3) Kapak #6 (Page 1)
Transkript
3) Kapak #6 (Page 1)
P STÊRKA CIWAN K o v a r a C i w a n a n a Tîrmeh 2010 Hejmar: 87 M e h a n e Varlığını Koruma ve Özgürlüğünü Sağlamanın Teminatı 14 Temmuz Direniş Ruhudur Katılmak istediğiniz spor dalıını işaretleyip kendinizle festival alanına getiriniz. Tüm kaılımcılar spor kıyafetlerini kendileri ile getirmelidirler. İçindekiler Editörden Süreci doğru anlamak ve ona karşı doğru politika geliştirmek ...................................................................................................................................................... 2 Cîwan AZAD 14 Temmuz direnişi PKK’nin en büyük gerçeğidir ............... 7 Abdullah ÖCALAN Tükettikçe Tükenen Gençlik ...................................................................................... 10 Sercan AYDIN Her doğuşun Kendi şarkısı vardır 14 Ekin ÖZGÜR ................................................................. Özgür ve eşit bir yaşam yolunda demokratik gençlik akademileri ................................................................................................................................................ 19 Özgür ÇALAK Manipulatif medyaya karşı özgürlükçü medya ..................... 22 Kasım ENGİN Yüreğin varsa insansın, yoksa değilsin Kapitalist modernitede iktidar 30 Dilzar DÎLOK .................................................. 32 Abdullah ÖCALAN ............................................................................ Sabun Köpüğü ..................................................................................................................................... 40 Gerillanın Kaleminden Ji bo bîranîna ferîşteheke ku bi me re zindî jiyankiribû (Ji bo bîranîna rêheval nûda - Nazan Bayram) ....................... 44 Nalîn DİLPAK Aus dem tagebuch eines guerillakämpfers ................................................ 50 Aus der feder von Guerilla L’Union des étudiants du Kurdistan (YXK : Yekîtiya Xwendekarên Kurdistan) ............................................................................................................................................. 53 Ali HAYIRLI Bilim & Teknik ................................................................................................................................. 56 Cizîra Binxetê ..........................................................................................................................................60 Merhaba gençler ve genç kalanlar! Yeni bir Temmuz sayısı ile birlikteyiz. Başta 14 Temmuz ölüm orucu direniş şehitleri Kemal Pir, Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek’i saygıyla anıyoruz. KCK, Önder Apo’nun yeni süreçle birlikte geliştirdiği dördüncü dönemi başlatmış bulunuyor. Önderlik 1 Haziran’a kadar beklerim o zamana kadar görüşmeler olmazsa geri çekilirim, demişti. Faşist TC bunu görmezden gelmiş baskı politikası ve operasyonlarını yükselterek Kürt halkının özgürlük istemlerini bastırma politikalarına devam etmiştir. KCK, Nisan 2009’da demokratik çözümün gelişmesi amacıyla çatışmasızlık süreci başlatmış, Ekim ayında da tıkanan sürecin önünü açmak için Kandil ve Maxmur’dan birer barış grubu göndermişti. Fakat savaştan yana olan AKP hükümeti o günden bu güne hiç bir adım atmamış son olarak da bu barış elçilerini tutuklayarak barışa kelepçe vurmuş, barışa gölge düşürmüştür. Böylece AKP’nin ikiyüzlü politikaları gün yüzüne çıkmıştır. 1 Haziran’da ateşkes sürecini bitiren KCK Demokratik Özerklik şiarıyla direnişe devam etme kararı almıştır. TSK, operasyonları durdurmayarak, aksine operasyonları büyüterek daha da savaşı tırmandırmış, PKK de buna karşı meşru savunma savaşını yükseltmiştir. Kürt halkı da Kürdistan’da ve Türkiye metropollerinde serhıldanları arttırarak büyük bir direniş sergilemektedir. Kürt gençliği de 14 Temmuz ruhuyla Kemallerin, Hayrilerin, Alilerin, Akiflerin ve tüm direniş şehitlerimizin bizlere bıraktığı büyük direniş geleneğini yeni süreçte serhıldanları yükselterek sahiplenecek ve devam ettirecektir. Amed’de buluşmak dileğiyle... Genç kalın... Mail adresi; [email protected] STÊRKA CİWAN P O L İ T İ K A Süreci Doğru Anlamak ve Ona Karşı Doğru Politika Geliştirmek Cîwan AZAD “İçerisine girilen dördüncü stratejik dönemle birlikte yeni bir hamle yapılacaktır. Bu hamle bir yandan ABD ve AKP’nin geliştirmeye çalıştığı oyunları bozacak, onların projelerini boşa çıkartacak, diğer yandan da kendi özgücümüzle Kürt halkının özgürlüğünü sağlayan bir mücadeleyi geliştirecektir” Tîrmeh 2010 Haziran 2004 itibarîyle özgürlük mücadelemiz yeni bir stratejik döneme girmiş bulunuyor. Önder APO daha önceki üç stratejik dönemin özelliklerini ve sonuçlarını birçok kez tanımladı, analiz etti. Mücadele tarihimizin geçmiş dönemleri biliniyor. Birinci stratejik mücadele dönemimiz partileşme dönemimiz oluyor. 1973–83 arasındaki on yıllık mücadele sürecini kapsıyor. Bu Önderliksel doğuş dönemi olarak da adlandırılabilir. Dönemin temel özelliği Önderliksel doğuşun ve partileşmenin gerçekleştirilmesidir. İkinci stratejik mücadele dönemi 1984-93 arasındaki ikinci on yıllık süreç olarak Önder APO tarafından tanımlandı. Bu sürecin temel karakterinin de gerillalaşma olduğunu biliyoruz. Halk Savunma Kuvvetleri’nin oluşma dönemidir. Her türlü örgütlülüğü, savunma gücü dağıtılarak, ezilerek, tasfiye edilerek soykırım sürecine alınmış olan, inkar edilip, imha edilmeye çalışılan Kürt halkının var olma ve özgür yaşama hakkını savunmak üzere bir direnme kuvvetinin, sömürgeciliğe karşı koyma kuvvetinin, savunma kuvvetinin oluşma dönemi oluyor. Önder APO, üçüncü stratejik mücadele döneminin 1993 Mart’ından 2003 başına kadar esas olarak devam ettiğini, fakat AKP’nin yarattığı beklentiler sonucunda 2010 baharına kadar uzatıldığını belirtmektedir. Aynı zamanda bu üçüncü stratejik mücadele süreci Kürt sorununa barışçıl siyasi çözüm arama, 2 Kürt sorununu demokratik siyasi mücadele yöntemleriyle çözüme kavuşturma süreci oluyor. Şimdiye kadar aslında bu süreç biraz uzadı. Bahar itibariyle Önder APO bir kez daha şans tanıdı. Öyle ki yüz binde bir ihtimal var ise onu da mutlaka değerlendirelim biçiminde bir tutum gösterdi. Mart’tan itibaren üç-dört kez süreci uzattı, gereken uyarıları yaptı, çağrılarda bulundu. Bütün bunlara karşı AKP’nin verdiği cevap; oyalama, hile, oyun, demokratik Kürt siyasetini tutuklayıp tasfiye etme çabası, İran’la ittifak, Suriye ile ittifak, Güney Kürdistan yönetimi ile ittifak, Avrupa Birliği ile ABD ile ittifak yapmak, bir yandan demokratik Kürt siyasetini tasfiye edip, diğer yandan tüm uluslararası siyaset ile PKK’ye karşı ittifak yaparak gerillayı dağda kuşatıp imha etme çabasını, siyasetini sürdürmek olmuştur. Şimdi yeni süreç bu temelde gelişiyor. Bu temelde AKP’nin gerçek yüzünün açığa çıkması sonucunda Önder APO tek yanlı çabadan çekildiğini söyledi. Artık hareket başka yollarla mücadele edebiliyorsa, edebilir, etsin dedi. 18 Mayıs 2007’de Kongra Gel genel kurulunun aldığı bir karar vardı. Eğer barışçıl siyasi çözüm çabalarına gerekli destek verilmez, eğilim gösterilmezse başka yöntemlerle, direniş yöntemleriyle demokratik konfederalizmin inşasını gerçekleştirme kararıydı bu. Bu anlamda halk adına Kongra Gel Genel Kurulu’nun beşinci STÊRKA CİWAN toplantısının kararı vardı. Yeni bir stratejik sürecin başladığını açıkladı. Yeni bir stratejik sürecin başladığını ilan etti. Özgürlük Hareketimizin dördüncü stratejik mücadele dönemine girdiğini duyurdu. Şimdi bu yeni bir stratejik süreç oluyor. 1 Haziran Atılımı’ndan da farklıdır. Şimdi biraz gecikmiş de olsa Hareketimiz böyle bir sürece girmiş bulunuyor. Toplum artık bu savaşı daha fazla kaldıracak durumda değil Karşı tarafın çok gücü yok, hazırlığı yok. ABD’nin ne kadar zorlanır bir durumda olduğu ortada. Öyle bir proje oluşturabilmiş değil henüz. Türkiye’de AKP biraz güçlendi ama hala ciddi bir iktidar çelişki ve çatışması var ve ordu tarihinin en zayıf ve itibar bakımından en yıpranmış dönemini yaşıyor. Generalleri, yönetimi ve savaşçısıyla savaştan korkuyor, kaçmaya ve kurtulmaya çalışıyor. Savaşacak gücü kesinlikle yok. Toplum savaşı kaldırmıyor. Bir cenaze töreni Türkiye’de en ciddi siyasi kriz oluyor. Ne bir general gidebiliyor, ne bir hükümet üyesi. Toplum üzerlerine yürüyor ve feryat ediyor. Bu toplum artık daha fazla savaşı kaldıracak durumda değil. Buna karşılık bizim de zorluklarımız var, riskler var. Fakat önemli bir hazırlık düzeyimiz de var. AKP, “terör örgütü” diyerek dünyayı başımıza yıkmaya çalışıyor ve birçok çevreyi aldatıyor. Fakat bütün bunlara rağmen önemli bir direnme gücümüz var. Halk özgürlükten başka bir şey istemiyor, teslimiyeti kesinlikle reddetmiş durumda. Özgürlük için her türlü cesaret ve fedakarlığı gösterecek bir çizgide seyrediyor ve bu halkı hiç kimse bundan başka bir şeye çekemez. Bu temelde şimdiye kadar çalışma yürüttük. Bunlar zihniyet devrimini, değişimini öngören hazırlık çalışmasıdır. İdeolojik ve askeri olarak önemli bir gelişme sağlanmıştır. Stratejik değişiklik süreci gündeme gelince de tüm bu hazırlıklar yeni stratejik sürece bağlı hale getirilmiştir. İçerisine girilen dördüncü stratejik dönemle birlikte yeni bir hamle yapılacaktır. Bu hamle bir yandan ABD ve AKP’nin geliştirmeye çalıştığı oyunları bozacak, onların projelerini boşa çıkartacak, diğer yandan da kendi özgücümüzle Kürt halkının özgürlüğünü sağlayan bir mücadele geliştirilecektir. Dikkat edilirse ABD-AKP çizgisi aslında yeni bir soykırım çizgisi oluyor. 1920-25 arasındaki yapılanmanın bir benzerini ifade ediyor. Başarırlarsa tabi imha amaçlı yeni bir saldırı geliştirecekler. Pasifikasyondan öteye, yeni bir soykırıma dönüştürecekler. Önderliğimizin yeni stratejik dönemin önemli bir karakteri olarak tanımladığı varlığını koruma burada gündeme geliyor. Daha önceki stratejik dönemlerde de elbette varlığını koruma gündemdeydi, baştan beri soykırıma karşı direnen bir hareketiz. Fakat önemli gelişmeler yaratıldı. Varlığını korumanın en etkin, en aktif tutumu şimdi güçlü bir pratik mücadele hamlesi geliştirmektir. Diğer yandan, özgürlüğünü kazanma da hep geçmişte yürüttüğümüz çalışmaların temel bir hedefiydi. Hep mücadelemizin temel amacı Kürt özgürlüğünü sağlamak ve bu özgürlük ortamında demokratik toplum yaşamını, örgütlülüğünü geliştirmekti. Bunu ikinci stratejik mücadele döneminde silahlı direniş ve halk savaşı stratejisi temelinde mücadele ederek devlet yıkıp, devlet kurmayla sağlamak istedik. O zamanki paradigmamız böyleydi, siyasi programımız da buna dayanıyordu. Üçüncü stratejik mücadele döneminde Kürt özgürlüğünü sağlamayı demokratik siyasi mücadele 3 yöntemiyle sağlamak istedik, bu temelde de sonunda paradigma değişikliği temelinde oluşturduğumuz yeni çizgi ve program doğrultusunda devlet artı demokrasiyi siyasal demokratik mücadele yöntemleriyle sağlamayı öngördük, hedefledik. 2005 Newroz’unda Önder APO KCK’yi ilan etti. Kürt demokratik toplum sistemi oluyor KCK. Bu temelde demokratik siyasi yöntemlerle, demokratik halk direnişiyle KCK’nin başta Kuzey olmak üzere bütün Kürdistan parçalarında örgütlenmesi, inşa olması ve Kürt sorununun çözüm aracı haline gelmesi öngörüldü. Fakat gördük ki buna izin ve fırsat verilmiyor. En başta Türkiye buna fırsat vermedi. Tabi İran da buna katılıyor. Suriye’nin tutumu bu konuda biraz muğlak. O zaman bizde programımızı yasa dışı mücadele yöntemlerini devreye koyarak, o temelde mücadele ederek inşa edeceğiz. Şimdi özgürlüğünü kazanma ve demokratik konfederalizmi inşa etme bu temelde oluyor. Yasal mücadele yöntemleriyle buna izin verilmiyorsa, yasa dışı mücadele yöntemleriyle bunu yaparız, yapmalıyız, direniş yöntemiyle yapmalıyız. İşte değişiklik budur. Değişiklik mücadele stratejisindedir. Bu değişiklik kesinlikle bir paradigma değişikliği değildir. Demokratik Uygarlık Paradigması temelinde Önder APO’nun geliştirdiği demokratik modernite çizgisi; ideolojik, politik çizgisi temel çizgimiz olarak devam ediyor. Esas olarak onu şimdi yeni mücadele yöntemleriyle, öngördüğümüz stratejik mücadele yöntemiyle hayata geçirmek, başarıya ulaştırmak istiyoruz. Bu noktada değişiklik yoktur. İkincisi, Demokratik konfederalizm programımız devam ediyor. Biz demokratik konfederalizmi inşa etmek istiyoruz. Devlet artı demokrasi olarak Önder APO’nun Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Pasif savunma stratejik duruşuyla sonuç alamadık aktif savunma stratejik duruşunu uygulamaya geçiyoruz tanımladığı sistemi kurmak istiyoruz. Devlet şimdi her şeye hakim. Onu biraz daraltarak, demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirerek, demokrasiyi inşa ederek devlet + demokrasinin yaşandığı örgütlü bir sistem ortaya çıkarmak istiyoruz. Yine meşru savunma stratejimiz de değişmiyor. Direniş deyince tekrar ikinci stratejik mücadele dönemine döndüğümüz sanılmamalı. Yani halk savaşı stratejisine dönmüyoruz. Meşru savunma bir çizgi, bir duruş, bir stratejik bütünlüktür. Bu stratejik çizginin üç stratejik duruşu var dedi Önder APO: 1-Pasif savunma duruşu, 2Aktif savunma duruşu, 3-Topyekûn savunma duruşu. Üçüncü stratejik dönemde esas olarak pasif savunma duruşundaydık. Demokratik siyaset aktifti ama meşru savunma güçleri pasif savunmadaydı. Şimdi meşru savunma stratejisinde stratejik duruş değişiyor. Pasif savunma stratejik duruşuyla sonuç alamadık, aktif savunma stratejik duruşunu uygulamaya geçiyoruz. Yoğunluklu bir aktif savunma savaşına giriyoruz. Yani meşru savunma stratejik duruşları içinde değişiklik yapıyoruz. Değişen mücadele stratejisidir. Strateji nedir? Bir siyasi hedefi gerçekleştirmek için izlenen yol ve yönteme strateji diyoruz. Şimdiye kadar demokratik konfederalizmi yasal siyasi mücadele yöntemleriyle gerçekleştirmek istiyorduk. Şimdi mücadele yol ve yöntemlerimizde değişiklik yapıyoruz. Fakat yasal demokratik siyasi mücadele yöntemleri yerine yasal olmayan direnişçi mücadele yöntemlerini esas alıyoruz. Temel hedefimizi demokratik konfederalizmi bu mücadele yöntemleriyle inşa etmektir. Bu nasıl sağlanaTîrmeh 2010 cak? Bunun için bir, devletin küçültülmesi, daraltılması lazım. Onun için devletin toplum üzerindeki örgütlülüğünü zayıflatmamız, sınırlandırmamız, daraltmamız gerekiyor. Bunu işte orta yoğunluklu aktif savunma savaşı dediğimiz mücadele ile gerçekleştirmeyi öngörüyoruz. Bu mücadelenin temel gücü de gerilladır ve yasa dışı serhıldandır. Birinci güç gerilladır, gerilla rol oynayacak burada. Ona bağlı ikinci güç de yasa dışı olan serhıldandır, o da rol oynayacak. İkisi iç içe geçecek, birleşecek ve toplum üzerindeki devletin egemenliğini zayıflatacak. Dikkat edelim, devleti yıkacak demiyoruz. Devleti zayıflatacağız, sınırlandıracağız, darbeleyeceğiz. Bu darbelendirme, sınırlandırma neye yol açacak? Toplumsal özgürlük alanını genişletecek. İşte o özgürlük alanını da demokratik toplum örgütlülüğü ile dolduracağız. Demek ki stratejimizin ikinci görevi de demokratik toplum örgütlülüğünü geliştirmek. Yani demokratik konfederalizmi inşa etmek. Devletin daraltıldığı, toplumun özgürlük alanının genişletildiği yerde, bu özgürlük alanını demokratik toplum örgütlülüğünü ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel, ideolojik her alanda sağlayarak doldurmak istiyoruz. Burada da karşı tarafın demokratik topluma dönük saldırı var. Dikkat edelim, tutukluyorlar. O zaman demokratik toplumun savunulması gerekiyor. Bu savunmayı da elbette ki halk savunma kuvvetleri yapacak. Yasal yolları tümden reddetmiş değiliz. Önder APO bu konuda önemli değerlendirmeler yaptı. Herkesin görev ve sorumluluğunu tanımladı. Bunlar “birbirlerine karışmamalı, birbirlerini olumsuz etkilememeli” dedi. BDP’yi 4 Türkiye partisi olarak tanımladı. Önüne Türkiye demokrasi hareketini örgütleme görevini koydu. Bununla ulus devletçi ve Ilımlı İslamcı oligarşik iktidar bloklarına karşı demokratik iktidar bloğu ortaya çıkarmak istedi. Bu konuda ilkeler ve örgütsel sistemler sundu. Önderlik elbette ki barışçıl siyasi çözümde rol oynayabilecek durumda. Yasal, demokratik çerçevede Türkiye solu, demokratik güçlerini bilinçlendirmek, bir araya getirmek, örgütlemek için çaba sürdürüyor. Bunu başarırsa tabi ki barışçıl siyasi çözümün önünü açacak. Türkiye yönetimi açısından da Kürt sorununun siyasi çözümüne açık bir iktidar ortaya çıkaracak, böylece taraflar siyasi çözüm isteyecekler ve Önderlik de orada barışçıl siyasi çözüm çizgisini hayata geçirecek, bunda rol oynayacak. Demokratik konfederalizm ve KCK sistemi direniş yöntemiyle inşa edilecektir Yine yasal yollarla demokratik toplum örgütlenmesinden de vazgeçilmiş değil. Bunun için de Önderlik Demokratik Toplum Kongresini görevlendirdi. Fırsatlar olduğu ölçüde yasal çalışmalar sürsün dedi. KCK ve Demokratik Toplum Kongresi arasındaki ayrımı koydu. “Demokratik Toplum Kongresi Kuzey’de yasal yollarla demokratik toplum örgütünü geliştirsin. Diğer parçalarda da örgütleme yapsın, sadece kuzeyle yetinmesin” dedi. Buradan yola çıkarak da “ulusal konferans ya da kongre toplansın, ulusal birliği sağlamaya çalışsın” dedi. KCK ve PKK için de tabi yasal yollar açık olmadığı için, bütün çabalara rağmen yasallaşmalarına izin verilmediği için yasadışı yollarla kendi programlarını hayata geçirecekler, direniş mücadelesini PKK, KCK yürütecek. Demokratik konfe- STÊRKA CİWAN Gerilla dağda üslendiği gibi şehirde de ovada da köyde de her yerde üslenecek her yerde var olacak deralizmi, KCK sistemini direniş yöntemiyle inşa edecek. Temel stratejik görev budur. İdeolojik, sosyal, siyasal çalışmalar daha fazla bu yolla olacak. Geçmişte serhildan sadece yasal serhildandı. Elbette yasal serhildan şimdi de olacak, onu yürüten güçler de olacak ama yasadışı serhildan da olacak. Onun da örgütlü güçleri olacak, özellikle gençlik ve kadın örgütlemesinin yasadışı serhildanı esas alan bölümleri olacak. O tür örgütlenmeler geliştirilecek. Siyasi ve sosyal alan buna açık olacak, izin verecek. Yasal olanlarla yasal olmayanları ayıracak. Bundan önceki stratejik dönemde HPG pasif savunma konumundaydı. Aktif olan demokratik siyasetti. Şimdi dikkat edilirse demokratik siyaset hapse kondu. Çok etkili çalışamıyor. Şimdiye kadar buna öncelik tanındı, artık stratejik değişimle bu konuda da bir değişiklik oldu. Dolayısıyla kendi özgücümüzle, öz savunmamızla demokratik konfederalizmi, demokratik toplum örgütlülüğünü yaratmak istiyoruz. Bunun için de elbette ki öncü güç gerilla olacak. Şimdi stratejik değişimle gerilla birincil aktif güç haline geliyor. Pasif savunma konumundan çıkıyor, aktif savunma konumuna geliyor. 1 Haziran 2004 Atılımı da bir aktif savunmaydı. Fakat çok düşük yoğunlukluydu. Bir stratejik değişikliğe dayanmıyordu. Pasif savunmanın misillemeye dayalı olarak biraz aktif uygulanmasıydı. Aslında bir uyarı durumuydu. Dolayısıyla o aktif savunma ile pasif savunma arasında bir şeydi. Şimdi daha üst düzey yoğunluklu, orta yoğunluklu dediğimiz düzeyde bir aktif savunma gündeme geliyor. Bunun da temel gücü tabi ki HPG oluyor. HPG bu stratejinin birinci derecede aktif gücü oluyor. Geçen dönem pasif savunma duruşuydu. HPG devleti sınırlandıracak, devletin toplum üzerindeki egemenliğini kıracak direniş mücadelesinin temel gücüdür, birinci gücüdür. Herkesten çok HPG bundan sorumludur. Bunu yapacak şekilde aktifleşecek. Diğer yandan demokratik toplumu koruyacak. Şimdiye kadar pasif savunma konumundayken az bir güç buna yetiyordu. şimdi niceliğin onlarca kat artması gerekiyor. Pasif savunmada ancak daha çok misilleme yapabildik. Mümkün olduğu kadar devletten de, toplumdan da uzak durarak, dağların en üst, ücra, çatışmaya girmeyecek yerlerinde üstlenilip, tam bir gizlilik içinde olundu. Aktifleşildiği zaman misillemeler yapılıyordu. Şimdi onunla bu dönemin görevlerini yapamayız. Devleti küçültecek, demokrasiyi savunacak düzeyi yakalayamayız. Eğer temel görev değişmişse, görevimiz dağda çatışmaya yer vermeyecek şekilde üslenmek, en ücra yerlerde üslenmek olmaktan çıkıp, devletin toplum üzerindeki örgütlü egemenliğini darbeleyip zayıflatmak haline gelmişse, o zaman devlet nerdeyse gerilla orada olacak, toplum neredeyse gerilla orada olacak. Devlete karşı mücadele edeceğine göre devletin bütün kurumlarıyla yüz yüze gelecek. Toplumu savunacağına göre toplumun olduğu yerde olacak. Dağda üslendiği gibi şehirde de, ovada da, köyde de her yerde üslenecek, her yerde var olacak. Hedefler bakımından da şimdiye kadar misilleme yapmak gerekince dağdaki güç karşısına ilk ordu çıktı, orduyla vuruştu. Dağda çünkü ya gerilla var ya da ordu var, başka da kimse yok. 5 Şimdi ovada, şehirde, her yerde olunacağına göre, bir de temel görev devletin toplum üzerindeki örgütlü egemenliğini zayıflatmak olacağına göre, o zaman bu egemenliği sürdüren tüm güçler hedef haline gelecektir. Özel savaş lobisi içinde yer alan ekonomik, siyasi, askeri güçler olacak, ihbarcı, ajan yapısı hedef olacak. Aynı şekilde eylem yöntemleri de genişliyor, çoğalıyor. Bu şu anlama gelmiyor; her hedefin özelliğine göre eylem yöntemleri, mücadele yöntemleri geliştirmek gerekecek. Fuhuş geliştiriliyor, uyuşturucuyla gençliği, toplumu uyuşturmak için her şeyi yapıyorlar. Bu çok bilinçli, örgütlü bir özel savaş politikası. Onları boşa çıkarmamız gerekiyor. Siyasi olarak her türlü baskı sistemleri var, aldatmalar var. Ekonomik olarak biyoiktidar uygulanıyor dedi Önderlik. Karın tokluğuna insanlar satın alınıyor. 29 Mart seçimlerinde oylar bile satın alındı. Polis, ajan, JİTEM yapısı var ki topluma nefes aldırmıyor. Şimdi bu hedeflerin her birinin uygunluğuna göre ona uygun eylem yöntemleri, biçimleri geliştirmek gerekiyor. Öyle düz, tek yanlı olmaz. Kongra Gel Genel Kurulu da onu onayladı. Savaşta uyulması gereken kurallar yönetmenliği, üçüncü taraf zarar görmeyecek diye taahhüt etti. Yani biz ve devlet tarafı çatışma halindeyiz, bunun dışında kalan toplum bu çatışmadan zarar görmeyecek. Dolayısıyla eylem yöntemlerimizi buna göre seçeceğiz. Yeni stratejik dönem görev ve sorumluluklarını da böyle belirtebiliriz. Savaş bu dönemde sadece Kuzey’de olmayacak, biz Kuzey’de devleti zayıflatmaya çalışıp onu zorlarken, o da bizi başka yerlerde zorlayacak. Doğu’da zorlayacak. İran’la birlikte ittifak yaparak bunu yapmaya çalışıyor. Güney’de zorlayacak, Medya Savunma Alanlarını zayıflatmak isteyecek. Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Dolayısıyla buralar da aktif savaş alanları haline gelmiş bulunuyor. Buna göre, savaşa göre mevzilenecek, bütün çalışmalar savaşa göre olacak. Yine her alan kendi içinde yeterli olacak. Savaşı kendisi yapacak. Şimdiye kadar hep bir karargah düzeni vardı, bir merkezden yönlendiriliyordu. Artık alanlar bu işleri yapacak. Gafil olmayacağız, tarihi dersleri doğru çıkaracağız tarihi hataları düzelteceğiz Böylece esas olarak Kuzey’de öngörülen bu yeni inkar ve imha sistemini inşa etme projesini boşa çıkarmak amacıyla güçlü bir hamle yürütürken, bütün Medya Savunma Alanlarını böyle bir mücadelenin gereklerine uygun düzenlenmesini sağlayacağız, batıda biraz daha çok Önder APO’nun da ifade ettiği gibi siyasi mücadeleye dayalı bir mücadele yürüteceğiz. Suriye yönetimi ile çatışmalı duruma girmek istemiyoruz. Güney’de Güney Kürdistan yönetiminin bu sürece daha fazla katılması çalışmaları var. Aslında pasif olarak içindeler zaten, aktif olarak içine girmemeleri için çaba harcayacağız. Bunun içinde Ulusal Konferans çalışmalarını sürdüreceğiz, yoğunlaştıracağız. Yine Güney yönetimini ABD ve AKP’nin geliştirmeye çalıştığı Kürt politikasının tehlikeleri temelinde bilinçlendirmeye çaba harcayacağız. Çünkü tehlike onlar için de vardır. PKK tasfiye edilirse Güney yönetimi de tasfiye edilecektir, buna kesinlikle izin verilmeyecektir. Ulusal Konferans siyasetiyle onları en azından biraz etkilemeye, ulusal duyarlılığı yaratmaya çalışacağız. İran’ın durumu tabi biraz daha farklı. İran, Türkiye ile ilişkilerini geliştirdi. Son görüşmeler bir ittifak ortaya çıkardı. Dünyada PKK’li idam etmiş tek devlet İran devleti oluyor. Tîrmeh 2010 İdamla Doğu Kürdistan halkını ve gençliğini ürküteceğini, korkutacağını sanıyor. En azından pasifize edip sindirme çabasını yürütüyor. Bu bir stratejik tutum. Bu idamlar en üstten karar olmazsa yapılmazdı, dolayısıyla devlet kararıdır. Bir stratejik tutumdur da. İran-Türkiye ittifakı iki şeye dayalı gelişti. Bir, ABD-İran çelişkilerine. Güya ABD’nin baskılarını azaltmak için böyle bir ittifakla Türkiye’den destek almaya çalışıyor. Onun için uranyum anlaşması imzaladılar. Ama zordur, ABD Dışişleri Bakanlığı reddetti bu durumu ve Türkiye’yi İran konusunda uyardı da. Önder APO da ifade ediyor, bu siyaseti uzun süre zor yürütebilirler. Hatta ABD’nin İran’la mücadelesinin keskinleştiği bir dönem de gelişebilir. Diğer yandan Kürt sorununu birlikte yönetiyorlar. Osmanlı-İran imparatorluklarından beri bu böyle. 16. yüzyıl başından beri böyle. 19. yüzyılda bir devletin hakim olamadığı isyanı ikisi birleşerek ezdi hep. 20. yüzyılda bu bir sistem haline gelmiştir. Aslında daha önce Osmanlı ve İran imparatorluklarının yürüttüğü ortak yönetimi 20. yüzyılda İngiltere, Kahire Konferansı ile bir sistem haline getirdi. Ortak yönetim sistemidir bu. Bu ortak yönetim sistemi 20. yüzyıl boyunca sürdü. Suriye ile Irak Sovyetler Birliği’nden yana oldular. İran’la Türkiye Amerika’dan yana oldular. İki blok birbiriyle en sert çatışma içine girdi. Fakat Kürt sorununa geldiğinde Türkiye, İran, Irak, Suriye ortak bir Askeri Pakt’ta birleştiler, birlikte yönettiler. Diğer alanlarda savaşırken bile Kürt sorununda ortaklar. 1960 yılların başında neredeyse Suriye ile Türkiye savaşa giriyordu Kürt sorunu karşında yine ortak ittifak içindeydi. Bunu ilk defa 1980 başında İran İslam Devrimi kırdı. Çok önemli bir durumdu bu. PKK gelişmesi de bu sürece denk geldi. 6 Siyasi ve pratik olarak Kürdistan’ı ortak yönetme anlaşması İran’dan kırılınca, bu Kürdistan’da önemli bir siyasi, askeri boşluk oluşturdu. PKK direnişi de, Güney Kürdistan’da KDP ve YNK’nin yeniden toparlanması da bunun sonucuna dayandı. Sonuç olarak, yeni bir mücadele dönemine girilmiştir. Savaşta yüzde yüz bir sonuç yoktur, risk çoktur ama zafer kazanmak, başarılı olmak için ne gerekiyorsa onu da yapacağız. Bu esastır. Bu konuda hareket olarak bu stratejik süreç boyunca da Önderlik tarafından yürütülen barış ve siyasi çözüm çabasına Kürt sorunuyla ilgili taraflar evet derlerse bizde evet diyeceğiz. Fakat esas olarak kendi mücadelemizle demokratik konfederalizmi inşa etme çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Ancak mücadelemizin bir sonucu olarak Kürt özgürlüğü ve özgür bir toplum ortaya çıkartılacak, demokratik toplum örgütlülüğü gerçekleştirilecektir. Bunu ilkeler ve çizgi doğrultusunda yapacağız. Tarihten bunu anladık. İçinde bulunduğumuz süreç kesinlikle bunu gerektiriyor. Daha önceki süreçlerde çözemediğimiz sorunları da bu dördüncü stratejik mücadele döneminde çözeceğiz. Şu gerçek bir kez daha bilinmelidir ki; gücümüzün çokluğuyla değil, ideolojik, siyasi uyanıklığımızla ve tarzımızla düşmanı boşa çıkartıyor ve gelişme sağlıyoruz. İnkar ve imha amaçlı saldırıları boşa çıkartıyoruz. Güç kaynağımız süreci doğru anlamak ve ona karşı doğru politika izlemektir. Tarihten ders çıkartıyoruz ve biz yanılmayacağız. PKK’nin temel duruşu, iddiası budur. Önderliğin tarihten ders çıkarmasının temel bir ilkesi buydu. Gafil olmayacağız artık, tarihi dersleri doğru çıkaracağız, tarihi hataları düzelteceğiz. *** STÊRKA CİWAN G Ü N C E L 14 Temmuz direnişi PKK’nin en büyük gerçeğidir Abdullah Öcalan “Ben her zaman şehitlere söz verdim. Haki yoldaşa söz verdim, partiyi ilan ettik. Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü gerçekleştirdik. Mehmet Karasungur yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan’ı devrime ulaştırdık Kimse inanmıyordu, ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz verdik, Kürdistan’ın tamamında gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere verdiğimiz sözlerdir. Zilan yoldaşa söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik” 14 Temmuz parti tarihimizde kimliği uğruna denilebilir ki en kahredici işkenceli bir ortamda varlığını adamanın ve bu temelde ülkesine, halkına, insanlığına sahip çıkmanın en büyük direniş kararının verildiği bir gündür. En çok ihtiyaç duyulan parti kimliği ile insan olmak, parti kimliği ile ordulaşmak, parti kimliği ile yaşamsal olmak belki de sadece başarıların değil, onun olumlu bütün adımların esasını teşkil ediyor dersek, bu büyük direniş kahramanlarımızın şahsında en yalın gerçeği dile getirmiş oluruz. Kaldı ki bizzat büyük şehidimiz M. Hayri Durmuş’un el yazısıyla çok açık bir biçimde yazdığı yazıda, “bizim kadar yaşama bağlı insan yok, ama bu yaşam ancak parti kimliği ile olduğunda kabul edilebilir. Siz bize bu kimliği çok görüyor, onu yok etmek istiyorsunuz. Bunun dışında herhangi bir yaşamı kabul etmemiz mümkün değildir. çok sınırlı parti kimliği ile birlikte bir yaşamı tanırsanız yaşama kararlılığımız büyük bir coşkuyla devam edecektir. Yok bunu tanımazsanız bu noktadan itibaren dayattığınız bu kimlik inkarına dayalı yaşamı asla kabul etmeyeceğiz. Ve bize ne mutlu ki, büyük direniş kararına da ulaşmış bulunuyoruz” der ve o kararı, bugün gerçekleştirirler. Partimizin temellerini atan Kemal, Hayri gibi yoldaşlarımız bu direniş kararını verdiklerinde partinin büyüklüğünü göstermişlerdir. Ne teslimiyet, ne düşüş, sonuna kadar direniş. Bu, parti tarihimiz ve yaşamımızda tarihi bir adım olmuştur. İşte, 14 Temmuz 7 anısına dürüstce yaklaşmak isteyenler, sonuç çıkarmak isteyenler, her yönüyle kendilerini bu gerçeğe ulaştırmalıdırlar. Aksi halde bu direniş ve bu şehitlere layık olamazlar ve kendilerinden bir şey çıkmaz. Hatta, bu gerçeklikten sizlerde belli bir uzaklaşma yaşanmaktadır. Her şeyden önce bu tarihsel anı üzerinde durduğumuzda parti gerçeği nedir, sorusu karşısında kendi gerçeğimizi gözönüne getirmek zorundayız. Şimdi sizlerin uzaklaştığı ve onunla oynadığınız parti gerçeğinin ta kendisi olmaktadır. Hayır, bu gerçeklikten uzak olmakla partileşmek gerçekleşemez. Her arkadaş kendi gerçeği üzerinde durup gerçekliğini gözönüne getirdiği taktirde bu direnişlere karşı hesap veremeyeceğini, layık olamayacağını görecektir. Bu büyük anıya bağlı kalmak istiyorsak, biraz dürüstlük varsa, değerlerimizi böyle unutmak istemiyorsak, mutlaka kendimizde bir şeyler yaratmak zorundayız. Kendi içimizde bazı esaslara ulaşarak daha doğru ve birlikte büyük yürüyebilmeliyiz. PKK’nin saflığı, PKK’nin dürüstlüğü bu yoldaşların gerçeğindedir. Kendi durumlarınıza bakın; ne kadar bu büyüklüklesiniz? Bu büyük yoldaşlarımız, partinin adını yükseltmek istediler, parti amacından uzaklaşmamak için büyük vahşet altında, her gün tahammül edilemeyecek işkenceler altında küçük bir yaşam imkanı bularak direndiler. Bu büyük direniş, bu amaç içindi. Burada hemen kendinizi karşılaştırın; ülke toprakları üzerinde, dağların zirvelerinde silahlı gruplar halindesiniz, Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN ama yine de düşmana karşı birkaç doğru adım atamıyorsunuz. Bu şehitleri, bu direnişleri gözlerinizin önüne getirdiğinizde kişi kendi hakkında ne diyebilir? Onların kanıtlamak istedikleri PKK kimliğiyle yaşamaktır Bu arkadaşlarımız bu direnişte 60 gün aç-susuz, bir deri-bir kemik kaldılar. Bu direnişle neyi ispatlamak istediler? “Bu düşkün yaşamı, eriyip elimizden giden yaşamı kabul etmiyoruz. Biz ölümü kabul ediyoruz. Vücudumuzun, kemiklerimizin erimesini kabul ediyoruz, ama düşmanın istediği yaşamı kabul etmiyoruz. Biz PKK’yi bırakmayacağız.” İşte, 14 Temmuz bundan başka bir şey değildir. Onların tümüyle kanıtlamak istedikleri, PKK kimliğiyle yaşamaktır. PKK kimliğinde eşittir ulusal kurtuluş savaşımını Kemal Pir’in deyişiyle, “ister on, ister yirmi yıl sürsün, savaş çizgisiyle zafere gitmektir.” Yine büyük şehadetlerden Mazlum Doğan’ın gösterdiği biçimiyle bir kibritle özgürlük meşalesini tutuşturmak değil midir? Bunları nasıl gözardı ediyorsunuz? Hatta onunla yetinilmeyip, Önderlik gerçeğine kendinizi bu temelde dayatmanızın altında bir sınıf dışılık, bir işbirlikçilik, bir inançsızlık, bir direnişten kopuş yaşanmıyor mu? Eğer bütün bunlar böyle ise, o zaman gerçekten 14 Temmuz direniş kararlılığı ile bağlantınız var mı? Veya bağlantı kurmak istiyorsanız bunun tutarlı yolunun neredengeçtiğini artık “bilmiyorum, anlamıyorum” demekle cevaplandırabilir, kendinizi izah edebilir veya gizleyebilir misiniz? Bunun için sıraladığınız birçok gerekçe var. Her şeyden önce imkansızlıklar. Hiç kimsenin tarihte ve günümüzde bu yoldaşlarımızın yaşadığı imkansızlıklardan daha büyük imkansızlığı yoktur. Bu Tîrmeh 2010 yoldaşlar büyük imkansızlıklar içinde bulunuyorlardı ve tek imkanları kendi can bedenleriydi ve onları da kahramanca ortaya koydular. Zorluklar, korkunç bir işkence ortamına rağmen, en büyük kahramanlığı yine bu işkencelere karşı göstermediler mi? Umudun, inancın en az beslendiği bir dönem, belki de partinin gitmek üzere olduğu bir süreçte bütünüyle kendi kişiliklerini ortaya koyarak, partiyi, dolayısıyla tarihi kurtarmada önemli bir rolün sahibi olmadılar mı? İnanç, umut sonuna kadar büyük değil miydi? Coşku, yaşama bağlılık, en soylu bir temelde değil miydi? Hanginizin gerçeği bu kadar zorluklarla, işkenceyle, umutsuzlukla ve inancsızlıkla yüzyüzedir? Hayır, hiçbirinizin gerçeği, özellikle özgür savaş koşullarındaki hiçbirinizin gerçeği bu kadar ne olumsuzdur, ne zordur, ne de olanaksızdır. Tam tersine her şeye fazlasıyla sahiptir. O halde 14 Temmuz direnişcilerini anmak birincisi bize hakim olan, artık kabul edilmesi imkansız olan, terslik teşkil eden bütün hususları kesinlikle bir tarafa atmaktır. İkincisi direniş imkan ve fırsatlarını amansız değerlendirmek, zafere kilitlemektir Onlar bir halk için bir tarih için bir insanlık için direndiler Eğer bir sözünüz varsa ve partiyle olmak istiyorsanız dürüst olun. Bunun derinliğini, anlamını kavrayın. Eğer gerçekten bu anıya bağlı kalarak 14 Temmuz’un yıldönümünde bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, üzerinde durduğum bu noktaları kendinize esas alarak üzerinde durun, kendinizle kıyaslayın ve böylece kendinizi doğrulara ulaştırabilirsiniz. Parti meselesi tek benim meselem değil. Bu yoldaşlar neden şehit düştüler? Elimizde bir şeylerin, bir şerefin kalması için şehadete ulaştılar, yoksa kendileri için 8 değil. Kendileri için olsaydı böyle büyük direnmezlerdi. Bir halk için, bir tarih için, bir insanlık için bunları yaptılar. Eğer sözlerinizin sahipleriyseniz sizler de bu yoldaşların takipcileri olabilirsiniz. Söz sahibi olmak, hangi durumda olursa olsun, devam etmektir. Her gün vahşet altındaydılar, en büyük zorluklar icerisindeydiler. Ama buna rağmen bu kadar direnebildiler. Sizlerin durumu ise çok iyi, niye büyük direnemeyeceksiniz ki! Kimse “imkanım yoktur” demesin, bunların hepsi yalandır. En büyük vahşet, en büyük imkansızlık Diyarbakır zindanındaydı. Hatta tarihte bile böyle bir vahşet görülmemiştir. Ama bu yoldaşlarımız direndiler, -büyük direndiler. Kahramanlığı kendinize layık görün. Her şeyle oynayın, ama bu büyük mukaddes değerlerle oynamayın. Sizden fazla bir şey istemiyoruz. Büyümek üzerinde durun. Hatta düşmanla baş edemiyorsanız ilkin kendinizle başetmeye çalışın. “Kendimi gerçekleştireceğim, doğru partileşeceğim, partileşmeden uzaklaşmayacağım” deyin. Tekrarlıyorum; şehitlerin anılarına bağlı kalmak istiyorsanız, sözleriniz sahipleriyseniz, çizdiğimiz bu çerçeve üzerinde bir kez daha gerçekçi durun. Fazla yorulmamışsınız ve sizlere bazı imkanlar da sunmuşuz. Her şeyden önce bu büyük şehitlerin yolunda, bu büyük direniş yolunda kendinizi kararlaştırın. Ama dürüstlükle, ama onların gerçeği temelinde kendinizi kararlaştırın. Sizin için dile getirdiğimiz bu hususları büyük istekle, büyük iradeyle esas alın. Ve PKK militanlığının gerçekliği sizde yürütülsün. Böyle yaparsanız ancak Mazlum, Kemal, Hayri, Ali ve Akiflerin arkadaşı olabilirsiniz. Büyüyeceksiniz ve büyük adımlar atmaktan korkmayacaksınız. “Etrafımız bizi şaşırtıyor, etrafımız bizi yoldan çıkarıyor” demeyin. Hayır! Düş- STÊRKA CİWAN man da bu arkadaşları yoldan çıkarmak istiyordu, oyun büyüktü ama başaramadılar. Ama burada düşman da yok, siz kendi kendinizi yoldan çıkarıyorsunuz. Bazı şeyleri anladığınıza inanıyorum. Yine Önderlik her şeyden önce şehitlerin temsilcisidir. Kimse bunu unutmasın ve bizden de bir şey istemesin. Kesinlikle kabul etmiyorum. Benim istediğim, yaptıklarım şehitlerin isteğidir, diğer şeylerin benim için fazla bir kıymeti yoktur. Onların amacı, onların vasiyeti, onların yaşamı üzerinde ben söz sahibiyim. Bıraktıkları vasiyet temelinde sözüm var, yürütüyorum da. Bunu anlayacaksınız. Yetersizliklerinizi üstümüze atmayacaksınız, zayıflıklarınızla bize yaklaşmayacaksınız. Çaresizliğinizle, yanlışlıklarınızla, düşkünlüklerinizle bize uzak duracaksınız. Bu şehitlere de yaklaşmayacaksınız. Ben her zaman şehitlere söz verdim. Haki yoldaşa söz verdim, partiyi ilan ettik. Mazlum, Kemal, Hayri yoldaşlara söz verdim, ülkeye büyük dönüşü gerçekleştirdik. Mehmet Karasungur yoldaşa söz verdim, Güney Kürdistan’ı devrime ulaştırdık Kimse inanmıyordu, ama biz yaptık. Agit yoldaşlara söz verdik, Kürdistan’ın tamamında gerillayı donattık. Bütün bunlar şehitlere verdiğimiz sözlerdir. Zilan yoldaşa söz verdik, kadın özgürlüğünü yükselttik, büyüttük. Hepsinin sözleri ve vasiyetleri yerine getirilmiştir. Kendinizde saygı ve takdiri görüyorsanız kendinizi söz sahibi yapacaksınız. Bundan başka sizin için hiçbir şeyin değeri olamaz. Yeme-icme hepsi zafer içindir. Konuşma, yürüme hepsi partinin büyümesi içindir. Bizde keyfiyet yok, her şey insanın büyümesi temelindedir. Her şey büyük direniş içindir. Kendinizi başka bahanelerle üzerimizde yürütmeyin ve yanaşmayın. Bunu ısrarla söylüyorum, sonra kötü düşersiniz. Önderlik babanız değil, akrabanız değil, Önderlik allahınız değil, reis ve muhtarınız da değildir. Önderlik, her şeyden önce şehitlerin vasiyetidir, her şeyden önce direniştir, her şeyden önce partidir, bir savaş cizgisidir. Eğer Önderliği böyle tanımak istiyorsanız birlikte yürürsünüz. Böyle tanımazsanız yanına yaklaşmayın. Yaklaşırsanız ajansınız: Sömürgeciliğin, düşmüş toplumun, kötülüğün, müflis kişiliğin ajanısınız. Biz zayıf, basit, hafif insanlar için yokuz. Küçük ve zayıf insanın düşmanıyız. Biz onların yok olmaları anlamına geliyoruz. Biz büyümek isteyen insanla, kendisini gerçekleştirmek isteyen, kendisini direniş yapan, düşmana karşı kendini büyük silahlandırmak isteyenleriz. Sözümüz de bundan başka bir şey değildir. Büyük şehitlerimiz için, parti içindeki böyle büyük kararlar şimdiye 9 kadar yürümüştür ve yürüyecektir de. Eğer akıllıysanız, dürüstseniz ve söz sahibi olmak istiyorsanız bu çerçeve temelinde bir kez daha en büyük kararı kendi kişiliğinizde verin, kendinize karşı, kendiniz için verin. Sizden bir şey istemiyorum, şehitler sizden istiyor. Bu büyük direniş sizden istiyor, sizler de vermek zorundasınız. Eğer bu doğrular temelinde verirseniz dürüstsünüz ve kimse sizleri durduramaz. Geride kalmaz, zayıfta olmazsınız. Bu arkadaşlar zayıf mı kaldılar, geride mi kaldılar, çok zor durumlarda büyüklüklerinden taviz mi verdiler? Hayır! Bu büyük direnişten herkesin sonuçlar çıkarması gerekiyor. Hangi sahada ve hangi şekilde olursa olsun bu partiden uzaklaşmayı ortadan kaldırmalıyız. 14 Temmuz kararına ulaşana dek bu uzaklaşmaya karşı durmalıyız. Bu büyük şehitler kendilerini büyük direniş temelinde gerçekleştiler ve sonuna kadar yürüdüler. Çalışmanız böyle olup sonuca ulaşırsa 14 Temmuz’un sahipleri olursunuz. 14 Temmuz sahipleri ise her zaman büyük olurlar. Böyle yürüyenler bunun savaşını verenler; sabırla, bilinçle, çalışmayla bir savaş yürütürler ve her zaman zafer kazanırlar, başarılı olurlar. (Önder Apo’nun 1997-98 Temmuz çözümlemelerinden derlenmiştir) Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN A N A L İ Z TÜKETTİKÇE TÜKENEN GENÇLİK Sercan AYDIN “Tüketim artık bir kültür haline gelmiştir. Tüketimi kültür haline getiren tekeller, en çok da gençleri kullandı. ‘70’li yılların anlamlı gençlik gruplarını tasfiye ettikten sonra benzer çıkışlara izin vermemek için gençliği hedef kitle haline getirdi. Spor, sanat ve seksi müthiş çarpıtarak gençliği ‘en fazla tüketen’ topluluk haline getirdiler” Tîrmeh 2010 Günümüz gençliğinin yaşamı, dinlenme ve eğlence üzerine kurulu. Öncelikleri gezmek, arkadaş grupları içerisinde yer almak, popüler olmak. Cep telefonu, internet ve tüm teknolojik yenilikler, kısa sürede hayatlarının olmazsa olmazı haline geliyor. Bu kuşak ‘online’ yaşıyor. Neredeyse günün büyük bölümünü bilgisayar veya televizyon karşısında geçiriyor. Geleneksel değerler, ideolojiler, din, aile, düzenli bir yaşam, geçerliliğini yitirmiş durumda. Hatta böyle bir yaşama karşı güvensizlik had safhada. Yerine koydukları şey ise popülist unsurlarla bezenmiş tüketime dayalı bir yaşam. Günümüz gençliğinin en göze çarpan özelliği; müthiş tüketici olması. Kimilerinin ‘maymun iştahlı’ diye tarif ettiği bu durum; yaşam tarzından kaynaklı oluşan yeni kültürün halk dilindeki tezahürü. Medya ve iletişim teknolojisinin muazzam gelişmesi sonucu oluşturulan sanal dünyalar, tatmin nedir bilmeyen bir kuşak yetiştirdi, yetiştiriyor. Bu kuşak da, sonsuz gibi görünen yeni yaşam argümanlarının hepsinden tatmak istiyor. Bu nedenle her şeyi en kısa zamanda tüketmeyi hedefliyor. Sosyal bilimler zaten bu tarz yaşamı ‘tüketim kültürü’ diye adlandırmış. Tüketimin kültür haline gelmesi başlı başına bir hikâye. Kesinlikle manevi (ideolojik) kültürün etkisinin zayıflaması, maddi kültürün toplum yaşamında ön plana çıkmasıyla başlar bu hikâye. Biz Ortadoğu toplumlarının yaşamında manevi kültür hala etkisini korumakla 10 birlikte, Batılı toplumlarda devlet tarafından sistemin ömrünü uzatmak için lazım oldukça başvurulan bir kaynak halinde. Toplumu maddi kültür etrafında yeniden şekillendirmek, toplumsallık ve kutsallıklarla yüklü manevi kültürün etkisini asgariye indirmek, şimdilerde Batılı devlet, bilim insanları ve entellüktüellerin öncelikli görevi. Zira ömrünü uzatma çabasında olan kapitalist modernite, şimdi de fethedilmemiş alanları ele geçirme peşinde. ABD’nin Ortadoğu macerası da bu amaçla ilintili. Kimliksiz gençlik Ne yöne baksak popüler kültürün baskıcı aygıtları tarafından yönlendirilen bir gençlik görüyoruz. Bu kültürün davranış kodları fanatizm, taklit, öykünme içerikli. Haliyle de her türlü amaçsız şiddete açık oluyor. Avrupa’da yaşayan Kürt gençlerinin durumu daha da trajik. Bir yandan ‘geleneksellikten kaçış’ öte yandan benzeşmeye çalıştığı toplumda kendini ayrıksı hissetmek. Yalnızlık ve yabancılaşma, gençliği kendi gerçekliğinin üstünü örtmek için arayışlara yöneltiyor. Bir de sistemin empoze ettiği tekno-kültürün egemen kodları, bilinçleri felç ediyor. Televizyon ve internet kültürünün egemen söylemleriyle şekillenen gençlik ‘oha filan oluyor’ ‘triplere giriyor’. Kendisine yapay kimlikler üretiyor. Hiçbir zaman kendi gerçek öz doğasını yaşayamayacakları kapsüllerin içine STÊRKA CİWAN hapsoluyor, yeniden yeniden, farklı kimlikler üretiyor. Asıl trajedi de burada başlıyor zaten. Yapay kimlikler üretilirken, öz kimlik tüketiliyor. Medyatik simalar taklit ediliyor, içinde yer aldığı grupta el üstünde olma arayışının getirdiği abilik, kankalık türü sahte ilişkiler ortaya çıkıyor. Sokakta, dernekte ya da otobüste, dağınık okul kıyafetleriyle okula giden bir öğrenci, kulağındaki kulaklık olduğu halde mp3’ünün sesini sonuna kadar açan gençleri görmemiş olamazsınız. Muhtemelen çevresine ‘ne kadar özgür olduğunun, geleneklere esir olmadığının’ mesajını veriyor. Yani ‘özgürlüğünü’ gözümüze sokuyor. Saç şekliyle, haftada bir biçimini değiştirdiği sakalıyla, düşük bel pantolonuyla, ipi yerde sürünen abartılı ayakkabılarıyla gruplar halinde gezen, neredeyse birbirinin ikizi gibi görünen gençlerimiz. Aynı üniformayı, aynı takıları, aynı yürüyüşü, aynı saç veya sakal şeklini, aynı el-kol hareketlerini, aynı konuşma hatta kahkaha tarzını benimseyen, yayvan yayvan konuşan, bütün bunları özgürleşmenin sembolü olarak benimseyen gençlerimiz. Sistemin bize ‘özgürlük’ diye yutturduğu bu gösteri kültürü, içi boşaltılmış bir yaşamın tezahürü aslında. İdeallerimiz için mi yaşayalım, idollerimiz için mi? Tespitlerimiz, ağırlıklı olarak görünüşe ve yansıyışa dâhil olduğu için ‘biçim’le uğraştığımız anlaşılmamalı. Ama biçimin ya da yansımanın fikirlerle alakalı olduğu gerçeğini hiçbirimiz yadsıyamayız. Örneğin ‘70’li yıllarda da gençliğin bir giyim-kuşam kültürü vardı. Uzun saçlar ve favoriler, parke, kadife veya kot, yani ütü gerektirmeyen pantolonlar giyiliyordu. Ama bu tarz, ‘solcu’ bir tarzdı. Yani halkçıydı. Ve bu gençlik, halkın içinde halkla birlikteydi. Onu kendi idealleri doğrultusunda örgütleme arayışındaydı. Şimdiki tarzın da öyle olduğunu kim iddia edebilir? Ya da eski tarzın gericilik olduğunu? Bizim toplumumuzda ne zaman başladı değişim? ‘70’li yılların bazı özelliklerinden bahsetmiştik. Biraz daha açalım. Önce genel bir görünüm; Kürdistan’da, Türkiye’de veya Ortadoğu’da, tarıma ve hayvancılığa dayalı bir yaşam var. Kırsaldan kente göçler, varoşların oluşması, sosyal katmanlar arasındaki 11 ayrımların belirginleştiği yıllar. Endüstrileşme henüz gelişmemiş. Dolayısıyla makineye dayalı bir üretim yerine emeğe dayalı üretim söz konusu. İnsanlar sadece doğayla rekabet etmek zorunda. En basit besin maddesi olan ekmeğe sahip olabilmek için bile tarlayı sürmek, tohum ekmek, ürünü toplamak, öğütmek ve pişirmek gerekiyor. Tek kişilik bir uğraş olmadığı için paylaşmayı da beraberinde getiriyor. Birliktelik, ailede ve toplumda ortak değerler de yaratıyor. Aile, kabile, aşiret bağları güçlü, dost, akraba, komşuluk ilişkileri önemli. Kısacası toplumsallıkla yüklenmiş değerler silsilesi içinde süren bir yaşam var. Zaten ‘68 kuşağı’ diye tabir edilen dönemin gençliğini şekillendiren de bu olgular. ‘70’li yıllar, gençliğin toplumsallıkla en barışık olduğu dönemdir. O dönemdeki gençliğin idealleri vardı, inançlı, kararlı, üretkendiler. Düşünceleri, talepleri, yaşam biçimleri ve mücadeleleriyle insana layık bir dünya peşindeydiler. Onlar; savaş yerine barış; tutsaklık yerine özgürlük istiyor, kendi düşüncelerini savunabilmek, kendi seslerini duyurabilmek istiyorlardı. Kendileri için değil, bütün toplum için istiyorlardı. Ama ezildiler, bastırıldılar. Bu düşünceleri, yaşam tarzını tehlikeli bulan kapitalist tekeller, her ülkede ayrı ayrı stratejilerle, dünya genelinde esen özgürlük rüzgârını, yapış yapış bir melteme çevirdiler. Darbelerle, savaşlarla başlattılar, sonra da endüstriye dayalı yeni üretim biçimin oluşturarak toplumun paylaşıma dayalı yaşam tarzını yerle bir ettiler ve bireyciliği ön plana çıkardılar. İnsan emeği önemini yitirdi. Zira artık makineler vardı. Bir düğmeye basmak yeterliydi. Makineleşmeyle birlikte ürün de arttı. Böylelikle toplum var olanla yetinmemeye, daha iyisini ve fazlasını istemeye başladı. Daha çok Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN üretmek için varolanların tüketilmesi gerekiyordu. Tekellerin kazancına kazanç katması buna bağlıydı. Bu nedenle toplumu tüketime teşvik etmek gerekiyordu. Öyle de oldu. Reklamlar girdi devreye. Önceleri ürünü tanıtıyordu. Ama sonrasında üründen çok ona biçilen anlam, kimlik önem kazandı. Bir tişörtün özgürlük, otomobilin saygınlık vaat ettiği reklamlar. İnsanlar artık ürünü değil, onlara sunduğu imajı satın almaya başladı. Hangi mağazadan giyindiğiniz ya da hangi marka traş bıçağı kullandığınız çok önemliydi. Zira onların temsil ettiği bir kişilik, imaj, yaşam kültürü vardı. Zamanla insanlar bunu da aştı. Anlam arayışını da terkettiler. Artık sadece sembolik tatmin peşindeler. Ve bu da çılgınca bir tüketim ortaya çıkardı. Cep telefonları, bilgisayarlar, otomobiller, giyim eşyalarına sahip olmak önemliydi artık. Sahip ol, kullan, at, yeni çıkanı al. Tüketim artık bir kültür haline gelmiştir. Tüketimi kültür haline getiren tekeller, en çok da gençleri kullandı. ‘70’li yılların anlamlı gençlik gruplarını tasfiye ettikten sonra benzer çıkışlara izin vermemek için gençliği hedef kitle haline getirdi. Spor, sanat Tîrmeh 2010 ve seksi müthiş çarpıtarak gençliği ‘en fazla tüketen’ topluluk haline getirdiler. Artık emek vererek üretmenin, üretilenin de dost, aile, komşuyla paylaşmanın hiçbir önemi kalmadı. Zira daha az çabayla ve daha kısa sürede daha fazlasına sahip olmak imkan dahiline girdi. Sadece eşyaya sahip olmak da değil. Cep telefonları ve internet aracılığıyla dünyanın her tarafına erişim olanağı ortaya çıktı. Radyolar, televizyonlar ve bilgisayarlar sayesinde, okumadan da bilgi sahibi olunabilirdi. Artık televizyonsuz, bilgisayarsız ev; cep telefonsuz birey düşünülemez oldu. Peki, sonuç ne oldu biliyor musunuz? İnsanlar artık kendi düşünce dünyalarına saklanır oldu. Ya gençler? Korktular, sindiler, sisteme teslim oldular. Medya ile gelişkin teknoloji ile gençliği ideallerinden koparıp sistemin hizmetine koştular. Artık ideallerinin gerçekleşmesi için fedai olan gençlik yerine idolünden imza almak için canını verecek gençler vardı. Gençlik, yine enerjik, dinamik ama bu kez üretmek değil, tüketmek için var. İdeallerinin yerine idollerini koymuş. Artık onun toplumsallıkla alakası yok. Toplum- 12 sallığı ‘geleneksellik, tutuculuk’ olarak algılıyor. Bireyciliğini de ‘özgürlük’ diye tanımlıyor. Bu gençlik tüketiyor. Ama hep tüketiyor. Her şey bir tatmin nesnesine dönüştürülüyor ve hemencecik tüketiliyor. Yaşama dair anlamlı kodların yerine tatminsizlikten beslenen, tükettikçe obezleştiren datalar esas alınıyor. İlişkiler de tüketilir! Bir de sosyal ilişkiler vardır bunlardan nasibini alan. Televizyonlar, bilgisayarlar tekil uğraşlardır. İnsanlar bu uğraşlarla kendi algılarına, düşünce dünyalarında saklanmaya başladı. En temel kurum olan ailede bile günlük gereksinmeler dışında ailenin fertleri bir şeyleri paylaşamaz hale geldi. Gençlerin arkadaş edinmesi için fazla kafa patlatmasına, emek harcamasına gerek kalmadı. İnternet üzerinden binlerce arkadaş edinmek mümkündü. Emeksiz sosyal ilişkinin ömrü elbette ki kısa süreli olacaktı. Böylelikle insanlar sahip oldukları ilişkilere değer vermeyi de bir kenara attılar. Medya’nın da desteğiyle ilişkiler, tıpkı modası geçen giysiler gibi tükenmeye başladı. Zira rekabet ortamında tüketerek var olmaya çalışmak onların tek idealiydi. Medya sürekli manken, dizi yıldızı, pop-star vb. kişilerin kimliklerini, yaşam tarzlarını sundu gençlere. Böylece gençler daha az emekle para kazanarak, daha çok tüketerek nasıl mutlu olabileceklerini öğrendiler. Moda olana sahip olmak gençler için neredeyse varoluş sebebi haline geldi. Bu duruma gelinmesine yol açan etkenler saymakla bitmez. Aile, eğitim kurumları, medya elbirliğiyle bu kuşağı yetiştirdiler. Şüphesiz böyle bir gençlik, günümüz sisteminin tasarımıydı. Bu tasarımın hayat bulması için de önce manevi kültürü dejenere ettiler, ardından mad- STÊRKA CİWAN di kültürü yaşamın olmazsa olmazı haline getirdiler. Yapmasalardı, enerjik, dinamik, düşünen ve sorgulayan gençlik -tıpkı 70’li yıllardaki gibitehlikeli olabilirdi. Artık mücadele kazanılmış, devletin vatandaşı, sistemin haşarı, ele avuca sığmaz ama tehlikesiz evladı yaratılmıştı. Nasıl Yaşamalı? Ne Yapmalı? Nereden Başlamalı? Yukarıdaki soruları bir kenara atıp, “Bir şey yapmak gerekir mi’ diye de sorulabilir. Evet, gerekir. Zira bu şekilde her şeyin tüketildiği dünyamızın kaynakları sınırsız değildir. Evrende olup biten her şey, bir mikro evren olan insanda da yaşanmaktadır. Nasıl ki çevre kirliliği gezegenimiz için tehlike arz ediyorsa, kanser, bulaşıcı hastalıklar, toplumsal bunalımlar, ruhsal sorunlar da insan soyu için aynı niteliktedir. O zaman ‘birşeyler yapmak gerekir’ diyeceğiz. Her şeyden önce gençlik başta olmak üzere toplumu ‘sürü’ haline getiren bu sisteme karşıtlık temelinde bir duruş ortaya koyacağız. Sistemin içinde yaşayıp da sisteme karşı olmanın ne kadar zor olduğunu elbette ki biliyoruz. Ama karşıt bir duruş sergilemeden sistemi alt edemeyeceğimizi de kabul edeceğiz. Öyleyse sistemin bizi mahkûm ettiği bu yaşamdan nefret ederek işe başlamalıyız. Alışkanlıklarımızı, yaşam tarzımızı, beğenilerimizi, yiyecek-içeceklerimizi yeniden yeniden sorgulayacağız ve kendi tercihlerimizi oluşturacağız. Ta ki bilinçli ve örgütlü eylemsellik ortaya çıkarana kadar. Sisteme karşı ideolojik duruş, sistemin ideolojik egemenliğine kapsamlı eleştiriler getirmek anlamına gelirken, bilinçli ve örgütlü eylemsellik ise söz konusu ideolojik egemenliği aşmayı ifade eder. Eleştiriyi de doğru temellerde inşa etmenin önemine dik- kat çekmek isterim. Zira sistem ve onun yarattığı birey-toplum üzerine sayısız eleştiri var, oluyor. Ama bu eleştiri sahiplerinin ya pozitivizmin etkisi altında kalmaları, ya da örgütsüz ve dağınık olmaları nedeniyle pratikleşemediğini de görmemiz lazım. Sisteme yapılacak en genel eleştiri; bireyi ve toplumu ahlaki ve politik niteliklerinden soyutlayarak sürüleşmiş kitleye çevirmesidir. Sistemin yarattığı bu birey kişiliksiz bir varlıktır. Sadece düzene teslim olmakla kalmamış, onun gönüllü faşist bir üyesi haline gelmiştir. Elbette ki, toplum bu kişiliklerle sürdürülemez. Bu kişiliksizlik durumu, hem toplumun, hem de devletin yaşadığı krizin izdüşümüdür. Ve yeniden yapılanmakla bu kriz giderilemez. Yapılması gereken yeniden inşadır. Öyleyse öncelikli görev zihin üzerinde yoğunlaşmak, başka bir tabirle sistemin ideolojik egemenliğini sorgulayıp, iç yüzünü teşhir etmektir. Yazının girişinde sıraladıklarımızın hepsi sistemin birey ve toplum üzerinde kurumlaştırdığı 13 ideolojik egemenliğin eleştirisidir. Bu sistemin yarattığı bireyi ve toplumu çözmeden, aşmadan yerine yenisini inşa etmek zordur. ‘70’li yılların gençliğini güncelleştirelim demiyorum. Ama idealleri olan, tüketen değil üreten, düşünen, eleştiren, sorgulayan, bireyciliği değil toplumculuğu esas alan, ulus-devletin vatandaşı olma yerine, demokratik-komünal toplumun özgür yurttaşı olmayı hedefleyen bir gençlik olmanın gerekliliğinden bahsediyorum. Gençlik, yeniden inşanın öncüsü olmalıdır. Tarihsel, toplumsal tüm çözümlemeler, bu görevi ancak gençliğin yerine getireceğini ortaya koymaktadır. Sisteme karşı ideolojik duruş, sistemin zihinsel ve pratik egemenliğine karşı muhalif tavır, ilk adımlar niteliğindedir. Sistemin fikri ve eylemini mutlaka terk etmek gerekir. Ardından eleştirilerle çözümlenen sistemin yerine, demokratik uygarlığın gerektirdiği birey ve toplumu inşa etme işine girişmek gerekir. Akademik yapılardan tutalım, ekonomik-teknik, ekolojik-tarım, güvenlik-savunmaya kadar tüm kategorilerde toplumun ihtiyaçlarına göre inşa faaliyetleri içine girmek gerekmektedir. Güçlü bir kuramsal çıkış, aynı derecede iradi bir duruşu da gerektirir. İkisi birbirini tamamladıkça bir anlam ifade eder. Yani doğruları söylemek kadar, doğruyu pratikleştirmek de önemlidir. Bu da gençliğin dinamizminde gizlidir. Hiçbir mücadele, eylemi olmadan başarıya ulaşamaz, ulaşamamıştır. Haliyle, demokratik bireyi ve toplumu inşa etmek, güçlü eleştiriler, güçlü alternatifler yaratmak kadar, usta eylemlilikler de gerektirir. Demokratik komünal toplum paradigmasının kadrosu, söz konusu tespitin örgüt ve eylemle vücut bulmuş halidir. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN K A D I N HER DOĞUŞUN KENDİ ŞARKISI VARDIR Ekin ÖZGÜR “Kadının tarih boyunca kimliksizleştirilmesi toplumda yaygınlaşan hırsızlığın ve zorbalığın göstergesidir. Toplumda yaşanan kirlenmenin ölçüsüdür. Bu tarihin tersine çevrilmesi kadının yeniden özgürce doğuşu demektir. Kadının yeniden doğuşu ise toplumun yeniden doğuşu olacaktır. Ve her doğuşun bir şarkısı vardır” Tîrmeh 2010 Özgür ve demokratik zamanlar kadınların yeniden doğuş çağıdır. Toplumun doğurucu gücü olan kadın, sınıflı toplum tarihi boyunca sürekli kaybetmeyle karşı karşıya kalmıştır. Yazılı tarih bu anlamda egemen erkeğin tarihidir. Bu tarihte esas olan ise yalanlardır. En küçük noktasına kadar kişinin sömürgeleştirilmesidir. Mevcut toplumun bu karakteri günümüze kadar kadının gerçek temellerde değerlendirilmesine izin vermemiştir. Namus adı altında aslında erkeğin yalanlarla ve zorla çaldığı kadın gerçekliği saklanmıştır. Kadının tarih boyunca kimliksizleştirilmesi toplumda yaygınlaşan hırsızlığın ve zorbalığın göstergesidir. Toplumda yaşanan kirlenmenin ölçüsüdür. Bu tarihin tersine çevrilmesi kadının yeniden özgürce doğuşu demektir. Kadının yeniden doğuşu ise toplumun yeniden doğuşu olacaktır. Ve her doğuşun bir şarkısı vardır. Günümüzde kadın sorunu en önemli konulardan biridir. Yine hakkında en çok konuşulan konudur kadın sorunu. Uğrunda bazılarının cinayetler işlediği, bazılarının türküler yaktığı, kimilerinin ise türlü türlü oyunlar oynadığı bir konudur. Aydınlık ve karanlık doğa için neyse, kadın ile erkek de doğa için öyledir. Yani erillik ve dişilik de doğanın bir gerçeğidir. Ancak sorun sadece bunun dile gelmesi değildir. Toplumda kadın cinsi üzerindeki olumsuz gelişmeler, sınıflı topluma geçişle birlikte başlamıştır. Baskı, haksızlık ve sömürünün gelişme dönemlerinde kadın ol14 mak dezavantaj olarak değerlendirilmiş, baskı ve sömürü konusu haline getirilmiştir. Oysa kadın olmak kendi başına ne sömürüyü ne de sömürülmeyi, ne baskıya uğramayı ne de baskı uygulamayı izah eder. Fakat tarih boyunca yaşanan bu olmuştur. Hâlbuki kadın gerçekliği en kapsamlı toplumsal gerçekliktir. Cinsiyetin ötesinde ekonomik, sosyal ve siyasal boyutları olan anlamlar içermektedir. Bütün bu anlamların toplum için aydınlanmayı beklemektedir. Kadının en eski sömürge olarak kabul edilmesi artık bir çok çevrece kabul edilen bir gerçektir. Yaşanan sömürgecilik hem ruhsal bir sömürgecilik hem bedene uygulanan bir sömürgecilik olmuştur. Bu tarz bir sömürgeleştirmenin sınırlarını belirlemek kolay değildir. Öyle ki sürekli baskılanan ve toplumun gerisine atılan kadın dilsiz, sağır ve kör bir hale getirilmiştir. Daha kötüsü ise bu durumun kadına da kabul ettirilmesidir. Kadın bu gidişatı kendi yazgısı olarak kabul etmiş bu duruma boyun eğmekten öte bir yol bulamamıştır. Kendisine çizilen sınırların içinde hep kendi yarattığı duvarlara çarpan bir gerçeklikle yüz yüze kalmıştır. Kendi duygularına, düşüncelerine, hayallerine yabancılaşmış ve kendini tanımlayamaz hale gelmiştir. Kendi şarkısını kaybetmiştir kadın. Bu gerçeklik karşısında Kürt Özgürlük Hareketi, çıkışından itibaren yeni kadın ve erkeği yaratarak özgür toplumu yeniden kurma mücadelesi olarak gelişmiştir. Kürdistan Özgürlük STÊRKA CİWAN Hareketi kadının kendini bilme ve kendisi hakkında bilgi edinme olanağına ulaştığı yer olmuştur. Devrim içinde devrim niteliğini içeren değişim ve gelişimlere yol açmıştır. En temel fark toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesi sorununa yaklaşımda ortaya koyulmuştur. Kadınla tahakküme dayalı ilişkiyi ret etmiş, erkek egemenlikli zihniyete karşı özgür toplum ve onun ilişki biçimini, yaşam anlayışını inşa etme mücadelesini vermiştir. Savaşan özgürleşir özgürleşen güzelleşir güzelleşen sevilir Kürt Özgürlük Hareketi uygarlığın doğuşuna beşiklik etmiş topraklarda, Kürt halk gerçekliğinin tarih boyunca yaşadığı ilişki ve çelişkileri kendi şahsında somutlaştırmak ve çözmek iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Yeni bir toplum kurma iddiası Kürtler ve Kürdistan için yeni tarihi bir dönemin ifadesidir. Bu açıdan Kürt özgürlük tarihi kahramanlıklarla yazılı yeni bir dönemin tarihi olduğu kadar halklar ve kadınlar için özgürlük temelinde yeniden bir yaratılış tarihidir. Bu anlamıyla öğretici olduğu kadar mücadelelerle, kazanımlarla yüklü bir tarihtir. İlk adım Kürt halkının gerçekliğini anlama ve çözme çabasıyla atılmıştır. Yaşamın temel çelişkilerini doğru tespit etmek ve çözüme yönelik doğru yaklaşımları belirlemek mücadelenin anlam gücünü de yaratmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin en temel özelliklerinden biri sahip olduğu bu anlam gücüdür. Toplumsal gelişmeyi ve özgürleşmeyi tek bir çelişkinin çözümüne dayandırmamıştır. Çelişkileri iç içe, bir biri ile bağlantılarını kurarak ele almış ve çözümlerini de böyle gerçekleştirmeye çalışmıştır. Kadın sorununa karşı sürekli köklü ve derinlikli bir yaklaşım içerisinde olmuş, olguyu ideolojik, felsefik ve bir moral çalışması olarak ele alınmıştır. “Nasıl yaşamalı?” sorusu temel bir soru olarak ele alınmış, kadının özgürlük mücadelesi bunun üzerinden şekillendirilmiştir. Bu temelde gelişen kadın özgürlük mücadelesi; yaşama hakaret olan, yaşamı çirkinleştiren her olguyla mücadele etme, bu anlamda özgürlükten, güzellikten vazgeçememe ilkesi ile bağlantılı geliştirilmiştir. Büyük bir mücadele isteyen bu felsefe halkın özgürlük mücadelesinin temeline oturtulmuştur. Kadın ve yaşamı yeniden buluşturmayı özgürlük ilkesi olarak belirlemek, felsefik boyuttan pratik boyuta kadar bunu gerçekleştirip, özgür kadını yaratmayı amaçlamak ideolojik yaklaşımda yaşanan netliğin de ifadesi olmuştur. 15 Özgürlük Hareketi doğuşundan günümüze kadar tarih boyunca kadının cins olarak sömürülme gerçekliğini çözümleyip, kadın özgürleşmesini sağlamanın koşullarını yaratmıştır. Atılan ilk adımdan bu güne kadın kurtuluşunu toplumsal kurtuluşun temel ilkesi biçiminde özgün ele almış ve mücadele saflarında kadına da bu çerçevede yoğun bir şekilde yer vermiştir. Ulusal, sınıfsal ve cins olarak tarih boyunca kendisine empoze edilen geleneksel ölçüler ve geriliklerden kurtulma mücadelesi vermiştir. Bu mücadele Kürt kadınını, içinde bulunduğu derin köleci, boyun eğmeci, söz karar sahibi olmayan konumunun bilincine vardırmıştır. Kadını özgürlük mücadelesine çekmek, egemen sistemin tüm yaklaşım ve ölçülerini alt üst ederek kadını dağlara çıkarmak, devrimsel bir mücadeleyi gerektirmiştir. Binlerce genç kadın yönünü özgürlük dağlarına çevirmiştir. Kürt kadının ellerinden tüm kadınların kayıp şarkısı ana topraklarda yeniden yazılmıştır. Bu şarkıda tüm kadınlar kendilerini bulmuşlardır. “Savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen sevilir” sözü kadın açısından onurlu ve özgür bir yaşamın nasıl olacağı sorusuna cevap olmuştur. “Kendini Bilmek” ilkesinin yaşamsal ifadesi olmuştur. Kendini bilmek ise özgürlüğün temel ilkesidir. Kendini bilmek, kendini tanımak ve tanımlamak kendi çağının belirlediği sınırların dışına taşmak isteyen hakikat arayışçılarının işidir. Ancak kendini bilenler, kendini tanıyanlar uygarlığın belirlediği bilme sınırlarını aşarlar ve özgürleşebilirler. Bir toplumun, bir bireyin kendini özgürleştirmesi, özgürlükçü çizgiye yakınlaştırması, ahlaklı ve erdemli olana yönelmesi bu ilkeden geçmektedir. Erkek egemenlikli zihniyet kendini kurumlaştırmak ve süreklileştirmek için çeşitli müTîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN cadele yöntemlerine ihtiyaç duymuştur. Bu yöntemlerin başında kişiyi kendi gerçekliğinden uzaklaştırmak, kendine yabancılaştırmak vardır. Tahakkümcü sisteme karşı mücadele eden sistem karşıtı güçlerin başarıya ulaşamamalarının, başarıya ulaşsalar dahi özgürlükçü karakterlerini koruyamamalarının temel nedeni bu yabancılaşmayı bilince çıkarmamaları ve kadın sorununu bu temelde ele almamalıdır. Bu noktada Kürt Özgürlük Hareketi’nin diğer sistem karşıtı hareketlerden en temel farkı kadın sorununa yaklaşımı olmuştur. Kadın özünün gün yüzüne çıkarılma mücadelesi ve özgürlük mücadelesinin temeline toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesi sorununun konulması bu anlamda bir ilktir. ‘Nasıl yaşamalı?’ sorusuna cevap arayışı Kadınların çoğu despot bir babadan, kocadan, ekonomik sıkıntılardan, egemen sistemden oluşan geleneksel bir yaşam tarzı içinde yaşamaktadırlar. Kürt Özgürlük Hareketi’yle kadınlar, bu geleneksel yaşamı, kapitalizm ile cilalanmış, boyanmış fakat özünde köleliği daha derin işleyen yaşam tarzını terk ederek yeni bir yaşam ve ilişki dünyasıyla tanışmışlardır. Yeni bir kadın ve yaşamı inşa etme çabası Kürt Özgürlük Hareketi’ni kadın için çekim merkezi kılmıştır. Tabi burada kadının mücadeleye katılımı tek başına yeterli değildir, burada önem kazanan bu katılımın hangi düzeyde, nasıl olduğu ve içeriğidir. Zira dünya devrimlerinin hepsinde kadına yer verilmiştir. Ancak yaşanan bazı deneyimler göstermiştir ki kadının sadece devrime fiziki olarak katılması yeterli olmamıştır. Kadının toplum içindeki satütüsünde çok ciddi bir değişim yaşanmamıştır. Tîrmeh 2010 Kürt Özgürlük Hareketinde ise kuruluş aşamasından bu yana güçlü bir özgür kadın perspektifiyle hareket edilmiştir. Kadınlar Özgürlük Hareketi içerisinde önemli bir değişim gücü olarak görülmüş ideolojik, politik, askeri, siyasi, örgütsel çalışmalarda kendi bakış açılarını yansıtmış, mücadelenin geldiği düzeyde belirleyici bir rol oynamışladır. Hareketin başlangıcından itibaren temel amaç ‘Nasıl Yaşamalı?’ sorusuna cevap arayışı olmuştur. Toplumu boğan geleneksel geri gerçekliğin çözülüşü toplumsal cinsiyetçiliğin özgürleştirilmesinden, cinsler arası eşitsizliğin aşılmasından, geleneksel ilişki ağlarının parçalanmasından geçmektedir. Özgürlük mücadelelerini tahakkümcü zihniyetin etkilerinden kurtarmanın ve kalıcı başarıya götürmenin tek yolu kadının mücadeleye aktif, bilinçli ve iradeli katılımını sağlayacak zeminin yaratılmasıdır. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi o toplumdaki kadının gelişmişlik düzeyiyle anlaşılıyorsa, bir hareketin gelişmişlik düzeyi de o hareket içerisinde yer alan kadınların özgürlük düzeyiyle anlaşılmaktadır. Hiçbir özgürlük hareketi kadın katılımının bu düzeyde olmasına cesaret edememiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin buna cesaret etmesi özgürlük ideolojisine olan güveninden, özgürlük ahlakına olan inancından, özgürlük bilincinin derinliğindendir. İşte bu cesaret, inanç ve bilinçtir ki bu gün tüm dünyanın tanıklığında Kürdistan’da bir kadın devrimini gerçekleştirmektedir. Özgürlük dağlarında başlatılan kadının özgürlük yürüyüşü bu gün tüm alanlara yayılmıştır. Evinde sessizliği ve karanlığa mahkûm edilen kadın kendi öz gücü ve iradesiyle yeni bir yaşamın kuruluşuna öncülük etmekte. Kürdistan’da insanlığın onur tarihi yeniden yazılıyor. Kürt kadınlarının özgürlük iddiasını ile 16 gerçekleştirmiş olduğu direnişinin neleri ortaya çıkardığı sayısız kutsal şahadetle ortaya konulmuştur. Kürt kadının direnişi destanlar yazmış ve bundan sonra da yazmaya devam edecektir. Kapitalist sistemin geliştirmiş olduğu cinsiyetçilik karşısında ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel ve en temelde örgütsel olarak toplumun bütün alanlarında kadın özgürlük çizgisi büyümektedir. Bu artık önüne geçilemeyecek bir toplumsal gerçeklik haline gelmiştir. Kürdistanlı kadınların yaktığı özgürlük ateşi bu gün dağlardan şehirlere doğru akıyor. Yeniden doğuşun şarkısı Bu özgürlük ateşinin yeni kıvılcımlarını oluşturmak ise genç kadınların temel görevidir. Egemenlikli sistem bu gün genç kadınlara yaşam alanı bırakmamıştır. Özgürlük adına ne varsa yok etmeye çalışmaktadır. Genç kadınlar buna karşı kendi yaşam alanlarını kendileri yaratacaklardır. Kadın Özgürlük Hareketi’nin kutsal topraklarda yeniden yazdığı şarkı bu gün tüm dağlarda, şehirlerde yankılanmakta. Genç kadınlar bu şarkıyı daha yüksek sesle söylemenin sorumluluğuyla karşı karşıyalar. Bu da ancak mücadeleye daha güçlü katılmakla gerçekleşecektir. Bunun en anlamlı ifadesi ise özgür dağlara yürümek olacaktır. Uzaklardan bir şarkının ezgisi buradan duyuluyor. Bu şarkı zaferin şarkısı. Yeniden doğuşun şarkısı… Genç kadınların kendi baharlaşma mevsimlerinde özgürlük dağlarında özgürlüğü, direnişi, onuru ve aşkı yeniden yaratacağına olan inancın şarkısı.. Bu şarkı özgürlüğün şarkısı. *** STÊRKA CİWAN K A D I N Gençler ‘Tecavüz Kültürü’ne Dur Demeli Zerya ZAGROS “Kürt gençliği, fuhuş, narkotik vb. yöntemlerle dejenere edilmek istenmektedir. Kürt kızları devlet yetkilileri tarafından taciz ve tecavüze uğramaktadır. Gerçek böyle iken, bunun ötesinde söylenecek pek bir şey yok aslında. Yapılması gereken harekete geçmek ve kıyamet koparmaktır. Devleti tecavüzkârların başına yıkmaktır” Kadına karşı şiddet, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye ve Kürdistan’da da artarak devam eden toplumsal bir yara. Öte yandan da aralıksız devam eden savaşlar ve can kayıpları. Yani şiddet, ölüm, tecavüz, intihar, gözyaşı dinmek bilmiyor. Bu vahşetin durması bir yana, tersine tecavüz bizzat devlet eliyle gün geçtikçe daha da artırılıyor. Bir nevi kadına yönelik şiddete dair haberler eksik olmuyor yaşamımızdan, adeta yaşamımızın bir parçası durumunda. İstatistiklere göre, geride bıraktığımız son birkaç ay içerisinde 10 binin üzerinde kadın şiddete uğradı. Ve bunlardan 110 üzerinde kadın, namus, kıskançlık vb. gerekçelerle katledildi. Yani her gün onlarca kadın, çocuk bu vahşi‘tecavüz kültürü’nün kurbanı. Aslında ortaya çıkan fotoğraf kadın şahsında tüm toplumun tecavüze uğruyor olması. Çünkü bu Tecavüz ve savaş zihniyeti yani eril zihniyetin birbirini besleyen ürünü tüm topluma dayatılıyor. Bu kan emici zihniyetin adı tecavüz kültürü, savaş kültürüdür. Devlet kültürüdür. Terördür. Tecavüz kültürü sadece kadının bedeniyle ya da cinsel alanla da sınırlı kalmayan, bir konudur. Egemen sistemin erkek egemenlikli zihniyetinden temelini alan ve kadınından çocuğuna kadar toplumun ezilen tüm kesimlerine uygulanan her türlü zor, şiddet, ve baskı, çocukların öldürülmesi, gençlerin linç edilmesi, toplu17 mun soykırımlardan geçirilmesi de tecavüz kültürün bir ürünüdür. Emeğin sömürülmesi, gasp edilmesi, el konulması da tecavüz kültürünün ürünüdür. Doğaya tahakkümde bulunmak, gasp etmek, tahrip etmek, yakıp yıkmak, barajlar kurmak, tarihi eser ve değerleri yıkmak da bu kültürün ‘eserleri’ arasındadır. Erkek kadını, devlet de toplumu kendisine ait kılmak ister Bu kültürün en büyük icadı da, dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde halklara karşı yürütülen savaşlardır. Bunlar sonucunda sönen yaşamlar, yakıp-yıkılan coğrafyalar. Bu eril egemen sistem bu kültürü dayatarak halkları, kültürleri, insanları birbirine kırdırtmakta, düşmanlaştırmakta, insanı bile kendine yabancılaştırmakta. Kürdistan’daki savaşın kendisi de bu tecavüz kültürünün bir sonucu değil midir? Yakılıp boşaltılan binlerce köyün, göçertilen yüz binlerce insanın ve her gün dökülen oluk oluk kanın sebebi bu tecavüz kültürü değil midir? Çünkü tecavüz kültürünün temelinde başkasının hakkına, yaşam alanına zorla el koyma, hükmetme, sahiplenme vardır. Erkek kadını, devlet de toplumu kendisine ait kılmak ister ve bunun için her şeyi yapmayı mubah sayar. Bu kültürün kökeni bin yıllar öncesinde egemen erkek zihniyetinin, kadının emeğine ve yarattığı tüm topTîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN lumsal değerlere, komünal ve barışçıl yaşama zorla el koyup bunlar üzerinden egemenliğini kurduğu dönemlere dayanır. Bu kültür o dönemden bugüne kendini geliştirerek ve daha da yetkinleştirerek gelmiştir. Bu gün bu kültür toplumun her köşesine ve hücresine sinmiş, kendini çok ince yöntemler ve özel savaş araçlarıyla sürdürmektedir. Çıkış itibarıyla kadına karşı geliştirilen bu kültürün bu gün de en büyük mağduru yine kadın olmaktadır. Tecavüz terörüne “dur” demek Kürdistan’da tecavüz yıllardır olduğu gibi bu gün de devlet eliyle özel savaş yöntemi olarak yürütülmektedir. En son olarak ortaya çıkan Siirt, Pervari olaları bunu açıkça gösteren örneklerdir. Zaten bu saldırı, yıllardır planlı bir şekilde Kürt toplumuna dayatılmaktadır. Bu saldırı Kürt çocukları şahsında tüm Kürt toplumuna karşı gerçekleştirilmiştir. Kürt toplumunun, bu bilinçle hareket etmesi kaçınılmazdır. Yıllardır özgürlük arayışında olan Kürt kadınları, kendilerini toplumun kölesi ve kurbanı yapan bu egemen ve tecavüzcü zihniyete karşı mücadele veriyor. Geçtiğimiz yıl “Kimsenin Namusu Değiliz,Namusumuz Özgürlüğümüzdür” şiarıyla yıl boyunca bir kampanya yürütüldü. Bu kampanya, toplumun en büyük yarasına çomak sokmak gibiydi. Çünkü toplumumuzda kadın hala namus olarak görülmekte. Bu kampanya hem kadında hem de genel toplumda önemli gelişmeler sağladı, binlerce yıldır tabulaştırılan zihniyet kalıplarını sorgulattırdı. Kürt kadın hareketi, geçtiğimiz Mayıs ayında da “Özgür ve Demokratik Toplumu Yaratalım, Tecavüz Tîrmeh 2010 Kültürünü Aşalım” şiarıyla yeni bir kampanya başlattı. Ve bu kampanya çerçevesinde başta Kürdistan ve Türkiye olmak üzere birçok yerde çeşitli eylemler gerçekleştirildi ve kampanya devam ediyor. Kürt kadınları kendilerini bin yıllardır köle eden, topraklarını gasp eden, dillerini yasaklayan, varlıklarını inkâr eden bu tecavüz terörüne “dur” diyor. Bu kampanyayı en çok yükseltmesi gereken kesimlerden biri de, Kürt gençliğidir. Çünkü tecavüz kültürünün diğer bir kurbanı da Kürt gençliği olmaktadır. Kürt gençliği tecavüz kültürüne karşı ne yapmalı ? Kürt gençliği de, tecavüz kültürünün bir yöntemi olarak fuhuş, narkotik vb. yöntemlerle dejenere edilmek istenmektedir. Kürt kızları devlet yetkilileri tarafından taciz ve tecavüze uğramaktadır. Gerçek böyle iken, bunun ötesinde söylenecek pek bir şey yok aslında. Yapılması gereken harekete geçmek 18 ve kıyametler koparmaktır. Devleti tecavüzkârların başına yıkmaktır. Kürt gençliğinin yıllardır halkına verdiği söz gereği, toplumun öz savunmasını sağlaması, ona uzatılan kirli elleri kırması, gerçekleştirilen bu tecavüz kültürünün saldırıları karşısında meşru savunma ekseninde harekete geçmesi en temel görevlerindendir. Şimdi bunu yapamazsak, bizi bekleyen farklı bir geleceğin olmadığını da bilmeliyiz. Özellikle de Kürt kızlarının kendilerine, Kürt kadınlarına, Kürt toplumuna dayatılan köleliğe, tecavüze ve baskıya karşı eylem alanlarına çıkması özgürlük arayışının gerekliklerindendir. Küçük çocukları cezaevlerine gönderip, orada işkence yapan, yaşlı analarımıza sokak ortasında linç uygulayan, ülkemize tonlarca bomba yağdıran, toplumu fuhuşa, uyuşturucuya sürükleyen, yozlaştıran, kültürel soykırıma maruz bırakan ve bunun dışında hiçbir seçenek tanımayan devlet patentli bu tecavüz kültürüne hayır diyelim, özgür, onurlu geleceği yaratalım. STÊRKA CİWAN G Ü N C E L ÖZGÜR VE EŞİT BİR YAŞAM YOLUNDA DEMOKRATİK GENÇLİK AKADEMİLERİ Özgür ÇALAK “Akademiler, tarihte de mevcut sistemin dışında, soru sormayı ve cevaplarına kendi öz düşünce gücüyle ulaşmayı sağlayan mekânlar olarak ortaya çıkmıştır. Belirlenen düşünce kalıpların dışına çıkan ilk çağ filozofları özgür tartışma ortamlarını geliştirerek, insana ait olan düşünme, duyumsama, hissetme ve anlamdırma gücünü daha fazla açığa çıkarmıştır” Bu gün bin yıllardır yok edilmek istenen toplumların özgürlük tutkusu Ortadoğu topraklarında yeniden boy vermekte. Özgürlüğün en somut ifadesi olarak oluşum sürecine girdiğimiz Demokratik Konfederalizm, toplumların özgürlük eğilimi olarak Kürdistan’da tomurcuklanıyor. Bu tarihsel gelişmenin canlı tanığı olan hatta onun da ötesinde bire bir yaratıcısı olan bir neslin içinde olmak günümüz gençliği için büyük bir şans. Önderliğin ortak, eşit ve özgür bir yaşama dayanan, komünalizme yeniden ruh veren Demokratik Konfederalizm projesinin hayat bulması kuşkusuz yeni toplumu yaratmakla iç içe gelişecektir. Yeni bir toplumsal yapı ise ancak onun yeni zihniyeti ile gelişebilecektir. Tarihin tüm önemli süreçleri ve oluşumları etkili zihniyetlerle gelişmiş, iradesel duruşlarla somut ifadelere kavuşmuş, yaşam alanları haline gelmişlerdir. Yeni toplumu yaratmak, bunun yeni zihniyeti yaratma süreçleri yoğun ve kararlı bir çalışma gerektirir. Güçlü bir bilinçlenmeyi ister. Özellikle gençlik toplumsallaşmasında buna daha fazla ihtiyaç olduğu ortadır. Toplumda demokratikleşmeyi geliştirmek, özgür yurttaşlığı geliştirmek için öncelikle kapitalizm tarafından en fazla saldırıya uğrayan gençlerin özgürlük için mücadele etmeleri gerekir. Bu da ancak bizler tarafından geliştirilecek bir bilinçlenme ve aydınlanma hareketiyle yaşam bulabilir. Bin yılların gözlerinden arınmış ve tarihin üstündeki örtüyü kaldırarak gerçeği arayan biz gençler 19 yaşamın anlamını nasıl bulacağımızı da bilmeliyiz. Bunun için kullanacağımız yöntemleri doğru belirlemeliyiz. Verili olanı çözümleyerek, çözerek ret etmek ve alternatifini oluşturmak temel yaklaşım olmalı. Doğru yöntem doğru sonuçları da doğuracaktır. Kendi zamanımızın zihniyet oluşumunda kullanacağımız mekânlar bu açıdan önemli. Bu nedenledir ki Önderlik demokratik siyaset akademilerinin en kısa zamanda oluşturulmasını tüm toplumsal kesimler için belirtti. Ancak özelde biz gençler için Demokratik gençlik akademileri olmazsa olmaz kabilindedir. Tabii öncelikle egemen zihniyetin eğitim sistemini yorumlamak ve ona karşı tavrımızı belirlemek zorundayız. Tarihteki bütün sınıflı toplumlarda eğitim, egemen sınıfın ideolojisinin yeniden üretiminin ve topluma yayılmasının, kabul ettirilmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. Egemen sınıflar, hegemon konumlarını koruyabilmek ve bireyleri kendi üretim ilişkilerine uygun olarak yetiştirmek için eğitimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Bu bağlamda eğitim, egemen sınıfların ideolojik araçlarından biridir. Antik toplumlardaki eğitim sisteminden feodal toplumdaki kiliselere ve kapitalist toplumdaki üniversitelere kadar eğitimin başlıca amacı, egemen sınıfların çıkarlarına göre şekillendirilen toplumu mevcut sistemin devam etmesi gerektiğine ikna etmek, yeni kuşakları sistemin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli biçimlere sahip hale getirTîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN mektir. Egemen sınıfın kalıpları dışına çıkan eğitim anlayışları, tarihin her döneminde şiddetle reddedilmiş, yasaklanmış ve engellenmiştir. Kapitalist toplumda da eğitimin anlamı farklı değildir, ancak kendisinden önceki toplumlara göre çok daha karmaşık bir işleve ve işleyişe sahiptir. Kapitalizm için eğitim, bir yandan burjuva sınıfının toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracı ve eğitim kurumları da burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı yerlerken, diğer yandan da sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli işgücünün yetiştirildiği, kapitalistler sınıfı için meta üretiminin yapıldığı kurumlardır. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır. Dini kurumlar, eğitim sistemi, hukuk sistemi, medya gibi tüm araçlar ideolojik aygıtın birer parçasıdırlar. Kapitalist sistem bu araçları son derece etkin bir şekilde kullanarak ve her gün bu araçlara yenilerini ekleyerek, hatta kimi zaman kendisine karşı olan araçları bile tersyüz edip içini boşalttıktan sonra topluma iade ederek ideolojik bombardımanını sürdürür. ölünceye kadar bırakmaz. Kapitalist sistemin toplumun tamamını genel ve zorunlu bir eğitime tabi tutması kuşkusuz kendisinden önceki toplumlarla karşılaştırıldığında muazzam bir ilerlemedir. Fakat kapitalist sistemin eğitim amacı, toplumu oluşturan bireyleri, kendisinin ve yaşadığı dünyanın bilincinde olan ve edindiği bilgiyi toplumun yararına kullanan özgür insanlara dönüştürmek değildir. Bu bilgiyi kendi isteminin çıkarları doğrultusunda kullanan, insanlar terbiye eden ve bunu da fazla soru sormadan, sorgulamadan, anlam gücü kazandırmadan itaatkâr bir şekilde yerine getiren ücretli ya da ücretsiz kölelere dönüştürmektir. Kapitalist zihniyetin bin bir maskeli yüzü içinde gençlik Kapitalist sistemde dünyaya gelen herkes, doğduğu andan itibaren bu ideolojik bombardımana maruz kalır. Önce aile içinde, sonra okulda ve ardından üniversitede verilen eğitim tek bir amaca yöneliktir; bireyi kapitalist toplumla uyumlu bir hale getirmek ve bu şekilde tutmak. Okul evresi bittiğinde ideolojik eğitim başka araçlarla devam eder. Bu kapsamda burjuva medyanın ulaştığı güç korkutucu boyutlardadır. Medyanın yanı sıra din, kültür, ahlak gibi araçlarla süre giden ideolojik eğitim kişiyi Tîrmeh 2010 ‘Ücretli veya ücretsiz kölelik’ diyoruz çünkü toplumun geneline uygulanan eğitim sistemi sadece küçük bir azınlık ile toplumun geri kalan çoğunluğunun arasında her alanda olduğu gibi eğitim alanında da derin bir uçurum vardır. Egemen sınıfın çocuklarının okuduğu okullar ile toplumun geri kalanının eğitim gördüğü okullar arasındaki fark, kapitalist toplumun sahip olduğu eşitsizlikle doğru 20 orantılı olarak her geçen gün daha da artmaktadır. Bu kapitalist sistemin doğası gereğidir. Çünkü kendini sürdürmek için buna ihtiyacı vardır. Ama sonuç yine de değişmemektedir. Sonuçta ne kadar cilalansa da sistem kendi okullarında köleler yetiştirmekte. Kapitalist sistemin bütün ideolojik argümanları eğitim sisteminin içeriğine de yansımıştır. Esas olan anlamak ve anlamlandırmak değil, ezberletmek ve bir nevi robotlaştırmaktır. Araştıran ve sorgulayan, doğru bulmadığını eleştiren, doğru bildiğini sonuna kadar savunan bir düşünme tarzı kapitalist sistemin anlayışıyla asla bağdaşmaz. Onun istediği kendisinin doğru dediğine doğru diyecek, yanlış dediğine yanlış diyecek, kısacası egemen ideolojiyi tartışmasız kabul ederek, pasifleşmiş ve edilgen hale gelmiş beyinlerdir, tenekeleşmiş yüreklerdir. Verili eğitim sistemiyle biz gençlerin kendi geleceğini yaratmasının mümkün olmadığı ortadadır. Sistem hangi maskeyi takarsa taksın gerçek yüzünü gizleyememektedir. Ve bugün hepimizin hep bir ağızdan ‘kral çıplak’ diye bağırmasının önüne kimse geçemez. Bir parça ekmek için kralların soytarıları olma, kırk takla atma dönemi artık hiç kimse için kabul edilemeyecek bir gerçektir. Kapitalist sistem ve onun işbirlikçileri çıplaklıklarını gizleyememektedirler. Sistem eğittiği gençlerle bir yandan ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü açığını kapatmakta bir yandan da kendi çıkarları için sürekli bir işsizler ordusunu yedekte bulundurmaktadırlar. Üniversiteden mezun olmak için yıllarca ter dökenlerin büyük bir çoğunluğu iş bulamamakta veya işsizlik korkusunun etkisiyle çok düşük ücretlere ve son derece kötü koşullarda çalışmaya razı olmaktadırlar. Eğitim sisteminin tüm kademelerinde, bireylerin kültürel STÊRKA CİWAN ve ulusal kimlikleri, dilleri ve dinleri birer baskı sebebi olarak kullanılmakta, milliyetçi ve şoven bir anlayışla hazırlanmaktadırlar. Kendi anadilinde eğitim görme hakkı tanınmamaktadır. Aynı zamanda açık hava hapishanelerine çevrilen okullar, polis ve mafyanın işbirliği sayesinde birer uyuşturucu bataklığına dönüştürülmektedir. Gençleri eğitim amacıyla bu binalara dolduran ve ardından onları kapitalist düzenin en iğrenç yöntemleriyle zehirleyen de yine aynı kapitalist sistemdir. Tüm bunlar herkesin gözleri önünde olup bitmektedir. Ancak toplumun, duyularının sistem tarafından köreltilmesi, refleksiz, tepkisiz bırakılması onu başka çaresi yokmuş gibi kendinden sonra gelenleri de bu sisteme yem olarak hazırlamaktadır. Karanlığa çığlık olmak ama bilerek anlayarak ve yaratarak Bunu için kapitalist sistemin sınırları içinde, ondan bağımsız, hatta onu aşan bir eğitim sisteminin yaratılabileceğini savunmak tümüyle sakat bir yaklaşımdır. Bu gün muhalif kesimler tarafından yaşanan en büyük yanılgı kapitalist sistemde kapitalist olmayan bir eğitim sistemi kurulabileceği yanılsamasını yaşamaktır. O halde devrimci gençliğin yürüteceği mücadele hangi politik eksen üzerinde ilerlemelidir? Demokratik siyasetin yani demokratik toplumun yaratılmasının mücadele yöntemlerinin geliştirilmesinde gençliğin oynayacağı rol nedir? Sorularına verilecek öncelikli cevap; gerçek bir bilinçlenme ve aydınlamanın yaşanmasıdır. Sorunun özü mücadelenin ve örgütlenmenin kapitalist sistemden ve onun ideolojisinden kendini koparmaktır. Sistemiçileştirmeye karşı alternatif bir yaşamı oluşturmaktır. Tabii özgürlüğümüzün mücadelesini doğru temellerde vermek için öncelikli ihtiyacımız kendimizde yeni bir zihniyet yaratmaktır. İşte tam da bunun için demokratik gençlik akademileri gereklidir. Yeni yaşamı yaratmada özellikle gençliğin oynayacağı rol düşüldüğünde gençliğin kendi demokratik akademilerini oluşturması tarihsel ve güncel olarak büyük bir öneme sahiptir. Akademiler, tarihte de mevcut sistemin dışında, soru sormayı ve cevaplarına kendi öz düşünce gücüyle ulaşmayı sağlayan mekânlar olarak ortaya çıkmıştır. Belirlenen düşünce kalıpların dışına çıkan ilk çağ filozofları özgür tartışma ortamlarını geliştirerek, insana ait olan düşünme, duyumsama, hissetme ve anlamdırma gücünü daha fazla açığa çıkarmıştır. Akademilerin günümüze kadar kurumlaşarak gelmesi ve adeta bir geleneğe dönüşmesi sahip olduğu güçle birebir bağlantılıdır. Günümüzde de kapitalist istemin verili eğitimine alternatif olacak bir kurumlaşmaya gitmek eğitim sistemimizde yarattığımız demokratizasyon ve düşünce dünyamızdaki üretim ile olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi gençlik kendi toplumsallığını yaratırken bin bir hileyle, tuzaklarla ve çıkar ilişkileri ile karşı karşıyadır. Bunu aşmak ve alternatif bir yapılanmayı geliştirmek öncelikle gençlik akademilerinde yakalayacağımız düşünsel üretim düzeyle olacaktır. Akademilerde geliştirilecek yöntem sistemin geleneksel anlamda yarattığı koşullanma ve ideolojik şartlanmayı aştıracak nitelikte olmalıdır. Bu da kendisiyle beraber gençliğin dinamizmiyle yeniliklere açık uygulama yöntemlerinin yaratılacağı mekânlar işlevini görmesini de sağlayacaktır. Gençlik demokratik bir toplumun eşit ve özgür koşullarda oluşmasının her aşamasına böylece daha güçlü katılarak aslında 21 bir yönüyle kendini gerçek anlamda görecek ve yeniden bir doğuşu gerçekleştirecektir. Yani demokratik gençlik akademileri gençlerin kendini keşfettiği mekânlar olacaktır. Yeniden soluklandığı mekânlar. Tüm bu gerçeklikler gençliğe özgün, onun özüne uygun bir toplumsal eğitim ile araştırarak, sorgulayarak özgür düşünceler yaratarak olacaktır. Tabii gençliğin eğitiminin aynı zamanda büyük çaba ve sabır isteyen bir iş olduğunu da unutmamak gerekir. Fakat sistemin yaşamı anlamsızlaştırma saldırıları karşısında yaşamı anlamlandırma gücü ile beraber düşünce ve duyguları geliştikçe bunun karşılığında önemli bir gelişme yaratma gücü de ortaya çıkacaktır. Gençlik kendi amaçlarında netleştikçe bunun yöntemlerini iyi kavradıkça girdiği her işte bir başarı sağlayacaktır. Bunun için demokratik gençlik akademilerini yeniden tanımlamaya ve yöntemini belirlemeye ihtiyaç vardır. Şimdiye kadar yaşamı anlamsızlaştıran verili sistemlerin eleştirisi üzerinden geliştireceğimiz akademilerimizin gençlik açısından hemen hayata geçmesi ve içeriğinin zenginleştirilerek sonuç alan bir tarzın yaratılması gençlik açısından hayati önemdedir. Gençlik akademilerimiz düşünen, sorgulayan, hisseden insanı yaratmalı. Düşündükçe, sorguladıkça, hissettikçe yeni anlamlarla buluşan ve yeni anlamlarla buluştukça yaratan, yapan insanı yaratmalı. Her şeyden önemlisi kendi iradesel gücüyle bunu başaran insanı yaratmalı. Bu nedenle Önderliğimizin yeniden gündemleştirdiği akdemileri en kısa zamanda işlevine uygun oluşturmak vereceğimiz en büyük özeleştiri olacaktır. Tüm genç beyin ve yürekler için. Tüm toplum için. Karanlığa çığlık olalım ama bilerek, anlayarak ve yaratarak! *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN A N A L İ Z Manipülatif Medyaya Karşı Özgürlükçü Medya Kasım ENGİN “İletişimin bir bölümü olan ve büyük bir role sahip olan medyanın başarısı, dilinin çok güçlü kullanılmasıyla bağlantılıdır. Özgün, zengin ve çeşitli olan medya dili yumuşak, dolaylı ve insanları etkileyen bir yapıya sahiptir. Kamuoyunu herhangi bir konuda ikna etme ve zeminini hazırlama görevi medyaya aittir” Tîrmeh 2010 “Medya kavram olarak, sihirli ya da medyum, yani geleceği gören anlamına gelir. Genel anlamda kullanış biçimi; bir ifade aracı olduğu kadar belli bir mesajın bir gruba ulaştırılmasını sağlayan bilgi yayma araçlarının (televizyon, kitap, reklam, İnternet vb.) tümüne denir. Her ne kadar son dönemlerde birçok kesimin medya için kendisince geliştirdiği bazı tanımlamalar olsa da birçok anlatı ve tartışmada kitle iletişim araçlarının tümüne yönelik söylenen bir kavram olmaktan çıkmış, daha çok basın-yayın şirketlerinin yapısı ve işlevi ile ortaya çıkan iletişim ve yapı sistemine verilen genel bir kavram haline gelmiştir.” (Gurbetelli Ersöz, Basın Akademisi Yoğunlaşma Devresi Broşürü)’ Kitle iletişim araçları, adı üstünde kitlelerle ilişki kurmak, kitlelere istenilen mesajları vermek, kitleleri eğitmek ve tabii ki siyasal ve ideolojik düşünceleri kitlelere empoze etmek için yaygın kullanılan araçlardır. Medyanın etkinliği çağla birebir bağlantılıdır. Eski dönemlerde ulaşımın zor olduğu, iletişimin geç yapıldığı zamanlarda doğaldır ki iletişim araçları etkili olamayacaklardı. Sözlü anlatıcılar aracılığıyla yapılabilen etki neyse o yapılabilmiştir. Özcesi medyanın insanlığı komple etkileyebilmesi, teknolojinin gelişimiyle at başı gelişmiştir. Teknoloji ne kadar gelişmişse, ulaşım ne kadar hız kazanmış ise iletişim araçları da o kadar etkili ve hızlı olmaya başlamışlardır. 22 Biliniyor; burjuva demokrasilerinin temel üç kurumu vardır; yürütme, yargı, yasama yani hükümetler, mahkemeler ve meclisler. Ve bu sistemin demokratik olabilmesi için bu üç gücün eşit düzeyde birbirini denetleme, kontrol etme hakkına sahip olması gerekliliğinden bahsedilirdi. Montesquie böyle tanımlamıştı burjuva demokrasisini. Birbirinin üstü değil, eşit, bağımsız olmalıydı. Aksi takdirde birbirini etkileme, yönlendirme, manipüle etme imkânı doğardı ki bu da demokrasi olamazdı. Uzun yıllar burjuva demokrasisi için bu üç güç önemliydi. Ancak 1950’lerden sonra dördüncü bir güç devreye girdi. Buna Medya ya da basın yayın denildi. Gazetelerin yaygınlaşması, telgraf, sinema, radyo ve adım adım tele-vizyonların gelişimi bu süreci hızlandırdı. Ve bugüne geldiğimizde teknolojik olarak dünyanın adeta evinize kadar gelebilmesi, dünyayı evinizde izleyebilmeniz, bu dünyanın en zengin olanıyla dağ başında çobanlık yapan birinin iletişime geçebilmesiyle bırakalım dördüncü güç tanımlanmasını, birçok yerde medya ya da basın yayının daha üst sıralara tırmanmasına yol açmıştır. Hatta bazı yerlerde birinci güç olduğu söylenmeye başlanmıştır. İletişimin bir bölümü olan ve büyük bir role sahip olan medyanın başarısı, dilinin çok güçlü kullanılmasıyla bağlantılıdır. Özgün, zengin ve çeşitli olan medya dili yumuşak, dolaylı ve insanları etkileyen bir yapıya sahiptir. STÊRKA CİWAN Kamuoyunu herhangi bir konuda ikna etme ve zeminini hazırlama görevi medyaya aittir. Toplumsal olgular inşa edilen olgulardır Önderliğimiz “Toplumsal olgular inşa edilen olgulardır” dedi. Yani bir toplumun oluşmasında insan emeği var dedi. İnsanlar bu inşayı gerçekleştirmişlerdir. Bu şu demektir; insanı siz inşa edebilirsiniz. Devam edersek, insanı etkileyebilirsiniz. İnsanı yönlendirebilirsiniz. Tabii tersinden insanı kendinden alarak manipüle edebilir, yani insanı insandan çalabilirsiniz. Özcesi insanın duygu dünyasına hitap ederek onu istediğiniz yere çekebilirsiniz. Tabii bu insan ya da insanların sözlerinize karşı hazırlık düzeyi yoksa bu böyledir. Eğer insanlar söz, davranış ve eylem bütünlüğüyle bakabilmesini öğrenmişlerse sadece söylenenlere bakmayacak, aynı zamanda davranışlar ve bu söz ve davranışların yarattığı sonuç sahası olan eyleme bakacaklardır. Söz ve davranış güzel ancak eylem yani atılan sonuç adımı başka bir durum yaratmış ise, o zaman söylenenleri ciddiye almayacak ve kendilerinin yönlendirilmesine izin vermeyeceklerdir. Tarihten bir örnek verirsek söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Tarihte Sümer devleti diye oldukça etkili bir devlet vardır. Tarihin Sümerlerde başladığını söyleyen bilim adımları da az değildir. Ancak biz biliyoruz ki Sümerlerde kölecilik çok yaygın kullanılan bir durumdur. Hatta Sümerlerin gelişimi ağırlıklı olarak bu köle emeği üzerinde inşa edilmiştir. Peki, nasıl oluyor da insanlar köleliği böyle rahatlıkla kabul edebiliyorlar? Diye bilirsiniz ki Sümerler zor ve şiddetle bu işi başarmışlardır. Olabilir, ancak biz de biliyoruz ki zor üzerine inşa edilen yapılar her zaman uzun süreler yaşamamışlardır. Bir de nasıl oluyor da insanlar gönüllüce neredeyse Sümer rahiplerine, onların buyrukları temelinde çocuklarını ‘tanrılara feda amaçlı’ verebilmişlerdir? Nasıl oldu da iradelerini onlara teslim etmişlerdir? Bu sorulara verilecek doğru cevaplar bugün medyanın üstlendiği misyonu nasıl icra ettiğini daha iyi anlayabilme şansını bize verecektir. Ve biz biliyoruz ki Sümer rahipleri sadece zora dayalı değil, insanların beyinlerine, yüreklerine girerek sözün üstünlüğüyle insanların ruh dünyasını alabildiğince etkilemesini bilmişlerdir. Bu, insanın ruhsal bir yapı olarak etkilenmeye, etkilemeye, yönlendirilmeye, yönlendirmeye açık olan yapısıyla ilgilidir. Evet, yeniden konumuza dönersek insanın ruhsal sahasını siz etkileyebilirsiniz. Bu gerçeği egemenler çok iyi bilirler. Tarihin ilk iktidar gücü olan gerontokrasiden bu yana insanlar tecrübeye, yönlendirmeye ve kandırmaya dayalı etkileme sanatı olan dil ile her zaman insanların hafızalarına girmeyi başarmasını bilmişlerdir. Dediğimiz gibi egemenlerin bu yetenekleri adeta insanın her dokusunu tanıyacak, ona göre yaklaşım belirleyecek bir düzeydedir. İnsanın karakterinin en incesinden en kabasına, duygusalından asabisine, sert kafalısından en iyi niyetlisine, en dindarından en savaşçısına göre insanları, özel tecrübelerle, edindikleriyle, etkileme sanatıyla istedikleri biçimi vermeyi başarmışlardır. Başka da bugün bu kadar aptallaştırmalara rağmen ses seda çıkarılmıyorsa, maymunlaştırma diz boyu dayatılıyorsa, egemenlerin ne kadar ustaca işlerini yürüttüklerini söylemek ve haklarını teslim etmek herhalde bu bağlamda yanlış olmayacaktır. 23 Konumuza yeniden dönersek; teknolojik gelişimle birlikte dünya neredeyse bir köy haline dönmüştür. İstediğiniz zaman istediğiniz kişiye, istediğiniz eve, istediğiniz mahalleye, istediğiniz şehre, istediğiniz devlete ulaşabilirsiniz. Ulaşmak size yeni güç imkânları elde etme şansını vermektedir. Ulaşmak size yeni etkileme imkânları sağlamaktadır. İşte bunun için deniliyor ki medya, siyasal, sosyal ve kültürel, psikolojik alanda hatta ekonomik alanda birinci güç konumundadır. Sözde bunun için basın özgürlüğü yoksa demokrasi yoktur deniliyor. Basın ise yani medya ise emperyalistlerin tekelindedir. Bugün dünyanın en güçlü medya kuruluşları emperyalistlerin, egemenlerin elinde ve denetimindedir. Boşuna medya patronlarını giderek yükselen bir trendlesiyasal sahada görmüyoruz. Eskilerde bu işler yani medya patronlarının siyaseti etkileme işleri gizli yapılırdı, şimdilerde bu işler hiç gizleme ihtiyacı duyulmadan, alenen yapılıyorsa bu medyanın ne kadar güçlendiğini ve ne kadar etkin olduğunu gösterir. Egemen medyanın politikası üç ilkeden oluşur Medya araçları bugün emperyalist egemen güçlerin kendi çıkarlarını sağlama almada en etkili silahları olduğunu herkes bilir. Yine birçok devlette rejim değişikliğinin bu medya gücüyle yapıldığını da herkes kabul ediyor. Dünya öyle küçülmüş ki istediğin biçimde istediğin tarzda sanal bir dünya yaratarak, illüzyonistler gibi izleyenleri manipüle ederek yönlendirmek zor olmamaktadır. Bugün medya, 1970’lerde Şili’de Salvador Allende sosyalist hükümetine karşı kullanılarak deviren ve sonra da katledilen ‘20 yalan bir doğru yaTîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN par’ ilkesini daha da geliştirerek uygulamaktadırlar. Öyle ki bugün medya araçlarında yalanlar peş peşe pompalanarak verilir. İzleyen önceleri yalan olduğunu bilse de bu yalanların onlarca kez tekrarlanmasıyla insanın ruhsal dünyası ve hafızası giderek söylenenin doğru olabileceğini ve giderek de bunların doğru olduğuna inanarak manipüle edilmiş olur. Bu birinci ilkedir. Yani bolca yalanla, doğruyu belirsiz kılacaksın. Ve ardından da medya araçlarının gücü ve etkinliğiyle ise hafızaları kuşkuya düşüreceksin. Bir kere hafızalarda kuşkular yaratılmış ise peşinden o hafızayı götürmek istediğin yere yönlendirmek zor olmayacaktır. İkinci ilke ise vereceğin bilgiler biz buna veri diyelim- gerçekten maddi olan bilgilerle doğrusu dile gelecektir. Kesinlikle bilimsel olacaktır. Yani veriler doğru olacaktır. Tek bir yalanı barındırmayacaktır. Öyle ki okullarda, kitaplarda öğrendiklerimizle, maddi bilgilerle bir olacak hatta daha geniş ve objektif olacaktır. Bu yapıldıktan sonra sosyal sahaya, siyasal sahaya ve ideolojik sahaya, ruhsal sahaya geçiş sağlandığında adım adım kendi görüşlerini empoze ederek insanları kendin için etkileyeceksin. Maddi bilgilerin sağlam olması, arkasından gelecek yorumun objektifliğinin tartışılmadan alınmasına, kabulüne götürecektir. Buna iyi bir örnek ABD’nin bir dönem güvenlik danışmanı olan akademisyenin Satranç Tahtası kitabı verilebilir. Girişi ve peşinden gelen birkaç bölümde sadece veriler vardır. Hem de size her zaman gerekli olan veriler. Ve siz bu kitabın ne kadar objektif ve bilimsel yazıldığına kanat getirdiğinizde -ki bu arada ABD’ye de eleştiriler az değildir- sıra dünyanın nasıl şekillenmesi gerektiği, ne yapılmasına geldiğinde, orada adım adım ABD’nin emperyal politikaları Tîrmeh 2010 gizliden size yedirilir ve sizde meşruiyeti kanıksatılır. Siz artık ABD’nin yenilmezliğine ve başka ülkelere müdahalesine anlam vermeye başlarsınız. Hatta hak verirsiniz. Üçüncü bir ilke ise yığınla bilgi verilmesidir. O kadar çok bilgi verilir ki zamanla sizin genele bakışınız ya da hâkimiyetiniz yitirilmiş olur. Parçayı bütünle kopardığız andan itibaren zaten istedikleri noktaya gelmiş oluyorsunuz. Artık sıra manipüle etmeye gelecektir. Buna biz bilgi kirliliği di- lerin medya politikaları açısından üç ilke oldukça önemlidir. Bunları bilince çıkarmayan bireyin düzeyi ne olursa olsun yönlendirilecektir, etkilenmeye açık hale gelecektir. Ve birçok kez kendi iradesiyle, kendi düşüncesiyle görüş belirttiğini söylese de esasta bir merkezde yürütülen özel savaşın iyi bir takipçisi olarak görüş sunan olacaktır. Böyle birisi belki özel savaş dairesi adına piyasaya çıksa bu kadar etkili ve tehlikeli olmayacaktır. Ne de olsa Özel Savaş ya da Özel Harp dairesi deyip geçeriz. Ancak sözde aydın, entelektüel, ya da sol, sosyalist, özgürlükçü, feminist, çevreci, özgürlük savaşçısı olarak yola çıkıldığı için bu kez daha fazla dürüst, iyi niyetli, temiz adalet arayışçısı olan insanlar emperyalist egemenlerin hizmetine konmuş olunur ki bu ilerici insanlık adına asla ama asla affedilemez bir durumdur. Kirli medyaya karşı kendimizi savunmak yoruz. O kadar çok bilgi verilir ki aslında hiçbir bilgiye eş değer olan bir bilgi oluverir. Ve siz elinizde bilgilerle -çünkü o kadar çoktur ki- hiç bir şey yapamazsınız. İşte insan bu noktaya getirildikten sonra sıra artık hafızanızın etkilenmesine gelecektir. Bu manipülasyonu bilinçlice yürütenler giderek adım adım size vermek istediklerini filtreleyerek vereceklerdir. Ve sizde kalacak olan sadece ve sadece bu filtre edilmiş, onların rafine bilgileridir. Siz ise bunun farkında bile olmayacaksınız. Evet, belki başka ilkeleri, yöntemleri daha sıralamak mümkündür. Ancak yukarıda sıralanan egemen24 Peki, medyanın bu körelten, yönlendirici, manipüle edici yaklaşımlarını nasıl aşacağız? Ve biz nasıl bir medyacılık yani basın yayıncılık yapacağız? Öncelikli olarak yukarıda söylenenlerin tersini yapacağız. Çubuğu tersten bükeceğiz. Önderlik “bu uygarlığın söylediklerinin tersini yapmak” dedi. Biz komünalcıyız, ortakçıyız, toplumcuyuz. Uygarlık bencil, menfaatçi ve bireycidir. Ve bunlar gerçekten zıt olgulardır. Bunun için gerçekten onların basın yayıncılığının tersini yapacağız. Önce kendimizi bu kirleten medyaya karşı nasıl savunacağız? Elbette farklı yol yöntemler vardır. En etkili yöntem sıfır teknik kullanmadır. Yani emperyalistlerin medyasından kendi- STÊRKA CİWAN mizi kopartmak. Bu en etkili olan yöntem olsa da en zor uygulanacak olandır aynı zamanda. Dünya bugün bir köy haline gelmişken bizim kendimizi bu gelişmede dıştalamamız düşünülemez ya da çok zor olacaktır. Bunun için sıfır teknikten ziyade gerekli olduğu kadar takip etmek olmalıdır. Buna bir de seçerek izlemek ve takip etmek demek gerekir. Yani öncelikli olarak seçerek, bilinçli tercihler üzerinde basın yayını takip etmek önemlidir. İkinci bir yöntem olarak yaşadığımız çağda her insanın şöyle ya da böyle önemli bir bilgi birikimine sahip olduğunun bilinmesidir. Bunun için emperyalistler kolay kolay görülecek yalanları erken sarf etmeyeceklerdir. Kırk dereden su getirerek, insanların derinlerine nüfus etmek için özel uğraşacakları da bilinmelidir. Bunun için verileri almasına almak gerekir ancak yorum sahasına geçildiğinde daha dikkatli ve duyarlı olunması gereklidir. Üçüncü bir yöntem olarak aslında birinci maddede dile getirdik. Bilgi kirliliğine karşı tek yol seçici okumak, seçici dinlemek, seçici izlemek, seçici sörf etmektir. Ya hiç takip edilmeyecek ya da özenle seçerek takip edilecektir. Dördüncü bir husus olarak da şunu iyi bileceğiz; emperyalistler insanın dünyasına nasıl nüfuz edileceğini iyi biliyorlar. Bunu bin yıllardır yapıyorlar. İlk Sümer rahiplerinden başlayarak belki de ilk gerontokratlardan başlayarak bunu bilince çıkarmışlardır. Bunun için her yenilikçi, her özgürlükçü, her adalet arayışçısı, eşitlikçi, ortakçı, komunalist, sosyalist, feminist, çevreci, demokrat, antiemperyalist kendisinin yönlendirilmeye açık yönlerini bilince çıkaracak ve bunları aşmak için kendini özenle ele alacaktır. Kendini iyi eğitecektir. Manipüle edilebilecek özelliklerini ya aşacaktır ya da otokontrolü bunların üstüne tam sağlayacaktır. Duygusal, tepkisel, ani çıkışları, asabiyetleri terk edecektir. Bırakacaktır. Aşmak için akıl gücüne yüklenecektir. Gururlu, kibirli, varsa kariyerist, korkular, kıskançlıklar, hırslar, biriktirmeler, bencil, bireyci, maddi yönlerini de aşacaktır. Çünkü bunların tümü insanın ruhsal sahasıyla ilgili hususlardır. Ve bunların etki altına alınması zor değildir. Bizler manipülatif basının etkisinden ve medyasından çıkmak istiyorsak bunları yapmamız şarttır. Özgürlükçü Medyanın ilkeleri Bu ‘20 yalan bir doğru eder’ medyacılığına karşı bizim yapacağımız medyacılık, basın yayıncılık nasıl olmalıdır diye de sorulabilir? Önderliğimizin söylediği ‘uygarlığın söylediğinin tersi doğrudur’ tezinden yola çıkarak; 1-Yalana asla ama asla başvurulmayacaktır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar derler. Yalan er geç açığa çıkar ve açığa çıktığı an yalanı yayanı vurur. 2-Kuru ajitasyon ve propaganda dan kaçınmak gerekir. Ajitasyon ve propagandamız verilere dayalı olmalıdır. Verisiz bir medyacılık iflas eden, sadece ve sadece dogmatik kalıplarla hareket eden bir medyacılıktır ki bu, bu çağda etkisiz kalacak bir basın yayıncılık olacaktır. Basit, duygu dünyasını pompalayan, kabartan bir yayıncılık kısa süreliğine etkili olsa da uzun vadede etkili olmayacaktır. Duyguları şaha kaldırmak yetmez, duyguları bilince çevirmek daha önemlidir. Bu ise kuru kuru ajitelere getirerek yapılacak bir çalışma olamaz. Bu sadece ve sadece kendi ideolojik felsefik kimliğinle verilere dayalı, gerçeklere dayalı ajitasyon çalışmasıyla yapılabilir. 25 3-Yayın politikamızı hem özenle seçeceğiz hem de yığınla bilgileri vererek insanlarda yük oluşturmayacağız. Seçerek, özenle hazırlanmış basın yayıncılık yapacağız, bu etkilemek istediğimiz kitlelere daha rahat ulaşacaktır. 4- Aleni olacağız, şeffaf olacağız, hiç bir şeyimizi gizlemeyeceğiz, politik kaygılar bir yere kadar anlamlı olur ancak insan politik kaygılara feda edilemeyecek kadar önemli bir varlıktır. Araçlar hiçbir zaman amacın önüne çıkarılmamalıdır. Bizde amaç daha adaletli, özgürlükçü, eşitlikçi, ortakçı, komünal bir toplum yaratmaktır. Bunun merkezinde ise insan vardır. Amaç refaha kavuşmuş özgür insan vardır. O zaman her şey insan içindir şiarıyla hareket ederek insanı politik çıkarlara feda etmek olmamalıdır. Belki daha farklı hususlar da sıralanabilir ancak yukarıda söylenenlere dikkat edilmesi durumunda etkili bir yayıncılığın yapılacağı kesindir. Sonlandırırken; bugün Kürt halkı başta olmak üzere, Türkiye’de ve dünyada Önderliğimizin ve gerillamızın yaptığı açıklamalar dikkate alınmaktadır. Bunun sadece ve sadece birkaç nedeni vardır. 1- Yalan yok, söylenenler sadece ve sadece doğrular olacak. 2- Aleniyet sonuna kadar korunacak ve şeffaflık esas alınacak. 3- Sade ve rafine mesajlar verilecek. 4- İnsan her şeyin merkezinde olacak. Yukarıda sıralanan 4 ilke bilinçli olarak basın yayıncılık için özenle seçilmiş olan hususlar olmasa da, bunlar PKK’nin köklü karakterlerdir. Bu ilkelerin bugün basın yayın sahasında dikkate alındığında oldukça büyük etkilere yol açacak kadar anlamlı ve vazgeçilmez ilkeler olduğu kesindir. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN K Ü L T Ü R Kültür kırım maddi ve manevi olarak yaşamı bitirmektir Cihan EREN “Kültürel zenginlik aynı zamanda toplumsal yaşamın kendi doğal ritmine uygun sürekli bir yenilenmeyi yaşamasıdır da. Çünkü her kültür değeri belli bir zaman ve mekanda yapılır ve topluma mal olur. Ve içinde yapıldığı zamanın mekanın ihtiyaçlarına cevap verir” Tîrmeh 2010 Bir halkın veya toplumun gelişme düzeyi ve biçimi aynı zamanda o halkın veya toplumun maddi ve manevi kültürlerinin de düzeyi olmaktadır. Halklar ve toplumlar esasta kendi içyapılarında kurdukları tarihsel kültürel birliklerle toplumsal yaşam bağlarını örerler. Ancak sosyolojik bir doğru olarak yaşamı var eden tüm kültür değerleri, toplumsal yaşam olmadan yaratılamazlar. İnsan toplumsal bir varlık olarak ancak toplumsal bağların güçlü olduğu bir dünyada yaşam denilen sürenin gereklerine göre var olur ve yaşar. Bu anlamda kültürel yaratımlar toplumun ve de insanın bir diğer yüzüdür. İnsan için bir tanımlama da onun kültürel bir varlık olduğudur. Bu tanımdan da anlaşıldığı gibi insan kültür ilişkisi insan yaşam ilişkisidir. İnsana ait olan toplumsallık doğadaki diğer canlılardan yaratıcı farkındalığını kültürel ürünleriyle ortaya koyar. Bu anlamıyla insanlaşma öyküsü veya tarihi bir diğer anlamıyla da maddi ve manevi alandaki yaratımlarıyla insanın kültürleşme tarihi de olmaktadır. Özcesi insanın kendisine has olan maddi ve manevi yaratımları dediğimiz kültürü ve tecrübelerinin birikip yaşama dönüşmesi, kuşaktan kuşağa aktarılması için toplumsal yaşam şarttır. İnsanlık, toplum, birey, yaşam ve kültür kavramlarını daha yakından tanımak gerekir. Bu kavramları doğru tanımlamada ölçü kuşkusuz ki toplumsal yaşamdır. Doğru tanımlandığında özgürlük olanakları, yanlış tanımlandığında da kö26 lece bir yaşam ortaya çıkar. Kölece yaşamdan kastımızın sadece tarihte adı geçen eski çağ köleliği olmadığını belirtmek gerekir. Kölelik insanlıktan düşme, uzaklaşma olarak kendini özgür olmadığı halde öyle gören, sorumsuz bir bireyde yaşanan durumda olmaktadır. Yani anlamı geniş bir kavram olduğunu bilmek gerekir. Önderliğimiz özellikle son savunmalarında toplum, birey, kültür ve yaşam kavramlarını yeni bir bakış açısıyla açımlamıştır. Önderliğimiz toplumu insanlığın varlık koşulu, üst insan biçiminde, kültürü dar anlamda toplumun zihniyet kalıpları düşünce biçimi ve dili olarak tanımlamaktadır. Önderliğimiz bireyi tek bir insan ferdi olarak toplumsal yaşamı öğrenen bir kişi olarak değil, toplumsal yaşamı var eden tüm maddi ve manevi değerleri bir arada yaşayacak ve üretebilecek en dar gurup olarak tanımladı. Yaşamı da hakikat arayış içinde belki de hiçbir zaman sırrına varamayacağımız bir olgu olarak tarif etti. Yaşam yaşanırken sırrına ermemiz çok zor olan bir zaman akışıdır. Ve bir mekan içinde bahsedilen bu zamanın anlam kazanması halidir. Bir halkın kültürel zenginliği yaşmanın da zenginliğidir. Zenginlik birikim olduğu kadar, zenginlik olarak tanımlanan değerlerin paylaşmasıyla da ölçülür. Bu özellik de ayrı bir kültürel zenginliktir. Kültürel zenginlikte diğer bir ölçü de Önderliğimizin “uzun süre” kavramıyla dile getirdiği aşamada yaratılan kültür alanlarının STÊRKA CİWAN sürekli yenilenmesi, artan ve değişen toplumsal yapıya cevap olacak dönüşümü sağlamasıdır. Kültürel zenginlik aynı zamanda toplumsal yaşamın kendi doğal ritmine uygun sürekli bir yenilenmeyi yaşamasıdır da. Çünkü her kültür değeri belli bir zaman ve mekanda yapılır ve topluma mal olur. Ve içinde yapıldığı zamanın mekanın ihtiyaçlarına cevap verir. Toplumsal yaşamda zamana; toplumun algılama düzeyi ve ihtiyacıdır diyebiliriz. Mekanı da toplumsal nicelik ve coğrafya olarak ele alabiliriz. Bundan hareketle belirtirsek kültürde tıpkı zaman ve mekanın diyalektiği gibi sürekli yenilenme, bir akış, düzenleme, oluşan yeni zaman ve mekana uyarlanmanın yaşanacağı gerçeği ortaya çıkar. Kültürel değişim ve dönüşümden kast etiğimiz husus, gelişi güzel şeyler yaratmak yeni biçimler modeller ortaya koymak değildir. Kültürel değişim; toplumun yaşamına hakim olmuş ve gelenek haline gelmiş geçmiş birikimler üzerine yenilerini eklemek, gelenekselleşmiş ama yaşanan zaman ve mekana cevap olamayan değerleri değiştirip dönüştürmeyi ifade eder. Kültürel yenilenme aynı zamanda yaşama anlam katma çabasıdır. Bu çabanın ürünleridir. Dolayısıyla özellikle kapitalist sistemin yaptığı temel şey olan pazar için satılacak ürün yapmak bu ürünleri satmak için insanların zihniyetini reklamlarla denetime almak kesinlikle kültürel değişim değildir. Kültürel zenginlikse hiç değildir. Bu yaşamı tüketmektir. Toplum ve değerlerini sarf etmektir. En iyisinden bu artık çok basit bir iş olan gündelik ihtiyaçları karşılamak olabilir. Kültürel yenilenme-değişme Önderliğimizin kültür tanımlaması yaparken vurguladığı “zihniyet kalıpları düşünce biçimi, dil ve üretim araçları” alanlarında toplumsal yaşamın komünal eşitlikçi özüne ve toplum doğa ilişkisine ters düşmeyecek tarzda ele alınarak yürütülürse doğrudur. Kültürel değişimin bu özeliğinden hareketle denebilir ki; kültürel değişim için temelde olması gereken zihniyet ve düşünce biçimlerindeki değişim dönüşümlerdir. Dolaysıyla kültürel zenginliğin devamlılığı kendi içeri- sinde zamana ve mekana göre değişim gücünü gösterebilecek zihniyet kalıplarını ve düşünce biçimlerini barındırmayı ister. Zihniyet kalıpları düşünce biçimi dil ve üretim araçları Kültür değiştirip dönüştürmek, ona yeni biçimler kazandırmak da kültürleşmek demektir. Toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde kültürlerin de değişip dönüştüğü bilinmektedir. Toplumsal ve kültürel değişimler, yenilikler,-bu bazen olumsuz da olabilir- toplum yaşamında doğan yeni ihtiyaçlara cevap olmak için gerçekleştirilir. Toplumsal ihtiyaca 27 yeni bir kültür değeri yaratarak ya da değişime uğratılmış eski bir değer ile cevap olmak ilkin zihniyette gerçekleşir. Bu daha sonra pratikleşir ve maddi değere dönüşür. Toplumsal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda önce zihniyet-düşünce devreye girmek durumundadır. Çünkü toplumsal inşalar düşüncelerin eserleridir. İnşa edilmiş toplumsal yapıların maddileşmesi için “el ve ayaklar” daha sonra devreye girer. Kuşkusuz insan pratiğinde düşünce ile pratik birinden koparılamaz. Ama yinede ilk kuruluşların önce düşüncede oluşmaya başladığını belirtmek gerekir. Düşüncede kendisine cevap oluşturulmamış hiçbir toplumsal ihtiyaç giderilemez. Bu anlamıyla da toplum-kültür ilişkisinde toplumsal akıl-düşünce ile yaratım birbirinin içerisinde gerçekleşirler. Biri diğerinde yansır. İnsan düşündüğünü pratikleştirmek isteyen bir varlıktır. Düşüncelerimiz, manevi kültürümüzü bunun sonucunda ortaya çıkan ürünlerde insanlığımızın maddi kültürünü oluşturur. Ve her iki kültür sahası da somut olarak toplumsal yaşamı var ederler. Teorik sayılabilecek bu tanımlamalar ışığında genelde insanlığın özelde Kürt halkının kültür, yaşam ve bireylerine bakmak kültür kırım denilen sömürgeciliğin ne demek olduğunu incelemek teorik izahatlarımızı daha somutlaştırır. Bir kere kültür yaşam ilişkisinden dolayı kültür kırımın aynı zamanda yaşam kırım olduğunu belirtmek gerekir. Yaşam kırım yaşamı kutsal değerlerinden koparmaktır. Coşkusunu heyecanını bitirmektir. Yaşam kırım yaşamın donma halidir. Kültür kırım aynı zamanda toplum kırımda olmaktadır. Zaten yaşamın dondurulduğu insan bireyleri arasında sıcak ilişkilerin olmadığı bireyciliğin zirve yaptığı bir zaman ve mekanda toplumsallığın Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN olduğunu belirtmek saflık olur. Kültür kırımı kabullenmek olur. Kültür kırım sadece bir devletin başka bir halk üzerinde uyguladığı baskılar, yasaklamalar ve asimilasyon hali değildir. Toplumsal yaşamın komünalliği çıkarlarını bozduğu sınıflı egemenlikli her gücün, çıkarı toplumsallıkta olan kesimlere uyguladığı yöntemlerdir de. Bu tanımlama ile bakıldığında yaşam ve toplum kırımın en çok yaşandığı yerlerin başında Avrupa kıtasının geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak kültür kırım ve buna bağlı olarak toplum ve yaşam kırım çok ince yöntemlerle uygulandığı ve kendisini kültür ve yaşam haline getirdiği için tahribatları kolay anlaşılmaz. Örneğin Avrupa insanı veya orada yaşayan insanlar kendilerini dünyanın en özgürleri sanır. Kuşkusuz halkların mücadeleleri sonucunda burada kimi haklar elde edilmiştir. Ancak burada özgürlük olarak lanse edilen duygu ve düşüncelerin çok önemli bir kısmı bireycilikten kaynaklanan kişinin kendisini farklı görmesidir. Oysaki özgürlük tek tek kişilerde değil toplumda olur. Özgürlük farklı olmak değil daha çok ortaklaşmaktır. Sorumluluktur. İşte bu yanlış özgürlük hali kültür ve yaşam kırımın yol açtığı kolay anlaşılmayacak bir saptırma sonucunda zihniyet haline gelmiştir. Gündelik Tîrmeh 2010 yaşam içinde bunun gibi daha birçok saptırmanın olduğunu belirtmeliyiz. Kültür kırım yönetilenlere, yönetenlerin meşru ve yasal olduğunu kabullendirmektir de. Avrupa sisteminin muhalefetsiz karşılanması sadece onun halklarca kazanılmış demokratik yanlarından ileri gelmiyor. Kültür, yaşam ve toplum kırımı yoğun yapmış olmasından da ileri geliyor. Bu uygulamalarla insan adeta başkalaşıma uğratıldığı için mekanik ve donmuşluk hali yaşamdan sayılıyor. Güdüselliğe indirgenmiş toplumsal yaşam basit bazen de ucube davranışlarla yaşanmış sayılıyor. Çünkü kültür kırım insan hafızasını ele geçirmekle pratikleşen bir durum olmaktadır. Kültür kırımın üslubu sanatsaldır Özünde yalan hilelerle doludur Kültür kırım saldırısı çok ince ve derindir. Üslubu sanatsaldır. Özünde yalan hile sömürgeci amaçlar olduğu için kendisini güzel, ince kibar şeklinde sunar. Bu saldırı karşısında insanda ideolojik donanım ve kendi ulusal değerlerine bağlılığı yoksa veya zayıf ise bu saldırganlık güzel de gelebilir. Kültür kırım saldırısı kendini hissettirmez. Ve açıktan göstermez. Kültür kırım saldırısı kendini kabul ettire ettire ilerler. Sonuçlarının 28 yaratacağı tehlikeler orta ve uzun vadede ortaya çıkar ve tahribatları köklü ve tehlikeli olur. Kültür kırım toplumsal tabakaların tümünü özelliklerine göre hedefleyerek saldırır. Kültür kırım esas aldığı taktikleriyle özel savaş tarzını da barındırmaktadır. Duygulara düşüncelere hitap ederek en derin etkiyi yaparak asimilasyon ile sonuçlanır. Tarih ve toplumundan insanı kopartarak yozlaştırır. Bu anlamda kültürel yozlaşma insanlıktan çıkıştır. Bilinç saptıran bu saldırganlığın nasıl yürütüldüğünü anlamak için Türkiye devletinin desteği ve onayı ile sinema ve dizi filmlerde yapılanlara bakmak yeterlidir. Kültür kırım saldırısı ve sonuçlarının analizi derin tarihsel bilgi, kimlik ve kişilik gerektirir. Tüm bu tanımlarla her insan bireyinin kendisine çevresine bakması toplumsal bir varlık olarak kendisini sorgulaması gerekmektedir. En azından her birimizin kendisini neyi nasıl ele aldığı, neyi beğendiği, toplumsal sorunlar karşısındaki duyarlılığı gibi hususlarda sorgulayabilmesi gerekir. Örneğin Kürtler olarak yaşadığımız durumu birde kültür kırım olgusu üzerinden sorgulamalıyız. Kendimizi ister tek tek bireyler olarak ister halk olarak incelemeye tabi tuttuğumuzda çok rahatlıkla görüleceği gibi başta özgürlük mücadelemizin yarattığı direniş kültür değerleri olmak üzere kültürel olarak yoğun bir şekilde hedeflendiğimizi görebiliriz. Dikkat edilirse Kürtler üzerindeki yasaklar fiili olarak işlemiyor. İnkar edilen Kürtlük şimdi kabul görmeye başlamıştır. Ama iş bu Kürtlüğü ortaya çıkaran ve kültürleştiren Önderlik ve PKK’ye gelince sınır tanımaz düşmanlık konuşuyor. Pratikleşiyor. Önderliğin ve PKK’nin Kürt halkını temsil etmediği iddia ediliyor. Önderliğin ve PKK’nin Kürtlerden farklı şeyler olduğu, Kürtlerden STÊRKA CİWAN ayrı bir yaşam değerlerinin olduğu dillendirilip duruluyor. PKK’nin Kürt toplumundaki kültür değerlerden çok farklı olduğu türündeki saldırılar halkımız üzerinde yürütülen kültür kırım politikalarını ifade eder. Bu Kürt halkı üzerine kurulan yeni egemenlik biçiminin adıdır. Önderliğe ve PKK’ye yapılan her türlü saldırı, esasta kültür kırımla sonuç almak ve 21.yüzyıl koşullarına göre yeni bir sömürgecilik temelinde Kürt toplumunu bitirmeyi hedeflemektedir. için geliştirilmiş yeni bir hiledir. Bu en ince saldırı hamlesi olmaktadır. Kültür kırım yaşamı ve zihniyeti hedeflediği için toplumsal yaşamın en dinamik ve üretken kesimi olan gençliği özellikle hedefler. Yaşam özünde canlı bir organizasyondur. Kültürel yaratıma yol açan bir de hayatın bu yanıdır. Bu yaşam özelliği de en çok genç nesillerde bulunduğundan gençleri hedeflemiş yaşam karşıtı uygulamalar toplumsal yaşamda en ciddi tahribatlara yol açarlar. Gençlik Özgürlüğü yasaklamak Daha düne kadar kültür değerlerimizi inkâr edenler şimdi değerlerimizi ele geçirip kültürel kırım politikaları ekseninde kullanarak çıkar sağlama peşindeler. Kürt kültür değerlerinin özelikle kendi dilinde sanatsal ve edebi eserlere dökülmesi Kürtlere yasaklıyken sömürgecilere serbesttir. Özgürlük bir insan veya bir halk için kendi temel değer yargılarına göre yaşamaya başlamasıyla başlar. Her toplum kedisini kendisi yapan değerleri ile var olursa var oluşun bir anlamı olur. Böyle bir varoluşa sahip toplumlar kendi bireylerine daha özgür bir gelecek kapısı açar. Yol gösterir ve yürütür. Toplumsal değişim demek bir Kürt’ün Türkleşmesi veya Araplaşması, Farslaşması ile ortaya çıkan yeni yaşamsallığa mahkum olması demek değildir. Bu anlamıyla Kürtler üzerinde yürüyen kültür kırım Kürtlere “özgürlüğü yasaklamak” köleliği derinleştirecek tüm kapıları açmaktadır. Kürtleri eli kolu bağlı şekilde meydan muharebesine çekmektir. Yine Kürtlerin varlığını değil Kürt varlığını meydana getiren bazı kültür öğelerini diline dolamak türünden bir yaklaşımda görülüyor ki buda yapılan saldırıların daha rahat sonuç alması sosyolojik bir olgu olarak hayatın en canlı kuşağıdır. Bu canlılık aynı zamanda kültürleşmede de olumlu rol oynar. Kültür kırım uygulayıcıları bunu bildiklerinden gençleri özellikle kendi toplumları için yararlı olmasınlar diye özel yöntemlerle baskı altına alıp kendi sistemlerinin hizmetine koymaya çalışırlar. Özellikle Kürdistan gibi özgürlük mücadelesi veren bir halkın gençlerinin sömürgeci güçlerce çok şiddetli bir biçimde hedef seçildikleri biliniyor. Kürdistan’da kültür kırım olarak da adlandırabile29 ceğimiz ama aynı zamanda çok planlı özel savaş uygulamaları olan narkotik olayları, ajanlaştırma, fuhuş ve tecavüz olayları anlatmaya çalıştığımız kültür kırıma en bariz örnekler teşkil etmektedirler. Demek ki kültür kırım nihayetinde bir savaş biçimidir. Hem de yaşamı bir bütün hedefleyen bir savaş türü olmaktadır. Bu kadar kapsamlı bir saldırı karşısında yenilmemek daha doğrusu başkalaşıma uğramamak için kişinin kendi değerlerine sıkı sıkıya sarılması gerekir. Yoğun bilinçlenme faaliyeti olması gereken diğer bir koruma yöntemidir. Ve tabi kültür kırım bir saldırı türü olduğu için buna karşı meşru müdafaada bulunmak gerekir. Kültür kırıma karşı meşru savunma hayatın her alanını kapsamak zorundadır. Kültür kırım saldırıları sonuç almak için önce bireyi-bireyleri ait olduğu toplumdan kopartır. Yalnızlaştırır. Yalnız kalmış insan en zayıf insan olduğu için onun zihinsel ve maddi olarak denetime alınması kolaylaşmış olur. Diğer bir ifade ile kültür kırım toplumları kolay yönetmek isteyen sömürgecilerin politikaları olduğu için bunlar toplumu iç bağlarından kopartarak örgütsüz bırakmayı her zaman esas alırlar. Bu açıdan kültür kırım karşısında yapılması gerekenlerden biri de örgütlü mücadeledir. Bilinçli örgütlü planlı ve hedefli olmadıkça ve karşısında durulan saldırı biçiminin yerine toplumsal yaşamı zenginleştiren bir yeni değer konulmadıkça kültür kırımla başarılı bir mücadele verilmez. Kültür kırımı durdurmadıkça da yaşamı özgür ve anlamı yaşamak mümkün olmaz. Bunun için özgürlük için anlamlı bir yaşam için verilen mücadele aynı zamanda kültür kırıma karşı verilmiş kutsal bir mücadele olmaktadır. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN T O P L U M YÜREĞİN VARSA İNSANSIN YOKSA DEĞİLSİN Dilzar DÎLOK “İnsan, kendi gelişimini, aklı tanıdıktan ve işlevli kıldıktan sonra, yeniden ve daha bilinçli bir şekilde yüreği tanıyarak, anlayarak ve yürek gözünün önemini kavrayarak tamamlamıştır. Bu tamamlanma ifadesi, insan gelişiminin nihai evreye geldiği iddiasını taşımamaktadır” Bazen, kimi insanların yüreğinin adalet ve vicdan yanı mezar sessizliğine bürünür. Ve bir süre öyle kalır. Kimi zaman bu süre uzar, çok uzar. Sürenin bir ömrü doldurduğu da olur. Sürenin uzunluğu, bu mezar sessizliğinin bir ömre hükmetmesi adalet ve vicdanın olmadığı anlamına gelmez. Vardır. Ama var olduğu halde işlevi olmayan bir olgunun pek bir anlamı da yoktur. Çünkü anlam, işlevle oluşur. Kuş deyince aklımıza uçmak gelir. Çünkü kanatlar, havayla temasın bir izdüşümüdür. Kanatlar havayı anlatır biraz. Havalanmak deyimi de uçmayla özdeşleşen bir ifade olup kanatlı olmayı şart kılar. Kuş deyince aklımıza uçmak geldiğinden uçmayan bir kanatlıya kuş diyemeyiz. İşlevsiz kalan kanatlarıyla uçmayı bilmeyen tavuklara hiç kimsenin kuş dememesi, onların kanatlarının inkârı değildir ama tavuğun kanatlarının olması da kuş olmanın kanıtı değildir. Tavuk gibi birçok kanatlı hayvan vardır uçmayı unutmuş olan. Ve göklerden mahrum olup kümeslere hapsolan… İnsan yüreğiyle insandır İnsan da öyledir biraz. Evrimin insana kazandırdığı özellikleri temel bir anlayış olarak, mükemmel işlemesi gerekir. Çünkü var olan her şeyin bir anlamı ve bir amacı vardır. Evrende amaçsız bir varoluş düşünmek evrenin anlamını azaltan, özünde ise insanın Tîrmeh 2010 30 anlamını azaltan bir sığlığa baş eğmektir. Ve her varoluş, varoluş amacına denk düşen işlevini yerine getirmelidir ki anlam oluşsun ve yerini bulsun. Ayaklar yürümek ve koşmak içinse bunu hep yapmalıdır. Yoksa kötürüm olur kişi. Amacını yerine getirmeyen, işlevsel olmayan organlar, anlamını yitirerek ağır bir ders verirler insana. Beyin düşünmek içinse sürekli düşünmeli ve yeni düşünceler yaratarak beynin anlamını çoğaltmalıdır insan. Düşünemeyen insanlara beyinsiz denmesi bu sebepten olmalı. Ve yürek hissetmek içindir. İnsan bedeninde ve ruhunda oluşan tüm duyumsamaların toplanıp bir anlama dönüşmesi içindir yürek. Ve tüm duyguların toplandığı yürek, bu duyguları özümleyerek yeni duygular yaratır, bu yenileri kendinden taşırarak akışa katılır. Bu akışın durması ölümdür. Sürmesi ise yokluğuna dayanılmayacak olan şahane bir hüzün… Beyni olmayana beyinsiz ya da kuş beyinli denirken yüreği olmayana yüreksiz ya da insan değil denmesi gariptir. Garipliği, bu belirlemenin odağındaki insan tanımına yüreği, salt yüreği yerleştirmektendir. Yüreğin varsa insansın, yoksa değilsin. İnsan, yüreğiyle insandır. Makineleşmiş tüm yaşam ayrıntılarına rağmen bugün dahi insanı bu sözlerle tanımlayan insanların olması, makineleşmeye karşı duyguların var olduğunu ve bunların önemli olduğunu STÊRKA CİWAN bize göstermektedir. İnsan olmak bir yüreğe sahip olmaktır. Yüreğiyle varolan insanın aklını geliştirdikçe dünyayı ve evreni tanıması da gelişmiş, insan, hatta süper insan adlandırmasına gidilmiştir. Fakat gelişimin şimdilik ulaştığı düzeyin, tüm tanımaların insanın kendisinden başlaması gerektiği şeklinde olması, yeniden insana dönüştür. Ve bu dönüş, aklın, en akıllıca diyebileceğimiz bir tutumudur. Hallac-ı Mansur Enel Hak diyerek hakikate ulaşmıştır Ortadoğu’da 12.yüzyılla yükselişi yaşamaya başlayan felsefenin bu yükseliş yolculuğunda ilk basamaklarını, akılcılık akımı ve aklın yüceliği oluşturur. Rasyonalizm de diyebileceğimiz bu gelişim aslında, İslamiyet’in yoğun etkisinde olan Ortadoğu için bir anlamda dinin zincirlerinden kurtulmaktır. Dogmatizmin bu düşünsel belirlenimciliğinden sıyrılmak, köleleştirilen aklın özgürleşmesinde ilk büyük ve kitlesel adımlardandır. Ve bunu yaşayan filozoflar düşünsel bağımsızlığın tadına varmış, bunu birçok ilmi esere de yansıtmışlardır. Tüm bunlara rağmen dönemin kimi filozofları bu düşünsel bağımsızlığın tadına tam olarak varamamışlardır. Aklın bağımsızlığını yaşamlarına rağmen bütünsel bir bağımsızlığı hissedememeleri, özgürlük için bir şeylerin eksik olduğunu benliklerinin derininde duyumsatmıştır. Tanrıyı yüreğinde bulduğu andan itibaren “Enel Hak” diyerek bunu ilan eden Hallac-ı Mansur, yüreğini keşfe çıktıktan sonra bu hakikate ulaşmıştır. “Fenafillâh” diyerek tanrının varlığında yok oluşu, varoluşun hakikati olarak keşfeden Sühreverdi, gerçeğe ulaşmanın temel yöntemlerinden birinin sezgi olduğunu söylemiştir. Işığa âşık olan Sühreverdi’yi hakikate ulaştıran yol, aradığı ışığı kendi yüreğinde yaratan bir güzergâh izlemiştir. Çağın filozoflarının (mükaşefe) keşif ya da sezgi dedikleri, yürek gözünün insana gösterdikleridir. Yüreğin üstünlüğü insan olduğumuzu hatırlatan varoluş esintisidir Yürek gözüyle bakmasını bilen kişinin hissettikleri, onu hakikate götürecek olan ışığı yakmaktadır. Çünkü aklın düşündürdükleri hakikati anlamaya yetmemiştir. İnsan aklı, tüm gelişkinliğine ve yüceleşmesine rağmen hakikate ulaşamamıştır. Bu yücelmeye anlam kazandıran yürek olmuştur. “Aşk imiş her ne var âlemde, İlim bir kılükal imiş ancak” derken ozanlar, akılları başlarında değil miydi, yoksa insan olmanın, biraz da aklın baştaki egemenliğinden sıyrılmasıyla mümkün olduğunu mu keşfetmişlerdi. İnsan, kendi gelişimini, aklı tanıdıktan ve işlevli kıldıktan sonra, yeniden ve daha bilinçli bir şekilde yüreği tanıyarak, anlayarak ve yürek gözünün önemini kavrayarak tamamlamıştır. Bu tamamlanma ifadesi, insan gelişiminin nihai evreye geldiği iddiasını taşımamaktadır. Ama bugün dahi bu gerçeğin, temel bir yöntem olarak tüm yaşamsal doğrulara rengini verdiğini ve hakikate ulaşmada izleyebileceğimiz temel yol olduğunu söyleyebiliyoruz. Ve bunu söyleyebiliyorsak, henüz bu gerçeği aşacak bir yönteme ve insansal gelişim düzeyine ulaşamadığımızı da itiraf ediyoruz demektir. Güzel bir itiraftır bu. Yüreğin üstünlüğü, insan olduğumuzu bize her duyumsamada hatırlatan bir varoluş esintisidir. *** 31 Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN S A V U N M A L A R Kapitalist Modernitede İktidar Abdullah ÖCALAN “Kapitalist Uygarlık kitabından alınmıştır” “İktidar, uygarlık toplumunun tarihsel bir nitelik kazanmış çıkar tekelleri yumağının dağın zirvesinden düştükçe büyüyen ve şiddetlenen kartopuna benzetilebilir. Tarihte öyle bir akış düzenine sahiptir” Tîrmeh 2010 Uygarlık, iktidar ve devlet kavramları gerek kendi içlerinde, gerek iç içelikleri kapsamında çözülmesi en güç sosyal ilişkiler kategorisini oluşturur. Uygarlık halen tanımlanması konusunda tartışmaların devam ettiği bir konudur. İktidarın nerede başlayıp nerede bittiği, ne zaman ve nasıl oluştuğu ve sonlanması gerektiği daha da karmaşık bir tanımlamadır. Günlük dilde içilen su ve teneffüs edilen hava kadar adından bahsedildiği halde, tanımında görüş birliğine en az varılan konuların başında gelmektedir. Sadece çok sırlı, karmaşık konular olduğundan ötürü değil, öyle kalmaları arzulandığı ve uğruna çok ideolojik faaliyetler yürütüldüğü için böyledir. Bir şeyden korkulması için ilk şart, çok sır ve karmaşıklık içinde bırakılmasıdır. Eğer içyüzleri açığa çıkarsa, herkesin alay konusu olurlar. Korku etkeni olmaktan çıkarlar. Böylelikle örtbas ettikleri çıkar gruplarının emelleri de boşa gider. Halk arasında bu konuda çok öykü anlatılır. Uygarlık önce kendi mitolojik öyküleri ile başlatılır. Çıkar klikleri veya artıkürün tekelleri bu öyküler bağlamında olmadan, zorbalıkla ancak birkaç defalık talan gerçekleştirebilirler. Kalıcı ve kabul edilebilir olmaları için mutlaka mitolojilere, din ve hukuka ihtiyaçları vardır. Günümüzde ise, tüm bu etkenlerle birlikte üç (S)lerin, seks, spor ve sanatın popülerleştirilip medyada sunulmasıyla, toplumların zihnen ve duygusal olarak daha da şartlandırılarak yürütülmesiyle kalıcılık ve kabul edilebilirlik kesinleştirilmeye çalışılır. 32 Uygarlık tarihini başlıca üç ana döneme ayırıp taslak halinde her dönemi nitelemeye çalıştım. Bilimcilik yöntemlerine pek itibar etmediğimi, sınırlı olmak kaydıyla yararlı olabileceklerini, ama dogmatikleştirildikçe özgür yaşam şansını tehdit edebileceklerini özenle belirttim. Sosyolojik yorum yöntemini dogmatikleştirmeden (bilimcilikle, pozitivizmle) uygulamaya özen gösterdim. Yorumlarım ana hatları ve çok sayıda örneklemeyle her tür tartışmaya açık olarak sunulmuştur. Tekrarlara çok düştüğüm halde, çok gerekli olmadığı durumlarda bu alışkanlığa düşmemeye de dikkat edeceğim. Kapitalist (uygarlık, medeniyet ile birlikte aynı anlamda olan) moderniteyi yeniçağın (M.S. 16. yüzyıldan günümüze) resmi, zafer kazanmış modernlik (çağdaşlık) olarak çözmeye çalışmakla birlikte, çağımızı tümüyle kapitalizme mal etmeme, anti-modernitesi konusunda da çok kapsamlı eleştiriler getirdim. Sosyolog Antony Giddens’in modernlik tanımına katılmakla birlikte, ‘üç sürdüremezlik’ konusundaki yorumlarını olduğu gibi paylaşmadığımı belirttim. Üç sürdüremezlik kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizmdi. Üçünün de kökenleri itibariyle uygarlığın ilk başlarından itibaren gelişim halinde olduklarını, en güçlü hallerine ise kapitalist moderniteyle eriştiklerini çok kapsamlı yorumlarla ve örnekleriyle sundum. Bu bölümde daha çok yapacağım, resmi modernitenin (resmi olmayan moderniteyi, çağdaşlığı, demokratik modernite, medeniyet, uy- STÊRKA CİWAN En demokrat adamın başına iktidar tacını giydirin yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacaktır garlık veya çağdaşlık olarak adlandırıyorum Hepsi aynı anlamdadır) iktidar ve devlet ilişkilerini daha somut nasıl biçimlendirdiğine ilişkin olacaktır. 1- Pozitivist sosyologlar (A. Giddens ve benzerleri) uygarlık tarihinin her döneminde ve tekil tiplerinde kendilerini örneksiz yorumlayarak sosyoloji yaptıklarını sanırlar. Örneğin İngiliz uygarlığını ve devletini tarihte benzeri olmayan bir tür nevi şahsına münhasır bir devlet ve uygarlık olarak tanımlamak ve çözümlemek için binlerce araştırma yapmaktan geri durmazlar. Denizlerde kum, bunlarda araştırma! Aslında bu bilim denilen çalışmada çok ince bir saptırma gerçekleştirilmektedir. Benzetme yaparsak, ağaçlardan ormanı görünmez kıldırmak. Milyonlarca ağacı inceleme konusu yapmakla ormanı tanımlayamayız. Bu yöntemin doğru sonuç vermeyeceği başından bellidir. Ama on binlerce genci bu tip sosyal bilim yapıyorlar savıyla düzenin gerçek karakterini göz ardı ettirmek için kullanmak pek fena bir politika sayılmaz. Sosyal bilimler veya genel adlandırmayla sosyolojinin içeriği böyle boşaltılmakta ve anlamsızlaştırılmaktadır. Doğru olan, İngiliz devleti, iktidarı ve uygarlığı da beş bin yıldır temel kategorik özellikleri belli olan (sınıfkent-ekonomik tekel olarak devlet) bir gelişmenin 10. yüzyıldan itibaren yeniden canlanan kentler etrafında gelişen sınıfların en önce kral ve aristokratlar olarak, 16. yüzyıldan itibaren de burjuvazi olarak ekonomik devlet tekelleri halinde yumaklaşarak, kendini çeşitli ideolojik örüntülerle sırlayıp görünmez kılarak veya zor anlaşılır kılmak için yüzlerce simgesel değerle bezeyerek günümüze kadar süren ana nehir olan uygarlığın hegemonik temsilcilerinden biridir. Eminim bu bir cümlelik tanım, İngiliz ilişkiler yumağını on binlerce araştırmadan daha iyi anlaşılır kılar. Sümer rahiplerinin yıldız hareketlerine dayalı on binlerce tabletlik toplum yorumlarıyla, kapitalist modernitenin on binlerce bilimci rahibinin yorumları arasında özde (yani gizledikleri temel çıkar grupları) pek fark yoktur. Sadece araştırma yöntemleri, zaman ve mekânları farklıdır. Önemle açıkladık ki, zaman ve mekân farkı, evrensel olarak oluşum denilen değişim ve gelişme demektir. Toplumlar da zaman ve mekân farkına bağlı olarak değişir ve gelişirler, bazen geriye evrimler halinde mümkün olmak üzere. Özgünlük halini eleştirmiyorum, evrende özgün olmayan gelişme, değişme yoktur. Her değişme özgünlük anlamına gelir. Aynen tekrar sadece bir dogmatik inanç değeridir. Tüm doğasal olaylarda anlamı olmayan bir dil oyunudur ‘aynen tekrar’ kelimeleri. Bu anlamda elbette kapitalist modernitenin de çok önemli özgünlükleri vardır. Bu özgünlükler Antony Giddens’in tanımıyla üç önemli alanda gerçekleşmişlerdir. Bu bağlamda ‘süreksizler’ olarak kavramlaştırmak da öğretici olabilir. Kapitalizmi özgünlükleri içinde bir özelliğiyle yorumlayıp örneklediğimiz için tekrarlamayacağım. Fakat iktidar kavramında ve onun daha somut ve hukuki bir ifadesi olarak ulus-devlet konusunda özlü ve kısa bir özetleme gerekli ve hayli öğretici olacaktır. 2- İktidar sosyal bilimlerin çok bahsettikleri, fakat özünü çarpıtmakta yarıştıkları konuların başında gelir dedik. Sadece kasıtla ilgili bir eleştiri değildir söylenen. Kapitalist modernitenin en özgün yanlarının başında geleni, her bireyin kendini iktidarlı sanma, öyle kılınma halini hiçbir uy33 garlığın başarmadığı kapsam ve özellikler içinde başarma yeteneğidir. Üzerinde en çok durulması gereken konu budur. Fransız sosyolog M. Faucault’un zihnini en çok işlettiği ve altından tam kalkamadığı konu da budur. Lenin ‘Devlet ve Devrim’de devleti tanımak istedi. Ama en çok yanıldığı noktanın devlet olduğu da daha sağlığında ortaya çıkmıştı. İktidarı ise hiç tanımak bile istemedi. Güçlü ve kurnaz adamın çeşitli uygarlık maskeleri takarak günümüze kadar taşıdığı bu ‘efsunlu taşı’ kullanarak, sosyalizm gibi tamamen demokratik moderniteyle inşa edilmesi gereken temel toplumsal çalışmanın ‘sosyalist iktidar’la başından beri boşa çıkarıldığını anlayamadı. M. Bakunin’in şu anlama gelen bir sözünü çok anlamlı bulurum: “En demokrat adamın başına iktidar tacını giydirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacaktır” veya “ahlakı bozulacaktır.” İktidarın sosyolojisini yapmak, halen en bilimsel bir görev olarak çözümlenmeyi gerektiriyor. İktidarın ne olduğu kadar, ne kadar gerekip gerekmediği en çok toplumsal bilinmezi olan bir konudur. Bazı zihniyet ve altında gizledikleri çıkar gruplarına göre, mutlak iktidar mutlak çözüm demektir. Tam Asur görüşü bu olsa gerek: Hedefin tümden canını almak. İktidarı tam bir hastalık hali olarak görenler de vardır. Özellikle anarşistler, pasifistler. Bunlara göre vebadan kaçar gibi her tür güç ve otoriteden kaçınmak gerekir. Aslında bu anlayış iktidara teslim olmanın objektif biçimidir. Demokratik uygarlık sisteminin getirdiği tanım ve çözüm niteliksel olarak farklıdır. Her toplumsal grubun savunma hakkı kutsaldır. Grubun varlığına ve varlığıyla bağlantılı değerlerine yönelik her saldırıya karşı savunma gücü olmak, vazgeçilmez bir hak olmanın da ötesinde bir varlık nedenidir. Savunma gücüne klasik Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN anlamıyla iktidar denilemeyeceği kanısındayım. Demokratik savunma gücü veya otoritesi demek daha uygun düşmektedir. Bir bitki olarak gülün bile dikenleriyle kendini savunmak istediğini göz önüne getirdiğimizde, bu demokratik otorite paradigmasına ‘gül teorisi’ demek isterim. a-İktidarı uygarlık bağlamında artıkürünü elde etmeye, arttırmaya ve ele geçirmeye yönelik her tür toplumsal faaliyet olarak işlevselleştirmek en uygun tanımdır. İdeolojik faaliyetlerden askeri faaliyete, uyutma masallarından soykırımlara, eğlence oyunlarından dinsel ritüellere kadar toplumsal artıkürün ve değerleri son tahlilde sızdırmaya yarıyorsa, o faaliyetlere iktidarsal faaliyetler demek mümkündür. İktidar bu anlamda çok kapsamlı bir toplumsal faaliyet alanıdır. Özellikle uygarlıksal toplumlarda iktidar sürekli derinliğine ve genişliğine artık-ürün oranında artma eğilimindedir. Artık-ürün ve değer kavramına açıklık getirirsek, iktidarın mahiyeti daha iyi anlaşılır. Kişi ve grupların maddi ve manevi yaratımlarını, kazanımlarını, bir bütün olarak kültürel değerlerini güç kullanarak ele geçirme eylemine ve kurumsallaştığı ölçüde de ‘iktidar sanatı’ olarak duruma baktığımızda, ‘ele geçirilen’ ve ‘ele geçiren’in ne olduğu somutluk kazanır. İktidar kendisinin olmadığı halde sürekli bir şeyleri güçle ele geçirme, kendine ait sayma, asimile etme, mülkleştirme, yurtlaştırma, aksi durumlarda yine zorla kendisinden atma, sürgün etme, yurtsuzlaştırma, işsizleştirme, mülksüzleştirme, genel olarak maddi ve manevi açıdan değersizleştirme eylemi ve sanatıdır. Bunu sadece ekonomik artık-ürün ve değerle sınırlandırmak çok dar bir yaklaşım olur. Bu konuda ele geçirme asıldır. Fakat buna giden yolda binlerce başka değerler de iktidar güçlerince ele geçirilir ki, toplamına Tîrmeh 2010 iktidar demek daha gerçekçidir. Demokratik otoritenin temel işlevi ise, ilgili kişi ve grubun varlığına dolaylı ve dolaysız bağlı olan maddi ve manevi değerlerini savunmak, ele geçirilmesine göz yummamak, ele geçirilmişlerse tekrar kendisine mal etmek gibi her bakımdan pozitif, gerekli, haklı, vazgeçilmesi zor durumlarla ilgilidir. Demokratik otorite, bu içerik temelinde eyleme geçme sanatıdır. Özünde ele geçirilmeyi önleme gücü ve onun sanatsal eylemi demek daha doğrudur. Anayurdunun ele geçirilmesiyle ele geçirilmesinin önlenmesi açısından güç kullanma etkinleri veya sanatları (ordu-savaş) arasında ontolojik (varlıksal) fark vardır. İkisi birbirine zıt kavramlardır. Toplumda bu durumların karşılığı iyi-kötü, günah-sevap, doğru-yanlış, haklı-haksız, güzel-çirkin gibi birçok temel kavram ikilemleriyle ifade edilir. b- İktidarı bakış açılarına göre birçok açıdan bölümlemek, tasnif etmek mümkündür. 1-Siyasal iktidar: En çok kullanılan iktidar biçimidir. Devletin ve izdüşümlerinin (parti ve sivil toplumun devleti esas alan örnekleri) yönetim, 34 yürütme işlevini ifade eder. Çok büyük belirleyici ve tarih boyunca en çok üzerinde durulan ve kullanılan bir iktidar biçimidir. 2- Ekonomik iktidar: Artık-ürün ve değerleri ele geçirme eylemini yürüten tekel güçlerini ifade eder. Tarih boyunca birçok biçimleri uygulanmıştır. 3- Toplumsal iktidar: Temel toplumsal kesimlerin birbiri üzerinde kurdukları güç eylemini, geleneğini ifade eder. Aile, sınıf, cinsiyet, etnik kökenli birçok önemli ayrımları vardır. Bazılarını ayriyeten ele almak gerekir. Ailede baba, sınıfsallıkta artık-değeri ele geçiren, cinsiyette erkek, etnisitede ezen, hâkim olan etnisite iktidarı temsil eder. 4- İdeolojik iktidar: Yönetici zihniyet anlamındadır. Bilim ve kültür ilişkilerinde gelişkin olan kişi ve gruplar ideolojik iktidar konumundadır. 5- Askeri iktidar: İktidarla en önde özdeş kurumdur. İktidarın en aşırı, en anti-toplumsal, en anti-insani biçimidir. Bütün iktidarların anasıdır, daha doğrusu babasıdır o. 6- Ulusal iktidar: Ulus çapında uygulanan merkezi iktidarı ifade eder. Bir ve bölünmez olarak kendini ifade etmeye özen gösterir. Ulusal egemenlik de denilebilir. 7- Küresel iktidar: Hâkim uygarlık ve modernitenin hegemon veya imparatorluğunu ifade eder. Günümüzde kapitalist modernite bu iktidarını ABD önderliğinde küresel ekonomik tekel ve ulus-devletlerle kullanmak durumundadır. Bu tip bölümlemeler daha da çoğaltılabilir. 3- İktidar tarihsel-toplumsal ve kurumsal ilişkiler toplamıdır. Tarihen ve toplumsal gelişmenin en hayati dokuları, alanları üzerinde konumlanır ve gelenekselleşmeye çalışır. Geleneksellik kurumsallık anlamını da taşır. İktidarlar en kurumsallaşmış, özen gösterilen, hatta protokole bağlanan toplumsal STÊRKA CİWAN ilişkiler alanıdır. İlgililerince çok işlevsel kılındıkları için, kurumlaşma ve biçimlenmesini çok iyi protokollere bağlamak, sürekliliği ve temsiliyeti açısından hayatidir. Örneğin sultanlık iktidarlarının inşası, devir ve temsil edilmeleri, ele geçirilmeleri muazzam örüntülerle, simgelerle, protokollerle düzenlenmiştir. Kılık kıyafetlerinden yemeklerine, evliliklerinden ölümlerine kadar her ilişkinin binlerce yıl önce gelenekselleşmiş biçimleri vardır. Bu nedenlerle herkes dilediği güçle iktidar olamaz. Eşkıya veya despot oldu derler. Gerçi iktidarın en açık ve gerçek özünü eşkıyalık ve despotizm ifade eder. Ama yüceltilmiş, kutsanmış iktidar kurumu “maske düştü, kel göründü” denmemesi için, bu açık iktidar biçimlerine şiddetle karşı çıkmayı kendi kurumsal sürekliliği ve saygınlığı açısından zorunluluk görür. Meşruiyetinin ancak bu gelenek ve sembollerle önemli oranda sağlandığının bilincindedir. İktidar = güçlü ve kurnaz adam + hiyerarşik ataerkil + devlet Daha önce savunmamda dile getirdiğim bir benzetmeyi de hatırlatmalıyım. İktidar, uygarlık toplumunun tarihsel bir nitelik kazanmış çıkar tekelleri yumağının dağın zirvesinden düştükçe büyüyen ve şiddetlenen kartopuna benzetilebilir. Tarihte öyle bir akış düzenine sahiptir. 4- İktidar bulaşıcı bir hastalığa benzetilerek de daha iyi anlaşılabilir. Yani iktidar bulaşıcıdır. Başlangıçta ‘güçlü ve kurnaz adam’ın tek başına önce av hayvanları, sonra birikimli ana kadınlar üzerinden yürüttüğü bu toplumsal hastalık; önce hiyerarşik ataerkil düzende rahip (anlam sahibi kişi) + yönetici (tecrübesiyle toplumu idare eden) + askeri komutan (gücü tekelinde tutan) üçlüsünce kurumsallaştırıldı. Sınıf ve kent inşasıyla devletleştirildi. Fakat şunu hemen belirtelim ki, devlet iktidarının kurulmasıyla güçlü ve kurnaz adamların hiyerarşik ataerkil düzeninin ortadan kalktığı sanılmasın. Bu sefer iktidar formülünü şöyle geliştirebiliriz: İktidar = güçlü ve kurnaz adam + hiyerarşik ataerkil + devlet. Bu üç esaslı kurum iktidar toplumunu ifade eder. Çok sayıda alt ve üst kat inşalarıyla birlikte bu düzene genel bir kategori olarak uygarlık diyoruz. Zemin katta ekonomi vardır, üst katta ise tanrılar konseyi. Sümerler uygarlığı böyle inşa etti. Biçimi değişti, ama özü hep artarak anlamını korudu. Zemin katta tarih boyunca köle, serf ve işçi başta olmak üzere, artık-üründe kullanılan insan malzemesi yer alır. Zanaatkâr, çiftçi ve diğer serbest meslek sahipleri diye tabir edilen kesimler de esas olarak bu zeminde icra ederler. Üst katta mitolojik tanrılar, tek tanrılar (bazen gölgeleri olan sultan veya elçileri olan peygamberler, şaman ve rahipler de oturabilir), yöneten fikir ve yasalar (Eflatun’un ideası) yer alır. İlk ve ortaçağlarda iktidarlar daha çok bu temel kurumlar ve özellikle devlet biçiminde icra edilirken, kapi35 talist modernite çağında tüm toplum iktidara bulaştırıldı. Diğer bir deyişle tüm toplum kendini iktidar sahibi sanma hastalığına bulaştırıldı. Çok önemli ve Antony Giddens’in ‘süreksizlikler’ dediği kurumlar aracılığıyla iktidarın yaygınlaşması bir hastalık hali olsa da, esas olarak kapitalist moderniteye özgüdür. Bu konuda bazı ideoloji ve kurumlar belirleyici rol oynar. Bu hususları bundan sonraki kısımda ele alacağım. Şüphesiz iktidarın tüm topluma bulaştırılması sadece çok güçlendiği anlamına gelmez. Aynı zamanda çaresizleştiği, zavallılaştığı, çözülme sürecinin son haline ve hızına yaklaştığı anlamına da gelir. Herhangi bir şeyin son haddine varması halinde iki şey olur: Ya ilgilisi olan o son halinde ona yapılması gerekeni yapar; ya da ilgilisi bir şey yapmaz ise o şey çürür. Örneğin bir elma en olgun, kırmızı haline geldiğinde onu dalından koparmak yapılması gerekendir. Yapılmaz ve belli bir süre daha geçerse elma çürür; kurtlar girer, parçalanır, biter. Benzetme kabadır, ama iktidarlar için de geçerlidir. Kapitalist moderniteyle iktidar olgusu zaten kurulurken bir hastalık hali iken, çürüme aşamasına gelmiş sayılır. Kokuşmaktadır. Bakunin’in deyişiyle en sağlam, en ahlaklı adamın kendisine bulaşması halinde hasta edecek kadar çürümüştür. Bu yargı aslında şöyleydi: “İktidar en demokrat adamın başına tacını koyduğunda, yirmi dört saat içinde en alçak diktatör yapar.” Doğrudur. Çürüme halindeki iktidarı en ezilen kadının başına bir taç gibi koyun, o da yirmi dört saat içinde diktatör kesilecektir. Bu çürümenin, hastalığın önüne geçmenin yegâne yolu, bir sistem olarak demokratik moderniteyi inşa etmekten geçer. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN G Ü N C E Aydın Ve Erdemli Bir Toplum İçin L Pir KEMAL “Doğru tarih anlayışımızı bilmenin en üst sınırlarıyla bütünleştiremezsek, geleceğe ilişkin anlama gücümüzü ve yapılanma tarzımızı yetkince belirleyemeyiz. Tüm sistemin bilme kapasitesini bilmenin ufkuna alamayan bir teorinin eksik olduğunu ve karşıt teorilerin ufku içinde erimekten kurtulamayacağını temel ideolojik mücadele gerçeği olarak anlamalıyız.” Tîrmeh 2010 Her şey tersinden yaşanıyor ülkemizde. En mutlu anlarımız acılarla bölünürken, en büyük acılarımız umulmaz çıkışlar yaratıyor. Bizi yok etmek ve inkar etmek için bütün dünyanın birleştiği zamanları yaşıyoruz. Özgür Kürt adına hiçbir oluşum ve kazanıma tahammül edilmeyen böylesi bir zamanda en güçlü silahı kullanmaktan başka bir çıkar yol kalmıyor onurlu insanlara. Yıkmak, bozmak, yok etmek için sayısız denemelere maruz kalan bir halkın halen dimdik ayakta duruyor olmasının yarattığı öfke halk düşmanlarını şüphesiz çılgına çeviriyor. Sürekli soykırımın eşiğinde tutulan halkımızın gelişimi ve bilinçlenmesi için tüm yollar kapatılmış, en demokratik tutumları dahi teröristlik yaftalarıyla karalanmaya çalışırken yaşamın diğer adı olan direnişi yükseltmek dışında çıkar yol kalmıyor. Dünümüzü yok saymak isteyenlere karşı tarihimizin görkemliliğiyle cevap olurken bugünümüze yönelik karalama kampanyalarına karşı da kenetlenmemizle cevap olduk. Geleceğimize yönelik saldırılar ise şimdilerdeki yöntemleri. Çocuklarımız zindanlara kapatılırken, toplumumuzun geleneğini koruyan, yarınlara taşıyan kadınlarımıza yönelik ahlak dışı uygulamaların ardı arkası kesilmiyor. Bir de gençlerimiz tabii. Dün ve yarın arasında köprü işlevi gören gençlerimize yönelik her türlü yöntemle saldırı halindeki sistem en 36 çok da bilincimizi ve dinamizmimizi vuruyor. Özel savaş politikaları ve popüler kültürün sarhoş edici silahlarıyla toplumsal birliği zedelemeye çalışanlar bunda başarılı olamadıklarını gördüklerinden olsa gerek daha bir amansız saldırıyor, gençlerimizi sokak ortalarında vuruyor. Özellikle üniversiteli gençlerimize yönelik politikaların işaret ettiklerini iyi görebilmek gerekiyor. İnsancıl ve demokratik tepkilerini dile getiren, haksızlığa ve sömürüye tepki gösteren gençlerimiz değil asıl hedef. Amaçlanan halkımızın yarınlarının karartılmasıdır. Son yıllarda saldırıların odağında yer alan üniversiteli gençlerimiz yarattıklar dinamizmle serhildanlarda oynadıkları rolün dışında yeni bir toplumun, demokratik komünal toplumun yaratımında oynadıkları rolden dolayı hedef tahtasında bulunuyor. Aydın Erdem ile başlayan saldırıların görünen yüzlerinin ötesinde taşıdığı anlam çerçevesinde değerlendirilmesi daha bir önem kazanıyor. Aydınlanmak isteyen bir neslin vurulmasıdır Aydın’ın şahsında yaşanan. İlkesizlik ve sıradanlaşmayı Kürt gençlerine layık görenlerin bir saldırısıdır yaşanan. Erdemli bir neslin oluşmaması için bilinçli seçilmiş bir tercihtir. Çünkü biliniyor ki sömürgecilerin en büyük dayanağı bilinçsiz insan topluluklarıdır. Yaşadığı dünyayı anlamayan, tanımayan, verili düzenle tatmin olmuş, görünenin arkasına bakmayı düşünmeyen insan yaratımının gerçekleşmesi için STÊRKA CİWAN Çözüm gücü olacak gençlik Aydın Erdem ile vurulmak istendi uygulanan sindirme politikasının bir sonucudur. Başkaları için yaşamanın, fedakârlıkta bulunmanın, geçmişine sahiplenerek halkının güncel sorunları hakkında söz sahibi olmaya çalışmanın onurlu ve erdemli bir toplum yaratımındaki rolünün öneminden kaynaklı olarak saldırılıyorlar bilinçli gençliğimize. Aydın, bir başlangıçtı. Bin yıllardır sömürge altında inim inim inleyen halkımızın özgür yarınlara ulaşmasında “anlama” ve “uygulama “ işinin ne kadar önemli olduğunu bilen sistem güçlerinin seç- tiği bir isimdir. Hem halkının sorunları karşısında çözüm gücü olmak, hem yeni neslin karakterinin oluşmasında çağımızın her türlü manipülasyonu karşısında halkı bilinçlendirerek bunu yaratacak olan üniversiteli gençlik Aydın Erdem şahsında vurulmak istendi. Bunu yeterli görmemiş olacaklar ki her gün ayrı bir yerde paravan faşist gruplar tarafından yeni saldırılar örgütleniyor. Ne demişti Önderliğimiz “Doğru tarih anlayışımızı bilmenin en üst sınırlarıyla bütünleştiremezsek, geleceğe ilişkin anlama gücümüzü ve yapılanma tarzımızı yetkince belirleyemeyiz. Tüm sistemin bilme kapasitesini bilmenin ufkuna alamayan bir teorinin eksik olduğunu ve karşıt teo37 rilerin ufku içinde erimekten kurtulamayacağını temel ideolojik mücadele gerçeği olarak anlamalıyız.” Bu sözlerden anlaşılıyor ki Önderliğimizin başlattığı ve tüm sistemler açısından bir ilk olarak görülen yeni tarihsel toplumsal teorimizin halklaşmasında Kürt gençliğinin, özelde de üniversiteli gençliğimizin üstlendiği rol çok iyi görüldüğünden bilinçli bir şekilde saldırıların odağı oluyor. Artık çok iyi biliniyor ki aydınlanmış bir gençliğin, halkının sorunlarına alakalı duruşu karşısında tahammül edilemiyor. Artık etrafını sarmış çarpıtma dolu sözler ve teorilere itibar etmiyor gençliğimiz. Başkalarının teorileri içinde erimeyi bir kenara bırakalım tarihin tüm özgürlük mücadelelerinin bu sefer kesinlikle zafere ulaştırılması anlamına gelen Apocu teorinin güçlü bir militanı, havarisi olduğundan saldırıların odağında yer alıyor. Serhildanlarda, okullarda, örgütlenmede, dağda, sokaklarda en önde yürüyen gençliğimize yönelik geliştirilen bu saldırıların gerçek yüzünün görülerek mücadeleciliğini daha da güçlendirerek, daha bir kenetlenerek böylesi saldırıların beyhude bir çaba olduğunun gösterilmesi gerekiyor. Sokaklarda atılan “İntikam” sloganları haklı talepler. İntikam saatinin yaklaştığının görülerek herkesin içindeki bu duyguyu ani çıkışlarla değil, örgütlü ve uzun soluklu bir mücadelenin zemini yaparak fakat en haklı tepkilerini de asla kendiliğindenci bir pasifizme bırakmadan her zamankinden daha fazla bilinçlenme ve bilinçlendirme faaliyetine ağırlık vermesi önemli olmaktadır. Böylece türlü ve umulmaz acı deryalarında tutulan benliğimiz sürekli mutluluğun yolunu aralayabilir. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN T A R İ İskenderiye’li Bilge Kadın: HYPATİA H (370-415) Araştırma & İnceleme “Hypatia çağının yegane bilim kadını olarak bilinir. Zeki ve güzel bir kadın olarak zamanındaki erkek dünyasında etkili olmuştur. Aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıtı söz konusudur. Bununla birlikte ne felsefe ne de bilim tarihinde adı belirgin bir şekilde geçmemektedir” Tîrmeh 2010 Hypatia tarihin bilinen ilk kadın matematikçisidir. 370 yılı dolaylarında İskenderiye’de doğmuştur. Ünlü filozof ve matematikçi Theon’un kızıydı. Theon matematikçi Euclid’in eserine kızının da yardımı bulunduğu söylenen bir tefsir yazmıştı. Tek bir çocuk olan Hypatia genç yaşta felsefe ve matematiğe karşı derin bir ilgi göstermişti. Babası bu konularda onu büyük bir dikkatle eğitti ve kısa bir sürede en parlak öğrencilerinden biri oldu. Bilimi ve zarafeti ile olduğu kadar güzelliği ile de ünlü olan bu filozof ve matematikçi Atina’da eğitimini tamamladıktan sonra İskenderiye’ye yerleşmiş ve orada bir okul açmıştır. Güvenilir yazarlara göre Hypatia hiç evlenmemiştir. O zamanların üniversitesi 38 kabul edilen İskenderiye’deki Museion’da felsefe, matematik ve astronomi dersleri vermiştir. Onun felsefesinin daha az metafizik içerikli bir Yeni-Platonculuk olduğu varsayılmaktadır. Hypatia çeşitli bilim dallarında çalışmıştı; bir eleştirmen ve yorumcu idi. İskenderiye’de Platon, Aristo ve Suda gibi diğer filozoflar üzerine halka açık dersler verdi. En önemli öğrencisi Synesios’dur. Sonradan büyük filozof olan bu öğrencisi ona hayranlığını ve ilmine duyduğu takdirlerini bildiren pek çok mektup yazmıştır. Bu mektuplar felsefe tarihi kitaplarında bugüne kadar gelmiştir. Hypatia öğrencilerini, İskenderiyeli matematikçiler ve gökbilimcilerin metinlerinin düzeltilmesi ve açıklanması işine karıştırmamış bunun yerine onları daha çok uygulamaya yönelik olan matematik ve gökbilim gizemlerinin incelenmesi işine teşvik etmiştir. Yeni Platoncu okulu yıkımın arifesinde en yüksek doruklarına çıkmıştı. Hypatia, kişisel benliğin evrensel benle birlik kurabileceğini göstermiştir. Bütün dinler arasındaki benzerlikleri ve kaynaklarını açıklamıştır. Hristiyan dogmanın istikrarsız temeli Yeni Platoncu okul Aristo’nun tümevarımlı mantık metodunu uyarladığında daha da açığa çıkmıştı. Mantık ve şeylerin karşılaştırmalı makul açıklanması bu yeni esrar dininin en çok nefret ettiği şeyler arasındaydı. Hypatia Hristiyanlığın doğmalarını alıntı yaptığı metafizik alegorileri irdelediği zaman STÊRKA CİWAN Hypatia İskenderiye’de Hristiyanlar ve Hristiyan olmayanlar arasındaki gerginlik ve çatışmaların öne çıkan ismi olarak görülüyordu ve bunları halka açık konferanslarda açıkladığı zaman Hristiyanların sadece şiddetle yanıt verebileceği bir silah kullanmıştı. Eğer okulunun devam etmesi izin verilseydi, Kilise tarafından yürütülen hile açığa çıkmış olurdu. Yeni Plâtoncu ışık Hristiyanlığın yamalarını fazla aydınlatmıyordu. Diğer yandan kilise pagan inancından çok fazla şey kopyalamıştı. Bakireden doğumu, çarmıha gerilişi ve yeniden dirilişine dek İsa’nın yaşamında her olay pagan tanrılarıyla ilgili efsanelerden kopyalanmıştı. Hristiyan Kilisesinin her dogması ve ritüelinin pagan karşılığı vardı. Bu gerçekler tüm pagan dünyası tarafından bilinmekteydi. Pagan okulları ayakta kaldığı sürece, Kilisenin kendisini bilginin yegâne kalesi olarak göstermesiyle çelişkiye düşecekti. Pagan kitapları var olduğu sürece Kitabı Mukaddes Tanrının tek vahiysi olarak kabul edilemezdi. Pagan filozoflar yaşayıp öğrettiği sürece Kilisenin dogmatik iddiaları sorgulanacaktı. Kilise için bir yol gözükmekteydi; pagan okulları, kayıtları ve hatta filozofları yok ederek yaptığı aşırmalarının izlerini silmek. Heretiklerin (kiliseye göre din sapkını) toplanmalarını yasaklayan ve mallarına el koyan on beş ferman yayınladı. Manici görüşe sahip ve Yahudilerle aynı günde paskalya kutlayan Hristiyanlara ölüm cezası verdi. Paganlara ibadet yasağı getirdi ve mabetlerine Hristiyanların kullanımı için el koydu. Hypatia o dönemde ilk Hristiyanlarca büyük ölçüde putperestlikle özleştirilen öğrenim ve bilimi sim- geliyordu. Bu süreç bir yandan da, Antik bilimlerin ve Pagan felsefesinin sona erdiği ve Hristiyanlaşmanın güçlendiği bir süreçtir. Doğa bilimleri ve matematik gibi alanlarda yoğun bir gerileme dönemi bu tarihlerden itibaren başlamıştır. Bu nedenle Hypatia İskenderiye’de Hristiyanlar ve Hristiyan olmayanlar arasındaki gerginlik ve çatışmaların öne çıkan ismi olarak görülüyordu. Eski aydınlanmanın temsilcisi olan Hypatia, Pitolemais şehrinin putperest valisi Orestes’in himayesine sığınır, Rahip Cyril’e İskendiriye’ye Başpiskopos olmasından sonra gerginlikler daha da artar. Hypatia yaşamının tehlikede olduğunu bilmesine rağmen öğretilerini yaymaya devam eder. 415 yılında Cyril’in keşişleri Hypatia’nın konuşmalarından birini tamamladığı müzenin önünde toplandılar. Yolda kıstırıldı, elbiseleri parçalandı, ölü bedenini sokaklarda sürüklediler, istiridye kabuklarıyla etini kemiklerinden sıyırdılar ve kalanı yaktılar. Eserleri yok edildi ve adı unutuldu. Hypatia’nın ölümüyle Yeni Platoncu okul sona erdi. Cyril´e ise azizlik payesi verildi. Hypatia çağının yegane bilim kadını olarak bilinir. Zeki ve güzel bir kadın olarak zamanındaki erkek dünyasında etkili olmuştur. Aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıtı söz konusudur. Bununla birlikte ne felsefe ne de bilim tarihinde adı belirgin bir şekilde geçmemektedir. Yazdığı eserler arasında İskenderiyeli Diophantus’un Arithmetica, Pergalı Apollonius’un Konikler ve Ptolemy’nin Matematik Kanon üzerindeki tefsirler tamamen kayıptır. *** 39 Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN G E R İ L L A D A N SABUN KÖPÜĞÜ Gerillanın KALEMİNDEN “Çocukken sabunu alıp ellerimi köpükle doldurduktan sonra yüzümü yıkarken gözlerimi açamazdım. Bir-iki denediysem de acıyla yanan gözlerimi sımsıkı kapatır ve iyice yıkadıktan sonra açmaya çalışır, büyüklerin gözlerini koca koca açarak yüzlerini sabunlamalarını gıptayla seyrederdim” Tîrmeh 2010 Ne kadar da yanılırız zamanı tükettiğimizden yakınırken. Oysa zaman tüketmektedir bizleri. Tükeniriz akıp giden zamanın kıyısında. Bir oluş ve bitişin içerisinde akıp giderken, zamanın aktığını düşünürüz. Bu düşünceyle zamanı ırmaklara benzeten edebi laflar ederiz. Şöyle biraz durup o “akıyor” dediğimiz zaman imgelemini belleğimizde bir an durdurup baksak, bedenimizde toplanmış milyarlarca hücreyle topyekûn akıp gidenin kendimiz olduğunu görmemiz zor olmaz. Akıp gideriz taşlara çarparak, sulara ve köpüklere karışarak ve zamanın koynunda demlenerek. İnsanın süreğen yaşama istemi hayat yolunun henüz bitmemiş olduğu bilincinden kaynaklandığı gibi çoğunda nedeni bilinmeyen yorgunluklar da kaynağını zamanın içindeki bu durup dinlenmez akıştan alır. Çocukluk çağlarında koşup oynamaya, ruhsal uyanışa ve yeni oluşuma denk bir bedensel hareketlilik varken insanın ilerleyen ömrü, toplumun ona giydirdiği davranış kalıplarıyla, bu kalıpların öğrenilmesi ve kusursuz uugulanmasıyla ve bu uygulamanın cezalandırılması ya da ödüllendirilmesiyle örülür. Çocukluk çağının sona ermesiyle birlikte çalışma hayatına başlayan insanı en çok yoran ise, yaptığı işlerden ziyade kendi doğal varoluş eğilimlerine meyleden özü ile onu hâkim toplumsal yargıların denetimine mahkûm eden, mevcut sistemlerin dayatıcılığı arasındaki bitimsiz savaştır. 40 İnsanın, bir başına kendi hayatını idame ettirmesinin adı olarak uygarlığın literatüründe yer edinen çalışma hayatına atılma olgusunun, “hayat sınavına girmiş” olmak anlamına gelmesi de ayrı bir sorundur. Nedir sınav, sınayan kimdir tüm insanları? Biz ya da bir bütün insanlık mıdır oluşmuş yargılarla insanları sınayan? Yoksa zaman mı bizleri sınamaktadır? Sadece yaşamak, kendinden ve yaşamak için bir varoluş iken, neden sınavlarla örülü bir ömrü birbirimize dayatırız ki. Bunu biraz daha abartıp “hayatın bir sınav” olduğunun söylenmesi ise daha dayanılmaz bir hayat bilgisizliği örneğidir. Bu sınavlardan kurtulamayan insan ne zaman sınavlarının sonuçlarına göre yaşayacağının sorgulamasını yapmayarak kendi hayatının ışığını söndürür. Çünkü böyle bakış varsa hayatın tamamı sınavları ve sınav sonuçlarını beklemekle geçiyor demektir. Bu kanıya göre yaşamak insanı hayat karşısında yorgun ve bitap düşürür ki oluşan bu seyir yaşamak kavramıyla paradoks oluşturur. İnsanı yoran diğer bir olgu, kendi özsel varoluşunu gerçekleştirme mücadelesinde çarpıp çarpıp geri döndüğü çelikten yargıların duvarıdır. İnsanlığın çocukluk çağları nasıl ki kırılmalardan geçerek bugünkü tahakkümcü sistem gerçekliğinin gölgesine kadar geliyorsa, bir insan da başından geçen ve yaşam deneyimleri denilen, onun dünyasının renklerini alıp götüren ve grilik yaratan yaşantılar sonucunda çocukluktan çıkar. STÊRKA CİWAN Anlamıştım artık büyümek dedikleri yıllar geçtikçe benden geçen kopup giden kimi erdemlermiş meğer Büyüme de bunun adı olur. Büyüyen hangi yanımızdır, küçülen nedir bunun karşısında? Bu eylemin birçok defa gerçekleşmesi bir çocuğu büyütüp koca bir kadın ya da erkek yapmaya yetiyor. İnsanın büyüdükçe kazandığı birçok değer vardır. Meraklarına bulduğu cevapların onu yeni arayışlara sürüklemesi ve yeni maceralara, onları göze alarak yürümesi insanın kendine kattığı değerdir. Bunların yanında insanın büyüdükçe kaybettikleri, zaman karşısında tükenen yanları nelerdir? O bitmeyen akışta kendinden koparak akıp gidenler nereye gitmiştir ve geri gelmez midir? Çocukken sabunu alıp ellerimi köpükle doldurduktan sonra yüzümü yıkarken gözlerimi açamazdım. Biriki denediysem de acıyla yanan gözlerimi sımsıkı kapatır ve iyice yıkadıktan sonra açmaya çalışır, büyüklerin gözlerini koca koca açarak yüzlerini sabunlamalarını gıptayla seyrederdim. O zamanlarda merakla ve sabırsızlıkla, büyüyeceğim ve gözlerimi aça aça yüzümü sabunlayacağım günleri beklerdim. Büyümenin bir kanıtıydı sanki böyle yüz yıkamak ama ben büyümemiştim ve henüz yüzümü sabunla yıkarken gözlerimi kapatıyordum. Aradaki zamana neler sığdı, çocukluğa dair neler, nasıl değişti bunun adını pek koyamadan akıp gittim zamanın içinde. Bir gün geldi ki artık yüzümü yıkarken gözlerimi aynı özendiğim büyükler gibi kocaman açtığımı fark ettim. Bununla da kalmadı gözlerimi kapamaya çalıştıysam da bunu başaramadım. Sabun kaçtığında gözlerim yanıyordu ama bu acıya katlanıyor yine de gözlerimi kapatamıyordum. Bunu yapmaya çalıştıysam da başaramıyor olduğumu görmem bir daha gelmemecesine kaybettiklerimi düşündürmüştü. Oysa bu zamanı beklemiş, bu zamana özenmiştim yıllar önce. Aslında çok karmaşık ya da muamma olan bir şey yoktu. Bu “büyüme” denen şeyin yarattığı durum o kadar basitti ki bunu telaffuz etmekle kavrayarak aşmak arasında bir dünya, hatta bize göre bir evren fark vardı. Anlamıştım artık, büyümek dedikleri, yıllar geçtikçe benden geçen, kopup giden kimi erdemlermiş meğer. Yargısız, sınıfsız, ayrımsız olarak doğaya ve dünyaya bakan çocuk, içinde varolduğu evrenin bütünlüğü içinde sade bir parçadır ve bunun özbilinciyle edinilmiş bilgiden uzak yaşar. Evrenin 41 parçaları onun için yabancı değildirler. Ve kendinden gördüğü tüm varlıklara karşı sonsuz bir güven duyduğundan dolayı kendini onlara karşı konumlandırma gereği duymaz. Büyüyen ve büyüdükçe ona içerilen yargıların denetimine giren insan bir zaman sonra kendini parçası olduğu evrenden koparır ve onun dışında bir varlık olduğu yargısının ağlarına düşer. İnsan kendini evrensel bütünlüğün bir parçası olarak görmekten vazgeçmekle birlikte özden ve bütünden kopmaya başlar ve bu sebeple yaşadığı yabancılaşma onu bir öteki konumuna yerleştirir. Her varlık bu konumdaki insan için bir yabancı olduğundan güven duygusunun dışına düşer. Biraz da bu yüzden büyüyünce yüzümüzü yıkarken gözlerimizi kocaman açarız. Bu, özünde bir güvensizlik belirtisidir. Büyüdükçe kazanılan değerler ne kadar büyük olursa olsun güven olgusundaki küçülme, çocuk olmaya, çocuk kalmaya özendirse de zamanın içinde akmaya devam ediyoruz. Ve eskittiğimizi söylediğimiz zamanlara rağmen rengi solan geçmiş ve geride bırakılan ömürler, geleceğe dair en güçlü kılavuz oluyor. Onlar kiminde ateşliyor, yolu kısa zamanda katetmeyi sağlıyor, kiminde de geriye doğru çekip duruyor. Bu, kişinin kılavuzuyla ilişkisine bağlı bir tempodur. Her şeyden bir ders çıkararak kendini ona göre konumlandırmaktan ziyade zamana karşı kendi varlığımızın bilincinde olmak, her şeye rağmen gücünü ikiye katlayan zaman karşısında yanılgısız bir varoluş kavrayışıyla zamanın bir parçası olduğunu bilerek yaşamak, zamanı tükettiğimiz sanrısından kurtularak zamanın ruhunu yakalamak, varoluşumuzu daha anlamlı kılacak bir yaşam arkadaşıdır. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Ö Y K Ü Irkçı Babanın Sonu Erkan KOBANLI “Babası sürekli, dünyanın Türk ırkına düşman olduğunu anlatıyor, nefret ve yalnızlık duygusunun temelini atıyordu. Türkcan lise çağına geldiğinde babasının kopyası olmuştu. Kendince bir çete oluşturarak ırkçılık faaliyetlerine yandaş ararken, diğer yandan da Türk olmayan ve sol görüşlü olan öğrencilere zulüm ediyorlardı” Tîrmeh 2010 Yavuz, evinin köşesinde ki sokağa geldiğinde sırtını duvara yaslayarak etrafı kontrol etti. Düşman olarak tanımladığı solcuların veya Rus ajanlarının kendisini takip ettiğine inanıyordu. Binaların dibinden sürtünerek evine ulaştı. Anahtarıyla kapıyı açtıktan sonra içeri girdi ve bu kez de kapı deliğinden çevreyi gözetledi. Yavuz küçük yaşlardan beri aile büyüklerinden dedelerinin Ruslar tarafından öldürüldüğünü duyuyordu. Araya giren zamanla birlikte bunu öfke ve kine dönüştürmüştü. Bu sebeple solcuları ve Türk olmayanları da düşman sınıfına koyuyordu. Irkçı faaliyetlerde ön sıralarda daima onun ismi yer alıyordu. Onun bu fobisini evlendikten sonra farkeden karısı Neşe, pek onunla ilgilenmiyor, doğacak çocuğunu bekliyordu. Bir o kadar da endişeleniyordu. Yavuz’un yaptıkları doğacak çocukları adına Neşe’yi korkutuyordu. Çocuktan çok şey bekleyeceğinin ve bebekliğinden itibaren ona Türkçülüğü aşılayacağının bilincindeydi. Ultrason yöntemi ile doğacak çocuklarının cinsiyetinin erkek olduğunu öğrendiklerinde buna daha çok sevinen Yavuz olmuştu. Ona göre erkek çocuk ırkının yücelmesi için daha faydalı olabilirdi. Evlerinin bir odasını çocuk odası olarak düzenlemeye başladılar. Neşe, bir gün alışveriş dönüşü eve geldiğinde baygınlık geçirir gibi oldu. Doğmak üzere olan çocukları için 42 hazırladıkları odaya girdiğinde duvarların tüm Türki cumhuriyetlerin bayrakları, Atatürk’ün resimleri, İstiklal Marşı, Onuncu Yıl Marşı vb. resim ve yazılarla donatıldığını görmüştü. Beşikteki yorganda dahi Türk bayrağı işlemesi vardı. İlerleyen günlerde çocuk ismi olarak Yavuz’un ısrarı ile Türkcan’a karar verdiler. Beklenen doğum gerçekleştikten iki gün sonra hastahaneden çıkışı, Yavuz’un organize ettiği mehter marşı çalgıcıları eşliğinde gerçekleştirdiler. Türkcan’ın çocukluğu askeri personelden de beter geçiyordu. Ağzından çıkan ilk kelimeler babasının yönlendirmesiyle ırkçı söylemler oluyordu. Yavuz son derece memnundu. Türkcan’ın yaşının ilerlemesiyle birlikte, babası Yavuz’un ırkçılık hastalığı da daha da belirginleşiyordu. Oğlu dört yaşına geldiğinde ona İstiklal Marşı’nı ezberletmeye çalışıyordu. Evde bulunan Türk tarihine yönelik cd ve kasetleri de günde en az bir saat izlemesi gerekiyordu. İlkokula başladığında olayları anlamaya başlayan Türkcan, hızla babasının yoluna giriyordu. Bunun tersi de düşünülemezdi, çünkü daha doğmadan önce ona bir misyon biçilmişti. Misyonunun dışına çıkabilecek konumu yoktu. Artık her sabah evden çıkmadan evvel odasındaki Atatürk ve Nihal Atsız resmine selam veriyordu. Hemen ardından marşlardan birisini okuyor ve ondan sonra evden ayrılıyordu. STÊRKA CİWAN Sol kesimlere karşı örgütleme Babası sürekli, dünyanın Türk ırkına düşman olduğunu anlatıyor, nefret ve yalnızlık duygusunun temelini atıyordu. Türkcan lise çağına geldiğinde babasının kopyası olmuştu. Kendince bir çete oluşturarak ırkçılık faaliyetlerine yandaş ararken, diğer yandan da Türk olmayan ve sol görüşlü olan öğrencilere zulüm ediyorlardı. O günlerde Kürt kökenli bir öğrenciyi yaralamak suçundan tutuklanan Türkcan, kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı. Oğlunun yaptığıyla övünen Yavuz buna karşılık onu tatile göndererek ödüllendirmişti. Yavuz, Türkcan’ı evlendirmeye de niyetlenmişti. Ancak müstakbel gelinin Türk dışında hiçbir ırka mensub olmaması gerekiyordu. Türkcan’ı sıkça ve yoğunlukla bu konuda tembihliyordu. Bir müddet aradıktan sonra istedikleri vasıflara uygun bir kız bulamayınca bu düşüncelerini ertelediler. Üniversite süreci Türkcan için tamamlayıcı bir fonksiyona sahipti. Orada gerçekleştirdiği arkadaşlıklar onun fikirlerine önemli etkilerde bulunuyordu. Üniversiteye devam ettiği günlerde bir grup arkadaşıyla birlikte ‘Türkçüler Lokali’ adı altında bir dernek açtılar. Bir bebekten bir canavar yaratmak Dernek tüzüğünün ilk maddesinde sadece Türk kanından olanların üye olabilecekleri yazıyordu. Babası Yavuz dahi onun bu derece ırkçı olmasından korkar olmuştu. Türkcan düşünsel anlamdan pratiğe geçmişti ve gözü hiçbirşeyi görmüyordu. Türkcan günün birinde babası Yavuz’un bir de Bulgar kökenli arkadaşı olduğunu öğrendi. Adeta cinnet geçirmiş bir haldeydi. Babası her ne kadar onun iyi birisi olduğunu söylediyse de sinirlenen Türkcan ona saldırmaya hakaret etmeye başlamıştı. Türkcan artık babasını bir hain olarak görüyordu. Eve de gitmez olmuştu. Dernekte ki grubuyla birlikte bir toplantı gerçekleştirdi. Babası Yavuz’un durumunu masaya yatırdı. Arkadaşları da en az Türkcan kadar tepki gösteriyorlardı. Böyle bir durumun kabul edilemez olduğu konusunda hemfikirlerdi. Bu suçun cezasını kesme 43 görevinin oğlu Türkcan’a düştüğünü söylediler. Aksi taktirde kendisi de hain olarak teşhir edilecekti. Oradan çıkınca hızla eve gitti. Babasının evde yalnız olduğunu görür görmez bağırmaya başladı. Yavuz ise yaptığının kötü birşey olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Türkcan odasına giderek yatağın altına gizlediği beyzbol sopasını aldı ve tekrar babasının yanına döndü. Yavuz onun bunu yapabileceğini düşünemiyordu. Türkcan olağan gücüyle babasına vurmaya başladı. Bir yandan da kendisine Türk arkadaşlar bulmazsa onu öldüreceğini söylüyordu. Sayısız darbeden sonra daha fazla dayanamayan Yavuz baygın vaziyette yere düştü. Babasının ölmüş olabileceğinden dolayı korkuya kapılan Türkcan koşar adımlarla evden kaçtı. Saatler sonra eve gelen karısı Neşe, bir ambulans çağırarak onu hastahaneye kaldırdı. Üç gün sonra kendine gelen Yavuz, bir bebekten nasıl bir canavar yarattığını düşünerek ağlıyordu. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Ş Ê H İ D Jİ BO BÎRANÎNA FERîŞTEHEKÊ KU Bİ ME RE ZİNDÎ JİYANKİRİBÛ Jİ BO BÎRANÎNA RÊHEVAL NÛDA - NAZAN BAYRAM Nalîn DİLPAK “Lêgerîna Jiyana Azad ji bo Nûda hewldana herî bi wate bû. Gav bi gav li çiyayên welatê xwe geriya û rûkeniya xwe li wan deran xemiland. Gotinên wê û bîranên wê di jiyana me de her dem zindî ye. Şervanek û Miroveke mînak bû” Tîrmeh 2010 Tevahî çîrok bi gotina “hebû û nebû” destpêdikin ku sedemê wê ji aliyê me ve nayê zanîn. Hebû û nebû “her lehengek bi çîroka xwe dibe leheng.” Lê belê lehengê em dizanin, dinasin bixwe afrînerê çîrokê ye ku çîroka jiyana wê li gor rêzika “hebû û nebû” pêk nehat. Lewra hebû û nebû bi hebûnê re afirand. Ew keça herî sade ya Rojê bû, Wê ew qasî bi şidayî Roj hembêz kiribû ku tîrêjan di rûçikê wê de şewq vedabû û qevdek pûxte dareşiya ji dilê wê. Yê herî xweşik ew digihand pênaseyê Rojê bixwe bû. Wisa xwe dît û bû ya xwe… Di tevahiya jiyana xwe de ji avsûma ku ji Rojê wergirtiye, jiyankir. Vaye, di demên wiha de mirov xwe li xweziyan dipêçe. Xweziya bi tevê lehengên wan ew qas hêsan ba vegotina çîrokan. Xweziya raveyan bikariya dilê wê bi tevê evînên neqîşandî vegota… Xweziya tîp ji tîpên alfabê zêdetirbana, peyv û hevok bê sînor bana… Divê tiştek hebe ku te vebêje, îfadeyekê te ava bike. Em ê hewlbidin berfînekê li berpalên Zagrosan şînbûye û jiyaye vebêjin. Em ê stranekê li Botanê bûye bêdawî guhdarî bikin, divê mirov ji tevahî deman û zemanan bipirse ka gelo tiştek heye ku raveya NÛDA bike? An jî ma qey yê herî baş NÛDA vedibêje ne NÛDA bixwe ye? Ew nepenî, sir bû lê herî pêş xwe li tekoşînê pêçabû, bi çekê re bêdengî, lê belê qêrînbû ew… Ew di nava zorê de bûn û di nava zorê de navê serkeftinêbû. Wê ji ya hêsan 44 hes nekir, di kar û xebatê de xwe pêşan nedida, her kes dema seyra afirandinê de bû ew ji Rojê re di secdê de ma. Ji nav dilê wê tofan li badibû û difûriyan û her kesên tî dibûn ji gola wê ya serêj çemkek ji avê digirtin… Di dilê wê de golek ew çend paqij hebû ku her kesî dikariya di nav de xwe xawên bike. Mirovan di gotûbêjên wê de pûxteya wê ya sade vedixwarin. Çavên wê biriqîna dûrûst yê dilekê zelal û paqij bû, lê berî her tiştî afirandinekê Rêberetiyê bû NÛDA û di her şert û mercê de dizanî dilsoza rastîyê be, xwedî rêgezbe. Yek jê şagirtê herî baş yê Bêrîtan bû, karî bi nazenînî Bêrîtan re bijî û Bêrîtan bide jiyîn. Gulê rêhevaltiya Bêrîtan bû ku her dem bêhna wê xweşbû. Cih û warên ku yekemcar rêheval Bêrîtan lê naskir berpalên Zagrosan bû, Zagros bû hêlîna yekem a azadiyê, salên zîldayina yekem a artêşbûna jinê bûn û ji bo vebûna şitlan, salên berdêl dihatin xwestin, di rengê gulên bi xwîn de cîhûwarên ku xwîna sor lê herikîn. Di wan çiyayan de ku dengê Xwedavendan ji kûrahiyê de dihat, di çaxên ku kesên dizanîn bibîhîsin bi NÛDA û BÊRİTAN re dengên wan dîbihîstin. Dema artêşên zilaman dora cîhanê girtibû û hestên jinan dorpêç kiribûn, ew di nava lêgerîna dadmendiyê de bûn. Artêş ji wan re hêlînbû, ya bengî artêşbûna tinekirina artêşan bû. Di kêliya destpêkê de bi nakok e lê belê vaye rastiya mîsoger a gihîştina rastiyê ev e. Kî dikare dilê NÛDA înkar bike, kî dikare ji bîr bike heskirina wê ya kulîlkan? Kî STÊRKA CİWAN dikare dilrehmî û heskirina wê ya bi ziravbihîstiyariyê hatiye hûnadin ji nedîtîve bê? Û ma qey kî nedît ka wê çawa çeka xwe hembêzkir û kî ne şahidê wê tîlîliya di nêvenga şerê azadiyê de ye. Vaye wiha ye, ku raveya wê bi xwe re veşartiye. Lehenga Çiyayên Kurdistanê: Nûda Lêgerîna Jiyana Azad ji bo Nûda hewldana herî bi wate bû. Gav bi gav li çiyayên welatê xwe geriya û rûkeniya xwe li wan deran xemiland. Gotinên wê û bîranên wê di jiyana me de her dem zindî ye. Şervanek û Miroveke mînak bû. Her wekî ku çiyayên bilind ji bo wê hatibin afirandin, wê di wir de biparasta cewherê bedew yê Jinê. Wê di wir de çeper bigirtaya, li wir silav bidaya Besê û Zarîfeyê. Tevahî berxwedanvan û cih û warên berxwedanê di giyana NÛDA de vediguherîn tîlîliyê û qêrînê. Rojê ji jinên çiya re gotibû artêşa azadiyê, artêşa xweşikiyê, artêşa evînê. Di baxê azadiyê de kulîlkek nadîdebû NÛDA, ji Rojê hildigirt tîna xwe û di demên bêhna Bêrîtan dihat de berf û qeşa diqelaşt. Dibû berfîna berfê kun dike di demên dilsoziya xwezayê de. Her ku Rojê ew germ dikir ax diqelaşt, befr diqelaşt. Ku ew bi Rojê re li ba dibû û di lêgera vedîtina tirbên xwedavendan de bû. Roj zarokê herî dilsoz ê xwedavend e, zarokê şîrê herî helal vexwarî ye. Di cîhûwarên herî kevnar ê xwedavendan de li şopan digeriyan, li cîhê rast de bûn, li berpalên Zagrosan de… Bi neynûkên xwe ax diraçand NÛDA, dibe ku li hember kenên qelp û sexte li kenekê Xwedavendî digeriya. Di rikê xwedayên ku bi çavên zalim li rûwê cîhanê meyze dikirin, li çavê Xwedavendekî digeriya, nêrînek xwedî cewher digeriya… Lêgerînekî ku dibe artêş, şêweyek dîtinê bû. Dîtinekî ku lêgervan ti caran ji bîr nekin. Navê wê NÛDA, navê wê Bêrîtan, Navê wê Zelal, navê wê Ezîme bû. Di rûyê hemûyan de heman nîşane, heman esilzadehiya stewyayî. Her wekî kena Sorxwîn a dişibe ya zarokan, awirên tûj ê esil ê Gulbaharê. Başe ma gelo gava mirov li Xwedavendan bigere dişibe Xwedavendan? Ma ji Şehid Çekdar 45 bo şibîna wê ne pêwîste wê bibîne? Ev yek li ba me her wekî pirsekî bersiva wê baş tê zanîn e lê mîna nayê zanîn dixuya dike. Di kêliya dîtinê de nayê zanîn, tenê dibe rastiyek dikare bê jiyîn. Yên evîndarê jiyana gerîlane vê yekê dizanin, yên mîna NÛDA lêdigerin vê yekê dibînin. Belê wiha ye lêgerîna naqede; kulilkek bedew ê li Zagrosê xwe dîtibû û di baxê artêşa jinê de cewherê xwe ji Rojê hilgirtibû… Divê nehêsan be vegotina tevahî serpêhatiyên wê jiyayî. Bi tevê rastiya wê, êşa wê û xweşikbûna wê.. Her wekî me gotibû kulîlka wê di dema herî zor de vedikir. Di nava salên tekoşînê de jî xwe ji wergirtina erkên herî zor nedida paş. Piştî ku çûbû cem Rêbertiyê fêrê sadetî û dijwariyê bibû. Ji ber vê yekê Rêbertiyê gotibû “di vê keçikê de puxteyek heye divê derbikeve holê.” Rêbertiyê ew şandibû Ewrupayê, ji ber jê yeqînbû ku cewherê çiyayî li bajaran xira nabe. Jixwe wisa jî bû û gemar nebû NÛDA. Gava vegeriya çiyan cardin zanî deverên herî bilind bike cîhûwar, li raserên herî bilind seyra pêlên azadiyê kir. Tevahî şûrên ku di dilê xwe de tûj kiribû li xurçên xwe de vaşarîbûn. Êdî ji şerên dijwartir re, yên herî zor û qetmer re amadebû. Ji lewra beşdarê xwebatek îdeolojîk ê komîteya ji nûve avakirina PKK ê bû. Ji gotinê wêdetir lehengek pêkanînê bû. Şervanê nûjen kirina PKK ê û ji nûve gehandina Rêbertiyê bû. Li vir ji Viyan heskir û bû rêhevala Viyan. Ew rêwiyê heman xwebatê, heman kedê bûn. Wan her wekî destên xwe xwîn bikin rakêşandin striyên li ser rêç e. Bi Viyan re hevaltiya wê her wekî deryaya zelaliyêbû. Deryayek wisa bû ku her kesê wenda dikariya têde rûwê xwe bidîta. Ew derya bûn tixûb derbas dikirin û bend dişkînandin. Deryayek wisa ku Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN ne zilamê paşverû, ne jî jina paşverû ne dikarî tê de sêbahiyê bikin. Dilê wan cihê herî kûr ê azadiyêbû, ew dilê mîna bêdawîtiyekê ku tê de azadî bi sêbahiyê re hevşib bû. Li pey şehadeta Viyan ew jî hilgirte ba xwe, li cem Bêrîtan û Sorxwîn kulîlkek nû diçande baxê dilê xwe. Divêya biçe Bakûr, li cîhûwarên ku kesên bi Rêbertiyê re girêdayîne rûwê xwe dane. Li cîhê ku Sorxwîn lê jiyaye, xeyalên Viyan lê digerin, biçûya cihê agir lê dibe bizot, şerên nû bi ser şerê xwe ve zêde bikira. Divêya bi hevaltiya xwe ya dildar tesfiyekarî di şermê de xeniqandiba, bi dilê xwe yê jina wêrek tirsonekî bidaya şermê. Li naverasta mehsûmiyetê çotek awirê tûj bû NÛDA. ne êşiyaba û birîn nebaya… Divêya dîrok şerm bikira, artêşên zilaman ezap bikêşanda… Û divêya li hember Rêbertiyê serê NÛDA berz bibaya. Divêya bi xurûr li neynikê meyze bikira, li berhemê Rêbertiyê, li artêşa jinê. Divêya di awirên wê de şerm bi cîh nebaya. Evîn kûr baya di bin fermandariya wê de. Divêya şerê wê li Botanê biba destan, Hêzil ew biherikandiba Kurdistanê û. Fermandara Botan û Hêzilê Nûda, bi fedekariyeke mezin têkoşiya û ji bo Jiyaneke Azad xwe feda kir. Rastiya Rêbertiyê baş fêmkir û di pratîka xwe de jî ev yek pêk anî. Bi kedeke mezin û bi Hezkirineke bêhempa Têkoşîna Azadiya Kurdistanê şîrove kir. Bi tevahî dilnizimiya xwe, keda xwe û mirovheziya xwe ve fermandarbû. Şêweyên hilbarandina pêkanînê mîna hûner dizanî, xwedî puxteyek wisa bû ku bêyî bişkîne diafirand, bêyî xirabike çêdikir. Mîna ku destên wê bêyî ku wenda bike ji bo qezençkirina mirovan hatibû afirandin. Mîna nexşekê bandor li mirovan dikir, vaye ew qas nazik û ziravbihistyarbû. Mirovê hewldan û kedêbû NÛDA. Ew çend bê berjewendî û raveyek bê zivironek bû, mîna dayik û jinekê. Girêdana wê jiyan dida îro û subeya xet û tekoşîna azadiya jinê ya ku Rêbertiyê gotibû “projeya min a nîvçe mayî ye.” Her wekî soz dabû ku zerar nede vê xetê. Ji bo wê jin mîna stranek dîrokîbû, divêya cardin Tîrmeh 2010 Her wekî Rêbertiyê gotibû “yên ji canê xwe bêzarin nikarin artêşê damezrînin, yên bê arîşen û bê coşin nikarin di artêşa jinê de ne bibin fermandar, ne jî bibin şervan.” Yên dev ji jiyanê berdane nikarin bibin xwediyê rêxistinê. Ewê dev ji jiyana xwe û canê xwe berneda. Ewê canê xwe kire dehiyê jiyana herî bedew. Lehengek jina egîdbû ku xet diparast, di asta bengî de bi angaşta tekoşînê û baweriyê re girêdayîbû. Di rengê jinê de PKK’yiyek rast ê qêrîna azadiyê bû. Mirova bedew a hestanbû ku bi rêxistinkirina xwe devrûberê xwe jî birêdixist. Bi awayek ciddî jiyankir, ji bo hevaltiyê xwedî hewldanek mezinbû, rêhevalê herkesekê hêjayê heskirinê bû. 46 Rûkeniya Stêrkên Ezmanan bû Evîndara Çiyayên Azad bû Ew. Di her bîranîneke wê de cîhanek veşartîbû. Ji Zagrosan ber bi Botanê ve herikî û Stranên Azadiyê qêriya. Li wan axên ku weke rêgezek îdeolojîk lê zayî jiyankir, ji bo bi azadî bijî hemû awayê fedakariyê kir û tekoşîn meşand, ji vê rastiyê re pêşengî kir. Erê, li axên ji dayikbûyî jiyankir. Li Zagrosê bihîst dengê Dayika Xwedavend. Li Cûdiyê qevdek jiyan jî wê pêşkeşê nav lepên nebî Nûh kir. Ji wan axan dengê hezaran şehîdan guhdarkir. Dema henaseya xwe ya dawî jî dida tenê kesên xwedî bawerî dikariyan bibîhîsin vê dengê. Ji kesên ku azweriya jinê dizanin re Botan qala xwe dike… Û rawestgaha dawiyê ye Besta, Hêzil… Di Besta de bûna qurtek ava ji zoriyan hatiye dapelandin heye, jiyanek di şînahiya xwe de bê dawî bûye. Çîroka jiyanekê ya ku tevahî mirinan bin dixe. Tu li Hêzilê evînekî, wê rojek bê tu yê ji me re vegerî, durustbûnê û şerkirinê fêrê me bikî. Herikîn wiha ye, bi temamî terk nake. Xwe digehîne tevahî axên zûha û can dide wan deveran. Ma qey te wiha ji Zagrosan xwe negehande Botanê? Ma te bi dengê xwe wiha ne got ji guhê Xwedavendan re? Me du caran bihîst agahiya şehadeta te, lê di herdu caran de jî me bawer nekir, nekarî bawer bikin, em bawer jî nakin. Ji ber em pir baş dizanin ku dilek xwedî bawerî dike welatek, dike cemekê ku can dide tevahî xwezayê… Tu herika berbi dîrokêyî, rêhevalê can ê Roj û tavê, banga azadiya pêşerojêyî. Ji bîrkirina te wê her wekî îxanetê be. Girêdana bîranîna te jî wê anora me be. *** STÊRKA CİWAN S E R O K A T Î Deryaya Bîranînan “Her bîranîneke Rêber Apo wateya jiyanê ya ku em hemû lê digerin vegotin dike. Her dem û her demjimêr di bîra mirov de cîheke mezin hildigir e. Encax mirov nikare bi çend gotin an jî bi çend nivîs ve bîne ziman. Hê pir tiştên ku mirov dixwaze bilêvbike heye. Lê mirov bîranînên azadiyê anîna ziman de zorî dikişîne” Mirov bi çend bîranînan nikare rastiyên jiyayî bilêvbike û rastiya Rêber Apo vebêje. Mirovên ku çar demjimêr di nav pergal û bernama Rêber Apo afirandî de jiyan dikin, ji bo wan her demjimêr, her tim wek bîranînê ye. Ji bo wê mirov ti cara nikare deryaya bîranînan ji bîr bike. Di vê deryayê de her demjimêreke ku derbas dibe xwedî wateyeke pir mezin e. Di kesayeta Rêber Apo de rastiyên ku mirov rû bi rû dimîne, jiyan dike, hîs dike û her nêzîkatî, ji bo me wek perwerdeyekê ye. Dema mirov Rêber Apo dibîne pir tiştên cûda xeyal dike. Piştî ku mirov Rêber Apo dibînê û bi Rêber Apo re jiyan dike, raman, xeyal û hizrandinên mirov pir cûda dibe. Di her kêliyên demê de pir tiştên ku bandora xwe li mirovan dike heye. Mirov rastiya Rêber Apo, di nav pergala ku heye, bernama ku hatî afirandin de û bi tiştên ku dibîne, jiyan dike ve dinas e. Ji bo min tişta herî balkeş nêzîkatiyên Rêbertî ji mirovan re ye. Di vê pergala perwerdê de her mirov ast û namzeta wê çi dibe bila bibe di heman pîvanan de beşdar dibe. Nêzîkatiyên Rêber Apo ji jin re, zilam re, ciwan re, ixtiyar re, ji her mirov re cûda ye. Li gor behre û têgîhîştina kesayet, nêzîkatiyên cûr bi cûr pêş dixe. Hemû nêzîkatiyên kesayet di jiyanê de, sekin, lêgerîna wê hemû dike mijarê perwerdê. Rêber Apo wek bergeh û şîrovayên me nêzî mirovan nabe û mirov tenê bi nêzîkatî û rêgezên giştî ve destnagir e. Li hember van rastiyan vebijarkên cûda diafirand. Bi vê helwestê 47 ve kesayet dixist nav lêgerîn û lihûrbûneke kûr, kesayet neçar dihişt ku xwe pêşbixe û bigûherîn e. Rastiya Rêber Apo, Jiyana mirovahiyê pênase dike Di rastiya Rêber Apo de xalên ku herî bala min dikişand û min bandor kir ev e. Rêbazên Rêber Apo perwerdekirina mirov, cûda ye. Nêzîkatiyên Rêber Apo min dikişand nav hizrandineke mezin. Dema mirov di deryaya bîranînên azad de jiyan dike, her dem di nav evîn, xiroş û lêgerînê de ye. Rastiyên ku Rêber Apo ji mirov re dide nasîn, pir girîng e. Di nav vê hawirdorê perwerdê de jî kesayet pêdiviyên xwe hildibijêrê û li gor pêwîstiyên xwe her dem di nav lêgerîneke bê dawî de dijî. Rêbaz û şêweyê Rêber Apo ne bi amûreke dext an jî bi sînor e. Bi awayeke xwezayî nêzîkatiyên Rêber Apo kesayet teşwîqê gûherîn û lêgerînê dike. Li hember vê kesayet moral û xiroşeke cûda dijî. Di wê demê de mirov dixwaz e bi awayeke lezgînî biçe nav kiryarî yê. Ji bo vê tu qad û xebat cîhexwaziyeke hilnagir e. Mirov dixwaze di vir de vê lihûrbûnê û ramanê di deryaya bîranînan de bigire, bi awayeke lezgîn di nav kiryariyê de pêk bîn e. Û bi gavêke ve dixwaze zû ji Rêber Apo re bibe bersiv. Min bi xwe jî vê rastiyê jiyan kir. Mirov dikeve nav lêgerînê ku çawa, hêz û moral, eşk û lêgerînên ku min ji Rêber Apo digirt, ezê pêk bînim? Piştî demekê mirov dikeve nav Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN lêgerîneke wisa. Bi awayeke giştî serwextiyeke di milê raman, têgîn û destgirtin de digire û bi vê behreyê ve her dem di nav lêpirsînê de jiyana xwe derbas dike. Di vir de kesayet ji xwe vê pirs dike “Gelo ev lêgerîn û hêza min ji bo kiryarîkirina Rêber Apo têrê dike an na?” Di her perwerdê de dema mijar dibe kesayet, rêbazê Rêber Apo ya ku beramberî mirovan rave dikir tê bîra min û ez li ser vê lihûrbûnekê jiyan dikim. Dema ez çûm qada Rêber Apo pir ciwan bûm û di naskirin û têgîhîştina rêxistinê de jî lewaziyên min hebûn. Bi giştî ez qadên kiryariyê de mabûm. Çûna min li gel Rêber Apo, pir cûda bû û bi çend gotinan ez nikarim vê xiroşê bilêvbikim. Di kesayeta min de rastîyên feodal pir bandor bû û ez zêde bi girûr û înad nêzî dibûm. Li hember vê hindek rêbazên ku Rêber Apo pêş dixist hebûn. Her dem Rêber Apo dixwest vê girûrbûna min a ku bingehê xwe ji feodaliyê digire bişkîne, ji bo wê her dem di vê milên min de arastebûn pêşdixist. Di destpekê de min rêbazê Rêber Apo ya ku li hemberî Tîrmeh 2010 min pêşdixist, fêm nedikir. Ji bo wê carna pir bi coş bûm, carna jî ez pir bê coş û bêzar bûm. Têgîhîştina min têrê nedikir û min nedikarî fêm bikim. Ji bo wê di destpêke de min pir zorahî dikişand. Piştî dem derbas bû, lihûrbûn û lêpirsîna min di derbarê kesayet de pêş ket, vê yekê wek rêbazê Rêber Apo ya ji bo gûhertina mirov, min girt dest. Rêber Apo digot; “Nêzîkatî û bandorên feodal di jinê de pêşketinan ava nake û nahêlê xwe derbas bike. Heta demeke jin dikarê bi vê ve bimeşe û xwe biparêz e. Piştî demeke astengiyeke mezin çê dike. Ez ji bo ku tu têkevî nav lihûrbûnê û van sînorên feodal derbas bikî, van gotinan bikar tînim. Weke din tu wê pir girtî bimînî û kapasîteya te ji bo pêşketin û gûhartinê wê pir lewaz bimîne.” Destpeke min ji nêzîkatiyên Rêbertî re wateyeke nedida, ev jî di min de bêzariyeke ava dikir. Piştî ku min wate da û lihûrbûnê min li ser vê mijarê pêşket, encax min dikarî hindek rastiyan bipejrînim û bikaribim derbas bikim. Piştî wê rehetiyeke, vebûneke, coşeke di kesayeta min de pêş ket. 48 Mînaka herî balkeş leyîstoka topê bû. Rêber Apo ne tenê weke leyîstok digir dest. Di wê leyîstokê de mirov digirt dest û dahûrîn dikir. Rêber Apo leyîstok wek rêbazeke perwerdê dest digirt. Dema Rêber Apo top dilîst, tevahî hêzên akademiyê dihat temaşe dikir. Di navbera perwerdê de Rêber Apo dîsa top dilîst. Min jî av ji Rêber Apo re bir. Di nav ewqas hevalan de şaşala avê li serê min de kir. Ev pir zora min çû. Min got çawa di nav ewqas mirovan de av serê min kir. Bala Rêberti kişand ku ez pir bandor bûm û girûra min şikest. Psîkolojî û coşa min xira bû, wechê min heman demê de rengê xwe gûherî. Çima min tişteke wisa jiyan kir? Ev ji nêzîkatiyên feodalî çavkaniya xwe digirt û min tu wate ji vê nêzîkatiyê re nedida. Piştre ji min pirs kir, got; - “Wek tu bêzar bû û coşa te xira bû.” Min got; - “ Na Rêber’ê min, tişteke nebû.” Rêber Apo got; - “Na, ez dizanim pir zora te çû. Min bi zanebûn wisa kir. Pêwîst e hûn pir rehet û xwezayî bin. Kî mirov vê rewşê temaşe dike, bila bike.” Pir rêbazên Rêber Apo ji bo pêşxistina mirov, em dikarin bilêvbikin. Serok dema nêzêkatiyeke ji mirov re pêş dixist, di heman demê de jî bi kesayet re niqaş dikir. Kesayet pêwîst e çawa bigire dest, dianî ziman. Mirov ji bo gûhartin û vegûhartinê îqna dikir. Ji bo ku ez bi vê ve bi sînor nebînim û hemû demê xwe bi vê hizrandinê ve derbas nekim, di min de jî îqnakirinêke pêşxist. Digot “Ji bo jineke ku di van mercên çiya de jiyan dike, pêwîst e înad hebe. Ez ne dijî vê rastiyê me. Şoreşgerî bixwe jî kareke înadê ye. Ger di kesayetêkê de înad nebe, nikare bijî û şoreşgerî bike. Lewra pêwîst e mirov înad û girûra feodaltî, bikaribe STÊRKA CİWAN bizivirîne înad û girûra şoreşgerî. Kesayet ji bo vê pêwîst e her dem têbikoşe. Ji derveyê vê di jineke de înad û girûr nebe nikare têbikoş e. Ez ne dijî vê me. Lê pêwîst e mirov rastiyan baş têbigîhîje û fêm bike.” Niha jî dema ez bi van taybetmendiyên xwe ve zorî dikişînim, gotinên Rêber Apo yê di derbarê taybetmendiyê min de tê hizrandinê min. Têkiliya bi xwezayê re ji bo Rêber Apo hezkirineke mezin bû Nêzîkatiyên Rêber Apo ji bo xwezayê tên zanîn. Ez dixwazim di vê derbarê de mînakeke bidim. Ez rojeke wazîfedar bûm. Di derdora akademiyê de pir çîçek û gûl hebû. Di giştî de yê ku av dida baxçê, hevalê jin bûn. Wê rojê me kêmasiyak kiribû û me bexçe av nedabû. Rêber Apo di şev tava heyvê de derket bexçe û wan çîçeka meyzand. Em jî derketin bexçe. Rêber Apo bi xwe re diaxifî. Me di destpeke de fêm nekir. Min hindek xwe nêzîk kir, Rêber Apo bi çîçekan re diaxife. Rêbertî min dît û gazî min kir. Ez çûm li gel Rêbertî. Ji min re got; -“Ev çîçek çima wisa bê av man e û çilmisîn e. We çima li van nemeyzand?” Rêber Apo pir bêzar bû. Çîçekik ketibû erdê, girt û da destê min û got; hûin dibêjin em şoreşgerin, şerkerin, têkoşer in, em dixwazin herin şer, lê hûn xwedî gûleke jî dernakev in. Gelo hûinê çawa xwedî welateke derbikev in? Gotinên xwe berdewam kir û got; - Bila ev gûl li gel te be, her ku te li vê nerî, bila ev roj bê bîra te. Bi vê ve tucar erk û berpirsyariyên xwe yên rojane jibîr nekin. Erkên xwe pir rast û bi awayeke paqij pêk bîn in. Ger zimanê vê gûlê heba, wê pir rexne pêşbixista. Belkî zimanê wê nîne, lê wek mirovan dibîne, fêm dike, lê nikare bilêvbike, her tişt di hûndorê xwe de dihêle. Hûin pêwîst e vê fêm bikin. Jin jî wisa ye. Ger tu jinê di perwerdê de pêş nexî û pê re mijûl nebî, wek gûleke çilmisî ye. Ger tu gûleke re jî mijûl bibî, av bidî pir bedew û coş dibe. Belkû ji bo we pir biçûk û bê nirx e. Lê tiştên di jiyanê de ji bo we biçûk tên, hûn zêde bala xwe nadin ser, di rastiya Rêbertî de ne wisa ye. Ji bo min tiştên herî biçûk jî bi wate ye. Pir tiştên mezin di nav tiştên biçûk de veşartî ye.” Ev bûyer li ser min pir bandor kir. Heta niha jî di hizrandinê min de ye û ew gûl niha jî li gel min e. Careke berf hati bû. Rêbertî got; - “Bila hevalên jin werin, em gilokê berfê bilîzin.” Em jî çûn. Me çembereke çêkir. Rêber Apo di navendê de sekinî û got; - “Hemû gilokê berfê bavêjin min.” Çend car got, me pêkneanî. Me got wê Rêbertî nexweş bikeve. Piştre got; -“Wek fermandareke leşkerî ez talîmat didim, di vê hun biavêjin.” Me hemû gilokê xwe avêt ê. Ser Rêber Apo tije berf bû. Em hemû çûn me berfa xwe paqij kir. Got; - “Em liyîstok dilîzin, hun çima berfê paqij dikin. Ev leyîstokeke tu çiqas dikarî hedefa xwe bidî dide nîşandan. Dev ji vê hestyarbûna xwe berdin. Bi vê şêweyê têkoşîn naye meşandin. Ev dide diyar kirin ku we hedefa xwe nîvî de hişt, hun pêwîst e biçin lihûrbûneke jiyan bikin. Belkî leyîstoke, lê pir tişt ji mirov re dide fêrkirin.” Her bîranîneke Rêber Apo bi Wate bû Em hemû çûn, li ser vê bûyerê me lihûrbûneke jiyan kir û me di nav xwe de nîqaş kir e. Em çawa dikarin lihûrbûneke bikin û encam derbixin. Ev ji bo me pir pêwîst bû. Rojeke din jî, em siharê çûn dahûrînê. Me derfet nedît ku em cîhê xwe paqiş bikin. Piştî dahûrînê Rêbertî çû li 49 cîhême nerî. Piştre gazî me kir û got; -”Hun xwarin naxwin, tu kes bi hev re jî neaxife. Wê her kes li ser xwe biponije. Ev belavbûn û qirêja cîhê we, belavbûna mejiyê we ye. Li ser vê lihûrbûnê jiyan bikin û zû xwe kom bikin. Çi li ser we bandor dike, wê ji mejiyê xwe biavêjin û rast lêhûrbûnêke jiyan bikin. Dema mirov dibêje jin; bedewî û paqijî tê hizrandinê mirov. Dema dibêjin cîhê jinê, mirov dixwaze lê ronî bike. Lê we wisa kiriye ku, mirov naxwaze di vir de derbas jî bibe. Ev yek şêweyê zilam dide nîşandan.” Rêber Apo pir giran rexne kir. Ev bûyer li ser me pir bandor kir. Got; -”Belkî hun bibêjin em negîhiştin, em piştre jî dikarin paqij bikin. Lê ji bo min ne wisa ye. Ev şêwe û hezkirina jiyanê, nîzam, rêz û rêxistina we ya jiyanê diyar dike.” Min li ser van bûyeran lihûrbûneke jiyan kir. Pir tiştên ku di jiyanê de ji bo me biçûk e an jî em pir bala xwe nadin, ji bo Rêbertî pir mezin û heta kûrahiya wê dahûrîn dikir. Piştre mirov wisa dibe ku li hember her tiştê jiyanê hişyar dibe û wateyeke cûda di mirov de pêş dikeve. Her bîranîneke Rêber Apo wateya jiyanê ya ku em hemû lê digerin vegotin dike. Her dem û her demjimêr di bîra mirov de cîheke mezin hildigir e. Encax mirov nikare bi çend gotin an jî bi çend nivîs ve bîne ziman. Hê pir tiştên ku mirov dixwaze bilêvbike heye. Lê mirov bîranînên azadiyê anîna ziman de zorî dikişîne. Çimkî mirov çiqas bû bersiv, çiqas pêkanî û çiqas dikarim rastiya Rêber Apo rave bikim, bikaribim ji hemû hevalan re bibêjim? Ev bi serê xwe mirov dixe nav lêpirsîn û lihûrbûn ê. Yê herî rast ew e ku, mirov çiqas bilêvbike jî, nikare bînê ziman û mafê wê bide. *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN G U E R İ L L A Aus dem Tagebuch eines Guerillakämpfers Meine Geschichte Aus der feder von Guerilla Ereignisse und eigene Erlebnisse haben solch einen großen Einfluss auf uns, dass ihre Spuren unser ganzes Leben beziehen und unsere Zukunft bestimmen. Die Szenenbilder, die den Film unseres Lebens ausmachen, beherbergen verschiedene Gefühle. Wenn wir zurückblicken auf diese Bilder, sehen wir zugleich Wut, Lächeln, Tränen, Traurigkeit und andere Gefühle. Welches dieser Gefühle du auch berührst, tritt Leid und Kummer hervor, wird eine neue Türe geöffnet... und eben hier beginnt unsere Geschichte. Jeder hat seine ihm eigene Geschichte. Aber darüber hinaus gibt es doch auch gemeinsame Kapitel. Man hört der Geschichte von jemand anderem zu und findet sich dort selbst, denkt sich “Das habe ich auch erlebt”. Oft fragen wir uns auch, warum unsere Geschichten sich dermaßen ähneln. Muss das so sein? Dann möchte man in die gemeinsamen Geschichten, die gemeinsamen Kapitel eingreifen und diese verändern. Dabei gibt es in unseren Geschichten, also in den Geschichten der kurdischen Kinder doch so viele Gemeinsamkeiten. Wir alle sind die Teile der Geschichte des anderen. So, wie es in meiner eigenen Geschichte ist... Meine Aufgeregtheit im Alter von 7 Jahren, meinen ersten Schultag und die Zeit danach werde ich niemals vergessen. Meine Eltern hatten keine Schulbildung erhalten und wollten dieses Gefühl der Gebrochenheit überwinden, indem sie uns zur Schule schickten. Sie hatten es sich gar zum größten Ziel gemacht, dass ihre Kinder die Sprache erlernen und zu Beamten des Staates werden. Denn sie hatten den Schmerz der Unterdrückung selbst erlebt. Aus diesem Grund waren sie an meinem ersten Schultag aufgeregter, als ich es war. Als wäre es nicht meiner, sondern ihr erster Schultag. Mein Vater hatte all meine Schulsachen mit großer Sorgfalt gekauft. Genau, wir meine weißen Socken mit Kirschmuster, die ich liebte und von denen ich mir wünschte, sie würden niemals zerreißen... Eine Menge Bücher, die ich nicht verstand, weil sie auf einer mir unbekannten Sprache geschrieben waren, eine Menge kunterbunter Stifte, schön riechende Radierer und eine Menge knallbunter Perlen, welche ich noch nicht einmal als Kleinkind besessen hatte... Das sollte wohl Tîrmeh 2010 heißen, dass ein neues Spiel beginnt. Ich sollte den ersten Test meines Lebens bestehen und aus Sicht derer, die uns für die Kinder eines unwissenden, unkultivierten Volks hielten, indem wir unseren ersten Schritt durch das Schultor machten, die Zivilisiertheit und Zeitgenössigkeit begrüßen. Dabei war es eigentlich der erste Schritt in einen Kampf, den ich nicht vergessen kann und der meine Suche nach mir selbst bestimmen sollte. Im Alter von sieben Jahren solch eine Aufgabe zuteil zu bekommen war die größte Ungerechtigkeit, die man einem Kind machen konnte. Nun war mein erster Schultag gekommen. An diesem Tag haben meine Mutter und mein Vater, die sich selbst wie Erstklässler benahmen, alles getan, damit dieser Tag perfekt verläuft. Meine Haare, die mir bis an den Rücken reichten, wurden an diesem Tag von meinem Vater gekämmt. Denn immer wenn meine Mutter meine Haare kämmte, musste ich weinen, weil es so weh tat. Mein Vater wollte nicht, dass ich an diesem Tag weine. Um mir nicht weh zu tun, kämmte er meine Haare als würde er mich massieren. Zum ersten Mal in meinem Leben hatte es mir so sehr gefallen, gekämmt zu werden. Ich zog mir meine Uniform und den weißen Latz, den meine Schwester mit großer Vorhut selbst gehäkelt hatte, an und bereitete mich auf meinen Weg zur Schule vor. Zusammen mit meinen Freunden aus unserem Viertel machten wir uns auf den Weg zur Grundschule, die gleich unten an der Straße lag. Ich werde niemals vergessen, wie meine Knie zitterten und meins Herz raste, als wir uns von unserem Feld der Freiheit, unserem Haus, unserer Straße in eine neue Welt bewegten. Der kurze Weg vom Haus zur Schule hatte sich in eine endlose Strecke verwandelt. Neben der Aufregung und der Angst waren wir auch voll mit der Ungeduld, etwas Neues zu erleben. Dann standen wir vor dem Schultor. Das Gebäude war mit grauen und schwarzen Tönen gestrichen. Es war, als würde das Gebäude einem befehlen, stillzustehen. Im ersten Moment hatte ich verstanden, dass es hier anderen Farben nicht gestattet sein würde. Dieser erste Moment war für mich voller Hast, Chaos und Geschrei. Dann kamen die Lehrer und stellten 50 STÊRKA CİWAN uns in einer Reihe auf. Laute Rufe hatten Flüstereien gewichen. Damit die neuen Schüler und Schülerinnen sich an die Ordnung der Schule gewöhnen, stellten die Lehrer sie vor dem Schultor, vor dem die türkische Fahne wedelte, sich die Büste von Atatürk befand und “Glück der, der sich Türke nennt” stand, in eine Reihe. Jeder, dessen Name aufgerufen wurde, stellte sich in die Reihe seiner Klasse. Mein Vater hatte mich zuvor den Namen, der auf meinem Ausweis stand, auswendig lernen lassen. Zwischen all dem, was gesagt wurde, verstand ich nur meinen Vor- und Nachnamen. Als mein Name aufgerufen wurde, hatte ich verstanden, dass ich gemeint war. Davor hatte ich überhaupt nichts von dem, was der mit lauter Stimme sprechende, kahlköpfige, bärtige und streng aussehende dicke Lehrer gesagt hatte, verstanden. Ich hatte gebetet, dass ich mit meinen Cousinen in die gleiche Klasse und die gleiche Reihe kommen würde und meine Gebete wurden tatsächlich erhört. Ich kam in die gleiche Klasse wie meine Cousine. Und es war ausgerechnet die Cousine, die am streitlustigsten ist. Das war das Beste an diesem Tag. Denn ich wusste, dass wir aufeinander Acht geben würden. Wir stützten uns gegenseitig auf unseren Rücken. Die erste Etappe hatten wir gemeinsam bewältigt. Wir gingen in unsere Klasse und nahmen entsprechend unserer Körpergröße in unseren Reihen Platz. Wir gingen Hand in Hand in die letzte Reihe auf der Fensterseite. In der Klasse war es sehr stickig und so offiziell, dass wir uns nicht trauten, einen Laut von uns zu geben. Wir schauten mit verdutzten Augen um uns und versuchten zu verstehen. Zwischen all dem Gebrüll und dem Staub in der Klasse wollten wir ein Licht sehen, eine Brise spüren. In dem Moment wünschten wir uns mehr als alles andere, dass jemand uns erklärt, was in diesem uns fremden und unverständlichen Ort geschieht. Dann hörten wir die Klingel. Die noch rumstehenden Kinder setzten sich schnell auf ihre Plätze und fingen an, still zu warten. Einige Minuten später kam ein großer, glatzköpfiger, lächelnder und väterlicher Mann im Anzug in den Klassenraum. Er setzte sich an den Lehrerpult, stellte seine Mappe darauf und sah lächelnd auf die Klasse. Er begann sich auf einer mir fremden Sprache vorzustellen. Ich verstand allein seinen Namen, der meinem Nachnamen ähnelte. Die Stadt, die er als seine Heimat angab, hatte ich zuvor weder gehört, noch gesehen: Izmir... Für Menschen aus dem Westen ist Kurdistan ein Exil. Als Lehrer in Kurdistan zu arbeiten wird entweder als Strafe oder Pech verstanden. Aber es gibt auch Lehrer, die ihre Aufgabe mit großer Genugtuung erledigen, um die kurdischen Kinder zu assimilieren, ihre Hirne zu waschen und sie zu Türkisieren. Sie denken, dass dies ihre Aufgabe ist. Denn das Verständnis einer Sprache und einer Nation hat ihren Horizont vollkommen eingenommen. Sie spielen die drei Affen, um über dieses Verständnis heraus nichts zu sehen. Obwohl sie auf so klare Realitäten treffen, beharren sie auf ihrer begrenzten Sichtweise. Aus diesem Grund fühlten wir uns oft so, als würden wir uns nicht in einer Schule, sondern auf einer Militärakademie befinden. Auch mein Lehrer als Izmir war so. Das erste Verbot betraf die kurdische Sprache. Das Erste, an was er uns erinnerte, war, dass wir nicht Kurdisch sprechen dürfen. Die Kinder, die dieses Verbot bekommen, werden entweder ihren ersten Schritt in die eigene Verleumdung gehen oder in Widerstand treten, indem 51 sie sich darüber bewusst werden, dass sie ohne Bildung zwar keine Zukunft haben, aber hier mit der offiziellen Ideologie des Staates gefüttert werden sollen. In meinem jungen Alter habe ich eine Menge Kinder - allen voran meine Schwester und meine Cousine - kennengelernt, die diese Realität nicht akzeptiert haben und die Würde des Kurden repräsentiert haben, ohne zu wissen, welche Konsequenzen ihre Haltung haben wird. Der Kampf mit solch einem großen und schweren Konflikt in einem sehr jungen Alter ist einerseits sehr schwer und andererseits bringt er neue Gefühle mit sich. Diejenigen, deren Muttersprache Türkisch war, lernte innerhalb von einem Monat zu lesen und zu schreiben. Aber wir brauchten ein ganzes Jahr hierfür. Für Begriffe, die wir in unserer Muttersprache zwar kannten, ihre türkische Übersetzung aber nicht wussten, wurden wir mit Stöcken auf unsere Handflächen geschlagen. Weil wir das Türkische nicht gut kannten, konnten wir manche Wörter nicht richtig aussprechen, uns selbst nicht zu Ausdruck bringen. Daneben wurden wir behandelt, als wären wir geistig zurückgeblieben, was zu einem Gefühl der Ausgrenzung und Niedrigsein führte. Unter solchen ungerechten und ungleichen Bedingungen übten unsere Lehrer mit ihren Stöcken in der Hand enormen Druck auf uns aus und wir lernten das Schreiben und Lesen nur unter Druck und mit Angst. Aber dabei sammelte sich Wut, Ambitionen und Hartnäckigkeit auf. Wir wollten es trotzdem schaffen... Mein Lehrer aus Izmir wird vielleicht niemals verstehen, wie viele kurdische Kinder aufgrund dieses Konflikts zu PKK’lern wurden. Aber die Suche nach einer Identität, die mit diesem Widerspruch anfing, führt zur PKK, die den freien und unabhängigen Willen Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Denn dieses System gibt niemandem, keiner Minderheit, keiner Verschiedenheit dieses Recht des freien Kurden repräsentiert. Dies sollte niemand vergessen. Seit diesem Widerspruch waren genau 12 Jahre vergangen. Meine Mutter hoffte, dass ich Beamter werden würde. Aber ich war bereit dazu, alle Segen des Staates abzulehnen und wandte ihm meinen Rücken zu. Warum? Denn ich musste vor allen Titeln erst einmal als Mensch leben können. Ich brauchte eine Identität, mit der ich mich definieren, zu Ausdruck bringen kann. Die Realität des türkischen Bildungssystems war weit davon entfernt, mir diese Identität zu geben. Dieses System bemühte sich darum, all die Dinge, auf deren Suche ich war, von mir fern zu halten. Denn dieses System gibt niemandem, keiner Minderheit, keiner Verschiedenheit dieses Recht. In diesem Bildungssystem gibt es keinen geschriebenen Gedanken, der einen dazu anleitet, ein tugendvoller Mensch zu werden. Es geht nur darum, alle Menschen gleich zu machen. Es beinhaltet Verleugnung und Genozid. Ich habe nicht erlaubt, dass meine Lebensgeschichte von ihnen geschrieben wird. Ich habe damit begonnen, meine Lebensgeschichte selber zu schreiben und habe mich an diesem Punkt losgelöst. Eben diese Wirklichkeit, die von allen kurdischen Kindern erlebt wird, ist der Punkt, an dem sich unsere Geschichten treffen. Die Zahl derjenigen, die in langen Jahren im türkischen Bildungssystem ihre eigene Identität leugnen, ist heute nur noch sehr niedrig. Denn die Forderungen, die früher mit Angst von uns zu Wort gebracht wurden, werden heute vom kurdischen Volk und seinen Kindern mit Mut, ohne jegliche Angst und trotz aller Hindernisse lautstark ausgedrückt. Sie kämpfen heute dafür, aus ihren Träumen Realitäten zu machen. Die Tîrmeh 2010 kurdischen Kinder, die mit diesem Widerspruch aufgewachsen sind, nehmen ihren Platz im Kampf immer mehr ein. Aber die Forderung nach muttersprachlicher Bildung, welche vom kurdischen Volk heute auf den Serhildans und Zusammenkünften zu Ausdruck gebracht wird, wird vom türkischen Staat noch immer als Separatismus bewertet. Dass der türkische Staat mit Begriffen wie “demokratische Öffnung” eigentlich sich selbst belügt, wird heute auch von der türkischen Gesellschaft erkannt. Während jeder darauf wartete, dass etwas geschieht, hat der türkische Staat noch despotischere, antidemokratische, militaristische und faschistische Politiken präsentiert. Die türkische Regierung, die von Ast zu Ast springt, will jetzt als weitere Stufe ihres Liquidierungsplans das Flüchtlingslager Maxmur auflösen. Sie versucht das Volk von Maxmur, deren Dörfer sie zerstört haben, zurückzuholen. Das Problem ist aber, dass sie dies versucht, ohne irgendeine Gesetzesänderung in der Verfassung und politischen oder wirtschaftlichen Reformen zu realisieren. In der Türkei werden jeden Tag Menschen für das täglich Brot begraben, wird die Armee von Arbeitslosen immer größer. Die Kinder in Maxmur schreiben, lesen und sprechen auf ihrer Muttersprache. Türkisch lernen sie als Fremdsprache. Mit dem Schmerz, fern von der Heimat im Exil leben zu müssen, haben sie sich eine kurdische Welt aufgebaut. Sie leben den demokratischen Sozialismus mit seinen Lebensprinzipien. Auf diese Weise organisieren sie ihr eigenes Leben. Mit der Lebensphilosophie und der ideologischen Herangehensweise, die sie von Rêber Apo gelernt haben, haben sie eine de52 mokratische Kultur entwickelt. Diese gleiche und freie Lebenshaltung hat die Kraft, die Grenzen des türkischen Staats zu überwinden und Druck auf diesen auszuüben. Die antidemokratische und monistische Geisteshaltung und Konstitution ist nicht in der Lage dazu, dass Volk von Maxmur zu tragen. Das Volk hat sowieso erklärt, wie es in dieser Sache denkt. Jeder in Maxmur - ob jung oder alt - hat dieses Bewusstsein. Kommen wir nun zum Ende der Geschichte. Ich habe die türkische Sprache erlernt. Aber ich kann auf keiner Sprache etwas so schön zu Ausdruck bringen, wie ich es im Kurdischen kann. Auf anderen Sprachen bleibt mein Ausdruck immer unfertig. Aber trotz allem hat das kurdische Volk und seine Kinder solch eine tolerante Sichtweise gewonnen: um sich selbst zu Ausdruck zu bringen und andere zu verstehen ist es eine Tugend, eine andere Sprache zu erlernen. So, wie man seine eigenen Schmerzen auf diese Weise auf anderen Sprachen zu Ausdruck bringen kann, so kann es auch dazu führen, dass andere Menschen ihre Schmerzen auf deiner Sprache erzählen. Trotz langen Jahren hat sich diese Wirklichkeit in der Türkei nicht verändert. Ich lade alle kurdischen Jugendlichen, die eine ähnliche Geschichte besitzen, sich in meiner Geschichte wiederfinden, dazu ein, den Rest ihrer Geschichte mit Freiheit aufzuschreiben. Die Berge Kurdistans, die die Haltung des würdevollen und freien Kurden repräsentieren, sind Ort, wo demokratische sozialistische Charaktere entstehen und groß werden. Diese Berge sind für alle Menschen mit dem Bewusstsein für ein freies Leben offen... STÊRKA CİWAN É T U D İ A N T L’Union des étudiants du Kurdistan (YXK : Yekîtiya Xwendekarên Kurdistan) Ali HAYIRLI “En 1991 , des étudiants kurdes issus de différentes universités européennes se réunissent à Bochum pour fonder l’union des étudiants du Kurdistan (YXK ) afin de faire face aux politiques de négation et d’extermination subies par le peuple kurde. Consciente du devoir historique qui pèse sur ses épaules, la jeunesse kurde a voulu prendre une place plus active dans la lutte pour la liberté menée par son peuple “ Historique En 1991, des étudiants Kurdes issus de différentes universités Européennes se réunissent à Bochum pour fonder l’union des étudiants du Kurdistan (YXK) afin de faire face aux politiques de négation et d’extermination subies par le peuple Kurde. Consciente du devoir historique qui pèse sur ses épaules, la jeunesse Kurde a voulu prendre une place plus active dans la lutte pour la liberté menée par son peuple. Les étudiants Kurdes des différentes universités s’organisent au niveau régional pour mener des activités. Les différents groupes régionaux d’étudiants travaillent en étroite collaboration, surtout au niveau de l’Allemagne, pour organiser des activités et des évènements communs. La fondation de l’union des étudiants du Kurdistan répond à des besoins propres à la communauté Kurde vivant en Europe. Les objectifs de l’Union des étudiants du Kurdistan Une importante partie des Kurdes ont immigré en Allemagne suite à la situation politique critique au Kurdistan. L’Union des étudiants du Kurdistan a pour premier objectif d’informer la communauté européenne et ses différents organes de presse sur la situation au Kurdistan et de détruire les idées fausses concernant le mouvement de libération national Kurde. 53 L’Union des étudiants du Kurdistan s’occupe également des questions liées à la question Kurde et aux droits de l’homme, en luttant notamment contre l’interdiction de la culture et de la langue Kurde et le piétinement des droits de l’homme. Le second objectif de cette association est la solidarité entre les étudiants issus du Kurdistan. L’Union des étudiants du Kurdistan apporte différentes aides (sociales, bureaucratique, académique…) aux étudiants venant du Kurdistan pour étudier en Europe. L’Union des étudiants du Kurdistan et ses différents groupes ont également pour objectif d’informer les jeunes Kurdes sur leur identité culturelle et de développer la conscience nationale. Les étudiants Kurdes prennent part au développement de la culture Kurde, à la résolution de la question Kurde et soutiennent le mouvement de libération nationale Kurde. Chaque membre de l’Union des étudiants du Kurdistan entreprend des recherches scientifiques concernant l’histoire, la culture et les différentes questions en relation avec la question Kurde. Des projets sont présentés au public via des symposiums et des panels. Les activités de YXK L’Union des étudiants du Kurdistan vise à informer l’opinion publique et la presse, en entreprenant des recherches scientifiques, sur la question Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Kurde et la situation des immigrés Kurdes en Europe. L’YXK doit travaille en collaboration avec différents partenaires (associations d’étudiants, écologistes, associations de droits de l’Homme, sociaux-démocrates…) pour mener à terme ses activités et ses projets. Les membres de l’Union des étudiants du Kurdistan organisent en collaboration avec leurs partenaires des symposiums, des panels, des campagnes d’information, des projections de films, des concerts…pour informer le public sur la situation des Kurdes et du Kurdistan. Des campagnes ont été organisées pour sensibiliser la communauté internationale à la protection des sites historiques et de la nature au Kurdistan. Les campagnes menées contre la construction des barrages à Hasankeyf et à Dersim s’inscrivent dans ce cadre. En publiant différents communiqués de presse, l’Union des étudiants du Kurdistan tente d’attirer l’attention de la communauté internationale sur la situation politique au Kurdistan et tente de protéger la culture, la litté- rature et la langue Kurde en se référent aux lois internationales. L’association organise bien d’autres activités comme des cours de langue Kurde, des concerts, des expositions, …pour sensibiliser les personnes à la question Kurde. Le concours de poésie et d’histoire Hüseyin Çelebi est sans doute le plus célèbre des évènements organisé annuellement pour récompenser les personnes passionnées par la littérature. Les personnes vivant en Europe, en Turquie et au Kurdistan participent à ce concours en langue Turque et Kurde. En 1992, Hüseyin Çelebi avait été choisi comme le président honorifique de l’Union des étudiants du Kurdistan (YXK) et un concours de poésie qui a lieu toutes les années a été organisé pour commémorer le nom de ce martyr. Hüseyin Çelebi Hüseyin Çelebi , l’ainé d’une famille Kurde patriote originaire de Dersim, est né en 1967 à Hamburg. À l’école, il était passionné par l’histoire, la politique, les langues étrangères et les sciences exactes. L’esprit rebelle d’Hüseyin Çelebi s’affirmât très tôt car il n’acceptait aucune forme d’injustice. Il accumulât un certain bagage politique en fréquentant différents milieux politiques. Les valeurs du socialisme étaient les valeurs défendues par ce Kurde. Durant les années 80, il prît une place active dans les activités politiques de la communauté Kurde d’Hamburg. Il prît un rôle important dans la création de la revue (Kurdistan Report) durant ses années d’études à l’université de Düsseldorf. En 1988, il fût arrêté par les autorités allemandes dans le cadre de la politique d’isolement menée contre le PKK. Il fût arrêté pour être le responsable du PKK en Europe et condamné à deux ans d’emprisonnement ferme. Durant sa détention, il se consacrât aux défenses juridiques qui permirent à de nombreux activistes du PKK d’être libérés par les autorités allemandes. Après sa libération en 1990, il participât à la création de l’association « Les Amis du Peuple Kurde ». Il suscitât l’intérêt de nombreux gauchistes allemands pour la cause Kurde. En 1992, il se rendit au Kurdistan İrakien où il perdit la vie lors d’un affrontement contre les peshmergas. Durant cette période, l’armée Turque et les peshmergas (PDK et YNK) s’étaient entendus pour éliminer le PKK. Hüseyin Çelebi doit être une référence pour les jeunes Kurdes qui vivent en Europe mais aussi dans le reste du monde. Les personnes qui désirent avoir plus d’information concernant l’union des étudiants du Kurdistan peuvent consulter le site (www.yxk-online.de). *** Tîrmeh 2010 54 STÊRKA CİWAN K İ T A P Kitap Dünyasından Seçmeler Herbijî-Celal Özkan, di sala 1940î de li gundê Muzêbil (Aybastî) yê ser bi navçeya Ruhayê Pirsusê ji dayik bû. Li gund çû medresê û hetta xetimkirina Quranê xwend. Di 17 saliya xwe de bêyî ku haya wî hebe bavê wî jê re jin xwest û zewcî. Ji wê zewacê kecek û çar kur jê re çêbûn. Piştî wefata dayika her sê şehîdan, ji zewaca duyemîn jî du kur jê re çêbûn. Herbijî di sala 1973an de weke karker hate Almanya. Hetta sala 1979an diçû welêt û dihat, lê ji ber zilm û zordestiya dewleta Tirk ev 31 salin nikare biçe cihê ji dayik bûye; ango bakurê Kurdistanê. Di vê pêvajoyê de wî têkoşîna azadiyê nas kir û ev 40 salin ku li gor hêz û qeweta xwe di nav refên têkoşîna azadiyê de têdikoşe. Piştî şerê çekdarî ya sala 1984an li bakurê Kurdistanê destpê kir, li pey hev sê kurên wî yên bi navê Îsmet, Ehmed û Şêxo tevlî nav refên şervanên azadiyê bûn û di demên cûda de bûn gorî. Herbijî niha ciwanekî 70 saliye û li Ewrupayê dijî... Herbijî-Celal Özkan’nın Sê Bira Sê Heval Sê Şehîd kitabı Mezopotamya Yayınevi’nden çıkmıştır. Adımlarım değiyor geceye gece demi katran acısı yükü kadar titrek ve alıngan puşt zulasından yeni sıyrılmış koynu açılıyor bana doğru ana koynu yar koynu tadında emerek göğsünü yürüyorum gölgem geceye rağmen arkamda takılmış, izlerimin yüzüne çarpan esintisine ne ben bilirim ensemdeki nahoş kokuyu ne gölgem bilir peşinden sürüklendiğinin masum tenini Dersim eyaletinde görev yürüten Kürt özgürlük gerillası Şiyar Dersim’in şiir kitabı Mezopotamya Yayınevi’nde çıkmıştır. 55 Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN B i l i m & T e k n i k IQ’su düşük olanların intihar etme riski fazla Gezegenlerini yutan yıldız İsveç’teki Karolinska Enstitüsü’nden Finn Rasmussen ve ekibinin bir milyondan fazla gencin katıldığı araştırması IQ ile intihara teşebbüs arasında ilişki olduğunu gösterdi. Askere gitmeden önce 1,1 milyon İsveçli gence yapılan IQ testi sonuçlarını inceleyen bilim adamları, ortalama 24 yılı kapsayan verilerin intihar girişimi nedeniyle hastaneye kaldırılanların sayısını gösteren kayıtlarla örtüştüğünü ortaya koydu. Bilim adamları, IQ’su düşük olan bir kişinin intihara teşebbüs etme riskinin IQ’su yüksek olan bir kişiye göre yaklaşık 9 kat fazla olduğu sonucuna vardı. Araştırmanın intiharı önleme konusunda kısa vadede çözüm sağlamadığını belirten Rasmussen, ancak zekâ seviyesi düşük kişilerin intihar etme riskinin daha fazla olduğunu bilmenin faydalı olabileceğine dikkati çekti. İngiliz ve Avustralyalı bilim adamlarının da destek verdiği araştırmada ilk kez böyle bir bağın bulunduğu vurgulandı. İngiliz Tıp Dergisinde yayımlanan araştırma, kadınları ve şizofreni ya da manik depresyon gibi düşünce ve duygu bozukluklarına sahip kişileri kapsamıyor. Astronomlar, gezegenin tamamen yutulmasının on milyon yıl kadar süreceğini söylüyor. Enstitünün açıklamasına göre WASP-12b gezegeni, yıldızına, etrafını sadece 1,1 gün içinde çevreleyecek kadar yakında bulunuyor. 1.500 derece ısınan gezegen enine doğru uzamaya başlamış ve atmosferi Jüpiter’in üç misli çapına ulaşmış. Gezegenin etrafında gördüğümüz dev bir madde bulutu yakında yıldızı tarafından yakalanacak gibi duruyor diye açıklıyor araştırmayı yöneten Open Üniversitesi araştırmacısı Carole Haswell. Gezegenin üzerinde, güneş sistemimizin dışındaki bir gezegende daha önce görülmeyen kimyasallar bulunuyor. WASP-12 yıldızı, dünyamızdan yaklaşık olarak 600 ışık yılı uzaklıktaki arabacı takımyıldızında yer alıyor. Köpekbalıkları pazar günleri saldırıyor Florida Üniversitesi’nden bilim adamlarının yaptığı araştırma, Florida eyaletine bağlı, köpekbalığı saldırılarının en fazla olduğu Valusia bölgesinde, yaklaşık 50 yıllık istatistiklere ve gözlemlere dayanıyor. 1956-2008’de yaklaşık 231 köpekbalığı saldırısının bu bölgede olduğunu belirten araştırmacılar, istatistiklerin köpekbalıklarının pazar günleri, ay hilalken ve siyah-beyaz ya da sarı-beyaz mayo giyenlere daha fazla saldırdığını gösterdiğini belirtti. AraştırmaTîrmeh 2010 cılar, yüzde 60’ı sörfçü olan kurbanların çoğunun bacağından ısırıldığını ve sabah erken saatlerde ya da akşamüstü saldırıya uğradığını belirledi. Araştırmaya imza atanlardan George Burgess, saldırıların büyük çoğunluğunun dolunay hilale döndüğü sırada olduğunu belirterek, muhtemelen Ay’ın evrelerinin köpekbalıklarının besin kaynağı olan balıkların hareketlerini ve çiftleşme dönemlerini etkilediğini belirtti. Araştırmacılar, daha kolay fark edilmesi nedeniyle köpekbalıklarının siyah-beyaz ve sarı-beyaz mayolulara daha fazla saldırdığı görüşünde birleşti. Pazar günleri ve Ağustos’ta daha fazla saldırının olduğunu belirten araştırmacılara göre, bu durum bu dönemde plajda daha fazla kişinin bulunmasından ve denize girmesinden kaynaklanıyor olabilir. 56 STÊRKA CİWAN İlk klon “boğa buzağısı’’ doğdu NASA’nın ümitleri boşa çıktı Verilen bilgiye göre, 50 cm uzunluğunda ve 24 kilo ağırlığında doğan buzağıya valenciaca “bardak” anlamına gelen ‘’Got” ismi verildi. Valencia Veterinerlik Araştırma Vakfı Başkanı Vicente Torrent, 3 yıllık araştırma sonunda klonlama yöntemiyle dünyada ilk boğa buzağısının doğmasının sağlandığını açıkladı. Geçmişte bazı Amerikalı firmaların benzer denemelerde bulunduğunu ancak başarısız olduklarını kaydeden Torres, klonlama yöntemiyle boğanın doğması için yapılan araştırmalara 28 bin Avro harcadıklarını kaydetti. Genç araştırmacıların olduğu gruptan oluşan vakfın geçmişte İberia vaşağını klonlamaya çalıştığı ancak başarı elde edemediği, bu yüzden şansını boğada denediği bildirildi. İspanya’nın dünyaca ünlü boğa güreşlerinde arenaya çıkacak cinste olan “Got” adlı boğa buzağısının sağlık durumu, yeni doğan normal bir buzağı gibi. “Got”un doğmasıyla, bu hayvan türünün ortadan kalkması tehlikesinin önlenmesi için doku bankası kurulması olasılığının da ortaya çıktığı bildirildi. NASA yetkilileri, Kasım 2008’den beri radyo teması bulunmayan ancak güneş panelleri ve bataryalarının Mars’ın Kuzey Kutbu’nda uzun kışı atlatma ümidi varolan Phoenix’in son uydu görüntülerine göre tamamen öldüğünü belirttiler. Kızıl Gezegen’in yörüngesindeki Mars Reconnaissance Orbiter’ın (MRO) HiRISE adlı yüksek çözünürlüklü kamerasıyla 2008’de çektiği ve son gönderdiği görüntüler arasında büyük değişiklik bulunuyor. Yörüngeden alınan son görüntülerde, Phoenix’in kötü hasar gördüğünü belirten daha küçük ve belirsiz hatları bulunuyor.Uzmanlar, Phoenix’in büyük olasılıkla karbondioksit buzuyla kaplandığını ve böyle zorlu koşulların bu tip uzay araçları için mahvedici olduğunu belirtiyorlar. 90 günlüğüne gönderilen ve 5 aydan fazla çalışan statik uzay aracı Phoenix, Mars yüzeyinde buzun varlığının kanıtlanmasına yardımcı olmuştu. Mars’taki spirallerin sırrı çözüldü Irkçıların beyni farklı çalışıyor Amerikan uzay çalışmaları kuruluşu NASA’nın Pasadena’daki Jet Motorları Laboratuarı’ndan bilim adamları, uzay aracının sığ radarı sayesinde Mars’taki iklim değişikliği ve Kızıl Gezegen’in yüzey altı jeolojisi konusunda yeni bilgiler elde edildiğini belirttiler. Bilim adamları, uzay aracının gönderdiği bilgiler ve buz katmanlarının ayrıntılı radar verileri ile Mars’ta son birkaç milyondaki jeolojik değişikliklerin daha iyi çözümlendiğini, böylece kuzeydeki buzul şapkasının zaman içinde nasıl soğan gibi buz katmanları haline geldiğinin daha iyi anlaşıldığını kaydettiler. Mars’ın kuzey buzul şapkasındaki en dikkat çekici oluşumlardan Boreale Kanyonu’nun ABD’deki Büyük Kanyon kadar uzun, ancak daha derin ve daha geniş olduğunu bildiren uzmanlara göre, bazı bilim adamları buranın, volkanik sıcaklığın buz tabakasının altını eritmesi ve büyük bir su taşkınına neden olmasıyla oluştuğunu, bir grup bilim adamı da kuvvetli kutup rüzgârlarının buz kubbesinin dışındaki kanyonu şekillendirdiğini düşünüyor. NASA, MRO’nun yeni verilerine göre, kanyon ve spiralleri asıl rüzgârın şekillendirdiğini belirtti. İtalyan nörologlardan oluşan bilim adamları, bazıları Afrika kökenli 40 üniversite öğrencisine, farklı ırktan insanların ellerine iğne batırılmasına ilişkin görüntüleri izletti ve katılımcılarda oluşan davranış değişikliklerini Transkranial Manyetik Stimülasyon (TMS) aracılığıyla gözlemledi. Bilim adamları, bazı katılımcılarda kendi ırklarından insanların görüntüleri karşısında aynı acıyı hissetmelerini sağlayacak şekilde otomatik olarak faaliyete geçen beyin devrelerinin, farklı bir etnik gruba ait görüntüler karşısında ise aynı tepkiyi vermediğini ve beyinlerinin bu kişilerin acıları karşısında nörolojik olarak duyarsız kaldığını tespit etti. Aynı testi mora boyanmış bir ele iğne batırılan görüntüyle tekrarlayan bilim adamları, bu durumda ise tüm katılımcıların karşısındakinin acısıyla empati kurabildiğini gözlemledi. Araştırmacılar bu durumun, bazı katılımcıların beyinlerinde diğer grupların görüntüleri karşısında oluşan duyarsızlığın bunun kendilerinden çok farklı bir görüntüye ait olmasından kaynaklanmadığını, ten rengine bağlı ön yargılardan ileri geldiğini gösterdiğini söyledi. 57 Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Şiir ve Öykü Köşesi BEN PKK’YİM Evîna Zarokên Çiye Sensizliğin son anlarında isyanımla başbaşayım. Sevgini dağlarda, Sevgini özgürlüğün çığlıklarında arayacağım. Dagirkeran, dagirkirîye xembêza dayîka min Reş kofî girêdeye xaka min! li şûna barana nisanê Agirê dojehê dibarînin li zevîyê warê min bi hovitî binpê dikin û diçilmisînin Sorgulên baxca bihişta min, wêran û talan kirin hêlîna zarokatîya min Koçber kirin evîn û dildar xwînî bûn Îro jî dixwazin hêvîyan tune bikin lê divê bê zanin Cûdi bu li hemberi tofanan, Hêvi di hembêza xweda diparastin, li dîji fermanên xwedanê tofana mirinê Vayê ji nû ve avis dibe, Axa zarokên çiyê, bi Tîrêjên Rojê sorgul dipişkivin, bi Tîlîlîyên bayê bakur Govende digerînin , xwedawenda evînê Me sund xwariye , Bi ayetên Zend Avesta bi Agire Zerdeşt û em carek din! Sund dixwin bi germahiya Rojê Bi aşq û evînê dayîka niştiman ku emê li ser serên te reş kofiye rakin û bi Sorgulên ku bi xwîna evîndarê xakê rengîn dibinî porin teni çiyayi bi xemlinin û bi kenê çavên te bihna dilê xwe bişkinin Emê nehêlin ku tu bibe Dojeh tu we bê dawî Bihuşt biminê Hembêza te wê ji bona zarokên Çiyayê timî hêlin bê. İlk isyanımı tanrıya karşı çıkarak başlatacağım Daha sonra ülke gerçekliğinde Tüm dünyaya baş kaldıracağım Ama asla, Tanrıların uslu kullarından olmayacağım. Çünkü ben, Bana dayatılan yaşamı yaşamayacağım. Belki ilk başta yakılacağım, Belki katledileceğim Ceylan gibi, Yahut küçük bedenime 13 kurşun sıkılacak, Ya da Fetahiyan gibi Daha henüz 19 yaşında ve gencecik bir fidanken İpler boynuma geçirilecek. Bedenim toprakların altına gömülecek Anam mezarımın başında ağıtlar çekecek Ama ruhum hep Zagroslarda gezinecek Çünkü o hiçbir zaman ölmeyecek. Bir özgürlük türküsü olup, Pülümür’de söyleneceğim. Ama asla ölmeyeceğim, Ama asla bitmeyeceğim, Çünkü ben PKK’yim Üç Harflik Bir Efsaneyim..!! İdris Gengeç Sultan Karayiğit/ Almanya - Nürnberg Tîrmeh 2010 58 STÊRKA CİWAN Toprağa Düşer Ölüm dicle ve binevş’e kara büyüler yazılmıştı tarihin temmuz sıcağına ölüm kuytularda pusu başında soluğu vuruyor geceye kapanacak bir sayfanın son sözünde kovana sıkışmış ince ince elenmiş barut dizildi sıra sıra ölümün namlusuna çorak gökyüzüne yıldızlar uğramamıştı çekildi sopsoğuk tetik salındı ölüme pervasız alev parçaları aldı geceyi soluksuz barut ve ateş kokusu kapladı beti benzi sararmış yasları toprak serin sessizlik kayıp namlular sımsıcaktı yaşam ile ölüm bir kez daha ayrı yöne koştu bir demet çiçek soldu toprağın bağrında düştü dicle yüzünün her sayfasında acılı iklimler yazılı od tutmuş evler nasıl yığılırsa son küllerine ve sevgiler nasıl dökülürse yalnızlığa o da öyle düştü küllerine ve aşkına amansız bir fırtınada kaybolur gibi aradı özgürlüğünü yokladı yanı başındaki yoldaşını kanlar usulca karışıyordu toprağa sayamadı çok bedenine yerleşen pas tutmuş demir parçalarını olgunluğu hiç bozulmamıştı elini yanıbaşında düşen yoldaşına uzatmış yüzünün acılı ve kederli ıssızlaşmış adaların tan uykusundan uyanmış bedellerini ödüyordu sevgilerinin basamaklarından çıkarken yüzü engin bir denizdi gözleri binbir anlama bürünmüş sıcak düşler taşıyan sade sözcüklerdi çoğaldı budak budak çağladı ırmak ırmak hüzünlü ağaçlar üzülmüş dallarına onun gülümseyen yüzünü astılar düştü binevş düştü yavrusuna doyamamış bir ana alkanları suladığında Dicle kokan toprağı sarıldı geleceğe koşan yoldaşına elleri kenetlendi sımsıkı bin kahpe düşman çözemezdi birbirine tutuşmuş yürekleri yaşamı son saatlerini sayarken çıkardı zar zor biraz kan bulaşmış yavrusunun resmini sildi apak mendiliyle halen gülüyordu bebesi daha dişleri çıkmamış bebe dünyadan bihaber öylece seviniyordu sadece resimde bir tek anasının şefkatini bilir adımını atamamış hayatı bilmez çocuk yüzünü, yüreğini yasladı ufacık fotoğraf karesine canını akıttı bebesine onda yaşamayı düşleyerek ona gülen yavrusundan 59 eğilip usulca kulağına “gül yavrum gül canım gül ömrümün gerekçesi sen güldükçe ben yaşayacağım” dedi ve sakındı sesini yavrusundan ve yoldaşlarından gayrısından parmak izleri ve yürek izleri saklı kaldı çocuk gülüşleriyle işlenmiş tüm resimleri yürek bölündü ikiye bir dicle bir binevş geçti iç içe tanrıçalar bir kez daha kutsadı toprağın misafirlerini Şiyar Dersim / Munzurlar Dicle-Fidan Sıcak, Temmuz 2008’de dersim’de şehit düştü Binevş - Saniye Oso, aynı çatışmada şehit düştü. Şiyar Dersim Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN L Ê K O L Î N Cizîra Binxetê Bajarê WELATÊMIN Erdnîgariya Cizîra Binxetê “Li gorî belgeyên Fransî, Erebên li vê navçê Koçer bûn, û bicihkirina wan li herêmê di sala 1933an de, despêkiriye, ji xwe di wê salê de jî gelek Aşûrî ji Iraqê reviyan Cizîra binxetê û ew ji hêla Fransiyan ve li ber Xabûr hatin bicîkirin” Tîrmeh 2010 Rojavayê Kurdistanê... Herêma cizîrê... Bi gotineke din Cizîra Binxetê yek ji sê herêmên sereke ye li Rojavayê Kurdistanê. Di destpêka sedsala 20an de, herêma di navbera çemên Firat û Diclê de, weke navçeya Cizîrê dihate binavkirin. Piştre, herêma di navbera çemên Xabûr û Dicle de, weke Cizîra jor hat binavkirin, û ji sala 1936an û bi vir ve ev herêm weke herêma Cizîrê hate naskirin. Li gorî peymanên salên 1921, û 1929an yên di navbera Tirk û Fransiyan de, Cizîr ji Herêma bakurê Kurdistanê hat veqetandin. Herweha Li gorî peymanên salên 1920, û 1933an yên di navbera Ingilîz û Fransiyan de, Cizîra binxetê ji herêma başûrê Kurdistanê hat veqetandin. Xaka Cezîrê 23330 (bîst û sê hezar û sêsed û sî km kare ye), (Xaka Sûrî hemû 185180 (sed û heştê û pênc hezar û sed û heştê KM kare ye), Cizîr bi firehiya xaka xwe ji parêzgeha Şam, û Helebê jî mezintire, û nêzîki 2 caran ji Liblanê mezintire. Hejmara Kurdên niştecihên Cizîra binxetê bi ser milyon û nîvekê dikeve. Xaka Cizîrê beriyeke raste û berdewamiya beriya Mêrdînê ye, ji bakur ve pozê çiyayên Kurdistanê bi serde xûz dibin, û ji başûr ve jî berdewamiya çiyayê Şingalê, û çiyayê Evdilezîzê, Cizîra binxetê ji deşta Sûrî cudadikin. Ji bilî çiyayê Evdiezîzê û Qereçokê, ti 60 çiyayên din li Cezîrê tunene. Cizîr ji aliyê çandiniyê ve herêmeke pir dewlemende, di salê de, ava baranê li nêzîkî Qereçokê digihêje 500 mîlîmêtran, lê li rojavayê başûrê Hisiça carna nagihêje 250 mîlîmêtran jî. Germehaiya herêma Cizîrê di zivistanê de, di navbera 0 û 10 derecan de ye, û havînê di navbera 30 û 43 derecan de ye. Ava ku ji çiyayên bakurê Kurdistanê diherike, him kanî û him jî çemên navça Cizîrê avdide, lê Dewleta Tirk av li ser çemên herêma Cezîrê ji sala 1958 û bi vir de hêdî hêdî dibire. Çemên Herêmê Çemê Xabûr: bi giştî 477 Km dirêje, di nav xaka Sûrî re 402 km derbas dibe, ji kaniyê Bakurê Kurdistanê destpê dike û bi kaniyên Serê kaniyê dewlemendtir dibe, û xwe dighîne çemê Firatê. Niha ava çem pir kêm bûye, ji ber ku dewleta Tirk av li ser qut kiriye, Kaniyên Serê Kanyê jî hêdî hêdî dimiçiqin, ji ber ku dewleta sûriyê guh nade vê herêmê. Çemê Dicle: ji çemê Dicle tenê 50 Km dibe sînorê Cizîra binxetê û Herêma başûrê Kurdistanê; heta niha tu sûd ji vî çemî ji bo herêma Cizîrê ne hatiye wergirtin. Çemê Ceqceq (Çeq Çeq): Dirêjbûna vî çemî 124 km, di Cezîra binxeté re 100 km derbas dibe. Ji bajarê Nisêbinê derbasî Cezîrê dibe. Û Herwiha çemên Cezîrê yên din jî hatine miçiqandin, çemê Cirehê li he- STÊRKA CİWAN rêma Tirbesipiyê, û çemê Xenzîr li Amûdê, û Zirgan û Circib di navbera Dirbêsî û Serê kaniyê de ne, di encama siyaseta dewleta Tirk û dewleta Sûrî de, ev çem hemû hatin miçiqandin, yan jî ava wan gelekî kêm bûye. Kanîyên Herêmê Berê Gelek kanî li Cizîrê hebûn û piraniya wan hatin miçiqandin, lê li dora Serê kaniyê hin kanî hene ku ava wan tevlî çemê Xabûr dibe û gelek kaniyên kibrîtê ji bo dermankirin û tendûristiyê li wir hene. Petrola herêmê Heta niha serê sedî sed ji petrola Sûrî ji Cizîra binxetê, li navçeya Rimêlan ya girêdayî Tirbespiyê derdiçe, Sûrî vê petrolê her sal bi qasî çar milyar û pênsed milyon dolarî difiroşe, ango nêzîkî nîvê buçeya Sûrî ji petrola cizîra binxetê tê. Hemû rafîneyên Petrolê jî li herêmên Ereban hatine avakirin, û Kurd ji derfetên kar bêpar dimînin. Çandinîya Herêmê Herêma Cizîrê her sal bi kêmanî serê sedî 60 ji genim, ceh, nisk û nok û ji sedî 70 ji Pembo yê seranserî Sûrî dide. Wekî din Cizîra binxetê derguşa gelek bajarên kevin bû, lewra jî li seranserî Cizîrê mirov rastî giran tê. Ev gir ne girên Ciyografî ne, ew kevnargehên şaristaniyê ne. Ji deverên kevnar yên ku lêkolîn li ser hatine kirin; girê Moza, girê Çaxirbazar û tilhelef, encamên lêkolînan jî hemû bi awayekî tûnd ji hêla dewletê ve tê kontrol kirin û hemû dîrok û şaristaniya Horî û Mîtaniya dikin mal û milkê Ereban. Li Dêrka Hemko jî gelek şûnewarên dîrokî peyda dibin, yek ji wan pira Bafê ya navdar e. Desthilata Sûrî Cizîra binxetê kiriye parêzgehek bi çar Bajaran, û her bajarek wek Navçeyekê hatiye naskirin. û ji ber sedemên siyasî hemû navçe 61 bi wilayeta Hesekê ve hatine girêdan - AL HASAKÊ: Bajarên pêve girêdayî evin : Til temir, Alşedadê, Mergeda û Bîr Elhilo - Serê Kanyê: Bajarên pêve girêdayî evin: gundên navendê û Dirbêsiyê. - Qamişlo: Bajarên pêve girêdayî evin: Amudê, Tirbespiyê û Tilhemîs.) - Dêrika hemko: Bajarên pêvbe girêdayî evin: Çilaxa û Qereçok. Piraniya navên van bajar û bajarokan navên Erebî li wan hatine kirin, lê gelê Kurd heta roja îro jî navên Kurdî yên van bajaran bikartîne. Ji 6169 gundên li Sûrî, 1178 gund li herêma Cizîrê ne, û ji 6779 gundikên li Sûrî, 1473 gundik li herêma Cizîrê ne. Bi giştî hejmara niştecihên Cizîrê nêzîkî 2 milyonane. Herêma Cizîrê Mozayikeke gelane, li Cizîrê Ereb; Siryanî, Aşûrî, Keldanî, Ermenî jî dijîn. Cizîra binxetê libenda demokrasi û paşerojek azad e… Dîroka Cizîra Binxetê Li gorî dîroknasan, belgeya herî kevin ku hebûna Kurdan di vê navçê de bicih dike, Qehfkên ku berî 1800 salan hatine nivîsandin û di sala 1997 an hatine wergerandin ji bo zimanê Fransî. Dîroknasê fransî Jean-Marie Durant, diyar dike ku desthilatdariyek bi navê Mirektiya KURA di wê demê de hebû, birayargeha wê li çiyayê Şingalê bû, deselatdariya vê biryargehê li ser navçeya Cizîra binxetê jî hebû. Cizîra binxetê weke hemû herêm û navçeyên Kurdistanê kete bin destên gelek desthelatdariyan, çi kurd, çi biyanî, girên vê navçê û berhemên dîrokî şahidên vê rastiyê ne. Piştî têkçûna Osmananyan di Cenga cîhanê ya yekemîn de, Mistefa Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN Kemal (Ataturk) fermandarê hêza leşkerî ya 20an bû, xwe ji herêmên Sûriyê kişand û ew radestî Înglîz û Fransiyan kir. Li gorî peymana Sayks-Pîko, di sala 1916 an de, înglîz û Fransiyan plana lihevparkirina rojhilata navîn danîbûn, piştî hinek guhertinan, Sûrî û herêma rojavayê Kurdistanê kete bin destê dewleta Fransî. Di destpêkê de, di sala 1920 an de, Fransa plana dewletek Kurd da perçavên xwe, ji bilî Cizîra binxetê xetek ji Herêma Bakur jî diket nav sînorên wê dewletê. Di tîrmeha sala 1920an de nûnerên Kurdan li Sêvirê, soza dewletek Otonom û paşê serbixwe ji hevalbendan stenadin. Sozên Sêvirê li ber bê çûn, û di 20 cotmeha sala 1921ê de, Fransa peymana destnîşankirina sînor bi Mistefa Kemal re mor kir. Bi wê peymanê navça Kurdaxê (çiyayê kurd) û Cerablus (tevlî Kobanê), û Cizîra binxetê ketin bin destê Fransa. Fransa li Sûrî ji her miletekî re dewletek çêkir, lê kurd bê par man. Navçeyên kurd ketin nav sînorê dewleta Helebê. Heta sala 1926 an jî, hîna rojhilatî çemê Ceqceq yanî ji Qamişlo heta çemê Dicle ( aliyê Dêrika Hemko), di bin destên Kurdan de bû, û Tu deshilatdariyek din li wir tune bû, lê di 23 Hezêrana sala 1929 an de sînorên Cizîrê heta Dicle bi Tirkan re hatin danîn. Di adara sala 1922 an de du hêzên Parastina leşkerî yên Fransa, cara pêşî çûn Cizîrê. Efserê parastinê Bonot çû Serê kaniyê û Migret jî çû Hisiça, Dirbêsiyê, Amûd û Nisêbînê, Wan bi çavên xwe dîtin ku li vê navçê heta kûrahiya 20 km ji sînor, Kurd xwedî gundin û hin kurdên koçer û nîv koçer jî li wir hebûn. Kurdekî ji Silêmaniyê, Şefiq beg Qaîm-Maqam ê Serê Kaniyê bû, QaîmTîrmeh 2010 Meqamê Nisêbînê jî Qedûr beg bû, ji xwe Amûd di destên Axên Kurdan de bû, û rojhilatî Ceqceq, Tirbespî û Dêrik di destên eşîrên kurdan de bûn, Hisiça jî tenê qereqoleke kevin bû. Li gorî belgeyên Fransî, Erebên li vê navçê Koçer bûn, û bicihkirina wan li herêmê di sala 1933an de, despêkiriye, ji xwe di wê salê de jî gelek Aşûrî ji Iraqê reviyan Cizîra binxetê û ew ji hêla Fransiyan ve li ber Xabûr hatin bicîkirin. Welatparêzên kurd, bi taybetî tevgera Xoybûn, di dema Fransiyan de doza Otonomî, û carna doza dewleteke kurdî jî dikirin, lê mixabin Kurdan hemuyan bi hevre ev doz nedimeşandin, gelekan bi sozên Ereban bawerdikirin. Û li gorî belgeyên Fransî, dewleta Tirk, Iraq û Îranê jî, zor didan Fransa da ku destekê nede tevgera netewî ya kurdan. Di sala 1945 an de, li Şamê Nijadperestên Ereb, peyên Inglîzan, eşîrên Ereb li Kurdên Cizîrê har 62 kirin, armanc valakirina vê navçê ji Kurdan bû, lê Kurdan bi yekîtiya xwe ev plan têkbirin û Kurd li ser Xaka xwe man. Di 17 nîsana sala 1946an Fransa ji Sûrî derket, û desthilatdarî da destê Ereban, ji wê demê û pêve Kurdên rojava, bi taybetî Kurdên navça Cizîrê, bûn armanca siyaseta nijadperestên Ereb. Dibistan û kovarên kurdan di sala 1946an de, hatin girtin, û karmendên dewletê yên herî nijadperest li Cizîrê bûn wezîfedar, û gelek Ereb, bi taybetî ji Dêrazorê li bajarê Hisiça hatin bicî kirin. Di dema yekîtiya Sûrî û Misrê de, Partiya kurdan ku doza mafên demokratîk dikir, bi tûndî bû armanca dewletê, bi sedan kurd hatin girtin û îşkence kirin. Di wê demê de, di 13 mijdara sala 1960 de , li Amûdê nêzîkî 300 zarokên kurd, şagirtên dibistanan di Sînemê de hatin şewitandin, ev buyer yek ji komkujiyên STÊRKA CİWAN herî dijwar bû, ne tenê di dîroka rojava de, lê li seranserî Kurdistanê. Di sala 1961, dema ku Beşîr alAzmê serok wezîrê Sûrî bû, û Nazim al-Qudsî serokê dewletê bû, Qanûnek derkt ji bo nasnamê ji beşekî mezin ji Kurdên Cizîrê bikişîninm, û li gorî wê qanûnê Serhejmarek taybet li Cizîrê pêk anîn û nasnama Sûrî ji behtirî 120 000 Kurdî hat kişandin, aniha hejmara wan bêhtirî 350 000 ye. Piştî hatina Partiya Bas di sala 1963 an de, Serokê Polîsê siyasî li Qamişlo, Muhemed Teleb Hilal pilan tunekirina Kurdan li Cizîrê amade kir, li gorî wê pilanê: navên gund û bajarên kurdan têne guhertin, erdê Kurdan ji wan tê standin, di sala 1974 an de koçerên Ereb ji nava Sûrî anîn Cizîrê û ji wan re 39 gundên taybet li ser erdên Kurdan avakirin, û baştirîn erdên Kurdan yên çandiniyê li Ereban belavkirin. Zimanê Kurdî di hemû saziyên fermî de qedexe ye, perwerde û ragihandina bi Kurdî qedexe ye, siyaseta Erebkirin û guhertina dêmografiya Cizîrê heta Roja îro jî berdewame, herweha Kurd ji hemû erkên giring yên di leşkrî û rêveberiyên sivîl de bêparin. Piştî hatina conta faşist li ser deselatdariyê li Tirkî, hemû hêzên siyasî yên bakurên Kurdistanê berê xwe dan binxetê, ji bilî Partiya Karkerên Kurdistanê hemû hêzên siyasî, berê xwe dane Ewrupa û bela wela bûn. Partiya Karkerên Kurdistanê bi awayekî pir çalak xebata xwe di nava gelê Rojavayê Kurdistanê de meşand, ramanên şoreşa nûjen di demeke pir kurt de ji hêla gelê Rojava ve hatin pejirandin, û kar û xebat û fedekatiya gelê Rojava bû hîmekî bingehîn ji hîmên şoreşa hemdem. Di 12 adara sala 2004 an de desthilatê xwest çavên Kurdan bişkîne, Kurdên Qamişlo serî hildan, û çi- rûskên serhildana Qamişlo li seranserî bajarên Rojava belav bûn, Serhildana Qamişlo yek ji buyerên herî giring bû di dîroka Rojavayê Kurdistanê de, gelê Kurd hemû dîwarên tirsê şikandin. Piştî serhildanê, hikûmeta Sûrî hevkariya xwe li dijî gelê Kurd bi delwleta Tirk re xurt kir, bi her awayî êrîş zêde bûn, pilanên tunekirina Kurdan xurtir dibin, jiyana aborî bi temamî pûç kirin, siyaseta birçîkirin û Erebkirina Kurdan û herêmên wan her û her berdewame, di van salên dawî de, nêzîkî 100 000 kurd koçber bûne, bi sedan welatparêzên kurd di zandanan de rastî êşkencê tên, di encama êşkenceyên hovane de, gelek welatparêz, siyasetmedar jiyana xwe ji dest dan, weke Bavê Cûdî, Şêx Maşûqê Xizna, Mamosta Osman Silêman. Di cejna Newrozê de hêzên polîs bi awayekî hovane êrîşî Kurdan dikin, êrîşa li Reqqayê jî, ku du ciwanên 63 Kurd jiyana xwe ji dest dan û bi dehan birîndar bûn, yek ji mînakên van êrîşane. Herweha ji serhildan Qamişlo ya 2004an û bi vir de, bi dehan ciwanên Kurd di leşkeriya Sûrî de têne kuştin. Yek ji buyerên giring di dîroka Rojavayê Kurdistanê de berxwedana Zindana Edra ye, ku di 30 cotmeha sala 2009an de, nêzîkî 300 girtiyên Kurd dost û endamên Partiya Yekîtiya Demokratîk PYD dest bi gireva birçîbûnê kirin û girevê 40 rojî dom kir… berxwedana zindana Edra bi giyan û ruhê berxwedana zindana Amedê dîwarê tirsê di zindanên Sûrî de hilweşand. Kesayetiyên Kurd yên Cizîrê yên navdar û xwedî rol li seranserî Kurdistanê evin: Apo Osman Sebrî, Nûreddîn Zaza, Cigerxwîn, Haco, Mihemed Şêxo, Seydayê Namî, Seydayê Tîrêj, bi dehan Rewşenbîr, û siyasetmedarên Kurd yên din hene… *** Tîrmeh 2010 STÊRKA CİWAN :) :) Mizah Welle ezê te û bavê tejî eyarbikim û rastbikim...!! Para Paradır Yaşlı bir çift her yıl yılda bir gelen festivale giderlermiş. Her sene yaşlı adam gezi başına 10 dolara biletle katılınan bir uçak gezintisine katılmak ister, her sene de karısı itiraz eder ve şöyle dermiş: “10 dolar 10 dolardır.” Üç yıl beş yıl “10 dolar 10 dolardır” derken en sonunda yaşlı adam demiş ki; ”Bak artık 71 yaşındayım bu uçağa bu sene binmezsem bir daha hiç şansım olmayabilir.” Fakat karısı tınmamış ve şöyle demiş; “10 dolar 10 dolardır...” Ama bu sırada uçağın pilotu bunları duymuş ve ikisine bir pazarlık önermiş. İkisi de uçağa binecekler eğer uçuşun başından sonuna ses çıkarmadan dururlarsa bedava. Ama eğer çıt çıkarırlarsa 10 dolar ödeyecekler. Yaşlı çift kabul etmiş. Ve uçağa binmişler. Pilot da bahis söz konusu olunca başlamış acayip manevralar yapmaya. Taklalar atmış uçağı kendi ekseninde döndürmüş ani duruşlar dönüşler dalışlar yapmış. Ama arkadan ses yok! En sonunda pes etmiş ve uçağı indirmiş. Yaşlı adama dönmüş; “Bildiğim her numarayı denedim. İyi dayandınız. İkiniz de çıt çıkarmadınız. Yaşlı adam cevap vermiş: “Karım uçaktan düşünce aklıma söylemek geldi ama 10 dolar 10 dolardır.” Tîrmeh 2010 64