1453 Dergisi 16. Sayı

Transkript

1453 Dergisi 16. Sayı
SAYI 16 / 2013
BU BİR SÜRELİ YAYINDIR
PARA İLE SATILMAZ
YÖNETİM
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına Sahibi
Ahmet SELAMET
Genel Yayın Yönetmeni
Sabri DERELİ
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,
Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ,
Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU
Yayın Koordinatörü
Fatih YAVAŞ
YAYIN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Alper ÇEKER
Yayın Kurulu
Müjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL,
Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN,
Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Yaylagül CERAN
Sanat Yönetmeni
Aydın SÜLEYMAN
Grafik Tasarım
Şükran KUMRAL
Fotoğraflar
Rabia YILMAZ
Reklam Koordinatörü
Mustafa YALMAN
Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)
İletişim
iletiş[email protected]
YAPIM
KÜLTÜR A.Ş.
Baskı - Cilt
Pelikan Matbaa
(0212) ...........
Renk Ayrımı / CTP
........
Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur.
Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.
Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARI
İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri
34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL
OSMANLI DEVLETİ’NDE
MAHALLE VE BİR
MAHALLE ÖRNEĞİ
CERRAHPAŞA
18
Rinaldo MARMARA
YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE
MAHALLE
Celil CİVAN
Fatih DALGALI
İSTANBUL’UN
UNUTULMUŞ
YEMEKLERİ
Sennur SEZER
32
19. yüzyılın Levanten semti
“ÇOCUKLAR GELENEKSEL
OYUNLARI SEVMİYOR”
DİYORSANIZ BİR DAHA
DÜŞÜNÜN
Erol ERDOĞAN
50
26
Yeliz OKAY
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI
(PANCALDİ)
01
40
İsmail KARA
Cüneyd OKAY
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve
TERMİNOLOJİSİNE
DAİR YİTİRDİKLERİMİZ
54
MAHALLE MEKTEPLERİ
62
12
OSMANLI DÖNEMİ’NDE
İSTANBUL’DA
MAHALLE ve ÇOCUK
01
Şerif ESENDEMİR
Söyleşenler:
66
Metin ÖZTÜRK, Esra ERKAL
BALAT’TA
KOMŞULUK VE
KOMŞULARIMIZ
MAHALLE HAYATI
Ahmed Yüksel Özemre
Orhan Okay
86
78
SALACAK’TA BİR ÖMÜR
Hayri DİKKAYA ile söyleşi
72
MAHALLEDE YAŞLANMAK
İSTANBUL MEKAN
92
MİNİATÜRK MEKAN
SÜLEYMANİYE
AJANDA
94
SOĞUKÇEŞME SOKAĞI
TAKDİM
İçinde yaşadığımız çağ modern bir yaşam tarzını beraberin-
İşte bu noktada eski İstanbul’un mahalle hayatına dair akade-
de getirdi. Bununla birlikte geleneksel mahalle hayatına dair,
mik yazılar ve hatıratlardan alıntılar, şehrin yeni sakinlerine
bizi biz yapan birtakım değerlerin de yaşatılması konusu çok
rehberlik edebilir. Bu kentte bir zamanlar komşu olmak, çocuk
önemli.
olmak, gayrımüslim olmak, Üsküdar’da, Balat’ta oturmak na-
Bizler 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak bu sayı-
sıl bir duyguydu; hangi insanlık hallerini içeriyordu? Sizler için
mızda toplumsal hafızayı tazeleme ihtiyacı duyduk. Çünkü
sayfalarımızda bu sorulara cevaplar aradık.
merkez çevresinde gelişen site yaşantısı, getirdiği yeni mimari
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sözlerime son ve-
anlayışla komşuluk ilişkilerini güçleştirmekte, dayanışmanın
rirken, dergimize yazılarıyla katkıda bulunan değerli yazarlara
önüne bazı engeller koymaktadır.
ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü borç
bilirim.
SUNUŞ
İstanbul’un dönüşümü yalnızca mimari değil toplumsal ola-
plastik sanatlara yansımasını canlı tutmaktadır. Çıkarmakta
rak da gerçekleşmektedir. Geleceği biçimlendirirken geçmişin
olduğumuz 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin de bu
geleneksel değerlerini ortak toplumsal bilinçten dışlamama-
sayısında modernlikle birlikte mahallemizin yitirilme tehlikesi
lıyız. Mahalle mektebi, okula başlayan çocukların Amin alayı,
ile karşı karşıya olan değerlerini ele aldık. İsmail Kara mahalle
maniler okuyan bekçi baba geçmişte kaldı. Buna karşılık kom-
mekteplerini, Cüneyd Okay İstanbul’da çocuk olmayı, Rinaldo
şuluk, bayramlaşma, yardımlaşma, selamlaşma gibi değerleri
Marmara ise farklı kültürleri huzur içinde bir arada yaşatma-
sonraki kuşaklara aktarabilir ve şehri yalnızca binalarıyla değil
yı yazdı. Sayfalarımızda bunların dışında da birbirinden de-
insanlarıyla da ayakta tutabiliriz.
ğerli makaleler bulacaksınız. Orhan Okay ve Ahmed Yüksel
Çağdaş yerel yönetim anlayışı aynı zamanda şehrin sakinlerinin zihinlerine hitap eden entelektüel faaliyetleri de yü-
Özemre’nin anılarından yaptığımız alıntılar, akademik araştırmaları tamamlar nitelikte.
rütmeyi gerektirmektedir. Bu manada İBB Kültür AŞ yıllardır
Kültür AŞ ailesi olarak sizlerin karşısına yeni bir sayı ile çıkma-
düzenlediği etkinliklerle İstanbul’un edebiyatını, müziğini,
nın gururunu yaşıyor, iyi okumalar diliyoruz.
Kültür A.Ş.
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
8
YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVAN
ESKİ İSTANBUL’DA
MAHALLE HAYATI
10
YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE
MAHALLE / Celil CİVAN
Eski İstanbul’un ayırıcı özelliklerinden biri de mahalle yaşantısıydı.
Herkesin
birbirini tanıdığı, sınıf ayrımının bulunmadığı ve dayanışmanın yer aldığı
mahallede köpekler bile artan yemeklerden yapılan paparalarla bu toplumsal
olgudan nasibini alırdı.
1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak güvenlikli siteler karşısında varolma
mücadelesi veren, komşuluğun son kalesi mahalle hakkında sizler için bir dosya
hazırladık.
A characteristic feature of the old Istanbul was the quarter life. In a quarter with no class
distinction, everyone used to know each other and save a public spirit. Even the dogs used
to have their share from this community with the dishes.
As the 1453 Journal of Istanbul’s Culture and Art, we set up a file about the quarter life as
the last castle of the neighbourhood which is trying to survive against the secure sites.
11
OSMANLIDÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA
MAHALLE ve ÇOCUK
Cüneyd OKAY
On dokuzuncu yüzyılla beraber
çocukların farklı ihtiyaçlarının
ortaya çıkması ve onların
kendilerine göre bir hayat
tarzının mevcudiyeti, daha
çok Batı tarzı bir yaklaşımın
-belki biraz da zorlaması ileyavaş da olsa hâkim olmasıyla
başlar. Geleneksel anlamda
“çocuk”un görünür hâle
geldiği ilk mekânlar
mahallelerdi. Mahalleçocuk çerçevesi içinde
bakıldığında modern
anlayışın girmesinden
önce çocukların katıldığı
ve mahalleler çapında
düzenlenen bazı
merasimler vardı.
OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY
OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA
Talu, Osmanlı döneminde çocuğunun dört yaş dört aylıkken
okula başlatılmasının uğur sayıldığını belirterek bununla ilgiMAHALLE ve ÇOCUK
li hazırlıkların bazen birkaç ay bazen de bir sene öncesinden
başladığını ifade eder. Müstakbel mekteplinin cüz kesesi,
Cüneyd OKAY*
genel olarak anne ya da ailenin en marifetli kadını tarafından
Osmanlı döneminde ‘çocuk’ ve ‘çocukluk’un -modern an- çarşıdan alınan ya da sandıktan çıkarılan kadife, atlas ya da
lamda- görünür hale gelmesi on dokuzuncu yüzyılla bera- peluştan dikilir ve içine Sahaflar’dan tedarik edilen bir tane
ber ortaya çıkmış bir gelişmedir. Şüphesiz ki çocuklar her sarı kağıtlı Elifba-yı Osmanî konularak beklenir. Okula başlazaman vardı ve görünüyorlardı. Ancak çocukların farklı ihti- manın, Arabî aylardan Safer uğursuz sayıldığı için buna denk
yaçlarının ortaya çıkması ve onların kendilerine göre bir ha- gelmemesine özen gösterilir. Mahalle kavramı önemli olduğundan gideceği okulun, çocuğun evi ile aynı mahallede
yat tarzının mevcudiyeti, daha çok Batı tarzı bir yaklaşımın
olmasına özellikle dikkat edilerek bu okulun hocasına haber
-belki biraz da zorlaması ile- yavaş da olsa hâkim olmasıyla
gönderilir ve merasim için bir gün kararlaştırılır ki bu genelbaşlar. Geleneksel anlamda “çocuk”un görünür hâle geldiği
likle Pazartesi veya Perşembe’dir. Okula başlamadan evvel
ilk mekânlar mahallelerdi. Mahalle-çocuk çerçevesi içinde
‘zihni açık, feyzi ziyade’ olsun diye Eyüp Sultan, Baba Cafer
bakıldığında modern anlayışın girmesinden önce çocuklaya da Yahya Efendi gibi türbelere götürülüp ‘türbedara nefes
rın katıldığı ve mahalleler çapında düzenlenen bir merasim
ettirilir’. Merasim sabahı okula başlayacak çocuk, yeni elbiseolan Fenerli Sefer Duası Alayı’nı anmak gerekir:
leri, cüz kesesi ve fesinin ibriğine ya da omuzuna kurdela ile
İstanbul’da Tanzimat’tan önceki dönemde ‘sabinin duası iliştirilmiş nazarlığı ile faytona ya da midilliye bindirilir. Aile
makbul olur’ denilerek ilkokul çocukları mahallede toplanır, büyükleri, mahallenin diğer çocukları ve yetişkinleri ile beraber alay yola çıkar. Alayın önünde
gece büyük bir alay düzenlenir
kalfa, onun arkasında rahleyi taşıve yüzlerce çocuk orduların zafer
Osmanlı İstanbul’unda çocuğun yaşayan
mahalle bekçisi, daha sonra
kazanması için yüksek sesle dua
dığı mahalle ile ilişkisini kuran ve peçocuğun
mahalleden arkadaşları
ederler; tüm mahalleli de bu alakiştiren geleneksel törenler vardı. Amin
ve en arkada ailenin bütün üyeya dualarla iştirak ederdi. Reşat
Alayları,
Sünnet
Düğünleri
bunlardan
leri ve mahalleliler olmak üzere
Ekrem Koçu bu durumu ‘hem
bazılarıdır.
ilâhiler okunur ve “âmîn! âmîn”
şirin, hem rikkat uyandıran bir
diye bağırarak yürünür. Nihayet
sahne’ olarak niteler. 1769 yılınokulun kapısına gelindiğinde kurda Rus seferi için bu konu ile ilban kesilir ve çocuk kurbanın kagili çıkarılan ve İstanbul Kadısı’na
nına
basarak kapıdan girer. Bütün
hitap eden fermanda “geceleri
mahallenin ortak olduğu bu ge100-150 ve daha ziyade çocuklaleneksel merasim, çocuğun hem
rın sokak ve mahalleler arasında
ailesi, hem arkadaşları ve hem de
dolaştırılarak Müslüman çocuklaçevre sâkinleri ile beraber okulu
rın alay gösterip dua etmesi”nin
da aynı mahalleyle paylaşmanın
icad edildiği ancak son zamanbilincini aşılardı.
larda “bazı erazilden kimselerin,
Çocuğun mahallesi ve yakın çevçocukların arasına girip fesadlara
resi ile ilgisini kuran bir başka
sebep olduğu” gerekçesi ile artık
geleneksel tören de Sünnet Şöbuna izin verilmeyeceği belirtilir
lenleri idi ki yine Ercümend Ekrem
Çocuğun yaşadığı mahalle ile
kendisine has üslubu ile bunu şu
Sünnet için bekleyenler.
ilişkisini kuran ve pekiştiren ve
şekilde anlatır: Eski İstanbul’da
İstanbul’da Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını Sünnet mutlaka tek yaşlarda ve genellikle yedi yaşa basıldısürdürmüş ve bir gelenek hâlinde çocuklar için düzenlenen, ğında yapılır. Ebeveynin hâli vakti yerinde ise kendi oğulları
bütün mahallenin katıldığı “Amin Alayları’nı bu bağlamda ile beraber mahallede sünnet ettirilecek fakir çocuklar tespit
zikretmek gerekir. Bu merasimi en güzel anlatan yazarlardan edilir ve böylece bu olayın bütün mahalle için bir şölene döbiri olan Ercümend Ekrem Talu’nun kaleminden şu şekilde nüşmesine özen gösterilirdi. Yine aynı amaçla yakındaki bir
bağa ya da bahçeye çadırlar kurulur; ‘hayalci, hokkabaz, aşçı,
özetlemek yerinde olur:
14
* Akademisyen
OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY
sofracı ve çengi’lere önceden haber verilir. Şölen başlayacağı
zaman hokkabaz tekerlemeler söyler ve mahallenin kadınları
da “Maaşallah! Kırkbir kere! Koltukta güveyliğini de görürüz
inşaallah” diye yüksek sesle bağırırlar. Evin oğlu ile beraber
sünnet ettirilecek diğer çocuklar da sıra ile önceden hazırlanmış yataklara yatırılır ve mahalleli tek tek bunların önünden
geçmeye başlar ve “Maaşallah! Uğurlu kademli olsun!” temennileri dile getirilir ve irili ufaklı hediyeler verilir. Gündüz
düğünü çoğunlukla kadınlar için iken, akşam hem kadınlar
hem erkekler için daha geniş çaplı bir ziyafet verilir. Böylelikle bütün mahalle bu vesile ile bir araya gelmiş, çocuklar da
mahalle arkadaşları ile daha fazla kaynaşmış olurlardı.
Yine bu doğrultuda çocukların sokakta, mahallede oynadıkları oyunları da bir başka konu olarak ele almak gerekir.
On dokuzuncu yüzyıla kadar çocuğun oyun bağlamında
mahallesi ile ilişki kurmasında Eyüp’te imal edilen oyuncaklar ön plandadır. Tahtadan yapılmış çemberler, fırdöndüler,
kayıklar, kartondan yapılma renkli gölge oyun tasvirleri, taş
bebekler, kırmızı tüylü koyun ve kuzu, ağaç parçalarının içi
Mektebe başlayış.
oyulmak suretiyle meydana getirilmiş ve üzerlerine al ve yeşil boyalar sürülmüş sandallar, padişah kayıkları, boyalı aynalar, fırıldaklar, iki üç şerefeli camisiz minareler, tahta kılıçlar,
kamış tüfekler, davullar, tefler, düdüklü fırıldaklar, çekirgeler,
hacıyatmazlar, toprak testiler ve bardaklar bu tarz oyuncaklardan olup, İstanbul’da yirminci yüzyıla kadar varlığını sürdürmüştür.
Çocukların mahalle ya da birkaç mahalle çapında bir araya
gelmelerine vesile olan olaylardan biri de Meşrutiyet Dönemi (1908-1918)’nde kutlanmaya başlanan bayramlardır.
Dönemin basınından ve çocuk dergilerinden takip edilebileceği şekilde bu bayramlardan biri Çocuklar Bayramı’dır.
İstanbul’da Kağıthane’de kutlanan bu bayramda değişik
mahallelerden gelen çocuklar geçit merasimi yaptıktan
sonra değişik oyunlar oynamışlar, jimnastik gösterileri ve
bir futbol maçı yapmışlar, yarışmalar düzenlemişler, şarkılar
marşlar söylemişlerdi. Buna Ağaç Bayramı ve Çiçek Bayramı
da eklenebilir. Aynı şekilde İstanbul’un değişik mahallelerinde okulların kuruluş yıldönümlerine tesadüf eden günlerde
Çizen: Münif Fehim, Ercümend Ekrem, Dünden Hatıralar. Yedigün Neşriyat
15
OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY
Mektepliler Bayramı kutlanmış ve bu bayramlarda oyunlar,
eğlenceler düzenlenmiş ve bu şenliklere ailelerin de davet
edilerek bütün mahallenin çocuklarla bir araya gelerek vakit
geçirmesine dikkat edilmiştir.
Yine aynı dönemde çocukların mahallede oynadıkları oyunların da -yukarıda anlatılan oyuncakların yanında- çeşitlendiği görülür. Özelikle Balkan Harpleri’nin kaybedilmesi ile
beraber neredeyse bütün Rumeli topraklarının çok kısa
sürede elden çıkması toplumu büyük bir infial ve ihanete
uğramışlık duygusu içine itmişti. Rumeli topraklarından çok
sefil ve perişan bir halde göç etmek zorunda kalan muhacir
Türklerin, özellikle İstanbul’a gelip değişik yerlere geçici/kalıcı olarak yerleştirilmeleri bu duyguları perçinlemişti. Çocuk
oyunları da bu yeni zuhur eden duruma göre farklı bir hal almıştı. Çocukların sokakta, mahallede oynadıkları bu tarz yeni
Sünnet düğünü.
16
oyunlardan biri Türk Oyunu idi ve şu şekilde oynanıyordu.
Çocuklar sokakta bir araya gelir ve içlerinden biri sorar:
“Arkadaş sen kimsin?”
En önde olan cevap verir:
“Ben bir Türk’üm”,
“Nereye gidiyorsun?”
“Düşmanlarımla harp etmeye gidiyorum. Ya gazi olacağım ya
şehid”
Arkadaki çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:
“Biz de Türk’üz, bizi de al!”
Oyunun kalan bölümünde cephane toplanır ve harp etmeye
gidilir.
Çizen: Münif Fehim, Ercümend Ekrem, Dünden Hatıralar. Yedigün Neşriyat
OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY
Balkan Harplerindeki en önemli düşman konumunda olan
Bulgarlar ise bir başka sokak oyununa adını vermiştir: “Bulgar Kaçtı”. Oyun şu şekilde oynanır; çocuklardan biri ebe
olur. Eline ucu düğümlenmiş bir mendil olan turayı alır. Bir
sırada ayakta duran ya da oturan arkadaşlarının arkasından
iki defa geçer ve turayı herhangi birinin arkasına koyar. Sonra önlerine geçerek herhangi birine “Bulgar nerede?” diye
sorar. Karşısındaki çocuk “Bulgar kaçtı” diye cevap verir. Ebe
tekrar “Bulgar nereye kaçtı?” diye sorar. Diğeri turanın arkasında olduğunu tahmin ettiği bir başka arkadaşının ismini şu
şekilde verir: “Korkusundan Mehmed’in arkasına saklanmış”.
Cevap doğru değilse yani arkasına tura saklanan arkadaşını
bilememişse ceza olarak kollarını on defa kaldırıp indirir. Bu
sefer tura kimin arkasında çıkmışsa ebe o olur.
İstanbul’da oynanan benzer bir oyun Düşman Askerleri’dir.
Çocuklar bir araya gelirler ve önce hep bir ağızdan “Yaşasın
Vatan!” diye bağırırlar ve yürümeye başlarlar. Mahallenin sokaklarını dolaşırken bir yandan “Vatan için can veririz, şan
alırız. Bu nam ile bu şan ile yaşarız. Yaşasın vatan, yaşasın millet!” diye bağırırlar. Parmaklıkların karşısına gelince dururlar.
En öndeki çocuk “Haydi vatan kardeşleri hücum” der ve hep
beraber parmaklıklara saldırırlar. Parmaklığı ilk deviren ço-
cuk oyunu kazanmış olur. Bunların dışında yine Taklit, Kuş
Uçtu, Kurt Kuzu, Hücum Emri, Esir Almaca, Renk Oyunu, Fes
Düştü, Kale Kaçkını, Çuval Kokusu gibi sokak aralarında ve
mahallede oynanan oyunları da saymak mümkündür. Mehmet Halit Bayrı, bunların dışında, Öt Kuşum, Köşe Kapmaca,
Elim Üstünde Kalsın, Zıpzıp, Kadifeci Güzeli’nin de aralarında
bulunduğu elli sekiz çocuk oyununu ayrıntıları ile tarif eder.
Sonuç olarak gerek geleneksel törenler ve oyuncaklar ve
gerekse zaman içinde zuhur eden oyunlar ve bayramlar ile
Osmanlı dönemi İstanbul’unda çocuk algısının değişmesi ile
beraber mahalle-çocuk ilişkisinin görünüşü değişse de içerik, anlam ve hedef olarak öteden beri var olan çocuğa yaşadığı çevre ile bir bağ kurma anlayışında önemli bir değişiklik
görülmemiştir.
KAYNAKÇA
• Ali Rıza Bey (Balıkhane Nazırı). Bir Zamanlar İstanbul. (hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu). İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser
• Bayrı, Mehmet Halit. İstanbul Folkloru. İstanbul: A.Eser Yayınları. 1972
• Ercümend Ekrem[Talu]-(Münif Fehim Özarman). Dünden Hatıralar. İstanbul: Yedigün Neşriyat.
• Koçu, Reşad Ekrem. İstanbul Ansiklopedisi. Cilt:8. İstanbul: Koçu Yayınları. 1966.
• Nutku, Özdemir. “Osmanlı Şenliklerinde Çocuk”. Toplumsal Tarihte Çocuk. (hazırlayan: Bekir Onur]. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 1993
• Okay, Cüneyd. Meşrutiyet Çocukları. İstanbul: Bordo Kitaplar 2000.
17
MAHALLE MEKTEPLERİ
İsmail KARA
Mahalle mekteplerinin folkloru da eski
mahalle kadar canlı ve renklidir. Çocuk
kıyafetleri, âmin alayı öncesi türbe
ziyaretleri ve çocukların tesbihten
geçirilerek okunup üflenmesi, cüz
kesesi, minder, rahle, hilal, sürec,
elifba, supara, cüz cumhur ilâhîleri,
çıkınların düzüldüğü bevvab sırığı,
mürekkep yalamak, dua, ziyafetler,
şekerleme ve tatlılar, hoca
hediyeleri...
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri
MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ
İsmail KARA*
Hatırat metinlerinin coğrafyaları hayli farklı, bazıları birbirine
çok uzak olmasına rağmen bu yaygın eğitim kurumundaki
teamüllerin, derslerin, kitapların, merasimlerin, binaların,
ilâhîlerin, ifadelerin, tarz ve üslubun, eşyanın bu ölçüde birbirine benzemesi, daha doğrusu bu kadar geniş bir coğrafyada bu ölçüde “renkli” bir bütünlüğün sağlanmış olması da
dikkat çekici. 1
Mahalle mekteplerinin merasimleri, gelenekleri, eğitim-öğretim tarzı, mimarisi, folkloru, binaları, eşyası... hasılı onun
kendine mahsus dünyası hatırat kitaplarında en çok tesadüf
ettiğimiz, en ziyade zevkle okunan kısımlardır. Çocuksuluk, Mahalle Mektebi Kadrosu
gürültü, kalabalık, neşe ve yaramazlıklarla dolu hususi anlar, Asırlara dayanıklı bu kurumların vakfiyelerde ve kaynaklarda
hoca-talebe, cami-mahalle münabirkaç adı geçiyor: Sıbyan mektesebetleri, bilginin, din ve ahlâk külbi, Mekteb-i sıbyan, Taş mektep,
“Âmin alayı” veya “bed-i besmele
türünün küçük yaşlardan itibaren
Muallimhane, Muallimhane-i sıbcemiyeti” mahalle mektebinin ilk
kişiliklere sirayeti, zengin ve renkli
yan, Dâru’t-talim…
tipler, eşyalar, teamüller; gelenekadımıdır: Mektebe yeni verilecek
“Âmin alayı” veya “bed-i besmesel hayatımızda okumaya, okuyaçocuğun coşkulu ve kalabalık bir
le cemiyeti” mahalle mektebinin
na atfedilen değer, dinî inançların
törenle evinden alınıp mektebe
ilk adımı. Mektebe yeni verilecek
ve kültürün hayatın her alanına
getirilmesi
ve
ilk
dersini
hocasının
çocuğun
coşkulu ve kalabalık bir
derinliğine nüfuz etmesi, halkın
önünde alması merasimi.
törenle evinden alınıp mektebe
eğitime katılımı... gibi birbirini besgetirilmesi ve ilk dersini hocasının
leyen ögeler…
Ressam Hüseyin Rıfat Keçeci’nin fırçasından Amin Alayı,
20
*Akademisyen
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA
önünde alması merasimi hem sembolleri hem de yapılış şekli itibariyle bugün bile daha mükemmelini bulamadığımızı
zannettiğim, hatır ve hayalden çıkmayacak tam bir şölen.
Herhalde eski insanların hayatlarının sünnet, düğün-evlilik
gibi en önemli bir-iki hadisesinden biri. Onun için çok anlatılmış ve yazılmış, çok resmedilmiş ve çizilmiş. Hatıralarda en
geniş ve en zengin şekilde tahkiye edilen unsurların başında
bu cümbüşlü merasim geliyor.
Sıbyan mekteplerinin eğitim ve hizmet kadrosu şüphesiz
yere ve zamana göre değişiyor. Birçok yerde sadece tek kişi
var: Hoca; neredeyse her şeyi o yapıyor. 20-30, belki bunun
iki misli talebe ile tek başına eğitim-öğretim faaliyetlerini
yürütüyor. Fahri yardımcıları bazan cami cemaatı, bazan işten anlayan, biraz mürekkep yalamış, hafızlığı olan veliler ve
mahalle sakinleri. Hocaların önemli bir kısmı aynı zamanda
köyün, mahallenin camisinin imamıdır. Belli bir düzeyde
medrese eğitimi almış ve sadece mektep muallimliği yapan
hocalar da vardır.
Vakfiyelerden, arşiv kayıtlarından ve hatırat yazılarından yola
çıkarak mahalle mekteplerinin en geniş ve imkânlı kadrosu
şöyle resmedilebilir.
1. Hoca veya muallim. Yaygın teamüle göre hoca bir tane
olur. Birden fazla hoca veya muallim varsa “muallim-i evvel,
muallim-i sâni” (birinci, ikinci muallim) diye adlandırılırlar.
Modernleşme döneminde, 1869’da kız çocuklar (inâs) için
müstakil mektepler de açılmış, bunlar için kadın hocalar ve
muallimeler tayin edilmiştir.
2. Kalfa. Kalfa (halife) hocanın yardımcısıdır ve o olmadığı
zaman kendisine vekâlet eder. Birden fazla kalfa varsa başkalfa ve kalfa ayırımı yapılır. Kalfalar daha ziyade mahalle camilerinin müezzinlerinden olur. Bazı kayıtlarda hoca ve kalfa
dışında hâce-i küttab, hâce-i kurra, hâce-i meşk, hâce-i fıkıh
ifadeleri de geçmektedir. Bunlar muallim-i evvelin haricinde
Arapça sarf-nahiv öğreten, hafızlık yaptıran, güzel yazı meşk
eden ve ilmihal bilgileri veren hocalar olmalıdır.
3. Bevvab. Kapıcı mânasına gelen bevvab hocadan sonra
mahalle mektebinin en çok fonksiyon icra eden elemanıdır.
Sabah mektebi açar, mahalleden çocukları toplar, talebenin
yemek çıkınlarını omuzundaki sırığına dizer, temizlik, su ve
asayiş işleriyle ilgilenir, âmin alaylarının icrasında bulunur,
çocukları gözetir, dış disiplini sağlar...
Bazı vakfiye kayıtlarında bevvabdan ayrı olarak “ibrikçi, ferraş, müstahfız, hademe-i mektep” adları altında başka hizmetlilerden bahsedilirse de bunlar adlarından anlaşılacağı
üzere kalabalık veya vakıf tahsisleri ve gelirleri fazla olan
mekteplerde bevvabın yardımcıları veya onun vazifelerini
yerine getiren, paylaşan ilave kişiler olmalıdır.
Vakıf mekteplerin eğitim ve hizmet kadrosunun vazifeleri, nitelikleri ve alacakları ücret, vakfiyelerde tayin edilmiştir. Ayrıca devlet ricalinin düğün, sünnet, bayram gibi farklı sebep
ve vesilelerle bunlara atıyye, ihsan, hediye gönderip dağıttıkları da bilinmektedir. Âmin alayı ile mektebe yeni başlayan
veya “ferğab”a çıkan, yahut eğitim-öğretimini tamamlayan
çocuğun velisinin hocaya ve hizmetlilere bir miktar para ve
hediye vermesi, davetlilerin ve çocukların da katıldığı topluluğa yemek, tatlı ikram etmesi de yerleşik adetler arasında
gözüküyor.
Müstakil bir vakfa sahip olmayan küçük yerleşim birimlerindeki mekteplerin eğitim ve hizmet kadrosunun müstakil ve
düzenli bir maaşı yoktur. Köylerin, mahallelerin veya talebe
velilerinin hocaya senelik, mevsimlik veya aylık aynî-nakdî
ücret ve hediye vermeleri yaygın bir teamül ise de bunun
belli bir ölçüsü ve nizamı bulunmamaktadır.
Hocalar konusunda eklenmesi gereken son nokta, hususen
şehirlerde mahalle mektebi seviyesindeki eğitimin hususi
hocalar tutularak, hocanın veya talebenin evinde birebir bir
eğitim-öğretim tarzında da yapıldığıdır. Hususi hoca sözkonusu olduğunda sıbyan mekteplerinde okutulan derslerin
yanısıra hocanın veya talebenin kabiliyeti, kapasitesi ve tercihleri doğrultusunda Arapça, Farsça merkezli özel dersler ve
mûsiki, hat gibi güzel sanat dallarında meşkler de devreye
girecektir.
Dersler ve Eğitim-Öğretim Tarzı
Mahalle mekteplerinde okunan dersler, XIX. asrın ikinci çeyreğine kadar mektebin şehirde, kasabada, köylerde oluşuna
göre değiştiği gibi vakfiye şartlarına, dönemlere, hocalara
göre de farklılıklar gösteriyor. Yine de namaz surelerini ve
dualarını düzgün okuyacak kadar bir Kur’an okuma ve tecvid bilgisi, şu veya bu düzeyde ilmihal (itikat, ibadet, ahlâk)
öğretimi, namazların kılınışını fiilen öğreten bir tatbikat ve
“Şol cennetin ırmakları”, tekbir, salavat başta olmak üzere bir
dinî mûsiki zemini ortak denebilecek muhtevada ve hissiyatla bütün mekteplerde öğretiliyordu. Bazı kayıtlarda geçen
“ilm-i edyan” dersinin bugün anlaşıldığı mânada bir tür dinler tarihi dersi olmaktan ziyade manzum veya mensur kısas-ı
enbiya muhtevasında olması daha makul gözükmektedir.
II. Bayezid’in vakfiyesinde yer alan aşağıdaki ifadeler, derslerle alakalı bu çerçevenin hayli erken bir zamanda teşekkül
ettiğini göstermektedir:
“Ve bir sâlih hafız-ı Kelâmullah ve namazın erkânın ve şerâitin
[şartlarını] bilir ve sıbyan talimine münasip ve kâdir kimesne
Muallimhane’de eytâmdan [yetimlerden] ve sıbyan-ı fukaradan otuz nefer oğlancıklara yevm-i Cumadan gayrı günlerde
Mushaf-ı kerime baka, Kur’an metni okuta ve kemâ-yenbağî
21
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA
22
Üstte: Ayasofya İbtidai Mektebi, aşağıda: Davutpaşa Mektebi, Süheyl Ünver
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA
yarı nizami eğitimin nerede ise tamamı veya büyük kısmıdır. Bazı mahalle mektepleri veya mahalle mekteplerinin
bir kısmı aynı zamanda hafızlık yapılan merkezler olarak da
gelişme göstermiştir. Yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla mahalle mektebi hocası mektebin müstakil bir odasında veya
belli saatler arasında hafızlık yapan talebelerle ilgilenmektedir. Sadece hafız yetiştiren hocalar da elbette vardır. Burada
vakfiye, hocanın şahsî durumu, okutma arzusu ve imkânları
kadar kabiliyetli talebeler ve velilerin talepleri de etkili ve belirleyici olmaktadır.
Haseki Evliya Hoca İlk Mektebi, Süheyl Ünver
[gerektiği gibi] öğrete ve bildire ve mazilerin [önceki] ve geçmiş derslerin dinliye. Ve namaza müteallik nesneleri okuta
ve bildire. Ve tedibe [terbiyeye] muhtaç olanları tedib-i şer‘î
ile tedip eyleye. Ve hizmetinde dahi cidd ü sa‘y eyleye. Ve
destur vericek [derslerin bitiminde] vâkıfın [vakıf mektebi yapanın] ruhiyçün ve kabul-i tilavet-i eytâm [yetimlerin
okudukları duanın kabulü] içün dua ettire. Ve bir salih kimse
ne anda halife [kalfa] ola, sıbyan okutmakta ve bildirmekte,
mazilerin dinlemekte ve tedipte muallime dâim muavenet
eyleye”.2
Daha çok kış aylarına münhasır kalan köylerdeki mahalle
mektebi eğitiminde ezbere ve tekrara dayanan şifahî öğretim ağırlık kazanırken şehir ve kasabalarda kitaptan okuma,
hatta yazı yazma (hüsn-i hat, meşk) da yaygındı. Bazı vakfiyelerde meşk dersi ve hâce-i meşk hususen tasrih edilmektedir.
Şiir halinde telif edilen ve Arapça-Türkçe, Farsça-Türkçe küçük bir sözlük muhtevasında olan Sübha-i Sıbyan kitabının
da bazı mahalle mekteplerinde ya şifahî veya okuyarak öğrenildiğini ve ezberlendiğini biliyoruz. Yaygınlık derecesini
bilmemekle beraber bazı vakfiyeler, mahalle mekteplerinde
Arapça sarf-nahiv ve Farsça öğretilmesini de şart koşmaktadır. I. Abdülhamid’in vakfiyesinde geçen şu ibareler bunu
gösteriyor:
“Ve ulema-yı âmilînden ulûm-ı Arabiyede mahir ve
tetkik ile istihrac-ı mesâile kâdir bir kimesne dahi
mekteb-i şerif-i mezkürda hâce-i küttâb olup mekteb-i
münife müdavemet üzre olan sıbyandan sahib-i râst
u sedad ve bâliğ-i nisab-ı istidat olup ulûm-ı şettâ
nahvine kudretin sarfedenlere tedris-i ulûm-ı Arabiye
ve talim-i lugat-ı Farisiye-i dürriye eyleye”. 3
Hafızlığı da bu derslere ve zemine eklediğimiz zaman geleceğimiz nokta, aşağı yukarı medrese öncesi yaygın veya
Mahalle mektepleri, XIX. asrın ikinci çeyreğinden itibaren daha nizami ve programlı bir tedrisat yapan Mekteb-i
İbtidaîlere, giderek İlkmekteplere dönüşürken ders adetleri, adları ve programları da gelişip zenginleşiyor, netleşiyor.
Meselâ 5 Rebiulevvel 1317 / 30 Haziran 1315 / 1897 tarihli
ve Kuşadası Mekteb-i İbtidaisi’nden Mehmed Razi Efendi b.
Tevfik Bey’e verilen bir mahalle mektebi diplomasında okunan dersler şöyle verilmektedir: 1. Kuran-ı Kerim, 2. Tecvid,
3. İlmihal, 4. Tarih-i Osmanî, 5. Sarf-ı Osmanî, 6. Coğrafya-yı
Osmanî, 7. İmlâ, 8. Hesap, 9. Hüsn-i hat.4 II. Meşrutiyet devrinde hayli yaygınlaştıklarını göreceğimiz, kişilerin açtığı hususi
mekteplerin programları bazı farklılıklar taşısa da aşağı yukarı aynıdır.
Mahalle Mektebi Folkloru ve Mimari Özellikler
Mahalle mekteplerinin folkloru da eski mahalle kadar canlı
ve renkli. Çocuk kıyafetleri, âmin alayı öncesi türbe ziyaretleri ve çocukların tesbihten geçirilerek okunup üflenmesi, cüz
kesesi, minder, rahle, hilal, sürec, elifba, supara, cüz, cumhur
ilâhîleri, çıkınların düzüldüğü bevvab sırığı, mürekkep yalamak, dua, ziyafetler, şekerleme ve tatlılar, hoca hediyeleri,
falaka, değnek, tek ayak üstünde durma cezası, devam tahtası, talebelerin ayakyoluna gidip-gelme tabelaları (gitti-geldi levhası), su küpleri veya fıçıları, mektep içi duvar hatları,
yemek çıkınları, “ferğab”a çıkmak, takke kapmak, azat olmak,
bal mumu yapıştırmak, post (minder) kavgası...
Daha ziyade yaptıranın adıyla anılan ve çoğu vakıf olan sıbyan mekteplerinin mimarisi ve külliyeler içinde veya mahallelerde konumlanışı da eğitime dönük, kültürel-insanî ve
estetik hususiyetler arzediyor. Osmanlı mimarisinde külliyelerin nerede ise ayrılmaz bir parçası, dolayısıyla bir mimari
hatta belki tezyinî unsur haline gelmiş gibi. Bölge farklılıklarının mimariyi ve kullanılan malzemeyi etkileyip belirlemesi
mahalle mekteplerine de intikal ediyor. Onun için zaman ve
zemine göre farklı tarzlar gelişmiş. “Taş mektep” adlandırması da mimariyle ve kullanılan malzemeyle alakalı. Ahşap ve
yarı kârgir olanları da var.
23
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA
Mektepler külliyelerde birçok şekilde karşımıza çıkıyor: Bazan müstakil ve küçük, iki katlı, kubbeli veya tonozlu bir
“biblo” bina olarak, bazan türbenin hemen arkasında veya
bitişiğinde, bazan da sebil ve çeşmelerin, büyük giriş kapısının hemen üstünde kendisine mutena bir yer buluyor; ezan
seslerinin, ibadetin, ölümün ve ebediyetin, sessizliğin, su şarıltısının, âb-ı hayatın, hayr u hasenatın, kuş evlerinin, cıvıltıların, asırlık çınar ve selvi ağaçlarının, hat istiflerinin, mezar
taşlarının yanıbaşında, gölgesinde...5
Bazı Vakfiye Kayıtları ve Dökümler
Mahalle mekteplerinin kurucuları ve meskun bölgelerdeki
dağılımları ile kadroları ve talebe sayıları konusunda elimizdeki bilgiler hâlâ sınırlıdır. Padişahlar, sultan eşleri, devlet
erkânı başta olmak üzere hayır sahibi esnafın, ağaların, efendilerin yaptırdığı mektepler var. Muallim Cevdet’in 1919 yılında yaptığı bir tesbite göre İstanbul’daki 183 vakıf mektebi
(bu sayı mekteplerin tamamını göstermiyor) banisinin dağılımı şöyledir: Hükümdarlar 7, hanım sultanlar ve saraylı kadınlar 39, Paşalar 35, esnaf ve ağalar 60, bey, çelebi ve efendiler
426. XIV-XVI. asırlar Bursa’sındaki 134 mektebin kurucularının
24
sosyal konumları ise şöyle tesbit edilmiştir: Sultanlar ve hanedan mensupları 17, devlet adamları 13, ilim adamları 25,
tüccar 33, esnaf 5, tesbit edilemeyenler 41.7
İlk sıbyan mektebinin Fatih tarafından Dâru’t-talim adıyla
Fatih külliyesi içinde kurulduğu, kaynakların birleştiği bir
husustur. Fatih vakfiyesindeki kayda göre mektebe yetim ve
fakir çocuklar alınacak ve talebelere gündelik harçlıklar verilecektir. Fatih’in mufassal Ayasofya Vakfiyesi’nde de sıbyan
mektebi kısmı için hususi bir bent bulunmaktadır:
“Vâkıf, -Allah mülkünü daim kılsın- Ayasofya Camii’ne
bitişik ve batıya meyilli olan kapının yanında bulunan
bir menzili mektep (dâru’t-talim) olarak tahsis eylemiş
ve bu mektebe Müslüman yetim ve yoksulların çocuklarına Kur’an öğretmek ile meşgul olacak bir muallim tayin eylemiştir.
Vâkıf şöyle şart koşmuştur ki; eğer yetim çocuklar yeterince bulunursa bunların talimi ile meşgul ola, eğer
yeteri kadar yetim çocuklar bulunmazsa Müslüman
fakirlerin çocuklarına da Kur’an talim eyleye.
Kağıthane Daye Hatun Sıbyan Mektebi ve Talebeler, 1890
Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA
Muallim için günlük 6 akçe, mektebin halifesi [kalfası]
için günlük 2 akçe, mektebin temizliği ve koruması ile
meşgul olacak olan kayyımı için ise günlük 1 akçe tahsis kılmıştır”.8
II. Bayezid vakfiyesinde de mektep çocukları için harçlık ve
yemek tahsisatı yapılmıştır.9
İstanbul’daki mahalle mektepleriyle ilgili yayınlanan belgeler, vakfiyeler, istatistikler ve dökümler, en azından XIX. asrın
başından itibaren mekteplerin sayıları hakkında bir fikir verecek seviyeye ulaşmıştır denebilir:
II. Mahmud devrinde düzenlenmiş 1226 (1811) yılına ait bir
atıyye belgesinde sadece Galata kazası (Beyoğlu, Kasımpaşa,
Tophane, Beşiktaş, Boğaz’ın Rumeli yakası) içinde bulunan
79’u erkek, 40’ı kızlar için olmak üzere toplam 119 mahalle
mektebinin dökümü ve hocalarının adları verilmektedir.10
Galata’nın dışında kalan Nefs-i İstanbul (Suriçi), Eyüp (Haslar, Havâss-ı refîa) ve Üsküdar’da da bu sayıya yakın mahalle
mektebinin olduğu düşünülürse bütün İstanbul’da 350-400
civarında mahalle mektebinin olduğu neticesine varılabilir.
II. Abdülhamid devrinde, 1309 (1893) tarihinde Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin İstanbul’da 300’ün üzerindeki bütün
vakıf sıbyan mektepleri için hazırladığı “İstanbul ve bilâd-ı
selâsedeki vakıf sıbyan mektepleri” başlıklı mufassal dökümler, bu mekteplerin isimleri, dağılımları, kadroları, maaşları,
talebe sayıları, tahsisatları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. 11
İstanbul Belediyesi’nin 1335 (1919) senesi için yayınladığı
istatistiklere göre İstanbul’da 29’u hususi mektep statüsünde olmak üzere 227 mektep bulunmaktadır. 29 hususi mektepte 154 muallim, 35 muallime (kadın hoca), 3705’i erkek,
1148’i kız olmak üzere toplam 4853 talebe; 198 resmi mektepte 930 muallim, 560 muallime, 13480’i erkek, 10630’u kız
olmak üzere 24110 talebe bulunmaktadır.12
Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıktıktan sonra yapılan bir tesbitte İstanbul’da, bir kısmı arsa, kirada veya muattal olmak
üzere 370 civarında vakıf mahalle mektebinin bulunduğu
tesbit edilmiştir.13 Turgut Kut’un notlayarak yayınladığı ve
1923-28 yılları arasında tarihlendirilebileceğini tahmin ettiği
“Mekâtib-i Vakfiye Cedveli” başlıklı (muhtemelen eksik) yazma listede ise 318 mektebin adı verilmekte, bulundukları yer
ve mevcut durumları tasrih edilmektedir.14
Şeriye sicillerine dayalı olarak Bursa sıbyan mektepleri üzerine yapılan bir çalışmada XIV-XVI. yüzyıllar Bursa’sında 134
mahalle mektebi tesbit edilmiştir15 ki bu rakam aynı asırlardaki büyük Osmanlı şehirleri için bir tahmin ve değerlendirme rakamı olarak mütalaa edilebilir kanaatindeyiz.
DİPNOTLAR:
1
Mahalle mektebi hatıralarının büyük bir kısmı kitap halinde derlenmiştir: İsmail Kara-Ali Birinci, Mahalle / Sıbyan Mektepleri - Hatıralar Denemeler Tetkikler, İstanbul, Dergâh Yay., 2005.
Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, Eser Yay., 1977, I-II, 83. Kanuni’nin Süleymaniye vakfiyesinde geçen benzer ifadeler için bk. Süleymaniye Vakfiyesi, haz. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ankara, 1962, s. 37.
2
Ergin, age, I-II, s. 86-87.
3
bk. Faruk Öncüoğlu, “Bir taş mektep diploması”, İstanbul, sayı: 24, Ocak 1998, s. 116-17.
4
Mimari açıdan İstanbul suriçi mahalle mekteplerini tetkik eden akademik bir çalışma için bk. Özgönül Aksoy, Osmanlı Devri İstanbul Sıbyan Mektepleri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul, 1968.
5
Turgut Kut, “İstanbul sıbyan mektepleriyle ilgili bir vesika”, İstanbul Armağanı - 3: Gündelik Hayatın Renkleri, ed. Mustafa Armağan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., 1997, s. 348 (Bu makale ilk önce Journal of Turkish Studies - Türklük Bilgisi Araştırmaları dergisinde neşredilmiştir; sayı: 2, Cambridge 1978, s. 55-84); Osman Ergin, age, I-II, 89.
6
Mefail Hızlı, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri, Bursa, Uludağ Üniversitesi Basımevi, 1999, s. 46.
7
Ahmet Akgündüz - Said Öztürk - Yaşar Baş, Üçdevirde Bir Mabed: Ayasofya, İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2005, s. 3003.
8
bk. Osman Ergin, age, I-II, 82-83; Turgut Kut, age, s. 348.
9
Metin ve değerlendirme için bk. Nuri Akbayar, “1811’de Mahrse-i Galata’da tekkeler ve mektepler”, Tarih ve Toplum, sayı: 149, Mayıs 1996, s. 16-20; Ahmet Nezih Galitekin, Osmanlı Kaynaklarına Göre İstanbul, İstanbul, İşaret Yay., 2003, s. 873-880.
10
11
BOA, EV, nu. 24462’deki bu belgenin neşri için bk. A. N. Galitekin, age, s. 881-945.
1335 Senesi İstanbul Belediyesi İhsaiyat Mecmuası, Dersaadet, Matbaa-i Osmaniye, 1337, s. 89.
12
13
Ergin, age, I-II, 89-90.
14
Turgut Kut, agm, s. 347-74.
Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyıl İstanbul sıbyan mektepleri için verdiği 1299, 1993 rakamları araştırmacılarca hayli mübalağalı bulunmuştur; bk. Ergin, III, 89 (“Çelebi’nin verdiği rakamların bazan sağdan bazan soldan birer hanesi daima fazladır. Meselâ burada soldan bir haneyi kaldırırsak 299 kalır ki bu kadar mektep İstanbul için çok görülmez”); T. Kut, agm, 349. Alfons M. Schneider’in 17 Haziran 1718’de vukubulan yangında 1601 mektebin yandığı yolundaki tesbiti de aynı şekilde mübalağalı olmalıdır; T. Kut, agm, s. 349 / dn. 17.
15
Mefail Hızlı, age. Kitabın 89-174. sayfaları arasında alfabetik olarak her mektep hakkında bilgi verilmektedir.
25
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve
TERMİNOLOJİSİNE
DAİR YİTİRDİKLERİMİZ
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
Yeliz OKAY
26
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
Küreselleşen dünyaya uyum sağlayan toplumumuzda yitirdiğimiz
olgulardan biri de yakın komşuluk ilişkilerinin kurulduğu en küçük
sosyal yapı olan mahalle ve onun oluşturduğu mahalle kültürüdür.
Bu durumu özellikle günlük konuşma dili çerçevesinde irdelemek
mümkündür. Mahalle kelimesi başta olmak üzere mahalle
yaşantısından günlük dile yerleşmiş olan kavramlar
bugün artık yerini post-modern yaşantının kavramlarına
bırakmıştır.
27
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR
YİTİRDİKLERİMİZ
Yeliz OKAY*
Küreselleşen dünyaya uyum sağlayan toplumumuzda yitirdiğimiz olgulardan biri de yakın komşuluk ilişkilerinin
kurulduğu en küçük sosyal yapı olan mahalle ve onun oluşturduğu mahalle kültürüdür. Bu durumu özellikle günlük konuşma dili çerçevesinde irdelemek mümkündür. Mahalle kelimesi başta olmak üzere mahalle yaşantısından günlük dile
yerleşmiş olan kavramlar bugün artık yerini post-modern
yaşantının kavramlarına bırakmıştır. Pragmatist bir eğilimle
bilinç-dışı olarak tüketilen mahalle terminolojisi bugün artık
sosyolojik bağlamda insanımız için bir nostalji haline dönüşmüştür .
olarak ortaya çıkan mahalle baskısının eyleme dönüştüğü ve Ercüment Ekrem’in mizahi bir üslupla kaleme aldığı
“mahalle baskını” da bugün artık yaşanmayan bir durumdur. Dünden Hatıralar’da ‘Baskın’ başlıklı yazısında mahalle
baskınına değinen Ercüment Ekrem, Osmanlı muhafazakâr
mahalle yaşantısında münasebetsiz olarak tanımlanan bir
birlikteliğin asıl rezil tarafının, mahalleli tarafından baskına
uğrayıp karakola düşmek ya da kaçacağım derken düşüp bir
yerini kırmak olduğunu ifade eder. Yazıda mahalle namusunu korumak gerekçesiyle hafif meşrep tâbir olunan, mahalleli tarafından tecessüsle bakılan yalnız bir kadına cumbada
oturup evini gözetlemek suretiyle yapılan mahalle baskısına
da yer verilir. Şayet gözetlenen kadının evine bir yabancının
girdiği mahalleli tarafından fark edilirse önde mahalle imamı ve muhtar ile ileri gelenler olmak üzere Kanun-ı Esasî’de
haneye tecavüz maddesi olduğunu umursamaksızın kadının
evine hücum edildiğini, hızlıca tokmağı birkaç kez vurduktan sonra kapıya yüklenip içeri girildiğini söyleyen Ercüment
Ekrem, mahallelinin genelde misafirini camdan ya da arka
kapıdan kaçıran kadının sitemli bakış ve sözlerinden duydukları mahçubiyet ile evlerine döndüğünü, okuyucuyu güldüren bir ifade ile anlatır.
İstanbul’un mahalle kültürü, gerek yerleşim gerekse ilişkiler
bağlamında kozmopolit sosyal yapıya uygun şekillenmiş ve
sosyal yapıdaki değişimle birlikte zaman içinde toplumsal
kültürün yitirilen yüzü olmuştur. Bu anlamda günlük konuşma dilinde İstanbul’un mahalle folkloruna ilişkin terminoloji
büyük ölçüde yitirilmiş, kalan
bölümü ise küreyerellik bağlaGünümüzde toplumdaki bireyselleşme ve
mında anlam değişikliğine uğramıştır.
yabancılaşma nedeniyle sadece coğrafi/
Günümüz İstanbul’unda ise
bugün artık fiili ve terminolojik anlamda yitirilen mahalle
baskını veya mahalle namusu
kavramlarının tartışmalı yönleri
de bir kenara bırakılacak olunursa; coğrafi/idarî bir mekânı
paylaşma anlamında, mahallelinin komşusunun ölüm haberini
akşam haberlerinden öğrendiği
gerçeği ile yaşayan bir toplumla
karşı karşıya olunduğu gerçeği
Osmanlı İstanbul’unda ‘mahalidarî bir tanımdan ibaret olarak adreslerleli’ denildiği zaman, aynı made yer alan mahalle kavramına özgü yeni
hallede yaşayan ve birbiri ile ilişbir mahalleli tanımı mevcuttur: Paylaşımkileri olup zaman zaman sosyal
dan yoksun, sadece aynı coğrafyada buyapıya zarar verecek bir tutum
lunmaktan ibaret bir mahalleli tanımı.
karşısında ortak tavır sergileyerek yaptırım uygulayabilen topluluk anlaşılmaktaydı. Bu topluluğun paylaşım, dostluk, duyarlılık gibi geniş bir yelpazede göz ardı edilmemelidir.
ifadesini bulan hâkim duygu durumu söz konusuydu. Ancak Mahalleye dair terminolojiden günümüze ulaşmayan bir
günümüzde toplumdaki bireyselleşme ve yabancılaşma nebaşka kelime de ‘mahalleci’dir. Mahalleci, mahalle mahalle
deniyle sadece coğrafi/idarî bir tanımdan ibaret olarak addolaşıp maniler söyleyerek pazarcılık yapan esnaf olarak tareslerde yer alan mahalle kavramına özgü yeni bir mahalleli
nımlanır. Bugünün tabiri ile seyyar satıcı diye bilinen mahaltanımı mevcuttur: Paylaşımdan yoksun, sadece aynı coğrafleciler Osmanlı İstanbul’unda mahallenin geçmesini bekleyada bulunmaktan ibaret bir mahalleli tanımı. Artık, “Mahalleli ne der?” cümlesi bu anlamda yitirilmiştir ve yitirilmesinin diği ve geçtiği saat belli olan esnafı idi.
modernlik mi yoksa yoksunluk mu olduğu düşünülmeden Bir başka mahalle emektarı ise özellikle Osmanlı’da mahallezaman zaman telaffuz edilen bir ifadeye dönüşmüştür.
linin güvenliği için kolluk gücü olarak görev yapan mahalle
Yine bu bağlamda mahalle baskısı kavramı, sosyoloji ter- bekçileri idi. Bugün mecaz anlamda da kullanılan ‘mahalle
minolojisinin bir parçası olarak akademik dilde varlığını bekçisi’ o dönemde İstanbul’un mahallelerinde güvenlikten
sürdürmektedir. Ancak toplumsal yaşam bu noktada ana- sorumlu imamlar ve muhtarlar tarafından seçilen; mahalleliz edildiğinde coğrafi ölçek olarak mahalle sınırlarını aşan; nin en güvenilir insanları idi. Düzenli bir maaşları olmadığı
daha çok ideolojik bir tutumun ifadesi olarak, bu kavram gibi her ayın sonunda ev ev, dükkân dükkân dolaşarak esnaf
güncelliğini korumaktadır. Mahallede farklı olana mahalle- ve ailelerden bekçi harcı alırlardı. İstanbul mahallelerinde
linin birleşerek tavır aldığı, müeyyide uyguladığı bir tutum sokakların az veya çokluğuna ya da coğrafi alanın genişliği28
*Akademisyen
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
Mahalle bekçisi
Kaynak: Muhtar Yahya Dağlıoğlu. İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mani Katarları. İstanbul : Türk Neşriyat Yurdu. 1948
29
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
30
ne bağlı olarak bir ya da birden fazla bekçi kullanılırdı. Birkaç
bekçisi olan mahallelerde en kıdemli ve yaşlı bekçi, Bekçibaşı
olarak bilinirdi. Mahalle bekçileri akşam ezanı okunup ortalık
karardıktan sonra sabaha kadar sokaklarda dolaşarak mahallelinin huzur ve güvenliği için çalışırlardı. Silah yerine kalın
ve alt ucu demirli sopa taşıyan bekçiler görevlerinin başında
olduklarını sokaklardaki kaldırım taşlarına vurarak çıkardıkları seslerle ifade ederlerdi. Mahalle bekçilerinin bir başka görevleri de şehrin herhangi bir semtinde çıkan yangını mahalleliye yüksek sesle bağırarak duyurmaktı. Bu sayede yangın
çıkan semtte dostları, akrabaları ve yakınları olanlar aldıkları
yangın haberi ile yardıma koşma imkânı bulurlardı. Mahalle bekçilerinin bir diğer görevi de Ramazan aylarında davul
çalarak halkı uyandırmaktı. Ramazanın onbeşinci gecesi ve
Ramazan Bayramı’nın ilk gününde davul çalarak, mani okuyarak kapı kapı dolaşır ve mahalleliden bahşiş toplarlardı.
Mahalleli bekçisine, Ramazanın onbeşinci günü yalnız para
verirken, Bayramda yazma, mendil, havlu, gömleklik kumaş
da verirdi. Fakir mahallelerin bekçileri bahşişlerini arttırmak
için mahalle çeşmelerinden evlere su taşımak, hamallık yapmak, mahallede sebze meyve sergisi açmak, satılık ve kira-
lık evlere müşteri bulup gezdirmek gibi işleri de yaparlardı.
Belirli bir kıyafeti olmayan bekçiler başlarına fes giyer, yaşça
genç olanları fes üzerine koyu renkli yazma mendil, yaşlıları
abanî sarık takarlardı. Elbiseleri mevsimine göre salta, cepken, aba, ceket ve gocuktu. Bacaklarında sıkma, dizlik, şalvar;
ayaklarında mest-kundura, renkli yün çorap; bellerinde ise
beyaz ya da kırmızı yün kuşak bulunurdu. Bu kıyafet sayesinde mahalle dışında da bekçinin tanınması mümkün olurdu.
Mahalle bekçilerinin, Osmanlı’da taşradan büyük şehre göçün ilk temsilcileri olduğunu söylemek mümkündür. Fakirlik
ya da işsizlik gibi sebeplerle İstanbul’un mahallelerine bekçilik yapmak için gelen gençler bekçi yamaklığı ile işe başlayarak zaman geçtikçe bekçiliğe yükselirlerdi. Evli olan bekçilerin senede birkaç hafta için ailelerini görmeye izinli olarak
memleketlerine gitmeleri ve dönerken mahallenin muhtarı
ve imamına hediye getirmeleri ve karşılığında bahşiş almaları âdettendi. İstanbul mahallelerinde, özellikle çocuklar arasında bekçilerin müşterek ismi “ bekçi baba” idi.
Mahalle baskını.
Çizen: Münif Fehim, Ercümend Ekrem, Dünden Hatıralar. Yedigün Neşriyat
İstanbul mahalle hayatına dair yitirilen bir unsur olan mahalle bekçileri ile birlikte unutulan bekçi manilerine aşağıdaki örnek verilebilir:
MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY
“Bekçiye dua eyleyin
Yolun açık olsun deyin
Deryadan Mısır’a gidecek
Bir kalyonun verdim peyin.”
bakkal defteri gibi” diyen öğretmenlerin de bu benzetmeyi
artık kullanmıyor olması; belki toplumsal hafızadan, mahalle
kültürüne ilişkin yerleşen deyimlerin, benzetmelerin unutulduğuna işarettir.
Mahalleye ilişkin bir başka kavram ise mahalle kahvesidir.
Mahallenin erkeklerinin sosyalleştiği, mahallenin idarî işlerinin muhtar ve imamca görüşüldüğü bir mekân olan mahalle kahveleri; İstanbul mahalle hayatının vazgeçilmeziydi.
Mahalleliden işi olanların mahalle muhtarını, imamını ve
ihtiyar heyetini arayıp bulduğu mahalle kahvelerinin, İkinci
Meşrutiyet’te âdeta siyasî kulüpler olarak da faaliyet gösterdikleri bilinir. Mahalle kahvelerinin müdavimleri Ramazan
ayında teravih namazını mahalle camii veya mescidinde kıldıktan sonra sahura kadar burada vakit geçirirlerdi. Maniciler
mahalle bekçileri için düzenledikleri manileri beğendikleri
taktirde bu mekânlarda bekçilere ezberletirlerdi. Bu anlamda günümüzde mahalle kültürünün bir parçası olan mahalle
kahvelerinden de, bekçilerinden de, manilerinden de geriye
bir hoş sada kaldığını söylemek yerinde olacaktır.
Mahalle terminolojisine dair günümüzde de varlığını sürdüren bir başka anlam değişikliğine uğramış kavram ise
“mahallenin delisi”dir. İstanbul’da mahalle kültürünün ve
yaşantısının güçlü olduğu dönemlerde mahallelinin sahip
çıktığı ve baktığı, farklılıkları olan ve çocuklar tarafından bir
davranışı ya da özelliği nedeni ile lakap takılan düşkün kimselere ‘deli” nitelemesi yakıştırılırdı. Adeta gülümseyen ya da
asık olan yüzlerinden mahallelerine nazlarının geçtiği; hatta
oraya ait oldukları anlaşılan bu insanlar da, mahallelerin yok
oluşuyla birlikte bir anlamda ‘sırra kadem basmışlardır’. Artık
mahallenin delisi kavramı toplumsal hafızanın sözlü ifadeye
dönüştüğü noktada bireylerin farklılıkları nedeniyle kabul
görmek ve yok sayılmak arası, yaşadıkları halleri ifade etmek
için kullandıkları duruma dönüşmüştür.
Varlığını sürdürmesine rağmen işlevi Cumhuriyetle değişen
bir başka mahalle öğesi ise mahalle imamıdır ki mahallenin
başı, her hususta hüküm ve fikir sahibi kişisidir. Fikri alınmadıkça muhtar ve ihtiyar heyetinin iş göremediği mahalle
imamları mahalleliden evleneceklerin nikâhlarını kıyar, aile
anlaşmazlıklarını çözmeye çalışır, doğum ve ölüme ilişkin
durumlarla ilgilenir, mahallece toplu halde yapılacak eylemlerin önderliğini yapar. Mahalle imamları aynı zamnda mahallede ilk müracaat edilecek resmî kişilerdi. Halk mahalle
imamlarını her şeye karışmakta yetkili kabul ederdi.
Mahalleye dair terminolojide yitirilen bir başka kavram da
mahalle çeşmesidir. Mahallelinin ya da bulunduğu mahalleden gelip geçenlerin su ihtiyacını karşılamak üzere mahallenin bir köşesinde yapılan çeşmeler bir anlamda sosyalleşme
mekânıydı. Yalak, ayna taşı ve su haziresinden (haznesinden) oluşan mahalle çeşmelerinden bazıları bugün sadece
İstanbul’un eski yerleşim alanlarında, sokak aralarında sprey
boyalarla boyanmış, yalakları çöp tenekesine dönüşmüş birer atıl kalıntı olarak göze çarpmaktadır. Bu anlamda mahalle
çeşmelerinin kuruması, mahalle kültürünün de tükenişinin
göstergesidir.
Reşad Ekrem Koçu tarafından evde olduğu kadar sokakta
büyümüş pervasız, küfür bilen, terbiyeden yoksun çocuk
olarak tanımlanan ‘mahalle çocuğu’ ve ‘mahallenin çocuklarının cıvıltıları’ artık eski İstanbul mahallerinin duvarlarında
kalan izlerden ibarettir.
Mahalle bakkalı, mahalle kültürü içinde değişen sosyal yapı
ile yitirilen bir başka aidiyet olup; mahalleli ile esnaf arasındaki ilişkinin alacak defterleri ile adeta dayanışmaya dönüştüğü bir paylaşım hali de yine yitirilenler arasındadır. “Defterin
Son olarak bir de ‘kozalak mahallesi’ vardır ki ebediyete intikal edenlerin daimi adresleri olan mezarlıkları işaret etmek
için İstanbul argosuna yerleşmiş bir deyim olarak bugüne
kadar ulaşmıştır.
İstanbul’da mahalle kültürü ve terminolojisine ilişkin sözel
bellek ve gündelik yaşantı içinde; gerek sosyolojik gerekse folklorik olarak yitirilen kavramların başlıcaları üzerinde
durulmaya çalıştık. Ancak mahalle yaşantısının İstanbul’un
geçmişinde ve hafızasında tuttuğu yer düşünüldüğünde;
yitirilen kavramlara terminoloji çerçevesinde pek çok başka
kavram ve durumu eklemenin mümkün olduğunu söylemek yerinde olacaktır. İstanbul’un geçmişteki kozmopolit
toplumsal yapısı mahalle yaşantısı ile bugüne ulaşabilseydi, küp şeker gibi birbirine benzeyen insan hallerinden öte;
mekânların ve zamanın ruhu korunabilirdi. Yeldeğirmeni,
Balat ya da Suriçinde eski kaldırımları çiğneyerek dolaştığınızda eğer biraz mahalleli olmanın sonlarına yetişmiş bir
insansanız; maziden kulağınıza gelen sesler, belleğinizden
geçen görüntüler ya da yaşanmışlıklara bir an için geri dönebilmenin hayalini, buruk bir gülümsemenin eşlik ettiği
hallerde kurarsınız.
KAYNAKÇA
• Bayrı, Mehmet Halit. İstanbul: Hayat Yayınları. 1951, İstanbul Argosu ve Halk Tabirleri. İstanbul: Burhaneddin Matbaası. 1934
• Dağlı, Muhtar Yahya. İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mani Katarları. İstanbul: Türk Neşriyat Yurdu. 1948
• Ercüment Ekrem[Talu], Dünden Hatıralar, İstanbul: Yedigün Neşriyat.
• Koçu, Reşat Ekrem. İstanbul Ansiklopedisi. C.8. İstanbul. 1966
31
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ
PANGALTI (PANCALDİ)
19. yüzyılın Levanten semti
Rinaldo MARMARA
Levantenler ne Batılı ne de Doğulu sayılırlar. Bu iki kültürün bazı niteliklerini
kendilerine mâl ederek, adeta Doğunun ve Batının canlı terkibidirler. Sınırsız bir
Avrupa’nın öncüleri olarak, değişik milletlerden oluşan Levantenler,
kendi bireysel özlerini kaybetmeden Müslümanlarla birlikte
yaşamayı başarabilmişlerdir. Bu sürecin dayanağı ise Osmanlı
İmparatorluğu’nun gönül yüceliği ve hoşgörü nitelikleri olmuştur.
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ)
19. yüzyılın Levanten semti
Rinaldo MARMARA*
1839’da Gülhane hatt-ı hümâyununun ilânı ile başlayan Tanzimat reformlarından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na iş ve
daha müreffeh bir hayat arayan Lâtin (İtalyan, Fransız, …)
göçmenlerin kitlesel gelişine rastlanır. Okulların ve kolejlerin
açılması, hayır kurumlarının kurulması, yeni kiliselerin inşa
edilmesi bu göç dalgasının gözle görülür işaretleridir. Yeni
gelenler burada zaten yerleşik durumdaki aileler ile birleşirler; bu ailelerden bazıları (Cenevizli, Venedikli,…) İstanbul’un
Osmanlılar tarafından fethinden önce de buradadır (Pera cemaatı); bazıları da genellikle 18. yüzyılda ve 19. yüzyıl başında Sakız, Tinos, Sira, Naksos adalarından gelmişlerdir. Böylece 19. yüzyılın sonlarına doğru Levanten topluluğu doruk
noktasına varıp, Tanzimat’ın getirdiği reformlarla altın devrini yaşar. Pangaltı semtinin ortaya
çıkışı da bu zamana rastlar.
Battista Pancaldi, Taksim’in ilerisindeki bölgede, avcıların ya
da kıra gelenlerin mola verdiği bir han, bir birahane ya da
buluşma yeri işletiyordu: İnsanlar Pancaldi’nin yerine gidiyorlardı, kısa zaman sonra ‘Pancaldi’ye gidiyoruz’ demeye
başladılar. Türkçe diline uydurulan yazımı, semtin şimdiki adı
olan Pangaltı’yı verecekti».
Raymond Philippucci söz konusu hanın «Pangaltı» denilen eski otobüs durağının yakınlarında, eski Osmanbey
Postahanesi’nin karşısında bulunduğunu söyler.
Belirttiğimiz gibi, Bay Pancaldi’nin 19. yüzyılın ortalarında
İstanbul’da yaşadığını kanıtlamak için Propaganda Fide Tarih Arşivleri’nde araştırmalarda bulunduk. Bu konu hakkındaki belgelerin içeriğini daha iyi kavramak için; Giovanni
Battista Pancaldi’nin, karısı Rosa Zaghi’yi Bolonya’da bırakıp
İstanbul’a yerleştiğini bilmek gerekir. Popaganda Fide’nin
İstanbul Papalık Vekili’ne gönderdiği mektupların biricik
amacı, yeniden karısıyla bir araya gelmek ile karısına aylık
bağlamak arasında seçim yapmayı
Giovanni Battista Pancaldi’nin kenÇalışmalarımız sonucunda Pandisine bırakarak, onun aklını başına
galtı semtinin adını, Bolonyalı bir
toplamasını sağlamaktı.
Islahat Fermanı (28 Şubat 1856),
Tanzimat reformlarıyla gayrimüsİtalyan olan ve söz konusu böllim uyruklara tanınmış ayrıcalıklar
Arşivler’de bulabildiğimiz ve en
gede oturan Giovanni Battista
yelpazesini genişletir. En önemlisi
azından 1840 civarında Pancaldi’nin
Pancaldi’den aldığını kesin olayabancılara gayrımenkul mülkiyet
İstanbul’daki varlığını kesin olarak
rak söyleyebiliriz.
(tasarruf-ı emlâk) hakkının tanınkanıtlayan belgelerden sadece bir
masıdır. Kanun 18 Haziran 1867’de
tanesini sunuyoruz. Olay, Bolon(7 Safer 1284) çıkarılır. Böylece Osya’daki Papalık elçisi Macchi’nin
manlı İmparatorluğu’na gelen Avrupa’lı göçmenler rahatlıkla Vatikan’ın Dışişleri Bakanı Kardinal Lambruschini’ye
mülk satın alıp yerleşirler. Bu kanun göçü teşvik edip Lâtin ya Bay Pancaldi’nin karısı Rosa Zaghi’yi Bolonya’da bırakıp
da Levanten cemaatinin büyümesine yol açtığı gibi Pangaltı İstanbul’a yerleştiğini dile getiren mektubuyla başlıyor. Karsemtinin ortaya çıkmasına da müessir olmuştur.
dinal Lambruschini vakit kaybetmeden Propaganda Fide
Kardinal Fransoni’ye, 30 Eylül 1841 tarihli mektubu gönderir:
Pangaltı
«Quirinal, 30 Eylül 1841. Bolonya Papalık elçisi Kardinal
19. yüzyılın başlarında Küçük Taksim’in ötesinde uzanan ve
o zamanlar İcadiye adını taşıyan tepelik yeşil bölge, 1860’lara Macchi, yıllar önce kocası Giovanni Battista Pancaldi tarafındoğru yavaş yavaş ama istikrarlı bir şekilde Pangaltı (Pancal- dan terk edilmiş Rosa Zaghi konusundaki kaygısına bizi ortak
etti. Pancaldi İstanbul’da, Pera’da yaşıyor, karısını en büyük
di) adıyla anılmaya başladı.
sefaletin kucağına atmışken, kendisinin zenginlik içinde yaAdının kökeninin bu bölgede kurulmuş fırınların çokluğu
şadığı tahmin ediliyor. Vatikan’ın Dışişleri Bakanı Kardinal,
nedeniyle «Pani caldi»yle (sıcak ekmekler) açıklanmasına
zengin bir kocanın kendi karısına gösterdiği bunca sertliğe
karşın, «sıcak ekmek fırınları» efsanesiyle yetinmek istemeyerek, Roma’daki Propaganda Fide Tarih Arşivleri’nde (Arc- tahammül edememektedir (…). Bu nedenle, bu mektubun
hivio Storico di Propaganda Fide) bir araştırma yapmak iste- yazarı, siz Kardinal Hazretleri’ne sesleniyor ve sizden İstanbul
dik. Çalışmalarımız sonucunda bu semtin adını, Bolonyalı bir Papalık Vekili Hazretleri’nden, Pancaldi’nin karısına yönelik
İtalyan olan ve söz konusu bölgede oturan Giovanni Battista sorumluluklarını yerine getirmesi amacıyla gücünün tüm
olanaklarını kullanması için ricada bulunmasını diliyor. İmza:
Pancaldi’den aldığını kesin olarak söyleyebiliriz.
Kardinal Lambruschini ».
İstanbul Lâtin-katolik cemaati konusunda uzman olan Mgr
Del Giorno, semtin adının kaynağını şöyle açıklar: «Giovanni Yazışmalar böylece devam ediyor.
34
*
Araştırmacı Yazar
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA
Bölge
19. yüzyılın başında İstanbul Taksim’de bitiyordu. Bu sınırın
ötesinde uzanan kırlık alan «kışın kurtların ve gece hırsızların» barınma yeri idi. O yeşil, göz alıcı tepelerin üzerinde Topçu Kışlası (1803-4), Ayaspaşa Mezarlığı (Grands-Champs) ve
Ermeni Mezarlığı (Radyoevi’nin yerinde) vardı.
Bu kırlık alanda ilk binalar 1830 civarlarında boy gösterdiler:
Surp Agop Ermeni Hastahanesi (1837); Artigiana, bugünkü
Düşkünler Evi (1838); Saint-Esprit Kilisesi (1846); Harbiye Askeri Okulu (1847) ve son derece basit birkaç konut.
Pangaltı, insanların gezinti için geldiği konutsuz, kırlık bir
alandı. Bölgenin büyük bir bölümünü kapsayan mezarlıklar
o zamanlarda şehirlerin bahçeleriydiler.
Bu bölge şehir merkezinden uzak olmakla beraber, zamanın insanları ekseriyetle bu uzaklığı abartıyorlardı. Bunun
en güzel örneğini Pera ve Galata’nın Katolik kiliselerini gösteren 1846 yılına ait haritada görüyoruz. Saint-Esprit Kilisesi,
Pera’dan gerçek ölçülere göre daha uzakta gösterildiğinden,
haritanın çizeri bu notu ekler: «Saint-Esprit Kilisenin diğer kiliselerden uzaklığı haritada gösterildiğinden daha önemlidir».
1842 yılında Saint Pierre Kilisesi hakkında hazırlanan raporda
söz konusu bölgenin şehir merkezinden uzaklığından bahsediliyor: «Katolik Mezarlığın bölgesi kilisenin çevresinden
(Galata) en uzak olanı ve en zor gidilenidir».
19. yüzyılın başlarında Taksim’in ötesine uzanan bu ıssız ve
uzak bölge yararsız ve istikbâlsiz sayılıyordu. Bu görüş, bölgenin uzaklığı hakkında gösterilen abartı ile ifade edilebilir.
Eğer bu bölgede 1870’li yıllarda nüfusun artacağı tahmin edilebilseydi, her halde Ayaspaşa Mezarlığı (Grands-Champs)
Pangaltı’ya taşınmazdı. Bu konuda Belin’in Fransız Büyük
Elçisi’ne yazdığı 5 Ekim 1872 tarihli mektubunu aktaralım:
«Hem kamu sağlığı, hem dini kurallar gereği, eski İstanbul
Lâtin Mezarlığı on üç yıl önce Pera Büyük Mezarlığı’ndan
(Grands-Champs) Feriköy’deki bugünkü yerine taşınmıştı;
yeri Osmanlı yönetimi göstermişti. Ama bir tepenin üzerinde
bulunan ve o zaman kırlık olan söz konusu yerin görüntüsü,
özellikle son aylarda değişmeye başlamıştır. Orada her gün
yeni yeni evler yükselmektedir (…) dört beş sene sonra veya
daha kısa bir zamanda, Feriköy Lâtin Mezarlığı (…) kalabalık
bir semtin ortasında bulunacaktır».
Pangaltı’da Artigiana (Düşkünler Evi), 1900’lerin başları. (Rinaldo Marmara Koleksiyonu)
35
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA
Belin’in bu mektubu 1850’li yıllarda kentin bu bölgesinde
yerleşme olmadığını doğruluyor.
lanın ön cephesini geçince, Ayaspaşa Mezarlığı’nın girişine
ulaşılır; çamlarla firavun inciri ağaçlarının gölgelediği, kocaman bir yayladır burası (…). Daha da uzağa gidelim. Mezarlığın Ermeniler’e ayrılmış olan bölümü gelir».
Gérard de Nerval (1808-1855), 1843 İstanbul yolculuğunda, kenar mahallenin (Pera) Fransız Hastanesi’nde (Taksim)
sona erdiğini, ondan ötesinin kır olduğunu belirtir: « Ma- Yukarıda zikrettiğimiz Belin’in 5 Ekim 1872 tarihli mektubunhalle o noktanın (Fransız Hastanesi) ötesinde sona erer ve dan anlaşıldığına göre Pangaltı semti 1870’li yıllarda kalabagenişleyen yol, ayaküstü patates kızartması yapılan
lıklaştı.
barakalarla ve meyva, karpuz, balık satıcılarıyla doMonsenyör Hillereau Pera’yı kavuran 1831 yangıluverir; kır meyhaneleri, kent içinde olduğundan
nından sonra halkın Taksim’in ötesindeki bu yedaha serbestçe boy göstermeye başlarlar (…).
şil alanlara yerleşeceğini tahmin etmişti. SaintEğer dümdüz giderseniz, birkaç adımda iki taEsprit kilisesi inşa edildikten sonra (1846) semt
rafı çalılarla kaplı, çamların gölgelediği boş bir
bugünkü Şişli’ye kadar yayılmaya başladı.
patikaya ulaşırsınız (…). Bu son derece mistik,
Sonuç olarak, Pangaltı semtinin 19. yüzyılın
serin ve görülmeye değer koruluğun da bir
ikinci yarısında ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
mezarlık olduğunu söylememe gerek yok (…).
Büyük ölçülerde inşa edilmiş Topçu Kışlası’nı
Sınırları
çevreleyen bu koruluktan çıkınca kendimi Büyükdere yolunda bulurdum. Kışlanın önünde, çayırlarla
Taksim’in ötesinde uzanan bu boş kırlık alanda ilk
Bir levanten.
kaplı, üzeri ekilip biçilmemiş bir ova uzanır (…). Kışbinalar 1830 civarlarında boy gösterdiler (Surp
36
Pangaltı’da bir düğün, 1923; aileler: Rotondo, Genovesi, Giudici,... (Rinaldo Marmara Koleksiyonu)
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA
Agop Ermeni Katolik Hastahanesi, Artigiana Düşkünler Evi,
Saint-Esprit Kilisesi,…). Fakat Pangaltı semti yukarıda belirttiğimiz üzere 1870’ten sonra gelişmeye başlamıştır.
Pangaltı’nın iyice geliştiği döneme ait olan 1913 Doğu Yıllığı,
bize bu semtin sınırlarını çizmeye yarayacak ipuçları veriyor.
Doğu Yıllığı, İstanbul’un Avrupa yakasını altı yerleşim bölgesine ayırıyor: Galata, Pera, Pancaldi, Feriköy, Stam-boul,
Grand Bazar (Kapalıçarşı). Eski Pangaltı’ın sınırlarını çizmek
için bu semte ait olan sokakları tespit etmekle yetindik.
desi, Artigiana’da sona eriyordu. Pancaldi Büyük Yolu’nun
sağında 1865’ten sonra kullanılmayan Ermeni Mezarlığı (bugün yerinde 19 Kasım 1949’da zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından açılışı yapılan Radyoevi yükseliyor), ve
Harbiye Askeri Okulu yer alıyordu.
Yine 1913 Doğu Yıllığı’na göre, Pancaldi semti, şimdiki
Halâskârgazi Caddesi denen Büyükdere ya da Şişli Caddesi
boyunca uzanıyor, bu aksın iki yanında genişliyor ve Şişli La
Paix Hastahanesi’ne varmadan az önce sona eriyordu.
Pangaltı’nın merkezi, şimdiki adı Cumhuriyet Caddesi olan
«Grand’rue Pancaldi», Büyük Pancaldi Yolunun solunda, Şişli
yönündeydi.
Şimdi Ergenekon Caddesi olan Hamam veya Mezarlık Yolu,
semtin bir parçasıydı. Bundan dolayı Feriköy Lâtin Mezarlığı
da Pangaltı’nın Levanten tarihsel anıtlarına dahil edilir.
1868’in İstanbul Kılavuzu «Indicateur Constantinopolitain»,
Saint-Esprit Kilisesini Pangaltı semtine dahil ediyor.
Polis Karakolu Bölgeleri’nin listesi de bu semtin büyüklüğü
ve önemi hakkında kanıt olmuştur. 1922 yılında İstanbul 32
Polis Karakolu Bölgesi’ne ayrılmıştı. Pangaltı bölgesi, aralarında Taksim’den ötesini kapsayan tek ve 62.427 sakiniyle
aynı zamanda en önemli bölgeydi.
Pancaldi yolu eski topçu talim kışlasının ilerisinde, Surp Agop
Ermeni Katolik Hastanesi’nin seviyesinde başlıyor ve Büyükdere veya Şişli Caddesi’nin girişi, şimdiki Halâskârgazi Cad-
Bugün eski Pancaldi semti büyük oranda Elmadağ, Harbiye
ve Osmanbey semtleri tarafından yutulmuş durumdadır. Bugünkü Pangaltı’nın kalbi Ergenekon Caddesi’ndedir. Otobüs
durağının tabelası oradadır; kim bilir daha ne kadar zaman
bu eski Levanten semtin adı hatırlanacaktır…
«Pancaldi» Levanten semti
Pangaltı semti ilk başlarda Saint-Esprit Kilisesi’nin çevresinde gelişen Levanten bir semtti. Rum ve Ermeni azınlıklar oraya yerleşmekte gecikmediler. Edmondo de Amicis, 1874’te
İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında bu «denize en uzak» semtin Hıristiyan karakterine değinir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, ecnebiler ve azınlıklar Türkler’den ayrı mahallelerde yaşarlardı. D’Ohsson, eseri Tableau Général de l’Empire Ottoman’da sosyal hayatın bu
yönünü de anlatır: «İstanbul’da, Yakındoğu’nun tüm limanlarında olduğu gibi, Avrupalılar aynı semtte oturmak
âdetindedirler, ortak güvenlikleri için olduğu kadar Avrupaî
sosyal yaşamın çekiciliği için de (…)».
Halbwachs «Rum nüfusun zamanla tepeyi tırmandığını ve
bu yeni çerçevenin içinde belli ölçüde yayıldığını, böylece İstanbul’dan gitgide uzaklaşarak, gayrımüslim nüfusun
önemli bir yüzdesini hâlâ kapsayan bir yerleşmeye (Pera –
Pangaltı) dahil olduğunu» doğrular.
Pangaltı’da oturan Policarpo Giudici ailesi, 1927.
Clarence Richard Johnson, İstanbul 1920’de, Ermeniler’in de
yerleşme yeri olarak Taksim’in ilerisinde yayılan bölgeyi seçtiklerini belirtir.
37
HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA
1913’te Pangaltı hâlâ nüfusunun
%95’i Hıristiyan olan bir semtti. Yabancılar ya da Levantenler, Rumlar ve
Ermeniler’le yan yana yaşıyorlardı. Bunun kanıtını, kentin farklı mahalleleri
için, her sokağın sakinlerinin kaydedildiği 1913 Doğu Yıllığı’nda buluyoruz.
Pangantılı Levantenler bir gezintide, yıl 1932.
38
Levantenler ne Batılı ne de Doğulu
sayılırlar. Bu iki kültürün bazı niteliklerini kendilerine mâl ederek, adeta
Doğunun ve Batının canlı terkibidirler.
Sınırsız bir Avrupa’nın öncüleri olarak,
değişik milletlerden oluşan Levantenler, kendi bireysel özlerini kaybetmeden Müslümanlarla birlikte yaşamayı
başarabilmişlerdir. Bu sürecin dayanağı ise Osmanlı İmparatorluğu’nun
gönül yüceliği ve hoşgörü nitelikleri
olmuştur.
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
OSMANLI DEVLETİ’NDE
MAHALLE VE BİR
MAHALLE ÖRNEĞİ
CERRAHPAŞA
Fatih DALGALI
Semt, Sultan II. Mehmed (Fatih) devrinde Hobyar, İsa Kapısı, Hacı Timur, Keyci
Hatun Mahalleleri’nden oluşmaktaydı. XV. ve XVI. yüzyıllarda Hobyar
ve Avrat Pazarı isimleriyle anılan semt, I. Süleyman (Kanuni)
döneminde Tozkoparan Yolu olarak adlandırılmıştır. Cerrah
Mehmed Paşa’nın külliyesinin inşaası ile buraya Cerrahpaşa ismi
verilmiştir.
40
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
41
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR
MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA
gelenekleri ve yaşama tarzları aynı olan ve farklı cemaatleri içine alan unsurdur3. Mahalle sosyal ve fiziki bir birimdir .
Osmanlı şehrinde, sosyal ve fiziki bir birim olan mahallenin
Fatih DALGALI*
önemli bir rolü vardı. Mahalleler genellikle yaşayanların din
ve milliyetlerine göre birbirinden ayrılırdı. Ancak yer yer
Konaklanan yer manasına gelen mahalle, daha da küçül- Müslüman ve Gayrimüslimin karışık oturdukları mahalleler
tülerek şehrin bir bölümü için kullanılmaya başlanmıştır1. de vardı. Osmanlılarda idarî teşkilat; vilayet, sancak, kaza, naOsmanlı Devleti şehir ve kasabasında mahalle, birbirini ya- hiye ve köy olarak taksim edilmişti. Mahalle ve köy, Osmanlı
kından tanıyan, birbirine karşı sorumlu ve sosyal dayanışma taşra yönetiminde klasik dönemden beri en alt idari birim
içinde bulunan şahıslardan oluşmuş bir topluluğun yaşadığı olmuştur. Geleneksel Türk şehirlerindeki mahalle; mekteyerdir. Mahallede toplumu bir araya getiren merkez, cami bi, medresesi, mescidi, meydanı, çeşmesi, kahvehanesi ve
veya mesciddir2. Mahalle denilen birimin temsilcisi genellik- pazarı ile toplumsal bir bütündür. Osmanlı mahallesinin
le o mahallenin çekirdeğini oluşbaşında, kadı tarafından atanan
turan cami ve mescidin imamıdır.
mahalle mescidinin imamı buCerrahpaşa Mahallesi’ne ismini veren CerOsmanlı şehrini oluşturan unsurlunmaktaydı6. Kasaba ve şehirler
rah Mehmed Paşa, Enderun’da yetişmiş,
ise mahallelerin birleşmesiyle
lardan biri olan mahalle, şehrin
sarayda cerrahlık öğrenmiştir. Osmanlı veoluşmuştu. Osmanlı Devleti’nde
temel idari, iktisadi ve sosyal birzirlerinden olan Cerrah Paşa, bu mahallede
kasaba, Cuma namazı kılınan ve
liği konumundadır. Osmanlı şehkendi adına bir cami, bir çifte hamam, bir
pazarı bulunan yerdir. Kasaba ve
rinde temel yerleşim birimi gemektep
ve
bir
medrese
yaptırmıştır
.
şehir arasındaki fark, nüfus ve idanellikle bir dini yapının ya da bir
ri teşkilattır. Şehri kasabadan ayıpazarın etrafında gelişmiş, kendi
1936 tarihli Pervititch Sigorta Haritası.
42
*
Yazar
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
ran bir başka önemli unsur, imalatın olmasıdır. Civarındaki
bağ ve bahçeleri saymazsak şehirde tarımın yapılmadığını
da söyleyebiliriz. Kasabada ise imalat yerine tarım vardır. Kasabalar, nüfusları 700-1500 arasında değişen iskân birimleriyken, şehir daha karmaşık bir yapıya sahiptir.7
Konumuz olan Cerrahpaşa Mahallesi’ne ismini veren Cerrah
Mehmed Paşa, Enderun’da yetişmiş, sarayda cerrahlık öğrenmiş, III. Murad’ın büyük oğlu III. Mehmed’i sünnet etmiştir.8 III. Mehmed, 1595 tarihinde kendisini sünnet eden Mehmet Paşa’yı sadrazam tayin etmiştir. İhtiyarlığından dolayı
sadrazamlıkta pek faydalı olamamış ve dört ay süren sadrazamlıktan azledilmiştir.9 İstanbul’un meşhur bir mahallesi
olan Cerrahpaşa, eskiden büyük konakların bulunduğu bir
mekandı. 1604 tarihinde vefat eden Osmanlı vezirlerinden
Cerrah Paşa, bu mahallede kendi adında bir cami, bir çifte
hamam, bir mektep ve bir medrese yaptırmıştır.10
Cerrahpaşa, Bizans zamanında Haseki ve Davutpaşa semtlerini de kapayan; Kserofolos olarak adlandırılan bölgedeydi.
“Roma devrinden kalma bir anayol olan ve Milion’dan baş-
layan Mese’nin Yedikule’ye uzanan kolu ise büyük bir ihtimalle bugünkü Cerrahpaşa Caddesi’ni izlemekteydi. Cerrah
Mehmed Paşa külliyesinin bulunduğu alandan surlara giden
yol takip edilince Arcadius Sütunu’nun yer aldığı Arcadius
Forumu’na ulaşılıyordu.” Bu sütun, bölgenin Avrat Pazarı
olarak adlandırılmasından dolayı Avrat Taşı olarak da bilinmektedir. Ancak miladi 402 yılında yapılan bu sütunda,
İstanbul’da meydana gelen depremler sonucunda çatlaklar
oluşmuş ve 1711’de etrafında bulunan evlerin üzerine düşme tehlikesi olduğu için yıktırılmıştır .11
Semt, Sultan II. Mehmed (Fatih) devrinde Hobyar, İsa Kapısı,
Hacı Timur, Keyci Hatun Mahalleleri’nden oluşmaktaydı. XV.
ve XVI. yüzyıllarda Hobyar ve Avrat Pazarı isimleriyle anılan
semt, I. Süleyman (Kanuni) döneminde Tozkoparan Yolu
olarak adlandırılmıştır. Cerrah Mehmed Paşa’nın külliyesinin
inşaası ile buraya Cerrahpaşa ismi verilmiştir. Bu dönemde
semte Hobyar, Kürkçübaşı12, Ahmedkethüda13 ve Cambaziye14 Mahalleleri’nin tamamı ve Keyci Hatun ve Başçı Mahmud Mahalleleri’nin bir kısmı dâhil edilmiştir.15
Encümen Arşivi 1948, Cerrah Paşa Camii, Türbe ve Çeşmesi
43
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
Encümen Arşivi (1948) ve günümüz fotoğraflarıyla Cerrah Paşa Camii iç görünümü
Encümen Arşivi (1948) Cerrah Paşa Camii
Cerrahpaşa Camii
III. Mehmed devri sadrazamlarından Cerrah Mehmed Paşa
tarafından yaptırılan caminin cümle kapısında bulunan kitabesinden 1593 yılında yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Camiinin
mimarı, Mimar Sinan’ın yanında yetişen Davud Ağa’dır. Kare
planlı olan camiinin kubbesi altı adet fil ayağına dayanan kemerler üzerindedir. Mihrap mahalli dört köşe ve dışa bakar
durumdadır. Camii, değişik dönemlerde zelzelelerde hasar
görmüş; 1892, 1958-1960 yıllarında tamir edilmiştir. Avlu
kapısının sağında bulunan türbede Cerrah Mehmed Paşa ve
oğlu medfûndur. Cerrah Mehmed Paşa’nın türbesi sekiz köşeli bir plana sahiptir.16
Cerrahpaşa Hamamı
44
Cerrahpaşa Hamamı da Sadrazam Cerrah Mehmed Paşa’nın
vakıflarındandır. Hamam, Cerrahpaşa Camii’nin sol tarafında ve Kürkçübaşı Külhani Sokağı üzerinde bulunmaktaydı.
1593’te Cerrahpaşa Camii ile birlikte yaptırılan hamamın
(Sühey Ünver’e göre ise hamam, 1598 yılında yaptırılmıştır.) mimarı Mehmed Ağa’dır. 1908-1910 yıllarına kadar iş-
leyen hamam daha sonra yıkılmıştır. Cerrahpaşa Hamamı
hakkında Süheyl Ünver “ Hamam bizce camiden sonra inşa
olunmuştur. Zira cami ile hamam arasında yol olamayacak
dar bir geçit camiin avlusunda merdivenle çıkılır mükemmel
ve yontma taştan mamul bir kapısı var. Eğer hamam cami
ile birlikte yapılsaydı bu kadar mutena bir kapıya lüzum
görülmezdi. Demek o kapı yapıldıktan sonra mevcut geçid
ve yanındaki bahçeden istifade olunarak bu hamam yapılmış olmalıdır... Şayanı dikkat bir tarz ve mimarisi vardır. 23
Kânunusani 1931’deki ziyaretimde mermerlerinin söküldüğüne şahit oldum. Esasen 30 seneden beri metruk idi. En son
ziyaretimde (1933) pek harap gördüm. Tahrip edilen yerlerden hamamın pek şayanı dikkat ısıtma teşkilatı tetkik olunabiliyordu. Ocağın dumanları dolaşarak ve sıcak su mecraları
ile ısınan hamamın altından mermer zemine kadar 1 metre
30 santim irtifaında tuğla ayaklar ve yanında ısınma künkleri görülüyordu. Kazanın altındaki ocağın nihayetinde altı
deliğin hamam künkleri ile bağlantısı vardı. Duvarlar içinde
pek çok ısınma delikleri görülmektedir. Hamam vergi borçlarını ödemek için satılacağı yerde yıktırılmıştır(500 lira vergi
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
1847 tarihli Mühendishane Haritası. (İşaretli kısım Cerrah Paşa Camii.)
borcu için yıkılarak arsası satılmış ve vergi borcu tahsil edilmiştir.). Şimdi hamamın yeri bir düzlüktür. Hamamın duvarlarında dört kat sıva vardır. İkinci, üçüncü tabakalar nakışlıdır.
Kabartma sıva nakışları da yapılmıştır.17 1936 tarihli Pervitiç
haritasında hamam görülmektedir.
Cerrah Mehmed Paşa’nın, Mimar Sinan’ın yanında yetişen
Davud Ağa’ya yaptırdığı cami, medrese, sebil, çeşme ve çifte
hamamdan meydana gelen külliyesi bu muhitin kendi adıyla
anılmasına sebep olmuştur.18
Gevherhan Sultan Medresesi
Cerrahpaşa’da bulunan Gevherhan Sultan Medresesi, Sultan II. Selim’in kızı ve Piyale Paşa’nın eşi Gevherhan Sultan
tarafından 1568 tarihinde inşa ettirilmiştir. Kare planlı olarak
yapılan bu medresede avlu etrafında 15 oda bulunmaktadır.
Medrese, XX. yüzyılın başlarına kadar düzenli olarak eğitimini
sürdürmüştür . 1206 (1792) yılına ait Talebe-i Umûr ve Hademe Tahrir Defteri’nde (Asitâne-i sa’âdet ve havâlisinde kâ’in
medrese ve cevâmi’ ve kayyum hâne ve aşhâne ve mü’ezzin
45
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
Encümen Arşivi (1940), Gevherhan Sultan Medresesi
odaları ve türbelerinde sâkin bi’l-cümle talebe-i ulûm ve
hademelerin Müfettiş Ali Efendi ma’rifetiyle tahrir olunan
defteri) Cerrahpaşa’da bulunan Gevherhan Medresesi’nde
müderris olarak Ahıskavi Mehmed Efendi bulunmaktadır.
Ahıskavi Mehmed Efendi’nin ders vekili olarak da Ömer Efendi yer almaktadır. Geri kalan 14 hücrede ise sırasıyla İzniki Ali
Efendi, Mudurnulu Mehmed Efendi, Beypazâri Hasan Efendi,
Alâ’iyyeli es-Seyyid Mustafâ Efendi, Eskişehri İbrahim Efendi,
İçelli Bevvâs es-Seyyid Ali Efendi, Edirneli Hafız Ali Efendi,
Diyâr-ı Bekirli Süleymân Efendi, Seferihisâri es-Seyyid Mehmed Efendi, Balyeli Osmân Efendi, Uşşâki Mustafâ Efendi,
Aydınlı es-Seyyid Ali Efendi, Konevi Hasan Efendi ve Ispartalı
es-Seyyid Ahmed Efendi görev yapmaktadır.20
Gevherhan Sultan Medresesi, XX. yüzyıl başlarından itibaren
harap halde bırakılmıştır. 1970’lerde Tıp Tarihi Enstitüsü’ne
tahsis edilmiş, bir süre Tıp Tarihi Anabilim Dalı Araştırma
Merkezi ve Süheyl Ünver Arşivi olarak faaliyet göstermiştir.21
Şu an bir dernek tarafından kullanılmaktadır.
46
1936 yılında Türkiye Sigortacılar Dairesi Merkezi tarafından
Pervitiç’e hazırlattırılan sigorta haritasının 57. paftasında
Cerrahpaşa’da Abacı Mahmut Sokak, Ahmet Kahya Camii Sokak, Aptullatif Paşa Sokak, Aptullah Çavuş Sokak, Arap Manav
Sokak, Asim Bey Sokak, Bahar Sokak, Çakia Ağa Camii Sokak,
Cerrah Paşa Caddesi, Cerrah Paşa Camii Sokak, Dudu Odalar
Çıkmazı Sokak, Haseki Caddesi, Hafız Galip Sokak, Hacı Bayram Mektebi Sokak, Kafesci İsmail Sokak, Katip Müslihittin
Sokak, Küçük Mühendis Sokak, Küçük Langa Caddesi, Kürkçü
Başı Çeşmesi Sokak, Kürkçü Başı Külhani Sokak, Küpeşteciler
Sokak, Millet Caddesi, Müezzin Sokak, Manastırlı Rifat Sokak,
Namık Kemal Caddesi, Pervane Dede Sokak, Sancaktar Baba
Sokak, Sinekli Bahçe Sokak, Sem’i Molla Mektebi, Sem’i Molla
Çıkmazı, Sorguççu Sokak, Sulu Bostan Sokak, Tütüncü Hasan
Sokak’ları bulunmaktadır.22
1955 yılıda basılan İstanbul rehberinde ise Cerrahpaşa, Fatih
Kazası’nın Samatya Nahiyesi’ne ait bir mahalledir. Rehbere
göre Cerrahpaşa’da, Başçı Mahmut Camii çıkmazı, Bozacıodaları sokak, Çardaklı Hamam Sokak, Çavuşzâde Sokak,
Çavuşzâde Camii Sokak, Davutpaşa Çeşme Sokak, Davutpaşa Medresesi Sokak, Davutpaşa Medresesi Çıkmazı, Emirler
Çıkmazı, Emirpervane Çıkmazı, Eski Araplar Sokak, Güzelsebzeci Sokak, Haseki Tekke Çıkmazı, Hasekikadın Sokak,
Hobyar Sokak, Hobyar Çıkmazı, Hobyar Camii Sokak, Hobyar Mektebi Sokak, Ispanakçı Viranesi Sokak (Kasap İlyas
Mahallesi’yle bir), Kuyu Çıkmazı, Şeyhülharem Sokak (Kasap
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
Gevherhan Sultan Medresesi
İlyas Mahallesi’yle bir), Vezirodaları Çıkmazı ve Yokuşçeşme
Sokak ve caddeleri bulunmaktadır.23
Yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı şehrinde, temel yerleşim birimi genellikle bir dini yapının ya da bir pazarın etrafında gelişmiş, kendi gelenekleri
ve yaşama tarzları aynı olan ve farklı cemaatleri içine alan
unsurdur. Makalemize konu olan Cerrahpaşa Mahallesi de
mezkûr ismi almadan önce bir çok isim değiştirmiştir. Ancak
zamanımızda, mahalleye hayır eserleri yaptıran Cerrah Mehmed Paşa’nın ismiyle yaşamaktadır.
Mahallenin kuruluşu ve imar edilmesi her açıdan incelenmesi gereken, sistematik bir oluşumdur. Ancak kültürümüzde,
mahallenin ayrı bir yeri vardır. Kültürümüzde mahallenin
önemini, insanlar arası ilişkileri, selamlaşmayı, binaların bu
kadar iç içe geçmediği dönemlerdeki yaşayışı Abdülbaki
Gölpınarlı şu şekilde anlatmaktadır: “ ... Bir çeşit hitap vardı...
Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına hanımefendi denirdi; erkeğe beyefendi... Yaşlıca bir sakallı zâta efendi hazretleri... Arabadan
inen “hayırlı işler” dilerdi arabacıya... Arabadan inene “güle
güle” derdi arabacı... Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, sözleri ezgili... Ürküten, can alan, uyuyanı uyandıran ses yoktu...
Mahalle kahvesi’nin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit içtimaî
toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı...
Herkes birbiriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta yoksulun
ıyâline, kimsesiz kadının hâline orda çare aranır, bulunurdu.
Doktor yollanırdı... ilâç alınırdı... kömür gönderilirdi... para
toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de; yollayanlar,
gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi: “Akrabanızdan biri göndermiş...” denirdi... Geceleyin ne korna
sesi vardı, ne vapur düdüğü, ne radyo haberi: ne mahalleler
arasında çocukları uykularından belirlendirip sıçratan, sinirlileri de delirten otomobilli ilân yaygarası; ne mahalle arasında
kafeterya, ne çalgılı gazino...Bir çeşit hayır dileyiş vardı... Bir
çeşit gönül alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol
gücüyle bir iş gören kişiye rastlanınca, “kolay gelsin” denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır, memnun olur,
“eyvallah” der, yeni bir güçle işe başlardı... Bir çeşit âşinalık
vardı... bir tarz kardeşlik: Yolda, Kıble yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük, küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya “ilk selam verendi”. Selâm,
verilen tarzdan daha da güzel bir tarzda alınır... Bu rastlantı
hayra yorulur... Her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam
ederdi... Bir çeşit nezâket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara
47
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
mutlaka “müsâadenizle” der, izin alır; yer var da oturursa, “
âfiyet olsun” demeyi ihmâl etmez, “teşekkür”le karşılanır...
Yolda birisinin düşürdüğü küçücük bir ekmek parçası, simit
parçası gören eğilir onu alır, öper yâhut öper gibi ağzına
götürür, sonra ya bir duvar kovuğuna, ya bir ağaç yarığına
kordu. “Nimet”di o ve nimete hürmet gerekdi... Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazı. Bir ölüm bütün mahalleyi kapsardı... Bir çeşit yol tarifi
vardı... Bir çeşit ev tarifi: ... oraya vardın mı sağa dön. Solda
bir bostan göreceksin... doğruca git. Gene solda, köşede;
önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, saray yavrusu bir
konak... Sağda az meyilli bir yokuş... Vur o yokuşa! Aşağı-yukarı yüz adım ötede, sağda: bahçesinde salkım söğüt; küçük
kuş yuvası gibi ahşap bir ev... Şimdi “yol”u sormayın; bilen
yok ki... Evler burunsuz... dümdüz yüzlü. Hepsi de birbirinin
aynı... tanınmaz ki... Çalışanın hatırı mı sorulur? .. Tanıyan mı
var onu? Selâm, bir “gericilik”... hiç böyle şey olur mu?.. Ne
ilkel töre!..24“ Gölpınarlı’nın bu anlatımı, mahallenin etten,
kemikten oluştuğunu, onun da yaşadığını, hatta yaşamaktan
öte mahallenin insan olma vasfını bize kazandırdığını göstermektedir.
DİPNOTLAR:
12
1
2
3
4
13
Galitekin, a.g.e, s. 31.
1996), s.7.
14
Galitekin, a.g.e, s. 47.
Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fiziki Yapıya
15
Güncüoğlu, a.g.e., s.190.
Etkileri”, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Ankara 1980, s.103.
16
Tahsin Öz, İstanbul Camileri, C. I.-II., Ankara, 1997, s.39.
Özer Ergenç, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği
17
Mehmet Nermi Haskan, İstanbul Hamamları, İstanbul, 1995, s. 89-91.
18
Güntekin, ag.e., s. 192.
19
Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Ankara,
H.Basri Karadeniz, “XIV. Yüzyılda Karye-i Nizib”, T.D.A.D. , S.105, (Aralık
1976), Ankara 1981, s.350.
5
Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Toplum Yapısı, İstanbul, 2003 s. 90.
6
Ahmet Tabakoğlu, “Osmanlı İçtimai Yapısının Ana Hatları”, Osmanlı, C.
IV, s. 27.
7
Cengiz Orhonlu, “Şehir Mimarları”, Türkler, C. X, s. 529.
8
M. Orhan Bayrak, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İstanbul, 1999, s. 86.
9
Mithat Sertoğlu, Paşalar Şehri İstanbul, İstanbul, 1991, s. 20.
10
Hakkı Göktürk, “Cerrahpaşa”, İstanbul Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul,
1971, s. 3503-3504.
Süleyman Faruk Güncüoğlu, “Cerrahpaşa Semti”, İstanbul’un Kitabı
Fatih, C. I., İstanbul, 2011, s. 188-189.
48
2003, s. 93.
J. H. Kramers, “Mahalle”, İ.A. , C.VII. , s.144.
Üzerine Bazı Düşünceler”, VII. Türk Tarih Kongresi, (Ankara 11-15 Ekim
11
Ahmet Nezih Galitekin, Osmanlı Kaynaklarına Göre İstanbul, İstanbul,
2000, s. 288.
20
Galitekin, a.g.e., s. 621.
21
Kütükoğlu, a.g.e., s. 288.
22
Pervitiç’in hazırladığı 1936 tarihli 57. pafta sigorta haritası.
23
Hayrettin Lokmanoğlu, İstanbul Haritalı Şehir Rehberi, İstanbul, 1955,
s. 28-70.
24
Abdülbâkıy (Abdülbaki) Gölpınarlı, “Dâ’üs-sıla-i mâzî veya Dün Bugün”, İlgi, S. 32, (Kasım 1981), s. 8-11.
OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI
49
YEŞİLÇAM’DAN
DİZİLERE MAHALLE
Celil CİVAN
Türk kültüründe büyük bir öneme sahip olan
mahalle Türk sinemasına da yansımıştır. 1950
yılından itibaren görece demokratikleşen
Türkiye’de sinema da atağa geçmiş ve Halit
Refiğ’in tabiriyle “halk sineması” ortaya çıkmıştır.
YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVAN
YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE
lemeye başladı. Bu durum Yeşilçam sinemasında birbiriyle
tezatmış gibi görünen bir durumun ortaya çıkmasına sebep
Celil CİVAN*
oldu: Mahalleli yoksullar evlerini yıkmak isteyen, kendilerini
işlerinden etmeye çalışan zenginlerle mücadele ederken;
Türk kültüründe büyük bir öneme sahip olan mahalle Türk
kendi içlerinden birilerinin de aynı zengin sınıfa dahil olmasinemasına da yansımıştır. 1950 yılından itibaren görece
sına karşı çıkmadığı gibi kendi kültürü yerine taklitçi bir Batılı
demokratikleşen Türkiye’de sinema da atağa geçmiş ve
kültürü benimsemiş zenginlere karşı kendilerinden birileriHalit Refiğ’in tabiriyle “halk sineması” ortaya çıkmıştır. Muhsin Ertuğrul’un, dolayısıyla tiyatrocuların sinemada etkisini nin de zengin olmasını candan destekledi. Bu anlamda Yekaybettiği bu dönemde mali kaygılardan da kaynaklanan şilçam sineması, beyazperdede kendi hikâyelerini heyecanla
sebeplerle seyircilerin yaşadıkları mahalleler doğal plato ola- takip eden seyirci kitlesinin de arzularını yansıtmış oldu. Zira
rak kullanılmış, seyircinin kendisini özdeşleştirebileceği kah- aynı seyirci kitlesi hem mahalle hayatı sayesinde içine düşramanların hikâyeleri anlatılmıştır. Söz konusu dönemden tüğü acımasız büyük şehrin yabancılaştırıcı etkisinden kuritibaren sinema handiyse halkın tek eğlence kaynağı olmak- tuluyor hem de yaşadığı büyük şehirde zenginleşme hayalleri kuruyordu. Dolayısıyla söz
la kalmamış, sinemanın ana deskonusu filmlerdeki asıl çatışma
tekçisi de seyirci olmuştur. SeyirTürk sinemasında mahalle, köyden büunsuru zengin ile yoksul olmakcinin bu teveccühü karşısında
tan ziyade Batılılaşmış, yoz zenyük şehir İstanbul’a göç eden yoksul
sinemacılar seyircinin “istediği”
ginlerle kendi emeğiyle zenginfilmleri çekmeye gayret etmiş
sınıfların arasındaki dayanışmanın bir
leşmeye çalışan taşralı arasında
ve bu anlamda kültürel hayatın
göstergesidir.
cereyan ediyordu. Bu bakımdan
bir unsuru olan mahalle yaşayıYeşilçam sinemasının çatışma
şı da beyazperdeye yansımıştır.
Ancak söz konusu mahalle yaşayışı sadece seyircinin kendi unsuru olarak sınıfsal bir temeli ortaya koymak yerine uzun
kültürünü yansıtmakla kalmadığı gibi ülkenin değişen kaderi zamandır devam eden Batılılaşma sürecine halkın bakış açıkarşısında sosyolojik bir gösterge olarak da işlev görmüştür.
sıyla yaklaştığını belirtmek gerekir. Söz konusu durumu aynı
zamanda dönemin atmosferiyle birlikte yorumlamak, filmMahalle Dayanışması
lerdeki temsilleri anlamak açısından da önemlidir. Jale DirlikEllilerden itibaren köyden şehre göçün hız kazanması göz yapan ellili yılların hikâyecilerini konu ettiği Kabuğunu Kıran
önünde bulundurulduğunda mahallenin önemi daha iyi Hikâye (Metis, 2011) isimli araştırmasında ellilerden itibaren
anlaşılır. Zira Türk sinemasında mahalle, köyden büyük şehir entelektüel ortamın da değişim geçirdiğini, daha önceki Baİstanbul’a göç eden yoksul sınıfların arasındaki dayanışma- tılı elit kuşağın yerini halktan gelen entelektüellere bıraktığının bir göstergesidir. Gecekondu evleri, eğri büğrü çamurlu
nı söyler. Endüstri haline gelmediği için maddi desteğini sesokakları ve küçük esnafıyla mahalle, Yeşilçam sinemasına
yirciden alan Türk sineması aynı zamanda Orhan Kemal gibi
münhasır “masalsı havayı” da yansıtmak açısından uygunhalktan gelen veya zengin bir aileden gelse de fabrikalarda
dur. Zira Türk geleneksel anlatı yapısını devam ettiren söz
çalışmış, yoksul kesimle birlikte yaşamış Bülent Oran gibi aykonusu sinema, mahalle atmosferi içinde mekânsal devamlılığını da muhafaza etmiştir. Sevimli ve dost canlısı esnafı, dınların senaryolarıyla kendine has yapısını kazanmıştı.
vefalı mahalle arkadaşları, yoksul da olsalar her şeylerini paylaşan komşularıyla mahalle beyazperdede kendi yaşayışının
izlerini gören seyirciyi memnun etmiş; aynı zamanda seyirci
kitlesinin tecrübe ettiği göçün zihinlerde bıraktığı travmayı
dindirmek açısından da sağaltıcı olmuştur. Ellerinde tahta
bavullarla Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden Boğaz’a
bakan yoksul taşralılar için mahalle yaşamı kendilerine has
hayatlarını sürdürebildikleri bir yer olduğu kadar; büyük şehir hayatının acımasız ortamı içinde, dostluğun, dayanışmanın ve vefanın da simgesi olagelmekle, kitlelerin içine düştükleri yabancılaşmayı da aza indirmiştir.
Bununla birlikte ellilerden itibaren liberalizmin ülkede ağırlık kazanmasıyla özellikle “taşı, toprağı altın” olan İstanbul
büyük şehre gelen yoksul kesimin zenginlik hayalini de süs52
*Yazar
Yetmişlerden Sonra
Türk sinemasında mahalle filmleri Yeşilçam’ın Altın Çağı
olarak nitelenen 1960-1975 yılları arasında çekilmeye devam etse de söz konusu dönemin son yılları yerini, ellili
yılların görece iyimserliği yerine zenginlerle yoksulların
arasında gitgide büyüyen bir uçuruma, ülkede ise siyasi çatışmalarla kendini gösteren bir kargaşa ortamına bıraktı. Bu
evrede seyircinin büyük teveccühünü kazanan filmler Ertem
Eğilmez’in kurduğu Arzu Film çatısı altında gerçekleştirilen yapımlardı. Kendi senaryo grubu ve oyuncu kadrosunu
oluşturan Eğilmez’in yaptığı filmler -mahalle dayanışması
yerine- daha çok aile dayanışmasını anlatıyordu. Birbirinden
farklı tiplerin yer aldığı yapımlar ülkedeki gelişmelerin izle-
YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVAN
rini taşımaktan da azade değildi. Mahalleden çıkma zengin
tiplerin yerine -sevimli bir üçkağıtçılıkla da olsa- kendi çabasıyla zengin olmaya çalışan başarısız tipler geçiyor, ülkedeki
iktisadi dönüşüm karşısında aile babası, Batılı zenginin yerini
alan taşra kökenli zenginlere kafa tutuyordu.
Yetmişlerin ortalarından itibaren sinema artık bir halk eğlencesi olmaktan çıkmış, aile filmlerinin yerini müstehcen filmler
almıştı. Seyirciyi tekrar filmlerle buluşturan ise seksenlerde
ortaya çıkan video furyası oldu. Dönemin iktisat politikaları
yabancı sinemanın, özellikle de Hollywood sinemasının salonlarda ağırlık kazanmasına yol açtığında Türk sinemasının
eski görkemli günleri de geride kaldı ve video kasetlerde
hayatını idame ettirmeye çalıştı. Seksenlerde yaşanan bu
dostluğun yerini düşmanlığa, vefanın yerini ise ihanete bırakıyor; zenginliğe karşı mücadele eden mahalle sakinlerinin
yerini birbiriyle kavga eden yoksullar alıyordu. Mahalleyi
yabancılaştırmaya karşı tampon olarak kullanan Yeşilçam’ın
aksine Ağır Roman’da mahalle karanlık ve tekinsiz bir mekân
olarak yer alıyordu.
2009 yılında gösterime giren iki film ise benzer karamsar
yaklaşımıyla mahallenin geçmişe has gösterge düzenini alt
üst ediyordu: Başka Semtin Çocukları, Gazi Mahallesi özelinde Alevi-Sünni çatışmasını eksenine alıp mahallenin bir dayanışma unsuru olmaktan çok bir ayrışma unsuru olduğunu
gösterirken; Kara Köpekler Havlarken isimli film, mahallenin
çıkışsızlığı karşısında karanlık işlere bulaşarak kendini “kurtarmaya” çalışan gençlerin hazin
hikâyesini anlatıyordu.
Televizyon Dizileri: Mahallenin
Yeni Yeri
Ülkedeki sosyolojik değişimler,
Yeşilçam’ın sona ermesi ve Türk sinemasında ağırlık kazanan Yılmaz
Güney sonrası gerçekçilik mahalle
filmlerinin eskisi gibi beyazperdeye yansıması önünde engel olsa
da doksanlardan itibaren açılan
televizyon kanalları sayesinde mahalle hayatı kendine televizyon
dizilerinde yer buldu. Yeşilçam’ın
Altın Çağı’nda halkın tek eğlenSolda: Muhsin Bey filminden bir kare, sağda: Ağır Roman kitap kapağı
cesi sinemayken, günümüzde tek
dönüşüm sadece sinemanın çöküşüne sebep oldu elbette; eğlence aracı televizyon ve televizyonda yayınlanan diziler
Yeşilçam’ın dayanışmayı anlatmak için kullandığı mahalle de oldu. Sosyal hayatımız bir yana, kimi zaman siyaset gündemini bile etkileyen dizilerin Yeşilçam’a has geleneğin kimi
eski anlamını kaybetti.
unsurlarını devam ettirdiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla
Seksenlerin sonuyla doksanların başında Türk sinemasında
sinemada göremediğimiz mahalle temsilinin Türk dizilerinbu değişimin sinemasal temsillerini Ertem Eğilmez’in yanınde hâlâ yaşadığını söyleyebiliriz. Özellikle mahalleye vurgu
da yetişmiş olan Yavuz Turgul’un anlatması tesadüf olmasa
yapan doksanların efsane dizisi Süper Baba, iki binlerin İkinci
gerek. 1987 tarihli Muhsin Bey, Türkiye’de yaşanan sosyo- Bahar’ıyla Ekmek Teknesi ve bugünün Leyla ile Mecnun’u bir
lojik değişimi anlatırken mahalleden kopuk halde, birbirine yana hemen hemen tüm dizilerde ekrana getirilen mahalle
yabancılaşmakta olan sakinlerin yaşadığı apartman hayatını yaşantısı seyircinin hasretle andığı bir geçmişi yansıtıyor. Sada perdeye yansıttı. Turgul sinemasına has eski ile yeni de- atlerce ekran karşısında dizileri seyreden kitle, dizilere konu
ğerler arasındaki çatışmayı anlatan film, yönetmenin diğer olan Ramazan, yılbaşı gibi “gerçeklikler” aracılığıyla da arzufilmleri gibi, mahalle dayanışmasının da dahil olduğu eski sunu tatmin etmiş oluyor. Ancak söz konusu dizilerin Yeşilgüzel günlerin bir daha gelmeyeceğine dair bir melankoliyi çam filmlerine has sıcaklığı ve samimiyeti taşıyıp taşımadığı,
de yansıtıyordu.
seyircilerin rating ve reklâm uğruna istismar edilip edilmediği meselesi ise tartışılmayı bekliyor.
Doksan Sonrası Sinemada Mahalle
Doksanların sonuyla iki binli yıllarda çekilen üç film, Türk
sinemasında dayanışmayı, dostluğu ve vefayı temsil eden
mahallenin nasıl bir değişim gösterdiğini de anlatır: Metin
Kaçan’ın aynı isimli romanından uyarlanan 1997 tarihli Ağır
Roman, Kolera Mahallesi’nde yaşayan Romanların hayat
hikâyelerine odaklanırken dayanışmanın yerini çatışmaya,
KAYNAKÇA
•
•
•
Arif Can Güngör, Türk Sinemasının Yerli Dizilere Etkisi ve Seyirci İlişkisi, (Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi), Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul, 2007.
Agâh Özgüç, Türk Sinemasında İstanbul, Horizon İnternational, 2010.
Jale Dirlik Yapan, Kabuğunu Kıran Hikâye, Metis Yayınları, 2011.
53
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
İSTANBUL’UN
UNUTULMUŞ YEMEKLERİ
Sennur SEZER
Perşembe günleri yapılan eski düğünlerimizin ertesi Cuma gününe
“paça günü” denir, gelin o gün için dikilmiş “paçalık” denen giysiyi
giyer, sağ şakağında elmas yapıştırmasıyla misafirleri karşılardı.
Yalnızca evli kadınların çağrıldığı bu gün bir tür “evliler topluluğuna” katılma
töreniydi. O gün, düğün yemeğiyle birlikte kaymak ve paça ikram edilmesi gelenekti.
Paça yemek için Beykoz’a giden, sade, terbiyeli paça çorbası , paça tiridi, paça
dondurması ayrımını bilen pek kalmadı..
İşkembe yalnızca çorba olarak biliniyor artık.
54
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
55
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ
Sennur SEZER*
Bir şehirde bir yemeğin unutuluşu, birbirinden farklı nedenlere bağlıdır: Yemeğin yapılmasının zorluğu, bir tören yemeği oluşu ve o törenin gündemden kalkışı, yemeğin malzemesinin bulunmayışı ve pahalılığı, yeni kuşakların ağız tadının
değişmesi, İstanbul’a göçlerin gelişi, turist ve yabancı yemek
şirketlerinin etkisi...
’un et alma alışkanlığının uzun zamandır değiştiğini söylemek gerekir. Koyun eti meraklısı İstanbul halkı yemek için
“kıvırcık eti “arar, kasapta hayvanın kuyruğuna, dişi mi erkek
mi olduğuna vb. dikkat ederdi. Kasapların artık çok az semtte olduğunu hatırlatmak gerekmez. Eski İstanbul halkı sığır/
dana etini ancak hastalıklarda hatırlardı. Külbastı tarihe karışan bir et/balık pişirme biçimidir.
Pişirilse de artık adı anılmayan yemeklerden biri, adıyla kökeninin Hıristiyan olduğunu gösteriyor: Papaz Yahnisi. Bu
yahni hem etten hem balıktan yapılır.
İstanbul’da yabancı şirketlerin üretimi, Türk mutfağının kay- Etten yapılan papaz yahnisi sığır etiyle olur. Et ağırlığının
gana (cızlama, akıtma) adını taşıyan hamur işini önce krep, yarısından biraz fazla miktarda arpacık soğanı ile pişer. Sığır
sonra da Amerikalı adıyla pankek
etinden olan papaz yahnisine bir
(krepten daha kalın) durumuna gekahve fincanına yakın ölçüde sirke
İstanbul’da yabancı şirketlerin üretimi,
tirdi. Krep ile pankek arasında mafiş
konur. Bu, Batı mutfağında sık rastTürk mutfağının kaygana (cızlama, akıtde lalanga da yitip gitti. Yapılması el
lanan sığır etine şarap konulmasıma) adını taşıyan hamur işini önce krep,
oyalayan yemekler, örneğin yaprak
nın, Müslümanlaştırılmışıdır. Sirkesonra da Amerikalı adıyla pankek (krepve lahana sarmaları, mantılar, kimi
nin de eti şarap gibi iyi pişirmede
ten daha kalın) durumuna getirdi. Krep
börekler, dondurularak hazır satı(yumuşatmada) etkili olduğu fark
ile pankek arasında mafiş de lalanga da
lan yiyecekler arasında bulunuyor.
edilmiş olmalı. Sirke kokusunun düyitip gitti.
Ancak bu yemekler arasında aynı
zelmesi için yemeğe tarçın, yenibaadı taşısa da gerçek bir puf böreği
har da ilave edilir.
yok. Mantı adıyla “çimdik makarna”
Balıktan yapılan papaz yahnisinin,
ya da “kaşık börek” denilen küçücük
Hıristiyan din adamlarının perhizlerhamur işleri var ancak İstanbul’da Tade yaptıkları bir yemek olduğu eski
tar böreği denilen irice hamur işi de
yemek kitaplarında kaydedilmiştir.
peynirli mantı denilebilecek piruhi de
Kefal, kırlangıç, palamut, uskumru
yapılmıyor.
gibi hemen her tür balıktan yapılan
bu yemeğin de özelliği 1 kilo balığa
Paça Günü
700 gr. soğan ve 7 diş sarımsak hePerşembe günleri yapılan eski düsaplanarak yapılmasıdır. 100 gr. zeyğünlerimizin ertesi Cuma gününe
tinyağında havuç, soğan, sarımsak“paça günü” denir, gelin o gün için
ların kavrulması, kırmızıbiber katılıp
dikilmiş “paçalık” denen giysiyi giyer,
iki bardak suyla 20 dakika pişirilmesağ şakağında elmas yapıştırmasıysi, sonra da iki parmak büyüklükte
la misafirleri karşılardı. Yalnızca evli
kesilmiş balıkların eklenip on dakika
kadınların çağrıldığı bu gün bir tür
pişirilip soğutulması, yemeğin tarifi“evliler topluluğuna” katılma töreniydir. Bu da unutulan yemekler arasındi. O gün, düğün yemeğiyle birlikte
dadır.
kaymak ve paça ikram edilmesi gelenekti.
Saraydan Halka
Paça yemek için Beykoz’a giden,
sade, terbiyeli paça çorbası, paça tiridi, paça dondurması ayrımını bilen
pek kalmadı..
Saray da iki yoldan halkın mutfağını
etkilemiştir: Biri halka dağıtılan yemeklerle, ikincisi, meraklıların yazdığı yemek kitapları yoluyla.
İşkembe yalnızca çorba olarak biliniyor artık.
Saray yemeklerinin halkla buluştuğu
yerler, şenliklerde halka açılan sofralardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın
Hamurdan ete geçtiğimizde İstanbul56
*
Yazar
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
oğulları Şehzade Cihangir ve Şehzade Bayezid’in sünnet düğünlerinde verilen ziyafet ile ilgili bir defterin bugün Berlin
Kraliyet Kütüphanesinde olduğunu saptayan Günay Kut,
bu defterle ilgili bir de bildiri hazırlamıştır. III. Milletlerarası
Türk Folklor Kongresi’ne sunulan bu bildiri, bu kongrenin
bildirilerini toplayan külliyatın 5. cildinde yer almaktadır.
Günay Kut, bu sünnet düğününün 1539 yılında yapıldığını,
düğünden önce kına gecesi yapılıp, yirmi sofralık yemek ve
tatlı ikram edildiğini yazar. Kut, düğündeki ziyafetlerin; fukara ziyafetleri; Yeniçeriler ziyafeti; Sipahi oğlanları, silahdarlar,
ulufeciler ve gurebalar ziyafeti; ahır halkı, topçular ve ehl-i hiref (esnaf) ziyafeti; ulema ziyafeti; paşalar, ağalar ve beyler ziyafeti olarak ayrıldığını belirtiyor. Ayrıca düğünde padişahın
paşalar ve beyler ve ulemayı izam ile özel yediği yemekler
var. Öteki ziyafetlerde sofra sayısı (paşalar, ağalar ve beyler
hariç) 600’dür. Paşalar ve beylere 50 sofra kurulmuş; padişahın katıldığı ziyafetlerdeki sofra sayısı yalnızca 15’tir.
Fakirlere Eyüb, Sultan Mehmet, Sultan Bayezid, Sultan Selim,
Mahmud Paşa, Ali Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Mustafa
Paşa imaretlerinde ve At Meydanı (bugünkü Sultanahmet
Meydanı)’nda dağıtılan pilav ve zerdeyi saymazsak, asker
dahil meslek sahiplerine toplam 2400 sofra yemek verilmiştir. Bu sofralarda pilav ve zerde dışında zirva, tavuk çorbası,
memnuniye helvası, muhallebi, tavuk kebabı, kuzu kebabı,
koyun yahnisi yer almıştır. Paşalar, ağalar ve beylerle padişahın katılacağı yemeklerde çeşitler daha fazladır. Ancak halkı
daha az etkilediği de kesindir. Padişahın katıldığı sofralarda
yer alan ek yemekler arasında çeşitli av kuşu etleri ve tatlı çeşitleri vardır.
Listelere bakılınca dikkati çeken sözcük : “Zirva,”. Böyle bir
yemek adı olamazmış gibi geliyor. Prof. Süheyl Ünver’in Fatih Devri Yemekleri kitabına göre zirva, pekmezli aşuredir.
Bu aşurede buğday nişastası, kuru kayısı, kuru incir, çekirdeksiz kuru üzüm, hurma ve üzüm pekmezi vardır. Kuru meyveler doğranıp bir gece ıslatılır. Pekmezle biraz pişirilir. Nişasta
şeker ve suyla pişirilip pekmezli meyveler katılır. Beş dakika
daha kaynatılır. Kaselere boşaltılıp dolma fıstığıyla süslenir.
Kuyruk Yağı
Padişah sofrasındaki yemeklerin en ilginci, bugün
Anadolu’nun bazı bölgelerinde pişen, ancak İstanbul’da
hemen hiç tanınmayan ayva yemeğidir. Ziyafet defterinde
ayva kalyesi adıyla geçen bu yemek Anadolu’da “ayva gallesi” diye anılır. Kimi kaynaklar “eti önceden kavrulan sebzeli
yemeklerin kalye” diye adlandırıldığını kaydeder. Kabak ve
patlıcan kalyeleri varmış. Kabak kalyesini, hâlâ bilen ve pişiren varsa da bu yemeklerin, yemek kitaplarımızda adı bile
yoktur. Dikkati çeken ama tanınmayan bir başka yemek de
kadıntuzluğu çorbasıdır. Yabani bir çalılık meyvesi olan bu
meyve belki nadir olduğundan padişaha sunulmaktadır.
Margarinin yaygınlaşması ve kolesterol korkusuyla unutulan
kuyruk yağı, bir dönemin önemli besin maddelerindendi.
Kokusunu güzelleştirmek için eritilirken, içine elma ya da
ayva atılırdı. Eriyince kıkırdakları süzülürdü. Bu yağın pilavlarda kullanılmadığını ekleyelim. Bu yağın üretimi bırakılınca, Sermet Muhtar Alus’un “lök gibi mideye oturan, üç yirmi
dört saat hazım nedir bilmeyip betonlaşan” sözleriyle güç
sindirildiğini anlattığı kıkırdak poğaçası da unutuldu.
Unutulan sebzelerden biri kavata öteki de mülhiyedir. Kavata domatese, mühliye ıspanağa benzer. Eski ustaların, örneğin Ekrem Muhiddin Yeğen’in 1984 basımlı kitaplarında bile
tarifi bulunan mühliye bugün galiba yalnız Ayvalık civarında
bulunuyor. Şalgam, kolay bulunsa da patatesin Avrupa’ya
gelişinden önceki saltanatını sürdürmüyor.
Neden unutulduğunu anlayamadığım bir yemektir lapa. Lapaların pilav gibi kıvam tutturulma derdi de yok. Domatesli,
tavuk sulu çeşitleri vardır. Turşu lapası ne kolaydır. Su yerine
lahana turşusu kullanılan, soğanı kavrulmuş yumuşakça bir
pilav yapılır.
Lapanın unutulduğu yerde aside unutulmasın olur mu...
Muhsin Ertürk, zirvanın tatlı değil mutancana gibi et ve meyvenin bir arada kullanıldığı bir yemek olduğunu iddia ediyor.
İstanbul’da Fatih ve Süleymaniye İmaretlerinde, Edirne’de II.
Beyazıt imaretinde Cuma akşamları, Ramazan’da ve her iki
bayram akşamları halka dağıtılırmış. Et ve meyvelerin (incir,
badem, erik, üzüm, kiraz kurusu, kayısı) ve son olarak da bir
çorba kaşığı balın bir arada kullanılması, Osmanlı saray mutfağı kadar, Mevlevi mutfağı etkisini kanıtlarmış. Bu yemek
haşhaş tohumuyla süslenir. Başka kaynaklarda, kiraz kurusu
yerine safran eklenir. Her iki tarifte de yemeğe eritilmiş nişasta konur. Bu yemeğin de izi yok, memnuniye helvasının da.
57
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
58
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
ASiDE
Lapa Malzeme:
•
2 su bardağı pirinç
•
6 silme çorba kaşığı sade yağ, ya da margarin
•
4 büyük domates ya da 1 kahve fincanı domates salçası
•
5 bardak su ya da et suyu
•
Tuz
Bamya Malzeme:
•
250 gram bamya
•
1 büyük soğan (yemeklik doğranmış)
•
2 çorba kaşığı (silme) sadeyağı ya da margarin
•
125 gram kuzu eti (kuşbaşı doğranmış)
•
1 orta boy domates
•
½ limon
•
1 bardak su ya da et suyu
•
Tuz
•
1 yeşil biber
•
1/2 kahve fincanı sirke (yatırmaya)
Lapanın Hazırlanışı:
Bir tencereye sade yağ ya da margarin koyarak hafifçe kızdırmalı, sonra buna, kabukları çıkarılmış ve küçük parçalara doğranmış domates koyup, domatesler eriyip de salçamsı bir hal alıncaya kadar 8–10 dakika kavururcasına pişirmeli. Domateslere 5 bardak su ile üç çeyrek çorba kaşığı da tuz koyarak, domatesli salçayı kaynamaya bırakmalıdır.
Su kaynayınca tencereye ayıklanmış ve yarım saat kadar sıcak suda yatırılmış ve duru su çıkıncaya kadar üç-beş
kez yıkanmış pirinci koyarak tencerenin kapağını kapatmalı. Pirinçler sularını çekip lapa kıvamına gelinceye kadar
orta kuvvetteki ateşte pişmeye bırakmalıdır. Lapa pişince bunu yarım saat kadar çok hafif ateşte demlendirmelidir.
Bamyanın Hazırlanışı:
Bütün bamyanın tepelerini külâh gibi sivri kestikten sonra, içlerine su işleyebilmesi için de altlarının sivri kısımlarını
da keserek bir tepsiye ya da tencereye ayıklamalı. Ayıklanmış bamyaların üstlerine 1 çorba kaşığı tuz ile yarım kahve
fincanı sirke katarak hepsini harmanlarcasına iyice bir karıştırıp yarım saat kadar bir tarafa bırakmalıdır. Bamyalar,
tuz ve sirkede yatarken, diğer taraftan da bir kuşaneye; sade yağı ya da margarin, küçük kesilmiş 1 büyük soğan koyarak, karıştırıp soğanları 10 dakika kadar kavurmalı. Sonra kuşbaşı doğranmış eti katmalı ve 5 dakika kavurmalı, bu
kavrulmuş etlere 1 tatlı kaşığı tuz ile ancak yarım bardak sıcak su katarak tekrar 20 dakika daha pişirmeli ve ateşten
alarak ılınmaya bırakmalıdır.
Etleri düzenli bir şekilde kuşanenin altına yaymalı, üstüne de bir sıra, yuvarlak dilimlere kesilmiş bir miktar domates
döşedikten sonra, bunun üstüne de yanyana ve sık olmak üzere, tuzlu sirkede yatırılmış ve bol suda iki üç defa
yıkanmış bir sıra bamya döşemeli ve bunun üstüne de tekrar bir sıra domates, bir sıra bamya olmak üzere bütün
bamyaları böylece kuşaneye istiflemek suretiyle döşemelidir. Bamyaların döşenmeleri sona erince, bunlara; küçük
kesilmiş 1 yeşil biber 1/2 küçük limon suyu, tuz, 1 bardak suyla, etin piştiği soğanlı yağları da katarak üstlerine ıslatılmış ve buruşturulmuş bir yağ kâğıdı örtmeli ve tencerenin kapağı kapatılmış olarak, bamyalar sularını çekip de
iyice yumuşak bir hal alıncaya kadar önce kuvvetlice, sonra da orta kuvvetteki ateşte olmak üzere bunları, 40 – 60
dakika arasında pişirrnelidir.
Lapa ve bamya hazır olunca; önce lapayı büyük bir tabağa düzgün bir şekilde yaymalı, üstüne de bamyayı koyduktan sonra servis yapmalıdır.
Pratik Ölçü:
pirinç 1 su bardağı 200 gr.
1 kahve fincanı 50 gr.
1 çorba kaşığı tepeleme 20 gr.
59
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
60
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
61
“ÇOCUKLAR GELENEKSEL
OYUNLARI SEVMİYOR”
DİYORSANIZ BİR DAHA
DÜŞÜNÜN
Erol ERDOĞAN
Çevremizdeki çocuklara, çocukluğumuzda keyifle oynadığımız beş–
on oyunun adını söyleyelim. Bakalım, oyunları bilen çıkacak mı?
Çocukların eski oyun adlarını pek duymadıklarını göreceğiz.
“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA DÜŞÜNÜN / Erol ERDOĞAN
“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI
SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA
DÜŞÜNÜN
gelişimiz. Bütün dünya bu hengâmeyi az çok yaşadı, biz ise
“travmatik” boyutlarda yaşadık. Geleneksel çocuk oyunlarının durumu ayrı bir hikâye değil, bu kopuşun ve travmanın
bir cüz’üdür.
Erol ERDOĞAN*
“Çocuklarımız, geleneksel çocuk oyunlarını bilmedikleri için
oynamıyorlar.” tespitinin ardından “Çocuklarımıza o güzelim
eski oyunları öğretsek ne güzel olur, hemen oynamaya başlarlar” diye bir cümle kurmak niyetinde değilim. Bu kadar basit bir çaba ile böyle bir sonuç elde etmek mümkün değil.
“Çocuklar artık sek sek, üçtaş, birdirbir oynamıyor. Sevmiyorlar eski oyunları. Varsa yoksa bilgisayar ve internet oyunları.
Biz ne çok oynardık o güzel oyunları. Sokağa çıkar, akşam
dönerdik eve. Sokaklar bizim için oyun yeri idi. Kış geceleri de evimizde arkadaşlarla toplanır saatlerce
oynardık.”
Siz de böyle düşünüyorsanız, gelin biraz tartışalım. Önce, tahmin ettiğimiz bir durumu
teyit etmek için ufak bir araştırma yapalım.
Çevremizdeki çocuklara çocukluğumuzda
keyifle oynadığımız beş–on oyunun adını
söyleyelim. Bakalım, oyunları bilen çıkacak
mı? Çocukların eski oyun adlarını pek duymadıklarını göreceğiz.
Kültürel unsurlar, sadece bilgi aktarımı ile değil uygulama ile de sonraki nesillere geçer. Bu geçişi
sağlayacak bir hava, ortam gerekir. Tam bu
noktada “Kültürel iklim” ifadesi o kadar anlamlı duruyor ki… Çocuk, çelik – çomak veya
birdirbir oyununu ağabeyi, ablası, komşusu
ile oynayabilseydi, bu oyunlar sonraki nesle
geçmiş olacaktı. Bu geçiş esnasında oyunlar
doğal değişimini ve gelişimini sürdürecek,
teknolojik ve kentsel gelişmelere göre de bazı
oyunlar yeni formlar, şekiller kazanacaktı. Muhtemelen şöyle bir sonuç meydana çıkacaktı:
Evet, çocuklarımız geleneksel oyunları oynamıyorlar. Çünkü onlar o eski oyunları
bilmiyorlar. Bilinmeyen şey nasıl seBazı çocuklarımız keşkek, tarvilsin, nasıl oynansın? Çocuklarımız,
hana, ev yoğurdu ve pekmezi
geleneksel çocuk oyunlarını bilmeneden bilmiyorlarsa eski oyundikleri için oynamıyorlar.
ları da onun için bilmiyorlar.
Çocukların eski oyunları bilmeme
nedenleri ortada; onlara o oyunları öğretmesi gerekenler (anneler, babalar, dedeler, ablalar,
ağabeyler) görevlerini yapmadılar, oyunları çocuklarına
öğretmediler. Zaten ilk önce onlar oynamayı bırakmışlardı.
Öğretmedikleri gibi, sokaklarda oyunların oynanabileceği
bir alan da bırakmadılar. Geleneksel çocuk oyunlarından
vazgeçenler, bugünün çocukları değil onların büyükleri olan
bizleriz.
Bir miktar abartılı olmakla birlikte şu yazacağım cümleler
gerçeğin altını çizmek için faydalı olacaktır. Bazı çocuklarımız
keşkek, tarhana, ev yoğurdu ve pekmezi neden bilmiyorlarsa eski oyunları da onun için bilmiyorlar. Köylerinin adlarını
veya iki üç kuşak önceki dedelerinin isimlerini neden bilmiyorsa, eski çocuk oyunlarını da onun için bilmiyorlar.
Köyden kente göçüşümüz, modernleşme çabamız ve ulusallaşma sürecimiz aynı zamanda bizim “kopuş” hikâyemizdir.
Son iki yüz yıldır doğal bir süreç yaşamadık; onun için doğal
sosyolojik süreçlerin değil mühendisliğin ürünüyüz. Suyun
doğal yollarla denize kavuşması gibi değildi bizim bugüne
64
*Gazeteci
Bir: Geleneksel oyunların bir kısmı çocuklarca aynen –hiç değiştirilmedenoynanmaya devam edilecekti.
İki: Bir kısmı, başka oyunlarla karşılaşacak, bu karşılaşma sonrası değişime uğrayarak yeni halleriyle varlıklarını sürdüreceklerdi.
Üç: Bir kısmı kentleşme ve teknolojik gelişmeler etkisiyle
yeni oyun alanlarına (bilgisayar, internet, luna park, oyun
parkları) uyarlanacaktı. Mesela seksek’in internet versiyonu
oluşacak veya birdirbirin ilham verdiği bir bilgisayar oyunu
yazılacaktı. Hatta lunaparklarda ip atlamanın yeni versiyonları ile karşılaşacaktık. Bezirgânbaşı veya Körebe oyununun
hızlandırılmış şekli dev oyun parklarında kendine yer bulacaktı. İstop oyunu belki de Olimpiyatların gösteri oyunlarından biri olacak; saklambaç, kentlere uygun yeni bir şekille
oynanmaya devam edilecekti. Belki de mimarlar, mühendisler kentleri ve apartmanları inşa ederken planlarına oyun
alanları da ekleyecektiler.
Böyle olsaydı, geleneksel çocuk oyunları aynen veya yeni
formlarla varlıklarını sürdürecek, az bir kısmı unutulacaktı.
“Böyle olsaydı”dan kastımın “Köyden kente göç ve modernleşme çabamız” kopuş şeklinde olmasaydı demek olduğunun altını çizmek isterim. “Kopuş” olmasaydı veya kopuştan
hemen sonra “ne yapmalıyız” sorusunun sahici cevaplarını
verebilseydik...
“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA DÜŞÜNÜN / Erol ERDOĞAN
“Batının teknolojisini alalım, ahlakını almayalım” cümlesi,
söylendiği dönem için işe yarar gözüken bir çıkış olsa da eksik olan bir şey vardı. Teknolojisini aldığımız Batı’dan doğrudan ahlak almadık ama “biçim” aldık. Bilgisayar, içinde çocuk
oyunu ile birlikte geldi. Oyunlar, doğal olarak, geldiği toprakların kültür, din, medeniyet unsurlarından izler taşıyordu.
Kaldı ki biçimler, simgeler içinde bir miktar “ahlak” barındırır.
Derdim “ağıt yakmak” değil. İki yüzyıllık yolculuğumuzu bir
de çocuk oyunları açısından fotoğraflamak istedim. “Çözüm
var mı?” diye sorarsanız, “mümkündür” derim. Konuşmalıyız,
tartışmalıyız, çalışmalıyız.
Yazının sonunda büyüklere şu soruyu soralım: Bir dakikada,
eski çocuk oyunlarından kaç tanesini sayabilirsiniz?
Zorlanacağınızdan kuşkum yok. En iyisi ben size kopya vereyim; Uzun Eşek, Mendil Kapmaca, Birdir Bir, Bezirgânbaşı,
Sek Sek, Ortada Sıçan, Yakar Top, Beş Taş, İp Atlama, Topaç,
Cızır Bızır, Çındır Pır, Dalye, Hınbıl, İsim – Şehir, Deleme, Ebe
– Sobe, Ferfene, Gece – Gündüz, İstop, Köşe Kapmaca, Kutu
Kutu Pense, Kurt – Kuzu, Saklambaç, Dokuz Taş. Ben bir nefeste bunları saydım. Siz devam edebilirsiniz.
65
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
66
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
MAHALLEDE
YAŞLANMAK
Şerif ESENDEMİR*
Çeşm-i dünyamız modern ile geleneği buluşturup yeniden yapılandırdığı
mahallelerinde kıdemlisini (yaşlısını) yerinde tutabilen bir kültüre sahiptir.
Birtakım sıkıntılara rağmen bu yerindelik kıdemliyi, dışlandığı hissinden bir
nebze olsun alıkoymakta ve mahallenin merkezine oturtmaktadır.
67
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
MAHALLEDE YAŞLANMAK
Yaş(lı) Dostu Mahalle
Kıdemlilerin mahalle yönetimine katılımları burayı her yaşa
uygun hale getirmelerini beraberinde getirir. Örneğin, şayet
sokaklar, caddeler, yapılar bir tekerlekli sandalyenin dahi geGiriş
çemeyeceği şekilde tasarlanmışsa bunu ilk farkedecek kişiler
Ülkemizde mahalle kavramı, modernizm veya gelenek üze- kıdemlilerdir. Çünkü çocukluk evrelerinde bir oyun parkının
rinden okunarak sürekli yeniden üretilebilen bir siyasetin eksikliğini, gençliklerinde bir gençlik merkezinin yokluğunu,
nesnesi haline getirildi. Bu nedenle, onun özgül mahallinde ileri yaştan veya engellilikten dolayı tekerlekli sandalyeye
kendine münhasır özellikleri göz ardı edilerek söz konusu mahkûm hale geldiklerinde bir sokaktan geçmenin zorluğuüretime kurban olması sağlandı. Şerif Mardin’in Ruşen Çakır’a nu çekenler büyük oranda onlardır. Dahası, hayatlarının son
verdiği röportajda “mahalle baskısı” kavramı üzerinden baş- demlerinde gözlerinden dahi sakındırdıkları torunlarını bebek
arabalarıyla dahi taşımamanın
lattığı tartışma buna en güzel
1
acısını en az anneler kadar hisseörnektir. Bu tartışmanın ayrıntıMahalleyi yöneten muhtarın ihtiyar helarına girmek yerine mahallenin
den, onlardan başka kim olabilir
geçmişini/geleneğini ve bugüki? Dolayısıyla mekânlar (mahalyetine danışarak karar alması, kıdemlinünü/modern olanını buluştuler) her yaştan insanlar, özellikle
nin mahalle yönetimine katılımını gösran kıdemli sakinleri olan yaşlıları
kıdemliler için bir engel teşkil
termesi açısından çok önemlidir. Bunun
etmek yerine sınırlarını çizebilüzerinde duracağız.
bazı toplumlarda olduğu gibi bir gedikleri alanlar olmalıdır. Yersiz ve
Kıdemlilik: Mahallede Gelerontokrasi (yaşlılar yönetimi) şeklinde
yurtsuzlaştıran bir küreselleşme
nek ve Moderni Buluşturmak
değil de katılımcı demokrasi şeklinde
dalgasına rağmen mahallelenin
sınırları hâlâ insanların dünyasıÇeşm-i dünyamız modern ile geoluşu; her yaştan insanın fikir ve düşünnın sınırlarını belirlemektedir. Bu
leneği buluşturup yeniden yapıcesine başvurulduğunu göstermektir
benzeştirmeye ve homojenleştirlandırdığı mahallelerinde kıdemMahalleler sosyal bir aidiyet kazanma
meye çalışan modern söylemin
lisini (yaşlısını) yerinde tutabilen
mekânlarıdır. Bunu en iyi şekilde sağlamahalleyi sadece kendi sözünün
bir kültüre sahiptir. Birtakım sıyanlar
ise
mekânın
mahkûmları
değil,
geçtiği bir mahal kılmaya çalışkıntılara rağmen bu yerindelik kımasına, bir tür bir direniştir.
mahallenin sakinleri ve kurucu aktörleri
demliyi, dışlandığı hissinden bir
Şerif ESENDEMİR*
olan ihtiyarlardır.
nebze olsun alıkoymakta ve mahallenin merkezine oturtmaktadır. Mahalleyi yöneten muhtarın
ihtiyar heyetine danışarak karar alması, kıdemlinin mahalle
yönetimine katılımını göstermesi açısından çok önemlidir.
Bunun bazı toplumlarda olduğu gibi bir gerontokrasi (yaşlılar
yönetimi) şeklinde değil de katılımcı demokrasi şeklinde oluşu; her yaştan insanın fikir ve düşüncesine başvurulduğunu
göstermektir.2
Kıdemlinin mahalle yönetime katılımı, onu orada yapılacak
her türlü değişikliğin bir parçası kılar, sosyalleştirir ve toplumla bütünleştirir. İnsanlar sevdikleriyle birlikte alışageldiği
bir ortamda yaşlanmak/yaşamak ister. Bu nedenle, sosyal
devletin öncelliği mümkün olduğu kadar insanları yerinde
tutmak ve gerekli hizmetleri ayağına getirmek olmalıdır. Bu
ancak ve ancak bulundukları ortamları insanlara uygun hale
getirmek ve yaşanılır kılmaktan geçer.
68
*Yazar
Ayrıca, mahalle bir nevi insanın
anavatanı gibidir. Asıl mekânımız olan cennetten atılmamızla
başlayan dünya sürgünümüzdeki gibi ona hep özlem duyarız. Bu nedenledir
ki kıdemliler mahallede yaşlanmak isterler. Mahalleyi onların
ihtiyacına göre şekillendirme ihtiyacı da bundan doğar.
Mahallenin aynı zamanda kıdemliler için fiziksel yapısından
öte bir anlamı vardır. Öyleki ona bazen kutsallık bile atfedilir.
Kendilerini onunla özdeşleştirdikleri bir aidiyet kaynağıdır
mahalle. Orada yeşeren hatıralarla ona daha çok bağlanılır.
Kıdemliyi tarihinin bir parçası kılarak bugünü yaşamasına ve
geleceğini tasarlamasına vesile olur.
Ötekisiz ve Komşu Kılan Mahalle
Duygular bireysel olarak yaşanmasına yaşanır ama onların
en çok paylaşıldıkları yer mahalledir. Bu nedenle, kıdemlile-
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
69
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
rin en aktif oldukları ve sosyal hayatın bir parçası oldukları
yerdir. Çünkü mahallede bağlar sıcak komşuluk ilişkileriyle
en üst düzeye çıkar. Bu, dışardan gelen tehditlerin beraberinde getirmiş olduğu bir dayanışma değildir. Dinlerinin
ve kültürlerinin bir gündelik yaşam pratiğine dönüştürmüş
olduğu gönüllü bir harakettir. Gönüllülük esasına dayalı bu
haraket kıdemliyi yüce bir dava uğrana maddi çıkarlardan
uzak tutar. Maddi çıkarlar olmadığından yaptığı ve alacağı
hizmettin alanına kolay kolay ayrımcılık girmez. Kıdemli, bu
gönül haraketiyle gönülden gönüle köprüler kurar. Haraket
gönülden başlayınca topluma hizmet bir aşka dönüşür.
Mahalleler kıdemliliğin bir başka dünya olmadığı yerlerdir.3
Sosyal ilişkiler güçlü olduğundan toplumsal yabancılaşma
ve yalnızlık oranı en alt düzeydidir. Yoksulluk yardımlaşma
nedeniyle daha aşağıya çekilmiş durumdadır. Mesela, yanıbaşlarına gökdelenler henüz dikilmedi dönemde gecekondularda yaşamak, sosyal tabakalaşmanın bir göstergesi
olmamıştır. Tersine onlar, bahçelerinde komşuların birlikte
çaya oturdukları birer sosyalleşme alanlarıdır.
Mahalleler birer çatışma alanı değil, kıdemliler vasıtasıyla
sosyal uyumun daha kolay sağlandığı yerlerdir. Oralarda
gettolaşma yerine birlikte yaşama sanatı vardır. Bu birlikte
yaşama sanatını en iyi icra edenler de kıdemlilerdir. Çünkü
onlar bir usta edasıyla bu sanatı biz çıraklarına eylemleriyle
70
gösterme vakuruyla yaşarlar. Bundandır ki mahallede kuşaklararası çatışma, onlar sayesinde en alt düzeyde tutulmuştur.
Sonuç
Mahalleler kıdemlileriyle, kıdemliler mahalleleriyle vardır.
Mekân ve insan faktörü onlarda iç içe geçmiş ve âdeta bütünleşmiştir. Bundan dolayıdır ki mahalleler fiziksel bir alandan da öte sosyal bir aidiyet kazanma mekânları olmuşlardır.
Bunu en iyi şekilde sağlayanlar ise mekânın mahkûmları değil, mahallenin sakinleri ve kurucu aktörleri olan ihtiyarlardır.
Mahalle, her şeye rağmen kıdemlilerin hüvviyeti olmuştur
artık. Onu kaybettiklerinde veya ondan ayrıldıklarında, uzatılan dünya sürgünlerinin içinde yeni bir sürgün başlamıştır
demektir. Bu nedenle, kıdemlilere yeni bir sürgün hayatı yaşatmamak için mümkün olduğu kadar onları yerinde tutmak
gerekir. Zira her şey yerinde güzeldir.
DİPNOTLAR
1
Ruşen Çakır, Mahalle Baskısı: Prof. Şerif Mardin’in Tezlerinden Hareketle Türkiye’de İslam, Cumhuriyet, Laiklik ve Demokrasi (İstanbul, Doğan Kitap, 2008).
2
Murat Yetkin, “Gerontokrasi”, Radikal, 2 Haziran 2002
3
Graham D. Rowles, Prisoners of Space? (Boulder: Westview Press, Inc., 1978).
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
SALACAK’TA
BİR ÖMÜR
Hayri DİKKAYA ile söyleşi
Söyleşenler: Metin ÖZTÜRK, Esra ERKAL
72
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
73
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
SALACAK’’TA BİR ÖMÜR
Hayri Dikkaya ile Söyleşi
Söyleşenler: Metin ÖZTÜRK - Esra ERKAL*
tı, Akademi’de hocaydı. Yakın zaman önce 98 yaşında vefat
etti. Niyazi ağabey, Yavuz gemisinde bahriye askeriydi. Şahane tespih yapardı. Çarşıya gelir, tavlaya çok meraklıdır, esnaf
onunla tavla oynamayı pek sever. Adına bir kültür merkezi
yapıldı Üsküdar’da. Güzel abidir…
“Mahalle”dosyamız için İstanbul’un kadim ilçesi Üsküdar’ın tari- Bayram yeri de Kazderesi’nde kurulurdu. Atlı karıncaya, kahi mahallelerinden birisine yolumuz düştü. Günümüzde Salacak yık salıncağına binerdik. Doğancılar Parkı’na bando gelirdi…
Mahallesi’nin bir parçası olan İhsaniye, uzun yıllar müstakil bir Bahçeyi ekip biçmekten oyun oynamaya pek vakit bulamıyormahalle olarak yaşamış. Bu mahallede doğan Hayri Dikkaya – duk çocukluğumuzda. Yine de çelik çomağı gayet iyi oynardı.
ya da tanıyan herkesin seslendiği ismiyle Hayri Baba – ömrünün Bir vurdum mu ta caddeye kadar çıkarırdım…
83 yılını burada sürmüş, sürüyor. Hayri Baba; eski adı İhsaniye Doğancılar Parkı’nın Nasuhi Üsküdarî Camii cihetine bakan
olan Salacak Mahallesi’nde, Bestekâr Selahattin Pınar Sokak’ta karşı tarafında Rufai Tekkesi, Aypak Yazlık Sineması, bir haoturuyor. Kendi yaptırdığı bimam ve şimdiki Doğa Koleji
olan binada bahçe vardı…
nada, çocukları ve torunlarıyla,
Niyazi
(Sayın)
ağabey,
Yavuz
gemisinde
bahBahçe Narmanlılarındı (Nialtlı üstlü. Eski günlerin hasreriye
askeriydi.
Şahane
tespih
yapardı.
Çarşışantaşı’nda bir apartman ve
tini çekiyor ama her zaman.
ya
gelir,
tavlaya
çok
meraklıdır,
esnaf
onunla
Tünel’de hanları olan NarAslen Arnavut olan Hayri Baba,
tavla
oynamayı
pek
sever.
manlılar…) Bahçenin sahibi
“kırlangıcım” diye yâd ettiği
Melek Hanım Teyze arife güneşinin vefatından sonra maziAdına bir kültür merkezi yapıldı Üsküdar’da.
leri biz mahallenin afacanladeki günleri daha bir özler olGüzel abidir…
rını yıkar, giydirir, yedirir öyle
muş. Küçük yaşta atıldığı hayat
gönderirdi…
mücadelesinde ahşap ustalığı,
dalgıçlık gibi mesleklerle uğraşmış. Şimdilerde emekliliğin sakin Doğancılar Parkı çaprazındaki eski Hükümet Konağından
günlerini yaşıyor, huzurlu ve sessiz mahallesinde. İstanbul’un (Kaymakamlık Binası) itibaren Halk Dersanesi Sokak’la mahareketli, gürültülü ve kalabalık zamanına inat; sakin, telaşsız, hallemiz başlar. Sokaktan deniz tarafına doğru inince soldaki
tenha kalan nadir köşelerinden biri yaşadığı mahalle. Doğancı- ilk sokak bizimkidir. Eskiden Eczane Sokak’tı adı… Sonra İhlar Parkı’nın karşısında eski Hükümet Konağı’nın sokağıyla bir- saniye Sokak, daha sonra da Selahattin Pınar Sokak oldu. Kölikte başlayan İhsaniye Mahallesi, Hayri Baba’nın pek çok hatı- şede ahşap bir ev vardı… İbrahim Hakkı Ketenoğlu’nun evi,
rasına eşlik etmiş. Şimdi Hayri Babamıza kulak verelim, bakalım Anayasa mahkemesi başkanıydı. Sokağa sonradan adı verilen
meşhur bestekârımız Selahattin Pınar, Kalafatçıların evinde
kimlerden, nelerden söz açacak?...
otururdu… 190 Mersedesi vardı. Tanburu alır, arabasının arka
”1930 yılında Üsküdar’da doğdum. Babamlar Arnavutluk’tan koltuğuna yatırırdık abimle. Rahmetli Selahattin Pınar elini
gelmiş, Cumhuriyetten önce. Mahallemizde yerli İstanbul- yeleğinin cebine atardı, artık ne çıkarsa şansımıza… Harçlılu çok değildi. Çoğunluk muhacirdik. Ömrüm bu mahallede ğımızı verdikten sonra gür sesiyle “Haydi güle güle bakalım
geçti hep. Çocukluğumuzun insanları efendi, güzel insanlardı. keratalar” derdi. Güzel, efendi insanlardı…
Babam inşaat, bakım, bahçe işleriyle uğraşırdı. Ben de çocukluktan beri bu işleri yaptım. Mahallemizde evler hep ahşaptı, Sokağın daha ilerisinde Avni Anıl ve Şekip Ayhan Özışık otutahta evler. Sonradan apartmanlara dönüştü. Evlerde, bahçe- rurdu. Şimdi Müftülük binası olan Kaymakamlık binası eskilerde su yoktu, mahalle çeşmesinden alırdık. Bahçelerde dut den Halkevi’ydi. Avni Anıl’ın konserleri olurdu orada.
ağacı, badem, incir, mürekkep inciri vardı….Şimdi söylesem Sokağımızdaki (Selahattin Pınar Sokak) verem savaş dispaninanmazsınız ama her biri üç kilo gelen armutlar vardı.
seri Cezmi Or’un adını taşır. Milli atlet Cezmi Or mahallemizin
Doğancılar Parkı’ndan aşağısı o zamanlar bahçelikti… Parkın çocuğuydu. Olimpiyatlarda derece almış… Ayrıca milli atlet
karşısında bulunan Şehir Tiyatrosu (Musahipzâde Celâl Sah- Suat Nemli de vardı… “Pire Nuri” lakaplı ağabeyim mahallenesi) “Kazderesi” diye bilinirdi, boş bir arsaydı, orada çelik-ço- mizdeki bir yarışta bu iki atleti de geçmişti.
mak oynardık. Meşhur neyzen Niyazi Sayın orada otururdu,
10 parmağında 10 marifet vardı. Ağabeyi Sırrı Sayın, elektrik
işlerinde müdürdü, babası başkomiserdi. Sırrı ağabey hattat74
*Yazar
Sokak satıcılarını hatırlıyorum mahallemizde… Seyyarlar.
Gece bozacılar “Mırmırık (ekşi boza) var, Vefa’nın kaymaaak…
tatlı var, ekşi var” diye bağırırlardı… İmrahor’da manav İbra-
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
him Amca vardı, caminin müezzini… Önce atı, sonra eşeğiyle
bamya, domates, fasulya satardı. Yoğurtçular, sakalar geçerdi
her gün sokaktan… Esat ve Mustafa Amcalar.
Mahallemizde genelde subaylar otururdu. 1939 yılında İkinci
Cihan Harbi sebebiyle pasif koruma uygulanmıştı tüm yurtta.
Mahallemizde de akşamları karartma yapılırdı, kalın siyah perde çekilirdi pencerelere, içerideki ışığı belli etmesin diye…
Mahallemizin meşhur doktoru Sıtkı Özferendeci, nur içinde yatsın… Sonradan Çiçekçi tarafına dek uzayan sokağa
onun adını verdiler (Üsküdar’ın yerlilerinden rahmetli Ahmet
Yüksel Özemre, Sıtkı Özferendeci’nin “tavuklu doktor” olarak
tanındığını yazmaktadır. Sıtkı Bey, muayene ettiği fakir hasta
çocuklara şifa olsun diye bir de tavuk verir.
Çantasında daima tavuk taşıdığı için bu lakabı almıştır). Ünlü fıkra anlatıcısı, radyoda
sohbet programları yapan Bal Mahmut
(Mahmut Baler) da bu sokakta oturdu.
Mahalledeki güzel binalardan birisi olan
Köprülü Konak, bir ara kız ortaokulu olarak
hizmet vermişti…
Halk Dersanesi Sokak’ın sonundaki kırmızı
boyalı meşhur Çürüksulu Yalısı’nın sahibi
Ahmet Paşa, hatırı sayılır misafirlerinin olduğu günlerde bizim
fakirhanenin önüne gelir, annemi çağırırdı. Rahmetli anneciğimin elinden çok güzel börek, baklava, hamur işleri gelirdi.
Annem gidince biz de sevinirdik, midelerimiz bayram edecek
çünkü… Çürüksulu Ahmet Paşa… Kızı Belkıs hanım… Kapıları açıktı… Güzel insanlardı…
Eski zamanlarda herkes birbirine saygılıydı, “efendim”siz kelime yoktu…
Askerde Bahriyeliydim, Dalgıç grubunda. 6 ay dalgıç kursu
gördüm. 98 puan ve birincilikle bitirdim. Askerliğimizde hiç
kötü hitap kullanılmazdı, üstünden astına en kötü kelime
“Teyyareci”ydi… “hadi ordan teyyareci” denirdi. Orada iyi de
para veriyorlardı. Çavuş maaşı 12.5 lira iken
biz 21 lira alıyorduk. 1950’lerin sonunda ekmek fırında 6 kuruşken şimdiki Balık Pazarı
yani Atlama Taşı’ndaki Bayat Pazarı’nda 5.5
kuruştu…
Ben donanmada çok şey öğrendim…
Ahırkapı’da, Bebek’te dalardık… 22 kulaç
dalmışlığım vardır.
Askerden hemen sonra evlendim…
75
MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR
76
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
Şimdiki kadınlar rahat, biz sıkıntı çektik, rahmetli eşim güçlükler içinde ev işlerini yapardı. O zamanın şartları şimdiye
göre daha ağırdı…
Elimden ahşap işleri gelir. Tam 43 yıl o meslekte çalışıp
emekli oldum.
Salacak’ta halk plajı vardı. Genelde Musevi hanımlar gelirdi.
Sahilde kayıkçı Rıza Amca vardı; Eminönü’nden kayığıyla mal
çekerdi Üsküdar esnafına. Eminönü’nden kalkan yolcu vapuru Harem’den sonra Salacak iskelesine uğrar, plaja yolcu bırakırdı. Körfez’de batan 72 numaralı Üsküdar vapuru vardı,
1956-57 yıllarıydı… Diğer vapurların numaralarını da hatırlıyorum… 73 numaralı Rumelikavağı, 74 Altınkum, 75 Kocataş, 76 Sarıyer… En güzel gemi 67 numaralı Güzelhisar’dı,
radyoluydu… Üsküdar-Beşiktaş arasındaki 55 numaralı Bebek ve 56 numaralı Göksu gemileri ise ufaktı… Bu gemiler
buharlıydı, kömürle çalışırdı…
İftarda bizim hanım sofraya fazla tabak koyardı. İftar vakti
kapı çalar; “Zübeyde Teyze, çorban var mı?” diye bir ses gelirdi aşağıdan. İki katlı ahşap bir evdi bizimkisi. Ramazanları
sokakta kalan insanlar sofraya davet edilirdi… 13 sene oldu
eşim vefat edeli, insan kaybettim ben, kırlangıcımı kaybettim… Üsküdar’ın en güzel kızıydı eşim. Onu almak için kayınpederime az dümenler yapmadım. Hırlı değildim, hırsız
değildim. Kayınpederim Muşluydu, bir gün fakirhaneye
geldi, tel dolabı açtı – o zamanlar buzdolabı yok tabii, dolu
görünce, “kızım bu Arnavut seni aç bırakmaz, gözüm arkada
kalmayacak” dedi. Şimdiki kadınların alayı şanslı…
Vefat edip gidiyor şimdi mahalleli…
Bizim künyeden çoğu yürüdü…
Böyle bir devir atlattık işte…”
Söyleşi: Esra Erkal, Metin Öztürk
26 Ocak 2013, İhsaniye-Üsküdar
77
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ
(Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından)
Eski İstanbul’da komşuluk, günlük hayatın ayrılmaz güzel
bir parçası, fakat galiba güzelliğinin farkında olmadan yaşanan bir hayattı. Onu kaybettiğimiz zaman güzelliğini de
idrak ettik. O komşuluğu insanların içindeki tabii dayanışma
duygusu, görgü gelenek ve dini hayat yüzyıllarca yoğurmuş,
şuuraltımıza yerleştirmişti. Aşağıda izah etmeye çalışacağım
gibi evlerimizin sokaklarımızın yapısı da bu yaşama tarzını
hazırlıyordu.
Kim bilir ne zamandan beri yaşlı İstanbullular, daha sonra da
taşra kasabalarından gelip İstanbul’a yerleşen orta yaşlılar sık
78
sık şunu dile getirmişlerdir: “Eskiden bütün mahalle birbirimizi tanırdık. Şimdi alt katta oturan üsttekini bilmiyor. Kapısını tıklatıp yardım isteyeceğimiz kimse kalmadı.”
Başka bilim alanlarında olduğu gibi sosyolojide de birlikte
değişen olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi aramak en basit
mantık kuralıdır. Bu komşulukların, insanî yakınlıkların kaybolması başka bir sosyal olaya paralel olarak gelişiyor. Bu da,
şehir hayatında modernleşmenin önemli göstergelerinden
biri olan sokakların yerini caddelerin, evlerin yerini apartmanların almasıdır. Modernleşme yahut bizim gibi Doğu
ülkeleri için Batılılaşma, çağdaşlaşma bu mudur? İşin doğrusu Batı’yı taklit etmekle kalan Doğu için bu böyledir. Hocam
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir dersinde Türkiye’deki değişimle-
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
ri ve devrimleri anlatırken bir terzi fıkrası söylemişti: Adamın
biri çok sevdiği elbisesinin lekelenmesi üzerine terziye gitmiş
ve bunun aynısını yap, demiş. Terzi de birkaç gün sonra aynısını hazır etmiş ama bütün lekeleriyle beraber. “Biz” diyordu,
Tanpınar, “Batı’yı böyle aynen bütün lekeleriyle aldık.” Daha
dün denecek kadar yakın bir zamanda “yemyeşil vadi kıpkızıl gülşen” olan Boğaz yamaçları, hatta mahalle içleri şimdi o
lekelerle dolu.
Eski sokaklarımızın ve evlerimizin yapısı da komşuluğumuzu
hazırlıyordu, dedim. Sokaklarımız ufkî (yatay) idi. Evlerimiz o
sokaklarda sağlı sollu ve birer, ikişer katlıydı. Böylece genel
olarak İstanbul’un eski sokaklarını anlatırken Balat’taki, Fener’deki sokaklarımızı da anlatmış olayım. Bu evlerin aralarında bahçe varsa bunlar hemen birinden diğerine kolaylıkla
geçebilecek tahta perdeyle ayrılmıştı. Çok defa o tahta perdelerden sokağa doğru sarkan mor salkımlar, hanımelleri, çarkıfelekler, asma
dalları bu dekoru tamamlardı. Evlerin
saksı ve daha çok konserve kutuları içine
yerleştirilmiş sardunya, sakız sardunyası,
karanfil, ıtır, küpe ve fesleğenlerin yığıldığı cumbalı pencerelerinde ihtiyarlar,
perde aralığından veya benim çocukluğumda hâlâ tek tük kalmış olan kafes
aralarından sokağı seyrederken uyuklarlar, binde bir geçen bir otomobil veya
kamyonun kornasından, daha çok atlı
arabaların Arnavut kaldırımlarına vuran
demir tekerlek takırtılarından uyanırlardı. Yahut mahallenin çocuklarının oyun
seslerinden gözlerini açar, keyfi çok
bozulmuşsa onlara tatlı tatlı veya azarlayarak başka taraflarda oynamalarını
söylerler sonra yarım kalmış uykularına dönerlerdi. Akşamüzerine doğru ev işlerini bitiren ev hanımları da bu pencere
safasına katılır, ellerinde zenbille işten veya pazardan dönen
komşulara seslenilir, pencere altında bir süre sohbet edilir.
Kimin hastası kimin ne derdi, kimin ne sevinci olduğunu, kimin oğlunun askere gideceği, kimin gelinlik kızına görücü
geleceği, kimin evinde çehiz hazırlıkları yapıldığı işte bu pencere altı sohbetlerde tabii biraz da dedikodu katılmış olarak
öğrenilirdi. Böylece yarınki program da belli olurdu: Hastaya
çorba, çeyize el yardımı, gelmişe gözaydın, gitmişe ‘Allah
kavuştursun’a gidilecek. Bütün bunları insanımızın mizacı ile
mahallemizin ve evlerimizin yapısının oluşturduğu bir terkip
doğuruyordu. Yani yatay sokaklar ve az katlı evler.
Apartman hayatı bu komşu ilişkilerini nasıl bozdu? Çünkü
evlerimiz ve ona bağlı olarak sokaklarımız şakulî (dikey) oldu.
Bu yeni evlerimizin, yani apartmanlarımızın özellikle üst katlarında, pencerelerden görünen, artık yoldan geçen eş dost
değil, sadece caddelerden akan trafiktir. Kaldırımı göremezsiniz ki gelip geçen komşuları göresiniz. Görseniz de zaten
konuşmanız mümkün değildir. O eski sokak seyri yerine, şimdi elinde poşetlerle dönen üst kat komşusunu size fark ettirecek, meselâ apartmanın koridoruna veya merdiven aralığına açılmış bir pencereniz yoktur. Böylece giderek ilişkileriniz
kopar, aynı mahallede, aynı sokakta değil, aynı apartmanın
içindeki dairelerde bile birbirini tanımayan insanlar hâline
gelirsiniz.
Komşular arasında olduğu kadar mahallede de güven vardı.
Şimdiki gibi hırsız korkusu yaşadığımızı bilmiyorum. Sokak
kapısı kilitleri de âdeta usulden konmuş gibiydi. Anahtarını
unutmuş komşuların bir omuz vurmakla kapılarını açtıklarını
bilirim. Bir Cumhuriyet bayramı gününde Beyazıt’taki merasimi seyre gitmiştik.
Orada kalabalıkta birbirimizi kaybettik.
Ben ve annam eve yalnız döndüğümüzde anahtarımızın olmadığını fark ettik.
O zaman komşumuz Halide Hanım’ın
kapısını çaldık, onun bahçesinden bizim
bahçeye geçtik ve ben küçük olduğum
için yerinden oynattığımız bir pencere
aralığından eve girerek anneme kapıyı
açmıştım.
Şimdi tekrar komşuluğun o mutlu günlerinde, Balat’taki sokağımıza ve civar
sokaklara dönüyorum. Burada hiçbir
okuyucunun tanımayacağı insanları
biraz ayrıntılarıyla anlatışımdan maksadım, evvelâ bugünkü yeni semtlerimizde bulunmayacak bir içli dışlı yakınlığı
göstermektir. Bugünün çocukları yaşlandıklarında hangi
komşuları ve komşuluk ilişkilerini anlatacaklardır?
Semtimizde uzaklık yakınlığa göre bir kısmı sadece adlarını
bildiğim, bir kısmı selamlaştığımız, arkadaşlık, komşuluk ettiğimiz ve bazıları da daha içli dışlı olduğumuz insanlar vardı.
Ta Salmatomruk Caddesi’nden başlayarak evimizin civarına,
oradan Balat sokaklarına kadar. Bazı ailelerin çocukları sokak
veya sınıf çocuklarım oldu, bazı ailelerle ise çocukları sınıf arkadaşım oldukları için komşuluk kurduk. Ekalliyetlerden bazı
çocuklarla da arkadaştık. Bunlardan sınıf arkadaşlarım olanlar sadece Yahudi çocuklarıydı. Zira Rumların ve Ermenilerin
civarda kendi okullurı olduğu halde Yahudilerin yoktu, onlar bizim okullara gelirlerdi. Zaten o yıllarda her çocuk kendi
semtine yakın okula gidip geldiğinden Balat’taki Yahudi çocukları da ya benim okulum olan 17. İlkokula veya Molla Aşkı
79
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
tepesinde bulunan 55. İlkokula giderlerdi. Özel okul diye bir
dert olmadığından okul servis araçları da yoktu. Öğretmenlerimizden komşularımız olan vardı. Zamanla komşu çocuklarından ileriki yıllarda birbirleriyle evlenenler oldu. Böylece
eski komşular aynı zamanda birbirlerinin hısımları da oldular. Tabi uzak yerlere gelin gidenler, evlenip başka mahallelere taşınanlar da oluyordu.
Günümüzün şehir hayatındaki ilişkilerin kopukluğunu daha
iyi göstereceği için, komşularımızın bazılarından, onlarla
yakınlık derecelerimizden bahsetmek istiyorum. Bazılarının
tatlı, bazılarının acı hatıraları var. Sultanhamamı’ndaki çeşmelerin hizasında, iki katlı bir evde sınıf arkadaşım Sezai oturuyordu. Evlerine gidip beraber ders çalıştığımız olmuştu.
İlkokul’u bitirdikten sonra uzun zaman görmemiştim. Bir gün
Edirnekapı mezarlığının yanından geçerken taze bir mezar
toprağına batırılmış, üzerine boyayla ‘’ Sezai Sel, 1931-1943’’
yazılı tahta parçasını gördüğüm zaman içim nasıl sızlamıştı.
Biraz daha aşağıda Meydancik Camisi’nin yanındaki Yörük
sokağında, iki katlı bir evde yine bütün ilkokulu (1938-1943)
okuduğumuz sınıf arkadaşım Nihaller otururdu. İki ağabeyi de vereme yakalanmışlar, arka arkaya vefat etmişlerdi.
Penisilin’in ve Streptomisin’in henüz bilinmediği o yıllarda
verem amansız bir hastalıktı. İnce yapılı bir kız olan Nihal,
daha birinci sınıftayken bir gün okula geldiğinde ölen ağabeyi için okuttukları mevlit şekerinden getirip bana da vermişti. Küçük bir memur olan babası Besim Bey’in, zarif bir hanımefendi olan annesi İkbal Hanım’ın yüzlerinde ailedeki bu
zamansız kayıplardan ötürü devamlı bir hüzün vardı. Bu yüzden Nihal’in üzerine titrerlerdi. Hasan Hüseyin Yokuşu’nun
bir kenarında da yine sınıf arkadaşım Aziz’le çok iyi görüşür,
evlerimize gider gelirdik. İki ablası da ablamın arkadaşlarıydı.
Aziz’le, izini kaybettikten yıllar sonra bir gün Kapalıçarşı’da
karşılaştık. Turistik eşya ticareti yapıyordu. Aynı yokuşta yine
sınıf arkadaşlarımdan İlhami Uyanık’ın İstanbul Operası’nda
tenor olduğunu da ondan işittim. Sonraları İlhami’nin ağabeyiyle Aziz’in ablalarından biri evlenmişlerdi.
80
Yolun biraz aşağısında çok çocuklu bir tatar ailesi otururdu.
Çocuklarından Bahattin ve Sabahattin, sokak arkadaşlarımdı. Aynalı Dükkân Sokağı’nın başındaki tek katlı bir evde ise
Niko adlı yaşıtım olan bir Rum çocuğu büyük annesiyle kalırdı. O sokağın biraz aşağısına doğru küçük bir evde Şükriye
Hanım Teyze otururdu. Kocasına Hacı Baba derdik. Hacı filan
değildi ama yaşlılığı ve beyaz sakalıyla öyle yakıştırılmıştı.
Bize gece misafirliğine gelirlerken, eski bir alışkanlıkla ellerinde gece feneri taşırlardı. Karşılarında Selanikli bir ailenin kızları Fethiye ve Fikriye ablamın arkadaşlarıydı. Aynalı Dükkân
Sokağı’nın devamında ise hemen tamamen Arnavut aileler
oturmaktaydı. Çoğu Balat’ta ciğercilik, aşçılık yapar veya
bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri mahalle aralarında eşek
sırtında satarlardı. Bizim evin üst yanında Romanyalı komşumuz Halide Hanım, Balat’ta çilingirlik ve bisiklet tamirciliği
yapan iki bekâr ağabeyi ile oturuyordu. Halide Hanım evlere
iğne yapmaya da giderdi. Evimizin alt yanındaki komşumuz
yaşlı bir Ermeni ailesiydi. Aramızda onlara ait büyükçe bir
bahçe vardı. Bizim evin şahniş penceresinden, başçelerinde
o zamana kadar bilmediğim bir su tulumbasını görürdüm.
Bir vapur dümenine benzer çember şeklinde demir bir çarkı, bir kol vasıtasıyla bir sağa bir sola döndürerek kuyudan
su çekerlerdi. Okula başladıktan sonra, kim bilir hangi sınıfta
su tulumbalarını okurken bunun “santrifüjlü-merkezkaçlı”
tulumba olduğunu öğrenecek, parmağımı kaldırarak sınıfta
kimsenin görmediği bu aletin komşularımızda bulunduğunu gururla söyleyecektim.
Yaşlı Ermeni komşumuzun Hekna idi (babam bunun aslının
İgnadyus olduğunu söylerdi). Zayıf çıta gibi bir adam olan
Hekna doğrusu mahallemizde, o yaşlardaki komşularımız
arasında en entellektüeli idi. Galiba bir sabun fabrikasında
usta olarak çalışıyordu. Bazen bize kolay bulamayacağımız
renkli ve kokulu sabunlar getirirdi de annem onları kullanmaya kıyamaz, çamaşır sandığına, bohçeler arasına güzel
koku yapsın diye yerleştirirdi. Bir gün de bana, içinde tahtadan yapılmış, birden onbeşe kadar numaralı kare şeklinde
tabletler bulunan küçük bir tahta kutu hediye etti. On altı
haneli kutu içinde karışık dizilmiş olan tabletler yerinden çıkmıyordu. Oyun, tek boşluktan faydalanarak bunları ileri-geri
kaydırmak suretiyle bir düzene sokmaktan ibaretti. İlk sıralar kolay yapılırken sona doğru, hele de sonuncusunu yerleştirmek için bayağı maharet gerekiyordu. Çoğu ilkel olan
oyuncaklarım arasında bu, beni uzun zaman oyalayan cazip
bir oyun olmuştu.
Ermeni komşumuz bayramlarımızda bize gelir, sonra Noel,
yortu gibi kendi özel günlerinde bizi evlerine çağırırlardı.
Aklımda kalmış olan ikramlarından biri de kristal kâse içinde
getirdikleri macun kıvamında reçeldi. Ondan bir kaşık alır,
sonra kaşığı içi su dolu bir bardağa bırakırdık. İkinci Dünya
Savaşı yıllarıydı. Hekna, odanın duvarlarına gazetelerden kesilmiş savaş haritaları raptiyelemişti. Almanların ve Rusların
ilerleyiş ve gerileyişlerini renkli kalemlerle onların üzerinde
işaret ediyor, babamla uzun sohbetlere dalıyordu. Bir defasında, gençlik yıllarında trenle Sibirya’ya yaptığı bir yolculuğu anlattığını da hatırlıyorum. Karısı Madam Nartuhi kısa
boylu ve şişman bir kadındı. Zaman zaman annemle beraber
Karagümrük’teki Aysu sinemasına gitmek üzere sözleşirler,
beni de yanlarına refakatçi olarak alırlardı. Madam Nartuhi
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
o yıllarda pek moda olan acıklı Mısır filmlerine bayılır, annemle beraber ağlaya ağlaya seyrederlerdi. Karı-koca akraba
çocuklarıymış. Bu yüzden iki kızları da zihnen hastalıklıydılar.
Eve kapanmış olan birini biz hiç görmedik. Diğeri Hermine,
yirmisini geçmiş koca bir kız olarak bahçede kendi kendine
dolaşır, konuşur, şarkı söyler, salıncağında sallanır, ağaçlara
çıkardı. Bazen de pencereden bizimle ciddi ciddi konuştuğu
olurdu. Bir papazın oğlunu sevmiş, evlenemedikleri için aklını bozmuş olduğu söylenirdi.
Mahallemizde bugün de eski hâlini koruyan nadir binalardan olan Ermeni komşumuzun evi köşedeydi. Oradan içeriye doğru evvelce bahsettiğim ve top oynanan bostana açılan küçük bir sokakta, belki vaktiyle bir çıkmazdı, tek taraflı
üç veya dört ev vardı. Bu evlerin arka bahçeleri bizim evin
de arka bahçesiyle komşu olurdu. Burada adını unuttuğum
Romanyalı bir komşumuz, onun yanındaki evde de çocukları olmayan yaşlı bir karı koca oturuyordu. Babamın Habibe Molla diye takıldığı kadın biraz huysuz, geçimsiz, pek de
komşuluk yapmayı sevmeyen bir kadındı. Emekli bir topçu
zabiti olan ve bu yüzden kulakları ağır işiten kocasıyla bağıra bağıra, âdeta kavga eder gibi konuşmaları, birbirlerinin sözlerini yanlış anlamaları bizim de eğlencemiz olmuştu. Habibe Hanım’ın bu bağrışmalardan sonra tekrar ettiği
söz de aramızda mesel gibi söylenir olmuştu: “Oldu, oldu
da yedi mahalle duydu!”. Üç katlı, pencereleri kafesli ahşap
evin galiba hep alt katlarında otururlardı. Çocukları olmadığı
gibi evlerine gelen deyoktu. Hatta sokakta bile gördüğümü
nadir hatırlıyorum. Yalnız üç ayda bir maaş aldıkları zaman
Fatih’e kadar gider orada Bulgar sütçüde birer muhallebi
yer, dönerlermiş. Bize de çamaşıra gelen bir kadın ev işlerini, alışverişlerini yapardı. Bizim bahçe ile onlarınki arasında
bir tahta perde vardı. Bahçelerinde devetabanı denilen, bir
incir ağacı vardı ki meyvelerinin üçü dördü bir kilo gelirdi.
Arada bize de komşu payı gönderdikleri için lezzetinin çok
güzel olduğunu hatırlıyorum. Bahçede başında takke, sırtında cepli entari ve hırkasıyla dolaşan kocası, ağaca çıkıp incir
toplayacağı zaman belini bir kuşakla sıkar, dalların arasından
topladığı incirleri koynuna doldururdu. Derken kocası öldü,
kedileri çok seven Habibe Hanım bundan sonra onlara daha
çok bağlandı. Her birinin ayrı adı olan bir sürü kedisi oldu.
Kocası yerine onlarla bağıra çağıra konuşmakla, mamalarını
dağıtırken birbirlerinin nafakalarına tecavüz ettirmemek için
azarlamakla ömrünü geçirdi. Duyardık ki, eski hayatlarından
sadece, üç aylığını aldığında Fatih’teki Bulgar sütçüde bir
muhallebi yeme zevki kalmış.
Habibe hanım’ın evinin yanında, set üzerine kondurulmuş
tek katlı uzun bir ahşap barakada Girit muhaciri bir aile otururdu. Adını Nüncer Hanım diye bildiğimiz epey ihtiyar bir
kadıncağız, kulakları işitmeyen, bu yüzden konuşması da
zor anlaşılan yine yaşlı bir dul oğlu, ondan biraz daha genç,
81
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
faytonculuk yapan diğer bir oğlu Cemil, gelini Safiye, torunu Fehmi ve adını hatırlayamadığım bir kız torunu daha. Bir
gün onların epey büyük olan bahçesinde oynarken nüncer
teyzenin anlamadığım bir dille büyük oğluyla konuştuklarını duydum. Eve gelip babama söylediğimde, Giritlilerin aile
içinde Rumca konuştuklarını söyledi. O zaman Nüncer teyzenin Türkçesi’nin de Rumların konuşmasındaki telaffuz farkına benzediğine dikkat ettim. Giritli türklerin neden Rumca
konuştuklarını hâlâ anlamış değilim.
82
Nüncer Hanım’ın sık sık bize geldiğini hatırlıyorum. Ama asıl
hatırladığım da mevsimi gelince bahçelerindeki hünnap
ağacının meyvelerinden getirmesiydi. Gelip oturunca buruşuk elini entarisinin cebine daldırır, oradan bir avuç hünnap
çıkarıp elime tutuştururdu. İğde büyüklüğünde, açık veya
koyu kahverengi, kendine mahsus lezzeti olan bu meyvenin
menşeini bilmiyorum. Ama o zaman olduğu gibi bugün de
hünnap İstanbul’da nadir bulunur ve pek çokları adını bile
bilmez.
Bu küçük sokağa girmeden caddemizde yolumuza devam
edersek sağ tarafta iki katlı ahşap ikiz evler vardı. İlkinde yine
çocukları olmayan Laman hanım ve kocası, tramvay biletçisi
Faris Bey oturuyordu. Diğerinde ise benim okuduğum ilkokuldaki öğretmenlerden Arap Hocanım dediğimiz Halide
Hanım ve iki kardeşi kalıyordu. Üçü de bekârdı. Bugün harap
ve metruk bir durumda olan bu evin yanındaki büyükçe boş
bir arsadan sonra iki katlı bir evde Tripso adında iri yarı bir
Rum kadını annesiyle oturur ve terzilik yapardı. Annemin çocukluk arkadaşı olan Tripso ve annesinin Mütareke yıllarında,
yeril Rumların çoğu gibi, Türklere ters bakmaya başladıklarını, hatta el işaretleriyle “Kopsi kefali!” diyerek Türk çocuklarını kafalarını kesmekle korkuttuklarını yine annem anlatırdı.
Belki bu sebepten mahalledeki Ermeni ve Yahudilerle ahbaplıklarımız vardı da Rumlarla yoktu. Yalnız annem, Kürkçü
Çeşmesi’nin karşısında, semtin o zaman tek apartmanı olan
üç-dört katlı bir evin üst katında Anna isimli bir Rum terzinin
müşterisiydi.
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
Tripso’unn evinin karşısında Molla Aşkı semtinden inen
uzun bir merdivenli yokuş, Pastırmacı Yokuşu vardır. Alt
köşesindeki evde Haliç vapurlarında biletçilik yapan yeğeni
Nevzat’la dul Nebahat Hanım kalırdı. O tarihten, benim hatırlayamadığım birkaç yıl öncesine kadar Nebahat Hanım
Balat’taki Millî Sinema’da el feneriyle yer göstericiliği yaparmış. Evin ikinci katında hem yokuşu, hem de bizim caddeyi
ta Kürkçü Çeşmesi’ne kadar gören çıkıntılı penceresinde hemen her zaman elinde sigarasıyla oturup etrafı seyrederken
görürdüm. Yoldan gelip geçenler arasında tanıdıkları olursa
onları durdurup çene çalar, sağdan soldan haberler alır, sonra bunları başkalarına ulaştırırdı.
Pastırmacı Yokuşu’nu çıkarken sağda solda eski ve bakımsız
birkaç ev, sol taraftaki boşlukta metruk bir mezarlık, onun
karşısında iki katlı ahşap güzel bir evde oturan Kartın ailesinin büyük kızları ablamın, erkek kardeşi benim okul arkadaşımdı (Küçük kızları Güler hâlen Balat’ta eczane çalıştırıyor).
Daha yukarıya doğru bunların akrabası olan Bekir Bey’in ve
Hüsnü Bey’in köşkleri vardı. Bu köşklerden biri yıkılmış, diğeri
de hâlen eski sahiplerinin torunları tarafından kullanılmaktadır.
Kürkçü çeşmesi’ni doğru yola devam ettiğimizde sol tarafta Şişman Fatma Hanım teyze ve Ahmet Efendi sık görüştüğümüz komşularımızdandı. Ahmet Amca önce Yüksek Öğretmen Okulunun, daha sonra benim okuduğuum yıllarda
Fındıklı’daki Edebiyat Fakültesi’nin kapıcısıydı. İlki Vefa’da,
diğeri Fındıklı’da olan iş yerine de hemen her gün yürüyerek
gidiip gelirdi. Çemişgezekli Fatma hanım’ın ilk kocasından
olan, babamdan da birkaç yaş büyük oğlu Galip, karısından
ayrılmış olarak iki oğlu ile beraber aynı evde kalırlardı. Galip Bey, birtakım fabrikalarda ustabaşılığa kadar yükselmiş,
elinden çok iş gelir bir adamdı. Oturdukları iki katlı evi de
oğlu ile beraber kendisi yapmıştı. Genç yaşlarında 1915’lerde Almanya’ya gitmiş, Danzig’de bulunmuş, fabrikalarda
çalışmış, grevlere ve sokak hareketlerine karışmış, militan
bir Marksist olmuş. Münakaşa etmeyi severdi, karşısındakini
tahrik edecek konular açmada da tecrübeliydi. Hemen her
gidiş gelişlerimizde babamla uzun münakaşalara girdiklerini,
sonra adeta dargın, kırgın olarak ayrıldıklarını hatırlıyorum.
Birkaç defa hapse giren, nezarete alınan Galip’in evinde küçük fakat seçkin bir kitaplığı da vardı. Kitap merakımın arttığı ortaokul yıllarımda burada Remzi Kitapevi’nin klasikleri
arasında Mihail Zoşçenko’nun, Maksim Gorki’nin kitaplarını,
83
BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından
bir de galiba Tan gazetesinin yayınları olan, arka kapağında
da kocaman bir C harfi bulunan cep kitaplarını hatırlıyorum.
Bunlardan bazılarını evlerine gittiğim zaman yüksek sesle
okur, arada izah eder, okumam için de bana verirdi. Bana verdikleri mizahi ağırlıklı, kolay okunan kitaplardı. Sonraki yıllarda bu Galip Sezik’in, yahut çevresindeki adıyla işçi Galip’in
ismine, bunlarla ilgili birkaç yayında rastladım. Galip’in oğlu
Orhan’la karşılarındaki Arnavut komşularının kızları Nazmiye
sonraki yıllarda evlenip dünür oldular.
Burada son olarak anlatmak istediğim çok iyi bir komşumuzla, Mehmet Efendilerle bu bahsi kapatmak istiyorum. Önce
Fatma Hanımların evlerinin karşısındaki ahşap bir evde, daha
sonra yine bizim civarımızda Aynalı Dükkan Sokağı’nda bir
evde oturan Mehmet Efendi Balat’ta, Leblebiciler Sokağı’nda
nalburdu. Yaşlı, şişmanca, sevimli ve candan bir insandı.
Ailemizle çok eski dostlukları olduğunu zannediyorum. Benim doğduğum evi babam 1930 yılında satın alırken epey
sıkıntıya girmiş, bu arada Mehmet Efendi’den borç isteyince o hiç tereddüt etmeden hemen kasasını açarak mevcut
parayı babasına uzatmış. Borç veren ve alanın döviz ve faiz
hesapları yapmadıkları hatta ne zaman ödeneceğini bile sormadıkları bir devirdi. Babam onun bu iyiliğini hiç unutmamıştır. Mehmet Efendi beni de ‘’ Çoluğum, çocuğum’’ diye
sever, ben okumayı söktükten sonra da İkdam gazetesinde
tefrika edilen Dört Halife’nin romanlaştırılmış hayat hikayelerini okuttururdu. Galiba yeni yazıyı sonradan öğrendiği için
yavaş okuduğundan benim okumamı isterdi. Bir gece Mehmet Efendi’nin evinde bir şenlik oldu, neydi hatırlamıyorum.
Epey kalabalık olduğunu biliyorum. Birden elektrikler kesildi.
Karanlıkta gaz lambası, mum filan arandı. ‘’On kuruşu olan
84
var mı?‘’ diye bir ses yükseldi. Birisi on kuruş buldu. Parayı
bir köşedeki kumbara gibi bir kutuya attılar, ampuller de şıp
diye yandı. O yıllarda elektriği olmayan epey ev vardı. Bazı
evlerde ise belediyeye ait olmayan bir yabancı şirketin elektriğinin kullanıldığını o akşam öğrendim. Şirket, elektrik dağıttığı evlere böyle mühürlü bir kumbara koyuyor, o zamanki sarı on kuruşlarla da, artık ne kadar süre ise evin elektriği
yanıyormuş.
Mehmet Efendi’yle ilgili başka bir hatıram da 1943 yılının
unutamadığım bir şubat gününe ait. Bir Pazar sabahı babamla evden çıkmış, Balat’a doğru gidiyorduk. Tam Ermeni komşumuzun köşesinde Mehmet Efendi ile karşılaştık. O zamana
kadar görmediğim oldukça şık bir kıyafetteydi. Sırtında lacivert ağır bir kumaştan palto, başında koyu renk fötr şapka,
ellerinde parlak güderi eldivenleriyle, şimdi Nalbur Mehmet
Efendi değil, kalantor bir Mehmat Bey vardı. Babamla karşılıklı selamlaşma ve mutat iltifatlardan sonra ‘’Vazife-i vataniyyemizi yapmaya gidiyoruz’’ gibi bir cümle sarf etti. Biraz daha
konuşup ayrıldıktan sonra babama ‘’Nereye gidiyormuş’’
diye sorduğumda o gün mebus (milletvekili) seçimlerinin yapıldığını, Mehmet Efendi’nin mahallemizin müntehib-i sanisi
(ikinci seçmen) olduğunu, seçim sandığının kurulduğu Beyazıt’taki Üniversite bahçesine gitmekte olduğunu öğrendim.
Mehmet Efendi halkımızın okur yazar kesiminden mümin bir
insan, az kazançla yetinen mütevekkil bir esnaftı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından demokrasi denemeleriyle
başlayan nispi serbestlikler arasında hac yapılmasına da izin
çıkınca ilk defa Hicaz’a gidenlerden oldu. Hac dönüşü hastalanarak Şam’da vefat ettiğini ve orada defnedildiğini işittik.
İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER
85
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
86
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
MAHALLE HAYATI
(Ahmed Yüksel Özemre’nin
Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından)
Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar’ında yazları sabah vaktinde her bahçeden Denizli horozlarının ötüşünü bülbüllerin
şakıması izlerdi. Rahmetli ağabeyimden ve rahmetli babamdan dinlemiş olduğuma göre, sabah namazını Bülbül Deresi
civarındaki câmilerde kılan cemaat de namazdan sonra özellikle bülbülleri dinlemek üzere Bülbül Deresi mevkiine akın
edermiş.
Çocukluğumda kuşluk vaktinde, damların saçaklarının altına
tünemiş ya da, âdet olduğu üzere evlerin ve konakların ön
cephelerinde çatının tam altında bulunan, eski Türkçe ya da
Latin harfleriyle yazılmış “Mâşâllah” yahut “Yâ Hafız” levhalarının arkalarına yuva yapmış olan
kumruların gulgulesi; ikindi vaktinde de sokakların sessizliği her mahallede egemen olurdu. Mahalleler
sabahları: gazeteci, sütçü, yoğurtçu,
zerzevatçı, ayakkabı boyacısı, eskici taifesinin; fakat öğleden hemen
sonra da: dondurmacı, gazozcu, kuru
yemişçi ve sinemalarda ya da Salacak
Parkı Aile Gazinosu’nda o akşamki
programların münâdîliğini yapan çığırtkan taifesinin resmigeçidine sahne olurlardı.
Yazın, öğleden sonra çocuklar, kovalarda buz parçaları arasına yerleştirilmiş “Çamlıca” gazozlarını sokak
sokak dolaşarak: “Çamlıca gazozu! 32
dişe keman çaldırıyor!” âvâzıyla satarlardı. Karlı kış gecelerinde ise mahalle aralarında Arnavut bozacıların:
“Mırmırıkçı geldi, mırmırıkçı. Buuuzaaa” diye âvazları yankılanırdı.
Bunlara II. Cihan Harbi’nin sonunda bir de “Yeni Hayat’çılar”
eklenmişti. Harbde şeker karaborsaya düşmüştü ve fiyatı 534
kuruşa yükselmişti. Harbin sonuna doğru şeker nisbeten bollaşınca piyasaya Abdülvâhid Turan-Yeni Hayat ismiyle tanesi
yüz paraya satılan karemelâlar çıkmış ve kıtlıktan çıkan halk
tarafından da çok tutulmuştu. Bunlar Karaköy’de Necati Bey
Caddesi’ndeki bir dükkânda imâl edilmekteydiler. Yaklaşık
3x3x0,3 cm ebadındaki bu karemelâlar üstü sürgülü camlı,
yaklaşık 20x35x3,5 cm ebadında ince tahta bir kutunun zeminine çıplak olarak, tek tabak halinde dizili olur ve müşteriye mâdeni bir maşayla tutularak sunulurdu. Bu maşa sürgülü
cama belirli bir ritmle muttarid darbelerle vurulduğunda bu,
sokaktan karemelâ satıcılarının geçmekte olduğunun da bir
işareti ve hatta reklamı olmaktaydı. Tanesi başına 20 para kâr
bıraktığından kısa zamanda bir sürü de taklidi çıkmıştı. Fazla
karemelize edildiğinden bu karemelâların kendine has, pek
hafifi acımtırak lezzetini bugün bile tahassürle ararım.
İkindi vaktinde sokakların sükûneti bazen Haydarpaşa
Gar’ına doğudaki vilâyetlerimizden marşandiz trenleriyle
gelip de çatana ve mavnalarla Sütlüce Mezbahası’na götürülmek üzere Üsküdar’ın Çöp İskelesi ile Kavak İskelesi arasında kalan Açıkhava ahırlarına sevk edilen koyun, keçi, öküz ve
manda gibi hayvanların “tozu dumana katarak” sürü halinde
geçmeleriyle bozulurdu.
Bunların geçtikleri sokaklarda evlerin damları da bunları sabırsızlıkla bekleyen güvercin ve serçelerle dolu olurdu. Sürü
sokaktan geçip gittikten sonra bu kuşlar sürünün zemine
bıraktığı, buhar tüten kazuratların
başına üşüşerek bunları gagalar,
içlerindeki hazmedilmemiş saman
çöplerini kendilerine rızık ederlerdi.
II.Cihan Harbi esnâsında kömürün
karneyle verildiği ve odun fiyatlarının pahalı olduğu dönemde, mahallemizde ya 27 ya da 29 numarada
ikamet eden fukarâ-i sâbîrinden bir
rum aile ise bu kazuratları hemen
toplayıp kurutarak tezek yapar ve
odun yerine sobalarında yakardı.
İlkbahar ve yazın Üsküdar sokaklarında akasyalar, erguvanlar, mimozalar, ıhlamurlar, aylandızlar açar;
bahçelerin duvarlarından sokaklara
asmalar ve mor salkımlar sarkardı.
Hemen hemen her evin bahçesinde özenle yetiştirilen gül, yaban
gülü, ortanca, karangil, papatya,
filbahri, hanımeli, begonya, boru
çiçeği, akşam sefâsı, şebboy, sardunya, aslanağzı, fesleğen
ve hercaî menekşe bulunurdu. Baharda konakların bahçelerinden yükselen şebboy kokuları, pencerelerin önündeki
karanfillerin ve sardunyaların kokularıyla cümbüş ederdi.
Toygartepesi’nde Necmeddin Okyay Hoca’nın ve Doğancılar Sümbülzâde Sokağı’nda Şekerci Güzeli Hasan Alptekin’n
evlerinin civarından geçenler, bu zevâtın gülistanlarından
yükselen gül kokularıyla mest olurlardı. Çocukluğumun ve
gençliğimin Üsküdar’ında lâleye hiç rastlamadımdı.
Halk, şerbet yapmak için gelincik toplamaya ya İcadiye’ye ya
da keskin bir kekik kokusunun hâkim olduğu Çamlıca’ya gi-
87
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
derdi. Mart ve Nisan aylarında bizim konaktan bakıldığında
Fer’iye Saraylarının üst tarafında Yıldız Parkı’ndan Ortaköy
sırtlarına kadar uzanan muazzam kır, papatyaların sarı ve beyaz renklerine bürünür; ama mayıs ayında burası kâmilden
kıpkırmızı, görülmeye sezâ, muazzam bir gelincik tarlası
olurdu. Artık bu çiçek medeniyeti de yok oldu gitti.
DİPNOTLAR:
1
1928-1930 arasında alalecele lâtin harfleriyle değiştirilmiş olan bu levhalarda çoğu kere “Maşallah” ya da İmâm Nâsır Sokağı’ndaki bir konakta olduğu gibi (hâşâ) “Maşa Allah”; ve “Ya Hafız” yazardı.
Daha Çamlıca Gazozu yok iken satılmakta olan ama markalarını hatırlamadığım gazozların kapakları sâbit yâni bir defa kullanıp atılmayan, çelik bilyeli, kauçuk yastıklı, beyaz porselen kapaklar olurdu. Bu kapaklar mekanik bir çelik sistem aracılığıyla açılır ve kapanırdı. Çocukluğumda gazoz, daha çok, hamamdan çıktıktan sonra, henüz daha peştemallara sarılı iken içilirdi. Hatırladığım ilk meyvalı gazoz vişneli olduğu için ilân edilendi. Gâlibâ piyasaya 1943 ya da 1944 yılında çıkmıştı. Tadı da kokusu da berbat bir şeydi ve bu yüzden de pek tutulmadıydı.
2
3
Mırmırık: Ekşi bozanın lâkabı.
İstanbul’un geçmişteki 3 namlı bozacısı: Vefâ’da Vefâ Bozacısı, Nûruosmâniye’de Sinan Bozacısı ve Üsküdar’da da Ahmediye Bozacısı idi. Bozacılar genellikle Arnavutlardan olurdu; bunun bir istisnâsı Ahmediye Bozacısı ermeni Misak Boyacıyan efendi ve çocuklarıydı. Misak efendi’nin bozasından üst üste üç bardak içen, sekir hâlini andıran hafif bir keyif duygusuyla dolardı. Bu hali ben de nefsim de birkaç kez yaşadımdı.
4
Zeytinyağının litresi de 579 kuruştu. O sıralarda kuzu etinin kilosu 90 ilâ 110 kuruş arasında değişmekteydi.
5
Necmeddin Okyay Hoca’nın bahçesinde çeşit çeşit 400 kadar gülü, Şekerci Hasan Efendi’nin de 280 kadar gülü olduğu rivâyet edilirdi. Gülcü Şükrü Baba diye bir zâtın himmetiyle gülcülükte yetişmiş ve pekçok mükâfat kazanmış olan Necmeddin Hoca’nın yetiştirmiş olduğu birkaç gül çeşidi Dünyâ gül literatürüne geçmiştir. Hocanın siyal gül dahî yetiştirmiş olduğu rivâyet edilirdi.
6
Galatasarayı Lisesi’nin o zamanlar ilkokulunu ve yetiştirici sınıflarını barındıran ve şimdi de Galatasarayı Üniversitesi’ni barındırmakta 57
88
olan abinâ ve müştemilâtı ile bu kompleksin Ortaköy istikametindeki uzantısında Kabataş Lisesi’ni de barındıran diğer iki binâya, Osmanlı döneminde, Fer’iye Sarayları ya da Sultan Sarayları denirdi. Aynı olan bu mîmârîye sahip bulunan, Beşiktaş-Ortaköy doğrultusundaki bu üç saraya, sırasıyla: İbrâhim Efendi Sâhilsarayı, Cemaleddin Efendi Sâhilsarayı, Seyfeddin Efendi Sâhilsarayı denirdi.
Son iki belediye başkanının zamanında Üsküdar’ın kamuya ait alanları çiçeklenmeye başladı. Bu kapsamda, birkaç yıldır bol mikdarda ekilmekte olan lâleler ve hercai menekşelerle Üsküdar yeniden şenlenmiş bulunuyor.
6
Kok kömürü de bir taş kömürü idi ama mâdenden çıkan taş kömürünün, Gazhâne denilen fabrikalarda içindeki metan gazından arındırılmış, daha az kalorili şekliydi. O zamanlarda, İstanbul yakasında: 1853’de kurulan Dolmabahçe Gazhânesi ve Kâğıthâne’de 1961’de kurulan Beyoğlu Gâzhânesi; Anadolu yakasında da Hasanpaşa’da
7
1892’de kurulan Kadıköy Gâzhânesi vardı. 1950’lili yılların ikinci yarısında Dolmabahçe Stadı’nın genişletilmesi esnâsında Dolmabahçe Gâzhânesi de yıkıldı ve bunun gazometresi daha sonra Beyoğlu Gâzhânesi’nin ek deposu olarak kullanılmaya başlandıydı. Faaliyetine devâm eden bu üç gâzhânenin üretimine 13 Haziran 1993 târihinde son vermiştir. Bu fabrikalarda elde edilen havagazı ise hem
şehrin aydınlatılmasında hem de evlerde yemek pişirmede kullanılmıştır.
8
Maltız: Taş ya da odun kömürü yakarak ısı elde edilen, ızgaralı, taşınabilir ocak. Yaklaşık 30 cm çapında, 50-60 cm yüksekliğinde dikine silindir şeklinde olup üç ya da dört ayaklı olurdu.
Odunun yakıt olarak kullanıldığı zamanlarda “odunculuk” kârlı bir meslekti. Bizim konağın civârında yaklaşık 500 metre yarıçaplı bir
9
dâire içinde: Balaban’da Sedat Bey’in, Atlas Sokağı’nının girişinde solda Şekerci Hasan Efendi’nin, Uncular Caddesi’nde Tevfik Efendi’nin, Gülfem Hâtun Câmii’nin karşısında Hüseyin Efendi’nin ve bir de Doğancılar Caddesi ile Tedbirhâne Sokağı ve Eşrefsaat Sokağı’nın birleştiği noktada da (gâlibâ Oduncu Aslan’ın), ve bunlardan başka da Şemsipaşa’da ve İmrahor’da Öğdül Sokağı’nda da sâhiplerinin isimlerini hatırlayamadığım odun depoları vardı. Bu depolara Trakya’dan ve Ağva’dan getirilen odunların sobalarda yakılacak boyutta kesilmesini sağlayan hızarlardın vınıltıları özellikle yazın ve sonbaharda hâlâ özlemini çektiğim alışılmışın dışında ama âhenkli bir koro oluştururlardı.
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
89
MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından
Üsküdar’da iskele yanında Mihrimah Sultan Camii Şerifi’nin Mahkeme Sokağı’ndan
arka sokağın görünüşü, Süheyl Ünver
90
İSTANBUL MEKÂN
SÜLEYMANİYE
Süleymaniye semti adını Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar
Sinan’a yaptırdığı camiden alır.
Süleymaniye semti Osmanlı İstanbul’unu yansıtan çarpıcı bir
mekandır. Bir ulema semti olan Süleymaniye’nin medreseleri Osmanlı İmparatorluğu’nun en yüksek derecede eğitim
veren kurumlarıydı. Ahmet Cevdet Paşa, genç yaşta burada
müderris olmuştu. Aynı zamanda Süleymaniye kütüphanesi de bu coğrafyanın en zengin yazma birikimine sahiptir.
Yine bu semtteki İstanbul Müftülüğü’nün arşivini saklayan
dolaplar, bir marangoz olan II. Abdülhamid’in elinden çıkma
tasarım harikalarıdır.
92
Süleymaniye, İstanbul’un görece korunmuş semtlerindendir. Burada, kalaycılık gibi bazı geleneksel meslekler halen
sürdürülmektedir.
Özellikle son yıllarda “Süleymaniye evleri” adlı proje kapsamında buradaki ahşap ulema konakları ve taş odalar yeniden restore edildi, rengarenk boyandı ve meraklıların ilgisine sunuldu.
İhya edilen çok sayıdaki Türk evi ile Süleymaniye semti bugün bir açık hava müzesi niteliğindedir. Süleymaniye Camiini merkez alan külliye çevresinde gelişen bu mekan giderek
eski günlerine kavuşmakta, sokaklarında gezenleri büyülemektedir.
İSTANBUL MEKÂN
93
SOĞUKÇEŞME SOKAĞI
Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surlara yaslanan, Soğukçeşme
sokağındaki 12 adet evin geçmişi 18. yüzyıla uzanmaktadır.
Sokaktaki yapılar arasında Naziki Tekkesi ve bir de Roma
sarnıcı vardır.
Bu sokağın sakinleri, yakınında ikamet ettikleri Ayasofya ve
Topkapı Sarayı ile ilgili kimselerdi. Osmanlı Hanedanı’nın
Dolmabahçe Sarayı’na taşınması bu seçkinlerden oluşan
görüntüyü değiştirmemiştir. Örneğin bu sokaktaki evlerin
birinde doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk’ün babası, Şura-yı Devlet azasıdır.
Soğukçeşme Sokağı’nın ahşap evleri 1970’lerde yok olma
tehlikesi ile karşı karşıya geldi. 1985 yılında TURİNG, buradaki yapıları aslına uygun bir biçimde restore ederek İstanbul’a
kazandırdı. Günümüzde Roma sarnıcı lokanta, evlerin biri
İstanbul Kitaplığı ve diğerleri de pansiyon olarak işlev görmektedir. Evler, çevrelerindeki çiçeklerden esinlenerek Yaseminli Ev, Mor Salkımlı Ev gibi adlarla anılmaktadır.
Eser Sponsoru: İSTON
SOĞUKÇEŞME QUARTER
12 houses from the 18th century lean to the walls of the Topkapi Palace. Among these buildings there is a dervish lodge and
a Roman cistern.
Elite people of this quarter were related with the Hagia Sophia
and the Topkapi Palace. They stood still even after the Ottoman Dynasty moved to the Dolmabahçe Palace. For example
the 6th president of the Turkish Republic Fahri Korutürk was
born here and his father was a member of the Council of State.
In 1970’ies these wooden houses were about to be destroyed.
In 1985 TURING had them restored. Today the Roman cistern
is a restaurant and one of the houses is the Library of Istanbul. The others are guesthouses. Names of the houses come
from the genus of the flowers around them like “House with
jasmins” etc.
Sponsor: ISTON
SAMİHA AYVERDİ’NİN İSTANBUL’U
Türk Edebiyatı’nda İstanbul’un yeri şüphesiz çok büyüktür. Edebiyatımıza, bir İstanbul hanımefendisi olan Sâmiha
Ayverdi’nin kaleminden de yansımıştır dönemin İstanbul’u.
İstanbul mahalle hayatını konu aldığımız dergimizin bu sayısında Zeynep Uymur’un hazırladığı ve Kültür A.Ş. yayınları,
Türk Edebiyatı’nda İstanbul Serisi arasından çıkan Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’unu hatırlatmak istedik.
Ev hayatı, mahalle hayatı, mahalle sakinleri, âdâb-ı muâşeret,
halk inançları, giyim, kuşam, bayramlar gibi sosyal hayata dair
konuları işleyen Sâmiha Ayverdi’nin eserleriyle XX. asrın başlarına denk gelen dönemdeki İstanbul’u, yaşadığımız dönemle kıyas edebiliriz. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u; hayatın devreleri, ev hayatı, cemiyet hayatı, giyim-kuşam ve süslenme,
mübarek günler ve eğlence başlıklarında altı ana bölümden
oluşuyor. Kitap dönemin İstanbul’unda sürdürülen yaşantının
günümüz insanı için karanlıkta kalan ya da bilinmeyen yönlerini ortaya koyması açısından ayrı bir önem taşıyor.
Eserde Sâmiha Ayverdi’nin kitaplarından alıntılar da bulunuyor. Örneğin komşuluk ilişkileri hakkında:
“Komşuluk ilişkilerini güçlendiren, pekiştiren sadece iyi kötü
günler değildir. Kıştan yaza, yazdan kışa geçerken gelecek
mevsimi karşılamak için yapılan işlerde de konu komşu toplanır, herkes elinden geldiğince birbirine yardım ederek hazırlıklara koyulur. Örneğin kış için yapılan hazırlıklarda, komşuların, soğuk algınlıklarına karşı, içine kırk türlü bahar karıştırılıp
yapılan kırmız şurubu için toplandıkları görülür. Bu ilaç konu
komşuyu bir araya getirerek bir külfet ve emekle kaynatılır ve
günlerce süren iş bitince de, eşe dosta şişe şişe hediye edilir.
Muharrem ayı içinde kaynatılan yemekten komşulara dağıtmak yine komşuluk hakkı içindedir. Ölümlerde olduğu kadar
doğumlarda da yine komşular bir aradadır. Doğum olduğunda gönderilen sürahi sürahi şerbetlerle eşin dostun ağzı tatlandırılır. Yine göz hakkı inancıyla bahçedeki meyveden, çiçekten göndermek de âdetler arasındadır. (İstanbul Geceleri)
Kimsenin namusuna yan gözle bakmayan, mahallelerindeki
genç kızlara yapılacak herhangi bir kötülükten kendilerini sorumlu tutan mahalle delikanlılarından;
Bu mahalle delikanlılarından külhânileri zaman zaman farklı
işlerde de görürüz. Çok defa bu şehir uşaklarının, mahalle terbiyesiyle kaldırım üstünde büyümüş bu daltaban külhânilerin
aralarında paşazadeler, kalem efendileri, mektep medrese
görmüş kimseler de bulunur. Bunlar da ötekiler gibi bir yangın haberi aldı mı, ister işleri başında, ister sıcak yataklarında
olsunlar; hemen fırlar, başta keçe külâh, sırtta beyaz fanila,
bacakta dizlik, takımlarına katılıp sandığın esneyen kolları altına girerler. Bunlardan, reislik, öncülük, fenercilik, boruculuk
edenlerin, tulumbacılık tarihindeki yeri hiç de küçümsenecek
gibi değildir.” (İstanbul Geceleri)
Sokakların değişmez sesleri üzerine:
“Sokakların sesleri mevsimine göre, günün saatlerine göre,
semtine göre değişiklikler gösterir. Sütçüler mahallenin değişmez seslerinden biridir. Mayısta baharın gelişiyle birlikte taze
koyun sütü satmaya başlarlar. Bunları, sırtındaki değneğe iplerle bağlı Silivri tenekelerini sallaya sallaya taşıyarak, bir yandan da, “Silivri kaymak!” diye bağıran yoğurtçular takip eder.
Tam ikindi vaktinde üstleri camla kapatılmış kaplarda kâse yoğurdu satanlar görülür. Soğuk kış günlerinin vazgeçilmez ve
aranan sesleri arasındaki biri de salepçinin sesidir. Salep işe ya
da mektebe gidenler için kış günlerinin soğukluğuna, sıcaklığı
ile karşı çıkan bir ayrılmaz dost gibidir. Nitekim bu soğuk kış
günlerinde halk salepçinin güğümü etrafında toplanmaktan
geri kalmaz. Turşucu bir mahalle esnafı olmadığı gibi onlara
ait vasıflara da sahip değildir. Bu turşucu ne bağırır ne çağırır.
Başında fesi ve belinde yün kuşağı, ayaklarında arkaları basık
yemenileri, fermeneli yeleği, gümüş taklidi saat ve kösteği
ile mahalleler arasında dolaşan esnaf tipinin ta kendisidir. En
hoşu da koltuk altlarından dolaşan kayışlarla sırtında taşıdığı
turşu fıçısıdır. “(Küplücedeki Köşk )
Özetle İstanbul’un geçmişteki izlerini süreceğimiz bir külliyat
incelemesidir Samiha Ayverdi’nin İstanbul’u.
95

Benzer belgeler