiğimi bilmiyordum. Ben onla gelmek
istiyorum deyip ağlayınca, tamam kalıyorum gitmiyorum demişti. Daha sonra o kalabalığın arasında gitti, uzun bir süre görmedim. Kocam da benle aynı yaştaydı. Daha
çocuktuk. Evlilik nedir bilmezdik.
16
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
― O yıllarda beni en çok etkileyen olay, yokluk çeken erkeklerin kadınlarını terk
etmeleriydi. Çünkü bakacak durumları yoktu.
― Hali vakti yerinde olan arkadaşlarımızın giydiğini, yediğini içtiğini görüp de
hayatım boyunca bunun ezikliğini hissettim.
― Fazla eşyamız, malımız-mülkümüz yoktu. Köyün en zengininin atı vardı sadece, zaten atı olan ağa sayılırdı. O zamanlarda at çok değerliydi, benim dedem bir köyü
ve binlerce dönüm araziyi bir Arap atına satmıştı.
― Eskiden oyuncak, top nerde gezer! Eski bezlerden top yapıp oynardık.
Tüm bu yokluk şartları altında insanlar ayakta kalmak için yardımlaşma
ve dayanışma içine girmişti. İnsani ilişkiler para ve çıkar temelli değil, imece
üzerine kuruluydu. Birey değil, biz, hepimiz, köyümüz bilinci vardı.
― Babaannem vardı... O, köyün ebesi, düğünlerin aşçısı, hastaların duacısıydı.
― Komşular arasında yardımlaşma vardı. İmece işleri yaygındı. Komşuya yardım
vazife olarak bilinirdi. Komşunun noksanı kendi noksanı gibi hissedilirdi. Zaten bu
şekilde olmasaydı o zamanlar her şey çok daha zor olurdu.
Röportaj yapılan insanların büyük çoğunluğu, eskiden insanların daha dürüst ve insani değerlerinin yüksek olduğunu belirtmiştir. Eski insanlar hem doğaya daha saygılı, hem de daha doğal yaşayan insanlardı.
― O zamanlar büyüğe küçüğe karşı saygı ve sevgi çok önemliydi. Şimdi akrabalık
bağları zayıfladı.
― Artık kimse kimsenin yardımına muhtaç değil. İnsanlar birbirlerine yardım etmeyi bırak selam bile vermekten korkuyor.
― Şimdi işler değişti; evlat babaya, kardeş kardeşe bakmıyor. Cebinde yüz lira
varsa yüz liralık adamsın, bin liran varsa bin liralık adamsın, cebinde para yoksa adam
değilsin.
― Komşumuzun oğlu askere gittiyse, asker babası duyar da üzülür diye babamıza
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
17
ağzımızı doldura doldura baba diyemezdik.
― O yıllarda insanlar birbirine karşı çok saygılıydı. Kibir hissedilmezdi. Hali vakti
yerinde olan ailenin çocukları da, hamal çocukları veya işsiz ailelerin çocukları da hep
beraber oynardı, kimse dışlanmazdı. Yani fakir ve zengin arasında bir ayrım yoktu.
― Yağmur yağmadığı zamanlarda bütün köyler birleşir yağmur duasına çıkardık.
Allah’ın hikmeti işte yağmur duasına çıkardık daha dua bitmeden yağmur yağmaya
başlardı.
― Salgın hastalık falan yoktu bizim oralarda... “Bizim memleketin öyle kötü havası
olmaz” diyen yaşlı insanımız, salgın hastalığı ‘kötü hava’ya bağlıyor. Havası
kötü olan yerde salgın hastalık olur. Olur elbette ama yegane neden kötü hava
mıydı? O dönemde insanlar bu kadar basit yaşayıp basit mi düşünüyordu?
Yaşlı insanların medyaya bakış açısı ise, pek olumlu görünmüyor:
― Televizyon yokken insanlar akşam olduğunda bir evde toplanır birbiriyle sohbet
eder, yaşlı insanlar bilgi verirdi. Televizyon ortaya çıktıktan sonra insanlar zamanlarını televizyon karşısında geçirmeye başladı.
Bir başkası da, ― “O televizyonlar çıktı, kitlenip kaldık ona. Aramızda muhabbet,
samimiyet, komşuluk kalmadı. Aynı evin içinde bile yabancı olduk birbirimize. Aynı
evin içinde vaziyet böyleyken komşuluğumuza ne demeli? Komşumuzu tanımaz hale
geldik. Biz eski kafalıyız bu durumlar bizi pek etkilemiyor ama yeni nesil bunun kurbanı oldu” diyerek, televizyonun toplumsal yaşamı kendine göre yeniden inşa
ettiğinden bahsediyor.
Yokluğun Sembolü Ekmek
ve Ekmeğin Kültürel, İktisadi ve İdari Konumu
Ülkemizde yokluk ve kıtlık yıllarında önemi artıp anlamı genişleyen ekmek, mecazi anlamda geçim, maişet, para kazanma anlamlarını sürdürmektedir. Batıda yine Dünya Savaşları yıllarında ekmeğin önemi fark edilmişti. Ekmek karın doyurmak ve özellikle ‹para› anlamına geliyordu. Eski dilde ekmek
bu anlamları içerirdi. Bolluğun artmasına rağmen Batıda ekmeğin kavramsal
önemi devam etti, dillerde ve deyimlerde ekmek unutulmadı. Ancak yeni ne-
18
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
siller ekmek sözcüğünü artık bu anlamlarda ne kullanıyor, ne de önemsiyor.
Yokluk ve fakirliğin üstüne kuraklık da eklenince, ekmeğin son derece
büyük önem kazandığı yıllarda, ”ekmek” kelimesi deyim ve atasözlerinden
hal-hatır sormaya her yerde geçer olmuştur. Geçimini temin etmek için dürüstçe çalışan insan ekmek parası için çalıştığını söyler. Geçimini sağlamada çok
becerikli olan; en zor koşullarda bile kazancını sağlayabilen insan, ekmeğini taştan çıkartır. Aynı şekilde maişeti için çalışan insan ekmeğinin peşinde olduğunu,
başka şeylerle uğraşmadığını belirtir. Kutsal sayılan ekmeğe dair daha başka
pek çok atasözü ve deyim vardır.
Türk Dil Kurumu çevrimiçi Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü’nde (www.tdk.
gov.tr) içinde ‘ekmek’ sözcüğü geçen 42 adet atasözü ve deyim yer almaktadır(Erişim 18 Mart 2015). Bu da kültürümüzde ekmeğin öneminin bir göstergesidir.
Kolektif hafızalara açlık öyle kazınmıştır ki, temsili olarak karın doyurmakla eş değer olan ekmeğe dair pek çok folklorel, edebi, sanatsal ürün ortaya
çıkmıştır. Buğday yokluğundan arpayı bile bulamayıp süpürge tohumunun
yendiği günleri anlatan Meri Kekliğim adlı şiir şarkı olmuş, yokluğa pek çok
ağıt yakılmıştır.
Günlük beslenmede ekmeğin çok nadir kullanıldığı kültürlerde dahi ekmek ile ilgili birçok söz ve deyiş vardır. Örneğin İngilizce’de ‘Bread and butter’
ekmek davası, ekmek kapısı, ekmek kavgası gibi anlamlarla, temel geçim şartlarını ifade etmektedir. Amerikan Başkanı Herbert Clark Hoover, ”Harpte ilk
söz topların; son söz ekmeğindir” demiş ve 1929-1941 yıllarında ABD’de yaşanan
büyük yokluk, kıtlık ve buhranı anlattığı kitabı: “”Herbert Hoover’in Hatıraları
1929-1941 Büyük Buhranı” adlı kitabında (1952) ekmek sözcüğü doğrudan veya
deyim olarak 18 kez geçmiştir. Aynı kitapta savaş koşullarına eklenip varoluş
mücadelesini ve hayatın yükünü ağırlaştırmış olan ‘kuraklık’ sözcüğü ise 19
kez geçmiştir.
İngilizce dilinde sözlüklerde ekmek ile ilgili 25 civarında deyim olduğu görülmektedir. Savaş yıllarında halkın karnını doyurabilmek; bir de üstüne kuraklık ve benzeri afet eklenmişse, büyük bir sorun haline gelir. Bu sorun sadece
ülkemizin değil, zaman zaman birçok ülkenin derdi olmuştur.
Savaş Yıllarında Ülkemizdeki Durum
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, genç Türkiye savaşın yaralarını sarmaya
ve toparlanmaya çalışıyordu. Tarımsal üretim ile birlikte sınai üretime de ağırlık verilmeye başlandı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan gerilim durumu
Türkiye’deki her türlü üretimi de etkiledi. İkinci Dünya Savaşı başlayınca da
gerilim tamamen arttı.
Savaşa girme riski içinde çok çeşitli tedbirler alınmak zorunda kalındı. İçte
tahıl stoğu yapma zarureti, dışta ise savaşan tarafların (neredeyse cebren) tahıl ithal etmek istemesi, Türkiye’deki tarımsal üretimin azalması, temel ihtiyaç
maddelerinin ithalatı ve üretilen mamulatın ihracatının yapılamamasıyla ekonominin daralması, öte yandan erişkin erkekleri silah altına alma zaruretinin
ortaya çıkması gibi sonuçlar doğuran bu savaş, ülkeyi altüst etmişti.
Savaşa sürekli hazırlıklı bulunmak zorunda kalan Türkiye’de 1938-1945
yılları arasında gayrisafi milli hasılada %27’lik bir gerileme yaşanmış, bu geri
gidiş, hem halk hem de tüccar ve sanayiciler arasında bir panik havası doğurmuştur. Ayrıca bu vaziyeti fırsat bilen bir kesim (karaborsacılar, vurguncular,
rüşvetçiler vb.) de ortaya çıkmıştır(Öztürk 2003:136-137; Güneş, 2013:77-79).
Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan kıtlığın sembolü, ekmek
karnesi2 olmuştur. İlk olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında 1914’te ekmek
karne ile verilmeye başlandı. İkinci ve son olarak da İkinci Dünya Savaşı’na
hazırlıkların yapıldığı, ordunun sefer halinde tutulduğu 1941 yılının sonlarına doğru ekmeğin tekrar karne ile dağıtılmasına karar verilmiş, 13 Ocak 1942
yılında ekmek karne ile verilmeye başlanmıştır. Karne uygulaması 1946 yılına
kadar devam etmiştir(Ekinci 2013).
O dönemin en büyük sorunu olan ekmek konusunda çok sıkı tedbirler
alınmıştır. Fazla ekmek tüketiminin önüne geçmek üzere ekmeğin bayat olarak (bayat ekmeğin besin değerinin düşük olması nedeniyle bu uygulama kısa
sürede terk edildi) satılması; zaruri olmayan un sarfiyatını ortadan kaldırmak
üzere, undan sadece ekmek, makarna gibi temel ihtiyaçların yapılması, pasta
yapılmaması kararlaştırılmıştır. Hane halkının ekmek ihtiyacı tespit edilerek,
fırınlar mıntıkalara ayrılıp her bir fırın, kendi mıntıkasının ihtiyacını karşılamıştır(Duru 2009:164).
Karne ile dağıtılan emtiaları almak üzere insanlar uzun kuyruklar oluştur2 Bir örnek ekmek karnesi için, Görsel Ekler kısmına bakınız.
20
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
muş ve kuyruklarda saatlerce beklemek zorunda kalmışlardır. Piyasadaki yokluğu fırsat bilen kişiler karaborsacılık yapmıştır.
Kıtlık ve özellikle açlık, insanların toplumsal ahlakını bozmuş, ekmek ve
yiyecek kavgaları yaşanmış, insanlar normalde yapmayacakları şeyleri yapmak
durumunda kalmıştır. Bu konuda çeşitli edebi eserler ve filmler yapılmıştır.
Örneğin Türkan Şoray’ın başrol oynadığı Açlık (1974) adlı filmi, konunun çeşitli yönlerine dikkat çekmektedir. Toplum nezdinde dönemin şartlarını anlatan
çeşitli edebi eserlerde açlık ve yokluk konuları tüm çıplaklığıyla işlenmiştir.
Murat Metinsoy’un savaş yıllarını toplumun alt katmanlarının yaşadıklarından
hareketle anlattığı İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Savaş ve Gündelik Yaşam adlı
şaheserinde, edebi metinlerden şu örnekler verilmektedir:
Orhan Kemal’in Ekmek Kavgası adlı kitabında insanların az bir yiyecek artığı için nasıl dişe diş kavga verdiğini anlatır. Sait Faik’in Tüneldeki Çocuk adlı
hikayesinde dökülmüş yiyecekler bularak karnını doyurmaya çalışan bir hamal çocuk tasvir edilir. Muzaffer Arabul’un Çakrazlar adlı romanında ise, İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da yaşanan kıtlık ve açlık anlatılır. Kemal
Tahir Namusçular’da fiyatların artması ve fakir halkın alım gücünün daha da
düşmesinden bahsederken; Biraz Daha Ölmek adlı romanında Pınar Kür, savaşın dışında kalmasına rağmen Türkiye’de binlerce insanın açlık ve salgın hastalıktan nasıl hayatını kaybettiğini, insanların ekmek yerine süpürge tohumu
yediklerini anlatır. Masalını Yitiren Dev adlı hatıra romanında Adnan Binyazar,
çocukluğunun geçtiği savaş yıllarında açlıktan nasıl çöplükleri eşelediklerini,
tahtaları kemirdiklerini anlatır(Metinsoy 2007:68-70).
Savaş yıllarında ülkemizde hırsızlık, dilencilik, karaborsacılık gibi olumsuz eylemler ve erkeklerin kadın ve ailelerini terk etmesi, sokak çocuklarının
çoğalması hadiseleri artmış ve 1941-44 yılları arasında her gün gazetelerde çarşaf çarşaf haber çıkmıştır. Metinsoy(2007:72-73)’un aktardığına göre, çocuğunu
terk eden doğar doğmaz öldüren veya kış gecesi sokağa bırakan kadın yakalanınca, mahkemede çocuklarını beslemeyemediğini, aç ve çıplak olduklarını
ifade etmiştir(“Yavrusunu Soğuk bir Gecede Sokağa Atmış” Vatan Gazetesi
18.04.1943). Ölüm döşeğindeki çocuğunu yaşatmak için çalan adam(“Allahın
Verdiği Canı Yaşatmak İçin Çalacağım” Vatan Gazetesi 18.04.1943), besleyemediği çocuğunu öldürenler(“Çocuğunu Öldüren Ananın Muhakemesi” Vatan Gazetesi 18.04.1943) ve benzeri pek çok haber yayınlanır olmuş ve bazıları
meclis zabıt ceridelerine de girmişti.
Başka Ülkelerde Sessiz Şiddet: Kıtlık ve Kuraklık Kayıtları
Dünya Savaşları esnasında sadece ülkemiz değil pek çok ülke çok zor duruma düşmüş; kıtlık hadisesi önemli yaralar açmıştır. Kısa süre önce aramızda
savaş yaşadığımız sınır komşumuz Yunanistan’da Türk nüfusu baskı görmeye
başlamış, ev ve mallarına el konmuş ve bunun neticesinde nüfus mübadelesine
gidilmiştir. Yunanistan’dan 1923-1934 yılları arasında 400 bin civarında insan
Türkiye’ye göç etmiştir(Çapa 2001:53). Bu kadar insanın sağlık, beslenme ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması; yeni kurulan Cumhuriyetimizin ekonomisi
üzerinde uzun yıllar boyunca tesiri hissedilecek ağır bir külfet oluşturmuştur.
Aynı Yunanistan, İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya ve İtalya tarafından işgal edilmiş ve ülkede büyük bir açlık ve sefalet ortaya çıkmıştı. 1941 yılında açlık had safhaya ulaştı. Mihver devletleri (işgal güçleri) ülkedeki yiyecek
stoklarına el koyup, tüm ihtiyaç maddelerinin ithalatını da engelleyerek, açlığı
bir silah olarak kullanmaya başladı.
Açlığın savaşta bir silah olarak kullanılması ile ilgili olarak, Falih Rıfkı Atay
17 Şubat 1941 tarihli Ulus Gazetesi’ndeki “İaşeye Dair Tedbirler” başlıklı yazısında(aktaran Metinsoy 2007:79), açlık hadisesinde tarihe geçecek şu sözleriyle
vurguda bulunmuştur: “Cephe gerisi propaganda ile ruhundan, açlık ve kıtlık tazyiki
ile de midesinden vurulur.”
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Alman işgalindeki Yunanistan’da dehşet
verici bir açlık yaşandı. 1941 kışında günde 2000 çocuk hayatını kaybetti. Toplamda çeyrek milyon insan öldü(Vaux 2001:14). Ölen insanların sayısı artınca,
salgın hastalıkların diğerlerine bulaşıp ölümlerin artışını önlemek için, greyderlerle cesetler toplanıp büyük çukurlara gömüldü veya yakıldı(Kalemli ve
Erdem 2011:213).
Savaş ortamında ortaya çıkan bu büyük açlık karşısında, kendisi de zaten
zor durumda olmasına rağmen Türkiye, Yunan halkının hayatta kalabilmesi
için, Kurtuluş ve Dumlupınar vapurlarıyla 1943 yılına kadar defalarca Yunanistan’a yardım gönderdi. Tarih boyunca eski Osmanlı da, yeni Türkiye de,
uzak bir ülke veya (yaraları henüz sarılmamış bir savaş yaşadığı) yakın komşu
olmasına bakmaksızın dünyanın neresinde bir açlık, kıtlık varsa mutlaka yardım etmeye çalışmış, kayıtsız kalmamıştır.
Çeşitli ülkelerin toplumsal hafızasına damgasını vurmuş büyük kıtlıklar
yaşanmıştır. İrlanda’da çok can kaybına neden olan büyük bir kıtlık yaşanır.
22
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
Kıtlık 1847 yılında hat safhaya ulaşır. İrlanda Patates Kıtlığı [Irish Potato Famine]
olarak adlandırılan kıtlığın önemi, bizde ekmek ne ise, o dönem İrlanda’sında
da aynı anlama gelen patateste hastalık olmuş, İngiltere’nin yönlendirmesiyle
yanlış tarım politikaları izlenmiş ve yıllarca patates kıtlığı yaşanmıştı.
Bu durumu öğrenen Osmanlı Sultanı Abdülmecid, kendisinden yardım
talebi olmadığı halde 10 Bin Paund yardım göndermeyi kararlaştırır(Verde
2015:2-8). Yardım olarak 2 Bin Paund göndermiş olan İngiliz Kraliçesi Viktorya
ise, yanı başındaki ülkeye Osmanlı’dan gelecek bu meblağın uluslararası ilişkiler açısından kendilerini küçük düşüreceğini görerek diplomasi yoluyla Osmanlı yardımını 1000 Paunda düşürtür. Öte yandan, İngiltere’nin egemenliğindeki İrlanda’ya zaten az yardım ulaşabilmekte, gelen yardımların dağıtımı da
bedava yapılmayıp devlet işlerinde çalışmak koşuluyla verilmekteydi(Edkins,
2000:80).
Kıtlık döneminde İrlanda’nın en verimli toprakları İngiliz lordlarına aittir,
İrlanda’da yaşamamalarına rağmen toprakların ekilip hasadına gelir ve mahsullerin önemli bir kısmını alıp kendi ülkelerine götürürlerdi. Bu yüzden İrlandalıların İngilizler yüzünden başlarına geldiğini düşündükleri bu büyük kuraklıkta İngilizlerin sembolik bir yardım yapması rahatsızlık vermişti. İrlanda
da atasözü gibi bir ifade hafızalara yerleşmişti: ”Tanrı (patateslerimize) hastalık
gönderdi ama İngilizler de kıtlık gönderdi” demişlerdir(Verde 2015:9).
İngilizler yanı başlarında yer alan ve faydalandıkları ülkeye yeterli yardımı
yapmazken, Osmanlı Devleti uzak diyarlardan dört gemi dolusu gıda (başta
buğday ve mısır olmak üzere tahıllar), ilaç ve yetiştirilmek üzere tohum gibi
yardım malzemeleri gönderir, beşincisi hedefine ulaşamaz. Osmanlı’nın çöküş
döneminde yokluk çekmesine rağmen yaptığı bu yardım üzerine, İrlanda’lılar
bir teşekkür mektubu3 gönderdi, bu dar günlerinde imdatlarına yetişen yardıma minnettar kaldılar. İrlanda’da Drogheda Şehri’nin eski ambleminde ay
yıldız yer aldı. İrlandalılar bu yardımı unutmadı ve 1975’te kurulan Drogheda
futbol takımının (Drogheda United F.C.) amblemi de ay yıldız oldu.
Kalabalık nüfusuyla tarih boyunca bir çok kıtlık yaşamış ülke olan Çin’de
yaşanan belli başlı kıtlıklarda, 1876-79 yılları arasında yaşanan Kuzey Çin Kıtlığı’nda doğrudan 9 milyon, dolaylı olarak 20 milyona yakın insan; 1896-1900
yılları arasında 10 milyon insan; 1920-1921 yılları arasında da 500 bin insan
kıtlık nedeniyle hayatını kaybetti(Manning & Wemheuer, 2011:3). Yirmibirinci
3 Bu teşekkür mektubu Görsel Ekler kısmında yer almaktadır.
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
23
yüzyılın en büyük kıtlıklarının yaşandığı ülke Çin’de, 1920-1936 yılları arasında 18,3 milyon insan kıtlıktan öldü(Gráda, 2011:6).
Mao Tse-Tung döneminde 1958-1962 yılları arasında komün sistemiyle kollektif tarım işletmeciliğine geçilmesi (Dengist Rejimi ve Dazhai Modeli) ile demir-çelik endüstrisi üzerinden Büyük Sıçrama [Great Leap Forward] adlı sınai
kalkınma hamlesini gerçekleştirmek üzere, ani kararlar alınıp uygulandı. Kooperatifleştirilen tarımsal arazilerde çalışma düzeninin bozulması ve çiftçilerin
çelik üretimine yönlendirilmesi ile yiyecek kıtlığı baş gösterdi.
Yanlış yönetim politikalarının üzerine eklenen kıtlıkla, 18 milyon veya daha
fazla insan öldü. Bazı (Mao’nun izlediği politikaları destekleyen) kaynaklara
göre kayıp 18 milyonken, (dolaylı ölümleri de hesaba katan) bazı kaynaklarda
ise 50 milyona kadar insan kaybından bahsedilmektedir. Çeşitli kaynaklarda
farklı rakamlar geçmekte, doğrusun ne olduğu da tam olarak bilinmemektedir.
Kıtlık yüzünden ölen insanların sayısının 18 milyon olduğunu belirten Daniel Vukovich ise(2012: 71, 73); Batılı, oryantalist bakışlı sinelogların (Çin ve
Çin kültürü uzmanı) Mao karşıtı bir İngiliz propagandasıyla, kuraklığı demokrasiden yoksunluk ve basın özgürlüğünün bulunmasıyla bile ilişkilendirerek
rakamların abartıldığını; kuraklık nedeniyle düşen doğum oranını da kuraklıktan ölümlere dahil saydıklarını ifade etmektedir.
Yiyecek herhangi bir besin bulamayan insanlar, hayatta kalabilmek için eline ne geçti ise yemeye çalıştı. Ağaç yaprakları ve çamur gibi çiğnenmesi ve hazmedilmesi özellikle yaşlı insanlar için zor olan beslenme şekilleri, yaşlı nüfusun
kırılmasına neden oldu. Ancak bunda kıtlıkla birlikte ortaya çıkan hastalıkların
da rolü vardır. Yetersiz beslenme, vücut direnci zayıf olan bebek ölümlerini
ve çocuk ölümlerini de arttırdı. Ölen insanların cesetleri ortadan kayboluyordu(Thaxton, 2008: 207-208, 304). Muhtemelen aç kalan insanlar, gizlice ölenleri
yiyordu. ”Çocuklar yetişkinler tarafından yeniyordu. İnsan eti yiyen yetişkinler yerel
adı ‘buangzhongbing’ olan çok nadir rastlanan bir hastalığa yakalanıyor ve vücutlarında çok şiddetli ödem oluşuyordu”(Thaxton, 2008: 214).
Büyük sıçramanın neticesinde 1962 yılına kadar milyonlarca insan ölünce,
kalkınma hamlesi iptal edilerek, sanayileşme bölgelerine işçi olarak getirilen
köylüler, köylerine geri gönderildi. Mao ve parti liderliğini rahatsız etmemek
amacıyla Büyük Sıçrama’nın neticeleri yirmi yıl boyunca resmi olarak kabul
edilip inceleme konusu olmamıştı. 50 yıl sonrasında bile Büyük Sıçrama, Çin
24
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
resmi makamları için hâlâ politik olarak hassas bir konudur(King, 2010:6).
Ukrayna’da da Çin’dekinin benzeri şekilde, Rusya’nın yanlış devlet politikaları nedeniyle 1932-1933 yılları arasında yiyecek kıtlığı yaşanmıştı. Bu kıtlığa, ‘aç bırakarak öldürme’ anlamına gelen Holodomor adı verilmişti. losif Vissarionovich Dzhugashvili (Josef Stalin)’in baskıcı politikaları sonucu Ukrayna’da
aç bırakarak ve hastalıktan 5,7 milyon insan öldü. (Bu rakam dolaylı kayıplarla
birlikte 10 milyona kadar çıkmaktadır) Aynı dönemde Kazakistan’da ise 1 milyon 450 bin insan öldü(Jones, 2011:194).
Açlık, kitleleri harekete geçirmede Fransız Devrimi’nde kilit rol oynadığı
gibi, Rusya’da da 1917 Bolşevik Devrimi’nde Çar’a karşı ayaklanma ve Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinde önemli rol oynamış, partinin temel sloganı
“Ekmek, toprak, barış” olmuştu. 1918’de Bolşeviklerle Beyaz’lar arasında patlak
veren İç Savaş sırasında, Amerikan Wall Street Journal, “Açlık Bolşevikler’in Ardındaki Temel Güçtür” dedikten sonra, “Bolşevizme karşı kullanılabilecek en etkili silah bir somun ekmek olacaktır” demiştir(Sunny 1998’den aktaran Metinsoy
2007:76).
Afrika kıtasında Sudan ve Etiyopya başta olmak üzere birçok ülkede hâlâ
kıtlık ve kuraklık hüküm sürmektedir. Birkaç yıl üst üste yaşanan kuraklıkların etkisi, uzun yıllar atlatılamamaktadır. Çünkü tohumluk için ayrılan tahıllar
dahi tüketilmek zorunda kalınıyor, bir yandan da ekolojik denge bozuluyordu. Nijerya’da yoğun bir şekilde kuraklıktan etkilenen bölgelerde, 1910’larda
olduğu gibi, 1970’lerde de pek çok insan yürüyerek güneye doğru göç etmeye çalışırken, yolda öldü. Geriye terk edilmiş evler, köyler kaldı(Mortimore,
2009:78,134).
Bütün dünyayı saran savaş esnasında, 1943 yılında dünyanın bir ucunda
Meksika’da, diğer ucunda Hindistan’da, İngiliz sömürge bölgesi, aynı zamanda
verimli ve zengin topraklar olan Bengal’de kıtlık yaşandı. Büyük Bengal Kıtlığı’nda, 1942’den 1944’e kadar en az 1,5 milyon, muhtemelen 3 milyon veya
daha fazla insan hayatını kaybetti(Perkins J.H. 1997:125-126, 159).
Yukarıda geçen örneklerde görüldüğü gibi, birçok gelişmiş veya geri bırakılmış ülkede kıtlık ve kuraklık sorunları yaşanmıştır. Bazı ülkelerde doğal
afetler veya (Çin örneğinde olduğu gibi) yanlış devlet politikaları yüzünden
kıtlıklar yaşanmış iken, Türkiye’de asıl sebep, doğal afetlerin üzerine gelen
Dünya Savaşları nedeniyle dünya konjonktürünün baskısıydı.
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
25
Günümüzün gözüyle kuraklık, yokluk ve kıtlık olgusuna bakıldığında,
uzay çağını yaşayan teknolojik gelişmişlik düzeyleriyle insanlığın bu konuda
çok geri, ilkel ve isteksiz kaldığı görülmektedir. Öte yandan, bu sorunu çözmek için, birçok ülkede çeşitli adımlar atılmış ve atılmaktadır. Bazı hastalıklara çare bulunduğu gibi, kıtlık ve kuraklık sorununun da çaresi bulunmuş
değildir. Bu sorun, tarih boyunca hep tekerrür etmiştir. Doğal kaynakların tükenmesi, kirlenmesi, iklim değişikliği gibi nedenlerle, kıtlık ve kuraklık sorunu daha sık gündeme gelmekte ama, aynı zamanda somut adımların atılması
da beklenmektedir.
Ülkemizde İç Anadolu’da özellikle Konya Ovası bölgesinde, belirli dönemlerde büyük kuraklıklar yaşanmıştır. Susuzluk nedeniyle tarlaya ekilen tohumluğun bile hasat edilememesi, tohum borcunu ödeyemeyen çiftçilerin haciz
yoluyla borçlarının tahsilinin de mümkün olamaması nedeniyle 1934 yılında
Konya Ovası Sulama İdaresi 1/118 sayılı kanun layihası ile (T.B.M.M. Zabıt Ceridesi D6, C2, s2, Mayıs 1939) borçlarının silinmesine karar verilmiştir.
Türkiye’nin ilk kuraklık yönetim planı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından 2013 yılında Konya havzası için hazırlanmaya başlanmıştır(http://
suyonetimi.ormansu.gov.tr). Konya, Niğde, Isparta, Aksaray, Ankara, Karaman, Nevşehir, Mersin ve Antalya illerine bağlı bazı bölgeleri kapsayan proje
ile su yönetimi ve sulama imkânlarının geliştirilmesi konularında çalışmalar
yapılmaya başlanmıştır. Bu çalışmalardan elde edilecek neticelerle su sorunun
hafiflemesi planlanmaktadır. Beklentimiz, gelecek kuşakların daha sulak ve
mümbit topraklarda mutlu bir hayat sürmeleridir.
Röportajlarda Yer Alan Eski Kelimeler
Albastı: Doğum sırasında hijyene dikkat edilmemesi yüzünden lohusanın
tutulduğu ateşli hastalık, lohusa humması.
Ali Mektebi: Eskiden okuma-yazma bilmeyen askerlere, askerlik eğitimine
ilave olarak verilen okuma-yazma eğitimi.
Azap Durmak: Bir yıllığına tutulan erkek hizmetçi, uşak.
Babalık: Üvey baba.
Batman: Bir ağırlık ölçü birimi. Bir batman 7,692 kilogramdır.
Bezir: Keten tohumu yağı
Çinik: Sekiz kiloluk bir hububat ölçüsü, şinik.
Essah (sahih): Gerçek, doğru.
Gadasını almak: ‘Gada’ dert, bela, musibet günah anlamındadır.
Harhar: Büyük çuval.
Havay: Tahıl ölçeği, yaklaşık bir teneke hacmindedir.
Hilal-i Ahmer: Kızılay. Daha önce çeşitli adlar alan Kızılay, ilk olarak 1868
yılında ”Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla kurulmuştur.
1877’de ”Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti”, 1923’de ”Türkiye Hilali Ahmer Cemiyeti” ve 1935’te ”Türkiye Kızılay Cemiyeti” adını almış, daha sonra da 1947’de de
bugünkü ”Türkiye Kızılay Derneği” adını almıştır.
Hokka – Divit: Hokka mürekkep kabı; divit ise, hokkadaki mürekkebe batırılarak yazı yazmada kullanılan, değişebilir uçları olan kalem. Birleşmiş hali
dolma kalem.
İdare/İdare Lambası: Küçük yağ lambası
İnce Hastalık: Verem
İstihkak: Hakkı olma, hak etme. Örnek: Günlük dağıtılan ekmekte her bir
vatandaşın payı.
Kağnı: Genellikle iki tekerlekli, (dört tekerleklisi de olur) çift öküzle çekilen
yük arabası
Kara Lastik/Soğuk Lastik: Lastikten yapılmış ayakkabı
Karne: Yokluk yıllarında temel ihtiyaç maddelerinin hanedeki kişi sayısına
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
27
göre devlet eliyle dağıtılması, ihtiyaçların karşılanması için verilen belge.
Kavluk: İçine çakı, para, vb. şeyler konulan torba, kese, küçük bohça
Kaytan: Pamuk veya ipekten sicim, örgü halat, eskimemesi için şalvar paçasına geçirilen örgü
Köğnük: Şömine-Soba
Müdare: Bir şey için bir kişiye başvuruda, talepte bulunmak, tenezzül etmek.
Nalbant: (meslek) At ve eşek gibi hayvanların ayağını tımar edip nal çakan
kişi
Öğür: Akran, arkadaş, dost.
Öveç: İki yaşını doldurmuş erkek koyun
Poyraz Ekmeği: Kuraklık yıllarında yağmur olmadığı için poyraz rüzgarı
alan yerlerde güneşin kavurucu ve kurutucu sıcak etkisi azalır, geceleri de havadan nemini alarak yetişen buğday, boy atmasa da iri taneli başağı olur, bundan yapılan ekmeğe poyraz ekmeği denir.
Rençber: Çiftçi
Saban, Karasaban: Öküz veya at gibi güçlü bir hayvana takılan boyunduruğa
bağlı demir çubuk sayesinde tarlanın sürülmesini sağlayan ilkel tarım tekniği.
Semerci: At ve eşek gibi hayvanlara binmede veya yük sarmada kullanılan
araç olan semeri yapan veya satan.
Seyirtmek: Koşmak veya koşar adımlarla ilerlemek.
Sırgat: (Vergisini tespit etmek üzere) Hayvan sayımı yapan kimse. Sayımı
yapılmayan insan veya hayvan. Kaçırma, gizleme, sayımdan kaçırılan hayvan.
Sırım: Çarık yamalığı, gönden (hayvan derisi) yapılan sağlam ip.
Şinik: Tahıl için kullanılan, sekiz kiloluk ölçek.
Vesait: Vasıta(lar), ulaşım araçları.
Fayton (Yaylı Araba): Deriden yapılmış körük tente ile üstü kapalı, dört tekerlekli, sarsıntıyı azaltmak üzere hem tekerleri lastik kaplı, hem de amortisör
olarak yayları bulunan genellikle çift atlı binek arabası, fayton.
Zahair: Zahirenin çoğulu, gerektiğinde kullanılmak üzere saklanan hububat, tahıl.
Röportaj Soruları
Yapılan röportajlarda kullanılan soruların uzun halinin metin içinde tekrarıyla yer kaybı olmaması için, özet hali verilmiştir. Orijinal röportaj soruları ve
kitapta yer alan özet hali müteakip sayfada yer almaktadır.
8
7
6
5
4
3
2
1
Bugünle kıtlık yıllarını karşılaştırdığınızda arada ne gibi farklar görüyorsunuz? O
günün gençleriyle bugünün gençlerine baktığınızda, gençlere ne gibi tavsiyeleriniz
olabilir?...
Türkiye’deki ilerlemeler ve teknolojik gelişim neticesinde, traktörden suni gübre
ve çeşitli makinalara, alet-edevattan televizyon ve telefona kadar gelişen imkanlar
insanlar arasındaki ilişkileri ve sağlığı nasıl etkiledi? Sizce yeni imkanlar neler
getirdi, neler götürdü?
Eski insanların insana, tabiata, eşyaya bakışı; değerleri inanışları nasıldı? Kanaatkarlık, iktisat ve yardımlaşma (imece) kavramlarının o günlerden bugünlere
anlamı nasıl değişti?
Doğum, hastalık, salgın hastalık, kaza, kuraklık, çeşitli doğal afetler ve bunlara
bağlı olarak ortaya çıkan çatışma ve göç gibi durumlarda ne yapılırdı? Neler
hatırlıyorsunuz?
Eskiden yokluk vardı... dediğinizde neler ‘yok’tu? Çay, şeker, gaz yağı, tuz, gaz,
tıbbi ilaç, tarımsal ilaç, ulaşım ve nakliyat... (tüm Türkiye için ve özellikle kaynağın
yaşadığı bölgeye has olarak nelerin yokluğu çekilmiş, ön araştırma yapınız) En
çok nelerin yokluğunu çekerdiniz, neler içinizde bir ukde olarak kaldı?
Kıtlık ve yokluk denince ilk olarak aklınıza neler geliyor? O yıllarda sizi derinden
etkileyen bir olay var mı? Sizin çocukluğunuzda kitap, defter, gazete, şeker, çikolata ve özellikle oyuncak ne kadar elinize geçerdi, nelerle mutlu olurdunuz?
Günümüzle yokluk yıllarını karşılaştırdığımda gördüğüm farklar, bugünün gençlerine tavsiyelerim
Teknolojik gelişim, ilerleme ve yeni imkanların beşeri
münasebetlere ve toplum sağlığına getirdikleri ve
götürdükleri...
Eski insanların insana, tabiata, eşyaya bakışı; değer ve
inanışları...
Salgın hastalık, kuraklık ve doğal afet gibi durumlar
karşısında neler yapılırdı?
En çok yokluğunu çektiğim, içimde ukde olarak kalan
şeyler:
Kıtlık ve yokluk denince ilk olarak aklıma şunlar
geliyor:
Kıtlık ve yokluk yıllarında yaşadığım yer, şartlar ve
anılar...
Çocukluğumdaki eğitim şartları ve eğitim durumum
Eğitim durumunuz nedir, çocukluğunuzda eğitim şartları nasıldı?
1939-1945 yılları arasındaki kıtlık dönemlerinde nerede, neler yaşadınız? Nelerin
yokluğunu çektiniz? Bu yıllara dair büyükleriniz size neler anlatırdı?
“Ben...”
Kitaptaki Özet Sorular
Kendinizi tanıtabilir misiniz?
Orijinal Röportaj Soruları
Röportajlar
K ITLI K VE Y OKLUKLARIYL A 19 4 0’LA R H ATIRALA R , H ATIRLANANLA R
31
Yadigâr Göksel
“Ankara-Çankaya’da bir huzurevinde tanıştım Yadigâr Teyzeyle… İlerlemiş yaşına
rağmen diksiyonu düzgün, kibar ve zehir
gibi hafızasıyla seksen yaşında tatlı mı tatlı
biri… Kuvvetli hafızası ve düzgün diksiyonunun sebebini hakim olmasından çok,
zarif ve zeki bir hanımefendi olmasından
kaynaklandığını düşündüm… Hatıralarını
gözleri dolu dolu, o günleri tekrar tekrar
yaşayarak anlattı ve ekledi: “Gaz yağı bile
yoktu... Düşünebiliyor musunuz?”
Kendinizi tanıtabilir misiniz?
Adım Yadigar Göksel, emekli hakimim. Benim de bir babam, anneciğim, ağabeyciğim vardı... Ailemden geriye bir tek ben kaldım. Hepsi çok iyi insanlardı.
Onlar birer birer vadeleri gelince vefat ettiler. Ben yalnız kaldım tabii. Daha evvel zor şartlar içinde okudum. Ağabeyimle birlikte iki kardeştik. Ağabeyimde
sonradan mesleğe atıldı havacı oldu. Telsizci oldu. Orada beni altıncı sınıftan
itibaren ağabeyciğim okuttu. Allah rahmet eylesin, sonradan mecburi hizmetini bitirdi ağabeyim, ziraat fakültesine kaydoldu. Ziraat fakültesine giderken
gündüz ziraat fakültesi, gece de iktisadi ticari bilimler fakültesi açılmıştı o da
bizim eve yakındı, hukuk fakültesinin arkasında, oraya yazılmıştı. Gündüz ziraat fakültesine gidiyordu laboratuvarda, mecbur olduğu derslere giriyordu
gecede iktisadi ticari bilimler fakültesine gidiyordu. Bir sene arayla iki fakülteyi bitirdi yani dört senede iki fakülte bitirmiş oldu.
Çocukluğumdaki eğitim şartları ve eğitim durumum?
Ailesinin durumu iyi olan okuyordu, tabii bizim aile durumumuz da çok iyi
değildi. Başında babamız vefat edince annecim iki çocukla kaldı çok zor şartlar
altında. O yıllarda ekmek karne, gaz yağı bulunmuyor lamba yakılıyor bir de
pasif korunma (savaş tedbiri) oluyordu. Dışarıya ışık sızmayacak… Lambadan
da ocaklığın içine ben lambayı koyuyordum onun önünde ders çalışıyordum.
Ortaokul hayatımın ilk yılları böyle geçti. Sonra ikinci üçüncü yıllar o pasif ko-

Benzer belgeler