porte - İTÜ Müzik Bilimi Kulübü

Transkript

porte - İTÜ Müzik Bilimi Kulübü
İTÜ Müzik Bilimi Kulübü Dergisi
PORTE
Yıl: 2015 Sayı : 9
PORTE
Yıl : 2015 Sayı : 9
İTÜ Müzik Bilimi Kulübü yayın organıdır.
Editör
Onur Kahveci
Redaktörler
Elif Özen
Ezgi Yerlikaya
Selen Balcı
Şafak Ersin Gören
Yusuf Can Şeftali
Yayın Kurulu
Onur Kahveci
Elif Özen
Şafak Ersin Gören
Elif Karakaş
Yaşar Gülay
Kapak Fotoğrafı
Özlem Yaşayan
Baskı
İTÜ Matbaası
Yazışma Adresi
İTÜ Maçka yerleşkesi,
Yabancı Dil Ek Bina Zemin Kat
Konservatuar Koridoru
No:8 Maçka/ Beşiktaş/İstanbul
Tel: 0 541 385 19 92, 0 537 605 04 58
E- Posta
[email protected]
[email protected]
Web Sayfası
www.muzikbilimi.itu.edu.tr
İÇİNDEKİLER
5
Özgür Müzisyenler, Özgün Sokaklar
Elif Özen
27 Murat İçlinalça ile Hristiyan Ritüelleri ve
Paskalya Üzerine...
Seda Oğhan
7
70’ li Yılların Pop Şarkılarında
Sözcüklerin Akılda Kalmasını Sağlayan
Özelliklerin İncelenmesi
Ezgi Yerlikaya
29 Akdeniz’den Yükselen Bir Ses: Kıbrıs
Halk Ezgileri, Tarihsel Gelişimi ve Genel
Yapısı
Şafak Ersin Gören
9
Güney’in Pastoral Manzarası: Kavrulan
Bedenler
Ayça Boyacıoğlu
35 Tanburi Cemil Bey
Yaşar Gülay
13 Türkiye’de Seçim Şarkıları: 7 Haziran
2015 Genel Seçim Şarkıları Üzerinden
Bir Değerlendirme
Onur Kahveci
18 Whiplash
Elif Özen
19 Rüzgar Topuklu Adam Cavit Şentürk ile
Yayla Şenliklerini Anlamak
Şengül Altun
22 Evrensel Mesajlarıyla İki Büyük Sinema
Şaheseri: Luchino Visconti - Venedik’te
Ölüm ve Halit Refiğ - Hanım
Uğur Cihat Sakarya
3
EDİTÖRDEN
PORTE YENİDEN
SİZLERLE
İTÜ Müzik Bilimi Kulübü’nün yayınladığı Porte
dergisi, ilk sayısını 2008 yılında yayınlamıştı.
Merhaba,
Porte kısa bir aradan sonra tekrar
sizlerle. Öncelikle kulübümüzü ve
dergimizi daha iyi anlayabilmek
için bugüne kadar neler olmuş bir
hatırlayalım.
Porte, makale, yazı, söyleşi, röportaj gibi
çalışmaların yayınlandığı müzik bilimi
dergisidir. Bu yıl 9. sayısını yayınladığımız Porte, sizler için birbirinden
değerli yazılarıyla karşınızda.
İTÜ Müzik Bilimi Kulübü, İTÜ öğrencilerinin müziği bir bilim olarak ele
alması amacıyla ilk olarak 2007
yılında kuruldu. Kulübün ilk aylarında dergimizin oluşum süreci olarak
tanımlayabileceğimiz aylık bülten
çıkartıldı ve kısa bir süre sonra da
dergi olarak yayınlandı.
Bu sayımızda sokak müzisyenlerini,
70’li yılların pop şarkılarının bizde
bıraktıklarını, yayla şenlikleri ve Cavit
Şentürk’ü, konservatuar öğrencisini
birebir özetleyen Whiplash filmini,
seçim müziklerleri üzerine araştırmayı,
Güney’in pastoral manzarasını, “Venedik’te Ölüm” ve “Hanım” filmlerinin
karşılaştırmasını, Kıbrıs müziği, Kilise
müziği ve Tanburi Cemil Bey’in biyografi yazılarını okuyacaksınız.
2007 – 2011 yılları arasında söyleşi,
konser, sempozyum gibi çeşitli
etkinlikler düzenlendi. Daha sonra
bazı sebeblerden etkinliklere ara
verildi. Geçtiğimiz sene girişimlerimiz sonucu kurulan kulübümüz kısa
bir toparlanma sürecinden sonra
Porte’yi tekrar sizlerle buluşturdu.
Sizlerde yazılarınızı iletişim adreslerimize göndererek Porte’nin bir sonraki
sayısında yer alabilirsiniz.
Porte, sizlerden gelecek çalışmaları,
yorumları ve desteklerinizi bekliyor.
Sağlıcakla kalın, bizimle kalın.
4
Özgür müzİsyenler, Özgün sokaklar
Tarihsel olarak sokak müzisyenlerine farklı coğrafyalarda, farklı biçimlerde rastlanmaktadır.
Ortaçağ’dan bu yana, değişen bakış açılarıyla da olsa sokakta farklı amaçlarla müzik
üreten insanların olduğunu görebiliyoruz.
ELİF ÖZEN
Toplumun sokak müzisyenlerine bakış açısında da bu süreç
içerisinde değişim olduğunu söylememiz mümkün. Ortaçağ’da sokak müzisyenleri dilenci kategorisine değerlendirilip, gününü karşılayabilmek için müzik yapıp gezen insan
profili çizerken, günümüzde bu bazı kişiler için bir zorunluluk
olmaktan çıkıp tercih alanı oluşturabilmektedir.
20. yüzyılda gelişen teknoloji ile birlikte, sokak müzisyenlerinin sahip olduğu olanaklar da büyük gelişim göstermiştir.
Kullanılabilir enstrüman çeşitlerinin artışı, repertuardaki
zenginliğin gelişimini de olumlu etkilemiştir. Bir insanın aynı
zamanda birden çok enstrüman çalabilmesini mümkün kılan,
bu yüzden de sokaktaki müzisyen için büyük bir avantaj
oluşturan “One Man Band” (Tek kişilik grup) olayı; insanların daha çok ilgisini çekmesi ve daha fazla para toplamayı
mümkün kılması bakımından da sokak müzisyenleri için
önemli bir gelişmedir. One Man Band figürü, tarihi 13. Yüzyıla
dayanan popüler bir sokak müzisyeni portesi oluşturmaktadır (Rogers,I.& Bennett, A., 2014, p.455). Fakat günümüzde
sokak müzisyenlerinin bazılarının mekan seçimi özgürlüğü
için sokakta çalmayı tercih ettiğini gözlemlemek mümkün.
Mekan ve sokak müziğinin İstanbul için en önemli kesişim
noktalarından biri olan İstiklal Caddesi, kültürel çeşitlilik
bakımından da şehrin merkez noktalarından biridir. Caddenin tarihte birçok olayın merkezi konumunda olmasının,
şu andaki kültürel çeşitliliğin oluşmasındaki etken faktörlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. 1927 öncesinde “Cadde-i
Kebir” (Büyük Cadde) olarak adlandırılan İstiklal Caddesi; bir
tarafında Taksim Meydanı, diğer tarafında tünel gibi iki tarihi
yerin arasında konumlanmış, İstanbul’un en eski caddelerinden biridir(Tekdemir, D., 2010). Taksim Meydanı, 1955’de 6-7
Eylül olayları, 1977’de 1 Mayıs olayları gibi politik geçmişin
simgesi olurken, Tünel tarafı da Galata Kulesine sahip olduğundan tarihi bir simgedir İstiklal Caddesi için.
Bizanslılar tarafından Fener Kulesi adıyla 528’de inşa edilip
büyük tahribatlara uğrayan kule, Galata kulesi adıyla 17.
Yüzyılda Cenevizliler tarafından tekrar yaptırılır(Akçakaya,
A.,2010). Daha çok gayrimüslim nüfusun ikamet ettiği semt
olan Beyoğlu sayesinde, cadde; İstanbul’un fethinden sonra
da Avrupai tarzda gelişimini sürdürmüştür. Yanan Naum
tiyatrosu yerine 1870’de Rum banker Hristaki Zogfaros
tarafından inşa edilen Çiçek Pasajı ve Fransız mühendis
Eugene Henri Gavand girişimiyle 1874’de inşa edilen Tünel
caddenin tarihi dokusunda bulunan kültürel çeşitliliğin
simgelerindendir. Bu özelliğini günümüzde de ev sahipliği
yaptığı festivaller, konserler gibi birçok sanat faaliyetleri ile
sürdürmektedir.
Antropolog Arjun Appadurai’nin “Place and Voice”
makalesinde belirttiği üzere, ‘mekan’; canlı bir veri kaynağı
olan özne kavramını barındırdığından, bir yer hakkında bilgi
toplamada en önemli kaynaklardan birini oluşturmaktadır.
Mekan ve ses ilişkisini Appadurai’ye göre özneler inşa
eder(Appadurai, A.,2014). Bu ilişkiyi İstikal Caddesi üzerinde
düşündüğümüzde, yaşayan öznelerin sahip olduğu ırk, etnik
köken, din, sosyo-ekonomik sınıf gibi farklılıkların kültürel
etkileşimin önemli dinamikleri olduğunu söyleyebiliriz.
Eskiden beri kültürel etkileşimin merkezi olmuş olan
İstiklal Caddesi’nde günümüzde müzik yapan insanlarla
konuştuğumda, sokak müzisyenlerinin farklı farklı amaçlarla
bu işi yaptıklarını anladım. Sokakta müzik yapmanın
5
özgürleşme amacının bir sonucu olup olmadığını anlamak istedim. Sokak müzisyenliğinde dinleyici kitlesinin
oluşmasındaki faktörlerin kimi zaman görsel olarak ilgi çekmesinin, kimi zaman repertuar dili seçiminin etkili olduğunu
farkettim. Sokakta daha özgür olduğunu düşündüğünden,
mekan seçimini özellikle sokak olarak belirleyen müzisyenler olduğu gibi, maddi gereksinim sebebiyle zorunlu
olarak sokaklarda çalan müzisyenler de mevcut.
İran’da oyuncu olan Reza gibi ülkesinin folk müziğini paylaşmak idealiyle müzik yaparak dünyayı gezmek isteyen
birçok müzisyen mevcut caddede. Fakat bunun yanı sıra,
Mali gibi bir kaç sene önce bir festival kapsamında İstanbul’a
gelip, sonradan işleri istediği gibi devam etmeyen ve maddi
gereksinim sebebiyle sokaklarda müzik yapmak zorunda
kalan müzisyenler de var. Elif gibi sokağı insan ilişkilerini pekiştirdiği bir alan olarak düşünen öğrenciler de var.
Diyebiliriz ki; insan ilişkilerini müzik yoluyla geliştirmek, cep
harçlığını çıkarmak için haftasonunu değerlendirmek, dinini
yaymak için dünyayı gezip misyoner faaliyetlerinde bulunmak, özgürce kendini ifade etmek gibi geniş bir yelpazesi var
caddedeki müziğin.
Görüşme fırsatım olmasa da, İstiklal Caddesinde Sokak
Müzisyenleri denilince ilk akla gelen gruplardan olan Siya
Siyabend ve Light in Babylon’un sokak müzisyenliğine bakış
açılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Siya Siyabend
grubu, Fatih Akın’ın “Crossing the Bridge Sound of Istanbul”
(Köprüyü geçmek) belgeselinde İstanbul’un seslerinden biri
olarak yer verdiği gruplardan.
Sokağı insanları birleştiren bir unsur olarak görüyorlar ve
burada üretilen müzik de bu birleştirici rolün önemli bir
etkeni onlar için. Müzik endüstrisine girip albüm yapmayı
reddederek, ürettikleri müziği kendi yöntemleriyle paylaşarak özgür bir duruş sergiliyorlar. Light in Babylon grubu da
İstiklal Caddesinde müziğe başlayıp sosyal medya sayesinde
büyük beğeni toplayan bir grup. TEDx konferasları videosundan izlediğim üzere; insanların yaşadığı ortak hisleri
müziklerinde paylaştıklarını söylüyorlar. Bu hisleri paylaşmada hangi köklerden geldiklerinin bir önemi olmadığını
düşünüyorlar, nitekim grubun üç elemanının da farklı ülke
vatandaşları olması bu fikri destekler nitelikte.
6
Katılımcı gözlemci olmak amacıyla deneyimlediğim sokak
müzisyenliğinde; özellikle de İstiklal Caddesi gibi kalabalık
ve gürültülü yerlerde, enstrümanın duyulabilmesi gibi teknik
sıkıntıların yaşanmasının çok olası olduğunu deneyimledim.
Zabıta tarafından müziğe son verilmesinin istenebileceğini,
mağazaların zorluk çıkarabileceğini öğrenmiş oldum. İlk
bakışta özgür bir alan gibi gözükse de, İstanbul’ da sokak müzisyeni olmanın şartlarının bu kavram kapsamına girmediğini
anladım.
Sokak müzisyeni olmanın İstiklal Caddesi’ndeki çeşitliliğin
oluşmasında, şehirde yaşayan farklı kültürlerin kesişim
noktası olmasıyla birlikte, bu farklı kültür öznelerinin kendini
müzikleriyle ifade etmesinin de mümkün olmasının, İstiklal’i
özgünleştiren bir ses ve görüntü sahası oluşturduğunu
söyleyebiliriz.
Referanslar
Akçakaya, Ali. 2010. “Galata Kulesi”.
http://www.ibb.gov.tr/sites/ks/tr-tr/1-gezi-ulasim/tarihi-kuleler/pages/galata-kulesi.aspx
(2015)
Appadurai, Arjun. 2014. “Place and Voice in Anthropological
Theory”. Cultural Anthropology, S.3, pp. 16-20
Bennett, Andy.&Rogers, Ian. 2014. “Street Music, technology
and the urban soundscape”. Continuum: Journal of Media &
Cultural Studies. S.28, pp.454-464
Tekdemir, Doğan.2015.“BeyoğluBilgisi”. http://www.
istiklalcaddesi.net/v6/index.asp (2015)
Diskografi
Akın, F. (Yapımcı), Akın, F. (Yönetmen). 2010. Crossing the
Bridge Sound of Istanbul [Film]. Almanya: r Film
TEDx Talks. Light in Babylon
https://www.youtube.com/watch?v=5Ck9QO26ZJg
Elif Özen
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
70’Lİ YILLARIN POP ŞARKILARINDA,
SÖZCÜKLERDEKİ KANCALARIN
İNCELENMESİ
Öncelikle, bu çalışmanın amacı, 70’li yılların pop şarkılarının ilgi çekici ve akılda kalıcı
olmasına etkisi olan sözlerin ve temalarının incelenmesidir.
EZGİ YERLİKAYA
Şarkıların hafızamızda yer etmesinde sözler dışında birçok
etkili dinamik bulunmaktadır; ancak sözler detaylı incelenecektir. Türkçe şarkılarda kullanılmış ilgi çeken özellikler
incelenmiş olup, dönemin albüm satışları göz önünde
bulundurularak etkili olan yapılar bulunmaya çalışılmıştır.
İngilizce’de ‘hook’ (çengel) adı ile kapsanan bu yapılar, dinleyicinin ilgisini çeken, kulağında yer eden, tekrarlanmasını
sağlayan yapılardır. ( Moore, A. 2003) Ticari başarı sağlamak için takip edilmesi gereken bir yöntemler bütününe
dönüşmüştür. Bu yöntemler, yapısal olarak, müzikal elementler, performans elementleri ve işletim sistemlerinin
desteği ile günümüzde kullanılan üretim elementleri olarak
ayrılmışlardır.
Müzikal elementlerden ritim, şarkının iskeletini oluşturur.
Ritimlerde ilgi çekiciliği sağlamak için tekrardan çok değişiklik ön plana çıkmaktadır. Birçok şarkıda henüz sözler başlamadan ve melodinin çekici bölümlerine ulaşılmadan güçlü
ritimler ile giriş yapılmaktadır. Melodinin tekrar eden yapısı
veya armonideki değişiklikler dinleyiciyi yakalayabilmek için
kullanılabilir; ancak, kullanılan yapıların başarısı, şarkıdaki
tüm değişkenlerle ilişkilidir. Enstrüman seçimi, performans
şekli ve süresi sanatçının becerilerini sergilemesinde etken
rol oynar. Tempodaki değişimler veya parçanın çoksesli olması da etkili olabilmektedir. Genel olarak bakıldığında ‘single’ olarak çıkarılmış parçalar; albümlerin genelinden daha
sesli ve dinamiktir. Son olarak ses efektleri, kanal dengeleri
mix ve düzenleme çalışmaları etkili olan yöntemlerdir.
(Burns, G. 1987 pp:1-20)
Söz yazımı için de dinleyicinin ilgisini çekebilmenin prensipleri vardır. Öncelikle anlaşılabilir olmak, dinleyiciye bir
konuda özünü anlatabilecek şekilde söz yazmak esastır.
Anahtar sözcükler ile konu aydınlatılmalıdır. Her sözcük
sayılıp, sadece gerekli olanlar kullanılmalıdır. Kısa ve güçlü
sözcükler cümlenin sonuna getirilmelidir; bu da nakaratlarda
sıkça gördüğümüz ilgimizi çeken bir yapıdır. Birinci ve ikinci
şahıslar kullanılmalıdır. Anlatımda zaman açısından tutarlılık bulunmalıdır; geçmişten geleceğe gibi bir düzen içinde
bulunmalıdır. Duyguyu hissettirmek, söylemekten daha etkili
olmaktadır. Tekrar eden bölümleri seçerken de vurgu yapılmak istenen sözler olmasına dikkat edilmeli. (Davis, S. ,1992)
Bu özellikleri barındıran 70’li yılların Türkçe pop şarkıları
ilgi çektikleri temalar bağlamında, popülerlik ve albüm
satışlarına bakılarak incelenmiş olup örnekler ile açıklanmaya çalışılmıştır. Konu bağlamında en popüler olanı aşk
temasıdır. (Davis, S. (1992)
Kolla Kendini Sıra Bana Geldi - Ajda Pekkan (1974)
Çoktandır anladım senin gözün dışarda
Eskisi gibi bağlı değilsin bana
Gelmem bu oyuna bırakmam yanına
Anlamsız, ancak kulağa ilginç gelen, sözcüklerin kullanımı
ile ilgili başarılı örneklerden biri Yasemin Kumral’ın BimBam
Bom (1975) şarkısıdır.
Oldu en sonunda oldu bim bam bom
Rüyalarım gercek oldu bim bam bom
Duyduk duymadık demesin hic kimse
Iste ilan ediyorum herkese
Tekrar eden sözcüklerin kolayca söylenen sözler olması
önemlidir. Ajda Pekkan’ın Palavra isimli şarkısı gibi.
Palavra palavra palavra
-Noolur
Palavra palavra palavra
-Yemin ederim
Palavra palavra palavra palavra palavra
Hepsi palavra inanmam sana
Siyasi mesaj içeren parçalar da zamanın koşulları ile
bağlantılı olarak oldukça yankı uyandırmıştır. Kıbrıs Barış
Harekâtı zamanında Ayten Alpman’dan dinlenilen Memleketim (1973) parçası ile örneklendirilebilir.
Havasina suyuna tasina topragina
Bin can feda bir tek dostuma
Her kosesi cennetim ezilir yanar icim
Bir baskadir benim memleketim
7
Sonuç olarak şarkıları popüler olma yönünde destekleyen
çengelleri tespit etmeye çalıştığım bu çalışmada örnekler
artırılmaya açıktır. Dinleyiciye yakın veya tanıdık gelen, bir
açıdan dinleyicinin dikkatini çekmeyi başarmış özellikler
popüler şarkılar üzerinden incelenmiştir. Örneklerde kalp
ritmini anımsatan ritimlerin popülerliği gözlemlenmiştir. Yenilikçi ve çeşitli melodiler bir metamorfoz ihtiyacını karşılayabilmektedir.
1980-1990 yılları arasındaki magazin dergilerinde bu
benzerlik veya karşıtlıkları barındıran şarkıların popülerliği
tespit edilmiştir. Dinleyicinin benzer duygularını ya da karşıt
duygularını yakalamaya çalışan söz temaları tespit edilmiştir.
Abartının, ilginç sözlerin, tekrar etmenin, siyasi mesaj vermenin, aşk teması ve mecazların 70’li yılların magazinlerinde
amacına ulaştığını görmekteyiz. Türkçe şarkılarda bulunan
çengeller ile ilgili ayrıca bir çalışma yapılmamış olup; bu
şarkı sözlerinin günümüzde dahi ne kadar akılda kalıcı
olduğu müziğe yön verebilir. Sadece sözler ile ilgili yapılan
örneklendirmeler armoni veya performans incelemeleri de
yapılarak ayrıca incelenebilir.
REFERANSLAR
Burns, G. (1987), A Typology of ‘Hooks’ in Popular Records.
Popular Music, Vol. 6, pp. 1-20
Davis, S.( 1988). SuccesfulLyricWriting. Cincinnati,Ohiao.
Library of CongressCatalog-in-Publication Data. ISBN
0-89879-283-5
Davis, S. (1992) SongwritersIdeaBook. Cincinnati,Ohiao.
Library of CongressCatalog-in-Publication Data.
Dilmener, N. (2003). Bak Bir Varmış Bir Yokmuş. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Moore, A. Ed. (2003), Analysing Popular Music. New York.
Cambridge UniversityPress.
http://www.birzamanlar.net/
http://www.heydergileri.com/
Ezgi Yerlikaya
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
8
Güney’in Pastoral Manzarası:
Kavrulan Bedenler
AYÇA BOYACIOĞLU
Sanatçıların toplumsal olaylara duyarlılıkları icralarını etkiler mi, etkilerse ne şekilde etkiler
tartışılır. Ama sanatçıların duyarlılıklarının “insan” olmalarını olumlu yönde etkileyeceği aşikar.
Ben bu savı sahiplensem de, icralarını “duyarsız” fakat ustaca yapan sanatçılar da vardır. Diğer
yandan yalnız “duyarlılıklara” yönelen sanatçılar icracı yönlerini de boşlayabilirler.
“Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson / İnci dişli zenci
kardeşim / Kartal kanatlı kanaryam”, (Nazım Hikmet, Bursa
Cezaevi).
...demiş Nazım, ırkçılığa karşı mücadele veren Paul Robeson’a.
İnsanlık tarihinde toplumları en çok etkilemiş sanat dallarının başında gelen müzik alanından “protest müzik”le
durumu örneklendirelim...
Caz türündeki ilk örneklerinden, ırkçılığa karşı bir söylemi
olan 1929 yılında sözlerini Andy Razaf’ın yazdığı ve Louis
Armstrong tarafından ölümsüzleştirilen ‘Black and Blue’ ve
Ethel Waters’ın meşhur ettiği Irving Berlin bestesi ‘Supper
Time’ da protest söylemiyle dikkati çeken parçalardı.
Daha sonra hakkında kitaplar yazılan, filmler çekilen, Amerika’yı sosyal, kültürel ve politik açıdan derinden etkileyen bir
şarkı yazıldı; ‘Strange Fruit’.
GARİP MEYVE (Strange Fruit)
Güney’in ağaçlarında yetişir garip bir meyve,
Yapraklarında kan, köklerinde kan,
Kara bedeni güneyin meltemiyle sallanır,
Kavak ağaçlarından sarkar bir garip meyve.
Gösterişli Güney’in pastoral manzarası,
Gözler şişmiş, çarpılmış ağzı,
Manolyaların parfümüne, tatlı ve taze,
Aniden karışır kavrulan bir bedenin kokusu.
Kargaların koparması içindir bu meyve,
Yağmurun ıslatması, rüzgarın emmesi,
Güneşin çürütmesi, ağaçların düşürmesi için,
Garip olduğu kadar acıdır bu meyve.
Müzik eleştirmenlerine göre basit bir şarkıydı, hatta tür olarak bile (ne folk geleneğine uygun yapıda, ne de caz türüne)
net bir yerde durmuyordu. Fakat hemfikir olunan nokta,
etkileyici bir şiirsellikte olduğu ve Bilie Holiday ile bütünlük kazandığıydı. Ajitatif olma ya da didaktik olma kaygısı
gütmeden, bu etkileyicilik başarılı olmuştu.
9
Politik eylemselliğin müziğe yansımadığı zamanlarda, bu şarkı linç olaylarını tüm acımasızlığıyla gösterdi. Şarkı ilk olarak ünlü caz vokal Billie
Holiday tarafından Café Society adlı bir caz kulübünde seslendirildi.
Kulübü sol sempatizanı olduğu söylenen eski ayakkabı satıcısı Barney
Josephson işletiyordu. Kulüp o zamanlar, Amerika’da beyazlar ve siyahların
beraberce eğlendikleri; entelektüellerin, işçilerin, sanatçıların, öğrencilerin,
solcuların yegane yeriydi.
Kulübün sahibi Josephson; “Şarkı bitince Billie derhal sahneyi terk edecek
ve alkışlar ne kadar güçlü olursa olsun, selam vermek için bile geri dönmeyecektir. Strange Fruit’un insanların içine işlemesini istiyorum.”1 diye
direktif vermiştir.
JOSEPSHON YANILMADI
David Margolick’in kitabı “Garip Meyve: Billie Holiday Cafe Society ve Sivil
Haklar İçin Erken Yakarış” ta sayısız önemli insandan yapılan alıntılarda
şarkının büyüyen etkisi ve yarattığı öfkenin 50 ve 60‘lardaki kitlesel sivil
hareketlenmelerde karşılık bulduğunu belirtmektedir.
Strange Fruit ülkedeki dengeleri o denli bozdu ki, yasaklarla, protestolarla
karşılaştı. 1930’ların ortalarında yazılan bu şarkı ancak 1939 yılında türlü
zahmetler sonucu Billie Holiday’ın çabalarıyla küçük bir plak şirketi olan
Commodore Records tarafından kaydedildi. Plak şirketi sahibi, Milton Gabler aynı zamanda 2002 yılında Joel Katz tarafından çekilen Strange Fruit
belgeselinde de röportaj verenlerden.
Linci yasak edecek bir yasa çıkarmaya çalışan sivil toplum örgütleri,
şarkının sözlerinin kopyasının Amerikan Kongresi’ne yollanması için mücade verdiler. Bir kaç sene sonra, 1944’te ise ‘Strange Fruit’, Lillian Smith’in
ırk ayrımcılığı hakkında yazdığı ünlü kitabının ismi olmuştu. Billie’den
sonra ve tabii şarkının yasaklı döneminden biraz olsun zaman geçtikten
sonra müzik dünyasının ünlü vokalistleri bu parçayı seslendirdiler. Onlar;
Abbey Lincoln, Cassandra Wilson, Carmen McRae, Nina Simone, Dee Dee
Bridgewater, Shirley Verrett ve çağdaş voklistlerden Tori Amos, Sting gibi
isimlerdi.
İngiliz müzik dergisi ‘Q Magazine’ geçtiğimiz yıllarda ‘Strange Fruit’u ‘Dünyayı Değiştiren 10 Şarkı’dan biri olarak seçtiğini duyurdu. ‘Time’ dergisi
tarafında da “Yüzyılın En İyi Şarkısı” seçildi.
* Bu bölüm Andante dergisinde yayınlanmış olan, Seda Binbaşgil’ın
yazısından alınmıştır.
10
(scent of magnolias, sweet and fresh, then the sudden smell of burning flesh... / manolya kokularına, tatlı ve taze... aniden karışır bir kavrulan bedenin kokusu...)
ŞARKININ KOMÜNİST YAZARI, MEEROPOL
Şarkının yazarı, Abel Meeropol 1903 yılında New York
doğumlu henüz genç bir yazardı. Meeropol, Amerika’nın
güneyinde gerçekleşen korkunç bir linç fotoğrafını
gördükten sonra, Holiday’le tanışmadan çok önce bu
şarkıyı yazmıştır.
New York’un Bronx mahallesinde bir lisede İngilizce
öğretmenliği yapan Abel Meeropol aynı zamanda o
yıllarda Amerika Komünist Partisi üyesidir. Daha sonra
Sovyetler Birliği propagandası yaptıkları için idam edilen
Yahudi çiftin çocukları Julius ve Ethel Rosenberg’i evlatlık
edinmesiyle birlikte Meeropol dikkatleri üzerine çekmiştir.
Antikomünist politikacılar genellikle güneyli ırkçılarla
dayanışma içerisindeydiler, çünkü ırkçılıkla mücadele sol
kanatla özdeşleşmişti. 1941’de, New York eyelet yönetimi
devlet okullarindaki komünist örgütlenmeyi araştırmak
adına Rapp-Coudert komitesini görevlendirir. Bu kapsamda Meeropol’a Komünist Parti tarafından “garip meyve”
şarkısını yazması için görev mi verildiği, ya da para alıp
almadığı gibi sorular sorarlar.
Bu politik atmosferde, radyodaki üstü kapalı şarkının
sansürlenmesine rağmen pop listlerinde şarkı 16. sıraya
yerleşir.
Meeropol, “Garip Meyve” nin yanısıra 1945’de Frank
Sinatra ile kaydedilen ve filme alınan “Yaşadığım Ev”
(‘The House I Live In’) ve Peggy Lee’nin söylediği “Apples, Peaches and Cherries” gibi protest kimlikle bilinen
şarkıların da yazarıdır.
Meeropol’a ırkçılığın gerçekliğini insanın yüzüne tokat
gibi vuran şarkılarını yazdıran tarih hala sıcaktır. Oğluna göre ise, “son ırkçı ölene kadar ‘garip meyve’ güncel
kalacaktır”.
YÜKSELEN IRKÇILIK
1877’de federe birliklerin çekilmesiyle boş kalan alanı
“Jim Crow” yasaları kapladı. 1896’da Yüce Divan’ın
tanıdığı bu yasalar ayrımcılığı daha keskinleştirdi ve
siyahları kazanmış oldukları bazı yurtdaşlık haklarından
mahrum bıraktı. Kuruluşu 1866 olan “Ku Klux Klan” gibi
örgütler şiddet eylemlerini yoğunlaştırdı ve birçok aile
göç etmek zorunda kaldı.
Göç eden aileler, gittikleri bölgelerde alışık olamadıkları
bir yaşam biçimiyle karşılaştılar. İşsizlik, sağlıksız yaşam
koşulları ve suç dünyası ile birlikte yeniden ırkçılıkla karşılaştılar. Beyazlar siyahlarla birarada yaşamayı
kabul edemediler ve sendikacılıktan dışlanan bu yeni
iş gücünün rekabetine dayanamadılar. Köylerdeki linç
olaylarından sonra göçle birlikte 20. yüzyılın başlarında
patlayan büyük kent ayaklanmaları ortaya çıktı.
11
Tuskegee Institute’nin arşiv kayıtlarına göre 1882- 1968
yılları arasında 3446 siyah insan linç edilmiştir. Kayıda
geçmeyen daha çok insanın olduğu bilinmektedir. Linç
edilen insanların %90’ı Amerika’nın güneyindeki küçük
ve fakir mahallerde yaşayan insanlardı. Belgelere göre
linç edilen siyahlar ibret maksadıyla ağaçlara asılıp,
yakılıp, cinsel organları tahrip edilirdi. Beyazlar açısından
karnaval havasında geçen bu ritüelleri taçlandırmak adına
hatıra fotoğrafları için kameralara poz verilirdi.
Uzun yıllar sansüre maruz kalan bu olayı aydınlatan siyah
ve kadın gazeteci İda B. Wells, 90’larda ırk ayrımcılığına
ve lince karşı ilk büyük kampanyalardan birini başlatarak,
pek çok linç olayının belgelenmesini sağlamıştır. Bugün,
o dönemde yaşanan kitlesel acımasızlığa karşı pek çok
önemli bilgiyi İda B. Wells’in hayatını riske atarak yaptığı
çalışmalar sayesinde edinebiliyoruz.
Ve...
Dixie’de ta güneyde bir yol
Kalbim yaralı paramparça
Asmışlar karabiberimi
Dörtyol ağzında bir ağaca...2, 3 der, Langston Hughes.
‘ALLAHIN BELASI PASTORAL MANZARA’
1958 baharı gelmiştir, ‘Strange Fruit’ piyasaya çıkalı 19
yıl olmuştur. Amerikalı ünlü siyahi yazar Maya Angelou ‘In
the Heart of a Woman’ isimli kitabından alıntıyla öğreniyoruz ki, Billie’nin Los Angeles’a yaptığı ziyaretlerinden
birinde, uyumadan önce oğlu Guy’ın yatağına ilişip ona
‘Strange Fruit’u söyler. Şarkı bittiğinde Guy’ın bir sorusu
olacaktır ünlü şarkıcıya: “‘Pastoral manzara ne demek,
Bayan Holiday?’ Billie’nin yüzünü zalim bir ifade kaplar.
Sesinde bir küçümseme sezilir adeta: “Pastoral mı ne demek? Zırdelilerin zencileri öldürmesi demek. Senin gibi
küçük bir zenciyi alıp, vidalarını söküp lanet gırtlağından
içeri tıkmaları demek... Allahın belası pastoral manzara bu
demektir işte...”
(Billie Holiday, bu olayın üzerinden sadece bir yıl sonra,
uyuşturucu bulundurmaktan tutuklandığı 17 Temmuz
günü, kalp ve akciğer yetmezliği sebebiyle kaldırıldığı
hastanede son nefesini verecektir.)
Billie Holiday’in kararlı boyun eğmez bir tavırla seslendirdiği bu şarkı tüm yaşanmışlıkları gerektiği kadar bize
aktarıyor. Dinleyenler ya da sözleri okuyanlar bu olaylara
dair hiç bir fikre sahip olmasalar bile etkisinde kalabiliyorlar. Gerek Billie’nin yorumu, gerekse şarkı size bir
hesaplaşma ve sorgulama bırakmadan gitmiyor.
* Çeviren: Melih Cevdet Anday.
* Ülkemizde olaydan ve şiirden etkilenen politik müzisyenlerden Ilkay Akkaya’nın seslendirdiği “Zenci Kızın
Türküsü” adlı şarkı vardır. https://www.youtube.com/
watch?v=DeY3SkoWxyg
12
Referanslar:
Bergerot, Franck. 2004. Tarih Boyunca Caz. İsmail Yerguz, Çev.
Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Bibaşgil,Seda. Garip Meyve. Andante Klasik Müzik Dergisi
(Şubat 2004).
Daniels, Peter. “Strange Fruit”: the story of a song.
(08.02.2002). http://www.wsws.org/en/articles/2002/02/
frut-f08.html
Katz,Joel(yön.). Strange Fruit (Belgesel film). ABD 2002.
Hobsbawm, Eric. 2009. Sıra Dışı İnsanlar; Direniş, İsyan ve
Caz. Işıtan Gündüz,Çev. İstanbul: Yordam Kitap.
Ayça Boyacıoğlu
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
TÜRKİYE’DE SEÇİM ŞARKILARI:
7 HAZİRAN 2015 GENEL SEÇİM ŞARKILARI
ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
ONUR KAHVECİ
Müzik; toplumun kültürel değerlerine
göre şekillenen ve kültür içerisinde
anlam kazanan bir algı biçimidir. Müzik,
insanların duygularını, düşüncelerini
harekete geçirerek onları ortak payda
da birleştirmeye yarayan bir dildir.
İnsanoğlunun var oluşundan beri din,
politika, ekonomi, eğitim gibi bir çok
alanda kendini göstermiştir.
Ülkemizde, politik müziğin toplum üzerindeki gücü, Osmanlı saray müziğinden, cumhuriyetin ilk yıllarındaki
ideolojik müziklere kadar çeşitli müzik
türleriyle anlaşılmaya başlamıştır. Siyasi partiler radyo, televizyon, internet
gibi kitle iletişim araçları sayesinde
topluluklara daha kolay ulaşabilmektedir.
Siyasi reklam kavramı da teknolojik gelişmelere bağlı olarak ortaya
çıkmıştır. Bu sayede siyasi partiler
söylemlerini, ideolojilerini şarkılaştırarak kitlelere ulaştırabilmektedir.
Türkiye’de ilk seçim şarkısı; 1965 yılında yapılmış ve taş plaklara basılmış,
sonra kasetlere ve günümüzde cd ve
dijital ortamda servis edilmektedir.
Türkİye’de seçim
Şarkıları
Türkiye’de politik müziğin tarihi çok
eskilere dayanmaktadır. 19.yy’da
plakların yaygınlaşmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nde M.Zati Bey’in “Askeri
Marşı”, “Mebusan Marşı”, “Millet-i
Osmani Marşı”, “Ordu Marşı” gibi bir
çok marş yazıldığı görülmektedir.
13
Cumhuriyet döneminde ise; “İstiklal
Marşı”, “Bozkurt Marşı”, “10.yıl Marşı” gibi
bir çok marşın farklı amaçlarla bestelendiğini görmekteyiz.
II. Dünya savaşı sırasında seferberlik
ilan edilen Türkiye’de gençlere özgüven
sağlamak ve cesaretlendirmek için
propaganda plakları hazırlanmıştır. “Yirmi
Yedililer Şarkısı – Yine Yükselecek Türk
Hava Kuşu” adlı plak bu amaçla yapılmış
ve belediye hoparlörlerinden çalınmıştır.
Yine o yıllarda Türk – Amerikan dostluğunu
pekiştirmek amacıyla Celal İnce’nin
seslendirdiği “Dostluk Şarkısı” adlı plak
hazırlanmış ve dağıtılmıştır*. 1960 ve
daha sonra yaşanan askeri darbe dönemlerinde propaganda plakları yayınlanmıştır.
Türkiye siyasetinin farklı düşünceleri
şarkılaştıralarak zamanın albümü olan
plaklar altında toplanmış, propoganda
unsuru olarak kullanılmıştır.
Türkiye siyasetinde seçmenin üzerinde
akılda kalır bir etki bırakmada seçim
şarkıları büyük önem taşımaktadır. Seçim
şarkıları; video kliplerde, miting alanlarında kullanılmak üzere propaganda amaçlı
yapılmaktadır.
Türkiye’de ilk seçim şarkısı TİP’in 1965
yılında Tülay German’ın seslendirdiği
“Yarının Sesleri” adlı çalışmadır.
1977 seçimlerinde Adalet Partisi (AP) için
hazırlanan ve Öztürk Serengil’in seslendirdiği“Zühtü”, yine aynı yıl CHP için
hazırlanan Ünol Büyükgönenç’in seslendirdiği “Yeni Bir Türkiye” isimli çalışmalar
ilklerden olmuştur.
Takip eden yıllarda benzer örneklere rastlamaktayız. Fakat siyasi reklam tekniklerinin belirginleştiği, liderlerin mimiklerinden
giyim tarzlarına, partilerin reklam kampayalarını yarıştırdığı 1980 sonrası dönemi,
seçim şarkıları açısından da büyük önem
taşımakdadır. 1980 yıllarında şarkılara
politik söz yazıp arenje etme dönemi de
başlamış oldu.
1965 ve sonrası yapılan seçim
şarkılarından bazılarını hatırlayalım;
1965 - Türkiye İşçi Partisi; “Yarının Şarkısı”
1973 - Cumhuriyet Halk Partisi “Ak günler” (Ali taşkesen)
1977 - Adalet Partisi; “Zühtü”
1977- Cumhuriyet Halk Partisi; “Yeni bir Türkiye”
1983 – Anavatan Partisi; “Arım, Balım, Peteğim”
1994 – Refah Partisi;”Refah’ın vakti geldi”
1995 – Milliyetçi Hareket Partisi; “Türkeş gelecek”
2002 – Anavatan Partisi; “Anaplıyız Anaplı”
2002 – Demokratik Sol Parti; “Ak güvercin geliyor”
2011 – Adalet ve Kalkınma Partisi; “Haydi bir daha”
2011 – Cumhuriyet Halk Partisi; “Bir ıslık da sen çal”
2014 – Adalet ve Kalkınma Partisi; ”Dombra”
2014 – Halkların Demokratik Partisi; ”Şehir senin”
* Alkan, Ö., Mehmet.2006 ”Birer Belge Olarak Plaklar.” Ayhan Akkaya ve Fehmiye Çelik ed., 45’lik Şarkılar. (1.Baskı).s.54-76.
İstanbul: BGST Yayınları
14
7 Haziran 2015 Genel Seçimleri Seçim Şarkıları üzerine değerlendirme
CHP, seçime çeşitli sanatçıların koro olarak seslendirdiği
“Yaşanacak bir Türkiye” adlı şarkıyla girmiştir.
Şarkı sözlerinde; demokrasi, lidere atıf, bir arada yaşam,
sevgi, kardeşlik duygularına vurgu yapılmıştır. “Rengarek
bir kilim gibi, dokunacak bir Türkiye” sözünde Türkiye’nin
farklı bölgelerine ‘birleştirici’ bir mesaj içermektedir. Şarkıda;
milli, dini ve kültürel değerlere ağırlık verilmiştir. Bunun
yanısıra parti liderine “Kılıçdaroğlu halkın sesi” sözüyle atıf
yapılmıştır.
Şarkıda, bağlama, kaval, ritim sazlar kullanılırken halk müziği
motifleri görülmektedir.
AKP, Uğur Işılak’ın seslendirdiği “Söyle var mısın?” adlı seçim
şarkısını kullanmıştır.
Şarkıda; İdeolojik kavramlar, hizmet ve proje vaadi gibi milli
değerlere; kardeşlik, barış gibi evrensel değerlere, genci,
yaşlısıyla birlikteliğe vurgu yapılmıştır. Ayrıca 17 aralık
operasyonu “Büyük oyunu bozmaya” sözüyle hatırlatılmış,
“Yeniden tarih yazmaya” sözüyle de geçmişteki başarıların
devamı mesajı verilmeye çalışılmıştır.
Şarkıda yaylı sazlar, kaval, karadeniz kemençesi, zurna, bağlama, tulum sazlarının kullanıldığı görülmektedir. Vokale ek
olarak koro şeklinde söylenen şarkı pop ritimleriyle süslenmiştir.
HDP ise Türkiye partisi olma söylemleriyle girdiği seçimde
“Biz’ler halayı” adlı şarkıyı kullanmıştır.
Şarkıda; birlik, beraberlik duygusu, barışa, sömürüye,
haksızlığa, yasaklara, adalete, demokrasiye oldukça vurgu
yapılmıştır. Evrensel değerlerin ön planda tutulduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin farklı kimliklerine ve farklı kültürlerine
sahip olan topluluklara bir arada kardeşçe yaşama mesajı
verilmeye çalışılmıştır. “Bizler demiriz, kömürüz, pamuğuz”
sözleriyle işçilere, “Bizler, düğünüz, horon, zeybek, halayız”
sözleriyle halkların kardeşliğine, “Bizler kadınız, gençiz, emekçiyiz” sözleriyle kadın hareketi, genç ve emekçilere, “Bizler
kırmızı, sarı, mor, yeşiliz” sözleriyle LGBT hareketinin altı
çizilmiştir. Şarkı çeşitli sanatçılar tarafından seslendirilmiştir.
Şarkıda asma davul, karadeniz kemençesi, tulum, ritim sazlar,
bakır üflemeliler kullanılmıştır. Şarkı oyun havası gibi duyulmakta ve Türkçe, Kürtçe sözlerle seslendirilmiştir.
MHP, “Bizimle yürü Türkiye” adlı seçim şarkısını kullanmıştır.
Fakat şarkı farklı arenjelerle ve sözlerle farklı sanatçılar
tarafından seslendirilmiştir. Çalışmamda, Atilla Yılmaz’ın
düzenlediği “Bizimle Yürü Türkiye” şarkısını inceleyeceğim.
Şarkıda ağırlık olarak milli değerlere vurgu yapıldığı
görülmektedir. Lidere ve partiye atıflar yapılmış ve bunun
yanısıra “Vatan aşkı ile coşup çağlayan, Devlet Bahçeli ile
bizimle yürü” ,” Hakkın helal etmez şehitle gazi, Bu sefer
MHP deyip de yürü” sözleriyle milli değerlere ve parti liderine, “İhanet sabırla deniyor bizi, Dön bir bak şerefle doludur
mazi” gibi negatif söylemlere de yer verilmiştir.
Şarkıda akordiyon, bakır üflemeliler, elektro gitar, klavye,
yaylı sazlar, ritim sazları kullanılmış ve marş gibi duyulmaktadır.
15
Sonuç
Referanslar
Seçim şarkıları 1965 yılında Türk siyasetine girmiş ve o
günden beri siyasi partilerin vazgeçilmez propaganda unsuru
olmuştur. 1970’lerde yaygınlaşmış, 1980’lerde şarkıları arenje edip, politik söz yazma modası başlamıştır. Günümüzde
çeşitli türlerde seçim şarkıları görülmeye başlamıştır.
Alkan, Ö., Mehmet.2006 ”Birer Belge Olarak Plaklar.” Ayhan
Akkaya ve Fehmiye Çelik ed., 45’lik Şarkılar. (1.Baskı).s.54-76.
İstanbul: BGST Yayınları
Bu yazıda 7 haziran 2015 genel seçimleri kapsamında
AKP, CHP, HDP ve MHP’nin seçim şarkılarını içerik ve anlam
bakımından incelenmiştir. Şarkılarda kültürel değerler ön
planda tutularak belli mesajlar verilmeye çalışılmıştır. Kitlerlerde kulak aşinalığı yaratmak amacıyla enstrüman tercihinin
bilinçli olarak yapıldığı anlaşılmaktadır.
Şarkıların yalın, anlaşılabilir, akılda kalan sözlerle, coşkulu
ritimlerle bestelenmesi tesadüf değildir. Şarkıların dönem
içerisinde yaşanan olaylara, siyasi koşullara göre şekil
aldığını; sözlerde vurgu yapılan evrensel, kültürel, milli ve
dini değerlerin seçmen üzerinde bir etki yaratma amacında olduğunu; kitleleri olumsuz etkileyecek, kavgaya meyil
verecek söylemlerin az olduğunu daha çok milli ve kültürel
değerler üzerinden kardeşliğin, bir arada yaşamın vurgulandığı gözlemlenmektedir.
Günümüz siyasi propoganda tekniklerinde, siyasi partilerin
seçmen kitlelerine ulaşmasındaki rolüyle, seçim şarkılarının
büyük bir önem taşıdığını hatta siyasi partilerin şarkılarının
onların tanınmasına büyük bir katkı sağladığı görülmektedir.
16
Bruder, Martin.2015 ” Hafızalarımıza Kazınmış 13 Nostaljik
Seçim Şarkısı,” http://onedio.com/haber/nostaljik-secim-sarkilari-272176(Erişim tarihi: 22.11.2015)
Önürmen, Onur ve Temel Faruk.2014 “Popülerleşen Siyaset,
Siyasallaşan Müzik:30 Mart 2014 Yerel Seçim Şarkıları
Üzerine Bir Çalışma.” http://www.iletisimvediplomasi.com/
wp-content/uploads/2014/06/5.pdf (24.11.2015).
Onur Kahveci
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
Filme ismini veren parça “Whiplash”; New York Schaffer Konservatuarının geceleri
okul içinde yıldız avına çıkan hocası Fletcher’ın bu av için kullandığı yemlerden en
önemlisi gibi duruyor. Sorgulanamayan, karşısında korkudan titreten, öğrencileri
arasında kendine has yöntemlerle elemeler yapan bir hoca Fletcher. Ona ve kurduğu
düzene meydan okumayı başaran öğrencisi Andrew ile mücadelesini izliyoruz bu
hikayede.
17
WHIPLASH;
1, 2, 3!
ELİF ÖZEN
Filme ismini veren parça “Whiplash”; New York
Schaffer Konservatuarı’nın geceleri okul içinde
yıldız avına çıkan hocası Fletcher’ın bu av için
kullandığı yemlerden en önemlisi gibi duruyor. Sorgulanamayan, karşısında korkudan titreten, öğrencileri arasında kendine has yöntemlerle
elemeler yapan bir hoca Fletcher. Ona ve kurduğu düzene meydan okumayı başaran öğrencisi Andrew ile mücadelesini izliyoruz bu hikayede.
Fletcher’ın konservatuarda kurduğu baskıcı sistemi
meşru kılan hikayesi ise gerçek hayatta Charlie
Parker’ın müzik kariyerinin başında yaşadığı olay .
1936’da Kansas City’de henüz 16 yaşında azimli bir
saksafoncu olan Parker, ‘I Got Rhythm’ parçasında
doğaçlama çalarken grubun ritmini kaçırması sebebiyle, grubun davulcusu Jo Jones zillerden birini kahramanımızın ayağına fırlatır. Seyircilerin alaylı gülüşleri,
yuhalamaları arasında sahneyi terkeden Parker, ayrılırken ‘geri döneceğim’ mesajını vermeyi de unutmaz. Bu mesajıyla, dönüşünün muhteşem olacağına
dair beklentimiz oluşuyor ve filmdeki kahramanımız
Andrew‘dan da benzer bir başarı ummaya başlıyoruz.
Parker söz verdiği gibi bir yıl sonra saksafonuyla müzik
dünyasına geri dönmekle kalmaz, Caz müziğinde
‘Bird’ lakabıyla akıllarda kalacak olan usta bir müzisyene dönüşür. Fletcher’ın anlattığı Charlie Parker
hikayesinde –kendisinin de öğrencisi Andrew’ın kafasına zilleri fırlatmasından olsa gerek- Jo Jones’un
zilleri Parker’ın kafasına attığını dinliyoruz. Fletcher,
öğrencileri arasından bir yıldız yaratabilmek için;
psikolojik baskı uygulayarak aralarındaki rekabeti,
en iyi olabilme hırsını sürekli kamçılamayı başarıyor.
Andrew’ın elleri kanasa da bagetleri bırakamadan
çalmaya devam etmesi, trafik kazası atlatıp kan revan içinde kalsa da, orkestradaki yerini başka bir
arkadaşına veremeyecek kadar gözünü karartması,
Fletcher’ın bu baskıyı iyi kurduğunun bir göstergesi.
Bu büyük gerilimli mücadelenin sonunda Andrew’ın
hocasına meydan okuduğunu izliyoruz. Fakat
sanıyorum ki pek azımız Fletcher’ın öğrencilerini
çalışmaya yönlendirmek için uyguladığı yöntemleri
doğru bulabiliyoruz. Fletcher amacına ulaşıp Whiplash yemini doğru öğrenci için kullandı mı bilemiyoruz ama çoğu seyirci hafızasında öfkeyle hatırlanacak bir hoca olmaktan kurtulamıyor.
18
Referanslar
J.J Duncan.2015. 6 Deep Thoughts About ‘Whiplash’ . http://
www.zimbio.com/Beyond+the+Box+Office/articles/QcJ5QPAzECX
/6+Deep+Thoughts+About+Whiplash
(02.10.2015)
Mick Brown.2015. Whiplash: The cult of the drummer. http://www.
telegraph.co.uk/culture/film/11342138/Whiplash-the-cult-of-thedrummer.html
(14.02.2015)
Elif Özen
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
RÜZGÂR TOPUKLU ADAM CAVİT ŞENTÜRK
İLE YAYLA ŞENLİKLERİNİ ANLAMAK
ŞENGÜL ALTUN
Cavit Hocayla bir çalışmam esnasında tanıştım. Horonlarda Doğu Karadeniz kadınını anlamaya ve anlatmaya
çalışacaktım, Belma Kurtişoğlu hocamın “Cavit hocayla
konuştun mu”? Sorusuyla ilk önce ismini öğrendim. Daha
sonra hocaya gittim ve çalışmam için çok değerli bir
sohbet gerçekleştirdik. Nitekim Cavit Hoca’nın ileride bir
çalışmama konu olabileceğini hiç düşünmemiştim ta ki
yine horonlarla ilgili çalışmam kapsamında Trabzon’da KTÜ
de katılmış olduğum “horon ve dans günleri” sempozyumunda Cavit Hoca’nın orada ki insanlar için ne anlam ifade
ettiğini görene kadar…
Hissettiğim en temel duygu “samimiyetti”. Yaptığı işi bu
kadar sahiplenen ve belki de onu diğerlerinden farklı kılan
bu özelliğiydi. Sempozyumda çeşitli üniversitelerde halk
oyunları alanında eğitmenlik yapan hocalar vardı. Belli
tarihlerde Cavit Hoca hocaları olmuş, akademik bağlılıktan
ziyade sanki kendinden yaşça küçük olanlarla bir ağabey,
baba ilişkisi içerisinde olduğunu çok açık ve net görebilirdiniz. Buna o zaman bir anlam veremedim işin açıkçası, neden
bu kadar önemliydi bu insanlar için Cavit Şentürk? Hatta ondan ve yaptıklarından bahsederken bazı kişilerin ağlamaları
beni çok şaşırtmıştı. İşin garibi ben de çok duygulanmıştım.
Sonuç olarak alan araştırma metotları dersi için Belma
Hoca’nın istediği dönem ödevi kapsamında aklıma ilk gelen
isim Cavit Şentürk oldu.
Hocadan randevu aldım. Randevu onun yoğunluğu nedeniyle bir kez ertelendi ve 29 Nisan 2015 de saat 15.00 da
görüşme olanağını bulduk. Cavit hoca kimdi ve neden bu
kadar özeldi? Onun üzerinden asıl anlamak istediğim ise,
her fırsatta ve platformda bahsettiği yayla dernekleri (şenlikleri) özellikle kardeşinin onu anlattığı biyografi kitabında
sık sık belirttiği “kadırgayı koruyalım” sloganı ile her fırsatta
değindiği yayla şenliklerinin, önemini anlamaya çalışmaktı.
Cavit Şentürk Kimdir?
Cavit Şentürk Trabzon’da 1942’de doğmuştur. Bu tarih
kesin doğum tarihi olmakla birlikte nüfusta farklı yazıldığını
kendisi belirtmiştir. Cavit hoca şöyle anlattı: “ben göçler
mezreye inerken doğdum. Belki bir gün sonra veya 5 gün
sonra mezreye göçüldü veya mezere çayırları biçiliyordu.
Eylülde yani. Kesin Eylül 1942… ben kendime göre kesin
olmasını şöyle düşündüm. Bizim Cemal’ in babası ben
doğduğum zaman öldü. Ben doğdum millet bayram etti.
Ertesi gün onun ölüm haberi geldi köye. Salih Ağa dedi ki
1942 de öldü…” ( Şentürk 2009. S41 )
Muhafazakâr, hatta tutucu bir ailenin çocuğudur Cavit
Şentürk… Altı kardeştirler. İki kız ve dört erkek. 7 yaşındayken horon ve türkülerle tanıştığını, hayatının bu
bölümünün şimdiki yaşamını şekillendirdiğini belirterek
devam ediyor. “ Köyde evimizin yanında bir kahvehane var
o zamanlar belki bilirsin kahvenin yanında bir de küçük
bakkal gibi bişey var. . Emin Ağa o kahvenin sahibi köyün
19
Türkücüsü. Orada olurdum hep orada otururdum. Her anını
ilgiyle seyrediyordum. Ortaokula gidene kadar 35 sene
dinledim. Beni dışarı atmıyordu. Babam toptancı gibiydi
onunla alışverişi vardı belki bu sebeptendi bilmem. Buradan başladı yani bu işlere merakımız…”
Bazı şenlikler birkaç günde sürebilmektedir. Cavit Hoca
derneğin her yönüyle anlaşılabilmesi için şenliklere hazırlanmak ve şenlik yerine giderken yaşanan o süreci anlamamız
gerektiğini belirtiyor. Nitekim “otçu yürüyüşüne katılmamışsın* yani anlayamazsın…”
Cavit Hocayla röportaj yaparken geçmişini horon, Türkü ve
Yayla şenlikleri üzerinden anlattığını farkettim. Şüphesiz 76
yıllık hayatı birçok başarı ile dopdolu. Başarılarını ayrı ayrı
yazabilirdim fakat bu onun tercih ettiği bir durum değildi(benim konuşmamızdan çıkardığım sonuç bu oldu). Bu nedenle
hayatında dönüm noktası olarak nitelediğiolaylara burada
değinmeyi tercih ettim. Doğu Karadeniz Trabzon kültürünün
onun için ne anlama geldiğini kendisine sorduğumda “işte o
zaman biz önemli bir şey ediyoruz burada bir şey var” diye
anlattığı Fransa’daki bir festival anısını paylaştı benimle: “
1963 yılı yazında Fransa’nın Ruhan Kentinde yapılan uluslararası festivale üç oyuncu katıldık. Arif Altınbaş, Mustafa ve ben birde kemençeci rahmetli Hakkı Pirgaip. İnanılmaz
ve anlatılamaz bir ilgi gördük. Aldığımız alkış sesleri hala
kulağımdadır. İmza kuyrukları oluşturuldu. Bu seyahat beni
çok etkiledi. Kendi kendime dedim ki, “Ey Viserali Cavit
sen Avrupalılar tarafından alkışlanıyorsun. Bu iltifatlar
sana değil temsil ettiğin insanlarındır. Bu tarih onun için bir
dönüm noktasıydı ve çok önemliydi.
Cavit Şentürk ilk yaylaya şenliği tecrübesinin 1959 yılı olduğunu söylüyor. Honeftera Yayla Şenlikleri katıldığı ilk şenliktir. Yayla derneğine çıkış “ritüelini”çizerek anlattı, bende
ancak o şekilde kavrayabildim. Her obanın bir ismi, obanın
toplandığı bir alan ve o alandan toplu halde Şenlik meydanına yürüyüş güzergâhları var. Başka obalarla birleşerek daha
da büyüyen bir insan kitlesi ve her kitlenin kendi yolları,
kendi usulleri ve düzenleri söz konusu “şenlik bir vadinin
içerisinde oluyor. Bir boğazdan içeri giriliyor, her yöre toplu
giriş yapıyor. Mesela: biz Akçaabat olarak- Akçaabat’ın
90 civarında köyü vardır bu köylerden belki 20 si 30 u –
bu boğazın 500 m. Ya da biraz daha ilerisinde toplandık
düşünün ki o gün şartlarında 2000 civarında idik. En önde
hepsi süslenmiş, kuyrukları birbirine bağlı 100 atlı, onlar
önde gidiyor başlarında bir kişi…Atların arkasında 100, 200
tüfekli, arkadan 300 tabancalı, belki 10 tane davul, 20 30
tane kemençe, onların arkasından da kadınlar; büyük bir
gürültüyle alana giriyor. Herkes en güzel giysilerini giyer
ne süs varsa takar, sevdaluk edenler sevdalukta gırla gidiyi
.İşte oradan bil çığırtkan bağırıyor: dikkat Akçaabatlılar!
Yayla Dernekleri
(Şenlikleri)
Ben yayla deyince sadece yeşil, muhteşem bir doğa, otlayan
hayvanlar düşünüyordum. İki kez yaylaya gittim. Gittiğim
tarih özellikle seçilmemişti. Cavit Hoca’nın anlattıkları ışığında benim algıladığımın dışında, çok başka bir anlam ifade
ettiğini, yöre insanı için çok önemli olduğunu anladım. Yayla
Dernekleri sadece eğlenmeyi ifade etmiyordu onlar için.
Horon ve Türküler derneklerin (şenliklerin) bir parçasıdır.
Bu kültür olayının ne anlam ifade ettiğini kendim ve de
herkesin anlamasını çok arzu ederim şimdi anlıyorum ki KTÜ’
de yaşanan o duygusal anların temelinde bu ortak kültürün
oradaki kişilere hissettirdikleri ve yok olmasından duydukları
endişe vardı.
Yayla Derneği bizim anladığımız anlamda bir dernek yapılanması mıdır? Yoksa yöre insanı için başka bir anlam mı ifade
ediyor? Öncelikle bunu anlamak istedim “ yok yok bu şehirdeki dernek anlamında değil senenin belli zamanlarında, bu
zamanlar hiç değişmiyor mesela: Hıdır Nebi Derneği Temmuz ayının 3. Cuma günü, Kadırga, Temmuzun 4. Cumartesisi gibi bu günlerde ekonomik sosyal ve kültürel ihtiyaçların
karşılanması için şenlik ortamı sağlanıyordu ve genelde bu
şenliklere “dernek” ya da “pazar” deniliyordu.” 500 yıllık
bir gelenekten bahsediyordu Cavit Hoca. Günümüzde hala
devam eden bu şenlikler tabii ki belli değişimler yaşamış
fakat hala devam etmektedirler. Bir yıl boyuncabağda,
bahçede, tarlada, çalışan insanlar sadece Yayla Derneğinin
kurulacağı o güne hazırlık yapıyorlar sanki.
Çadırlar kuruluyor, Pazar kuruluyor, oynayan, namaz kılan,
alışveriş eden dinlenen sanki bir panayır… Hocam şenliğin
varlık sebebi pazar mı aslında? Herhalde birinci sebep o.
Ne oluyor mesela; biz köy olarak ne kadar atımız varsa,
hayvanımız varsa, tabancamız tüfeğimiz, zenginimiz varsa
o kadar forsumuz var yani.” Bu bir güç gösterisi mi yani? “tamamen. Göze batmak… Hikâyeler anlatılır mesela; efendim
kadırgaya gittik 2 Tonya’li uşak şöyle oynayi, böyle oynayi
veya şöyle tabancalari vardi böyle tabancalari vardi gibi”
Bu kadar çok insanın olduğu bir alanda asayiş ise mahalle
muhtarlarının ve önde gelen hatırlı kişilerin sözünden
çıkılmaması ve “yazılı olamayan” kuralların işletildiği bir
güvenlik sistemiyle sağlanmaktadır.
Cavit Şentürk; yayla şenlik alanlarında evvelden beri sınır kavgalarının olduğunu Cumhuriyet’le birlikte sınır kavgalarının
belli ölçüde giderildiğini ve halkın bu sınırları benimsemediğini de belirtiyor. Sınırların oluşmasında güçlü “elit
kuvvetli, zengin bir tabakanın” her yerde olduğu gibi orada
da devrede olduğunu söylüyor.
Günümüze gelindiğinde değişen nedir yayla şenliklerinde?
“geçmişte herkesin tabancası yoktu. Şimdi herkesin var.
Atları yoktu şimdi herkesin nerdeyse arabası var. Küçük
büyük saygısız… Artık başka şehirlerden gelip burada para
kazanan insanlar var mesela Manisa’dan Giresun’dan… Ben
buraya günümüz fuarlarının primitif şekli diyorum. Artık
yayla alanlarına kuruyorlar bir ses sistemi bangır bangır,
kendi davulunu kemençeni duymuyorsun bir kargaşa…
* Yayla derneklerine yürüyüş belli, kurallar dâhilinde, birayinle ilgili gibi algılanan belli bir yapısı olan bir düzen içinde yapılır
ve bu yapı Şalpazarı ve beşik düzünde otçu yürüyüşü olarak isimlendirilir.
20
Bu konuşma esnasında hocanın o anı yaşadığını fark
ediyorum( gözleri doluyor ). 1959 yılında Honeftera Yayla
derneğinden günümüze gelene kadar, hemen hemen tüm
şenliklere katılmış, değişimi görmüş ve dolayısıyla kaybedilen “kültür öğelerinin” Cavit Hoca’daki yansımalarını,
anlatırken yaşadığı üzüntüde bulabilirsiniz.
Cavit Hoca’nın,Yayla şenlik kültürünün korunması için yapılması gerekenleri onun dilinden aktarıyorum:
1.
Derneklerimizin organize edilmesi için şenlik
komitelerinin kurulması gerekir.
2.
Dernekler sahiplenilmiş durumda. Nerede
yapılıyorsa o yörenin belediyesi kendi şenliği gibi hareket
etmektedir. Oysaki bu alanlar kamunun ortak malıdır. Sahiplenme değil sadece yardımcı olunması kabul edilebilinir.
3.
Dernek yerleri değiştirilmektedir. Bu derneğin
tarihi dokusunun yok edilmesi demektir.
4.
Ses sistemleri kuruluyor derneği müzik anlamında
bir merkezden yönetiyorlar. Bu derneklerin ruhuna ters
düşmektedir.
5.
Şenlikler açık hava konserlerine dönüştürüldü
bundan ivedilikle vaz geçilmelidir.
6.
Sergiler ve çadırlar şenlik alanında düzenlenen
etkinliği etkilemeyecek alanlara alınmalı, satıcıların sayıları
belirlenmeli, şenliğin orta yerinde bu satışlar yapılmamalıdır.
7.
Protokol uygulanmamalı. Politik arenaya
döndürülmemeli.
8.
Şenlik alanına girme çok önemli. Toplu girişlerin
sağlanabilmesi için giriş yolları düzenlenmelidir.
9.
Her dernek kendi tarihi geçmişine göre organize
edilmelidir. ( Şentürk 2009. S. 100)
Sonuç olarak Doğu Karadeniz Yayla şenliklerini anlamak için
uzun zaman ve mesai harcamam gerektiğini düşünüyorum.
Derneklere katılmak, o havayı solumak, her aşamasını yaşayarak tecrübe etmek, Cavit Şentürk’ü ve kaybolmasından
korktuğu Yayla Şenlikleri Kültürünü anlamamın ve tabii
anlatabilmemin en etkili yöntemi diye düşünüyorum. Bu
kültürün tam da göbeğinde yaşayan, kaybolmasından endişe
eden, bunun olmaması için çaba gösteren Cavit Şentürk’e
sonsuz teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum.
Referanslar
Cavit Şentürk ile görüşme mülakat: 29 Nisan 2015 de saat
15.00 ITU. TMDK Halk Oyunları Bölümündeki odasında
Şentürk, S. (2009). “ Rüzgâr Topuklu Adam Cavit Şentürk”.
Samsun: Güven Ofset.
Şengül Altun
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
21
EVRENSEL MESAJLARIYLA İKİ BÜYÜK
SİNEMA ŞAHESERİ :
LUCHİNO VİSCONTİ -VENEDİK’TE ÖLÜM VE HALİT REFİĞ - HANIM
UĞUR CİHAT SAKARYA
Bu çalışmada, ünlü İtalyan yönetmen Luchino Visconti’nin
Venedik’te Ölüm’ü (1971) ve Türk sinemasının büyük yönetmeni Halit Refiğ’in 1988 tarihli Hanım isimli eseri, sinema,
müzik ve sembolizm üçgeninde incelenmiştir. İki eserle ilgili
bilgi verildikten sonra, yapılan kategorilendirme işlemi ile
“ortak temalar” belirlenmiş ardından bunlara hizmet eden
görsel ve işitsel semboller sahne örnekleriyle açıklanmıştır.
Venedik’te Ölüm, modern Alman edebiyatının büyük
yazarlarından Thomas Mann’ın 1912 yılında yazdığı aynı
adlı uzun öyküsünün (novel) özgün bir uyarlamasıdır.
Film, her biri önemli mesajlar içeren sembollerle
örülüdür. Başlangıçta anlaşılması güç görünse de derin
bir incelemeyle filmin vermek istedikleri ortaya çıkarılabilir. Fakat bunu yaparken eseri; Mann, Mahler ve Visconti
üçgeninde incelemek gerekmektedir. Bu üç büyük ismin
yaşamları boyunca insanlığa iletmek istedikleri mesajlar
bu filmde hayat bulmuştur.
22
Venedik’te Ölüm, Sanayi Devrimi’nden sonra giderek
güçlenen batı toplumunda yaşanan kültürel şokun ve gittikçe tırmanan ahlaki çöküşün resmini çizmektedir. Kitapta yazar, filmde ise besteci olarak çizilen baş kahraman
Gustav Von Aschenbach, çökmekte olan batı toplumunun
yaşantısına karşı dirense de gittikçe onun bir parçası
olur. Film boyunca Aschenbach karakterinde vurgulanan
“ölüm teması” da aslında Avrupa toplumunun kaçınılmaz sonunu simgelemektedir. Bunlara benzer semboller
Hanım’da da bulunmaktadır.
Türk sinemasının büyük yönetmeni Halit Refiğ’in şaheseri
Hanım; çok sevdiği kedisini ölmeden önce kıymet bilecek
birine emanet etmeye çabalayan kanser hastası Olcay
Hanım’ın yaşamla son imtihanını anlatır. Paradan başka
yaşamdan hiçbir beklentisi olmayan kızı Ülkü’nün yapayalnız bıraktığı Olcay Hanım, kaçınılmaz sonu kabullenmiş
ve “sonsuz sevgiye” doğru yola çıkmaya hazırlanmıştır.
Ancak eserde öylesine derin mesajlar vardır ki bugün
ne yazık ki bunları anlayan insan sayısı çok azdır. Tıpkı
Venedik’te Ölüm’ün homoseksüel bir adamın tutkuları
peşinden koşmasını anlatan “saçma” bir film olduğunu
düşünenler gibi, Hanım’ın da vermek istediği mesajları
alımlayamayanlar çoğunluktadır.
Çalışmadaki çıkış noktası filmlerin ortak yönlerinin açıklanmasıdır. Her iki film de gelecekle ilgili mesajlar vermektedir.
Bu mesajlar belirli temalarla ilişkilendirilip çeşitli görsel ve
işitsel sembollerle işlenmektedir. Bu “ortak temalar” şöyle
sıralanabilir :
“Ölüm” ve “sonsuzluk”
“Ahlaki çöküntü”
“Müzikteki yozlaşma”
“Kurtuluş yolu”
Her iki filmde de baskın olan tema “ölüm” temasıdır. Ancak
buradaki ölüm sadece bedenin yok oluşunu simgelemez.
Ölüm teması Venedik’te Ölüm’de para odaklı sistemin Avrupa’da yarattığı toplumsal çöküşü simgelerken; Hanım’da
“efendilerin ve efendiliklerin” Türkiye’sinin yavaş yavaş
kaybolmakta olduğunu gösterir. Dolayısıyla Mann ve Visconti’nin ana tema olarak kullandığı “ölüm”, Halit Refiğ’in
özgün deyişinde yeniden hayat bulmuştur. Refiğ, kendi
toplumunu uyandırma hususunda ölüm temasını en etkili
araç olarak kullanmıştır. Her iki filmde de ölüm temasını
hissettiren görsel ve işitsel semboller bulunur. Bunları şöyle
açıklayabiliriz :
İki filmin de baş kahramanı film boyunca “hasta” ve
“bitkindir.” Aschenbach, Venedik’te Ölüm’ün unutulmaz “geçmişe dönüş” sahnelerinin ilkinde bir koltukta
bitkin bir şekilde uyumaktadır. Arkadaşları ve doktorları onun için endişelenmektedir. Aschenbach’ın kalbi
zayıflamıştır. Bir diğer geçmişe dönüş sahnesinde ise
Aschenbach kızını kaybetmiştir. Visconti burada aynı zamanda Mahler’in hayatına da göndermeler yapmaktadır.
Büyük besteci de 1907 yılında kızını kaybetmiş ve kendisinin kalp hastası olduğunu öğrenmiştir. Hanım’da ise
Olcay Hanım, çaresi olmayan kanser hastalığına yakalanmıştır. Öleceğini bilmektedir. Filmin içinde Aschenbach
gibi o da birkaç defa fenalaşır.
Ölüm teması bedenin yok oluşunun ötesinde her iki
filmde de toplumsal değerlerle ilgili tehlikeyi simgeler. Aschenbach’ın arzularının peşinden gitmesi ahlaki
çöküşün kaynağına ışık tutarken; para odaklı sistemin
insanlardan kolera salgınını dahi gizlemesi felaketin
ne büyük boyutlara ulaşacağını göstermektedir. Halit
Refiğ ise uyarılarını Olcay Hanım ve onun bembeyaz
kedisi Hanım’a yüklemiştir. Olcay Hanım ve kedisi film
boyunca çaresiz halde gösterilmiş bu şekilde aslında
onlara yüklenen insani değerlerin içinde bulunduğu
durum açıklanmıştır. Türk kültürü de batının bozuk
aile yapısından, yozlaşmış yaşantısından etkilenmeye
başlamıştır. Durumun en vahim tarafı ise artık bunların
somut örneklerle görülmesidir. Efendiliği simgeleyen Olcay Hanım, ölmek üzeredir. Temizliği ve sevgiyi
simgeleyen Hanım ise yapayalnız kalacaktır. Bütün
bunlara Olcay Hanım’ın kendi öz kızı Ülkü bile seyirci
kalacak zaten “bitik” olan ahlakıyla “kopuk” yaşamına
devam edecektir. Dolayısıyla her iki filmde de ölüm
temasının bedenin yok oluşunun çok ötesinde değerlerin ve kültürün yok oluşuyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Mann, Visconti ve Refiğ batı toplumunun güçlenme
arzusunun beraberinde getirdiği ahlaki çöküntüyü
görmüş ve eserlerinde bunu evrensel mesajlarla
işlemişlerdir.
Her iki filmde de dikkat çeken “deniz” ve “deniz yolculuğu” sembolleri de ölüm temasına ışık tutarlar. Deniz,
Venedik’te Ölüm’de yarattığı sonsuzluk hissiyle yoğun
olarak işlenir. Visconti, Mahler’in büyük eseri Beşinci
Senfoni’nin (1902) dördüncü bölümü olan Adagietto’nun müziğiyle bu sembolü desteklemiştir. Bu müziğin
huzurlu hatta “meditatif” yapısını denizin sonsuzluğuyla ilişkilendirmiştir. Geri planda duyulan bu müzik
eşliğinde Aschenbach’ı Venedik’e getiren “siyah gemi
Esmeralda” ve Lido’ya getiren “siyah gondol” tamamıyla ölüm temasını işaret eden görsel sembollerdir.
Bu araçlarla yapılan yolculuk ise “ölüm yolculuğunu”
simgeler. Hanım’da ise Necip Kaptan’ın efendilerin
devrini simgeleyen “küçük eski çatanasının” artık sonu
gelmiştir. Buradaki çatana da “siyahtır.” Gemi, son seferini Haliç’teki “gemi mezarlığına” doğru gerçekleştirecektir. Burada onu bekleyen diğer gemilerin hepsi “siyahtır.”
Bütün bu eski gemiler aslında efendilerin devrinin son
örnekleridir. Ancak bu değerler bir bir yok olmaktadır.
23
Ayrıca Olcay Hanım’ın bu gemiye “son yolculuğunda”
eşlik etmesi hem onun hayatına hem de değerlerin yok
oluşuna yapılan bir göndermedir. Refiğ, bütün bunları o
küçük gemiye yüklediği anlamlarla ifade etmiştir.
Ölüm ve sonsuzluk temaları Venedik’te Ölüm’de Adagietto ile işitsel olarak sembolize edilirken Hanım’da ilk
olarak, Olcay Hanım ve öğrencisi Canan’ın ders yaptığı
sırada Olcay Hanım’ın fenalaşmasıyla birlikte geri planda
duyduğumuz Sarnıçlar isimli solo piyano parçasıyla
sembolize edilir. Bu eser Cemal Reşit Rey’in 1940-1941
yılları arasından yazdığı Hatıradan İbaret Kalan Bir
Şehirde Gezintiler isimli yedi parçadan oluşan suitinin
beşinci bölümdür. Cemal Reşit Rey bu eserinde, kaybolan
İstanbul’a duyduğu özlemi bir dizi görsel semboller
kullanarak müzikle anlatmaya çalışmıştır. Olcay Hanım’ın
fenalaştığı sırada bu müziğin duyulması artık eski değerlerin can çekiştiğini işaret etmektedir. Efendiler devrinde
kalan güzel İstanbul’un su sarnıçları da, Olcay Hanım gibi
yok olmaktadır. Ancak filmde ölüm ve sonsuzluk temasına ışık tutan en önemli işitsel sembol, Olcay Hanım’ın eşi
olan Dumlupınar Şehidi Kemal Yüzbaşı’nın göründüğü
sahnelerde işittiğimiz Çağrılış isimli orkestra eseridir.
Cemal Reşit Rey’in veriminde “mistik dönem” olarak
adlandırabileceğimiz döneminin bir örneği olan Çağrılış
(L’Appel), 1950 yılında tamamlanmıştır. “Eski Bir Türk
Masalı Üzerine Senfonik Şiir” alt başlığını taşıyan bu eser
ilk kez 3 Nisan 1952’de Paris’te bestecinin yönetimindeki Fransız Ulusal Orkestrası’nın performansıyla seslendirilmiştir. Besteci annesinin ölümü üzerine yazdığı bu
eserde ölümün insan üzerinde yarattığı korkuyu birbirine
geçmiş gergin yatay çizgilerle vermiştir. Eserin başında
derinden duyulan “kendinden emin” üflemeli partileri
“sonsuzluğu” ve “hakikat olan Allah sevgisini” simgelerken bunların üstündeki gergin figürler ise “insanın
bu dünyadaki çaresizliğini” simgelemektedir. Uzun ve
birbirine geçmiş çizgilerin üstündeki küçük motifler
ağırlıklı olarak “uyuşumsuz aralıklardan” oluşmaktadır.
Bestecimiz sonsuzluk hissini uzun çizgilerle verirken bu dünyanın küçük bir parçası olan insanın ölüm
karşısındaki endişelerini küçücük motiflerle işlemiştir.
Ancak bütün bunlar kesitsel karşıtlıklarla değil bir arada
işlenmektedir. Dolayısıyla ölümle başlayan “sonsuz varoluş döngüsü” bu şekilde sembolize edilmektedir. Usta
yönetmen Refiğ, bu duyguları sembolize etmek üzere
Kemal Yüzbaşı’nın göründüğü sahnelerde bu müziği
kullanmıştır. Kemal Yüzbaşı, ölümle başlayan sonsuz
varoluşun simgesi olup bunu Olcay Hanım’a anımsatmak
için kullanılan bir “kılavuz motiftir.” (leitmotiv)
Hanım’da, Olcay Hanım’ın otobüse bindiği sırada kulak
misafiri olduğu gençlerin sohbetleri, ahlaki değerlerin
çökmekte olduğunu göstermektedir. Burada gençlerin
ahlaki değerlerindeki zayıflama oyuncuların diyaloglarıyla işlenirken geri planda İstanbul surlarının anlatıldığı,
yine Hatıradan İbaret Kalan Bir Şehirde Gezintiler’in
Surlar başlıklı ikinci bölümü duyulur. Yani, İstanbul’un
güzelim surları gibi gençlerin değerleri de kaybolup
gitmektedir. Refiğ, burada değerlerin yok oluşunu Cemal
Reşit Rey’in bir başka piyano eseriyle desteklemiştir.
24
Necip Kaptan ve Olcay Hanım’ın eski çatanayı son yolculuğuna çıkardıkları sahne ise filmin en önemli sahnelerinden
biridir. Son yolculuk Olcay Hanım’ın ölümünden değerlerin
yok oluşuna kadar birçok mesaj verir. Refiğ’in bu sahneyi
Cemal Reşit Rey’in 1962’de tamamladığı İkinci Senfoni’siyle
işlemiş olmasının da belli nedenleri vardır.
Sonsuzluğa atılan bu ilk adımı simgeleyen “son yolculuk”
esnasında geri planda bu senfoninin ikinci bölümü olan
Adagio duyulur. Bu bölüm zengin orkestral renkleri ve uzun
melodi çizgileriyle sonsuzluk duygusunu temsil etmektedir.
Huzurlu ve derin havasıyla denizin uyandırdığı sonsuzluk
temasıyla birleşir. Tıpkı Visconti’nin ölüm ve sonsuzluk
duygusunu uyandırmak için filmin başından sonuna kadar
ağırlıklı olarak Mahler’in Adagietto’sunu kullanması gibi
Refiğ de aynı amaca hizmet ederken Rey’in Çağrılış’ını, piyano için Hatıradan İbaret Kalan Bir Şehirde Gezintiler’ini ve
İkinci Senfonisi’ni kullanmıştır. Bu sahnede “eski çatanaya”,
Olcay Hanım’a ve Necip Kaptan’a yüklenen insani değerler
yavaş yavaş kaybolmaktadır. Bu yolculuğun geri planında
gösterilen İstanbul’un yeni görüntüsü de kaybolmakta olan
değerler konusunda verilmek istenen mesajlara hizmet
etmektedir. Bu doğrultuda yapılmış olan bir diğer sembol de
Olcay Hanım ve Canan’ın ders yaptığı sırada Hatıradan İbaret
Kalan Bir Şehirde Gezintiler’in ilk bölümü olan Mezarlık
hakkındaki konuşmalardır. Canan bölümün ismini duyunca
şaşırır. Çünkü henüz ölüme çok uzaktır. Olcay Hanım’ın bu
durum karşısında boğazı düğümlenir. Canan eseri deşifre
etmeye başladığında bu eseri ilk kez duyarız. Eser artık
sonsuzluğa ulaşmış olan efendilerin ve onların hayat verdiği
değerlerin bestecide bıraktığı izlenimler üzerine kuruludur.
Ne yazık ki bunlar artık geride kalmış, değerler terk edilmiştir. Bu sahnenin ardından Olcay Hanım’ın evine, ahlaki
zayıflığın ve yozlaşmışlığın simgesi olan kızı Ülkü’nün geldiği
sahnede geri planda aynı müziğin kullanılmasının nedeni de
bu düşüncelerin vurgulanmak istenmesidir.
Hanım’da insani değerlerin sonuna ışık tutan bir diğer ölüm
teması da Madam Siranuş’un kedilerinin zehirlenmesidir.
Olcay Hanım bu olaydan çok etkilenmiştir. Bu zalimliğe
bir anlam verememektedir. Ona göre dünyanın sonunu bu
sevgisizlik getirecektir. Duyduğu bu korkunç haber karşısında gözyaşlarına boğulurken yine Hatıradan İbaret Kalan Bir
Şehirde Gezintiler isimli suitin Surlar başlıklı ikinci bölümü
duyulur. Eserin dinamik yapısı, Olcay Hanım’ın yaşadığı
büyük acı karşısındaki haykırışlarını sembolize ederek anlatımı güçlü bir şekilde desteklemiştir.
Hanım’ın sonlarına doğru, Kemal Yüzbaşı bu sefer eşini
sonsuzluğa götürmeye gelmiştir. Bu sahnede Olcay Hanım
öleceğini anlamıştır. Ancak ölüm onun için bir “yok oluş”
değildir. Aksine, “gerçek aşka kavuşmanın müjdecisidir.”
Olcay Hanım eşinin peşinden gitmeye kararlıdır. Burada
Kemal Yüzbaşı’da hayat bulan aşk gerçekte “Allah aşkına” ışık
tutmaktadır. Allah’ın yarattıklarına koşulsuz bir sevgiyle bağlanmak, aslında “gerçek aşka bağlanmaktır”. Olcay Hanım,
gerçek aşka kavuşmak üzere olduğundan artık içini derin
bir huzur kaplamıştır. Film bu sahnelerde İslamiyet’in yüce
değerlerine ve tasavvufi emellere ışık tutmaktadır. Filmin bu
son sahneleri Çağrılış’ın da son kısmıyla desteklenir. Eserin
sonundaki derin ve uzun yatay çizgiler sonsuzluğu temsil
ederek Olcay Hanım’la özdeşleşmiştir.
Hanım’ın sonunda sonsuzluk hissi bu müziklerle
yaratılmışken Visconti, filmin son sahnesinde; ilk olarak
birazdan Aschenbach’ın dalacağı “ebedi uykuyu” simgeleyen
bir Ninni kullanmıştır. Bu ninniyi yaşlı bir kadına söyleten Visconti; Aschenbach’ın ölümü esnasında da yine Adagietto’yu
kullanarak sonsuzluk temasını vurgulamıştır. Aschenbach da
tıpkı Olcay Hanım gibi sonsuz sevginin kaynağı olan Tanrı’ya
kavuşmuştur. Aschenbach’ın bedeni bu dünyadan ayrılsa
da ruhu Tadzio’nun gençliğiyle özdeşlemiştir. Tıpkı Olcay
Hanım’ın temiz ruhunun genç öğrencisi Canan’ın benliğinde
yaşamaya devam etmesi gibi... Böylece iki yönetmen de
“ölümün mutlak yok oluş” olmadığını vurgulamıştır.
Her iki filmde de ağır basan “ölüm ve sonsuzluk” temasını
işaret eden görsel-işitsel sembolleri çözümledikten sonra
artık “ahlaki çöküntüye” ışık tutan sembollere geçebiliriz.
Venedik’te Ölüm filminde çökmekte olan batı toplumunun
insanları soktuğu yeni biçimleri gösteren somut örnekler
bulunmaktadır. Bunlardan ilki filmin henüz ilk sahnelerinde
Aschenbach’ın karşılaştığı ihtiyar “züppedir.” Bu kişi açık
renkli takım elbisesi, şapkası, pudralı ve allıklı yüzüyle dış
görünüşünü örtmeye çalışan “bitik” bir insandır. Yaşlılığı
zayıflık olarak görüp kendini genç göstermeye çalışan bu
kişinin Venedik’e gelir gelmez Aschenbach’ın karşısına
çıkmasının altında gizli bir mesaj yatmaktadır. Batıdaki
toplumsal çöküntüyü simgeleyen; davranışları, konuşmaları
ve mimikleriyle yozlaşmanın simgesi olan bu kişi Aschenbach’a ve insanlığa toplumun nereye gittiğini göstermek
amacıyla yaratılmış bir karakterdir. Ayrıca filmin sonunda
Aschenbach’ın bu adama benzemesi de gittikçe herkesin
yozlaşacağını gösteren bir işarettir.
Venedik’te Ölüm’ün başlarında bu ihtiyarın yanı sıra Aschenbach’ı Lido’ya getiren kaba saba ve “paragöz gondolcu” ile
bundan pek farkı olmayan “hamal” da para odaklı sistemin
insanlarda yarattığı ahlaki çöküşü simgeleyen karakterlerdir.
Dolayısıyla filmde bu üç basit kişi üzerinden büyük evrensel mesajlar verilmektedir. Yalnızca toplumun küçük birer
parçası olan bu üç kişinin çok daha ötesinde tüm yönetim ve
güçlü çevreler artık paranın kölesi olmuşlardır. Tüm tehlikeye rağmen yalan üstüne yalan söyleyen otel görevlisinin
yapmacık tavırları; insanları şehirde salgın olmadığına
inandırmaya çalışan yetkililer ve yalancı afişler, çökmekte
olan ahlaki değerlerin en büyük nedenini gösterir : Bu, para
kazanma arzusundan başka birşey değildir.
Hanım’da da ahlaki çöküşü sembolize etmek için yine
toplumun en küçük parçaları olan bireylerden yola çıkılmıştır.
Örneğin filmin hemen başında Olcay Hanım’ın kedisini kafese koyup yollara düşmesini “delilik” olarak algılayan işsiz
güçsüz “kahve takımının” konuşmaları; filmin sonlarına doğru bir kadının kedisiyle konuşmasını, ona sevgi duymasını
anlayamayacak kadar sevgiden yoksun sokak serserilerinin
Olcay Hanım’a “kedisinin kürkü karşılığında para teklif etmeleri”; otobüs sahnesinde değerlerini kaybetmiş gençlerin
kopuk ilişkilerini “güle oynaya anlatmaları”... Bunlar tamamıyla ahlaki değerlerin içinin boşaltılıp yerine para arzusuna
dayanan bir yaşam biçimi kurulmaya çalışıldığını gösteren
sembollerdir.
Ancak Hanım’da ahlaki çöküntü, çok daha çarpıcı örneklerle
işlenir. Olcay Hanım’ın evli ve bir çocuk annesi kızı Ülkü,
dağınık bir yaşam sürmekte ve bir serseriyle ilişki yaşamaktadır. Üstelik bundan kocasının haberdar olması onu etkilemez. Hatta annesinin bu durum karşısındaki şaşkınlığını “geri
kafalılık” olarak nitelendirecek kadar insanlığını yitirmiştir.
Ayrıca hiç arayıp sormadığı annesini sırf evine göz diktiği için
arayacak kadar “bitik” bir insandır. Onun için bütün gerçeklik
parayla ilgili olandır.
Nitekim annesinin ölümünün ardından evine gelerek para
edecek eşyaları “iğrenç bir iştahla araması”, alacaklarını alıp
Hanım’ı sokağa atarak evin kapısına “satılık” ilanı koyması
para arzusunun insanı ne hale getirdiğini gösteren işaretlerdir. Böylece Refiğ’in evrensel tehlikeleri görünür kılmak
üzere daha çarpıcı bir anlatımı benimsediğini söyleyebiliriz.
Her iki filmde de insani değerlerdeki zayıflama, şehirlerin
pis görüntüleriyle somutlaştırılmıştır. Venedik’te Ölüm’de
Rönesans’ın başladığı toprakların yirminci yüzyıl başındaki
içler acısı hali resmedilirken; Hanım’da dünyanın en güzel
şehirlerinden biri olan İstanbul’un yirminci yüzyıl sonlarına
doğru geldiği durum gösterilmektedir. Her iki güzel şehir de
paranın, arzuların ve vefasızlığın kurbanı olmuştur. Şehirlerin
eski görüntüsünden uzaklaşması aslında insanın layık olduğu
hayatın nasıl yok edildiğini ve bunun da “ilerleme yalanlarıyla” nasıl ustaca yapıldığını gösterir. Modernleşmenin
amacından sapıp “nasıl daha fazla para kazanılabilir”
sorununa dönüştüğü, bu sayede iki filmde de gözler önüne
serilmiştir.
Her iki filmde de müzikteki yozlaşmaya örnek vermek için
belli semboller kullanılmıştır. Visconti, bir yandan eser boyunca kendisindeki ve Mann’daki Mahler sevgisini ince ince
işlerken diğer yandan müzikteki yozlaşmayı filmin sonuna
doğru çarpıcı bir örnekle göstermiştir. “Yalan bir mutluluk tablosu” çizmek için çaba gösteren sokak çalgıcıları,
kültürdeki yozlaşmanın müziğe nasıl yansıdığını göstermektedir. Grup, otel müşterilerinin bütün sıkıntılarını unutturmak
için ucuz müzikler çalmakta ve sürekli para “dilenmektedir.”
Grubun solisti hasta olmasına rağmen çalışıp para kazanmak zorundadır. Hatta Aschenbach’a Venedik’te olup biteni
söylemez. Çünkü paranın kaynağı giderse kendisinin de
tükeneceğini düşünmektedir. Aslında zaten çoktan bitmiştir.
Bir zamanlar sanattaki “yeniden doğuşun yuvası” olan bu
topraklarda artık kulaklar bu yoz müzikleri duymaktadır.
Hanım‘da ise Refiğ müzikteki yozlaşma hakkındaki uyarılarını iki sembol üzerinden vermektedir. Yönetmenimiz
öncelikle, kültürümüzün layık olduğu değeri görmesi adına
mücadele eden bestecilerimizin müziklerini kullanarak, bu
yolda kendi sanatçısına ve kültürüne karşı ne büyük bir sevgi
beslediğini göstermiştir. Yarattığı Olcay Hanım karakteri, öz
değerleri üzerine kurulmuş Çağdaş Türk müziğini ve müzik
sanatının evrensel sesi olmayı başaran Beethoven gibi büyük
sanatçıların müziklerini savunur. Öğrencisi Canan’ı, kendi
kültürünün üstün sanat eserleriyle eğitmektedir. Yönetmenimiz, Canan’ın “sonradan görme” ailesinin Çağdaş Türk müziği
hakkındaki görüşlerini içeren diyalogları kullanırken aslında
yıllardır çektiğimiz sıkıntıyı da özetlemektedir :
25
Canan’ın annesi yetersiz dünya görüşüyle kızının sadece
Chopin ve Beethoven çalmasını isterken; babası hem batı
müziğinin hem de Çağdaş Türk müziğinin tamamıyla karşısındadır. Geleneksel müziğin olduğu gibi kalmasından yanadır.
Yani bu anne-baba ne batı kültürünü tanımıştır ne de kendi
kültürünün değerlerini alımlayabilmiştir.
Hanım’da Halit Refiğ’in müzikteki yozlaşmayı sembolize
etmek için kullandığı diğer işaret Ender karakteridir. Ender,
ucuz müziklerle uğraşan genç bir adamdır. Geçmişteki değerlere aykırı oluşunun yanında para kazanmak için yaptığı
müzikleriyle “kimliksiz” bir insandır. Tek derdi paradır.
Hareketleri ve tavırlarıyla zaten kendini açık etmektedir.
Refiğ’in Ender’e yüklediği anlam: Bu genç adamın kültürel
yozlaşmanın tehlikeli bir kolu olan müziksel yozlaşmayı
simgelemesidir. Bu yapısıyla Ender’in Venedik’te Ölüm’deki
ucuz sokak çalgıcılarıyla aynı karakterde olduğunu söyleyebiliriz.
Filmin sonunda ise değerlerin ve sevginin simgesi Hanım,
sokakta sırılsıklam bir halde yardım beklemektedir. Onu yine
Olcay Hanım gibi bir “efendi” olan Necip Kaptan kucağına
alıp evine, çıkarsız yaşamına doğru yola çıkmıştır. Necip
Kaptan evine doğru yürürken geri planda duyulan müzik,
Ahmet Adnan Saygun’un 1934 yılında tamamladığı İnci’nin
Kitabı isimli piyano eserinin yedinci bölümü olan Rüya’dır.
Bu sahnenin duygu yoğunluğu Rüya’nın hüzünlü havasıyla
desteklenmiştir. Gönül gözü açılan Necip Kaptan, Olcay
Hanım’ın sonsuzluğa ulaştığına ve onları izlediğine inanmaktadır. Evinin camında beliren Olcay Hanım ise artık sonsuzluğa ulaştığı için huzurludur.
Görülüyor ki her iki filmde de arzuların peşinden gitmenin
insan hayatını yok ettiği ifade edilmektedir. Paranın ve
güç arzusunun toplumsal değerleri zayıflattığı ve ahlaki
çöküntüye yol açtığı anlatılmak istenmektedir. O halde
arzular bütün kötülüklerin kaynağıdır. Ve her zaman felaket getirmektedir. İki film de kurtuluşun ancak “arzulardan
arınıldığı“ vakit gerçekleşebileceğini savunur. Böylece iki
film de Hinduizm’in değerlerini işaret etmektedir. Kurtuluş ancak arzulardan sıyrılarak, tüm zorluklara karşı, bütün
kötülüklerin uzağında mücadele ederek gerçekleşecektir.
Bunun yanı sıra her iki şaheser de kurtuluş için İslamiyet’in
yüce değerlerine ışık tutar. İnsan bu dünyada “gelip geçicidir.” Gerçek hayat, bedenin bu dünyadan ayrılmasıyla
başlayan “sonsuz hayattır.” İnsan eğer yaşamayı, doğayı ve
tüm canlıları severse tüm sevgilerin kaynağı Allah’a kavuşur.
İşte bu aşk “gerçek aşktır.” Bu yüzden ölüm son değil aksine
gerçek hayatın başlangıcıdır.
Evrensel mesajlarıyla, ahlaki çöküşün kaynağına ışık tutan ve
bunlardan kurtulabilmemiz için bize yol gösteren bu iki eseri
sinema sanatının en değerli eserleri arasında görüyorum.
Yaratıcılarının, sahip oldukları amaçlar ışığında birbirlerine
kavuşarak sonsuzluğa ulaştıklarına inanıyorum.
Uğur Cihat Sakarya
MSGSÜ Müzikoloji Y.Lisans Öğrencisi
[email protected]
26
MURAT İÇLİNALÇA İLE
HRİSTİYAN RİTÜELLERİ VE
PASKALYA ÜZERİNE…
SEDA OĞHAN
‘’Törenler müziksiz icra edildiğinde kulağa hoş gelmez, çünkü müzik ruhtur, aynı zamanda müzik dinle
bütünlük sağlamada yardımcıdır…’’ diyor sevgili Murat İçlinalça..
Kendisi Üç Horan Kilisesi, Başmuganni Yardımcısı… İstanbul Teknik
Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Ses Eğitimi Bölümü
mezunu… Yedi yaşından beri kiliselerde ayinlere katılmış. Onun bilgilerinden yararlanarak sizlere kiliselerde yapılan ritüelleri, paskalya ve
kilise müziğini harmanlayıp sunmak istedim.. İnanıyorum ki; bu röportaj, birbirinden farklı kültürlerle kardeşçe yaşamanın güzelliğini bir kez
daha yüreklerimizde hissettirecektir…
S. Oğhan : Hristiyan ritüellerinden genel olarak bahsedebilir misiniz? Hangi
dini törenler yapılıyor ve hangi bayramlar kutlanıyor?
M. İçlinalça: Ermeni Kilisesi’nde beş büyük bayram vardır. Bunlar; Noel,
Paskalya, Hokekalust (Kutsal Ruhun Gelişi), Asdvadzadzin (Üzüm BayramıMeryem Ana’nın göğe yükselişi ) ve Khaç... Bunlar haricinde yapılan dini törenler içinde özel törenler vardır. Bunlar; düğün töreni, cenaze töreni ve vaftiz
törenidir. Ayrıca günlük törenler vardır. Biz buna ‘’badarak’’ diyoruz. Badarak
ermeni kilisesinin en önemli törenidir. Her gün yapılır.
S. Oğhan: Badarak Ayini nedir, nasıl yapılır?
M. İçlinalça : Hz. İsa ölmeden önce oğullarına ekmek ve
şarabı göstererek ‘’Ekmek benim bedenim, şarap benim
kanımdır.’’ Diyor. ‘’ Beni hatırlamak için bunu yapınız.’’ diyor.
O tarihten bu güne kadar Badarak Ayini’yle Hz. İsa yad edilir.
Bu ayinde, ziller eşliğinde rahip yavaşça sahneye çıkar. (Sahne tanrı katı, aşağı taraf dünya olarak kabul ediliyor.) Perde
kapanır. Arkada rahip ekmeği şaraba batırır. Bu sırada acapella (İtalyanca çıplak ses demektir.) şeklinde ve bazen zil ile
ilahiler söylenir. Zil, Ermenice tsındzğa olarak adlandırılır. İşte
bu perde kapalıyken söylenen ilahi türüne de Dağ (Meğeti)
diyoruz. Ayin bitiminde tövbe duası okunur.
S.Oğhan: Ermeni kiliselerinde yapılan törenlerde müziğin
yeri nedir ve müzik ne şekilde kullanılır?
M. İçlinalça: Ermeni Kilisesi’nde en köklü ilahileri barındıran
kitap Şaragnots’dur. Şaragnots 1500 yıllık bir kitaptır; 5.
yüzyılda yazılmaya başlanmış ve son halini 15. yüzyılda
almıştır. İçeriğinde bulunan Şaraganlar tasavvuftaki durak
formuna benzer, makamsal bir ilahi formudur. Notasızdır.
Haz notası denilen bir sistemle yazılmıştır. Notaların şifresi
hala çözülememiştir. Kendine has işaretleri vardır. Gelenekle
geldiği için meşk sistemiyle günümüze ulaşmıştır.
Genelde müzik acapella şeklinde yapılıyor. Dini törenlerde
müziğin yeri çok fazladır. Törenler müziksiz olarak icra
edildiğinde kulağa hoş gelmez ve ruhu olmaz. Çünkü müzik
ruhtur, aynı zamanda müzik dinle bütünlük sağlamada
yardımcıdır.
S.Oğhan: İlahilerin sözleri nelerden bahsediyor? Her törende aynı ilahiler mi söyleniyor?
M. İçlinalça: Hristiyanlıkta en önemli konu Hz. İsa’dır. Genelde onun sözlerine ağırlık verilmiştir. Meryem Ana’dan da
bahsedilir. İncil’i yazmış olan kişilerin
mektupları kullanılmış, Eski Ahitten (Tevrat ve Zebur)
bahsediliyor. Geçmişte yaşanmış olan konular anlatılıyor.
Her törende söylenen ilahiler de var. O ayine özgü ilahiler de
mevcut. Örneğin Aysor Haryav-i Merelots (Bu gün ölülerden
dirildi) isminden de anlaşılacağı gibi paskalyalarda söylenen
bir ilahidir. Özel günlere özgü ilahiler değişmez ama günlük
bir ayinse o gün söylenen ilahiler değişiklik gösterebilir. Her
gün belirlenen bir makam vardır. Günler değiştikçe makamlar
da değişir. Örneğin pazartesi Uşşak, salı günü Rast makamı
gibi... Kesin katı bir kural da yoktur.
27
S. Oğhan: Paskalya günü anlamı ve öncesinden bahsedersek, Paskalya nedir? Ne tür hazırlıklar yapılır ve Paskalya ne
şekilde geçirilir?
M. İçlinalça: Paskalya Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli
bayramdır. Hz. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde
dirilişi kutlanır. Doğu ve batı kiliseleri arasında farklılıklar
olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak mart
sonundan nisan sonuna kadar olan dönemdir. Her sene sabit
bir tarihte gerçekleşmeyen ve dünya kiliselerinin çoğunda
Pazar günü kutlanan Paskalya Günü ise, Kıyam Yortusu, Diriliş
Pazarı ya da Diriliş Günü olarak adlandırılır.
Paskalya bayramı öncesinde; Paragentan dediğimiz Büyük
Oruca Giriş Karnavalı yapılır. Yiyecekler yenir, yas dönemine
girilir. Oruca başlanır. Eğlence yapılmaz. Kapalı Badarak
yapılır. Büyük oruç kırk gün sürer ve bu süre boyunca kilisede
perde açılmaz. Ayinlerde yapılan her şeyin özel bir anlamı
vardır. Tütsü yakılır, çıngırak çalınır, bayrak tutulur. İnanışa
göre okunan duaların tütsüden çıkan dumanlarla yükselerek
tanrıya ulaştığı düşünülür. Ermenice’de çıngırağa kışots denir
ve rahip sahneye (Horan) çıkarken çıngırak sallanarak sesler
çıkarılır. Bu sesler meleklerin sesini temsil eder. Elde tutulan
bayraklar melek şeklindedir ve melekleri temsil eder.
Paskalya günü geldiğinde her gün olduğu gibi önce akşam
duasıyla tören başlar,’’ lıtsak aravodu’’ yani baharın gelişiyle
birlikte sabah duasına geçilir. Badarak yapılır. Badarakta bu
sefer Paskalya’ya özgü ilahiler söylenir. Tören bitirilir.
Paskalya tüm Hristiyanlar tarafından kutlanır. Yaygın olarak
kiliselerde düzenlenen ayinlerin dışında, kutlandığı ülkeye
göre değişik gelenekler vardır. Bunlar arasında en yaygını
şahısların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya
tavşanı ve Paskalya yumurtası hediye etmesidir. Paskalya
günü için evlerde özel çörekler (paskalya çöreği ) yapılır,
haşlanmış yumurtalar boyanır, mumlar yakılır, dualar okunur..
28
S. Oğhan: Bu güzel röportaj için sevgili Murat İçlinalça’ya
teşekkürlerimi sunuyorum.
Seda Oğhan
İTÜ Müzikoloji Bölümü Y.Lisans Öğrencisi
[email protected]
AKDENİZ’DEN YÜKSELEN BİR SES:
KIBRIS HALK EZGİLERİ
TARİHSEL GELİŞİMİ ve GENEL YAPISI
Şafak Ersin Gören
Kıbrıs halk ezgileri, tarihsel gelişimi ve genel yapısı bakımından çok geniş kapsamlı bir araştırma süreci içinde ele alınmalıdır.
Kıbrıs halk ezgileri, tarihsel gelişimi ve genel yapısı
bakımından çok geniş kapsamlı bir araştırma süreci içinde
ele alınmalıdır. Çünkü tarihsel bir araştırma yapmaksızın,
Kıbrıs’ta var olan kültürel yapının ne olduğu konusunda yorumlar yapmak yanılgı olacaktır. Kıbrıs Halk Müziği
kuşkusuz Kıbrıs’ta yaşayan halkların müziğidir.Bu bakımdan
Kıbrıs’ta yaşayan halkın etnik,ekonomik,kültürel ve tarihsel
yapısını da incelemek gerekir.Kıbrıs halkı kozmopolit kültürel
bir yapının ve tarih boyunca birçok uygarlığın kültürel
etkilerinin yaşamasını ve kaynaşmasını sağlamıştır ve etnik
olarak da bu uygarlıkların mirasçısı veya kültürlerinin
taşıyıcısıdır.Konunun tarihsel gelişim içinde bütün bu etkenler göz önünde bulundurularak incelenmesi gerekir. Kıbrıs’ta
var olan halk müziğinin araştırılmasında daha sağlıklı
sonuçlara ulaşabilmek için kısmen de olsa Kıbrıs’ta hüküm
sürmüş uygarlıkların ve kültürel özelliklerinin araştırılması
gerekecektir. Çünkü Kıbrıs müziği Anadolu, Balkan, Arap,
Asya ve Avrupa kültürlerinin bir sentezi durumundadır. Bu
çok uluslu kültürel yapının olması Kıbrıs kültürünün (müzik
ve oyunların) kime ait olduğu tartışmalarını da beraberinde
getirmektedir. Bu tür kargaşalara düşmemek için tarihsel
tarama ve tespitlerin objektif olarak yapılması bilimin törel
değerlerine en uygun olanıdır.
Kıbrıs müziği coğrafik, tarihsel veya ekonomik nedenlerle
birçok bölgenin müzikleriyle etkileşim içinde olmuştur.
Kültürel etkileşimlerin kaçınılmaz olduğu gerçeğinden yola
çıkarsak, bir bölgeden başka bir bölgeye taşınan kültürün
ilk haliyle kalmadığını, taşındığı bölgenin tüm koşullarına
göre yeniden şekillendiğini ve o yöreye özgü yapısal bir hal
aldığını görürüz.
Kıbrıs’ta bugün iki toplum arasında sınırlar olsa da halk oyunları iki tarafta da aynı şekilde oynanmakta, aynı ezgiler hem
Rumca, hem Türkçe olarak söylenmektedir. Bunun yanında
ezgilerin bir kısmı olduğu gibi Anadolu’dan veya başka bir
bölgeden alınmış olsa dahi sözlerde, metronomlarda ve
tavırlarda yapılan değişiklerle Kıbrıs’a özgü hale gelmiştir.
Kıbrıs Halk Müziği Rum araştırmacılar tarafından büyük
ölçüde araştırılmış, Türkler akademik ve sistemli araştırmalara 1986’lardan sonra başlamışlardır. Bu araştırmaların
tümü yeni ve tartışılır olmasına rağmen kaybolma tehlikesi
içinde olan Kıbrıs halk oyunları ve müziklerinin derlenerek korunmasına büyük ölçüde katkıda bulunacaklardır.
Kıbrıs Halk Müziği’nin ve oyunlarının bugünkü durumu,
Kıbrıs Müziği’nin kimlere ait olduğu tartışma-ları ve bu
konuda gerekli araştırmaların az ve tartışılır olması birtakım
problemi doğurmuştur. Kıbrıs Halk Müziği ve Oyunlarının
birçok nedenlerle karmaşık bir yapıya sahip olması ve bu
karmaşıklığın getirdiği tartışmalar Kıbrıs Halk Müziği ve
Oyunlarının genel yapısını sorunlu bir hale getirmiştir.
Genellikle yapılan araştırmalar bir taraf seçilerek subjektif
olarak değerlendirirlmiştir. Bu nedenlerle problemin bilimsel
olarak tespit edilmesi ve bu konuda objektif bir araştırmanın
eksikliği hissedilmiştir. Kıbrıs’ın ekonomik, kültürel ve tarihsel yapısını inceleyerek Kıbrıs Halk Müziği ve Danslarında
eksik kalmış veya araştırılmamış bazı yönleri açığa çıkararak, bu konuyla ilgili kişi ve araştırmalara kaynak olması
bakımından makalemin bilimsel, objektif ve güvenilir olması
amaçlanmıştır. Kıbrıs Halk Müziği bugün birçok nedenlerden
dolayı kaybolma ve unutulma tehlikesi içindedir.
29
Bazı araştırmacı ve yazarlar oldukça fedakar davranmalarına rağmen özellikle ekonomik olanaksızlıklardan dolayı
hedefledikleri ölçüde araştırma, derleme ve arşivlemeler
yapamamışlar, bazı kişiler de işin kolayını seçip, varolanı
araştırıp açığa çıkarmak yerine masa başından ısmarlama
ve yapay kültür oluşturma çabaları içine girmişlerdir. Bütün
bu nedenleri göz önüne alırsak, bir kültüre sahip çıkmadan
önce onun araştırılıp derlemesini yapmak, ilerideki muhtemel tartışmalara bilimsel gerçeklerle girme olanaklarının
oluşturulması amaçlanmıştır. Tarihsel gerçeklerden yola
çıkarak Kıbrıs Halk Müziği ve Oyunlarının bugünkü genel
yapısı konusunda somut bulgulara ulaşmak, tarihsel nedenlerle Kıbrıs Müziği’nin düştüğü duruma ve getirdiği tartışmalara cevap olanakları sağlamak makalenin diğer amaçlarını
oluşturmaktadır.
Tarihsel Bir Bakış
Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in Kuzey Doğusu’nda, Anadolu’nun
güney kıyısından 65 kilometre uzaklıkta bir adadır. Yeri,
doğal yapısı, tarihsel gelişimi ve ilişkileri bakımından jeopolitik bir öneme sahiptir. Bu nedenle birçok medeniyetin,
kültürlerin uğrak yeri, bir nevi kontrol merkezi durumuna
gelmiştir. Coğrafi konumu nedeniyle Kıbrıs, tarih boyunca, bölgedeki güç dengeleri ile medeniyetlerin, kültür ve
ticaretin, çeşitli dil ve dinlerin etkisi altında kalmıştır. Bundan
dolayı çağlar boyunca bölgedeki çeşitli rekabetin, siyasi
ve askeri üstünlük kavgalarının yer aldığı bir alan haline
gelmiştir. Ada üç kıtanın medeniyetinin kesiştiği bir kavşak
noktası olarak Asya, Avrupa ve Afrika uygarlıklarının buluşup
kaynaştığı bir ülke olmuştur. Kıbrıs, uzun tarihi boyunca
her zaman bölgedeki en güçlü uygarlığın egemenliği altına
girmiştir. Nitekim milattan önceki yıllardan günümüze kadar
uzanan tarih süreci içeri-sinde Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlar, Persler, Makedonyalılar, İyonyalılar, Ptolemeler,
Romalılar, Bizanslılar, Lüzinyanlar, Venedikliler, Türkler ve
İngilizler uzun veya kısa süreli adanın sahibi ve yöneticileri olmuşlardır*. Tüm bu etkenlerin sonucu olarak adada
çok değişik bir kültürel yapı meydana gelmiştir. Bugünkü
Kıbrıs kültürünün yapısını oluşturan bütün bu tarihi süreç,
özellikle Kıbrıs’ta yaşayan toplumların etnik, ekonomik ve
sosyal farklılıklarına rağmen ortak bir kültüre sahip olmalarını sağlamıştır.Kıbrıs’ın tarihten bugüne etkilenmesi
olası geçmiş kültürleri gözden geçirmek gerekirse, Kıbrıs
müziğinin 2 kültür bölgesinden etkilendiği söylenebilir.
Bunlar:
1.Yakın Doğu müzikleri kültürü
2.Yunan-Roma müzikleri kültürü
Yakın Doğu müzikleri kültürü Mezopotamya, Mısır, İran ve
Arap kültürleridir. Yunan-Roma müzikleri kültürü ise Avrupa
müziğinin ana kaynaklarıdır ve Asya’yı Avrupa’ya bağlayan
bir köprü vazifesi görmüşlerdir. Türlü göçler ve işgaller
sonrasında, bu iki kültürün, zaman zaman birbirleri üzerinde
karşılıklı etkiler yaptıkları, çeşitli izlerinden anlaşılmaktadır.
Örneğin Sümer müziği hem Asya’ya hem de batı ülkelerine
doğru etki etmiş; Antik Yunan müziği ise Büyük İskender’in
Asya seferleri esnasında kısmen de olsa etkilenmiş, Mısır
müziği de Antik Yunan müziğinden etkileşerek ortaya
çıkmıştır. Kıbrıs kültürü ve sanatı, Ege’li kolonilerin adaya
gelip yerleşmesinden sonra Fenike’lilerin ve özellikle Mykenia’lıların katkılarıyla zenginleşti.
İskender devrinde Yunanlılar Kıbrıs’ta hakimiyetlerini kabul
ettirdiler.Bundan önce M.Ö. 1500’e doğru Mısır firavunları
tarafından işgal edilen ada, daha sonra Sargon devrinde Asur’luların,M.Ö. 560’a doğru Mısır’ın, Mora devrinde Persler’in
hakimiyetine geçmiştir. Bütün bu tarihsel süreç içinde bu
uygarlıkların kültürleri de adaya yerleşmiş ve etkisini büyük
ölçüde günümüze kadar sürdürmüştür.Kıbrıs’ın bugünkü
sahibi olan Rum ve Türk halklarının kültür birliği de Osmanlılar’ın 1571’de adayı Venedikliler’den fethiyle başlamıştır.
Müslüman Türk halkıyla Ortodoks Rum halkının kültürel
kaynaşmasının en büyük nedeni Katolik Venedikliler’in
Ortodoks halka yaptığı zulmün Osmanlılar tarafından sona
erdirilmesi olmuştur. Osmanlılar Ortodoks kiliselerine birçok
haklar tanımış, halkın kiliseye vergi vermesini sağlamış, adada oluşan nüfus açığını kapatmak için de Anadolu’dan nüfus
aktarımı yaparak iki ayrı etnik yapının oluşmasını sağlamıştır.
Böylece çok zengin kültürel değerlere sahip olan Kıbrıs’a bir
o kadar zengin uygarlıkların beşiği olan Anadolu’dan kültür
taşıması olmuştur. Mağusa kentinin fethinden sonra 1572
ve 1581 yılları arasında 8000 hane Türk, yerleşmek üzere,
adaya gönderilmiştir. Bazı kaynaklarca iskan edilmek üzere,
bazı kaynaklarca da sürgün olarak gönderildiği belirtilen
bu hanelerin, toplam 40.000 kişilik bir nüfus olduğu ifade
edilmektedir. Kıbrıs Adası’na gönderilen Türkler’in geldikleri
yer, İç Anadolu Bölgesi’nde yer alan Konya-Karaman,Nevşehir,Niğde bölgeleridir. Adaya gönderilmek üzere Aksaray,
Beyşehir, Seydişehir, Develi, Anduğu, Ürgüp, Niğde, Bor, Ilgın,
İshaklı(Sultandağı), Akşehir, Koçhisar ve Mersin’den 12.000
hanenin gönderilmesi planlanmıştı. Ancak ada iklimi beğenilmediği için 1572-1581 yılları arasında 8 bin hane adaya
gönderilebilmiştir. Bu da yaklaşık 40 bin kişilik bir nüfustur.
Bunların da bir kısmı sonradan Anadolu’ya geri dönmüştür.
Kıbrıs’a Türkler’in iskanı daha sonra da sürmüş, XVII. yüzyılın
sonları ile XVIII. yüzyılın başlarında çevreye zarar veren bazı
aşiretler Kıbrıs’a yerleştirilmişler*.
Kültür Taşıması
Sanat, yalnızca kendi içinden gelenleri yansıtmıyor. Kıbrıs
Adası’na gelenlerle birlikte taşınan İç Anadolu müzik
kültürünün etkisini bugünkü ezgilerde görmek mümkündür.
Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu müziğinin etkilerinden de söz edilmeli. Osmanlı müziği ise, kendi toplumsal
yapı ölçüleri içinde tutarlı, yüksek nitelikte ve hayranlık
uyandırıcıdır. 432 yıllık müzik kültür ve birikimi, zamanın
süzgecinden geçerek günümüze kadar ulaşmış, kırsal
kesimin yarattığı ve yüzyılların içinden gelen “Halk Müziği”
denilen otantik türün kendi yapısal gelişmesinde sorun
olmadığı söylenebilir.
* Akbayır, Bilal ve Ercan Nazik. Ed. 2014. Kıbrıs Türk Tarihi 9. Sınıf (6). Lefkoşa: KKTC Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
* İsmail, Sabahattin. 1992. 100 Soruda Kıbrıs Sorunu. Lefkoşa: Dilhan Offset
30
Otantik müzik, kır veya köy yaşamının tüm yönlerini, geniş
boyutlarıyla kapsayacak ve belli kalıplar içinde yorumlayacak güce sahip bir müzik türüdür. Yukarıda sayılan nedenlerle ve birkaç uygarlığın müziğinin kesişmesiyle, Kıbrıs müziği
zengin melodilere sahip olmuştur. İcra tarzı, melodik süslemelerin zenginliği, kendine has üslup ve güzellik içerisindeki
Kıbrıs otantik müziği, melodi yapısı yanında, keskin ritimleri
ve şairane ifadelerle yüreklere hitap etmektedir. Kahramanlık-epik türkülerin yanı sıra, mizahi, manevi ve lirik türler de
görülmekte. Bunların içinde kahramanlık-epik tür otantik
müziğin olmasının nedenleri malumdur. Kıbrıs Adası bir çok
trajik olaya, tarih boyunca sahne olmuş bir adadır. Bülent Fevzioğlu’nun yazdığı ve Turgay Salim’in sazından ve sesinden
dinlediğimiz , SAMTAY Vakfı sponsorluğunda çıkan “Özgün
Kıbrıs Türküleri ve Ağıtları” örnek olarak verilebilir.En çok
işlenen temalardan biri de lirik içerikli otantik müziklerdir.
Sevginin ve sevgilinin güzelliği, özlem, ayrılıklar en güzel lirik
ifadeyle sergilenmekte ve Kıbrıs yöresi ağzı kullanılmakta.
Farklı kültürlerin otantik müziklerinde olduğu gibi, bağımsız
bir anlam taşımayan, ancak metin içerisinde okunduğu
zaman anlaşılabilen çok kelime mevcuttur. Melodik ve ritmik
bir özü olan Kıbrıs otantik müziğinin lirik olanlarının bile
dans-oyun ritmiyle benzeştiği görülmekte. Kıbrıs otantik
müziği, halkın yaşantısının gerçek yanlarını yansıtmaktadır.
Tür zenginliğinin kaynağı da budur.
Ayrışma ve Kültür Tartışması
Osmanlılar’ın 1878’de Ruslarla savaşa girmesi Kıbrıs’ın da
kaderini İngilizler’in eline bırakıyordu. böl ve yönet politikasının mümessili olan İngilizler, adada kültürel ve tarihi
birliği olan iki kardeş halkı yapay şövenizmler yaratarak
(kendi çıkarları doğrultusunda) birbirine düşürmeye başladı.
İngiliz kültürü de işte bu dönemlerde adada etkisini göstermeye başladı. Bugün Kıbrıs Türk halkının konuşmasındaki
İngilizce benzeri “Grammar” (dil bilgisi) sistemi bundan
kaynaklanmaktadır. Müzikleri, oyunları, sosyal yaşantısı ortak
olan Rum ve Türk halklarının ayrışması işte bu dönemde
başlamıştır. 1960’lara gelindiğinde Amerika’nın girişimleri
neticesinde ortak bir Cumhuriyet kurulsa da, tüm uğraşlara
rağmen Rum-Türk ortak Cumhuriyeti ancak 3 yıl yaşayabilmiştir. Türkler Taksim Planı, Rumlar ise Enosis Planı’nının uygulanmasını istediler. Her iki taraf da kurulan Cumhuriyet’e
amaçları doğrultusunda bir sıçrama tahtası olarak bakıyorlardı.Bu nihai çözümsüzlük içinde Kıbrıs müziğinin kime ait
olduğu tartışmaları da etkisini göstermeye başlamış oldu*.
Etkileşim
Kıbrıs halk ezgilerinin tarihsel gelişim ve etkileşimini;
1) Tarihi dönemleriyle Kıbrıs Müziği
2) Tarihsel gelişimi içinde Kıbrıs Müziği’nin Anadolu ve diğer
kültürlerle etkileşimi
Şeklinde iki ayrı başlık altında inceleyebiliriz. Tarihsel gelişimi içinde kültürel etkileşimleri ise;
1) Anadolu ve Balkan müziğinin Kıbrıs müziğine etkisi
2) Osmanlı ve Arap müziğinin Kıbrıs müziğine etkisi
3) Kıbrıs müziğinin Anadolu müziğine etkisi
4) İngiliz sömürgesinin Kıbrıs müziğine etkisi
5) İngiliz sömürgesi sonrasının Kıbrıs müziğine etkisi
Şeklinde 5 ayrı bölümde inceleyebiliriz.
Kıbrıs halk ezgilerinin tarihsel olarak etkileşimlerini ayrıntılı
olarak araştırmak, müzikle ilgili tarihsel kaynakların az olması nedeniyle hayli zordur. Bu nedenle yalnızca bilinen en
eski kaynaklardan yararlanmak ve tarihsel olarak kesin olmayan yorumlar yapmak mümkün olacaktır. Örneğin Kıbrıs’ın
Yenitaş Çağı’ndan Venedikliler’e kadar olan dönemde hangi
uygarlıklarla etkileşim içinde olduklarını tespit etmek
mümkün olsa dahi bu uygarlıkların müzikle veya diğer güzel
sanatlarla ilgili Kıbrıs’la nasıl etkileştikleri konusunda bilgi
sahibi olmamız pek mümkün olmayacaktır.
Onun için ancak yakın geçmişimizle ilgili tarihsel bulguları
araştırma olanağı vardır. Bu bilgilerden hareketle Kıbrıs
müziğini tarihi dönemlerine göre şöyle sıralayabiliriz.
1) İngiliz sömürgesi öncesi dönem (İ.Ö. 2500 - İ.S. 1878)
a) Otantik Dönem (İ.Ö. 2300 - İ.S. 1571)
b) Osmanlılarla birlikte gelişen dönem (1571 - 1878)
2) İngiliz sömürgesiyle birlikte gelişen dönem (1878 - 1960)
3) Cumhuriyet dönemi (1960 - 1974)
4) 1974 sonrası dönem (1974’ten günümüze)
Kıbrıs müziği her kültürde olduğu gibi birçok kültürle
etkileşim içinde değişerek gelişimini sürdürmüştür. Ancak diğer kültürlerden farklı olarak bu etkileşimleri daha
yoğun bir biçimde yaşamıştır. Bunun da en büyük nedeni
Kıbrıs’ın jeopolitik bir öneme sahip olmasıdır. Kıbrıs’ın kaderi
ritmik olarak birçok uygarlığın istilasıyla şekillenmiştir.
Bütün bu nedenlerden dolayı Kıbrıs kültürü neredeyse
bütün dünyanın kültürel özelliklerinin izlerini taşımaktadır.
Başta Anadolu olmak üzere, yakın, uzak birçok uygarlığın
kültürünü buluşturup kaynaştırmış, hatta dönüp o uygarlıkların kültürlerine etkide bulunmuştur. Farklı kültürlerden
gelen birçok halk burada birleşip kaynaşarak hem adaya
özgü bir kültürel yapının oluşmasını sağlamış, hem kendi
kültürleriyle ve diğer kültürlerle etkileşimde bulunarak
diyalektik bir şekilde kültür devirdayımı yapmışlardır*.
Kıbrıs halk ezgilerinin ve oyunlarının genel yapısıyla ilgili çok
eski kaynaklara rastlanmadığından, ancak yakın geçmişteki
kültürel etkileşimlerin irdelenmesi mümkün olabilir.
Örneğin, Hititler’den Kıbrıs müziğine etki eden özelliklerin
ve değerlerin ne olduğu konusunda hiçbir somut bulgu
günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle yalnızca tüm bu uygarlıkların etkisiyle ve tarihsel bir süreç içinde bugünkü Kıbrıs
kültürünün oluştuğunu söylemek mümkündür. Örneğin
karşılamaların, benzer müzik ve dansların Balkan kültürünün
etkisinde, Zeybekler’in Ege ve Yunan kültürünün etkisinde,
sözlü müziklerin birçoğunun Anadolu’nun çeşitli yörelerinin
etkisinde olduğu şeklinde kesin olmayan tahmin ve yorumlar
yapabiliriz.
* Vaner, Semih. 1990. Türk-Yunan Uyuşmazlığı. İstanbul: Metis Yayınları
* Faiz, Muharrem. 1996. Kültür ve Yabancılaşma. Lefkoşa: Galeri Kültür Yayınları
31
Ayrıca Kıbrıs müziğinde Osmanlılar’dan önce Keman,
Laudo (Ud), Tül (ritm saz) ve çobanlarda da Kaval (Kıbrıs
dilli kavalı) gibi müzik aletlerinin Yunan, İtalyan, Arap
ve Balkan kökenli sazlar olduğunu, Osmanlılar’la birlikte yaygın olmamakla beraber Davul, Zurna, Klarnet,
Darbuka, Cümbüş gibi sazların kullanıldığını, İngiliz
sömürgesiyle birlikte Avrupa’da yaygın olarak kullanılan
kültürel değerlerin de Kıbrıs kültürüne etkide bulunduğunu söyleyebiliriz. Kıbrıs kültürü otantik özelliğini
sürekli olarak değişik kültürlerle etkileşerek sürdürmüş,
ancak özünde Kıbrıs’lılık esprisini de yitirmemiştir.
Kıbrıs müziğinde ve danslarında yaygın olarak kullanılan
Zeybek, Destan, Mani, Karşılama, Sirto, Polka, Kolamatiano, Gleftigo, Çiftetelli, Arabiye ve kadın oyunları gibi
türlerin birçoğu Anadolu ve Balkan kültürünün etkisiyle
oluşmuştur. Kıbrıs halk müziğinin temel sazlarından olan
Laudo (Lavta,Ud) ve Darbuka Anadolu ve Balkan kökenli
sazlardır. Kıbrıs halk dansları ve müziğine Anadolu ve Balkan
kültürünün etkisiyle gelmiş bütün bu türler Kıbrıs’ta tarihsel
bir değişim süreci içinde gelişmiş, ilk konumundan apayrı
hallere gelmişlerdir. Örneğin değerli araştırmacı Özkan
Yıkıcı’nın “Müzikleri İsimlendirme” başlıklı makalesinde belirttiği gibi Anadolu’da Elmalı Zeybeği adıyla bilinen, teması
kahramanlık olan bir zeybek, Kıbrıs’ta kadın-erkek ilişkilerini
canlandıran “Ana suya gönder beni” adlı dramatize bir oyun
olarak değişmiştir*. Bu durumda Kıbrıs kültürünün ağırlıklı
olarak Anadolu ve Balkan kültürünün etkisinde geliştiğini,
ancak tüm kültürel etkileşimlerde olduğu gibi Kıbrıs
kültürünün kendine özgü etkileşen bir kültür olduğunu kabul
etmek gerekir. Kıbrıs müziği Anadolu müziğinin veya Yunan
müziğinin aynısıdır gibi yanılgılara düşmemek gerekir.
Osmanlılar Kıbrıs’ı 1571 yılında fethettiklerinde Kıbrıs
Venedikliler’in idaresinde bulunuyordu. Kıbrıs’taki Ortodoks
Rum halkına Katolik Venedikliler’in yapmış olduğu baskıların
Osmanlılar tarafından sona erdirilmesi, Anadolu’dan
Kıbrıs’a yerleştirilen Türkler ile adadaki halkın kaynaşmasını
kolaylaştırdı. Belki de Kıbrıs tarihinde en büyük kültürel
etkileşimler de bu dönemde olmuştur. Zengin kültürel
değerlere sahip olan Anadolu halkının Kıbrıs müziğine ve
kültürüne ciddi anlamda katkıları olmuştur. Müzik aletlerinde davul, zurna, darbuka,klarnet, cümbüş,bağlama, kabak
kemane, oyunlarda; müzikte özellikle sözlü oyun müzikleri
ve türküler, çeşitli iş ve ticari gelenekler, el sanatları, seyirlik
oyunlar vb. birçok türler bu dönemde Anadolu’dan Kıbrıs’a
taşınan değerlerdir. Kıbrıs’ta yaşamlarını uzun süre birlikte
ve iç içe sürdüren bu iki halkın özellikle birçok değerleri
ortak kullanmaları Osmanlılar’ın Kıbrıs’ı fethiyle başlamıştır.
Sözlü müziklerde Dolama Dolamayı, Kız Sana Nişan Geliyor
gibi türküler, Anadolu’dan gelen en belirgin örneklerdir.Anadolu ve Kıbrıs arasında başlayan kültür alışverişleri İngiliz
sömürgesi başladığında da uzun süre devam etmiştir.Kıbrıs,
coğrafik yakınlığından dolayı Suriye, Filistin, Mısır gibi Arap
kökenli ülkelerle de kültürel etkileşimlerde bulunmuştur. Bu
etkileşimler Osmanlılar’dan önce olmuş ve sonrasında da devam etmiştir. Arap Halit, Arap Ali Destanları bunlara örnektir.
Birçok kültürün Kıbrıs müziğine etkileri bilinmektedir. Ancak
etkileşim demek yalnızca dış kültürlerin Kıbrıs müziğine
etkisi demek değildir. Kıbrıs kültürel olarak birçok bölgeden
etkilendiği gibi birçok bölgeyi de etkilemiştir. Örnek verecek
olursak; Osmanlılar Silifke ve Mut dolaylarındaki bazı aşiretleri iskan amacıyla Kıbrıs’a göndermişti. Bu insanlar Kıbrıs’ta
kendi enstrümanları olan Kabak Kemane’ye benzeyen
Keman ile tanışmışlardı. Keman da benimsenerek kullanılmaya başlandı. Daha sonraları Anadolu’ya geri dönen bu
aşiretler Keman’ı da beraberlerinde getirerek özellikle Silifke
ve Mut dolaylarında yaygın olarak kullanmaya başlamışlardı.
Bugün halen bu yörede çalınan Keman’a “Gırbız Kemanesi”
denmektedir.Ayrıca Silifke yöresinde Kıbrıs Zeybeği adıyla
çalınan, TRT Müzik Dairesi tarafından derlenmiş ezginin
aynı nedenlerle Kıbrıs müziğinin Anadolu müziğine etkisi
olduğunu söyleyebiliriz*.
Kıbrıs müziği ve kültürünün Anadolu kültürüne buna benzer
birçok etkileri olmuştur. Bu bilgilerden hareketle Kıbrıs
kültürünün birçok yöreden etkilenerek ve birçok bölgeyi
de etkileyerek tarihsel bir gelişim gösterdiğini unutmamak
gerekir.
Osmanlı İmparatorluğu 1878 yılında Ruslar ile savaşa
girince Kıbrıs’ı İngiliz sömürgesine bırakmışlardı. İngilizler
1878’den itibaren Osmanlılar’dan farklı bir şekilde Kıbrıs’ı
kendi amaçları doğrultusunda yönetmeye başlamışlardı.
Hemen hemen her alanda kendi değerlerini Kıbrıs’a empoze
edip, eğitimden inançlara kadar kendi kurallarını uygulamaya
koymuşlardı. Batı kökenli müzik ve dans türleri İngilizler’in
sömürgesiyle birlikte adaya yerleşmeye başlamış, Mandolin
Filarmoni grupları oluşturulmuş, çok sesli müziğin adaya
girmesi de bu dönemde daha yaygın hale gelmiştir.
Kıbrıs halk kültürü bu oluşumlardan pek etkilenmemiştir.
Bunun en büyük nedeni de adada artan baskılar olmuştur.
İngiliz sömürgesinde böl ve yönet politikasının bir uzantısı
olarak etnik ayrılmalar ve ortaya çıkan zıtlaşmalar bugün
dahi kendini göstermekte, müzik ve oyunların kime ait olduğu, oyun kıyafetlerinde mavi-siyah gibi farklılıkların olup
olmadığı gibi tartışmalar bugün halen devam etmektedir *.
İngilizler’in 1914’lerden itibaren Kıbrıs’ı tamamen kendi
sömürgelerine katmaları ve kimliksizleştirme politikaları
kültürde olan etkileşim ve gelişimleri yavaşlatmıştır. Bunların
yanında sömürgenin etkisiyle çok sesli batı müziği alanında
büyük ilerlemeler kaydedilmiş, bu konuda yapılan, oluşturulan faaliyetler son derece başarılı olmuştur.Bugün faaliyette
olan Kıbrıs Türk Filarmoni Orkestrası bunun en iyi örneği
sayılabilir.
Sazlar
Kıbrıs Halk Müziği’nde temel olarak kullanılan sazlar Keman,
Ud, Tül, Darbuka, Klarnet, Davul, Zurna, Cümbüş ve Kıbrıs
Dilli Kavalı’dır. Osmanlılar’ın Kıbrıs’ı fethinden önce Keman,
Tül, Kaval ve Lavta Kıbrıs müziğinde yaygın olarak kullanılan
sazlardı. Tanbura, Davul, Zurna, Darbuka, Klarnet, Cümbüş
gibi sazlar da Osmanlılar ile birlikte Kıbrıs müziğinde
* İslamoğlu, Mahmut ve Yılmaz Taner. 1979. Kıbrıs Türküleri ve Oyun Havaları. Lefkoşa: Yarın Offset
* Halkbilimi(86/3). Lefkoşa: HAS-DER Yayınları (1986)
* İslamoğlu, Mahmut ve Yılmaz Taner. 1979. Kıbrıs Türküleri ve Oyun Havaları. Lefkoşa: Yarın Offset
32
kullanılmaya başlanmıştır*. Kıbrıs Halk Müziği’nin temel
sazlarından olan Ud; Eski Mısırlılarda, Asurlularda, Babillerde,
Yunanlılarda, Romalılarda ve daha birçok eski uygarlıkta
ilkel şekillerde kullanılan bir sazdı. Daha sonraları Araplar tarafından geliştirildiği ileri sürülmektedir. XV.yüzyıl
sonlarına doğru ortaya çıkarak bütün Avrupa’ya yayılmış,
XVI. ve XVII. yüzyıllarda, altın devrini yaşamış, XVII. yüzyılda bas telleri sayıca artırılarak 11 telli Lavtalar yapılmaya
başlanmıştır. Türk musikisindeki çeşidinde perde yoktur.
Lavta, eskiden Köçekçe takımlarına Kemençe veya Keman ile
birlikte eşlik ederdi. Kemane (Keman), Kıbıs müziğine Lavta
gibi Avrupa’dan gelmiş İtalyan kökenli olduğu ileri sürülen
bir sazdır. Bilindiği gibi Osmanlılar’ın Kıbrıs’ı fethinden önce
Venedikliler ile adada hakimiyet sürüyorlardı. Keman’ın da
Venedikliler ile beraber Kıbrıs’a gelmiş olabileceği ihtimalleri de vardır. Ancak Türk kültürünün Kıbrıs’a etkileri Osmanlılar’ın fethinden önce de olduğu gibi, İtalyan kültürünün
de Venedikliler’den önce adaya gelmesi muhtemeldir.Tül,
üzerine deri gerilmiş kasnaktan oluşan bir sitim sazdır. 5 ayrı
çeşidine rastlandığı söylenmektedir.Kıbrıs Dilli Kavalı, 6 veya
8 perdeli çeşitlerle kullanılan, kamışın boğumsuz kısımları
kullanılarak yapılan, Anadolu’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da
çobanlar tarafından yaygın olarak kullanılan Kıbrıs’a özgü
nefesli bir sazdır. Kavala Dilli Düdük de denmektedir.Kıbrıs’a
özgü olan Kaval, Kemane, Ud ve Tül’ün haricinde Osmanlılar
ile birlikte Kıbrıs müziğinde kullanılan ancak pek yaygın
olmayan sazlar Tanbura, Davul, Zurna, Klarnet, Cümbüş gibi
enstrümanlardır.
Sözlü Müzik
Sözlü müzikler, Kıbrıs halkının çeşitli olaylar karşısındaki
duygularını dile getiren halk şiirlerinin halk ezgileriyle
söylenen, genellikle yapanı bilinmeyen, değişik kültürlerin
etkisiyle gelmiş veya tamamen Kıbrıs’ta geçen olayları konu
alan, Kıbrıs kültürüne özgü olarak şekillenmiş anonim tarzda
söylenen müziklerdir. Sözlü müzikleri konularına göre birçok
bölüme ayırmak mümkündür.
Sözsüz Müzik
Oyun dışı sözsüz müzikler, pek yaygın değildir. Birkaç sabah
fasılları ve çobanların çaldıkları kavalla yapılan sözsüz
müzikler dışında yaygın olarak kullanılmamıştır.
Sözsüz müziklere daha çok danslarda rastlanır. Buna örnek olarak aşağıdakiler verilebilir:
1) Zeybekler
2) Karşılamalar
3) Dramatizeler
4) Sirtolar
5) Kasap Oyunları, Sustalar ve Mandralar
6) Çiftetelli ve Arabiye (Kadın Oyunları)
7) Kalamatianolar
8) Gleftigolar
Tahlil
Kıbrıs Halk Müziği’nin tarihsel gelişimi ve genel yapısının
incelenmesi, çok geniş kapsamlı bir araştırma konusu olması
sebebiyle bazı bölümlere ayrılarak gerçekleştirilmiştir.
Bütün bu bölümlerin sonucu olarak Kıbrıs Halk Müziği ve
Dansları’nın tarihsel gelişim içinde birçok kültürle etkileşerek bugüne geldiğini, bu gelişim içinde birçok kültürün
etkisini taşısa bile özde Kıbrıs’ın koşullarına göre şekillendiğini, bütün yanlı ve yanlış tartışmaların ve görüşlerin
aksine din, dil, ırk gibi özelliklerin üstünde halkları birleştirip
kaynaştıran değerler olduğunu söyleyebiliriz. Kıbrıs’ta
yaşayan Türk ve Rum toplumlarının uzun bir süre birlikte
yaşamalarının bir sonucu olarak dil, din, ırk gibi temel farklara rağmen ortak gelenek, görenek ve değerlerin oluşması,
giyimden kuşama, müzikten dansa, örf ve adetlerden aynı
inanç ve uygulamalara kadar birçok alanda ortak kültürel
özelliklerin yaşanması kaçınılmaz olmuştur. Bu durumda
Kıbrıs müziği, dansı ve daha birçok değerlerinin herhangi bir
millete aitmiş gibi gösterilmesi, tarihsel gerçeklerimizi inkar
etmek olur.
Bunlar;
1) Müzikli öykü ve destanlar
2) Manili Atışma ve Söyleyişler
3) Ağıtlar
4) Ninniler
5) Müziklendirilmiş Ortaoyunları
6) Çocuk Şarkıları ve Tekerlemeler
7) Taşlamalar (Hicivli ve Mizahi Müzikler)
8) İş ve Meslek Şarkıları
9) Aşk ve Sevda Şarkıları
10) Düğün Müzikleri
11) Doğa ve Tabiat Şarkıları
12) Sözlü Dans Müzikleri
* İslamoğlu, Mahmut ve Yılmaz Taner. 1979. Kıbrıs Türküleri ve Oyun Havaları. Lefkoşa: Yarın Offset
* Halkbilimi(86/3). Lefkoşa: HAS-DER Yayınları (1986)
33
Referanslar
Akşit, Niyazi. 1984. A’dan Z’ye Genel Bilgi Ansiklopedisi. İstanbul: Serhat Yayınları
Akşit, Niyazi. 1981. A’dan A’ye Tarih Ansiklopedisi(4). İstanbul:
Serhat Yayınları
Akbayır, Bilal ve Ercan Nazik. Ed. 2014. Kıbrıs Türk Tarihi 9. Sınıf
(6). Lefkoşa: KKTC Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Faiz, Muharrem. 1996. Kültür ve Yabancılaşma. Lefkoşa: Galeri
Kültür Yayınları
Gökçeoğlu, Mustafa. 1988. Tezler ve Sözler 1. Lefkoşa: İleri
Basımevi Halkbilimi(86/3). Lefkoşa: HAS-DER Yayınları (1986)
Gürel, Şükrü Sina. 1985. Kıbrıs Tarihi-Kolonyalizm, Ulusçuluk
ve Uluslararası Politika(2). İstanbul: Kaynak Yayınları
İslamoğlu, Mahmut ve Yılmaz Taner. 1979. Kıbrıs Türküleri ve
Oyun Havaları. Lefkoşa: Yarın Offset
İsmail, Sabahattin. 1992. 100 Soruda Kıbrıs Sorunu. Lefkoşa:
Dilhan Offset Vaner, Semih. 1990.
Türk-Yunan Uyuşmazlığı. İstanbul: Metis Yayınları
Şafak Ersin Gören
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
34
Tanburi Cemil Bey’in Ardından Geçen
99 Sene...
YAŞAR GÜLAY
Yaptığı hizmetleri ve katkıları ile mûsikîmizde ve kültürümüzde çok müstesna bir kıymeti olan Tanbûri Cemil Bey’in, vefatının
doksan dokuzuncu sene-i devriyesini idrak ediyoruz. Cemil Bey, sanatı ve icra ettiği mûsikî ile mûsikîmize yeni bir boyut
kazandırmıştr. Ve bu eşsiz mûsikî onun sayesinde günümüze aktarılmıştır.Cemil Bey’in hayatını inceleyelim.
Hayatı (1873-1916)
Cemil Bey, Türk Mûsikîsinin en tanınan ve en kıymetli
virtiözü olarak kabul edilir. İstanbul’un, en lâtif semtlerinden Mollagürani semtinde doğmuştur. Babası Tevfik Bey,
çeşitli devlet görevleri yanında Tahran sefirliği yapmıştır.
Annesi aslen çerkes olan Zihniyar Hanım’dır. Dedesi de
babası gibi çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş Mustafa
Raşid Efendi, sadrazam Hüsrev Paşanın kethüdâsıydı. Cemil
Bey henüz üç yaşındayken babasını kaybetti. Amcası Refik
Bey’in himayesinde ilköğrenim’inin ardından, günümüzde
lise’ye denk gelen rüştiye’ye başladı. Mûsikî sever bir
aile ortamından yetişti. Ailesinde birçok kişi enstruman
çalardı. Annesi Zihniyar Hanım, Âdile Sultan sarayında lavta
çalmıştır.Büyük ağabeyi Reşad Bey aşık sazı, küçük ağabeyi
Ahmed de tanbur çalıyordu. Küçük yaşlarda, ileride büyük
bir virtiöz olacağının sinyallerini veriyordu. Küçük yaşlarda,
basit malzemelerden oyuncak çalgılar yaparak ilk mûsikî
eğilimlerini gösterdi. Henüz on yaşında tanbura başladı.
Kemani Aleksan Efendi’den, Hamparsum ve batı notalarını
öğrenmiştir. Amcası Refik Bey’in konağı, küçük cemili kültür
ve mûsikî yönünden fazlaca etkileyen bir ortam olmuştur.
Bu evde fransızca öğrenmeye başlamıştır. Amcasının oğlu
Mahmud Bey, onun yeteneğini görüp ileride hocası olacak
Tanburi Ali Efendi ile tanıştırmıştır. Cemil Bey’in, gelenek
de alışılmadık kıvrak bir tavırla çaldığı tanburu Ali Efendi’yi
etkilemiştir. Ali Efendi, Cemil Bey’i takdir ve teşvik etmiştir.
Cemil Bey kısa sürede büyük mesafeler kat ederek, kendini mûsikî çevrelerinde kabul ettirmiştir. Onsekiz yaşına
geldiğinde önde gelen bir tanburi olarak kabul edilmiştir.
Yirmi’li yaşlarında kemençe, lavta, viyolonselde de hünerini gösterdi. Saraya yakın kesimlerde tanbur ve kemençe
dersleri verdi. Mekteb-i Mülkiye’den sonra, ondokuz yaşında
Harbiye Nezaret’inde kâtip olarak memuriyete başlamıştır.
1901 yılında Saide Hanım ile evlendi. Bu evlilikten bir başka
virtiöz Mesûd Cemil Bey doğar. Cemil artık yorulmuştur,
yıpranmıştır. Birinci dünya harbinin ağır şartları ve içki
alışkanlığı bünyesini zayıflatmıştır. Sağlığı bozulmuş ve bîtap
düşmüştür. Devlet verem teşhisi konan Cemil Bey’i, İsviçre’ye
tedavi için göndermeye karar vermiş ise de, Cemil Bey İstanbul’dan ayrılmak istememiş ve kısa süre sonra vefat etmiştir.
SANATI-İCRACILIĞI
Cemil Bey, mûsikîmizde bir kilometre taşıdır. Daha çocukken
tanbur virtüozlüğünde, o zamana kadar görülmemiş başarı
ve orjinallik gösteren Cemil, klasik Türk Musikîsî’nde hiç bir
değişiklik yapmadan, belirli ve geleneksel kaideler içinde,
gerek saz eserlerinde, gerek taksimlerinde, büyük bir yenilik,
değişik bir ruh ve üslup sahibi olduğunu gösterdi.
Cemil Bey icracılığında olduğu kadar, bestekârlığında da
mahir bir şahsiyet idi. Yazıldıkları andan başlayarak Türkiye
içinde ve dışında pek rağbet gören eserler hâlinde yayılan
peşrev ve saz semâileri, bugün hala Tunus, Bağdat, Kahire,
Şam, Beyrut radyolarında çalınmaktadır. Kusursuz güzellikleri, zarif işlenişleri, parlak nağmeleriyle Türk Mûsikîsinde
ki en seçkin ve en zevkli örneklerden olan bu eserlerdeki
lirik ve romantik hava, Cemil Bey’in naif kişiliğini yansıtmaktadır.
Hacı Ârif Bey, sözlü mûsikîde ne yapmışsa, Cemil Bey’de
saz mûsikîsinde aynı şeyi yapmıştır. İkisi de eser verdikleri
formları yüceltmişlerdir. Çocukluğundan başlayarak gittikçe
gelişen ve müzikalitenin son perdesine erişen Cemil Bey,
Türk Mûsikîsi’nde Taksim formunu ihya etmiş, ona müstakil
bir hüviyet kazandırmıştır. Cemil Bey’in virtiözlüğünü taksimlerinde en çarpıcı şekilde görebilirsiniz. Taksimlerinde
cümlelerin kuruluşu, umumî ve hususî inşası, birbirleriyle
bağlanması, terkip, renklerin uygunluğu bakımından,
hârikulâde parçalar çalmıştır. Çağdaşı olanlardan zamaımıza
kadar, Cemil Bey’i taklid etmemiş pek az sâzende gösterilebilir. Pek çok sazende Cemil Bey’den esinlenmiş ve istifade
etmiştir.
35
Tanburda onunla beraber geleneksel Türk icrâsı farklı bir
hüviyet kazanmıştır. Tanbur ve çaldığı diğer enstrumanları
icra olarak zirve noktaya taşımıştır. Cemil Bey’in saz eserleri
derecesinde değerli taksimlerinin, plaklarından, nüanslı olarak notaya alınıp incelenmesi çok önemli bir çalışma olacaktır.
Ve son olarak, Cemil Bey’i tanımamız ve anlamamız elzemdir.
Plağa Çaldığı Eserler
Yahya Kemal Beyatlı’nın Cemil Bey’in ilhamı ile yazdığı şiiri:
Saz Eserleri
KAR MÛSİKÎLERİ
Varşova 1927
Şeddi Arabân Peşrev-Saz Semâîsi, Ferahfezâ Peşrev-Saz
Semâîsi, Muhayyer Peşrev-Saz Semâîsi, Hicâzkâr PeşrevSaz Semâîsi, Isfahan Peşrev-Saz Semâîsi, Kürdî’li Hicâzkâr
Peşrevi, Mâhûr Peşrevi, Nevâ Peşrevi, Bestenigâr Saz Semâîsi,
Sûz-i Dilâra Saz Semâîsi, Nihâvend Longa, Hüseynî Oyun
Havası(Çeçen Kızı), Nikrîz Zeybek 1-2, Hümâyûn Ninni, Rast
Ninni...)
“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı,
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.
Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık!”
(Beyatlı,2012:s25)
ESERLERİ
Taksimler
1.Tanbur ile (Nihâvend, Gül’izar, Nevâ, Hicâz, Evç, Isfahân,
Kürdî, Bestenigâr, Arabân, Sabâ, Müsteâr, Ferahnâk, Yegâh,
Sûz-i Dilâra, Şeddi Arabân, Rast, Garîb Hicâz,Hüseynî,
Nişâbûrek, Bayati..)
2.Kemençe ile (Çoban Taksîmi, Mâhûr, Segâh, Sultânî-Yegâh,
Acem-âşiran, Evcârâ, Hüseynî(4 telli kemençe ile), Karcığar,
Pesendîde, Sûznâk(kaba kemençe ile), Kürdî’li Hicâzkâr, Sabâ,
Hicazkâr...)
3.Yaylı Tanbur ile (Hicâz, Hüseynî, Bestenigâr, Ferahfezâ,
Gârib Hicâz, Yegâh, Bayatî, Nihâvend, Segâh, Uşşak...)
4.Violonsel ile (Ferâhnak, Hüzzâm, Hüseynî, Mâhûr, Isfahân,
Muhayyer, Rast, Uşşak...) Lavta İle (Uşşak, Kürdî’li Hicâzkâr...)
5.Saz-Söz Taksimleri(Gazel ve Saz)Tanbur ile, Kemençe ile,
Yaylı Tanbur ile, Lavta ile Hafız Osman(Bestenigâr, Bayatî,
Isfahân, Uşşak), Yaşar Okur(Şevkefzâ, Mâhûr, Sûznak),
Hafız Sabri(Rast, Sabâ),Hüzzâm(Hafız Osman, Hafız Sabri),
Sûznâk(Hafız Âşir, Hafız Osman)
36
(Ekserisinde taksim de yapmıştır)-(Âsım Bey’in Rast Peşrevi,
Osman Bey’in Hicâzkâr Peşrevi, Osman Bey’in Nihâvend
Peşrevi, Tatyos’un Karcığar Peşrevi, Aziz Dede’nin Yegâh Saz
Semâisi)
Sözlü Eserleri
Nihavend Şarkı(Semâi, Sevdim Senî Ey İşve-bâz), Evç
şarkı(Curcuna, Nazîrin yoksenin ey mâh yerde), Şehnaz
Şarkı(Sengîn Semâi, Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok),
Kürdî’li Hicâzkâr Şarkı(Aksak, Def’-i nâliş eylerim hep seyr-i
ruhsârınla ben)
Kitapları
Rehber-i Mûsikî (Türk Mûsikîsi Bigileri)
İki basılmamış roman tercümesi, bir mûsikî lûgatı veye
ansiklopedisi(Kaamûs-ı Mûsikî) ve bir kemençe metodu
yazmaya başlamış; fakat bitirmek değil, belirli mesafe dahi
alamamıştır. Mûsikî ansiklopedisinin müzikolojiye bir kazanç
olduğu düşünülemez. Fakat yazılsaydı, kemençe metodu,
emsalsiz değerde bir pedagojik kaynak teşkil ederdi.
Çaldığı Enstrumanlar
Tanbur, kemençe, lavta, rebab ve violonselde de büyük
başarı gösterdi. Keman, ud ve kanun da çalmasına rağmen
bu sazları sevmezdi. Çöğür, Taşır bağlama, cura, divan sazı,
Karadeniz kemençesi, bozuk ve zurna gibi halk sazlarını da
çalabiliyordu.
Öğrencileri
Türk Tiyatrosu’nun temel kurumu olan Darülbedayi’nin
mûsikî bölümünde öğretmenlik yaptı. Ayrıca özel dersler verdi ve birçok öğrenci yetiştirdi.
Tanburda Refik Fersan, Faize Ergin, halasının oğlu Tanburi
Hikmet Bey, Kadı Fuat Efendi ve kemençede Fahire Fersan
öğrencilerinden birkaçıdır.
Sonuç
Tabii ki biz Cemil Bey’i ve sanatını kendi düşüncelerimiz ve
mefhumlarımızla tam manasıyla anlatamayız. Lâkin onun
sanatını ve müziğini benimsemeye, hisstmeye ve anlamaya
çalışarak naçizane Cemil Bey’i her dem anmayı ve anlamayı
isteriz. Bu vech ile Cemil Bey’in doksan dokuzuncu sen-i
devriyesi münasebetiyle bu yazıyı dergimizde yayınladık.
Umarız Cemil Bey’in tanınmasında ve anlaşılmasında bir
nebze katkımız olmuştur.
Referanslar
Beyatlı, Yahya Kemal 2012, Kendi Gök Kubbemiz,35.
baskı,(s25). İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti.
Güntekin, Mehmet 2010. İstanbul’un 100 Mûsikîşinası. s.
81-83. İstanbul: İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür A.Ş.
Yayınları.
Öztuna, Yılmaz 1990, Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, Cilt
1,(s177- 182). Ankara: Başbakanlık Basımevi.
Yaşar Gülay
İTÜ Müzikoloji Bölümü Lisans Öğrencisi
[email protected]
37
TEŞEKKÜR
Kulübümüze ve dergimize verdikleri destekten
ötürü başta Doç. Dr. Burcu Yıldız, Doç. Dr. Gonca
Girgin, Doç. Dr. Cihangir Terzi,
İTÜ TMDK Müzikoloji Bölümü öğretim üyeleri,
İTÜ Kültür Sanat Birliği olmak üzere tüm
İTÜ TMDK ailesine
teşekkürlerimizi sunarız.
38
Bu yayın ticari amaç taşımamaktadır.
Yayının içeriği izinsiz çoğaltılamaz ve basılamaz.
Yazıların tüm hak ve sorumluluğu yazarlarına aittir.
Yayın kurulu, gönderilen yazıları kısaltmakta ve yayınlayıp
yayınlamamakta serbesttir.
39
facebook/itumuzikbilimikulubu
twitter/itumuzikbilimi
youtube/itumuzikbilimi
40

Benzer belgeler