MecmuA`ya ‹mlas›z Mektup

Transkript

MecmuA`ya ‹mlas›z Mektup
e.e. cummings
îş≤´Õ•≥©z`ôµ≥µ¶`Ö≤°§°≠
bahar (hiçbiryer’den
Õ ´ ∞`ß•¨•Æi`©Æ≥°Æ¨°≤ Æ`
¢°´¥
`¢©≤`£°≠•´…Æ `
π•≤¨• ¥©≤•Æ`h©Æ≥°Æ¨°≤`®°π≤•¥¨•≤`
©Õ©Æ§•`¢°´°≤´•Æ`π•≤¨• ¥©≤•Æ`∂•
§•©¥©≤•Æl` µ≤°π°`π°¢°Æ£ `¢© ©`
∂•`¢µ≤°π°`¥°Æ § ´`¢© ©`´Øπ°Æi`
∂•`®•≤` •π©`Ğ∫•Æ¨•`§• © ¥©≤•Æ`
¢©m¢•©
´¨ m•`ß
¨ ©¢©§©≤
¢°®°≤`£°≠•´…Æ Æ`©Õ©Æ§•`hô•Æ©`
∂•`Ö≥´©` •π¨•≤©`Ğ∫•Æ¨•
©¨•≤©`ß•≤©`¥° π°Æl̀©Æ≥°Æ¨°≤
®°π≤•¥¨•≤`©Õ©Æ§•`¢°´°≤´•Æl`
¢©m¢•¨´©mπş∫§•≥©Æ©`
Õ©Õ• ©Æ`¢µ≤°π°`¥° π°Æl
µ≤°π°`§°`¢©≤`≥°Æ¥©≠`
®°∂°`´Øπ°Æi`∂•`
®©Õ¢© •π©`´ ≤≠°π°Æ`
¢©m¢•©
´¨ m•`ß
¨ ©¢©§©≤n
sahibi/yaz›iflleri müdürü: mustafa ibakorkmaz yaz›flma: halim flafak p.k. 271 38002 kayseri
y›l: 1 say› 6 • mart-nisan 2004 e-mail: [email protected] www.imlasizdergi.cjb.net
imlas›z ticari amaçl› bir dergi de¤ildir. dergide yer alan ürünlerden yazanla birlikte isteyen herkes sorumludur.
imlas›z’a bilgisayarla, daktiloyla, el yaz›s›yla yaz›lm›fl ürün gönderilebilir. kapak resmi: arma¤an bilgin
teknik haz›rl›k: turuncu tan›t›m 0.352. 231 11 10 • bask›: geçit ofset 0352.320 48 61
say›s› 2.500.000 tl. y›ll›k katk› pay› 15.000.000 tl. posta çeki numaras›. halim flanl›da¤ 692233
da¤›t›n lokantay›
bizi porsiyonlarla kand›ramazlar
kazanlar› ele geçirin
e y a t e fl i ç a l m a k i ç i n ç o ¤ a l a n l a r !
s e n , g e c e l e r i y a z d › ¤ › m , b i l i y o r s u n b i z i h i ç b i r z aman sevmeyecekler!
bu yana bir rüzgar yarat kemi¤inle akl›m›z yok
rahat›z merak etme
kötü kokular›yla s›z›yorlar içimize yüzlerinde
ölü kaslar insanl›k ad›na
p ro m e t h e u s ’ t a n b e r i i h a n e t e u ¤ r u y o r u z : s o y s u zl a r a fl k t a n y a n a ! . .
3
A r t › k t o p r a ¤ › d e l d i k , g ü n e fl v u rdu yüzümüze! Ne
y a p a b i l i r l e r s ö y l e ? ! K › r m › z › y l a ç i z m e k t e n b a fl k a v a rl›¤›m›z›! Ço¤unluklar ço¤unlukla azalt›r insan›...
B o fl v e r ! B i z i n a n › r › z k i a y a k l a n m a l a r a y a k l a rd a n
b a fl l a r !
b i l m e n i i s t e d i ¤ i m b i r fl e y v a r ; s e n i n “ o r a l a rd a ”
o l u fl u n g i b i , “ b u r a l a rd a ” y › m b e n d e . . .
e r i y e n d ü fl l e r i , p a s l › d i z e l e r i , i n a n ç s › z ö y k ü l er i y l e b o ¤ u l u r k e n ç › r p › n › y o r o n l a r...
e y y a n › m d a k i , e y K A R A C A H ‹ L s e l a m o l s u n s ana!
hep de di¤imiz gibi : B‹Z DE⁄‹LSEK K ‹M? fi‹MD‹
D E⁄ ‹ L S E N E ZA MAN ?
k a l b i n i k a l d › r h a y d i , K A R fi I v e B ‹ R L ‹ K T E o l m an › n fl e re f i n e !
ONUR AKYIL
oras› öyle de¤il
sabahattin umutlu
edward said’e. su’ya
≥µ¨°≤ ≠ ∫`¢µ∫§° Ƨ°Æ`
≥µ`≠µ`©≥¥•≤n≥µ`≠µ`©≥¥•≤nÆ•`©≥¥•≤
ßşÆ• ©≠©∫`°¶≤©´°
≥Ø µ´`≥Ø µ´`° °Õ¨°≤§°Æ`
≥Ø µ´`≥Ø µ´`≠•π∂•¨•≤`≠©
´©≠`´©≠©Æ`πş∫şÆ§•`´©
¢©¨•£•´`´©`°¥• ©
´©≠`´©≠•`¥°®°≠≠ş¨
´•¨•¢•´¨•≤`≠©
≥Ğ∫§•`Ğ∫Æ•≥©π©∫`° ´ Æ
®•≤´•≥`®•≤´•≥•`≥Ğπ¨•≥©Æ
Ø`¢• ©´¥° `¥≤°≠∂°π
´©≠©`´©≠•`ß•¥©≤©≤n´©≠§•Æ`´©≠©
≥µπµÆ`≥µπ°`≥Ğ𨕧© ©` °≤´ §°
≥µπ°`≥Ø≤≥°≠`¢©¨©≤`≠©n
¥° Æ`¥° ¨°`≤°Æ§•∂µ≥µ`¢©¥•≤`≠©
≥µπ°`Æ°≥ ¨`≥Ø≤°π ≠nnn
¢©¥•≤≠©®©Õ¢©¥•≤≠©®©Õ¢©¥•≤≠©
¢ ≤°´ Æ`°Õ ´`´°¨≥ Æ`
4
¢•§•Æ©Æ§•`Ø`¥° Æ`
¢ş¥şÆ`≠µ≥¨µ´¨°≤ `Ø` •®≤©Æ
≥°Æ`´©`®©Õ`Ш≠•§©≠
¢•πÆ©≠©Æ`¥°≠`Ø≤¥°≥ Ƨ°`
≥°¢≤°`∂•` °¥©¨¨° § ≤`
®•∞`Ø`≥•≥©`§µπµπØ≤µ≠n
©≠§©`¢•Æ©≠`ßĞ∫¨•≤©≠n`
•¨©≠§•`¢©`ß°∫`¢©§ØƵ`
ß•£©´≠© `¢©≤`≥Ø≤µ`≠µ`¢µ
§µ≤≠°§°Æ`≥©∫•`ß•¨©πØ≤µ≠n
§şÆnÆ•≤§•Æ`ß•¨©πØ≤§µn
©≠§©n®°Æß©`µ£µÆ§°̀™©•¨ ¥©Æ
π°≤ Æn¢©∫`ب≠°≥°´`§° `
ÕşÆ´şn𕧕´`¥•≤°∫©≥©`°´¨ Æ
¢©≤`π•≤§•`π°∫°≤`Ğπ¨•`
Ğπ¨•`π°∫°≤`¢©≤`π•≤§•
´•Æ§©Æ§•Æ`§•`ĞÆ£•§©≤
Ø`¢•§•Æ©Æ`¥°≤©®©
¢µÆµ`¢©¨©≤`
¢µÆµ`≥Ğπ¨•≤
¶©©
¨ ≥¥©Æ ©
¨ `ÕØ£µ́°̈≤
ß•£•§Ø °Æ`ßşÆ• ¨•≤§ • j
´µ≤µ¥µ¨≠µ `Õ©Õ•´¨•≤©`•≤©´°Æ Æ
j•¶•≥`ßşÆ• ©`````````````
liberal sol’un radikalizmi
hüsamettin çetinkaya
“Ahlaki terörizm kılığına bürünmüş entelektüel karşı devrim, Batı kapitalizminin rezaletlerini yeni evrensel model diye dayatıyor. Sözde ‘insan
hakları’ her yerde yeni özgür düşünce
biçimleri yaratmaya yönelik bütün girişimleri yok etmeye hizmet ediyor....
Özetle, yeni bir kolektif kurtuluş siyasetinin terimlerini aramak yerine, yerleşik ‘Batılı’ düzenin ilkelerini kendilerininmiş gibi benimsemişlerdir. Bunu yaparak, 1960’larda düşünülmüş
ve önerilmiş olan her şeye karşı, fena
halde gerici bir harekete ilham vermişlerdir.”
Alain BADİOU
(Ethics)
Benim bütün problemim, günümüz ve gelecek vizyonuna sahip bir
sol perspektifin, liberaller (devleti ele
geçirme mücadelesi verenler) ve milliyetçiler (devleti bırakmama mücadelesi verenler) arasındaki kavgaya kurban ediliyor olmasının, bu ülkenin
gençliği ve aydınları nezdinde neredeyse kabul edilir hale gelmesiyle ilgilidir. Böyle bir sol perspektifin, sona
ermiş ya da kaybedilmiş bir kavganın
diliyle inşa edilemeyeceği de ortada.
O zaman, özgürlük, dönüşüm ve sivilleşme gibi nosyonların ‘ortak nosyonlar’ haline getirilmesi, yani hakim bir
yaşam biçimi halini alması sürecini
düşünmeye, kimlik değil, bir aidiyet
belirlemesi yapmakla başlayabiliriz.
Bu elbette öncelikle, bu aidiyetin, zaten belirlenmiş (liberal, liberal sol,
milliyetçi, milliyetçi sol ya da İslamcı)
aidiyetlerden farkını ortaya koyma sorunudur. Bir başka deyişle bu, çeşitli
aidiyetleri tanımlayan, sınıflandıran,
meşru ya da gayri meşru oluşlarını tayin ve tespit eden ‘yerleşik değerler’le
(mevcut özlerle) belirli bir biçimde
‘hesaplaşma’ demektir. Bu, ‘belirli bir
biçimde’nin genelde mutabakatçı viz-
yona bağlı ‘akılcı biçimde’ anlamına
geldiği, ve başka bir biçime de (en
azından medya ve akademi iktidarınca) pek hayat hakkı tanınmadığı ortada. Gerçekten de bu hesaplaşma, yani
rasyonel ikna, sadece ahlaki normatif
bir temele mi dayanır ya da ‘rasyonel
ikna’, sadece ‘makul olma’ya ahlaki
bir değer kazandırmakla mı yürütülebilir? Oysa ben daha, ‘düşünüm’ün
(elbette bunun doğrudan bir sonucu
olarak söylemin ve söylem dilinin)
makul, yani zorunlulukla rasyonel
olacağı konusunda mutabık değilim.
Aidiyetler kültürel ve tarihsel yaşamın bir verisi olduğuna göre, aidiyetimin asli karakteristiğini öğrenmem (ya da hatırlamam) için, kısa bir
geri dönüşe ihtiyacım var. 60’lar ve
70’ler boyunca emperyalizme ve onun
işbirlikçisi devlete karşı başkaldırı
içinde şekillenen aidiyeti, ‘devrimci’
nitelemesiyle özetlemek mümkün.
İşin, kimlik edinme arayışı içinde işçi,
köylü ya da küçük burjuva az gelişmişliği ya da ezikliğini ters çevirip
yüceltmenin bir adı olarak ‘devrimci’
nitelemesine sığınma boyutunu bir yana atsak bile yine de temelde ‘meydan
okuma’ şeklinde tekil bir ahlaki duruşun varlığını saptayabiliriz. Bu meydan okuma elbette sadece Marksizmin
rasyoneline indirgenebilecek bir şey
değildir. Yani sosyalist bir toplum talebidir ama, bireylerini liberal-burjuva devleti ve toplumu gibi yok saymayan, bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerinin nihai ve en üstün modeli
olan bir toplumsal yaşam biçimi talebidir (en azından teoride böyleydi).Yani esasen, birey olarak, varlık
olarak politik katılım talebi, diyebileceğimiz demokratik bir talebin, bu talebi görmezden gelen ve ezen totaliter
sisteme ve antidemokratik yapılara
karşı bir ısrarın, direnişin ve meşruiyet
arayışının adıdır. Ve bu direniş kendini
totaliter devletin baskısı ve kapitalist
sömürü karşısında bir özgürlük ve
adalet arayışı olarak cisimleştirmiştir.
Meydan okumanın bu karakterinin bu
coğrafyadaki tarihi elbette ‘devrimci’
aidiyetin varoluşuyla sınırlanamaz.
Tarihin derinliklerine kök salan, kültürel ve neredeyse törel bir tine sahip
olduğu açıktır. Ve bu yüzden bu coğrafyanın tarihinde adalet, aklın değil
çoğunlukla bir isyan duygusunun adı
olmuştur. Dolayısıyla, Marksizmin çöküşü ile yitirilen şey bu meydan okumanın rasyonel gerekçeleridir. Marksizm çöktü ve her şey bitti mantığı,
tatlı bir liberal şekerdir ve bu ülkede
bu kadar çok şekersever olduğunu
bence kimse bilmiyordu. İşçi sınıfının
öncülüğü ve emek temelciliği evet
çökmüştür ama bu ne işçi sınıfının buharlaştığını gösterir ve ne de onların
kaderine muazzam bir işsiz kitlenin
ve dışlanmışların katıldığını görmezden gelmeyi. Liberalizmin iktisadi refah vaadi gerçek anlamda ortadan
kalkmıştır. Örneğin, 2003 yılında Türkiye’nin ekonomik büyümesinin %5.5
olmasına karşın istihdamın gerilediği
ve işsiz sayısının bu ülkede on milyonu geçtiği biliniyor. Şimdi örneğin bu
olgu, eğer liberal bile olsa demokrasiden bahsedilecekse, demokrasinin iktisadi refah parametresinin ne halde
olduğunun tipik bir göstergesi değil
midir? Ve bu sorunla kim mücadele
edecektir? Herhalde bu liberallerden
ve milliyetçilerden çok daha esas olarak solun mücadele gündemidir. Yoksa bu mücadeleyi de AB mi verecek?
Peki nerede bu sol? Ayrımcı ve dışlamacı bir Batı’nın sözde insan hakları
retoriğine kendini endekslemekten öte
ne yaptığı belirsiz ÖDP’mi? Vesaire.
Belli değil. Nedenini Marksizmin
çökmüş olmasına bağlamak, bir yanıt
mıdır? Bence hayır, çünkü Marksizmin rasyoneli çökmüştür evet, ama
acaba o ‘meydan okuma’ ruhuna ne
oldu?
Ben ısrarla bu izleğin peşi sıra gitmek istiyorum. Böyle bir izleği mün-
5
6
hasıran milliyetçilerde ve liberallerde
takip edemeyeceğime göre, özgürlük
ve demokrasi mücadelesi verdiklerini
söyleyen kesim özelinde izlemem gerek. Bu söylemi en etkili ve yaygın biçimde dillendiren kesim olarak da
karşımıza, eskiden Marksist oluğunu
söyleyen bir aydın grubu çıkıyor. Bu
grubun önemli temsilcilerinden biri de
Murat Belge; şöyle diyor: “ben, kendi
hesabıma, aralarında muhtemelen benim de bulunduğum bu çoğu soldan
gelme liberal aydınların...”1 aşağıda
bir çok örneği verileceği üzere kendilerine zaman zaman liberal sol da diyen bu aydınlar, ülkemizin entelektüel
dünyasında oldukça etkili ve neredeyse (medya ve akademideki varlık ve
etkinliklerine bakınca) entelektüel iktidar görüntüsü çiziyorlar. Dolayısıyla
duyarlı gençlik ve aydınlar üzerinde
etkili olmaya çalışan bir kesimden söz
ediyoruz. Ve soldan geldiklerini söylüyorlar, nereye gelmişler; yeni liberalizme. Gerçekten de bugün Türkiye’de ‘demokrasi ve özgürlük’ adına
en ısrarlı ve en duyulur biçimde ‘meydan okuma’ tavrını sürdüren kesim bu
liberal sol kesimdir. Bir tespit olarak
belirtmek gerekirse, başta Radikal gazetesi olmak üzere, bu gazetedeki aydınların da sık sık yer aldıkları ve küreselleşmeden hoşnutluk, Avrupa Birliği, anti-milliyetçilik vb. görüşleri temelinde aynı çizgiyi sürdüren ‘Birikim’ dergisi, ansiklopedileri, yayınevleri, internet, tv. vb. medya araçları ile
önemli sayıda bir akademisyen ittifakı
da geliştiren liberal sol, bugün Türkiye’de etkili bir entelektüel cephe görüntüsüne sahiptir.
Peki bu kesimin ‘meydan okuma’
ruhu? Son derece güçlü, saldırgan ve
celallidir. Çoğu Batılı memleketlerde
okumuş yazmış ve bugün dahi oraların üniversiteleri, ‘think-thank’leri ve
vakıflarındaki aydınlarla ‘ilmi ve siyasi’ ahbaplıklarını sürdüren, bu şehirli
kaymak tabaka çocukları (ki hızla ihtiyarlıyorlar) malumat zenginliğine dayalı ferasetleri ve ailelerinin yatırımlarının neması meziyetleri ile, özgüveni yüksek ve ataktırlar. Dolayısıyla
‘meydan okuma’ları da sürekli, etkili
ve şiddetlidir. Peki neye ve kime meydan okuyorlar? “Aynı kişiler YÖK
konusunda, Kürt sorunu konusunda,
özgürlükler konusunda da omuz omuza durup, statükocu direniş cephesini
oluşturuyorlar.... MHP, BBP, Aydınlar
ocağı, Kemalist Düşünce Dernekleri,
İstanbul Üniversitesi senatosu, YÖK
Başkanı, nasyonal-sosyalistler, kutsal
devletçiler, devlet egemenlikçiler,
milliyetçi sendikalar ve dernekler ve
bilumum milliyetçi-devletçi ya da
muhafazakar çevrenin kol kola girdiği
bu cephenin dört dörtlük bir direniş
cephesi olduğu açık...”2 Bu listede
kim yok diye bakarsak, islamcılar ve
liberaller dışında herkes var gibi. Ama
biz bunları temelde milliyetçilik (devlet korumacılığını da bu başlık altında
alalım) ve İnsel’in ‘nasyonal sosyalistler’ dediği, milliyetçi sol olmak
üzere iki politik akıma indirebiliriz.
Bu düşman ya da ret cephesi tanımını
Murat Yetkin daha kategorik ama daha genel bir çerçeveye oturtuyor: “Avrupa birliği üyeliği hedefinin her renkten düşmanları... siyasi yelpazenin uçlarındaki din devleti özlemcisi sağ,
milliyetçi sağ ve izolasyonist, yalıtımcı sol... Türkiye’nin Batı dünyasından,
muassır medeniyetten yalıtılması değirmenine birlikte su taşıyorlar....”3
Tabi Murat Yetkin’de heyecan dozu
biraz daha yüksek. Ayrıca ‘muassır’
sözcüğünü ‘Batı’ diye tercüme etmekte de bence işgüzar bir acelecilik etmiş, zira bu sözcük ‘Batı’ demek olmadığı gibi Mustafa Kemal’in kullanımında da ‘Batı’ sözcüğü geçmez. Batı
hedefi adını koyarak kullanan, Mustafa Kemal’in son zamanlarında CHP
parti tüzüğünü Musolini ve Hitler partilerinden devşiren Recep Peker ve
bizzat İnönü’dür, Mustafa Kemal değil. Her neyse, Murat Yetkin’in katkısı, bu düşman cephe içerisine izolasyonist dediği bir solu dahil etmektir.
Her ne kadar bu bilginin menşei aşağıda göreceğimiz gibi Ahmet İnsel olsa da. Yetkin’in sağı öyle islami sağmilli sağ gibi ayırması, ‘türk-islam
sentezi’ falan düşünülürse çok da anlamlı değil. Hepsini birden milliyetçi
şemsiye altında görebiliriz. Yalnız, geçerken, küreselleşme karşıtlığı temelinde partikülarist (yerelci) bir duyarlık sahibi olanları, toptancı bir mantıkla milliyetçilikle damgalamanın, liberal solcuların ahlaksız bir retoriği ol-
duğunu belirtelim. Devam edersek,
demek ki Murat Yetkin farklı olarak,
izolasyonist bir solu da bu düşman
cepheye sokuyor. Ama asıl önemli
olan solla islamı bu düşman cephede
birleştiriyor olmasıdır. İslamla kimin
aynı cephede olduğu apaçıkken üstelik. Bu konuya ilerde değineceğiz. İsmet Berkan için, ayrıcalıklarını kaybedecek bir ‘cumhuriyet aristokrasisi’
olarak adlandırdığı bu “..cephenin temel özelliği Türkiye’de demokrasinin
kurum ve kurallarıyla yerleşmesini istemeyen kişilerden oluşması..”dır.4
Demek ki İ.Berkan’ın katkısıyla bu
cephenin önemli bir özelliğinin de demokrasi düşmanlığı ve cumhuriyet savunuculuğu olduğunu öğreniyoruz.
Bu yorumu zirveye taşıyan elbette
M.Belge’dir. Liberal solun demokrasi
kavrayışından kaynaklanan örtülü bir
cumhuriyet (gerek 1789 projesi olarak
gerekse Türk versiyonu anlamında)
düşmanlığı, M.Belge’nin bütün yazılarına sinmiştir.5 Belge’nin demokrasi/cumhuriyet ayrımını yorumlayışında
haklılık payı bulanlar, Belge’nin demokrasiden ne anladığını öğrendiklerinde ancak, onun cumhuriyet karşıtlığının bir politik proje olduğunu görebilirler. Özetlersek, liberal sola göre
bu düşman cephe; ‘muhafazakar sol’
dan, islami sağa kadar çeşitleriyle,
ana özelliği statükocu, devletçi ve
cumhuriyetçi olan milliyetçilik ve
milliyetçi solculuk’tan oluşmaktadır.
Bu iki politik aktöre bir de baştan beri andığımız liberal solu katarsak tabloda üç politik akım görürüz, peki dördüncüsü yani, doğrudan, öyle solmuş,
ahlakmış falan kıvırtmadan doğrudan
birey hakları, hukukun üstünlüğü vb.
temelindeki liberaller. Evet bunlar da
tabloyu tamamlayan dördüncü politik
aktör. Yani, Mehmet Barlas, Cengiz
Çandar gibi Özal artıklarıyla, bugün
‘Yeni Şafak’ gazetesi etrafında kümelenen, Fehmi Koru, Ali Bulaç gibi islamdan gelen müttefikleri ve Ali Bayramoğlu, Ethem Mahcupyan, Kürşat
Bumin gibi yine soldan gelip liberalizmde konaklayan aydınlar.. Ben bu
dört siyasi aktörden neden sadece liberal sol adını alanla ilgileniyorum?
Çünkü diğerlerinin hiç biri kalkıp da
kendisini ‘sol adına bir söylem’ olarak
kurmuyor, buna ihtiyaçları da yok.
Hiçbiri eski solculuklarının rantını hala toplama ikiyüzlülüğü ve garabeti
içinde davranmıyor. Bu anlamda üçü
de, yani milliyetçiler, milliyetçi solcular (ki milliyetçilikleri artık o kadar
tescilli ki, solculuklarından pek söz
eden yok) ve liberaller gerçek bir solun esasen mücadele etmesi gereken
ideolojik ve politik muhataplarıdır, ve
burada taraflar açısından bir kafa karışıklığı yoktur. Oysa, dünyanın başka
yerini bilmem ama özellikle Türkiye’de, liberal sol, kendi ‘eski Marksist’ kimliğini hala sömürerek, sol, demokrat ya da duyarlı diyebileceğimiz
gençliği ve aydınları manipüle etmeye
uğraşıyor. Eğer bu liberal sol adlı
grup, soldaysa; söz konusu insanların
arayışına yeni bir solun inşası, etik duruşu ya da işsiz ve dışlanmış kitlelerin
hak ve çıkarları temelinde bir özgürlük, dönüşüm ve sivilleşme tasarısını
inşa etmenin bir aktörü olarak sürece
katılması gerekmez mi, veya liberalse;
yeni liberal iktisat politikaları (küresel
sermayeye eklemlenme, özelleştirme,
piyasanın mutlak egemenliği vb.) ve
liberal demokrasi değerlerinin (bireysel özgürlük, hukukun üstünlüğü, insan hakları, evrensel değerler vb.) savunuculuğunu yapması ve bugün için
AKP’yi siyasi bir adres göstermesi
gerekmez mi? Evet doğalı bu ve yapılan da budur, fakat sorun bu ‘liberal
sol’ grubun, bunun ikincisini yapıp birincisi gibi göstermesidir. Sorun, özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi kavramların liberal ve sol anlamları arasında sürekli gidip gelerek, gençliği
yirmi yıldır önce islama şimdi de liberalizme ‘taşımaya’ insan üstü bir gayret sarfetmekte oluşlarıdır. İdeolojik
misyonları (ya da görevleri) bu. Çökmüş olan Marksizmin rasyoneli yerine (emek temelciliği ve iktisadi determinizm yerine) yeni liberalizmin iktisadi, siyasi ve ideolojik tüm değerlerini ikame etmek ve bunu da kalkıp ‘tabandan gelen bir demokrasi ve özgürlük hareketi’ olarak ilan etmek... işte
iki yüzlülük budur. Başarılı, başarısız
orası önemli değil, hala sol adına konuşma küstahlığı içinde sola ‘akıl hocalığı’ yapma cürretini göstererek liberal davetiyeler çıkarmaları ve bunu da
‘sol’ olarak yutturmaya kalkmaları, işte bu ahlaki ikiyüzlülüktür. Ahlaksız
bir yöntemle ahlak öneren bu insanların sol aydın kimliğini ‘kirlettiklerini’,
ve solun özgün bir proje olarak inşasını (radikal olarak) engellediklerini iddia ediyorum. Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Taha Akyol vb. gibi doğrudan, kıvırtmadan, kalkıp liberalizm
savunusu yapanlara kimsenin hiçbir
diyeceği olamaz. Dolayısıyla bir Taha
Akyol’u, ya da Gündüz Aktan’ı bu liberal solcuların ikiyüzlü ahlaksızlığı
yanında çok daha dürüst ve namusuyla politika yapan ‘sağ aydın’ olarak
gördüğümü belirtmeliyim. Öte yandan aynı şekilde Doğu Perinçek’ ve
benzerleri de liberal solcularla aynı
yerde durmaktadırlar. Bana göre çok
özgün bir yerde duran Atilla İlhan’ı da
bütün partikülarist (bu sözcüğe bundan böyle ‘yerelcilik’ diyeceğim) tutumuna karşın, kolektif kimliği, milli
kimliğe indirgemesi açısından gerçek
demokrasi saflarında görmek zorlaşıyor. Milliyetçiliği hangi sol ambalaj
kağıdına sararsanız sarın, değişmez.
Kolektif kimlik demokrasinin bir parametresidir evet, ama bunu milli kimlik olarak sunarsanız dışlamacı ve ayrımcı bir totaliter devletten başka bir
yere gitmekte zorlanırsınız. Oysa biz
hayatımızı o devletin zorbalığıyla boğuşarak geçirdik. Tamam Mustafa
Kemalin projesi ile, 30’lu yıllarda
başlayan ve sonraki yıllarda çok net
bir totalitarizme dönüşen devlet arasında mutlak bir fark var, ve totalitarizmin doğrudan Mustafa Kemal’den
neşet etmediği ortada. Ama bu, totaliter devletin yıllarca ve güvenlik güçlerinin bugün dahi kendi insanını yok
sayan, aşağılayan, zulmeden, açlığa ve
cehalete mahkum eden, devlet kurumları, bürokrasi ve memur faşizmini
görmemenin mazereti olamaz. Küreselleşme karşısında yerelci bir söylem
ile bir ‘enkaz dövücüsü’ olmamak şartıyla 70’lerden kalan ve hala çınlayan
“Moskof’un ülkesi viran olacak. Türkiye büyüyüp Turan olacak’ histerik
çığlıkları arasına radikal bir ayrım koymak bugün, demokrat olmanın asgarisini oluşturuyor. Dolayısıyla liberali
de milliyetçisi de Türkiyeli insanlara
gerçekten bir katkıda bulunmak hayır
yapmak istiyorlarsa ‘kafa karışıklığı’
yaratmaya artık bir son vermelidirler.
Politika biliminde, liberal bir demok-
rasinin varlığının üç temel göstergesi;
iktisadi refah, kolektif kimlik ve meşruiyet’dir. Liberaller ve liberal solcular, iktisadi refah parametresinin halini gözlerden gizleyerek, milliyetçiler
ve milliyetçi solcular kolektif kimlik
yerine bir milli kimliği ikame ederek
demokrat olduklarını savunuyorlar. Ve
her ikisi de meşruiyetlerini ‘çoğunluğun dediği olur faşizmi’ne dönüşen
biçimsel parlamenter sisteme dayandırıyor ve bu sistemin ürettiği partileri,
‘bir kader olarak’ adres gösteriyorlar.
Bu tablo içinde sol olunamaz ve sol
bir proje bu tablodan çıkmaz. Oysa liberal solcular da, milliyetçi solcular
da kendilerine ‘solcu’ aidiyetini yakıştırıyorlar, sonuçta sol, hem milliyetçi
ve hem de liberal bir zemin oluyor.
Tamam, Marksizm çöktü, çöktü de bu,
solun her önüne gelenin içine yapacağı bir kap haline geldiğini göstermez.
Öyleyse solun liberalizmden ve milliyetçilikten farkını üretme görevi kimin? Liberallerin mi, milliyetçilerin
mi, yoksa kaldığı kadarıyla da olsa solcuların mı, -tabi zahmet olmayacaksa? Aşağıda, liberal solun ahlaki ikiyüzlülüğünün, ve Türkiye’de gerçek bir
sol tahayyül için nasıl radikal bir engel
haline geldiklerinin anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışacağım. ‘Müzakere olarak siyaset’ başlıklı ikinci bölüm, Habermascı liberal ‘solculuğun’
eleştirisini gündeme taşıyan bir mahiyette olacak. Ve nihayet postyapısalcı
bir çerçevenin, olası bir sol tahayyül
için sunduğu olanakları, ’Türkiye’de
aydın olmak’ başlıklı son bölümde ele
alacağım.
‘Özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermek’, bu ifadenin sola çok tanıdık geldiği ve olası bir sempatiyi tetiklediği açık. Bir toplumsal dönüşüm
projesinin adı olarak kullanıldığı da
açık. ‘Dönüşüm’ kavramının kendisi
mevcut toplumsal yapıların korunmasının (statükonun) aleyhine ve yeni bir
toplumsal formasyon inşasının lehine
bir değişimi öngörür. O zaman herhangi bir dönüşüm ister istemez taraflar kurar; dönüşümü isteyenler ve direnenler. Ve yine dönüşüm kavramı,
değişimin koşullara bağlılığına işaret
ettiği için, değişimden daha kapsayıcı
ve temellidir. Koşullara bağlılık ise
7
8
hem o toplumsal yapının ekonomik,
politik, kültürel kertelerini ve hem de
değişimin iç ve dış dinamiklerini ifade
eder. İç ve dış dinamikler olgusu
Marks’ın değişimi özneler gerçekleştirirler ama kendi istedikleri şekilde
değil verili koşullar içinde dediği olgudur. Görüldüğü gibi, özgürlük ve
demokrasi mücadelesi dendiği andan
itibaren politik bir mücadele başlar,
ve bu mücadele doğası gereği bir,
‘biz’ ve ‘onlar’ -ya da dost ve düşmanayrımını kurar (Carl Schmitt). Liberal
sol, öncelikle ‘özgürlük ve demokrasi
mücadelesi’ni bugüne dek varoluşu
gereği sürdüren Marksist sol ile kendisi arasına bir ayrım çizer ve kendini
onlardan ayırır. Ahmet İnsel, solu, Bülent Somay’ın da yardımıyla ‘psikopatolojik bir vaka’, ‘konumlarını muhafaza edenler’, ‘mabet bekçileri’ vb. ile
nitelediği ’sol muhafazakarlık’ yazısında şöyle diyor; “Sosyalizm.... bu duruş ve bu ufuk, emekçilerin veya dışlananların haklarının korunması hareketine indirgenemez. ...Sosyalizm,
kendi özgün ufku (abç) yönünde toplumun dönüştürülmesi mücadelesidir,
tarihsel gidişe tabi olmak değil, ona
bir yön vermek mücadelesidir. Bu nedenle sömürünün ve egemenlik ilişkilerinin globalleştiği bir düzende, var
olan ‘Vatan’lar içine hapsolup, tekelci
sermaye, egemen iktisadi siyasi güçler
ve sömürüye karşı mücadele vermenin, aslında mücadele veriyormuş gibi
yapmak olduğunu sosyalistler cesaretle söyleyebilmelidir.”6 Böyle bir üslup karşısında ‘sakin’ olmak oldukça
zor. Ama ben burada, İnsel’in bütün
yazılarındaki bu saldırgan ve ‘öfkeli’
üslubun, bu çalışmanın sonlarında açık
hale gelecek olan bir ‘suç ortaklığının’
ve ‘kirli bir ahlakın’ üstünü örtme telaşından neşet ettiğini belirtmekle yetinecek ve asıl argümanlarının neler olduğunu saptamaya çalışacağım. Diyor
ki, sol bir ufuk emekçilerin veya dışlananların haklarının korunması hareketine indirgenemez. Bu açık bir tercih
ve bir kırılmadır. Bu ülkede bugün,
emekçi ve dışlananların, çoğu genç
olan, on milyonun üzerinde bir işsiz
kitlesini ifade ettiği biliniyor. AB süreci ile birlikte muazzam bir köylü
kitlesinin de bu kesime katılacağı sır
değil. Yine aynı süreçte hem ‘standar-
dizasyon’un ayıklayıcı işlevinin sonucu olarak hem de sermaye yapıları itibariyle rekabet edemeyecek büyük bir
‘esnaf’ (KOBİ) kitlesinin de bu kesime katılacağı apaçık görülüyor. Memurların hali de ortada. O zaman ‘sol
bir ufuk’ ya da bu toplumun dönüşümü bu kesimin (ki toplumun neredeyse %80’inini oluşturuyor) hakları temelinde düşünülmeyecekse, hangi kesimin hakları temelinde düşünülecektir? Eğer bu soru yanıt bulursa İnsel’in
sosyalizmin ‘kedi özgün ufku’ dediği
alanda bir ‘açılım’ sağlanabilir. Çünkü
‘bu özgün ufuk’, Marksizmden sonra
henüz inşa edilebilmiş değildir. Ama
İnsel işi bitirmiştir, bu ‘özgün ufuk’tan anladığı şey, en azından emekçiler
veya dışlananları bu ufuk içine dahil
etmemektir. Peki hangi kesim bu ufku
aydınlatıyor? “Tekelci sermaye, egemen iktisadi ve siyasi güçler ve sömürüye karşı mücadele vermek aslında
‘veriyormuş gibi yapmak’tır” diyor
İnsel.. Peki ‘...muş gibi’ değil de gerçekten mücadele vermek istiyorsak
kime ve neye karşı mücadele vereceğiz; İnsel’e göre sosyalistler burjuvaziye karşı mücadele vermeyeceklerini
‘söyleyebilmelidir’ler. Söyleyebilenler kurtuldu, onlar sosyalist ufuk içindedirler. Söyleyemeyenler, işte onlar,
kendi konumlarını muhafaza etmeye
çalışan, psikopatolojik vaka ve mabet
bekçileridirler. Mantık bu. İnsel
‘emekçiler ve dışlananların haklarını
savunma’ temelli bir duruşu, acilen
‘kendi konumlarını muhafaza etmeye
çalışanlar’a tahvil eder, yansıtır, yer
değiştirir. Gerçek gerçeklik, söylemin, anlatının kurduğu gerçeklik tarafından yadsınır. Söylemsel olarak sol
ufuk içinde olabilmek, gerçekteki
emekçi ve dışlanmış kitlenin hakları
temelli bir mücadeleyi terk etme pahasına sağlanır. Bu yöntem üzerinde
duruyorum çünkü liberal ve liberal solun bütün entelektüel söylemi böyle
soyut ve biçimci bir sahtekarlık üzerinde çalışır. Karşı tarafın argümanlarının analizini (örneğin emekçi ve dışlanan kitleler temelinde bir sol proje şudur ya da hayır budur şeklinde bir analizi) yaparak değil, karşı tarafın niyetini sorgulayarak kendi haklılıklarını inşa ederler. Senin niyetin emekçilerden
yana bir tutum almak mı, ama bu niyet
köhnemiş yapıları muhafaza eden bir
niyettir, öyleyse sen muhafazakarsın.
Suçlama bu. Oysa burada sorun benim
öznel niyetim değil, emekçi ve dışlanan milyonların nesnel ve somut durumudur. Ama bu da İnsel’i ilgilendirmiyor. O liberal söylemin hegemonik
olmasının verdiği bir rahatlık içindedir. Çünkü en azından son yirmi yılın
(Nozick’ten, Rawls’a, Habermas’tan
Binhabip’e kadar) akademik literatürü
ve medya destekli küreselleşmenin
somut zaferleri bu hegemonyayı tesis
etmiş durumdadır. İnsel ise bu hegemonyaya dayanarak kendisinin tarihsel gidişe yön verdiği, solcuların ise
‘tabi olduğu’ görüşündedir. Gerçekte
tarihsel gidişe (mevcut liberal hegemonyaya) tabi olan kimdir? İnsel işte
bu hegemonik rahatlık (küresel tarihsel gidişe tabiyet) içinde, saldırgan bir
dile ve ‘alçak bir memnuniyet’e dayanan bir gözdağı vermeyi ihmal etmez;
“var olan ‘Vatan’lar içine hapsolup”
diye sürdürür söylemini. İşte şimdi
kaçacak yer kalmadı, emekçi ve dışlananlardan yana olmak gibi bir tercihin, solcuyu muhafazakar, statükocu
yaptığı yetmiyormuş gibi bir de varoluşu gereği on yıllardır bu ülkede mücadele içinde olduğu (Vatan’a hapsolma imgesinin ima ettiği) ‘milliyetçi’
cepheye soktuğunu görürüz. Sözcüklerin narkotik etkisi bu olmalı. Birden
dünyadaki bütün toplulukların istisnasız olarak, vatanlarını terk ettiklerini
ya da teslim ettiklerini (kime?) ve artık bir kolektif kimliğin yurttaşı değil
hepsinin kozmopolit yurttaş haline
geldiklerini hatırlıyor ve sadece bizim
hala, bir vatana ‘sahip!’ olan bir ‘yurttaş’ olduğumuzu hatırlayarak utanıyoruz. Kısaca sol, İnsel’i (ya da liberalleri) ancak her cümlesinin tam zıttında
yani antagonist bir zeminde durarak
anlayabilir, ilk saptamalardan biri budur. Liberal solla, solun antagonizmi,
liberal sol söylemin her gerçeklenişine tarihsel bir boyut ve somut bir durumsallık sokarsanız, apaçık görebileceğiniz bir gerçekliktir.
İnsel’in sola somut olarak ne
önerdiğine gelince, aynı yazıdan;
“içinde bulundukları toplum, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve dayanışma
hedeflerini gerçekleştirme olanakları
daha fazla olan bir siyasal iktisadi yapı içine entegre olma sürecine yöneliyorsa, sosyalistlerin tavrı bu yönelişe
karşı çıkmak olamaz. Bu yöneliş egemen güçlerin işine gelebilir, sermaye
birikiminin yoğunlaşması ve genişlemesini de hızlandırabilir. Ama geniş
toplum kesimlerinin onların ellerini
kollarını bağlayan ilişkilerin kırılmasının önünü açabiliyorsa, solun tavrı eski düzenin muhalif koruyuculuğu olamaz...”6. Burada, İnsel’in cümlelerinin, kendi içinde taşıdığı bir sürü yer
değiştirme, .... olduğunu varsayma,
atfetme sonra da kendi atfettiğini çürütme gibi tamamen retoriksel bir narkotik etkiyi hedeflediği ne denli açık
olursa olsun, Türk aydın geleneği düşünüldüğünde gerçek bir kırılmanın ve
kopuşun yaşandığı tespit edilmelidir.
Yukarıdaki cümleler bir analiz, izah,
açıklama vb. değildir, faraziyelere dayalı atıf, itham ve mugalatadır. Faraziye şudur: AB özgürlük, demokrasi,
vb. hedefleri gerçekleştirme olanağıdır, bu yüzden sosyalistler buna karşı
çıkamaz. Bunun faraziye olduğu o kadar bellidir ki, somut hakikat İnselin
ikinci cümlesine girmek zorunda kalır: evet bu yöneliş sizin başından beri
mücadele içinde olduğunuz egemen
güçlerin işine gelebilir. İlk faraziyesi
(AB’nin özgürlük ve demokrasi hedefi olduğu), somut hakikat (TUSİAD’ın
işine geliyor olması) tarafından yalanlanınca, bu kez yeni bir faraziye öne
sürer, ama der; geniş toplum kesimlerinin önünü açıyor. Şimdi, birinci olarak; İnsel yazısının başında bir özgürlük ve demokrasi mücadelesinin,
emekçilerin veya dışlananların haklarının korunması hareketine indirgenemez olduğunu söylemedi mi? söyledi.
Peki şimdi AB’ tercihini (dolayısıyla
‘özgürlük ve demokrasi’ mücadelesini) egemen güçlerin çıkarlarının savunusundan farklı ve meşru kılmak için
nasıl olur da aynı ‘geniş kitleler’i temel bir gerekçe olarak kullanır? Ya da
hangisine inanacağız? İkinci olarak;
AB’nin geniş kitlelerin önünü açtığının kanıtı ne? Yani İnsel AB’nin özgürlük ve demokrasi hedefi olduğunu
nerden çıkarıyor (hukukun özgürlük
getirdiği yanılsaması dışında) hangi
somut kanıtlara dayandırıyor, belli değil. Şimdi bunun tersinin geçerli oldu-
ğunu kanıtlayan, AB’de (yasakçı, dışlamacı, yabancı düşmanı, ayrımcı politikalar ile küresel ve kolonyalist iktisadın egemen olduğuna dair) yüzlerce
olgusal veri ve önermeyi buraya sıralayabilirim. Dolayısıyla İnsel’in bu iddiasının kanıtı olsa olsa ‘kendinde’dir.
Yani kendinden kanıtlı bir iddia ileri
sürecek ve buna dayanarak sola
AB’ye karşı çıktığı için (karşı çıkıp çıkmadığı da belli değilken üstelik) eski
düzenin muhalif koruyuculuğu sıfatını
yapıştıracak. Peki bu durumda aynı
mantıkla kendisine, ‘yeni dünya düzeninin yandaş savunuculuğu’ rütbesi
verilse, bunu nasıl reddedecek? (tabi
ben reddedeceğini vehmediyorum).
Ama hayır tam tersine o, tam da böyle
bir mantıkla kendisini özgürlük ve demokrasi şampiyonu ilan etmektedir.
Yani kendinden kanıtlı bir çok iddiayla bir zamanlar eski bir milletvekili de
kendini ‘mesih’ ilan etmişti. Ne farkı
var? Bunun da ötesinde Anadolu’muzun güzel sözleri vardır “Başkasının
yanlışı senin doğru olduğunu göstermez”. Yani solun İnsel’in varsaydığı
gibi ‘eski düzenin koruyucusu’ olduğu
kabul edilse bile bu, İnsel’in özgürlük
ve demokrasi şampiyonu olmasının
kanıtı değildir. Ya da İnsel’in ‘özgürlük ve demokrasi’den anladığı şey ile
benim anladığım şey farklıdır. Evet,
aslında konunun özü bu ve ilerde konuyu tam da bu eksende tartışacağız.
İnsel’in yazısına dönersek, İnsel nihayet baklayı ağzından çıkarmaktadır:
“Sosyalistlerin amacı mabedin bekçiliğini yapmak veya Türk devletinin
egemenlik haklarını korumak değil,
Türkiye toplumunda yaşayanların özgürleşmesinde öncülük etmektir”6.
Şimdi bu cümle temel bir tezin özeti
olması açısından önemli: Türkiye toplumunda yaşayanların özgürleşmesi
gerekir ve bu özgürleşmenin önündeki engel Türkiye devletinin egemenlik
haklarıdır. İçine düştükleri çelişki budur. Bu tez uzunca bir süreden beri çeşitli versiyonlarıyla birçok liberal ve
liberal solcu tarafından savunulmaktadır. Esas olarak kurulan denklem de
aşağı yukarı şöyle: özgürlük mücadelesi ve demokrasi, sabit bir hakikat
statüsü olarak Kopenhag kriterlerinin
yerine getirilmesine ve AB’ne girişe,
AB’de Kıbrıs’a endekslidir. Büyük
toplumsal dönüşüm projesi budur.
Buna karşı çıkmak ise derin devletten,
militarizme dek versiyonlarıyla Devlet ve devlet egemenlikçiliğidir: “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması,
benim gözümde, son derece önemli ve
belirleyici. Çünkü bu, ... gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımıza dair
sürmekte olan mücadelede anlamlı bir
dönemeç olacaktır”7, “Örneğin Türkiye için AB’nin önemi belli, AB için
Kıbrıs’ın önemi belli. Bu böyleyken
Kıbrıs’ın ‘jeo stratejik’ önemini ileri
sürerek ötekileri reddetmek ‘militarist
toplum’un mantığına özgü bir şeydir.”8, “Avrupa Birliği zorlaması olmadıkça hiçbir şeyi düzelteceğimizin
garantisi yok.”9, “Sadece AB üyeliği
perspektifi açısından değil, Türkiye’de
tabandan demokratikleşme hamlesinin fiiliyata geçmesi açısından da Kıbrıs adımı can alıcı önemde”10, “Türkiye’nin orta vadedeki geleceği bugün
Kıbrıs’a kilitli, bu kilit taşı yerinden
oynadığında, Türkiye toplumunun başına çöreklenerek onu boğan otoriter
devletçi tahakkümü geriletmek mümkün olacak”11
Chantal Mouffe, ‘Demokratik Paradoks’ adlı kitabında bir yanda hukukun üstünlüğü, insan hakları savunusu
ve bireysel özgürlüklere saygı yoluyla
kurulan liberal gelenek ve öte yanda
da temel düşüncesi yöneten ve yönetilenlerin eşitliği talebine ve halk egemenliğine dayalı demokratik geleneğin ayrıştığını saptar. Ve bugün egemenlik unsurunu bir yana bırakan, insan hakları vb.’lerini ayrıcalıklı bir biçimde tanımlayan bir liberal demokrasi tasavvurunun egemen olduğunu ve
bu tasavvurda, özgürlük adına egemenliği sınırlamanın meşru olduğu
düşüncesinin, onun paradoksal doğasını tanımladığını belirtir.12 İçinde bulunulan durum tam da bu ikileme tekabül etmektedir. Yukardaki alıntılarda da görüldüğü üzere, ‘eski solcu’ liberallerin savunduğu tez, özgürlük ve
demokrasi için egemenlikten vazgeçmenin zorunlu olduğuna dairdir. Kurtuluş, Avrupa Birliğine giriştir. Bu temel gerekçe, Türkiye toplumunun
içinde bulunduğu işsizlik, yoksulluk,
cehalet ile yolsuzluklar, rüşvetler,
haksızlıklar, eşitsizlikler, dışlamacı ve
9
10
ayrımcı uygulamalar, güvensizlik ve
devlet terörü de dahil yüzlerce boyutuyla fiili, ekonomik, politik kaosa atfen yukarda M.Belge’nin de ifade ettiği gibi; “Avrupa Birliği zorlaması olmadıkça hiçbir şeyi düzelteceğimizin
garantisi yok”gerekçesiyle aklileştirilir.Yani biz adam olmayız, biz bu işi
beceremeyeceğiz bari AB’ye girelim
de özgürleşelim. Bu akılcılaştırmanın
dayanağı nedir? Mevcut ampirik gerçeklik. Peki Belge, bu ampirik gerçeklikten ne gibi bir sonuç çıkarıyor? Ahlaki bir sonuç: ‘Biz adam olmayız’.
Belge’nin pozitivist sosyolojisi kendi
sınırına, yani sıradan sağduyunun ‘biz
adam olmayız’ ahlakını onaylamanın
‘bilimselliği’ne gelir dayanır.. Varlık
nedeni düşünmek ve anlamak olan, işi
bilgi üretmek olan bir aydının, sağ duyunun kalıplarına sıkışması trajiktir.
Öte yandan A.Badio daha farklı bir
bakışın olabileceğini duyurur; “Durumun barbarlığı sadece ... medenilerden
medenileştirici bir müdahale talep
eden medeniyetsizler şeklinde algılanır. Medeniyet adına yapılan her türlü
müdahale, en başta durumu, kurbanları da dahil olmak üzere bir bütün olarak aşağılamayı gerektirir. İşte bu yüzden de “etik” hükümranlığı, sömürgeciliğe ve emperyalizme on yıllarca yöneltilen cesur eleştirilerden sonra, bugün “Batı’nın kendisinden duyduğu
alçakça memnuniyetle ve şu ısrarlı
savla örtüşmektedir: Üçüncü dünya’nın sefaleti, kendi yetersizliğinin,
kendi anlamsızlığının, kısacası kendi
alt-insanlığının sonucudur.”13 Batı’nın
kendi dışındakileri ‘alt-insan’ ilan
eden bu ırkçı söylemini tekrarlayarak,
yani onun sömürgeci politikasını yeniden üreterek, AB zorlamasa hiç bir şeyi düzeltemeyiz denebilir. Hatta, ampirik düzeydeki verilere göre bu tespit
rasyonel de sayılabilir. Ve AB bu durumda makul bir çözüm haline gelebilir. Ama bu ampirik yaklaşım sorunu
çözer mi? Yani sorunun varoluşsal yapısını çözer mi? Nedenlerini ortadan
kaldırır mı? İstanbula kar yağar, kent
yaşamı felç olur belediye çözüm bulur; evden çıkmayın. İkinci kar yağışında insanlar evden çıkmaz, kent rahatlamıştır. Peki problem çözülmüş
müdür? Evet ‘Türk usulü’ çözülmüştür. Yani ampirik bir çözüm. Peki
probleme yol açan nedenler ortadan
kalkmış olur mu? Hayır. Yani AB’ye
girseniz bile bizim adam olmamamızın nedenleri ortadan kalkmaz. ‘Adam
olamayan’ adamlar AB’ye girmiş olur
o kadar. Sorunun gerçek nedenlerini,
Badio’nun yukarda verdiği gibi, Batı’nın emperyalist politikaları ve tüm
dünyayı dışlayan, aşağılayan ırkçı söylemini görmeden, saptamak mümkün
değildir. Biz gerçekten neden adam
olamayız? Pozitivist sosyolojinin gizlediği tek şey de budur, gerçekten neden adam olamadığımızı, ahlaki bir
yargıya indirgeyerek üstünü örtmek,
gerçek yanıtı bulmamızı engellemek.
Türkiye Tanzimat’tan beri yüz elli yıldır bu ideolojinin hegemonyası altındadır. Biz adam olamayız, Batı’lılar
gelsin bizi kurtarsın. Şimdi de AB,
tam da bu ideolojinin bir nakaratı olarak sahnededir. Biz Marksizmin diyalektiğini eleştirirken, iktisadi ve tarihi
determinizme kaydığı için eleştirmiştik, bunun tam tersine sadece iktisadi
ve tarihi gerçeğin fotoğrafını, bilgi
olarak kabul eden bir ampirizme geri
dönmek için değil. O zaman eline fotoğraf makinası alan her eli kalem tutanı, söz gelimi ‘filozof’ ilan etmemiz
gerekmez mi? Çünkü fotoğraf çekmek, çekmek istediğin fotoğrafı yaratmayı, en azından ‘tertipleme’yi içerir.
Bu durumda, 1991 ekonomik krizinin
çıkış nedenleri ve zamanlamasından
Ecevit koalisyonunun yıkılışının tertibine kadar bir sürü kare, çekilmek istenen fotoğrafta yer alır. 200 milyar
dolarlık borç ve borcu borçla çevirmek zorunda kalış, 2003 yılında 110
milyar dolarlık borcu çevirmek için
yapılan 53 milyar dolar yeni borçlanma. Sadece bankacılığın ‘rehabilitasyonu’nun halkın üzerine 89 milyar dolarlık bir yük bindirmesi, işsizliğin ve
yoksulluğun radikalleşmesi, bütün
bunlar, çekilmek istenen fotoğraf
(AB’ye girişi de içeren yeni liberalizmin hegemonyasına itaat) için hazırlanan kareler haline gelir. Bu fotoğraf
AB’ye girişi de içeren yeni liberal hegemonyanın gerekçesi olarak sunulurken, bu gerekçeyi yaratan, bir neden
olarak da ele alınması gereken bir fotoğraf değil midir? Bu fotoğraf Batı’nın aşağılamasına paralel olarak bizim kendimizi aşağılamamızı, varlığı-
mızı horlamamızı, öz güvenimizi radikal biçimde kaybetmemizi maksimize
ederek sağlayan bir fotoğraf değil midir? Sadece, yıllardır işsiz dolaşan,
ana-baba evinden ayrılamayan, babasından hala harçlık alıp televizyon seyretmeye mahkum olan gencin kendine
güvenini ve gelecek beklentisini düşünün. ‘İnsanlık’ın öznesi ilan edilen
bu gencin, Türkiye’nin özelleştirme
çılgınlığından, maddi, manevi tüm değerlerini ve varlığını kaybederek Batı’nın politik payandası olmaya dönüşen politik sürecine, karşı çıkmasını,
direnmesini kim bekleyebilir? Bu karenin, çekilmek istenen fotoğraf için
işe yaramadığını söylemek, bence insanları aptal yerine koymak gibi bir
şey. ‘Biz adam olamayız öyleyse
AB’ye girelim’ ne kadar akılcıysa, ‘bizi razı etmek için, itaat ettirmek için
bu senaryoyu uygulamaya koydular,
fotoğrafın karelerini tertip ettiler’ ithamı da o kadar akılcıdır. Ama her iki
ampirik izah da, birisi değişimi salt iç
dinamiğe indirgediği, ikincisi de salt
dış dinamiğe indirgediği için, dolayısıyla da ampirik görünüşün ötesine gidemedikleri, nedenleri gösteremedikleri için yetersizdir, (yetersiz olması
gerçekle ilgisi olmadığı anlamına gelmez). Ben burada sorunun ampirik
tespitine (biz adam olmayız) akılcı bir
çözüm bulunmasının (öyleyse AB),
sosyolojik olarak pozitivist (anketçi)
bir yaklaşım olduğunu ve bu yaklaşımın sıradan bir ahlakçılığa dayandığını
göstermek istedim hepsi bu. Yoksa,
çok ciddi etkileri olan her iki konu da
bizim gerçeğimizin anlaşılabilmesi
için, gerçekten incelenmeyi beklemektedir.
Liberal sol, ‘kurtuluş’ olarak gördüğü AB’ye neden girmemiz gerektiğini böylece izah ettikten sonra girmezsek ne olacağını da büyük bir ferasetle tespit eder: “Aksi taktirde, Irak
savaşının da tetikleyeceği yeni
‘KKTC’lerin yaratacağı sorunlarla
uluslar arası dünyadan izole olan, içine kapanmış, sönüp pörsüyen bir Türkiye’de yaşamaya kendimizi hazırlayalım’14 Uluslar arası dünyadan yani
Batı’dan izole olan, içine kapanmış,
sönüp pörsümüş Türkiye. Ne dehşetengiz bir hayal gücü. Bu Batı’dan
y
Шş≠`´°≤ ≥ Ƨ°
´•Æ§©Æ©`πØ´•§© ©Æ
§•≤©Æ
´ ∞ ≤¥ ≥ ∫
¥…¢©
≥©π°®`ßş∫•¨¨©´
∫°≠°Æ`≥µ≥¥µ
≥µπµÆ
≥•≥≥©∫`§•≤©Æ¨© ©Æ•
ßĞ≠ş¨ş∞
µπµ§µ
´`ß©≤≠© `¥•Æ©Æ•
§©¨©Æ§•`¥µ¥µ´¨µ´
≠°∂©`≠ş®ş≤ş≠
11
¢•´¨•π©
§µ≤°´≥°≠°
π•Æ©§•Æ`¢•´¨•π©
≠°π ≥`
ßş¨¨•≤©
∂•`Шş≠ş
ß•¥©≤§
©
¢µ`¢°®°≤
Шş≠
°Õ¨ ´
∂•`° ´
µ ≤°§ `©´©≠©∫•
ß•£•
§°¨ß°¨°≤°`
• ¨©´`•§©∞`©Æ•≤
π•≤πş∫şÆ•
∫°≠°Æ
¢©≤`π°∞≤° °
°≥ ¨
12
izole dünya da, birçok yerde söylendiği gibi, Orta Doğulu ve Afrikalı ülkelerdir, yani üçüncü dünya. Ahlakçılık
her zaman kendini erdemle ifade etmez, sıkıştığı zaman ahlaki şantajlar
daima devrededir. AB’ye girmezsek
üçüncü dünyada kalırız, ‘Ortadoğulu
ülke mi olmak istiyorsun?’ bu ‘akılcı’
argümanlar, kararsız insanların kafalarının üstünde Demoklesin kılıcı gibi
sallanır. Fakat yöntem eski bir klişedir. Hobbes Leviathan’a (devlete) itaati sağlayabilmek için insanlar arasında, herkesin birbirinden sınırsız ölçüde
korkmasını sağlayan ‘doğa devleti’
mitini kullanır.15 Doğa devletinde
herkes kendi çıkarı için herşeyi yapma
hakkına sahip olduğu için, yani mutlak özgür olduğu için, aynı zamanda
da herkes birbiriyle savaş hali koşulları içinde yaşar. Hobbes, yurttaşların
bu her an birbirlerinin boğazına sarılacağı korkusunu kullanarak, Leviathan
dediği, devlete itaate bir geçiş yapar.
Aslında çok yakınlarda deneyimlenen
bir olguydu bu. Irak işgalinin ilk günlerinde, Amerikan askerinin Irak kentlerine girdiği halde, yağma ve saldırı
olaylarını engellemediği, tersine buna
izin verdiği ve üstelik bunu özgürlük
olarak tanımladığı herhalde unutulmamıştır. Amerika böyle davranmakla
aslında tam da Hobbes’un kuramını
uygulamaya koymuş oldu. Sonuç da
aldı. Kısa süre içinde Irak halkı, herkesin birbirini boğazladığı bir ortamda,
mülkiyet ve yaşama hakkının güvencesiz kaldığını gördü ve ABD’nin varlığını egemenlik olarak tanıdı ve direnmedi. En azından ‘halk’ direnmedi.
‘Irak direnişi’ kaldığı kadarıyla Arap
ve İslam kavramları altında ayrı bir
tartışma konusu. Benim vurgulamaya
çalıştığım, yağmalama ve kaosun (‘doğal durum’un), yol açtığı tehdidin Irak
halkında yarattığı korkunun ABD egemenliğinin tanınmasında işlediği belirleyici roldür. Ayrıca Dünya ülkeleri
de bu ‘doğal durum’ karşısında ABD
egemenliğini sessiz kalarak da olsa kısa sürede tanıdılar. Çünkü ‘doğal durum’ devam edemezdi. Ülkenin doğal
durum koşullarına nasıl geldiği ya da
getirildiği artık hiçbir önem taşımaz.
Önemli olan bu noktaya gelmiş ya da
getirilmiş olmasıdır. Artık en kötü egemenlik bile ‘doğal durum’dan daha
iyidir. Irak halkı bu şantaj altında ABD
egemenliğini istese de istemese de
kabullenmek zorundaydı. Türkiye’de
Liberal solun ‘AB’ye girmezsek
üçüncü dünya ülkesi oluruz’ şantajı da
bunun aynısıdır. Akılcı iknanın ‘ahlaklı’ şantajı. Bu ahlak öyle iki yüzlü bir
ahlaktır ki, insanları hem üçüncü dünya korkusuyla tehdit eder hem da
üçüncü dünyanın durumunu ‘kardeşlik ve adalet’ daveti olarak kullanmaktan çekinmez; “Ama şu sıralarda Afrika’da çok fazla şey üst üste gelmeye
başladı. Genel sorun da, Afrika’nın tek
başına çözebileceği boyutları aştı. İşte
bu, Fransız Devrimi’nin ‘Kardeşlik’
sloganına davet çıkaran bir durum.”16
“ ... solun gelecekte dünyada bir yeri
olacaksa, bu elbette özgürlükle eşitliği birlikte yaşatmak üzere geliştirdiği
projelere dayanan bir yer olacaktır;
ama bundan da önemlisi, kardeşliği
bir hayat üslubu haline getirme konusunda yapacağı katkılardır.”17 Şimdi
hangisine inanacağız, üçüncü dünya
bizim kardeşimiz mi yoksa, AB’ye
girmek için aralarında kalmakla korkutulduğumuz bir yer mi? Hangisi
doğru? Hem öyle hem böyle, Ahlaki
vaaz vermek istediğimiz zaman kardeş, şantaj yapmak istediğimiz zaman
bir korku nesnesi. Weberci akılcılaştırmanın Protestan ahlakının mükemmel
bir örneğidir bu. Her iki durumda da,
yani ister ‘biz adam olamayız öyleyse
AB’ şeklindeki değere dayalı akılcı ikna, ister Hobbes’cu tehdide dayalı
akılcı ikna olsun, engellenen direniş,
yaratılan itaattir. Kantçı ahlakçılığın
vardığı nokta olarak bir mutabakatçılık; ikna budur. Bu ikna ‘Batı’ya direnilemeyeceği, ancak itaat edileceğini
yerleşik bir değer olarak kutsar. Deleuze bu Kantçı prosedürü bütün açıklığıyla şöyle özetler: “Anlama ve akıl,
artık kimseye itaat etmek istemediğimiz zaman itaatimizi sağlayan şeylerdir. Akıl, Tanrı’ya, devlete, ebeveynlerimize itaatten vazgeçtiğimiz anda ortaya çıkar ve bizi uysallığımızı sürdürmeye ikna eder .. Akıl makul varlıklar
olmamızı sağlayan köleliğimizi ve itaatimizi temsil eder”18 Bu Kant’ın sözde eleştirel aklıdır, pratik akılla (ahlakla) eleştirinin varacağı yere varmasını
engelleyen akıl; -ki mutabakat üretir-.
Yukarda bunu özgür kafaların köleci
düşüncesi özelinde izledik. Oysa eleştiri hem Nietzsche’de hem de
Marks’da, yol açabileceği sonuçlardan korkmadan, o sonuçların kendisi
için yaratacağı riskleri göğüsleyen bir
akıldır. Yani yerleşik değerlerin üzerine giden ve onu yok olduğu (ya da yeniden değerlendirdiği) yere kadar süren bir akıl; -ki antagonizm üretir-. İlki verili düzene itaati sağlamanın en
emin yolu, ikincisi ise ‘hayat’ ve ‘insanın ölümsüzlüğü’ ilkelerine bağlı direnişi, aklın biyolojik tahrik gücüne
dönüştürmenin en emin yoludur.Yukarda kısmen, liberal solun AB’ni bir
toplumsal dönüşüm projesi olarak
sunmasının gerekçelerine değindik,
şimdi de, bu projenin nasıl bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi olduğunu irdeleyelim.
[email protected]
NOTLAR:
(1) Murat Belge, Radikal Gazetesi,
13.01.2004,
(2) Ahmet İnsel, Radikal İki 9.02.2003
(3) Murat Yetkin, Radikal 21.12.2003
(4) İsmet Berkan, Radikal 12.12.2003
(5) M.Belge, örn. Radikal Cumhuriyet Eki,
29 Ekim 2003
(6) A.İnsel, Radikal, 26.12. 1999
(7) M.Belge, Radikal, 16.12.2003
(8) M.Belge, Radikal, 16.12.2003
(9) M.Belge, Radikal, 26.12.2003
(10) A. İnsel, Radikal, 09.02.2003
(11) A. İnsel, Radikal,, 09.02.2003
(12) Chantal Mouffe, The Democratic Paradox, Verso, London, 2000, ss.3-5
(13) A.Badiou, Etics, Verso, London, 2001
p. 13 çev: Tuncay Birkan (yakında Metis
yayınları arasından çıkacak)
(14) A.İnsel, Radikal, 09.02.2003
(15) bkz. J.P. Mc Cormic, Carl Schmitt’s
Critique of Liberalism’ Cambridge University Press, 1999, s.298
(16) M. Belge, Radikal, 21.05.2000
(17) M. Belge, Radikal, 14.05.2000 (18)
Gilles Deleuze, Nietzsche&Philosophy,
Columbia University Press, NewYork,
1983, ss.92-3
ta kendim
tezer cem
´°Æ`Ğ≤¥ş≥ş`≤•Æß©`©¨•`≥ب°≤§ ´`¢°
≠ ∫§°Æ
≥Ø≠`¢°®°≤¨°≤`Ğ≤≥•¨•Æ≠© ¥©
•∂∂•¨§©`∫°≠°Æ
Æ•`¢şπş´`¨•´•π§©`≤µ®¨°≤`≥°¥ ¨ ≤´•Æ
¢°£°´¨°≤ ≠`°´°≤§ `®°π≥©π•¥©≠§•Æ
πب¨°≤ Ƨ°`¥° ¨°≤`¥Ğ´•∫¨•≠© ¥©
∞•≤© °Æ§ `π°∫°Æ
¢©≤`Õ©¶`´°Æ°¥`¢°∫•Æ`ß•¨©≤`¢°¥°≤§
´µ `≥ ≤¥ Æ°`≠°∫©`πş´¨•≠•´`© `•≠≤©≠
¥°`´•Æ§©≥©π´•Æ`≥Ø≤°≤§ `´°π ∞`πب£µ
ß•¨≠•π•Æ`´°¨°Æ
®Ø®¨°≤§ ´`ßş∫•¨`´Ø´°≤§ `¥°≤©®
ب§µ≠`§•π©Æ£•`°Æ¨°≤§ ´`Шş≠` `§©≤©≠
®•≤ •π`π°¨°Æ
≠°§•`©Æ` •π¥°Æ
Ğ∫§•`¢°≥©¥`¢©≤`°Æ¨° ≠°`π°∞≠ ¥ ´o¢•≥¨•≤´•Æ`≥•Æ©`π°Æ≠ ¥ `≥ş¥ş≠o≠•≠•≠§•Æ
´°Æ`©Õ≠© `∂•`πş∫ş≠•`Ø`¥µ®°¶`≠Ø≤`¨•´•π©`¥ş´ş≤≠ş ¥şÆo¢Ğ𨕣•`´µ¥≥°Æ≠ ¥ ≠
´Ğ¥ş¨ş´¨•o¥ş≠` §şÆπ°π ` ßĞ≤•£•´¥©≠` ≥•Æ©Æ` ßĞ∫¨•≤©Æ¨•oĞÆ£•` °ÆÆ•≠•` ¢°´°£°´m
¥ ≠oπ•≤©Æ©` ßĞ≥¥•≤≠© ¥©` ¢°Æ°` ´şÕş´´•Æo≥•Æ≥©Æ` •π¥°Æ` §•≠© ¥©o¥ş≠` §şÆπ°
ب°£°´¥ ≠nnn
13
T‹YATRODA DÜNYAYI OKUMA/YAMAMA SORUNU
Hakan Altun
14
Binlerce yıldır varlığını sürdüren
tiyatro bugün artık son nefesini mi
veriyor... Az da olsa, her gösterimde
yerini alan izleyiciler artık sevdiğine
karşı son görevini yapan ziyaretçiler
mi? Bir gün merhumu nasıl bilirdiniz
gibi bir soruyla karşılaştığında bu soruyu yanıtlayabilecek kaç ‘babayiğit’
kaldı acaba? Geniş halk yığınlarında
tiyatronun yeri ve önemi ne? Peki, ya
küçük bir azınlık için?Yokluğu yaşamımızdan neyi eksiltecek? Belki ailemizin bir büyüğünü yitirmenin acısı; peki, ama neyi eksiltecek? Kabaca
kütüğe kaydolduğu tarihi İÖ500 olarak belirlesek bile (ki doğumu çok
daha önceye gider) 2500 yaşındaki
bu “ihtiyarın” (eril vurguya dikkatinizi çekerim) atacak kurşunu mu bitti? Artık “tahtında” (otorite vurgusuna dikkatinizi çekerim) bir başkası
mı oturuyor? Onun yerine bir imitasyonu koyduysa/koymak durumunda
kaldıysa bunda en az sorumluluğu
olan onun “izleyicisi” olan (pasifleştirilme vurgusuna dikkatinizi çekerim) kadınlar ve erkeklerdir.
Bir tümce içine koyarsak; “tiyatro”, son kertede bir etkinlik olması
dolayısıyla, bu tümcenin yüklemidir.
Özne (alımlayıcı) ile yüklemin arasındaki uzaklığa bakarsak artık bu
tümcenin ne dediği anlaşılamayacak denli birbirinden uzaklaştığını görürüz. Hiçbir dönemde tiyatro böylesi bir uzmanlaşmayla parçalanmamıştı. Artık
yazarlığından oyunculuğuna,
sahneye koyuculuğundan eleştirmenliğine, sahne tasarımından işletmeciliğine kadar atomlarına parçalanarak ve 'eğitimi'
verilerek ve de parçaların birbirleriyle kuracakları ilişki de
belirlenerek (hiyerarşik vurguya dikkatinizi çekerim) tiyatro
teknik bir sorun haline indirgenmiştir. (İzleyici eğitimi ve-
ren bölümlerin de açılmasıyla bu
alandaki büyük bir eksiklik giderilecektir :-P) Oysa tiyatroyu yalnızca
teknik bir sürece indirgetme çabası
açıkça siyasaldır ve tiyatronun doğrudanlık ve dolayımsız ilişkiden aldığı gizilgücü köreltir.
Tiyatro, bugün insanın elinde kalan ender sihirlerden biri; belki de teki. Varlığı ve anlamı gerçekleşme
anında izleyicisiyle kurduğu ilişkiden kaynaklanır. Bu insanın derinliklerinden kaynaklanan büyüsel bir
ilişkidir. Lorca'nın duende adını verdiği bir güçtür. "Çalışma değildir. Bir
mücadeledir, bir yetenek meselesi
değildir, anında yaratma meselesidir.
Bu herkesin hissettiği ama hiçbir filozofun açıklayamadığı gizemli güç
özetle toprağın gücüdür."* der Lorca.
Tiyatroyu duendesiz düşünmek
mümkün değildir. Oysa bugün kendine biçilen donu giymek zorunda
kalan tiyatro ise kuru ve cansız bir
teknik beceriden ibarettir. Bu durumuyla da varoluş nedenini yadsır.
Canlı, anında ve belirlenemez yapısıyla tehlike arz eden tiyatro cansızlaştırılarak dondurulmuştur. Dahası
izleyiciyi yok sayıp karanlığa gömerek bu ilişkide baskın taraf da belirlenip; karşılıklılık, eşitlik gibi idealler
sakatlanmaktadır. Bu izleyiciyi susturma edimi, egemen olanın bireyi
sessizlik kültürüne hapsedip toplumsal olanı dönüştürme olanaklarından
yoksun bırakma tavrıyla örtüşerek
egemen ideolojiyi besler. Muhalif
özünü yitiren sanatın kendi varoluş
nedenini ortadan kaldırdığını düşünürsek; izleyicisini karanlığa gömen
her oyun ilk önce kendine ihanet
eder.
Her şeyden önce unutulmaması
gereken tiyatronun kendine özgü bir
dili olduğu, bu dil aracılığıyla izleyicisiyle bağlantı kurduğu ve sıkıntılarını ifade ettiği gerçeğidir. Bu dil tiyatro ediminin bütününe içkindir. Onu
bir metin sorununa indirgemek çok
büyük bir haksızlık olacaktır, aksi
halde gösterimin kendisi gereksiz bir
fazlalık olacaktır. (Üstelik unutulmamalıdır ki metin, sıkı bir yoldaşı olsa
da, onun doğumuna eşlik eden ögerin arasında değildir. Dans, jest ve
devinimden doğan tiyatro bir gösterim sanatıdır.) Etkinliğin bütünlüğünde beden bulan tiyatronun bu dili ise,
bugün varolduğu haliyle kendini ifade edebilmekten uzaktır. Kabul etmek gerekir ki dünya yeni bir dönemin eşiğine çoktan adımını atmış durumdadır. Bugünün dünyayı algılama, dünyaya bakma biçimi dahi
değişmiş olan insanı için artık
eskimiş, geçerliğini yitirmiş bir
dille kendini ifade etmeye çalışan tiyatro yaşamsal değildir.
Bu açmazdan sıyrılmanın olası
yollarından biri çağının insanıyla iletişim kurabilecek ve kendi
biricikliğini ortaya koyabilecek
yeni bir dili üretebilmesinden
geçer. Bu üretimin iki temel itkisi ise günü yakalamak ve günün dayatmalarına direnebilmek olmalıdır.
Yeni bir dil arayışı her şey-
den önce bir serüvendir ve yerleşilen
toprakları derhal terk etmeyi gerektirir. Alelade bir yolculuk değildir; Karanlık sularda yapılan bu yolculuk,
ancak dünyanın doğru bir bağlama
oturtularak okunabilmesiyle olasıdır.
Bu bir bakış, bir duruş sorunudur.
Her şeyden önce bir gerçeğin altını
çizmekte yarar var; tiyatroda geçmişe ait bir dili, bir söylemi kullanma
egemen ideolojinin yeniden üretiminden başka bir işe yarmayacaktır.
Söylemeye çalışılan ne olursa olsun
söyleme biçimiyle -bir dizge olarak
dil ile- tam tersi bir bilinci üretmesi
olası. Bu noktada dilin katmerli yapısını gözden kaçırmamak gerekir. Bir
iletişim aracı değildir yalnızca, egemen sistemin dayatmacı yapılarını da
bir model olarak içinde barındırır. Bu
bağlamda da tiyatronun var olan dili
egemen sistemin güdüleyen kültürel
yapılarının sürdürülmesine hizmet
ederek, statükoyu besler ve sistemi
güçlü kılar. Neyi öğreteceğini, nasıl
öğreteceğini ve bunların nasıl değerlendirileceğini yapılandırarak düzenler. Bu noktada tiyatronun yapması
gereken; derhal kendi özünde barındırdığı muhalif güce dönmesi ve bunu yaparken de totaliter, seçkinci, hiyerarşik, sömürgen eril bilincin yeniden üretimini yıkacak bir dille kendini ifade etmesidir. Gelenekçi** tiyatro, dayatılan bir yaşam dramaturgisinin karşılığı olan totaliter-eril bir
modelin kültürel yansımasıdır. Üretilen ve yeniden üretilen bu model aracılığıyla sistemin bir parçası olur, onu
içselleştirir. Ancak egemen olanı lanetleyen bir yapıt kendini ve diğer
ezilen unsurları özgürleştirebilme gizilgücünü içinde barındırabilir. Ya
akıl dahil her şeyi evcilleştiren ideolojiye teslim olacak ve ona hizmet
edecek ya da muhalif olacak, uzlaşmayacak ve özgür kalacak. Bu oldukça önemli bir ayrımdır, çünkü uzlaşma var olan toplumsal ilişkileri ve
oluşumları yeniden üretirken, uzlaşmaz ve yıkıcı tavır demokratik ve özgürleştirici bir değişimi kışkırtacaktır; ki bu, devletin bir ideolojik aygıtı
olmayı da açıkça bir reddediştir. Dolayısıyla da tiyatro, kültüre kültürel
bir başkaldırı alanı olmalıdır.
Öncelikle, aydınlarımız da dahil
olmak üzere, iliklerimize kadar işleyen tiyatroya karşı muhafazakar duruşumuzu değiştirmemiz gerekiyor.
Entelektüel düzlemde devrimci olan
bir azınlık bile, duygusal düzlemde
sömürgen totaliter bilince teslim olabilmektedir. Bireyler bir çok durumda nasıl koşullandırılmış olduklarının
ayrımına varamazlar, aksine özgür
oldukları sanısı içindedirler. Bu durum ancak keskin bir eleştirel duruş
aracılığıyla aşılabilir. Bundan kasıt tiyatroda ve daha da önemlisi yaşamda bir özne olarak durabilmektir. Tersine, hiçbir şey bilmediğimize inandırıldığımız bu toplumsal yapılanma
içinde biz, eleştirel duruşumuzu
eleştirmen adı verilen kişilere ihale
etmiş durumdayız. Birileri bizim adımıza düşünür, eleştirir ve biz de bunları benimseriz. Bu belirlenmiş ilişkiler yumağı bizi sessizlik kültürüne
gömen totaliter araçlardan biridir ve
sesimizi kısmak için, bizi susturmak
için işler. Bu söyleyecek sözü olmayan bir kitlenin de kolayca işine gelebilecek bir durumdur. Bugün tiyatronun yapması gereken ise, bu ilişkileri kırıp, seyircisi ile doğrudan söyleşmesidir.
Geleneksel yapı içerisinde eleştiri mekanizması, özne ile eylem (tiyatro) arasına girerek uzaklığı daha
da katlar. Bu eleştirinin tümden gereksizliği anlamına gelmez, ancak
geleneksel sınırların dışına çıkması
gerektiği anlamına gelir. Geleneksel
eleştiri, içinde hem bir sorunu, hem
de bir sorunsalı barındırır. Sorunsal
olarak eleştiri, onun var olan formlardan ve normlardan hareket etmesi
sonucunda yeni olanı bütünüyle kuşatamamasıdır; çünkü, yeni olan genel geçer normlarla açıklanamaz. Bu
noktada olası en iyi yaklaşım eleştirmenin bizzat kendini eleştiri süzgecinden geçirmesi olabilir. Sorun olarak eleştiri ise, tamamen gerici bir
alanda mevzilenir ve totaliter hiyerarşik ilişkileri güçlendirir. Bu bağlamda eleştiri, başkalarının üzerinde
bir hakimiyet kurarak entelektüel
prestij sağlamanın bir aracı haline de
gelebilir. Üstelik günümüzde, bir
eseri izlemeye gerek duyulmadan,
program dergilerinden hareketle belirli bir şablon doğrultusunda yazılan eleştirilerin varlığı (özellikle de
bu işe ciddiyetle eğilen eleştirmenler
açısından) oldukça can sıkıcıdır. (Sizi
temin ederim program dergilerinin
Zuluca ya da Urduca yazılması bile
bir çözüm olmayacaktır, zira bu şahısların yetenek ve dehaları bu tür küçük sorunları aşabilecek niteliktedir.)
Bu bağlamıyla eleştiri mekanizması
günlük yaşamın güdüleyici yapısını
yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Asal olan izleyiciye eleştirel
duruşun aşılanması olmalıdır. Ancak
eleştirel bir duruş manipülasyonun
önüne geçebilir.
Kısaca tiyatronun ne olmaması
gerektiği ortadadır. Sorun ne olması
gerektiği üzerinde düğümlenmekte.
Kendine acilen akacak başka bir kanal bulmak durumundadır. Bu ise
dünyayı iyi okuyabilen ve tiyatroyu
öncelikle/öncelikli bir beklenti içinde yapmayan (para kazanmak, ünlü
olmak, memuriyetini sürdürmek vb.)
insanların varlığını gerektirir. Var
olan gelenekçi tiyatroya baktığımızda
ilk elden gözümüze çarpanlar şunlardır: ataerkilizm, otorite, hiyerarşi ve
merkeziyetçilik. Bütün bunlar tiyatronun yapılanmasından, üretilmesine, sergilenmesine ve değerlendirilmesine kadar uzanır. Bu yönüyle de
egemen ideolojiye eklemlenir. Aksine, tiyatroya içkin bütün totaliter
ilişkileri kırmak gerekir: Metinden
yönetmene, öyküden karaktere,
oyuncuya varana kadar. Son noktada
da izleyicisine kendi sözünü söyleyebilen, etkin, meraklı ve eleştirel bir
özne olma olanağı vermelidir.
* Çeviri sevgili arkadaşım, güzel insan Zerrin Yanıkkaya’ya ait.
** “gelenekçi” terimin, “geleneksel” bağlamında kullanılmadığını
özellikle belirtmekte yarar görüyorum.
15
MONTREAL’DE B‹R AKfiAM YEME⁄‹
hiçkimse
16
Mösyö Butter bağırıyordu “Clara, çabuk buraya gelin lütfen!” Clara’nın ise hiç acelesi yoktu. Elindeki
elektrikli süpürgeyi halıya bastırarak
süpürme işine devam ediyordu. Aslında bu her zaman uyguladığı taktiklerden biriydi. Mösyö Butter onu çağırdığında ya her zamanki saçma isteklerinden birini dile getirecekti ya
da bir şeyi bahane ederek kalçalarını
çimdiklemeye çalışacaktı. Aslında bu
işten de bu ilişkiden de çoktan sıkılmıştı Madam Clara, eğer oğlu Miguel’in Ottawa’da Üniversitesi’ndeki
ekonomi öğrenimi olmasa bu çılgın
ihtiyarın ağız kokusunu hiç mi hiç
çekmezdi. Ama gel gör ki buradan
aldığı haftalık 300 kanada doları sadece Miguel’in okul masraflarına bir
nebze olsun katkı sağlıyordu o kadar
(zaten onu sadece aldığı burslarla
okutmak neredeyse imkansızdı) ve
bu koşullar altında bu geliri bırakmaya niyeti de yoktu. En iyisi orta bir
yol bulmak ve sabretmekti. Neydi o
orta yol? Mesela Mösyö Butter’ı
duymamış gibi yapmak, onun kendisini çağıracağını hissettiği zaman hemen arka odalara kaçmak ya da bahçeye bir şey almaya çıkmak vb...
Mösyö Butter, Clara’nın bu taktiklerini henüz tam olarak çözmüş olmasa da bir şeyler hissettiği aşikardı...ne var ki bu hissiyat henüz ne somut bir fikre dönüşmüştü nede ne
elinde konu ile ilgili bir delil vardı...onun Clara’nın bu tür davranışlarına tepkisi daha çok sezgiseldi ve
onun ortadan kaybolması sadece onu
çıldırtıyordu hepsi bu...
............................................
Mösyö Butter eski bir Polonya
yahudisi idi, ikinci dünya savaşı sırasında Doğu Polonya’da Krakow ya-
kınlarındaki bir toplama kampından
müttefik güçlerce kurtarılan demeyelim, (çünkü bu kurtarma hikayeleri
hep biraz abartı ya da politik propaganda izleri taşımıştır) eline sağ olarak geçebilen birkaç yahudiden biriydi ve seksen beş yıllık hayatının bu
en kötü döneminin izlerini hala taşımaya devam ediyordu. Uzun boylu
yaşına göre oldukça dik duruşlu, geniş denilebilecek omuzlara sahip,
sportmen bir görünümlü, açık tenli
ve avurtları hafif çökük biriydi. Aslında oldukça kibar ve yardımsever
bir insan olan Mösyö Butter karakter
olarak çok cömert olmasa da insanlara iyilik etmekten zevk almayı da bilebilen biriydi. Kutsal cumartesileri
sinagogdan çıkışta dilencilere para
vermeden geçmezse de bunu daha
çok mecburiyetten yaptığına emin
olabilirsiniz ve dilencilere para vermektense parasal karşılığı olmayan
bir şey için birilerine seve seve yardımcı olmaya hazırdı. Mesela yine
kapı komşusu Nitu’nun bahçe çitlerini yapmasına yardımcı olduğunu ve
geçen noelden sonraki o soğuk ve
karlı günlerde bile nasıl çalıştığını
herkes bilir. Mösyö Butter’ın çevresine genelde sorun çıkarttığı hemen
hiç duyulmamıştır. Bu yüzden sevilen biridir. Ancak onun kibarlığının
özellikle genç ve güzel kadınlara karşı daha yoğun bir kıvamda olduğunun da altını çizmek gerekir. Tüm bu
genel olumlu tabloya rağmen Mösyö
Butter’ın zaman zaman hiç umulmadık anlarda umulmadık davranışlar
gösterdiği ve çevresindekileri hayrete düşürdüğü de hafızalardadır.
Mesela sizinle güzel güzel konuşurken birden bire sinirleniverir ve
keskin birkaç sözle sizi kırabilir....ki
nerede hata yaptığınızı yada neden
gücendiği bir türlü anlayamayabilirsiniz. Bu tür küçük olaylar Mösyö
Butter’ın gizemi olarak bilinmezliğini korur gider...Yine o hiç beklemediğiniz bir gün yanınıza gelip sanki
hiçbir şey olmamış gibi sıcak bir tavırla halinizi hatırınızı sorabilir ve bir
şeyler anlatmaya başlayabilir...Hatta
onun bu içten tavrı karşısında hata
yapanın kendiniz olduğunu düşünerek böylesi içten bir ihtiyara kaç zamandır soğuk ve uzak durma gafletinde bulunduğunuz için kendinizi
için için suçlayabilirsiniz. Yine de bu
iyi ilişkilerin yeniden tesisi bilinmeyen bir tarihte bilinmeyen bir nedenle Mösyö Butter’in sizi yeniden paylamayacağının garantisini hiç vermez.
............................................
Madam Butter Mösyö Butter’ın
altmış yıllık hayat arkadaşı. Savaş
sonrası yıllarında kocasına büyük
destek olmuş...onun yeniden hayata
bağlanmasında kuşkusuz en büyük
paya sahipti ve Kanada’ya göç kararı aldığında da kocasına hiç itiraz etmemişti, hatta Montreal’a yerleştikten sonraki dönemde Mösyö Butter’ın ufak tefek kaçamaklarına da
göz yummuştu (tabii mutluluğu
için)... Ama geçen yılların yıpratıcı etkisine kadın olmasına karşın Mösyö
Butter kadar karşı duramamış Madam Butter ve dönüşü olmayan bir
hastalığa (Alzheimere) yakalanmıştı.
Yani o narin beyni çoktan emekliye
ayrılmıştı. Bu yüzden nicedir olan bitenin farkında değildi ve hafızası yeni algılara artık tamamen kapalıydı.
İşte bu ahval ve şerait içindeki Madam Butter kocasının hizmetçi Clara’ya yaptığı sarkıntılıkları da fark
-vasata vasatreha yünlüel/fliirhâne
göze göz, dişe diş, hakan.
mânâ sabırsız sabırsız olmasına ya,
kendini koyacak yol bulamıyor
kuyuya taşlar atan kırkı da kırık
olmasa da vasatî kırk harâmî çöpün
bi siktir git dedirten kuyusunda.
midas'ın kulakları eşşoğlubeş kulakları
ana avrat, dere tepe düz gidiyor.
filvâki adam almış eline sazı, düdüğü
tefi, kavalı ve bilumûm mûsikî edevâtını
çalıyor da çalıyor. çalsın tabiî, de,
biz aşağıda imzası olmayan başağrılı banyosundakiler
koro halinde tekrarlamasak da, şunu içimizden
söylemeden geçemiyoruz burada:
midas'ın sikinde değil,
sikinde değil midas'ın.
17
eh gerisi de zâten
pes renginde saf-sa-ta!
edecek durumda değildi. O artık kendi dünyasında yaşıyordu ve onun için
yalnızca geçmişten hafızasında kalan
bazı kırıntılar vardı. O kırıntıların içinden bazen öyle akla uygun kurgular
yapar ki konunun aslını bilseniz dahi
önce inanacağınız gelir şaşırırdınız...ardından durumu kavrayıp da toparlanınca basıverirdiniz kahkahayı...Her şeye rağmen şunu önemle
bir kere daha belirtmeliyim ki Mösyö
Butter aslında öyle tehlikeli biri filan
da değildi...yaşına göre cinsel içgüdüleri biraz genç kalmıştı hepsi bu.
Yoksa onu kontrol altında tutmak pekala mümkündü.Bir keresinde göçmen bürosundaki işimden eve dö-
nüşte, Polonyalı göçmenlerle ilgili
bir iki soru sormak amacıyla evine
uğramıştım. İşte o zaman onun ilerlemiş yaşından beklenmeyecek biçimde etrafımda nasıl dönenip durduğunu bana nasıl iltifatlar yağdırdığını
gördüm. Hele anlattığı fıkralar neredeyse başımı döndürecekti, öyle ki
orada kaldığım zamanı farkında olmadan uzattığımı ve eve geç kalmak
bahasına Mösyö Butter’dan kopamadığımı epeyce bir sonra farkettim.
Son zamanlarda kocam ile iyiden iyiye kötüye gitmeye başlayan ilişkimin gerginliği bir yandan, göçmen
bürosundaki işimin yoğunluğu bir
yandan, bu yeni ülkeye uyum sağla-
maya çalışan oğlumuz Ahmet Can’ın
son dönemlerde çıkarmaya başladığı
ekstra sorunların yükü ise bir başka
yandan beni öylesine germiş olmalı
ki bu ihtiyar çapkının komplimanları
bana adeta ilaç gibi gelmişti. Bu yüzden hafta sonuna planladığı toplu akşam yemeği için yaptığı daveti fazla
düşünmeden kabul ettim, zaten yemekte Yunanlı Kostas, İranlı Amir,
Rumen Nitu, Polonyalı Danuta ve tanımadığım birkaç kişi daha olacaktı
bu bakımdan teklifi kabul etmemek
için herhangi neden görmedim. Tam
hazırlanıp artık çıkıyordum ki birden
korkunç bir çığlıkla ürperdim. Bir kadın sesi “imdat yetişin!” diye bağırı-
18
yordu. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra
bu sesin içerde oturan Madam Butter’e ait olduğunu anladık. Hemen
yanına gittik. Madam Butter çok
korkmuş bir durumdaydı ve “evde
yabancı biri var ve bana tecavüz edecek” diyerek tir tir titriyordu. Ona
tüm metanetimi takınarak; kimmiş o
yabancı Madam Butter diye sordum.
Sol işaret parmağı ile (Madam Butter
solaktı) kocasını göstererek “işte ona
benziyordu dedi”...Durum anlaşılmıştı, Madam Butter içeri çay bardaklarını bırakmak için giden kocasını tanımamış ve onun kendisine tecavüz etmek için gelen bir yabancı olduğu fikrine kapılarak yine hepimizin yüreğini ağzına getirmişti. Ne gariptir ki benimle birlikte yanına koşan Mösyö Butter’ın onun kocası olduğunu unutması bir yana onun az
evvel mutfaktan çıkan adam olduğunu da unutuvermiş ancak o hastalıklı
beyninden uçmakta olan son hafıza
kırıntısının etkisiyle sadece az önceki
adamın ona benzediğini söyleyebilmişti. Gülmemek için kendimi zor
tutarak onu olanca çabamla sakinleştirmeye çalıştım ve izin isteyerek
oradan ayrıldım.
...........................................
Eve geldiğimde kocam Tuğrul
oldukça asabi bir portre çiziyordu.
Çiziyordu diyorum çünkü onun gerçekten ne zaman sinirlendiğini yada
sinirlenmiş gibi yaptığını on yıllık evliliğimize karşın henüz tam olarak
anlayabildiğimi söyleyemem. Oyunculuk konusundaki yeteneğini teslim
etmek gerekirdi. Hayata bir oyun
olarak baktığı için hayatın her hangi
bir durumunda o ana uygun bir tuluat yorumu geliştirme yeteneği vardı.
Aşka dair söylediği en mahrem sözleri bile adeta teatral bir havada söylemesi, onun alemeti farikasıdır diyebilirim. Yani bu şuna benziyordu; yatakta sevişmenin en heyecanlı anında partnerinizin “size pardon canım
üzgünüm ama çişim geldi” demesi
absürdlüğüne... İşte benim kocam
böyle biriydi: hiç umulmadık bir an-
da bana olmadık bir incelik yapabilir
(mesela hiç alakasız bir günde elinde
kırmızı güllerle iş çıkışına beni karşılamaya gelebilir) ve beni mum ışığında baş başa bir akşam yemeğine davet edebilirdi. İşte böylesi anlarda
ona ne denli kızgın ve kırgın olsam da
adeta tüm direncimi yitirir, dahası aslında ona bazen haksızlık yaparak kötü davrandığımı düşünmeye başlar ve
kendimi suçlardım. Tabii bu o gecenin her bakımdan mükemmel geçtiği
yada geçeceği anlamına gelmezdi.
Çünkü ne yapar yapar o romantik atmosferin arasında bir şekilde beni
germeyi yada keyfimi kaçırmayı becerirdi. Mesela ben ona tatlı tatlı bir
şeyler anlatırken o konuyla hiç alakasız bir ayrıntıya takılarak o konu
üzerine pornografik espriler üretmeye başlar ardından da katıla katıla gülerek o güzel anları bıçakla kesilmiş
gibi bitirerek bir çuval inciri berbat
ederdi.
............................................
Bugün günlerden cumartesi, akşama Mösyö Butter’e yemeğe davetliyiz. Umarım yemeğe Tuğrul da gelir. Umarım diyorum çünkü onun sağı solu belli olmaz. Kanada’ya göçelim diye tutturan kendisiydi ben de
onun eninde sonunda iç huzurunu bu
ülkede bulabileceği düşüncesiyle bu
fikre karşı çıkmadım. Ama geçen iki
buçuk yıl gösterdi ki onun iç huzurunu bulabileceği bir ülke bir coğrafya
henüz keşfedilmiş değil. Ve bunca
özverime karşın yine de ona göre yolunda gitmeyen her şeyden yalnızca
ben sorumluyum ve her şey benim
hatam. Neyse sözün kısası “arkadaşlarımla buluşup bira içmeye gideceğiz” gibi çok sıradan bir bahane bulup her an yan çizebilir bu yemek
işinden....amannn.....gelmezse gelmez.....umurumda değil...sonra en
samimi kız arkadaşım Mehtap ve
İranlı sevgilisi Amir var, Yunanlı
Kostas henüz genç olmasına karşın
dünya tatlısı bir çocuk , sonra fransızca kursunda tanıştığımız Danuta var o
da akıllı bir hatun esprileri de çok
özel...sonra Mösyö Nitu yirmi yıldır
Kanada’da yaşayan ama o Romanya’ya has halis köylü mizacını hiç yitirmeyen dost canlısı bir adam, yani
tam bir kaynak...yine göçmen bürosundan tanıştığımız hukuk danışmanımız olup çok hoşsohbet bir kadın
olan Margaret var ki aslen İrlandalıdır...Tabii bu kalabalık sofra efradına
kendimi ve Mösyö Butter’ı da ilave
edersek takım tam bir uluslar arası
karmaya benzeyecek yani .
................................................
Montreal’e geldiğimden beri,
yaşadığım kültür şoklarının yadırgadığım düzenlemelerin haddi hesabı
yok. Ama nerdeyse iki buçuk yıldan
sonra Türkiye’ye ilk gidişimde şunu
gördüm ki ben başlangıçta bana şaşırtıcı gelen bu garipliklere bayağı
alışmışım. Zira Türkiye’de daha önce
bana çok doğal görünen şeyler şimdi
tam tersine bana garip hatta yadırgatıcı gelmeye başladı. Kanada’nın bir
göçmenler ülkesi olduğunu zaten biliyordum ama bu akşamki yemekte
bu kadar farklı ülkelerden ve etnik
kültürlerden çıkagelen insanların
Mösyö Butter’ın sofrasında bir araya
gelmesine dışarıdan biraz yabancı bir
gözle bakınca, doğrusu kendimi tuhaf hissetmedim desem yalan olur.
Yani bu farklı kültürlerin buluşması
ve insani alış verişler içine girmesi
bir yandan hem hoş bir duygu hem
de insan arada “acaba geldiğimiz yerin kültürünü ve köklerimizi böyle
böyle mi yitiriyoruz” diye düşünmekten de kendini alamıyor...
Neyse önce Ahmet Can’ı “kid
house” a bırakmalıyım, ardından da
kuaföre gitmeliyim, akşam yemeği
için saçlarımı bir düzene sokmam gerekiyor, insanların içine bu cadı gibi
saçlarla çıkamam doğrusu...sonrada
eve gelip üzerime ne giyeceğime karar veririm...ki işin en zor kısmı da
bu...
Ma¤luplar›n Tarihinden
"Besenêkenê Derê Laçi Kuyêne"
Gün Zileli
Laç Deresinin kenarındaki mağaralara sığınan binlerce kadın, erkek, çocuk, o mağaralarda topa tutulduklarında bile şöyle haykırıyorlardı:
"Laç Deresi geçilmez." Aynı 1938 yılında, Franko'nun falanjist birliklerinin ve sömürge taburlarının saldırılarına göğüs geren İspanyolların, ünlü
"La pasaran"ına ne kadar benziyor.
Cumhuriyetin ilk işlerinden biri,
Kürt bölgelerindeki, yüzyıllarca vergi vermeden ve askere gitmeden
özerk yaşamaya alışmış aşiretleri
jandarma ve silah zoruyla ulus devletin disiplini altına almaya çalışmak
oldu. Ne var ki bu, özellikle Dersim
gibi bölgeler açısından oldukça zor
bir işti. 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra sıra Dersim gibi asi bölgelere gelmişti.
Önce bir "islah" programı ortaya
atıldı. Bu programla, tüm Dersim aşiretlerinin Cumhuriyet devletine kayıtsız şartsız tabi olmaları öngörülüyordu. Silahlar teslim edilecek, vergi
verilecek, askere gidilecekti. Bunun
için bölgeye müfettişler yollandı ve
aşiret reisleriyle görüşmeler yapıldı.
Amaç, hangi aşiretlerin isyancı, hangilerinin itaatkâr olduğunu saptamak
ve işe en asilerden başlamaktı. Bu girişimler, Dersimli asi aşiretlerin silahlanmalarına ve yer yer silahlı direnişe geçmelerine yol açtı.
1935 yılının sonunda "Tunceli
Kanunu" adı altında, devleti her türlü
kanuni kısıtlamadan azade kılan ve
her türlü zoru dinginsizce uygulamasının önünde hiçbir engel bırakmayan
bir yasa çıkarıldı. Bunun hemen ardından, bölgeye korgeneral Abdullah
Alpdoğan adında bir askeri vali atandı. Alpdoğan'ın göreve gelir gelmez
yaptığı ilk iş, bölgede geniş bir karakol, kışla ve askeri amaçlı yol inşaatı-
na girişmek oldu. Bu hazırlıklar, devletin , bölgeye geniş bir askeri harekât düzenlemeye hazırlandığını ortaya koyuyordu. Nitekim, bu girişimlerin hemen ardından geniş bir silah
toplama ve silah teslimi harekâtına
girişildi. Bölge halkının, geniş çaplı
bir askeri harekâtın başlayacağına
hiçbir kuşkusu kalmamıştı. Bunun
üzerine, zaten başlamış olan direniş
eylemleri yaygınlaşmaya başladı.
Baskı direnişi, direniş baskıyı
getirdi. Ordu, yöre halkının geleneklerini bile hedef almaya başladı. O
yöreden Köse Usê şöyle anlatıyor o
günleri:
"Önce bıyık yasak, onu keseceksiniz gibi emirler verdiler. Sonra da
birden bire çok sayıda insana 'haydin
askere' dediler. Düşünün ki o güne
kadar bu yöreden insanlar askere hiç
gitmemişler. Kimse dil bilmiyor. Son
bir sene içerisinde Dersim'de büyük
çatışmalar meydana gelmiş. İnsanlar
kurşuna dizilmiş, insanlar asılmışlardı. Kimse evinden uzaklaştıktan sonra başına neler geleceğini kestiremiyordu. Asker ise çok sertti. Ne dersen
de, laftan anlamıyordu. Komutanlar
gökten inmiş allah gibiydiler." (aktaran Munzur Çem, Alevilik Sorunu ve
Dersim Ayaklanması Üzerine, Stockholm 1995, s.188)
Bu öyle bir sertlikti ki, ordu, direnişe katılmayıp evlerine kapanan
köylüleri bile kurşuna diziyordu. Yöre halkından Hesen şöyle anlatıyor:
"Dersim kuvvetleri geri çekildiler, asker Amutka'ya girdi. Bir grup
köylü evlerini terketmemişti. Askerlerin yaptığı ilk iş onları kurşuna dizmek oldu. Komutan Cevdet (Sunay)
pek gaddar biriydi." (Age, s.195)
Dersim direnişinin önderlerinden Seit Rıza yakalanır ve Elazığ'da
idam edilir:
"...araba farlarıyla cezaevi aydınlatılmak suretiyle sözde mahkeme
yapılıyor, idam kararları veriliyor ve
idam edilecekler oradan alınıp doğruca meydana götürülüp asılıyorlar. İnsanlara neyle suçlandıkları söylenmeden, savunmaları alınmadan, itiraz
hakkı tanınmadan birkaç saat içerisinde gerçekleşen idamlardır bunlar.
Üstelik sanıklar haklarında verilen
cezaların ne olduğunu bile anlamış
değillerdi." (Munzur Çem, Age,
s.183)
Gerisini de İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarından okuyalım:
"Seyit Rıza sehpaları görünce
durumu anladı.- Asacaksınız, dedi ve
bana döndü. 'Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?' Bakıştık. İlk kez
idam edilecek bir insanla yüz yüze
geliyordum. Bana güldü. (...)
"Evladı kerbelayıh, bi hatayıh,
ayıptır, zulümdür, cinayettir, dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu. Bu
yaşlı adam raprap yürüdü. Çingeneyi
itti, ipi boynuna geçirdi. Sandalyeye
ayağıyla tekme vurdu, infazını yaptı."
(Çağlayangil'den Nakleden Munzur
Çem, Age, s.184)
İdamlardan sonra, direniş de,
katliamlar da bir üst boyuta tırmanır.
Artık Dersimliler, sadece onurluca
ölebilmek için savaşmaktadırlar, silah ve asker bakımından çok üstün
güçler karşısında herhangi bir kazanma umutları yoktur. Kadınlar, askerin
eline geçmektense, çocuklarıyla birlikte kendilerini Eksor uçurumlarından aşağıya atarlar (Age, s.198). En
büyük katliam Laç deresinin kenarında, yöre halkının sığındığı mağaralarda gerçekleştirilir. Mağaralara sığınanlar için yaşam çok güçtü:
"Önceleri değişik yerlerde barı-
19
KARA SEVDA
mustafa ibakorkmaz
Æ≥°Æ`¢şπş§ş´Õ•`
ØπµÆ¨°≤`§°`¢şπş≤≠ş `≠ ∫ ´Õ ¨°≤¨°`¢©≤¨©´¥•n
¬Ø£µ´´•Æ`£•≥µ≤`¢©≤`¢©¨ß•π§©≠`
ÖÆ`°∫ Ƨ°Æ`¢şπş≠•π©`Ğ ≤•Æ§©≠
Ç©≤`Ğ∫Æ•`ب°≤°´`©≥π°Æ`•¥¥©≠`
πş´¨•≠©Æ`©´¥©§°≤ Æ°
î °®¥`´µ≤≠°π°`´°¨´
≠°`≥°´ Æ`ßĞƨş≠•
Å≥¨°`´µ¨µÆ`´Ğ¨•Æ`ب°≠°≠
áĞ∫•`ßĞ∫`§© •`§© `≥•∂©πØ≤µ≠`≥•Æ©
ì©≠≥©π°®`¢©≤`¢°π≤°´`ß©¢©
Ñ°¨ß°¨°Æ πØ≤`´°¨¢©≠`´°Ø≥¥°
Å ´ Æ`π°≥°¨°≤ Æ `Õ© Æ•π•≤• ´
ôş≤şπØ≤µ≠`® ≤∞°Æ©`∂•`§©Æß©Æ`°§ ≠¨°≤¨°
20
ñ°≤بµ µ≠µÆ`∂°≤Ø `≥Ø´°´¨°≤ Ƨ°
à•πa`ìµ≥°≠`≥Ø´° Æ Æ`∞•≠¢•`¥•Æ¨©`Ø≤Ø≥∞µ≥µ
≈∞¥ş şÆ`´µ≤¢° °`∞≤•Æ≥`ب≠°π°£°´
Å≠Ø≤¥©`¢©¨•`Õ ´≠°π°£°´`®°π°¥¥°Æ`¢°Æ°
nan kadın ve çocuklar, birliklerin
çemberi daraltmaları üzerine giderek
Laç deresine, oradaki mağaralara yığılmaya başladılar. Öteki yörelerden
gelenlerle birlikte sayıları binleri bulmuştu. Onca insana ölmeyecek derecede de olsa yiyecek bir şeyler temin
etmek, su taşımak vs. elbet kolay değildi... İşte bu büyük ve zor görevin
üstesinden gelmek de daha çok kadınlara düşüyordu... Gizliden, henüz
yakılıp yıkılmamış olan köylere gidiyor, un ve benzeri şeyleri sırtlayarak
getiriyor, orda-burda armut, elma türünden meyve ile yenilebilecek otları
topluyor, terk edilmiş köylerde yanmaktan kurtulmuş ekini biçiyor, yan-
larında bulunan az sayıdaki keçiyi sağıyor, su taşıyor, ekmek pişiriyor,
sonra da cepheye gidecek olanını
cepheye götürüyor, geriye kalanını
ise mağaradakiler arasında bölüştürüyorlardı." (Munzur Çem, Age,
s.200)
Demenanlı Mustafa katliamı
şöyle anlatıyor:
"Gece, Mağarada göz gözü göremiyordu. Birden tavan delindi ve içeriye bombalar düşmeye başladı. Tabi
bir çırpıda onlarca, belki de yüzlerce
kişi yaşamını yitirdi. Ortalığı barut ve
kan kokusu kaplamıştı. Öyle bir çığlık vardı ki, tanrı kimsenin başına getirmesin. Mağaranın arkasında bir
boşluk vardı. O itişme, kakışma sırasında bir çok insan oraya düştü. Kimileri de bile bile o boşluğa bıraktılar
kendilerini." (Age, s.204)
Gerisini Merxo'lu Usên'den dinleyelim:
"Sabah olduğunda asker bizi
kurşun yağmuruna tuttu. Bunun üzerine insanlar biraz aşağıdaki Munzur
Nehri'ne yöneldiler. Tek çare, gidip
kendimizi suya atmaktı artık. Tam,
suya bir duvar gibi dik inen uçurumun başına geldiğimizde ise yeni bir
ateşle karşılaştık. Bunun üzerine yan
tarafa döndük ve nehre doğru koşmayı sürdürdük. Ona ulaşmamıza az
kalmıştı ki birden makinalı tüfek benim bulunduğum yeri taradı. Çok sayıda insan yığıldı kaldı. Tabi yara falan almamıştım ama ben de düştüm.
Ölü ve yaralıların altında kalmıştım.
bir fırsatını bulup baktım, karım ve iki
çocuğum kendilerini Munzura bıraktılar. Su onları alıp götürdü. Ben de
ancak dördüncü gün cesetlerin altından çıkabildim. Çünkü asker üç gün
buradan ayrılmadı." (Age, s.205)
Katliamdan, devletle işbirliği yapanlar da kurtulamıyordu:
"Ele geçirilen ve çoğunluğunu
kadın ve çocukların oluşturduğu yüzlerce kişilik gruplar peşisıra kurşuna
dizilirken, Celal Bayar ile yanındakiler biraz öteden, bunların bir bölümünü bizzat izlemişlerdi. Son iki yıldır
varını yoğunu devlete adayan, ona
her türlü desteği vermekten geri kalmayan Alan aşiret reisi ve Çuxure
(Çukur) Ağası Slü Ağa, Başbakanı
konağında ağırlamak üzere hazırlık
yaparken evi kuşatıldı, kendisi Celal
Bayar'ın gözleri önünde, öteki aile bireyleri ise götürüldükleri Kertê Mazgêdi (Mazgirt Gediği)'nde kurşuna
dizildiler. Aileden geriye bir tek kişi
bile kalmamıştı." (Age, s.210)
Gönül gel gezelim Dersim dağını,
Ne hoş memlekettir eli Dersim'in
Seyran eyleyelim Sultan Bağı'nı
Ne hoş çiçekleri var, güllü Dersim'in
PUNK DOSYASI-3 Ö F K E N ‹ N V E K A O S U N C ‹ S ‹ M L E fi M E S ‹ : P U N K R O C K !
özgür k. Tekin
Daha önceki yazılarımda
Punk’ın ne olduğunu ve neden ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım. Punk
Rock içinde anti sanatı barındıran bir
müziktir. Müzik; sanatsal ifade biçimlerinden birisidir. Ancak bu noktada, günümüz müzik dünyasının endüstrileşmesinin sonraki işlevini sanatsal bir ifade olarak görmediğimi
belirtmeliyim. İçi boşaltılmış, bilgisayar destekli belli bir popüler kültür yaratmaya ayarlı, kitle hipnozu
işlevi gören techno, disco gibi müzik türlerini sanat eseri olarak nitelendirmek kanımca büyük bir yanlışlıktır. Bu dosyanın amacı müzik sanatının işlevini tartışmak değil elbette. Devrimci bir müzik türü olan
Punk Rock ve yaşam üzerine bir inceleme sadece. Öyle bir müzik türü
ve yaşamı ki herhalde dünya üzerinde başka bir tür yoktur ki bu kadar
agresif, şok edici ve nefret uyandırsın ve özel bir akım yaratsın. Punk
Rock ve bu müzik türünün grupları
oldukça geniş bir konu. Her ülkenin
karşı kültüründe isimlerini, yaşamlarını bilemeyeceğimiz, bilinçli ola-
rak yeraltında kalmayı tercih eden
sayısız punk grubu vardır. Örneğin
Konya’da bir dönem Scream isimli
bir punk grubu vardı ve sadece bu
tür müzikle ilgilenenlerin bileceği
kadar ismini duyurdu. (“İnleten
Nağmeler” adlı İngilizce sözlü, evde
kayıt, fotokopi kapaklı bir demoları
var.) Dünyada ismini duyurabilmiş
ve kitleleri etkilemiş Punk Rock
gruplarını yazmaya devam ediyorum. Belki daha sonra ulaşabildiğim
underground grupları tanıtmaya çalışırım.
THE STOOGES :
“Sex, Drugs, Rock’n’ Roll”
The Stooges’un müziği sadece
punk’ı değil heavy metal, hard rock
ve proto punk gibi birbirine fazlaca
yabancı olmayan türleri de kapsıyor.
The Stooges oldukça gürültülü, kirli
ve kasvetli tarzı ile 1960’ların
psychedelic döneminden oldukça
farklı bir duruştadır. Onlar da Velvet
Underground gibi toplumsal tabulara karşı çıkış yolu olarak; sex’i,
uyuşturucuyu ve rock’n’roll’u seçtiler, ancak Velvet’ten daha çizgi ötesi bir yerde durarak.
Stooges’un müziğini etkileyen
akımlar içinde İngiliz Blues’unu,
Amerikan Garage Rock’ını ve The
Doors grubunun nihilist, pyschedelic tarzını sayabiliriz. The Stooges’un müziği olgunlaşmamış, hızlı ve kabadır. Vokalist Iggy Pop’u
ikonlaştıran sahne performansı, nefret ve tiksinti uyandırmaya ayarlıydı.
Öyle ki Iggy Pop vücudunu kana ve
fıstık ezmesine bulayıp sahneden seyircilerin üzerine atlıyordu. (Stave
diving: belki Stooges’tan sonra başlamıştır. Grup üyesinin izleyici üzerine atlaması rock, punk ve metal
gruplarında görülen “kaynaşma” halidir.) Stooges üyeleri daha punk
doğmadan önce bozuk akorlu ve disharmonik enstrüman kullanımı sergiliyorlardı. Gitarist Ron ve Davulcu
Scott Asheton’un ritimleri basit hatta acemiceydi. R&B ve erken rock’n’roll canlı vuruşlarını kullanan ilk
gruptur. 60’ların sonunda Stooges’un müzikal tarzı ve tavrı underground bir sansasyon yarattı.
Toplum tarafından oldukça tehlikeli
bulunmaya başlandıkları dönem bu
dönemdir. Sadece üç albüm yayınladıktan sonra dağılan The Stooges,
bugün bile bir çok underground müzik grubunu etkilemeye devam ediyor.
Iggy Pop birçok blues grubu ile
çalıştıktan sonra, izlediği bir The
Doors konseri hayatını değiştirir.
1967 yılında Rob ve Scott Asheton
kardeşleri, basçı Dave Alexander’la
birlikte The Stooges’u kurarlar. İlk
konserlerini Michigan Üniversitesinde verirler. Midwest’te verdikleri
konser Stooges’un kaba ve vahşi
performansının duyulmasını sağlar.
özellikle de Iggy. Sahnede yarı çıplak halde kona ve fıstık ezmesine bulaşmış halde dolaşır, vücudunu camla keser, seyircilerin üzerine atlar.
21
22
Birçok insanın onları iğrenç bulmasına karşın, sadık bir dinleyici kitlesine de ulaşmaya başlıyorlardı. Detroit’de The MC5’in ön grubu olarak
çıktıkları konserden sonra Elektra ile
ilk kontratlarını yaparlar.
Stooges’un yapımcılığını John
Cale’in üstlendiği kendi isimlerini
taşıyan ilk albümleri 1969’da yayınlanır. Çok az satmasına karşın fanzinlerin ve yeraltı basınının dikkatini
çekerler. Grup ikinci albüm hazırlıkları yapmadan önce ciddi şekilde
uyuşturucu ile problem yaşar.
Iggy’nin eroin kullanımı grubu dağılmanın eşiğine getirir. Dave Alexander grubu terk eder. Bunun üzerine Ron bas gitara geçer.
James Williamson gruba gitarist
olarak katılır. İki sene boyunca ta ki
David Bowie ile tanışana kadar grup
unutuluşun eşiğindedir. Bowie o sıralar Ziggy Stardust ile oldukça popülerdir. Bowie, Iggy ve Stooges’u
yeniden canlandırmak için elinden
geleni yapar. Bowie’nin yardımı ile
grup Columbia ile kontrat imzalar.
Bowie grubun 1973’te çıkardığı
“Raw Power” albümünün yapımcılığını üstlenir. Bu albüm punk evriminin başlangıcı kabul ediliyor. Bu albümden sonra grup duraklama sürecine girer. Iggy, Bowie ile kalır. Solo çalışmalara yönelir. 1977’de “The
İdiot” ve “Lust for Life” albümlerini
yayınlar. Asheton kardeşler New Order adlı bir grup kurarlar ancak grup
uzun ömürlü olmaz. Ron, Destroy
All Monsters adlı bir gruba katılır.
70’lerin sonunda Iggy ile Bowie’nin
yolları ayrılır. 0 yılına geldiğimizde
Iggy Pop, Ron ve Scott tekrar bir
araya gelir. bir Reunion albümü olan
“Skull Ring” ı yayınlar. Ancak artık
Stooges çok eskilerde kalmıştır.
(Önemli bulduğum Reunion ‘Yeniden Birleşme’ vakaları içinde Black
Sabbath ve Velvet Underground
gruplarının ve Iron Maiden’e vokalist Bruce’un dönmesini sayabilirim,
kendi açımdan.)
The Stooges Diskografi:1969The Stooges, 1970-Fun House,
1973-Raw Powerx,
1976-Metalic K. O,1997-Cali-
fornia Bleeding, 2003-Skull Ring
JOY DIVISION
“Depressive Post Punk”
İngiliz alt ve karşı kültür hareketlerinin Liverpool ve Manchester
kentleri menşeli olmasının nedeni bu
iki kentin ağır sanayi işçi kentleri olmasıdır. İngiliz işçi sınıfı diğer ülkelerdeki çalışan sınıflara nazaran daha
çok baskı altındaydı. Kraliyetin boğucu varlığı. Anglikan Kilisesinin
dayattığı teolojik safsatalar karşısında derin bir umutsuzluk halindeydi
toplum. Kıstırılmış ve geleceği, kendini yenileme hakkı elinden alınmış,
hayat içinde başarısız ve tatminsiz
bırakılmış bir toplumun içinden bunca rock, punk ve heavy metal grubunun çıkmasına şaşırmamak gerek.
70’lerin sonunda punk hareketinin yeraltına indiği dönemde, kara
Romantik/ melankolik şiir tutkunu
Ian Curtis, basçı Peter Hook ve gitarist Bernard Sumner’ın hayatını değiştirecek şey punk grubu Buzzcoks’ın “Spiral Scratch” EP’sini yayınlamış olmasıydı. E.P.’nin yakaladığı başarı manchester’li gruplara ve
bu arkadaşlara umut vermişti. Ian ve
arkadaşları Stiff Kittens grubuna katılırlar. Black Swan Pub’ta çalmaya
başlarlar. Buzzcosks ve Electric Cirsus ile çıktıkları konserde gösterdikleri muhteşem performansla bir çok
firmanın dikkatini çekerler. Bu gelişmenin ardından grup adını Warsaw’a dönüştürür. (Dawid Bowie’nin ‘Warszawa’ parçasına gönderme) Bu ismi almalarının ardında
adları tüm ülkede “başbelası” grup
olarak ünlenir (!) Kendi şarkılarını
yazmaya başladıktan sonra İngiliz
dergilerinde: “Amerikan patentli
Velvet Underground ve Iggy Pop felaketlerine alternatif olarak size bizim Warsaw’ı takdim ediyoruz. Tanrı hepimizi korusun.” Yorumları ile
onurlandırılırlar. Bu gruba bir de tam
bir başbelası olan davulcu Steve
Bortherdale’in katılması ile grup iyice şenlikli bir hal alır. (Zaten melankolik olan Ian Curtis’i iyice depresyona itmesi, Steve’in hapları, Steve’in ödenmesi gereken borçları,
Steve’in hamile bıraktığı iddia edilen
(!) kızlar, Steve’in psikoterapi masrafları sanırım bu şenliğe yeterli örnekler.)
1977’de ya sürülen “The Warsaw Demo’dan sonra Steve gruptan
kovulur. Steve’in yerini Stephen
Morris alır. 27 Ekim 1977’de Electric Cirsus ile sahne aldıkları konser
daha sonra “Short Circuit” adı ile albümleşir. 1978’de grup radikal bir
karar alarak ismini Karol Cetinsky’nin ikinci dünya savaşını konu alan romanından (The House Of
Dolls) esinlenerek “Joy Division”a
değiştirir. (Bu ismin iki anlama geldiği söyleniyor. Birincisi; Nazi toplama kamplarında yaşamalarına izin
verilen fahişeler olduğu, diğeri ise;
ölü sevici nazi subaylarını tatmin etmek için kasalarda saklanan genç
kadın cesetleri olduğu. Böylece grup
Nazilik suçlaması ile karşı karşıya
kalmıştı.) Grubun bu isim değişikliğinin altında Manchester’lı punk
grubu Warsaw Pakt’ın, Warsaw ismini aşırması bulunuyor. İlk albümleri de Warsaw Pakt çıkarınca isim
değişikliği kaçınılmazdı.
Joy Division adıyla verilen ilk
konser 25 Ocak 1978 tarihli Pips
Disco konseridir. Bu adla yayınlamak istedikleri albüm, stüdyo teknisyeni miks esnasında şarkılara
klavye armonileri ekleme sabotajı
ile çıkmadan toplatılır. Ian’ın sara
hastalığı nedeniyle grup bir çok konser ve kaydı iptal etmek zorunda kalırlar. Ian’ın tedaviyi reddetmesi Joy
Division’a muhteşem melankolik
parçalar olarak geri dönmüştür. Örneğin halisünasyonlarından esinlenerek yazdığı “She’s Lost Control’
Nisan 1979’da “Un Known Pleasures” daha sonra “A Factory Semple”
albümleri çıktı. Bu albümün ardından unutulmaz büyük Avrupa turnesine çıktılar. Bu albümden “Love
Will Tear US Apart” post punk döneminin marşı olarak tarihe geçmişti. Grubun reddetmesine karşın Warner Bros grubun konser görüntülerinden oluşan bir klibi tüm dünyaya
dağıttı. Böylece Joy Division “mainstream” sıfatını taşıyan ekipler arasında girdi.
Amerika turnesine iki
gün kala Ian Curtis intihar etti. Diğer
elemanlar New Order grubu kurdularsa da asla Joy Division’un başarısını yakalayamadılar…
SEX PİSTOLS
“The Filth and Fury”
Rock müzikle ilgilenenlere
Punk denilince akla gelen ilk ismin
Sex Pistols olmasının nedeni nedir?
İsimleri mi ? Politik duruşları mı?
Grubun sıra dışı hayatı mı ? Hem
bunların hepsi, hem de Punk yaşam
ve müzik tarzını sonuna kadar yaşayan grup olmasıdır. (Sex Pistols’la
ilgili bir belgesel film Geçtiğimiz
yıllarda çekildi: The Filth and Fury/
Pislik ve Öfke)
Onlar nefes kesen bir müzik ve öfke ile rock dünyasını ve toplumu ateşe vermek için kurulmuşlardı sanki. 1970’lerin İngiltere’sindeki iktidara, statükoya, tabulara
karşı cesurca karşı çıkıyorlar, nefret
edilen olmaktan çekinmiyorlardı.
Hakim rock kültürü, burjuva toplumu, batı uygarlığı, tarih, otorite, Beatles, işsizlik onların aşağılamalarına
ve nefretine maruz kalan hedeflerden birkaçıydı. Dönemin egemen
ideolojisine, toplumdaki düşünce,
yaşam biçimlerine bilinçdışı yolla
şekillendiren imgeler, kavramlar ve
yapılara karşı açık bir başkaldırı başlattılar. Gençliğin öfkesi ve yaşadığı
yabancılaşma Sex Pistols’la bütünleşip kulakları sağır eden keskin bir
yankı buldu.
Müzikle ilgileri yok denecek kadar az bilgiye sahip olan bu uyumsuzlar, bir giysi satıcısının rehberliğinde tesadüfen bir araya gelip tüm
dünyayı sarsan bir gruba dönüştüler.
Sex Pistols’ın müziğinde kin, umutsuzluk ve ironi bize haykırıyor: Anlamsız, çirkin yaşamla bizim gibi
yüzleşin ve birlikte: GELECEK
YOK!... Londra işçi sınıfı toplumundaki sınır tanımaz başkaldırıyı temsil
etseler de, onlar rock’ın en göze çarpan ve sözünü sakınmayan nihilistleriydiler. Konserlerde alışılmış eğlenme biçimlerini çoğu zaman yasalara karşı gelecek ve düzeni bozacak
gün k›rsal›nda takvim...
m`rp` `pq` `ps`m
ş∂•π`π°Æ ≠`°≤°`≥ ≤°`°Æ°≥ Æ `°≤°≤`ßşÆ`ß©§•≤°π°´
°®a`°Æ¨°≤≥ Æ ∫`∫°≠°Æ¨°`¢° ¨°≤` ©©≤`≥°≤§µÆπ°¨°≤¨°
Õ©∂©¨•≤`∂•`©∫¨•≤`∂•`¢©≤`§•`§µπ§µ´¨°≤ ≠n
´°∞°Æ ≤`´•Æ§©Æ©`°≤°π°Æ`≥•≥≥©∫`≥°´©Æ`®°Æ¨°≤°`©Æ≥°Æ
Æ`ß•¨§© ©`πĞƧ•`§Ø´¥Ø≤`¢•π°∫¨ `¢©≤`•¨l`¢° ´°
´°Æ`∂•`Ø´≥©™•Æ`∂•`¢©≤`§•`§µπ°£°´¨°≤ ≠n
πØ´≥µ¨£°`´°∂≤°π ∞`¨• ©Æ©`π•≤πş´şÆşÆ`
¨ş¥¶•Æa`≥©∫`§•`¢©≤°∫`° ¨°π Ænnn
m`ps` `pr` `pt`m
∂•§°`π°Æ `´°®´°®°Æ Æ`≥ب°´`°Æ`¢°®Õ•¨•≤©
¥•≤©Æ©`≥©¨§©`ßşÆ• `Õ ∞¨°´`¢ ≤°´¥ Æ`§µ§° °
®°¨´°¨°≤`§°≤°¨°Æ`° ∫ `®°π¨°∫¨ Æ`πØ≤ߵƵ∫`
µÆµ¥µ¨§µ´`
ĞÆ£•`
≥•Ænnn
©¥©≤°¶°̈≤`≥©¨©Æ©πØ≤`§µ∂°≤°̈≤§°Æ`≥ ∫ πØ≤`≥Ø´°´
¥•≥¨©≠`بµπØ≤≥µÆ`∞• ©Æ§•π©≠
´ ≤ Æ¥ °̈≤
¢©≤©≥©l̀¢©≤`©π©¨©´`π°∞ ∞`Ш§ş≤≥şÆ`°Æ¨°≠¨°≤ n
m`qp` `pr`` `pt``
¶`πص`¨©∂©Æß`£¨Ø≥•`¥®•`§ØØ≤
â ≠`ÆØ¥`•∏∞•£¥ Æß`∞•Ø∞¨•`°Æπ`≠Ø≤• j
´©`§•Æ©∫¨•≤`®°≠©¨•`≥•Æ§•Æ`ß•Õ©¥¨•≤`πب¨°`´°∞¨
° ≤ ¨°≤`µπ°Æ§ ≤ πØ≤`≥µ≥l`¢°´°¨ ≠`πş´≥•´¨©´`©π©`≠©
®°π ≤`Õ©∫©πØ≤`≥Øƨ°≤`πş∫•π©Æ`£°Æ`¢µ¨≠µ `π•≤©Æ•
´ ∞ ≤§°Æ πØ≤`¢©≤`πØ´µ `π°¥°´`ب≠°´`©Õ©Æn
¢•Æ£•`´°≤°Æ¨ `§°`°¨l`Õ°Æ¥°Æ§°`¢µ¨µÆ≥µÆ
©≥¥•≤≥•Æ`¢©≤°∫`§°`¥•≤´nnn
®•≤´•≥`¢©≤¢©≤©Æ©`≥°Æ πØ≤`Æ°≥ ¨`ب≥°n
ØƵ≤`°´π ¨`pt`©∫≠©≤
j`§••∞`∞µ≤∞¨•
23
24
şekilde ileri giderek ters yüz etmişlerdi. Rock tarihinde Anarşi ve nihilizm öğretilerinin üzerinde hiç bu
kadar ısrarlı durulmamıştı.
İngiltere 1975’te 2. Dünya Savaşından beri gördüğü en büyük işsizlik oranını yaşamaktaydı. Kötü
ekonomik koşullar özellikle işçi sınıfı gençliğine büyük darbe vurmuştu. Böyle bir durumda işçi sınıfı sisteme ve burjuvaziye karşı tepki duymaya başlar. Bu antikapitalizm olarak ta kendini gösterebilir ya da
farklı tepkiler şeklinde (sınıf atlama,
nasyonalist eğilimler) olabilir. Punk
bu dönemde doğmuş en sert başkaldırıydı. İngiliz punk’ı iktidarın ciddiye aldığı keskin bir mesajdı.
Giysi tasarımcısı Malcolm
McLaren ve ortağı Vivienne Westwood’un işlettiği dükkan rockerların
gözde mekanıydı. McLaren’ın kariyerinin son dönemlerinde olan New
York Dolls’un menajerliğini üstlenmesi ve grubu politize etme çabaları
baraşısız olmuştu. McLaren dükkanının adını “Sex”e çevirmesi ve antimoda yaratma girişimi olumlu sonuç vermeye başladı. Punk estetiğinin yeşermeye başladığı dönem başlamıştı.
1975 sonbaharında Steve Jones
(gitar) Paul Cook (davul) ve Glen
Matlock (bas) kurmuş oldukları gruba vokalist danışmak için McLaren’e başvururlar. McLaren onlara
John Lydon’ı teklif eder. bu tanışmalı Paul Cook şöyle anlatır: “ hHafif
çatlak, tam bir ön adam, aradığımız
tam da buydu. şarkı söyleyemiyordu
ama bu bizi pek ilgilendirmiyordu.
Zira o sıra bizde çalmayı öğrenmekle meşguldük.”
Sex Pistols üyeleri enerjilerini
rock müziğine aktarmadan önce nefretlerini suç işleyerek gösteriyorlardı. Gruba 1977’de katılan Sid Vicious; polise saldırma, mülke zarar
verme, silah taşıma, araba hırsızlığı
gibi aktivitelerden defalarca tutuklanmıştı. Usta bir hırsız ve Sex Pistols’ın en çok tutuklanan üyesi olma
unvanını elinde bulunduran Steve
Jones; ev soyma, araba hırsızlığı,
kavga çıkarma, huzuru bozma, serserilik gibi geniş yelpazeli suç kar-
nesine sahipti.
Grup Sex Pistols ismini almadan önce “The Q.T. Sex Pistols”,
“The STrand”, “Kutie Jones And Hıs
Sex Pistols”, “The Damned”, “Creme de la Creme” ve “Kid Gladlove”
gibi isimler düşünmüşler hatta “The
Strand” adıyla bir konser de vermişlerdi, ancak daha sonra Sex Pistols’ta karar kılmışlardı.
John Lydon’da daha sonra
Johnny Rotten (Çürük Johnny) adını
aldı. Şarkı sözlerinin bir çoğu Rotten’ın elinden çıkmıştı. ‘Anarchy In
The U.K.’yi yazdığında Glen’in Rotten’e “John bizi gebertecekler bu kadarı da fazla” dediği rivayet olunur.
“God Save The Queen” parçasının
sözleri de “Anarchy In The
U.K.”den aşağı kalır yanı yoktur.
God Save The Queen (Tanrı
Kraliçeyi Korusun)
Tanrı Kraliçeyi korusun/ Onun
faşist rejimini de/ Sizi bir moron,
potansiyel bir hidrojen bombası yapan/ …/Tanrı Kraliçeyi korusun/ O
bir insan değil/ Gelecek yok, İngiltere’nin hayallerinde/…/Tanrı Kraliçeyi korusun/Harbi diyoruz adamım/
Kraliçemizi seviyoruz, Tanrı böyle
buyuruyor/.../ Tanrı Kraliçeyi korusun/ Turist eşittir paradır/ Ve göstermelik liderimiz, hiçte göründüğü gibi değil/…/ Tanrı çılgın geçit törenlerini korusun/ Yüce Tanrı bağışlayıcıdır/Bütün suçlar cezasını bulur./…/
Gelecek yoksa eğer/Günah nasıl
mümkün olur ki?/ Biz çöp tenekesindeki çiçekleriz/Biz geliriz, sizin
insan makinenizdeki…
God Save The Queen parçasına
gelen tepkiler sonucu Johnny Rotten: “Sorun bende değil, sorun kraliçenin kar beyazı kıçında” diyerek
eleştirilere yanıt vermişti.
Sex Pistols’ın en çok konuşulan
bir diğer parçası da Anarchy In The
UK ‘dir. başkaldırıya davet eden bu
şarkı, yayınlandığı dönemde oldukça
büyük gürültüler koparmıştı.
Anarchy In The UK (Birleşik
Krallıkta Anarşi)
Ben İsa karşıtıyım./Ben bir anarşistim/Ne istediğimi bilmiyorum/
Ama nasıl elde edeceğimi biliyorum/ Sokaktaki herkesi yok etmek
istiyorum/Çünkü derdim anarşi olmak/ Kimsenin kulu kölesi olmadan/…/ B.K.’ye anarşi/ Çok yakında
gelecek belki/ Randevu saatini yanlış ver/ Bir trafik şeridini kapat/ Gelecekte ki düşün/ Bir alışveriş planıdır/ Çünkü derdim anarşi olmak şehirde/…/ İstediğini elde etmenin pek
çok yolu var/Ben en iyisini kullanırım/ Ben geri kalanı da kullanırım/
Ben N.M. E* yi kullanırım/ Ben
anarşiyi kullanırım/ Çünkü anarşi
olmak istiyorum/ Varolmanın başka
yolu yok/…/ Bu M.P.L.A ‘mı ?/Bu
U.D.A** mı?/Bu I.R.A.***mı?/ Bana kalırsa Bu B.K./ Herhangi başka
ülke/Başka bir konsey dönemi/
Anarşi olmak istiyorum/Anlıyorsun
ya beni ?/ Ve anarşist olmak istiyorum/Kafan bozulsun/Yok et!
Özellikle Johnny Rotten’in kin
dolu sözleri, haykırarak şarkı söylemesi, diken diken saçları, küstah bakışları izleyenleri bile rahatsız ediyordu. Sex Pistols’ın ikinci konseri
Sanat Merkezi Okulundaydı ve sadece otuz dakika sürmüştü, bu kadar
tahammül edebilmişler ve kovmuşlardı! İlk zamanlardaki konserlerinde genellikle kovuluyorlardı, seyirci
onlarla alay ediyordu. Adlarını ilk
duyurdukları konseri Andrew Logan’ın partisinde verdiler. Yerel basın konserle ilgili Sex Pistols’ı “İki
akor bile basamayan yeteneksiz ve
barbar sürüsü” olarak yazdı. ancak
bu burjuva basınına pahalıya patladı.
Çünkü sisteme öfkeli gençlerin dikkatinin Sex Pistols’a kaymasını sağladılar.
1976’da 100 Clup’ta çaldılar.
Ancak kavga çıkardıkları için klüp
çalmalarını yasakladı. Grup çaldığı
klüplerin neredeyse hepsinden aforoz edildikten sonra 1976 yazında
100 Clup’da Salı geceleri çıkmaya
başladılar. Bu Sex Pistols’ın izleyici
kitlesini de hayli genişletti. Grup gibi izleyiciler de sıra dışı kıyafetlerle
Club’a geliyordu: Plastik çöp torbaları, sadomazoşist kıyafetler, zincirler, köpek tasmaları, parçalanmış ti-
şörtler, rengarenk saçlar, bedene
iliştirilmiş (dile, dudaklara, burun
deliklerine, kulaklara) çengelli iğneler. Giyimde kullanılan nazi sembolleri ise, topluma gaddarlığı göstermek için kullanılan ironik bir semboldü. Punk Nazi sembollerinin içini boşaltıyor, onlarla oynuyordu. Elbette bu giyim ve yaşam tarzının yayılmasında fanzinler önemli roller
üstlenmişlerdi. Plak kapaklarında
kullanılan grafik tasarımlar, tipografi
biçimleri punk’ın yer altı kaynaklı
anarşik tarzın bir uzantısıydı. Sex
Pistols’ın “God Save The Gueen”
single kapağı böyle yapılmıştı. Kraliçenin ağzının ve gözlerinin bantla
kapatılmış bir resmi vardı. (Suçlulara uygulanan polisiye yöntem) elbette dudağına çengelli iğneyi eklemeyi
de ilham etmemişlerdi.
Sex Pistols “Anarchy In The
UK” single’nı 1976’da yayınladı. Bu
single’ın başarısı üzerine Thames
Televizyonunun “Today Show”
programına katıldılar. Johnny’nin
program sunucusu Grundy’e sürekli
“siktir”, “sikilmiş”, “göt” diye hitap
(!) etmesi prime time’da ailelere yönelik bir programın muhafazakar izleyicilerinin kaldıramayacağı bir
şeydi. Ertesi gün tüm İngiliz basınında öfke ve aşağılama dolu yazılar
çıktı. hatta Daily Mirror olayı manşetine taşıdı. “Anarchy In The
UK”nin radyolarda çalınması yasaklandı. Plak şirketi (EMI) single’ı
basmayı reddetti. 20 Aralık 1976’da
“Anarchy In The UK” dergisi çıktı.
Sounds dergisi okuyucu anketlerinde şarkı 1977’nin en iyi 8. şarkısı seçildi. NME dergisi listelerinde
4.ydü. Bu arada elbette konserler,
Sid Vicious’un (basçı-ki kendisi
punk’ın sembolü olmuş güzide bir
uçuktur.) kanlı kavgaları, Rotten’in
sahne şiddeti, grubun polisle olan
ilişkisi devam ediyordu…
Mart 1977’de A&M plak şirketi
ile anlaşma imzaladılar. İkinci single’ları “God Save The Queen”i çıkarmayı planlıyorlardı, ancak basının
ve şirkete bağlı müzisyenlerin protestosu ve baskıları sonucu şirket anlaşmayı iptal etti. Daha küçük ve deneysel plak şirketi olan Virgin Re-
cords duruma el atmasa belki grup
kaybolup gidecekti. Virgin, mayıs
ayında grupla anlaştı ve ay sonunda
50. yıl kutlamalarının doruk noktasında GSTQ çıktı. Çıkışından beş
gün sonra BBC şarkıyı yasakladı;
özel radyolar da yasaklama kararına
uydu. Buna rağmen şarkı İngiltere’deki neredeyse tüm müzik listelerinde bir numaraya ulaştı .–hatta
BBC’nin ki dahil, ama listedeki yeri
boş bırakılıyordu.Sex Pistols 45’liğin başarısını
kutlamak üzere, Thames nehrinde
turlar düzenleyen bir gemide parti
verdi. Gemi Parlamento Binası
önünden geçerken, grup bangır bangır “Anarchy In The UK”yi çalmaya
başladı. (Yerinde bir seçim) Elbette
ki arbede çıktı. Ertesi gün basın Pistols’ı “toplum düşmanı” olarak hedef gösterdi. Faşist ingilizler tarafından grup saldırıya uğradı. Rotten bıçaklandı. Paul Cook demir çubuklarla dövüldü.
Temmuzda grup üçüncü single’ı
“Pretty Vacant” (işsizliği ironik bir
dille tatil olarak niteleyen şarkı) Virgin tarafından basıldı. Ekim 1977’de
dördüncü single’ı “Holiday in the
Sun” ve akabinde ilk albümleri “Nevermind the Bollocks” çıktı. (Bollocks; İngiliz argosunda testis demektir.) Yetkililerce müstehcen bulundu ve dava açıldı. Virgin Records
patronu vahşi bir saldırıya uğradı.
Ocak 1978’de grup ABD turnesine
çıkmak istedi ancak ABD sabıkalı
gruba bir süre vize vermek istemedi.
Sorunlar halledilince, 19 konserlik
bir turneye başladılar. Teksas’ta verdikleri bir konserde, gruba ilgi göstermeyen seyirci Sid’i sinirlendirmişti. Mikrofonu Rotten’dan alan
Sid: “bu arazideki tüm kovboylar
düzülmekten takati kalmamış göt
delikleridir” deyince ortalık bir anda
karışmış, Sid gitarı ile seyircilerin
arasına atlayıp, gitarını “bok kafaların” suratına indirmeye başlamıştı.
Sex Pistols’ta bir de Nancy
Spungen vakası vardır. New York
Dolls’tan Jerry Nolan’ın sevgili olan
Nanncy, NYD’un Mclaren aracılığı
ile geldiği İngiltere’de Sex Pistols’la
birilikte konserlere katılır. NYD
Amerika’ya dönerken Nancy, Sid ile
kalır. Sid’in ve grubun sonunun gelmesinin sorumlusu olarak Nancy
gösteriliyordu. Bir gece, Sid’in evinde Nancy karnından bıçaklanmış
olarak bulunur. Sid, Nancy’i öldürmediğini söylediyse de cinayetten
tutuklanır. Ancak grubun mahkemede verdiği görkemli savunma sunucu Sid serbest kalır. Nancy’nin ölümü ise sır olarak kalır. Bu olayın ardından Sid aynen bir röportajında
söylediği gibi uzun yaşamaz ve
overdose’dan ölür. Rotten grubu
terk edip New York’ta Public Image
Limited adlı yei bir grup kurar. Jones
ve Cook Pistols’ı devam ettirmeye
çalışsa da başaramazlar.
Sid Vicious punk’ı sınırlarının da
ötesine götürmüştü. “Gelecek Yok!”
sloganı onunla gerçeklik boyutuna
ulaşmıştı. Bazı yazarlar punk’ın
Sid’ein ölümü ile bittiğini yazarlar.
Kimbilir belki de punk zaten ölü
doğmuştu. Ama her kim isyanını
iki-üç akorla haykırarak söylüyorsa,
pogo yapıyorsa ve çengelli iğne ile
burnunu delmişse Sid orada yaşıyor
olacak…
Gelecek Sayıda: Dead Kennedys, Bad Religion, Gren Day ve
Türk Punk Tarihine Giriş.
Kaynaklar: Non Serviam Extreme Music Magazine, İme yayınevi
Sex Pistols, Punk Tricia Henry Young, Dış Mihrak Anarco Fanzine
*N.M.E.: New Misucal Express
derginin okunuşu –enemi- düşman
anlamındadır.
** U.D. A. : Ulster Defense
Army: Ulster Savunma Ordusu
***I.R.A. : Ireland Republic
Army: İrlanda Kurtuluş Ordusu
25
aflk›n modern mektebi
fiakir Özüdo¤ru
26
griye çalan uzamda sadece sevmek balkonda su ayg›r›
beslemeye benzer. balkon, ki d›flar›s›yla için k›s›tl› da olsa tensel etkileflim içinde olabildi¤i tek yeri, uzvudur evin. elbette,
balkonda beslenen su ayg›r› bulundu¤u yeri kirletecek, çevreye rahats›zl›k verecek ve devleflecek, s›n›rlar› zorlamaya bafllayacakt›r. haz›r buldu¤u bütün çiçekleri yiyen, di¤er mahluklar için etrafa koyulan sular› içen su ayg›r›n›n pisli¤i odaya s›zacak, kokunun dehfleti gittikçe artacakt›r. cam, fayans, beton
k›r›lsa ortaya ç›kan hayaletin çarflaf› örtüverir kocaman bir
“yaflamak” yüzeyini. görünenin sanc›s› bast›r›r görünmeyenin
ma¤duriyetini genellikle. ama bazen bu gerilim kurgusunda
“seçmek”ler sürülür öne. tenin iktidar›nda “seçmek”e flaibe
falan kar›flt›rabilse de, tümel bilimlerin babas› “balkonda su
ayg›r› besleme”de hileyi b›rak›n, okey ya da joker bile yoktur.
bir mi? iki mi? kadar basit bir sorun anda aids dolu bir bardak deviriverir. ola¤and›r bu: eninde sonunda birini deneyimleyememek eksikli¤i prematüre ve hastal›kl›d›r. en iyisi herhalde bofl verip bir hastal›k tan›m›na bir lugat daha ay›rmamakt›r.
k›saltarak uygun ad›m marfl komutunda teklemek gerekirse: “seni köpek gibi seviyorum ve öpmek istiyorum!” gibi harbi bir aflk örgüsünde ev içi ortam›n s›cakl›¤› fazlaca k›s›rd›r
ekilen egzotik tohum için. henüz do¤mam›fl bir hekimden tedavi yöntemi bulmas›n› istemek kadar abestir fetifllerin gölgelerinde k›rm›z› abdestli dualar.
“ben istiyorum” tahta perdesine yap›flan sümüklü kuyruklu y›ld›z kap›ya s›k›fl›r veya dolaba s›¤maz, biraz yontulmas›
gerekir. yontma biçimi kifliden kifliye farkl›l›k gösterir, benim
tercihim büyük ihtimal yap›çözüm olurdu. ancak, “istemek”in
metonimi ve metaforlar›n› prati¤e geçirmek zor, zor oldu¤u kadar da ac›l›d›r.
önemli olan “sevmek”tir. gerisinin iplenmemsi gerekir;
ancak, ?
tenin zorunlu olarak buralarday›m dedi¤i süreçte, tin de
onunla kalacakt›r. ten ve tin döngüsü tanr›n›n henüz yazmad›¤› bir reçete gibi çarp›kl›¤›n› önceden belli eden bir soyutluktur, çözümlenemez do¤al olarak. fleytana uzanan yar› vampir
a¤›z anason bekler. fleytan›n flefkati pis kokuludur anlafl›laca¤› üzre. baz› hastal›klar›n devalar› u¤rana kokunun pisli¤i
önemsenmeyebilir.
elele caddeler, kahveler, dikli¤ine k›ls›z o¤lan k›çlar› kaz›nan uçurumlar eskitmeyi d›fllamak kiflinin en do¤al hakk›d›r.
içtenlikle kendinin yontusu kaz›nabilir, heykeli yap›labilir. oysa, ço¤u “içtenlik”in ilk hecesinde iki(mi?) güvercin osurarak
geberir yan evin balkonunda ya da bahçesinde.
tekrar uygun ad›m marflta duraklamak gerekirse: köpek
gibi harbi sevmelerde, k›skançl›k da sad›kl›¤›n ekürisi olmal›d›r. y›k›m ne derece fliddet içerirse içersin yar›nda kurulacak bir iktidar hep vard›r, üstünde durulmas› gereken hangi iktidara teslim olunaca¤› ve iktidar›n “birtelik”le yarat›l›p,
k›s›rlaflt›r›p k›s›rlaflt›r›lamayaca¤› sorunsal›d›r.
her fleyin ortas›nda bask›n ç›kan çarflaf›n kaplad›¤› yüzey
okflan›rken, altta kalana duyulan özlemdir. bütün modern aflklarda bir hüzün mask› küpesi mevcuttur ve tümü belirsizlikte
yatan bir petunya cesedinin yayd›¤› lefl kokusudur. bu noktada
sanal birkaç damla gözyafl› gerekir. a¤lam›yorum.
DOKUNMA GÜVERC‹N‹N KALB‹NE
DO⁄AN DEL‹BAfi
-cemal süreyya'nın anısına-
açıyorum sonuna kadar pencereyi
sesin alabildiğine ayaz
bir güzgülü gibi tütüyor
özgürlüğün terkisinde şiir
tepeden tırnağa açıkmavi
anadanüryan beyaz
derken gösteriyor omuzundaki diş izini bahar
uzanıyorsun yediiklim beşkıtadan insanla
bölüşerek çiğyeşil urbasını dünyanın
az ötede balıklar geçiyor
biraz aşağıda kertenkele tıkırtısı
ve yukarıda en yukarıda
çığlıkçığlığa güvercin gurultusu
aman billah güvercin gurultusu
şimdi tutup bölsek birinin yüreğini
hiroşima'dan kalma bir duman çıkar muhakkak
halepçe'den kopup bir el çıkar
-çalışan insanlar için
boyuna ekmek kesen bir el cemal abi
hünerli bir elişsiz bir babanın öfkesi çıkar
okulsuz çocukların açlığı çıkar
filistin çıkar şili çıkar afrika çıkar
devrilir ikiz kuleler
kerbala'da kesik bir baş olur şaşkınlığın
kar olur tipi olur zemheri olur
kara bir yağmur olur günışığı bilmez miyim
iyisi mi bırak cemal abi bırak
dokunma kalbine güvercinin
sen at herşeye rağmen cıgaranı denize
yanıp dursun sabaha kadar
KENTLER
Murathan çarbo¤a
RUHU OLAN B‹R fiEH‹R : ANTAKYA...
Bu şehrin bir ruhu var, bunu
biliyorum. Geldiğim ilk günden
beri devasa bir mucize halinde,
devasa ve esnek bir oluşumla
usul usul ağıp içime doldu. Antakya : Kutsal Roma'nın üçüncü,
dünyanın dördüncü büyük şehri.
Zamanın cisimleştiği, ruhların ve
seslerin yok olmadığı mekan...
Bu şehrin bir ruhu var, bunu
biliyorum. Geldiğim ilk günden
beri akıl dışı bir solukla dokunuyor ve tenimde varlığını kanıtlıyor.
Kör bir labirent gibi kıvrılan ama
yine de ulanıp ulanıp birbirine
açılan dar sokaklarında gezinirken,
pırıl pırıl caddelerinde akşamın sıkıntısını hafifletmek için yürürken
yalnız olmadığımı hissediyorum.
Eski evlerinde zamanı dinliyorum
kimi. Uyku ile uyanıklık arasındaki o sırça geçitte kalyonların kürek vuruşları duyuluyor sanki.
Ölü dillerin unutulmuş balıkçı türküleri yankılanıyor.
Şehrin susup, kımıltıların çekildiği vakitlerde, arenalardan
yükselen Antakya Olimpiyatları'nın coşkulu uğultusu geliyor
kulağıma. Her köşe başında gladyatörlerin mağrur bakışlarına rastlıyorum. Yaşlı kadınların yüzünde
eski uygarlıkların kemik yapıları
beliriyor.
Barındırdığı 700 metre karelik
mozaikle dünyanın ikinci büyük
mozaik müzesi olan Antakya Arkeoloji Müzesi'nde tanrıların ihtişamına şahit oluyorum. Biliyorum
ki bu görünenler yalnızca buz dağının su üstündeki kısmıdır. Kimi
kaynaklara göre 750 000, kimi
kaynaklara göre 1 000 000 nüfusuyla zamanın devasa şehri olan
Antiocheia hala toprağın altında-
dır. Gore Vidal 380 yılına ilişkin
Antiocheia tasvirinde şunları sıralıyor :
" Kuzey kapısı, Mısır granitlerinden yapılmış devasa bir anıt.
Kapıdan girince görünen manzaranın göz kamaştırıcı bir güzeliği
var. Ana yol iki mil uzunluğunda. Tiberius yönetiminden kalma
sağlı sollu protikolar bütün yol
boyunca uzanıyor. Dünyanın başka hiçbir yerinde bir protikonun
altında iki mil yürüyemezsiniz.
Yol granit taşlarla döşeli ve öyle
planlanmış ki, her noktasında, yirmi mil ötedeki denizden gelen
meltem hissedilebiliyor. Ama her
gün esen meltem o gün esmiyordu. Boğucu bir sıcak vardı. Güneş insanı yakıp kavuruyordu.
Miğferimden terler akarak, dimdik, atımı forma doğru sürdüm.
Protikoların gölgesine sığınan
halk, zaman zaman Adonis'in öldüğünü haykırıp ağlaşıyordu."
Bu şehrin bir ruhu var, bunu
biliyorum. Agra Dağı'nın ( Kel
Dağ ) yamacında Akdeniz'i selamlayan defne ve kekiklerin kokusu
yayılıyor dört bir yana. Agra Dağı ki, yazılı kaynaklara göre, ilk
insan topluluğunun görüldüğü
yükseltidir. Dünyanın ilk kilisesi
sayılan Saint Pierre Kilisesi'nden
yükselen kutsiyet şehre olan saygımı daha da arttırıyor. Tarihle yaşıt öyküsünü kıvrılarak akıyor
Orontes (Asi Nehri ).
Aşkı zamana ve kıssalara karışarak yaşadığım günler, Orontese usulca hüznü söylediğim ve
Harbiye'de mutluluğu dileyerek
içtiğim rakının tadı hala sıcacık,
hala alacanlı bir dirençle yüreğimde.
Bu şehrin bir ruhu var, bunu
biliyorum. Dinler ve diller birbirine dolanıyor. Dualar ve türküler
yan yana göğe yükseliyor, sözcüklerin farklı kültürleri taşıyan
buğusuyla. Bebelerin dinlediği
ninnilerin ezgisi aynı. Bir ortaçağ
atmosferiyle beni her seferinde
büyüleyen Uzun Çarşı'da dolaşıyorum sık sık. Arapça şarkılar
söylüyor kunduracı çırakları, kiliselerden çan sesleri, sinagoglardan usul usul mırıldanan dualar
yayılıyor. Sabahın dinginliğinde
dinlediğiniz ezan daha farklı, daha boyutlu duygular uyandırıyor
insanda.
Bu şehrin bir ruhu var, bunu
biliyorum. Aşkı tüm güzelliğiyle
yaşadığım bu mekan, zamanın sırrına eren kutsal bakirelerin yokluğu aşan fısıltılarıyla hayatı daha
da yaşanılır kılıyor. Akşamları göğe sığmayan yıldızlara bakıp tüm
evreni dinlemek mümkün burada
ve hüznü mutluluğa yakıştırarak
duyumsamak, yitik aşkların rüzgara karışan ölümsüzlüğüne saygıyla.
Bu şehrin bir ruhu var, bunu
biliyorum. Geldiğim ilk günden
beri her şey şiire eğiliyor. Her
ses, yüreğime işleyip söze hücum
eden imgeler yaratıyor.
Bu şehri seviyorum, bunu biliyor...
KAYNAKÇA:Hüseyin Ferhad,
Uç Sınır Şehri : Antakya - I. Antakya Edebiyat Günleri
27
üç nokta ve gece öyküsü
Osman Ulutafl
28
Yanlış bir şey mi söyledim? Gözlerin gölgelendi yine.
Avuçlarının sımsıkı kilitli duruşu,
nice seçilmiş bakışların ardından gözlerine inen dev uykusu yorgunluğu...
Zamanı gelmeden dilindeki mühürlü
sözcükler çözülürse eğer, bir ömür boyu dilsiz kalmak mümkündür. Bunun
için bir yalan dramında yaşamak bazen iyidir.
Ya da, bilmeden yalan bir şeyler
söylemiş olmalıyım sana...
Şimdi ikimizin birden susması
çok haksızca olur. Olursa... ikimizin
birden ölmesi gibi. Söyleyemediğim
nice sözcükler adına şimdi ben bir daha susmalıyım sana! Sahicikten! Şuracıkta kıvrılarak. Ama sus-pus olmadan. Bu kış gecesinde, yanına oturup,
sonsuz kıpırtısızlığının yarattığı huzurla
doluyorum. Ama bu huzur gidecek,
kaybolacak sabaha. Ayaklarına kalabalık bir sessizliği dolayıp gidecek.
Belki sen de gideceksin. Belki yeni
bir huzur gelecek. Belki sen hiç gitmeyeceksin. Belki de... Belki hiçbir
şeyi bilmemek en iyisi.
Galiba seni sarmalayan sessizliğimi iyice hissettiğinde; kötü, yalan bir
şey söyleyipte seni çok üzmüş gibi
gözlerini gölgelendirip, bakışlarını
esirgeyerek beni cezalandırışın, aslında kalbinin hangi noktada sıkıştığını
bulamamaktı. Ve açıklanması mümkün olmayan, o ani iç daralmaları bir
de. Daha nelerle cezalandırabilirsin
beni, bakışlarını esirgemekten başka?
Benim de tüm sevinç ve mutluluklarım içimde sıkışarak tutulup kaldığın
da, tebessüm etmeyi bile beceremeyip
unuttuğum da, acımasız gülüşlerinle
beni cezalandırabilirsin. Bu senin beni
sevdiğinin, beni çok iyi tanıdığının işaretidir. Bu da senin yanında bulduğum
ikinci bir yalan dramıdır aslında: zamanımızın hangi cenderesinde cebelleşsek de. Sonra sevgide sorumluluğu
olmayanlar aşk tarafından hep lanetleniyormuş. Sonra ben kaç kez âşık olmuşsam o kadar lanetleniyormuşum...
öyle mi? Aslına bakarsan, şimdi gece-
nin geçirimsiz saatinde, hangimizin
hangimiz olduğu hiç önemli değil; bu
karşılaşmada birbirine karışmış kişiliklerimizle. Hiç düşülmemiş gibi olsa da o cehennem atlası yatağının öbür
tarafına.
Sonra sen, çok eski baharlardan
kalma, o çok eski hüzünlerini yeniden
yeniden kullanmayı hâlâ nasıl başarabiliyorsun? Odaları hep geçmişe kuruyorsun sonra. Biliyorum hayatın sığlığından değil bu, bununla açıklanamaz
hüzünlerini yenilemeyişin. Ve eşyaların geçmiş zamana doğru kurulmuş o
ifadesiz eğik duruşları: zamanın içinde
ilerledikçe, hayatın geçmişe doğru eskiyip durması gibi. Belki de çok yaşadın, bir dolu yaşadın, bir hayat yaşadın
bir hayata yetecek kadar. Ya sonra?
Şimdi her aşka âşikar olduğunu söyleyemezsin! Söyleyemezsin değil mi?
İpin inceldiği, çemberin daraldığı,
jiletin keskinleşip hayatın git gide sıkışıp daraldığı zamanlarda son noktaya
gelmişken, şimdi hayatı yeniden, sıradanlığa dönüp sıradan şeylerle nasıl
kurulduğunun öyküsünü kim yazabilmiş ki? Temel yaşama güdüsünün dışında bizi yaşamaya bağlayan gizli
şeyler; bir daha lanetlenmek tekrarının
gizli örsünde... Bu gün sıra bende, gecenin ayak ucuna ben yatacağım. Geri
dönülmeli bazı yarım bırakılmış düşlere. Yeniden terlemeli kasıklarım. Dilerim sabaha gözlerindeki kederli gölgeler dağılır.
Yanlış seçilmiş bir hayat nasıl yaşanır ki diye sorarak düşünürdük ya
bir zamanlar; oysa yanlış seçilmiş hayat diye bir şey yoktu. Kendime, kendimize yönelik seçilmiş birebir hayat... şu soruyu hep kendimize sorarken: “birbirinin gölgesinde dolaşmayan kaç insan vardır ki? Artık hiçkimsenin bir maskeye ihtiyaç duymadığını
sanıp, kendi kavrulmuş gölgesinde
uyurken. Örneğin şiir duvarına yaslanmış, ağzında vişne kanayan çocukların mutluluğu; onların mutluluğuyla
avunabilmek var. Ama, ansızın yıkılabilir bir şiir duvarı; her devasa bir yı-
kılabilirliğin ardından yoğunlaşan ıssızlık ve tüm kara parçalarının her an
ellerimizden terk edilme tedirginliğine bürünüşü gibi. Sonra bir gün her
insan gövdesinin duyumsadığı ansızın
o derin toprak dürtüsü.
Bazen kızıyorsun bana, karışıklığımı sevdiğin halde. Bazen bir drama
hayat saçmalığı katmama. Lütfen sözcükleri sade kullan, tıpkı bakışların gibi, diyerek. Ama anlaşılmaz karışıklıklar içerisinde amaçsız, labirentlerde
gezer gibi bir iletişim halinde buluşuyoruz biz, aslında karşılaşılması pek
mümkün olmayan. Biz nerede karşılaşıyorduk? Hangi sözün mecrasındaki
o güzel anlamda? Konuşurken gözlerimi hiçbir şeyden kaçırmasam, kendimden, senden, hiçbir şey bulanmaz
ve anlamsız gölgeleri kusmazdım konuşurken. Aslında hep sustuğumu,
söyleyecek hiçbir sözümün olmadığını
(kullanılmış sözcüklerle ekşimiş lafları geviş getirmek) bir bakıma anlatmaya çalışıyordum ya, herkes gibi, herkesin bakışları gibi bizimde bakışlarımız yaralı. Ama ben bir gün sözcükleri özgürce kullanabileceğim, toprak
kendi tadına vardığında. Sonra kirli,
anlamsız, çirkin şekilli gölgeleri kustuğumda bilinç altım temizlenecek.
Arayış bitti dediğine göre, peki
bu uzaklaşarak yaklaşmalar neden?
Aslında bir arayışın yeni bir amaç için
bittiğini anlıyorum ben. Ben diyorum;
seni ağrımdan, huysuzluğumdan, uğrumdan uzaklaştırarak. Öyleyse sabaha uyandığında gözlerin bomboş mu
olacak? Hiçbir şarkıyı mırıldanmayacaksındır da! Öyleyse seni geçmişe bırakıp, erteleyip geçmişe orada olmamış bir sır gibi yeniden kurmalıyım.
Kuracak ve tutabilecek miyim sahiden? Seninle ortak bir sırrımızın olmasını istemiş ve hayal etmiştim; bizi hiç
anlatmayan, başka bir hayatın öyküsünden çalınmış. Nedeniyse kendimize ve bu hayata hiç yetemeyişimizden. Bu neden bir mutluluk gibi geliyor bana? Seviniyor muyum buna ben
ne? Gövdemi bir ceket gibi çıkarıp at-
tıktan sonra seninle ruhuma bir at gibi
binip gitmek isterdim ya, senin ruhunda huysuz bir at. Şimdi parmaklarımın
sakin kıpırtısında bir erginlik var. Bir
esrar erginliği düşerken gözlerinin
boşluğuna. Seninle önce intihar tutkunu tek gövde oluşumuz ve sonra ayrılıp özgür oluşumuz, herkes kendi intiharını yaşasın der gibi mi? Ve bir de
aşk örneğin, o da önce bizzat kendiyle mi başlardı _şık olmaya?! Bu bakışsızlık ve gözlerin gölgelenip kararmasının ardından, bir kere olsun dudaklarımız yansaydı sonsuza dek genç kalacaktık biz! Bunu biliyor muydun? Ve
şimdi iki ayrı gövde olmuşken, sonra
hangimiz erken yaşlanacağız?
Sonra sen, hatırlayamazsın, çok
yorgunsun; el yazınla yazdığın bazı
cümlelerin sonuna soru işaretlerini ne
kadarda şık koyuyordun. Özellikle bana yazdığın çok soru soran bitmez tükenmez o sayfalar dolusu mektupların. Aramızda göremediğimiz kocaman bir soru işareti duvarı vardı belki.
Belki de hayatın anlamı kocaman bir
soru işaretiydi; son nokta konulmadan
kendiliğinden devam edecek bir hayat. Cevabı tüm soruların, soru işaretlerinin bir küçük noktasında mı yatar?
Ve sonra neden birbirimizden habersiz, aylarca birbirimizden saklandık? Aynı aydınlanmayı ve kararmaları
yaşarken. Hem birbirimize kaçıyoruz
hem de birbirimizde birbirimizden
saklanıyoruz. Korkak, korunaksız,
acemi, karşılıklı yaşamlarımızı varoluşlarımızla birbirimizde içermeye çalışıyorken... tuhaf tehlikeli bir çocuk
oyunu oynar gibi. Elbette ne bir bedende, ne bir ruhta ne de bir noktada
akarken gecede mutlu olma şansımız
vardı. Bu yüzden bizim uzak, öteki,
ifadesiz girdap mutluluğumuz başlıyordu. Rüzgâr hangi yönden esse, biz
hangi yanımıza eğilsek, hangi iklime
düşürsek kendimizi, sonsuza dek hangi izin peşine düşsek... düşsek yine de
benim içimde çözülemeyen, bir türlü
anlayamadığım, tam bir yerde ışıyacakken içim birden dalgalanan içimde
doğunun katran karası o şeyi; senin
gölgelenmiş gözlerin batmaya hazır
bir güneş gibi aniden bakıp çekilirken.
Ama bir ovaya kıpkızıl bakar gibi ya,
bu sonsuz ve güzel!
Şimdi de gözlerine sarı bir bulan-
esrar dede için flark›
Olcay Özmen
sabah› ça¤›r›yordu elinde zemberek çocuk
buna zül dediler a¤r›m›zda koyu bir ezan sesi
bilisin ve bilinsin saatin eskitti¤i duvar
topra¤a akan yüzümüz oynas›n kumla, sülfürle
inatla yüzümüz.
aynaya ve kedere vurulan mühür
gibi titriyor gül, gibi zemberek
b›rak ça¤r›lmas›n aflk, inatla hayat›na
kazd›¤›n mezar bulsun lefl gibi kalbini
kork say›lar› misvakla sürerken difllerine
yard›m et, zuhur et cümlelerime
sanki bembeyaz bir mektup gönderiyorlar gövdeme
tı mı iniyor ne? Ürkütücü, kıyamet gibi.
Hep emir kipiyle konuşsan da,
yarı şaka ve kızgınlıkla; güzel konuşuyordun, benim iyiliğim için konuşuyordun. Bazen baldıran bir zehirdi de
dişlerinin arasından akan ezilmiş sözcükler. Kimi zaman sıkı, dopdolu sesin, dudaklarının arasından tomurcuklanıp patlayan sözcükler... kulağımı bir
çiçeğin öpüşü bazen, ötüşü bir kuşun
notalarıydı sözcüklerin bazen. Senin
bana bağışlamanı, armağan etmeni istediğim sözcükler de vardı elbet. Aşkı
bir yangınlar şenliğine dönüştürmek
gibi bana bağışlamanı istediğim sözcükler... ya da dudağındaki kurumuş o
bin yıllık şarap lekesini öpmek gibi.
Bana, seni kırmızı elli olan tüm
şehrin sokaklarından ve özleminden
fırlamış sarı kedili bir çocuk, seni birgün öldürecek, sonra ağzında vişne tadı duyacaksın diyorsun. Tıpkı o şiir
duvarına yaslanmış, ağzında vişne kanayan çocuklar gibi. Sonra bahçeler
kararacak, ağaçlar birer birer gövdelerinden çürümeye başlayacak... diyor-
sun. İnanmıyorum! Nasıl inanabilirim
buna? Öyle ya, inanılmayacak kadar
inanılmış ne çok şey var bu hayat ve
dünyada. Çok şeye inanmışımız biz,
çok! Ellerimiz! Kendini, hayatı ve
dünyayı yoklamaktan yorulmuş hayal
edemeyecek kadar. Ve bazen bir sözün
belası oluşu gibi, ne çok şey incinmiş
hayallerle.
Yalan söyledim, iyidir bazen bir
yalan dramında yaşamak derken.
Şimdi herkes önce kendisini seçsin bu hayattan rüzgâra başını eğerek,
bağışlayarak kendini. Üç nokta seçsin
kendi hayatından. Ben seçtim. Bir
nokta sendin, bir nokta kendimdim yine kendime. O diğer üçüncü nokta da
hayatın her şeyiyle bana bağışladığı,
asla terk edip kaçamayacağım, her
dönüşümde seçtiğim bir kez daha sendin gecenin sarhoş girdabında Mevlevi gibi dönüp dururken.
Gözlerine yeşil taze bir ışık mı
düştü ne? Gülümsüyorsun!..
29
Özgürlü¤e Dek Fanzin
CAN BAfiKENT
30
İnternet devri başlamadan önce,
muhalif haber ve bilgilere ulaşmak
neredeyse imkansızdı taşrada yaşayanlar için. Sadece aşırı çaba sarf
edenlere ve iyi araştırma yapanlara
ulaşabiliyordu bu bilgiler. Fakat bu
adil değildi.
Oldsletter’ın öyküsü dört yıl önce
başladı. Çok ilkel bilgisayar bilgisiyle dört A4 sayfa olarak hazırlanan ilk
sayı mart 2000’de yayınlandı. Bu dört
yılda aksamalara rağmen 7 sayı yayınlandı. 8. sayı ise hazırlanıyor.
Fotokopi (ve belki matbaa baskı)
fanzinler bir zamanlar (epey bir) özgürleştirici misyona sahipti. Profesyonel olmayan ama içten bir tasarım
ve aynı minvalde çoğunlukla “imlasız” yazılar dolar taşardı sayfalarında.
Bir çok anarşist gibi ben de
–elimden geldiğince- kendimi eylemlerle ifade etmeye çalışıyorum; oldsletter’da çoğunlukla bu eylemlerle ilgili haber, yorum ve analizler yayınlanıyor. Asıl yoğunlaşma noktam olan
anarko-pasifizm, vicdani ret ve anarşist yöntembilgisi doğal olarak en
fazla yer alan konular oluyor. Oldsletter ilk büyük dosyayı 2001 eylülünde
yapılan Uluslararası Savaş Karşıtları’nın (War Resisters’ International)
katılım ve desteğiyle gerçekleştirilen
seminer ve atölyelere ayırdı. Sonrasında 2002 15 mayıs vicdani retçiler
günü Brüksel’deki NATO Genel
Merkezi blokajı ve 2003 yılında da
Tel Aviv’de düzenlenen seminer ve
eylem ile peşi sıra gelen Filistin gözlemlerine..
Fanzinlerin özgürlüğün alameti
olduğunu düşünüyorum. Indymedia
bağımsız haber ağı da slogan yaptı
kendine: Medyadan nefret etme,
medyanın kendisi ol*. Bilginin önündeki engelleri kaldırmak önemli bir
aşamadır. Ama tüm öykü bu olmamalı. Fanzinler fanzin olmakla yetinmemelidir, diye düşünürüm hep. Belki
bu yüzden hariçten gazel okuyanları
değil de, anonim bir tutkunun piçi
olan fanzinleri seviyorum. Düşünüyorum, sanırım, fanzinler anarşist
dünyada var olamazlar. Fanzini fanzin yapan; dergilere, elitizme ve uzmanlaşmaya Feyerabend’ci bir karşı
çıkış, dahası bunun örneklemek değil
midir? Demek, anarşist devrim fanzinlerimizi elimizden alacak. Sanırım
bundan dolayı ben hep fanzinlere geçici gözüyle bakıyorum. Punk’ın biraz ünlü olunca dağılan grupları gibi
olmalı fanzinler de.
Oldsletter’ın yaygın dolaşımı fazla değil. Bu beni rahatsız etmiyor. Küçük düşünmek, yayın organı olmamak
bu minvalde benim fanzin algımın
başta gelenleri. Bu da bana epey bir
rahatlık ve huzur sağlıyor.
Devir değişip İnternet koşulsuz
bir dikta inşa edince kağıt dergiler ve
fanzinler üzerine, çağa uyan fanzinler
de nette kendilerine yer açmaya çalıştılar. Bunu, eski kafalılık demeyin sakın, gerekli ve yararlı bulmuyorum.
Otkökü hareket yaratmada fanzin ne
kadar önemli bir alet ise, İnternet etkileşimi de bu noktada anarşist fanzin ütopyalarına karşı oluşan bir atalet. Hani derler ya, ‘Çok güzel fanzinler okudum!’.. bir çoğu benim hayata
bakışımı, yaşam felsefemi derinden
etkiledi. Fakat maalesef webzine’ler
böyle bir etkiye sahip olamıyor.
Oldsletter Yayınları, benim kişisel arşiv ve dokümantasyon saplantımın sonucu. Bu toprakların önemli
anarşist dergilerini fotokopiyle yeniden çoğaltımı ihtiyacıyla başladı tüm
hikaye. Özellikle Kara, Amargi ve
Bakaya’nın yeniden okunmalarını elzem görüyorum. Dolayısıyla gerek tarihi gerekse politik işlevi açısından
eski dergileri bir kenara atmayan bir
oluşum Oldsletter Yayınları. Ayrıca,
yayınlar içinde antimilitarist ve anarko pasifist kitapları da ekledik. Kitaplar pahalıya mal oluyor. Dolayısıyla,
bir de bilgisayarda okunabilen versiyonlarını oluşturduk. Birkaç tanesini
örnek vermek gerekirse, Foça Uluslararası Şiddetten Arınmışlık Antrenmanı Kitabı: Şiddet Kültüründe Şiddetten Arınmış Eylem, TSK ve İnsan
Hakları İhlalleri: 1998 Panoraması,
Hayvansal Katkılar Rehberi.. Video
aktivizmini desteklemek için de bazı
videoları CD’de bilgisayarda izlenebilir formatta yayınlamaya ve dağıtmaya başladık. Ayrıca aylar alan çeviri çalışmasıyla yayınladığımız İspanya
total ret hareketini anlatan Insumision
Total de vurgulanması gereken bir kitapçık.
Bilgilenmek, bilginin ve haberin
önündeki engelleri kaldırmak bir aşamadır, oldukça da önemlidir. Fakat
anarşist perspektifim, bunun abartıldığı kadar da yüce olmadığını fısıldıyor. Dünyada olup biten haksızlıkları
ve sömürüleri bilen, kendini anarşist
olarak tanımlayanlar da dahil yüz milyonlarca kişi var. Fakat, bu bilgi insanların çoğunda eylem itkisi oluşturmuyor. Etin zararını bilip vejetaryen
olmayan binlerce insan gibi.. Dolayısıyla fanzin, muhalif bir çelme olmaya çalışırken alternatif üretmeyi ve
belki örgütlenmeyi de es geçmemelidir.
[email protected]
www.geocities.com/oldsletter
Şubat 2004
* Don’t hate the media, be the
media!
fliir ve husumet
bir
Edebiyat dünyasında yıl sonu
“değerlendirmeleri” uzun yıllardır
okur ve yazar için ilgi çeken bir olgudur. Gazete ve dergi sayfalarında
yer kaplayan “değerlendirmeler”
yıllıklarla birlikte edebiyat ortamının merak ettiği konuların başındadır. Öyküden, denemeye, romana
değerlendirme yazıları içinde en çok
ilgi çeken, merak edilen, tartışılan
polemik konusu olansa şiir üstüne
“değerlendirmeler” oldu.
iki
Bunun bir başka biçimi ise internet’teki şiir ve dergi gruplarında
ortaya çıktı. Gerçekliği tartışmalı bir
dünyada şiir adına olumsuzlama ya
da yadsıma olarak algılanması
mümkün olmayan, şiire ve şiir yazana ilişkin bir değerlendirme olma
özeliği taşımayan ve o “özel ortam”da kalan “tartışma”lar yapılıyor!
Buradaki sorun ise şiir yazanın
muhataplarından pek haberdar olmaması hatta hakkında yazılıp çizilenleri bilmemesidir. Tabii muhatabını bulmayan, karşısına almayan ve
steril bir ortamda beliren hiçbir şey
bir değerlendirme ya da eleştiri olarak algılanamaz. Düzeyi baştan tartışmalı, edebi olup olmadığı iyice
belirsizleştirilmiş sanal konuşmalar hiçbir şeyin üretilmesine izin
vermediği gibi bir yadsıma ya da
reddetmenin oluşturulmasına da imkan olmuyor.
Söz konusu ilgiyi dışarının güvensizliğiyle açıklamak mümkündür. Çünkü dışarısı bedel ister. Ama
oradaki çoğu grupta tartışanların
“güvenlikli” olması nedeniyle burayı tercih ettiğini biliyorum. Bunun
ne orda hakkında yazılana ne de yazana olumlu ya da olumsuz hiçbir
katkısı yok. Öyleyse niye ordayız,
niye ordalar? Bunun yanıtı da muhatabının belirsiz olduğu sorunsuz bir
dünya olması ve sanal dünyanın ilgi
çeken pornografikliğidir. Buradaki
şiir ve dergi grupları farkında olmadan bu pornografikliğe dahil oluyorlar. Hatta kendilerine ilişkin gözetlenmeye uygun bir pornografi de
üretiyorlar.
Çünkü artık yeni kuşaklar hayatla ancak internette karşılaşabiliyorlar. Bizim kuşağın hayatla televizyonun ekranında karşılaşması
dönüşerek bu yeni karşılaşmayı
oluşturdu. Bu karşılaşma sözün
uçuculuğunu yazıya da bulaştırmış
oldu.
Ne yazık ki artık bir belleğe hiç
ihtiyacımız yok. Çünkü hatırlamamız gerekmiyor. O zaman unutacağımız ya da unutulacak olanları gönül rahatlığıyla ve pornografik bir
biçimde yazmanın hiçbir sakıncası
yok! Oysa internetin hızlı iletişim
sağlamak dışında insani sayılabilecek pek bir özelliği yok. Tersine o
güvenlikli ama gözetlenen alana davet ederek bizi insan ve ürettiklerimizi de insani bir edim olmaktan çıkarıyor. Dışarıdan kurtulma ve ondan uzak durma düşüncesi bir biçimde insanın içgüdülerini, arzularını gemliyor ve doğal olarak yaşamasına izin vermiyor. Şiirin asi dünyası da bundan kendine düşen payı
alacak gibi görünüyor. O payı ise bu
gruplarda yazılanlara, konuşulanlara bakarak saptayabiliriz.
üç
Ne var ki her iki gelişmeden şiir üstüne değerlendirme ve eleştiriler pek çıkmadı. Tersine şair tanıtmaları, kolajlar, özetler, kişisel tartışma ve övmeler şiir değerlendirmelerinin ve eleştirilerin yerini aldı. Eleştiri dediğimizde artık başka
bir şeyden ve biçimden konuşmuş
oluyoruz.
dört
Hızlı bir pornografi sürekli yaygınlaşıyor. Kültür endüstrisinin
Halim fiafak
oluşturduğu ilişkiler ve şair yazdığının önüne geçti. Bunu sanat-edebiyatın magazinelleşmesi ve kültür
endüstrisi ile açıklamak mümkündür. Bu bağlamda şiir ve şair üstüne
yazılanlar çoktan şaire vurgusundan
dolayı pornografikleşti. Şiir yazanlar şiirleri ve kendileriyle pornografik bir ilişki geliştirmekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Buysa onların
makro iktidarların yedeğinde mikro
iktidarlar olmalarını sağlıyor.
beş
Bu oluşma kendi şairlerini ilan
etmekte de bir sakınca görmüyor.
Kültür endüstrisinin içinde yer alan
ya da onlara eklenmeye çalışan dergilere baktığımız zaman Baki Ayhan
T., Kadir Aydemir, Şeref Bilsel,
Seyyidhan Kömürcü, Mehmet Erte
gibi şairler öne çıkıyor. Bu şairler
görüşmeleriyle, yazılarıyla, haklarında yazılanlarla kültür endüstrisinin içindeki ya da dışındaki dergi
ve kitap eklerinde bolca yer kaplıyor. Bunlardan Baki Ayhan T. Budala dergisini kişisel ve kendine ait
bir dergi haline getirmekten rahatsız
olmuyor.
Belki T.’nin kişisel manifestosunu değerlendirme konusu yapmak gerekebilir. Ne var ki T. günümüzde yazılan şiir üstüne eleştirilerinin bir çoğunda haklı olmasına
rağmen oradan yalnızca T.’nin şiiri
ve “simetrik yapı” dediği biçim çıkmaz. Eğer öyleyse manifesto sonrasında Budala’da kendisinin dışında
hiçbir kimsenin şiirini basmaması
gerekir. Ayrıca bu şiirin geldiği noktayı reddetmek anlamına gelir ki
böylesi bir reddetme ancak biçimsel anlamda bir arkaizmi oluşturabilir. Yanı sıra modern şiirden sonra
biçimsel bir değişimin mümkün
olup olmayacağı tartışmaya açık olduğu kadar yanıtı belli bir sorudur.
Bana sorarsanız biçimsel olarak yapılacak bir şey olduğunu, biçimsel
31
32
olarak denenmemiş bir şey kaldığını
da sanmıyorum. Galiba sorun dilin
ve yazılanın ifade gücünü güçlendirmekte yatıyor. Şiir oradan bütün şiir
formlarını deforme ederek, yıkarak
çıkarsa çıkacak. Biçim karşısında şiirin biçimsizliği aslında bu tür tartışma ve çıkışlara çoktan verilmiş bir
yanıttır. Şiirin formlarını yıkarak
ilerleyeceği de bir öngörü olarak
şimdiden öne sürülebilir.
altı
Söz konusu şairlerin son kitapları yayımlandıktan sonra dergi ve
kitap eklerinde onlarla ilgili onlarca
yazı ve görüşme yayımlandı. Onlardan Şeref Bilsel özellikle Edebiyat
ve Eleştiri dergisinde yazdığı paslaşma yazılarıyla yerini sağlamlaştıracak gibi görünüyor. Onlara ilişkin
oluşturma bir şey söylemekten
uzak, görüşme ve yazılar üstünden
yapıldığı için bir anlamı da olmuyor.
Birileri de bunu şiirin gelişmesi olarak göstermeye çalışıyor!
yedi
Benzer bir pornografik durum
yıllıklar için de geçerlidir. Yıllıklar
daha çok ticari kaygıların belirleyici
olduğu kitaplar olmasından dolayı
şiire ilişkin değerlendirmeler yazıların hep satır aralarıyla sınırlıdır. Bolca dolgu gereçlerinin kullanıldığı yazılar bu bağlamda şiire ilişkin değerlendirmeler olmaktan böylelikle
kurtulmuş oldu. Mehmet H. Doğan,
Veysel Çolak, Özgen Seçkin, Sedat
Şanver, Şeref Birsel, Özgen Seçkin
ve Osman Bolulu’nun son olarak
Metin Celal’le Kadir Aydemir’in bu
bağlamdaki otoritaryen “çabaları”
tartışmaya açık olgulardır.
İlginç olan burada sözünü ettiklerim bir biçimde Mehmet H. Doğan’ın öznel tavrına tepki olarak yıllık hazırlamaya yönelmelerine rağmen ortaya koydukları kendi mikro
iktidarlarını oluşturmaları ve otoritaryen tavırlarını ilan etmeleri dışında hiçbir anlamı sahiplenmiş olmadı. Çoğunun hazırladığı yıllıklara
kendi şiirini almaktan hiçbir rahatsızlık duymaması da bir bakıma kendilerindeki etik yarılmayı da göster-
mektedir. Yanı sıra şiirden çok şiir
yazanla yıllıkçıların kurduğu tek
yanlı pornografik bir ilişki söz konusudur.
sekiz
Yıllıklardaki öznellik vurgusunun ve kişisel beğeninin neyi içerdiğinden kuşku duymam için yeterince nedenim var. Çünkü günümüzde
öznelliğin yapıtla yazar arasındaki
bir ilişki olmaktan çoktan çıktığı kanısındayım. Üstelik öznelliğin şiir
yazanla yıllık hazırlayıcısı arasındaki
pornografik bir husumete dönüştüğü iddiasındayım. Bu nokta da yıllık
hazırlayıcılarının öznelliği ve kişisel
beğenisi bu husumetleri ile sınırlıdır.
Gündelik hayat bu husumetle yıllıklarda karşılık bulmaktadır. Hâl böyleyken yıllıklardaki husumeti öznellik ve kişisel beğeni gibi göstermenin otoriter ve pornografik bir tavır
olmak dışında hiçbir özelliği yoktur.
Böylelikle ticari bir çalışmaya başka bir yapı daha kazandırılarak şiir
yazan üzerinde pornografik bir
otorite üretilmektedir. Açıkçası yıllık, hazırlayanın şiir yazan karşısında husumete dayalı bir otorite ilanıdır!
Her şey bununla da kalmıyor.
Yıllıkçılar sanki öznelliklerinin ya
da öznelliklerini yerini alan husumetlerine bağlı olarak izlemedikleri
ya da “protokol” çerçevesinde kendilerine gönderilmeyen hiçbir dergiyi değerlendirme konusu yapmıyorlar. Söz gelimi Metin Celal ve Kadir
Aydemir’e göre 2003 yılı dergileri
içinde öteki-siz, Islık, (Celal Soycan’ın E dergisinin Ocak sayısında
bir değerlendirme yazısının yayımlanması, Kadir Aydemir’in ötekisiz’in 2004/2. sayısında “Şiir Oku,
Islık, Öteki-siz, Budala, Şiir Ülkesi,
Kül, Akatalpa, Dize vb. gibi dergiler
olmasa şiir dünyamız gerçekten de
büyük bir boşlukta olurdu sanırdım.” demesi de taranmalarına ve
değerlendirme konusu olmalarına
yetmemiş!) Yarabandı, KavramKarmaşa, imlasız, Damar gibi dergiler
yok!
Mehmet H. Doğan’a göreyse
Damar dergisi 2003 yılı içinde bir
sayı yayımlanmış! Mehmet H. Doğan’ın 1999, 2000, 2001, 2002 yıllıklarına aldığı Zeynep Uzunbay yazdığı şiirin doruk noktası olan
Kim’e’nin yayımlandığı yılda her
nasılsa yok! Daha ilginci de var;
Metin Cengiz, Turgay Kantürk
1993’ten 2002’kadar bütün yıllıklarda yer alırken yine nasıl olduysa
2003 yıllığında kaybedilmişler!
Benzer bir durum Turgay Fişekçi
için de geçerli YKY’nin yayımladığı
2002 yıllığı ile birlikte kaybolanlar
arasında! Veysel Çolak içinse yıllığa
girmek için İzmir ya da çevresinde
yaşamak ön koşul!
Bu belirtilerden sonra öznellik
ya da kişisel beğeni vurgusunun aslında hiç de yazınsal bir tavır olmadığı ya da yazınsal tavır olmaktan çıkıp tam kişisel ve pornografik bir
husumete döndüğü söylenmek zorundadır! Çünkü öznellik okurla şiir
arasındaki bir ilişkidir. Yıllıklarsa şiirden çok yıllık hazırlayıcısı ile şiir
yazan arasındaki tek yanlı ve hazırlayıcının belirlediği bir ilişkidir.
Deyim yerindeyse ticari bir olgu
olan yıllıklar bir yandan da hazırlayıcılarının pornografik husumetini
yansıtan alanlar olmuştur!
Şiir yazanın bu pornografi karşısındaki tavrı ise yıllık ve antolojileri reddetmek olmalıdır. Çünkü şiir
hiçbir otoritaryen, pornografik ve
hiyerarşik tavrın malzemesi değildir! Sonuna kadar reddeder!
Buysa yıllıklar ya da antolojiler
üstünden şiire ilişkin nesnel ya da
öznel bir şey üretmenin imkansızlığını büyük ölçüde gösterir. Şiir ve
şairlerin seçiminden yıllık ve antolojiler için hazırlanan yazılara kadar
kültür endüstrisinin oluşturduğu
eşitsizlikçi yapının bağlantı noktaları çoktan oluşturulmuştur. Öyleyse
reddetmek gerekir.
dokuz
Bir bakıma edebiyat dünyasının
magazinelleşmesine bağlı olarak yıllıklarda yer alan değerlendirme yazıları da sürekli nitelik değiştirdi oto-
riter bir özellik kazandı. Değerlendirme ya da eleştiri olmaktan çıkıp
“şair” tanıtma yazıları haline geldi.
Buysa yapılmak istenenin verili olanın içinde oluşmasını sağladı. Böylelikle de eleştirel olan veriliğin parçası oldu.
Belirtmek gerekirse değerlendirme eleştirel bir okurluğu ihtiyaç
kabul ettiği kadar etik bir tavrı da
baştan talep eder. Yazanın öznelliği
ya da nesnelliği hiçbir biçimde bu
ikisinin önüne geçmez. Tersine
özellikle öznellik etik bir tavrı zorunlu hale getiren olguların başında
gelir. Ne var ki hazırlayıcının husumeti karşısında bunların hiçbiri
mümkün değildir.
Şiire ilişkin değerlendirmelerin
yine şiirin yapısıyla uyumlu olması
gerekir. Şiirin anarşikliği kendine
ilişkin değerlendirmeleri ve eleştirileri de benzer bir özelliğin içine alır.
Bu noktada şiirin olumsuzluğu ile
eleştirinin olumsuzluğu birbiriyle
son derece uyumludur. Şiirin yıkıcılığı eleştirinin yıkıcılığıyla örtüşür.
Öte yandan şiirin düzensizliği ve biçimsizliği eleştirinin olumsuzluğuna imkan oluşturan başka bir olgudur. Şiirin anarşizmi eleştirinin
anarşizmine eklenir.
Bu bağlamda 2003 yılında dergilerde yayımlanan ya da kitaplaşan
şiirleri okuma çabası bu yazının
derdidir. Yanı sıra buradaki değerlendirmenin benim okurluğumla yani izlediğim ve okuduğum dergi,
fanzin ve kitaplarla sınırlı kalacağını
belirtmek isterim. Bu noktada yazı
yadsınmayı ve eskitilmeyi baştan talep etmektedir.
on
2003 yılında yayınını sürdüren
dergilere ve fanzinlere baktığımızda
şiire fazlaca yer veren dergilerin başında Üçnokta, Wesvese,Yarabandı,
Yasakmeyve,öteki-siz, Ünlem, Budala, kavramkarmaşa, Varlık, Şiir
Ülkesi, (B)aşka, Yaratım, Dize, Islık, Edebiyat ve Eleştiri, Kül, Yom
Sanat, Hece, Kökler, Yediklim, Kaşgar, imgelem çocukları, Ünlem, paragraf, kuzey yıldızı, nikbinlik ve
imlasız geliyor. Anılan dergilerin
dikkati çeken özelliği ise yeni yazmaya başlayan şairlere daha çok yer
vermesidir. Hatta çoğu şiir yazanın
şiirlerine ilk kez bu dergilerin sayfaları arasında rastladığımı yazabilirim.
Berfin dergisi de bunlara dahil
edilebilir ama söz konusu dergi şiirleri yayımlarken seçici olmaması bu
yüzden de çoğunlukla ortalama şiirler yayımlamasından dolayı bu dergilerden ayrılıyor. Yine bunlardan
Varlık ve Ünlem dergisinin yeni adların ürünlerine okur mektubu köşesinde yer vermesi, tartışmaya açık
başka bir tutumdur. Eski, Kitap-lık,
Gösteri, Adam Sanat, Damar, İnsancıl, E, Yaba Edebiyat, Evrensel Kültür gibi dergilerse arada yeni adlara
yer vermekle birlikte ağırlık olgunluk dönemini yaşayan şairlerdedir.
Bu noktada başta söz konusu
edilen dergilerin 2003 yılında yazılan şiire ilişkin daha fazla ipucu vereceği kanısındayım. Bu dergilerde
yayımlanan şiirlere baktığımız zaman çoğunun kimi zaman belirsiz
kimi zamansa oldukça belirgin bir
şiddeti içerdiğini yazabilirim. Bunun da yazanların bireyselliklerinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Onların bireyselliği ise hayatları
kadar beslendikleri düşüncelerden
kaynaklanıyor. Özellikle otorite ve
iktidar karşıtlıkları yazdıklarında belirleyici oluyor. Bunların içinde yazdıklarında anarşizmi ve isyanı telaffuz eden şiirlerin imlasız’da ve fanzinlerde daha çok yer kaplaması ise
belirtilmesi gereken başka bir ayrıntıdır. Tavrına bağlı olarak imlasız’ın ortalama şiirlere yer vermekte
bir sakınca görmediği de belirtilmelidir. Bunda imlasız’ın kendini anarşist bir dergi olarak tanımlayarak ortaya çıkmasının oldukça fazla bir etkisi var.
Söz konusu dergilerin yer yer
denge tutturma isteklerine rağmen
merkezin dışında durdukları belirtilmelidir. Bu noktada günümüz şiirini
genelde periferide yazılan şiir oluşturuyor diyebiliriz. Kaldı ki otorite
ve iktidar karşıtlığı bir biçimde merkez karşıtlığını içeriyor. Yanı sıra
oluşturdukları dilin de bununla
uyumlu olduğu iddia edilebilir.
Bir bakıma periferide yer almak
hayatla ilişki kurmak anlamına da
geliyor. Zafer Ekin Karabay’ın, Seyyidhan Kömürcü’nün, Mehmet Erte’nin, Sabahattin Umutlu’nun, Reha Yünlüel’in, Şakir Özüdoğru’nun,
Hakkı Çınar’ın, Adem Topal’ın,
Azad Ziya Eren’in Didem Madak’ın, Zeynep Köylü’nün, Ali K.
Metin’in İbrahim Tenekeci’nin Özcan Erdoğan’ın, Tezer Cem’in, Zeynep Uzunbay’ın, Mustafa İbakorkmaz’ın, Bayram Balcı’nın, İsmail
Bora Özcan’ın, Onur Akyıl’ın, Emre
Gümüşdoğan’ın, Efe Duyan’ın, Ahmet Antmen’in, Cansu Fırıncı’nın,
(Nikbinlik çevresinden bu arkadaşların iktidar taleplerine ve verili politikayla kurmaya çalıştıkları ilişkiye
rağmen şiirleri bu noktadadır.) Ulaş
Nikbay’ın, Selami Karabulut’un,
Salih Aydemir’in, Derya Önder’in,
Murathan Çarboğa’nın, Zafer Yalçınpınar’ın, Faruk Bal’ın, Metin
Kaygalak’ın, Hüseyin Kıran’ın ve
merkezde yer almayı önemseyen
Kadir Aydemir, Şeref Bilsel’in şiirleri hemencecik burada hatırlanabilir.
Bunlara İlhan Berk, Ahmet Oktay, Gülten Akın, Yalçın Sadak, Ahmet Telli, Ahmet Erhan, küçük İskender, Hüseyin Peker, Bedrettin
Aykın’ın Celal Soycan, Sadık Yaşar,
Metin Cengiz, Hüseyin Alemdar,
Orhan Alkaya, Enis Akın, Hayati
Baki, Osman Olmuş, Sami Baydar,
Betül Tarıman, Ergül Çetin, Nuri
Demirci, Onur Caymaz, Alaattin
Topçu, Mehmet Çetin, Nilay Özer,
Sadık Yaşar, Celal Soycan, Muzaffer Kale adları eklenmelidir. Bunların dışında kalan Ahmet Ada, Hilmi
Haşal, Ahmet Özer, Ruşen Hakkı,
Enis Batur, Özgen Seçkin, Kemal
Gündüzalp, Soner Demirbaş, Hidayet Karakuş, Arif Madanoğlu, Mehmet Sadık Kırımlı, Ahmet Günbaş
gibi şairlerse geçmişten oluşturup
getirdikleri şiirlerini yazmayı bu yıl
33
Ö R G Ü L Ü fi ‹ ‹ R
ULAfi N‹KBAY
Ç•π®°Æ °l
ßm
•ÆÕ`πş∫¨•≤`¢©≤©´¥©≤©∞`
° ´`®şÆ•≤¨•≤§•Æ`ß•Õ≠•´¥•
°m
≥¨°Æ`£•≥°≤•¥¨•`®°π°¨¨•≤`π° °π°Æ`
´•¨•¢•´`≥µ≤•¥©Æ§•
Ø
m
´π°Æµ≥`ß•Õ©∞`¢©`´° ´`≥µ§°`
¢Ø µ¨≠°`•π¨•≠©Æ§•
Ø`
¢Ğπ¨•≥©`
¢©≤`§ĞÆßş§•
Ğ≤ş≠£•´`° Ƨ°Æ`
≥•∂§°¨°≤`Ğ≤≠•´¥•nnn
34
da sürdürdüler. Bunlardan farklı diliyle Arif Madanoğlu,
yoğun hüznü ve insancıllığıyla ile Mehmet Sadık Kırımlı ayrıca anılmalıdır.
Tam anlamıyla ortak özellikler gösteren bir şiir eğiliminden söz etmiyorum. Tersine ortak eğilimlerden çok
şiirseller söz konusudur. Günümüzde yazılan şiirin en
önemli özelliği de budur. Herkesin kendi şiirselini oluşturmaya yönelmesi yazılan şiirlerin ortaklıkları olmadığı
anlamına hiç gelmiyor. Özellikle yukarıda sözünü ettiğim genç şairlerin belirginleştirdikleri isyan duygusu
yazılan şiirin öne çıkan noktalarından biridir. Yanı sıra isyan duygusunun yazdıkları şiiri politikleştirdiğini de belirtmek isterim. Bu büyük ölçüde sokağın ve yeraltının
şiiridir. Oluşturdukları dil asabi olduğu kadar yıkıcıdır.
Ahmet Telli’nin “sol edebiyat dünyası”nın tepkisini
alan Barbar ve Şehla’sı oluşturduğu dil ve söylemle
hem etnik şiirin, hem de Telli’nin vardığı nokta açısından
bana önemli görünüyor. Yanı sıra karamsarlığını iyice ölme düşüncesiyle birleştiren Ahmet Erhan’ın Kaybolmuş
Bir Köpek İlanı da birey insanın trajedisi açısından
önemli bir şiir toplamı olarak okunmayı bekliyor. Hüseyin Peker Ateş Zilleri’nde ilk şiirinden beri yazdığı şiiri
zorlayan ve geliştiren toplu şiirlerini ortaya çıkardı. Yalçın Sadak Dört Kitap ve Son Kitap’ta farklı bir şiirselin
okunması zorunlu örneklerini ortaya koyuyordu. Zeynep Uzunbay Kim’e ile şiirini biraz daha yukarılara taşıdı. küçük İskender yeni kitaplarıyla ve dergilerde yazdıklarıyla sokağın ve yeraltındaki hayatın kendindeki
yansımalarını okurla paylaştı.
Kadir Aydemir Dikenler Sarayı’nda Şeref Bilsel
Magmada Kış Mevsimi’nde, Seyyidhan Kömürcü Hasar
Ayini’nde, Mehmet Erte Suyu Bulandıran Şey’de Nesrin
Kültür Kiraz Çikolata Teli’nde, Ozan Çılgın Kötü Zamanlar Tragedyası’nda kendi şiirsellerini hızla oluştururlarken şiirdeki farklı yönelimleri de yansıtmış oldular. Hakan Cem’se Susmanın Ötesi ile farklı haiku örneklerini okura sundu. Selami Karabulut’un iz ve kaçak’ı, Zafer Ekin Karabay’ın (ışıklar içinde yatsın) Şubatta Saklambaç’ı, Murathan Çarboğa’nın Güne Dönen
Rüya’sı, Faruk Bal’ın Kar Geçitleri, Uğur Aktaş’ın Çinko Yahut Ağzımda’sı, Ahmet Antmen’in Ayrıksı Otları,
Mehmet Butakın’ın Israr Falcıları, Derya Çolpan’ın Kırık
Su Saati, Şükrü Erbaş’ın Yalnızlık Heceleri, Altay Ömer
Erdoğan’ın Taş(ra) Baskısı, Muzaffer Kale’nin Sakın Zar
Atma’sı, Oya Uysal’ın Günaydın Sevgili Gece’si, Hayri
K. Yetik’in Dördüncü Hâl’i yine geçtiğimiz yılın şiir yazanlarının kendi şiirselleri üstüne bir düşünce veren kitaplar oldular.
Özcan Öztürk’ün Çocuk Su’su, Refika Altıkulaç’ın
Kafes’i, belli bir düzeyin üstüne çıkan şiirleri okurla
paylaşırken Umut Çetin’in Annemden Hüzün Genleri,
Aydanur Saraç’ın Sonra Güller Kırmızı’sı ortalama şiirin
hanesine çoktan yazıldı. Uzak Zamana Övgü’sü bu yıl çıkan Baki Ayhan T. biçimsel anlamda bir arkaizm oluşturarak yazdığı şiirin önüne kesmede ısrarlı gibi görünüyor.
onbir
2003 yılından hatırladıklarım bunlar oldu. Muhakkak atladığım ya da ulaşamadığım şiir kitapları, dergiler,
fanzinler vardır. Kaldı ki bu yazı yazılan bütün şiirleri,
yayımlanan bütün kitapları değerlendirme düşüncesiyle
kaleme alınmadı. Kendini benim okuduğum dergi ve kitaplarla sınırladığını baştan öngördü. Zamansal değerlendirmeler yapmaktan pek hazzetmememe rağmen geçtiğimiz yılda şiirin farklı eğilimlere açık bir dünyada oluştuğunu yazabilirim. Özellikle iktidar karşıtlığının şiirde
etki gücünün gözle görülür bir biçimde arttığı yanı sıra
hayata ilişkin olanın şiir açısından daha sarmalayıcı hale
geldiği iddia edilebilir.
Şiirin merkezden çok periferide belirmesi de yazılan
şiirin başka bir özelliğidir. Bu noktada şiir ve yazan
merkezle çatışmasını daha da sertleştirerek sürdüreceğe
benziyor. Bunu sonuna kadar olumladığımı belirtirim.
Yanı sıra merkezin dışındaki dergi, fanzin ve bağımsız
yayınevlerinin bu sürece dahil olma, dahil edilme çabası da üstünde durulması gereken başka bir olgudur.
i m l a s › z ’ › n d ü fl ü n d ü r d ü k l e r i
Gazi Bertal
Bana, “herhangi bir olay, haber olma niteliğini nasıl ve ne zamana kadar korur” diye sorsanız size, “ben
duyuncaya kadar” diye cevap veririm. Ben duyduktan sonra o olay artık benim için haber niteliğini yitirmiştir. Aynı şekilde, benim henüz
duymadığım bir olayın –üzerinden
çok zaman geçse de- bir haber niteliği var. Aslında, Mecmua’da yer
alan haber ve ajans sayfaları, çoğu
zaman, mecmua okurunun henüz
duymadığı olayların her zaman bir
haber niteliğine sahip olduğu mantığına dayanıyor. Örneğin, mecmua’nın son iki sayısı arasındaki zaman diliminde çıkan İmlasız’ın hâlâ
bir haber niteliği taşıması gibi. Evet
Mecmua’nın çıkmadığı bu süre içinde İmlasız adında yeni bir dergi daha aramıza katıldı. Kültür sanat ve
edebiyat dergisi olarak iki ayda bir
yayınlanan İmlasız, Geçtiğimiz bahar aylarında Kayseri’de yayın hayatına başladı. Türkiye’de genellikle politika alanıyla sınırlı dergi çıkarmamız neredeyse alışkanlık haline
geldi. Daha doğrusu, çoğu zaman
politik sorunlarla haşır neşir olduğumuz için belki de bir çoğumuzun
kolayına gelen tek iş bu. Şimdi kültür sanat edebiyat alanında da sözünü söyleyecek bir derginin olması
ve anarşistlerin biraz da boş bıraktığı bu alana el atması, hem dergi çeşitliliği hem de “yap örnekle” esprisinin farklı alanlarda hayat bulması
bakımından olumlu bir sonuç yaratabilir. Ancak, anarşist kimlikli bir
edebiyat dergisinden söz ediyorsak,
bu alanın da kendine özgü pek çok
handikabı olduğu unutulmamalıdır.
Sözgelimi, İmlasız, el attığı bu alanda yeni bir üslup, yeni bir tarz mı
yaratacak, yoksa mevcut sanat anlayışlarını veri alarak, yapacağı yorumlarla mı bir varoluş sergileyecek? Çünkü bu, şunun için önemlidir; başkalarının şekillendirdiği
mevcut sanat ve edebiyat alanını yo-
rumlamayı varoluşunuzun temeli
haline getirirseniz o alanın bir uzantısı veya bileşeni olursunuz. Ancak,
söz konusu alanı yalnızca yorumlamak değil, onu tanımlamak ve bir
olgu olarak reddetmek İmlasız’ı çok
daha özgün bir zemine taşıyabilir.
İşte bu yüzden, hem genel anlamda
tüm anarşistlerin hem de daha özel
anlamıyla İmlasız’ın sanat ve edebiyat konusunda nasıl bir tutum takınacağı, genel olarak bu soruna nasıl
yaklaşacağı benim için hem merak
hem de tartışma konusudur. Bu merak ile baktığım her üç sayısında da
şimdilik ortak bir bakış açısı bulamadığımı belirtmeliyim. İmlasız,
mevcut sanat ve edebiyat alanına
hayli kabarık bir iştahla dalmış gibi
görünüyor. Sanki bu alanın hatırı sayılır bir unsuru olma hevesine kapılmış gibi. Doğrusu bu beni hem şaşırttı hem de biraz ürküttü. Elbette
henüz işin çok başındayız, bütün
anarşist yayınlarımızın yaşadığı dönüşümü İmlasız’ın da yaşayacağı
kanısındayım. çünkü İmlasız, her
şeyden önce, en az politika kadar
sorunlu olan kültür sanat ve edebiyat gibi zor bir alanda anarşist bir
misyonla yayına başlıyor. Misyonun
kendisi de en az bu alan kadar zor
ve çok açık ki iyi bir donanım gerektirir. Halbuki bugüne kadar çıkardığımız yayınların neredeyse kendinden menkul bir misyon ve perspektifi var. Yayınlarımızın kimliği hedef
doğrultusunda kendiliğinden belirliyor. Artık hepimizin ezbere bildiği
bu doğrultu; bir bütün olarak mevcut toplumsal sistemi, esas itibariyle tahakküm evrenini reddeden bir
hedef üzerinde şekillenmiştir. Buna
karşın, ister bir amaç olarak daha
baştan belirlemiş olalım, ister çabalarımızın kendiliğinden bir sonucu
olarak ortaya çıkmış olsun, eşitlikçi
ve özgür bir yaşam tarzını idealize
ediyor, kısacası özgürlük evreninin
tarafgirliğini- sözcülüğünü yapıyo-
ruz. Belirli bir amaca bağlı olarak
sağlanmış birlikteliğin aslında kendiliğinden ortaya çıkardığı bu konum, karşımıza hep bir misyon ve
aidiyet sorununu çıkarıyor. İmlasız’ın, daha başlarken benimseyip
özellikle üstlendiği bu misyonu sanat ve edebiyat alanında üstlenmek
kolay gibi görünse de işin esası pek
öyle değil. Örneğin, sanat ve edebiyat alanından algılarımıza yönelen
estetik teröre karşı nasıl korunacağız
veya nasıl mücadele edeceğiz? Şöhret ve saltanat, sanatın muhtevasından beslendiği sürece anarşi adına
sanata nasıl bakacağız, nereden konuşacağız ve ne diyeceğiz? Bir yandan sanat ürününü ve yaratımcısını
el üstünde tutmak, bir yandan da her
türlü sosyal asimetriyi reddetmek
nasıl mümkün olacak? eğer sorunumuz, sanatta yeni bir tarz arayışı olsaydı, o zaman ‘özgürlükçü sanat’
‘anarşist sanat’ gibi kavramlarla bir
arayış ve yaratım sürecine girebilirdik. Ancak, bana göre sorun, “gerçeğin tahrifatından” başka bir şey
olmayan sanatın bizzat reddedilip
edilmemesinde düğümleniyor. Yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi,
şöhret iktidar evrenine ait ve iktidarla aynı değerlere sahip bir olgudur. Tıpkı iktidar gibi, insanı yozlaştırır, bozar. Uzun söze sanırım gerek
yok; iktidarı hangi nedenle reddediyorsak şöhreti de aynı nedenle reddetmeliyiz. Kültür ve sanat alanından beslenen şöhreti reddetmenin
ilk adımı “sanatçı” kimliğinin masumiyetine ve meşruiyetine itiraz etmektir. Çünkü, şair, yazar, ressam,
müzisyen vb. unvanları kullanan her
sanatçının beğeni ve alkışla beslendiğini, her birinin az ya da çok, kendi çapında şöhret olmayı hedeflediğini bir an bile unutursak, hiyerarşi
ve otoriteye göz göre göre temel bir
zemin, bir varlık alanı sunmuş oluruz. İmlasız’ın mevcut sayılarına bakarak konuşursak bu temel zemin
35
Patlamaya Haz›r Karanfil
Eren A¤›n
ece ayhan ve edip cansever an›s›na…
¢©≤`¢©≤°`§Ğ´ş¨≠ş `∂•`§µ§°´¨°≤ Æ`°´≥©
§ş ≠ş `°πÆ°π°{`≤ş∫ß°≤ Æ`ÕØ£µ´¨µ µÆ§°
πş∫ş≠¨•`≥©¨©πØ≤µ≠`µ∫°≠ `≥°Õ¨°≤ Æ Æ`¥•≤©Æ©
¢ Õ° Æ`´•≥´©Æ¨© ©`Ø´µ¥µ¨µπØ≤`´©≤¨©`Õ°≤ °¶°
®°Æß©`§µ°π `Ø´µ≥°≠`¢©≤`π•≤§•`ß©≤©πØ≤≥µÆ`
¥°Æ≤ §°Æ`§°`≥°´¨°≠ πØ≤µ≠`Øπ≥°`≥•∂ß©≠©`
Õ ´≠°∫`≥Ø´°´¨°≤ Æ `´°Æ ≤¥ ≤´•Æ`°´ °≠ Æ
´µ ¨°≤`°´¥°≤ ¨ πØ≤`§°≠¨°≤§°Æ`∂•`π°¨Æ ∫¨ ´
•∫¢•≤¨©πØ≤µ≠`≥•Æ©l`µÆµ¥≠°¨°≤`Õ° `´°∞ §°`
¥•´≤°≤¨°π°Æ`ßĞ∂§•Æ©`°π ≤≠ `∂•`≥°¨´ ≠¨ `
¢ØπƵƵ`®°¶©¶¥•Æ`≥بµπ°≤°´`•¨≠°`´°¢µ´¨°≤ π¨°
© §© `•§©¨≠© `≥Ğ∫¨•≤`´°¨ πØ≤`°≤¥°Æ`ßĞ∫¨•≤©Æ§•Æ
´Ø£°≠°Æ`ßШߕÆ`بµπØ≤µ≠`° °Õ¨ ´¨°≤ Ƨ°
´©≠≥•`π°Æ° ≠ πØ≤`©Æ¥©®°≤§°Æ`´ØƵ ≠°π°
¨• •Æ¨•≤©`§•Æ©∫•`´°¥ ¨≠°≠ `Õ°≠° ≤`©∞¨•≤©Æ§•
¢©≤`´•§©`ß©¢©`•∂¨•≤©Æ`≥•≥≥©∫¨© ©Æ©`§©Æ¨©πØ≤µ≠
36
ШşÆ£•`°π°´´°¢ ¨°≤ ≠ `§• ©¨{`´°¨¢©≠©`´ØπµÆ
´°∞ `ĞÆşÆ•{`¢°´ ≥ ∫`´°§ ƨ°≤°`π°Æß Æ ≠
®•≤´•≥¥•Æ`µπµ≠≥µ∫¨° ≠ `´ ∂ ¨£ ≠`ß©¢©`§ĞÆş∞
π©Æ••´`Ƨ©Æ©¢̀©¥©≤•Æ`¢µ≠•≤°Æß`¥°§ π´•Æ`° ´¨°≤
ßşÆ¨•≤l`≤•≥©≠¨•≤`∂•` ©©≤¨•≤`´°¨ πØ≤`£•∞¨•≤©≠§•
¢Ğ¨ş ≠•´`©≥¥•≤`ß©¢©`¢©≤`®ş∫ÆşÆ`°Æ¨°≠ Æ
°πÆ°¨ `µ∫°Æ¥ ≥ `´ ≤ ¨ πØ≤`´Ğ®Æ•`≥°°¥¨•≤©Æ`
π©Æ•`§•`≥•∂≠•¨©π©≠`≥•Æ©`¢©¨©πØ≤µ≠`°ÆÆ•≠§•Æ`
≥ØÆ≤°`´°≤°Æ¶©¨`´Ø´µπØ≤`©Õ¨•≤©Æl`∞°¥¨°≠°π°`®°∫ ≤`´°≤°Æ¶©¨ann
konusunda hiç de titiz davranılmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta, derginin hemen hemen her makalesinde, her şiirinde sanat ve edebiyatın bildik kodlarının esas
alındığını söylemek de mümkün. Dahası, kültür-sanat olgusuna karşı eleştirel bir tutum geliştirmek yerine, onu
olumlayan, verili tarzlarla çoğaltan bir içerik ve atmosfere sahiptir İmlasız. Bence, bu alanda bize (anarşistlere) düşen çaba, nitelikli sanat-kişilikli sanatçı arayışı olmamalı. Sanatın hayat üzerindeki denetleyici, yönlendirici kodları reddedilmeyecekse eğer, seçkin bir alan haline gelen sanatın kendisine karşı bir tutum alınmayacaksa İmlasız’ı yayınlamaya ne gerek vardı o zaman?
Örneğin; İmlasız’ın yakından bildiği bir dergi olan Kavramkarmaşa’dan çok da farklı olmayan bir içerikle olunacaksa yeni bir dergiye ne gerek vardı? Samimi fikrim
şudur ki; İmlasız’ın şu ana kadar çıkan üç sayısında yer
alan makalelerin çoğu ve yayınlanan bütün şiirler Kavramkarmaşa, Öteki, vb. dergilerin içeriğinden farklı olmadığı gibi, bu şiir ve makalelerin edebi nitelikleri bakımından adı geçen dergilerde yer alıp almayacağı bile
bence tartışma götürür. O halde, bu tür şiir ve metinler
anarşist tanımlı bir dergide özel bir nedenle yayınlanıyor
olmalı! Fakat, ister sanat ve edebiyatın mevcut klişelerinden bakın, ister (benim gibi sanata muhalif) eleştirel
kriterlerden bakın, alelade kavramını aşmayan bu şiir ve
metinlerin, anarşi fikriyle ilgisizlikleri bir yana, okuma
zevkimizi zedeleyen nitelikleriyle İmlasız’ın sayfalarını
doldurmaları, benim en azından hayıflandığım bir çaba.
Kastlaşmış, sanatçı ve sanata karşı yeni şair ve yazarları yüreklendirip teşvik etmek için bile olsa, içeriği bu
denli sığlaştırılmamalı. Daha da önemlisi, anarşist bir
edebiyat dergisinin işlevi bu olmamalı. Çünkü, bir metin oluştuktan, yani cisimleştikten itibaren yaratımcısından bağımsız bir nesne-ürün haline gelir. Ancak, unutulmamalı ki, herhangi bir sanat eseri (veya ürünü), piyasa
ilişkilerinin içine girdiği andan itibaren, yaratımcısıyla
birlikte fetişleşmeye de adaydır. Çünkü, piyasa aynı zamanda rekabet demektir. Bu nedenle, her ürünün önüne
konulan hedef, onun markalaşmasıdır. Öyleyse, her eserin yaratımcısının bir şöhret, bir yıldız olmasında da şaşılacak bir yan yok. Sorun başka bir noktada düğümleniyor. Kültür ve sanat tabusunun saltanata açık bir alan
olduğunu ve bu saltanatı sürecek sayısız sanatçının varlığını bilerek soruna yaklaşmalıyız. Öyleyse, birinci itirazı sanatçı kimliğine yöneltmeliyiz. Okur konumumuzla
sanatçıyı marka yapan, ürününü fetişleştirip imzasıyla
tescil ettiren biziz çünkü. Dolayısıyla, hedeflenmesi gereken doğrultu; insanların marangoz, tornacı, işçi, memur, okur yazar, aydın, sanatçı, şair vb. kimliklerini pekiştirmek değil, bu tür kimliklerden kurtulmak olmalıdır. Şimdiye kadar çıkan üç sayısına bakarak İmlasız’ı bir
yere koymak veya onu sanat ve edebiyatın tanımlanmış
kavramlarıyla eleştirmeye kalkışırken değişmez bir yargıya varmak elbette yanlıştır. Ve eğer böyle bir yanlışa
düştüysem bu, yalnızca meramımı doğru ifade edememektendir. Ancak, çok rahat ve belki de biraz hoyratça
konuşmamın nedeni; bir yayın için yine bu üç sayının
henüz fazla bir şey ifade etmemesinden kaynaklanıyor.
Çünkü, dönülemeyecek kadar bir yol katedilmemiş henüz. Bu nedenle, İmlasız’ın gelecek sayılarında, yukarıda söz ettiğime benzer bir doğrultunun işaretlerini görebileceğimi umuyorum. Ve asıl içimden geçen şey ise,
İmlasız’ın daha sağlam bir zeminde durarak, bilgi ve estetik seri imalatçılarına karşı cepheden bir tutum takınmasıdır. Görmek ve inanmak istediğim şey budur.
*kara mecmua’nın 10. sayısından alınmıştır.
Çöl Cinayeti
r.ezgi çak›ro¤lu
Kervanlar geçiyor göz bebeklerimden
Aşkın son kırıntılarını
Kasıp kavuruyor çöl fırtınaları
Ve alıp götürüyor çöl rüzgarı
Yolunu kaybetmiş notalarını.
Göz bebeklerimden geçiyor düşsel kervanlar
Esmer tenli Arap prensleri, ölümcül çöl akrepleri, seraplar…
Önümde beliriyor tropik adalar
Gülümsememi gölgeliyor palmiyeleri
Ve biliyorum, aynı rüyayı görüyor
Üç tarafı denizlerle çevrili güneş ülkesinde birileri.
Yüksek tepelerden çölümün kıyılarına inen atlılar
Yağmalıyor düşlerimi
Ve uçuşmuyor kara taylarının yeleleri
Gözlerimde yitik birer gölge her biri…
İri kemikli ellerinde
Arap prenseslerinin peçeleri
Atlılar kayboluyor
Arkalarında yakamoz izleri.
Kızgın kumlarda raks ediyor genç kızlar gözleri sürmeli
Parlıyor bedenlerine yapışan ipekten giysileri
Lirik Arap ezgileri yüksek tepelerde yankılanıyor
Gece zemheri.
Seraplara akıtıyor çöl akrebi zehrini
Kumlara seriliyor çölün
Ölü bir yılan gibi sessizliği
Parmaklarım tereddüt ediyor
Çekip çekmemeye tetiği.
Tam tamlar çalıyor yöre yerlileri
Sormalıyım belki, nedir son dileği
Hayır, sormamalıyım
Gözlerine bile bakmamalıyım
Katlederken hayalini.
“Diz çök! Yalvar!
Affederim belki seni…”
O okyanus krallıklarından gelen bir deniz prensi
Hayal edebiliyor musunuz nasıl lezzetlidir tuzlu busesi?
Görebiliyor musunuz ne kadar tatlı gülümsemesi
İkinci bir şansı hak ediyor olmalı
Yo hayır…Gözleri kapalı daha yakışıklı.
Geceyle örtüyorum deniz prensinin ölü bedenini
Solgun dudaklarına yıldızlar serpiyorum ateş renkli.
Geçip gidiyor göz bebeklerimden kervanlar
Seraplar kuruyor
İçimin çölünde batıyor Titanik
Dudaklarım nemli
Çöl rüzgarıyla dalgalanıyor mavi tayın yeleleri.
Son kez dönüp bakıyorum
Ay ışığıyla yıkanan yüzüne
Ve alıyorum terli avuçlarıma dizginleri
Elveda……..Sevgili!
Kulaklarımda çınlıyor sesi:
“Seviyorum seni
Seviyorum sen
Seviyorum
Seviyor
Sevi
Sev…”
Tanrılar çöle yağmurlar yağdırıyor
Çöl rüzgarını ipekten bir şal gibi omzuma alıyorum
Ellerimi ısıtıyor sıcak nefesi…
37
kara mecmua’y› anlad›k…
yoldafll›k eti¤i ad›na…
sabahattin umutlu
38
hepimiz öyle bir sol gelenekten geliyoruz ki, ’bizim’ daha önceden üzerimizde taşıdığımız kodlar hiç peşimizi bırakmıyor anlaşılan. ister klasik sol olsun isterse sol
gelenekten bir kopuşun ifadesi
olarak anarşistler -türkiye’dekikendileri dışında veya kendi cemaatleri dışında varolma çabası içindeki ‘ötekilere’ bakışlarında tahammülü gözden kaçırıyorlar. oysa
kendi dışında, ötekine tahammül
edebilmek içimizdeki her türden
tahakküm içeren duygu ve düşüncelerimizden kopuşu gerektirir biraz da.ötekinin farkında olmak yetmiyor.ötekinin değerlerine hadi
saygıyı geçelim. ötekinin değerleri
üzerine bir söz söylerken önce ötekini değerleriyle birlikte anlamaya
çalışmamız gerekmez mi. tüm bunlar bir yana söyleyeceğimiz sözün
kurgusu ve inşasını ötekini yok
sayma veya ötekini görmezlikten
gelme üzerinden oluşturuyorsak o
zaman bizim tahakküm ilişkileri
üzerinden kendini var edenlerden
ne farkımız kalır ki. karşımızdakini
ya da yanımız yöremizdekini ötekileştirmeye dayalı bir politika oluşturmak da neyin nesi oluyor. ve
bunu anarşizm veya anarşizmler
adına yapıyor olmak kime ne sağlayabilir.
neyse. sözü uzatmadan anarşist bir dergi yada anarşizmlerden
yana bir dergi olarak bildiğimiz
kara mecmua’ya getirelim.uzun
bir aradan sonra tekrar yayımlanmaya başlayan kara mecmua’nın
ocak-şubat 2004 tarihli 10. sayısında imlasız dergisi, ya da imlasız
dergisinin ilk üç sayısı ile ilgili olarak gazi bertal imzalı imlasızın düşündürdükleri adlı bir yazı yayımlandı. yazıdan anlaşıldığı üzere imlasızın yayımlanması her ne kadar
sevinçle karşılansa da. bir o kadar
da kaygılandırmış gözüküyor. demek ki bazı problemler var. tartışalım. yazının daha ilk cümlelerinde
niyet açığa vuruluyor. neyin ne zaman haber niteliği taşıması gerektiği ile ilgili açıklamasından sonra
söz imlasıza geliyor. ve imlasızın
yayımlanması mecmua okurları
için son bir aya kadar hala bir haber olarak görülmüyor. mecmua
okurları ya da yazarları gözünüz
aydın. imlasız geldi.
yani bu okurlar sadece mecmua mı okurlar. imlasızı başka bir
yerden ve başka bir dolayımla öğrenme hakları olamaz mı.
anlaşılan o ki bir şeyin çok net
farkına varılmış.türkiye’de solun
yada anarşistlerin kendilerini hala
politik alanla sınırlı olarak ifade etmeye çalışmalarının eksikliğinin.ama bu yetmiyor.bu saptamadan sonra her olguyu politik alanın
verilerine göre okumak ve değerlendirmek de bir eksiklik olmuyor
mu. kültür sanat alanına yönelik
bir anarşist yayın pratiği olarak imlasız’ın çıkışı olumlanırken bu
olumlama yine politik politikanın
verili dili üzerinden geçekleştiriliyor.ve bir politik getirisi olabilir
mi beklentisiyle yaklaşılıyor imlasıza .
oysa imlasız hiçbir politikanın
anarşist politika dahil doğrudan
aracı değildir. varlığını her türden
iktidarın ve tahakküm ilişkisinin
reddinde bulur. ve öyle anlamlandırmaya çabalar. imlasızın bu çabası ise sadece kültür sanat edebiyatla sınırlı değil politikanın dilini dönüştürmeyi de içerir. ve aynı zamanda da politiktir. kültür sanat
edebiyat ve politik alandaki iktidar
karşıtı her türden özgürleşme eylemi imlasızı ilgilendirir. ve bu anlamda imlasızın yayımlanıyor olması da hiç de azımsanmayacak bir
eylemdir.
sizin söylediğiniz gibi imlasız
verili kültür sanat edebiyat ortamında kendine bir yer açabilmek
için yayımlanmıyor. tam da bu kokuşmuş ortamı darmadağın etmek
ve oradaki
makro ve mikro iktidarların yıkarak yerine özgürleştirici bir pratik oluşturmayı amaçlıyor.işte burada şunu da söyleyebiliriz.imlasız
bir eklemlenme pratiği değil bir
reddediş ve direniş pratiği olma
yolundadır. evet imlasız mevcut sanat ve edebiyat alanına hayli kabarık bir iştahla olmasa da hayli öfkeli bir o kadar da direniş ve heyecan içeren bir özgürleşme arzusuyla daldı. imlasızın ilk üç sayılık pratiğini eleştirirken biraz haksızlık
ettiğinizi düşünüyorum. sizin iddia
ettiğiniz gibi imlasız verili sanat
edebiyat ortamının hatırı sayılır bir
unsuru olma yolunda olmadığı gibi
hiç kimsenin hatırına yayımlanan
bir dergi de değildir. size imlasızı
dönüp bir daha okumanızı öneriyorum. eleştiri acımasız olmalı. evet.
ama haklı ise.koruyup kollamak
değil ama yoldaşlık etiği adına söz-
asl›nda görmedim
Kaan Turhan
§µ≤µ ≠°`≥ØƵπ§µz`´°Æ ≠ `§ØƧµ≤°Æ
ß•≤Õ•´¨©´`•∫©πØ≤§µ`¢° ¨°≤ ≠ Æ`®°¶©¶¨© ©Æ©n
§ØƧµ≤µ£µ`≥Ø µ °`´°≤ Æ
𩥩∞l`§ş şÆ•`´°¨°Æ`° ≤ π `≥•∫≠© ¥©n
°§ ≠`°§ ≠`´•Æ§©Æ©`∂°≤`•§•Æ`°¨Õ°´¨ ´
´°≤ ≥ Ƨ°`°¨ πØ≤§µ`πØ´≥µÆ¨µ µ
¥•∞•Æ©Æ`µ µ¨¥µ≥µÆ°l`πş≤şÆ•Æ`¢Ø∫´ ≤¨°≤¨°
Õ°≤∞ ¨°£°´`¥Ø∞≤°´`∂•`¥Ø®µ≠z`
°πÆ°¨°≤ Æ`¢©≤¨• ©∞`¢©≤` •π`ß©∫¨•§© ©
…Æ°`§• ©Æl`π°∫§
´ π ` ≥≥ ∫¨
Æ`π° ≠µ≤µÆ
`∂•`´µ≤¥°≤°£°´` nnn¢°®¥ `´°≤°nnn
çocuk yüzler
Aziz Gül
ôØ´≥µ¨`≥Ø´°´¨°≤§°̀𩥩≤§©≠
≥•∂§©´¨•≤©≠©l
≥°¢°®°`´°≤ `µπ´µ¨µ`¢©≤`إآş≥`©Õ¨© ©π¨•
§ş •≤´•Æ`¢©≤`´•Æ¥©Æ
Ø≤¥°≥ Æ°
Ñş ¨•≤©≠©`𩥩≤§©≠l
ßĞ∫¢•¢•´¨•≤©Æ§•Æ`´°π ∂•≤•Æ
≥بߵÆ` ´¨°≤°
¢•Æ∫•≤`≥Ş≤°¥¨°≤
ßĞ≤§ş´Õ•
£°≠¨°≤ Æ`≥Ø µ´
πş∫şÆ§•
Å´¨ ≠ `ØπÆ°¥ ≤l`ÕØ£µ´`πş∫¨•≤©`ş¨´•≠©Ænn
´°≤ ≠°`¢µ¨µ¥µÆ`∞•≤Õ•≠¨•≤©Æ©`≥©Æ§©≤•Æ
´µÆ§°´¨ `© ≥©∫¨•≤`¢©¥•£•´l`°¨Æ ≠§°´©
Õ©Õ• ©`ßĞ≤şπØ≤µ≠l`¥°∂°Æ`¥°∂°Æ
ş≥¥ş≠•`§ş •Ænnn
k›blesiz
π•Æ©§•Æ`§Ø ≤µ¨µ∞l`Ğ∫`≥µπµ`´°Æ§ ≠n
Mitat Çelik
Æ•`∫°≠°Æ`´©`§µ≤µ ≠°`¢° ¨°§ z`¢°´°≤´•Æl
°∫ Ƨ°
Ш≠ş
Ø´µπØ≤≠µ µ≠`°¨ ´°Æ¨ ´¨°≤ ≠ a
π•≠©Æ
©≥¥•≠© `≤°®©∞
°Æ¨ ´`®°¥°
•¥≠•≠©
≤©£°¥`¥°®¥ Æ°
•≤ß•Æ
¥°Æ≤
≥ب≠µ
π°
§°¨
∞© ¥©≠`´µ≤µ§µ≠
π°´ ¨≠°´¥ ≤`≥ ≤°≠
≥بØ≠•`≥بØ≠•
£ş£•≥©Æ`ß©≤§© ©Æ`´°∞ §°Æ
39
Firuze
mervan AKSU
h§Ø≥¥µ≠`¢•≤Õ•≠i
≥°≤®Ø `§µ∂°≤ Æ`π ≤¥ ´`
Æ°π¨ØƵƧ°
¥•¶≥©≤`•§©¨≠©
≥°¢ ´°¨ `° ´≠
ßş¨ş şÆ
¶©≤µ∫•
¶©≤µ∫•
ß•£•`°´≥°´`¢©≤`®ş∫şÆ§ş≤
° ´`§•Æ•Æ` ©©≤§•
®ş´ş≠`∂•≤©¨≠© `°≤¥ ´
ß•¨
ß•£©´¥©≤≠•
µ∫°´¨°≤°`§°¨°Æ`¢µ µ¨µ`πş≤• ©
40
¶©≤µ∫•
¶©≤µ∫•
ÕØ£µ´≥µ``ßş¨ş≠≥•≠•Æ
≠©¨πØÆ`𠨨 ´`µ ≤°´`بµ≤
≥µ≥µ ¨°≤ Æ`´•®°Æ•¥¥•`∂°≤°Æ`
´•´•≠•`§©¨¨©Æ§•
§•≤´•Æ
¨ ´`¢©≤`¶ ≤¥ Æ°π°`π°´°¨°Æ§
®°≥≤•¥©Æ§•Æ`≥° `´°¨°Æ`µ µ≤¨°Æ≠°
≥•Æ`π©Æ•§•`ß•£©´¥©≤≠•
¥•≤•§§ş¥≥ş∫`°´°Æ`•¨§©∂•Æ≥©∫
Æ•®©≤•¨≤©
¶©≤µ∫•
¶©≤µ∫•
¥•≤®©≥`•§©¨•Æ`ÕØ£µ´¨µ µÆ
π Æ¥ `ب≠°≥ Æ
°π≤ ¨ Æ`´•≥´©Æ`´Ø´µ≥µ
≥©Æ≠© ´•Æ`∞•Æ£•≤•Æ©Æ`•≥´©
πş∫şÆ•
leriniz biraz erken ve biraz da haksızca değil mi. siz bilirsiniz.
elbet imlasız da kendi içinde
sürekli dönüşümler yaşamakta.her
geçen gün enerjisini yenilemekte.
her pratik biraz da ayrışmaların ve
kopuşların da pratiği olmakta.ben
kendi adıma şunu rahatça söyleyebilirim evet ilk üç sayıda imlasızın
yayın politikasına uymayan yazılar
ve şiirler yayımlanmıştır. olabilir.
ancak ilk üç sayı aynı zaman da
kendi içinde bir ayrışmanın ve kopuşun da izlerini taşır. ki imlasız
bir tren yolculuğunda kimin ne zaman ve hangi istasyonda trene bindiğinin. ve makine dairesine kimlerin geçiş önceliği olduğunun.
kimlerin iki istasyon sonra trenden
atlayıp kaçtığının. kimlerin raylarda olduğunun tartışması yapılmış.
ve herkesin her yerden ve her
yerinde olabileceği bu kara tren
yolculuğu sürmektedir.
evet sanatçı kimliği ve sanatçının şöhreti ile ilişkilendirilip masum ve meşru görülmesi elbet de
reddedilmelidir. ama politikacı
kimliği de. yani tüm kimlik politikaları reddedilmelidir.
verili sanat kültür edebiyatı elbet de reddediyoruz. anarşist bir
kültür sanat edebiyat olabilir mi.
işte biz bunu tartışıyoruz.
imlasızın ilk üç sayısına ilişkin
değerlendirme yazısında yer alan
imlasızın sanatçı kimliğinin meşruiyetini sağlamaya yönelik hiyerarşi ve otoriteye temel bir zemin hazırlayıcı söylemler içinde olduğu,
her makalesinde her şiirinde sanat
ve edebiyatın bildik kodlarının esas
alındığı iddiasına karşı da şunu
söylüyorum. spekülatif bir söylem
kullanmayalım. söyledikleriniz
belki bazı yazı ve şiirler için geçerli olabilir. ancak o ilk üç sayıdaki
yazıları ve şiirleri bir daha okumalısınız.
imlasız’ı kavram karmaşa ve
öteki-siz ile ilişkilendirmenizi de
doğrusu anlayamadım. ne alakası
var. spekülatif söylem burada yine
devrede. imlasızda ayımlanan yazı
ve şiirlerin niteliği konusunda ya
gerçekten samimi değilsiniz. ya da
sadece politikanın penceresinden
bakıp verili kodlar üzerinden görmek istediklerinizi görüyorsunuz.
pencereyi kırıp da bakın öyleyse. yani çıplak gözle. belki o zaman ‘görmek ve inanmak istediğin(iz) şey’e şöyle biraz daha yaklaşabilirsiniz.yoldaşlık etiği unutulmasa…
MecmuA'ya ‹mlas›z Mektup
Kara MecmuA dergisinin 10.sayısında Gazi Bertal'ın İmlasız üzerine
yazdığı yazı aslında,ilk imlasız'ların
da paylaştığı sorunları içeriyor.İmlasız'ın ulaştığı beş sayı ardından,geriye bıraktıklarımızın,çıkış amacımızı
tam olarak yansıttığını söyleyemem.Zaten İmlasız mail grubunda
aynı konuları daha önce de konuşmuştuk.İmlasız dergisinin ilk sayılarında "kültür sanat edebiyatı burjuvazinin çember oluşturduğu raylardan çıkarıp özgürleşmesini sağlamaktan yana tavır koyduğunu" belirtip okur-yazarlık dünyasına da yönelik açık bir saldırıyı öneren iddialı
ifadeler vardı.Ama aynı zamanda
İmlasız; dünyaya ve kültür,sanat,edebiyata yönelik radikal ve politik bir eleştiri olma iddiasını da belirtmişti.Yani Gazi Bertal'in sorduğu gibi İmlasız hem sanat edebiyat/sanat dünyasında yeni bir üslup,tarz yaratmayı hemde kültür sanat dünyasını ürettiği,endüstrileştirdiği,popülerleştirdiği (burada iktidarın dayattığı,popüler kültürü kast
ediyorum) alana acımasız bir saldırı
olmayı hedefliyordu.
Elbette iktidar/otorite karşıtlığı
içinde iktidarın bir uzantısı,bir bileşeni olma tehlikesini yani "düşmanına dönüşme" sendromunu da barındırıyor.İmlasız'ın sadece verili sanat/edebiyat dünyasını eleştirmek
üzerinden kendini varetmeyi bir
amaç olarak seçmediğini "yıkmadan
ve yıkımdan arta kalan o harfiyatı
ortadan kaldırmadan yeni birşey yapılamayacağını,üretmenin yolunun
yıkmaktan geçtiğini" belirtmiştik.Gazi Bertal'ın da belirttiği gibi
Türkiyeli anarşistler kültür sanat gibi oldukça önemli bir alanı şimdiye
değin boş bırakmıştı.Oysa sistem sadece üretim ilişkileri üzerinden kendini varetmiyor.Üretim ilişkilerinden yarattığı ürünü (meta üretimi
değil sadece metanın tanımlandığı
imgede dahil) kullanabileceği alanı
kendi tüketim kültürü ile yeniden ve
yeniden yaratmayı tasarlarken toplumu sistemin devamlılığını sağlayacak araca dişlilere dönüştürecek şekilde oluşturuyor.İnsan yaşamının
büyük oranını reklam endüstrisi işgal etmiş durumda ve tamamı ele
geçirmeyi planlayan stratejiler üzerinde çalışıyor.Reklam endüstrisinin
tüketim ve tüketim kültürü ile içiçe
geçmiş olduğunu herhalde kimse
inkar edemez.Ne okuyacağımıza
(Ne okumamız gerektiğine sermaye
karar veriyor yoksa neden burjuvazi
yayınevi kursun ki) nasıl davranacağımıza,nasıl görünmemiz gerektiğine(metroseksüellik mesela),hangi
filmi izleyeceğimize,hangi müziği
dinleyeceğimize ve hangi ürünlerin
bizi ne kadar "özgür" yapacağına
sistem karar veriyor.Bu alanda karşıt mücadelenin verilmemesi kanımca büyük bir eksiklik.Yani İmlasız'ın
mevcut sanat ve edebiyat dünyasına
kabarık bir iştahla girmek istemesi,imlasızın varoluş amacına ters bir
tutum olurdu ki böyle bir iştah yoktur.Hatta Mustafa İba Korkmaz'ın
beşinci sayıdaki mektubuna bakacak olursak İmlasızın girmek istediği(!) mevcut sanat edebiyat dünyası
patronları/iktidarları İmlasız'ı tanımayı reddediyorlar.Olması gerekende budur zaten.
İmlasız'ın yıkıp yeniden yaratmak istediği alanın oldukça çetrefilli bir alan olduğu aşikardır.Şu ana
kadar çıkmış sayıların İmlasız'ın çıkış amacını yansıtmadığı eleştirisine
katılıyorum.Henüz bu alanda İmlasız kendi üslubunu yaratamadı.Algılarımızı tehdit eden,şekillendirmeye
çalışan "estetik teröre" karşı nasıl
mücadele etmeliyiz sorusunun cevabını veremedi.Ancak bu alanda
ilk olan İmlasız'ın önünde daha önce
çizilmiş bir yol yok.İmlasızın şimdiki bunalımının doğal olduğunu,yeterli,güçlü desteklerle bu alanda
kendi dil'ini oluşturacağına inanıyo-
Özgür K.Tekin
rum.Özgürlükçü bir kültür/sanat yaratmak için sözü olan insanlara İmlasız sayfalarında her zaman yer olduğunu hatta aslında sayfalarının
buna ayrıldığını tekrar belirtmek ve
İmlasız'ın ilk sayısında ki çağrıyı yinelemek istiyorum.
Sanat kavramını düş dünyasının
cisimleşmesi şeklinde kabaca tanımlarsak,düş gücünün özgürleşmesinden yana tavır almalıdır anarşist
ideal.Düş gücümüzü yani yaratımımızı verili sanat/kültür endüstrisinin
çarklarından kurtarmanın yolunu
bulmalıyız.İktidarın insanlar arası
ilişkilerden beslendiği,bu ilişkileri
popüler kitle ve tüketim kültürü ile
beslediğini
kabul
ediyorsak
eğer,farklı bir ilişki biçiminin yaratılması,bu ilişkinin karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmadan öte hiçbir
şeyi temel almaması esas olmalı.Hayatımızın her anını,her alanını ele geçirmeye çalışan egemen kültüre karşı kendi kültürümüzün yaratılmasının ve yaygınlaştırılmasının hedeflenmesi gerektiği kanaatindeyim.Hatta verili kültür ikonlarını bozup yeniden tasarlayarak da saldırmak gerek (BLF Billboard Liberation Front gibi mesela) Çünkü yaşanacak bir hayatımız var uzakta vaad
edilmiş cennete inanmıyoruz.Hayatımıza sızmış hiyerarşik mülkiyetçi
otoriter dil'in saldırganlığına karşı,eşitlikçi özgürlükçü bir dil'in hemen şimdi yaratılması için mücadele edilmesinden yanayım.İmlasız'ında bu yönde tavır geliştirmesi en büyük arzumdur.
Evet İmlasız şimdiye kadar söylediklerini eyleyemedi.Hatta belki
de çıkış amacının gerisine de düştü.Ancak İmlasız sadece bir
isim.Onu "İmlasız" yapacak içeriğidir.İçeriğinin değiştirilmesi "devrimcileşmesi" ise kişilerin inancına,düş gücüne,donanımına ve cesaretine bağlı.Bunların bizlerde varolduğuna inanıyorum...
41
gazi bertal’a mektup
42
gazi bertal’ın kara mecmua’daki
imlasız üstüne yazısı herkes gibi beni
de sevindirdi. hatırlanmış olmak öncesinde sonrasında gerçekten güzel bir
duygudur. ama sevincim itirazlarımı
dillendirmemi hiçbir biçimde engellemiyor. imlasız’ı oluşturmak için çalışmalara başladığımızda karşımıza çıkan
ya da bize en çok sorulan soru anarşist
bir sanat-edebiyatın, anarşist bir sanatedebiyat dergisinin mümkün olup olmayacağıydı. doğrusunu söylemek gerekirse bu iki sorunun yanıtını sanatedebiyattan gelmemize rağmen bizim
de bildiğimiz pek söylenemezdi. bu
yüzden bu soruyu sessizlikle geçiştirdik. ama kendimize ve başkalarına
“olur “ ya da “neden olmasın”, “olmalı”, zaten var” gibi yanıtlar vermekten
de geri durmadık. dünyada ve biz de
kendini, yazdıklarını anarşist ilan eden
ya da anarşizmlerle ilişkilendiren bir
sürü yazandan haberdarız. öykücüler,
romancılar, şairler, eleştirmenler biliyoruz. eğer böyle bir anarşist sanatedebiyat birikimi mevcutsa bir sanatedebiyat dergisi de mümkündür.
kuşkusuz dergiye yönelik anarşizm vurgusu tartışılabilir. ne var ki tekelleşme ve kültür endüstrisi karşısında bizim direnme ve saldırma talebimize uygun düşen ve biçimlendiren
anarşizm oldu. bu yüzden tartışmaya
açık bir durum olmasına rağmen bireysel anarşizmlerimize bağlı kalarak
derginin anarşist tavrını vurgulamaktan çekinmedik.
böyle bir dergiyi oluşturmaya karar verirken de düzeyi ne olursa olsun
anarşizm üzerinden bir şeyler üreten
herkesle birlikte hareket etmek istedik. bunda epeyi bir mesafe kaydettiğimizi de sevinerek belirtirim. bu bağlamda imlasız’ın kaynaklarından birisi
geçmişte ya da şimdi fanzin çıkaran
arkadaşlardır. fanzinleri hiçbir biçimde reddetmediğimiz gibi sonuna kadar
savunduğumuzu belirtirim. ama bertal
gibi düşünürsek kara mecmua’dan önceki ve sonraki anarşist yayın pratiklerinin hepsini yok saymamız gerekir.
hatta hiçbir biçimde anarşist olmayan
dergilerde yazan arkadaşlara da kapıyı
göstermek zorunda kalabiliriz. bunların hiçbiri bizim tavrımız olamaz. bu
noktada anarşizmle ilişkili her yayına
eşit mesafede durduğumuzu ve hepsinin bizi ilgilendirdiğini ve heyecanlandırdığını yazabilirim.
imlasız çıkışıyla birlikte bir çok
insanı heyecanlandırdı ve yazmaya itti.
bu dergide yıllardır yazanlarla yeni
yazmaya başlayan hatta bu dergiyle
yazmaya başlayanlar, hatta lise öğrencileri var. kuşkusuz burada seçkinci
bir tavır içine girip çoğu ürünü yayımlamayı reddedebilirdik. bertal utangaç
bir dille bize bunu öneriyor. biz tersini
yaptık yayımlanabilecek düzeyde
olanlarla dergiyi oluşturduk. sonuçta
politik bir dergi değiliz. buysa bizim
seçkinci ve otoritaryen olmamamızı
sağladı. yanı sıra anarşizmin ve anarşist bir sanat-edebiyata katkıda bulunmak adına kolaj, özet ve iktibaslara
yer verdik.
bu bağlamda gazi bertal’ın solun
bildik bakış açısının tuzağına düştüğü
kanısındayım. sanıyorum o da farkında
olmadan sanat-edebiyatı politikanın
mücavir alanı gibi görüyor. bu yüzden
neredeyse imlasızı politik bir dergi
olarak algılıyor. ne yazık ki imlasız politik bir dergi değil. bir politikliği varsa –ki var- o da politikanın politikliği
değildir.
ayrıca bir dergiye ilişkin genelleme içindeki olumlu öğelere rağmen
farklı bir değerlendirmeyi ihtiyaç kabul eder. oluşturduğu genelleme karşısında bertal’ın neredeyse imlasız’ın
yayımlanmasından rahatsızlık duyduğunu düşünüyorum. eğer her hangi birinin bir dergiye ilişkin olumlu olarak
değerlendirebileceği düşünceleri varsa ne yazık ki etik davranması gerekir.
satır aralarına serpiştirdiği olumlu şeyler karşısında bertal’dan böyle bir şey
istemeye hakkımız olduğu kanısındayım.
bertal birkaç arkadaşla birlikte
hazırladığımız on beş sayılık kavram
karmaşa pratiğini de olumsuzlamaktan çekinmiyor. kuşkusuz kavram karmaşa anarşist bir dergi değildi ama
bunun ipuçlarını içinde barındırıyordu.
kaç yazıyla sınırlı kalırsa kalsın teknoloji, şiirin etkisi, şiirin yeraltına dönüşmesi faaliyeti, kadın, arkadaş zekai özger, ece ayhan, ahmet telli gibi
konularda yazılıp söylenenlerin çoğu
anarşist düşüncelerin izlerini taşıyordu. bertal’ın bize önerdiği kimlik tartışmasını taa o zamanlar kavram karmaşa ve öteki-siz dergilerinde tartışarak sonuçlandırmış ve reddetmiştik.açıkça ifade etmem gerekir ki on
beş sayılık kavram karmaşa pratiği olmasaydı imlasız pratiği de olmazdı.
söz gelimi yaşar çabuklu’nun virgül’de, defter’de ışık ergüden’le gün
zileli’nin birikim’de yazdıkları da benzer ipuçlarına sahiptir. bu arkadaşların
yazıları için ben dahil bu dergileri sürekli izleyen insanlar biliyorum. kendini anarşist olarak tanımlamayan bir
sürü dergide benzer bir sürü insan ve
yazı var. bertal kusura bakmasın kara
mecmua ve başka politik dergiler politik bağlamda bizim ne kadar kafamızı açtıysa bu tür yazılar da sanat-edebiyat konusunda o kadar etkili oldu.
kendi adıma bunları reddetme lüksüne
sahip değilim. anarşizmin politikliği
yadsınması gereken bir olgu olarak yine anarşizmin karşısına çıkıyorsa yadsımak gerekir.
imlasız’ın eksiklerinin, zaaflarının
olduğu doğrudur. ama bu dergiyi oluştururken en azından internet üstünden
yaptığımız çağrılarda ortadadır. bu çağrıya yanıt verenler bu dergiyi oluşturmaya çalışıyor. bu konuda bir düşüncesi varsa bertal’ın ve daha başkalarının daha başında bu oluşuma dahil olmalarını beklerdim. sözün kısası gazi
bertal imlasız’a ilişkin belirttiklerinin
bir çoğunda haklıdır ve bunların hepsi
başından beri bizim tartıştığımız sorunlardır. imlasız hala kendini oluşturmaya çalışıyor ya bunu gerçekleştireceğiz ya da eninde sonunda imlasız
kendini imha edecek!
halim şafak
*imlasız 7. sayısında anarşist sanat-edebiyatı tartışmaya açıyor. gazi
bertal’ın bu tartışmaya katkılarını beklediğimizi belirtirim.
imlas›z günlük
anarşist dergi inat! çıktı…
yaşam, kültür, özgürlükçü anti-politika şubat-mart 2004 tarihli ilk sayıda:
-kapak - Oy vermek ? ya da vermemek… - Temsil-i Reddiye’den Redd-i Temsiliye’ye
- Geçen Ayların Gündemi - Edebiyata Karşıdan Bakınca… - Yanılsama
- Mezopotamya Savaşa Hazırlanıyor - Şiddetten Arınmış Anarşizm
- Asimilasyon - Yerel Rantın Paylaşımı Üzerine
- Ankara’daki Sınıfsal Yapının Kentsel Mekana Yansıması Üzerine Söyleşi – 1. bölüm
- Anarkopasifist Cinsellik Felsefesi Denemesi - İnsan Doğası ve Şiddet Üzerine Bir Değini
- Karahaber Video Eylem Atölyesi - Oyun, Devrim ve Anarşi - Kitap Eleştirisi - Disiplin
- 25-26 Haziran / İstanbul - Kaotik Yıldız Falı
PK 14, 06531 ODTÜ / ANKARA
Email: [email protected]
Web: http://inat.4t.com
kara mecmuA'nın 10. sayısı çıktı. bu sayıda:
2052-duvardan sonra Batı şeriya- savaş karşıtı hareketlilik ve anti-Amerikanizm
-sadece söylediğim şeyleri eleştirebilirsiniz-antiemperyalizm ve antisiyonizm-anti-semitizme hayır-eko-nomos, başka türlü okumak mümkün-1473 virgül 859-başlıksız
-insan-merkezcilik kompleksi üzerine-“dünya yuvarlaktır ve dönüyor"
zamansız yaşamdan saat zamanına-Politikadan hayata: anarşiyi solcu değirmen
taşlarından kurtarmak-Küba’da anarşizm, bir hareketin tarihi
anarşist örgütlenme olarak anti-kitle kolektifleri-"Gündelik Hayat Devrimleri" üzerine... zira yaşanacak bir
hayatımız var-vicdani ret açıklamaları-İmlasız'ın düşündürdükleri
-zorunlu bir açıklama
Adres: Piyerloti cad. Dostlukyurdu sok. No. 8
Çemberlitaş-İstanbul
Tel: (0212) 518 25 62
E-posta: [email protected]
http://www.mecmu-a.org
Geçtiğimiz aylar içinde Kropotkin’in Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler (kaos), Ahmet Oktay’ın Romanımıza
Ne Oldu?(eleştiri, dünya), Gürsel Korat’ın Gölgenin Canı (öykü, can) Deniz Kandiyoti ve Ayşe Saktanber’in
hazırladığı Kültür Fragmanları (metis) Yaşar Çabuklu’nun Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset’i (kanat), küçük İskender’in aşk şiirleri kolonisi (antoloji, everest) Nesrin Kültür Kiraz’ın Çikolata Teli (mayıs, şiir), Ozan
Çılgın’ın Kötü Zamanlar Tragedyası (şiir, mayıs), Ahmet Oktay’ın poyrazda kımıldayan salıncak (seçme şiirler,
alkım), hakan cem’in susmanın ötesi(şiir,sardes), Hüseyin Kıran’ın Madde Kara (şiir., metis), Hilal Karahan’ın
tepenin önünde (şiir, kül), Tzvetan Todorov’un Fantastik (eleştiri, metis), Orhan Alkaya’nın Parçalanmış Divan
(şiir, bileşim) adlı kitaplarıyla conatus çeviri dergisinin ilk sayısı anti-kapitalizm yayımlandı. Anadolu Rock’ın
önemli adlarından Cem Karaca öldü.
43

Benzer belgeler