haziran-2016
Transkript
haziran-2016
HAYAT FUTBOLA FENA HALDE BENZER! ŞAHİDİM; LEICESTER CİTY ŞAMPİYON OLDU FUTBOL ASLA SADECE FUTBOL DEĞİLDİR MUHAMMED ALİ'YE VEDA DANS ET ŞAMPİYON! SERTAÇ DALGALIDERE . AMMAR TEKİN . BURÇİN AYDOĞDU . FATİH MUTLU . MEHMET FURKAN AYKAÇ RAMAZAN ÇELİK . AYŞEGÜL DALGALIDERE . MUHAMMET ATALAY . FATİH ÜNAL . ADALET CANLI AKBAŞ GÖKMEN DURMUŞ . UFUK ÖZER . ELİF BOLU TÜRKER . AHMET DAĞ . KADİR METİN AKBAŞ HALİL KÖKCÜ . İSKENDER GÜMÜŞ . CİHAD MERİÇ . SERHAT DALGALIDERE . CEM SÖKMEN 3 SAYI: 6 / HAZİRAN 2016 Ayda bir yayınlanır İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu Recep Çakırel Genel Yayın Yönetmeni Kadir Metin Akbaş Yayın Danışmanları Necmi Gürsakal İskender Gümüş Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen Sertaç Dalgalıdere Kapak Fotoğrafı Taha Safari/ freeimages.com Yayın Kurulu Adalet Canlı Akbaş Mustafa Aslan Muhammet Atalay Hakan Aydın Burçin Aydoğdu Yasin Çakırel Ramazan Çelik Bahtiyar Dursun Ufuk Özer Cem Sökmen Tacettin Turgay Hukuk Danışmanı Av. Ayşegül Dalgalıdere İstanbul Temsilcisi Av. Aybüke Ekici Yönetim Yeri Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17 Kırklareli Merkez Basım Yeri İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti. Ofset Tesisleri. Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B Lüleburgaz / Kırklareli Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57 Fax: 0288 417 44 47 İletişim www.katidergi.com [email protected] twitter: @katidergi Dergideki yazılar yazarlarını bağlar D ergimizin tasarımı yapılırken aldık haberini. Tüm dünyanın yakından tanıdığı, sevdiği, hayran olduğu Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali Clay 74 yaşında vefat etti. Bir efsane geçti bu dünyadan, bir şampiyonu uğurladık, bir dönem kapandı. "Kelebek gibi uçan, arı gibi sokan" ama herkesi de kendisine hayran bırakan bu kocaman adam, artık yok. Ondan geriye unutulmaz maçlarının videoları, harika siyah-beyaz fotoğrafları ve insanın kalbine çivi gibi çakılan sözleri kaldı yadigar. Allah Rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. *** “Futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür” diye başlar söze, "Gölgede ve Güneşte Futbol" kitabının yazarı Eduardo Galeano. Ve şöyle devam eder: Spor, bir sanayii dalına dönüştüğü oranda, iş olsun diye oynandığı zamanki güzelliğinden bir şeyler kaybetmiştir… Katı olan her şeyin buharlaştığı çağımızda, ne yazık ki futbol da, buharlaşanlar arasında en ön sıralarda yerini aldı. Sokaklarda gönüllerince top koşturan, boş arsalarda kıyasıya futbol oynayan, iki taşı belli sayıda adım saydıktan sonra yere koyan ve bundan bir kale oluşturan, ardından plastik bir top peşinde zamanı umursamadan koşturan, koşturan ve hiçbir şeye aldırmadan koşturan son nesil, büyük ihtimalle bizdik. Yeni nesiller, sokakta top peşinde koşturmayı, boş arsalarda futbola doymayı, toz toprak içinde sırılsıklam terlemeyi, terli terli su içtiği için annesinden azar işitmeyi, o anda dahi ertesi günkü oynayacağı maçı düşünmeyi hiç bilmiyor artık. Yeni nesil en iyi ihtimalle halı sahalarda oynadıkları sentetik futbola övgüler düzecek. Bu sayımızın dosya konusu futbol… Bu konuyu seçmemizde Fransa’nın ev sahipliğinde düzenlenen EURO2016’nın bu ay içinde yapılıyor olmasının katkısı çok büyük. Özellikle Türk Milli Takımı’nın bu turnuvaya katılmış olması bizler için bu dosyayı hazırlamamızda itici bir güç oldu. Şüphesiz ki böylesine popüler, uçsuz KATI DERGİ SATIŞ NOKTALARI bucaksız, ele avuca gelmez, netameli bir konuyu işlemek kolay olmadı. Ancak alanlarında uzman yazarlarımız farklı pencerelerden bakarak, farklı tarzda güzel yazılar kaleme aldılar. Yine ortaya futbol konulu harika bir sayı çıkmış oldu. Her sayıda olduğu gibi bu sayımızda da aramıza yeni isimler katıldı. Her birine ayrı ayrı teşekkür ediyoruz. Sınırlarımızın çok ötesinden, İngiltere’den ve İskoçya’dan iki dostumuz da futbola dair yazılarıyla bize güç verdiler. Futbolun beşiği İngiltere’de rakiplerinin 10’da 1’i bütçeyle şampiyon olan Lecister City ile İskoçya futboluna dair ilginç anekdotlar dergimizin sayfalarında yerini aldı. Hürriyet gazetesinden Kanat Atkaya’nın köşesinde aktardığına göre çeşitli Avrupa ülkelerinde taraftarlarla yürütülen çalışma sonucunda çıkan “fanatizm endeksi”ne göre ülkemiz “klavye holiganizminde” bir numara imiş. Araştırma sonucuna göre maçı televizyonda izlerken yüzde 84’ümüz sosyal medyada “tezahürat” ve yorum yapıyormuş. Bu konuda açık ara öndeymişiz; zira canlı maç yayını sırasında bu işe İngilizlerin yüzde 33’ü, İspanyolların yüzde 24’ü ve İtalyanların ancak yüzde 15’i vakit ayırabiliyormuş… Bu istatistikler, taraftarlığımıza dair ilginç bir bilgi olarak kayıtla geçmiş durumda. *** Dergimizin bu sayısı mübarek Ramazan ayına denk geldi. Herkese hayırlı Ramazanlar diliyoruz. Rabbim, Bayram’a ulaşmayı ve ağız tadıyla bayram kutlamayı nasip etsin. *** Temmuz sayımızın dosya konusunu ise “Tatil” olarak belirledik. Değişen tatil algımızdan, ilginç tatil anılarına kadar yine birbirinden güzel yazılar sayfalarımızda olacak. Daha güzel sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça kalın… Kadir Metin Akbaş KIRKLARELİ: Baykuş Kitap Kafe - Kampüs Kayalı Kitabevi İSTANBUL: Fatih: Ağaç Kitabevi - İnkılab Kitabevi İstiklal Caddesi: Mephisto Kitabevi - Üsküdar: İskele- Kurt Gazete Bayii ANKARA: Kurtuba Kitap Kafe KONYA: Hüner Kitabevi DENİZLİ: Pusula Kitabevi - Halikarnas Kültür - Mirim Kitabevi BANDIRMA: Kuğu Kırtasiye TRABZON: ra Kitabevi KAHRAMANMARAŞ: Öğretmenevi Altı Kıraathane Kitabevi. HAYAT, FUTBOLA FENA HALDE BENZER Sertaç Dalgalıdere [email protected] Ö yle bir filmden bahsedeceğim ki, futbolun hayatla ilişkisine dair tüm düşüncelerinizi yeniden gözden geçireceksiniz. Oldukça iddialı bir giriş olduğunun farkındayım ancak futbol konusunda düşük profilli birisi olmama rağmen, yönetmen Serdar Akar’ın 2000 yılında seyirciyle buluşan “Dar alanda kısa paslaşmalar” filminin “son” yazısını gördüğümde kafamdaki futbol bambaşka bir şekle dönüştü. İşin ilginç tarafı, filmin vizyona girdiği yıl Galatasaray, futbolun sadece futbol olmadığını ispatlamış ve UEFA Kupası’nı almıştı. Film, Bursa’nın tarihi semtlerinden İvazpaşa’da geçmektedir. Amatör mahalle takımı Esnafspor üzerinden insan hikâyeleriyle kurgulanan filmde, futbolun sadece futbol olmadığı çarpıcı şekilde anlatılmaktadır. Esnafspor, amatör bir mahalle takımıdır. Brezilya Milli Takımından etkilenerek yaptırılan sarı – yeşil formalarıyla Kıvırcık, Lango, Mercimek, Ateş, Onbaşı, Alağaçlı, Paşa, Boncuk, Selçuk, Niyazi ve Turgay’dan oluşan takımın hikâyesi hayatın kendisine ilişkin derin ipuçları vermektedir. Futbol temelinde; aşk, aile, mahalle, dostluk gibi kelimeler adeta seyircinin gözünde yeniden anlam bulmakta ve ona bu değerlerin kıymeti hatırlatılmaktadır. Savaş Dinçel (Hacı) başta olmak üzere, Erkan Can (Suat), Müjde Ar (Aynur), Rafet El Roman (Serkan) oyunculuklarıyla bizi mahallenin sıcak havasıyla buluşturur. Filmde, Hacı rolündeki Savaş Dinçel, Amatör küme takımlarından Esnafsporu çalıştıran, mahallede sözü geçen bir antrenördür. Hayat kadınlığı yapan Aynur’a âşıktır ve onunla evlenmek ister ancak Aynur, Hacı’nın bu teklifini hiçbir zaman kabul etmez. Hacı, Aynur’un aşkıyla kendisini içkiye ve sigaraya verir. Filmin sonuna doğru da hastalanıp ölür. Hacı’nın tek bir akrabası dahi yoktur ve cenazeyi mahalleli kaldırır. Hacı’dan geriye: “Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir ama toplu oynanan, yani insanların bir takım halinde oynadığı bir oyundur. İstediğin kadar yetenekli ol! İyi bir takımın yoksa kaybedersin!” sözleri kalır. Futbolun hayatın içinde var olan ve takım halinde oynanan bir oyun olmasına fena halde vurgu yapar. Aynı zamanda bir aile olamamanın ve yalnız başına kalmanın zorluklarına da gönderme yapmaktadır. Gerçekten de sadece yetenekli olmak yetmiyor. Sizi destekleyecek, düştüğünüzde elinizden tutup sizi kaldıracak, “Haydi yeniden denemelisin!” diyecek birilerinin etrafınızda olması oldukça önemli… Bu zamana kadar pek çok yetenekli insan tanımışsınızdır. Kimisi yetenekleriyle gerçekten de başarıyı yakalar ama kimisi için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Tüm yeteneklerine rağmen, kenara itilmiş ya da kendisini kenara itmiş insanların ortak hikâyelerinde bir yalnızlıkla karşılaşırsınız. Aile olamamanın, yalnız kalmanın acısıyla perişan olup giderler. Oysa onlara destek olan bir anne – baba, eş ya da dost oluverse eminim kendilerini gösterecek ve iyi işler yapacaklardır. Ancak filmde Hacı rolüyle Savaş Dinçel’in de dediği gibi hayat fena halde futbola benzemektedir. Takımınızda iyi bir kaleci (anne) olmayınca sürekli gol yemeniz muhtemeldir. İyi bir forvete ya da size iyi bir pas atacak takım arkadaşına (dosta) sahip olmayınca ceza sahasının içine kadar girmek golü getirmeyebilir. Kendi yaşamımdan vereceğim örneğin takım olmanın nasıl da önemli olduğunu, futbolun hayata nasıl da fena halde benzediğini anlatmak açısından çarpıcı olacağını düşünüyorum. Tam 7 sene uğraşarak bitirdiğim doktora eğitimim sırasında takım olmanın ruhunu yakından hissettim. Yaklaşık 4 sene dil engeline takıldım. Bu süreçte defalarca dil sınavına girdim ve her seferinde yeni bir kursa yazılarak yeniden hazırlandım. Tüm bu süreçte dil sınavlarının sonuçlarını gördüğümde yaşadığım kaybetme hissime karşılık eşim, bir kez daha denemem gerektiğini söyledi ve topu yeniden sahaya sürdü. Eğer takımımda eşim olmasaydı dil engelini hiçbir zaman aşamayacaktım. “Son kez bu sınava giriyorum. Yine olmazsa bu işten vazgeçeceğim” dediğimde eşim hep karşı çıktı. Bu kez takımımın farklı bir oyuncusuna abime başvurdum ve neredeyse 1 ay geceli gündüzlü beni bu sınava hazırladı. Yapmam gereken tüm hazırlıkları tamamlayınca, sınavdan önce yine güzel annemin duâlarını aldım. O da takımın en gözde oyuncusuydu. Hiçbir zaman beni yalnız bırakmadı. Ve sonunda ne oldu biliyor musunuz? Gol oldu! Sınavı geçtim. Serdar Akar’ın 9 Aralık 2000’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında da dediği gibi, “Hayattaki gibi futbolda da ya da futboldaki gibi hayatta da bir amaç uğruna birlikte, toplu hareket edilmesi gerekir. Takım oyunu oynamak gerekir.” Anne, baba, eş, kardeş, evlat, samimi bir arkadaş, hangisine sahipsek onları kadro dışı bırakmamalı, bir takım olduğumuzu, hayatın futbola fena halde benzediğini akıldan çıkarmadan, gol de yesek, gol de atsak, hep birlikte olmak gerektiğini unutmamalıyız. HAZİRAN2016 KATI 3 FUTBOL ASLA SADECE FUTBOL DEĞİLDİR Edinburg Ammar Tekin [email protected] B HAZİRAN2016 KATI 4 u sayıda muhtemelen bol bol okuyacağınız üzere futbol asla sadece futbol değildir. Özelikle İskoçya futbolunu en derinden etkileyen konuların başında mezhepsel farklılıklar gelmektedir. Dünyanın en eski derbilerinden olan “Old Firm” Protestan İskoçların takımı Glasgow Rangers ile Katolik İrlandalı göçmenlerin takımı Celtic arasında 28 Mayıs 1888 tarihinden beri oynanıyor. Bathmaker ve Harnett; “kimlik önemlidir çünkü adetlerimizi şekillendirir ve kimliğimizi içinde bulunduğumuz toplum ve şartlara bağlı olarak inşa ederiz” diyorlar. Günümüzde biraz esnediği söylense de, Glasgow şehrinde tuttuğun takım büyük oranda ait olduğun kökeni, benimsediğin mezhebi, oy verdiğin partiyi, evleneceğin kişiyi ve gömüleceğin mezarlığı da belirliyor. Bu derinden ayrılıkların geçmişi futboldan geriye gidiyor elbette. John Knox’un başı çektiği İskoç Reformuyla uzun uğraşlar ve kanlı savaşlar sonunda Katolik kilisesinden ayrılan İskoçlar, kendi kiliselerini kurmuşlar. Glasgow Rangers bu kanadı temsil ederken, Celtic ise farklı bir mezhebi ve farklı kökleri temsil ediyor. İki kesim arasında rekabetin en yoğun olduğu alan ise şu anda futbol. Her ne kadar Rangers, vergi borcu nedeniyle üçüncü kümeye düşürüldüğü için (bizim için ne kadar enteresan değil mi, sildiriverselermiş ya!) rekabet son yıllarda yara alsa da, bu sene İskoç Kupası yarı finalinde iki takım karşılaştı ve seneye Rangers tekrar en üst ligde! Bu arada 12 takımlı ve 38 haftalık bir ligden söz ediyoruz, burada derbiden bol bir şey yok! İskoçların İngilizlerin gerisinde kalmak gibi makûs bir de talihleri vardır. Willi- am Wallace büyük adamdı, Cesur Yürek de harika filmdir ama İskoçlar da az değilmiş. 1695 yılında, daha önceki Kanada’nın doğu kıyılarındaki birkaç başarısız sömürgecilik denemelerinden de uslanmayan İskoçlar, İngilizlerin ticaret tekelini kırmak, iç savaşlardan ve yedi yıllık kıtlıktan da bıkarak yeni bir sömürgeciliğe girişmeye karar vermişler. Darien Planı denilen akınlarda ülkenin tüm mal varlığının üçte birine karşılık gelen bir parayı bugün bir kopyası Edinburgh müzesinde sergilenen kilitli bir kasaya doldurup Panama kıyılarına varmışlar. Ancak görünen o ki sömürgecilik de herkesin harcı değilmiş, İskoçlar birkaç yılın sonunda humma ve İspanyol saldırıları sonunda ellerindeki bulgurdan da olmuş ve her şeylerini kaybetmişler. Çok zaman geçmeden de, 1707 yılında, İngilizlerle birleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlar. Benzer bir şekilde, Rangers ve Celtic uzun yıllardır pastadan daha fazla pay almak için İngiliz liglerine katılmak istiyorlar. 2009 yılında iki takım için yapılan başvurular, İngiliz Kulüpler Birliği tarafından reddedildi. Yani bu sefer de birleşme gerçekleşmedi ama hala ümitlerini koruyorlar. Ancak İngilizlerin son yayın anlaşmasından sonra bu birleşme, romantik bir fikir olarak bile imkânsız görünüyor. Kimlik demiştik, adanın genelinde olduğu gibi burada da aidiyet önemli. Maç günü Edinburgh Gorgie Road’da Hearts taraftarı dede, baba ve torunu, formalarıyla Tynecastle Stadı’na doğru giderken görmek bir futbol sever olarak benim için bir hayli keyifli. Stadın 1886 yılından beri ayakta olduğunu duyduğumda da benzer şeyler hissetmiştim. Messi, Ronaldo, Aguero’dan konuştuğun 8 yaşındaki çocuğun tuttuğu takımın Hearts, en sevdiği futbolcunun Hearts kaptanı Ozturk olduğunu duyunca aidiyet hissi takdir edilesi oluyor. Bu arada, evet, Hearts kaptanı Alim Ozturk Hollanda doğumlu Türk bir defans oyuncusu. Bir sene de 1461 Trabzon’da Trabzonspor’dan kiralık oynamış, 4 kez ümit milli takımımızın formasını giymiş ve 2 senedir Hearts’ta oynuyor. Bu sene takımın kaptanlığını da yaptı, takımın aynı zamanda frikikçisi ve taraftarlar arasında da bir hayli popüler. Son olarak, İskoç futbolunun neden bu halde olduğunu da halı sahada gözlem yaparak anladım. (evet, burada da halı saha var) Kendi maçımızdan önce İskoçların devam eden maçlarını izliyorum genelde. Bıkmadan usanmadan koşup pas yapıyorlar. Her güzel hareketi alkışlayıp gol atamadıklarında yine birbirlerine moral veriyorlar. Defansta da yardımlaşıyorlar. Bunlar olumlu hareketler tabi. Ancak biriniz de bireysel oynayın, çalım falan deneyin be kardeşim. Biriniz de, “Beyler, Allah’ını seven defansa gelsin!” diye bağırın. Birkaç gol yiyince birbirinizle münakaşaya girin. Bunların hiç biri olmuyor… Sonra Türk arkadaşlarla kendi maçımıza geçiyoruz. Birkaç kere “defansa gelin!” diye bağırdıktan sonra ben de koy veriyorum, zaten bence bizim maçlarımız daha samimi, daha eğlenceli! Kimlik dedik, elime geçen bu fırsatı da son bir senede edindiğim gurbetçi kimliğimle bitireyim. Edinburgh’tan tüm dostlara selam. Okul iyi gidiyor, İskoçya güzel memleket, lakin özleniyorsunuz. ÇIN’DEN İNGILTERE’YE, TEPÜKTEN FUBOLA F IFA'nın resmi internet sitesine göre M.Ö. 3. yüzyılda Çin'de “Tsu Çu” (蹴鞠) diye bir oyun oynanırmış. Yuvarlak bir derinin içini kılla, tüyle doldurup 30-40 santimetre genişliğinde, bambuların arasında dikilen ağa sokmaya çalışırlarmış ve bunu kollarını kullanmadan, ayak ve gövdeleriyle yapmaya çalışırlarmış. Bu oyunun adı olan Tsu Çu, “tekme topu” anlamına geliyor. Günümüz futboluna epey benziyor değil mi? Tabii ne korner ne taç ne santra var ama yine de mahalle maçlarıyla yarışır. Çin belgelerinde, Hunların ve Göktürklerin de bu oyunu oynadığı yazmaktadır. Onlar da bu oyunu topa el değdirmeden, ayakla ya da kafayla vurarak oynamaktadırlar. Kaşgarlı Mahmut da 10. yüzyılda Orta Asya kabileleri arasında gördüğü “Tepük” adlı sporu tasvir etmiştir: “Kurşun eritilerek iğ ağırşağı şeklinde dökülür, üzerine keçi kılı veya başka bir şey sarılır, çocuklar bunu teperek oynarlar…” Tarih-i Timur'da, Hıtayname'de ve Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde de şişirilmiş deriyle, çizgilerin dışına çıkmadan ve topa elle dokunmayıp sadece ayak ve kafayla vurulan, topun belli bir alana sokulmaya çalışıldığı Tepük ya da Tepik adı verilen bir oyunun tasvirlerine rastlıyoruz. Bu oyunu Timur, askerlerine fiziksel ve taktiksel antreman amacıyla oynatmaktadır. Tepmek fiilini günümüzde sadece hayvanlar için kullanıyoruz. “Eşek tepti” derkenki gibi. Oysa insan da teper. İstanbul'un ağzında buna kibarca “tepme” ve zamanla onun yerine “tekme” denegelmiştir. Yani Kaşgarlı Mahmut'un bahsettiği “tepik”, “tekmelenen” demektir; ayakla vurulan topu ifade eder. Tıpkı Tsu Çu gibi. Aslında tepmek fiilinin tepinmek, tepişmek, tepki, debelenmek ve hatta dibek gibi pek çok türevi var ama biz tekme'ye odaklanalım. Futbolun adeta diğer adı olan Kick-Off'un da tekme anlamına geldiğini aklımızda tutalım...Her ne kadar 2000 yıldan eski kökleri olsa da bu oyu- Burçin Aydoğdu nu bugünkü gibi kesin kurallara bağlayıp standartlaştıranlar İngilizlerdir. Nitekim dilimizdeki futbol terimleri de hep İngilizceden geçmedir: offside, ofsayt olmuştur. Penalty, penaltı olmuştur. Corner, korner olmuştur. Defence, defans olmuştur ve diğerleri… Yalnız şike kelimesi Fransızcadan geçmiştir, çünkü gerçek futbolda şike'ye yer yoktur. Ceza hukuku mevzuatımızın ilk kaynağı Fransa'dır. Peki ya oyunun adı? Biz futbol diyoruz. Çünkü İngilizcede football kelimesi ayak-topu anlamına geliyor. İyi de İngilizler bu oyuna football mu diyor? Tam olarak değil. Tüm futbol terminolojisini bize ihraç etmiş olan İngilizlerin kendisi futbola yine (ayıp olmasın diye) “Football” der ama Amerikalılar, Kanadalılar bu oyuna “soccer” der çünkü onlar için football, Amerikan Futbolu'dur. Eskiden İngiltere'de ayaktopu denen oyunun kuralları belirgin değilmiş. “Ayak takımı” tabir edebileceğimiz halk kesimi iki takıma ayrılır, biri topu ne yapıp edip karşı tarafa götürmeye çalışırken diğerleri ısırmak dahil her yolla onu engellemeye çalışır, birbirlerini perişan ederlermiş. Nitekim futbolun Britanya'da yasak olduğu dönem dahi vardır. Zamanla üniversite öğrenci kulüpleri bir topluluk kurarak bunun elsiz oynanan versiyonunu kurallara bağlamış ve buna “association football” demişler. Association da dernek, topluluk, cemiyet anlamında. Nitekim Türkçe yazılmış ilk futbol kitabı 1922'de Süleyman Rıza tarafından “Asosyeşın Futbol” adıyla yazılmıştır. Futbolun elle oynananı ise “rugby football” demişler, ki bugünkü Amerikan futbolunun atasıdır. Ayrıca elsiz oynananın elit sporu, elle oynananın halk sporu olduğunu söylemeye gerek yok. İşte İngiltere elit spora odaklanırken Amerikalılar avam versiyonuna odaklanmışlar. Kendi üniversite sporları ise basketbol olmuş ama o başka bir hikaye. Tabii bu iki sporun adını anarken habire “association football”, “rugby football” [email protected] demek dili yoruyor. Kendilerince kestirmesini bulmuşlar: Association'ın “soc” kısmını alıp “soc”cu anlamında “soccer” demişler. Bu deyiş sadece ABD'de değil Kanada'da, İrlanda'da bile tutmuş. Futbol kelimesi İngilizce Football'dan gelirken İngilizcede futbola football denmemesinin hikayesi kısaca böyle. Amerikalıların futbolun adını İngilizlere dar ettiği gibi Almanlar da futbolun kendisini İngilizlere dar etmiştir. Alman milli takımıyla İngiliz milli akımı arasında bugüne dek 19 maç oynanmış, ikisi beraberlikle sonuçlanmış, geri kalan maçların hepsini Almanya kazanmıştır. Eski gol kralı İngiliz futbolcu Gary Lineker'in dediği gibi “Futbol 90 dakika boyunca 22 kişinin top peşinde koştuğu ve sonunda hep Almanya'nın kazandığı bir oyundur” İşin enteresanı İngilizlerin içindeki Almanya husumetinin Almanlarda karşılığı yoktur. İskoçlar ezeli rakip olarak İngilizleri görürken, İngilizler Almanları ezeli rakipleri saymakta, Almanya ise Hollanda'yı ezeli rakip olarak görmektedir. Bizim pozisyonumuz ise gayet net. Milli futbolun siyasetten başka bir amaca hizmet etmediği, stadyum inşaatı dışında hiçbir futbol altyapısına girişilmeyen ülkemizin milli takımı, Mayıs ayında yaptığımız hazırlık maçında İngiltere’ye attığımız bir golün sevincini yaşıyor. Bu maça kadar değil İngiltere'yi yenmek, henüz İngiltere'ye bir gol bile atamamıştık. Ayrıca 30 bin nüfuslu San Marino'nun milli takımının deplasmanda atabildiği tek golü yemek gibi nice şanlı başarılarımız da var. Tarih, problemin geçmişten kaynaklanmadığını gösteriyor. Galiba esas problem bugünümüzde. Biz de atalarımız gibi futbola, hileyi, siyaseti hiç karıştırmadan, ego tatmini amacı gütmeden, aidiyet kompleksinden arınarak, fiziksel idman amacıyla yapmaya başlasak mı acaba? HAZİRAN2016 KATI 5 ARDA'YI, POGBA'YI, FELLAİNİ'Yİ BİR BAŞKA SEVİYORUM... Fatih Mutlu [email protected] F HAZİRAN2016 KATI 6 utbol afyonmuş, 22 adam bir topun peşinde koşuyormuş filan diyenleri hiç haşat edesim yok bugün. Onlar, siyasetçilerin adlarını ezbere bilen çocuklarıyla övünedursunlar; ben daha faydalı bir faaliyet olarak, ortaokula hazırlanan yeğenim için “Müslüman takımlar” ve “Müslüman futbolculara” ilişkin mini bir dosya hazırladım. Nitekim EURO 96'nın açılış töreninde turnuvaya katılan 16 ülkenin dev bayrakları Wembley Stadı'nın çimlerine serildiğinde, eminim, orada “hilal”i görünce gözyaşlarına hâkim olamayan tek kişi babam değildi. İletişim Yayınları'ndan 2002'de çıkan “Dünya Kupası” adlı kitapta, ağabeyim, üstadım Gökhan Özcan, “Yaşa Ali yaşa, bak ne güzel Dünya Kupası!” başlıklı yazısında şunları anlatıyor: "... kahir ekseriyetle zayıf tarafı tutmak gibi bir mecburiyetim ve mahkûmiyetim oldu benim de pek çok insan gibi. Çoğu zaman ilk turlarda elenip gittiğimden, yeni turun zayıflarından yeni dilekler tutmam icabetti. Ünsiyet peydahlamak için hazırda bir kaprisim de olmuyordu pek. Müslümanlar, ezilmiş Afrikalılar, zedelenmiş Latin Amerikalılar, hepsinin elinden tuttum." Dünya Kupası Müslüman ülkelerin uluslararası turnuvalardaki serüveni, 1934'te düzenlen 2. Dünya Kupası ile başladı. Mısır'ın ardından Türkiye (1954), Fas (1970) ve Tunus ile İran (1978) Dünya Kupalarına katılan ama üst tur görmeden evine dönen takımlardı. Kuveyt'in ilk turda elendiği 1982 Dünya Kupası'nda, kupanın büyük favorisi Batı Almanya’yı 2-1 mağlup eden Cezayir, son maçlara girilirken gruptan çıkmaya çok yaklaşmıştı. Cezayir son karşılaşmada Şili’yi 3-2 ile geçti. Ertesi gün oynanan Batı Almanya-Avusturya mücadelesi, Almanların 1-0 üstünlüğüyle sonuçlandı. Bu skor, iki takımın birlikte gruptan çıkmasına yarayan bir skordu, beraberlik veya Avusturya'nın galibiyeti halinde Cezayir tur atlayacaktı. Bu tarihi maç, Alman futbol literatürüne "Gijon rezaleti" olarak geçtiği gibi, FIFA'yı da uluslararası turnuvalarda son maçların aynı saatte oynanması yönünde değişiklik yapmaya zorladı. “Mexico 86”da Cezayir 1 puanla, Irak puansız evine döndü. Fas ise, grup aşamasını geçerek, hem bir Müslüman ülke açısından, hem de bir Afrika temsilcisi açısından bir ilki gerçekleştirdi. 1990'da Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ilk turda Dünya Kupası'na veda etti. Fas'ın ilk turda elendiği 1994 Amerika'da bir üst tura yükselen Nijerya ve Suudi Arabistan ise oynadıkları futbolla herkesin takdirini topladı. 1998’deki turnuvaya Suudi Arabistan ile Tunus 1'er puanla ilk turda veda etti, Nijerya son 16 arasına girdi ancak devamını getiremedi. Fas ise, 1982'de Cezayir'in karşılaştığına benzer bir durumla karşılaştı. Gruplarda son maçlar oynanırken Brezilya'nın Norveç'ten en az 1 puan almasıyla Fas üst tura yükselecekti. Fakat ilk iki maçını kazandığı için bu son maça “asılmamakla” eleştirilen “dünya devi” Brezilya, Norveç'e 2-1 yenildi; Fas, son 16'ya yükselemedi. 1998 Fransa, ayrıca turnuva tarihinin en unutulmaz maçlarından birine, İran-ABD mücadelesine de sahne oldu. Aynı grupta yer alan iki takımın maçını İran 2-1 kazandı. İranlılar gruptan çıkamadılar belki ama grupta ABD’ye mağlup olup kupayı alsalar bu kadar sevinmezlerdi (sevinmezdik) herhalde. 2002, Müslüman ülkelerin Dünya Kupası serüveninde zirve noktasıydı. İki Müslüman ülke, Senegal ile Türkiye çeyrek final oynadı. Senegal elendi, Türkiye turnuvayı 3. sırada bitirdi.2006'da Tunus, Suudi Arabistan ve İran 1'er puanla turnuvaya ilk turda veda ederken, grubu 3. sırada bitiren Fildişi Sahilleri ise futboluyla herkesin kalbini fethetti. 2010'da Nijerya ve Cezayir 1'er, Fildişi Sahilleri 4 puanla grup aşamasını geçemedi. Bosna Hersek, İran ve Fildişi Sahillerinin de yarıştığı 2014'te ise Nijerya ve Cezayir ikinci turu gördü. Asya, Afrika, Avrupa Asya ile Okyanusya temsilcilerinin yarıştığı Asya Kupası'nda Suudiler ve İranlılar kupayı 3'er kez müzelerine götürdü. Kuveyt’in 1980 yılındaki şampiyonluğu ve Irak’ın 2007’deki efsanevi zaferi de dâhil edilince, 14 kez oynanan Asya Kupası’nın 8'inde Müslüman ülkelerin adı listenin başında yer aldı. Şu ana dek toplam 30 kez oynanan Afrika Uluslar Kupası'nda da Müslüman ülkeler 15 turnuvayı birincilikle bitirdi. Bunlardan 6'sında Mısır, 3'ünde Nijerya, 2'sinde de Fildişi Sahillerinin imzası var. Kupayı kaldıran diğer Müslüman takımlar ise Cezayir, Fas, Sudan ve Tunus. Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Müslüman ülkeler denince Türkiye’nin katıldığı EURO 96, EURO 2000 ve EURO 2008 karşımıza çıkıyor. Ay-yıldızlılar 96'da golsüz, puansız turnuvaya veda etti; 2000'de çeyrek final, 2008'de de yarı final oynadı. Türkiye, bugüne kadar bu turnuvada yarışan “adıyla sanıyla” Müslüman tek ülke. EURO 2016'da bunun yanına Arnavutluk da eklendi. Fakat kadrolarındaki Müslüman futbolcu sayısıyla dikkat çeken milli takımları da unutmamak lazım. Mesela ben EURO 2016'da Türkiye ile karşılaşmadıkları her maçta önce Arnavutluk'u, ardından Seferovic, Behrami, Zakaria, Dzemaili, Tarashaj, Mehmedi, Eren ve Shaqiri'li İsviçre'yi; Mustafi, Khedira, Mesut, Emre ve Sane'li Almanya'yı; Rami, Pogba, Sissoko ve Sagna'lı kadrosuyla Fransa'yı; Fellaini ve Dembele'li Belçika'yı, Kujovic ve Erkan'lı İsveç'i, Januzovic ve Ramazan'lı Avusturya'yı... da tutacağım. Evet, çağımızda spor dünyasından ışıldayan Muhammed Ali gibi bir kahramanımız yok. Dünyanın en popüler spor dallarından biri olarak futbol bunun için çok müsait bir zemin ama Kanoute, Ebutrika ya da Ba gibilerine de her zaman rastlayamıyoruz. Yine de, sevgili yeğenim, ben “Barcelona'da ilk golümü atınca şükür secdesine varacağım” deyip sözünde duran Arda'yı, her maçtan önce el açıp “velhamdülillahi rabbil âlemin” diyen Emre'yi, Pogba'yı, Fellaini'yi bir başka seviyorum. Anlıyorsun, değil mi? ANILAR, ŞİMDİ GÖZÜMDE CANLANDILAR M odern insan, toplum ve devlet nezdinde başarıları ve başarabilecekleri kadar değerlidir. Sağ olsun etrafımda ki insanlar bende büyük bir potansiyel gördüklerini her fırsatta dile getirirler. Ve devamında bu potansiyeli hiç de iyi kullanmadığımı belirtmekten geri durmazlar. Açıkçası ben aynaya çok bakan birisi değilim, hatta aynaların önünden geçmemeyi yeğlerim. Aynaların, insanı deyim yerindeyse alık ettiğini düşünüyorum. Hem arkadaşlarımdan, hem de türlü türlü hayvanlardan gördüğüm kadarı ile ayna, kişiliğin bir yansımasını oluşturmamakta, dahası aynadaki yansıma, mahlûka bir kişilik katar gibi görünüyor bana. Dolayısıyla kendime böyle bir potansiyeli pek de yakıştıramıyorum. Benim gibi insanlar da, başarısızlıklarını örttükleri ölçüde değerlenirler. İşte benim ibretlik kıssamın hissesi; başarmak zorunda değilsiniz, yeter ki başaramadığınızı anlamasınlar. Ortaokulun ortanca sınıflarından birinde, özel bir kolejde geçirdiğim sayılı senelerden birinde, aylaklığımın bile farkında değil iken, beden hocamız bir futbol takımı kurup okullar arası liglerde fırtınalar gibi esme hayalleri kurar iken, bir gün beni okul bahçesinin kalesinde görmüş olacak ki beni okul takımı as kalecisi ilan etti. Şimdi böyle anlatınca büyük bir rütbeyle vazifelendirilmişim gibi geliyor insana ama eğer o yaşlarda kaleci iseniz iki ihtimal vardır; ya takımınız çok iyidir ve bütün maçı kale direğine yaslanıp rakip kaleye atılan golleri sayarak geçirirsiniz, ya da takımınız çok kötüdür ve rakip kaleciyi yediğiniz golleri sayarken görürsünüz. Benim kaleci olarak seçilmemi; zaten okulda pek de fazla olmayan erkek nüfusa ve hiç birisinin ayaklarını ellerinden daha kötü kullanmamasına bağlamıştım. Takımımızda iri yapılı, koşan, topa kuvvetli vuran ve gol atma potansiyeli yüksek iki arkadaşımız vardı. Bunlardan birincisi Abdullah’ın bacakları uzundu. Biraz fazla uzundu sanki. Ertuğrul ise tam bir futbolcuydu. Kafa toplarına çıkar, topu dağıtır, defansa yardım eder ve en önemlisi sakin sakin oynardı. Ders saatlerine denk getir- Mehmet Furkan Aykaç diğimiz antrenmanlar sayesinde birbirimizin oyun stiline alışmaya başlamıştık. Hem derslerden yırtmak için aradığımız türlü türlü bahanelerin en güzelini, en onurlusunu da bulmuştuk. Okul takımıydık. Bütün okulu temsil edecektik. Başarıdan başarıya koşacak, sırılsıklam formaların içinde okula döndüğümüzde, alkışlarla karşılanacaktık. İlk maçımız civardaki diğer kolejleydi. Onlar da bizim ayarımızda etliye sütlüye pek bulaşmayan cici çocuklardı. Kendimi ilk kez gerçek bir sahanın kalesini ortalamaya çalışırken bulduğum da, dünyanın cidden büyük bir yer olduğunu kavradım (Hala bu kadar büyük bir dünyada insanların hiç umulmadık yerlerde nasıl karşılaştıklarına pek anlam veremem) Beni o devasa kalede gören arkadaşlarım bıyık altından gülmeye başlamışlardı bile. Kalenin üst direğine dahi zıplayarak erişemiyordum. Örümcek ağındaki sinek gibi çaresiz kalmıştım. Çok şükür o gün sadece bir gol yedim ve o da benden değil, defansımızın köşe vuruşunda adam paylaşımını becerememesinden kaynaklanıyordu. Abdullah’ın attığı güzel bir golle maç 1-1 bitti. Fena bir skor değildi. En azından başımızı eğmeden okula geri dönmüştük. Hatalarımızı anladık, neler yapmamız gerektiğini etraflıca tartıştık. Ben de kendi muhasebemi yaptım tabii; büyümem lazımdı, hem de çok acilen ve çok hızlı büyümem lazımdı. Kale, kara delik gibi beni içine çekiyordu. Ama elden ne gelirdi? Hücrelerim bile beni dinlemiyordu. Ve olan oldu; gözüm korkmuştu bir kere. Beden hocamız skordan memnun olacak ki hemen bir maç daha ayarlamış. Bize kiminle maç yapacağımızı da hiç söylemedi. Otobüse binip sahaya geldik. Biz soyunma odalarına giderken sahada ısınmaya başlayan rakip takımla göz ucuyla kozlarımızı paylaştık. Açıkçası, öğrenciden ziyade profesyonel futbolculara benziyorlardı. Hepsi iri yarı, topa vurduğunda ses çıkaran, ikili mücadelelerin tek taraflı muzafferleri gibi şanlı bir duruşları vardı. Meğer rakip takım mesleki ortaokulundanmış. Okullar arası futbol müsabakalarında meslek lisesiler ve [email protected] imam hatiplilerle maç yapmaktan mümkün mertebe kaçınmalı. Birisi doğuştan işçidir, diğeri ise sizden 5 yaş büyük hafızlardan oluşan takımı ile iman gücünü arkasına almıştır. Soyunma odasına girdiğimizde tedirgin bir sessizlik aldı bizi. Vakit gelmişti, beden hocamız taktiklerini vermişti. Sahaya birer birer çıkıp, yerlerimizi aldık. Santradan itibaren rakip sahaya topun geçtiğini hatırlamıyorum. Santraların da ardı arkası kesilmiyordu. Rakip futbolcular Sovyet jimnastik takımı gibi bir oradan bir buradan, bir kafayla bir voleyle goller atar- HAZİRAN2016 ken bana sadece topu ağlardan çıkarmak KATI kalıyordu. Gerçekten çaresiz bir durum7 daydım ve daha kötüsü bütün takım darmadağın olmuştu. Maçın henüz 20. dakikasındaydık, tam sayıyı hatırlamasam da en az 15 gol yemiştim (O güne dair bütün anılarımı silmeye gayret ediyorum sevgili okur!). İşin aslı, yediğim goller benim ya da takımımın başarısızlığı değil, rakip takımın başarısıydı. Bir ara rakip kaleciye ilişti gözüm. Pek bir mutsuz gözüküyordu. Top daha ayağına bile değmemişti belki de. Ne ben onun yerinde olmak isterdim, ne de o benim yerimde olmak isterdi. Bu kadar golün ardından kaptan Ertuğrul, hocaya dönerek yedek kaleciyi oyuna sokmasını istedi. Günah keçisi ben oluvermiştim bir anda. Eldivenlerimi teslim edip soyunma odasına yöneldim. Maçın geri kalanında bir o kadar daha gol yedik. Rakip takımın gol attığında artık pek de sesi çıkmıyordu. O gün orada anladım ki; ben dâhil insanlar başarısızlıklarını başka şeylere ve insanlara atfetmekte pek de geri durmuyorlar. Bunun yerine başarısızlıklarımızı çarpıtıp muhtemel başarıları ön plana çıkarmalıyız. Bir kızı sevdiniz olmadı, başkasıyla mı evlendi; onun mutluluğu ne kaçırdığını bilmemenin cehaleti olsun. Bir dersten sene mi tekrar edeceksiniz; üşenmeyin bütün derslere girin, yemekhaneyi çift vardiya tepe tepe kullanın. Unutmayın; Polyannalar ölmez, ölse bile kadavra olur. ENDÜSTRİYEL FUTBOL TAKIM RUHUNA TERS! Ramazan Çelik [email protected] B ir ayak ve akıl oyunu olan futbolda büyük takım organizasyonları söz konusu olunca her yerde bir para, paraya tapanlar ve paradan sapanlar güruhu ile karşılaşılmakta. Bu da, spor gibi sağlık ve mutluluk veren bu alanın kirlenmesine, hastalıklı bir hal almasına sebep olmakta. Günümüz futbolunun, hatta daha geniş düzlemde bakılacak olursa, günümüz spor dallarının gün geçtikçe “samimiyetsiz” bir hal alması ve herkesin keyif aldığı organizasyonların sadece bir şova dönüşmesinin en önemli sebeplerinden biri de, sporun gün geçtikçe endüstHAZİRAN2016 riyelleşmesi. Zira “Spor yap zinde kal”, “Spor, sağlıklı yaşamın anahtarı”, “Spor, KATI mutluluk verir” gibi mottoların önemi bu 8 ortamda giderek silikleşmeye başlamakta. İşin parasal boyutunun ön planda olması spor dallarını bir fabrikanın bacaları gibi görmekte, bu da rekabetin giderek çirkinleşmesi, şike, mafyavari organizasyonlar, doping skandalları vb. birçok sonucu beraberinde getirmekte. Futboldan basketbola, yüzmeden güreşe, halterden tenise kadar hemen hemen aklımıza gelebilecek her türlü spor dalı, bu hastalıklı durumun içine batmış durumda. Bu nahoş hal, uzun bir süredir spor yazarları ve otoriteleri tarafından eleştiri konusu yapılmakta. Attila Gökçe: Sporumuza son 30 yılda yapışan bir endüstriyel virüs var. Kimi çaktırmadan sinsi politikalarla, kimi de açıktan açığa Fenerbahçe-Galatasaray ikili rekabetini dizayn etmeye adamış(!) kendilerini... Rekabetin ancak Fenerbahçe-Galatasaray koşuluyla büyüyeceğine, marka değerini, reytingleri ve gelirleri katlayacağına inanıyorlar. Bu dostlardan bazısı Premiership’te Leicester City’nin şampiyonluğundan bile rahatsız... Futbolun ruhunu ve masumiyetini yok sayıyorlar. Beşiktaş’ın şampiyonluğu, bu rekabet mühendislerine ve çokbilmiş endüstriyel kahramanlara(!) verilmiş bir derstir. Umarım, anlamışlardır artık! (Milliyet, 11 Mayıs 2016) Bu endüstriyel virüse dair, futbol yazarı Tevfik Demir’in yorumu ise şu şekilde: Bir koyup on, yirmi, neyse onu almak. Yani iş futbol değil, futboldan para kazanmak, hem de kumar oynayarak… Futbol zevkli bir spor, izlemesi de oynaması da keyifli ama futbol artık sahada oynananın belki yüzde onları bile bulmadığı, asıl etkenin saha dışı yüzde doksanları bulduğu bir kurtlar arenası. O zaman yapılacak iş, ya futbolu sahada oynanan bir spor yapmak ya da sıradanlaştırıp hayatımızdan atmak.” (Diriliş Postası, 9 Mayıs 2016) Futbolun ruhunu ve masumiyetini yok saymamak, keyfini çıkarmak takım ruhunu her zaman yaşatabilmek ile mümkün. Takım ruhu, rekabet mühendislerine, futbolu kumar görenlere, hem izlemesi hem de oynaması keyif veren bu sporu kurtlar arenasına çevirenlere her daim bir ders verdi, vermeye de devam ediyor. “Para hiçbir şey değil, lakin takım ruhu her şey”, çünkü futbolun tarihi inanılmaz, masal gibi birçok hikâyeyi tozlu sayfalarında barındırıyor. Günümüzden geçmişe birkaç örnek ile takım ruhunun önemini hatırlamak gerekirse, Avrupa’nın en iyi liglerinden İngiltere Premier Ligi’nde masal gibi bir başarıya daha yeni tanık olduk. Kendi yağında kavrulan, devler ligi diye tabir edilen Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin belki de sadece “tek maç gelirine” sahip olan, küçük ama ruhu kocaman İngiliz Leicester City futbol takımı, Arsenal, Manchester City, Manchester United, Tottenham gibi takımları geride bırakıp İngiltere Premiership şampiyonu oldu. “Kimine göre mucize ve peri masalı... Kimine göre akılla paranın en iyi biçimde kullanılmasıyla yazılan bir başarı öyküsü... Endüstriyel futbolun en çok kazanan ülkesi İngiltere’de en düşük bütçeli, en mütevazı kadrolu Leicester City, devleri geride bırakıp Premiership şampiyonu oldu.” (Attila Gökçe: Millyet 5 Mayıs 2016). Ya Beşiktaş? Günümüz futbolunun takım ruhu ile neler başarabileceğinin en güzel sembolü. İnönü Stadyumu yıkılıp yeniden yapılmaya başlandığında, Beşiktaş yıllarca evsiz kaldı, ama istikrarlı bir şekilde son yıllarda başarı çıtasını da hep yükseltti. Daha bu sezon (2015-2016) 14 maçını kendi evindeymiş gibi İstanbul’un başka statlarında geçirdi, yeri geldi büyük kulüplerden tekme yedi, yeri geldi yanlış hakem kararları ile kıl payı maç kaybetti, yeri geldi konumu sorgulandı “sizden büyük takım olmaz!” diye, ama oldu. Beşiktaş büyük oldu, takım oldu, hem de parasız bir şekilde. Beşiktaş’ı takım yapan şeyin adı neydi? Tabii ki “takım ruhu…” Ya Galatasaray? Daha dün gibi… Bizi ağlattı, çığlık çığlığa bıraktı. Göğsümüzü kabarttığı tarihi zaferi ile “Türkiye Futbolu”nda çığır açtı. UEFA Kupasını müzesine kazandıran Galatasaray, ligimizin dünya standartlarına ulaşmasını sağladı. Hem de çok ciddi paralar, kumpaslar, şikeler haricinde, sadece “takım ruhu” ile. Bu başarı sadece Galatasaray’ın başarısı değildi. Zira bu tarihi zaferden sonra Türk Milli Takımımıza bir heyecan, inanç, umut, başarı da beraberinde geldi. Türkiye Futbolu dünya başarı sıralamalarında istikrarlı bir şekilde yükselmeye, başarılar elde etmeye başladı bu dönemde. Dönemin Milli Takım Hocası Şenol Güneş liderliğinde 2002’de Dünya üçüncüsü olduğumuzda ve 2008’de Fatih Terim liderliğinde Avrupa üçüncüsü olduğumuzda, takım ruhunun ne demek olduğunu bir kez daha gördük. Bu zaferler, bir festival havasında, tüm Türkiye’nin bir oluşunu, diri oluşunu yeniden hatırlatmıştı bizlere. Birlik ve beraberliğin önemli araçlarından olan futbol, sihirli değneğini Türkiye coğrafyasının her santimine bir kez daha dokundurmuş, coşku, zafer, umut, birlik ve beraberlik iç içe geçmişti. Daha sayısız nice örnek var Takım ruhunu anlatan. Yukarıda verilen bu örnekler, paraya karşı, güce karşı, ayak oyunlarına karşı yapılan mücadelelerin örneğidir. Günümüz hastalıklı futbolunun kanserli hücrelerine bir panzehir olan “takım ruhu”nun, holiganizmin, vandallığın ve mafyavari oluşumların sonunu getirmesi dileği ile… KADIN VE ERKEĞİN FUT-RAT'INA DAİR Y Ayşegül Dalgalıdere aratılıştan gelen kişilik özellikleri anlamında fıtrat, çoğu zaman değişmez niteliktedir. Her insanın farklı fıtratı olduğu gibi, kadın ve erkeğin de genel olarak fıtratları birbirinden farklıdır. Kadınlar hem ruhen hem de bedenen erkeklere nispeten daha naif ve narindirler. Yine erkeklere nazaran kadınlar daha ayrıntıcı ve daha mükemmeliyetçidirler. Erkeklerin yazılımı ise kadınlara nispeten daha basittir, tek programlı bulaşık makinesi gibidirler, yıkar çıkarlar işin içinden. Kadınlar ise 15 programlı çamaşır makinesi gibi "yünlüleri, narin programda 30 derecede mi yıkasam, narinleri yünlü programında suya mı bastırsam?" diye diye kendilerini helak ederler. kekler tarafından tercih edilir. Elbette ki bu oranlarda, erkeklere sunulan spor fırsatlarının kadınlara sunulmamasının da etkisi vardır. Fakat bazı spor dallarında fıtri özelliklerden kaynaklanan tercihlerin ön plana çıktığı muhakkaktır. Zira ben bugüne kadar “futbolcu olmaya çok hevesliydim ama imkân verilmedi” diyen ya da “güreşçi olmak için yetkililerden yardım isteyen” bir bayana rastlamadım. Futboldaki ayrım ise hemen hepsinden daha bariz. İşte tam da bu sebeple, bu sayının konusunun futbol olduğunu duyduğumda biraz duraksadım. Hemen hiç ilgi duymadığım bu alanla ilgili olarak bilincimin altını üstüne getirdim ve futbolla ilgili hafızamda canlanan ne varsa yazıya dökmeye çalıştım. Misal; baba eve gelir, "nasılsın oğlum" der; hatta çok ilgili bir baba ise "günün nasıl geçti" diye bile sorabilir. Oğlu "iyiydi" der ve baba için hasbihal noktalanır. Hal hatır sormuş ve olay bitmiştir. Oysa anne için “iyiydi” cevabı yeterli değildir. “Bugün okulda neler yaptınız? Öğretmenin ödevini beğendi mi? Öğle yemeğinde neler yediniz? Aysun öğretmenin hastaydı, iyileşmiş mi? O arka sırada oturan çocuk, seni hala rahatsız ediyor mu? Senin suratın niye asık? Yorgun musun, canın mı sıkkın?” vs. vs. Bir kadın olarak anne için hayat, ayrıntılarda gizlidir ve anne o gizemi bir şekilde çözecektir. “Aman anne yaaa!” diyerek odanıza geçmenizin de esasa müessir bir faydası olmaz. Anne, birkaç saat sizi kendi halinize bırakır ama gecenin ilerleyen saatlerinde elinde bir bardak ılık süt, zihnindeyse yepyeni sorular ve mütebessim bir yüz ifadesi ile odanızdan içeri süzülüverir. Bu böyledir, direnmenin faydası yoktur. Çocukluğumda benim için futbol, Trabzonspor demekti. Anne tarafım Trabzon Of ’lu olduğundan ve benim çocukluğum, anne tarafımın neredeyse tamamıyla aynı mahallede geçtiğinden, farklı bir durum da düşünülemezdi zaten. Dedem, dayılarım, teyzelerim ve kuzenlerim aynı sokakta müstakil evlerde otururlardı. Hafta sonları hava güzelse kahvaltı Musa dayımın kapı önündeki avluda yapılırdı. Ömer abim elinde küçük teybi, üzerinde Bordo- Mavi üniformasıyla horon tepe tepe karşı evin merdivenlerinden iner, yengem de avludan bağırırdı: "Ömer uşuğum, kis ha onun sesuni…" Kadın erkek arasındaki fıtri farklılıklar sadece aile ilişkilerinde değil, günlük hayatın hemen her alanında kendini gösterir. Spor da bunlardan biridir. Örneğin; jimnastik ve voleybol gibi spor dalları kadının narin ve estetiğe yatkın fıtri özelliklerine daha uyumlu olduğundan, dünya genelinde bayanlar tarafından daha fazla tercih edilir. Oysa dövüş sporları, güreş ve futbol gibi spor dalları, daha çok er- Trabzonspor maçlarında hayat durur, televizyonun önünden geçme gafletine düşenin akıbeti karanlık olurdu. Kaçan, atılan ya da yenilen gollerdeki ani coşku sebebiyle tavukların yumurtadan, lohusaların sütten kesildiği vakiydi. Hatta bir keresinde kuzenimin bir buçuk iki yaşındaki çocuğu, merakından olsa gerek, maç ortasında televizyonun önündeki açma kapama düğmesine basıvermişti de, o koca salonda maçın heyecanıyla kendinden geçen tüm erkekler “höhöööyyy!!!” diye haykırarak televizyonun üzerine atlamışlardı. Zavallı çocuk, bir yıl geç konuştu. Çocukluğum bu ortamda geçti. Yaramazlık seviyem ortalamanın biraz üzerindeydi. Hiçbir zaman narin, ürkek ve hanımefendi bir kız çocuğu olmayı [email protected] beceremedim. Bu sebeple babam sık sık, hafif de bir tebessümle “benim kızım erkek gibidir” derdi. Babam böyle dedikçe ben coşar, kendimi evin ikinci erkeği gibi hissederdim. O çocuk zihniyle bunun sıradan bir latife olduğunu idrak edemez, ne kadar “erkek gibi” olursam o oranda takdir göreceğimi düşünürdüm. Yetişkinler olarak zaman zaman hepimizin içine düştüğü bir hatadır bu; bizim öylesine söyleyip de geçtiğimiz sözlerimizin, çocuk zihninde nasıl bir etki yapabileceğini düşünemiyoruz. Bizim bir dakika sonra unuttuğumuz şeyler, onların zihinlerinde çakılıp kalıyor. Bu “erkek gibi olma” mevzuu da benim için öyley- HAZİRAN2016 di. Öyle ki annemin, hijyen sebebiyle KATI (“bitlenir korkusuyla” sözünün kibarca9 sıdır bu) saçlarımı kısa kestirmesine bile ses çıkarmazdım. Ama kuaförden çıkıp eve geldiğimizde, aynaya bakar; kısacık, sapsarı ve üst kısmı manasız şekilde kabartılmış saçlarımı görüp “Zeki Müren gibi olmuşum!” diye ağlardım. “Erkek gibi” olma heves ve gayretiyle ufak bir futbol macerası yaşadımsa da neyse ki tadında bıraktım: Madem erkek gibiydim, pekâlâ futbol da oynayabilirdim. Oynadım da. Sokak arasında yapılan mahalle maçlarına birkaç defa dâhil oldum. Ama “madem bu kadar kişiyiz, e topumuz da var, hadi yakartop oynayalım!” teklifimden sonra attılar beni takımdan. Besbelli yeteneğimden korkmuşlardı, gerisi bahaneydi. Benim yeşil sahalarda fırtına gibi esme hayallerim de böylece sona erdi. Neyse ki; Allah-u Teâlâ insanın her istediğini vermiyor. Zira hayalini kurduğum her şey gerçekleşmiş olsaydı, hayatımın kâbusa dönüşme ihtimali yüksekti. Ettiğim her duayı kabul etmeyen Rabbime hamdolsun. Kurduğum her hayali gerçeğe çevirmeyen, attığım her adımı neticeye ulaştırmayan, sevdiğim her insanı hayatımda ebedi kılmayan, beni kendi heves ve isteklerime kurban etmeyen Rabbime hamdolsun. Ve yine erkeğin fıtratıyla kadının fıtratını birbirinden farklı yaratan Rabbime hamdolsun, ya öyle olmasaydı... Ya ben iyi bir futbolcu, eşim de iyi bir jimnastikçi olsaydı... MATEMATİKSEL OLARAK HÂLÂ ŞANSIMIZ VAR Muhammet Atalay [email protected] İ statistikleri kullanarak futbolda başarı sağlanabilir mi veya sayılara hak ettikleri kadar mı değer veriliyor, yoksa fazlaca mı kendimizi kaptırıyoruz? Sayılarla futbolun macerasına küçük anekdotlarla bir göz atalım istiyorum. HAZİRAN2016 KATI 10 FC Midtjylland, Danimarka’nın küçük bir şehri olan Ikast’ ta kurulan ve Danimarka Süper Liginde 3. sırada yer alan bir futbol takımı. 1999 kuruluşlu bu genç takım, 2014-2015 sezonunda şampiyonluğu kazanmış. Bu sezon UEFA Avrupa Ligi’nde evinden Manchester United’ı 2-1 ile uğurlarken, Danimarka’da Kopenhag ve Arena Stadyumu’ndan sonra zihnimize kazınacak bir marka olma yolunda ilerliyor. Midtjylland’ı sıra dışı yapan ise takımın şirketlere ve sporculara danışmanlık yapan bir yazara emanet edilmiş olması. Rasmus Ankersen, Midtjylland’da henüz altyapıda oynarken sakatlıklar nedeni ile futbolu bırakmak zorunda kalan bir sporcu aynı zamanda. Ankersen ve ekibi, geçen sezon takımı Avrupa ligleri içerisinde duran toplardan en fazla gol bulan ekiplerden biri haline getirmeyi başarmış. Ankersen, istatistikleri önemseyen ve kullanan bir yönetici: Premier Lig ekiplerinin attıkları gollerin %77’sinin ceza sahası yayından 6 pasa kadar olan bölge içerisinde olduğunu gözlemlemiş ve golfçülerin her gün antrenman yapmasından da ilham alarak bir frikik uzmanını ve eski bir Amerikan futbolu oyuncusunu çalışma ekibine dahil etmiş. Yapılan beyin fırtınaları ve antrenmanlar sonucunda duran toplar ekibin en önemli silahlarından biri olmuş: O sezon duran toplarda Atletico Madrid’den sonra Avrupa kıtasında en çok gol bulan ikinci takım Midtjylland’dır. Ankersen’in farklı dallardaki başarılı sporcularla ilgili çalışmaları da kayda değer: Dünyanın en iyi golf oyuncularını yetiştiren Güney Kore’de bu başarının gençlerin kendi merakları ile değil, ailelerin baskısı ile sağlandığı, Etiyopya’da okula koşarak giden çocukların doğuştan maratoncu olduğu, Hollandalı futbolcuların 28 yaşına gel- diğinde futbol için 10.000 saat harcarken, Brezilyalı bir çocuğun bu zaman dilimine henüz 14 yaşındayken ulaştığı ve her ne kadar fizyolojik farklıların başarıda önemli bir etkisi olsa da asıl önemli olanın zihinsel ve bedensel olarak sürekli çalışma ve disiplin olduğu tespitleri, bunlardan dikkatimi çekenler. revize ederek bireysel yetenekleri üst düzey olan Coman ve Douglas Costa’ya dayalı oyuna zorlayan bir sonuçla karşı karşıyayız. Zlatan İbrahimoviç’in başarısında büyük payı olan menajerinin tanıştıkları gün söylediklerini yine Zlatan’ın satırlarından öğreniyoruz: “Masaya, üzerinde isimler ve numaralar olan bir A4 çıkardı. Vieri 27 maçta 24 gol, Inzaghi 25 maçta 20 gol… Ve İbrahimoviç 25 maçta 5 gol. Ardından da can alıcı soruyu patlattı: Sence bu istatistiklerle seni satabilir miyim? Çok klas olduğunu düşünüyorsun, değil mi? Bana şunun cevabını ver; dünyanın en iyisi olmak ve daha fazla kazanmak istiyor musun? Dünyanın en iyisi olursan, diğerlerini zaten kazanacaksın. Fakat paranın peşinde koşarsan hiçbir şey elde edemeyeceksin. Düşün ve bana kararını bildir. Fakat şunu da unutma. Benimle çalışmak istiyorsan, söylediklerimin hepsini yapmak, arabalarını, tüm saatlerini satmak ve şu ankinden üç kat daha fazla çalışmak zorundasın…” Başarılı futbolcu, “Ben Zlatan İbrahimoviç” adlı kitabıyla aynı zamanda futbolcu dünyasının nadir yazarlarından. Bir de maç sonuçlarının tahmini var ki özellikle bahis oyunları meraklılarındaki artışla birlikte futbolun içeriğinin de önüne geçmeye başladı. Almanya doğumlu Metin Tolan, fizik profesörü olarak çalıştığı Dortmund Üniversitesi’nde, “Futbolun fiziği” başlıklı seminerler veriyor ve Tolan’ın dersleri tam anlamıyla dolup taşıyor. Maçların bilimsel yapısını anlatmak için, fiziğin yanı sıra istatistikten de faydalanan Tolan, on binlerce maçı incelemiş ve maçların kaçıncı dakikasında gol olduğunu, vuruş hızını, kaleci hatalarını, atılan penaltıları ve elde edilen sonuçları karşılaştırarak karşılaşmaların nasıl biteceğine dair olasılıkları hesaplıyor. Elbette bu tahminleri yapmak pek de öyle kolay değil, heyecan yapmamak lazım. Hoca istatistiği kullanıyor ve bilgisayarlarda simülasyonlar yapıyor. Elbette futbolda bir futbolcunun sakatlanması, formsuzluğu ya da havadaki değişimler gibi öngörülemeyen faktörler de işin cabası. Tolan’ın tahminlerinde büyük oranda başarılı olduğunu söyleyebiliyoruz ama son üç turnuvadır dünya kupasında Almanya’yı favori gösterdiğini fakat 2006 ve 2010’da yarı finallerde elenen Almanların ancak 2014’de şampiyon olabildiğini de hatırlatalım. Messi, Robben, Ronaldo, Bale gibi oyuncuların yıllardır birbirinin kopyası çalımlar atmasına rağmen neden durdurulamadığına Dr. Shanti Ganesh’in 2010 yılında yaptığı bir çalışma ışık tutuyor: Topu güçlü sol ayağına geçirdikten sonra bir anda hızlanacağı ve rakibini arkada bırakacağı biraz dikkatli seyirciler tarafından adeta ezberlenen Robben’in hareketlerini inceleyen Dr. Ganesh, ayak hilesinin beynin algılaması için fazla hızlı olduğu sonucuna ulaşıyor. Yani rakibin ne yapacağını biliyor olmak, onu durdurmak için yeterli zamanınız olacağı anlamına gelmeyebiliyor! Futbol anlayışındaki kırmızı çizgileri ile meşhur Pep Guardiola’yı bile Bayern Münih’te hücum anlayışını Menajerlik döneminde beyzbolda kendine has yeni bir sistem geliştiren Billy Beane’in hayatı, Moneyball filmine de ilham olmuştu. Sporculuk kariyerinde hiç de başarılı olmayan Beane, oyuncularını alışılagelmişin dışında, rakiplerinin dikkate almaya tenezzül bile etmediği istatistikler ve olasılıklara göre seçmektedir. Tabi Yale mezunu bir ekonomi uzmanı olan Peter Brand’ın başarıdaki katkılarını da unutmamak lazım. Bilgisayar destekli istatistik analizlerini kullanarak geleneksel düşünce yapısını alt üst eden ikili, final maçını kaybediyor fakat Beane’in maç kazandıkça sorduğu bir soru bence daha önemli: “Kazandıysak ne olmuş yani?” FUTBOL ve BÜYÜK VERİ S por, ilk çağlardan bugüne kadar birçok toplumda oldukça önemli bir yere sahip olmuştur. Bireyin başkalarına karşı kendisini sınama ve rekabetçi bir performans ile kendisini ölçme imkânı yaratması nedeniyle insanlar arasındaki en eski ve en doğal etkileşim formu durumundadır. Günümüzde ise büyük bir olgu haline gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişimi sürekli bir şekilde devam etmektedir. Futbol, onlarca spor branşından yalnızca biridir. En popüler spor dalları arasında başta yer almaktadır. Binlerce yıllık kökleri olan bir savaş stratejisi oyunu olarak başlayan serüveni, 19. yüzyılın ortalarında modernleşme ve sanayileşme süreçleri ile değişime uğramış, uluslararası alanda büyük kitlelere ulaştırılarak bir eğlence ve endüstri halini almıştır. Futbol, bu yönüyle tüm dünyada spor olgusunun önüne geçmektedir. Hatta “spor” denildiğinde birçok insanın aklına ilk gelen branş ne yazık ki “futbol” olmaktadır. Çünkü artık sporun ötesinde pek çok şeyle ilintilendirilen ve anlamlandırılan bir oyun durumundadır. Futbolda oyun anlayışı ülkelere ve liglere göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber başarıya ulaşmak için değişik metot ve stratejilerin kullanıldığı da bilinmektedir. Bireysel sporlarda başarıyı getiren en önemli faktörler o branş için gerekli olan güç, dayanıklılık, hız gibi temel motorik özellikler ve tecrübedir. Fakat futbol gibi kitlelere hitap eden takım oyunlarında başarıyı getiren faktörler arasında oyuncuların temel motorik özelliklerinin yanı sıra bilim ve teknoloji de büyük oranda yer almaktadır. Pek çok takım/kulüp uluslararası arenada varlığını sürdürmek için elindeki verinin ve onu kullanma biçiminin kendisini diğer kulüplerden ayıran bir metot olduğunu fark etmiş durumdadır. Futbol müsabakalarında geçmişe yönelik kayıt Fatih Ünal tutulması ve istatistik biliminden yararlanılması eskiden beri en çok kullanılan yöntemdir. Hatta bu metot ile somut ve ölçülebilir ilerlemeler kaydedilebilmektedir. Ancak geçmiş verilerin analiziyle yapılan istatistiklerde oyunun tümünü öngörmek ve sonucu doğru tahminleyebilmek ne yazık ki tam olarak mümkün değildir. Karşılaşmalar esnasında hesaplanamayan sürpriz olaylar meydana gelebilmekte ve sonuç/skor beklenmeyen bir şekilde değişebilmektedir. Fakat karşılaşma devam ederken oyuncular ve oyun hakkında büyük miktarda veri toplayabilme ve bunları çok hızlı bir şekilde işleyebilme yaklaşımına dayanan “Büyük Veri” ile bu sorun büyük oranda aşılabilmektedir. Büyük Veri, kayıt tutma ve bu kayıtlara dair yapılan istatistiklerden farklı olarak, baş döndürücü bir hızda akan binlerce veriyi anında yorumlayabilmekte ve sunabilmektedir. Büyük Veri ile yüksek frekans ve hacimlerde, çok çeşitli şekillerde akan verilerin hızlı bir şekilde anlamlandırılması ve bu verilerin ilgili kişi veya birimlere anında sunulabilmesi ile futbolda teknolojik devrimler yaşanmakta ve oyun anlayışı baştan sona değişmektedir. Takımlar artık milyonlarca veriyi analiz ederek sahaya çıkmaktadır. Antrenman, maç ve özel çalışmalara değin sporcuların tüm verileri anlık olarak toplanırken elde edilen veri, takımların eksiklerinin belirlenmesinde kilit rol oynamaktadır. Bunların yanı sıra Büyük Veri sistemleri ve bu sistemler üzerinde çalışan birçok farklı algoritma ile oyuncuların oyun boyunca kat ettikleri mesafe, koşu hızları, pozisyon etkinlikleri, top kayıpları, pas, şut, defansif müdahale ve kontra ataklar gibi olaylar, karşılaşma devam ederken hızla akmakta, gerçek zamanlı olarak yorumlanmaya ve anlamlandırılmaya çalışılmaktadır. Oyuncuların sahanın ne kadarına hükmedebildiğini ve topun bulunduğu bölgeleri yoğun olarak göste- [email protected] rebilen grafik ve diyagramlar, yazılımlar tarafından otomatik olarak çizilmekte, yapılan hesaplamalar ve tahminler karşılaşma esnasında ilgililere gerçek zamanlı olarak sunulabilmektedir. Büyük Veri ile desteklenen matematiksel analiz ve istatistikler, karar verme mekanizmalarında önemli ve büyük bir etken haline gelmektedir. Takımlar, doğru analizler yardımıyla oyun esnasında henüz karşılaşma bitmeden maçın gidişatını değiştirerek daha hızlı başarı elde edebilmekte, Büyük Veri’nin sağladığı stratejik rekabet imkânı kullanılarak oyuna yenilik ve farklılık katarak skoru lehine değiştirebilmektedirler. Bu sayede takımlar, istatistiklere dayanan sonuçlara göre oyunu tahmin etmek yerine gerçek zamanlı olarak oyuna hâkim olmakta ve oyunu yeniden şekillendirme imkânına sahip olmaktadırlar. Futbol, eskisinden daha fazla hayatımızda yer edinmeye devam ederken, bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişimini de hızlı bir biçimde sürdürecektir. Büyük Veri‘nin yakın gelecekte futbol dünyası için daha büyük bir rekabet unsuru olması kaçınılmazdır. Büyük Veri’nin sağladığı büyük miktarlardaki bilgiyi toplama, depolama ve gerçek zamanlı olarak analiz etme yeteneklerinin futbolda kullanımı ile oyun anlayışı değişmeye ve gelişmeye devam edecektir. İlerleyen zamanlarda Büyük Veri’nin futbolda daha fazla neler yapabileceğini tam olarak kestirmek oldukça güç. Ancak karşılaşma öncesinde toplanan verilerin yanı sıra karşılaşma esnasında akan canlı binlerce verinin yorumlanarak anlamlandırılması ve sunulması ile müsabakalarda sürpriz skorlar ve ilginç tesadüfler daha az görülecek, futbol severler farklı heyecanlar tecrübe edecektir. Çünkü, takımlar; artık maçlara Büyük Veri ve sağladığı üstün avantajlar ile çıkacaklardır. HAZİRAN2016 KATI 11 BU DÜNYADAN BİR EFSANE GEÇTİ MUHAMMED ALİ 1942 - 2016 KATI DERGİ MUHAMMED ALİ'YE VEDA DANS ET ŞAMPİYON! “Aklım kesiyorsa ve yüreğim inanıyorsa, başarabilirim!” -Muhammed Ali M türdü. Adalet Canlı Akbaş uhammed Ali öldü. Dünyadaki kıyamını, bizim şahitliğimizi ve hayranlığımızı da yanında gö- Henüz 10 yaşlarındayken, babasının hediye ettiği kırmızı bisikleti çalınan Cassius Marcellus Clay’in, bisikletini geri getirecek bir polis aramasıyla başladı her şey. Siyahilerin “pis zenci” denilerek aşağılandığı o dönem Amerika’sında, bisikletine ağlayan siyahi bir çocuk için kendini yoracak bir polis, görünmüyordu ortalarda. Üstelik kendisiyle ilgilenmeyen polislerin boks maçı seyrettiğine şahit oldu küçük Clay. Onunla ve bisikleti ile ilgilenecek bir polis hâlâ yoktu, ancak o atmosferin etkisiyle ileride bir boksör olup, bisikletini çalan hırsızları ve bisikletini kendisine getirmeyen polisleri yere sermenin hayalini kurmaya başlamıştı bile. “Seni tüketen, önündeki tırmanılacak dağlar değil, ayakkabındaki çakıl taşıdır!” Kayıp bir bisiklet, Müslüman bir yumruğun yenilgi kabul etmeyen sağ ve sol kroşelerini armağan etti dünyaya. 12 yaşında boksa başlayan Clay geniş omuzları ve uzun kollarının da etkisiyle amatör dövüşlere adını yazdırmıştı bile. 18 yaşında ise Roma Olimpiyatları’nda altın madalya kazanarak profesyonelliğe geçiş yaptı. Uzunca bir süre bu madalyası ile yemek yedi, kenarları sırtını kesse de onunla uyudu, onu kendinden hiç ayırmadı. Siyahi bir çocuğun ülkesine getirebileceği önemli bir başarıydı bu. Fakat ülkesinin siyah insanlara uyguladığı ırkçı tutumla karşılaştığı bir gün, hiç ayrılmadığı bu madalyasını Ohio Nehrine attı. ABD’ye olan bağlılığı da, küresel oyuncakları da, onunla birlikte suyun dibini boyladı. Kıyam başlıyordu artık. bunaldığı lise yıllarında İslam Milleti Hareketi ile tanıştı. Sıklıkla onların lokantalarına, mescitlerine gitmeye başladı. İslam’ın özüne sadık kalarak ve İslam olmanın verdiği onurla cesurca yaşamlarını sürdürmeye çalışan bu gruba ilgisi artarak devam etti. 1962 yılında “Siyah Müslümanlar”ın karizmatik lideri Malcolm X ile tanıştı. Bu tanışma arkadaşlığa, dostluğa, ev ziyaretlerine kadar ilerledi ve Clay, Müslüman oldu. Ancak, Malcolm’un telkini ile bunu kimseye söylemedi. Her müsabaka öncesi, maçı kaçıncı rauntta kazanacağına dair tahminler yapan, kazandığı her müsabakanın ardından çılgınca dans eden Clay; “Ben dünyanın en yakışıklı boksörüyüm! Ben dünyanın en güçlü boksörüyüm! Ben dünyanın en hızlı boksörüyüm! Maçın hangi rauntta biteceğini bilen tek boksörüm!” diyecek kadar özgüvenli ve Amerikan ırkçılığına, küresel sömürüye, dünyaya meydan okuyan tavırları ile ilgi odağı haline geldi. Tek rauntluk nakavtlarla ün salmış döneminin en korkulan boksörü Sonny Liston’ı yenerek Dünya Şampiyonu olduğunda 22 yaşındaydı. Kameraların ve dünyanın gözü onun üzerindeyken “Cassius Clay benim köle adımdı. Artık köle değilim!” diyerek, adını Muhammed Ali olarak değiştirdiğini, Müslüman olduğunu bütün dünyaya ilan etti. “Ben bir dövüşçüyüm. Göze göz karşılığa inanırım. Öteki yanağımı çevirmem. Karşılık vermeyen adama saygı duymam. Köpeğimi öldürürsen, kedini saklasan iyi edersin!” “Çalışmanın her saniyesinden nefret ediyordum fakat kendime hep "Dayan!" diyordum. Bugün çalışacağım ve ömrümün sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım!” Muhammed Ali, Dünya Boks Şampiyonu olarak, spor dünyasında tahtını kurdu kuşkusuz, ancak onun gönüllerimizdeki tahtı, ezilenler için hakkı cesurca savunması, Müslümanların dünya tarihi dışına itildiği, görmezden gelindiği, sürekli karalandığı bir süreçte dünya şampiyonluğu ile birlikte her zaman ve zeminde İslam oluşunu haykırışından ileri gelmekteydi. Dünya şampiyonu olma hayalleri kurduğu, derslerden nefret ettiği, ırkçılıktan Vietnam Savaşına gitmesi gerektiğine dair askeri emri aldığında da sivil itaatsizliğin [email protected] en güzel örneğini sergiledi Muhammet Ali. “Bana bir kez bile ‘pis zenci’ dememiş Vietkonglular benim düşmanım değil! Benim düşmanım sizsiniz!” diyebildiği için şampiyondur o. Nitekim bu resti neticesinde vatan haini ilan edilmiş, ünvanına ve lisansına el konulmuş, hiçbir eyalette maça çıkmasına müsaade edilmediği gibi, diğer ülkelerde de müsabakalara katılamaması için pasaportuna el konulmuştur. İnandığı bir hayatı yaşamak için bedel ödemeyi göze aldığı için şampiyondur o. Dünyanın bir yarısında gecelerin, Muhammed Ali’nin ringe çıkış saatine göre ayarlanması bu sebepledir. Rakibine attığı her yumruğun yer küreyi sallaması, sporun kaidelerden çok daha fazlası olması, bu sebeptendir. Irki ve dini aidiyetleri sebebiyle sistemin görmediği ve duymadığı insanların sesi olduğu için şampiyon, herkesin şampiyonu olduğu için efsanedir o. Ünvanına el konulan ama şampiyonluğundan edilemeyen Muhammed Ali, üniversitelerde gençlerle buluşup, haklı davasına ring dışında da devam etti. Hatta farklı ülkelere davet edildi ve pek çok devlet adamından daha görkemli karşılandı. Bilge Kral Aliya ile kucaklaşması, Erbakan ile Ayasofya’da kitlelere hitap etmesi, belleğimizde asla silinmeyecek izler bıraktı. Muhammed Ali bisikletini kaybettiği günden ölümüne kadar, kıyamda bir hayat yaşadı. Şahitlik ederiz. Müslümanlara meydan okumayı öğretti. Şahitlik ederiz. Klas bir duruş ve onurlu bir mücadele bıraktı. Şahitlik ederiz. Yeni yolculuğun ve menzilin nur olsun Şampiyon. “Ben Amerika'yım! Tanımadığınız yönüyüm onun. Alışın bana. Siyah, öz güvenli, kendinden emin... Benim adım bu, sizin değil. Benim dinim, sizin değil. Benim amaçlarım, sizin değil. Alışın bana!” HAZİRAN2016 KATI 13 ŞAHİDİM; LEICESTER CİTY ŞAMPİYON OLDU Leicester Gökmen Durmuş [email protected] 25 HAZİRAN2016 KATI 14 Ekim 2015, Yakın zamana kadar Leicester’ın adını iki grup iyi bilirdi Türkiye’de. İlki; Avrupa’da yaşamış, İngiltere’de bulunmuş belki orada eğitim görmüş varlıklı kesim. Bu grup yalnızca Leicester’ı bilmekle kalmaz, daha cazip yerler olan Londra’yı, Edinburgh’u ve Cardiff ’i de pekâlâ gezmiş görmüştür. İkinci kesimse; belki Türkiye’den hiç ayrılmamış, günü kurtarma derdinde olan iddia severlerdir. Bu gruptakiler Sunderland, Norwich ve Watford gibi nispeten az bilinen başka şehirleri de bir gün kazanacakları umuduyla ezberden sayabilenlerdir. Birincisi “Lestır” ikincisi “Leçıstır” der. Lestır bir şehrin Leçıstır bir umudun adıdır. yılmaz. Daha güçlü geleceğiz dercesine kampanya başlatıyorlar. Parola verildi: “backingtheblues” Twitterda, vitrinlerde, pencerelerde, grafitilerde. Taraftarın ağzında “arkandayız Leicester” sloganı dolaşmakta. Şehrin bitmeyen desteğiyle daha bir moral buluyor Leicester City. Şampiyonluk için erken bir ihtimal var. O da Chelsea’nin Tottenham’la berabere kalması. Nefesler tutuldu, bitiş düdüğü beklenmekte. Skor: 1-1 Bir maç bitiyor, bir zafer başlıyor. Ve nihayet asırlık büyü bozuluyor, Leicester City şampiyon oluyor… Araba konvoyları, kornalar, sevinç çığlıkları Leicester’ın altını üstüne getiriyor. Mavi- Beyaz’a bürünen şehir, bir baştan bir başa coşuyor… 3 Mart, “King Power” stadyumu kent merkezine yakın. Tezahüratlar her yerden duyulur. Maçın coşkusu, gelen gol sesiyle artar. Tren istasyonu hafta başı evine yüzü asık dönen karşı takım taraftarlıyla dolmuş, şehirde futbol günden güne daha çok konuşulur olmaya başlamıştır. Öyle ki geçen yıl bulunan kayıp kral 3. Richard bile gölgede kaldı. Leicester City’nin peş peşe gelen galibiyetiyle acaba’lar arttı, yoksa’lar kuvvetlendi, neden olmasınki’ler çoğaldı… 4 Mayıs, Ada gazeteleri bu mucizevi şampiyonluğa sayfalar ayırıyor. Taraftarların fotoğraflarıyla bezeniyor sayfalar. Şehrin dört bir tarafından coşkulu haberler akıyor… Şimdi parti zamanı! Dün gece “Leicester City kazandı” başlığı altında beş buçuk milyon tweet paylaşıldı… İngiltere’de Twitter trafiği yüzde 86 arttı. Granby caddesinde dün yüzlerce taraftar toplandı. Takımlarının bir İtalyan restoranına gideceğini öğrenen taraftarlar, takımlarını görmek için akın ediyor. Leicester City taraftarı Levi T. iddiadan 26.500 pound kazandı. Alacağı parayla arabasının borcunu kapatıp Yunanistan’a tatile gideceğini anlatıyor. İtalyan teknik adam Ranieri: “Güzel bir iş becerdik. Çok mutluyum. Eğer kariyerimin başında böyle bir başarıya kavuşmuş olsam unuturdum, fakat şimdi yaşlı bir adam olarak bunu kutlayabilirim” diye anlatıyor sevincini… 24 Nisan, Futbolcuların isimleri medyada görünür olmaya başladı... Leicester City’nin forvetlerinden Riyad Mahrez Profesyonel Futbol Derneği’nin (PFA) her sene bir oyuncuya verdiği en iyi erkek oyuncu ödülünü almaya hak kazandı. Mahrez, PFA’nin bu prestijli ödülünü alan ilk Leicester City oyuncusu oldu. 1 Mayıs, Şehir Mavi-Beyaza büründü; biletler çoktan tükendi; taraftarlar stadyumu tıka basa doldurdu. Kent meydanı meraklı kalabalıkla dolup taşıyor; bilet bulamayanlar barlara, kafelere akın ediyor. Zorlu bir maç; Leicester, M. United’a karşı oynuyor. Leicester kazanırsa şampiyonluğu garanti, ancak ilk dakikalarda golü yedi. Yüzler düştü, fakat pes etmek yok. Top yuvarlak, maç 90 dakika. Beraberlik yakalandı, ancak kupayı kaldırmaya yetmedi… 2 Mayıs, Leicester City hiçbir şekilde 7 Mayıs, The Economist, bu haftaki sayısında Leicester’a dair dört haber yaptı. Leicester City’nin şampiyonluğuna 1’e 5000 koyan iddiacılar kazandı. Takımlarının efsanevi şampiyonluğuna yatıranlar on binlerce poundun sahibi oldu. Kuponlarını erken bozduranlar ise dizini dövüyor... Leicester City’nin başarısı spor tarihinin en büyük mazlum (underdog) hikâyelerinden biri olarak hatırlanacak... Son 20 yıldır İngiltere Premier Ligi Arap şeyhlerin ve Rus oligarkların satın aldığı parlak futbolcularla dolmuştu. Yerel futbolcular ve taraftarlar dışlandığını hissediyordu. Leicester City’nin şampiyonluğu ile ülke 3 Mayıs’a yüzünde tebessümle uyandı... Claudio Ranieri geçen yılın Temmuz’unda Leicester City’nin başına geçmişti. 30 yıllık kariyerinde Chelsea’yi ikinci yapabilmekten başka kayda değer bir başarısı bulunmuyordu. Leicester’ın şampiyonluğu ile kendisine Harvard İşletme Okulu’nun kapıları da açılmış oldu. Meslektaşı Sir Alex Ferguson –Manchester United’in eski koçu– gibi o da Harvard’da dersler verecek. Liderlik üzerine de bir kitap kaleme almalı. 13 Mayıs, Leicester, İngiltere’nin spor başkenti mi oluyor? Leicester City, Premier Ligi kazandı, Leicesterlı Mark Selby ikinci kez dünya bilardo şampiyonu oldu, Leicester Tigers, ragbi turnuvasını 12 sezondur ilk dörtte tamamlıyor ve Leicester Riders yılın basketbol şampiyonu. Leicester City’nin forveti Jamie Vardy Premier Lig’de yılın en iyi futbolcusu seçildi. Vardy, art arda 11 maçta ağları havalandırarak, sezon boyunca 24 gol atmış oldu. Şehrin dört bir tarafı oyuncuların posterleri, takımın bayraklarıyla süslenmiş durumda. 16 Mayıs’taki büyük kutlama hazırlıkları son hızla devam ediyor. Jubilee meydanında toplanacak kalabalık, saat kulesinin önünden Londra caddesine, oradan Victoria parkına yürüyecek. 14 Mayıs, Leicester Üniversitesi kutlama şerefine binaların isimlerini bir günlüğüne değiştireceğini duyurdu. 16 Mayıs’ta kütüphane Gökhan İnler’e, spor salonu Danny Drinkwater’a, rektörlük Wes Morgan’a, sosyal bilimler binası da Jamie Vardy adına dönecek. 16 Mayıs, Beklenen gün geldi. Siren sesleri yaklaşıyor. Sandalyemden kalkıyor, kitabıma ayracı bırakarak, Londra Caddesi’ne doğru ilerliyorum. Ses gittikçe artıyor. İşte oradalar. Mavi- Beyaz’a boyanmış dört zafer otobüsü ve üstünde tüm takım, halkı selamlıyor. Biz de onlara el sallıyoruz. Hep birlikte Victoria Parkı’na yöneliyoruz. BBC spikeri canlı yayında şöyle geçiyor haberi: Bir külkedisi masalı gerçek oldu... Ve nihayet kupa havada… Evet, şahidim buna; Leicester City şampiyon oldu. ÖYLESİNE BİR MAÇ ANISI Ufuk Özer 19 98 yılının baharıydı. Epeydir öyle olduğu gibi o sene de kasabadaki vakti gelmiş olan gençler, hafta sonu şehir merkezine doğru dershane yollarına düştüler. Ben dershaneye gitmiyordum. Bir yıllık dershane ücreti bizim aile bütçemizin tamamına yakın olduğundan sınavlara kendi başıma hazırlanıyordum. Aslında sadece hazırlanır gibi yapıyordum. Zira o günlerde pek ders çalışacak “mood”umda değildim. Çünkü babam ciddi bir hastalıkla mücadele ediyor, hastanede yatıyordu. Sınavın yaklaştığı son ayda, hafta sonları şehre gidip hem sınavlarda pek gözü olmayan bir arkadaşımın yerine deneme sınavlarına giriyor, onu başarı listesine sokuyordum hem de babamı hastanede ziyaret etme fırsatı buluyordum. Hastane çıkışında çoğunlukla belki parasızlıktan belki de yapacak daha iyi bir şey bulamamaktan şehrin stadına yürürdüm. Orada, stadın arkasındaki toprak sahada oynanan amatör küme maçlarını izliyor, böylelikle hem vakit geçiriyor hem de kasabaya biraz daha geç dönmek için bahanem oluyordu. Yine böyle bir günde stada geldiğimde her zamankinden faklı bir kalabalık bulunduğunu gördüm. Her hafta toplasan 40-50 izleyicinin olduğu stadın çevresinde bu kez daha faklı bir kalabalık vardı. Stadyumda bir maç oynanıyor, içeriden sesler yükseliyor, birileri içeriye serbestçe girip çıkıyordu. Bilet kontrolü olmadığını görünce ben de içeriye girdim. Takımlar hakkında da en ufak bir bilgim yoktu. Tribünde yapılan tezahüratlardan hangi takımların sahada olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. Benim bulunduğum tribünün takımı sarı-yeşil renkli formayla sahadaydı. Ben de ister istemez bir anda “sarılar”ı tutmaya başlamıştım. Bir yandan sahadaki futbolu izlemeye çalışırken öbür yandan tribündeki taraftar dayanışması ve adanmışlığı ilgimi çekmeyi başarmıştı. Her maçta olduğu gibi birilerini tezahürat yapmaları için “ikna” etmeye çalışan pantolonu düşük göbeği açık abilerden orada da yok değildi. Ama o bir avuç taraftar, [email protected] pek ikna olmaya gereksinim duyar gibi de değildi. Neredeyse tüm maç boyunca onların taraftarlık hallerini izlediğimi, sahaya verdikleri tepkileri, kendi aralarındaki diyalogları, içinde bulundukları neşe ve coşkuyu hatırlıyorum. Sahadaki futbolla ilgili detayların hiç birini hatırlamıyorum. Hatta skoru bile. Galiba son dakika golü galibiyeti getirmişti. Çok da önemli değildi. Nihayetinde maçı “biz” kazanmıştık. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte tribün kendinden geçmiş, takıma, oyunculara söylenebilecek en müteşekkir sözlerle tezahüratlar yapmışlardı. O esnada rakip takım seyircileri tribünü boşaltmış, bizim tribünün kapıları ise güvenlik nedeniyle kapatılmıştı. Ben kasabaya gideceğim otobüsü kaçırma telaşına düşmüşken, birden bir şey oldu. Bulunduğumuz tribünün dışından bir kaya yağmuru başlamıştı ki sağanak gibi. Zaten kapıları kapalı olan tribünde sıkışmışsınız ve havadan taş yağmaya başlamış… Ne yaparsınız? Hiç bir şey! Bizzat deneyimlediğim gibi ellerinizi başınızın üzerinde birleştirip beklemekten başka bir şey yapamıyorsunuz. O gün o kocaman kayaların devasa yükseklikteki stadın duvarlarını nasıl aştığına anlam verememiştim. Kapılar açılınca otobüse yetişmek için koşa koşa ayrıldığımdan, sonrasında neler oldu bilmiyorum. Siz hiç taraftarı olmadığınız bir takımın maçını izlediniz mi? Ben izledim. Tam on sekiz yıl önce mayıs ayında izlediğim o maç Ayazağaspor ile İzmit Büyükşehir Belediyespor arasında oynanan 3. Lig terfi maçıydı. İzlemek ne kelime, kellemi ortaya koydum desem yeri var. Maçı izlediğim zaman farkında değildim ama o gün orada tarihe şahitlik etmiştim. Bir mahalle takımı Ayazağaspor’un tarihinde aldığı en büyük zaferi izlemiştim. Yani izlediğim maç herhangi bir maçtan fazlasıydı. Belki de sahada ki futbolcular o gün kariyerlerinin en iyi performansını ortaya koymuşlardı. Kim bilir, arkasında ne fedakârlıklar barındıran bir sezonun kapanış seremonisi- ne şahit olmuştum. Mahalleden toplanıp gelmiş esnaflar, liseli gençler, belki de hayatında başka maça gitmemiş abiler de oradaydı. Milyon dolarlık transferleri yoktu ama onlar o gün bir muzaffer takımı alkışlamanın gururuyla evlerine döndüler. Evlerine döndüklerinde neler anlattılar çok merak ederim. Mahallede neler konuşuldu? Bir ay, belki bir sene o maçın detayları mı gündemi belirledi? Sahada ter akıtan futbolcuların kariyeri nasıl bir yol çizdi? Profesyonel lige çıkardıkları takımdan yeterince iyi olmadıkları için gön- HAZİRAN2016 derildiler mi? Artık profesyonel ligdeyiz KATI diyerek uzun saçlı, dövmeli bir gurbetçi 15 oyuncu transfer etmişler midir? Bilmiyorum. Ayazağaspor birkaç yıl sonra profesyonel lige veda etmiş. Halen amatör liglerde yarışmaya devam ediyor. Bir daha böyle maçlar oynar mı kestirmek zor. Ama dünyanın her yerinde böyle maçlar oynanmaya devam ediyor. Adını bilmediğiniz takımlar varoluş yokoluş maçlarına çıkıyorlar. Adını hiç duymadığınız sporcular kendileri için büyük fedakârlıklar yaparak torunlarına anlatacak anılar biriktiriyorlar. Amatör kulüplerde işler milyon dolarlık bütçeleri har vurup harman savuran yöneticilerle değil her zaman bireysel çabalarla yürür. Bugünlerde birileri malından mülkünden harcayarak işler yürüsün, kulüp kapanmasın diye uğraşıyordur. Genç takımlarda oyuncular “acaba bu sene başkan bize yeni krampon alır mı?” diye dedikoduya başlamışlardır. Galibiyet primi olarak “bir bütün piliç” dağıtıldığı maçları iple çekiyorlardır. Belki sizin semtinizde, sizin mahalleniz de de çocuklar top oynuyorlardır. Altyapılar için yapılması gerekenleri sıralayan programlara inanmayın. Türk futbolunun gelişmesi için tek yapmanız gereken sahanın kenarında oturup çekirdek çitlemektir. Televizyonunuzun karşısından kalkın ve sokağa çıkın. Denediğinizde emin olun pişman olmayacaksınız. Televizyonda yayınlanmayan maçlar da güzeldir! KÖREBE: FUTBOLUN KARANLIK YÜZÜ Elif Bolu Türker [email protected] Ç HAZİRAN2016 KATI 16 ocukluğum benden altı yaş büyük abimle geçti. Aramızdaki uyum nedeniyle kız arkadaş edinmeye ya da kız çocuklarının vazgeçilmezi evcilik oyunlarına merakım hiç olmadı. O ve onun arkadaşlarıyla evimizin arka bahçesinde tek kale maç yapmak çok daha zevkliydi. O zamanlar bizim için futbol, iddianın, hırsın olmadığı birlikte güzel vakit geçirebilmenin en önemli aracıydı. Futbolun bir sektör olduğunu, kendi yaptığımız maçlarda isimlerini kullandığımız futbolcuların birer meta gibi alınıp satıldığını, kulüplerin içinde artı değerin işlediğini nereden bilecektik ki? Oysaki “biz büyürken dünya kirleniyormuş…” Meğer bizim çocukluk oyunumuzun içinde ne oyunlar dönüyormuş. Futbolun diğer spor dalları içerisinde en çok ilgi gören, kendinden en çok söz ettiren oyun olduğu doğrudur. Ancak bunun nedeni insanların sadece bu spor dalından zevk alması değil, futbolun, işleyen sistemin sac ayaklarından biri olduğundandır. Şöyle ki; sistem insanların psikolojisini, hayallerini, aile ekonomisini futbol müsabakalarının sonucuna bağımlı kılar. Nasıl ki televizyon, insanın sorgulama yetisine engelse, futbol da bu yetinin en büyük düşmanıdır. Marx yaşadığı dönemde “din halkların afyonudur” demiştir. Günümüzde ise bu sözü “futbol halkların afyonudur” olarak değiştirmemiz gayet yerinde bir tanımlama olacaktır. Keza İspanya kralı Franco’ya ülkesini nasıl yönettiğini sormuşlar; 3F cevabını almışlar. Yani Fado (müzik), Fiesta (eğlence) ve Futbol... Ayrıca Mussolini ve Hitler gibi diktatörler, ilk iş olarak ülkelerinde dev stadyumlar inşa etmişlerdir. Neden? Çünkü yönettikleri insanların düzeni sorgulamaları engellenip, sıkı çalışma koşullarından arta kalan zamanlarında enerjilerini dünyaca ünlü takımların çekişmeli derbilerine kanalize etmeleri sağlanmıştır. Ayrıca futbolun ekonomik döngü içinde de önemli bir yerinin olduğunu atlamamak gerekmektedir. Örneğin Asyalı futbolcuların Avrupa’nın önemli takımlarına transferlerinin, uzak doğudaki ülkelere kulüp mallarının satışını arttırmaya yönelik olduğu bilinen bir durumdur. Konu ile ilgili en çarpıcı örnek ise David Beckham fenomenidir. Beckham, transfer olduğu gün yedi bin forma satışına sebep olmuş bir futbol yıldızı olmasının yanı sıra, gerek fiziki özellikleri gerekse de yaşantısıyla pazarlanabilir bir nitelikte görülmüştür. Beckham’ın durumunu ilginç kılan her yıl sekiz milyon dolar alacak olan bir yıldız olmasından ziyade yarattığı ticari değer olmuştur. Dünyaca ünlü kulüpler, ayrıca bizim ülkemizde de büyük küçük birçok futbol kulübü siyasetin, ekonomik ilişkilerin tam ortasındadır. Kulüp başkanlarının siyasi duruşları ve ekonomik güçleri, takımların dolayısıyla o takımda oynayan futbolcuların kaderini belirlemektedir. Çünkü sporcuların iş güvenliği alanında hukuksal birçok eksik bulunmakta olup, gelecekle ilgili hiçbir garantileri bulunmamaktadır. Örneğin birçok sporcunun primi, aldığı ücretlerinin çok altında hatta asgari ücretten yatırılmaktadır. Bu ve benzeri nedenlerle 1980 yılından sonra sporcu sendikasıyla ilgili ilk adım 2009 yılında Spor Emekçileri Sendikası’nın (Spor-Sen) kurulmasıyla atılmıştır. Daha sonra 2010 yılında Spor-Sen’in de kurucularından olan Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt’un kurucu başkanlığında Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası kurulmuştur. Türkiye’de mevcut bugünkü sendikal oluşumların henüz dünyadaki örneklerindeki işlevleri yerine getiremediği hatta bunun epeyce gerisinde olduğu söylenebilir. Sporda sendikalaşma konusunun önemi mevcut hükümetinde gündemindedir ki 08.10.2012 tarihinde (ancak 2009 ve 2010 yıllarında kurulan sendikalar yok sayılarak) Hakİş’e bağlı Futbol Çalışanları Sendikası kurulmuştur. Görüldüğü gibi futbol artık bir oyun olmaktan ziyade, tarihsel süreç içinde bir mücadele alanı olmuş ve sistemin çelişkilerinin en çok hissedildiği büyük bir pazar haline gelmiştir. Futbolu bu kadar ana gündem maddesi yapan etkenlerden biri de hiç kuşkusuz taraftar guruplarıdır. Taraftar grupları Manchester United’ın futbolcusu Eric Cantona’nın şu sözünü adeta kendilerine ilke edinmişlerdir: “eşini, siyasi görüşünü veya dinini değiştirebilirsin. Eğer bir futbol taraftarıysan, asla tutuğun takımı değiştiremezsin!” Ekmek kavgasında diş gösteremeyen birçok insan, tuttuğu takımın maçında aslan kesilir. Tribün dışında ahlak, namus dersi veren insanlar, cinsiyetçi yaklaşımlarını adeta sahaya kusarlar. Örneğin bu ay içinde Fenerbahçe taraftarlarının Galatasaray forması giydirilmiş bir kadın maketini, kadını aşağılayan sözlerle yakması, futbolun oyun olmaktan çıktığının, kapitalizmin yozlaşmış kültürünün bir parçası olduğunun yakın zamandaki en somut göstergelerinden biridir. Oysaki taraftar, takımı için bu kadar küçülürken ve insanlıktan çıkarken, endüstriyelleşen futbol anlayışında taraftar o takım için bir müşteri, kulüp başkanı ve futbolcular için daha çok paradır. Manevi bağ değil maddi bağ var artık. Ekonomik ilişkilerin çepeçevre hepimizi kuşattığı, kişisel ilişkilerin dahi metalaştığı bir dönemde futbolun da bu durumdan nasibini almış olmasına şaşırmamak lazım aslında. Çünkü bu doğal bir süreç, insanların değer yargılarının kirlenmesinin ve insanlığın her şeye yabancılaşmasının sonucu bu. O yüzden yeni bir oyun kurup mızıkçı bir kör ebe gibi görmek istediğimizi görüp, görmek istemediğimizi görmeyelim ve böylece futbol da çocukluğumuz gibi kalmış olsun. DİSTOPYADAN ÜTOPYAYA: FUTBOL “Bu takım; hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar. Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha önemlidir” Sokrates-1982 (Futbolcu olan) F utbol bir yaz meşgalesi midir? Yoksa bir tevafuk mudur veya tesadüf müdür? Bilmiyorum. Tam 8 yıl önce Umran Dergisi’nin 167. sayısı için “Futbolun Metafiziği” adında eleştirel bir yazı yazmıştım. Bu yazı, milletin futbol sevgisine çomak sokar usulünde ve üslubunda bir yazıydı. Dini terminolojinin futbol terminolojisinde fütursuzca kullanılmasını eleştiri konusu edinen bu yazıda; son anda atılan gol sonucu kazanılan maçın “mucize”, golcünün ise “kurtarıcı/mesih” görülmesi yeriliyordu. Spor yorumcusu Osman Tamburacı’nın “Bu bir mucize: Kuran’ın yazılması gibi” ifadelerini, Boca Juniors'un stadyumu La Bombonera'nın giriş kapısında yazılan “Boca es mi religion, Maradona es mi dios, La Bombonera es mi iglesia/Dinim Boca, Tanrım Maradona, Mabedim La Bombonera” dengesizliklerini ya da bir cami imamının Türkiye-Hırvatistan maşından sonra sela okuyarak "Hırvatistan vefat etmiştir, Allah rahmet etsin" absürtlüklerini ele alan bir yazıydı. Bazı dengesizlikleri dışarıda bırakırsak futbol aslında iyi bir şey olabilir. Düşünce tarihinde –bildiğim kadarıyla- hem pratik hem de teorik olarak futbolla ilgili olan tek düşünür Albert Camus’tur. Oysa filozof ve düşünürler futbolla ilgili olsalardı, futbol daha nitelikli olabilir ve fikri bir boyut kazanabilirdi. Futbolun mevcut oyun tarzını değiştirmek gibi derdim olmadığını da ilan edeyim. Ama mevcut haliyle futbolun getirdikleri ve ürettiği kişiliklerden memnun olmadığımı da söyleyeyim. Fakat futbolun mevcut halindeki sorunlar, güzelliklerinin veya kuvve halinde olan anlamının bulunmadığını göstermez. Ben, futbol kadar başka diyalojik bir etkinliğin olduğunu düşünmüyorum. Sahada olanların ve saha dışında, yani stadyumda olanların bu kadar mündemiçlik yaşadığı başka bir oyun ya da etkinlik yok kanaatimce. Hem katılım hem de reaksi- Ahmet Dağ [email protected] yoner yoğunluğun bu kadar yüksek olduğu futbolda, taraftar sahayı yönlendirdiği gibi sahadakiler de taraftarı yönlendirebiliyor. Oysa bir söyleşi ya da konferansta belirleyici olan dinleyici değil konuşmacıdır. Golün her an olma ihtimalinden dolayı taraftarın dikkat sorunu yokken, söyleşide ise dinleyicilerde dikkat sorunu vardır. Bir söyleşi ya da konferansın dinleyici kitlesinin dini, siyasi, etnik ve ideolojik kimliği homojen bir karaktere sahipken, stadyumdaki taraftar ise dini, siyasi, etnik ve ideolojik olarak birbirinden oldukça farklıdır. Birincisinde insanlık için ortak temayüller bulmak zor iken, ikincisi olan futbol ise farklı toplulukların fena olduğu bir alandır. Günümüzde futbolda kullanılan kötü sloganlar, fiili şiddet ve maç sonrasındaki suçlayıcı demeçler, futbolun mevcut olumsuz durumunu sürdüreceğini göstermez. Futbolu yok etmeye yönelik eleştirel hücumların fazla bir işe yaramadığı da aşikâr. Futbolun bir gerçeklik olduğundan hareketle bize düşen; olumsuz süreci olumlu bir sürece dönüştürme üzerinde kafa yormak olmalıdır. Futbolun farklı yapıda insanları bir arada bulundurma yeteneği yalnızca stadyumlara değil stadyum dışına da taşınabilir. Mesela kulüpler yalnızca kendi taraftarlarına ait değil rakip takımları da içine alan sosyal ve kültürel mekânlar –kütüphaneler, gezi parkları, kültür merkezleri, kitap evleri vs.- inşa edebilirler. Yine hayat-futbol bağlamında resim, slogan, makale ve deneme yarışmaları yapılabilir. Konferans, sempozyum, panel ve kongre vs. düzenlenebilir. Çoğu çocuğun favori bir kitabı ya da yazarı yokken, favori takımı ya da futbolcusu vardır. Çocukların kitapla büyüdüğünden daha çok futbolla büyüdüğü gerçeğinden hareketle, çocukların futbol üzerinden kültürel bir düzeye çekilebileceği gibi futbol, çocuklar üzerinden masumane ve insani bir çizgiye çekilebilir. Böylelikle çocuk, stadyumda nasıl sövüle- ceğini öğrenmek yerine, futbol üzerinden nasıl çocuk, yani insan olunur hakikatine eriştirilebilir. Çocuk, futbol üzerinden insanlaşırken futbol da çocuk üzerinden masumlaşabilir ve insanileşebilişir. Geleceğin futbolcularının kültürel birikimlerini ve hayata dair algılarını hakiki ve sağlıklı bir düşünce zemini üzerine oturtarak cümle kurmaktan bile yoksun, hayattan yalnızca iyi bir otomobil ve güzel bir kadını anlayan futbolcu profilinin yürürlükHAZİRAN2016 ten kalkması sağlanabilir. Yine her hareketi taraftar -hususiyetle çocuklar- tarafından dikkatle izlenen futbolcu, toplumsal bir mesuliyet taşıdığı bilinciyle sahadaki davranışlarına dikkat etmelidir. Mevcut haliyle futbolcular; azim ve mücadeleleriyle, futbola akli bakışlarıyla, gerek saha içinde gerekse saha dışındaki davranışlarıyla, maç sonrası demeçleriyle, yaptıkları secdeleriyle, dua için arşa kaldırdıkları elleriyle ve dualı dudaklarıyla takdiri ve tebriki hak ediyorlar. Saha içinde yapmış oldukları ter dökmek/mücadele etmek, pes etmemek/direnmek, maçtan önce dua etmek/Allah’ı unutmamak gibi davranışlarını çeşitlendirebilirler. Futbol; yalnızca sanayi endüstrisi değil aynı zamanda müspet anlamda kültür, sanat ve ahlak endüstrisi haline gelebilir. Futbol; aydın, entelektüel ya da düşünürün mağlup edemeyeceği koca bir gerçekliktir. Yıllardan beri benim de içinde bulunduğum yazı-çizi işleriyle uğraşan adamlar, futbola sövgüde bulunmak yerine futbolun daha anlamlı hale gelmesini sağlayıcı entelektüel katkıda bulunabilirlerdi. Oysa biz, anlamsız bir yabancılık ve düşmanlık içinde bulunarak bir alamda zihinsel tembelliği tercih ettik. Bu işin başka çıkar yolu yok, düşünürler, tez elden futbolu keşfetmeliler… KATI 17 YAŞASIN FUTBOLUN GÜZELLİĞİ... Kadir Metin Akbaş [email protected] u yazı, sadece benim şahsi öyküm olarak okunmamalı. Bu yazının konusu; bu ülkede çok sayıda evde yaşandığına inandığım, benim kuşağımdan çok sayıda kişinin başından geçmiş, futbola dair hikâyedir. Bu hikâye; ister mütedeyyin deyin, ister muhafazakâr, bu ülkede hatırı sayılır çoğunluğu oluşturan ve bazı konularda oldukça hassas davranabilen ailelerin çocuklarının yaşadığı dilemmadır. Bu yazı bir anlamda bu çocukların futbolu sonradan sevmesinin hikâyesidir. B HAZİRAN2016 KATI 18 80 kuşağına mensup olarak ben, dönemdaşım her çocuk gibi top peşinde koşturmanın heyecanı ile büyüdüm. Araçların tek tük geçtiği yeni asfaltlanmış sokaklarda oynadığımız oyuna "futbol" demiyorduk, onun adı maçtı. Futbol; büyük statlarda oynanan ve binlerce insanın da ilgiyle, heyecanla ve coşkuyla izlediği müsabakalardı. Bu kuşağın çocukları maçını oynar, futbolu seyrederdi. Oysa futbol ve futbola dair ne varsa uzaktı bana. Türkiye koşullarında fazlaca muhafazakâr bir ailede yetiştim. Futbola, futbol müsabakasını seyretmeye, futbola dair konuşmaya hoş bakılmayan bir aileydi benimkisi. Lise yıllarına kadar kelimenin tam anlamıyla futbolun uzağında bir hayatı yaşadım. Evimizde TV'de futbola dair hiçbir şey seyredilmezdi. Maç izlemek, buna vakit ayırmak boş işti. Milli maçlar ise; namaz vakitlerini engellemiyorsa, daha önemli bir iş yoksa ve tabi ki babamıza fazlasıyla dil döktükten sonra izlenebiliyordu. O da her an televizyonun kapatılma riski altında… Rahmetli annem de -nereden duyduysa artık- topa ayak vurulmasının kaynağını Kerbela hadisesine kadar götürür: “Şehit edilen Hz. Hüseyin’in başı ile oynamışlar, oradan çıkmış bu oyun. Siz de o günaha ortak olmayın” diye uyarırdı bizi. Futbolla ilk temasım gerçek anlamda, 1998 Dünya Kupası’nda oldu. Liseyi yatılı okuduğum için yurtta kalıyordum. 10 Haziran-12 Temmuz 1998 tarihleri arasında Fransa'da düzenlenen turnuvanın birçok maçını, yurdun kütüphane salonundaki TV’den izledik. Eğer evde olsaydım, bundan mahrum kalacaktım. Turnuvada Türk Milli Takımı yoktu ama Brezilya, Hollanda, Almanya, Arjantin gibi futbol devleri vardı. En net hatırladığım ise aynı grupta yer alan İran ile ABD arasındaki maçın heyecanıydı. Dünyanın kahir ekseriyeti gibi biz de emperyalist ABD’ye karşı komşumuz İran’ı tuttuk. Maç İran’ın 2-1 üstünlüğüyle bitmişti. İlk kez o zaman anladım; futbol, güzel bir oyundu. Öç alabiliyordun, ders verebiliyordun, hakkından gelebiliyordun, masada/ cephede yenemediğini sahada yenebiliyordun. Bu turnuvanın sonrasında 98 Dünya Kupası’na dair aldığım almanak, okunmaktan eskimişti. Bıkmadan usanmadan okuyordum; grupları, maçları, atılan golleri, oyuncuları, maçların hikâyelerini… Adeta futbola doyuyordum. Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazandığı yıl ise futbolun anlamını daha bir kavradım. Daha bir ısındım, sevdim, gönül verdim bu oyuna. Sarı Kırmızılı ekip Avrupa Kupası’nda yoluna doludizgin giderken, ülke olarak futbolun büyüsüne çoktan kapılmıştık bile. Fatih’in aslanları her maç kazandığında, coşku baştanbaşa yayılıyor, sınırları aşıyor, Afrika’dan Balkanlar’a her yeri kaplıyor, herkesi yüreğinden kavrıyordu. Galatasaraylı futbolcular UEFA Kupası’nı kaldırdığında, sadece bir Türk takımı değil, mazlum halklar adına futbol oynayan ay yıldızlı bir takım kazanmış oluyordu kupayı. Bu başarı, bir anlamda muhafazakârların da futbolla daha yakından ilgilenmesine kapı aralamış oldu. Daha önceleri malayani bir uğraş ve boş iş olarak değerlendirilen futbol, Avrupa takımlarının dize getirilmesi ile yüzyıllık bir “rövanş” için biçilmiş kaftan olarak değerlendirilmeye başlandı. Hakan Albayrak’ın 1989’da Çete dergisinde kaleme aldığı şu satırlar, aslında 2000’lerde zirveye çıkan inancın ilk basamaklarından birini oluşturuyordu: “Ekranların başına “mal bizimdir, götüreceğiz!” diyerek oturmalı, heyecanımızı başından sonuna kadar diri tutmalı, dört sıfır yenik vaziyette olsak bile ısrarla “kazanacağız” demeliyiz. Allah eğer isterse, dört sıfır yenik vaziyette olan takımımıza maçın son üç dakikasında beş gol attırabilir. Okkalı bir düş bize beş gol getirir ve okkalı bir düş bizi Viyana kapı- larına kadar götürür. Yenilenler değil ama yenilgiyi hazmedenler kahrolsun! Düşleri Edirne’de başlayıp Kars’ta bitenler kahrolsun! Umutsuz Vakalar kahrolsun!” Galatasaray’ın peş peşe gelen başarıları ile benim kişisel hayatımda futbola dair yepyeni bir sayfa açılmış oldu. Her ne kadar oynamayı beceremesem de, izlemeyi, hatta futbolun kendisinden ziyada futbola dair hikâyelere odaklanmayı daha çok önemsemeye başladım. NTV’de hafta sonları yayınlanan “Futbol Mundial” programı, benim gibi futbolla sonradan tanışmış futbola aç birisine adeta ilaç gibi geldi. Futbolun skor muhabbetinden, holigan rezaletinden, iddia saçmalığından daha fazlası olduğuna dair, insana dokunan bir programdı Futbol Mundial. Seyrettikçe futbolu daha bir sevdim. Tam da bu sıralarda Radikal gazetesinin Salı günleri ek olarak verdiği “Radikal Futbol”u keşfettim. Futbola dair Televole bakış açısı dışında bambaşka bir hikâye anlatıyordu bu ek. Tanıl Bora, Mehmet Demirkol, Yiğiter Uluğ gibi isimlerin gayretlerini gördükçe, futbola dair muhabbetimde yeni bir sayfa açılıyordu. Askerlik dönüşü bir dostumun hediye ettiği Galatasaray’ın 100. Yıl forması ile de ilk formama da kavuşmuş oldum. Ve harika kitaplar… Futbola dair yazılmış, muhteşem kitaplar geldi peşi sıra… Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabı ile Hollandalı gazeteci Simon Kuper’in “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabını alıp su gibi içtim. Edebiyatla futbolu meczeden bu iki kült kitap sayesinde futbolun, ekranda gösterilen, gazete sayfalarında yazılan, kahvehane köşelerinde konuşulanlardan daha başka bir derinlikte olduğunu görmüş oldum. Futbolun insan hikâyelerinden oluştuğunu gördüm. Futbolu güzelleştiren bu hikayelerdi işte. Futbolu çok sonraları tanıdım ve sevdim ama şimdilerde oğlumla birlikte Kırklarelispor’un maçlarına gidiyor, şifresiz verilen güzel maçları kaçırmıyor, iyi oynayamasam da halı sahada top peşinde koşturuyorum. Yaşasın futbolun güzelliği... NEDEN FUTBOL TARAFTARI OLMADIM? Halil Kökcü N asrettin Hoca’ya cami çıkışı sormuşlar: “Hocam neden cemaatin hepsi farklı yöne dağılıyor?” Hoca’nın cevabı: “Herkes aynı yöne giderse dünyanın dengesi bozulur” olmuş. Futbola her Türk vatandaşı ne kadar maruz kaldıysa ben de o kadar maruz kaldım. Çocukluğumda sokak aralarında boş arsalarda (artık nerdeyse hiçbiri yok) top oynadım. Herkes kadar sporcu kartlarım vardı. Herkesle beraber oynadım, üttüm ütüldüm. O dönemde yaygın olan ataride televizyon ekranında futbol maçı yaptım. Ortaokul lise yıllarında boşlukları dolduran, defansta duran, gelen topu ileri vuran oyuncu olarak futbolla ilişkimi sürdürdüm. Sonrasında yaygınlaşan oyun konsollarında da epeyce mesai harcadım. Üniversite ve sonrası yıllarımda da, halı sahalarda adam eksiğini tamamlama görevini eksiksiz ifa etmeyi sürdürdüm. Futbolla aslında seviyeli ve vasat bir ilişkim olmasına rağmen hiçbir zaman bir futbol taraftarı olamadım. İlkokul yıllarımda, Galatasaray’ın başarılı olduğu dönemlerde gönlümün Galatasaray’a kaydığı olmuştu. Günlük sohbetlerden duyduklarım kadar takımı tanıyordum. Ne sabahları servis beklerken göz attığım gazetelerin spor sayfaları ne de televizyondaki spor programları, maç özetleri ilgimi çekiyordu. Sohbetlerden öğrendiğim kulaktan dolma bilgilerle taraftar olma çabamı sürdürüyordum. Şu an geriye dönüp baktığımda, ailemde hemen hemen hiç kimsenin “sıkı” bir takım taraftarı olmamasının bunda etkisi olabileceğini düşünüyorum. Mesela babam kendimi bildim bileli Göztepe sporludur. Hiçbir akşam maç özetlerini ya da maç sonrası yorumları izlediğini hatırlamıyorum, dolayısıyla bu konularda konuştuğunu da. Benzer şekilde geniş katılımlı aile sohbetlerinde de futbola dair bir şeyler konuştuğunu hatırlamam. Hani vardır ya, rakip takımı tutan akrabaların birbiriyle çekişmeleri; yeni doğan [email protected] bebeğe, bu akrabaların kendi takımlarının zıbınlarını, giysilerini alıp masum yavrucağı “o” takımlı yapma çabaları. İşte buna da hiç şahit olmadım ailemde. Galatasaray’a gönül bağımın olduğunu söylemiştim, ama herhalde ortaokul yıllarında, memleketin futbol takımının desteklenmesi gerektiğini, o dönem Denizlispor’un Avrupa’da başarılı olmasının da etkisiyle düşünmeye başladım. Aileme Denizlispor forması aldırarak Denizlisporlu oldum. Başarılı olduğu dönemlerde arkadaş sohbetlerinde duyduğum isimler dışında teknik direktörü kimdir, oyuncuları kimlerdir, durumu nasıl gidiyor, hiç takip etmedim. Herhalde bu takip etmemem vefasızlık olarak vicdanıma dokunmuş olacak ki, artık hangi takımı tutuyorsun diyenlere “takım tutmuyorum” cevabını veriyorum. Zira çevremde gördüğüm takım taraftarı arkadaşlardan çıkardığım sonuca göre takım tutmanın belli bir maliyeti var. Ben o maliyete hiç katılmamışım. Bu maliyetin parayla ölçülebilir kısmı elbette var ama benim daha çok dikkatimi çeken kısmı, zaman ayırmak ve takıma duygusal olarak da eşlik etmek, hayatının bir kısmına onu yerleştirmek. Trabzon’da çalışmaya başladığımdan beri gördüğüm; takım tutmanın çok ciddi bir maliyeti olduğuydu. Evet, Trabzon’dan önce de fanatik arkadaşlarım vardı, takımlarının geçmiş maçlarını (artan spor kanallarının desteği ile) izliyorlar, maç sonrası 3-4 farklı programı takip ediyor, takımları için neyin iyi neyin kötü olduğunu, nasıl daha iyi olabileceğini kendi takımından arkadaşları ile tartışıyorlar, rakip takım taraftarlarına karşı takımlarını çoğu zaman cansiperane savunuyorlardı. Yeni sezon başlarken takımlarının yeni formalarını satın alıyorlar, maçlar için biletlere, pasolige, maçları izlemek için yayıncılara para ödüyorlar. Maddi bir külfete de katlanıyorlar. Şimdi bu kadar zaman ve para harcayan insanlar ile benim taraftarlığımın eş değer olamayacağını düşündüğüm için hiçbir takımla taraftarlık bağı kurmadım. Bu bahsettiğim hususların hepsi Trabzonspor taraftarları için de geçerli. Farklı olan şey, ayağınızı Trabzon toprağına bastığınız andan itibaren Bordo-Mavi’yi her yerde görmeniz, pek çok muhabbette konunun Trabzonspor’a gelmesi. Tanıdığım pek çok Trabzonsporlu, maç yayınları için ilgili platformlara üye. En önemli fark, şehrin pek çoğu için Trabzonspor kendilerinden bir parça. Hukuk Felsefesi dersinde adalete ve adaletsizliğe örnek verin dediğimde, cevap için ayağa kalkan ilk öğrenci Trabzonspor’un verilmeyen kupasını, adaletsizlik örneği olarak verdi. O gün çok şaşırmıştım. Zira bu kadar farklı tarzlarda adaletsizliklerle dolu bir dünyada yaşıyorken, benim gibi biri için bu örnek aklımın ucundan dahi geçmezdi. Benzer cevabı iki sene sonra tekrar duydum. Haberlerde pek çok kimsenin gördüğü gibi takımına kızıp televizyonunu atan, haksızlıklara gelemediği için maç oynanırken sahaya girip hakeme tekme sallayan taraftarları var bu takımın. Belki de bu aşırı örneklerde olduğu kadar olmasa bile, futbolu hayatımın bir parçası olarak görmemem beni bir takımın taraftarı yapmadı. Son olarak, bu ülkede futbola harcanan zamanın, emeğin ve sevginin hiçbir şekilde karşılığının alınmadığını düşünüyorum. Kurumsal bir başarı tablomuz yok. Mevcut futbola dair temiz duygular beslememek için gerekli pek çok şaibe var. Bu bakımdan ülkenin kaderini futbola benzetiyorum. O’nun da seveni çok, kurtulması için kafa yoranı çok, her akşam TV’lerde hakkında konuşuluyor ama o da bir türlü sorunlardan kurtulamıyor. Bütün bunlar bir yana, belki de sadece, bazı insanlar farklı tarafa giderek dengeyi koruması gerektiği için ben futbol taraftarı olamadım. HAZİRAN2016 KATI 19 SAHALARDAN SATIRLARA FUTBOL KITAPLIĞI İskender Gümüş [email protected] B HAZİRAN2016 KATI 20 undan yaklaşık 7-8 yıl önce demir işçilerinin takımı olan Adana Demirspor ile endüstriyel futbola muhalif duruşuyla hemen hemen dünyanın her yerinde taraftarı olan İtalyan liman ve tersane işçilerinin takımı Livorno arasında bir dostluk maçı oynanmıştı. Politik yelpazenin solunda yer alan bu iki kulübün taraftar gruplarının birlikte organizasyonunda Adana Demirspor taraftarlarının “biz halkın takımıyız” tezahüratı hala kulaklarımda çınlar. Sermayenin tahakkümü gerçekten de futbol kulüplerini halka bırakıyor mu, bu çokça tartışmalı bugünlerde. Diğer taraftan amatör futbol kulüplerinin taraftar sayısı ve Anadolu şehirlerinin İstanbul takımı fetişizmine bakılırsa, durumun hiç de iç açıcı olmadığını söyleyebilirim. Sermaye eleştirisi ya da emek güzellemesi yapmak, bu kronik hastalığa deva sağlar mı bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki bu da futbol üzerine sosyolojik bir bakış açısıyla yazılan zengin sayılabilecek bir futbol kitaplığımızın olduğu. Futbol Asla Sadece Futbol Değildir Futbolu, siyaset-para üzerinden değerlendirerek fitili ateşleyen ilk kitabı belirtmeden geçmek olmaz. Futboldan, sermayeden, emekten, güce tapınmaktan, yüksek bonservis ücretlerinden, şaşalı futbolcu hayatlarından, tele vole kültüründen bahsedilecek olduğunda mutlaka herkes bu kitabı okumamış olsa da “futbol asla sadece futbol değildir” diyerek cümleye başlar. Four Four Two dergisinin futbol üzerine yazılmış en iyi kitap dediği Simon Kuper’in “Football Against the Enemy” başlığıyla yayımlanan ve Türkçe’ye “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” şeklinde tercüme edilen ve Sabah kitaptan çıkan bu eser (sonraki yıllarda İthaki Yayınları da bastı), bir spor müsabakası ve oyun olarak sunulan futbolun arka planında dönen dolapların veya entrikaların neler olduğunu ve futbolun bugün endüstri ile nasıl iç içe geçtiğini gösteren en iyi kitap olarak biliniyor. Kuper, 9 ay içerisinde 22 ülke gezerek yazdığı kitapta, “Bir oyun milyarlarca insan için önemli olduğu takdirde sadece bir oyun olmak- tan çıkar”, diyerek futbolla ilgili şu hükme varıyor: “Futbol asla sadece futbol değildir. Savaşlar çıkmasına ve devrimler yapılmasına neden olur, mafyayı ve diktatörleri adeta büyüler.” Futbol ve Kültürü Tanıl Bora, Wolgang Reiter ve Roman Horak’ın derlediği İletişim Yayınları’ndan çıkan “Futbol ve Kültürü” başlıklı kitap “Takımlar, Taraftarlar, Endüstri, Efsaneler” alt başlığını taşıyor. 18 Avrupalı ve 11 Türkiyeli yazar, sosyolog ve gazetecinin kaleme aldığı yazılardan oluşan bu kitap, futbolun milliyetçilikle, yerelliklerle ve politikayla ilişkisini, taraftar âlemini ve holiganizmi; kapitalistleşme/sanayileşme ve medya egemenliğinin futbola yaptıklarını; futbol mitolojisini ve sahada durduğu gibi durmayan “büyük oyun”un daha nice yüzünü, çeşitli ülkelerden özgül örneklerle inceliyor. Napoli, Maradona, İşçi futbolu, Adana Demirspor, İzmir’de futbol ve daha nice konu kitapta ele alınıyor. Üç Ciltlik Harika Bir Arşiv: Türkiye Futbol Tarihi Mehmet Yüce’nin Türkiye’de futbolun tarihini anlattığı ve İletişim Yayınları’ndan çıkan üç ciltlik harika bir kitabı var. İlk cildi Osmanlı Melekleri başlığını taşıyor. Dönemin Osmanlı ve Avrupa basını taranarak, 1875’teki başlangıcından 1923’e kadar, Türkiye’de futbolun kadim zamanları bu ciltte ele alınıyor. İkinci cilt ise 1923-1952 dönemlerini kapsayan İdmancı Ruhlar başlığını taşıyor. Cumhuriyetin ilanından, profesyonelliğin resmen başlayışına kadar futbolun tarihini ele aldığı bu kitapta, sadece İstanbul’un büyük üçlüsüne ve İstanbul turnuvalarına bakmıyor. Ankara ve İzmir başta olmak üzere Anadolu’daki futbolu ayrıntılarına kadar inceliyor. Kitabın üçüncü cildi ise bir yakın tarih çalışması niteliğinde. 1952’den 1992’ye kadar futbol tarihimizin 40 yılı mercek altına alınıyor Romantik Yürekler başlığını taşıyan bu ciltte. Velhasıl Mehmet Yüce’nin bu üç ciltlik eseri memleket futbol tarihinin bütün safhalarını ayrıntılarıyla anlatıyor. Tribün Cemaatinin Öfkesi Türkiye’de futbol denildiğinde şiddet olayları ilk akla gelenlerden. Sahada oynanan futboldan çok, saha dışı olaylar, kavgalar, kirli ilişkilere dayalı uzlaşmalar gündemimizi meşgul ediyor. Artun Ünsal da futbolda yaşanan şiddeti, çok geniş bir bakış açısıyla İletişim Yayınları’ndan çıkan Tribün Cemaatinin Öfkesi’nde ele alıyor. Futbol dünyasındaki şiddet sorununu da dünyada izlediği seyre ve Türkiye’deki tarihsel gelişmesine bakarak ticarileşme süreciyle ilişkilendiriyor ve şiddeti tetiklediği düşünülen bütün etmenleri uzun uzadıya sorguluyor. Güvenlik önlemlerinden, fanatik taraftar gruplarına, siyasal etkilerden hakemlere, başkanlardan medyaya geniş bir yelpazede futbol dünyamıza ayna tutuyor. Bizim İçin Oyna Spor-siyaset ilişkisi her zaman sorgulanan konuların başında geliyor. Mehmet Ali Gökaçtı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Bizim İçin Oyna” kitabı Türkiye’de futbol tarihinin siyasetle ilişkisini gözler önüne seriyor. Ulus-devlet ve millet inşası sürecindeki tek parti döneminden Demokrat Parti dönemine, darbe dönemlerinden neoliberal döneme kadar futbol siyaset ilişkisi masaya yatırılıyor bu kitapta. Zira hep siyasi gelişmelerle iç içe biçimlenen Türk futbolunda kitlelerin sempatisini kazanmanın, onlara mesaj vermenin en popüler mecrası sahalar oldu. Kısa kısa bahsetmeye çalıştığım kitapların dışında, İslam Çupi’nin, Halit Kıvanç’ın, Fatih Uraz’ın, Sevecen Tunç’un, Hakan Kulaçoğlu’nun, Necdet Özkazancı’nın, Özgür Topyıldız’ın, Cem Zamur’un, Memet Zencirkıran’ın ve Can Kozanoğlu’nun hem editörlüğünü yaptığı hem de yazarı olduğu İletişim Yayınları’ndan çıkan pek çok futbol üzerine yazılmış kitap bulunuyor. Burada bir parantez de Tanıl Bora’ya açmalı. Eğer gelecekte bir gün futbolun tarihi yazılacaksa sahada emeğini ortaya koyarak mücadele eden futbolcular kadar Türkiye’de futbol kültürüne ve tarihine kalemiyle yaptığı katkılardan dolayı Tanıl Bora’dan da söz etmek gerekiyor. AŞK EMEK, AİLE SORUMLULUK İSTER "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar halâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?" (Nahl Suresi, 72) Cihad Meriç A hi, Aile, Külliye, Mahalle ve Şehir, toplumu imar eden temel yapı taşlarıdır. Mesleği olan, sorumluluk sahibi iyi adamı ifade eden ahi, ailenin direğidir. O iyi yetişirse aile kurumu ihya olur. Yiğitlikte cins ayrımı yoktur, örneğimiz Bacıyan-ı Rum teşkilatıdır. Biz adam derken de ahi derken de cinsiyet ayrımı gözetmeden Salih ve Salihaları birlikte zikretmiş oluyoruz. Aile, erkek ve kadının el ele vererek inşa ettikleri güzide bir çatıdır. Eşler birbirlerinin örtüsü ve toplumun sırrıdır. Baba istediği kadar âlim olsun çocuğun ufkunu anne tasarlar. Anne sadece nesli değil aileyi ve toplumu da doğurur. Aile kurumu sağlıklı olursa mahalle ve şehir huzur bulur. Bu anlamda aile kurumunu korumak, uzaya uydu göndermek kadar hatta daha da önemlidir. Gelecek aile ve onun yetiştirdiği ahiler ile var olacaktır. Bu kâğıt üzerindeki karşılıksız büyümüş düzenin havası söndüğünde, Dünya mirası iyi ailelerde yetişmiş iyi adamlara kalacaktır. Tüccar, evladı yoksa yaşarken iflas etmiştir. Evladı var; fakat hayırsız ise iki kere iflas etmiştir. Aileyi bilerek veya bilmeyerek içten içe çürütenler kendi elleriyle toplumların ve dünyanın iflasını hazırlıyorlar. Takva kelimesi farklı şekillerde yorumlanıyor. Ben “sorumluluk bilinci” tabirini seviyorum. Sorumluluk sahibi olmak hayatı kuşanmaktır. İyi adam meslekli, sorumluluk sahibi, eksikliğinin farkında olan insandır. Bugün aile, sorumluluk almaktan korkan bireyler tarafından taşınması zor, korkulacak ağır bir yüktür. Adam olmak sorumluluk almayı gerektirir, bu nedenle ailenin merkezinde iyi adam/ahi vardır. Sorumluluk sahibi Salih adam yetiştiremiyorsak, aile kurumunun yaşamasını da bekleyemeyiz. Aile yoksa huzur toplumu da olmaz. Ahi, Aile, Külliye, Mahalle ve Şehir zinciri kopar, nizamı âlem alt üst olur. Günümüzde Aileye karşı büyük taarruzlar var. Bunlardan biri nefsin şehvetin ön planda tutulmasıdır. Aile birileri tarafından sahte özgürlüklerin sınırlayıcısı [email protected] olarak gösterilmektedir. Aile başkalarına zarar verecek özgürlüklerin ve nefsin sınırlayıcısıdır, neslin muhafazasıdır, toplumun huzurudur. Aile eşler ve toplum için huzur örtüsüdür. Bu sırlı örtüyü yırtmak bugünü ve geleceği tarumar eder. Hayatı maddeden, kazanmaktan, çıkardan ibaret görenler, görüşlerini genel kitlenin görüşü haline getirmek için uzun zamandır var güçleriyle çalışıyorlar. Ev halkı tek tek reklam firmaları tarafından hedef alınarak ihtiyaç fazlası tüketime özendirilmekte ve böylece bitmeyen ihtiyaçlar altında ezilerek huzuru bozulmaktadır. Sınırsız ihtiyaç gösterip, bağımlı ve dar imkânlı kitleler oluşturduğunda: sofrası, eli, gönlü açık olması gereken muhabbet toplumu; bereket toplumu olmaktan çıkarak hesap toplumu olmaya başlar. Ahinin bağlı olması gereken şeylerin çözülmesi, açık olan şeylerin bağlanması ile aile ve toplum en büyük darbeyi almış oldu. “Ahilikte açık ve bağlı olması gerekenler: elini, kapını, sofranı açık tut; dilini, gözünü, belini bağlı tut…” Gurbette yaşamış biri olarak, büyük aile imtihanını geçemediğimi düşünüyorum. Yeni nesil eskiden büyük ailede ve hayatın içinde aile eğitimini alırmış, günümüzde aile eğitimini verecek ortam yeterli gözükmemektedir. Aile içi ve dışı ilişkiden başlayarak çocuk yetiştirmeye kadar her şey el yordamıyla yapılıyor. Doğal olarak trafikte ehliyetsiz adam çok olunca kazalar da artıyor. Aile, zaman kullanımı, ekonomi planlaması gibi konularda ifrat ve tefritler arasında orta yolu bulmaya çalışıyor. Toplum ve aile için orta yol, orta hal kurtuluş vesilesidir. Zaman ve ekonomi kullanımında bazı bireyler tamamen kendi ailesinin içine gömülüp kendini tüketirken, kimi bireyler de kendi öz ailesinin parçası olmakta zorlanıyor. Aile fertleri kendilerine, diğer aile üyelerine ve dostlarına zamanı ve ekonomiyi adil şekilde bölüştürmelidir. Aksi halde arzu edilen huzurlu aile ortamı sağlanamaz. Aile okuldur. Gelecek neslin mayası orada tutar, ilk harç, temel eğitim aile içindedir. Çocukların iyi bir eğitim alması için yüksek rakamları gözden çıkaranlar, bu işin ne kadar farkındadır. Hem kendi babamızı ve annemizi hem de geleceğin aile üyelerini yetiştiriyoruz. Bizi yaşlandığımızda çok parayla lüks bir huzur evine yerleştirebilirler mesela. Hani 1+1 veya 2+1 küçük hayatımız olsun kimse bulaşmasın demiştik. Çocuğum iyi okullarda okusun diye şehre gidenler, çocuklarını şehrin beton mezarlığı kibrit kutusu dört duvarlarına gömmekten başka ne yapıyor. Eğitimin birinci şartı dört duvar, kalem, defter, kitap bunların dışında eğitim HAZİRAN2016 ortamı tasavvuru yok. Oysa hayat en güKATI zel öğretmendi. Mahalle, Cami, Külliye, 21 Zaviye, Tekke, Ribat, Kervansaray, Hankah, Kıraathane... Gibi tabelasız eğitim kurumlarımız vardı. Çocukları yetiştirecek ve onların huzurlu aileler kurmasını sağlayacak iyi çevredir. İyilik mayası çevre oluşmadıkça fanusta ateşi kaç gün tutabiliriz. Bu ateş hareketlidir, içinde deli bir kan her geçen gün hızlanmaktadır ve birileri bu kanı daha da körüklüyor. Durulduğunda zaten iş işten geçmiş olacaktır. Şehir, mahalle, külliye aileye ve onun biricik değerli üyelerinin iyiliğine göre tasarlanmıyorsa oradan bir gelecek beklemek mümkün değildir. Yani biz her ne yapıyorsak çıkacak ürünü düşünmeliyiz. Birey bu ortamda bulunursa ne öğrenir, bu eğitimle hangi davranışları geliştirir. Bu işler karambole, el yordamıyla olacak işler değildir. Kadim şehirlerimiz iyilik üzere tasarlanmış ve medeniyet üretmiştir. Aile üzerine tefekkür ettikçe işin önemini daha iyi anlıyorum. Fakat abartıya gerek yok. İslam hiçbir şeyi tabu ve takıntı haline getirmez. Doğallığı ve fıtratı önemser. Abartmadan bu işlere gereken önemi vererek muhabbet yolunda yürüyebiliriz. Eksiği fazlasıyla 15-30 yaş arası nesli muhafaza eden tüm gönüllü teşekküllerden Allah razı olsun. Hem muhafaza eden, yükselten, meslek kazandıran, hayata hazırlayan, aile kurmaya vesile olan kurumlardan ise Rabbim iki kere razı olsun. Amin… YENİ NESİL TEKNOLOJİLER ve BULANIK MANTIK Serhat Dalgalıdere [email protected] H HAZİRAN2016 KATI 22 ayatımızın her noktasına yerleşen yeni nesil teknolojilerin bulanık mantık ilişkilerini size anlatmaya çalışacağım. Bu konu sizi ne kadar ilgilendiriyor. Buna, yazının tamamını okuduktan sonra karar vermenizi istiyorum. Bir fikriniz var. Bu fikir giyilebilir bir teknoloji olabilir. İnsanların acılarını dindirecek bir medikal icat olabilir. Yahut insanları daha da tembelleştirecek bir icat olabilir. Yeni nesil teknolojiler günümüzde hızlıca artarak ilerliyor. Peki, bu teknolojilerin temelinde ne yatıyor? Belki de onu üreten birçok markanın ve mühendisin atladığı bir mantık var. Bu mantık beyinden somut bir kavrama dönüşüyor. Bulanık mantıktan bahsediyorum. Yaptığım araştırmalar bana gösterdi ki birçok akıllı çip kullanan mühendisler ve markalar. Bu çiplerin nasıl çalıştığını ve ne tür bir mantık yolu izlediğini bilmiyor. Yurtdışından ithal ettikleri bu çipler ile fikirlerini oluşturdukları makinaları birleştiriyorlar. Akıllı televizyonlar, akıllı cep telefonları, akıllı süpürgelere varıncaya kadar, başında “akıllı” geçen makinaların en akıllıları bulanık mantık sistemi içeren bir yazılım veyahut çiple çalışıyor. Bunun üzerine yaptığım mülakatlarda mühendis arkadaşlardan hep şu sözleri duydum; “Bulanık mantık konusunda çok bir şey duymadım. Biz genelde çipleri veya yazılımları ithal ediyoruz. Oluşturduğumuz makine iskeletlerine entegre ediyoruz!” Sizlere işte bu ithal ettikleri yazılımların ve çiplerin içerisinde bulunan bulanık mantık sistemlerini anlatmak istiyorum. Eğer bir icadınız varsa bunu bulanık mantık kullanmadan yapmanız, yaptığınız icadın geri kalmış bir teknoloji olmasına neden olacaktır. Nedir bu bulanık mantık? Size en basit yollar ile anlatmaya çalışacağım. Fakat bulanık mantığı anlatmadan önce bir kavramdan söz etmek istiyorum; Sibernetik… Öncelikle kısaca sibernetikten bahsetmek istiyorum. Sibernetik; canlı ve cansız varlıkların en mükemmel şekilde organize edilmesi anlamına geliyor. Sizlere bu konuda dünyamızda var olan en mükemmel varlıktan bahsetmek istiyorum. Bizimle beraber dolaşan ve olmazsa olmazımız beyin sibernetiği. Beyin sibernetiği kavramı ilk olarak Alexander Friedrich Marfeld tarafından, “Beynin Sibernetiği” adlı kitapta kullanılmıştır. İnsan, kendini tanıyabildiği ölçüde daha mükemmele yakın makineler üretebilir. Sibernetik için de en önemli organ beyindir. Beyin tanınabildiği ölçüde sibernetik bilimi ilerleyebilir. Bu nedenle sibernetikle uğraşan bilim adamlarının öncelikle beyni ve işleyişleriyle ilgilenmeleri gerekir. Toygar Akman’ın da belirttiği gibi, bir sibernetikçi, konuyu ele aldığı zaman her şeyden önce beynin içindeki bilgi iletim merkezlerini bir bilgisayar ile değerlendirmeyi düşünür. Bu nedenle de beynin kendisine bağlı organlar arasındaki haberleşmenin yanı sıra bilgisayar ile bilgi iletimini de göz önünde bulundurur. Şimdi gelelim bulanık mantığa. Bulanık mantık, bulanık eseme ya da puslu mantık, 1961 yılında Lütfü Aliasker Zade'nin yayınladığı bir makalenin sonucu oluşmuş bir mantık yapısıdır. Bu mantık yapısı aslında daha gerilere dayanmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in “Her şeyin hayırlı olanı ortada olanıdır” hadisine kadar geçmişe dayanmaktadır. Bulanık mantığın temeli bulanık küme ve alt kümelere dayanır. Klasik yaklaşımda bir varlık ya kümenin elemanıdır ya da değildir. Matematiksel olarak ifade edildiğinde varlık küme ile olan üyelik ilişkisi bakımından kümenin elemanı olduğunda "1", kümenin elemanı olmadığı zaman "0" değerini alır. Bulanık mantık klasik küme gösteriminin genişletilmesidir. Bulanık varlık kümesinde her bir varlığın üyelik derecesi vardır. Varlıkların üyelik derecesi, (0, 1) aralığında herhangi bir değer olabilir ve üyelik fonksiyonu M(x) ile gösterilir. Bulanık mantığı daha basit anlatalım. Bir yazılım düşünün. Bu yazılımın içerisinde bir veri tabanı var. Veri tabanın içerisinde ayrıntılı bilgiler var. İlkokul birinci sınıfta- ki öğrencilerin tüm bilgileri var. Boylarının kaç olduğu. Göz renkleri. Saç renkleri. Derslerden aldığı notlar. Bildikleri soru sayıları. Bilmedikleri soru sayıları. Yani sınıf içerisindeki öğrencilerin tüm ayrıntılı bilgileri mevcut. Yazılım içerisindeki bulanık mantık sistemi ile öğrenciler arasında inanılmaz detaylı farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. En ufak ayrıntısına kadar birbirleri arasındaki farklar ortaya çıkar. Bu bilgilerinin sadece dersler hakkında olduğunu düşünelim. Aldıkları notlar, çözdükleri sorular, çözemedikleri sorular, takıldıkları konular. Her öğrenci için inanılmaz ayrıntılı bilgiler. Böyle bir sistem ile elbette daha başarılı sonuçlar ortaya çıkar. Öğrenci hakkında daha detaylı bilgiye sahip olmak o öğrenciyi yönlendirme konusunda bize daha büyük fikirler sunar. Klasik mantığa kısaca değinerek bulanık mantığı örneklemek istiyorum. Klasik mantık bir şey ya vardır ya da yoktur. Bir şey evet ya da hayır kadar nettir. Bu şekilde açıklamalar yapan klasik mantık yerine bulanık mantık 0 ile 1 arasında 0,1, 0,2, 0,3 şeklinde daha ayrıntılı gerçekler vardır der. Biraz kelimesi aslında bulanık mantığa uyan bir kelimedir. Bir insan biraz iyi biraz kötü, biraz deli dolu biraz sakin olamaz mı? Olabilir. İşte bu birazların hesaplanarak çıkartıldığı veriler en doğru verilerdir. Toplumsal olaylara bu sistemi sürüklediğimiz zaman ortaya çıkan sonuç şudur; kimsenin kimseyi yargılama gibi bir durumu olamaz. Çünkü herkes biraz iyi biraz kötü olacaktır. Siz hiç, hem suçlu hem haklı olmadınız mı? Bir konuda haklı olduğunuz yönlerde var, haksız olduğunuz yönlerde. İşte bunu teknoloji alanında hayal edin. Bir makine, bir sistem düşünün tüm bu “biraz” taraflarını hesaplıyor. Sonuçlar daha doğru ve daha gerçek olacaktır. Sizler de bir icadınız varsa veya bir fikriniz varsa muhakkak bulanık mantığı düşünerek hareket edin. Kesin yargılar arasından sonuçlar üretmeyin. Ayrıntıları hesaplayabilen bu mantık sistemini kullanın. Şeref Akbaba diyor ki! “İçimizde yenilenmenin, yeniden güneşle doğmanın hazzı bir yana, sonrasında da bayram var. Ramazan oruç bağışlamıyor sadece, bayramla iniltilerimizi gideriyor, hasret adacıklarını halvet bahçesine dönüştürüyor...” İskender Gümüş SAHAFİYE VİTRİNDEKİLER RAMAZANLIK Bir Ramazan Klasiği: Beyazıt Kitap Fuarı… Murat Erol Yerlilik Düşüncesi Ebubekir Kurban Gariplerin Kitabı Ramazan ayının en güzel kültür sanat etkinliklerinden biri Türkiye Diyanet Vakfı’nın İstanbul ve Ankara’da düzenlediği Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı. Bu yıl 35’incisi düzenlenecek fuar İstanbul’da 6 Haziranda, Ankara’da ise 12 Haziranda açılacak ve 1 Temmuza kadar sürecek. 200’e yakın yayınevinin katılacağı fuarda, Ramazan boyunca kitapseverleri, imza günleri, Beyazıt Ramazan Sohbetleri ve diğer kültür sanat programları bekliyor. Fuar, Tarihî Yarımada’da, Beyazıt Camii yanında Ramazan ayının manevî atmosferini yaşama imkânını sunuyor. 35 yıldır bir Ramazan geleneği olarak devam eden fuarı ziyaret etmekte fayda var. Sezai Karakoç Samanyolunda Ziyafet Fatma K. Barbarosoğlu Ramazanname Kapitalizmin Lokomotifi: Demiryolları… Mahmut Erol Kılıç Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik Sanayi devrimiyle yükselişe geçen ve ulus devletin inşasında modernleşmenin en önemli simgelerinden biri olan demiryolları, kapitalizmin uluslararası taşıyıcısı oldu. Suat Aksoy’un doktora tezi olarak hazırladığı Kapitalizmin Lokomotifi: Demiryolları başlıklı bu kitap, demiryollarının kalkınma ve birikim sürecindeki önemini analiz ediyor. Özellikle, 1980 sonrasında neoliberal politikalar ekseninde Türkiye’de demiryollarının yeniden yapılanmasını merkezine alan eser, demiryollarının üretimde, yeniden değerlendirmede ve uluslararasılaşmadaki önemini ortaya koymaya çalışıyor. Cenab Şahabeddin İstanbul’da Bir Ramazan Davutoğlu'ndan yeni kitap: Medeniyetler ve Şehirler Vivek Chibber Postkolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, yoğun gündeminden ayırdığı vakitlerde yazdığı Medeniyetler ve Şehirler kitabını yayınlıyor. Kitapta, Saraybosna'dan İstanbul'a, Şam'dan Medine'ye, Kuala Lumpur'dan Bahçesaray’a çok sayıda şehir üzerine analizler yer alıyor. Davutoğlu’nun bu eseri, “Şehirlerle ilk tanışmam: Mekânın izleri”, “Şehir tarihi yazımı ve Osmanlı şehri” ve “Tarihin öznesi olarak şehir: Medeniyetler tarihi ve eksen şehirler” olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Davutoğlu kitabına memleketi Konya ve eğitim gördüğü İstanbul’u anlattığı “İstanbul ve Konya: Şehir idrakinde hocalarım” yazısıyla başlıyor. Özlem Olgun Ramazan Kitabı Suavi Kemal Yazgıç’a başucu eserlerini sorduk İznikli Eşref Bin Ahmed Fütüvvet Nâme Suavi Kemal Yazgıç kimdir? 1- Rainer Maria Rilke -Malte Laurids Brigge'nin Notları (Behçet Necatigil Tercümesi) 2- Bahaeddin Özkişi-Göç Zamanı 3- Mitat Enç-Uzun Çarşının Uluları 4- Cahit Zarifoğlu-Yaşamak 5- Behçet Necatigil-Radyo Oyunları 1972'de İstanbul'da doğdu. Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden 1995'te mezun oldu. Yazıları, şiirleri ve hikâyeleri İtibar, Birnokta, Türk Dili ve benzeri pek çok dergide yayınlandı. Sağduyu ve Yeni Şafak gazetelerinde de yazdı. Haftalık İntermedya Ekonomi dergisinde muhabir- lik, Gerçek Hayat Dergisinde editörlük, yazı işleri müdürlüğü, yayın danışmanlığı, Skylife dergisinde editörlük yapan Suavi Kemal Yazgıç halen İSMEK'te yayın editörlüğünde çalışıyor. Evli, iki çocuk babası. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince ve Heves isimli üç şiir, Kırk Gri Hırka isimli bir hikâye kitabı var. Branislav Nuşiç Ramazan Geceleri HAZİRAN2016 KATI 23 06 HAZİRAN/ 2016 NUSRET ÖZCAN ve SOKAK SESLERİ Cem Sökmen [email protected] usret Özcan’ı 22 Haziran 2007’de kaybetmiştik. 2003’te yayımladığı “Sokak Sesleri” 1958’de Eyüp’te doğmuş Nusret Özcan’ın kendi kuşağında örneğine pek rastlanmayacak biçimde yazdığı “Gündelik Hayatımızın Tarihi”dir. Nusret Özcan’ın anlattığı sokaklarda birkaç neslin ortak duygusunu buluruz: “Önce sokaklar kayboldu. O çığlık çığlığa, kızlı erkekli bir yığın çocuğun gün boyu doldurduğu toprak sokaklar. Oyun esnasında koşarken düşüp dizlerimizi, dirseklerimizi yaraladığımız, yırtılan gömlek ve pantolonumuz yüzünden annemizden bir sürü azar işittiğimiz toprak sokaklar. Oyunu ve hayatı birlikte öğrendiğimiz, bir türlü sığamadığımız o canım sokaklar…”1 N Ev, bahçe, sokak ve mahallelerde yaşananlar, bugün birçoğu kaybolmuş mesleklerin İstanbul sokaklarında bıraktığı izler, gündelik hayatın dönüm noktaları olan mevsimlerin, Ramazan ayının, kandillerin, bayramların, pikniklerin, düğünlerin kendine mahsus özellikleri ve ritüelleri… Önce radyonun sonra televizyonun hayatımıza girişi ve zaman/mekân anlayışımızdaki değişimler… Ve bütün bunlar kadar önemli bir şey daha var: Nusret Özcan’ın kişisel hayat tecrübesiyle şekillenen böylesine bir metni hayran olduğumuz o sadelik ve olgunluğunun süzgeciyle inşa edişi. Malumdur, Türkiye’deki anı kitapları literatürü, belirli bir mesafeyle kendini anlatmayı beceremeyen “yetişkin çocuklar”a ait örneklerle doludur. Nusret Özcan yazının hakkını verdi: “Sokak Sesleri” ile birlikte, “Kar Kelebekleri”, “Leyla ile Mecnun”, “Bizim Mahalle”, “Bir Hüzün Yolcusu” kitaplarına imza attı, “Mustafa Kutlu Kitabı”, “Beşir Ayvazoğlu Kitabı” gibi eserleri hazırladı. Nusret Özcan sohbetin hakkını verdi: Divanyolu boyunca sıralanan mekânlarda üniversiteye başladığı 1980’lerden vefat ettiği 2007 yılına kadar geçen zamanda sohbetiyle hem kendi kuşağından dostlarına hem de bizim gibi gençlere daima esenlik verdi. Vefatında İlesam-Erenler dostları imzasıyla Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan taziye ilanında yıllarını onun dostluğuyla geçirmiş 200’e yakın isim bulunuyordu. Bu sevgi ve hürmet halesi akla ister istemez “Neden gidenin hemen unutulduğu bu çağda Nusret Özcan unutulmuyor, ona hasret çekiliyor?” sorusunu getiriyor. Unutulmuyor çünkü onu düşününce karşımızda bir “emin insan”, bir “doğal öğretmen” portresi görünüyor. Nusret Özcan müdavimi olduğu Erenler’i şu sözlerle anlatır: “Aradan yıllar geçti. Üniversiteli olduk. Beyazıd’da 12 Eylül sonrası netameli günlerde, Erenler’e taşınır olduk. Erenler bir arı kovanı gibi işlerdi. Genç şiir meraklıları, şiirleri dergilerde yayınlanan genç şairler ve daha birçok sanatkâr ve sanatseverin uğrak yeriydi. Bazı günler ipin ucunu kaçırır, gece geç saatlere kadar hararetli tartışmalara girişir, ziyadesiyle çay ve sigara tüketirdik.”2 49 yaşında dünyasını değiştirdikten sonra Nusret Özcan deyince akla gelen onun tutarlı hayat üslubudur. Bu üslubu inşa edense onun merakları, arayışları, hassasiyetleri… Önce babasının getirdiği kitaplarla okumaya alışan, sonra ablasıyla birlikte Eyüp’teki kütüphaneye devam eden, üniversite yıllarında Sahafları ve kültür çevrelerini tanıyan Nusret Özcan, gazeteciliğine ve yazarlığına bu tecrübeyi fazlasıyla yansıttı. Ve tanıdığımız Nusret Özcan’ı inşa eden duraklardan biri de Sahaflar ve onların yakınlarında bulunan ikinci el kitap dükkânlarıdır: “…Asıl sahafları keşfetmem herhalde ortaokul sıraları olsa gerek. Beyazıt Meydanı’nın en işlek yerlerinden biri olan bu mekânda şimdi ne yazık ki sahaflık yapılmıyor. Birkaç dükkân bunu iddia etse bile artık eskisine nazaran değişen çok şey var. Çoğu dükkân, turistlere bir şey satmayı daha uygun buluyor. Belki zamanla ismi de değişir diye çok korkuyorum. Bu mekândaki dükkânlarda eskiden aradığınız eski bir kitabı bulmanız çok kolaydı. Hayır, ben öyle el yazmalarını, taş baskıları filân kastetmiyorum. Batı klasiklerinden ya da bizim ediplerimizin piyasada nüshası kalmamış ya da artık basılmayan bir eserini kastediyorum. Zola’nın Eser isimli kitabı mesela veya Cemil Meriç’in tercüme ettiği ve 1943 yılında basılmış Honore De Balzac’ın Altın Gözlü Kız romanı. Necip Fazıl Kısakürek’in Kaldırımları’nın ilk nüshası. 80’li yıllarda Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Tehlikeli Oyunlar’ı yer sergilerinde geziyordu da yüzüne bakan olmuyordu. Haftalık harçlıklarımızı tükettiğimiz ne güzel bir mekândı sahaflar…” Ne mutlu ki Nusret Özcan’la sevdiği mekânlarda oturup onu dinleme ve birlikte Suriçi’nde birkaç yürüyüş yapma imkânı buldum. O yürüyüşlerde kullandığı bazı kelimeler, o kelimeleri kullanırken yaptığı vurgular, o güzergâhlardan geçtiğimde hâlen aklıma düşüyor. Eyüp’te doğup-büyüyen çok sevdiği Suriçi’nde yaşayan ve sonra Hilmi Oflaz’ın yanı başına defnedilmek için Eyüp’e dönen Nusret Özcan’a hasretle ve Yahya Kemal’le -ama ona yakışan bir vurguyla- selam edelim: Evvel giden ahbaba selam olsun “Erenler” KAYNAKÇA 1- Nusret Özcan, Sokak Sesleri, İstanbul, Timaş Yayınları, 2003, s.302 2- A.g.e., s.173.