haziran-2016

Transkript

haziran-2016
HAYAT
FUTBOLA
FENA
HALDE
BENZER!
ŞAHİDİM; LEICESTER CİTY
ŞAMPİYON OLDU
FUTBOL ASLA
SADECE FUTBOL DEĞİLDİR
MUHAMMED ALİ'YE VEDA
DANS ET ŞAMPİYON!
SERTAÇ DALGALIDERE . AMMAR TEKİN . BURÇİN AYDOĞDU . FATİH MUTLU . MEHMET FURKAN AYKAÇ
RAMAZAN ÇELİK . AYŞEGÜL DALGALIDERE . MUHAMMET ATALAY . FATİH ÜNAL . ADALET CANLI AKBAŞ
GÖKMEN DURMUŞ . UFUK ÖZER . ELİF BOLU TÜRKER . AHMET DAĞ . KADİR METİN AKBAŞ
HALİL KÖKCÜ . İSKENDER GÜMÜŞ . CİHAD MERİÇ . SERHAT DALGALIDERE . CEM SÖKMEN
3
SAYI: 6 / HAZİRAN 2016
Ayda bir yayınlanır
İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu
Recep Çakırel
Genel Yayın Yönetmeni
Kadir Metin Akbaş
Yayın Danışmanları
Necmi Gürsakal
İskender Gümüş
Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen
Sertaç Dalgalıdere
Kapak Fotoğrafı
Taha Safari/ freeimages.com
Yayın Kurulu
Adalet Canlı Akbaş
Mustafa Aslan
Muhammet Atalay
Hakan Aydın
Burçin Aydoğdu
Yasin Çakırel
Ramazan Çelik
Bahtiyar Dursun
Ufuk Özer
Cem Sökmen
Tacettin Turgay
Hukuk Danışmanı
Av. Ayşegül Dalgalıdere
İstanbul Temsilcisi
Av. Aybüke Ekici
Yönetim Yeri
Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17
Kırklareli Merkez
Basım Yeri
İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic.
Ltd. Şti. Ofset Tesisleri.
Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B
Lüleburgaz / Kırklareli
Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57
Fax: 0288 417 44 47
İletişim
www.katidergi.com
[email protected]
twitter: @katidergi
Dergideki yazılar yazarlarını bağlar
D
ergimizin tasarımı yapılırken
aldık haberini. Tüm dünyanın
yakından tanıdığı, sevdiği, hayran olduğu Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu Muhammed Ali Clay 74 yaşında
vefat etti. Bir efsane geçti bu dünyadan,
bir şampiyonu uğurladık, bir dönem kapandı. "Kelebek gibi uçan, arı gibi sokan"
ama herkesi de kendisine hayran bırakan
bu kocaman adam, artık yok. Ondan geriye unutulmaz maçlarının videoları, harika
siyah-beyaz fotoğrafları ve insanın kalbine
çivi gibi çakılan sözleri kaldı yadigar. Allah
Rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.
***
“Futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa
uzanan hüzünlü bir öyküdür” diye başlar
söze, "Gölgede ve Güneşte Futbol" kitabının yazarı Eduardo Galeano. Ve şöyle
devam eder: Spor, bir sanayii dalına dönüştüğü oranda, iş olsun diye oynandığı
zamanki güzelliğinden bir şeyler kaybetmiştir…
Katı olan her şeyin buharlaştığı çağımızda,
ne yazık ki futbol da, buharlaşanlar arasında en ön sıralarda yerini aldı. Sokaklarda
gönüllerince top koşturan, boş arsalarda
kıyasıya futbol oynayan, iki taşı belli sayıda
adım saydıktan sonra yere koyan ve bundan bir kale oluşturan, ardından plastik bir
top peşinde zamanı umursamadan koşturan, koşturan ve hiçbir şeye aldırmadan
koşturan son nesil, büyük ihtimalle bizdik.
Yeni nesiller, sokakta top peşinde koşturmayı, boş arsalarda futbola doymayı, toz
toprak içinde sırılsıklam terlemeyi, terli
terli su içtiği için annesinden azar işitmeyi,
o anda dahi ertesi günkü oynayacağı maçı
düşünmeyi hiç bilmiyor artık. Yeni nesil
en iyi ihtimalle halı sahalarda oynadıkları
sentetik futbola övgüler düzecek.
Bu sayımızın dosya konusu futbol… Bu
konuyu seçmemizde Fransa’nın ev sahipliğinde düzenlenen EURO2016’nın bu
ay içinde yapılıyor olmasının katkısı çok
büyük. Özellikle Türk Milli Takımı’nın
bu turnuvaya katılmış olması bizler için
bu dosyayı hazırlamamızda itici bir güç
oldu. Şüphesiz ki böylesine popüler, uçsuz
KATI DERGİ SATIŞ NOKTALARI
bucaksız, ele avuca gelmez, netameli bir
konuyu işlemek kolay olmadı. Ancak alanlarında uzman yazarlarımız farklı pencerelerden bakarak, farklı tarzda güzel yazılar
kaleme aldılar. Yine ortaya futbol konulu
harika bir sayı çıkmış oldu.
Her sayıda olduğu gibi bu sayımızda da
aramıza yeni isimler katıldı. Her birine ayrı
ayrı teşekkür ediyoruz. Sınırlarımızın çok
ötesinden, İngiltere’den ve İskoçya’dan iki
dostumuz da futbola dair yazılarıyla bize
güç verdiler. Futbolun beşiği İngiltere’de
rakiplerinin 10’da 1’i bütçeyle şampiyon
olan Lecister City ile İskoçya futboluna
dair ilginç anekdotlar dergimizin sayfalarında yerini aldı.
Hürriyet gazetesinden Kanat Atkaya’nın
köşesinde aktardığına göre çeşitli Avrupa
ülkelerinde taraftarlarla yürütülen çalışma
sonucunda çıkan “fanatizm endeksi”ne
göre ülkemiz “klavye holiganizminde” bir
numara imiş. Araştırma sonucuna göre
maçı televizyonda izlerken yüzde 84’ümüz
sosyal medyada “tezahürat” ve yorum yapıyormuş. Bu konuda açık ara öndeymişiz;
zira canlı maç yayını sırasında bu işe İngilizlerin yüzde 33’ü, İspanyolların yüzde
24’ü ve İtalyanların ancak yüzde 15’i vakit
ayırabiliyormuş… Bu istatistikler, taraftarlığımıza dair ilginç bir bilgi olarak kayıtla
geçmiş durumda.
***
Dergimizin bu sayısı mübarek Ramazan
ayına denk geldi. Herkese hayırlı Ramazanlar diliyoruz. Rabbim, Bayram’a ulaşmayı ve ağız tadıyla bayram kutlamayı nasip etsin.
***
Temmuz sayımızın dosya konusunu ise
“Tatil” olarak belirledik. Değişen tatil algımızdan, ilginç tatil anılarına kadar yine
birbirinden güzel yazılar sayfalarımızda
olacak.
Daha güzel sayılarda görüşmek temennisiyle… Hoşça kalın…
Kadir Metin Akbaş
KIRKLARELİ: Baykuş Kitap Kafe - Kampüs Kayalı Kitabevi İSTANBUL: Fatih: Ağaç Kitabevi - İnkılab Kitabevi
İstiklal Caddesi: Mephisto Kitabevi - Üsküdar: İskele- Kurt Gazete Bayii ANKARA: Kurtuba Kitap Kafe
KONYA: Hüner Kitabevi DENİZLİ: Pusula Kitabevi - Halikarnas Kültür - Mirim Kitabevi BANDIRMA: Kuğu Kırtasiye
TRABZON: ra Kitabevi KAHRAMANMARAŞ: Öğretmenevi Altı Kıraathane Kitabevi.
HAYAT, FUTBOLA
FENA HALDE BENZER
Sertaç Dalgalıdere
[email protected]
Ö
yle bir filmden bahsedeceğim
ki, futbolun hayatla ilişkisine
dair tüm düşüncelerinizi yeniden gözden geçireceksiniz. Oldukça
iddialı bir giriş olduğunun farkındayım
ancak futbol konusunda düşük profilli
birisi olmama rağmen, yönetmen Serdar
Akar’ın 2000 yılında seyirciyle buluşan
“Dar alanda kısa paslaşmalar” filminin
“son” yazısını gördüğümde kafamdaki
futbol bambaşka bir şekle dönüştü. İşin
ilginç tarafı, filmin vizyona girdiği yıl
Galatasaray, futbolun sadece futbol olmadığını ispatlamış ve UEFA Kupası’nı
almıştı.
Film, Bursa’nın tarihi semtlerinden İvazpaşa’da geçmektedir. Amatör mahalle
takımı Esnafspor üzerinden insan hikâyeleriyle kurgulanan filmde, futbolun
sadece futbol olmadığı çarpıcı şekilde
anlatılmaktadır. Esnafspor, amatör bir
mahalle takımıdır. Brezilya Milli Takımından etkilenerek yaptırılan sarı – yeşil
formalarıyla Kıvırcık, Lango, Mercimek,
Ateş, Onbaşı, Alağaçlı, Paşa, Boncuk,
Selçuk, Niyazi ve Turgay’dan oluşan takımın hikâyesi hayatın kendisine ilişkin
derin ipuçları vermektedir.
Futbol temelinde; aşk, aile, mahalle,
dostluk gibi kelimeler adeta seyircinin
gözünde yeniden anlam bulmakta ve
ona bu değerlerin kıymeti hatırlatılmaktadır.
Savaş Dinçel (Hacı) başta olmak üzere,
Erkan Can (Suat), Müjde Ar (Aynur),
Rafet El Roman (Serkan) oyunculuklarıyla bizi mahallenin sıcak havasıyla
buluşturur. Filmde, Hacı rolündeki Savaş Dinçel, Amatör küme takımlarından Esnafsporu çalıştıran, mahallede
sözü geçen bir antrenördür. Hayat kadınlığı yapan Aynur’a âşıktır ve onunla
evlenmek ister ancak Aynur, Hacı’nın
bu teklifini hiçbir zaman kabul etmez.
Hacı, Aynur’un aşkıyla kendisini içkiye
ve sigaraya verir. Filmin sonuna doğru
da hastalanıp ölür. Hacı’nın tek bir akrabası dahi yoktur ve cenazeyi mahalleli
kaldırır.
Hacı’dan geriye: “Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir
ama toplu oynanan, yani insanların bir
takım halinde oynadığı bir oyundur. İstediğin kadar yetenekli ol! İyi bir takımın
yoksa kaybedersin!” sözleri kalır. Futbolun hayatın içinde var olan ve takım
halinde oynanan bir oyun olmasına fena
halde vurgu yapar. Aynı zamanda bir aile
olamamanın ve yalnız başına kalmanın
zorluklarına da gönderme yapmaktadır.
Gerçekten de sadece yetenekli olmak
yetmiyor. Sizi destekleyecek, düştüğünüzde elinizden tutup sizi kaldıracak,
“Haydi yeniden denemelisin!” diyecek
birilerinin etrafınızda olması oldukça
önemli…
Bu zamana kadar pek çok yetenekli insan tanımışsınızdır. Kimisi yetenekleriyle gerçekten de başarıyı yakalar ama
kimisi için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Tüm yeteneklerine rağmen,
kenara itilmiş ya da kendisini kenara
itmiş insanların ortak hikâyelerinde bir
yalnızlıkla karşılaşırsınız. Aile olamamanın, yalnız kalmanın acısıyla perişan
olup giderler. Oysa onlara destek olan
bir anne – baba, eş ya da dost oluverse
eminim kendilerini gösterecek ve iyi işler yapacaklardır. Ancak filmde Hacı rolüyle Savaş Dinçel’in de dediği gibi hayat
fena halde futbola benzemektedir. Takımınızda iyi bir kaleci (anne) olmayınca
sürekli gol yemeniz muhtemeldir. İyi bir
forvete ya da size iyi bir pas atacak takım
arkadaşına (dosta) sahip olmayınca ceza
sahasının içine kadar girmek golü getirmeyebilir.
Kendi yaşamımdan vereceğim örneğin
takım olmanın nasıl da önemli olduğunu, futbolun hayata nasıl da fena halde
benzediğini anlatmak açısından çarpıcı
olacağını düşünüyorum. Tam 7 sene uğraşarak bitirdiğim doktora eğitimim sırasında takım olmanın ruhunu yakından
hissettim. Yaklaşık 4 sene dil engeline
takıldım. Bu süreçte defalarca dil sınavına girdim ve her seferinde yeni bir kursa
yazılarak yeniden hazırlandım. Tüm bu
süreçte dil sınavlarının sonuçlarını gördüğümde yaşadığım kaybetme hissime
karşılık eşim, bir kez daha denemem
gerektiğini söyledi ve topu yeniden sahaya sürdü. Eğer takımımda eşim olmasaydı dil engelini hiçbir zaman aşamayacaktım. “Son kez bu sınava giriyorum.
Yine olmazsa bu işten vazgeçeceğim”
dediğimde eşim hep karşı çıktı. Bu kez
takımımın farklı bir oyuncusuna abime
başvurdum ve neredeyse 1 ay geceli
gündüzlü beni bu sınava hazırladı. Yapmam gereken tüm hazırlıkları tamamlayınca, sınavdan önce yine güzel annemin
duâlarını aldım. O da takımın en gözde
oyuncusuydu. Hiçbir zaman beni yalnız
bırakmadı.
Ve sonunda ne oldu biliyor musunuz?
Gol oldu! Sınavı geçtim.
Serdar Akar’ın 9 Aralık 2000’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında da dediği gibi, “Hayattaki gibi futbolda da ya da futboldaki gibi hayatta da
bir amaç uğruna birlikte, toplu hareket
edilmesi gerekir. Takım oyunu oynamak
gerekir.”
Anne, baba, eş, kardeş, evlat, samimi bir
arkadaş, hangisine sahipsek onları kadro
dışı bırakmamalı, bir takım olduğumuzu,
hayatın futbola fena halde benzediğini
akıldan çıkarmadan, gol de yesek, gol
de atsak, hep birlikte olmak gerektiğini
unutmamalıyız.
HAZİRAN2016
KATI
3
FUTBOL ASLA
SADECE FUTBOL
DEĞİLDİR
Edinburg
Ammar Tekin
[email protected]
B
HAZİRAN2016
KATI
4
u sayıda muhtemelen bol bol
okuyacağınız üzere futbol asla
sadece futbol değildir. Özelikle
İskoçya futbolunu en derinden etkileyen konuların başında mezhepsel farklılıklar gelmektedir. Dünyanın en eski
derbilerinden olan “Old Firm” Protestan İskoçların takımı Glasgow Rangers
ile Katolik İrlandalı göçmenlerin takımı
Celtic arasında 28 Mayıs 1888 tarihinden beri oynanıyor. Bathmaker ve Harnett; “kimlik önemlidir çünkü adetlerimizi şekillendirir ve kimliğimizi içinde
bulunduğumuz toplum ve şartlara bağlı
olarak inşa ederiz” diyorlar. Günümüzde biraz esnediği söylense de, Glasgow
şehrinde tuttuğun takım büyük oranda
ait olduğun kökeni, benimsediğin mezhebi, oy verdiğin partiyi, evleneceğin
kişiyi ve gömüleceğin mezarlığı da belirliyor. Bu derinden ayrılıkların geçmişi
futboldan geriye gidiyor elbette. John
Knox’un başı çektiği İskoç Reformuyla
uzun uğraşlar ve kanlı savaşlar sonunda Katolik kilisesinden ayrılan İskoçlar,
kendi kiliselerini kurmuşlar. Glasgow
Rangers bu kanadı temsil ederken,
Celtic ise farklı bir mezhebi ve farklı
kökleri temsil ediyor. İki kesim arasında rekabetin en yoğun olduğu alan ise
şu anda futbol. Her ne kadar Rangers,
vergi borcu nedeniyle üçüncü kümeye
düşürüldüğü için (bizim için ne kadar
enteresan değil mi, sildiriverselermiş
ya!) rekabet son yıllarda yara alsa da, bu
sene İskoç Kupası yarı finalinde iki takım karşılaştı ve seneye Rangers tekrar
en üst ligde! Bu arada 12 takımlı ve 38
haftalık bir ligden söz ediyoruz, burada
derbiden bol bir şey yok!
İskoçların İngilizlerin gerisinde kalmak
gibi makûs bir de talihleri vardır. Willi-
am Wallace büyük adamdı, Cesur Yürek de harika filmdir ama İskoçlar da
az değilmiş. 1695 yılında, daha önceki
Kanada’nın doğu kıyılarındaki birkaç
başarısız sömürgecilik denemelerinden
de uslanmayan İskoçlar, İngilizlerin ticaret tekelini kırmak, iç savaşlardan ve
yedi yıllık kıtlıktan da bıkarak yeni bir
sömürgeciliğe girişmeye karar vermişler. Darien Planı denilen akınlarda ülkenin tüm mal varlığının üçte birine karşılık gelen bir parayı bugün bir kopyası
Edinburgh müzesinde sergilenen kilitli
bir kasaya doldurup Panama kıyılarına
varmışlar. Ancak görünen o ki sömürgecilik de herkesin harcı değilmiş, İskoçlar birkaç yılın sonunda humma ve
İspanyol saldırıları sonunda ellerindeki
bulgurdan da olmuş ve her şeylerini
kaybetmişler. Çok zaman geçmeden
de, 1707 yılında, İngilizlerle birleşmeyi
kabul etmek zorunda kalmışlar. Benzer bir şekilde, Rangers ve Celtic uzun
yıllardır pastadan daha fazla pay almak
için İngiliz liglerine katılmak istiyorlar. 2009 yılında iki takım için yapılan
başvurular, İngiliz Kulüpler Birliği tarafından reddedildi. Yani bu sefer de
birleşme gerçekleşmedi ama hala ümitlerini koruyorlar. Ancak İngilizlerin son
yayın anlaşmasından sonra bu birleşme,
romantik bir fikir olarak bile imkânsız
görünüyor.
Kimlik demiştik, adanın genelinde olduğu gibi burada da aidiyet önemli.
Maç günü Edinburgh Gorgie Road’da
Hearts taraftarı dede, baba ve torunu,
formalarıyla Tynecastle Stadı’na doğru
giderken görmek bir futbol sever olarak
benim için bir hayli keyifli. Stadın 1886
yılından beri ayakta olduğunu duyduğumda da benzer şeyler hissetmiştim.
Messi, Ronaldo, Aguero’dan konuştuğun 8 yaşındaki çocuğun tuttuğu takımın Hearts, en sevdiği futbolcunun Hearts kaptanı Ozturk olduğunu duyunca
aidiyet hissi takdir edilesi oluyor. Bu
arada, evet, Hearts kaptanı Alim Ozturk Hollanda doğumlu Türk bir defans
oyuncusu. Bir sene de 1461 Trabzon’da
Trabzonspor’dan kiralık oynamış, 4 kez
ümit milli takımımızın formasını giymiş
ve 2 senedir Hearts’ta oynuyor. Bu sene
takımın kaptanlığını da yaptı, takımın
aynı zamanda frikikçisi ve taraftarlar
arasında da bir hayli popüler.
Son olarak, İskoç futbolunun neden
bu halde olduğunu da halı sahada gözlem yaparak anladım. (evet, burada da
halı saha var) Kendi maçımızdan önce
İskoçların devam eden maçlarını izliyorum genelde. Bıkmadan usanmadan
koşup pas yapıyorlar. Her güzel hareketi alkışlayıp gol atamadıklarında yine
birbirlerine moral veriyorlar. Defansta
da yardımlaşıyorlar. Bunlar olumlu hareketler tabi. Ancak biriniz de bireysel
oynayın, çalım falan deneyin be kardeşim. Biriniz de, “Beyler, Allah’ını seven
defansa gelsin!” diye bağırın. Birkaç
gol yiyince birbirinizle münakaşaya girin. Bunların hiç biri olmuyor… Sonra
Türk arkadaşlarla kendi maçımıza geçiyoruz. Birkaç kere “defansa gelin!”
diye bağırdıktan sonra ben de koy veriyorum, zaten bence bizim maçlarımız
daha samimi, daha eğlenceli!
Kimlik dedik, elime geçen bu fırsatı da
son bir senede edindiğim gurbetçi kimliğimle bitireyim. Edinburgh’tan tüm
dostlara selam. Okul iyi gidiyor, İskoçya
güzel memleket, lakin özleniyorsunuz.
ÇIN’DEN
İNGILTERE’YE,
TEPÜKTEN FUBOLA
F
IFA'nın resmi internet sitesine
göre M.Ö. 3. yüzyılda Çin'de “Tsu
Çu” (蹴鞠) diye bir oyun oynanırmış. Yuvarlak bir derinin içini kılla,
tüyle doldurup 30-40 santimetre genişliğinde, bambuların arasında dikilen ağa
sokmaya çalışırlarmış ve bunu kollarını
kullanmadan, ayak ve gövdeleriyle yapmaya çalışırlarmış. Bu oyunun adı olan
Tsu Çu, “tekme topu” anlamına geliyor.
Günümüz futboluna epey benziyor değil
mi? Tabii ne korner ne taç ne santra var
ama yine de mahalle maçlarıyla yarışır.
Çin belgelerinde, Hunların ve Göktürklerin de bu oyunu oynadığı yazmaktadır.
Onlar da bu oyunu topa el değdirmeden,
ayakla ya da kafayla vurarak oynamaktadırlar. Kaşgarlı Mahmut da 10. yüzyılda
Orta Asya kabileleri arasında gördüğü
“Tepük” adlı sporu tasvir etmiştir: “Kurşun eritilerek iğ ağırşağı şeklinde dökülür,
üzerine keçi kılı veya başka bir şey sarılır,
çocuklar bunu teperek oynarlar…”
Tarih-i Timur'da, Hıtayname'de ve Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde de şişirilmiş deriyle, çizgilerin dışına çıkmadan
ve topa elle dokunmayıp sadece ayak ve
kafayla vurulan, topun belli bir alana sokulmaya çalışıldığı Tepük ya da Tepik adı
verilen bir oyunun tasvirlerine rastlıyoruz.
Bu oyunu Timur, askerlerine fiziksel ve
taktiksel antreman amacıyla oynatmaktadır.
Tepmek fiilini günümüzde sadece hayvanlar için kullanıyoruz. “Eşek tepti”
derkenki gibi. Oysa insan da teper. İstanbul'un ağzında buna kibarca “tepme”
ve zamanla onun yerine “tekme” denegelmiştir. Yani Kaşgarlı Mahmut'un bahsettiği “tepik”, “tekmelenen” demektir;
ayakla vurulan topu ifade eder. Tıpkı Tsu
Çu gibi. Aslında tepmek fiilinin tepinmek,
tepişmek, tepki, debelenmek ve hatta dibek gibi pek çok türevi var ama biz tekme'ye odaklanalım. Futbolun adeta diğer
adı olan Kick-Off'un da tekme anlamına
geldiğini aklımızda tutalım...Her ne kadar
2000 yıldan eski kökleri olsa da bu oyu-
Burçin Aydoğdu
nu bugünkü gibi kesin kurallara bağlayıp
standartlaştıranlar İngilizlerdir. Nitekim
dilimizdeki futbol terimleri de hep İngilizceden geçmedir: offside, ofsayt olmuştur.
Penalty, penaltı olmuştur. Corner, korner
olmuştur. Defence, defans olmuştur ve
diğerleri… Yalnız şike kelimesi Fransızcadan geçmiştir, çünkü gerçek futbolda
şike'ye yer yoktur. Ceza hukuku mevzuatımızın ilk kaynağı Fransa'dır.
Peki ya oyunun adı? Biz futbol diyoruz. Çünkü İngilizcede football kelimesi
ayak-topu anlamına geliyor. İyi de İngilizler bu oyuna football mu diyor? Tam
olarak değil. Tüm futbol terminolojisini
bize ihraç etmiş olan İngilizlerin kendisi
futbola yine (ayıp olmasın diye) “Football” der ama Amerikalılar, Kanadalılar
bu oyuna “soccer” der çünkü onlar için
football, Amerikan Futbolu'dur.
Eskiden İngiltere'de ayaktopu denen
oyunun kuralları belirgin değilmiş. “Ayak
takımı” tabir edebileceğimiz halk kesimi
iki takıma ayrılır, biri topu ne yapıp edip
karşı tarafa götürmeye çalışırken diğerleri
ısırmak dahil her yolla onu engellemeye
çalışır, birbirlerini perişan ederlermiş. Nitekim futbolun Britanya'da yasak olduğu
dönem dahi vardır.
Zamanla üniversite öğrenci kulüpleri bir
topluluk kurarak bunun elsiz oynanan
versiyonunu kurallara bağlamış ve buna
“association football” demişler. Association da dernek, topluluk, cemiyet anlamında. Nitekim Türkçe yazılmış ilk
futbol kitabı 1922'de Süleyman Rıza tarafından “Asosyeşın Futbol” adıyla yazılmıştır. Futbolun elle oynananı ise “rugby
football” demişler, ki bugünkü Amerikan
futbolunun atasıdır. Ayrıca elsiz oynananın elit sporu, elle oynananın halk sporu
olduğunu söylemeye gerek yok. İşte İngiltere elit spora odaklanırken Amerikalılar
avam versiyonuna odaklanmışlar. Kendi
üniversite sporları ise basketbol olmuş
ama o başka bir hikaye.
Tabii bu iki sporun adını anarken habire
“association football”, “rugby football”
[email protected]
demek dili yoruyor. Kendilerince kestirmesini bulmuşlar: Association'ın “soc”
kısmını alıp “soc”cu anlamında “soccer”
demişler. Bu deyiş sadece ABD'de değil
Kanada'da, İrlanda'da bile tutmuş. Futbol
kelimesi İngilizce Football'dan gelirken
İngilizcede futbola football denmemesinin hikayesi kısaca böyle.
Amerikalıların futbolun adını İngilizlere dar ettiği gibi Almanlar da futbolun
kendisini İngilizlere dar etmiştir. Alman
milli takımıyla İngiliz milli akımı arasında
bugüne dek 19 maç oynanmış, ikisi beraberlikle sonuçlanmış, geri kalan maçların
hepsini Almanya kazanmıştır. Eski gol
kralı İngiliz futbolcu Gary Lineker'in dediği gibi “Futbol 90 dakika boyunca 22
kişinin top peşinde koştuğu ve sonunda
hep Almanya'nın kazandığı bir oyundur”
İşin enteresanı İngilizlerin içindeki Almanya husumetinin Almanlarda karşılığı
yoktur. İskoçlar ezeli rakip olarak İngilizleri görürken, İngilizler Almanları ezeli
rakipleri saymakta, Almanya ise Hollanda'yı ezeli rakip olarak görmektedir.
Bizim pozisyonumuz ise gayet net. Milli
futbolun siyasetten başka bir amaca hizmet etmediği, stadyum inşaatı dışında
hiçbir futbol altyapısına girişilmeyen ülkemizin milli takımı, Mayıs ayında yaptığımız hazırlık maçında İngiltere’ye attığımız bir golün sevincini yaşıyor. Bu maça
kadar değil İngiltere'yi yenmek, henüz
İngiltere'ye bir gol bile atamamıştık. Ayrıca 30 bin nüfuslu San Marino'nun milli
takımının deplasmanda atabildiği tek golü
yemek gibi nice şanlı başarılarımız da var.
Tarih, problemin geçmişten kaynaklanmadığını gösteriyor. Galiba esas problem bugünümüzde. Biz de atalarımız gibi
futbola, hileyi, siyaseti hiç karıştırmadan,
ego tatmini amacı gütmeden, aidiyet
kompleksinden arınarak, fiziksel idman
amacıyla yapmaya başlasak mı acaba?
HAZİRAN2016
KATI
5
ARDA'YI, POGBA'YI,
FELLAİNİ'Yİ BİR
BAŞKA SEVİYORUM...
Fatih Mutlu
[email protected]
F
HAZİRAN2016
KATI
6
utbol afyonmuş, 22 adam bir topun
peşinde koşuyormuş filan diyenleri
hiç haşat edesim yok bugün. Onlar,
siyasetçilerin adlarını ezbere bilen çocuklarıyla övünedursunlar; ben daha faydalı
bir faaliyet olarak, ortaokula hazırlanan
yeğenim için “Müslüman takımlar” ve
“Müslüman futbolculara” ilişkin mini bir
dosya hazırladım. Nitekim EURO 96'nın
açılış töreninde turnuvaya katılan 16 ülkenin dev bayrakları Wembley Stadı'nın çimlerine serildiğinde, eminim, orada “hilal”i
görünce gözyaşlarına hâkim olamayan tek
kişi babam değildi. İletişim Yayınları'ndan
2002'de çıkan “Dünya Kupası” adlı kitapta, ağabeyim, üstadım Gökhan Özcan,
“Yaşa Ali yaşa, bak ne güzel Dünya Kupası!” başlıklı yazısında şunları anlatıyor: "...
kahir ekseriyetle zayıf tarafı tutmak gibi
bir mecburiyetim ve mahkûmiyetim oldu
benim de pek çok insan gibi. Çoğu zaman
ilk turlarda elenip gittiğimden, yeni turun
zayıflarından yeni dilekler tutmam icabetti. Ünsiyet peydahlamak için hazırda bir
kaprisim de olmuyordu pek. Müslümanlar,
ezilmiş Afrikalılar, zedelenmiş Latin Amerikalılar, hepsinin elinden tuttum."
Dünya Kupası
Müslüman ülkelerin uluslararası turnuvalardaki serüveni, 1934'te düzenlen 2. Dünya Kupası ile başladı. Mısır'ın ardından
Türkiye (1954), Fas (1970) ve Tunus ile
İran (1978) Dünya Kupalarına katılan ama
üst tur görmeden evine dönen takımlardı.
Kuveyt'in ilk turda elendiği 1982 Dünya
Kupası'nda, kupanın büyük favorisi Batı
Almanya’yı 2-1 mağlup eden Cezayir, son
maçlara girilirken gruptan çıkmaya çok
yaklaşmıştı. Cezayir son karşılaşmada Şili’yi
3-2 ile geçti. Ertesi gün oynanan Batı Almanya-Avusturya mücadelesi, Almanların
1-0 üstünlüğüyle sonuçlandı. Bu skor, iki
takımın birlikte gruptan çıkmasına yarayan
bir skordu, beraberlik veya Avusturya'nın
galibiyeti halinde Cezayir tur atlayacaktı.
Bu tarihi maç, Alman futbol literatürüne
"Gijon rezaleti" olarak geçtiği gibi, FIFA'yı
da uluslararası turnuvalarda son maçların
aynı saatte oynanması yönünde değişiklik
yapmaya zorladı. “Mexico 86”da Cezayir
1 puanla, Irak puansız evine döndü. Fas
ise, grup aşamasını geçerek, hem bir Müslüman ülke açısından, hem de bir Afrika
temsilcisi açısından bir ilki gerçekleştirdi.
1990'da Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri
ilk turda Dünya Kupası'na veda etti. Fas'ın
ilk turda elendiği 1994 Amerika'da bir üst
tura yükselen Nijerya ve Suudi Arabistan
ise oynadıkları futbolla herkesin takdirini
topladı.
1998’deki turnuvaya Suudi Arabistan ile
Tunus 1'er puanla ilk turda veda etti, Nijerya son 16 arasına girdi ancak devamını getiremedi. Fas ise, 1982'de Cezayir'in
karşılaştığına benzer bir durumla karşılaştı.
Gruplarda son maçlar oynanırken Brezilya'nın Norveç'ten en az 1 puan almasıyla
Fas üst tura yükselecekti. Fakat ilk iki maçını kazandığı için bu son maça “asılmamakla” eleştirilen “dünya devi” Brezilya,
Norveç'e 2-1 yenildi; Fas, son 16'ya yükselemedi. 1998 Fransa, ayrıca turnuva tarihinin en unutulmaz maçlarından birine,
İran-ABD mücadelesine de sahne oldu.
Aynı grupta yer alan iki takımın maçını
İran 2-1 kazandı. İranlılar gruptan çıkamadılar belki ama grupta ABD’ye mağlup
olup kupayı alsalar bu kadar sevinmezlerdi
(sevinmezdik) herhalde. 2002, Müslüman
ülkelerin Dünya Kupası serüveninde zirve noktasıydı. İki Müslüman ülke, Senegal
ile Türkiye çeyrek final oynadı. Senegal
elendi, Türkiye turnuvayı 3. sırada bitirdi.2006'da Tunus, Suudi Arabistan ve İran
1'er puanla turnuvaya ilk turda veda ederken, grubu 3. sırada bitiren Fildişi Sahilleri ise futboluyla herkesin kalbini fethetti.
2010'da Nijerya ve Cezayir 1'er, Fildişi Sahilleri 4 puanla grup aşamasını geçemedi.
Bosna Hersek, İran ve Fildişi Sahillerinin
de yarıştığı 2014'te ise Nijerya ve Cezayir
ikinci turu gördü.
Asya, Afrika, Avrupa
Asya ile Okyanusya temsilcilerinin yarıştığı Asya Kupası'nda Suudiler ve İranlılar
kupayı 3'er kez müzelerine götürdü. Kuveyt’in 1980 yılındaki şampiyonluğu ve
Irak’ın 2007’deki efsanevi zaferi de dâhil
edilince, 14 kez oynanan Asya Kupası’nın
8'inde Müslüman ülkelerin adı listenin başında yer aldı. Şu ana dek toplam 30 kez
oynanan Afrika Uluslar Kupası'nda da
Müslüman ülkeler 15 turnuvayı birincilikle bitirdi. Bunlardan 6'sında Mısır, 3'ünde
Nijerya, 2'sinde de Fildişi Sahillerinin imzası var. Kupayı kaldıran diğer Müslüman
takımlar ise Cezayir, Fas, Sudan ve Tunus.
Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Müslüman ülkeler denince Türkiye’nin katıldığı
EURO 96, EURO 2000 ve EURO 2008
karşımıza çıkıyor. Ay-yıldızlılar 96'da golsüz, puansız turnuvaya veda etti; 2000'de
çeyrek final, 2008'de de yarı final oynadı.
Türkiye, bugüne kadar bu turnuvada yarışan “adıyla sanıyla” Müslüman tek ülke.
EURO 2016'da bunun yanına Arnavutluk
da eklendi. Fakat kadrolarındaki Müslüman futbolcu sayısıyla dikkat çeken milli
takımları da unutmamak lazım. Mesela ben
EURO 2016'da Türkiye ile karşılaşmadıkları her maçta önce Arnavutluk'u, ardından
Seferovic, Behrami, Zakaria, Dzemaili, Tarashaj, Mehmedi, Eren ve Shaqiri'li İsviçre'yi; Mustafi, Khedira, Mesut, Emre ve
Sane'li Almanya'yı; Rami, Pogba, Sissoko
ve Sagna'lı kadrosuyla Fransa'yı; Fellaini ve
Dembele'li Belçika'yı, Kujovic ve Erkan'lı
İsveç'i, Januzovic ve Ramazan'lı Avusturya'yı... da tutacağım.
Evet, çağımızda spor dünyasından ışıldayan Muhammed Ali gibi bir kahramanımız yok. Dünyanın en popüler spor dallarından biri olarak futbol bunun için çok
müsait bir zemin ama Kanoute, Ebutrika
ya da Ba gibilerine de her zaman rastlayamıyoruz.
Yine de, sevgili yeğenim, ben “Barcelona'da ilk golümü atınca şükür secdesine
varacağım” deyip sözünde duran Arda'yı,
her maçtan önce el açıp “velhamdülillahi
rabbil âlemin” diyen Emre'yi, Pogba'yı,
Fellaini'yi bir başka seviyorum. Anlıyorsun, değil mi?
ANILAR, ŞİMDİ
GÖZÜMDE CANLANDILAR
M
odern insan, toplum ve devlet
nezdinde başarıları ve başarabilecekleri kadar değerlidir. Sağ
olsun etrafımda ki insanlar bende büyük
bir potansiyel gördüklerini her fırsatta dile
getirirler. Ve devamında bu potansiyeli hiç
de iyi kullanmadığımı belirtmekten geri
durmazlar. Açıkçası ben aynaya çok bakan birisi değilim, hatta aynaların önünden
geçmemeyi yeğlerim. Aynaların, insanı deyim yerindeyse alık ettiğini düşünüyorum.
Hem arkadaşlarımdan, hem de türlü türlü
hayvanlardan gördüğüm kadarı ile ayna,
kişiliğin bir yansımasını oluşturmamakta, dahası aynadaki yansıma, mahlûka bir
kişilik katar gibi görünüyor bana. Dolayısıyla kendime böyle bir potansiyeli pek de
yakıştıramıyorum. Benim gibi insanlar da,
başarısızlıklarını örttükleri ölçüde değerlenirler. İşte benim ibretlik kıssamın hissesi;
başarmak zorunda değilsiniz, yeter ki başaramadığınızı anlamasınlar.
Ortaokulun ortanca sınıflarından birinde,
özel bir kolejde geçirdiğim sayılı senelerden birinde, aylaklığımın bile farkında değil iken, beden hocamız bir futbol takımı
kurup okullar arası liglerde fırtınalar gibi
esme hayalleri kurar iken, bir gün beni
okul bahçesinin kalesinde görmüş olacak
ki beni okul takımı as kalecisi ilan etti.
Şimdi böyle anlatınca büyük bir rütbeyle
vazifelendirilmişim gibi geliyor insana ama
eğer o yaşlarda kaleci iseniz iki ihtimal vardır; ya takımınız çok iyidir ve bütün maçı
kale direğine yaslanıp rakip kaleye atılan
golleri sayarak geçirirsiniz, ya da takımınız
çok kötüdür ve rakip kaleciyi yediğiniz golleri sayarken görürsünüz.
Benim kaleci olarak seçilmemi; zaten
okulda pek de fazla olmayan erkek nüfusa ve hiç birisinin ayaklarını ellerinden
daha kötü kullanmamasına bağlamıştım.
Takımımızda iri yapılı, koşan, topa kuvvetli vuran ve gol atma potansiyeli yüksek
iki arkadaşımız vardı. Bunlardan birincisi
Abdullah’ın bacakları uzundu. Biraz fazla
uzundu sanki. Ertuğrul ise tam bir futbolcuydu. Kafa toplarına çıkar, topu dağıtır,
defansa yardım eder ve en önemlisi sakin
sakin oynardı. Ders saatlerine denk getir-
Mehmet Furkan Aykaç
diğimiz antrenmanlar sayesinde birbirimizin oyun stiline alışmaya başlamıştık. Hem
derslerden yırtmak için aradığımız türlü
türlü bahanelerin en güzelini, en onurlusunu da bulmuştuk. Okul takımıydık. Bütün
okulu temsil edecektik. Başarıdan başarıya
koşacak, sırılsıklam formaların içinde okula döndüğümüzde, alkışlarla karşılanacaktık.
İlk maçımız civardaki diğer kolejleydi. Onlar da bizim ayarımızda etliye sütlüye pek
bulaşmayan cici çocuklardı. Kendimi ilk
kez gerçek bir sahanın kalesini ortalamaya
çalışırken bulduğum da, dünyanın cidden
büyük bir yer olduğunu kavradım (Hala
bu kadar büyük bir dünyada insanların hiç
umulmadık yerlerde nasıl karşılaştıklarına
pek anlam veremem) Beni o devasa kalede
gören arkadaşlarım bıyık altından gülmeye başlamışlardı bile. Kalenin üst direğine
dahi zıplayarak erişemiyordum. Örümcek
ağındaki sinek gibi çaresiz kalmıştım. Çok
şükür o gün sadece bir gol yedim ve o da
benden değil, defansımızın köşe vuruşunda adam paylaşımını becerememesinden
kaynaklanıyordu. Abdullah’ın attığı güzel
bir golle maç 1-1 bitti. Fena bir skor değildi. En azından başımızı eğmeden okula
geri dönmüştük. Hatalarımızı anladık, neler yapmamız gerektiğini etraflıca tartıştık.
Ben de kendi muhasebemi yaptım tabii;
büyümem lazımdı, hem de çok acilen ve
çok hızlı büyümem lazımdı. Kale, kara delik gibi beni içine çekiyordu. Ama elden ne
gelirdi? Hücrelerim bile beni dinlemiyordu. Ve olan oldu; gözüm korkmuştu bir
kere.
Beden hocamız skordan memnun olacak
ki hemen bir maç daha ayarlamış. Bize kiminle maç yapacağımızı da hiç söylemedi.
Otobüse binip sahaya geldik. Biz soyunma
odalarına giderken sahada ısınmaya başlayan rakip takımla göz ucuyla kozlarımızı
paylaştık. Açıkçası, öğrenciden ziyade profesyonel futbolculara benziyorlardı. Hepsi
iri yarı, topa vurduğunda ses çıkaran, ikili
mücadelelerin tek taraflı muzafferleri gibi
şanlı bir duruşları vardı. Meğer rakip takım
mesleki ortaokulundanmış. Okullar arası
futbol müsabakalarında meslek lisesiler ve
[email protected]
imam hatiplilerle maç yapmaktan mümkün
mertebe kaçınmalı. Birisi doğuştan işçidir,
diğeri ise sizden 5 yaş büyük hafızlardan
oluşan takımı ile iman gücünü arkasına almıştır.
Soyunma odasına girdiğimizde tedirgin
bir sessizlik aldı bizi. Vakit gelmişti, beden hocamız taktiklerini vermişti. Sahaya
birer birer çıkıp, yerlerimizi aldık. Santradan itibaren rakip sahaya topun geçtiğini
hatırlamıyorum. Santraların da ardı arkası
kesilmiyordu. Rakip futbolcular Sovyet
jimnastik takımı gibi bir oradan bir buradan, bir kafayla bir voleyle goller atar- HAZİRAN2016
ken bana sadece topu ağlardan çıkarmak
KATI
kalıyordu. Gerçekten çaresiz bir durum7
daydım ve daha kötüsü bütün takım darmadağın olmuştu. Maçın henüz 20. dakikasındaydık, tam sayıyı hatırlamasam da
en az 15 gol yemiştim (O güne dair bütün
anılarımı silmeye gayret ediyorum sevgili
okur!). İşin aslı, yediğim goller benim ya
da takımımın başarısızlığı değil, rakip takımın başarısıydı. Bir ara rakip kaleciye ilişti
gözüm. Pek bir mutsuz gözüküyordu. Top
daha ayağına bile değmemişti belki de. Ne
ben onun yerinde olmak isterdim, ne de o
benim yerimde olmak isterdi.
Bu kadar golün ardından kaptan Ertuğrul, hocaya dönerek yedek kaleciyi oyuna
sokmasını istedi. Günah keçisi ben oluvermiştim bir anda. Eldivenlerimi teslim
edip soyunma odasına yöneldim. Maçın
geri kalanında bir o kadar daha gol yedik.
Rakip takımın gol attığında artık pek de
sesi çıkmıyordu. O gün orada anladım ki;
ben dâhil insanlar başarısızlıklarını başka
şeylere ve insanlara atfetmekte pek de geri
durmuyorlar. Bunun yerine başarısızlıklarımızı çarpıtıp muhtemel başarıları ön plana çıkarmalıyız. Bir kızı sevdiniz olmadı,
başkasıyla mı evlendi; onun mutluluğu ne
kaçırdığını bilmemenin cehaleti olsun. Bir
dersten sene mi tekrar edeceksiniz; üşenmeyin bütün derslere girin, yemekhaneyi
çift vardiya tepe tepe kullanın. Unutmayın;
Polyannalar ölmez, ölse bile kadavra olur.
ENDÜSTRİYEL FUTBOL
TAKIM RUHUNA TERS!
Ramazan Çelik
[email protected]
B
ir ayak ve akıl oyunu olan futbolda
büyük takım organizasyonları söz
konusu olunca her yerde bir para,
paraya tapanlar ve paradan sapanlar güruhu ile karşılaşılmakta. Bu da, spor gibi
sağlık ve mutluluk veren bu alanın kirlenmesine, hastalıklı bir hal almasına sebep
olmakta. Günümüz futbolunun, hatta
daha geniş düzlemde bakılacak olursa,
günümüz spor dallarının gün geçtikçe
“samimiyetsiz” bir hal alması ve herkesin
keyif aldığı organizasyonların sadece bir
şova dönüşmesinin en önemli sebeplerinden biri de, sporun gün geçtikçe endüstHAZİRAN2016 riyelleşmesi. Zira “Spor yap zinde kal”,
“Spor, sağlıklı yaşamın anahtarı”, “Spor,
KATI
mutluluk verir” gibi mottoların önemi bu
8
ortamda giderek silikleşmeye başlamakta.
İşin parasal boyutunun ön planda olması
spor dallarını bir fabrikanın bacaları gibi
görmekte, bu da rekabetin giderek çirkinleşmesi, şike, mafyavari organizasyonlar,
doping skandalları vb. birçok sonucu beraberinde getirmekte. Futboldan basketbola, yüzmeden güreşe, halterden tenise
kadar hemen hemen aklımıza gelebilecek
her türlü spor dalı, bu hastalıklı durumun
içine batmış durumda.
Bu nahoş hal, uzun bir süredir spor yazarları ve otoriteleri tarafından eleştiri konusu yapılmakta.
Attila Gökçe: Sporumuza son 30 yılda
yapışan bir endüstriyel virüs var. Kimi
çaktırmadan sinsi politikalarla, kimi de
açıktan açığa Fenerbahçe-Galatasaray
ikili rekabetini dizayn etmeye adamış(!)
kendilerini... Rekabetin ancak Fenerbahçe-Galatasaray koşuluyla büyüyeceğine,
marka değerini, reytingleri ve gelirleri
katlayacağına inanıyorlar. Bu dostlardan
bazısı Premiership’te Leicester City’nin
şampiyonluğundan bile rahatsız... Futbolun ruhunu ve masumiyetini yok sayıyorlar. Beşiktaş’ın şampiyonluğu, bu rekabet
mühendislerine ve çokbilmiş endüstriyel
kahramanlara(!) verilmiş bir derstir. Umarım, anlamışlardır artık! (Milliyet, 11 Mayıs 2016)
Bu endüstriyel virüse dair, futbol yazarı
Tevfik Demir’in yorumu ise şu şekilde:
Bir koyup on, yirmi, neyse onu almak.
Yani iş futbol değil, futboldan para kazanmak, hem de kumar oynayarak… Futbol
zevkli bir spor, izlemesi de oynaması da
keyifli ama futbol artık sahada oynananın
belki yüzde onları bile bulmadığı, asıl etkenin saha dışı yüzde doksanları bulduğu
bir kurtlar arenası. O zaman yapılacak iş,
ya futbolu sahada oynanan bir spor yapmak ya da sıradanlaştırıp hayatımızdan
atmak.” (Diriliş Postası, 9 Mayıs 2016)
Futbolun ruhunu ve masumiyetini yok
saymamak, keyfini çıkarmak takım ruhunu her zaman yaşatabilmek ile mümkün.
Takım ruhu, rekabet mühendislerine, futbolu kumar görenlere, hem izlemesi hem
de oynaması keyif veren bu sporu kurtlar
arenasına çevirenlere her daim bir ders
verdi, vermeye de devam ediyor. “Para
hiçbir şey değil, lakin takım ruhu her şey”,
çünkü futbolun tarihi inanılmaz, masal
gibi birçok hikâyeyi tozlu sayfalarında barındırıyor. Günümüzden geçmişe birkaç
örnek ile takım ruhunun önemini hatırlamak gerekirse, Avrupa’nın en iyi liglerinden İngiltere Premier Ligi’nde masal gibi
bir başarıya daha yeni tanık olduk. Kendi
yağında kavrulan, devler ligi diye tabir edilen Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin belki de
sadece “tek maç gelirine” sahip olan, küçük ama ruhu kocaman İngiliz Leicester
City futbol takımı, Arsenal, Manchester
City, Manchester United, Tottenham gibi
takımları geride bırakıp İngiltere Premiership şampiyonu oldu.
“Kimine göre mucize ve peri masalı...
Kimine göre akılla paranın en iyi biçimde
kullanılmasıyla yazılan bir başarı öyküsü...
Endüstriyel futbolun en çok kazanan ülkesi İngiltere’de en düşük bütçeli, en mütevazı kadrolu Leicester City, devleri geride bırakıp Premiership şampiyonu oldu.”
(Attila Gökçe: Millyet 5 Mayıs 2016).
Ya Beşiktaş? Günümüz futbolunun takım
ruhu ile neler başarabileceğinin en güzel
sembolü. İnönü Stadyumu yıkılıp yeniden
yapılmaya başlandığında, Beşiktaş yıllarca
evsiz kaldı, ama istikrarlı bir şekilde son
yıllarda başarı çıtasını da hep yükseltti.
Daha bu sezon (2015-2016) 14 maçını
kendi evindeymiş gibi İstanbul’un başka
statlarında geçirdi, yeri geldi büyük kulüplerden tekme yedi, yeri geldi yanlış hakem
kararları ile kıl payı maç kaybetti, yeri geldi
konumu sorgulandı “sizden büyük takım
olmaz!” diye, ama oldu. Beşiktaş büyük
oldu, takım oldu, hem de parasız bir şekilde. Beşiktaş’ı takım yapan şeyin adı neydi?
Tabii ki “takım ruhu…”
Ya Galatasaray? Daha dün gibi… Bizi
ağlattı, çığlık çığlığa bıraktı. Göğsümüzü
kabarttığı tarihi zaferi ile “Türkiye Futbolu”nda çığır açtı. UEFA Kupasını müzesine kazandıran Galatasaray, ligimizin
dünya standartlarına ulaşmasını sağladı.
Hem de çok ciddi paralar, kumpaslar, şikeler haricinde, sadece “takım ruhu” ile.
Bu başarı sadece Galatasaray’ın başarısı değildi. Zira bu tarihi zaferden sonra
Türk Milli Takımımıza bir heyecan, inanç,
umut, başarı da beraberinde geldi. Türkiye Futbolu dünya başarı sıralamalarında
istikrarlı bir şekilde yükselmeye, başarılar
elde etmeye başladı bu dönemde. Dönemin Milli Takım Hocası Şenol Güneş
liderliğinde 2002’de Dünya üçüncüsü olduğumuzda ve 2008’de Fatih Terim liderliğinde Avrupa üçüncüsü olduğumuzda,
takım ruhunun ne demek olduğunu bir
kez daha gördük. Bu zaferler, bir festival
havasında, tüm Türkiye’nin bir oluşunu,
diri oluşunu yeniden hatırlatmıştı bizlere.
Birlik ve beraberliğin önemli araçlarından
olan futbol, sihirli değneğini Türkiye coğrafyasının her santimine bir kez daha dokundurmuş, coşku, zafer, umut, birlik ve
beraberlik iç içe geçmişti.
Daha sayısız nice örnek var Takım ruhunu anlatan. Yukarıda verilen bu örnekler,
paraya karşı, güce karşı, ayak oyunlarına
karşı yapılan mücadelelerin örneğidir.
Günümüz hastalıklı futbolunun kanserli hücrelerine bir panzehir olan “takım
ruhu”nun, holiganizmin, vandallığın ve
mafyavari oluşumların sonunu getirmesi
dileği ile…
KADIN VE ERKEĞİN
FUT-RAT'INA DAİR
Y
Ayşegül Dalgalıdere
aratılıştan gelen kişilik özellikleri anlamında fıtrat, çoğu zaman değişmez niteliktedir. Her
insanın farklı fıtratı olduğu gibi, kadın
ve erkeğin de genel olarak fıtratları birbirinden farklıdır. Kadınlar hem ruhen
hem de bedenen erkeklere nispeten
daha naif ve narindirler. Yine erkeklere
nazaran kadınlar daha ayrıntıcı ve daha
mükemmeliyetçidirler. Erkeklerin yazılımı ise kadınlara nispeten daha basittir,
tek programlı bulaşık makinesi gibidirler, yıkar çıkarlar işin içinden. Kadınlar
ise 15 programlı çamaşır makinesi gibi
"yünlüleri, narin programda 30 derecede
mi yıkasam, narinleri yünlü programında
suya mı bastırsam?" diye diye kendilerini
helak ederler.
kekler tarafından tercih edilir. Elbette ki
bu oranlarda, erkeklere sunulan spor fırsatlarının kadınlara sunulmamasının da
etkisi vardır. Fakat bazı spor dallarında
fıtri özelliklerden kaynaklanan tercihlerin ön plana çıktığı muhakkaktır. Zira
ben bugüne kadar “futbolcu olmaya çok
hevesliydim ama imkân verilmedi” diyen
ya da “güreşçi olmak için yetkililerden
yardım isteyen” bir bayana rastlamadım.
Futboldaki ayrım ise hemen hepsinden
daha bariz. İşte tam da bu sebeple, bu
sayının konusunun futbol olduğunu duyduğumda biraz duraksadım. Hemen hiç
ilgi duymadığım bu alanla ilgili olarak
bilincimin altını üstüne getirdim ve futbolla ilgili hafızamda canlanan ne varsa
yazıya dökmeye çalıştım.
Misal; baba eve gelir, "nasılsın oğlum"
der; hatta çok ilgili bir baba ise "günün
nasıl geçti" diye bile sorabilir. Oğlu "iyiydi" der ve baba için hasbihal noktalanır.
Hal hatır sormuş ve olay bitmiştir. Oysa
anne için “iyiydi” cevabı yeterli değildir.
“Bugün okulda neler yaptınız? Öğretmenin ödevini beğendi mi? Öğle yemeğinde neler yediniz? Aysun öğretmenin
hastaydı, iyileşmiş mi? O arka sırada oturan çocuk, seni hala rahatsız ediyor mu?
Senin suratın niye asık? Yorgun musun,
canın mı sıkkın?” vs. vs. Bir kadın olarak anne için hayat, ayrıntılarda gizlidir
ve anne o gizemi bir şekilde çözecektir.
“Aman anne yaaa!” diyerek odanıza geçmenizin de esasa müessir bir faydası olmaz. Anne, birkaç saat sizi kendi halinize
bırakır ama gecenin ilerleyen saatlerinde
elinde bir bardak ılık süt, zihnindeyse
yepyeni sorular ve mütebessim bir yüz
ifadesi ile odanızdan içeri süzülüverir. Bu
böyledir, direnmenin faydası yoktur.
Çocukluğumda benim için futbol, Trabzonspor demekti. Anne tarafım Trabzon
Of ’lu olduğundan ve benim çocukluğum, anne tarafımın neredeyse tamamıyla aynı mahallede geçtiğinden, farklı bir
durum da düşünülemezdi zaten. Dedem,
dayılarım, teyzelerim ve kuzenlerim aynı
sokakta müstakil evlerde otururlardı.
Hafta sonları hava güzelse kahvaltı Musa
dayımın kapı önündeki avluda yapılırdı.
Ömer abim elinde küçük teybi, üzerinde
Bordo- Mavi üniformasıyla horon tepe
tepe karşı evin merdivenlerinden iner,
yengem de avludan bağırırdı: "Ömer
uşuğum, kis ha onun sesuni…"
Kadın erkek arasındaki fıtri farklılıklar
sadece aile ilişkilerinde değil, günlük hayatın hemen her alanında kendini gösterir. Spor da bunlardan biridir. Örneğin;
jimnastik ve voleybol gibi spor dalları kadının narin ve estetiğe yatkın fıtri özelliklerine daha uyumlu olduğundan, dünya
genelinde bayanlar tarafından daha fazla
tercih edilir. Oysa dövüş sporları, güreş
ve futbol gibi spor dalları, daha çok er-
Trabzonspor maçlarında hayat durur,
televizyonun önünden geçme gafletine
düşenin akıbeti karanlık olurdu. Kaçan,
atılan ya da yenilen gollerdeki ani coşku
sebebiyle tavukların yumurtadan, lohusaların sütten kesildiği vakiydi. Hatta bir
keresinde kuzenimin bir buçuk iki yaşındaki çocuğu, merakından olsa gerek, maç
ortasında televizyonun önündeki açma
kapama düğmesine basıvermişti de, o
koca salonda maçın heyecanıyla kendinden geçen tüm erkekler “höhöööyyy!!!”
diye haykırarak televizyonun üzerine atlamışlardı. Zavallı çocuk, bir yıl geç konuştu. Çocukluğum bu ortamda geçti.
Yaramazlık seviyem ortalamanın biraz
üzerindeydi. Hiçbir zaman narin, ürkek
ve hanımefendi bir kız çocuğu olmayı
[email protected]
beceremedim. Bu sebeple babam sık sık,
hafif de bir tebessümle “benim kızım
erkek gibidir” derdi. Babam böyle dedikçe ben coşar, kendimi evin ikinci erkeği gibi hissederdim. O çocuk zihniyle
bunun sıradan bir latife olduğunu idrak
edemez, ne kadar “erkek gibi” olursam o
oranda takdir göreceğimi düşünürdüm.
Yetişkinler olarak zaman zaman hepimizin içine düştüğü bir hatadır bu; bizim
öylesine söyleyip de geçtiğimiz sözlerimizin, çocuk zihninde nasıl bir etki yapabileceğini düşünemiyoruz. Bizim bir
dakika sonra unuttuğumuz şeyler, onların zihinlerinde çakılıp kalıyor. Bu “erkek
gibi olma” mevzuu da benim için öyley- HAZİRAN2016
di. Öyle ki annemin, hijyen sebebiyle
KATI
(“bitlenir korkusuyla” sözünün kibarca9
sıdır bu) saçlarımı kısa kestirmesine bile
ses çıkarmazdım. Ama kuaförden çıkıp
eve geldiğimizde, aynaya bakar; kısacık,
sapsarı ve üst kısmı manasız şekilde kabartılmış saçlarımı görüp “Zeki Müren
gibi olmuşum!” diye ağlardım. “Erkek
gibi” olma heves ve gayretiyle ufak bir
futbol macerası yaşadımsa da neyse ki tadında bıraktım: Madem erkek gibiydim,
pekâlâ futbol da oynayabilirdim. Oynadım da. Sokak arasında yapılan mahalle
maçlarına birkaç defa dâhil oldum. Ama
“madem bu kadar kişiyiz, e topumuz da
var, hadi yakartop oynayalım!” teklifimden sonra attılar beni takımdan. Besbelli
yeteneğimden korkmuşlardı, gerisi bahaneydi. Benim yeşil sahalarda fırtına gibi
esme hayallerim de böylece sona erdi.
Neyse ki; Allah-u Teâlâ insanın her istediğini vermiyor. Zira hayalini kurduğum
her şey gerçekleşmiş olsaydı, hayatımın
kâbusa dönüşme ihtimali yüksekti. Ettiğim her duayı kabul etmeyen Rabbime
hamdolsun. Kurduğum her hayali gerçeğe çevirmeyen, attığım her adımı neticeye ulaştırmayan, sevdiğim her insanı
hayatımda ebedi kılmayan, beni kendi
heves ve isteklerime kurban etmeyen
Rabbime hamdolsun. Ve yine erkeğin
fıtratıyla kadının fıtratını birbirinden
farklı yaratan Rabbime hamdolsun, ya
öyle olmasaydı... Ya ben iyi bir futbolcu,
eşim de iyi bir jimnastikçi olsaydı...
MATEMATİKSEL OLARAK
HÂLÂ ŞANSIMIZ VAR
Muhammet Atalay
[email protected]
İ
statistikleri kullanarak futbolda başarı sağlanabilir mi veya sayılara hak ettikleri kadar mı değer veriliyor, yoksa
fazlaca mı kendimizi kaptırıyoruz? Sayılarla
futbolun macerasına küçük anekdotlarla
bir göz atalım istiyorum.
HAZİRAN2016
KATI
10
FC Midtjylland, Danimarka’nın küçük bir
şehri olan Ikast’ ta kurulan ve Danimarka
Süper Liginde 3. sırada yer alan bir futbol takımı. 1999 kuruluşlu bu genç takım,
2014-2015 sezonunda şampiyonluğu kazanmış. Bu sezon UEFA Avrupa Ligi’nde
evinden Manchester United’ı 2-1 ile uğurlarken, Danimarka’da Kopenhag ve Arena
Stadyumu’ndan sonra zihnimize kazınacak
bir marka olma yolunda ilerliyor. Midtjylland’ı sıra dışı yapan ise takımın şirketlere
ve sporculara danışmanlık yapan bir yazara
emanet edilmiş olması. Rasmus Ankersen,
Midtjylland’da henüz altyapıda oynarken
sakatlıklar nedeni ile futbolu bırakmak zorunda kalan bir sporcu aynı zamanda. Ankersen ve ekibi, geçen sezon takımı Avrupa
ligleri içerisinde duran toplardan en fazla
gol bulan ekiplerden biri haline getirmeyi
başarmış. Ankersen, istatistikleri önemseyen ve kullanan bir yönetici: Premier Lig
ekiplerinin attıkları gollerin %77’sinin ceza
sahası yayından 6 pasa kadar olan bölge
içerisinde olduğunu gözlemlemiş ve golfçülerin her gün antrenman yapmasından da
ilham alarak bir frikik uzmanını ve eski bir
Amerikan futbolu oyuncusunu çalışma ekibine dahil etmiş. Yapılan beyin fırtınaları ve
antrenmanlar sonucunda duran toplar ekibin en önemli silahlarından biri olmuş: O
sezon duran toplarda Atletico Madrid’den
sonra Avrupa kıtasında en çok gol bulan
ikinci takım Midtjylland’dır.
Ankersen’in farklı dallardaki başarılı sporcularla ilgili çalışmaları da kayda değer:
Dünyanın en iyi golf oyuncularını yetiştiren Güney Kore’de bu başarının gençlerin
kendi merakları ile değil, ailelerin baskısı ile
sağlandığı, Etiyopya’da okula koşarak giden çocukların doğuştan maratoncu olduğu, Hollandalı futbolcuların 28 yaşına gel-
diğinde futbol için 10.000 saat harcarken,
Brezilyalı bir çocuğun bu zaman dilimine
henüz 14 yaşındayken ulaştığı ve her ne kadar fizyolojik farklıların başarıda önemli bir
etkisi olsa da asıl önemli olanın zihinsel ve
bedensel olarak sürekli çalışma ve disiplin
olduğu tespitleri, bunlardan dikkatimi çekenler.
revize ederek bireysel yetenekleri üst düzey
olan Coman ve Douglas Costa’ya dayalı
oyuna zorlayan bir sonuçla karşı karşıyayız.
Zlatan İbrahimoviç’in başarısında büyük
payı olan menajerinin tanıştıkları gün söylediklerini yine Zlatan’ın satırlarından öğreniyoruz: “Masaya, üzerinde isimler ve numaralar olan bir A4 çıkardı. Vieri 27 maçta
24 gol, Inzaghi 25 maçta 20 gol… Ve İbrahimoviç 25 maçta 5 gol. Ardından da can
alıcı soruyu patlattı: Sence bu istatistiklerle
seni satabilir miyim? Çok klas olduğunu
düşünüyorsun, değil mi? Bana şunun cevabını ver; dünyanın en iyisi olmak ve daha
fazla kazanmak istiyor musun? Dünyanın
en iyisi olursan, diğerlerini zaten kazanacaksın. Fakat paranın peşinde koşarsan hiçbir şey elde edemeyeceksin. Düşün ve bana
kararını bildir. Fakat şunu da unutma. Benimle çalışmak istiyorsan, söylediklerimin
hepsini yapmak, arabalarını, tüm saatlerini
satmak ve şu ankinden üç kat daha fazla
çalışmak zorundasın…” Başarılı futbolcu,
“Ben Zlatan İbrahimoviç” adlı kitabıyla
aynı zamanda futbolcu dünyasının nadir
yazarlarından.
Bir de maç sonuçlarının tahmini var ki
özellikle bahis oyunları meraklılarındaki artışla birlikte futbolun içeriğinin de önüne
geçmeye başladı. Almanya doğumlu Metin
Tolan, fizik profesörü olarak çalıştığı Dortmund Üniversitesi’nde, “Futbolun fiziği”
başlıklı seminerler veriyor ve Tolan’ın dersleri tam anlamıyla dolup taşıyor. Maçların
bilimsel yapısını anlatmak için, fiziğin yanı
sıra istatistikten de faydalanan Tolan, on
binlerce maçı incelemiş ve maçların kaçıncı dakikasında gol olduğunu, vuruş hızını,
kaleci hatalarını, atılan penaltıları ve elde
edilen sonuçları karşılaştırarak karşılaşmaların nasıl biteceğine dair olasılıkları hesaplıyor. Elbette bu tahminleri yapmak pek de
öyle kolay değil, heyecan yapmamak lazım.
Hoca istatistiği kullanıyor ve bilgisayarlarda
simülasyonlar yapıyor. Elbette futbolda bir
futbolcunun sakatlanması, formsuzluğu ya
da havadaki değişimler gibi öngörülemeyen
faktörler de işin cabası. Tolan’ın tahminlerinde büyük oranda başarılı olduğunu söyleyebiliyoruz ama son üç turnuvadır dünya
kupasında Almanya’yı favori gösterdiğini
fakat 2006 ve 2010’da yarı finallerde elenen
Almanların ancak 2014’de şampiyon olabildiğini de hatırlatalım.
Messi, Robben, Ronaldo, Bale gibi oyuncuların yıllardır birbirinin kopyası çalımlar atmasına rağmen neden durdurulamadığına
Dr. Shanti Ganesh’in 2010 yılında yaptığı
bir çalışma ışık tutuyor: Topu güçlü sol ayağına geçirdikten sonra bir anda hızlanacağı
ve rakibini arkada bırakacağı biraz dikkatli
seyirciler tarafından adeta ezberlenen Robben’in hareketlerini inceleyen Dr. Ganesh,
ayak hilesinin beynin algılaması için fazla
hızlı olduğu sonucuna ulaşıyor. Yani rakibin ne yapacağını biliyor olmak, onu durdurmak için yeterli zamanınız olacağı anlamına gelmeyebiliyor! Futbol anlayışındaki
kırmızı çizgileri ile meşhur Pep Guardiola’yı bile Bayern Münih’te hücum anlayışını
Menajerlik döneminde beyzbolda kendine
has yeni bir sistem geliştiren Billy Beane’in
hayatı, Moneyball filmine de ilham olmuştu. Sporculuk kariyerinde hiç de başarılı olmayan Beane, oyuncularını alışılagelmişin
dışında, rakiplerinin dikkate almaya tenezzül bile etmediği istatistikler ve olasılıklara
göre seçmektedir. Tabi Yale mezunu bir
ekonomi uzmanı olan Peter Brand’ın başarıdaki katkılarını da unutmamak lazım.
Bilgisayar destekli istatistik analizlerini
kullanarak geleneksel düşünce yapısını alt
üst eden ikili, final maçını kaybediyor fakat Beane’in maç kazandıkça sorduğu bir
soru bence daha önemli: “Kazandıysak ne
olmuş yani?”
FUTBOL ve
BÜYÜK VERİ
S
por, ilk çağlardan bugüne kadar birçok toplumda oldukça önemli bir
yere sahip olmuştur. Bireyin başkalarına karşı kendisini sınama ve rekabetçi
bir performans ile kendisini ölçme imkânı yaratması nedeniyle insanlar arasındaki en eski ve en doğal etkileşim formu
durumundadır. Günümüzde ise büyük
bir olgu haline gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak gelişimi
sürekli bir şekilde devam etmektedir.
Futbol, onlarca spor branşından yalnızca
biridir. En popüler spor dalları arasında
başta yer almaktadır. Binlerce yıllık kökleri olan bir savaş stratejisi oyunu olarak
başlayan serüveni, 19. yüzyılın ortalarında modernleşme ve sanayileşme süreçleri ile değişime uğramış, uluslararası
alanda büyük kitlelere ulaştırılarak bir
eğlence ve endüstri halini almıştır. Futbol, bu yönüyle tüm dünyada spor olgusunun önüne geçmektedir. Hatta “spor”
denildiğinde birçok insanın aklına ilk
gelen branş ne yazık ki “futbol” olmaktadır. Çünkü artık sporun ötesinde pek
çok şeyle ilintilendirilen ve anlamlandırılan bir oyun durumundadır.
Futbolda oyun anlayışı ülkelere ve liglere
göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber başarıya ulaşmak için değişik
metot ve stratejilerin kullanıldığı da bilinmektedir. Bireysel sporlarda başarıyı
getiren en önemli faktörler o branş için
gerekli olan güç, dayanıklılık, hız gibi
temel motorik özellikler ve tecrübedir.
Fakat futbol gibi kitlelere hitap eden takım oyunlarında başarıyı getiren faktörler arasında oyuncuların temel motorik
özelliklerinin yanı sıra bilim ve teknoloji
de büyük oranda yer almaktadır.
Pek çok takım/kulüp uluslararası arenada varlığını sürdürmek için elindeki
verinin ve onu kullanma biçiminin kendisini diğer kulüplerden ayıran bir metot
olduğunu fark etmiş durumdadır. Futbol
müsabakalarında geçmişe yönelik kayıt
Fatih Ünal
tutulması ve istatistik biliminden yararlanılması eskiden beri en çok kullanılan
yöntemdir. Hatta bu metot ile somut ve
ölçülebilir ilerlemeler kaydedilebilmektedir. Ancak geçmiş verilerin analiziyle
yapılan istatistiklerde oyunun tümünü
öngörmek ve sonucu doğru tahminleyebilmek ne yazık ki tam olarak mümkün
değildir. Karşılaşmalar esnasında hesaplanamayan sürpriz olaylar meydana
gelebilmekte ve sonuç/skor beklenmeyen bir şekilde değişebilmektedir. Fakat
karşılaşma devam ederken oyuncular ve
oyun hakkında büyük miktarda veri toplayabilme ve bunları çok hızlı bir şekilde
işleyebilme yaklaşımına dayanan “Büyük
Veri” ile bu sorun büyük oranda aşılabilmektedir.
Büyük Veri, kayıt tutma ve bu kayıtlara
dair yapılan istatistiklerden farklı olarak,
baş döndürücü bir hızda akan binlerce
veriyi anında yorumlayabilmekte ve sunabilmektedir. Büyük Veri ile yüksek frekans ve hacimlerde, çok çeşitli şekillerde
akan verilerin hızlı bir şekilde anlamlandırılması ve bu verilerin ilgili kişi veya birimlere anında sunulabilmesi ile futbolda teknolojik devrimler yaşanmakta ve
oyun anlayışı baştan sona değişmektedir.
Takımlar artık milyonlarca veriyi analiz
ederek sahaya çıkmaktadır. Antrenman,
maç ve özel çalışmalara değin sporcuların tüm verileri anlık olarak toplanırken
elde edilen veri, takımların eksiklerinin
belirlenmesinde kilit rol oynamaktadır.
Bunların yanı sıra Büyük Veri sistemleri
ve bu sistemler üzerinde çalışan birçok
farklı algoritma ile oyuncuların oyun boyunca kat ettikleri mesafe, koşu hızları,
pozisyon etkinlikleri, top kayıpları, pas,
şut, defansif müdahale ve kontra ataklar gibi olaylar, karşılaşma devam ederken hızla akmakta, gerçek zamanlı olarak yorumlanmaya ve anlamlandırılmaya
çalışılmaktadır. Oyuncuların sahanın ne
kadarına hükmedebildiğini ve topun bulunduğu bölgeleri yoğun olarak göste-
[email protected]
rebilen grafik ve diyagramlar, yazılımlar
tarafından otomatik olarak çizilmekte,
yapılan hesaplamalar ve tahminler karşılaşma esnasında ilgililere gerçek zamanlı olarak sunulabilmektedir. Büyük Veri
ile desteklenen matematiksel analiz ve
istatistikler, karar verme mekanizmalarında önemli ve büyük bir etken haline
gelmektedir. Takımlar, doğru analizler
yardımıyla oyun esnasında henüz karşılaşma bitmeden maçın gidişatını değiştirerek daha hızlı başarı elde edebilmekte,
Büyük Veri’nin sağladığı stratejik rekabet imkânı kullanılarak oyuna yenilik ve
farklılık katarak skoru lehine değiştirebilmektedirler. Bu sayede takımlar, istatistiklere dayanan sonuçlara göre oyunu
tahmin etmek yerine gerçek zamanlı
olarak oyuna hâkim olmakta ve oyunu
yeniden şekillendirme imkânına sahip
olmaktadırlar.
Futbol, eskisinden daha fazla hayatımızda yer edinmeye devam ederken, bilimsel ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak
gelişimini de hızlı bir biçimde sürdürecektir. Büyük Veri‘nin yakın gelecekte
futbol dünyası için daha büyük bir rekabet unsuru olması kaçınılmazdır. Büyük
Veri’nin sağladığı büyük miktarlardaki
bilgiyi toplama, depolama ve gerçek zamanlı olarak analiz etme yeteneklerinin
futbolda kullanımı ile oyun anlayışı değişmeye ve gelişmeye devam edecektir.
İlerleyen zamanlarda Büyük Veri’nin futbolda daha fazla neler yapabileceğini tam
olarak kestirmek oldukça güç. Ancak
karşılaşma öncesinde toplanan verilerin
yanı sıra karşılaşma esnasında akan canlı
binlerce verinin yorumlanarak anlamlandırılması ve sunulması ile müsabakalarda
sürpriz skorlar ve ilginç tesadüfler daha
az görülecek, futbol severler farklı heyecanlar tecrübe edecektir. Çünkü, takımlar; artık maçlara Büyük Veri ve sağladığı
üstün avantajlar ile çıkacaklardır.
HAZİRAN2016
KATI
11
BU
DÜNYADAN
BİR EFSANE
GEÇTİ
MUHAMMED ALİ
1942 - 2016
KATI DERGİ
MUHAMMED ALİ'YE VEDA
DANS ET ŞAMPİYON!
“Aklım kesiyorsa ve yüreğim inanıyorsa, başarabilirim!”
-Muhammed Ali
M
türdü.
Adalet Canlı Akbaş
uhammed Ali öldü. Dünyadaki
kıyamını, bizim şahitliğimizi ve
hayranlığımızı da yanında gö-
Henüz 10 yaşlarındayken, babasının hediye ettiği kırmızı bisikleti çalınan Cassius
Marcellus Clay’in, bisikletini geri getirecek
bir polis aramasıyla başladı her şey. Siyahilerin “pis zenci” denilerek aşağılandığı o
dönem Amerika’sında, bisikletine ağlayan
siyahi bir çocuk için kendini yoracak bir
polis, görünmüyordu ortalarda. Üstelik
kendisiyle ilgilenmeyen polislerin boks
maçı seyrettiğine şahit oldu küçük Clay.
Onunla ve bisikleti ile ilgilenecek bir polis hâlâ yoktu, ancak o atmosferin etkisiyle
ileride bir boksör olup, bisikletini çalan
hırsızları ve bisikletini kendisine getirmeyen polisleri yere sermenin hayalini kurmaya başlamıştı bile.
“Seni tüketen, önündeki tırmanılacak
dağlar değil, ayakkabındaki çakıl taşıdır!”
Kayıp bir bisiklet, Müslüman bir yumruğun yenilgi kabul etmeyen sağ ve sol kroşelerini armağan etti dünyaya. 12 yaşında
boksa başlayan Clay geniş omuzları ve
uzun kollarının da etkisiyle amatör dövüşlere adını yazdırmıştı bile. 18 yaşında
ise Roma Olimpiyatları’nda altın madalya kazanarak profesyonelliğe geçiş yaptı.
Uzunca bir süre bu madalyası ile yemek
yedi, kenarları sırtını kesse de onunla uyudu, onu kendinden hiç ayırmadı. Siyahi bir
çocuğun ülkesine getirebileceği önemli bir
başarıydı bu. Fakat ülkesinin siyah insanlara uyguladığı ırkçı tutumla karşılaştığı bir
gün, hiç ayrılmadığı bu madalyasını Ohio
Nehrine attı. ABD’ye olan bağlılığı da, küresel oyuncakları da, onunla birlikte suyun
dibini boyladı. Kıyam başlıyordu artık.
bunaldığı lise yıllarında İslam Milleti Hareketi ile tanıştı. Sıklıkla onların lokantalarına, mescitlerine gitmeye başladı. İslam’ın
özüne sadık kalarak ve İslam olmanın verdiği onurla cesurca yaşamlarını sürdürmeye çalışan bu gruba ilgisi artarak devam
etti. 1962 yılında “Siyah Müslümanlar”ın
karizmatik lideri Malcolm X ile tanıştı. Bu
tanışma arkadaşlığa, dostluğa, ev ziyaretlerine kadar ilerledi ve Clay, Müslüman
oldu. Ancak, Malcolm’un telkini ile bunu
kimseye söylemedi.
Her müsabaka öncesi, maçı kaçıncı rauntta kazanacağına dair tahminler yapan,
kazandığı her müsabakanın ardından çılgınca dans eden Clay; “Ben dünyanın en
yakışıklı boksörüyüm! Ben dünyanın en
güçlü boksörüyüm! Ben dünyanın en hızlı
boksörüyüm! Maçın hangi rauntta biteceğini bilen tek boksörüm!” diyecek kadar
özgüvenli ve Amerikan ırkçılığına, küresel
sömürüye, dünyaya meydan okuyan tavırları ile ilgi odağı haline geldi.
Tek rauntluk nakavtlarla ün salmış döneminin en korkulan boksörü Sonny
Liston’ı yenerek Dünya Şampiyonu olduğunda 22 yaşındaydı. Kameraların ve dünyanın gözü onun üzerindeyken “Cassius
Clay benim köle adımdı. Artık köle değilim!” diyerek, adını Muhammed Ali olarak
değiştirdiğini, Müslüman olduğunu bütün
dünyaya ilan etti.
“Ben bir dövüşçüyüm. Göze göz karşılığa inanırım. Öteki yanağımı çevirmem. Karşılık vermeyen adama saygı
duymam. Köpeğimi öldürürsen, kedini saklasan iyi edersin!”
“Çalışmanın her saniyesinden nefret
ediyordum fakat kendime hep "Dayan!" diyordum. Bugün çalışacağım
ve ömrümün sonuna kadar bir şampiyon olarak yaşayacağım!”
Muhammed Ali, Dünya Boks Şampiyonu
olarak, spor dünyasında tahtını kurdu kuşkusuz, ancak onun gönüllerimizdeki tahtı, ezilenler için hakkı cesurca savunması,
Müslümanların dünya tarihi dışına itildiği,
görmezden gelindiği, sürekli karalandığı
bir süreçte dünya şampiyonluğu ile birlikte her zaman ve zeminde İslam oluşunu
haykırışından ileri gelmekteydi.
Dünya şampiyonu olma hayalleri kurduğu, derslerden nefret ettiği, ırkçılıktan
Vietnam Savaşına gitmesi gerektiğine dair
askeri emri aldığında da sivil itaatsizliğin
[email protected]
en güzel örneğini sergiledi Muhammet
Ali. “Bana bir kez bile ‘pis zenci’ dememiş
Vietkonglular benim düşmanım değil! Benim düşmanım sizsiniz!” diyebildiği için
şampiyondur o. Nitekim bu resti neticesinde vatan haini ilan edilmiş, ünvanına ve
lisansına el konulmuş, hiçbir eyalette maça
çıkmasına müsaade edilmediği gibi, diğer
ülkelerde de müsabakalara katılamaması
için pasaportuna el konulmuştur. İnandığı bir hayatı yaşamak için bedel ödemeyi
göze aldığı için şampiyondur o. Dünyanın bir yarısında gecelerin, Muhammed
Ali’nin ringe çıkış saatine göre ayarlanması bu sebepledir. Rakibine attığı her
yumruğun yer küreyi sallaması, sporun
kaidelerden çok daha fazlası olması, bu sebeptendir. Irki ve dini aidiyetleri sebebiyle
sistemin görmediği ve duymadığı insanların sesi olduğu için şampiyon, herkesin
şampiyonu olduğu için efsanedir o.
Ünvanına el konulan ama şampiyonluğundan edilemeyen Muhammed Ali, üniversitelerde gençlerle buluşup, haklı davasına
ring dışında da devam etti. Hatta farklı
ülkelere davet edildi ve pek çok devlet
adamından daha görkemli karşılandı. Bilge Kral Aliya ile kucaklaşması, Erbakan ile
Ayasofya’da kitlelere hitap etmesi, belleğimizde asla silinmeyecek izler bıraktı.
Muhammed Ali bisikletini kaybettiği günden ölümüne kadar, kıyamda bir hayat yaşadı. Şahitlik ederiz. Müslümanlara meydan okumayı öğretti. Şahitlik ederiz. Klas
bir duruş ve onurlu bir mücadele bıraktı.
Şahitlik ederiz.
Yeni yolculuğun ve menzilin nur olsun
Şampiyon.
“Ben Amerika'yım! Tanımadığınız
yönüyüm onun. Alışın bana. Siyah,
öz güvenli, kendinden emin... Benim
adım bu, sizin değil. Benim dinim, sizin değil. Benim amaçlarım, sizin değil. Alışın bana!”
HAZİRAN2016
KATI
13
ŞAHİDİM; LEICESTER
CİTY ŞAMPİYON OLDU
Leicester
Gökmen Durmuş
[email protected]
25
HAZİRAN2016
KATI
14
Ekim 2015, Yakın zamana kadar Leicester’ın adını iki grup
iyi bilirdi Türkiye’de. İlki; Avrupa’da yaşamış, İngiltere’de bulunmuş belki orada eğitim görmüş varlıklı kesim. Bu
grup yalnızca Leicester’ı bilmekle kalmaz,
daha cazip yerler olan Londra’yı, Edinburgh’u ve Cardiff ’i de pekâlâ gezmiş görmüştür. İkinci kesimse; belki Türkiye’den hiç
ayrılmamış, günü kurtarma derdinde olan
iddia severlerdir. Bu gruptakiler Sunderland, Norwich ve Watford gibi nispeten az
bilinen başka şehirleri de bir gün kazanacakları umuduyla ezberden sayabilenlerdir.
Birincisi “Lestır” ikincisi “Leçıstır” der.
Lestır bir şehrin Leçıstır bir umudun adıdır.
yılmaz. Daha güçlü geleceğiz dercesine
kampanya başlatıyorlar. Parola verildi: “backingtheblues” Twitterda, vitrinlerde, pencerelerde, grafitilerde. Taraftarın ağzında
“arkandayız Leicester” sloganı dolaşmakta.
Şehrin bitmeyen desteğiyle daha bir moral
buluyor Leicester City. Şampiyonluk için
erken bir ihtimal var. O da Chelsea’nin
Tottenham’la berabere kalması. Nefesler
tutuldu, bitiş düdüğü beklenmekte. Skor:
1-1 Bir maç bitiyor, bir zafer başlıyor. Ve
nihayet asırlık büyü bozuluyor, Leicester
City şampiyon oluyor… Araba konvoyları,
kornalar, sevinç çığlıkları Leicester’ın altını
üstüne getiriyor. Mavi- Beyaz’a bürünen şehir, bir baştan bir başa coşuyor…
3 Mart, “King Power” stadyumu kent
merkezine yakın. Tezahüratlar her yerden
duyulur. Maçın coşkusu, gelen gol sesiyle artar. Tren istasyonu hafta başı evine
yüzü asık dönen karşı takım taraftarlıyla
dolmuş, şehirde futbol günden güne daha
çok konuşulur olmaya başlamıştır. Öyle
ki geçen yıl bulunan kayıp kral 3. Richard
bile gölgede kaldı. Leicester City’nin peş
peşe gelen galibiyetiyle acaba’lar arttı,
yoksa’lar kuvvetlendi, neden olmasınki’ler çoğaldı…
4 Mayıs, Ada gazeteleri bu mucizevi şampiyonluğa sayfalar ayırıyor. Taraftarların fotoğraflarıyla bezeniyor sayfalar. Şehrin dört
bir tarafından coşkulu haberler akıyor…
Şimdi parti zamanı! Dün gece “Leicester
City kazandı” başlığı altında beş buçuk milyon tweet paylaşıldı… İngiltere’de Twitter
trafiği yüzde 86 arttı. Granby caddesinde
dün yüzlerce taraftar toplandı. Takımlarının bir İtalyan restoranına gideceğini öğrenen taraftarlar, takımlarını görmek için akın
ediyor. Leicester City taraftarı Levi T. iddiadan 26.500 pound kazandı. Alacağı parayla
arabasının borcunu kapatıp Yunanistan’a
tatile gideceğini anlatıyor. İtalyan teknik
adam Ranieri: “Güzel bir iş becerdik. Çok
mutluyum. Eğer kariyerimin başında böyle
bir başarıya kavuşmuş olsam unuturdum,
fakat şimdi yaşlı bir adam olarak bunu kutlayabilirim” diye anlatıyor sevincini…
24 Nisan, Futbolcuların isimleri medyada
görünür olmaya başladı... Leicester City’nin
forvetlerinden Riyad Mahrez Profesyonel
Futbol Derneği’nin (PFA) her sene bir
oyuncuya verdiği en iyi erkek oyuncu ödülünü almaya hak kazandı. Mahrez, PFA’nin
bu prestijli ödülünü alan ilk Leicester City
oyuncusu oldu.
1 Mayıs, Şehir Mavi-Beyaza büründü; biletler çoktan tükendi; taraftarlar stadyumu
tıka basa doldurdu. Kent meydanı meraklı
kalabalıkla dolup taşıyor; bilet bulamayanlar barlara, kafelere akın ediyor. Zorlu bir
maç; Leicester, M. United’a karşı oynuyor.
Leicester kazanırsa şampiyonluğu garanti, ancak ilk dakikalarda golü yedi. Yüzler
düştü, fakat pes etmek yok. Top yuvarlak,
maç 90 dakika. Beraberlik yakalandı, ancak
kupayı kaldırmaya yetmedi…
2 Mayıs, Leicester City hiçbir şekilde
7 Mayıs, The Economist, bu haftaki sayısında Leicester’a dair dört haber yaptı. Leicester City’nin şampiyonluğuna 1’e 5000
koyan iddiacılar kazandı. Takımlarının efsanevi şampiyonluğuna yatıranlar on binlerce
poundun sahibi oldu. Kuponlarını erken
bozduranlar ise dizini dövüyor... Leicester
City’nin başarısı spor tarihinin en büyük
mazlum (underdog) hikâyelerinden biri
olarak hatırlanacak... Son 20 yıldır İngiltere
Premier Ligi Arap şeyhlerin ve Rus oligarkların satın aldığı parlak futbolcularla dolmuştu. Yerel futbolcular ve taraftarlar dışlandığını hissediyordu. Leicester City’nin
şampiyonluğu ile ülke 3 Mayıs’a yüzünde
tebessümle uyandı... Claudio Ranieri geçen yılın Temmuz’unda Leicester City’nin
başına geçmişti. 30 yıllık kariyerinde Chelsea’yi ikinci yapabilmekten başka kayda
değer bir başarısı bulunmuyordu. Leicester’ın şampiyonluğu ile kendisine Harvard
İşletme Okulu’nun kapıları da açılmış oldu.
Meslektaşı Sir Alex Ferguson –Manchester
United’in eski koçu– gibi o da Harvard’da
dersler verecek. Liderlik üzerine de bir kitap kaleme almalı.
13 Mayıs, Leicester, İngiltere’nin spor başkenti mi oluyor? Leicester City, Premier
Ligi kazandı, Leicesterlı Mark Selby ikinci
kez dünya bilardo şampiyonu oldu, Leicester Tigers, ragbi turnuvasını 12 sezondur ilk
dörtte tamamlıyor ve Leicester Riders yılın
basketbol şampiyonu. Leicester City’nin
forveti Jamie Vardy Premier Lig’de yılın
en iyi futbolcusu seçildi. Vardy, art arda 11
maçta ağları havalandırarak, sezon boyunca 24 gol atmış oldu. Şehrin dört bir tarafı
oyuncuların posterleri, takımın bayraklarıyla süslenmiş durumda. 16 Mayıs’taki büyük
kutlama hazırlıkları son hızla devam ediyor.
Jubilee meydanında toplanacak kalabalık,
saat kulesinin önünden Londra caddesine,
oradan Victoria parkına yürüyecek.
14 Mayıs, Leicester Üniversitesi kutlama
şerefine binaların isimlerini bir günlüğüne
değiştireceğini duyurdu. 16 Mayıs’ta kütüphane Gökhan İnler’e, spor salonu Danny
Drinkwater’a, rektörlük Wes Morgan’a,
sosyal bilimler binası da Jamie Vardy adına
dönecek.
16 Mayıs, Beklenen gün geldi. Siren sesleri yaklaşıyor. Sandalyemden kalkıyor, kitabıma ayracı bırakarak, Londra Caddesi’ne
doğru ilerliyorum. Ses gittikçe artıyor. İşte
oradalar. Mavi- Beyaz’a boyanmış dört zafer otobüsü ve üstünde tüm takım, halkı
selamlıyor. Biz de onlara el sallıyoruz. Hep
birlikte Victoria Parkı’na yöneliyoruz. BBC
spikeri canlı yayında şöyle geçiyor haberi:
Bir külkedisi masalı gerçek oldu... Ve nihayet kupa havada… Evet, şahidim buna;
Leicester City şampiyon oldu.
ÖYLESİNE BİR
MAÇ ANISI
Ufuk Özer
19
98 yılının baharıydı. Epeydir öyle olduğu gibi o sene de
kasabadaki vakti gelmiş olan
gençler, hafta sonu şehir merkezine doğru
dershane yollarına düştüler. Ben dershaneye gitmiyordum. Bir yıllık dershane ücreti bizim aile bütçemizin tamamına yakın
olduğundan sınavlara kendi başıma hazırlanıyordum. Aslında sadece hazırlanır gibi
yapıyordum. Zira o günlerde pek ders
çalışacak “mood”umda değildim. Çünkü
babam ciddi bir hastalıkla mücadele ediyor, hastanede yatıyordu. Sınavın yaklaştığı son ayda, hafta sonları şehre gidip hem
sınavlarda pek gözü olmayan bir arkadaşımın yerine deneme sınavlarına giriyor,
onu başarı listesine sokuyordum hem de
babamı hastanede ziyaret etme fırsatı buluyordum. Hastane çıkışında çoğunlukla
belki parasızlıktan belki de yapacak daha
iyi bir şey bulamamaktan şehrin stadına
yürürdüm. Orada, stadın arkasındaki toprak sahada oynanan amatör küme maçlarını izliyor, böylelikle hem vakit geçiriyor
hem de kasabaya biraz daha geç dönmek
için bahanem oluyordu.
Yine böyle bir günde stada geldiğimde
her zamankinden faklı bir kalabalık bulunduğunu gördüm. Her hafta toplasan
40-50 izleyicinin olduğu stadın çevresinde bu kez daha faklı bir kalabalık vardı.
Stadyumda bir maç oynanıyor, içeriden
sesler yükseliyor, birileri içeriye serbestçe
girip çıkıyordu. Bilet kontrolü olmadığını
görünce ben de içeriye girdim. Takımlar
hakkında da en ufak bir bilgim yoktu.
Tribünde yapılan tezahüratlardan hangi
takımların sahada olduğunu çıkarmaya
çalışıyordum. Benim bulunduğum tribünün takımı sarı-yeşil renkli formayla sahadaydı. Ben de ister istemez bir anda “sarılar”ı tutmaya başlamıştım. Bir yandan
sahadaki futbolu izlemeye çalışırken öbür
yandan tribündeki taraftar dayanışması
ve adanmışlığı ilgimi çekmeyi başarmıştı.
Her maçta olduğu gibi birilerini tezahürat
yapmaları için “ikna” etmeye çalışan pantolonu düşük göbeği açık abilerden orada
da yok değildi. Ama o bir avuç taraftar,
[email protected]
pek ikna olmaya gereksinim duyar gibi de
değildi. Neredeyse tüm maç boyunca onların taraftarlık hallerini izlediğimi, sahaya verdikleri tepkileri, kendi aralarındaki
diyalogları, içinde bulundukları neşe ve
coşkuyu hatırlıyorum. Sahadaki futbolla
ilgili detayların hiç birini hatırlamıyorum.
Hatta skoru bile. Galiba son dakika golü
galibiyeti getirmişti. Çok da önemli değildi. Nihayetinde maçı “biz” kazanmıştık.
Maçın bitiş düdüğüyle birlikte tribün kendinden geçmiş, takıma, oyunculara söylenebilecek en müteşekkir sözlerle tezahüratlar yapmışlardı.
O esnada rakip takım seyircileri tribünü
boşaltmış, bizim tribünün kapıları ise güvenlik nedeniyle kapatılmıştı. Ben kasabaya gideceğim otobüsü kaçırma telaşına
düşmüşken, birden bir şey oldu. Bulunduğumuz tribünün dışından bir kaya yağmuru başlamıştı ki sağanak gibi. Zaten
kapıları kapalı olan tribünde sıkışmışsınız
ve havadan taş yağmaya başlamış… Ne
yaparsınız? Hiç bir şey! Bizzat deneyimlediğim gibi ellerinizi başınızın üzerinde
birleştirip beklemekten başka bir şey yapamıyorsunuz. O gün o kocaman kayaların devasa yükseklikteki stadın duvarlarını
nasıl aştığına anlam verememiştim. Kapılar açılınca otobüse yetişmek için koşa
koşa ayrıldığımdan, sonrasında neler oldu
bilmiyorum.
Siz hiç taraftarı olmadığınız bir takımın
maçını izlediniz mi? Ben izledim. Tam
on sekiz yıl önce mayıs ayında izlediğim
o maç Ayazağaspor ile İzmit Büyükşehir
Belediyespor arasında oynanan 3. Lig terfi
maçıydı. İzlemek ne kelime, kellemi ortaya koydum desem yeri var. Maçı izlediğim
zaman farkında değildim ama o gün orada
tarihe şahitlik etmiştim. Bir mahalle takımı Ayazağaspor’un tarihinde aldığı en büyük zaferi izlemiştim. Yani izlediğim maç
herhangi bir maçtan fazlasıydı. Belki de
sahada ki futbolcular o gün kariyerlerinin
en iyi performansını ortaya koymuşlardı.
Kim bilir, arkasında ne fedakârlıklar barındıran bir sezonun kapanış seremonisi-
ne şahit olmuştum. Mahalleden toplanıp
gelmiş esnaflar, liseli gençler, belki de
hayatında başka maça gitmemiş abiler de
oradaydı. Milyon dolarlık transferleri yoktu ama onlar o gün bir muzaffer takımı
alkışlamanın gururuyla evlerine döndüler.
Evlerine döndüklerinde neler anlattılar
çok merak ederim. Mahallede neler konuşuldu? Bir ay, belki bir sene o maçın
detayları mı gündemi belirledi? Sahada
ter akıtan futbolcuların kariyeri nasıl bir
yol çizdi? Profesyonel lige çıkardıkları takımdan yeterince iyi olmadıkları için gön- HAZİRAN2016
derildiler mi? Artık profesyonel ligdeyiz
KATI
diyerek uzun saçlı, dövmeli bir gurbetçi
15
oyuncu transfer etmişler midir? Bilmiyorum.
Ayazağaspor birkaç yıl sonra profesyonel lige veda etmiş. Halen amatör liglerde
yarışmaya devam ediyor. Bir daha böyle
maçlar oynar mı kestirmek zor. Ama dünyanın her yerinde böyle maçlar oynanmaya devam ediyor. Adını bilmediğiniz
takımlar varoluş yokoluş maçlarına çıkıyorlar. Adını hiç duymadığınız sporcular
kendileri için büyük fedakârlıklar yaparak
torunlarına anlatacak anılar biriktiriyorlar.
Amatör kulüplerde işler milyon dolarlık
bütçeleri har vurup harman savuran yöneticilerle değil her zaman bireysel çabalarla yürür. Bugünlerde birileri malından
mülkünden harcayarak işler yürüsün, kulüp kapanmasın diye uğraşıyordur. Genç
takımlarda oyuncular “acaba bu sene başkan bize yeni krampon alır mı?” diye dedikoduya başlamışlardır. Galibiyet primi
olarak “bir bütün piliç” dağıtıldığı maçları
iple çekiyorlardır. Belki sizin semtinizde,
sizin mahalleniz de de çocuklar top oynuyorlardır. Altyapılar için yapılması gerekenleri sıralayan programlara inanmayın.
Türk futbolunun gelişmesi için tek yapmanız gereken sahanın kenarında oturup
çekirdek çitlemektir. Televizyonunuzun
karşısından kalkın ve sokağa çıkın. Denediğinizde emin olun pişman olmayacaksınız. Televizyonda yayınlanmayan maçlar
da güzeldir!
KÖREBE: FUTBOLUN
KARANLIK YÜZÜ
Elif Bolu Türker
[email protected]
Ç
HAZİRAN2016
KATI
16
ocukluğum benden altı yaş büyük
abimle geçti. Aramızdaki uyum
nedeniyle kız arkadaş edinmeye
ya da kız çocuklarının vazgeçilmezi evcilik oyunlarına merakım hiç olmadı. O ve
onun arkadaşlarıyla evimizin arka bahçesinde tek kale maç yapmak çok daha
zevkliydi. O zamanlar bizim için futbol,
iddianın, hırsın olmadığı birlikte güzel
vakit geçirebilmenin en önemli aracıydı. Futbolun bir sektör olduğunu, kendi
yaptığımız maçlarda isimlerini kullandığımız futbolcuların birer meta gibi alınıp
satıldığını, kulüplerin içinde artı değerin
işlediğini nereden bilecektik ki? Oysaki
“biz büyürken dünya kirleniyormuş…”
Meğer bizim çocukluk oyunumuzun
içinde ne oyunlar dönüyormuş.
Futbolun diğer spor dalları içerisinde
en çok ilgi gören, kendinden en çok
söz ettiren oyun olduğu doğrudur. Ancak bunun nedeni insanların sadece bu
spor dalından zevk alması değil, futbolun, işleyen sistemin sac ayaklarından biri
olduğundandır. Şöyle ki; sistem insanların psikolojisini, hayallerini, aile ekonomisini futbol müsabakalarının sonucuna
bağımlı kılar. Nasıl ki televizyon, insanın
sorgulama yetisine engelse, futbol da bu
yetinin en büyük düşmanıdır. Marx yaşadığı dönemde “din halkların afyonudur” demiştir. Günümüzde ise bu sözü
“futbol halkların afyonudur” olarak değiştirmemiz gayet yerinde bir tanımlama
olacaktır. Keza İspanya kralı Franco’ya
ülkesini nasıl yönettiğini sormuşlar; 3F
cevabını almışlar. Yani Fado (müzik),
Fiesta (eğlence) ve Futbol... Ayrıca Mussolini ve Hitler gibi diktatörler, ilk iş
olarak ülkelerinde dev stadyumlar inşa
etmişlerdir. Neden? Çünkü yönettikleri
insanların düzeni sorgulamaları engellenip, sıkı çalışma koşullarından arta kalan
zamanlarında enerjilerini dünyaca ünlü
takımların çekişmeli derbilerine kanalize
etmeleri sağlanmıştır. Ayrıca futbolun
ekonomik döngü içinde de önemli bir
yerinin olduğunu atlamamak gerekmektedir. Örneğin Asyalı futbolcuların Avrupa’nın önemli takımlarına transferlerinin,
uzak doğudaki ülkelere kulüp mallarının
satışını arttırmaya yönelik olduğu bilinen
bir durumdur. Konu ile ilgili en çarpıcı
örnek ise David Beckham fenomenidir.
Beckham, transfer olduğu gün yedi bin
forma satışına sebep olmuş bir futbol
yıldızı olmasının yanı sıra, gerek fiziki
özellikleri gerekse de yaşantısıyla pazarlanabilir bir nitelikte görülmüştür. Beckham’ın durumunu ilginç kılan her yıl
sekiz milyon dolar alacak olan bir yıldız
olmasından ziyade yarattığı ticari değer
olmuştur. Dünyaca ünlü kulüpler, ayrıca
bizim ülkemizde de büyük küçük birçok
futbol kulübü siyasetin, ekonomik ilişkilerin tam ortasındadır. Kulüp başkanlarının siyasi duruşları ve ekonomik güçleri,
takımların dolayısıyla o takımda oynayan
futbolcuların kaderini belirlemektedir.
Çünkü sporcuların iş güvenliği alanında
hukuksal birçok eksik bulunmakta olup,
gelecekle ilgili hiçbir garantileri bulunmamaktadır. Örneğin birçok sporcunun
primi, aldığı ücretlerinin çok altında hatta asgari ücretten yatırılmaktadır. Bu ve
benzeri nedenlerle 1980 yılından sonra
sporcu sendikasıyla ilgili ilk adım 2009
yılında Spor Emekçileri Sendikası’nın
(Spor-Sen) kurulmasıyla atılmıştır. Daha
sonra 2010 yılında Spor-Sen’in de kurucularından olan Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt’un kurucu başkanlığında
Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası kurulmuştur. Türkiye’de mevcut
bugünkü sendikal oluşumların henüz
dünyadaki örneklerindeki işlevleri yerine
getiremediği hatta bunun epeyce gerisinde olduğu söylenebilir. Sporda sendikalaşma konusunun önemi mevcut hükümetinde gündemindedir ki 08.10.2012
tarihinde (ancak 2009 ve 2010 yıllarında
kurulan sendikalar yok sayılarak) Hakİş’e bağlı Futbol Çalışanları Sendikası kurulmuştur. Görüldüğü gibi futbol
artık bir oyun olmaktan ziyade, tarihsel
süreç içinde bir mücadele alanı olmuş ve
sistemin çelişkilerinin en çok hissedildiği
büyük bir pazar haline gelmiştir.
Futbolu bu kadar ana gündem maddesi
yapan etkenlerden biri de hiç kuşkusuz
taraftar guruplarıdır. Taraftar grupları
Manchester United’ın futbolcusu Eric
Cantona’nın şu sözünü adeta kendilerine
ilke edinmişlerdir: “eşini, siyasi görüşünü veya dinini değiştirebilirsin. Eğer bir
futbol taraftarıysan, asla tutuğun takımı
değiştiremezsin!” Ekmek kavgasında diş
gösteremeyen birçok insan, tuttuğu takımın maçında aslan kesilir. Tribün dışında
ahlak, namus dersi veren insanlar, cinsiyetçi yaklaşımlarını adeta sahaya kusarlar.
Örneğin bu ay içinde Fenerbahçe taraftarlarının Galatasaray forması giydirilmiş
bir kadın maketini, kadını aşağılayan sözlerle yakması, futbolun oyun olmaktan
çıktığının, kapitalizmin yozlaşmış kültürünün bir parçası olduğunun yakın zamandaki en somut göstergelerinden biridir. Oysaki taraftar, takımı için bu kadar
küçülürken ve insanlıktan çıkarken, endüstriyelleşen futbol anlayışında taraftar
o takım için bir müşteri, kulüp başkanı
ve futbolcular için daha çok paradır. Manevi bağ değil maddi bağ var artık.
Ekonomik ilişkilerin çepeçevre hepimizi
kuşattığı, kişisel ilişkilerin dahi metalaştığı bir dönemde futbolun da bu durumdan nasibini almış olmasına şaşırmamak
lazım aslında. Çünkü bu doğal bir süreç,
insanların değer yargılarının kirlenmesinin ve insanlığın her şeye yabancılaşmasının sonucu bu. O yüzden yeni bir oyun
kurup mızıkçı bir kör ebe gibi görmek
istediğimizi görüp, görmek istemediğimizi görmeyelim ve böylece futbol da
çocukluğumuz gibi kalmış olsun.
DİSTOPYADAN
ÜTOPYAYA: FUTBOL
“Bu takım; hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar
onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar. Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha önemlidir”
Sokrates-1982 (Futbolcu olan)
F
utbol bir yaz meşgalesi midir?
Yoksa bir tevafuk mudur veya tesadüf müdür? Bilmiyorum. Tam
8 yıl önce Umran Dergisi’nin 167. sayısı
için “Futbolun Metafiziği” adında eleştirel bir yazı yazmıştım. Bu yazı, milletin
futbol sevgisine çomak sokar usulünde
ve üslubunda bir yazıydı. Dini terminolojinin futbol terminolojisinde fütursuzca kullanılmasını eleştiri konusu edinen
bu yazıda; son anda atılan gol sonucu
kazanılan maçın “mucize”, golcünün ise
“kurtarıcı/mesih” görülmesi yeriliyordu.
Spor yorumcusu Osman Tamburacı’nın
“Bu bir mucize: Kuran’ın yazılması gibi”
ifadelerini, Boca Juniors'un stadyumu La
Bombonera'nın giriş kapısında yazılan
“Boca es mi religion, Maradona es mi
dios, La Bombonera es mi iglesia/Dinim
Boca, Tanrım Maradona, Mabedim La
Bombonera” dengesizliklerini ya da bir
cami imamının Türkiye-Hırvatistan maşından sonra sela okuyarak "Hırvatistan
vefat etmiştir, Allah rahmet etsin" absürtlüklerini ele alan bir yazıydı.
Bazı dengesizlikleri dışarıda bırakırsak
futbol aslında iyi bir şey olabilir. Düşünce tarihinde –bildiğim kadarıyla- hem
pratik hem de teorik olarak futbolla ilgili
olan tek düşünür Albert Camus’tur. Oysa
filozof ve düşünürler futbolla ilgili olsalardı, futbol daha nitelikli olabilir ve fikri
bir boyut kazanabilirdi. Futbolun mevcut oyun tarzını değiştirmek gibi derdim
olmadığını da ilan edeyim. Ama mevcut
haliyle futbolun getirdikleri ve ürettiği kişiliklerden memnun olmadığımı da
söyleyeyim. Fakat futbolun mevcut halindeki sorunlar, güzelliklerinin veya kuvve
halinde olan anlamının bulunmadığını
göstermez.
Ben, futbol kadar başka diyalojik bir etkinliğin olduğunu düşünmüyorum. Sahada olanların ve saha dışında, yani stadyumda olanların bu kadar mündemiçlik
yaşadığı başka bir oyun ya da etkinlik yok
kanaatimce. Hem katılım hem de reaksi-
Ahmet Dağ
[email protected]
yoner yoğunluğun bu kadar yüksek olduğu futbolda, taraftar sahayı yönlendirdiği
gibi sahadakiler de taraftarı yönlendirebiliyor. Oysa bir söyleşi ya da konferansta
belirleyici olan dinleyici değil konuşmacıdır. Golün her an olma ihtimalinden
dolayı taraftarın dikkat sorunu yokken,
söyleşide ise dinleyicilerde dikkat sorunu vardır. Bir söyleşi ya da konferansın
dinleyici kitlesinin dini, siyasi, etnik ve
ideolojik kimliği homojen bir karaktere
sahipken, stadyumdaki taraftar ise dini,
siyasi, etnik ve ideolojik olarak birbirinden oldukça farklıdır. Birincisinde insanlık için ortak temayüller bulmak zor iken,
ikincisi olan futbol ise farklı toplulukların
fena olduğu bir alandır.
Günümüzde futbolda kullanılan kötü
sloganlar, fiili şiddet ve maç sonrasındaki suçlayıcı demeçler, futbolun mevcut olumsuz durumunu sürdüreceğini
göstermez. Futbolu yok etmeye yönelik
eleştirel hücumların fazla bir işe yaramadığı da aşikâr. Futbolun bir gerçeklik
olduğundan hareketle bize düşen; olumsuz süreci olumlu bir sürece dönüştürme
üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Futbolun farklı yapıda insanları bir arada
bulundurma yeteneği yalnızca stadyumlara değil stadyum dışına da taşınabilir. Mesela kulüpler yalnızca kendi taraftarlarına
ait değil rakip takımları da içine alan sosyal ve kültürel mekânlar –kütüphaneler,
gezi parkları, kültür merkezleri, kitap evleri vs.- inşa edebilirler. Yine hayat-futbol
bağlamında resim, slogan, makale ve deneme yarışmaları yapılabilir. Konferans,
sempozyum, panel ve kongre vs. düzenlenebilir. Çoğu çocuğun favori bir kitabı
ya da yazarı yokken, favori takımı ya da
futbolcusu vardır. Çocukların kitapla büyüdüğünden daha çok futbolla büyüdüğü
gerçeğinden hareketle, çocukların futbol
üzerinden kültürel bir düzeye çekilebileceği gibi futbol, çocuklar üzerinden masumane ve insani bir çizgiye çekilebilir.
Böylelikle çocuk, stadyumda nasıl sövüle-
ceğini öğrenmek yerine, futbol üzerinden
nasıl çocuk, yani insan olunur hakikatine
eriştirilebilir. Çocuk, futbol üzerinden
insanlaşırken futbol da çocuk üzerinden
masumlaşabilir ve insanileşebilişir. Geleceğin futbolcularının kültürel birikimlerini ve hayata dair algılarını hakiki ve sağlıklı bir düşünce zemini üzerine oturtarak
cümle kurmaktan bile yoksun, hayattan
yalnızca iyi bir otomobil ve güzel bir kadını anlayan futbolcu profilinin yürürlükHAZİRAN2016
ten kalkması sağlanabilir.
Yine her hareketi taraftar -hususiyetle
çocuklar- tarafından dikkatle izlenen futbolcu, toplumsal bir mesuliyet taşıdığı
bilinciyle sahadaki davranışlarına dikkat
etmelidir. Mevcut haliyle futbolcular;
azim ve mücadeleleriyle, futbola akli bakışlarıyla, gerek saha içinde gerekse saha
dışındaki davranışlarıyla, maç sonrası
demeçleriyle, yaptıkları secdeleriyle, dua
için arşa kaldırdıkları elleriyle ve dualı
dudaklarıyla takdiri ve tebriki hak ediyorlar. Saha içinde yapmış oldukları ter dökmek/mücadele etmek, pes etmemek/direnmek, maçtan önce dua etmek/Allah’ı
unutmamak gibi davranışlarını çeşitlendirebilirler.
Futbol; yalnızca sanayi endüstrisi değil
aynı zamanda müspet anlamda kültür,
sanat ve ahlak endüstrisi haline gelebilir.
Futbol; aydın, entelektüel ya da düşünürün mağlup edemeyeceği koca bir gerçekliktir. Yıllardan beri benim de içinde
bulunduğum yazı-çizi işleriyle uğraşan
adamlar, futbola sövgüde bulunmak yerine futbolun daha anlamlı hale gelmesini
sağlayıcı entelektüel katkıda bulunabilirlerdi. Oysa biz, anlamsız bir yabancılık ve
düşmanlık içinde bulunarak bir alamda
zihinsel tembelliği tercih ettik. Bu işin
başka çıkar yolu yok, düşünürler, tez elden futbolu keşfetmeliler…
KATI
17
YAŞASIN FUTBOLUN
GÜZELLİĞİ...
Kadir Metin Akbaş
[email protected]
u yazı, sadece benim şahsi öyküm
olarak okunmamalı. Bu yazının
konusu; bu ülkede çok sayıda evde
yaşandığına inandığım, benim kuşağımdan
çok sayıda kişinin başından geçmiş, futbola dair hikâyedir. Bu hikâye; ister mütedeyyin deyin, ister muhafazakâr, bu ülkede
hatırı sayılır çoğunluğu oluşturan ve bazı
konularda oldukça hassas davranabilen
ailelerin çocuklarının yaşadığı dilemmadır.
Bu yazı bir anlamda bu çocukların futbolu
sonradan sevmesinin hikâyesidir.
B
HAZİRAN2016
KATI
18
80 kuşağına mensup olarak ben, dönemdaşım her çocuk gibi top peşinde koşturmanın heyecanı ile büyüdüm. Araçların
tek tük geçtiği yeni asfaltlanmış sokaklarda
oynadığımız oyuna "futbol" demiyorduk,
onun adı maçtı. Futbol; büyük statlarda
oynanan ve binlerce insanın da ilgiyle, heyecanla ve coşkuyla izlediği müsabakalardı.
Bu kuşağın çocukları maçını oynar, futbolu seyrederdi. Oysa futbol ve futbola dair
ne varsa uzaktı bana. Türkiye koşullarında
fazlaca muhafazakâr bir ailede yetiştim.
Futbola, futbol müsabakasını seyretmeye,
futbola dair konuşmaya hoş bakılmayan
bir aileydi benimkisi. Lise yıllarına kadar
kelimenin tam anlamıyla futbolun uzağında bir hayatı yaşadım. Evimizde TV'de
futbola dair hiçbir şey seyredilmezdi. Maç
izlemek, buna vakit ayırmak boş işti. Milli
maçlar ise; namaz vakitlerini engellemiyorsa, daha önemli bir iş yoksa ve tabi ki
babamıza fazlasıyla dil döktükten sonra
izlenebiliyordu. O da her an televizyonun
kapatılma riski altında… Rahmetli annem
de -nereden duyduysa artık- topa ayak vurulmasının kaynağını Kerbela hadisesine
kadar götürür: “Şehit edilen Hz. Hüseyin’in başı ile oynamışlar, oradan çıkmış
bu oyun. Siz de o günaha ortak olmayın”
diye uyarırdı bizi.
Futbolla ilk temasım gerçek anlamda,
1998 Dünya Kupası’nda oldu. Liseyi yatılı
okuduğum için yurtta kalıyordum. 10 Haziran-12 Temmuz 1998 tarihleri arasında
Fransa'da düzenlenen turnuvanın birçok
maçını, yurdun kütüphane salonundaki
TV’den izledik. Eğer evde olsaydım, bundan mahrum kalacaktım. Turnuvada Türk
Milli Takımı yoktu ama Brezilya, Hollanda,
Almanya, Arjantin gibi futbol devleri vardı. En net hatırladığım ise aynı grupta yer
alan İran ile ABD arasındaki maçın heyecanıydı. Dünyanın kahir ekseriyeti gibi biz
de emperyalist ABD’ye karşı komşumuz
İran’ı tuttuk. Maç İran’ın 2-1 üstünlüğüyle
bitmişti. İlk kez o zaman anladım; futbol,
güzel bir oyundu. Öç alabiliyordun, ders
verebiliyordun, hakkından gelebiliyordun,
masada/ cephede yenemediğini sahada
yenebiliyordun. Bu turnuvanın sonrasında 98 Dünya Kupası’na dair aldığım almanak, okunmaktan eskimişti. Bıkmadan
usanmadan okuyordum; grupları, maçları,
atılan golleri, oyuncuları, maçların hikâyelerini… Adeta futbola doyuyordum.
Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kazandığı
yıl ise futbolun anlamını daha bir kavradım. Daha bir ısındım, sevdim, gönül verdim bu oyuna. Sarı Kırmızılı ekip Avrupa
Kupası’nda yoluna doludizgin giderken,
ülke olarak futbolun büyüsüne çoktan kapılmıştık bile. Fatih’in aslanları her maç
kazandığında, coşku baştanbaşa yayılıyor,
sınırları aşıyor, Afrika’dan Balkanlar’a her
yeri kaplıyor, herkesi yüreğinden kavrıyordu. Galatasaraylı futbolcular UEFA
Kupası’nı kaldırdığında, sadece bir Türk
takımı değil, mazlum halklar adına futbol oynayan ay yıldızlı bir takım kazanmış
oluyordu kupayı. Bu başarı, bir anlamda
muhafazakârların da futbolla daha yakından ilgilenmesine kapı aralamış oldu.
Daha önceleri malayani bir uğraş ve boş
iş olarak değerlendirilen futbol, Avrupa
takımlarının dize getirilmesi ile yüzyıllık
bir “rövanş” için biçilmiş kaftan olarak
değerlendirilmeye başlandı. Hakan Albayrak’ın 1989’da Çete dergisinde kaleme aldığı şu satırlar, aslında 2000’lerde zirveye
çıkan inancın ilk basamaklarından birini
oluşturuyordu: “Ekranların başına “mal
bizimdir, götüreceğiz!” diyerek oturmalı,
heyecanımızı başından sonuna kadar diri
tutmalı, dört sıfır yenik vaziyette olsak
bile ısrarla “kazanacağız” demeliyiz. Allah
eğer isterse, dört sıfır yenik vaziyette olan
takımımıza maçın son üç dakikasında beş
gol attırabilir. Okkalı bir düş bize beş gol
getirir ve okkalı bir düş bizi Viyana kapı-
larına kadar götürür. Yenilenler değil ama
yenilgiyi hazmedenler kahrolsun! Düşleri
Edirne’de başlayıp Kars’ta bitenler kahrolsun! Umutsuz Vakalar kahrolsun!”
Galatasaray’ın peş peşe gelen başarıları ile
benim kişisel hayatımda futbola dair yepyeni bir sayfa açılmış oldu. Her ne kadar
oynamayı beceremesem de, izlemeyi, hatta
futbolun kendisinden ziyada futbola dair
hikâyelere odaklanmayı daha çok önemsemeye başladım. NTV’de hafta sonları
yayınlanan “Futbol Mundial” programı,
benim gibi futbolla sonradan tanışmış futbola aç birisine adeta ilaç gibi geldi. Futbolun skor muhabbetinden, holigan rezaletinden, iddia saçmalığından daha fazlası
olduğuna dair, insana dokunan bir programdı Futbol Mundial. Seyrettikçe futbolu
daha bir sevdim. Tam da bu sıralarda Radikal gazetesinin Salı günleri ek olarak verdiği “Radikal Futbol”u keşfettim. Futbola
dair Televole bakış açısı dışında bambaşka
bir hikâye anlatıyordu bu ek. Tanıl Bora,
Mehmet Demirkol, Yiğiter Uluğ gibi isimlerin gayretlerini gördükçe, futbola dair
muhabbetimde yeni bir sayfa açılıyordu.
Askerlik dönüşü bir dostumun hediye ettiği Galatasaray’ın 100. Yıl forması ile de ilk
formama da kavuşmuş oldum.
Ve harika kitaplar… Futbola dair yazılmış,
muhteşem kitaplar geldi peşi sıra… Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabı ile Hollandalı gazeteci Simon Kuper’in “Futbol
Asla Sadece Futbol Değildir” kitabını alıp
su gibi içtim. Edebiyatla futbolu meczeden bu iki kült kitap sayesinde futbolun,
ekranda gösterilen, gazete sayfalarında yazılan, kahvehane köşelerinde konuşulanlardan daha başka bir derinlikte olduğunu
görmüş oldum. Futbolun insan hikâyelerinden oluştuğunu gördüm. Futbolu güzelleştiren bu hikayelerdi işte.
Futbolu çok sonraları tanıdım ve sevdim
ama şimdilerde oğlumla birlikte Kırklarelispor’un maçlarına gidiyor, şifresiz verilen
güzel maçları kaçırmıyor, iyi oynayamasam
da halı sahada top peşinde koşturuyorum.
Yaşasın futbolun güzelliği...
NEDEN FUTBOL
TARAFTARI
OLMADIM?
Halil Kökcü
N
asrettin Hoca’ya cami çıkışı
sormuşlar: “Hocam neden cemaatin hepsi farklı yöne dağılıyor?” Hoca’nın cevabı: “Herkes aynı
yöne giderse dünyanın dengesi bozulur”
olmuş.
Futbola her Türk vatandaşı ne kadar
maruz kaldıysa ben de o kadar maruz
kaldım. Çocukluğumda sokak aralarında
boş arsalarda (artık nerdeyse hiçbiri yok)
top oynadım. Herkes kadar sporcu kartlarım vardı. Herkesle beraber oynadım,
üttüm ütüldüm. O dönemde yaygın olan
ataride televizyon ekranında futbol maçı
yaptım. Ortaokul lise yıllarında boşlukları dolduran, defansta duran, gelen topu
ileri vuran oyuncu olarak futbolla ilişkimi sürdürdüm. Sonrasında yaygınlaşan
oyun konsollarında da epeyce mesai
harcadım. Üniversite ve sonrası yıllarımda da, halı sahalarda adam eksiğini
tamamlama görevini eksiksiz ifa etmeyi
sürdürdüm.
Futbolla aslında seviyeli ve vasat bir ilişkim olmasına rağmen hiçbir zaman bir
futbol taraftarı olamadım. İlkokul yıllarımda, Galatasaray’ın başarılı olduğu
dönemlerde gönlümün Galatasaray’a
kaydığı olmuştu. Günlük sohbetlerden
duyduklarım kadar takımı tanıyordum.
Ne sabahları servis beklerken göz attığım gazetelerin spor sayfaları ne de
televizyondaki spor programları, maç
özetleri ilgimi çekiyordu. Sohbetlerden
öğrendiğim kulaktan dolma bilgilerle
taraftar olma çabamı sürdürüyordum.
Şu an geriye dönüp baktığımda, ailemde hemen hemen hiç kimsenin “sıkı”
bir takım taraftarı olmamasının bunda
etkisi olabileceğini düşünüyorum. Mesela babam kendimi bildim bileli Göztepe
sporludur. Hiçbir akşam maç özetlerini
ya da maç sonrası yorumları izlediğini
hatırlamıyorum, dolayısıyla bu konularda konuştuğunu da. Benzer şekilde geniş
katılımlı aile sohbetlerinde de futbola
dair bir şeyler konuştuğunu hatırlamam.
Hani vardır ya, rakip takımı tutan akrabaların birbiriyle çekişmeleri; yeni doğan
[email protected]
bebeğe, bu akrabaların kendi takımlarının zıbınlarını, giysilerini alıp masum
yavrucağı “o” takımlı yapma çabaları.
İşte buna da hiç şahit olmadım ailemde.
Galatasaray’a gönül bağımın olduğunu söylemiştim, ama herhalde ortaokul
yıllarında, memleketin futbol takımının
desteklenmesi gerektiğini, o dönem Denizlispor’un Avrupa’da başarılı olmasının da etkisiyle düşünmeye başladım.
Aileme Denizlispor forması aldırarak
Denizlisporlu oldum. Başarılı olduğu
dönemlerde arkadaş sohbetlerinde duyduğum isimler dışında teknik direktörü
kimdir, oyuncuları kimlerdir, durumu
nasıl gidiyor, hiç takip etmedim. Herhalde bu takip etmemem vefasızlık olarak
vicdanıma dokunmuş olacak ki, artık
hangi takımı tutuyorsun diyenlere “takım tutmuyorum” cevabını veriyorum.
Zira çevremde gördüğüm takım taraftarı arkadaşlardan çıkardığım sonuca
göre takım tutmanın belli bir maliyeti
var. Ben o maliyete hiç katılmamışım.
Bu maliyetin parayla ölçülebilir kısmı elbette var ama benim daha çok dikkatimi
çeken kısmı, zaman ayırmak ve takıma
duygusal olarak da eşlik etmek, hayatının
bir kısmına onu yerleştirmek.
Trabzon’da çalışmaya başladığımdan beri
gördüğüm; takım tutmanın çok ciddi bir
maliyeti olduğuydu. Evet, Trabzon’dan
önce de fanatik arkadaşlarım vardı, takımlarının geçmiş maçlarını (artan spor
kanallarının desteği ile) izliyorlar, maç
sonrası 3-4 farklı programı takip ediyor,
takımları için neyin iyi neyin kötü olduğunu, nasıl daha iyi olabileceğini kendi
takımından arkadaşları ile tartışıyorlar,
rakip takım taraftarlarına karşı takımlarını çoğu zaman cansiperane savunuyorlardı. Yeni sezon başlarken takımlarının
yeni formalarını satın alıyorlar, maçlar
için biletlere, pasolige, maçları izlemek
için yayıncılara para ödüyorlar. Maddi
bir külfete de katlanıyorlar. Şimdi bu kadar zaman ve para harcayan insanlar ile
benim taraftarlığımın eş değer olamayacağını düşündüğüm için hiçbir takımla
taraftarlık bağı kurmadım. Bu bahsettiğim hususların hepsi Trabzonspor taraftarları için de geçerli. Farklı olan şey,
ayağınızı Trabzon toprağına bastığınız
andan itibaren Bordo-Mavi’yi her yerde
görmeniz, pek çok muhabbette konunun Trabzonspor’a gelmesi. Tanıdığım
pek çok Trabzonsporlu, maç yayınları
için ilgili platformlara üye. En önemli
fark, şehrin pek çoğu için Trabzonspor
kendilerinden bir parça. Hukuk Felsefesi
dersinde adalete ve adaletsizliğe örnek
verin dediğimde, cevap için ayağa kalkan
ilk öğrenci Trabzonspor’un verilmeyen
kupasını, adaletsizlik örneği olarak verdi. O gün çok şaşırmıştım. Zira bu kadar
farklı tarzlarda adaletsizliklerle dolu bir
dünyada yaşıyorken, benim gibi biri için
bu örnek aklımın ucundan dahi geçmezdi. Benzer cevabı iki sene sonra tekrar
duydum. Haberlerde pek çok kimsenin
gördüğü gibi takımına kızıp televizyonunu atan, haksızlıklara gelemediği için
maç oynanırken sahaya girip hakeme
tekme sallayan taraftarları var bu takımın. Belki de bu aşırı örneklerde olduğu
kadar olmasa bile, futbolu hayatımın bir
parçası olarak görmemem beni bir takımın taraftarı yapmadı.
Son olarak, bu ülkede futbola harcanan
zamanın, emeğin ve sevginin hiçbir şekilde karşılığının alınmadığını düşünüyorum. Kurumsal bir başarı tablomuz
yok. Mevcut futbola dair temiz duygular
beslememek için gerekli pek çok şaibe
var. Bu bakımdan ülkenin kaderini futbola benzetiyorum. O’nun da seveni
çok, kurtulması için kafa yoranı çok, her
akşam TV’lerde hakkında konuşuluyor
ama o da bir türlü sorunlardan kurtulamıyor.
Bütün bunlar bir yana, belki de sadece,
bazı insanlar farklı tarafa giderek dengeyi koruması gerektiği için ben futbol
taraftarı olamadım.
HAZİRAN2016
KATI
19
SAHALARDAN SATIRLARA
FUTBOL KITAPLIĞI
İskender Gümüş
[email protected]
B
HAZİRAN2016
KATI
20
undan yaklaşık 7-8 yıl önce demir işçilerinin takımı olan Adana
Demirspor ile endüstriyel futbola
muhalif duruşuyla hemen hemen dünyanın her yerinde taraftarı olan İtalyan
liman ve tersane işçilerinin takımı Livorno arasında bir dostluk maçı oynanmıştı.
Politik yelpazenin solunda yer alan bu
iki kulübün taraftar gruplarının birlikte organizasyonunda Adana Demirspor
taraftarlarının “biz halkın takımıyız”
tezahüratı hala kulaklarımda çınlar. Sermayenin tahakkümü gerçekten de futbol
kulüplerini halka bırakıyor mu, bu çokça tartışmalı bugünlerde. Diğer taraftan
amatör futbol kulüplerinin taraftar sayısı
ve Anadolu şehirlerinin İstanbul takımı
fetişizmine bakılırsa, durumun hiç de iç
açıcı olmadığını söyleyebilirim. Sermaye
eleştirisi ya da emek güzellemesi yapmak,
bu kronik hastalığa deva sağlar mı bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki bu da
futbol üzerine sosyolojik bir bakış açısıyla
yazılan zengin sayılabilecek bir futbol kitaplığımızın olduğu.
Futbol Asla Sadece Futbol Değildir
Futbolu, siyaset-para üzerinden değerlendirerek fitili ateşleyen ilk kitabı belirtmeden geçmek olmaz. Futboldan, sermayeden, emekten, güce tapınmaktan, yüksek
bonservis ücretlerinden, şaşalı futbolcu
hayatlarından, tele vole kültüründen
bahsedilecek olduğunda mutlaka herkes
bu kitabı okumamış olsa da “futbol asla
sadece futbol değildir” diyerek cümleye
başlar. Four Four Two dergisinin futbol
üzerine yazılmış en iyi kitap dediği Simon
Kuper’in “Football Against the Enemy”
başlığıyla yayımlanan ve Türkçe’ye “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” şeklinde tercüme edilen ve Sabah kitaptan
çıkan bu eser (sonraki yıllarda İthaki
Yayınları da bastı), bir spor müsabakası ve oyun olarak sunulan futbolun arka
planında dönen dolapların veya entrikaların neler olduğunu ve futbolun bugün
endüstri ile nasıl iç içe geçtiğini gösteren
en iyi kitap olarak biliniyor. Kuper, 9 ay
içerisinde 22 ülke gezerek yazdığı kitapta,
“Bir oyun milyarlarca insan için önemli
olduğu takdirde sadece bir oyun olmak-
tan çıkar”, diyerek futbolla ilgili şu hükme varıyor: “Futbol asla sadece futbol
değildir. Savaşlar çıkmasına ve devrimler
yapılmasına neden olur, mafyayı ve diktatörleri adeta büyüler.”
Futbol ve Kültürü
Tanıl Bora, Wolgang Reiter ve Roman
Horak’ın derlediği İletişim Yayınları’ndan
çıkan “Futbol ve Kültürü” başlıklı kitap
“Takımlar, Taraftarlar, Endüstri, Efsaneler” alt başlığını taşıyor. 18 Avrupalı ve
11 Türkiyeli yazar, sosyolog ve gazetecinin kaleme aldığı yazılardan oluşan bu
kitap, futbolun milliyetçilikle, yerelliklerle
ve politikayla ilişkisini, taraftar âlemini ve
holiganizmi; kapitalistleşme/sanayileşme
ve medya egemenliğinin futbola yaptıklarını; futbol mitolojisini ve sahada durduğu gibi durmayan “büyük oyun”un daha
nice yüzünü, çeşitli ülkelerden özgül örneklerle inceliyor. Napoli, Maradona, İşçi
futbolu, Adana Demirspor, İzmir’de futbol ve daha nice konu kitapta ele alınıyor.
Üç Ciltlik Harika Bir Arşiv: Türkiye
Futbol Tarihi
Mehmet Yüce’nin Türkiye’de futbolun
tarihini anlattığı ve İletişim Yayınları’ndan çıkan üç ciltlik harika bir kitabı var.
İlk cildi Osmanlı Melekleri başlığını taşıyor. Dönemin Osmanlı ve Avrupa basını taranarak, 1875’teki başlangıcından
1923’e kadar, Türkiye’de futbolun kadim
zamanları bu ciltte ele alınıyor. İkinci cilt
ise 1923-1952 dönemlerini kapsayan İdmancı Ruhlar başlığını taşıyor. Cumhuriyetin ilanından, profesyonelliğin resmen
başlayışına kadar futbolun tarihini ele aldığı bu kitapta, sadece İstanbul’un büyük
üçlüsüne ve İstanbul turnuvalarına bakmıyor. Ankara ve İzmir başta olmak üzere Anadolu’daki futbolu ayrıntılarına kadar inceliyor. Kitabın üçüncü cildi ise bir
yakın tarih çalışması niteliğinde. 1952’den
1992’ye kadar futbol tarihimizin 40 yılı
mercek altına alınıyor Romantik Yürekler
başlığını taşıyan bu ciltte. Velhasıl Mehmet Yüce’nin bu üç ciltlik eseri memleket
futbol tarihinin bütün safhalarını ayrıntılarıyla anlatıyor.
Tribün Cemaatinin Öfkesi
Türkiye’de futbol denildiğinde şiddet
olayları ilk akla gelenlerden. Sahada oynanan futboldan çok, saha dışı olaylar,
kavgalar, kirli ilişkilere dayalı uzlaşmalar
gündemimizi meşgul ediyor. Artun Ünsal
da futbolda yaşanan şiddeti, çok geniş bir
bakış açısıyla İletişim Yayınları’ndan çıkan
Tribün Cemaatinin Öfkesi’nde ele alıyor.
Futbol dünyasındaki şiddet sorununu da
dünyada izlediği seyre ve Türkiye’deki
tarihsel gelişmesine bakarak ticarileşme
süreciyle ilişkilendiriyor ve şiddeti tetiklediği düşünülen bütün etmenleri uzun
uzadıya sorguluyor. Güvenlik önlemlerinden, fanatik taraftar gruplarına, siyasal
etkilerden hakemlere, başkanlardan medyaya geniş bir yelpazede futbol dünyamıza ayna tutuyor.
Bizim İçin Oyna
Spor-siyaset ilişkisi her zaman sorgulanan konuların başında geliyor. Mehmet
Ali Gökaçtı’nın İletişim Yayınları’ndan
çıkan “Bizim İçin Oyna” kitabı Türkiye’de futbol tarihinin siyasetle ilişkisini
gözler önüne seriyor. Ulus-devlet ve millet inşası sürecindeki tek parti döneminden Demokrat Parti dönemine, darbe
dönemlerinden neoliberal döneme kadar
futbol siyaset ilişkisi masaya yatırılıyor
bu kitapta. Zira hep siyasi gelişmelerle
iç içe biçimlenen Türk futbolunda kitlelerin sempatisini kazanmanın, onlara
mesaj vermenin en popüler mecrası sahalar oldu. Kısa kısa bahsetmeye çalıştığım kitapların dışında, İslam Çupi’nin,
Halit Kıvanç’ın, Fatih Uraz’ın, Sevecen
Tunç’un, Hakan Kulaçoğlu’nun, Necdet
Özkazancı’nın, Özgür Topyıldız’ın, Cem
Zamur’un, Memet Zencirkıran’ın ve Can
Kozanoğlu’nun hem editörlüğünü yaptığı
hem de yazarı olduğu İletişim Yayınları’ndan çıkan pek çok futbol üzerine yazılmış
kitap bulunuyor. Burada bir parantez de
Tanıl Bora’ya açmalı. Eğer gelecekte bir
gün futbolun tarihi yazılacaksa sahada
emeğini ortaya koyarak mücadele eden
futbolcular kadar Türkiye’de futbol kültürüne ve tarihine kalemiyle yaptığı katkılardan dolayı Tanıl Bora’dan da söz etmek gerekiyor.
AŞK EMEK,
AİLE SORUMLULUK
İSTER
"Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin
için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı.
Onlar halâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?"
(Nahl Suresi, 72)
Cihad Meriç
A
hi, Aile, Külliye, Mahalle ve Şehir, toplumu imar eden temel
yapı taşlarıdır. Mesleği olan, sorumluluk sahibi iyi adamı ifade eden ahi,
ailenin direğidir. O iyi yetişirse aile kurumu ihya olur. Yiğitlikte cins ayrımı yoktur, örneğimiz Bacıyan-ı Rum teşkilatıdır.
Biz adam derken de ahi derken de cinsiyet ayrımı gözetmeden Salih ve Salihaları
birlikte zikretmiş oluyoruz. Aile, erkek ve
kadının el ele vererek inşa ettikleri güzide bir çatıdır. Eşler birbirlerinin örtüsü
ve toplumun sırrıdır. Baba istediği kadar
âlim olsun çocuğun ufkunu anne tasarlar.
Anne sadece nesli değil aileyi ve toplumu
da doğurur.
Aile kurumu sağlıklı olursa mahalle ve şehir huzur bulur. Bu anlamda aile kurumunu korumak, uzaya uydu göndermek kadar hatta daha da önemlidir. Gelecek aile
ve onun yetiştirdiği ahiler ile var olacaktır. Bu kâğıt üzerindeki karşılıksız büyümüş düzenin havası söndüğünde, Dünya
mirası iyi ailelerde yetişmiş iyi adamlara
kalacaktır. Tüccar, evladı yoksa yaşarken
iflas etmiştir. Evladı var; fakat hayırsız ise
iki kere iflas etmiştir. Aileyi bilerek veya
bilmeyerek içten içe çürütenler kendi elleriyle toplumların ve dünyanın iflasını
hazırlıyorlar.
Takva kelimesi farklı şekillerde yorumlanıyor. Ben “sorumluluk bilinci” tabirini seviyorum. Sorumluluk sahibi olmak
hayatı kuşanmaktır. İyi adam meslekli,
sorumluluk sahibi, eksikliğinin farkında
olan insandır. Bugün aile, sorumluluk
almaktan korkan bireyler tarafından taşınması zor, korkulacak ağır bir yüktür.
Adam olmak sorumluluk almayı gerektirir, bu nedenle ailenin merkezinde iyi
adam/ahi vardır. Sorumluluk sahibi Salih
adam yetiştiremiyorsak, aile kurumunun
yaşamasını da bekleyemeyiz. Aile yoksa
huzur toplumu da olmaz. Ahi, Aile, Külliye, Mahalle ve Şehir zinciri kopar, nizamı âlem alt üst olur.
Günümüzde Aileye karşı büyük taarruzlar var. Bunlardan biri nefsin şehvetin
ön planda tutulmasıdır. Aile birileri tarafından sahte özgürlüklerin sınırlayıcısı
[email protected]
olarak gösterilmektedir. Aile başkalarına
zarar verecek özgürlüklerin ve nefsin sınırlayıcısıdır, neslin muhafazasıdır, toplumun huzurudur. Aile eşler ve toplum için
huzur örtüsüdür. Bu sırlı örtüyü yırtmak
bugünü ve geleceği tarumar eder. Hayatı
maddeden, kazanmaktan, çıkardan ibaret
görenler, görüşlerini genel kitlenin görüşü haline getirmek için uzun zamandır
var güçleriyle çalışıyorlar. Ev halkı tek tek
reklam firmaları tarafından hedef alınarak ihtiyaç fazlası tüketime özendirilmekte ve böylece bitmeyen ihtiyaçlar altında
ezilerek huzuru bozulmaktadır. Sınırsız
ihtiyaç gösterip, bağımlı ve dar imkânlı
kitleler oluşturduğunda: sofrası, eli, gönlü açık olması gereken muhabbet toplumu; bereket toplumu olmaktan çıkarak
hesap toplumu olmaya başlar. Ahinin
bağlı olması gereken şeylerin çözülmesi, açık olan şeylerin bağlanması ile aile
ve toplum en büyük darbeyi almış oldu.
“Ahilikte açık ve bağlı olması gerekenler:
elini, kapını, sofranı açık tut; dilini, gözünü, belini bağlı tut…”
Gurbette yaşamış biri olarak, büyük aile
imtihanını geçemediğimi düşünüyorum.
Yeni nesil eskiden büyük ailede ve hayatın içinde aile eğitimini alırmış, günümüzde aile eğitimini verecek ortam yeterli gözükmemektedir. Aile içi ve dışı ilişkiden
başlayarak çocuk yetiştirmeye kadar her
şey el yordamıyla yapılıyor. Doğal olarak
trafikte ehliyetsiz adam çok olunca kazalar da artıyor. Aile, zaman kullanımı, ekonomi planlaması gibi konularda ifrat ve
tefritler arasında orta yolu bulmaya çalışıyor. Toplum ve aile için orta yol, orta hal
kurtuluş vesilesidir. Zaman ve ekonomi
kullanımında bazı bireyler tamamen kendi ailesinin içine gömülüp kendini tüketirken, kimi bireyler de kendi öz ailesinin
parçası olmakta zorlanıyor. Aile fertleri
kendilerine, diğer aile üyelerine ve dostlarına zamanı ve ekonomiyi adil şekilde
bölüştürmelidir. Aksi halde arzu edilen
huzurlu aile ortamı sağlanamaz.
Aile okuldur. Gelecek neslin mayası orada tutar, ilk harç, temel eğitim aile içindedir. Çocukların iyi bir eğitim alması
için yüksek rakamları gözden çıkaranlar,
bu işin ne kadar farkındadır. Hem kendi
babamızı ve annemizi hem de geleceğin
aile üyelerini yetiştiriyoruz. Bizi yaşlandığımızda çok parayla lüks bir huzur evine
yerleştirebilirler mesela. Hani 1+1 veya
2+1 küçük hayatımız olsun kimse bulaşmasın demiştik. Çocuğum iyi okullarda
okusun diye şehre gidenler, çocuklarını
şehrin beton mezarlığı kibrit kutusu dört
duvarlarına gömmekten başka ne yapıyor. Eğitimin birinci şartı dört duvar, kalem, defter, kitap bunların dışında eğitim HAZİRAN2016
ortamı tasavvuru yok. Oysa hayat en güKATI
zel öğretmendi. Mahalle, Cami, Külliye,
21
Zaviye, Tekke, Ribat, Kervansaray, Hankah, Kıraathane... Gibi tabelasız eğitim
kurumlarımız vardı. Çocukları yetiştirecek ve onların huzurlu aileler kurmasını
sağlayacak iyi çevredir.
İyilik mayası çevre oluşmadıkça fanusta
ateşi kaç gün tutabiliriz. Bu ateş hareketlidir, içinde deli bir kan her geçen gün
hızlanmaktadır ve birileri bu kanı daha da
körüklüyor. Durulduğunda zaten iş işten
geçmiş olacaktır. Şehir, mahalle, külliye
aileye ve onun biricik değerli üyelerinin
iyiliğine göre tasarlanmıyorsa oradan bir
gelecek beklemek mümkün değildir. Yani
biz her ne yapıyorsak çıkacak ürünü düşünmeliyiz. Birey bu ortamda bulunursa
ne öğrenir, bu eğitimle hangi davranışları
geliştirir. Bu işler karambole, el yordamıyla olacak işler değildir. Kadim şehirlerimiz iyilik üzere tasarlanmış ve medeniyet üretmiştir.
Aile üzerine tefekkür ettikçe işin önemini
daha iyi anlıyorum. Fakat abartıya gerek
yok. İslam hiçbir şeyi tabu ve takıntı haline getirmez. Doğallığı ve fıtratı önemser. Abartmadan bu işlere gereken önemi
vererek muhabbet yolunda yürüyebiliriz.
Eksiği fazlasıyla 15-30 yaş arası nesli muhafaza eden tüm gönüllü teşekküllerden
Allah razı olsun. Hem muhafaza eden,
yükselten, meslek kazandıran, hayata
hazırlayan, aile kurmaya vesile olan kurumlardan ise Rabbim iki kere razı olsun.
Amin…
YENİ NESİL
TEKNOLOJİLER ve
BULANIK MANTIK
Serhat Dalgalıdere
[email protected]
H
HAZİRAN2016
KATI
22
ayatımızın her noktasına yerleşen
yeni nesil teknolojilerin bulanık
mantık ilişkilerini size anlatmaya
çalışacağım. Bu konu sizi ne kadar ilgilendiriyor. Buna, yazının tamamını okuduktan sonra karar vermenizi istiyorum. Bir
fikriniz var. Bu fikir giyilebilir bir teknoloji
olabilir. İnsanların acılarını dindirecek bir
medikal icat olabilir. Yahut insanları daha
da tembelleştirecek bir icat olabilir.
Yeni nesil teknolojiler günümüzde hızlıca
artarak ilerliyor. Peki, bu teknolojilerin temelinde ne yatıyor? Belki de onu üreten
birçok markanın ve mühendisin atladığı
bir mantık var. Bu mantık beyinden somut
bir kavrama dönüşüyor. Bulanık mantıktan bahsediyorum. Yaptığım araştırmalar
bana gösterdi ki birçok akıllı çip kullanan
mühendisler ve markalar. Bu çiplerin nasıl
çalıştığını ve ne tür bir mantık yolu izlediğini bilmiyor. Yurtdışından ithal ettikleri
bu çipler ile fikirlerini oluşturdukları makinaları birleştiriyorlar. Akıllı televizyonlar,
akıllı cep telefonları, akıllı süpürgelere varıncaya kadar, başında “akıllı” geçen makinaların en akıllıları bulanık mantık sistemi
içeren bir yazılım veyahut çiple çalışıyor.
Bunun üzerine yaptığım mülakatlarda mühendis arkadaşlardan hep şu sözleri duydum; “Bulanık mantık konusunda çok bir
şey duymadım. Biz genelde çipleri veya yazılımları ithal ediyoruz. Oluşturduğumuz
makine iskeletlerine entegre ediyoruz!”
Sizlere işte bu ithal ettikleri yazılımların ve
çiplerin içerisinde bulunan bulanık mantık sistemlerini anlatmak istiyorum. Eğer
bir icadınız varsa bunu bulanık mantık
kullanmadan yapmanız, yaptığınız icadın
geri kalmış bir teknoloji olmasına neden
olacaktır. Nedir bu bulanık mantık? Size
en basit yollar ile anlatmaya çalışacağım.
Fakat bulanık mantığı anlatmadan önce
bir kavramdan söz etmek istiyorum; Sibernetik… Öncelikle kısaca sibernetikten
bahsetmek istiyorum. Sibernetik; canlı ve
cansız varlıkların en mükemmel şekilde
organize edilmesi anlamına geliyor. Sizlere
bu konuda dünyamızda var olan en mükemmel varlıktan bahsetmek istiyorum.
Bizimle beraber dolaşan ve olmazsa olmazımız beyin sibernetiği. Beyin sibernetiği
kavramı ilk olarak Alexander Friedrich
Marfeld tarafından, “Beynin Sibernetiği”
adlı kitapta kullanılmıştır. İnsan, kendini tanıyabildiği ölçüde daha mükemmele
yakın makineler üretebilir. Sibernetik için
de en önemli organ beyindir. Beyin tanınabildiği ölçüde sibernetik bilimi ilerleyebilir. Bu nedenle sibernetikle uğraşan
bilim adamlarının öncelikle beyni ve işleyişleriyle ilgilenmeleri gerekir. Toygar Akman’ın da belirttiği gibi, bir sibernetikçi,
konuyu ele aldığı zaman her şeyden önce
beynin içindeki bilgi iletim merkezlerini
bir bilgisayar ile değerlendirmeyi düşünür.
Bu nedenle de beynin kendisine bağlı organlar arasındaki haberleşmenin yanı sıra
bilgisayar ile bilgi iletimini de göz önünde
bulundurur. Şimdi gelelim bulanık mantığa. Bulanık mantık, bulanık eseme ya da
puslu mantık, 1961 yılında Lütfü Aliasker
Zade'nin yayınladığı bir makalenin sonucu
oluşmuş bir mantık yapısıdır. Bu mantık
yapısı aslında daha gerilere dayanmaktadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in “Her
şeyin hayırlı olanı ortada olanıdır” hadisine kadar geçmişe dayanmaktadır. Bulanık
mantığın temeli bulanık küme ve alt kümelere dayanır. Klasik yaklaşımda bir varlık ya kümenin elemanıdır ya da değildir.
Matematiksel olarak ifade edildiğinde varlık küme ile olan üyelik ilişkisi bakımından
kümenin elemanı olduğunda "1", kümenin
elemanı olmadığı zaman "0" değerini alır.
Bulanık mantık klasik küme gösteriminin
genişletilmesidir. Bulanık varlık kümesinde her bir varlığın üyelik derecesi vardır.
Varlıkların üyelik derecesi, (0, 1) aralığında
herhangi bir değer olabilir ve üyelik fonksiyonu M(x) ile gösterilir.
Bulanık mantığı daha basit anlatalım. Bir
yazılım düşünün. Bu yazılımın içerisinde
bir veri tabanı var. Veri tabanın içerisinde
ayrıntılı bilgiler var. İlkokul birinci sınıfta-
ki öğrencilerin tüm bilgileri var. Boylarının
kaç olduğu. Göz renkleri. Saç renkleri.
Derslerden aldığı notlar. Bildikleri soru sayıları. Bilmedikleri soru sayıları. Yani sınıf
içerisindeki öğrencilerin tüm ayrıntılı bilgileri mevcut. Yazılım içerisindeki bulanık
mantık sistemi ile öğrenciler arasında inanılmaz detaylı farklılıklar ortaya çıkmaya
başlar. En ufak ayrıntısına kadar birbirleri
arasındaki farklar ortaya çıkar. Bu bilgilerinin sadece dersler hakkında olduğunu
düşünelim. Aldıkları notlar, çözdükleri
sorular, çözemedikleri sorular, takıldıkları
konular. Her öğrenci için inanılmaz ayrıntılı bilgiler. Böyle bir sistem ile elbette daha
başarılı sonuçlar ortaya çıkar. Öğrenci
hakkında daha detaylı bilgiye sahip olmak
o öğrenciyi yönlendirme konusunda bize
daha büyük fikirler sunar. Klasik mantığa
kısaca değinerek bulanık mantığı örneklemek istiyorum. Klasik mantık bir şey ya
vardır ya da yoktur. Bir şey evet ya da hayır
kadar nettir. Bu şekilde açıklamalar yapan
klasik mantık yerine bulanık mantık 0 ile 1
arasında 0,1, 0,2, 0,3 şeklinde daha ayrıntılı
gerçekler vardır der. Biraz kelimesi aslında bulanık mantığa uyan bir kelimedir. Bir
insan biraz iyi biraz kötü, biraz deli dolu
biraz sakin olamaz mı? Olabilir. İşte bu
birazların hesaplanarak çıkartıldığı veriler
en doğru verilerdir. Toplumsal olaylara bu
sistemi sürüklediğimiz zaman ortaya çıkan
sonuç şudur; kimsenin kimseyi yargılama
gibi bir durumu olamaz. Çünkü herkes biraz iyi biraz kötü olacaktır. Siz hiç, hem
suçlu hem haklı olmadınız mı? Bir konuda haklı olduğunuz yönlerde var, haksız
olduğunuz yönlerde. İşte bunu teknoloji
alanında hayal edin. Bir makine, bir sistem
düşünün tüm bu “biraz” taraflarını hesaplıyor. Sonuçlar daha doğru ve daha gerçek
olacaktır. Sizler de bir icadınız varsa veya
bir fikriniz varsa muhakkak bulanık mantığı düşünerek hareket edin. Kesin yargılar
arasından sonuçlar üretmeyin. Ayrıntıları
hesaplayabilen bu mantık sistemini kullanın.
Şeref Akbaba diyor ki!
“İçimizde yenilenmenin, yeniden güneşle doğmanın hazzı bir yana,
sonrasında da bayram var. Ramazan oruç bağışlamıyor sadece, bayramla
iniltilerimizi gideriyor, hasret adacıklarını halvet bahçesine dönüştürüyor...”
İskender Gümüş
SAHAFİYE
VİTRİNDEKİLER
RAMAZANLIK
Bir Ramazan
Klasiği: Beyazıt
Kitap Fuarı…
Murat Erol
Yerlilik Düşüncesi
Ebubekir Kurban
Gariplerin Kitabı
Ramazan ayının en güzel kültür
sanat etkinliklerinden biri Türkiye
Diyanet Vakfı’nın İstanbul ve Ankara’da düzenlediği Türkiye Kitap
ve Kültür Fuarı. Bu yıl 35’incisi
düzenlenecek fuar İstanbul’da 6
Haziranda, Ankara’da ise 12 Haziranda açılacak ve 1 Temmuza
kadar sürecek. 200’e yakın yayınevinin katılacağı fuarda, Ramazan
boyunca kitapseverleri, imza günleri, Beyazıt Ramazan Sohbetleri
ve diğer kültür sanat programları
bekliyor. Fuar, Tarihî Yarımada’da,
Beyazıt Camii yanında Ramazan
ayının manevî atmosferini yaşama
imkânını sunuyor. 35 yıldır bir Ramazan geleneği olarak devam eden
fuarı ziyaret etmekte fayda var.
Sezai Karakoç
Samanyolunda Ziyafet
Fatma K. Barbarosoğlu
Ramazanname
Kapitalizmin
Lokomotifi:
Demiryolları…
Mahmut Erol Kılıç
Ayırmaya Değil
Birleştirmeye Geldik
Sanayi devrimiyle yükselişe geçen
ve ulus devletin inşasında modernleşmenin en önemli simgelerinden
biri olan demiryolları, kapitalizmin
uluslararası taşıyıcısı oldu. Suat
Aksoy’un doktora tezi olarak hazırladığı Kapitalizmin Lokomotifi:
Demiryolları başlıklı bu kitap, demiryollarının kalkınma ve birikim
sürecindeki önemini analiz ediyor.
Özellikle, 1980 sonrasında neoliberal politikalar ekseninde Türkiye’de demiryollarının yeniden
yapılanmasını merkezine alan eser,
demiryollarının üretimde, yeniden
değerlendirmede ve uluslararasılaşmadaki önemini ortaya koymaya
çalışıyor.
Cenab Şahabeddin
İstanbul’da Bir
Ramazan
Davutoğlu'ndan yeni kitap: Medeniyetler ve Şehirler
Vivek Chibber
Postkolonyal Teori ve
Kapitalizmin Hayaleti
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, yoğun
gündeminden ayırdığı vakitlerde
yazdığı Medeniyetler ve Şehirler
kitabını yayınlıyor. Kitapta, Saraybosna'dan İstanbul'a, Şam'dan Medine'ye, Kuala Lumpur'dan Bahçesaray’a çok sayıda şehir üzerine
analizler yer alıyor. Davutoğlu’nun
bu eseri, “Şehirlerle ilk tanışmam:
Mekânın izleri”, “Şehir tarihi yazımı ve Osmanlı şehri” ve “Tarihin
öznesi olarak şehir: Medeniyetler
tarihi ve eksen şehirler” olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Davutoğlu kitabına memleketi Konya
ve eğitim gördüğü İstanbul’u anlattığı “İstanbul ve Konya: Şehir idrakinde hocalarım” yazısıyla başlıyor.
Özlem Olgun
Ramazan Kitabı
Suavi Kemal Yazgıç’a
başucu eserlerini sorduk
İznikli Eşref Bin Ahmed
Fütüvvet Nâme
Suavi Kemal Yazgıç kimdir?
1- Rainer Maria Rilke -Malte Laurids Brigge'nin Notları (Behçet Necatigil Tercümesi)
2- Bahaeddin Özkişi-Göç Zamanı
3- Mitat Enç-Uzun Çarşının Uluları
4- Cahit Zarifoğlu-Yaşamak
5- Behçet Necatigil-Radyo Oyunları
1972'de İstanbul'da doğdu. Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi
Kamu Yönetimi Bölümü'nden 1995'te
mezun oldu. Yazıları, şiirleri ve hikâyeleri
İtibar, Birnokta, Türk Dili ve benzeri pek
çok dergide yayınlandı. Sağduyu ve Yeni
Şafak gazetelerinde de yazdı. Haftalık İntermedya Ekonomi dergisinde muhabir-
lik, Gerçek Hayat Dergisinde editörlük,
yazı işleri müdürlüğü, yayın danışmanlığı,
Skylife dergisinde editörlük yapan Suavi
Kemal Yazgıç halen İSMEK'te yayın editörlüğünde çalışıyor. Evli, iki çocuk babası.
Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince ve Heves isimli üç şiir, Kırk Gri Hırka isimli bir
hikâye kitabı var.
Branislav Nuşiç
Ramazan Geceleri
HAZİRAN2016
KATI
23
06
HAZİRAN/ 2016
NUSRET ÖZCAN ve
SOKAK SESLERİ
Cem Sökmen
[email protected]
usret Özcan’ı 22 Haziran 2007’de kaybetmiştik. 2003’te yayımladığı
“Sokak Sesleri” 1958’de Eyüp’te
doğmuş Nusret Özcan’ın kendi
kuşağında örneğine pek rastlanmayacak biçimde yazdığı “Gündelik Hayatımızın Tarihi”dir.
Nusret Özcan’ın anlattığı sokaklarda birkaç neslin ortak duygusunu buluruz: “Önce sokaklar
kayboldu. O çığlık çığlığa, kızlı
erkekli bir yığın çocuğun gün
boyu doldurduğu toprak sokaklar. Oyun esnasında koşarken
düşüp dizlerimizi, dirseklerimizi
yaraladığımız, yırtılan gömlek ve
pantolonumuz yüzünden annemizden bir sürü azar işittiğimiz
toprak sokaklar. Oyunu ve hayatı
birlikte öğrendiğimiz, bir türlü
sığamadığımız o canım sokaklar…”1
N
Ev, bahçe, sokak ve mahallelerde
yaşananlar, bugün birçoğu kaybolmuş mesleklerin İstanbul sokaklarında bıraktığı izler, gündelik hayatın dönüm noktaları olan
mevsimlerin, Ramazan ayının,
kandillerin, bayramların, pikniklerin, düğünlerin kendine mahsus
özellikleri ve ritüelleri… Önce
radyonun sonra televizyonun hayatımıza girişi ve zaman/mekân
anlayışımızdaki değişimler… Ve
bütün bunlar kadar önemli bir
şey daha var: Nusret Özcan’ın
kişisel hayat tecrübesiyle şekillenen böylesine bir metni hayran
olduğumuz o sadelik ve olgunluğunun süzgeciyle inşa edişi. Malumdur, Türkiye’deki anı kitapları
literatürü, belirli bir mesafeyle
kendini anlatmayı beceremeyen
“yetişkin çocuklar”a ait örneklerle doludur.
Nusret Özcan yazının hakkını
verdi: “Sokak Sesleri” ile birlikte, “Kar Kelebekleri”, “Leyla ile
Mecnun”, “Bizim Mahalle”, “Bir
Hüzün Yolcusu” kitaplarına imza
attı, “Mustafa Kutlu Kitabı”,
“Beşir Ayvazoğlu Kitabı” gibi
eserleri hazırladı.
Nusret Özcan sohbetin hakkını
verdi: Divanyolu boyunca sıralanan mekânlarda üniversiteye
başladığı 1980’lerden vefat ettiği
2007 yılına kadar geçen zamanda
sohbetiyle hem kendi kuşağından dostlarına hem de bizim gibi
gençlere daima esenlik verdi. Vefatında İlesam-Erenler dostları
imzasıyla Yeni Şafak gazetesinde
yayınlanan taziye ilanında yıllarını
onun dostluğuyla geçirmiş 200’e
yakın isim bulunuyordu. Bu sevgi ve hürmet halesi akla ister istemez “Neden gidenin hemen
unutulduğu bu çağda Nusret
Özcan unutulmuyor, ona hasret
çekiliyor?” sorusunu getiriyor.
Unutulmuyor çünkü onu düşününce karşımızda bir “emin insan”, bir “doğal öğretmen” portresi görünüyor.
Nusret Özcan müdavimi olduğu
Erenler’i şu sözlerle anlatır: “Aradan yıllar geçti. Üniversiteli olduk. Beyazıd’da 12 Eylül sonrası
netameli günlerde, Erenler’e taşınır olduk. Erenler bir arı kovanı
gibi işlerdi. Genç şiir meraklıları,
şiirleri dergilerde yayınlanan genç
şairler ve daha birçok sanatkâr ve
sanatseverin uğrak yeriydi. Bazı
günler ipin ucunu kaçırır, gece
geç saatlere kadar hararetli tartışmalara girişir, ziyadesiyle çay ve
sigara tüketirdik.”2
49 yaşında dünyasını değiştirdikten sonra Nusret Özcan deyince akla gelen onun tutarlı
hayat üslubudur. Bu üslubu inşa
edense onun merakları, arayışları, hassasiyetleri… Önce babasının getirdiği kitaplarla okumaya
alışan, sonra ablasıyla birlikte
Eyüp’teki kütüphaneye devam
eden, üniversite yıllarında Sahafları ve kültür çevrelerini tanıyan
Nusret Özcan, gazeteciliğine ve
yazarlığına bu tecrübeyi fazlasıyla yansıttı. Ve tanıdığımız Nusret
Özcan’ı inşa eden duraklardan
biri de Sahaflar ve onların yakınlarında bulunan ikinci el kitap
dükkânlarıdır: “…Asıl sahafları
keşfetmem herhalde ortaokul
sıraları olsa gerek. Beyazıt Meydanı’nın en işlek yerlerinden biri
olan bu mekânda şimdi ne yazık
ki sahaflık yapılmıyor. Birkaç
dükkân bunu iddia etse bile artık
eskisine nazaran değişen çok şey
var. Çoğu dükkân, turistlere bir
şey satmayı daha uygun buluyor.
Belki zamanla ismi de değişir diye
çok korkuyorum. Bu mekândaki
dükkânlarda eskiden aradığınız
eski bir kitabı bulmanız çok kolaydı. Hayır, ben öyle el yazmalarını, taş baskıları filân kastetmiyorum. Batı klasiklerinden ya da
bizim ediplerimizin piyasada nüshası kalmamış ya da artık basılmayan bir eserini kastediyorum.
Zola’nın Eser isimli kitabı mesela
veya Cemil Meriç’in tercüme ettiği ve 1943 yılında basılmış Honore De Balzac’ın Altın Gözlü Kız
romanı. Necip Fazıl Kısakürek’in
Kaldırımları’nın ilk nüshası. 80’li
yıllarda Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Tehlikeli Oyunlar’ı yer
sergilerinde geziyordu da yüzüne
bakan olmuyordu. Haftalık harçlıklarımızı tükettiğimiz ne güzel
bir mekândı sahaflar…” Ne
mutlu ki Nusret Özcan’la sevdiği
mekânlarda oturup onu dinleme
ve birlikte Suriçi’nde birkaç yürüyüş yapma imkânı buldum. O
yürüyüşlerde kullandığı bazı kelimeler, o kelimeleri kullanırken
yaptığı vurgular, o güzergâhlardan geçtiğimde hâlen aklıma düşüyor. Eyüp’te doğup-büyüyen
çok sevdiği Suriçi’nde yaşayan ve
sonra Hilmi Oflaz’ın yanı başına
defnedilmek için Eyüp’e dönen
Nusret Özcan’a hasretle ve Yahya Kemal’le -ama ona yakışan bir
vurguyla- selam edelim:
Evvel giden ahbaba selam olsun
“Erenler”
KAYNAKÇA
1- Nusret Özcan, Sokak Sesleri,
İstanbul, Timaş Yayınları, 2003,
s.302
2- A.g.e., s.173.

Benzer belgeler