SAYI:1 - Sitem
Transkript
SAYI:1 - Sitem
AHENK SAYI:1 kaçak çay EDERİ:1TL Cilt 1, Sayı 1 AHENK DERGİSİ 07/2015 EDİTÖRDEN İçindekiler; SAYGI VE SEVGİLERLE... Editörden 2 Papatya’m 3 Ayçiçeği 4 Tek Bir Su Damlası 5 Aynanın Sırları 6 Çay Vakti 7 Çay Vakti 8 Küzineli Soba 9 Firar 10 Bekleyen 11 Öncelikle bu işte daha çok yeni olduğumu ve her türlü hatayı mazur görmenizi rica edeceğim. Bu dergiyi hazırlama amaçlarımın en başında farkındalık yaratmak ve boş zamanlarımızı daha faydalı şeylerle geçirmek, güzel birikim yapmak geliyor. İlk sayılarda kendi çalışmalarıma fazla yer veremeyeceğim nasip olursa peşine birkaç sayı daha çıkarırsam o zaman yavaş yavaş kendi çalışmalarıma da yer vermeyi düşünüyorum. Bu sayıda çok fazla göze batmadan edebiyat denizinde yüzdürmeye çalışacağım. Kişisel dergim olmayacaktı fakat bazı istenmeyen sebeplerden dolayı ilk sayıyı bu şekilde çıkarmak nasip oldu. Diğer sayılarda bir ekip çalışması görebilirsiniz. Bu dergi, fanzin için daha geliştirici ve faydalı olabilir. Umarım güzel şeyler başarabileceğim. Bu sayının ana konusunu çay olarak belirledim. Çayın edebi ruhunu görmemiz için ilk sayının konusu oldu. Diğer sayılarda benzer ana konular görecekseniz. İyi okumalar dilerim. NECMEDDİN KOÇOĞLU Cilt 1, Sayı 1 Sayfa 3 AHENK DERGİSİ Papatya’m Israrla emdiği sigarasının dumanı henüz içindeyken öksürük tutan, kara kuru illetli bir adam gibi; her tarafından sesler ve dumanlar çıkartarak gelir kara trenler... Bembeyaz papatya tarlalarının arasından geçerek... Yahut ekşi suratlı kara kuru adamlar “kara trenler gibi” gelirler insanlar arasından; Sevdalarıma doğru! .. Sevdalarım nedir mi benim? .. Benim sevdalarım; el değmemiş ve üzerine ayak basılmamış papatyalardır; gözleri sana benzeyen! .. Ve yaprakları sana benzeyen... Ve boyunları sana benzeyen; incecik! Niye sana benzer ki papatyalar; böyle tiril tiril ve tertemiz oldukları için mi?.. Böyle her biri diğerlerinden farksız ama her biri bir diğerinden daha güzel olduğu için mi?.. Yoksa, her bir papatyayı mükemmel kılan; dantelsiz, boyasız o sade güzelliğinin idrakinde olması mı? Papatya kızmadı hiçbir zaman yapraklarında n fal Evet, sen “farksızsın” herkesten; tarlalar dolusu, binlerce papatya arasındaki herhangi bir papatya gibi... Ama; “benim papatyam” gibi!.. Zaten sen herkes için özel değilsin ki; benim için özelsin... Hah işte bence sen; bunun için güzelsin!.. Bütün çiçekler, “ne kadar güzel olduklarını” duymak ister habire... Papatyalara ise bir papatyanın ne güzel olduğunu işitmek yeter!.. Her yanından sesler ve dumanlar çıkartarak gelir kara trenler... Papatya tarlalarının arasından geçerek; sevdalarıma doğru!.. Sevdalarım ise; el ve ayak değmemiş papatyalardır benim, kara trenlerin aralarından geçtiği... Sevdalarım; her an ne kadar güzel olduğunu dinleyerek uyumak isteyen çiçeklerin aksine, herhangi bir papatyanın ne güzel olduğunu duymakla yetinen papatyalaradır... Sevdalarım; Papatyalara benzeyen, sanadır!.. MUAMMER ERKUL bakılmasına. Gün olur belki sevmeyi de öğretebilirim umuduyla. EDİTÖRDEN AHENK DERGİSİ Sayfa 4 AYÇİÇEĞİ Bir zamanlar küçük bir papatya varmış. Kocaman bir kayanın siperciğinde yaşarmış. Çevresinde ballıbabalar, katırtırnakları, utangaç mavi mine çiçekleri açarmış. Her sabah, gün doğumunda bütün çiçekler uyanırmış. Sabah aydınlığıyla genişleyen gökyüzünü izlerler, mutluluk türkülerini bir ağızdan söylerlermiş. Hepsi birbiriyle dost, hepsi arkadaşmış. ... Ruhum ayçiçeklerinin kalbinde sarhoşken Ayçiçeği tarlasında güneşin gülüşleri coşmuştu Sürgün rüzgârları ayçiçeklerinde dinleniyordu Oyuncak kalpler kalbin kanserini kuşatmış …. Aradan uzun bir zaman geçmiş. Günlerden bir gün, bizim küçük papatya her zamanki gibi tan atımında uyanmış. Uyanmış uyanmasına ama eskisi gibi keyfi yerinde değilmiş. İncecik gövdesi kırılıp dökülüyormuş. " Herhalde akşam yağan yağmur yüzünden hastalandım" diye düşünmüş. O sırada gözü yakın arkadaşı ballıbaya ilişmiş. Zavallı ballıbaba, ıslak toprağa serilmiş, yatmıyor mu?.. "Ne oldu sana kardeşim" diye seslenmiş ballıbabaya.. Ballıbaba başını güçlükle papatyaya çevirmiş, gözlerinden ip gibi yaş akıyormuş. " Bu soruyu yalnız bana sorma papatyacık. Hepimiz perişan durumdayız. Öteki arkadaşlar da benim durumumda. Akşam durmadan yağan yağmur toprağı alıp götürdü, çiçeklerin kökleri dışarda kaldı. Hepimiz yavaş yavaş ölüyoruz" Papatya duyduklarına inanamamış, çevresine bakınmış, bir düşte karabasan gördüğünü sanmış. " Peki, demiş. Ben neden hala ayaktayım? Neden benim köklerim sapasağlam toprakta?" Öteden mavi mine sızlanmış. " Çünkü seni koruyan bir kaya var. Onun siperinde yaşıyorsun. Sonbahar yağmurları başladı. Bizler yağmur selinden kendimizi koruyamayız. Bundan kaçış yok. Elveda güzel yüzlü papatya" demiş. Papatya dostlarının birer birer yağmur sularıyla gidişini izlemeye dayanamazmış. " Hayır, diye isyan etmiş. Tükenişinize dayanamam. Ben gelecek yıl da burada olacaksam sizler de benimle kalmalısınız." "Nasıl olacak bu. Olanaksız" diye ağlıyormuş küçük çan çiçeği. Papatya kolay kolay vazgeçmezmiş ama. Dirençliymiş, kararlıymış. " Sizleri bırakamam demiş, hepiniz tohumlarınızı bana verin. Onları gelecek yıla kadar kendiminkilerle birlikte saklayacağım. Ya birlikte tükeniriz, ya birlikte yaşarız" Sonunda arkadaşlarını ikna etmiş. Hepsinin tohumlarını bir bir toplamış.Eh.. böyle bir dayanışmaya, böyle güçlü dostluğa kolay kolay rastlanmaz..Yeter ki kendi küçük de olsa, kocaman yüreğiyle bir papatyanın sevgisini taşıyabilelim. Ondan sonraki zamanını harıl harıl çalışmakla geçirmiş papatyacık. Kökleriyle sımsıkı toprağa sarılmış.Gövdesini genişletmiş. Giden arkadaşlarının tohumlarını göğsüne yapıştırmış. Kış gelmiş. Kötü rüzgarlar önüne gelen ne varsa almış götürmüş, papatya kayanın kuytusuna saklanmış. Rüzgara, yağmura, kara karşı direnmiş, dayanmış. Soğuk, zehir gibi havada tohumlar donmasın diye onlara daha bir sıkı sarılmış. Gözleriyle durmadan güneşi aramış. Bir parça gün ışığı görse yüzünü, gövdesini güneşten yana çevirirmiş.Ama o zorlu kışı geçirmek kolay değil. Toprağa öyle tutunmuş ki kökleri kalınlaşmış, soğuktan tohumları korumak için Sonra yaprakları uzamış, güneş izleyen yüzü büyümüş büyümüş.. Sıcak yüzlü ilkbahar geldiğinde dimdik ayakta bulmuş bizim güneş yüzlü çiçeği. Ama artık o bir Ayçiçeğiymiş.Hiç bir tohum zedelenmeden onunla yaşıyormuş. Dostluğun ölümsüz öyküsüdür Ayçiçeği, o gün bugündür güneşi izler dururmuş.Söylentiye göre dünyayı ve yürekleri aydınlatan güneş sevginin ta kendisiymiş. Cilt 1, Sayı 1 AHENK DERGİSİ Sayfa 5 Tek Bir Su Damlası Hayatımız için değerli olan bir damla kaynak. Yaşam standardı, ölüm faturası… Ne bir damlanın varlığı bizi sevindirir ne de yokluğu yerindirir. Ne ki, tek bir damla su… Önce üzerimizi kapkara bulutlar kaplar. Bulutların arasından güneşin sarı ışıklarını görebilsek de o an için son ışıldamalarıdır. Nöbet sırası bulutlardadır çünkü. Önce içtima eder gibi peş peşe sıraya dizilirler. Daha sonra ise askeri marşlar kadar derinden marşlarını söylemeye hazırdırlar. Yıldırım, gök gürültüsü ve şimşek sahneye çıkar. Önce ince seslerle çalışma yaptıktan sonra hepsi ardın sıra opera sanatçısı gibi var güçleri ile şarkısını söylerler. Spot lambasını yanıp yanıp söndüren yıldırım, tüm asaleti ile arkadaşlarına eşlik etmektedir. Etmektedir; ama bir yandan da güneşten intikam almaktadır. Dilsizdir. Konuşamaz ama güneşe olan kızgınlığını şarkı söyleyen bir diğer arkadaşına yani gök gürültüsüne tuttuğu ışık ile göstermeyi başarmıştır. Çünkü güneş gökyüzünde var olduğu sürece bu üçlü grup asla sahneye çıkamaz. Sonra, sonra güneşe inat, onun günlerce ısıttığı yeryüzüne akmaya başlarlar. Damla damla. Her biri bir su damlasından oluşan büyük bir yağmurdur assolist. O harika sesi ile yeryüzünde şakırdamaya başlar. Öyle ki, hayranları onun sesinden etkilenip camlara çıkarlar. Kendisine has kokusunu içine çekerek şarkısını dinlerler. Artık görevleri sona ermiştir. Güneşin günlerce uğraşıp kendisine hayran ettiği insanoğlu, birkaç saat içinde yağmura tutkun oluvermiştir. Bunun ardından da gitme vakitleri gelmiştir. Geldikleri gibi sessiz ve asil bir sanatçı edası ile ağır ağır gözden kaybolurlar… Önünü kapatan bulutlar yüzünden yeryüzünde olup biteni göremeyen güneş, bulutların çekilmesi ile hayretler içinde aşağıya bakar. Sıcak havadan faydalanmak isteyen halk, artık ortalıkta yoktur. Görebildiği sadece arabalar ve birkaç tane de insandır. Derken burnuna bir koku ilişir. Bu kokuya oldum olası karşıdır. Çünkü dünyayı ısıtmak için var gücü ile savaşan güneşin tüm emekleri bu koku yüzünden kaybolmaktadır. Şimdi her şeye sıfırdan başlamak zorundadır. Kendisini yerküreye yoğun- laştırır ve hiç olmadığı kadar ısınmaya başlar. Halk üşümektedir. Yukarıdan gördüğü kişiler de ıslanmıştır zaten. Bu kişileri ısıtmak için orada olduğunu bilen güneş kendisini ısıtır, ısıtır, daha da ısıtır. Üşüyen halk artık ısınmıştır. Evine kaçan diğerleri ise, yazlık kıyafetlerine bürünüp sıcaklığın tadını çıkarmaya devam ederler. Bu mutluluğu yok eden bir ses gelir kulağına. Bu ses öyle bir sestir ki, aşağının gürültüsünü yok etmiş minik bir ses. Önce keskin gözleri ile bu sesin nereden geldiğini araştırır. Her yere, her kovuğa göz atar ve sonunda sesin sahibini bulur. Halka açık bir parktaki bir çeşmedir sesin sahibi. Gücü yetmeyen birisinin tam sıkamaması ile oluşan bir su damlası. Önce duymazdan gelir. Nedir ki? Minicik bir damla. Ne yapacaktır ona? Bunları düşünse de gözünü o çeşmeden ayıramaz. Korktuğu da başına gelir zaten. Minik bir serçe, güneşin yakıcılığından iyice bunalmıştır ve o çeşmeden akan bir su damlası ile serinlemeye başlar. Önce şaşırır güneş. Serçenin bu yaptığına bir türlü anlam veremez. Güneş, onlar için oradadır. Az önce ıslanan her şeyi ısıtmak için yükselmiştir en tepeye. Ama bu serçe bir damla suya tercih etmiştir güneşi. Haklı olarak içerlenen güneş, bu rakibini ortadan kaldırmak zorundadır. Ama nasıl? Düşünür. Uzunca bir süre düşünür. Sonunda bulmuştur. O şehrin büyük bir barajı vardır ve tüm şehre su oradan gelmektedir. Amacı, o barajı kurutmaktır. Bunun ha deyince olmayacağını bilse de başarmak zorundadır. Hatta içinden, “halkım beni seviyor ve bu düşmandan kurtulmamda yardımcı olacaktır” diye de geçirmekten kendisini alı koyamaz. Güneş kendisini ısıtır, karşılığında halk suya hücum eder. Bunu gören güneş sevincine daha da ateşlenir, hayranları ise evlerinde toplu şekillerde suya savaş açarlar. Öyle büyük bir savaştır ki bu, evlerdeki mücadele dışarıya taşar ve tüm parklardaki çeşmelerin bile önünde kuyruk oluşur. Her sırası gelen kişi, çeşmeyi sonuna kadar açar, ya ellerini yıkar ya da başını. Tabi bu, büyük bir plandır. Ellerini yıkamak için gereken suyun kat kat fazlası açılmaktadır. Amaçları düşman kalesini fethetmektir. Amaçlarına da ulaşırlar hani. Heybetli düşmanın bayrağı iyice yerle bir olmuştur. Barajın suyu tamamen bitmiştir. Güneş sevinmektedir bu mutlu habere. Artık hayranlarını üşüten hiçbir su damlası kalmamıştır yeryüzünde. Hayranları ise… Mustafa ÇAYIR EDİTÖRDEN Sayfa 6 AHENK DERGİSİ AYNALARIN SIRLARI Tek bir aynaya baksaydı insan, yalnız bir aynada görseydi kendini, kendine tahammül edemezdi. Bir ayna bazen ne kadar ağır konuşur. Pencerenin bir kanadını açıp ayna diye baktığımızda, diğerinden kaçmışızdır aslında.Ama kaçamıyorsa, durup düşündüğünde duruyorsa dünya, kesilmişse bütün kâinat bir ayna, var mı ki diğerleri? El aynaları, boy aynaları, konsolların üstünde bekleyenler, duvarlara asılanlar…Sen ve ben var’dık, değil mi? Ötekiler de. Aynayı külli halde bırakıp, öyle bakmaya devam edersek, göze görünmezliğimiz-küçüklüğümüz bizi hiçliğimize inandırıp kendimizi yok saymamıza sebebiyet verebilir. Bazen insana boyunu aşan aynalar çok gelebilir.Ve bazen de boyunu aşan aynalar yetmeyebilir. Küçücük aynaların sığlığı, tozu, çamuru ona bir bataklık gibi görünebilir. Ya da içine çekebilme ihtimali bile daraltır ve boğar onu. Nefes almak için başka aynalar arar. Önce yalnızlıktan sanır. “Herhalde yalnızlıktan, hep kendime baktım, ondan’’ der. Sonra başka insanları düşünür. Evden apar topar çıkmayı. Günü, güneşi, gökyüzünü düşünür. Kaldırımları yavaş yavaş adımladığını, caddelerin sel gibi aktığını düşünür. Hepsi daha bir içini acıtır. Açtır, yemek yemeyi, uyumayı, uyanmayı, rüyaları düşünür. Hayalleri sonra… Hepsi ne kadar zavallı görünür gözüne. Hepsi ne kadar zavallı.Bir ayna akisler ötesine uzanıyor.“Kim?’’“Bir ayna.’’Aynalar içinden herhangi biri işte. Uzanıyor, herhangi biri değil işte.Uzanıyor…Hangi çıplak surete dokunacak? Hakikatin hangi somut göstergesi kalacak avuçlarında? Bulduklarında kaybettiklerini, kaybettiklerinde bulduklarını bir araya getirebilse… Toplasa parçalarını aynalardan… Sırra kadem basanların, sırrına vakıf olsa…Sıvaları dökülmüş gibi geldi dünyanın. Boyasız, renksiz, tatsız… Nağmelerini yitirmiş. Bir de çıplak sahranın susuzluğu güneşte. Yolu çeşmelere, şelalelere, şadırvanlara, ırmaklara, yağmurlara birinden birine uğrasaydı ne değişecekti? Uğrasaydı ne olacaktı sanki? Tamamen susuzluğunu ortadan kaldıracak kadar içebilecek miydi? Ne kadar susuzdu oysa. Ne kadar susuz... Bir de susuzluğunun artmasını diliyordu. Yandıkça yanmayı istiyordu? Daha da yanmayı… Daha fazla güneş, daha fazla ateş, hararetten kıvılcım saçan eşya, tutuşan gök, tutuşan deniz, tutuşan camlar…Uzaklaş, yanarsın.Yanmak istemeyen kim? Kim? Var mı ki o kadar lakayt ve kayıtsız biri? Tutulmayan kim gerçeğe? Kendi yüzünü görmek istemeyen kim? Soğuk elinin ısınmasını istemeyen hangi ölümlü? Dirilmeyi istemeyen kim? Hayy ismine mazhar olmayı istemeyen…Yanmak… Yandıkça yanmayı dilemek… Yanmayı dilemesi gözlerini de düşürmek gibi içine… Yangınlara komşu eylemesi onları da… En derin, en kalın, en ağır ve yandı yanacak bir kitabın içine düşürmek ve unutmak orada kaldığını gözlerinin. İçinin alev nehirlerine seyirci kılmak onları. Sonra dünyanın rengini, tadını, nağmesini aramak…Yine de özlemle dedi: “Ey çiçek, en dokunaklı ve en sıcak renkle aç. Parmak uçlarımı gezdireyim yüzünde. Başka bir varlığı şiddetle duyumsamaya aç parmak uçlarımı. Dokunaklısındır, dokunursun biliyorum. Yüreğimin inceliğinden yüreğime dokunmayan ne kalmıştır? Ey kuş, ey güzel çocuk yeni bir şarkı söyle. Üçünüzün sesi, nebatat, hayvanat ve insan desin. Bir dünya ancak bu kadar olabilir, desin. Ey yeniden de yeni çocuk bir şarkı söyle, yeniden başlasın her şey. Kayıp nağmesini bulsun dünya.’’Yine de boğazını tıkayan bir şey…Dışından gelip geçmiş başka yangınların dumanı gibi her şey… Dumanların gizlediği aynalar.Bütünüyle anlamak diye bir şey… Bir şey işte… Hepsi bir şey…“Çok şey mi istiyorum’’ dedi “Allah’ım, hepsi bir şey? : Aynaların sırları işte.’’ Cilt 1, Sayı 1 AHENK DERGİSİ Sayfa 7 ÇAY VAKTİ …iki çay söylemiştik orda biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni… Cemal Süreya …anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer… Can Yücel …çay henüz her şey bitmedi demektir… Cezmi Ersöz …çay bulaşıcıdır, efkar da… Bekir Erdoğan …ama bu kente gelirsen unutma beni ara. Sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım… Osman Konuk …biz çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz… Oğuz Atay …şimdi ölsek en fazla kahvede çaylar soğur… Yılmaz Odabaşı …masada çay bardakları ve senin ellerin olsun… Tarık Tufan …ve oturdu mu bir masaya hakkını verir çay içmenin… Cahit Zarifoğlu …soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm… Nevzat Çelik …hadi iç de çay koyayım… Ah Muhsin Ünlü …yazsam okusam okusam yazsam biri devamlı çay verse bana… Ömer Lütfi Ege …çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen… Aşık Veysel …bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun… Orhan Kemal “Sonra belki çay içeriz. şansımız varsa yağmur da yağar. damlalara huzur yüklemece oynarız. benim damlam seninkini alnından öper. güzel şeyler olur belki. sen gel bence..” Lale Müldür EDİTÖRDEN Sayfa 8 AHENK DERGİSİ ÇAY VAKTİ …seni çay içerken izlemek, seni çay doldururken, seni demlerken çayı, kimseler inanmasa da düpedüz sevap… Alper Gencer …bütün gün kahvede oturdum yedek kulübesinde ve bir kardeşim saf dışı kalsın diye çay söyledim kahveden… İbrahim Tenekeci …çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle… Turgut Uyar Basit yaşayacaksı n basit, sanki bir gün yaşamın sona erecekmiş gibi basit, çay, simit ve peynirle… Nazım Hikmet Ran …her gülümseyişin de tüm ülkeye çay ısmarlayayım, seninleyken bir yudum çay zenginleştirilmiş uranyum gibi enerji veriyor bana… Murat Menteş …çay içiyoruz mutlu bir sessizlik içinde… Cevat Çapan …pencerenin önünde örgü ören birinin -örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi… Edip Cansever …otoban dolusu gürültüyü sıkıştırıp beynime; anne dedim, hadi çay koy da içelim… Ali Lidar …çay bardağında bırakılan dudak payı kadar bile uzak kalamam gözlerine… Sunay Akın …çayın rengi ne kadar güzel, sabah sabah, açık havada… Orhan Veli Kanık …biraz çay soğuklarda.. ne kadar acı şu dünya… Behçet Necatigil …benim çay bardağımda senin gözlerin olur, senin gözlerin sizin çay bardaklarınızda… Sezai Karakoç …bir çay yalnızlığı Emirgân’dan öteye, değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın… Attila İlhan …çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de, duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle… Turgut Uyar Cilt 1, Sayı 1 AHENK DERGİSİ Sayfa 9 KÜZİNELİ SOBA Ben hariç bizim köyde bütün çocukların elinde yanık izi vardır, merdiven altı küzineli sobalardan kalma… Bizim sobamız büyükçeydi ve radyolu odanın ortasındaydı öylece. Akşamları odada dedikodu yapan köy kadınlarına aldırmadan, cayır cayır yanardı köyün sevdalı uşakları gibi…. Uslu çocukmuşum ben, sağda solda konuşulan sevdalıklarımız olmamış hiç, bizim köyde elinde yanık izi olmayan bir ben varmışım… Sonra ben daha sünnet bile olmamışken büyük şehre gelmişiz, ne işimiz varsa petek dolu evlerde, bilemedim… Ne dalga sesi duyabildik geceleri balkonumuzda, ne ayağımız bastı toprağa, ne de kahvaltıya domates toplayacağımız bir bahçemiz oldu. Ha böyle hayat mı olur diyeceksiniz, olmuş işte… Sinmişiz koca bir şehrin köşesine, sinsice yaşamışız… Sonra yeşil gözlü bir martı gördüm bu karanlık şehirde, anladım çocukluğumun niye usulca ve yanıksız geçtiğini, meğerse elimin temizliği yüreğimin yanışını beklemesindenmiş… Çocukluk değil, sevdalık yaşamayı beklemişim… Küzineli bir sobada elimi yakmayı değil, yeşil gözlü bir martıda hiç olmayı beklemişim. Bir çift göz küzineli sobada unutulmuş kestanelere çevirdi bu yüreği… Sevdalık geldi bana anne, küzinesinde sağı solu yanık mısır tadında, Elektriksiz altı saman dolu bir yayla evinde köyün horozuyla Sabah ezanına uyanmanın tadında, Koca şehrin ortasında Küzineli bir soba tadında Sevdalılık HİKMET ANIL ÖZTEKİN- ELİF GİBİ SEVMEK EDİTÖRDEN AHENK DERGİSİ Sayfa 10 FİRAR İki candarma İdris'i aralarına almış götürüyorlardı. İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu. Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti. Halbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu... Ne çare?.. Dayak bu... Her şeyi söyletir. En aşağı yedi sene yiyecekti. Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe candarmaların birisi koluna yapışıyordu. Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler... Bunlar da aslında fena adamlar değildi... Fakat ne yapsınlar, vazife... Takibe çıkarken, “Faili bulmadan gelirseniz gözüme görünmeyin!” diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü soyan çoktan kirişi kırmış olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak lazımdı. İdris de zaten kaç sene- dir buralarda serseri serseri dolaşıyor, binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu. Birkaç kere de sigara kâğıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı. Asıl mühimi, köylü kendisinden şikayetçiydi. İlk zamanlarda rahmetli babasının -babası köyün imamıydı- hatırını sayanlar bile onun bu hallerini görünce kaybolmasını istemeye başladılar. İdris köyde kaldıkça candarmanın ayağı kesilmeyecekti. Bunun için candarmalar İdris'i yakalayınca, muhtarla köy bakkalı, İdris'i vakadan bir gün evvel İmamköy tarafına giderken gördüklerini söylediler... Bu kadarı yeterdi. Üst tarafını candarmalar söylettiler... İdris İmamköy Camii'ni bayram namazında nasıl soyduğunu anlattı.. Şimdi İmamköyü'ne gidiyorlardı. İdris düşünüyordu; adamakıllı dalmıştı. Bu dakikada aklında, ne yediği dayak ne de yiyeceği yedi sene vardı. Onun zihnini büsbütün başka bir şey, başka bir düşünce dolduruyordu. Bu düşünce ona dayaktan ve hapisten daha acı geliyordu. Fazla işlemeye alışmamış olan kafası bir çare arıyor, bulamıyor, sıkıntısını, dışarıya fırlayan gözlerinde, yüzünün birbirine karışan sinirlerinde gösteriyordu. Düşündüğü şey şuydu: İdris dayak yerken, köyü soyduğunu söylemişti. İş bu kadarla bitmiyordu. Deliller de lazımdı. Bunun için paraları ve gümüş saatleri nereye koyduğunu söylemek icap ediyordu. Ne parası? Ne gümüş saati... Hatta ne soygunu?.. Fakat söylemek lazımdı... Sopa, dipçik ve tekme dayanılır gibi değildi.Beyni kafasından fırlayacak gibi oluyordu: Ne söylesin? - İmamköyü'nü ben soydum!- demek kolay... Fakat paralarla gümüş saatleri meydana çıkarmak zor... Hem çok zor... Değnekler, tekmeler, dipçikler kalkıp iniyordu. Bayılacak gibi oldu. Gözleri karardı. Elini hafifçe kaldırdı: Diyivereceğim!- dedi. Candarmalar bıraktılar. Yüzüne su serptiler. Bir sigara verdiler. O zaman İdris ilk aklına gelen ismi söyledi: -Paralar İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'da!- dedi. Dayak kesilmişti. İdris'in de o zaman düşündüğü yalnız buydu. Fakat İmamköyü'ne doğru yola çıkınca büsbütün başka şeyler düşünmeye başladı. -Yandı garip Süleyman Ağa!- dedi Süleyman Ağa, kendi köyünde olsun, İmamköyü'nde olsun, ona hala yardım eden bir tek kişiydi. Kahvesinde yatacak yer verir, ona nasihat falan ederdi. Nereden aklına evvela bu zavallının ismi gelmişti?.. Şimdi candarmalar, hiçbir şeyden haberi olmayan ihtiyarı yatıracaklar ve döveceklerdi. Gebertinceye kadar döveceklerdi. Süleyman Ağa: -Bilmiyorum!- diyecek, binbir türlü yemin edecek, fakat dayağı yiyecekti. Titrek sesiyle yalvaracak, anlatmak isteyecek, kıvrım kıvrım kıvranacak, fakat dayağı yiyecekti. Ak sakallı ihtiyarın, sakallarından yaşlar akarak ağladığını görür gibi oldu. İhtiyarın iki kat olmuş beline tekmelerin, dipçiklerin indiğini görür gibi oldu. Beyaz, gür kaşların altında, feri kaçıp dışarı fırlayan iki gözün kendisine dikildiğini, -beğendin mi ettiğini, İdris!- demek isteyerek baktığını görür gibi oldu. Beline tekrar bir dipçik yemiş gibi inledi. Candarmaların biri ona yandan bir göz attı... Sonra bir sigara daha çıkarıp verdi... İdris sigarayı göbeğinin üzerinde sallanan kelepçeli elleriyle yakalayarak ağzına götürdü. Sıkı sıkı bir iki nefes çekti. Beş on adım daha gittiler... Sigara İdris'in ağzından düştü... A-ah... Bunu yapamayacaktı... Karşıdan İmamköy görünmüştü... Evvela bir iki uyuz ağaç, sonra birkaç kerpiç ev... Beş on çıplak çocuk... Yüz adım daha... Sonra köye geleceklerdi... Ve Süleyman Ağa. İdris etrafına bir bakındı... Şosenin sağ tarafı fundalıktı. Candarmalara baktı: Silahları ellerinde gidiyorlardı. Bir sıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar -şırrak- diye mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses... Havada kısa ve keskin bir vınlama oldu, İdris olduğu yere yıkıldı. SABAHATTİN ALİ Cilt 1, Sayı 1 AHENK DERGİSİ Sayfa 11 BEKLEYEN Sen, kaçan ürkek ceylânsın dağda, Ben, peşine düşmüş bir canavarım! İstersen dünyayı çağır imdada; Sen varsın dünyada, bir de ben varım! Seni korkutacak geçtiğin yollar, Arkandan gelecek hep ayak sesim. Sarıp vücudunu belirsiz kollar, Enseni yakacak ateş nefesim. Kimsesiz odanda kış geceleri, İçin ürperdiği demler beni an! De ki: Odur sarsan pencereleri, De ki: Rüzgâr değil, odur haykıran! Göğsümden havaya kattığım zehir, Solduracak bir gül gibi ömrünü, Kaçıp dolaşsan da sen, şehir şehir, Bana kalacaksın yine son günü. Ölürsün... Kapanır yollar geriye; Ben mezarla sırdaş olur, beklerim. Varılmaz hayale işaret diye, Toprağında bir taş olur, beklerim... NECİP FAZIL KISAKÜREK Çaycı getir ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik paydan… Necip Fazıl Kısakürek Telefon: 0 (537) 957 27 35 E-posta: [email protected] BİNGÖL