DEĞER Haziran 2016 - Sesleniş

Transkript

DEĞER Haziran 2016 - Sesleniş
Haziran 2016
Sayı: 30
ÜCRETSİZDİR
DEĞER
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
“Özgürlük, sorumluluk demektir. Birçok
kişinin özgür olmaya cüret edemeyişinin
nedeni de budur.”
George Bernard Shaw
‘’Büyüklerin söz verişleri, yürüyüp duran bir
definedir; ehil olmayanların söz verişleri ise
akıp giden bir zahmettir, bir eziyettir.’’
Mevlana
HAZİRAN/2016
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri
Genel Müdürü
Sorumluluğu tanımlamak oldukça kolaydır. Sorumluluğu: ‘’Kişinin kendisine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini, zamanında
ve istenilen şekilde yerine getirmesi zorunluluğudur.’’
gibi kolay ve kısa bir tanımlamayla yapabiliriz. Ancak bu tanımı hayata geçirmek zordur. Kişisel anlamda sorumluluk alma ve kişisel sorumluluk duyma gibi
karakter özellikleri evlatlarımıza çok küçük yaşlardan
itibaren aile içi eğitimiyle kazandırılmaya başlanarak,
eğitsel faaliyetlerle desteklenip geliştirilmelidir. Her
ihtiyacı annesi ve babası tarafından karşılanan, devamlı neyi nerede ve nasıl yapacağı kendisine hatırlatılan,
yanlış yaptığında azarlanan ve kınanan çocuklar kişilik
geliştiremezler. Aşırı korunmuş bireyler olarak, hayatta en ufak bir zorlukla karşılaştıklarında yanlarında daima
büyüklerinin olduğunu bilmek isteyeceklerdir. Hayatta
atılan her adım başlı başına bir ‘’sorumluluktur’’. İşte
bu yüzden çocuklarımızı gelecekteki yaşantılarında sorumluluk sahibi ve inisiyatif alabilen bireyler olarak yetiştirmemiz gerekmektedir.
Hepimiz hayatın belli kademelerinde değişik rollerde kimimiz yönetici, kimimiz çalışan ya da başka
bir konumda yaşantımıza devam ediyoruz. Özellikle iş
ortamında sorumluluk sahibi çalışanlar olabilmek günümüz şartlarında çok önemlidir. Sorumluluk bir bilinç
olduğu kadar, aynı zamanda da bir gönül işidir. Kurumlarda mantığımızı kullanmadan, sorumsuzca davranışlar geliştirmek vaktimizi boşa harcamamıza ve devletin
imkanlarını doğru kullanmamamıza neden olur. Her
kamu çalışanı devlet olgusunu ve devlete olan inancını unutmadan görevini yerine getirmelidir. Bu bilinçle
hareket eden çalışanlar, sorumluluklarını bir yükümlülük değilde görev olarak görürler. Her çalışan görevinin
getirdiği sorumluluklara sahip olmalıdır ve yaptığı işi,
‘’bu benim işim değil’’ demeden, işbirliği, ahlak, etik ve
hukuki kurallar çerçevesinde adaletli bir biçimde yerine getirebilmelidir. Bazen çalışma ortamımızda öyle
durumlarla karşılaşırız ki, iş bizim sorumluluğumuz
alanında olmayabilir. Bu duruma aldırış etmeden geçip
gitmek yerine ilgili birimi ya da birimleri konuyla ilgili
haberdar etmek sorumluluk sahibi bir çalışana yakışan
davranış biçimidir.
İş hayatımızda sorumluluk ve inisiyatif alabilme yeteneği oldukça önemli ve gereklidir. Kurumlarda
sadece sorumluluk almakla da iş bitmiyor. Bütün çalışanlar sorumluluklarını düzgün taşımalı ve üstlenmelidir. Kamu kurumunda inisiyatif kullanma; mevzuatın
tanıdığı yetki ve görev sınırları içinde iş yapma kapasitesi demektir. Bir kurumda en üst kademeden en alt
kademede çalışana kadar her çalışan kendisine verilen
ve görev tanımı içinde olan bir yetkiyi kullanabilmelidir. İyi bir liderin en önemli özelliğidir inisiyatif almak.
Bir lider kurum için verilecek kararın sorumluluğunu
taşımaktan çekinmemelidir. Aynı şekilde çalışanlar da
kişisel başarılarıyla iftihar ettikleri gibi başarısızlıklarının da arkasında durabilmeli, her sorunun nedenini
amirleri olarak görme düşünce yapısından uzaklaşmalıdırlar. Çünkü sorumluluk almak suçlamayı bıraktığınız yerde başlar. Ancak bu konuda her birey kendisiyle
yüzleşebilmeyi başardığında mutlak başarı söz konusu
olacaktır. Ceza İnfaz Kurumları son derece kritik ve stresin
yoğun yaşandığı kurumlardır. Bu nedenle diğer kurumlardan çok daha fazla ekip ruhuna ihtiyacımız olduğunu
unutmamalıyız. Bireyselleşmenin ön plana çıktığı başarılar önemli gibi görünse de, ekip ruhunun olmadığı kurumlarda birlik ve beraberlikten bahsetmek mümkün
değildir. Bir kurum, ya birlikte başarılı ya da birlikte başarısızdır. Çünkü başarıyı belirleyen en önemli faktörlerden biri takım olabilmektir. Takım olabilmek kişisel
egolarımızı bir yana bırakıp, ‘’ben’’ değil ‘’biz’’ demeyi
öğrendiğimizde mümkün olacaktır. Bireysel olarak ulaşamayacağımız hedeflere ancak iyi bir ekip çalışmasıyla
ulaşabiliriz. Birbirimizin eksiklerini ve açıklarını takip
etmek yerine, birbirimizin tamamlayıcısı olalım. Kurum mahremiyetinin önemini asla unutmayalım. Birbirimizi eleştirmekten, yanlışlarımızı söylemekten çekinmeyelim. Çalıştığınız ortamda tespit ettiğiniz yanlışları
doğru üslupla idarecilerinize bildirin. Unutmamamız
gereken; ‘’Ne’’ söylediğimiz değilde ‘’nasıl’’ söylediğimizin önemidir.
Kurumlarda yaşayacağımız her krizde demoralize olmak yerine, olumsuzlukların aslında kendimizi
geliştirebilmemiz için bir fırsat olduğunu düşünelim.
Yeterki birbirimize sımsıkı tutunarak yaşanılan olumsuzluklardan ders çıkarmasını bilelim. En önemlisi de
ceza infaz kurumlarımızda yaşanacak en ufak bir hatanın ülke gündemini değiştirecek boyutlarda yankı
yaratabileceği gerçeğini asla aklımızdan çıkarmadan,
attığımız adımları bu sorumlulukla ve görev bilinciyle
atalım.
3
Saygı ve selamlarımla...
BAŞYAZI
İçindekiler
36
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Yıl: 3 Sayı: 30 Haziran 2016
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Yayınıdır
Değer
8
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Çelebi YILMAZ Faruk KARCI Elçin Çakar TERZİOĞLU
Emrullah ÖZGER
Irmak ŞENEL Zümrüt ÖZKAN
Beynun GÜNEY İslam AZAKLI
Hakan ERDEM
(Yayın Kurulu Başkanı)
(Eğitim Daire Başkanı)
(Tetkik Hâkimi)
(Şube Müdürü)
(Şube Müdürü)
(Sosyal Çalışmacı)
(Psikolog)
(Psikolog)
(Sosyal Çalışmacı)
(Memur)
2
18
10
Editör
Faruk KARCI
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Necmi ACUN Katkı Sağlayanlar
(Tetkik Hakimi)
(Kurum Müdürü)
Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Aydın Keçeci
Cevdet Tekin - Ejder Topal - Ferhat Çeliker
Said Şener - İsa Tiyek - Ahmet Eser
Murat Namdar - Hakan Yıldız - Mehmet Gökçe
Ramazan Sağır - Recep Güngör - Mustafa M. Ünlü
Özcan Gültekin - Mehmet Varnalı - Ersin Kaya
Meltem Yamakoğlu Ülker - Hatice Keleş - Nesil Sağın Küçük
Haziran 2016
22
24
44 46
0
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Grafik Tasarım
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 19/07/2016
İletişim
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Abidin Daver Sk. 7/10 Çankaya -Ankara
0312 441 00 40 - 0533 616 23 18
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91
e-posta: [email protected]
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Sesleniş Gazetesinin ekidir
EDİTÖRDEN
Faruk KARCI
Adalet Bakanlığı
Ceza ve Tevkifevleri
Genel Müdürlüğü
Tetkik Hakimi
İnsan yaptıklarından değilde en çok yapmadıklarından sorumludur bu hayatta. Bu ay ki yazımda yaptıklarımız değilde daha çok yapmadıklarımızdan bahsetmek istiyorum sizlere. Öncelikle bireylerin kendilerine
sonrada çevresine karşı sorumlulukları vardır. Bunlar
sağlığımızı korumak, kişilik sahibi olmak gibi önemli
maddelerdir. Kendimize olan sorumluluklarımız arasında ise ahlaklı olmak, çevremizi temiz tutmak ve diğer
insanların haklarına saygılı olmak gibi örnekleri de çevremize olan sorumluluklarımız arasında gösterebiliriz.
Genellikle kendimize olan sorumluluklarımızı yerine
getirirken çevremize olan sorumluluğumuzu nedense
yerine getirmekte zorlanırız. Hatta bir çok zaman yapmayız. Aslında o yapmadığımız şeylerdir bizim gerçek
karakterimizi ortaya koyan.
Televizyonda ve basında bazı haberler okuyoruz. Mesela balkondan düşen çocuğa yanında olmasına
rağmen müdahale etmeyen biri, başka birinin sokakta
bayıldığını gördüğü halde hiçbir şey olmamış gibi oradan geçen insanlar ve izlediğimiz okuduğumuz diğer
olaylar... Elbette bu olayların oluşumunda oradaki insanların sorumluluğu yok. Pekala sonrasında müdahale etmediğimizde sorumlu birer vatandaş gibi davrandığımızı söyleyebilir miyiz. Nasıl olsa biri yardım eder
veya benden kaynaklanmadı ki şeklinde düşüncelerle
sorumluluğumuzu atabilir miyiz? Vicdanımıza sorduğumuzda ‘’Evet’’ cevabı verebiliyor muyuz?
şımayan çalışma arkadaşlarımızın da sorumluluğu var
mıdır bu olayda? Yoksa mesleki sorumlulukla hareket
edip, olayı büyümeden o anda çözmek, çözüm yolu aramak ya da gelen vardiyayı bilgilendirmek midir doğru
olan?
Bu konuda öyle çok örnek verebilirim ki sizlere. Önemli olan, verdiğim örneklerin çeşitliliği değilde, sizin bu örneklerdeki sorulardan birine verdiğiniz
cevaplardır. Yanlışı gördüğü halde önemsemeyip elini
uzatmayan, en az yanlış yapan kişi kadar sorumludur. ‘’Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’’ mantığıyla
hareket ediyorsanız eğer, bir gün dönüp dolaşıp o yılanın bir yerde muhakkak size de dokunacağını unutmamalısınız.
Hayatta sorumluluk sahibi bireyler olmalıyız.
Sıradan insanlar sadece hayat akışlarını kontrol ederken, sorumluluk sahibi insanlar daha büyük olayları
kontrol edip, zorlukların üstesinden gelebilmektedir.
Kendi kararlarımızı kendimiz verip aldığımız kararların
sorumluluğunu taşıyabilmeliyiz. Yaşadığımız olumsuzlukların bedelini başkalarına çıkartmamalıyız.
Sorumluluk deyince hayatımızda, iş hayatındaki
sorumluluklarımız sanırım önem sırasının başında yer
alıyor. Hepimiz devletin bizlere verdiği görevleri yerine
getirmek adına bulunduğumuz pozisyondayız. Görev
bize devlet tarafından verilir, ancak sorumluluk ise kişi
tarafından ek olarak alınır. O sebepten her çalışanın,
Tesadüfen, yanı başımızda bir evin yanmaya aynı görevi yerine getirme tarzı farklıdır ve bu fark albaşladığını görüyoruz ve ilgilenmiyoruz. Yangının baş- dığı sorumlulukla orantılıdır. Sorumluluk alan çalışanlaması bizim sorumluluğumuz değildir, ancak ilk mü- ların görevlerinde çok daha başarılı oldukları ve işlerini
dahaleyi yapacak imkanımız varken müdahale etmiyor- çok daha profesyonelce yerine getirdikleri bir gerçeksak ya da itfaiyeye haber verebilecekken aramıyorsak liktir. Sadece bize verilen görevi yerine getirmek çoğu
yangından kaynaklı kayıplardan sorumlu değiliz deni- zaman yeterli olmayacağından, sonrasında doğabilecek
lebilir mi?
sorunların da sorumluluğunu üstlenebilmeliyiz. Ancak
bu şekilde işimizin hakkını vermiş oluruz.
Kendi iş ortamımızı düşündüğümüzde; vardiyada çalışırken, nöbetimiz esnasında odaların birinde bir Allah’ın verdiği vicdan duygusu sorumluluk
sorun yaşandığını ve oluşan sorunu çözebilecek durum- ile kardeştir. Sadece iş yaşamınızda değil tüm yaşamıdayken, sorunu çözmeyip, bizden sonra nöbeti devralan nız boyunca insana ve doğaya zarar vermeden, hoşgörü,
vardiyaya bıraktığımızı düşünelim. Sorunların, gelen adalet, yasalar ve doğruluk yolundan ayrılmadan, sovardiyanın çalışma saatleri arasında yaşanması sadece rumluluk sahibi bireyler olmanız dileğiyle.
o vardiya çalışanlarının olaydan sorumlu olduğunu mu
gösterir? Yoksa işine olan sorumluluk duygusunu taSevgi ve saygılarımla...
HAZİRAN/2016
Okuyucularımızdan
Teşekkür Mektupları
i Ailesi,
r Dergis
erli Değe
doerinizden n
tl
e
r
y
a
g
mek ve
eği geçe
2 yıllık e
arak em aklaşık
le
y
k
la
li
ş
e
a
c
b
n
Ö
Y
en
ürlerimd ekkür ediyorum. e geleş
layı müd
v
te
r
o
e
iy
kip ed
üklerim
tüm büy ğer’’ dergimizi ta kla bekliyorum.
lı
De
7 aydır ‘’ ni sayısını sabırsız ir dergi. Bende
b
e
i
y
ibi göcek olan kaliteli ve öğretic
i ailem g ldık.
r
n
le
te
iz
a
s
ik
e
k
v
Ha
ratı
or
benimsiy rklı sıfatlarla ya ını isfa
değerleri
iz
lm
ı o as
. Hepim
patıp ayn arklılıklara
tı
rüyorum
in
s
e
k
ardı. F
ah her
Şayet All şüphesiz öyle yap ularını başkalaiç
ğr
teseydi, h memek, kendi do yük saygısızlıkr
te
n bü
saygı gös
lkmak, e ediyor ve hayatıa
k
a
y
a
tm
r
rına daya için çok teşekkü
y
e
ş
r
.
e
tır. H
iyorum
şarılar dil
nızda ba
Değ
ri
erim, i’’ Üreticile
l
k
ü
y
is
Bü
r Derg
değer
nlaSaygı şem ‘’Değe
yan, a an
a
l
n
e
a
t
e
ç
un
Muh
rendik
bir ok
öğ
daha
sınenen,
r
ğ
ö
adıkça z için nokta aya
m
ç
y
k
o
u
d
ı
d
Oku
yan,
ları s
dığın
doyma
ulaştır tüm çalışan ayacağı
dıkça iyi bizlere
i geçen
ulaşam efsine
rg
n
bir de ülüne emeğ Sevginin
.
rg
anoğlu
yi
dan vi lamlıyorum Yeter ki ins ygıyı sevgi
e
a
.
s
s
r
s
r
r ule
gıyla ürek yoktu
u. Siz ir ışık oluyo
n
u
y
h
r
u
hiçbi
lere b
esin r
n etm getirip biz
a
b
r
u
k
le
atır di
aysatır s i anlayana!
alma g ur
e
y
b
a
e
t
l
bu k
nuz,
lerim
an şiir iş olduğum değer’’
m
a
z
‘’
m
an
vk gel
n
oluyor
e zam
Ben d im. Yeni se yakın dost aşamak içi
y
y
n
e
e
e
l
d
d
n ık
retin uzda bana
gi için irlikte aydı er
v
e
s
m
z
rumu z. Koşulsu zele hep b nice ‘’Değ
i
ü
,
dergim iye, daha g sanlık için ımla...
n
y
i
i
ar
l
daha ’miz için, lsun. Saygı
e
o
y
Türki ine’’ selam
er
Dergil
lü
üküm KSEK
H
umu
YÜ
z Kur
Galip
a
f
ı
c
n
İ
a
H
eza
Tipi C
T
ı
l
n
Tavşa
lü
Hüküm
UŞ
Fikret K
Kurumu
a İnfaz
z
e
C
ık
ç
akran A
İzmir Ş
7
TEŞEKKÜR MEKTUPLARI
GÖREV
BİLİNCİ
Görev, kişinin isteyerek ve içtenlikle yerine getirdiği iş olarak tanımlanabilir. Görev bilinci ile sorumluluk duygusu birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Kişilik gelişimini tamamlayabilen ve sorumluluk duygusu
gelişmiş olan kişi görev bilincine de sahiptir. Bu bilinç,
diğer kişilik özellikleri ve değerler gibi çocuk yaşta kazanılmalıdır.
“Ağaç yaş iken eğilir’’ atasözümüzde de belirtildiği gibi bireylerin sorumluluk duygusuna ve buna bağlı
olarak da görev bilincine sahip olma özelliği küçük yaşlarda edinilir. Günümüzde çocuklarımıza bu duygu ve
bilinci kazandırmakta eksik kaldığımız aşikardır. Her
isteğini gerçekleştirdiğimiz, her istediğini aldığımız çocuklarımız, büyüyüp yetişkin bireyler olup, hayatın gerçekleriyle yüzleştiklerinde problemin büyüklüğü gün
gibi ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk duygusunu edinmeyen bireyler, görev bilincine de sahip olamamaktadır.
Görev bilinci; doğruluk, güven, işine bağlılık,
sorumluluk, insan haklarına saygılı, sevgi ve hoşgörü
değerlerini içeren bir kavramdır. Önceliğimizin para ve
güç olduğu yirmi birinci yüzyıl dünyasında insanların
değer kavramlarının değişmesi, toplumsal yozlaşmalar
ve sanal bir hayat sürmeye başlamamız, gün geçtikçe
belirttiğimiz değerlerimizle birlikte görev bilincinin de
kaybolmasına neden olmaktadır. Görevlerimiz hayatımız boyunca bizleri takip edecektir. Görev bilincine
sahip birey, işini zamanında ve eksiksiz yerine getirir,
işten kaçmaz ve örnek davranışlar gösterir. Hayatımızın
önemli bölümünü kapsayan görevlerimizi angarya olarak görmemek ve işimizi gönülden benimseyerek yapmak, kendi hayatımızı daha sıhhatli hale getirecektir.
Yaptığımız işleri yalnızca para kaynağı olarak
gören, toplumsallaşmaktan uzaklaşan, bencilliğin ön
8
planda olduğu, herkesin kendini kurtarma derdine düşKAPAK KONUSU
tüğü insanlar olduk maalesef. Çocuklarımıza da farkında olmadan bu düşünceleri empoze ediyoruz. Örneğin;
evlatlarımıza, mesleki yönlendirme yaparken para, statü
ve güç olarak üstün gördüğümüz meslekleri edinmeleri konusunda telkinde bulunup yol gösteriyoruz. Başka
bir yol göstermediğimiz için hedefe ulaşılamaması durumunda, bireyin kendisi de bizler de başarısızlık etiketini yapıştırıyoruz.
Böyle olunca da bireyin sahip olabildiği iş ve görevler de mutsuzluğa neden oluyor. Esasında çocuklarımıza yapacağı işin ismi ve niteliğinin ne olacağını değil,
hangi işi yaparsa yapsın en iyisini yapması gerektiği düşüncesini aşılamamız, yolu değil yolları nasıl gideceğini
öğretmemiz gerekmektedir. Sürekli söylenmek, eleştiri yapıp üretici olmamak, her zaman kendi fikrimizin doğru olduğunu düşünmek ve sürekli haksızlığa uğradığımızı düşünmek,
görev bilincinin en büyük düşmanlarıdır. İşimizde
karşılaştığımız sorunlarda ve adaletsizliğe uğradığımızı düşündüğümüzde, sebebini başka kişi ve hususlara
HAZİRAN/2016
yüklememeli, hatayı kendimizde de aramalıyız. Elbette
adaletsizliğe uğradığımız zamanlar da olabilir.
Ancak hayatın bize adaletsiz davrandığı düşüncesiyle karamsarlığa kapılmanın da bize bir şey kazandırmadığını farketmeli:
“Bugün yaptığım işin hakkını verdim mi? Kazandığım ücreti hakettim mi?” sorusunu kendimize sorduğumuzda gönül rahatlığıyla “evet” cevabını verebilen,
sorumluluk sahibi ve görev bilinci olan bireyler olabilmişsek kendimiz, ailemiz ve milletimiz için huzurun ve
mutluluğun anahtarlarından birine sahip olmuşuz demektir.
Mehmet VARNALI
Menemen R Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Öğretmeni
9
KAPAK KONUSU
ÇOCUKLARDA
DEĞERSİZLİK
DUYGUSU
Anne babalar olarak çocuklarımız bizim en değerli
varlıklarımız deriz. Peki “en değerli” derken neyi kastederiz. Gerçekten bilerek, düşünerek, hissederek mi kullanıyoruz? Çocuğa “değer vermek” demek çocuğun hangi yaşta
olursa olsun onun duygularına, düşüncelerine, fikirlerine
saygı duymak, onu dinlemek, onunla ilgilenmektir. Örneğin; “sen çocuksun ne anlarsın, çocuk aklınla karışma büyüklerin işine, sen nerden bileceksin ki” gibi yorumlarımız
ve söylemlerimiz çocuğun kendini değersiz hissetmesine
neden olacaktır.
Annesi babası tarafından kendini önemsiz,
değersiz hisseden çocuk neler yapabilir ya da
yapamaz:
• Kendini değersiz hisseden çocuk hayatı boyunca hep silik
yaşar, toplum içinde rahat konuşamaz, kendi duygularını
anlatamaz, sosyal hayatta olsun iş hayatında, okul hayatında, evlilik hayatında “Hayır” diyemez.
• Kendisini değersiz hisseden çocuk, özgüvensiz bir yetişkin olarak hayatına devam eder.
• Kendisini değersiz hisseden çocuk, diğer çocuklarında
değersiz olduğunu düşünerek onlara çok kolay zarar verir.
Kavga eder, yalan söyler bir başkasının eşyasını izinsiz kolaylıkla alır.
• Kendisini değersiz hisseden çocuk, değersizlik duygusundan kaynaklı yoğun olarak öfke duygusu yaşar ve öfkesini başka insanlardan ya da diğer canlılardan alır. Onlara
zarar vermek, onu çok heyecanlandırır, mutlu eder.
• Kendini değersiz hisseden çocuk, kuralları tanımaz, ku-
10 rallara ve otoriteye aykırı davranışlar sergiler.
ÇOCUK
• Kendini değersiz hisseden çocuk, ileride değersiz, ilgisiz
bir ebeveyn olur ve uyumsuz nesiller, çocuklar yetiştirir.
• Kendini değersiz hisseden çocuk, mutsuzdur ve arayış
içerisindedir. Kendini mutlu edecek geçici doyumların peşindedir ve çok kolay yanlışa yönelir. Alkollü madde alarak
kendisini değerli ya da önemli hisseder.
• Kendini değersiz hisseden çocuk, sosyalleşme süreci
olan ergenlik dönemiyle birlikte, gruplaşma, çete şeklinde
gruplara dahil olmak ister. Bu gruba ait olarak onlar gibi
davranarak kendini değerli hisseder.
HAZİRAN/2016
• Kendini değersiz hisseden çocuk, kendisine ve çevresine
zarar verir.
DEĞER VE FARKINDALIK
Çocuklarda değer ve farkındalık örneğini anlatan
şu anektot ile bitirmek istiyorum. İlkokul 4. sınıf öğrencilerine sınav yapan öğretmen, son soruda bütün öğrencilerin takıldığını farketmiş. O son soru ise şöyle: “Her gün
okulu temizleyen görevli kadının adı nedir?”
Çocuklar son soruyu okuduklarında her halde şaka
olmalıydı, diye düşündüler. Görevli kadını hemen hemen
her gün görüyorlardı. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.
Elli yaşlarında olmalıydı ama adı neydi acaba diye düşündüler. Son soruyu yanıtsız bırakıp, kağıdı teslim ettiler ve
öğretmenlerine son sorunun test sonuçlarına dahil olup
olmadığını sordular.
Öğretmen: “Tabi dahil,” dedi. Hayatınız boyunca
insanlarla karşılacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve “merhaba” demeniz
gerekse bile...” Çocuklar hepsi görevli kadının adını öğrenmişlerdi ve hayatları boyunca unutmayacaklardı.
Çocuklarınıza bırakabileceğimiz en büyük miraslardan biri, herkese değer vermeyi bilmektir. Bir insana
değer vermek, onu selamlamakla başlar. Hepinize selamlar...
Nesil SAĞIN KÜÇÜK
Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Psikolog
11
ÇOCUK
Sorumluluk
Nedir?
Sorumluluk sahibi olmak kimi zaman çocuğumuzun
gurur duyduğumuz bir özelliği, kimi zamanda neredeyse el yakıcı bir sorun, nasıl çözeceğimizi bilemediğimiz tıkandığımız bir
problemdir. Sorumluluk gündelik yaşamımızı, toplumsal ilişkilerimizi buna bağlı olarak en nihayetinde ruhsal doyumumuzu
etkileyen kavramlardan birisidir. İçinde olduğumuz yaş ve döneme, toplumsal rollerimize, içinde yaşadığımız kültüre ve zamana
bağlı olarak içeriği değişen ve yeniden tanımlanabilen bir olgudur. Tüm bu değişkenlere rağmen, sorumluluk; bir görevi üstlenme, bu görevin gereklerini yerine getirebilme ve bu sürecin
olumlu ve olumsuz yanlarının sonuçlarını yüklenebilme şeklinde
tanımlanabilir.
Sorumluluk tarifindeki bu basit görünüm aslında biraz
yanıltıcı olabilir. Çünkü belirli sorular söz konusudur:
• Kim, hangi yaşta ne gibi sorumluluklar alacaktır?
• Bu sorumluluklar nasıl denetlenecektir?
• Sorumlulukla karşılıklı olma diye bir ilke var mıdır?
• Tüm bu sorulara özenle yanıt verildiğinde dahi sorumlulukla
ilgili sıkıntılar yaşanıyorsa ne yapmak gerekir?
Sorumluluk, Özgüven ve Anne-Baba Tutumları
Sorumlulukla özgüven ve çocuk yetiştirme tutumları
arasında doğrudan bir bağ vardır. Bir çocuğun sorumluluk alabilmesi için öncelikle özgüveninin pekiştirilmesi, yüreklendirilmesi, alacağı sorumluluğun tarifi ve nedenleri, sorumluluğu yerine
getirmede güçlük çektiği zamanlarda olası nedenlerin tartışılması ve bunların geri bildirimi gereklidir. Anne babaların sorumluk
kavramını çocukları ile paylaşmaya başlamalarından önce kendi
sorumluluk anlayışlarını algılamalarında ve bu konuda eleştirel
olmalarında yarar vardır.
Anne ve baba olma sorumluluğundan işe başlamak gerekir. Ebeveynler öncelikle çocuklarının haklarını koruma ve doğal yaşam gereksinimlerini sağlama sorumluluğu almalı, bunun
yanı sıra çocuğun ruhsal gereksinim ve yaşantılarına uyarlı olmalı, eğitim sürecini ise bir aile organizasyonu, anne ve babanın
ortak sorumluluk alanı olarak görmelidir.
12
Çok katı disiplin stratejileri ya da çok gevşek eğitim
stratejileri uygulayan ailelerde sorumluluk sıkıntıları daha belirgindir. Birinci tip ailede çocuğun yetersiz olduğu ve söz konusu
AİLE
görevleri kendiliğinden başaramayacağına dair bir inanç vardır
ve bu tip aile de çocuklarda ciddi bir özgüven sorunu vardır. İkinci tip aileler de ise varsayılan demokratik tutum adına çocukların
tüm istekleri aile tarafından doyurulur, bu tip ailede de yine çocuklarda özgüven sorunu görünmekle birlikte bu çocuklar güven
eksikliklerini birçok yöntemle gizlemeye çalışırlar. Her iki grup
ailede ebeveynler araya girmedikçe çocuklar temel öz-bakım
becerileri dâhil yaş dönemi özelliklerine uygun olarak almaları
gereken birçok sorumluluğu alamazlar. Güvenli bir sorumluluk
anlayışı için ailelerin önce kendi çocuk yetiştirme tutumlarını
incelemesi gerekir. Bunun arkasından öz bakım becerilerinden
başlamak üzere yaşına uygun bir şekilde çocuğun sorumlulukları
arttırılmalıdır. Bu sorumluluklar cinsiyet rolleri ve özgül gelişim
özelliklerine uygun verilmelidir.
Bunlara Dikkat Etmeliyiz!
• Çocuğun söz konusu sorumluluklarını yerine getirebilmesi için
seçenekler oluşturulmalı, onun kişiliğine de saygı göstererek karar süreçlerinde yer alması sağlanmalıdır.
• Yerine getirilen sorumluluklar için takdir edilmeli, yerine getirmeye çalıştıklarında ise çabası olumlu biçimde desteklenmelidir.
• Sorumlulukların alınması hiçbir zaman kişilik savaşlarına dönüştürülmemeli, çocuğun istek ve yapabilme gücüne uygun olmayan sorumluluklar dayatılmamalıdır.
• Sorumluluklar belirlenirken çocuğun yaşı ve gelişimsel dönemi
dikkate alınmalıdır. Yaşının üzerinde verilen sorumluklar ise çocuk için örseleyici olabilir, yinelenen başarısızlıklar öz saygı konusunda yaralanmalara neden olabilir.
• Bir çocuğa sorumluluk verilirken neden verildiği, kendisinden
neler beklendiği, başarısız olduğu zamanlarda ise ne yapması
gerektiği mutlaka anlatılmalıdır. Bütün bunlara rağmen sorumluluklar konusunda sıkıntılar yaşanıyorsa çocuğun ev dışı alanlardaki sorumluluk anlayışı değerlendirilmelidir. Bazı çocuklarda evde sorumluluk almazken okulda almakta ya da tam tersi
olmaktadır. Bu nedenle çocuğun sorumluluk anlayışı çok yönlü
değerlendirilip ona uygun manevralarla desteklenmelidir.
www.mebk12.meb.gov.tr
Genlerimizde Saklı Antik Virüsler
Yenileriyle Savaşmamızda İşe Yarayabilir
Eski çağ virüslerinin DNA’sı, bağışıklık sistemimizin modern virüs ve diğer patojenlerin sebep olduğu yeni
hastalıklarla savaşmasına yardımcı oluyor olabilir. Science
dergisinde yayınlanan yeni bir araştırmaya göre, milyonlarca yıl önce genomumuza yerleşen endojen retrovirüs
adındaki eski çağ virüsleri, bağışıklık sistemimizin evrimi
sırasında bu görevi üstlenmiş olabilir.
Araştırmacılardan biri olan ve Salt Lake City’deki Utah üniversitesinde insan genetiği profesörü Dr. Nels
Elde’ye göre: “Pek çok virüs ilk başta viral çoğalmanın bir
parçası olarak genomumuza girmiştir. Evrim durumu bizim lehimize çevirmiştir.” Endojen retrovirüsler birer viral
fosildir ve evrimsel geçmişimizde genomumuza entegre
olmuş ve yeni viral partiküller üretip başka canlılara bulaşma yeteneğini kaybetmiş olan DNA dizileridir.
Uzun süre, insan genomunun % 5 ile 8’ini oluşturan bu endojen retrovirüslerin herhangi bir işlevinin olmadığı hatta olumsuz bir etkilerinin olduğu düşünülmekteydi.
Araştırma ekibi, insan genomundaki endojen retrovirüsleri inceledi ve bunların büyük bir çoğunluğunun vücudun
patojenlere karşı ilk savunma hattı olan doğal bağışıklık
sisteminde önemli işlev gören genlerin yakınında bulunduğunu keşfetti. Araştırmacılar bunların bağışıklık sistemini harekete geçirmede bir işlev görüyor olabileceğini ve
dolayısıyla virüs, bakteri ve diğer patojenlerin sebep olduğu hastalıklardan korunmamıza yardımcı olabileceklerini
düşündüler.
Araştırmanın öncülerinden biri olan ve yine Utah
Üniversitesi’nden Dr. Cedric Feschotte “Bu sonuçlar bizim
için, bu unsurların geçekten de bağışıklık genlerini harekete geçiriyor olabileceklerinin ilk işaretleri oldu” diye
konuştu. Endojen retrovirüslerin bu işlevini onaylamak
için araştırmacılar laboratuvar ortamında insan hücreleri
yetiştirdi ve CRISPR/Cas9 genetik düzenleme yöntemini
kullanarak, bir bağışıklık geninin yakınında bulunan bir
endojen retrovirüs dizisini kesip çıkardı. Araştırmacılar bu
hücrelerde doğal bağışıklık siteminin harekete geçirmekte
başarılı olamadılar.
Ayrıca araştırmacılar bu hücrelere çiçek virüsüne
benzer bir virüs bulaştırdıklarında, bağışıklık sisteminin
ancak kısmi derecede etkinleştiğini gördüler. Araştırmacılar daha sonra endojen retrovirüsü tekrar bu hücrelere aktardılar ve bağışıklık siteminin normal bir şekilde çalıştığını doğruladılar. Dr Feshotte: “Bu endojen retrovirüslerden
bazılarının biyolojimizi şekillendirdiğini gösterdik,” dedi.
“Memeli genomları içinde viral DNA rezervleri bulunmaktadır; bunlar doğal bağışıklık siteminin yenilikler üretmesine imkan sağlamıştır.”
http://www.bionews.org.uk/
13
Doğal Şifa Kaynağı
Sülükler
Tatlı sularda, denizlerde ve rutubetli topraklarda
bulunan sülükler kan emerek şifa dağıtan halkalı solucanlar olarak ün yapmıştır. Yassı vücutlarının her iki ucunda
birer çekmen bulunur. Uzun süre açlığa dayanabilirler,
çoğunun boyu 05-10 cm kadardır. Araştırmalara göre en
uzun yaşayabilen türü 20-27 yıl kadar yaşadığı anlaşılmıştır. 300’e yakın türü olan sülüklerin en çok bilineni Latince
adı ‘’Hirudo Medicinalis’’ olan tıp sülüğüdür.
Sülüklerin medikal alandaki ilk kliniği yaklaşık
2500 yıl önce kurulmuştur. Tedavi edilecek bölgede küçük
bir ısırıkla işe koyulan bu küçük omurgasız hayvan, kanı
emerken salgıladığı enzimler sayesinde vücudun kan dolaşımını sağlar. özellikle tıbbi sülükler vücuttaki fazla kanı
dışarıya çıkarmak için kullanılmışlardır. On dokuzuncu
yüzyılda Fransa’da hastalıkların çoğu sülükle tedavi edilmekteydi. Bu iş için özel çiftliklerde binlerce sülük yetiştirildiği bilinmektedir.
14
CANLILAR ALEMİ
Vücutları 34 halkadan meydana gelir gövdelerinin
üzeri ince bir kutikula (su geçirmeyen mumsu madde) ile
örtülüdür. Vücutlarında kıl bulunmaz. Her iki uçta tutunmaya ve yer değiştirmeye yarayan birer vantuz (çekmen)
bulunur. Arka çekmen daha büyüktür. Sularda yılankavi
hareketlerle yüzer, vantuzlarıyla da tırtıl gibi, adım atarak
yer değiştirirler. Dış derileri fazla kıvrımlı olduğundan çok
halkalı görülürler. Genellikle koyu, alacalı yeşil renklidirler.
Üç yüze yakın çeşidi bilinmektedir. Bir kısmı küçük kurt, salyangoz, böcek larvaları gibi canlılarla beslenirken, çoğunluğu kaplumbağaların, balıkların ve memelilerin dış derilerine yapışarak kan emerler. Bir defada
ağırlığının 8 katı kan emebilirler. Kan emmiş bir sülük
bir yıla yakın açlığa dayanabilir. Bazı türlerin ağızlarında
küçük keskin dişler bulunur. Bir canlıya yapıştığı zaman
tükürüğünde bulunan pıhtılaştırmayı önleyici bir madde
salgılar. Bu maddeyle kanın vücudunun içinde de sıvı kalmasını sağlar. Emilen kan kursakta birikir ve sülük şişer.
Kursak vücudun büyük bir kısmını meydana getirir. Kan
emen bir sülük 20 dakika içinde şişer. Vücuttan ayrıldıktan sonra bile, bir müddet yaradan kan sızmaya devam
eder. Sülüklerin kursağında sindirimi kolaylaştıran bakteriler bulunur. Bu bakterileri ağızlarından çıkardıkları iplikçiklerle yavrularının kursaklarına aktarırlar.
Sülüklerin çoğunluğu yumurtalarını bir kese (kokon) içinde sudaki zeminlere yapıştırır. Top sülüğüyse
yumurtalarını nemli toprakların içine bırakır. Yumurtalardan ergine benzer küçük yavrular çıkar. Genç bir sülük
evvela böcek, sonra kurbağa, en sonra bir sıcak kanlı hay-
HAZİRAN/2016
vanın kanını emerek erginleşir. Bu olay 3 yıl içinde gerçekleşir. Solunumu derileriyle yaparlar. Çok azında solungaçlara rastlanır. Tıp sülüğünde 5 çift göz bulunur.
Işıktan hoşlanmadıkları için taşların, yaprakların
ve dalların altında bulunurlar. Derilerinin çeşitli kısımlarında sıcaklığa, kimyasal uyarılara ve dokunuşlara hassas
algılayıcılar bulunur. Karada yaşayanlar, nemli ağaç yapraklarına yapışarak altlarından bir hayvanın geçmesini
beklerler. Tropikal bölgelerdeki bazı türler vahşi ve evcil
hayvanların burunlarına girerler. At sülüğü bunlardandır.
Bazı sülüklerse, birçok hayvan hastalıklarının mikrop taşıyıcılığını yaparlar.
www.tibbisuluk.com
15
CANLILAR ALEMİ
Sinsi ve Ölümcül
Tehlike
“Aort Damarı
Genişlemesi ve
Yırtılması”
Son günlerde özellikle oyuncu Oya AYDOĞAN’ın
yemek yerken boğazına takılan parçayı çıkarmaya çalışması
ve kendini çok zorlaması sonucu aort damarının yırtılması, aort damarının neden ve nasıl yırtılabileceğiyle ilgili soruları gündeme getirdi.
Aort Damarı Nedir ve Neden Yırtılır?
Aort damarı, kanı tüm vücuda taşıyan en büyük
atar damar olup kelime anlamı eski Yunancadan gelen
“Yukarı Çıkan” anlamına gelmektedir. Kalpten çıktıktan
sonra boyuna doğru yukarı seyrettikten sonra göğüs arkasından aşağı dönerek, karın bölgesine kadar ilerleme
gösterir. Aort öyle bir damardır ki aniden yırtılması hızlıca
ölüme götürebildiği gibi eğer yırtılma süreci daha yavaş
ilerlediyse acil müdahale mümkün olabilmektedir. Burada
tabloyu belirleyen en önemli etken “sürecin ilerleme hızı
ve zamanıdır.”
Aort damarı yırtılması kendiliğinden geliştiyse;
yani travma sebepli değilse, sıklıkla aort damarında anevrizma (yer yer genişleme) sebebiyle olmaktadır. Anevrizma dediğimiz genişlemeler aortun seyri boyunca herhangi
bir bölümünde görülebilmekle birlikte en sık karın bölgesinde görülür. Ancak bir aort anevrizmasının patlayarak
yırtılmasının (rüptür) aort damarının içten yırtılmasından
(diseksiyon) farklı bir durum olduğunu da belirtmek gereklidir. Aort damarında anevrizma zamanla büyüme gösterse de vücutta belirti veren bir durum olmadığı için çoğu
zaman varlığı bilinmemektedir ve yırtılma ilk bulgu olarak
karşımıza çıkabilmektedir.
16
Ancak poliklinikte muayeneye gelen hastalarda
yapılan değerlendirmelerde özellikle görüntüleme işlemlerinde saptanabilmektedir. Yani aort hastalıklarında en
önemli konu zamanında teşhistir.
Aort Yırtılmasında Risk Faktörleri Nelerdir?
Aort damarında anevrizmanın
varlığı yırtılma için bir risk faktörüdür.
Çoğunlukla altta yatan sebep ‘’damar sertliğidir’’. Bu nedenle yaş
ilerledikçe görülme sıklığı
artar. Aortun genişliği ne kadar fazlaysa
yırtılma riski de o
kadar fazladır. Erkeklerde çok daha
sık görülmektedir.
Sigara, hipertansiyon ve doğuştan
iki yapraklı aort
kapak olması (normalde üç yapraklıdır) doğuştan elastik
dokuda
gevşeklikle
giden genetik hastalık
olması (Marfansendromu) ek risk faktörleridir.
Özellikle
kontrolsüz hipertansiyonu olan
hastalarda aort damarında genişleme sıklıkla saptanan bulgulardan olup ani yükselmeler
de aort yırtılmasına en sık sebep
olan durumdur. Bu nedenle hipertansiyon tanılı hastaların tansiyon
takiplerine dikkat etmeleri oldukça
önemlidir.
Aort Damarı Yırtılırsa Hastada Neler olabilir?
Aort damarının yırtılması çoğu zaman acil bir durumdur. Yırtılan bölgeye ve yırtılma tipine göre aciliyet
değişebilmekle birlikte kalbe daha yakın bölgelerde yırtılması sıklıkla kalp krizi şeklinde tablo oluştururken karın
bölgesine doğru olan yırtıklar şiddetli karın ağrısıyla giden
tablolar oluşturabilir. Kalbe yakın olan göğüs bölgesindeki
yırtıklar hayati tehlikenin yüksek olduğu vakalardır ve sıklıkla ölümle sonuçlanır.
Hastaların Takip ve Tedavisi
Nasıl Yapılmaktadır?
Aort damarında genişleme
saptadığımız hastaları genellikle yıllık takibe almaktayız. Yıllık
genişleme hızı anevrizmanın
ilerleyişi hakkında bilgi vermektedir. Duruma göre yakın
takip gerektiği düşünülüyorsa
6 aylık takipler de yapılabilmektedir. Aort anevrizması
saptandığında damar basıncını
korumak için ilaç tedavisi başlanmaktadır. Operasyon zamanlamasında çoğunlukla anevrizmanın
karın bölgesi için 5 santim, göğüs
bölgesi için 5,5 santim
civarına ulaşmasını bekliyoruz.
Anevrizmanın Ameliyatları Nasıl
Olmaktadır?
HAZİRAN/2016
Anevrizma bölgesine göre açık veya kapalı tekniklerle operasyon yapılmaktadır. Açık teknikte cerrahi
olarak anevrizmanın olduğu bölge kesilerek yapay damar
yerleştirilmektedir. Kapalı teknikte ise anevrizmanın olduğu aort bölümüne stentli bir yapay damar yerleştirilerek
stent açılmaktadır ki buna da ‘Endovasküler’ yöntem diyoruz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki; her hastaya kapalı
teknik olan ‘Endovasküler ‘ operasyon yapılamamaktadır,
çünkü hastaya hangi yöntemin daha uygun olacağı değerlendirilip karar verilmektedir.
Aort Hastalıkları Açısından Hastalar Nelere
Dikkat Etmelidir?
Bu süreçte hastanın dikkat etmesi gereken en
önemli şey tansiyonunun kontrol altında olmasıdır. Tansiyonun kontrolsüz olması ve ani yükselmeler aortun yırtılmasına sebep olan en önemli tehlike olduğu için her hastanın tansiyon değerleri ve yaşam tarzı konusunda bilinçli
olması gerekmektedir. Hastaların Kardiyolojik kontrol ve
önerileri sonrası tempolu yürüyüş ile hafif - orta şiddette
egzersizler yapması desteklenmelidir ancak ağırlık antrenmanları gibi şiddetli ıkınma gerektiren durumlardan hastaların kaçınması gerekmektedir.
Uzm. Dr. Ebru Özenç
Kardiyoloji
17
SAĞLIK
SEN KİMSİN?
-Tık tık tık
-Kim o?
-Benim
-Sen kimsin?...
Kimileri bu soruyu ismini söyleyerek cevaplar,
kimisi hangi anne babanın çocuğu olduğunu söyleyerek,
kimileri mahallesini söyler, kimileri en çok ait hissettiği
grubu…
“-Ben Alper” der mesela, ya da
“-Taner’in oğluyum”
Sen kimsin sorusunun cevabı bunlarla sınırlı değildir elbette. Kim olduğumuz, çok daha geniş bir değerlendirmeyi kapsamaktadır. Kendinize hiç sordunuz mu
“ben kimim” sorusunu? Yeteneklerinizi, hobilerinizi, başarılı olduğunuz ve yapmakta çok da muktedir olamadığınız
alanları..
Alice Harikalar Diyarı kitabında Alice, aşağıya düşer ve bir tavşanla karşılaşır. Önünde iki yol vardır ve tavşana sorar “-Hangi yoldan gideyim?”
18
Tavşan cevap verir: “Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok” Hayatta
insanın nereye gideceğini bilmesinden daha önemli olan
kim olduğunu bilmesidir. Kim olduğunu bilirsen, gideceğin yer değiştiğinde ortada kalmaz, nereye gideceğini daha
iyi belirlersin. Kim olduğunu bilmek, “ben” ile ilgilidir ve
“benlik” kavramına götürür bizleri. Benlik, kişinin kendisi, vasıfları ve özellikleri hakkında sahip olduğu genel fikir
olarak tanımlanabilir. Peki kim olduğum, yani benliğim
nasıl şekillenir? Benlik, kişinin kalıtım yoluyla genetik olaKİŞİSEL GELİŞİM
rak getirdiği özelliklerle birlikte kişinin çevresi ile etkileşim içinde olduğu grupların özellikleriyle iş birliği içinde
inşa edilir. İçinde olduğumuz grubun dinamikleri, süreçleri herkes tarafından aynı şekilde algılanmadığından bireyler arası önemli farklılıklar görülür .
Kim olduğumuza dair düşüncelerimizin tohumlarının atıldığı ilk dönem bebeklik dönemidir. Çocuğun, kendisi
ile ilgili yargıları ve çevresindeki ilk izlenimleri hissetmeye
başlamasıyla benliği oluşmaya başlar. Benlik, kişinin kendisini algılama biçimidir. Bir diğer deyişle benlik, bireyin
kendi içine bakışı ve çevresinin ona baktığı şeklin örtüştüğü
biçimiyle algılanmasıdır. Çocuğun kişiliğinin oluşmasındaki en önemli etken “benlik kavramı”dır. Benlik kavramının
en önemli bölümü ise bebeklikte oluşur. Benlik kavramı, çocuğun kendisiyle ilgili olarak kafasında çizdiği görüntüdür.
Bu görüntü, çocuğun kendine güvenip güvenmeyeceğini, içe
ya da dışa dönük olacağını, atak ya da çekingen bir davranış
mı sergileyeceğini belirler. Çocuğun benlik kavramı, onunla dünyayı seyrettiği bir gözlük gibidir.
Çocuklar, benlik kavramına sahip olarak doğmazlar. Ancak belirli özelliklerini de kalıtım yoluyla getirirler.
Çocuk tüm bildiklerini ve yapabildiklerini kalıtımla getirdiği özellik ve yetenekler ölçüsünde anne-baba ve içinde
bulunduğu ortamın yaşam biçiminden öğrenir. Bunu öğrenmeye de bebekken, hem de doğar doğmaz başlarlar.
Bebeklik döneminde, çocuğun yaşam hakkındaki temel
görüşü oluşur. Çocuk bu dönemde, bebek gözüyle dünyaya bakış açısını ve yaşam felsefesini kurmaktadır. Burada
anne-babanın tutumu ve kişiliği, çocuğuna yaklaşım şekli
ve aile içi uyum çocuğun benlik kavramını önemli ölçüde
etkiler. Yine bu dönemde ya temel bir güven ve mutluluk
ya da güvensizlik ve mutsuzluk duymaya başlar. Çocuk
büyüyüp olgunlaştıkça ve çevresi ile olan ilişkiler sonucu sosyalleşmesi sağlandıkça, çocuğun ben kavramı, yani
çevresindeki kişi, grup, cisim ve olgular karşısında “ben”in
yeri ve durumu daha belirgin bir şekil kazanmaya başlar.
Yukarıda da değindiğimiz gibi bireyin sosyalleşmesi, doğuştan getirdiği biyolojik olanakları, zeka düzeyi,sahip olduğu yaşam biçimi ve zenginliklerinin sınırları içinde şekil
alacağı da bir gerçektir.
HAZİRAN/2016
olmak! İnsan doğasını inkar ederek var olmaya çalışıyoruz
ve bu da git gide boğuluyormuş hissine kapılmamıza neden oluyor. “Ben Kimim” sorusuna geri dönecek olursak,
cevabı iç görüde saklıdır aslında. İç görü bireylerin kendi sorunlarının, kusurlarının, yetersizlikleri kadar yeterli
oldukları alanların farkında olma halidir. Kusurluluğunla
yüzleşmektir, kusursuzluk aramak değil.. İç görü, insan
olduğunu, hatalı olduğunu, ölümlü olduğunu, diğer insanların başına gelen her türlü olumsuzluğun, felaketin senin
başına da gelebileceğini kabul etme becerisidir..
“Mükemmel”, “iyi”nin düşmanıdır. Tüm yapabildikleriniz ve yapamadıklarınızı kabullenip mükemmel olmasa da, iyi “ben” halinin ruhunuzu sarması dileğiyle...
Meltem YAMAKOĞLU ÜLKER
Eskişehir H Tipi Ceza İnfaz Kurumu Psikolog
Doğar doğmaz gözleri kapatılan kedi yavruları
gözleri açıldığında göremezler. Her ne kadar göz sinirlerinin işlevleri çalışır olsa da belli bir zamana göre programlanmış olan uyarılmanın yokluğu yüzünden görme
işlevinden sorumlu korteks bölgesi gelişmez. Benzer bir
şekilde doğar doğmaz gözlerinin önüne siyah beyaz şeritli
renk süzgeci koyulan kedi yavruları, gözleri açıldıktan ve
renk süzgeci kaldırıldıktan sonra yaşamı yine siyah beyaz
şeritlerin arasından görürler. İnsan da nasıl bir görüntüyle
doğarsa öyle bakar dünyaya. İçine doğduğu ailenin, mahallenin, grubun görüntüsüyle yaklaşır hem kendine hem
dünyaya.
Tıpkı bir karikatürü ince mizah anlayışıyla kabullenmek gibi aslında insan olmak. Zayıflıklarıyla, hatalarıyla kendine dışarıdan bakıp, sonra gülüp iyi yanlarıyla bütünleşmek en derinde kaçtığımız korktuğumuz kendimizle
var olabilmek. İnsan hata yapar, insan eksiktir kusurludur,
ve insan ölümlüdür. Biz insan olduğumuzu unutarak sadece kendimizi hapsediyoruz mükemmelliğe ki mükemmel
diye bir şey yoktur gerçekte. Görüyorum ki insanlar mükemmellikle gurur duyar olmuşlar. Herkes başarılı, herkes
temiz, herkes dört dörtlük, neyi baskıladığımız neyi inkar
ettiğimiz, neyi yok saydığımız aslında aşikar, ortada. İnsan
19
KİŞİSEL GELİŞİM
İLGİNÇ BİLGİLER
Penguen yüzüp, uçamayan tek kuştur.
Filler zıplayamayan tek memelidir.
Yataktan düşerek ölme olasılığı iki milyonda
birdir.
Tom Sawyer daktiloda yazılan ilk romandır.
Soğan doğrarken sakız çiğnemek göz
yaşarmasını önler.
Sallanan sandalyede hiç durmadan sallanma
rekoru 440 saattir.
Sıcak su, soğuk sudan daha ağırdır.
Yeni Zelanda, dünyadaki her türlü iklimin
yaşandığı tek ülkedir.
Dünyada en çok kullanılan isim
Muhammed’dir.
İnsan vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre
vardır. Her dakika bunlardan 300 milyonu
ölür.
Eşekler tarafından öldürülen insan sayısı
uçak kazalarında ölenlerden daha fazladır.
İnci sirkede erir.
20
İLGİNÇ BİLGİLER?
HAZİRAN/2016
ELA GÖZLÜ NAZLI
YARİ
Ela gözlü nazlı yari
Görem dedim göremedim
Boş kalmıştır kavil yeri
Varam dedim varamadım
Gönlümün gülü nerede
Engeller durmaz arada
Emine’yle ben murada
Erem dedim eremedim
Şeker kaymak tatlı dili
Kınalamış nazik eli
Koynundaki gonca gülü
Derem dedim deremedim
Şahinim yok çıkam ava
Ne yaptımsa aldım hava
Kuşlar gibi ben bir yuva
Kuram dedim kuramadım
Gel derdini bana anlat
Ben kimlere edem minnet
Dediler ki bağın cennet
Girem dedim giremedim
Mehmet Ali asıl adım
Ferrahi’yi pirle kodum
Gurbet elden dönem dedim
Duram dedim duramadım
Aşık Ferrahi - Nida Tüfekçi
HİKAYESİ
Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan’ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya
küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz
erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızını Ferrahi’ye vermeye razı oluyor ama
sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.
Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine’dir. İki
gönlün bir olması engellenince alır başını çıkar sıladan. Başlar
gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi’nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık
için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına.
Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adını Emine koyar.
Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan
Emine’nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir.
Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece
baba - kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar.
Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları’na
katılırlar.
Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler.
İşte Ferrahi’yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri
dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi’nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında birçok koşma, güzelleme
gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar
Bayramı’na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine’yle birlikte
birincilik ödülü aldı. 1967 yılında Konya’da Mihri Hatun türkü
ödülünü ertesi yıl da yine Konya’da Köroğlu ödülünü aldılar.
21
BİR TÜRKÜ BİR HİKAYE
FELSEFE
Egoizm (Bencillik) Nedir, Ne Demektir?
Temsilcisi Thomas Hobbes’tır. Ona göre birey
“ben sevgisiyle” yani daima ve öncelikle kendisini düşünerek hareket eder. Bunun için insan eylemlerinin amacı
bireyin kendi hayatını koruması ve sürdürülebilmesidir.
Ahlaklılık, kişinin kendini koruma güdüsünün dışa vurulmasının bir biçimidir. Bireyin eylemlerine, iyi ve kötü diyen yine bireyin kendisidir. Birey daima yararına, çıkarına
uygun olanı yapar. Her insanın çıkarı bir olamaz, bu yüzden evren ahlak yasası olamaz.
Egoizm genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları
doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. Egoizm ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir:
Etiksel (ahlaki) egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarlarına uyan şeyi yapmalarının doğru olduğunu savunan
doktrin,
Psikolojik egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarları
için hareket ettiği savunan doktrin,
Rasyonel egoizm: İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin rasyonel olduğunu savunan
doktrin
22
Genel olarak bencillik kötü bir sıfat olarak düşünülmekteyse de, eski Yunan’dan başlayarak bunu müdafaa eden bir grup ve felsefik ekol daima mevcut olmuştur.
Mesela, eski Yunan felsefecilerinin bazıları ve onların yolunda gidenler, herkesin kendi mutluluğunu aramasını
öngörmüş ve bu suretle cemiyetin daha fazla refaha kavuşacağını iddia etmiştir. Egoizmi tamamen saf bir şekilde
ancak ilkel kavimler ile çocuklarda görmek mümkündür.
Diğer bütün hallerde bencillik toplumun veya kişinin başka düşünce, duygu ve isteklerinin etkisi altında ve bunlarla
perdelenerek ortaya çıkar. Bu sebeple, bencilliğin bir çeşiFELSEFE
di biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı yollar ve görüşlerle zuhur
eder. Mesela,toplumda daha iyi bir mevki elde etmek isteğini tatmin etmek için takınılan tavır ve davranışlardan
bazıları bu gruptandır.
HAZİRAN/2016
Kinizm Nedir?
Kinizm ya da sinizm, sofist Gorgias’ın ve daha sonra da Sokrates’in öğrencisi olan Antisthenes’in öğretisidir.
Antisthenes, Kynosarges Gymnasion’da okulunu kurmuştur. Kinik okulun, kyon kelimesinden türediği söylenmektedir; kyon ise köpek ya da köpeksi anlamındadır. Kinik
okul, bu nedenle Sokratesçi okullardan biri kabul edilir.
Anthisthenes mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını ve
bu erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din v.b. değer ve yargıları reddederek) savunmuştur. Kinizme ün kazandıran, dolayısıyla
kinizmin yayılmasını sağlayan Diogenes’tir. Diogenes bu
öğretiyi eyleme dönüştürmüştür ve gerçek erdeme ancak
bu şekilde ulaşılacağını savunmuştur. Rivayete göre Diagones yaşamını bir fıçının içinde devam ettirmeye vardırarak, toplumsal gereksinmelerden kendisini tamamen
yalıtmaya yönelmiştir. Kiniklerin temel felsefi konumları,
zamanın uygarlık değerlerine yönelik aldırmaz tavırları ve
eleştirel yaklaşımları tarafından şekillenir. Onların temel
etik ilkesi erdemdir ve bundan anladıkları da, insanın özgürlüğü ve kendi iç bağımsızlığı ile yaşamını sürdürmesidir.
İnsan, her tür gereksinmeye olan bağımlılığından
kurtulmalıdır. Dolayısıyla böyle bir erdem anlayışı, bilgi
ile temellendirilir; yani insan ancak bilgilenme aracılığıyla
kendisini kuşatmış olan gereksemelerden sıyrılabilir. Onlar açısından bilgi ve ahlaki ilkeler bu nedenle salt soyut bir
bilme meselesi değil, somut yaşamda yaşanması gereken
şeylerdir. Kinik filozoflar, bütün bu yaklaşımlarına uygun
bir kişilik örneği olarak Sokrates’e işaret ederler. Kinizme
göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır, ki erdemli, yani
kendine yetebilen bir kişi olabilsin. İnsanın doğaya karşı
geliştirdiği toplumsallık, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz eder; kinikler buna karşı doğal ve sade
yaşamı öne çıkarırlar.
Derleyen: Hakan ERDEM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Yetişkin Eğitim Bürosu
23
FELSEFE
TOROS KAPL
Dadaloğlum der ki: Gördüm düşümde
Yiğide ad veriler on beşinde
Alışkın tüfekle dağlar başında,
Azrail’den başkasından aman mı! Görkemli camileri, tarihi taş köprüsü, gizemli
kaleleri, renkli çarşıları ve bereketli sofralarıyla Doğu Akdeniz’in lezzet ve kültür başkenti, cömert, sıcak ve iştahlı
Adana...
Bu sihirli kelimeler Adana’ya çok yakışsa da onu
anlatmaya yetmez. Geleneksel ile modernin, eskiyle yeninin iç içe geçtiği çok kültürlü bir havzadır burası. Yılın on
bir ayı güneş topraktan bereketini esirgemez. Bu yüzden
de sınırları olmayan dev bir açık hava pazarı gibidir Adana. Sofralarsa hem gözü hem iştahı doyurur. Çünkü burada yemek bir sanat olarak görülür. Adana Toros dağlarının
güneyinde yer alan Çukurova’da Seyhan nehri üzerinde
kurulmuştur. Akdeniz’e yaklaşık 160 km’lik kıyısı bulunan
Adana Avrupa’yı, Asya’ya bağlayan önemli ulaşım yolları
üzerindedir.
Orta doğu ile kara ve demir yolu bağlantısı Adana
üzerinden yapılır. Bu bağlantı Toroslarda Gülek Boğazı’n-
24
GEZİ
dan sağlanır. Güneyden kuzeye gidildikçe Toroslara varınca yükseklik 2500 metreyi aşar. Torosların etekleri Akdeniz’e doğru ova biçimini alır.
İç Anadolu’dan doğan Seyhan ve Ceyhan Nehirleri Akdeniz’e akar. Toros Dağlarının zirvesinde yedi göller
vardır. Seyhan nehri üzerinde Seyhan ve Çatalan Baraj
Gölleri, Ceyhan Nehri üzerinde Aslantaş Baraj gölü ile Karataş’ da Akyatan ve Ağyatan Kuş Cenneti Gölleri vardır.
Akdeniz iklimi özellikleri taşıyan bitki örtüsü, yüksekliği
700-800 metreye kadar olan kesimde, mersin sandal, kermes meşesi, çınar, yabani zeytin, akça kesme, menengiç,
sakız ağacı, funda, erguvan, kara çalı, zakkum, okaliptus
gibi maki türü ağırlıklıdır. 800 metreden itibaren yayvan
yapraklı meşe, kızılcık, defne, daha yükseklerde çam türleri, ardıç, kayın, toros göknarı, sedir ve 2000 metreden
sonra alp tipi çayırlar rengarenk çiçekleriyle doğal bir halı
görünümündedir.
Çukurova bölgesinde yumrulu bitkilerden kardelen, yabani sıklamen, ada soğanı, nergis, sümbül ve benzeri bitkilere bahar aylarında sıkça rastlanır. Yine bölgede
kırsal kesimde yetişen, gelincik çiçeğinin Avrupa’daki türlerinden farklı olduğu bilinmektedir.
HAZİRAN/2016
LANI: ADANA
M.Ö. 1900 lerde Luvi Krallığı (Hititlerin bir kolu),
M.Ö. 1500-1333 Arzava Krallığı (Hititlerden ayrı doğu kökenli bir grup), M.Ö. 1900-1200 Hitit Krallığı, M.Ö. 1190713 Kue Krallığı (Frigler), M.Ö. 713-660 Asur Krallığı,
M.Ö. 663-612 Kilikya Krallığı, M.Ö. 612-333 Persler, M.Ö.
333-323 Helenistik dönemi, M.Ö. 312-1333 Selökidler,
M.Ö. 178-112 Karsunlar dönemi, M.Ö. 395-638 Bizanslılar ve M.S. 638 İslam devri, sırasıyla Ermeni Krallığı, Mısır Türk Memlukluları, Ramazanoğulları, Osmanlılar bu
topraklarda yaşamışlardır. Böylece tarih boyunca on ayrı
ve büyük medeniyete, 18 ayrı siyasi yapılaşmaya şahit olmuştur. Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin deltasında verimli
sulak arazide kurulu Adana’nın tarihi, coğrafi konumu nedeni ile M.Ö. 6000 yıllarına uzanmaktadır. Adana, Antik
Kilikya Bölgesinin en önemli şehirlerinden birisidir.
Hititlerden Osmanlı’ya, gelmiş geçmiş bir çok
medeniyetlerin beşiğidir. Adını Yunan mitolojisine göre
Gök tanrısı Uranus’un oğlu Adanus’dan almıştır. Adana’nın merkezinde bulunan Tepebağ Höyüğü, insanoğlunun yerleşik hayata geçtiği neolitik döneme aittir. Tarihi
M.Ö.6000’lere kadar dayanan Dünyanın en eski yerleşim
birimlerinden birisidir.
1. Dünya Savaşının bitiş tarihi olan 1918’de Türkler için
yeni bir mücadele baslamıştır. 31 Ekim 1918’de Adana’ya
gelerek Alman mareşali Liman Von Sanders’dan Yıldırım
Orduları Komutanlığı’nı devralan Mustafa Kemal, “Savaş,
müttefikler için bitmiş olabilir ama bizi ilgilendiren savaş,
kendi istikbalimizin savaşı, ancak şimdi başlıyor” diyerek,
Adana’da Kurtuluş savaşının ilk işaretini vermiştir. Bu
sırada düşman kuvvetleri Adana ve yöresini işgal etmeye başlamışlardır. Amaçları, Avrupa devletlerine destek
veren bir Ermeni devleti kurmaktır. 1918-1919 yıllarında
işgalciler, Adana’da zulüm ve işkence uygulamışlardır.
Bunca baskıya artık dayanamayan Adanalılar örgütlenerek “Kilikya Milli Kuvvetler Teşkilatı’nı kurmuşlardır. 5
Ağustos 1920’de Mustafa Kemal, Fevzi Bey (Çakmak) ve
milletvekilleri Pozantı’ya gelerek burayı il merkezi haline getirmişler ve Pozantı kongresini yapmışlardır. 1920
Kasım ayında Fransızlar yenilgiye uğramışlar ve Fransız
Hükumeti, T.B.M.M. Hükumeti’ni resmen tanımıştır. 20
Ekim 1921’de Fransızlarla “Ankara Antlaşması” imzalanmıştır. Bu antlaşmaya uygun olarak 5 Ocak 1922’de Fransızlar, Çukurova’dan tamamen ayrılmışlardır. Bu tarihten
itibaren il merkezi tekrar Adana’ya taşınmıştır.
SAĞLIKTA PARLAYAN KENT: ADANA
Çukurova, Türkiye’nin, belki de dünyanın en verimli topraklarına sahip. Hani kuru dalı saplasanız bir süre
sonra yeşerip meyve verecek kadar bereketli bu topraklar.
Son yıllarda bereket tarım dışında bir alanda daha görülüyor. Çukurova’nın altın değerindeki toprakları üzerinde
Adana’da, birbiri ardına uluslararası düzeyde hastaneler
yükseliyor.
Adana, yaklaşık 4 bin yıllık geçmişi ile dünyanın
yaşayan en eski kentlerinden bir tanesi. Sağlık alanındaki
liderliği de tarihi kadar eski. Dünyanın ilk tıp fakültesi ve
hastanelerinden biri burada kurulmuş. Tıbbın babası sayılan Hipokrat yaklaşık 4 bin yıl önce yedi Easkulapion’undan bir tanesini Adana’nın Yumurtalık ilçesine kurmuş.
Hitit kralı, tedavi olmak için bu merkeze gelerek ilk sağlık
turizmi hareketini bu topraklarda gerçekleştirmiş. Sağlık
turizmi ülkemiz için çok önemli bir hedef ve konu sadece sağlık hizmeti sunucularını değil bir kenti bütünüyle
kapsıyor. Gezi amaçlı gelen turistle karşılaştırılamayacak
ölçüde ekonomik getiri sağlayan sağlık turisti bir kentin
dinamiklerini baştan aşağı etkiliyor. Adana, birçok özelliği
GEZİ
25
nedeniyle bölgenin sağlık üssü olmaya aday. Bu özelliklerin başında şehrin konumu geliyor. Adana, son yıllarda
ekonomik olarak gelişen ve sağlık hizmetlerine talep gösteren coğrafyanın merkezinde yer alıyor. Bölgedeki sağlık
kuruluşları, Suriye, Irak, İran gibi güney komşuların yanı
sıra Türkî Cumhuriyetlerden de gelen çok sayıda hastaya
hizmet veriyor. Son dönemde Adana’yı keşfeden bölgelerden biri de Balkanlar...
Adana’ya olan bu ilgi sadece konumu dolayısıyla
değil elbette. Öncelikle Adana ve çevresi söz konusu ülkelerden gelen hastalar ve yakınları için kendi kültürlerine
benzer bir ortam sunuyor. Gerek insanının sıcaklığı, gerek
yemekleri gerekse örf ve adetleri açısından Adana Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’dan gelen hastaların kendilerini
evinde hissetmelerini sağlıyor.
Ayrıca bölgede Arapça ve İngilizcenin diğer birçok
ile göre daha yaygın olması, hizmet sektörü açısından bir
artı puan. Adana’nın Kapadokya, Gaziantep, Antalya gibi
turizm merkezlerine olan yakınlığı da hastalara ve hasta
yakınlarına tedaviyle birlikte turistik amaçlı paketlerin de
sunulmasına imkân veriyor. Adana’da alternatif sağlık turizmi de gelişmeye yüz tutan faaliyetlerden. Kurttepe içmesi, Ali Hoca İçmesi, Acıdere İçmesi, Tahtalıköy Kükürt
Kaynağı, Kokarpınar, Ilıca İçmesi ve Bağözü İçmesi, Adana’nın en bilinen şifa kaynaklarıdır.
merhem haline gerilerek açık yaralara sürülür. Yanmış kav
külü sürülür.
Mide: Kurutulmuş kantaron otu çay gibi demlenip içilir.
Şeker hastalığı: Yavşan otu çiçeği çay gibi demlenip içilir.
Karın Ağrısı: Bir soğan soyulur. İçine tütün, katran, ardıç çekirdeği ezilerek konur, toprağa gömülür. Gerektiğinde topraktan çıkarılarak ilaç olarak kullanılır.
Sarılık: Sarılık ağacının suyu kaynatılarak içilir.
Güneş Çarpması: Hayvan derisine sığır tersi konur.
Hasta bu deriye sarılır.
Hayvan zehirlenmesi: Nar ekşisi, şap, toprak, sarımsaklı yoğurt karıştırılıp hayvanın ağzından verilir. Karnına
katran sürülür. Hayvanların ezik ve çürükleri: Ezik yerlere
HALK HEKİMLİĞİ
Adana insanının da şifa bilgisi doktorları aratmayacak niteliktedir. Halk hekimliği burada çoğu kişinin sahip olduğu bir meslektir. Halk hekimliğinin deva olduğu
bazı rahatsızlıklar şunlardır:
Kırık Çıkık: Yörükler kırık çıkık konusunda çok deneyimlidirler. Kırılan veya çıkan yeri doğrultarak, düzeltilen
kemiği kamış veya tahta çıtayla bağlayıp üzerine sabun ve
yumurtanın beyazı ile hazırlanmış bir tür macunu alçı gibi
sürerler.
Zatürre – Sancı: Koyun derisine Koyun iç yağının balla
karıştırılması ile elde edilen sıvı ağrıyan yere bağlanır.
Kurşun yarası: Kurşun, sıcak katranın yaranın üzerine
sürülmesi ile çıkartılır. Katran yaranın mikrop kapmaması
için sürülür.
Sancı - Sızı: Tere otu, ayvadan ve yarbun gibi çeşitli otların dövülmesi ile hazırlanan macun sızlayan yere sürülür.
Doğum Ağrısı: Koyun ve keçi kesilip derisi sıcak olarak
hastanın karnına sarılır. Kekik yağı şekere iki damla damlatılır, şeker yenir.
Göz Ağrısı: Çakır dikeninin çiçeği ezilir Lohusa kadının
sütüyle karıştırılıp göze damlatılır.
Verem: Verem tedavisi için çam ve katran ağaçlarının
sulu kabukları yenir.
Taş düşürme: Binbaşı otu kaynatılarak suyu içilir.
26 Yara: Kurutulmuş kantaron otu zeytinyağı ile karıştırılıp
GEZİ
katran sürülür.Hayvanların kan tutması: Keçi ve koyunları
kan tuttuğunda kulağı kesilir.
YABAN DELTA
Türkiye’nin en büyük ve benzersiz deltası Çukurova, binlerce yıldır lagünleri, kumulları ve sazlıklarıyla nice
canlının kadim yurdu. Kâh balıkçılların, kâh çamurçulluklarının kanat çırptığı Adana’nın bu yaban bahçesinde yaşamın geleceği, insanın doğaya göstereceği duyarlılığa ve
saygıya bağlı.
Dağlar ve denizler asla bir araya gelmeyecek iki
dünya gibidir. Yüzlerce kilometrelik mesafeler, binlerce
metrelik yükseklik farkları ayırır onları. Ama aslında pınarlardan çıkıp çağlayanlar aşan, vadiler boyunca uzun
yollar kat eden nehirler ikisini zarif bir hatla birleştirir.
Bu bağın çok verimli ama kırılgan olduğu özel bir nokta
vardır: Delta. Doğa en renkli yüzünü, dağların kıyılara
indiği bu bereketli buluşma noktasında gösterir. Seyhan
ve Ceyhan nehirlerinin oluşturduğu Çukurova Deltası da
Toroslarla Akdeniz’in kavuştuğu eşsiz bir diyardır. Suyun
ve toprağın, doğanın ve insanın kaynaştığı uçsuz bucaksız
bir düzlüktür. Anadolu’nun en büyük deltası, nice canlının
kadim yurdudur.
İskenderun Körfezi ile Mersin Körfezi arasında
kalan bölgede iki milyon yıl önce oluşan çökelti alanları,
zamanla akarsuların getirdiği malzemelerle dolarak Çukurova’yı meydana getirdi. Günümüzde Çukurova, Seyhan ve Ceyhan’ın iki yanında, Adana il sınırlarında uzanan, kuzeyden Toros Dağları ile sınırlanan bir delta ovası
özelliğinde. Denizden bir kıy kordonuyla ayrılan ve lagün
denilen birçok gölün belli başlıları, batıdan doğuya doğru
Tuzla, Akyatan, Ağyatan ve Yumurtalık adlarıyla anılıyor.
Bu kıyı gölleri ve bataklıklara son 5 bin-6 bin yıl içinde
devasa kumullar eklenmiş. Böylece ortaya farklı yaşama
ortamlarının bir arada bulunduğu, tüm Akdeniz’in en büyük sulak alanlar bütünü çıkmış. Sulak alan deyince akla
ilk kuşlar gelir. Ilıman Akdeniz iklim kuşağında bulunan,
ekosistem zenginliğiyle dikkat çeken Çukurova’nın da pek
çok kuş türü tarafından üremek, barınmak ve sürekli yaşamak için kullanılması şaşırtıcı değil. Yırtıcı kuşlardan
kıyı kuşlarına, ötücülerden turnamsılar, tavuksular ve diğer gruplara 184 farklı kuş türü gösteriyor ki delta göçmen
kuşların başlıca uğrak yerleri arasında.
Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya’nın büyük bölümünü kaplayan “Batı Palearktik” ekolojik bölgesinin en
önemli kuş göç yollarından ikisinin kesişiminde bulunuyor Çukurova. Kırım’dan başlayıp Afrika’ya uzanan göç
yolunu kullanan yaklaşık 100 bin bireylik turna popülasyonundan Türkiye’de kışlayanlarının büyük çoğunluğuna
ev sahipliği yapıyor. Genlerine işlemiş göç bilgileriyle binlerce yıldır bu toprakları kullanan turnalar bir zamanlar
şarkılar, türküler ve elişlerindeki motiflerle günlük yaşamın parçasıydı. Şimdilerde kaçak avcılık ve yaşam alanlarının daralması tehdidi altındalar. En büyük uluslararası
doğa koruma birliklerinden IUCN (International Union
for Conservation of Nature) tarafından hazırlanan kırmızı
listede turnaların Türkiye’deki durumu “tehlike altında”
olarak gösteriliyor.
KÜLTÜREL ÖĞELERİ
Adana denilince ilk akla gelen özelliklerden biri de
kendine has dilleri ve söylemleridir. Yöresel ağızlar halk
arasında yaygın olarak yaşamaya devam etmektedir. Adana’ya özgü bazı sözcükler ve telaffuzları şunlardır:
Gece: “Vergeç”
Cahil: “Cahal”
Kıymetli: “Gıymatlı”
Karpuz: “Garpız”
Köfte: “Köhte”
Kibrit: “Girbit”
Böbü, Böğü: “Zehirli ve büyük örümcek”
Balcan: “Patlıcan”
Bider: “Tohum”
Banadura: “Domates”
Dıhıl: “Gir”
Dulda: “Sığınılacak kuytu emin yer”
Gındırık: “Aralık”
HAZİRAN/2016
Tabiki kendine has atasözleri, deyimleri ve bilmeceleri de
vardır Adana’nın...
Atasözleri
Dostunu yolculukta öğren.
Ulular köprü olsa basıp geçme.
Akılsız iti yol kocatır.
Kapını sıkı tut komşunu hırsız etme.
Dosta çayır, düşmana çadır göster.
Suyun çağlamasından, insanın söylemesinden kork.
Göç geri dönünce, kötü eşek kervan başı olur.
Kelin canı kekil ister.
Bıçak sapını yontmaz.
Yavuz hırsız ev sahibini bastırır.
Adamın sırtına vurmuşlar da arkam demiş.
Terazi var tartı var, her işin bir vakti var.
Güz güneşinde kızım bahar güneşinde gelinim yansın.
Çayırda inek, düğünde kız beğenilmez.
Deyimler
Kuru derede sele gitmek.
Melefe gibi olmak.
Bozlaklar ıhtırak.
Bambığım.
Havsalası almamak.
Cılk çıkmak.
Gözü pörtlemek.
Cibilliyeti bozuk.
Pel pel bakmak.
Bilmeceler
İdris gider içi yok, çörek yapar tuzu yok./Arı
peteği.
Sarı tavuk dalda yatar
dal kırılır yerde yatar./ Ayva.
Kolu var ayağı yok karnı var canı yok./
Ceket.
İnsan yapar yapısını,
kulu açar kapısını./İçli köfte.
27
GELENEK VE GÖRENEKLERİ
Doğum, Ölüm, ve Sünnetle İlgili Gelenek ve Görenekler: Yeni doğan çocuğun yanına yeni doğum yapan başka bir anne giremez. Yeni doğan bebek yedinci, yirminci
ve kırkıncı günü merasimle yıkanır. Çocuğun suyuna kırk
adet taş, ayna para, yeşillik konur, başından aşağı dökülür.
Ölümünde ise ölü meydanda iken ölünün bohçası
ortaya konur, ağıtçı adını verdiğimiz (genellikle kadınlar
olur) kişi ağıdını söylemeye başlar. Ölü evinde 40 gün ışık
söndürülmeden yanar. Cenaze dönüşü ev süpürülmez, cenazenin üzerine bıçak konur (metalin konulması cesedin
şişmesini önlemek içindir), ölünün çenesi temiz bir tülbentle bağlanır. Ölünün 3, 7, 40 ve 52 yemekleri yapılarak mevlüt okunur. Erkek çocuğunu sünnet ederken tutan
kişiye kirve denir. Kirve olmakla iki aile birbirine akraba
sayılır. Kirve bir nevi çocuğun manevi babası sayılır.
Evlenme: Erkek anneleri oğlu için beğendiği kızı, akraba,
komşu gibi yakınları (genellikle kadınlardır) ile görmeye
gider. Buna görücü denir. Beğenilen kız erkeğin ailesi ve
yakınları ile istenmeye gidilir. Kız ailesi tarafından verilirse “Ağız Tadı” yenir (tatlı, baklava, şeker sucuğu, lokum ve
şerbet olur).
Kız evi oğlan evine eşya ve para listesi verir. Liste ağırsa araya hatırı sayılan kişiler konularak hafifletilir.
Bazı yörelerde başlık parası halen alınmaktadır. Daha önce
anlaştıkları takılar elbiseler alınarak nişan yapılır. Düğün
genellikle buğday ve pamuk hasadı sonu yapılır. İki dini
bayram arası düğün yapılmaz. Düğüne çağrılacak kişilere
ufak hediyeler; (Havlu,örtü, mendil, Çorap vs.) verilerek
davet edilir. Bu hediyelere okuntu denir. Düğünden bir
gün önce kına yakılır. Düğün günü bayrak evin dam direğine bağlanır, bayrak sereninin üst ucuna bir soğan dikilir.
Eskiden köy yerlerinde genellikle gelin ata bindirilerek götürülürdü. Evine atla getirilen gelin inmez, damat
babası eline hediye verir (tarla, bahçe, inek) öyle indirilir.
Gelin kapı önüne konan su testini tekme vurup devirir, su
üstünden geçer, yağlı ballı denilen yaprak arasındaki tatlıyı kapıya yapıştırır (mutluluk ve soy sürme amacıyla),
kaynananın oklavası altından (kaynanaya saygı ve sevgi
olması amacıyla) geçer, odasına geçince de sandığını açar
seymenlere, yengelere (gelinin etrafında dönen kadınlar),
ergen gençlere hediyeler verir. Dualar okunur.
İnanışlar: Kumru, güvercin ve kırlangıç gibi kuşların vurulması günah sayılır. Ziyarete, yatırlara ve ağaçlara dilek
için bez ve saç bağlanır. Kaybolan eşya için kol okunur.
Kol büzülürse kaybın bulunacağına inanılır, buna da kol
karşılamak denir. Nazara çok inanılır. Bazılarının ışıklı bir
göze sahip olduğuna, bu insanların kötü bir niyetle baktıklarında nazar değdiğine inanılır. Özellikle nazar değmesin
diye karaçalı, dardağan, kördikenden süs yapılarak mavi
boncukla birlikte hayvanların boynuna takılır. Ayrıca deve
boncuğu ve gök boncuk, hayvanlara ve çocuklara takılır.
Yeni gelin aileye huzursuzluk getirmesin diye ayağının altı
hafifçe yakılır. Öğleden sonra bereket kaçmaması için süt,
yoğurt ve damızlık verilmez.
Seyirlik Oyunlar ve Halk Oyunları: Pembe Nine oyu-
28 nu, Kına gecesi oyunu, Alaydan malaydan oyunu, KarşılaGEZİ
ma oyunu, Kartal oyunu, Serçe oyunu, Yaş oyunu, Bacadan çıkma oyunu, Yumurta oyunu, Sevme isteme oyunu,
Nazlanma oyunu, Kuburo oyunu, Hüsoyla Hasso ve Sinsin
oyunu, Kız kaçırma oyunu, Tilki oyunu seyirlik oyunlardır.
Adana ilinin geleneksel halk dansı halaydır. Davul
zurna, eşliğinde genel olarak üçlü tekrarlanan figürlerle
oynanır. Diğer halk oyunları ağırtma, çifte telli, Adanalı,
hoş bilezik, orke, şirvanı, gelgel, acem kız oyunu, Sinsin,
Cirit (At ile oynanır), Mantufar (Hıdırellezde oynanır.)
GİYİM VE GELENEKSEL SANATLAR
Kırsal kesimde erkek ve kadın giyiminde “şalvar”
ön plandadır. Kadın giyiminde şalvarla birlikte “güdük”
olarak adlandırılan uzun kollu, yakasız, önden yırtmaçlı
bir bluz, başa takılan kenarları oyalı, renkli desenli “yağlık” denilen yazmalar ve ayağa giyilen “yemeni” veya “lastik pabuçlar” yer almaktadır. Erkek giyiminde ise şalvarla
birlikte bedene giyilen “mintan” ve başa takılan “kasket”
görülür.
Kadın Giysileri:
Başlık: Fes, taç, yazma, tülbent, genç kız başlığı, gelin
başlığı, evli kadın başlığı, kalıplı fes, kefiyeler, gazi, Mahmudiye, Dul kadın başlığı, İhtiyar kadın başlığı
Giysi: üçetek dolama, fistan, cepken, yelek (güdük), şalvar,
don, gömlek, kuşak, kolçak, yemeni, çorap.
Erkek Giysileri:
Başlık: Börk, Fes, Terlik, Gömlek, Şalvar, Yelek, Kuşak,
Yemeni, Çorap, Aksesuar.
Süslenme, Aksesuarlar: Bilezik, Kemer, Yüzükler ve
küpeler, içek ve tozaklar.
Geleneksel El sanatları ve Hediyelik Eşya: Önceleri
bölgede çok yaygın ve gelişmiş olan el sanatları 20. yy.da
teknolojinin gelişmesiyle eski önemini kaybetmeye başlamıştır. Köy ve ilçe merkezlerinde dokumacılık, küçük el sanatları ile uğraşanlar bulunmaktadır. Bunların başlıcaları,
halı, kilim, çul, çuval, heybe, torba, savan, çorap, vb. Ayrıca sandık, dolap, ekmek tahtası, oklava gibi tahta işlerine
de Pozantı, Aladağ, Karaisalı ilçelerinde rastlanır.
MÜZİK KÜLTÜRÜ
Adana ve İlçelerinde kırık havalardan ziyade uzun
havalar rağbet görür. Kozan ve İmamoğlu yöresinde bozlakların harman olduğu yer olarak bilinir. Daha çok Karacaoğlan (Türkmen) ve Dadaloğlu (Afşar Bozlağı) havaları
okunur. Feke, Saimbeyli ve Tufanbeyli yöresinde daha çok
Kayseri ve Orta Anadolu havalarının etkisi görülür. Karaisalı, Aladağ, Pozantı’da kırık havalar, Topuk havası veya
Henk havası bilinir. Topuk Havaları ezginin hareketli ve
oynak olduğunu, Henk Havası ise genelde kadınların düğünlerde leğençe çalarak söyledikleri ezgi olarak bilinir.
Yeşillim ve Gide Gide Bir Söğüde Dayandım en yaygın
olanıdır. Ceyhan, Yumurtalık, Karataş İlçelerinde bozlak, kırık ve uzun havalar yaygındır. Adana Merkezinde
ise göçlerden dolayı kozmopolit bir kültürün oluşmasını
sağlamıştır. Bu nedenle yöre türkülerinin merkezi haline
gelmiştir. Ayrıca ağıtlar önemli bir yer tutar, savaş, kıtlık,
yokluk, ayrılan sevgililer için söylenir. “Ne Karaymış Şu
Alnımın Yazısı”, “Karabahtım Kem Talihim”, “Şu Dünyada
Üç Nesneden Korkarım”, “Yalandır Şu Dünyanın Ötesi”,
“Yalan” ve “Ala Geyik Gibi Boyun Sallarsın” önemli halk
türküleridir.
HAZİRAN/2016
GEZİLECEK YERLERİ ve TURİZMİ
Park ve Mesire Alanları: Aladağlar Milli Parkı, Yumurtalık Tabiat Koruma Alanı, Tuzla, Akyatan, Kozan Çandık,
Seyhan Baraj Gölü , Körkün Eğlence Sahası, Pos Çatalan
baraj gölü, Anavarza Kayalıkları, Kozan Baraj gölü , Tufanbeyli Kürebeli , Karanfil Dağı, Dağılcak mesire alanı, Simit
Şelalesi.
Müze ve Ören Yerleri: Adana Arkeoloji Müzesi, Etnoğrafya Müzesi, Atatürk Müzesi, Misis Mozaik Müzesi, Anavarza Ören Yeri, Şar Ören Yeri, Magarsos Ören Yeri, Ayas
Ören Yeri.
Diğer Tarihi Yerleri: Yılan Kale, Dumlu Kalesi, Ramazanoğlu Medresesi, Tebebağ Evleri, Ramazanoğlu Konağı, Hayriye Hanım Konağı, Kurtkulağı Kervansarayı,
Ramazanoğlu Çarşısı, Çarşı Hamamı, Büyük Saat Kulesi,
Taşköprü, Bahri Paşa Çeşmesi, Adana Yeşil Oba Şehitliği,
Küçük Dikili Köyü Şehitliği, Saimbeyli Şehitliği, İpek Yolu.
Dini Yapılar: Kozan Kalesi ve Manastırı, Ulu Cami ve
Külliyesi, Hasan Ağa Cami, Hoşkadem Cami, Yağ Cami,
Yeni Cami, Akça (Ağca) Mescid, Bebekli Kilise
Doğa Turizmi: Aladağ Meydan Yaylası, Ağcakise, Başpınar, Bıcı, Kosurga Yaylaları, İderesi Köyü Yaylası, Kızıldağ Yaylası, Hozrum ve Çulluuşağı Yaylaları, Kozan Göller
Yaylası, Akça Tekir Beldesi Yaylası, Armutoluğu Yaylası,
Fındıklıköyü Yaylası, Çatak Yaylası, Obruk Yaylası, Karataş Tuzla Gölü, Akyatan Gölü, Yumurtalık Lagünleri,
Karaisalı-Çatalan Alageyik Yetiştirme Alanı, Karanfildağı-Demirkazık Yaban Keçisi Koruma ve Üretme İstasyonu.
DİLLERE DESTAN ADANA MUTFAĞI
Etin, biberin, bulgurun, yeşilin, acının ve tatlının
diyarıdır Adana. Torosların kekiği ete lezzet, süte kıvam
verir. Maharetli ellerin lezzet sırları ise yazılmaktan daha
çok yerinde tadılmaya layıktır.
Adana, sadece yemek yemek için bile uçağa binilip gidilmeye değer yörelerimizden biridir. Adana lezzetlerinin sırlarından biri, kuşkusuz yöreye has malzemelerin
tercih edilişi. Buranın bulguru esmer ve sert olur. Çukurova’nın güneşinde yanmıştır sanki. Adana’da kebap bir yemek değil, kültürdür. Adana yemeklerinin çoğu etli, acılı
ve baharatlıdır. Akdeniz, Arap ve Anadolu etkileşiminin
yansımaları Adana mutfağını zenginleştiren bir unsur olmuştur. Adana’nın meşhur yemekleri deyince başköşede
ilin adıyla tanınmış Adana kebabı, yüksük çorbası, şakıldaklı çorba, şirden dolması, etli kömbe, ciğer kebabı, mercimekli ıspanak başı, süllüm, kabak çintmesi, ekşili topalak, içli köfte, şalgam, taş kadayıfı ve bici bici tatlısı ilk akla
gelenler arasındadır.
Derleyen: Mehmet VARNALI
Menemen R Tipi Ceza İnfaz Kurumu
Öğretmeni
29
GEZİ
1
Hükumetin Kıbrıs’a müdahale kararı üzerine ABD Başkanı Johnson, müdahalede ABD yardımından silahların kullanılamayacağını belirten bir mektubu 5 Haziran 1964 tarihinden göndermesinin
üzerinden 52 sene geçti.
Amerikan Savunma Bakanı General George C. Marshall’ın “Marshall
Planı”nı açıklamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı,
antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu
plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Planın
açıklanmasının üzerinden 69 sene geçti.
3
I. Süleyman adına 1551-1557 yılları arasında İstanbul’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen ve Mimar Sinan’ın Kalfalık
eserim diye tanımladığı Süleymaniye Camisinin 7 Haziran 1557
tarihinde ibadete açılmasının üzerinden 459 sene geçti.
11 Haziran 1868 tarihinde “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla kurulmuş olup, 1877’de Osmanlı
Hilal-i Ahmer Cemiyeti, 1923 yılında Türkiye Hilal-i Ahmer
Cemiyeti, 1935 Yılında Türk Kızılay Cemiyeti ve 1947 yılında
ise Türk Kızılay Derneği adını almış olup, ilk kuruluşunun
üzerinden 148 sene geçti.
5
30
KAÇ SENE GEÇTİ ?
2
Arşivlerde, 1839 yılından itibaren “Jandarma” adına ve muhtelif “Jandarma tayin kararnamelerine” rastlanılmış olduğundan; Türk Jandarma Teşkilatının 1839 yılında kurulduğu anlaşılmış ise de araştırmalarda kuruluş ay ve gününün tespiti mümkün olmamıştır. Bu nedenle
Asakir-i Zaptiye Nizamnamesi’nin kabul tarihi olan 14 Haziran 1869
tarihinin 14 Haziranı alınarak, “14 Haziran 1839” tarihi Jandarma
Teşkilatının kuruluş günü olarak kabul edilmiştir. Kuruluşunun üzerinden 177 sene geçti.
4
HAZİRAN/2016
Amacı yoksul ve yetim çocukların eğitim-öğretimine destek
olmaktı. Pek çok Osmanlı paşası ve aydının üyesi olduğu dernek, Türkiye tarihinin eğitim alanındaki ilk sivil örgütlenme
örneğini oluşturdu. Darüşşafakat’ül İslamiye, parasız yatılı,
özel statülü bir okul olarak, açılışta alınan 54 öğrencisiyle 29
Haziran’da Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin verdiği ilk dersle öğretime başladı. Darüşşafaka’nın 15 Haziran 1873 tarihinde
kuruluşunun üzerinden 143 sene geçti.
7
6
21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldı. Buna göre her Türk,
kendiadından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacaktı. Alınacak bu soyadları Türkçe olacaktı. Ahlâka aykırı ve gülünç
adlar soyadı olarak alınamayacaktı. Soyadı kanunun kabulünün üzerinden 80 sene geçti.
Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi, Yeniçeri Ocağının
kurulduğu 1363 yılı olarak kabul edilmekteydi. Yılmaz Öztuna 1968’de dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’a
Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihinin M.Ö. 209 olması teklifini yaptı. Daha sonraki dönemlerde Türk Kara Kuvvetleri kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak değiştirilmiştir. Türk
Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun üzerinden 2225 sene geçti.
9
8
A Milli Futbol Takımının, 2002 Dünya Kupası Finalleri’nde
Güney Kore’yi 3-2 yenerek üçüncü olmasının üzerinden 14 sene
geçti.
30 Haziran 1905’te Albert Einstein’in Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği isimli makalesini yayımlayarak özel
görelilik kuramını ortaya atmasının üzerinden 111 yıl
geçti.
10
31
KAÇ SENE GEÇTİ ?
UYKU DÜZENİ VE U
Vücudun genel sağlığı kadar, ruhsal sağlık açısından da çok önemli olan uyku, stresle baş etmek için en
etkili silahlardan biridir. Vücut uykuya hazırlanırken melatonin adlı hormon kana karışır ve vücut ısısını düşürerek “uyanıklığı” hafifletir. Gündüz saatlerinde bu hormon
güneş ışığı tarafından baskılanır. Bu nedenle “jetlag” yaşanan uzun yolculuklarda vücut daha uzun süre gün ışığı
aldığı için uyku düzeni bozulur. Yatağa gitmeden en az 3-4
saat önce yemek yememek, her gün aynı saatte yatağa girmek gibi bazı basit önlemlerle uykunuzu düzene sokabilirsiniz.
Uykuyu Düzenlemek İçin Dikkat Edilmesi
Gerekenler
32
Gün boyu tükettiğiniz gıdalara dikkat etmek uyku
kalitesini arttırmak ve uykuyu düzenlemek açısından önemlidir. Yağlı, rafine gıdalardan uzak
durun ve bol bol meyve sebze yiyerek almanız gereken mineral
ve vitaminleri almaya
çalışın. Den-
geli ve sağlıklı beslenme kan şekeri seviyesini korumak ve
buna bağlı uyku düzensizliklerinin ortadan kalkması için
gereklidir. Sabah kalkmayı düşündüğünüz saatten 12 saat
önce yemek yemeyi kesin. Eğer yatağa girmeden önce yemek yerseniz hem vücut enerjisi artacaktır hem de vücut
saati bozularak, bu saati yeni bir günün başlangıcı gibi
algılayacaktır. Bu durumda uykuya geçişte zorlanırsınız.
Yatmadan önce rahatlatıcı bitki çayları içebilirsiniz. Bu
bitki çaylarının kafein içermemesi gerekiyor.
Günde 7-8 saat uyumaya özen gösterin. Fazla veya
az uyku gün boyu enerjinizi azaltarak daha çok yemek yemenize neden olabilir. Hafta sonları daha uzun süre yatakta kalmak çok çekici gelse de hafta sonları da hafta içi
uyandığınız saatlerde uyanmaya çalışın. Yatak odası düzeni uykuya geçiş ve uyku kalitesi için önemlidir. Karanlık
bir ortam oluşturun ve oda çok sıcak olmasın. Sabahları
uyandığınızda perdeleri açarak güneşin odaya girmesine
izin verin. Vücudunuzun güneş ışığı alması uyanmanızı
kolaylaştıracaktır. Yatmadan önce uzun süre bilgisayar
ekranına ya da televizyona bakmak uykuya geçişi zorlaştırabilir. Bunlar hem zihni yorar hem de ışık kaynağı olarak
vücudun gece - gündüz algılamasını engelleyerek uykusuzluğa neden olabilir.
Sonuç olarak hafif dereceli uyku düzeni bozuklukluları küçük bir kaç ayarlamayla düzene girebilir. Ancak tüm önlemlerinize rağmen uykusuzluk çekiyorsanız
MAYIS/2016
UYKU PSİKOLOJİSİ
ve bu gündelik hayatınızı etkiliyorsa bir uzmana danışarak
uygun tedavi seçenekleri hakkında bilgi almanızı tavsiye
ederim.
Uykumuzu Etkileyen Faktörler Nelerdir?
Çevrenizde bulunan her şey hele ki hassas bir
bünyeye sahipseniz;
– Küçük sesler
– Yatış pozisyonunuz
– Oda ısısı
İyi Bir Uyku İçin Tavsiyeler
• Sadece uykulu hissettiğinizde yatağa gidin.
• Uyumanız için gereken rahat bir ortam oluşturun. (Herkesin kendine göre rahat ettiği bir ışık ve ses oranı vardır)
• Zihinsel veya fiziksel rahatlama yöntemlerini kullanın.
• Yatmadan önce ağır yemek ve sıvı içecek tüketiminden
kaçının.
• Öğleden sonra ve akşamları şekerleme yapmayın.
• Yatağı sadece uyku için kullanın. Yemek yemek, televizyon izlemek, kitap okumak gibi aktiviteleri yatakta yapmayın
• Düzenli bir uyanma şeması oluşturun.
Derleyen: Mustafa Murat ÜNLÜ
İnebolu M Tipi Kapalı Ceza İnfaz
Kurumu Öğretmeni
• Uyarıcı madde içeren kahve, kola, çikolata gibi gıdalardan özellikle saat 17:00’dan sonra kaçının.
• Uyku öncesi alkol ve sigara kullanmayın.
• Gün ortası veya öğleden sonra düzenli olarak
egzersiz yapın. Fakat yoğun egzersiz yapmaktan kaçının.
33
NALBANTLIK
Cengiz Han’ın söylediği iddia edilen: “Bir çivi kayboldu diye bir nal kayboldu; bir nal kayboldu diye bir at
kayboldu; bir at kayboldu diye bir atlı kayboldu; bir atlı
kayboldu diye bir haber kayboldu; bir haber kayboldu diye
bir savaş kaybedildi” sözünde olduğu gibi binek ve hizmet
hayvanlarının özellikle atların yeryüzünde tarım ve savaş
gibi ulaşım ve ihtiyaç giderlerinin tamamen hayvan gücüne bağlı olduğu dönemlerdeki etkisi hayatiydi.
Binek hayvanlarına bağlı olarak ortaya çıkmış
bir sanat olan nalbantlık, demircilikle birlikte gelişmiştir. Eski dönemlerde hayvanların ayaklarına ve toynaklarına keçe, kalın bez ya da köseleden yapılan ayaklıklar
takılırdı. Dayanıksız olan bu ayaklıkların yerini zamanla
madeni nallar aldı. Geçmişte ulaşım, taşımacılık ve çeşitli
hizmetlerde hayvanların yaygın olarak kullanılması nedeniyle, nalbantlık motorlu araçların yaygınlaştığı 20.
yüzyılın ilk yarısına değin önemini korudu. Askerlikte at
ve katırın taşıdığı önemden dolayı hemen bütün ordularda uzun yıllar nalbantlıkla ilgili birimlere yer verildi.
Örneğin; Osmanlı ordusunun nalbant gereksinimini karşılamak için 1888’de Askeri Baytar Mektebi’nde modern
nalbantlık dersleri verilmeye başladı. Kurtuluş Savaşı’nda
da Konya’da nalbant yetiştiren bir okul açıldı. Türkiye’de
1960’lı yıllara değin kırsal kesimdeki en itibarlı mesleklerden biri olan nalbantlık, teknolojinin gelişmesiyle
birlikte eski önemini kaybetmiştir.
Atların Nallanması
34
Nallanacak hayvanların başında atlar gelir. Eşekler, katırlar ve öküzlerde nallanan hayvanlar arasındadır. Tarlada ve çekme işinde
çalışan öküzler ise çift toynaklı olduklarından
nalları da iki parça olur. Nallanacak at nalbandın işliğine getirilir. Önce tırnağındaki
eskimiş nallar sökülür. Eğer atın ayağında
çivi ya da başka bir yabancı madde batması
sonucu oluşmuş herhangi bir yaraya rastlanırsa, bu yaranın içinde birikmiş olan irin,
tırmık bıçağı adı verilen ucu sivri bir aletle
temizlenir. Sonra da yara, katran sürülerek at
dinlendirilir ve yaranın iyileşmesi beklenir.
Tıraşlama işinde öncelikle atın tırnak ekseni normal olmalıdır. Tırnak yatık ya da dik olmamalıdır. Eski nal
tırnaktan sökülürken önce perçinleri açılmalıdır. Sonra da
eski nalı açık ucundan kaldırarak sökme işlemi tamamlanır. Atın ayağına uygun nal seçimi yapılır. Arka ayakların
açısı ile ön ayak tırnaklarının açısı farklıdır. Yanlış tırnak
tıraşlaması ciddi problemler yaratır. Hayvanın çekim ve
taşıma randımanını düşürür. Toynak tabanı taban bıçağı
ile temizlenip fazlası kerpeten ile kesilir. Törpü yardımıyla
da düzeltilir. Sırada nalın tırnağa göre oturtulması vardır.
Nal her zaman tırnaktan 1-2 mm. Büyük olmalıdır.
Toynağın sağlıklı büyümesi için bu şarttır. Atın
nallanmaya hazırlanması için bir takım da önlemler almak
gerekir. Atın başını ya atın sahibi tutacaktır ya da nalbant
işliğinde çalışanlardan biri. Genellikle bu işi atın sahibi
yapar. Yardımcı, atın kuyruğunu nallanacak olan ayağa
sarar. Nallanacak ayağın ‘’L’’ şeklinde bükülmesiyle atın
hareketi kontrol altına alınır. Böylece huysuzluk gösterebilecek atların tepme imkânı da ortadan kalkmış olur. Aslında atlar, nallanmakla tırnaklarının korunacağını sezerler. Bu nedenle de nallanma konusunda genelde bir aksilik
çıkartmazlar.
Atların tırnaklarına çakılması için kullanılan çiviler özel olarak üretilir. At nalı ve çakma çivisi ülkemizde
demirci ustaları tarafından üretilmektedir. Her at nalın da
karşılıklı iki sırada üçer çivi deliğinden 6 çivi deliği vardır.
Bu çivilerin her biri özel nalbant çekiciyle sertçe vurularak iyice yerine oturtulur. Bir çivinin yerine oturması için
ortalama 8-10 sert vuruş yapılır. Çivi belli bir açıdan çakıldığı için atın canı kesinlikle acımaz. Nallanan tırnaktan
HAZİRAN/2016
dışarıya çivinin ucu çıkmışsa, çivinin bu fazlalığı keskin bir
kerpetenle hemencecik kesilip alınmalıdır. Eğer sonraya
bırakılırsa atın herhangi bir huysuzluğunda bu uçlar nalbandı yaralayabilir. Uçları kesilen çivilerin sonra da eğe ile
tesviyesi yapılır.
Nallar eskiden nalbantlar tarafından üretilirdi
ama artık buna gerek kalmadı. Şimdi sadece nal yapımıyla
uğraşan imalathaneler var ve daha çok Nevşehir’de faaliyet gösteriyorlar. Bunlar, kesilmiş sac halindeki yarı mamul nalları, mamul ürüne dönüştürülecek olan işliklere
gönderilirler. Bu tür işlikler ise daha çok Maraş yöresinde
yoğunlaşmıştır. Maraş’ta üretilen nallar kullanıma hazır
şekilde nalbantlara satılmak üzere şehirlerdeki belirli hırdavatçılara yollanır.
Atını Nallatmak Bir Sorumluluktur
At nallanmazsa tırnağı kırılır. Tırnağı kırık at iş
göremez hale gelerek ıskartaya çıkarılır. At sahipleri bunu
çok iyi bildikleri için gerektiği zamanlarda atlarının nallarını değiştirme sorumluluğunun bilincindedir. Bir at
sahibi, kendisi ayakkabısız gezebilir ama atını asla nalsız
bırakmaz.
Derleyen: Mehmet GÖKCE
Kocaeli 2 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu
Öğretmeni
35
KÜLTÜR SANAT
mm
2
1
OBJECTIVE ZOOM
IS STM LENS USM
6
.
5-5
.
3
1:
IS STM LENS USM
5.6
.51:3
Usta Röportajların
Usta Fotoğrafçısı
Kutup DALGAKIRAN
OBJECTIVE ZOOM
1983 yılında “Doğru Hakimiyet” gazetesinde gazeteciliğe başlayan 1985 yılından 1989 yılına kadar Bursa
Hakimiyet ve Olay gazetelerinde istihbarat şefi olarak görev yapan Kutup Dalgakıran, 1990 yılında Güneş Gazetesi’nde foto muhabirliği, ardından da aktüel dergisinde foto
muhabirliği yaptı. 14 yıl boyunca Hürriyet Gazetesi’nde
çalıştıktan sonra 2007 yılından beri Sabah Gazetesi’nde
fotoğraf editörlüğü yapıyor. Türkiye’de 1997-99 yılları arasında 11 cezaevinde fotoğraf çekimi gerçekleştiren Dalgakıran, 8 yıldır romanlarla ilgili çalışmalar yürütmektedir.
Bu çalışmadan örnekler İtalya’da bir müzede sergilendi.
İran sınırındaki mazot kaçakçıları ile ilgili foto röportaj
çalışması Gazeteciler Cemiyeti tarafından ödüllendirildi.
Son olarak 2012 yılı sonundaki 8 gün süren Gazze savaşında bulundu ve fotoğraflar kitap olarak Turkuvaz Yayıncılık’tan yayınlandı.
Kutup Dalgakıran kimdir? Bize kendinizden
bahseder misiniz?
36
Kıbrıs doğumluyum. Balıkesir’de İşletme yüksek
okulunu bitirdim. 1983 yılında Bursa’da Doğru hakimiyet
gazetesinde gazeteciliğe başladım. Ağırlıklı olarak fotoğraf
çekmeyle uğraştım. O günden bugüne fotoğrafçılık yapıyorum. Yaptığım iş dünyanın en güzel işi bence. Ben hep
şöyle düşünürüm ölmeden önce parmağın hareket edene
kadar fotoğraf çekebilirsin. Dünyada yapılacak olan en
uzun işlerden biridir.
RÖPORTAJ
mm
12
Usta Fotoğrafçı Sabah Gazetesi Fotoğraf Editörü
Kutup Dalgakıran’la Fotoğraf ve Ceza İnfaz
Kurumları Üzerine Konuştuk.
İşletme okudunuz, bitirdiniz. Peki fotoğraf çekme
merakınız nasıl başladı?
İşletme okurken lise çağlarında fotoğraf çekiyordum. Bizim komşumuz vardı. Onların küçük karanlık odası vardı. Ben giderdim oraya fotoğrafla uğraşırdım orada
çalışırdım. 13-14 yaşından beri fotoğraf makinesi var elimde. Halen devam ediyorum ve çok mutluyum.
İyi bir fotoğrafçı olmanın sırrı nedir?
Öncelikle fotoğrafçılığı sevmek lazım. Fotoğrafçılıkta parayı bir kenara bırakacaksınız. Zengin olmak için
bu mesleği yapamazsınız. Onun haricinde fotoğrafçılığı
severek, gönülden yaptığınız sürece öğrenmek için uğraştığınız sürece yapabilirsiniz. Herkes fotoğrafçılık yapabilir
mi? Evet bir noktaya kadar yapabilir. Herkesin bakış açısı,
görüş açısı, dünya görüşü farklıdır. Yani her şey aslında fotoğrafçılığa bir katkı sunar. Doğduğunuz yer, okuduğunuz
yer, annenizin, babanızın herkesin farkında olmadan bir
katkısı olur size.
Fotoğrafçılıkta ceza infaz kurumlarıyla
tanışmanız nasıl oldu?
Genelde her fotoğrafçının, gazetecinin gönlünde
ceza infaz kurumlarına girip bir fotoğraf çekiyim merakı
vardır. Kapalı bir kutu olduğu için ulaşmanın da zor olması bu hazzı oluşturmaktadır. 1996 yılında Ankara bürosu
Sabah gazetesinde Ünal İnanç çalışıyordu. Bende o zaman
Sabah gazetesinin başka bir bürosunda gazetede çalışıyordum. Onun vasıtasıyla ben ceza infaz kurumlarıyla tanış-
tım. Ünal bey o zaman Adalet Bakanlığından izin almıştı.
Bana teklif ettiler. Bende zevkle kabul ettim. O dönemde
izin almak, orada fotoğraf çekmek bu işler kolay değildi.
İlk gittiğim ceza infaz kurumu Bayrampaşa’ydı. 1996 yılında bundan başka 11 tane ceza infaz kurumuna gittim.
1996 yılından bugüne fotoğraf çekmeye gittiğiniz
ceza infaz kurumları arasında nasıl değişiklikler
gözlemlediniz?
Belirgin farklar var. Fiziki olarak çok fark var. 1996
yılında biz Bayrampaşa’ya gittiğimiz zaman üst arama
kontrolleri yapılırken çok karışıktı. Müthiş bir kalabalık
vardı orada. Mesela ben şöyle bir olaya şahit oldum. El yapımı bıçakla kurban kesen mahkum vardı. Cep telefonuyla
konuşuyorlardı. Fiziki koşullar olarak Diyarbakır’daki ceza
infaz kurumunda çok zor koşullar vardı. Ulucanlar da da
koşullar zorluydu. 70 kişi tek koğuştaydı. Koğuş ağalığı
vardı. Fakat şu an çok daha modern hala geldiğini görebiliyoruz. Bu sorunlar en az seviyeye indirgenmiş görünüyor.
HAZİRAN/2016
Ceza infaz kurumuna ilk kez gittiğinizde ne
hissettiniz?
Çok tedirgindim. Yoğun bir güvenlik sisteminden
geçiyorsunuz. Etrafınızda silahlı görevliler var. İçeri girmek ayrı bir dertti. Fotoğraf makinemizi içeri sokup o kalabalıktan geçene kadar fiziksel ve ruhsal yönden çok zorlanıyorsunuz. Kadınların olduğu bir koğuş vardı. Karanlık
yeşil bir ışık zor koşullar etkiliyordu. Şimdi ise bir kere
odalara giderken her yer pırıl pırıl, ferah duvarlarda fotoğraflar var. Kapalı ortam olsa da insanın içini karartmıyor.
Personel ve mahkumlar arasında itiş kakış yok. Sistematik
bir şekilde ilişkiler yürüyor. İnsanlar odalarında daha iyi
şartlarda kalabiliyorlar. Belki de dünyanın birçok ülkesinden daha iyi bir durumda.
Ceza infaz kurumlarıyla ilgili bir projeniz var mı?
Ben ceza infaz kurumlarına gidip geldiğimde kafamda şu düşünce oluşurdu. İnsanlar 24 saat kapalı yerde
Fotoğraf: Kutup DALGAKIRAN
RÖPORTAJ
37
neler yapar, nasıl zaman geçirir. Hep düşünürdüm. Tamam bu insanlar suçlu ve cezalarını çekiyorlar. Başka ne
yapıyorlar merak ederdim. Kitap okuyorlardı. Atölyelerde çalışıyorlardı. Ama sadece insanlar yaşamıyordu. Kuş
kafeslerinde kuşlar gördüm. Özgürlük timsali olan kuşlar
da vardı. Bende ‘’Kuşlar gibi’’ adlı bir proje yaptım. Adalet
Bakanlığından izin istedik. Sağolsun yetkililer izin verdiler. Bunun için iki ceza infaz kurumunda bu projeyi başlattık. Çok başarılı oldu. Daha sonra sergi yapıp Uluslararası
platformda ceza infaz kurumunda yaşayan kuşlarla ilgili
sunum yapmayı düşünüyorum. Dünyada ilk olacak bu.
Ceza infaz kurumlarında çektiğiniz fotoğraflarda
hep hükümlü tutuklular var. Personelin
fotoğrafını neden çekmediniz? Sıkıntı mı vardı?
Aslında bununla ilgili bir çalışma yapabiliriz. Bende bir örnek var. Kıbrıs’taki ceza infaz kurumunda perso-
38
RÖPORTAJ
nelin fotoğrafını çekmiştim. Personel ben memurum deyip deşifre olmamak için fotoğraf çekinmek istemeyebilir.
Personel ve yetkililer evet derse ben personelin fotoğrafını
çekmek isterim. Bununla ilgili bir proje yapmak isterim.
Neden olmasın.
Ceza infaz kurumlarının topluma karşı
sorumluluğu sizce nasıl olmalıdır?
Siz şu anda çok güzel şeyler yapıyorsunuz. Müzik
grubunuz, tiyatro gruplarınız ve atölyeleriniz sorumluluk
görevini yerine getiriyor aslında.
Televizyon ve gazetelerde de projeleriniz yer alıyor. Derginizde çok kaliteli ve eğitici bu anlamda. Bence
diğer ülkedeki birçok mahkum buradaki şartları görse burada cezasını çekmeyi ister.
Değer Dergimizin Haziran sayısındaki konusu
Sorumluluk, Sorumluluğun mesleğinizdeki
ve önemi nedir?
Fotoğrafçılık bence dünyadaki en kutsal mesleklerden biri. Fotoğraf haberin en arıtılmamış şeklidir. Haberde fotoğrafa müdahale edilmediği sürece size bütün acı
gerçeği gösteren bir aynadır. Günümüzde fotoğrafla oynayan oluyor ben bunu tasvip etmiyorum. Fotoğrafa müdahale etmek habere müdahale etmektir. Bu sorumluluğumuzu edinerek mesleğimizi sürdürmeliyiz.
HAZİRAN/2016
olmazsa olmuyor. Bence iyilik ve güzellik içinde topluma
yeniden kazandırma çabası çalışmaya devam edilmeli.
Öyle de olduğunu düşünüyorum. Allah kolaylıklar versin.
Selamlarımı iletiyorum. Ayrıca derginizde bana da yer verdiğiniz için sizlere çok teşekkür ediyorum.
Röportaj: Hakan ERDEM
Yasemin ARIK
Değer Dergisi aracılığıyla personelimize ve
hükümlü - tutuklulara neler söylemek istersiniz?
Ceza infaz kurumunda en önemli iki unsur personel ve hükümlü - tutuklulardır. Bence ikisi de birbiri
39
RÖPORTAJ
Kara Kuvvetleri Komutanlığı (Türk Kara Kuvvetleri), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en büyük kuvvetidir. Türkiye
Cumhuriyeti’ni içten veya dıştan korumakla görevli en büyük ordusudur. Komutanlığını şu an Orgeneral Salih Zeki
Çolak yapmaktadır.
Kuruluşu ve Amblemi
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti 7 cephede savaşa 2.850.000 kişiyi silah altına alarak girdi. Bu
ordu 70 piyade, 2 süvari tümeninden oluşan 24 kolordulu
9 ordu birliğiydi. Çanakkale destanıyla tarihe geçen ordu
Mondros’tan sonra zorunlu terhislerle 50.000 kişiye inmişti. Osmanlı’nın bu son ordusu ile Kurtuluş Savaşı milis
ve gönüllülerinden oluşan Kuvay-ı Milliye KKK’nın temelidir. Kurtuluş sırasında kara kuvvetleri 8 kolordu halinde
örgütlendi. 20 piyade tümeni, 1 süvari tümeni, 2 süvari
grubu, 1 süvari tugayı. Ağustos 1922’de kuvvetler 200.000
kişiydi. Batı, Doğu, Güney cephelerinde savaştı. Zaferleri
Batı cephesinde 1. İnönü Meydan Muharebesi ve 2. İnönü
Meydan Muharebesi , Dumlupınar, Aslıhanlar, Kütahya,
Eskişehir, Sakarya, Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi. 1950’de Kore Savaşı’na gidecek birlik
kara kuvvetlerinden Kore Türk Tugayı adıyla Kore’ye gitti.
Savaş 3 yıl sürdü, 790 Türk askeri şehit oldu. 1952’de NATO’ya giren Türkiye, ordusunu modern silahlarla donattı.
Kara Kuvvetleri son olarak 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’nı
yaptı.
40
Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi, Yeniçeri Ocağının kurulduğu 1363
yılı olarak kabul edilmekteydi. Hüseyin Nihal Atsız 1963
ve 1973’de Kara ordusunun kuruluş tarihinin Mete’nin
tahta geçtiği M.Ö. 209 olması gerektiğini yazmıştır. Atsız,
M.Ö. 200 yıllarından beri tarihi belgelerde bahsi geçen bir
milletin, 16 yüzyıl süresince ordusu olmadan yaşadığını
söylemenin, Doğu Roma İmparatorluğuna karşı galibiyet
TARİH
HAZİRAN/2016
kazanılan Malazgirt Savaşı gibi ve benzeri büyük savaşları
düzenli Türk Ordularının değil gayri muntazam çetelerin
yapmış olacağını kabul etmenin hatalı olduğunu yazdı.
Atsız ayrıca, M.Ö. 209 yılında Mete tarafından orduların
10, 100, 1000 kişilik birimlere ayrıldığını bu birliklerin komutanlarının buyruklarının kayıtsız şartsız uygulandığını
yazdı.
Atsız’ın görüşlerini benimseyen Yılmaz Öztuna
da 1968’de dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’a
Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihinin M.Ö. 209 olması teklifini yaptı. Yılmaz Öztuna, ‘Türk Ordusu 605 yıl
önce kurulmadı’, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 8 (Ekim
1968) Sonraları, K.K.K kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak değiştirildi.
1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı Döneminde
Türk Kara Kuvvetleri
I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti 7 cephede savaşa 2.850.000 kişiyi silah altına alarak girdi. Bu ordu 70
piyade, 2 süvari tümeninden oluşan 24 kolordulu 9 ordu
birliğiydi. Çanakkale Savaşı’yla tarihe geçen ordu Mondros Mütarekesi’nden sonra zorunlu terhislerle 50.000 kişiye inmişti. Osmanlı Ordusu’nun kalan iki kolordusundan
biri Suriye cephesinden Ankara’ya nakledilen
Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu, diğeri
ise Kafkas Cephesinde Erzurum’da konuşlandırılmış Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu idi. Osmanlı’nın
bu son ordusu ile Kurtuluş Savaşı milis ve gönüllülerinden
oluşan Kuvay-ı Milliye Türk Kara Kuvvetleri’nin temelidir.
Kurtuluş sırasında kara kuvvetleri 9 kolordu halinde örgütlendi; 20 piyade tümeni, 1 süvari tümeni, 2 süvari grubu, 1 süvari tugayı. Ağustos 1922’de kuvvetler 200.000 kişiydi. Batı, Doğu, Güney cephelerinde savaştı. Çatışmalar
Batı cephesinde 1. İnönü Muharebesi ve 2. İnönü Muharebesi, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, Sakarya Savaşı,
Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi.
Kore Savaşında Türk Kara Kuvvetleri
1950’de Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasıyla
kara kuvvetlerinden 4.500 kişilik bir tugay Kore Türk Tugayı adıyla Kore’ye gitti. Savaş 3 yıl sürdü, 790 Türk askeri
şehit oldu. Kore Savaşına giden Türk tugayı kahramanlıklarıyla en çok Amerikanlar olmak üzere BM’ler kuvvetlerinin hayatını kurtarmıştır.
Nato ile Türk Kara Kuvvetleri
1952’de NATO’ya giren Türkiye, ordusunu modern
silahlarla donattı. Kara Kuvvetleri son olarak 20 Temmuz
1974’te Kıbrıs Harekatı’nı yaptı. Kıbrıs Barış Harekatı’nda
Türk Ordusu kendini dünyaya iyice kabul ettirdi. Kıbrıs’ın
yarısının tekrar anavatana katılması Orduya çok büyük
katkısı olmuştur. ABD ülkemize silah ambargosu koymuş
ve Türk Ordusu’nda kendi yapımımız olan silahlar kullanılmaya başlamıştır. Bu Türk Ordusu’nu dünyanın en büyük 4. ordusu konumuna getirmiştir.
tr.wikipedia.org
TARİH
41
BASKETBOL
Basketbol, beşer kişilik takımlar halinde elle ve
topla oynanan, yüksekliği 3,05 metre olan pota adı verilen çemberden topu geçirerek kazanmaya çalışılan takım
oyunudur. Tüm dünyada popüler olan bir spor türüdür.
İlk olarak 1891 yılında James Naismith tarafından oynatılmıştır. James Naismith’in basketbolu Mayas kabilesinin
Tlahiotenie oyunundan esinlendiği düşünülmektedir.
Basketbol, ABD’nin Massachusetts eyaletinde,
Springfield Genç Erkekler Birliği (YMCA) Eğitim Okulu’nda beden eğitimi öğretmeni olan James Naismith tarafından 1891’de yapılmıştır. Atlet ve beyzbolculara kış
antrenmanı yaptırmak amacıyla geliştirilen bu oyunda
amaç, tahtadan yapılmış sepetlere topun sokulmasıydı. İlk
oynayış şeklinde, 7 kişilik iki takım arasında 20’şer dakikalık üç devre üzerinden oynanmıştır. Oyunun asıl hedefini sepetler oluşturduğundan, Dr. Naismitih tarafından bu
oyuna “sepet topu” anlamına gelen ‘’basket ball” adı verilmiştir. Çocukların bedensel ve ruhsal gelişimi açısından
da önemli olan basketbol, takım oyunu olması nedeniyle
bireysel ve toplumsal gelişime de etkilidir. Basketbol, yapılmasından kısa bir süre sonra YMCA’yı (Young Men’s
Christian Association / Genç Hıristiyan Erkekler Birliği)
aşarak bütün okullara, üniversitelere ve hatta semtlerde
bulunan jimnastik salonlarına kadar yayılmıştır. Gençlerde bu spora karşı uyanan istek ve heyecanda kulüpleri basketbol şubeleri açıp takımlar kurmaya zorlamış ve böylece
basketbol, Amerika’nın en popüler ulusal oyunu haline
gelmiştir.
Tarihi
42
Basketbolun Avrupa’daki ilk denemesi, 1893 yılında Paris’in Trevise sokağındaki eski bir jimnastik salonunda yapılmıştır. Daha sonraları, özellikle I. Dünya
Savaşı sırasında, basketbolun Avrupa’da yayılmasında
Amerikalı askerlerin büyük etkisi olmuştur. Hızla gelişme
gösteren basketbol böylece Avrupa’da en gözde sporlar
arasında yerini almıştır. Amerika, 1897 yılında erkeklerde,
ardından 1900 yılında bayanlar arasında ilk milli basketbol şampiyonalarını düzenleyerek, bu sporu ülke çapında
popüler hale getirmiştir. Amerikalılar millî spor olarak benimsedikleri basketbolu, 1904 St. Louis Olimpiyat Oyunları’nda kulüp takımları arasında maçlar düzenleyerek,
SPOR
Olimpiyat Oyunları’na katılan tüm ülkelere tanıtmışlardır.
1905 yılında dünyanın en büyük spor salonlarından Madison Square Garden, kapılarını basketbola açmıştır.
Alanı
1891 yılındaki Springfield Koleji’ndeki ilk basketbol sahası. Duvara monte edilen pota bir şeftali sepetidir.
Basketbol çoğunlukla kapalı salonda oynanır. Dikdörtgen
biçimindeki basketbol alanının tabanı sert tahtadan yapılır. Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte, ideal
boyutlar 28 m x 15 m’dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen
bir daire çizilidir. Basketbol alanının karşılıklı olarak kısa
kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Pota, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarındadır
ve çoğunlukla panyalarda cam beyazı plastik kullanılır.
Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir sepet
bulunur. Sepet, 45 cm çapında demir bir çember ile buna
asılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur. Basketbol elle
oynanır ve atılan top yukarıdan çembere girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur. Basketbol topunun çevresi
yaklaşık 75-78 cm, yarıçapı yaklaşık 12,3 cm, ağırlığı 650700 gramdır.
Kurallar
• Basketbol müsabakaları üç hakem tarafından yönetilir.
Misafir takım sahayı seçme hakkına sahiptir. 2. devreden
sonra saha değişimi yapılır. Oyun, orta saha çizgisinde her
takımdan birer oyuncu arasında yapılan hava atışı ile baş-
HAZİRAN/2016
lar. Hava atışına çıkan oyuncular, topu tek elleri ile takım
arkadaşlarına kazandırma hedefini taşır.
• Oyun, 10’ar dakikalık dört periyottan oluşur. Beraberlik
durumunda uzatma periyodu oynanır. Her takım ilk üç
periyotta ve uzatma periyodunda 2’şer dakikalık bir, dördüncü periyotta iki mola hakkına sahiptir. İkinci ile üçüncü periyot arasında 15 dakikalık devre arası verilir. Diğer
periyotlar arası 2 dakika ara verilir.
• Hücum eden takım, kendi sahasını 8 saniye içinde terk
etmek, 24 saniye içinde de hücumunu tamamlamak zorundadır, aksi halde top kullanma hakkı rakip takıma geçer.
• Oyuncu topla birlikte, top sürme, pas atma, şut atma aktivitelerini yapma hakkına sahiptir. Bir oyuncu top sürerken, topu eline alarak durdurursa, tekrar top sürme şansına sahip değildir; topu istediği yöne ve kişiye pas ya da şut
atmak zorundadır.
• Her takım 5 kişiden oluşur ve takımların sınırsız oyuncu
değişikliği hakkı vardır. Eğer faul hakkını doldurmamışsa,
her çıkan oyuncu tekrar oyuna dahil olabilir. Bir takımdaki
beş oyuncudan biri ortada, ikisi savunma ve ikisi de hücum oyuncusudur.
• Oyunu bir baş hakem ve iki yardımcı hakem olmak üzere
üç hakem yönetir.
• Eğer bir oyuncu beş faulle oyun dışında kalırsa, tekrar o
maç için oyuna dahil olamaz. Her oyuncunun bireysel olarak yaptığı faul sayısının toplamı, takım faullerini de belirler. Toplamda dört takım faulüne ulaşan takımın daha
sonra yaptığı her faul, karşı takıma serbest atış kullanma
hakkı kazandırır.
• Hakem tarafından durdurulmadıkça, top potadan veya
çemberden dönerse oyun devam eder. Ayrıca, oyuncu sahayı belirleyen çizgilerin dışına temas etmedikçe, top oyun
çizgilerinin dışına değmeden havadan saha çizgisinin dışına çıksa dahi, oyuncu topu içeri çevirebilirse de oyun devam eder.
• Her sayı atışından sonra veya hakemin düdüğü çalmasının ardından, oyun ve oyun zamanı durur. Sayı yiyen takımın pota gerisindeki çizgi arkasından topu oyuna sokması
ile hem zaman hem de oyun tekrar başlar. Oyun içindeki
diğer durumlara göre, hakemin gösterdiği yerlerden, top
oyuna sokulur.
• Üç sayı çizgisi içinden yapılan her başarılı atış iki sayı,
üç sayı çizgisi gerisinden yapılan her başarılı atış üç sayı
olarak değerlendirilir. Faullerden veya kural ihlallerinden
dolayı kazanılan başarılı serbest atışlar bir sayı olarak değerlendirilir.
• Oyuncular iki durumda cezalandırılır:
Saha ölçüleri
Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte,
ideal boyutlar 26 m x 14 m’dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle
ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen bir daire çizilidir. Basketbol alanının karşılıklı olarak
kısa kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Pota, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarında
bir sac levhadır. Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir sepet vardır. Sepet, 45 cm çapında demir bir çember ile buna asılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur.
Basketbol elle oynanır ve atılan top yukarıdan çembere
girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur. Basketbol
topunun çevresi yaklaşık 75-78 cm, ağırlığı 600-650 gram
kadardır.
wikipedia.org
43
EVRENİN
HEDİYESİ:
TAŞLAR
İnsanlar eski zamanlardan beri taşlı takılar, tılsımlar takarlar. Çağlar boyunca, bu takıların süsün yanı
sıra koruyucu bir işlevi de olduğuna ve kullananları kötülükten koruduğuna inanılır. Taşları takı olarak takmak
veya sadece yakında bulundurmak bile enerjinizi yükseltebilir (ametist), bulunduğunuz yeri arındırabilir (kehribar)
ve zenginliği çekebilir (sitrin).
Sezgilerinizi geliştirecek (apofilit), zihinsel yeteneklerinizi artıracak (yeşil turmalin) ve güveninize tavan
yaptıracak (hematit) taşlar seçebilirsiniz. Evinize yerleştireceğiniz kuvars kümesiyle olumsuz enerjileri bertaraf
edebilir, nazardan korunabilir (ametist) ve şifayı (aragonit) seçebilirsiniz. Aşkın peşindeyseniz yatağınızın başucuna aşk taşı da denilen bir pembe kuvars koyun. Çekim
gücünü artırmak için yanına bir de ametist ekleyin. Ayrıca
rodokrosit ve rodonit takılar da takabilirsiniz. İnanın, çok
geçmeden aşk yolunuza çıkacaktır! Einstein’in ünlü görecelik kavramını ifade ettiği (e= mc2) ‘’Enerji, madde ile ışık
hızının karesinin çarpımına eşittir’’ denklemi evrendeki
bütün maddeler ile enerji arasında doğrudan bir ilişki olduğunu açıklamaktadır.
44
Taşların enerjisi, güneşten gelen ateşi, aydan gelen suyu, diğer gezegenlerden gelen ateş, su, hava ve toprağın kombinasyonu olan çeşitli enerjileri kapsar. Güneş,
ay, gezegenler ve yıldızlarda bulunan elementler aynı zamanda insan vücudunu oluşturan ögelerdir. Örneğin, bedenimizde 4 gram kadar demir, 90 miligram kadar bakır,
2,5 gram çinko, beden ağırlığının % 2’si kadar kalsiyum,
% 0,5’i kadar magnezyum, % 1’i kadar fosfor, 25 miligram
iyot, 1 gram selenyum, 125 gram potasyum, ayrıca manganez, krom, silisyum, sodyum, klor, kükürt, kobalt, molibden, flüor, bor, lityum, nikel, alüminyum, brom, bizmut
gibi mineraller bulunmaktadır. Taşlar, elektromanyetik
enerjilerle ve bizim kendi vücutlarımızdaki elementlerle
uyumlandıklarından bizleri kendilerine çekerler.
KADIN
Taşlar, bir yandan bünyelerindeki minerallerin
enerjisini doğrudan bedenimize aktarırken diğer yandan
dışarıdan bedenimize gelen enerjilerin büyük bir kısmını
toplar, filtreler ve saf halde bedenimize aktarır. Ayrıca,
bedenimizdeki olumsuz enerjileri emip ya olumluya çevirerek bedenimize iade eder ya da dışarıya gönderir. Taşlar her ne kadar oldukları yerde duruyor gibi görünseler
de evrenin titreşimsel enerjileriyle hareket halindedirler.
Kozmik dalgalar halinde sürekli olarak yayılan enerjileri
bünyelerine alma ve transfer etme kapasitesine sahiptirler. Bu sayede insanın algısına nüfuz eder ve şifa uygulamalarında bizlere yardım ederler.
HAZİRAN/2016
İnsanoğlu daha fazla şeye sahip olmak
ve bulunduğu konumu korumaya çalıştıkça bu
olguyu tehdit eden bütün dış kaynaklı olaylar,
çatışmalara dolayısıyla da olumsuz bir enerjinin
açığa çıkmasına neden olurlar. İşte bu olumsuz
enerjiye “Stres” diyoruz. Bildiğiniz gibi, stres sağlığımızı tehdit eden çağımızın en önemli hastalık sebebidir. Bütün taşların genel işlevi ise stres giderici olmasıdır. Bedende meydana gelen rahatsızlıkların nedenleri,
duygusal, zihinsel, ruhsal bir sıkıntı veya enerjiyle ilgili
elektromanyetik dalgalar olabilir. Bilgisayar, cep telefonu, TV gibi elektromanyetik stres kaynağı ile aranıza bir
siyah turmalin veya dumanlı kuvars taşı koymanız yaşamınızı sihirli bir şekilde değiştirebilir. Taşları ayağınızdaki noktaları uyarmak için bir refleksoloji gereci olarak
da kullanabilirsiniz. İşten eve geldiğinizde ayaklarınızın
altına koyacağınız obsidyen (doğal cam) vücuttaki tüm
kirli enerjiyi yere aktaracaktır. Jasper da toprağın enerjisini size yükleyecektir.
Vücudumuzun trafoları olan çakraların rengine göre özel şifa taşı bulunmakla beraber taş dünyasının en temel taşlarından biri olan kuvars taşını her sabah, 7 adet çakranın üzerinde 10 dakika süreyle tutarsanız
çakralarınızı dengeleyerek gününüze zinde bir şekilde başlayabilirsiniz.
Çakralar
Sitrin refah taşıdır. Eskiden tüccarlar kasalarında
sitrin taşı bulundururlardı. Bu taşı evlerine koyduklarında maddi refah ve bolluğu çekeceğine inanırlardı. Amerika’da, uyumlu ilişkilerin yaşanması, sağlam evliliklerin
gerçekleşmesi inancıyla. inşaat temellerinin 4 köşesine
pirit parçaları konulduğu bilinmektedir. Ametist, baş, göz,
yüz ağrılarını çeker. Özellikle müzmin baş ağrısı çekiyorsanız bu taşı sürekli taşıdığınızda artık başınızın ağrımadığını göreceksiniz. Kuvars tene temas ettirilerek kıyafet altında taşındığı takdirde, kişiyi diğer insanların negatif
enerjilerinden korur. Pozitif
insanlar arasında
iseniz kristalinizi görünür şekilde takın. Böylece etrafınızdaki insanların pozitif enerjilerini kendi içinde toplar.
Taşların şifası bazı hastalıklar için yeterli olmakla
birlikte, öncelikle hastalığa sebep olan problemin kaynağına inip bu kaynağı ortadan kaldırmadan taşların yararının
sürekli olmasını beklemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır.
Taşlarla tedavi, herhangi bir ağrı kesici tablet gibi,
bir defalık uygulama ile etkisini göstermez. Taşlarla
başarılı bir tedavi yapabilmek için sabır, bilgi ve deneyim gereklidir. Kıymetli taş bilimi olan Gemoloji,
taşların oluşumunu, fiziksel ve kimyasal özelliklerini
incelemektedir. Taşların şifa gücünden yararlanmak
için eğitilmiş ve deneyimli birisine başvurmalısınız. Bütün
bunları söylerken modern tıbbı ve doktorları da dikkate
almamazlık etmeyin!
Derleyen
Özlem TANIŞMAN
Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Sosyal Çalışmacı
KADIN
45
ÇOCUĞUN
GELİŞİMİNDE
BABANIN ÖNEMİ
Çocuğun gelişiminde babanın öneminden önce
toplumsal olarak kadın erkek ve aile içinde babanın rolüne değinmek gerekiyor. Bireyin içinde yaşadığı toplumun
kültürü; bir kadın ve erkeğin nasıl davranacağı, nasıl düşüneceği ve nasıl hareket edeceğine ilişkin beklentileri ortaya koyan, yani kadın ve erkeği sosyal olarak yapılandıran
özellikleri belirlemektedir. Örneğin; toplumsal cinsiyet ve
klişelerine göre erkeğin en önemli rolü ailenin geçimini
sağlamak iken, kadının en önemli görevi çocuklarını büyütmek ve aile yaşamının devamlılığını sağlamaktır. Bir
başka deyişle, insanlar dişi veya erkek cinsiyeti ile doğarlar
ancak yetiştirilirken toplumun cinsiyetlerine özgü beklediği roller çerçevesinde kız veya erkek çocuk olmayı öğrenerek büyürler .
Ailenin, içerisine girdiği toplumsal çevrenin ve alınan eğitimin etkisiyle, kız ve erkek çocuklar cinsiyetlerine
uygun roller kazanmakta ve toplumsal cinsiyet kimliğini
edinmektedirler. Böylece kadınlar için ev ile ilgili işleri yürütme ve çocuk bakımı gibi işler öne çıkarken, erkekler için
iş rolleri aile rollerinden daha önemli hale gelmektedir.
Söz konusu toplumsal kalıp yargılarına göre herhangi bir
insanla ilgili beklentilerin neler olacağı doğrudan cinsiyete
bağlıdır. Buna göre erkeklerden güçlü olmaları, ailelerini
geçindirmeleri, çevre üzerinde belirli bir etkinlik ve kontrol sağlamları; kadınlardan ise sabırlı, anlayışlı olmaları,
evi çekip çevirmeleri, insan ilişkilerini düzenlemeleri beklenmektedir. İslamiyet öncesi Türk ailesinin genel özelliklerine bakıldığında; ailenin hiyerarşik yapısında gücü
ve otoriteyi elinde bulunduran kişinin baba olduğu ve aile
içindeki himayeci örgünün, siyasal sistemi de belirleyen
bir karaktere sahip olduğu göze çarpmaktadır.
Çocuğun Aile İçi İlişkilerde Hiyerarşi Olduğunu
Bilmesi Çok Önemlidir
46
Günümüzde çalışan anne sayısının artması, çocuğun yaşamında babanın rolünü daha etkin ve önemli hale
getirmiştir. Bu durum, ailelerin geleneksel yapılarında bir
değişimi zorunlu kılmış ve yeniden bir yapılanmayı gerektirmiştir. Bu da çocuğun duygusal ve sosyal gelişiminde
babanın etkinliğini arttırmıştır. Çocuklar doğumdan itiKADIN
baren anneyle olduğu gibi babalarıyla da bağlılık kurarlar ve bir güven duygusu geliştirirler. Araştırma sonuçları
babalarıyla güvenli bir ilişki kuran çocukların daha sosyal,
akademik olarak daha başarılı, kendilerine daha güvenli
çocuklar olduklarını göstermektedir.
Araştırmalar, çocukların anne ve babalarının her
ikisininde varlığında güven ve mutluluk duyduklarını, her
ikisinin de yokluğundan aynı derecede etkilendiklerini ve
herhangi birinin varlığı ile de rahatladıklarını ortaya koymaktadır. Anne ve babalar, çocuklarının sosyal ve duygusal gelişimi üzerinde doğrudan etkilidir ve birbirlerinden
bağımsız etkilere sahiptir. Araştırma sonuçları, baba yokluğunun çocukların özellikle zihinsel işlevlerini etkilediğine işaret etmektedir. Babanın yokluğuna çocuklar çeşitli
psikolojik tepkiler vermektedir. Yapılan araştırmalar bu
tepkilerin, babanın ailedeki rolüne, çocukla iletişimine,
çocuğun yaşına, ayrılık süresine, annenin özelliklerine ve
çocuğun ailedeki diğer bireylerle ilişkisinin niteliğine bağlı
olarak değiştiğini vurgulamaktadır. Babanın uzun süreli
yokluğunda çocuklarda daha çok saldırgan davranışlar,
hırçınlık, okul başarısında düşme, anti sosyal davranışlar
ile uyum sorunları gözlenmiştir. Ayrıca babanın olumlu ve
nitelikli ilgisinin, çocuklarda liderlik, uyum yeteneği, matematik başarısı ve olumlu cinsel kimlik gelişimi ile yüksek
oranda ilişkili olduğu bulunmuştur.
Çocuğun, aile içi ilişkilerde bir hiyerarşi olduğunu
bilmesi çok önemlidir. Çocuklara söz hakkı tanınarak fikirleri ve duyguları öğrenilmeli, ancak aile bireylerini ilgilendiren kararlar anne-babalar tarafından alınmalıdır. Çocukların, anneleriyle olduğu kadar babalarıyla da bağlılık
ve güven ilişkisine, ilgi ve sevgisine ihtiyaçları vardır. Aile
içi ilişkilerde, genel olarak çocuklar tarafından, babalar bir
otorite sembolü olarak algılanırlar. Çocukların davranışsal
ve duygusal gelişimlerinde, anne-babanın tutarlı ve kararlı
davranışları önemli rol oynar.
Nesil SAĞIN KÜÇÜK
Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Psikolog
HAZİRAN/2016
SİZDEN GELENLER
HAYATI ANLAMAK
Hayat dedikleri
Bazen bir çift sözdür, insana iyi hissettirir
kendini
Bazen susmaktır; öyle ki ölüm
sessizliğinde
Bazen karşı çıkmaktır, doğru gibi yanlışlara bilip bilmemektir kimi zaman…
Haklılığını ispat etmektir bazen de
Yenilgiye uğrayacağını bilsen de geçen
zamandan keyif almak adına bile bile
ladestir.
Hayat;
Sevgiliye duyulan özlemi bir rüzgarın
getirdiği kokuda bulmaktır.
Sokakta oynayan çocuklara bakıp, pişen
bir yemekte anne sızısını hissetmektir.
Bir türküdür dinlenen taştan oyulmuş
fincanda kahve gibi kırk yıl hatırlı.
Hayat;
İçlene içlene ağlamak suçlamaktır kimi
zaman…
Sebep aramaktır, sonuç bulamasan da
cevapsız bir sorudur.
Bir bebeğin boynunun kokusudur, yumuk
yumuk ellerini tutup o masum bakan
gözlerinden öpmektir.
Kıyamamaktır kimi zaman
Zor gibi görünen kolaydır. Bir rutindir
aslında zor olan inişlerine çıkışlarına
alışmaktır.
Hayat!
İşte tam da buldum, anladım derken bir
avuç topraktır gözlerine konulan…
Sadet DİŞÇEKEN
Kahramanmaraş E Tipi Kapalı
Ceza İnfaz Kurumu
İnfaz ve Koruma Memuru
SEN YETER Kİ İSTE
Sofrada elini, mecliste dilini tutabiliyorsan
Kabulü mümkün olmayan bir işe metanet gösterebiliyorsan
Geçmişteki kötüyü bırakıp, geleceğe sabır ile bakabiliyorsan
Hayattan kazancın kadar istemeyi biliyorsan
Haksızlığın karşısında yalçın kayalar gibi
durabiliyorsan
Toplumun hoş görmeyeceği bir işi gece
gibi örtebiliyorsan
Bir garibanın yardımına göstermeden
yetişebiliyorsan
Yaratılan her şeyi yerli yerinde görebiliyorsan
Yaptığın iş sağlam bir amel ile yapabiliyorsan
Dünya malına tamah etmeyip, dosdoğru
gidebiliyorsan
İstediğin olmadığı zaman şükredebiliyorsan
Halkın içinde başın dimdik yürüyebiliyorsan
Bir ağacın dalı kesilirken kendi kolun
gibi hissedebiliyorsan
En kızgın anında bile kinine, öfkene yenilmiyorsan
Yaptığın işlerle boynunu bükmeden yüzleşebiliyorsan
Her gittiğin yerde bir sandalye, bir güler
yüz bulabiliyorsan
Hayal kurmana gerek yok inan olacak
her istediğin
Allah’tan ne murat edip diliyorsan...
Hükümlü
Doğan YILDIRIM
Manisa T Tipi Ceza İnfaz Kurumu
SİZDEN GELENLER
47
MOLLA
GÜRÂNÎ
Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından ve dördüncü şeyhülislâm. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman
Gürânî’dir. Lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla
Gürânî olup, Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu.
813 (M. 1410) senesinde, Suriye’nin Gürân kasabasına
bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle “Gürânî” denilmiştir. 893 (M. 1488) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Molla Gürânî, daha küçük yaşta iken kendi memleketinde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân,
me’ânî gibi âlet ilimlerini ve kırâat ilmini öğrendi. Bundan
sonra ilim öğrenmek için Bağdat, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam’a gidip, bir
müddet de oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsili yaptı.
Şam’dan Kâhire’ye gitti. Kâhire’de zamanın âlimlerinden
ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi
İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler
okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i
Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî’den icâzet aldı. Molla Gürânî bu
minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat,
hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti.
Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders
vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdârlarının ve
devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi.
48
Molla Gürânî’nin İstanbul’a gelişi şöyle vukû
bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla
Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek
derecesini görünce, İstanbul’a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek İstanbul’a gelmesini söyledi. O da bu teklifi
kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul’a geldi. Meşhûr âlim Molla Yegân, hacdan dönüp İstanbul’a gelince
Sultan İkinci Murâd Hân’ın otağına gidip, bir sohbet yaptı.
Sohbet sırasında Pâdişâh: “Gezip gördüğün yerlerden bize
ne armağan getirdin?” diye sordu. Bunun üzerine Molla
Yegân; “Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim
getirdim” dedi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Bâb-üs-se’âÖRNEK HAYATLAR
de’de beklemektedir” dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu
içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm
verdi. El öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi
Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî’nin eski kaplıcadaki medresesine müderris olarak tayin etti. Daha sonra da Yıldırım
Medresesi’ne müderris tayin edildi. Böylece bir müddet
bu vazifeye devam etti. Bundan sonra da Sultan İkinci
Murâd Hân, Molla Gürânî’yi oğlu Şehzâde Mehmed’in
yanî Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirdi.
Şehzâde Mehmet (Fâtih), bu sırada Manisa’da emîr
idi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi
ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmet, zekî ve celalli olduğundan,
giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve
vakûr bir âlim olduğunu görerek ve sert tutumunu duyup,
bu iş için onu tayin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini
istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti.
Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla
Gürânî, Şehzâde Mehmet’in (Fâtih’in) yetişmesi için ona
ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr
ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmet’in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında “Darabtühû te’dîben” (Terbiye
etmek, eğitmek için onu dövdüm) manâsındaki Arapça
cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmet derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim
öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmet’in Kur’ân-ı Kerîmi hatmettiğini öğrenince çok sevinip,
hocası Molla Gürânî’ye çok miktarda mal ve parayı hediye
olarak gönderdi.
Fâtih Sultan Mehmet Hân’ın yetişmesinde, Molla
Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette
kusur etmezdi. Babası İkinci Murât’tan sonra tahta geçen
Fâtih Sultan Mehmet Hân, Molla Gürânî’yi vezîr yapmak
istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip: “Huzûrunuz-
da, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezirliğe, sadr-ı a’zamlığa
kavuşmak ideallerine bağlıdır. Veziriniz onlardan başkası olursa, kalpleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir”
dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadı asker yapmak
istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca,
ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa
evkaf idâresi vazîfesi ve kadılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet bu vazîfeleri yaptı. Daha sonra
bazı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti.
Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok
hürmet gösterip, ikinci defa Bursa kadılığına tayin etti.
Sonra yeniden Kadı askerliğe tayin edildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 885 (M. 1480)
senesinde Şeyh-ül-İslâmlık makamına getirildi. Fâtih Sultan Mehmet Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları
yanında, çok hediyeler de vererek, ikram ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyh-ül-İslâmlık yaptı ve hakka, adâlete
uymakta titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazîfesini yerine getirdi. Fâtih Sultan Mehmet Hân’a çok nasihat
eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samimi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkit etmekten,
uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere
dikkat etmesini, dâima dînin emirlerine uygun olmasını
isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.
Molla Gürânî heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim
haysiyetine ve ahlâkına sâhip idi. Uzun boylu, gür sakallı,
doğru ve açık sözlü idi. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultân’ın
huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı. Davet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka
zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defasında bir Arafe günü
Sultan, Molla Gürânî’ye bir haberci göndererek: “Yarın
bayramı kutlamak üzere teşrîf etsin, geç kalmasın” diye
haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye: “Yağışlı
günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâp eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ
ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım” dedi. Haberci dönüp
bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh: “Bizim bayramımız,
onların gelmesiyle mutlu olur. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz” dedi. Üzerlerinin çamur olmaması için
de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi.
Bunun üzerine daveti kabûl etti. Molla Gürânî, her gece Kur’ânı Kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmezdi.
HAZİRAN/2016
Molla Gürânî, ayrıca çok hayır ve hasenat yapmıştır. Dört
câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binalar
yaptırmıştır.
Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı.
Vezirler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış
geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü.
Sonra vezirlere dönüp: “Benden Bâyezîd’e (İkinci Bâyezîd
Hân’a) selâm söyleyin, namazımı bizzat kendisi kıldırsın
ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra: “Size
vasıyyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun” dedi.
Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra: “İkindi ezanı ne zaman
okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezan okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezan okumaya
başlayınca, Molla Gürânî hazretleri: “Lâilâhe illallah” diyerek vefât etti.
Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve
borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi
kabrin başına getirilince, vasıyyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler.
Kabri, Aksaray-Topkapı arasındaki eski tranvay yolunun
sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir.
Arapça kaynaklarda “Diyâr-ı Rûm’un, Anadolu’nun âlimi” olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli
eserler yazmış olup, eserleri şunlardır:
1-Gâyet-ül-emânî fî tefsîr-i seb’il-mesânî,
2- El-Kevser-ül-cârî alâ rıyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir.
3- Şâtibiyye kasidesinin Ca’berî şerhine güzel bir haşiye
yazmıştır.
4- Keşf-ül-esrâr an kırâat-il-eimmet-il-ahyâr.
5-Şerh-i cem’ul-cevâmi’: Usûl-i fıkha dâirdir. 6- Aruz ilmiyle ilgili bir kaside.
www.ehlisunnetbuyukleri.com
49
ÖRNEK HAYATLAR
Y
A
P
H
E
U!”
D
E
“
Osmanlı Türkçesini bilenlerimiz, birtakım
eski hat levhalarına bakarak atalarımızın hangi düsturlar çerçevesinde bir hayat felsefesine sahip
olduklarını az çok kestirebilirler. Eskiden evlerin, resmî dairelerin, ibadethanelerin ve insan ayağı
basan pek çok mekânın duvarları, bu tür levhalardan en az birkaç tanesiyle tezyin edilmiş olur ve en
dikkatsiz nazarları bile kendine celp edecek süslere,
tezhiplere, bezemelere, işlemelere sahip bulunurlar
imiş. Bunlardan birisi de “Edep ya Hu!” ibaresidir.
En fazla talik yahut celi sülüs hat ile yazılan bu
ibare, aslen tarikat adabına mugayir bir hareketi sadır
olan dervişe hitaben, mürşit ağzından dökülür. Ancak
zamanla yalnızca tasavvuf çevreleriyle sınırlı kalmayıp
bütün bir Türk-İslâm kültürünü kaplayacak şekilde
şöhret bulmuş, yaygınlaşmıştır. Bu bakımdan tasavvufî mekânların haricinde dahi Edep ya Hu’lara rastlamak mümkündür. “Edep ya Hu!” hatlarının üstat
hattatlar elinde çeşitli istiflere bürünen şekillerinden
en yaygın olanı bir Mevlevî sikkesini sembolize eden
şeklidir ve genellikle de sikkenin çevresinde şu beyit
yer alır:
“Ehl-i irfan arasında aradım kıldım taleb
Her hüner makbul imiş illâ edeb illâ edeb”
Bilgeler, meclisinde kendine uygun bir hüner
arayan kişinin her hünerden daha çok edebi makbul sayması, sufîlerin toplum vicdanına ne derecelerde tesir ettiğinin de delilidir. İslâm, elbette bir
edep dinidir; ancak tasavvufta edebin apayrı bir yeri
vardır. Tarikat adabının her kademesinde edep ön
plandadır. Sufî, canlı olsun cansız olsun -ki onlara
göre her yaratılmışın canı olduğu farz edilir- her
şeye ve herkese karşı edebini korumak zorundadır.
Kapının çarpılmadan yavaşça örtülmesi bir edeptir.
“Kapıyı kapat” denilemez (Allah kimsenin kapısını
kapatmasın) belki kapıyı ört, yahut sırla denilebilir.
“Lambayı (mumu, ışığı) söndür” denilemez (Allah
kimsenin ışığını söndürmesin) lambayı dinlendir
denilir. Keza lamba yakılmaz, ancak uyandırılabilir.
50
DEYİM
Birisi konuşurken sözünü kesmek, gizli konuşmak,
mecliste fısıltı ile lâkırdı etmek, işaret ve işmar etmek,
vs. hep edebe aykırı davranışlardır. Gezerken yere,
ayağın sesi duyulmayacak derecede yumuşak basılmalıdır. Kapıdan çıkılırken arkasını dönmek edepsizliktir. Kapı eşiğindeki ayakkabılar dışarıya değil
(zira bunun manası “git, bir daha gelme” demektir),
içeriye doğru çevrilir. Uyuyan birini uyandırmak için
onu sarsmak yahut adını ünlemek abestir. Bunun
yerine yastığına parmak uçlarıyla vurulup hafif sesle
“Agâh ol erenler!” denilir. Uyanan kişinin de yataktan kalkarken yastığını öpüp yorganıyla görüşmesi
(görüşmek, tasavvuf tabiatındandır ve öpmek, yahut
öpermiş gibi dudağa değdirmek manalarına gelir) bir
edep kaidesidir. Bir şey alınıp verilirken keza aynı
kaide geçerlidir. Yemek yiyenin ağız şapırdatması,
ağızda lokma varken konuşması, kahveyi, çayı höpürdeterek içmesi, fincanı yahut bardağı ses çıkartarak
tabağa koyması, yahut da sofrada kaşık ve çataldan
ses çıkartması edep harici hareketlerdendir.
Bütün bunlara günlük hayatın adabı muaşeret
kaideleri arasına girmiş yüzlerce düsturu ilave edebilirsiniz. “Edebi edepsizden öğren” atalar sözü, ibret
alma hasletinin telkininden ibarettir. “Eline, beline,
diline” düsturu ise hakikat yolcusunun kendine ait
olmayan bir şeyi almaması, uygunsuz kelâm söylememesi ve kimsenin namusuna halel getirmemesi demektir. Zaten edep kelimesi de e (eline), d (diline) ve b
(beline) harflerinden müteşekkildir ve tam manasıyla insanın uyması gereken düsturların remzidir.
Erenlerin “Elin tek, dilin pek, belin berk tut!” demesi
de bunun dervişçesidir. Söz konusu tasavvufî edebin
dışında, hayatın her kademesi bir edebe vabestedir.
Yeme içmeden, giyim kuşama, hâlden kale, hükumet
etmeden siyasete, nefes almadan ölüme, her şeyin bir
edebi vardır. Günümüzde, bu edebi gösterebilecek
alperenlere ihtiyaç vardır. Yoksa insana “Edep yahu!”
derler!
İskender Pala
İki Dirhem Bir Çekirdek
HAZİRAN/2016
KİTAP ÖNERİLERİ
Yetişkin bireylerin sağlıklı ruh dinginliğine
erişmesinde çocukluk yıllarından itibaren kazandırılan yetiler bireyin kendini gerçekleştiren ve gereksinimlerini doyururken ilkeli, çatışmayan, çözüm
sunan, iradeli, öz saygısı mutlak, toplumsal saygıdan
uzak olmayan onurlu ve erdemli bir kişiye ulaşmada sorumluluk prensibi en etkin karakter özelliğidir.
Anne-Babalar, Öğretmenler ve Rehber Öğretmenler Sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmede üzerine
düşeni yapmak için sorumluluğu tanımalı kaynağını
ve verme şeklini bilmelidirler. Ayrıca bu karakter eğitimini verirken iletişimin nasıl kurulacağı ve
ödül-ceza yönteminin yaş gruplarına göre nasıl işletileceğini pratik yollarla uygulamalarını görmeleri gerekir.
Sorumluluk almak hayatınızı,
dünyayı değiştirebilir!
işinizi
ve
John Izzo, okurlarına harika bir kariyerin,
harika bir iş yerinin, daha güçlü ilişkilerin ve daha
iyi bir dünyanın anahtarlarını sunuyor. Bu kitap,
değişim yaratmak için başkalarına bakmak yerine
kendimize odaklandığımızda kişisel sorunlardan iş
yerindeki zorluklara ve toplumsal meselelere kadar
neredeyse her türlü problemin çözülebileceğini öne
sürüyor. Kendimizi değişimin öncüleri olarak görmek
bizi daha mutlu, daha rahat ve daha güçlü kılar.
Izzo herkesin, her zaman ve her yerde olumlu
bir değişim yaratabilmesini sağlayacak yedi etkili ilke
sunuyor. Kitap ilham verici hikâyelerle dolu: Mafyaya
savaş açan orta yaşlı bir işyeri sahibi, okullarındaki
şiddete “hayır”diyerek bir harekete öncülük eden iki
genç, şirketin batmakta olan bir departmanını kazanç
merkezi haline getiren bir yönetici ve daha pek çok
hikâye... Hepimiz dünyayı değiştirecek güce sahibiz
51
ve John Izzo bize bunu nasıl yapacağımızı gösteriyor.
KİTAP ÖNERİLERİ
Fıkralar
Var
Mate
mati
k Fin
mı?
a
4 tan
orad
eü
tını e gia
i
y
çin m niversite
a
h
y
e
ş
a
ö
n
i
şm
cza
cgidin tematik fi ğrencisi,
yerle ir gün e ruyor. E
c
uyan
n
e
aline
a
’
h
l
oc
a
ladığ
bu
so
.B
vuk
ını sö aya araba geç kalırl madıkları
İstan çalışacak ı?” diye lerde ta ve
l
e
a
l
y
a
a
r ve o
e
l
m
r
m
m
e
n
ı
e
e
r
r
n
a öğ
a
ler.
T
ın
o
ar
ey
k
e ecz
ürm
uk v
gidiy k var
maya rencilerin Hoca ilk lastiğinin ula
sürd iz de tav bir şekild Temel
u
r
i
p
b
a
v
n
at
a
k
a
y
s
, onl
t
ı
s
i
.
acağı
arı 3 alvarmala ta inanm rip “ ey çok iy nlatıyor “siz de yine ayn
n
ı
a
s
r
r
z
a
ö
g
ı
b
n
n
yl
ün s
öğren
zacı acağını ar geliyo ı bakmış ay 4 gü
onra a dayana
cinin er.Sınav g
l
y
l
r
c
s
o
a
e
k
a
ı
k
h
ü
n
öşele
em
Bu
olm gün te yor ecz
rine o epsini boş nü gelinc av yapi
i ki.
de T
u
e hoc
turtu
bir sa
ertes diye sor ıyor tab geldiğin vuk sat
a,
r.
lonun
a
a
ız
Sınav
ayrı a 4
mı?” biraz k En son adem t czacı d
g
yrı
e
ç
E
l
m
.
m
e
.
m
den 5
e sist
m
or
ada lanıyor deşim
0 pu
emi ş
” diy ama. Te Abi
r
a
r
a
a
a
n
H
r
ö
n
a
k
yle
ocan
“
alan
zs
rc
tek ıya: ‘’
herke dir: 100
a ya
yor.
ırıyo
c
10’ar ın hazırla
üzer
s sı
ecza sun cam ren yazd ıya soru
d
p
ı
u
r
c
u
vardı anlık 4 t ğı sınavd navı geçe inmıyo ş, mecb ve ecza ?’’
a
a
r
bilir.
n
.
i
e
s
B
e ön
bas
ı
un
r
k
fada
bıkm geliyo n gelece
ise 6 ları kolayc it matema sayfada
r
a
0
a
a
lastik
ti
tekr ne zam
patla puanlık 1 çözerler. k sorusu
k
d
A
u
s
ı
rka
v
?
o
”
r
a
u var
t
dır: “ sayHang
i
uk
Tav
ali
Uğursu
Cafer ko
madadır
z Kadın
. Yanınd
a ise kar
ısı...
Cafer’in
gözleri n
e
m
na doğru
li, kısık
se
bakar ve
konuşma siyle karısıişten ko
vulduğum
ya başlar
: “İlk
İflas ettiğ
zaman y
anımda
im gün
oradayd
idin.
zaman il
ın. Vuru
kg
lduğum
Trafik ka özümü açtığımd
a seni gö
za
rdü
başucum sı geçirdiğimde
hastaned m.
daydın.
e
Karısı ta
mutluluğ
kdir edil hep
un
menin
yine başu da tabi. “Şimd
i
cu
çok geç o mdasın. Sonund komadayım
a anladım
ldu; yahu
ama
sen ne u
ğursuz k
arısın”
52
FIKRALAR
HAZİRAN/2016
TELEVİZYONUN
KIRIK CAMI
Ailede televizyon bağımlılığı, tek bir program ya da dizi ile başlıyor. Ailenin babasından ya
da dirayetli kişisinden tepki gelmez ve bağımlılıktan
hemen kurtulunmazsa, diğer kanallara ve programlara bağımlı olmaya başlanıyor. Sigaraya 20 yaş sonrası başlayanların oranı %3 iken, 11-15 yaş arası %90.
Sigara illetine hayatın baharında yakalanıyor birçok
insan. Sebebini hiç düşündünüz mü? Evet, ergenlik
dönemindeki bir anlık boşluktan istifadeyle, sinsice
hayata giriyor sigara. Bir daha da çıkartabilene aşk
olsun.
Televizyon da sanayi ve teknolojinin gelişmesiyle ergenlik döneminde girmişti insan hayatına.
Elektriğin bulunması, dizel motorun icadı, uçan
balonlar derken, bıyıkları terleyen bir ergen edasıyla ayakları yerden kesilen toplum, ne olduğunu anlamadan titrek ışığın, gri cam üzerinde oluşturduğu
görüntülerin bağımlısı olarak buldu kendini. Bu kötü
alışkanlığın sahibi TV, kendinden öncekilerin bütün
iyiliklerini ve kötülüklerini bir mirasyedi edasıyla sergilerken, hem geniş kitlelere ulaştığını, hem
de bu kitlelere anındalığın vazgeçilmezi olduğunu
söylüyordu. Televizyonun görüntü bombardımanı
altındaki insanın kurtuluşu ayrı bir bahis. Bağımlılık yaşı olan 11-15 döneminde, asalakça yaşamanın
kablolu ve kablosuz besin yollarından kurtulabilen
bir eğitim ortamını işaret ederek, ekran çöplüğünden
nasıl kurtuluruz sorusuna yeniden dönüyoruz.
Ailede televizyon bağımlılığı, tek bir program
ya da dizi ile başlıyor. Ailenin babasından ya da dirayetli kişisinden tepki gelmez ve bağımlılıktan hemen
kurtulunmazsa, ailenin diğer üyeleri, diğer kanallara
ve programlara bağımlı olmaya başlarlar. Ardından hiç istenmeyen televizyon müptelaları evi yuva
yapıyor, bir süre sonra televizyon vazgeçilmezliğini
ve bağımsızlığını ilan ederek, her köşe başına farklı
büyüklükteki dostlarını çağırıyor. Tam da bu noktada, suçlularla mücadelede efsane kabul edilen New
York Belediye Başkanı Gulliani’nin: “Nasıl başarılı
olabildiniz?” sorusuna verdiği cevap imdadımıza yetişiyor. Doğrudur, TV bir evin, toplumun suçlusudur,
hem de en canisinden. Gulliani’nin, “Kırık cam teorisi” üzerinden verdiği cevap dikkate değerdir.
Gulliani suçun küçüğü büyü olmaz, diyerek
önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak
kullananları, kamu malına zarar verenleri, pislikleri
yola atanları bile yakalayıp, haklarında işlem yapmış.
Polis bu kararlılığıyla “Küçük müçük, bizim için hiç
fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz.” demiş. “Kırık cam teorisini New York’da uygulamak tesirli olmuş mu derseniz, evet olmuş. Peki
evde TV’ye karşı silah olarak kullanabileceğimiz kırık
camlar teorisi nedir? derseniz işte cevabı: Anlatıldığı
kadarıyla “Kırık Cam Teorisi” ABD’li suç psikoloğu
Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden
ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının
yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam
standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959
model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronx’taki
otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı.
Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı.
Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi ‘sağ kalan’ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı.
Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar da
olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de
kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten
ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.” Suça bir kez izin
verdiğinizde kontrolden çıkıyor. Televizyon da öyle
değil mi zaten?
Türkiye Dünya Ortalamasının Üstünde
Dünyada TV izlenme oranı günlük ortalama
2 saat 25 dakika. Türkiye’de ise ortalamanın hayli üstünde. Türkiye’de emekli, ev kadını, genç, orta
yaşlı, hafta içi ve hafta sonuna göre değişen izleme
oranları bağımlılık derecesi olan günlük 4 saat TV
izleme oranına çok yakın. Emekli ve ev kadınlarından
başka hafta sonu bağımlılığı da dikkat çekici. Bağımlılıktan kurtulmanın yolu hep beraber bu işten sıyrılmak.
Yazar: Mehmet Numan
53
www.insanvehayat.com
İLETİŞİM
İNSAN “SORUML
Allah’ın yarattığı her varlığın kendine özgü vazifeleri ve sorumlulukları vardır bu âlemde. Arı bal yapıyor,
koyun süt veriyor, güneş dünyayı aydınlatıyor, deniz üzerinde gemileri yüzdürüyor. Yeryüzünün en değerli varlığı
olan insanın vazifesi ve sorumluluğu ise, tek kelime ile Allah’a kulluktur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
-” Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 56)
-İnsan kendisini başıboş bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyame, 36)
Evet, insanoğlu başıboş bırakılacak değildir. Allah onu
belli başlı bazı sorumluluklarla mükellef kılmıştır.
-” Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de
onlar bunu yüklenmekten çekindiler. (Sorumluluğundan korktular) onu insan yüklendi...” ( Ahzab, 72)
Dünyada bu sorumluluğu yüklenen insan imtihan halindedir. Bu imtihanda muvaffak
olmanın mükâfatı, Allah’ın rızası ve ebedi saadet
yurdu olan cennet hayatıdır. Dünyada bu sorumluluğu yerine getirmemenin cezası
ise Allah’ın rızasından yoksun kalmak ve elem verici cehennem
azabıdır. Bu hususta yüce
Rabbimiz yine bizi
şöyle uyarıyor:
-” Sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun,115)
Allah’a karşı mesuliyetleri, sorumlulukları vardır insanın,
namaz gibi oruç gibi zekât gibi, Allah’ın emirlerine koşmak, yasaklarından şiddetle kaçmak gibi. Cennet, iman ve
amelin bedelidir, yerine getirilen sorumluluğun karşılığıdır. Bu sorumluluğu yerine getirip getirmeme hususunda
Âdemoğlu Cenâb-ı Allah tarafından sorgulanacaktır ahirette.
-”Sonra o gün nimetlerden mutlaka sorulacaksınız.” (Tekasur, 8)
-”Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka soracağız, peygamberlere de soracağız.” (Araf, 6)
Hz. Peygamberimiz de şu hadis-i şerifleriyle
bu hususta dikkatlerimizi celb ediyor:
-”Kıyamet günü insan, 5 şeyden sorulmadıkça bırakılmayacaktır. Ömrünün
nerede tükettiğinden, ilmi ile amel
edip etmediğinden, malını nereden
kazanıp nereye harcadığından ve
bedenini nerede yıprattığından.”
(Tirmizi Kıyame,1)
İnanmış bir kimse olarak sorumluluğumuz sadece Allah’a
karşı değildir. Bundan başka
daha birçok sorumluluklarımız
vardır; Vatana karşı sorumluluk, onu canı pahasına korumaktır. Ana-babaya karşı sorumluluk, onlara saygılı olmak,
gerektiğinde onları bakmaktır.
Eşimize karşı sorumluluk, onu
Allah’ın bir emaneti görmek ve
onunla hoş geçinmektir. Çocuklarımıza karşı sorumluluk, onlara adaletli
davranmak ve merhametli olmaktır. Akrabamıza karşı sorumluluk, onlara yardım
elini uzatmak ve onları arayıp sormaktır. Komşularımıza karşı sorumluluk, onlara ikram etmek ve
asla eziyet etmemektir. İşimize karşı sorumluluk, işimizi
sağlam ve güzel yapmaktır. Hulasatul kelam insanlara ve
hayvanlara karşı sorumluluk, yaratılanı yaratandan ötürü
sevmektir.
İşte bu sorumluluk bilinci ile Hz. Ömer:
- “Fırat kenarında, aşırsa bir kurt koyunu, sorar adli
ilahi Ömer’den onu” diyor ve sorumluluk bilincinin
ne kadar önem arz ettiğini ifade ediyor bizlere.
54
İnsanın sorumluluğu, sadece kendi dışındakilere karşı değildir. Kendine, nefsine
HAZİRAN/2016
U” BİR VARLIKTIR
karşı da bazı sorumlulukları vardır. Bunun içindir ki Müslüman olan kimse kendine zarar verecek zararlı alışkanlıklardan uzak durur. Başkasına zarar veremeyeceği gibi
kendine de zarar veremez. Zira malı ve canı ona Allah’ın
bir emanetidir. Hz. Peygamber (a.s) bu hususta da şöyle
buyuruyor:
-” Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, kendi nefsinin
üzerinde hakkı vardır. Ailenin üzerinde hakkı vardır. Her
hak sahibine hakkını ver.” (Buhari, Savm, 51).
Bu münasebetle, Allah’a inanmış olan her kimse, Allah’a
karşı sorumluluklarını yerine getirmeli, namazını kılmalı
zekâtını vermelidir. O’nun haram kıldığı içki, kumar, hırsızlık, adam öldürme, zina... gibi günah ve haramlardan,
yırtıcı bir mahluktan kaçar gibi kaçmalıdır.
Dininin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmemenin bir vebal olduğu da asla unutulmamalıdır. Bazen ufakta olsa kötü bir örnek, maksada hâsıl olmaya engel
teşkil edebilir. Yaşanmış şu hikâye buna ne güzel bir örnektir:
Londra’daki camiye yeni bir imam gönderilmiş.
Adam şehre gitmek için hep aynı otobüse biniyor ve çoğu
zaman da aynı şoföre rastlıyormuş. Bir gün, bilet alırken
şoför yanlışlıkla 20 kuruş fazla vermiş. İmam yanlışlığı
oturup da parasını sayınca fark etmiş. Kendi kendine “20
kuruşu geri versem mi şoföre?” diye düşünüyormuş. Ama
içinden bir ses diyormuş ki “çok gülünç bir para ve şoförün
umurunda değil. Otobüs şirketi çok para kazanıyor zaten...
Sadece 20 kuruş onlara bir şey yapmaz.” Bu parayı saklayabilirim diye düşünmüş, Allahtan gelen bir hediye gibi...
İneceği durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini değiştirmiş, inmeden önce şoförün yanına gitmiş, 20 kuruşu geri
vermiş ve demiş ki: “Paranın üstünü fazla verdiniz.”
Şoför gülümsemiş ve demiş ki : “Siz caminin yeni
imamısınız değil mi? Aslında uzun zamandır sizi caminizde ziyaret etmek istiyordum, İslam’ı öğrenmek için. Bu
yüzden bilerek size fazla para verdim. Nasıl tepki vereceğinizi görmek istedim.” İnerken imam artık bacaklarını
hissetmiyormuş, yere yığılacakmış neredeyse, bir direğe
tutunmuş ve kendine gelmeye çalışmış. Gözlerinden yaşlar
dökülerek demiş ki: “Allah’ım az daha İslam’ı 20 kuruşa
satıyordum!”
Doğruluk ve dürüstlük Müslüman olmamızın bir
gereğidir. Unutmayalım ki insanların gözleri bizim de üzerimizdedir. Bu yüzden hareketlerimize dikkat etmeliyiz.
Zira kötü örnek olduğumuzda insanlar bizimle birlikte ayrıca dinimizi de yargılayacaklardır!
İslam ile müşerref olmuş ve inanmış olan her kimse vatanına-milletine, ana-babasına, eşine ailesine kısacası tüm mahlûkata, tabii aynı zamanda kendi nefsine karşı
sorumluluklarını Allah’ın emrettiği ve dinin gerekli kıldığı
şekilde yerine getirmelidir. Hem bu dünyada huzur için,
hem de ahiret sorgusunu kolay geçebilmek, Allah’ın rızasına erebilmek ve Cennetine girebilmek için vesselam.
Sadık KÖSTERELİOĞLU
Diyanet İşleri Başkanlığı Ceza İnfaz Kurumu
Vaizi
55
KİTAP VE
ÇOCUK
KOKUSU
Bir devlet büyüğümüz geçtiğimiz yıl 19 Mayısta
gençlere hitap ederken ‘’kendisini iki kokunun cezp ettiğini, biri çocuk kokusu, diğeri de kitap kokusu olduğunu
söylemişti. Bu kokuların yerini hiçbir güzel kokunun tutamayacağını söylediğinde yüreğimde inanılmaz bir kıpırtı oldu ve gözlerimden aniden yaşlar süzülmeye başladı.
Durumumu gören eşim, rahatsızlandığımı sanarak bir
anda heyecanlandı, telaşa kapıldı. Kendisine: “telaşlanma hiçbir şeyim yok, sevinçten ağladım” dediğimde eşim
daha çok meraklandı:’’Ne oluyor? Hayırdır seni sevindiren
elbette beni de sevindirir, çabuk söyle’’ dediğinde, eşime
dedim ki: “Allah’a şükür Cenab-ı Hak bize istikameti doğru iki evlat ile sayısı 70.000’i aşan kitaplarımın kokusunu
tattırdı. Bu nefis kokuları tattıran Rabbime şükrediyorum,
onun için sevincimden ağlıyorum” dedim.
Balı yemeyen insana balın ne olduğunu anlatmanız mümkün olmadığı gibi çocuk kokusu ile kitap kokusunu tatmayan insana da bu iki kokunun tadını anlatamazsınız. Matbaada yeni basılan kitapların kokusu ile çocukların
bebeklik kokusu aynıdır. Onun için kitaplarımın her yeni
baskısını elime aldığında koklarım. Bu koku bana çocuklarımın bebeklik kokusunu hatırlatır.
56
Çocuk kokusu anne - baba için ne ise, bebek için de
anne - baba kokusu aynıdır. Geçenlerde bir dostum anlattı. Üç yaşındaki çocuğunu kaliteli bir yuvaya kaydettirmek
için gider, bütün şartları konuşur, anlaşırlar ve çocuğun
kaydı yapılır. Kreşin müdiresi, çocuğun annesine:“Yarın
çocuğunuzu kreşe getirirken kendinize ait bir hırkayı da
unutmayın” der. Anne “hırkaya ne gerek var?” dediğinde
müdire hanım: “Biz burada fiziki bütün araç ve gereçleri
hazırladık. Çocuklara kuş sütü hariç her şeyi verebiliyoruz
ama anne kokusunu veremiyoruz” diye cevaplar. Anne için
bebek kokusu ne ise bebek için de anne kokusunun aynı
olduğunu yukarıda arz ettim.
EĞİTİM
Çocuk doğurmayı batı bir yük olarak kabul ediyor. 1985 yılından beri lisemizin kardeş okulu vesilesiyle
Almanya ile ilişkim var. Manisa Lise’mizin kardeş okul
müdürü meslektaşımın hiç çocuğu yoktu. Kendisine sorduğumda doğacak çocuğun sorumluluğunu göze alamadık
cevabını verdi. Oysaki evinde kocaman bir köpek ve birkaç tane de kedisi vardı. Batı insanı kediyi, köpeği bebeğe
tercih eder hale gelmişler, neden mi? Çünkü batı kadını
çocuk doğurmayı bir yük olarak kabul ediyor ve
bedenlerinin deforme olmasından korkuyorlar. Bizde de batıya özenen bazı
feminist kadınlar: “Biz erkeğin
hamalı mıyız? Niçin dokuz
ay hamallık yapalım?”
diyorlar. Böyle dü-
şünen kadının nasırlaşmış burnuna çocuk koklatsanız da o
kokuyu alamaz. Çünkü onlarda çocuk kokusunu algılayacak beyin sinirleri dumura uğramıştır. Ama istediği halde
çocuğu olmayan kadınlar bütün çocuklarda aynı kokuyu
hissederler.
En büyük üzüntüm evlat sahibi olan anne - babaların çocuklarının ayağının incinmemesi için ortopedik
ayakkabı alıp, en güzel giysiler giydirirken, yere düşüp eli
yüzü kirlendi diye üzülürken İslam fıtratı üzerine yaratılan
çocuklarının yetişmesinde İslam fıtratına göre yetişmesi
için kaygılanmamalarıdır. Akşam eve geç gelen çocukları
için endişelenen anneler babalar, çocuklarını bir eli yağda balda büyütürken, bir eli internette olan çocuklarının
nerelerde gezdiğini kimlerle konuştuğunu hiç merak etmezler. Güya çocuk evde odasında hangi bataklık sitelerde
dolaştığını hiç merak etmezler. Yere düşüp dizi kanasa,
kibrit aleviyle yavrusunun kirpiği yansa, eli sobaya değse
yüreğini alev saran anne ve babalar yavrularının ahrette
yanmaması için gönlünü İslam sevgisi ile doldurmayı gündemine bile almazlar.
HAZİRAN/2016
diğin’’ programı izlerken 94 yaşındaki yaşlı bir dedeye
spiker sordu. “Dede 94 yıl nasıl geçti?” Cevap kısa ve özdü:
‘’Sanki bir rüya. 9 saniye gibi bir şey.’’ Her yaştaki insanlar
gözünü yumup yaşadığı yılları düşündüğünde, vereceği cevap dedeninkinden farklı olmayacaktır. O halde anneler babalar olarak çocuklarımızın dünyalığını düşündüğümüz
kadar ahretini de düşünelim. Çocuklarımız ateist, satanist,
deist olarak arkamızdan gelmesin. İyi bir mümin olarak
yetiştirelim ki arkamızda hasenat defterimiz açık kalsın.
Çocuklarımız Arkamızdan Allah’a kul, peygamberimize
ümmet olarak gelsin ki yarın ahirette hep beraber yakıtı
taş ve insan olan cehennemin yakıtı durumuna düşmeyelim.”Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar
ve taşlar olan cehennemden koruyun’’ Tahrim suresi/6
Kadir KESKİN
Eğitimci - Yazar
Evet, çocuk evin meyvesidir.
Ama bu meyveyi kurda kuşa kaptırmamak için korumak gerekir. Çocuklarımızın dünyalığını düşündüğümüz
kadar acaba ebedi âlemini de hiç
düşünüyor muyuz? Peygamberimiz
insanın durumunu bir yolcuya benzetiyor. İzmir’den kalkan bir trenin
Manisa’da birkaç dakika durup yoluna devam etmesi gibi. Dünyaya
gelen insanın durumu da istasyonda yolcu alıp yoluna devam
eden trenden ne farkı var? 70
ile 80 yıllık ömrün ebedi âlem
karışışında sözü mü olur? Geçenlerde TRT kanallarından birinde “Ömür de-
57
Yaşam dilimimizde bulunduğumuz her
an kendimize bakarız. Belirli bir yaşam alanı
içerisinde verilen görevleri yerine getirmenin bilinciyle hayatımızın akışında bir düzen içerisine
gireriz. Peki öyleyse neden karmaşa oluşur? Bunun
nedeni sorumluluk duygusunun her insanda yeterli kadar
olmayışından kaynaklı olabilir mi? Nedir bu sorumluluk
diye kendimize dönüp baktığımızda kendi iç dengemizi gözlemlememiz gerekir. Sorumluluk bilinciyle hareket
eden her insan bir süre sonra düzene kavuşur. Gerçek şu ki sorumluluk verilen bir işi yerine getirmekten çok vicdani olarak yaptıklarımızın doğru ya da yanlışlığını bilmekten geçer.
Hayatın bize pek çok katkısı olabilir. Yaşamın
içerisinde bir dönem geçirdiğimizde bu dönemin kıymetini bilerek işlerimizin doğru bir planlamadan geçtiğinde
kendimizi çok mutlu hissederiz. Bunun temel nedeni ise
sorumluluğumuzun farkındalığında kendi yaşam derslerimizi ve üzerimize düşen bilinci görmekten geçer. Sorumluluk aslında bize verilen en büyük etkidir. Her zaman
kendimize baktığımızda kendi yaşamımızın farkına vardığımızda mümkün olan her güzelliği kendi hayatımıza alabiliriz.
58
Bizler hepimiz bir zincirin halkasıyız. Bu halkayı
meydana getirirken söylediğimiz tüm sözler de yapmış olduğumuz tüm davranışlar da bizim oluşumumuzda büyük
bir etkiye sahiptir. Bizi biz yapan hayattaki her dersimizi
doğru bir şekilde yerine getirip sorumluluk bilinciyle hareket ettiğimizde bilincimizin ve işleyen mekanizmanın
doğru bir şekilde ilerlemesini sağlarız. Aslında bizi biz yapan her şeyin arkasında görünmez güzelliklerin desteğini
KÖŞE YAZISI
üzerimize çektiğimizde biz artık hayatımızı sorumlu
insanlar olarak yerine getiririz. Eğer yolda yürürken çöp
atma davranışı sergiliyorsak veya bir insana hak etmediği sözcükleri sarf ediyorsak sorumluluk duygumuzun var
olduğundan şüphe duyabiliriz. Düşünebiliyorsak ve düşündüklerimizi doğru temeller üzerine yerleştirebiliyorsak
davranışlarımızın farkındaysak ve karşımızdaki kişilere
empati duygusu ile yaklaşabiliyorsak öyleyse sorumluluğumuzun farkındayızdır.
Sorumluluk vicdani varlığımızın ötesinde doğru
düşüncelerimizi hayatta doğru kullanmamızdan geçer.
Mümkün olduğu kadar hayatta verilen her görevi sorumluluk bilinciyle yerine getirip geriye dönüp baktığımızda
kendimizi huzurlu hissediyorsak ve mümkün olduğunda
kendi yaşamımızda mutlu olmanın tatmini ile yolumuza
yılmadan kendi çizgimizle devam ediyorsak bizi biz yapan
en önemli kavram olan sorumluluğu doğru bir şekilde kullanıyoruzdur. Bu ise bizi hayata karşı güçlü kılar.
Sorumluluk bir bilinçtir. Bu bilinci doğru kullanırsak biz kazanırız ve manevi duygularımız bizi biz yapan
en önemli değerlerin başında gelir. Bu şekilde yaşamımıza
saygı duyulan bir insan olarak devam eder ve nitelikli davranışlarımızın artması için dürüstlük ve doğruluk ile birlikte sorumlu bir birey olarak zincirin halkasında önemli
bir noktaya gelebiliriz.
Ayşe DEMİRKAN
Bilim Uzmanı
“Herkes her şeyden sorumludur.”
Dostoyevski
“Sadece yaptıklarımızdan değil,
yapmadıklarımızdan da
sorumluyuz.”
Moliere

Benzer belgeler