Değirmen Sayı:01 - Kılıçarslan Anadolu Lisesi
Transkript
Değirmen Sayı:01 - Kılıçarslan Anadolu Lisesi
İçindekiler Başlarken Geç Olmadan Zamanı Geldiğinde Yarım Adam Yerçekimi Yönetmeni Çıkmaza Açılan Umutlar Sekiz Saniye Bir Şiir Alışılmış Hissizlik Simit ve Bilyeler Hiç Düşündün mü? Hayat ve Tercihlerimiz Dil’e Dâir Kömür Karası Gözleriyle Bir Sonbahar Aklımda Sen Bir Şiir Herkese Benden Gazoz Arkadaş Dediğin Japon Gülü Dibe Vuruş Yeryüzünün Türlü Tuhaf Cilveleri Geçmişin Kaybolan İzleri Sen En İyisi Önce Rabbine Güven Günün Kıymetini Bilmeli İnsan Ay Işığı Gibi Olmak Burası da Sizin 0 2 3 4 5 9 11 12 13 14 15 17 19 20 24 25 26 27 28 30 31 32 33 34 35 37 38 39 Bu yayının ortaya çıkma sürecinde; ilgisi ve desteğiyle daima yanımızda olduğunu hissettiren kıymetli müdürümüz Ziya ÇAVDAR Bey’e, yazı çalışmalarında ve teknik hususlarda bizlere yol gösteren Ethem ERDOĞAN hocamıza; tasarım aşamalarında desteğini esirgemeyen Mustafa Cüneyt AYDIN hocamıza; yazılarıyla bize katkı sunan değerli öğretmenlerimiz Ahmet ÇEVİR, Melike UÇGUN, Murat ÇOLAK’a, çalışmalara özveriyle katılan tüm yazı atölyesi ekibine şükranlarımızı arz ediyoruz. Daha nice sayılarda buluşmak dilek ve temennisiyle… Kılıçarslan Anadolu Lisesi Yazı Atolyesi Ekibi Sedat ÜNAY Büşra Şura ŞİMAY Halil Talha KOÇ Elif FEDAİ Kadriye ÇELİK Betül ARAR Gamze HAYLAZ Zehra Bilgenur AVAÇAR Merve AKYOL Fatma Nur ÇAĞALA 1 Başlarken Bir seyahatti bizimki, bir güz mevsimi başlayan. Yüreğimizde taze umutlar, ürkek, uçarı ve naif duygular, Bir meçhule yelken açıyor olmanın tedirginliği, Ve yeni ufuklara açılacak olmanın heyecanıyla… Bir arayıştı bir bakıma iyiden, güzelden, doğrudan yana. Tarihe not düşebilme arzusuydu biraz da, yaşananları, izlenimleri, fikirleri, hayalleri… Ayna tutma çabasıydı hem içimize hem birbirimize. Edebiyatın bizcesini ortaya koymak istedik; iddiasız, gösterişsiz ve samimi. Birlikte; yazma, düşünme ve ortaya bir eser koyma sancısı yaşarken, farklı bakış açıları, üsluplar ve yaklaşımlar karşısında kendimizi konumlandırma fırsatı bulduk. Birbirimizin satırlarına yansıyan hüzünlerle duygulandık, mutlulukla sevindik, mizahla eğlendik Çalışmalar esnasında bazen umutsuzluğa kapıldığımız, özgüvenimizi sorguladığımız anlar oldu ama çıktığımız bu yolculuktan pişmanlığımız hiç olmadı. Yazı çalışmalarımıza değişik zamanlarda katılanlar, kısa bir süre ekipte bulunup ayrılanlar, taşın altına elini koyup işe sonuna kadar omuz verenler sayesinde farklı kişilik ve karakterde pek çok insan tanıdık. Bu dergi vesilesiyle uzun zamandan beri kaleme aldığımız yazılardan seçtiğimiz metinlerden oluşan bu yayını nazarlarınıza arz ederken, emeklerimizin ete kemiğe bürünmüş halini iki kapak arasında görmenin kıvancını yaşıyoruz. 2 Geç Merve AKYOL Olmadan Sabah telefon sesiyle irkildim. Bu kadar erken saatte kim araya bilir ki? Üstelik numara tanıdık değildi. Telefonu açtım. “Anneniz vefat etti.” dediler. O an dünya benim için durdu sanki. Hayattaki tek dayanağım artık yoktu. Bundan sonra yalnız devam edecektim yoluma, yapayalnız… Evet, onsuz ilk günüm “Haydi kızım, kalk kahvaltı hazır.” diyen bir kişi yok artık. Boşlukta gibiyim, içinden kurtulamayacağım bir boşlukta… Evdeki, sokaktaki, iş yerimdeki her şey annemi hatırlatıyordu sanki. Aklımdan hiç çıkmıyordu. Yaşadığımız güzel anıları düşünerek avutuyordum kendimi. Hala inanamıyordum öldüğüne. Nasıl inanabilirim ki zaten? Benim annem enerji dolu bir insan, şu an hareketsizce toprağın altında olmasına nasıl inanabilirim? İyi ya da kötü her günümde yanımda olurdu. Bana destek çıkardı. Ah ölüm! Niye ayırdın beni annemden… Koca dünyaya sığdıramadın mı 3 sevgi dolu annemi? Biliyorum, her can ölümü tadacak ama bu kadar erken olmamalıydı annemin beni bırakışı. Gün geçtikçe anladım, kalabalıkların içinde yalnız kaldığımı. Sanki çığlık atıyormuşum da kimse beni duymuyormuş gibi… Herkes ne kadar yanımda olmaya çalışsa da hiç kimse annemin yerini tutmuyordu. Gözyaşlarımı kendim silmeye başladığımdan beri anladım kimsesizliğin ne demek olduğunu. En çok da neye üzülüyorum biliyor musunuz? Şu ölümlü dünyada kötü söz söyleyerek annemin kalbini kırdığıma. Siz de ben gibi sonradan üzülmemek için sevdiklerinize bolca zaman ayırın yoksa zaman sizi sevdiklerinizden ayırır. "Bir insanı değerlendirmek için nelere sahip olup olmadığına değil, sahip olduklarıyla neler yaptığına bak. “ Ahmet Edib Zamanı Geldiğinde Zehrâ Bilgenur AVAÇAR Eğer beni severseniz bayım içimdeki tüm aydınlığı sizinle paylaşıp karanlığınıza ışık tutabilirim. Eğer elimi tutup benimle birlikte olursanız sizi çekip alabilirim düştüğünüz kötü durumdan. Lakin beni sevmez de aşağılama sapkınlığına düşerseniz, olacaklar için beni sorumlu tutamazsınız. Bu mektubumun size ulaşabilmesi için komşunun çocuğunu size yollayacağım. Sizden bir ricam olacak, ona haçlık vermeyi unutmayın. 4 Yarım Sedat ÜNAY Adam Okul kapanır kapanmaz her tatil olduğu gibi soluğu köyde alıyorum. Zaten ben gitmesem dedem haber gönderip “Çocukları neden hala göndermezsiniz? diye çıkışır bizimkilere. Gerçi bu yaz ebediyete intikal eden dedem bizi çağıramamış olsa da yapayalnız kalan nineme can yoldaşı olayım diye vakit geçirmeden köyün yolunu tutuyorum. Köyde arkadaş bol, canım hiç sıkılmıyor. Hele hele her daim birlikte dolaştığım amcaoğlu sayesinde her gün ayrı bir macera yaşıyorum. Burada kendimi daha özgür hissediyorum. Tabiatla ve hayvanlarla iç içe olmak ayrı bir mutluluk veriyor bana. Benim yanında olmam ninemi bir parça rahatlatsa da okulların açılmasıyla yalnız kalıvereceğini düşünmek onu huzursuz ediyor. Yalnız yaşama fikrini bir türlü kabullenememesi onu farklı arayışlara itiyor. Bunlardan bir tanesi onu köye bağlayan unsurlardan kurtulup şehirdeki evlatlarının yanında sıra ile kalmak. Annem, teyzelerim ve dayım bu düşünceye pek sıcak bakmasalar da bunu nineme doğrudan ifade etmekten çekiniyorlar. Sonunda ninem ilk adımı atıyor ve sevgili ineğimiz ve danasını satma fikrine dayımı ikna ediyor. Dayım hayvanlara bir müşteri buluyor ve yapılan pazarlık anlaşmayla sonuçlanıyor. İnek ve danası evden götürülürken ninem ve ben evden cenaze çıkmış gibi gözyaşlarına boğuluyoruz. Geriye sadece dede yadigârı ihtiyar eşeğimiz 5 kalıyor. Ninem, dedemin sağlığından bu yana bir türlü sevemediği emektar eşeği de üç beş kuruşa okutmanın derdine düşüyor ancak ayakta zor duran emektar karakaçana kimsenin talip olmayacağının da farkında. Bir çözüm bulana kadar eşeğe katlanmaya mecbur kalıyor. Bir gün beni yanına çağırıp uzak bir tarladan ot biçeceğini söylüyor ve benden eşekle gidip bu otları eve getirmemi istiyor. Ben ninemden birkaç saat sonra emektar eşeğe binip söylediği istikamete yollanıyorum. Zavallı eşeğe kıyamadığımdan hızlı gitmesi için hiçbir müdahalede bulunmuyorum. Biraz geç de olsa tarlaya ulaşıyoruz. Ninem geç kalışımıza öfkelenip bir taraftan bize verip veriştiriyor, diğer yandan da tıka basa doldurduğu çuvalların ağzını bağlıyor. Sıra çuvalları eşeğe yüklemeye geliyor ve zor da olsa yükleme işi gerçekleşiyor. Yol uzun, ben yorgun. Dönüş yolunu eşeğin arkasından yürüyerek kat etmek işime gelmiyor. Hayvanın yüküne bakınca sırtına tırmanmayı pek gözüm kesmese de denemekte bir sakınca görmüyorum. Ninemin de yardımıyla eşeğin sırtına tırmanıyor çuvalların zirvesinde yerimi alıyorum ancak ne eşeğin yularını tutabiliyor, ne de elimdeki değnek ile onu kumanda edebiliyorum. Artık kontrol tamamen eşeğe geçiyor. Ninem yuları eşeğin boynuna bağlıyor ve hayvanı köye doğru yönlendirip bizi yolcu ediyor. Kendisi tarlada kalıyor. Eşek onca yükün altında rahat görünüyor. Sağa sola bakınarak, oradan buradan otlanarak ağır ağır ilerliyor. Emektarın işi bu kadar savsaklamasına sinirlensem de haddini bildirme işini evin varana kadar erteliyorum. Zira eşekten güç bela insem de üzerine yeniden binebilme şansım yok. O kadar yolu yayan gitmeyeyim derken çuvallardan batıp duran dikenler ve ot saplarının yanında eşeğin kaprislerine de katlanmanın çok da iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başlıyorum. 6 Eşeği kendi haline bırakıp bari yolculuğun tadını çıkarayım derken sağ ayağımda bir uyuşukluk peyda oluyor. Önce aldırış etmiyorum, derken uyuşukluk bütün bacağıma yayılıyor. Bir süre sonra bacağımı tamamen sarıyor. İçimi bir korkudur alıyor. Elimdeki değnekle ardı ardına bacağıma vurmama rağmen hiçbir şey hissetmiyorum. Bu durum beni dehşete düşürüyor. Bir akrabamızın felç olan annesi aklıma geliyor ve onun hastanedeki perişan hali gözümde canlanıyor. Kadıncağızın o günden sonra hayatını başkalarına bağımlı olarak sürdürmesi bir süre sonra da yakınları tarafından bir yük gibi görülmesi dehşetimi bir kat daha arttırıyor. Yolculuğun kalan kısmı tamamen felaket senaryoları ile geçiyor. Artık eşeğin nereye gittiği umurumda bile değil. Beni asıl düşündüren, geri kalan ömrümü yarım bir adam olarak nasıl devam ettireceğim. Ailemin bana bakmaya ne kadar tahammül edebileceği. Meslek sahibi olma, evlenip aile kurma hayallerimin suya düşmesi. Sevdiğim kızın bana acıyan nazarlarla bakarak artık evlenemeyeceğimizi söylediği sahneyi zihnimde canlandırınca bayılacak gibi oluyorum. Bir anda ter basıyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Hayatımın karardığını, kariyerimin trajik bir şekilde sonlandığını düşünüyorum. Aklımdan bunları geçirirken bir taraftan da değnekle bacağıma vurmayı 7 sürdürüyorum. Bunun bir kâbus olduğuna az sonra bu korkulu rüyadan uyanacağıma inanmak istiyorum ancak bacağımda hala bir değişiklik yok. Bu hafakanlarla cebelleşirken evin önüne geldiğimizi fark ediyorum. Benim için kader anı gelip çatıyor, gerçekle bir an önce yüzleşme adına kendimi çuvalların üstünden yere bırakıyorum. Şöyle bir yuvarlandıktan sonra ayağa kalkmaya davranıyorum. Sol ayağım üzerinde yükselip sağ ayağımı yanına çekmeye çalışıyorum. Zor da olsa gerçekleşiyor. Sağ bacağım kütük gibi ama ayakta durmama izin veriyor. Sonra korkarak adım atmayı deniyorum, hayret bu da mümkün oluyor. Bütün cesaretimi toplayıp havaya zıplıyorum ve düşmüyorum. Bacağımdaki uyuşukluk yavaş yavaş dağılıyor, kasığımdan ayakucuma doğru bir sıcaklık yayılıyor. Sevinçten çıldıracak gibi oluyorum. Eşeğin etrafında koşarak daireler çiziyorum. Artık ona dayak atmak ve yol boyunca yaptıklarının intikamını almak önemini yitiriyor. Bacağıma yeniden kavuşmanın, felçli olmadığımı anlamanın mutluluğu başımı döndürüyor. Biraz sonra çevremde meraklı bakışlarla bana ne olduğunu anlamaya çalışan insanları fark etmem de keyfimi bozmuyor. Nihayet kendimi toparlayıp eşeği avluya alıyorum. Bu güzelliği kutlama sadedinde önüne kuru otlar yerine yeni biçtiğimiz otlardan bolca koyuyorum. Bir menkıbede okuduğum “Allah bir kulunu sevindirmek isterse çölde eşeğini kaybettirip sonra yeniden buldururmuş.” mesajını ihtiva eden olayı hatırlıyorum. Bize bahşedilen bunca nimetin kıymetini anlamak için illa ki bu türden hadiseler mi yaşamak gerekiyor, diye düşünüyorum. Başlangıçta epeyce korksam da bu 8 sayede sahip olduklarım üzerinde düşünme fırsatı verdiği ve kendisini bir kere daha hatırlattığı için Rabbime şükrediyorum. Yerçekimi Yönetmeni Halil Talha KOÇ Bundan iki yıl sonra iki yaş büyümüş olacağım. Eldivenlerimi de çıkarırım, belki de yaz gelir. Yalnızlık sessizlik gibi yağar üstümüze. Asfalt ıslanır. Ben asfaltı çok severim. Sanıyorum ki toprağın üstü örtülürse kimse altına giremez. Ben arabaları bu yüzden sevmem. Manzaramı örterler. Ve hep giderler. Gitmenin icadı mı olurmuş? Oluyor işte, her yer araba kaynıyor. Daha gitme diyemeden gaza basıyorlar. Ve daha acısı birileri gaza basmadan gidiyor. Asfalt işe yaramadı ve bu yüzden vazgeçtim sevmekten. Uzandım bu sefer toprağın üstüne, bir kapıyı örter gibi sırt üstü uzandım. Sanıyorum ki toprağın üstü örtülürse kimse altına giremez. Gökyüzü tam karşımda, uykum geliyor. Suratım ıslanıyor. Üşüdüm diyorum, annem gelip üstümü örtüyor. Ve ben sırf üstümü örttüğü için üstünü örtmek istemiyorum annemin. 9 Dakika başı ustura gibi burnumu milim sıyıran bıçak, doğrulmama engel oluyor. Bu yüzden turablaşıyoruz. Lüzumsuzlaşıyoruz ve basitleşiyoruz. Gökyüzü gelecek, gözümüzün önünde. Ama gidemiyoruz. Gitsek bile eskisi gibi beraber değiliz. Gökyüzü hayallerimiz… Fakat hep eksik. Biz toprağa bağlıyız. Gelecek ve hayallerimiz için ısrar eder ve baş kaldırırsak ne olacak? Bıçak ile burun buruna gelip gözlerini yumacaksın ve toprağın altına geçip gökyüzünü bir daha göremeyeceksin bu başkaldırışın cezası. Ya da dünya gerçekten yuvarlaksa toprağın altında bir gökyüzü daha var. Ben galiba toprağın altında ne var merak ediyorum? Bir böcek acaba orada ne yapıyor? Ya en samimi dostum? Ya tüm insanlar? Asıl merak ettiğim, bir gün oraya gidecek insanlık bugün ne yapıyor? Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi … 10 Çıkmaza Açılan Umutlar Gamze HAYLAZ Bir kuş uçuyor havada. Beni anlatıyor bana. Özgürlüğümü anlatıyor. Sonra ölü yaprakların yere sürtünmelerini duyuyorum. Belli ki rüzgâr derinden esiyor. Kuru sarı turuncu ölü yapraklarla aynı yöne savrulduğunu fark ediyorum saçlarımın. Fark etmiyorum gözlerimi kapadığımı. Açtığımda aynı manzara karşımda… Sonunu bilip bilmezden geldiğim bir mavilik bu. Koca bir deniz… Ve kuşların sesi… Oturduğum bank… Sahil kenarı burası. Hasan Amca yine iş başında. Sahi ya bugün salı. Balık günü. Hasan amca kovayı dolduramamış bu hafta. Hanımı kızmasa bari diye geçiriyorum içimden. Sonra sıcak simidin kokusu geliyor yakınlardan. Geç bile kaldı Kemal Amca diyorum bu defa da. Yine ne ara kapadım gözlerimi? İnanın bilmiyorum. 11 Sonra gözlerimi kapalıyken fark ediyorum ve açmıyorum. Neden açmak istemiyorum? Her şeyin bozulacağını mı düşünüyorum? Yoksa bozulacak bir şeyin olmadığını mı anlıyorum? Sonra, biraz daha ne olur biraz daha, diyorum kendime. Ama engel olamıyorum çünkü açmam gerektiğini biliyorum. Sonra ne mi oluyor? Simit kokusunun yerini rutubet kokusu, Hasan Amcanın yerini gardiyan ve kuşların sesini, herkes ayağa kalksın sayım yapılacak, sesi alıyor. En kötüsü de mavinin yerini dört duvar alıyor… Sekiz Saniye Büşra Şûra ŞİMAY Hayat aslında bir film gibidir. Ben filmimim başrolündeyim. Diğer kahramanları ben seçerim, senaryo bana ait, yönetmen benim. O filmi çok güzel çekip izlenmesinden keyif aldırmak da benim elimde, berbat bir şey çıkartıp izlenmeyecek hale getirmek de. Hayatımın kamerası benim elimde, ne istiyorsam onu çekiyorum kahramanlarıma rollerini ben veriyorum. Bir kuşa, uçma, diyemezsin. Olmaz, onun tabiatı öyledir. İnsanların tabiatında özgürlüğün bulunması gibi. Her insanın kaderi çabasına bağlıdır. Filmim kötü gidiyorsa değiştirmem gereken başroldür. Eğer o değişirse hikâyem kökünden değişir zaten. Aşk hayattır ve kendini pek çok farklı şekilde gösterir. Aşk vazgeçemediğimizdir. O zaman aşkı önce kendimde hissetmeliyim, önce kendim vazgeçilmez olmalıyım. Hayallerim benim senaryom oldu. Bu yüzden gerçek değil bir hayaliz biz. Aslında biz hayatımızı ölümsüz gibi yaşıyoruz. Ama güneşin bakış açısından hayat sekiz saniyedir. 12 Sadece sekiz saniye. Belki şimdi bir çukurun içinde kaybolup gitmek üzereyim ya da bulutların üstünde uçmaktayım. Belki de çok mutluyum belki de çok üzgün. Ama bildiğim tek bir şey var artık: vazgeçmemem ve sonuna kadar gitmem gerektiği. O çukurun içinden çıkmak da, o bulutların üstünde kalmak da, tüm mutluluklar da, güzellikler de, aynı zamanda üzüntüler de, her şey benim kameramda. Korkmuyorum. Bu filmde mutlu sonlar, güzel yarınlar var beni bekleyen. Tek yapmam gereken inanmak ve vazgeçmemek. Bir Şiir Murat ÇOLAK Köhnemiş silahları bırakıp teslim olmak mı gerek? Tutsaklık açabilir belki gözümüzü. Özgürlükte bulamadığımız kelimeler Çıkıverir ansızın dilimizden Doğruyu söyleyemeyen diler çözülünce Zafer şarkıları Ya da yeniden diriliş türküleri Ne fark eder? Bir şeyler mırıldanır Küf kokan, dağlanmış dudaklar. Önemli olan Çürümeye adım adım yaklaşan Bedenin bir hayat belirtisi vermesi değil mi? Kelimeler çoğu zaman ürkek Ve kekremsi. Kelimeler, tek tesellisi Yalnızca nedametle beslenen dirinin. 13 Alışılmış Hissizlik Kadriye ÇELİK Mesela duruyorsun öylece. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içinden. Ne kahve içmek, ne elma yemek ne de yeni bir insanla tanışmak. Otur sadece, hiç kimse karışmasın sana. Sen de kimseye. Sıkılıyorsun hayatından, yaşadıklarından, geçmişinden, şimdiden, her şeyden sıkılıyorsun. Artık her şey sıradan geliyor. Arkadaşların, çevren, okulun, masan, kalemin bile. Çekip gitmek istiyorsun bir daha geri dönmeyeceğini bilsen bile. Kimsenin gelemeyeceği, seni bulamayacağı bir yere. Yeni başlangıçlar yapıp, geçmişi silip atabileceği bir yere. Diyorsun, “Bir anda essin kafama; iki üç kıyafet, biraz para bir de kar küremi alıp valizimle birlikte defolup 14 gideyim bir trenle. Eğer kafana eserse yapacağını biliyorsun çünkü. Ha, bu arada trenle tabi. Tren yalnızların aracıdır çünkü. Altından gelen titretici ses bile içine, yalnızlığına işler milim milim. Düşünürsün yol boyunca. Ama nereye gittiğini bilmezsin. Bilmek istemezsin. Bu hayattan uzaklaşayım da nereye olursa olsun dersin. Ama hafiften deniz istersin. Maviye hasretsindir çünkü. Hep siyahlar içerisinde kalmışsındır. Biraz griye çalmak istersin sadece, mavi olamayacağına emin olsan da. Deniz istersin evet. Manzarasına bakıp kokusunu içine çekmek için. Çünkü yolları denize çıkmayan bir şehirde yeterince boğulmuşsundur zaten. Artık sadece biraz deniz istersin işte. Biraz da huzur... Simit Melike UÇGUN ve Bilyeler Sofra önemlidir bizim kültürümüzde. Ama daha da önemlisi sevgiyle paylaşmaktır o yiyecekleri. Ben istemiyorum soframda güveç, kebap, baklava, börek… Bir parça ekmek, belki peynir ve domates, ama mutlaka güler yüz, tatlı dil istiyorum. Sevgimi, dostluğumu, sevincimi, üzüntümü paylaşmak istiyorum o sofrada. Sokakta simit satan çocuk mutludur. Satmıştır bütün simitleri, bir tanesi hariç. Onu da artık vazgeçmiş satmaktan. Çünkü kurumuş, sertleşmiş simit biraz. Kimse almaz zaten. Çocuk da birazını kendi yemiş. Elinde yemeğe devam ediyor. Böylelikle açlığını gideriyor. Tam o sırada 5-6 yaşlarında, dilenci gibi bir çocuğa rastlıyor. Dilenci çocuk masum gözlerle ona bakıyor. 15 Simitçi, bir karşısındaki çocuğa, bir de elindeki yarım simide bakıyor. Ve uzatıyor simidi, ona veriyor. Dilenci çocuk gülümsüyor. Simitçi de gülümsüyor. Onlar şimdi daha mutlu, daha güvenle bakıyorlar birbirlerine. Bir kuru simidin verdiği lezzeti kimse tarif edemez o zaman. Dilenci çocuk bir elinde simit, diğer elinde sıkı sıkı tuttuğu bilyeyi simitçiye veriyor. Alıyor bizimki. Sonra dilenci pantolonunun cebinden bir tane daha bilye çıkarıyor. Şimdi sessiz gülümsemeler gülüşmelere, kıkırdamalara dönüşüyor. İki kafadar başlıyorlar oynamaya. Parktaki çimenlerin üzerinde kıyasıya bir oyun başlıyor. Bizim simitçinin aklına bir şey geliyor; o gün simitlerden kazandığı paranın birazıyla biraz daha bilye almak. Bu fikrini diğerine söylediği zaman o da dilencilikten kazandığı paradan biraz veriyor. Birlikte doğru az ilerdeki dükkana koşuyorlar. Üçer, beşer daha bilye alıyorlar. Şimdi mutlulukları sekize, ona katlanıyor. Akşama kadar ikisi de ne kadar mutlu, ne kadar özgür bilyelerle oynarken. 16 Akşam karanlığı bastırmak üzere. Biraz sonra ezanlar okunuyor. İki çocuk daha birbirlerine isimlerini bile sormadılar. Bir simitle başlayan sıcacık, beklentisiz bir dostluk… Artık evlere gitme zamanı. Dilencinin ağabeyi geliyor yanlarına birazdan. Kardeşini alıp, eve götürecek. Bir yandan da o günün hasılatını soruyor. Küçük dilenci ceplerini yokluyor. Ne varsa veriyor işte. Ağabey sayıyor parayı. Öfkeleniyor. Küçük dilencinin kulağından tuttuğu gibi sürüklüyor. Eve götürecek onu belki. Orada onlardan para bekleyen artık kim varsa yaptıklarını bir bir anlatacak. Nasıl olur da bilye alır, olacak şey değil. Simitçi dayanamıyor. Koşturuyor arkalarından. Cebindeki simitlerden kazandığı paraları veriyor abiye. ”Lütfen, hepsini al.” diye yalvarıyor. Ağabey şaşkın, birkaç saniye bakakaldıktan sonra uzatılan paranın hepsini alıyor. Küçük dilenci mahcup, gözleri yaşlı gülümsüyor arkadaşına. Yorgun ama mutlu. Simitçi de öyle. Sarılıyorlar birbirlerine. Sessizce, konuşmadan anlaşıyorlar. Yarın yine gelecekler buraya. Yine bilye oynayacaklar. Bilyeleri simitçiye emanet ediyor. El sallayarak ayrılıyorlar. Simitçinin babasına ne cevap vereceği umurunda bile değil. Kumbarasında gizli gizli biriktirdiği paralardan verebilir. Her şeyin bir çözümü var. Bugün her ikisinin de kazandığı dostluk, o mutlu saatler servetle bile ölçülemez. Bugün yaşadıklarını, oynadıkları oyunun ve yedikleri o kurumuş simidin tadını her ikisi de hiç unutmayacak. 17 Osmanlı Türkçesi İle Yazılmış Bu Levhayı Okuyabilir misiniz? Hiç Düşündün mü? Elif FEDÂÎ Bir silgi olsaydım hatalarımı silmek istemezdim. Hatalarımı silmek yerine onlardan ders alıp bir daha tekrarlamamak ve tekrarlamak ihtimaline karşı hep aklımda kalmalarını, ara sıra hatırıma gelmelerini isterdim. Kötü anılarım olmalı ki güzel olan anılarımın kıymetini bileyim. Bir başkasına yeri geldiğinde heyecanlı bir şekilde anlatabileyim. Anlatırken öyle bir anlatayım ki tekrar yaşayayım. Tekrar yaşayayım ki kötü anılarımı, hatalarımı tekrarlamayayım. Başarısızlıklarımı silmek istemezdim. Başarısızlıklarım olmasa başardığımı anlayamazdım. Başardıklarıma sevinemez, onlardan haz alamazdım. Bir kalem olsaydım beni dinleyecek birinin yanında dinlenilmek istenen birini de eklerdim. Çünkü ben ne kadar dinlenilmek istersem onlar da o kadar dinlenilmek ister. Bana küçük mutluluk katanların yanında büyük mutluluklar katanları da isterdim. Büyük mutluluklar da isterdim, çünkü bazen büyük mutlulukların ardından sıyrılıp küçücük şeylerle ne kadar mutlu olduğumu görmek isterdim. Önemli olanın ebat değil kendim olduğunu anlamak isterdim. Ben istersem her şeyden mutlu olabileceğimi görmek isterdim. Her daim yanımda olanların yanına benim de her daim onların yanında olabileceğim kişileri eklemek isterdim. 18 Ben bir şey silmek istemezdim. Silmek yerine silmek istediklerimize rağmen bir şeyler eklemek, silmek yerine gülmek, silmek istediklerimi bir gülüşe sığdırmak isterdim. Hayat başına ne gelirse gelsin güzel şeydir. Hayatın tekrarı yoktur. O acısıyla da tatlısıyla da güzeldir. Çünkü o senindir. HİÇ DÜŞÜNDÜN MÜ ? Hiç düşündün mü ? Bir silgi olsaydın ne silmek isterdin? Hatalarını mı yoksa kötü anılarını mı ? Yoksa başarısızlıkları mı? Kalem olsaydın, kimi eklemek isterdin hayatına? Seni dinleyecek birini mi ? Sana küçük mutluluklar katanları mı ? Yoksa her daim yanında olanları mı? Şimdi durup bir düşün, neler eklemek isterdin ? Neler silmek isterdin ? NAZIM HİKMET RAN 19 Carpe Diem: Ânı Yaşa Hayat ve Tercihlerimiz Betül ARAR Doğarsınız, yaşarsınız, ölürsünüz… Hayat denilen şey bu üç aşamadan ibaret aslında. Ve bizi ilgilendiren en mühim kısım da ikinci aşama. Yani yaşamak. Bizi ilgilendirmesinden çok bize göre gelişen tek aşama da denebilir. Çünkü doğmak bizim isteğimize kalmaz. Doğmak ister misin? Ne olarak dünyada bulunmak istersin? Dünyanın neresinde var olmak istersin? Ya da uzayda bir başka gezegene ne dersin? Bunlar bugüne kadar kimseye sorulmamış ve bugünden sonra da kimseye sorulmayacak sorular. Peki ya ölüm! Bugüne kadar size gelip “Ben yatağıma yatıp uykuya dalıp bir daha uyanmamayı, yani bu şekilde acısız sancısız ölmeyi istedim. Ve öylede öleceğim.” diyen biri oldu mu? Ben cevap vereyim olmadı. Olmayacak da. Bir gün bir yerde birden gelip bulacak ölüm bizi. Fakat yaşamak öyle değil. Nerede, nasıl, kimlerle, ne şartlarda yaşayacağımız bizim elimizde. Doktor, mühendis, hemşire, aşçı, sucu… Bunlar hep bizim seçimimize bırakılmış şeyler. Mutluluğu, huzuru, hüznü, yorgunluğu yaşamak bize bırakılmış. Bizim seçimlerimize. Doğru seçimlerle dünyanın en mutlu insanı olabiliriz. Tek yapmamız gereken ne istediğimizi bilmek sadece… 20 Dil’e Dâir Ahmet ÇEVİR “Dil; insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta, kendine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen devirlerde atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir.” Rahmetli Muharrem Ergin böyle tanımlamış dili. Bu tanım, dil için yapılmış en kapsamlı tanımlardan biri, dört argümandan oluşuyor. Birincisi dilin işlevi ile ilgili, yani dilin bir iletişim aracı olması hususiyeti. Evet dil, bir arada yaşamak zorunda olan insanların birbirleri ile anlaşabilmeleri için gerekli en önemli araç. İkincisi dilin bir canlı varlık gibi kendine özgü kanun ve kurallarının olmasını ve dış müdahaleleri kabul etmemesini ifade ediyor. Türkiye’de 1932’de Türk Dil Kurumunun kurulmasından sonra, dile yapılan birçok sunî müdahalenin akamete uğradığı düşünülünce bu husus daha iyi anlaşılıyor. Üçüncüsü, bana her zaman çok ilginç gelmiştir, dilin bir gizli antlaşmalar sistemi olması. Bu ibare dilin milleti oluşturan en önemli özelliklerden biri olduğunu ifade ediyor. Aynı dili konuşanlar aynı duyuş, düşünüş, anlayış ve kavrayışa sahiptir. Dördüncüsü ise, dilin seslerden oluşmasını ve toplumsal bir işlev ifa etmesini anlatıyor. Birtakım sesler düzenli birlikteliklerle bir anlam oluşturuyor ve bu da toplumu oluşturan bireylerin iletişimini sağlıyor. Hikmet nazarı ile bakabilenleri hayrete düşürebilecek bir durum. 21 Düşünce ile kelime arasında çok sıkı bir bağ olduğu; düşünce dünyasının genişliği ile duygu ve düşünceleri en doğru ve etkili bir biçimde anlatabilmenin ve başkalarının duygu ve düşüncelerini en doğru biçimde anlayabilmenin bilinen kelime sayısı ile doğrudan ilişkili olduğu aşikar. TDK güncel sözlüğüne göre Türkçede yüz on bir bin yirmi yedi kelime var. Bu, Türkçenin dünya dilleri arasında ifade kabiliyeti açısından çok önemli bir yere sahip olduğunu gösteriyor. Ancak dili kullananlar bu büyük kapasitenin ne kadarına vakıf. Yapılan araştırmalar sokaktaki insanın 250300 kelime ile konuştuğunu gösteriyor. Düşünce dünyasının kısırlığının ibretlik bir vesikası bu durum. Kelime hazinemizi geliştirmeliyiz. Bunun da en kestirme yolu kitaplar. Kitap okuma alışkanlığının kelime haznesinin gelişimine büyük katkı sağlayacağı herkesçe malum. Okuma esnasında karşılaşılan anlamı bilinmeyen kelimelere sözlükten bakılmalıdır. Ayrıca sözlük okuma diye bir etkinlik de yapılabilir zannediyorum. Ama akıldan çıkarılmaması gereken en önemli husus, “kitap okuma faaliyetinin; somut birtakım beklentilerle yapılabilecek bir faaliyet olmadığı, insanın hayatı anlama ve hayata müdahil olabilme yeteneğini geliştirecek bir faaliyet olduğu” gerçeğidir diye düşünüyorum. Yüzyıllar içerisinde ortaya çıkan tecrübelerin hülasası olan deyim ve atasözlerinin anlamı kısa yoldan ve en etkili bir biçimde ortaya koymada büyük bir işlev yüklenebileceğinin unutulmaması gerekir. Deyim ve atasözlerini öğrenmeye ve yerinde kullanmaya çalışmalıyız. “Seslerin, sözlerin, vurguların, anlam ve heyecan duraklarını kurallarına uygun olarak söyleme biçimi.” olarak tanımlanan diksiyonun önemini 22 biliyoruz. Türkçe konuşan herkesin diksiyon eğitimi alması tabii ki mümkün değil. Ama en azından herkes diksiyonun ve güzel konuşmanın önemini kavramalı, Türkçeyi doğru kullananlara kulak vermeli, bu konuda gayret sarf etmelidir. Bu arada Öztürkçe tartışmalarına da temas etmek gerekir. Türkçede binlerce yabancı kökenli kelime var. Bu konuda en doğru yaklaşım sanıyorum Nihat Sami Banarlı’nınki. Türkçeye yerleşmiş ve onlarca yıldır kullanılan kelimeleri Türkçeleşmiş kelimeler olarak görmemiz yerinde olacak. Yoksa işin içinden çıkmak zor. Mesela “kalem” kelimesini Arapça kökenli diye atmak o kelimeyle birlikte yüzlerce deyim ve atasözünü de atmak demektir. Bu da dili kısırlaştırmaktan başka bir şey değil. Zaten kalemden daha güzelini nasıl bulacağız? İlk defa lisedeki edebiyat hocamdan duymuştum: “Mesele oldu sorun, dedeyle anlaşamaz torun”. Dede mesele diyor, torun sorun diyor, her ikisi de aynı şeyi söylüyor ama anlaşamıyorlar. Yerleşik kelimelerin yerine Öztürkçe diye yeni kelimeler kullanmak bunun gibi birçok tuhaflığa da yol açıyor. Günümüzde ‘mesela örneğin’ diye söze başlayan, kendilerine gösterdiğimiz ‘ilgi ve alâka’ya teşekkür eden, bize ‘sağlıklı ve sıhhatli’ günler dileyen insanlarla karşılaşmak işten bile değil. Türkiye’de kuşaklar arası iletişimsizliğin en önemli nedeni dildeki bu değişim olsa gerek. Daha yazılmasının üzerinden bir asır bile geçmemiş Milli Marşımızı bile anlayamayacak derecede dile yabancılaşmış durumdayız. “Şapka”yı Ruşça, “kravat”ı, “ceket”i, “pantolon”u, “külot”u Fransızca, “atlet”i Yunanca, “çorap”ı Farsça diye atsak; hafazanallah sadece gömlek ve ayakkabı ile kalırız. İşin şakası bir yana, şair İsmet Özel bir televizyon konuşmasında şöyle demişti: 23 “Ben Öztürkçe konuşacağım diyen biri hiçbir şey diyemez. Çünkü ‘hiç’ Farsça, ‘şey’ Arapçadır.” Evet ‘şey’ bile yabancı kökenli. Ama biz ‘şey’siz ne yaparız? Son zamanlarda gençlerin ve hatta belirli bir eğitimden geçmiş fertlerin konuşmalarında kulak misafiri olduğumuz; “Sen direk soruyu sor.” , “Manyak güzel bir filmdi.” , “Bu korkunç bir başarıydı.” , “Artı ben bunu söylemiştim”, “Atıyorum, sen sınavı kazanamadın.” gibi cümlelerdeki “direk”, “manyak”, “korkunç”, “artı”, “atıyorum” gibi kullanımların yanlışlığının farkına da bir an evvel varmalıyız. Yoksa kısa bir süre sonra bu tür yanlışlara da alışacağız gibi geliyor. Bir başka konu da argonun ve küfürlü konuşmaların özellikle gençler arasındaki yaygınlığı. İnsanlar ağızlarından çıkanı duymuyor veya söylediklerinin ne anlama geldiğini bile bilmiyor. On, on beş yıl önce kavga ve hatta cinayet sebebi olan sözleri, gençlerin yanından geçerken birbirlerine söylediklerini duyabiliyoruz. Zarafet, nezaket ve letafetin milletimizin şiarı olduğu, dili kullanırken bu hususların gözden uzak tutulmaması gerektiği ve kaba söz ve davranışlardan kaçınılmasının önemi bir kez daha irdelenmelidir. Sonuç olarak, İsmail Habib Sevük’ün “ … vatan ki milletin yarattığı mefharetler mecmuasıdır; gövdeye can gibi vatanı yaşatan millet ise, milleti millet yapan da dildir. Dilin vatandan daha mukaddes olduğunu anlamak için tarihlere bakmak yeter. Giden vatanlar, dilleri diri kalan milletler tarafından kurtarıldı, fakat dili giden milletlerin ne vatanları kaldı ne kendileri …” sözü üzerinde bir daha düşünülmelidir. 24 Kömür Karası Gözleriyle Fatma Nur ÇAĞALA Bir madenci sabah kalkar, yorgundur ama gitmesi gerekir; ekmek parası için, canından can kanından kan olan ailesi için. Ama bilmez madenci: belki de son kez görüyordur, yeni yeni yürüyen aslanını, onu dualarla uğurlayan anasını, dikkat et üşütme diyen hayat arkadaşını… Her zaman on dakikada gittiği yol uzar uzar… Ayakları gitmek istemez bugün ekmek kapısına. Sanki biliyordur Hakk’a yürüyeceğini. Çizmelerini giyer, baretini takar. O güzel yüreğini sıkıntı basar, o kömür karası gözlerini buhran kaplar. Son kez iner yerin metrelerce altına, bir siyah elmas için ömrünü verdiği maden ocağına. 25 O feci kaza gerçekleşir. Baretin ışığında uğruna canını verebileceği ailesini görür. O dudaklar son kez gülümser. Ve Hakk’a yürür. Siyahtır. Onun güzel çehresi kömürden siyahtır ama onun yerin metrelerce altındaki yüreği tertemizdir, hepimizin yüreğinden temiz. Bugünlerde her yer kömür karası kadar siyah. Artık insanı korkutan sessizliğin yerini acı feryatlar aldı. Orası artık maden ocağı değil! Hakk’a yürüyen şehitlerin arş-ı âlâya yükseldiği yerdir. Ve o yüz karası değil, “ekmek parasıdır.” Bir Sonbahar Zehra Bilgenur AVAÇAR Sararmış yapraklar birer birer yere düşüyor. Hafif iç gıdıklayıcı bir rüzgâr esiyor ve kuşlar topluluklar halinde sıcak tarafa, güneye doğru ilerliyorlar. Her adımımda ayağımın altında yapraklar çatırdayarak rüzgârla birlikte parçalar halinde uçuşuyor. Hava tertemiz derin bir nefes alıyorum. Adımlarımı yavaşlatıyorum. Kendi eksenim etrafında bir kez dönüyorum ve büyük bir çınar ağacının altına uzanıyorum. Her yer sakin rüzgârın uğultusu kulaklarımı dolduruyor. Derinden bir nefes daha alıp ciğerlerimi dolduruyorum. Gökyüzünde ara ara mavilikler olsa da genellikle kara bulutlarla kaplı. Yağmur yağacak. Hemen defterimi ve kalemimi alıyorum ve yazmaya başlıyorum. “Rüzgâr ılık ılık esiyor. Aklımdan onu çıkaramıyorum. Gözleri her tarafımda sürekli beni izliyor. Korkuyorum. İçimdeki huzur son hızla gelen rüzgâr ile birlikte yok oluyor. Bal rengi gözleri gözümün önüne geliyor. Birbirimize bakıyoruz. Anlamıyor beni. Sonrasında bir sismişçesine ortalıktan kayboluyor. Babam çıkıyor karşıma gülümsüyor. Gözlerim doluyor. Babamın gözünün içine bakıyorum hüznü ve kederi görüyorum. 26 Ne çok özledim. Keşke sarılabilsem ama o sadece bir hayal ve dokunduğum anda kaybolacağını biliyorum. Dudaklarımdan “Seni seviyorum baba, umarım iyisindir!” sözcükleri çıkıyor. Babam gözlerini benden ayırıp omzumdan arkaya gözünü dikiyor ve o da diğeri gibi bir anda kayboluyor. Hiç var olmamış gibi. Arkama bakıyorum kimse yok. Yalnızım yine. Yine yapayalnız hafiften yağmur yağıyor. Defterim ıslanmadan kapatmam…” Yağmur yazımı sonlandırmama izin vermiyor. Defterimi hemen çantama kaldırıyorum. Sırt çantamı alıp ıslak kaldırımlarda koşmaya başlıyorum. Yalnızım. Bir başıma sokaklarda. Başına buyruk, hüzünle dolu bir kız… Aklımda Sen Büşrâ Şûrâ ŞİMAY Elbet dinecek bir gün yağmurlar güneş doğacak. Yıldızlar anlam kazanacak. Her karanlığın sonu aydınlıktır. Unutma... Sadece gülümse. Çünkü hayatına, hayatıma anlam katıyor gülüşün. Işık saçıyor gülüşün hayatıma. Karanlığımın aydınlığı oluyor. Derin karanlığımın tek aydınlığı… Aynı göğün altındayız. Güneş ikimiz için doğuyor. Baktığımız yıldızlar aynı. Kayan yıldızlarda tuttuğumuz dilek aynı. Yüreğindeki sıcaklığı ellerime taşıyıp beni ısıtan sımsıcak saran adamım… Gece yıldızların altında bir başımayım. Aklımda sen… 27 Bir Şiir Murat ÇOLAK Dirimle sürünüp Ölümle devlerle cebelleştiğim saatlerde Adımlarımı kendime çekip Dilimi beynime batırıp Zehrimi içime akıtıyorum Bir fısıltıyla giriyor zehir beynime Fısıltı telaşlı bir hüzne meyilli Her batırışta ürperiyorum Ürpertim zehirden mi? Yoksa Fısıltının hüzne meyillinden mi? Fısıltılar şimdi neden hüzne meyilli? Oysa 28 Şen ve uçarıydı fısıltılar Şehir çocuklarının oyunlarında duymuştum Onları ilkin Dilimi beynime batırıyorum Batırdıkça beynimi silkeliyorum Silkeledikçe fısıltılar dökülüyor beynimden. Aklımın beynimin bir köşesinde unuttuğu fısıltılar Bilge ağızlardan dökülmüş özge fısıltılar İbrahim’in ateşini söndüren karıncaların söylediği fısıltılar Fısıltıları duyabiliyor musun? Kusura bakma Haykırıyorum Herkese Sedat ÜNAY Benden Gazooooooz! Adamda gazoz takıntısı vardı. Birine bir şey ısmarlamak istese bu kesinlikle gazoz olurdu. Bir iddiaya mı girecek, illa gazozuna iddiaya girilirdi. Birini bir sebepten ödüllendirmek mi istiyor, en güzel ödül gazozdan başkası olmazdı. Evde güzel bir yemek pişti mi yanında mutlaka sade gazoz olurdu. 29 Bir gün yine bir dost meclisinde ısmarladığı sade gazozu yudumlarken dayanamayıp takıldım: Ahmet Abi, nedir bu sendeki sade gazoz takıntısı? Sade gazozdan daha güzel bir içecek yok mu Allah aşkına? Birden uzaklara doğru bakıp, derin derin iç geçirdi. Bir iki defa yutkundu, ardından buğulu gözlerini benden kaçırarak: -Haklısın be evlat! dedi. “Belki daha güzel içecekler vardır ama bu meretin bende, çook derinlerde bir hatırası var. Sıkılmam dersen, anlatayım. Ben merak içerisinde: ”Ne münasebet Ahmet Abi, zevkle dinlerim. diye cevap verdim. Gözlerini kısıp, gazozundan bir yudum alarak anlatmaya başladı. 30 Ben dedi, yetim büyüdüm evlat. Doğduktan üç gün sonra bir devlet dairesinde memur olarak çalışan babam rahmet-i rahmana kavuşmuş. Evinin direğini kaybeden annem, bu moral bozukluğuyla benim doğduğuma sevinememiş. Babadan kalan üç kuruş maaşla hayat mücadelesine devam etmişiz. Ben kendimi bildim bileli anam bakkaldan ıvır zıvır almama hoş bakmazdı. Tasarruflu kadındı. Diğer çocuklardan bir şeyler özenip para istesem çoğunlukla vermezdi. Mahallede oynarken babaları işten dönen çocukların koşarak babalarının kucağına atlamaları, babalarının da onları ellerinden tutup bakkala götürmesi beni kıskançlık krizlerine sokardı. Yine böyle bir akşamüstü mahallede arkadaşımla oyuna dalmışken, tam oyunun heyecanlı yerinde sokağın başında dedesi göründü. Yanımıza geldi, sevgi ifadeleri ile torununa sarılıp yanaklarından öptü. Elinden tutup doğruca bakkala götürdü. Ben öylece kalakalmıştım. Biraz sonra arkadaşım elinde sade gazozla yanıma geldi. Yazın sıcağında buz gibi gazozdan yudumlar alırken mutluluktan gözleri parlıyordu. Ben bir iki yutkunup, arkadaşımın gazozunu paylaşma gibi bir niyeti olmadığını anlar anlamaz doğru eve koşup kapıyı hızlı hızlı vurdum. Annem telaşla pencereye çıktı ve yarı meraklı yarı öfkeli bir tavırla: “Ne var, ne oldu? “ diye sordu. Ben heyecanla: “Anne iki buçuk lira verir misin, hemen?” diye seslendim. “Ne yapacaksın?” dedi. Gazoz alacağımı söyledim. Bunun için mi kapıyı telaşlı telaşlı çaldın. Para mara yok dedi, pencereyi kapatıp perdeyi çekti. Bir müddet öylece kaldım. Sonra çaresiz gazozunu bitirmiş dudaklarını yalayan arkadaşımın yanına döndüm. İşte o gün bu gündür bu gazozun bendeki yeri çok ayrıdır. Sözlerini bitirir bitirmez hafifçe doğrulup kahveciye seslendi: 31 -Osman oğlum, herkese benden gazoooz! Siparişi verirken, titreyen sesinde ve buğulu gözlerinde zor günleri geride bırakmış olmanın mutluluğu ile birlikte, aradan geçen onca zamana rağmen anlayış yoksunu zavallı insanlara duyduğu öfke okunuyordu. Arkadaş Merve AKYOL Dediğin Arkadaş kelimesi öyle tek bir tanımla tarif edilebilecek bir söz değildir. Güvenmek, paylaşmak, sır tutmak, açık sözlülük gibi birçok kelime iyi bir arkadaşlık ve yıllar boyu sürecek dostluğun anahtar kelimeleridir. Biz insanların bir günü diğerine uymuyor. Zaten hayatta hep mutlu olmak da mümkün değil. İnsan başarı ve yaşam merdivenlerini tırmanırken zaman zaman inişler ve çıkışlar yaşar, üzülebilir. İşte tam bu zaman da bir arkadaşa ihtiyaç duyarız, sözleri ile bizi rahatlatan, içimizi ısıtacak bir arkadaş. Böyle bir arkadaşa sahipsek dünyanın bütün mutluluklarına sahibiz demektir. Arkadaşlık, her gün telefonla konuşup, mesajlaşmak, sürekli buluşmak değildir. Başın sıkıştığında yardıma koşacak ilk kişi o ise bu gerçek arkadaştır. Ama günümüzde böylesi bir arkadaş bulmak maalesef güçleşti. En ufak bir tartışmada dostluklar bitebiliyor, bununla da kalmayarak kişiler arkadaşlarının kusurlarını sırlarını başkalarına anlatabiliyor. Belki de canımızı en çok acıtan budur. Bir 32 zamanlar her şeyim dediğimiz kişinin artık hiçbir şeyimiz olmaması bizi üzer. Son bir sözle; Üç çeşit arkadaş vardır; Birincisi ekmek gibidir; her gün ararsın. İkincisi ilaç gibidir; lazım oldukça ararsın. Üçüncüsü mikrop gibidir; o seni arar, bulur. Peki siz hangi çeşit arkadaşa sahipsiniz? Japon Melike UÇGUN Gülü Onu bir evin duvarını süsler vaziyette gördüm… Parlak kırmızı renkteydi. Şekli de o kadar güzel ve cezbediciydi ki; sanki meydan okuyordu şu hayatın karmaşasına… O asil ve canlı duruşuyla biz insanoğluna nasıl dürüst ve düzgün olunacağını öğretiyordu. O kadar güzeldi ve bir o kadar da mütevazıydı ki, o sessiz güzelliğini sadece görebilenlere, değerini bilenlere haykırıyordu. Bir evin bahçesine ya da parkta bir köşeye ekilmiş, zaman zaman sulanmayı bekliyor, arada bir insanların ”Bu çiçeğin adı ne?” diye sorularına şahit oluyordu. Diğer güller kadar meşhur değildi insanların nazarında. O bir sessiz güzellikti. Onu sadece kendisine dikkat eden, kıymetini anlayanlar bilirdi… Akşam olunca kuşlar yuvasına çekildiğinde o da kırmızı kadife yapraklarını kapatıyor, kendisine bahşedilen güzelliği gün ışığında tekrar sergilemek için uykuya dalıyordu. Terennümlerine ara veren kuşlar gibi muhteşem gösterisine ara veriyordu. Gecenin karanlığını sevmiyordu Japon gülü. O, parlak gün ışığında kan kırmızısı rengiyle çekinmeden, 33 dürüstçe kendisini ifade ediyor, nasıl güzel ve sessiz olunacağını adeta haykırıyordu. Onunla ilk kez güneşin altında tanıştım. Bütün letafetiyle gülümsüyordu… Şu an gece olduğu için uykuya dalmış. Güzelim kadife yapraklarını birer sarmal gibi sarıp kapanmış kendi içine. Bilmem o benim farkımda mı? Bana nazik, yumuşak ve sabırlı olmayı, gülümsemeyi öğretir misin Japon gülü? “Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranmıyorsan, cahilsin demektir.” Sadi Şirazî Dibe Vuruş Kadriye ÇELİK Hani bazen dersin: “Bundan kötüsü olamaz artık.” Olsa da ben kaldıramam, toparlayamam, güçlü kalamam. Ama ne olur? Daha kötüsünü bırak, en kötüsü olur. Dibe vurduğunu hisseder, umudunu yitirirsin. Senin için hiçbir çıkış yolu, hiçbir ışık yoktur artık. Ya durum gerçekten böyledir ya da sen böyle sanırsın. Mesela güne başlarsın. Mutlusundur, dinlenmişsindir. Her şey yolunda görünür. Ama yavaş yavaş gerçekle dolu yaşanmışlığın tek habercisi olan hafızan vücuduna yayılır usulca. Ürperirsin. Korkarsın. Ama bildiğin bir tek şey vardır: güçlü kalabilmek. Bunu kesinlikle başarmışsındır. Çünkü güçlü olmayı başaramazsan insanlar seni ezip geçer, silip atarlar. Geçmişin hiçliğe karışır. Sonra bir bakarsın tek başınasın. İnsanlar budur, çünkü böyledir. Sen onlardan gitmezsin. Vazgeçmek sana göre değildir çünkü. Senin felsefende sonuna kadar direnip savaşmak vardır. Ama onlar ne yapar ne eder senden giderler. Bencilin teki dersin her bir gidenin ardından. Sonra da acıların seni hissizleştirir. Ağlamamak için sıktığın çenenin acısını kalbinde hissedersin kimi zaman. Kimi zaman yüz ifaden sabitken bile yanağından süzülür yaşlar. En acısı da bu 34 değil midir zaten? Evet, en acısı budur. Hem hissizleşmek hem de hissizleşmemize neden olacak insanlara kapılmak. Çok saçma, fazla saçma. Yeryüzünün Türlü Tuhaf Cilveleri Halil Talha KOÇ Sen demek benim kaybolmamı gerektirir. Bitmek yaşanırsa, ben bulunurum. Yutkunursam, kötü bir şey olmuş gibi olur. Elinden tutmam, olmayacak bir şeyi gerçekleştirir. Vazgeçmem sonun olur, benim için. Bitmek yaşanırsa, ben bulunurum. Keşkelerin son bulması demek, belki de ölüm haberimdir. Beni düşünmen, sevdiğin anlamına gelmez; fakat inanmam. Belkiler üstüme düşer. Bekleyecek bir şeyin kalmazsa, boşluğa düşerim. Bilmem yetmez ne kadar çok sevdiğimi. Öylece beklerim. 35 Şimdi oturup özgürleşmeye çalışsak yan yana, Benim bir daha rüya görmeme gerek kalmaz İşte o zaman, özgürleşmiş oluruz. Zaten eksiklik sona erince tamam olunur. Hem belki, olmazlar değil olurlar kazanır. Biz evleniriz. Sen hayatı dert etmezsin o gün Eğer tersi olursa, söz; Senin yerine de bir güzel üzülürüm. Olsun. Bitmek yaşanırsa ben bulunurum. Geçmişin Kaybolan İzleri Gamze HAYLAZ Farklı bir duygu bu. Yaz geliyor bisikletini bodrumdan çıkarttığını ve annenin camdan attığı bezle tozunu aldığını hayal ediyorsun. Sonra bir pedal dönüyor. İşte mutluluk! Gittiğin yer peki? Gözünün önünde eski sokağın… Bir anda oraları hatırlarsın. Anıları hatırlarsın. Sonra hayali oradan buraya taşımak zorunda kalırsın. Evet, artık bu yazın ilk pedalı bu şehrin, bu sokağın, bu evin önünde dönecektir. ”Olsun” dersin rüzgâr yine aynı rüzgâr, ben çevirdikçe pedalı, savaşır benimle, yüzüme yüzüme çarpar dersin. Hayalinde yine kırmızı bisikletinin üstünde ama bir şeyler ters işte! Hayalinin içine arabalar karışır, insanlar, gürültü, toz, duman… Engel olamıyorsun huzurdan başka her şey karışıyor, bu şehir insanı deli ediyor. Bu şehirde insanlar çok, arabalar çok, sokaklarda çocuklar yok. Sokaklarda hayaller vardı. Çocuklar kurardı. Parka gider oldular. Onlara verilenlerin dışına çıkmaz oldular. Sokağa kilim serip oyun kurmak yok artık. Kaydırak, salıncak, tahterevalli… bunlardan başka bir şey yok! Bisikletini hiçbir 36 çocuğa çarpma ihtimalin olmayacak. Ha ama dikkat et tabii. Arabalara çarpma. Ne de olsa çocuklar parkta arabalar sokakta… Se n En İyisi Önce Rabbine Güven Elif FEDÂÎ Güven size neyi hatırlatıyor? Birkaç parça hüzün mü yoksa bir kaç parça sevinç mi? Her insan mutlaka yaşamıştır güvenin ardında kalan hüznü. Soruyorum size “ Yaşamadınız mı?” "Arkadaşlarınıza güveniniz boşa çıkmadı mı? Eşinize güvendiniz de güvendiğiniz dağlara karlar yağmadı mı? Hatta kendinize güvendiniz de yarı yolda kalmadınız mı? Hâlâ yorulmadınız mı güveni başka yerlerde aramaktan, arayıp da sonuç alamamaktan? Haydi, hep 37 birlikte bir yolculuğa çıkalım. Bu öyle bir yolculuk olsun ki. Yolcuları siz, yolu biz. Haydi, hep birlikte düşünelim. Yüce Allah demiyor mu “Akıl etmez misiniz? O halde hep birlikte akıl yürütelim. Güven nedir? Nereden gelir? Nereye gider? Ne iş yapar? Güven; sözlük anlamına baktığımızda birine inanma ve bağlanma duygusudur. Peki, nereden gelir sizce? Gerçekten güveni bir insan mı verir yoksa ona verdirilir mi? Tabi ki senin, benim yaratıcım güvenin de yaratıcısı. Evet, yanlış okumadın güvenin de yaratıcısı. O halde güven senden, benden değil yalnız bir olan Rabden gelir. Ey insan hala gözünü açmıyor musun ki? Beşeri şeylere güvenip de kendini hırpalıyorsun. Sen demiyor musun? Bu devirde babana dahi güvenmeyeceksin. Peki, hiç mi güvenmeyeceksin? Hadi gel beraber bakalım. Seni yaratan Rabbin güveni de yarattı bununla birlikte sana bunu da verdi. Güven duygusunu verdi. Seni yaratan seni boşa çıkarır mı hiç, bir düşünsene boşa çıkartmak için mi yarattı seni? Herkese her şeye güvendin en azından güvenmeyi denedin. Peki, hala neden Allah a güvenmiyorsun? O seni ne zaman yarı yolda bıraktı? Niye korkuyorsun O’na güvenmekten? Yoksa insanlar mı korkuttu seni? Dürüst ol burada biz bizeyiz hiç denedin mi O’na güvenmeyi, güvenip de derinliklere inmeyi? Demiyor mu Rabbim bana bir adım gelene ben on adım gelirim bana on adım gelene ben koşarak gelirim diye? Ben sana kimseye güvenme demiyorum ki güven, güven fakat önce Rabbine güven. Önce Rabbine güven ki tüm güvenlerin yeniden hayat bulsun. Her insan inanma ve bağlanma ihtiyacı duyar buna muhtaçtır da diyebiliriz. Çünkü bununla birlikte yaratılmışız. O halde biz işe önce kendisine güvenmemizi isteyen Rabbimize güvenerek başlamalıyız. Güven dedik açıkladık. Nerden gelir dedik cevap bulduk. Pekâlâ, güven nereye gider? Aranızdan bazılarının boşa gider dediğini duymuş gibi oldum. Sanırım onlar güven kaybının hüznünü tadanlar. Ah bir bilseler baki olana güvenmeyi. Güven, duyduğun kişi ya da şeye göre şekillenir. Beşere duyuyorsan güven kimi zaman boşa gider kimi zaman yerine. 38 “Baki”ye duyulan güven hiç öyle midir? Sen güvendin tevekkül ettin Hak’tan gelene razı oldun mu bak hele güven hiç boşa mı gidermiş. Ah o tada bir varabilsen. Derinliğine inebilsen. Rabbin hiç senden yüz çevirdi mi ona güvenmiyorsun? Güvenmek için ne kadar uğraştın kimi zaman sır saklaması için güvendin arkadaşlarına, akrabalarına, eşine, dostuna kimi zaman yardım etmeleri için oysa sana eşini, dostunu veren de Rabbin değil mi hâlâ bu inat neyin nesi? Sen en iyisi önce Rabbine güven .. ‘’Ey nefis kır zincirlerini! Gel inat etme gayrı. İnat etme de dinle ayeti:’’ ‘’Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.’’ Furkan suresi 58. Ayet 39 Günün Kıymetini Bilmeli İnsan Betül ARAR İnsan neden geçmişe özlem duyar. Geçmişi çok mu güzeldir? Peki, bugün özlem duyduğu geçmişine neden zamanında sahip çıkmamıştır? O günleri yaşarken de ‘Bugünlerim çok güzel kıymetini bileyim’ demek yerine ‘Bugünler geçse, gitse, bitse, büyüsem.’ dememiş midir? Peki bugün neden ‘Niye büyüdüm?’ diye sorgular. Peki, yarının daha güzel olacağına bir garantisi var mıdır? Yarın daha mutsuz olacaksa bugünü geçmiş olduğunda da bugüne özlem duymaz mı? Bugün düne duyduğu özlemi, yarın bugüne duyacaksa bugününe sahip çıkmalı. Hayat geçmişe duyulan özlemle, geleceğe yönelik beklenti değildir. Hayat sadece bugündür. Geçmiş acılarına yapabileceğin hiçbir şey yok ve gelecek mutluluklarına dair de bir garantin yok. İşte tam da bu yüzden insan durup düşünmeli. Madem geçmiş kayıp gitmişse ellerinin arasından ve geleceğin yaşanacağı kesin değilse ben neden bugünüme sahip çıkmıyorum. Ve bir karar almalı. Geçmişini hafızasından silemez elbette. Fakat hayatının her anını ‘geçmişim ne güzeldi.’ diyerek geçirmemeli. İnsan geçmişine dair hasretini umudunu da silip atamaz. Fakat her anını gelecek güzel olacak, bugün çok kötü diyerek geçirmemeli. Bugünün kıymetini bilmeli insan… Ay Işığı Melike UÇGUN Gibi 40 Olmak İnsan… Hep koşturan, durup dinlenmeyen varlık. Bazen de koşarken kendini uçuruma sürüklediğinin farkında olmayan, küçük hesapları yüzünden hayatını hata yumağı haline getiren, severken bile kıran, düzeltirken bozan, haklılığından asla taviz vermeyen, en kolayı olan güler yüz gösterip, tatlı söz söylemek yerine başka sesleri bastırmak için durmadan, dinlemeden konuşan insan. Hâlbuki vedalar, rüzgâr gibi savrulup gidişler hayatında. Hayal kurmayı bir denesene, çocuklar gibi. Yıldızlara binip gökyüzünde seyahat etmeyi, baharda dünyaya merhaba diyen papatyalar gibi bembeyaz ışıldamayı, annelerinin getireceği yiyeceği yuvada beklerken cıvıldaşan kuşlar gibi umut dolu ve coşkulu olmayı, kırlarda salınan gelincikler gibi nazlı ve güzel olmayı, engin denizlerde yelkenliye binip sonsuzluğa yolculuk yapmayı… Bütün kâinat ne diyor bir dinlesene. Gürültülerde yok olmak yerine, sessizlikte var olmaya, onun güzelliğini hissetmeye ne dersin? Vedaların, buruk sevinçlerin gölgesinde bir yanımız sancılı, kırgın yaşıyoruz. Dakikalarımız, saniyelerimiz mum gibi eriyor. Belki anlamsız bir hayat yaşamaktansa tertemiz bir insanlık için, mum gibi eriyip yok olmak, yüreği dosdoğru olarak ölmek çok daha iyi. Hem kendini, hem etrafını yakan, hem de küllerini savurup ortalığı kirleten alevler gibi olmaktansa, ay ışığı gibi karanlıkta herkesin yolunu aydınlatmak çok ama çok daha iyi. Burası da sizin… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… ……………………………………………….…………………………………… …………………………………………………………………………………… 41 …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …….……………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… ……………………………………………….…………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …….……………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… ……………………………………………….…………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… …………………………………………………………………………………… 42