ardanuç ilçesi bereket köyü anıları

Transkript

ardanuç ilçesi bereket köyü anıları
ARDANUÇ İLÇESİ
BEREKET KÖYÜ ANILARI
Süleyman GÜNVER
Mayıs- 2012
İzmir
(OKUMADA KOLAYLIK (PDF formatlı dosyalar için):
* Farenin (mouse) okunu konu başlığının sayfasına getirip
tıklayın, o sayfa açılsın.
* Tekrar başa dönmek için “Home” tuşuna basın.
İÇİNDEKİLER:
2
SUNUŞ .................................................................................................................................3
GİRİŞ ...................................................................................................................................4
OSMANAĞAGİLİN SOY AĞACI ......................................................................................5
MUHACİRLİK DÖNEMİ:...................................................................................................8
YENİ BİR HAYATIN BAŞLANGICI: ...............................................................................9
YAZARIN ÇOCUKLUK DÖNEMİ ................................................................................... 12
Babamın Eğitmenlik Dönemi: ....................................................................................13
Çekilen Ekonomik Sıkıntılar: ...................................................................................... 14
Mekanik Araçlar: ............................................................................................................16
Tarımda Araç Ve Gereç Üretimi: ............................................................................... 17
1940-1947 DÖNEMİ: ....................................................................................................18
İlkbahar Neşesi: ............................................................................................................. 18
Çocuk Oyuncak Ve Gereçleri: .................................................................................... 18
Yaz Ayları Uğraşıları: ....................................................................................................21
Poşalarla Tanışma .......................................................................................................... 23
Sonbahar Ve Kış Ayları Uğraşıları: ...........................................................................23
Ev Yönetiminde Kadın Hizmetleri: ............................................................................26
Yoksulluk Yılları: .............................................................................................................29
Köy Yaşamının Cazip Yönleri: .................................................................................... 31
İlkokul Yılları: .................................................................................................................. 32
Kuraklık İle Mücadele:.................................................................................................. 38
Köye Yeni Bir Okul Yaptırılması: ............................................................................... 39
İlkokuldan Mezuniyet: ..................................................................................................40
YAKIN MAHALLE KOMŞULARI .................................................................................... 42
1938- 196O DÖNEMİNDE BEREKET KÖYÜNE HİZMET VERENLER ................. 56
1947- 1955 DÖNEMİ: ................................................................................................... 61
Ortaokul Günleri: ........................................................................................................... 61
Lise Günleri: .................................................................................................................... 64
1955-1960 DÖNEMİ: ....................................................................................................68
Üniversiteye Giriş Hazırlıkları: ................................................................................... 68
İlâhiyat Fakültesine Kayıt Yaptırma: .......................................................................69
Askeri Öğrenciliğe Geçiş:............................................................................................. 70
SONUÇ: ............................................................................................................................. 72
3
SUNUŞ
İnsan yaşlanınca, bir taraftan gücü kuvveti azalıyor diğer taraftan da
düşüncelerinde,
çocukluk
günlerinin
geçtiği
yörelere
dönük
anıları
hatırlayarak yaşamak istiyor. 30 yıllık görev süresi Adapazarı, Ankara,
Tatvan, Sarıkamış, Kıbrıs ve İzmir’de geçti. Her birinde iz bırakacak
cinsten değişik hatıralarım oldu. Ancak - inanınız diğerleri değil - bu
yaştaki hayalimi, köyüme dönük yaşantılarım şekillendiriyor.
Yeğenim Kaan GÜNVER benden soyumuzda geçmiş atalarımızı
tanımak isteğinde bulundu. Diğer yeğenim Hülya KARA da “Dayı, hayatını
konu alacak bir kitap yazar mısınız?” diyerek geçmişi öğrenmek istedi.
Ayrıca internet ortamında “Bereket köyü” sitesinde anılar yazılsın diye bir
sayfa eklenerek halkımızla iletişim kurulmak istenmişti. İşte bu istekler,
kitabın hazırlanmasında itici güç oldular.
Fırsat buldukça internette “Bereket köyü” sitesini ziyaret edip olup
bitenleri
öğrenmeye
çalışırım.
Köyün
tanıtımında
güzel
manzaralı
fotoğraflar yerleştirilmiş. Kitat şenliklerine ilişkin fotoğrafta ise, etrafında
köyümün güzel insanlarının yer aldığı açılmış bir afiş görülmekte…
Giysilerine dikkat ettim, şehir insanından hiçbir farkları kalmamış. Benim
çocukluk zamanındaki “şal pantolonun” yerini “kot pantolonu” almış; genç
bayanlar güneşten korunmak için yazma yerine hasır şapka kullanmaya
başlamışlar. Dağ başında afişli gösteri de neyin işareti! Görmeyeli uzun
zaman oldu; meğer köyümün insanı büyük bir değişim geçirmiş. İşte bu
değişimler ve gelecek nesillere tanıtım olmak üzere (köyümle irtibatlı
bulunduğum
1938-1960
dönemini
kapsayacak
şekilde)
anılarımı
kitaplaştırmak istedim. Umarım bu vesileyle meraklı hemşerilerimin kendi
hatıralarını da tazelemiş olurum. Ayrıca o dönemde yaşamış insanlarımızın
ne denli zorlukları aşmada gösterdikleri sabır ve gayretlerini dile getirmek
istedim.
Tanıtımda, o dönemde kullanılan isim ve kelimelerin şive farkı
gidermeden olduğu gibi yazılmasına özen gösterdim. Kişi ve aileleri lakabı
ile tanıtmaya çalıştım. Bu davranışla hiçbir kimseyi küçültmek, aşağılamak
ve üzmek gibi bir niyet içerisinde değilim. Amacım isim benzerliği
4
sebebiyle yanlış anlamayı önlemektir. Herkese karşı saygım büyüktür.
Şunu da hatırlatmada yarar vardır: Dinimiz kötü lakapla çağırmayı
yasaklamıştır.
Yapanlar
günah
kazanmış
olurlar.
Nitekim
Kur’an-ı
Kerim’de:”…Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın.
İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte
onlar zalimlerin ta kendileridir (49. Hucurat Sûr/11)” buyrulmuştur.
Ne anlama geldiği bilinmeyen veya küçümsemek amaçlı bazı
lakaplar, karşılıklı sohbet veya kişilerin tanıtımında maalesef kullanılmaya
devam
edilmektedir.
Meselâ,
tizirik
(İzzet),
modi
(Mustafa),
suret
(Mustafa), konti (Rüstem), sırımlı (Rüstem), kaçık (Hüseyin) gibi… Böyle
lakaplarla yapılan hitap hiç de kişinin hoşuna gitmeyecektir. Oysaki bunun
yerine memleket veya sülâle isimleriyle yapılan hitaplar kişi üzerinde
hoşnutluk yaratır. Örneğin, Hotlu Hasan (Yılmaz), Ünyeli Hasan, Başağa
(Hafız), Molla Tacı, Kaim Çavuş gibi…
Köyümü görmeyeli 40 seneye yakın zaman geçti. Üstelik ikamet
ettiğim bölgede köyümden kimse de bulunmamakta. Bu nedenle bazı
isimleri hatırlamada hayli zorlandığımı söylemeliyim. Ne var ki, yardımıma
kız kardeşim “Hicriye” yetişti ve özellikle komşu aile bireylerini hatırlatarak
bu kitabın tamamlanmasına büyük katkı sağladı.
GİRİŞ
1950 yıllarında olacaktı, dedem (Emin GÜNVER)’den geçmişteki
sülalemizi sordum; bildiklerini anlattı. Hatırımda kaldığı kadarıyla, dedemin
dedesi Osman Ağa, tahmini 1860’lı yıllarda Gürcistan’ın Ahıska Türk
bölgesinden göç ederek Kılarcet’e (Bereket köyüne) yerleşmiş. Ahıska’dan
iki kardeş iki aile olarak yola çıkmışlar, biri İşkinar (Ekşinar)’da mülk
edinip burada kalmış. Osman ağa ise Kılarcet’te bir çiftlik arazisi edinip
yaşamını burada devam ettirmiş. Anlaşıldığı kadarıyla Osman ağa ve
sülalesi ticaretle uğraşıp hayli zengin olmuşlar. Çünkü Kılarcet’te edindiği
arazi genelde bir çiftlik arazisi görünümünde, yani çayır ve tarlalar hepsi
bir arada bulunuyor. Rivayet edilir ki, gelirken atın heybeleri altınla dolu
imiş;
paraya
acımadan
5
bastırıp beğendiği mülkü satın alıp araziyi
çiftlik haline dönüştürmüş.
Osman ağa Ahıska’da hayvan alım satım işleriyle uğraşmış; yani
celepçilik yapmış. Bu mesleğini Kılarcet’te de devam ettirmiş. Topladığı
büyükbaş hayvanları belirli süre beslemiş ve semizleşince de satmış. Bu
maksatta Büyük dağ’da köyün otlak arazisinden ayrı olarak bir otlak yeri
edinmiş.
(Yine
1950’li
yıllarında
olacaktı,
öküzlere
tuz
yalatmak
maksadıyla Büyük dağ’a gittiğimde söz konusu otlağı da yerinde gördüm.
Çobanların kulübe duvar taşları dahi halen duruyordu.)
OSMANAĞAGİLİN SOY AĞACI
6
Emine
Hüsnü
Emine
Şemada
da
görüldüğü
7
gibi Osman ağanın iki erkek ve iki kız
çocuğu olur. Erkek çocukların birisinin ismi Hasan, diğerinin Süleyman’dır.
Hasan’ın Gülsüm adında bir kızı dünyaya gelir. Gülsüm de Hasan
Demirkan’la evlenip Kaim ve Saliser adında iki çocuğu olur. Kaim’in de
Sultan’la evliliği sonrası ”Gürsel, Nürsel, Halise, Naim ve Fatma” adında
beş çocuğu olur.
Osman ağanın diğer oğlu Süleyman ise dedemin babasıdır. Dedem
dünyaya gelmeden altı ay önce 25 yaşında iken vefat eder. Süleyman’ında
üç kızı bir oğlu olur. Kızların biri Sebahat, Cola’da (Sakarya Köyü
mahallesi) Recep efendi ile evlenir. Bu evlilikten Adem, Şaban, Osman,
Hediye, Fadime ve Mesüde adında altı çocukları olur. Bunların da evlilik
sonucu;
(*Adem Gültekin+Dilfaz=Recep, Ulviye, Cevat, Nihat
*Şaban Gültekin+Hamide= Osman, Cemalettin
*Osman Gültekin+Gülfar=Aynur, Ayten, Mesüde, Zehra
*Fadime+Yusuf Çiftçi=Lütfiye, Zekiye, Saniye, Müzeyyen, Türkan,
Lütfi
*Hediye + Mustafa Genç =( Çocuk yok)
*Mesüde + Yakup Altunel= Sebahat, Hediye, Ayşe, Nazım, Kâzım)
çocukları olur.
Süleyman’ın diğer kızı Nazife’den de bir erkek (Ali Öztürk) ve iki kız
(Emine ve Tüntül) dünyaya gelir. Ali, Selime ile evlenip İsmail ve Mustafa
adında iki çocukları olur. Emine de (Aşık) Adem Şentürk ile evlenir.
Bunların da Hüsnü adında erkek çocukları olur.
Sülâlenin yeni fertleri
çoğaldıkça o güzelim çiftlik arazisi de bölüne bölüne küçülür. (Benim
çocukluk döneminde araziden üç ayrı aile geçimlerini sağlamaktaydı: 1Emin Günver, 2-Gülsüm Demirkan, 3-Ali Öztürk
Doğmadan
yetim
kalan
dedem
(Emin
Günver)
annesinin
himayesinde büyür. Yaptığı ilk evlilik maalesef mutsuzlukla sonuçlanır.
Çünkü nenemiz henüz gençliğin baharını yaşamadan vefat eder. Dedem
bu defa Sagara (Sakarya) köyünden nenem “Senem” ile ikinci evliliğini
gerçekleştirir. Bu evlilikten Selime, Sebriye, Sediye isminde üç kız ve
Osman adında bir erkek çocukları olur. Bunların da:
8
*Selime, Behlül Saraç ile evlenip = ”Saniye,
Ahmet,
Fadime,
Hayri,
Önser, Tüncer” adında altı çocukları olur.
*Sebriye, Ali Özkan ile evlenip=”Lütfiye, Ahmet, Şaziye, İclel, Nahide”
adında beş çocukları olur.
*Osman Günver, Şahsiye ile evlenip=”Süleyman, Hicriye, Naziye, Metin”
adında dört çocukları olur. Bunların evlilikleriyle de yeni nesil;
(*Süleyman+Hatice=Gonca, Gülcan, Şule Gülgün
*Hicriye+ Zeki Kocareisoğlu= Şanver, Bülent, Ergun, Filiz
*Naziye+ Rifat Demirci= Hülya, Sema, Demircan, Turgay
*Metin+ Türkan= Kaan, Uğur) olarak çoğalır.
*Sediye+ Molla Erdem= Bekir(ayrı anneden)
Tekrar başa dönersek, dedem ve nenem hayatlarını köy yaşamının
verdiği gönül hoşluğu içerisinde mutlu olarak sürdürürken kendilerini
aniden beklenmeyen büyük bir sıkıntının içinde bulurlar.
MUHACİRLİK DÖNEMİ:
Evet, 1914 Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Bir sonbahar günü
bakarlar Ardanuç’un değişik yörelerinden bazı halk grupları göç ediyorlar.
Merakla niçin ve nedenleri sorduklarında “savaş başlamış, Ruslar gelip
buraları işgal edecekmiş!” şeklinde bilgi edinirler. Sıkıntı ve üzüntüleri kat
kat artar. Onlar da istemeseler de toplum psikolojisinin etkisinde kalırlar.
Kış için hazırladıkları meyve ve zahireyi kilerlerinde bırakıp hayvanlarını da
yanlarına alarak Hot’a (Madenler köyüne) göçerler. Babam Osman
(Günver) henüz beş yaşındadır. Bibim (halam) Sediye ise ondan daha
küçük, henüz uzun yol yürüme aşamasına gelmemişler, ancak ablalarının
sırtında taşınırlar. Kışı burada zor şartlar altında geçirirler. Ekmek ihtiyacı
belirince gizlice tekrar Kılarcet’e gelip sırtlarında ekin, un götürürler.
İlkbaharla beraber Çoruh nehir yatağını takiben göç ederler. Hem kendi
yiyecekleri hem de hayvanların yiyeceği aşılması zor sorun olur başlarına.
Bu nedenle hayvanları kesip kesip yemek zorunda kalırlar. Yol yok iz yok;
yatak–yorgan ve birkaç kap kaçaklarını öküzlerin sırtında taşırlar. Çoruh
9
nehrini takiben yolculuğun ilk durağı Tokat olur. Artık içlerinde Rusların
korkusu kalmamıştır. Korkusuz bir nefes alma rahatlılığına kavuşurlar. Aile
altı kişidir; bunların yemek ve barınma ihtiyaçları nasıl karşılanacaktır?
Dedem ve nenen kolları sıvar gündelikçi olarak çalışmaya başlarlar. Ne var
ki kötü talih arkalarını bırakmaz. Bu defa, Asker Alma Teşkilâtı’nın genç
erkekleri yakalayıp cepheye gönderdiklerine şahit olurlar. Dedemi de
askere alırlar diye günleri korku ve tedirginlik içinde geçer.
Göçün ikinci durağı Amasya olur; bir süre burada kaldıktan sonra
Merzifon’a geçerler. Uzun süre burada kalırlar. İlk çocukları Selime artık
büyümüş ve gelinlik çağına gelmiştir. Sahre (Ovacık) köyünden Behlül
adında bir gençle evlendirirler.
1917 Bolşevik ihtilâli sonucu Rusya’da rejim değişikliğine gidilir.
Dolayısıyla doğudaki Rus kuvvetleri nispeten geri çekilirken yerlerini Gürcü
ve Ermeni milislerine bırakırlar. Bu fırsatı değerlendiren Doğu Cephesi (15
inci Kolordu) Komutanı Kazım (Karabekir) paşa, Eylül-1920'de taarruza
geçip Misak-ı Milli sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin,
Batum ve Iğdır'ı alıp Gümrü'yü de işgal eder. Ermenilerle 3 Aralık 1920
Gümrü Antlaşması imzalanır. Fakat bir gün sonra Ermenistan’ın Sovyetler
Birliği yönetimine katılması sonucu Gümrü Antlaşması yürürlüğe girmez.
Bunun yerine Moskova ve Kars Antlaşmaları yapılarak barışa geçilir.
Bu sevindirici haber Artvin göçmenlerini bu defa dönüş hazırlıklarına
başlatır. Dönüş güzergâhı, Merzifon- Samsun arası yürüyerek, SamsunBatum arası gemi ile Batum- Ardanuç arası ise yine yürüyerek kat
edilecektir. Yorgunluk, açlık, sıkıntı, hastalık hepsi bir arada kaderlerini
oluşturur. Bu nedenle konaklama yerlerinde hem çalışıp ekmek parası elde
ederken sözde dinlenmelerini sağlarlar. Nihayet hasretini çektikleri Kılarcet
köyüne ulaşıp altı yıllık muhacirlik serüveni de böylece sonuçlanır.
YENİ BİR HAYATIN BAŞLANGICI:
10
İyi de bundan sonraki yaşamlarını nasıl sürdürecekler? Barınacak bir
yuva, yiyecek ekmek ve iş gördürülecek hayvana şiddetle ihtiyaçları
vardır. Önceki evleri bakımsızlıktan viraneye dönüşmüştür.
1914 Birinci Dünya Savaşı döneminde bazı aileler köyü terk etmez,
bir bölümü de erken dönüş yaparlar. Bunlar kolayına geldiği tarlaları ekip
biçerler.
Bu
arada
dedeme
ait
bazı
tarlaları
da
işlemişler.
Köye
döndüklerinde yardım severlik duyguları ön plana çıkar ve hububatın bir
miktarını tarla sahibi dedeme verirler. Böylece bir yıllık ekmek ihtiyaçları
karşılanmış olur. Peki, yaşamı destekleyen diğer ihtiyaçlar ne olacak?
Zaman içerisinde öküz- inek gibi hayvanlarını da tedarik ederler. Bu
ortamda Sebriye bibime de talip çıkar. Komşulardan Ali (Özkan) ile
evlendirilir.
Şimdi karşılarında oturacak bina ihtiyacı vardır. Bu maksatla altı
ahor (ahır), üstü dört oda bir apteshane ( tuvalet) olacak şekilde ahşap bir
bina yapmaya kalkışırlar. Fakat güçleri ancak ahır ve tuvalet ile iki odasını
yapmaya imkân tanır. Hatta odaların iç yüzeyleri beyaz killi toprak ile
sıvalı, dış cepheleri ise biri sıvalı diğeri sıvasız çakaturalı” yani, iki parmak
eninde
aralıklı
çakılmış
tahta-bedevre-
aksamın
araları
çamurla
doldurulmuş” bir düzenleme yapabilmişler. (1954 yılında olacaktı. Evimiz
hayli eskimiş ve tehlike oluşturmaya başlamıştı. Bu defa üç tarafı taş
duvar örülü ve üç odalı yeni bir ev yaptırıldı. Evin çatısı ise saç tabakalarla
örtüldü. Bu uygulama sonradan köy halkına da örnek oldu.)
Böyle olumsuzluklara rağmen 1926 yılında köyde ilkokul açılır. Lise
öğrenimden terk, “Ali Rıza” adında bir genç öğretmen olarak atanır.
Tedrisat Arapça harflerle yapılmaktadır. Babam da (Osman Günver) 17
yaşında olduğu halde derslere katılır. Genç öğretmen, fantezi olsun diye
öğrencilerine Fransızca öğretmeye kalkar. Az da olsa bazı isteklerini dile
getirecek kadar yeni kelimeler öğrenirler. 1 Kasım 1928 tarihinde harf
devrimi yapılınca okuma-yazma seferberliği de başlar. Fakat Türkçe yeni
harflerle okuma–yazmayı öğretecek elamana ihtiyaç duyulur. Bu maksatla
Artvin’de sınav açılır. Babam da, (Fransızcadan dolayı) daha önce
öğrendiği Latin harfleri Türkçe kelimelere uygulamasını başarıp imtihanı
kazanır ve Hezor (Hızarlı) köyüne “okuma-yazma” öğreticisi olarak atanır.
11
Daha sonraki yıllarda Müker (Tepedüzü) köyünde görevini sürdürür. Bir
akrabanın (Âdem Göksel) girişimiyle Diyagarmuş (Karlı) köyünde, anam
Şahsiye’yi görerek beğenir.
Anam geçmişe dönük hatıralarında şu olaya yer verip gözyaşlarını
tutamazdı: “Anası, yani nenemiz çok hastadır. Buna rağmen ev halkı
ondan danaları otlağa götürmesini ister. Fakat o anasının başından
ayrılmak istemez. Israr üzerine huzursuz olarak danaları alır otlağa doğru
yola çıkar, ancak yarı yolda dizlerinin bağı çözülür ve olduğu yere yığılır;
içinden bir ses kendisine artık anasının bu dünyada olmadığını söyler.
Hayvanları orada bırakır geri döner, gerçekten de anası bu dünyadan
ayrılmıştır." Artık hayata bağlayan son destekçisini de kaybetmiştir.
Böylece içinde ana-babadan yetim kalmanın burukluğunu yaşarken kader
önüne yeni bir yaşam fırsatını çıkarır. Evet, anlaşma olur ve babamla
annem evlenirken, babamın kız kardeşi bibim (halam) Sediye de dayım
Molla Bek (Erdem) ile nikâhlanır. Böylece karşılıklı dünürlüğün verdiği
rahat ve mutluluk yaşanır.
12
YAZARIN ÇOCUKLUK DÖNEMİ
(Fotoğrafta, dedem “Emin”, nenem “Senem’’, babam “Osman”,
annem ”Şahsiye” ben “Süleyman” ve kız kardeşim “Hicriye” görülmektedir
- Mayıs 1939)
Ben, 1933 yılında dünyaya gelmişim. Dedem, “torunum askere geç
gitsin de ezilmesin” diye nüfusa kaydımı 22 Eylül 1935 olarak yazdırmış.
(Kadere bak, 1,5 yıllık askerlik görevinden sakınırken 30 yıl süreyle asker
olmuşum!) Dedem ve nenemin şefkati altında büyümüşüm. Sonradan
öğrendiğime göre nenem beni sırtına alıp bir saat ötedeki Ovacık
Köyündeki Selime bibime götürüp getirirken “ Nene bu tarla kimin? Bu
çayır kimin?” şeklinde devamlı soru sormuşum; O da cevap vermekten
bıkıp “Ola oğul sen ne yapacaksın kimin olduğunu, daha önce söylemiştim
ya!” dermiş. Ve bundan dolayı benim adımı “sorgu- sual melaikesi”
koymuştu. Dedem de dost ve tanıdık ziyaretlerinde kendisine ikram edilen
meyve ve yiyecekleri yemez bana getirirdi. Dışarıdan gelişinde gözlerim,
“bir şey getirdi mi?’’ diye hep ceplerinde olurdu.
13
Her insanda olduğu gibi benim de geriye dönük hatırlamam ancak
1938’e kadar gider. Bu tarih önemli olduğu için belleğimde yer etmiş
olacak.
Bir sonbahar günüydü, üzerimde kalın Amerikan bezinden elde
dikilmiş uzun don bulunuyordu. Nenemle beraber ayni mahalledeki
Sebriye bibime (halama) gittik. Dışarıda puslu bir hava vardı. Nenemle
bibim hüzünlü olarak kendi aralarında “ Mustafa Kemal Paşa ölmüş” diye
konuşuyorlardı. Bunların hüzünleri bir daha unutulmamak üzere hafızama
kaydedilmiş. O tarih, 1938 Kasım ayının ikinci haftası olsa gerek.
Benim doğumumdan kısa süre sonra babam askere gider. Babamı
borazancı yaparlar. Yani askerin içtima (toplanma), eğitim, istirahat,
yemek yeme ile yatma ve kalkma gibi emirle yapılacak işler borazan
çaldırılarak ifa edilirmiş. İzinli olarak köye gelmiş fakat çok küçük yaşta
olduğum için hatırlamıyorum. Yine, 1937’de dünyaya gelen kız kardeşim
Hicriye’nin doğumu da hatırımda değil.
Babamın Eğitmenlik Dönemi:
Öğrendiğime göre, 1937 yılında eğitim seferberliği kapsamında
Kars’ın Cılavuz beldesinde sonradan ‘'Köy Enstitüsü” olacak tesislerinde
“Eğitmen Okulu” açılır. Öğrencilere 3 ay süreli “Eğitmenlik” kursu verilir.
Bir müddet sonra köyden babamla beraber Ali Öztürk emmi (amca) ile
Feyzullah Acar emmi (amca) da katılır. Kurs bitiminde kendilerine
çalışacakları köylerde halka örnek olmaları yönünden tarımda kullanılacak
demir aksamlı pulluk ve marangoz alet-edevatı verilir. Babam eve
döndüğünde, üzerinde kalın kumaştan dikili kahve renkli elbisesi vardı.
Bana da, ayağıma iskarpin ve üzerime “bahriye eri üniformalı” elbise
almıştı. Elbiseyi bana giydirdiler. İki odanın arasındaki koridorda babam
beni tutup sevmek için havaya kaldırdı, diğer ifadeyle hoplamasına aldı.
Fakat benim naz ve mızmızlığım tuttu. Yere indirirken ayağımdaki kundura
ceketin yan cebine takılarak sökülmesine sebep oldu. Şakayla karışık
popoma bir tokat yiyerek yanından uzaklaştım.
Dedem
ve
nenemin
14
aşırı sevgileri
beni
oldukça
şımartmış
olacak ki, söz dinlemez olmuşum. Evin çatısına çıkar hem horozları kovalar
ve hem de “Tiryan! Tiryan! ” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Ne anlama
geldiğini ne ben ne de ev halkı bilmezdik. Ortaokulda ve Lisede Fransızca
ve İngilizce derslerine başlayınca nenem, “Ola oğul! Çocukken tiryan diye
bağırırdın, ne olduğunu öğrenebildin mi bari?” diye sordu. Hayır! Fakat
ona yakın bir isim öğrendim: O da, Arnavutluk’un başkenti “Tiran” diye
cevapladım.
Evde yaramazlık yapınca annem, “Kahriman hortolozlarını bırakmış,
geliyorlar,
bağırma
ki
bize
gelmesinler!”
diyerek
beni
korkuturdu.
Hortolozu, karanlık ortamda dolaşan ve siyah pelerinli hayali bir varlık
olarak algılardım. Öyle ki korkumdan geceleri dışarı dahi çıkamazdım.
Daha sonraki yıllarda ölülerden korkar, özellikle geceleri mezarlıkların
yanından geçemezdim.
Babamın önce Örtiz (Örtülü) sonra Bereket Köyüne, Feyzullah
emminin (amcanın) Sahre (Ovacık) Köyüne ve Ali emminin (amcanın) da
tayini Varthel (Meşe) Köyüne çıktı. Kursta edindikleri bilgi ve becerileriyle
genelde ilkokulun birinci sınıfına, öğretmen atanmadığı takdirde üçüncü
sınıfa kadar eğitmenlik yapacaklardı. Babam devamlı olarak birinci sınıf
öğrencilerini yetiştirdi. Aylık ücreti ise 5 lira idi. O dönemde maaşlar “aslı
maaş” esasına göre, yani hizmet ve tahsiline göre 5-60 lira arasında
ödenirdi. Demek ki en üst derecedeki memurun aylık maaşı 60 lira
kadarmış.
Çekilen Ekonomik Sıkıntılar:
Ülke birbirini takip eden (Balkan harbi, Birinci Dünya harbi, İstiklâl
harbi ve İkinci Dünya harbi gibi) savaşlar geçirip yoksul, harap ve bitap
düşmüştü. Her ne kadar İkinci Dünya savaşına fiili olarak katılmamış isek
de ekonomik yönden ülke büyük yıkım altında kalmıştı. Özellikle köy
yaşamında halkın nakit para kaynakları kısıtlı olup hayvan satımı ve tütün
yetiştiriciliğinden ibaretti. Hububat satımı pek olmazdı. Hot ve Hezor’lu
komşular, meyve, zeytin ve zeytinyağı getirip karşılığında arpa- buğdayla
takas yaparlardı. Bir de kışın Ardahan ve Göle’den bazı kişiler gelip para
15
karşılığı pekmez, pestil, dut ve erik kurusu,
ceviz
alırlardı.
Ancak
böylece köye para girişi olurdu. Fukaralığın kol gezdiği ortamda babamın
aldığı 5 liralık ücret büyük bir nimet sayılmıştı. Peki, para nerelerde
kullanılırdı? Gazyağı, mum, sabun, şeker, çay, kibrit, çapula (yemeni),
bez, pamuklu
dokuma ve kadın giyecekleri
gibi
temel ihtiyaçların
giderilmesinde. Çapula (ayakkabı)yı herkes ancak özel günlerde giyebilirdi.
Genelde erkekler çalışırken kurban derilerinden yaptıkları üzerleri sırımlı
(deri
ip)
çarıkları
giyerlerdi.
1944’li
yıllardan
itibaren
de
kamyon
lastiğinden üretilmiş lastik ayakkabı giyilmeye başlandı. Ne var ki, yün
çorapla dahi ayaklarımızı yara yapıp acı çektirirdi. Neden bu sıkıntılara
katlanılırdı? Çünkü para yokluğu bunu zorunlu kılmaktaydı. O zaman
erkek-kadın iç çamaşırları hazır alınmaz, Sümerbank üretimi patiska ve
pazen veya Amerikan bezi dokumalar satın alınıp elde dikilerek giyilirdi.
Erkeklerin dış urbaları (giysileri) ise şal dokumadan yapılırdı. Siyah
koyunyünleri yıkanıp demir taraktan geçirildikten sonra bükülerek iplik
yapılırdı. Tezgâhlarda dokunur, sıcak suda ayakla tepildikten sonra “şal
dokuma”
halini
alınca
terziye
götürülüp
pantolon-ceket
(astarsız)
diktirilirdi. Genelde, şehirde görevli memurlar dışında kimsenin sırtında
fabrika mamulü kumaştan yapılı urba görülmezdi.
Bizim evde de “Dokuma tezgâhı “vardı. Genelde sonbahar ve kış
aylarında nenem ve anam satın alınan koyunyünlerinin beyazını değişik
renklere boyayıp tezgâhta dokurlardı. İhtiyaca göre ya “cecim”(sergi) veya
çuval yapılırdı. O dönemde halı- kilim yoktu; misafir ağırlamalar cecim ve
minderler üzerinde yapılırdı. Koyunyününün siyah olanından da şal
dokurlardı. Ayrıca bazı aileler eskimiş urbalarını atmaz, bunları çaput kilim
dokumada kullanırlardı. Peki, keçi kılından nasıl yararlanırdı?
Kızakla ot, arpa- buğday sapı, kışlık odun gibi ihtiyaç maddelerini
taşırken, bunları sarıp dökülmesini önlemek için uzun urgana ihtiyaç
duyulurdu. Urgan ise keçi kılı veya kendir(kenevir) bitkisinin gövdesinden
çıkarılan iplikler bükülerek yapılırdı. Bu nedenle hayli sert olan urgan köy
yaşamı için en çok aranan bir malzeme idi. Genelde her ailenin birer
urganı bulunurdu.
Anamın gençlik yıllarında idi; ipek böceği yetiştirmesine heves etti.
Ziraat Müdürlüğünden alınan ipekböceği tohumlarının ılık ortamda tırtıl
16
olmasını sağladı. Onları her gün önce çinçar (ısırgan otu) yaprağı,
daha sonra da dut yaprağı yedirerek büyüttü. Sonra da kozalardan ipek
ipliği elde edip tezgâhta dokudu. Elde ettiği ipekli dokumadan da bir adet
yatak örtüsü ile bana ve babama birer gömlek dikti.
Mekanik Araçlar:
Yine o dönemde köy hayatında yaşamı kolaylaştıracak teknoloji
ürünü mekanik alet ve edevata pek rastlanmazdı. Olanlar da, bildiğim
kadarıyla un değirmeni, harman makinesi, süt makinesi, saç kesme
makinesi, dikiş makinesi, dokuma tezgâhı, ”Tak-tak” ve Çalar Saat’ dan
ibaretti.
Dadurgil’de
Mustafa
emminin
(amcanın),
Tikmanet’te
Abdurrahman Ağanın, Medetgiller’in yakınında da Tayyip BOZKURT’un
bir
olmak üzere üç adet un değirmeni vardı. Ancak İlkbahar aylarında karlar
eriyip
dere
Sahre’deki
suları
veya
çoğalınca
Aravet’deki
çalışırlardı.
Diğer
değirmenlerden
zamanlarda
istifade
ise,
edilirdi.
ya
Ha!
Değirmenin görevi sadece tahılı un yapmakla sınırlı değildi. Anneler gözü
şaşı bebeklerini, şimdiki gibi doktora değil, değirmene götürüp su çarkına
baktırırlardı. Su çarkının çalışması bebeğin ilgisini çekip iki gözü ile
dikkatle bakmasını sağlardı. Birkaç kez tekrar edilen bu uygulama sonucu
şaşılık düzelirdi.
Salihağa mahallesinde harman makinesi Mollagilin, süt makinesi de
Beycan usta ile Mahmutağagilin vardı; bedeli karşılığı kullanırdık. Dikiş
makinesi de Şatirgilde Şefike yengenin oğlu Hilmi’nin vardı; erkek dış
urbaları burada dikilirdi. Kadın elbiseleri terzi tarafından değil, evde herkes
kendi entarisini elde dikerdi. Dokuma tezgâhları ise bazı ailelerde olup
genelde şal ve ipekli dokumalarda kullanılırdı. Hemen hemen her evde
çalar saat vardı; fakat yine de sabahın habercisi horozlar olurdu.
Adına “Tak-tak” dediğim düzeneği bugünkü nesil
bilmeyebilir.
Oldukça ilginç bir aletti. Şöyle ki; tahmini 50 cm uzunluğunda bir ağacın
bir ucu ovularak kepçe haline getirilir, diğer ucu tokmak yapılır ve ortası
da delinerek çomak geçirilirdi. Daha sonra da yanlardaki destek sütun
görevi görecek taşların üzerine yerleştirilirdi. Tokmağın alt düzeneğine boş
teneke veya birkaç eskimiş at nalı takılırdı. Arktan su akarken önce
kepçeyi
doldurur
ve
17
aşağıya sarkmasını
sağlar;
bu
defa
kepçeden su boşalınca ağacın daha ağır olan tokmak kısmı alttaki
tenekeye çarparak yüksek ses çıkarırdı. Bu düzenek mahallenin üst
yerinde
kurulmasına
rağmen
geceleri
en
aşağıdaki
evlerden
dahi
duyulurdu. Peki, ne işe yarardı? Özellikle yaz aylarında geceleri lazut
(mısır) yemek üzere tarlalara inen yabani domuz hayvanlarını korkutup
uzaklaşmalarını sağlardı.
Tarımda Araç Ve Gereç Üretimi:
Babam
dere
kenarlarından
kesip
getirdiği
ağaç
çubuklarını
kullanarak iki çeşit sepet örerdi. Biri, ince çubuklardan örülü sırt sepeti ki,
bununla kışın hayvanlara ot- saman; diğeri de adına “zar” denen daha
kalın çubuklardan örülen sepet ise, tarlalara ahpun (gübre) ile hasat
sonrası mısır koçanları ve kabak taşımada kullanılırdı. Sırt sepeti ayrıca,
yaz aylarında pekmez yaparken haşlanmış dutların preslenerek süzülmesi
işleminde de kullanılırdı.
Tarımda kullanılan ağaç aksamlı kızak, gem, boyunduruk, kirkal,
tırmık, yaba, dirgen, çift (saban) ile balta ve kazma saplarını herkes
kendisi üretirdi. Ancak demir aksamlarını Aslan Ustaya yaptırırlardı.
Geçmişe dönük o günleri hatırlayınca, neden, basit olan tahta
tekerlekli
kızaklar
yapıp
kullanılmadığı
konusuna
bir
türlü
anlam
veremiyorum. Köyün konumu meyilli, özellikle tarlalardan ekin sapları
yokuş yukarı bu tür kızaklarla taşınsaydı, hem öküzler zorlanmayacak ve
de her defasında daha fazla yük taşınabilecekti!
O dönemlerde kimsenin evinde sandalye ve masa bulunmazdı.
Genelde minderler üzerine oturulur arkaya konulan yastıklara yaslanılırdı.
Bazı evlerde de divan işlevini gören sekiler vardı; üzerine minderler serilir,
arkalarına kanaviçe işlemeli yastıklar konulurdu. Has misafirler bunlar
üzerinde ağırlanılırdı.
18
1940-1947 DÖNEMİ:
Her çocuğun olduğu gibi benim çocukluğumun ilk dönemleri de
sorumsuz bir havada arkadaş ortamında eğlenerek geçti. Mahallede yeterli
miktarda yaşıtlarım vardı.
İlkbahar Neşesi:
Nisan ayından itibaren karlar eriyince neşemiz artardı.
En çok hoşuma giden de yerelması çıkarıp yemekti. Anam çayırları dolaşır,
bazı otları toplar (Radika ve Madımak gibi) bulgur karışık bir tür yemek
yaparak yerdik. Ne de olsa kış bahara kadar yeşil sebzeden mahrum
kalmıştık. Sonra adına “gımı” denen bitkiden de turşu kurardı; çok lezzetli
olurdu. Nisan ayının sonlarına doğru ekili tarlalardan adına “pampara”
denen sütlü bitkiyi toplar iyice yıkandıktan sonra üzerine hafif tuz döküp
yerdik, lezzetine doyum olmazdı. Daha sonraları oluştuğunda “galo” denen
otun kökü ile yaprakları dikenli adını bilmediğim çiçekleri sarı, lahana gibi
top baş bitkinin de gövde kabuklarını soyar sap kısmını yerdik; “Havuç”un
tadına benzerdi. Arpa ve mısır ekimi için tarlalar çift (sapan)‘la sürülürken
gözler açılan arklarda “konti”yi arardı. Konti, bir bitkinin kökünde oluşan
yumru idi. Kabuğunu soyar içini yerdik; çok lezzetli olması nedeniyle
aranır bir meyve idi.
İlkbahar her yönüyle cana can katan bir mevsim olarak algılanır.
Genelde kuzu ve danalar bu mevsimde doğarlar. Bu ne demektir? Bu,
“beslenmenin en kolay ve yararlı olanı, yani süt-yoğurt, peynir ve tereyağı
gıdasına kavuşmak” anlamına gelirdi. Vücudun protein ihtiyacı da böylece
karşılanırdı.
Çocuk Oyuncak Ve Gereçleri:
İlkbaharın çocuklar nezdinde diğer bir beklentisi, uçurtma uçurma
hevesidir. Babam çarşıdan özel kâğıt alıp üç adet tahta çıtayı daire olacak
şekilde ortasından üst üste getirip iple tuttururdu. Sonra geniş ambalaj
kâğıdını üzerinden geçirerek hamurla yapıştırırdı. Arkasına uzun bir kuyruk
19
ekleyip bir ip yumağına bağladıktan sonra
rüzgârlı
havada
uçururdu.
Daha sonra da ip yumağını elime verip uçurtmaya yaptırdığım numaraları
uzaktan
seyrederdi.
Yaşım
gelişince
artık
uçurtmayı
kendim
yapıp
yaşıtlarımla beraber uçururduk.
Yine çocukluğumun ilk yıllarında ok atan bir düzeneğim vardı. Sözde
tüfek görünümünde bir tahtaya yay işini görecek iki ucuna bağlı iplikten
oluşan çubuk geçirilir ve ipliği gerer hedefe oku fırlatırdım. O zaman bu
silâha “Tatarok” derdik. Bir defasında da babam beni sevindirmek için
çarşıdan mantar tabancası almıştı. Gezdiğim yerlerde patlatıp heyecan
duyardım. 1945-1946 yıllarında da tahta aksamlı tabanca yapmaya
başladım. Tabanca mermisi boş kovanına 15 cm şemsiye demirinden
üretilmiş namluyu monte ederek kendi tabancamı yaptım. Düğün ve
eğlence yerlerinde namluya barut doldurup tetiği çekince patlardı. O
dönemde yandan tetikli av tüfeği vardı; benim tasarlayıp yaptığım tabanca
tıpkı buna benzerdi. Tetik düzeneği, özel lastikle mekanik bir hal almıştı.
Elbette görenlerin takdir ve hayranlıkları bizleri de mutlu ederdi.
Diğer bir oyuncağım şimdikilerin isimlendirdiği “Rüzgârgülü” idi. Halk
arasında “pırpır” diye bilinirdi. 3 cm eninde, 30 cm uzunluğunda bir tahta
parçasını meyilli olarak yontup ortasını deldikten sonra başka bir çubuk
veya ağaca monte ederdik. Rüzgâr esince pırpırı çevirir ve biz çocuklar da
bundan haz duyardık. Özelikle yaylaya çıkınca uzun sırıkların ucuna pırpırı
takar ağılın çeperine sırığı bağlayıp dönmeye başlayınca bizlerin havasına
diyecek kalmazdı. Her ağılda dönen birer pırpır, gören gözler için hoş
manzara oluştururdu.
Siz hiç “şuluppa” adında bir oyuncak duydunuz mu? Mayıs ayında
kuzu ve dana otlatmak üzere ardıçlı kırsala giderdik. Her erkek çocuğun
elinde birer şuluppa bulunurdu. Şuluppa, 15 cm uzunluğunda özeği
çıkarılmış bir ağacın gövde parçası idi. Ardıçın meyvesi ile bir deliği kapatıp
diğer deliğine başka meyve koyarak hazırlanmış özel çubukla ittirilince
“pat” diye ses çıkarırdı. Hele birbirimize hedef alıp atış yapmamız hayli
eğlenceli olurdu.
Diğer bir eğlencemiz çelik çomak oyunu idi. İlkbahar ve Sonbahar
dönemlerinde çayırlarda hayvan otlatırken en çok başvurulan eğlenceydi.
Bu maksatla kullanılmak üzere özel çomak (değnek) edinirdik. Erkek
20
çocuklar arasında moda olan bir oyuncak
da
topaç
çevirme
idi.
Ağaçlardan özenle yaptığımız topacın ucuna da kabara çakıp renklere
boyardık. Bir sopanın ucuna bağlanan iple çevirmeye başlayınca uzun süre
dönmesi devam edip bizleri coşkulu kılardı.
Kış aylarında lapa lapa yağan karlar her tarafı beyaza bürüdüğünde
köy halkını da evlerinde oturmaya zorlardı. Ama çocuklar böyle değildi.
Güneşli günlerde kızağını alan erkek çocuklar meyilli arazide kızak kayma
yarışı yaparlardı. Ayrıca atkuyruğu kıllarından yaptıkları tuzakla kuş
avlarlardı. Kılları imlik yapıp iki ucunu monte ettikleri tahtanın da ağır
olmasına dikkat ederlerdi. Çünkü tuzağa yakalanan kargalar tahtayı da
beraberlerinde götürürlerdi. Böylece çocuklar kendilerine bir meşguliyet
bulup günlerini gün etmenin zevkini yaşarlardı. Peki kız çocukları ne
yapardı? Onlar da evlerde “çupra” yapıp oynarlardı. Çupra, kalem boyu bir
çubuk üzerine renkli bezler sarılmış çocuk görünümlü oyuncaktı.
Bu arada bir de yaptığım yaramazlıktan bahsedeyim: Tahminen 8-9
yaşlarında iken elime geçirdiğim piyade tüfeği boş kovanı ile evin duvar
sıvası toprağı kazıtıp ağzım sulanarak yerdim. Kimse görmesin diye de
oldukça sakınırdım. (Çocukken böyle şeyler olur; pek de önemli değil diye
fazla üzerinde durmaya bilirsiniz. Oysaki durum hiç de böyle değil! Şöyle
ki, emekli olup özgürlüğüme kavuşunca her sabah 5 km yürüyüş
yapardım. Bir gün hızlı yürüyen arkadaşla yürüdük, fakat gücümde
azalma, nefes darlığı, içime sıkıntı girmesi ve hâlsizlik gibi belirtiler oluştu.
Yapılan muayenede, kandaki demir oranı normalin altında çıktı. Verilen
ilaçları kullanarak rahatsızlığı giderdim. Konuyu bir de internet üzerinden
araştırdım: Meğersem çocuk toprak yerse, kansızlık rahatsızlığı var
demektir. Dolayısıyla demir noksanlığı söz konusudur. Peki, demir ne işe
yarar? Alyuvarlardaki hemoglobinin oluşmasını sağlar. Hemoglobin de,
nefes aldığımızda kana karışan oksijeni hücrelere götürüp besinlerin
yakılmasında rol oynar. Demek ki, hücrelere yeterli oksijen gitmediğinde
yukarıda ifade edilen belirtiler baş gösterir. Sizlerin de başınıza gelebilir
diye konuyu ayrıntılarıyla açıklamaya çalıştım.)
21
Yaz Ayları Uğraşıları:
Haziran ayının ilk haftasında öküzler çoban gözetiminde beslenmek
üzere “Dalâhet dağı” otlağına çıkarılırdı. Bu maksatla renkli şenlik
düzenlenir davul zurna eşliğinde oyunlar sergilenip pehlivan ve boğa
güreşleri yapılırdı. Şenliğe civar köylerden katılanlar da olurdu. Ancak
gözümüz Hezor’dan (Hızarlı köyünden) gelenleri arardı. Çünkü gelenler
turfanda kiraz ve dut getirip satarlardı. Böylece insanlarımız, dost ve
tanıdıklarını
tekrar
görmekten;
renk
renk
çiçeklerin
oluşturduğu
yamaçlardan esen serin ve çam kokulu hava esintisinin verdiği zindelikte
turfanda meyve yemekten mutlu olurlardı.
Takvime göre gün dönümü tabir edilen 20 Haziran’a yakın tarihte
yaylaya çıkılırdı. Tam da köyde dut ve kirazların olgunlaşma zamanına
denk gelirdi. Yaylaya nenemle beraber ben çıkardım. Hem kuzu-dana
çobanlığını yapar hem de yakacak odun toplardım. Her hafta köye inip dut,
vişne, erik, makuval (böğürtlen), salatalık ve taze sebze gibi yiyecekleri
önce kendim yer sonra yaylaya taşırdım. Yaylanın serin havasında dut
yemek ne kadar da lezzetli olurdu! Sığır ve koyunlar için özel çoban yoktu.
Her gün ikişer kişi sırayla çobanlık yapardı. Yaşım ilerleyince bu görevi ben
yapardım.
Güneşli günlerde yemyeşil dağ eteklerinde hayvan otlatmak insana neşe
kaynağı olurdu. Hele dağ sırtlarına çıkınca ormanlık alandan hafif esen
serin rüzgârların verdiği rahatlığa diyecek yoktu. Fakat yağmurlu günlerin
verdiği kasvetli anlar ise bu rahatlığı silip süpürürdü. O dönemde her
kişinin üzerinde ne bir yağmurluk ne de elinde şemsiye bulunurdu. Eğer,
yağmura yakalanmış kişi, kendisini bir ağacın altında emniyete alamazsa
sırım sıklam ıslanırdı; üstelik serin hava ve rüzgar kemiklerini dahi
üşütürdü.
Haziran ortalarından itibaren köyde hareketlilik başlardı. Önce
köydeki, sonra mezradaki çayırlar tırpanla biçilir; arkasından sıra arpa
tarlalarına gelirdi. Arpa tarlası genelde orakla biçildiği için hayli zahmetli
geçerdi. Arpa tarlasında, adına “bikri” denilen dikenli bir bitki vardı.
“Bikrinin” dikenleri elimize batarken sivrisineklerin ısırması da cabası
olurdu.
Temmuz
ayının
22
her haftasında dutlar toplanıp pekmez
veya pestil yapılır; bostanlar ile mısır ve tütün tarlaları sulanırdı. Ayrıca
mısır ve tütün tarlaları çapalanarak yabancı otlardan temizlenirdi. Dutlar
iyice tatlanınca elde edilen şıradan pestil yapılırdı. Cevizi olanlar, ceviz
içlerini iplere dizerek hazırlanmış pestil hamuruna daldırıp askılarda
kurutulurlardı. O zaman biz onun adına “ kuma” derdik. Şimdiki nesil ise
“ceviz sucuğu” olarak ifade ederler. Bazı aileler değişiklik olsun diye erik
pestil hamurunu kullanarak kuma yaparlardı. Fakat tadının mayhoş olması
nedeniyle özellikle çocuk yaşta olanlar duttan yapılmış kumaları tercih
ederlerdi.
Temmuz’un
ortasından itibaren de buğdayların
tırpanla biçimi
başlardı. Ağustos deyince akla harman işleri gelmelidir. Kızaklarla tarladan
çekilen ekin sapları harmanda yayılıp üzerinden gem gezdirilerek saman
durumuna getirilirdi. Gem (düven), kalın tomruk iki metre uzunluğunda ve
otuz santim eninde, burun kısmı yukarı kalkık olacak şekilde iki parça
halinde yontulup daha sonra yan yana getirilerek tutturulurdu. Altına da
yer yer keskin çakmaktaşı ile birkaç yerine de bıçak işlevini yapacak eski
tırpanın ağız demiri çakılırdı. Gemin, yukarı kalkık olan burun kısmına bağlı
ilâve bir düzenekle (kayış veya zincirle) iki öküzün koşulu olduğu
boyundurukla çekmeleri sağlanırdı. Gemin üzerine elinde kürekli bir kişi
biner ve öküzlerin harman sahasında dolaşıp sapların ufalmasına yardımcı
olurdu. Gemdeki
kişinin
dikkati
devamlı
hayvanların
üzerinde olup
kakalarını elindeki küreğe yapmalarını sağlardı. Daha sonra saplar saman
durumuna
gelince
harman
makinesiyle
savurarak
ekinle
samanın
ayrışması sonlandırılırdı.
Yine böyle harman zamanı idi. Haberim olmadan dedem ilçe
(Kale)’ye giden birisine para verip bisküvi ve kurabiye aldırmış, ben de
harmanda gemin üzerinde iken getirip bana verdi. Çocukluk döneminde ilk
defa kenarları tırtıklı bisküvi yeme şansını yakalamış oldum. İlk defa
görüyor ve tadıyordum; yedikçe de lezzetine doyum olmuyordu. İnanın o
lezzeti bir daha tadamadım desem, hiç de abartmış olmam.
Harman işinin en zor olanı, gece yağmur havası belirince uykulu bir
vaziyette harmanın açık bölmesindeki sap veya samanı toplayıp örtülü
bölmeye aktarma işleridir.
Yayla
dönüşü
Eylül
23
ayı ortalarında gerçekleşirdi. Nenem bir
gün önceden kaymak karışımı hamurdan yaptığı yuvarlak gevreklileri
(poğaçaları) hem bizlere hem de yolda rastladığı kişilere ikram ederdi; bu
da yayla dönüşünün simgesi olurdu.
Eylül ayından itibaren hasat edilen dut, erik ve armutlar bazı
işlemlerden sonra kurutulurdu. Hem kışlık meyve ihtiyacını karşılarken
fazlası da satılarak para kazanılırdı.
Poşalarla Tanışma
Ağustos ve Eylül aylarında kılık kıyafeti ve konuşma üslubuna
yabancı olduğumuz bazı misafirlerin ziyaretiyle karşılaşırdık. Halk arasında
“poşa” (dilenci) olarak nitelenen misafir kadınlar kapı kapı dolaşıp hem
dilenir ve hem de alış- veriş yaparlardı. Üzerlerine üç etek denen renkli
elbise, alta da yine renkli pazenden yapılmış tuman giyerlerdi. Yani köy
kadınlarına göre değişik kıyafette idiler. Sırtlarında davarcık, ellerinde
uzun bir sopa ile dolaşırlardı. Erkekleri, ağaç çubuklarından ördükleri sepet
ve ağaç kasnak üzerine deri ipliklerle dokudukları “elekleri” buğday
karşılığında satarlardı. Sepet ve elekler ev kadınlarının her zaman ihtiyaç
duydukları önemli malzemeler arasında sayılırdı. Örneğin, arpa- buğday
elenip taş topraktan temizlenmesi elekle yapılırdı. Meyvelerin toplanıp
taşınmasında sepet, kurutulmasında da sele kullanılırdı. Genelde bu
malzemeleri poşalar üretirdi.
Sonbahar Ve Kış Ayları Uğraşıları:
Eylül ayının ortasından itibaren de lazutlar (mısırlar) kesilip harmana
taşınır ve sonra da koçanlarından çıkarılıp kurutulurdu. Tütün yetiştirmiş
olanlar da olgunlaşmış yaprakları kırıp iplere dizdikten sonra “sergenlerde”
kurumaya bırakılırlardı. Bundan sonra da neker hazırlığı başlardı. Kırlarda
ki pelit (meşe- palamut) ağacının dalları dehre (tahra) ile kesilerek neker
yapılırdı. Dehre, bağ bıçağı gibi çengel şeklinde eğik ağızlı ve kısa saplı
24
olduğu için sağ elle dalları kolayca kendine çekip kesen bir edevat idi.
Neker ise, yaprakları yeşil iken kesilip kurutulan pelit dallarına denirdi.
Peki, ne işe yarardı? Kışın hayvanların beslenmesinde yaprakları, ısınmada
da kuru dalları kullanılırdı. Hayvanlar, kuru da olsa yeşil yaprağı büyük bir
iştahla yerlerdi. Neker hazırlığının en zor yanı Ramazan ayına denk
gelmesi idi. Neden mi? Çünkü pelit dalları kesilirken çıkardığı koku müthiş
ağız kuruluğu ve susuzluk yapardı. Öyle ki oruçlu insan için büyük sabır
gerektiren bir hal alırdı.
Bu iş bittikten sonra sıra kışlık yakacak odun hazırlığına gelirdi.
Ormanları dolaşır kurumuş ağaç ve dallar kızak boyu kesilerek getirilirdi.
Yaş ağacın kesilmesi ve getirilmesi yasaktı; her daim “önceleri Ormanları
Koruma askerlerinin, daha sonra da “Orman Bakım Memuru”nun nefesini
ensemizde hissederdik.
Çocukluk
döneminin
ilk
yıllarında
olacaktı;
“Orman
askeri”
uygulaması vardı. Silâhlı Orman askerleri at sırtında köy ve ormanlıkları
gezer kaçak olarak orman ağaçları kesip evlerine getirenleri mahkemeye
verirlerdi. Bu nedenle köylülerin korkulu rüyası olmuşlardı. Daha sonraki
yıllarda ise bunun yerine “Orman Bakım Memuru” uygulaması getirildi.
Hatırladığım kadarıyla köyümüzden sorumlu ilk “Orman Bakım Memuru”’
da Molla Eyüpgillerden Osman UYGUR amca idi.
Sonbaharın ortalarına doğru Mezire’deki pantalar (yabanı armutlar)
olgunlaşırdı; diğer bir ifadeyle ciğerleşirlerdi. Yani, kahverengi görünüme
dönüşüp yenecek kıvama gelirlerdi. Tatlı
olanlar toplanıp çuvallara
doldurarak kızakla eve getirilirdi. Bazı aileler pekmez yaparken bazıları da
yiyerek tüketirlerdi.
Bugünden geçmişe bakıldığında kızılcık hasadı konusunda büyük bir
ihmal içerisinde bulunduğumuzu itiraf etmeliyim. Kızılcık şifa deposu olan
bir meyve olmasına rağmen dere kenarları ve kırsal alanlarda diplerine
dökülüp çürüyüp giderdi. Bir Allah’ın kulu çıkıp da, bunları toplayıp koruk
veya pestil yapayım da kış bahara kadar özellikle bulgur pilavı eşliğinde
yiyeyim diye aklından geçirmezdi; böylece heder olup giderdi.
Ekim ayında da buğday tarlalarının sürülmesi devreye girerdi. Çiftle
(sabanla) tarlalar sürülürken mola zamanında da olgunlaşmış kirkatlar
(alıçlar) toplanıp yenirdi. Çift sürme işlemi bitince bu defa tarlada tapan
gezdirilerek
oluşmuş
25
tümsekler düzleştirilirdi.
Dolayısıyla
ekin
tırpanla bu haliyle daha kolay biçilirdi. Dikkat edilirse anlatımda hep çift
(saban) den bahsedildi. Denebilir ki, peki hani o “Eğitmen Okulundan”
verilen pulluk ne işe yaradı? Pullukla tarla sürülürken toprağın üstünü alta
çevirdiği ve gübreli toprağın da altta kaldığı için verim düşük oluyordu. Bu
nedenle tercih çift (saban) yönünde olurdu.
Kocakert’te
hozana
dönüşmüş
bir
tarlamız
vardı.
Uzun
süre
kullanılmadığı için içerisi yabani ot ve dikenli çalılarla kaplanmıştı. O tarlayı
ilk defa sürerken bu pulluğu kullandık. Toprak tepilip o kadar serleşmişti ki
iki çift öküzün çektiği pullukla zor zahmet ancak sürebildik. Başka
zamanlarda ise, derin ark açarken de pulluktan yararlandık.
Kasım ayı ile kış da kapımızı çalardı. Önce “Kürdevan dağına” sonra
köyümüze kar düşerdi. Kış bahara kadar toprak yüzünü göremezdik.
Periyodik olarak sabahla beraber hayvanların bakımı, ısınmak için odun
hazırlığı derken akşam olurdu. Hayvanların bakımı hayli zaman alırdı.
Şöyle ki, sabahın ilk ışıklarıyla kalkıp ot-saman olarak yemleri verilir ve
altları temizlenirdi. Daha sonra su içirme faslına geçilirdi. Karanlık ahırda
devamlı kalan hayvanlar açık havaya çıkınca rahatlamanın verdiği hazla
kendilerini özgür hissedip zıplayarak koşmak isterlerdi. Bu nedenle su
içmekten dönerlerken ev halkı kontrolünde tekrar ahıra sokulmaları
sağlanırdı. Akşama doğru tekrar saman verilerek günlük bakım hizmeti
son bulurdu.
Şimdi bile hatırlıyorum; eğer yem verme zamanını geçirdiğimizde
hayvanlar hemen peş peşe böğürerek bizleri uyarırlardı. Yemlerini yiyince
de artık keyiflerine diyecek kalmazdı.
Ayrıca ayda birkaç kez büyük baş hayvanların kaşağı ile tımarları
yapılırdı. Kaşağı, ağzı tarak gibi dişli bir sac veya tahta parçasından
yapılırdı. Arada sırada kaya tuzu yalatılırdı.
Mahallenin
yetişkin
erkekleri
akşam
yemeğini
yedikten
sonra
Mahmut Ağagilin köy odasında bir araya gelip hem sohbet edip hem de
bilgi alışverişi yaparlardı. Kadın ve çocuklar ise komşu ziyaretinde bulunup
bol bol masal dinlerlerdi. Ev sahibinin meyve ikramı ise komşuluk
ilişkilerinde saygınlığı artırırdı. Biz çocuklar ise ya beş taş oyunu veya
yüzük oyunu oynayarak gecemizi geçirirdik.
26
Ev Yönetiminde Kadın Hizmetleri:
En çok zahmeti ise kadınlar çekerdi. Yemek yap, hasır doku, inekleri
sağ, çorap ve fanila ör derken günleri hep koşuşma içerisinde geçerdi.
Hele çocuk bakım ve büyütülmesi başlı başına sorundu. O zaman şimdiki
gibi hazır çocuk bezi yoktu. Ana, çift katlı peştamala benzer çaputun
üzerine bir miktar ince kum koyar sonra ateşte ısıttığı pileki veya taş
parçasını kumun içine koyarak ısıtırdı. Sonra altı çıplak olan bebeği kumun
üzerine yatırıp çaputun uçlarını bağlar ve tahta beşiğe yatırırdı. Bebek
altını ıslatıp kakasını yapınca da bağ çözülür ve kumun pislenmiş bölümü
atılırdı. O zamanın nesli bizler bu koşullar altında gelişip büyüdük. Bu
yöntemle
çocuk
soğuktan
korunurken
bakımı
da
daha
sağlıklı
olurdu.(Bugünkü nesilden durumu elverişli olanlar özellikle deniz sahilinde
sıcak kumlar üzerinde mayolu olarak yatıp hem güneşleniyor, hem de
“kum banyosu” yapıyorlar. Dahası yurt dışından milyonlarca turist onca
masrafları göze alarak koşup ülkemize geliyorlar. Neden mi? Güneş ve
kumdan yararlanıp daha sağlıklı bedene sahip olmak için!)
Bütün bu zorluklara rağmen ailelerde çocuk sayısı yine de 4-5’in
altına
düşmezdi.
Böyle
olmasının
asıl
nedeni
ise
yol
vergisinden
kurtulmaktı. O dönemde, nüfusu çoğaltmak maksadıyla, bekâr veya
çocuğu
5’in
altında olanlardan
yol
vergisi
alınmaktaydı. “Ya vergi
ödeyeceksin, ya da karşılığında işçi olarak (kara veya demir yollarında)
çalışacaksın,” denirdi.
Kadınlar için kış ayları uğraşısından biri de, özel bir beceriyi
gerektiren hasır dokuma işleridir. Lazut (mısır) hasadında koçanlar
üzerindeki poçiler koparılıp saklanırdı. Bugün ki nesil poçinin ne olduğunu
bilmeyebilir. Poçi, mısır koçanı üzerindeki yapraklara denirdi. Kışın ılık
suda yumuşattıktan sonra özel tezgâhında hasır olarak dokurlardı. O
dönemde hasır, halı-kilim yerine kullanılan kendine has bir sergi işlevini
görürdü.
Yemek çeşitleri oldukça sınırlı idi. Erkeklerin tafralarına maruz
kalmamak
endişesiyle
yemek
çeşidi
seçiminde
hayli
zorlanırlardı.
27
Sonbahar ve kış döneminde yapılan yemeklerden
aklımda
kalanlar,
lobiye (barbunya) veya beyaz fasulye yemeği, bulgur pilavı, hasuta,
lahana ve kabak çorbası, erişte, soğanlı patates, mısır lapası, tutmaç aşı
(lor çorbası); eğer yemek yoksa bayatlamış cadi (mısır ekmeği) tabağa
doğranıp üzerine ısıtılmış süt dökülerek yenirdi veya pekmez üzerine
kaynatılmış tereyağı dökülüp bununla yemek ihtiyacı giderilirdi.
Şimdiki gibi çelik tencere, porselen tabak ve teflon tava, madeni
çatal-kaşık yoktu. Kap-kaçak olarak kullanılan tabak, sitil, tava, güğüm,
bakraç, kazan, teşt, bakır aksamlı ev araçlarıydı. İç yüzeyleri kalay
yapılarak kullanılırdı. Böylece zehirlenmenin önüne de geçilirdi. Çatal
yoktu, kaşık ve kepçeler ise sert ağaçtan yontularak yapılırdı. Genelde her
aile ferdinin birer kaşığı olurdu. Yine sert ağaçtan oyularak ekmek teknesi
yapılırdı. Un bunun içinde su ile yoğrularak hamur yapılırdı. Mayalanması
tamamlanınca tahta sofra üzerinde ya şoti (bazlama) veya iri çörek yapılıp
toprak pilekide pişirilirdi. Pileki, yapışkan çamurdan yapılmış, içleri çukur
tepsiye benzer iki kaptan oluşurdu. Önce ateşte iyice ısıtılıp içerisine
çöreklik hamuru yerleştirdikten sonra diğer kapağı üzerine kapatılırdı.
Üzerine de biraz ateş koru dökülerek ekmeğin pişmesi böylece sağlanırdı.
Bazlama ve yufka ise, yine yapışkan çamurdan yapılmış sac şeklindeki
pilekide pişirilmekteydi.
Bazı zamanda yağlı hamurla kete, yağlı ve cevizli yufka ile de
katmer yapılırdı. Hepsi de organik ürün olduğu için lezzetine doyum olmaz
ve iştahla yenirdi. Cadi (mısır ekmeği) de buna benzer yöntemle pişirilirdi.
Bazı günlerde de yufka açılıp tereyağı çalıp yenirdi. Arkasından bulaşık
yıkama işi başlardı; sabun bulamayanlar ocak külü kullanıp yağları ancak
böylece çıkarabilirlerdi. Tüm bu işleri kim yapardı; elbette kadınlar!…
Yemek, masada değil yerde sofra etrafında oturularak yenirdi. Önce
sofra altı tabir edilen örtü yere serilir ve üzerine 30 cm yükseklikte
tahtadan yapılı yuvarlak sofra konurdu. Sofranın ortasına yemek dolu
büyükçe bir kap konur ve herkes aynı kaptan yemeğini yerdi. Bu oturuş
biçimi
kişinin daha az yemek yemesini
sağlardı
ve böylece mide
alabildiğine doldurulmazdı. Bu nedenle köyde obez (şişman) insana pek
rastlanmazdı.
28
Bir Ramazan sahur vakti idi. Anam ve nenem önceden kalkıp
hamur yoğurup şoti (bazlama) tabir edilen ekmek pişiriyorlardı. Anam
bazlamayı pişirirken nenem de üzerlerine tereyağı sürüyordu. Ekmeklerin
kenar kısımları kalın ve ortaları daha ince olduğundan eriyen yağın bir
bölümü ortalarında birikirdi. Sıra yemeğe gelince kendimce kurnazlık yapıp
kenarların yenilmesini bekler ve orta kısımları almaya çalışırdım. Çünkü
orta kısım daha lezzetli olurdu.
Kadınların işleri bunlarla da sınırlı değildi. Onbeş gün de bir çamaşır
yıkama
zahmetine
katlanırlardı.
Zahmet
diyorum
gerçekte
uğraşı
gerektiren bir hizmetti. Şöyle ki, evlerde çeşme olmadığı için önce
güğümlerle dışarıdan su taşıyıp büyük kazan veya teşt (bir nevi geniş
leğen) içinde ısıtılırdı. İçine çamaşırları koyup kaynattıktan sonra tahtadan
yapılı tekne içinde birer birer tokaçlanarak yıkanırdı. Çamaşırın kirliliği
ancak bu işlemle giderilirdi. Sabun bulamayan kadınlar bunun yerine kil
toprak kullanırlardı. Çamaşır yıkama kış aylarında, hem su taşımak ve
hem de kurutma yönünden daha zahmetli olurdu. Yine böyle bir kış
gününde anam çamaşır yıkama için iki güğümle su taşıyordu. Karda
yürürken ökçelerinden sıçrayan karların çorapsız topuklarını ne denli
kızartmış olduğunu şu anda dahi görür gibiyim.
Sonbaharda un yapılacak tahılın yıkanıp kurutulması da kadınların
görevi idi. Ayrıca bir miktar yıkanmış buğdayı önce kazanda pişirir ve
kuruttuktan sonra da el değirmeninde öğüterek bulgur yaparlardı. Nişasta
çıkarmak da kadınların görevleri arasındaydı. Bu arada bir hatıramı sizlerle
paylaşmak isterim:
Anam bir miktar yıkanmış buğdayı teştin içine koyup üzerine su
doldurdu. Onbeş gün kadar bekledi. Suyun üzerine köpükler çıkınca
buğdayları elle sıkarak nişastasının dışarı çıkmasını sağladı. Böylece posa
durumuna gelen buğday kabuklarını çıkarıp attı. Bu işlemi sürdürürken
ilâve su kullandı ve teşt ağzına kadar doldu. Yarım gün bekledi ve nişasta
dibe çöktü. Şimdi su ile nişastanın ayrışması gerekiyordu, fakat nasıl
yapılacak; en küçük hareketle nişasta dağılıyor ve bulanık su haline
dönüşüyordu.
O
günkü
koşullar
altıda
siz
olsaydınız
bu
işi
nasıl
başarırdınız? Geçerli bir çözüm bulamadınız ise anamın uyguladığı yöntemi
anlatayım:
29
Elinde bıçakla bostana gitti ve biraz sonra sapı eğik kabak yaprağı
ile döndü. Sapın ucundaki yaprağı da kesti. Biliyorsunuz kabak yaprak
sapının içi delik olur. Sapın bir ucunu parmağıyla tıkadı ve diğer ucuna su
akıttı. O ucu da diğer parmağıyla kapattıktan sonra götürüp yavaşça bir
ucunu teştin içine soktu, diğer ucunu da dışarıya çıkarıp sapın deliklerini
açınca suyun tahliyesi başladı. Nişastanın yüzeyinde az bir miktar su
tabakası kalmıştı ki, onu da güneş altında buharlaştırarak hasarsız nişasta
elde etti. Anamın bu uygulaması bende şu kanaatin oluşmasına yol açtı:
“İnsan hayatı; eğitimden, aileden, çevreden ve deneyimlerle elde
edilenlerle şekillenen bir düşünce yolculuğudur. Beynimizin büyüklüğü hep
aynı kalır ama beynin içindeki zihnin kapasitesi her gün genişler; her gün
yeni bilgilerle şekillenir.” İşte bu nedenledir ki, bugünün nesli geçmişe
göre farklı bir konumdadır.
Yoksulluk Yılları:
1940’lı yıllar ülkemiz için felâket günleri olarak değerlendirilir. Çünkü
İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Almanlar güçlü ordusu ile bütün komşu
ülkelerini işgal edip bir taraftan kuzey Afrika’ ya, doğuda da Kafkaslara
kadar ilerlemişti. O tarihte köyün yüksek yerlerinde hava açıkken top
seslerini işitir heyecan duyardık. Türkiye önceki tecrübelerine dayanarak
bu savaşa katılmaz. Yapılan tehditleri ısrarlı ve diplomatik manevrayla
idare edip geri çevirir. Fakat tedbiri de elden bırakmaz. Silâhlı Kuvvetleri
güçlü tutmak amacıyla dört tertip askeri silâhaltına alıp askerlik süresini
de
dört
yıla
çıkarır.
Böylece
ülke
nüfusunun
iş
görecek
gençleri
ekonomiden uzaklaştırılıp tüketici durumuna getirilir. Bu kadar çok askerin
beslenmesi, barınması, giyim-kuşamı
ve kullanacağı
silâhın tedariki
devlete sorun olur. O dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Genelkurmay
Başkanı da Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Bu nedenle tüm ulus kemer sıkar.
Vergiler arttırılır, üretilen hububattan öşür adıyla onda bir vergi alınır.
Hatırladığım kadarıyla köyümüzde de harman zamanı görevli memur
(Eğitmen Ali Öztürk) gelip çıkan tahılı ölçerek devletin hakkını ayırıp
götürürdü. Bunun uzantısı olarak ekonomik sıkıntılar da baş gösterdi.
30
Başta gazyağı olmak üzere şeker, çay, kibrit, mum, giyim kuşam gibi
öncelikli temel ihtiyaç maddeleri piyasadan çekildi; mevcutların ise fiyatları
yükseldi. Doğal olarak pahalık da arttı. Devlet, kendi memurunu gözetmek
amacıyla aralıklarla çay, şeker, makarna ve pirinç gibi gıda maddeleri ile
karı-koca için elbiselik kumaş dağıtırdı. Genelde halk kesiminin büyük
bölümü ise yoksulluğun pençesinde kıvranıp durmaktaydı. Tikmanet de
Abdurrahman ağa, Salihağagil de Mahmut ağa, Şatirgil de Osman ağa ve
Yukarımahalle de Baş ağa (Hafız Bozkurt amca) dışında kalan köy halkının
gerek arazi ve gerekse barındırdığı hayvan miktarı yönünden imkânları
kısıtlı idi. Ürettiği
ürün ise ancak kalabalık ev halkının beslenme
ihtiyaçlarını karşılıyordu.
O dönemde köyümüzde yetişkin sigara tiryakisi erkeklerin yan
ceplerinde ağzı büzgülü küçük bir bez torba taşınırdı. Bu torbada çelik
demirinden yapılı çakmak, çakmaktaşı ve kav bulunurdu. Çakmak, eskimiş
tırpanların sırt demirinden “Aslan Usta tarafından” yapılırdı. Çakmaktaşı,
çok sert özel taş parçasıdır. Kav, ormanlık alanda kavak ağacının
gövdesinde oluşan mantar kurutularak elde edilirdi. Çakmaktaşı sol elin üç
parmağı arasında bir miktar kavla beraber tutturulup sağ eldeki çakmağı
hızlı olarak taşa sürttürünce çıkan kıvılcımla kav ateş alırdı. Üzerine
üfleyerek sigara tutuşturulurdu. Dahası kibrit bulamayanlar soba ve
ocaklarını da bu yöntemle yakarlardı. Evlerde gazlı “İdare lambası”
aydınlığında uzun kış geceleri geçirilirdi; gazı bulamayanlar ise ocakta
yaktıkları ateşin aleviyle yetinirlerdi. Sokağa çıkıldığında da çıra tutuşturup
aydınlığında yürünürdü. Böyle bir ortamda kimse başkasını kıskanmazdı.
Çünkü fukaralık kaderlerini böyle düzenlemiş ve birbirine benzetmişti.
Sigara tiryakileri zor günler yaşadı. Tekel hazır sigaraları ince sarım
olduğu için doyumlu olmuyor ve de çok pahalı idi; dolayısıyla tiryakiler
kaçak tütüne yöneliyorlardı. Bu defa sigara kâğıdı bulmak başlarına sorun
olurdu. Çok fakirler mısır koçanın ince yaprağını sigara kâğıdı yerine
kullanırlardı. Buna karşın zaman zaman da tekel memurlarına yakalanıp
ceza ödemek durumunda kalırlardı.
Bu denli fakirliğe rağmen o dönemde her aile genelde 4-6 çocuk
sahibi idiler Neden mi? Yol vergisinden kurtulmak için!... Nüfus arttıkça
geçim de zorlaşıyordu. Bu nedenle uzun zamandır kullanılmayıp hozana
31
dönüşmüş tarlalar tekrar işlenmeye başlandı.
Hatta,
bugün
“kitat
şenliklerinin” yapıldığı saha bile ekilip biçilen tarla durumuna çevrilmişti.
Yine bununla beraber daha çok hayvan beslemek ihtiyacı duyuldu. Ancak
kuraklığın hüküm sürdüğü yıllarda ot- saman tedariki sorun oluyordu
başlarına.
Genelde
Mart
ayının
son
günlerinde
hayvan
yiyecekleri
tükenince, henüz karlar eriyip çimenler meydana çıkmadığından bazı
aileler kırsal alanda yetişen ve adına “geven”
denen dikenli bitkinin
köklerini çıkarıp önce çekiçle dövüp yumuşattıktan sonra hayvanlarına
yedirme zorunda kalırlardı.
Köy Yaşamının Cazip Yönleri:
Çekilen ekonomik sıkıntılar ve çaresizlik durumu, köy halkını,
canından bezdirmiş suratı asık talihsiz bir durumla karşı karşıya getirdiği
şekilde anlaşılmasın. Köy halkı, bir tebessümle de olsa yaşamlarını
güzelleştiren değişik fırsatları değerlendirip yaşamlarına yön verirlerdi.
Örneğin; el âleme el açmadan yaşamlarını destekleyen ihtiyaç maddelerini
kendileri üretip kendileri tüketmenin huzurunu yaşarlardı. Akşamları
otlaktan dönen hayvanlarını seyretmek; onların yavrularına seslenişlerini
dinlemek; İlkbahar aylarında rüzgârın ekin tarlarını deniz dalgası gibi
okşaması; önce çiçek sonra meyve ağaçlarının görünümleri gören gözler
için neşe kaynağı olurdu.
Ayrıca, köy düğünü ve “Dalâhet şenliklerini” de bu kapsamda
sayabiliriz. Şenlik denince ilk akla davul ve zurna eşliğinde sergilenen halk
oyunları ile pehlivan güreşleri gelirdi. Zurnanın ustası ise Tayyip amca idi.
Tayyip usta “zurna çalmada” büyük bir yeteneğe sahipti; zurnayı adeta
konuştururdu.
Bu
nedenle
de
yaşamı
sürerince
sanatını
başkasına
kaptırmadı. Düğünlerde gençler oynamaktan yorulurdu fakat Tayyip usta
değişik makamlarda zurnaya üflemeyi sürdürürdü. Sonuç da, davulcu
ikram paralarını toplar ve Tayyip usta ile bölüşürlerdi.
Bu arada babamla ilgili bir anıyı hatırlatmak isterim. Biz aile fertleri
olarak
ne
oyun
oynamasını
bilir; ne
de
güreş
tutabiliriz!
Ancak,
seyretmekle yetinip hoşlanırdık. Yine bir düğünde köy halkı babama ısrarla
32
ricada
bulunup
beraberce
oynamasını
isterler.
Babam,
“ben
oyun
oynamasını bilmiyorum” dese, halkın karşısındaki itibarı zedelenecek;öyleye o köyün okuma yazmayı öğreten ileri gelen kişisi idi- ; “kalkıp
oynasa beceremeyip gülünç duruma düşecek!” Yapılan baskı ve ısrardan
hayli sıkılır. Birden aklına bir kurnazlık gelir ve der ki:” Tayyip ustaya
söyleyin çarliston oyun havasını çalarsa ben de kalkar oynarım!” İstek
Tayyip ustaya duyurulur, fakat böyle bir oyun havasının varlığından ve
nasıl çalınacağından haberi yoktur. Böylece babam da ısrarlardan kendini
kurtarıp rahat bir nefes alır.
Bir de köy yaşamında beraberliği pekiştiren etmenlerden biri sayılan
“cağ kebabı” birlikteliğini anlatmadan geçemeyeceğim. Yılda birkaç kez
olsa da köyün delikanlı çağındaki gençleri bir araya gelip soğuk subaşında
kendilerine cağ kebabı ziyafeti verirlerdi. Ortaklaşa katılımla satın alınan
semizleşmiş koç kesilip etleri biber, soğan ve tuzla terbiye edildikten sonra
uzun bir sopaya dizilirdi. Yakılan ve korlaşan ateşin karşısında çevire
çevire pişirilirince önceden hazırlanmış kısa ve ince cağlara geçirilip kesilir
ve sırayla dağıtılırdı. İlk yenen cağlar hem tuzlu ve de acımsı olduğu için
bol bol soğuksu içirirdi. Bu arada ev halkı da göz ardı edilmeden onlar için
bir miktar cağ evlere götürülürdü. Böylece, “her ne kadar çalgı, şarkı,
türkü olmasa da”, karşılıklı şakalaşma ve kebabın lezzetinin verdiği keyifle
hoş bir zaman geçilirdi. Ben de bir defa yayla zamanı Dalâhette “Cağ
kebabı” ziyafetine katıldım.
İlkokul Yılları:
1941 yılı sonbaharında ilkokula başladım. Nüfus kâğıdına göre henüz
altı yaşında idim. Bu nedenle birinci sınıfa kayıtsız olarak devam ettim.
Öğretmenim babamdı. Okuma-yazmayı ondan öğrendim. Harfleri öğrenip
heceye geçtiğimiz günlerde ilk önce ANA, BABA, kelimelerinin okumasını
öğrendik. Bu defa babam kara tahtaya “ DANA” kelimesini yazıp kim
okuyacak diye sordu. Parmak kaldıranlar babamın yanına gidip kulağına
33
sessizce söylediler. Ben de gidip kulağına
“D-ANA”
diye
okudum.
Sonra heceleyerek doğrusunu öğretti. İkinci yıl kayıtlı öğrenci oldum.
Okulumuz ahşap bina olup hatırladığım kadarıyla üç sınıf bir de
öğretmen odasından oluşmuştu. Önünde geniş bir oyun sahası- bahçesive iki kenarını dolaşan su arkı vardı. Cuma günleri büyüklerimiz gelir arkın
kenarında sıralanıp aptes alırlar ve yanı başındaki Camide de Cuma
namazlarını kılarlardı. Birinin aptes suyunu, yanında diğer kişinin tekrar
kullanması hiç de doğru olmayan davranıştı. Fakat kendilerince bir sakınca
görmüyorlardı. Yine okulun batı ve doğusunda eski dönemlere ait üç ayrı
mezarlık vardı. Babamın teklif ve gayretiyle mezarlığın birisi sökülüp
kazıldıktan sonra meyve ağaçları dikilip okulun önü güzelleştirildi. Okulun
tüm öğrencileri de bu faaliyetlere katıldı. Daha sonraki yıllarda bu ilâve
bahçe içerisinde bir ailelik öğretmen evi yapılarak hizmete sokuldu.
1941 yılında kız kardeşim Naziye dünyaya geldi. Böylece üç kardeş
olduk. O döneme ait bir anımı sizlerle paylaşmak isterim:
Bir yaz günü idi; anam ve babam tarlada orakla ekin biçiyorlardı.
Ben de tarla bitişiğindeki bahçede henüz bir yaşında ki kardeşim Naziye’ye
bakıyordum. Dut ağacına çıkıp elimle topladığım dutları yere atıyordum.
Ne var ki Hicriye yere inmeden yiyip bitiriyor ve Naziye’ye bir şey
bırakmıyordu. Önce yememesi için Hicriye’ye seslendim ve biraz daha dut
toplayıp
aşağıya
attım.
Yere
indiğimde
dut
bulamayınca
Hicriye’yi
hırpalayıp ağlamasına sebep oldum. Bu olay üzerine babam sinirlenmiş
olacak ki elinde orakla koşarak geldi. Hemen çocuğu sırtıma alıp bahçe
içerisinde koşmaya başladım. Anam tarladan ”Çocuğu yere bırak!” diye
seslendi. Ben de çocuğu yere bırakıp koşmaya başladım. Yetişemeyeceğini
anlayan babam elindeki orağı arkamdan fırlattı ve sapı boynuma isabet
etti. Ben de o hızla uzaklaşıp bir mısır tarlasında saklandım. Öğlen üzeri
eve dönmeyince babam aramaya çıkıp mısır tarlasında beni yakalayıp eve
getirdi. Babamın bu davranışı hiç de onaylanacak iş değildi. Ya orağın sapı
değil de ağzı isabet etseydi sonuç ne olurdu? Bir anlık öfke hem benim ve
hem de kendisinin yaşam dünyasını karartırdı. Bu nedenle “Öfke ile
kalkan, zararla oturur atasözünü” bir nasihat olarak devamlı aklımızda
tutmalıyız.
34
Babama üç maaş tutarında ilâve ikramiye verildi. Babam da
anamın gönlünü almak amacıyla kendisine altın almak istedi; fakat anam
bunun yerine koyun almasını teklif etti. O zaman bizim koyunlarımız
yoktu. Parayla yün alıp çorap, hırka, kazak gibi ihtiyaçlar dokuyup giyilirdi.
Babam önce üç tane, daha sonra bir tane olmak üzere dört koyun aldı. Ne
var ki bir kış gecesi kömün (barınak) kapısı açık bırakılmış ve koyunun
birisini kurt kapmıştı. Ailece çok üzüldük!
1942 yılında yeni bir akrabayla tanıştık. Dedemin kız kardeşi
Sebahat nenemin oğlu Şaban (Gültekin) emmi (amcam) muhacirlik
döneminde Samsun-Çarşamba’da evlenip orada kalmış. Sonra baba
ocağını özlemiş olacak ki eşi ve çocuklarını da alarak Sakarya köyüne
döndü. Çocukları Osman benden biraz büyüktü, Cemalettin ise yaşıtımdı.
Tanışmak için bize geldiklerinde ayaklarındaki kunduralar gözüme takıldı.
Benim ayağımda ise çapula vardı. Cemalettin bizde kalarak ilkokulun
birinci sınıfına devam etti. Tabii aynı yatağı paylaştık. Ben de sevinçliydim;
çünkü oyun oynayacak arkadaş edinmiştim. Ertesi yıl akrabalar destek
vererek Cola’da Şaban emmi ailesi için yeni bir ev yaptılar. Zaman
içerisinde diğer ihtiyaçları peyderpey giderildi.
Babamın eğitmenlik kurs döneminde arıcılık hakkında da gerekli
bilgiler verilmiş. Köylülere örnek olması yönünde okulda arıcılık hizmetine
başladı. Kendi malzemelerini kullanarak modern arı kovanları ve içlerine
petek oluşacak mumlu kâğıtlı çıtaları yaptı. Muhtarın da gayretiyle arı
edinip kovana konuldu. İlerleyen yıllarda oğul veren arılar takip edilerek
kovanlara konup mevcudu 8-10 kovana ulaştı. Her yıl sonbaharda ballar
satılıp köy bütçesine gelir kaydedildi. Bir dönem de babam alıp ev halkını
balla doyurdu.
23 Nisan Çocuk Bayramı günü idi; Kale’ye (Ardanuç İlçe merkezine)
gidenlere ben de katıldım. Çarşıya vardığımızda değişik bir ortamın verdiği
ruh haliyle dükkânların önünden yürüyerek tanımaya çalıştım. Daha sonra
da ilkokulun bahçesinde yapılan şenlikleri izlemeye gittim. İki öğrenci
seyirciler arasında dolaşıp biri “Çocuk Esirgeme Kurumu” kâğıt rozetini
yakaya takarken diğer öğrenci de boynuna astığı
kumbaraya para atılmasını sağlıyordu. Utanma duygusuyla ben de madeni
para attım. Çarşıda portakal satıldığını görünce merakla ben de bir adet
35
aldım. Hoşa giden güzel bir kokusu vardı.
Akşama
doğru
eve
döndüğümde dedeme verdim. Cebinden çıkardığı çakısı ile kesip kabuğunu
ayırdı ve ev halkına birer dilim dağıttı. Portakalı ilk kez görüp tanımam da
böyle oldu.
Dördüncü sınıfta iken öğretmen olarak Hot’lu Hasan Yılmaz atandı.
Ne var ki askerlik hizmeti için bir süre sonra ayrıldı. Karlı bir kış günü idi;
okul öğrencileri toptan Molla Eyüp’lerin evleri hizasına kadar kendisine
refakat edip gözyaşları ile vedalaşıp uğurladık. Bir müddet öğretmensiz
kaldık. Sonra Cılavuz Köy Enstitüsü’nden Seyfettin Ermişoğlu adında bir
öğrenci uygulama eğitimi için vekil öğretmen olarak atandı. Beşinci sınıf
öğretmenim
oldu. Seyfettin
öğretmen, Şavşat ilçesine
bağlı
Yavuz
köyünden olup babadan yetim olarak büyümüş. Bir gün okulumuza
çıkageldi. İyi de henüz kendini yönlendirecek yaşta değil; üstelik yabancı
bir ortamda nerede barınacak, ne yiyip ne içecek gibi sorunlarla karşı
karşıya. Babam alıp eve getirdi. Evimiz iki göz odadan ibaretti. Artık
dedemle birlikte bir odada misafir edildi. Diğer odada da nenem, anam,
babam ve dört çocuk kaldık. Okul tatil oluncaya kadar misafirlik devam
etti.
Yanında, şiirlerini yazdığı bir ajanda defteri vardı. Çocukluk bu ya!
Özenip bana vermesini söyledim; beni üzmemek için defteri verdi. Fakat
belki de belli etmeden üzülmüş olabilirdi! Çünkü o da gençlik döneminin
ilkbaharını yaşıyordu. Onun da kendine özgü özentileri, düşleri vardı.
Emellerine engel olduğum için şimdi içimde burukluk hissediyorum. Ancak
bana çok yararı olduğunu da söylemeliyim. Defterin başlangıç ve sonunda
tarih, coğrafya, matematik ile geometri gibi konularda temel bilgi
özetlerine yer verilmişti; bir bölümünü ezberledim. Daha sonraki yıllarda
ders çalışırken onlardan yeterince istifade ettim.
Seyfettin öğretmen okuldan mezun olduktan sonra bir yaz ayında
tekrar gelip ailemizi ziyaret etti ve minnettarlığını bildirdi. Seyfettin
öğretmen şair yetenekli bir kişiliğe sahipti. Bereket köyüne ilk gelişindeki
izlenimini aşağıdaki şiirinde şöyle dile getirmişti:
BEREKET KÖYÜ ANILARI
On altı Mart geldim kavuştum sana,
Yedim ekmeğini aşını Bereket.
36
On bir Mayıs dağlar yol verdi bana,
Özledim baharın kışını Bereket.
v
Emin dedem vardı gönüller piri,
İçimde saklıdır boş kalmaz yeri.
Oğlu Osman Günver sözünün eri,
Beni de onlarla düşün Bereket.
v
Günver ailesi başımım tacı,
Onlar oldu bana hem ana bacı.
Bu öksüz gönlüme buldum ilâcı,
Altın olsun toprağı taşı Bereket.
v
Yatacak yer baktım gözlerim doldu,
Emin dede bana can siper oldu.
Yalnız bırakmadı yanına aldı,
Bu sevgide eşin yoktur Bereket.
v
Dağ, bayır her yanı gezdim dolaştım,
Suyun içtim ekmeğine alıştım.
Bir müddet öğretmen oldum çalıştım,
Helâl kazanmaktır işin Bereket.
v
Çevresi çok güzel, yaylası dağı,
Bolluk içindedir bahçesi bağı.
Yiğitler diyarı mertler otağı,
Eğilmez cihanda başın Bereket.
v
Seyfi dostlarını unutmaz fakat,
Arayıp bulmaya yetmiyor takat.
Sendeki hoşgörü sendeki şefkat,
Etti beni can yoldaşı Bereket.
Seyfettin ERMİŞOĞLU
CILAVUZ
37
14 Eylül 1946
EĞİTMEN OSMAN GÜNVER İLE KARŞILAŞMA
OSMAN: Şavşat kazasının Yavuz Köyünde,
Aşka meyil verip gezeni gördüm.
Türkçülük var damarında soyunda,
Türküler söyleyip yazanı gördüm.
SEYFİ:
Görevim var bu yerlere gelmişim,
Arkadaş keyif için gezen değilim.
Vatan sevgisine gönül vermişim,
Boş yere söyleyip yazan değilim.
OSMAN : Kalbinde kurmuşsun aşkın bağını,
Bir bir eritmekte yürek yağını,
Bu yolda hasreder tıfıl çağını,
Kol atıp deryada yüzeni gördüm.
SEYFİ :
Görev aşkıyla bağrım doludur,
Yüreğimi yakan sevda gülüdür,
Tıfıl başım vatanımın kuludur,
Dipsiz deryalarda yüzen değilim.
OSMAN:
Seher vakti bülbüllerin ötüşür,
Bahçesinde menekşeler kokuşur,
Şirin dillerine her şey yakışır,
Eğitmen Osman’ım ozanı gördüm.
SEYFİ :
Bülbülün güllere sevdası vardır,
Sevgisiz yaşamın dünyası dardır,
En büyük sevgili vatan diyarıdır,
38
Seyfi böyle yazar ozan değilim.
Ardanuç- Bereket köyü 5 Mayis 1946
Osman GÜNVER- Seyfettin ERMİŞOĞLU
İlkokulun beşinci sınıf yıllarında olacaktı. Siyah renkte, boynuzları
hilâl şeklinde bir tosunum vardı. Güçlü bir boğa olsun diye hem sevgi
yönünden hem de beslenmesinde özen gösterdim. Sonbaharda kuşburnu
meyvelerini toplar ona yedirirdim. Çocukluk bu ya! Hasımlarını kolayca
yensin diye de boynuzlarının uçlarını bıçakla incelttim. Kuşburnu yiye yiye
hayvan çıldırmış olacak ki, bir gün dedemin arkasından saldırarak
boynuzlarıyla kaldırıp sırtına sallamış. Allah korumuş! Dedeme bir şey
olmamıştı. Hemen burdurup sakinleşmesini sağladık. O dönemde kuşburnu
meyvesine pek rağbet yoktu. Biz çocuklar sonbaharda hayvan otlatırken
olgunlaşmış meyveleri birer ikişer toplayıp yerdik. Sonradan öğrendiğimize
göre, vitamin deposu (C vitamini) bir meyve olup kaynatılıp çay gibi
içilince soğuk algınlığına iyi gelen bir özelliği varmış. Vesselâm gereği gibi
değerlendiremedik.
Kuraklık İle Mücadele:
1940 yılında başlayan ve dört yıl süren “İkinci Dünya Savaşı”nın
ülkeyi nasıl fakirleştirdiğine yukarıda değindim. Bu yeterli değilmiş gibi bir
de kuraklık hüküm sürmeye başladı. Köy halkı çareyi yağmur duasına
çıkmakta buldu. Erkekler dağ sırtına, kadın ve çocuklar da Türkmengil’e
çıkıp kurbanlar kesilip dualar yapıldı. Neticede, o gün hafif bir çiseleme
gelip geçti. Yeterli yağmur yağmayınca; daha önce var olup sonradan
battal hale gelmiş su kanalı yeniden onarılıp kullanmaya açıldı. Su kanalı,
Meşe köyünden Sakarya köyüne kadar uzanıyordu. Günlerce imece
şeklinde çalışarak hizmete sokuldu. Evet, sıra suyun adil olarak iki köy
arasında paylaşımına gelmişti. Nasıl bir yöntem uygulansın ki, kimsenin
itirazına yol açılmasın! Siz o günlerde yaşasaydınız ve de sizden soruna
çözüm üretilmesi istenseydi nasıl bir öneride bulunurdunuz? Teklif hayli
39
karışık ve üzerinde derin düşünmeyi gerektiren bir konu değil mi? Bir de,
o zaman ki aklı evvel büyüklerimizin uygulamasını aktarayım:
Bereket köyü mahallerinin konum durumuna göre su kanalının üç
ayrı yerinden su alınmakta idi. Tahta aksamlı su terazisi yapılıp kanalın
suyu santimetre hesabiyle önce ikiye bölünmüş, köyümüze ait su da yine
su terazisi ile santimetre olarak üç eşit bölmeye ayrılmış ve bunun bir
bölümü kanaldan dışarı akıtılmış; diğer iki bölümü ise ana kanala verilmiş.
Diğer iki bölüm için de farklı yerlerde su terazileri yapılarak uygulanmış.
Nasıl, ilginç buldunuz değil mi?
Bu dönemde halkı sıkıntıya sokan diğer bir etken de salgın halindeki
“sıtma hastalığı” idi. Hastalığa yakalanan uzun süre titreme, ateş ve
halsizlik içinde yatağa bağlı kalıp nöbeti geçince ancak ayağa kalkabilirdi.
“Kinipiridin” adında sarı renkli bir ilaç (hap) kullanırdık. Bu maksatla köyde
mevcut durgun su halindeki bataklık ve sazlıklar kurutulup hastalık
önlenmeye çalışıldı.
Köye Yeni Bir Okul Yaptırılması:
Köy halkı kendi işleriyle uğraşabilmenin rahatlığını tam hissetmeden
bu defa daha büyük sıkıntıya sokuldu. Bir gün köyümüze ikindi vakti Artvin
Valisi geldi, köy halkı Mahmut Ağagilin arka bahçede toplandı. “Köyün yeni
bir ilkokula ihtiyacının bulunduğu, okulun köy halkınca yapılmasının
gerekeceği, devletin maddi katkısının olmayacağını” ifade etti. O günün
ileri gelenleri itiraz etmeden teklifi kabullenip işe koyuldular. Köy bütçesini
güçlendirmek üzere herkese salma (vergi) kesildi. Parası olmayanlar
bedeni veya hayvanlarını çalıştırmak suretiyle borçlarını ödemek zorunda
kaldılar. Okul, Salihağa mahallesinde vakıf tarla üzerinde inşa edilmeye
başlandı.
Binanın yapılması hiç de kolay olmadı. İmece usulü taş, kum,
kereste getirildi. Hatta mesafe kısalsın ve daha çok taş getirilsin diye genç
kadın ve kızları taş çıkarılan yerde sıraya dizip taşları elden ele aktarmak
suretiyle çalıştırıldı. Kireç ocağı açılıp yakılan taşlardan kireç üretilirken
ormandan getirilip biçilen tomruklardan da ihtiyaca uygun tahta elde
40
edildi. Bütün bu hizmetler yürütülürken yalnız duvar ustası ile marangoz
ustaları ücreti mukabili çalıştırıldı. Okul, 1946-1947 öğretim yılında
hizmete açıldı. Ne var ki; mimar ve mühendis gözetimi olmayan inşaatta
temel kazma işlemi hatalı olması sonucu bina duvarı çatladı ve birkaç yıl
sonra öğrenim yapılamaz hale geldi. Çocuk olmama rağmen o gün ki halini
olduğu gibi hatırlıyorum. Tarla meyilli idi, bir tarafta tam temele inildi,
fakat su terazisine göre seviyeyi tespit ederken diğer tarafın temeli
yüzeyde kalmıştı. Yani ham toprağa inilmeden temel inşa ettiler. Böyle
olmasının akıl hocalığını kim yaptı dersiniz? Duvar ustaları!...
Oysaki eski okulun bitişiğine bir derslik eklemek suretiyle ihtiyaç
karşılanmış ve fakir halkın bu denli ezilmesi de önlenmiş olacaktı. Nitekim
sonradan eski okulun yanına ilâve derslik yapıldı. Hani denir ya, “Türkün
aklı sonradan gelir!”diye, galiba bizim işimiz de böyle oldu!
İlkokuldan Mezuniyet:
1945 yılının başlangıç ayı olacaktı, kardeşim Metin dünyaya geldi ve
de en çok dedemi sevindirdi. Nihayet ben de 1945-46 öğretim döneminde
ilkokulu bitirdim. O dönemde bitirme sınavları başka okulun öğretmeni de
katılıp jüri oluşturularak yapılırdı. Benim sınavıma Ovacık köyü öğretmeni
Ali Balcı ile Seyfettin Ermişoğlu katılmıştı.
Bir yıl boş bekledim, ertesi yılın Ağustos ayında Artvin’de “ Sanat
Okulu” yatılı öğrenci imtihanının açılacağını duyduk. Sıcak bir gündü,
babamla birlikte yürüyerek Ardanuç üzerinden Artvin’e hareket ettik.
Kavurucu sıcağın etkili olduğu öğle üzeri Naldökeni geçip “Ziverhan”’a
gelince, önce yün çorap içinde pişmiş ayaklarımızı nehrin suyuna sokup
serinlettik, sonra da hanın önünde dinlenmeye çekildik. Han sahibi bağa
gidip bir salkım üzüm getirip bana verdi. Hararetten içim yanmış ve bitap
düşmüştüm. Böyle bir ortamda ikram edilen o üzüm benim için dünyalara
değdi. “Umarım mahşer günü karşılığını bulur!”. İkindi üzeri sıcaklık
etkisini yitirince yolumuza devam ettik; Artvin’e yaklaşınca hava da
kararmıştı. Uzaktan bakınca karşımızda yıldız gibi parlayan küme küme
41
ışık demetleri görünüyordu. İlk defa elektrik
lamba
ve
ışığı
ile
tanışıyordum. Kendi kendime harika bir şey diyerek hayranlığın sevincini
yaşadım. O geceyi handa kalarak geçirdik. O tarihlerde pek oteller yoktu;
han tabir edilen binaların altı hayvan (at-eşek) ahırı, üst katı ise insanların
hasırlar üzerinde yatacakları sekiler vardı. Yatak ise, ancak otel gibi
kullanılan birkaç odasında bulunuyordu. Ertesi günü kayıt için gittiğimizde
nüfus cüzdanını yanımızda getirmediğimizden dolayı imtihana giremedim.
Sakarya-Künye’den
Eğitmen
İsmail
emminin
oğlu
Tekin
Özkan
ile
karşılaştık; o da yaşının küçük olması nedeniyle imtihana girememişti.
Sınavda diğer soruların yanında “Alet işler el övünür” cümlesinin ne
anlama geldiğinin açıklanması istenmiş. İmtihana ben de katılsaydım nasıl
cevap verirdim diye düşünüp durdum.
Babam, fırından aldığı lavaş ekmeği ile beni kahveye götürdü ve
büyük boy bir bardak çay istedi. İki şekerli çayla beyaz ekmek yemek ne
hoş bir şeydi!
Köye dönüşümüz aynı güzergâhla değil, Sirye üzerinden dağ-tepevadi aşılarak yapıldı. Sabah erkenden yürüyerek yola çıktık. Yolun bir
bölümü
araç
trafiğine
uygun
halde
idi;
o
bölümü
zorlanmadan
yürüyebildik. Sirye nahiyesine yaklaşınca kestirme diye dik yamaçlı patika
yollu takip ettik. Yolun sağ ve sol yanları öbek öbek çalı cinsi bodur
ağaçlarla haplıydı. Sıcağın etkisiyle cırcır böceklerin durmak bilmeyen
seslerleri kulaklarımızı hayli hırpaladı. Nihayet Çoruh nehri kenarına
indiğimizde su sesi armonisiyle rahatladık.
Yolumuz bizi, iki çelik halat üzerine tahta döşenmiş acayip bir asma
köprüye
getirdi.
Önümüzde
ki
köprüden
karşı
tarafa
geçilmesi
gerekiyordu. Ama nasıl olacak? Köprü hem dar ve hem de yürürken
sallanmakta. Nehir ise hayli kabarık, düşülürse, yüzme bilmeyenler için
felâketle sonuçlanır. Başka bir seçenek olmadığına göre cesaretimi
toplayıp büyük korku dolu heyecanla nihayet geçtim. Sonra “Boselt köyü”
ne yöneldik. Bir süre yürüdükten sonra köyün üzüm bağlarına ulaştık.
Babam belirli bağdan bir salkım üzüm kopardı ve beraber yedik; köye
gelince bağın sahibini sorup öğrendi ve parasını vermek istedi. Adamcağız
helâl edince teşekkür edip ayrıldı. Dik patika yolunu takip ederek dağın
42
sırtına çıktık; artık Kılarcet köyünün sınırları
içerisindeydik.
Nihayet
ikindi üzeri de evimize ulaştık. Bu vesileyle çevre bölgeleri de tanımış
oldum.
YAKIN MAHALLE KOMŞULARI
İnsanoğlu dünyada varlığını toplum halinde yaşayarak göstermiştir.
Bu nedenle yaşantımızda hep komşular olmuş ve olmaya da devam
edilecektir. Ak günde kara günde ilk başvuracağımız kimse komşu
olmaktadır. “Komşu komşunun külüne dahi muhtaçtır”, denir. Bakmayın
arada
sırada
vuku
bulan
kırgınlık
ve
küskünlüklere;
bunlar
hâkimiyetin çaresizliğinden kaynaklanan yansımalardır. Hepsi
nefse
zaman
içerisinde gelip geçer. Ancak bazı komşular var ki, söz ve davranışı ile
insana hayatını zehir eder. Böylelerine komşu değil, ancak düşman denir
ve bunlar komşudan sayılmaz. Gerçek anlamda komşu, karşılıklı hoşgörü
gösterip iyi ilişkiler içerisinde bulunanlardır. Bu duygu ve düşüncelerle
belleğimde yer etmiş yakın
mahalle komşularıma ait
anılarımı
siz
okuyucularla paylaşmak isterim. Bu dünya fani, her şey gelip geçicidir.
İsmi geçen komşuların bir bölümü Yaratan’ına kavuşmuştur. Kendilerini
rahmetle anar varsa günahlarının bağışlanmasını; halen hayatta olanların
da mutluluk içerisinde sağlıklı bir hayat geçirmelerini dilerim.
1. Eğitmen Ali Öztürk
Dedemin kız kardeşi Nazife’nin oğlu, yani yeğenidir. Şatirgilden
Emrullah Acar emminin (amcanın) kız kardeşi Selime yenge ile evli idi.
İsmail ve Mustafa adında iki erkek çocukları oldu. Ne var ki, mutlulukları
hayat boyu devam edemedi. Selime yenge bir hastalığa yakalanıp elleri ve
başı devamlı titrer hale geldi. (Belirtilerine göre tahminim Parkinson
hastalığı olsa gerek). Artık ev işlerini dahi göremez olunca amcam
ayrılmak zorunda kaldı. Küçük yaştaki çocuklara bakacak ve ev işlerini
görecek kadın gerekliydi. Bu maksatla amcam Erzurum-İspir İlçesinden
dul ve iki çocuklu Hayriye hanımla evlendi. Çocukların isimleri Nadrettin ve
43
Fikriye idi. Bir de yanlarında yaşlı neneleri vardı. Bunlarla beraber aile
yedi kişiye yükseldi.
Benim yaşıtım ve aynı zamanda oyun arkadaşım Mustafa idi. Yaz
aylarında onunla öküzleri otlatırken dere veya su arkları kenarında havuz
misali çalılarla örülü bir alan oluştururduk; üzerini çamurla sıvar ortasını
da delerdik. Sonra ark yapıp havuza su akıtırdık. Su, açılan delikten
akarken girdap oluştururdu. Papatya çiçeklerini koyduğumuzda dönmeye
başlar ve biz de bundan haz duyardık.
Nadrettin ve İsmail Cılavuz Köy Enstitüsüne kaydoldular. Beş yıl
sonra mezun olup Nadrettin öğretmen, İsmail ise Sağlık Memuru olarak
göreve başladılar. Mustafa ise İlkokul sonrası okumadı. Nadrettin ağabey
okul sonrası evlenip çoluk çocuğa karıştı. İsmail’i ise mezuniyet sonrası hiç
görmedim. Nadrettin ağabey Ali emmimi öz babası olarak kabul edip
hayatının sonuna kadar yanından ayrılmadı. Yaradılış itibariyle, herkese
saygılı, söz ve sohbetiyle kimseyi incitmeyen, sevdiklerinin hal ve hatırını
soran efendi bir kişilik sergilerdi.
Ali amcamla akrabalıktan kaynaklanan iyi komşuluk ilişkilerimiz
olmuştu; ta ki, bir bayram günü akşamına kadar. Ali amcam o gün
sabahleyin bayram ziyaretinde bulunup akşamüzeri
evine dönerken
dayısını hatırlar ve gelip dedem ile yengesi nenemin elini öpmek ister,
onlar da böyle bir davranıştan kırılmış olacak ki ellerini öptürmezler;
üstelik bir de
kendisine sitem ederler. Amcam beklenmeyen bu tepki karşısında nefsine
hakîm olamaz ve birkaç ağır söz söyleyerek yanlarından ayrılır. Bu olay
sonrası iki aile arasındaki kırgınlık uzun yıllar sürdü.”İnsan beşerdir, çoğu
zaman da şaşar”, derler. Hatasız kul olmaz; öyleyse, hoşgörü göstermek
gerekir.
Büyüklere
saygı,
küçüklere
sevgi
insanlık
erdemi
olduğu
unutulmamalıdır.
Ali emmim (amcam) emekli olduktan sonra köydeki arazilerini satıp
Bursa’da yerleşti. Kendisini en son Bursa’da 1983 yılında babamın
cenazesine gelmişti, orada gördüm. Oysaki İslâm dininde kırgınlık ancak
üç gün sürebilir; dördüncü günde barışma olmalıdır. Yapmayanlar, Hz.
Peygamber’e karşı gelmiş olup günaha girmiş olurlar. Keşke bu gerçekleri
bilip kendilerine olumlu yön verselerdi!
44
2. Hasan Demirkan
“Ünyeli Hasan” lakabıyla anılır; Osmanağagil sülâlesinin damadı olur.
Nenem Gülsüm ile evli olup Kaim ve Saliser adında iki çocuk sahibidir.
Onları tanıdığımda Hafız hocanın mülkünü işletmekte idiler. Kaim ağabey
benden birkaç yaş büyüktü; yine de en çok arkadaşlık yaptığım kişi olarak
anılarımda yer etti. Annesini gerçek ninem gibi severek kendisine hürmet
ederdim. Bir gün nasıl olduysa köprücük kemiği bölgesinde ağrı belirdi.
Meğerse burkulma olmuş. Gülsüm nene elini sabunlayıp ağrıyan yeri
masaj yaptı. Birkaç gün tekrar edince iyileştim. Üzerimde böyle bir hakkı
var rahmetlinin!
Hasan dede çok güçlü ve gayretli bir yapıya sahipti. Tek başına iki
ailenin arazilerini işler, bahçe çayırlarını biçer, harman işlerini yapar,
dutları
döküp pekmez yapar, kışlık odununu hazırlar ve kışın
da
hayvanların bakımını sürdürür ve de birikmiş gübreyi tarlara taşırdı.
Elbette Gülsüm nenem kendisine yardımcı olurdu, fakat bir dereceye
kadar. Çünkü onun da zorunlu ev işleri (ekmek ve yemek pişirmek,
çamaşır yıkamak, inekleri sağıp süt işlemek, meyve toplayıp kurutmak
gibi…) vardı. Neden sonra çocukları büyüyüp kendisine yardımcı oldular.
Ha, bir de arızalanan su borularını değiştirirdi. Ormandan uygun çam
ağaçları
kesip getirir ve
kuruduktan sonra iki
metre
uzunluğunda
doğrayarak özel burgu ile delip su borusu haline getirirdi. İşte bu nedenle
diyorum ki Hasan dede, benzerine pek rastlanmayan cinste güçlü ve
becerikli bir adamdı. Su kaynağı “Yukarı Mahalle’de idi. Aradaki mesafe
hayli uzak; dahası toprak altına döşenen çürümüş boruların değiştirilmesi
kolayca yapılacak işlerden değildi.
Kaim ağabey delikanlılık çağının ilk günlerinde idi ki, Peynirli
Köyünden Sultan abla ile evlendirildi. O sevindi, ben ise bir oyun ve sohbet
arkadaşını kaybetmenin burukluğunu yaşadım. Artık eskisi gibi sohbet
yapamayacaktım. Hatırladığım kadarıyla askere gitmeden önce iki kız
çocukları oldu. İlerleyen yıllarda Sultan abla söz ve davranışıyla kendisini
bizlere daha çok sevdirdi. Birkaç yıl sonra da kendi evlerine dönüp
yaşamlarını burada sürdürdüler.
1951
yılının
Nisan
45
ayı olacaktı; henüz Rize Lisesi birinci
sınıf öğrencisi idim. Bir gün öğle vakti çarşıda Kaim ağabeye rastladım; o
da beni arıyormuş. Üzerinde asker elbisesi vardı. Kolundaki çavuş arması
başka bir görünüm veriyordu. Erzurum’daki askerlik görevini tamamlayıp
köye dönerken Rize’ye uğrayarak beni görmek istemiş. Hoş sohbetten
sonra lokantada yemek ikramında bulundum ve Ardanuç’a uğurladım.
Bir yıl sonra yaz tatilinde köye döndüğümde onu işçi statüsünde yurt
dışına gittiğini öğrendim. Fakat gurbete fazla dayanamayıp bir yıl sonra
geri dönmüştü.
Dönmesine dönmüştü de fakat konuşması değişmişti.
Şöyle ki, konuşmalarında artık “teşekkür” kelimesi yerine Fransızca
okunuşuyla “Mersi!” diyordu. Benim yabancı lisan dersim Fransızca
olduğundan ona bazı sorular sorup sıkıştırmaya çalışırdım. Sonuç ise
gülüşmek!... İşte böyle anılarım oldu rahmetliyle...
Komşuluk ilişkilerine gelince, yine karşımıza hoşgörü noksanlığı
çıkıyor.
Eften
püften
işleri
büyütüp
gereksiz
kırgınlıklar
yaşandı.
Günlerimizin büyük bölümü küsmelerle geçti. Takdir edilecek husus ise,
kırgınlıklara neden olan taşlı sopalı kavga değil, karşılıklı gönül inciten
birkaç sitemli sözden ibaret olmasıdır. Peki, kazancımız ne oldu? O anda
sergilenen benlik duygusundan başka ne kaldı geriye? Fakat gel de
olgunlaşmamış nefse bunu anlat. Bugünden geçmişe bakınca insanın
aklına, “keşke bu da olmasaydı
da o güzel ilişkiler üzerine leke
düşmeseydi” düşüncesi geliyor.
3. Hafız Hoca (Atalay)
Hem tarla, çayır, bahçe itibariyle ve hem de evlerimizin konumu
yönünden saygı değer komşumuzdu. İki oğlan üç kızları vardı. Eşini
”Hidayet nene” olarak tanıdım. Emrullah elektrik mühendisi olmuştu,
Abdullah ise ticaretle ilgileniyordu. Abdullah amcanın Ayten ve Engin
adında iki çocuğu vardı. Yaz aylarını köyde dede ve ninesi ile beraber
geçirirlerdi. Kızları, Emine, Sebahat ve Kıymet adında idiler.
Hafız Hoca varlıklı bir aile olması itibariyle yaşamları da farklıydı.
Evlerinin önündeki bahçeye beton bir havuz yaptırıp etrafını susam
çiçekleriyle donatmıştı. Ayrıca ormandan getirip diktikleri köknar (ladin) ve
46
soç (köknar) ağaçları ile değişik manzara
oluşturmuştu.
Havuzun
ortasında su fıskiyesi vardı. Su, Yukarı mahalleden çam ağacından yapılı
su borularıyla getirilmişti. Sırası gelmişken bununla ilgili bir anımı
anlatmak isterim:
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hafız Hoca köye dönmedi. O zaman
evlerinde Hasan dede oturuyordu. Bir yaz günü anam-babam tarlada
çalışırken ben de Kaim ağabey ile beraber soyunup havuzun soğuk suyuna
atladık; o tarihte henüz sekiz yaşında bulunuyordum. Derken üşütme
sonucu ciddi bir ateşli hastalık geçirdim. Meğer akciğerlerimi üşütmüşüm;
bir bölümü çalışamaz hale gelmiş. Yani nefes alırken havanın dolduğu
sinüslerin(hava baloncuklarının) bir bölümü kapanmış; iş görmez olmuş.
Olayın gerçek yüzü, askeri öğrenci olmak üzere sağlık raporu alırken
çekilen röntgen filminden ortaya çıktı. Bundan dolayı Hava Harp Okuluna
gidip pilot subay olamadım. Peki, bende başka olumsuz belirtileri oldu mu?
Evet, oldu! Şöyle ki, Mollagilin Mehmet harman makinesinin kolunu
çevirmeye başladığında uzun zaman yorulmadan işe devam ederdi.
Hemen hemen aynı yaşıtta olmamıza rağmen ben ise kısa süre sonra
yorulup durmak zorunda kalırdım. İkincisi, Sarıkamış’ta görevli iken bir kış
gecesi Tümen Karargâhından çıkıp eve koşarak gitmek istedim. Fakat
birkaç adım sonra nefesim tıkandı. Sebebi, yüksek rakımda (2100 m) kışın
kar yağınca havadaki oksijen yoğunluğunun seyrekleşmesi ve dahası
akciğerlerin yarısının da çalışmaması bu sonucu doğurmuştu.
Hafız Hocanın kızından da “Halis” adında bir torunu vardı. Yaz
aylarında köye gelir dede ve nenesinin yanında kalırdı. Lacivert kumaştan
kısa pantolon giyer elinde sapanla kuşların peşinden koşardı. Benden
birkaç yaş büyük olduğunu biliyorum. Ben de peşine takılıp onu izlerdim.
Yüksek ceviz ağacının dallarına konmuş kargaları nişan alıp sapanla taş
atardı. İyi de isabet ettirirdi; fakat taşlar küçük olduğundan kargaları yere
düşüremezdi. Çocukluk bu ya, bende ondan özenip sapan edinmek
istedim. Fakat ortalıkta o tür lastik yok; çorap lastikleri ise dayanıksızdı.
Nihayet Ortaokula başlayınca Artvin’de bulup aldım. Köye döndüğümde işe
yarar bir sapan yapıp kuşların arkasına bu defa ben düştüm. Mevsim
ilkbahar idi; bir gün babam yanına alıp ”Oğlum! Bana veya anana bir şey
olup aranızdan ayrılsak sen ne yaparsın? İyi düşün! İşte sen kuşları
47
öldürürsen onların yavruları da aynı üzüntüyü yaşarlar” anlamında öğüt
verdi. O andan itibaren sapan kullanmadım. Fakat içimde de halen o
isteğin dürtüleri duruyor.
3. Aslan Demirci
Halk arasında Aslan usta diye anılırdı. Aslen Tanzot (Aydın)
köyünden olup Şehriye bibimle (halamla) evlenip köyümüzde yerleşmiş.
Demirci atölyesinde her türlü alet ve edevat yapardı. İki kız üç oğlan beş
çocukları vardı. Sırasıyla isimleri Beyiye, Osman, Hulusi, Halis ve Emine
idi. Osman benim oyun hem de okul arkadaşımdı. Babasından demircilik
sanatını öğrendiği için çakımı da o yapardı
Aslan usta sanatında hem gayretli hem de becerikli idi. Köy halkının
ihtiyacı olan balta, keser, nacak, bıçak, çakı, orak, kazma, çapa, soba,
kapı menteşesi, çakmak gibi ev aletlerinin yanında uzmanlığı gerektiren
diğer işleri de yapardı. Bir gün elinde toplu tabanca onardığını; başka gün
gramofonun makine aksamına baktığını gördüm. Adamın birisi elindeki
gramofonu arızalanınca kaptığı gibi Aslan Ustaya getirmiş. O da adamdan
satın almış. Tesadüf o ya yanında iken Usta makine aksamını açtı; sert bir
mukavvadan yapılmış çarkın eskiyip gevşediğini gördü. Aynı ölçüde bunun
yerine pirinç levhadan çark yapıp taktı. Makinenin kolunu çevirince
çalıştığını gördü; gayreti boşa gitmemişti. Beni sevindiren olay bundan
sonraki gelişmeler oldu.
Yaz günleri öğle istirahatı başlayınca Aslan emmi evinin üst katındaki
balkonunda gramofona Hamiyet Yüceses ve Müzeyyen Senar’ın taş
plaklarını koyar ve çalıştırınca o güzelim şarkı sesleri mahallede yankı
bulurdu.
Dinlemek
üzere
koşar
gelirdik.
İlk
defa
böyle
bir
şeyle
karşılaştığım için hayranlık dolu sevinç yaşadım. Kendi kendime, “Gerçekte
böyle güzel sesli kadın var mı?” diye düşüncelere dalardım. Çünkü
köyümüzde böyle kulağa hoş gelen kadın sesine hiç rastlamamıştım.
Şehriye bibi (hala) nenemin sohbet arkadaşı idi. Gelir hal- hatır sorar
sohbet ederdi. Şu anda, yaylada elinde yün iplik eğirirken hali gözümün
önüne geldi. Allah rahmet etsin!
48
Aslan usta ailesiyle devamlı iyi komşuluk ilişkileri içinde bulunduk.
Pek kimseyle geçimsizlikleri olmaz ve zorluk da çıkarmazlardı. Osman
evlendikten sonra Almanya’ya gitti. Hulusi, Amasya’da bir göreve başladı.
Halis ise köyde kalıp baba mesleğini sürdürdü. Emine, kız kardeşlerimin
sohbet arkadaşı idi. Yıllar sonra Bursa’da karşılaşıp hal hatır sorduk.
5. Kadir Pehlivan
Kadir emmi (amca), Kamilgiller sülalesinden olup “Kadir Pehlivan”
lakabıyla anılırdı. Hatırladığım kadarıyla üç kızı (Kadriye, Bedriye, Miyase)
üç oğlu (Haci, Osman, Dursun) vardı. Benim çocukluk döneminde Tokat’a
göç edip orada yerleştiler. Bu defa Kamilgillerin varlığını damatları
Gençağa Yazıcı sürdürdü. Onun da Mahmut ve Hasan isminde iki oğlu
vardı. Hasan, Kaim Çavuşun kızı Nursel’le evlenerek bizim sülâleye damat
oldu.
6. Molla Taci (Şentürk)
Molla Taci amca Anşi (Ayşe) yenge ile evliydi. Benim çocukluk
döneminde vefat ettiği için şekli-şemalı belleğimde pek kalmadı. Ali,
Fikriye, Mehmet, Ahmet ve Tacettin adında beş çocukları vardı.
Anşi yenge güler yüzlü bir kadındı. Onu anarken hatırıma şu anım
gelir. Babam çarşıdan bana mızıka almıştı. Eve getirip verdiğinde Anşi
yengede birkaç kadınla beraber bizde idiler. “Haydi! Süleyman çal da
oynayalım” dedi. Ben de çalmaya başlayınca ayağa kalkıp oynamaya
başladı, evdekileri hayli güldürdü.
Mollatacigilin epey miktarda koyunları vardı; bir de köpekleri.
Mahallede koyun sürüsünün çobanlığı sıra ile yapılırdı. O köpek her gün
sürüye eşlik edip yabani hayvanlardan korurdu. Diğer itler gibi insanlara
saldırmazdı; uslu bir köpekti.
Mollatacigilin iki ayrı evleri vardı. Aşağıda ahorun (ahır) yanındaki
odada Molla Muhammet hoca bize Kur’an okumayı ve namazda okunan
süre ve duaları öğretti. Elif cüzünün arkasındaki metnin sonunda” Hutti”
diye
bir
kelime
vardı.
49
Okumayı tamamlayıp “Hutti” diyen öğrencinin
evine arkadaşları koşup müjde verir ve aldıkları meyveleri paylaşarak
yerdik.
Mollatacigil denince aklıma “duta”(ekşi kara dut) ve “kiraz” ağaçları
gelir. Duta yüz yılı aşkın yaşlı bir ağaçtı. Eğik yapıda olduğu için kolayca
çıkılıp meyvesinden yerdik. Duta yemek herkese serbesti; kiraz ise ancak
rüzgâr veya kuşların yere düşürdükleri… Yazın sıcağın ve hararetin baskın
çıktığı zamanlarda duta ağacına çıkıp yerdik, ellerimiz ve dudaklarımız
boyanırdı. Yere inince yanından geçen arkta duta yaprağı ile ellerimizi
yıkayıp boyayı giderirdik. Dikip koruyanlar için çok güzel “Sadaka-i
cariye”. Duyduğuma göre kiraz ağacı kurumuş. Ne yapacaksın her şey
geçici, tıpkı insanlar gibi.
7. Ali Özkan
Ali emmi (amcam) Sebriye bibimle evli olup bizim sülâlenin damadı
idi. Lütfiye, Ahmet, Şaziye, İclel ve Nahide adında beş çocukları vardı.
Lütfiye, Abdigilin Osman ile; Ahmet, Sakarya’dan Fadime ile; Şaziye,
Şatirgilli öğretmen Şevket Kolayca ile; İclel, Mahmut ağanın oğlu Kaydı
Yavuz ile; Nahide de Tikmanetli Rüştü ağanın oğlu Ahmet ile evlendiler. Ne
var ki Kaydı’nın erken vefatı sonucu İclel ikinci evlilik yapmak zorunda
kaldı.
Ali emmim (amcam), sessiz kendi halinde bir karaktere sahip kişi idi.
Kimseyle pek geçimsizliği olmazdı. En belirgin özelliği fark edilecek türde
yorulmadan hızlı yürümesi olmuştu.
Muhacirlik dönüşü evlenince, azim ve gayretiyle önce evini yapmış,
sonra da evinin önünde bir bahçe geliştirip meyve ağaçlarıyla donatmıştı.
Fukaralığın herkesin belini büktüğü bir ortamda bunları başarmak pek
kolay olmasa gerek. Ama Ali amcam hepsinin üstesinden gelip kimseye
muhtaç kalmadan yaşamını sürdürdü.
Ahmet ağabey, Kaim ağabeyin yaşıtı olup aynı birlikte askerlik yaptı.
Askerden dönükten sonra Rize’de çay işleme işçiliğinde çalışıp emekli oldu.
Ali
50
(amcamla) komşuluk ilişkileri, akraba olmanın
emmimle
verdiği saygınlık ve yakınlık duyguları içerisinde geçti. Dedem ve neneme
karşı hürmeti son derece büyüktü. Bibimin sevecenliğine diyecek yoktu.
8. Beycan Karadeniz
Beycan emmi (amca), Mesude bibim ile evli idi. Aile olarak
“Serdargil” lâkabıyle anılırlardı. Nuriye, Lütfi, İsmet, Fikri ve Hikmet
adında beş çocukları olmuştu. Yakın aile dostluğumuz nedeniyle Hikmet’in
kirveliğini bana vermişlerdi. Ne yazık ki Hikmet çocuk yaşta hayata veda
etti.
Beycan emmi (amca) iyi bir marangoz ustası idi; bu nedenle halk
arasında” Beycan Usta” olarak isimlendirilmişti. Babamın yakın dostu ve
arkadaşı olarak her zaman iyi ilişkiler sergilerdi. Lütfi de benim okul ve
mahalle arkadaşımdı. Evlerine gider oyun oynardık. Annesi Mesude bibim
de beni kendi çocuğu gibi severdi. Bir İlkbahar günü okul tatile girmeden
öğrencileri kır gezisine çıkardılar. Mayıs ayı olmasına rağmen Kitat’ın
düzündeki yabani meyve ağaçları yeni çiçek açmışlardı. Kaynak suyunun
yanında mola verildi. Suya eğilerek kana kana içtik. Öğle vakti gelince
torbalardan kete, bişi, yumurta, soğan, peynir, bazlama ve çörek ekmek
gibi
yiyeceklerimizi
çıkarıp paylaşarak
yedik.
Sıra eğlenceye geldi;
marifetlerimizi sergiledik. Lütfi ile tutuştuğum güreş anılarımda yer edip
bu günlere kadar geldi.
1966 yılında ailece izinli olarak köye gelmiştim. Kızlarımın birisi üç,
diğeri iki yaşında idi. Bir gün baktım ki Mesude bibim iki küçük çocuk
sepetine ceviz doldurup getirmiş; sepetleri
çocukların koluna takıp
sevinmelerini sağladı. Sonradan öğrendiğime göre evlerinin önündeki ulu
ceviz ağacı da kurumuş.
9. Sadık Kolayca
Sadık emmi (amca) Menemşe yenge ile evli olup Nazmiye, Abdullah,
Nezem ve Cemil adında dört çocuk sahibidir.
51
Kendi hallerinde bir aile idiler. Geçmişe dönük hatıralarım Nezem
üzerinde yoğunlaşır. Zayıf yapılı bir çocuk olmasına rağmen güreş
tuttuğunda sergilediği oyunlarla rakibini kolayca yere düşürürdü. Onunla
Sonbaharda çayırlarda hayvan otlatırken çelik-çomak oynardık.
10. Hocagil (Hasan Yıldırım)
Hasan emmi(amca) Mümine yenge ile evli olup Ömer, Âdem,
Vesviye, Emine, Kıymet ve Asife adında altı çocuk
sahibidir. Hocagil denince hemen bir anım hatırıma gelir. Hasan amcanın
arıları vardı. Kardeşim Naziye doğduğunda meme emmez olmuştu. Annem
gidip kendilerinden bal istedi. Onlar da avuç içi kadar petekli bal
vermişlerdi ve bu vesileyle ben de o baldan tatmış oldum. (Görüldüğü gibi
iyilikler unutulmuyor; yeter ki Allah rızası gözetilerek yapılmış olsun!)
Hocagilin diğer ayağını, Mustafa Yıldırım dede oluşturmaktaydı. O
da, Zinnet hanımla evli idi. Ahmet ve Hafız adında çocuklarını hatırlıyorum.
11. Mahmut Yavuz
Mahmut dede halk arasında “Mahmut Ağa’’ diye anılırdı. Aliağagil
sülalesinden gelirler. Dildar nene ile evli olup Halim, Yakup, Fehmi, Kaydi
adında dört oğul, Naciye adında da bir kızı vardı. Tanıyanlar onu “ağa”
olarak bilirdi. Arazinin büyüklüğü ve barındırdığı hayvan miktarı göz önüne
alındığında söz de değil gerçekte ağa olduğu ortaya çıkar. Çocukluk
dönemindeki izlenime göre, kabarık sayıda koyun-keçi sürüsü vardı.
Genelde Yakup ağabey çobanlık yapıp sürüden sorumluydu. İrili ufaklı çan
takarlardı
sürüye.
Sürünün
tepelerden
akşam
dönüşünde
değişik
melodideki çan sesleri dinleyen kulaklara hoş gelirdi. Herkes, sürünün
Aliağagile ait olduğunu bu seslerden anlardı. Yine yeterli miktarda inek,
öküz ve manda beslerlerdi. Mahalle komşuları ekin saplarını kızakla
taşırken, onlar iki tekerlekli ve hareket halinde inleyen kâğnı arabası
kullanırlardı. İlk defa manda hayvanını onlarda gördüm. Yine komşular
gidecekleri yere -uzun yol olsa da– yürüyerek giderken- Mahmut ağa at
sırtında giderdi. O zaman, kıt kanaat geçinen aileler için at beslemek lüks
52
sayılıp düşünmek dahi istemezlerdi. Köyde
yalnız
onun
halka
açık
“konağı” vardı. Özellikle kış gecelerinde büyükler oraya gidip sohbet
ederler,
bazen
de
halk
âşıklarının
sazlı-sözlü
karşılıklı
atışmalarını
dinlerlerdi. Mahmut ağa oturaklı bir görünüm sergilerdi. Bu nedenle köy
halkı kendisine saygı duyar, hatta oturma odasına her geldiğinde orada
bulunanlar ayağa kalkıp o oturmadan kendileri oturmazdı.
Kaydı benim yaşıtım olup mahalle arkadaşımdı. Çocukken çok
küfürbaz olduğundan ailesi ona ‘‘ağzına cadı (mısır ekmeği) doldururum”
diye sözde küfretmesini öğretmişler. O da birisine kızdığında böyle
küfrederek, sakinleşirmiş. Büyüyünce Sebriye bibimin (halam) kızı İclel ile
evlendi; fakat mutluğu uzun sürmeden hayata veda etti.
Halim ağabey Artvin’den evlendi. Eşi Pakize abla şehir görgülü bir
hanımdı. Yine ilk defa elbise ütüsünü onlarda gördüm.Bazen anam alıp
babamın elbisesini onunla ütülerdi. O zamanlarda ütü kömürle ısıtılırdı.
Halim ağabey daha sonra ticaret işleriyle uğraştı.
Kaydı
ve
benim
yaşıtım
olan Hüseyin’den de bahsetmeliyim.
Hüseyin, Mahmut dedenin yeğeni olup küçük yaşta yetim kaldığı için
yanına alıp itina ile büyütmüşler. Onu bir gün haşlanmış kestane yerken
gördüm. Bu benim kestaneyi ilk tanımam olmuştu. İlkokuldan sonra
Cilavuz Köy Enstitüsüne kaydını yaptırdı. Mezuniyet sonrasında kendisiyle
bir daha karşılaşmadık.
12.Rüstem Yavuz
Rüstem emmi (amca) Fadime yenge ile evli olup Âdem, Ali, Nezahet,
Hemdi (Hamdi) ve Güner adında üç erkek iki kız çocuk sahibidir. Nenemin
manevi kardeşi olması nedeniyle aramızda akraba ilişkisi vardı. Benim
yaşıtım Ali idi.
Âdem
ağabey
askere
gidince
kader
onu
Uzakdoğu
ülkesine
savurmuş. İzinli olarak köye geldiğinde onu Nezem’lerin evi yanında
gördüm. Giydiği er elbisesinin kolunda, üzerinde “Kore Türk Tugayı” yazılı
arma vardı. Evet, Âdem ağabey, 1950 tarihinde Kuzey Kore ile Güney
Kore arasında baş gösteren “Kore Savaşında” Güney Kore’yi savunmak
53
üzere giden “Kore Türk Tugayına” tertip edilmişti. Askerlik sonunda
köye “Kore Gazisi” unvanı ve savaş madalyasıyla döndü. Hatırladığım
kadarıyla köyümüzden Kore gazisi şeref aylığı alan ilk kişi de o oldu.
Hamdi, Kaim Çavuşun büyük kızı Gürsel ile evlenip bizim sülâleye damat
oldu
13. Medetgiller (Ahmet Yüksel)
Ahmet emmi (amca) Fidan yenge ile evli olup hatırladığım kadarıyla
Tuncer, Burhan ve Türkan adında üç çocukları vardı. Halk arasında
“Medetgilin Ahmet” diye çağrılırdı. Ciddi ve sert görünümlü kişilik
sergilerdi. Özelikle Köy Muhtarlığı yaptığı dönemde bir şey söyler de beni
incitir diye çekinirdim. Fakat hiçte böyle bir şey olmadı. Tesdik, Refik,
Sıddık adında üç kardeşi vardı.
Refik emmi (amca) Mümine yenge ile evli olup Hakkı ve Cemal
adında iki çocuk sahibidir. Cemal benim ilkokul arkadaşımdır. Çok hızlı
yürürdü; akşama doğru okul paydos olduğunda en önde o giderdi. İşçi
statüsünde yurt dışına gidince bir daha kendisiyle görüşemedim. Daha
sonra gelip babamdan araziyi satın almıştı.
14. Yusuf Ziya
Yusuf Ziya Nazife hanımla evlidir. Kendisini hep masal anlatırken
hatırlarım. Uzun kış gecelerinde biz çocuklara hikâye anlatmaya başlayınca
sonu gelmezdi. Bizim uykumuz gelir fakat Yusuf Ziyanın sözleri bitmezdi.
15. Abdigil
Abdi dede Hedise nine ile evli olup iki çocuk sahibidir. Abdigil
denince hatırıma Mehmet ve Osman ağabey kardeşler gelir. Anne ve
babalarını sima olarak pek hatırlamıyorum. Osman ağabey Sebriye bibimin
(halam) kızı Lütfiye ile evlenince akrabalık ilişkileri daha da güçlendi.
Lütfiye ablam yaz aylarında armutlar oluştuğunda bizi unutmaz, her
gelişinde
vardı,
o
sepetle
da
armut
yeterli
54
getirirdi. Nedense bizim bir kök armut ağacı
olmazdı.
Dolayısıyla
Abdigilin
armutlarını
hiç
unutmadım.
Osman ağabey ailemize karşı
candan hareket edip saygı ve
hürmette kusur etmemeğe özen gösterirdi. Lehim yapma
sanatında usta idi; kendisinden hayli yararlandığımı söylemeliyim. Ne var
ki erken yaşta hayata veda etti. Oğlu Mustafa’nın okuyup öğretmen
olduğunu öğrenince oldukça sevinmiştim.
16. Rüstem Oflas
Rüstem emmi (amca) Güllü yenge ile evli olup Ahmet ve Emine
adında iki çocuk sahibidir.
Oflas ailesinden söz edilince iki anım hatırıma gelir: Birincisi, Ahmet
Oflasın evlilik düğünü. O zamanları hayli büyümüştüm. Davul-zurna
eşliğinde düğün alayı mahalleye yaklaştığında şenliğe renk katan süvariler
atlarını dörtnala kaldırıp koşturmaya başladılar. Yokuş yolu kat edip “terkan” içinde kalan atlardan birinci gelenin boynuna renkli bir bez parçası
bağlandı. Kim bilir süvarisi ne kadar da gururlanmıştı! Sonra gelin alayı
evlerinin önüne yanaştı. Ahmet ağabey sağdıcıyla beraber evin çatısına
çıkıp gelinin üzerine şeker döküp tabancayla havaya birkaç ateş etti.
Özellikle çocuklar yerden şeker toplamağa girişirken ben de boş mermi
kovanlarını kaptım. Onlara tabanca yapmada ihtiyacım vardı. Gelin, bindiği
attan ters çevrilmiş kazanın üzerine indirilerek eve alındı. Sonra da
harman yerinde Tayyip ustanın “davul-zurna” eşliğinde eğlencelere devam
edilip misafirlere yemek ikram edildi.
İkinci çağrışım ise, vişne ağaçları idi. Evlerinin önünde bostanları
vardı. Yola yakın bölgesi taş duvarla örülmüş ve kenarına da birkaç kök
vişne ağacı dikilmişti. Ağaçlar genç olunca verdikleri meyveler de
diğerlerine nazaran hayli iri oluyordu. Ağaçlar meyve verince doğal olarak
dalları yola doğru sarkardı. Yoldan geçerken görünümüne dayanamaz
koparıp
yerdim.
rahatlatırdı!
Yorgun
ve
hararetli
anlarda insanı
ne
kadar
da
55
17. Âdem Yılmaz
Âdem emmi (amca) Mihriye yenge ile evli olup Ahmet, Necat,
Nazmiye, Hüsniye, Cemal ve Müzeyyen adında altı çocuk sahibi idiler.
Âdem emmiyi (amcayı) akraba olarak görür ve kendisine karşı sevgi
beslerdim. Sebebi ise, Sebriye bibimle (halamla) manevi kardeş olma
ilişkisinden kaynaklanıyordu. Âdem emmi, bir müddet köyden ayrılmış ve
tekrar döndüğünde Sebriye bibim onuruna lokma döküp ağırlamıştı. Toz
şekerle tatlandırılan lokmaların lezzetline diyecek yoktu!
Ahmet ağabey şehirde (Kale’de) dükkân açıp terzilik yapmaya
başladı. Bir 23 Nisan Çocuk Bayramı günü idi; hevesli olarak şehre gittim.
Ahmet ağabey elindeki cekete tela işliyordu. Dükkânda bir de buzdolabı
vardı; o zaman elektrik olmadığı için ilginçtir gazyağı yakılarak çalışıyordu
buzdolabı. Yenilikleri tanımaya çalışırken güçlü bir motor sesi duyup dışarı
çıktım. Ne göreyim, koskoca bir kamyon üstüme doğru geliyor; hemen
dükkâna geri döndüm. Sonra gidip park ettiği yerde dikkatle izledim.
Benim motorlu aracı ilk kez görmemdi.
Müzeyyen benden birkaç yaş küçüktü. Yayla zamanı kuzu- dana
beraberce otlatırdık. Künyeli İsmail amcanın oğlu öğretmen Necat Özkan
ile evlendiğini öğrendim. Yıllar sonra da Bursa’da kendileriyle karşılaştım.
Cemal da okuyup ilkokul öğretmeni oldu. O da emeklilik sonrası Bursa’da
yerleşmişti.
18. Ali Yılmaz
Ali emmi (amca) Emine yenge ile evli olup Dursun, Mukarrem,
Fatma ve Melice adında dört çocuk sahibidir. Âdem emminin de kardeşidir.
19. Şabangil
Şaban dedeyi çok az hatırlıyorum. Kılık kıyafeti değişikti; o dönemde
Osmanlı çağını andırır elbise giyer başına da sarık sarardı. Oğlu Süleyman
emmi (amca) Fadime yenge ile evli idi. Çocuklarından ancak Ali Şaban’ı
hatırlıyorum.
56
v
Gönül isterdi ki o dönemde köyümün tüm insanlarıyla olan anıları
anlatıp kendilerini yad edeyim! Zaman içerisinde birçok şeyler unutulmuş.
Bunun bir sebebi de öğrencilik nedeniyle senenin büyük bir bölümünü
köyümden uzaklarda geçirmiş olmamdı. Şu gerçeği dile getirmem de yarar
var: Köyümün insanı oldukça dürüst bir karaktere sahip kişilerdi. Kendi
aralarında bulunduğum sürece, ne taşlı- sopalı kavga, ne adam yaralama
veya öldürme, ne de malına- canına zarar verme gibi olaya şahit oldum.
Komşusuna olan çekememezlik veya husumetinden (kininden) dolayı
şeytana uyup hasat edilmiş tarladaki ekinini, çayırındaki ot yığınını, ahır
veya samanlığını ateşe verebilirdi. Fakat böyle bir düşmanca davranışı
akıllarından dahi geçirmezlerdi. Bu yönü itibariyle kendileri övgüye layık
insanlardı.
1951 yılında olacaktı; bir kış gecesi birileri gelip ahırın (kömün)
anahtarını kırarak koyunlardan birini çalıp götürmüşlerdi. İlk defa böyle bir
olayla karşılaştığımız için ailece günlerce üzüldük. Bunun dışında hırsızlık
olayına tanık olmadım.
1938- 196O DÖNEMİNDE BEREKET KÖYÜNE HİZMET VERENLER
KÖY YÖNETİMİ (Muhtar)
Dönemi
1. Ahmet YÜKSEL
1938- 1942
2. Remzi GÜRSOY
1942- 1947
3.Mustafa UYGUR
1947- 1951
4.Eyüp DEDE
1951- 1956
5. Ali ŞENTÜRK
1956- 1961
KÖY BEKÇİSİ
Fazlı BOZKURT
Satılmış İNAL
EĞİTİM VE ÖĞRETİM HİZMETLERİ:
1. Eğitmen:
Osman GÜNVER
2. Öğretmen:
Hasan YILMAZ
57
3. Aday Öğretmen Seyfettin ERMİŞOĞLU
4. Öğretmen:
Reşit YILDIRIM
5. Öğretmen:
İsmail UYGUR
6. Öğretmen:
Şevket KOLOĞLU
7. Öğretmen:
Cemal KAYA
SAĞLIK HİZMETLERİ:
Ebe (Özel): Kudret KOLAYCA
Ebe (özel) :Güllü OFLAZ
Ebe (özel) :Emine BALCI
Ebe (özel) :Şehriban YILMAZ
Ebe (özel) :Fatma DEMİRCİ
Ebe (Özel):Hatice YÜKSEL
İğneci (Özel) : Mehmet IŞIK
DİN HİZMETLERİ:
İmam (Özel) : Molla Eyüp UYGUR
İmam (Özel) : Molla Muhammet ÇİFTÇİ
İmam (Özel ): Kâzım GÜNDÜZ
Kur’an kursu öğreticisi(Özel): Molla Muhammet ÇİFTÇİ
ORMAN BAKIM VE KORUMA MEMURU:
1. Osman UYGUR (Molla Eyüp’un oğlu)
2. Gafur ŞENTÜRK
DEĞİRMENCİ:
1. Mustafa TANRIVERDİ
2. Abdurrahman IŞIK (Ağa)
3. Tayyip BOZKURT
MARANGÖZ USTASI:
1. Beycan KARADENİZ
58
2. Kaim DEMİRKAN
3. Cemal YÜKSEL
4. Dursun SARAÇ
DEMİRCİ USTASI:
Aslan DEMİRCİ
Aslan usta, köy halkının vazgeçilmez ihtiyacı olan tarım aletlerinden tutun
da evlere teneke soba yapılmasına kadar demir aksamlı malzemelerin
imalatında her zaman aranan kişi olmuştu. Sanatındaki beceri konusuna,
“YAKIN MAHALLE KOMŞULARI” bölümünde ayrıntılarıyla yer verildiğinden
burada tekrar edilmemiştir.
HIZARCI EKİBİ
1.Cemal YÜKSEL
2.Ali YAVUZ
3.Hilmi YÜKSEL
4. Rüstem BOZKURT
5. Osman ŞAHİN
Hızarcılık, sabır isteyen ve beceri gerektiren bir sanat dalıdır.
O dönemde kereste atölyesi mevcut olmadığından halkın tahta ihtiyacı
hızarcı ekip tarafından tomruklar biçilerek karşılanırdı. Önce bir iskele
kurulur, tomruk ölçülere göre kırmızı boyalı iple işaretledikten sonra
iskeleye çıkartılıp demir çubuklarla çakılarak tutturulurdu. Hızarcının biri
tomruğun üstünde diğer ikisi de altta olmak üzere kırmızı çizgiyi takiben
biçme işlemini sürdürürlerdi. Böylece tomruklardan isteğe göre kalınlıkta
tahta elde edilirdi. Bu tahtalar özellikle, ambar ve kiler ile odaların tavan
ve taban döşemelerinde, ev araçları imalâtında kullanılırdı.
AĞAÇ SU BORUSU İMALATÇISI:
Hasan DEMİRKAN
59
O dönemde demir ve plastik su borusu
henüz
yaygınlaşmamıştı.
Köy ortamında zorunlu ihtiyaçlar ise ağaç kullanılarak yapılan borularla
karşılanırdı. Bu maksatla ormandan uygun çam ağaçları kesilip getirilir ve
iki metre uzunluğunda doğrandıktan sonra özel burgularla delinerek su
borusu haline dönüştürülürdü. Gerek su borusu imalatı gerekse toprak
altındaki çürümüş boruların yenileriyle değiştirilmesi ustalık gerektiren bir
beceri istemekteydi. Bütün bu işleri Hasan DEMİRKAN devam ettirdi.
DUVARCI USTASI:
1.Hasan ALKAN
2.Ahmet BOZKURT
3. Mehmet ERDEM
4. Ali YILMAZ
TERZİ:
1.Ahmet YILMAZ
(Salihağa Mah.)
2.Hilmi GÜNDÜZ
(Şatirgil Mah.)
KALAY-LEHİMCİ:
Osman DEMİRTAŞ
(Abdigil)
ÇAPULACI:
Lütfi KARADENİZ
DAVUL VE ZURNACI:
Zurnacı: Tayyip BOZKURT
(Yukarı Mah.)
Davulcu: İbrahim KARADENİZ
KÖY ÇOBANI (Öküz otlatımı)
1.Osman YILDIRIM
2.Üzeyir AYAM
3.Mehmet BİBER
4.Ziya BALCI
“
Çobanlık,
oldukça
meşakkatli
60
ve beceri isteyen bir meslektir. İşi gücü
olmayanların bir zorunluluktan dolayı yaptıkları iş olarak görülmemelidir.
Geçmiş günleri hatırlıyorum! Haziran ayının belirli bir gününde sabah
erkenden öküzleri Dalâhet otlağına götürüp çobanlara teslim ederdik. O
zaman köy halkı 90 küsur haneden oluşuyordu. Bu ne demektir? Her hane
halkının birer çift öküzü bulunduğunu düşünürsek, çobanlara teslim edilen
öküz sayısı 160 ve yarısı kadar da tosun. Bu kadar hayvanı tanımak,
gözetmek ve gütmek hiç de kolay olmasa gerek. Ama mesleğini severek
yapan
çobanlar
bunun
üstesinden
gelip
kimsenin
malına
zarar
verdirmezlerdi. Her akşam sayılarak güvenliğinden emin olurlardı. Varsa
kayıplar aranıp bulunurdu. Daha sonra “Büyük dağa” gidilir ve görev orada
sürdürülürdü. İlkel yöntemlerle hazırladıkları barınma ve yiyeceklerle
günlerini geçirirlerdi. Bu nedenle çobanlık için “meşakkatli ve beceri
isteyen bir meslektir” ifadesini kullandım.
Hatırımda kaldığına göre Reşit YILDIRIM, Cilavuz Köy Enstitüsünü bitirip
öğretmen olarak atanınca tanıdık çevresi karşısında, “babasının köy
çobanlığı yapmasından dolayı” kendisini ezik görür. Babasından artık bu işi
bırakmasını
ister.
Babası
da”
çobanlığın,
herkesin
değil,
tanıma
melekesinin güçlü, zorluklara dayanıklı ve sabır gerektiren kişilere has
önemli bir meslek olduğunu; küçümsenecek bir yanının da bulunmadığını
söyler. Böylece her mesleğe saygı duyulması gerektiğini vurgularken hem
oğlunun gönlünü almış ve hem de “bilge kişilere” özgü nasihatini de
yapmış olur.
KÖY KORUCUSU:
Mustafa BAYKAN
(BİLGİ NOTU:
1. Bu bölüm, Sayın
Tüncer YÜKSEL’in katkılarıyla hazırlanıp ilâve
edilmiştir.
2. Unutulmuş kimse veya hata varsa lütfen aşağıdaki adrese bildirin,
düzeltme yapılsın.
E_ Posta (İnternet) adresi : ( suleymangunver @ yahoo.com. tr )
61
1947- 1955 DÖNEMİ:
Ortaokul Günleri:
İlkokulu bitirince bir sene boşta kaldım. 1947 yılının sonbaharında
Artvin Ortaokuluna kaydoldum. Dışarıdan gelen diğer öğrenciler gibi ben
de okul pansiyonunda kaldım. Tahta karyolası vardı; yatak ise öğrenciye
aitti.
Kışlık
odun
ihtiyacı
okuldan
sağlanıp
yine
okulun
hademesi
vasıtasıyla temizlik işleri yürütülüyordu. Ayrıca bekâr bir öğretmen
sorumlu olarak bizimle kalırdı. Kendi aramızdan bir öğrenci nöbetçi olur
hem kendimizin hem de öğretmen odasının sobalarını yakardık. Nöbetçi
kalan Şavşatlı bir öğrenci öğretmene ait sobayı yakıp dışarı çıkarken
öğretmen kendisine portakal verir, fakat nasıl yeneceğini bilemez ve
kabuğu ile ısırır. Bu halini gören arkadaşları gülerek gırgıra alırlar. İşte
köyde yetişmiş olmanın olumsuz görüntüleri!
29
Ekim
Cumhuriyet
Bayramı
tatilinde
Ardanuçlu
öğrencilerle
beraber ben de evlerimize dönmek üzere yola koyulduk. Baktık ormandan
kütük taşıyan bir kamyon Artvin’in karşı dağından tomruk getirmeye
gidecek. Şoförden izin alıp hepimiz kamyonun üstüne çıktık; yanları ise
açıktı. Benim motorlu araçlara binişim ilkti ve korkudan yüzükoyun yattım.
Harhan bölgesine gelince inip yaya olarak yolumuza devam ettik. Bu
benim, medeniyetle ilk tanışmam ve ilk heyecanımdı.
Ev yaşamından uzak kalınması beslenme yöntemini de değiştirdi.
Sabahları fırına koş, aldığın yuvarlak sıcak ekmeğin üst bölümünü bıçakla
açtır, içine tereyağı koy ve bir parçasını ye; kalan kısmını da akşama
sakla.
Öğleyin
fırında
çorba
pişirilirdi,
çeyrek
ekmekle
karnımızı
doyurmaya çalışırdık. En ilginç olanı da böceklerin cirit attığı masalarda
yemek yememizdi. Bazı günlerde bakkaldan kavurma ve kış helvası ile
sıcak ekmek yerdik.
Ortaokulun birinci sınıfında iken yarıyıl karne tatili nedeniyle diğer
öğrencilerle beraber Ardanuç’a yürüyerek hareket ettik. Güneşli bir gündü,
fakat her taraf karla kaplanmış ve eriyen kar suları çapula ayakkabımdan
sızıp çoraplarımı ıslatmıştı. Yürürken pek farkında olmadım; ancak gece
karanlığında buzlanma başlayınca ayaklarımım donup uyuştuğunu fark
62
ettim. Tepedüzü (Müker) köyüne kısa
mesafe
kalmıştı;
fakat
bu
halimle dik bir yamacı tırmanmaya gözüm kesmedi. Mükerli öğrencilerden
akrabamız olan Halit Göksel’in ayakları da donmuştu. Diğer öğrenciler(
Fikri Genç, Necat Önal, Fehmi Öztürk, Enis Şahin, Aslan Özkan) yollarına
devam ettiler. Ben ve Halit ise geceyi, Bakta’da Halit’in kirvesinin (Nevzat
amcanın) evinde geçirdik. Anlayışlı ve tecrübeli aile idi. Bizi içeri alıp içi
soğuk su dolu birer leğenin içerisine ayaklarımızı sokturdular. Bir müddet
sonra buz çözülünce ancak ayakkabılarımızı çıkarabildik. Ayaklarımızı serin
suda biraz daha beklettiler. Böylece ayaklarımızın uyuşukluğu gitti.
Kendilerinden Allah razı olsun; bizi büyük bir felaketten kurtardılar. Ertesi
günü önce Tepedüzü’ne oradan da Bereket Köyüne ulaştım.
Ortaokulun ikinci sınıfında iken okul aile birliği, dersleri iyi olup fakir
öğrencilere elbise verilmesini kararlaştırdı. Öğrenci tespitini yapan Türkçe
dersi öğretmeni beni de seçti. Terzi ölçümüzü alıp lacivert kumaştan
elbisemizi dikti. Ayrıca ayağımıza da, o dönem meşhur olan (beğenilen) ve
“cızlavet” olarak tabir edilen lastik ayakkabılar alındı. İlk olarak 7 Mart
Artvin’in kurtuluşu
resmi
geçiş törenine
bu
kıyafetle katıldık. Çok
sevindim, çünkü sırtım ilk defa doğru dürüst kumaş elbise gördü. Durumu
babama mektupla bildirdiğimde anlaşılır tarzda ifade edememiş olmalıyım
ki ‘‘bu yokluk içerisinde bir de elbise parasını nereden tedarik edeceğim!”
diye hayli endişelenmiş.
Artvin’e ilkbahar, Nisan ayından itibaren gelirdi. Her taraf yeşillik ve
çiçeklerle donanıp güzel manzara oluşurdu. Resim dersinde bahçelere
gider öğretmenin belirlediği yerde manzara resimleri yapardık. Açık alanda
arkadaş ortamında bulunmak hayli coşkulu olur ve neşemiz artardı. Bir
defasında yaz tatiline girmeden önce okulun tüm öğrencilerinin katıldığı
grupla Kafkasor dağı yaylasına gezi düzenlendi. Böylece hayatımda ilk ve
son olarak Kafkasörü de görmüş oldum.
19
Mayıs
Spor
ve
Gençlik
Bayramı
kutlamalarına
katılırdık.
Ayağımızda üstü beyaz keten spor ayakkabısı ve siyah şortlu olarak
jimnastik gösterileri sergilerdik. Yılsonu karne notları idareye verildiğinden
30 Mayısı beklemenin bir anlamı kalmazdı. Biz de gösteri bitiminde
yataklarımızı denk yapıp sırtımıza, tahta bavulu da ele alarak Ardanuç
istikametine giden kamyon veya posta arabasıyla evlerimize dönerdik.
63
Okulun beden dersi araç ve gereçleri tamdı. Sırıkla atlama, kasa
atlama, uzun atlama, halat tırmanma, gülle atma ve değişik minder
hareketlerini
burada
öğrendim.
Bir
gün
halata
tırmandım,
tepeye
çıktığımda şortun kemer lastiği koptu ve aşağıya sarktı; üstelik altında iç
çamaşırı da yoktu. Utanarak yere inerken arkadaşların kahkaha atıp
gülüşlerini halen duyar gibiyim.
Okulun laboratuar ve marangoz (İş Dersi) atölyesi mükemmeldi.
Burada öğrendiklerimiz ufkumuzu açıp hayli beceri kazandırdı. Fizik dersi
öğretmeni, basit olsa da bir tür elektrik dinamosu yaptırdı ve elde edilen
akımla cep feneri ampulünü yaktığını deneyle gösterdi. İş dersinde de
değişik araçlar ürettik. Burada edindiğim beceriyle köye döndüğümde
kendime bir mandolin yapıp çalıyordum. Bir gün bize Molla Yakup amcanın
oğlu Kâzım (Altunel) öğretmen gelmişti; mandolini görünce “hele ver
bakalım, nasıl olmuş” dedi. Çalmaya başlayınca kendi üslubuyla “Co! İyi
de perde yerleri olmamış, notalar noksan çıkıyor” dedi.
Beni
mandolin
yapıp
çalmaya
sevk
eden
asıl
neden,
Köy
Enstitüsünde okuyup yaz tatilinde köye dönen her öğrencinin elinde birer
mandolin, öğrendikleri şarkı ve türküleri notasıyla çalmalarının özentisi
oldu. O zaman nasılda özenip benim de olmadığına hayıflanırdım. Sonra
üzerlerinde açık mavi gömlek ve kalın kumaştan paçaları golf biçimli
pantolon ve bot ayakkabı ne kadar da özendirici oluyordu. Ya benim
üzerimde, şal ceket ve pantolon, ayağımda da lastik ayakkabı! Ne de olsa
çocukça duygu ve yaklaşım! O zaman “Sabrın sonu selâmet” özdeyişi hiç
hatırıma gelmezdi. Ha, şunu da belirtmekte yarar var: Özenmek ile
kıskanmak aynı anlamda kabul edilmemelidir. Özenmek, kişiyi hedefe
götüren itici güç olur; kıskanmak ise karşı tarafa düşmanca bakışı yansıtır.
Ortaokul öğretmenleri hem kültürlü ve hem de becerikli bir davranış
içerisinde hareket edip bilgileri zorla da olsa kafamıza sokmaya çalışırlardı.
Zorla diyorum, çünkü matematik öğretmeni Nihat bey elinde pergel veya
tahta cetvel ile dolaşıp sorduğu soruyu bilmeyenin elleri ve kafasına
vururdu. Şu satırları yazarken dahi yediğim darbelerin acısını hisseder gibi
oldum.
Birinci karne tatili için köye dönmüştüm. Hem ailemi görür ve hem
de sıcak yemek yeme fırsatını bulurum diye düşünürken eve geldiğimde
64
üzücü bir manzara ile karşılaştım. Babam
yakacak
odun
keserken
baltayı yanlışlıkla ayağına vurmuş ve parmak bölümünü yarıya kadar
kesmişti. Her ne kadar, Ardanuç’tan doktor getirip muayene ve tedavisi
yapılmış ise de, yine de yataktan kalkamıyordu. Yanı başında oturup
geometri teoremlerini ve matematik sorularının cevaplarını anlamasam da
ezberlemeye çalıştım. Okula dönüşte yerler karla kaplı, ayağımda çarık,
yol boyunca ezberimi tekrarladım. İlk fırsatta parmak kaldırıp heyecan ve
korku içerisinde sözlü imtihana kalktım. Soruları yanıtlayıp iyi bir not
alırken yine de kendimi tokat yemeden kurtaramadım. Nihat öğretmen
hem sinirli ve hem de insafsız bir yapıya sahipti. Diğer öğretmenler ise
insanca yaklaşıp üzmeden-korkutmadan bilgileri aktarırken o, devamlı
şiddete yönelirdi. Tüm öğrencilerin nefretini çekmişti. Genelde diğer
öğretmenlerin adalet terazisi tamdı, verilen notlarda pek yanılma olmazdı.
Türkçe öğretmeni ev ödevi olarak Evliya Çelebinin “Seyahatnamesi”nin
özetinin çıkarılması görevini verdi. İyi de bu ödevi vermiş; bu vesileyle
Osmanlıca bir üslupla yazılı 4-5 ciltten oluşan külliyatı okuma fırsatını
buldum. Böyle bir ortamda yetiştiğim için Ortaokul bitirme notu ancak
‘‘orta derece” olarak gerçekleşti. O yılı (1950) evde kalıp dinlenmeyle
geçirdim.
Lise Günleri:
Babamın tayini Usot (Tosunlu) köyüne çıkmıştı. Bir sonbahar günü
kendisini ziyarete gittim. Hem köyü ve hem de öğretmen arkadaşını
gördüm. Dönüşte köylünün birisinden satın aldığı tayı yedeğime verip beni
uğurladı. O zamana kadar hiç atımız olmamıştı. Getirip itina ve sevgi ile
büyüttük. Çocukluk döneminde “Atım, itim ve bir de tüfeğim ile belimden
sarkan gösterişli kamam” olmasını düşler dururdum. Böylece tüfek hariç,
diğerlerine sahip olmanın mutluluğunu yaşadım.
Ailem, Erzurum İlk Öğretmen Okulu’nda okumamı kararlaştırdı. Bu
maksatla
Hezor
(Hızarlı)
köyünden
kirvem
olan
İsmail
emmiden
(amcadan) beni Erzurum’a götürmesini rica ettiler. Eylül 1951 ayı
ortalarında kamyonla Kars’a gittik. Orada Tepedüzü köyünden akrabamız
Süleyman Önal ve oğlu Necat’la karşılaştık. Onlar daha önceden Erzurum’a
65
gittiklerini ancak, okulun kontenjanı
dolduğundan
Necat’ın
kaydını
yaptıramadıklarını, söylediler. Böylece Necat’la beraber Kars Lisesi birinci
sınıfına kaydımızı yaptırdık. Okulun pansiyonunda kalmaya başladık. Bir
müddet sonra Rize’de de lise açıldığını duyduk. Necat ilişiğini kesip Rize’ye
hareket etti. Ekim ayının sonuna doğru soğuklar hayli arttı, hatta 29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı günü kar yağdı. Palto-pardösüm yok; iki pantolonu
üst üste giydiğim halde yine de üşüyorum. Baktım olacak gibi değil, iki
arkadaş edinip biz de Erzurum üzerinden Rize’ye hareket ettik. Trabzon’a
geldiğimizde ilk defa denizi gördüm. O ne muhteşem manzara idi. O ana
kadar ancak
atlas üzerinde gördüğüm kadarıyla tanıyıp bilgi sahibi
olmuştum. Fakat gerçek olanla karşılaşınca, heybetinden korku, güzel
manzarasından da hayranlık duydum. Sonra Rize’ye geçtik. Şans o ya
Lisenin bir de pansiyonu varmış (eski Halkevi binası), Necat bizi alıp
pansiyona yerleşmemize yardımcı oldu. Sonra şehri gezdirip Ziraat bahçesi
olarak
bilinen
yüksek
ve
ağaçlıklı
bir
yamaca
çıkardı.
Güzelliğine
doyulmayan hoş bir manzara ile karşılaştık. Kars’ta kar yağarken burada
ise, her taraf yeşillik ortamında renk renk değişik çiçeklerle, mandalina ve
portakal bahçeleriyle donatılmış; sanki deniz ve şehir ayaklarımızın altında
imiş gibi kendimizi hissettik. Okula kaydımızı yaptırdıktan sonra tatil
günleri buraya gelip ders çalışırdık.
Benimle gelen Göreleli arkadaşın yatağı yoktu; bir karne dönemi
benim yatağı paylaştık. Karne tatilinde memleketine gidip kendine yatak
getirdi. Arkadaşın ismi, Yunus Mimiroğlu idi. Bir yıl beraber okuduk, ikinci
sınıftan itibaren kaydını başka tarafa aktardı. Yıllar sonra karşılaştığımızda
Tabip Albay rütbesinde iken uzman genel cerrah doktoru olarak emekli
olduğunu söyledi. Diğer yol arkadaşım Artvinli Saim Şatıroğlu ise Ankara
Hukuk Fakültesini bitirip avukatlık mesleğini seçti.
1953 yılı yaz tatilinde köye döndüğümde dedemi yatalak hasta
yatağında buldum. Felç geçirmiş, yandan yana dönemez, kendi başına
yemek yiyemez hale gelmişti. Nenem ve babamın yardım ve gayretleriyle
yaşamını devam ettiriyordu. Kısa süre sonra da vefat etti. Herkese saygılı,
hayırsever, namazında-niyazında kusur etmeyen böyle kişinin başına bu
musibet neden geldi diye bir düşünce içinde olabiliriz. Yıllar sonra
edindiğim dini bilgilerle sorunun cevabını buldum:
Yaşadığımız
66
dünya, insanoğlunun imtihan edildiği geçici
bu
mekân olarak görülmelidir. Allah’a karşı yapılan ibadetin bir parçası da
sabretmek ve hamd etmektir. Her koşulda bu görevleri yerine getiren
Müslüman, karşılık ödülünü ahirette alır. Bu vesileyle Hz. Peygamberimizin
şu hadisini nakletmek istiyorum:
Ebu
Said
Hudri
ile
Ebu
Hureyre
(r.a.),
Nebi
(s)’nin
şöyle
buyurduğunu anlatıyorlar: “Müslüman’a fenalık, hastalık, keder, hüzün,
eza, iç sıkıntısı ârız olmaz, hatta vücuduna bir diken batırılmaz ancak Allah
Teâlâ bu musibetlerden birisi sebebiyle o Müslüman’ın suçlarını ve
günahlarını örter, bastırır.” (Buharı, Kitabu’l Marza:1907)
Demek ki Yüce Allah bazı kullarının affı için dünyada başına
musibetler verebiliyor. Düşünülürse Cehennem azabı, çekilen dünya
sıkıntılarından daha şiddetlidir. Bu nedenle başa gelen musibetleri, -etrafa
dert yanıp sızlanmadan- sabırla aşmaya çalışmak imtihanın başarılmasına
vesile olur.
Lisenin ikinci sınıfından itibaren pansiyon kapatıldı. Taşradan gelen
öğrenciler gruplar halinde kiralık evlerde kaldılar. Barınma, beslenme ve
okul ihtiyaçları sorunlarını aşarken hayli zorlandım. Ne var ki babamın
aylık maaşının 30 liraya yükselmesi rahat nefes almamı sağladı. Bir
lokanta ile anlaştım; sabah bir bardak süt ve çeyrek ekmek, öğleyin iki
çeşit yemek bir çeyrek ekmek, akşam da iki türlü yemek ve çeyrek ekmek
olarak ayda 27 lira ödedim. Geriye kalan 3 lira ile de ev kirası ve bazı
ihtiyaçların giderilmesinde kullandım. Dolayısıyla kendime ne yeni elbise,
ne de ayakkabı alabildim. Bir gün öğretmen çağırdı, aile durumumu
öğrendikten sonra okula, ihtiyaç sahibi öğrencilere dağıtılmak üzere
gönderilmiş yeni bir pantolon ile giyilmiş bir çift ayakkabı verdi. Ayakkabı
üstelik iki numara da büyüktü. Utandım ama başka bir seçeneğim de
yoktu. Tam da o günlerde babam bir miktar para göndermişti; onunla da
ceket diktirdim. Bir arkadaş da yakası eskimeye başlamış, fakat markalı
mavi renkli gömleğini hediye etti. Böylece arkadaş arasında yürümenin
şekli bile değişti ve içim oldukça rahatladı. Aşağıdaki resmin ortasında olan
kişi benim (Süleyman Günver), üzerimdeki elbise ve ayakkabı sözünü
ettiğim giysilerdir.
67
Lise son sınıfında iken daha hesaplı
geldiği için bir dönerci
lokantasına abone oldum. Her öğleyin döner yiyerek hem protein ihtiyacını
karşılamış ve hem de tok kalmamı sağlamış oldum. Denebilir ki, “bu ne
perhiz, ne lahana turşusu; hem parasızlıktan söz edeceksin ve hem de
döner yeme lüksünü uygulayacaksın; olacak şey mi, kim inanır!” Durum
hiç de göründüğü gibi değildi; lokanta ve dönerciye ödenen parada bir
farklılık yoktu. Bu nedenle dönerciyi tercih ettim. O yıl inanılması zor bir
performansla karşılaştım. O tarihe kadar matematik-cebir derslerinden
orta not alırdım. Çoğu kez de ikmale kalırdım. Son sene notlarım 7-8
arasında gerçekleşti. Bu
neyin işaretiydi? Elbette sağlıklı beslenme! Başka? Çocuklarda zekâ
gelişiminin 20’li yaşlara kadar devam etmesi! Her ikisini bir araya
getirirsek sorunun cevabını oluşturur.
Şansa bak! Benim dönemimde lise öğrenimi dört sene idi. Son sınıfa
geçince üçe indi ve iki dönem birden mezun olduk. Bunun kime ne zararı
var denebilir. Sakıncası, yüksek okula girişlerde arz ve talep dengesini
olumsuz yönde etkileyip okula giriş şansını azaltmış olmasıdır. Artık ilerisi
için yeni bir program yapıp uygulama zamanı da gelmişti. Babamın kısıtlı
maaşı ile üniversitede okumam olanaksızdı. Mutlaka burslu veya yatılı
öğrenim görmem gerekiyordu.
68
1955-1960 DÖNEMİ:
Üniversiteye Giriş Hazırlıkları:
1955 yılında Rize Lisesi edebiyat bölümünden iyi derece ile mezun
oldum. Kendimi Ankara Ziraat Fakültesi, olmadığı takdirde Hava Harp
Okulu için hazırladım. Uzun süre bunların hayâlıyla yaşadım. Lise
Müdürlüğüne yaptığım yazılı müracaatımda bu iki yere diplomaya ilişkin
sicil özetinin gönderilmesini istedim.
Eylül 1955 ayı son haftası olacaktı; yatak ve tahta bavulumu yanıma
alarak Rize’den Ankara’ya hareket ettim. Benimle beraber iki arkadaş daha
vardı. Bir Pazar günü idi, gelip Ulus’ta otele yerleşip çevreyi tanıma
gezisine çıktık. Tesadüf o ya, Tepedüzü köyünden akrabamız ve okul
arkadaşım olan Necat Önal’la karşılaştık; beni alıp Emin bey amcalara
götürdü. İki oda bir salondan ibaret olan apartman dairesinde sekiz kişi
kaldık. Zor şartlara rağmen beni 15 gün üzerinde misafir etmelerinden
dolayı hayat boyu kendilerine minnet borçluyum.
Öncelikle Ziraat Fakültesine ön kaydımı yaptırdım. O yıl için 120
öğrenci bursu kontenjanı belirlendiğini; bursun, lise çıkışına göre öncelik:
“Fen pekiyi, kontenjan dolmazsa edebiyat pekiyi, sonra fen iyi, sonra
edebiyat iyi”, şeklinde uygulama yapılacağını öğrendim. İki günde bir
fakültenin öğrenci işlerine gidip son durumu öğreniyordum. Baktım,
edebiyat pekiyi olanlarla kontenjan dolmuş. Mali durumum burs almadan
okumama olanak vermiyordu. Bu nedenle ikinci tercihim için girişimde
bulundum. Hava Kuvvetleri Okullar şubesine gidip müracaat ettim. Görevli
sivil memur bir yazı hazırladı ve “ Seni Mevki Askeri Hastanesine sevk
ediyorum; muayeneleri
ol, Sağlık
Kurul
ön raporunu
getir;
sonra
İzmir’deki Hava Harp Okuluna göndereyim” dedi. Hastaneye gittiğimde,
benim gibi askeri öğrenci olmak isteyen 20’ye yakın kişinin rapor peşinde
koşuştuklarını gördüm. Onlarla birlikte 14 gün süreyle muayenelere girip
çıktım. Göğüs filmini
arkadaşların
raporunda
Gülhane Askeri Hastanesinde çektirdik. Diğer
röntgen
bölümü
“sağlam”
diye
imzalanmış,
69
benimkinde ne yazı ne de imza vardı. Fakat raporun üst köşesine
“Akciğerlerde sağ sinüs kapalı” diye yazılı bir pusula ile film eklenmişti.
Gruptan biri yol gösterip: ‘‘Arkadaşım! O pusulayı çıkarıp cebine koy,
sonra git röntgen uzman doktorunu bul ve benim raporum unutulup imza
edilmemiş de. O pusula başına iş açar” dedi. Gidip röntgen mütehassısını
başka bir doktorun odasında çay içerken buldum. Öğretildiği gibi söyledim.
Filmi pencere ışığında gözden geçirdi ve sağlam yazısını yazıp imzaladı.
Muayeneler son bulup Sağlık Kurulundan ön raporu alınca hemen Hava
Kuvvetleri Okullar Şubesine götürdüm. Aynı sivil memur birkaç satırlık
pusula yazıp: ‘‘Bu yazıyı Eskişehir Hava Üs Komutanlığında ismi yazılı sivil
memura ver, seni uçakla İzmir’e göndersin” dedi.
Ankara’dan Eskişehir’e trenle gidip Hava Üs Komutanlığındaki sivil
memura pusulayı verdim. Açıp okudu ve benden ön raporu istedi.
Kendisine
gösterdiğimde,
‘‘hayır
bu
kabul
edilmez!
Kara
Askeri
Hastanesinden almışsın; Sağlık raporunun Hava Askeri Hastanesinden
alınması gerekiyor. Sana sevk yazısı vereceğim yeniden burada muayene
olacaksın” dedi. Ertesi gün muayenelere başladım. Muayene süresince
yatacak yer gösterilip yemek verildi. Benim gibi 10 kişi rapor alma peşinde
koşuşuyordu. Onlarla beraber Röntgen bölümüne geldiğimizde doktor bir
cihazla göğse bakıyordu. Sıra bana gelince baktı ve ,“sen ayrıl, senin
filmini çekeceğim” dedi. Film çekildi; tabii cihaz yalan söylemesini
bilmiyordu; evet, akciğerlerde sağ sinüs kapalı çıktı. Doktor, “bu halinle
pilot olamazsın” dedi. (Sorun, çocukken geçirdiğim ateşli bir hastalıktan
kaynaklanmıştı. Sonradan öğrendiğime göre akciğerler iki parça halinde
bulunuyor. Sağ akciğer 2, sol akciğer ise bir lop olarak 3 loptan oluşuyor.
Demek ki akciğerlerin 2/3’ sinin sinüsleri ‘‘hava baloncukları” kapanıp
devre dışı kalmış. Soruna neden olan olay ise, çocukken soğuk suda
yıkanıp üşütme sonucu geçirdiğim zatürre hastalığından kaynaklanmıştı.)
Üzüntülü olarak tekrar Ankara’ya döndüm.
İlâhiyat Fakültesine Kayıt Yaptırma:
70
Otel
ücreti
yemek
parası
derken cep harçlığım da bitmek
üzere idi. O para da, köyümde emek verip büyüttüğüm atımı babam satıp
cep harçlığı olarak vermişti. Çaresizlik içinde hüzünlü olarak dolaşırken
öğrendim ki, İlâhiyat Fakültesinin öğrenci yurdu varmış; ayrıca bazı
öğrencilere de burs veriliyormuş. Öğrenci yurdunda kalabilme uğruna
kaydımı Ziraattan İlâhiyat Fakültesine aktardım. Ne var ki, yurtta boş
yatak kalmamış; bir hafta deyince tahta masa üzerinde – kuru yerdeelbisemle yatmak zorunda kaldım. Bu arada İlâhiyata kaydını yaptırmış iki
öğrencinin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Tapu Kadastro Genel
Müdürlüğü teknisyen memur alacakmış, 11 ay süreli kurs gösterip sonra
atama
yapacakmış;
eğitim
süresince
de
kurs
parası
ödenecekmiş.
Tekniker olarak atanan kişi yaz aylarında arazi çalışmalarına çıkınca
ödenen tazminatla birlikte maaş ikiye katlanacakmış. Bu haber hoşuma
gidip
hayli
heyecanlandırdı
ve
kendilerine
sorduğumda,
müracaat
yaptıklarını, sağlık raporu için Numune Hastanesine sevk edildiklerini
belirttiler. Ertesi gün ben de gidip yazılı müracaatımı yaptım. Beni de
hastaneye sevk ettiler. Hastane girişindeki memur sevk yazısına bakıp:
‘‘Burası okul değil kurs yeri, sağlık raporu için muayene ücretlerini ödemen
gerekiyor; hepsi 75 lira tutar, ödeyeceksen işlemini yapayım” dedi.
Benden bir gün önce gelen arkadaşların ücretsiz işlem yaptırdıklarını,
hatta bahçede dolaşırken kendilerini görevli memura gösterdiğim halde
itirazımı kabul etmedi. Bende üzülerek hastaneden ayrıldım.
Askeri Öğrenciliğe Geçiş:
Fakültenin öğretime başladığı ikinci ayında olacaktı, kaldığım öğrenci
yurdunda bir yatak boşalmıştı. Sevinerek hemen sahiplendim ve ayrılış
nedenini sorduğumda ‘‘Silâhlı Kuvvetlerin fakültede beş öğrenci kontenjanı
bulunduğunu,
askeri
öğrenci
statüsüne
geçmek
üzere
müracaat
yapacağını,” söyledi. Ertesi günü tanıdık bir arkadaşla birlikte Kara Harp
Okuluna gidip biz de bu kontenjandan yararlanmak istediğimizi yazılı
olarak bildirdik. Önceden almış olduğum sağlık raporunu da bu maksat için
kullandım. Günlerden Cumartesi günü idi. Kayıt işlemini yapan Yüzbaşı
71
“İşiniz tamam, isterseniz Pazartesi günü gelip katılırsınız” dedi. Noter
ücretini ödeyince cepte hiç para da kalmadı. Belediye otobüsü ile nasıl
gidip dönülecek endişesiyle, “Şimdi katılsam olmaz mı?” diye sordum.
Hemen telefon etti ve bir öğrenci gelip bizi “Öğretmen ve Yargıç Bölük
Komutanına” götürdü. O da bizi elbise deposuna gönderdi. Kucak dolusu
giyecek eşya verildi. İlk defa ikişer kat pijama, havlu, yün fanila ile
kaputum oldu. Aynı öğrenci kalacağımız kovuşa götürüp yatacağımız
yatağı ve eşyalarımızı koyacak dolabı gösterdi. Daha sonra gazinoyu
gösterip yemek zamanına kadar burada oturmamızı söyleyip ayrıldı.
Yemek borusu çalınca diğer öğrencilerle beraber yemekhaneye gittik. Her
masa onar kişilik idi. Yeni gelenler için ayrı masa açmışlardı. Masamızda üç
kız öğrenci de vardı. Yemeği kızların birisi kendi durumlarına göre birer
kepçe dağıttı. Karnımız da çok acıkmıştı. Üç kaşıkta yemek bitince diğer
bir kız arkadaşın dikkatini çekmiş olacağız ki, “başka gelecek yok,
isterseniz
karavandan
yemek
alabilirsiniz”
dedi.
Tabakları
yeniden
doldurup doyuncaya kadar yedik. Artık karnımız tok sırtımız ısınmıştı;
keyfimize diyecek yoktu! Üstelik yaylı karyola ve yumuşak pamuk yatak
üzerinde yatacaktık. Ha birde her ay 5 lira harçlık verilmeye başlandı.
Böylece babamın üzerinden de büyük yük kalkmış oldu. Sadece yaz
tatilinde köye geliş ve dönüşlerdeki yol masrafını yine babam karşılıyordu.
Böylece, 15 Kasım 1955 tarihinden itibaren askeri öğrenci olarak
İlâhiyat Fakültesine devam ettim. Birkaç gün sonra öğrendim ki, başka
fakültelere geçip kayıtlarını sildirme sonucu Ziraat Fakültesinde burs
dağıtım sırası edebiyat iyi olanlara kadar gelmiş. Artık iş işten geçmiş ve
geri dönüş imkânsız hale dönüşmüştü.
Birkaç ay er eğitim elbisesi ile fakülteye gidip geldik. Ankara’nın
soğuk kış iklimine karşı artık, sırtımız ısınmış ayaklarımız sağlam bota
kavuşmuştu. İki ay sonra sivil terzi ölçümüzü alıp askeri öğrenci elbisesini
dikti. Elbiseler her yıl değil iki yılda bir yenileniyordu. Bu nedenle yaz
tatilinde köye döndüğümde, şöyle giyip etrafa hava atamadım. Yine eski
köy giysilerini sırtıma geçirip tarla-bahçe-harman ve kışlık odun tedarik
işlerinde koşuşturmaya devam ettim. İyi ki böyle olmuş, hiç olmazsa
“gösteriş denilen aşırı nefis hastalığından uzak kalmışım” diye şimdi
seviniyorum.
Fakülteden
19
Ekim
72
1959 tarihinde
mezun
oldum;
fakat
subaylığa (Teğmen rütbesine) onayım ancak 15 Ocak 1960 tarihinde
gerçekleşti. Ne ilginçtir ki, Artvin’in kurtuluşu olan 7 Mart günü ilk hizmet
yeri olan Kara Kuvvetlerinde göreve başladım. 30 yıllık fiili hizmet sonrası
Öğretmen Kıdemli Albay rütbesinde iken 30 Ağustos 1989 tarihinde de
kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayrıldım.
SONUÇ:
Sayın okuyucular! Yaşantımın 22 yılını simgeleyen anılarımı sizlerle
paylaşmış oldum. İnsan doğasıdır, bu zaman dilimi içinde mutlaka sevinç
ve keder olacaktır. Böyle olmazsa geçirilen imtihanın ne anlamı kalırdı?
Önemli olan, aklı yerli yerinde kullanmak, öfkeyi hoşgörü ile bastırmak,
musibetlere karşı sabırlı olmak, geçim sıkıntılarını kanaatkâr bir tutumla
geçiştirmek, toplumda uyum içerisinde yaşamak ve diğer bir önemlisi de
komşu
ilişkilerine
özen
gösterip
sonradan
pişman
olacak
söz
ve
davranışlardan özenle kaçınmak olmalıdır.
Kişi üzerinde ana-baba hakkı çok büyüktür. “Ben ana-baba hakkını
sağlıklarında
ödedim”
diyen
yalan
söylemiş
olur.
Düşünün,
kendi
ekmeğimi kazanacak yaşa gelinceye kadar tam 27 yıl süresince onlara yük
olmuşum. Kazandıklarını gönüllerince kendi ihtiyaçlarında kullanmalarına
fırsat vermeden hep biz çocukları öncelik almışız. Umarım bu özveri ve
sevgi dolu yaklaşımlarının ödülü öteki dünyada kendilerine verilir. Bu
nedenle sizlere öğüdüm Allah’ın şu emri olacaktır:
“+ Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya
iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi
senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara "öf!" bile deme; onları
azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.(17.İsra Sûr/23)
+ Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: "Rabbim! Tıpkı
beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı."(17.İsra
Sûr/24)”
73
Okuma zahmetine katlandığınız için teşekkür eder sizlere ömür boyu
mutlu yaşamlar dilerken umarım anılarımı köyümün diğer insanlarıyla
paylaşıp geçmişin yaşatılmasına katkıda bulunursunuz. Çünkü geçmişini
bilmeyen, geleceğinden güvende olamaz!

Benzer belgeler