14. sayı pdf - comex.com.tr

Transkript

14. sayı pdf - comex.com.tr
en önsöz
“1 mumdur 2 mumdur 3 mumdur 4
mumdur 14 mumdur / bana bir bade
doldur / bu ne güzel düğündür ha ninnah” dizelerini açıklayınız… şeklinde bir
soru sorulmuştu bana ortaokuldayken
bir kompozisyon sınavında. “düğünlerde
mum israf etmemeliyiz, düğün ne kadar
güzel olursa olsun kendimizi çaydaçıraya
kaptırıp 4 mumluk kotamızı aşmamalıyız” diye abuk bir cevap verdiğimi hatırlıyorum bu sabuk soruya. şimdiki aklım
olsa oradaki 14. mumun istikrara ve bazı
mekânların 14 ve daha fazla mumla aydınlatılmasının doğru olduğuna işaret ettiğini filan söyleyebilirdim. deli defterinin bugüne kadarki devamlılığından ve
güldürdüğünde fırçalanmış beyaz dişlerle ortamlara sağladığı ışıksal faydalardan
dem vururdum. boşuna ‘ha ninnah’ dememiş şair.
14. lui deli defterini okuyabilseydi eminim bunu hemen 13. lui’ye anlatacak
ve 15. lui’nin de bir deli defteri abonesi
olması için şimdiden girişimlere başlayacaktı. ancak deli defteri’nin sıradan beğenilere ve vasatın altında zekalara seslenmediğini bilen okurlar hemen şu soruları soracaktı: “deli defteri fransızca biliyor mu? peki 14. lui türkçe’den haberdar
mı?” “muhtemelen değil” diye kendi cevaplayacaktı okur çünkü onca lui’deki
namsal istikrarın monotonluğa dönüştüğü o ince çizgi, dil öğrenmek ve mizah
için pek de uygun bir ortam değildi herhalde. neticede fransız kalacaktı deli defterine. adam galatasaray mezunu bir kral
bile olsaydı, fransızlığının bedelini ödemek zorunda kalacaktı. şimdi sonuç olarak şunu belirtmek isterim ki… oyy, işte
kontrolsüz bir kelime oyununun bizi getirdiği nokta.
yani demem o ki sayın okur; 14. sayımız bu. artık unutmazsınız. “ne 14’müş
arkadaş, amma kafa ütüledi be” diyerekten eşe dosta anlatırsınız. ama reklamın iyisi kötüsü olmaz derler. mayıs ayına geldik sevgili okur. resmi tatille başladığımız mayıs ayı, gönüllerin yayını gevşeten bir ahenkle dans edecek umarız. nisanda o yaylar pek gevşemedi zannımca.
baraj dolduran yağmurlar yaylarımızı
pek okşamadı. en azından bu yaz susuz
kalmayacağız, herhalde yani galiba.
nisan ayında akıllarda galatasarayfenerbahçe maçı kaldı ve tabi dalgalar.
iki senedir süren ve üst üste kıyıya vuran
dalgalar her vuruşunda bazı kum tanelerini ve midyeleri gözaltına aldı. gözaltı
süresince gözden düşen ve göze tırmanan birtakım insanlar olduğu gibi bazı
gözbebeğimiz futbolcular da birbirlerinin
gözünü şişirme çabasındaydılar. sabri belöz emre’nin boğazında guatr kontrolü
yaparken aşık emre de lugano’nun etinin
tadına bakıyordu. ordövr yerine konulan
lugano da “gözümde bişey mi var?” diye
iri iri açılmış gözlerini kontrol etmesi için
aşık emre’ye gösteriyordu. guatr şüphesi
nedeniyle pek sinirlenen belöz emre’nin
sabri’ye “senin doktorluğuna güvenmiyorum o halde sıkıysa çıkışa gel” şeklinde meydan okuduğu gözlendi. dalgalar,
yumruklar derken günü geldi ve ulusal
egemenlik ve çocuk bayramımızı kutladık. sanırım komple ülke olarak gönlümüzden geçen şey dönis adlı sevimli yaramazın bir günlüğüne başbakanlık koltuğuna oturtulmasıydı. hevesini alsın
sonra da sütünü içip uyusun dilekleriyle
bütünleşen yurdum insanının isteği maalesef gerçekleşmedi. çok üzüldük.
artık önümüzdeki maçlara bakmalıyız. mayıs, haziran, temmuz… sıcaklar
artarken deli defterinin abone ordusu da
pencerede yarışan yağmur damlaları gibi
birbirine eklene eklene büyüyor. dağıtım
yapabildiğimiz şehir sayısı çok yavaş bir
biçimde artsa da azimli olduğumuzu bilmenizi isteriz. azimli olunca üzümü yemek zor olmasa gerek. bağın adresini de
etiketine yazarız böylece her şey net ve
şeffaf olur.
mayıs ayı bazı şeylerin başlangıcı bazı şeylerin de sonu. futbol biterken yaz
aşkları başlıyor. buzdolabındaki su şişeleri artıyor. şambreller tamir ediliyor. eşeğin aklı karpuz kabuğunda, karpuz kabuğunun gönlü ise denizde…
bakalım kim şampiyon olacak?
iyi mayıslar.
duyduk duymadık demeyin!
vay efendim kulağımda ipod vardı,
yok efendim yaprak dökümünü
izliyordum, bir daha söyleyebilir
misiniz? diye gelmeyin bana!
6 aylık abonelik yalnızca 10 tl.
dev kıyak! ekstra larç kaydırak!
haydi, krizi fırsata çevirin dostlarım.
büyük düşünün!
e-posta gönderin
derhal aboneliğinizi başlatalım.
(ne yapacağınızı ben kulağınıza
söyleyeceğim.)
[email protected]
deli defteri
aylık mizah edebiyatı dergisi,
yıl: 2, sayı: 14, mayıs 2009
“bir erkeğin, gökyüzünün bağrından
sökülüp gelen tek bir yağmur damlasını
doğrudan kafa derisinde hissetmesi
romantikleştiğinin değil kelleştiğinin
göstergesidir.”
hayri vaka
gölgelerin gücü adına sahibi
ve sorumlu yazı işleri müdürü:
hayri vaka
telaşe müdiresi:
nazife demir
saz heyeti:
hayri vaka nazife demir
edip üryanî çilek çilli
sabriye kerebiç can sever
duygu t. adem celep
ismet görkem akgün
elgin akpınar
rıza selçuk saydam e. ebru
kapak karikatürü:
elgin akpınar
“annem ve babam hayattayken hoş vakit
geçirsinler isterim, çünkü hoş vakit
geçirmeyi pek seviyorlar… ama onlar
beni de kız kardeşimi de böyle
sevmiyorlar. yani, olduğumuz gibi
sevemiyorlar. bizi birazcık değiştirmeden
sevemiyorlar. bizi sevme nedenlerini
nerdeyse bizi sevdikleri kadar, hatta
çoğu zaman bizden fazla seviyorlar.
herkes diğerini sevdiği ölçüde onu sevme
nedenini seviyor, hatta çoğu zaman bu
nedeni daha çok seviyor. o zaman pek iyi
olmuyor.”
j.d. salinger
yazı göndermek ve görüşler için
iletişim adresi:
[email protected]
web adresi:
www.delidefteri.com
3
Toprak Işık Đle Söyleşi
çalar kullandığım oluyor. Ama genellikle
değiştirerek yazıyorum. Kahramanlarımın söyledikleri, benim fikrim zannedilmesin diye bir kaygım yok; yazarken
buna hiç dikkat etmem. Ortam neyi gerektiriyorsa onu söylerler. Dönüp okuduğumda, bazen onlara katılırım, bazen
katılmam. Ama dediğim gibi, asla “Bu
kahraman bunu söylerse ben de böyle
düşünüyorum zannederler.” diye bir
korkum olmaz. (Bir sürü çapkınlık hikâyesi yazarken karımdan korkmadım, okurdan niye korkayım?)
Deli Defteri: “Yazarlık gösterisine girişmeden” ifadesi sizi çok güzel tanımlıyor
aslında. Bu anlamda gösteriden ya da gösterişsizlikten anladığınız nedir?
Toprak Işık: Gösterişsiz yazmakla kastettikleri herhalde üsluptaki doğallıktır. Gösterişle de, sanırım afili olsun diye zorlanan cümleler kastediliyor. Yazarın kendisi böyle konuşmayı tercih edebilir.
Metindeki anlatımları
ve tasvirleri yazarın konuştuğu kısımlar diye
düşünebilirim ama bu
üslubun
özellikle
diyaloglarda
kullanılmasına ben de da-yanamıyorum.
“Hiç mi hayatında iki in-sanı konuşurken
dinlemedin!? Bu cüm-lelerle sohbet eden
insanlara nerede rast-ladın!?” diye
sormak
istediğim
oluyor.
Doğal
yazmaktan
bahsetmişken
Mem-duh
Şevket’e selam göndermek isterim. O,
tüm eserleriyle bunun dersini vermiş bir
ustadır.
Deli Defteri: Bu söyleşiyi aslında biraz
da kendim için yapıyorum. Örnek aldığınız
bir yazar var mı diye sormayacağım fakat
“Yazıyı seçtim. Şimdilik pişman değilim.”
Deli Defteri: Kendinizi ‘insan’ olarak
nasıl tarif ediyorsunuz?
Toprak Işık: “Çok huysuz bir adamım, çok yardımseverim.” gibi şeyler
söyleyemem. (Bazen huysuz olduğumu
düşünüyorum.) Ama galiba çalışkan ve
disiplinliyim.
Deli Defteri: Hayatta en sevdiğiniz 10
‘şey’i çok hızlıca düşünüp saymanızı istesem? (Buradaki şey; zamir,
nesne, fiil ya da duygu olabilir. Koku bile olabilir.)
Toprak Işık: 1. Güzel
bir kitap, 2. Kaliteli bir espri, 3. Sıcak havada yorgunluğun üzerine bir bardak soğuk bira, 4. Hafif bir
yemeğin üzerine güzel bir
tatlı. (örneğin usta işi bir
künefe ya da süt ve yumurta oranı iyi tutturulmuş
kremkaramel...), 5. Güzel
bir matematik sorusu (Tabi
çözülebilir zorlukta...), 6.
Çok çalıştıktan sonra beynimdeki uyuşukluk hali, 7. Koşmak, 8. Güzel bir film,
9. Sevdiğim bir arkadaşımla yemek eşliğinde sohbet etmek, 10. Sevdiğim bir şehirde çok uzun yürüyüşler yapmak (Örneğin Đstanbul’da...)
Deli Defteri: Yazdığınız hikâyelerde
kendi yaşamınızdan parçalar kullanıyor musunuz? Ya da ‘hikâyelerimi tamamen hayal
ürünü olarak kurgulamalıyım, kahramanlarımın söyledikleri benim fikrimdir anlamına
gelmemeli’ gibi kaygılar taşıyor musunuz?
Toprak Işık: Evet, kendi hayatımdan
ya da tanıdıklarımın hayatlarından par4
merak ediyorum çok severek okuduğunuz
yazarlar kimlerdir?
Toprak Işık: Çehov, O. Henry,
Balzak, Hemingway, Mario Vargas Llosa
(Her kitabı değil), Romain Gary (Çoğu
kitabı), Dostoyevski, Paul Auster (Çok az
sayıda kitabı), Kemal Tahir (Özellikle
köy romanları), Orhan Kemal (Serseri
Milyoner ve Đki Damla Gözyaşı hariç)
Deli Defteri: El yazınızın da çok güzel olduğunu
gördük, yazmayı ‘komple bir
aktivite’ olarak da seviyorsunuz galiba?
Toprak Işık: El yazımın güzel olması belki de
askeri lisedeyken idari
üstçavuşluk yapmamla ilgilidir. Bütün öğrencilerin
dosyalarını tutardım. Kazan defterini hazırlardım,
disiplin cezalarını işlerdim. Hiç de edebi metinler değillerdi ama düzgün
bir yazıyla yazılmaları gerekirdi. Bunun dışında artık el yazısını
çok az kullanıyorum. Genellikle bilgisayarda yazıyorum. Elle ya da bilgisayarla... Her iki durumda da yazının kendisi
bana zevk veriyor. Anlamsız bir metin
bile yazsam içimde bir doygunluk hissediyorum.
Deli Defteri: Veriliş olarak klasik ama
cevabına göre hiçbir zaman klişeleşmeyecek
bir soru sorayım; neden yazıyorsunuz?
Toprak Işık: Yazarlığı hiçbir zaman
amatör bir uğraş olarak görmedim. Bir
meslek olduğunu da düşünmedim. Benim için ondan çok daha fazla bir şey.
Yazıyla düşünmek, yazıyla hissetmek,
bütün hayatımı bu uğraşa adamak... Koşullar uygun olsaydı başka bir uğraş da
seçebilirdim. Örneğin, yeterince iyi olmak için özel bir beyinle doğmuş olmak
gerekmediğine inansaydım matematiğe
de adayabilirdim kendimi. Yazıyı seçtim.
Şimdilik pişman değilim.
Deli Defteri: Okuru güldürmek sizin
için çok önemli bunu farkediyor insan. Yazarken başka neler önemli?
Toprak Işık: Đçime sinecek şekilde
yazmak önemli. Yazının kişisel dünyamdaki yeri kutsal. Kirlensin istemiyorum.
Kendimce belli değer yargılarım var: Bilerek yanlış
yazma! Toplumdan, devletten, okurdan ya da
yayınevinden çekindiğin
için yazacaklarını değiştirme! Dümdüz içinden
geldiği gibi yaz! Şunu biliyorum: Bunları yazı masanın karşındaki duvarlara asınca iş bitmiyor.
Beynin içinde fark edilmeyen bir sürü engel var.
Onları bulup yıkmayı başarmak gerek.
Deli Defteri: Ülkemizde mizah denince akla karikatür geliyor.
Đçinde ‘resim’ olmayan bir mizah pek kabul
görmüyor sanki. Ne dersiniz?
Toprak Işık: Olabilir. Ama resimsiz
çok kötü mizah da yapılıyor. Mizah, önce
güldürmek zorundadır. Ondan sonra
üreticisinin dünya görüşüne bağlı olarak
başka amacı olabilir. Belki sorun biraz da
yazılı iyi mizah bulmanın zorluğundan
kaynaklanıyordur. Tabi öte yandan, insanlar okumadığı için bu işi yapanların
sayısı da azalıyor. Muhtemelen ikisi birbirini destekleyerek gidiyor.
Deli Defteri: Günümüzde popüler olan
mizah dergilerindeki yazıları takip ediyor
musunuz?
Toprak Işık: Dönem dönem takip
ediyorum ve yeterince komik olmadıklarını düşünüp bırakıyorum. Genelleme de
5
Deli Defteri: Đlk kitabınız “Sırabaşı”nın
ağırlığı sizin de bizzat deneyimlediğiniz askeri okullardı. Böylesine bir disiplin-düzenin
içinden gelmiş ve mizahi hikâyeler yazan bir
yazar olmak nasıl bir şey?
Toprak Işık: Aziz Nesin de asker kökenliydi. Disiplin bence mizahı öldürmüyor. Önemli olan beyinlerin üniformalı olmaması. Emekli general bir okurum, öykülerimi çok beğendiğini coşkuyla belirtmişti. Disiplinin, yaratmak için
gerekli çalışmanın yapılmasında önemli
bir artı olduğunu düşünüyorum.
Deli Defteri: Edebiyatın diğer türleri ile
aranız nasıl? Örneğin şiir ile?
Toprak Işık: Şiir konusundaki beğenim eskilerde kalmış. Hayyam’ın yüzlerce yıl önce yazdığı bir dörtlük içimde bir
yerlere dokunuyor ama yaşayan bir çok
şairin dizeleri bende bir his uyandırmıyor. Bu yüzden daha çok eskileri okuyorum.
Deli Defteri: Son olarak söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı? (Bu soru neredeyse her söyleşide oluyor. Ben yapmayacağım bunu diyordum ama dayanamadım zira
ilginç şeyler çıkabiliyor. Yani demem o ki
sorunun muhatabından afilli bir bitiriş cümlesi bekliyoruz, darılmaca gerilmece yok.)
Toprak Işık: Đyi mizah ve iyi edebiyat, depresyona karşı prozac’tan daha
etkilidir.
yapmak istemiyorum aslında. Uzun zamandır mizah yazılarını takip etmiyorum dersem daha iyi olur.
Deli Defteri: Sizin deneme yazılarınız
da var. Hatta “Sıradana Övgü” adıyla bir
deneme kitabınız yayınlanmıştı. Oradaki denemelerden birinde hikâye türündeki ‘patlama’dan söz ediyordunuz? Var mıydı böyle
bir şey acaba, ya da hâlâ var mı?
Toprak Işık: O denemeleri yazdığım
dönemde edebiyat dergileriyle daha içli
dışlıydım. Birçokları gibi benim gözlemim de o yöndeydi. Şimdi edebiyat dergilerini çok az takip ediyorum. Dolayısıyla öyküde patlama hâlâ söz konusu mudur bilmiyorum. Ama şundan eminim:
Yayınevlerinin, editörlerin, dağıtımcıların... Hepsinin öyküye karşı ön yargıları
vardı: Öykü okunmaz! Bu yüzden öykü
kitapları yeterince öne çıkartılmadı. Pek
çok yazar da öyküyü romana bir geçiş
olarak gördü. Aslında ikisi iki farklı edebi tür. Biz önyargılarından kolay kurtulabilen bir toplum değiliz. Öykü de
kırılamayan ticari önyargı nedeniyle boğulmuş olabilir.
Deli Defteri: “Kız Ararken” adlı
kitabınızda “asistan” adlı bir hikâye var, bu
hikâyede biraz Türkiye’deki akademik dünyanın içine giriyoruz. Bir dönem ABD’de yaşadığınızı da düşünürsek Türkiye’yi bu açıdan
nasıl görüyorsunuz?
Toprak Işık: Daha çok karımın ve
arkadaşlarımın yaşadıklarından yola çıkarak yazdım o öyküyü. Yine yakınlarımın tecrübelerine dayanarak Amerika’da durumun bizdeki kadar kötü olmadığını tahmin ediyorum. Bu sadece akademik ortam için değil edebiyat için de
böyle bence. Genel olarak bu ülkede okumuşların, yaptıkları işlere karşı okumamışlardan daha saygısız ve işin gereği
açısından düşününce daha cahil oldukları kanısındayım.
“rüyamda harvey keitel’i gördüm. gazi
üniversitesi dişçilik fakültesinden yeni
mezun olmuş birine porselen diş
yaptırıyordu. onu gören steve buscemi
de ‘kredi kartına taksit yapıyorlar mı?’
diye soruyordu. harvey ‘peşinde acayip
indirim var ama…’ derken uyandım.
hayri vaka
6
çorapçı kardeşler
sabriye kerebiç
krem rengi çorabım yok diyordun. e yaz
geldi krem pantolonun altına öle siyah
giyilmez. cumaya filan da gidiyorsun. ayıp olur. kardeşine de balon aldım. kapının önünde dağıtıyorlardı. zor oldu ama.
evladım, dedim ben de balon alayım, dedim. evde oğlana götüreyim. hanfendi
yetişkinlere veremiyoruz, dedi. oğlum
evde hasta valla hasta olmasaydı onu da
getirecektim, dedim. biz hep buradan
alışveriş yapmayı düşünüyoruz, dedim.
ne deseydim. neyse verdi. böyle bir elimde balon bir elimde poşetler öyle geldim.
bak şu miki fareli poşetlere. bunların
modası geçmedi hiç. çorap,
külot filan alınca bunlara
koyuyorlar. neydi şu adamın adı? dizney. haberi olsa
iki paralık ettiniz mikinin
şerefini, derdi. neyse canım
zaten kendi poşetlerini bastıracaklarmış. telaşa gelmiş.
yetişmemiş. her yer böyle
çelenklerle filan doluydu.
çevresi geniş demek ki. kardeşin nerde? sokakta mı?
gene top oynuyor de mi? üstünü kirletsin bi hele bak ben onu
n’apıyorum. neyse şu balonu koyayım
odasına. sevinsin gelince.
palyaço
su faturaları, elektrik faturaları hepsi
masanın üstünde birikmiş. çoğunu ödemiştim aslında. bu biriktirme farkında
olmadan annemizden geçen bir huy bize.
ya bir gün birisi sorarsa biri lazım olursa
diye. kırmızı peruğumu çıkardım. faturaları da avuçlarımda iyice sıkıp çöpe attım. insan bir kâğıdı çöpe atmadan önce
anlamsız bir sinirle sanki kâğıtlardan öç
alıyor. o kadar sertçe buruşturmaya ya
da yırtmaya gerek yok ki.
at çöpe gitsin. yok. günün
demlenen öfkesi burada
boşalıyor. kırmızı peruğumu çıkardım demiş miydim? demişim. kırmızı
peruk ve kırmızı burun.
çorapçı kardeşler diye bir
yerin açılışından geliyorum. balon dağıttım caddeden geçen çocuklara. iş
yeri sahibi elimde kalan
balonları sorunca; senin
olsun, dedi. bana bahşiş veriyor haspam.
bahşiş balonları eve gelirken sokakta top
oynayan çocuklara verdim. maç birdenbire durdu. ellerindeki balonları nereye
koyacaklarını bilemediler. sonra ağaca
bağladılar hepsini devam ettiler. palyaço
evine geldi. soyunan bir palyaço gördünüz mü? çoraplarını çıkarıp gayri ihtiyari
koklayıp banyoya fırlatan. işte o benim.
patron
abi sorma çok kalabalıktı. sağol abi
sağol. çiçeğini baş köşeye koydurdum.
yalnız abi adını yanlış yazmışlar. evet abi
kamuran yazmışlar. abi çocuğu yolladım
şimdi kâğıdı baştan yazdıracak. abi ne
demek lafı mı olur. gönlüm razı olmaz
öyle kamuran olmasına. adının ne olduğu belli abi sen koskoca kamran çivioğlusun. senin adın marka abi. orada öyle
durması dükkânın bereketini arttırır. sağol abi sağol, balonlar çok güzel oldu.
kapış kapış gitti abi. allah razı olsun abi.
kadın
çorapçı kardeşler. sadece çorap değil,
havlu, çamaşır filan da var. içerisi çok kalabalıktı. ilk açılış ya. bir sürü sepet hazırlamışlar. ilk gün diye 1 milyona 2 milyona çoraplar vardı. öle kalitesiz de değil
ha. aldım birkaç tane işte. sana da aldım.
7
memduh tulumbacı
hayri vaka
kadınlar doldurdu burayı abi. gayet iyi
bir ilk gün oldu. kuru pastalar daha ilk
yarım saatte bitti. zaten bayatmış galiba.
gerçi şikayet olmadı abi. şükür abi. ben
diyorum ki yarın filan da devam etsek
balon dağıtmaya abi. reklam oluyor. heryerde adımız geziyor. sayende abi. tabi,
tabi. sana ithal çiftlerden ayırdım. mevsimlik abi. ayıptır söylemesi yengeye de
lazımsa hemen göndereyim. peki abi.
afedersin düşünemedim abi. palyaço getirdim abi. valla. tiyatrocuymuş galiba.
yarın da çağırırım belki. çok istedi abi
birkaç balon da ona verdim. yok abi
vermedim, yarın gel şimdi hesap karışık
dedim. yarın da belki lazım olur. aman
abi işte kuru pasta filan yedirdim. çorap
filan veririm olmazsa. parayı kim kaybetmiş de biz bulalım. bunlar zaten zengin çocuğu abi. yüz vermiycen bunlara.
tabi abi ne sandın beni. senin talebeniz
abi. hürmetler abi. yengeye selamlar abi
ellerinden öperim. yok abi senin ellerinden öperim. saygılar abi, saygılar.
itfaiyeci olmak sandığınız kadar kolay değil, üstelik sürekli kırmızı giymek
zorundaysanız. adım memduh tulumbacı. yirmi iki yıllık itfaiye memuruyum.
yangın benim ikinci adresim, her akşam
bir yangın olur biz yangına gideriz, söndürür geliriz, o ayrı. ama yangından başka her türlü garip şeyle karşılaştım.
özellikle küçük bir şehirde yaşıyorsanız o
yerin polisi, jandarması hatta doktoru bile olabiliyorsunuz. televizyonlarda izlersiniz ya itfaiyeciler ağaçtaki kedileri filan
kurtarırlar, bakın mesela bu kedi işi bizim zahmetli ve sık yaptığımız işlerden.
kedi ağaca çıkar inemez alo itfaiye, damat kaynanasını yakmaya kalkar alo
itfaiye, çocuk mamasını yemez alo itfaiye, “bizim tüp gaz mı kaçırıyor acaba?”
hadi bakalım alo itfaiye. dahası; “şu an
kavedeyim, müjdat var, sabri abi var. okeye dönüyorum beyim, dönsem mi
dönmesem mi?” diye arayan bile çıkıyor.
ekmek kuran çarpsın ki. gülmeyin, inan
olsun yaşıyoruz biz bunları. kimseye anlatamıyoruz da. itfaiyeci sıkıntılı bir adamdır. başka yangınları söndürürken
içindeki yangın gittikçe büyür. alevlerin,
dumanların ve kedi miyavlamalarının
arasında yapayalnız bir adamdır itfaiyeci. işte bu nedenle ben de yazmaya karar
verdim. hiçbir şey yapamazsam fotokopiyle çoğaltır balkondan atarım. vatandaş okumazsa çöpçüler okur.
şimdi yukarıdaki satırları okuyanların aklı mamasını yemeyen çocukta kaldıysa anlatayım. dediğim gibi, küçük bir
şehirde yaşıyorum ben. o küçük şehrin
küçük belediyesinde küçük bir itfaiye
binasında bekleme uzmanlığı yapıyorum
çocuk
anne biliyorum kızacaksın, pantolonum biraz tozlandı. anne çelme taktılar
ben ne yapayım! düştüm. seri çalımlarla
ilerliyordum. silkeledim ama gene biraz
kaldı. bak anne ne getirdim. Đnanmayacaksın ama oynarken bir palyaço bize
balon verdi. üstünde çorapçı bir şey yazıyor. ne alakası varsa…
“ünlü dediğimiz, herkes tarafından
tanınmak için ömür boyu çalıştıktan
sonra tanınmamak için güneş gözlüğü
takan kişidir.”
fred allen
8
kapatacaktım ki avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı koca kadın. arkadaşlar
kaş göz yapıyor ne oldu diye. alıcıyı elimle kapatıp söyledim durumu. “abi git
be sevaptır” dediler. “manyak mısınız
oğlum” diye çıkıştım, “bugün mama yedirmeye çağıran yarın bebeğin bokunu
temizlemeye de çağırır. olmaz” dedim.
kapattım. kadın gene aradı. bir feryat bir
figan. la havle vela kuvvete…
— kocanız yok mu bayan?
— çalışıyor, uzakta. gece geliyor.
— komşunuzu çağırın oyuncak moyuncak birşeyler sallayın ne
biliyim. bunları da ben mi öğreticem.
— yaptık hepsini abi, itfaiyeci lazım.
— anladım bayan çok fantastik bir insansınız ama itfaiyecinin görevi mama yedirmek
değildir, dadılık değildir.
— ben yedireceğim abi zaten. siz kafanıza o şapkayı takıp gelin. kıyafetiniz filan…
— hey allahım.
— lütfen…
burada öyle bir lütfen dedi
ki bir kedi yavrusu dile geldi
sandım.
neyse giydik üniformamızı gittik. yanıma da bir arkadaş aldım. kâmil en kel
ve en göbeklimiz. nedense görüntüsü insanlara güven veriyor. küçük yer ne de
olsa, laf olur filan diye korktum. şahit
olsun istedim.
evde bir çığlık bir karmaşa. çocuk
bütün mutfağın duvarlarını mamayla
süslemiş. kusmuş mu artık ne yaptı bilmiyorum. çok sevindi kadıncağız. gözleri
şişmiş ağlamaktan. “çocuğum ölecek açlıktan. açlığını bilmiyor galiba” dedi.
“doktora gösterseydiniz” derken çocuğa
yaklaştım. birdenbire sustu çocuk. annesi
genellikle. bilirsiniz itfaiyeci bekler. beklerken de düşünür. zaman zaman çağrı
gelir, atlar aracına olay mahalline gider.
işi bitirip geri döner, başlar düşünmeye
kaldığı yerden. aylardan ekim miydi neydi… geçen sene… yok hayır ondan önceki sene. odamızda oturmuş bekliyorduk, kimisi sohbet ediyor, kimisi bulmaca çözüyor. zaten topu topu altı kişiyiz.
tele-fon acı acı çaldı. ama inanın bana o
an bir çocuğun acı acı ağlaması gibi çaldı.
me-ğer doğru hissetmişim. bir kadın,
genç bir kadın. telefona bakan arkadaş
önce şaşırdı, “hanfendi yanlış
yeri aradınız, biz değiliz, bilemem kimi arayacağınızı, benim sorunum değil” filan diyordu. anladık ki zırt pırt gelen abuk telefonlardan biri.
ama bir süre sonra bir ağlama
sesi duyuldu telefondan, buna kadının ağlama sesi de
eklendi. telefona bakan arkadaş dediğim de bizim veysel,
bana uzattı. “al abi sen konuş” dedi. “alo” dedim, bir
kadın ağlıyor. “durun” dedim
“ağlamayın. nedir?” yok, kadın susmuyor, konuşamıyor
da, ağlıyor sürekli. bir de arkadan bebek
zırlaması geliyor. içim parçalandı. “bayan sakin olun, nedir?” dedim birkaç kere. neden sonra hıçkırıklarla dolu birkaç
şey döküldü ağzından: bebeği on altı
aylıkmış. mama yemiyormuş. kadın çok
zayıf olduğundan sütü de kesilmiş. aksi
gibi çocuk aç olduğu için ağlayıp duruyormuş. sabahtan beri uğraşıyor-muş
bir lokma bile yedirememiş. “sizin kıyafetler filan komik ya, (komik mi?) çocuğun hoşuna gider. gelseniz bi beş dakka
yardımcı olsanız, belki o zaman yer bi
şeyler” diyordu. “bayan” dedim “biz palyaço muyuz? hiç olur mu öyle şey?”
9
ğüm yerden “bir dahaki sefere mehmet
ali erbil’i çağırın, yaşlandım artık, ben de
belediyeye söyleyeyim teşkilata bir animatör ile bir aslan terbiyecisi alsınlar,
böyle devam edemez” diye mırıldandım.
kadın ne dese beğenirsiniz? mehmet ali
erbil’in gözlüklerinden korkarmış çocuk,
üstelik ateşi teninde hissetmiş insanlar
bu dünyada özel insanlarmış. lafa bak.
peh!
onu bir mama oturağına oturtmuş. üstü
başı süt ve karbonhidratla zenginleştirilmiş sanki. kocaman gözleriyle beni
izlemeye başladı. şapkama bakıyordu.
ağzını da açtı bir karış. ben gülümsüyorum çocukta tık yok. tepkisiz beni izliyor. baktım annesi öyle aval aval bakarken kaşığı ağzına sokuverdi çocuğun.
“bayan ne yapıyorsunuz, öyle olur mu”
demeye kalmadan çocuk bütün ağzındakileri püskürttü yüzüme. evet, ne amanvermez yangınların içinden çıkan ben
sütlü bisküvi ile mat olmuştum. kâmil ile
kadın başladılar gülmeye. “ne gülüyorsunuz ayı mı oynuyor?” dedim. hemen
bir bez verdi kadın bana yüzümü sildim.
“işe yaramadı” dedim kadına “hadi biz
gidiyoruz.” “olmaaaz” dedi önümüze
geçti. inatçı biri. “bir daha deneyelim.”
neyse başladık bir işe, madem sıvadık
paçaları geçeceğiz dereyi. şapkamı ters
çevirdim. benim çocuklara küçükken
yaptığım gibi gözlerimi şaşılaştırarak
komiklikler yapmaya giriştim. güldürmeyi başardım bebeği. gülerken de ağzını açınca annesi dayıyordu kaşığı. bu
durum bence benim halimden daha komikti ama işime konsantre olmaya çalıştım. böyle böyle sekiz-on lokma yutturmayı başardık. kâmil, bir yere oturmuş
kahkahalar atıyordu. öyle çok eğleniyordu ki göbeği lunaparka gitmişti sanki.
sarsıntıdan göbeği ile bünyesi arasında
bir bağımsızlık savaşı yaşanıyor zannederdiniz. kadın, bir yandan dualar ediyor
diğer yandan çocuğun midesini seferberlik günlerine hazırlıyordu. koca bir
tabağı bitirdiğinde herkes gülmekten, yoğun süt, bisküvi ve bebek kusmuğu kokusundan yorgun düşmüştü. oturduğu
yerde uyuyakaldı çocuk. kadın bize birer
kahve yaptı. ne kadar sevaba girdiğimizden, çocuk büyüyünce ona bizi anlatacağından filan bahsetti sürekli. çöktü-
***
dedem tatlıcıymış. özellikle tulumba
tatlısı konusunda bir duayen olduğunu
söylerler. şehrimizde her türlü cemiyete,
mevlüte, kutlamaya dedemin tatlıları,
tulumbaları gidermiş. çok mal mülk edinmiş zamanında. sadece tatlıcılıkla şehrin en çok vergi veren kişilerinden biriymiş. bazı büyükler, bunu dükkânının
duvarına ‘peşin satan-veresiye satan’ konulu tabelayı türkiye’de ilk asan kişi
olduğu için o kadar zengin olabildiğini
iddia etse de ben meseleyi iktisadi açıdan
değil sanatsal açıdan değerlendirmeyi
daha uygun buluyorum. öyle güzel tulumba tatlısı yaparmış ki hekimler parmaklara pansuman yapmaktan bıkarmış.
ama sonra nasıl olduysa çıkan bir yangında hem dükkânı hem de yanındaki
büyük evi yanmış. baklavacıların işi olabilir diyenler olmuş ama bir kanıt bulunamamış. dedem bundan çok etkilenmiş,
kahretmiş kendini. kalan malları da satıp
savmış. o büyük zenginlikten ve şöhretten geriye hiçbirşey kalmamış. sonra yataklara düşmüş. ben yedi yaşında filandım. kiralayarak yerleştikleri küçük bir
evde üzüntüden öldü dedem. hep hasta
bir adam olarak hatırlıyorum onu. soyadım da sonu acı biten bu tatlıdan geliyor
işte.
10
ğırsın “hanım abla geberecen burada ne
evi” diye ikna etmeye çalış olmadı ağzını
bantla, yüklen dışarı çık şeklinde geçer
bizim yazlarımız. genellikle izinlerimizi
bahar aylarında alırız bu yüzden. en son
ağustosta denize girdiğimde herhalde otuz yaşlarında filandım.
efendim, sözü uzatmadan size yanılmıyorsam dört sene önceki bir kedi operasyonumuzu anlatayım. havalar iyice ısınmıştı. tabi kedileri bilirsiniz mart ayında bol bol mesai yapmışlar, ortalık yeni
nesil kedilerden geçilmiyor. hangi kovuğa baksanız hangi kutuyu açsanız bir
avuç kedi yavrusuyla karşılaşıyorsunuz.
işte böyle kedi yavrularının şehirde referandum yaparak özerkliklerini ilan edebilecek çoğunluğa sahip oldukları bir dönem telefon miyav miyav çaldı. sanırsınız kedi cepten itfaiyeyi arıyor. açtık sesi miyavlamaktan farkı olmayan bir çocuk ağaçta mahsur kalmış bir kediyi ihbar ediyor. ama duymanız lazım:
— kidi kalmış…. kidiii….
— nerde kalmış evladım?
— aaaçtaaa… büyük aaaç… kidiii…
iii…
— evladım iiileme adresi ver, gelelim
alalım kediyi.
— kidi kalmış amca. gelin çabuk. kidi
düşmesin.
— tamam düşmez, bişey olmaz ona.
nerde oturuyorsunuz?
— maaalledeee… bizim maaalleye
gelin.
— yavrum evladım sizin mahalle neresi?
— var ya işte. maaalle. büyük maaalle. yokuş var.
— annen baban yok mu yanında? sen
nasıl aradın bizi yahu? mahalle diyorsun
kedi diyorsun, biz fbi değiliz ki şıp diye
tespit edelim adresini. ver, anneni babanı
ver…
mesleğe başladığımda, öyle sanılabileceği gibi dedemin öcünü almak, bütün yangınlarla savaşmak gibi bir düşüncem yoktu. itfaiyeci olmam için tesadüf diyebilirim. fakattır ki işe gittiğim
her sabah, nöbete kaldığım her gece dedemi, yanan tulumba tatlılarını ve ateşin
sıcaklığını düşünürüm.
tulumba tatlısı deyince aklıma geldi:
kediler… ağaca çıkan kediler. yukarda
bahsetmiştim. kediler bizim hayatımızın
bir parçası. zaman zaman köpekler de.
ama özellikle kediler. bazen kendi kendime sorarım, bir kedi neden ağaca çıkar? hadi çıktı diyelim, neden inmez? hadi inmedi anlarım ama neden bir kediyi
ağaçta gören herkes itfaiyeyi arar? o kediye sormuş mudur inmek istiyorsun
musun diye? peki ağacın hislerinin farkında mıdır? ağaçta görülen bütün kediler mağdur mudur? afedersiniz, fatih
altaylı’dan daha seri sorular sorduğumun farkındayım. ancak birçok insan
bilmez; bir itfaiyecinin sağlık karnesinde
yanık merheminden çok ‘pençe darbesine bağlı üçüncü dereceden travma’ için
ağrı kesici ilaçlar yazılıdır. bunların çoğu
da oturduğu daldan memnun bir kedinin
mahalle baskısının etkisiyle bir itfaiyeci
tarafından zorla aşağı indirilmesi faaliyetinin bir sonucudur. ha, ağaçta miyavlama suretiyle “indirin beni a dostlar,
gülüme varayım” diye feryat eden kediler de yok değil. ama bu hikâyeyi okuyanların her iki gerçeğin de farkında olmasını istedim.
yaz mevsimi, kediler ve ağaçlar
sezonudur. aslında yaz mevsimi aynı zamanda yangın sezonudur. yani; kediyi
kurtar, yangına koş, kediyi indir, ateşi
söndür, kedi kaçıyor kuyruğundan yakala, üçüncü katta bir babaanne kalmış dumanlar arasına dal kadını götürmek iste,
kadın “evimden ayıramazsınız” diye ba11
doğurmak için bir ağaç tepesini
seçmiş bu kediyi gördüğüm an, hikmetinden sual olunmaz rabbimin ne hayvancağızlar yarattığına ve onlara ne tür
akıllar paylaştırdığına hayretle bir daha
şaştım. şaşkınlığımdaki hayretim, bir kedi üzerinden kendi hayatımın gözlerimin
önünden bir daktilo şeridi gibi geçmesine
neden oldu. bir daktilo şeridinin bana
alın yazısını çağrıştırdığını da hesaba katarak, kader ve akıl üzerine 3-4 saniye
içinde ne tür felsefi doktora tezleri yazdığımı varın siz tahayyül edin. ama siz
tahayyül etmeden önce şunu söylemeliyim, elbette bütün bu sakin düşünceleri kafamdan geçirmeden önce şu en
basit savı sallamıştım dudaklarımın arasından: a-ha güdükzekalı bir kedi!
veysel’i operasyonun kara kuvvetleri
komutanı olarak atadım. bense hava kuvvetleri olarak ağaca tırmanacaktım. araçta bulunan brandayı alıp vatandaşlardan
veysel’le beraber güzelce tutmalarını
istedim. ağacın arka tarafına doğru ciddi
bir boşluk vardı. onu da böylece kapatmış olduk. çingene çadırımız şimdi daha
bir şenlikli olmuştu. iyi kötü bir güvenlik
sağlamıştık. yavrulardan birinin ya da
birkaçının aşağı düşmesi halinde düşerken bazı dallara çarpıp yaralanabilecekse
de aşağıda bekleyen çarşaflar ve brandalar sayesinde ölümden kurtulacaklardı. hayatlarının ilk gününde beş metre
yükseklikten bir çarşafın üzerine düşmenin bangicampingsel heyecanını yaşamaları da ne kadar sıradışı kediler olacaklarının habercisiydi.
etrafta toplanan çocuklar da bir
yandan heyecanlı çığlıklar atıyor, bir
yandan nedense el çırpıyorlardı. oldukları yerde zıplayanları gördükçe onları
hayal kırıklığına uğratmamam gerektiğine karar verdim. çünkü bir çocuğun
böyle kötü bir hatıraya sahip olması ken-
— hangisini?
—dalga geçiyor bir de, ver birisini
işte. adres bilen birisini.
bu yorucu konuşmadan sonra ablası
geldi telefona da öğrendik adresi, küçük
kamyonu alıp veysel ile birlikte yola çıktık. vardığımızda hakikaten büyük bir
çınar ağacının altında toplanmış küçük
bir kalabalık gördük. araçtan inip ağacın
yanına geldiğimde hayatımda daha önce
hiç görmediğim bir şey gördüm. kedinin
biri, üç dalın birleştiği ve kendisinin
rahatça uzanmasına olanak verdiği bir
yerde doğurmuş. ortaya çıkan dört yavru
da annelerinin kedi babalarının çınar
olduğu düşüncesi içinde gözleri kapalı
vaziyette dalın üstünde miyavlayıp duruyorlar. mahalleli yavrulardan biri her
an düşebilir diye, birkaç tane çarşafı
çengelli iğnelerle tutturup ağacın altına
germişler. çarşaflar farklı farklı renklerde
olduğundan çınar ağacının altında bir
çingene çadırı kurulmuş gibi görünüyordu. çarşafı germeyi akıl etmişler ama
kimse biz gelmeden ağaca çıkıp kedileri
indirmeyi göze alamamış.
anne kedinin gözlerine baktığımda o
duyduğu korkuyu hissettim. zor geçen
bir doğumun ardından kimse ona lohusa
şerbeti ikram etmediği gibi bir ağacın
üstünde yaşam savaşı veren yavrularının
hangi birini kontrol edeceğini şaşırmıştı.
etrafına topladığı kediciklerden biri
kıpırdanacak olsa dişleriyle çekiştiriyordu. doğrusunu isterseniz birisi şerbet
içirmek istese bile kediye ulaşmak mümkün değildi. kimse akşam evde “kediye
şerbet içirecektim ağaçtan düştüm” minvalinde bir konuşma geçmesini istemezdi. kedi mi? şerbet mi? ağaç mı? kedi
şerbet içer mi? hadi o kedi ayyaşın biridir, içiyor diyelim, peki sen manyak mısın ne işin var ağaçta elinde tepsiyle? gibi
sorulara muhatap olmayı göze alamazdı.
12
üstünde. hemen bir kadın aldı eline.
“yaşıyor” dedi. ikinci derin nefesi aldık.
alanları dar olduğu için anne kedi bir
yere kaçamıyordu. yavrular zaten görmüyordu bile önlerini. elimde kalın bir
eldiven vardı. yavrulardan birine elimi
attım. anne kedi deli gibi tırmaladı, yetmedi ısırmaya çalıştı eldiveni. ama başarmıştım. yavruyu üniformamın geniş
cebine attım. yanık kokulu ve kirli eldivenin tadını almış olmaktan pek memnun olmayan anne kedi kalan son yavru
için savaşmaktan vazgeçmeyecekti. tabi
bu arada miyavlama, ağlayan
insan sesine benzer cıyaklama
ve tıslama sesi nizami desibeli
aşmıştı. anne kedi birdenbire
kalan tek yavruyu ensesinden
dişlerinin arasına alıp yandaki
dala geçti. yavruyu ağzından
bırakacak yer bile yoktu orada.
ağzında yavrusu dururken bana
öyle bir bakışı vardı ki “dua et
ağzımda lokma var yoksa ben
ne küfürler biliyorum” diyordu
sanki. onlara ulaşmak için iyice
uzanmak zorunda kaldım olmadı. yetişemiyordum. ayağımı
en son basamağın üzerine atarak diğer ayağımı da kalın dallardan
birine uzatarak denedim. tam bu sırada
birden gözüm karardı. ayağımın altının
kaydığını hissettim. dünya dönüş hızını
on katına çıkartmıştı sanki. kadınların ve
çocukların çığlık attığını duydum. nedense gözlerimi yummuşum. açtığımda
kendimi tek kolumla merdivenin kenarına tutunmuş sallanıyor buldum. bir-iki
çocuk ağlamaya başladı. uzaktan bir çınar ağacında sallanan büyük bir kırmızı
biber gibi göründüğüme eminim. böyle
şeylere alışık olsam da bir an kendi can
derdime düştüğümü, kedilerin aklımdan
çıktığını fark ettim. cebimdeki yavruyu
dimi ömrüm boyunca suçlu hissetmeme
sebep olurdu. aracın merdivenini kontrol
eden mekanizmayı çalıştırdım. yükselmeye başladı. dalların arasından zeka
problemi olduğu düşüncesini aklımdan
çıkaramadığım kedinin ve minik kaplanların yanına yaklaştım. tam bu sırada
yavrulardan bir tanesi kadınların çığlıkları arasında çarşafın üstüne düştü. iki
kere zıpladı ve hareketsiz kaldı. birden
büyük bir sessizlik oldu. ilk birkaç saniye
kimse yavru kediye yaklaşamadı, neden
sonra küçük bir çocuk uzandı yavru kediye. eline aldı. “esniyor bu”
diye bağırdığında küçük bir
kahkaha fırtınası koptu. Đçimiz rahatladı. geriye kurtarılması gereken üç yavru ve bir
akıl hastası kalmıştı. elimi
uzatacak kadar yakınlaşınca
merdivenin
yükselmesini
durdurdum. konuşmaya başladım onlarla: “merhaba,
memduh
amcanız
geldi,
şimdi sizi kurtaracağım, zorluk çıkarmayın. hey sen nereye gittiğini sanıyorsun? Yürümeyi bile bilmiyorsun.”
normal olarak anne kedi
tıslamaya başladı. ağzını kocaman açarak
ve sırtını kamburlaştırarak vaziyet aldı.
“bak kedi” dedim, “kötü bir niyetim yok,
sizi şehir hayatına geri kazanmayı hedefliyorum. iki tane tarzan filmi izlediniz
diye ağaçlarda filan yaşamaya kalkmak
hiç doğru değil.” kedi pençe atarak cevap
verdi. bu arada aşağıdaki vatandaşlar bir
korku filmi izliyormuşcasına gerilmişlerdi. rahat olun der gibi bir hareket
yaptım aşağıya. tam bu sırada anne kedi
pozisyonunu savunmaya göre ayarladığından bir an yavrularının durumunu
unutmuştu. bir tane yavru daha aşağıya
süzüldü. bu da üç kere zıpladı çarşafın
13
bir ay kadar sonra itfaiyeyi aradılar o
mahalleden. biri erkek ikisi dişiymiş. evi
kedi bakmaya müsait olan çocuklar paylaşmış yavruları. erkeğin adını memduh
koymuşlar. kedilerin babası satranç şampiyonu değildir muhtemelen, o yüzden
fazla birşey beklemiyorum ama dilerim
annelerine çekmezler. her tarzancılık oynayan maceraperver kediye her zaman
bir memduh tulumbacı yetişemez değil
mi?
hatırladım. ona zarar vermeden kurtulmalıydım. bir gayretle boşta kalan kolumu dallardan birine attım. ayaklarımdan
biriyle de merdivene uzanmaya çalışıyordum. ayağım merdivene ulaşınca iki
büklüm halimle ne kadar komik göründüğümü hayal bile etmek istemiyordum.
tek bir harekette daldaki kolumu merdivene attım. aşağıdan “oh” mealinde bir
sürü gürültü geldi. alkış koptu. kendimi
sağlama aldığımda kediyi bıraktığım yere baktım kimse yoktu. diğer dallara, ağacın tepesine sonra üç yüz altmış derece
etrafıma baktım. kedi medi görünmüyordu. aşağıya baktım gene bir şey yok.
yavaş yavaş indim. cebimdeki yavruyu
çocuklardan birine verdim. “anne kediyi
gördünüz mü?” diye sordum. ben dengemi kaybedip düşeyazdığımda ağzındaki
yavrusuyla ağaçtan inivermiş, kıçına motor takmış gibi hızla sokağı boylayıp
köşeyi dönerek ortadan kaybolmuş. veysel geldi yanıma, “geçmiş olsun abi” dedi. “zarar ziyan yok ya.” “iyiyim” dedim.
“kolum biraz zorlandı o kadar. baktırırız
yarın.”
çocukların kucağındaki yavru kedilere yaklaştım. miyavlamıyor sanki cikcikliyorlardı. “annesi kaçtı gitti, küçük bir
biberon bulup bunları beslemek lazım”
dedim. “hallederiz amca” dediler. “sağolasın. hayatlarını kurtardın.” yavruları
okşarken kalabalıkta insanların bacakları
arasından nerdeyse elli santim boyunda
bir kız çocuğu geldi yanıma.
— kidilerin adı ne olsun amca?
— sen miydin arayan ufaklık?
— ben aradım amca, sen çok iyi amcasın.
yaklaşmamı istedi. öptü yanaklarımdan. ben de onu öptüm.
— adlarını siz koyun. her kurtardığım kediyi vaftiz edecek kadar çok isim
dağarcığı yok bende, dedim.
“imzası kişinin karakterini ele verir,
bazen de ismini.”
evan esar
“ne ilginçtir ki modern gökbilimcilere
göre uzay sonsuz değilmiş. bu, eşyalarını
bıraktıkları yeri hatırlayamayan insanlar
için iyi bir haber.”
woody allen
“balık tutmakla bütün gün bir gerizekalı
gibi kıyıda dikilmek arasında ince bir
çizgi vardır.”
steven wright
“mühim olan insanın içinin dışının bir
olması. yani insanın dışında da
bağırsaklar, karaciğerler filan olmalı.”
cenk durmazel
14
Sizden Gelenler:
alenen kıskandım. Evet şakak kılımın ve
Marinetti’nin bu ilişkisine duyduğum
kıskançlıkla ikinci, üçüncü makas darbelerini salladın şakaklarıma... Şakaklar...
Yaşlı ve işe yaramaz biri olduğumuzu ilk
ele veren ilk açık sözlü dostlarımız ilk
patavatsız düşmanlarımız. “Yanlardan al
üstü kalsın”daki yanlardan alınanlarımız. Şimdi parmak uçlarımdan tüm
bedenime yayılan ince, sıcak bir sıvı, bir
cinayet pişmanlığı salmıştı bedenime. Bu
pişmanlık bedenime dar geliyordu, az
önce işlediğim cinayetin kanıtı yerlerde,
tanığı aynada ve cinayet aleti elimdeydi.
Gayriihtiyarî fırlattım makası elimden
yere ve o an işte tam o an henüz bir
yaşına bile basmamış gayri ihtiyar kedim
Porsuk’un cansız bedeni
bir un çuvalı gibi devrildi
yere, bir un çuvalı gibi
ağır, bir un çuvalı gibi
kontrolsüz, bir un çuvalı
gibi cansız... Allah kahretsindi. Korku ve endişeyle
fırlattığım makas kedim
Porsuk’un gözüne şiklenmişti. Ve anladım ki şiklenmek bir kedinin gözüne bir makas
şiklenince şiklenmektir. Allahım bir anda
seri cinayetlere imza atan bir katile dönmüştüm. Ne işi vardı o kediciğin orada,
ben neden öyle saçma bir hareket yaparak en sevdiğim dostumun ölümüne neden olmuştum. Neler oluyordu bana?
Ne yapmam gerekiyordu? Cesedi yok edip ortalığı mı toparlamalıyım diye düşündüm hiçbir şey olmamış gibi yaşamıma devam edebilirim diye geçirdim
içimden. Ne de olsa Fenerbahçe de Đnter’e geçirmişti ve Đnter hiçbir şey olmamış gibi Seria A’ya devam etmişti. Porsuk’un üç puan kaybettiğini varsayarak
ve diğer canlarını hoyratça kullanmadığını ümit ederek yaşamıma devam edebi-
Şakaklar, Porsuk ve Berber Mümin
Yunus Emre Gümüş
Her şey gece başladı. Yatmak üzereydim oysa dişlerimi bile fırçalamıştım.
Ortaokuldan kalma bir alışkanlıkla yatmadan önce aynaya baktım ve o ilk hamleyi yapmama neden olacak o melun kılı
gördüm. Aslında oldukça kişilikli bir duruşu vardı. Diğer arkadaşları tarağın mezalimine boyun eğip hepsi bir yöne uzanmışken, o aykırı bir duruş sergilemiş ve
ayağa dikilmişti. Bir isyandı bu ve önü
alınmazsa büyük bir devrime yol açabilirdi. Aslında erken yorulmuş bir demokratın şakaklarındaki bu isyan başlangıcı bir teokratın sakalındaki ilahi birliktelikten
çok daha anlamlıydı. Ve
fakat o an yüreğime oğlunun
okuduğu
“kapital”den kıllanan 68 kuşağından bir babanın tedirginliği düştü ki tedirginlik genç bir yüreğe düştüğünde beton etkisi yapar, bilirim. Bugün
anlayışla karşılanan isyankâr bir kıl,
yeryüzüne çıkmayı reddeden protestocu
bir kıl döngüsüne gebedir, bilirim. Onun
bu onurlu direnişine hak vermiyor değildim hatta gizliden bir hayranlık bile
duyuyor olabilirdim. Ama bu yalnızca
birkaç dakika kazandırabildi ona. Đlk makas darbesini fütursuzca salladığım an
fütürizmin kurucusu öncüsü ve şefi Đtalyan şair, romancı, oyun yazarı ve yayın
yönetmeni Filippo Tommaso Marinetti’yi
andım. Çünkü Marinetti’ye göre şiirde
temel öğeler cesaret cüret ve isyandır. Bir
isyan şiiri gibi dikilmiş karşımda duran
şakak kılımın Marinetti’yi biliyor olmasına şaştım ve onu gizliden gizliye değil
15
lirdim. Ettim. Porsuğun cansız bedenini
siyah bir naylon poşete koyarken kendi
kendime “Sahip olduğun canlarını daha
akıllıca kullanmalıydın dostum. Biz insanlar
nasıl da kıymetini biliriz ömrümüzün. Sıhh
belki de bir tane canımız olduğunu bildiğimiz
içindir tüm bu kadirşinas hallerimiz” diye
mırıldandım. O sırada poşetten gelen mırıldamalara kulak verdim aman Allahım
olabilir miydi? Yoksa... Evet, olabilmişti,
porsuk ölebilmemişti. Ya da ölmüştü de
önceki canlarını düşündüğüm kadar hoyrat kullanmamıştı. Her ne olduysa olmuştu işte. Porsuk dizlerimin dibinde ağzını bağladığım poşetin içinde hareket
ediyordu. Evet hareket ediyordu, ölmemişti. Ulan tabi ya poşetin ağzını açamıyordu mamafih çoluk çocuk kurcalamasın diye sıkıcana düğüm atığım için
ben de açamıyordum düğümü. Poşetin
içindeki Porsuğun hareketleri ağırlaşıyor,
mırıldanmaları hırlamaya dönüşüyordu.
Bir süre sonra iyice hareketsiz kaldı dişlerimle altıncı düğümü açarken sadece
kesik kesik gelen hırıltılarını duyuyordum. Düğümleri açmayı başardığımda
Porsuk çoktan ebedi istirahatına çekilmişti. Şimdi bir taş kütlesi kadar ağır bir
ağırlık kütlesi kadar taştı. Bir anda cama
zuhur eden yağmur damlaları gibi gözyaşlarının yürüdüğü gözlerime ampulün
ışığı yansıdığında, Porsuğun ruhunun
“Ghost” taki Patrick Swayze’ın mahşere
yükselişi gibi törensel bir ayrılığı yeğlediğini düşündüm. Tüm bunları tedirgin
ve ürkek gözlerle izlerken ışığı yansıtanın Porsuğun gözündeki makas olduğunu fark ettim. Az önce kazayla ölüme
sebebiyet veren makası, Porsuğun gözünde unuttuğumu fark ettim. Makası
şiklendiği yerden aldım tişörtüme silerek
temizledim ve eski yerine kaldırdım. Allahtan Porsuk tekrar canlanmıştı da makası kurtarmıştık. Gerçi Porsuk tekrar
vefat etmişti ama cillop gibi makastı ve
neden bir kedinin gözünde defnedilsindi. Porsuğun mezarı olan poşeti arka
bahçenin duvarından salladıktan sonra
tekrar banyoya döndüm ve aynada o
korkunç manzarayla karşılaştım. Đsyankâr kıla canhıraş saldırırken kafamı tavus
kuşuna çevirmiştim. Bitmek bilmeyen bir
kâbusun içinde gibiydim. Đçindeymişim,
tavusmuşum kuşmuşum. Yarın okulun
ilk günüydü, saat gece yarısını geçiyordu
ve ben omuzlarımın üzerinde bir maymun poposu taşıyordum. Bu depresyon
için bulunmaz bir fırsattı. Parmak arası
terliklerimi ayağıma geçirerek kendimi
şuursuzca sokağa attım. Burası büyük bir
şehirdi ve mutlaka bir berber bir berbere
ya da en azından bir berber kendi kendine dükkânını açık tutması konusunda bir
öneride bulunmuş olabilirdi. Bu berberlerin hepsini evde bekleyen birileri yoktu
ya. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve
ben ayağımda çıpıdak çıpıdak parmak
arası terliklerimle berber arıyordum. Kepenkleri kapalı onlarca berberi geride
bıraktıktan sonra insanoğlunun görme
sınırını zorlayacak kadar uzakta demir
bir askıya asılmış havluları gördüğümde
kaybolan eşeğini bulmuş gariban bir
köylü gibi sevindim. Bu benzetmeyi bir
berberin duyması ve beni fena halde benzetmesi düşüncesi tüylerimin ürpermesine neden oldu, şakaklarımdaki ürperememe hissiyatı ise beni acılara gark
etti. Berberin kapısına vardığımda heyecanım doruk noktadaydı. Nasıl girmeliydim içeriye, söze nasıl başlamalıydım,
kendimi traş ederken bu hale getirdiğimi
söyleyemezdim elbet. Bu ona sonsuz bir
güven duygusu aşılardı ve ben zaten bir
sıfır yenikken, ona böyle bir kontratak
şansı tanıyamazdım. Başka bir berberin
üzerine atabilirdim suçu, yok hayır, bu
inandırıcı olmazdı, en azından bu saatte.
16
çok kızmış ve çok kızdığında çok
tehlikeli biri olabilirmiş gibi kafamı önce
yavaşça sola çevirdim bir süre yukarıya
bakarak sanki psikopat bir caniymiş de
kavgaya falan tövbeliymiş gibi sağ elimi
kaldırırken duyacakları şekilde “ya sabır... Ulen şimdi...” diyerek oradan hızla
uzaklaştım. Köşeye varmak üzereydim ki
gizil bir mağaradaki perilerin ayak
seslerini andıran o sihirli “hişt... hişt”
seslerini duydum. Korkuyla kendi etrafımda dönerken bir taraftan da “Kim lan
o, kimsin lan? Bak berber sensen valla
bozacağım bak tövbemi” diye yüksek
sesle bağırarak, olası bir dayak olayından
yırtmak için çevreden birinin dikkatini
çekerim umuduyla âcizane bir hamlede
bulundum. “Sessiz ol” dedi ses “ve beni
dinle” Kafamı itaatkâr bir ifadeyle hızlı
hızlı indirip kaldırırken, dişlerimle dudaklarımı ısırıyordum. Bu bilinmez sese
karşı koyamıyor, gizil bir gücün boyunduruğu altına girdiğimi hissediyordum.
“Ben berber Mümin, bana güvenebilirsin. Belki de yanlızca bana güvenebilirsin.” Sesin geldiği yere doğru ilerlerken içimde bir Đndiana Jones belirdi.
Hey gidi Dr Jones diyerek hem komik
hem enerjik bu bilim insanını andıktan
sonra “He is back” diye geçirdim içimden. Sonra ağzımla fragman taklidi yapmaya yeltendiysem de bunun hiç de yeri
olmadığını düşündüm. “Mümin abi!”
diye seslendim karanlığa, sanki onu yıllardır tanıyormuşum gibi.
“Dükkânım az ileride sabah erkenden gelirsen seni kendi ellerimle tıraş
ederim, şimdi gitmeliyim hoşçakal.”
“Dur gitme” demeye fırsat kalmadan
karanlıkta kayboldu Mümin. Allahım nasıl bir gizemdi bu peşine düştüğüm. Koşar adımlarla eve döndüm ve sabah olmasını iple çektim.
Onunla göz göze geldiğimizde koltukta
oturan adamın sivilcesini sıkıyordu, anlamsız birkaç ses çıkarttıktan sonra boğazımı temizleyerek “Mer mer merhaba,
abi” diyebilmiştim sadece. Abi mi? En az
benden beş yaş küçüktü ve ben ona abi
diyerek suçluluk duygumu bastırmaya,
ona güven pompalayarak ezikliğimi sevecenlikle karşılamasını ümit etmiştim.
Durumu lehime çevirmek için sanki bu
benim konuşma tarzımmış gibi davranarak gayriihtiyarî benden gayrı ihtiyar
olan berbere “Abi ya buralarda kemal
abinin abisinin bir tatlıcısı vardı n’oldu o
abi?” gibi saçma bir doğaçlama yaptım.
“Ne tatlısı, ne Kemal’i kardeşim kime
baktın sen?” diyerek bana doğru bir iki
adım attı gayri terbiyeli berber. Đlkel bir
savaş aleti gibi görünen makasın ve
kıllanan bir berberin ne kadar tehlikeli
olabileceğini Porsuk örneğinde yaşayan
ben, birkaç adım geriledim, tabi gayriihtiyarî... “Ya neyse, s.ktiret sen Kemal’i”
diyerek sanki Kemal mevzusunu o açmış
gibi “Hacı bundan sonra beni alsana”
dedim. “Bu” bana tuhaf tuhaf bakarak
bir mengene gibi sıktığı dişlerinin arasından tıslayarak “Bu bana mı bu diyor”
dedi. Allahım, her geçen saniye yeni
düşmanlar kazanıyordum ve bu kazanç
bana hiç de kârlı görünmüyordu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve ben, asabi
bir berberle sıkılan sivilcesinin acısını
çıkartacak yer arayan hayli kaslı müşterisini gereksiz yere sinirlendiriyordum.
“Hayır ben isminizi bilmediğimden bu
diye şey yaptım. Đşaret sıfatı manasında
yani. Tabi böyle direk şey yapmadan bu
deyince manasız oldu. Ben de fark ettim.” Berber tartışmaya son vermek ve
dükkânının cinayet mahali olmasını engellemek için “Kardeşim çek git adamın
başını belaya sokma” diyerek beni iteklemek suretiyle dışarıya çıkarttı. Sanki
17
“Geceler olmaz olası geceler...” diyerek bir şey hatırlamış gibi kendi yapımı
beş artı birin bağlı olduğu sqny marka
teybe yöneldi. Çalan Nilüfer’in geceler
şarkısıydı ve sanki Nilüfer bizim muhabbeti dinliyormuş gibi Mümin’in bıraktığı
yerden devam etti
“Geceler yarı yar... Dört duvar efkâr..
Geceler yarı yar… Başımda sevda”
Gizlediği bir şeyler
var gibiydi, dün gece
hiç yaşanmamış gibi
geyiğe sardı ben de hiç
sesimi çıkarmadım.
Mümin makasla olan dansına başlarken
bir taraftan da her erkek
berberi gibi omzuma
yaslamayı ihmal etmiyordu. Bu huzursuz havayı dağıtmak
için hafta sonu maçı izlemediğim halde
“Fener n’aptı abi öyle ya...”diyerek bir
berberin en hassas damarından yakalamaya çalıştım Mümin’i tabi duvardaki
Fenerbahçe posteriydi beni Mümin’le
yakınlaştırmasını ümit ettiğim. “Şampiyonuz yine bu sene abisi. Uçarı kaçarı
yok..” Mümin istediğim kıvama gelmişti.
Birkaç kaçan gol pozisyonundan, ofsayttan ve yabancı transferlerden bahsettikten sonra cevabını alamadığı soru geldi
aklına. “Sahi abiş sen nerelisin?”
“Antepliyim abi” dedim sonu gelmez bir muhabbeti açtığımdan habersiz.
“hadi ya, ben acemiliği orada yaptım”la
başlayan muhabbet -ki bu tek taraflı bir
sohbetti çünkü Mümin kendi sorduğu
sorulara kendisi cevap veriyordu- baklavanın, çiğköfte ve ekşili köftenin yapılışlarının ne kadar zor olduğu ve emek
istediğine oradan Antep’in sanayi şehri
oluşu nedeniyle aldığı göçle artan suç
oranına kadar uzadı. Mümin her berber
Mümin’in dükkânına gittiğimde çevredeki esnafların hiçbiri henüz uyanmamışlardı. Müminse bütün müminliğiyle namazını kılmış hatta dükkânını
temizliğini bile bitirmişti. Hayırlı işlerler
diyerek girdim dükkândan, sanki ona
has bir güzellik yapmışım gibi bu dediğimin karşılığında bir ödül bekler gibi
baktım gözünün içine. Müminse “Bilader
oraya basmayıver yeni sildim viledayla,
daha kurumadı.” demekle yetindi. Az
sonra anlayacaktım ki
mümin asla bu kadar
kısa bir cümleyle yetinecek bir insan değildi. Onu işleyen her
öykü betimlemelerden çok diyaloga ihtiyaç duyuyordu.
“Aslında var ya herkes böyle sabah
erkenden açsa dükkânını kısmeti artar
şerefsizim. Saç mı sakal mı?”
“Doğru diyorsun abi!”
“Sen beni dinlemiyorsun galiba!”
“Hı hı tabi tabi haklısın”
“Geç otur şuraya, basma oralara. Nasıl olsun? Nasıl yapalım saçı?”
“Yok öyle seni çok yormayacağım,
normal bir saça benzesin yeter.”
Mümin bir şeylere kırılmış gibiydi
sanki sadece işlevsel bir birkaç soğuk
cümleyle karşılık verdi bana. Ama bu durum uzun sürmedi önlüğü boğarcasına
boynuma bağladıktan sonra elleri saçıma
değer değmez
“Nerelisin bilader?” diyerek başladı
sonu gelmeyecek bir berber muhabbetine.
“Sen beni tanımadın galiba abi?” dememle tuhaf bir şeyler olduğunu anladım. Mümin’in yüzünün coğrafyası değişmişti birden bire.
18
Erotik Dershane
Toprak Işık
gibi bir müthiş bir sosyologdu. Her berber sosyolog gibi kendi sözünü kesmesiyle ünlüydü, ilginçti. Hararetle yaptığı bu sosyolojik tespitler esnasında kulağımda keskin bir acı ve bir yanma hissettim. Evet, bir berberde en korkulası
şey başıma gelmişti. Mümin kafamda bir
Vincent Van Gogh yorumunu tercih etmişti. Kulağımdan akan kanı şapla durdurmaya çalışan Mümin çok rahat görünüyordu öyle ki hiçbir tepki vermeden
baldızının Tire’deki yazlığından bahsetmeye devam ediyordu. Onun bu rahatlı
karşısında kanım çekilmiş kanama durmuş ve ben hiçbir tepki verememiştim.
Mümin saç tıraşımın bittiği müjdesini
verdiğinde aynada kendimi tanıyamadım. “Borcumuz ne kadar” sorusuna aldığım cevapla sararmış suratımla yola
koyulduğumda saat sekizi geçiyordu ve
caddedeki diğer esnaflar yeni yeni açıyorlardı dükkânlarını. Ellerim cebimde
omzumun üzerinde bir heykeltıraşa özenmiş Mümin’in dışavurumcu tarzını
yansıtan kafam bozuk bir şekilde hızla
ilerledim. Bugün pazartesiydi ve okulun
ilk günüydü. Üniversitedeki ilk günümün böyle olacağı tercih yaparken aklımdan bile geçmezdi.
Yeni mezun üç bilgisayar mühendisiydik. Aynı evde kalıyorduk. Kocaman şirketlerin kocaman projelerinde
görevliydik ikimiz. Birimizin gözü karaydı. Ya da belki kördü. Hiç iş aramadan ‘kendi şirketimi kuracağım’ diye
tutturmuştu.
— Đyi de oğlum en azından büro gerekir şirket için. Masa sandalye falan...
Benim Nihat’a uyarım bu olmuştu.
Arzuhalcilik yapmayacağız ki, neticede
bir yazılım şirketinden bahsediyoruz.
Hepimiz çalışalım, biraz para biriktirdikten sonra kayıtlı kuyutlu, ofisli telefonlu
şirketimizi kurup, piyasanın dumanını
attırırız.
— Orası kolay abi. Đlk işten aldığımız
para ile hallederiz.
— Tamam da ilk işi nasıl alacağız
oğlum?
— Alırız abi.
Üniversitenin ilk yılında tanıştığımızdan beri Nihat’ın iyimserliğine hayranım. Yurttaki odamızda bir sürü para
kazanma hayalinin ardından yatma vakti
geldiğinde sorardım:
— Nihat oğlum, yarın sınavda ne
yapacağız?
— Sen benim yakınıma otur abi,
hallederiz.
Nihat’ın yakınına oturup canlı yayında bağlanırım kâğıdına. Sonuçlar gelir:
— Lan Nihat; en düşük notu biz
almışız oğlum.
— Abi zaten sınavın ağırlığı ne kadardı ki; finale adam gibi çalışıp geçeriz.
Final de gelir geçer üzerimizden.
— Oğlum Nihat yine çöktük.
— Abi bu adam ortalamaya çok yüksek veriyormuş.
“misafirler balık gibidir; üç günden
sonra kokmaya başlar.”
benjamin franklin
“zaman kavramı hakkında bildiğim tek
şey aceleyle bir yere yetişmeye
çalıştığımda daha hızlı akacak kadar
terbiyesiz olduğudur.”
adem celep
19
— Ne güzel böyle genç yaşta kurmuşsunuz kendi işinizi.
Đsmimizi sordu sonra. Yine ağzımızı
açamadan, Cabbar, Hüseyin, artık nasıl
uygun görürse, kendisi birer isim takacak
sandığımızdan mıdır nedir, salak gibi
kaldık.
— Ha isimleriniz nedir?
— Serhat!
— Ben de Bülent, dedim.
Görüşme boyunca bize verdiği söz
hakkı bundan azıcık fazla oldu. Yahu bir
insan nasıl bu kadar çok konuşabilir? Nasıl böyle daldan dala atlayabilir? Adımızı
iyi ki baştan sordu; çünkü ben kalkarken
kim olduğumu hatırlayabilecek durumda
değildim. Đlgili ilgisiz her şeyi anlattı.
— Onun sadece ince işine ben bir
siyah mersedes sattım.
Şimdi adam; senin Çayyolu’ndaki
villana nereden geldik? Sattığın mersedesten bize ne? O mersedesin siyah olmasının anlam ve önemi ne?
Çok şükür mersedesin yenisini almış
bir yıl sonra. Geçen seçimlerde milletvekili adayıymış. Bilmem nesini bilmem
ne yaptığı amca oğlu yüzünden kaybetmiş. Amca oğlu memlekette parti il başkanıymış, bunu listenin en sonuna atmış.
Çıkarken beynim zonkluyordu resmen. Ama hakkını da vermeli, görüşmeden memnun kaldık mı, kaldık: Çünkü işi kaptık! Üstelik parayı hiç sormadı
bile. Bir evin ince işine bir siyah mersedes harcayan babayiğit, bizim yapacağımız sitenin parasından mı korkacak?
Ellerimizde dershanenin tanıtım broşürleri, ertesi gün için tekrar randevulaştık. O da düşünecek, biz de düşüneceğiz,
bir araya gelip sitenin ayrıntılarını konuşacağız.
Malzemeyi yığdık Nihat’ın önüne.
— Bize ne oğlum ortalamadan? En
alttayız biz.
Neyse, eski defterleri kurcalamak nafile. Sonuçta üniversiteye gömemediler
bizi. Mezun olduk, iş hayatına atıldık ve
ilk kez Nihat haklı çıktı. Üçüncü ortağımız Serhat bir akşam bombayı patlattı:
— Sıkı durun beyler! Müjdeyi veriyorum!
Bir dershane ile web tasarımı için
görüşme ayarlamış. Đsmi lazım olmadığından söylemiyorum ama Türkiye’nin
en büyük üç dört dershanesinden biri...
Sevinmeden önce sordum:
Onların hala web sayfaları yok muymuş?
— Yokmuş ama sayemizde olacak,
dedi Serhat mutlu bir şımarıklıkla.
***
Đlk görüşmeye Serhat ve ben gittik.
Nihat yetenekli bir yazılımcıdır ama
müşteriyle temasta sorunlara neden olabilir. Adam, “Site üzerinden cennete bağlanılabilsin istiyorum.” dese, bizimki
“Yaparız, kolay!” der. Bilgisayarın başına
oturunca da, “Beyler cennet ne tarafa
düşüyordu?” diye sorar.
Dershane’ye girdik. Müdür Tekin
Bey’in odasına gitmek üzere sekreterin
peşine takıldık.
— Buyurun! Buyurun gençler!
Müdür Tekin Bey kısa boylu, seyrek
saçlı, Ayhan Işık bıyıklı bir adam. Önce
Serhat’ın elini yakalayıp hızla bir iki kez
salladı, sonra da benimkini.
— Oturun! Oturun!
Oturduk.
— Ne içersiniz? Ha ne içeriz?
Tam ağzımı açtım, ‘soda’ diyecektim,
— Derya bize üç çay getir, dedi.
Derya kapıyı kapatıp çıktı.
— Đşler nasıl? Đşler nasıl?
Yine yanıt vermemizi beklemeden
devam etti.
20
en bakan haliyle objektife dalmış gitmiş.
Tekin Bey’in bir eli oğlunun öteki Bakan’ın omzunda. Kompozisyondaki samimiyet, müşterimizin önemini kesin biçimde kanıtladı bize.
Tekin Bey’in bütün isteklerini not
ettik ve Ayrancı’daki evimizin yolunu
tuttuk. Bilgisayarın başına oturup onun
bir istediğini iki yaptık.
Sonra haftalar boyu bu düzende yaşamaya devam ettik. Evden işe, işten
dershaneye, dershaneden eve bilgisayarların başına... Ama ne site oldu! Anlı
şanlı üniversitelerinki öyle değildir. Sadece dershane tanıtımı değil; daha ne
maskaralıklar yaptık Tekin Bey’in istekleri doğrultusunda. Nihat programcılık
dehasını kullanıp harikalar yarattı. Sınavlarda aldığınız netleri girin, puanınızı
görün. Kazanabileceğiniz yerlerin listesi
şak diye gelsin önünüze.
Tekin Bey’in isteği doğrultusunda,
yeni kayıt dönemine yetişsin diye Serhat’la ben senelik izinlerimizi de alıp bu
işe yatırdık. Şirketimizin kuruluşu için
on günlük deniz keyfinden vazgeçmeyecek kadar ileri görüş yoksunu değildik
elbette.
***
— Güzel! Güzel oldu gençler! Milletimizin karşısına çıkmaya hazırız değil mi
ya!
Neşeli bir kahkaha attı. Biz de çok
neşeliydik.
— Koyalım mı artık internete Tekin
Abi?
Abi kardeş olmuştuk artık.
— Koyun tabi yahu. Cillop gibi sayfa. Ne eksiği kaldı ki koymayacaksınız?
Neşeli kahkahalarla uğurladı Tekin
Abimiz bizi. Hemen o akşam sayfayı kullanıma açtık. Eşe dosta, herkese haber
saldık, ziyaret edip ‘giren’ sayısını arttırsınlar diye.
— Üstat bizim beyinler tükenmiş vaziyette. Dershane budur. Düşün bir şeyler, dedik.
Broşürlere baktı mı bakmadı mı bilmiyorum.
— Bu kolay ya, yarım saatlik iş.
Beklenen yanıt.
***
O yarım saatlik iş için sabaha kadar
çalıştı Nihat. Mesailerimizi bitirir bitirmez Serhat’la dershaneye gittik. Müşteri
sadece fikir istemişti, biz bilgisayarına girip sitenin iskeletini açtık önüne. Sayfaların üzerinden hızlı hızlı gittik.
— Bravo! Bravo gençler! Siz bu işi
yaparsınız! Yaparsınız!
“Yaparız tabi. Yeter ki iş verilsin, fırsat tanınsın, daha neler çıkartırız ortaya
biz!” diye coştum içimden.
Bu görüşme ilkinden daha fazla amaca yönelik oldu. “Şuraya kadromuzu
koyun, buraya tarihçemizi, oraya kurucularımızı falan...”
— Dershanenin geçmiş başarıları
böyle şeyli gelsin ekrana. Şeyli şeyli!
Tamam dedik. O şey her neyse biz iki
şeyli getiririz. Đkinci günden itibaren Tekin Bey sevimli bir adamdı gözümüzde.
Hele de şu diyalogun ardından:
— Tekin Bey, para meselesini de baştan konuşalım isterseniz, dedi Serhat.
— Onu dert etmeyin gençler. Siz elinizden gelenin en iyisini yapın. En iyisi
en pahalısıysa onu yapın. Biz mahalle
arası dershanesi değiliz. Bizim Türkiye’nin her yanında şubelerimiz var.
Cömertliğinin kanıtı olarak telefonu
kaldırıp birer çay daha söyledi bize. Sonra birden oğlunun sünnet fotoğraflarına
geçince “Bunun konumuzla ilgisi ne lan
Tekin Bey!” demedik. “Đlahi Tekin Bey,
ömür adamsınız vallahi!” diye düşündük. En azından ben öyle düşündüm.
Fotoğrafta Bakan, oğlanı kucağına almış
21
mızın, o sayfanın bir şifresi olduğunun,
onu da bizim bildiğimizin farkında değil.
Açık söyleyeyim benim yapmayı düşündüğüm, sayfayı sadece silmekti. Serhat:
— Oğlum, herifin bilgisayarında site
yüklü. Başka enayiler bulup bizim yaptıklarımızı onlara toparlatır, dedi.
Tespitin doğruluğu değil, cümle içinde geçen ‘başka enayiler’ ifadesi vurdu
beni.
— Şerefsiz herif!
Ağzıma
çok
da
yakışmayan
küfrümün üzerine bir tane de Serhat
koydu.
— Sinirlenmeyin arkadaşlar. Kolayı
var. Hallederiz.
Kim olabilir ki bunu
diyen?
— Porno sitelere link
atarız.
Zınk diye çarpıldım!
Bir an gerçekten bunu
yapmışız gibi hayal edip
içimin yağlarını erittim.
Gerçek hayata dönünce
ben de Serhat gibi,
— Olmaz öyle şey,
dedim.
Bir süre sonra Nihat da fikrini değiştirdi.
— Hatta direk kendisini o biçim site
yaparız. Bir gecede hallederim.
Biliyorum halledebilir. Geceler boyu
biriktirip büyüttüğü müthiş bir koleksiyona sahip.
Biz buna “Hiç olmaz!” dedik. O da
bir daha fikir değiştirdi. Daha doğrusu
onunkiler fikir değiştirmek değil, geliştirmek.
— Herkese açık tanıtım günü yapmıyor mu abi bu adam haftaya?
— Yapıyor, dedim.
— Tamam işte, dedi.
Ertesi gün de Tekin Abi’ye gösterdik
site sayaçlarını. Yaptığımız ürünün nasıl
da hemen ilgi çektiğini anlasın. O bunu
kendisinin işletmecilik dehasıyla açıkladı. Dershaneciliği iki tane konu ezberleyip anlatmak, üç tane soru çözmek zanneden öğretmenlere ‘dangalak’ dedi. Ha
bu arada Tekin Abi öğretmen değil. Açıköğretim mezunu. Bu bilgiyi Nihat’a
aktardığımızda çok sevinmişti.
— Abi, o diplomayla herif siyah mersedeslerde geziyorsa bizim kesin özel
uçağımız olur.
Ben Nihat gibi düşünmedim. Şirketin
parasını sefahat için çarçur etmek doğru
değil. Yine de hevesi kırılmasın diye aksini söylemedim.
Ve nihayet sıra geldi
paraya:
Tıkır tıkır giden iş orada takıldı kaldı. Tekin
Abi’ye hesabı çıkarttık
verdik. Üç ay, üç mühendisin çalışması karşılığında istediğimiz para 1000
dolardı. Adam başı asgari
ücret kadar düşüyor yani.
Biz de farkındaydık az
olduğunun ama siftah yapıyoruz diye düşündük. Hem bir de
diğer dershanelerden iş almak için bu bir
başlangıç olacaktı. Đşte Tekin Abi de tam
bu noktaya parmak bastı. Dershaneciler
arasında onları tanımayan yokmuş. Herkesin gözü üzerindeymiş. Bu sayfayı
hepsi görecekmiş. Aynından isteyeceklermiş. Devam etmek istemiyorum; çünkü hatırlayınca sinirlerim bozuluyor. Sonuçta adam bizim parayı vermedi. Üç ay
bizi eşek gibi çalıştırdıktan sonra kestiği
fatura yazdığı bedeli şu: Bu iş zaten sizin
de reklamınız sayılır.
Bu arada adam o kadar teknolojiden
bihaber ki, sayfanın adresini bizim aldığı22
Ve sonunda mesaj geldi: “Vurun!”
Ekranı açıp şifreyi girdik. Bilgisayarımızda izliyoruz gösteriyi. Kendiliğinden kurucularımız sayfası açılıyor ilk. Yan yana
dört çıplak kıllı herif. Yanlış anlaşılmasın
üzerlerinde son derece kapalı mavi donları var. Tekin ortada kaytan bıyıklarıyla
sırıtıyor. O da çıplak o da kıllı. Kusursuz
bir fotomontaj çalışması.
O sırada bizim telefon çalıyor. Arayan Nihat. Acaba bir terslik mi var diye
endişeyle açtım. Nihat’ın kısık sesini zor
zahmet duyabildim:
— Dinleyin abi!
Arkada kıyamet kopuyor. Tekin Efendi’nin bağırtısı yanımızdaymış gibi
duyuluyor:
— Kapatın bilgisayarı! Kapatın! Kapatın!
Şimdi sıra başarılarımız kısmında. Bu
aslında dershanenin değil Nihat’ın başarısı. Önceki ekranın mavi donlu kıllısından, bikinisi içinde bir afet yaratmış.
Manşet: Son on yılın en seksi kaytan bıyıklısı! Cinsiyet değiştirip bıyıklarını kestirmeyenlere ne deniyor acaba? Biz “Tekin” dedik.
Kaytan bıyıklı bağırıyor:
— Lan bu yapılır mı lan, şerefsizler!
Bu yapılanlar hiçbir şey değil; ekibin
vicdanı Nihat’ın elini kolunu bağlamasaydı asıl o zaman görecektin şenliği Tekin Efendi.
Birisi benden şerefsiz diye bahsedecek de böyle neşeleneceğim... Dünyada
aklıma gelmezdi bu. Đş hayatı değiştiriyor insanı.
Olay anını eve döndüğünde Nihat’a
tekrar tekrar anlattırdık. Perdeye yansıtılan ilk görüntüde, Tekin’in kafası kırmızı bir ampüle dönmüş. O kırmızı ampulden çıkan sesleri zaten biz de duyduk.
Velisi öğrencisi, öğretmeni hepsi şaş-
‘Tamam işte’ olayı şu: Sitenin iki
yüzü olacak. Biri hâlihazırda bitmiş olan,
öteki Nihat’ın hazırlayacak olduğu...
‘Başarılarımız’a basınca normalde nelerin
geleceği belli. Nihat öteki yüzü aktifleştirdiğinde ise başka başarılar gelecek
ekrana. Ve bu iş tam dershanenin tanıtımı sırasında olacak.
— Nasıl denk getireceksin tam tanıtıma?
— Ben orada olacağım. Herif şimdiye
kadar beni hiç görmedi. Size cep telefonundan mesaj göndereceğim.
Serhat da ben de güldük. Hayal etmesi bile çok hoş. Tarihçemiz! Tekin açıyor ekranı. Aman Tanrım! Başarılarımız!
Gerçekten tam istediği gibi şeyli şeyli geliyor. Ah Tekin ah! Biz de Nihat kadar
deli olacaktık da hak yemenin ne olduğunu öğretecektik sana.
***
Biz nasıl Nihat kadar deli olduk
anlamadım. Kalan son enerjimizle üç gün
daha geceli gündüzlü çalışıp ikinci bir
dershane tanıtımı hazırladık. Aslında
Nihat’ın planı, Tekin’in başrolde olduğu
radikal sahneler kullanmaktı ya tanıtım
gününe gelecek aileleri düşünüp engelledik onu. Ortaya çıkan alternatif ürün
sanatsal ve esprili oldu. Nihat ve ortakları dışındakilere sevimli geleceğinden
emindik.
***
Son gün! Saatlerimizi ayarladık ve
düşman hattında görev alacak komandomuzu gönderdik. Gözümüz cep telefonumuzda bekliyoruz. Uygun ekranda
uygun şifreyi girdik mi bir anda sayfanın
yüzü değişecek. Đçi tıkabasa Tekin dolu
bir dershaneyi havaya uçuracakmışız gibi zevkli bir heyecan içindeyiz. Hadiseyi
öyle bir ciddiye aldık ki konuşmuyoruz
bile.
23
***
muhabiriniz sabriye kerebiç sizler için
üşenmedi, taa yukarı saksonya’ya kadar
gidip bu emma adlı kızceğiz ile bir söyleşi gerçekleştirdi. kendisine sunulan iş imkânları hakkında fikirlerini sordu. büyük
bir içtenlikle hepsini yanıtladığı için emma’yı hep beraber alkışlıyoruz.
kınmış. Genel olarak eğlenceliymiş ortam.
Ne yalan söylemeli, ilk mutluluğun
ardından herif bizi bulup vurur mu diye
çok korktuk. Günlerce evden çıkmadık.
Cep telefonlarımızı günlerce açmadık. Ve
galiba biraz da bu yüzden Ankara’dan
ayrılıp iş hayatlarımıza Đstanbul’da devam ettik.
garsonluk: insanlar yerken ben bakmak
istemiyorum.
aşçılık: nöüv. şişman aşçılar kervanına
katılmak istemiyorum.
oto tamirciliği: ingiliz anahtarı getirip
götürmek istemiyorum. hem ben arabaların altına giremem. girsem de çıkabileceğimi sanmıyorum.
profesyonel gülle atıcılığı: atacak başka
bir şey bulamadık mı?
sekreterlik: nöüv. insanlarla telefonla konuşmaktan hoşlanmıyorum. hem telefon
daha iki yüzyıl önce icad edildi. bırakalım da başkaları denesin.
mübaşirlik: bütün gün isim bağıracağım
ha? ayol o zaman ben operacı olurdum.
ne işim var mahkemede?
değnekçilik: o ne be?
hosteslik: uçaklarda mı metro turizmde
mi? metro turizmi kastediyorsanız o aptal turuncu fularları takmak istemiyorum, uçak diyorsanız uçaklar düşüyor.
yalan mı?
bahçıvanlık: su hortumlarına alerjim var.
tiken sevmem. ot sevmem.
ceo’luk: ay dont növ. maaşı çok.
teknik direktörlük: kafama top gelir.
marangozluk: elime kıymık batar.
tuvalet bekçiliği: may gad! paçama b.k
bulaşır.
kasiyerlik: k.çıma para kaçar.
zottirilik: hötörök olur.
hottirilik: düdürük olur.
“dağ dağa tırmanmaz, insan insana
tırmanır.”
cenk durmazel
emma’nın dilemması
sabriye kerebiç
ingiltere skandal aileyi konuşmaya devam
ediyor. baba 53, anne 57, abla 21, küçük kız
ise 19 yaşında. aile üyelerinin her biri 100
kilonun üzerinde. 11 yıldır aile üyelerinden
hiç biri çalışmıyor. ailenin diğer üyeleri "şişmanız, çalışamıyoruz" diye bahaneler uydurarak çalışmaya yanaşmazken, 19 yaşındaki
küçük kız şişman olduğu için patronların
kendisine iş vermediğini iddia etmişti. ingiliz
bbc radyo'da victoria derbyshire'ın programına canlı katılan 19 yaşındaki emma chawner şişman olduğu için kimsenin kendisine iş
vermediğini söyledi. işadamı daniel o'donnell
programa canlı bağlanarak emma chawner'e
iş teklifi yaptı. o'donnell, emma'yı güvenlik
görevlisi olarak hemen işe alabileceğini belirtti ama 19 yaşındaki genç kız bu teklifi hiç
düşünmeden reddetti. ret gerekçesi ise bir
hayli ilginçti: "bir kapının önünde dikilip, insanların içeri girip, dışarı çıkmasını izlemek
istemiyorum.” hurriyet.com.tr – 10.04.2009
24
Güzeller Güzeli Prensesin Đbret Verici Hikâyesi
(Kader Diyemezsin Sen Kendin Ettin)
Duygu T.
29 Mayıs Çarşamba
Ahh sevgili günlük, neler oldu bir
bilsen!
Ben dün iğrenç kurbişi öpmemiştim
ya, bu geri zekalı beni saraya kadar takip
etmiş, herkesin uyumasını bekleyip, nöbetçilere de çaktırmadan koynuma girmiş. Gözümü bi açtım yanımda yeşil, yapış yapış bi şey, gözlerini dikmiş bana, bi
de dudaklarını uzatmış “Öp beni, öp beni” diyo. Ah dedim nerden bulaştım sana. Tamam, Berkehan top için çok para
harcamış olabilir ama neticede benim
babam da koskoca kral, bi altıntop için
başıma bela aldım resmen.
Neyse, baktım laftan sözden anlayacak gibi durmuyo, tuttuğum gibi camdan dışarı fırlattım. Hayır yane babişkom
görse o halde, ne derim adamcağıza?
Neyse ki gitti.
Şarkın: Arkanı dön
ve çık, istenmiyorsun artık…
28 Mayıs Salı
Sevgili günlük,
Bugün çok garip bir şey oldu.
Her zamanki gibi babişkom, annişkom ve sevgili kız kardeşlerimle kahvaltı
yaptıktan sonra, komşu ülkenin kralının
oğlu Berkehan’ın doğum günümde hediye ettiği altıntopumu da alıp sarayın yanındaki göle hop hop altıntop oynamaya
gittim. Ben öyle hop hop oynarken sen
top elimden kaç, git cup diye göle düş…
O an bi kal geldi bana.
Daha buna bile yeterince oha felan
olamamışken gölden yapış yapış, iğrenç,
yeşil bi kurbağa topumla beraber çıkıvermesin
mi! Böyle kucağında
top, bana bakıyo. Đşin asıl tuhafı konuştu bi de!
Allah diyen aslan bile
duydum ama “Beni öpersen topunu sana veririm.” diyen kurbağa
duymak bütün psikolojimi bozdu…
Ama baktım kurbişin elinde Berkehan’ın hediyesi duruyo, almam da gerek.
“Eh” dedim “öyle olsun bakalım.” Ama
zekiyim çok fena, topu alır almaz topuklarım popoma vur vura kaçtım ordan.
Đğrenç yaratık arkamdan bağırdı bi
de “Öp beni bebeğim” diye. Ööğğk falan
oldum. Benim gibi güzeller güzeli bi kızın öyle iğrenç bi şeyi öptüğü nerde görülmüş…
Ve işte şarkı: Küçük kurbaaa küçük
kurbaaa kuyruğun nerede??
Ps. Kuyruğu bile yok, bi de gel beni
öp diyo…
4 Haziran Salı
Oha, çüş, yuh felan
oluyorum… Bildiğin kal
geldi!
Ah bu kurbağa neymiş de haberimiz yokmuş. Ay dur baştan
anlatayım; dün Berkehan’ın kardeşi Pelinsu bizdeydi. Hadi dedim göle gidelim
beraber, tam piyasa olmuş orası da…
Neyse, gittik, dolaşırken dolaşırken bizim pis yeşil kurbiş atladı önümüze, gene
sayıklıyo “Öp beni, öp beniii” diye. Tam
diyorum ne münasebet, al topunu da git;
başımı bi çevirdim, Pelinsu aldı bunu ne
şirin şeysin sen diye şapadanak öpüverdi! Ya tamam Pelinsu midesizin tekidir
de, asıl mesele o değil. Pelinsu bunu öper
öpmez bi ışıklar, bi konfetiler, bi kız
kaçıranlar… Sen o iğrenç kurbağa git,
25
yerine çakma Brad Pitt gel. Hah işte o kal
da tam orda geldi.
Şimdi evlilik hazırlığı yapıyo çifte
kurbağalar, o çirkincik Pelinsu da layığını buldu sonunda. Yani tamam çok yakışıklı olabilir ama bi yerde kurbağa.
sorgu odası
can sever
-nerdeyim ben?
6 Haziran Perşembe
Off günlük yaa…
Bizim kurbiş var ya, Cömertistan
Kralı’nın bi kaç gündür kayıp olan oğlu
Tonguç’muş. Cadının biri sinirini bozunca kurbağaya çevirip göle göndermiş.
Ah hem yakışıklı hem de prens… eh
işte Allah çirkin bahtı versin! Kırk gün
kırk gece düğün yapacaklarmış nispet
yapar gibi bi de. Aah ah, bana da kala kala Berkehan kaldı iyi mi?
Şarkın: Hayaaaat beni neden yoruyosunn???
baki.
yüzünün ruhumdaki aksi
kafi.
fazlasında “can” bulamazsın
telafi.
zaman bu telafisi olmaz
onsekiz yaşımdı o telafisi de olmaz…
sızı.
yaşanmışlığın paslı hatırası
yazı.
kendini bulmadan çıramazsın
sancı.
keşke değil bu sancısı olmaz
ondokuz yaz gibiydi sancısı da olmaz...
sevgi.
kalpteki yerleşik ezgi
kendi.
tonunda “can” bulamazsın
şimdi.
aşk bu gelmişi olmaz
günahtı her şey geçmişi de olmaz…
“aşk insanın sadece psikolojisini ve
kimyasını değil; tarihini, müziğini,
coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini,
beslenme çantasının içindekileri, hayat
bilgisini de değiştiriyor.”
murat menteş
-sırat köprüsündeyim!
Bunu Oku
Karagöz ile Boşverinbeni
Rıza Selçuk Saydam
Muhalif mizah ustası, tiyatrocu, yazar Ferhan Şensoy’un beş ay önce yayınladığı kitabı ‘Karagöz ile Boşverinbeni’yi mizahın yanında hüznü de hissederek okudum. Çünkü Ferhan Şensoy bu
kitapta kendini yani yalnızlığı anlatıyor.
26
her işe el atan aile reisine Durunbırakınbenyaparım Bey, büyük göğüslü sekreter Kimdevarbumemeler ve saire. Bu
lakapları dalga geçme amacı taşımadan
ciddi bir şekilde sizlere nedenleriyle sunması bile başlı başına sizi gülümsetmeye
yetiyor. Kitabın adının da nereden geldiğini ufak bir alıntıyla yansıtalım;
“Kumru yavruları yuvanın içinde kıpırdanıyorlar, biri çok fersiz, öbürü daha devingen, gözleri anasınınki gibi kapkara. Fersiz,
devingenin arkasına serilmiş, kaldıramadığı
başını kardeşinin arkasına sokmuş, yaşamdan
umudu kesmiş bir yatalak hasta gibi, gözünü
açamıyor.
— Benim yaşayacağım yok, boş yere uğraşmayın, boşverin siz beni demek ister mütevekkil bir tavıra bürünmüş. Bırakmış kendini.
Anne kumru ortada yok. Yetim kumrular vaftiz edilerek isimlendirildi: Karagöz
ve Boşverinbeni.”
Yazımızı fazla uzatmaya gerek yok
ama eklemeden edemeyeceğim. Hep aklıma takılan ‘denizlik’ ve sinirimi bozan
‘ciks’ kelimelerini bir güzel açıklaması
benim için sürpriz oldu.
Kitabı okumak isteyenlere kitap hakkında bilgiler:
Yazar: Ferhan Şensoy || Yayınevi:
Ortaoyuncular Yayınları || Liste Fiyatı:
20,00 TL. || Yayın Yılı: 2008 || Đthal
Kağıt || 13,5×21 cm || Karton Kapak ||
ISBN: 9757904112
Er ya da geç karşılaşacağımız şey
olan yalnızlık aslında tamamen bir bakış
açısıymış. Yalnızlığın zavallılık değil, usulünce yaşandığında çok büyük keyifmiş. Bu yalnız adamın bir gün balkonundaki denizliğe bir kumru yuvasını
yapar. Arkadaşları evlendikten sonra arkadaşsız kalan, bir pencere denizliğinde
dünyaya gözünü açmış kumru gibi hisseder kendini. Yumurtladıktan sonra kuluçka döneminde anne bir daha geri gelmemek üzere havalanır uçsuz bucaksız
gökyüzüne. Artık bir aile reisidir ve kendisini onlardan sorumlu hisseder. Ablasının kendisine bir eş bulma çabasının
olması ve sürekli müşterisi olduğu Eve
En Yakın Lokanta’da sıkılmadan, hayattan zevk alarak yaşamını sürdürür. Zamanla falan filan dünya değişir ve Eve
En Yakın Lokanta devredilir. Eve Pek
Uzak Olmayan Lokanta’yı da kendisine
uygun görmez. Kök salan ailesiyle daha
da fazla ilgilenmeye çalışsa da şehir dışı
işleri nedeniyle ailesini kaybetmeye başlar. Yalnızlığın hazin sonuna ulaşır.
Kuş kuştur ve kuşsal şartlarda yaşar.
Kanadı kırık insan, kuşa yardımcı olsa da
bir kuş ailesinin reisi olamaz. Ama kuşlara ekmek vermek güzel bir şeydir, hele
yapayalnız yaşıyorsanız. Ve fakat yem
verdik diye kumrular bizim olmazlar,
gökyüzünündürler. Kimsenin değildir
kuşlar.
Bu kadar ciddi bir konuyu sizin gülümsemenizi sağlayarak yansıtmak gerçekten de zor olmalı. Konuşurmuşçasına
ve sade bir şekilde yazılmış kitapta hiç
düşünmediğiniz benzetmelerle basit konulardan yobazlara ve ülke sorunlarına
pay çıkartan çeşitli öğelerle döşenmiş. Kitapta neredeyse kimsenin ismi yoktur,
herkese kendi koyduğu lakaplar vardır.
Ablasının dışında çok hızlı servis yapan
barmene Ambülans’ın kısaltması Ambül,
www.rsskitap.com
“kilise yakın ama yollar buzlu, taverna
uzak ama dikkatli yürürüm.”
ukrayna atasözü
27