- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
M a y ı s 2 0 12 s a y ı 14
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
yeryüzünün
yaşayan
insan
tanrısı
HIZIR
“Dahili işlerimizden en mühim bir safha
varsa o’da Dersim meselesidir.
Dahilde bulunan işbu yarayı, bu korkunc
çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa
olsun yapılmalı ve bu hususta en acıl kararların alınması için, hükümete tam ve geniş
selahiyetler verilmelidir”. - m.k. atatürk paşa
1600 yıllık
surp karapet ermeni manastırı
ahır olarak kullanılıyor!
Dersim
Alevistan
Zazaistan
batı anadolu
alevileri
asimilasyonun
eşiğinde mi?
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
[email protected]
tel: 01774577978
Stuttgart temsilcisi:
ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres:
bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 Mayıs 2012 sayı: 14
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
sayfa 04: can cana ............................................................... ali ülger
sayfa 05: batı anadolu alevileri asimilasyonun eşiğinde mi?
....................................................... hüseyin demirtaş
sayfa 10: eksikliğimiz kendimizdedir, yeryüzünün yaşayan
ölümsüz insan tanrısı hızır .................. adnan cangüder
sayfa 14: Dersim, Alevistan, Zazaistan ..................... ayşe hür
sayfa 17: Dersimliler’in Türkiye Cumhuriyeti Yeni Anayasası
ile İlgili Görüş ve Beklentileri ............. Mısletê Dêsımi
sayfa 19: ....................................................................... ali usta
sayfa 20: unutulan bir tunceli dergisi: tunceli gecesi (1960-1961)
................................................... yrd.doç.dr. galip alçıtepe
sayfa 22: İçişleri Bakanı Zerdüştlük ve Yezidilik’e taktı
.............................. http://www.demokrathaber.net
sayfa 23: Bir Grup Ermeni Aydın Hürriyet Gazetesine karşı
Kampanya Açtı ........... Nadya Uygun Dr. Sarkis Adam
sayfa 24: Bu ‘sükût’un bir anlamı olmalı ..Yetvart Danzikyan
sayfa 26: zazaca ders .............................................. ilhami sertkaya
sayfa 28: domoneniya made odetu tore kırmanciye..sait bakşi
sayfa 29: zından ..................................................... mehdi tanrıkulu
sayfa 29: lorî lorî ................................................. ahmet güven
sayfa 30: insanı nereye koyalım? ................................ cennet bilek
sayfa 31: An die Vorstandsmitglieder des Vereins
Lepsiushaus Potsdam e.V. .......................... ali ülger
sayfa 32: tarihe tanık belgeler.............................................................
sayfa 33: sakallı nurettin paşalar .................... ragıp zarakolu
sayfa 34: ‘1915’te Ermeni çocuklar pazarda satıldı’
sayfa 34: Mutfak bezleri ...................... Necmettin Yalçınkaya
sayfa 35: Atatürk Hitler’e neler yazmıştı .........................................
sayfa 37: Bu soykırımdır Sayın Başbakan
............................................. Prof. Dr. Taner Akçam
sayfa 38: Süryaniler ve Yakındoğu .................. Dr. İsmail Beşikçi
sayfa 43: beşikçi kütüphanesi açıldı. ................... hatice çevik
sayfa 45: 1 Mayıs, Emekçilerin Birlik, Dayanışma ve Mücadele
Günümüdür Gerçekten? ................... Sarkis Hatspanian
sayfa 47: Sachsenhausen’dan Aşkale’ye... ......... recep maraşlı
sayfa 52: Pontos Jenocidi ................................... Ali Sait Çetinoğlu
sayfa 55: KRİTOVULOS TARİHİ ...........................................
sayfa 57: Büyük Türk-Kürt İttifakı ....................... Hasan Bildirici
sayfa 58: Anma’da Politikacılar ve Din adamları Elele ...........
sayfa 60: türkiye’nin nazileri ........................................ serdar kaya
sayfa 62: Kripto Ermenilerle ilgili yeni bir belgesel:
“Menk Kank…” (Biz varız)
sayfa 62: Dersim Eremenileri etnografyası ...... Kevork Halaçyan
sayfa 63: 649 Dersimli’nin ölüm tutanağı ................................
sayfa 64: kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte
askeri faşist bir diktatörlüktür. .... ibrahim kaypakkaya
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Domuzdan post;
CHP’den dost olmaz!..
4 Mayıs Desim Tertelesini lanetleme günü ilan edildi. Hayırlı bir
iştir. Siyasette saflığa körlüğe hayat hakkı olmaz. Desim Tertelesini
kimler, ne için yas ilan etti?
Asıl buranın aydınlatılması gerekiyor. Karanlıkta tutulmaya çalışılan
nedir? “Yavuz hırsız ev sahibini
bastırır” misali CHP soykırımcılarını başını çektiği bir girişim var...
Burada karanlık, kanlı siyaset ile
biz Desimlilere yeni tuzaklar kurulmadığının ne garantisi var?
Soykırımcı, ırkçı, inkarcı, faşizan
ve asimilasyoncu CHP den medet umup siyasetine katılanların
akibetinin kınalıkeklik rayber gibi
olacaklarını hatırlatırız!....
İlan edilen TERTELE (soykırım)
günü, 4 Mayısta Sabiha Gökçen
Havaalanı önünde basit ve gayri
ciddi bir bildiriyle, kendilerini
tatmin eden döküntü solcular CHP
saflarında AKP-İslam düşmanlığı
siyasetiyle başta Desime ve Kızılbaşlara zararlı işler yaptılar...
CHP’in AKP’in ekmeğine yağ
sürdüler
Domuzdan post, CHP’dost olmaz!
Emir kulu devşirme olan Sabiha
Gökçen’e gidene kadar, Genelkurmay Başkanlığı, CHP genel merkezi ve Anıtkabire gidilmeliydi!..
Sessizce bir kara çelenk bırakıla
can
cana
ali ülger
bilinirdi!..
Bu haklı davanın tüm etkinlikleri,
devletten ve devlet partilerinden
bağımsız olarak işlenmelidir .
Desim TERTELESİNİN birinci
dereceden sorumlusu devletin
kendisidir !
***
Onur Öymen’in “Desim gibi
yapalım” önerisine neden beyaz
alevi dernek ve vakıflarından ciddi
bir tepki gelmedi ?
Kadıköy Alevi mitingine 200 bin
insan katılırken, biz Dersimlilerin Öymen’e tepki olarak gene
Kadıköy’de düzenledikleri mitinge
beyaz alevi örgütlenmeleri biz
Desimleri desteklemediler. Desim
mitingine katılmadılar. AABF’
CHP’den milletvekili adaylığı yapanlara da söz hakkı verilmişti.
Memlekette ve dışarıdaki alevi
örgütlenmelerinde yönetim ve
tabanda bulunanların %95 Türk
olmayan Kızılbaşlardan oluştuğunu da gözardı etmeyelim!
Beyaz Alevi örgütlenmelerinde
bulunan
Kızılbaş Kürt’e
Kızılbaş Zaza’ya
Kızılbaş Türkmen’e
Önerimiz; Yakın tarihleriyle yüzleşmeleridir!...
CHP, Devlet siyasetinden feragat
edip, kendinize ve Kızılbaş toplumuna zarar vermeyiniz!..
***
Ermeni soykırımında demokratik
bir siyaset sunmayanların kendi
sorunlarının çözümlerine yönelik
demokratik öneriler-çözümler
üretmeleri mümkün değildir.
Bochum mitinginde R. T.
Erdoğan’ı Ermeni Soykırımını
tanımadığı için kürsüden eleştiren
AABF Sekreteri sayın Ali Doğan’a
bir hatırlatma; Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin
Belçika’da düzenlediği ’’Ermeni
siyaseti nasıl olmalıdır ?’’ brifingine katılan AABF Genel Başkanı
Turgut Öker bugüne kadar hangi
siyaseti işletti?
AABF’ in Ermeni Soykırımını tanıyan herhangi bir kararı var mı?
Yoksa; karar alınması yönünde bir
öneriniz var mı?
***
Beyaz Alevi örgütlenmelerinde bulunan Kızılbaşların içinde
bulundukları durumun vahameti
çok acı bir gerçeğimizdir. Koçgiri ve Desim soykırımları sonrası
uygulanan devletin asimilasyon
politikalarının ürettiği tahribatı
ile yabancılaştırılmayı göstermesi
açısından hayati önem taşımaktadır…
can cana
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
batı anadolu alevileri
asimilasyonun eşiğinde mi?
Son on yılda Türkiye’de Alevilik ve
Bektaşilik üzerine bir enformasyon
patlaması yaşandı. Çok yazılır çizilir
oldu. Deyim yerindeyse Türkiye ve
dünyada bir „Alevi Rönesansı“ yaşanıyor. Ancak yazılıp söylenenler daha
çok genellemeci yanıyla ve büyük ölçüde Alevi toplumunun gerçekliğini
ve bugün yaşananları yansıtmaktan
oldukça uzak olmalarıyla dikkat çekiyordu. Kitaplar, makaleler ve konuyla
ilgili açık oturumlar, sanki Aleviler bu
toplumda yaşamıyormuşçasına ütopik
kaçıyordu. Aleviliğin yerel, farklı ve
çeşitli renklerini ele almaktan uzak bir
havada idiler. Bu yazıda işte bu değinilmeyen boyutlardan birini gündeme
getirerek, Batı Anadolu Alevilerinde,
özellikle Kütahya, Eskişehir ve kısmen
Manisa ve Balıkesir yöresinde yaşanan
kimlik krizi ve asimilasyon sürecine
değinmek istiyorum.
Bence Türkiye ve Avrupa’daki Alevi
kurum ve kuruluşlarının öncelikle örgütlenme, cemevi yapma ve devletten
nasıl para koparabilirimden çok batı
bölgelerinde yaşayan Aleviler arasındaki yozlaşma ve yer yer asimile olmaya karşı alınacak önlemler üzerinde
yoğunlaşmaları gerekiyor.
Burada portresini çizmeye çalışacağım Alevi köyünün özelliklerini okudukça bazılarınızın içinden „Hiç böyle
Alevilik ve Alevi köyü olur mu?“ dediğini duyar gibi oluyorum. Evet, sanıldığı gibi Türkiye’de Alevilik ve Alevi
Toplumu tek boyutlu ve homojen değil.
Burada kendi köyüm Kütahya’nın Hisarcık İlçesine bağlı iki binin üzerinde
nüfusu olan ve 1998’de belediye olan
Şeyhler’i tanıtmaya çalışacağım. Burası çevresindeki Sünni köylerin arasında sıkışmış kalmış beş Alevi yerleşiminin en büyüğüdür. Bugüne kadar
belde halkının çevredeki Sünni köylerle farklı inançtan kaynaklanan hiç bir
ciddi problemi olmamıştır denilebilir.
Tabii bu arada beldemizin yolu Dereköy adında oldukça katı Sünni bir başka beldenin içinden geçtiğinden, bura
halkından bazılarının sebzeci vs. gibi
gezici esnafı, „Orası kızılbaş köyüdür,
gitmeyin“ diye geçirmedikleri gibi kü-
hüseyin demirtaş
çük olayları ve beldemize Alevi olmasından dolayı zaman zaman aşağılayıcı
bir gözle bakıldığını saymazsak.
ALEVİ KÖYÜNDE İKİ CAMİİ
Beldemizde iki tane, ikişer şerefeli
minaresi olan camii var. Belde iki ayrı
yerde üç mahalleye bölünmesi nedeniyle bizim tekke dediğimiz iki tane de
cemevi binamız mevcut. Seksenli yılların ortalarında yapılan camiler, bir
tür aşağılık kompleksi ile „Çevredeki
köylerde var da biz de neden olmasın.
Siz müslümansanız biz sizden de müslümanız. Hem de Müslüman’ın hası!“
şeklinde özetlenebilecek bir duygu ile
inşa edilmişlerdir.
Tunceli, Sivas ve Erzincan gibi doğu
illerinde ancak 1980 Askeri Darbesi
sonrası başlayan Alevi köylerine zorla camii yaptırma bizde ve benim bildiğim diğer çevre Alevi köyle-rinde,
1960’ların sonlarında başladı. Ancak
bizdeki camileri halk devlet zoru ile
değil gönüllü olarak yaptırdı. Köyde
1970 Gediz Depremi’ne kadar bir yatırın odası camii olarak kullanılırken
ve eski mahallede bulunan bu camide
Eyüp Hoca (Demirbağ) halkın arasında yıllık olarak topladığı buğday, arpa
cinsinden zahire karşılığı köyün camii
ve cenaze gibi dinsel ihtiyaçlarını yerine getiriyordu. Depremin ardından
yapılan afet konutları mahallesi ile
birlikte, devlet tarafından buraya yeni
bir ahşap camii yaptırılmıştır. Ama
bu deprem camisi 1982’de yıkılarak,
bir kaç Almancının önayak olmasıyla Almanya’da çalışan 100 aile kadar
olan Şeyhlerli haneden para toplanmış
ve köylülerin de katkısıyla iki şerefeli minaresi olan iki büyük camii inşa
edilmiştir. Belde halkı cuma, bayram
ve vakit namazlarını camide kılarken
aynı insanlar, her perşembe akşamı
cemevinde toplanmaktadır. Şeyhler’de
dede sülalesi olmadığından dede vekili
denilebilecek bir rehber bulunmakta,
büyük ayin-i cemler ve ikrar törenleri
olduğunda 25 Km uzaklıktaki Şeyhçakır Köyü’nden dede davet edilmektedir.
Çocukluğum hariç yetişkin olduğumda ilk defa 1990 yılında cemevimize
gittim. Bir de 1999 Mayısında babaannemin vefatı dolayısıyla „dardan indirme“ törenine katıldım. 1990 yazında
Eskişehir’den aslen Bilecik Bozüyüklü
Abidin adında bir dede gelmişti. Yaşlılar şöyle bilgili, böyle âlim bir dede
diye övünce merak edip gittim. Bizim
orada „nasihat“ denilen ve iki saatten
fazla süren bir vaaz verdi. Dedenin
konuşmasına referans aldığı kaynaklar
tamamıyla Sünniliğin temel kaynaklarıydı ve dede sürekli olarak Kuran’dan
ayetler okuyor, bir yandan da bunların
tefsirini (yorum) yapıyordu. Konuşmadan Yezit’e ve Muaviye’ye lanet
okumaları ve 12 İmam, Hz. Ali, İmam
Hasan ve İmam Hüseyin gibi bazı cümleler çıkarılsa, kendinizi cemevinde
olduğunuz halde camide vaaz dinliyor
sanabilirdiniz. 1980 yılına kadar dedelerimiz Hacı Bektaş’tan geliyordu. Ancak bu dedeler teker teker öldü. Bu nedenle şimdi 3-5 yılda bir Hacıbektaşlı
dedeleri beldemizde görebiliyoruz.
Benim de görme fırsatı bulduğum 1979
yılında ölen Hacıbektaşlı Lütfü Ulusoy adında bir dede vardı. Lütfü Dede
bizde şimdi bile bir ermiş, evliya gibi
sayılır ve hemen hemen her evde onun
fotoğrafları duvarları süsler. Kimse
kendisine kötü söz söyletmez ve buna
kalkışanları da „Hâşâ, çarpılırsın ha!“
diye uyarmaktan geri kalmazlar. Lüt-
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
fü Dede’nin Alevileri çok eskiden beri
sünnileştirmek isteyen devlet içindeki
bazı çevrelerin adamı olabileceğinden
şüpheleniyordum. Ancak, hakkında
son yaptığım araştırmalar, bu şüphelerimi bir ölçüde yalanlasa da, değişik
kişilerden dede hakkında her iki iddiayı da destekleyici bilgiler edindim.
Kimi, „Lütfü Dede, bizi bizzat camiye
götürdü veya cemevinde birlikte vakit
namazı kıldık“ derken, kimi de „Yok
Lütfü Dede, öyle bir şey yapmadı.
Köye geldiğinde cemevinden hiç çıkmadı ve camiye gidilmesini, Ramazan
Orucu tutulmasını ve hacca gidilmesi gerektiğini ima eden hiçbir sözünü
duymadık“ gibi birbirinin tamamen
zıddı şeyler söyledi. Ortada Lütfü
Dede ile ilgili çelişkili ve birbirini tutmayan ifadeler var. Yine Lütfü Dede
ile aynı tarihlerde beldemize gelip giden yakın Alevi köyü Şeyhçakır’dan
Ali Aydedeoğlu adındaki dedenin de,
camiye „Yıkılası Muaviye yuvası“ diyerek karşı tavır aldığı, öldüğü 1992
yılında cenazesinin camiden kaldırılmaması için oğullarına vasiyet ettiği
söyleniyor. Anlatılanların da bir ölçüde doğruladığı gibi gerek Lütfü Dede
gerekse Ali Dede mademki bu kadar
camiye ve oraya gidilip ibadet edilmesine karşıydılar, öyleyse Şeyhçakır ve
Şeyhler’de bu iki dede toplum üzerinde
çok etkili oldukları halde sünnileşme
neden çok yoğun olarak yaşanmış? Her
iki yerleşimde de başta Süleymancılık
olmak üzere Milli Görüş geleneğine
yakın Nakşibendîlik gibi tarikatlara ve
Fethullahçılık gibi Nurcu cemaatlere
yoğun ilginin kaynağı ne? Dedelerin
halk üzerindeki karizmatik etkileri ile
var olan „sünnileşme eğilimi“ arasında
bir bağlantı kurmak oldukça güç. Bu
durum belki dönemin koşulları gereği
dedelerin, camiye ve diğer Sünni içerikli ibadet ve geleneklere çok açık bir
şekilde karşı çıkamamaları ile açıklanabilir. Bir de, bu yerleşimlerden başta
Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine işçi göçüyle gidenlerin sünnileşerek, geride kalanlara parasal güçlerini
de kullanarak etki etmiş olabileceklerini ve devletin tayin ettiği imamların
çabalarını ekleyebiliriz.
Bu yazının yayınlanmadan önceki halini okumaları için gönderdiğim beldemizden bazı dostların Lütfü Dede ile
ilgili çok ağır suçlamalarda bulunduğum gerekçesiyle yazıyı oku-madığını ve yarım bırakarak fırlatıp attığını
duydum. Ancak Lütfü Dede hakkın-
daki kanılarımda son edindiğim bilgiler ışığında bir yumuşama yaşansa
da, Lütfü Dede gibi hatırlı dedelerin
şahsında sünnileştirme ve belli bir yerleşimi kimliğinden uzaklaştırma girişimleri olmuyor değil. Çünkü Alevi
köylerinde dedeler aracılığıyla bilinçli
sünnileştirme girişimleri ve pratikleri
son elli yıldır hep yaşanıyor. O nedenle yazıyı, Lütfü Dede adının yerine bir
başka dede adını koyarak okuyabilirsiniz. Lütfü Dede, büyük bir olasılıkla
Alevileri sünnileştirmeyi amaçlayan
bir ajan değildi ama Alevi köylerinde „işbirlikçi ve kınalı keklik“ dede
örneklerine çok sık rastlandığını da
unutmamak gerekiyor. Zira halen iki
cemevimize hizmet görmek için gelip
giden Şeyhçakırlı Murat Dede’nin bir
imamdan pek farkı yok. Çünkü camide
akşam namazını kıldıktan sonra cemevine gidiyor. Bence Alevi erkânını
bilmesi, Şeyhçakır gibi bir ocaktan ve
dede sülalesinden olması dışında bir
özelliği olmaması yanında bir de camiye namaza giderek kötü örnek oluyor. Zira geçmişi bilmeyen genç kuşak
dedeye bakarak Alevi olmanın camiye
gitmeyi gerektirdiğini sanacaktır.
Konuya tekrar dönersem, aslında Hacıbektaşlı bazı dedelerle ilgili düşünce
ve iddialarım öyle temelsiz değil. Çünkü Hacıbektaş’tan emekli vali Kadri
Erogan gibi Alevi-Sünni aynıdır çarpık mantığına sığınarak sünnileştirme
politikalarına çanak tutan birçok insan
çıkmıştır. Ayrıca dede olmasa da devlet yanlısı ve sünnileşmeyi çok normal
karşılayan bürokrat, öğretmen vs. gibi
Hacıbektaşlı kişilerle çok karşılaştım.
Öte yandan Lütfü Dede’nin İslam’ı
hem Sünnilik hem Alevilik yönüyle
öğrenmiş, dinler tarihine vakıf oldukça geniş bilgi sahibi; emsalleri olan
dedeler arasında ender rastlanabilecek
bir insan olarak öne çıktığını görüyoruz. Lütfü Dede bize 1950’li yıllardan
1979’a kadar genellikle kışları gelirmiş
ve aylarca çevredeki diğer Alevi köylerini de dolaşarak hem ayin-i cemleri yönetir hem de köylüler arasındaki
problemlerin devlet mahkemelerine
intikaline gerek kalmadan çözülmesini sağlarmış. Hacıbektaş gibi AleviBektaşilerin „Kâbe“si denilebilecek
bir yerden geldiğinden, doğal olarak
çok saygı görür ve ne dedi ise ayet gibi
doğru olarak kabul edilir ve uygulanırmış.
Oysa Lütfü Dede sanki bizim çevrede
sünnileşmenin temellerini atan birisi
gibi görünüyor. Bizde sözgelişi 50-60
yıl önce, bir tek kişi bile namaz kılmaz, camiye gitmezken, kadınlarımız
geleneksel olarak başörtülü ama Sünni
tarzda örtünmezken; onun telkiniyle
daha kapalı giyinmeye başlanmış, erkekler de yine onun tavsiyesiyle namaz
kılmayı bilmedikleri halde cemevinde
veya camiye dede ile birlikte giderek
cemaat halinde namaz kılmaya başlamışlardır. Lütfü Dede halk üzerindeki
etkisini kullanarak kimlik kaymasını
önleyebilirdi ama bugünkü durumu
dikkate alınca ya gücünü kullanmadığını veya kullansa bile etkili olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Ancak
Şeyhlerli kadınların pek hakkını yememek gerekir. Çünkü kadınlarımızın
halen yüzde 95’i namaz kılmayı bilmez. Sadece Kütahya gibi tutucu kentlerde yaşamaya başlayan kadınların
bazıları kurallarına uygun bir şekilde
namaz kılmayı bilir.
Yine Lütfü Dede’nin gidip gelmeye
başlamasıyla birlikte, ilk defa altmışlı
yılların sonu ile yetmişli yılların başlarında hacca gidenlerde bir artış olmuş. Altmış yetmiş yıl öncesinde birkaç kişi de olsa hacca gidenler çıkmış.
Şimdi ise hacca gitmiş olanların sayısı
ellinin üzerindedir. Her yıl beldemizde
ve Almanya’da yaşayan Şeyhlerli 3-4
kişi mutlaka hac ziyareti yapar. Lütfü
Dede’nin burada da herhangi bir müdahalede bulunmadığı açıkça ortada…
Diğer taraftan benim çocukluğumda
bile -ki ben 1970 doğumluyum- Ramazan orucu tutanların sayısı bir elin
parmaklarını geçmezken şimdi neredeyse halkın yarısına yakınının oruç
tuttuğunu duyuyorum. Çocukluğumda
babamın bakkal dükkânı vardı. Ramazan ayı geldiğinde babam beni bağnaz
bir şehir olan Emet’e götürmek istemezdi. Sen orada ekmek, su ister beni
rezil edersin, derdi. Ama bu konuda
Gediz ilçesi daha serbest olduğundan
beni pazarına götürmeye çekinmezdi.
O zamanlar köy olan beldemize ilk
resmi imam 1970’li yılların başlarında
tayin edilmiş ve 5-6 senelik bir çalışmadan sonra bir kız meselesi yüzünden kovulmuş. Ondan sonra bir iki
imam daha köye atanmış, ancak sadece Simavlı Ali Emer bir anlamda bize
uymak suretiyle 1982’den 1997 yılına
kadar köyde kalabilmiştir. Diğer mahalledeki camiye de 1988’de Emet’in
Alevi köyü Bahatlarlı bir imam tayin
edildi. O da suya sabuna dokunmadan
1997 yılına kadar köyde barınabilmiş
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve kişisel bir nedenden dolayı tayinini
istemiştir. Camiler, tüm bu „sünnileştirme“ çabalarına rağmen yine de vakit
namazlarında boştur. İmam namazını çok kere yalnız kılar. Her iki cami
de, bir iki bir ayağı çukurda ihtiyar ve
elmayla armudu karıştıran üç beş kişi
dışında, sadece cuma ve bayram namazlarında zar zor yarıya kadar dolmaktadır.
Ancak beldemizde camiye bir defa bile
adımını atmamış erkek 10 kişi ya var
ya yoktur. Nitekim camiye gitmenin
gerekliliği adeta içselleştirilmiştir.
Gitmeyenler de kendini suçluluk ve
günah psikolojisi içinde hisseder olmuştur. Tamamı Alevi olmasına karşın
belde insanı zamanla, gerek içlerinden
çıkan dedeler gerekse devlet tarafından yürütülen yoğun „sünnileştirme“
çabalarının sonucunda, Sünni-İslam’ın
gereklilikleri olan namaz, hacca gitme
ve Ramazan orucu gibi şekilsel ibadetleri Alevi olmanın da bir gereği olarak
görmeye başlamış, hatta bu ibadetleri
yapmayanlar ayıplanır hale gelmiştir.
Öte yandan bu insanlar mümkün olduğunca cemevine de gitmekte, ikrar,
yol gösterme, vefat edenleri dardan indirme ve ayin-i cem gibi Aleviliğin gereklilikleri olan ibadet ve seremonileri
yerine getirmektedirler.
Şeyhler’de de her Alevi yerleşim biriminde olduğu gibi tavşan eti yenmez.
Muharrem ayında 12 veya 17 gün geceleri de dâhil su içilmeden oruç tutulur.
Ayrıca beldemizde her yıl hayır törenleri, kurbanlar kesilerek yapılan onun
üzerinde yatır ve türbe vardır. Halk
kadınlı erkekli, bahar ve güz mevsimlerinde yapılan bu hayır törenlerinde,
bir bayram havası içinde semahlar
dönerek, oyunlar oynayarak eğlenir.
Türbelerin hayır törenleri çok coşkulu
bir havada geçer. Ramazan ve Kurban
bayramları da, Sünnilerin kutladığı
gibi senelerdir aynı şekilde kutlanmaktadır. Aleviliğin en güzel geleneklerinden biri olan Musahiplik ise maalesef
büyüklerimizin bile tam hatırlayamadığı bir tarihte Bayram adlı bir dede tarafından Şeyhçakır Ocağı’na bağlı tüm
köylerde kaldırılmıştır.
BİZİM ALEVİLER TANIM DIŞI
Türkiye’deki genel geçer Alevi tanımlaması, „Aleviler demokrattır, ilericidir, yenilikten yanadır. Sol partilere oy
verirler, ezilenin yanında sömürenin
karşısındadır ve Aleviler laik devletin
bekçileri ve garantörüdür“ şeklindedir.
Beldemiz ve Kütahya çevresinin 20’ye
yakın Alevi köyü için bu tanımlamalar
büyük ölçüde geçersizdir. Beldemizde
hâlâ kızlar ilkokuldan sonra pek okutulmazlar. Bu konuda maalesef çevredeki Sünni köylerden bile çok geriyiz.
Belde halkı arasında lise ve yüksek
öğrenimi tamamlamış olanların oranı çok düşüktür. Düşünün bir kere,
bendeniz elli yıl aradan sonra ikinci
öğretmen çıkan bir kişiyim. Birinci
öğretmen Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü mezunu rahmetli Rıza Aslan’dı.
İkin-cisi 1991 yılında tarih öğretmeni
olan ben oldum. Son zamanlarda bu
sayı birazcık artış gösterse de, dışa göçenlerle birlikte nüfusu 2 bin 500 civarında olan belde halkı arasında toplam
üniversite mezunu sayısı 10-15 kişiyi
geçmez.
Yine bizde bilinen diğer Alevi köylerinin aksine, çok partili yaşama geçildiğinden beri sağ partilere yarı yarıya
oy çıkmaktadır. Şimdi vefat etmiş olan
Mustafa Demir 15 yıl aralıksız Demokrat Parti ve Adalet Partisi taraftarı biri
olarak köyde muhtarlık yapmıştır. Tabii yine de CHP, genel olarak daha çok
taraftara sahip olmuş ve oy almıştır. Bu
durum 1995 ge-nel seçimlerine kadar
sürmüştür. Bu seçimlerde daha önce
SHP Kurultay delegesi de olan Muhtar
Alaattin Ölmez seçim öncesi DYP’ye
geçmiş ve „DYP’ye oy verirseniz daha
çok hizmet gelecek“ gibi vaatlerle, bu
partiyi seçimlerden birinci olarak çıkartmayı başarmıştır. 18 Nisan 1999
genel seçimlerinde yeni kurulan belediye için ilk defa başkanlık seçimi
yapıldı. Eski Muhtar Alaattin Ölmez
ANAP’tan, Manisa’da müteahhitlik
işleriyle uğraşan ve seksenli yılların
ortalarına kadar babası Eyüp Hoca ile
birlikte „hak“ karşılığı eski mahalledeki camide hocalık yapmış olan Medet Demirbağ DSP’den aday oldular.
Seçimlerde Fazilet Partisi ve BBP de
dışardan formalite adaylar gösterdiler.
DSP adayı Medet Demirbağ seçimi
oyların yarısından çoğunu alarak kazandı. Bu seçimlerde MHP ve Fazilet’e
de hatırı sayılır oranlarda oy çıktığı
gözlendi. Başkanın beldemizi Alevi
kimliği ile tanıtmak için elinden gelen
çabayı sarf ettiğini ve içinde kütüphane ve çok amaçlı salonların bulunduğu
merkezi büyük bir cemevi yaptırmayı
planladığını takdir ederek görüyorum.
Bu bağlamda belde içindeki Haksız
Hasan yatırının çevre düzenlemesinin
yapıldığını ve Kültür Bakanlığı’nın da
desteğiyle Ali Ekber Çiçek gibi Alevi
sanatçıların türbe meydanında konser
verdiğini ve bu tür etkinliklerin her yıl
yapılacağını büyük bir mutlulukla öğrendim.
DIŞARDA DA KİMLİK KRİZİ
Şeyhlerliler’in yaşadıkları beldede
olduğu gibi yerleşmiş bulundukları
Türkiye’nin diğer kentleri ve Almanya’da da Alevi kimliklerini gizlemekte
olduğu, Sünni ritüelleri benimseyerek
kimliklerini kaybetme eğilimi içine girdikleri görülmektedir. Örneğin
Almanya’da tanıdığım Şeyhlerli bir
kadın Recep, Şaban, Ramazan ve Muharrem aylarında hep oruç tutuyordu.
Ben bir defasında kendisine, „Şu Hıristiyanların oruçlarını da tut ki, bari
cennete gitmeyi tam garantileyesin.
Nasıl olsa her tarafı memnun etmeye
çalışıyorsun“ yollu bir şaka yapmıştım.
Almanya’da yaşayan yaklaşık yüz kadar Şeyhlerli ailenin hemen hemen
hepsini tanıyorum. İzmir, Manisa, Kütahya ve Eskişehir’de yaşayan yüzün
üzerinde hane var. Bu in-sanların hiç
biri dışta yaşasalar da, beldemizle bağlarını kesmiş değil. Ben Almanya’da
yaşıyorum. Türkiye’den dokuz yıldır
hemen her yıl yaptığım izinler dışında
uzağım. Ama uzaktan da olsa beldemizdeki gelişmeleri ve nerede olurlarsa olsunlar Şeyhlerliler’i çok yakından
takip ediyorum. Bazılarıyla mektup,
elektronik posta ve faksla sürekli yazışarak ve telefon aracılığıyla ilişkilerimi sıcak tutuyorum. Doğal olarak son
yıllarda Almanya’dakileri çok yakından gözlemleme fırsatım oldu. Büyük
çoğunluğu aynı veya birbirine yakın
şehirlerde oturan Şeyhlerliler, her biri
birer camii derneğine üye ve buralara
25-50 Euro arasında değişen miktarlarda üyelik aidatı ödüyorlar. Çocuklarını hafta sonları camilerde verilen
Kuran kurslarına gönderiyorlar. Bildiğim kadarıyla içlerinden bir tek kişi
bile bir Alevi derneğine üye olmadığı
gibi sanki derneklerin varlığından rahatsız bir havada görünüyorlar. Hele
birinci kuşağa mensup olanlar, Alevi
derneklerinin önünden bile geçmekten
korkar ve Türkiye’nin başka kentlerinden olan diğer Alevilerle konuşmaktan
çekinir durumdadırlar. 1990’larda başlayan „Alevi Rönesansı“ nın getirdiği
görece rahatlığa karşın, hâlâ kimliklerini gizli tutma savaşımı verdiklerine
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tanık oluyorum. Hatta zaman zaman
Alevi olmaktan dolayı bir tür eziklik
duydukları da oluyor. Çevrelerindeki
tanıdıklardan birisi bizim oralı bir ailenin herhangi bir yoldan Alevi olduğunu öğrendiğinde, bu kişi tanıdığının
tüm Sünni ibadetleri yerine getirdiğini
görünce şaşırıp kalıyor. „Bunlar acaba
nasıl Alevi?“ diye kendi kendine sormadan edemiyor. Şeyhlerli’nin Alevi
olduğunu öğrenen bu kişilere, senin
tanıdığın bizim hemşehri veya aile
gerçekten Alevidir denildiğinde, „Sen
yanlış biliyorsun. Onlar Alevi değil.
Öyle olsalar camiye gelmezler“ diyerek inanmakta güçlük çektiklerine defalarca tanık oldum.
Şeyhlerliler’in kız çocuklarını Almanya’da da bir sürü imkânın içinde ihmal
etmekte olduklarını ve yüksek okullarda okumalarına engel çıkardıklarını büyük bir üzüntüyle izlemekteyim.
Kızlar zorunlu olan eğitimlerini (9
veya 10. sınıf) tamamladıktan sonra
beldemizden bir kişi ile evlendirilerek,
damat Almanya’ya getirilmektedir.
Zira Sünni birine kız vermeme geleneği korunmaktadır. Ancak Sünnilerden
kız alınmaktadır. Doğal olarak Sünni
birine kızını gönüllü olarak vermenin yaptırımları da vardır. Kütahya’da
oturan büyük dayım, kızını bir Sünni
ile evlendirdiğinden dolayı bir süre
„düşkün“ ilan edilerek cemevine kabul
edilmemiştir.
NURCU, SÜLEYMANCI ALEVİLER
Almanya’da Alevi derneklerinin önünden geçmeye bile cesaret edemeyen
korkak ve sinik karakterli çoğu Şeyhlerli, yaz tatillerinde izinlerini geçirdikleri sırada mutlaka „ikrar“ denilen
ve ben Aleviyim diyen bir kişinin yaşamında kesinlikle yerine getirmesi
önerilen bu ibadeti, beldemizin iki
cemevinden birinde eşleri ile birlikte
toplanan cemaat önünde yerine getirirler. Bu bir çeşit tarikata giriş töreni
niteliğindedir. Ama Almanya’ya dönen
aynı kişiler sanki Alevi değilmiş ve
o görevi başkası yerine getirmiş gibi
hemen sıradan bir Sünni Müslüman’a
dönüşürler.
Ne gariptir ki, son yıllarda Almanya’daki Şeyhlerliler arasında yukarda
da belirttiğim gibi eşleri ile birlikte hac
ziyareti modası baş gösterdi. Bu moda
sonucu birinci kuşaktan Mekke’ye
gitmeyen kişi neredeyse kalmamış,
kalanlar da ilk fırsatta Hacıbektaş’tan
önce hacca gitmeyi düşlemektedirler.
Moda deyiminden kastım, hacca gitme
furyası dinsel bir görevi yerine getirme
duygusundan çok, diğeri gider de ben
niye gidemem kıskançlığının ve adına
hacı dedirterek toplumda saygınlık kazanma psikolojisinin bir ürünü olmasıdır. Eskiden hacca giden Şeyhlerliler
önce Hacıbektaş’ı ziyaret eder ve daha
sonra hacca giderdi. Şimdi bu gelenek
kalktı ama yine de hacca gitmediği
halde tek tük Hacıbektaş’ı ziyaret eden
çıkıyor.
Almanya’daki birinci kuşak Alevi hacılarımız aşırı hoşgörüsüz bir tutum
sergiliyorlar. Artık çoğu emekli de
olduğundan ev ile üye oldukları camii
derneği arasında mekik dokumakta ve
bizim gibi gençleri kendileri gibi olmadığımız için suçlamaktadırlar. Kraldan
daha kralcı bir tutumla, evlerine misafirliğe gidildiğinde veya başka ortamlarda karşıla-şıldığında bizleri, niye
namaz kılmadığımız, eşlerimizin başının neden açık olduğu gibi ko-nularda
sorgulamaya kalkmaktadırlar.
Görüldüğü gibi Şeyhlerliler’in genelinde biri gizli diğeri açık olmak üzere
dual (çift) bir kimlik karşımıza çıkıyor. Ayrıca Türkiye ve Almanya’daki
Şeyhlerliler’den bazılarının Süleymancılık, Fethullahçılık ve Milli Görüşçülük gibi İslamcı-tarikatçı gruplara
katıldıklarını görüyoruz. Bu kişilerin
eşleri ve kızları kara çarşaflara girmişler, özellikle Avrupa İslam Toplumu
Milli Görüş’ün (İGMG) aktif elemanları haline geldiklerine tanık oluyorum. Hatta Milli Görüşçü olan iki kişi
de 30’lu yaşlarında Sünnilerde bile çok
yaygın olmamasına rağmen genç yaşta
hacca gitmiştir. Sadece bir tarikata ve
cemaate üye olan bu kişiler Alevi olmalarını utangaç şekilde de olsa inkâr
etmekte, Alevi olmayı ve bu kimliği
sürdürmeyi „sapıklık“ olarak nitelendirmekte bir sakınca görmemektedirler. Diğerleri de örneğin bir tartışma
yapıl-dığında, Sünni ritüelleri tamamen benimsemiş oldukları halde Aleviliği sana bana bırakmamakta, kendileri gibi olmayan Alevileri dinsizlik,
bölücülük ve Alevi olmamakla suçlamaktadırlar. Bu kişiler, çevrelerindeki
Tuncelili, Erzincanlı, Sivaslı, Çorumlu
ve kendileri gibi olmayan diğer Alevileri, gerçek Alevi saymamakta; bunlar
bizimkiler gibi namaz kılmadıkları,
oruç tutmadıkları, cami ile uzaktan
yakından ilgileri bulunmadığı ve çocukları daha serbest yaşadıkları için
küçümsenmektedirler. Aslında Alevi
kimliğini kökenlerine uygun olarak
sürdüren bu Aleviler hakkında „Onlar
gerçek Alevi olamaz. Onların yüzünden bizim gibi dininde diyanetinde
Aleviler karalanıyor. Eğer bir kişi Alevi olduğunu söylüyorsa, namaz kılmalı ve Ramazan orucunu tutmalıdır.
Çünkü Hz. Ali efendimiz bu ibadetleri
yapmıştır. Biz de Alevi olarak onun
yolunu takip ettiğimize göre, ona uymalıyız“ şeklinde yanlış bir mantıkla
düşünülmektedir.
Aslında beldemizdeki camiler de yaşanan süreci ve gerçekliği tüm çıplaklığı
ile ele vermektedir. Camiler pırıl pırıl
ve yepyeni malzemelerle döşenmişken, iki cemevi de perişan ve bakımsız
bir durumdadır. Bazı haftalar iki defa
toplanıldığı halde, cemevlerinde kullanılan eşyalar çok eskidir. Zira zaten
halk cemevine evlerinde artık kullanmadıkları şeyleri hayır olarak vermektedir. Camilere gösterilen aşırı özen
bile tek başına Şeyhler’de terazinin ne
tarafa doğru sarktığını göstermesi bakımından kayda değerdir.
Almanya’da olduğu gibi Türkiye’nin
başka kentlerinde yaşayan Şeyhlerliler’ in de hızla asimile oldukları net bir
şekilde görülüyor. Çizdiğim Alevi yerleşimi portresi biraz iç bunaltıcı ama
Şeyhler bir istisna değil. Çünkü Kütahya çevresinde ve Batı Anadolu’nun
diğer Alevi yerleşim birimlerinde bolca örnek bulmak çok güç değil. Post
kavgası yapanların dikkatine!
Örneğin Ankara’da „Genç Erenler“
adında Alevileri sünnileştirmeyi hedefleyen ve Alevi’den çok Sünni okuyucusu olmakla övünen derginin sahibi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’nun
köyü Emet’e bağlı Bahatlar’ı ele alalım. Bahatlar, Hüseyin Tuğcu ve kardeşi Cemal Tuğcu bu uğurda çok çalışmış olmalı ki, Şeyhler’den daha fazla
asimile olmuş bir manzara sergiliyor.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’yu ben
çıkardığı dergi vesilesi ile gıyaben tanıdım ve mektuplaşmalarımız oldu.
Dergiyi bir yıl kadar da bana gönderdi. Yrd. Doç. Dr. Tuğcu, Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
mezunudur. Ayrıca eğitim bilimleri ve
sosyoloji dallarında mastır ve doktora
sahibi bir kişi. „Türk Aile Yapısında
Bektaşi Geleneklerinin Yeri ve Bir
Bektaşi Köyü“ başlıklı yüksek lisans
tezi kendi köyü ile ilgili. Ankara Mamak İmam-Hatip Lisesi’nde bir süre
meslek dersleri öğretmenliği yapan
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu, eğitim
müfettişliğine yükselmiş ve bu görevin
ardından Kırıkkale Üniversitesi’nde
öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. Daha önce Aykut Edibali’nin
Millet Partisi yanlısı olan ve partinin
yayın organı Bayrak Gazetesi’nde zaman zaman yazıları çıkan Yrd. Doç.
Dr. Tuğcu, Tayyip Erdoğan’ın Adalet
ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) katılmış ve partinin Kurucular Kurulu’na
seçilmiştir. Bahatlar’dan Yrd. Doç.
Dr. Tuğcu’nun dışında benim tanıdığım iki ilahiyat mezunu daha var. Bu
köyden imam-hatip mezunlarının sayısı da herhalde 20’nin üzerindedir.
Birçok kişinin de Kuran kurslarına
devam ettiğini biliyorum. Şeyhler’den
ise halen benim yaşıtım iki kişi imamhatip olarak Simav ve Gediz’e bağlı iki
köyde görev yapmakta, birkaç lise ve
üniversite öğrencisi de Süleymancı,
Fethullahçı ve diğer Nurcu cemaatlerin
yurtlarında veya evlerinde kalmaktadır. Bunların çoğu şimdi okullarından
mezun oldular ve yedikleri ekmekleri
inkâr etmeyerek öğretmen ve çeşitli
kademede memur olarak öğrencilik
zamanındaki tarikat ve cemaatlerine
bağlılıklarını halen sürdürmektedirler.
Bu veriler hesaba katıldığında, Şeyhler’deki gidişatın son durağının tamamen sünnişme olacağı açıkça görülüyor. Bizdeki asimilasyon sürecinin
benzeri, Emet ve Hisarcık ilçelerine
bağlı Bahatlar, Kızık, Samrık, Alpınız
(Uzunçam) ve Gediz’e bağlı Akçaalan
Beldesi’nde de yaşanıyor. Hatta sünnileştirme çabalarının kesin sonucu
bazı yerlerde çoktan alınmış durumda. Nitekim çevredeki diğer köylerden
Karbasan, Simav’a bağlı Beyce, Çitgöl
kasabaları ve Samat Köyü halkı zaman
içinde tamamen sünnileşmiş ve Alevi
olduklarını çoktan unutmuş bulumaktadır.
İŞBİRLİKÇİ ALEVİLER
Batı Anadolu’daki bu süreç hafife alınamaz. Çünkü bu yörenin Alevileri
giderek bir zamanlar „Yezid“ diye küçümsedikleri insanların inançlarını benimsiyorlar. Bu konudaki diğer aktüel
bir örnek ise asimilasyon sürecinin son
durağına gelmiş bulunan Manisa’nın
Akhisar ilçesine bağlı Sünnetçiler
Köyü. Bu köyde Alevileri „sünnileştirme operasyonu“nun öncülüğünü 1960
İhtilali sonrası Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeliği yapan ve Türkeş’le
birlikte MBK’ dan uzaklaştırılan
Emekli Albay Ahmet Er yapıyor. Buralı olan Ahmet Er, şu sıralar BBP’nin
aktif elemanlarından biri. Daha önce
MHP’liydi. Ben Ahmet Er’in 1991 yılında verdiği bir konferansa katılma
fırsatı buldum. Alevilik konusundaki
konferansta Diyanet İşleri Başkanlığı
Başmüfettişi Dr. Abdulkadir Sezgin’le
Balıkesir’de konuşmuşlar, yanlarında
getirdikleri iki dedeye yaptırdıkları
dua ve söylettirdikleri nefeslerle Alevi
ile Sünni arasında hiç bir farkın olmadığını güya kanıtlamaya çalışmışlardı.
Şimdi kendi köşesine çekilmiş gibi
yapan ve en son Alevileri‚ „Alevistan“ kurmak istemekle suçlayıp büyük
tepki çeken Dr. Sezgin için, Alevilerdi sünnileştirme işinin yarı gönüllü
misyoneri ve Diyanet’in bu işle görevlendirmiş olabileceği uzman kişi denilebilir. Dr. Sezgin, Türkiye çapında
verdiği sayısız konferansta ve yazdığı
kitaplarda Alevi ile Sünni arasında temelde hiçbir fark olmadığını yıllardır
kanıtlamaya çalışır ve Aleviliği, sırf
Türklere has bir inanç biçimi olarak
görür. Türk-İslam sentezcisi Dr. Sezgin ve Er, son yıllardaki Alevi kimliğinin dirilişini komplo teorisyeni bir
zihniyetle değerlendirir ve bu dirilişi
dış mihrakların işi ve bölücülük diye
açıklarlar. Nedense Dr. Abdul-kadir
Sezgin gibi insanlara, bozacının şahidi şıracı örneği içimizden Ahmet Er,
Amasyalı Doç. Dr. Süleyman Sarıtaş
ve Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu gibi
destekçiler hep çıkar.
Kentli Alevi’yi bu saatten sonra artık
kimse asimile edemez. Ama ben köylü Aleviler adına endişeliyim. Bugüne
kadar Türkiye’deki Alevilik ve Bektaşilik genelleştirme yöntemiyle, klişeci
bir anlayış ve yuvarlak laflarla tartışılıyordu. Umarım bu yazıdan sonra
Alevilik tartışmalarına yerel, farklı ve
ete kemiğe bürünmüş bir boyut gelir.
Yazımın Alevilik ve Türkiye’deki Alevi toplumunun analizinde ayağı yere
basan sosyolojik ve bilimsel boyutta
tartışmaların yapılmasına hizmet etmesini dilerim. Bu da sanırım bir Alevi Enstitüsü ile olanaklı. Almanya’da
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu
(AABF) çatısı altında böyle bir enstitü kuruldu. Ama kendini güçlü bir
şekilde henüz hissettiremedi. Hangi
periyotta çıktığı bilinmeyen bir dergi
yayınlıyor. Türkiye’de ise Ankara Gazi
Üniversitesi’ne bağlı Hacı Bektaş Veli
Araştırmaları Merkezi beş yıl önce
faaliyete geçti. Ancak bu merkezin,
Türk-İslam sentezci Prof. Dr. Alemdar Yalçın tarafından yönetildiğinden
dolayı, Alevilik-Bektaşilik konusunu
aydınlatmaktan çok kafaların daha da
karışmasına hizmet edeceğinden endişe duyuyorum. Bir dergi yayınladığını
da öğrendiğim merkezin çalışmalarının sönük geçtiğini ve etkisinin daha
çok akademik çevrelerle sınırlı olduğunu araştırmalarım ışığında söyleyebilirim.
Sonuç olarak, Alevi önderliğine soyunanların ve Aleviliği ciddi olarak bir
kimlik ve varoluş sorunu olarak görenlerin dikkatini, Batı Anadolu’da „Sünni-Hanefi sacayağı“ arasında sıkışmış
Alevi köylerine çekmek istiyorum. Bu
bölgede kanayan bir yara var ve duyarlı Alevi çevrelerinin objektiflerini
bir an önce buraya çevirmeleri gerekiyor. Çünkü durum bu şekilde devam
ederse, 20-30 yıl sonra bu insanların
çocuklarına atalarının bir zamanlar
Alevi olduklarını anlatmakta zorluk
çekilebilir. Aleviler ve Alevi örgütlenmelerinin asimilasyona dur deme zamanı geldi de geçiyor. Çoğumuz, Alevi
Toplumu’nun tabanının gün geçtikçe
oyulduğunun farkında değiliz. Dünyanın neresinde olursak olalım Aleviler
olarak ortak bir cephe oluşturmalı ve
yanımıza demokratik yapıdaki kişi ve
kuruluşları da çekerek yaşanan sünnileştirme sürecinin önüne büyük bir
set çekmeliyiz. Sünni devlet kurumları
aracılığıyla oluşturulan psikolojik baskı mekanizmalarına karşı acilen harekete geçilmelidir. Nitekim Alevilerin,
Hz. Ali’ye olan zaafı kullanılarak ağır
ağır „Sizin peşinden gittiğiniz Hz. Ali
namaz da kıldı, oruçta tuttu vs.“ denilerek Aleviler Sünnilik hizasına çekilmek isteniyor. Bilelim ki, sünnileşme
bir anlamda Aleviler için „yezitleşme“ dir! Bazı Aleviler o hale gelmiş
ki, artık Alevilikle uzaktan yakından
ilgileri kalmadığı ve büyük ölçüde
sünnileştikleri halde, hâlâ kendilerini
Alevi sanıyorlar... Ne garabet! Erime,
asimilasyon ve kimlik kayması sürecini içselleştirerek, gerçekte yaşadıklarının apaçık „sünnileşme“ olduğunun
farkına varmadan, bu durumu zamanla
gerçek Alevi olma hali olarak duyumsamaya, kanıksamaya başlıyorlar. Dananın kuyruğu da burada kopuyor zaten. Meselenin can alıcı noktası ve asıl
işaret etmek istediğim tehlike burada
başlıyor! Anlayana..!
Bad Nauheim, 5 Mayıs 2002
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ADNAN CANGÜDER
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (1)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
1-Alevi - Kızılbaş İnancındaki Hızır
ile Tek Tanrılı Dinlerdeki Hızırın
Tanımı Ve Farklılıkları
a-Sonuc
b-Yararlandığım Kaynaklar Ve Kaynak
Kişiler
2-Hızıra Ait Kısa Deyişler,Sözler ve
Örneklemeler
3-Hızıra Ait Terimler,İsimler,Mekanlar
ve Ünvanlar
4-Hızırdan İstemler Ve Beklentiler
5-Hıdırellez nedir? Hıdırellez Günü
Halk Arasındaki İnançsal Düşünceler,
Eylemler, İstemler Ve Beklentiler
6-Ekler
a-Kuran (Osmanı Musaf) ve Tevrat
(Ehl Kehf Süresi-Mağara)
b-Gılgamış Destanı
Alevi-Kızılbaş İnancındaki Hızır ile
Tek Tanrılı Dinlerdeki Hızırın Tanımı
ve Farklılıkları
Sembolü yeşil ve yeşilliktir; batıni
anlamda, yol süreğinde Hace Bektaşın Yunus emre’ye gösterdiği elindeki
yeşil beni sembol olarak inancta ortak
kabul edildiğinde zamansal sürekliliğin devamını gösterdiğide inanctaki
yerini bulmaktadır. Aleviliğin yanında Bektaşilikte Hace Bektaşın yoldaşı misafiri ve yardımcısı konumunda
peygamberler üstü bir ölümsüz veli
konumundadır. Alevi ve Bektaşilerde
ibadet başlangıcı ve sonrasında okunan
bütün gülbenglerin sonunda hızır adı
muhakkak geçer ve söylenir. Yörelere
ve inanclara göre hızır değişik şekillerde hızır çağırma günlerinde çağrılır.
Insan doğa evren üçlemesinin en kutsalı ve tanrısal gücün taşıyıcısı ve uygulayıcısı konumundadır. Bektaşilikte
12 posttan mihmandar postunu Hızır'ı
temsil eder.
Alevi-Bektaşi bilincinde-inancında bu
orucu tutmayan Hızır’ı çağıramaz; ça-
ğırsa da Hızır onun çığlığını duymaz.
Alevi inancında Hızır adına Cem yürütülür, Oruç tutulur ve Kurban kesilip,
Lokması dağıtılırken, Yahudilikte,Zer
düştlükte,Hrıstiyanlıkta ve İslamda ise
böyle bir şey asla yoktur. Buda tek tanrılı dinlerdeki (Yahudilik, Hrıstiyanlık,
İslam ve Zerdüşt. Tek tanrılı dinler
cümlesi ile bu dört kitablı din anlatıldığından yazımız süresince bu şekilde
anlaşılmalıdır.) hızır ile cok tanrılı hızırın farkını yani tek tanrılı dinlerden
önceki kadim anadolu ve mezopotamya
halklarındaki Hızırın inanıştaki yerinin ve kutsiyetinin farklı oldugunu
gösterir.
Alevilerin inancsal olarak en kutsal
bayramlarından ve şükran günlerinden
biridir. Çalışılmaz , işe gidilmez ibadet
için yapılması ne gerekiyorsa o yapılır
ve tatil günü olarak kabul edilir. Anadoluda, Aşure gününün resmi bayram
olması düşüncesinden çok önce Hızır
Günü bayram olarak kabul edilmelidir.
Türkiyede dini bayramlar arasında hızırın olmaması ise bize hızırın sadece Alevilerde ve çok tanrılı inançtaki
toplulukların kutsalı olduğunu gösterir.
Yaşamdaki pratik bize doğruyu göstermekte ve hızırın aslında kime ait olduğunu çok iyi anlatmaktadır.
Soru şudur; Hızır özelinde islamda ve
tek diğer tek tanrılı dinlerde neden bu
kadar basite ve sıradan hale getirilmiştir. Cevabımız çalışma dosyamızda bulunmaktadır.
Alevi inancında Hakk Muhammed Ali
üçlemesiyle birlikte adına en çok söz
şiir ve yazı yazılan,tapılan en kutsal
ulusu ve en önde gelenidir. Yeri geldiğinde tanrı gibi sorgulanır yargılanır
sitem edilerek haksızlığa karşı neden
bir şey yapmadığı için suçlanabilir.
(Dersim 1937-1938 katliamı)
Alevilerin hızırı ile tek tanrılı dinlerin
hızırı birbirinden çok farklı ayrıdır.
Çok tanrılı ve tanrıçalı inancların hızırı ile tek tanrılı kitabi dinlerin hızırı
aynı değildir. Alevilerin Hakkı ile tek
tanrılı dinlerin allahıda aynı değildir.
(örnek Nisa süresi 89-90.91 ayetleri)
Hızır inancı burada bir ayna görevi
görmektedir.
Gözlüye gizli yoktur..
Alevilerin yaşadığı yerlerde (Dersim,
Hatay) hızır tanrılar tanrısı yada baş
tanrıdır. Eski tarih öncesi çağlardan
beridir vardır şimdide var gelecekte de
var olacaktır. Hakk ile görev paylaşımı
vardır bölgenin konumuna göre kutsiyet sıraları değişir ama bir diğerini asla
küçümsemez ve değersizleştirmez, bilakis birbirlerini değerli kılan ve kutsiyetini güçlendiren konumdadır.
Alevilik inancında var olan reankarnasyon, tenasüh yada yol diliyle don değiştirme, dondan dona göçme ve ölürse
tenler ölür canlar ölesi değil ritüelleri
ve alevi inanc dili ile hızır günümüze kadar taşınmış ve bir yerde hızırın
ölümsüzlüğünün inanctaki yeri ve kutsallığının devamı sağlanmıştır. Bunun
yanında alevi inancındaki sır saklama
yani pişmişe çiğ karıştırmama yol ehli
olmayana yolun sırrını açmama gizliliği hızır inancında kendisini göstermiş ve yerine göre sessizce ve içinden
kimsenin duymayacağı şekilde yetiş ya
hızır sözüde söylenegelmiştir. Bunda
bir diğer önemli etken ise alevilerin
katledilmeleri ve can güvenliğinide
sayabiliriz. Anadolu ve mezopatamya
coğrafyasında hızır inancının en yüksek noktası Dersim ve Hatay coğrafyası
diyebiliriz. Hatayda 51 türbe hızır adınadır buda Hatay alevilerinde (Nusayriler) yani günümüz diliyle arap alevilerinde hızır inancının ne kadar güçlü
ve kutsal olduğunu gösterir. Türbelerin
iç renginde yeşil tonlar çoğunluktadır.
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dışı ise daha cok beyazdır buda beyazın temizlik ile günahsızlığı yeşilin ise
hızırı temsil etmesindendir. Hızır türbeleri ve kutsal mekanları ile bunun
yanında kutsal şahsiyet olarak kabul
edilen isimler ile yaşadıkları dönemde
insanlığa ve halka hizmetleri olmuş ulu
kişilerin ve evliya, nebi gibi kutsallık
göstermiş olanlarda aynı mekana defnedilmişlerdir.
Alevilerin yaşadığı hatayda 6 mayısta
hızır ve aya yorgi kutlamları beraber
yapılmakta ve binlerce yıldır bu ibadet
devamda etmektedir. İslamın doğduğu
topraklarda ise bu şekilde bir kutlamaya rastlanılmaz. Bunun yanında yine
türbelere ve kutsal yerlere gidilip hızırı
anma ve hızır ile ölenler için mum yakma olayı tek tanrılı dinler öncesi ateşin
kutsallığı ve koruyuculuğunun ile ateşin aydınlığının ve sıcaklığının insan
ruhuna ait sembol edilme durumunun
günümüze taşınmış halidir. Unutulmasınki tek tanrılı dinlerde ateş yakıcı
ve yok edici haliyle şeytanın yada kötülüğün sembolü ve gücüdür. Ki alevi
inancındaki şeytan tanımı ve anlamı
tek tanrılı dinlerdeki şeytan tanımı ve
anlamı ile aynı değildir.
Ölmeden evvel ölmek yada yaşarken
nefsi öldürmek.
Alevi inancına dışarıdan sokulmak
istenilen Osman-ı Musafta (Kuranı
kerim) hızırda adının geçtiği anlatımı
tamamiyle yalan ve yalnıştır. Hızır adı
kuranda (osmanı musaf) asla geçmez
ve yazılıda değildir. Tevrat ve, İncilde
ise farklı anlatılır ama bu kitaplarda
bile adı hızır olarak adı gecmez ve o
şekildede kabul görmez. Tek tanrılı
dinlerdeki ve kitaplardaki anlatımlara
göre kendisi ölümlü bir canlı ve allahın
yerine göre sıradan yerine göre ise kutsal bir kuludur. Oysa alevi inancında
ölümsüzdür ve alevi batıni inancı kulluğu kabul etmez kendisini hakkın bir
parçası sayar.
Enel hakk; hakk benden, ben hakktanım.
Ehl kehf suresine dayandırılarak anlatılır ama asla adı kuranda gecmez. Ehl
kehf suresine dayanılarak anlatılması zorlama bir hızır tasviri ve sadece
sahiplenmedir. Üvey evlat muamelesi
görmekte ve asla miras alamaz konumda görülüp bir yerde din dışı noktada
tutulmaktadır.
Hızır bu dünyanın yaşayan baş tanrısı
iken, cennet,cehennem,ahiret gibi terimleri ile allah öbür dünyanın tanrısıdır.
Cennet cennet dedikleri bir kaç huri ile
bir kaç ev, isteyene ver sen onu, bana
seni gerek seni, Yunus Emre
Hızır peygamberlerden üstündür çünkü peygamber ölümlü hızır ise ölümsüzdür, ayrıca varlık olarakta üstün ve
peygamberlere dahi yol göstericidir.
Herhangi bir tek tanrılı dine ait olmazken bütün yaşayan anadolu ve mezopotamya halklarının ortak inancındadır.
Tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin
yanına yardımcı faktör olarak yerleştirilerek o dine inanılmasını sağlarken
diğer taraftanda eski inançları kurulan
o yeni dinin içine almıştır. Bu yerine
göre musa olmuş yerine göre ise muhammed olmuştur, insan aklının alabildiği ve daha sonra ortaya çıkabilecek
bütün olağanüstü olaylara ve yeteneklere sahiptir. Bilgi ve birikimde zamanın en son noktasıdır. Bu nedenle gerek ölümsüz olması gerekse olağanüstü
yeteneklere sahip olması nedeniyle gelmiş geçmiş bütün tek tanrılı dinlerin
peygamberlerinden çok daha üstündür.
Tek tanrılı dinler olarak bildiğimiz yah
udilik,zerdüstlük,hristiyanlık ve islamda bile kendisine kutsallık bularak
tek tanrılı dinler yoluylada günümüze
kadar kutsallıgını koruyarak ve değişerekte olsa gelebilmiştir.
Kimi efsanalerde ve sonrası osmanı
musafta (Kuran-ı Kerim, Alevi uluları muhammed zamanı yazılan kuranın
osman tarafından yok edilip yeniden
yazıldığı ve düzenlendiğine inandığından inanç dilinde Kurana osmanı
musaf derler) İskender-i zulkarneynin yol arkadaşı olarakta tanımlanır
ama iskender zulkarneyn ölümlü bir
insandır. Tarihteki büyük iskender işte
bu zulkarneyndir. Diyanetin tanımı ve
anlatımları ile kesinlikle aynı anlamı
ve inancı taşımaz ve kabulde görmez.
Saat ve dakika gibi uygulamalar yoktur. Doğaya uygun olarak güne, güneşe, aya göre oruç açmalar vardır.
Özellikle yetiş ya hızır sözü ile allahın
değilde hızırın çağrılması inancta hızırın çok daha eski ve kutsal oldugunun
belirtilerindendir. Kurandaki (osmanı musaf) Ehl kehf süresi zorlama ve
dayatma bir hızır süresidir. Yani işin
aslı kuranda(osmanı musaf) hızır adı
geçmez ve şu anki islam dinin olduğu
topraklarda bir hac,kurban yada namaz
ibadetleri yapılıp yerine getirilirken hızıra ait hiç bir şey yoktur. Ehl kehf yani
mağara suresi ise hristiyanlık zamanı
yaşanmış bir olayın kurana (osmanı
musaf) alınmasından başka bir şey de-
ğildir. Ki bu hikaye bile hrıstiyanlığa
ise çok daha eski bir efsanenin taşınması ile girmiştir.
Tek tanrılı dinlerdeki hızır tanımlama
ve anlatım günümüz inancındaki hızıra ve anlama uymamaktadır. Bunun
yanında gemiyi batıracağına arkadaki
kötü hükümdarı yok edip daha sonraki
insanlarada kötülük yapmasını engelleyebilirdi. İkinci olarak genc bir çocuğu öldürmesi ise tamamen saçma bir
tanımlamadır. Çocuga akıl,mantık ve
bilim ile eğiterek çok daha iyi ve topluma yararlı bir insan haline getirebilirdi. Ayrıca alevi inancındaki 14 masumu pak noktasından bakarsak çocuk
öldüren bir hızırda asla yer bulmaz. 3.
Olarak 2 yetim insana duvardaki hazineyi vereceğine duvarı tamir ederek
ters noktadan bakarak yalnış harekette
bulunmaktadır. Bunun yanında alevi
inancında olmayan kaderciliği öne çıkartıp kadere göre yorumlayarak hızırı
anlatmakta ve açıklamaktadır. Bu ise
akıl ve mantığa terstir. Buradaki hızır tasviri zorlama ve dayatmadır. Ne
yazik ki bu suredeki olaylar ve açıklamalar inandırıcı olmaktan uzak; tam
olarak açıklarsak bu elbise bizim hızıra
hiçte uymamakta ve oturmamaktadır.
Tek tanrılı ve kitabi anlayıştaki dinlerde hızır ile alevi inancındaki hızır
birbirinden çok farklıdır. Tek tanrılı
dinlerde hızır ölümlü bir kul yada bir
bilge iken alevi inancında Abu hayat
suyunu içmiş ölümsüz kutsal bir kurtarıcı konumundaki tanrıdır. Ademin
oğlu ise hiç olamaz, ölümlü olur,kul
konumuna yani insan konumuna gelir
buda yine alevi inancına terstir. Hızır
inancındaki kutsallık ve tanımlaması
buradaki tanıma uymamakta ve hızırı
basite indirerek sıradan alt bir konumda tutmaktadır. İnsanın oğlu insandır,
ölümlü ve gidicidir. Oysa hızır ölümsüzdür inanctaki konuma ve halkın hızır inanc ritüeline terstir.
Tek tanrılı dinlerdeki anlatımlar ve uydurma hadislerin tanımına uymaz, eger
öyle olsa idi anlatımdaki kutsallığından
çok daha fazlasını tek tanrılı dinlerde
bulması gerekirdi oysaki günümüz tek
tanrılı dinlerin toplumlarında özellikle
Arap toplumunda hiçte öyle değildir.
Tek tanrılı dinlerin hadislerine tek tanrılı dinler öncesi kutsallığı kendi içine alarak taraftar bulma ve tek tanrılı
dini kabul ettirme düşüncesi ile zorlama yorumlardır. Hızır çok tanrılı ve
tanrıçalı inanclardan günümüze kadar
kutsallığını ve değerini çeşitli isimler
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve görüntüler halinde bu güne kadar
taşımış ve korumuştur. Çok tanrılı ve
tanrıçalı inancların gizli bir sembolü
ve görüntüsüdür. Çok tanrılı inanclarda ve alevilikte hızır ölümsüz ve her
şey iken tek tanrılı dinlerde ise sıradan bir ölümlü konumundadır. Kuranın (osmanı musaf) 22 sene, 2 ay, 22
günde tamamlanmasına rağmen hızırın adının geçmemesi, bunun yanında tevratın (zebur) ile birlikte 300 yıl
gibi süre içinde tamamlanması, İncilin
ise İsa dan 100 ile 150 yıl sonra yazılı
hale gelmesi neticesinde hızır adının
hiç geçmemesi anormal bir durumdur.
Günümüzde ise zorlama ve dayatma ile
hızırın kutsallığı ve olgusu tek tanrılı
dinlere sokulmak istenmektedir.
Hızır diye tanimlanan ve anlatılan bir
varlığın tek tanrılı dinlerdeki gibi bir
gemiyi delmesi, bir bebeği yada çocugu öldürmesi ve rahata kavuşacak bir
ailenin bulacağı hazineyi bulmaması için duvarı onarması ve bu emirleri
yorumlaması günümüz ve geçmişteki
hızır inancına uymaz. Bütün bu zorlamalar ve dayatmalar bizlere tek tanrılı
dinlerin hızırı kendi içlerine istemeyerek olsada alarak bir yerde de hızırın
kutsallığını kullanarak kendilerine dayanak yaptığını göstermektedir. Bir diğer nokta ise hızırın çok tanrılı ve çok
tanrıçalı inanclarda asıl kutsal yerinin
bulup alırken tek tanrılı kitabi dinlerde
ise üvey evlat muamelesi görüp alması
gereken değeri ve kutsallığı almaması
ve taşımamasıdır. Anadolu ve Mezopotamya cografyası için daha çok geçerlidir. Ve bunun yanında merkezı olarakta Hatay ve Dersimi gösterebiliriz.
Öyleki Hatayda hızır inancı ve kültü
Dersimdeki hızırı geride bırakabilecek
düzeydedir. Toplumların yaşadığı şartlara ve olaylara göre hızırın kutsallığı
farklılık gösterebilir. Yaşayan insan
tanri konumunda her insan bir başka
insanın kurtarıcısı ve yardımcısı yani
hızırı olabilir.
Hızır gibi yetişmek..
Tek tanrılı dinler öncesi ibadet ve inanc
tapınma şekilleri bir yerde günümüzdeki hızır inancının geçmişiyle aynı
gibidir.
Tek tanrılı dinler sonuçta birbirlerinin
devamı ve takipçisidir. Hızır inancta
Ademden öncede yasamda var olmustur. Tek tanrılı kitabi dinlerde efsanevi
bir güç olarak görülürken çok tanrılı ve
tanrıçalı inanclarda ise baş tanrı, var
edici konumunda ve ölümsüzdür. Bir
başka ilginç nokta ise tek tanrılı dinlerde özellikle islamda olduğu gibi bayramlarda yada dini günlerde yapılan
Mevlit, Kuran okutma, Namaz kılma
gibi o dine ait inancsal ritüeller hızır
günlerinde yapılmaz ve uygulanmaz.
Tek tanrılı dinlerdeki kitaplarda anlatılan ve Musa nın hikayesine konu olan
kullardan bir kul veya o kul konumu
alevilikteki hızıra uymaz ve kabulde
görmez.
Diyanet kendi islami kaynaklarında
ademle hızırı başlatır ve insan olarak
tanıtır. Oysa bu günümüz hızır inancına terstir. Günümüzdeki hızırın inancsal olarak ölümsüz olması inancını
diyanetin insan konumuna indirerek
basitleştirmesi sadece hızırı islam ve
tek tanrı inancının dışında gördüğündendir. Tanrısal lütuflar sadece allaha
aittir düsturu temel ögretisidir. Aksi
düşünce ise allaha şirk koşmadır ve
islam şeriatında cezası ölümdür. Günümüz diyanetin hızır tasviri ve tanımı
asla halkın hızır inancı ile örtüşmez.
Özellikle adının kuranda (osmanı musaf) hiç bir şekilde geçmemesi dinleri
açısından basit ve sıradan olmasına yol
açmıştır.
Ehl kehf süresi yapıştırma ve zorlama
tanımlamadır belirsiz süre yada ayetlerin hızıra dayanak yapılması işlemidir. Zoraki sahiplenmede diyebiliriz.
Hızırı olağanüstü bir şahsiyet olarak
kabul etmez ve hızırı sadece iddia yani
söylenti,rivayet konumunda değerlendirir. Islam alimleri ve fıkıhçıları yani
hukukcuları tek bir ağızdan hızırın
öldüğünü ve yaşamadığını, insani bir
varlık oldugunu ve bunada Muhammedin sözünü dayanak göstererek uydurma olarak nitelendirirler. Kurandaki (osmanı musaf) ayetlere dayanarak
hızırı red ederler. Kuranda (osmanı
musaf) hızırın ölümsüz hayatına dair
hiç bir şey yazmaz. Buda hızırı kuranın (osmanı musaf) kabul etmediğini
daha doğrusu tek tanrılı dinlerin kabul
etmediğinin bir başka açıklamasıdır.
Islam tasavvufçuları ve alimleri için
hızır her sıradan insan gibi yaşamış ve
ölmüştür.
Elmalılı Hamdi Atatürk dönemi kuranı
(osmanı musaf) türkçeye çevirmis ve
bu arada hızırın anadolu halklari arasındaki inancsal gücünüde başka kitaplarında yorumlamıştır. Bunun yanında
islam alimleri tasavvufta Musa nın hikayesindeki balığın canlanmasını hızırın kutsallığı ve alakası dışında farklı
yorumlamışlardır. Ayrıca arapçadaki
elhadr türkçeye çevrildiğinde yeşillik
günü anlamına gelmektedir.
Hızır inancı hakkında tarsus ilçesinde
yapılan Ashab-ı kehf törenleri ise çok
tanrılı ve çok tanrıçalı inanclar ritüellerin ve kutsallığının Yahudilikten Hristiyanlığa ve devamında islama geçmiş
halidir. Özü itibariyle tek tanrılı dinlere ait bir uygulama değil bilakis çok
tanrılı ve tanrıçalı inancın tek tanrılı
dinler üzerinden günümüze taşınmış
halidir. Bunun yanında Ashab-ı kehf
ile eski kadim halkların inançları bu ad
ile asimile edilip yok edilirken kendi
yaşam alanınada yer açmaktadır. Bu
durum tek tanrılı dinlerin doğasında
var olduğunuda belirtmek zorundayız.
Aksi takdirde tek tanrılı kitabı din olmaz. Islam dininde kurana(osmanı musaf) göre İlyas hızırdan daha değerli
ve önemlidir. Bunun nedeni ise daha
önceki tek tanrılı dini kitaplarda ilyas
adının geçmesidir. Öyleki İsadan önce
allah katına yükselen peygamber olarak kabul edilir ve öylede inanılır.
Tevratta ise sadece İlyas olarak geçerken, islamda ise hızır ölümlü bir canlıdır yaşamış ve ölmüştür. Bunu peygamber Muhammedin hızır yaşasaydı
bizimle buluşurdu anlamlı hadisini örnek göstermişlerdir. Abu hayat kavramı
islam literatürüne sonradan girmiş ve
yer almıştır, ayrıca Musa hikayesindeki balığın canlanması konusunda bilgi
olmamakla birlikte söylenti olarak halk
arasında söylene söylene günümüze
kadar ulaşmıştır. Bunun yanısıra İskender Zülkarneyn hikayesi ise hızır
olayından tamamen farklı ve ayrıdır.
Ve hızır ile hiç bir şekilde bağlantısı
yoktur. İskender tarihte bilinen büyük
iskenderdir. Yani kılıcı ile düğümü kesip daha sonra sıtma hastalığı nedeniyle
ölen Makedonyalı Büyük İskenderdir.
Tarihe yön vermiş ve etkilemiş bütün
önemli kişiler dinsel hikayeleri ve efsaneleri kendilerine dayanak yaparlar ve
bu şekilde tanrısal güçlere sahip olduklarını ve yenilmez olduklarını halkın
arzu ettiği yaşam ortamını sağlayacaklarının güvenini ve inancını verirler. Bu
durum zaman içinde o kişilerde tanrısal kutsiyetin en üst noktaya çıkmasını
ve bir sonrakine ise katlanarak devam
etmesini sağlar. Ancak Kuran (osmanı
musaf) ayetlerinde İlyas iki kez ismen
belirtilmesine karşın, Hızır adından
hiç bahsedilmemesi dikkat çekicidir.
Arapçadaki İlyas,Grekçede Eliyas, İbranicede Elijah, Batı dillerinde Elie ve
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Süryanicedeki İliya veya İlya’nın aynı
kelimenin farklı imaları olduğu ve
Tevrat’ta İlya ve Elişa’nın Kurandakine (osmanı musaf) benzeyen hikâyeleri
göz önünde bulundurulduğunda aslında Hızır’ın İlyas yani İlya‘dan başkası
olmadığı sonucuna ulaşılabilir gibi görünmektedir.
Tek tanrılı dinlerin merkezlerinde etkisi ve kutsallığı çok az yada hemen
hemen hiç yok iken tek tanrılı dinlerin merkezlerinden uzaklaştığı oranda
kutsallığı ve değeri artar ve inancta en
üst noktaya çıkar. Yani arabistan yada
israil topraklarında hızır için oruç,
kurban,adak,lokma, cem yada herhangi bir inancsal ritüel yerine getirilmezken bu merkezlerden uzaklaştıkça hızır
inanctaki asıl yerini bulur.
Tek tanrılı dinlerden çok daha önce hızır inancı çok tanrılı inancların içinde
vardır.
Tek tanrılı dinlerden çok daha önce
çok tanrılı inanışlarda ortaya çıkmış ve
daha sonra tek tanrılı dinlere yerleşmiş
ve o şekilde kabul edilmiştir.
Tek tanrılı dinlerden öncede var oldugu
kabul gördügünden tek tanrılı dinlerinde üzerinde bir kutsallığa sahiptir.
Tek tanrılı dinlerdeki ilk anlatılış Nuh
peygamber döneminin tufan hikayesindeki geminin batması ve içindeki
canlıların ölmemek için insanların yetis ya hizir sözü ile imdat istemesi ve
gemidekilerin kurtulması sonucu ortaya çıkmıştır. Oysaki Sümerlerdeki
Gılgamış destanında tufan olayı aynı
şekilde geçer. Buda aslında hızırın tek
tanrılı dinlerden 3 bin yıl önce çok tanrılı inanclarda var olduğunu ve adının
farklı isimler altında olsada çağrıldığının ispatıdır.
Hızırın sembolü yeşil renk ve yeşilliktir. Tek tanrılı dinlerin kendilerine ait
özel renkleri vardır özellikle islamda
Ehlibeyt in sembolük rengi ise siyah ve
koyu kırmızıdır. Günümüzde bilindiği
üzere yeşil renk islam dinin sembolü
ve rengi değildir. Burdaki algılama tek
tanrılı dinlerin kendinden önceki kutsallıklarıda içine aldığını ve bunu kullandığını göstermektedir.
Tek tanrılı dinlerde çeşitli versiyonlarda konuşulmasına rağmen cok fazla
önce çıkmamasının yada çıkartılmamasının sebebi çok tanrılı eski inanclardan alınması ve tek tanrılı dinlerin
ortadan kaldıramadığı noktada içine
alıp önemsizleştirmesi siyasetini yürütmüş olmalarındandır. Hızır ve Hıdırellez kutlama törenleri eski tarihlerde-
ki tek tanrılı dinlerdeki törenlerden ve
kutlamalardan çok daha fazla kutsal ve
görkemli idi. Günümüzde ise eski önemini ve görkemini yitirmiş yada yitirme noktasına gelerek farklı biçimlere
bürünmüştür.
Çok tanrılı ve tanrıçalı inanctaki konumu ile tek tanrılı dinlerdeki tanrıların
üstü, baş tanrı yada ana yaratıcı veya
var edicidir.
Tek tanrılı dinlerin en eski ve ortak peygamberi Mısırdaki Hermestir. Her dinde farklı adlarla yaşatılarak günümüze
kadar getirilmiştir. Kitabı dinlerde İdris peygamber olarakta anılır. Ve günümüz hızırın tanrısal bütün özelliklerini
taşımaktadır. Tek tanrılı dinlerde ve
öncesinde araştırılmayı bekleyen belkide en önemli konu Hermescilik, kişi
ise Hermestir. 7 ocakta yani 7 azer de
Sabii lerce Hermes bayramı olarak kutlanması ve sürdürülmesi ve günümüze
ulaşmış inanc ritüellerinden biridir.Bunun yanında güneşin yada ışığın kutsallığının geçmişten günümüze kadar
bütün inanclarda, dinlerde ve yeryüzü
topluluklarında baş köşeye oturtulması ve onu temsilen bir canlı kutsalın o
toplumun dini inancında yer bularak
günümüze kadar gelmesi dinlerin yada
inancların fikirsel olarak çıkış noktasınıda bize azda olsa göstermektedir.
Çok tanrılı inancların kutsalı olduğundan dolayı tek tanrılı dinlerde ve
kitaplarda gereken değeri ve kutsiyeti görmemiş ve kabulde edilmemiştir.
Olaylara ve zamana göre toplumdaki
kutsiyetinden ve gücünden yararlanılarak tek tanrılı dinlere inanılması
sağlanmış ve bu görevini yerine getirdikten sonra yine unutulmaya bırakılmıştır. Bir yerde tek tanrılı dinlerin
yaşaması ve yerleşmesi için koltuk değneği görevi görmüşde diyebiliriz.
Çok tanrılı inanclarda hızır olarak anılırken ve kutsanırken tek tanrılı dinlerde yanına İlyas da eklenmiş ve bu
şekilde kutsiyetinden yararlanılırken
hızırın karada ilyas in ise denizde güç
ve söz sahibi olduğu belirtilmiştir. Yaşanıldığı anlatılan bütün büyük olaylarda hızırın kendisi öne çıkarken nedense ilyasın etkinliği hemen hemen
hiç yok gibidir.
insanın ölümsüzlüğe sahip olma düşüncesi ve isteği hızırda gerçekleşmiş
ve günümüze kadarda bu düşünceyi taşıyarak yaşatmıştır.
Tanrıdan önce gelir, tanrı olaylara tarafsız iken hızır taraf tutar ödüllendirme ve gerekirse cezada verebilir. Tek
tanrılı dinler ve kitaplardan çok daha
önce halkın inancında yer almıştır. Ve
bunun sonucunda tek tanrılı dinlerin
içine taşınmış ve yaşatılmıştır bir yerde ilk tanrıda denir bu nedenle varlığın
çıkış noktasında adına oruc tutulan ve
ibadet edilen kutsal bir kurtarıcı güçtür.
Alevi inancındaki yeri tek tanrılı dinlerdeki yerinden çok daha fazla ve kıymetlidir, tek tanrılı dinlerde sıradan bir
olay gibi anlatılır ve konuşulur. Alevi
inancında en üst noktadadır ve bir yerde asimile karşısında kendisini korumuş ve günümüze kadar taşımıştır. Doğada canlı bir kutsiyet olarak yaşamını
devam ettirir ve tek tanrılı dinlerdeki
gibi allahın evi yada mekanı denilen
ibadet merkezlerinde aranmaz ve o
mekanlara sığdırılmaz. (cami, sinagog,
kilise)
İnsanın gönlü Hakkın mekanıdır, hiç
bir mekana sığmayan Hakk insan gönlüne sığmıştır.
Alevi inancında rüyada hızırın görülmesi durumunda çevresindeki insanlara haber verilir kurban kesilir orucu
tutulur ve dilek dilenip lokması yedirilirken mükafat noktasında değerlendirilirken tek tanrılı inanclarda sır olarak
saklı tutulur konuşulmaz.
Alevi inancının tersine tek tanrılı dinlerde adı Hz Hızır olarak çağrılıp resmiyet verilip o şekilde algılanırken alevilikte ise bir yoldaş yada sıradan bir
insan ile konuşuyormus gibi anlatılır
ve davranılır. Böylece aradaki resmiyet
sevgi ve muhabbet ile ortadan kalkarken kutsiyeti ise çok daha fazlalaşır.
Alevilerin hızır (hıdır) adı çocuklarına
vermeleri tek tanrılı dinlerdeki insanların kullanmasından çok daha fazladır
ve bütünleşmişlerdir. Neredeyse her
alevi ailesinde bir hıdır adı vardır.
Alevi inancında daha çok hayat kurtarıcı can veren sevginin sahibi ve sembolü ile mutluluğu sağlayan bir kutsallık görevini ve sorumluluğunu taşırken
tek tanrılı dinlerde ise tam tersi noktada kutsal orduları olan savaşta zafere
taşıyan, ganimet kazandıran ve düşmanı yok eden bir konumdadır. Hızırın
barışcı ve iyiliksever olması ve ölüm ile
anılmamasını bunun yanında öldürücü
ve yıkıcı olmaktan çok can kurtarıcı
ve yapıcı olması tektanrılı dinlerin din
için savaşa, allah için savaşa gibi insanlık dışı katliamcı, öldürücü ve yok edici
gibi terimlerin dışında tutulmuş ve o
şekilde de inanılmıştır.
(devamı gelecek sayıda)
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim, Alevistan, Zazaistan
“Hükümetin ‘Kürt Açılımı’ vesilesiyle CHP Milletvekili Onur Öymen’in
TBMM’de yaptığı garip konuşma Dersim tarihine yönelik ilgiyi arttırmış
görünüyor. CHP’nin bilinçaltı konusunda çok önemli ipuçları içeren bu
konuşmanın geleneksel olarak CHP’ye
destek veren Alevi kesimlerde deprem
etkisi yarattığını tahmin ediyorum ya
da umuyorum. Taraf’ın yazıişleri, 15
Kasım 2008’de bu sütunlarda yayımlanan ‘1937-1938’de Dersim’de neler
oldu?’ başlıklı yazımı iki gün önce
aynen yayımlayınca hafıza tazelemeye gerek kalmadı. Ben de bu haftayı
Dersim’in sosyolojik, kültürel özelliklerine ve yakın tarihine ayırdım.”
***
11. yüzyıldan itibaren Horasan’dan
yola çıkıp Anadolu’ya akın eden Türkmen aşiretlerinin heterodoks fikirlere
eğilimli olduğu, Kürt aşiretlerinin ise,
en azından Osmanlı İmparatorluğu’na
dahil oldukları 1515 yılına kadar, sadık Sünniler olduğu fikri genellikle
kabul edilir. Şiiliğin (ve bu bağlamda
Kızılbaşlığın) Kürtler arasında ne zaman ve nasıl yayıldığı konusu yazının
çapını aşar, ancak Osmanlı Devleti ile
İran arasında kalan Dersim’in Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girdiği 16.
yüzyıldan itibaren Kızılbaş Türkmenler kendilerine Bektaşi tekkelerinde
yer bulurken, Kızılbaş Kürtlerin içine
kapandığı anlaşılır. 19. yüzyıla gelindiğinde, devletin Rafızî (Şiiliğin 21 kolundan biri) veya lâdini (dinsiz) olarak
adlandırdığı, ancak belli bir özerklik
tanıdığı bu gruplar, bölgede yoğun bir
faaliyet gösteren Protestan misyonerlerinin etkisine girecektir.
Dersim inançları
Osmanlı’nın kapısını çalmaya cesaret
bile edemediği bölgede, Protestanlar geleneklerle çatışmadan Alevileri
modernleştirmeye çalışırlar. Kızılbaş
Kürtlerin cem ayinlerine girmeyi başaran ilk yabancılardan biri, 1814’te Ten
Years on the Euphrates (Fırat’ta 10 Yıl)
adlı bir kitap yayınlayan C.H. Wheeler,
kitabında şöyle der: “(Kızılbaş) Kürtlerin hiç değilse büyük çoğunluğu sadece sözde Müslüman. Aralarında dinsel
Ayşe Hür
törenler ve ayinler düzenlerler. Şimdiye kadar pek az bilinmekle birlikte bu
törenler Müslümanlık, Hıristiyanlık ve
putperestliğin bir karışımı gibi görünmektedir. Kürtlerin çoğunluğu Müslümanlık dinine bağlıdır. Diğer kol
Kızılbaşların kendilerine has inançları
vardır. Genellikle Türklerden korktuklarından gerçek inançlarını gizlemeye
çalışırlar. Aralarındaki garip öğretilerden biri de içlerinden birinde ‘Kutsal
Ruh’ un bulunduğudur. Bu kişi ‘Dede’
olarak adlandırılır. Kendisine büyük
saygı gösterilir. Hepsi değilse bile Kızılbaşların bazıları Panteisttir (=Tanrıyı evrenle özdeşleştiren felsefi akım).
Çarmıha gerilen İsa’yı da dualarında
anarlar. İsa ya da Muhammed gibi diğer insanları, hayvanları, ağaçları, kayaları da kutsal sayarlar. Tüm varlıklar
onlar için tanrıdır.”
Etnik köken ve dil
Dersimlilerin etnik kökeni konusunda
çok değişik görüşler var. Örneğin Erzurum’daki Rus konsolosu Jaba, 19.
yüzyıl ortalarına ait bir Kürt kaynağına dayanarak Dersim’in dağlık bölgesinin tümüne verilen bir ad olan Dujik
Baba’dan dolayı ‘Dujik Kürtler’ olarak
adlandırır ve ekler: “Türkler onları
Dujik Kürtler ya da basit Kürtler (Ekrad) olarak adlandırırlarken, gerçek
Kürtler de onlara Kızılbaş derler.”
Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak ‘Dirsimli’ veya
‘Dujik/Duşik’ aşiretleri olarak söz
edilir ve hepsi ‘Ekrâd (Kürtler) taifesinden’ olarak sınıflandırır. Yalnızca
Balabanların Yörükan taifesinden gelme Türkler olduğu söylenir. Dersim’i
1866’da ziyaret eden Diyarbakır’daki
Britanya Konsolosu Taylor’a göre ise
Dersimliler “aslen pagan bir Ermeni
neslin” ardıllarıdırlar. Erken dönemde
Zaza terimine yer veren nadir kaynaktan biri 1911 yazında Dersim’i ziyaret
eden L. Molyneux-Seel’in seyahatnamesidir. Bugün tartışmaların odağında
olan Zazalık meselesi daha çok dille
ilgilidir. Dersim aşiretlerinin büyük
bir bölümünün konuştuğu Zazacanın
(Dersimlilerin diliyle Kırmancki veya
Dımılkinin) Kürtçeden ayrı bir dil olduğunu söyleyenlerle, Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi sayanlar arasındaki
savaşı, son yıllarda ilk grubun kazandığı görülüyor.
1915’te Dersim
Osmanlı döneminde Dersim, merkez
için sürekli bir sorun kaynağıydı. Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren
Osmanlı Devleti Dersim’e tam 108 kez
müdahale etmiş ancak İttihatçıların
Dersim konusundaki uzmanlarından
biri olan Naşit Hakkı’nın (Uluğ) deyişiyle, “devlet Dersim’e sefer eylemiş
ama zafer eyleyememişti”. Bu sorunun
temelinde, başlangıçta Sünnilik-Kızılbaşlık gerilimi ile vergi ve asker gibi
merkezî devletin ihtiyaçlarının zaten
yoksul olan bölgede yarattığı gerilim
varken İttihatçılar döneminde buna bir
de Türk-Kürt-Ermeni milliyetçilikleri
arasındaki gerilimler eklendi.
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı, imparatorluğun diğer cemaatleri gibi, Dersimli Kızılbaşların kimliklerini açıkça
ve kolektif olarak ortaya koymaları
için fırsat yaratmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ilk başta bu durumu
kontrol altına almak için, askerî güç
kullanmak yerine politik ikna yöntemini seçti.
Baha Sait Bey, güya Alevilik ve Bektaşilik üzerine araştırmalar yapmak üzere bölgeye gönderildi. Ruslara ve Ermenilere karşı mücadelede Dersimlilerin
desteğini almak isteyen İttihatçılar,
Dersimlileri ikna etm ekte Bektaşi Çelebisi Celaleddin Efendi’nin yardımını
istemişlerdi ama Çelebi’ye eşlik eden
Kürt milliyetçisi Nuri Dersimi’ye göre
bu çabalar karşılık bulmamıştı.
1915 Ermeni kırımı sırasında Türk-
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
menler yani Kızılbaş Türkler, İTC’nin
safında oldular ancak Ermeni kırımında yer almadılar. Ermenilerle iç içe,
yan yana yaşayan, benzer inançları
paylaşan, merkez tarafından benzer
şekilde dışlanan Kızılbaş Kürtler ise
1894-1896 kırımında olduğu gibi, Ermenilerle dayanışma içinde oldular.
Dersim ve Ermeni kaynaklarına göre
bölgeye sığınan Ermenilerden 20 bin
kadarı, Erzincan üzerinden oluşturulan ‘yeraltı demiryolu’ sayesinde
Rusya’ya kaçarak hayatta kalabildiler.
Kemalistlerin Dersimli algısı
Böylesi bir tarihçenin, İttihatçıların ardılı olan Kemalistleri nasıl etkilediğini tahmin etmek zor değil. Hollandalı
antropolog-sosyolog Martin van Bruinessen, “Aslını İnkâr Eden Haramzadedir” başlıklı makalesinde şöyle der:
“Kemalizm’in Kürtler hakkındaki görüşü, her zaman içsel çelişkilerle dolu
olmuştur. Bir yandan resmî görüş onların Türk olduklarını iddia ederken;
öte yandan, Türk olmadıkları için
onlara hiçbir zaman güvenilmemiş ve
onları asimile ederek Türk olmayan
özelliklerini kaybettirmek için kasti girişimlerde bulunulmuştur. Alevi
Kürtlere karşı tutum çok daha paradoksal ve tutarsız olmuştur. Alevi olduklarından ötürü, bir yandan İslâm’ın
gerçek bir Türk versiyonuna bağlı oldukları için ve Kemalistlerin laikleşme
programının doğal müttefikleri olarak
selamlanmışlar; öte yandan, Zazalıkları ve Kürtlükleri onları yabancı ve
güvenilmez kılmıştır. Alevi Kürtlerin
dinsel törenlerde kullandıkları dilin
Türkçe olduğu gerçeği, onların kolay
asimile olacaklarına dair umut verici
ihtimaller sunar görünmekle birlikte,
Alevi Kürtlerin devlete muhalefetlerinin tarihi onları ziyadesiyle şüpheli
kılmıştır.”
Jandarma raporu
Gerçekten de, 1930’ların başında Jandarma tarafından Dersim üzerine hazırlanan bir çalışmada şu gözlemler
yer alır: “[Zaza alevilere gelince:] Bunlarda mezhep ve âdet dili Türkçedir.
Ayinlerde iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyettir ki Alevi Zazalık asırlardan beri
ihmal edildiği halde Türklükten pek de
uzaklaşmamış, Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartile Türkçe
meram anlatmak mümkündür. Şayanı
nazar ve esef olan nokta şudur ki 20-30
yaşından yukarı yaşlı her fertle Türk
dili ile mütekabilen anlaşmak ve dertleşmek mümkün olduğu halde… Türk
dili tamamen Zazalaşmakta ve hele 10
yaşından küçük çocuklarda ise Türk
diline rastlamak imkânı kalmamaktadır.”
Ancak, raporun yazarı bir sonraki paragrafta onları Türklükten ayıranın
dilin ötesinde bir şey olduğunu itiraf
eder: “Aleviliğin en kötü ve açıklama
ihtiyacı duyuran cephesi Türklükle
aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır. Kızılbaş,
Sünni Müslümanı sevmez, kin besler,
onun ezelden düşmanıdır. Sünnileri
Rumî diye anar. Kızılbaş ilahi kuvvetin hamili bulunduğunu ve imamların
Sünnilerin elinde işkence ile öldüğüne
inanır. Bunun için Sünnilere düşmandır. Bu o kadar ileri gitmiştir ki Kızılbaş, Türk ile Sünni Kürt ile Kızılbaş
kelimesini aynı telâkki eder.” Yazar,
Kızılbaşlardan söz ederken, aslında
Kızılbaşlara ilişkin kendi (elbette devletin) bakışını ele vermektedir.
Bruinessen’e göre, rapordaki bu fikirler, 1925 Şeyh Said İsyanı sonrasında,
bizzat Mustafa Kemal yönetimince
Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk
Ocakları Koordinatörü sıfatıyla Dersim bölgesine gönderilen Hasan Reşit
Tankut’un ‘etnopolitika’ çalışmalarından esinlenmiş olmalıdır. Küçük
bir yetimken Maraş Elbistan’da Alevi Kürt bir ailece evlat edinilen Reşit
Tankut, çalışmalarını Mustafa Kemal’e
ve CHP’ye gizli raporlar halinde sunmuştu. Bu görüşlerin devletin Dersimli algısını şekillendirmekte önemli rolü
olduğu anlaşılıyor.
Kürt milliyetçiliği ve Zazalık bilinci
Martin van Bruinessen’e göre 1960’ların sonundan itibaren kitlesel bir hareket olarak ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği Alevi (Kızılbaş) Kürtleri
de etkilemiş ve bünyesine katmıştı.
1970’lerin siyasal kutuplaşması, sağcı ve solcu radikallerin bu cemaatleri ikmal bölgeleri olarak seçerek,
karşılıklı şeytanlaştırmaya katkıda
bulunmalarıyla Sünni-Alevi zıddiyetini şiddetlendirmişti. Çorum’da,
Kahramanmaraş’ta yaşanan Alevi katliamları ortak bir Alevi bilinçliliğini
güçlendirmede etkisi büyük oldu. Bu
çatışmaların yer aldığı bölgede, Kürt
ya da Türk olmak çok da önemli değildi; kişinin aslî kimliği dinsel olandı.
1980’ler Aleviliğin, Batı Avrupa’daki Türk ve Alevi göçmen cemaatler
arasında gerçek bir kültürel ve dinsel
yeniden doğuşuna tanıklık etti. Farklı eğilimlerden eylemciler, –solcular,
Sünni Müslümanlar, faşistler, Kürt
milliyetçileri- daha önceden bu cemaatleri örgütleme girişimlerinde bulunmuşlardı, ancak Türkiye’deki 1980
askerî darbesinden sonra çok sayıda
tecrübeli örgütçünün, sığınmacı olarak Batı Avrupa’ya gelmesiyle yeni
bir aşamaya geçildi. Bu kadrolar arasında en başarılı olanlar, radikal Sünni
Müslümanlar ve daha sonra içlerinden
PKK’nin çıkacağı Kürt milliyetçileriydi.
PKK’ye karşı Alevilik
Bu arada Türkiye’deki rejim, belli başlı cami federasyonlarını merkez alarak
ve Sünni İslâm’ın ‘Türk-İslâm sentezi’
olarak bilinen aşırı muhafazakâr ve
milliyetçi kanadını destekleyerek göçmen cemaatler üzerinde yeniden denetim sağlama çabasına girmişti.
Bu faaliyetler yıllarca kimliklerini
gizli tutan Alevilerin de örgütlenmesi
konusunda teşvik edici oldu. İlk defa
büyük Alevi dinsel törenleri kamuya
açık olarak düzenlendi. Alevi örgütleri
kuruldu ve bu örgütler, daha önceleri
çeşitli solcu ve Kürt yapılanmalarda
ön planda yer alan birçok genç Aleviyi
çekti. Bu tarihten itibaren pek çok kişi,
Marksist-Leninist kimliklerinin yanı
sıra Alevi kimliklerini vurgulamaya
ve ‘Alevistan’ diye ayrı bir yurttan söz
edecek kadar Alevilerin bir tür ulus olduğunu düşünmeye yöneldiler.
Aslında Alevistan kelimesi ilk kez,
1976 yılında Hürriyet gazetesinin Almanya’daki bölücü faaliyetler ile ilgili
bir raporunda yer almıştı. Güya, devletin Maoist düşmanları, Türkiye’yi doğuda Kürdistan, merkezde Alevistan
ve batıda Sünni Türk bakiye şeklinde
bölmek için komplo kuruyorlardı. Gerçi 1980’lerde Almanya’da benzer bir
şekilde Alevistan’ı bağımsız kılmak
niyetini açıklayan Kızıl Yol adında
kısa ömürlü aşırı solcu bir örgüt vardı
ama birçok Kürt milliyetçisi ve başka
eğilimlerden solcular, bu girişimlerin
‘Sünni ve Türk’ bir milliyetçi tepki
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yaratmaya çalışan Türk istihbarat servisinin oyunları olduğundan şüpheleniyordu. Sonuçta, Avrupa’daki bu
faaliyetlerle Türkiye’de aşamalı siyasal liberalleşme birleşerek, Türkiye’de
de Alevi uyanışını harekete geçirdi.
Görünüşte laik, aslında Sünni olan
Türk Devleti’nin PKK’nin sesini artık
güçlü bir biçimde duyurduğu 1980’lerin sonunda, PKK’nin Kürt (ve Zaza)
Aleviler arasında daha fazla destek
kazanmasını önlemek amacıyla Alevi
kimliğine geçit vermeye yönelmesi de
bu eğilimi destekledi.
Bruinessen’e göre Zazaca yayıncılık,
siyasal nedenlerden ötürü dilsel ayrımcılığa şiddetle muhalefet eden belli
milliyetçi entelektüel çevrelerde sert
olumsuz tepkilere yol açtı. Bunların
bir kısmı, sentetik bir birleşik Kürt
dili için çalışıyor; diğerleri iki yazılı
Kürt diline tahammül edebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak daha önce
neredeyse hiç yazılı geleneğe sahip
olmayan Zazacayı bir diğer yazılı dil
olarak geliştirmenin Kürt ulusu arasına ayrılık tohumları ekmek olacağına
karar vermişlerdi.
Devletin hesaplayamadığı
Zazaca dergiler
Aslında, PKK’nin kuruluşunu gerçekleştirmekte büyük zorluklarla karşılaştığı ve her zaman diğer siyasal radikal hareketlerle yarışmak zorunda
kaldığı bölge Dersim’di. Dersim halkı,
en azından 1960’lardan beri, her zaman Kürt milliyetçiliğinden ziyade
solcu radikalizme meyilli olmuştu.
Başlangıçta militan bir şekilde din
karşıtı olan PKK, 1980’lerin ortalarında, Sünni bölgelerde daha çok halk
desteği sağlamak için gittikçe Sünni
İslâm’a karşı uzlaşmacı bir tavır benimseyince bu durum, PKK’nin Aleviler arasındaki popülerliğine katkıda
bulunmadığı gibi muhtemelen Alevi
öznelliğini güçlendirdi. PKK’ye göre
ise, Alevi uyanışı, Kürtler arasına ayrımcılık ekmek için doğrudan devletçe
yönetiliyordu ve buna önayak olanların
tümü ajandı. Bu yaklaşım, bir yandan
Alevilerin PKK’den soğumalarına, bir
yandan da PKK saflarındaki Alevilerden kuşkulanılmasına ve onların tasfiyesine yol açtı. Dinsel boyut giderek
daha önem kazandığı bu süreçte Sünni
köktenciliğine ve kapsayıcı Kürt milliyetçiliğine karşı bir tepki olarak asli
bir kimlik olarak Aleviliğe yapılan
vurgu güçlenmeye başladı.
Ancak, “Zazaca ayrı bir dildir ve Zazalar ayrı bir halktır” diyen ilk Zaza
aydını olan Ebubekir Pamukçu’nun
1985 yılında İsveç’te çıkardığı Ayre
dergisi ile Zaza kimliği ve varlığı
daha güçlü biçimde gündeme gelmeye başladı. Bunu 1988’de İsveç’te yine
Pamukçu’nun çıkardığı Piya dergisi izledi. Dergide Zazaca, Türkçe, İngilizce
makaleler olduğu halde Kürtçe makale
yoktu ve Zazalardan, kimlikleri uzun
zamandan beri sadece Türk devletince
değil, Kürtlerce de reddedilen ayrı bir
halk olarak söz ediliyor ve coğrafi bir
ad olarak Kürdistan teriminin yerine
‘Zazaistan’ terimi öneriliyordu. Derginin ilk başta çok küçük bir okuyucu
çevresi oldu ama bir süre sonra artan
sayıda derginin görüşlerini benimsedi.
Halen örgütlü bir milliyetçi Zaza hareketi görünmemekte ama hepsi Zazaların Kürtlerden farklı olduklarını iddia
eden, Avrupa’da yayımlanan iki dergi
(Desmala Sure ve Ware) ve Türkiye’de
yakın zamanda çıkan bir dizi kitap ile
yayımcılık faaliyetleri giderek artmakta.
Avrupa’daki gelişmeler
1983’te Paris’te Kürt Enstitüsü kurulurken, ortak bir standart dile dair eski
rüya yeniden su yüzüne çıkmış; ancak
ne Kurmanci ne de Sorani konuşanlar
ötekine imtiyaz tanımadıklarından,
Kürdistan’ın tüm kesimlerinden okuyucuları hedef alan dergiler, hem Kurmanci hem de Sorani dillerinde bölümlere yer vermişlerdi. Kürt Enstitüsü’nce
aynı yıl yayımlanan Hêvî/Hîwa dergisine bir de Zazaca bölümü ekledi.
Dersimlilerin talepleri
Geçtiğimiz günlerde, Yaşar Kaya’nın
başkanlığını yaptığı Avrupa Dersim
Dernekleri Federasyonu adına bir heyet Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e,
Dersimlilerin taleplerini içeren bir
mektup sundu. Mektupta UNESCO
raporlarına göre ölü bir dil haline gelmekte olan Zazacaya TRT’de, üniversitelerde yer verilmesi, bu dilin Dersim’deki okullarda zorunlu ikinci dil
olarak okutulması, Dersim’e kamu görevlisi atanırken, bu dili bilenlere öncelik tanınması, Dersim’deki yerleşim
yerlerine de eski isimlerinin verilmesi,
Alevi/Kızılbaş inancının temsilcileri olan ocakların tarihsel ve kültürel
misyonlarının tanınması, bu kuruluşların özerkliğinin yasal güvence altına alınması, Munzur, Harçik ve Peri
vadilerinde yapımı planlanan baraj
inşaatlarının durdurulması gibi talepler vardı. 1937-1938’de çeşitli ailelere
evlatlık verilen ya da Çocuk Esirgeme
Kurumu’na verilen Dersimli yetimlerin akıbetlerinin ortaya çıkarılması, 15
Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday
Meydanı’nda idam edilen Seyit Rıza
ve arkadaşlarının mezar yerlerinin
açıklanması ve naaşlarının aile mezarlığına defnine izin verilmesi talebiyle
devam eden mektup, devletin içten bir
özrünün 71 yıldır devlete küskün, kırgın olan Dersimlilerin gönlünü almaya
yeteceği ifadesi ile bitiyordu. Bakalım
devlet bu sese kulak verecek mi?
Özet Kaynakça: Martin van Bruinessen, Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik
ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim Yayınları, 2009 ve “Aslını İnkâr
Eden Haramzadedir” (Çeviren: Özgür Gökmen), Diyarbakır.net, http://
w w w.diyarbekir.net /cgi-bin /index.
pl?mod=news;op=author_id;id=139;
Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtlük,
Öz-Ge Yayınları, Ankara, 1997; Zilfi
Selcan, Zaza Milli Meselesi Hakkında,
Zaza Kültürü Yayınları, 1994; Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza ayaklanmasının tarihsel kökenleri, Yön Yayınları,
1992.
kaynak:
http://www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-dersim-alevistan-zazaistan.htm
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersimliler’in Türkiye Cumhuriyeti
Yeni Anayasası ile İlgili Görüş ve Beklentileri
Giriş
Türkiye kamuoyunda yeni bir anayasa yoğunlukla tartışılıyor. Tarihsel
sorumluluğun bir gereği ve Anadolu
topraklarının kadim-, yerleşik halklarından olduğumuz bilinci ve gerçeğinden hareketle, Avrupa’da yaşayan
biz Dersimliler de yeni anayasanın
yapılması sürecine katkıda bulunmak istiyoruz. Bu amaçla 02-04 Mart
2012 tarihinde Almanya’nın Rüdesheim şehrinde bir araya gelerek, aşağıda belirtilen ilke ve konuların yeni
anayasada dikkate alınmasını talep
ediyoruz.
Bir toplumsal sözleşme olarak yeni
anayasa
Bir toplumsal sözleşme olarak yeni
anayasa toplumsal iradeyi hedefleyen
bir doğrultuda, tüm kesimlerin görüşü alınarak, üzerinde uzlaştığı bir
şekilde yapılmalıdır.
Türkiye toplumu, kendi kaderini ve
geleceğini inşa etmek için yeni, sivil
bir toplumsal sözleşme yapma kararlılığını sergiliyor. Siyasi, ekonomik, kültürel ve politik alanda ciddi
bir değişim ve dönüşüm sürecinden
geçtiğimiz bu tarihsel dönemde, yeni
anayasa ile, geçmişte yaşanan Dersim 1937/38 Soykırımı gibi acılardan,
toplumu ayrıştırıcı, ötekileştirici etnik veya dini ideoloji ve doktrinlerden uzak; özgür, eşitlikçi bir geleceğin inşasına girişilmelidir.
Anadolu’da, Anadolu ve Mezopotamya’nın yerleşik halklarının inanç,
mezhep ve kültürel farklılıkları tehdit olarak değil, bir imkan olarak görülmeli ve fırsata dönüştürülmelidir.
Bundan dolayı yeni anayasa, toplumun çok kimlikli, çok kültürlü, çok
dilli, çok inançlı bir toplum olduğu
gerçeğini benimsemeli ve özellikle
dinlere, sosyal ve kültürel gruplara,
etnik kimliklere, ideolojilere eşit mesafede durmalıdır. Devletin yapısı,
tekçi zihniyetten arındırılmalı, içindeki tüm farklılıkları barındıran ve
anayasal güvenceye kavuşturan bir
yapıya dönüştürülmelidir.
Yeni Anayasa ile, eşitlik temelinde
barış ve kardeşlik egemen kılınmalı.
Mevcut anayasada olduğu gibi, bir
tarafın lehine değişmez maddeler olmamalı, hiçbir kutsiyet, değiştirilmez
dogma veya ötekileştirici, dışlayıcı
kavrama ve yaklaşıma yer verilmemelidir. Ayrımcılığa tabi tutulmaksızın her bir yurttaşın devletin işleyişine katılımı sağlanmalı. Irk, din, dil,
renk, cinsiyet, sosyal, kültürel, ideolojik ve doktrin farklılıkları göz ardı
etmeden eşitlik ilkesi çerçevesinde
gerek bireyin, gerek topluluklarının
özgürlüklerini kullanma hakkı anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır.
Yeni toplumsal sözleşme eşitlikçi,
çoğulcu, katılımcı ve insanı merkeze
koyan bir anayasa olmalı, Birleşmiş
Milletler Sözleşmeleri, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi gibi evrensel hukuk ilkelerine aykırı hükümler içermemelidir.
Çağımızda demokrasi, çoğunluk kararlarının sınırsız bir şekilde uygulandığı bir sistem olmaktan ziyade,
azınlık hak ve hürriyetlerinin tanınıp
garanti altına alındığı ve bu azınlık
haklarının alınacak olan çoğunluk
kararlarının sınırlarını belirleyici
unsurları biçiminde görüldüğü bir
anlayış olarak tanımlanmaktadır.
Demokrasinin “çoğunluğun tahakkümü” olmadığı ilkesinden hareketle,
yeni anayasada din, dil, ırk, cinsiyet
gözetilmeden her insan eşit haklara
sahip kılınmalıdır. Kamu otoritesine
karşı fertlerin hukukunun korunmasına özen gösterilmelidir. Demokratik siyaset dışında hiçbir odağın,
zümrenin veya vesayet yapısının siyasal alanı belirlemesine imkan tanınmamalıdır.
Devletin siyasal yapısı
Devlet üniter, merkeziyetçi yapıdan
tam federal bir düzene geçmelidir.
Federatif devlet yapısı tercih edilerek,
demokratik katılım yerelden itibaren,
her bir farklılığın kendini kurucu ve
değerli olarak göreceği biçimde inşa
edilmelidir. Bu bağlamda, yerinden
yönetim ilkesi esas alınmalı, merkezi
idareye son verilmelidir.
“Başkanlık” veya “Yarı Başkanlık
Sistemi” yerine parlamenter sistem
muhafaza edilmelidir. Cumhurbaşkanı önceden olduğu gibi meclis tarafından seçilmelidir. Siyasi partilerin kapatılması engellenmeli, seçim barajı
düşürülmelidir. Hiçbir demokratik
hukuk devletinde yeri olmayan Milli
Güvenlik Kurulu (MGK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Diyanet İşleri
Başkanlığı (D.İ.B.) gibi kurumlara
yeni anayasada yer verilmemelidir.
Devlet üniter yapıdan tam bir federal sisteme geçiş sürecinde, federal
kurum ve kuruluşlar oluşturuluncaya kadar, yarı federal yapı olan ve
kültürel, sosyal, etnik farkllılıkları
esas alan “bölgesel özerkliği” tercih
etmeli.
Bu bağlamda federatif yapı içerisinde
Dersim’e, tarihsel coğrafi sınırlarıyla
özerk bir eyalet statüsü tanınmalıdır.
Vatandaşlık ve kimlik tanımı
Özellikle birlikte yaşama bilincini
yok eden “etnik temelli“ vatandaşlık
tanımına yeni anayasada yer verilmemelidir. Yeni anayasada, Türk, Zaza,
Kürt, Ermeni ve diğer etnik kimliklere vurgu yerine anayasal vatandaşlık
esas alınarak bütün vatandaşlar devlet nezdinde eşit olmalı ve bu anayasal güvence altına alınmalıdır. Eşitlik
ve sosyal adalet temel ilke olarak benimsenmelidir.
Mevcut Anayasa’nın 66. maddesinde
yer alan "Türkiye devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür"
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ifadesi, aidiyet ve kimlik vurgusu yapılmadan, farklılıkları zenginlik olarak kabul eden, eşit yurttaşlık esasına
dayalı anayasal vatandaşlık" olarak
su şekilde değiştirilmelidir: “Anadolu/Cumhuriyet sınırları içinde doğan,
ya da vatandaşlığa geçen herkes devletin eşit ve saygın vatandaşıdır”.
Anadilde eğitim
Federatif bir yapı içerisinde federal
devletin resmi dili olmamalı, özerk
bölgelerin resmi dili veya dilleri olmalıdır.
Anadilde eğitim, her vatandaşın doğuştan gelen temel ve doğal hakkıdır. Daha kaliteli öğretim yapmak
ve toplumsal barışı ve kaynaşmayı
sağlamak için, okul çağına gelen çocuklara Zazaca ve Kürtçe gibi kendi
anadillerinde, anaokullarından başlayarak ilk, orta ve yüksek öğretim
kurumları da dahil olmak üzere, tüm
eğitim kurumlarında eğitim ve öğretim imkanı tanınmalı, anayasada
dillerin tam hak eşitliği garanti altına
alınmalıdır.
Bu bağlamda eğitimin yapılandırılmasında bölgesel gereklilikler göz
önünde bulundurularak, gerekli altyapı oluşturulmalı ve iki veya çok
dilli eğitimin önü açılmalıdır. Çok
dilli eğitim sadece farklı etnik kökenli çocuklar için değil, Türk çocukları
için de bir kazanç olarak görülmeli ve
eğitim sistemi de buna göre şekillendirilmelidir. Herkes kendi anadiliyle
eğitim görebilmeli ve bunun yanında
Anadolu’da konuşulan diğer dillerden
birini de okulda zorunlu, yanısıra
Arapça, Farsça da dahil dünya dillerinden birini seçmeli olarak öğrenmelidir.
Bu bağlamda devlet, hukuksal pozitif ayrımcılık ilkesi çerçevesinde,
etnik dillerde yaşanan asimilasyonu durdurmak ve bu dilleri koruyup
gelişmelerini sağlamak için tedbirler
almalıdır. Bunun için, öncelikle dil
öğretiminin önündeki tüm engeller
ve kısıtlamalar kaldırılmalı, anadil
öğretmenleri yetiştirilmelidir. Üni-
versitelerde talep edilen tüm dillerde
akademik çalışma imkanları tanınmalı, lisans ve lisans üstü programlar açılmalı, araştırma merkezleri ve
enstitüler kurulmalıdır.
Dersim’in en yaygın ve Anadolu’nun
da en çok konuşulan üçüncü dili Zazaca, yaşanan Dersim 1937/38 Soykırımı ve sonrasındaki asimilasyon
politikaları sonucu, UNESCO’nun
da işaret ettiği gibi, kaybolma tehdidi altındadır. Özellikle kaybolma
sınırına gelmiş Zazaca anayasal güvenceye kavuşturulmalı ve anadil
olarak konuşulduğu bölgelerde, bu
dilin korunması ve gelişmesi için gerekli tedbirler alınmalıdır. Zazaca’da
tam gün radyo ve televizyon yayını
yapılmalı, Zazaca yayın yapan basın
yayın organları desteklenmelidir. Bunun dışında, yıllardır asimilasyon politikaları altında gelişmesi engellenen
Dersim’in diğer dili olan Kürtçe’nin
geliştirilmesi için gerekli tedbirler
alınmalıdır.
Din ve vicdan özgürlüğü
Yaşadığımız sorunların temelinde
anayasada yazılı olan laiklik ile din
ve vicdan özgürlüğünün yeterince
hayata geçirilmemiş olması yatmaktadır. Demokratik hukuk devleti ve
laiklik bütün inanç gruplarının ve
yaşam biçimlerinin teminatıdır. Yeni
anayasal düzende bu temel hak, tüm
yurttaşlar için gerçek anlamda hayata geçirilmelidir. Devlet, laik yapısı
gereği tüm din ve inanç gruplarına
tarafsız davranmalı, eşitlikçi ve azınlığın hakkını güvenceye alan bir mesafede olmalıdır. Laiklik bütün din
ve mezheplerin gerçek anlamda ve
eşit koşullar altında hayat bulmalarının teminatı olmalıdır. Din ve vicdan
hürriyeti devletin müdahale alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Bu anlamda:
Devlet, dinsel çoğulculuğa saygı göstermeli, değişik din ve inanç mensubu bireylerin ibadetlerini yapabilmesi
için gerekli olan kurumsal yapıların
oluşturulmasına imkân verecek hukuki bir yapı oluşturup, bunun gereği
olarak da dini kurumların önündeki
tüzel kişilik oluşturma yolundaki en-
gelleri kaldırmalıdır.
Anadolu mozaiğinin bir parçası ve
Dersim kültürünün özünü oluşturan
Alevi kimliği yasal olarak tanınmalı, cemevleri (Alevi dergâhları) Alevi
vatandaşların ibadethanesi olarak kabullenilmeli, diğer mezhep ve inanç
gruplarının kendi içinde örgütlenmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Bu dini grupların
özerkliklerini sağlayıp koruyabilmeleri için gerekli kurumsal yapıları
oluşturmalarına imkan verilmelidir.
Ulusal çapta olmasa da bölgesel anlamda, örneğin Dersim’de Xızır (Hızır) Orucu, Oniki İmamlar Orucu
(Muharrem Orucu), Hawtemal ve Gağan ritüelleri gibi, bir inancın çoğunluk tarafından yaşatıldığı bölgelerde,
o inancın özel günü/günleri resmi tatil olarak tanınmalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı mevcut anayasal statüsü ile, devletin laiklik ilkesi ile bağdaşmayacak şekilde dinler
üzerindeki müdahalesini, kontrolünü
getirmekte, farklı inanç ve mezhepler
üzerinde baskı ve dejenerasyon sağlamaktadır. Din, kişinin kendi seçimine bırakılmalıdır. Bundan dolayı
Diyanet İşleri Başkanlığı, anayasal
kurum olmaktan çıkarılmalıdır. Ancak bu anlamda devletin laiklik ilkesi şekilsel olmaktan öte bir anlam
ve içerik kazanarak gerçek anlam ve
pratik bir içeriğe kavuşmuş olacaktır.
Devlet, laiklik ve eşitlik ilkesi ile vergi adaleti gereği, inançlar karşısında
tarafsızlığını korumalıdır. Bunun için
devlet, mecburi kılmadan vatandaşından aldığı vergiler üzerinden oluşturduğu kamu kaynaklarından farklı
inanç gruplarına din hizmetleri için
eşit faydalanma hakkı tanımalıdır.
Devlet, çocukları ve gençleri belirli
ideolojiler, inançlar ve yaşam tarzları
doğrultusunda biçimlendirme yetkisine sahip olmamalı. Hiçbir koşulda
ayrımcı, dışlayıcı, sorgulama imkânı
bulunmayan doktrinleri dayatıcı bir
politika takip etmemeli. Hiç kimseye
veya gruba kendi kültür veya inançları dışındaki kültür veya inançları zo-
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
runlu olarak öğretilmeyeceği konusu
anayasada yer almalı ve bunun gereği
olarak zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.
bı Avesta`nın yazıldığı tarih İ.Ö.600
yıllardır. Tevrat`ın yazılmaya başlanması ondan üçyüz yıl sonra, İncil`in
ortaya çıkması Tevrat`tan üçyüzıyıl
sonra ve Kuran`ın ortaya çıkması
İncil`den 6 yüz yıl sonradır.
Güçler Ayrılığı İlkesi
Yeni anayasa ile ‘Güçler Ayrılığı İlkesi’ temelinde yasama, yürütme ve
yargı bağımsızlığı tam garanti altına
alınmalıdır. Bu anayasal kurumların
yetkileri anayasada açık bir şekilde
belirtilip sınırlandırılmalıdır. Yargı
işleyişinde ve hiyerarşisinde siyasi
otoritenin belirleyiciliği anayasanın
güçler ayrılığı ilkesi doğrultusunda
engellenmelidir. Cumhurbaşkanı da
dahil olmak suretiyle hiçbir siyasi
otoritenin başta yargı ve üniversite
olmak üzere özerk kurumlar üzerinde atama yetkisi olmamalıdır.
Yargı adaletsizliğini ortadan kaldırıcı, özellikle davalarda tutukluluk
ve yargılama sürelerini kısaltıcı tedbirler alınmalı, objektif ve tarafsız
yargılanmalara engel teşkil eden eski
adıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri,
yeni adıyla Özel Yetkili Ağır Ceza
Mahkemeleri kaldırılmalıdır.
Sonuç
Biz Dersimliler, yeni anayasanın
Anadolu’da yeni bir tarihi süreci
başlatacak bir toplumsal sözleşme
olmasını umut ediyoruz. Devletin
daha eşitlikçi, daha çoğulcu ve daha
özgürlükçü bir temelde yenilenmesinin tüm toplum için hayati önem
taşıdığına inanıyoruz. Bu nedenle,
taleplerimizin temelinde imtiyazlar
değil, hayatın her alanında gerçek,
fiili eşitlik arzusu yer almaktadır.
Dolayısıyla önerilerimizin de sadece
bizler için değil, Anadolu’da yaşayan
tüm yurttaşlar için çözüm teşkil edeceğini düşünüyoruz.
Saygılarımızla
12.04.2012
Mısletê Dêsımi
Dersim Dialog Grubu
Ali Usta
Alevi halkının son yıllarda verdiği
hak arama mücadelesinin yükselmesi sonucu, bazı çevrelerce; bu ilerici
inancı geri kalıplara sokarak asimile
etme çabalarının başlandığını görüyoruz. Aslında bu tür asimile etme tarih boyunca katliamlarla paralel olarak süre gelmiştir. Bu çevreler bunu
bin yıldır denediler ama başaramadılar. Başarmaları da mümkün değildir.
"Alevilik İslam mıdır, İslam dışı mıdır?" gibi saçma bir soruya yanıt
vermek bile abesle iştigaldir fakat şu
an iktidarda olan siyasi İslam`ın, birey hak ve özgürlüklerine saldırarak,
onlara adeta hakaret edercesine işi,
Alevi köylerine cami yaptırmaya dek
vardırmaları; bizim de, eldeki bilimsel verilere dayanarak, bu insanlık
suçu asimilasyon politikasına dur demeye hakkımız olmalıdır diye düşünüyorum.
Bazıları dediğim gibi gerek bilerek,
gerekse de bilmeyerek olsun, büyük bir yanlışlığa düşüp, Aleviliği
bir mezhep sınıfına indirgeyerek, bu
köklü felsefeyi basit bir olguya dönüştürmeye çalışıyor. Ne var ki, Alevilik
olarak adlandırılan din ya da felsefe,
aslında tüm insanlık tarihi boyunca
şekillenen bir olgudur.
Alevilik, İslam`ın bir mezhebi olmadığı gibi; o kadar işgal, talan, baskı
ve asimilasyona karşı İslam`dan en
az etkilenen düşünce akımlarından
biri olarak kendini koruyagelmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki; Alevilik adının Anadolu`da kullanılmaya
başlanması bir buçuk yuzyıl ötesine
geçmiyor.
Alevilik olarak anılan konu, daha çok
Kızılbaşlık olarak değerlendirilirse
konumuz daha da anlaşılır duruma
gelecektir.
Kızılbaşlık inanç ve felsefesi tüm
"Semavi Dinler"den daha eskidir. Kızılbaşlık inancının en önemli kaynağı
sayılan Dünya`nın ilk peygamberli ve
kitaplı dini olan Zerdüşt dininin kita-
Doğrudur, ozanın dediği gibi
Aleviler`in "Üç telli bağlamadan"
başka bir kitabı yoktur. Buna gerek
de yoktur. İnsan gibi yüce bir varlığın
konu olduğu inanç sisteminde, insanı
bazı dar kalıplara sıkıştırarak ne anlayabilirsiniz ne de o insan, bilim ve
"hakikat" (Felsefe) deryalarının ışığında aydınlanabilir.
Konu, bu "Kitaplı olmak" meselesine
gelince; Allah`tan indiğine inanılan 4
Kitap uydurması tamamen hurafedir.
Hz. Musa`ya Tevrat diye bir kitap indirilmemiştir. Tevrat olarak adlandırılan Yahudilerin kutsal ve milli kitabı, Yahudilerin milli destanlarıyla
doludur ve Musa`dan çok sonraları
yazılmıştır. Hz. Musa`ya sadece, 10
Emir`in bulunduğu tabletlerin indiğine inanılır.
Zebur diye Hz. Davut`a indirildiğine
inanılan bir kitap da yoktur ortada ve
üstelik Yahudilere göre Davut bir peygamber değil, Yahudi Kralıdır. Arapça "Yazılı kağıt, mektup" anlamına
gelen Zebur`un nerde olduğunu dincilerimiz arayadursunlar, Tevrat`tın
sadece bir bölümünde "Davut`un Şarkıları" bölümü bulunur.
İncil diye, Hz. İsa`ya inmiş bir kitap
da yoktur. İsa böyle bir iddiada da
bulunmamıştır. İncil olarak bilinen
kitap, İsa`nın ölümünden sonra 4 havarisi tarafından yazılanların birleştirildiği bir kitaptır.
Hz. Muhammed`in kendisine Allah
tarafından indirildiğini öne sürdüğü
kitabın ise, aslında Hz. Muhammed
tarafından kendi siyasi ve özel çıkarları doğrultusunda düzenlenmiş
bir tür "Resmi gazete" olduğunu anlamak için geliş sırasına göre (Ki şu
anda piyasada bulunan Kuran`lar, geliş sırasına göre değil, baştaki Fatiha
Suresi hariç, uzun surelerden kısaya
dogru olarak düzenlenmiştir) ve Hz.
Muhammed`in hayatını okumak yeterli olacaktır.
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
UNUTULAN BİR TUNCELİ DERGİSİ:
TUNCELİ GECESİ (1960-1961)
YRD.DOÇ.DR.GALİP ALÇITEPE* [email protected]
GİRİŞ:
Tunceli Gecesi Dergisi 1960-1961 yıllarında yıllık periyot esaslı yayınlanan
bir dergi olup Tunceli Kültür Derneği
İstanbul Şubesi tarafından çıkartılmıştır.
Derneğin İstanbul Şubesi, 14 Şubat
1957’de açılmıştır. Kurucuları arasında isimleri saptananlar, Haydar ÖZDEMİR, Kevni NEDİMOĞLU, Hüseyin
YILDIZ ve Bedriye YILMAZ’dır(1).
Kurulduğu andan itibaren yılda bir
defa Tunceli Folkloru Gecesi düzenlemiş ve elde edilen paralarla İstanbul’da
Kurtuluş’da Ergenekon Caddesi üzerinde bir öğrenci yurdu yapılmasına
karar verilmiştir(2). 1960 da yapılan
gecenin programı şöyledir:
1-Saz heyeti eşliğinde Halk Müziği
Korosu,
2-Üç hanım ve üç erkek öğrenciden
oluşan Pülümür Oyun Ekibi,
3-Ovacık Oyun Ekibi,
4-Maddi desteklerinden ötürü kurukahveci Mehmed Turgut Bey’e altın
rozet takılması(3). Dergi, adını işte bu
gecelerden almaktadır.
TUNCELİ GECESİ DERGİSİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ:
DERGİNİN AMACI:
Derginin ilk sayısında yer alan ‘Çıkarken’adlı DR. Hayreddin DALOKAY
imzalı yazıdan saptadığımız bilgilere
göre,derginin yayın amacı;
1-Düzenlenen folklor gecelerinde çıkartılan mizahi Ceride-i Dersim Gazetesi yerine, daha kapsamlı bir dergi
çıkartmak,
2-Tunceli’nin tarihi, coğrafi, iktısadi,
kültürel değerlerini ortaya çıkartmak,
3-Dergi aracılığı ile Tunceli Kültür
Derneği İstanbul Şubesi üyelerinin
kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam hazırlamaktır(4).
Derginin ulaşmak istediği hedef kitle
ise, özellikle Tunceli merkez kaza ve
ilçelerinde ilkokuldan liseye değin
eğitim gören çocuklardır(5).
TEKNİK ÖZELLİLKLER:
185 x 200 mm boyutundaki sayfa düzeni ile yayınlanan derginin toplam
iki sayısı çıkmıştır. Yayın periyodu
yıllıktır. İlk sayı 18 Şubat 1960’da,
ikinci sayı ise 20 Mayıs 1961’de çıkmıştır. İlk sayı onaltı ikinci sayı ise
yirmialtı sayfadır. Derginin toplam
sayfa sayısı kırkikidir ve otuzbeş yazı
yayınlanmıştır.
İlk sayıda dernek adına sahibi Dr.
Hayreddin DALOKAY, Yazı İşleri
Müdürü Haydar ÖZDEMİR olarak
görülmekte iken ikinci sayıda sahibi
Haydar ÖZDEMİR, Yazı İşleri Müdürü Hıdır BENZER olmuştur.
Aynı şekilde ilk sayı Ekonomi Matbaası (İstanbul)’nde basılmışken ikinci
sayının basım yeri Hüsnütabiat Matbası (İstanbul)’dır. İlk sayının fiatı saptanamamıştır. İkinci sayı ise 1 Kuruştur.
Günümüzde Ankara ve İzmir Milli
Kütüphanelerinde ciltli olarak muhafaza edilmektedir.
SAYI: 1
18.02.1960
001 s.1 Hayreddin DALOKAY,’ Çıkarken’.
002 s.2, 16 Haydar ÖZDEMİR,’
Tunceli’de Kültür’.
003 s.3, 12 Hasan ÜNLÜ,’ Dost Acı
Söyler’.
004 s.4 Mehmed TURGUT,’ Kıymetli Hemşerilerim’.
005 s.4 Hıdır YILDIZ,’ Dersim’den
Hatıralar’.
006 s.4 Sıtkı YIRCALI,’Üçüncü Katın
İnsanları’.
007 s.5,11 Kazım ÖRTÜN,’ Bir Tuncelili’den’.
008 s.6-7 Hıdır BENZER,’ Tunceli
Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nden
Açık Mektup’.
009 s.8-9 ‘Tunceli’nin Coğrafyası’.
010 s.10. Rıza CAN,’ Tunceli’de
Ticari Zihniyet’.
011 s.11 Sait KIRMIZITOPRAK,
’Karatoprağı Anarken’.
012 s.12 Hüseyin YILDIZ,’Kültür
Nerede,Vatan Orada’.
013 s.13 Hüseyin AKAR, ’Yayla’.
014 s.14 ‘Tunceli’de Tarihi Kıymetler’.
015 s.15 Hasan AĞA, ’Dersim’.
016 s.15 Hasan AĞA, ’Yar’.
017 s.16 Bahri KURBAN, ’Pertek
Türküsü’.
SAYI: 2
20.05.1961
018 s.1, 24 Haydar ÖZDEMİR, ’Nurlu Ufuklara Doğru’.
019 s.2.22 M.Ali ARSLAN, ’Tunceli Kültürel Kalkınmaya Şiddetle
Muhtaçtır’.
020 s.3 Ali ANAGÜR, ’Yeni Nesil’.
021 s.4, 21 Hıdır BENZER,
’Tunceli’nin Ekonomik Vechesi’.
022 s.5, 20 Fethi ÜLKÜ, ’Penisilin
İlk Defa Tunceli’de Bulunmuş ve
Orada Tatbik Edilmiştir’.
023 s.6, 18-20 Sait KIRMIZITOPRAK, ’Türkiye’nin Kalkınmasında
Tunceli’.
024 s.7, 21 Hüseyin ARAR, ’Ekmek’.
025 s.8, 20 Kazım ÖRTÜN,’ Alkışlıyorum’.
026 s.9, 13 Hasan ÜNLÜ, ’İnkılabdan
Kormayalım’.
027 s.10-13 Hıdır ÖZDEMİR,
’Tunceli’de Yol Davası’.
028 s.14. Mehmet SOYLU,
’Tunceli’nin Kalkınması’.
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
029 s.15 Ali YILMAZ, ’Tunceli’ye
Hizmet’.
030 s.15 Ali BAŞAR, ’Mebus Adayına İthaf’.
031 s.16 Hüseyin YILDIZ, ’Düşmanımız Cehalet,Kurtarıcımız İlimdir’.
032 s.17 Aziz YAŞAR,’Munzur Türküsü’.
033 s.17 Hıdır YILDIZ, ’Islıkçı’.
034 s.25 Hüseyin KALKAN,’Tunceli’,
035 s.26 ‘Tunceli’de Spor Hareketleri’.
KONULARA GÖRE İNDEKS:
SUNUŞ YAZISI
001,018.
ANI
007, 011, 013, 024.
ARKEOLOJİ
014.
COĞRAFYA
009.
EKONOMİ
021, 023, 028, 029.
HABER
002, 003, 004, 008, 010,
012, 019, 020, 025, 026, 027, 031.
SPOR
035.
ŞİİR
005, 006, 015, 016, 017, 030,
032, 033, 034.
TIP
022.
Bu indeksin rakamsal olarak açılımı
şu şekilde özetlenebilir:
adet
Sunuş Yazısı:
2
Anı:
4
Arkeoloji:
1
Coğrafya:
1
Ekonomi:
4
Haber:
12
Spor:
1
Şiir:
9
Tıp:
1
TOPLAM:
35
bulunduğu kütüphaneler şunlardır:
1-Tunceli Postası:1959-1961 yılları
arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK
ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi ve Ankara’da Milli
Kütüphane’de bulunmaktadır.
2-Demokrat Tunceli:1953-1957 yılları
arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK
ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi ve Ankara’da Milli
Kütüphane’de bulunmaktadır.
3-Demokrat Tunceli Postası:1959-1960
yılları arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da
T.C.SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi ve
Ankara’da Milli Kütüphane’de bulunmaktadır.
4-Tunceli Sesi:1958-1963 yılları arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK
ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi
Gazete Arşivi’nde bulunmaktadır.
5-Tunceli :1953 yılına ait sayılar takım
olarak İzmir ve Ankara’da Milli Kütüphane ‘de bulunmaktadır.
Halen faaliyet gösteren Tunceli’deki
basın organları ile yaptığımız görüşmelerde bu gazetelerden hiçbirinin
Tunceli’de bulunmadığını öğrendik.
Hem bu çalışmaya neden olan Tunceli Gecesi ve hem de diğer gazete ve
dergilerin bir an önce birer örneğinin
değişik tekniklerle alınması ve Tunceli ‘de araştırıcıların hizmetine sokulması, gerekirse bir araştırma merkezi
kurulması gerekmektedir.
DİPNOT VE AÇIKLAMALAR:
(*)T.C.C.B.Ü. Fen/Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, T.C.Tarihi
ABD.,Manisa.
(1) Hayreddin DALOKAY, ’Çıkarken’
TUNCELİ GECESİ,S.1,s.1.
(2) aynı yer.
(3) aynı yer.
(4) aynı yer.
(5) aynı yer.
%
5.71
11.42
2.85
2.85
11.42
34.28
2.85
25.71
2.85
100.00
YAZARLAR:
Dergide yazarlık yapanların tamamı
Tunceli Kültür Derneği üyeleridir.
Bunun en önemli sebebi, Hayreddin
DALOKAY’a göre; ’Tunceli’nin kültür ve medeniyete ne kadar susamış
olduğunu yalnızca bölge insanı verebilir’(6).
SONUÇ:
Tunceli basını adeta unutulmuşlukla
iç içedir. Bu çalışmada ele aldığımız
dergi,diğer Tunceli gazete ve dergileri
gibi nerede ise tamamen unutulmuştır.
Orijinali İzmir Milli Kütüphane’de bulunmaktadır.
Diğer gazete ve dergilerin adları ve
bawa bertal
hakka yürüdü sevdiklerine ulaştı
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İçişleri
Bakanı
Zerdüştlük ve
Yezidilik’e
taktı
İdris Naim Şahin farklı inançları hakaret sıfatı olarak kullanmaya devam
etti…
TBMM Genel Kurulu'nda, BDP'nin,
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin hakkında verdiği gensoru önergesinin
gündeme alınması kabul edilmedi. Görüşmeler sırasında İdris Naim Şahin
ile BDP'liler arasında sert tartışmalar
yaşandı.
Genel Kurul'da, BDP'nin, Şahin hakkında verdiği gensoru önergesinin
gündeme alınıp alınmaması konusunda, CHP, MHP, BDP ve AK Parti
grupları adına yapılan konuşmaların
ardından, Bakan Şahin, hakkındaki
iddialara yanıt verdi. Bakan Şahin konuşmasında BDP Milletvekillerinin
telefonlarını dinlediğini de ağzından
kaçırınca yoğun tepki oluştu.
Görüşmelerin tamamlanmasının ardından yapılan oylamada, gensoru
önergesinin gündeme alınması kabul
edilmedi.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Nevruz kutlamalarından önce neden düzenlemeler getirdiklerine yönelik, "Bu
konuyu, BDP'nin sözcülüğünü yaptığı,
bir parçası olduğu KCK, yani Kürtleri
cebren köleleştirme örgütünün aldığı
tavsiye kararları, verdiği talimatları
dinleyerek öğrendik. Ondan dolayı bu
tedbiri almak durumundaydık" dedi.
"İSTİHBARATIN
GEREĞİNİ YAPMASAYDIK..."
Şahin, önlem aldıklarını ancak BDP ve
uzantılarının, durmadığını, masum insanları bir şekilde kandırarak, korkutarak, teşvik ederek kanunsuz şekilde
18 Mart'tan itibaren sokaklara dökmeye gayret ettiğini söyledi. Şahin, hedef-
leri itibariyle bunu başaramadıklarını
iddia etti.
Cizre'de, 20 Mart'ta halkı korumak
için görev yapan polis memurlarına,
BDP binasının dibinde, uzun namlulu silahlarla ateş edildiğini söylen
Şahin'e, BDP Grup Başkanvekili Hasip
Kaplan, "Yalan söylüyorsunuz" diye
karşılık verdi.
Şahin ise, "Ben siz değilim" diyerek,
konuşmasını sürdürdü.
BDP milletvekilleri, Şahin'i sıra kapaklarına vurarak protesto etti.
Polisin canlı kalkan olarak, çocukları
vurmamak için karşı ateş etmediğini,
şehit olduğunu söyleyen Şahin, "Polis
Ahmet Toprakoğlu ve diğer şehitlerimizin hesabını herhalde sizden soracağız. Hangisi insanlık, hangisi çağdışılık, hangisi mağara devri anlayışı,
takdirlerinize sunuyorum" dedi.
"EFENDİLERİNE
BELLERİNDEN İPLE BAĞLILAR"
Şahin, BDP'nin, istemeden, kanunsuz
gösterileri, kışkırtmaları teşvik eden
konumda olduğunu belirterek, şunları
söyledi: "Nevruz ile ilgili genelgeyi
yayımladıktan sonra, milletvekillerinin aralarında geçen diyalogda, 'İyi ki
bu bakan genelgeyi yayımladı. Meydan meydan, şehir şehir harap olacaktık, bir günde bu işi halledeceğiz, ne
güzel oldu' diye konuşanlar da onlar.
İstemeden gidiyorlar. Çünkü mecburlar, özgür değiller, bir yerlere bağlılar.
O yer neresi; efendileri var, o efendilere bellerinden iple bağlılar, çekerler
dururlar, koyverirler gezerler. Emir
alırlar yaparlar, emir alırlar dururlar.
Bu gensoruyu önce verdiler, sonra ne
olduysa vazgeçtiler. Emir geldi tekrar
verdiler. BDP'ye, parti olarak diyecek
bir şeyim yok. Sayın milletvekillerine
ülkeye verdikleri işler nedeniyle hiçbir zaman teşekkür etmeyeceğim. Bir
istisna var, bu gensorular için geçen
sefer teşekkür etmemiştim, iki kez ediyorum. Çünkü bana BDP ve arka planını anlatma imkanı verdikleri için."
"BU YAPI NEDİR?"
Bakan Şahin, BDP'nin, KCK'nın ana
sözleşmesine göre, belediyeleri ve paralelindeki sivil toplum örgütleriyle
bir bütün olduğunu, hiyerarşik yapıda
BDP'nin üstte değil, ortalarda bulunduğunu söyledi.
"BDP'nin bağlı bulunduğu, organik
bağı olduğu KCK yapılanması, yani
ülkeyi bölme, yıkma amaçlı, 30 yıldır
meşgul eden, lanetli yapının uzantısı"
diyen Şahin, konuşmasının bu bölümünde de bazı fotoğraflar gösterdi.
"Bu yapı nedir?" diye soran Bakan Şahin, şunları söyledi: "Mardin
Nusaybin'de BDP tarafından 2008'de
yaptırılan kültür merkezinin duvarındaki Zerdüştlük ve Yezidilik inancına
ait semboller. Bu yapı, PKK terör örgütünün kandırarak, kaçırarak, dağa,
sınır ötesine, yurt dışına götürdüğü,
eğittiği insanlara yaşattığı bir hayatın
resmidir. Bu yapıda İslam inancı yoktur, yapının tek özü önce Müslüman
olmamak, sonra hiçbir dine mensup
olmamaktır, dinsizlik yapısıdır.
Bu yapıda kesilmiş olan yayladaki koyun değil, örgütün avlayarak kestiği,
mensuplarına yedirdiği domuzdur. Bu
yapı inancı yok eden benim Kürt kardeşimin inancını, ahlakını, namusunu
rencide eden yapıdır. Bu yapıda sahte
namaz, dalga geçerek saf tutma, oruç
tutmadan açılan iftarlar, sahte imam-
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lar, sahte paraların cebinde olduğu
imamlar vardır. Bu yapının özünde
Kürtlerin peygamberi haşa Başkan
Apo vardır. Bu yapının uzantısından
bu memlekete hiçbir hayır gelmemiştir.
Benim Kürt kardeşim 30 yıl boyunca bu yapıdan çok çekti, çektirildi.
30 yılda, bu yapı nedeniyle tarım ve
hayvancılık dibe vurdu, sınır ticareti,
sanayi tesisi yapılamadı, girişimciler yatırım yapmamıştır. Ticaret tatile
uğradı, kepenekler sürekli kapatıldı.
Kapalı kepenklerin hesabını soracağız
dediğimizde rahatsız oldular, kaybedilen canlar, akan kanlar, gözyaşı... Siz
olmasanız, ardınızdaki o kanlı örgüt
olmasaydı 30 yılın sonunda o bölgedeki Kürt kardeşimin, cebinde daha çok
para, tarlasında daha çok ürün, yaylasında daha çok hayvan, şehrinde daha
çok fabrika olacaktı. Bunun hesabını
vermek durumundasınız, bu hesabı
yapmak durumundayız. 30 senede 25
kuruş ne yaptınız, yıkmak, yakmak,
yolları, kaldırımları tahrip etmek, can
almak, kan dökmekten başka."
BDP'LİLERDEN ÇOK SERT TEPKİ
TBMM Genel Kurulu'nda, İçişleri Bakanı Şahin, hakkında verilen gensoru
önergesi üzerinde parti gruplarının iddialarını yanıtladı.
Şahin, konuşmasının ardından kürsüden ayrılırken, BDP'li milletvekilleri,
"milletvekillerinin telefonları nerede
dinlemiyormuş, açıkla" şeklinde laf
attı.
BDP'li milletvekillerinin, Şahin'e itirazları sürerken, Bağımsız Mardin
Milletvekili Ahmet Türk, bağırmaya
devam eden BDP Grup Başkanvekili
Kaplan'dan, "bir dakika" diyerek susmasını istedi. Bunun üzerine, Bazı
AK Parti milletvekilleri Türk'ü alkışlayarak, Kaplan'a, "dersini aldın" diye
seslendi.
"Sataşma" gerekçesiyle söz alan Türk,
"Yıllardan beri bu parlamentodayım,
bu kadar seviyesiz, halkıyla alay eden,
inançları rencide eden böyle bir konuşmaya şahit olmadım. Sayın Bakan'ın
halkımızdan özür dilemesi gerekiyor.
Hiç kimse Kürtlere dinini öğretemez.
Sayın Bakan buraya gelsin tartışalım.
Bir taziyeye gittiğinde Fatiha okuya-
biliyor mu? Sanki kendisi çok dindar"
sözleriyle tepkisini dile getirdi.
Kaplan, Türk'ün konuşması sırasında
laf atan bazı AK Parti'li milletvekillerine, "Haddini bil. Terbiyesizlik etmeyin. Saygılı olacaksın" şeklinde yanıt
verdi.
AK Parti milletvekilleri, süresi tamamlanmasına rağmen konuşmasına
devam eden Türk'e, "Ses gitti, ses gitti"
şeklinde bağırdı.
Konuşmasını, Bakanlar Kurulu sıralarına dönerek sürdüren Türk, "Bana
yumruk atanı bulamadığınızı söylediniz. Orada polisler var" dedi.
TBMM Başkanvekili Meral Akşener,
bu sözler üzerine Kaplan'a, "temiz dil"
uyarısında bulundu.
“BÖYLE BİR BAKAN KONTROLSÜZ BİR GÜÇTÜR”
"Sayın Bakan, milletvekillerinin telefonlarını gizlice dinlediğini ifade
etti. Bu bir suçtur" ifadesini kullanan
Kaplan, "Böyle bir bakan normal demokrasilerde 1 saniye görevde kalamaz. Böyle bir bakan kontrolsüz bir
güçtür, tehlikedir. Bu tehlikeyi nasıl
alkışlıyorsunuz? Böyle bir bakan hiçbir demokraside korunmaz" şeklinde
konuştu.
"USTALIK KABİNENİZİN..."
“KALK BİR TAKLA AT, GÖBEK AT
DA SENDEN KURTULALIM”
BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan
da "sataşma" gerekçesiyle söz alarak,
"Adalet ve özgürlük böylesine sorumsuz bir bakanın insafına bırakılmayacak kadar kutsaldır. Taklacı, zurnacı
ve ne dediğini bilmez bir bakan, bu
Kutlu Doğum Haftası'nda gelip milyonlarca Kürt'ün inançlarıyla alay etti.
Bu bakan, ustalık kabinenizin en rezalet, en rezil duruşunu gösteriyor" diye
konuştu.
BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık, İçişleri Bakanı Şahin'e hitaben, "Siz hangi
milletvekillerinin telefonunu dinlediyseniz çıkıp burada açıklamazsanız namertsiniz, alçaksınız. Bu ülkeyi, bayrağı, Tayyip Erdoğan'ı seviyor musun?
Seviyorsun. O zaman kalk bir takla at,
göbek at da senden kurtulalım. Sen
taklacı bir bakansın, sen bu ülkeye layık değilsin" ifadelerini kullandı.
.........
Bir Grup Ermeni Aydın
Hürriyet Gazetesine karşı Kampanya Açtı
Hürriyet Gazetesinin ırkçı ayrımcı ve kışkırtıcı üslubu dolayısı ile Hürriyet okumuyoruz… Defalarca uyarıldıkları halde tavırlarında bir değişiklik
yapmayan Hürriyet Gazetesini protesto ediyoruz..En ufak bir haberi malzeme yapıp ırkçılığı, nefret tohumlarını körüklemesini ve ayrımcı üslubunu
kınıyoruz! (Metnin Ermenice, İngilizce ve Fransızcasını aşağıda okuyabilirsiniz Hyetert)
Bugüne dek birçok güzel insanin felaketine, ölümüne sebep olan, düğmeye
basan bir yayın organı Hürriyet Yazarlarının başlattıkları karalama ve linç
kampanyaları, defalarca Ermeni, Kürt ve diğer azınlıkları terörize edip,
ölümlerine, linç edilmelerine zemin hazırlamışlardır… Gelin Hürriyet Gazetesi okumayalım! Bu çağrımız tüm insan haklarına saygılı, halkların ve
inançların özgürlüğüne inanan güzel insanlar içindir. Daha güzel bir Türkiye, daha güzel bir Dünya için Hürriyet Gazetesini okumuyoruz!
Grup adına: Nadya Uygun Dr. Sarkis Adam
http://hyetert.blogspot.com/2012/04/bir-grup-ermeni-aydn-hurriyet.html
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu
‘sükût’un
bir anlamı
olmalı
Bir 24 Nisan’ı daha idrak ettik. Hepimiz, kendi usulumüzce, öldürülen
yakınlarımızı andık. Ermenistan’da
ve yurtdışındaki önemli merkezlerde
de anma törenleri düzenlendi. Fakat
önemli olan, elbette,Türkiye’de ne olup
bittiğiydi. Şunu farkettik ki, memlekette neredeyse bir ölüm sessizliği var. Bu
sayıda detaylarıyla okuyacağınız gibi,
konuya hassasiyetle yaklaşan örgütlerce çeşitli toplantılar, anma törenleri
düzenlendi, ulusal gazetelerde meseleye hakkaniyetle yaklaşan çeşitli makaleler, haberler yayımlandı, programlar
yapıldı. Ancak iktidarı, muhalefeti, ulusal medyanın etkili kanalları ve sesleri,
‘önde gelen’ sivil toplum kuruluşları
ve iş örgütleriyle, Türkiye’nin geneline baktığımızda, bu yılın ‘sessizlik’le,
‘sükût’la geçiştirildiğini gördük. Üzerinde durmaya değmez mi?
Değer elbette. Öncelikle, iktidar açısından şu durum belli ki etkili oldu: ABD
Başkanı Obama’nın bu yıl ‘soykırım”
demeyeceği önceden belli olmuştu.
Kongrede, senatoda bekleyen tasarı vs
de yoktu. Dolayısıyla bu konuda telaş
yaratmanın ya da “fena yaparız” diyerek ortalığı yıkmanın bir gereği yoktu.
(Obama’nın ‘Medz Yeğern’ açıklamasına Dışişleri’nin çekmeceden çıkarıp
verdiği cevabı saymaya gerek yok.)
Keza Fransa’da da soykırımın inkârını
suç sayan yasa Anayasa Mahkemesi
tarafından sakıncalı bulunmuştu. O
cephede de Türkiye’nin eli rahattı. E o
zaman ‘soykırım’ı dert etmenin ne anlamı vardı?
Ama konuya sedece iktidar/hükümet
açısından bakarsak yanılırız. Ana muhalefet CHP’den de ses çıkmadı (tabii, ses çıkması zaten beklenmiyordu).
MHP’nin böyle konularda zaten hiç
konuşmaması evladır, bunu da biliyoruz. Dolayısıyla siyaset ‘esnafı’, tabiri
caizse, malını satıp dükkânı kapatmış
olmanın rahatlığı içindeydi. Meclis’te
bulunan partilerden sadece BDP yazılı bir açıklamayla 1915’te ölenleri andı
Yetvart Danzikyan
ve ülkedeki hâkim inkâr politikasını
eleştirdi. Anaakım partiler düzeyinde durum böyle. Peki o anlı şanlı sivil
toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, eskisiyle –ama daha çok– yenisiyle
anaakım medyanın birinci sayfaları,
önemli yazarları? Demokrasi yandaşlığında, darbe karşıtlığında, milli iradecilikte mangalda kül bırakmayanlar? O
derin suskunluğu nasıl yorumlamalıyız
acaba?
Diyebilirler ki, “Zorunda mıyız?” Teknik olarak haklı olabilirler. Fakat ‘demokrasi’, ‘çoğulculuk’ dediğimiz şeyin
sadece milli iradenin yani oy sonuçlarının iktidara yansıması olmadığını,
geniş ve kapsamlı bir mücadele olduğunu biliyorsak ve hesaba katıyorsak,
böyle bir konuda bir çift söz beklemek
de herhalde hakkımız.
24 Nisan günü hiçbiri bu konuda konuşmadı. Peki hangi konuda konuştular? O
da bir gösterge zira. Tekrar iktidara dönüp, 24 Nisan’da Başbakan Erdoğan’ın
grup toplantısında hangi mesajları verdiğine bakalım: CHP ile birkaç haftadır sürdürülen “Tek Parti döneminde
camiler kapatıldı mı, kapatılmadı mı?”
tartışması geniş yer kapladı. Evet, Tek
Parti döneminde dindarlara baskı yapıldığı ve onları sıkıntıya sokan kararlar alındığı doğrudur. Belli ki bunların
sorumluluğunu şimdiki CHP’nin sırtına yükleyerek rakibini daha da köşeye
sıkıştırmaya çalışıyor Erdoğan. Gördüğümüz şuydu: AKP ekibi o dönemde kapatılan camilerle ilgili birtakım
belgeleri ‘arşiv’lerden çıkarmıştı ve Erdoğan, partisinin grup toplantısında bu
evrakları eliyle kameralara göstererek
durumu kendince belgelemekteydi.
Resmi tarihin –ve ‘resmi görüş’ün–
en önemli aktörü olan Genelkurmay
Başkanlığı da önemli bir faaliyet
içindeydi 23 Nisan’da. Genelkurmay,
Dersim Katliamı ile ilgili, 10 bin 650
adet önemli belgeyi, TBMM Dilekçe
Komisyonu’nun bünyesinde kurulan
Dersim Alt Komisyonu’na teslim et-
mişti. Basına yansıyan belgelere göre,
4. Umumi Müfettişi H. Alpdoğan’ın
imzasını taşıyan 30 Aralık 1937 tarihli belgede, şöyle denmekteydi: “Erzincan, Nazimiye, Mazkirt ve Hozat
membalarından alınan haberlerde;
muhalefet suçundan mahkûm olup batı
vilayetleri hapishanelerine gönderilen
mahkûmların götürüldükleri yerlerde idam edilecekleri, sünnetsiz erkek
çocukların Ermeni ad verilerek Hıristiyan memleketlere sürülecekleri, evli
olmayan Tuncelili kızların Türk gençlerle ve Türk kızlarının da Tuncelili erkek gençlerle evlendirilecekleri...”
Hükümetin
Dersim
konusundaki pozisyonunun bir devamı olarak
Genelkurmay’ın bu belgeleri Meclis’e
teslim etmesi, hiç şüphesiz, önemli bir
gelişmedir. Belli ki böylece Dersim
Katliamı’nın perdearkasında kalmış
çok sayıda ayrıntıyı öğrenebileceğiz.
Eee? Bütün bu olup bitenler bize bir şey
söylemeli, değil mi? Ne söylediğini anlatayım. Dünya ülkeleri, bilhassa Batılı
büyük ülkeler ilgilenmedikleri sürece
Türkiye’deki –eskisiyle yenisiyle– ‘müesses nizam’ın, medyanın, soykırımla,
1915 ile ilgilenmedikleri, ilgilenmeyecekleri, yüzleşmeyecekleri ortadadır.
Dolayısıyla, temel olarak haklı bir noktadan kurulan “Dış ülkelerin parlamentoları bu konuda siyasi karar almasın,
bu mesele bu ülkede çözülecektir” argümanı mevcut durumda zorlanmaktadır. Konuyu birileri gündeme getirmeyince ülkeye bir ölüm sessizliği hâkim
olmaktadır. Denecektir ki, “Getirince
ne oluyor? İnkâr söylemi yeniden yeniden kuruluyor.” Doğru, ama bu vesileyle yeni ayrıntılar, yeni bakış açıları
çıktığını da not etmeliyiz.
Fakat bir yandan da hükümetiyle, Genelkurmay’ıyla, yakın tarihin ‘karanlık
perdesi’ aralanıyor, yeni detaylar ortaya çıkıyor. Buna ne diyeceğiz? Buralarda iktidarın oy devşirme ve siyasi çıkar
hesapları elbette vardır ama bu süreci
sadece bu açıklamaya bağlamak, konuyu basite indirgemek olur. Çünkü şu
soru da doğar: Yani Ermeniler şu gün
kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP
iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu
soruya da haftaya yanıt arayalım.
not: Gazete baskıya hazırlanırken ajanslara BDP listesinden TBMM’ye giren
milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in 25
Nisan’da Meclis’te yaptığı basın toplantısının detayları geldi. Önder, 1915’te
olanların soykırım olduğunu söyledi.
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TBMM Başkanlığı’na, konuyla ilgili
bir Meclis Araştırma Önergesi vereceklerini belirten Önder, 24 Nisan’ın
‘Ermeni halkının ulusal yas ve acılarının paylaşım günü’ ilan edilmesi için
TBMM Başkanlığı’na bir yasa teklifi
sunacaklarını söyledi. Önemli bir girişim; altını çizmekte fayda var.
Bu ‘sükût’un bir anlamı olmalı 2
Geçen hafta, 24 Nisan’da iktidarıyla,
ana muhalefetiyle yaşanan suskunluğa dikkat çekmiş, bir yandan da Dersim Katliamı ve Tek Parti döneminde
dindarların yaşadığı baskı ile ilgili
hükümetin ‘açığa çıkarma - yüzleşme’
çalışmalarına değinmiş ve yazıyı şöyle
bitirmiştim: “Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya
da haftaya yanıt arayalım.”
Elimizde, öncelikle, CHP’nin tek parti hâkimiyetini sürdürdüğü 1923-1946
döneminde toplumun nerdeyse tüm
kesimlerinin devletin ‘tunç’ eli altında
olduğu gerçeği var. Bu elin başta dindar kesimi kapsadığını biliyoruz. Bu
şaşırtıcı değil, çünkü Kemalist rejim
kendine en büyük rakip olarak dindar
muhafazakârlığı görüyordu. İki kısa
ömürlü çok parti girişiminin de (Terakkiperver Fırka, Serbest Cumhuriyet Fırkası) aynı kanaldan gelmesi ve
toplumun aynı dinamiklerinde karşılık bulması, daha sonra Demokrat
Parti’nin kuruluşuyla bu karşıtlığın
kemikleşmesi, bu açıdan anlamlıdır.
Fakat bu tunç el, aynı hassasiyeti Kürtlere de göstermiş, isyanlar sert biçimde
bastırılmıştır. Yine bu el, gerekli gördüğü durumlarda azınlıkların da üzerinde olmuş, bilhassa Varlık Vergisi ile
bu uygulama tepe noktasını görmüştür.
Bir de, ta Osmanlı zamanından beri
devleti meşgul eden Dersim meselesi
vardır. Burada da, o zamanki CHP yönetiminin çok sert bir müdahalede bulunduğunu biliyoruz.
Kemalist rejimin en büyük rakip
olarak gördüğü ve TSK eliyle bugüne kadar sürekli bastırılan dindar
muhafazakârlık, kazandığı net zaferin
verdiği güvenle tarihsel anlamda da
Kemalist rejimle hesaplaşmak istiyor.
Bunun için en elverişli iki alan olarak
dindarların gördüğü baskı ile Dersim
Katliamı’nı seçmiş durumda. Dindarların gördüğü baskıyı mesele etmesinde bir acaiplik yok desek bile, iki
konu başlığının, mevcut CHP’yi daha
da zayıflatmak amacıyla seçildiği açık.
CHP’nin mevcut durumda laik-elit bir
tabana dayandığını ancak toplumda dinin siyasi alanda kullanılmasından rahatsız olan bir kesimden de oy aldığını
gören AKP, muhtemelen bu kanalı da
koparmak istiyor. Beri yandan, Aleviler ile CHP arasında kurulan geleneksel
köprüyü de yıkarak, CHP’yi daha da
geriletmeyi amaçlıyor AKP.
Bu görüşün sağlamasını yapmak için
Kemalist rejimin ezdiği diğer iki topluluğa bakılmalı: Kürtler ve azınlıklar.
İlk bakışta Kürtler meselesinde durum
biraz karışıyor gibi görünüyor. Öyle
ya, Kürtler de kalabalık. Dolayısıyla
Tek Parti tarihiyle yapılacak bir yüzleşme Kürt oylarını AKP’ye getirmez
mi? Bu örnekte durum pek öyle değil.
Çünkü siyasal Kürt hareketi hâlâ aktif,
otoriteden/müesses nizamdan hak talep
ediyor ve AKP’nin otoritesini zorlayan
yegâne siyasi akım. Emin olun, Aleviler de siyasal Kürt hareketi gibi aktif
bir hareket oluşturmuş olsaydı, Dersim
yüzleşmesi filan görmezdik. Hatta büyük ihtimalle şimdi nasıl Kürtlerin ne
Zerdüştlüğü, ne domuz yemesi kaldıysa, muhtemelen Aleviler için de malum
hikâyeler, en yetkili ağızlardan pervasızca sarfediliyor olurdu. Otoriteler,
kendilerine meydan okuyan hareketleri
sevmez.
Gelelim Ermeni meselesine. Burada
durum daha da katmanlı bir hal alıyor.
Çünkü ‘inkâr’ sadece AKP’nin değil,
CHP, MHP ve TSK’nın da paylaştığı bir
tutum. Bunu sadece ‘soykırımcı olarak
tanınmama’ gibi halisane bir niyete mi
bağlamalıyız? Pek öyle değil. Durum
biraz Kürtler örneğini andırıyor. Zira
yurtdışındaki ve Ermenistan’daki Ermeniler Türkiye’nin otoritesini tanımıyor ve onyıllardır yoğun bir faaliyet
yürütüyor. İşin doğrusu, iktidarda kim
olursa olsun, Türkiye’deki bir hükümetin bu konudaki muhatabı Türkiyeli
Ermeniler değil, Yerevan ve yurtdışı
Ermenileridir. Tabii, ‘muhatap’ kelimesiniderken herhangi bir temasa atfen
değil, “Ne dediği izlenen, not edilen,
gerektiğinde temasa geçilen” anlamında kulanıyoruz. Bu iki merkezin hak
talebi ve Türkiye’nin ‘üstünlüğü’nü tanımaması, meydan okuması, AKP dahil tüm TC hükümetleri için, her zaman
‘kabul edilemez’ olmuştur. Bu kabul
edilemezlik, çok büyük oranda, otoritenin ‘millet-i hâkime’ takıntısından ve
kibrinden kaynaklanıyor.
Peki nereye varıyoruz? 1915 ile ilgili bu inkâr politikasının tek sebebi bu
mudur? Karşı tarafın Türkiye’nin otoritesini/hâkimiyetini kabul etmemesi
mi? Sadece bu değil elbette. Çok katmanlı bir mesele demiştik. Diğer boyutu, ulus-devlet formülünde vücut bulan
‘homojen toplum’ talebi. 19. yüzyıl
sonu ve 20. yüzyıl başı, modernleşmeci
akımların, ideal toplum olarak ulusdevleti seçmelerine tanık olmuştu.
Bunda, iktisadi olarak daha kolay yönetilebilir bir toplum kadar, kitleleri –savaş gibi konularda– seferber edebilme
açısından da tek dil ve tek dinin kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunun görülmesi
tayin edici olmuştu. Fakat mesele şu ki,
modernleşmeci kamp içinde sayılabilecek İttihat Terakki, Kemalist rejim ve
CHP’nin yanı sıra dindar muhafazakâr
kamp da başka bir açıdan bu ulus-devlet formülünü sevmiş, beğenmişti.
Yer darlığından, ancak kabaca değinebileceğiz: Dindar muhafazakârlık, söylemindeki yumuşaklığa rağmen, İslam
dışı cemaatlerin iktidara ortak olacak
veya kamusal alandaki yekpareliği bozacak kadar kalabalık/etkili olmasını istemez. Bu cemaatlerin sınırlı/sembolik
düzeyde kalmaları ve onlara sahip çıkma adı altında kendi hâkimiyetlerini/
otoritelerini meşrulaştırmaları, en ideal durumdur. Yeri gelmişken; bu sadece
İslam dışı cemaatler için değil, dindar
muhafazakârlığın otoritesini tehdit
eden her akım-cemaaat için geçerlidir. Azaltmak/etkisizleştirmek, sonra
da “Sizin hakkınızın da koruyucusu
biziz” söylemiyle kendi otoritesini söylem düzeyinde bir kez daha inşa etmek,
dindar muhafazakârlığın alametifarikalarından biridir. Dolayısıyla, modernleşmeci ulus-devlet, işin operasyonel kısmını çoğu zaman gaddarca icra
ederken, dindar muhafazakârlık, bu
operasyona cepheden karşı çıkmamakta, yüzleşmemekte, bireysel düzeyde
bu işin bu kadar gaddarca yapılmasına
belki muhalefet etmekte ama bir siyasi akım olarak nihai hedeften açıkça
şikâyetçi olmamaktadır.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
“Gün olarak 23 Nisan ile 24 Nisan arasında bizim için bir fark yok. 24 Nisan’a
bu kadar önem atfetmeniz doğru değil.
Yarın da 25 Nisan, kutlu olsun” sözlerini biraz da bu çerçevede değerlendirebiliriz.
Kaynak:
http://www.agos.com.tr/makale/busuktun-bir-anlami-olmali-2-173
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ilhami sertkaya
ZAZACA DERS 3
DERS -7GEÇMİŞ ZAMAN FİİL ÇEKİMLERİ
İLE İLGİLİ-DERHEQÉ DEMÉ VİYARTİ RA, ANTENA KARAN
DİLİ GEÇMİŞ ZAMAN -DEMO
VİYARTİYO DİYAR
(Bu zaman fiil çekimi ile ilgili, kısa
örnekler, birinci periyodun 10. dersinde vermiştik, biraz daha genişletelimAntena karê nê demî ra, ma perîyodê
verênî de, dersa 10. de kilmek numune
dayîbî. Tayêna hîra bikime)
A-(Eril nesnelerde olumlu hal-Çiyanê
nêriyan de halo pozitif)
Mi werd-Ben yedim
To werd-Sen yedin
Aye werd-O yedi
Éy werd- O yedi
Ma werd- Biz yedik
Şima werd-Siz yediniz
Înan werd-Onlar yediler
B-(Dişil nesnelerde olumlu hal-Çiyanê
makiyan de, halê pozitifi)
Mi werde- Ben yedim
To werde-Sen yedin
Éy werde-O yedi
Aye werde- O yedi
Ma werde- Biz yedik
Şima werde- Siz yediniz
Înan werde- Onlar yediler
C-(Eril nesnelerde olumsuz halÇiyanê neriyan de, halo negatif)
Mi nêwerd- Ben yemedim
To nêwerd- Sen yemedin
Aye nêwerd- O yemedi
Éy nêwerd- O yemedi
Ma nêwerd- Biz yemedik
Şima nêwerd- Siz yemediniz
Înan nêwerd- Onlar yemediler
D-(Dişil nesnelerde olumsuz halÇiyanê makiyan de, halo negatif)
Mi nêwerde- Ben yemedim
To nêwerde-Sen yemedin
Aye nêwerde- O yemedi
Éy nêwerde- O yemedi
Ma nêwerde- Biz yemedik
Şima nêwerde- Siz yemediniz
Înan nêwerde- Onlar yemediler
E- (Çogul hallerde- Halê zaf humaran
de)
(Bu zaman formunda, eril-dişil fark
etmiyor, fiilin arkasına ‘î’ soneki gelerek bütünleniyor-Formê nê deman de,
nerî u makî ferq nêkeno, kar, pê xo de
herfa ‘î’ gêno)
-Olumlu hallerde Örnek- Halê zaf humaran de NumuneMi werdî- Ben yedim
To werdî- Sen yedin
Mi sayî werdî-Ben elmaları yedim
To goştî werdî- Sen etleri yedin
Aye birincî werdî- O pirinçleri yedi
Éy xîyarî werdî- O salatalıkları yedi
Ma werî werdi- Biz yiyecekleri yedik
Şima nonî werdî- Siz ekmekleri yediniz
Înan hemgênî werdî- Onlar balları
yedi
F- (Olumsuz hallerde örnek- Halo
negatîfan de numune)
Mi sayî nêwerdî-ben elmaalrı yemedim
To goştî nêwerdî-Sen etleri yemedin
Aye birincî nêwerdî-O pirinçleri
yemedi
Éy xîyarî nêwerdî-O salatalıkları
yemedi
Ma werî nêwerdî-Biz yiyecekleri
yemedik
Şima nonî nêwerdî- Siz ekmekleri
yemediniz
Înan hemgenî nêwerdî- Onlar ballları
yemediler
DERS -8MİSLİ GEÇMİŞ ZAMAN- DEMO
VİYARTEYO NEDİYAR
A-(Nesne eril olursa, fiilin sonuna ‘o’
gelir- Çî ke neîr bi bo, kar, herfa ‘o’yî
gêno pê xo)
1- Olumlu hal-örnek- Halo pozîtîf
-numune
Mi non werdo- Ben ekmek yemişim
To non werdo-Sen ekmek yemişsin
Éy non werdo – O ekmek yemiş
Aye non werdo- O ekmek yemiş
Ma non werdo- Biz ekmek yemişiz
Şima non werdo- Siz ekmek yemişsiniz
Înan non werdo- Onlar ekmek yemişler
2- Olumsuz hal- örnek- Halo negatîfnumune
Mi non nêwerdo- Ben ekmek yememişim
To non nêwerdo- Sen ekmek yememişsin
Éy non nêwerdo – O ekmek yememiş
Aye non nêwerdo- o ekmek yememiş
Ma non nêwerdo- Biz ekmek yememişiz
Şima non nêwerdo- Siz ekmek yememişsiniz
Înan non nêwerdo- Onlar ekmek
yememişler
B- (Nesne dişil olursa, fiil sonuna ‘a’
harfi alır- Çî ke makî bo, kar, herfa ‘a’
gêno pê xo)
1-Olumlu hal-örnek- halo pozîtîfnumune
Mi awe şimita- Ben su içmişim
To saye werda- Sen elma yemişsin
Éy qeleme şikita- O kalemi kırmış
Aye dare birna- O agacı kesmiş
Ma bize rota- biz keçiyi satmışız
Şima mîye herêna- Siz koyunu satın
almışsınız
Înan perda şuta- Onlar perdeyi yıkamışlar
2- Olumsuz hal-örnek- halo negatifnumune
Mi awe nêşimita- Ben su içmemişim
To saye nêwerda- Sen elma yememişsin
Éy qeleme nêşikita- o kalemi kırmamış
Aye dare nêbirna- O ağaçı kesmemiş
Ma bize nêrota- Biz keçiyi satmamışız
Şima mîye nêherêna- Siz koyunu satıl
almamışsınız
Înan perda nêşuta- Onlar perdeyi
yıkamışlar
C-(nesne çoğul olursa, fiil arkasına
‘ê’ harfi alır- Çî ke zahhumar bo, kar,
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
herfa ‘ê’ yî gêno pê xo.)
1-Olumlu hal-örnek- Halo pozîtîf- numune
Mı awî şimitê- ben suları içmişim
To sayî werdê- Sen elmalari yemişsin
Éy qelemî şikitê- O kalemleri kırmış
Aye darî birnê- O ağaçları kesmiş
Ma bizî rotê- Biz keçileri satmışız
Şima mîyî herênê- Siz koyunları satın
almışsınız
Înan perdî şutê- Onlar perdeleri yıkamışlar
2-Olumsuz hal- örnek- halo negatîfnumune
Mi awî nêşimitê- Ben suları içmemişim
To sayî nêwerdê- Sen elmaları yememişsin
Éy qelemî nêşikitê- O kalemleri kırmamış
Aye darî nêbirnê- O ağaçları kesmemiş
Ma bizî nêrotê- Biz keçiler satmamışız
Şima mîyî nêherênê- Siz koyunları
satın almamışsınız
Înan perdî nêşutê- Onlar perdeleri
yıkamamışlar
DERS -9MİSLİ GEÇMİŞ ZAMAN HİKAYESİ- DEMO VÎYARTEWO
NEDÎYARO VERÉN
A-olumlu hal- halo pozîtîf
Mi werdîbî- Ben yemiştim
To werdîbî-Sen yemiştin
Éy werdîbî- O yemişti
Aye werdîbî- O yemişti
Ma werdîbî-Biz yemiştik
Şima werdibi- Siz yemiştiniz
Înan werdîbî- Onlar yemiştiler
B-olumsuz hal- halo negtîf
Mi nêwerdîbî- ben yememiştim
To nêwerdîbî- Sen yememiştin
Éy nêwerdîbî-O yememişti
Aye nêwerdîbî-O yememişti
Ma nêwerdîbî- Biz yememiştik
Şima nêwerdîbî- Siz yememiştiniz
Înan nêwerdîbî- Onlar yememiştiler
C Bazı örnekler- Tayê numuneyî
a-Şima par genim çînitîbî-Siz geçen
sene buğday biçmiştiniz
b-Ma pêrar kitabê to wendîbî-Biz
evelki yıl senin kitabını okumuştuk
c-Şeş serrî naye ra ver, birayê mi
zewecîyabî- Bundan altı yıl evel kardeşim evlenmişti
d-Mi nameyê to heşênabî-Ben senin
ismini duymuştum
e- Hesen ke ame, to non werdbî- Hasan geldiğinde sen ekmek yemişti
DERS -10SANAL GEÇMİŞ ZAMAN(DA)/
GELECEK ZAMAN HİKAYESİ-DEMO VÎYARTÎ (DE) NÎYETÉ DEMÉ
AMEYOXÎ
A-Olumlu hal- Halo poîztîf
Mi yo biwerdêne- Ben yiyecektim
To yo biwerdêne- Sen yiyecektin
A yo biwerdêne- O yiyecekti
O yo biwerdêne- O yiyecekti
Ma yo biwerdêne- Biz yiyecektik
Şima yo biwerdêne- Siz yiyecektiniz
Înan o biwerdêne- Onlar yiyeceklerdi
B-Olumsuz hal-Halo negatîf
Mi yo nêwerdêne- Ben yemiyecektim
To yo nêwerdêne- Sen yemiyecektin
A yo nêwerdêne- O yemeyecekti
O yo nêwerdêne- O yemeyecekti
Ma yo nêwerdêne- Biz yemeyecektik
Şima yo nêwerdêne- Siz yemeyecektiniz
Înan o nêwerdêne- Onlar yemeyeceklerdi
C-Bazı örnekler- Tayê numuneyi
a-Mi yo to ra qes bikerdêne, to yo
nêşîyêne- Ben sana konuşacaktım, sen
gitmeyecektin
b-Ma ke nêweşî nêresnêne neweşxane,
nêweş merdêne- Biz hastayı hastahaneye ulaştırmasaydık(kavuşturmasayd
ık) hasta ölecekti
c- To yo bivinetêne, çi ke ezo
bîyamêne- Sen duracaktın, çünkü ben
gelecektim
d-Şima yo nêwendêne, ma yo pîya
biwedêne- Siz okumayacaktınız, biz
birlikte okuyacaktık
DERS -11ŞİMDİKİ ZAMAN HİKAYESİDEMO VİYARTEWO NIKAYİN
(Bu zaman çekiminde, nesnenin eril,
dişil, çoğul olması, fiil çekiminde bir
değişiklik getirmiyor- Antena nê demî
de, çîyê nerî, makî, zaf humar, seba
antena karî, ferq nêkeno)
A-olumlu hal- halo pozîtîf
Mi werdêne- Ben yiyiyordum
To werdêne- Sen yiyiyordun
Éy werdêne- O yiyiyordu
Aye werdêne- O yiyiyordu
Ma werdêne- Biz yiyiyorduk
Şima werdêne- Siz yiyiyordunuz
Înan werdêne- Onlar yiyiyorlardı
B-Olumsuz hal- halo negatîf
Mi nêwerdêne- Ben yemiyordum
To nêwerdêne- Sen yemiyordun
Éy nêwerdêne- O yemiyordu
Aye nêwerdêne- O yemiyordu
Ma nêwerdêne- Biz yemiyorduk
Şima nêwerdêne- Siz yemiyordunuz
Înan nêwerdêne- Onlar yemiyorlardı
C-Bazı örnekler- tayê numuneyî
a-Waxtê hardlercî, mi non werdêneDeprem zamanı ben ekmek yiyiyordum
b-Vengê to ra, ez tersêne- Senin sesinden ben korkuyordum
c-Şima no sodir, genim çînitêne-Siz
bu sabah buğday biçiyordunuz
d-Înan emşo şîyêne- Onlar bu akşam
gidiyorlardı
e-Şima werdêne, ma vêşan mendêneSiz yiyiyordunuz, biz aç kalıyorduk
(devamı gelecek sayıda)
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DOMONENİYA
MADE ODETU TORE KIRMANCİYE
Qısıme : Dıdine
Nusdayise qısıme wereni de, gaxan u
roze Xızıri sero wınetune mı nusna
ardra zon. Nıqa qi hotemal u pire sero
wındine, bınusnine. Hotemal çıko, pire
çıqa, çıra hotemal wato, çıra roze pire
watene.
Tırqi, hotemalra cemre wane.Kırmanci’ya Dersimi de qi hotemal wajiyene.
Çutır qe na waxto peyende, dersim qaniya made taye odetu tore xo, xo vira
kerde cıra kevte duri, nıqa na bero
peyeni qi, na odetu torura, qe xewera
xo çona, çıra qe nezonene. Mıleto kırmanc endi leto jede sukune gırsude
weşiya xo rameno. Nayera gore domone peyeni sukude biye, sukude biye
pili, na odetune niyanenura be xeweriye, maa xora, piye xora, qalıqe xora,
na odetura gore çiye nehesnoqe bızone.
Mıleto kırmanc na odetu qe niyanora
xo wiri. Hata na waxto peyen qe dewe
Dersimi pıri wi ne odetu toreyi ardenera xo wiri, qesey kerdene, pilu qıji perüne zonene. Ze wereni na odetu torey
hen berdene.
Kırmanciye de watene asma marte
asma cituna. (yani geçişler ayi) Marte asma usariya werena. Hata qe marte
newejiyene keşi newatene qe usar amo.
Watene asma marte ze ceniya wiyawa,
(Mart ayi dul kadın gibidir.) ge huyina,
ge berwena. Pençerera niyadana, dıme
huyu zengenu wesnena. Ora gore mılete mawo weren qe guwane asma marte newiyene. Niya dene qe, roz wejino
beno tiji, beno germ, reyna tı niyadana
qe hewr amera wore wore, bi puqu tafan bi ze zımıstoni. Nayera gore mılete
wereni tıdareqe xo, tıdareqe malu gaye
xo, qanu qıt pe idare kerdene.
Hotemal çıqo, çıra hotemal wajiyo.Zımıstan qe pıra pıra wejiya, endi usar
nejdi bi, desu new yaqi wiste guzede
hewaye zımıstaniyo serdın, tene pıra
pıra, senıq beno germ, beno nerm, sıqino. Na rozura hotemalo weren watene.
Ora dıme, wistu ses ya qi, wistuhowte guzede qi, germiye gınena hewaro,
hewa tene beno germ. Na rozura qi
watene hotemalo gız. Heştera dımeqi,
SAİT BAKŞİ
yane ses yaqi howte martede qi germiye gınena waro kuna hard, harde heqi
beno germ.Na rozura qi hotemalo pil
watene. Na rozude newede can yeno
hard. Seru bıne hardi deqe çıke esto,
çıqe newede tepiya royeno,her çi koqa
xo sero yeno werte. Çesıt, çesıt gulu
sosın, çiçeg beno tera, bıru daru bere
heqi ye rozude pero sezde hardi beno
(secdeye geir) hard kele keno, heqire sıqır keno qe, tepiya canu ru kewt hard,
maqi newede tepiya can ru di. A roze
niyaz potene ciranura kerdene vıla.
(lokma dağıtma) Mılet şiyene diyare
mezalu, sero duway kerdene. Merde xo
ardenera xo wiri. Koqıme dewe şiyene derude uwa serdınera uwe kerdene
xoro, xo sutene watene qewete yena
cane isani. Na rozura hem hotemalo
pil watene, hemı qi qere çarseme marte
watene.
Hotemalo pilqe wejiya,hire roji martera mendene, nafaqi watene endi roze
pire. Pire hire roji martera, hire roj qi
nisanera cena. Yane pire ses rojiya.
Çıra pire watene,koqımune maye werenu pirera gore niya qesey kerdene.
Watene: Waxtede koqıme biya,name
xo pire wiya. Yane ceniqa de kokıme
wiya, na ceniqa kokıme ses bızeqe xo
biye. Sera jüye zımıstan zaf çetın amo.
Pire bızeqe xo bedre bonde kerde bıne
sepete, uza qayit kerdo kerde weyiye.
Pıra pıra zımıstan wejino kune marte.
Asma marteqi wejina, hire roji manene
qe endi nisane kuyene, Pıra pıra wore
qi sona beno şiya, beno belek wore,
hard wejino. Tabi pire zaf sa bena, alefe bızequ qi qediyo. Wana endi bızeqe
mı xeleşayi. Ewe o esqra pasqul dana
sepetero o bınde gırkena erzena. Wana
endi marte wejiya usaro. Tenganiye
qedina,bızeqi qi xeleşine. Hama marte pire xapnena. Yane xapina. Çıra qe
martera hona hire roji este tam newejiya. Ye hire roji wore worena, beno
puqu tafan wore tepiya hard qapan
kena. Alefe bızequ qi qediyo, wesaniyera hire bızeqe pire mırene. Hire teni
manene, kune nisane ye hire bızeqe
qe mende yeqi nisanede mırene. Coqa
hire roji peye marte ,hire roji qi sere
nisanera gore pire wane.
Pire qe vejiye wertaliğ endi beno rehet,
beno hirayiye, wore sona beno şiya,
hard bıne worera wejino.Hegayi wejine, malu ga endi sono tewer, çereno.
Endi waxte hegau ramıteno.Des desu
ponce nisanede endi cıte kerdene hegay ramıtene. Eqe cıte kerdene, niyaz
kerdene wıla,g ayqe hona neramıte,
duway kerdene. Watene yarebi, bereket bıde, çı dana xere xo bıde, rısqe ma
kemi meke., hemege ma uwede mewe.
Niyaz qe ardene hegade kerdene hurdi
kerdene wıla, cıra tene qi dene gawune
cıte. Hegay qe amene waxte çinıtene,
çinıtene, ardene conde çarnene, kerdene sımer. Ya way dene yaqi makine
conira makine kerdene cewer wetene,
sımer peyde şiyene hewı qi werde amene. Tixa hewi mor kerdene, teneqera
pemıtene kerdene çuwalu, berdene ya
kerdene anbaru yaqi kerdene petagu.
Paizi berdene areyede rerdenera ardene, çede tepiye kerdene anbar, yaqi
kerdene petage. Tıdareqe zımıstanira
gore, niyadene qe çıqe kemiyo yaqi
lazımo, şiyene Xarpet yaqi Erzınganra herinene ardene, tıdareqe xuye zımıstani niya kerdene tamam. Bonc ses
asmi welate ma bıne worede mendene
hata qe tepiya usar ame.
Nusdayise xuyo binde tepiya, odetu
tore kırmanciye seroberdewam kenu.
mılete mare mılete dinare bırayiye,
rındiye, haştiyeweşiye wazenu. Hata
qe reyna bime piya, ameyme peser, bımane weşiyede.
Ax kırmanciye ax kırmanciye
Tı koti menda çıra niya biye
Rınde qe wiye biye wini şiye
Nemende rındiye,nemende isaniye.
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
ZINDAN
Tarahî û mirin, ronahî û jiyan…
Dijminê tarahiyê ronahî ye. Çavkaniya ronahiyê bi xwe, Roj bi xwe ye.
Hetanî Roj hilneyê jiyan dîlgirtî ye.
Her wiha; ronahî, Roj, jiyan û azadî
di destpêka serdema nûjenbûna civakê
de, wate û hunerên diyarde di nava
xwe de dihewînin. Lewre; di nava
zilûmata tarî de, dîtina hilatina Rojê,
evîna jiyana pîroz bi xwe nîn e? Dema
zilûmata reş bi ser cîhanê de digire û
kêmefamên wê demê hatina ronahiyê
nabînin, qidûmê jiyanê di wan de
dişkê. Jiyana bi jan a reşetarahiyê
dihebînin; dibin leşkerên zilûmatê
ango, ew dibin şebşebokên reşetarahiyan, hestîkojên laşxuran!.. Ew dibin
qirêja ser laşê baweriyên pîroz. Ew tucar nebûne bawrî, bi ava pîroz nehatine
şûştin. Dema bêhna ronahiyê difûre,
ew pêla çîzeçîza derewan bilind dikin.
Ew bi derewan dijîn hetanî ku bijîn.
Ew derew in, derew desthilatdariya
wan e, desthilatdarî dewleta wan. Derew; karê di nav gemara tarahiyê de israr dikin e. Kare kesên dixwazin pêşî
li ronahiyê bigirin e. Roj bi derewan
nayê veşartin, Lewre derew karê dewletan e, dewlet encama derewan. Li tu
tixûbên pîvanên mirovahiyê nasekinin derewkar. Çavên wan sor dibin ku
leqayî zelaliyan dibin. Di rastiya xwe
de ji ronahiyê, ji rastiyê direvin. Di
şûna ku ber bi ronahiyê ve bimeşin,
xwe bi pîroziya ronahiyê bişon, hevdû
ji hevdû re dikin mertal da ku hinekî
din jî di nava tarahiyê de biçikin, xwe
ji pîroziya ronahiyê dûr bihesibînin,
dûr dikin. Xwe di ber hev re dikin wekî
rawiran da ku çavên wan û Rojê rû bir
û nebin. Lewre nikarin li rûçikek ronî
binihêrin. Lê Roja pîroz, di merhaleya xwe de her hiltê û tava ronahiya li
hemû mirovahiyê difûrîne, belav dike
bi dayîkane. Ên ku tîrêjên ronahiyê li
wan dikevin, bi pîroziya ronahiyê tên
şûştin. Ronahî, wan hemêz dike û ew
ronahiyê hemêz dikin êdî. Evînek nuh
diafire. Lê yên ku hê jî di tarahiyê de
ne û naxwazin jê derkevin, gemar in,
bê serûçav êrîş dikin, ditirsin êdî. Xwe
di gemariyê de digemirînin. Ew êrîşên
mecalşikestî û bêhêvî wek tevgerek
delodînî li hember hemû kesî, li hember rastiyan û li hember mafê jiyanê; li
hember hemû baweriyên pîroz, li hember rastiya jiyanê, weke reşerawiran
tavilê didomînin. Ew bi xwe dîlgirtiyê
zilûmatê ne û naxwazin tu kes bigihê
ronahiyê; pîroz bibe, azad bibe…
Ew bi xwe ji jiyanê ditirsin êdî. Lewre,
zindan jî têrî jiyana wan nake. Nizanin
ku zindan zûde têkçûye!.. Zindan bûye
sergoyê desthilatdariyê li vî welatî,
desthilatdarî dibe sergo li vî welatî.
Lêêê, me yê van rojan jî bidîta!..
Her tîrêj, parçeyek ji Rojê ne, ronahiyê
difûrînini, azadiyê dizên. Dilgirtina
wan ne pêkan e. Ma zincîr li tîrêjan
dikeve? Na. Lewre ew, hemû reşetarahiyan diqelêşînin û jiyanê diafirînin,
jiyanê difûrînin her deveran. Ma bê
Rojê jiyan diafire!..? Bê ronahiyê
demokrasî, wekhevî û azadî pêkan e,
bê Rojê azadiya jiyanê pêkan e? Na!..
Zindan tarahî ye. Di deste desthilatdariyê de qeyda dîlgirtinê ye ku
avêtiye stuyê civakê. Zindan, mêjiyê
desthilatdariyê ye ku qirêjî bûye,
kirêtiyê diafirîne, kirêtiyê difûrîne
di nava zilûmatê de. Zindan, di destê
desthilatdaran de, ji bo radestgirtinê,
amûrê gefxurê civakê ye, çeka
vînşikestinê ye. Bi taybetî di pêvajoya
veguherîna civakan de, cihê ku
îşkenceyên hovane lê têne kirin e zindan. Zindan, pargala desthilatdariyê bi
xwe ye ku wek aşê zilmê civakê hêraye
û dihêre... Di heman demê de, di dema
guherîna cikan de zindan, dibe qada
têkoşîna vînî ya herî dijwar. Lewre,
vîna azad dîl nayê girtin qet tu demî!..
Di wir de vîna azadiyê, li hember
desthilatdariya zilmê bi awayek rût û
tazî, li hember êrîşên qelaş û hovane,
têkoşînek rût û tazî diafirîne. Li hember hemû êrîşên hovane, serkeftinê bi
dest dixîne. Jiyan Ew bi xwe ye, jiyan
Ew e, jiyan Ew e!..
Serkeftina vînê, wek keda civakî, bi
ronkayiya Rojê tê afîrandin, di tarahiya zindanê de. Ma ne zindan dewlet e
dewlet jî zindan!.. Ne dewlet bê zindan
dibe, ne zindan bê dewlet.
Ahmet Guven
LORÎ LORÎ
Min axa welêt germ kir
Bi dergûşê te lorî kir
Hat bîra min qala dêûbavan kir
Lorî lorî berxa’m lorî
Xewe xweş li çaven reşnî
Êvar dakete ser malan
Tev li hev bû hesa se û çekan
Xewneke xweş li ser çavan
Lorî lorî berxa’m lorî
Xewe xweş li çaven reşnî
Dilê min çar parçe ye
Her parçek mîna milkê xalkê ye
Mirin mayîn ji boyê azadîyê
Lorî lorî berxa’m lorî
Xewa xweş li çavên mornî
info@tev nyayinlar i.com
h t t p : // t e v n y a y i n l a r i . c o m
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ediyor. Bakın insanlara ne göreceksiniz; sürekli bir kuşku, güvensizlik,
karamsarlık ve sonsuza kadar kapanmayacak karamsarlık duygusundan ve
açılan yaralardan başka gördüğünüz
bir şey var mı? İnsanın gülerken ağlaması bu sebepten!
Cennet Bilek
İnsanı
nereye
koyalım?
Son zamanlarda kiminle sohbet etsem
insandan, ilişkilerden şikâyetçi.
Nereye koyacaklarını bilemiyorlar
insanı; “Hayvan” “Vahşi” “Soysuz”
vb sözcüklerle pekiştirmeye çalışıyorlar insanın insani duygularından
uzaklaşmasını.
Son otuz yıldır dehşetli savaşlara ve
çatışmalara sahne olan coğrafyamız,
en az insan kadar tahrip edildi. İnsanın insan olma değerlerini yitirmesine sebep oluyor savaşlar. İnsanlar,
tıpkı savaş aletlerine dönüşüyor,
mekanikleşiyor. Öldürme ve şiddetle
yoğrulan ruh, etten, kandan sıyrılıp
sadece kemiğe dönüşüyor. Oysa kemik deyip geçmemek lazım, kemiğin,
taşın bile ruhu var. Ben insanı nereye
koyacağımı bilemiyorum.
Savaş ortamında yaşamak nasıl bir
duygu; Üzerinizde sürekli savaş
uçaklarının uçuşunu seyretmek ve o
uçakların evlerinizi başınıza yıkacağını, dağlarınızı tahrip edeceğini,
kızlarınızı, oğullarınızı öldürmeye
gittiğini bilme düşüncesi bile şiddete
yönlendirebilir sizi. Evimizin önünde, otobüs durağında ne malum bir
bombaya hedef olmayacağımız! Ya da
bir gece yarısı ansızın yatağımızdan
alıp götürülmeyeceğimiz! Tecavüze
maruz kalmayacağımız ne malum?
Yurtsuzluğa mahkûm edilmeyeceğimiz ne malum?
Savaşlar, sevgi yerine şiddet duygularını harekete geçirmeye devam
Doğa tahribi ve insanlar üzerindeki tahrip dehşet verici. Ülkelerin
kimyasal silah yarışı, yüz yıllık insan
yerleşkelerinin savaşlar yüzünden,
doğa afetleri yüzünden boşaltılması
uykularımızı kaçırıyor. Bu insanın
insana verdiği korkunç bir cezadan
başka nedir?
Sözün ateş olduğuna inanıyorum. Bu
sebeple konuşurken karşımdakini incitmemek uğruna sözlerimi tasarruflu
kullanmaya gayret ederim. Sevgi
sözcüklerimi kullanırken ise tasarruf
etmek aklıma gelmez. Yazmak için
masaya oturduğumda ise hep korkarım. Ya yazdıklarımı herkes okursa
endişesi kaplar ruhumu. Sevgisizlik
ve nefret üzerine yazmaktansa tam
tersini yazmaya çalışırım. Çünkü
çevremiz zaten nefret ve sevgisizlikle
yeterince kuşatıldı diye düşünüyorum. Bu nefret ve sevgisizlik zırhını
aralamak okurlarımı gülümsetmek,
heyecanlandırmak bana keyif veriyor.
Kendimi her zaman Gandhi ruhuna yakın buldum. Tıpkı İsa gibi sağ
yanağıma vurduklarında sol yanağımı
gösterdim. Duygusallıkla suçlandım,
eleştiriler aldım. Bundan asla zarar
görmedim. Yaşadığım onca trajediye rağmen şanslıydım. Çalıştığım
işyerimde, sendikada, partide, yazın
dünyasında karşıma her zaman güzel
yürekli insanlar çıktı. Acıyı sevinci
beraber yaşadık. Belki de bu sebepledir ki acılar karşısında ayakta kalmayı başardım. Başardık.
İnsan hep mi böyle acımasızdı? Sorusunu sıkça soruyorum kendime. Öylesine basit, havadan sudan sebeplerle
kırılıp dökülüyoruz ki aklım almıyor.
Bir dernek seçiminde yaşadığımız yenilgiyi, partide, sendikada yaşadığımız “makam” kapma kavgalarını her
zaman anlamsız buldum. İnsanların
diline kimliğine, mezhebine yabancılaştırılmasını, yasaklanmasını sırf
düşüncesi yüzünden zindanlara doldurulmasını bir türlü aklım almadı!
Hiç ama hiç insanca değildi bunlar?
Savaş kışkırtıcılığı hümanist bilinci
yok etti, etmeye devam ediyor. Belki
de asıl savaş bundan sonra. Avrupa
birliği yalanları, Orta Doğu da yeniden düzenlemeler, yalancı baharlar
boşuna yaşanmıyor. Kan ve barut
kokusu insan kokusunu yok ederken
tüm canlıları ölüme mahkûm ediyor.
Ölmeyenler ise “ölmekten beter” travmalarla başa çıkmaya çalışıyor.
İnsan insan olalı hiç bu kadar değer
kaybına uğramamıştır. Düşünün ki
ilkokul çocukları içtikleri süt yüzünden zehirleniyor ve şöyle açıklama
yapıyorlar; “Devlet bizi zehirlemek
istiyor.” İlkokul çağındaki çocuğun
gözündeki devlet profili bu ne yazık
ki! Çünkü onlar, mayına basıp ölen,
terörist diye zindanlara hapsedilen
çocukların da olduğunu biliyorlar.
Önüne gelen birbirine saldırıyor. Bu
şiddet, saldırılar, sevgisizlik sebepsiz
değil elbette. İnsanın özünden sevgiyi
yok edip şiddeti ekersen olacağı budur elbette. Şimdi bu yazıyı okuyanların gülümsemelerini görebiliyorum.
“Vahşi kapitalizm saldırırken, emperyalist kuşatmalar ayyuka çıkmışken
yani iş mi bu şimdi?” “Savaş tacirleri en acımasız silahlarını mazlum
halkların üzerinde denerken, sizin ki
de laf mı?” Bunların gerçekliğinden
zerre kadar kuşkum yok. Hatta savaş
karşıtı olmak bile vatan hainliğiyle
eş değer görülürken ben sadece insan
kalmaya çalışıyorum. Oysa dünya
geniş ve güzel, herkese yeter düşüncesini yaygınlaştırmamız gerektiğine
inanıyorum.
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ali Ülger
Ali Ülger
Bergheimerstr.51
Bergheimerstr.51
47228 Duisburg
47228 Duisburg
Tel: 0177 502 88 53
Tel: 0177 502 88 53
LEPSIUSHAUS POTSDAM e.V.
LEPSIUSHAUS POTSDAM e.V.
Große Weinmeisterstr. 45
Große Weinmeisterstr. 45
14469 Potsdam
14469 Potsdam
Duisburg, 30.03.2012
Duisburg, 30.03.2012
Lepsiushaus Postdam e.V.‘nin Yönetim Kurulu Üyelerine
Değerli Yönetim Kurulu Üyeleri,
„Aktion Sühnezeichen Friedensdienste e.V“ tarafından
organize edilen bir etkinlik çerçevesinde yaklaşık 20
kişiden oluşan bir gurupla 26.10.2011 tarihinde „Leipsiushaus“ u ziyaret ettik.
Sayin Dr. Rolf Hosfeld bizi karşılayıp ziyaretimiz süresince bize rehberlik etti ve bilgilerini tarafsız bir şekilde bize
aktardı. Ermeni Soykırımının sorumluları nesnel olarak
ortaya konuldu. Bununla birlikte sayın Hosfeld, sayın
Soghomon Tehliryan hakkındaki konusması sırasında onu
„katil“ olarak nitelendirdi. Şahsi kanaatime göre nesnel
olmayan bu nitelendirmeye karşı cıkıp, itirazda bulundum. Buna karşın sayın Hosfeld sonraki konuşmalarında
iki kez arka arkaya sayın Tehliryan’ın „katil“ oldugu
şeklindeki ifadesini özellikle vurgulayarak tekrarladı.
Bilindiği üzere, sayın Tehliryan soykırım esnasında
tüm aile fertlerinin katledilmesine tanik olmak zorunda
kalmıştır. Bir insanlık suçunun mağduru olan bir kişiyi,
bu sucun faili konumundaki kişiye karsi yaptığı eylemden
dolayı „katil“ olarak adlandırmak yakışık alan bir tutum
değildir.
Yönetim Kurlunuzun sayın Hosfeld’in, sayın Tehliryan
hakkındaki nitelendirmeye katılıp katılmadıgını şahsıma
bildirmenizi saygilarimla rica ediyorum.
Ali Ülger…
An die Vorstandsmitglieder des Vereins Lepsiushaus
Potsdam e.V.
Sehr geehrte Vorstandsmitglieder,
im Rahmen einer von „Aktion Sühnezeichen Friedensdienste e. V.“ organisierten Tagung haben wir mit einer
Gruppe von ca 20 Personen am 26.10.2011 das LepsiusHaus besucht. Herr Dr. Rolf Hosfeld hat uns dort empfangen, herumgeführt und sein Wissen ganz neutral und
sachlich vermittelt.
Die Verantwortlichen des Völkermords an den Armeniern
wurden sehr sachlich dargestellt. Als jedoch dann Herr
Dr. Rolf Hosfeld Herrn Soghomon Tehliryan sprach, bezeichnete er diesen wörtlich als "Mörder".
Auf diese meines Erachtens nicht mehr neutrale bzw.
sachliche Aussage von Herrn Dr. Rolf Hosfeld äußerte ich
Widerspruch. Dennoch hat er anschließend noch zwei
Mal hintereinander, die Aussage, dass Herr Soghomon
Tehliryan ein "Mörder" gewesen sei, wiederholt und dies
besonders betont.
Wie wir nun wissen, musste Soghomon Tehliryan zusehen, wie während des Völkermords seine gesamte Familie
vor seinen Augen massakriert wurde. Ihn, der Opfer eines
Menschheitsverbrechens wurde, wegen seiner Tat als
Mörder zu bezeichnen ist unangemessen.
Ich würde von ihnen gerne erfahren, ob der Vereinsvorstand die Einschätzung Herrn Hosfelds teilt, wonach
Soghomon Tehliryan ein Mörder war
Mit freundlichen Grüßen
Ali Ülger
Soghomon Tehliryan
Chefredakteur der Zeitschrift „Kızılbas„
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tarihe tanık belgeler
SAPIK İNANCA İLİŞKİN
KİTAP OKUYANLARIN SÜRGÜNÜ
YAZI: Zilhicce sene 983 (Mart
1576) Padişah 3. Murad dönemidir.
KİMDEN:
Padişah’tan
KİME:
Rum Beylerbeği’ne HÜKÜM
KONU: Bazı kişilerde sapık inanca
ilişkin kitaplar olduğu şikâyeti
üzere Padişah bu kitaplar kimde
bulunursa vakit geçirmeden o
kişiyi kitaplarla birlikte İstanbul’a
yollanmasını buyurmaktadır.
BELGENİN MEÂLİ
Çavuşlarından Kara Ya’kub’a
virildi
Rum Beylerbeği’ne HÜKÜMKİ,
Radoviş (?) kadısı dergah–ı
muallâma sûret–i sicill gönderüb
kazâ–i mezbûrda (adı geçin ilçede)… tâyifesinden Karşı Fakih ve
piri Fakih ve Pasin (?) kazâsında
Hûb Mehmed nâm kimesnede
Rafızi (Hazret–i Ebi Bekir ve
Ömer’in halifeliğini kabul etmeyen) müteallik ba’z–ı kitablar
olmağın ahvâlleri tahassus olındıkda Veli Fakih nâm Rafızi’nin
Sivas ve Ortapâre kazâlarında kırk
cild kitabı olub dört cildini alub mâ
adâlarını mezbûr Hûb Mehmed’e
emânetdir deyû istimâ olınub
(işitilme, duyulma) teftiş olındıkda fi–l–vâki’ zikr olınan kitablar
bir mikdarının emânet konılub
emânete koyan Veli Fakih fevt olub
(vefat edip) karındaşı oğlı Selim
Fakih’e teslimitdim deyû cevab
virdüğin bildürüb imdi zikr olınan
kitablar merkum Selim Fakih’den
taleb olınub bulanıb dergah–ı
muallâma gönderilmesini emir
idüb BUYURDUM Kİ, vardıkda
bu hususı teftişidüb sâbit olduğı
dört pare kitabı kimden alub mâ’
adâsı dahi kimdedir merkum (yukarıda adı geçen)Selim Fakih’de
midir? teftiş idüb zikr olınan
kitabları tahsîl dergah–ı muallâma
gönderesin ammâ kitablar kimin
elinde bulınursa kendülerin kayd
u bend ile (yakalanıp) bile gönderesin bu babda kimseye himâyet
iktizâsınca dakika fevt etmeyesiz.
BELGE:
BOA– Mühimme Defteri, cilt: 27,
s. 399/656
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sakallı
Nurettin
Paşalar
RAGIP ZARAKOLU
Bir zamanlar ortalarda ben İzmir fatihiyim" diye dolanan bir zat vardı. Şimdi
kimselerin hatırlamadığı.
Herhalde gelip geçmiş en demokratik
meclis olan 1. Meclis, onu görevden
alacaktı. Koçgiri ve Pontus bölgesinde
"asayişi sağlarken" yaptığı mezalim
nedeniyle.
Bu paşanın mezalimleri daha sonra da
bitmedi.
İzmir'e giren ordunun başında Sakallı
Nurettin Paşa vardı. Bu paşanın bir merakı da linç örgütlemekti.
İzmir'in güzel evlerine yerleştikten sonra, İzmir Rum toplumunun metropolitinin huzuruna getirilmesini buyurdu.
Metropolit, Fransız bahriyesinden birkaç
bahriyeli askerin sözde "koruması"
altında huzura alındı. Zavallı metropolit
Fransız devletinin konsolosluğuna sığınmıştı. Sakallı Nurettin Paşa metropolite
hakaretler yağdırdıktan sonra, sözde
Fransız koruması altında olan bu insanı,
kapı önünde bekleyen bir güruha teslim
ettirdi. Ve binanın önünde zavallı metropolit linç edildi.
Sakallı Paşanın kısa bir süre sonraki bir
başka linci ise ittihatçı kafayı sert eleştirileri ile bilinen gazeteci Ali Kemal'i
İstanbul'dan kaçırtmasıdır. Yine aynı
yöntemle bu kez İzmit'te konakladığı
binada, önce Ali Kemal'e hakaretler
yağdırdı, ona "Artin Kemal" diye hitap
etti. Sonra bina önünde toparlanan
güruha, Ali Kemal'i teslim ettirdi. İzmir
Rum Metropoliti gibi, Ali Kemal'de feci
bir biçimde linç edilerek katledildi. Ve
cesedini ağaca ayağından astırdı. Bu bir
anlamda trenle oraya gelen İsmet Paşa'ya
da bir mesajdı.
Sonuç olarak o zamanın "derin" kişileri,
zaferden hisse istiyorlardı. Ve son düello
da 1925 yılında yine İzmir'de oldu. M.
Kemal'e ünlü suikast girişimi... Kadro
içinde 1915 faciasının bazı tetikçileri de
vardı. Arka planda ise kimi paşaların
moral desteği... Olay ordu içinde de bir
çeşit bölünmeye neden oldu. İsmet Paşa,
bu nedenle paşaların sanık olmasını
engelledi. Bunlar arasında bizim Sakallı
Paşa da vardı. NUTUK'u biraz da bu
paşalar arası hesaplaşma olarak okumak
gerek. Sakallı da NUTUK'ta ağzının
payını epey alır.
Sonuçta "İzmir fatihi" olarak politik
parsa toplamaya kalkan Sakallı Nurettin
Paşa köşesine çekildi ve unutuldu. Ve
asla yargılanmadı...
Kemalizm'in parlak yazarlarından Falih
Rıf kı Atay, "Çankaya" adlı kitabında
İzmir yangınına da değinir ve "İzmir'i
niçin yaktık" diye sorar. "Acaba gavur
olmasından mı çekindik" diye devam
eder.
"Çankaya"nın içindeki bu değerlendirme
son baskılarda sansür edildi. Herhalde
resmi tarih ile çeliştiği için.
M. Kemal'in İzmir'deki tavrı, "Yunan
bayrağına basarak hakaret etmeyi reddetmesi, herhalde medya önünde bir jest
değildi. Bu bir anlamda, öf keyle gelen
bir asker kitlesine hakim olamamakla da
açıklanabilir.
Ama nasıl olduysa oldu, İzmir yandı
ve sivil halk "denize döküldü" alevler
arasında. İzmir yine "gâvur" olmaktan
kurtulamadı.
"Denize dökmek" metaforu siyaset literatürümüzde, "Birlikte kan döktük" söylemi gibi, terk edilmeyen bir yer kazandı.
"Kurtarılan İzmir" 1925, 1930, 1946
seçimlerinde CHP'ye oy vermedi. Hep
muhalefete oy verdi.
Trakya ve Ege'nin CHP'ye kayması 1973
ve 1977 seçimlerinde Ecevit sayesinde
sağlandı. O da reddi miras yaptığı "Atatürkçü" söylemi terk edip sola kaydığı
için.
İki genç ulus devlet, Yunanistan ve
Türkiye sanki köle değiş tokuşu gibi
yurttaşlarını mübadele etti.
Anadolu'dan gidenler de Venizelos'a oy
vermedi. Genellikle solu, komünistleri
destekledi.
Venizelos emperyalizmin oyununa
gelip Anadolu Rumluğunun felaketine
neden olduğu için. Gelenler de burada
M. Kemal'e oy vermedi fırsat buldukça.
Gelenler de gidenler de gittikleri yerde
olduğu gibi, "muhacir" ve "mübadil" olarak dışlandı. Kültürleri ve dilleri farklı
olduğu için. Dinleri bir olsa da...
Zaman içinde karşılıklı gitmeler gelmeler başladı, empati oluştu. Buna sol
kültürün desteği de oldu.
1980 faşist darbesinden sonra "gidenler" sıcak bir kucaklama ile sol
"kaçkaç"çılara kapılarını açtı.
İki devlet zaman zaman sözde savaş
eşiğine gelse de sol gelenek Türk-Yu-nan
yakınlaşmasını daha kolay kıldı.
Sonuç olarak ne İstanbul'un ne de
İzmir'in "fethi" son bulmuyor peş peşe
gelen dalgalarla.
İki kent de "gavur"luğunu koruyor. Anadolu'da yaşanan 1980 "sol tehcirinden",
"Alevi tehcirinden" sonra da.
Kaynak: Evrensel Gazetesi
Birilerini anmak, onlarla
tartışmak, yaptıklarını anmak ve kritik etmek
ile mümkündür.
Deniz, Yusuf, Hüseyin;
Muhaliftiler, kararlıydılar,
Samimi idiler. Ancak Resmi
ideoojiyi kavramada yetersiz kaldılar. Kemalizm,
faşizm ve sömürgecilikle
hesaplaşmayi kavramsal
olarak aşamadılar.
Devletin halklar karşısındaki büyük projelerini çözemediler. Soykırımcı karekterini bilemediler. Bundan
cesaret alan CHP gibi faşist
partiler bugün onları kendine kalkan yapıp devrimcilerden oy avcılığına çıkmış..
Oysaki CHP’nin savunduğu
devlet onları astı..
Bu net anlaşılmıyorsa, bunda onların da eksikliklerinin payı var.
Kemalizmi Kavramada,
Dr. Şivan, İbrahim Kaypakkaya ve İsmail Beşikçi kadar derinleşemediler. Devletin soykırımcı özelliğini
çözemediler. Öğrenci hareketinin çevresinde kaldılar.
Kürt ulusal Kurtuluş mücadelesinin dinemiklerini
göremediler.
Ahmet Önal
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'1915'te
Ermeni
çocuklar
pazarda
satıldı'
Araştırmacı Yervant Baret Manok,
1915 Ermeni soykırımından sonra
Mardin'de 4 bin Ermeni çocuğun pazarda satıldığını söyledi.
Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu (AvEG-Kon)'nuna bağlı Göçmen
İşçiler Kültür Derneği (GİK-DER), bu
yıl Hrant Dink'e atfettiği "GİK-DER
4. Kültür Sanat Festivali" kapsamında
1915 Ermeni Soykırımı'na ilişkin panel
düzenledi.
Panele Hrant Dink Vakfı'ndan Özlem
Dalkıran, Doğu dilleri ve Edebiyatları
doktoru araştırmacı Yervant Baret Manok ve GİK-DER temsilcisi konuşmacı
olarak katıldı.
Özlem Dalkıran, Hrant Dink'in katledilmesinin vicdanı olan yüz binlerce kişiyi hareket geçirdiğini belirtti.
Türkiye'de Ermeniler üzerindeki baskının devam ettiğini söyleyen Dalkıran,
Dink katliamı davasında mahkemelerin süreci bilinçli ve örgütlü bir tarzda
işlettiğini ifade etti. Dalkıran, halkın
devletten hesap soracağına inandığını
dile getirdi.
Araştırmacı Yervant Baret Manok, tarihte bazı dönemlerde Ermenilerin tam
bağımsız olduğunu, süreç içerisinde
Doğu ve Batı Ermeni diye ikiyi ayırıldığını söyledi.
Türklerin Anadolu'ya gelişi ile birlikte, Ermenilerin azınlıkta kaldığını ve
bölgenin İslamlaşmasıyla birlikte Hristiyanlara karşı tepki geliştiğini anlatan
Manok, Ermenilere yönelik soykırımın
İttihat ve Terakki tarafından yapıldığını kaydetti.
Manok, bazı Ermenilerin katliamdan
kurtulmak için Müslümanlaştıklarını,
20-30 bin Ermeni'nin de Dersim'e sığınarak Alevi olduklarını belirtti. Manok,
1915 soykırımından sonra Mardin'de 4
bin Ermeni çocuğun pazarda satıldığını
söyledi.
GİK-DER temsilcisi ise Anadolu'da
Alevilerin ve azınlık ulusların ve
inançların pek çok kez katliama uğradığını söyledi.
Kaynak: ETHA
Necmettin Yalçınkaya
Mutfak bezleri
Eşim yeni mutfak bezleri satın almıştı. Her bezin
farklı bir kullanım alanı vardı; cam için ayrı,
bardaklar için ayrı, tencere için ayrı, fayanslar
için ayrı, lavoba için ayrı...
Tostun kokusuna geldi annem. ‘’Hele bir peynirli
tostta benim için atın’’ dedikten sonra bağdaş kurup
oturdu sofraya.
Dayanamadı, kalktı yerinden, tostunu kendisi aldı. Akan peynir tost makinesini kirletmişti. Mutfak bankosundan rast gele eline geçirdiği bir bezle, makineyi bir güzel temizledi. Simsiyah olan bezi bankonun üzerine attı.
Peynirli tostunu afiyetle yerken, eşim birden bankonun üzerindeki bezi gördü;
hiddetlendi, bağırmaya başladı: ‘’Sen biliyor musun ben o beze kaç para
verdim?’’ Ardından başladı bezler hakkında nutuk çekmeye…
Annem tostunu yemeğe devam ediyordu. Konuşmuyordu. Sonunda dayanamadı:
“Anam anam” dedi. “Tüm çocuklarım benim için nasıl birse, bezler de benim
için aynıdır… Sınıflandırma yapamam!”
s i p a r i ş i ç i n : n -y a l c i n k a y a @ w i n d ow s l i v e . c o m
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Atatürk
Hitler'e
neler
yazmıştı
Hitler, yalnız İnönü ile değil, iktidara gelişinden sonra Gazi Mustafa
Kemal’le de defalarca yazışmış, tebrikleşmişti..
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 3
Nisan’da yaptığı grup toplantısında
İsmet İnönü’nün Adolf Hitler’le samimi tebrikleşmelerini haber yapan
bir gazeteyi ekranlara göstererek ona
‘Führer’i kendi partinde ara’ mesajını
verdi.
Zaman gazetesinin tarih yazarı Mustafa Armağan bugünkü köşesinde bu
konu üzerinden Atatürk ve Adolf Hitler arasındaki mektup - mesajları kaleme aldı ve 1930’lu yılları irdeledi..
İşte Armağan’ın o yazısı:
MESELENİN UCU ATATÜRK’E DEĞECEK
Başbakan’ın 1930’lu yılları -Dersim ve
İstiklal Mahkemeleri hariç- neredeyse
hiç tartışma konusu yapmayışının tek
bir gerekçesi olabilir: Meselenin ucunun, hassas bir nokta olan Atatürk’e
değecek olması. Karşısındaki cepheyi
genişletmek istemiyor besbelli. Bu nedenle eleştiriler 1930’ları es geçerek
büyük ölçüde 1940’lar üzerinde yoğunlaşıyor.
1930’LAR GERÇEKTEN ES GEÇİLEBİLİR YILLAR MI?
Acaba 1930’lar (ve 1920’lerin ikinci
yarısı) gerçekten de es geçilebilir yıllar
mıdır? Bu dönemde demokrasi, hukuk
ve ahlak adına eleştirilecek noktalar
yok mudur? Ve eğer bir Tek Parti yönetimi kurulmuşsa bunun izini 1925’e
kadar sürmek gerekmez mi?
ASIL TUHAF OLAN BU YAZIŞMALARIN ÜZERİNDE NEDEN DU-
RULMADIĞI
Gerekir gerekmesine ama siyaset buna
izin vermez. Lakin biz siyasetçi değiliz. Ve tarih gerçeği ortaya koymak
durumunda. Ne var ki, Türkiye’de resmi tarihçiliğin esas işlevinin gerçeğin
üzerindeki örtüyü açma değil, üzerini
örtme olduğunu biliyoruz. Şunu bilelim ki, Hitler, yalnız İnönü ile değil,
iktidara gelişinden sonra Gazi Mustafa
Kemal’le de defalarca yazışmış, tebrikleşmişti. Bunda tuhaf bir taraf da yoktur, zira sonuçta iki devlet başkanının
resmi yazışmalarıdır. Asıl tuhaf olan,
bu yazışmalar üzerinde neden durulmadığı. Hitler’le yazışmak eğer sakıncalı bir şeyse, o zaman Atatürk’ün
Hitler’le zaman zaman özel haberciler
aracılığıyla devam eden mesajlaşmalarını nasıl yorumlayacağız?
İşte Bilal N. Şimşir’in “Atatürk ve
Yabancı Devlet Adamları I” adlı kitabından Hitler-Atatürk mesajlaşmaları
(TTK, 1993, s. 149-178; bazı kelimeler
sadeleştirildi).
ATATÜRK HİTLER’İ, HİTLER ATATÜRK’Ü TEBRİK ETTİ
İlk doğrudan mesajı gönderen Atatürk
oluyor: “Alman Devletinin en yüksek makamına seçilmeniz dolayısıyle
en samimi tebriklerimi arzeylemekle
bahtiyarım. Çok yüksek saygılarımın
kabul buyurulmasını rica ederim.” (21
Ağustos 1934)
5 gün sonra Berlin Büyükelçisi Hamdi Arpağ Hitler’i ziyaret ettiğini,
Führer’in, Atatürk’ün taziye mesajına çok minnettar kaldığını ve teşekkürlerini ilettiğini yazmaktadır. 30
Ağustos günü Hitler, yazılı bir mesajla
teşekkür eder. Ardından Cumhuriyet
Bayramı’nı kutlayan Hitler’e cevap
gelir: “En hararetli teşekkürlerimi ve
şahsî saadetinizle Almanya’nın refahı hakkındaki temennilerimi kabul
buyurmanızı rica ederim” (2 Kasım
1934). 23 Kasım’da bu defa Hitler’dir
yazan: “Memleket(ler)imiz arasındaki
münasebetleri üstürmek(?) ve ilerletmek ciddi uğraşım olacaktır.”
4 Mart 1935’te Hitler, yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Atatürk’ü
tebrik eder. Ertesi günü Atatürk’ten
teşekkür gelir. 2 Nisan’da Atatürk’ün
yeni bir mesajını görürüz. Hitler, Reich
Başkanlığı ve Reich Başbakanlığı’nı
bir kanunla birleştirdiğini ve bu kanuna uyarak gücü ele aldığını bildirmektedir. Atatürk ise bundan “büyük
sevinç” duymuştur: “Ekselâns, Sizi
ülkenizin en büyük orununa geçmiş
olmanızdan (dolayı) kutlarken, yurtlarımız arasındaki mutlu dostluk bağlarının korunmasını, berkitilmesini istediğinizin güvenini unutmayacağım.”
Kitapta 217 numaralı belge, 1 Mayıs 1935 tarihini taşıyor. Yazan artık
“Kamâl Atatürk”tür: “Alman Ulusal
bayramı münasebetiyle Ekselânsınıza
en ısı (samimi) tebriklerimle beraber
özel gönenceniz ve asil Alman ulusu-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nun genliği (refahı) hakkında beslediğim samimi dileklerimi sunarım.”
Hitler’den cevap gecikmez. 6 Mayıs
tarihli mesajda teşekkür eder.
TÜRKÇEYE ÇEVRİLMEYEN İKİ
MEKTUP
Bu arada Şimşir’in kitabında Hitler’in
Atatürk’e yazdığı iki mektup nedense
Türkçeye çevrilmeden bırakılmış. Bu
mektuplarda bir büyükelçinin geri çekilip yerine yeni bir elçinin atanması
söz konusu ediliyor ve bu vesileyle en
yüksek saygılarımı ve en samimi dostluk duyguları iletiliyor. Dahası var.
Bu defa 28 Ekim’de Hitler, Atatürk’ün
Cumhuriyet Bayramı’nı kutlar, 3 gün
sonra da Atatürk “hararetle” teşekkür eder. 30 Nisan 1936’daysa Atatürk
Almanların millî bayramları münasebetiyle tebrik mesajı gönderir, gerek
Hitler’in şahsî mutluluğu, gerekse Alman milletinin refahı hakkında samimi temennilerini bildirir. Ertesi günse
Hitler teşekkür eder.
Aynı tebrikleşmeler 1936 ve 1937
yıllarında da devam eder. Bu arada
Almanya’da Hitler’in yaptırdığı bir
balon karaya inerken patlar. Atatürk
hemen Hitler’e bir geçmiş olsun mesajı gönderir. Aynı gün (9 Mayıs 1937)
Hitler’den teşekkür gelir.
Bu arada Berlin Büyükelçisi Hamdi
Arpağ, Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği notta Atatürk’ün selamını ve imzalı bir resmini bizzat Hitler’e takdim
ettiğini, resmin altına Atatürk’ün yazdığı yazıdan Hitler’in büyük bir memnuniyet duyduğunu ve Atatürk’e hayran olduğunu söylediğini yazar. Buna
göre Hitler, “Türkiye’de hiçbir siyasi
emelimiz yoktur ve olamaz. Dolayısıyla güzel ilişkilerde bulunmayı arzu
eder ve bunu tabii görürüz” demiştir.
(13 Temmuz). Nitekim bir ay sonra
Hitler, Atatürk’ün kendisine resmini
göndererek “kalbî temennilerini” bildirmesinden duyduğu memnuniyeti
belirten mektubunu gönderir.
ATATÜRK’ÜN MEMNUNİYETİ
Atatürk 11 Ekim 1937 tarihli mektubunda, Hitler’in mektubundan duyduğu memnuniyeti şöyle bildirir: “Pek
mütehassis olduğum bu nazikâne mukabelelerden ve bana, şahsî saadetleriyle Alman milletinin refahı hak-
kındaki samimi temennilerimi tekrar
eylemek fırsatını verdiklerinden dolayı Ekselanslarına kalbî teşekkürlerimi
arz ederken derin bir haz duymaktayım.”
28 Ekim 1937’de Hitler Cumhuriyet
Bayramı tebriğini gönderir. Atatürk
ise cevaben şunu yazar: “Ekselanslarına teşekkürlerimi arzeder ve saadet ve
afiyetleriyle Almanya’nın refahı hakkındaki samimi temennilerimin kabulünü rica ederim.” 30 Nisan 1938’de
Atatürk Almanya’nın milli bayramı dolayısıyla Hitler’i kutlarken 6 Temmuz
günü Numan Menemencioğlu eliyle
Hitler’e “selam, muhabbet ve şahsi
takdir hislerini” gönderir. 29 Ekim’de
Hitler, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlar
Atatürk’ün. Ertesi günü yazdığı cevaptaysa Atatürk, Hitler’e “hararetli
teşekkürleri”ni sunar.
ÖLÜMÜNDEN 10 GÜN ÖNCE YAZILMIŞ SON MESAJ
Ölümünden 10 gün önce yazılmış bu
son mesajı, Atatürk’ün ölümü üzerine
Hitler’in Meclis Başkanı Abdülhalik
Renda’ya gönderdiği taziye mesajı takip eder. Bu mesajı beraber okuyalım:
“Ekselansları TBMM başkanına, tüm
Türk halkına kendim ve Alman halkı
adına Atatürk’ün vefatından ötürü derin üzüntülerimi iletirim. Kendisiyle
birlikte büyük bir asker ve mükemmel bir devlet adamı ve tarihî bir kişiliği kaybettik. Kendisi yeni Türkiye
“Reich”ının kurulmasına damgasını
vurmuştur. Türkiye’nin varlığı nesiller
boyu yaşayacaktır.” (Kitapta tercüme
edilmemiş olan bu mesajı çeviren Aynur Kırcı’ya teşekkür.)
Nitekim Berlin Büyükelçiliği’nin 11
Kasım tarihli mesajında Führer’in bir
adamının, Kemalist Türkiye’nin kendilerine bir yıldız gibi kurtuluş ümidi
bağışladığını söylediği belirtilecektir.
4 küsur yıl boyunca devam eden Atatürk-Hitler mektuplaşmalarının bilançosu böyle. Bundan sonra bana susmak
düşecek. Gerçekler konuşunca hep olduğu gibi.
Kaynak:
http://www.ensonhaber.com/ataturkhitlere-neler-yazmisti-2012-04-15.html
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu soykırımdır Sayın Başbakan
Taner Akçam, Osmanlı Hükümeti
Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın 1915'te
çektiği 3 farklı telgrafında geçen, "Ermeni meselesi hallolmuştur", Ermenileri "milli dava takip edemeyecek hale
getirmek" gibi ifadeleri sorguluyor.
Başbakan'ın "benim milletim soykırım
yapmaz" söylemine karşın, telgraflarda
"bahsi geçen işleri" kimin yaptığını soruyor.
Nedense, 24 Nisan'da, "benim milletim
soykırım yapmaz", "Müslümanların
tarihinde soykırım olmamıştır", diyen
Başbakan Erdoğan'a bazı sorular sormak istedim. Söylediklerini doğru kabul edersem, ortaya bazı ciddi sorular
çıkıyor ve ben bunların cevabını veremiyorum. Cevabını Başbakanımızın
verebileceğini ümit ediyorum.
Polemik değil amacım, sadece bazı
Osmanlı belgelerinden alıntılar yapmak ve bunların ne anlama geldiğinin
Başbakan tarafından cevaplandırılmasını istiyorum. Çünkü telgraflar 1915
yılında iş başında olan Osmanlı Hükümeti Dahiliye Nazırı Talat Paşa'ya ait.
Birinci telgraf, 29 Ağustos 1915'de
Ankara'ya çekiliyor. Telgrafta Talat
Paşa, "Vilâyât-ı şarkiyeye âid Ermeni meselesi hal olunmuşdur. Fuzûlî
mezâlimle millet ve hükûmetin lekedâr
edilmesine lüzûm yokdur", demektedir.
Telgrafın dili çok açık. 29 Ağustos'a
kadar cinayetlerin işlenmiş olduğu kabul ediliyor ve 29 Ağustos itibarıyla,
Ermeni meselesi hal olunmuş olduğu
için, artık şiddete başvurmak fuzuli
sayılıyor. Bu nedenle de fuzuli mezalime gerek yoktur diyor.
Sorum çok basit, sayın Başbakan, 10
yıldır Hükümet yönetiyorsunuz. Bir
İçişleri Bakanı olarak Talat Paşa, sizce "fuzuli" ve "fuzuli olmayan" şiddet
ayırımını niye yapıyor? Fuzuli olmayan, yani gerekli ve doğru olan şiddet
ne? "Fuzuli olan" şiddet ne? Bu "fuzuli
olan ve olmayan" şiddeti uygulayanlar
kimler? Eğer sözünü ettiğiniz "millet"
değilse, kim bunlar? Öyle ya, ortada
cinayetlerin işlendiğini, bunları "fuzu-
tirmek" ne demek?
Prof. Dr. Taner Akçam
li" ve "fuzuli olmayan" diye ayırarak
bir Hükümet yetkilisi açıkça söylüyor
ve kabul ediyor. Bir soru daha, acaba
bu "fuzuli ve fuzuli olmayan" cinayetleri işleyenler hakkında ne tür işlemler
yapıldı, biliyor musunuz?
Peki, halledilmek istenen Ermeni meselesi nedir? Ve neye göre, "hallolunduğu" düşünülüyor?
Bu konuda Talat Paşa'ya ait olan iki ayrı
telgraf daha okuyalım. Birincisi gene
29 Ağustos 1915 tarihli; hemen hemen
tüm illere çekilen bu telgrafta da "Ermenilerin bulundukları mahallerden
ihrâclarıyla ta'yîn olunan menâtıka
sevklerinden hükûmetce muntazar
olan gâye bu unsurun hükûmet aleyhine teşebbüsât ve fa'âliyette bulunamamalarına ve bir Ermenistan hükûmeti
teşvîki hakkındaki âmâl-i milliyyelerinin (milli emellerini) tâ'kîb edemeyecek bir hâle getirilmelerini te'mîn
esâsına ma'tûf olub (yöneliktir)", denmektedir.
Burada cevabını aradığım soru şu: Ermenilerin, bir Ermenistan hükümeti
gibi bir milli dava takip edemeyecek
hale sokulmaları nasıl olacaktır? 1,5-2
milyon Ermeni'yi yerinden yurdundan
edeceksin, Suriye'ye yerleştireceksin,
peki nasıl olacak da, "milli dava takip
etmekte olan" Ermeniler, bu davalarını
takip etmekten vaz geçecekler? Kendi
ana yurtlarında milli dava takip ettiği
düşünülen bir millet, zorla başka bir
yere taşınınca bu milli davayı takipten
niye vaz geçsin? Örneğin, milli dava
takip eden Diyarbakır halkını zorla
Der-Zor'a sürseniz ne olur? Aksine
daha çok bilenmezler mi? Hele hele,
"milli dava takip edemeyecek hale ge-
Sorunun cevabını merak ediyor musunuz? Gelin cevabı bir başka belgede arayalım. Bu da Talat Paşa'ya
ait. Halep'te iskan işlerinden sorumlu Naim Bey'in anılarında yer alıyor.
Naim Bey'e göre, söz konusu telgraf
Kasım 1915 tarihinde gönderilmiş.
Maalessef Naim Bey'in anılarının Osmanlıca orijinali yok elimizde. İngilizce, Fransızca ve Ermenice olarak mevcut; telgrafı Türkçeye şöyle çevirmek
mümkün: "Eşhası malumenin sürgünü, ülkenin gelecekteki refahının sağlanması içindir, Çünkü onlar nerede
iskan edilirlerse edilsinler, lanet olası
(musibet) fikirlerinden vaz geçmeyecek olduklarından, sayıları mümkün
mertebe azaltılmalıdır."
Sorumuzun cevabı belli oldu, Ermenilerin milli dava takip edemeyecek
hale getirilebilmeleri için sayılarının
mümkün mertebe azaltılmaları gerekiyormuş. Zaten bunun için Suriye'ye
gönderilen Ermenilerin sayısının, Suriye'deki Müslüman nüfusunun %10'u
seviyesine düşürülmesi gerektiği konusunda, emir üzerine emir yollanıyordu.
Böyle bir emri hep beraber okuyalım:
"Ermenilerin iskânlarına tahsîs edilen
mıntıka görülen lüzûm üzerine ta'dîl ve
tevsî' edilmiştir (değiştirilmiş ve genişletilmiştir). (1) Kerkük sancağının İran
hudûduna seksen kilometre mesâfede
kâ'in (bulunan) kurâ ve kasabât (köy
ve kasabalar) ve kurâ dahi dâhil olduğu hâlde Musul vilâyetinin havâlî-i
cenûbiyye ve garbiyyesi (güney ve batısı). (2) Diyarbekir hudûdundan yirmi beş kilometre dâhilde ve Habur ve
Fırat nehirleri vâdîsindeki ma'mûreler
(şehir ve kasabalar) dâhil olmak üzere
Zor sancağının cenûb ve garbı. (3) Haleb vilâyetinin kısm-ı şimâlîsi (kuzey)
müstesnâ olmak üzre şark ve cenûb
ve cenûb-ı garbîsinde kâ'in (bulunan)
kâffe-i kasabât ve kurâda (bütün köy
ve kasabalar) Ermeniler ahâlî-i Müslime nüfûsunun yüzde onu nisbetinde
tevzî' ve iskân edileceklerdir."
Bu nedenle, bölgelerden neredeyse
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
haftalık bazda nüfus bilgileri soruldu.
1916 Bahar aylarında, nüfus sayımı
için Meclis'e ek bütçe teklifi yapıldı ve
para istendi; teklif red edilince, nüfus
sayımı için gizli ödenekten para yollandı. Suriye'ye, canlarını zor atmış
Ermenilerin hayatta kalanlarını tek tek
saymak gizli ödenek ile halledilebilecek bir mesele sayıldı. Acaba, Başbakan kendi vatandaşının sayısını öğrenmek için gizli ödenekten para ayıran
bir hükümet hakkında ne düşünür?
Ermenilerin yerleşmeleri için sayılan
bölgelerde Müslüman nüfus iki milyon
civarındadır. En muhafazakar hesapla
sürgün edilen 1,2 milyon Ermeninin,
iki milyonun yüzde 10 haline nasıl
sokulacağının cevabını bulmak ise
zor değil. Ermeniler, 1916'da Ras-ulAyn'da başlayan ve tüm bir yaz boyunca Der-Zor civarında devam eden bir
süreçte katledildiler.
Ermenileri "milli dava takip edemez
hale getirmek" için başka yollara da
başvurulur. Bu yollardan biri de, Ermeni milletinin kültür ve tarih izlerinin "vücudunu tamamıyla kaldırmak".
Tekrar edeyim: Bir milletin kültür ve
tarih izlerinin "vücudunu tamamıyla
kaldırmak"... Bunu da ben söylemiyorum, gene Talat Paşa söylüyor. Cemal
Paşa'ya 7 Ekim 1916 tarihinde çektiği
bir telgrafta Talat, Sis Ermeni Katogikosluğunun mallarına niçin el konulduğunu ve Katogikos'un niçin Sis'den
sürüldüğünü şöyle anlatıyor; "... maksat Ermenilerce Kilikya'da pek büyük
bir kıymet-i tarihiye ve milliyeye haiz
bulunan ve güya Ermeni hükümetinin en son makarr-ı saltanatı (saltanat
merkezi) olduğu ileri sürülen bu yerin vücudunu tamamıyla kaldırmaya
matuftu." Bölgedeki tüm Ermenileri
sürdükten sonra, onların Sis'de geride
kalan Ermeni varlığının, vücudunun
ortadan kaldırılmasından söz ediyor
Talat. 1948 yılı itibarıyla buna soykırım denildiğini Başbakanımız bilmiyordur belki ama biz biliyoruz.
"Bizim milletimize soykırım yapmıştır dedirtmeyiz!" Başbakanımız böyle
diyor. Ama yukardaki işleri de birilerinin yapmış olması lazım. Bunlar kim
acaba?
22.04.2012 Taraf
kültür ürünlerinizin tanıtımı için
[email protected] tel. +49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sür yan i ler
ve
Yakındoğu*
Dr. İsmail Beşikçi
Bizans İmparatorluğu, Bizans’ı, İstanbul’u, dünyanın merkezi sayıyor ve
Doğu’ya doğru, coğrafyayı şu şekilde
bölümlere ayırıyordu: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.
Yakındoğu’da, Anatolia, vardı. Kızılırmak’ın Batı tarafına, Anatolia deniyordu. Bugünkü Anadolu adlandırmasından farklı bir kavram olduğu besbelli...
Yakındoğu’da Pontus vardı.
Orta Karadeniz yörelerine Pontus deniyordu. Doğu Karadeniz Lazistan
olarak adlandırılıyordu. Pontus’un ve
Lazistan’ın güneyi Ermenistan’dı. Van
Gölü çevresi Kürdistan, Dicle-Fırat
havzası Mezopotamya olarak adlandırılıyordu. Kuzey Mezopotamya’da
Turabdin, Süryanilerin de yaşadığı bir
alandı. Bugünkü Çukurova yörelerine
Kilikya deniyordu. Ermenilerin, Rumların, Arapların yaşadığı bir bölgeydi.
Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan, Umman Denizi’ne kadar olan coğrafyayı içeriyordu. İran,
Yakındoğu ve Ortadoğu arasında kalıyordu.
Uzakdoğu, Altay Dağları’nın doğusunu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam
gibi ülkeleri kapsıyordu.
Yakındoğu, Yakındoğu’nun yerli halkları (otokton halkları) uzaktan gelenler
tarafından (aloktonlar) soykırıma uğratılmıştır. (autochthone- allochtoon)
Bu yazıda bu konuyu incelemeye çalışacağız. Bu soykırım nasıl gerçekleşmiştir, bunu dile getirmeye çalışacağız.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın Devlet ve
Toplum Projesi
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu
vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok
uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur.
Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk
imparatorluğu. Ama bu imparatorluk
içinde Türk’ten başka bir etni olmaya-
cak. Tamamen Türklerden oluşacak bir
imparatorluk...
Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla
uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… bu anlayış
karşısında önemli pürüzler olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir.
Müslüman olan ama Türk olmayan
Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır.
Türk ya da Kürd olan ama Müslüman
olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da
çok önemli bir sorundur. İttihatçılar,
1910’larda bu konu üzerinde çok çalıştılar. Kızılbaşlar (Aleviler) hakkında
ayrıntılı çalışmalar yaptılar.
İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek
istediği ikinci bir durum daha vardı.
İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye
birikimine, ekonomik kaynaklara el
koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına
geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük
burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd
bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret
reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
İttihat ve Terakki bu düşüncelerini
yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan
Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı.
Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı
kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin ve
eylemin Osmanlıyı kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir
dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı.
Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman
yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle
kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki,
Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege
adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında
uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir
politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile
edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı
asimilasyon politikası uygulanacak.
Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa
asimile edilecek.
Tehcir edilen Ermenilerin ve Rumların
taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek…
İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama
geçirmek için elverişli bir zaman bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi.
Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki
Rumlar-Pontuslar, Ege’deki Rumlar,
Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün
edilmeye başlandılar.
1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran
aylarında, 3-4 ay içinde, bir- bir buçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında
soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü
kendilerince çözmüş oldular. Bu arada,
Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili
sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular.
İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından
yoğun bir şekilde destekleniyordu.
Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı
1915-1916 Alman Belgeleri Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri
bu konuda önemli bir kaynaktır ( Çev.
Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge
Yayınları, Ocak 2012).
Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım,
Rumlara-Pontuslara ise sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır.
Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki
1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da,
1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin
Osmanlı tarafından kanlı bir şekilde
ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu
tepkisizlik soykırım konusunda İttihatçılara cesaret vermiştir.
Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu.
Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Ezidi Kürdlerin Müslümanlığa
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte
çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Lazlar,
Çerkesler, Ezidi Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu.
Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla
Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında (www.kurdistan-post.eu, 15 Ocak
2012) bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “ ‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’
isimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak
İnşa Edildi” şeklindedir.
Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma” (Komal Yayınevi,
Haziran 2002) çalışması da bu konuda
dikkate değer özellikler taşımaktadır.
İttihat ve Terakki’nin bu devlet ve toplum projesini ayrıntılarıyla incelemekte yarar vardır.
Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek... Devleti yeniden
organize etmek... Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde
destekleniyor. İttihat Terakki’nin en
yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya içlerine,
Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan, İngiliz sömürgesi Hindistan, tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir.
Bu proje, bir anlamda da yakın doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü
Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten
başka halklar varsa onları şu veya bu
şekilde imha edeceksiniz. Almanya
bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor.
Yakın Doğu’nun imhası Alman Görüşü.
Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve
Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu
paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot
görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler
1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma...
Kürdistan coğrafyası için de Sykes
Picot’ta bir paylaşma söz konusudur.
Sykes Picot’ta Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak.
Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi
İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve
İngiltere ve Fransa, Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek
için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bu-
günkü Anadolu dediğimiz yerde yeni
bir devlet organizasyonunun oluşumu,
yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor.
Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay
Şek hareketi… Bolşevik devriminin
Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor.
Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli
olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve
Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası,
bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler
Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik
olarak devamı olduğu ise çok açıktır.
Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor.
Yakın Doğu’nun ortadan kalkması...
Bugün örneğin Kilikya diye bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus diye
bir sorun yok. Turabdin diye bir sorun
yok. Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım
vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler
söz konusu, Ezidiler söz konusu. Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki
Yakın Doğu imha edildi. Yakın Doğu
yani Yakın Doğu’daki otokton halklar... Kimdir bunlar? İşte Süryaniler,
Kürtler, Pontuslar, Rumlar, Ermeniler
Yakın Doğu’nun otokton halkları. Bu
Yakın Doğu’nun otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme, hakikat
dediğimiz zaman soruna bir bütünlük
içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte
Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, hepsinin birden ele alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme
dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz
zaman bu çerçevede bakmak gerekir.
Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde
gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için bu gerekli oluyor. Özgür düşünce, özgür eleştiri zaten
bilim ortamının oluşması için büyük
bir gerekliliktir. Akademik özgürlük
ifade özgürlüğünü karşılamaz. İfade
özgürlüğü yoksa akademik özgürlük de
zaten var olamaz.
Soykırım ve Mülkiyet Transferi
Rumlar-Pontuslar, Süryaniler, Ezidi
Kürdler sürgün edildiler, tehcir edildi-
ler, soykırıma uğratıldılar. Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden kalan
taşınmaz mallar ne oldu?
Mülkiyet transferini üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Birincisi
şudur: 1915, Ermeniler, Süryaniler kafile kafile, yerlerinden yurtlarından sökülüp atılmakta, sürgün edilmektedir.
Tehcir söz konusudur. Tehcire tabii tutulanlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılardır.
Erkekler, zaten savaş başlar başlamaz
silâhaltına alınmışlardır. Orduda, taş
ocaklarında, yol yapımında, yük taşımakta kullanılmaktadırlar. Kendilerine silah verilmemiştir.
Kadınlar, para, mücevher gibi yükte
hafif değerli varlıklarını beraberlerinde
ama gizli olarak götürmeye çalışmaktadır. Kafileye muhafızlık eden emniyet güçleri bunun farkındadır. Zaman
zaman, fırsat buldukça çeşitli bahanelerle veya hiç bahane aramadan, kadınları öldürmekte paralarına, altınlarına
el koymaktadır. Kafileyi yürütmekle
görevli bütün muhafızlar bunu yapmaktadır. Sonra da bu paraları, kendi
aralarında paylaşmaktadır. Teşkilat-ı
Mahsusa’nın payını da ayırmaktadır.
Bu süreç bir-iki gün içinde, bu kafilelerde muhafız olarak yer alan görevlilerde
büyük bir zenginleşme sağlamıştır.
Bu dönemde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın
elemanları kimlerdir? Teşkilat-ı Mahsu-sa’da üç türlü eleman çalışmaktadır.
a) Cezaevlerindeki mahkûmlar. Bunlar, ağır suçlardan dolayı cezaevlerinde tutulmaktadır. Teşkilat-Mahsusa
elemanları, bunlarla sözlü anlaşmalar
yapmışlardır. Eğer bunlar, Ermenilerle
mücadele ederlerse, Ermenileri, Süryanileri bulundukları yerlerden kaçırtırlarsa, maddi ve manevi ödülleri çok
büyük olacaktır. Ermenileri, Süryanileri öldürebilirler de. Eğer böyle yaparlarsa cezaevlerinden çıkarılacaklar,
dosyaları da kapatılacaktır. Teşkilat-ı
Mahsusa’nın, birinci planda kullandığı
elemanlar bunlardır.
b) Teşkilat-ı Mahsusa’nın kullandığı
ikinci grup elemanlar Balkan göçmenleridir. Bunlar, Balkan yenilgisi sonucu, oralardaki yerlerini yurtlarını terk
ederek gelmişlerdir. Bundan dolayı çok
öfkelidirler. Öfkelerini Ermenilerden
öç alarak gidermeye çalışmaktadırlar.
Balkanlarda kaybettiklerini Ermeni
mallarına sahip çıkarak karşılamaya
çalışmaktadırlar.
c) Teşkilat’ı Mahsusa’nın kullandığı
üçüncü grup elemanlar ise, Kürd aşiret-
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
leridir. Bunlar, bazı Kürd bölgelerinde,
Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun
bir şekilde kullanılmıştır.
Mülkiyet transferinde ikinci aşama,
Ermenilerin ve Süryanilerin bırakıp
gittikleri evlerdeki eşyaların yağmalanmasıdır. Bunu daha çok Ermenilerin
ve Süryanilerin komşuları gerçekleştirmiştir. Yağmalanan eşyalar arasında, para yanında, mücevher, kıymetli
kâğıtlar da vardır. Büyükbaş, küçükbaş
hayvan sürüleri, kağnı, at arabası, gibi
üretim araçları da bu yağmaya dahildir.
Marangozluk, demircilik, boyacılık,
keçecilik vs. atelyelerindeki üretim
araçları da…
Bu da yağmacıları bir anda zenginleştiren bir süreçtir. Bütün bu sürecin devlet tarafından, İttihatçılar tarafından
desteklendiği, teşvik edildiği açıktır.
Mülkiyet transferindeki üçüncü aşama
Ermenilerden ve Süryanilerden kalan,
taşınmaz malların, tarlaların, bağ ve
bahçelerin evlerin, dükkânların, atelyelerin yağmalanmasıdır. Bunlar da ilgili
kişileri zamanla zenginleştiren süreçler
olmuşlardır.
Mülkiyet Transferinin Kürd/Kürdistan
Sorunuyla İlişkisi
Kısaca özetlemeye çalıştığımız mülkiyet transferi Kürd sorunuyla, Kürdistan
sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Organik olarak ilişkilidir.
Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani
malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte
o zaman devletle karşı karşıya gelir.
Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna
göz yumabilirim. Ama sen de benim
görüşlerimi destekleyeceksin. Benim
görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi halde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem.
Devletin görüşleri elbette Kürdlerle
ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir.
1915’den önce şöyle bir ilişki var. Van
Gölü ve çevresinde Kürdler kırsal alanlarda, Ermeniler daha çok şehirlerde
yaşıyorlar. Kuzeye doğru çıkıldıkça Ermeni nüfus yoğunlaşıyor. Van Gölü’nün
Güney kesimlerinde de benzer bir ilişki
var. Buralarda da Kürdler ve Ermeniler
iç içe yaşıyor. Kırsal alanlarda Kürdler,
şehirlerde daha çok Ermeniler.
Ama Güneye doğru inildikçe Kürd
nüfusun daha yoğunlaştığı görülüyor.
Ayrıca, Kürdler ve Ermeniler yanında,
Süryaniler de var. Süryaniler hem kırsal kesimlerde hem de şehirlerde var.
1915’den sonra şu şekilde bir nüfus
hareketi yaşanmış olabilir. Kürdlerin Güney’den Kuzey’e doğru bir nüfus hareketi olabilir. Böylece, Batı
Ermenistan’da Ermenilerden boşalan
topraklara Kürdler el koymuş olabilir. Yine, Batı Ermenistan’da ve
Kürdistan’da kırsal alanlardan şehirlere doğru bir nüfus hareketi de yaşanmış
olabilir. Bu varsayımların olgularla test
edilmesi gerekir. Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar bugün
kimlerin denetiminde?
Türk Ekonomi Tarihi Nasıl Yazılıyor?
Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağının Ermeni
malları, Rum malları olduğunu söylemiştik. Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Süryani malları
olduğunu da belirtmiştik. Fakat Türk
ekonomi tarihi, Türkiye İktisat tarihi
gibi kitaplarda bu durumdan hiç söz
edilmez. Osmanlıdan, Cumhuriyete
geçişte, Ermenilerden, Süryanilerden
kalan taşınmaz malların akıbeti hiç
sorgulanmaz.
Ama son yıllarda bu konuda önemli bir bilinç de gelişmektedir. Nevzat
Onaran’ın, Emval-i Metruke Olayı,
Osmanlı’da ve Cumhuriyet’de, Ermeni
ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi,
(Belge Yayınları, Mayıs 2010) incelemesi önemlidir. Sait Çetinoğlu’nun,
bu kitap için yazdığı önsöz de değerli bir yazıdır. Bu yazı, “Önsöz Ya da
Türk Kapitalistlerinin Kökeni ve Gelişimi” başlığını taşımaktadır. Sait
Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 19421944 (Belge Yayınları, 2009) kitabı da
dikkate değer.
Kürdlerin Durumundaki Farklılık
Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürdler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç günümüzde zamana ve mekâna
yayılmış olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada
ele almak gerekmektedir. Kürdlerin
bir kısmı, 1915’de, Ermeni- Süryani
soykırımında İttihatçılara tetikçilik
yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı planlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği
de dikkatlerden uzak değildir. Bundan
dolayı, maddi ve manevi olarak ödüllendirilmişlerdir. Kürdlerin önemli
bir kısmı, 1919-1920’lerde, Mustafa
Kemal’le işbirliği de yapmışlardır. O
dönemde Mustafa Kemal, Kemalistler, Kürdlere milli haklarla ilgili bazı
sözler de vermişlerdir. Ama Kemalist
hareket güçlendikçe Kürdlere verilen
sözler unutulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, devlet kendini çok daha güçlü hissetmiştir. Lozan
Andlaşması’nın gerçek adının, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Andlaşması” olduğu bilinmektedir. Artık Kürdleri ve Kürdçeyi inkâr etmeye, inkâr
görüşüne katılmayan Kürdleri imha
etmeye başlamıştır. Kürd soykırımı bu
inkârdan sonra başlayan bir süreçtir.
Zamana ve mekâna yayılarak sürdürülmüştür. Bugün de devam etmektedir.
Arşivle İlgili Sorunlar
Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Pontus sorunu Süryani sorunu,
Alevilik gibi sorunlar gündeme geldiğinde hemen arşiv konusu dile getirilmektedir. “Arşivler açılmalıdır”, “Arşiv
neden açılmıyor?”... Örneğin Kürdistan İstiklal Komitesi yani Azadi, Kürd
tarihinde çok önemi olan bir örgüttür.
Fakat Azadi ile ilgili arşiv açılmamaktadır. Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb
Divanı ile ilgili arşiv de açılmamaktadır. Bunun nedenleri üzerinde düşünmek şüphesiz önemlidir. Burada arşivle
ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Bu konuda üç olaydan söz edeceğim.
Birincisi 24 Eylül 1996’da meydana
geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde PKK’li
tutuklular ve hükümlüler, bir görüş gününde, maltada, gardiyanlar tarafından,
demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla
dövülerek katledildiler. On tutuklu ve
hükümlü öldürüldü. Onlarcası ağır yaralandı. Yaralı olanlar, Antep Özel Tip
Cezaevi’ne sürgün edildiler.
Bu dönemde Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet
Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Org.
İsmail Hakkı Karadayı idi.
İkinci olay, 26 Eylül 1999’da, Ankara’da
Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Gardiyanlar, hamamda ve hamam yolunda
tutuklulara ve hükümlülere saldırdılar.
Gardiyanlar, tutukluları demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövdüler.
On tutuklu ve hükümlü katledildi. On-
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
larcası ağır yaralandı.
Cinayetin işlendiği bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı
Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’tü. İçişleri
Bakanı Sadettin Tantan’dı. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu.
Olgulardan ilk ikisi bunlar. Bu iki olgu
üzerine iki varsayım geliştirmek istiyorum. Birinci varsayım şu: Diyelim
2080’lere geldik. 2080’lerde, üniversiteden, basından herhangi bir kişinin,
araştırmacının veya herhangi bir yazarın bilincine böyle bir konu çarpıyor.
1990’larda, Diyarbakır’da, Ankara’da,
cezaevlerinde neler oldu? Mahkumlar
nasıl öldürüldü, şeklinde bir soru gündeme geliyor. İkinci varsayım da şu:
2080’lere geldik ama, Türkiye’nin siyasal sisteminde, siyasal rejiminde herhangi bir değişiklik, köklü bir değişiklik yok. Üç aşağı beş yukarı bugünkü
siyasal sistem aynen devam ediyor.
Bu araştırmacı ne yapabilir? Herhalde
önce arşivlere bakar. Adalet Bakanlığı,
İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği,
Ankara Valiliği, Diyarbakır Cezaevi,
Ankara Cezaevi arşivlerine bakar.
Araştırmacı, arşivlerde ne bulabilir?
Kanımca hiçbir şey bulamaz. Onlar zaten teröristlerdi, teröristler arasında da
nizah, anlaşmazlık, uyuşmazlık hiç bitmiyordu. Kendi aralarında çatışmaları
vardı. Birbirlerini öldürmüşlerdir. Veya
güvenlik güçleri teröristlerin saldırısı
karşısında kendilerini korumuşlardır.
Arşivden yararlanılamadığına göre,
araştırmacılar nasıl bir yol izleyeceklerdir? Elbette mağdurların yakınlarıyla konuşarak olayı anlamaya çalışacaklardır. Katliamı, yaralı olarak
atlatanlarla konuşarak anlamaya çalışacaklardır. Her iki olay da, mağdur
yakınları ve yaralı olarak kurtulanlar
tarafından mahkemeye intikal ettirilmiştir. Davacıların savunmaları şüphesiz önemlidir. Bu savunmalar, bakanlıkların, valiliklerin, cezaevlerinin
arşivinde şüphesiz olmayacaktır. Ama
ilgili avukatların, davacıların arşivinde
şüphesiz olacaktır. Olayın basına nasıl
yansıdığına bakmak elbette önemlidir.
Bu olgulardan kalkarak 1915’e dönmek
gerekir kanısındayım. 30 Ekim 1918’de,
Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihatçı liderler, Enver Paşa, Talat Paşa,
Cemal Paşa, ülkeyi terk ettiler. Ama
ülkeyi terk etmeden önce, pek çok evrakı Cağaloğlu hamamlarında yaktılar.
Cağaloğlu hamamlarına, külhanlara,
günlerce çuval çuval belgeler getirdiler. Yaktılar. Bu belgelerin içeriği ney-
di? Ermeni soykırımıyla ilgili oldukları
çok açık... Bu belgeler neden yakıldı?
Bunun da üzerinde düşünmek gerekir,
Bunları, arşive pek de güvenilemeyeceğini belirtmek için yazıyorum. Ermenilerle ilgili arşiv, 1980’lerde açılırken, yeni bir elemeden daha geçirildiği
bilinmektedir. Böylesine bir yakmadan
sonra yeni bir eleme daha yapılıyor.
Toplu Mezarlar Nasıl Kazıldı?
Burada üçüncü bir olgudan daha söz
etmeyi gerekli görüyorum. Ekim
2006’da, Nusaybin’de, kırsal bir alanda, köylüler kendilerine ev yapmak için
temel kazmaya başlıyorlar. Kazıda, bir
süre sonra kemikler çıkmaya başlıyor.
Bizim İskilip’de olsa insanlar, bu kemikler hangi hayvanlara ait, acaba buralarda hangi hayvanlar yaşamış diye
düşünür. Ama Kürdler bunun bir toplu
mezar olduğunu düşünüyor. Kazıda bir
süre sonra bir-iki kafatası da çıkıyor.
Köylüler bunu, karakola ve İnsan Hakları Derneği’ne bildiriyor. O bölgedeki
toplu mezarlardan haberi olanlar, bunu
İsveçli Profesör David Gaunt’a bildiriyor. David Gaunt’un bölge ili ilgili
bir kitabı da var “Katliamlar, Direniş,
Kurtarıcılar” ( Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Kasım 2007)
Prof. Gaunt, İsveç’ten Nusaybin’e geliyor. Toplu mezar yerini inceliyor. Toplu mezardan fotoğraflar çekiyor. Toplu
mezarı kazıldığı kadar fotoğraflarla
tespit ediyor. Toplu mezarı kazmak için
çalışmalar başlıyor. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
da gelişmelerden haberdardır ve oradadır. Prof. Gaunt’a, “Şimdi kışa giriyoruz. Yağmur-yağış var. Yakında kar yağar. Toplu mezarı gelecek sene baharda
açalım” der.
27 Nisan 2007’de Prof. David Gaunt ve
Prof. Yusuf Halaçoğlu, toplu mezarın
başındadır. Ama Prof. Gaunt büyük
bir şaşkınlık içindedir. Kemiklerden,
kafataslarından eser kalmamıştır. Bu
duygularını Halaçoğlu’na da bildirir.
Prof. Halaçoğlu, “yağmur oldu, sel
oldu, rüzgâr oldu, kemikleri sel suları
götürmüştür” der.
Daha sonra köylüler, İnsan Hakları yöneticilerine, “bir sabah birkaç kişi çuvallarıyla geldi.
Kemikleri, kafataslarını toplayıp götürdüler…” der.
Bütün bunlar, arşivin, toplu mezar kazılarının Türk siyasal sistemi çerçevesinde, nasıl bir içerik kazandığını göstermektedir.
Burada şunu söylemek önemlidir. Arşiv elbette önemlidir. Ama arşive şüpheyle bakmak gerekir. Arşivin bilinçli
olarak, kasıtlı olarak açılmadığı alanlarda, araştırmacılar, o alana ilişkin
kendi yorumlarını yapabilmelidirler.
En azından, arşiv açılıncaya kadar, bu
yorumlar geçerli olur.
Azadi ile ilgili arşiv neden açılmıyor, Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb
Divanı arşivleri neden açılmıyor. Bu
herhalde, Cibranlı Halid’in, Yusuf
Ziya’nın, Teğmen Ali Rıza’nın, Faik
Bey’in, Mela Abdülkerim’in savunmalarından dolayıdır. Diyarbakır İstiklal
Mahkemesi’nde yargılanan Dr. Fuad
ile ilgili arşiv de açılmıyor. Herhalde
o da Dr. Fuad’ın savunmalarından dolayıdır. Bu savunmaların içeriği konusunda araştırmacılar düşünce ve yorum
geliştirebilirler.
* 23 Mart 2012 de, İstanbul’da gerçekleşen Süryaniler Sempozyumu’ndan
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İBV’dan Üniversiteye Doğru Bir Adım Daha..
Zengin bir koleksiyona sahip ve 3 bin kitabın yeraldığı
‘’İsmail Beşikçi Vakfı Araştırma Kütüphanesi‘’ açıldı.
İsmail Beşikçi Vakfı Araştırma Kütüphanesi çok sayıda davetlinin katıldığı
görkemli bir açılışla araştırmacıların hizmetine kapılarını açtı. Cezayir
Restoran’ta düzenlenen törene yazar
Celile Celil, KDP Türkiye Temsilcisi
Omer Mirani, BDP milletvekilleri Hüsamettin Zenderlioğlu, Sebahat Tuncel,
Sırrı Süreyya Önder, yazar Tarık Ziya
Ekinci, Battal Batti, ressam Behram
Haco, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, Doğu ve Güneydoğu Dernekleri Platformu Başkanı
Abdulhakim Daş, Berlin Parlamentosu
eski milletvekillerinden Giyasettin Sayan, yazar Ahmet İnsel'in de aralarında
bulunduğu yazar,gazeteci ve akademisyenler ve dostları katıldı. Açılışa gelemeyen BDP Şırnak Milletvekili Hasip
Kaplan, yazar Murathan Mungan, Handan Çağlayan ve Şiar Rizvanoğlu da
mesaj göndererek kütüphane açılışını
selamladı.
Vakfın açılış kurdelesini İsmail Beşikci,
eşi Leman Beşikçi, Celile Celil, Tarık
Ziya Ekinci, Omer Mirani ve İbrahim
Gürbüz kestiler. Kurdelenin kesimi esnasında konuşan Vakıf Başkanı İbrahim
Gürbüz, İsmail Beşikçi'nin eserlerini ve
arşivini araştırmacıların hizmetine sunmaktan mutluluk duyduklarını belirtti.
Ressam Behram Haco ise "Qîrên - Çığlık" adlı tablosunu Vakıf'a hediye etti.
İsmail Beşikçi Vakfı başkanı İbrahim
Gürbüz; "27 Kasım 2011 tarihinde
Resmi Gazete'de yapılan yayınla resmi
olarak kurulan İsmail Beşikçi Vakfı'nın
asıl kuruluşun Beşikçi'nin doğum günü
olan 5 Ocak 2012 tarihinde yapıldı.
Bütün çalışmalarını tamamlayan Beşikçi Vakıf, arşiv ve dokümantasyon
çalışmalarıyla araştırmacılara kaynak
sağlamayı hedeflerken, Beşikçi'nin
eserlerinin ise Türkçe, Kürtçe dilleri
dışında İngilizce ve Almanca çevirileriyle hizmet sunacağız. İki yılda bir
başta bir sosyoloji olmak üzere farklı
dallarda araştırmacılara İsmail Beşikçi
Ödülleri olacak ve müze açmayı planlıyoruz. Önümüzdeki günlerde dergi,
web sayfası, sergi gibi çalışmalarıyla
araştırmayı özendirme çalışmaları yürütecek. Vakıf ayrıca araştırma alanlarında başarı gösteren öğrencilere bursta
verirken ayrıca Diyarbakır'da da İsmail
Hatice çevik - İstanbul
Beşikçi Kültür ve Kompleksi kuracağız.
1,5 ay sonra radyo yayınına başlayacağız. Uzak hedefimiz ise İsmail Beşikçi
Üniversitesi'ni kurmaktır" dedi.
BDP Bitlis Milletvekili Hüsamettin
Zenderlioğlu ise Kürtçe yaptığı konuşmada, "Devlet ne yaparsa yapsın dönem
artık Kürtlerin devridir" dedi. Kürt
yazar Celili Celil, Türkçe bilmediğini
belirterek, "Türkçe iki kelime biliyorum. O da seni sevirem İsmail Beşikçi"
dedi. Sur Belediye Başkanı Abdullah
Demirbaş, Beşikçi’nin açtığı yoldan yürüdüklerini ve bu onurlu insanı örnek
aldıklarını ve Diyarbakır’da Beşikçi
Vakfı’na tahsis edilen tarihi bir konutun
müjdesini verdi. İsveç’te yaşamını sürdüren Diyarbakırlı Kürt yazar Hüsamettin Kaya’nın kendi tarihi evini Beşikçi
Vakfına bağışladığını belirten Demirbaş, konuşmasını “Damarlarımızdaki kan aktığı, nefes aldığımız sürece
Beşikçi’ye, mücadelede yolumuzu açan
tüm değerlerimize, Apê Musa’ya, Necmettin Büyükkaya’ya, Mazlum Doğan’a
ve emeklerini bizlerden esirgemeyen
tüm değerlerimize minnettar olacağız.
Onlara ancak özgürlüğümüzü elde ederek borcumuzu ödeyebiliriz,”
İ. Beşikçi’nin yaşamı ve Kütüphanenin
serüvenini anlatan belgeselin izlenmesinden sonra davetlilerin tümünün
ayakta alkışlarıyla İsmail Beşikçi kürsüye gelerek konuşmasını yaptı. Davet-
dr. ismail beşikçi / hatice çevik
lileri Kürtçe “Hûn bi xêr hatin” diyerek
selamlayan Beşikçi kitaplarının ve yıllardır binbir emekle biriktirdiği, korumaya çalıştığı 3 binin üzerinde kitap ve
yayının serüvenini anlattı.
Beşikçi; yaşananlar ile resmi tarih arasında fark olduğuna dikkat çekerek, "Bu
kütüphane, yaşananlar ile resmi tarihte
verilenler arasındaki farkları yapılan
araştırmalarla ortaya koyacak. Bu kütüphaneyle geçmiş hakkında bilgi sahibi olunacak. Bizler tekrardan geçmişi
araştırıp, tekrardan kuracağız.’’
Türkiye'deki Kürt sorunun artık uluslararası bir sorun olduğunu da sözlerine
ekleyen Beşikçi; ‘’AKP Hükümeti'nin
bu sorunu tam olarak anlayamadığını
ve bu yüzden inkar ve asimilasyon politikalarını yürüttüğünün altını çizdi.
Son olarak Kürtçenin seçmeli ders olma
tartışmalarına değinen Beşikçi, "Kürtçenin seçmeli ders olması hükümetin
sorunu iyi anlamadığının en somut göstergesidir. Kürtçe, Türkler, İngilizler
ve Almanlar için seçmeli ders olabilir,
ama Kürtler için olmaz. 20 milyonu aşkın bir nüfusu olan bir halkın dili seçmeli değil zorunlu dil olması gerekiyor.
Türkiye'nin siyasal partileri örneğin Barış ve Demokrasi Partisi Kürtçe mecburi
eğitimi savunmalıdır. Bence doğru olan
da budur" dedi.
Açılış bahçede verilen kokteylde İsmail Beşikçinin kitaplarını imzalamasıyla
sona erdi.
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DEMEKİ KADER
Dökülen göz yaşı gönlünü üzer
Koy verme sen seni demeki kader
Hayel eder insan ağlemi gezer
Koy verme sen seni demeki kader
Ahmet Dümrül
DENİZ ASLAN İNAN
Halklara yapılan haksızlığında
Kurtulan olmuyor düzen ağında
İşsizlik çoğaldı teknik çağında
Deniz, Yusuf, İnan dolar gözüme
Komunist Kızılbaş biri de Kürtler
Onlar için geldi On İki Martlar
Karanlık güçlerin elinde yurtlar
Deniz, Yusuf, İnan dolar gözüme
Ben bir çığlık olsam göklere değsem
Denizler adını dünyaya yaysam
Nerde bir özğürlük türküsü duysam
Deniz, Yusuf, İnan dolar gözüme
Dümrül: Yokluk bilmez para basanlar
İnsanlık ne bilsin insan asanlar
Gönül defterime yazıldı onlar
Deniz, Aslan, İnan dolar gözüme
Gezmiş, Aslan, İnan dolar gözüme
Akşamı uğurlar bütün sabahlar
Aydınlık günleri yaşayan canlar
İnsanı bekleyen varsa hesaplar
Koy verme sen seni demeki kader
Yaşamak dünyada insana nimet
Renklerle barışık insana kıymet
Toprak hava sudan alırsın kuvvet
Koy verme sen seni demeki kader
Nizam kur kalbinde sorgula seni
Lokmanı emeği çiğnetme teni
Yaşatma beyninde insana kini
Koy verme sen seni demeki kader
Gelenler gidenler dünyayı tanır
Tükenir nefesi ölecek sanır
Kirli deyi vucut neden yıkanır
Koy verme sen seni demeki kader
Fezali baba,nın günah neyine
Eyvallah etmedi ağa beyine
Gurbette yaşıyor hasret köyüne
Koy verme sen seni demeki kader
www.fezalibaba.com
PİRSULTAN ABDAL DERNEKLERİ
BAŞKANLIĞINA YENİ SEÇİLEN
KEMEL BÜLBÜL
24 nisan ermeni soykırımını
lanetleyip özür dileme kararı alabilirmi
yeni yönetim?
ermeni meselesinde düzgün olmayanın
siyaseti chp'ye marabalıktır.
hadi kolaygelsin!
ermeni yurdunun çocuğu pir torunu kemal
bülbül....
yürek yangınlarındayım gene
bir yanım daragacında,
öteki sürgünde
sahi! vatan neresi anne?
vatanperverlik denen zirva nedir,
inceltilmiş ırkçılık degilse?
Kara Afrikadan çıktı insan
ve sonra yayıldı yeryüzüne
tende renk nedir anne,
maddenin tabiata uyumunun adı
degilse?
insanda ırk nedir anne,
zalimin sultasina boyun egmekten
öte?
Ali H. Kanlı
6 Mayıs 2012 / almanya
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1 Mayıs, Emekçilerin Birlik,
Dayanışma ve Mücadele Günümüdür Gerçekten?
Bugün, «T.C.» adlı leylim ley devletin
değişik şehirlerinde ellerinde «Dünyanın Bütün Emekçileri Birleşin», «1
MAYIS, EMEK, BARIŞ, EŞİTLİK,
ÖZGÜRLÜK VE ADALET İÇİN BİRLİK, DAYANIŞMA VE MÜCADELE
GÜNÜDÜR» türünden yazılı pankartlar ve afişler tutan yığınların büyük
alanlara aktığı ve biri birine sıra vermeden günün önemini vurgulayan konuşmalar yapılacağı gündür.
Ancak, bugün düzenlenmesi planlanan açık veya kapalı salon toplantılarından tutun, miting ve yürüyüşlerden hemen hiçbirinde, kendini ilerici,
demokrat, devrimci adlandıran örgüt,
sendika veya kurumlar adına yapılacak olan konuşmalardan korkarım hiç
birinde, bu topraklarda işçi sınıfının
İLK partileriyle, sendikaların ve hangi halktan olurlarsa olsunlar, işçilerin,
emekçilerin haklarını savunmak, onların insanca bir yaşam için verecekleri
mücadeleyi koordine etmek amacıyla
kurulan İLK örgütlenmelerin, Elen ve
Ermeniler tarafından kurulmuş oldukları hakkında ne yazık ki tek söz dahi
edilmeyecek !…
İstanbul, İzmir, Selanik, Adapazarı,
Zonguldak, Ankara, Samsun gibi şehirlerdeki fabrikalar, tarlalar ve madenlerde çalışanların ilk amele birliklerini kuran, işverenlerle işçiler
arasında yapılan yazılı ilk iş sözleşmelerin Ermeni hukukçular tarafından
hazırlandığı, bilahare iş güvencesi,
daha ileri zamanlarda daha başka hakların elde edilmesi amacıyla yapılan
ilk grevlerin de yine Elen ve Ermeni
işçilerin başını çektiği bir grup örgütlü
insanlar hakkında da susulacaktır eminim !
Elen ve Ermeni halklarının mağduru
olduğu akılalmaz barbarlıklarla acıların bile hiç hatırlanmayacağı, o halkların binyıllardır üzerinde yaşayıp,
hemen her metrekaresinde yarattıkları
zengin uygarlık örneklerinden geçilmeyen kendi öz topraklarında kanlı
soykırımlara uğratıldıklarından, anavatanlarından zorla sürüldüklerinden
de hiç bahsedilmeyecek tabii !…
yani içeriği bu çok önemli değerlerden
boşaltılmış bu 1 MAYIS, emekçilerin
BİRLİK, DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜ olarak adlandırılabilir
mi gerçekten ?
SarkisHatspanian
Bu böyle olduğu halde, hemen her
yerde işçilerin-emekçilerin kardeşliğinden dem vurulacak, halkların kardeşliğine vurgu yapan enva-i türden ve
dilden sloganlar atılacak, hatta hemen
her sözün hurralarla eşlik edileceği
söylemlerde sadece özgürlük, eşitlik,
barışa parmak basılmasıyla da yetinilmeyip, o değerlerin propaganda edilipyükseltildiği sözlerle bestelenen şarkılar, türküler de duyulacak mutlaka !
Peki bu leylim ley devletin vatandaşı
sayılan ve ara sıra, bazı bazı da olsa
«1915-1923 arası Elen ve Ermeni halklarına yapılmış soykırımları, adaletsizce gerçekleştirilen 1924 Mübadelesi,
Varlık Vergisi, 20 Kur’a Askerlik, 6-7
Eylül 1955, 1963 ve 1974 Kıbrıs olayları, ve bunun gibi daha nice barbarlık,
zulüm, ihanet ve kanlı katliamlar-soykırımlara» karşı seslerini yükselterek
«hesabını soracağız» diyenleri, daha
dün denecek kadar yakın bir tarihte,
19.Ocak.2007’de şehit edilmiş değerli insanımız Hrant DİNK’in kahpece
katli sonrasında «Hepimiz Ermeniyiz»
diye sokaklara sığmayan bir insan selinin gerçekten gönüllü katılımcılarından farzetsek de, geçtiğimiz yıl planlı
olarak ve özellikle bir 24.nisan günü
katledilen kardeşimiz Sevak Şahan
BIÇAKÇI’nın mezarının ilk baharında, toprak anamızın henüz baharın ilk
otunu bile neredeyse yeni yeni doğurduğu, İNSANSAL ve TOPLUMSAL
HAFIZADAN yoksun yığınların, Elen
ve Ermeni halklarının işçi ve emekçi evlatlarının çok değerli çabalarını
takdir edip, dökülen terlerini saygıyla
anacağı yerde, aklının ucundan bile geçirmeyip, hiç hatırlamayacağı bugün,
Değerli insan Demir KÜÇÜKAYDIN
bundan sadece günler önce yazıp-yayınladığı bir makalesinde, sanki bu 1
Mayıs’ın nasıl geç(iştiril)eceğini önceden biliyormuşçasına; «Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile
“görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine,
nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine
ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar
yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar.
Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir
yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol
örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı
olarak kalıyor. Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da
tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden
düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı
haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı
24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı
gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi»
diye yazmış ve hemen ardından bu çok
anlamlı analizini sırtlayarak, İNSAN
adlı çok sert ve sarp yamaçlarla dolu
dağın, ulaşılması imkansız denecek
kadar zor bembeyaz doruğuna doğru
çıkışa başladığı yürüyüşünü «Artık
1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi
zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin,
gündemden düşürmenin, bilinçlerden
uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin
kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta
ısrar etmek, bu politikanın basit bir
aracı olmaktan başka bir sonuç vermez. 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı.
En azından demokratlar, sosyalistler,
“24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1
Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik
anlamını, işlevini; enternasyonalist,
demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler. Bu vesileyle tüm
Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu
tartışmaya, gündeme almaya ve böyle
davranmaya davet ediyorum» sözleriyle sürdürmüş ve «Şu an belki çok geç.
Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir. Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın
bütün sloganları, 24 Nisan katliamı
üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün
1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir.
Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs
gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir»
önerisiyle noktalamıştı.
Sayın KÜÇÜKAYDIN’ın bana «Doğru
söze ne denir ?» söylemini hatırlattığı
bu eşsiz satırlarından sonra birşey söylemeye kalkmanın ABESLE İŞTİGAL
anlamını taşıyacağını çok iyi bildiğim
halde, üç gün önce edindiğim yazılı
bir iletide merkezi İstanbul’da bulunan NOR ZARTONK adlı bir Ermeni
gençlik örgütünün 1 Mayıs öncesi yayınladığı «Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik için 1 Mayıs’a; Nor Zartonk olarak 2008′den itibaren her sene olduğu
gibi “EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK / ՀԱՒԱՍԱՐՈՒԹԻՒՆ,
ԱԶԱՏՈՒԹԻՒՆ ,
ԵՂԲԱՅՐՈՒԹԻՒՆ” şiarıyla, bu
yıl da 1 Mayıs Salı günü, Taksim 1
Mayıs Alanı’na yürüyoruz !» çağrısını okuyunca, elimde olmadan 1976
yılında Taksim Meydanı’nda ilk defa
kutlanan 1 Mayıs gösterisine bir grup
Ermeni ilerici-yurtsever gençliği olarak elimizde Ermenice «Կեցցէ՛ 1
Մայիս, Yaşasın 1 Mayıs» pankartıyla katıldığımız o güzelim günün her
anını hatırlayıp-yaşayarak, Facebook
sayfamda “1 MAYIS öncesi «T.C.»’de
kendini devrimci adlandıranlar hakkında fikir edinebilmek için bir önerim
var: 1,5 milyon insanımızın soykırıma
uğradığı tarihi simgeleyen 24 nisan
günü onlar Taksim’de topu topu 5 bin
kadar insan toplayabildiklerini bildirdiler. Bakalım 1 mayıs günü Taksim
meydanında ne kadar toplanacaklar,
hep beraber oturup sayalım da ondan
sonra şapkamızı önümüze koyup, ‘işçiköylü-emekçi’ diyen tüm bu insanlar
için ‘ERMENİ HALKINA BİÇİLEN
DEĞER ASLINDA NE KADARDIR
?’ sorusu etrafında düşünelim. Öyle bir
değer onlar için gerçekten varsa tabii
!” diye yazmaktan kendimi men etmek
istemedim.
Bugün, hangi halktan olurlarsa olsunlar «İş, barış, özgürlük, adalet ve halkların kardeşliği için» 1 Mayıs gösterilerine katılan tüm o insanların, 1 Mayıs’ı
bu topraklarda 1909’dan beri hep kutlayan, ilk işçi sınıfı partileriyle, emekçi insanların hakkını savunmak için
sendikal ilk mücadele örgütlerini kuran halklara fazlasıyla layık oldukları
saygıyı göstermelerini ve bulundukları
tüm alanları Elen halkının anadilinde
«Ζήτω 1 μάη», Ermeni halkının dilinde «Կեցցէ՛ 1 Մայիս» sloganlarıyla yerden-göğe inletmelerini ister,
onlardan böylesine onurlu bir davranışta bulunmalarını beklerdim. O zaman belki, hem mazlum halklarımıza
kendileri tarafından verilen asıl değeri
görmemiz sağlanmış olurdu, hem de
NOR ZARTONK gençlerinin büyük
bir inançla anadilimiz Ermeniceyle
haykıracağı “ՀԱՒԱՍԱՐՈՒԹԻՒՆ,
ԱԶԱՏՈՒԹԻՒՆ ,
ԵՂԲԱՅՐՈՒԹԻՒՆ / EŞİTLİK,
ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK” şiarı,
önce eşitlik, sonra özgürlük, ancak
ondan sonra arzulanan kardeşlik sıralamasıyla dillendirilen bu söyleme hakettiği anlam yüklenirdi !
Gençlerimizin, 1 Mayıs çağrılarını tam
da bu özlemle «Կեցցէ՛ 1 Մայիս,
Yaşasın 1 Mayıs, Bijî 1 Gulan, Ζήτω
1 μάη, орэпсэу жъоныгъокlым и 1,
Skudas 1 Maisi, ‫ »ايحي‬gibi farklı dillerde ifade ederken de, aynen 104 yıl
öncesinde olduğu gibi 1908 Meşruti-
yet Mitinglerine katılarak “özgürlük,
eşitlik ve adalet” isteyen Elen ve Ermeni soydaşlarınca taşınan umutların
neredeyse bire bir aynısını yüreklerinin derinliklerinde taşırken de, ifade
edemedikleri halde bilinçaltlarında
varolan, aynı alanda yan yana, omuz
omuza durdukları tüm o insanlardan
tek beklentileri de, 1908’de atalarının
desteğiyle iktidar olabilmiş, insanlık
tarihinin belki de en büyük vefasızlık
örneğini sergileyerek Ermenilere reva
gördüğü, akılalmaz bir ihaneti gerçek
kılan gücün yaptığı vahşetin korkunç
sonuçlarının ortadan kaldırılması temelinde, insanlığa karşı işlenen ve
zaman aşımı olmayan soykırım suçunun cezalandırılması yönünde atılması
istenen somut adımlarla, dürüst çabalar ve en az onlar kadar önem taşıyan
tertemiz rüyaları, namuslu duruşlara
sahip olabilmeyi İNSANİ ERDEM sayanların topraklarımızda giderek çoğalmasıdır.
Bu rüyanın gerçekleşebilmesi için ne
yapılması gerektiğini lafı ağzında hiç
gevelemeden formüle eden Demir Küçükaydın adlı büyük aydının önerdiği
tartışılmaz doğruları yaşama geçirmek
ise, insallaşmayı kendine amaç edinen
herkesin anasından emdiği süt kadar
helal bu onurlu adımı atma bilincine
ulaşarak, uygarlığı, içindeki karanlığa
değişebilmesine bağlıdır sadece !
Sarkis HATSPANIAN
1.Mayıs.2012
Yerevan – DOĞU ERMENİSTAN
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sachsenhausen’dan Aşkale’ye...
Berlin’deki mültecilik yaşamımda en çok
ziyaret ettiğim yer, kente 35 km. uzaklıkta
Oranienburg kasabasında bulunan Sachsenhausen Toplama Kampıdır.
tırılmışlardı. [“Düşmanı denize dökmek”
ve “yol zahmetine dayanamayıp öldüler”
söylemlerini bir yerlerden hatırlıyoruz değil mi?]
Sachsenhausen, Nazi toplama kampları
içinde işkence ve barbarlıktaki kondisyonuyla hayli ünlü bir kariyere sahip. Her gün
onlarca insanın dövülerek, işkenceyle, kurşuna dizilerek veya idam edilerek öldürüldüğü bir yer.
47.Sovyet Ordusu 22 Nisan 1945'de kampa
vardığında 1.400’ü kadın olmak üzere sadece 3.000 tutsağı kurtarabilmişti.[3]
1938 yılında açılan bu kampta kurtarıldığı
1945 yılı Nisan’ına kadar 7 yıl içerisinde
toplam 200 bin kişinin üzerinde insan tutsak edilmiş; 20 bini Yahudi, 6 bini Roman/
Sinti olmak üzere, komünistler, rejim karşıtı direnişçiler, eşcinseller ve değişik ülkelerden savaş esiri toplam 87 bin kişinin de
öldürüldüğü tahmin ediliyor.[1]
O şimdi bir “Gedenkstat”, yani “Anımekanı”.
Sık sık oraya gidiyorum; şimdi burada meraklı ziyaretçilerin bozdukları ıssız ama
bir ölüm sessizliğinin arkasında nasıl büyük acılar yattığını duymaya çalışıyorum.
Üzerine ne kadar boya çekilirse çekilsin,
ne kadar sterilize edilirse edilsin işte şu
gestopo sorgu merkezinde direnişçi mahkumların yumruk ve tekmeleriyle hücrelerin demir kapılarında bıraktıkları izler
öyle yakın, öyle tanıdık ki... İşte bir başka
hücrede “Önce komünistleri götürdüler, ses
çıkarmadık... sonra... sıra bize geldiğinde ses çıkaracak kimse kalmamıştı” diyen
Rahip Martin Niemöller’in[2] kaldığı ölüm
hücresi... Hücrelerde sık yenilendiği belli
olan ama yinede kurumuş çiçekler eski fotoğrafların altında özür diler gibi hüzünle
yatıyorlar.
Recep Maraşlı
Tutsakların üzerinde tıbbi deneylerin yapıldığı kamp revirine “Patoloji” deniyor: İşkence aletlerine dönüşmüş cerrah gereçleri
camekanların arkasında bile tehditkarlar.
Duvarlara asılmış fotoğraflarda, mahkumların kollarına vücutlarına yapılmış dövme
resimlerin bulunduğu derilerin kesilerek
abajurlarda kullanılmış olduğunu gösteriyor. Zemin kat ise şimdi tertemiz, ama burasının bir zamanlar kanlar içinde üst üste
yığılmış cesetlerin bekletildiği bir morg. Su
ve zaman her şeyi temizleyemiyor... ve ceset taşımaktan eskimiş bir el arabası...
Daha ileride şimdi sadece parçalanmış zemini belli olan gaz odaları ve hemen yanı
başında fırınlar duruyor. Berlin’deki ilk
krematoryum (ceset yakılan fırınlar) da
1940 yılı Nisanında burada inşa edilmiş!
Soğukkanlılıkla işlenen toplu cinayetler
ve cesetleri yok etme düzenekleri. Cesetler
yakılmadan önce yararlanılabilecek neleri varsa soyulmuş; çuvallar dolusu saçlar,
öbek öbek takma dış yığınları, gözlük parçaları...
Her şey üçgenlerle kategorize edilmiş burada. Yahudiler sarı üçgen, komünistler kırmızı üçgen, a-sosyaller siyah üçgen, eşcinseller pembe üçgenle kategorize edilmişler.
Girişteki Yeni Müze salonunda etkileyici
bir sergi vardı; Eşcinsel oluşlarından dolayı
binlerce insanın çalışma kamplarında öldürülmüş olduğunu ilk kez burada öğrendim.
Ve İnanılması zor ama “ırk bozanlar” diye
bir kategori daha var: bir Yahudi ya da bir
“öteki”yle evlenmeye cüret etmiş olanlar,
kısacası Alman-Yahudi melezleri... Onlar
da cezalandırılmış kamplarda.
Kampın ortasından gökyüzüne acı dolu bir
anıt yükseliyor, o da üçgenlerle işlenmiş...
Kampın yerleşim biçimi bile üçgen.. Mimari olarak en kullanışlı ve verimli “ideal
kamp biçimi” buymuş..
Kampın en dramatik günü ise 20-21 Nisan
1945’de yaşanıyor. Sovyet Birliklerinin
Berlin’e yaklaşmakta oluşu üzerine Naziler Kamptaki tutsakların kurtarılmasını
önlemek için onları Wittstock üzerinden
Lübeck’e nakletmek üzere ölüm yürüyüşüne (“Tödesmarsh”) zorluyorlar. Zaten son
derece güçsüz düşen yaklaşık 35 bin kişi
öldü veya vuruldu. Aralarından 400 kişi ise
SS’ler tarafından gemilere doldurularak ba-
Evet, 2000 yılından beri sık sık Sachsenhausen’da eziyet çekmiş, ölmüş insanların
anılarını ziyaret etmek üzere oraya giderim, bir bakıma gelecekteki Diyarbekir
zindanı müzesini ziyaret ederim...
Bu büyük acılar elbette hiç bir biçimde bir
biriyle kıyaslanamaz; ama yine de insan
kendi yaşadıklarıyla, tanık olduklarıyla bir
özdeşleşme yaparken buluyor kendini. Bu
insanların oradaki yapılara, havaya, toprağa sinmiş olduğunu sandığım acılarını
paylaşma ihtiyacı hissederim sıklıkla. Ve
burada yaşanmış olanlarla kendi ülkemin,
doğduğum coğrafyada yaşanmış ve yaşanmakta olan acılarla bir özdeşleşme bulurum.
Diyarbekir zindanı da bizim için bir toplama kampı gibiydi sonuçta... 80'li yıllarda
koğuşlarda gece nöbeti tutarken, göreceğimiz son şeyin nice zulümlere tanıklık
etmiş bu duvarlar olacağını düşünürdüm.
Tesadüfen ölünebilecek yaşlarda tesadüfen
yaşıyorduk! Acaba dışarıda yaşayan insanlar burada yaşananlardan haberdar mıydı?
Bir gün olup da bu mekanları ancak müze
olarak görülebilecek yerler haline gelecek
miydi?
Şimdi insanlık tarihinin gördüğü en acılı
zulüm mekanizmalarının çalıştığı mekanlardan biri olan bu Toplama Kampında dolaşırken yine aynı şeyleri düşünüyorum...
Toplama Kampının Türk ziyaretçileri...
Diyarbekir zindanına yolculuk yapmamı
sağlayan kampın, Türkiye ile ilgili başka
ilginç hikayeler barındırdığını da öğrendim
sonradan.
Kampın arşiv ve dokümantasyon merkezinde de okumalar yapıyordum. Burada çalışan bazı Alman dostlar 2004 yılı başlarında
beni arayarak, Sachsenhausen’daki bazı
belgelerde, 1942 yılında burayı “özel istekle incelemelerde bulunmak üzere” ziyaret
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
etmiş üst düzey iki Türk bürokratının adlarına rastladıklarını söylediler. Bu kişileri
tanıyor olabileceğimi düşünmüşlerdi. Belgeleri birlikte inceledik; 1943 Şubat ayında
özel istekle toplama kampını ziyaret eden
iki Türk görevlisinin adları Halûk Nihat
Pepeyi[4] ve Salahattin Korkut[5] idi.
Bu isimler popüler değillerdi, çok kimse
onları tanımıyordu. Hafızalar biraz zorlanınca Halûk Nihat Pepeyi’nin 50’lili yıllarda Lise Kitaplarındaki hamasi Çanakkale
şiirinin yazarı olduğu hatırlanabildi o kadar.[6] Daha sonra üzerinde bir süre çalıştım. Ve işin ucu 1943 yılında Varlık vergisiyle mülksüzleştirilen gayrimüslimlerin
toplandıkları Aşkale çalışma kamplarına
kadar, yani benim doğup büyüdüğüm kente
Erzurum’a kadar uzandı bu hikaye...
Salahattin Korkut ve Haluk Nihat Pepeyi
Türk devletinin verdiği resmi görevle Nazi
Almanyasını ziyaret ederken, Türkiye’nin
yüksek düzeyde iki Emniyet yetkilisiydiler.
Ölüm kampını ziyaret ettiklerinde Haluk
Nihat Pepeyi, İstanbul Emniyet Müdürüydü. Selahattin Korkut ise Emniyet Genel
Müdürlüğü Azınlıklar Şube Başkanıydı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Varlık
Vergisi'yle gayri müslim mükelleflere karşı
yapılacak toparlama, gönderme operasyonun merkez üssüydü. Haluk Nihat Pepeyi,
Almanya ziyaretinden 5 ay sonra Erzurum
Valiliği görevine atanmıştır; yani Aşkale
kamplarının bulunduğu kentin en yüksek
mülki amirliğine...
Kampın iki Türk ziyaretçisiyle ilgili kapsamlı bilgileri değerli araştırmacı Rifat
Bali ortaya koydu. Pepeyi hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşan ve yakınlarıyla da bizzat konuşma olanağı bulan Bali'nin konu
üzerinde Toplumsal Tarih Dergisinde iki
makalesi yayınlandı.
"İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk
Pepeyi Almanya’dan ne getirdi ? -Talat
Paşa’nın kemiklerini mi? Nazi fırınları
mı?" diye sorarken, o günlerde İstanbul'un
Balat semtinde inşa ettirilen ve İstanbul'da-
ki Yahudi cemaati arasında yaygın olarak
Yahudilerin yakılması amacıyla inşa edildiğine inanılan "Balat Fırınları" üzerinde
de bilgiler vermektedir. Bali, bu gezinin
içeriği ve sonuçları hakkında oldukça ihtiyatlı bir yaklaşım göstererek "Pepeyi ve
Korkud’un neden özellikle Sachsenhausen
Temerküz Kampı’nı ziyaret etmeyi arzuladıkları, Türkiye’de benzeri bir temerküz
kampı kurma tasarısının gündeme gelip
gelmediği, şayet geldi ise hangi şartlarda ve
ne gerekçe ile geldiği meçhuldür." demekte
ve "Eldeki mevcut veri ve belgelerden, şimdilik kaydıyla ulaşılabilecek sonucun tatmin edici olmadığı"[7] yönünde bir görüş
bildirmektedir.
Ben ise kendi incelediğim dokümanlar ve
dönemin olgu ve eğilimleri ışığında bu
ziyaretin çok yönlü amaçları bulunmakla
birlikte hepsinin Türk hükümeti açısından
Nazi Almanyası ile bir işbirliği ve deneyim
ithalini niyetini ortaya koyduğu görüşündeyim. Toplama kamplarında inceleme yapılması, Talat Paşa'nın kemiklerinin İstanbul'a
getirilmesi; Hükümetin Ermeni ve Rum
gibi yerli Hristiyan halklara yönelik "etnik
temizlik" mirasını sürdürme kararlılığının
üzerine ek olarak Anti-Semitist politikayla
birlikte Nazi Almanyası ile ideolojik-siyasi
bir senkronizasyon kurma çabasını gösteriyor. Bu konuya "1915 Soykırımı" çalışmamda da değinmiştim.[8]
Bali'nin makalelerinde tartıştığı diğer verilerin de aslında bu yargıyı güçlendirdiği
kanısındayım.
gali altında bulunan memleketlere mesleki
tetkik seyahati" olarak belirtilmektedir. [9]
Almanya'da ise 7 Ocak 1943 tarihli bir
RSHA (Devlet Güvenlik Merkez Ofisi) [10]
belgesine göre "Türk İstihbarat Teşkilatı
veya Türk polisinin ileri gelen iki temsilcisinin Almanya’ya ve işgal altındaki bölgelere yapacağı ziyareti ile ilgili SS Kuvvetleri Komutanı Himmler[11] talimatı uyarınca
ayrıntılı bir gezi programı" çıkarılarak gizli bir telgrafla ilgili birimlere gönderilmişti.
[12]
RSHA Şefi Walter Schellenberg’[13]in çıkardığı gezi programına göre 1 Şubat 1943
tarihinde "Sachsenhausen Toplama kampında inceleme" yapılacağı belirtilmiş ve
"Özel istek" olarak parantez içinde not düşülmüştü.
Türk heyeti 10 Ocak 1943'de İstanbul'dan
karayoluyla hareket etti ve 14 Ocak'ta
Viyana'da karşılandılar.
Buradan da anlaşılacağı gibi heyetin Sachsenhausen Toplama kampı ziyareti daha
Almanya'ya hareket etmeden önce planlanmış bulunuyordu. Buradaki "özel istek"
ibaresi Toplama kampı ziyaretinin Türk
hükümetince önceden ve "özellikle" talep
edildiğini vurgulamaktadır. Almanca'da
"besondere wunsch" ifadesi "kişisel bir
arzu" anlamında değil "bilhassa önem verilen bir istek" anlamındadır.
Arşiv belgelerine göre ziyaret
Haluk Nihad Pepeyi
Sealahattin Korkut
İstanbul Emniyet Müdürü Halûk Pepeyi ile
Emniyet Umum Müdürlüğü Dördüncü Şube
Müdürü Salâhattin Korkud’a diplomatik
pasaport verilmesini kararlaştıran 6 Ocak
1943'te tarihli Bakanlar Kurulu kararına
göre gezinin amacı “Almanya ile Alman iş-
Çalışma kampında inceleme yapacak olan
iki Türk ziyaretçinin gezi programı ve Karl
Hermann Frank’[14]ın direktifleriyle 26
Ocak 1943 tarihli bir yazı ile Sachsenhausen Toplama Kampı Komutanlığına bildirildi.[15] İki Türk Emniyet yetkilisinin
1 Şubat 1943 tarihinde Sachsenhausen‘da
inceleme yapmaları uygun bulunmuştu.
Kamp komutanlığının belgelerinde ise Haluk Nihad Pepeyi ve Selahaddin Korkut’un
yaptıkları ziyaret kampın “önem verilmesi gereken faaliyetler” listesinde[16] yer
almaktadır. SS Tugaykomutanı Richard
Glücks[17] ve Kamp komutanı Albay Anton Kaindl[18] rehberliğinde ve gösterişli
bir program hazırlanmıştı: Tanışma töreni,
incelemeler ve yemek ziyafeti...
Ziyaretçilerin onuruna verilen öğle yemeğinde: Haluk Nihad Pepeyi ve Selahaddin
Korkut’tan başka SS Tugay Komutanı Richard Glücks, SS kıtası ve kamp komutanı
Anton Kaindl, SS üsteğmeni ve şef doktoru
Dr. Heinz Baumkötter, SS Yüzbaşı Matisiath, SS Asteğmen [Heinrich Otto] Wessel
ve SS İstihbarat Servisi SD’den Asteğmen
Finger hazır bulunmuşlar. Wessel aynı za-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türk Heyeti, Berlin'de Nazi toplama kampında "mesleki" incelemeler yaparken,
aynı gün İstanbul'da da bir grup mükellef
Trenle Aşkale Çalışma kampına sevkedilmek üzere Çöp kamyonlarıyla Sirkeci
Garı'na götürülüyorlardı
manda çevirmenlik yapıyordu.
Kamp belgelerinde ziyaretçilerin öğle yemeği menüsünde neler yiyecekleri bile
ayrıntılı olarak yazılmış. Savaş ve kamp
koşulları düşünüldüğünde mükellef bir ziyafet:
Et suyu, Yeşil sazan balığı ve patates salatası, beyaz şarap,
Kaz ciğeri, patates, kırmızı lahana, kırmızı
şarap,
Tatlı elma püresi,
Kahve.[19]
Bir başka belgenin tanıklığına göre Toplama kampına "özel istek"le yapılan "mesleki
tetkik ziyaret"inin amacı daha yılın biçimde ifade edilmektedir.
Ziyaret sırasında kamp doktoru olan Dr.
Heinz Baumkötter, "Tutsaklar üzerinde
ölümcül deneyler yapmak, ölümlerine sebebiyet vermek, gaz odalarına sevk için seçiçiliki" gibi suçlamalarından dolayı Ocak
1956 yılında Münster'de yapılan yargılamada sorgusunda şöyle söylemektedir:
“Bir keresinde Sachsenhausen'da Türk hükümetinden bir heyetin bulunduğunu hatırlıyorum ve Türk içişleri bakanı, diğer bazı
üst düzey subaylar ve hükümet yetkilileri,
dediklerine göre kendi ülkelerinde de benzerlerini inşa etmek amacıyla bu kurumlar
hakkında bilgi edinmek için bulunuyorlardı.” [20]
14 Ocak 1943’te Viyana'da başlayan gezinin
ilk etabı karayoluyla 17-18 Ocak'ta Prag,
19-21 Ocak'ta Berlin, 22 Ocak'ta Lahey, 23
Ocak'ta Brüksel, 24-25 Ocak'ta Paris, 26
Ocak'ta Bordo, 28 Ocak'ta yeniden Paris, 29
Ocak'ta Mannheim ve 30 Ocak'ta yeniden
Berlin'de sona eriyor. Berlin'de Berlin’deki
Kriminal Polis ve SS merkezlerinde incelemeler yapan heyet, Reichtag'ta bir oturuma
katılarak ve Göbels'in nutkunu dinlediler.
Almanya'nın diğer kentlerinde Alman işgali altındaki yerlerde ise konuklara daha
çok sanayi tesisleri, silah fabrikalarını, güvenlik kurumları gezdirildi. Ziyaretçilerin
sadece polis bürokratları olmasına rağmen,
Almanlarca geziye çok önem verildiğini ve
etkilemeye çalıştıklarını gösteriyor.
31 Ocak'ta Rostock ve 1 Şubat'ta da Sachsenhausen Toplama Kampını ziyaret eden
heyet, 2 Şubat'ta Wansee'deki Konukevinde Emniyet ve İstihbarat Teşkilatları başkanlarının da katıldığı bir veda ziyafetiyle
Almanya'ya veda ediyor.
Gezinin son etabında uçakla seyahat ediliyor. 3 Şubat'ta Posen'e, 4 Şubat'ta Krakov'a,
5 Şubat'ta Kiev'e, 6 Şubat'ta Kırım'a gidiyorlar. Gezi yine uçakla Bükreş üzeri
Sofya'ya gelinmesiyle 8 Şubat'ta son buluyor. Türk heyeti Sofya'dan Türkiye'ye hareket ediyor.
Sachsenhausen Kampı müzesindeki belgelere göre ziyaret için "özel istek"te bulunanın sadece Türk hükümeti olmadığı
anlaşılıyor. Irak'ın eski başbakanı Raşid
Ali el-Geylani ve Kudüs Müftüsü Emin
el-Hüseyin de toplama kamplarında inceleme yapma isteklerini iletmişler. 15 Temmuz 1942 tarihli bir istihbarat raporuna
göre Alman büyükelçisi Dr.Fritz Grobba,
El-Geylani'nin gerekçesinin Irak'ta benzer
kamplar kurmak için uygun bir örnek olup
olmayacağını sınamak olduğu belirtiliyor.
[21]
Kamp İspanya Falanjist rejiminin polis şefi
Jose Conde de Mayelde ile İsviçre Polis şefi
Heinrich Rothmund tarafından da ziyaret
edilmiş. Bu da Sachsenhausen Toplama
kampının Naziler tarafından polis şeflerine
"zararlı etnik ve sosyal unsurları" enterne
etmek adına "örnek" bir uygulama olarak
sunduklarını gösteriyor.
Sachsenhausen kampının bir özelliği de
tutsakların angarya çalıştırılmadaki verimliliğiyle ünlü oluşuydu. Tutsakların
“çalıştırılırken öldürülmeleri”, Nazilerin
sosyal-darwinist teorileriyle örtüşen bir
anlayıştı. Böylece hem zararlı saydıkları unsurlardan azami ölçüde yararlanmış,
hem de zayıf, güçsüz, işe yaramayanların
öncelikle “elenmesini" sağlıyorlardı. SS’ler
bu amaçla “Toprak ve Taş Atelyesi”(DESt)
ve “Alman Donatım Atelyesi” (DAW) şirketleri kurmuşlardı. Tutsaklar Çalışma
kamplarında bu şirketlerin üretim hedeflerine göre çalıştırılıyorlardı. Özellikle savaş
malzemeleri üretimi için de işgücünün seferber edildiği bir yerdi. Sachsenhausen’de
tutsaklar ağır koşullar altında Allgemeine
Elektrizitäts-Gesellschaft (AEG), Siemens
& Halske, DEMAG-Panzerwerk, Heinkel
Flugzeugwerke, Daimler-Benz-Werke ve
IG-Farben gibi şirketlerin savaş ürünleri
için çalışmışlardı.
2. Dünya savaşının bütün cephelerde tüm
şiddetiyle sürdüğü, sosyal ve ekonomik
krizin hat safhaya ulaştığı 1943 yılının
kış-kıyamet günlerinde Türk hükümeti iki
önemli Polis Müdürünü hangi "mesleki tetkikler" yapmak için Almanya'ya gönderdi?
Özellikle bir Toplama Kampında inceleme
yaptırmak istemelerinin amacı neydi?
Şükrü Saraçoğlu hükümetinin "gayrı-Müslim azınlık"ları hedef alan Varlık Vergisi'ni
yürürlüğe koyduğu; son derece ağır vergiler yüzünden her şeyini kaybeden ama
buna rağmen borcunu ödemediği gerekçesiyle Rum, Yahudi, Ermeni veya Muhtedi
mükelleflerin Çalışma Kamplarına gönderilmeye başlandığı bir sırada ilgili polis
Müdürlerinin Nazı toplama kamplarında
"mesleki tetkik" yapmalarının başka ne
izahı olabilir ki?
Çalışma Kampları kurulması Saraçoğlu
hükümeti tarafından bu geziden çok önce
tasarlanmış; yasal dayanağı hazırlanmış,
TBMM'de de onaylanarak yasalaşmıştı.
İsmet İnönü'nün "Milli Şef", İttihat
Terakki'nin eski İzmir milletvekili Şükrü
Saraçoğlu'nun Başbakan; Recep Peker'in
de İçişleri Bakanı olduğu bu dönemde çıkarılan "Varlık Vergisi" ve buna bağlı olarak
"Çalışma Kampları" uygulamaları gezinin
zihinsel arka planı hakkında yeterli bir fikir
vermektedir.
Görünürde II. Dünya savaşının dayattığı ekonomik krize karşı bir önlem olarak
sunulan Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım
1942 yılında TBMM tarafından “oybirliği ile” kabul edilmişti. Kanun "Çalışma
Kampları" kurulmasının gerekçesini ve
yasal dayanaklarını da belirlemişti. Vergi mükelleflerinin %87'si "gayrimüslim
azınlık"lardan oluşuyordu ve dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu yasayla açıkça belirtilmeyen, gizli amaçlarını CHP grubunda yaptığı konuşmada şöyle savunuyordu.
Türk heyetinin inceleme nedenlerinden
biri de bu “çalıştırma” biçimleri olabilir.
Zira Aşkale-Pırnakkabın ve Sivrihisar’daki Kamplar da angarya çalıştırılma esasına
göre kurulmuşlardı.
Türk hükümetinin amacı
"Bu kanun...bir devrim kanunudur. Bize
ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak
bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline
vereceğiz." [22]
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Varlık Vergisi Kanunun'un "Çalışma
Mecburiyeti’ne Dair Hükümleri"ne göre
Varlıkları yetmeyen Mükellefler çalışma
kampına götürülecek ve geri kalan borcunu
çalışarak ödeyecekti.
uygulamaların "genlerinde 1915 jenosidinin ruhunu taşıyan bir ekonomik soykırım"
olduğu görüşündedir.[25]
- "İlk taksit süresi tamamlandıktan sonra
vergiyi ödemeyenler, günde 250 kuruş yevmiye ile bedenen çalıştırılacak; bundan 60
kuruş vergi kesildikten sonra geriye kalan
190 kuruşun yarısı Varlık Vergisi’ne, yarısı
da iaşe bedeli olmak üzere alıkonulacaktır.
- Hastalık veya sakatlık dışında hiçbir yükümlünün sevki tehir edilemez. Sevk kararına karşı idari ve adli organlarda dava
açılamaz. Tüm masraflar kendilerine aittir.
- Yükümlüler, Nafıa Vekáleti’nce tespit edilen işyerlerinde çalıştırırlar." [23]
Bir defalığına salınacağı belirlenen ve itirazı mümkün olmayan vergilendirmenin özel
Takdir Komisyonları tarafından saptanıp
uygulanması öngörülmüştü. Mükelleflerin
kim olacağına ve ne kadar vergi ödeyeceklerine bu komisyonlar karar verecekti. Kemalist bürokratlardan, Türk ve Müslüman
iş adamlarından oluşan komisyonla,r iktidarın talimatı, “güvenilir” tüccarların ve
MİT’in verdikleri raporlarla bir kılıç gibi
çalışarak “kelle uçurdu”. Komisyonun belirlediği tutar 15 gün içinde ve nakit olarak
vergi dairesine yatırılmak zorundaydı. Bu
tutarı yatırmayanların ve birinci dereceden
akrabalarının bütün mal varlığına el konuluyor, icra marifetiyle satışa çıkarılıyordu.
Mükellefler (M)Müslüman, (D)dönme ve
(G)gayrimüslim ve (E)Ecnebi olarak dört
liste halinde tasnif edilmiş; özellikle gayrimüslimlere diğerleriyle mukayesesiz vergiler yüklenmişti. Ermenilerden % 232,
Rumlardan % 156, Yahudilerden ise % 179
oranında Varlık Vergisi istenmekteydi. Ecnebi olarak anılan Levantenler ve yabancı
ülke vatandaşları da hedefin içindeydiler.
Müslümanlardan alınan vergi ise % 5 civarındaydı.
Varlık Vergisi çıktığında Türkiye Cumhuriyeti'nin bütçesi 385 milyon liraydı; Vergi
yoluyla hazineye 500 milyon para kazandırılması düşünülüyordu.
Kayıtlara göre gayrimüslimler arasında kabaca 26.000 kişi hiçbir serveti olmayan, zar
zor geçinen fakirlerdi. Amele, hizmetçi,
kapıcı, seyyar satıcı olan gayrimüslimlerden 26 bini de bu vergiyi ödedi. Oysa aynı
alanlarda çalışan Müslümanlar vergiden
muaf tutulmuştu.
Varlık Vergisi sırasında İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte, bu acımasız uygulamanın vicdan azabını yaşayarak Kanunun
uygulaması hakkında 1951 yılında yazdığı
"Varlık Vergisi Faciası" kitabında Başbakan ve kendisi de dahil sorumlu olan herkesin Yüce Divan'da yargılanması gereken bir suç işlediklerini belirterek; Varlık
Vergisi’nin “Osmanlı gasp zihniyetinin son
hortlaması” olduğunu belirtir.[24]
Varlık Vergisi'ni "sermayenin Türkleştirilmesi" olarak tanımlayan Sait Çetinoğlu,
Verginin çok fazla, ödeme süresinin ise çok
kısa tutulması, pek çok yükümlüyü çok
kısa süre içinde varını yoğunu yok pahasına
elden çıkarmak zorunda bıraktı. Azınlıklar
hızla ellerindeki gayrimenkulları satarak
vergilerini ödemeye çalıştı. Ancak hem
süre kısaydı, hem de vergi tutarını çıkaramıyordu. Bu dönemde pek çok gayrimenkul, fabrika, depo, ticarethane el değiştirdi.
Bu yerlerin yeni sahipleri Türk burjuvazisi
ve kamu kuruluşlarıydı. 15 günlük süre ve
ek süreler bittiğinde azınlıkların evlerine
haciz gelmeye başladı. Kişisel eşyalar da
dahil her şeylerine el konuluyor ve satışa
çıkartılıyordu.
Vergisini veremeyen Avukatlar Baro'dan
çıkarılıyor; haciz söz konusu olduğunda kış
ortasında sobaya, pencerede perdeye, duvardaki aynaya kadar ne varsa alınıyordu.
Oturduğu mülkü satılan kişiye kiracı olma
olanağı bile bırakılmıyordu. Zaten zar zor
ayakta durabilen "Azınlık"lara ait okul ve
hastaneler dahi Varlık vergisinden nasibi
almış, kapanmak zorunda kalmışlardı.
Sırada mükelleflerin vergisini ödeyememe
gerekçesiyle "Çalışma Kamplarına" gönderilmeleri vardı. Mükellef konumundaki erkekler ise gözaltına alınmaya başlandı.
Sürgünler Aşkale'deki Pırnakkabın Çalışma Kampında Erzurum’u Tarbzon’a bağlayan transit yolu karlardan temizlemek
için ellerinde küreklerle aylarca çalıştılar.
Her gün karla kapanan yolu açtılar. Kop
Dağı’nda taş ocaklarında çalıştırıldılar, taş
kırdılar, yol yaptılar.
Resmi rakamlara göre 1380 kişi Aşkale’ye
yollandı. Çalışma kamplarında uzun süre
kalmış olan Parseh Gevrekyan’a göre
kamplara gönderilenlerin sayısı 1400 değil
6 ile 8 bin arasıdır. [27] Faik Ökte’nin kitabında sevk için kampa alınanların dökümü yapılırken 2.057 rakamı verilmekte ve
İstanbul’da 1.869 kişi olduğu belirtilmektedir; toplam 3.936 kişi. [28]
Aşkale’deki çalışma kamplarındaki zor koşullar nedeniyle 21 kişi yaşamını yitirdi.
1952 yılında İstanbul'da yayınlanan ve Başyazarlığını Ahmet Muhip Dranas'ın yaptığı Hizmet gazetesinin Varlık Vergisi ve
Aşkale Mağdurları'yla yaptığı söyleşilerde
tanıklar ölü sayısını 30-33 olarak vermektedir. [29]
Aslen bu kamplarda fazladan işkence ve
kötü muamele yoktu. Ancak ortalama eksi
15 derecede çalışan, yaş ortalaması 50 civarındaki yaşlı bedenler bu koşulları kaldırması mümkün değildi. Coğu karla kaplı
yollara, dağlara, Erzurum'un soğuğuna dayanamadılar. Çalışma kamplarında kimsenin kendisinden istenen parayı biriktirmesi
de zaten maddeten mümkün değildi; çünkü
yüzlerce yıl geçmesi gerekirdi. Bir bakıma
Aşkale’ye ölüme gönderilmişlerdi. Azınlıkların Erzurum günleri yaklaşık 2 yıl
sürdü. Kimisi 6 ay kimisi 1 yıl Erzurum'da
azınlık olmanın bedelini ödediler.
Almanya ziyaretinin Türkiye'deki algı ve
yansımaları
Vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler 20
Ocak 1943 tarihli Bakanlar Kurulu kararı
doğrultusunda yayımlanan 2 Şubat tarih,
131 no ve 5338 sayılı kararnameyle bedeni
çalışmaya mahkum edildi.
İlk Toplama Kampları İstanbul'da iki noktada oluşturulmuştu; burada toplanan mükellefler, Anadolu'da oluşturulan kamplara
sürülecekleri günü ve saati beklediler.
İstanbul Emniyet Müdür Muavini Ahmet
Demir, o yıl İstanbul'da yaşanan dondurucu soğuklar altında mükellefleri Toplama
Kampından alıp bir çöp kamyonu içinde,
balık istifi yığarak Sirkeci garına götürdü.
[26] 27 Ocak 1943'de İstanbul'dan trenle
yola çıkarılan 32 kişilik ilk kafile Aşkale
tren istasyonuna vardıklarında takvimler
1 Şubat'ı gösteriyordu. Kafile kar fırtınasıyla boğuşarak Aşkale'ye, oradan da 15
km. mesafedeki 1721 rakımlı Kop Dağının
eteklerindeki Pırnakkabın köyündeki kampa gitmeye çabaladığı saatlerde; İstanbul
Emniyet Müdürü Nihat Pepeyi, Gayrı-Müslimlerle görevli Emniyet şube müdürü Selahattin Korkud ile birlikte Berlin Oranienburg'daki Nazi toplama kampında "mesleki
tetkiklerde" bulunuyordu.
"Balat Fırınları" üzerinde sözlü tarih çalışması yapmış olan ve aradan yarım asır
geçmesine rağmen cemaatin bu konudaki
hafızasının oldukça canlı olduğuna dikkat
çeken araştırmacı Rıfat N.Bali, o günlerde
İstanbul'lu Yahudilerin "Halûk Pepeyi’nin
Almanya’yı ziyaret etmesinin tek amacının, insan yakma fırınlarını yerinde inceleyip benzeri bir tesisi Türkiye’de kurmak"
görüşünde olduklarını aktarmaktadır.[30]
"Dönemi yaşamış İstanbullu Yahudilere
göre hükümet, Yunanistan ve Bulgaristan’ı
işgal ederek Trakya sınırlarına dayanan Nazilerin Türkiye’yi de işgal etmeleri halinde
kullanılmak üzere insan yakma fırınları
inşa etmişti. Otuzlu, kırklı yıllarda ciddi
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir Yahudi nüfusunun yaşadığı Balat’ta, ekmek fırını olarak inşa edildiği söylenen ancak hiçbir zaman üretime geçmeyen bacalı
bir bina Balatlı Yahudiler tarafından ‘Los
Ornos de Balat’ (Balat fırınları) olarak anılacaktır. ... Balatlı birçok Yahudi, bu binanın II. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’da
inşa edildiği yaygın olarak söylenen ‘insan
yakma fırınları’nın ta kendisi olduğunu iddia ediyordu.[31]
Başka Balatlılar ise, Balat’ın Lonca semtinde inşa edilmiş ve duşlarla teçhiz edilmiş
modern bir hamamın ‘Balat fırınları’ olduğunu ileri süreceklerdi. Temerküz kamplarındaki gaz odalarında duşların mevcut
olması ve yıkanma bahanesi ile buraya
götürülen Yahudilerin duşlardan fışkırtılan zehirli gazla katledilmeleri nedeniyle
Balatlı Yahudilerin zihninde bu hamam,
‘imha fırını’ olarak yer etmişti. Hasköy’de
de benzeri fırınların mevcudiyetinden bahsedilecekti.[32]
“‘Balat fırınları’ konusunun 1992 yılında
yeniden gündeme gelmesi üzerine aradan
yarım asır geçmesine rağmen sekiz Istanbullu Yahudi, “Bina, bizleri yakmak için
yapılmış. Inönü, Hitler’e Rusya dönüşünde
Yahudiler için gerekli hazırlığın yapılacağı sözünü verdiği için yapılmış bu bina.
Hitler’in Rusya dönüşünde bizler fırına
gönderilecektik” sözleriyle, aradan geçen
elli yıla rağmen bu inancın halen canlı olduğunu bir kere daha göstereceklerdi.[33]
DİPNOTLAR
[1] Başka bir kaynakta Sachsenhausen’de
kayıtlı 132,196
tutsaktan 20,575 kişinin öldürülmüş olduğu belirtiliyor:
Carlo Mattogno, “KL Sachsenhausen:
Stärkemeldungen und ‘Vernichtungsaktionen’ 1940 bis 1945”, in: Vierteljahreshefte
für freie Geschichtsforschung, 7(2) (2003)
(online: vho.org/VffG/2003/2). The figures
indicated by Mattogno are from the original
documentation of the Sachsenhausen camp
administration in the State Archive of the
Russian Federation in Moscow (GARF,
Dossier 7021-104-4, p. 39ff.).
[2] Martin Niemöller, (1892-1984), 1937
yılında tutuklanıp Sachsenhausen Kapına gönderilen Niemöller, 1941’de Dachau
kampına nakledildi ve 1945 yılında kamp
Amerikan Birlikleri tarafından kurtarılıncaya kadar orada kaldı. “Önce Yahudileri
götürdüler, Yahudi olmadığım için sustum,
komünistleri götürdüler, sustum, sosyal
demokratları götürdüler, yine sustum, sıra
bana geldiğinde itiraz edecek kimse kalmamıştı.” sözünün sahibi.
[3] Rainer Kühn, Konzentrationlağer Sachsenhausen, (Landezantrale für politische
Bildungsarbeit Berlin), Berlin 1990; Gunter Morsch (Hrsg), Mord und Massenmord
im Konzentrationlager Sachsenhausen
1936/1945, Schriftenreihe der Stiftung
Branderburgische Gedenkstaten Band 13,
Metropol Verlag 2005
[4] H.Nihat Pepeyi, (1901-1971) Gezi sırasında Istanbul Emniyet müdürüydü: Bu
göreve 9 Kasım 1942’de atandı, 21 Ağustos 1943’te Erzurum valisi olarak atanana
kadar bu görevde kaldı. 13.07.1945 tarihine
kadar Erzurum Valiliği yaptı. Çeşitli illerde
Valilik’de bulunduktan sonra Emniyet Genel Müdürlüğü de yapan Pepeyi Demokrat
Parti’de siyasete atıldı. 1960’a kadar Demokrat Parti milletvekilliydi.
[5] O. Selahattin Korkut, İstanbul eski Emniyet Müdürü, 22 Nisan 1941’den 16 Eylül
1941’e kadar 5 ay bu görevde kaldı. Gezi
Sırasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün
Azınlıklarla ilgili 4. Şube Müdürüydü.
[6] Haluk Nihat Pepeyi, Çanakkale Destanı, 1936, Kenan Matbaası, İstanbul 1947 /
Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981; Pepeyi’nin
Millî Mücadele Destanı ve Müterake isimli
şiir kitapları da bulunuyor.
[7] Rıfat N. Bali, “İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeyi Amanya’dan ne getirdi 1, -Talat Paşa’nın kemiklerini mi? Nazi
fırınları mı?”, Toplumsal Tarih, S:150, Haziran 2006, s.41-47; Rıfat N. Bali, “İstanbul
Emniyet Müdürü Nihat Halûk Pepeyi’nin
Almanya gezisi-2 Sachsenhausen temerküz
kampı’nın Türk ziyaretçileri”, Toplumsal
Tarih, S:151, Temmuz 2006, s.38-43
[8] Recep Maraşlı, “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı”, Peri Yayınları, 2008, İstanbul, s.393, 394
[9] T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi,
6 Ocak 1943 tarih, 2/19825 sayı, 112-251
dosya, 30.18.1.2 fonkodlu, 100.110.11 yer
numaralı belge. Akt; Rıfat N.Bali, “İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeyi
Amanya’dan ne getirdi 1 -Talat Paşa’nın kemiklerini mi? Nazi fırınları mı?”, Toplumsal Tarih, S:150, Haziran 2006, s.47
[10] RSHA[Reichssicherheitshauptamtes
]; Nazi Almanyası Devlet Güvenlik Ana
Merkezi
[11] Heinrich Himmler (1900-1945),
Nazi Gizli polisi SS Kuvvetlerinin Şefi,
“Uzun Bıçaklar Gecesi” ve “Toplama
Kamplarını”nın mimarı. 1945’de intihar
etti.
[12] RSHA tarafından gönderilen telgrafta
gezinin 18 Ocak 1943’de Prag’tan başlayıp
8 Şubat 1943’de Sofya’da sona ereceği belirtiliyor. BA, NS 1973537 Belge No 1-2-3
Gezi programının fotokopileri ektedir. (7
sayfa)
[13] Walter Schellenberg (1910-1953)
Hitler’in son Gizli Hizmetler (İstihbarat) şefi. 1945’de tutuklandı, Savaş Suçları
mahkemesinde yargılanarak 6 yıl cezaya
çarptırıldı.
[14] Karl Hermann Frank (1898- 1946), SS
Ordu komutanı ve Polis şefi. Savaş suçları
mahkemesinde yargılandı ve 1946’da idam
edildi.
[15] Belgenin fotokopisi ilişikte(1 adet)
[16] Belgenin fotokopisi ilişiktedir (3 adet)
[17] Richard Glücks (1889-1945), SS karargah Komutanlığında, Toplama kampları
müfettişliği görevindeydi. Almanya teslim
olmadan önce intihar etti.
[18] Anton Kaindl, Sachsenhausen Toplama
kampının komutanı, Sovyet Askeri Mahkemesince Berlin’de yargılanarak ömür boyu
çalışma kampına mahkum edildi. 1951 yılında Workuta’da öldü.
[19] Belgenin fotokopisi ekte (3 sahife)
[20] Archiv Sachsenhausen, Landgericht
Münster Strafverfahren Az. 6 KS 1/61 gegen Heinz Baumkötter u.a., Bd. X (Kopi-
en aus Staatsarchiv Münster) Bd. 390.4
(Bl.1.133). JD ı/9 s.12-13
[21] Belgenin fotoğrafı ektedir. (1 adet)
[22] Rıdvan Akar; “20. Yüzyılın Malazgirtleri”, Birikim Dergisi, S:71-72, s.65-76
[23] 11 Kasım 1942 tarihli ve 4305 numaralı “Varlık Vergisi Kanunu’nun Çalışma
Mecburiyeti’ne Dair Hükümleri”nin 12.,
13. ve 15. maddeleri.
[24] Faik Ökte; “Varlık Vergisi Faciası”,
Nebioğlu Yayınevi, İstanbul, 1951, s.15
[25] Sait Çetinoğlu, “Varlık Vergisi 19421944” (Ekonomik ve Kültürel Jenosid),
Belge yayınları, İstanbul 2009; Çetinoğlu, “Sermayenin Türkleştirilmesi” http://
www.hyetert.com/dosya/sermeyenin_turklestirilmesi.doc
[26] “Facia kurbanları neler anlatıyorlar?”,
Hizmet, 2 Temmuz 1952; “Çöp kamyonu ile
nasıl nakledildik”, Hizmet, 4 Haziran 1952;
Akt: Rıfat N.Bali, “1952 Yılı, Hizmet Gazetesinin Varlık Vergisi ile İlgili Yayını”,
Toplumsal Tarih, Mayıs 2008, Sayı 173,
s.26-33
[27] Rıdvan Akar; “Varlık Vergisi”, Belge
yay, İstanbul, 1992
[28] Mustafa ÖZYÜREK, “VARLIK
VERGİSİ (VI)”, FİNANSAL FORUM,
29.08.2000
[29] “Facia kurbanları neler anlatıyorlar?”,
Hizmet, 2 Temmuz 1952; “Çöp kamyonu ile
nasıl nakledildik”, Hizmet, 4 Haziran 1952;
Akt: Rıfat N.Bali, “1952 Yılı, Hizmet Gazetesinin Varlık Vergisi ile İlgili Yayını”,
Toplumsal Tarih, Mayıs 2008, Sayı 173,
s.26-33
[30] Rıfat N. Bali, Yagy. s.47; Keza Bk: Rıfat N. Bali, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında
Türkiye’de Azınlıklar, II. Balat Fırınları
Söylentisi’, Tarih ve Toplum, cilt 30, Aralık
1998, sayı 180, s. 11-17.
[31] Eli Şaul, ‘Tres tristes datas en la historia de los Judios de Turkia’, Los Muestros,
Haziran 1994, sh. 10. Akt: Rıfat N. Bali,
Yagy. s.47;
[32] Marie-Christine Varol, Balat Faubourg
Juif d’Istanbul, İsis Yayıncılık, Istanbul
1989, s. 10-11., Akt: Rıfat N. Bali, Yagy.
s.47
[33] Mehmet Güç, ‘Cevap bekleyen bir
soru daha: Balat’taki iki bacalı binanın sırrı ne?’, Nokta, 19 Temmuz 1992, s. 24-25.
Nokta Dergisi’nin haber yaptığı bu konu
basında tartışma yarattı. Bkz. Hasan Pulur, ‘Balat’taki Krematoryum’, Milliyet, 18
Temmuz 1992.
(devamı gelecek sayıda)
http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontos
uyduğunu söylemek mümkün.
Jenocidi
Ali Sait Çetinoğlu
1 bölüm Pontos İdeali
19 yy’la birlikte milliyetçiliğin gelişmesi, Pontos bölgesinin Hıristiyan
nüfusunu da etkiler ve her Osmanlı
unsuru gibi öncülüğünü burjuvazinin
yaptığı milliyetçi bir canlanmanın
etkisiyle birlikte, Yunan ulusuna ait
olma duygusu benimsenmeye başlanır. Ancak bu romantik bir bağlılıktır.
Gerçekte Yunanistan’ın Pontos’lulara
ilgisi yoktur.
19. cu ve 20.ci yüzyılda ortaya çıkan
Kimlik Krizi çağdaş Hellenizmin de
oluşturucu öğelerinden biridir. Çünkü temel yönelimlerinden biri kendine
ilişkin bilincin (öz bilinç) yeni veriler
üzerinde yeniden kurulumu üzerinedir. Bu kriz sonuçları itibariyle kültürel kimliğin politik kimliğe dönüşümü
ile ilgilidir. Bu yeni (ulusal) kimlik,
politik bir içeriğe sahiptir ve Hellenizmin bağımsız bir devlet olarak uluslararası dünya sistemiyle bütünleşmesini öngörmektedir. Aynı kimlik krizi
Pontos’lular için de geçerlidir. Ancak
Pontus ideali, dönemin reel politiğinde değişik güç merkezlerinin çıkarları
arasında parçalanır.
Pontos, 1916 ile 1918 arasındaki dönemde yarı bağımsızlığı tatmış ve
Türk - Yunan Savaşına kadar (1922)
politik mücadelesini sürdürmüştür.
Bağımsızlık mücadelesi ideolojisinden farklılaşanlar kaçak ve Yunanlıları dinleyenler olarak karakterize
edilirler. Pontos’luların yurtlarına ne
kadar bağlı olduklarına ilişkin çarpıcı bir örnek olması acısından Pontos Kongresi başkanı Pontos’lu K.
Konstantinidis’in, dönemin Yunan
başbakanı Elefterios Venizelos’a 1.
dünya savasının hemen ardından düzenlenen Barış Görüşmeleri sırasında
ilettiği metninde de görülmektedir.
Bu metinde Yunan dışişleri bakanı N.
Politi’nin, Pontos’un ekonomik yapısı
üzerine olan görüşlerini kınadıktan
sonra sözü ülkenin (Pontos’un) endüstriyel gelişmesine ve ihracat politikasının dinamiğine getirmektedir. Ve
gelişme potansiyellerinin bir kaç yıl
içinde bir kaç kez katlanabileceğini
vurgulamaktadır. Pontos Osmanlı’nın
en gelişmiş bölgelerinden biridir.
İster Yunanca isterse de Türkçe konuşsunlar bu Hıristiyan halk yalnızca
bu özelliklerinden dolayı (dinlerinden
dolayı) Lozan antlaşmasına göre 1924
yılına kadar yaşadıkları toprakları,
yani 3 bin yıldır emek verdikleri, ekip
biçtikleri toprakları geride bir tek kişi
kalmayacak şekilde terk ederek başta Yunanistan olmak üzere gezegene
mülteci olarak ve örgütsüzce yayılmaya mecbur bırakılmışlardır.
Her iki kişiden birinin kaybolduğu,
kalanların da bir dönem bağımsızlık
düşleriyle uğrunda mücadele ettikleri
ülkelerini artık katliamlar ve kovulmayla anımsamaktadırlar.
Uluslararası Devrimci Hareket ve
Pontos
Devrimci hareket ulusların gelecekleriyle ilgili net bir görüş sahibidir. Örneğin Lenin UKKTH’da (1914) ulusal
hareketlerin devrimci yanına dikkat
çekerek feodal gericiliğe karşı ulusal hareketlerden yana tavır almış ve
ulusların kendi bağımsız devletlerini
kurmalarını savunmuştur. Lenin’in
sözleriyle: “Kendi kaderini tayin derken ulusun yabancı ulusal bütünlükten
koparak bağımsız devlet olarak örgütlenmesini anlıyoruz”. Ulusal baskıyı
ise emperyalizmin yeni biçimi olarak
algılamakta ve “bir başka ulusu ezen
ulusların kendilerinin de asla özgür
olamayacağını” ileri sürmektedir.
Lenin’in analizlerinin Rum, Ermeni,
Arap ve Kürtlerin durumuna tıpa tıp
Bolşeviklerin Türkler hakkındaki görüşleri ise: “Türkler, şimdiye kadarki
asimilasyoncular içinde en şiddetli
olanları olarak, yüzyıllar boyunca
ulusları sakatladılar ve toplu kıyımlardan geçirdiler.”
Keza Bolşevikler Türk milliyetçiliğinin tarihsel alanının İyonya, Pontos, Doğu Trakya olmadığını, ancak
Anadolu’nun iç kısımları olduğuna
inanırlar. Bu anlamda kendisini oluşturan parçalara bölünmesinin de pozitif bir süreç olduğunun altını çizmektedirler. Ulusal hareketlere karşı
mesafeli duruşu ve uluslararası sosyalist harekete önceliği ile bilinen Roza
Luxemburg ise şöyle demektedir:
“Türkiye kendisini oluşturan diğer
unsurlarla birlikte yeniden dirilemez
çünkü değişik uluslardan oluşmaktadır. Bunun (bu birlikteliğin) hiç bir
maddi çıkarı ve ortak çıkarı olacak
şekilde koşulları yoktur. Tersine, diğer uluslar aleyhine baskı ve sefalet
koşulları her gün daha da artmaktadır.
Bundan dolayı da diğer uluslar kendi
toplumsal gelişmelerini tamamlamak
üzere ayrılarak kendi devletlerini kurmanın peşine düşmüşlerdir. Türkiye
için tarihsel kriz gelip çatmıştır: Dağılmaya mahkûmdur !
Luxemburg, Hıristiyan ulusların kendi
kaderlerini tayin mücadelesine karşı,
devrimci mücadelenin görevini ise sınırsız dayanışma biçiminde tarif ederek. Şöyle der: “Türk egemenliğinde
kaldıkça hiç bir ülkenin ilerleme şansı
yoktur. Doğu sorunu karşısındaki görevimiz, Türkiye’nin parçalanmasını
bir gerçeklik olarak kabul etmek ve bu
Hıristiyan uluslara karşı sınırsız dayanışmada bulunmaktır”.
Ancak Osmanlı devletinde iktidarın
Jön Türklerce ele geçirilmesi konusunda devrimci hareket ikiye ayrılmaktadır. Örneğin, Luxemburg “yeni Türk
hükümetinin iç olgunlaşmamışlığından ve karşı devrimci karakteri”nden
bahsederken, Lenin, onları otantik
devrimciler olarak nitelemektedir.
Kendi sözleriyle Jöntürkleri şöyle
olumlamaktadır: “Ben ve Bolşevikler
Sovyet Devriminin Jöntürkleriyiz”.
Ancak daha sonraları “Büyük Sovyet
Ansiklopedisi”nde Jöntürkler, tarihin
sahte yazıcıları ve Pantürkist şoven
doğmanın ilham kaynağı olarak geçe-
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cektir.
Alman Emperyalizmi ve Pontos
Roza Luxemburg un ‘Türkiye’de Alman emperyalistlerinin faaliyetleri’ adlı çalışmasında Almanların,
Türkiye’de çok büyük ekonomik ve
askeri çıkarları olduğundan bahsetmektedir. Keza güçlü bir Türkiye olursa Britanya ile daha iyi baş edeceğini
düşünmektedir. Tam da bundan dolayı
Türkiye’nin toprak bütünlüğünü en az
onun kadar istemekte ve bu bütünlüğe
yönelen her ulusal hareketin yok edilmesinde elinden gelen yardımı yapmıştır.
Böylece Osmanlı toprakları, Almanların en önemli faaliyet alanı olarak öne
çıkar. Bunun en önemli ayağını ise Alman bankaları oluşturmaktadır. Bu faaliyet ve göz boyamanın bir örneği de;
8 Kasım 1898 de Şam’da bir bayram
gününde yaptıkları yemindir; Almanlar, Selahaddin Eyyubi’nin izinde ve
peygamberin yeşil bayrağının altında
Müslüman toplumu koruyup kollama
sözü vermekten çekinmezler.
Roza Luxemburg’un ifade ettiği gibi
Osmanlı devletinin yeniden dirilişinin
Almanlarca üstlenilmiş olması, ölüyü
cilalamaktan başka bir şey değildir.
Roza Luxemburg’un görüşleri, Bağdat demiryolu inşaatının, Osmanlı
İmparatorluğundaki halk yığınlarının sömürülmesinin gerici niteliğini
daha savaş ortasında görülmesi ve
gözler önüne serilmesi
bakımından önemlidir. Rosa Luxemburg,
Berlin kadınlar hapisanesinde şöyle
seslenmektedir:”Alman emperyalizminin en önemli harekât alanı Türkiye,
burada yolları açan da, Almanya’nın
doğu politikasında ağırlık noktasını
meydana getiren Deutsche Bank ile
onun Asya’da giriştiği büyük işler olmuştur. ... Bu yoldan ... iki türlü sonuç elde ediliyor. Anadolu’nun köylü
ekonomisi, Avrupa, özellikle Alman
banka ve sanayi sermayesinin yararına işleyecek iyi düzenlenmiş bir sömürme sürecinin hedefi haline geliyor.
Böylece Türkiye’de Almanya’nın ‘çıkar alanları’ genişliyor. Bunlar, gene
Türkiye’nin siyasal ‘korunması’ için
temel ve fırsat sağlıyor. Aynı zamanda köylülerin ekonomik sömürüsü için
gerekli emme aygıtı, Türk hükümeti,
Alman dış politikasının uslu bir aleti,
kâhyası durumuna giriyor.”
Balkan savaşlarından sonra Almanlar,
Türkleri imparatorluğun diğer (Gayrimüslim) halklarına karsı fanatikleştirmek için büyük caba harcamıştır. Dido
Sotiriyu’nun aktardığı gibi; Filistin’de
Alman Bankasının dağıttığı bir bildiri her şeyi ortaya sermektedir: “Biz
Türkler eğer acı çekiyor ve aç kalmışsak nedeni, elimizdeki zenginliğimizi çalan ve ticareti de elimizden alan
gavurlardandır. Daha ne kadar bu duruma göz yumacağız. Mallarını boykot edin ve onlarla her türlü alışverişi
durdurun. Onların arkadaşlığından ne
umuyorsunuz? Onlara bunca sevgi ve
kardeşlik sunmanın karı nedir?
Anadolu’daki etnik temizlik hareketi Balkan Savaşından sonra Rumlara
karşı ilk kovulma hareketleri 19131914 yıllarında başlamıştır. Bunun
ardından 1915 yılında ise 1 buçuk milyon Ermeni’nin yok edilmesiyle sonuçlanan jenosit yaşanacaktır.
1916 yılında ise yukarıdaki politika ışığında Alman Ordu komutanı
Liman Von Sanders’in öncülüğünde
Pontus Rumlarının “iç alanlara göç
ettirilmeleri”ne geçilmiştir. Sanders
Ayvalıkta Rumların hala yerlerinde
olduğunu gördüğünde söylediği söz:
Bu gavurları hala sürmediniz mi!
Olur. Alman Emperyalizmi Hıristiyan
unsurlarından arınmış bir Osmanlının toprak bütünlüğünden yanadır.
Müttefiklerin de farklı bir düşüncede
olmadıklarını söylemek mümkündür;
İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan
devletlerinin Savaş sırasındaki tavırları ve savaş sonrası uygulamaları bu
tezi güçlendiren argümanlardır. Bu
devletler, Anadolu’nun kadim halklarının bu coğrafyadan zorla kazınmasına ses çıkarmadıklarını söylersek
bunlara haksızlık yaptığımız söylenemez.
Pontos’un Politik Örgütlenmesi
Türkçe’de Pontos Sorunu konusunda
yazılanlar öz ve biçim olarak aynıdır
ve tek kaynaktan beslenmektedirler.
Konuyla ilgili tüm neşriyat, Matbuat
ve İstihbarat Matbaasında 1922 tarihinde basılan Pontus Meselesi adlı
propaganda kitabından iktibas edilerek birbirlerini tekrar ederler. Temel
alınan kaynak bir propaganda metnidir. Pontos hareketi her kaynakta
aynı sözlerle ifade edilir: Pontus Rum
Cemiyeti ilk defa 1904 yılında Merzifon Amerikan Koleji’nde gizli olarak
kurulmuştu. 1908 yılında Samsun’da
“Müdafaa-i Meşrute”, daha sonra
“Mukaddes Anadolu Rum” cemiyetlerinin kurulmasıyla Pontus teşkilatı
genişletilmiş, Batum’dan İnebolu’ya
kadar olan bölgede birçok şube açılmıştı. Pontus Rum Cemiyeti 1909 yılında Atina’daki Küçük Asya (Asya-yı
Sugra) Cemiyeti’nin emri altına girmiş, ertesi yıl “Pontus” adlı bir risale
yayımlayarak çalışmalarını daha da
yoğunlaştırmıştı. Birinci Dünya Savaşı sıra-sında Rus işgal döneminin
himaye ettiği bu faaliyetler, Mondros
ateşkesi sonrasında bu kez Yunanistan’ın güdümünde yeniden hız kazanmıştı. Cemiyetin amacı Batum’dan
Sinop’a kadar uzanan Karadeniz sahillerinde başkenti Trabzon veya Samsun
olan bir Karadeniz Rum Cumhuriyeti
kurmaktır. Sözleriyle tekrar edilenler
Pontos’ta olanları anlatmaktan acizdir.
Sorunun kaynağının birincisi, her
ulusal harekette olduğu gibi, ekonomik güç ile siyasi güç arasındaki çelişkidir.19.yy’ın ortalarından itibaren
Karadeniz’deki ticaret büyük bir gelişme gösterir. Tütün, Fındık gibi ürünlerle kapitalist Pazar için üretim yapılmaktadır. Deniz ulaşımının kolaylığı
da ticaretin gelişmesine ve ürünlerin
pazarlara ulaşımında sağladığı kolaylıklar dolayısıyla Pontos’lu tüccarlar
bütün Karadeniz kıyılarındaki ticari
yasamda egemenlik kurarlar.
Ekonomik güç ister istemez siyasi talepleri de harekete geçirecektir. Pontos
aydınlarının ulusal Helen ideallerini
benimsemeleri 19.yüzyılın ikinci yarısına dek gider ve 1870’te İstanbul’da
yayınlanan Pontos’la ilgili bir kitapta
bu inancın hayli kökleştiği görülür.
Pontos hareketini 19 yy’ın ilk yarısına kadar götürenler de bulunmaktadır.
“1840 yılından başlayarak, Rize’den
İstanbul Boğazına kadar Anadolu’nun
Karadeniz havzasında, eski Yunanlılığın ihyası için çalışan ve dışarıdan
yönlendirilen ayrılıkçı bir Rum Grubun varlığı bilinmektedir.”
M. Kemal, Nutuk’ta Pontos’tan söz
ederken aynı ifadeleri kullanmaktadır,
Pontos’taki gelişmeleri anlatırken soruna verdiği önem belirgindir.
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Başlangıçta kültürel kulüpler olarak kurulan Pontos kulüplerinde,
Pontos’ta siyasi bir eylemin mümkün
olduğu fikri, 1908 Jöntürk devriminden sonra doğacak, 1912 Balkan savaşıyla gelişecek ve 1914’te 1. Dünya
savaşının başlamasıyla siyaset gündemine girecektir.
Pontos Hareketinin başını çekenler,
gerek mizaçları gerek siyasi bağlılıkları bakımından birbirlerinin tam
zıddı olan iki din adamıdır. Amasya
Metropoliti Ghermanos (Germanos)
Karavangelis ve Trabzon Metropoliti
Chrisanthos (Khrisantos). Germanos
Yunanistana bağlı bir Pontos fikri geliştirirken, Barışçıl ve uzlaşmacı bir
çizgi izleyen Khrisantos diğer halklarla birlikte bağımsız ya da eşitlikçiotonom bir Pontos fikrinin savunucusu olarak mücadele etmektedir. Pontos
Cumhuriyetinde sosyalistlerin de var
olmasına rağmen, harekette belirleyicilik daha çok bu iki din adamının
kişiliğinde şekillenmiştir.
Balkan savaşları, İmparatorluğun olduğu gibi Bölgenin kaderinde de bir
dönüm noktasıdır. Mehmet Akif, Beyazıt Camiindeki bir vaazında, Balkan
Savaşlarını, Allahın, kendisini toparlamayı bilmeyen topluma ilahi bir cezası olarak nitelemektedir.
Balkan savaşları sonunda Jöntürkler
artık Osmanlıcılık maskesini çıkarmış
Türkçülük temelinde toparlanmaya
başlamışlardır. Balkan savaşları, Türk
Milliyetçiliğinin zincirinden boşalmasına etken olacaktır.
Meşrutiyetle beraber Gayrimüslimlere
de askerlik yükümlülüğünün getirilmesiyle birlikte bölge halkının askerliğe tavrı göze batmaya başlar. Zaten
Bölge halkının zenginliği de İttihatçıların gözlerini kamaştırmaktadır.
Bölge halkı da askere gidip amele taburlarında kırılmak istememektedir.
Aslında asker kaçakları her millette
ne kadar varsa Pontos’lularda da aşağı
yukarı aynıdır.
Balkan savaşlarıyla birlikte başlayan
ve Anadolu köylüleri tarafından bir
bütün olarak hiç de iyi karşılanmayan
seferberlik, kilise ve okulun propagandasının kurtarıcı olarak tanıttığı
ordulara karşı savaşmaları söz konusu
olduğundan Pontos’lular tarafından
daha da kötü algılanmıştır.
O tarihe kadar silah altına alınmamış,
sadece donanmada angarya hizmetlerinde çalıştırılan Pontos halkının düzenli orduya besledikleri nefretle, ulusal duyguların bunda ne kadar etkili
olduğunu birbirinden ayırmak zorsa
da, savaşın ilk aylarında askerlerin
ordudan kitlesel bir biçimde kaçtıkları
bir olgudur. Silahlarıyla ya da silahsız
olarak memleketlerine dönen köylüler,
köylerinde yaşamaya cesaret edemezler ama, yine de ailelerini korumak ve
tarla işlerine yardımcı olmak amacıyla
köylerinin civarında kalırlar. Böylece
bölgede silahlı birlikler kendiliğinden
kurulur.
Hükümetin bölgede Balkan göçmenlerinin bir bölümünü yerleştirmeye
çalışmasıyla, olayların ikinci bir aşamasına geçilir. Pontos köylülerinin,
göçmenleri kendi köylerine kabul etmemekte kararlı olmaları, otoritelere
ilk başkaldırı eylemlerini başlatır.
Bu durum karşısında hükümet 1915
sonbaharında, olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesini
önlemiş olan köylere karşı ( Ökse, Çirahman ve Tevkeris) ilk cezalandırma
harekâtına girişilir. Köyler ateşe verilir, nüfus dağıtılır ve işe yarar erkekler, en tanınmışı Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta olan şeflerin etrafında
örgütlenmeye başlayan silahlı gruplara katılırlar. Çok sayıda silahlı gruplar
Bafra Nebiyan bölgesinde toplanırlar.
Balkan savaşlarına kadar da Pontos’lu
aydınlarda hakim olan görüş: Türklerle barış içinde ve işbirliği ile bir
Türk Pontos Birliğinin yaratılmasına
ilişkin yanılsamadır. Bu düşüncelerin
yayılmasında Trabzon Metropolitani
Khrisanthos’un Doğu Partisinin görüşlerinin katkısı önemlidir.
Balkan savaşlarından sonra özellikle de Birinci Dünya Savaşı öncesinde
Jöntürkler 1911 yılında Selanik Kongresinde kararlaştırdıkları gibi Anadolu’daki ulusal sorunları diğer ulusları imha ederek “çözme”ye başlarlar.
Savaşla birlikte de tehcir uygulaması
başlatılır.
1916 yılında bağımsız bir Pontus
Cumhuriyetinin kurulması düşüncesinin kolaylıkla taraftar bulmasının bir
nedeni de Jöntürklerin uyguladıkları
bu politikaya olan tepkidir. Neredeyse
bütün Pontos yerleşim yerlerinde Pontos’luların politik haklarını savunma-
yı öncelikli hedef sayan örgütlenmeler
dönemi baslar. Pontos’lu devrimciler
arasında küçük de olsa Yunanistan ile
birleşmeyi savunan bir grup da vardır.
Bunlara birlikçiler denir. Ancak somut şartlar (coğrafik mesafe) bağımsızlıkçıların, yani Pontos ta bağımsız
bir devlet düşüncesine daha elverişlidir. Pontos’un bağımsızlıkçı çizgisini
savunanlar arasında Trabzon’da çıkan Epoxi (Mevsim) gazetesinin sahibi Kapetanidis de bulunmaktadır,
Kapetanidis 1921 yılında Amasya da
öldürülmüştür. Pontos’un bağımsızlığını hedefleyen Pontus Ulusal Merkez
Konseyi, Güney Rusya da Ekim 1917
de kurulur. Aynı ay, Elefterios Venizelos ile görüşen K. Konstantinidis
kendisine Pontus hareketinin hedefleri
hakkında bilgiler verir.
Pontos’lulara yaptığı bir konuşmada
Konstantinidis söyle der: Yurttaşlar,
ulusal birlik istemek ve başarmak isi
bize düştü. Gelin bağımsızlık amacı
altında birleşelim ve ümit edelim ki
himayeci devletler Rusya, İngiltere ve
Fransa yüzyıllardır içimizde büyüttüğümüz bu yüce isteğimizi ve hukukumuzu tanısınlar ve Pontus cumhuriyetimizi desteklerler.
1917 Ekim ayı ortasında Atina’da,
Pontos’luları bağımsız bir devlet içerisinde birleştirme amacını güden bir
konferans toplanır.
Eski Giresun belediye başkanı olan
Kaptan Yorgi’nin oğlu olan Konstantin Konstanidis, görünüşte, Sovyetlerin, Rus İmparatorluğunda yaşayan
halkların kaderini kendilerinin belirlemeleri yolundaki deklerasyondan
esinlenerek Marsilya’da bir Tüm Pontos’lular Kongresini toplar. 4 Şubat
1918 de Avrupa, ABD ve diğer ülkelerden Pontos temsilcileri Marsilya da
bir araya gelerek birinci tüm Pontos
konferansını gerçekleştirirler. Konferans Sovyetlerin desteğini almak için
dışişleri bakanı Leon Trotsky’e bir
mektup gönderme kararı alırlar. Mektup Trabzon’un tekrar Türklere geri
verilmesinin büyük bir yanlış olacağını ve Pontos Cumhuriyeti düşüncesini
desteklenmesini içermektedir.
Trotsky’ye gönderilen telgrafı aşağıya
olduğu gibi alıyoruz:
Pontos ve yakin bölgelerden gelen
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontusluların yanı sıra ABD, İsviçre,
İngiltere, Fransa, Mısır ve Avrupa ile
Amerikanın diğer ülkelerinden gelen
temsilcilerin Marsilya da düzenledikleri Konferans, Rus ordusunun geri
çekilmesinden sonra ülkenin Türk
egemenliğine yeniden girmemesi için
sizden bu ülke için (Pontos) kendi kaderini tayin hakkini tanımanızı istemektedir.
Arzumuz, Rusya sınırlarından Sinop’a
ve iç bölgelere de yayılan bir alanda
bağımsız bir devlet inşa etmektir.
Sizden bu sonucun oluşması için aktif
olarak müdahale etmenizi etmekteyiz.
Sizin sonuç âlici desteğinize güvenmekteyiz ve şimdiden teşekkürlerimizi iletiyoruz.
Konferans Başkanı K. Konstantinidis.
Trotsky’ye gönderilen bu mektup müttefikler ve Fransa tarafından iyi karşılanmaz.”
Yukarıdan da anlaşıldığı üzere Konferans bağımsızlık mücadelesini ilan
etmiştir. Kurulması öngörülen Pontos
Cumhuriyetinin haritasının da sunulduğu konferansta öne çıkan sloganlar
(talepler) ise şunlar: Pontos’lular başkaldırın! Yaşamda, bağımsızlıkta ve
bağımsız uluslar içindeki yüksek haklarınızı düşünün!
4 Mart 1918 den itibaren Pontos’lu bağımsızlıkçıların sesi olan Pontos gazetesi İstanbul’da yayınlanmaya başlanır. Kasım 1918 den itibaren çok fazla
Pontos’lunun yasadığı İstanbul da da
İstanbul Pontos Derneği’nin faaliyetleri sonucu Pontos sorunu büyük boyutlar kazanır. (devamı gelecek sayıda)
GI 3 koduyla muhafaza edilen bu elyazması, uzun yıllar boyunca dikkatlerden kaçtıktan sonra 1870 yılında
yayımlandı. İngilizceye ancak 1954'te
çevrilen kitabın ilk çevrildiği dillerden biri de Türkçeydi. İzmirmebusu
Karolidis Efendi, 1910'da Osmanlıcaya çevirdiği kitabı, üyesi olduğu
Tarih-i Osmanî Encümeni'nin dergisinin eki olarak yayımladı.
ne dersin?
MARDIN 1915'TEN
KÜÇÜK BİR AYRINTI
KRİTOVULOS
TARİHİ
İstanbul'un, Trabzon'un ve Fatihin
pek çok fethine bizzat tanıklık edip,
notlar alan tarihçi.
Mihail Kritovulos İmrozlu'dur ve son
devir Bizans ve Osmanlı'nın İstanbul
(Konstantiniyye) döneminin ilk Helen
asıllı tarihçisi olup; büyük hükümdarın Helen kültürüne ve tarihine olan
yakın ilgisini ve bilgisini ondan öğreniyoruz ve aynı zamanda da fethin bir
dönemi kapatıp öbürünü açtığını ama
medeniyetlerin bir uzlaşma içinde devamlılık sağladığını bu parlak üslupla
şahid oluyoruz. Kritovulos döneminin
olaylarını basit bir vakanüvis gibi değil, geriye gidişlerle ortaya koymaktadır. Bu nedenle bizim için dönemin
diğer tarihçisi Tursun Bey kadar
önemlidir. "Fatih Sultan Mehmed'in
Fethine dair tarih" adlı eseri, vazgeçilmez bir kaynaktır. (İlber Ortaylı)
** **
Kritovulos'un, Fatih Sultan Mehmed'in saltanatının ilk on yedi yılını anlattığı bu kitabının dünyada sadece tek
bir nüshası vardır. Topkapı sarayında
1915 katliamlarından sonra Mardin
Kildani ve Yakubi cemaatlerinin hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur.
Ancak görünen katliam devrinin bittiği ve yeni bir çevrede yaşamın devam
ettiğidir. Savaş zamanı azınlıklara yönetilen şüphe ortamı devam etmektedir. Rahip Jozef Tüfenkçi olayı bir örnektir. Sıncar'dan Mardin'e 14 Ekim
1916'da gelen Rahip Tüfenkçi, Fransa
yararına casus olmakla suçlanır. 19
Ocak 1917'de evi polis tarafından aranır. Mutasarrıf Kadri beye [Üçok] götürülür. Sıncar'daki zamanı hakkında
sorgulanır ve hapsedilir. Nuri el Bitlisi de hala görevdedir ve onu falakaya
yatırır. 14 Mart'ta Diyarbakır'a götürülür mahkemede ona tanıdığı Hıristiyan hakkında bilgi istenir. Daha sonra dosyası 2. Ordu komutanı Mustafa
Kemal'e gönderilir. Rahip Tüfenkçi
Diyarbakır'da hapiste kalır veher gün
işkence edilir. 16 Haziran'da idam
emri kendisine bildirilir. Bir molla
hücresine girer ve İslam'a dönmesini
önerir. Red edilir. Rıdvan bey ve Keldani piskopos Süleyman yardımları
ile temyiz ister. Karar durdurulur (15
Ağustos) 11 Kasım'da tekrar mahkemeye çıkar. 27 Şubat 1918'de Mardin'e
döner. İşkenceler ve hapis hayatı onu
tüketir....
Yves Ternon, Mardin 1915 anatomie pathologique d'une destrction
(Mardin 1915, bir yıkımın patolojik
anatomisi) s 247 Belge uluslararası
yayıncılık tarafından yayına hazırlanmaktadır
http://gercek-inatcidir.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
be, eger ew gel bi zimanê xwe nikaribe
bixwîne û binivîse, bi zargotinê çand,
wêje û hunera xwe di vê demê de nikare bidomîne. Civakên etnisîtê bi saya
wêje û zimanêkî standard dikarin bibin
netewe û netewetiya xwe pêşve bibin.
"Zivistanên gundên çiyayên Serhedê,
him pir xweş in, him jî pir bi kul û keser in. Şev dirêj in. Zivistan bi stran û
çîrok, bi tinaz û henekan derbas dibin.
Rê û dirb tên girtin. Nexweş bê bijîjk
û bê derman in. Ar û dû, alif û arvan
roj bi roj, qiram bi qiram tê hesibandin. Nemaze xizanên wek Apê Hemo,
ji herkesî bêtir li ser arvan û ar û dû
dilerizîn ku bi hêsanî karibin biharê li
xwe bînin."
(Ji çîroka "Mirinina ji ber Tirsê")
Berê li gundên Kurdistanê odeyên civatan hebûn. Di wan odeyan de dengbêjan
stran distirîn, govendgeran govend digerandin û çîrokbêjan jî çîrok digotin.
Bi vî awayî zargotina kurdî gur û geş
dibû û ji bav û kalan derbasî qirnên nû
dibûn. Lê di serdema me de ev zargotin
êdî nikane li dijî teknomedyaya serdest
û nijad perestiyê xwe biparêze. Hela
zimanê gelekî ne zimanê perwerdeyê
Çîrok an kurteçîrok berê jî gelek dihatin gotin, lê ne bi zimanekî an nerîneke
seranser bû. Di çirokan de Mamosta
Fevzî ev encama netewetîyê bi zimaneki xweser ango xwezaye ji nav civata Kurd standîye û bi nêrîn û xemilandineke asofireh û nûjen, bi hesret
û hêvîya pêşerojê daxistîyê nava vê
pirtûka ku di destê we de ye. Çirok
bixwe ji jîyanê tecrube standin e û ji
wê pêwîstîyê derketîye. Gelo ji vê
pirtûke çi nîne ku hûn jî, ji Mamosta
Fevzî bistînin û daxînin nava his, hizr
û kirîtîkên xwe? Ji kerema xwe dê hûn
jî, ku karibin, çend saetên xwe yê zêrîn
ji bo van çirokan xerc-bikin û bi ken
û kêf bixwînin! Em bibawer in ku dê
hûn pê kefxweş bibin û sipasiya xwe
pêşkêşî Mamosta Fevzî bikin!
Nivîskarê vê pirtûkê ji herêma Serhedê,
bajarê Erzoromê, li gûntaxa çiyayê
Şegşeq, gundê Şoraxê ku girêdayî
navçeya Qortiyê ye, di sala 1943´an de
çavên xwe li dinyayê vekiriye. Dibistana seretayî li Qortiyê, gundê Barmasê,
dibistana navîn û lise jî Ii Erzoromê gedandiye. Pişt re Peymangeha Karsazî
ya Zangoha Stembolê quta kirîye. Debara xwe bi xebatên xwe yên serbixwe
bi dest dixistîye. Nivîskar ji piçûktiya
xwe û vir ve li ser ziman û wêleya kurdî
radiweste. Ji sala 1993´an û vir ve jî, li
Elmanyayê weke penaberekî kurd dijî.
(Nîşeya Weşanên Pêrî ya li ser berga
pirtûka Siyên Şikestî)
Yokluk beni mecbur etti
Gurbeti ben mi yarattım
Gençliğimi aldı gitti
Gurbeti ben mi yarattım
Ne mektup ne haber aldım
Yurdumdan yuvamdan oldum
Her şeyime hasret kaldım
Gurbeti ben mi yarattım
Akşam olur gölge basar
Umuduma yeller eser
Yokluk imkanımı keser
Gurbeti ben mi yarattım
Akarsu sılayı anma
Bu ayrılık geçti sanma
Çaresizdim geldim amma
Gurbeti ben mi yarattım
Kızılbaş Yayınevi
K i t ap - D er g i -A f i ş - D i z g i
Ta s a r ı m - G r a f i k
D iji t a l ve O f s e t ba sk ı
i ş l e r i n i z i t i na i l e yapı l ı r.
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
kitapevlerinde
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Büyük
Türk-Kürt
İttifakı
Hasan Bildirici
Önce Yeni Şafak gazetesinden İbrahim
Karagül dile getirdi. Ardından başka
yazarlar benzer şeyler söylediler. En
son Star gazetesinden Nasuhi Güngör,
Büyük Türk-Kürt ittifakının gündemde olabileceğini belirtti. Bir adım ileri gidip, Selçuklu İmparatorluğu'nun
kuruluşuna benzer yeni bir Kürt-Türk
ittifakının doğduğunu söyleyenler
var. Bunların çoğu Sünni cephesinin
Cemaat'e yakın yazarları. Komşularıyla sıfır problemden, tüm komşularıyla
problemli hale gelen yeni Türk devletinin, sıkışmış Türk devletinin, Arap
coğrafyasında itibar kaybına uğrayan
Türk devletinin, Batılı devletlerin gücüyle İran'a ve Suriye'ye karşı taşeronluk yapan ve Avrupa Birliği'nin reform
çağrılarının hiç birini yerine getirmeyen faşist Türk devletinin Kürde tezgahladığı yeni bir oyundur bu.
Cellatla idamlık kurbanın ittifakı! Kürt
halkının, kendisine karşı yüzyıldır her
türlü stratejik tezgah içinde olan Türk
devletine ihtiyacı olmamalıdır.
Ayrıca geleceğin Ortadoğusu'nda
Türkiye'nin ve Türk devletinin alacağı şekil, rejimin yaşama gücü sadece
Kürtler tarafından belirlenecek bir
şey değildir. Dünya, inanılmaz olayların yaşandığı bir gezegendir. Sovyetler Birliği yıkıldığı güne kadar
Sovyet yöneticileri dahi sistemin dağılma olasılığına inanmıyorlardı. İki
Almanya'nın birleşmesini bekleyen
çok az insan vardı. Yugoslavya'dan
ve Çekoslovakya'dan yeni bağımsız devletler türedi. Mısır eski devlet
başkanı Mübarek, ebedi gibi duruyordu. Kaddafi'nin vahşice öldürülüşünü
unuttuk bile.
Birbuçuk milyon Ermeni vatandaşı
et doğrar gibi doğrayan, Anadolu ve
Kürdistan'ı halklar ve inançlar mezarlığına çeviren Türk devleti bir süre
daha batı tarafından işlerine geldiği
için kullanılacaktır. Tarihsel hesap
vakti geldiğinde ise bir ekonomik ve
siyasi spekülasyonla soykırım suçlusu
devleti sınırlarıyla birlikte toz duman
edeceklerdir.
Tarih, bazı uluslara geçmişte yaptığı
haksızlıklar ve işlediği suçlarının üzerine bir kez çizgi çekme avansı sunar
ve ona şöyle der:
"Sen vaktinde çok suç işledin. Ezdin,
öldürdün, başkalarının mülkünü kendi
devletinin mülkü yaptın. Başkalarından alıp, kendi adamlarına dağıttın.
Şimdi sana düşen görev, geçmiş haksızlıklarına yüzleşmek olmalıdır. Geleceği kucaklamak istiyorsan, geçmiş
suçlarının ağırlığından kurtulmak zorundasın."
Ermenilerin, Kürtlerin ve köklerini
kuruttuğu başka toplulukların mülkü
ve serveti üstüne devlet olmuş Türk
devleti yukarıda tarif ettiğim özeleştirici devlet midir?
Bir buçuk milyon Ermeniyi katledip,
Ermeniler bizi katletti diyen yalancı
bir devlettir Türk devleti.
Anadolu ve Kürdistan'ın başka ülkelerin işgalinden kurtarılmasını tarihi
Kürt-Türk ittifakı olarak adlandırıp,
daha sonra Kürde en büyük kazığı atan
devlettir Türk devleti.
Kürdistan'ın dört bölünmesi ve Kürtlüğün ortadan kaldırılması yolunda en
zalim uygulamaların ve ittifakların sahibidir Türk devleti.
Sömürgeci Türk devletinin hakimiyet
sınırları içinde Kürtlerin kendi dillerinde bir ana okulları dahi yoktur.
Arap ülkelerindeki mezhep çatışmalarını kışkırtan Türk devletinin hakimiyet alanında, yirmi milyon Alevi'nin
devlet tarafından kabul edilmiş tekinanç ve kültür görevlisi bulunmuyor.
Aleviler, yüzlerce yıldır Türk İslam
sentezinin "bunlar ana bacı bilmez" iftiralarıyla yaşadılar.
Devletin ve onun tetikçi nesillerinin
mazlum Alevi toplumuna karşı bir
özürü dahi yoktur.
Türk devletinin mezhep ve etnik sorunları, Arapladan ve İranlılardan
daha ağırdır. Güney Kürdistan yönetimi ne kadar övgü dizerse dizsin Türk
devleti Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin tanınması konusunda Araplardan
ve Farslılardan daha geridir.
Ortada bir Kürt-Türk sempatisi olmadığı gibi, Kürdün yeniden kandırılması
üzerine kurgulanan "büyük Türk-Kürt
ittifakı" büyük yalandır.
Soykırım ve katliam suçlusu Türk devletine ve onun simgelerine verilecek
her türlü yaşamsal destek, Türk sömürgeciliğne verilmiş destek olarak
algılanmalıdır.
Türk devletinin piyasaya sürdüğü
"Türk Kürt ittifakı" olgusu, Türk devletinin yönetim zaaflarını gidermek
için tertiplenmiş adice bir oyundur.
Bütün isyanlarda yüzbinlecre Kürdü
öldürmüş, Kürdistan'ı ismi ve halkıyla birlikte ortadan kaldırmış katliamcı
ve sömürgeci gücün Kürt ittifakından
anladığı şey, her defasında yaptığı gibi
birkaç yüz Kürde para, mevki, ve çeşitli olanaklar sağlayarak, Kürdü yendien
kapıkulu yapmak istemekten başka bir
şey değildir.
Kürtler eğer bir kez daha soykırımcı
ve katliamcı Türk devletiyle tarihsel
maraba ittifakına girerlerse; bu komşu
halklara, yetim nesillere, tarihe, yaşamı ve düşleri bir kez daha Türkün
uf kuna hapsedilecek geleceğin Kürt
nesillerine büyük bir ihanet olacaktır.
Yüyıllardır Arap, Türk ve Fars sömürgeciliği altında yaşayan devletsiz ve
statüsüz Kürt halkı için en güzel ve
onurlu yaşam, kendi adamlarına servis
yapan sömürgeci bu devletlerden kurtulmak olmalıdır...
Kaynak:
[email protected]
http://www.rojevakurdistan.com
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kilisedeki Anma'da
Politikacılar ve Din adamları Elele
Halil Yörenç,Behice Öztep,Hayk
Çetinkaya,Avukat Björn Stehnn ve bir
grup Türkiyeli de bulunmaktaydı.
Cem Özdemir ve Hamburglu vekiller
Kilise'de Ayin ve Anma toplantısına
katıldılar. Hamburg'da İlk kez 2010
yılında yapılmış olan Hamburg'un
en meşhur St.Petri kilisesindeki
„1915 Jenositini Anma İnisiyatifi"'nin
düzenlediği toplantıda oturacak yer
kalmamıştı. Toros Sarian öncülüğünde
düzenlenmiş olan anmanın kısa açılış
konuşmasını Süryani kökenli politikacı Abut Can yaptı.
Anni Kluge'nin yaptığı anmaya Türkiye kökenli vekiller de katıldılar.
Günün önemi üzerine yapılan konuşmayı ise, Ankara kökenli Köln Ermeni Kilisesi Başpiskoposu Karekin
Bekdijan yaptı. Konuşmasında "bu
dini ayinle sadece Ermenileri değil,
dünyadaki hayatını kaybetmiş tüm
mazlumları" andıkları açıkladı.
St Petri Kilisesin'deki anmada yazılı
ve görsel Türk basınını diğer "Ermeni
Sorunu" içerikli etkinliklerde de olduğu gibi görmek mümkün değildi.
Önce genç kızlardan oluşan koronun
seslendirdiği Süryanice söylenen türküler salonda tamamen bir sessizliğin
çökmesine yol açtı.
Ya çok işleri vardı...! Ya da emir büyük yerden gelmişti...!
Gayane Grover yönetiminde,biri hariç
hepsi alman olan ve Ermenice söylenen yetişkinler korosunun türkü ve
şarkılarıtakip etti. Solistliğini Leman
Stehn'nin yaptığı ve türkülerin özel bir
vurguyla söylendiği programda ,sözlerini anlamasak da müzikal melodilerle
geçmiş yaşanan acıların hiçbir zaman
yaşanmaması dileği ve temennisi dile
getirildi diyebiliriz.
1915 olayları sırasında Ermeni
vatandaşlarına sahip çıkan zamanın
Halep,Erzurum ve Konya valiliklerini
yapmış Osmanlı bürokratı Celal bey
ile, yine dönemin Ankara Valisi ile
Lice ve Mardin Kaymakamları isimleriyle tanıtıldıldıktan sonra „onları
buradan sevgi ve saygıyla anıyoruz“
diyerek tipik Türk düşmanlığından
öte, kardeşlik duygularına ve vefaya
vurgu yaptı.
Moderatörlüğünü Hamburglu işkadını
Aralarında Almanya Yeşiller Partisi eşgüdüm başkanıCem Özdemir,
Hamburg Eyalet parlamentosu vekili
Filiz Demirel (Grüne),Hamburg Eyalet
milletvekillerinden Kazım Abacı ve
A.Rıza Şimşek (SPD) Almanya Alevi
Toplumu ikinci başkanı Ali Ertan
Toprak'da katıldılar.
Yapılan en küçük çay partilerini dahi
sayfalarına taşıyanlar gelmeyerek adeta „üç maymunları“oynamaktaydılar.
Tanıdığımız diğer politikacılardan
SPD Eyalet milletvekili Gerhard Lein
ve Yeşiller Altona Meclis üyesi Yusuf
Uzundağ'da katılımcılar arasındaydı.
Dinleyiciler arasında araştırmacı yazar Sait Çetinoğlu ve Doğan
Akhanlı,Öğretmen Hasan Burgucu,
Hamburglu iki Süryani Papaz öncülüğünde yapılan dini törende sessizlik
hakimdi.
Program, duygusal bir atmosferde
iki ayrıkoronun söylediği şarkılar ve
türkülerle devam etti.
CEM ÖZDEMİR: MÜSLÜMAN
KOMŞUSUNA SAHİP ÇIKAR
Yeşiller Partisi eşgüdüm başkanı Cem
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Özdemir sık sık yutkunarak yaptığı
konuşmasında „ acılar bir daha yaşanmasın, müslümanım diyenler kardeş
ve komşularına neden sahip çıkmazlar“ dedikten sonra, Ermeni Sorununu
kastederek „neden ders kitaplarında
bu yaşanan acılara yer verilmez,
komşularına yardım eden bürokratların ve Ordu mensuplarının açık adları
yazılmaz bu eksiklik giderilmelidir“
dedi..
Sorunları görmezden gelebilirsiniz,
“sokaktaki bir çocuk Hrant Dink'in
öldürülmesi sonrası ailesine neden
Hrant'ın öldürüldüğünü soruyorsa
ve ülkemizde anlatılan bu olaylar
gerçekten yaşandı mı diyorsa üzerinde
düşünmeliyiz“ dedikten sonra köken
olarak müslüman bir aileden geldiğini ifade ederek, dinde kardeşlik ve
komşuluk ilişkilerinin çok önemli bir
yer aldığının altını çizdi ve „müslüman başka birini öldürmez“ dedikten
sonra Türkiye-AB ilişkilerine de
değinerek,Türkiye'de demokrasinin
yerleşmesi durumunda Türkiye- AB
ilişkilerinin daha da kalıcılaşacağından sözetti.
Ertan Toprak,“uyum politikasını
yürüteceğiz diye Hamburg senatosundan maddi destek alanlar yaptıkları
etkinliklerle uyuma darbe vurmaktadırlar, bunlar neden sorgulanmaz“
diyerek yeni bir tartışmanın fitilini
Hamburg'dan çekmiş oldu.(Kastedilen
Ünivesitedeki "Ermeni Trajedisi" adlı
Panel)
Kapanış konuşmasını İnisiyatif adına
Toros Sarian yaptı.Konuşmasında
Hamburg Eyalet başbakanı SPD'li
Olaf Scholz'a davetiye göndermelerine
rağmen, kendisinden ne sözlü nede
yazılı bir reaksiyon geldiğini açıklayan Toros Sarian, bu tavrı „anlamakta
güçlük çekiyoruz“ açıklamasıyla
„1915 Jenositini Anma İnisiyatifi “
olarak yaptıkları toplantıya son verdi.
Tüm bu tartışmalar esnasında yaşanan
gelişmeleri dışarıdan sessizce izleyen
islami kesime ne denmeli?
Hamburg ve Avrupa'nın çeşitli kentlerinde düzenlenen "Ermeni Soykırımı
,Tehciri, yada Ermeni Trajedisi " adlı
toplantılara islami kesimlerin oldukça
mesafeli duruş sergilemeleri dikkatlerden kaçmamaktadır.
Aslında dini açıdan düşünüldüğünde
tam tersi bir yaklaşım içerisinde olmaları gerekirken günümüzde "bekle
gör" politikasını izlemektedirler.
Türkiye'deki 12 Eylül darbecilerinin
yargılamalarına ve Kürt sorununa
yönelik de ilk başlar da aynı "utangaçlığı' göstermemişler miydi?
Daha sonra "Miladın kendileriyle başladığını" iddia ederek birden "demokrasi kahramanı" oluvermişlerdi.
Ne dersiniz tarih tekerrür eder mi?
Kaynak:
Fotoğraflar: Faruk Yüksek
http://www.avrupa-postasi.com
ht t p://w w w. a r men ien i n fo.ne t
ALMAN PAPAZ VE ERMENİ
BÜYÜKELÇİ'DE KONUŞTU
Berlin Ermeni Büyükelçisi Armen
Martirosyan'ın ingilizce yaptığı konuşmayla öz olarak acıların bir daha
yaşanmaması diledi.
ALİ ERTAN TOPRAK: ERMENİ
SOYKIRIMI KABUL EDİLMELİIDİR
Almanya Alevi Toplumu ikinci
başkanı Ali Ertan toprak ise konuşması esnasında „Ermeni Soykırımı
dünya ülkelerince resmen kabul
edilmelidir,hatta bunu inkar etmenin
suç olduğu yasalaşmalıdır“ diyerek bir
adım ileriye attı. “Türkiye'de mevcut
hükümetin Kürtlere ve özellikle de
Alevilere yaptıkları uygulamaların
geçmiş devlet politikasının aynen
devam ettiğinin tescilidir“ sözleriyle
konuşmasını sürdürdü.
TGH'YA SUÇLAMA: "TGH UYUMA ZARAR VERMEKTEDİR"
Hamburg Senatosunun TGH'ya
yapmış olduğu maddi desteği sorgulaması gerektiğini açıklayan Almanya
Alevi Toplumu ikinci başkanı Ali
Tel: +90 (212) 252 65 18
http://www.arasyayincilik.com e-posta: [email protected]
[email protected]
http://www.network54.com/Forum/121213
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SERDAR KAYA
Türkiye’nin Nazileri
[1918 yılında, üç gayrımüslim milletvekili Meclis-i Mebusan’a bir soru
önergesi verir. Önerge, yeni hükümete son dört yıl zarfında Ermeni
ve Rum nüfusa yapılan katliamların
sorumluları konusunda ne yapacağını sormaktadır.]
Soru önergesinin Meclis’te okunmasının ardından söz alan Aydın
milletvekili Emanuelidi Efendi, onca
insanın öldürülmesinin üç dört kişinin yapabileceği bir iş olmadığını,
beş on kişiye ceza vermenin konuya
herhangi bir çözüm getirmediğini
söyler ve yeni hükümetin bu konuda
herhangi bir politikası olup olmadığını öğrenmek istediğini belirtir.
Soru önergesine cevabı, yeni hükümet adına İçişleri Bakanı Fethi
(Okyar) Bey verir. Fethi Bey’e göre,
son dört senede memleketin altı
üstüne gelmiş, bu esnada Rumlar,
Ermeniler ve Araplar kadar, Türkler
de zarar görmüştür. Fethi Bey’in şu
cümlesinden sonra ise, Meclis’te
alkış sesleri yükselir: “Arzu ederdim
ki Emanuelidi Efendi Hazretleri bu
unsurlar arasına belki hepsinden
ziyade zarar gören ve mağdur olan
Türk unsurunu da dâhil etmiş olsunlar.”
Soru ve cevabı
Acaba Fethi Bey’in bu sözleri
soru önergesinde yer alan ifadeleri cevaplandırmakta mıdır?
Önergede,“Ermeni milletine mensup
olmaktan başka hiçbir cürümleri bulunmayan bir milyon nüfus, kadınlar
ve çocuklar istisna edilmeyerek katil
ve itlaf edilmiştir” denmektedir.
Buna ek olarak, Karadeniz, Marmara ve Ege’de katledilmiş ve malları
gasp edilmiş olan “beş yüz elli bin
Rum nüfus”un bahsi geçmektedir.
1945 yılında Almanya’da Yahudi
milletvekillerinin (Yahudiler başka
olmak üzere çeşitli etnik grupla-
rın soykırıma uğradığı) holokost
hakkında bir soru önergesi verdiklerini düşünelim . Kendilerine cevap
veren Alman milliyetçileri, “Biz sizi
öldürmüş olabiliriz ama başkaları da
bizi öldürdü, askerlerimiz doğuda,
batıda farklı cephelerde savaşıyordu, hatta bu bahsettiğiniz unsurlar
arasında belki en ziyade zarar gören
ve mağdur olan Alman unsurudur” diyecek olsa ve orada bulunan
Almanlar bu sözleri alkışlasa, ilgili
kimseler hakkında ne düşünmek
icap eder?
Türk unsurunun iktidarı
Emanuelidi Efendi, yeniden söz aldığında, “Bendeniz Rum unsurunun
mağduriyetinden ne kadar müteessir
olur isem Türk unsurunun mağduriyetinden de aynı surette müteessir
olurum” der. Türklerin mağduriyetini önergesinde belirtmemiş olmasını
ise, Türklerin azınlıkta değil iktidarda olmaları nedeniyle buna gerek
olmadığı ile açıklar. Emanuelidi
Efendi’nin “Bugün hâkimiyet, Türk
unsuru namına icra edilmektedir”
şeklindeki sözleri, “İnşallah daima”
sadaları ile mukabele görür!
Ardından, Trabzon milletvekili Mehmet Emin Bey (Yurdakul)
söz ister. Ancak ilgili oturuma
dair düzenleme, açıklama yapmaya değil, soru sormaya müsaade
etmektedir. Ama, Mehmet Emin
Bey’e göre, “Bu mesele başka”dır.
Meclis Başkanı’nın bu keyfî tavra cevabı, “Öyle ise nizamnameyi
bırakıp atalım” olur. Bunun üzerine
de, Kastamonu milletvekili Rüştü
Bey, “Milletim tahkir olunuyor,
haksız ithamata maruz bulunuyor
da hâlâ Meclis nizamnamesinin
tatbiki düşünülüyor” der. Bu tepkiler
karşısında, Meclis Başkanı, müzakerelerin bir usule bağlı kalmaması
durumunda Meclis’teki heyetin bir
müzakere heyeti olmaktan çıkacağını izah etmeye çalışsa da, oturumu
bir düzene koymayı başaramaz.
Etrak-ı Bîinsaf
1918 yılına ait olan bu tablo, gurur
duyulacak bir tablo değildir. Daha
da acı olan ise, ilgili kaba ve çiğ
tavırların 94 yıl sonra hâlâ değişmemiş olmasıdır.
Bir mecliste yeni bir hükümete
sorulması en doğal sorulardan biri,
“Peki bundan sonra ne olacak”
sorusudur. İlgili soru önergesi de bu
soruyu soruyordu. Ancak Türk vekillerin içinden, işlenen onca suçun
ardından hicap duyup özür dilemek
şöyle dursun, bu basit soruyu efendice cevaplandıracak bir kişi bile
çıkmadı. Sonradan bir kısmı Ermeni
katliamı sanığı olarak İngilizlerce Malta’ya götürülecek olan bu
vekiller, ya konuyu geçiştirme ya da
Emanuelidi Efendi’ye tepki gösterme
eğiliminde oldular. Mehmet Emin
Bey’in derdi ise, soru önergesinin
zabta geçmesine engel olmaktı!
Soru önergesi zabıttan çıkarılmadı.
Ama bu şekilde, cevaplandırılmadan geçiştirildi. Bir sonraki mevzu,
yine Ermeni katliamı ve gasp edilen
mallar ile ilgiliydi; ve Mehmet
Emin Bey yine “Türk tezleri”ni
savunmaktaydı. Bir noktada sözü
yine Emanuelidi Efendi’nin soru
önergesine getirdi ve “sırf Ermeni
olduklarından dolayı kesilmişlerdir”
mealindeki beyanları kabul etmediğini söyledi. Bunun üzerine, Halep
milletvekili Artin Boşgezenyan
Efendi kendisine çok basit bir soru
sordu: “Ne için kesilmişler?”
Az önceki soru önergesi gibi, bu
soru da cevapsız kaldı.
Kaynak: Meclis-i Mebusan Zabıt
Ceridesi, TBMM Arşivi. http://j.mp/
meclis1918
Kaynak: Taraf Gazetes, 10.04.2012
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ahtamar
su çekilirken kıyılardan
ateşli küçük bir mırıltı duyulur.
Işıltılı Van gölü kıyısında
küçük bir kentten
her gece genç bir adam açılırdı suya,
en iyi şekilde saklanarak.
Tamar’ın yüreği dağlanır!
Ah, gitme zamanı gelmiştir...
Yeniden biri hiddetli gölde,
diğeri de adanın kıyısında kalacak.
Kayıksız açılırdı suya,
yalnızca kollarıyla
ilerlerdi suda.
Korku nedir bilmeden.
Bir keresinde, kötü adamlar
kıskanmışlardı sevgililerin hazinesini,
söndürmüşlerdi ateşi
iblissi kara bir gecede.
Göldeki kara adadan bir ışık
gösterirdi O’na yolunu.
İlerlerken adaya doğru
küçük bir deniz feneri vardı.
Kara dalgalar şimdi
taşır yitmiş bir sevdalıyı!
Rüzgâr taşımaya devam ediyor
iç geçirişini O’nun: Tamar!
Her gece o kara adada
güzeller güzeli Tamar yakardı bir
feneri.
Gizlilikte ve sabırsızlıkla beklerdi
ve alazlar içindeydi yüreği!
Sesi yakınlardadır: Karanlıkta
hiddetli dalgaların yükselip alçaldığı
keskin kayalıkların altında,
- yakındır sesin duyulmaz olması, yitip
gitmesi
- yakındır usulca çağırması:
“Ah Tamar!”
Büyükbabam
Şimdi yalnızca su sesi duyulur.
Bir gölge gibi durur adanın kıyısında...
O’dur gelen! Yeniden birlikteler!
Ah! Gizem üstüne gizemdir gece!
O zamandan beri ve bu yüzden
Van gölündeki adanın adı
Ahtamar’dır.
Büyükbabam dikmişti
köydeki genç ağaçları,
büyükbabam çakmıştı
nallarını köy atlarının.
Köyün çitlerini
inşa etmişti
büyükbabam,
buğday dövülen yerleri kendi yapmıştı.
Sulamıştı meyve bahçesini,
kazmıştı tarlasını,
alnının temiz teriyle
geçindirmişti ailesini.
Büyükbabam sürüp
ekmişti toprağı;
hasatta ağrırdı
orağı tutan elinin bileği.
Büyükbabam düşünürdü
ve konuşurdu toprakla, ağlardı
bulutlarla, gevezelik ederdi
suyla...
Bir gün, ayakları
ansızın büküldüğünde,
şaşkınlıktan donakaldı
ve kızardı utancından.
Bıraktı sabanı
nefes almak için: soğuk terler
boşaldı alnından.
Büyükbabam uzandı
sürülmüş toprağa ve uyudu,
toprakla bir oldu,
onu besleyen toprakla bir.
Sonra okşar Van gölü
kıyılarını uysal dalgalarla,
Hovhannes Toumanjan
(1869-1923, Ermenistan)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Hamo Sahyan
(1914-1993, Ermenistan)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Karanlıkla kaynasa bile göl
ve çarpsa da o genç yürek,
hiddetli olsa da su, çağıldasa da
gelirdi şikayet etmeksizin her gece.
İşitirdi Tamar kulakla ve yürekle
suyun yakınlarındaki bir sesi,
ve dönüşürdü bir aşk meşalesine
adanın kıyılarında.
Şafakta gölün dalgaları
kıyıya attılar cesedini.
Donmuş, kaskatı kesilmiş dudaklarında
ölüm anında yapışmış
sanki iki sözcük:
“Ah Tamar!”
5 18
2 6 i k .com
5
2
l
1 2)
com
nci
0 (2 s y ay i
lik.
i
9
c
+
a
:
in
Te l w w. a r a s y a y
r
w
/
a
@
p: /
ht t
i n fo
:
a
t
os
e-p
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kripto Ermenilerle
ilgili yeni bir belgesel:
“Menk Kank…”
(Biz varız)
3 Mayısta, Ermenistan Sinemacılar Derneği’nin küçük salonunda (H. Malyan Tiyatrosu) Armen
Khaçatıryan’ın “Menk Kank…” filminin prömiyeri (senarist, rejisör ve
operatör Armen Khaçatıryan, tercüman Diran Lokmagözyan, metni
okuyan Guj Manukyan) gerçekleştirildi.
Hemşin, Muş, Van, Dersim… Bu bölgelerde mesleği, yaşam tarzı, dertleri farklı olan Ermenilere rastlamak
mümkündür. Onları birleştiren temel
unsur ise Ermeni kimlikleri…
Hemşin’den Dersim’e uzanan uzun
bir yol… Hemşin’le Dersim doğa açısından birbirlerinden ne kadar farklıysa, buralarda yaşayan insanlar da
bu denli farklıdır. Biri gazeteci, diğeri dükkân sahibi, üçüncüsü demirci,
hepsini birleştiren ise, onların gerçek
orijinleri, Ermeni kökenleri, bunu
çevrelerinden gizleme mecburiyeti
ve asimile olma tehlikesi.
Ve bu insanlar filmde kendilerinden
bahsetme cesareti buluyorlar.
Mirakyan sülalesinden bir Dersimli
Ermeni, çocukluğunda büyükannesinin Paskalya zamanı nasıl kendisine ve kardeşlerine boyalı yumurta
dağıttığını anımsıyor. Tüm bunlar
çocuklar için bir sırdı, büyükanne bu
yumurtaları neden boyuyordu, yoksa
tavuklar mı renkli yumurta yumurtluyordu…? Dedesi de yeni yılda evin
her tarafına su serpiyor ve bunun
kutsal su olduğunu söylüyordu…
Hepsinin anlatılarında acı ve çile
var… Hikâyeleri, kaçınılmaz olarak
Ermeni Soykırımı’nı anımsatıyor…
Lakin aynı zamanda, onların hâlâ
var olduklarını, yaşadıklarını kanıtlıyor…
Meline Anumyan
Akunq.net
Dersim Eremenileri etnografyası - 1
Kevork Halaçyan / Çeviren Miran Pırgic Gültekin
17. yüzyıla değin “Dersim” adına her
hangi bir yerde rastlanmıyor. Türk
egemenliğinden sonradır ki, ” Mananalık”, “Karya” ve hatta “cırvan” yer
adlarına karşılık olarak Dersim’e rastlıyoruz. Bu konuda halkın belleğinde,
tarihsel temelleri olan bir söylence,
korunarak günümüze değin gelmiş.
1604 yılında, bir yandan Şah Abbas
Ermenistan’ın şehirlerini ve köylerini
işgal etmekte ve halkını İran’a sürmekte, diğer yandan Sinan paşa’nın
müttefiki olan Celaliler Batı Ermenistan halkını, Erzurum’a kadar kırmaktaydılar. 1605′te Erzurum, Erzincan,
Eğin ve Kemah Ermenileri, celali katliyamları ile baş edemeyip, evlerini,
barklarını terk etmekte, aç-susuz batı
illerine, İstanbul ve Trakya’ya doğru
kacmaktaydılar.
İşte o acı yıkım günlerinde, yurdunu
terk etmeyen kimi Ermeniler de Celali
talan ve kırımlarından kurtulmak için
dinini değiştirmeye başladı.
Böylece, Keşiş dağı eteklerinden
Sıbıngor ve cardaklı eteklerindeki
“pişkıtağ”, “Galaric”, “Keartağ”, “sıbıngor”, “Esesi”, Sırırgatağ”, “Dzormes”, “xax”, “sılbus”, Handesi”, “Til”,
“Vartan Şah”, “Xaşxaşlı”, “Meliktağ”,
“Xoran tağ”, “Veri tağ”, “Tılxas”,
“Norkeğ”, “Kioşigner”, “Mekezinger”,
“Gabrişi”, “Vasgaril”, “Hamdesi”,
“Corxas” vs Ermeni köylerinin halkı
yurtlarını terk etmemek için dinlerini
değiştirmeye razı oldular.
Burada sayılanlar, Müslümanlaştıkları
halde köylerinin ismini değiştirmeyen
Ermenilerin köyleridir. Kimisi harabe,
kimiside kaim olmak üzere her birinde bir veya birden fazla kilise vardır.
Müslümanlaştıktan sonra adınıda değiştiren köyleri, coğrafya ve etimoloji
bölümlerinde inceledik. Dinlerini değiştirmekle birlikte, bu köylerin halkı
kiliselerini yakıp yıkmadılar, sadece
terk ettiler, ama asla unutmadılar.
Ovada yaşayan Ermenilerin yazgısı
böyle şekillenirken, dağlık bölgelerden Bağrin, Munzur, Avzerdin, Kazntağ, Surp luys, Sim, Dujig, Malin, ve
Davrosa sığınanların yazgısı neydi?
Söylence de tam burada başlamakta.
Denir ki Celali saldırılarına karşı ne
yapacağını kararlaştırmak için, dağ
köylerinin Ermenileri, bilge keşişleri
DER SİMON ‘un dönüşünü beklemektedirler. Keşiş, önemli bir dini toplantıya katılmak üzere bölge dışındadır o
sıralar.
Der Simon ve ona eşlik edenler, daha
bölgeye varmadan, yaşananlar hakında bilgi sahibi olurlar. Tedbir olarak
geysilerini değiştirirler. Başlarına
yeşil puşular bağlarlar ve kendilerini
Kürt Alevi din adamı olarak tanıtırlar.
Güvenli bir şekilde bölgeye ulaştıktan
sonra, Der Simon din adamlarını ve
köylerin ileri gelenlerini toplantıya
cağırır . Toplantıda mevcut sıkıntılardan kurtulmak için, din değiştirmeyi
önerir. Ancak önerdiği türklerin
dini değil, komşuları olan kürt alevi
dinidir.
Toplantıya katılanlar dini önderleri
Der Simon un önerisine oy birliği ile
razı olurlar. Der Simon adını Seyit
Ali olarak değiştirdi ve kureşanlar
ocağının piri oldu. Kısa süre sonra ise
Ermeni ve Kürt din adamlarının kararı ile pire-piran(katalikos) rütbesine
yükseltildi.
Bu söylencenin, daha doğrusu tarihi
gerçekliğin kaynağı olan toplantının
tutanakları, tüm detayı ile, ceylan
derisinin parşömenler üzerine yazılmıştır ve kutsal emanetler olarak
pire-piranın varisleri tarafından
korunmaktadır. Bu emanetler dokunulmazdır ve pire piranın büyük erkek
varisinden başka kimse el süremez.
Varis pir babasından veya dedesinden
devraldığı bu kutsal emanetlere ihanet
etmiyeceğine, içeri hakkında kimseye
birşey söylemiyeceğine dair yemin
etmiştir.
Böylece dağlı bölgede yaşayan Ermeniler, Aleviliği kabul ederek güvende
olurlar. Önderliğini anmak içinde Batı
Ermenistan platosunun bu en yüksek
bölgesini onun adıyla DER SİMON
olarak andılar. Bu isim zaman içinde
değişimlere oğrayarak, kısaltılarak
DERSİM halini alır.
Ermeni bilimler Akademisi Yayını,
Yerevan, 1973, s. 249-250.
Kaynak: http://akunq.net/tr/?p=2555
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
649
Dersimli’nin
ölüm tutanağı
Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen,
TBMM Dilekçe Komisyonu’nun 1938
yılında yaşanan Dersim olaylarına
ilişkin istediği belge ve bilgileri toplarken, Hozat İlçesi’nde o dönem öldürülen aralarında kadın ve çocukların
da bulunduğu 649 kişinin ölüm tutanakları ve kimlik bilgilerine ulaştıklarını açıkladı
TUNCELİ- TBMM Dilekçe Komisyonu’nun talebi üzerine Tunceli Valiliği,
1938 yılında yaşanan Dersim olayları
sırasında, olayları bizzat yaşayan, tanık olan ve hayatta olan kişilerin tespit çalışması başlatıp, kaymakamlıklar, köy ve mahalle muhtarlıklarından
olaylara ilişkin bilgi ve belge istedi.
Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen, çalışmalarla ilgili düzenlediği basın toplantısında Hozat Kaymakamlığı arşivinde yeralan bir bilgede 1938 olayları
sırasında her yaştan kadın, erkek, yaşlı ve çocuğun bulunduğu 649 kişinin
ölüm tutanakları ve kimlik bilgilerinin çıktığını açıkladı.
Vali Taşkesen, TBMM Dilekçe Komisyonu’nun talebi doğrultusunda 1938
Dersim olaylarıyla ilgili çok geniş
bir çalışma yürüttüklerini 81 vilayete
yazı yazılarak o döneme ait bilgi belge
varsa elerinde kendilerine gönderilmesini istediklerini söyledi. Taşkesen,
1938 mağdurlarının ellerinden alınan
taşınmazlarının tespiti ve göç ettikleri yerlerdeki mallarının tespiti için
çalıştıklarını ayrıca ilçelerde kaymakamlıkların ellerindeki belgeleri daha
önceden Nüfus ve Vatandaşlık İşleri
Genel Müdürlüğü’ne gönderdiklerini
söyledi.
Vali Taşkesen, sadece Hozat Kaymakamlığı’nda bazı belgeler kaldığını belirterek, şunları söyledi:
“TBMM Dilekçe Komisyonu, Dersim
olayları ve sonrasında yaşanan olayların mağduriyetlerinin giderilmesi anlamındaki talepleri gündemine almış
ve valiliğimiz ile diğer vilayetlerden
çeşitli taleplerde bulunmuştur. Bize
gelen taleple ilgili kısım ise, özellik-
le 1937-38 Dersim olayları sırasında
mağdur olan ve o dönem mağdurların
hala yaşayıp yaşamadığı konusunda
ve yine eğer yaşıyorsa nerede hangi
adreste ve hangi ilde yaşadıklarına
dair bilgi talep ediliyor. Bununla beraber yerinde inceleme ve araştırma
yapılacağı düşünüldüğünden dolayı bu konuda uzman olan ve Dersim
olaylarının yaşandığı yerleri iyi bilen
ve bu konuya hakim olan 2 isimin
bildirilmesi ve yine 1937-38 Dersim
olaylarını yaşayan ve tanık olan hala
yaşayan insanların bilgileri ve ikamet
adresleri isteniyor. TBMM Dilekçe
Komisyonu’nun bir başka isteği de,
Dersim olaylarının yaşandığı dönemde dilekçe vererek mağduriyetlerini
bildiren kişilere ait dilekçelerin il ve
ilçelerdeki devlet arşivlerinde var olup
olmadığı ve bu konuda belge olup olmadığıdır. Biz de bu konuda köy muhtarlıklarına, mahalle muhtarlıklarına
ve ilçe kaymakamlarına yazı yazarak
ellerindeki belgeleri bize göndermelerini istedik. Bizim Yazımızdan sonra
birtakım belgeler geldi hala da göndermelerini bekliyoruz.”
ÖLÜM TUTANAKLARI
Vali Taşkesen, Hozat Kaymakamlığı’nın 1938 olaylarıyla ilgili kendilerine
belgeler gönderdiğini belirterek, şunları söyledi: “1938 olaylarıyla ilgili
Hozat Kaymakamlığı tarafından bize
gönderilen belgeler arasında yer alan
bir belgede, 1938 askeri hareket sırasında öldüğü kabul edilen 649 kişiye
ait ölüm tutanağı yani ölüm belgesini
bulabildik. Elimizdeki 649 kişiye ait
ölüm tutanağında o dönem öldürülen
vatandaşlarımıza ait kimlik bilgilere
yer ve ölüm tutanakları yer alıyor. Bu
belgeyi de ilgili yerlere göndereceğiz.
Yine TBMM Dilekçe Komisyonu’nun
yaptığı başka bir çalışmada 1934 ve
1935 iskan kanununa göre o dönem
yaklaşık 32 vilayete nüfus sevki yapılan yani başka vilayetlere gönderilen o vatandaşlarımızın burada kalan
malları ve bu vatandaşlarımızın 1947
yılında tekrar buraya dönme iradesi gösterenlerin mallarının ne olduğu
yine bu vatandaşlarımızın buradan
gönderildikleri sırada gittikleri yerlerde kendilerine tahsis edilen arazilerin
ne olduğu ve ayrıca buradaki mallarının ve arızilerinin ne olduğu kimlere
verildiği konusunda bizlerden bilgi
ve belge talep edilmektedir. Başka il-
lere nüfus sevki yapılan yani 1937-38
Dersim olayları sırasında tespitlerimize göre 32 farklı ile sürgün edilen
vatandaşlarımızın taşınmazları ile ilgili bilgi ve belge talep ediliyor. Bizim
bu konudaki çalışmamız da titizlikle
devam ediyor bu konudaki çalışmalarımız hala bitmedi. Bu konuyu özetlersek 1938 yılındaki olaylar sırasında mağdur olan vatandaşlarımızın o
dönemde mağduriyetlerini bildirmek
için dilekçe veren vatandaşlarımızın
ilimizde hala yaşayıp yaşamadıkları,
bununla birlikte onların arşiv belgeleri, yine bununla birlikte diğer vilayetlere nüfus sevki yapılan yani sürgün
edilen vatandaşlarımızın burada kalan
taşınmazları ve gittikleri yerlerde kendilerine verilen taşınmazları ile ilgili
bilgi belge talep ediliyor bu konudaki
çalışmalarda hala devam ediyor.”
‘DEVLETİMİZ GEÇMİŞLE YÜZLEŞEREK...’
Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen, devletin artık geçmişiyle yüzleşerek ilerlediğini belirterek, şunları söyledi:
“Netice itibariyle şunu söyleyebilirim.
Artık devletimiz geçmişiyle yüzleşerek ilerleme cesaretini göstermektedir.
Bu yapılan çalışmalarda mağduriyetlerin giderilmesinin yanında böyle bir
kararlılık böyle bir politikayı da göstermektedir. TBMM Dilekçe Komisyonu kendilerine ulaşan bilgi ve belgeler çerçevesinde bizden istedikleri
bilgi ve belgeleri bizler de hızla topluyoruz. Elimize gelen ve elde ettiğimiz
bütün belgelere kendilerine göndereceğiz. Ayrıca bu konuda uzman olan
2 kişinin ismini ve yine o dönem yani
1938 olaylarının canlı tanığı, olayları
bizzat yaşayan ve hala hayatta olan
vatandaşlarımızın isimlerini de komisyona bildireceğiz. Onlar bu bilgi
ve belgeleri tekrar inceledikten sonra
sanıyorum ilimize de gelerek bir çalışma yapacaklarını düşünüyorum. Ama
ne zaman gelecekleri konusunda elimizde kesin bir tarih yok.” (dha)
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kemalist diktatörlük, sözde demokratik,
gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
ibrahim kaypakkaya
* * *
katedilişinin 39. yılında
kızılbaş ibrahim kaypakkaya’yı sayğıyla anıyoruz.

Benzer belgeler

- Kızılbaş

- Kızılbaş av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak alikocak5...

Detaylı

kızılbaş

kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan ankara temsilcisi: hatice çe...

Detaylı