Değirmen Sayı:01 - Kılıçarslan Anadolu Lisesi

Transkript

Değirmen Sayı:01 - Kılıçarslan Anadolu Lisesi
İçindekiler
Başlarken
Geç Olmadan
Zamanı Geldiğinde
Yarım Adam
Yerçekimi Yönetmeni
Çıkmaza Açılan Umutlar
Sekiz Saniye
Bir Şiir
Alışılmış Hissizlik
Simit ve Bilyeler
Hiç Düşündün mü?
Hayat ve Tercihlerimiz
Dil’e Dâir
Kömür Karası Gözleriyle
Bir Sonbahar
Aklımda Sen
Bir Şiir
Herkese Benden Gazoz
Arkadaş Dediğin
Japon Gülü
Dibe Vuruş
Yeryüzünün Türlü Tuhaf Cilveleri
Geçmişin Kaybolan İzleri
Sen En İyisi Önce Rabbine Güven
Günün Kıymetini Bilmeli İnsan
Ay Işığı Gibi Olmak
Burası da Sizin
0
2
3
4
5
9
11
12
13
14
15
17
19
20
24
25
26
27
28
30
31
32
33
34
35
37
38
39
Bu yayının ortaya çıkma sürecinde; ilgisi ve desteğiyle daima
yanımızda olduğunu hissettiren kıymetli müdürümüz Ziya ÇAVDAR Bey’e,
yazı çalışmalarında ve teknik hususlarda bizlere yol gösteren Ethem
ERDOĞAN hocamıza; tasarım aşamalarında desteğini esirgemeyen
Mustafa Cüneyt AYDIN hocamıza; yazılarıyla bize katkı sunan değerli
öğretmenlerimiz Ahmet ÇEVİR, Melike UÇGUN, Murat ÇOLAK’a,
çalışmalara özveriyle katılan tüm yazı atölyesi ekibine şükranlarımızı arz
ediyoruz. Daha nice sayılarda buluşmak dilek ve temennisiyle…
Kılıçarslan Anadolu Lisesi
Yazı Atolyesi Ekibi
Sedat ÜNAY
Büşra Şura ŞİMAY
Halil Talha KOÇ
Elif FEDAİ
Kadriye ÇELİK
Betül ARAR
Gamze HAYLAZ
Zehra Bilgenur AVAÇAR
Merve AKYOL
Fatma Nur ÇAĞALA
1
Başlarken
Bir seyahatti bizimki, bir güz mevsimi başlayan.
Yüreğimizde taze umutlar, ürkek, uçarı ve naif duygular,
Bir meçhule yelken açıyor olmanın tedirginliği,
Ve yeni ufuklara açılacak olmanın heyecanıyla…
Bir arayıştı bir bakıma iyiden, güzelden, doğrudan yana.
Tarihe not düşebilme arzusuydu biraz da,
yaşananları, izlenimleri, fikirleri, hayalleri…
Ayna tutma çabasıydı hem içimize hem birbirimize.
Edebiyatın bizcesini ortaya koymak istedik;
iddiasız, gösterişsiz ve samimi.
Birlikte; yazma, düşünme ve ortaya bir eser koyma sancısı yaşarken,
farklı bakış açıları, üsluplar ve yaklaşımlar karşısında kendimizi
konumlandırma fırsatı bulduk.
Birbirimizin satırlarına yansıyan hüzünlerle
duygulandık, mutlulukla sevindik, mizahla eğlendik
Çalışmalar esnasında bazen umutsuzluğa kapıldığımız, özgüvenimizi
sorguladığımız anlar oldu ama çıktığımız
bu yolculuktan pişmanlığımız hiç olmadı.
Yazı çalışmalarımıza değişik zamanlarda katılanlar, kısa bir süre
ekipte bulunup ayrılanlar, taşın altına elini koyup işe sonuna kadar
omuz verenler sayesinde farklı kişilik
ve karakterde pek çok insan tanıdık.
Bu dergi vesilesiyle uzun zamandan beri kaleme aldığımız
yazılardan seçtiğimiz metinlerden oluşan bu yayını nazarlarınıza arz
ederken, emeklerimizin ete kemiğe bürünmüş halini iki kapak
arasında görmenin kıvancını yaşıyoruz.
2
Geç
Merve AKYOL
Olmadan
Sabah telefon sesiyle irkildim. Bu kadar erken saatte kim araya bilir
ki? Üstelik numara tanıdık değildi. Telefonu açtım. “Anneniz vefat etti.”
dediler. O an dünya benim için durdu sanki. Hayattaki tek dayanağım
artık yoktu. Bundan sonra yalnız devam edecektim yoluma, yapayalnız…
Evet, onsuz ilk günüm “Haydi kızım, kalk kahvaltı hazır.” diyen bir
kişi yok artık. Boşlukta gibiyim, içinden kurtulamayacağım bir boşlukta…
Evdeki, sokaktaki, iş yerimdeki her şey annemi hatırlatıyordu sanki.
Aklımdan hiç çıkmıyordu. Yaşadığımız güzel anıları düşünerek
avutuyordum kendimi. Hala inanamıyordum öldüğüne. Nasıl inanabilirim
ki zaten? Benim annem enerji dolu bir insan, şu an hareketsizce toprağın
altında olmasına nasıl inanabilirim?
İyi ya da kötü her günümde yanımda olurdu. Bana destek çıkardı.
Ah ölüm! Niye ayırdın beni annemden… Koca dünyaya sığdıramadın mı
3
sevgi dolu annemi? Biliyorum, her can ölümü tadacak ama bu kadar erken
olmamalıydı annemin beni bırakışı.
Gün geçtikçe anladım, kalabalıkların içinde yalnız kaldığımı. Sanki
çığlık atıyormuşum da kimse beni duymuyormuş gibi… Herkes ne kadar
yanımda olmaya çalışsa da hiç kimse annemin yerini tutmuyordu.
Gözyaşlarımı kendim silmeye başladığımdan beri anladım
kimsesizliğin ne demek olduğunu. En çok da neye üzülüyorum biliyor
musunuz? Şu ölümlü dünyada kötü söz söyleyerek annemin kalbini
kırdığıma. Siz de ben gibi sonradan üzülmemek için sevdiklerinize bolca
zaman ayırın yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır.
"Bir insanı değerlendirmek için nelere sahip olup olmadığına değil, sahip
olduklarıyla neler yaptığına bak. “
Ahmet Edib
Zamanı Geldiğinde
Zehrâ Bilgenur AVAÇAR
Eğer beni severseniz bayım içimdeki tüm aydınlığı sizinle paylaşıp
karanlığınıza ışık tutabilirim. Eğer elimi tutup benimle birlikte olursanız sizi
çekip alabilirim düştüğünüz kötü durumdan.
Lakin beni sevmez de aşağılama sapkınlığına
düşerseniz, olacaklar için beni sorumlu
tutamazsınız.
Bu mektubumun size ulaşabilmesi için
komşunun çocuğunu size yollayacağım.
Sizden bir ricam olacak, ona haçlık vermeyi
unutmayın.
4
Yarım
Sedat ÜNAY
Adam
Okul kapanır kapanmaz
her tatil olduğu gibi soluğu
köyde alıyorum. Zaten ben
gitmesem
dedem
haber
gönderip “Çocukları neden hala
göndermezsiniz? diye çıkışır
bizimkilere. Gerçi bu yaz
ebediyete intikal eden dedem
bizi çağıramamış olsa da
yapayalnız kalan nineme can
yoldaşı olayım diye vakit geçirmeden köyün yolunu tutuyorum.
Köyde arkadaş bol, canım hiç sıkılmıyor. Hele hele her daim birlikte
dolaştığım amcaoğlu sayesinde her gün ayrı bir macera yaşıyorum. Burada
kendimi daha özgür hissediyorum. Tabiatla ve hayvanlarla iç içe olmak
ayrı bir mutluluk veriyor bana.
Benim yanında olmam ninemi bir parça rahatlatsa da okulların
açılmasıyla yalnız kalıvereceğini düşünmek onu huzursuz ediyor. Yalnız
yaşama fikrini bir türlü kabullenememesi onu farklı arayışlara itiyor.
Bunlardan bir tanesi onu köye bağlayan unsurlardan kurtulup şehirdeki
evlatlarının yanında sıra ile kalmak. Annem, teyzelerim ve dayım bu
düşünceye pek sıcak bakmasalar da bunu nineme doğrudan ifade
etmekten çekiniyorlar. Sonunda ninem ilk adımı atıyor ve sevgili ineğimiz
ve danasını satma fikrine dayımı ikna ediyor. Dayım hayvanlara bir
müşteri buluyor ve yapılan pazarlık anlaşmayla sonuçlanıyor. İnek ve
danası evden götürülürken ninem ve ben evden cenaze çıkmış gibi
gözyaşlarına boğuluyoruz. Geriye sadece dede yadigârı ihtiyar eşeğimiz
5
kalıyor. Ninem, dedemin sağlığından bu yana bir türlü sevemediği
emektar eşeği de üç beş kuruşa okutmanın derdine düşüyor ancak ayakta
zor duran emektar karakaçana kimsenin talip olmayacağının da farkında.
Bir çözüm bulana kadar eşeğe katlanmaya mecbur kalıyor.
Bir gün beni yanına çağırıp uzak bir tarladan ot biçeceğini söylüyor
ve benden eşekle gidip bu otları eve getirmemi istiyor. Ben ninemden
birkaç saat sonra emektar eşeğe binip söylediği istikamete yollanıyorum.
Zavallı eşeğe kıyamadığımdan hızlı gitmesi için hiçbir müdahalede
bulunmuyorum. Biraz geç de olsa tarlaya ulaşıyoruz. Ninem geç kalışımıza
öfkelenip bir taraftan bize verip veriştiriyor, diğer yandan da tıka basa
doldurduğu çuvalların ağzını bağlıyor. Sıra çuvalları eşeğe yüklemeye
geliyor ve zor da olsa yükleme işi gerçekleşiyor. Yol uzun, ben yorgun.
Dönüş yolunu eşeğin arkasından yürüyerek
kat etmek işime gelmiyor. Hayvanın yüküne
bakınca sırtına tırmanmayı pek gözüm
kesmese de denemekte bir sakınca
görmüyorum. Ninemin de yardımıyla eşeğin
sırtına tırmanıyor çuvalların zirvesinde
yerimi alıyorum ancak ne eşeğin yularını
tutabiliyor, ne de elimdeki değnek ile onu
kumanda edebiliyorum. Artık kontrol
tamamen eşeğe geçiyor. Ninem yuları
eşeğin boynuna bağlıyor ve hayvanı köye
doğru yönlendirip bizi yolcu ediyor. Kendisi
tarlada kalıyor.
Eşek onca yükün altında rahat görünüyor. Sağa sola bakınarak,
oradan buradan otlanarak ağır ağır ilerliyor. Emektarın işi bu kadar
savsaklamasına sinirlensem de haddini bildirme işini evin varana kadar
erteliyorum. Zira eşekten güç bela insem de üzerine yeniden binebilme
şansım yok. O kadar yolu yayan gitmeyeyim derken çuvallardan batıp
duran dikenler ve ot saplarının yanında eşeğin kaprislerine de katlanmanın
çok da iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başlıyorum.
6
Eşeği kendi haline bırakıp bari yolculuğun tadını çıkarayım derken
sağ ayağımda bir uyuşukluk peyda oluyor. Önce aldırış etmiyorum, derken
uyuşukluk bütün bacağıma yayılıyor. Bir süre sonra bacağımı tamamen
sarıyor. İçimi bir korkudur alıyor. Elimdeki değnekle ardı ardına bacağıma
vurmama rağmen hiçbir şey hissetmiyorum. Bu durum beni dehşete
düşürüyor. Bir akrabamızın felç olan annesi aklıma geliyor ve onun
hastanedeki perişan hali gözümde canlanıyor. Kadıncağızın o günden
sonra hayatını başkalarına bağımlı olarak sürdürmesi bir süre sonra da
yakınları tarafından bir yük gibi görülmesi dehşetimi bir kat daha
arttırıyor.
Yolculuğun kalan kısmı tamamen felaket senaryoları ile geçiyor.
Artık eşeğin nereye gittiği umurumda bile değil. Beni asıl düşündüren, geri
kalan ömrümü yarım bir adam olarak nasıl devam ettireceğim. Ailemin
bana bakmaya ne kadar tahammül edebileceği. Meslek sahibi olma,
evlenip aile kurma hayallerimin suya düşmesi.
Sevdiğim
kızın
bana
acıyan
nazarlarla
bakarak
artık
evlenemeyeceğimizi söylediği sahneyi zihnimde canlandırınca bayılacak
gibi oluyorum. Bir anda ter basıyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Hayatımın
karardığını, kariyerimin trajik bir şekilde sonlandığını düşünüyorum.
Aklımdan bunları geçirirken bir taraftan da değnekle bacağıma vurmayı
7
sürdürüyorum. Bunun bir kâbus olduğuna az sonra bu korkulu rüyadan
uyanacağıma inanmak istiyorum ancak bacağımda hala bir değişiklik yok.
Bu hafakanlarla cebelleşirken evin önüne geldiğimizi fark ediyorum.
Benim için kader anı gelip çatıyor, gerçekle bir an önce yüzleşme adına
kendimi çuvalların üstünden yere bırakıyorum. Şöyle bir yuvarlandıktan
sonra ayağa kalkmaya davranıyorum. Sol ayağım üzerinde yükselip sağ
ayağımı yanına çekmeye çalışıyorum. Zor da olsa gerçekleşiyor. Sağ
bacağım kütük gibi ama ayakta durmama izin veriyor. Sonra korkarak
adım atmayı deniyorum, hayret bu da mümkün oluyor. Bütün cesaretimi
toplayıp havaya zıplıyorum ve düşmüyorum. Bacağımdaki uyuşukluk
yavaş yavaş dağılıyor, kasığımdan ayakucuma doğru bir sıcaklık yayılıyor.
Sevinçten çıldıracak gibi oluyorum. Eşeğin etrafında koşarak daireler
çiziyorum. Artık ona dayak atmak ve yol boyunca yaptıklarının intikamını
almak önemini yitiriyor. Bacağıma yeniden kavuşmanın, felçli olmadığımı
anlamanın mutluluğu başımı döndürüyor. Biraz sonra çevremde meraklı
bakışlarla bana ne olduğunu anlamaya çalışan insanları fark etmem de
keyfimi bozmuyor. Nihayet kendimi toparlayıp eşeği avluya alıyorum. Bu
güzelliği kutlama sadedinde önüne kuru otlar yerine yeni biçtiğimiz
otlardan bolca koyuyorum.
Bir
menkıbede
okuduğum “Allah bir
kulunu
sevindirmek
isterse çölde eşeğini
kaybettirip
sonra
yeniden buldururmuş.”
mesajını ihtiva eden
olayı hatırlıyorum. Bize
bahşedilen
bunca
nimetin
kıymetini
anlamak için illa ki bu
türden hadiseler mi
yaşamak gerekiyor, diye düşünüyorum. Başlangıçta epeyce korksam da bu
8
sayede sahip olduklarım üzerinde düşünme fırsatı verdiği ve kendisini bir
kere daha hatırlattığı için Rabbime şükrediyorum.
Yerçekimi Yönetmeni
Halil Talha KOÇ
Bundan iki yıl sonra iki yaş büyümüş olacağım. Eldivenlerimi de
çıkarırım, belki de yaz gelir. Yalnızlık sessizlik gibi yağar üstümüze. Asfalt
ıslanır. Ben asfaltı çok severim. Sanıyorum ki toprağın üstü örtülürse kimse
altına giremez. Ben arabaları bu yüzden sevmem. Manzaramı örterler. Ve
hep giderler. Gitmenin icadı mı olurmuş? Oluyor işte, her yer araba
kaynıyor. Daha gitme diyemeden gaza basıyorlar.
Ve daha acısı birileri gaza basmadan gidiyor.
Asfalt işe yaramadı ve bu yüzden vazgeçtim sevmekten. Uzandım
bu sefer toprağın üstüne, bir kapıyı örter gibi sırt üstü uzandım. Sanıyorum
ki toprağın üstü örtülürse kimse altına giremez. Gökyüzü tam karşımda,
uykum geliyor. Suratım ıslanıyor. Üşüdüm diyorum, annem gelip üstümü
örtüyor. Ve ben sırf üstümü örttüğü için üstünü örtmek istemiyorum
annemin.
9
Dakika başı ustura gibi burnumu milim sıyıran bıçak, doğrulmama
engel oluyor. Bu yüzden turablaşıyoruz. Lüzumsuzlaşıyoruz ve
basitleşiyoruz. Gökyüzü gelecek, gözümüzün önünde. Ama gidemiyoruz.
Gitsek bile eskisi gibi beraber değiliz. Gökyüzü hayallerimiz… Fakat hep
eksik. Biz toprağa bağlıyız. Gelecek ve hayallerimiz için ısrar eder ve baş
kaldırırsak ne olacak? Bıçak ile burun buruna gelip gözlerini yumacaksın ve
toprağın altına geçip gökyüzünü bir daha göremeyeceksin bu başkaldırışın
cezası. Ya da dünya gerçekten yuvarlaksa toprağın altında bir gökyüzü
daha var.
Ben galiba toprağın altında ne var merak ediyorum? Bir böcek
acaba orada ne yapıyor? Ya en samimi dostum? Ya tüm insanlar? Asıl
merak ettiğim, bir gün oraya gidecek insanlık bugün ne yapıyor?
Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi
İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi
…
10
Çıkmaza Açılan Umutlar
Gamze HAYLAZ
Bir kuş uçuyor havada. Beni anlatıyor bana. Özgürlüğümü
anlatıyor. Sonra ölü yaprakların yere sürtünmelerini duyuyorum. Belli ki
rüzgâr derinden esiyor. Kuru sarı turuncu ölü yapraklarla aynı yöne
savrulduğunu fark ediyorum saçlarımın. Fark etmiyorum gözlerimi
kapadığımı. Açtığımda aynı manzara karşımda… Sonunu bilip bilmezden
geldiğim bir mavilik bu. Koca bir deniz…
Ve kuşların sesi… Oturduğum bank… Sahil kenarı burası. Hasan
Amca yine iş başında. Sahi ya bugün salı. Balık günü. Hasan amca kovayı
dolduramamış bu hafta. Hanımı kızmasa bari diye geçiriyorum içimden.
Sonra sıcak simidin kokusu geliyor yakınlardan. Geç bile kaldı Kemal Amca
diyorum bu defa da. Yine ne ara kapadım gözlerimi? İnanın bilmiyorum.
11
Sonra gözlerimi kapalıyken fark ediyorum ve açmıyorum. Neden açmak
istemiyorum?
Her şeyin bozulacağını mı düşünüyorum? Yoksa bozulacak bir şeyin
olmadığını mı anlıyorum? Sonra, biraz daha ne olur biraz daha, diyorum
kendime. Ama engel olamıyorum çünkü açmam gerektiğini biliyorum.
Sonra ne mi oluyor? Simit kokusunun yerini rutubet kokusu, Hasan
Amcanın yerini gardiyan ve kuşların sesini, herkes ayağa kalksın sayım
yapılacak, sesi alıyor. En kötüsü de mavinin yerini dört duvar alıyor…
Sekiz Saniye
Büşra Şûra ŞİMAY
Hayat aslında bir film gibidir. Ben filmimim başrolündeyim. Diğer
kahramanları ben seçerim, senaryo bana ait, yönetmen benim. O filmi çok
güzel çekip izlenmesinden keyif aldırmak da benim elimde, berbat bir şey
çıkartıp izlenmeyecek hale getirmek de. Hayatımın kamerası benim
elimde, ne istiyorsam onu çekiyorum kahramanlarıma rollerini ben
veriyorum.
Bir kuşa, uçma, diyemezsin. Olmaz, onun tabiatı öyledir. İnsanların
tabiatında özgürlüğün bulunması gibi. Her insanın kaderi çabasına bağlıdır.
Filmim kötü gidiyorsa değiştirmem gereken başroldür. Eğer o değişirse
hikâyem kökünden değişir zaten. Aşk hayattır ve kendini pek çok farklı
şekilde gösterir. Aşk vazgeçemediğimizdir. O zaman aşkı önce kendimde
hissetmeliyim, önce kendim vazgeçilmez olmalıyım. Hayallerim benim
senaryom oldu. Bu yüzden gerçek değil bir hayaliz biz. Aslında biz
hayatımızı ölümsüz gibi yaşıyoruz. Ama güneşin bakış açısından hayat sekiz
saniyedir.
12
Sadece sekiz saniye. Belki şimdi bir çukurun içinde kaybolup gitmek
üzereyim ya da bulutların üstünde uçmaktayım. Belki de çok mutluyum
belki de çok üzgün. Ama bildiğim tek bir şey var artık: vazgeçmemem ve
sonuna kadar gitmem gerektiği. O çukurun içinden çıkmak da, o bulutların
üstünde kalmak da, tüm mutluluklar da, güzellikler de, aynı zamanda
üzüntüler de, her şey benim kameramda. Korkmuyorum. Bu filmde mutlu
sonlar, güzel yarınlar var beni bekleyen. Tek yapmam gereken inanmak
ve vazgeçmemek.
Bir Şiir
Murat ÇOLAK
Köhnemiş silahları bırakıp teslim olmak mı gerek?
Tutsaklık açabilir belki gözümüzü.
Özgürlükte bulamadığımız kelimeler
Çıkıverir ansızın dilimizden
Doğruyu söyleyemeyen diler çözülünce
Zafer şarkıları
Ya da yeniden diriliş türküleri
Ne fark eder?
Bir şeyler mırıldanır
Küf kokan, dağlanmış dudaklar.
Önemli olan
Çürümeye adım adım yaklaşan
Bedenin bir hayat belirtisi vermesi değil mi?
Kelimeler çoğu zaman ürkek
Ve kekremsi.
Kelimeler, tek tesellisi
Yalnızca nedametle beslenen dirinin.
13
Alışılmış Hissizlik
Kadriye ÇELİK
Mesela duruyorsun öylece. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içinden. Ne
kahve içmek, ne elma yemek ne de yeni bir insanla tanışmak. Otur sadece,
hiç kimse karışmasın sana. Sen de kimseye. Sıkılıyorsun hayatından,
yaşadıklarından, geçmişinden, şimdiden, her şeyden sıkılıyorsun. Artık her
şey sıradan geliyor. Arkadaşların, çevren, okulun, masan, kalemin bile.
Çekip gitmek istiyorsun bir daha geri dönmeyeceğini bilsen bile.
Kimsenin gelemeyeceği, seni bulamayacağı bir yere. Yeni başlangıçlar
yapıp, geçmişi silip atabileceği bir yere. Diyorsun, “Bir anda essin kafama;
iki üç kıyafet, biraz para bir de kar küremi alıp valizimle birlikte defolup
14
gideyim bir trenle. Eğer kafana eserse yapacağını biliyorsun çünkü. Ha, bu
arada trenle tabi. Tren yalnızların aracıdır çünkü. Altından gelen titretici
ses bile içine, yalnızlığına işler milim milim.
Düşünürsün yol boyunca. Ama nereye gittiğini bilmezsin. Bilmek
istemezsin. Bu hayattan uzaklaşayım da nereye olursa olsun dersin. Ama
hafiften deniz istersin. Maviye hasretsindir çünkü. Hep siyahlar içerisinde
kalmışsındır. Biraz griye çalmak istersin sadece, mavi olamayacağına emin
olsan da. Deniz istersin evet. Manzarasına bakıp kokusunu içine çekmek
için. Çünkü yolları denize çıkmayan bir şehirde yeterince boğulmuşsundur
zaten. Artık sadece biraz deniz istersin işte. Biraz da huzur...
Simit
Melike UÇGUN
ve
Bilyeler
Sofra önemlidir bizim kültürümüzde. Ama daha da önemlisi
sevgiyle paylaşmaktır o yiyecekleri. Ben istemiyorum soframda güveç,
kebap, baklava, börek… Bir parça ekmek, belki peynir ve domates, ama
mutlaka güler yüz, tatlı dil istiyorum. Sevgimi, dostluğumu, sevincimi,
üzüntümü paylaşmak istiyorum o sofrada.
Sokakta simit satan çocuk mutludur. Satmıştır bütün simitleri, bir
tanesi hariç. Onu da artık vazgeçmiş satmaktan. Çünkü kurumuş, sertleşmiş
simit biraz. Kimse almaz zaten. Çocuk da birazını kendi yemiş. Elinde
yemeğe devam ediyor. Böylelikle açlığını gideriyor. Tam o sırada 5-6
yaşlarında, dilenci gibi bir çocuğa rastlıyor. Dilenci çocuk masum gözlerle
ona bakıyor.
15
Simitçi, bir karşısındaki çocuğa, bir de elindeki yarım simide
bakıyor. Ve uzatıyor simidi, ona veriyor. Dilenci çocuk gülümsüyor. Simitçi
de gülümsüyor. Onlar şimdi daha mutlu, daha güvenle bakıyorlar
birbirlerine. Bir kuru simidin verdiği lezzeti kimse tarif edemez o zaman.
Dilenci çocuk bir elinde simit, diğer elinde sıkı sıkı tuttuğu bilyeyi simitçiye
veriyor. Alıyor bizimki. Sonra dilenci pantolonunun cebinden bir tane
daha bilye çıkarıyor. Şimdi sessiz gülümsemeler gülüşmelere, kıkırdamalara
dönüşüyor. İki kafadar başlıyorlar oynamaya. Parktaki çimenlerin üzerinde
kıyasıya bir oyun başlıyor. Bizim simitçinin aklına bir şey geliyor; o gün
simitlerden kazandığı paranın birazıyla biraz daha bilye almak. Bu fikrini
diğerine söylediği zaman o da dilencilikten kazandığı paradan biraz
veriyor. Birlikte doğru az ilerdeki dükkana koşuyorlar. Üçer, beşer daha
bilye alıyorlar. Şimdi mutlulukları sekize, ona katlanıyor. Akşama kadar
ikisi de ne kadar mutlu, ne kadar özgür bilyelerle oynarken.
16
Akşam
karanlığı
bastırmak üzere. Biraz sonra
ezanlar okunuyor. İki çocuk
daha birbirlerine isimlerini
bile sormadılar. Bir simitle
başlayan sıcacık, beklentisiz
bir dostluk… Artık evlere
gitme zamanı.
Dilencinin
ağabeyi
geliyor yanlarına birazdan.
Kardeşini alıp, eve götürecek. Bir yandan da o günün hasılatını soruyor.
Küçük dilenci ceplerini yokluyor. Ne varsa veriyor işte. Ağabey sayıyor
parayı. Öfkeleniyor. Küçük dilencinin kulağından tuttuğu gibi sürüklüyor.
Eve götürecek onu belki. Orada onlardan para bekleyen artık kim varsa
yaptıklarını bir bir anlatacak. Nasıl olur da bilye alır, olacak şey değil.
Simitçi dayanamıyor. Koşturuyor arkalarından. Cebindeki simitlerden
kazandığı paraları veriyor abiye. ”Lütfen, hepsini al.” diye yalvarıyor.
Ağabey şaşkın, birkaç saniye bakakaldıktan sonra uzatılan paranın hepsini
alıyor. Küçük dilenci mahcup, gözleri yaşlı gülümsüyor arkadaşına. Yorgun
ama mutlu. Simitçi de öyle. Sarılıyorlar birbirlerine. Sessizce, konuşmadan
anlaşıyorlar. Yarın yine gelecekler buraya. Yine bilye oynayacaklar.
Bilyeleri simitçiye emanet ediyor. El sallayarak ayrılıyorlar. Simitçinin
babasına ne cevap vereceği umurunda bile değil. Kumbarasında gizli gizli
biriktirdiği paralardan verebilir. Her şeyin bir çözümü var.
Bugün her ikisinin de kazandığı dostluk, o mutlu saatler servetle bile
ölçülemez. Bugün yaşadıklarını, oynadıkları oyunun ve yedikleri o
kurumuş simidin tadını her ikisi de hiç unutmayacak.
17
Osmanlı Türkçesi İle Yazılmış Bu Levhayı Okuyabilir misiniz?
Hiç Düşündün mü?
Elif FEDÂÎ
Bir silgi olsaydım hatalarımı silmek istemezdim. Hatalarımı silmek
yerine onlardan ders alıp bir daha tekrarlamamak ve tekrarlamak
ihtimaline karşı hep aklımda kalmalarını, ara sıra hatırıma gelmelerini
isterdim. Kötü anılarım olmalı ki güzel olan anılarımın kıymetini bileyim.
Bir başkasına yeri geldiğinde heyecanlı bir şekilde anlatabileyim. Anlatırken
öyle bir anlatayım ki tekrar yaşayayım. Tekrar yaşayayım ki kötü anılarımı,
hatalarımı tekrarlamayayım. Başarısızlıklarımı silmek istemezdim.
Başarısızlıklarım olmasa başardığımı anlayamazdım. Başardıklarıma
sevinemez, onlardan haz alamazdım.
Bir kalem olsaydım beni dinleyecek birinin yanında dinlenilmek
istenen birini de eklerdim. Çünkü ben ne kadar dinlenilmek istersem onlar
da o kadar dinlenilmek ister. Bana küçük mutluluk katanların yanında
büyük mutluluklar katanları da isterdim. Büyük mutluluklar da isterdim,
çünkü bazen büyük mutlulukların ardından sıyrılıp küçücük şeylerle ne
kadar mutlu olduğumu görmek isterdim. Önemli olanın ebat değil kendim
olduğunu anlamak isterdim. Ben istersem her şeyden mutlu olabileceğimi
görmek isterdim. Her daim yanımda olanların yanına benim de her daim
onların yanında olabileceğim kişileri eklemek isterdim.
18
Ben bir şey silmek istemezdim. Silmek yerine silmek istediklerimize
rağmen bir şeyler eklemek, silmek yerine gülmek, silmek istediklerimi bir
gülüşe sığdırmak isterdim. Hayat başına ne gelirse gelsin güzel şeydir.
Hayatın tekrarı yoktur. O acısıyla da tatlısıyla da güzeldir. Çünkü o
senindir.
HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ ?
Hiç düşündün mü ?
Bir silgi olsaydın ne silmek isterdin?
Hatalarını mı yoksa kötü anılarını mı ?
Yoksa başarısızlıkları mı?
Kalem olsaydın, kimi eklemek isterdin hayatına?
Seni dinleyecek birini mi ?
Sana küçük mutluluklar katanları mı ?
Yoksa her daim yanında olanları mı?
Şimdi durup bir düşün, neler eklemek isterdin ?
Neler silmek isterdin ?
NAZIM HİKMET RAN
19
Carpe Diem: Ânı Yaşa
Hayat ve Tercihlerimiz
Betül ARAR
Doğarsınız, yaşarsınız, ölürsünüz… Hayat denilen şey bu üç
aşamadan ibaret aslında. Ve bizi ilgilendiren en mühim kısım da ikinci
aşama. Yani yaşamak. Bizi ilgilendirmesinden çok bize göre gelişen tek
aşama da denebilir. Çünkü doğmak bizim isteğimize kalmaz. Doğmak ister
misin? Ne olarak dünyada bulunmak istersin? Dünyanın neresinde var
olmak istersin? Ya da uzayda bir başka gezegene ne dersin? Bunlar bugüne
kadar kimseye sorulmamış ve bugünden sonra da kimseye sorulmayacak
sorular.
Peki ya ölüm! Bugüne kadar size gelip “Ben yatağıma yatıp uykuya
dalıp bir daha uyanmamayı, yani bu şekilde acısız sancısız ölmeyi istedim.
Ve öylede öleceğim.” diyen biri oldu mu? Ben cevap vereyim olmadı.
Olmayacak da. Bir gün bir yerde birden gelip bulacak ölüm bizi.
Fakat yaşamak öyle değil. Nerede, nasıl, kimlerle, ne şartlarda
yaşayacağımız bizim elimizde. Doktor, mühendis, hemşire, aşçı, sucu…
Bunlar hep bizim seçimimize bırakılmış şeyler. Mutluluğu, huzuru, hüznü,
yorgunluğu yaşamak bize bırakılmış. Bizim seçimlerimize. Doğru seçimlerle
dünyanın en mutlu insanı olabiliriz. Tek yapmamız gereken ne istediğimizi
bilmek sadece…
20
Dil’e Dâir
Ahmet ÇEVİR
“Dil; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta, kendine
mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir
varlık, temeli bilinmeyen devirlerde atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi,
seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir.”
Rahmetli Muharrem
Ergin böyle tanımlamış
dili. Bu tanım, dil için
yapılmış
en
kapsamlı
tanımlardan biri, dört
argümandan
oluşuyor.
Birincisi dilin işlevi ile ilgili,
yani dilin bir iletişim aracı
olması hususiyeti. Evet dil,
bir arada yaşamak zorunda olan insanların birbirleri ile anlaşabilmeleri için
gerekli en önemli araç. İkincisi dilin bir canlı varlık gibi kendine özgü
kanun ve kurallarının olmasını ve dış müdahaleleri kabul etmemesini ifade
ediyor. Türkiye’de 1932’de Türk Dil Kurumunun kurulmasından sonra,
dile yapılan birçok sunî müdahalenin akamete uğradığı düşünülünce bu
husus daha iyi anlaşılıyor. Üçüncüsü, bana her zaman çok ilginç gelmiştir,
dilin bir gizli antlaşmalar sistemi olması. Bu ibare dilin milleti oluşturan en
önemli özelliklerden biri olduğunu ifade ediyor. Aynı dili konuşanlar aynı
duyuş, düşünüş, anlayış ve kavrayışa sahiptir. Dördüncüsü ise, dilin
seslerden oluşmasını ve toplumsal bir işlev ifa etmesini anlatıyor. Birtakım
sesler düzenli birlikteliklerle bir anlam oluşturuyor ve bu da toplumu
oluşturan bireylerin iletişimini sağlıyor. Hikmet nazarı ile bakabilenleri
hayrete düşürebilecek bir durum.
21
Düşünce ile kelime arasında çok sıkı bir bağ olduğu; düşünce
dünyasının genişliği ile duygu ve düşünceleri en doğru ve etkili bir biçimde
anlatabilmenin ve başkalarının duygu ve düşüncelerini en doğru biçimde
anlayabilmenin bilinen kelime sayısı ile doğrudan ilişkili olduğu aşikar.
TDK güncel sözlüğüne göre Türkçede yüz on bir bin yirmi yedi kelime var.
Bu, Türkçenin dünya dilleri arasında ifade kabiliyeti açısından çok önemli
bir yere sahip olduğunu gösteriyor. Ancak dili kullananlar bu büyük
kapasitenin ne kadarına vakıf. Yapılan araştırmalar sokaktaki insanın 250300 kelime ile konuştuğunu gösteriyor. Düşünce dünyasının kısırlığının
ibretlik bir vesikası bu durum.
Kelime hazinemizi geliştirmeliyiz. Bunun da en kestirme yolu
kitaplar. Kitap okuma alışkanlığının kelime haznesinin gelişimine büyük
katkı sağlayacağı herkesçe malum. Okuma esnasında karşılaşılan anlamı
bilinmeyen kelimelere sözlükten bakılmalıdır. Ayrıca sözlük okuma diye
bir etkinlik de yapılabilir zannediyorum. Ama akıldan çıkarılmaması
gereken en önemli husus, “kitap okuma faaliyetinin; somut birtakım
beklentilerle yapılabilecek bir faaliyet olmadığı, insanın hayatı anlama ve
hayata müdahil olabilme yeteneğini geliştirecek bir faaliyet olduğu”
gerçeğidir diye düşünüyorum.
Yüzyıllar içerisinde ortaya çıkan
tecrübelerin hülasası olan deyim ve
atasözlerinin anlamı kısa yoldan ve en
etkili bir biçimde ortaya koymada büyük
bir
işlev
yüklenebileceğinin
unutulmaması
gerekir.
Deyim
ve
atasözlerini öğrenmeye ve yerinde
kullanmaya çalışmalıyız.
“Seslerin, sözlerin, vurguların,
anlam ve heyecan duraklarını kurallarına
uygun olarak söyleme biçimi.” olarak
tanımlanan
diksiyonun
önemini
22
biliyoruz. Türkçe konuşan herkesin diksiyon eğitimi alması tabii ki
mümkün değil. Ama en azından herkes diksiyonun ve güzel konuşmanın
önemini kavramalı, Türkçeyi doğru kullananlara kulak vermeli, bu
konuda gayret sarf etmelidir.
Bu arada Öztürkçe tartışmalarına da temas etmek gerekir. Türkçede
binlerce yabancı kökenli kelime var. Bu konuda en doğru yaklaşım
sanıyorum Nihat Sami Banarlı’nınki. Türkçeye yerleşmiş ve onlarca yıldır
kullanılan kelimeleri Türkçeleşmiş kelimeler olarak görmemiz yerinde
olacak. Yoksa işin içinden çıkmak zor. Mesela “kalem” kelimesini Arapça
kökenli diye atmak o kelimeyle birlikte yüzlerce deyim ve atasözünü de
atmak demektir. Bu da dili kısırlaştırmaktan başka bir şey değil. Zaten
kalemden daha güzelini nasıl bulacağız?
İlk defa lisedeki edebiyat hocamdan duymuştum: “Mesele oldu
sorun, dedeyle anlaşamaz torun”. Dede mesele diyor, torun sorun diyor,
her ikisi de aynı şeyi söylüyor ama anlaşamıyorlar. Yerleşik kelimelerin
yerine Öztürkçe diye yeni kelimeler kullanmak bunun gibi birçok tuhaflığa
da yol açıyor. Günümüzde ‘mesela örneğin’ diye söze başlayan,
kendilerine gösterdiğimiz ‘ilgi ve alâka’ya teşekkür eden, bize ‘sağlıklı ve
sıhhatli’ günler dileyen insanlarla karşılaşmak işten bile değil.
Türkiye’de
kuşaklar
arası
iletişimsizliğin en önemli nedeni dildeki bu
değişim olsa gerek. Daha yazılmasının
üzerinden bir asır bile geçmemiş Milli
Marşımızı bile anlayamayacak derecede
dile yabancılaşmış durumdayız. “Şapka”yı
Ruşça, “kravat”ı, “ceket”i, “pantolon”u,
“külot”u Fransızca, “atlet”i Yunanca,
“çorap”ı Farsça diye atsak; hafazanallah
sadece gömlek ve ayakkabı ile kalırız. İşin
şakası bir yana, şair İsmet Özel bir
televizyon konuşmasında şöyle demişti:
23
“Ben Öztürkçe konuşacağım diyen biri hiçbir şey diyemez. Çünkü ‘hiç’
Farsça, ‘şey’ Arapçadır.” Evet ‘şey’ bile yabancı kökenli. Ama biz ‘şey’siz
ne yaparız?
Son zamanlarda gençlerin ve hatta belirli bir eğitimden geçmiş
fertlerin konuşmalarında kulak misafiri olduğumuz; “Sen direk soruyu sor.”
, “Manyak güzel bir filmdi.” , “Bu korkunç bir başarıydı.” , “Artı ben bunu
söylemiştim”, “Atıyorum, sen sınavı kazanamadın.” gibi cümlelerdeki
“direk”, “manyak”, “korkunç”, “artı”, “atıyorum” gibi kullanımların
yanlışlığının farkına da bir an evvel varmalıyız. Yoksa kısa bir süre sonra
bu tür yanlışlara da alışacağız gibi geliyor.
Bir başka konu da argonun ve küfürlü konuşmaların özellikle
gençler arasındaki yaygınlığı. İnsanlar ağızlarından çıkanı duymuyor veya
söylediklerinin ne anlama geldiğini bile bilmiyor. On, on beş yıl önce
kavga ve hatta cinayet sebebi olan sözleri, gençlerin yanından geçerken
birbirlerine söylediklerini duyabiliyoruz. Zarafet, nezaket ve letafetin
milletimizin şiarı olduğu, dili kullanırken bu hususların gözden uzak
tutulmaması gerektiği ve kaba söz ve davranışlardan kaçınılmasının önemi
bir kez daha irdelenmelidir.
Sonuç olarak, İsmail Habib Sevük’ün “ … vatan ki milletin yarattığı
mefharetler mecmuasıdır; gövdeye can gibi vatanı yaşatan millet ise,
milleti millet yapan da dildir. Dilin vatandan daha mukaddes olduğunu
anlamak için tarihlere bakmak yeter. Giden vatanlar, dilleri diri kalan
milletler tarafından kurtarıldı, fakat dili giden milletlerin ne vatanları kaldı
ne kendileri …” sözü üzerinde bir daha düşünülmelidir.
24
Kömür Karası Gözleriyle
Fatma Nur ÇAĞALA
Bir madenci sabah kalkar, yorgundur ama gitmesi gerekir; ekmek
parası için, canından can kanından kan olan ailesi için. Ama bilmez
madenci: belki de son kez görüyordur, yeni yeni yürüyen aslanını, onu
dualarla uğurlayan anasını, dikkat et üşütme diyen hayat arkadaşını…
Her
zaman
on
dakikada gittiği yol uzar
uzar…
Ayakları
gitmek
istemez
bugün
ekmek
kapısına. Sanki biliyordur
Hakk’a yürüyeceğini.
Çizmelerini giyer, baretini
takar. O güzel yüreğini sıkıntı
basar,
o
kömür
karası
gözlerini buhran kaplar. Son
kez iner yerin metrelerce
altına, bir siyah elmas için
ömrünü
verdiği
maden
ocağına.
25
O feci kaza gerçekleşir. Baretin ışığında uğruna canını verebileceği
ailesini görür. O dudaklar son kez gülümser. Ve Hakk’a yürür. Siyahtır.
Onun güzel çehresi kömürden siyahtır ama onun yerin metrelerce
altındaki yüreği tertemizdir, hepimizin yüreğinden temiz.
Bugünlerde her yer kömür karası kadar siyah. Artık insanı korkutan
sessizliğin yerini acı feryatlar aldı. Orası artık maden ocağı değil! Hakk’a
yürüyen şehitlerin arş-ı âlâya yükseldiği yerdir. Ve o yüz karası değil,
“ekmek parasıdır.”
Bir Sonbahar
Zehra Bilgenur AVAÇAR
Sararmış yapraklar birer birer yere düşüyor. Hafif iç gıdıklayıcı bir
rüzgâr esiyor ve kuşlar topluluklar halinde sıcak tarafa, güneye doğru
ilerliyorlar. Her adımımda ayağımın altında yapraklar çatırdayarak
rüzgârla birlikte parçalar halinde uçuşuyor. Hava tertemiz derin bir nefes
alıyorum. Adımlarımı yavaşlatıyorum. Kendi eksenim etrafında bir kez
dönüyorum ve büyük bir çınar ağacının altına uzanıyorum. Her yer sakin
rüzgârın uğultusu kulaklarımı dolduruyor. Derinden bir nefes daha alıp
ciğerlerimi dolduruyorum. Gökyüzünde ara ara mavilikler olsa da
genellikle kara bulutlarla kaplı. Yağmur yağacak. Hemen defterimi ve
kalemimi alıyorum ve yazmaya başlıyorum.
“Rüzgâr ılık ılık esiyor. Aklımdan onu çıkaramıyorum. Gözleri her
tarafımda sürekli beni izliyor. Korkuyorum. İçimdeki huzur son hızla gelen
rüzgâr ile birlikte yok oluyor. Bal rengi gözleri gözümün önüne geliyor.
Birbirimize bakıyoruz. Anlamıyor beni. Sonrasında bir sismişçesine
ortalıktan kayboluyor. Babam çıkıyor karşıma gülümsüyor. Gözlerim
doluyor. Babamın gözünün içine bakıyorum hüznü ve kederi görüyorum.
26
Ne çok özledim. Keşke sarılabilsem ama o sadece bir hayal ve
dokunduğum anda kaybolacağını biliyorum. Dudaklarımdan “Seni
seviyorum baba, umarım iyisindir!” sözcükleri çıkıyor. Babam gözlerini
benden ayırıp omzumdan arkaya gözünü dikiyor ve o da diğeri gibi bir
anda kayboluyor. Hiç var olmamış gibi. Arkama bakıyorum kimse yok.
Yalnızım yine. Yine yapayalnız hafiften yağmur yağıyor. Defterim
ıslanmadan kapatmam…”
Yağmur yazımı sonlandırmama izin vermiyor. Defterimi hemen
çantama kaldırıyorum. Sırt çantamı alıp ıslak kaldırımlarda koşmaya
başlıyorum. Yalnızım. Bir başıma sokaklarda. Başına buyruk, hüzünle dolu
bir kız…
Aklımda Sen
Büşrâ Şûrâ ŞİMAY
Elbet dinecek bir gün yağmurlar güneş doğacak. Yıldızlar anlam
kazanacak. Her karanlığın sonu aydınlıktır. Unutma...
Sadece gülümse. Çünkü hayatına, hayatıma anlam katıyor gülüşün.
Işık saçıyor gülüşün hayatıma. Karanlığımın aydınlığı oluyor. Derin
karanlığımın tek aydınlığı…
Aynı göğün altındayız. Güneş ikimiz için doğuyor. Baktığımız
yıldızlar aynı. Kayan yıldızlarda tuttuğumuz dilek aynı.
Yüreğindeki sıcaklığı ellerime taşıyıp beni ısıtan sımsıcak saran
adamım…
Gece yıldızların altında bir başımayım.
Aklımda sen…
27
Bir Şiir
Murat ÇOLAK
Dirimle sürünüp
Ölümle devlerle cebelleştiğim saatlerde
Adımlarımı kendime çekip
Dilimi beynime batırıp
Zehrimi içime akıtıyorum
Bir fısıltıyla giriyor zehir beynime
Fısıltı telaşlı bir hüzne meyilli
Her batırışta ürperiyorum
Ürpertim zehirden mi?
Yoksa
Fısıltının hüzne meyillinden mi?
Fısıltılar şimdi neden hüzne meyilli? Oysa
28
Şen ve uçarıydı fısıltılar
Şehir çocuklarının oyunlarında duymuştum
Onları ilkin
Dilimi beynime batırıyorum
Batırdıkça beynimi silkeliyorum
Silkeledikçe fısıltılar dökülüyor beynimden.
Aklımın beynimin bir köşesinde unuttuğu fısıltılar
Bilge ağızlardan dökülmüş özge fısıltılar
İbrahim’in ateşini söndüren karıncaların söylediği fısıltılar
Fısıltıları duyabiliyor musun?
Kusura bakma
Haykırıyorum
Herkese
Sedat ÜNAY
Benden
Gazooooooz!
Adamda gazoz
takıntısı vardı. Birine
bir şey ısmarlamak
istese bu kesinlikle
gazoz olurdu. Bir
iddiaya mı girecek,
illa gazozuna iddiaya
girilirdi. Birini bir
sebepten
ödüllendirmek
mi
istiyor, en güzel ödül
gazozdan başkası olmazdı. Evde güzel bir yemek pişti mi yanında mutlaka
sade gazoz olurdu.
29
Bir gün yine bir dost meclisinde ısmarladığı sade gazozu
yudumlarken dayanamayıp takıldım: Ahmet Abi, nedir bu sendeki sade
gazoz takıntısı? Sade gazozdan daha güzel bir içecek yok mu Allah aşkına?
Birden uzaklara doğru bakıp, derin derin iç geçirdi. Bir iki defa yutkundu,
ardından buğulu gözlerini benden kaçırarak:
-Haklısın be evlat! dedi. “Belki daha güzel içecekler vardır ama bu meretin
bende, çook derinlerde bir hatırası var. Sıkılmam dersen, anlatayım.
Ben merak içerisinde: ”Ne münasebet Ahmet Abi, zevkle dinlerim.
diye cevap verdim. Gözlerini kısıp, gazozundan bir yudum alarak
anlatmaya başladı.
30
Ben dedi, yetim büyüdüm evlat. Doğduktan üç gün sonra bir devlet
dairesinde memur olarak çalışan babam rahmet-i rahmana kavuşmuş.
Evinin direğini kaybeden annem, bu moral bozukluğuyla benim
doğduğuma sevinememiş. Babadan kalan üç kuruş maaşla hayat
mücadelesine devam etmişiz. Ben kendimi bildim bileli anam bakkaldan
ıvır zıvır almama hoş bakmazdı. Tasarruflu kadındı. Diğer çocuklardan bir
şeyler özenip para istesem çoğunlukla vermezdi. Mahallede oynarken
babaları işten dönen çocukların koşarak babalarının kucağına atlamaları,
babalarının da onları ellerinden tutup bakkala götürmesi beni kıskançlık
krizlerine sokardı. Yine böyle bir akşamüstü mahallede arkadaşımla oyuna
dalmışken, tam oyunun heyecanlı yerinde sokağın başında dedesi
göründü. Yanımıza geldi, sevgi ifadeleri ile torununa sarılıp yanaklarından
öptü. Elinden tutup doğruca
bakkala götürdü. Ben öylece
kalakalmıştım.
Biraz
sonra
arkadaşım elinde sade gazozla
yanıma geldi. Yazın sıcağında
buz gibi gazozdan yudumlar
alırken mutluluktan gözleri
parlıyordu.
Ben
bir
iki
yutkunup,
arkadaşımın
gazozunu paylaşma gibi bir
niyeti olmadığını anlar anlamaz
doğru eve koşup kapıyı hızlı hızlı vurdum. Annem telaşla pencereye çıktı
ve yarı meraklı yarı öfkeli bir tavırla: “Ne var, ne oldu? “ diye sordu. Ben
heyecanla: “Anne iki buçuk lira verir misin, hemen?” diye seslendim. “Ne
yapacaksın?” dedi. Gazoz alacağımı söyledim. Bunun için mi kapıyı telaşlı
telaşlı çaldın. Para mara yok dedi, pencereyi kapatıp perdeyi çekti. Bir
müddet öylece kaldım. Sonra çaresiz gazozunu bitirmiş dudaklarını
yalayan arkadaşımın yanına döndüm. İşte o gün bu gündür bu gazozun
bendeki yeri çok ayrıdır. Sözlerini bitirir bitirmez hafifçe doğrulup
kahveciye seslendi:
31
-Osman oğlum, herkese benden gazoooz!
Siparişi verirken, titreyen sesinde ve buğulu gözlerinde zor günleri
geride bırakmış olmanın mutluluğu ile birlikte, aradan geçen onca zamana
rağmen anlayış yoksunu zavallı insanlara duyduğu öfke okunuyordu.
Arkadaş
Merve AKYOL
Dediğin
Arkadaş kelimesi öyle tek bir tanımla tarif edilebilecek bir söz
değildir. Güvenmek, paylaşmak, sır tutmak, açık sözlülük gibi birçok
kelime iyi bir arkadaşlık ve yıllar boyu sürecek dostluğun anahtar
kelimeleridir.
Biz insanların bir günü diğerine uymuyor. Zaten hayatta hep mutlu
olmak da mümkün değil. İnsan başarı ve yaşam merdivenlerini
tırmanırken zaman zaman inişler ve çıkışlar yaşar, üzülebilir. İşte tam bu
zaman da bir arkadaşa ihtiyaç duyarız, sözleri ile bizi rahatlatan, içimizi
ısıtacak bir arkadaş. Böyle bir arkadaşa sahipsek dünyanın bütün
mutluluklarına sahibiz demektir.
Arkadaşlık, her gün telefonla konuşup, mesajlaşmak, sürekli
buluşmak değildir. Başın sıkıştığında yardıma koşacak ilk kişi o ise bu
gerçek arkadaştır. Ama günümüzde böylesi bir arkadaş bulmak maalesef
güçleşti. En ufak bir tartışmada
dostluklar bitebiliyor, bununla
da
kalmayarak
kişiler
arkadaşlarının
kusurlarını
sırlarını
başkalarına
anlatabiliyor. Belki de canımızı
en çok acıtan budur. Bir
32
zamanlar her şeyim dediğimiz kişinin artık hiçbir şeyimiz olmaması bizi
üzer. Son bir sözle;
Üç çeşit arkadaş vardır;



Birincisi ekmek gibidir; her gün ararsın.
İkincisi ilaç gibidir; lazım oldukça ararsın.
Üçüncüsü mikrop gibidir; o seni arar, bulur.
Peki siz hangi çeşit arkadaşa sahipsiniz?
Japon
Melike UÇGUN
Gülü
Onu bir evin duvarını süsler vaziyette gördüm…
Parlak kırmızı renkteydi. Şekli de o kadar güzel ve cezbediciydi ki;
sanki meydan okuyordu şu hayatın karmaşasına…
O asil ve canlı duruşuyla biz insanoğluna nasıl dürüst ve düzgün
olunacağını öğretiyordu. O kadar güzeldi ve bir o kadar da mütevazıydı
ki, o sessiz güzelliğini sadece görebilenlere, değerini bilenlere haykırıyordu.
Bir evin bahçesine ya da parkta bir köşeye ekilmiş, zaman zaman
sulanmayı bekliyor, arada bir insanların ”Bu çiçeğin adı ne?” diye
sorularına şahit oluyordu. Diğer güller kadar meşhur değildi insanların
nazarında. O bir sessiz güzellikti. Onu sadece kendisine dikkat eden,
kıymetini anlayanlar bilirdi…
Akşam olunca kuşlar yuvasına çekildiğinde o da kırmızı kadife
yapraklarını kapatıyor, kendisine bahşedilen güzelliği gün ışığında tekrar
sergilemek için uykuya dalıyordu. Terennümlerine ara veren kuşlar gibi
muhteşem gösterisine ara veriyordu. Gecenin karanlığını sevmiyordu
Japon gülü. O, parlak gün ışığında kan kırmızısı rengiyle çekinmeden,
33
dürüstçe kendisini ifade ediyor, nasıl güzel ve sessiz olunacağını adeta
haykırıyordu.
Onunla ilk kez güneşin altında tanıştım. Bütün letafetiyle
gülümsüyordu… Şu an gece olduğu için uykuya dalmış. Güzelim kadife
yapraklarını birer sarmal gibi sarıp kapanmış kendi içine. Bilmem o benim
farkımda mı? Bana nazik, yumuşak ve sabırlı olmayı, gülümsemeyi öğretir
misin Japon gülü?
“Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde
davranmıyorsan, cahilsin demektir.”
Sadi Şirazî
Dibe Vuruş
Kadriye ÇELİK
Hani bazen dersin: “Bundan kötüsü olamaz artık.” Olsa da ben
kaldıramam, toparlayamam, güçlü kalamam. Ama ne olur? Daha kötüsünü bırak,
en kötüsü olur. Dibe vurduğunu hisseder, umudunu yitirirsin. Senin için hiçbir
çıkış yolu, hiçbir ışık yoktur artık. Ya durum gerçekten böyledir ya da sen böyle
sanırsın.
Mesela güne başlarsın. Mutlusundur, dinlenmişsindir. Her şey yolunda
görünür. Ama yavaş yavaş gerçekle dolu yaşanmışlığın tek habercisi olan hafızan
vücuduna yayılır usulca. Ürperirsin. Korkarsın. Ama bildiğin bir tek şey vardır:
güçlü kalabilmek. Bunu kesinlikle başarmışsındır. Çünkü güçlü olmayı
başaramazsan insanlar seni ezip geçer, silip atarlar. Geçmişin hiçliğe karışır. Sonra
bir bakarsın tek başınasın. İnsanlar budur, çünkü böyledir. Sen onlardan
gitmezsin. Vazgeçmek sana göre değildir çünkü. Senin felsefende sonuna kadar
direnip savaşmak vardır. Ama onlar ne yapar ne eder senden giderler. Bencilin
teki dersin her bir gidenin ardından. Sonra da acıların seni hissizleştirir.
Ağlamamak için sıktığın çenenin acısını kalbinde hissedersin kimi zaman.
Kimi zaman yüz ifaden sabitken bile yanağından süzülür yaşlar. En acısı da bu
34
değil midir zaten? Evet, en acısı budur. Hem hissizleşmek hem de hissizleşmemize
neden olacak insanlara kapılmak. Çok saçma, fazla saçma.
Yeryüzünün Türlü Tuhaf Cilveleri
Halil Talha KOÇ
Sen demek benim kaybolmamı gerektirir.
Bitmek yaşanırsa, ben bulunurum.
Yutkunursam, kötü bir şey olmuş gibi olur.
Elinden tutmam, olmayacak bir şeyi gerçekleştirir.
Vazgeçmem sonun olur, benim için.
Bitmek yaşanırsa, ben bulunurum.
Keşkelerin son bulması demek, belki de ölüm haberimdir.
Beni düşünmen, sevdiğin anlamına gelmez; fakat inanmam.
Belkiler üstüme düşer.
Bekleyecek bir şeyin kalmazsa, boşluğa düşerim.
Bilmem yetmez ne kadar çok sevdiğimi.
Öylece beklerim.
35
Şimdi oturup özgürleşmeye çalışsak yan yana,
Benim bir daha rüya görmeme gerek kalmaz
İşte o zaman, özgürleşmiş oluruz.
Zaten eksiklik sona erince tamam olunur.
Hem belki, olmazlar değil olurlar kazanır.
Biz evleniriz.
Sen hayatı dert etmezsin o gün
Eğer tersi olursa, söz;
Senin yerine de bir güzel üzülürüm.
Olsun.
Bitmek yaşanırsa ben bulunurum.
Geçmişin Kaybolan İzleri
Gamze HAYLAZ
Farklı bir duygu bu. Yaz geliyor bisikletini bodrumdan çıkarttığını ve
annenin camdan attığı bezle tozunu aldığını hayal ediyorsun. Sonra bir pedal
dönüyor. İşte mutluluk! Gittiğin yer peki? Gözünün önünde eski sokağın… Bir
anda oraları hatırlarsın.
Anıları hatırlarsın. Sonra hayali oradan buraya taşımak zorunda kalırsın.
Evet, artık bu yazın ilk pedalı bu şehrin, bu sokağın, bu evin önünde dönecektir.
”Olsun” dersin rüzgâr yine aynı rüzgâr, ben çevirdikçe pedalı, savaşır benimle,
yüzüme yüzüme çarpar dersin. Hayalinde yine kırmızı bisikletinin üstünde ama
bir şeyler ters işte! Hayalinin içine arabalar karışır, insanlar, gürültü, toz, duman…
Engel olamıyorsun huzurdan başka her şey karışıyor, bu şehir insanı deli ediyor.
Bu şehirde insanlar çok, arabalar çok, sokaklarda çocuklar yok.
Sokaklarda hayaller vardı. Çocuklar kurardı. Parka gider oldular. Onlara
verilenlerin dışına çıkmaz oldular. Sokağa kilim serip oyun kurmak yok artık.
Kaydırak, salıncak, tahterevalli… bunlardan başka bir şey yok! Bisikletini hiçbir
36
çocuğa çarpma ihtimalin olmayacak. Ha ama dikkat et tabii. Arabalara çarpma.
Ne de olsa çocuklar parkta arabalar sokakta…
Se
n
En İyisi Önce Rabbine Güven
Elif FEDÂÎ
Güven size neyi hatırlatıyor? Birkaç parça hüzün mü yoksa bir kaç
parça sevinç mi? Her insan mutlaka yaşamıştır güvenin ardında kalan
hüznü. Soruyorum size “ Yaşamadınız mı?” "Arkadaşlarınıza güveniniz
boşa çıkmadı mı? Eşinize
güvendiniz de güvendiğiniz
dağlara karlar yağmadı mı?
Hatta kendinize güvendiniz
de yarı yolda kalmadınız mı?
Hâlâ yorulmadınız mı güveni
başka yerlerde aramaktan,
arayıp
da
sonuç
alamamaktan? Haydi, hep
37
birlikte bir yolculuğa çıkalım. Bu öyle bir yolculuk olsun ki. Yolcuları siz,
yolu biz. Haydi, hep birlikte düşünelim. Yüce Allah demiyor mu “Akıl
etmez misiniz? O halde hep birlikte akıl yürütelim. Güven nedir? Nereden
gelir? Nereye gider? Ne iş yapar?
Güven; sözlük anlamına baktığımızda birine inanma ve bağlanma
duygusudur. Peki, nereden gelir sizce? Gerçekten güveni bir insan mı verir
yoksa ona verdirilir mi? Tabi ki senin, benim yaratıcım güvenin de
yaratıcısı. Evet, yanlış okumadın güvenin de yaratıcısı. O halde güven
senden, benden değil yalnız bir olan Rabden gelir. Ey insan hala gözünü
açmıyor musun ki? Beşeri şeylere güvenip de kendini hırpalıyorsun. Sen
demiyor musun? Bu devirde babana dahi güvenmeyeceksin. Peki, hiç mi
güvenmeyeceksin?
Hadi gel beraber bakalım. Seni yaratan Rabbin güveni de yarattı
bununla birlikte sana bunu da verdi. Güven duygusunu verdi. Seni yaratan
seni boşa çıkarır mı hiç, bir düşünsene boşa çıkartmak için mi yarattı seni?
Herkese her şeye güvendin en azından güvenmeyi denedin. Peki, hala
neden Allah a güvenmiyorsun? O seni ne zaman yarı yolda bıraktı? Niye
korkuyorsun O’na güvenmekten? Yoksa insanlar mı korkuttu seni? Dürüst
ol burada biz bizeyiz hiç denedin mi O’na güvenmeyi, güvenip de
derinliklere inmeyi? Demiyor mu Rabbim bana bir adım gelene ben on
adım gelirim bana on adım gelene ben koşarak gelirim diye? Ben sana
kimseye güvenme demiyorum ki güven, güven fakat önce Rabbine güven.
Önce Rabbine güven ki tüm güvenlerin yeniden hayat bulsun. Her insan
inanma ve bağlanma ihtiyacı duyar buna muhtaçtır da diyebiliriz. Çünkü
bununla birlikte yaratılmışız. O halde biz işe önce kendisine güvenmemizi
isteyen Rabbimize güvenerek başlamalıyız.
Güven dedik açıkladık. Nerden gelir dedik cevap bulduk. Pekâlâ,
güven nereye gider? Aranızdan bazılarının boşa gider dediğini duymuş gibi
oldum. Sanırım onlar güven kaybının hüznünü tadanlar. Ah bir bilseler
baki olana güvenmeyi. Güven, duyduğun kişi ya da şeye göre şekillenir.
Beşere duyuyorsan güven kimi zaman boşa gider kimi zaman yerine.
38
“Baki”ye duyulan güven hiç öyle midir? Sen güvendin tevekkül ettin
Hak’tan gelene razı oldun mu bak hele güven hiç boşa mı gidermiş. Ah o
tada bir varabilsen. Derinliğine inebilsen. Rabbin hiç senden yüz çevirdi mi
ona güvenmiyorsun? Güvenmek için ne kadar uğraştın kimi zaman sır
saklaması için güvendin arkadaşlarına, akrabalarına, eşine, dostuna kimi
zaman yardım etmeleri için oysa sana eşini, dostunu veren de Rabbin değil
mi hâlâ bu inat neyin nesi? Sen en iyisi önce Rabbine güven ..
‘’Ey nefis kır zincirlerini!
Gel inat etme gayrı. İnat etme de
dinle ayeti:’’
‘’Sen, ölümsüz ve daima diri olan
Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile
tesbih et. Kullarının günahlarından
haberdar olarak O yeter.’’
Furkan suresi 58. Ayet
39
Günün Kıymetini Bilmeli İnsan
Betül ARAR
İnsan neden geçmişe özlem duyar. Geçmişi çok mu güzeldir? Peki,
bugün özlem duyduğu geçmişine neden zamanında sahip çıkmamıştır? O
günleri yaşarken de ‘Bugünlerim çok güzel kıymetini bileyim’ demek
yerine ‘Bugünler geçse, gitse, bitse, büyüsem.’ dememiş midir? Peki bugün
neden ‘Niye büyüdüm?’ diye sorgular. Peki, yarının daha güzel olacağına
bir garantisi var mıdır? Yarın daha mutsuz olacaksa bugünü geçmiş
olduğunda da bugüne özlem duymaz mı? Bugün düne duyduğu özlemi,
yarın bugüne duyacaksa bugününe sahip çıkmalı.
Hayat geçmişe duyulan özlemle, geleceğe yönelik beklenti değildir.
Hayat sadece bugündür. Geçmiş acılarına yapabileceğin hiçbir şey yok ve
gelecek mutluluklarına dair de bir garantin yok. İşte tam da bu yüzden
insan durup düşünmeli. Madem geçmiş kayıp gitmişse ellerinin arasından
ve geleceğin yaşanacağı kesin değilse ben neden bugünüme sahip
çıkmıyorum. Ve bir karar almalı. Geçmişini hafızasından silemez elbette.
Fakat hayatının her anını ‘geçmişim ne güzeldi.’ diyerek geçirmemeli. İnsan
geçmişine dair hasretini umudunu da silip atamaz. Fakat her anını gelecek
güzel olacak, bugün çok kötü diyerek geçirmemeli. Bugünün kıymetini
bilmeli insan…
Ay
Işığı
Melike UÇGUN
Gibi
40
Olmak
İnsan… Hep koşturan, durup dinlenmeyen varlık. Bazen de
koşarken kendini uçuruma sürüklediğinin farkında olmayan, küçük
hesapları yüzünden hayatını hata yumağı haline getiren, severken bile
kıran, düzeltirken bozan, haklılığından asla taviz vermeyen, en kolayı olan
güler yüz gösterip, tatlı söz söylemek yerine başka sesleri bastırmak için
durmadan, dinlemeden konuşan insan. Hâlbuki vedalar, rüzgâr gibi
savrulup gidişler hayatında.
Hayal kurmayı bir denesene, çocuklar gibi. Yıldızlara binip
gökyüzünde seyahat etmeyi, baharda dünyaya merhaba diyen papatyalar
gibi bembeyaz ışıldamayı, annelerinin getireceği yiyeceği yuvada beklerken
cıvıldaşan kuşlar gibi umut dolu ve coşkulu olmayı, kırlarda salınan
gelincikler gibi nazlı ve güzel olmayı, engin denizlerde yelkenliye binip
sonsuzluğa yolculuk yapmayı… Bütün kâinat ne diyor bir dinlesene.
Gürültülerde yok olmak yerine, sessizlikte var olmaya, onun
güzelliğini hissetmeye ne dersin?
Vedaların, buruk sevinçlerin gölgesinde bir yanımız sancılı, kırgın
yaşıyoruz. Dakikalarımız, saniyelerimiz mum gibi eriyor.
Belki anlamsız bir hayat yaşamaktansa tertemiz bir insanlık için,
mum gibi eriyip yok olmak, yüreği dosdoğru olarak ölmek çok daha iyi.
Hem kendini, hem etrafını yakan, hem de küllerini savurup ortalığı
kirleten alevler gibi olmaktansa, ay ışığı gibi karanlıkta herkesin yolunu
aydınlatmak çok ama çok daha iyi.
Burası da sizin…
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………….……………………………………
……………………………………………………………………………………
41
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
…….………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………….……………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
…….………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………….……………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………
42