Türkiye Gündemi - Sivil Dayanışma Platformu

Transkript

Türkiye Gündemi - Sivil Dayanışma Platformu
SİVİL BAKIŞ
3 Aylık Dergi (Mayıs, Haziran, Temmuz) 2012
SAYI
03
Düşünce ve Siyaset Dergisi
Özgürleştirmeyecekse
Özgürleştirmeyecekse
Yeni
Anayasaya
Yeni Anayasaya
GEREK YOK
GEREK
YOK! !
Berlin Duvarları
Yıkılırken
Birleşen Ortadoğu
04
»» Milletlerin kaderleri, içinde geçtikleri tarihlere ve içinde oluştukları medeniyet havzalarına
bağlıdır. Tarihsel varlık, uzun bir
sürecin zamansal karşılığını meydana getirir.
Türk
Muhafazakarlığı
Dünü Bugünü, Yarını
18
»»Muhafazakarlar bilhassa cumhuriyetle kendilerine çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü
aşan bir işlevsellikle bizzat kapitalist modernleşmede itici gücü
oluşturdular.
YENİ YENİ
Tehcir Günlerinde Aşk / Ergün YILDIRIM
KİTAP
Babaannem oldukça uzun uzun anlattı. İç içe geçen
hikayeler, onun büyük hikayesinde tek tek açılmaya
başlıyordu. İçim bir eskici dükkanıydı. Zihnime dolan
sırların üstündeki tozlar uçuşurken, keşfettiğim her
nadide parçayı insanlarla paylaşmam gerektiğini hissediyordum. Kendimi yeniden keşfetmek ve bunu babaannemin hikayesinin içinden geçerek tamamlamak
için tutuşuyordum. Yüzyıla varan ve içinde büyük acılar
taşıyan bir hayata tanıklık yaparak kendime yeniden
bakmak ve varlığımın dağılan parçalarını birleştirip,
yapıştırmak istiyordum. İstanbul’a döndüğümde her
şeyi yazmaya başladım. Bayzan, Ali, Vartanoş ve Çerçi Mehmet arka arkaya döküldüler tarihten bugüne.
Onların dünyası, babaannemin dünyasında ışıyarak,
beni varlığımın bahçesine davet ediyordu. Kendime, sevdiklerime ve nefret ettiklerime dair bir ilk
noktaya, bir milada ihtiyacım vardı. Hiç telaffuz edilmeyen
ama hayatımızın her adımında bizi gölge gibi takip eden o
milat belliydi. O konuşulmadan hiçbir parçanın bütünleşmesi
mümkün değildi. O mozaik vazonun kırıldığı andı.
O, Tehcirdi...
www.sivildayanismaplatformu.org
Editör
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Levent GAZİ
Editör
EKİNOKS
demokrasi, hukuk ve adalet ölçülerini
Gündönümlerini bilirsiniz… Sene»
»
sivil
iktidarın
pekleşmesi,
korurken, toplumu oluşturan grup ve
de iki defa, gece ve gündüzün eşit
bireylerin de aynı şekilde, diğer grup
sürdüğü günler (21 Mart ve 23 Eyyerleşmesi ve pişmesi anve bireylere hoşgörü ve kabul gelişlül)… Bu günler aynı zamanda ilk- ve
cak, devlet aygıtı demoktirmeyi öğrenmesi, yani demokrasi
sonbahar mevsimlerinin başlangıç
rasi,
hukuk
ve
adalet
ölkültürünü özümsemesi ile mümkün.
dönümleri kabul edilebilir, ve gece
Sosyo - kültürel beklenti ve ihtiyaçile gündüzün en uzun sınırlarına
çülerini korurken, toplumu
lar gözetilirken, genel doğrulara ters,
ulaştığı dönümlerle birlikte (21 Araoluşturan grup ve bireylerin
azınlık değerleri ve hatta birey hak ve
lık ve Haziran) dört mevsimin köşede
aynı
şekilde,
diğer
grup
özgürlüklerinin de korunup cesaretlenlerini oluştururlar. Görünen o ki biz
ve bireylere hoşgörü ve kadirilmesi bir denge ve olgunluk içinde
de bu dönümlerden birini, olasılıkla
yapılmalı. Böylece, bir yandan kökilkbahar ekinoksunu yaşıyoruz, inbul geliştirmeyi öğrenmesi,
lerle olan bağlar gözetilip, geleneksel
sanlık olarak… Ya da “öyle olmasını
yani demokrasi kültürünü
toplumun ihtiyaçlarına yanıt verilirumuyoruz” diyelim şimdilik… Çünkü,
özümsemesi ile mümkün.
ken, bir yandan da bağnazlığın ve dar
nihayetinde insanlık tarihi, insanın
kafalılığın önü alınıp, farklı olana saygı
seçimlerine bağlı olarak oluşuyor.
duymanın öğrenileceği ve gelecek taVe tarihin izleyeceği seyir, biraz da
bizim yapacaklarımız ve yapmayacaklarımızla belirlene- savvurları arasına bir arada yaşama olasılığının da eklendiği bir toplum inşasının temelleri atılmalı.
cek…
Elbette, siyasal ve kültürel bir takım handikapların
olduğu Türkiye’de, herkesin üzerinde anlaşmaya varacağı, ne eksiği ne de fazlası olan, kusursuz bir Anayasa’nın
bir seferde ortaya çıkıvermeyişi beklenebilir bir sonuç.
Doğru istikamette ilerlendiği sürece ufak ama emin adımlarla ilerlenmesinde bir sakınca yok, olmasına; ama ufak
da olsa bu adımların atılması, bu yolculuğun olmazsa olmaz şartıdır, bunu belirtmek gerek… Nitekim sivil iktidarın pekleşmesi, yerleşmesi ve pişmesi ancak, devlet aygıtı
Türk aydını, Türkiye’nin yaşadığı sıkıntının, yalnızca
ismini koyabilmek için yıllarca kafa yordu. Konulan isimlerin her biri gerçeği, fakat yalnız bir fragmanını ifade
ederken, çözümsüzlükte tıkanan toplum yapısını gösteren
yol işaretleri ve bugüne getiren kilometre taşları da oldular. “Batılılaşma İhaneti”, “Üç Mesele”, “Cehenneme
Övgü”, “Düzenin Yabancılaşması”, “Paradigmanın İflası”,
“Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış” gibi örnekler, bugüne dek içinde yaşayageldiğimiz kör kuyunun duvarlarını çeşitli yerlerinden, çeşitli açılardan aydınlatan
lambalardı. Bu sayımızda da sevgili Ersoy Dede ve Berat
Özipek, mevzunun günümüzde geldiği yeri zorluklarıyla
işaret edip, muhtemel çözüm önerilerinde bulunuyorlar.
*Sırasıyla:D.
Mehmed Doğan, İsmet Özel, Gündüz Vassaf, İdris
Küçükömer, Fikret Başkaya, Nuray Mert…
1 Sivil Bakış
Yurt dışından endişe uyandırıcı ve ümit verici rüzgarlar eş zamanlı olarak eserken, Türkiye’de olumlu gelişmelerin ağır bastığı, taze olanakların işaretlerini taşıyan bir
geleceğin ufku kapladığı bir tarih döneminden geçiyoruz.
Yeni bir Anayasaya ilişkin çalışmalar, ilk seferde tam istenen düzeyde sonuç vermese bile, daha sivil, daha medeni, daha özgür ve daha olgun bir topluma giden yolda
temel teşkil edeceği, bir başlangıç oluşturacağı şüphesiz.
Bu haliyle de bahsi geçen ufkun göstergesi durumunda…
İçindekiler
Sivil Bakış
İçindekilerİçind
İçindekiler
Türkiye Gündemi
Türkiye Gündemi
Berlin Duvarları
Yıkılırken Birleşen Ortadoğu
Dersim 38
04
10
Berlin Duvarları Yıkılırken Birleşen Ortadoğu.................................................................... 4
Herkesin Anayasası.................................................................................................................... 10
Dersim 38...................................................................................................................................... 12
Dünya Değişirken Medya Yerinde Sayabilir mi?................................................................. 16
Türk Muhafazakarlığı: Dünü-Bugünü-Yarını......................................................................... 18
Özgürleştirmeyecekse Yeni Anayasaya Gerek Yok!.......................................................... 24
Irkçılık ve Şiddet Sarmalındaki Avrupa Neo-Nazi Cinayetleri......................................... 30
KÜNYE
2 Sivil Bakış
Avrupada Müslümanlar.............................................................................................................. 36
Sivil Bakış; Aylık süreli
haber aktüel dergisi adına
İmtiyaz Sahibi
Ayhan OGAN
Genel Yayın Yönetmeni
Doç. Dr. Ergün YILDIRIM
Sivil Bakış
Yayın Kurulu
Ahmet Selim KÖROĞLU
Arif ALTUNBAŞ
Ersoy DEDE
Mahmud OSMANOĞLU
Meryem GAYBERİ
Muhittin AĞIRMAN
Saim KURUBAŞ
Veli KARATAŞ
İçindekilerİçindekiler
dekiler
Sivil Bakış
İçindekiler
Türkiye Gündemi
Dünya
Dünya Değişirken
Medya Yerinde
Sayabilir mi?
Gündemi
Irkçılık ve Şiddet
Sarmalındaki Avrupa
Neo-Nazi Cinayetleri
38
30
Ruanda Soykırımı ve Fransa’nın Rolü.................................................................................... 40
Müslüman Kardeşler Baharı .................................................................................................... 46
Dünden Bugüne Mısır................................................................................................................. 50
Türkiye ve Arap Ülkelerinin Stratejik İşbirliği.................................................................... 54
Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı........................................... 58
Kutü’l-Amare................................................................................................................................ 60
İletişim Bilgileri
Adres: Meclis-i Mebusan Cd.
Deniz Apt. No:79 Daire:9
Fındıklı/Beşiktaş/ İstanbul
Telefon: (0212) - 292 75 85
Faks: (0212) - 249 25 68
www.sivildayanismaplatformu.org
[email protected]
Grafik Tasarım
Etkin Ajans
www.etkinajans.com.tr
Baskı Yeri
31. Ada No: 45 - 46 M
İstoç Bağcılar / İstanbul
Sivil Bakış
3 Sivil Bakış
Yayın Danışmanları
Prof. Dr. Mehmet Ali BÜYÜKKARA
Doç. Dr. Fahri SOLAK
Prof. Dr. Serdar ÖZDEMİR
KÜNYE
Askeri Mahkemelerin Hiç Bulunmadığı Anayasalar........................................................... 66
Sivil Bakış
Türkiy
Türkiye Gündemi
Doç. Dr. ERGÜN YILDIRIM
Yıldız Teknik Üniv. Öğr. Üyesi
Berlin Duvarları Yıkılırken
Birleşen Ortadoğu
4 Sivil Bakış
»»Milletlerin kaderleri, içinde geçtikleri tarihlere ve içinde oluştukları medeniyet havzalarına bağlıdır. Tarihsel varlık, uzun bir sürecin zamansal karşılığını meydana getirir.
Milletlerin kaderleri, içinde geçtikleri tarihlere ve içinde oluştukları medeniyet havzalarına bağlıdır.
Tarihsel varlık, uzun bir sürecin zamansal karşılığını meydana getirir.
Milletimizin içinde oluştuğu tarihselliğin “uzun süreselliği” Hz. Adem
ve Hz. Havva ile başlar, peygamberlerle devam eder, Hz. Muhammed
ile son olgunlaşmaya varır. Millet
tahayyülümüzün temellendiği, anlam kazandığı ve var oluşsal bir değere büründüğü “uzun tarih” budur.
Osmanlı imparatorluğumuz, kendi
tarihsel varlığını bu anlamlar üzerine kurguladı. Nitekim, bütün klasik
Osmanlı tarihçileri milleti bu akış
içinde açıklarlar. Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz.
Muhammed Osmanlılar tarafından
tarihin ana aktörleri olarak kabul
edildi. Osmanlı da bunun son temsilcileri görüldü. Uzun tarihimizin
bu anlam bağlamı, Hz. Muhammed
döneminden sonra “büyük gelenek”
olarak Selçuklular ve Osmanlılar
pratiğiyle Anadolu, Bakanlar , Kafkaslar ve Mezopotamya bölgesinde
son yüzyıla kadar sarkıp gelir. Büyük
gelenek, uzun tarih ve bin yıllık son
tarih boyutlarıyla Akdeniz, Anadolu
ve Mezopotamya uygarlıklarını birleştirerek yeni bir medeniyet havzasını temsil ediyordu. Osmanlı, bu
nedenle Roma sonrasının en büyük
varisiydi aynı zamanda. Bu gelenek
içinde Ermeniler, Kürtler, Türkler,
Rumlar, Suryaniler, Araplar vs. varlıklarını temsil ediyorlardı. Siyaset
mezhepler üstü ve soylar üstü bir
örgütsel dil olarak üst bir çatıydı.
Yatay toplumda herkes vardı ve herkes yaşıyordu.
Osmanlı, “büyük geleneğin” son
varisi olarak sonuna kadar direndi.
Onlarca cephede, onlarca ıslahat
programları, onlarca teşkilatlar,
ye Gündemi
Post-Osmanlı Coğrafyası:
İstisnai tarih ve travmatik yüzyıl
Milletvarlığımız Batı hegemonyasının yükselişi ve modernliğin emperyalist projeleriyle birlikte muhasara altına
alındı, milliyetçilik ideolojileriyle aydınlar ve siyasetçiler
harekete geçirildi. Ulus devletler kuruldu. Post-Osmanlı
yüzyılı, bir travmatik yüzyıl olarak “uzun tarihimiz” ve
“büyük geleneğimiz” dışında bir “istisnai tarih” olarak
yapılandı. Çünkü uzun tarihimiz ve büyük geleneğimizin
oluşturduğu doğal akıştan bir “tarihsel sapma” meydana
getirdi.
Son yüzyıl, Osmanlı sonrası travmatik bir yüzyıldır.
Büyük geleneğin tarihsel akışından bir sapma ve dolayısıyla tarihsel istisnai durumu yansıtmaktadır. Medeniyetimizin başka medeniyet tarafından gaspını, saldırısını ve
tahakküm çabalarını temsil etmektedir. İstisnai tarihsel
dönemin ürettiği travmatik yüzyılda ulus devletler, ideolojiler, kahramanlar, elitler ,uluslar bütünüyle travmatik
nitelikler taşımaktadır. Ortadoğu adıyla üretilen coğrafi
tahayyül ve buna bağlı olarak geliştirilen sınırlar Fransız
ve İngiliz siyasetlerinin pratiklerini ifade ediyor.
1916 yılında İngilizlerin Kahire’de kurduğu Arap Bürosu, bütün milliyetçilik ayaklanmalarını, mezhepçi yaklaşımları Osmanlıyı karşı kışkırtarak ulus devlet taleplerini çeşitli aktörlerle devreye sokmaya çalıştı. Bölgesel
vilayetler, ulus devlet tahayyülüyle kurgulandılar. Arap
milliyetçiliği ile Nasırcılık, Basçılık vb. ideolojiler gelişti.
Türkçülük ideolojisi ise kemalizmi üretti. İstisnai tarih,
travmatik ideolojiler ve devletlere eşlik ederek bir çok
ulus devlet doğdu. Ürdün, Irak, Suriye, Kuveyt gibi onlarca devlet icat edildi.
Her milletin kendi kaderini tayin etme yalanıyla milletlerinin özgürleşeceği hülyasına kapılan elitler, aktörler
ve işbirlikçi yöneticiler, sonuçta Osmanlının parçalanmasıyla herkesi İngiliz ve Fransızların boyunduruğuna soktular. Milliyetçilik ve ulus devlet ütopyaları, asker ve bürokrat elitler aracılığıyla seferber edilen toplumlar derin
5 Sivil Bakış
yüzlerce cemiyet, yüzlerce dergiler ve gazeteler…Batı
hegemonyası, modernliğin bütün araçlarını yanına alarak
emperyalist programlarla birlikte “büyük geleneği” kuşatarak Osmanlının kavimlerini, mezheplerini ve aydınlarını
kışkırttılar. Milliyetçilik ideolojisi, yeni bir baştan çıkarıcı
seküler din tarzıyla herkesi sarhoşa çevirdi.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
bir “modern bağımlılık süreçlerine”
yerleştiler. Ulus devletler, yeni ideolojiler ve yeni diktatörler üreterek
halkları bunların esirlerine çevirdiler. Milletler kendi kaderlerini, tayin
etme yerine, bu sahte ideoloji ve
kahramanlara bırakıldılar. Bayraklar, tarihler, diller, semboller aracılığıyla icat edilen uluslar özgürlükler yerine zulüm, baskı, kahraman
ve diktatörlük fetişizmi doğurdular.
Tunus’ta Burgiba, Cezayir’de Bumedyan, Mısır’da Nasır, Irak’ta Saddam, Suriye’de Esat gibi diktatörler
Müslüman halklara her çeşit zulmü,
ülkeleri bırakıp terk eden sömürgeci güçler yerine yapmaya başladılar.
Kimi yerlerde de kabile başkanları
ve şefleri ülkelerini yönetme iddiasında bulundular. İngiliz ve Fransızların cetvellerle çizdikleri sınırlar, büyük Berlin Duvarları’na dönüştü.
6 Sivil Bakış
Türkiy
Türkiye Gündemi
»»Yeni Müslüman elitler, Batı
düşünce ve kültünü tanıyan
ve İslam dünya görüşüne yabancılaşmayan bir kuşak olarak yetişmektedir artık. Küreselleşmenin dönüşümlerini
algılayan tarihsel ve kültürel
mirasına sahip çıkarak bunları
modernite ile barıştırarak hareket eden yeni elitler yeni bir
modernitenin aktörleri olarak
öne çıkmaktadırlar.
Post-Osmanlı coğrafyası soğuk
savaş dönemiyle beraber onlarca
Berin Duvarları ile donatıldı. Bu duvarlar, Müslümanlar arasındaki akrabalığı, tarikatlılığı, ticareti, kültürü,
yönetimi ve topluca ortak siyaseti
onlarca parçaya bölüyordu. Osmanlı İslam Dünyası, Berlin Duvarları ile
Müslüman toplumlar arasındaki etkileşimleri, dayanışmaları, akışları ve
el birliklerini yok etme üzerine kurgulandılar. Bu duvarların bekçiliğini Kemalizm, Nasırcılık,
Basçılık gibi ideolojiler yaptı. Böylece ortak sosyolojik dil
yok edilmeye çalışıldı. Babil kulesi misali, birbiriyle anlaşamaz bir varlığa dönüştük. Bir kuşak öncesi aydınlarımızın
tefekkür dünyasında, işinde, seyahatinde, çocukluğunda
ve aile hayatında yer alan Şam, Beyrut, Kahire, İstanbul,
Selanik, Erbil, Mekke…artık “başka memleketler” oldular.
Bu coğrafyanın Müslüman unsurları kadar gayri Müslim unsurları da ortak dil dünyalarını kaybettiler. Herkes birbirine ötekileşti bu duvarlar arcılığıyla. Kafalar ve zihinler
de ayrıştı ve yabancılaştı birbirine. Ortalama bir Osmanlı
aydını Şam’ın Arapçası, Tebriz Farsçası, İstanbul Türkçesi
ile konuşurdu. Ermenice ve Rumca bilenler vardı. 1881
yılında İstanbul’da kurulan bir özel matbuat şirketi, ki-
taplarını Arapça, Farsça, Türkçe
ve Rumca dillerinde basıyordu.
Bakü, Selanik, Şam, Kahire gibi vilayetlere dağıtıyordu. İstanbul’da
bugün bu dillerin hiç birinde kitap
basılmıyor. Son felakete(İstanbul
işgali, Hilafet merkezinin işgaline
büyük felaket adını koymamız gerekir. Bunun önemli gerekçeleri de
var!) kadar bu matbuat şirketi çalışmalarını böyle sürdürüyor. Şimdi
basılan kitapların hiç birisi bu geniş coğrafyaya gitmiyor. Ne Arapça
dünyası bizi( Türkçe) anlıyor ne de
Türkçe dünyası Arapça’yı anlıyor.
Dünyamızın ortak dili yine Batılı
bir dünya görüşünün dili üzerinden
giderek sağlanması oldukça manidar!
Ulus devletlerle, 1970’lerin
sonlarına doğru Müslümanların
yaşadıkları derin bunalımlar İslami Hareket’leri öne çıkarmaya
başladı. Yeni çözüm arayışı, İslami
Hareketler tarafından üstlendi.
Milli Görüş, Nurculuk, Müslüman
Kardeşler, NAHDA, FIS…aktör olarak öne çıkmaları tesadüfi değildir.
Batıcı elitlerin ve otoriter devlet
ideolojilerinin Batı düzeniyle ortaklaşa yürüttükleri modernleşme
politikaları büyük krizlere yol açtılar. Sorunları çözmek yerine vahşet, hapis, sürgün, baskı ve zulüm ürettiler. İslami hareketler, bu ideolojiler ve ürettikleri bu düzenlere en büyük
meydan okumayı ortaya koyan yapılar haline geldiler. Bu
nedenle en önemli alternatifler olarak sahneye çıktılar.
Bir çok küçük İslami gruptan yetişen gençlerin farklı İslam
vilayetlerine okumaya yönelmeleri, çeşitli İslami Dava
kitaplarını okumaları, yeniden Arapça ve Farsça öğrenmeleri Berlin Duvarlarını yıkmaya yönelen düşüncelerin
doğuşuna kaynaklık ettiler.
Berlin Duvarlarının Yıkılışı
İslamı evrensel bir dünya görüşü olarak yorumlamada
ısrar eden İslami Hareketler, Osmanlı hinterlandının mirasıyla yeniden buluşmaları kolaylaştırdılar. Kavmiyetçi,
ye Gündemi
Yeni Müslüman elitler, Batı düşünce ve kültünü tanıyan ve İslam
dünya görüşüne yabancılaşmayan
bir kuşak olarak yetişmektedir
artık. Küreselleşmenin dönüşümlerini algılayan tarihsel ve kültürel mirasına sahip çıkarak bunları
modernite ile barıştırarak hareket
eden yeni elitler yeni bir modernitenin aktörleri olarak öne çıkmaktadırlar.
»»Berlin Duvarları yıkıldıkça
yeni gerçeklik belirginleşecektir. O da şudur: Büyük
geleneğin coğrafi muhayyilesinin doğal akışına dönmesi… İstisnai tarihin kalkması.
Travmatik toplum biçimlerinden çıkarak adaletli, saygın,
müreffeh, paylaşımcı vs. bir
yapının kurulması.
Orta sınıftan yükselen yeni
elitler, yine orta sınıfın yükselen
serbest piyasa ekonomisinden
büyük bir destek bulmaktadırlar.
Devletçilik ve devlet ideolojileriyle bütünleşen ekonomi düzenleri
aşılarak halkın üretimine dayalı
yeni ekonomi, dönüşümün önemli
finans alt yapısını oluşturmaktadır.
1970’lerin petrol paralarını savaş
ve çatışmaya yatırarak ekonomi
yapmaya çalışan diktatörler, zamanlarının sonuna gelmektedirler.
Bugün petrolün paraları da daha
rasyonel yatırımlara dönüşerek küresel teknolojiler ve
serbest piyasa eşliğinde gelişmektedir. Bu yeni ekonomik
dinamizm, mobilize yeni entelektüel dinamizmle birleşerek Berlin Duvarlarına çarpmaktadır.
Kürselleşmenin getirdiği işgal ve emperyalizm kadar,
yeni teknoloji ve ilişkiler de bulunmaktadır. Dolayısıyla işgallerin geçiciliği karşısında, küresel teknolojiler ve küresel üretim dinamizmleri önemli açılımlara yol açmaktadır.
Uydu teknolojilerine eklemlenerek varlık kazanan matbuat geleneği, Berlin Duvarlarını aşan en büyük olguların
başında yer almaktadır. El-Cezire medyası bile bu konuda
başlı başına büyük bir olgudur. Arapça konuşan geniş bir
coğrafyada eleştiri, modernite, demokrasi ve yeni dün-
yanın varlığını ortaya koymaktadır.
Yine Türkiye’de AK Parti ile başlayan bu dinamizmlere eşlik eden yeni
bir medya seferberliği bulunmaktadır. Arapça ve Kürtçe yayın yapan
televizyonlar, Arap-Kürt ve Türk
gazeteci, televizyoncu ve sosyal
medyacı çeşitli aktörlerin işbirliğine yönelmeleri dikkat çekicidir. Sosyolog Casstell’in ağ toplumu(social
network) olarak tanımlandığı yeni
toplum biçimi, İslam dünyasında
da gelişmektedir. Ağ içine yerleşen
toplumlar, artık daha geniş kitlelerin
katılımına dayalı bir tüketim toplumu ürettiği gibi daha geniş katılımlı
siyasal toplumların oluşumuna da
yol vermektedir. Bunun sonucunda
Ortadoğu’daki rejimler pratik meşruiyetlerini kaybetmekte ve kendileri için inşa edilen duvarların korunaklık işlevleri sona ermektedir.
Arap Baharı, bahsettiğimiz Berlin Duvarları’nın yıkılışı ile beraber
doğan yeni olguyu ifade etmektedir. Sosyal medya, küreselleşmenin
getirdiği yeni fırsat olgularının başında yer almaktadır. Bu teknoloji yeni doğan toplumsal gerçekliği
destekleyerek önemli sonuçlara yol
açtı. İsyanın aktörleri ne Bedeviler,
ne dervişler ne de askerler. İsyanın aktörleri bahsettiğim yeni elitlerdir. Berlin Duvarlarının ürettiği
gettolaşmalarla doğan fukaralaşmayı, cehaleti, fitneleri(
kavmiyetçilik fitnedir saptaması, yüzyılın başında İslamcılar tarafından İstanbul Hilafet merkezinde yapılmıştı.
Mehmet Akif bunların başında gelmekteydi), diktatörlükleri, zulüm ve baskıları reddediyorlardı. Tunus’ta kendini
yakarak bunu başlatan ilk kişinin seyyar satıcılık yapan
bir mühendisin olması, bunu doğrulamaktadır. Berlin duvarları aracılığıyla petrol paralarını denetleyen ve Batılı
işbirlikçileri ile paylaşan bazı yönetimler, kendini güvende hissediyorlardı. Ancak bu konvansiyonel silah(Berlin
Duvarları) artık işe yaramamaya başlamaktadır. Çünkü
uydular, hızlı mobilizasyon, yeni elitler, yeni ekonomi, AK
Parti ile başlayan “Müslüman demokrasi” tecrübesi her-
7 Sivil Bakış
mezhepçi ve bölgeci ideolojiler ile
ulus devlet siyasetinin dünya görüşlerini aşarak zihinsel dönüşümlere yol verdiler. Bölgede yeniden
bütün duvarları aşarak düşünmeye
ve dünyayı algılamaya yönelik bir
dünya görüşü ve bunu savunan elitlerin doğuşu…
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Türkiye Gündemi
Yeni Siyasal Coğrafya Tahayyülümüz
kesi seferber etmektedir.
8 Sivil Bakış
Berlin Duvarları yıkıldıkça yeni
gerçeklik belirginleşecektir. O da
şudur: Büyük geleneğin coğrafi
muhayyilesinin doğal akışına dönmesi… İstisnai tarihin kalkması.
Travmatik toplum biçimlerinden
çıkarak adaletli, saygın, müreffeh, paylaşımcı vs. bir yapının kurulması. Berlin Duvarları kalktıkça, bin yıllık hinterlandımız pazıl
parçaları gibi bir araya gelecek.
Buna direne ideolojiler, mezhepler, rejimler… tarihsel akış karşısında zamanı bitmiş gerici yapılara dönüşecekler. Yeni çatışmanın
ana dinamiği burada kilit bir rol
oynayacak. Bu sürecin aktörlüğü bu akışa inanan, bu akışta yer
alan, bu akışın gerektiği mentalite ve donanıma sahip olan bütün
hükümetlere, iktidarlara, cemaatlere, tarikatlara, mezheplere,
aydınlara ve siyasetçilere açıktır.
‘Hayırda yarışınız.’ diyen bir hakikatin mümessilleri olarak, yarışında gayretli olan, inanan, donanımlı olan elbette öne çıkacaktır.
Bu Türkiye’de olabilir, Mısır da,
Arabistan da. Tunus ya da Fas da.
Daha doğrusu İstanbul da, Şam da,
Kahire de, Mekke de, Dubai de.
»»Bir Müslüman için vatan,
bütün “büyük geleneğin”
topraklarıdır. Bu topraklarda
bugün hala bu geleneğin mimarisi, ezanı, uleması, kitapları vs. bulunmaktadır. Politik
vatan muhayyilemiz, İngiliz
ve Fransızların post-Osmanlı
çağında ördükleri Berlin Duvarları ile belirlenemez! İçinde İstanbul, Üsküp, Kahire,
Şam, Medine, Tunus vs. yer
aldığı bir muhayyile ile yeniden barışmak gerçekliğiyle
yüz yüzeyiz.
İstanbul, büyük geleneğin varlığında merkez vilayettir. Hilafet
merkezidir. Aydınların, matbuatın, mektebin-medresenin, mimarinin ve fikriyatın merkezidir. İstanbul, XIX. Yüzyılda çekilen milletin varlık
birliğini korumak için bütün cephelerde direnmenin sözcülüğünü yaptı. Büyük felaket, onun düşmesiyle başladı.
Misak-ı Milli anlayışı orada karara bağlanırken, yine orası
terk edilerek karara varıldı. 1918 yılında düşen İstanbul,
son müdafaasını Fahrettin Paşa şahsında Medine’de verdi.
Bir millet ki bütün kalelerini teslim ettikten sonra en kutsal yerini teslim etme onurunu gösteriyor! İşte büyüklük
bu! İstanbul’un ve Medine’nin anlamı!
Bu nedenle vatan düşüncemiz,
artık Berlin Duvarlarının sınırlarında
somutlaşmayacak. Bir Müslüman için
vatan, bütün “büyük geleneğin” topraklarıdır. Bu topraklarda bugün hala
bu geleneğin mimarisi, ezanı, uleması, kitapları vs. bulunmaktadır. Politik
vatan muhayyilemiz, İngiliz ve Fransızların post-Osmanlı çağında ördükleri Berlin Duvarları ile belirlenemez!
İçinde İstanbul, Üsküp, Kahire, Şam,
Medine, Tunus vs. yer aldığı bir muhayyile ile yeniden barışmak gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. A. Hamdi Tanpınar
annesini Musul’da toprağa verdi, Yahya Kemal Üsküplüdür, Aliye İzzet Begoviç bir yönüyle Üsküdarlıdır, Cemil
Meriç Halep’te kitapları dolaşarak akrabalarını ziyaret ederdi,Kürt Ali bir
İstanbul entelektüel havzasının yetiştirdiği şahsiyettir…Bütün bunlar Berlin Duvarları üzerine kurulan siyasetlerin anlamsızlığını hatırlatmaktadır
bizlere. Artık içinde bu vilayetlerin,
kavimlerin, dillerin, mezheplerin, tarikatların geçmediği öyküler, şarkılar,
filmler, romanlar…bir hiçtir.
Türkiye ya da İstanbul( AK Parti
İstanbul dünya görüşünün ve tecrübesinin bir sonucudur.) Berlin Duvarları içinde çıkan ideoloji ve yapılarla hesaplaşan ilk bölgedir. Homojen
toplum sosyolojisini, kemalizm ideolojisini, ulus devlet felsefesini tartışmaktadır. Travmatik
tarihin içinden çıkma mücadelesini vermektedir. Moderniteyi yeni bir üslup ve siyasetle ortaya koyma arayışındadır. Berlin Duvarı ideolojileri hem aşan hem de onunla
hesaplaşan bir cesaretin içindedir. Başbakan Erdoğan’ın
genel seçimler sonrasında yaptığı Balkon Konuşması, yeni
siyasetin manifestosudur. Bütün büyük gelenek hinterlandı içinde yer alan vilayetleri sayarak, AK Parti’nin yeni
siyasetin öncülüğünü yapmadaki anlam ve kararlılığını
ortaya koymuştur. Milletin AK Parti’ye verdiği desteğin
Sivil Bakış
9 Sivil Bakış
yol açtı. Avrupa ortadan ikiye çatlayakökeninde bu hesaplaşma ve ce»
»
Ortadoğu,
kendi
doğal
tarak bölündü. Ancak bu bölünme istissur atılım bulunmaktadır. Yeni
nai tarihsel durumdu. Nitekim soğuk
Türkiye, bu hesaplaşmayı gerrihsel akışıyla buluşma sonusavaşın sona ermesiyle beraber 1989
çekleştirdikten sonra kurulacak
cunda
birleşecek.
Bu
da
istisyılında, bölünmenin somut varlıksal
ve Berlin duvarlarının yıkılışında
nai tarihsel dönem ve bunun
göstergesi olan Berlin Duvarı yıkıldı.
öncülük rolü belirginleşecektir.
AB projesi ile büyük gelenek kendisini
Tarihi dönüşümü en iyi algılayanürettiği travmatik tarihsel
yeniden kurmaya yöneldi. Bu tarihsel
lardan biri Dış İşleri Bakanı Ahdurumdan çıkmakla birlikte
tecrübe, kendi bölgesel varlığımız için
met Davutoğlu’dur. Bu bağlamda
mümkün
olacaktır.
de önemli bir mukayese bağlamı oluşkonuşmaları ve siyaset yapma
turmaktadır. Bağlamda Ortadoğu’da
tarzları, statükocu vatan algısoğuk savaşlarının sonuna varmakta,
layışlarını ters yüz etmektedir.
onlarca Berlin Duvarını yıkmakla bo1911 yılında ayrılanlarla yeniden
bir araya geleceğiz, 2012 yılında cihan devleti olacağız… ğuşmaktadır. Etnik çatışmalar( Kürt sorunu, Filistin soBu önermeler, büyük geleneğin siyasal muhayyilesinin ye- runu), mezhep çatışmaları( Irak, Suriye..), yoksulluklar,
niden var oluşunu müjdelemektedir. Ortadoğu’nun birleş- diktatörlükler Ortadoğu İslam dünyasını derin krizlere
sokmaktadır. Bundan çıkmanın tek yolu, büyük gelenekle
mesini, Berlin Duvarları’nın sonunu haber vermektedir.
tecrübe edilen büyük aklın yine tesis edilmesidir. Bu büOrtadoğu, kendi doğal tarihsel akışıyla buluşma sonuyük siyasal akıl, bütün kavimlerin, mezheplerin, dillerin,
cunda birleşecek. Bu da istisnai tarihsel dönem ve bunun
kültürlerin…temsiline katılımla ortaya çıkabilir. Bu neürettiği travmatik tarihsel durumdan çıkmakla birlikte
denle Kürt sorunu da Filistin sorunu da, Şii-Sunni çatışmamümkün olacaktır. Avrupa, bu konuda önemli bir karşılaşları da, yoksulluk da ortak, büyük, müzakere ve katılımla
tırma imkanı vermektedir bize. Avrupa birlik tahayyülü,
mümkündür. Akış bu yöndedir. Bunu yönetecek elitler ve
uzun tarihle vardır. Batı “büyük geleneği” ile anlam kazakadroların yükselişi, gelişimi ve ortak akılla barışa, birlinır. II. Dünya Savaşı, bu büyük geleneği çatlattı. Rusya’nın
ğe, adalete ve refaha yol vardır.
komünizm aracılığıyla içine yaptığı dalış, Berlin Duvarı’na
Sivil Bakış
Türkiye Gün
Ersoy DEDE
Gazeteci
Herkesin Anayasası
»»Y eni anayasa konusunda böylesine kamuya açık bir çalışma yürütüleceğini, açık söyleyeyim
beklemiyordum. 2007’deki başarısız girişimler bende ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
Yeni anayasa konusunda böylesine kamuya açık bir çalışma yürütüleceğini, açık söyleyeyim beklemiyordum.
2007’deki başarısız girişimler bende ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Oysa geldiğimiz noktada, hem STK’ların
yurt genelindeki toplantıları hem de Anayasa Platformu
adı altında bir araya gelen çok sayıda meslek örgütü ve sivil toplum kuruluşunun yer aldığı geniş katılımlı “Türkiye
Konuşuyor” toplantılar dizisini çok önemsiyorum. Benim
önemsediğim kadar, seçmen de önemsiyorsa mesele yok.
Eğer “nasıl olsa bunlar bize sorsalar da bildiğini okurlar”
gibi bir düşünce hakimse, o zaman işin, en azından pr’ı
doğru yapılmamış anlamına gelir bu. Yani vatandaşta,
anayasayı birlikte yapacağımız konusundaki algının oluşması esas. İstediğiniz kadar gelen talepleri değerlendirin,
buna ikna olmazsak eğer, hiçbir anlamı yok..
10 Sivil Bakış
Şu Uzlaşma Dedikleri..
Siyasi partiler bir uzlaşmadır tutturmuş gidiyorlar.
Özellikle siyaseten öyle muğlak bir kavram ki uzlaşma.
Gerçek doğru nedir, kimsenin bildiğini zannetmiyorum.
Örneğin, yüzde kaçlık bir ittifak uzlaşma anlamına gelir
sizce? Kaç kişide kaç kişinin istediği bir metin anayasaya girerse, o metin üzerinde mutabık kalınmış demektir?.
Şu kadarını söylemek lazım, bu çabanın, sonuca herhangi bir katkısı yok. İsviçre’deki minare referandumunu
hatırlayın. İsterse %99’luk bir “hayır” oyuyla, minareler
yasaklansın. Geriye kalan %1’in birey inanç hürriyetini
zedelemiş olmayacak mıydı karar?. Örneğin İstanbul’da,
cemaati sadece 5 kişi kalmış bir kiliseyi kapatırsanız, o
beş kişinin birey inanç hürriyetine kelepçe vurmuş olmaz
mısınız?. Dolayısıyla bu mutabakat, uzlaşma kavramları
çok da kesin doğruları olan kavramlar değil. Asgari müşte-
rek, böyle bir çalışma için kullanılabilecek daha doğru bir
kavram gibi geliyor bana. Çok açık bir örnek vereyim. Bir
MHP’li ile bir BDP’linin, 66.maddede yer alan “TÜRK” tanımı üzerinde ittifak yapabilme imkanı var mıdır?. Elbette yoktur. Gelin bir minik 82 Anayasası turu atalım sizle.
Anayasada, vatandaşlık tanımı üzerine üç madde çok net.
Üstelik de birbirine atıfla. Önce 6.maddede; Egemenliğin Türk Milleti’nde olduğunu belirtmiş, 5.maddeye de,
“Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak
devletin en başta gelen ödevlerindendir” ifadesi konmuş.
Millet ise 66.maddede, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı
ile bağlı olan herkes” diye tanımlanmış. Tıpkı kutsal metinleri okur gibi birbirini tamamlayarak okuduğunuzda fotoğraf tastamam böyle. Şimdi böyle bir metni kaldırıp
yerine uzlaşarak yeni bir tanım koyacaksınız. Ve bunun
tam bir mutabakatla yapılacağına inanacaksınız. Bu elbette mümkün değildir. Oysa asgari müştereklerde ittifak
sağlanırsa, durum değişir. Örneğin, oradaki “Türk Milleti”
yerine başka bir ifade mi kullanırsınız, uyrukluğu ayrı nasyonaliteyi ayrı mı ifade edersiniz, her ikisini de hiç ifade
etmez misiniz, ikisini de karşılayacak daha arada bir söz
mü ararsınız?. Tüm bunlar olabilir elbette. Ama kesinlikle
tam bir uzlaşmayla değil. 1982 Anayasası’nı 5 tane paşa
yazdı. O zaman toplumsal mutabakat mı aradılar sanki. (Aman %92’lik Anayasa Referandumu’nu hatırlatmasın
kimse. Mübarek’i ya da Saddam’ı da öyle büyük oylarla
seçiyordu halkı. Sonra ne olduğunu gördük)
Kaç Oy Lazım?
2012 Anayasası’nı, 1982 Anayasası’na göre yapacaksak, yazının bundan sonrasını okumayın. Çünkü başka
başka şeylerden söz ediyor olacağız burada. Eğer eski
ndemi
Türkiye Gündemi
Sivil Bakış
anayasadaki yasa yapma hükümlerini kullanmak mecburiyetindeysek, nerede kaldı bizim yeni Anayasamız? Bakın
hükümet büyük bir özveri ile kendini kilitleyerek uzlaşma
kapısı açmıştır. Uzlaşma komisyonunda Ak Parti’nin oyu, ¼
nispetindedir. Yani dört siyasi gruptan, eşit miktarda üye
veren biridir. BDP ya da CHP kadardır temsili. Dolayısıyla, hükümet partisi olduğundan dolayı, bildiğin anlamda,
ciddi biçimde azınlıktadır Ak Parti. Bu demek oluyor ki,
uzlaşma komisyonundaki diğer üç grubu ikna edemezse
Anayasayı genel kurula getiremez. Peki uzlaşma komisyonundan çıktıktan sonra?. Genel Kurul’da bu defa muhalefet partileri Ak Parti’yi ikna etmek zorunda kalacak. Çünkü burada bu sefer Ak Parti’nin sayısal üstünlüğü olacak.
Genel Kurul’dan ancak böyle geçecek. Rakam meselesine
geldiğimizde ise az önce yaptığım değerlendirmeyi yabana atmayın derim. Normal şartlar altında nedir? Anayasa
değişikliği, 330 ile 367 arasında oy alırsa referanduma gider. 367’nin üzerinde oy alırsa eğer, Köşk’e. Orada Cumhurbaşkanı ya onaylıyor ya da referanduma götürüyor.
En basit anlatımıyla böyle. Fakat eğer yeni bir anayasa
yapacaksak, önce eskisini kaldırıp çöpe atmamız gerekmez mi? Dikkat buyurun lütfen. 1982’de 5 tane general
tarafından hazırlanan, baskı ve tehditle referandumdan
geçirilen anayasa çöpe gidiyor çöpe. İçindeki “330” rakamıyla, “367” rakamıyla, “184” rakamıyla her şeyiyle çöpe
gidiyor. Yok oluyor. Bitiyor. Kendinden önceki anayasalar
gibi. Dolayısıyla ne 330’un hesabı yapılmalı bence ne de
367’nin. Yasa yapıcılar, işlerine baksınlar kâfi.
Değişmez Madde Yoktur
Sayılarla ilgili tespit, aynı nedenle, değişmez maddelerle de ilgilidir aslında. O Metin olduğu gibi çöpe gideceğine göre, değişmez maddelerin ne ayrıcalığı var ki?.
Değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir durum kalmayacak dolayısıyla ortada. Ne başlangıç metnindeki ideolojik vurgu kalacak ne bir başka netameli yasa
maddesi. Değişmez maddelerin tarihine gelince. 1961’e
kadar açık bir ifadeyle “değişmez” madde göremiyoruz.
Ancak 1924 Anayasası’nda yer alan ve bugünkü anladığımız anlamda “değişmez maddelerden biri” gibi görülen
maddelerde zaman zaman tadilatlar yapıldığı oldu. Örneğin; 2. Madde’de yer alan; “Türkiye devletinin dini
İslâm’dır; resmi dil Türkçe’dir; makarrı Ankara şehridir”
maddesi, 1928’de yapılan bir düzenlemeyle değiştirildi.
Maddedeki “dini, islamdır” ifadesi çıkarıldı. Aynı metin
üzerindeki ikinci ve önemli bir düzenleme de 1937’de yapıldı. Bu defa, madde; “Türkiye devleti, cumhuriyetçi,
milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır. Resmi dili
Türkçe’dir, makarrı Ankara şehridir” diye değiştirildi. (Bu,
anladığınız üzere, CHP’nin 6 Ok’unun Anayasa’ya girmesi anlamına geliyordu. Daha doğrusu, o ilkeler, devletin
temel yönetim prensibi haline getirilmişti artık) Kanlı 27
Mayıs Darbesi’nden sonra hazırlanan Anayasada ise ilk kez
bir hüküm üzerinde “değişmez” ifadesini gördük. “MADDE
9.- Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa
hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”…
Ama 1961 Anayasası’nın en önemli özelliği bu değildi.
Egemenlik yine ‘kayıtsız şartsız’ milletin oluyordu. Ancak
bu egemenliğini millet, Anayasanın koyduğu esaslara göre
ve yetkili organlar eliyle kullanabiliyordu. (madde 4) Oysa
Egemenlik, 1924 Anayasası’nda kimseyle paylaşılmıyordu.
Orada, “Türk Milleti’ni, TBMM temsil eder ve millet adına
egemenlik hakkını sadece o kullanır” hükmü yer alıyordu.
Değişmiş yani. Ve 1961 Anayasası’nın 1. maddesinde yer
alan “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik,
laik ve sosyal bir hukuk devletidir” sözü ile, Anayasa’ya
eklemlenen 6 Ok da, tarihe karışmış oldu. Bayrak tarifi ve İstiklâl Marşı ile ilgili bilgilerin de eklenmesiyle 3.
maddede de kapsamlı bir değişiklik yapılmış oldu ayrıca.
Neler neler değişmedi ki yani. Yeni bir toplum sözleşmesi
temennisiyle. Kalın sağlıcakla
11 Sivil Bakış
»» Gelin bir minik 82 Anayasası turu atalım sizle.
Anayasada, vatandaşlık tanımı üzerine üç madde. çok net. Üstelik de birbirine atıfla. Önce 6.maddede; Egemenliğin Türk Milleti’nde olduğunu belirtmiş, 5.maddeye de, “Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak
devletin en başta gelen ödevlerindendir” ifadesi konmuş. Millet ise 66.maddede, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes” diye tanımlanmış. Tıpkı kutsal metinleri okur gibi birbirini tamamlayarak okuduğunuzda
fotoğraf tastamam böyle. Şimdi böyle bir metni kaldırıp yerine uzlaşarak
yeni bir tanım koyacaksınız. Ve bunun tam bir mutabakatla yapılacağına
inanacaksınız. Bu elbette mümkün değildir. Oysa asgari müştereklerde ittifak sağlanırsa, durum değişir..
Sivil Bakış
Türkiye Gün
Cafer Solgun
Araştırmacı Yazar
[email protected]
Dersim 38
Kanlı Bir “Medenileştirme” Operasyonu……
Dersim meselesi, Dersimlilerin ve konuyla ilgili kişi ve
çevrelerin hep gündemindeydi. Ancak Türkiye’nin gündemine ağırlıklı ve hemen herkesin “nedir bu Dersim 38?”
sorusunu kendisine ve çevresine sorma ihtiyacı duyacak şekilde girmesinin evveliyatı çok da eski değil. Onur
Öymen’in CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili sıfatıyla, 10 Kasım 2009’da “demokratik açılım süreci” ile ilgili Meclis genel kurulunda yapılan oturumdaki
konuşması, ilk defa bu denli yaygın şekilde kamuoyunun
dikkatini Dersim 38 üzerinde topladı. Öymen söz konusu konuşmasında, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Yozgatlı
annenin gözyaşlarıyla Hakkarili annenin gözyaşları arasında ayrım yapamayız” şeklindeki sözleriyle gündemleşen
“anaların gözyaşlarını dindirme” umuduna yanıt vermiş
ve “Dersim 38’de analar ağlamasın denildi mi?” diye sormuştu.
12 Sivil Bakış
Bu sözlerde dile gelen zihniyet, Kürt sorununda demokratik, barışçıl çözüm umut ve arayışlarına Dersim 38’i
bir “çözüm modeli” olarak sunmakla kalmıyor, Dersim’de
yaşanan katliamın acısını da yeniden canlandırmış oluyordu. O acı ki Dersimlilerin yüreğinde yıllardır zaten kanamaya devam ediyordu… Bu konuşmanın ardından Dersimliler başta olmak üzere Alevi toplumu ve demokratik
kamuoyu CHP ve Onur Öymen’e yönelik yaygın eleştirilerde bulundu, protesto gösterileri yapıldı. Öymen sözlerinin
arkasında durdu. Dahası, “bu konuda çok şey biliyoruz,
ama Alevileri üzmemek için konuşmuyoruz” şeklinde açıklamalar yaptı.
Hatırlanacaktır; dönemin CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, annesinin vefatı dolayısıyla bulunduğu
memleketi Tunceli’de, basın mensuplarının yoğun baskısı
üzerine Onur Öymen’e “istifa et” manasında “gereğini
yap” açıklaması yapmış, ama Deniz Baykal’ın Öymen’i
sahiplenen tavrı karşısında sessiz kalmayı yeğlemişti. İzleyen günlerde kamuoyuna “bir sorun yok” mesajı
verircesine Baykal, Öymen ve Kılıçdaroğlu’nun birlikte
göründükleri resimler verilmişti. Bu gelişmeler üzerine
Dersimlilerin ve Alevilerin tepkileri Öymen’i de aşarak
CHP’ye yönelirken, Dersim başta olmak üzere CHP il ve
ilçe örgütlerinden toplu istifalar baş göstermişti.
Bu gelişmelerden çok önce bu satırların yazarı da dahil
olmak üzere Alevilerin Kemalizm ve onun “resmi sözcüsü”
misyonunu sahiplenmiş CHP ile sorunlu ilişkilerini sorgulayan yazılar ve kitaplar yayınlanmıştı. (Taraf gazetesi için
hazırladığım “Alevilerin Cumhuriyet ve Laiklikle İmtihanı” adlı yazı dizisi 2007 yılının sonları ile 2008 yılının ilk
günlerinde yayınlanmış, “Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı” adlı kitabım da aynı yıl içerisinde basılmıştı.) Aleviler,
“derin” çevrelerin kendilerine biçtikleri “figüran” rolünü
ciddi şekilde sorgulamaya başlamışlardı. Ancak o dönemdeki yazılarımda da vurgulama gereği duymuştum; söz
konusu sorunlu ilişki ve uğursuz rolü (Türkiye’nin 90’lı yıllarda içerisine sürüklenmek istenen “laik-antilaik” kutuplaşmasında Alevilere laikçi kutbun “kitlesi” olma rolünün
verilmesini kastediyorum) sorgulama noktasında bizlerin
çabaları, Onur Öymen’in konuşması kadar ciddi ve yaygın
bir etki yaratamamıştı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilinen şekilde CHP Genel Başkanı koltuğuna oturmasıyla birlikte, Aleviler, iyiden iyiye
soğudukları CHP’ye ağırlıklı olarak yeniden döndüler. Ancak 12 Haziran seçimlerine “Yeni CHP” sloganıyla giren
CHP’de “yeni” hiçbir şey olmadığını anlamak için, yine bir
ndemi
Türkiye Gündemi
CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, 10 Kasım 2011
günü Zaman gazetesinde yayınlanan söyleşisinde “malumun ilanı” olmaktan ibaret açıklamalar yapmış, Dersim
38 katliamının sorumlusunun “devlet ve CHP” olduğunu,
olaylardan Mustafa Kemal’in de haberdar olduğunu belirtmişti. Bunun üzerine CHP’de “İkinci Dersim Krizi” patlak
verdi. Kılıçdaroğlu, “yeni” hiçbir adım atmadı, atamadı.
“CHP Zihniyeti”nin olanca ağırlığıyla bu parti üzerindeki
hükmünün sürdüğü anlaşıldı… CHP’nin Tek Parti dönemi
zihniyeti ve onun kanlı, faşizan uygulamalarıyla yüzleşmesi için ortaya çıkan altın değerindeki fırsat, CHP tarafından tepildi. CHP’nin resmi ideoloji ile yüzleşmesi bir
başka bahara kalırken, kamuoyunda Dersim 37-38 katliamı yaygın bir şekilde tartışılmaya başlandı. Bütün TV
kanalları konuyla ilgili tartışma programları yaptı, gazetelerde haberler ve yazı dizileri birbirini izledi. Bu durum,
Cumhuriyet tarihinin bu en kanlı gerçeğiyle yüzleşmek
adına hiç kuşkusuz olumlu bir rol oynadı. Ne var ki çok
sayıda köşe yazarı ve tartışmacının konuyla ilgili görüşleri, bir tür bilgi kirliliğine ve beraberinde kafa karışıklığına
da yol açtı.
Dersim 38’in “kanlı bir olay”, dahası bir “katliam” olduğundan herhalde kimsenin kuşkusu kalmadı. Ama “Dersim 38 bir isyan, yürütülen harekat da bir isyanı bastırma
harekatı mıydı?” örneğinde olduğu gibi, ortaya atılan sorulara verilen yanıtlar birbiriyle tutarlı olmaktan uzaktı.
Şu bir gerçek ki, söz konusu olan bir “isyan” dahi olsa,
bu, yürütülen harekatın tam bir katliam olduğunu gölgelemez, kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden binlerce insanın toplu katliamlar sonucunda öldürülmesinin “meşru”
ve “kabul edilebilir” bir gerekçesi olmaz, olamaz. Bu nedenle “isyandı, değildi” tartışması, harekatın sonuç olarak anlam ve niteliği üzerinde belirleyici bir önem ifade
etmiyor. Fakat katliamın içyüzündeki korkunç zihniyetle
bizi karşı karşıya getirmesi açısından ise, bunun anlamı
büyük…
İsyan mı, “medenileştirme operasyonu” mu?
Dersim katliamı, hala iddia edilebildiği gibi bir “isyan”
ve bunun sonucunda meydana gelmiş bir olay değildir.
Dersim’in devletin gündemine girdiği tarih daha eskidir
ve bunun en önemli kanıtları da dönemin devlet kurumları
tarafından hazırlatılan Dersim raporlarıdır.
Bu rapor ve değerlendirmeler çeşitli düzeylerdeki
devlet görevlileri (aralarında başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, TBMM Başkanı Abdülhaluk Renda, Dersim’i çevreleyen illerin valilikleri de
bulunmaktadır) tarafından hazırlanmış ve öngördükleri
“çözüm” önerileriyle birlikte devletin zirvesine sunulmuşlardır. Bunlardan biri olan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in
1926 yılında hazırladığı ilk Dersim raporunda Dersim bir
“çıbanbaşı” olarak tanımlanmış ve şöyle deniliştir: “Dersim Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban
üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri ön-
13 Sivil Bakış
Dersim “krizinin” yaşanması gerekecekti. Öyle de oldu.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
lemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.” (Bknz.
Cafer Solgun, Dersim… Dersim… Yüzleşmezsek Hiçbir Şey
Geçmiş Olmuyor, sf.154. TİMAŞ 2010.)
Rıza’nın büyük oğlu İbrahim’i barış elçisi olarak General
Alpdoğan’a gönderdiğini ve öldürüldüğünü nedense (!)
görmezden gelmektedirler.
O dönemde hazırlanan raporların büyük çoğunluğu, aynı içeriktedir. Diyarbakır Valisi Ali Cemal (Bardakçı) Bey, Genelkurmay Eğitim Dairesi Başkanı Korgeneral
Ömer Halis (Bıyıktay) Paşa gibi meselenin daha “ılımlı”
önlemlerle halledilebileceğini düşünenlere verilen yanıt
ise, “Dersimli okşanmakla kazanılmaz” şeklinde olmuştu.
Yanlış bilinen bir başka husus da devletin 1937-38’de
Dersim’e girebildiği, otoritesini tesis edebildiğidir…
Daha 1926 yılında Şeyh Said ayaklanmasını bastırarak
kendine güven kazanmış Genelkurmay’ın gündeminde
Dersim bulunuyordu. Bu durum, “Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar” adlı kitapta
şu şekilde dillendirilmiştir: “Cumhuriyetin ilanını takip
eden senelerde özellikle Şeyh Sait ayaklanmasından sonra, diğer doğu illeri ile beraber Dersim de önemle dikkate
alınmış ve kesin ıslahat esaslarının tesbiti için incelenmesine başlanmıştı.. Keza; Genel Kurmay Başkanlığı da
bu mesele üzerinde büyük bir ilgi ile durmuş ve muhtelif
teşekküllerden aldığı raporları değerlendirmek sureti ile
Dersim ıslahatının zaruri olduğu kanısına varmıştı. Neticede; Dersim’in ıslahı esasları tesbit edildi ve bu keyfiyet
uzunca vadeli bir programa bağlandı.” (Age, Harp Tarihi
Yayınları, 1972, s.373)
Mustafa Kemal’in 1934 yılında Trabzon’da istirahat
ettiği günlerde Dersim’de planlanan askeri harekat için
harita ve krokiler üzerinde kendi el yazısıyla yaptığı çalışmalar, halen Trabzon’daki müzede sergilenmektedir.
Mustafa Kemal’in 1936 yılında Meclis açılışı vesilesiyle
meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada Dersim’e özel bir
önem verdiğini, onun şu sözlerinden anlıyoruz: “Dahili
işlerimizde en mühim bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı,
ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her
ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil
kararların alınması için, hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir.” (Cafer Solgun, age. Sf.177)
14 Sivil Bakış
Türkiy
Türkiye Gündemi
Daha da sıralanabilecek bu belgeli kanıtlar, Dersim’de
herhangi bir “isyan” ya da “kalkışma” durumu söz konusu
olmadığı halde devletin bütün dikkatinin Dersim üzerinde
olduğunu ve bir “çıban” olarak tarif edilen Dersim’in “her
ne pahasına olursa olsun” yok edilmesindeki kararlılığı
bütün açıklığıyla ortaya koymaya yetmektedir. Dolayısıyla
1937 Mart ayı içerisinde tamamen “lokal” bir olay olarak
cereyan eden Pah köprüsünün yakılması ve aynı adı taşıyan karakola saldırının “isyan” olarak nitelendirilmesi,
bilerek ya da bilmeyerek gerçeği çarpıtmaya, karartmaya
yönelik bir yaklaşımın ürünüdür. Kaldı ki bu olayı “isyan”
olarak nitelendirenler, hem olayın içyüzündeki asıl nedeni
(bir tecavüz olayı söz konusudur) ve olayın ardından Seyit
Bu da doğru değildir. Dersim’de devletin otoritesi olmamış olsaydı, 1927 ve 1935 yılında Dersim’de nüfus sayımı nasıl yapılabilmişti? DİE verileri, bu sayımlar sonucunda Dersim’de en ücra köylere dahi girilebildiğini ve kaç
tane kör, sakat, solak olduğuna kadar son derece detaylı
tespitler yapıldığını ortaya koymaktadır. Milli Mücadele’yi
yürüten Birinci Meclis’e tam 6 mebus göndermiş olan
Dersim, Cumhuriyet’e karşı “örgütlü” veya “organize”
herhangi bir hareket içinde olmadığı gibi, aşiretsel sosyal yapısı nedeniyle kendi içinde herhangi bir siyasi iddia
etrafında “birlik” olmaktan da çok uzaktı.
“Devlet otoritesini kabul etmiyorlarmış” iddiasının içyüzünde “asker olmuyor, vergi vermiyorlarmış” söyleminin bulunduğunu elbette biliyoruz. Bu, Dersim konusunda
en yaygın yanlış ve çarpıtılmış bilgilerden biridir.
Öncelikle şunu belirtmeliyim. 19. yüzyılın ikinci yarısına değin Osmanlı’nın Dersimlilerden ve tıpkı onlar gibi
genellikle kırsal kesimlere sığınmış olarak yaşayan Alevilerden asker olmasını istediği yoktu. Bunun nedenini
anlamak için, tümüyle politik sebeplerle padişahların siparişleri üzerine verilmiş birbirinden korkunç şeyhülislam
fetvalarına bakmak yeter. Öte yandan Dersim’de iş alan
ve imkanlarının son derece sınırlı olduğu da (bugün bile
öyledir) göz önüne alınacak olursa, Dersim raporlarında
da sıkça belirtildiği haliyle yoksul Dersimlilerin vergi verme konusunda neden çok da istekli olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Yani ortada “devlet otoritesini tanımamak”
adına bir “tavır” söz konusu değildir.
Aslında harekat sanılanın aksine 1937’den önce, “Tunçeli Kanunu” ile birlikte (1935) başlamıştır. Bu kanunun
gereği olarak oluşturulan ve “koloni valisi” yetkileriyle
donatılan 4. Umum Müfettişlik, ilk iş olarak 1936 yılında
aşiretlerin elindeki çoğu Osmanlı-Rus harbinden kalma silahları toplamış, ardından da planlanan harekatın şartlarını hazırlamaya koyulmuştur.
4 Mayıs 1937 tarihli “gizli” ibareli ve Mustafa Kemal başkanlığında toplanan, Genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu kararı ile Dersim’e
“tenkil” emri verilmiştir. 1937 yılı sona erdiğinde Seyit
Rıza ve 6 kişi asılmış, harekata direnen aşiretlerin direnci
tümüyle kırılmıştır. Ama “harekat bitti” diye düşünülürken, asıl katliam 1938 yılı boyunca yaşanmış, devlet güçlerine yardımcı olan köy ve aşiretler de dahil olmak üzere
bütün Dersim, kan gölüne çevrilmiştir…
ye Gündemi
Sivil Bakış
Mevzunun özü
“(…) Neticeyi söylüyorum. (…) Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının
içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o
Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim
davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e
girdi. Dersim böyle bitti.”
İhsan Sabri Çağlayangil’in bu sözleri, Dersim katliamının ne tür bir vahşet olduğunu anlamamıza yardımcı olan
önemli tanıklıklardan biridir. Ama Çağlayangil’in “bitti”
görüşünün gerçeği yansıtmadığı, günümüze miras kalan
Türkiye tablosundan bellidir.
Dersim katliamına neden olan zihniyet, Türkiye’ye
reva görülen “medeniyet projesi” ve dayatmasıdır. Görmek, yüzleşmek gereken asıl olgu, budur. Ülkemizin etnik,
dini, kültürel çeşitliğini dikkate almayan, dikkate almak
ne kelime, yok sayan bu “medeniyet” projesi nezdinde
Dersim, “olmaması gereken” bir realite idi. Bu itibarla
“çıban” ve çıbanbaşı” tespitlerinin tesadüfi olmadığını
vurgulamak gerekir. Herhangi bir “yara” merhem sürerek
veya benzer yöntemlerle tedavi edilebilir; ama “çıban”
kesilip atılması gereken bir yaradır… Bu, tipik bir “beyaz adam” mantığıdır. Alıntılar kullandığım kitabımda bu
zihniyet nedeniyle sadece katliam sürecini anlatmadım;
aynı zamanda nasıl bir zenginliği yok etmek istediklerini
ortaya koydum.
Dersim köylerine uçağından attığı bombalar nedeniyle
“İlk Türk Kadın Savaş Pilotu” olarak ödüllendirilen Sabiha Gökçen, “Dersim harekatı neden yapıldı?” sorusuna
aslında aldığı ideolojik eğitime uygun bir yanıt vermişti:
“Atatürk’ün gayesi onların daha insanca yaşaması idi.”
açısından tarihi ve siyasi bir sorumluluk konusudur. CHP,
bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmediği müddetçe
Dersim katliamının vebalini taşımaya devam edecektir.
Aslında vurgulamak gerekir ki, Dersim 38 resmi ideoloji
zihniyetinin en kanlı uygulamasıdır; ama sorunun özü, bu
zihniyetle yüzleşmektir. Ve öyle görünüyor ki CHP, “CHP
Zihniyeti” ile yüzleşmeye kolay kolay yanaşmayacaktır.
Bunun, sadece CHP açısından değil, bir bütün olarak Türkiye toplumu açısından ciddi bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum…
Dersim 38’le yüzleşmek, özünde çeşitliliğiyle anlamlı ve değerli olan Türkiye toplumunu “medenileştirmek”
adına tanınmaz hale getirmeyi amaç edinmiş bir zihniyet
ile yüzleşmek demektir…
Bilindiği üzere Başbakanlık Dersim katliamıyla ilgili
arşivleri açıkladı. Genelkurmay arşivinin açılması yönünde de çalışmalar yapıldığı açıklandı. Devlet arşivlerinin
açılması, önemli demokratik taleplerimizden biri idi. Hiç
kuşkusuz bu talebin yerine getirilmesi, Dersim gerçeğiyle
yüzleşme bakımından büyük bir önem ifade etmektedir.
İlginç olan, Başbakan Erdoğan’la girdiği polemikte, “arşivler elinizde, açın arşivleri” diyen CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer CHP’li yetkililer, bu gelişmenin ardından herhangi bir açıklama yapmadılar. Konu, CHP
15 Sivil Bakış
Dersim 38 tartışmalarının yoğun olduğu günlerde İsmet İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan Toker de aynı yönde bir açıklama yapmıştı: “…Bence sonuca bakmak lazım.
Sonuçta bugün Tunceli bölgesi en görgülü, en eğitimli,
demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç
kızlar var. Belki o bölgede, ortaçağ şartlarında kalsalardı
o aileleri kuramayacaklardı.” (25 Kasım 2011, Milliyet)
Sivil Bakış
Türkiye Gün
Meryem GAYBERİ
Gazeteci
Dünya Değişirken
Medya Yerinde Sayabilir mi?
»»Medya, son yıllarda gerçek anlamda büyük bir değişim yaşıyor.
Bu değişim hem yapısal hem de zihinsel anlamda yaşanıyor.
hızlı değişim, bilginin demokratikleşmesi noktasında da bir hız getirdi. Yaşanan hızlı dönüşüme ayak
uyduranların, konvansiyonel medya
ile sosyal medyayı entegre etmeyi
başaranların yoluna devam ettiği, bu
değişime ayak direyenlerin ise marjinalleştiğini görüyoruz.
16 Sivil Bakış
Medya, son yıllarda gerçek anlamda büyük bir değişim yaşıyor.
Bu değişim hem yapısal hem de
zihinsel anlamda yaşanıyor. Tabi
bu durum sadece bugünün sorunu
değil. Geçmişte de teknolojik değişimlerle birlikte medya enstrümanlarının değiştiğine tanık olurduk.
Eskiden haberleri almak için
sadece gazete okunup radyo ajansı dinleme imkanı var iken daha
sonra televizyonlar hayatımıza
girerek enformasyon kanallarını genişletti. Tek kanaldan çok
sesli yayına, resmi tv yayınlarından özel televizyonlara geçişin
şaşkınlığını yaşarken, internetin
devreye girmesiyle her şey alt üst
oldu. IPod’lar, IPhone’lar, digital
gazeteler, e-kitaplar derken bugün
dünyanın çok ücra bir köşesindeki
gelişmelerden bile çok hızlı şekilde internet vasıtasıyla haberdar
olabiliyoruz.
Enformasyon teknolojilerindeki
»»Enformasyon teknolojilerindeki hızlı değişim, bilginin
demokratikleşmesi noktasında da bir hız getirdi. Yaşanan hızlı dönüşüme ayak
uyduranların, konvansiyonel
medya ile sosyal medyayı
entegre etmeyi başaranların
yoluna devam ettiği, bu değişime ayak direyenlerin ise
marjinalleştiğini görüyoruz.
Her şeyin çok hızlı bir şekilde
değiştiği, dönüşüm yaşadığı ve toplumsal taleplerin de bu değişimin
en temel dinamiği olduğu gerçeğini
fark eden her düşünce ve kurum geleceğin dünyasında şimdiden yerini
almayı başarıyor. Ancak buna karşı
ayak sürüyen yönetimlerin, fikirlerin
yıkıldığı gibi medya anlayışlarının da
ister istemez sahneden çekildiğine
şahit oluyoruz.
Daha düne kadar medya marketlerden alışveriş yaparken yeni çıkan
albümlerin veya filmlerin DVD’lerini
CD’lerini satın alıyorduk. Bugün ise
internet üzerinden sanal alışverişle
istediğimiz film veya müzik albümünü “download” ediyor veya USB
ndemi
Türkiye Gündemi
Sivil Bakış
Buazizi’nin kimliğini incelediğimizde birikimli, sosyal medya vasıtası ile dünyada olup bitenlerden
anında haberdar olan birisi çıkıyor
karşımıza. Hakeza bugün dünyada,
teknolojik, ekonomik, politik ve
sosyal gelişmeleri yakından takip
eden 20-30 yaş grubunda milyonlarca genç var.
belleğe yüklenmiş olanını satın alıyoruz.
Aynı şekilde gençliğimizin en popüler müzikçaları olan Walkman’ların yerini İPod’lar vs. aldı. Çok değil,
birkaç yıl içinde çoğu “yenilik”lerin
teknolojinin karanlık çöplüğüne atıldığına tanık oluyoruz. Hatta eski
teknoloji oldukları için bile değil,
yeni sürümler çıktıkça birçok teknolojik ürünün “Arkeolojik kalıntı”ya
dönüştüğünü biliyoruz.
Nasıl ki DVD oynatıcı, Walkman,
CD çalar vs. üreticileri bu değişime
ayak uydurmaya çalışıyor ise eski
Türkiye’de manipülasyonları ile ülkeyi idare eden medyanın, yazarların ve aydınların da doğal süreç içinde elemine olması çok doğal. Çünkü
onlar da tabiri caizse eski teknoloji.
»»Bu teknolojik dönüşümle
birlikte gelen zihinsel dönüşüme, toplumların gelecekle
ilgili “demokrasi”, “Özgürlük”
ve “sivil toplum” gibi taleplerine direnen kişi ve kurumların da tedavülden kalkması
çok normal.
Yönetimler için de aynı şey söz
konusu. Geçen yıl Tunus’ta başlayan, Yemen, Bahreyn, Mısır, Libya ve
Suriye’ye kadar yayılan Arap Baharı’nda, kendi toplumlarındaki bu değişim ruhunu okuyamayan diktatörlerin ya
devrildiğini ya da çok zor günler geçirdiğini gördük.
Bilişim teknolojilerindeki konumları ve dünyayla iletişimleri nispetinde diktatörler veya tek merkezci oligarşik
yapıların bugün olmasa birkaç yıl sonra kendi halklarının
isyanı ile yüzleşmek zorunda kalacaklarını söylemek kehanet olmayacak.
Mesela Tunus devriminin ve tüm Arap Baharı’nın
sembol ismi olan Muhammed Buazizi’yi irdeleyelim!
Geçenlerde bir televizyonda
yayınlanan programda konuklardan
biri, o anda stüdyoda bulunmayan
birisi hakkında bir takım iddialarda
bulundu. Bunun üzerine programı
yöneten gazeteci, iddiada bulunulan kişi ile canlı yayın bağlantısı
kurmak istedi. Stüdyodaki konuğu
ise bunu kabul etmedi. Bunun üzeride hakkında iddiada bulunulan
kişi, anında sosyal medyadan iddialarla ilgili açıklama yaptı. Bunun
anlamı; “Bilginin artık her an doğrulanabilir ya da yalanlanabilir”
hale gelmiş olmasıydı.
Maalesef 28 Şubat sürecinde ve sonrasında medyada
ciddi bir manipülasyon ve dezenformasyon vardı. Manşetlerle herkes hedef gösterilebiliyor ve hedefteki kişi açıklama yapsa bile bu medyada yer almıyordu. Haberler istenildiği şekle dönüştürülüp istenilen hedef vuruluyordu.
Lakin şimdi her düşünce nerdeyse özelleştirebildiği
bir sosyal medya vasıtası aracılığıyla kendisini ifade edebiliyor. Wikileaks’ın kurucusu Assange’nın da dediği gibi
bugün artık “bilginin demokratikleştiği” bir dönemin içindeyiz. Kazanan hem bilgi hem demokrasi. Buna ayak direyenlerin istikbal kaygısı içine düşmesi de kendi sorunu…
17 Sivil Bakış
Bu teknolojik dönüşümle birlikte
gelen zihinsel dönüşüme, toplumların gelecekle ilgili “demokrasi”,
“Özgürlük” ve “sivil toplum” gibi taleplerine direnen kişi ve kurumların
da tedavülden kalkması çok normal.
Hızla kullanımı artan internet
gazeteciliği ve sosyal medya konvansiyonel medyanın geçerliliğini
de kaldırmış olacak çok yakında.
Hatta bugün Amerika ve Avrupa’da
neredeyse kalkmış durumda.
Sivil Bakış
Türkiye Gün
Dr. Bengül GÜNGÖRMEZ
Uludağ Üniversitesi
Öğretim Üyesi
Türk Muhafazakarlığı
Dünü-Bugünü-Yarını
18 Sivil Bakış
»»Muhafazakarlar bilhassa cumhuriyetle kendilerine çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü
aşan bir işlevsellikle bizzat kapitalist modernleşmede itici gücü oluşturdular.
Batı dünyasının Fransız Devrimi ertesi feodal-zümreci ve klasik
gelenekçi muadillerinin aksine ülkemizde muhafazakarlar yakın dönem tarihsel değişim dinamiğinin
“motoru” oldular. Muhafazakarlar
bilhassa cumhuriyetle kendilerine
çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü aşan bir işlevsellikle
bizzat kapitalist modernleşmede
itici gücü oluşturdular. Bir yandan kadim geleneklere ve dine
Kemalizmin izin verdiği ölçüde
ve sınırlarda sarılırken öte yandan Türk modernleşmesinin resmi
ideolojisine kimi zaman eşlik eden
kimi zaman da alternatif olabileceği düşünülen İslamcı, İslamcılığa milliyetçiliğin eklemlenmesiyle
milliyetçi-muhafazakar ve son dönemde de muhafazakar-liberallik
çizgisinde kapitalizmin dolayısıyla
da modernizmin en azından maddi
düzeyde gereklerini yerine getirdiler.
»» Türk muhafazakarı artık dönüşü olmayan bir yola girmiş,
karşı-devrim ümitleri tükenmiş
ve canını acıtarak da olsa modernleşmenin her bir değişen
evresiyle kendini yenilemiştir.
Bu yenilenme, Beneton’un ifade
ettiği 19.yy Batılı muhafazakarların sosyalistlerinkinden daha
sert kapitalizm eleştirisine, sermayeden, sanayiden, kentten
nefretine tezat bir şekilde, hem
artan teknolojik rasyonalitenin
kabulü ekseninde gündelik hayat
pratiklerine modern olana uygun
müdahalelerle hem de dini dünyevi saiklerle yeniden yorumlamak suretiyle biçimlendirerek
gerçekleştirilmiştir.
Bu bağlamda muarızı olduğunu
düşündükleri modernizmin sürekli
refakatçisi olan Müslüman muhafazakarlar Batı’nın belki de en büyük
muhafazakar düşünürü Alexis de
Tocqueville’in devrimin ertesinde
vaz’ettiği şu ünlü tezini doğrularlar:
“Fransız Devrimi’nin idealleri bütün
dünyaya adeta bir din gibi misyonerleriyle yayılmış ve kabul görmüştür.”
Fransız devrimi bu bakımdan sadece
Fransızlara has bir devrim değil, önce
Avrupa devrimi ardından da bir dünya
devrimidir. Türk muhafazakarı artık
dönüşü olmayan bir yola girmiş, karşı-devrim ümitleri tükenmiş ve canını
acıtarak da olsa modernleşmenin her
bir değişen evresiyle kendini yenilemiştir. Bu yenilenme, Beneton’un
ifade ettiği 19.yy Batılı muhafazakarların sosyalistlerinkinden daha sert
kapitalizm eleştirisine, sermayeden,
sanayiden, kentten nefretine tezat
bir şekilde, hem artan teknolojik rasyonalitenin kabulü ekseninde günde-
ndemi
Türkiye Gündemi
Bu durumun önemli nedenleri
vardır elbet. Türk muhafazakarının belki de en mühim özelliği ne
olursa olsun “devlet” fikriyle barışık
olmasıdır. Onda devlet fikrinin bizzat kendisiyle “hesaplaşma” yoktur.
Muhafazakar, devletle imtihanında
Marksist, radikal ya da anarşist gibi
devletin ortadan kalkması fikrine
sıcak bakmaz, ortadan kaldırmayı
değil, onu dönüştürmeyi kendisine
gaye edinir; çünkü devlet güvenlik,
otorite ve meşruiyet kaynağıdır. O,
ailenin babası, milletin babasıdır.
O, milletin bizzat kendisidir. O,
neredeyse kaybedilirken yeniden
kazanılandır. Muhafazakar koskoca bir imparatorluğu kaybetmiştir.
Devletini de kaybedemez. Radikal
İslamcı için bile durum böyledir.
“Devlet” durur, olmazsa olmazdır
lakin onun arzusuna göre değişmesi
istenir. Bu yüzden ülkemizde muhafazakarlar devrimci değil, reformcudur. Devleti ortadan kaldırmak
değil, kendi idealleri doğrultusunda
değiştirmek ister.
»» Türk muhafazakarının belki de en mühim özelliği ne
olursa olsun “devlet” fikriyle
barışık olmasıdır. Onda devlet fikrinin bizzat kendisiyle
“hesaplaşma” yoktur. Muhafazakar, devletle imtihanında
Marksist, radikal ya da anarşist gibi devletin ortadan
kalkması fikrine sıcak bakmaz,
ortadan kaldırmayı değil, onu
dönüştürmeyi kendisine gaye
edinir; çünkü devlet güvenlik,
otorite ve meşruiyet kaynağıdır. O, ailenin babası, milletin babasıdır.
Bir diğer neden ise muhafazakarın sistemli bir ideolojinin gereklerini yerine getirecek katılıkta olamaması İslam’a inanışıyla, aşkın tecrübeyi yahut referansı içkinliğe davet edişiyle
belirsizliklere kapı aralamasıdır. İdeoloji katı tarifler,
Tanrı’ya değil, lidere, örgüte kesin itaat ister, Lenin, Stalin ve Hitler’in tespitleri katîdir; insani ve dinsel olan ise
amorf ve yoruma açıktır. Tanrı sözü ne kadar katı tarifler
yapılsa da yoruma açıktır. Onun ideolojilerde olduğu gibi
keskin hudutları çizilemez. Muhafazakar ne kadar uğraşırsa uğraşsın Marksizm ya da faşizm gibi sistemli bir ide-
olojiye hiçbir zaman sahip olamaz.
Bu minvalde muhafazakarın kaderi
en fazla iktidar olup sonradan tutuculaşmak, akabinde yozlaşmak ve
devrime giden yolda bir basamak
olmaktır.
Muhafazakarın İktidarı mı
İktidarın Muhafazakarı mı?
Son yıllarda hem ülkemizde hem
de dünyada muhafazakar partiler
iktidara yürüdüler. Özellikle ülkemizde çevrenin merkeze taşınması, muhafazakarların iktidarı ele
geçirmesi ile başlayan sivil devrim
sürecinde muhafazakarlar mevcut
sistemi dönüştüren ve değiştiren
baş aktörler haline geldiler. Bugün
Türkiye’de yönetime talip olan
muhafazakarın cevaplaması lazım
gelen belki de en güç soru şudur:
“hem iktidarda kalıp hem muhafazakar nasıl olunabilir?”
Muhafazakarlık, kelime anlamıyla adı üstünde “muhafaza
etmek”ten gelir. Ancak bir muhafazakarın önünde duran en mühim
sorun değişen bir çağda neyi muhafaza etmesi gerektiğidir. Muhafaza
edeceğiz ama neyi ve nasıl? Hem
iktidarda olup hem iktidarın kendisinden nasıl korunabiliriz? Muhafazakarlar maddi hayatla nasıl başa
çıkacaklar ve kendi duruşlarını nasıl
muhafaza edecekler?
İktidar eylemin yahut praksisin
bir başka deyişle içkinliğin, dünyevi
olanın, seküler veya profanın alanıdır. İktidar kimi zaman güçlü olmanın tesiriyle sahiplerini dünyadan çekilmeye değil, sonu gelmez bir dünyaperestliğe, dünyevi hırslara ve arzulara sevkeder. İktidar
olmanın ayartıcılığı sonsuzdur. İktidarda olana genelde
iktidarını korumak kafi gelir. Öyle ya, Koestler’in dediği
gibi; “Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı
vardır?” Lakin dünyevi iktidar fanidir ve bir gün bu iktidarı kaybetme ihtimali vardır. Bu durumda muhafazakara
yalnızca iktidarda olmak yetecek midir?
19 Sivil Bakış
lik hayat pratiklerine modern olana
uygun müdahalelerle hem de dini
dünyevi saiklerle yeniden yorumlamak suretiyle biçimlendirerek gerçekleştirilmiştir. Bu, bir yandan eski
zihniyete meydan okumanın yol açtığı gizli gerilimi açığa çıkarmış öte
yandan da muhafazakarı varoluşsal
parodoksu veya iç çelişkileriyle karşı karşıya getirmiştir.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Türkiye Gün
Muhafazakar teoriye gönül verenler bu ihtimali düşünmüşler. Bu
bağlamda muhafazakarlığın “siyaset” olarak iki özelliğinden söz
edebiliriz: özgürlük siyaseti olması
ve siyasal erdem arayışı. Özgürlük
ve erdem statik kavramlar değildir. Değerlerin sürekli yeniden yaratımını ve kendi kendini eleştiriyi
lüzumlu kılar. Muhafazakarlar bu
bakımdan iktidar olsalar bile muhalefette kalmalıdırlar. Çağa ve değişen dünyaya uygun politikalar üretmek ve bu politikaların evrensel
değerlerle çelişmemesini sağlamak
zorundadırlar. Onlar kendi kendilerinin muhalifleri olmalıdırlar. Aksi
takdirde tarihteki emsallerinden bir
farkları kalmaz: yavaş yavaş ilerici
vasıflarını kaybederler, önce tutucu, sonra da “gerici” olurlar. Türkiye’deki muarızlarının kör talihlerini
bizzat kendileri de yaşarlar. Kendi
kendinin muhalifi olamamak devleti
değiştirmek değil, kendini devletin
tek hakimi sanarak “devletleşmek”
anlamına gelir ki bu da halkından
uzaklaşma demektir.
Babalar Devrim Yapar
20 Sivil Bakış
Çocukları Batırır
Cumhuriyetin ilanı Türk tarihinde görülmemiş büyüklükte bir
devrimdir. O kadar büyüktür ki
“statükonun” gerçekleştirdiği ve
bir ‘“devrim” olmayan devrim’ olmasına rağmen “devrim” adıyla
adlandırılabilmiştir. Yukarıdakiler
aşağıdakileri –normalde devrimler
tersten olur; aşağıdakiler yukarıdakilere meydan okur ve değiştirir - yeni rejimin gerekleri istikametinde gerekirse zor kullanarak
değiştirip dönüştürdüler. Yazı ve
takvimden kılık kıyafete pek çok
şey devrimin ilkeleri istikametinde
değişti. İstikamet “Batı”ydı ve ışık
Batı’dan geliyordu. O halde bütün
ülke bu ışıkla aydınlanmalıydı.
»»Babaların yaptığı devrimin
kazanımlarını korumaya çocukları şevkle talip oldular.
Babalar ilericiydi. Babalar
köhnemiş bütün kurumlardan geleneklerden kurtulmak
onları değiştirmek istiyordu.
Çocuklar ise değişimden ziyade devrimlerin kazanımlarını koruyalım derken gittikçe
tutuculaştılar, sofulaştılar ve
en azından babalarının gözünde devrimin amentülerini
doktirinleştirip
yozlaştırdılar. Atatürk İlke ve İnkılapları
dünyaya yetişme gayesinde
olan bir milletin yeni değerlerinin yaratılması için bir hareket noktası değil, muhteşem
azınlığın iktidarını muhafaza
etmenin kılıfı haline geldi.
“Babalar devrim yapar çocukları batırır”.
Akabinde babaların yaptığı devrimin kazanımlarını korumaya çocukları şevkle talip oldular. Babalar
ilericiydi. Babalar köhnemiş bütün
kurumlardan geleneklerden kurtulmak onları değiştirmek istiyordu.
Çocuklar ise değişimden ziyade
devrimlerin kazanımlarını koruyalım derken gittikçe tutuculaştılar,
sofulaştılar ve en azından babalarının gözünde devrimin amentülerini doktirinleştirip yozlaştırdılar.
Atatürk İlke ve İnkılapları dünyaya
yetişme gayesinde olan bir milletin
yeni değerlerinin yaratılması için
bir hareket noktası değil, muhteşem azınlığın iktidarını muhafaza
etmenin kılıfı haline geldi. “Babalar devrim yapar çocukları batırır”.
Doktrinleşmek demek kısırlaşmak demektir. Kısırlaşmak demek
sürekli artan toplumsal problemlere çözüm üretememek demektir.
Tutuculaşan, yozlaşan bir iktidar
devrimi bizzat kendisi davet eder.
Türkiye’de beğenelim ya da beğenmeyelim, Batılı standartlara uysun
ya da uymasın bir ‘devrim geleneği’
var.
Rejim değişikliğiyle neticelenen Türk devrimini, yani Cumhuriyeti takip eden devrim AKP’nin
başrolü çaldığı bir devrimdi ve bu
devrim “sivil” bir devrimdi. Muadillerine kıyasla çok daha “yumuşak”
gerçekleşen, en azından Batı’daki
gibi giyotinleri, toplu veya kitlesel
katliamları olmayan bir devrimdi.
Hatta o, cumhuriyetin kuruluşuyla ve sürdürülmesiyle neticelenen
Türk Devrimi’nden de yumuşaktı.
Bu “sivil” devrim halkın siyasi temsilcileri vasıtasıyla halk tarafından
gerçekleştirildi ve failleri yahut
aktörleri muhafazakarlardı. Muhafazakarların çevreden merkeze yürüyüşü ve bu yürüyüşte liberallerin
muhafazakarlara başlangıçtaki des-
ndemi
Türkiye Gündemi
modern öncesi toplumlarda bir peygamberi model alan bireyler, onun
gibi ahlaklı olmak, onun gibi erdemli olmak, onun gibi hakikat peşinde
koşmak, onun gibi vicdan sahibi
olmak isterken, modern toplumda
pazarın zorlayıcı gücü altında hazır
fikirlerin ve modellerin, reklamlar ve markaların yönlendirmesiyle
arzular ve kendisine dünyevi bir
şahsiyeti, pop idolünü veya Führer
gibi siyasi bir lideri model almaya
başlar. Ortaçağ’da insan peygamberi gibi ahlaklı olmak, adil davranmak, “iyi” bir insan olmak isterken tüketim toplumunda
insan diğerini taklit etmekte, o ne markaya sahipse ona
sahip olmak istemekte, o nereye gidiyorsa oraya gitmek,
o ne giyiyorsa onun gibi giyinmek, kısacası o nasıl yaşıyorsa onun gibi yaşamak istemektedir. Neticede modern
dünyada ahlaklı davranmak, diğerkâmlık, yardımseverlik,
komşuluk, akrabaya yardım etme, kanâatkârlık, vefa,
empati, nefse hâkimiyet gibi insanı ve Tanrı’yı merkeze
alan değer odaklı davranış türlerinin yerini başka türden
davranışlar almaktadır: iktidar hırsı ve egoizm, haset, kibir, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutma, egoizm,
ihtiyacın yokken tüketme…Batılı yazarlar kitle toplumu
yahut tüketim toplumu çerçevesinde insanlığın bu durumunu en aşırı haliyle “budalalaşma” olarak adlandırıyorlar. Budalalaşma elbette sözlük manasıyla değil, felsefi
bir muhtevayla yüklü olarak anlaşılmalıdır. Bu yazarlara
göre Hitler’i adeta Tanrıymışçasına kutsayan ve Yahudileri gazlayarak yakan zihniyet Almanya’nın okumuş ancak
“budala” insanlarıdır. ‘Budala” kişi, yüksek eğitime de
sahip olsa gerçeklikle alakasını yitirmiş, hakikatten kopmuş fantezi dünyasında yaşayan her türlü ideolojiye biat
eden ve onun gereklerini sorgulamaksızın yerine getiren
insan tipidir. Budala, önünde vuku bulan olaya müdahale
edeceği yerde omzunu silkerek uzaklaşan diğer insanlarla
olmanın sorumluluğunu üzerine almayan ve “kişi” bile olmayan kişi, bireydir.
»»Bir defa siyasi partiler iktidar olmak için kurulur. Cemaatler ve sivil yapılar güzel bir
toplum oluşturmak için çalışırlar. Dinin siyaset yapması
veya din adamlarının siyaseti
yönetmesi birçok sakınca doğurabilir.
Fatih At Pazarı Meydanı’nda adı
lazım değil, genç İslamcıların kızlı
erkekli takıldığı bir cafe. Cafe’nin
konseptinin İzmir Alsancak’ta sosyetenin takıldığı cafelerin konseptinden farkı yok. Yani yeni kuşağın
deyişiyle “ciks” bir cafe. Bununla
birlikte cafenin müdavimleri en
azından imajları itibariyle muhafazakar bir dünya görüşüne sahip. Üst katta masalarda
grup grup oturan ve muhabbet eden gençlerin bulunduğu
katta, yerde bir seccade var ve gelip geçen sırayla namazını kılıyor. Yerde yanınızda birisi namazını kılarken
siz masada çayınızı içip sohbet edebiliyorsunuz. Seccade
ile cafenin tezatlığı görülmeye değer. Bu cafe ve eylemin
kendisi bizzat sosyolojik olarak bize dinsel uhrevi bir boyuta sahip olan seccadenin kapitalist süreçte metalaştığını göstermiyor mu? Seccadenin metalaşması onun uhrevi
boyutundan ziyade maddi değerinin ön plana çıkması,
uhrevi içeriğinin boşaltılması, “şey”leşmesi, tüketim toplumunun atıldıktan sonra kaybolan gündelik çığlıklarından
birine dönüşmesi demektir.
Hiçbir kuşak babasının ne giydiğini giyer ne de söylediklerini tekrarlar. Onların oturduğu yerde oturmaz, ettiği muhabbeti etmez, gittiği yere gitmez, yediğini yemez.
Yeni kuşaklardan babaları gibi olmaları beklenemez. Çünkü babaları da dedeleri gibi olmamıştır. Fakat dedelerden
babalara geçen maneviyatın çocuklara da geçmesi ‘beklenir’ bir şeydir. Aksi halde dini ve ahlaki eğitimin bir anlamı
yoktur. Cafedeki seccade bize şunu sorgulatmalıdır: çocuklar selefi kuşağın maneviyatını mı yoksa biçimsel olan
bir şeyi mi devralıyor?
Tüketim toplumu “arzunun taklitçi doğası”na dayanır.
Liberal ekonomik bir sistemde “tüketim” neredeyse tartışılamaz bir olgudur. Tüketimin varlığını zaten tartışma
konusu yapmak anlamsız. İnsanlar elbette tüketecekler,
kapitalizmin kendini var etme koşullarından biridir tüketmek. Burada meselemiz tüketim değil, tüketimin tamamen neyin üzerine bina edildiğidir. Arzunun taklitçi doğası
tamamen kamusal alandaki bir model üzerine bina edildiğinde kamusal alanın üyeleri kamusal alandaki itibar sahibi bir modeli taklit ve takip etmeye başlarlar. Eskiden,
“Gelenekte yeniliğe evet lakin, modaya teslimiyete
hayır.” Bütün bu yazdıklarımız arzu edilirse kapitalizmin
tüketim toplumu kapsamında yozlaştırıcı, içkinleştirici
boyutuna bir eleştiri olarak da okunabilir. Muhafazakarlar
kapitalizmin bu yozlaştırıcı boyutundan yalnızca yüksek
bir kültürün yaratılmasıyla korunabilir. Yeni kuşakların
sahip olacağı incelmiş ruhlar, derinlemesine sorgulama
yalnızca “yüksek bir kültür” ile mümkündür. Bu “yüksek
kültür” doğu-batı ikiciliğine düşmeksizin “evrensel” olan
21 Sivil Bakış
teğini de azımsamamak lazım. Bu
sivil devrim henüz tamamlanmış bir
devrim değildir ancak yetişen yeni
kuşaklar onu tamamlayabilir. Ama
hangi kuşaklar?
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Türkiye Gün
dahilinde aranmalıdır. Bu “yüksek
kültür”le hem geçmişe hem şimdiye
hem de geleceğe uygun yeni değerler dünyası kurulmalıdır.
Geleceğe İlişkin Projeksiyon
22 Sivil Bakış
Dahrendorf’un zikrettiği gibi,
Aydınlanma-karşıtı muhafazakarlık
yalnızca “aydınlanmış muhafazakarlık” olarak ayakta kalabilir. “Aydınlanmış muhafazakarlık”tan kasıt
geçmişi papağan gibi tekrarlayan
ve naslara bağlanarak kısırlaşan bir
muhafazakarlık değil, yüksek bir
kültürü yaratan ve bu yüksek kültürle kendisini yeniden yeniden var
eden bir muhafazakarlıktır.
değil, çok boyutlu düşünmek gerekecektir. Değerler evrenseldir. Antik
Yunan’da üretilen insana ait değerler –adalet, onur, hakikat- doğruluk
vb. -, Hint, Çin, İslami vs. coğrafyada da makbuldür. Mühim olan
husus, evrensel olanı tikel olanla
birleştirebilmek, kimi zaman senteze gitmek kimi zaman da yan yana
yaşayabilmesini sağlamaktır. Ülkemizde Batı değerleri ve dolayısıyla
kimi evrensel olan değerler Kemalist-sekülerist-modernist zihniyete
aitmiş gibi algılanmaktadır. Bunu
böyle algılayanlar Kemalistler yahut
sol entelijensiya bir tarafa, bizzat
muhafazakarların kendileridir de.
Ancak modernleşme ülkemizde
“yukarı”dan dayatılmış bir süreç
de olsa zaman içinde toplumun bütünü tarafından gittikçe daha fazla
istenir ve paylaşılır hale gelmiştir.
Mesela cumhuriyetin “aydınlanmış
kuşaklar” yetiştirme söylemi, bu
aydınlanmanın “neliği” tartışılıyor
olsa dahi toplumun pek çok katmanında ve kesiminde bugün kabul
görmüş bir idealdir. Günümüzde neredeyse toplum fertlerinin tamamı
çocuklarını okutmak istiyor. Bugün
ailelerin kız-erkek çocuklarının eğitimine harcadıkları para devasa boyutlardadır.
Ünlü Alman muhafazakar düşünür Moeller van den Bruck “Muhafazakarlık muhafazaya değer şeyler
yaratmaktır” diyor. Tüketim kültü»»Türkiye’de muhafazakarlar
rünün hiçbir nesnesi muhafaza etiktidara geldikleri için de armeye değer sayılamaz. Uçup giden,
elimizden sürekli kaçan, sürekli
tık korumak değil, “yaratmak”
yeni formlarla kendisini yenileyen,
zorundalar. Stern’in söylediği
tazeleyen bir şeyi muhafaza etmek
mümkün de değildir. Bu durum kaüzere, “muhafazakarlık politik
pitalizme karşı oluşu değil, eleştirel
hakimiyetinin bedelini külbir tavır takınışı beraberinde getirtürel sefaletle öder.” Bu dumelidir. Kapitalizm muarızlığı yahut
alternatif bir “sistem” günümüz
rum yalnızca kültürel sefaleti
şartlarında ihtimal dahilinde değilgetirmekle kalmaz varoluş
dir. Ayrıca kapitalizmin alternatifi
Türkiye’de muhafazakarlar iksistemlerin söz gelimi komünizmin
nedenini ortadan kaldırabilir
tidara
geldikleri için de artık koruve faşizmin yirminci yüzyılın kötüde.
mak
değil,
“yaratmak” zorundalar.
lükleri akla getirilince bu arzu ediStern’in
söylediği
üzere, “muhafalir bir şey de değildir. Bu durumda
zakarlık politik hakimiyetinin bemuhafazakarların kapitalist sistem
delini kültürel sefaletle öder.” Bu
içinde kendilerine ait bir duruş sergilemeleri lazımdır. Bu
durum
yalnızca
kültürel
sefaleti getirmekle kalmaz varoda yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir “yüksek kültür”ün
luş
nedenini
ortadan
kaldırabilir
de. Politik iktidar “koruyaratılmasıyla mümkündür. Muhafazakarların yalnızca geleneksel sanatları değil, modern sanatları da kucaklaması ma” ekseninde düşünüldüğünde neticesi katı bir sağcılık
sahip çıkması bu sanatların ve kültürün geliştirilmesi için ve buna karşı “devrim”dir. Dogmatizmin, statükoculuğun
teşebbüste bulunması lazım gelir. Doğu-Batı, Sol-Sağ, ge- sonu devrimdir. Korumak değil, ‘yaratmak’, Tanpınarcı
leneksel-modern tarzındaki ikiliklere düşmeksizin yüksek bir söyleyişle “değişerek devam etmek, devam ederek
kültüre sahip olan ne varsa kucaklamaları elzemdir çünkü değişmek” 21.yy muhafazakarının şiarı olmalıdır. Cumyeni kuşaklara bu ikiliklerin hiçbir tarafı kafi gelmeyecek, huriyet devrimlerinin “korunması”, “doktirinleşmesi” ekyüksek bir kültürün ve bilginin üretilmesi için tek boyutlu senindeki bir politik tavrın neticesi nasıl “Ergenekon”sa
ndemi
Türkiye Gündemi
Sivil Bakış
23 Sivil Bakış
Muhafazakarların acilen yapve muhafazakarlar kendi Ergene»»Sosyolojik tarihsel hakikat
maları gereken en mühim işlerden
konlarını yaratmak istemiyorlarsa
birisi de kurumsal reformların hailkin geleneği sırf “gelenek” olduğu
şudur: toplumunun ya da
yata geçirilmesidir. Muhafazakariçin korumaktan vazgeçmelidirler.
halkının gerisinde kalmış bülığın kurucusu Burke, “değişimin
Ardından devletin hakimi olmak
araçlarından yoksun bir devlet kenadına devleti değiştirmekten vaztün kurumları ve siyasetçileri
disini muhafaza etme araçlarından
geçmek, yani devletleşmek yerine
eninde sonunda toplum ya
da yoksundur” der. 21.yy.ın gerekkimsenin tam anlamıyla üzerinde
da halk tasfiye eder. Hantal
lerine uygun yeni bir anayasa eşiktidar kuramayacağı demokratik
liğinde eğitim reformundan yargı
bir devleti tesis etmek, bunun için
bürokratik devlet aygıtı eninreformuna, diyanet işlerinden ordu
çağa uygun yorumlar geliştirerek,
de sonunda yıkılmaya mahve sağlığa kadar devletin bütün kumanayı, anlamı korumaya özen gösrumlarının reformdan geçirilmesi
tererek “değişerek devam etmek”
kumdur. Artan problemlere
gerekmektedir. Sosyolojik tarihzorundadırlar. Bunun için “yüksek
çözüm getiremeyen kuruma
sel hakikat şudur: toplumunun ya
bir kültür”ü oluşturmak elzemdir.
(devlete) karşı hoşnutsuzlada halkının gerisinde kalmış bütün
Bu kültürün oluşması için öncelikle
kurumları ve siyasetçileri eninde
politik iktidarını uzun vadede beslerın sayısı gün geçtikçe artar
sonunda toplum ya da halk tasfiye
yecek teorik araştırma ve çalışmave
sonunda
kuruma
(devleeder. Hantal bürokratik devlet ayları desteklemeli, bu çalışmaların
te) karşı isyan ve başkaldırı
gıtı eninde sonunda yıkılmaya mahyapılacağı alt yapı ve zemini sağkumdur. Artan problemlere çözüm
layarak kurumlaşma yoluna gitmevuku bulur.
getiremeyen kuruma (devlete) karşı
lidir; sanat ve diğer alanlar için de
hoşnutsuzların sayısı gün geçtikçe
bu durum geçerlidir. Cumhuriyetçi
artar ve sonunda kuruma (devlete)
ideolojinin Batı sanatını adeta kutsamasına rağmen ülkemizde hala Batılı standartlarda bir karşı isyan ve başkaldırı vuku bulur. Kimi zaman normal
Opera binası bile yoktur. Aynı anda hem geleneksel hem zamanda bir araya gelmeyecek farklı ideolojilere sahip
modern sanatların icra edildiği dünya çapında ün yapmış hoşnutsuz gruplar birleşerek mevcut kurumu (devleti)
bir mekanın hayali kurulmalıdır. Dünya standartlarında yıkmayı veya değiştirmeyi amaçlarlar. Bu yüzden her döaraştırmacıların her istediğini bulabileceği bir kütüp- nemde her soruna çözüm bulan insan üstü bir kurum olahanemiz yoktur. Bilgi güçtür, bilgi iktidar demektir. Işık mayacağından her daim “kurumsal reform” şarttır. Bütün
Paris’ten, New York’tan yükselmez. Işık bilginin olduğu bunların yanında kurumsal reforma eşlik edecek şekilde
yerden yükselir. Daha bilgiye ulaşmakta bile zorluk çe- toplumsal sorunların tespiti ve çözüm arayışı için de giken bir ülkenin evlatları bilgiyi nasıl üretebilir? Bilimsel rişimlerde bulunulmalıdır. Problem neyse, onlar üzerinde
bilginin tekrarlayıcıları değil, üreticileri olmak için bilgi- fikir teatilerinde bulunmak, araştırmalar yapmak surenin yeşereceği alanları oluşturmak gerekir. Amerikalının tiyle farklı yorumlar geliştirilmesi lazımdır; eğer sorun
laboratuarları, uzay üsleri, binlerce kitaba erişim olanağı Kemalist modernizmse alternatif modernite yorumları,
vardır. Amerika dünyanın yıldızıdır. Ortadoğu’nun son- Kemalizm ise farklı Kemalizm yorumları, sorun laiklikse
ra da dünyanın yıldızı olmayı arzulayan bir ülkede yani, farklı laiklik yorumları, Kürt meselesiyle devletin resmi
Türkiye’de daha bilgiye tam olarak erişimin imkanları bile yorumunun dışında alternatif yorumlar üretmeye yönelsağlanmış değildir. Modernliği aşmak için onu öncelikle mek gerekir. Bunu yalnızca bireysel olarak entelektüeller
tüketmek gerekir. Onu bütün boyutlarıyla keşfetmek, bil- gerçekleştiremeyeceğinden kurumsal olarak da bu türden
mek gerekir. Bunun için de her türden görüşe açık, bilgiyi girişimler desteklenmeli gerekirse bu yönde yeniden kuarayan entelektüellere sahip bir ülke haline gelmeliyiz. rumlaşma yoluna gidilmelidir. Bu türden kurumlaşmalar
Bu manada Türk muhafazakarının proto-tipi belki de üstat devlet tekelli değil, “sivil” olmalıdır. Unutmamak gerekir
“Ahmet H. Tanpınar” olabilir. “Tanpınar’ın Mektuplar”ı, ki, bir toplumda sivil otoritelerin yok edilmesinin bedeli
bilhassa da Paris’ten yazdığı mektuplar çok yönlü ve en- devletin “askeri” egemenliğinin artmasıdır.
telektüel bir muhafazakarın portresini veriyor bize.
Söyleşi
Berat Özipek ile Söyleşi
SÖYLEŞİ
Sivil Bakış
Berat ÖZİPEK
&
Meryem GAYBERİ
Özgürleştirmeyecekse
Yeni Anayasaya Gerek Yok!
»»“Bir süre sonra, vatandaşlığı ‘Türklüğe’ bağlayanlar ya da laikliliği ‘devletin bir yaşam biçimini
topluma şırınga etmesi’ olarak içeriklendirenler yalnız kalacak.”
Türkiye, 80 yıllık sorunlarını aşacak bir rehbere,
yeni ve sivil bir anayasaya ihtiyaç duyuyor. Seçimlerde
bu talebi karşılama sözü veren AK Parti, halkın değişim talebini iyi okuyarak yüzde 50 oranında oy aldı.
Dindarların, Kürtlerin, Alevilerin, azınlıkların ve daha
birçok kesimin devletten “alacaklı” olduğu bir sistemimiz var. Yıllardır, köşesinden, ekranlardan ve kürsüden
bu değişimin ne anlama geldiğini ve çözüm yollarını
aktaran dinamik bir entelektüel akılla, Doç. Dr. Bekir Berat Özipek’le “dertlerimizi” masaya yatırdık.
CHP’den Ak Parti’ye, Kemalist oligarşiden yeni anayasa çalışmalarına kadar daldan dala atlayan sorularımız
içtenlikle yanıtladı.
»» “Yeni Anayasa çalışmaları ağır gidiyor” diye çok ciddi
eleştiriler var. Yeni anayasa çalışmaları yavaşlatılıyor mu
gerçekten?
24 Sivil Bakış
-Meclis’teki sürecin ağır işlediği doğru. Ama yeni anayasa yapım süreci sadece ona indirgenmemeli. Türkiye’
de ciddi bir anayasa yapma arzusu ve anayasa üzerine düşünme süreci var. Bu toplumun her kesiminde var. Bugünkü anayasa yapım çabaları da aslında bu aşağıdan gelen
talebin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
»» Anayasa Komisyonu’ndan ümitli olabilir miyiz?
Komisyon’dan bir şey çıkar mı çıkmaz mı bilmiyorum.
Ama bu sürecinin kendisi çok değerli ve öğretici. Muhtemelen bu komisyonun sonunda bir anayasa çıkmayabilir.
Ama şöyle ya da böyle Türkiye’nin bir anayasa yapacağına inanıyorum ben. Bu belki nihai anayasamız olmayacak.
Yani hepimizin tamamen içine sinerek kabul edeceği bir
anayasa olmayacak. Ama “bizim” diyebileceğimiz bir anayasa olacak.
Toplumsal Kesimler Yakınlaşıyor
»» Anayasayla ilgili farklı toplumsal kesimlerin çalışmalarında “özgürlük” ve “demokrasi” içerikli taleplerde eskiye
göre bir yakınlaşma olduğunu düşünüyor musunuz?
-Evet. Son yıllardaki anayasa verilerine bakıyorum.
Çok umut verici, daha özgürlükçü ve daha cesur talepler
var. Farklı sivil toplum kesimlerinden gelen talepler üç
noktada birbirine yaklaşıyor: Öncelikle, artık neredeyse
bütün taslaklar ideolojisiz devletten yana olmaya başladı
ki bu çok önemli. Devletin ideolojik tarafsızlığı, bir anayasa için en değerli en olması gereken hususlardan biri.
İkincisi, anayasal vatandaşlık konusunda epeyce yok aldık.
Dikkat ederseniz önceden “Acaba bütün etnik kimliklerin isimlerini anayasaya yazsak mı?” diyenler vardı. Şimdi
“yazmayalım” konusunda genel bir uzlaşma var. “Hiç bi-
Söyleşi
Berat Özipek ile Söyleşi
»»“AK Partinin en büyük avantajı, toplumda zaten var olan
dönüşümün ve dinamizmin
istikametinde yürümeyi başarması.”
»» Yani taslaklarda ileri demokrasilere daha fazla yaklaşma eğiliminden
söz edebiliriz.
Evet, üretilen anayasa önerilerinde kayda değer bir yakınlaşma
eğilimi var. Bu umut verici. Bir süre
sonra mesela diyelim ki mevcut
anayasanın bugünkü gibi vatandaşlığı “Türklüğe” bağlayanlar ya da
laikliliği militan bir şekilde “yukarıdan aşağıya bir değerin veya seküler yaşam biçiminin aktarılması”
olarak anlayanlar yalnızlaşacaklar.
Bu bağlamda son anayasa taslaklarına baktığımız zaman ben umut
verici buluyorum. Mesela Turgut
Özal Üniversitesi’nin bir çalışması
vardı. Şimdiye kadar yapılmış bütün anayasa taslaklarını,
anayasa önerilerini yan yana koymuşlar temel maddeleri
bakımdan karşılaştırmışlar. Örneğin ifade özgürlüğü konusunda “bu taslak bunu söylüyor, şu taslak şunu söylüyor”
diye tablolaştırmışlar. Çok güzel bir çalışmaydı. Bu bağlamda Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün önerisinden de söz
etmem gerek. “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir Türkiye
İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” başlıklı, benim
de içinde bulunduğum bir öneriydi ve Türkiye’de şu ana
kadar yapılmış en ileri öneri olduğunu düşünüyorum.
Ak Parti Akıntıya Kürek Çekmiyor
»» Bir de özgürlükler konusunda Başbakan’ın sosyolojik
olarak çok dönüştürücü bir gücü olduğunu düşünüyorum. Başbakan açıklıyor, önce tartışmalar oluyor ama
daha sonra insanlar “sorun çözülmeli” noktasına geliyor.
-Şu anki iktidarın ya da AK Partinin en büyük avantajı,
toplumda zaten var olan dönüşümün ve dinamizmin paralelinde yürümeyi başarması. Yani rüzgâra karşı yürüme-
meyi başarması. Bu çok önemli bir
şey ya da öteki partiler gibi değişime ve akıntıya karşı kürek çekmemeye çalışması.
»» Burada AK Parti’nin “muhafazakar” değil de “değişimci” yönü çıkmıyor mu ortaya?
-Aslında muhafazakar partiler de bu anlamda dönüşümcüdür.
Muhafazakarlar sadece yukarıdan
aşağıya, bizdeki ittihatçı Kemalist
tarzda dönüşüme karşıdır. Yoksa
muhafaza etmek için değiştirmeyi
düşünürler. Bir muhafazakar filozofun sözüdür: “Muhafaza etmek için
değiştirmek” yani var olanı koruyabilmek için adapte etmek gerekir ve
muhafazakârlar da bunu yapıyor.
Yasaklar Sürecekse Yorulmaya
Gerek Yok!
Bugünkü Anayasa’da bırakın ileri demokrasileri, çağın çok gerisinde kalmış maddeler var. Örneğin
Atatürk’ü Koruma Kanunu. Ya da
değiştirilmesi teklif dahi edilemez
maddeler. Bazı partiler de kendilerine bu maddeleri “Kırmızı çizgi” olarak gördüklerini dahi söylediler. Bu yeni
anayasa umutları için bir handikap değil mi?
Bunlar kalacaksa yeni anayasa yapmaya gerek yok!
Yani tekke, türbe ve zaviye yasağı, kılık kıyafet yasağı,
isimlerini bile unuttuğumuz ve isimlerini de unutmamızın
hayırlı olacağı otoriter faşizan dönemlere ait yasalara atıf
olacaksa gerek yok. Bunlar dolayısıyla zaten yeni anayasa
diyoruz.
»» Müslümanların başörtüsü ve inanç özgürlüğü talepleri,
azınlıkların vakıf mallarının devri ve Ruhban Okulu talepleri, Musevilerin talepleri, Alevileri Cem evleri, Kürtlerin ana dilde eğitim talepleri vs. Neredeyse her kesimin
mağdur olduğu adaletsiz bir durum var. Bir toplumsal
sözleşme olabilecek mi yeni anayasa?
Yapısal adaletsizlik söz konusuysa bunun kurbanları
sadece bir toplum kesimi değil, herkestir. Mağduru hepimiz olan bir düzeni, bir işleyişi değiştirmeye çalışıyoruz.
Dolayısıyla bundan, başörtülü bir kadın da, Alevi de, Sün-
25 Sivil Bakış
risini yazmayalım, etnik tarafgirlikten, etnik kimlikten arındırılmış bir
anayasa olsun” deniyor. Üçüncüsü,
din ve vicdan özgürlüğü konusunda.
Belki çok fazla gündemde olmayan
ama önemli bir çatışma noktası da
bu. Yeni anayasa taslaklarının din
ve vicdan özgürlüğü anlamında da
evrensel standartlara daha fazla
yaklaştığını görüyorum.
Sivil Bakış
Söyleşi
Berat Özipek ile Söyleşi
Sivil Bakış
etmesi buna ikna olması çok önemli. Ama insanlar genellikle bu kadar
uzun vadeli, bu kadar kapsamlı bakmayabiliyor. Daha kısa vadede kaybedeceklerine dair korkuları, siyasi
tutumlarını da belirleyebiliyor. Şunun anlaşılması lazım; Türkiye artık
böyle bir Kemalist oligarşiyi taşıyaDarbenin Ruhu İlk 3 Maddede
cak bir noktada değil. Dünyayla bu
kadar bütünleştiğimiz, dünyadaki
Ama tam da burada bazı siyademokratikleşme standardının bu
sal partilerin veya liderlerin, “İlk 3
»
»
“Eğer
anayasa’nın
ilk
3
kadar
yaygınlaştığı, özgürlük tamaddeye dokunulamaz!” gibi söyleplerinin kapılara dayandığı bir
maddesini değiştirilmeyelemleri, umut kırıcı oluyor.
dönemde, Türkiye’de Kemalist bir
cekse dükkânı kapatıp giBunu CHP söyledi. KIlıçdaroğkastvari sistemi muhafaza etmek
lu ilk 3 maddeyle ilgili konuştu.
delim! Çünkü 82 Anayasa’sı
mümkün değil! Dolayısıyla burada
Daha sonra AK Partili bir milletveyapılması gereken, CHP’nin de bu
o ilk 3 maddedir zaten.
kili de ona hak verdi. Onlara şunu
değişimin aslında total anlamda heAnayasa’nın ruhu oradadır.”
söyleyelim; “Eğer anayasa’nın ilk 3
pimize faydalı olduğunu kabul etmaddesini değiştirmeyeceksiniz, bu
mesi. Ve bu değişimin daha sağlıklı
işi bırakıp gidelim! İlk 3 maddesini
bir zeminde yürütülmesine katkıda
değiştirmeyeceksiniz hiç boş yere
bulunması. CHP’nin de bu konuda daha fazla düşünmeye
ne siz yorulun, ne de bizi uğraştırın!” Çünkü 82 Anaya- ihtiyacı var.
sası o ilk 3 maddedir zaten. Anayasa’nın ruhu oradadır.
»» Daha “çağdaş” olmaya ihtiyacı var demek istiyorsunuz
Anayasa’nın DNA’sı, özü oradadır. Anayasa’da değiştirilyani.
mesi istenen şey, orman köylüsünün, balıkçılığın korunması veya başkentin Çorum’a taşınmasıyla ilgili hüküm
Doğru, daha çağdaş olmaya ihtiyacı var. Çünkü bu çadeğil. Biz oradaki resmi ideolojiyi kastediyoruz. Resmi
ğın gidişatını görmeleri gerekiyor.
ideolojiyi koruduktan sonra o anayasaya daha ne yazarsanız yazın evrensel insan hakları metinlerinin hepsini de
»» “Yeni Türkiye” söylemi çok tuttu. Aslında entelektüelarkasına iliştirin, hiçbir anlamı olmayacaktır.
ni de, Ortodoks Musevi de, dindar
Ermeni de, dinli de dinsiz de yararlanacak. Yeni anayasa haklar bakımından Lozan’ı azınlıklar için bir
şemsiye olmaktan çıkaracak kadar
eşitlikçi ve özgürlükçü olmazsa son
anayasamız olmayacak demektir.
»» Türkiye’de olduğu gibi Ortadoğu’dan Afrika’ya,
Avrupa’dan hatta Amerika’ya kadar insanların değişim
talepleri var. Sizce neden CHP ısrarla bunun dışında tutuyor kendisini?
- CHP’nin dayandığı toplumsal kesimlerin değişimden korkusu söz konusu. Alevileri hariç tutacak olursak,
CHP’nin dayandığı sosyoekonomik taban değişimden, demokratikleşmeden, dünyayla bütünleşmeden kendisinin
zarar göreceğine dair bir kaygı duyuyor.
TÜRKİYE, KEMALİST OLİGARŞİYİ TAŞIYAMIYOR ARTIK
26 Sivil Bakış
»» Nasıl yani? Biraz açar mısınız?
Yani eğer avantajlı ve dezavantajlı gruplar bir araya
gelip anayasa yapmaya çalışıyorlarsa burada avantajlı
grupları eşitliğe ikna etmek daha önemlidir. Bu anlamda
eşitliğin CHP’nin tabanına da yarayacağı konusunu idrak
lerden sıradan insana kadar herkes, geleceğe dair değişim umudunu içerdiği için olsa gerek “yeni Türkiye” kavramını seviyor. Siz nasıl yeni bir Türkiye istiyorsunuz
»» Benim de yeni bir dünya, yeni bir toplum, yeni bir
insanlık gibi ideallerim, tahayyüllerim var. Ancak
bunlar için uğraşırken, aynı anda, şimdi, evrensel demokratik standartların tesis edilmesinin çok önemli,
çok değerli olduğunu düşünüyorum. Daha iyi bir dünya için felsefi arayışımızı, ona ulaşmaya ilişkin kafa
yormalarımızı, tartışmalarımızı sürdürürken aynı zamanda demokrasinin evrensel anlam ve içeriğiyle bu
ülkede yerleşmesi için uğraşmak gerekir. Bu ikincisi
çok daha somut çok daha öncelikli bir ödevdir.
»» Yeni Türkiye’de bu evrensel standartların oluşması için
adımlar atıldı mı?
»» Şimdiye kadar adımlar atıldı evet. 1950’de olumlu
Söyleşi
Berat Özipek ile Söyleşi
anlamda önemli bir kırılma yaşadık. 1983’te Özal’la birlikte ikinci bir kırılma, sonra 2002’de AK Parti
ile birlikte bir kırılma daha yaşadık. Ben bu sürecin devam ettiğini
düşünüyorum hala. Aslında atılabilecek pek çok adımın olduğunu
ama yeterli adımın henüz atılmadığını bu iktidarın da olağanüstü önemli başarılara imza atmış bir
iktidar olarak sık sık durakladığını
ve ancak kriz doğduğunda reform
iradesinin canlandığını görüyorum.
Sivil Bakış
»»“Şu anda Türkiye’de hepimiz mağduru olduğumuz bir
düzeni değiştirmeye çalışıyoruz. Yeni anayasadan, Alevi
de, Sünni de, Musevi de, Ermeni de yararlanacak.”
»» Savunma pozisyonundansa üstüne üstüne gidilmesi gerekiyor
diyorsunuz…
-Öyle. Mesela şu an anayasa çalışması yapılıyor. Siz söylediniz işte;
“Meclis’te bir Uzlaşma Komisyonu
bugüne kadar denenmemiş bir şeyi
deneyip siyasi kültürü uzlaşmaya pek de elverişli olmayan siyasi
partileri uzlaştırmaya çalışıyor.”
Ama bu arada yapılması gereken o
kadar çok şey var ki yapılmıyor. Atılacak o kadar önemli adımlar var
ki; YÖK Kanunu’ndan, Milli Eğitim
Kanunu’ndan başlayarak Türk Ceza
Statükoya Toparlanma Fırsatı
Kanununa kadar. Sadece silme yoVerilmemeli
luyla atılabilecek o kadar çok insan
haklarına aykırı hüküm var ki. De»» Doksan yıllık bir sistemi yeniden
mokrasinin evrensel standartları ile
inşa etmek kolay değil. Katsayı
bunların yeni anayasaya endekslenile ilgili sorun bile daha geçtiğimesi de gerekmiyor. Bu adımların
»»“Muhtemelen bu komisyomiz günlerde ancak çözülebildi. Bu
atılması sadece statükoyu zorlayıcı,
nun sonunda bir anayasa
adımlar atılırken “zorluklarla karşılastatükoyu dönüştürücü bir anlam
taşımaktan ibaret değil. Aynı zaşıldığını” da biliyoruz.
çıkmayabilir. Ama şöyle ya
manda bu iktidarın kalıcılığını, sağda böyle Türkiye bir anayasa
-Evet kesinlikle doğru. Bu noktalamlığını da pekiştiriyor. O yüzden ya gelene kadar çok zorlukla karşıbugünkü
iktidar bir tercih yapmak
yapacak.”
laştılar. Ama her şeye rağmen krizzorunda değil. “Ben bu adımları
leri öngörerek reform iradesini canlı
atarsam daha da zorlanırım, birileri
tutmak gerektiğine inanıyorum.
beni boğmaya kalkışabilir” diye dügerek
yok.
Tam tersine bu adımları atmadığı
şünmesine Şimdi mesela basına ve soruşturmalarla ilgili iddianamelerin ek delil klasörlerine yansıdığı kadarıyla anlıyoruz zaman boğmaya çalışıyorlar zaten. Toplumdan yana kaygı
ki, çok zorlu bir mücadele verilmiş bürokratik oligarşiye duymasına hiç gerek yok, çünkü toplum değişime hazır ve
her seferinde bunun için vize veriyor.
karşı?
Ama yıllardır neredeyse hiç dokunulmamış o kadar
çok ve “zor” sorunlarımız var ki, bazen tepkilerin geldiği
yönü bulakta şaşırıyor insan. Örneğin Alevi Çalıştayları.
Sorunları ele alındığı için olumlu tepki beklenen kesimler
dahi çok sert bir duruş sergileyebiliyor.
- Alevi açılımı konusunda engel sadece “devrim yasaları” değil; hükümet bir yandan istekli ama diğer yandan
kendi sınırları da var. Oysa bu hükümetin Alevi Sorununun
çözümü konusunda adım atması çok daha değerli ve tarihi bir anlamı olur. Cemevlerine hukuki statü talebi var.
Pir, Dede, Sultan, Abdal gibi unvanlar yasak. Ama insan
haklarına, vicdana, akla aykırı yasaklar olduğu için bunlar
zaten pratik olarak uygulanmıyor. Dolayısıyla burada dev-
27 Sivil Bakış
-Bizim, Kürt sorunu konusunda, din ve vicdan özgürlüğü konusunda, başörtüsü, katsayı sorunu ve anadilde eğitim gibi konularda hükümeti sıkıştırdığımız dönemlerde,
birileri de onu devirmek için darbe planları yapıyormuş.
Ama ben uzun bir Türkiye tarihine ilişkin gözlemimin ve
okumalarımın sonucu olarak şunu rahatlıkla söyleyebileceğimi düşünüyorum. Reform yapan bir iktidar, reform yaparken devrilmiyor tam tersine kendisini yıkmaya, ortadan kaldırmaya niyetli olan güçleri alt etmesinin yolu da
bu reformlardan geçiyor. Ancak duraksadığı zaman onun
üstüne çullanıyorlar. Bu Demokrat Parti için de böyleydi,
Anavatan Partisi için de böyleydi, bugün AK Parti içinde
böyle. Bu nedenle herhangi bir demokratik hükümetin
statükoya toparlanma fırsatı vermemesi lazım.
Söyleşi
Berat Özipek ile Söyleşi
Sivil Bakış
»» “Diyanet, Sünni kesimi denetim altına almak için Sünni teolojisini temel alıyor görünen bir
kurum. Diyanet’in bu ülkeye yapacağı en büyük iyilik kendisini
buharlaştırmasıdır.”
rim yasalarını DİYANET’İN BU ÜLKEYE EN BÜYÜK İYİLİĞİ
Ne Olur?
Mesela ben çok şaşırdım. İlk defa Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde Diyanet işleri Başkanı Cem evlerini ziyaret etti.
Halbuki yıllardır hiç Cem evine gidilip ziyaret edilmemiş.
Atılan her adımda Sünnilerin de Alevilerin de birbirlerine
karşı ön yargılarının aslında işin en zor yanını teşkil ettiğini görüyoruz.
-Diyanet bugüne kadar Sünni cemaatinin ya da Sünni bir tarikatın tekkesine de gitmemiştir muhtemelen. Hoş
gitse de gitmese de benim için çok önemli değil. Belki de
bu adım sembolik olarak bir mezhep önyargısının kırılması
bakımdan önemli olabilir. Tıpkı normalde devletin yayıncılık yapmasını istemeyen birisi olarak TRT’nin simgesel
önemi ve Kürt kimliğinin inkârının geri alınması bakımından TRT6’yı değerli gördüğüm gibi. Ama nihayetinde Diyanet, Sünni kesimi denetim altına almak için Sünni teolojisini temel alıyor görünen bir kurumdur. Diyanet’in en
güzel değişimi kendisini feshetmesidir.
28 Sivil Bakış
»» Dersim tartışmaları sürerken bir hikaye okudum. Bir
anne sürgün edilen iki kızının saçlarını saklamış ve kızlarını göremeden ölmüş. Bu hikayeler oldukça canımız
acıyor. Dersim katliamıyla yüzleşirken bazen “toplumu
ayrıştırmak gerekir” şeklinde eleştiriler yapılıyor. Devletin “karanlık” geçmişiyle yüzleşmesi toplumu ayrıştıra
bir şey midir?
Burada ayrışan toplum değil aslında. Burada ayrışan
belli bir nitelikteki, belli bir pratikteki, belli bir ideolojideki devlet ile toplum. Bu yüzleşme aslında toplumda ayrışmayı değil bütünleşmeyi, karşılıklı anlamayı getiriyor.
Örneğin, Sünni için Alevi komşusunun neden küskün olduğunu anlamasını sağlıyor. Bu travmaların iyileştirilmesi
bakımından bir yüzleşme şart. Kaldı ki; ben bunun çok da
acıtıcı bir şekilde yapıldığını da düşünmüyorum.
»» Yüzleşmenin, “Sabiha Gökçen” veya “Atatürk” gibi isimler üzerinden yürütülmesi de eleştiriliyor bazen. Kişilerden ziyade devletin tüzel kişiliğinin ve sorumluluğunun
öne çıkarılması gerekmiyor mu?
-Hadiseleri konuşmak önemli. İnsan neyin doğru neyin
yanlış olduğunu kendi vicdanıyla yargılar zaten. O yüzden
de hakikati ortaya koymak; sadece Dersim’deki katliamı
ortaya koymak bile çok değerli. Kızlarının saçından iki tutamı saklayan kadınla, Atatürkçü olduğu için kendisini o
dönemde yaşanan her şeyi sahiplenmek zorunda olduğunu
zanneden insanı yüzleştirmek yeterli!
Chp’nin Elitleri Tahammül Edemiyor
Dersim’i bugün artık herkes biliyor. En ulusalcı gazetelerde bile Dersim hikayeleri okuduk. Herkesin bir anlamda Alevi vatandaşlarımızdan özür dilediğini görüyoruz
zaten.
Bu önemli işte. Dersim bu anlamda sistemin, asıl yüzleşme için müdahale edilmesi gereken “Aşil topuğu”ydu.
Onu gördük. Çünkü 1930’da Ağrı isyanı dolayısıyla katledilen Kürtlerden söz etsek muhtemelen bu sistemin çok
özüne dokunmayacaktı. Ya da dindar Sünni kesimlerin
durumundan söz etmek. Ama belki de hepsinin birden anlaşılması için Dersim iyi bir başlangıç oldu. Güzel olan da
bunu başlatanın bizzat CHP’nin içinden bir ses olmasıydı.
Söyleşi
Berat Özipek ile Söyleşi
Sivil Bakış
»»“Türkiye artık Kemalist oligarşiyi taşıyamıyor. Dünyayla bütünleştiğimiz ölçüde, bu
kastvari sistemi muhafaza etmek ayrıcalıklı
zümre açısından güçleşiyor.”
Tartışmalar sırasında belki de en çok sıkışan CHP lideri oldu. Hem Dersimli hem CHP’nin başında. O sırada
“Kılıçdaroğlu’nun acısını anlıyorum ve saygı duyuyorum”
diye yazmıştım. Ancak CHP’nin genel tavrı gene savruktu.
Kimi suçlayacaklarını bilmez halde tepkiler verdiler.
Yüzleşmesi gereken CHP’nin kendisi! Ve şu an başında
mağdur kesimden gelen bir isim var. O yüzden de asıl
CHP‘nin içindeki Sünni kökenli elitin sesinin çıkması gerekirdi. Vicdani tavır göstermesi gereken onlardı. Ama tam
tersine hatırlarsanız bu elit, Kılıçdaroğlu’na karşı bir de
gözdağı veren bir bildiri hazırlayıp okudu.
»»Erdoğan sahici lider !
Başbakan Erdoğan’ın herkesi şaşırtarak devlet
adına Dersim’den “özür dilemesi”, nasıl bir anlam içeriyordu sizce?
bir insan. Yani dokunduğunuz zaman, bir insana dokunduğunuzu hissedebileceğinizi anlıyorsunuz. Toplum da bunu görüyor.
Dersim konusunda Kılıçdaroğlu’ndan ziyade iş
Başbakan’a düşüyordu. Sünni arka plandan
gelen birisi olarak Kemalist müesses nizamla
kendisini ayrıştırması ve kendi tabanının da
bu zalimlikle arasındaki farkı net bir şekilde
göstermesi gerekiyordu. O yüzden ben bu özrün çok çok değerli olduğunu düşünüyorum.
Görünen o ki, Erdoğan sahici lider. Hatalarıyla,
sevaplarıyla, yanlışlarıyla, doğrularıyla sahici
29 Sivil Bakış
Bir şey daha söyleyeyim; bu özrün değeri zaman geçtikçe daha çok artacak. Hazırlıksız bir
anda yakalandık bu özre! Afalladık bir anda.
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
Dünya
Doç.Dr. Bilal SAMBUR
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Ögr. Üyesi
Irkçılık ve Şiddet Sarmalındaki Avrupa
Neo-Nazi Cinayetleri
»»22 Temmuz 2011 Tarihinde Avrupa, Norveç’in Oslo şehrinde ırkçı terörist Ander Behring
Breivik’in doksana yakın kişiyi öldürdüğü katliamla sarsıldı. Oslo katliamı, İkinci Dünya Savaşı’ndan
beri Avrupa’yı sarsan en büyük katliamdır. Oslo katliamı ve Breivik’in profili, Avrupa’ya uzun zamandır unuttuğu ya da ihmal ettiği iki acı gerçeği hatırlattı.
30 Sivil Bakış
22 Temmuz 2011 Tarihinde Avrupa, Norveç’in Oslo şehrinde ırkçı terörist Ander Behring Breivik’in doksana yakın kişiyi öldürdüğü katliamla sarsıldı. Oslo katliamı, İkinci Dünya
Savaşı’ndan beri Avrupa’yı sarsan en büyük katliamdır. Oslo
katliamı ve Breivik’in profili, Avrupa’ya uzun zamandır unuttuğu ya da ihmal ettiği iki acı gerçeği hatırlattı. Çok kimse
ırkçılığın çoktan öldüğünü düşünüyordu. Ancak Oslo katliamı,
ırkçılığın ölmediğini, dünden daha güçlü olarak günümüzün
sofistike imkanlarını kullanarak örgütlendiğini ve hayatı zehirlemek için harekete geçtiğini ortaya koydu.İkinci olarak
ırkçılık, artık pasif olmak istemiyor, şiddet olarak hayatta
aktif olmak istiyordu. Uyuyan yılan uyanmış, insanları acı zehiriyle öldürmeye karar vermişti.
Oslo saldırısı salt münferit bir ırkçı terörist saldırı olarak
okunamaz. Bu saldırı, ırkçılığın siyaseti ve toplumu zehirli
bir sarmaşık gibi sardığının kanıtı olduğu gibi, yeraltında
güçlü bir terör ve şiddet altyapısının da hazırlandığını göstermektedir. Breivik, Oslo’nun merkezinde gübre bombasıyla sekiz kişiyi öldürmüş, ardından Utoya adasında 69 kişiyi
katletmiştir. Kendisini bir ‘Tapınak Şövalyesi’ olarak gören
Breivik, ırkçılığın günümüzdeki en uzun manifestolalarından
birini hazırlamış, ırkçı kişiliğin duygu, düşünce ve davranış
ilişkisini bize anlatmıştır.Haçlılığın ırkçılığa dönüşümünün
başarılı bir örneği olan Breivik, Avrupa’nın her tarafında katliam yapmaya hazır 80 terör hücresi olduğunu ifade etmiştir.
Almanya’da ‘dönerci cinayetleri’ olarak bilinen 10 kişinin Neo-Naziler tarafından öldürüldüğünün ortaya çıkması,
Breivik’in sözlerini çok ciddiye almamız gerektiğini ortaya koymaktadır. 10 Kişiyi öldüren ve ondört bankayı soyan
Nazi çetesi, sadece Almanya’da örgütlenmiş değildir. Nazi
çetesinin Avrupa’nın geneline yayılan aşırı sağcı “Kan ve
Onur (Blood and Honor)” örgütüyle yakın ilişkileri gündeme
gelmiştir. İçinde bulundukları karavanla beraber kendilerini havaya uçuran Neo-Nazi teröristler Uwe Mundos ve Uwe
Bönnhardt’ın, 1987 yılında İngiltere’de kurulan bu çeteyle
bağlantı halindeydiler. 1990’ların ortasında, bu teröristler,
Kan ve Onur örgütünün Thüringen Eyalet başkanı Marcel D.
ile Neo-Nazi konserleri düzenliyorlardı. Kan ve Onur’un bir
kolu olan Combat 18 adlı örgütün ABD ve Kanada dahil 13
ülkede terör hücreleri bulunmaktadır.Irkçılar, birbiriyle sıkı
ilişkiler geliştirmelerine imkan sağlayan uluslararası bir ağa
sahiptirler.Ulusal sınırlarla sınırlı bir ırkçılık yerine, uluslar
arası nitelik taşıyan bir ırkçı terör ve şiddet ağıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Oslo sadırısı ve Almanya’daki Neo-Nazi
cinayetleri, aşırı sağın bütün Avrupa genelinde güçlü ve organize bir şiddet ağı oluşturduğunu göstermektedir.
Neonaziler, sadece Almanya’nın Turingen eyaletinde
veya ırkçılar sadece Oslo’da aktif değillerdir. Naziler ve
ırkçılar Avrupa’nın ve Almanya’nın her tarafında aktiftirler.
Almanya’nın özellikle doğu kısımlarında Neo-Nazilerin bir
Sivil Bakış
aşırı sağcı hegemonya kurdukları
biri Yunan ve biri Alman olmak üzere
söylenmektedir. Almanya’da neo-Naon kişinin ‘Nasyonal Sosyalist Yeral»»Alman toplumunun önemli
zi çetesinin ortaya çıkarılmasından
tı (National Socialist Underground)’
bölümü, Almanya’nın göçmen
sonra aşırı sağcı Almanya Milliyetçi
adlı Neo-Nazi terör hücresi tarafınDemokratik Parti’ye (NPD) yeniden
dan öldürüldüğü ortaya çıktı. Bu terör
işgali tehlikesiyle karşı karşıya
kapatma davası açılması tartışması
hücresinin isminin Hitler’in Nasyonal
olduğunu, işsizlik sorununa
yapıldı. Ancak ırkçı ideolojiyi saSosyalist Partisi’nin (Nazi) ismiyle taşıvunan partinin kapatılması çözüm
dığı benzerlik dikkat çekicidir. 4 Kasım
çözüm bulmak için göçmendeğildir, çünkü sorun ırkçılığın ana
2011 günü yaşanan bir banka soygunu
lerin ülkelerine gönderilmesi
politik kurumlara ve siyasete sirayet
olayların perde arkasını anlamamızı
etmiş olmasıdır.Neo-Naziler ve aşırı
sağladı. Eisenach şehrinde Uwe Mungerektiğini ve göçmenlerin
sağcılar ‘Alman toplumsal hayatını
dolos ve Uwe Boehnhardt isimli iki soyçoğunun Almanya’ya
retemizleme ve göçe karşı kendilerini
guncu, bir bankayı soydular ve yetmiş
savunma’ argümanını kullanmakbin euroyu çalarak kaçtılar. Polis tarafah devletinin imkanlarından
tadırlar. Alman toplumunun önemli
fından kısa bir sürede etrafı kuşatılan
yararlanmak için geldiğini dübölümü, Almanya’nın göçmen işgali
bu soyguncular, bir kadına telefon edetehlikesiyle karşı karşıya olduğunu,
rek bütün delilleri ortadan kaldırmasışünmektedir.
işsizlik sorununa çözüm bulmak için
nı söyledikten sonra içinde bulundukgöçmenlerin ülkelerine gönderilmeları karavanı havaya uçurmak suretiyle
si gerektiğini ve göçmenlerin çoğukendilerini öldürmüşlerdir. Birkaç saat
nun Almanya’ya refah devletinin imkanlarından yararlan- sonra Zwickau kasabasında bir ev havaya uçurulmuştur.Evde
mak için geldiğini düşünmektedir. Alman toplumu ve devleti, yapılan aramada ırkçı cinayetlere dair çok önemli dükümangöçmenleri anlamak yerine, onlar hakkında derin önyargılar lar ve silahlar ele geçirilmiştir.
oluşturmuş ve eski önyargılarını devamlı olarak yeniden kurAlman polisi, Türklere yönelik cinayetlerin uyuşturucu
gulamaktadır. Bu argümanın ana politik ve sosyal söylem haişine
karışmalarından dolayı Türk çetelerin birbirlerine karline gelmesi, ırkçılığın ulaştığı vahim boyutu göstermektedir.
şı işlediği suçlar olduğunu varsayıyordu. Ancak bir Neo-Nazi
olan Beata Zschaepe’nin evinde bulunan DVD’ler cinayetAlmanya’nın Susurluk’u: 4 Kasım 2011
lerin arkasındaki ırkçı terörizmi ortaya koymaktaydı. Uwe
2011’in kasım ayında Almanya, aşırı sağcı terörizm şo- Mundolos, Uwe Boehnhardt ve Beata Zschaepe üçlüsünün
kuyla sarsıldı. Zira 2000-2007 yılları arasında sekizi Türk, oluşturduğu çete, 1990’lı yıllarda Thüringen’de kuruldu ve
31 Sivil Bakış
a Gündemi
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
1998’de yeraltına indi. On yıl boyunca on kişiyi öldürdüler, birçok banka
soygunu gerçekleştirdiler ve birçok
suça karıştılar. Bu süre zarfında hiçbir şekilde fark edilmediler ve yakalanmadılar. Varlıkları çok teadüfen
ortaya çıktı. Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu, bu olayı Susurluk kazasına benzeterek şöyle demektedir: “Bir
konteyner yanmasa, ırkçı bir terörist
tesadüfen itirafta bulunmasa bir şey
ortaya çıkmayacak, zincir anlaşılamayacaktı. Neonazi ağı ortaya çıktı. Bu
tesadüflüğü, bizdeki Susurluk kazasına benzetiyorum. Bir kaza oldu ve her
şey ortaya döküldü.” Nazi hücresi, bu
sefer tesadüf eseri ortaya çıkmış olabilir, ancak Nazi terörizminin tesadüflere bırakılmadan ortaya çıkarılması
ve etkisizleştirilmesi gerekmektedir.
Ölümcül Yanılgı: Naziler Masum, Yabancılar Şeytandır!
32 Sivil Bakış
Oslo katliamını ırkçı terörizm olarak görmeyen Batı kamuoyu gibi, Alman polisi de bu cinayetlerin ırkçı şiddet sonucunda gerçekleşen eylemler
olduğunu düşünmedi. Bu cinayetlere,
Türk suç örgütleri arasında para veya
uyuşturucu yüzünden çıkan sıradan
hesaplaşmalar olarak yaklaştı. Cinayetleri araştırmakla görevlendirilen
‘Boğaziçi (Boshporus)’ kod isimli birim, cinayetleri Türk çeteler arasında bir hesaplaşma olarak ele aldı ve
aramalara göçmen mahallelerinden
başladı. Bu birim, hiçbir şekilde Nazi
terörizmini soruşturmayı önecelikli
sorun olarak ele almadı. Bu yaklaşım,
göçmenleri ve yabancıları ülkede işlenen suçlardan doğal olarak sorumlu
görmekte ve Neo-Nazilerin masum olduğu düşüncesinden hareket etmektedir.Oysa var olan, ırkçı şiddetin
organize eylemleriydi.
»»Eskiden beri resmi figürler, ırkçı saldırıları mümkün olduğunca
düşük gösterme eğilimindedir.
Nazi saldırılarını düzenli olarak
takip eden The Antonio Amadeu Foundation isimli kuruluş,
1990 yılından bu yana ellerinde 182 cinayet dosyası olmasına rağmen, resmi figürlerin
bunları 47 olarak gösterdiğini
söylemektedir.Aşırı sağ ve ırkçılıkla bağlantılı suçların arka
planı, genellikle resmi otoriteler
tarafından ihmal edilmekte ve
örtülmektedir.
Eskiden beri resmi figürler, ırkçı
saldırıları mümkün olduğunca düşük
gösterme eğilimindedir. Nazi saldırılarını düzenli olarak takip eden The
Antonio Amadeu Foundation isimli kuruluş, 1990 yılından bu
yana ellerinde 182 cinayet dosyası olmasına rağmen, resmi
figürlerin bunları 47 olarak gösterdiğini söylemektedir.Aşırı
Dünya
sağ ve ırkçılıkla bağlantılı suçların
arka planı, genellikle resmi otoriteler tarafından ihmal edilmekte
ve örtülmektedir.Alman Başbakanı
Merkel, Neo-Nazi cinayetlerinin Almanya için büyük utanç olduğunu
ifade etmiştir.Almanya, Nazi döneminin utancıyla yaşarken, son Nazi
cinayetleri bu utancı derinleştirmiştir. Son cinayetler, Hitler’in ölmediğini, Alman toplumunda sayısını bilmediğimiz birçok Hitler yaşadığını
tezahür ettirmektedir.Oslo katliamı
ve Neo-Nazi cinayetleri, Avrupa’nın
ve Almanya’nın geçmişinde yaşadığı
ırkçılık tecrübesinden ders almadığını göstermektedir. Neo-Nazi çetesi, yıllarca rahat bir şekilde toplum
içinde varoldu, 10 kişiyi öldürdü ve
14 banka soydu.Bu çetenin yıllarca
biçok suçu ve cinayeti rahatlıkla işlemesi, Almanya’nın bütün suçlara
sıfır tölerans gösterdiği şeklindeki
kanıyı yerle bir etti ve Almanya ve
Avrupa’da yaşayan farklı orijinlere sahip insanlar arasında derin bir
güvensizlik yarattı. Almanya, açık
bir şekilde ‘kendi teröristinin iyi’,
‘diğerlerinin teröristinin kötü olduğu’ şeklindeki anlayışa kendisini
hapsetmiş gözükmektedir.
Irkçılığa karşı Alman toplumu,
geleneksel olarak sorunu örtme
veya konuyu değiştirme şeklinde
tutum göstermektedir. Irkçılık ve
Nazizm üstü örtülecek veya konuyu değiştirmekle geçiştirilecek bir
sorun değildir. Alman toplumu ve
devleti, kendi karanlık tarafı olan
ırkçılıkla yüzleşmeli ve hesaplaşmalıdır. Hep kendisini iyi, yabancıları kötü görme alışkanlığından
vazgeçmelidir.
Neo-Nazi Terörizminin Büyük
Müttefiki: Alman Devleti
‘Nazi Gelini’ olarak adlandırılan
Beate Zschaepe’in evinde ele geçirilen DVD’ler, Neo-Nazi teröristlerin
yalnız olmadığını, devletle iç içe geçen bir ağ oluşturduğunu
ortaya koydu. Örneğin Alman İç İstihbarat Servisinden (Verfassungschutz) bir ajanın Halit Y. cinayeti işlendiği sırada
a Gündemi
Sivil Bakış
»»Irkçılığa karşı Alman toplumu, geleneksel
olarak sorunu örtme veya konuyu değiştirme şeklinde tutum göstermektedir. Irkçılık ve Nazizm üstü örtülecek veya konuyu değiştirmekle geçiştirilecek bir sorun
değildir. Alman toplumu ve devleti, kendi
karanlık tarafı olan ırkçılıkla yüzleşmeli ve
hesaplaşmalıdır. Hep kendisini iyi, yabancıları kötü görme alışkanlığından vazgeçmelidir.
2001 Yılında Alman polisinin Neo-Nazi çetesini Chemnitz
kasabasında bulmasına rağmen, üst makamların yakalama
emri vermemesi, devletin Nazi terörizmine verdiği desteği ortaya koyuyordu.Thuringen Eyaleti İç İstihbarat Birimi,
Neo-Nazi örgütünü önceden bildiğine dair verileri inkar etti.
Federal Anayasayı Koruma Dairesinin, Federal Hükümete
gönderdiği ileri sürülen bir raporda, Thüringen ve Sachsen
eyaletlerinin iç istihbarat teşkilatlarının Neo-Nazi teröristlerinin eylemleri ve saklandıkları yer hakkında bilgi sahibi
olduğu iddia edilmişti. Federal Anayasayı Koruma Dairesi’nin
bir yetkilisi de raporun varlığını reddetmemişti. İstihbarat ve
emniyet makamlarının on yıl boyunca sekiz Türk, bir Yunan
ve bir polis memurunu öldüren Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütünün eylemleri hakkında çok az bilgiye sahip
olduğunu söylemesi, yaşanan olayların bir başka veçhesini
oluşturmaktadır.
Anayasayı Koruma Dairesi’nin ve Askeri Güvenlik
Servisi’nin bu cinayetlere adının karışması, olayın ciddiyetini
göstermektedir. Jena kentinde Neo-Nazilerin kullandığı bir
bombanın Alman ordusunun mühimmat deposundan alındığı
ifade edilmektedir.Askeri Güvenlik Servisinin Leipzig’teki bürosuna Uwe Mundolos, Uwe Boehnhardt ve Beata Zschaepe
isimli üç Nazi terörist hakkında bilgi verilmesine rağmen, bu
bilgi değerlendirilmemiştir.
Irkçı cinayetlerin arkasında bazı istihbarat ve emniyet birimlerinin olduğuna dair görüşler, önemli bir soruyu sormamıza neden olmaktadır: Neo-Nazi cinayetlerine göz yummak
suretiyle Alman devlet aklı, topluma gözdağı vermeyi mi
hesaplamaktadır veya göçmenler bu cinayetlerle acaba zapt
ü rapt altına mı alınmak istenmektedir? Almanya devletinin
Nazileri içeride bir hegemonya aracı olarak kullanma ola-
sılığı, ırkçılık-devlet işbirliğinin vehametini göstermektedir.
Alman devlet kurumları ile Naziler arasındaki ilişki öteden beri tartışılmaktadır. Alman devletinin temel kurumları
Naziler tarafından kurulmuştur.1949 sonrası dönemde, istihbarat servislerinin, polis teşkilatının, ordunun ve yargının
kurulmasında Hitler döneminin bakanları, bürokratları ve
generalleri etkin bir rol oynamışlardır. Hans Filbinger, BadenWürttemberg eyaletinde 1966-78 yılları arasında başbakanlık
yaptı. Hitler döneminin devlet savcısı Hubert Schrübbers,
1955 yılında Adenauer hükümeti tarafından gizli servisin
başına getirildi.Alman İstihbarat Dairesi, Hitler döneminin
generallerinden olan Reinhard Gehlen tarafından kuruldu.
Federal Ordu, gene Hitler’in generallerinden Gerhard Graf
von Schwerin tarafından kuruldu. Yargı ve polis teşkilatları
da eski Naziler tarafından oluşturuldu.Naziler, bu kurumlara eski arkadaşlarını yerleştirmek suretiyle Nazilerin bu
kurumlarda kadrolaşmasını sağladılar.Başka bir ifade ile
Almanya’nın kilit kurumlarının şekillenmesinde Naziler etkin
oldular.Gizli servisler ve emniyet teşkilatlarında bugün yönetici konumunda olan birçok kişi, Nazizme büyük bir sempatiyle yaklaşmaktadır.Bunlar hiçbir zaman üzerlerindeki ırkçı
gömleği atmadılar, sadece bu gömleği başarılı bir şekilde
maskelediler.Neo-Naziler, devletten ayrı değil, devletin hep
ayrılmaz bir parçası oldular.
Devlet desteği olmadan bir Nazi terör hücresinin on kişiyi öldürmesi ve onlarca suç işlemesi mümkün olmazdı.
Nazi cinayetleri, sadece üç kişilik bir Nazi terör hücresinin
işi olarak görülemez. Alman devletini ve Nazileri birbirinden
ayrı düşünmek imkansızdır. Nazi teröristlerinin cinayetlerini devletten habersiz işleyebileceğini kabul etmek mümkün
değildir.Devlet istemediği için on yıl boyunca Nazi teröristlere dokunulmamıştır.Nazilere ancak devlet istediği takdirde
dokunulabilmekte, aksi halde Nazilere dokunan yanmaktadır.
Almanya’da ‘devletin ve polisin sağ gözü kördür” şeklinde
ünlü bir söz vardır. Aslında devletin hiçbir gözü kör değildir.
33 Sivil Bakış
o cinayet mahalline yakın bir internet kafede olduğu ve
olaydan on gün sonra cinayetten haberi olmadığını söylediği
belirlendi.Bu olay, Nazi çetesinin istihbarat servislerine sızdığını göstermesi açısından ayrıca anlamlıdır.
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
Öldürülenler arasında büfeci, anahtarcı, manav ve çiçekçi olmasına rağmen öldürülenlerden ikisinin dönerci
olması nedeniyle Alman basınında bu
cinayetler serisi ‘dönerci cinayetleri’ olarak isimlendirildi. Cinayetlerin
bu şekilde isimlendirilmesi bile ırkçı
bir anlam taşımaktadır. Dönerci cinayetleri, Almanların sosyal psikolojik
durumunu ifade etmektedir. Dönerci
cinayetleri kavramıyla Almanlar, yabancılar birbirini öldürmektedir, bu
cinayetlerin bizimle bir ilişkisi yoktur,
bizi endişelendirecek yoktur, bırakalım bu düşük varlıklar birbirlerini
yesin şeklindeki bir ruh haliyle ırkçı
terörizmin konforlarını bozma korkusundan kaçmanın yolunu bulmuşlardır. Dönerci cinayetleri isimlendirmesiyle, ırkçı terörizm maskelenmekte
ve öldürülenler aşağılanmaktadır.
Sadece Nazizm ve ırkçılık karşısında
devlet, hem sol hem sağ gözü körmüş
gibi davranmaktadır.Aşırı sağa karşı
sağ gözünü kapamak, büyük hatadır.
Ayrıca aşırı sağa karşı, sağ gözün açık
olması da yetmemektedir. Irkçılığa
karşı hem sağ hem sol, hem kalp hem
akıl gözlerinin açık olması gerekmektedir.
“Pembe Panter Almanya Turunda mı” yoksa “Ölüm Turunda mı?”
Nazi terör hücresinde ele geçirilen
DVD’lerin birinde Neo-Naziler, “Almanya Turu” yapmaktadırlar. Neo-Naziler öldürdükleri göçmenlerin isimlerini saymaktadırlar. Nazi teröristler,
bu videoda öldürdükleri kişilerle alay
etmektedirler. İşledikleri cinayetlerin
kurbanlarının fotoğraflarını çeken ve
bunu koleksiyon haline getiren NeoNazilerin “Dokuz Yetmez!” şeklindeki ifadeleri, Nazi şiddetinin kana
susamışlığını ve tatminsizliğini göstermesi açısından önemlidir. Naziler,
videoların birinde “Neler yaptığımız
ortada!” demektedirler.Ele geçirilen
videoların birinde ‘Monopoly’ isimli
bir Nazi oyunu bulunmaktadır.Bu Nazi
oyununa göre, Yahudileri gaz odalarına teslim edenler puan almaktadır.
Elde edilen bu materyaller, Neo-Nazi
cinayetlerinin sıradan cinayetlere indirgenemeyeceğini kanıtlamaktadır,
çünkü bu DVD’lere, toplumu hastalıklı bir nefret ve düşmanlığa mahkum
eden Nazizmin insanları bir ölüm ve
cinayet makinesine dönüştürdüğünün
belgeseli olarak değerlendirebiliriz.
DVD’ler, bu cinayetleri işleyen katillerin Alman olduğunu ve yabancılardan nefret ettikleri için masum insanları öldürdüklerini net bir şekilde
ortaya koymaktadır.
34 Sivil Bakış
‘Dönerci Cinayetleri’ mi? ‘Irkçı
Terörizm’ mi?
Almanya’da 2000 ile 2006 yılları
arasında on ırkçı cinayet işlenmiştir.
Bu cinayetlerde sekiz Türk, bir Yunanlı ve bir kadın polis öldürülmüştür.
Dünya
»»Dönerci cinayetleri, Almanların sosyal psikolojik durumunu ifade etmektedir. Dönerci cinayetleri kavramıyla
Almanlar, yabancılar birbirini
öldürmektedir, bu cinayetlerin bizimle bir ilişkisi yoktur,
bizi endişelendirecek yoktur,
bırakalım bu düşük varlıklar
birbirlerini yesin şeklindeki
bir ruh haliyle ırkçı terörizmin konforlarını bozma korkusundan kaçmanın yolunu
bulmuşlardır. Dönerci cinayetleri isimlendirmesiyle, ırkçı
terörizm maskelenmekte ve
öldürülenler aşağılanmaktadır.
Dil, düşünceyi, düşünce davranışı
belirlemektedir. Irkçı terörizmi ‘Dönerci cinayetleri’ olarak ifade eden
dil, ırkçılığı hem düşünce ve davranış
olarak örtmektedir. Son cinayetler,
işlenen nefret ve ırkçılık suçlarına
‘Nazi terörizmi’ demeyi gerekli kılmaktadır. Sorunun adını koyamayan
bir dil, sorunu doğru anlayan doğru
bir düşünce ve davranış biçimi ortaya koyamaz. Cinayetlerde siyasetin
ve toplumun rolü üzerine gidilmedi.
Devlet, siyaset ve cemiyet birlikte
‘Nazi terörizminden’ sorumludur. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, Alman
toplum ve devlet yapısına köklü bir
şekilde sinmiş durumdadır. Aşırı sağcı
ve ırkçı terörizm hakkında kullanılan
dil, bunun önemli bir göstergesidir.
Dönerci cinayetleri terimini, Alman
bilinçaltına sinmiş kolektif ırkçılığın
yansıması olarak değerlendirebiliriz.
Dönerci cinayetleri ile ırkçı terörizmin kurbanları, isimleri ve kişilikleri
olmayan, insani kimliklerinden arındırılan, ötekileştirilen ve aşağılık
görülen objelere dönüştürülmüştür.
Irkçılar, dönercileri değil, insanları
öldürüyorlardı. Dönerci cinayetleri
ifadesi, hem ırkçı terörizmi sakladığı gibi, ırkçılığı bu tabirle bir başka
şekilde üretmektedir.Dönerci cina-
a Gündemi
Neo-Nazi çetenin suçları ve cinayetleri ortaya çıktıktan
sonra Alman siyasetçiler, emniyet birimleri ve medya organları ülkenin zarar gören imajı üzerine yoğunlaştılar. Ancak
bu cinayetlerde hayatını kaybedenler ve aileleri üzerine
odaklaşmadılar. Oysa, insan imajdan daha önemlidir. ‘Dönerci cinayetleri’ terimi, insanı imaja kurban eden ırkçı bir
nitelemedir.
Irkçılığın Derin Nefreti:
İslam Karşıtlığı ve Müslümansız Bir Dünya
Haçlılık, Avrupalılık ve ırkçılık adına hareket eden bu
teröristler, silah ve şiddeti tek araç haline getirmişlerdir.
Bunların hedefinde Avrupa’da yaşayan Müslümanlar bulunmaktadır.Irkçı şiddet, Avrupa’yı bağımsızlaştırmak ve özgürleştirmek için Müslümanları Avrupa’dan temizleme amacı
gütmektedir.Breivik, zaten kendisi gibi Avrupa genelinde
şiddet yapmaya hazır seksen terör hücresi olduğunu ifade
etmişti.Ölmeye ve öldürmeye hazır olma ırkçı teröristlerin
temel karakteristiği olarak gözükmektedir.
Nazizm ve ırkçılık tehditleri karşısında kış uykusuna yatmak büyük bir gaflettir. Su uyur, ırkçılık uyumaz.Siyasette,
sosyal hayatta ve kurumlarda ilkeli bir şekilde ırkçılık redde-
dilmelidir. Irkçılığa karşı çıkmak, İslam düşmanlığına hayır
demeyi gerektirmektedir. İslam, sürekli olarak tehdit olarak
gösterildi. İslamsız ve Müslümansız bir dünyanın daha iyi bir
yer olacağına dayanan ırkçı anlayış, sistematik bir şekilde
topluma ve kurumlara yerleştirildi. Irkçılığın ve Nazizmin
olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağı hiç kimsenin aklına
gelmedi.Sorun, Almanya’da yaşayan Müslümanların ve diğer
yabancıların varlığı değildir. Sorun ırkçılığın varolmasıdır.Sorun olarak görülmesi gereken Müslümanlar değil, ırkçılardır.
Sonuç
Avrupa’da ve Almanya’da toplumların ve devletlerin,
hem sağ hem sol gözleri ırkçı terörizme kapalıdır. Oslo katliamı ve Nazi cinayetlerine rağmen, Avrupa hala yaşananların
adını doğru bir şekilde koymuş değildir. Yaşananlar açık bir
şekilde ırkçı terörizmdir.Olayın açık bir şekilde anlaşılması
önemlidir.Oayın doğru isimlendirilmesi ırkçılıkla mücadelenin olmazsa olmazıdır.Müslüman, göçmen, siyah ve bütün
farklılıkların özgür ve barışçıl bir Avrupa’da yaşayabilmesi
için, yaşam hakkı dahil bütün insan hak ve özgürlüklerinin
ırkçı terörizme karşı korunması gerekmektedir.
35 Sivil Bakış
yetleri tabiri, yabancıları öcüleştiren ve sterotipleştiren bir
kavramsallaştırmadır.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
Dünya
Arif ALTUNBAŞ
Gazeteci
Avrupada Müslümanlar
»»Küçük ahşap Camilerde ibadet eden, mütevazi yaşantılarıyla Müslüman Tatarlar Macaristan,
Polanya ve Litvanya tarihinde önemli roller oynadılar.
Müslümanlar ilk defa doğudan
ticaret amaçlı ipek yoluyla 7. asırda, batıdan fetih yoluyla 12. asırda
Avrupaya geldiler.
Başlangıçta Girit ve Sicilya adaları Müslüman Araplar tarafından
feth edildi. Daha sonra 12.asrın
başlarında Müslüman Tatar tüccarlar Macaristanda (Böszörmény ) de
bir İslam toplumu oluşturdular.
Küçük ahşap Camilerde ibadet
eden, mütevazi yaşantılarıyla Müslüman Tatarlar Macaristan, Polanya
ve Litvanya tarihinde önemli roller
oynadılar.
»»Peki bölgedeki krallıklar ve
diktatörlükler arasında özde
bir fark var mı? Krallıkların doğası gereği; yönetimi, kralın
veya emirin ailesi kontrol ettiği için demokratik yapılar değildir. Ama diktatörlükler gibi
baskıcı olmaları da şart değildir. Arap Dünyası’ndaki krallıkların özelliği, Suudi Arabistan
dışındaki körfez ülkelerinin çok
küçük olması, toplumun kontrolünü kolaylaştırmaktadır.
Müslümanlar Avrupanın batısından ve doğusundan olmak üzere iki
yoldan Avrupaya geldiler.Batı uygarlığının gelişmesinde önemli katkıları
olmalarına rağmen batılıların gururur ve kibri ile İslama
karşı olan olumsuz tavırları bunlardan bahsetmeyi sevmez.
36 Sivil Bakış
Batıdan Avrupaya İlk Gelen Müslümanlar
Kuzey Afrikanın islam ordularınca fethi ve Berberilerin
İslama girmesiyle Müslümanlar 652 de Sicilya , 711 yılında Kuzey Afrikadan ispanyaya geçtiler.Daha sonra fetihler
güney İspanya, Bask, Navvara, Portekizle birlikte geniş bir batı Avrupa toprağını ele geçirdiler. Buranın
adına da Endülüs adı verdiler.
Şam Emevi Devletinin Abbasiler
tarafından 750 de yıkılmasından
sonra güney Ispanyada 756 tarihinde Endülüs Devleti 1. Abdurrahman
tarafından kuruldu. Batıdan Avrupaya geçen ilk Müslümanlar 736 yılında İspanyaya yerleştiler.
10. yüzyılda Endülüs nüfusunun
çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu.Avrupanın en büyük şehri
Granada 500 bin nüfusu barındırıyordu. Müslümanlar burada 400 yıl
hakimiyet kurarak büyük bir medeniyet kurdular.Fatima, Şatibe,
Valensiya, Kurtuba, Mürsiye gibi
şehirler kurarak, buraları Avrupanın
ilim ve medeniyet merkezi haline getirdiler. O günün şartlarında Endülüs medeniyet ve kültürü, teknoloji, ilmi ve
sanatın zirvesinde olan tek dünya devleti idi.
Bu tarihlerde Avrupa halkları bir biriyle çekişen ve didişen küçük şato devletleri halinde Endülüsten çok geri
bir hayat ve medeniyet yaşıyorlardı.
725 yılında Müslüman kuvvetleri Fransa Autun bölge-
a Gündemi
965 de Müslümanlar Sicilya emirliğini kurarak tüm Akdenizi, Avrupa ve Kuzey Afrika kıyılarının kontrol altına
aldılar. 1072 yılında Normanlarla yaptıkları bir savaşta yenik düşerek adayı terk ettiler.
12. yüzyıl Ronesans döneminde islami eserler Avrupa
dilllerine çevrilerek Avrupanın ilim ve sanat yönünden gelişmesine, keşiflerine, modernleşmesi ve medenileşmesine büyük katkılarda bulundu.
İbni Haldun, İbni Rüşt, İbni Firnas, ibni Cübeyir, İbni
Tufeyl, Muhiddin Arabi, Zerkali, , Şatibi, Kurtubi gibi bir
çok İslam alimlerinin eserleri yüz yıllarca Avrupa Üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu.Avrupalı bilim
adamları bu kitapları kendi dillerine çevirerek bir çoğunu
kendilerine malettiler.
Kısaca Kronolojik Endülüs Tarihi
•
•
Kurtuba Emevi Emirleri, devri 756-929
Kurtuba Emevi Halifeler devri 929-1017
•
Mahmudi Hanedanı devri 1016-1023
•
Tekrar Emevi Hanedanı devri 1023-1031 (Ara hükümdar Yahya bin Ali bin Hammud el-Mu’tali, 1025-1026)
Endülüs müdlümanlarının 20 yakın beyliklere ayrılmasıyla yarım adadaki İslam birliği parçalara ayrılarak, bölük
pörçük oldu. Bu beylikler bir birleriyle savaşarak güçleri
zayıfladı.
Hıristiyan devletlerinin karşısında varlık gösteremeyen
Endülüs Müslümanlarının çağrısıyla Kuzey Afrikada imparatorluk kurmuş olan Murabıtların kontrolüne geçti.
Murabıtlardan sonra gelen Muvahhitlerde 1238 Endülüsü derleyip toplamak isteselerde pek başarılı oldukları
söylenemez. Onlarda kendilerine karşı yapılan isyanlarla
savaşırken dağıldılar. Yerine Mariniler ve Hafsiler gibi devletler kuruldu. Onların da ömrü uzun sürmedi.
İki buçuk asrı aşkın bir süre Endülüs’te İslam hakimiyetini temsil eden Nasriler, varlıklarını esnek bir diplomatik
siyâset takip ederek koruyabildiler. Son zamanlarında iç
karışıklıklara sürüklenince onlar da yok olmaktan kurtulamadılar.
1479 yılında Kastilya-Leon Kraliçesi I. Isabel ile Ara-
37 Sivil Bakış
sini ve güney Ispanyadan Fransızları atarak kuzey Akdeniz kıyılarını ele geçirerek Müslüman akınları İsviçrenin
içlerine kadar sürdü. Hatta Müslümanlar 846 da Romayı,
1004 de Pisayı kısa bir süre ele geçirerek şehri yağmalayıp
talan ettiler.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
İkinci Dalga Tatarlar
gon Kralı II. Fernando’nun evlenmesiyle İspanya birliği 2 Ocak 1492
tarihinde kuruldu. Granada’daki
son Müslümanlar da Ispanyol güçlerine teslim olmak zorunda kaldılar. Böylece Müslümanların İspanya
yarımadası’nda 800 yıla yakın süren
varlıkları sona ermiş oldu.
13. yüzyılın başlarında bu günkü Rusya ve Ukrayna feth edilmeye başlandı.14. yüzyılın başlarında
Müslüman olmamalarına rağmen
Moğollar da devlet dini olarak İslamı kabul ettiler.
Doğudan Avrupa kapılarını zorlayan Birinci dalga
İslam ordularının Hicaz dışına
taşarak yeni fetihlere çıkmasıyla Bizans imparatorluğuna bağlı Süryani,
Ermeni, Kıpti Hıristiyanların yaşadığı topraklar olan Suriye, Anadolu,
Kafkaslar, Mısır ve Kuzey Afrikayı
fethederek oraların İslamlaşmasına
sebep oldular.
717 ve 718 yıllarında İstanbul’u
kuşatmalarına rağmen kuvvetli Bizans savunması karşısında başarılı
olamadılar. Bu başarısızlıkları Anadolu üzerindeki İslami kuşatmanın kırılmasını da peşinde getirdi.
Anadoluda Bizans hakimiyeti tekrar
güçlenmeye başladı. Bu da Müslüman Arap ordularının Balkanlara ve
doğu Avrupa’ya sıçramasına engel
oldu.
38 Sivil Bakış
İslam Orduları Kafkasya savaşları sırasında Hazar Türklerinin Müslüman olmasıyla tüm Kafkasyayı ele
geçirdiler.
Dünya
Doğu Avrupa 13.-15. Yüz yıllar
arasında Osmanlıların tamamen
kontrolü altına girdi.
»»Nasır döneminde büyük
baskı altında tutulan toplum kesimlerine rahatlama
getirmiştir. Serbest piyasayı
teşvik ederek Mısır’ı Sosyalist Blok’tan Batı Bloğu’na
geçirmeye çalışmıştır. İsrail ile
yaptığı barış anlaşması büyük
tepki topladığı için suikaste
kurban gidince yerini yine bir
asker olan Hüsnü Mübarek
almıştır. İkisinin de açılım politikaları gerçek anlamda bir
demokratik açılım yapamamışlardır.
1475 yılında Kırım Hanlığı Osmanlıya bağlandı. Rusların Kırımı
işgali ve ilhakına 1783 kadar 308 yıl
Kırım Hanlığı doğu Avrupada varlık
gösterdi .
1552 yılında Kazan Hanlığının
korkunç İvan tarafından yıkılışına
kadar da Müslümanlar Volga boyu
Tatarları devlet olarak bu günkü
Rusya sınırlarında hakim güç olarak
yaşadılar.
Üçüncü Dalga Osmanlılar
Osmanlılar ilk olarak 1354 yılında Geliboludan Süleyman Paşanın
komutasında bir gurup akıncıyla
Avrupa’ya geçtiler. Bundan sonra Osmanlılar 1526 yıllarına kadar
bugünkü Yunanistan, Bulgaristan,
Romanya, Arnavutluk, Sırbistan,
Makedonya, Karadağı feth ettiler,
Bosna ve Macaristan topraklarını
Osmanlı sınırlarına dahil ettiler.
Emevilerdeki iç kargaşalıklar ve
çekişmeler Anadolu ve Kafkaslardaki İslam hakimiyetinin
ve fetihlerinin de durmasına sebep oldu.824 yılında Müslümanların hakimiyetine geçen Girit Adası, 960 yılında
tekrar Bizanslıların eline geçti.
Balkanlardaki Bizans topraklarını alarak kendi sınırları içine katan Osmanlı baş şehrini de
Edirne’ye taşıdı. Avrupa içlerine doğru sürekli ilerlerken
bir taraftan da gözleri kıskaç altına aldıkları İstanbulda
idi.
10. yüzyılda Volga Bulgarları Hıristiyan olmalarına
rağmen İslamı devlet dini olarak kabul ettiler. İlk olarak
İslam Avrupa Rusyasında bir devlet olarak Bulgarlar tarafından kuruldu.
İstanbul değişik zamanlarda çeşitli ordular tarafından
defalarca kuşatıldı. Fetih 29 Mayıs 1953 tarihinde Fatih
Sultan Mehmet Han ve ordusuna nasip olarak Peygamberin övgüsünü kazandılar.
922 de üçüncü Abbasi Halifesi El Muktedir Bulgaristana
bir kale ve cami yapmak üzere asker ve yardım desteği
göndererek onları sahiplendi.
İstanbulun fethinden sonra Osmanlılar Avrupa içlerine
doğru daha rahat bir biçimde yayılmalarını sürdürdüler.
a Gündemi
Bazı Avrupalıların hala 560 yıl Avrupada hüküm sürerek
Osmanlıların varisi Türkiyelileri hala Avrupalı kabul etmemelerinin altında bu ezilmişlik psikolojisi yatar.
1699 Karlofça anlaşmasından sonra Osmanlının fetihleri durdu ve gerileme ve duraklama dönemleri başladı.
1922 ye kadar doğu Avrupa ve Balkanlardaki Osmanlı
toprakları kaybedildi. Ama bu topraklarda kalan Müslümanlar bulundukları bölgedeki yeni devletlerin zulüm,
baskı, katliam ve asimilasyonuna rağmen varlıklarını bu
güne kadar sürdürebildiler.
Bu ülkelerde yaşayan, Boşnak, Pomak, Makedon, Bulgar, Türk ve diğer etnik yapıya ait Müslümanlardan 5 milyon insan baskılara dayanamayarak değişik zamanlarda
dalgalar halinde Türkiyeye göç etmek zorunda bırakıldılar.
Balkan ve doğu Avrupa devletleri gerek Hıristiyanlık
taassubu, gerekse ırkçı tutumlarından dolayı Müslüman ve
İslam varlığını sistematik bir şekilde yok etmeye çalıştılar.
19. yüzyılın başlarında Belgratta 120 Mescit, Cami ve
Tekkenin varlığından bahsedilmesine rağmen bu gün ayakta kalabilen numune olarak tek bir Camii vardır. Saraybosna, Üsküp, Manastır, Niş, Sofya, Kosova ve diğer şehirlerin
de kaderi Belgrattaki Müslümanların ve İslami eserlerin
akıbetinden farklı değildir.
Buralarda silinmek istenen sadece Osmanlı izleri değil İslam Medeniyetine ait tüm değerler ve Müslümanların
varlıklarıdır.
Dördüncü Dalga
Birinci Dünya savaşında başını İngilizlerin çektiği sömürgeçi Avrupalılar insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirerek dünyayı kendi aralarında
paylaşarak işgal ettiler.
2. Dünya savaşı da 50 milyon insanın katliamına mal
oldu. Savaş sonrası Avrupanın yeniden inşası için duyulan
iş gücü ihtiyacından dolayı Almanlar 1960 yılında Türki-
yeden ilk defa misafir işçi çağırdılar.Bunu başka ülkeler
izledi.
Bu işçi göçü yıllarca devam etti. Giden işcilerin birçoğu geri dönmeyerek oralarda kaldılar. İkinci, 3. kuşaklar
Avrupada doğdu ve oralı oldular. Çeşitli Avrupa ülkelerine
giden Türkiye vatandaşları ve oralarda doğanların sayısı 4
milyona ulaştı. Birçoğu o ülkelerin şu anda vatandaşları
ve o ülkelerin birer parçası oldular.
2007 yılında Avrupa Birliğindeki Müslümanların sayısı
16 milyona ulaştı. Avrupanın diğer devletleri de dahil olduğunda Müslümanların sayısı 53 milyonu buluyor.
Etnik ve tarihi kökenleri farklı olan Bulgaristan, Yunanistan, Romanya Arnavutluk, Kosovo, Bosna Hersek, Sancak, Sırbistan, Karadağda, Rusyadaki Müslümanlar Kuzey
Kafkasyada, Kazan, Volgo, Dağistan, Kırımda yaşamaktalar.
Özellikle 1950’lerden sonra Müslümanlar Avrupa kıtasına çalışmak için Türkiyeden, Kuzay Afrikadan, Bulgaristan, Kosova, Bosna Hersekten ve diğer İslam ülkelerinden
geldiler.
Değişik Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar bulundukları ülkelerde milletvekili seçilerek, ülke siyasetinde de aktif rol oynamaktalar.Sadece Türkiye kökenli 25
kadar milletvekili var.
Araştırmacıların iddialarına göre Müslümanların doğurganlık oranları diğer Avrupalılara göre iki kat fazla
olduğundan ileriki tarihlerde nüfus büyümesi Müslümanların lehine olacağı söylenmekte.
Prof Philip Jenkins’e göre 2100 yılında Avrupa nüfusunun % 25 ni Müslümanlar oluşturcak.
Çoğu bulundukları ülkelerin vatandaşları, bir çoğu da
işveren konumunda o ülkelerin ekonomilerine ciddi katma
değer sağlıyorlar.
Avrupa da Müslümanlar aşırı sağcılar ve ırkçılarca istenmese de İslami eserler ve oradaki varlıklarıyla Avrupanın bir parçası olmuş durumundalar.Artık orada misafir
işçi değil, oraların vatandaşları, işçileri ve işvereni konumundalar.
39 Sivil Bakış
Osmanlının sınırları (1683) batıda Viyanaya, Kuzeyde
Macaristan ve Moldevya ve Kırıma, Güneyde Slovenya,
Hırvatistan ve Adriyatik denizine dayandı.
Sivil Bakış
Dünya
MAKALE
Sivil Bakış
Dünya Gündemi Röportaj
İbrahim TIĞLI
Aştırmacı Gazeteci
Ruanda Soykırımı
ve Fransa’nın rolü
40 Sivil Bakış
»»Medeniyetler çatışması tezinin tartışıldığı bir zamanda Ruanda’da 100 gün içinde gerçekleşen
katliamda 800 bin insan hayatını kaybetti. Dünya katliam haberlerini katliam başladıktan 15
gün sonra duydu ve eski Fransa devlet başkanı Mitterand’ın dediği gibi “Afrikada olağan şeyler
“yaşanıyordu. Bu katliam bütün kesimler tarafından görülmedi, üzerinde durulmadı ve katliamın
arkasındaki gerçek suçlular aranmadı.
1994 yılı gerek Türkiye’de gerek dünyada uzun bir yıl. Türkiye’de
ekonomik kriz, güney doğuda çatışmalar bütün hızıyla devam ederken
Balkanlarda Boşnak Müslümanlar,
Sırplar tarafından yapılan katliama
maruz kalıyorlardı. Medeniyetler çatışması tezinin tartışıldığı bir zamanda Ruanda’da 100 gün içinde gerçekleşen katliamda 800 bin insan hayatını
kaybetti. Dünya katliam haberlerini
katliam başladıktan 15 gün sonra
duydu ve eski Fransa devlet başkanı
Mitterand’ın dediği gibi “Afrikada olağan şeyler “yaşanıyordu. Bu katliam
bütün kesimler tarafından görülmedi,
üzerinde durulmadı ve katliamın arkasındaki gerçek suçlular aranmadı.
Solcusundan liberaline, Muhafazkarından Kemalistine insanlığın duyarsız
kaldığı, görmediği “gerçek” bir soykırım yaşandı. Soykırımı gerçekleştirenler görünürde Ruanda’da da yaşayan
Hutulardı, oysaki Hutuların Tutsileri
katletmesinde yüzyıllardır süren bir
efendi- köle savaşıydı. Efendiler, soykırımı fiili olarak gerçekleştirmemelerine rağmen soykırımın yaşanmasını
lojistik ve istihbarat desteği sağlayarak katkıda bulunmuşlardı.
Soykırımın nedenleri
Dünyanın hiçbir bölgesinde Afrika
kadar etnik çeşitliliğe rastlanmaz.
Sudan, Nijerya, Kongo, Tanzanya ve
Uganda’da yüzden fazla etnik topluluk yaşamaktadır. Bu toplulukların
büyük bir bölümünde dil, din farklılıkları görülmektedir. Etnik farklılıklar
Nijerya, Burundi, Ruanda ve Fildişi
Sahili’nde olduğu gibi etnisiteye dayalı bir siyaseti de beraberinde getirmiş, özellikle zikredilen ülkelerin ulus
devlet süreci etnisiteye dayalı devlet
şeklinde ortaya çıkmıştır. Etnisite siyasal çatışmalarda kilit rol oynarken
iç savaşların ortaya çıkmasını, ekonomik ve siyasi gerginliklerin devam
ederek huzursuzluk, istikrar güvenlik
gibi sorunlara ortam hazırlamıştır.
Afrika’nın tarihsel dönemleri incelendiğinde 20. Yüzyılda yaşanan iç
savaşlar kıtanın 5 bin yıllık tarihinde
hiçbir dönemde yaşanmamıştır. Bu
iç savaşın mimarları Afrikalı topluluklardan ziyade sömürge döneminde Avrupalı devletlerin uyguladıkları
politikalardan
kaynaklanmaktadır.
Avrupalılar, Afrika topluluklarını bölerek, farklılaştırarak ve birbirlerine
düşman ederek varlıklarını korumuşlardı. Sömürge sonrası Afrika ülkelerinin yeni sahipleri sömürge döneminden kalan düşmanlıkla diğer etnik
toplulukları baskı altına almayı, sindirmeyi, ekonomi ve siyaseten uzak
tutarak zenginlikleri paylaşmamayı
tercih etmişlerdir. Örneğin Ruanda’da
Hutular, Tutsilerden nüfus açısından
fazla olmasına rağmen Belçikalılar
Ruanda’yı terk ederken yerlerine
yetiştirdikleri azınlık Tutsileri bırak-
»»Avrupalı devletlerin uyguladıkları politikalardan kaynaklanmaktadır. Avrupalılar,
Afrika topluluklarını bölerek,
farklılaştırarak ve birbirlerine
düşman ederek varlıklarını
korumuşlardı. Sömürge sonrası Afrika ülkelerinin yeni
sahipleri sömürge döneminden kalan düşmanlıkla diğer
etnik toplulukları baskı altına
almayı, sindirmeyi, ekonomi
ve siyaseten uzak tutarak
zenginlikleri paylaşmamayı
tercih etmişlerdir.
Sivil Bakış
mışlardır. Tutsilerin 1994 soykırım öncesinde toplam nüfusun yalnız yüzde
15’ni oluşturmalarına rağmen Hutular yüzde 85’lerdeydi. Tutsiler, beyaz
adamın Afrikalıya yaklaşımını miras
alarak daha az eğitimli ve teni daha
siyah olan Hutulara karşı bağımsızlık
öncesinde şiddete dayalı bir politika
izleyerek siyasi, askeri, bürokratik ve
ekonomik hayattan Hutuları silmek istemişlerdir.
Belçikalıların Ruanda’da meydana getirdikleri etnik topluluklar arasındaki sınıfsal, ekonomik ve siyasi
farklılaşmalar, ortak bir kimliğin oluşmasını önleyerek parçalı toplum ve
devlet yapısının meydana gelmesine
zemin hazırlamıştı. Barış ve istikrarı sağlamak için Avrupalı devletler
tarafından desteklenen militarist ve
baskıcı yönetimler, istikrarsızlığın,
huzursuzluğun geri kalmışlığın baskın
aktörleri şeklinde karşımıza çıktılar.
Çünkü iktidarı ele geçiren otoriter ve
41 Sivil Bakış
a Gündemi
Sivil Bakış
totoliter yapılar şiddeti araçsallaştırarak, siyasi istikrar arayışına girdiler. Otantik bir yönetim geleneğine sahip olmayan
Batılı kurumlarca yetiştirilen yeni yönetici elitler, çatışmayı
sürdürerek varlıklarını meşrulaştırma yoluna gittiler. Çünkü
bu elitler, kendilerini diğerlerinden farklılaştırarak baskı ve
şiddet yoluyla güvenliği sağlamaya çalışmışları iş savaşları
tetiklediği gibi yaygınlaşmasına da neden olmuştur. Çünkü
Ruanda özelinde sadece Tutsi ve Hutular bu ülkede olmayıp
komşu ülkeler Burundi, Uganda, Kongo’da bulunmaktaydı.
Özellikle Kongo ve Burundi iç savaşlarında Tutsi-Hutu gerginliği devam etmiştir.
Soykırımın tarihsel arka planı
42 Sivil Bakış
Dünya
Dünya Gündemi Röportaj
Ruanda’ya Alman ve Belçikalı sömürgeciler gelmeden
önce kendi halinde ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan, güçlü bir sosyal örgütlenmeye sahip, kabile siyasetinin
hakim olmadığı küçük bir orta Afrika ülkesiydi. Ruanda’nın
başlıca iki büyük etnik topluluğu bulunmaktaydı: Hutu ve
Tutsi toplulukları. Hutu topluluğu tarımla uğraşırken Tutsiler hayvancılık ve ticaretle uğraşmaktaydı. Hutu topluluğu
krallık döneminden itibaren yönetime ilgi duymamış, daha
geleneksel bir yaşam biçimini benimsemiş bir topluluk olmasına rağmen, Tusiler sayıca az olmalarıyla birlikte yönetim
ve ekonomide daha etkili olmuşlar, ve batı devletleriyle kurdukları ilişkiler sonucu değişime açık olmuşlardı. Fakat krallık döneminde Hutular ile Tutsiler arasında yatay bir ilişki
bulunmakta; hayvancılığa yönelen bir Hutu kolaylıkla Tutsi
olabilmekteydi. Hutular daha siyah bir deriye sahip, Tutsiler
ise koyu kahverengi bir deriye sahiptiler. Hutular ve Tutsilerin aynı etnik topluluk olduğu konusunda bir çok antropolog
birleşmektedir. Çünkü konuştukları Kirundi dili başta olmak
üzere bir çok ortak kültüre sahiptiler.
Ruanda’yı sömürgeleştirmek için ilk gelen Almanlar,
Ruanda’nın toplum ve kültürel yapısından ziyade ekonomik
kazanımlarıyla ilgilenmişlerdir. Daha sonra gelen Belçikalılar ise Ruanda’yı yalnız ekonomik bir sömürge olarak görmemişler, Avrupa kültürünü aktarabilecekleri bir bölge şeklinde
görerek özellikle Tutsiler arasında Hıristiyanlığı yayarak Belçikalıları temsil edecek elit bir sınıf oluşturmak istemişlerdi.
Tutsi ve Hutu topluluklarını farklı etnik topluluklar şeklinde
değerlendirerek, Hutu ve Tutsiler arasında geçişliliği önlemeye çalıştılar. Hatta ayrı kimlik kartları vererek Tutsi ve
Hutular arasındaki ilişkiyi katı bir şekilde yeniden düzenlediler, Evlilikler yapamalarına, aynı çevrede oturmalarına, aynı
okullara gitmelerine izin vermediler. Belçikalılar Tutsilere
efendi olmayı öğretirken Hutu topluluğuna da isyan etmeyi
empoze ettiler.
Tutsi ve Hutular arasında ilk çatışma 1959 yılının Şubat
ayında çıktı. Belçikalıların tayin ettiği Tutsi kralı, Hutu topluluğu üzerine yeni vergiler koymakla kalmıyor, şiddet ve baskı
yoluyla apartheid rejiminin Güney Afrika’da yaptıkları ırkçı
a Gündemi
Hutular, bağımsızlıklarını Hutulara
karşı bir devrim olarak algılayarak,
yönetimden bütün Tutsileri uzaklaşırdılar ve Hutu etnisitesinin üstünlüğüne dayalı bir yönetim kurdular. Tutsilerin bir bölümünü Burundi, Uganda
ve Kongo’ya sürdüler. Ülkesine dönemeyen Tutsiler gittikleri ülkenin yönetimlerinden aldıkları destekle Hutu
yönetimine karşı saldırılarda bulundular, bu saldırılara karşı Hutu yönetimi sivilleri öldürerek karşılık verdi.
Burundi’de de Tutsi yönetim azınlık
Hutuları sınır dışı etmeye çalışmış ve
siviller üzerindeki şiddet uygulamalarını artırmıştır. Yaklaşık 500 bin Hutu
Ruanda’ya göç ederek, ekonominin
iflas etmesini sağlamışlardır.
»»3 Nisan’da gözü dönmüş
Hutiler elerinde baltalarla
Hutu ve Tutsi Müslümanların birlikte ibadet ettiği
Başkent Kigali yakınlarındaki Nyamirambo’daki merkezi’ndeki Kadhafi Camii’ne saldırdılar. Camide bulunanları
baltalarıyla parçalayan Hutu
çmilisler, İslam kültür merkezine sığınmış yaklaşık 500
Müslüman’ı vahşice öldürdüler. Katliamı gerçekleştiren
Fransızların eğittiği askerler
ve İnterehamve milisleriydi.
1990’da başlayan ilk iç savaş 1992’ye kadar sürdü. BM’n
Ruanda katliamı Nisan’da başlamış, Temmuz’a kadar yaklaşık 100
gün içerisinde 800.000’den fazla Tutsi
ve ılımlı Hutu öldürülmüştür. Katliamı raunda ordusu ve İnterehmwe adı
verilen Tutsilere karşı kurulmuş milis
kuvvetler gerçekleştirmiştir. BM barış
gücü ülkeyi terk ederek katliamın önlenmesine yönelik herhangi bir çaba
içine girmemiştir. Çin ve Fransa’dan
sipariş edilen satırlarla gerçekleştirilen katliam, okul, hastane ve kiliseleri de bu trajediye ortak ederek 20.
Yüzyılın kara bir lekesi olarak tarihe
geçmiştir.
Müslüman Tutsileri de katlettiler.
Ruanda’da Müslümanlar özellikle
Hutu kabileler arasında yaygın olmasına rağmen azınlık Tutslier arasında
da Müslümanlar vardır. 13 Nisan’da
gözü dönmüş Hutiler elerinde baltalarla Hutu ve Tutsi Müslümanların
birlikte ibadet ettiği Başkent Kigali yakınlarındaki Nyamirambo’daki
merkezi’ndeki Kadhafi Camii’ne saldırdılar. Camide bulunanları baltalarıyla parçalayan Hutu çmilisler, İslam
kültür merkezine sığınmış yaklaşık
500 Müslüman’ı vahşice öldürdüler.
Katliamı gerçekleştiren Fransızların
eğittiği askerler ve İnterehamve milisleriydi. Görgü tanıkları İslam kültür
merkezinde sadece Müslümanların
öldürülmediğini, camiye sığınan Hıristiyan Tutsilerin de öldürüldüğünü
Katliam nasıl başladı?
Yine bir Hutu olan General
Habyarimana’nın darbeyle iktidara
gelmesi Tutsiler üzerindeki baskıyı
azaltmamakla birlikte daha da şiddetlendirmiştir. Tutsilerin devlet hizmetlerinde çalışmaları yasaklanmış,
yaşadıkları bölgelere devlet hizmeti
götürülmemiştir. 1980’lerin sonlarında Uganda yönetiminin de desteğiyle
Uganda’da da yaşayan mültecilerden Ruanda Vatansever Cephesi adı
altında milis kuvvetleri kurulmuş ve
bu milisler Uganda sınırında geçerek
Ruanda topraklarına girmişler ve savaşı başlatmışlardı. Tutsiler Uganda yönetimi, Rusya ve Çin
tarafından desteklenirken Hutu Ruanda yönetimini, Fransa
ve ABD desteklemekteydi.
araya girmesi ile savaş geçici olarak
durdurulsa da, Burundi’de seçimle
gelen Hutu Devlet Başkanı Melchior
Ndadaye’nin 1993’te öldürülmesi ve
200 bin Hutunun katledilmesi, bir
sene sonrada Ruanda Devlet Başkanı
Habyarimana’nın Ruanda Vatansever
Cephesi milisleri tarafından uçağının
düşürülerek öldürülmesi Ruanda katliamının başlamasını sağlamıştır.
söylüyor.
13 nisanda Camiye tekrar gelen 15 Hutu asker ve 50 kadar milis, camiye el bombası ve Molotof kokteyl atarak ateşe
43 Sivil Bakış
siyaseti, etnisiteye dayalı bir siyasete dönüştürerek uygulamaktaydılar.
Hutular, Tutsi azınlık yönetimine karşı
şiddet kullanmaktan geri durmamış
özellikle Ruanda’nın kırsalında Tutsilere karşı bir katliama girişmişlerdi.
1962’de Hutular ülkenin yüzde 14’ü
olan Tutsilerin azınlık yönetimine son
vererek bağımsızlıklarını sağladılar.
İronik olan Hutular bağımsızlık savaşını Tutsilere karşı verdiklerini düşündüler; oysaki Ruanda hala bir Belçika
sömürgesiydi.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
tutmuş, Fransa Cumhurbaşkanı, Milli
Savunma Bakanı ve Dşişleri Bakanını yargılama talebinde bulunmuştur.
Ayrıca REDRESS ve Africa Rights gibi
örgütler Ruanda soykırımına bizzat
katılan Fransız vatandaşları olduğunu
söyleyerek 3 Fransız’ın savaş suçluları
mahkemesinde yargılanmasını istediler.
verdiler. Camiden ikisi kadın 3 çocuğun yangından kaçarak çıkması üzerine onları ellerindeki satırlarla öldürdüler. (Tribunal pénal international
pour le Rwanda, s:347)
Fransa’nın soykırımdaki rolü
Ruanda soykırımı, çok iyi hesaplan bir toplum mühendisliği denemesinden başka bir şey değildi. Fransa
soykırımın başından sonuna kadar
destekleyerek, katkı vererek, kontrolünde bir operasyon gerçekleştirmişti. Fransa hükümeti hiçbir zaman
soykırım yaptığını, -bağımsız kaynakların hazırladığı raporlarda Fransa’nın
katliama ortak olduğu belirtilmesine
rağmen kabul etmedi. Soykırımda
suçluluğu kanıtlanmış hiçbir zanlıyı
yargılamadı ve soykırım için kurulmuş
uluslar arası mahkemelere teslim etmedi. Fransa’nın soykırımla özdeşleşen tarihinde bu bir ilk değildi son da
olmayacaktı. Vendee’de Fransız devrimi sonrası, muhalif halkı katleden,
Vietnam’da binlerce Vietnamlıyı zehirli gazlarla öldüren 100 yıldan fazla
Cezayir’de yüz binlerce Cezayirliyi
katleden Ruanda soykırımına destek
veren Fransa’dan başkası değildi.
44 Sivil Bakış
Fransa’nın
sömürge
sonrası
Afrika’ya yönelik politikası iki zeminde cereyan etmiştir. Afrika’daki tarihsel ve siyasi çıkarlarını sürdürmek ve
Afrika ülkeleri ile ekonomik işbirliğini
devam ettirerek Afrika’daki ekonomik
gücünü kaybetmemek. Bu bağlamda
Fransa bağımsızlık sonrasında da Afrika ülkeleriyle ilişkilerini yakından
devam ettirmiş, siyasi tarihlerinde
baskın unsur olagelmiştir. Özellikle
Batı ve orta Afrika ülkelerine silah ve
subay göndererek askeri yardımlarda
bulunmasının yanı sıra, askeri ve sivil bürokrasisinin teşkil edilmesinde
anahtar rol üstlenmiştir.
Dünya
»»Soykırımda suçluluğu kanıtlanmış hiçbir zanlıyı yargılamadı ve soykırım için
kurulmuş uluslar arası mahkemelere teslim etmedi.
Fransa’nın soykırımla özdeşleşen tarihinde bu bir ilk
değildi son da olmayacaktı.
Vendee’de Fransız devrimi
sonrası, muhalif halkı katleden, Vietnam’da binlerce
Vietnamlıyı zehirli gazlarla öldüren 100 yıldan fazla
Cezayir’de yüz binlerce Cezayirliyi katleden Ruanda
soykırımına destek veren
Fransa’dan başkası değildi.
Fransa’nın soykırımdaki rolü 1999 İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 500 sayfayı aşan raporunda belirtildiği gibi
Fransa soykırıma fiili olarak katılmamasına rağmen askeri, istihbarat ve lojistik desteklerde bulunmuştur. Merkezi
Tanzanya’da bulunan Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi de
Fransa hükümetinin soykırımdan ikinci derece de sorumlu
Fransa’ya yapılan en önemli
eleştirilerden biri, Fransız basınının
Ruanda’da yaşananları dünya kamuoyuna yansıtmamasıdır. Fransa’nın Ruanda, Kongo gibi ülkelerde basın yayın
tekelini elinde bulundurmasına rağmen dünya, Ruanda’da da yaşananları
belirli bir süre sonra öğrenebilmiştir.(
How the Media missed Rwandan genocide. Alan J. Kuperman, İnternational
Press Enstitü, no: 1, 2000) Le Monde
gazetesi soykırım haberlerini 14 gün
sonra okuyucularına duyurmaya başlamış, Fransız televizyonları ise Ruanda “iç savaş sürüyor” şekilde yayın
yapmışlardır.
Fransa’ya yapılan en önemli eleştirilerden bir diğeri de, soykırımın failleri olarak bilinen FAR ve İnterahmwe
milislerini Ruanda’nın güney doğusunda kurduğu “Zone Tourquase”de eğitmesidir. Bu militanların ellerindeki
silah ve satırların çoğunluğu Fransız
yapımı olduğu Ruanda Devlet Başkanı
Paul Kagame tarafından ifade edilmiş
olup bu silahlar Kigali Soykırım müzesinde sergilenmektedir. Fransa’nın
soykırımın başlamasından sonra da
Ruanda ordusuna silah sevkiyatını
durdurmadığını Paul Quiles’in 1000
sayfayı aşan raporunda belirtilmektedir.
Fransa’nın Ruanda soykırımındaki
rolünü üç aşamada değerlendirebiliriz. Fransa hükümetinin yönetimden
çekilmeyen ülkenin demokratik seçimlere girmesini önlemeye çalışan Habyarimana rejimine
askeri ve mali destek sağlaması, Belçika’nın Ruanda’dan ayrılmasından sonra oluşan boşluğu Fransa’nın doldurarak Tutsi
ve Hutular arasında çıkan çatışmaları çözmeye yanaşmaması
ve soykırımın başlamasıyla barış yanlısı bir politika izlemekten uzak durması ve Türkuaz Operasyonu’ndaki rolü.
a Gündemi
rumasız hele getirmiş ve Tutsiler arasında Fransa’ya karşı
umutsuzluğa düşürmüştü. Aruşa barışı öncesi aktif politikasını anlaşmadan sonra pasif politikaya dönüştürmesi Habyarimana rejiminin elini kuvvetlendirerek felaketin önlenebilmesi yönündeki isteksizliği öngörülen geleceğin hızlanmasını
sağlamıştır. Fransız istihbaratı Tutsilere karşı bir soykırımın
yapılacağını Paris’e bildirmesine rağmen Mitterand hükümeti
katliamı önlemeye yönelik hiçbir adım atmamıştır.
Birleşmiş Milletler, soykırım başladıktan sonra Ruanda’da
Turkuaz operasyonu başlattı. Fakat bu operasyonda en önemli misyon Fransız askerlerine bırakılmıştı. Sivilleri korumak
için oluşturulan güvenli bölgelere İnterahamwe milisleri herhangi bir engelle kolayca sızabiliyor ve Fransız askerlerinin
gözleri önünde sivilleri öldürmekten çekiniyorlardı. Adeta
Turkuaz operasyonu Tutsileri korumak için değil katliamı gerçekleştiren milisleri korumak için yapılmıştı. Andrew Wiils,
Fransa’nın Habyarimana yönetimine verdiği destek istihThe Untold Story adlı eserinde Fransa büyükelçilerinin katbaratı da içeriyordu. Fransız istihabratçılar, başkent Kigali
liamlardan sonra bir grup soykırımcıyı Kigali’den hava yolu
ve çevresini mekan tutmuş isyancılar ile hükümet arasındaki
ile Kongo’ya gönderdiğini iddia etmekte. Bu iddia Fransız
gerili rapor etmekle birlikte, Tutsilerin fişlenmesinde aracı
hükümeti tarafından yalanlanmamakla
rol oynuyorlardı. Gorevitch yalnız
birlikte kaçırılanların milisler olmayıp
1993’te 400 yakın Fransız ajanının
intikam duygusuyla hareket eden TtutHabyarimana yönetimi için çalış»»Birleşmiş Milletler, soykırım
silerden korunmaya çalışılan masum
tığını iddia etmektedir. Bu rakam
başladıktan sonra Ruanda’da
Hutular olduğu iddia edilmiştir.
abartılı olsa da istihbaretın verdiği
destek, soykırımda önemli bir işlev
Turkuaz operasyonu başlatFransa hükümeti katliamda rolü
gördüğü söylenebilir.
olduğunu
şiddetle reddederek soykırıtı. Fakat bu operasyonda en
mın daha fazla yayılmasını önlemeye
Tanzanya’da isyancılar ile hüküönemli misyon Fransız askerçalıştıklarını söylüyor. Fakat Fransa’nın
met arasında Aruşa Barışı’nın gerbu soykırımla yüzleşmesi gerekmekte.
çekleştirilmesiyle Fransa’nın girilerine bırakılmıştı.
Eğer soykırımda rolü olmadığını iddia
şimleriyle BM tarafından gönderilen
ediyor, kendini temize çıkarmak istiyorUNAMİR askerleri arasında Fransız
sa gerek Ruanda gerek Tanzanya’daki
askerlerinin bulunması özellikle
mahkemeye çıkmalı ve yüzlerce rapoKigali’de güvenlik sorununu berarun iddiasını –eğer varsa- delilleriyle
berinde getirmiştir. Çünkü UNAMİR
çürütmeye çalışmalıdır. Ruanda soykırıiçindeki Fransız ve Belçikalı askerler
mı tarihin tozlu sayfalarına atılacak bir
sivilleri korumak yerine hava alanını
konu değildir. Yaklaşık 5 milyon insanın
muhafaza etme sorumluluğunu üsthayatını kaybettiği Kongo iç savaşının
lenmişler, bu durumda bir güvenlik
arkasında da Ruanda katliamının izleri
boşluğunu ortaya çıkararak milislevardır. Kongo’nun ayrılması ile sonuçrin ve ordunun katliama girişmesi
lanan iç savaş Ruanda örneğinin tekherhangi bir engelle karşılaşmadığı
rarlanmasından başka bir şey değildir.
için kolaylaşmıştır.
Avrupa devletlerinin sömürgecilikten
Fransa, Ruanda siyasetinde aktif
kalma çıkarlarını devam ettirmek, soyolduğu yıllarda yönetimdeki Hutlarkırımın başat nedenidir. Tarih, hataladan yana bir dış politika izleyerek
rı tekrarlamamak için öğrenilir, oysaki
Tutsilerin sorunlarını görmemezlikFransa Vendee, Vietnam ve Cezayir’de
ten gelmiştir. İlk iç savaşta yönetiyaptıklarını tekrarlamak için tarihe başmin yanında yer alarak katliamlara
vurmaktadır.
seyirci kalması, Tutsi azınlığı ko-
45 Sivil Bakış
Habyarimana rejimine Fransız çıkarlarını ülkede devam ettirmek için destek veren Fransız Cumhurbaşkanı
Mitterand’ın Ruanda soykırımında kilit bir rol oynadığı yadsınamaz. 1990 ve 1994 yılları arasında Habyaarimana ile özel
bir dostluk geliştiren Mitterand, 500 kadar uzman Fransız
askerini bu ülkeye göndererek ordunun Fransız tarzı bir eğitimden geçirilmesi için destek vermiştir. Amerikalı gazeteci
Philip Gourevitch, Ruanda soykırımını anlattığı önemli eserinde Mitterand tarafından gönderilen askerlerin yalnız danışmanlık ve eğitim desteği vermedikleri, isyancılarla olan
savaşlarda da rol aldıklarını iddia etmektedir. Mitterand’ın
oğlu Jean Crostophe de Ruanda’ya silah sevkiyatı yapan ve
silah başına komisyon aldığı iddia edilmektedir. Fransa’dan
alınan silahların parar transferi yine Fransız bankalar aracılığıyla yapılmaktaydı.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
Dünya
Mahmut OSMANOĞLU
Araştırmacı Gazeteci
Müslüman Kardeşler
Baharı
»»Kuzey Afrika’da Arap Baharının dünya gündemine gelmesiyle birlikte “İhvan” yani Müslüman
Kardeşler de gündeme gelmeye başladı. Arap Baharının Arap ve İslam coğrafyası üzerinde genişlemesi Müslüman Kardeşlerin daha da fazla gündeme gelmesini neden olacaktır. Hatta Müslüman Kardeşlerin, Arap coğrafyası üzerindeki etkisini hesaba katacak olursak, bu yüzyıla İslam
Dünyası bağlamında damgası vuracak dersek abartmış olmayız.
“El İhvan ul Müslimun” yani “Müslüman Kardeşler”
1928 yılında Hasan ul Benna tarafından kuruldu.
Kuruluş yılına baktığımızda “İhvan”ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlının çözüldüğü, İslam Dünyasının
dağıldığı ve sömürgecilerin tamamen kontrolü altına girdiği bir dönemde kurulmuş olduğunu görüyoruz.
Bölünmüş çeşitli İslami kesimleri bir araya toplayıcı ve
uzlaştırıcı bir hareket özelliği taşımaktadır.
Bu anlamda hareketi Mısır’dan başlayıp tüm İslam
Âlemine yayılacak bir diriliş, bir uyanış hareketi olarak
görmek gerekiyor; Arap Âleminden başlayıp “İslam Ümmetini” ayağa kaldıracak bir sosyal ve toplumsal hareket
veya kendi tabirleriyle “cemaat” olarak.
46 Sivil Bakış
Cemaat demek daha uygun olacak çünkü bir hareketin
daha ötesinde mensupları veya üyeleri arasında hiyerarşik ve çok yakın bağlar var. Bir seviyeden bir üst seviyeye
çıkma belli kriterlere bağlıdır.
Müslüman Kardeşleri kısa yoldan anlamak için “Cemaat” logosu ve şiarına bakmak büyük ölçüde bir fikir verecektir:
Yuvarlak bir logo içerisinde kitap, çatılmış iki kılıç ve
Enfal Suresinin 60. ayetinin başladığı “hazırlayın” manasına “ ve eiddû” Arapça ibaresi vardır.
Kitap Kur’anı Kerimi simgelemektedir. Hatta logonun önceki versiyonunda “Muhakkak ki bu Kerîm olan
Kur’andır” ibaresi olmasına rağmen şu anki logoda sadece Kur’an’ı andıran bir kitap resmi vardır.
Kılıç ise güç ve mücadeleyi simgelemektedir.
Çatılmış iki kılıcın kabzaları altında bulunan “hazırlayın” ibaresinin alındığı ayetin tam meali logoyu güzel
bir şekilde anlatmaktadır: “Onlara karşı gücünüz yettiği
kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın
düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam
olarak ödenir. Size zulmedilmez.” (Diyanet Meali).
Müslüman Kardeşlerin kuruluştaki şiarı ise şu şekildedir: “Allah gayemizdir, Kur’an anayasamızıdır, Peygamber
liderimizdir, Cihad yolumuzdur, Allah yolunda şehitlik en
yüce arzumuzdur”
a Gündemi
»»Hareketin çeşitli aşamalardaki “Süveyş Kanalının millileştirilmesi” ve özellikle de Filistin
olayları ve Mescidi Aksa’yı korumak amaçlı İngiliz karşıtı politikaları kayda değerdir.
Hareketin çeşitli aşamalardaki
“Süveyş Kanalının millileştirilmesi”
ve özellikle de Filistin olayları ve
Mescidi Aksa’yı korumak amaçlı İngiliz karşıtı politikaları
kayda değerdir.
“El İhvan ul Müslimun” başlangıcından itibaren kıt
imkânlar, hegomonik ve sindirmeye yönelik baskılar altında değerleri koruma, hâkim kılma ve yaymaya yönelik bir
politika izlemiştir. Mübarek rejimi yıkılana her dönemde
sistematik baskıya maruz kalmış, liderleri ve mensupları
tutuklanmış, hapse atılmış, kurucu Hasan ul Benna örneğinde olduğu gibi suikasta uğramış ve hatta idam edilmiştir.
Daha da ileri gidip şunu da söylersek abartmış olmayız: Emperyalist güçler bu tür hareketlerin ülke
yönetimlerine gelmesini engellemek için, o çok dillerine doladıkları
fahiş insan hakları ihlallerine rağmen, yerli kuklalarını her yönden
destekleyerek işbaşında tutmuşlardır. Mısır bunun en canlı örneklerinden birisidir.
Tüm baskılar ve uzun sindirme
süreçlerine rağmen, Üstad Mevdudi’nin kendi hareketi
Cemaati İslami için tasvir ettiği bir şekilde Müslüman Kardeşler hareketi de “aynen suyun mecrasını bulup, dağlar
taşlar, derin vadiler içerisinden akıp gitmesi gibi” heyecanını kaybetmeden günümüze kadar gelmiştir.
Yine bütün olumsuz şartlara rağmen Müslüman Kardeşler hareketi Mısır dışına da taşıp Arap Âlemi içerisinde
çeşitli ülkelerde yapılanmıştır. Zaten bu yapılanmadan
dolayı bugün Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya bir “İhvan”
kuşağı şekillenmektedir.
47 Sivil Bakış
Müslüman Kardeşler, önceleri
orta sınıfın temsil edildiği iyiliğe
davet temelli bir hareket olarak
görülür. Süreç içerisinde ise bir taraftan halk içerisindeki örgütlenmesini her tabakada yaygınlaştırmaya çalışırken siyasi refleksler de
vermeye başlar.
Sivil Bakış
Sivil Bakış
Dünya Gündemi
Dünya
»»Müslüman Kardeşlerin
Mübarek’in devrilmeline neden
olan Tahrir devrimindeki etkin
rolü tartışılamaz. Şu da var ki
yılların hareket üzerinde oluşturduğu psikolojik korkunun
izleri hala hissedilmektedir. İhvan
liderleri Mübarek gitmesine
rağmen “Yüksek Askeri Konsey”
ile temsil edilen rejime karşı hala
ihtiyatı elden bırakmamaktadır.
Arap ülkelerinin birçoğunda özellikle de Filistin ( Hamas) Ürdün, Suriye, Cezayir, Sudan’da örgütlü yerel “İhvanlar” vardır.
Ayrıca Filipinlerde Moro İslami Kurtuluş Cephesi ( Kurucusu rahmetli Selamet Haşim Mısır’da kalmış ve İhvan’dan
etkilemişti) ve İran’da Şah dönemi “Fedaiyanı İslam” örgütü kurucusu Nevap Safavi örneklerinde olduğu üzere İslam dünyası üzerinde de büyük etkisi olmuştur.
Güçlü literatürü ile İslam dünyasında büyük kitleleri
düşünsel bazda da etkilemiştir.
Müslüman Kardeşlerin küresel İslami dayanışma temelinde Türkiye’den Milli Görüş camiası ve Pakistan’dan Cemaati İslami ile de on yıllara sâri yakın ilişkileri olmuştur.
Müslüman Kardeşler siyasi parti olmamasına rağmen
kuruluşundan bir müddet sonra siyasi kanatları ile politik
sürece dâhil olmuştur. Mısır’da yasaklı olmasına ve sınırlayıcı baskılara rağmen siyasi işbirlikleri ve bağımsız aday
platformlarından siyaset yapmıştır. Hem cemaat olarak ve
hem de siyasi faaliyet olarak canlılığını muhafaza etmiştir.
48 Sivil Bakış
Kuruluşundan bu tarafa “İhvan” ile ilgili bir hususu belirtmekte fayda var: İçinden geçtiği olağanüstü zor süreç
ve şartlar “cemaati” zamanla daha “ılımlı” bir çizgiye
çekmiştir.
Müslüman Kardeşlerin Mübarek’in devrilmesine neden
olan Tahrir devrimindeki etkin rolü tartışılamaz. Şu da var
ki yılların hareket üzerinde oluşturduğu psikolojik korkunun izleri hala hissedilmektedir. İhvan liderleri Mübarek
gitmesine rağmen “Yüksek Askeri Konsey” ile temsil edi-
len rejime karşı hala ihtiyatı elden bırakmamaktadır.
Müslüman Kardeşlerin on yıllar boyunca bir şekilde
bastırılan gücü Mübarek sonrası yapılan seçimlerde kendisini göstermiştir. “Cemaat”in Partisi olan Hürriyet ve Adalet Partisi anlaşılması zor bir seçim sisteminden yüzde 45
gibi bir oy alarak birinci parti olarak çıkmıştır. Ama yine
sistem gereği henüz iktidarı kesinleşmemiştir.
Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var: Müslüman Kardeşler, uzun yıllar sonra da olsa ve tabi ki ülkenin
şartları gereği, bu parlamenter başarıyı “dini / siyasi” bir
“cemaat” olarak elde etmişlerdir. Henüz siyasi parti ile
cemaat arasında bir ayrıştırma söz konusu değildir.
Önlerinde yeni anayasa oluşturma ve devlet başkanını seçme gibi önemli sınavlar olmasına rağmen iktidara
oldukça yakın gözüken “İhvan”ı ciddi sorunlar beklemektedir.
Öncelikle içeride ordu, Selefiler, Kıptilere karşı iktidar
mücadelesi vereceklerdir. Bu mücadele esnasında bölünme ve parçalanmalar yaşayabilirler.
Önemli sorunlardan birisi de “Cemaat” olarak mı yoksa “siyasi parti” olarak mı devam edeceklerine karar vermelidirler.
İktidar olmaları durumunda önemli hususlardan birisi
de, Mübarek’in devrilmesinden bu tarafa bir türlü sağlanamayan istikrardan dolayı ülke iflasın eşiğine gelmiş
olmasıdır. Ülke her geçen gün uluslararası rekabette geri
düşmektedir. Ayrıca milyonlarca yoksulun bulunduğu ülkede sosyal adaleti sağlama da müşkül bir görev olacaktır.
a Gündemi
Yine de Mübarek’in pençesinden kurtulup “küresel finansman
akbabalarına” yem olmamaları
gerekir.
Ülkeyi yönetmek için yeterli
ve yetkin kadrolara sahip olup
olmadıkları da büyük bir soru
işaretidir.
Dışarıda ise İsrail ve Amerika
ile ilişkiler büyük önem kazanacaktır. Uluslararası güçlerin
Mısır ile ilişkilerinde İsrail adeta turnusol olacaktır. Zayıf bir
ekonomi ile güçlü bir dış politika
nasıl geliştirecekler merak konusudur.
»»İktidar olmaları durumunda
önemli hususlardan birisi de,
Mübarek’in devrilmesinden bu tarafa bir türlü sağlanamayan istikrardan dolayı ülke iflasın eşiğine
gelmiş olmasıdır. Ülke her geçen
gün uluslararası rekabette geri
düşmektedir. Ayrıca milyonlarca
yoksulun bulunduğu ülkede sosyal adaleti sağlama da müşkül bir
görev olacaktır.
Belki de Mısır’ın kaynaklarını yerli yerinde kullanarak
büyük bir kalkınma hızı yakalayacaklardır. Tüm bu soruların cevabını zaman verecektir.
Sivil Bakış
çok yakın Müslüman kardeşleri çok
çetin bir iktidar sınavı beklemektedir:
Başarılı olmaları durumunda
genelde İslam dünyası özelde ise
Arap dünyasına bir örneklik teşkil
edeceklerdir. Siyasi İslam’ın, özellikle de uzantılarının bulunduğu
ülkelerde, yükselmesine neden
olacaklardır.
Arap dünyasında lider konumuna gelip İslam dünyasında öne
çıkacaklardır.
Başarısızlık durumunda ise tüm
hesaplarını yeniden yapmak durumunda kalacaklar, başarısızlıkları
siyasi İslam’ın başarısızlığı addedilecektir.
Muhataralı bir süreçten geçmekte olan Mısır’da Müslüman Kardeşler çetin bir iktidar sınavı verecektir.
49 Sivil Bakış
Uzun bir yolun sonunda iktidar imkânını elde etmeye
Teorik Katkılar
Sivil Bakış
Teori
Prof. Dr. Muhammed Bedi
Müslüman Kardeşler Genel Mürşidi
Çeviri: Osman Karakurt
Dünden Bugüne Mısır
»»Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında kadına çizilen imaj olan “cumhuriyet kadını” imajı basit bir
“kurtuluş” mitolojisine dayanır; kadının kamusal alanda erkeklerle eşit haklara sahip olmak suretiyle
geleneksel bağlarından koparak özgürleştirilmesi, modernleşmesi, çağdaşlaşması yani “kurtuluşu”.
50 Sivil Bakış
Geçen yıldan bu yana Mısır’ın tanık olduğu fevkâlade olaylar Allah’ın
izniyle Mısır’ın çehresini değiştirmiş ve
değiştirmeye devam edecektir. Mısır
beyaz devrimi ile kendi asıl sahiplerine döndükten sonra yeniden tarihini
yazacaktır. Bu devrim, onlarca yıl boyunca sinemize kâbus gibi oturup bütün mukaddesatını çiğneyerek, servet
edinmeyi yasaklayan, özgürlüklere zincir vuran, enerjileri baltalayan, şerefli
insanlara suç isnad eden, evlatlarını
katleden, yasaları hiçe sayan, halkının irade ve arzularını tezvir ve tahrif
eden iğrenç diktatörün tahtını alaşağı
etmiştir.
Müslüman kardeşler olarak; eski rejimi bu gidişatın sonuçlarının çok kötü
olacağı yolunda tekrar tekrar uyardık
ve ikaz ettik. “Mısır için Diyalog” ismi
altında Mısır Ulusal güçleri ile çok sayıda toplantılar tertipledik. Bunlardan
üçü; 2011 seçimlerinden hemen önce,
dördüncüsü ise seçimlere hile karıştırılmasından sonra idi. Bu seçimlerde rejim tarafından yapılan
uygulamalardaki skandalı gün yüzüne çıkardık ve bütün bu cinayetlerden bizzat diktatörü sorumlu tuttuk. Ancak O, ısrarla zulüm ve baskılarını sürdürdü. Mübarek devriminin başarılı
olmasından sonra, beşinci buluşmanın sağlanmasını Cenab-ı Hakk diledi. Halkımızı korumak,devriminin
bütün arzularını talep etmek,şerefli
ve ihlaslı tüm vatan evlatlarının
katılımı ile el ele yolumuza devam
ederek yakında “Mısır için Diyalog”
minvâlı üzerinde yürümeye devam
edeceğiz.
Hapishanelerdeki sayıları 40 bini
aşmış olan müslüman kardeşler; ve
onlara ortalama 15 bin yıl hüküm
giydiren eski rejime ve baskılarına,
haksız yere tutuklamalarına karşı direnmiş, ve bütün bu zulmün karşısında ecirlerini Allah-û Teala’dan niyaz
etmişlerdir. Rejimin bu zulmüne, ve
baskılarından yılmadan birçok cadde
ve meydanlara inerek gösteri yapmamıza, kendisi ve uygulamalarını
red etmemize engel olamamıştır.
Özellikle iyileştirme isteğimize, olağanüstü hal durumunun uzatılması
reddi, anayasanın değiştirilmesi, hakimlerin dövülmemesi, Gazze’ye yapılan saldırıların durdurulması, Mısır’ın halkını ve milli güvenliğini ilgilendiren kader
davalarını istememize engel olamamıştır.
rik Katkılar
kardeşler bunu hep red ettiler. 23
Ocak 2011 tarihli beyanatlarımızda bu
hususu ifade ettik. Bunu takip eden
bildirilerimiz sâbık rejime karşı,kutlu
devrimle sağlam ve sabit tutumumuzun bir kanıtıdır. Bu bir minnet değil,
bilakis Rabbimizin rızası ve halkımızla
olan sevgiden kaynaklanan, yapmamız gereken bir hak ve görevdir.
Parlamentodaki vekillerimiz kanalı ile, rejimin skandal uygulamalarına
karşı fiilî uslupla direndik. Vekillerimiz, parlamentoda herkesin hayranlığını kazanan, güzel örnek olmuş ve
Mısır’ın problemlerinin çözümü için
teklifler sunmuşlardır, fakat her seferinde rejim partisi üyeleri tarafından
otomatikman red edilmiştir.
»»Geçen yıl, Mübarek devriminin isteklerinden bir çoğunun
gerçekleştiğine tanık olmuştur. Zira eski rejimin başını ve
çok sayıdaki rejim zebanilerinin yıkılması sağlanmış, kötü
bir isme sahip olan,zulum ve
baskının büyük ölçüde yayılmasına sebep olan devlet
güvenlik teşkilatının dağılması sağlanmıştır.
Şüphesiz ki, bu zulüm, baskı, tezvir ve bozukluğun şiddeti, Mısırlıların
duygularını galeyâna getiren yakıt olmuştur. Zira bastırılan ve yıllarca biriken bu duygular, korkunç bir güce dönüşmüş, zalimlere karşı koymak üzere
harekete geçmiş, tahtlarını yerle bir
etmiş; yine Rabbimizin Kur’an-ı Kerimdeki şu vaadi tahakkuk
etmiştir:
“De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini
aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir.
Şüphesiz Sen herşeye hakkıyla gücü yetensin.” (Al-i İmran:26)
Kutlu devrim, ilk gününden itibaren, tam ortasında ve
içinde müslüman kardeşlerin olduğu halde meydana geldi.
Eski yönetim tüm illerdeki müslüman kardeş yetkililerini çağırtarak, bu devrime katılmamızı engellemeye ve gösterilere
katılmamaları yolunda teşebbüste bulundu ise de, müslüman
Geçen yıl, Mübarek devriminin
isteklerinden bir çoğunun gerçekleştiğine tanık olmuştur. Zira eski rejimin başını ve çok sayıdaki rejim zebanilerinin yıkılması sağlanmış, kötü
bir isme sahip olan,zulum ve baskının
büyük ölçüde yayılmasına sebep olan devlet güvenlik teşkilatının dağılması sağlanmıştır. Nitekim bozuk parlamento ve şûrâ konseyinin dağılması
temin edilmiştir. Eski yönetim sembolleri yargı önüne tevdi edilmiş ve
miras yoluyla elde edilmesini öngören
kusurlu anayasanın değiştirilmeme
gayretlerinin önüne geçilerek iptali
sağlanmıştır.
Tam bir yargı kontrolünde parlamento seçimleri yapılmıştır. Artık hür
ve nezih bir seçimle oluşan halkın
iradesini ifade eden bir parlamentomuz olacaktır. İlk defa on milyonlarca
Mısırlı seçmen, ülkelerinin yapımında
seslerinin ehemmiyetini idrak ederek
seçimlere katılmıştır. Yine ilk kez halkın iradesi diğerlerine galip gelmiştir. Halkımız kendilerinin sesi olacak
temsilcileri seçerek ülkelerinin geleceğini imal etme aktivitelerini iştirak etmiştir. İlk defa halkın emirleri doğrultusunda bakan ve bakanlar sorgulanacaktır. Şûrâ konseyinin ilk tur seçimleri tamamlanmış, Allah’ın
izniyle ikinci tur seçimleri vaktinde yapılacaktır. Başkanlık
seçimlerinin adaylık süresi ileri çekilmiştir. Bundan amaç;
kayıp olan yıllardan sonra sevgili ülkemizde seçilen kurumlar
birkaç hafta sonra toplanabilsin. Vatanperverlik temelleri ve
ilkeleri üzerinde kurulu, modern demokratik devlet kurmaya, hukukun üstünlüğü, özgürlük,eşitlik,her türü ve tipi ile
çoğunluk seçmen sandıkları kanalı ile otoritenin barışçıl yollarla el değiştirmesi, insan haklarına ve hürriyetlerine saygı
gösterilmesi, din,dil, ırk ayrımı göstermeksizin bütün vatan
51 Sivil Bakış
Hiç bir zaman bizimle gösterilere
katılmayanları kınamadık. Bu duruş
ve gösterilerden doğan zorlukların
aslan payına katlandık. Şöyle ki; tek
bir günde üç binden fazla müslüman
kardeş tutuklandı, hatta bunların bir
kısmı hapishanede ve seçim faaliyetlerinde öldürülmüştür.
Yine temsilcilerimiz, meslekî
sendikalar,üniversite öğretim üyeleri kurumlarında ve klüplerinde, talebe birliklerinde, Mısırın;
müslüman,hristiyan,erkek,kadın tüm
kesimlerini kapsayan Mısır vatandaşları ile iş birliği yapılması için önlerine
parlak bir suret sunmuşlardır. Öyle ki;
bu faaliyet, rejim zebanilerini çileden
çıkarmış ve 15 seneden beri bu girişimi baltalamışlardır.
Sivil Bakış
Teorik Katkılar
Sivil Bakış
berimizin buyurduğu gibi “İnsanların
en hayırlısı insanlara hayırlı olandır.”
fermanı uyarınca başkalarının iyiliğini
kendi iyiliğinden önce düşünür. İnsan
için en güzel örnek olmaya çalışmak
son derece önemlidir. Bu da eğitim ve
sağlık hizmetleri sunmakla, bilimsel
teknik ve meslekî alanlarda eğitim
ve yetiştirme kurslarıyla ilgili plan
Devlet daireleri ve kurumlarınve programlar hazırlamakla gerçekdaki her türlü yolsuzlukla savaşmak,
leşir. Ve böylece toplumun ihtiyaçları
mevki ve makamlarına, nitelikleriiktisadî ve sosyal kalkınma amaçları
ne bakmaksızın bozguncuları hesaba
»»“İyilik ve takvâ üzerinde
sağlarlar. Çağdaş gelişmelere ayak
çekmek, bunlar arasındaki canilerin
uydurmuş olur. Teknolojik yenilikler,
yardımlaşınız. Kötülük ve
adilâne ve ivedilikle yargılanmaları,
icat, bilimsel ve kültürel kalkınmalarşehitler için derhâl kısasa başvuruldüşmanlık üzerinde yardımla sağlanmış olur. Maddi ve manevi bu
ması, yaralı vatandaşların haklarının
iki temel ile birey ve toplum Allah’ın
laşmayınız.”
verilmesi, geçim seviyesi son derece
izniyle parlak gelecek ufuklara doğru
düşük olan vatandaşların hayat şartkanat açar. Şimdi, hep birlikte göğüs
larının düzeltilmesi ve iyileştirilmesi,
germemiz gereken bir çok problem
yoksulluk ve işsizlik belirtilerinin orönümüzde mevcuttur. Eski rejim atıkları, devlet güvenlik
tadan kaldırılması, Mısır’ın her köşesinde yaşayan vatandaşa ajanları, eski yönetim imalatı menfaatperest işadamları, ve
huzur ve güven verilmesi, güvenlik teşkilatlarının yeniden ya- onlara bağlı devrim ve müktesabatına karşı ayaklanmayı teşpılandırılması, teşkilatın baskı ve zulüm gibi hatalı anlamının vik eden bazı medya grupları bunların başında gelmektedir.
değiştirilmesi, rolü sadece vatanı korumaya, vatandaşlara Bu zümreler toplu veya bireysel olarak demokratik değişim
huzur ve güven sağlamaya munhasırdır. Her tür görüşlerin, si- seyrini baltalamak, kargaşaya sebebiyet vermek, insanları
yasal, fikrî, hukukî, sosyal, kültürel, ve ülkedeki sivil toplum ümitsizliğe itmek için kriz üzerine kriz meydana getirmektekuruluşlarının önündeki engeller kaldırılmalıdır ki, herkes işi- dirler. Bu hayalperestler, masum şehit kanlarının halk irade
ni ve görevini yerine getirebilsin, görüş ve kendi yolunu ifade tohumlarını suladığını, özgürlük ağacının gelişip büyüdüğünü,
edebilsin. Vatanı için görevini, hürce, serbestçe yapabilsin ki bunu kökünden söküp atmanın veya etrafında toplanmanın
malik olduğu ülkesinin kuruluşlarını himâye etmede katkıda veya başka bir şey ile aldatmanın güç olduğunu unutuyorbulunsun, şanını yüceltsin. Aynı zamanda sevgi, saygı, kültü- lar. Halkın iradesini hafife almamak ve onun sesini dinlemek
rü, hoşgörülülüğü egemen kılmak; karşılıklı saygıya dayanan hepimizin bir görevidir. Bu çerçevede hareket etmeliyiz.
bütün ulus evlatları arasında ortak yaşamanın zorunluluğu Kendinde halklara karşı koyma gücünü gören her grup, suyun
kaçınılmazdır. Zira halkın arzuları ve yöneticilerin görevi bu akışına karşı yönde yüzmeye çalışmamalıdır. Geçmişten ders
yöndedir. Krizlerden kurtulmamız ve kalkınmamızın gerçek- çıkararak ibret almaları gerekir. Güzel Mısır’ımıza en iyisileşmesi için yegâne yol budur.
ni vermek için birbirimizle yarışalım. Ülkemizin kalkınması,
Değerli Mısır halkımız, dinini koruyacak, memleketinin yücelmesi ve yükselmesi, yeniden inşâası, güven, huzur ve
bekçiliğini yapacak, ülkesini koruyup kollayacak, iç ve dış istikrara kavuşması, ve hak ettiği yere ulaşması için işbirliği
güvenliğini muhafaza edecek, yargı hükümlerine saygı du- yapalım ki, büyük mazimiz ve asil tarihimizi Allah’ın izniyyacak ve uygulayacak, adalet ve sosyal adalet değerlerine le parlak geleceğimiz ile birleştirelim. Hep birlikte Mısır’ı
sahip çıkacak, fazilet ve ahlakî erdemlerini neşredecek, ya- yeniden inşa edelim. Nitekim eski firavun medeniyetini biz
şam yollarını kolaylaştıracak, ve uzman kadrolardan vazife yaptık. Kıpti ve Büyük İslam Uygarlığını biz inşa ettik. Mısır,
ve görev başına geçecek kimseleri aramaktadır. Şüphesiz ki, bütün uygarlıkların iksirini, özünü toplayarak, onu içine sinen değerli servetimiz beşerî servetimizdir. Bunları değerlen- dirmeye, Asıl Mısır karışımı ve kokusu ile gıda ve şifa olan bal
dirmek ve geliştirmek, güzel bir şekilde yönlendirmek ve kol- üretmeye muktedirdir.
52 Sivil Bakış
evlatları arasında özgürlük, eşitlik ve
adaletin yayılması, bütün vatandaşlar
arasında tevafuk yoluyla onlarca ve
hatta yüzyilyıllarca sürecek gerçek
kalkınma ihtiyaçlarına cevap verebilecek ülkenin yeni anayasasını hazırlamaya çalışmaktayız. Zira anayasalar
çoğunlukla değiltevafukla hazırlanır.
lamak hepimizin görevidir. Böyle bir nesil, vatan ve millet
çıkarlarını kendi öz çıkarlarına tercih eder. Diri bir vicdan ve
sağlam bir fıtrat ile canını bu uğurda feda eder, yasalar ve
kontrol korkusundan önce Allah’tan korkar. Sevgili Peygam-
Cenab-ı Allah güzel vatanımızı her türlü kötülükten korusun kalkınması ve ilerlemesi için gerekli çabaları harcama
gücünü bize ihsan eylesin.
Sivil Bakış
FİLM TANITIM
V FOR VENDETTA
V FOR VENDETTA
Filmde bir yandan bir sene içinde halkın uyanışına, yönetimin gerildikçe baskıyı arttırmasına, özgürlük için gerekli
temellerin atılmasına, dedektif Finch’in (Stephen Rea) V’nin
ve despot rejimin sırlarını araştırmasına, diktatörlüğün doğuşu ve gelişmesine tanık olurken; diğer yandan Evey’in V’yi
ve kendini tanıması, yönetimin kişisel yaşama saldırısı, özgürlüklerin korkulara kurban edilmesi anlatılmaktadır.
53 Sivil Bakış
Hikâye; geleceğin İngiltere’sinde (2020) geçmektedir. Diktatör
bir rejime bireysel bir başkaldırının nasıl toplumsal hale geldiğini gösterir. Geleceğin İngiltere’sinde geçen filmde terör
olaylarında büyük kayıplar verdikten sonra kurtuluşu baskıcı bir
yönetimde bulan İngiliz halkının uyanış öyküsü anlatılmaktadır.
V’nin Remember, remember, the fifth of november! (Hatırla, 5
Kasımı hatırla!) sloganı ve gerçekleştirdiği eylemler yönetimi
ve halkı hareketlendirir. (5 Kasım1605; Guy Fawkes’un İngiliz
Parlamento Sarayını havaya uçurma girişiminin tarihidir.) Sadece kapalı devre TV yayını yapılan İngiltere’de yayıncı kuruluşu
basar ve bir sonraki sene 5 Kasım’da herşeyin değişeceğini ve
onun gibi düşünen herkesin sonraki sene 5 Kasım’da Parlemento
Binası’nın önünde toplanmasını ister.
Dünya Basının
Dünya Basınından Makaleler
MAKALE
Sivil Bakış
Muhammad ZAHİD
Al Hayat
Türkiye ve Arap Ülkelerinin
Stratejik İşbirliği ve Orta Doğudaki Krizlerin
Çözümündeki Kilit Rolü
54 Sivil Bakış
»»Bazı toplumlar fikir, akıl, kanaat, yaşamlarındaki insicam, gönül,vicdan ve sevgi gibi unsurları
beraber taşırlar. Hür bir ortam yakaladıklarında tek millet haline gelirler.
Denilir ki tarih aynen tekerrür
etmez. Ülkelerin, Milletlerin ve
Halkların karşı karşıya kaldığı tehditler, sorunlar, krizler ve olaylar
genellikle benzerlik oluştururlar.
Farz edelim ki çözüm yolları ve tedavi yöntemleri benzerlik göstersinler. Bu benzerlikler ya toplumların
birbirlerine benzemelerine veya
milletlerin zekâ durumlarına ve başarılı yöneticilerle alakalıdır. Çünkü
bir takım zaaflardan ve bozulmalardan sonra olaylar tabi hallerinde seyreder. Bazı toplumların ve
milletlerin kaderleri ile diğer milletlerin in tarihi seyri örtüşür. Bazı
toplumlar fikir, akıl, kanaat, yaşamlarında ki insicam, gönül,vicdan ve
sevgi gibi unsurları beraber taşırlar.
Hür bir ortam yakaladıklarında tek
millet haline gelirler. Sanki tek bir
kalp tek bir akıl ve bir beden gibi
kolaylıkla bir siyasi çatı altında toplanırlar. Ne kadar dış baskı, ihtilaf-
»»Türklerle Araplar gelişmede
ve reformlarda tek bir kalkınma projesinde birleşiyorlar.
Türkler hem tarihte hem de
şu anda birçok krizler ve sorunlarla karşı karşıya gelmiştir.
Bu sorunların çözümü noktasında Araplarla anlaşıp onlara
yaklaşmaktan başka çıkış yolunun olmadığını görmüşlerdir. Bu kez Araplar kendilerini
aynı konumda yani sorunlarının çözümü noktasındaki
zaafları neticesinde Türklerle
anlaşıp onlara yaklaşmaktan
başka alternatiflerinin olmadığını görmüşlerdir.
lar, milliyetçilik ve entrikalar olursa
olsun bunları bir birlerinden ayıramaz. Onlar her şeye rağmen birindeki zaafın diğeri içinde zaaf olacağını bilirler. Onların arasını ayıracak
çok önemli unsurların bulunması gerekir. İki ayrı millet veya ayrı devlet
ve vatanlarda da olsalar bir yerde
birleşmeleri onların zaafını giderir.
Aralarında birlik olmalarından başka seçenekleri de yoktur. Aksi halde
karşılarında düşmanı bulurlar.
Türklerin ve Arapların
Kader Birliği
Türklerle Araplar arasındaki
bu yakınlık aralarında ki ilişkilerle
bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Türklerle Araplar gelişmede ve reformlarda tek bir kalkınma projesinde birleşiyorlar. Türkler hem tarihte hem de şu anda birçok krizler
ve sorunlarla karşı karşıya gelmiştir.
Bu sorunların çözümü noktasında
ndan Makaleler
Sivil Bakış
Araplarla anlaşıp onlara yaklaşmaktan başka çıkış yolunun olmadığını görmüşlerdir. Bu kez Araplar kendilerini
aynı konumda yani sorunlarının çözümü noktasındaki zaafları neticesinde Türklerle anlaşıp onlara yaklaşmaktan
başka alternatiflerinin olmadığını görmüşlerdir. Bu onların
sadece din birliği ve tek ümmet olma ruhunu paylaşmalarından kaynaklanmamaktadır. Aynı tarih ve kaderi paylaşmaları sebebiyledir. Bunun ilk örneği Abbasilerin en
güçlü dönemlerinde Türklerin sivil devletin ve askeriyenin
en üst makamlarında Araplar tarafından hiçbir yadırgamaya muhatap olmadan bulunmalarıdır. Abbasi Devleti
siyasi etkinliğini kaybedince Osmanlılar İslam Devletinin
bekasının sorumluluğunu alıp Arapları dışlamayarak tüm
Osmanlı devletlerinde olduğu gibi Arap ülkelerine ve Arap
toplumlarına karşıda aynı hak ve sorumluluklarını yerine
fazlasıyla getirdiler. Türkler ve Araplar askeri, siyasi ve
tüm sivil alanlarda bir birleriyle her durum da birinin diğerinin iç işlerine karıştığına ve bir birlerini istila etme
düşüncesine kapılmadan sürekli rolleri paylaştılar.
Bugün Türkler ve Araplar uluslar arası, bölgesel ve
kendi içlerinden büyük tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu
tehditlerin bir kısmı açık diğer bir kısmı ise el altından
yapılmasına rağmen tehditler kendi aralarında ittifak ha-
linde bulunmaktadırlar. Bu tehditlerin başında Amerika
Birleşik Devletlerinin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ile
ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler gelmektedir. Bu işgaller
bölgede çözülmesi zor kötü şartlar oluşturmuştur. Bölgenin işgal döneminde ahlaken, kanunen ve siyaseten tüm
sorumlulukları üstlendiğini söyleyen Koalisyonu oluşturan
devletler bu savaşların ardından oluşan konumdan en çok
kazanan ve hatta tek kazanan olmuşlardır. Bununla beraber bölge ülkelerine rağmen bu bölgeye hâkim olmak
isteyen İran İslam cumhuriyeti de aynı şekilde kazanan
taraf olmuştur. Geçtiğimiz dönemde uzun yıllar devam
eden ve çok acı sonuçlar doğuran savaşların bölge ülkelerindeki neticelerini hafifletmesi beklenen bir devletin
yapması gereken bu olmamalıydı. Bu durum oldukça endişe verici bir konum arz etmektedir. İran’ın Irak’a komşu
Arap ülkeleri ve Türkiye Cumhuriyeti ile yardımlaşması
gerekirken İran İslam Cumhuriyeti Iraktaki Maliki Hükümeti ile iş birliği yapıp bölgede ve Irakta bulunan diğer
siyasi güç sahiplerine aldırış etmeden bölgede gerginliği
artırarak hâkimiyet kurmaya çalışmaktadır. Hatta bütün
gücüyle Irakta, Basra körfezinde ve diğer Arap ülkelerinin
işlerine karışma noktasında elindeki tüm kozları kullanmaktadır. Buna örnek olarak Suudi Arabistan’ı, Kuveyt’i,
55 Sivil Bakış
»» Bugün Türkler ve Araplar uluslar arası,
bölgesel ve kendi içlerinden büyük tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu tehditlerin bir
kısmı açık diğer bir kısmı ise el altından
yapılmasına rağmen tehditler kendi aralarında ittifak halinde bulunmaktadırlar. Bu
tehditlerin başında Amerika Birleşik Devletlerinin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi
ile ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler gelmektedir.
Dünya Basının
Dünya Basınından Makaleler
Sivil Bakış
56 Sivil Bakış
Yemeni, Lübnan’ı, Suriye’yi ve hatta Arap Baharı direnişinin başarıyla
sonuçlanmasından ve İslamcıların
yönetime hâkim olmasından sonra
Kuzey Afrika Ülkelerini sayabiliriz.
»»Türkiye Hükümeti Maliki
başkanlığındaki Hükümetin
izlediği bu kabul edilmez tutumu anlayınca Maliki’yi bölgede bir iç savaş çıkarmaması
hususunda uyardı. Türkiye
Irak’ın iç işlerine karışmıyor
ancak Maliki Hükümetinin
Irakta tek başına siyasi bir
yönetim oluşturmasının tehlikesini ortaya koyuyor. Irak
yönetiminde Sünni siyasilerinde yer almasını bildiriyor.
Şüphesiz Amerika Birleşik Devletlerinin Afganistan ve Irak’ı işgali
İran Hükümetleri ile koordineli ve
dayanışma içerisinde gerçekleşmiştir. Bunu İran’ın üst düzey yetkilileri
beyan etmişlerdir. Amerika Birleşik
Devletlerinde yapılan bir bazı araştırmalar bunu ortaya çıkarmıştır.
Şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri
bu savaşlardan sonra bir kısım gölgeleri işgal etmek istiyordu. Amerika Birleşik Devletlerindeki bir kısım
orta doğu uzmanları Amerika’nın
Sünni devletlere değil bilakis şii
devletlere güvenerek bunu yapmasını hararetle tavsiye ettiler. 11
Eylül 2001 Amerika Birleşik Devlerindeki saldırıları gerçekleştirenlerin Sünni devletler olması buna delil olabilir.
Amerika’nın bu olayları araştırma noktasındaki tavrı ve
hemen olayları Sünni devletlerin yaptığını kabullenmesi
bunun açık bir göstergesidir. Olayları bu şekilde kabullendikten sonra da Irak’a girmeden önce askeri ve siyasi açıdan bölgedeki şii İslam siyaseti yürüten guruplara güvenerek hareket etti. Irakta yönetimin başına bu hareketlerin
geçmesini bizzat Amerika sağladı.
Bunu yaparken de bölgeyi kontrol
altına almada İran’la yardımlaşmak
için bölgede şii hâkimiyetine zemin
hazırladı. Bütün bu yaptıklarını bir
taraftan İran’ın gölgesinde bulunan
haliç körfezinin kendisi açısından
daha garanti olacağını düşünerek
yaptı.
Birliğin Önündeki Bloklar:
Şiilik Siyaseti, Çin ve Rusya
Türkiye Hükümeti Maliki başkanlığındaki Hükümetin izlediği bu
kabul edilmez tutumu anlayınca
Maliki’yi bölgede bir iç savaş çıkarmaması hususunda uyardı. Türkiye
Irak’ın iç işlerine karışmıyor ancak
Maliki Hükümetinin Irakta tek başına siyasi bir yönetim oluşturmasının
tehlikesini ortaya koyuyor. Irak yönetiminde Sünni siyasilerinde yer almasını bildiriyor.
Suudi Arabistan yönetimi de Amerika’nın Irakta dosyaları karıştırdığını ve yönetimi aşırı şii guruplara teslim
ettiğini ve şüphesiz Amerika’nın kendisinin ülkeden çekildikten sonra Irakta tüm farklı gurupları kapsayan sivil
bir yönetim kurulacak vaatlerinin buharlaştığı anladı.
Suriye’nin içerisindeki belirsizlik durumu bölgedeki ger-
ndan Makaleler
Ancak bu girişimlere bizzat Suriye
yönetimi engel oldu. Taki Türkler ve
Araplar Suriye Yönetimine karşı güvenlerini yitirdiler. İran Suriye deki
Beşşar Esat yönetimini düşmekten
korumak için bölgedeki sorunları yeniden kaşıyarak ve hatta yeni krizler
çıkararak bölgeyi savunma hakkına
sahip değildir. Gerekli olan Türklerin, Arapların ve İranlıların yardımlaşarak asker ve güvenlik kuvvetleri ile
tüm çabasını harcamasına rağmen
girişimlerinin tamamı başarısız olan
Esat yönetimini düşürmek olmalıdır.
Şayet İranlılar bunu reddetmeye devam ederlerse o zaman Türkiye ve
Körfez ülkelerine diğer Arap devletleri ve Kuzey Afrika ülkeleri bunların başında da Mısır
olmak üzere üçlü bir koalisyon oluşturarak bu bölgeyi ve
halklarını tüm dış müdahalelerden ve bölgesel çatışmalardan korumaları gerekir.
»»Şayet Türkiye siyaseti İran
İslam Cumhuriyetine ve aynı
zamanda da Körfez Ülkelerine ekonomik açılım noktasında en büyük payı elde etmek
istiyorsa bu durumda tüm
bölge ülkelerinde ve halklarında siyasi, sosyal, fikri, güven ve istikrar açısından güvence oluşturması gerekir.
Şüphesiz Şii hilali güneyinde bulunan Sünni Arapları
tehdit etmekle kalmıyor kuzeyindeki Sünni Türkleri de
tehdit ediyor. Yani Şii Hilali güneyden Arapları ve kuzeyden de Türkleri kapsamaktadır. Jeo politik açıdan bölgenin İran, Irak, Suriye ve Lübnan’daki Hizbullah tarafından
kuşatılmasının kabul edilir bir şey olmadığının bu planı
yapanlar tarafından bilinmesi gerekirdi. İlk önce Türklere ve Araplara karşı karşıya oldukları bu durum karşısında stratejik olarak birleşmeleri gerekmektedir. Bölgede
İslam Ümmetine hiçbir fayda sağlamayacak bir iç savaş
çıkarmak ve İslam Ümmetine açık bir tehlike oluşturacak
bir vebalden başka bir şeye yaramayacak olan mezhebe
dayalı bir iç savaş oluşturmak için siyasi ve askeri gücünü
kullanmaya çalışan ahmak siyasetçileri uyarmak gerekmektedir.
Türklerin ve Arapların kaderi bölgelerini ve milletlerini korumaktır. Bölgenin yönetimini ele alıp bölgeyi zifiri
karanlığa ve belirsizliğe sürükleyecek mihraklara müsaade etmemektir. Şayet Türkiye siyaseti İran İslam Cumhuriyetine ve aynı zamanda da Körfez Ülkelerine ekonomik
açılım noktasında en büyük payı elde etmek istiyorsa bu
durumda tüm bölge ülkelerinde ve halklarında siyasi, sosyal, fikri, güven ve istikrar açısından güvence oluşturması gerekir. Bu ülkelerin toplumlarının kendi geleceklerini
kendilerinin tayin etmesi ve siyasi yönetimlerini oluşturması noktasında dışarıdan hiçbir kimsenin işlerine karışmayıp onlara da bu oluşumda engel olunmaması noktasında yardım etmeli. Özelliklede Suriye deki krizin çözümü
için. Tüm bölge ülkeleri ve bunların başında da Türkiye
ve Suudi Arabistan Suriye’deki krizin çıktığı zaman bu krizi barışçıl ve reformlarla çözmeye çaba göstermişlerdi.
Bölgeden özellikle de krizlerin kuşattığı bu dönemde
sorunlarını kendilerinin halletmeleri beklenir. Bölgedeki
istikrarı sağlamak için Türkiye ve Körfez Ülkelerinin ittifakı ilk ve zaruri bir adımdır. Bu girişim Mısır başta olmak
üzere bölge halkından bu oluşuma ortaklar bulma noktasında etkin bir ittifaktır. Sonra bu ittifak uluslar arası
devletlerle anlaşarak Suriye başta olmak üzere bölgedeki tüm krizleri çözme yolunda çalışmaktır. Şayet Türkiye
ve Körfez ülkelerinin heyetleri Rusya ve Çin ile gerekli
diplomatik ilişki kurulabilseydi, ve bölgenin istikrarı için
projelerini götürselerdi Suriye deki kriz bugüne kadar
devam etmezdi. Çünkü Rusya’nın hedefi Suriye ‘ye batılı
devletlerin girmesini önlemektir. Rusya’nın bu konudaki
hassasiyeti Batıyladır yoksa mutlak olarak Esat Yönetimini korumayı amaçlamamaktadır. Rusya’nın bugünkü konumunun değişmesi özel çözüm yolları sunmaktan daha ziyade Uluslar arası güçlü bir baskıya ihtiyaç vardır. İstibdat
yönetiminden kurtulma yönündeki halkların istekleriyle
siyaset belirlenemez. Rusya’nın anlayacağı bir dilde baskı yapmaya ancak stratejik ortaklık oluşturan Türkiye ve
Arapların gücü yeter. Türkler ve Araplar dünya çapında
etkileyici bir ekonomik güce de sahip değilseler bile, tüketimden kaynaklanan güçlerini bir araya getirseler bile ,
bu ortak gücün hedeflerine ulaşması daha kolay olacaktır.
Şu an halklar ve bazı yönetimler düzeyinde bu bilinç
oluşmamasın rağmen, hiçbir ayırım yapmadan tüm İslam
coğrafyasının lehine olacağı açıktır.
57 Sivil Bakış
ginliği biraz daha artırdı. Maliki ve
Necat Hükümetleri ile Lübnan’daki
Hizbullah Suriye deki Beşşar Esat
yönetiminin devam etmesi için
sürekli baskı yapmaktadırlar. Bu
alanda uluslar arası platformlar
dâhil olmak üzere tüm siyasi ve
basın yayın alanındaki güçlerini sonuna kadar kullanmaktadır. Suriye
deki göstericilerin aleyhine birçok
şii milis kuvvetini savaşmak için
harekete geçirmiştir. Arap bölgesine hâkim olma projesine engel
olmamaları için onları kendisine
düşman kabul etmektedir. Bunu
coğrafik olarak Irandan Lübnan’a
kadar uzanan şii hilalin oluşması
yönünde bir adım olarak görmektedir.
Sivil Bakış
Tanıtım
Sivil Bakış
Tanıtım
Prof. Dr. Fuat Sezgin
İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı
»» Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşifler yeniden
yapılan kopya örnekleriyle sunulmaktadır. Orijinal detaylarına sadık kalınarak hazırlanmış olan
eserler miladi 8.-16. yüzyılların bilimsel ve teknik gelişmelerini yansıtmakta ve ziyaretçisine eşsiz bir bilimsel yolculuk fırsatı sunmaktadır.
Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı; İslam kültür ve medeniyetinin bilimsel mirasının daha iyi
anlaşılmasını sağlamak ve onu yeni nesillere en doğru şekilde aktarmak amacıyla Ağustos 2010 tarihinde İstanbul’da
kurulmuş olan bağımsız, özel, kar amacı gütmeyen bir sivil
toplum kuruluşudur. Başkanlığını işadamı Ethem Sancak’ın
yaptığı Vakfın Mütevelli Heyetinde Kültür Bakanı Ertuğrul
Günay, AB Bakanı Egemen Bağış, Mardin Milletvekili ve eski
İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı Kadir Topbaş, Başbakan Müsteşarı Efkan Ala, Başbakan Başmüşaviri Bekir Karlığa, İstanbul Milli Eğitim Müdürü
Muammer Yıldız, İstanbul İl Kültür Müdür Ahmet Emre Bilgili
gibi iş, siyaset ve akademi dünyasından önde gelen kişiler
bulunmaktadır.
58 Sivil Bakış
Vakfın üstlendiği temel görevleri şöyledir:
•
İslam bilim ve teknolojisinin tarihsel zenginliğini ve birikimini geniş kitlelere tanıtmak amacıyla her türlü araştırma, eğitim ve yayın faaliyetinde bulunmak;
•
İslam bilimler tarihi konusunda ulusal ve uluslararası düzeyde etkinlikler, toplantılar, paneller, konferanslar, seminerler, çalıştaylar, anma günleri düzenlemek;
•
İstanbul’da İslam Bilim Tarihi Enstitüsü ve ihtisas kütüphanesi kurmak;
•
İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin sürekli
gelişimini desteklemek; müzenin Türkiye içinde ve dışında tanıtımını sağlamak; Türkiye içinde ve dışında benzer
müzelerin kurulmasına katkıda bulunmak;
•
İslam bilimler tarihinin başarılarının daha iyi tanınması
ve anlaşılmasına yönelik işbirliği projeleri geliştirmek ve
desteklemek.
Prof. Dr. Fuat Sezgin
Vakfın kurucusu ve isim babası olan Prof. Dr. Fuat Sezgin;
hayatını İslam bilim tarihi araştırmalarına adamış, bu disiplinin yaşayan en büyük otoritesi olarak kabul edilen bir ilim
adamıdır. 30 yıla yakın bir süredir çalışmalarını Frakfurt’ta
bulunan Johann Wolfgang Goethe Üniversitesine bağlı Arapİslam Bilimler Tarihi Araştırmaları Enstitüsü’nde yürütmektedir. Prof. Sezgin’in şarkiyat çalışmaları için kaynak eser haline gelmiş ve hala aşılamamış olan Geschichte des Arabischen
Schrifttums (Arap-İslam Edebiyatı Tarihi) eseri İslam’ın ilk
döneminden itibaren dini ve tarihi edebiyattan coğrafya ve
haritacılığa kadar bütün ana ve yan bilim dallarını konu edinmektedir.
Prof. Sezgin’in İslam bilimler tarihinde eşsiz bir yere
sahip olan bir diğer çalışması ise Coğrafya, Seyahatname,
Matematik ve Astronomi, Tıp, Felsefe, Müzik, Nümizmatik,
Tarih yazımcılığı, bilimler tasnifi ve diğer konularda yazılmış
orijinal eserlerin tıpkıbasımları ile bu konuda araştırmalar
yapmış olan bilim adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren 1300 cilt civarındaki külliyyattır.
Prof. Sezgin, Suudi Arabistan Kral Faysal Vakfı’nın İslami
Bilimler Ödülünü 1978 yılında alan ilk kişidir. Bu ve başka
desteklerle Sezgin, 1982 yılında J.W.Goethe Üniversitesi’ne
bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve 1983’de İslam Bilim Tarihi Müzesini kurdu. Enstitüye bağlı olarak kurduğu müzede Sezgin, İslam kültür çevresinde yetişen bilim
insanları tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini
sergilemektedir. Müzede bulunan objeleri tanıtmak ve İslam
kültür çevresindeki bilimsel gelişmeyi göstermek için hazırladığı Wissenschaft und Technik im Islam isimli kataloğu 2003
yılında yayınlandı ve 2007 yılında İslam’da Bilim ve Teknik
adıyla Türkçeye tercüme edildi.
İstanbul İslam Bilim ve
Teknoloji Tarihi Müzesi
25 Mayıs 2008 tarihinde T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından resmi açılışı yapılmış olan İstanbul
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi,
İstanbul´un en güzel mekânlarından
biri olan Gülhane Parkı´nda, eski saray duvarlarının Has Ahırlar kısmında
3500 m²’lik bir alana yayılmış olarak
bulunmaktadır. İstanbul İslam Bilim ve
Teknoloji Tarihi Müzesi, Prof. Dr. Fuat
Sezgin tarafından İslam yazma eserleri üzerinde on yıllar boyu yürütülen
bilim-tarihsel yoğun araştırma faaliyetlerinin, keşif, rekonstrüksiyon ve
teşhir çalışmalarının bir ürünüdür. Müzede Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği
icat ve keşifler yeniden yapılan kopya
örnekleriyle sunulmaktadır. Orijinal
detaylarına sadık kalınarak hazırlanmış olan eserler miladi 8.-16. yüzyılların bilimsel ve teknik gelişmelerini
yansıtmakta ve ziyaretçisine eşsiz bir
bilimsel yolculuk fırsatı sunmaktadır.
Müzenin temel misyonu; sergilenen alet ve cihazların sağlayacağı somut etkilerle İslam kültür dünyasının sekiz asırlık
yerini belirtmeğe çalışmak, bilim tarihçiliğinin 18. yüzyılda
ortaya çıkıp kalıplaşan gerçek dışı tanıtımını esaslı bir şekilde tashih yoluna gitmek, böylece kitaplarıyla ve teknolojisiyle beslediği batı uygarlığı karşısında düştüğü menfi durumdan
İslam dünyasını kurtarmaktır.
Bilim tarihinin değişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı
bir şekilde takip etme imkânını ilk defa sunmakta olan müze,
Sivil Bakış
dünya çapında bir yenilik arz etmektedir. Astronomi, coğrafya, gemicilik,
zaman ölçümü, geometri, optik, tıp,
kimya, mineraloji, fizik, teknik, mimari ve harp tekniği sahalarında sistematik bir düzenle sergilenen eserler
İslam bilimlerinin büyük keşif ve buluşlarının değişik yollardan Avrupa´ya
geçip orada kabul bulduğunu ve alınarak özümsendiğini de apaçık göstermektedir. Böylece evrensel bilim
tarihinin sürekliliği nefis bir görsel ortamda ziyaretçiye sunulmaktadır.
Halife Me’mûn Küresi
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesinin sembolü de olan Me’mûn küresi, H.198-218/M.813-833 arasında
Abbasi Halifeliği yapan ve Bağdat’ta
Beytu’l-Hikme adında bir bilim merkezi de kuran Me’mûn döneminin önemli
bilimsel çalışmalarından sadece biridir. Bizzat Halife Me’mûn tarafından
kurulan ve yönetilen bir bilim heyeti
tarafından hazırlanan dünya haritası
coğrafya ve haritacılık alanında çığır
açan bir girişim olmuştu. Haritayı çizen bilim kurulu, jeodezik, astronomik ve matematik veri
ve bilgileri toplamadan önce Marinos ve Batlamyus haritalarından da yararlanarak dönemlerindeki mevcut coğrafi çalışmaları yeniden ele almışlardır. Bilim kurulu 3000 civarında
noktanın enlem ve boylam ölçümlerini esas alarak dünyanın
projeksiyon yöntemiyle ilk bilinen haritasını geliştirmişlerdir.
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in yıllar süren çalışmaları sayesinde bu
haritaya dayanarak geliştirilen küre İslam Bilim ve Teknoloji
Tarihi Müzesi önünde ziyaretçileri karşılamaktadır.
59 Sivil Bakış
m Tanıtım
Tanıtım
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
Kutü’l-Amare
»»Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu birçok cephede birden savunma yapmak zorunda
kaldı. Bu savunma cephelerinden biri de Irak’tı. XIX. Yüzyıldan itibaren Mezopotamya bölgesine yönelik hedefleri bulunan İngiltere, özellikle petrol kaynaklarının ele geçirilmesi konusunda ciddi planlar
yaptı. Bu planlar doğrultusunda İngiliz Hindistan İşleri Bakanı Lord Crove, devletinin Ortadoğu’daki
siyasi, stratejik ve ekonomik çıkarlarının garanti altına alması için Basra Körfezi’nin işgalini önerdi. İngiltere hükümeti de Osmanlı İmparatorluğu ile savaşa girme ihtimalini göz önüne alarak, Eylül
1914’te Irak’a çıkarma yapmak üzere hazırlıklara girişti.
60 Sivil Bakış
Bölgedeki önde gelen Arap sülalelere bağımsız
devletler vaat ederek gizli antlaşmalar imzalayan İngiltere, “Irak Cephesi”ne asker sevk etmeye başladı.
Bombay’dan yola çıkarılan İngiliz-Hint birlikleri 23
Ekim’de Bahreyn adalarında toplandı. Irak Sefer Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan General John Nixon’a
“Basra’yı ele geçirip, Bağdat’a yol açması ve Abadan
petrolleriyle boru hatlarının güvenliğini sağlaması”
emredildi. General Nixon, 6. Tümen Komutanı General Barrett’i bu işe memur etti. İngiltere’nin Kasım
1914’te Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle, İngiliz güçleri Şattü’l-Arap yakınında bulunan Fav
mevkiinde karaya çıktı. Böylece yaklaşık dört yüz yıl
Osmanlı hâkimiyetinde kalan Irak’ın bütününe yönelik
saldırıları 22 Kasım 1914’te Basra’nın işgali ile başladı.
Planlı bir şekilde ilerleyen İngiliz-Hint birlikleri
Kurna’yı ele geçirdiler. Irak’ı bir harekât bölgesi olarak görmeyen Başkumandan Vekili Enver Paşa, askeri
açıdan ihmal edilmiş, doğru dürüst kuvvetin bulunmadığı bu cepheye Trablusgarp ve Bingazi tecrübelerine
dayanarak, Basra Valisi-Irak ve havalisi Genel Kumandanı sıfatıyla Süleyman Askeri Bey’i tayin etti. Amaç,
Irak’taki Arap aşiretleri teşkilatlandırarak İngilizleri
durdurmaktı. Enver Paşa gibi Irak’ta mücahitlerle iş
görülebileceğini düşünen Süleyman Askeri Bey, komutası altında bulunan bu kuvvetlerle başlangıçta Ahvaz
ve Nasıriye’yi ele geçirip, Karun nehri boyunca Abadan
petrol borularını tahrip etmesine rağmen, Basra’ya
yapılan Şuaybe hücumunda mağlup olarak geri çekildi. Bu sonuç üzerine “ihanet ve başarısızlığı” birlikte yaşayan Süleyman Askeri Bey intihar etti. İngilizler,
Basra’nın güvenliğini sağlamak ve Bağdat’a giden yolu
açmak için Nasıriye ve Amare’yi ele geçirdiler.
Şuaybe hücumundan önce hastalanan General
Barrett’in yerine, General Charles Townshend atanmıştı. General Townshend, ciddi takviyeler almadan daha
fazla ilerlemeyi sakıncalı görmekteydi. Fakat bir an evvel Bağdat’ın işgalini isteyen üstlerinin baskısı sonucu
emrindeki 6. İngiliz-Hint Tümeni ile 16 kilometrelik bir
cephe üzerinden yürüyüşe geçti. Harekât neticesinde
Bağdat Vilayeti’nin kaza merkezlerinden askeri öneme
sahip “Kutü’l-Amare” 29 Eylül 1915’te düştü. Irak’a
yeni gönderilen Albay Sakallı Nurettin Bey ise komutasındaki Osmanlı kuvvetleriyle Dicle Nehri boyunca geriye çekilerek Selman-ı Pak’ta tahkimata başladı. Tahkimat sırasında Enver Paşa’nın amcası Mirliva Halil Bey,
kolordusuyla birlikte savunma hattına geldi. 22 Kasım
1915’te iki ordu arasında yaşanan şiddetli muharebede
“ölünceye kadar” hücum emrini alan taburların süngü
harbi İngilizlerin 4500’den fazla zayiat vermesiyle neticelendi. Buraya kadar fazla bir mukavemetle karşılaşmadan ilerleyen General Townshend, geri çekilmeye
mecbur olunca Irak cephesindeki durum Osmanlı ordusu lehine değişti. Yıllar sonra, mağlup düşman generali
Araştırma
Araştırma Belge
Yaşanan ricatın akabinde Kutü’l-Amare’de mevzilenen General Townshend, kasabayı sahra usulünde tahkim etmeye başladı. Dicle Nehri sahilindeki bu mevkiye
yerleşen düşman, aslında kapana kısılmıştı. Kendisini
kuşatan Osmanlı kuvvetlerini mağlup etmeden de buradan çıkması imkânsızdı. Ayrıca 6.Tümenin içinde bulunan Hintli askerler, özellikle Müslüman Patanlar din
kardeşleri olan Türklere karşı savaşmak istemedikleri için disiplin sorunlarına ve firarlara yol açarak İngilizler aleyhine bir durum yaratmaktaydı. Düşmanın
içinde bulunduğu durumun farkında olan Mirliva Halil
Bey, General Townshend’e teslim teklifine karar verdi.
Yapılan bu teklifin reddedilmesinin ardından 7 Aralık
1915’ten, 29 Nisan 1916’ya dek sürecek olan “Kut Kuşatması” başladı. Bu sırada, Basra üzerinden gelecek
İngiliz kuvvetlerini durdurmak için gerekli tedbirler
alınırken Başkumandanlık Genel Karargâhı İran, Irak ve
Musul’daki kuvvetlerden müteşekkil iki tümeni VI. Ordu
haline getirerek Alman Mareşal Von Der Goltz Paşa’nın
emrine verdi. Bağdat’a Alman Mareşal’in gelişinin ar-
dından
Ale’l-Garbi’de
neticesiz
muharebeler
yapıldı. Bu muharebeler
sırasında ricat emri veren Sakallı Nurettin Paşa
görevinden alınarak yerine Mirliva Halil Bey Grup
Kumandanlığı’na atandı.
Irak’taki İngiliz Komutanlığı, Townshend kuvvetlerini kurtarmak için
General Fenton Alymer’i
Hintlilerden oluşan bir birliğin başında Fehaliye’ye sevketti. 8000 zayiatla burada da yenilgiye uğrayan İngilizlerin, Ocak ve Mart aylarında Osmanlı savunma hatlarını yarmak için yaptıkları saldırılar da geri püskürtüldü.
Tüm bu başarısızlıklar İngiliz komuta heyetinde değişikliklere yol açtı ve John Nixon’ın yerine atanan General Percy Lake, General F.Alymer’i görevinden alarak yerine General Görringe’i atadı. Nisan ayı boyunca
kuşatmayı yarmak için yapılan İngiliz saldırıları devam
etti ise de hezimetle neticelendi. 22 Nisan’da yapılan
diğer bir kurtarma girişiminden de sonuç alınamadığı
halde, hala kendisine yardım geleceği ümidinde olan
General Townshend, Halil Paşa’nın yaptığı ikinci teslim
teklifini: “Türkler muharebe sırasında daima iyi asker
ve necip insanlardır fakat ben henüz teslim olmayı düşünmüyorum” diyerek reddetti. Açlık ve hastalıklarla
da boğuşan 6. Hint-İngiliz Tümeni için son olarak Dicle Nehri yoluyla 270 ton erzak yüklü “Julnar gemisi”
gönderildi. Bu gemi Osmanlı topçularının ateşiyle ağır
hasara uğrayarak mürettebatıyla birlikte esir alınınca
İngiliz Genel Komutanlığı, Kutü’l-Amare’de kuşatma
altında bulunan General Townshend’e başının çaresine
61 Sivil Bakış
Selman-ı Pak Muharebesi
hakkında: “18.000 kişilik
Türk ordusunu sağ kanadından sarmıştım. Onları
korkunç bir bozguna uğratacaktım. Fakat bu sırada
Kafkasya’dan gelen taze
bir kolordu ile Halil Paşa,
Waterloo’daki
Blücher
gibi muharebe sahasına
çıkageldi… Talihimiz bir
anda değişti böylece…”
Değerlendirmesini yapacaktı.
Sivil Bakış
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
bakmasını emretti.
Artık kurtuluş ümidi ve erzakı kalmamış olan General Townshend, teslim görüşmeleri için Halil Paşa’ya
başvurdu. Müzakereler sırasında General Townshend,
son bir hamle olmak üzere Halil Paşa’ya “Arzu edeceğiniz herhangi bir bankaya, adınıza yazılmış bir milyon İngiliz sterlinlik çek teslim edilecektir. Bu çekin
verilmesine İngiliz hükümeti muvaffakat etmektedir.”
Teklifini sundu. Buna cevaben Halil Paşa ise “Şahsıma
teklif edilen bir milyon sterlinlik çek meselesini bir
latife olarak telakki ediyorum. Biliyorsunuz Baltacı
devirleri geride kaldı.” Şeklinde cevap vererek görüşmeyi sonlandırdı ve taarruz için hazırlığa girişti. Bu
sırada İngilizlerin ünlü casusu Arabistanlı Lawrence,
Kutü’l-Amare’de bulunan tümeni kurtarmak için İngiliz hükümetinin emriyle vazifeli olarak tekrar Mirliva
Halil Paşa ile görüştü ve “Türkiye hükümeti namına İki
milyon liralık çek” teklif etti. Halil Paşa bunu da reddedince cephanelerin imha edilmesi emrini veren General, İngiliz Karargâhı’na gönderdiği telgrafla onay aldıktan sonra ordusuyla birlikte teslim oldu. Halil Paşa,
düşman karargâhında Kut’taki savunmayı ve generali
takdir ederek, kendisinin padişahın ve Türk milletinin
misafiri olduğunu ve kılıcının iade edileceğini söyledi.
Böylece 29 Nisan 1916’da kayıtsız şartsız teslim alınan
Kutü’l-Amare’de Mirliva Halil Paşa ordusuna şu tarihi mesajı yayınladı: 29.4.16 On sekizinci Kolordu
Kumandanlığı’na
Orduma: Arslanlar!
Bugün Türklere şan, İngilizlere kara meydan
olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında şühedamızın ruhları şad ü handan pervaz ederken,
ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ederim.
62 Sivil Bakış
Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı bugün kaydettiren Cenab-ı Allah’a
hamd ve şükür eyleyelim. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü
oldu. İki seneden beri devam eden Cihan Harbi
böyle parlak bir vaka gösteremedi.
Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u
kurtarmaya gelen İngilizler karşısında şehit ve
mecruh olarak üç yüzü mütecaviz zabitle on bin
neferini kayıp eyledi. Fakat buna mukabil bugün
Kut’dan beşi general olmak üzere dört yüz seksen
bir zabitle ceman on üç bin üç yüz neferlik İngiliz
ordusunu teslim alıyoruz. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz ordusuna da bugüne
kadar otuz bin zayiat verdirdik.
Şu iki yekûna sathi bir nazar atfedince cihanı
hayretlere düşürecek büyük bir fark görülecek ve
tarih bu vakayı yazacak kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığını bu
harbde birinci defada Çanakkale’de, ikinci defada
da burada görüyoruz.
Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu
zafer yeni tekemmül eylemekte bulunan vesait-i
harbiyemiz karşısında atideki muvaffakiyatımıza
parlak bir başlangıç olacağına kat’i bir delildir.
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
Kutü’l-Amare Kahramanı
Halil Kut Paşa kimdir?
1882 yılında İstanbul’da doğan Mirliva Halil
Bey, Enver Paşa’nın amcasıydı. Harbiye Mektebi’ni
Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy’la aynı sınıfta okudu. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olarak aktif görevler üstlendi. Rumeli, Selanik ve
Trablusgarp’ta önemli hizmetler ifa etti. Kafkas
cephesinde kolordu komutanı olarak bulunduğu
sırada Irak Cephesi’ne atandı ve adıyla özdeşleşecek olan “Kutü’l-Amare”de büyük bir başarıya
imza attı. Cumhuriyet’ten sonra burada kazandığı
zafere istinaden “Kut” soyadını alan bu büyük asker 1957 yılında hayatını kaybetti. Anıları ölümünden yıllar sonra “Bitmeyen Savaş” adıyla 1972’de
yayınlandı.
29 Eylül 1915’te düşman eline geçen Kutü’l-Amare
böylece geri alınmış oldu ve esir alınan İngiliz Tümeni
Bağdat’a nakledildi. Başta General Townshend olmak
üzere, üst rütbeli general ve subaylar da İstanbul’a getirildi. Tarih boyunca İngilizlerin maruz kaldığı en uzun
süreli kuşatma olan Kutü’l-Amare yenilgisi ise yerli ve
yabancı basında geniş yankı uyandırdı. Gazetelerde
sayfalar dolusu yazılar, mütalaalar ve röportajlar yayınlandı. Beklenmedik bu sonuç, İngilizlerin siyasi ve
ekonomik prestijine darbe vururken Osmanlı ordusunun moralini ve bölgedeki Arapların Osmanlı’ya olan
desteğini daha da arttırdı. İngilizlerin Bağdat’ı ele geçirme hedefi kesintiye uğradı. Fakat bu başarı ne yazık ki devam ettirilemedi. Doğu cephesinde harekâtın
merkezi konumunda olan Irak’ta faaliyetlerini sonlandırmayan düşman kuvvetleri, sürekli asker ve mühimmat sevkiyle güçlenirken, Osmanlı Başkumandanlığı
bölgedeki kuvvetlerini İran ve Sarıkamış’a kaydırarak
cepheyi zayıflattı. Bu durumdan faydalanan yeni Irak
Sefer Kuvvetleri Komutanı General Stanley Maud ordusunun hazırlıklarını ikmal ederek, nihayet 11 Mart
1917’de Bağdat’ı işgale muvaffak oldu.
Zafer ve mağlubiyetin bir arada yaşandığı bu cephede, Kutü’l-Amare ise “Britanya tarihinin en aşağılık
şartlı teslimi” olarak hafızalarda yer edindi. Burada
uğradığı hezimeti hiçbir zaman unutmayan General
Townshend hatıralarına “İngiltere Hükümeti bana bir
ay dayandığım takdirde kurtarılacağımı vaat etmişti,
ben beş ay dayandım ve fakat ne yazık ki verilen söz
tutulmadı… Kutü’l-Amare ve Cehennem eğer benim
olsaydı, herhalde Kutü’l-Amare’yi satar, Cehennemi
muhafaza ederdim” diye yazacaktı. Kuşatmayı bizzat
yaşamış İngiliz subayları ise yıllar sonra İngiltere’de
“Kut Cemiyeti”ni kuracaklardı.
İngilizler ilk hava ikmal denemesini
Kutü’l-Amare’de yapmışlardı
Kut kuşatması sona ermeden önceki günlerde İngiliz Karargâhı, muhasara altında bulunan kuvvetlerine
cephane ve yiyecek ikmali yapabilmek için daha önce
başvurulmamış bir yönetimi denemişti. Askeri tarih
açısından önem taşıyan bu yöntemle ilk defa uçaklarla
havadan ikmal yapılmıştı. 15-29 Nisan 1916 arası yapılan ikmal uçuşlarında Short 184 tipi 225 beygirlik deniz uçakları kullanılmış ancak Osmanlı birliklerinin bu
uçakları mavzer ateşiyle düşürmeleri üzerine bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
63 Sivil Bakış
Bugünün ismine Kut Bayramı namını veriyorum. Umum ordumun kıtaatı her sene bugünü
te’sid ederken şehitlerimize Yasinler, Tebarekeler,
Fatihalar okuyacaktır. Şühedamız cinan-ı ulyatta,
semavatta kızıl kanlarıyla pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimize nigehban olsunlar”
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
Alman askeri mi, yoksa
Türk askeri mi daha cesur?
General Townshend’in fetvaları
Kutü’l-Amare’de savaşlar devam ettiği sırada buraya gelen Almanya’nın Mecklenburg Dükü Adolf Friedrich, bir gün Mirliva Halil Bey’e cepheyi görmek istediğini söylemişti. Bu teklifi kabul eden Halil Bey’le
birlikte cepheyi dolaşan Dük, bir İngiliz esirle konuşmak için izin istemiş ve seçtiği erle aralarında şu konuşma geçmişti: “ Alman askeri mi, yoksa Türk askeri
mi daha cesur?”
Halil Paşa kuşatmayı başarılı bir şekilde devam ettirirken, hem Kutü’l-Amare’deki tümenin hem de onlara yardıma gelen kurtarma ordularının başarısızlığı
erzakın azalmasına neden olmuştu. Bu sebeple şehirde
açlık tehlikesi baş gösterdi. Sebze, meyve ve konservelerin tükenmesi üzerine önce öküzler yendi. Bunlar
da bitince İngiliz askerleri at ve katırları yemeye başladılar. Dini inançları gereği bunları yemeyerek aç kalan Hintli askerlerin sağlığı ise günden güne kötüleşti.
General Townshend, Hintlilere at eti yedirebilmek için
Hindistan’daki İngiliz yetkililerden at eti yemenin caiz
olduğuna dair dini liderlerden fetvalar alınmasını istedi ve aldı. Fakat tüm bu çabalar sonuç vermedi. Hintli
askerler at eti yemeyi reddetmeye devam ederek gittikçe güçten düştüler.
“ Hiç şüphe yok ki Türk askeri, Alman askeri ile
mukayese kabul etmez, Türkler çok daha cesur. Biz
Batı cephesinde, bir iki saatlik topçu ateşinden sonra
ilerliyor, Alman siperlerine giriyor, yerleşiyor ve orada
kalıyorduk. Burada ise altı saat süren topçu ateşinden
sonra boş kaldığını zannettiğimiz Türk siperlerine girdik fakat ummadığımız bir yerden harp safları nizamında bomba ve süngülerle üzerimize atılan Türk askerleri
bizi gördüğünüz gibi toplayıp buraya getirdiler.”
64 Sivil Bakış
Bu cevaba son derece bozulan Dük Adolf Friedrich,
üç-dört İngiliz askerine daha aynı soruyu sorup benzer
cevaplar alınca Mirliva Halil Bey’in elini sıkarak “Pek
mükemmel piyadeniz var” demiş ve hayranlığını gizleyememişti.
Hintli askerlere at eti yedirememişti
General Townshend Kimdir?
1861 yılında doğan General Charles Vere Ferres
Townshend, asker kökenli bir ailenin çocuğu idi. Eğitimini İngiliz Kraliyet Askeri Akademisi’nde tamamladıktan sonra Sudan ve Hindistan’daki harekâtlara katıldı.
Britanya Hint Ordusu’nun en iyi askeri birliklerinden
olan 6.Tümenin başında Irak’ta görevlendirildi. Bura-
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
da Kutü’l-Amare’yi yaklaşık 5 ay boyunca savunduktan sonra Halil Paşa tarafından ordusuyla birlikte esir
alındı. İstanbul-Büyükada’da savaş sonuna dek ikamet
ettirilen General, Mondros Mütarekesi için İngiltere ile
Osmanlı İmparatorluğu adına arabuluculuk yaptı. 1920
yılında askerlikten emekliye ayrıldı ve milletvekili seçildi. 1924 yılında ölen General Townshend, anılarını
“Mezopotamya Seferim” adıyla yayınladı.
Halil Paşa’nın Kutü’l-Amare zaferini müjdeleyen
Dâhiliye Nezareti’ne çektiği telgraf
Dâhiliye Nezareti Celileye:
Bi-avnillahi teala bugün Kutü’l-Amare mevki-i müstahkemi zabt ve işgal edildi. Beşi general olmak üzere
beş yüz zabit ve on üç bin İngiliz askeri esir alındığını
arz ve tebşir eylerim. 29 Nisan (19)16
Bağdat Valisi ve Altıncı Ordu Kumandan Vekili Mirliva Halil
Kut Şehitliği
Kutü’l-Amare’de şehit olan 350 subay ve 10.000
Osmanlı askeri için 1920 yılında bir şehitlik inşa edilmiştir. Etrafı duvarlarla çevrili büyük bir anıt şeklinde
bulunan bu yerde 7’si subay 43’ü er olmak üzere 50
şehidin mezarı bulunmaktadır.
Hazırlayan Emre GÜL
65 Sivil Bakış
Hintli Müslüman askerler Halife’nin ordusuna karşı
savaşmamak için isyan etmişti Kutü’l-Amare’de, Osmanlılara karşı savaşmak üzere getirilen Hint Müslümanları, Halife’nin askerleri olan Müslüman Türklere
karşı savaşmak istemedikleri için toplu olarak isyan
etmişlerdi. Yaşanan muharebelerde kendi saflarında
bulunan İngilizlere ateş açan bu Hintli Müslüman askerler, fırsat buldukça kaçarak Osmanlı ordusuna katılmışlardı. İngiliz Tümeni içerisinde disiplinsizliğe ve moral
çöküntüsüne sebep olan bu olaylardan faydalanan Halil
Paşa, sadece Müslüman Hintliler üzerinde değil, gayr-i
Müslim Hint askerleri üzerinde de etkili olmak için propaganda ile psikolojik harbe başladı. Kutü’l-Amare’ye
ulaştırılan bildiriler yoluyla Müslümanlar Halife’nin
ordusuna katılmaya teşvik edilirken, Gayr-i Müslim
Hintliler İngiliz emperyalizmi üzerinden isyana davet
edilmişti.
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
‘ASKERİ MAHKEMELER ’İN
HİÇ BULUNMADIĞI
ANAYASALAR
‘ASKERİ MAHKEMELER ’İN HİÇ BULUNMADIĞI ANAYASALAR
ABD
GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ
LİTUANYA
ARJANTİN
GÜRCİSTAN
MACARİSTAN
ARNAVUTLUK
HIRVATİSTAN
MALEZYA
AZERBAYCAN
HİNDİSTAN
NORVEÇ
BULGARİSTAN
HOLLANDA
ROMANYA
ÇEK CUMHURİYETİ (*)
İSRAİL
RUSYA FEDERASYONU
DANİMARKA
İSVEÇ
SİNGAPUR
ESTONYA
İSVİÇRE
SLOVAKYA
FİNLANDİYA
JAPONYA
UKRAYNA
FRANSA
KAZAKİSTAN
Madde 110 [Askeri Mahkemeler]
31 Aralık 1993 tarihine kadar, yargı askeri mahkemeleri
de içine alacaktır.
ni almaya, sivil mahkemelerin fonksiyonlarının devam ettiği
yerlerde askeri mahkemelere ve bürolara siviller üzerinde
yetki vermeye, salıverme müzekkerelerinin önceliğini kendiliğinden askıya almaya cevaz veremez. (…)
2. Yalnızca Divan-ı Harp Uygulamasına Cevaz Veren Anayasalar
AVUSTURYA ANAYASASI
MADDE 84 [Askeri Mahkemeler]
Askeri yargı, savaş dönemleri hariç, ilga olunmuştur.
FİLİPİNLER ANAYASASI
MADDE 7
66 Sivil Bakış
Yürütme Kısmı
Bölüm 18: Sıkıyönetim hali; Anayasanın işleyişini askıya
almaya, sivil mahkemelerin veya yasama meclislerinin yeri-
GÜNEY KORE ANAYASASI
MADDE 27
[Yargılama Hakkı] (…)
(2) Aktif askerlik hizmeti yükümlülüğü olmayan vatandaşlar veya askeri kuvvet çalışanları, Kore Cumhuriyetinin
topraklarında Divan-ı Harp tarafından yargılanamaz. Ancak,
kanunla belirlenen önemli gizli askeri bilgiler, nöbetçiler, nöbet yerleri, zararlı yiyecek ve içeceklerin arzedilmesi, savaş
esirleri ve askeri eşya ve vasıtalar ile ilgili suçlar ile olağanüstü sıkıyönetim ilan edilmesi durumu istisnadır.
Araştırma
Araştırma Belge
MADDE 110
Sivil Bakış
BÖLÜM VII-ASKERİ MAHKEMELER VE YARGIÇLAR
1) Sıkıyönetim mahkemeleri, askeri davalar üzerindeki
yetkilerini kullanmak üzere, özel mahkemeler biçiminde tesis olunabilirler. (…)
MADDE 122. Aşağıdakiler Askeri Yargının unsurlarıdır (…)
(4) Olağanüstü sıkıyönetim kanunu muvacehesinde yürütülen askeri yargılamalarda, askerlerin ve silahlı kuvvetler
çalışanlarının suçları; askeri casusluk suçları; kanunla tanımlanmış olmak kaydıyla nöbetçiler, nöbet yerleri, zararlı yiyecek ve içeceklerin arzı konularıyla bağlantılı suçları ve ölüm
cezası durumu istisna olmak üzere savaş esirleri için müracaat edilemez.
MADDE 124
SLOVENYA ANAYASASI
MADDE 126
(Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargı Çevresi) (…)
(2) Olağanüstü yetkili mahkemeler hiçbir şekilde kurulamaz. Askeri mahkemeler de, barış zamanında, kurulamazlar.
YUNANİSTAN ANAYASASI
MADDE 96
(Olağan Ceza Yargısı) (…)
II. Kanunla belirlenen Askeri Mahkemeler ve Yargıçlar.
Askeri Mahkemeler, kanunla tanımlanmış askeri suçların
yargılanması ve hukuki prosedürlerin yürütülmesi hususlarında yetkilidir.
Özel paragraf-Kanun, Askeri Mahkemelerin teşkilat, işleyiş ve yetkileriyle ilgili hükümleri düzenler.
FEDERAL ALMANYA ANAYASASI
MADDE 96: [Federasyonun diğer mahkemeleri] (…)
(2) Federasyon, Silahlı Kuvvetler için askeri ceza mahkemelerini Federal Mahkeme olarak kurabilir. Bu mahkemeler,
ancak ulusal savunma halinde ve yalnız yabancı ülkelere gönderilmiş veya savaş gemilerine bindirilmiş silahlı kuvvetler
üyeleri hakkında ceza kovuşturmasını yapabilir. Konunun ayrıntıları federal bir yasayla düzenlenir. Bu mahkemeler, Federal Adalet Bakanlığının görev alanına bağlıdır; bunların asıl
üyeleri, yargıçlık yeterliğine sahip olmalıdırlar.
(3) 1. ve 2. fıkralarda sayılan mahkemelerin üst mahkemesi, Federal Temyiz Mahkemesidir.
(4) Özel Kanunlar, aşağıda sayılan hususları düzenler:
(a) Kara Kuvvetler, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri
sıkıyönetim mahkemeleri. Siviller, bu sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanamazlar.
3. KANUNLA DÜZENLEME YAPILMASINI
KABUL EDEN ANAYASALAR
BELÇİKA ANAYASASI
Madde 157 [[Askeri, Ticari ve İş Mahkemeleri]
(1) Özel kanunlar askeri mahkemelerin teşkilatını, yetkilerini, bu mahkemelerin üyelerinin hak ve yükümlülükleri ile
birlikte görev sürelerini de kapsar.
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ ANAYASASI
MADDE 172 [Askeri Mahkemeler]
Askeri mahkemeler Ordu, Jandarma, polis ve İslami Devrim Muhafızları Ordusu üyelerinin işledikleri askeri ve güvenlikle ilgili suçları araştırmak için kanunla kurulur. Bununla
birlikte bunlar, genel suçlar veya yürütme göreviyle ilgili
adalet hizmeti verirken işledikleri suçlar için sivil mahkemelerde yargılanırlar. Askeri savcı ofisi ve askeri mahkemeler,
yargının bir parçasını oluştururlar ve yargıyı düzenleyen aynı
ilkelere tabidirler.
İSPANYA ANAYASASI
Yargı Kuvveti Bölüm 117
MADDE 92
Aşağıdakiler Yargı Kuvvetinin unsurlarıdır: (…)
VI. Askeri Mahkemeler ve Yargıçlar;
(5) Yargının birliği ilkesi, mahkemelerin teşkilat ve işleyişinin temelini oluşturur. Kanun, Anayasadaki ilkelere uygun olarak, askeri yargının sıkı bir biçimde askeri çerçeve
dâhilinde olmak üzere ve örfi idare halinde (sıkıyönetim kanunu) hareket etmesinin kurallarını koyar.
67 Sivil Bakış
BREZİLYA ANAYASASI
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
İTALYA ANAYASASI
MADDE 103 [Danıştay, Sayıştay, Askeri Mahkemeler](…)
(3) Askeri mahkemelerin, savaş zamanında, kanunla belirlenmiş yargılama yetkileri vardır. Barış zamanlarında ise
yalnız silahlı kuvvetlere mensup üyeler tarafından işlenen
askeri suçlar için yargı yetkisini kullanırlar.
Bölüm II Yargı Kuralları
MADDE 111 [Yasal Süreçler] (…)
(7) Genel veya özel mahkemeler tarafından verilen birey özgürlüğüne ilişkin hüküm ve önlemlere karşı Yargıtay’a
yapılan başvurularda daima kanun ihlali göz önünde tutulur.
Bu maddelerden sadece, savaş zamanında askeri mahkemeler tarafından verilen hükümler söz konusu olduğunda sarf-ı
nazar edilebilir.
lerini düzenler.
POLONYA ANAYASASI
MADDE 175
(1) Polonya Cumhuriyetinde yargı yönetimi; Yüksek
Mahkeme, genel mahkemeler, idari mahkemeler ve askeri
mahkemeler tarafından yürütülür.
(2) Olağanüstü mahkemeler veya seri muhakeme usulleri yalnızca savaş zamanında kurulabilir.
MADDE 183
Anayasa Mahkemesi; genel ve askeri mahkemelerin yargılamaları ile ilgili temyiz makamıdır. (…)
PORTEKİZ ANAYASASI
KOLOMBİYA ANAYASASI
MADDE 116
Anayasa Mahkemesi, Adalet Yüksek Mahkemesi, Danıştay,
Yargı Yüksek Konseyi, Genel Savcı (Fiscalía General de la
Nación), Mahkemeler ve yargıçlar tamamı yargıyı idare ederler. Askeri suç yargı sistemi de yargının idaresindedir.
MADDE 221
Aktif görevdeyken ve görevleriyle ilgili işlediği suçlar sebebiyle Kamu gücü mensupları, Askeri Ceza Kanunu hükümlerine uygun biçimde sıkıyönetim veya askeri mahkemelerde
yargılanırlar.
MADDE 211
(Hukuku mahkemelerinin sorumlulukları ve görev alanları) (…)
3. kanunda belirtileceği üzere, işlenen suçların tamamen
askeri nitelik gerektirdiği herhangi bir durumda mahkemelerin terkibi, bir veya daha fazla askeri hâkimin bulunmasını
gerektirir.
MADDE 213 (Sıkıyönetim mahkemesi)
Savaş hali süresince, sıkıyönetim mahkemesi tamamıyla
askeri nitelikli suçların yargılanmasını yürümek üzere kurulur.
BÖLÜM IV: Kamu Başsavcısının Ofisi
LETONYA ANAYASASI
MADDE 82 [Mahkeme Düzeni]
Letonya’da mahkeme davaları bölge (şehir) mahkemeleri, bölgesel mahkemeler ve Yüksek Mahkeme tarafından
görülür. Ancak savaş durumunda veya bir olağanüstü halde,
askeri mahkemelerce de ele alınır.
MADDE 219 (…)
3. Kanun, Kamu Başsavcısının Ofisine, tamamen askeri
suçları ilgilendiren davalarla ilgili olmak üzere özel destek
modelleri sağlar.
1961 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
III. Hâkimlik Mesleği
MADDE 86 [Hukuk Devleti]
MADDE 134. (…)
(…) Askeri mahkemeler bir özel esasında hareket ederler.
Askerî hâkimlerin yaş haddi kanunla belli edilir.
VII. Askerî Yargı
LÜKSEMBURG ANAYASASI
68 Sivil Bakış
MADDE 94 [Askeri Mahkemeler, İş ve Sosyal Güvenlik Yargısı]
(1) Özel kanunlar askeri mahkemelerin teşkilatını, görevlerini ve haklarını, yükümlülükleri ile üyelerinin görev süre-
MADDE 138.
Askerî yargı, Askerî Mahkemeler ve Disiplin Mahkemeleri
tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin askerî
olan suçları ile, bunların asker kişiler aleyhine veya askerî
mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak
işledikleri suçlara ait dâvalara bakmakla görevlidirler.
Araştırma
Araştırma Belge
Sivil Bakış
Askerî Mahkemeler asker olmayan kişilerin özel kanunda
belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa
ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî mahallerde
askerlere karşı işledikleri suçlara bakmakla görevlidirler.
nun, ayrıca askerî hâkimlerin yargı hizmeti dışındaki askerî
hizmetler yönünden askerî hizmetlerin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerini
de gösterir.
Askerî Mahkemelerin, savaş veya Sıkıyönetim hallerinde
hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili olduğu kanunla gösterilir.
VENEZÜELLA ANAYASASI
Askerî Mahkemelerde üyelerin çoğunluğunun hâkimlik niteliğine sahip olması şarttır. [Ancak, savaş halinde bu şart
aranmaz]
Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî
hâkimlerin özlük işleri, askerî savcılık görevlerini yapan
askerî hâkimlerin refakatinde bulundukları komutanlarla
ilişkileri mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve
askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir.
1982 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
C. Hâkimlik ve savcılık mesleği
Madde 261: Askeri suç yargısı, Yargı Kuvvetinin tamamlayıcı bir parçasıdır ve yargıçları rekabetçi bir süreç sonunda seçilirler. Yetki alanı, teşkilatı ve işleyiş biçimleri ithama
dayalı sistem tarafından ve Askeri Yargı Organik Kanununa
uygun olarak tanzim edilir. Genel suçlar komisyonu, insan
hakları ihlalleri ve insanlık hakları ihlalleri sivil yargı mahkemeleri tarafından görülür. Askeri mahkeme yargısı, askeri bir
nitelik taşıyan suçlarla sınırlıdır. Bu Anayasada belirtilmediği
sürece mahkemelerin özel yargılama, yetki, teşkilat ve işleyişi kanunla düzenlenir.
4. ANAYASADA İFADE BULDUĞU HALDE NASIL
DÜZENLENECEĞİ BELİRTİLMEYEN ANAYASALAR
MADDE 140. (…)
Hâkimler ve savcılar altmışbeş yaşını bitirinceye kadar
hizmet görürler; Askerî hâkimlerin yaş haddi, yükselme ve
emeklilikleri kanunda gösterilir.
H. Askerî yargı
MADDE 145.
Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri
tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin; askerî
olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî
mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak
işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.
Askerî mahkemeler, asker olmayan kişilerin özel kanunda
belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa
ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî mahallerde
askerlere karşı işledikleri suçlara da bakmakla görevlidirler.
Askerî mahkemelerin savaş veya sıkıyönetim hallerinde
hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili oldukları; kuruluşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde adlî yargı hâkim
ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla düzenlenir.
ÇİN HALK CUMHURİYETİ ANAYASASI
MADDE 124 [Yüksek Halk Mahkemesi]
(1) Çin Halk Cumhuriyeti Yüksek Halk Mahkemesi ile farklı
seviyelerdeki yerel halk mahkemeleri, askeri mahkemeler ile
diğer özel halk mahkemelerini kurar.
ENDONEZYA ANAYASASI
MADDE 24 (…)
(2) Yargı Kuvveti, bir Yüksek Mahkeme ve bunun altındaki
genel mahkemeler, din işleri mahkemeleri, askeri mahkemeler ve idari mahkemeler tarzındaki yargısal bünyeler ile Anayasa Mahkemesi tarafından icra edilir.
(3) Fonksiyonları itibariyle Yargı Kuvvetiyle ilişkili olan
diğer kurumlar, kanun tarafından düzenlenir.
69 Sivil Bakış
Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî
hâkimlerin özlük işleri askerî savcılık görevlerini yapan askerî
hâkimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık
ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı,
askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. Ka-
Sivil Bakış
YÜKSEK ASKERİ MAHKEME’YE
HİÇ YER VERİLMEYEN
ANAYASALAR
YÜKSEK ASKERİ MAHKEME’YE HİÇ YER VERİLMEYEN ANAYASALAR
ABD
HİNDİSTAN
POLONYA
ARJANTİN
HOLLANDA
PORTEKİZ
ARNAVUTLUK
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ
ROMANYA
AVUSTURYA
İSPANYA
RUSYA FEDERASYONU
AZERBAYCAN
İSRAİL
SİNGAPUR
BELÇİKA
İSVEÇ
SLOVAKYA
BULGARİSTAN
İSVİÇRE
1876 KANUNİ ESASİSİ
ÇEK CUMHURİYETİ
İTALYA
1921 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
ÇİN HALK CUMHURİYETİ
JAPONYA
1924 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
DANİMARKA
KOLOMBİYA
İDEAL ANAYASA ÖNERİSİ
ENDONEZYA
LETONYA
UKRAYNA
ESTONYA
LİTUANYA
VENEZÜELLA
FEDERAL ALMANYA
LETONYA
YUNANİSTAN
FİLİPİNLER
LİTUANYA
İDEAL ANAYASA ÖNERİSİ
FİNLANDİYA
LÜKSEMBURG
UKRAYNA
FRANSA
MACARİSTAN
VENEZÜELLA
GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ
LÜKSEMBURG
YUNANİSTAN
GÜNEY KORE
MACARİSTAN
VENEZÜELLA
GÜRCİSTAN
MALEZYA
YUNANİSTAN
HIRVATİSTAN
NORVEÇ
VENEZÜELLA
70 Sivil Bakış
YUNANİSTAN
Sivil Bakış
YÜKSEK ASKERİ MAHKEME’
YER ALAN ANAYASALAR
Madde 122. Aşağıda sayılanlar Askeri Yargının bünyeleridir:
I. Askeri Yüksek Mahkeme;
II. Kanunla kurulmuş Askeri Mahkemeler ve Yargıçlar.
Madde 123. Askeri Yüksek Mahkeme, adaylıkları Federal Senato tarafından onaylandıktan sonra, Cumhuriyetin Başkanınca atanan, tamamı aktif görevde olan ve
kariyerlerinin en üst seviyesindeki üçü Deniz Kuvvetleri
Generalleri arasından, dördü Kara Kuvvetleri Generalleri
arasından, üçü Hava Kuvvetleri Generalleri arasından ve
beşi sivillerden seçilen onbeş yargıçtan oluşur.
Müstakil Paragraf-Sivil yargıçlar, Cumhuriyetin Başkanı tarafından otuzbeş yaşını aşmış Brezilyalılar arasından
aşağıda gösterildiği üzere seçilir.
I. Üçü seçkin hukuk bilgisi ve ahlaki davranışı ile temayüz etmiş ve on yılın üzerinde etkin mesleki tecrübe
sahibi avukatlar arasından;
II. İkisi, eşit seçim yoluyla, müfettiş yargıçlar ve Askeri
Yargı Savcılık üyeleri arasından.
1961 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
III. Hâkimlik Mesleği
MADDE 134. (…)
Askerî hâkimlerin yaş haddi kanunla belli edilir.
V. Mahkemelerin Kuruluşu
MADDE 136. (…)
Cumhuriyet Başsavcısı, Başkanunsözcüsü ve Askerî Yargıtay Başsavcısı, yüksek mahkemeler hâkimleri hakkındaki hükümlere tâbidir.
VII. Askerî Yargı
MADDE 138.
Askerî yargı, Askerî Mahkemeler ve Disiplin Mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin
askerî olan suçları ile, bunların asker kişiler aleyhine veya
askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle
ilgili olarak işledikleri suçlara ait dâvalara bakmakla görevlidirler.
Askerî Mahkemeler asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî
mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara bakmakla
görevlidirler.
Askerî Mahkemelerin, savaş veya Sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili olduğu
kanunla gösterilir.
Askerî Mahkemelerde üyelerin çoğunluğunun hâkimlik
niteliğine sahip olması şarttır. [Ancak, savaş halinde bu
şart aranmaz]
Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî
hâkimlerin özlük işleri, askerî savcılık görevlerini yapan
askerî hâkimlerin refakatinde bulundukları komutanlarla
ilişkileri mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve
askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir.
II. Danıştay
71 Sivil Bakış
BREZİLYA ANAYASASI
Sivil Bakış
MADDE 140. (…)
Asker kişilerle ilgili idarî eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askerî Yüksek İdare Mahkemesince yapılır. Askerî
Yüksek İdare Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama
usûlleri, başkan ve üyelerinin nitelikleri ile atanmaları,
disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre, kanunla düzenlenir.
III. Askerî Yargıtay
MADDE 141.
Askerî Yargıtay, Askerî Mahkemelerden verilen karar ve
hükümlerin son inceleme merciidir. Ayrıca, asker kişilerin
kanunla gösterilen belli dâvalarına ilk ve son derce mahkemesi olarak bakar.
Askerî Yargıtay üyeleri en az albay rütbesinde birinci
sınıf askerî hâkimler arasından Askerî Yargıtay Genel Kurulunun üye tamsayısının salt çoğunluğu ile her boş yerin
üç misli olarak gösterdiği adaylar arasından Cumhurbaşkanınca seçilir.
Askerî Yargıtay Başkanı, Başsavcısı, ikinci Başkanı ve
daire Başkanları Askerî Yargıtay üyeleri arasından rütbe ve
kıdem sırasına göre atanırlar.
Askerî Yargıtay'ın kuruluşu, işleyişi, yargılama usûlleri
ve üyeler hakkındaki disiplin ve özlük işleri, mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir.
1982 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
C. Hâkimlik ve savcılık mesleği
MADDE 140
Hâkimler ve savcılar altmışbeş yaşını bitirinceye kadar
hizmet görürler; Askerî hâkimlerin yaş haddi, yükselme ve
emeklilikleri kanunda gösterilir.
72 Sivil Bakış
H. Askerî yargı
MADDE 145.
Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin;
askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya
askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile
ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler.
Askerî mahkemeler, asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen
görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen
askerî mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara da
bakmakla görevlidirler.
Askerî mahkemelerin savaş veya sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili oldukları; kuruluşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde adlî
yargı hâkim ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla
düzenlenir.
Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî
hâkimlerin özlük işleri askerî savcılık görevlerini yapan
askerî hâkimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı,
hâkimlik teminatı, askerlik hizmetinin gereklerine göre
kanunla düzenlenir. Kanun, ayrıca askerî hâkimlerin yargı
hizmeti dışındaki askerî hizmetler yönünden askerî hizmetlerin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerini de gösterir.
D. Askerî Yargıtay

Benzer belgeler