Vasuki Nesiah - Toplumsal Cinsiyet ve GeÃ
Transkript
Vasuki Nesiah - Toplumsal Cinsiyet ve GeÃ
TOPLUMSAL CİNSİYET VE GEÇİŞ DÖNEMİ ADALETİ TARTIŞMALARI: ICTJ BELLAGIO TOPLUMSAL CİNSİYET VE GEÇİŞ DÖNEMİ ATÖLYESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİNİ ÖZETLEYEN BİR SUNUŞ DENEMESİ* VASUKİ NESIAH** Feminist müdahaleler, geçiş dönemi adaleti alanını sorguladı, yeni yaklaşımlar geliştirdi, insan hakları doktrininin temel varsayımlarının ve hukuki süreçlerin, hakikat komisyonlarının ve diğer kurumların adalet mücadelelerindeki rollerinin yeni baştan irdelenmesini gerektiren eleştiriler formüle etti. Teorik ve pratik feminist müdahaleler, bazı alanlarda daha yaygın kabul gördü ve ilgili alanın gelişimini etkiledi. Ancak bir çok başka alanda da feminist müdahaleler marjinal kaldı ve feministler arasında dahi çok fazla tartışmaya yol açmadı. ICTJ1 toplumsal cinsiyet programı, işte bu bağlamda, geçiş dönemi adaleti alanında şu ana kadar varlık gösteren feminist yaklaşımların bir envanterini çıkartmak ve eleştirel feminist yaklaşımların, alanın entelektüel sınırlarını ve yerleşik pratiklerini nasıl dönüştürebileceğini değerlendirmek amacıyla bir seminer organize etti. Seminerdeki tartışma, sipariş üzerine yazılarak, önceden katılımcılara dağıtılmış, “mağduriyet”, “hakikat,” “adalet” ve “siyasal şiddet” konularındaki dört makale etrafında yapılandırıldı. Makale sunumlarının her biri ve sonrasındaki tartışmalar, Hindistan, Avustralya, Güney Afrika ve Kuzey İrlanda gibi birçok değişik ülkedeki Geçiş Dönemi Adaleti yaklaşımlarının ardındaki kavramsal varsayımları ele aldı, Geçiş Dönemi Adaletinde * Atölye Mart 2005’te, Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi’nin (ICTJ) toplumsal cinsiyet programı tarafından toplandı. Rockefeller vakfı atölyenin toplanması için gerekli mekanı sağladı. CIDA, Rockefeller Vakfı ile birlikte, seyahat masfraflarını karşılamak için önemli bir finansal destek sundu. Toplumsal Cinsiyet programından Kelli Muddel atölyenin her aşamasında önemli katkılar sundu. Ona sohbetlerimiz, tuttuğu notlar ve bu raporda yararlandığım yorumları için teşekkür ederim. Bu seminerde Kelli ile birlikte çalışmak, benim için, bu etkinliğin en büyük kazanımlarından biriydi. Genelde ICTJ’ye özelde de Blaz Gutierrez’e ve Elsa Espana’ya toplumsal cinsiyet programına verdikleri destekten dolayı teşekkür ederim. Blaz Gutierrez organizasyonun başarısına katkı yapan, planlama ile ilgili birçok sorumluluğu üstlendi. Elsa Espana ise seyahatler konusunda yardımcı oldu. Son olarak, Bellagio çalışanlarına, bu sohbetler için mükemmel bir ortam yaratan misafirperverliklerinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. ** Vasuki Nesiah Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi’nde çalışmakta ve Columbia Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak Kamu yönetimi ve Uluslararası İlişkiler Okulu’nun (School of Public and International Affairs – SIPA) İnsan Hakları Programında ders vermektedir. 1 Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi (ICTJ) kitle kıyımlarının ve insan hakları ihlallerinin hesabını sormak isteyen gruplara yardımcı olur. Merkez hem baskıcı bir rejimden ya da silahlı çatışmadan çıkmakta olan toplumlarda, hem de tarihsel adaletsizliklerin ve sistemik istismarların çözümsüz kaldığı yerleşik demokrasilerde faaliyet gösterir. feministler için temel sorunların neler olduğuna ilişkin önemli tartışmaları ön plana çıkarttı ve Geçiş Dönemi Adaletini “toplumsal cinsiyete kavuşturmanın” gerçekte ne anlama geldiğini irdeledi. Yapıcı bir tartışma için alan açma ve eleştirel bir düşünme pratiği oluşturma çabası, hem planlama sürecinde, hem de seminerin gidişatında ilginç ve aşılması heyecan veren güçlükler doğurdu. Tartışmayı “Geçiş Dönemi Adaletinin” bilinen öğretilerine karşı yapılandırarak, yerleşmiş doktrini doğrudan muhatap almak ile alanın kurucu varsayımlarını eleştirirken bir yandan da onları onaylamış olmaktan kaçınmak için tartışmayı tümüyle başka bir noktadan başlatmak seçeneklerinden hangisinin daha iyi olacağını tartıştık. Örneğin uygulayıcılar ve akademisyenler genellikle Geçiş Dönemi Adaletinin yargılama, hakikat komisyonları, tazminatlar, kurumsal reform ve uzlaşma inisiyatifleri gibi taşıyıcı sütunlarından söz ederler. Bunlar alanın kavramsal çerçevesini biçimlendiren ve yapılandıran yerleşmiş kurumsal kanallardır. Dolayısıyla, alanın kurumlar ve pratiklere getirdiği normatif vizyonu temellendirirler. Ama biz, semineri organize ederken, tartışmayı bu sütunlar etrafında yapılandırmamayı tercih ettik. Bu şekilde, geçiş dönemi adaletinin sınırlarının gözden geçirilmesine olanak sağlayabileceğimizi düşündük. Benzer sorunlar katılımcıları tespit ederken de karşımıza çıktı. Uluslararası Hukukun vaat ettiklerine inanmış olan katılımcılar olduğu gibi, bu vaatlere şüpheyle yaklaşan ve Geçiş Dönemi Adaletinin belli bazı siyasal amaçları gerçekleştirmeye yönelik bir stratejiden başka bir şey olmadığını düşünen kişilerin de olduğunu göz önüne alarak, Geçiş Dönemi Adaleti kurumlarında yer alanlarla, bu kurumları eleştirerek onların dışında duranlar arasında, yapıcı bir sohbet ortamı oluşturmaya çalıştık. Seminer, böylece, alanın içinde farklı yerlerde konumlanmış kişileri bir araya getirdi. Bunlardan bazıları geçiş dönemi adaletinin sınırlarını, feminist müdahalelerle zorlayan, dünyanın farklı yerlerinden öncü isimlerdi, bazıları da geçiş dönemi adaleti konusunda hiç çalışmamış ama daha geniş insan hakları alanında önemli eleştirel çalışmalara imza etmiş isimlerdi. Son olarak, bazıları öncelikle akademisyen olan, bazıları da direkt sahadan gelen farklı aktivistleri bir araya getiren bir katılımcı grubu yaratmaya da çalıştık. Bu, akademisyenlerin ve sahadakilerin genellikle birbiriyle kesişmeyen paralel tartışmalar içinde olması nedeniyle oluşturması hem zor hem de üretken bir grup oldu. Bu atölye ise bu farklı grupları birbirleri ile etkileşim içine girme fırsatı verdi. Akademi ile aktivizm dünyalarının her ikisinde birden de varlık gösteren bazı katılımcılar da yok değildi. Fakat, toplantıdakilerin bir çoğu Geçiş Dönemi Adaletinde zorunlulukların ve hatta asıl meselenin ne olduğuna ilişkin farklı bakış açılarının şekil verdiği farklı dünyalardan geliyordu. Geçiş Dönemi Adaleti çalışmaları, insan hakları alanına kıyasla, eleştirel hukuk çalışmalarından, post-kolonyal çalışmalardan ve genel olarak, Geçiş Dönemi Adaleti kurumlarının özgürleştirme potansiyelini ve insan hakları söyleminin tekel olma iddiasını sorunsallaştırmaya çalışan diğer çabalardan oldukça yalıtılmış durumdaydı. Geçiş Dönemi Adaleti alanında çalışan aktivistler, genellikle, aşırı şiddet ve kitlesel suçlar içeren, acilen tepki gösterilmesini, “faillerin” hızlıca tespit edilmesini ve “mağdurların” hemen savunulmasını gerektiren ortamlarda çalışırlar. Bu hızlı davranma zorunluluğu, “failler” ile “mağdurlar” ve korkunç suçların işlendiği ihtilaf dönemleri ile ihtilaf sonrası barış dönemi arasında çokta kesin hatlarla çizilmemiş sınırları barındıran bir siyasal ve hukuki coğrafyada hareket etmelerini gerektirir. Öte yandan da, aktivistlerin akademisyenlerin haiz olmadığı eleştirel yaklaşımlar üretebilmeleri de pekâlâ mümkündür; zira aktivistler, günbegün, karmaşık ve farklı zorluklarla dolu durumlarla karşı karşıya olup, sahadaki önyargılar ve sınırlarla sürekli olarak boğuştuklarından, birbiri ile yarışan öncelikler arasında bir sıralama yapmak için ter dökmek ve yerleşik uygulamalara yenilikçi ve yaratıcı yaklaşımlar geliştirmek zorundadırlar. Çok az akademisyenin bu dünyaya açılan bir penceresi vardır ve gerçek anlamda karşılıklı bir etkileşime imkân tanıyan bağlamlar, maalesef yok denecek kadar azdır. Bu atölye bu türden bir alan açmaya çalışmıştır. Atölyedeki tartışmalar ilham verici ve kışkırtıcıydı. Feminizm içindeki zengin düşünce çeşitliliğini ve katılımcılar arasındaki farklı bakış açılarından müteşekkil karmaşık yelpazeyi hakkıyla yansıttı. Bu yazının bundan sonraki kısmı, atölye çalışmasında ön plana çıkan tartışma konularına değinecek. Bu konular arasında resmi hakikat, kadınların tanıklıkları, cinsel şiddet, mahkemeyle etkileşim, mağdur kimliği, Geçiş Dönemi Adaleti ve ulus inşası, Geçiş Dönemi Adaleti ve liberal dogmalar ve de teori ile pratik ilişkisi sayılabilir. I. RESMİ HAKİKAT Birçokları için “Hakikat” kavramı, hakikat arama komisyonlarının peşine bir hayalet gibi takılan, Orwellvari boyutlarda tam ve kapsayıcı bir anlama sahip. Bir başka bakış açısı ise, hakikat arayışını, milliyetçi efsanelerin içini boşaltarak, marjinelleştirilmiş seslere alan açan ve geçmişin bir çok farklı, ve kısmi hakikat iddiasını içinde barındıran, tartışmalı bir alan olarak görmekte. Seminerde bu tartışmaların yapılmasına, kadınların seslerinin kayda nasıl geçirildiği ve bu seslerin resmi süreçler içerisinde nasıl asimile edildiği soruları vesile oldu: yani, resmi süreçler kadınların “sesinin” ulusal arenada duyulması için bir fırsat mı sunuyorlar, yoksa o sesleri yabancılaştırıyor ve sömürüyorlar mı? Eşit önemde bir tartışma da, bu “resmi” hakikatlerin, yakın bir geçmişte sömürgeleştirilmiş ülkelerin “bağımsızlık öncesi” ve “bağımsızlık sonrası” dönemleri arasına suni duvarlar örüp örmediklerine ilişkindi. Hakikat komisyonu süreçlerinin birçoğunun görev tanımı sömürge-sonrası dönemi kapsıyordu. Ancak insan haklarına ilişkin sorumluluğu, sömürge sonrası dönemle kısıtlamak, konunun sömürgecilik ile süreklilikler ve kopuşlar içeren uluslararasılaşmış bir tarih meselesi olarak değil de, bir ulusal mesele ve sömürge sonrası tarih meselesi olarak görülmesi gerektiği görüşüne meşruiyet kazandırıyordu. Tartışmalarda Rwanda ve DRC (Kongo Demokratik Cumhuriyeti) gibi bağlamlara atıf yapıldı. Geçiş Dönemi Adaletinde geçmişe uzanırken, sadece sömürge sonrası dönemi kapsamak, sömürge yönetimlerinin daha önceki dönemde açtıkları henüz kapanmamış yaraların ve sömürgeci devletlerin günümüzde de süren sorumluluklarının konu dışında bırakılmasına sebep olduğu için epeyce sorunluydu. Hakikat komisyonu raporlarının tarihsel yorum alanına girip girmediklerine ilişkin de tartışmalar yapıldı. Katılımcılardan biri, Şili’deki bir komisyon üyesinin işkence mağdurları ile ilgili raporu yazarken söylediklerini anlattı. Bu komisyon üyesine göre hakikat komisyonlarının işi tarih yazmak değildi, rapor sadece olguları kayda geçirecekti, amaç olguları yorumlamak değil, onları açıklamaktı. Rapor, tarihsel yorum alanına girmeyerek, tikel bir tarih yorumunu savunmak zorunda kalmamış ve böylece siyasal bir mayın sahasının uzağında durmayı başarmıştı. Bir başka katılımcı bu görüşe, “görünürdeki niyet ne olursa olsun, böylesi raporların tarih hakkında bir öykü anlattıklarını ve hangi olguların konu ile ilgili olduğuna karar vererek, aslında bizim de tarihi yorumladığımızı” söyleyerek yanıt verdi. Olguların tarihsel ve siyasal yorum alanına girmeden “betimlenebileceği” ve “araştırılabileceği” düşüncesi bir yanılsamaydı ve bizi yanlış yola sevkederdi. Yorumsama siyasetinin açıkça kabul edilmesi, bu siyasal tavırların incelenip, aleni bir şekilde tartışılması ve sorumlu tutulması açısından önemliydi. Başka katılımcılar da, İhtilaf Bölgelerindeki Kadınların İnsan Hakları Koalisyonu’nun çalışmaları gibi, tarihsel bağlamı da ele alan raporları, olumlu örnekler olarak gösterdi. Hakikat Komisyonu süreçleri sayesinde “ortaya çıkartılan” hakikatler konusunda da bir tartışma oldu. Tanıklıkların kaydedilmesi ve bu tanıklıkların hakikat komisyonlarının bilgi tutanaklarına işlenmesine ilişkin somut süreçler nelerdi? Bir katılımcı, Timor komisyonu için ifade alma süreçlerini tartışırken, bu süreçlerde bir kaç katman halinde tercüme yapılması zorunluluğuna değindi ve raporda yer alan nihai öykünün, bir kadının sesini ve aktarmaya çalıştığı hakikati hangi ölçüde aslına uygun olarak yansıtabileceğini sorguladı. Dahası, katılımcılar, bunun mağdurlar için mi, yoksa ayrıcalıklılar için mi bir hakikat olduğunu sorguladılar. Bu bağlamda Güney Afrika ve Peru’da yapılan ve Hakikat komisyonlarının ortaya çıkarttığı bilinmeyen ya da varlığı reddedilen hakikatlerin asıl muhataplarının ayrıcalıklılar olduğunu gösteren araştırmalara atıf yapıldı. Mağdurlar için ortada yeni bir hakikat yoktu, sadece artık resmi olarak yayınlanmalarına izin verilmiş hakikatler vardı. Aslında, mağdurlar için bu, bir düzeyde, aynı travmaların yeni baştan yaşandığı bir sürece de dönüşebilirdi ve sonuçta adalet yerine gelmez ya da tazminat ödenmezse, siyasal olarak patlamaya müsait bir durum da ortaya çıkabilirdi. Geçiş dönemi sonrası devletlerin, geçmiş ile ilgili olarak tercih ettikleri anlatıların meşrulaştırılması için, mağdurların seslerini seferber etmeye çalışmaları, bu amaçla da hakikat komisyonu raporlarını kullanmaları da, Güney Afrika gibi ülkelerin deneyimlerinden hareketle, tartışıldı. II. KADINLARIN TANIKLIKLARI Kadınların, kendilerinin, eşlerinin, oğullarının veya babalarının bedenlerinin maruz kaldığı eziyetlere ve ihlallere ilişkin yaptıkları tanıklıklar, onları geçiş dönemi adaleti çerçevesine sokmanın en belirgin yoluydu. Kadınlar, bireysel ihlallerin veya baskıcı yapılardan kaynaklanan sistematik ihlallerin şahitleri olarak da dinlendiler. Dolayısıyla geçiş dönemi adaletine ilişkin hedeflere ulaşmak amacıyla kadınların tanıklık yapmaya nasıl teşvik edildiği, bu tanıklıkların nasıl sunulduğu ve onlara ilişkin raporların nasıl yazıldığı gibi konulara atölye tartışmalarında sık sık geri dönülmesi hiç de şaşırtıcı değildi. Örneğin kadınların tanıklık etmesine ilişkin Latin Amerikadaki gelenek hakkında tartışmalar yapıldı. Bu gelenek, daha formel geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının öncüsü niteleğindeydi; ve ulusal hakikatleri devlet tarafından onaylanmış bir zeminde anlatmanın resmi olarak tanınmış bir yolu olarak, bu mekanizmalara sonradan dahil edilmişti. Bu da “hayatta kalanların” tanıklıklarının meşruiyetlerinin veya “hakikat değerlerinin”, bu tanıklıkların içerdiği olgusal ayrıntıların adli gerçekliği ile mi ölçülmesi gerektiği, yoksa bu tanıklıkların durum hakkında daha geniş bir hakikati mi dile getirdiği eksenin de büyük bir tartışma başlattı. Bu tanıklıklar, bir grubun maruz bırakıldığı ihlal ve baskıları mı temsil etmekteydiler yoksa, bu tanıklıklara göre, bu temsilcilik işlevinin bizzat kendisi, bağlamın gerçekliklerinden şiddetli bir kopuş anlamına mı geliyordu? Ya da bir tanıklığın uğranılan bedeni zararı ve çekilen acıyı tam olarak yansıtması mümkün müydü; çekilen acıyı sonradan anlatmak onu daima çarpıtıyor muydu? Tanıklık ile sağlığa kavuşma arasındaki ilişkiyi de tartıştık. Bu bağlamda, tanıklıkların bir hakikat komisyonu sürecine dahil edilmesi sürecinde, kamuya açık görüşmeleri savunmak için öne sürülen gerekçelerden birini inceledik. Bu gerekçe yaşananların açık açık anlatılmasının, genelde toplum, özelde de mağdurlar açısından, bir iç dökme etkisi yaratarak, psikolojik bir rahatlamaya yol açtığı teziydi. Bu gerekçe, bazı katılımcılar tarafından da dile getirildi. İnsanın bir “açılma fırsatı” bulamaması, ihlalden kaynaklanan, acısı dinmemiş travmanın sürmesi anlamına gelebilirdi. Sierra Leone’deki Özel Mahkeme ile çalışmış bir katılımcı, geçiş dönemi adaletinin sunduğu türden bir açılma fırsatını bulan katılımcıların moralleri ve özgüvenleri ile bu fırsatı bulamayanlarınki arasında önemli farklar olduğunu ve mahkemeye erişim olanağı bulan katılımcıların daha güçlü bir sesle konuştuğunu söyledi. Başka katılımcılar ise, tanıklık yapmanın, tanıklık yapanlar üzerindeki etkisinin genellenemeyeceğini söylediler. Örneğin, tanıklık yapan üzerindeki etki, ve tanıklık yapma fırsatının faydaları ve zararları, tanıklığın hangi koşullar altında yapıldığından ve yapılan tanıklığın farklı gündemler için nasıl “seferber edildiği” veya “kullanıldığı” gibi hususlardan bağımsız bir şekilde ele alınamazdı. Bu bağlamda katılımcılardan biri Güney Afrika deneyimine atıf yaptı. Orada, bazı mağdurlar, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu ve medya’nın anlattıkları öyküleri, deneyimlerinin mülkiyetini zedeleyecek bir şekilde aktaracağı ve kullanılacağı endişesiyle, ortaya çıkmamıştı. Bununla bağlantılı olarak bir katılımcı Peru hakikat komisyonu’nun toplumsal cinsiyet duruşmalarından bahsetti. Orada da, tercümedeki dengesizlikler, tanıklığı kullanma gücünün kimde olduğunu yansıtabiliyordu. Örneğin And bölgesinden köylü kadınların Quecha dilinde yaptıkları tanıklıklar, ispanyolca’ya çevriliyor, ama İsponyolca çeviri, sonra bir kez daha Quecha diline çevrilmiyordu. Tartışma, olanların, özellikle aşırı yargısallaştırılmış ve/veya mağdurlara soğuk ve hasmane gelen ortamlarda antlatılmasıyla, travmanın ve mağduriyetin yeniden yaşanmasından bahsederek, tanıklık ile sağlığa kavuşma arasındaki ilişkiye ilişkin kolay varsayımları karmaşıklaştırdı ve bu varsayımların doğruluğunun sorgulanmasına yol açtı. Bu konuda mahkemelerin, komisyon türü mekanizmalara kıyasla çok daha zayıf olduğuna, ve onları mağdurların katılımına daha çok kucak açabilecek süreçler haline getirmek için yapılması gerekenlerin çokluğuna ilişkin tartışmalar da yapıldı. Tokyo’daki 2. Dünya Savaşındaki Seks Kölelerine İlişkin Kadınların Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, başarılı bir tanıklık mecrası olarak örnek gösterildi. Bu başarıdaki en önemli faktör, mahkeme öncesinde mağdurların aktif olarak desteklenmesi, haklarının savunulması ve ortaya çıkmalarının bu şekilde sağlanmasıydı. Böylece, mahkeme süreçlerinin kendisi, toplumsal hareketlere dayanan, tabandan gelen bir çaba olarak gelişmiş, toplumsal hareketler de mağdurlara, hakikat ve uzlaşma komisyonlarının sunduğu bir-iki seanslık psikososyal danışmanlık hizmetine kıyasla, çok daha etkin ve sürdürülebilir bir destek sunmuştu. III. CİNSEL ŞİDDET Başka bir önemli tartışma maddesi de, cinsel şiddet sorunu ile bağlantılı siyasal ve hukuki ikilemlere odaklandı. Bu cephede son on yılda, bu soruna mahsus olarak oluşturulmuş mahkemelerde edinilen kazanımlar ve Uluslararası Rwanda Ceza Mahkemesinde gözlemlenmesi olası kayıplar özetlendi. Kadın grupları tarafından gösterilen çabalar arasında şu konulardaki eğitim ve propaganda faaliyetleri sıralandı: savcıların tecavüz ve cinsel şiddet suçlarına karşı dava açmaları, hakimlerin tecavüz ve diğer cinsel şiddet suçlarını savaş suçu ve insanlığa karşı suç kategorisinde değerlendirmesi, böylesi suçların sabit bulunması için gerekli kanıtların neler olduğuna ilişkin kural ve usullerde değişiklikler olduğu ve kadın gruplarının bilirkişi raporları sunmalarının, şahitleri hazırlamalarının ve genel olarak bu suçların kovuşturulmasına yardımcı olmalarının mümkün olduğu. Son on beş yılda bu çabalarda etkin olarak yer almış katılımcılar, farklı yerlerdeki çeşitli kadın grupları arasında uluslaraötesi bağlantıların kurulmasından da bahsettiler. Uluslararası adalet mücadelelerinde cinsel şiddete öncelik vermek konusunda da geniş bir strateji tartışması yapıldı: cinsel şiddetin takip edilmesi gereken asıl mesele olup olmadığı konusunda bir fayda-zarar analizi yapmak gerekli veya mümkün müydü? Uluslararası hukuktaki gelişmelerin, bu suçlara ilişkin ceza muafiyeti sorununu önemli ölçüde çözdüğünü söyleyebilir miydik? Bu gelişmeler caydırıcı bir etki yarattı mı? Ya da bu gelişmeleri bizi uzun vadede caydırıcılığa götürecek, tedrici ama önemli adımlar olarak mı görmeliydik? Cinsel şiddete odaklanmanın, kadınların insan hakları ile ilgili eşit önemde başka öncelikleri, örneğin yersizleştirme, sağlık hizmetlerine erişim vs. gibi sorunların toplumsal cinsiyet ile ilgili boyutlarını, tartışma dışına itip itmediğine ilişkin önemli sorular da soruldu. Katılımcılardan bir tanesi, Afganistan’da Vajina Monologları sahnelenirken, bir kadının kendisine söylediği bir şeyi anımsadı: Afganistanlı kadının söylediği “Vajinasının yiyecek güvenliği ile ilgili sosyo-ekonomik sorunlarla daha çok ilgilendiği” idi. Neredeyse sadece cinsel şiddete odaklanılarak, kadınlarla ilgili diğer sorunların (örneğin sosyo-ekonomik önceliklerin) tartışma dışına itilmesi, uluslararası kadın hareketinin, özellikle de uluslararası hukuk ve geçiş dönemi adaleti alanındaki öncelikleri ve yaklaşımlarının, üçüncü dünyalı olmayan kadınlar tarafından belirlenmiş olduğu gerçeğini mi yansıtıyordu? Bazı katılımcılar aynı önemde bir soruna daha parmak bastılar: Cinsel şiddetin büyük bir felaket olarak sunulması, mağdurlara, onları savunanlar tarafından bile çok büyük bir kayıba uğratıldıkları hissini dayatabilir ve bu hissi daha da ağırlaştırabilirdi. Katılımcılardan biri, mağdurların nasıl etkilendiklerine ilişkin ifadeleri inceleyen bir araştırmaya atıf yaptı. Bu araştırmaya göre cinsel şiddetin çok büyük bir felaket olarak sunulması eğilimi, mağdurların uğradıkları zararı daha da ağır bir şekilde hissetmelerine ve duygusal yıkıma uğrama olasılıklarının artmasına neden oluyordu. Böylece, cinsel şiddete yapılan vurgu, böylesi bir ihlal karşısında, daha dirençli bir tavır gösterebilen kadınlar üzerinde caydırıcı bir etki gösteriyordu. Bu gruba cinsel dokunulmazlığı kişiselliklerinin merkezine yerleştirmeyen ve cinselliğe daha özgür bir şekilde yaklaşan kadınlar giriyordu. Cinsel şiddete, kadınlara verilen başka zararlara kıyasla, özel bir önem atfeden çalışmalarda, cinsellikle ilgili hafif bir ahlakçılık da söz konusu olabilirdi. Bununla bağlantılı olarak cinsel şiddet üzerine odaklanmanın, kadın cinselliğini suç gibi görmek ve düzenlemek amacıyla kullanılan, gerici bir cinsellik korkusunu da besleyip beslemediğine ilişkin sorular da soruldu. Başka sorunları dışlayarak, sadece cinsel şiddeti ele almak, “meşru” ve “gayrimeşru” seks türlerine ilişkin kaygıya eşlik eden, hatta bu kaygıyı doğuran bir şey miydi? Böyle yapmak “iffetli” ve “sapkın” arasındaki sınırı koruyarak, heteronormatif modelleri ve yaklaşımları dayatmak anlamına mı geliyordu? Başka katılımcılar da stratejik önceliklerin tarihsel bağlamın bir analizine dayanması gerektiğini söylediler. 1990’larda uluslararası ceza hukukundaki gelişmeler, cinsel şiddet suçlarının yargılanabilir suçlar olarak görülmesi için bir açılım sunmuştu. Belki için de bulunduğumuz dönem de, benzer bir şekilde, bir yandan bu kazanımları korurken, bir yandan da kadınlara zarar veren başka insan hakları ihlallerine ilişkin gündemi genişletmemizi gerektiriyordu. Dahası, 1990’ların savaşları kazanılmış gibi görünse de – ki bir katılımcı, bir sonraki adımın, hep son adım için savaşmak olduğunu söyledi – bunlar zor kazanılmış ve kırılgan zaferlerdi. Onları sağlamlaştırmak için ihtiyatlı olmak gerekirdi. Bu tartışmalar oturumlar arasındaki koridor tartışmalarına da taştı ve konferans sonrasında da sürdü. IV. MAHKEMELERLE ETKİLEŞİM Mahkemelerde çalışmak ile onlarla dışarıdan ilişki kurmak arasındaki farklar üzerine düşünürken, cezai adalet mücadelelerinin kazanımları ve ikilemleri üzerine bir çok tartışma yaşandı. Kitlesel ihlallere dönük yargılama süreçlerinin, tarihsel anlatılar olarak, geçiş dönemi sonrasında kurulan yeni toplumların temellerini atmaktaki rolleri üzerine, geniş bir felsefi tartışma da oldu. Ancak tartışmaların önemli bir kısmı, uygulamada her gün karşılan somut ikilemlere odaklandı. Mahkemelerin, görev alanlarını belirlerken ve görevlerini yerine getirirken, toplumsal cinsiyet ve kültür ile ilgili sorunları nasıl ele aldıklarını gözden geçirdik. Sierra Leone’de, görücü usulü ile yapılan evliliklerin normal sayılmasını göz önünde tutarak, mecburi evlilik yoluyla seks köleliği yaptırılmasına ilişkin davaya bakan mahkemenin olumlu ve olumsuz yönlerini tartıştık. Bir yandan yoğun danışmalar sonucunda mağdurların konunun kovuşturulmasını ve faillerin hesap vermesini istediği ortaya çıkmıştı. Öte yandansa yöneltilecek suçlamanın diline ilişkin, suçu “mecburi evlilik” olarak tanımlamak ile, “diğer insanlık dışı uygulamalar” kategorisi altına giren “kölelik” olarak tanımlamak arasında bir tercih yapmak gibi, siyasal ve stratejik ikilemler vardı. Toplumsal cinsiyete ilişkin insan hakları ihlallerini kovuştururken, savcıların “kültür” savunmasının ve kadın hakları ile kültür arasındaki yanlış dikotomi üzerinden yürütülen endişe verici siyasetin farkında olmalarının gerekliliği vurgulandı. Bu ikilemler bağlamında, katılımcılardan biri sorunun uluslararası hukukun kısıtlarından kaynaklandığı endişesini dile getirdi. Zira uluslararası hukuk, kadınların deneyimlerinin karmaşıklığı karşısında, genellikle yetersiz kalıyordu. Atölye, Uluslararası Rwanda Ceza Mahkemesi (URCM) gibi uluslararası adalet kurumlarının, küresel kuzey-güney ilişkilerindeki rolünü de ele aldı. Amerika Birleşik Devletlerinin uluslararası rolü, Uluslararası Ceza Mahkemesine karşı tutumu, Irak Mahkemesinin meşruluğu (ya da gayrimeşruluğu) vs. gibi etkenlerin geçiş dönemi adaleti ve genel olarak insan hakları alanlarını olumsuz yönde etkilemesi nedeniyle, bu konunun özellikle önemli olduğu vurgulandı. Geçiş dönemi adaleti alanının meşruiyetinin küresel güneyde tanınmaya devam etmesi için, alanın ceza muafiyeti sorununu, hem ulusal hem de uluslarötesi aktörler bağlamında, aynı anda ele almasının yaşamsal önem taşıdığı vurgulandı. Bu tartışmada URCM gibi kurumlar ile, yerel kadınların gündemleri ve öncelikleri arasındaki uçuruma ilişkin kaygılar da dile getirildi. Buradan da, toplumsal cinsiyete ilişkin sorunlar için uluslarötesi örgütlenmeye ve uluslarötesi dayanışmaların, kuzeyden güneye aktarım şeklinde değil de, gerçek ortaklıklar olarak oluşturulmasına ilişkin, daha genel bir sohbete geçildi. Örneğin hukuki müdahalelerin, adalet süreçlerini sahadaki kadınların kaygıları ile ilişkilendiren, daha geniş bir mücadelenin parçası haline nasıl getirilebileceğine bakarken, katılımcılardan biri, Adalet için Kadın İnsiyatifinin, Uganda’da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin çalışmaları etrafında yürüttüğü çabayı anlattı. Kadın insiyatifi, Uganda’da Uluslararası Ceza Mahkemesi hakkındaki oldukça karmaşık ve zor tartışmayı dikkate alarak, kendi tavrını, danışmacı bir süreç içerisinde oluşturmaya çaba göstermiş, bu amaçla da, adalet, uluslararası müdahale ve barış süreçleri ile ilgili yerel önceliklerin neler olduğuna ilişkin bir tarama yapmıştı. Bu sorunlar hakkında buna paralel bir tartışma da, daha mikro bir düzeyde, kadınların ihtiyaçlarının ve çıkarlarının mahkeme salonunda nasıl temsil edileceği sorusuna odaklandı. Bu bağlamda mahkeme süreçleri ile ilişki kurmanın güçlüklerini ele aldık. Bu süreçler, tikel olayların tanıklıkları olarak kadınların seslerini duyurmaları için oldukça dar bir mecra sunuyor ve genellikle, bir çok kadının deneyimlerinin anlaşılması için yaşamsal önemde gördüğü daha geniş tarihsel ve sosyal bağlama ilişkin ifadelerin verilmesini engelliyordu. Bu, aynı zamanda, geçiş dönemi adaleti alanının, sıradanlaşmış şiddet ile sıradışı şiddet arasındaki sürekliliklerin ele alınması için daha fazla ne yapabileceği, bu amaçla “küresel” geçiş dönemi adaleti söyleminin yerel adalet söylemine nasıl eklemlenebileceği ve nihai olarak, yerel adalet mücadelelerine karşı nasıl daha duyarlı kılınabileceğine ilişkin de bir tartışmaydı. V. MAĞDUR KİMLİĞİ Bir çok tartışmanın altında mağdurların nasıl tarif edildiği ve o kimlik ve deneyimin, farklı siyasal gündemleri nasıl beslediği sorusu yatıyordu. Bir çok katılımcı bu sorunu, mağduru edilgen ve aciz bir siyasal aktör şekilde tanımlayan geleneksel kavramsallaştırmalara karşı çıkarak ele aldı. Bazı katılımcılar, siyasal şiddete ilişkin hafızanın siyasal kimliğe bir dayanak sunarak, dayanışma ve aktivizmi teşvik ettiğini, bu nedenle de mağduriyetin bizzat kendisinin, etkin siyasal aktörler üretebileceğini söyledi. Dişil kimliğin mağduriyetle yaygın olarak özdeşleştirildiği “edilgen” mağdur kimliği modeline ilişkin sorunlar geniş bir şekilde tartışıldı. Özellikle de uluslararası hukuk ve geçiş dönemi adaleti kurumlarının kendilerinin, işleyişlerinde bu modeli temel alabildiklerine ve bundan kaynaklanan sorunlara atıf yapıldı. Katılımcılar, bu modelden farklı olarak, mağdur olarak sınıflandırılan insanların, birden fazla özne pozisyonuna sahip olabileceğini vurgulayarak, daha karmaşık bir mağduriyet anlayışı geliştirmeye çalıştılar. Bu konuyla bağlantılı olarak, Timor Leste hakikat komisyonu sürecindeki toplumsal cinsiyet duruşmalarını konu alan bir vaka çalışmasına odaklanıldı ve bir kadının uğradığı tecavüzün öyküsünün, o kadını gördüğü zarara indirgemeden anlatılıp anlatılamayacağı tartışıldı. Tartışma, nihai raporlarda uğranılan zararın nasıl yazılması gerektiği sorununa sık sık geri döndü. Bu raporlar hem birden fazla amaca hizmet ediyordu, hem de uğranılan zararın büyüklüğü anlatılırken, bir yandan da mağdurların deneyimlerinin farklı boyutlarını aktarabilmek gerekiyordu. Timor komisyonunda ifade alan katılımcılardan biri, zengin ve bir çok farklılıklar içeren deneyimleri, farklı zarar türleri içeren kutucukları işaretleyerek özetlemeye çalışmanın yarattığı sıkıntı verici durumdan bahsetti. VI. GEÇİŞ DÖNEMİ ADALETİ VE ULUS KURMA Geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının ulus kurma sürecindeki rolüne ve devletlerin bu mekanizmaları kendilerini meşru göstermek için kullanmalarına ilişkin bir çok tartışma yapıldı. Örnekler arasında 1994 sonrası Güney Afrikasında, sosyo-ekonomik eşitsizlikler karşısında iktidarını pekiştirmek isteyen yeni siyah seçkinler, aborijin topluluğuna karşı sömürgeci geçmişini meşru göstermeye çalışan ırkçı Avustralya hükümeti ve Irak’ta Amerika Birleşik Devletlerinin öncülüğünde yürütülen ve işgal ile rejim değişikliğini meşru göstermeyi amaçlayan geçiş dönemi adaleti süreçleri sayılabilir. Tikel ulusal kimlikler içindeki toplumsal ihtilafları merkezileştirmenin artılarını ve eksilerini ve geçiş dönemi adaleti süreçlerinin ihtilafların yönetimine yapıcı katkılar sunan araçlar mı, yoksa marjinelleştirilmiş gurupların adalet taleplerine yanıt vermekten kaçınmaya yarayan mekanizmalar mı olduğunu tartıştık. Geçiş dönemi adaleti süreçlerinin amacını “sınırlı sonuçlandırma” olarak tanımlayan Ruti Teitel’in çalışmasına farklı katılımcılar tarafından sık sık atıf yapıldı.2 Toplumsal ihtilaflar ulusal kimliğin merkezinde yer aldığında ve varolan toplumsal dokular raporlara ve adli hükümlere kanalize edildiğinde kim kazanıyor, kim kaybediyordu? “Sınırlı sonuçlandırma” hedeflendiğinde, geçiş dönemi adaleti mekanizmaları ihtilafların yönetimine yapıcı bir şekilde katkı sunan araçlar olarak mı işliyordu, yoksa marjinelleştirilmiş grubların adalet taleplerini yerine getirmekten kaçınmaya yarayan mekanizmalar olarak mı? Bir çok katılımcı, Fred Korematsu’nun Birleşik Devletlerdeki davası, Güney Afrika’daki hakikat komisyonunu ve Avustralya’da çocukların uzaklaştırılması gibi çeşitli bağlamları örnek göstererek, geçiş dönemi adaleti süreçlerinin toplumsal seçkinler tarafından kendi pozisyonlarını sağlamlaştırmak için kullanıldığını vurguladı. Bununla bağlantılı olarak, bazı katılımcılar, Israil Devleti’nin Eichman davasındaki yaklaşımı gibi örneklerden hareketle geçiş dönemi 2 Bkz. RUTİ G. TEITEL, GEÇİŞ DÖNEMİ ADALETİ (2000). adaleti süreçlerinin ulus kurma amacıyla seferber edilmesinin, adalet mücadelesini temelden sarstığı tezini, güçlü bir şekilde savundu. VII. GEÇİŞ DÖNEMİ ADALETİ VE LİBERAL DOGMALAR Bir önceki başlıkla bağlantılı olarak, başka bir tartışma konusu da geçiş dönemi adaleti ile liberalizm arasındaki ilişkiydi. Bu bağlamda özellikle hukukun üstünlüğü ilkesiyle ilişkili siyasal ve hukuki normlara, adil yargılama hakkına, çoğunluk kuralına, seçimli demokrasi ve diğer normatif liberal uygulamalara odaklanıldı. Bazı katılımcılar liberalizmin eleştirelliği mümkün kılan temelleri sunduğunu ve liberalizmin eleştirilmesinin doğru olmadığını savundular. Bazıları da sorunun liberalizme karşı olup olmamak şeklinde tanımlanmaması gerektiğini, bunun tartışma potensiyelini basitleştirerek, tartışmayı yanlış bir yöne sevkedeceğini söylediler. Liberalizmi, merkezdeki demokratik alan olarak görüp, onu eleştiri dışı bırakmak, tam da o demokratik alanı kısıtlamaya yarayabilirdi. Toplumsal ihtilafların tarihsel olarak temelledirilmiş bir analizini yapmak ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ve liberal normların, bazı grupları güçlendirmek, başka bazı grupları da güçsüzleştirmek için nasıl kullanıldığını irdelemek daha doğru olurdu. Bu bağlamda bir çok katılımcı geçiş dönemi adaletinin liberal demokrasilerde ve hukukun üstünlüğü ilkesinin yerleşmiş gibi göründüğü diğer devletlerde de istismara açık olduğuna ilişkin endişeyi dile getirdi. Bir katılımcı Avrupa Birliğindeki Roma sorununa dikkat çekti, başka bir katılımcı ABD’deki siyahların mücadelesinin tarihini örnek gösterdi, bir diğer katılımcı da 1994 sonrası Güney Afrikasında bile çözülemeyen kadınların mülkiyet hakkı sorununa değindi. Bir çok katılımcı uluslararası düzlemdeki rejim değişikliği çabalarına atıf yaptı. Tüm bunlar, “liberal ilerleme,” “hukukun üstünlüğü”, “çoğulculuk” ve “demokrasi” gibi kavramlarla kurulan dilin, adaletsizlikleri gerekçelendirmek için kullanılmasına örnek olarak verildi. Mesele bu değerlerden uzaklaşmak ya da onları reddetmek değil, onlarla etkileşimin koşullarını sorgulamaktı. Bu şekilde bakıldığında, gerici politikaların liberal dogmalar ile işbirliği yapabileceğini kabul eden, eleştirel bir pozisyon geliştirmek daha doğru olurdu. Örneğin rejim değişikliği demokrasi ve sekülarizm gibi liberal değerler adına savunulabilir; bölüşüm adaletine ve pozitif ayırımcılığa ilişkin önlemlerin red edilmesi (esasa ilişkin adaletsizlikler ve yerleşik eşitsizlikler dikkate alınmadan) usul adaleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinden hareketle gerekçelendirilebilir; ve kölelik ile ilgili tazminat talepleri, kölelik kurumunun yarattığı adaletsizliklerin halen sürmesine karşın, zaman aşımı normlarına dayanarak red edilebilirdi. Elbette bu iç görü feminist kuram alanında on yıllardır yapılan çalışmalarla örtüşüyor, bazı durumlarda da açıkça bu çalışmalara dayanıyordu. Bu çalışmalar kamusal alanda usulen varmış gibi görünen eşitliğe karşın, özel alanda süre gelen adaletsizlikler olduğunu gösteriyordu. Bu eşitsizlikleri besleyen biçimsel hukuk değil, enformel ideolojiler ve toplumsal uygulamalardı. Bir çok alanda feminism ve kadınları ele alan demokrasi kuramı temel liberal dogmaların ötesine geçmişti. Ancak geçiş dönemi adaleti alanında bu basit kavramlar bir çok bağlama hakim durumdaydı. Bu bağlamda, bir katılımcı, Hindistan’da azınlık haklarına karşı bir duruşu meşru göstermek için, liberal dogmaların nasıl kullanıldığının kapsamlı bir analizini sundu. Bu katılımcı, Hindistan’da tüm topluluklara aynı şekilde uygulanan Birleşik Medeni Kanunu örnek gösterdi. Azınlık toplulukları hukuki çoğulculuk içeren bir sistem talep ediyorlardı ama çoğunluktaki Hindu partisi bu kanunu liberalizm adına destekleyor ve savunuyordu. Başka bir katılımcı da Amerika Birleşik Devletlerinde ırk ayırımcılığına dayanan adaletsizlikleri meşru göstermek için, hukukun üstünlüğü ilkesine dayanan biçimsel tezin nasıl kullanıldığına ilişkin bir analiz yaptı. Bunlar, geçiş dönemi adaletini basit liberal dogmalar ile tanımlamamak, toplumsal ihtilaflara ilişkin daha ayrıntılı çözümlemeler yapmak ve adalet mücadelelerinde, daha gelişmiş yaklaşımlar ve kavramlar kullanmak gerekliliğine ilişkin, uyarıcı mahiyette öykülerdi. İlginç olan, bir katılımcının Colombia’daki geçiş dönemi adaleti tartışmalarında, tüm bu itirazların baş aşağı döndüğünü göstermesi oldu. Orada hukuk önünde hesap verilmesini ve adil yargılama hakkını solcular savunuyor, muhafazakarlar da meselenin aslen siyasal olduğunu ve barış ve toplumsal bütünleşmeyi de içeren daha gelişmiş bir siyasal vizyonun gerekliliğine işaret ediyorlardı. Tüm bu örnekler, geçiş dönemi adaleti ve femizm sorunlarına bakarken, hukukun kurtarıcı rolüne vurgu yapan liberal kavramlardan müteşekkil bir dile veya hukukun muhafazakar bir siyasal tavırla özdeş olduğu önkabulünden hareket eden solcu tezlere sarılmak yerine, farklılıklara daha açık ve tarihsel olarak temellendirilmiş bir yaklaşım geliştirilmesi gerektiğine işaret ediyordu. VIII. SONUÇ: TEORİ VE PRATİK Konferansın son günü, sabah oturumu, teori ile pratik arasındaki ilişkiye dair, daha geniş bir sohbete dönüştü. Bu, konferasın başında toplantının yapısını özetlerken dikkat çektiğimiz bir konuydu. Toplantıyı akademisyenler ve uygulayıcılar arasında bir tartışma ortamı yaratmaya olanak sağlayacak şekilde yapılandırmıştık. Bu çoğu akademisyenin aynı zamanda aktivist olduğu (ya da tam tersi) feminist çevrelerde pek de bilinmeyen bir şey değildi. Ama geçiş dönemi adaleti alanında akademisyenler ile uygulamacıları buluşturan alanlar daha azdı. Teori-pratik tartışmalarının – ki bu konu koridor tartışmalarında çoktan beridir zaten konuşuluyordu – hem zorlukları vardı, hem de ilginç fırsatlar sunuyordu. Biz de bu fırsat ve güçlüklerin daha iyi yapılandırılmış bir şekilde konuşulmasına olanak sağlamak için gündemde küçük bir değişiklik yaptık. Üstelik bu teori-pratik ilişkisi, ICTJ’nin iyi düşünülmüş uygulamalar, angaje araştırmalar ve gerekçelendirilmiş çözümlemeleri bağdaştırmaya çalışan toplumsal cinsiyet programında çalışan bizler için de özel bir önem taşıyordu. Bu sohbette farklı mesleki ve akademik disiplinlerin kavramsal çerçeveleri arasında bir diyaloğu mümkün kılmanın güçlükleri ele alındı. Bu çerçevede, bazı bağlamlarda farklı kavramsal çerçevelerin karşılıklı görüş alışverişini engellediği, bazı başka bağlamlarda da bu farklılıkların vizyonumuzu genişlettiği ve sorunlara yeni yaklaşımlar sunabildiğine dikkat çekildi. Teori ve pratik hakkındaki tartışmada geçiş dönemi adaletinin sınırları hakkında bir tartışmaya da yer verildi. Bu kapsamda, farklı pratiklerin, ille de geçiş dönemi adaletinin önceden yapılmış kuramsal bir tarifinden hareketle mi değerlendirilmesi gerektiğini; tiyatro ve benzeri etkinlikler veya sözlü tarih projeleri gibi ortak hafıza oluşturmaya yönelik müdahalelerin de geçiş dönemi adaleti kapsamında meşru görülüp görülemeyeceğini tartıştık. Benzer bir şekilde, geçiş dönemi adaletinin hedeflerinin öncel bir normatif tarifinin yapılmasının mümkün veya arzuya şayan olup olmadığını sorguladık. Belki de geçiş dönemi adaletinin amaçları ve sınırları, teori ve pratik ile, yerel adalet ihtiyaçları ve uluslararötesi norm ve yaklaşımlar arasındaki, tarihsel köklere sahip dialektik ilişkiler içerisinde şekillenecekti. Geçiş dönemi adaletinin tanımlarına ilişkin tartışma, eleştirinin rolü üzerine yapılan başka bir tartışmayla da ilişkiliydi. Bu tartışma, alanı ilerletmek açısından önem taşıyan özeleştirel değerlendirmeler ile alanın kırılgan kazanımlarının pekiştirilmesi ihtiyacı arasındaki ilişkiyi ele alıyordu. Bazı katılımcılar akademisyenlerin daha “eleştirel” bir yönelime, uygulamacıların da daha çok “pekiştirmeyi” vurgulayan bir bakışa sahip olduğunu söylediler. Akademisyler ve uygulamacılar, bu ayırımın iki yanında da yer aldılar ve aslında bir çok bağlam, her iki yanda birden yol almayı gerektiyordu. Bir katılımcı, geçiş dönemi adaletinin çok büyük gaddarlıklara ve vahşete şahit olan bir alan olduğunu ve bu koşullar altında özeleştirel bir alanı muhafaza etmenin özellikle güç olduğunu söyledi. Hem uygulamacılar hem de akademisyenler, sahanın bu özelliği nedeniyle, kendilerine özeleştirel bir alan açma becerilerini önemli ölçüde sınırlayan bir travma taşıyorlardı. Geçiş dönemi adaleti uygulamları genellikle gaddarlık ve vahşet içeren bir alanda insanlığa uzanan tek köprüydü ve bu travmaya, özellikle böylesi bağlamlarda çalıştığını ya da yaşadığını düşünenler maruz kalıyordu. Katılımcılar, kısıtlı olanakların bulunduğu ve etkileşimlerimizde kaçınılmaz olarak siyasal ödünler vermek zorunda kaldığımız bağlamlarda çalıştığımıza dikkat çekerek, geçiş dönemi adaleti uygulamalarının, çoğunlukla, saf değil pragmatik bir özellik gösterdiğini vurguladılar. İnsan Hakları retoriği, insan hakları müdahalelerinin “saflığını” vurgularken, bizim müdahelelerimiz hiç bir zaman temiz değildi. Eğer geçiş dönemi adaleti söylemi yepyeni, pırıl pırıl bir başlangıç vaat etse, biz de uygulamalarımız da uzlaşmaya kapalı olsak, bu yarardan çok zarar getirirdi. Buna karşın, hem akademik alanlarda, hem de “sahada” özeleştirel düşünmek içinde yaşadığımız kısıtları ortaya çıkartarak, bizi farklı müdahelelerin sağlayacağı fayda ve zararları daha iyi hesaplayacak bir stratejik konuma ulaştırırdı. Atölye geçiş dönemi bağlamında kadınlarla ilgili olduğu için, feminism, hem teori hem de pratik hakkındaki sohbetlerimizi besleyen, eleştirel bir siyasal bilinç sunuyordu. Bu eleştirel yönelim bir ortaklık kaynağı olsa da, temsil edilen feminist gelenekler açısından odada büyük bir çeşitlilik vardı. Tartışmalarımızın zenginliği, temsil edilen ideolojik geleneklerin ve kullanılan metodolojik yaklaşımların çeşitliliğinden kaynaklanıyordu. Atölyeye katılan yirmibeş katılımcı vardı ve her bir konuda en azından yirmialtı farklı görüşe sahiptik.