PDF İndir

Transkript

PDF İndir
Sayı: 67 Eylül - Ekim 2012
ENERJİNİN YÖNETİMİ
ve YENİ ARAYIŞLAR
TOHUMDAN MİMARİYE YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ
ANKARA ULUS’DA RESTORASYON
HERKES İÇİN ŞEHİR
.....
..
....
67
İmtiyaz Sahibi
Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan
Avni Çebi
Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü
Yunus Emre Tozal
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan
Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu,
Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür,
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak,
Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen,
Fatih Dönmez, Yakup Güler
İletİşİm Adresİ
Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 217 51 00
Fax: 212 217 22 63
Web: www.mmg.org.tr
E-posta: [email protected]
Yayın Koordİnatörü
İsmail Şaşmaz
[email protected]
Edİtör
Fatih Göksu
[email protected]
Görsel Yönetmen
Ersan Topuz
Renk Ayrımı
Muhammet Dilsiz
Reklam
[email protected]
Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7
Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 273 27 50
Fax: 212 273 27 51
Web: www.ajanspiksel.com
E-posta: [email protected]
Basım
Tor Ofset
0212 886 34 74
Yayın Türü
İki ayda bir yayınlanır.
Yerel Süreli Yayın
Ücretsizdir
Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
M
imar ve Mühendis
Dergisi olarak
“Enerji” dosyamız
ile Eylül-Ekim sayımızda
sizlerle birlikteyiz. Sadece
bu sektörde çalışan insanları
değil, tüm ülkeyi çok
yakından ilgilendirmesi
gereken enerji kavramını
tüm konu ve detayları ile
incelemeye çalıştık.
Ülkelerin enerji talepleri
kalkınma, sanayileşme,
şehirleşme, teknolojinin
yaygınlaşması, refah ve
nüfus artışıyla doğru
orantılı olarak hızla
değişmektedir. Özellikle
gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerin yüksek
standartlardaki hayatlarını
sürdürebilmeleri için
vazgeçilmez bir kaynak
olan enerjinin sürekli ve
güvenli bir şekilde arz
edilmesi bir yana hem iyi
yönetilip hem de düşük
maliyetli olarak hayata
yansıtılması büyük önem
taşımaktadır. Özellikle
önümüzdeki yıllarda başta
büyük bir enerji açlığı
olan Çin ve Hindistan
olmak üzere gelişmiş
ülkelerden kaynaklanacak
yüksek talep artışı hem bu
konuda büyük bir rekabet
ortamı oluşturmakta hem
de enerji politikalarının
serbestleşmesi, yatırımları
ve yönetilmesi konusunda
birçok konuyu önümüze
koymaktadır. Bu sayımızda
dosyamızda yer alan
“Enerji” konusunu bu
sektörün uzmanları ile
derinlemesine inceledik.
Başta EÜAŞ Genel Müdürü
Sayın Halil Alış olmak
üzere iş dünyası temsilcileri
ve akademisyenler sektörü
dergimiz için değerlendirdi.
Ayrıca bu sayımızda
özellikle şehirleşme,
mimarlık ve depremler
üzerine mutlaka okunması
gereken makalelere yer
verdik. Şehirlerimiz ve
deprem konuları üzerine
sadece MMG değil diğer
sivil toplum kuruluşlarının
da harekete geçmesiyle
özellikle Ağustos ayı
konferans ve seminerlerle
geçildi. Bu makalelerin
haricinde Mimar ve
Mühendis dergisinin her
sayısında olduğu gibi,
gezi yazılarını, mimari
değerlendirmeleri, Mimar
ve Mühendisler Grubu’ndan
haberleri bu sayımızda da
okuma fırsatı bulacaksınız.
Gelecek sayılarda buluşmak
dileğiyle…
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin
yüksek standartlardaki hayatlarını
sürdürebilmeleri için vazgeçilmez bir
kaynak olan enerjinin sürekli ve güvenli
bir şekilde arz edilmesi bir yana hem
iyi yönetilip hem de düşük maliyetli
olarak hayata yansıtılması büyük önem
taşımaktadır.
Mimar ve Mühendis Eylül - Ekim 2012
Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar
Doç. Dr. Ömer Gül, Kuddusi Atalay,
Hakan Karabay
EDİTÖRDEN
Sayı: 67 Eylül - Ekim 2012
ENERJİNİN YÖNETİMİ
ve YENİ ARAYIŞLAR
TOHUMDAN MİMARİYE YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ
ANKARA ULUS’DA RESTORASYON
HERKES İÇİN ŞEHİR
ENERJİ
Yayın Kurulu
Osman Şahbaz, Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir,
Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada
.....
..
....
67
Mimar ve
Mühendis
67
KISA... KISA...
06 17 Ağustos Arefesinde Deprem ve Kentsel
24
KAPAK
ENERJİNİN YÖNETİMİ ve YENİ ARAYIŞLAR Enerjinin çok uzun bir tarihi
vardır. Bu tarih; insanoğlunun okuma yazmadan önce keşfedip pişirmede, ısınmada,
aydınlanmada ve vahşi hayvanları korkutmada kullandığı ateş ile başlar. Sonraları
bu tarih 1430 yılındaki kömür madeninin keşfi, 1881’de büyük bilim adamı Thomas
Edison’un kurduğu ilk enerji santrali ve 1957 yılında kurulan ilk nükleer enerji
santrali ile dönüm noktalarını yaşar.
SÖYLEŞİ
DOÇ. DR.
ÖZDOĞAN
YILMAZ
Dönüşüm Konferansı
Genç MMG Üyeleri İftarda Buluştu
MMG Ailesi, 2011-2012 Çalışma Yılını
Değerlendirdi
Deprem ve Kentsel Dönüşüm Konferansı
İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleşti
MAKALE
78 Herkes için şehir
AVNİ ÇEBİ
Türkiye’nin
Deprem Gerçeğİ
MAKALE
70
90
GEZİ: KONYA
Mevlana Türbesi / Selimiye Camii /
II. Selim Kütüphanesi
86 Afetlere Dayanıklı Şehirlere Dönüşüm
PROF. DR. PELİN GÜNDEŞ BAKIR
BİZDEN HABERLER
KİTAPLIK
AJANDA
ÇİZGİ YORUM
104
72
SİNEMA
RESTORASYON
PALERMO’DA YÜZLEŞME
Ankara Ulus tarihi kent merkezine
yapılan restorasyon çalışmaları
ENERJİ YÖNETİMİNDE, ARZ ve
GÜVENLİKTE YENİ YAKLAŞIMLAR
E
nerji, dünya gündemini belirleyen temel bir unsur olarak, sanayileşme sonrası petrolün
bulunmasıyla gündemimize girdi. Bölgemizin petrol kaynakları açısından zengin olması
enerji-siyaset dengesinde her zaman dünya siyaset kurucularının cirit attığı bir mekân
olmasına neden oldu. Son 200 yılın savaşları, karışıklıkları ve harita değişiklikleriyle
bölgemiz insanları birçok sıkıntılar yaşadı. Günümüzde, coğrafyalarımızda yaşanan
değişikliklerde bu temel unsur pek değişikliğe uğramadan devam etmektedir.
Enerji mal ve hizmetlerin üretimi için gerekli olan en temel girdidir. Bunun sürekli, güvenli
ve erişilebilir olarak sağlanması bütün tarafların, üreticiden tüketiciye kadar en önemli
ekonomik, sosyal aynı zamanda siyasal uğraşlarından birisidir. Enerji maliyetlerinin
kontrol altına alınması, verimliliğin arttırılması dünya ekonomik-siyasal sisteminin en başat
parametresidir. Dolaysıyla enerjinin arz güvenliği ve çeşitlendirilmesi, kaynak ve teknoloji
olarak değerlendirilmesi bütün oyuncuların önem verdiği konu olmaya devam edecektir.
Ülkemizin kalkınmasında ve
sürdürülebilir bir ekonomi
oluşturmada enerji yönetimi
olarak, çevrenin korunmasına
daha çok özen göstermeliyiz
ve gelecek nesillerin hakkı
olan daha huzurlu ve güvenli
çevrede yaşam hakkına saygı
göstermeliyiz.
Ülkemiz hızla kalkınmakta ve enerjiye bağımlılığı da her geçen gün artmaktadır. Ülkemiz
birincil enerji kaynakları açısından yeterli kaynağa sahip olmaması nedeniyle enerji ithalatçısı
olarak büyük miktar bir mali kaynağını petrol ve türevlerinin ithalatına harcamakta ve bu da
cari açığımızın %70’leri kadarına varmaktadır. Aynı zamanda enerji üretiminde kullanılan
teknolojik girdilerin büyük bir kısmı da dış alım vasıtasıyla tedarik edilmektedir. Bu durum
ülkemiz ekonomisi için sürdürülebilir bir tablo vermemektedir. Bu dar boğazdan çıkmak
için teknoloji üretimine hız vermek, enerji verimliliğini artırmak ve enerji yoğunluğumuzu
düşürmek durumundayız. Bu konularda yerli üretimi teşvik için çıkarılan teşvik kanunları
iyi bir başlangıç olmakla beraber yetersizdir. Ülkemiz insanının bilgi ve birikimini daha çok
kullandıracak sanayi, üniversite ve STK’ların heyecanını sürekli kılacak iyileştirmelere
devam edilmelidir.
Ülkemiz hızla büyümek durumundadır, bu ülkenin kalkınması ve barışının sağlaması için
gereklidir. Bunu yaparken öz kaynaklarımızı değerlendirmek zorundayız. Türkiye enerji
üretiminde birincil kaynak olarak su kaynaklarının yarısına yakınını kullanmaktadır. Ülkemiz
enerji üretiminde yüzde 25’leri civarında kömür kullanmaktadır. Bu santrallerde kullanılan
kömürün büyük bir kısmı yüksek kalorifik değerinden dolayı ithal edilmektedir. Bu da cari
açığımızda yaklaşık 4 milyar dolar değerinde yer tutmaktadır. Oysaki elimizde bize ait olan
ve kullanabileceğimiz en iyi bir kaynak olarak kömür bulunmaktadır. Bunun taş kömürü
ve linyit olarak kullanımının yerli kaynaklardan sağlanması konusunda gerekli teknolojik
iyileştirmeleri yaparak kullanırsak özellikle doğalgaz kullanımından kaynaklanan dışa
bağımlılığımızı azaltabiliriz. Önümüzdeki dönemin en büyük enerji stratejisi, bu kaynağın
verimli ve etkin kullanımı konusunda teknoloji geliştirilmesi ve kullanılması olmalıdır.
Enerjinin arz ve güvenliği de önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye
enerjisinin büyük bir kısmını doğalgazdan temin etmekte ve kaynak olarak çevre ülkelere
bağlı bulunmaktadır. Ayrıca gelişen bilişim ve iletişim teknolojilerinin kullanımı, enerji
üretiminden tüketimine kadar yaygınlaşmaktadır. Bugünlerde sıkça gündemimize giren siber
ataklar konusu, enerjinin üretimi ve tüketimi yapıldığı tesislerde dikkat etmemiz gereken bir
konu olarak gündemimize girecektir. Mevcut ve kurulacak üretim santralleri ve iletim-dağıtım
hatlarının işletme ve yatırımlarında bu konu ülke güvenliği ve sürdürülebilir bir kalkınma için
önemli bir konu olarak, enerji yönetiminin gündeminde olmalıdır.
Ülkemizin kalkınmasında ve sürdürülebilir bir ekonomi oluşturmada enerji yönetimi olarak,
çevrenin korunmasına daha çok özen göstermeliyiz ve gelecek nesillerin hakkı olan daha
huzurlu ve güvenli çevrede yaşam hakkına saygı göstermeliyiz. Yeni bir geleceğin inşasında,
yenilebilir enerji kaynaklarının kullanımına yatırımlar yapmaya devam etmeliyiz.
Avni Çebi
MMG Genel Başkanı
KISA... KISA...
17 AĞUSTOS AREFESİNDE DEPREM
VE KENTSEL DÖNÜŞÜM KONFERANSI
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG), Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ve Fatih Belediyesi’nin
ortaklaşa tertipledikleri “Deprem ve Kentsel Dönüşüm” konulu konferans Fatih Belediyesi Zübeyde Hanım
Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Akademisyenlerin ve özellikle de Fatih ve yakın semt sakinlerinin yoğun ilgi
gösterdiği programda vatandaşlar, deprem ve kentsel dönüşüm hakkında bilgi aldı.
F
atih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in
yaptığı açılış konuşmasının ardından
kürsüye çıkan AK Parti Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 31 Mayıs
2012’de yasalaştığını belirterek, “Bu kanun
kentsel dönüşümün ülkemizde uygulanabilmesi için yoldaki tüm bürokratik engelleri
kaldırmakta, vatandaşlarla anlaşma yolunu
esas almakta, arkasında güçlü ve kararlı bir
siyasi irade bulunmaktadır” dedi.
Kentsel Dönüşüm Sosyal Adalet,
Gelişim ve Sosyal Bütünleşme de
Sağlamalıdır
MMG Genel Başkanı Avni Çebi yaptığı
sunumda, Kentsel Dönüşüm ve Şehirleşme sürecinde gerçekleşmesi gerekli olan
noktalara değinirken, planlanan şehirlerin
hangi özelliklere sahip olması konusunda
görüşlerini dile getirdi. Şehirlerin yaşanılabilir, erişilebilir, sürdürülebilir özelliklere sahip
6
Mimar ve Mühendis
olması gerektiğinin altını çizen Çebi, sosyal
donatı alanlarının önemine de vurgu yaptı.
Kentsel dönüşümün sadece fiziksel değişim olarak düşünülmemesi gerektiğini
ifade eden Çebi; “Kentsel dönüşüm, fiziksel
mekânın dönüşümünün yanı sıra, sosyal
adalet ve gelişim, sosyal bütünleşme, yerel-ekonomik kalkınma, tarihi ve kültürel
mirasın ve doğal çevrenin korunması,
zarar azaltma ve risk yönetimi, sürdürebilirliğin sağlanması, erişebilirlik, gelecek
nesillerin hakkı gibi ilkeler çerçevesinde
kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla ele
alınması gereken bir konudur” dedi.
Yaşam Alanlarımızı
Zindana Çevirmemeliyiz
İkinci oturumun moderatörlüğünü yapan
MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem
Ekşi, Kentsel Dönüşüm ve Afet Yasası
ile 4 Ağustos 2011’de çıkan yönetmelik
hakkında görüşlerini belirterek konuşma-
sına başladı. Yeni çıkan yasada aksayan ve
mevcut yapı stoğu ile ülke genelinde inşa
edilen binlerce yapının, neden olacağı
milyarlarca dolarlık maliyetin halktan ve
gelecekte de bir sonraki nesilden çıkacağını
belirten Ekşi, zorunda kalınan bir gerileşme hareketinin olduğunu söyledi. Bugün
gelişmiş ülkelere gidildiğinde,
uzun dönem içersinde üç neslin
farklı zamanlarda yaşayabildiği
konakları, evleri ve şehirlerin
görülebileceğini aktaran Ekşi;
“Bizde bir nesil bile ömrü
boyunca aynı evde yaşayamıyor.
Bu çok acı bir yüzleşmedir. Ben
yaptım oldu demekle bu işler
olmuyor” dedi.
Sismolog Doç. Dr. Özdoğan
Yılmaz “Deprem, zemin ve
yapı üçleminde” sunumunu
gerçekleştirdi. En popüler
konunun, dikkat çektiği için
medyada en fazla işlenen
deprem konusu olduğunu
belirten Yılmaz, zemin ve
yapı konusunun depreme
nazaran daha önemli bir yer
tuttuğunu ve üzerinde daha
fazla durulması gereken bir
konu olduğunu belirtti. Deprem
hareketinin bir yapıya tatbik
ettiği kuvveti ve muhtemel
hasarı azaltmak için yapının
kütlesini veya hareketin
ivmesini azaltmak gerektiğinin
altını çizen Yılmaz, konuşmanın
sonunda istediği tek şeyin bu
gerçeğin unutulmayarak her
zaman hatırlanması olduğunu
söyledi.
Avni Çebi; “Kentsel
dönüşüm, fiziksel
mekânın dönüşümünün
yanı sıra, sosyal adalet
ve gelişim, sosyal
bütünleşme, yerelekonomik kalkınma,
tarihi ve kültürel mirasın
ve doğal çevrenin
korunması, zarar
azaltma ve risk yönetimi,
sürdürebilirliğin
sağlanması, erişebilirlik,
gelecek nesillerin hakkı
gibi ilkeler çerçevesinde
kapsamlı ve bütünleşik
bir yaklaşımla ele
alınması gereken bir
konudur”
Kandilli Deprem Rasathanesi
Müdürü Prof. Dr. Mustafa
Erdik, ‘Deprem, Yer Hareketleri,
Kırılganlık ve Hasar’ konulu
sunumunda bilimsel veriler
eşliğinde vatandaşlara bilgiler
verdi. Erdik, Türkiye’de büyük
adımlar atıldığını ve atılan
en büyük adımlardan birinin
şartnamenin yenilenmesi
olduğunu söylerken, daha sonraki
aşamalarda iki önemli kanun
çıkmasının önemine vurgu
yaptı. Çıkartılan kanunlardan
Kentsel Dönüşüm Kanunu ve
Doğal Afetler Sigortalar Kanunu
üzerinde duran Erdik, Doğal
Afetler Sigortalar Kanunu’nun
18 Ağustos 2012’de yürürlüğe
gireceği bilgisini verdi.
İTÜ Eski Öğretim Üyesi Prof.
Dr. Ahmet Ercan ‘Kentsel
Dönüşüm Uygulamalarında
Yer ve Yapıya Nasıl Bakılacak?’
konulu sunumunda insanların
nasıl bir kent istediğine vurgu
yaparken, bu şehrin kriterlerini
belirterek İstanbul’un bu
kriterlere sahip olmadığına
dikkat çekti. Kentsel dönüşüm
kapsamında sözlerine devam
eden Ercan, yüksek binaları
kastederek “Boynuzlu bir kent
istemiyoruz” ve “kapkaççıların
elindeki gecekondu semtleri
ortadan kaldırılacak mı?”
tabirleri ile kentsel dönüşümün
gerçekleştirilmesi aşamasında
yapılması gereken çalışmalar ile
ilgili bilgiler verdi. Konferansa
bir konuşma yapan Boğaziçi
Üniversitesi Eski Rektörü Prof.
Dr. Semih Tezcan, bir binanın
depreme dayanıklılığını bir saatte
ve yüzde 90 doğruluk oranıyla
tespit eden P25 yönteminden
bahsederken, deprem yönetmeliğine
göre dayanıksız olan tüm kamu ve
özel binaların güçlendirilmesine
yönelik uygulamanın çıkmaz
sokak olduğuna dikkat çekti. Prof.
Dr. Tezcan; “Bunun yapılması
halinde sadece İstanbul’daki 1.3
milyon binanın yüzde 95’inin
güçlendirilmesi gerekecek.
Bunun için 30 milyar dolarlık bir
kaynağa ve 25 yıllık bir zamana
ihtiyaç var” dedi.
Kadem Ekşi; ‘‘Bizde bir
nesil bile ömrü boyunca
aynı evde yaşayamıyor.
Bu çok acı bir yüzleşmedir.
Ben yaptım oldu demekle
bu işler olmuyor’’
Eylül - Ekim 2012
7
KISA... KISA...
KARTAL VE KADIKÖY METRO İLE BİRLEŞTİ
A
nadolu yakasının ilk
metrosu KadıköyKartal hattı açıldı. KadıköyKartal Metrosu’nun açılış töreninde bir konuşma yapan
Başbakan Tayyip Erdoğan,
‘’Eğer bu hat (Kadıköy-Kartal
metro hattı) yapılmasaydı,
Kadıköy-Kartal arasında
her yıl 32 otobüs ve 67
minibüsün devreye alınması
gerekiyordu. Biz şimdi,
tam tersine, ilk yılda 572
otobüsün, 1.227 minibüsün trafikten çekilmesini
bekliyoruz ki bu da trafikte
çok büyük rahatlamaya yol
açacak’’ dedi. Başbakan Erdoğan, Kartal-Kadıköy Metro
Hattı’nın, hem İstanbul’a
hem Türkiye’ye, ekonomik anlamda çok büyük
katkıları olacağını belirterek,
‘’Öncelikle bu hatla zaman
noktasında çok büyük tasarruf yapacağız. Kişi başına
yıllık 15 güne tekabül eden
bir zaman tasarrufunu bu
hat sayesinde sağlamış olacağız. Akaryakıttan, bakım
giderlerinden, yol bakım ve
onarım giderlerinden büyük
tasarruf sağlayacağız. Yaptığımız hesaplamalara göre,
bu hatla birlikte, Türkiye’ye,
İstanbul’a, İstanbullu kardeşlerimize, yıllık 1 milyar
153 milyonluk bir tasarrufu
kazandırmış olacağız’’ dedi.
Mimar ve Mühendisler Grubu’da açılan bu metro hattı ile ilgili bir basın açıklaması yaptı
MMG BASIN AÇIKLAMASI: KADIKÖY-KARTAL METROSU
Türkiye, raylı sistemlerin
inşası noktasında dünyanın
en eski ikinci metrosunu
Karaköy Tüneli’nde, Karaköy-Beyoğlu arasında 1875
yılında yapmıştır. Dünyanın
en eski ikinci metrosunu
yapmış olmamıza rağmen,
Raylı Sistemler ülkemizde
maalesef 1940’lı yıllardan
1990’lı yıllara kadar uzunca
bir süre ihmal edilmiştir.
Dünyanın gelişmiş metropollerindeki kadar raylı sistemin
İstanbul`da henüz yeterli
düzeyde olmaması ve toplu
taşıma araçlarının entegrasyonundaki aksaklık, metropol
bir şehir olan İstanbul`da
her zaman eksikliği hissedilmiştir.
Son 20 yılda toplu ulaşım,
özellikle metro ve hafif metro
projelerinin geliştirilmesi ile
hız kazanmış, raylı sistemlerin geliştirilmesi önemsenmiş, fakat büyüme kapasitesi
8
Mimar ve Mühendis
ile düşündüğümüzde ise
yapılan çalışmaların yetersiz
kaldığı görülmüştür. Raylı
sistemler ve metro; ekonomik,
güvenli, hızlı ve konforlu
ulaşımın vazgeçilmez bir
toplu taşım aracı olarak
dünyanın önemli şehirlerinde hizmet etmektedir. Raylı
sistemler geliştirilerek toplu
taşımanın omurgası haline
getirilmelidir. Dünyanın en
büyük metropollerinden olan
İstanbul her geçen gün daha
da büyümekte ve yaklaşık
olarak nüfusu şu an itibari ile
15 milyon olarak bilinmektedir. Son yıllarda İstanbul
Büyükşehir Belediyesi, raylı
sistemlere yaptığı projelerle
mevcut metro ve hafif metro
km uzunluğunu arttırmış,
mevcut ve inşaatı devam
eden hatlarla birlikte 2015
yılı raylı sistem hedefini
toplam 230 kilometre olarak
açıklamıştır. Ülkemizde
2023’de ise toplam 641
kilometre uzunluğunda
raylı sistem hattına ulaşma
hedefiyle şimdiden Belediyeler ve Merkezi hükümet raylı
sisteme yönelik yatırımlara
başlamıştır.
Bu çalışmaların sonucunda İstanbul Büyükşehir
Belediyesi`nin 17 Ağustos’ta
açılışını yaptığı 22 kilometrelik Kadıköy-Kartal Metrosu
ve bundan sonra yapılacak
projeler, şehirlerimizde daha
konforlu, güvenli ve hızlı bir
ulaşım olan metro hizmetlerini halkımızın kullanımına
sunacaktır. Raylı sistemler
ve metro çalışmalarında yerli
teknoloji ve ürün katkısının arttırılmasına yönelik
çalışmaların sağlanması
ülkemizin kalkınması,
istihdamın arttırılması ve
cari açığımızın düşürülmesi
anlamında önemli bir imkan
ve fırsat olarak değerlendiril-
melidir. Girdiğimiz bu yolun
ülkemizin bilim-teknoloji ve
sanayisinin geliştirilmesinde önemli bir imkân olarak
görüyor, üniversite, sanayi
ve STK’ların oluşturulacağı
sinerjinin, kalkınmamız ve
dünya milletleri arasında
hak ettiğimiz yeri almamızda
bir başlangıç noktası olarak
görüyoruz.
MMG olarak yapılan çalışmalar ve geliştirilen projeler
için İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ni takdir eder ve
iyi olan her çalışmalarında
yanlarında olduğumuzu
bildiririz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 17
Ağustos’ta açılışını yaptığı 22
kilometrelik Kadıköy-Kartal
Metrosu’nun sağlıklı ve sorunsuz işletilmesini temenni
eder, şehrimiz için hayırlı
olmasını dileriz.
Mimar ve Mühendisler Grubu
Yönetim Kurulu
KISA... KISA...
MMG İFTARINA YOĞUN İLGİ
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) 7 Ağustos Salı günü Feshane Kültür Merkezi’nde iftar
programında üyeleri ve konuklarıyla buluştu. Katılımın bir hayli yoğun olduğu programda
akademisyenler, iş adamları ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri biraraya geldi.
A
çılış konuşmasını yapan
MMG Genel Başkan
Yardımcısı Osman Şahbaz, konuşmasına bir arada bulunmanın mutluluğunu duyduğunu
belirterek başladı. Ramazan
ayının herkese sağlık, sıhhat,
afiyet ve huzur getirmesi
temennisinde bulunan Şahbaz,
Ramazan ayının hoşgörü,
kardeşlik ve birlik beraberlik
ayı olduğunu belirterek şunları
söyledi, “Ramazanın bereketiyle birbirimizin dualarına
âmin diyoruz. İstanbul, bu
paylaşmaların, bu ikramların
en güzellerine şahitlik ediyor.
Ramazan’ı yüceltme değil
Ramazan’la yücelme adına
tefekürümüzü oluşturmalıyız.
İşte Ramazan’ın büyük bir kısmı geçti. Kardeşliklerimizin bu
Ramazan sofralarında olduğu
gibi olmasını Rabbimden niyaz
ediyorum” dedi.
10 Mimar ve Mühendis
BİNALAR İNSANİ
ÖLÇEKLİ OLMALI
MMG Genel Başkanı Avni Çebi
ise bir sivil toplum kuruluşu
olan MMG’nin yaşanan olaylar
karşısında elinden gelen her
şeyi kalbi duygularla yerine getirmek için çalıştığını
belirtirken, haksızlığa karşı gelebilmek için bir dil inşa etmek
istediklerini ifade etti. Burma
ve Arakan’da Müslümanlara
uygulanan şiddet ve katliama
ilişkin de konuşan Çebi, STK’lar
olarak ya da bireysel anlamda
herkesin üzerine düşen görevi
yerine getirmesi ve bu tür
olaylara sessiz kalınmaması gerektiğini vurguladı. Şehirleşme
konusunda da görüşlerini belirten Çebi, bu konuda ciddi bir
akıl tutulmasının yaşandığının
altını çizdi. Sürdürülebilir bir
yaşam için gerekli niteliklere
sahip yapılara ihtiyaç duyul-
duğunu kaydeden Çebi, “İnsani
ölçekli binalar olmadığı sürece
biz hastamızla, yaşlımızla,
özürlümüzle hayatımızı nasıl
devam ettireceğiz? Elektrik
ya da enerji bağımlı binalarda
insani bir yaşam sürdürmek
mümkün mü? Bugün reklamı
yapılan binaların reklamlardaki
hedef kitlesi sanki hiç yaşlanmayan, hiç değişmeyen kişiler
olduğunu görüyoruz. Fakat
insanlar binalar gibi değildir
değişir. Bu gelişme sürecinde
de kuşaklar arasındaki bağı ve
gelenek mirasını korumamız
gerekir” diye konuştu.
MMG YETİŞMİŞ İNSANLARIN OLDUĞU BİR ORTAM
Avni Çebi’nin açılış konuşmasının ardından söz alan
MÜSİAD Genel Başkanı Nail
Olpak, MMG’nin kendisi için
çok şey ifade ettiğini belirtir-
ken, MMG’ye kuruluş sürecinde
katılan birisi olarak bu ailenin
bir ferdi olmaktan duyduğu
mutluluğu dile getirdi. Daha
önceki MMG yönetim kurulunda aktif olarak görev yaptığını
belirten Olpak, MMG’yi ülkesi
ve milletinin değerlerinin farkında olan ve o değerlere bağlı
olarak üretimler ortaya çıkaran
bir STK olarak tanımlarken,
“MMG yetişmiş insanlar ve
dostlarımın olduğu bir ortam.
Böyle bir ortamda bulunmaktan gerçekten keyif ve huzur
duyuyorum” dedi.
KENTSEL DÖNÜŞÜM DALGA
DALGA BAŞLAYACAK
Kayseri milletvekili Prof. Dr.
Pelin Gündeş Bakır da, üyesi
bulunduğu MMG’nin iftar
programlarına katılmaya özen
gösterdiğini belirtirken, MMG
ailesiyle birlikte bir arada bu-
MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ
REKTÖR YARDIMCISI PROF. DR. SUPHİ SAATÇİ
AK PARTİ KAYSERİ MİLLETVEKİLİ
PROF. DR. PELİN GÜNDEŞ BAKIR
lunmaktan duyduğu mutluluğu
dile getirdi. Deprem, kentsel dönüşüm ve yapı denetiminin çok
iç içe geçmiş kavramlar olmakla
birlikte, mühendislerin görevi
olduğunu belirten Gündeş Bakır, “Şehirleşme konusu büyük
önem arz etmektedir. TBMM’de
geçtiğimiz dönem afet riski
altındaki alanların dönüştürülmesiyle ilgili yeni bir kanun
çıkardık. Bu kanun kapsamında
da kentsel dönüşüm inşallah dalga dalga başlayacak.
Tabi burada kentsel dönüşüm
bütüncül bazda mı başlayacak yoksa noktasal şekilde mi
yaklaşıma sahip olacak sorusu
gündeme geliyor. Tabi bu
bölgelere göre değişiyor ama
önemli olan çarpık şehirleşmenin, kötü planlarla yapılan şehirlerin düzeltilmesi ve kentsel
dönüşüm çalışmalarının da bir
fırsat olarak telakki edilmesi.
Çünkü bir kez yapıldığı zaman
bu binalar, uzun süre buralarda
kalacak. Bizim bunu çok iyi
bir fırsat olarak değerlendirip
tarihi kimliğini bozmadan iyi
planlamalarla şehirlerimizde
kentsel dönüşüm yapmamız
gerekiyor” diye konuştu.
Programda ayrıca CHP İstanbul
CHP İSTANBUL MİLLETVEKİLİ
KADİR GÖKMEN ÖĞÜT
Milletvekili Kadir Gökmen Öğüt,
Yıldız, EPDK Kurul Üyesi Fatih
Dönmez, İETT Genel Müdürü
Hayri Baraçlı, İstanbul İl Özel
İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı Ümit Ünal, Yıldız Teknik
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
İsmail Yüksek, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör
Yardımcısı Prof. Dr. Suphi
Saatçi, İTÜ Öğretim Üyesi Prof
Dr. Mikdat Kadıoğlu, Arnavutluk Epoka Üniversitesi Öğretim
MÜSİAD GENEL BŞK. YRD. MURAT KALSIN
Görevlisi Prof. Dr. Murat Özler,
TGTV Genel Başkanı Av. Hamza
Akbulut, Deniz Feneri Genel
Başkanı Av. Mehmet Cengiz,
Mehmet Akif Ersoy Hastanesi
Başhekimi Doç. Dr. İhsan Bakır,
Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Prof. Dr. Ali
Osman Öncel, GÜBRETAŞ Genel
Müdürü Osman Balta ile MMG
Eski Genel Başkanlarından Oral
Avcı ve Murat Kalsın da birer
selamlama konuşması yaptı.
SU VAKFI BAŞKANI PROF.DR. ZEKAİ ŞEN
MÜSİAD GENEL BAŞKANI
NAİL OLPAK
YILDIZ TEK. ÜNİ. REKTÖRÜ
PROF. DR. İSMAİL YÜKSEK
Mimar ve Mühendisler
Grubu Feshane
Kültür Merkezi’nde
verdiği geleneksel
iftar programı ile
eski ve yeni üyeleri
akademisyenleri,
siyasileri ve
işadamlarını bir araya
getirdi.
İETT GENEL MÜDÜRÜ HAYRİ BARAÇLI
İTÜ. PROF. DR. MİKTAD KADIOĞLU
Eylül - Ekim 2012 11
HABER ANALİZ ŞEHİRLEŞME
T
ürkiye’de özellikle sağ politikacılarda yukarıda bahsettiğim
bu duygu çok yüklüdür. Onlar
için modernleşmek, gelişmiş
ülkelerde olan uygulamaları, onu ortaya
çıkaran sebepleri, onun ardındaki düşünsel ve bilimsel birikimi dikkate almadan,
dahası bunun bir ihtiyaç mı yoksa ihtiyaç
olmasa da daha modern görünmek adına
mı yapıldığını da dikkate almadan, çok
daha önemlisi o deneyimlerden faydalanmaksızın, olumsuzluklarını risklerini dikkate
almaksızın aynen uygulamaktır. Hal böyle
olunca da bunun ortaya çıkardığı sorunlar
bizde daha büyük olmaktadır. Son olarak
Samsun’da TOKİ konutlarında meydana
gelen ve 12 kişinin ölümü ile sonuçlanan sel
felaketi sonrası toplu konut uygulaması ve
yüksek katlı bina sorunu bir kez daha gündeme geldi. Bu olaylar bir kez daha ortaya
koydu ki Türkiye’de yöneticiler, modernleş12 Mimar ve Mühendis
me kavramı ve onu ortaya çıkaran dinamikleri anlamadan çözüm üretmek adına
ve elbette biraz da rant üretimi mantığı ile
plansız, riski üzerinde düşünülmemiş konut
uygulamalarına yönelmekte ve sonradan
oluşan riskler karşısında ise gereken önlemi almak yerine riski görmezden gelme
ya da küçümseme yoluna gidilmekte ve
ihtiyaçların önemi, riskin önüne geçermiş
gibi değerlendirmeler yapmakta. Ülkemizde
gerek toplu konut uygulamaları gerekse
büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’daki
gökdelenlerin neden olduğu sorunlar hiç
dikkate alınmadan modernleşme adına ya
da ihtiyaçlar adına uygulanmaktadır. Oysa
yüksek katlı binalar bir zorunluluk olmadığı
gibi riskleri de çok büyüktür.
YÜKSELMENİN ve SOSYAL
KONUTLARIN MANTIĞI
Yüksek binalar yapmanın bir gereklilik olarak sunulmasının temel nedeni, özellikle
İstanbul gibi büyük kentlerde nüfus artışı ile
birlikte baş gösteren konut gereksinmesi
ve bunu az katlı yapılarla gerçekleştirecek arazinin olmaması olarak gösteriliyor.
Ancak uzmanlar, asıl gerekçenin bunlar
değil, yüksek katlı konutlarda bina rantının
daha yüksek olmasının sebep olduğu görüşünde. Diğer yandan yüksek katlı konutların
risklerine, toplu konut mantığındaki fiziki
ve sosyal sorunlara dikkat çeken mimar ve
inşaat mühendisleri, yüksek katlı yapıların
dünyanın her yerinde çokça tartışıldığını
ve iyi planlanmış, etüt analizleri iyi yapılmış binalar olarak inşa edildiğini belirterek,
ülkemizde ise birçok risk faktörünün yeterince dikkate alınmadan bu tür konutlar
yapıldığını belirtiyor. Bu nedenle bu konuda iyi uygulanan bir yönetmeliğe ve sıkı
bir denetime gerek olduğunu vurguluyorlar.
Yüksek katlı konutlara karşı çıkan mühendisler ise arazi darlığının bir gerekçe olmadığını, gerekli hesapların iyi yapılması halin-
RÜKÜŞ
MODERNLEŞME
Az gelişmiş ülke duygusu diye bir olgudan söz edilebilir.
Az gelişmiş ülke olmak gelişim sürecinde geç kalmışlık
duygusunun hakim olduğu bir ruh hali oluşturur.
Buna neden olan stres, yöneticilerde yakalama ve hatta
geçme baskısına neden olur. Kalkınma kavramının
kendisi bile ekonomik büyüme olgusunun nesnelliğini
yansıtmaz. Kalkınmak, ayağa kalkmak, silkinmek,
içinde bulunduğun halden çıkmak gibi duygusal
yüklemeler ile doludur.
>
de hem az katlı hem de insani konutlardan
oluşmuş yaşanabilir şehirler oluşturmanın
mümkün olduğunu savunuyor.
YÜKSEK KATLI
KONUTLARIN RİSKLERİ
Uzmanlar, yüksek katlı binaların en temel
sorununun aşırı enerji tüketen ve enerjiye
bağımlı binalar olduğunu belirtiyor. Dolaysıyla bu tür binalarda etkili bir yalıtımla
enerji verimliliği sağlanamaz ise bu tür
binaların enerji israfına neden olacağını
belirtiyorlar. Yüksek binalar için ileri sürülen sakıncaların başında, nüfus ve faaliyet
yoğunluğunu artırarak altyapıyı zorlamaları
gelmektedir. Özellikle, belirli kapasitelere ve
ilkelere dayanarak geliştirilmiş şehir merkezlerinde çözülmesi güç ve pahalı problemler
ortaya çıkmaktadır. Bu tip binaların diğer
sakıncaları olarak, çevresinin güneşlenmesini engelleme, manzara kapatma, doğal
rüzgar düzenini bozma, deprem ve yangın
YAZI: DİLAVER DEMİRAĞ / Gazeteci, Yazar
gibi olaylarda içindekilere ve çevreye zarar
verme, uçaklar için tehlike oluşturma, şehirlerin bilinen siluetlerini ve imajlarını bozma
gibi hususlar sayılmaktadır. Yüksek binaların
karşı karşıya olduğu en önemli objektif tehlikeler, deprem, fırtına ve yangındır. Bunlar da
özellikle yaşlılar, çocuklar, engelliler ve yatar
hasta olanlar için büyük bir risktir. Kat sayısı
yükseldikçe asansör yaşamsal bir zorunluluk
taşır. Ama en ufak bir elektrik kesintisi ya
da bir afet halinde tahliye ciddi riskler içerir.
Bu risklere de en çok maruz kalacaklar ise
tahliye merdivenlerini kullanmakta güçlük
çekecek yaşlı ve çocuklar ile bunu kullanamayacak olan yatar hasta ve engellilerdir.
Kaldı ki düzenli tıbbi destek alması gereken
hastaların asansöre bağımlılığı hayati düzeydedir ve herhangi bir nedenle asansörün
çalışmamasının hayati riskleri çok büyütür.
Yüksek binalarda iki büyük kâbus vardır, birisi
deprem diğeri ise yangın. Yüksek katlı binalarda en az iki yangın merdiveni zorunluluğu
vardır. Ancak bir panik durumunda bu merdivenler ezilmelere, merdivenlerden düşerek
ölecek insanlara açıktır. Bu bakımdan her iki
konuda da yüksek güvenlikli teknoloji kullanılır ama New York’taki İkiz Kuleler örneğinde
gördüğümüz gibi alınan önlemlere rağmen
insanların çoğunun afet anlarında bu binalardan sağ çıkma olasılığı kat sayısı arttıkça
ve yaşayan insan sayısı çoğaldıkça düşer.
Tüm bunların yanında yüksek binalar için
geliştirilen çeşitli teknik sistemlerin bakımı,
yenilenmesi de ciddi bir sorundur. Özellikle
ülkemizde bu sorun daha ciddi boyutlarda
ortaya çıkar. Öncelikle bu bakım sağlayacak
elemanlara yönelik yeterli bir teknik eğitim
yoktur, tesisatın işletilmesi ve bakımı ile ilgili
tecrübeli elemanlar çok azdır. Bunların çoğu
teknik bilgiden, standart ve emniyet kurallarından yoksundur. Bu bakımdan da çoğu batı
ülkelerinde yapı otomasyonuna kadar uzanan sistemlerin bugünkü koşullarda ülkemizde uygulanması da çok zor olmaktadır.
Eylül - Ekim 2012 13
HABER ANALİZ ŞEHİRLEŞME
Yüksek binalar için ileri sürülen sakıncaların
başında, nüfus ve faaliyet yoğunluğunu artırarak
altyapıyı zorlamaları gelmektedir. Özellikle,
belirli kapasitelere ve ilkelere dayanarak
geliştirilmiş şehir merkezlerinde çözülmesi güç
ve pahalı problemler ortaya çıkmaktadır.
TÜNEL KALIP SİSTEMİ
ve SORUNLARI
Deprem güvenliği yüksek binalar için çok
ciddi bir risktir. Bu riski azaltmak için özellikle ülkemizde çok yaygın olarak kullanılan
tünel kalıp sisteminin bazı dezavantajları
da bulunuyor. Betonarme çok katlı yapılarda, tünel-kayar kalıp sistemi dediğimiz,
özel önlemlerle nerede ise bir günde bir
katın kabası bitirilebilen inşaatlar, çok katlı
yapılarda sıklıkla başvurulan bu sistem
Avrupa’da artık sağlık riskleri nedeni ile
uygulanmıyor, ancak bizdeki yüksek bina
uygulamaların da bu sistem nerede ise
olmazsa olmazdır artık. Tünel kalıp sistemi
iki tür izolasyonda boşluklara neden oluyor.
Birincisi ses yalıtımı, bu tür teknikle yapılan duvarlar ses geçirmezlik özelliğine
sahip olmadığından Türkiye’deki aile yapısına çok ters düşen mahremiyet sorununu ortaya çıkarmakta. Adeta sizin tüm
konuşmanız yan dairenin içindeymiş gibi
bir etki oluşturuyor. İkinci boşluk ya da
sorun ısı yalıtımından doğan boşluklardır. Bu sistemle yapılan binalarda eğer
ısı yalıtımı uygulanmaz ise ciddi enerji
kayıpları ve özellikle ısıtma giderinde yüksek giderler söz konusu oluyor. Bu sorun
nedeni ile beton duvarların, mantolama
denilen ve çoğunlukla buhar geçirmeyen
14 Mimar ve Mühendis
malzemelerden bir dış kılıfa ihtiyacı vardır.
Yüksek binaların bina kabuğunun enerji
yalıtımı ile yalıtılmasında ise sağlık açısından çeşitli riskler mevcuttur. Yapıların
içinde her gün belirli miktarda su buharı
üretilmektedir (nefes alıp vermek, yemek
pişirmek, banyo, çamaşır v.s.). Bu su buharı dış cephe üzerinden de difüzyon yolu ile
dışarıya atılır. Eğer yalıtımda kullanılan
levhaların su buharı geçirgenliği düşük ise
doğal yolla atılan bu su buharı miktarında
azalma olur ve bu da cephe katmanları
arasında terleme, yoğuşma riskini artırır.
Terleme ve yoğuşma, rutubet ve küf oluşumuna yol açar ve bu da sistemin dayanım ve performansının azalması anlamına
gelir. Nemli ortamlar, mikroorganizmaların üremesi için uygun koşulları sağlar.
Bu da ortamdaki havanın solunum yolları
için zararlı hale gelmesine yol açar. Nemli
ortamlar ve bu ortamlardaki küf oluşumu,
özellikle küçük çocukların astım hastalığına yakalanma riskini büyük ölçüde artırır.
Üstelik bu tür yapılarda kullanılan beton
yoğunluğuna bağlı olarak radon gazı da
artmakta. Malum bu gaz akciğer kanserinin en önemli nedenleri arasında gelmektedir. Ayrıca, bina içi rutubetin, radon gazı
salınımını çoğalttığı bilimsel bir gerçektir.
Radon ölçümü anormal seviyede ise bu
değer, betonarmede korozyonun da yükseldiğini ifade eder. Yani ilk depremde
çökme riskine işaret eder. Dahası betonarme tünel kalıp sistemindeki betonarme
yapılarda kalıpları saran demir aksam;
elektrik geçişi esnasında adeta bir bobin
gibi davranarak manyetik alan oluşturmakta, ilaveten içerideki manyetik yayına da perdeleyici bir etki oluşturmakta.
Dahası evde kullanılan buzdolabı, çamaşır
makinesi, televizyon, bilgisayar ve cep
telefonu benzeri cihazlarla demir donatı
etkileşime girmekte ve yine bir bobin gibi
davranarak ve cihazların oluşturduğu karmaşık manyetik alana ilave olarak ekstra
manyetik alan oluşturmakta, manyetik
kirlilik ise başta kanser olmak üzere pek
çok hastalığa davetiye çıkarmaktadır.
İKLİMSEL ETKİLER
Yüksel binaların neden olduğu bir başka
sorun ise rüzgâr çarpması ve bunun ortaya
çıkardığı olumsuz etkilerdir. Yükseklik arttıkça bina rüzgâr çarpmasına daha çok maruz
kalmakta, bu da ciddi türbülanslara neden
olmakta. Yüksek binalar, rüzgâr için mükemmel bir kapan görevi görür. Bundan doğan
türbülanslar nedeniyle sakat kalan veya
hayatını kaybeden insan sayısı tahmin bile
edemeyeceğimiz kadar fazla olabilmektedir.
HABER ANALİZ ŞEHİRLEŞME
nımını mecbur etmektedir. Yüksek katlı
binalarda en sık görülen alt yapı sorunu
içme suyu olmaktadır. Kat sayısı yükseldikçe basınç düştüğünden üst katlara
kadar suyun yeterli basınçta ulaşması
ciddi bir sorundur. Bu nedenle çoklukla
bu tür binalarda pompa ve hidrofor sistemlerine başvurulmaktadır. Hal böyle
olunca da yatırım masrafları yanında
işletme ve enerji masraflarının oldukça
yüksek boyutlara ulaşması kaçınılmaz
olmaktadır. Hidrofor ve pompa gibi
basınç artırıcı teknolojiye başvurulması içme suyu şebekesinden yararlanma
konusunda bu binaya haksız bir üstünlük de vermekte etrafındaki binalardan
daha çok suyu çekerek diğerlerinin payını azaltmaktadır.
Yüksek binaların, altyapısı tamamlanmış,
yerleşim bölgeleri içerisinde yapılması
halinde, bu altyapı sistemleri yetersiz
hale gelecektir. İçme suyu şebekesinde, su sarfiyatının artması nedeniyle
su basıncı düşecek, etraftaki binalar
bundan etkilenecektir. Kanalizasyon sisteminin kapasitesi zorlanacak, kapasitesinin aşılması halinde kanallarda taşmalar meydana gelerek çevreyi rahatsız
edecek, kanallarda su basıncının artması nedeniyle binaların bodrum katlarını
lağım basacaktır.
Elbette sayılan tüm bu riskleri büyük
ölçüde gidermek olanaklıdır. Ama bu
yönde attığınız her adım maliyeti artırdığından bu fiyata da yansır. Bu nedenle sosyal ya da bilinen adı ile toplu
konutlarda kat sayısı artar, ama buna
bağlı olarak söz konusu risklere dönük
önlemler azalır. Çünkü bu tür konutlar
daha çok gelir düzeyi düşük insanların yaşayacağı alanlar olduğundan, bu
riskleri azaltacak önlemlerden doğan
fiyat artışı ile bu maliyet karşılanamaz.
Kısacası yüksek katlı yapılar kentleşme
bakımından hayli verimsiz yapılardır ve
neden olduğu fiziki ve sosyal riskler ile
kıyaslandığında faydası düşüktür.
Tüm bunlara rağmen hâlâ bu tür yapılara önem verilmesi, bunun kentsel dönüşüm adıyla teşvik edilen ve arzulanan
model haline gelmesi, başta belirttiğim
modernleşme özentilerinden doğar. Doğrusu şu eksik modernleşmeden sonra bir
de rüküş modernleşme kavramını düşünmek gerek. Rüküş modernleşme hava
atmaya, aşağılık kompleksine dayanan
bir görgüsüzlük biçimdir. Malum, giyim
dilinde rüküşlük yakıştıramama, eğreti
durma gibi uyumsuzluklara neden olan
bir abartı halidir. Rüküş modernleşme de
modernleşmenin üzerimize oturmaması, eğreti durmasından kaynaklanan bir
uyumsuzluğa neden olan görgüsüz bir
abartmadır. Osmanlı görgüsünden sonra
batıya başka türlü özenen kasaba kurnazlığının ortaya çıkardığı bir şeydir bu.
Celal Okutan, Çok Katlı ve Çok Amaçlı Büyük Yapı
Some Significant Environmental İssues İn High-Rise
Ahmet Samsunlu
Komplekslerinde Tesisat, Tasarım, İşletme ve Güvenlik
Residential Building Design İn Urban Areas
Yüksek Binalar Ve Alt Yapı Sorunu
Sorunları.
Energy and Buildings 36 (2004) 1259–1263
http://www.mmo.org.tr/resimler/dosya_
http://www.leventler.com.tr/forum/attachments/
http://www.ucdenver.edu/academics/
ekler/4300b002bcfb71f_ek.pdf?dergi=144
cokkatlibinalardaguvenliksorunlari.pdfÇelik Erengezgin,
colleges/Engineering/research/
Jones & Bartlett Learning
Gökdelen Sendromu
CenterSustainableUrbanInfrastructure/
High-Rise Buildings
http://www.habitat.org.tr/insanyerlesimleri/
LowCarbonCities/Documents/Jianlei%20Niu/
http://www.jblearning.com/
mimarlik/641-gokdelen.htmlJianlei Niu
Significant%20Environmental%20Issues.pdfProf. Dr.
samples/0763751685/51685_ch12_296-346.pdf
Rüküş modernleşme hava atmaya, aşağılık kompleksine dayanan bir
görgüsüzlük biçimidir. Malum, giyim dilinde rüküşlük yakıştıramama,
eğreti durma gibi uyumsuzluklara neden olan bir abartı halidir. Rüküş
modernleşme de modernleşmenin üzerimize oturmaması, eğreti
durmasından kaynaklanan bir uyumsuzluğa neden olan görgüsüz bir
abartmadır.
Yüksek yapılar yüzünden güneşin engellenmesi, küçük binaların daha çok aleyhine
olmakta, bu yüzden güneşlenme hesabı iyi
yapılmadan yükseltilen binalar kendi gölgeleri yüzünden yüksek bloklarda da güneş
görmez dairelere neden olabilmektedir. Öte
yandan bu tür binalar daha çok ısınma
riskine de sahiptir. Bu yüzden yaz aylarında
özellikle pencere sistemleri nedeni ile daha
çok güneş ışığı alındığından ev içi ısıda artış
meydana gelmekte, bu da klimalara yüklenilmesine neden olmaktadır. Yine bu tür binalar
kentsel hava kirliliğinden daha çok etkilenme
riskine de sahiptir. Pencereler açıldığında eve
daha çok kirli hava dolar. Çünkü kirli hava
yukarıya doğru yükselir doğal olarak.
ALTYAPI SORUNLARI
Yüksek katlı binalarda içme suyu, kanalizasyon vb. altyapı sorunlarının oluşmasının önüne geçilmesi özel tesisat kullaFAYDALANILAN KAYNAKLAR
16 Mimar ve Mühendis
MİMARLIK
TOHUMDAN MİMARİYE
YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ
Birileri CERN’de gizemli deneyler yapıyor. Bu deneylerde güya evrenin oluşumu
hakkındaki bilgilere erişeceklermiş. Büyük hadron çarpıştırıcısı LHC’de ‘Tanrı
Parçacığı’ adı verdikleri ‘Higgs Bozonu’nu bulmaya çok yaklaştıklarını iddia
ediyorlar.
>
YAZI: KEMAL ÖZER / Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı
C
ERN hakkında yaptıkları propagandalardan sonra, çalışma hakkındaki bilinç inşası
tamamlanmış olacak. Ardından
yayınlayacakları sonuçla; evrenin ‘Yüce bir
güce’ gerek olmadan, kendiliğinden meydana gelen fiziki hadiseler sonucu meydana geldiğini iddia edecekler. Bir başka
hazırlıksa, NASA’nın gizli ve gizemli yer
altı merkezlerinde yürütülüyor. ‘UFO’ adı
verilen propaganda da bu projelerin bir parçası. Hedefleri arasında Mars’a taşınmak
var. Bu başarılamazsa, Marslılar dünyayı
işgal edecek(!) Peki, bu Marslılar kim? İşte
gizemli nokta burası. UFO adını verdikleri
görüntülerle, Marslı bir topluluğun varlığına
inanan kitlelerin oluşmasını ve bu kitlelerin
çoğalmasını sağlamaya çalışıyorlar. Dünyalıların Mars veya diğer gezegenlerle ilgili
çalışmalarından rahatsız olan Marslıların/
uzaylıların dünyayı işgale hazırlandığını iddia
ediyorlar. Bunların kimliği tartışmalı olmakla
birlikte, onlardan korunmanın yolu ‘Muavezeteyn’ surelerini okumak. İşin sırrı da bu
surelerde gizli.
‘Büyük Plan Yapıcı’nın planlarına rağmen,
onların hesapları da böyle. Kimi mütedeyyin
görünümlü çevrelerde bu kısa devrelerin bir
parçası olmuş, en azından propagandistliğine soyunmuş durumda. Bir yandan CERN,
NASA ve UFO türü çalışmaları yürütürlerken,
18 Mimar ve Mühendis
diğer taraftan da yaşamın temel kaynaklarını ele geçirmekle meşguller. Bütün dünyaya
enerji kaynaklarıyla ilgileniyormuş gibi bir
izlenim uyandırıyorlar veya biz öyle zannediyoruz. Enerji kaynakları elbette son derece
önemli ve vazgeçilmez ama enerji yaşam
için olmazsa olmaz değil ya da öncelik
sıralamasında epeyce gerilerde yer alır.
Dünyanın geri kalanı karnını doyurabilmek
için bir dilim arpa ekmeğinin peşinden koşturulurken, onlar bir asır önce daha gizlemli
işlerle meşgul olmaya başlamışlardı.
Öyle şeyler yapmalıydılar ki alan da satan
da razı olsun. Önlerinde yasal engeller olmasın. Hükümetler, akademik çevreler, bürokratlar daha da önemlisi halk, projelerine ses
çıkarmasın, bilakis destek versin. Şeytanla
ortak çalıştılar ve de başardılar. Yaşamın
temel kaynaklarını ele geçirdiler ve yaşam
kaynakları üzerindeki mülkiyet iddialarına
hukuksal bir karşılık ürettiler. Neden mi söz
ediyorum? Tohumdan! İnsanoğlu; hayvanlar
ve bitkiler olmadan hayatta kalamaz, hayvanlar da bitkilersiz. Bitkiler tohumdan meydana gelir ve hayatını yeni ürettiği binlerce
tohumla sürdürür, tıpkı insan ve hayvanlar
gibi. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler; dişilerince üretilen yumurtanın, erkeklerce üretilen spermle döllenmesiyle sürdürür türünün
devamını. Fakat bundan sonra bunun böyle
olup olmayacağı oldukça şüpheli!
Artık tavuklar, koyunlar ve sığırlar normal çiftleşme yoluyla çoğalmıyor. Laboratuarlarda
üretilen spermler, enjekte ediliyor sığırın rahmine. Bu vahşi uygulama, kısırlaştırılan insanlar
içinde geçerli. Bir anlık bu durumun dinî, ahlakî
ve vicdanî açılardan sorun teşkil etmediği
düşünelim. Ya bu canlıların cinsel ihtiyaçlarını
giderme hakları ne olacak? Kim hangi hakla,
bu canlıların cinsel ihtiyaçlarını gidermelerini
engelleyebilir? Şimdilik ne insan ve hayvan
hakları örgütleri ne de dindar çevreler önemsiyor bu tür işkenceleri. Çünkü herkes hazzının ve
rahatın kölesi durumunda.
Şehirlere bir göz atalım. Milyonlarca ağaç
dikilmiş. Neredeyse artık her yer yemyeşil. O
da ne? Bunların hiçbiri ne çiçek açıyor, ne
de meyve veriyor. Eline elektrikli hızarları
kapan belediye görevlileri ‘çevreyi kirlettikleri veya sinek topladıkları’ gerekçesiyle;
dut, ıhlamur, kayısı, incir vb ağaçları kesiyor. Artık moda meyve veren ağaç değil,
kılıktan kılığa sokulabilen dekoratif ticari
ağaçlar. Neden acaba? Çünkü meyvesiz
insanlar, meyvesiz ağaçlar diker.
Moda belirleyicilerinin sadece giydiğimiz kıyafetlerin kesim, renk ve biçimlerine mi karar
verdiklerini düşünüyorsunuz? Onlar şehirlerinizin dizaynıyla, kıyafetinizden daha fazla
Moda belirleyicilerinin sadece
giydiğimiz kıyafetlerin kesim,
renk ve biçimlerine mi karar
verdiklerini düşünüyorsunuz?
Onlar şehirlerinizin dizaynıyla,
kıyafetinizden daha fazla ilgili.
Bunu anlamak için, Tavistock
gibi gizemli küresel tasarlayıcı
örgütlerin amaç ve planlarına
yakından bakmak gerek.
ilgili. Bunu anlamak için, Tavistock gibi gizemli
küresel tasarlayıcı örgütlerin amaç ve planlarına yakından bakmak gerek. Oysa daha
dün aramızda olan ünlü sanatçı Âşık Veysel,
vasiyetinde şu ilginç noktaya yer verir: “Mezarımın üzeri betonla kapatılmasın, ot bitsin,
koyun yesin süt olsun, kuzu olsun, et olsun,
memlekete hizmet olsun.” Görüleceği üzere
geldiği kaynağın kıymetini bilen Âşık Veysel
mezarında bile beton istemezken, kimileri de
marifetmiş gibi yeri-göğü betonla kaplıyor.
Temel fark bu.
Kadim medeniyetlerin şehir algısıyla, post
modern çağın şehir algıları, iki düşmanın
Eylül - Ekim 2012 19
MİMARLIK
dünya görüşü kadar zıt birbiriyle. Çünkü biri
yaşamak ve yaşatmak için şehir kurarken,
diğeri Galen ifadesiyle ‘üçüncü hali’ meydana
getirmek için tasarlıyor şehirleri. Acaba kaç
mimar şehre dikilen ağaçların, toplumu alerji
yaptığını, karbon salınımını artırdığını bilir veya
bu konuyla ilgilenir. Mimariyi cam giydirmekten ibaret gören toplumların, şehir ve o şehri
oluşturan değerlere ilgi duyması beklenemez
elbet. Dut ağacının meyvesini yere düşmeden
toplayacak bir file sistemi geliştirip toplumun
sağlıklı kalması değilse amaç, meyve veren
ağaç/canlı düşmana dönüşüverir. Tıpkı çiftçinin tohum üretme hakkının gasp edilmesi gibi.
Tohum insanlığın ortak mülkü iken, ‘uluslararası hukuk’ adı verilen yapı ile insanlığın temel
varlıkları bir bir mülkiyet değiştirdi. Üstelik
hepsi gözümüzün önünde cereyan etti. Mesela 2004’de çıkarılan 5042 Sayılı Yeni Bitki
Çeşitlerine Ait Islahçı Haklarının Korunmasına
İlişkin Kanun ile 2006’da çıkarılan ‘5553 Sayılı
Tohumculuk Kanun’undan kaçımız haberdarız?
Ünlü Hintli tohum aktivisti Vandana Shiva,
‘Çalınmış Hasat’ adlı eserinde şöyle diyor:
“Fikri mülkiyet hakları ve patentler; insan türü
ile diğer türler arasındaki ve insan toplulukları
içindeki ilişkileri yeniden organize etmektedir.
Bitip tükenmek bilmeyen bir doğurganlığı
sona erdirip ‘kısırlık mühendisliği’ yapmasının
temeli, çarpık mülkiyet hakları sistemidir. Bu
sistemle çiftçinin en temel görevi ‘suç’ haline
getirilmekte, tescilli tohum kullanmaya zorlanmaktadır. Bu bağımlılıktır, yaşamın mülkiyet
değiştirmesidir.” İşte bu iki kanun, Shiva’nın
dile getirdiği haklarımızı bir bir elimizden alıp
güçlü ve etkili derin sermayeye altın tepsi de
sundu. Peki, bunu kaçımız biliyor? Halbuki bu
konuda konuşan herkese ‘bilim düşmanı, geri
kafalı, siyasi iradenin karşıtı’ gibi yaftalar takılan bir ülkede yaşıyoruz.
Çok değil geçtiğimiz Mayıs ayında, Giresun’da
pazar yerlerini denetleyen İl Gıda ve Hayvancılık Müdürlüğü ve zabıta ekipleri, köylüler
hakkında tutanak tutmuştu. Gerekçesi ise
tescilli tohum kullanmadan; lahana, kıvırcık,
maydanoz, yeşil soğan gibi ürünler üretip bu
ürünleri, bunlardan elde edilen tohum ve fideleri satmak. Yetkililer, köylüleri şöyle uyarıyor:
“Ürün, tohum ve fide satışı yapabilmeniz için
mutlaka tescil edilmiş sertifikalı tohum kullanmanız gerekiyor.” Peki, köylüler bu uyarıya
uymazsa ne olacak? İşte bu durumda Tohumculuk Kanunu’nun 5, 7 ve 12/f maddeleri
devreye girecek. Bu maddelere göre; sadece
kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların
üretimine ve ticaretine izin verilir. Aksi halde
ürünler müsadere edilip imha edilir. İmha işle20 Mimar ve Mühendis
Tohum insanlığın ortak
mülkü iken, ‘uluslararası
hukuk’ adı verilen yapı ile
insanlığın temel varlıkları bir
bir mülkiyet değiştirdi. Üstelik
hepsi gözümüzün önünde
cereyan etti.
mi masrafları ise bu fiilleri işleyenlerce yani
çiftçi tarafından ödenir. Sonra 10 bin lira para
cezası kesilir ve savcılığa sevk edilir. Çünkü
dünyada yaygın tüketilen bitkisel ürünlerin
tohumlarını ele geçirmişler. 1995’te kurdukları
Dünya Ticaret Örgütü’nün mevzuatı olan 21
bin sayfalık dokümanı gözü kapalı imzalayan
ülkeler, aslında hem bağımsızlıklarını hem de
yaşama haklarını devretmiş sayılırlar. DTÖ
üyelikleri sonrasında, aralarında Türkiye’nin de
olduğu birçok ülke, insanlığın ortak mülkü olan
tohumların şirket mülkü olduğunu kabul eden
ve uymayanları cezalandıran yasalar çıkardı.
Böylece hem sağlıklı ve bereketli tohumları
hem de geleneksel kadim üretim biçimlerini
bilimsellik gibi masallarla bir bir yok ettiler.
Gerçeği görmekten aciz olan koltuk, makam
ve mevki sevdalıları, bu dayatmaya itiraz eden
herkesi ‘düşman’ olarak etiketlemekle kalmayıp ihbar ediyor. Oysa attıkları imza, söyledikleri söz ve kaldırdıkları parmak, kendi neslinin
haklarını devretmekten başka bir şey değil.
Lakin hikâye tıpkı maymun yakalama tuzağı
gibi gayet iyi kurgulanmış. Uzakdoğu’da maymunu yakalamak istediklerinde ilginç bir tuzak
kurarlar. Bir Hindistancevizi oyulur ve iple bir
ağaca bağlanır. Hindistancevizinin altına ince
bir delik açılır ve içine, maymunu hazzının
kölesi yapacak tatlı bir yiyecek konur. Bu delik,
maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Maymun yiyeceğe erişmek için elini
delikten içeri daldırır. Yiyeceği tutar fakat elini
yumruk yaptığı için dışarı çıkaramaz. Maymun
tatlının kokusunu almıştır bir kere. Yiyeceği
bırakmaya bir türlü yanaşmamaktadır. Hâlbuki
onu esir edeni bıraksa kurtulacak. Açgözlülüğü
o kadar güçlü ki bu tuzaktan kurtulmayı akletmesine izin vermiyor. O artık hazzının esiri.
Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama
nafile. Artık kaçmak imkânsızdır ve vazgeçmesinin de bir yararı yoktur. Bu raddede bile elini
hâlâ bırakmak istememektedir. Maymun artık
tutsaktır. Onu tutsak eden şey, terk etmeye
yanaşmadığı arzusu. Aslında yapması gere-
ken tek şey, vazgeçmesi gerektiğinde vazgeçebilmekti.
Fakat o bunu yapmayı hiç denemedi. İnsan da tıpkı
böyle değil mi?
İnsanoğlu son bir asra kadar, topraktan bahşedilen
gıdalarla besleniyordu. Sonra ona tuzak kurdular. Tuzağa düşürmek için de türlü türlü bahaneler ürettiler. Az
çalışıp çok kazanacaktı. Ürettiklerinin raf ömrü uzayacaktı. Lezzeti artacaktı. Mikroplardan arınacaktı. Peki,
sonuç vaat edilen gibi miydi? Çok çalıştı fakat daha az
kazandı. Ürünlerin raf ömürleri uzadı fakat onları tüketenlerin ömürleri kısaldı. Mikroplar azalmadı, arttı. Buna
karşın insan, lezzetin esiri haline getirildi. Tıpkı maymun
gibi tuzağa düştü. Ancak bir farkla. Maymunun çıkardığı
ses, tuzağa düştüğünü anlamasındandır. Ama insanlardan henüz hiç ses yok. Çünkü onlar tuzağa düşürüldüklerinin farkında değil. Üstelik farkında olup ses çıkaranı
da gürültü yapmakla suçluyorlar.
Montaigne, Denemeler adlı eserinde derki: “Bir köylü
kadın, bir danayı doğar doğmaz sevmiş. Sonrada bunu
adet edinmiş. Her gün danayı kucağına alır taşırmış;
nihayet buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca
öküz olduğu zaman onu yine kucağında taşıyabilmiş.
Bu hikayeyi kim uydurdu ise alışkanlığın ne büyük bir
kuvvet olduğunu çok iyi anlamış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç
şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize
ilk adımını atar, başlangıçta kuzu gibi sevimli,
alçak gönüllüdür ama zamanla, oraya yerleşip
kökleşti mi, öyle azgın, öyle amansız bir çehre
takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya
izin vermez.”
Hem Montaigne’in tasvir ettiği hem de yaşanılan durum göstermektedir ki insan kendisine
kurulan komplonun ürünü olan her lokmayı
ağzına götürdüğünde, o, onu daha da köleleştiriyor, haz ve lezzetin esiri yapıyor. İnsan kendisine kurulan tuzaklardan kurtulmak bir yana,
bundan zevk almayı tercih ediyor. Hiçbir uyarı
umurunda olmuyor ve kazandığı alışkanlıklar
onun yaşanılan dramı ve dramın büyüklüğünü
görmesini engelliyor.
Bu hâle nasıl getirildi insan? Gıdalar, endüstrinin bir meta’sı haline getirilmeden önce, tuz,
şeker, sirke gibi maddelerle korunurdu. Artık
bunlar tukaka. Yerine sentetik zararlılar ikame
edildi. Önce ‘tesisten tüketiciye kadar olan
süreçte ürün bozulmamalı’ dediler ve sentetik koruyucular eklediler. Sonra tüketicinin
beğenisini kazanmak için, sentetik renklendiricilerle boyadılar. O da yetmedi. Lezzet kölesi
olmaları için, sentetik lezzet artırıcıları kattılar.
Kaybolan kıvam için, kıvam artırıcılar, bozulan
tadın yerine, tatlandırıcılar. Gerisi, yani yeni
‘modern kölelik’ kendiliğinden geldi. Artık hem
üretici, hem de tüketici bunları vazgeçilmez
olarak görüyor. Sanıyorlar ki Hz. Âdem’den
beri böyle. ‘Bunlarsız da üretilir’ denildiğinde
ilk itiraz, konunun eğitimini almış(!) Batı kültürünün mahkûmu gıda misyonerlerinden geliyor, ardından da kolay para kazanmanın tadına varmış üreticiden. İnananı da inanmayanı
da böyle, dindarı da laiği de aynı. Hepsinin
ortak paydası ‘çağdaş ilah para’. Bahaneleri
ise bilim, sağlık, teknoloji, hizmet vs. Gerçeği
itiraf etmeye kimse yanaşmıyor.
İnsanın durumu da maymundan daha ağır.
Maymun ya dayak yiyip kurtaracak ya
da canını vererek yok olacak. Oysa insan
Galen’in ‘üçüncü haline, yani biraz hasta,
biraz iyi, yani köleliğe mahkum. Bununla
bitse iyi, biraz çalışır öder, biraz hasta olur
iyileşir. Ama kendi bedeni de dâhil her şeyin
emanet edildiği insan, özelde ise Müslümanlar bu zulümlerin ve emanete ihanetin
bedelini nasıl ödeyecekler?
Artık herkes bilmelidir ki her mesele sadece
kendi dar bağlamında ele alınamayacak kadar
karmaşıklaştırılmıştır. Nasıl ki; şehirleşme rant
denilen bela ve kültürsüzlüğe mahkum edilmişse, gıda ve sağlık meselesi de ondan
farksız değil. Eğer bir konuyu masaya yatıracaksak, o meselesinin (küresel ölçekli) siyasi,
ekonomik, sosyal, çevresel boyutları ile sağlığa
etkileri ve de dinî veçhesini bir bütün olarak
ele almak kaçınılmazdır. Aksi durum hatalara
yol açacaktır. Mesela bir modern tüketim
sorunu olan gazlı içecek meselesini sadece
içerdiği alkole indirgemek ve kuyu suları fıkhını
esas alıp fetva üretmek, dinî boyutu bir yana,
siyasi ve sağlık açısından büyük bir açmaza
sokmakta. Oysa kola, Amerikan kültür emperyalizminin en temel sembollerinden biri olup
siyasi içerik taşır. Benzer örnekler bize, gıda ve
beslenme meselesinin özellikle Müslümanlar
açısından kaotik bir boyut kazanmış olduğunu
gösteriyor. Çözümü ise sadece dini ve/veya
‘hijyen denilen muamma’ boyutuyla ele alınamaz. Üretilecek fetvalar, bu sorun başlıklarını,
özellikle de siyasi boyutunu içermediği müddetçe, insanlar ve özelde Müslümanlar batılın
değirmeninin kalıcı müşterileri haline gelir.
‘Siyaset’ denilince sadece siyasi parti olarak
algılayan veya bunu iç politikadan ibaret
sayan bir zihnin kendi sorularını sorup bu soru
ve sorunlara doğru cevap üretmesi elbette
beklenemez. Öncelikle kirlenmiş olan bilinçaltını temizlemek, özellikle de fıkıhçıların, küresel
derin siyasetin yüzyılları aşan kısa, orta ve
uzun hedeflerinden haberdar olmaları şarttır.
Aksi durumda ‘benim oğlum bina okur’ hadisesini tekrarlar dururuz ki, maazallah yaklaşan
kıyamet, ümmetin özel kıyametine dönüşebilir.
Bir Müslüman eline aldığı her lokmasını, Peygamberiyle (S.A.V.) paylaşması gerektiğinde,
O’nun bu ikramı kabul edip etmeyeceği bilinci
ile hareket etmesi şarttır. Kur’an Kerim gıdadan her söz ettiğinde, ya ‘helal ve temiz’ ya da
sadece ‘temiz’ ifadesini kullanır. Mesela Tâhâ
Suresi 81’de Allah c.c. şöyle buyurur: “Size
rızık olarak verdiğimiz şeylerden ‘helâl’ ve
‘temiz’ olanlarından yiyin. Bu hususta azgınlık etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner…”
Acaba bu ayette veya diğer ayetlerde zikredilen ‘temizden murat nedir?’ Manevi kirlilikler mi, basit maddi kirlilikler mi, kimyasal kirlilikler mi, biyolojik yani genetik kirlilikler mi?
Ya da hepsi mi? Büyük günde hesap vereceğine iman eden bir kimse, bu veya daha
fazlasını sorgulamak ve Kehf Suresi 19’da
anlatılanları düşünmesi gerekir. Yoksa
çağımız Müslümanlarının, helali sadece
hayvanların (dini vecibelere uygun) kesilmesine indirgemesi, sorunumuzu çözmediği gibi büyüttüğü de ortadadır. Artık dinin
hiçbir emri sadece bireyi ilgilendiren bir
mesele değil, hatta toplumsal olmanın da
ötesine geçerek, karmaşık ve kaotik bir
boyut kazanmaktadır. Bunu yani ‘sessiz
silahları’nı, yaşayan en büyük şeytandan
biri olma sıfatını çoktan hak eden Henry
Kissenger şu cümlelerle özetliyor: “Tarım
bizim için, tarım bakanlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Petrolü kontrol
edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen
insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!”
Tohum sadece bir bitkinin yetişmesi için
bir genetik materyale ve mekanizmanın bir
cüzüne indirgeniyor. Oysa o tek başına, var
veya yok olmamıza etki eden organizmadır. Bugün kimileri için bir komplo aracına
dönüşmüş olabilir. Bugünlerde Amerika’da
insan spermi de tescil edilmiştir. Önümüzdeki birkaç 10 yılda bizi bekleyen ölümcül
tehlike ile ilgili sadece (Türkiye’nin) şu
verilerini açıklamak yeter de artar bile. Her
yüz yeni evli çiften 30-35’i normal/fıtrî yollarla çocuk sahibi olamıyor. Bazen kadın,
bazen erkek, bazen de her ikisi birden kısır.
Eylül - Ekim 2012 21
MİMARLIK
Jinekolog Prof. Bülent Tıraş “2050 yılında
insanların ancak yüzde 5’i doğal yollarla çocuk sahibi olabilecek” diyor. AB’nin
son araştırmaları da bu tezi destekliyor.
Yarım asır önce menisinin 1 mm³’de 100
milyondan fazla sperm olan erkeklere ne
oldu da, şimdi 10-15 milyon seviyelerine
kadar geriledi?
Ne yazık ki, günümüz dünyasında sağlık
sorunlarının yüzde 70’i gıda kaynaklı. Bir
canlı, sperm veya yumurtasını yani ruşeymini, tükettiği bitkilerin bu özelliğinden
elde eder. Ama artık kısırlaştırılmış yani
ticari ve tescilli hibrit tohumlar, gıdaların işlenmeleri sırasında uğradığı işlemler,
besinlerine eklenen katkı maddeleri, bazı
aşı türlerinin kısırlaştırıcı etkisi, insanlığın
dikkatini şimdi çekmeyecekse ne zaman
çekecek? Çağın hazzı ve rantının peşinden koşan dindar çevreler bu gerçekle ne
zaman yüzleşecek? Günümüz Türkiye’sinin en büyük sağlık sorunları; şişmanlık/
obezite, diyabet, kalp ve kısırlık. Şişmanlık
ta Avrupa birincisi dünya sekizincisiyiz.
Oysa bu toplumun inancına göre, sofradan
doymadan kalkılır ve israf haramdır. Fakat
yine 75 milyonluk bu toplum, her yıl tam
112 milyon kişiye yetecek kadar ‘gıda’
tüketiyor. Tükettiği bu fazla miktardan
daha fazlasını ise obeziteden kurtulma
22 Mimar ve Mühendis
tezgâhında harcıyor.
10 yılda ilaç tüketimi 10 kat artarak 20
milyar dolar sınırına gelmiş. Kişi başına ilaç
tüketim miktarı, çok sayıda ülkede yaşayan
insanın yıllık toplam gelirinden bile fazla.
Çok katlı beton yığınları arasında tıpkı her
gün tükettiği tavuk ve sığırlar gibi toprak
ve havaya hasret yaşıyor. Öyle insanlar
gördüm ki 20-30 yaşlarına erişmiş olmalarına rağmen elleri ve ayakları hiç toprağa
değmemiş. Toprak onun için köylülük ve
kir. Aslında utandığı şey kendi bedeni!
Çocuk doğmadan ilaç kolik hale geliyor.
İvan İllich’in tabiriyle; tüm acılar hastanelik oldu. Evler; doğum, hastalık ve ölümün
konukluğundan nefret ediyor. İnsanın kendi
bedenini anlayabileceği dil, bürokratik bir
fanfinfona dönüşmüş. Hasta rolü dışında,
acı, yas ve iyileşme bir tür sapkınlık halini
aldı. Artık kendi kendini tedavi etmenin suç
sayıldığı bir çağın çocuklarıyız.
Çöp üreten, topraktan utanan, yediği meyvenin çekirdeğini toprağa değil çöpe atan,
tohumun anlam ve önemini umutmuş, pet
şişelerden beslenen bir toplumun yapacağı
tek şey ya iddia ettiği kimlikten sıyrılmak
ya da o kimliğin gereğini yapmaktır. Yoksa
yaşadığımız azgınlık, korkarız ki daha büyük
bir gazaba dönüşecek.
Gerçeği görmekten aciz olan
koltuk, makam ve mevki
sevdalıları, bu dayatmaya
itiraz eden herkesi ‘düşman’
olarak etiketlemekle kalmayıp
ihbar ediyor. Oysa attıkları
imza, söyledikleri söz ve
kaldırdıkları parmak,
kendi neslinin haklarını
devretmekten başka bir şey
değil. Lakin hikâye tıpkı
maymun yakalama tuzağı gibi
gayet iyi kurgulanmış.
Eylül - Ekim 2012 23
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ENERJİNİN YÖNETİMİ
ve YENİ ARAYIŞLAR
Enerjinin çok uzun bir tarihi vardır. Bu tarih; insanoğlunun okuma yazmadan önce
keşfedip pişirmede, ısınmada, aydınlanmada ve vahşi hayvanları korkutmada
kullandığı ateş ile başlar. Sonraları bu tarih 1430 yılındaki kömür madeninin keşfi,
1881’de büyük bilim adamı Thomas Edison’un kurduğu ilk enerji santrali ve 1957
yılında kurulan ilk nükleer enerji santrali ile dönüm noktalarını yaşar. Şu an da ise
enerji konusunda tamamen farklı konu ve durumlardan bahsedilir. Artık devletler
kendi kendilerine yetecek kadar enerjiyi gerek sermaye gerekse de Ar-Ge eksikliği
dolayısıyla karşılayamadıkları enerji gücünü diğer devletlerden veya özel enerji
üreticilerinden almaya mahkûmdur. Yani hayati ihtiyaçlardan başlayıp tamamıyla
ekonomik sebeplere ulaşmış olan enerji sektörü geleceğin de en çok para kazandıracak
sektörü olarak görülür. Aynı zamanda dünyada şu anda en çok israf edilen şey olan
enerji hakkında bilinmesi gereken bir başka özellik de dünyanın tükettiği enerjinin
yarısını, dünya nüfusunun 7’de 1’inin harcıyor olduğudur.
24 Mimar ve Mühendis
Eylül - Ekim 2012 25
DOSYA: ENERJİ
GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ENERJİ YÖNETİMİ
YAŞAM STANDARTLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ ve ÜRETİME YÖNELİK ETKİNLİKLERİN
GERÇEKLEŞTİRİLEBİLMESİ, NÜFUS ARTIŞINI ve EKONOMİK BÜYÜME NEDENİYLE GİDEREK ARTAN ENERJİ
GEREKSİNİMİNİN KARŞILANMASI, SÜRDÜRÜLEBİLİR GELİŞMENİN SAĞLANMASI İÇİN ENERJİYE OLAN
TALEP HER GÜN ARTMAKTADIR.
SÜRDÜRÜLEBİLİR GELİŞME VE ENERJİ
Enerji, sürdürülebilir gelişmenin ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarının tümü ile yakından ilgili bir unsurdur. Enerji arz güvenliğinin
sağlanması sürdürülebilir gelişme için en önemli koşullardan birini
oluşturmaktadır ve giderek uluslararası politika sahnesindeki baş
aktörlerin hayati ilgi alanlarından birisi haline gelmiştir.
Sürdürülebilir Enerji
Enerji arz güvenliğinin sağlanması için geliştirilen güncel küresel
enerji politikaları; sürdürülebilir gelişmenin ekonomik, sosyal ve
çevresel boyutları arasında denge kurulmasını, enerji sistemleri ile
ona bağlı ekonomik, sosyal ve çevresel sistemlere ciddi sekte vurabilecek durumlardan kaçınabilmek için esnekliğin geliştirilmesini
ve risk yönetimini, sağlamalıdır ki bu durum sürdürülebilir enerji
kavramı ile ifade edilmektedir.
arasında denge sağlayacak şekilde geliştirilmesi.
III. Belirlenen politikaları destekleyecek; vergilendirme, teşvikler, yasal
düzenlemeler gibi çeşitli siyasi araçların devreye sokulması.
Sürdürülebilir Enerji Politikaları
Günümüze kadar enerji sisteminin sürdürülebilirliği, yalnızca kullanım
oranına göre enerjinin elde edilebilirliği esas alınarak tanımlanmakta
idi. Bugün, sürdürülebilir gelişmenin bilimsel ve etik çerçevesi kapsamında çevre güvenliği de enerji güvenliği kadar önemli hale gelmiştir.
Küresel ısınma ve ona bağlı iklim değişiklikleri giderek enerji politikalarının sürdürülebilirliğinin kilit noktası haline gelmiştir. Bu nedenle, düşük
karbon ekonomisinin oluşturulması, günümüzde enerji politikalarına
iliksin tartışmaların odak noktasını teşkil etmektedir.
Sürdürülebilirliğin Sağlanmasında Düşük Karbon Ekonomisine
Yönelik Enerji Seçenekleri
Enerji Politikalarının Belirlenmesi
Enerji politikalarının belirlenmesi üç aşamada ele alınabilir;
I. Çevre güvenliğini zedelemeden düşük maliyette enerji arzını sağlayacak ve risklerin dağıtılmasını sağlayarak arz güvenliğini teminat
altına alacak temel hedeflerin belirlenmesi.
II. Belirlenen temel hedeflere ulaşabilmek için uygulanacak politikaların belirlenmesi ve yerli ve ithal enerji kaynaklarının ve farklı teknolojilerin uygun oranda kullanımı ile ekonomik, çevresel ve jeopolitik etkenler
26 Mimar ve Mühendis
Enerji sisteminin sürdürülebilirliği için düşük karbon ekonomisine
yönelik seçenekler olan; Enerji Tasarrufu, Yenilenebilir Enerji ve
Nükleer Enerji karbon yayınımında basamak seklinde radikal bir
azalma sağlayacak önemli potansiyele sahiptir.
Sürdürülebilir Gelişme Gündeminde Nükleer Enerji
Dünya, enerji politikalarında düşük karbon ekonomisi doğrultusunda radikal bir değişime doğru giderken, sera gazı yayımı
Küresel ısınma ve ona bağlı iklim değişiklikleri giderek enerji politikalarının sürdürülebilirliğinin kilit noktası
haline gelmiştir. Bu nedenle, düşük karbon ekonomisinin oluşturulması, günümüzde enerji politikalarına iliksin
tartışmaların odak noktasını teşkil etmektedir.
açısından değerlendirildiğinde temiz bir teknoloji olan nükleer
güç santralleri, bu bağlamda cazip bir seçenek olarak gözükmektedir. Ancak, küresel ısınma ve iklim değişikliği bağlamında
sağladığı önemli avantajlara rağmen, nükleer kaza riski, radyoaktif atık sorunu, gibi sorunların varlığı nedeniyle çekinceler
doğmaktadır.
%1-2’ini karşılamaktadır. Bu rakamın 2025 yılında yüde 6’ya ve
2050’de yüzde 12’ye ulaşacağı öngörülmektedir. Enerji tasarrufu ve verimliliğine ilişkin potansiyelin iyi değerlendirilmesi enerji
sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanmasına yönelik seçenekler
arasında ilk sırada yer verilmektedir.
Küresel Enerji Politikaları Doğrultusunda Türkiye’nin Enerji
Küresel Isınma ile Mücadelede Enerji Hiyerarşisi
Öncelikleri Ne Olmalıdır?
Güncel küresel enerji politikalarına göre, küresel ısınma ile
mücadeledeki öncelikleri belirleyen enerji hiyerarşisi; enerji
tasarrufu (enerjinin rasyonel kullanımı ve enerji verimliliği),
yenilenebilir enerji, fosil yakıtlı enerji teknolojilerinde temiz ve
birleşik çevrimli teknolojiler seklinde oluşmuştur.
Türkiye gerek enerji tasarrufu gerekse yenilenebilir enerji kaynakları bakımından önemli bir potansiyele sahiptir. Türkiye’nin
enerji politikalarında; enerji tasarrufu ve verimliğin iyileştirilmesi, hidroelektrik potansiyelin değerlendirilmesi, yenilenebilir
enerji kaynaklarının kullanımının kademeli olarak arttırılması
fosil yakıt kullanımında birleşik çevrimli güç santrallerinin ve
başta temiz kömür olmak üzere temiz fosil yakıt teknolojilerinin
devreye sokulması ve çevre güvenliğini ve enerji bağımsızlığını
iyileştirerek arz güvenliğinin teminat altına alınmasına önemli
katkılar sağlayabilecek küresel enerji politikalarındaki güncel
gelişmelere uyumlu olarak nükleer enerji santrallerinin küçük
uygulamalar ile devreye alınması mevcut enerji sistemine entegre
edilmesi ve enerji çeşitliliğinin artırılması gerekmektedir.
Sürdürülebilir Enerji Gündeminde Enerji Tasarrufu
Enerji gereksinimin azaltılması ve enerji verimliliğinin geliştirilmesi; sera gazı yayınımının azaltılması ve enerji arz güvenliğinin
iyileştirilmesi üzerindeki önemli katkılarıyla enerji sisteminin
sürdürülebilirliğinin sağlanmasında mevcut düşük karbon seçenekleri arasında en önemli seçenek olarak belirmektedir.
Yenilenebilir enerji kaynakları, küresel enerji talebinin yalnızca
Eylül - Ekim 2012 27
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ELEKTRİK ÜRETİM A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ HALİL ALIŞ:
“2011 SONU İTİBARİYLE TÜRKİYE ELEKTRİK
ÜRETİMİNİN YÜZDE 40,4’ÜNÜ KURUMUMUZ
KARŞILAMAKTADIR“
DOSYA KONUMUZ İÇİN BU SAYIDA HER YÖNÜYLE İNCELEDİĞİMİZ ENERJİ KONUSUNU, SEKTÖRÜN ŞU AN
İÇİN EN ÖNEMLİ OYUNCULARINDAN OLAN ELEKTRİK ÜRETİM A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SAYIN HALİL ALIŞ
İLE DEĞERLENDİRDİK
>
Halil Bey, bizlere ilk olarak EÜAŞ’ı
kısaca anlatabilir misiniz?
Kuruluşumuz, kamuya ait termik ve hidroelektrik santralların; işletilmesi, bakım onarım
ve rehabilitasyonu, bu santrallardaki malzeme yönetimi ve tedariki ile Bakanlar Kurulunca görev verilmesi halinde yeni elektrik
üretim tesislerinin kurulması faaliyetlerini
yürütmektedir.
Kamuya ait santrallardaki elektrik enerjisi
üretiminden sorumlu olan kuruluşumuz, bu
görev bilinciyle çalışmalarını sürdürmekte,
yerli kaynakların değerlendirilmesi için de
azami gayreti göstermektedir. EÜAŞ olarak
bütün çabamız, ülkemizde toplumsal refahın
artması için elektriğin daha kaliteli ve daha
ucuz üretilmesini sağlamaya yöneliktir.
Temmuz 2012 sonu itibariyle, 24.265 MW
kurulu gücü (Türkiye kurulu gücünün yüzde
44,3’si) ve 11 bin 819 çalışanı ile EÜAŞ,
Avrupa Birliğinde faaliyet gösteren en büyük
elektrik üretim şirketleri arasında ilk 10’da
yer almaktadır.
Misyonumuz; halkımızın refahını arttırmak
yolunda, ülke kaynaklarını en verimli şekilde
kullanarak, yasa ile kendisine verilen yetkiler
çerçevesinde, güvenilir, ekonomik, kaliteli
ve çevreye duyarlı bir şekilde elektrik enerjisi üretmektir. Vizyonumuz; elektrik üretim
sektöründeki öncülüğünü devam ettiren,
28 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YILMAZ ADA
modern ve temiz enerji teknolojilerinin kullanımıyla üretim performansını sürekli artıran
bir şirket olmaktır.
Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacını ne
kadarı EÜAŞ tarafından karşılanıyor?
Geri kalan kısmı nasıl karşılıyoruz?
2011 sonu itibariyle Türkiye elektrik üretiminin yüzde 40,4’ünü karşılayan kuruluşumuz, 01.01.2012 – 31.07.2012 tarihleri
arasında 141.421.269 MWh olarak gerçekleşen Türkiye elektrik üretimin 55.703.567
MWh’ini (yüzde 39,4) gerçekleştirmiştir. Bu
üretimin geri kalan kısmı; serbest üretim
şirketleri (yüzde 30,5), yap-işlet modeliyle
kurulan santrallar (yüzde 16,9), yap-işletdevret modeliyle kurulan santrallar (yüzde
5,9), otoprodüktörler (yüzde 5,4) ve işletme
hakkı devri yapılan santrallar (yüzde 1,9) ile
gerçekleştirilmiştir.
Kurumunuza bağlı birçok termik ve hidrolik santraller mevcut. Bu santraller
hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Temmuz 2012 sonu itibariyle kuruluşumuzun sahip olduğu 24.265 MW’lık Kurulu
gücün yüzde 48,2’sini hidroelektrik santrallar teşkil ederken, yüzde 51,8’ini termik
santrallar oluşturmaktadır. 29.409.186
MWh’lik üretim ile 18 adet termik santrali-
mizin Türkiye üretimine katkısı %20,8’dir. 80
adet hidroelektrik santralimizde gerçekleştirilen 26.294.381 MWh’lik üretim ise, Türkiye
elektrik üretiminin yüzde 18,6’sına karşılık
gelmektedir.
Ülkemizde elektrik enerjisi üretiminin
yüzde kaçı kömürle çalışan santrallerden
sağlanıyor? Biz bu kömür madeninin ne
kadarını ithal ediliyoruz? Ülkemizdeki
mevcut kömür madenlerimizin ne kadarını kullanıyoruz? Yerli Kömür kullanımı
kapasitemizi arttırmak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Temmuz 2012 sonu itibariyle Türkiye elektrik üretiminin yüzde 27,1’i kömürlü termik
santrallarda gerçekleştirilmektedir. Bu üretimin yüzde 13,4’ü ise kuruluşumuza aittir.
Türkiye’de ithal kömür kullanan santrallarda
Temmuz 2012 sonu itibariyle gerçekleştirilen üretim 16.095.459 MWh’dir. Bu değer,
Türkiye üretiminin yüzde 11,4’üne karşılık
gelmektedir. Ülkemizde, 515 milyon tonu
görünür olmak üzere, yaklaşık 1,3 milyar
ton taşkömürü ve 10,8 milyar tonu görünür
rezerv niteliğinde yaklaşık olarak toplam 12
milyar ton linyit rezervi bulunmaktadır. Bu
miktar dünya kanıtlanmış işletilebilir kömür
rezervlerinin yüzde 1,5’ini oluşturmaktadır.
Linyit rezervlerimiz ise dünya linyit rezervinin
yüzde 6’sı büyüklüğündedir.
Ülkemiz 2010 yılı satılabilir kömür üretimi;
69,7 milyon ton linyit, 2,5 milyon ton taşkömürü ve 1,2 milyon ton asfaltit olmak üzere
toplam 73,4 milyon ton olarak gerçekleşmiştir.
2011 yılında ise 70 milyon ton linyit, 2,6 milyon ton taşkömürü ve yaklaşık 1,2 milyon ton
asfaltit olmak üzere yaklaşık 73,8 milyon ton
kömür üretilmiştir. Yerli kömür kullanım kapasitemizin arttırılması, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın (ETKB) 2010-2014 Stratejik
Planında yer alan hedeflerinden bir tanesidir.
Kuruluşumuza ait Afşin Elbistan C ve E
Sahalarının Rödovanslı Kamu Özel Ortaklığı
Modeli ile yatırıma açılması düşünülmektedir. Bunun için kuruluşumuz, bir danışmanlık
şirketinden hizmet satın almaktadır. Eğer bu
model hayata geçirilebilirse, elimizdeki diğer
sahaların da benzer şekilde yatırıma açılabileceği planlanmaktadır.
MTA tarafından yeni bulunan kömür sahaları enerji yatırımına dönüştürülmesi amacıyla
EÜAŞ’a devredilmiştir. MTA’dan devralınan
kömür sahaları bilgileri aşağıdadır.
LOKASYON
RUHSAT SAYISI
ORJ.AID (Kcal/Kg)
TOPLAM REZERV (MİLYON TON)
K.MARAŞ/Elbistan
TEKİRDAĞ/Merkez
3 adet ruhsat
4 adet ruhsat
1028
2270
515
214
İSTANBUL/Çatalca
KONYA/Karapınar
4 adet ruhsat
9 adet ruhsat
2037
1314
280
1.830
TOPLAM
20
Bu sahalardaki kömürün kalorifik değerleri düşüktür. Bu nedenle sadece elektrik
üretiminde kullanılacağını düşünüyoruz ve
buna paralel olarak bu sahalarla ilgili
çalışmaları sürdürüyoruz.
Alternatif enerji kaynakları konusunda çalışmalarınız var mı? Türkiye bu
konuda yeterli potansiyele sahip mi?
Değerlendirilmesi konusunda kurumunuzun ne gibi çalışmaları var?
Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları
(YEK) bakımından oldukça zengin rezervlere sahip olmasına karşın, bu kaynakların
elektrik üretimindeki payı hidrolik dışında
son derece düşüktür. Temmuz 2012 ayı
itibarıyla rüzgâr kurulu gücümüz 2013
MW, jeotermal kurulu gücümüz ise 114
MW olup toplam kurulu güç içindeki payı
sırasıyla rüzgarda yüzde 3,68, jeotermal’de
yüzde 0,21‘dir. Toplam üretimdeki payları
ise rüzgar için yüzde 2,26, Jeotermal için
yüzde 0.33’dür.
Rüzgar enerjisi ile ilgili ilk uygulamalar başlamış olmakla birlikte, güneş ve
özellikle biokütle ile ilgili çalışmalar bu
kaynaklarımızın yüksek potansiyelleri ile
karşılaştırıldığında son derece yetersiz
boyutlardadır.
Ülkemizde elektrik enerjisi arz ve talep
projeksiyonlarına bağlı olarak, 2020
yılına kadar, nükleer enerji santrallerinin, elektrik enerjisi üretimi içerisindeki
2.840
payının en az yüzde 5 seviyesine ulaşması hedeflenmektedir.
Türkiye’nin yenilenebilir
enerji kaynak potansiyeli;
•Hidroelektrik: 140.000 GWh/yıl
•Rüzgâr: 48.000 MW
•Jeotermal: 600 MW
•Biokütle: 8,6 MTEP
•Güneş: 380.000 GWh/yıl
Oldukça önemli olan bu kaynak potansiyelinin planlı olarak elektrik üretiminde kullanılması için ETKB tarafından gerekli çalışmalar yürütülmektedir. ETKB tarafından yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanan elektrik
üretim santralları ile ilgili olarak; yapımına
başlanan 5.000 MW’lık hidroelektrik santralların 2013 yılı sonuna kadar tamamlanması,
2009 yılı itibariyle 802,8 MW olan rüzgâr
enerjisi kurulu gücünün, 2015 yılına kadar
10.000 MW’a çıkarılması ve 2009 yılı itibariyle 77,2 MW olan jeotermal enerjisi kurulu
gücünün, 2015 yılı sonuna kadar 300 MW’a
çıkarılması hedeflenmektedir. Yenilenebilir
enerji kaynaklarına ilişkin temel hedef ise;
bu kaynakların elektrik enerjisi üretimi içindeki payının 2023 yılında en az yüzde 30
düzeyinde olmasının sağlanmasıdır.
Enerji sektöründe güneş enerjisi santralı
kurulması yönünde özel sektöre öncülük
etmek, güneş enerjisi santralı ekipmanlarının ülkemizde üretimini teşvik etmek
Temmuz 2012 sonu itibariyle,
24.265 MW kurulu gücü
(Türkiye kurulu gücünün
%44,3’si) ve 11.819 çalışanı
ile EÜAŞ, Avrupa Birliğinde
faaliyet gösteren en büyük
elektrik üretim şirketleri
arasında ilk 10’da yer
almaktadır.
ve ülkemiz enerji arz güvenliğine katkıda
bulunmak amacıyla başlanan ve Birecik Hidroelektrik Santralı sahasında yer alacak 20
MW kurulu güce sahip olan güneş enerjisi
santralı projesi için kuruluşumuz tarafından
yürütülen fizibilite çalışması tamamlanmıştır. Bu pilot santral yatırımının gerçekleştirilmesi amacıyla ETKB nezdinde gerekli
girişimlerde bulunulmaktadır.
Santrallerimizde yerli teknoloji kullanımı ve geliştirilmesi konusunda çalışmalarınız var mı? Bu konuda hükümetin
çıkarmış olduğu teşvikleri nasıl buluyorsunuz?
Santrallarımızda yerli imalatın artırılmasına
yönelik olarak, TÜBİTAK MAM ile işbirliği
yapılmaktadır. Hamitabat Doğal Gaz Santralına ait bir kısım türbin malzemeleri bu
işbirliği sonucu yerli üretilebilmiştir. Ayrıca,
santrallarımızda yerli enerji teknolojilerinin
Eylül - Ekim 2012 29
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
kullanımı ve geliştirilmesi amacıyla kuruluşumuz ile birlikte Bakanlığımız, Ostim Yatırım A.Ş. ve Türkiye Teknoloji Geliştirme
Vakfı’nın içinde yer aldığı Yerli Enerji Teknolojileri Ar-Ge Platformu kurulmuştur.
Yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları potansiyelinin tam olarak değerlendirilmesi için
ihtiyaç duyulan enerji ekipmanlarının yurt
içinde üretimi temel bir politika olmalıdır
diye düşünüyorum. Bu kapsamda, ETKB,
EPDK, Kalkınma Bakanlığı, Sanayi, Bilim ve
Teknoloji Bakanlığı, TUBİTAK, üniversiteler, üretici sanayi kuruluşlarının katılımıyla;
ekipmanların yerli üretimini öngören strateji
ve planlar hazırlanmalı ve uygulanmalıdır.
Yatırım planlamasında ve lisanslamada yerli
makine ekipman kullanımına destek verilmelidir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının teşviki ve
bu konudaki düzenlendirmelerdeki yetersizliği gidermek için 18.5.2005 tarihli ve
25819 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının
Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına
İlişkin Kanun, 29/12/2010 tarihli ve 6094
sayılı kanun ile değiştirilmiştir.
YEK Kanununda Destekleme
Mekanizması kapsamında;
“Lisans sahibi tüzel kişilerin bu kanun kapsamındaki yenilenebilir enerji kaynaklarına
dayalı ve 31/12/2015 tarihinden önce işletmeye giren üretim tesislerinde kullanılan
mekanik ve/veya elektro-mekanik aksamın
30 Mimar ve Mühendis
yurt içinde imal edilmiş olması halinde;
bu tesislerde üretilerek iletim veya dağıtım sistemine verilen elektrik enerjisi için,
I sayılı cetvelde belirtilen fiyatlara, üretim
tesisinin işletmeye giriş tarihinden itibaren
5 yıl süreyle; bu kanuna ekli II sayılı cetvelde
belirtilen fiyatlar ilave edilir.” hükmü getirilerek yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı
enerji üretim tesislerinin ekipmanlarının yurt
içinde üretilmesi teşvik edilmiştir. Yenilenebilir kaynak kullanan santrallar için verilen teşvikleri yeterli bulmakla birlikte, diğer
elektrik üretim santralları için de benzer
teşvikleri getirecek mevzuatın oluşturulması
gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak 2010-2014 yıllarını
kapsayan 5 yıllık bir stratejik
planınız var. Bize biraz da bu
plandan bahseder misiniz?
EÜAŞ’ın gelecek dönemde gerçekleştireceği çalışmaları kapsayan Stratejik Planımız
kuruluşumuz bünyesinde oluşturulan “Stratejik Planlama Ekibi tarafından” hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Stratejik
planımıza EÜAŞ’ın www.euas.gov.tr internet
adresinden ulaşılabilir.
Hazırlanan bu stratejik planla EÜAŞ’ın
mevcut durumu ortaya konmuş, dünyada
ve ülkemizde enerji sektöründe yaşanan
gelişmeler çerçevesinde vizyon, misyon ve
temel değerleri yeniden oluşturulmuş, yapılan GZFT analizi ile güçlü ve zayıf yönleri
tespit edilmiş, önündeki fırsatlar ve tehditler
HALİL ALIŞ
1956 yılında Elazığ’ da doğdu. 1980
yılında Elazığ Devlet Mühendislik ve
Mimarlık Akademisi Elektrik Mühendisliği Bölümü’ nü bitirdi. Aynı okulda
Yüksek Lisans eğitimini tamamladı.
1973 yılından itibaren sırasıyla DSİ
16.Bölge Müdürlüğü’nde Memur, TEK
İletim Şebekeleri İşletme ve Bakım
Daire Başkanlığı, Güneydoğu Anadolu
Şebeke İşletme Müdürlüğü Elazığ Bölgesi Başmühendisliği’nde Mühendis,
Keban İşletme Grup Müdürlüğü’nde
Baş Mühendis, Müdür, TEAŞ Keban
İşletme Grup Müdürlüğü’nde Grup
Müdürü, TEİAŞ İletim Şebekeleri İşletme ve Bakım Daire Başkanlığı’nda
Şube Müdürü olarak görev yaptı.
2003 yılından itibaren Türkiye Elektrik
İletim A.Ş.’ ye Genel Müdür Yardımcısı
ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev
yapmakta iken, 16.04.2009 tarihi
itibariyle Genel Müdür ve Yönetim
Kurulu Başkanlığına vekâleten atandı.
22.08.2010 tarihinde Elektrik Üretim
A.Ş.’ne Genel Müdür ve Yönetim Kurulu
Başkanı olarak atandı. Evli ve 2 çocuk
babası olup, ileri derecede İngilizce
bilmektedir.
belirlenmiştir. Bu bağlamda “elektrik üretim sektöründeki öncülüğünü devam ettiren, modern ve
temiz enerji teknolojilerinin kullanımıyla üretim
performansını sürekli arttıran bir şirket olmak”
vizyonumuza ulaşmak için 2010 - 2014 yıllarını
kapsayan plan döneminde 5 adet stratejik amaç
ve bu amaçlara ulaşmaya yönelik 13 hedef ve
bu hedeflere de ulaşmayı sağlayabilecek çok
sayıda faaliyet/proje belirlenmiştir. Bazı termik
ve hidrolik santrallarımızın rehabilitasyonlarının yapılması, santrallarımızda Bakım Yönetim
Sisteminin kurulması, EÜAŞ’ın sahip olduğu
kömür sahalarından daha fazla yararlanabilmesine yönelik araştırmaların gerçekleştirilmesi,
baca gazı arıtma tesislerinin kurulması, eğitim
ve bilgi-işlem altyapısının güçlendirilmesi ve
bazı Ar-Ge projelerinin yürütülmesi, bu plan kapsamında gerçekleştirilecek projelerin önemli bir
kısmını oluşturmaktadır.
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Nusret ALEMDAROĞLU
Elektrik Mühendisi
ELKTRİK DAĞITIM ÖZELLEŞTİRİLMELERİ
ÜZERİNE TESPİTLER
Dağıtım Şirketlerin asli görevi olan kesintisiz,
kaliteli, sürekli elektrik verme konusunda
hizmeti ön plana almaları esas olmalıdır.
Kalitesi ve müşteri memnuniyeti açısından
gerektiği değere ulaşmak ana görev kabul
edilmelidir. Bu durum ortak yönetim anlayışının
Türkiye şartlarına uyum sağlayamamasından
kaynaklandığı kanaatini doğurmuştur.
Elektrik Dağıtım Sektörü 3 ana başlıkta görev yapmaktadır.
alınmalıdır.
İşletmecilik konusunda ülkemizdeki en önemli zafiyet arızalara
müdahalede oluşmaktadır. Bu konuda özelleştirilen bölgelerin
büyük bölümünde yerinde hizmet yerine arıza servisleri tek
merkeze toplanarak büyük bir çelişki yaşanmaktadır. Büyük
bir bölümü (yüzde 90’nın üzerinde) havai hat olan şebekelerde
kötü hava şartlarında arıza merkezine gelen ihbar sayısı binleri
bulmaktadır. Bazen fazla aramdan dolayı sistem kilitlenmektedir. Birden fazla ili kapsayan arıza merkezi tek noktada olursa
ekipleri yönlendirme zorlaşmakta müşterinin tarif ettiği yer ile
arıza merkezindeki görevlinin tarif ettiği yer çok farklı çıkmakta
arızayı gidermek çok uzun sürmektedir.
Arıza gidermede mutlaka yerinde ve sistemi bilenler tarafından
yönlendirme ile çözüm sağlanmalıdır. Şebekeler ne zaman
gelişmiş ülkelerdeki gibi yüzde 90’nın üzerinde yeraltına alınır ve arıza sayıları azalırsa o zaman merkezi sisteme doğru
gidilebilir. Bu konuda çağrı merkezleri oluşturulmasına rağmen
arızaların yoğun olduğu zamanlarda merkezlerde muhataplara
ulaşmak zor olmakta, aboneler hizmet alımı yapan özel şirket
elemanlarının kişisel telefonlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar.
Bu durumda verim alınması olmamakta sadece kişisel çözümler olmaktadır.
1.Tesis yapmak (yatırım programlarına göre)
2.İşletmecilik (sürekli, kesintisiz, kaliteli elektrik sağlamak)
3.Tahakkuk, Tahsilât (tüketilen elektriğin parasını almak)
1-TESİS YAPMAK:
Yeni yerleşim yerleri ile ihtiyaç duyulan yerlere EPDK tarafından onaylanan yatırım programı kapsamında tesisler yapmak,
işletme ihtiyaçlarına göre ilave ve ek tesisler ile ayrıca sistem
dönüşümleri yapmaktır. Dağıtım sisteminde yapılacak yatırımların nerede, nasıl ve hangi kapsamda yapılacağı hususunda
sistemi yerel bazda (belediyeler, OSB’ler, muhtarlıklar v.b.)
tanıyanlarla yatırım programlarının yapılması ve ilgili makama
teklif edilmesi önem arz etmektedir. Bu konuda mevcut sistemle yapılması düşünülen yeni yatırımların uyum sağlaması
gerekmektedir.
Dağıtım sistemi gelişmiş ülkelerde tamamen yeraltı ve kablolu
olduğundan alt yapısı tamamlanmış yerleşim merkezlerinde
mutlaka sistem değişikliğine gidilerek şebekeler yeraltına alınmalıdır. Böylece kayıp kaçak azalacağı gibi kaliteli, güvenilir,
kesintisiz hizmet sunumu da gerçekleşecektir.
2-İŞLETMECİLİK:
Elektrik Dağıtım Şebekelerinde mevcut tesis edilmiş şebekelerin 24 saat kesintisiz, sürekli, güvenilir bir şekilde çalışmasını
sağlamaktır. Bu konuda alınabilecek tüm önlemleri almak,
gerekli periyodik bakımları zamanında yapmak, abonelerin
arızalardan en az etkilenecek şekilde istifade etmelerini sağlamaktır. Gerekli teknik personeli yetiştirmek, ihtiyacı olan
eğitimleri vermek, teknolojik gelişmelere ayak uyduracak
sistemleri hayata geçirmek en önemli hususlar olarak dikkate
32 Mimar ve Mühendis
3- TAHAKKUK, TAHSİLÂT
Hizmeti yapılan müşterilerden tükettikleri enerji bedelinin
tahsil edilmesi hizmetidir. Bu konuda yapılan teknik alt yapı
çalışmaları ve takip sistemi ile satılan elektriğin bedelinin
tahsil edilmesi büyük önem arz etmektedir. Gerek bilgisayar
ortamında tahakkuk yapılması gerekse tahsilâtın yine bilgisayar ortamında banka ve tahsilât bürolarıyla tahsil edilmesi
hizmetin daha iyi yapılmasını oluşturmaktadır. Bu konuda
Dağıtım Bölgeleri
özelleşmeden önce
işletmecilik konusunda
örnek hizmetler verirken,
özelleşme sonrası başta
sanayi müşterileri olmak
üzere birçok abonelerce
aşırı şekilde işletmedeki
hatalar eleştirilmektedir.
Yerinden hizmet verilmesi
anlayışı yerine merkezden
yönlendirmek ve karar
verme ile hizmet yapmak çok
eleştirilen bürokratik devlet
anlayışının üzerine çıkmıştır.
özel şirketler parayı toplamak için her yolu denemekte ve başarılı
olmaktadırlar. Zaten kesme yetkileri olduğu için bu konuda sıkıntıyı
aboneler çekmektedir.
Yukarıdaki genel tanımlama ve açıklamalar ışığında bu hizmetler
Elektrik Dağıtım Şirketlerinde nasıl olmaktadır?
Yaklaşık 3 yıldır özelleştirilmenin başlamış olduğu Bölgelerde (13
Dağıtım Bölgesi) bu hizmetler kurulan şirketlerce yönetilmektedir.
Elektrik Dağıtım Bölgelerinde yapılan yatırımlar EPDK’dan onaylanan yatırım projeleri kapsamında hizmet yapılmakta olup yıllık
gerçekleşmelerde meydana gelen gecikme ve acil ortaya çıkan yeni
yatırımlar konusunda olumlu sonuç alınamaması ile ciddi sıkıntılar
oluşmaktadır. Bu konuda yerel yönetimler şikâyetlerini büyük boyutta
ortaya koymaktadırlar.
Yeni açılan bir cadde, sokak, bulvar gibi yerlerin elektrik tesislerinin
yapılması, aydınlatılması büyük sorun olmaktadır. İşletmecilik konusunda dağıtım şirketi tarafından yapılan hizmet geçmişi aratmakta,
şikâyetler büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bu konuda birçok bölgede
arızalar tek merkeze toplanmış, buradan yönlendirme ile arıza
olan merkezlere bildirme yapılarak çözüm aranmaya başlanmıştır.
Örneğin bir yerleşimde meydana gelen arızada 186 arıza servisi
aranmakta, arıza merkezi aldığı ihbarı merkeze orası da arıza bakım
onarım ekibine yönlendirmektedir. Her şey yolunda gitse dahi uzun
bir zaman geçmekte aboneler hizmet alımında büyük mağduriyete
uğramaktadırlar.
Şebekelerin büyük bölümü havai hat ve dağlık, ağaçlık bölgede olduğundan, fırtınalı ve yağmurlu zamanlarda meydana gelen arızalar
binleri bulmakta, merkez arıza servisi kilitlenmekte böylece kesintiler
uzun süre sürmektedir.
Müşteriler yetkililere ulaşmadığı gibi sorumlu bulmakta zorluk çekmektedirler. Oysa bu konu geçmişte ilçe işletme baş mühendisliği
bazında çözüme kavuşturulması çok daha verimli yapılıyordu. Hizmet
alımı ile yapılan bu işler artık üçüncü şahısların inisiyatifi ile olmaktadır. Hatta aboneler hizmet alımı yapılan şirket görevlilerinin telefonlarını öğrenerek arıza yerine bu elemanları arayarak arızalarına
baktırmaktadırlar.
Dağıtım Bölgeleri özelleşmeden önce işletmecilik konusunda örnek
hizmetler verirken, özelleşme sonrası başta sanayi müşterileri olmak
üzere birçok abonelerce aşırı şekilde işletmedeki hatalar eleştirilmektedir. Yerinden hizmet verilmesi anlayışı yerine merkezden yönlendirmek ve karar verme ile hizmet yapmak çok eleştirilen bürokratik
devlet anlayışının üzerine çıkmıştır.
İl ve ilçelerdeki Kamu ve yerel yönetim yetkilileri muhatap bulmakta
çözüm arandığında yetkili makam olarak merkezi yönetimler gösterilmektedir. Oysa özelleştirmede esas amaç daha etkin, kaliteli ve
hızlı hizmet vermek temel amaç olarak görülmesine rağmen aksaklıklar devam etmektedir. Yatırım ve işletmede görülen hatalara rağmen tahakkuk ve tahsilât (para tahsilâtı) konusunda etkin tedbirler
uygulanmakta, parasını ödeyemeyen aboneye kesme işlemi süratle
yapılmaktadır.
Dağıtım şirketlerin aslı görevi olan kesintisiz, kaliteli, sürekli elektrik
verme konusunda hizmeti ön plana almaları esas olmalıdır. Kalitesi ve
müşteri memnuniyeti açısından gerektiği değere ulaşmak ana görev
kabul edilmelidir. Bu durum ortak yönetim anlayışının Türkiye şartlarına uyum sağlayamamasından kaynaklandığı kanaatini doğurmuştur.
Eylül - Ekim 2012 33
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Gürdal KIRMIZIOĞLU
Makine Mühendisi
LİSANSSIZ ENERJİ ÜRETİMİ YÖNETMELİĞİ
Lisanssız enerji üretimi yönetmeliği genel
olarak herkese kendi elektriğini üretme fırsatı
veriyor. Bu uygulamayla özel kişi veya tüzel
kişi tükettiği elektriği üretebilecekken fazlasını
da belirlenen teşvik fiyatından satabilecek.
Ü
lkemizin ekonomik büyümesiyle doğru orantılı olarak enerji
ihtiyacı da artıyor. Bu ihtiyacın ülke dışından ithal ettiğimiz ve
fiyatını bizim alıcı orak belirleyemediğimiz, uzun vadede sonlu
olan ve fiyatları sürekli yükselen fosil yakıtlardan üretilmesi cari
açığı artırıyor. Bu da Türkiye’ye çok yüksek bir enerji faturası
çıkarmakta, Türkiye’yi enerji bakımından dışarı bağımlı kılmakta ve de çevreci olmadığı için, bizi yenilenebilir enerji açısından
zengin ülkemizde doğal kaynaklarımızı kullanmaya itmektedir.
Bunun için fizibilitesi yapılan ve uygun görülen birçok tesise
lisansı verilerek yerel kaynaklarımızın kullanılması öngörülmüştür. Bu lisanslı tesislerin de şu anda yarıdan fazlası işletmede
ya da tamamlanmaktadır. Enerji Bakanlığı bunu bir adım daha
ileriye götürerek daha küçük kaynakların da kullanılmasını
ülkede elektrik tüketimi yapan özel ya da tüzel kişilerin kendi
ihtiyacını karşılaması, fazla ürettiği elektriği de perakende satış
lisansı sahibi dağıtım şirketine satabilmesinin önünü lisanssız
üretimle açmıştır. Yenilenebilir kaynaklara bağlı elektrik üretim
tesislerinde kurulu güç üst sınırı 500kW olup ara ara bunun 1
MW’a yükseltileceği haberleri çıkmaktadır.
Lisanssız üretim tesis yatırımları diğer enerji yatırımlarına göre
mikro seviyede kaldığı için yatırım maliyetini minimumda tutmak çok fazla önem kazanmaktadır. Elbette tüm yatırımlarda
maliyeti minimumda tutmak önemlidir fakat bunlarda dikkat
edilmeyen ya da öngörülmeyen maliyetler, toplam yatırım
maliyeti az olduğu için büyük sıkıntılar çıkarabilir.
Bu tesis yatırımlarında genel olarak
dikkat edilecek ana maddeler;
• Orta ve büyük ölçekli enerji üretim tesislerinde ulaşım
yolu yapmak rutin bir iş ve maliyet kalemi iken bu tesislerde maliyetin büyük bir kısmını oluşturabilir. Mikro tesisler
mevcut yollara yakın yerlere yapılabilirse bu maliyet azaltılabilir.
• Mikro tesis perakende satış lisansı sahibi dağıtım şirketinin gösterebileceği trafo merkezlerine ya da mevcut yer34 Mimar ve Mühendis
Yatırımcı bunu yatırım maliyeti milyonlarca lira
olan makro tesislerle değil daha basit daha ucuz
tesislerle yapabilecek. Kısacası lisanssız üretim
tesisleriyle enerji piyasasında küçük de olsa bir
oyuncu olabilmek hayal olmaktan çıktı.
leşim alanlarına yakın olabilirse enerji iletim hattı maliyeti
minimuma indirilebilecektir.
• Mikro tesis iletim hattı, güzergahı ve tesis yapıları mümkün olduğunca vatandaş arazisinden kaçarak hazine arazisine yapılabilinirse, kamulaştırma maliyeti ve olabilecek
halk direnci minimumda tutulmuş olur.
• Mikro tesis tasarımlarını yapan mühendislik firmasına da
burada büyük iş düşmektedir. Yapılacak tesisin bir mikro
tesis olduğunun bilincinde olup sistemi kolay işletilebilir,
basit ve sürdürülebilir bir şekilde tasarlaması hem işletmeyi kolaylaştıracak hem de maliyeti düşürecektir.
• Mikro tesislerin işletmesi mümkün olan en az personelle
yapılmalı aksi halde işletme maliyeti üretim miktarıyla karşılaştırıldığında çok büyük oranlara çıkabilmektedir.
• Uygulama yönetmeliği çıkan yerli üretim elektromekanik
teçhizat kullanılarak, üretim fazlası elektrik yek kapsamında ek ücretlendirme ile satılabilir.
Yukarıda bahsi geçen noktalar lisanssız üretim yapacak yatırımcının bütün olarak dikkat etmesi gereken konulardır.
Yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yapılan tesislerin kendi aralarında da avantaj ve dezavantajları mevcuttur. Rüzgar ve güneş
yatırımlarında bölgesine ve doğal kullanım kapasitesine göre
yapılan fizibilitelerde 1 yıllık çalışma saati çıkar. Bu çalışma
saatinin kurulugüç ile çarpılmasıyla da yıllık ortalama enerji
üretimi bulunur. Yıllık çalışma saati ne kadar fazla ise enerji
üretimi de o kadar fazla olur. Güneş ve rüzgarda bu çalışma
saatine fazla müdahale edilemezken hidroelektrik tesisler bu
noktada farklılaşır. Normalde uzun yıllar ölçülmüş akımları ve
çıkacak tesis maliyetleri hesaplanarak bir kurulu güç optimizasyonu yapılır. Bu optimizasyondan çıkan değer tesis kurulu gücü
olur ve seçilen debi akım değerlerine göre de yıllık çalışma
saati ve tesisin üreteceği enerji hesaplanır. Türkiye’de hidroelektrik tesislerin çalışma saati kabaca ortalama 3100~3300
saat aralığındadır. Lisanssız hidroelektrik tesislerde ise kurulu
güç üst sınırı 500kW olduğu için optimizasyon tersten çalıştırılarak 4000, 5000, 6000
saat çalıştırmak için debi normal optimizasyondan çıkması gerekenden küçük seçilir,
uygun düşü de mevcutsa sistem çok çalışan
çok karlı bir şekilde tasarlanabilir. Güneş
ve rüzgar tesislerinin ise en büyük avantajı
kurulum kolaylığı, işletme giderinin neredeyse sıfır olması, çalışma saatinin makul olarak ölçüldüğü istenilen yere yapılabilmesidir
(boş arazi, bahçe, fabrika alanları, çatılar vb).
Burada akıllara takılan bir önemli konu da
fazla elektrik üretiminin perakende satış
lisansı olan dağıtım şirketinden tahsilatıdır.
Elektrik tüketimi yapan ve buna lisanssız üretim tesisi kuran yatırımcının tüketim
tesisindeki sayacı üç zamanlı ya da saatlik
olabilir. Üretim miktarı tüketim miktarından
fazla ise üretim ile tüketim miktar farkları
sayacın durumuna göre, üç zamanlı ise bu
zaman aralıklarında, saatlik ise her saat
düşülerek günlük bir üretim fazlası bulunur. Bu fazlalık 1 ay boyunca toplanarak
yek taban fiyatından aylık olarak üreticinin
dağıtım şirketine bildirmiş olduğu hesap
numarasına yatar. Tüketim miktarı üretimden fazla ise yine üç zamanlı ya da saatlik
olarak hesaplanıp kullanmış olduğu tarifenin
o saatler ya da zamanlardaki fiyatlarıyla
çarpılıp aylık olarak tüketiciye fatura edilir.
YERLİ ÜRÜN KULLANIM TEŞVİĞİ
6094 sayılı Kanun ile Yenilenebilir Enerji
Kaynaklarına Dayalı Üretim Tesislerinde kullanılan mekanik/elektro-mekanik aksamın
yurt içinde imal edilmesi halinde; I sayılı cetveldeki fiyatlara kanuna ekli II sayılı cetvelde
belirtilen ve 0.4 ile 3.5 USD Cent/kWh arasında değişen fiyatlar ilave edilecek ve bu
destek 5 yıl süreyle uygulanabilecektir. Söz
konusu kanun kapsamında çıkarılan “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından Elektrik Enerjisi Üreten Tesislerde Kullanılan Aksamın
Yurt İçinde İmalatı Hakkında Yönetmelik” 19
Haziran 2011 tarih ve 27969 sayılı Resmi
Lisanssız üretim tesis
yatırımları diğer enerji
yatırımlarına göre mikro
seviyede kaldığı için yatırım
maliyetini minimumda
tutmak çok fazla önem
kazanmaktadır. Elbette
tüm yatırımlarda maliyeti
minimumda tutmak
önemlidir fakat bunlarda
dikkat edilmeyen ya da
öngörülmeyen maliyetler,
toplam yatırım maliyeti az
olduğu için büyük sıkıntılar
çıkarabilir.
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş
olup kanunun uygulama yönetmeliği de 26
Temmuz 2012 tarihinde 28365 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanmış ve bu uygulamanın
da önünde bir engel kalmamıştır. Yerli üretim aksam kullanılmasının ülkemize, üretimi
ülke içinde yapılan aksam kadar paranın ülke
dışına çıkmamasının sağlanması, isdihdam
sağlaması, imalatçıyı yüreklendirip teknoloji
transferi sağlayacak olması gibi büyük çaplı
faydaları olacağı gibi tesis yatırımcısına
da 5 yıl fiyat desteğinin yanı sıra yurt dışı
imalatçıların büyük bir pazar olarak gördüğü
bakım onarım ve yedek parça tedarikinde de
hız ve düşük maliyet kazancı sağlayacaktır.
Eylül - Ekim 2012 35
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Hakan KARABAY
Makine Yüksek Mühendisi
LİSANSSIZ ENERJİ ÜRETİMİ YÖNETMELİĞİ
ve VERİMLİ BİR RÜZGAR ENERJİSİ
YATIRIMININ GEREKLİLİKLERİ
S
Yenilenebilir bir dünyaya geçiş kaçınılmazdır.
Endüstrileşmiş ülkeler 1980 yılından itibaren
yenilenebilir enerji teknolojileri uygulamalarına
başlayarak teknolojinin gelişmesine önemli
katkıda bulunmuşlardır. Vergi indirimi teşviği
ile ABD’de 1980’den itibaren 15 bin adet rüzgar
türbini kurulumu yapılmaya başlanılmıştır.
1996’dan itibaren Almanya öncülüğünde
Avrupa Birliği (AB) ülkeleri çözümün
yenilenebilir enerji olduğu tespitini yaparak
1000 Kw kapasiteli rüzgar türbinlerinin
geliştirilmesi için 5 firmaya toplam 5 milyon
Euro araştırma desteği vermiştir. 2000 yılında
1500 Kw, 2005 yılında 5000 Kw ve 2012
yılında 7000 Kw kapasiteli rüzgar türbinleri
piyasaya sunulmuştur.
on yıllarda ülkemizde de etkin kullanılmaya başlanan Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından Enerji Üretimi, 2007 yılında durdurulan
ve 2011 yılına kadar 4 yıl boyunca verilmeyen Rüzgar Enerjisi
Üretim Lisansları ve mevzuat düzenlemelerindeki gecikmeler
nedenleri ile Toptan Elektrik Üretimi pazarından Perakende
Elektrik Üretimi Pazarına geçişi uzun sürse de 2012 yılında
uygulama eksiklikleri düzenlenerek başlatılması sağlanılmıştır.
Yakın zamanda ülkemizin her yerinde ve özellikle şehirlerde enerjinin etkin kullanımı için her evde, her fabrikada ve her kentte
dünyada mevcut en iyi teknolojilerin, en az enerji tüketen, en
çok iş yapan, çevreye ve insan sağlığına zarar vermeyen yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması, özellikle imalata yönelik
teşviklerin verilmesi ile birlikte imalatları yerlileştirilecek ve bu
sayede sektör marka, model ve kapasite olarak renklenecek
ve bu sektörün yaygınlaşmasına engel en büyük problem olan
fiyatlarda hızla düşecektir.
Dünyada bugün yenilenebilir enerji kaynaklarından, rüzgardan
enerji üretimi alanında Çin ve ABD ilk iki sırayı paylaşmaktadır.
Avrupa’da Almanya 29 MW ile ilk sırada yer alırken, Türkiye
9’uncu sıradadır ve yalnızca 1800 MW rüzgar enerjisi üretebilmektedir. Türkiye’de Ege ve Trakya Bölgesi rüzgâr enerjisi
üretimi için en ideal bölgelerdir. Rüzgâr enerjisi, 2015 yılı optimi-
zasyonlarında, enerji üretim metotları içinde en ekonomik olan
metot olarak belirlenmiştir.
1979 yılında 40 cent olarak belirlenen rüzgardan birim enerji
üretim bedeli, 2010 yılında 2 cente kadar düşmüştür. 1996
yılında dünyada 6100 MW olan rüzgâr enerjisinden elektrik
üretimi 2011 yılında 238 1651 MW’a yükselmiştir. Önümüzdeki
yıl içinde rüzgâr enerjisine dünyada 20 milyar Euro yatırım yapılması beklenmektedir. Kurulan bir rüzgâr enerjisi santralinin geri
dönüşümü 4 ila 5,5 yıl arasında değişmektedir.
36 Mimar ve Mühendis
Kurulacak yere bakıldığında;
Onshore ve Offshore olarak (kara ve deniz) türbinleri olarak ikiye
ayrılan Rüzgar Türbinleri,
Kanat Tiplerine göre;
Horizantal (Yatay) ve Vertical (Dikey) Eksenli olmak üzere de 2’ye
ayrılmaktadır.
Kapasitelerine bakıldığında ise 4’e ayrılmaktadırlar;
Mikro Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 0-5Kw
Küçük Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 5-10-20-50-75 Kw
Orta Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 100-250-500-1000 Kw
Büyük Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 1,5-2-2,5-3-4-7MW ve teknolojiye bağlı üzeri kapasitedeki rüzgar türbinleridir.
Türkiye’de Ege ve
Trakya Bölgesi rüzgâr
enerjisi üretimi için
en ideal bölgelerdir.
Rüzgâr enerjisi, 2015 yılı
optimizasyonlarında, enerji
üretim metotları içinde en
ekonomik olan metot olarak
belirlenmiştir.
LİSANSSIZ ELEKTRİK ÜRETİMİ
Lisanssız Elektrik Üretimine ait Uygulama Usul ve Esasları 10 Mart
2012’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 2007 yılından sonra lisanslı
rüzgâr enerjisi üretim lisansı vermeyen Enerji Bakanlığı, 10 Mart 2012
tarihinden itibaren Lisanssız Enerji Üretim Yönetmeliği tebliği ile küçük
ölçekli enerji üretim şirketlerinin önünü açmıştır.
Türkiye çapında lisanssız olarak kendi elektriğini üretip fazlasını
da piyasaya satmak için tesis kurmak isteyenler için sisteme nasıl
bağlanacaklarına dair usul ve esaslara ilişkin EPDK kararı, 26 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Böylece EPDK, lisanssız elektrik üretimine ilişkin tüm mevzuatı
tamamlamış oldu.
Ülkemizin 2011 yılında petrol ve doğalgaz ürünlerine enerji harcaması
50 milyar dolar düzeyindedir. Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 64’ü
ithal kaynaklardan elde edilmektedir. Son çıkan yönetmelik ile her
tüketicinin kendi enerjisini kendi üretebilmesi için yatırımcının önü
açılmıştır. Her işletme isterse 500 Kw’a kadar lisanssız ürettiği enerjinin fazlasını yine devlete satabilecek veya kullandığı enerji ile takas
yapabilecektir.
Bu Yönetmeliğe Göre;
1. Her tüketici kendi elektriğini kendisi üretebilecektir.
2. Kurulu gücü azami 500 kWe (kilovat enerji) olan yenilenebilir
enerji kaynaklarına dayalı üretim tesislerinde üretim yapacak gerçek veya tüzel kişiler lisans alma ve şirket kurma yükümlülüğünden
muaf olacaktır.
3. Yalnızca kendi ihtiyacını karşılamak amacıyla, tesis toplam verimliliği Enerji Kaynaklarının ve Enerjinin Kullanımında Verimliliğin Artırılmasına Dair Yönetmelikte belirlenen değerin üzerinde olan kojenerasyon
tesisi kuracak gerçek veya tüzel kişiler de lisans alma ve şirket kurma
yükümlülüğünden muaf olacaktır.
TÜKETİM BİRLEŞTİRME
4. Şirket başına bugün itibarı ile üst sınır 500 Kw’tır. Yakın zamanda 1
MW’a yükseltilmesi beklenilmektedir. Her bir tüketim tesisi için kurulabilecek yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisinin veya
tesislerinin toplam kurulu gücü 500 kWe’den fazla olamayacaktır. Bir
gerçek veya tüzel kişi, uhdesindeki her bir tüketim tesisi için sadece
bir mikro kojenerasyon tesisi kurabilecektir. Ancak dağıtım sisteminde
yeterli kapasite bulunması halinde bir tüketim tesisi için birden fazla
kojenerasyon ve/veya yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim
tesisi ya da tesisleri kurulmasına izin verilebilecektir.
5. Yönetmelik kapsamına giren üretim tesisleri dağıtım sistemine
bağlanabilecektir. Dağıtım şirketi, üretim tesisinin teknik özelliklerine
ve bağlantı noktası itibarıyla dağıtım sisteminin mevcut kapasitesine
göre üretim tesisini yüksek gerilim (YG) veya alçak gerilim (AG) seviyesinden dağıtım sistemine bağlayabilecektir.
6. Birden fazla gerçek ve/veya tüzel kişi, uhdelerindeki tesislerde
tüketilen elektrik enerjisi için tüketimlerini birleştirerek bu yönetmelik
kapsamında üretim tesisi ya da tesisleri kurabilecektir. Tüketimini
birleştiren gerçek ve/veya tüzel kişiler, bu yönetmelik hükümlerinden
yararlanmak amacıyla aralarından bir kişiyi vekalet akdiyle tam ve
sınırsız olarak yetkilendirilecektir.
7. Yönetmeliğin uygulanması amacıyla, tüketimini birleştiren gerçek
ve/veya tüzel kişilerin tüketim tesislerinde tüketilen elektrik enerjisi
aralarından yetkilendirecekleri kişinin elektrik enerjisi tüketimi ve bu
yönetmelik kapsamında kurulacak üretim tesisinde ya da tesislerinde
üretilecek elektrik enerjisi aralarından yetkilendirecekleri kişinin elektrik
Eylül - Ekim 2012 37
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Ülkemizin 2011 yılında
petrol ve doğalgaz
ürünlerine enerji
harcaması 50 milyar dolar
düzeyindedir. Türkiye’nin
enerji ihtiyacının yüzde
64’ü ithal kaynaklardan
elde edilmektedir. Son
çıkan yönetmelik ile her
tüketicinin kendi enerjisini
kendi üretebilmesi için
yatırımcının önü açılmıştır.
Her işletme isterse 500
Kw’a kadar lisanssız ürettiği
enerjinin fazlasını yine
devlete satabilecek veya
kullandığı enerji ile takas
yapabilecektir.
enerjisi üretimi sayılacaktır.
8. Yönetmelik hükümlerinin uygulanması amacıyla yapılacak iş ve işlemler, yetkilendirilen kişi
nam ve hesabına yapılacak. Perakende satış
lisansı sahibi dağıtım şirketi iş ve işlemlerinde
yetkilendirilmiş kişiyi muhatap alacaklardır.
9. Yönetmeliğin uygulanması sürecinde tüketimini birleştiren kişiler tüketimlerini birleştirmekten ve/veya üretimden kaynaklanan her türlü
anlaşmazlığı kendi aralarında çözeceklerdir.
BAĞLANTI ve SİSTEM KULLANIMI
10. Her bir bağlantı noktasında bir kişiye tüketim tesisinden bağımsız olarak yenilenebilir
enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisleri için en
fazla 500 kWe, mikro kojenerasyon tesisleri için
en fazla 50 kWe tahsis yapılabilecektir.
11. Yönetmelik kapsamında YG seviyesinden
dağıtım sistemine bağlanmak isteyen rüzgar
ve/veya güneş enerjisine dayalı üretim tesisi bağlantı başvuruları için, bir transformatör
merkezine yönlendirilen toplam güç 2 MW ve
üzerinde olması halinde ilgili dağıtım şirketi
TEİAŞ`a kaynak bazında ayrı ayrı bağlantı
kapasite bildiriminde bulunacak ve TEİAŞ`ın
görüşleri alınacaktır.
12. Dağıtım şirketi, TEİAŞ`ın bildireceği bağlanabilir kapasiteyi bağlantı görüşlerinin sonuçlandırılmasına esas alacaktır. TEİAŞ talepleri
kendisine geliş tarihinden itibaren 1 ay içinde
sonuçlandıracaktır.
13. Yönetmelik kapsamında hidroelektrik üretim tesisleri haricindeki üretim tesislerinde
38 Mimar ve Mühendis
üretim yapmak isteyen gerçek veya tüzel
kişiler, bağlantı ve sistem kullanımı amacıyla,
ilgili bilgi ve belgeler ve Lisanssız Üretim
Bağlantı Başvuru Formu ile doğrudan ilgili
dağıtım şirketine veya OSB dağıtım lisansı
sahibi tüzel kişiye başvuracaktır.
14. TEİAŞ görüşü sorulan başvurular, TEİAŞ
görüşünün dağıtım şirketine ulaştığı ay içerisinde
alınan başvurularla birlikte değerlendirilecektir.
15. Bağlantı başvurusu uygun bulunan veya
dağıtım şirketince teklif edilen ALTERNATİF
bağlantı noktası önerisini kabul eden gerçek
veya tüzel kişilerin, bağlantı başvurusuna ilişkin
dağıtım şirketince yapılan yazılı bildirim tarihinden itibaren 90 gün içerisinde, belgeleri dağıtım
şirketine eksiksiz sunması halinde dağıtım şirketi kendileriyle 30 gün içerisinde bağlantı ve
sistem kullanım anlaşmalarını imzalayacaktır.
ÜRETİM KAYNAK
BELGESİNE İLİŞKİN HÜKÜMLER
16. Yenilenebilir enerji kaynaklarından üretim
yapmak amacıyla dağıtım şirketi ile bağlantı
ve sistem kullanım anlaşmalarını imzalayan ve
dağıtım sistemine YG’den bağlanan üreticilere,
talep etmeleri halinde, önceki yıl içinde üreterek sisteme verdikleri elektrik enerjisi miktarını
gösteren, 1 yıl süreli Üretim Kaynak Belgesi,
söz konusu miktarın emisyon ticareti kapsamındaki piyasalarda satışında kaynak türünün
belirlenmesi ve takibi için kullanılması amacıyla,
dağıtım şirketince verilecektir.
17. Başvuruda beyan edilen üretim tesisinin
kurulu gücünün 11 kWe ve altında olması halinde AG, 11 kWe`nin
üzerinde olan üretim tesisleri, yapılan teknik değerlendirme sonucunda
AG veya YG seviyesinden dağıtım sistemine bağlanır. Bu husustaki
bağlantı şartları kurulca belirlenecektir.
18. Üretimin fazlasını dağıtım şirketi satın alacak, üreticiye aylık bazda
ödeme yapılacaktır. Üretilen ve tüketilen elektrik hesaplanarak devlet
ile lisanssız elektrik üreticisi aylık olarak mahsuplaşacaktır. Üretim ve
tüketim sınırlaması ortadan kaldırılmıştır.
19. Mahsuplaşma kWh cinsinden olup sayaç okuma 7 gün içinde yapılacaktır. Müşteriye kestiği faturanın ödemesi + yüzde 18 KDV, fatura
tarihinden itibaren 10 gün içinde banka hesabına yapılacaktır.
20. Aynı aboneye ait birden fazla tüketim noktası mahsuplaşmaya
dahil edilebilir olarak Lisanssız Elektrik Üretiminin temel kuralları
belirlenmiştir.
21. Yönetmelikle, işletme koşullarının dışına çıkılması, güç kalitesi,
teknik sorumluluk, uyum, bakım ve testler, sayaçlar ve ihtiyaç fazlası
enerji hakkında usul ve esaslar da belirlendi.
22. Yönetmelikle 3 Aralık 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan
Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmelik
yürürlükten kaldırıldı.
23. 3 Aralık 2010 tarihinden bu Yönetmeliğin Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihe kadar, Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine
İlişkin Yönetmelik’e göre üretim tesisi kurmak amacıyla dağıtım şirketlerine veya il özel idarelerine veya Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü
merkez ya da taşra teşkilatlarına yapılmış başvurular, işlem yapılmaksızın sahiplerine iade edilecektir,
Lisanssız Elektrik Üretimi yapmaya
Rüzgar Türbini Satın Almadan Önce Üretimi Hedeflediğimiz Yerin;
• Elektrik faturası ve koordinatları ile birlikte Ön Fizibilite Raporunun
hazırlanması,
• Kapasite tespiti ve ürün seçimi,
• İhtiyaca göre kredi ve finans çalışması yapılması,
• Yazılı sipariş ve ön ödemenin yapılması,
• Teslim, kurulum, şebeke bağlantısı (3-6-9 ay kapasiteye bağlı olarak
değişken)
• Yıllık bakımları ve kullanım şartları eğitimi
başlamadan önce şu anda; tüketici olarak
• Her ay size geri dönüşü olmayan bir elektrik faturası ödemeye
devam etmektesiniz.
• Elektrik faturanıza ödediğiniz bedel nispetinde yatırımı nızı kredilendirerek isterseniz, bugün itibarı ile ilk 44 ay ödeme yapmadan, 5
yıl vadeli olarak elektrik üretimine başlayabilirsiniz.
• RES yatırımınız yaklaşık 5 yılda kendi kendini ödeyecektir.
• Sonuç olarak elektrik gideriniz karşılığında bir ürün sahibi olacaksınız. Sonraki 15-20 yıl boyunca elektrik faturası bedelinizin
tamamı cebinizde kalacaktır.
• Yıllık yüzde 1 gibi düşük bakım maliyeti ile ayrıca eleman tutmadan, atmosferde oluşan basınç farkından para kazanacaksınız.
Mevcut Lisanssız Elektrik Üretimi Uygulama Yönetmeliğine göre;
• 5 yaşından büyük kullanılmış rüzgar türbinleri elektrik şebekesine
bağlanamamaktadır.
• Kapasitesine bağlı olarak AG veya OG den bağlantı yapılmaktadır.
• Bağlantı trafosu kendinize aitse yüzde 100 üretim kapasiteniz ile
bağlantı yapabilirken,
• Bağlantı trafonuz kamuya ait ise maksimum trafo kapasitesinin
yüzde 30’u oranında bağlantı izni alabilmektesiniz.
• Uzaktan okunabilir çift yönlü sayaç ve kısa devre koruma sistemi
• yanında dağıtım şirketinin istediği teknik özelliklerde uygulama izni
için gerekliliklerdir.
Rüzgar Türbini Yatırımı için Dikkat Edilmesi Gerekenler;
• Yer seçimi çok önemlidir. Enerjinin hammaddesi rüzgardır ve üretim
rüzgarın hızının küpü ile artmaktadır.
• Şebeke bağlantı trafolarına yakınlık,
• Üretim ve tüketimin mümkünse aynı yerde olması,
• Uzak noktadaki tüketim için şebeke kayıplarının da dikkate alınarak
minimum yüzde 20 daha iyi rüzgar ve üretim değerine sahip olunması,
• Ön fizibilite,
• Detaylı, rüzgar, esme zaman aralığı, kapasite faktörü ve yatırımın
geri dönüşü analizi yapılmasıdır.
Mutlaka detaylı fizibilite yapılması sağlıklı bir yatırım için temel gerekliliklerdir.
Türkiye’de başta ithalat bağımlısı olduğumuz doğalgaz, petrol ve aynı
zamanda nükleer yatırımlar durdurulmalı ve yenilenebilir enerji yatırımlarının önündeki mevzuata ve memurlara bağlı tüm engellemeler kaldırılmalı,
çevreye düşman teknolojilerin alımı yerine dost teknolojilerin kullanımı
için halk bilinçlendirilmeli, sektörün gelişmesi için hem imalatçıya hem
de kullanıcıya nakdi teşvikler verilmeli, yatırımın geri dönüşünü kısaltacak
tüm desteklerle çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras temiz bir
dünya için reel adımlar atılmalıdır. Bugüne dek gecikmeli de olsa yapılan
tüm mevzuat yapılandırmalarına doğal enerji gönüllüleri adına teşekkürü
borç biliriz.
Eylül - Ekim 2012 39
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Kuddusi ATALAY
İGDAŞ Sektörel Analiz ve Kıyaslama Şefi
KONVANSİYONEL OLMAYAN GAZ
KAYNAKLARI ve KAYA GAZI (SHALE GAS)
A
Kaya gazının keşfi ve işlenmesi, yalnızca gaz
endüstrisinin değil, aynı zamanda dünya
enerji ticareti, jeopolitik ve iklim politikasının
da beklentilerini değiştirmeyi vaat etmesiyle,
dünya enerji endüstrisinde bir devrim olarak
tanımlanmıştır.
merika Birleşik Devletleri’nde (ABD) son birkaç yılda artışa
geçen bu ‘yeni’ gazın üretimi, en iyimser tahminlerin bile
ötesine geçmiştir. Bu başarının uluslararası alanda bu
kadar büyük bir ilgi çekmesi şaşırtıcı değildir. Bundan 3-4
yıl öncesine kadar ABD, gaz ithal eden bir ülke konumundan
2009 yılından itibaren ise dünyanın en büyük gaz üreticisi
haline geldi.
JEOLOJİK TANIMLAR ve TEKNOLOJİK GEÇMİŞİ
Konvansiyel olmayan gaz için çok çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Kaya gazı; şist, kömür ve kum taşı gibi kaynak
kayalardan çıkarılan, konvansiyonel olmayan bir gaz çeşidi
örneğidir.
• Şist (Shale) : Göreceli olarak durgun denizlerde ya
da göllerde çamur olarak bulunan, ince taneli, tortul
kayaların yaygın bir çeşididir.
• Siyah şist (Black Shale): Özellikle durgun denizlerin zeminlerinde, oksijensiz koşullarda bulunan bir şisttir
ve bakteri, bitki ve hayvan artıkları açısından organik
bileşikler yönünden zengindir.
• Konvansiyonel Gaz (Conventional Gas): Şistten geçirgen rezervlere ve özellikle kum taşına geçen
gazdır.
• Gaz hidratları (Gas Hydrates): Bunlar, donmuş
toprak ve okyanus tabanında buz kristalleri halinde
sıkışmış gaz birikintileridir. Hidratlar içerisinde bulunan
gaz kaynağının bütün doğal gaz kaynaklarının bir araya
getirilmesinden daha büyük olacağı düşünülmektedir
ancak bu gazların çoğu, günümüzün teknolojileriyle ticari olarak üretilebilir durumda değildir (IEA, 2009: 411).
ABD’deki kaya gazı savunucuları, erken dönemlerdeki şüphelere
karşı kaya gazını savunurken şu iddialarda bulunmuşlardır:
• Kaya gazı yaygındır; petrol gibi çıkarıldığı yerlerde bol
olmak yerine, piyasalara yakın yerlerde geliştirilmesi
mümkündür;
• Kaya gazı ucuzdur; pazar payını yavaş yavaş nükleer,
kömür ve yenilenebilir enerjiden alıp bazı taşımacılık ve
endüstri kullanımları için petrolün yerine geçebilir;
• Kaya gazı çevre dostudur, kirliliği azaltıp dünya ekonomisinin dekarbonizasyonunu hızlandırabilir.
Kaya gazı, abartılmaması gereken önemli ölçüde belirsizlikler olmasına rağmen, şüphesiz ki geniş kapsamlı
sonuçlarıyla dünya enerji sahnesinde önemli bir güç
olduğunu göstermektedir.
40 Mimar ve Mühendis
Kaya gazında,
abartılmaması
gereken önemli ölçüde
belirsizlikler olmasına
rağmen, şüphesiz
ki geniş kapsamlı
sonuçlarıyla dünya
enerji sahnesinde
önemli bir güç olduğunu
göstermektedir.
• Kömür yatağı metanı (Coal Bed Methane): Kömür
damarı gazı olarak da bilinen bu metan, kömür yataklarında
bulunan doğal gazdır. Normalde kömür yatakları, ticari açıdan
standart altı olarak kabul edilir. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA,
2009) CBM’yi 2008 yılında ABD’deki toplam gaz üretiminin
yüzde 10’unun, Kanada’daki üretimin yüzde 4’ünün ve Avustralya’daki üretimin yüzde 8’inin kaynağı olarak hesaplamıştır.
Büyük kömür rezervleri bulunan Çin ve Hindistan da CBM
kapasitelerini geliştirmek arzusundadır. Çin’de, CBM, 11’inci
Beş Yıllık Plan çerçevesinde 16 öncelikli projenin biridir.
• Sığ biyojenik gaz (Shallow Biogenic Gas): Bu gaz,
CBM’yi üreten termal olgunlaşma yerine biyojenik süreçler
tarafından oluşturulan kömür yataklarında bulunan gazdır. Şu
anda çoğunlukla Batı Kanada’da bulunmaktadır.
• Sızmaz gaz (Tight Gas): Bu gaz, gazları üretim amaçlı
salması için kırılma işlemi gerektiren, düşük geçirimli kaya
oluşumlarının içerisinde bulunan gaz birikintileri anlamına
gelir. IEA, doğal akışın eksikliği nedeniyle dikey sondaj yoluyla
ticari olarak geliştirilemeyen bir gaz birikintisine bağlı bir
terim ileri sürmektedir (IEA, 2009). Ayrıca ticari miktarlarda
üretim yapılabilmesi için yatay sondajla bile hidrolik kırılma
gerekmektedir.
• Kaya gazı (Shale Gas): Bunlar şist kayaları içerisine
sıkışmış olan birikintilerdir. Nadiren, bu kayalar hem gaz kaynağı hem de bir gaz depolama yöntemidir. Ayrıca geleneksel
petrol ve gaz rezervlerinin üzerini kaplayabilirler. Böylece
geleneksel petrol ve gaz için ayrıntılı bir keşif yapıldıysa, mevcut kuyu kaynakları, potansiyel şist konumlarını belirlemek için
büyük miktarlarda veri üretebilir.
Geleneksel gaz rezervleriyle karşılaştırıldığında, kaya ve sızdırmaz
gaz, çok daha geniş alanlara yayılmıştır. Örneğin, kaya gazı birikintileri bölgenin her km2’si başına 0.2 ile 3.2 milyar metreküp
arasındayken (bcm), geleneksel gaz her km2 başına 2-5 milyar
metreküptür (IEA, 2009). Dolayısıyla kaya ve sızmaz gaz, çok daha
fazla kuyunun açılmasını gerektirir. Ayrıca kuyular, geleneksel gaz
kuyularından çok daha hızlı tükenir ve tükenme profilleri erken
yükselerek hızlı bir düşüşe geçer. Barnett Şist Alanı deneyimleri
göstermektedir ki birinci ile ikinci yıllarda tükenen kuyuların oranı
yüzde 39, birinci ile üçüncü yılların arasındakilerin oranı yüzde 50
ve birinci ile onuncu yılların arasında tükenenlerin oranı yüzde
95 olmuştur. Yani kaya gazı kuyuları, 8-12 yıllık bir ömre sahip
olabilirken geleneksel kuyular 30-40 yıllık bir ömre sahip olabilir.
Bu rakamlar abartılıyor olabilir; bir kaynağa göre Barnett Şist
Alanında 2003 yılında açılan kuyuların yüzde 15’i 5 yıl içerisinde
tükenmiştir (Ivanov, 2010). Ayrıca bir kaya gazı kuyusunun temel
gelişiminin (yüzde 8-30) geleneksel bir kuyudan çok daha düşük
olduğu (yüzde 60-80) unutulmamalıdır (Vysotsky, 2010). Dolayısıyla geleneksel gaz alanının gerektirdiğinden çok daha fazla
kuyu gerekmektedir. Bir kaynağa göre kuzey Teksas’taki Barnett
alanında ortalama kuyu başı yoğunluğu km2’ye 12’dir. Ancak
şist teknolojisi gelişmeye devam etmektedir. Enerji Politikası
Araştırma Kurumu (EPRINC) raporları, üreticilerin son birkaç yıl
içerisinde düşüş oranlarının yönetiminde giderek daha başarılı
olduklarını ve hidrolik kırılma teknolojisi gelişirken düşüş oranlarının etkisinin yumuşatılmasında çok daha iyi hale geldiklerini
ortaya koymaktadır.
KAYA GAZININ DÜNYA TİCARETİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Petrol ve kömürün aksine, gaz deniz yoluyla kolayca taşınamaz,
bu yüzden gerçek bir gaz piyasası mevcut değildir ve fiyatlar bölgeler arasında ciddi değişiklikler gösterebilir. Gazın nakliyesi için sıvılaştırılması pahalıdır ve özel derin su tesisleri ve gemiler gerektirir.
2003 yılında, Amerika’nın gaz üretiminin düşeceği ve Katar ya da
diğer ihracatçılardan sıvılaştırılmış doğal gaz ithal etmek zorunda
kalacağı düşünülüyordu. O zamanlar Federal Rezerv başkanı olan
Alan Greenspan, 2003 Kongresinde şöyle demişti:
Eylül - Ekim 2012 41
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Günümüzde dar doğal gaz piyasaları uzun
süredir gelişme döneminde bulunuyor ve
fiyatlar, yakın zamanda önceki dönemlerdeki bolluğa ve düşük fiyatlara geri dönemeyeceğimizi gösteriyor... Dünyanın doğal gaz
rezervlerine erişim, LNG terminal ithalat
kapasitesinde büyük bir genişleme gerektirecektir. -Alan Greenspan, Kongre şahitliğinde, Haziran 2003.
Elbette Amerika doğal gaz ithalatı terminallerine yatırım yapmıştır ancak 2008 yılında
kaya gazının düşüşü nedeniyle LNG fiyatları
da düşmüştür. Pek çok ithalat terminali rafa
kaldırılmıştır.
ABD’nin gaz fiyatlarının düşük olması ve
dahili üretimin kolay sağlanması nedeniyle Kanadalı gaz ihracatçıları hızlı bir
düşüş yaşamıştır. Alberta’dan (ve Alaska)
gelen geleneksel gaz artık kendine ihracat piyasaları arayabilir. Kitmat, British
Columbia’da yer alan 4.7 milyar dolarlık
LNG ihracat terminali, gaz ihracatına 2015
yılında başlamayı hedeflemektedir. Amerika
geniş birleşik kentlerden uzak gaz sahalarında aynı yöntemi uygulayabilir. Bir örnek
vermek gerekirse, Louisiana Cheniere’den
Sabine Pass terminali 5-10 yıl içerisinde
gaz ihracatı yapabilecek bir ihracat tesisine
dönüştürmek için gerekli onayı almıştır.
ABD ihracat piyasalarının kaybı ve Asya
piyasalarına tedarik konusunda Kanada’nın
rakip olması tehdidi, LNG ve boru hattı
ihracat fiyatları konusunda Katar, Cezayir, Venezuela ve Rusya’yı da etkileyecektir. Aslında Katarlı ihracatçıların şu anda
Avrupa’ya tedarik sağlamasının sebebi,
Amerikalı pazarların kaybına bağlıdır. Sonuç
olarak, Gaz İhracatı Yapan Ülkeler Forumu
aracılığıyla gaz ticaretinde gelişmekte olan
bir ticaret birliği artık daha az mümkün
görünmektedir. Dolayısıyla sadece ABD’de
olacak olsa bile kaya gazının piyasaya girişi,
enerji üreticilerinin pahasına Çin, Hindistan,
Japonya ve Avrupa gibi enerji tüketicileri
için jeopolitik bir denge sağlayacaktır.
Diğer taraftan, Fukushima reaktörlerinin
(ve bazı kömürle çalışan tesislerin) Mart
2011’de Japonya’da gerçekleşen deprem
ve tsunami nedeniyle felce uğraması, LNG
ithalatlarının artabileceği yönünde bir işarettir. Deprem, Japonya’nın elektrik üretim
kapasitesini yüzde 20 oranında azaltmıştır.
42 Mimar ve Mühendis
Ayrıca Almanya’nın eski nükleer tesislerinin kapanmasına ve Birleşik Devletler ile
Çin’deki nükleer planların gözden geçirilmesine neden olmuştur. Derhal ortaya çıkan
etki, gaz fiyatındaki artış olmuştur ve Japonya’nın elektrik piyasasındaki boşluğu gaz
doldurabilmiştir. Japonya, hâlihazırda en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ithalatçısıdır
ve iyi bir kaya gazı jeolojisi yoktur. İthalatları yılda 3.3’ten 4.8 Tcf’ye, (93-135 BCM)
bir tahmine göre ise Katar’ın LNG çıkışının neredeyse yarısına veya Avustralya’nın
şu anki mevcut ihracat kapasitesinden daha yukarıya çıkabilir.
Benzer biçimde, Çin’in çevresel nedenlerle enerji sektörünü kömürden uzaklaştırma
çabaları da gaz ticaretinden faydalanabilir. Çin, 2020 yılına kadar elektriğin yüz-
Deprem, Japonya’nın elektrik üretim
kapasitesini yüzde 20 oranında azaltmıştır.
Ayrıca Almanya’nın eski nükleer tesislerinin
kapanmasına ve Birleşik Devletler ile Çin’deki
nükleer planların gözden geçirilmesine neden
olmuştur. Derhal ortaya çıkan etki, gaz
fiyatındaki artış olmuştur ve Japonya’nın elektrik
piyasasındaki boşluğu gaz doldurabilmiştir.
de10’unu doğal gazdan elde etmeyi hedeflemektedir ve Çin’deki
kaya gazı üretiminin başlangıçta yavaş yükseleceği düşünülürse,
bu durum yılda 9 Tcf’ye (254 BCM) kadar ithalat talebiyle sonuçlanabilir. Avustralya ve Kanada bundan yararlanabilir.
SONUÇLAR
Kaya gazı devriminden ötürü, gaz değeri zincirinin bütün aşamalarında yer alan yatırımcılar için büyük belirsizlikler mevcuttur.
Geleneksel gaz üretimine yatırım yapılmalı mı? Yeni boru hatlarına ve LNG tesislerine yatırım yapılmalı mı? Depolama gibi diğer
gaz altyapılarına yatırım yapılmalı mı? Uzun vadeli tedarik sözleşmelerine ‘yatırım’ yapılmalı mı? Bütün bu belirsizliklerin, özellikle geleneksel gaz tedariklerinde yatırım seviyelerini düşürmesi
muhtemeldir. Mevcut düşük gaz fiyatları, bu tür düşük yatırım
seviyelerini pekiştirmektedir. Konvansiyonel olmayan gazla ilgili
belirsizlikler; özellikle hidrolik kırılmaya ilişkin çevresel mevzuat,
yeni teknolojinin gelişme ve maliyetlerin düşme oranı ve ABD
deneyiminin ne ölçüde başka bir yerde uygulanabileceği konusunda başka belirsizlikler ortaya çıkarmaktadır.
Bu belirsizlikten iki temel sorun doğmaktadır. Birincisi, dünya
1930’lardan beri yaşadığı en kötü küresel durgunluktan kurtulurken, enerji talebinin kaçınılmaz büyümesini sürdürmesidir. Gaz
talebi büyümeye ve muhtemelen küresel enerji kapsamında her
zamankinden daha büyük hisseler kazanmaya devam edecektir. Ancak yatırımcı belirsizliği göz önünde bulundurulduğunda,
gelecekte geleneksel gaz tedariklerine yapılacak yatırım, kaya
gazı devrimi olmamış olsaydı veya en azından bu kadar abartılı
olmasaydı gerekli olacağından çok daha az olurdu. Eğer ABD’de
beslenmeye devam ediyorsa ve dünyanın başka bir yerinde benzeri yapılıyorsa, geleneksel gaza yapılan bu yetersiz yatırım seviyesi önemli olmayacaktır. Yeni kaynaklar boşlukları doldururken,
tüketiciler gelecekte daha ucuz bir gaz bekleyebilir.
Ancak konvansiyonel olmayan gaz mevcut beklentileri yerine
getiremezse, bu durumda 10 yıl içerisinde gaz tedariki konusunda ciddi engeller oluşabilir. Daha yüksek fiyatlar bir yatırım
canlanmasını teşvik ederken, nihayetinde piyasalar sorunu çözecektir ancak pek çok gaz projesindeki çok uzun teslim süreleri
düşünüldüğünde, tüketiciler belirli bir süre için yüksek fiyatlarla
yüzleşebilir.
Yatırımcı belirsizliğinin ikinci problemi, yenilenebilir enerjiyle ilgilidir. İklim değişikliği kontrol edilmek isteniyorsa, dünyanın düşük
karbonlu bir ekonomiye geçmesi gerektiği konusunda genel bir
görüş mevcuttur. Diğerlerinin yanı sıra, bu görüş elektrik üretiminde yenilenebilir enerjiye yapılacak ciddi bir yatırım gerektirmektedir. Dolayısıyla: Önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde yapılacak enerji
ve altyapı yatırımları, sera gazı emisyonları planını büyük ölçüde
2050’ye erteleyecektir. Bu durum, temiz alternatiflere ilişkin yatırımın hızlandırılması için ivedi bir baskı oluşturmaktadır.
Tüm bu belirsizliklerin aksine kaya gazı savunucularının
ise şiddetle vurguladıklarını inceleyecek olursak (çevresel
tepkileri de dikkate alarak) sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz.
• Kaya gazı kaynakları geniştir.
• Düşük gaz fiyatları, yüksek kaya gazı üretimin bir sonucudur.
• Kaya gazının dünya çapında verimli oranda bulunması
muhtemeldir.
• Kaya gazı sadece ekstra gaz değildir, potansiyel olarak
öngörülebilir, düşük riskli bir gazdır.
• Kırılma sıvısına bağlı yer altı suyu kirlenmesi mümkündür
ancak uygun prosedürler izlendiğinde pek olası değildir.
• Akiferlerin gaz kirlenmesi doğal olarak gerçekleşmektedir
ve genellikle kaya gazı üretimine bağlı olarak ortaya çıkmamaktadır.
• Kaya gazı endüstrisi, yeni ya da özel bir yüzey suyu kirlenmesi riski oluşturmamaktadır.
• Kaya gazı endüstrisi, su kaynaklarının tükenmesine belirli bir
katkıda bulunmaz.
• Kaya gazı, diğer enerji türlerinden çok daha sınırlı bir etkiyle
nüfusun bulunduğu ve cazip alanlardan elde edilebilir.
• Kaya gazı pahalı değildir ve fiyat avantajı genişletilebilir.
• Gaz kullanılarak üretilen elektrik; kömür, petrol, nükleer,
rüzgâr, güneş enerjisi ve biyokütle kullanılarak elde edilen
elektrikten daha ucuz, daha temiz, daha çevre dostu ve daha
insancıldır.
• Gaz, taşımacılık piyasasında petrolün yerini almaya başlayabilir.
• Kaya gazı gübre krizi riskini düşürmüştür.
• Kaya gazı gazın fiyat değişkenliğini düşürebilir.
• Kaya gazı, çevresel, ekonomik ve politik avantajlar sağlama
sözü vermektedir.
Eylül - Ekim 2012 43
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ELİK
İstanbul Medeniyet Üniv. Uluslararası İlişkiler Bülümü Öğretim Üyesi
TÜRKİYE’NİN YENİ ENERJİ (GAZ)
JEOPOLİTİĞİ
T
Bir hidrokarbon olan doğal gaz diğer akrabaları
petrol ve kömür gibi dünya ekonomilerinde ve
politikalarında dikkate alınan önemli bir unsurdur.
Avrasya coğrafyasında ise ekonomilerin büyümesi
ve doğal gaz tüketiminin yaygınlaşması ile doğal
gaz jeopolitik denklemde dikkate alınan önemli
bir unsur haline gelmiştir. Ancak günümüz doğal
gaz jeopolitiğinde enerji güvenliği konseptinden
alışık olduğumuz birçok sorunsalı ve doğal
gaza ilişkin birçok özel durumu da beraberinde
getirmektedir. Bu denklemin içerisinde
Türkiye, çevresinde yaşanan doğal gaza ilişkin
jepolitik gelişmelerden etkilenmekle birlikte
Avrasya coğrafyasında doğal gaz denkleminde
karşılaşılan sorunlara çözüm olabilecek politikalar
izlemektedir.
ürkiye dünya ekonomileri arasında enerji tüketiminde önde
gelen ülkeler arasındadır. Ancak Türkiye’nin özellikle hidrokarbon rezervleri tüketimi göz önünde bulunduğunda oldukça
düşük seviyededir. Doğal gazda Türkiye’nin ithalat bağımlılığı ve özellikle Rusya’ya olan yüksek derecedeki bağımlılık
Türkiye’nin enerji güvenliğini tehdit etmektedir. Türkiye aynı
Avrupa Birliği (AB) gibi Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak
ve kaynak çeşitlendirmesi yapma amacındadır. AB’ye nazaran
ise Rusya’ya alternatif kaynaklara olan komşuluğu ve göreceli
yakınlığı sebebi ile daha şanslı sayılabilir. Şüphesiz bu konuda
AB ve Türkiye’nin kaderi doğal gaz konusunda kesişmektedir.
Bu yüzden Türkiye doğal gaz jeopolitiğindeki önemli unsurları
ele almak ve Türkiye’nin doğal gaza ilişkin sorunlarını incelerken Avrasya doğal gaz jeopolitiğinde yaşanan sorunların
çözümüne Türkiye’nin olası katkıları önem arzetmektedir.
yine enerji ekseninde tıkanma göstermesi açısından ibret
vericidir. Uluslararası Eneji Ajansı (IEA) projeksiyonlarında
ortaya konduğu gibi AB enerji tüketiminde doğal gaz mevcut
konumunu koruyacak olup Fukusima felaketi sonrası Almanya
gibi ülkelerde nükleer enerjiden kaçışların doğal gaza olan
talebi artıracağı beklenmektedir. AB için doğal gazın artan
önemi doğal gaza ilişkin mevcut sorunları daha da gündeme
taşımaktadır. AB’nin Rusya Federasyonu’na (RF) olan doğal
gaz bağımlılığı bu sorunlar arasında belki de en çok gündemde olan konudur.
RF açısından ise AB doğal gaz pazarı asla kaybedilmemesi
gereken bir bölgedir. RF’nin bu alanda karşı karşıya kaldığı
iki tarz tehlikesi vardır. Bunlardan ilki gazın AB bölgesine
ulaşmadan önce transit geçtiği Ukrayna ve diğer ülkere olan
transit bağımlılığın azaltılmasıdır. Yakın zamanda RF-Ukrayna
arasında yaşanan doğal gaza ilişkin krizler AB’yi zor durumda
bırakmış RF’nin güvenilir tedarikçi imajı zedelenmiştir. Ayrıca
kriz dönemlerinde yaşanan durumların RF’ye finansal maliyeti
de olmuştur. RF’nin karşı karşıya kaldığı bir diğer tehdit de
Güney Koridoru (South Stream) olarak adlandırılan Türkiye
ve Güney Doğu Avrupa üzerinden RF’nin arka bahçesindeki
gaz deposu olarak adlandırılabilecek Hazar bölgesinin doğal
AVRASYA DOĞALGAZ DENKLEMİ
Avrupa’yı birliğe götüren süreçlerin belkide en önemlisi olan
enerji konusu günümüzde AB ortak enerji politikasının bir
türlü ortaya konamaması ile çelişmektedir. AB enerji politikaları içerisinde doğal gaza ilişkin ortak tek bir sesin ortaya
konamaması AB entegrasyonunun enerji ekseninde başlayıp
44 Mimar ve Mühendis
Avrupa doğal gaz
piyasasındaki güvenlik
perspektifi doğal gazın
ilk yaygın kullanıma
başlanmasından beri
gelişerek son 10 yılda
AB’nin karşı karşıya
bulunduğu en önemli
sorunsallar arasına
girmiştir.
gazının Avrupa piyasasına RF gazından daha uygun fiyatlarda girerek rekabet oluşturmasıdır. Bu
sebeplerden ötürü RF, -AB’nin tek enerji politikasının olmayışından da yararlanarak- AB üyesi ülkleri
de ortak ederek Kuzey Akım (Nord Stream) projesini hayata geçirmiş South Stream Projesi’nde de
önemli ilerlemeler kaydetmiştir. RF bunların yanında AB’ye olan ihraç bağımlılığını azaltabilmek için
LNG kapasitesini artırma ve Güney Asya’ya doğal gaz satışına da ayrıca önem vermektedir.
Ayrıca RF Gazprom’u Rus gazının ihracında monopol olarak tutması ve RF’deki doğal gaz üreticilerinin ihraç hakkının olmayışı Avrupa’daki liberal pazarın tam aksi yönünde bir durum ortaya koymaktadır. Mevcut durumda RF Avrupa gaz pazarının neredeyse tüm noktalarına ulaşabilirken, AB
enerji şirketleri RF’de sınırlı faaliyetlerde bulunabilmektedir ki bu durum iki bölge arasındaki dengeyi
olumsuz etkilemektedir.
ENERJİ GÜVENLİĞİ SORUNSALI
Avrupa doğal gaz piyasasındaki güvenlik perspektifi doğal gazın ilk yaygın kullanıma başlanmasından beri gelişerek son 10 yılda AB’nin karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunsallar arasına girmiştir. AB’nin mevcut yapısında ve organlarında bu konu çeşitli seviyelerde ele alınmakta ve çözümler
aranmaktadır. Konunun yapısal bir şekilde çözümü için çalışmalar sürmektedir. Ancak AB’nin içinde
bulunduğu mali kriz tabi ki öncelikler sıralamasında daha öncelikli bir konudur. Zaten AB içerisinde
doğal gaz güvenliği konusu AB organlarının yanında liberal Avrupa’nın önde gelen enerji şirketlerini
de ilgilendirmektedir. Bu sebeple AB’nin organları seviyesinde doğal gaz güvenliğinin sağlanmasına
yönelik çabaların yanı sıra case by case AB’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlar üzerinde çalışmalar
yapmak önem arzetmektedir.
AB’nin karşı karşıya olduğu doğal gaz güvenliği ve RF ile kolay olmayan ilişkileri diğer alternatifleri
gündeme getirmektedir. Avrupa’nın enerji güvenliği konusunda ana merkeze oturan Türkiye’nin
doğal gaz jepolitiğini önemli ölçüde etkileyen Güney Koridoru kavramı AB’nin doğal gaz arz güvenliğinin sağlanmasında ve kaynak çeşitlendirmesinde en önde gelen seçenekler arasında yer almaktadır. Güneydoğu Avrupa ve Türkiye üzerinden AB doğal gaz pazarına Orta Asya ve Ortadoğu gazlarının AB pazarına girişi AB’nin enerji güvenliği sorunsalına önemli çözümler getirmesi beklenmektedir.
TÜRKİYE’NİN (JEO)ENERJİK KONUMU
Yukarıda bahsedilen Türkiye’nin önemli rol oynadığı Güney Koridoru seçeneğinin dışında iki adet
önemli seçenek vardır. Bunlardan ilki AB üyesi ülkelerdeki LNG kapasitesinin artırılmasıdır. LNG
kapasitesinin artırılması en hızlı ve kolay alternatif olarak gözükse de AB’nin büyük doğal gaz talebinin karşılanmasında tek başına yeterli olamayacağı öngörülmektedir. Bir diğer seçenek ise Kuzey
Eylül - Ekim 2012 45
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Afrika’dan AB’ye olan doğal gaz sevkiyatıdır. Halen faaliyette olan
boru hatlarına yenileri eklenebilecektir. Ancak Kuzey Afrika gazı da
çözümün bir parçası olabilecek olup sorunun tamamının çözümünü sağlayamamaktadır. Bu iki seçenek dışında bahsedilebilecek
bir diğer alternatife ise AB içerisinde ABD’de olduğu gibi Shale
gas üretiminin artması eklenebilir. Ancak gerek bu teknolojinin
yeni olması ve gerekse de çevresel etkilerinden dolayı birçok AB
ülkesinde Shale gas faaliyetlerine ciddi sınırlamalar getirilmesi
ve hatta yasaklanması, Shale gas konusunu AB’nin doğal gaz
güvenliği konusunda ciddi bir alternatif olarak koymamamız sonucuna ulaştırmıştır. Avrupa’nın enerji güvenliği yaklaşımındaki teori
ve uygulama arzındaki farkın önümüzdeki yıllarda hangi ölçüde
azalacağı ya da artacağı belirsizdir. Ancak AB açısından doğal
gazda kaynak çeşitlendirmesi ve transit geçiş konusunda güvenli
alternatifler arasında hiç kuşkusuz en öne çıkanı “Güney Koridoru”
olarak adlandırılan Türkiye üzerinden Orta Asya ve Ortadoğu gazının taşınmasıdır.
Türkiye’nin jeopolitik konumu gelecekte Orta Asya ve Ortadoğu
gazlarının da aktarımı ve transit geçişi ile Türkiye’yi doğal bir doğal
gaz hub’ına dönüştürebilecek potansiyeldedir. Jeopolitik konumunun yanında Türkiye’nin yüksek miktarlardaki doğal gaz tüketimi
doğal gaz üreten ülkeler için önemli bir pazar olarak görmelerine
sebep olmaktadır. Ancak bu gaz kaynaklarının hangisinin ve hangi
boru hattı projesi veya LNG ile Türkiye’ye taşınacağı yeni ve çok
önemli bir soruyu beraberinde getirmektedir.Türkiye’den batıya ulaşacak olan gaz boru hattı projeleri ve kaynak ülkelerden Türkiye’ye
ulaşan boru hattı projeleri önem arzetmektedir. Diğer önemli husus
46 Mimar ve Mühendis
da özellikle son 10 yılda Ak Parti iktidarında izlenen geniş vizyonlu
dış politikanın doğal gaz diplomasisine yansımalarıdır. Ahmet
Davutoğlu’nun mimarlığında izlenen dış politika vizyonu TürkiyeAB ilişkilerini üzellikle müzakereleri noktasına taşımakla birlikte
Türkiye’nin bölgesinde Rusya, İran, Orta Asya ve Körfez ülkeleri ve
hatta okyanus ötesi ilişkilerini yeniden düzenleyen çok boyutlu bir
dış politika noktasına taşımıştır. Türkiye’nin kendine güvenen dış
politika vizyonu sadece bölgesel konularda değil küresel konularda
da Türkiye’nin kendine has çözüm üretebilme kabiliyetini ortaya
koymaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin kendine has izlemiş olduğu
doğal gaz politikası ile bölgesinde güvenli bir doğal gaz ticaretinin
gerçekleşebileceği üretici, tüketici ve transit ülkelerin ortak çıkar
temelinde buluşabileceği bir model ortaya koyması jeopolitik
konumunun getirdiği kaçınılmaz bir gerçekliktir.
TÜRKİYE’NİN BORU HATLARI
KONUSUNDA İNİSİYATİFİ
Bu bağlamda, Güney Koridoru’nun hayata geçirilmesinin yarı parçasını oluşturan Türkiye’den ve Türkiye’nin batısından Avrupa’ya
uzanan boru hattı projeleri sıkça kamuoyunda tanıtılmakta ve
tartışılmaktadır. Nabucco, ITGI, TAP, TANAP ve SEEP Projeleri’nin
hepsi Güney koridorunu oluşturma amacı ile ortaya çıkmıştır. Ancak
bu projelerden hangilerinin gerçekleşebileceği hangilerinin birbirini
tamamlayacağı ancak gerçekleştiklerinde ortaya çıkacaktır. Güney
koridoruna ilk gelecek olan gaz Azeri gazıdır değerlendirmesi,
Güney koridorunu oluşturacak projeleri etkileyen faktörlerin başında gelmektedir. Yani Şah Deniz Faz-II gazının sahibi konumunda
Jeopolitik konumunun yanında
Türkiye’nin yüksek miktarlardaki
doğal gaz tüketimi doğal gaz üreten
ülkeler için önemli bir pazar olarak
görmelerine sebep olmaktadır. Ancak
bu gaz kaynaklarının hangisinin ve
hangi boru hattı projesi veya LNG
ile Türkiye’ye taşınacağı yeni ve
çok önemli bir soruyu beraberinde
getirmektedir.
bulunan şirketler hangi projeyi fizibıl bulursa o proje ilk etapta
faaliyete geçebilecektir.
Kısaca projeler değerlendirilecek olursa; TANAP Projesi yeni bir
proje olmasına karşın içerisinde Şah Deniz Faz-II gazının sahibi
konumunda bulunan SOCAR, STATOIL, BP gibi şirketlerin bulunması ve transit konumda bulunan Türkiye’nin BOTAŞ ve TPAO’nun
bulunacak olması bu projeyi eğer hızlı hareket etme imkanları
olursa gerçekleşmeye en yakın proje olarak ortaya koymaktadır.
Tabi ki TANAP tek başına Güney koridorunu gerçekleştirememekte
Türkiye’nin batısından Avrupa’ya bağlanacak bir başka boru hattına daha ihtiyaç duymaktadır. BP tarafından sadece fikir bazında
ortaya atılan ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin mevcut hatlarının
birbirine bağlanması ile oluşacak SEEP Projesi’nin teknik çalışmaları daha başlangıç seviyesindedir. Nabucco Projesi ilk hali ile kısa
zamanda gerçekleşmesi zor gözükmektedir. Nabucco-Lite veya
West-Nabucco olarak adlandırılan Nabucco projesinin kısa hali
yani Türkiye’nin batısından başlayıp Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya’ya ulaşan kısmının gerçekleşmesi daha makul
gözükmektedir. ITGI Projesi çok uzun zamandır çalışmaları yapılan
proje olmasına karşın gerek İtalyan ortağı Edison’un Fransız EDF’in
kontrolüne geçmiş olması (EDF Rusların Güney Akım Projesi’ne
ortaktır), gerekse de Yunanistan’ın karşı karşıya kaldığı ekonomik
kriz nedeni ile projenin Yunan ortağı DEPA’nın belirsiz durumu bu
projeye ilişkin büyük soru işaretlerini beraberinde getirmiştir. Zaten
Şah Deniz Faz-II Konsorsiyumu da ITGI Projesi’ni elemiştir. Bir diğer
önemli proje olan TAP ise teknik açıdan oldukça hazırlıklı olması
ve ortaklarından STATOIL’in Şah Deniz Faz-II’ye de ortak olması
gibi avantajları da berabaerinde getirmesine karşın Arnavutluk’taki
ve Yunanistan’daki belirsizlikler bu projeye ilişkin soru işaretleridir.
Tüm projeler değerlendirildiğinde iki önemli sonuç ortaya çıkmaktadır. Türkiye’den batıya uzanacak olan boru hatlarının Türkiye içerisinden geçecek olan kesimi çok büyük bir ihtimalle uzun Nabucco
üzerinden değil TANAP veya benzeri bir projenin gerçekleşmesi ile
mümkün olacaktır. Türkiye’nin batısından Avrupa’ya uzanan projeler arasında ise teknik olarak hazırlıkları yapılmış ve Şah Deniz
Faz-II konsorsiyumu tarafından fizibıl bulunacak proje gerçekleşebilecektir.
HAZAR BÖLGESİ JEO-ENERJİ POLİTİĞİ ve TÜRKİYE
Hazar Bölgesi doğal gaz kaynaklarının oldukça zengin olduğu ve
yakın zamanda Türkmenistan’ın Yolotan sahası gibi keşfedilen
yeni devasa sahalar ile gelecekte daha da potansiyeli artabilecek
dünyanın en önemli doğal gaz bölgelerinden biridir. Hazar Bölgesi gazının Türkiye üzerinden batıya ulaşması hem AB açısından
kaynak çeşitlendirmesi açısından öne çıkmakta hem de gazın
sahibi Hazar Bölgesi ülkeleri açısından Avrupa pazarının oldukça
karlı olması önemli bulunmaktadır. Zaten yukarıda da bahsedildiği
gibi Türkiye üzerinden batıya ulaşabilecek Hazar ve Ortadoğu gaz
kaynakları arasında ilk gaz kaynağı Azerbaycan’ın Şah Deniz Faz-II
gazıdır. Bu gaz hem Güney kordiorunu gerçekleştirecek ilk adımdır
hem de hangi projenin gerçekleşeceğine yön verecektir. Gelecekte
ise Hazar Bölgesinden gelen gaz miktarının artışı Azerbaycan’ın
üretim kapasitesinin artmasına hem de Türkmenistan, İran ve
Kazakistan’ın bu güzergaha gaz vermesi ile olabilecektir.
Bu noktada en fazla potansiyeli taşıyan konu ise Türkmen gazının
Azerbaycan üzerinden Güney koridoruna bağlanmasıdır. Diğer
önemli hususda, Türkmen gazının gidebileceği tüm alternatiflerin
değerlendirilmesi önemlidir. Yapılan değerlendirmelerde Hazar
Denizi’nin CNG, Hazar geçişli Boru Hattı veya platformların bağlanması ile geçilmesinden sonra ortaya çıkan en önemli unsur
Azerbaycan’ın transit olması konusudur. Bu noktada AzerbaycanTürkmenistan ilişkileri öne çıkmaktadır. Bu ilişkiler ise Hazar bölgesinin statüsü ve diğer bazı siyasi konular sebebi ile yıllardır gerginlik
içerisindedir. Türkiye’nin bu iki ülkeyi ortak çıkar temelinde bir
araya getirme çabaları aynı zamanda izlemiş olduğu yeni dönem
dış politika açılımı ile de örtüşmektedir. Türkmen gazının bir diğer
Eylül - Ekim 2012 47
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
alternatif güzergahı olan İran üzerinden Türkiye’ye transit geçişi ise İran’ın konuya mesafeli duruşu ve İran’a yönelik batı kamuoyundaki olumsuz atmosfer bu
seçeneği bugün için gerçekleşmesi zor kılmaktadır. Hazar Bölgesi gazının batıya
satışında bir diğer önemli unsur da Rusya’nın bu ülkeler üzerinde kökleri eski
Sovyet dönemine uzanan etkili rolüdür. Rusya tabi ki kendi arka bahçesi olarak
gördüğü ve gazını satın alıp kendi fiyatları ile Avrupa’ya sattığı gazın başka bir
güzergah üzerinden daha saydam koşullarda satışına açıktan ve gizlice karşıdır.
Azerbaycan bu konuda biraz daha rahat bir pozisyonda olsa da Türkmenistan
Rusya’nın daha fazla etki alanındadır (Türkmenlerin RF’ye doğal gaz satışından
aldıkları düzenli döviz girdisi bu etkinin en başta gelen örneklerindendir). Ayrıca
Ruslar’ın gelecekte daha fazla Türkmen gazı talep etmeleri ve Türkmenler’in
doğuda Çin, Hindistan ve Pakistan’a ihracatı artırmaları Türkiye ve Avrupa’ya
gitmesi muhtemel gazın miktarını olumsuz yönde etkileyebilecektir.
Tüm projeler
değerlendirildiğinde iki önemli
sonuç ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’den Batıya uzanacak
olan boru hatlarının Türkiye
içerisinden geçecek olan
kesimi çok büyük bir ihtimalle
uzun Nabucco üzerinden
değil TANAP veya benzeri bir
projenin gerçekleşmesi ile
mümkün olacaktır. Türkiye’nin
batısından Avrupa’ya uzanan
projeler arasında ise teknik
olarak hazırlıkları yapılmış ve
Şah Deniz Faz-II konsorsiyumu
tarafından fizibıl bulunacak
proje gerçekleşebilecektir.
48 Mimar ve Mühendis
JEO-ENERJİ POLİTİĞİNDE ORTADOĞU
ve DOĞU AKDENİZ SORUNU
Güney koridoru için bir diğer önemli kaynak olan Ortadoğu ise uzun zamandır
petrol ile anılmış olsa da artık doğal gaz açısından da yakından izlenmektedir.
Türkiye ise Osmanlı mirası ile bu bölgede tarihsel köklü bağlara sahiptir. Ayrıca
Türk dış politikasının yeni dönem vizyonunda Osmanlı’dan beri Türkiye-Orta
Doğu ilişkileri en sıcak dönemini yaşamaktadır. Ancak Ortadoğunun stabil
olmayan durumu, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’ı işgali sonrası ortaya çıkan
belirsiz durum Türkiye’nin bölge ile olan ilişkilerinde hızlı değişimlere yol açabilmektedir. Ortadoğu Bölgesi tabi ki doğal gaz konusunda Doğu Akdeniz ile
beraber değerlendirilmelidir. Doğu Akdeniz’de israil’in son dönem yapmış olduğu
keşifler ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin bölgede yaptığı anlaşmalar
ile petrol ve doğal gaz aramalarına başlaması Türkiye’yi bu bölgede daha fazla
zorlamaktadır. Ancak enerji konusu ilginç bir şekilde ilişkileri iyileştirici bir enstrüman olabileceği de akıllardan çıkartılmamalıdır. Yani doğal gaz konusunda
İsrail-GKRY-KKTC ve Türkiye işbirliği ve bu gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya
taşınması oldukça sorunlu olan ilşikileri ortak çıkar temeline zorlayabilir.
Irak gazının ve hatta Kuzey Irak gazının üretilip pazarlara satılması Irak’ın geleceği ve yeniden inşası için oldukça önemlidir. Türkiye’nin ise ucuz bir kaynaktan
gaz alımı kendisini rahatlatacağı gibi miktarın yüksek olması durumunda Irak
gazı Avrupa için Azerbaycan’dan sonra ikinci bir alternatif kaynak olabilecektir.
Ancak Irak’ta merkezi hükümet ile Kürt Bölgesel Yünetimi arasındaki tarışmalar
ve Irak’ın mevcut belirsiz durumu bu konudaki önemli soru işaretleridir. Ayrıca
tamamen LNG ile doğal gaz ihracatı yapan Katar’ın gelecekte Irak ya da Suudi
Arabistan üzerinden Türkiye ve Avrupa’ya doğal gaz satışı dünyanın üçüncü
büyük gaz rezervlerine sahip olan Katar’ı Avrupa’nın önemli gaz tedarikçileri
arasına katabilir.
Sonuç olarak bu tezde Türkiye merkezli Avrasya doğal gaz ilişkilerinde jeopolitik
bir yaklaşım ele alınmıştır. Türkiye’nin kendisine özgü özellikleri ile kendisinin
ve bölgenin karşı karşıya kalmış olduğu doğal gaza ilişkin sorunlara ne derece
çözüm olabileceği bu makalede tartışılmıştır. Üstelik, Türkiye eğer üretici ve
tüketici ülkeler açısından güvenilir bir transit ülke konumuna ulaşabilirse Türkiye
gerçek anlamda bir doğal gaz hub’ına dönüşebilecektir. Bu durum Türkiye’nin
mevcut jeopolitik konumunu olumlu yönde etkileyecek ve bölgedeki doğal gaz
temelindeki var olan ilişkileri daha sağlıklı bir zemine kavuşturabilecektir. Kısacası Türkiye üretici ve tüketicinin sağlıklı bir temelde doğal gaz alım satımını
sağlama noktasında tarihi bir noktadadır.
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Ahmet Hamdi ATALAY
Elektronik ve Haberleşme Mühendisi
AKILLI ENERJİ ŞEBEKELERİ ve SİBER
GÜVENLİK
E
Günümüz dünyasında bir yandan enerjiye
olan ihtiyaç hızla artarken diğer yandan
bu talebi karşılayabilmek için kaynaklar
çeşitlenmektedir. Artık elektriksiz bir
hayat düşünmek mümkün değildir.
Evde, işte, sokakta, okulda, yaşamın
her an ve aşamasında elektrik enerjisi
kullanılmaktadır.
lektrik enerjisini insanın bulunduğu her noktaya taşıyabilmek
ve onu erişilebilir kılmak, sonrasında da onun verimli kullanımı
için ilgili altyapı ve süreçleri iyi yönetmek bir zorunluluk halini
almıştır. Bunu zorlayan nedenler şunlardır;
• SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK: Enerji ihtiyacı sürekli artıyor
ancak kaynaklar bu talebi karşılayamayacak kadar sınırlıdır,
• KAYNAK KISITI: Kaynakların azalması enerji maliyetlerini, çatışmaları ve güvenlik tehditlerini arttırmaktadır,
• İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: Enerji kullanımının artmasıyla birlikte sera gazı emisyonları artmakta ve küresel ısınmaya
neden olmaktadır.
Tüm bunlar için anahtar, “Verimlilik” artışı olup verimliliğin en
önemli göstergesi ise “Enerji Yoğunluğu”dur. Enerji yoğunluğu, “gayri safi milli hasıla başına tüketilen enerji miktarı” ya
da “1 dolarlık mal ya da hizmet üretmek için tüketilen enerji
miktarı” olarak tanımlanmaktadır. Bu konuda düşük değere
sahip ülkeler, enerjiyi verimli kullanan ülkeler olarak kabul
edilmektedir. Enerji yoğunluğunun düşük olması üretilen mal
ve hizmetin daha az enerjiyle elde edilmesi anlamına gelir.
Türkiye’nin kişi başına düşen enerji tüketimi OECD ortalamasının yaklaşık 5’te 1’i olmasına karşın, enerji yoğunluğu OECD
ortalamasının 2 katıdır. Başka bir deyişle; Türkiye 1 birim mal
ya da hizmet üretmek için OECD ülkelerinde kullanılan enerji
miktarının 2 katı enerji kullanmaktadır. Türkiye’nin enerji
yoğunluğu Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin yaklaşık 2,5, OECD
ülkelerinin ise 2 katıdır. Konunun uzmanları tarafından ülkemizde, binalarda yüzde 30, sanayide yüzde 20 ve ulaşımda
yüzde 15 olmak üzere önemli düzeyde enerji tasarruf potansiyeli olduğu iddia edilmektedir.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik
Plana göre Türkiye’de 2008 yılına göre birincil enerji yoğunluğunun 2023 yılına kadar yüzde 20 oranında düşürülmesi
hedeflenmektedir.
50 Mimar ve Mühendis
Avrupa Birliği “3x yüzde 20” olarak duyurduğu
enerji konusundaki 2020 hedefleri şunlardır;
• Enerji verimliliğinin yüzde 20 artırılması
• Yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 20 arttırılması
• Küresel ısınmaya neden olan sera gazı salınımının
yüzde 20 azaltılması.
Oldukça iddialı olan bu hedeflerin gerçekleştirilmesi, çoğu
30-50 yıl önce ve 50-80 yıl önceki teknolojiler ile kurulmuş
şebekelerle mümkün değildir. Söz konusu şebekelerin yeni
teknolojilerle yenilenmesi ve akıllı hale gelmesi gerekmektedir.
AKILLI ENERJİ ŞEBEKELERİ (SMART GRID)
Başta AB ülkeleri olmak üzere tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde enerji şebekelerinin akıllı hale
getirilmesi için önemli çalışmalar ve yatırımlar yapılmaktadır. 2010 yılı itibariyle Danimarka, Almanya,
İspanya ve İngiltere başta olmak üzere AB ülkelerinde bu konuda 5 milyar Euro değerinde yatırım içeren
67 proje yürütülmektedir. Akıllı Şebeke yatırımlarında Çin 7,3 milyar dolar ile birinci olup onu 7 milyar
dolar ile ABD, 850 milyon dolar ile Japonya ve 800 milyon dolar ile Güney Kore izlemektedir.
“Akıllı Şebekeler” (Smart Grid), bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanılarak otomasyonun sağlanması
ve tedarikçiler ile tüketiciler arasında yoğun bir ağın oluşturulmasıdır. Bir yandan enerjinin kullanıldığı ortamlar akıllanırken buna paralel olarak şebekeler de akıllanmakta, üretimden tüketime sürekli
birbiriyle iletişim halinde olan ve bilgi alışverişinde bulunan bir değer zinciri oluşmaktadır. Makinalar
arası iletişimin (M2M) çok önemli uygulamalarından biri olan bu yeni olgu her geçen gün yaygınlaşıp
gelişmektedir. Bu alanda yapılan bir çalışmaya göre en hızlı gelişme beklenen M2M uygulamalardan
biri olan akıllı enerji sayaçları sayısı 2010-2015 yılları arasında yıllık ortalama yüzde 30 artışla 100
milyonlara ulaşacaktır.
Akıllı enerji şebekeleri, bilgi ve haberleşme teknolojileri ile enerji üretim/iletim/dağıtım teknolojilerinin
bir arada kullanıldığı altyapılardır. Bu altyapıda enerjinin üretiminden son kullanıcı noktasına dağıtımına kadar her aşamada bu teknolojiler çok yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Akıllı şebeke bileşenleri,
enerji sürecinin her aşamasında vardır.
GÜVENİNİRLİK VE
VERİMLİLİK PLANLAMA
OPERASYONEL VERİMLİLİK
Akıllı enerji şebekeleri,
bilgi ve haberleşme
teknolojileri ile enerji
üretim/iletim/dağıtım
teknolojilerinin bir
arada kullanıldığı
altyapılardır. Bu
altyapıda enerjinin
üretiminden son
kullanıcı noktasına
dağıtımına kadar her
aşamada bu teknolojiler
çok yoğun bir şekilde
kullanılmaktadır. Akıllı
şebeke bileşenleri,
enerji sürecinin her
aşamasında vardır.
KAYNAK OPTİMİZASYONU
AKILLI ŞEBEKE
AKILLI ENERJİ
ÜRETİMİ
AKILLI ENERJİ
ÜRETİMİ
İLETİŞİM ŞEBEKESİ
DAĞITIM ŞEBEKESİ
PLANLAMA VE MODELLEME
RÜZGAR
ENERJİSİ
GÜNEŞ
ENERJİSİ
DAĞINIK ENERJİ
KAYNAKLARI
ELEKRİKLİ ARAÇ
BATERİLERİ
KARAR DESTEK
SİSTEMLERİ
ENERJİ
YÖNETİM
SİSTEMLERİ
VARLIK
YÖNETİMİ
DAĞITIM
YÖNETİM
SİSTEMLERİ
SAYAÇ
YÖNETİM
SİSTEMLERİ
ENDÜSTRİ TİCARİ
YÜKLER
GÜÇ
ELEKTRONİĞİ
ŞEBEKE
OTOMASYON VE
KORUMA
DURUM İZLEME
DAĞITIM
OTOMASYON VE
KORUMA
AKILLI
SAYAÇLAR
TALEP YÖNETİMİ
MESKEN
YÜKLERİ
HABERLEŞME ALTYAPILARI
ELEKTRİKLİ ARAÇ
BATERİLERİ
Bu sayede aşağıdaki kazanımlar söz konusu olmaktadır;
• İşletme verimliliğinin artması ve maliyetlerinin azaltılması,
• Enerji verimliliğinin artması ve sera gazı (CO2) salınımının azaltılması,
• Kesinti sayısı ve kesinti süresinin azalması, enerji kalitesinin artması,
• Kayıp/kaçak sorunlarının proaktif çözümü ve oranlarının düşmesi,
• Üretim ve depolama sistemlerinin daha iyi yönetimi ile kapasite kullanımı,
• Akıllı sayaç okuma ve yük yönetimi ile gerçek zamanlı arz-talep yönetimi.
IEA ve OECD tarafından yapılan bir çalışmaya göre akıllı şebekelere yapılan yatırımların maliyetinin
1,5 ile 4,5 katı oranında bir fayda elde edilebilmektedir. Bu da trilyonlarca dolar demektir.
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından hazırlanan aşağıdaki gösterimden de anlaşılacağına üzere
elektrik enerjisi sistemlerinin evrimi, gittikçe akıllanmayı, akıllandıkça da bilgi ve iletişim teknolojileri
ve altyapıları ile entegrasyonu getirecektir.
Eylül - Ekim 2012 51
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Enerji sistemlerinin bilgi ve iletişim teknolojileri ve altyapıları ile bu
entegrasyonu, onu siber tehditlere daha açık hale getirmekte ve
bilgi güvenliğini daha önemli kılmaktadır.
KURUMSAL BİLGİ GÜVENLİĞİ (SİBER GÜVENLİK)
Siber Güvenlik açısından kritik altyapıların başında gelen enerji
sistemlerini siber tehditlerden korumak üzere tüm dünyada yoğun
çalışmalar ve önemli ölçüde yatırımlar yapılmaktadır. Akıllı şebekeler üzerine araştırmalarıyla ünlü Pike Research firması tarafından
yayınlanan verilere göre 2015 yılına kadar artarak devam edecek
dünya çapındaki akıllı şebekelerde siber güvenliğin sağlanmasına
ilişkin yatırımların miktarı 1 milyar dolardan 2 milyar doların üzerine
çıkacaktır.
yatırım yapmıştır
Gartner tarafından yapılan tahminlere göre siber tehditlerden
korunmak için 2010’da dünya çapında 16,5 milyar dolarlık güvenlik
harcaması yapılmış olup bunun her yıl yüzde 10 artması beklenmektedir.
Siber Tehdit Araçlarından Örnekler
• Bilgisayar virüsleri,
• Yemleme (phishing),
• Truva atı (trojan),
• Casus/köstebek yazılımları (spyware),
• Hizmetin engellenmesi saldırıları (DoS, DDoS),
• Şebeke trafiğinin dinlenmesi (sniffing ve monitoring).
Siber Tehditlerin Amaçları
•
•
•
•
Sisteme yetkisiz erişim,
Bilgilerin değiştirilmesi ya da yok edilmesi,
Bilgilerin çalınması ya da ifşa edilmesi,
Sistemin bozulması erişimin veya hizmetlerin engellenmesi.
Smart Grid Cyber Security Revenue by Region, World Markets: 2011-2018
Symantec firması tarafından 2010’da yayınlanan “Kritik Altyapıların
Koruması Araştırması“ raporuna göre kritik altyapı sağlayıcılarının;
•Yüzde 53’ü sürekli siber saldırılara maruz kalıyor,
•Yüzde 48’i önümüzdeki yıl içinde saldırıya maruz kalacağını
düşünüyor,
•Yüzde 31’i gelecek saldırılara hazırlıklı olmadığını düşünüyor.
Kaspersky tarafından AB ülkeleri ile ABD, Japonya, Brezilya, Rusya,
Hindistan ve Çin’de bin 300’den fazla şirket yöneticisi ile yaptığı
anketi 2011’de “Global IT Security Risks” adıyla yayınlanmıştır.
Söz konusu rapora göre şirketler için en önemli risk, ankete katılanların yaklaşık yarısı (yüzde 46) için bilgi ve iletişim sistemlerine
yönelik tehditlerdir. Rapora göre, bilgi ve iletişim sistemlerine
yönelik tehditleri ortadan kaldırıp buna ilişkin riskleri azaltabilmek
için küçük şirketler yıllık ortalama 8 bin 55, orta işletmeler 83
bin 200 ve büyük kuruluşlar ise yıllık ortalama 3.2 milyon dolar
Enerji sistemlerinin en başta geldiği kritik altyapılarda bilgi ve
iletişim sistemlerine bağımlık her geçen gün artmaktadır. Dolayısıyla bilgi ve iletişim sistemlerinin güvenliği sadece bilgi ve iletişim
teknolojilerini değil hayatın her alanını ilgilendiren bir boyut ve
öneme sahiptir. “Bilgi Güvenliği” konusu artık hem bireyler hem de
kurumlar için çok önemli ve öncelikli hal almış demektir.
Bilgi Güvenliği Derneği tarafından bilgi güvenliği, bilgiye sürekli
olarak erişilebilirliğin sağlandığı bir ortamda bilginin saklanması,
göndericisinden alıcısına kadar gizlilik içerisinde (mahremiyeti
52 Mimar ve Mühendis
faliyetlerini sistematik ve sürekli hale getirmelidirler. BGYS ile
yönetim, denetim ve son kullanıcı düzeyinde tüm güvenlik boyutlarına yönelik tehdit ve saldırıları algılamayı ve önlemeyi, bunlara
fırsat veren açıkları belirlemeyi ve kapatmayı güvence altına alacak
bir yönetim sistemi oluşturulmasını hedeflemelidir.
Bu hedefe ulaşmak için olmazsa olmazlar şunlardır;
• Yönetimin kararlılığı ve desteği,
• Politika ve prosedürlerin açıklığı ve tutarlılığı,
• Her seviyedeki çalışanların bilgili ve bilinçli olması,
• Uygulamaların sürekli izlenmesi, denetimi ve iyileştirilmesi.
korunarak), bozulmadan, değişikliğe uğramadan ve başkaları tarafından ele geçirilmeden bütünlüğünün sağlanması ve güvenli bir
şekilde iletilmesi süreci olarak tanımlanmaktadır.
Bu çerçevede bilgi güvenliğinin temel kavramları şunlardır;
• Gizlilik: Kuruma özel ve gizliliği olan bilgilere, sadece yetkisi olan
kişilerin erişebilmesi,
• Bütünlük: Kurumsal bilgilerin yetkisiz değişim veya bozulmalara
karşı korunması,
• Erişilebilirlik: Kurumsal bilgilerin ihtiyaç duyan anda erişilebilir
durumda olması.
Bilgi Güvenliğinin (Siber Güvenlik) Temel Amaçları:
• Veri bütünlüğünün korunması,
• Bilgiye erişimin, erşim hız ve kalitesinin korunması,
• İzinsiz erişimin engellenmesi, mahremiyet ve gizliliğin korunması,
• Siber kaynaklı hırsızlıkların önlenmesi,
• İş sürekliliğinin ve sistemin devamlılığının sağlanmasıdır.
Teknik, ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri açısından gerek bireysel
gerek kurumsal gerekse ülke boyutunda topyekun bir yaklaşım ve
hassasiyet gerektiren bilgi güvenliği konusu, buna ilişkin bir kültür
oluşturulmasını da gerekli kılmaktadır.
Bilgi Güvenliği Kültürü, ülke güvenliği açısından da çok önemlidir,
çünkü artık ülkeler arası savaşlar cephelerin yanında siber dünyada
da yapılmaya başlanmıştır. Siber savaş, ekonomik, politik, askeri
nedenlerle hedef seçilen ülkeye bilgi ve iletişim sistemleri üzerinden gerçekleştirilen saldırılardır.
Yakın geçmişte gerçekleştirilen bazı siber savaş/saldırı örnekleri:
• 2007 - Estonya siber saldırıları,
• 2008 - Gürcistan siber saldırıları,
• 2009 - İran nükleer santral siber saldırısı
Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere bilgi güvenliği son derece
önemli bir konudur ve hak ettiği ölçüde ciddiye alınmalıdır. Bu
ciddiye almanın göstergesi olarak tüm kurum ve kuruluşlar Bilgi
Güvenliğ Yönetim Sistemi’ne (BGYS) sahip olmalı ve bu konudaki
Bu süreçlerin yönetilmesi, güvenlik sistemlerinin uluslararası standartlarda yapılandırılması ve yüksek seviyede bilgi güvenliğinin
sağlanması amacıyla tüm dünyada kurumsal bilgi güvenliğinin
yönetiminde standartlaşmaya gidilmektedir. Bu amaçla geliştirilen
ve uluslararası kabul görmüş rehber ve standartlar vardır. Bu standartların en başında Uluslararası Standartlar Organizasyonu (ISO)
tarafından yayınlanan ve TSE tarafından da Türkçeleştirilip ülkemizde de uygulamaya konulan “ISO27000 Bilgi Güneliği Yönetim
Sistem Standardı Ailesi” gelmektedir.
Siber güvenlik konusu sadece bir teknik konu değildir ama teknik
boyutu çok önemlidir. Teknik konuları düzenlemek üzere konu ile
ilgili uluslararası kuruluşlarca çeşitli standartlar oluşturulmuştur.
IEEE 1402 (Electric Power Substation Physical and Electronic
Security), IEC 62351 (Data and Communication Security), NERC
1300 (Cyber Security Standards), NISTIR 7628 (Smart Grid Cyber
Security) bunların en önemlilerinin başında gelmektedir.
Tüm bunların yanında şunun altını çizmek şarttır; bilgi güvenliği
bilginin üretildiği, işlendiği, iletildiği ve saklandığı her ortamda
sağlanmak durumundadır. Bunun için kullanılan yazılımlar, donanımlar ve ve kurulan sistemlerin yanında en önemli unsur “insan”
faktörüdür. Bilgi güvenliği topyekun bir anlayış ve uygulama birliğini
gerektirir. Bu sürecin en zayıf halkası insandır, en üst yöneticiden
en alt kullanıcıya kadar kurumda yer alan her insan bu konuda kritik
öneme sahiptir.
Bilgi güvenliği konusunda kullanıcıların bilgi ve bilinç seviyesi ile
bu konudaki teknolojilerin de gelişmesiyle tehdit ve saldırılar da
değişiklik göstermektedir.
Yapılan çalışmalar hala pek çok kurumda bilgi güvenliği açıkları ve
kayıplarının artması sebebiyle bu konunun henüz doğru olarak anlaşılmadığını, bireyler ve kurumlar tarafından konuya gereken önemin
verilmediğini ve bilinçlenmenin gereken seviyede olmadığını göstermektedir. Daha güvenli bir dünya için iyilerin de en az kötüler
kadar işbirliği içinde olması (kamu kurumları-özel sektör-sivil
toplum örgütleri koordinasyonu) ve bu konuda tek başına yeterince
etkin olunamayacağının kabul edilmesi şarttır.
KAYNAKLAR
İTU www.itu.int/cybersecurity
Bilgi Güvenliği Derneği http://www.bilgiguvenligi.org.tr/
Uluslararası Enerji Ajansı www.iea.org/etp
Eylül - Ekim 2012 53
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Doç. Dr. Ahmet Erdal OSMANLIOĞLU
Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü
KÜRESEL ENERJİ PROJEKSİYONU
Ülkemizi de yakından ilgilendiren enerji,
geleceğimizin en önemli ilgi alanıdır.
Artan dünya nüfusunun yükselen yaşam
standartları küresel enerji tüketimini hızla
artırmaktadır. Ancak, küresel gelişmelerin
ışığında enerji oldukça büyük bir
belirsizliğin içerisindedir. Kömür kullanımı,
karbon salınımı nedeniyle her geçen gün
Y
enilenebilir enerji kaynakları günümüzde artan bir karışıklık
içerisindedir. Rüzgar ve güneşte henüz elektrik sistemleri
artan talebe hazır değildir ve talebi karşılarken karşılaşacakları enerji depolama veya benzer teknolojik destek olanakları
henüz işletme boyutunda değildir. Bunun için sürdürülebilir,
güvenli ve çevreye uyumlu bir enerji kaynağını yaygınlaştırma
ihtiyacı bulunmaktadır. Bu konuda geniş bir perspektiften
bakıldığında ilk olarak küresel enerji envanterini ve dünya
projeksiyonunu değerlendirmek gerekir. 2000 yılında dünyamızda toplam 12.8 TW (Terawatt) enerji kullanılmıştır
(Şekil 1).
15
sınırlandırılmaktadır. Petrol kaynakları
aramaları okyanuslara doğru kaymış
ve petrol arzı bazı ülkelerin jeopolitik
belirsizlikleri ile doğrudan ilişkili hale
gelmiştir. Doğal gaz sadece kaynakların
sürdürülebilirliği açısından değil aynı
zamanda çevre ve depolama açısından da
birçok sorunlar içermektedir.
yaklaşımla en az 28 TW olması beklenmesine rağmen,
gelişen dünyamızda enerji bileşenlerini de göz önüne aldığımızda bu tüketimin 35 TW seviyelerine kadar çıkabileceği
değerlendirilmektedir.
(35 TW)
28 TW
30
HOFFERT
NATURE
1998
25
12.8 TW
20
?
10
YENİLENEBİLİR 0.29
NÜKLEER 0,83
HİDROELEKTRİK 0.29
BİYOKÜTLE 1.21
KÖMÜR 2.96
DOĞALGAZ 2.70
PETROL 4.52
5
15
10
YENİLENEBİLİR 0.29
NÜKLEER 0,83
HİDROELEKTRİK 0.29
BİYOKÜTLE 1.21
KÖMÜR 2.96
DOĞALGAZ 2.70
PETROL 4.52
0
2000
Şekil 1. Küresel Enerji Tüketimi, 2000 yılı.
Kullanılan bu enerjide en büyük payı üç ana enerji kaynağı
almıştır; petrol, doğalgaz ve kömür. Dünya enerji talebi
yüzde 79,5 oranında fosil kaynaklar kullanılarak karşılanmıştır. 2050 yılında ise küresel enerji tüketimi en tutucu
54 Mimar ve Mühendis
5
0
2050
Şekil 2. Küresel Enerji Tüketimi, 2050 yılı.
0.8
0.7
0.6
350
0.5
0.4
330
0.3
0.2
310
0.1
0
0
290
CHANGE İN AVERAGE TEMPERATURE ( C)
CONCENTRATİON OF CO2 (ppmv)
370
-0.1
2070
1840
1860
1880
1900
1920
1940
1960
1980
-0.2
2000
YEAR
Şekil 3. CO2 ve küresel ısınmaya etkisi (MIT, USA).
Enerji kullanımının üç temel bileşeni vardır. Bunlar; sosyolojik
faktörler, ekonomik faktörler ve ilim diğer bir ifadeyle teknolojik
faktörler.
Enerji = sosyoloji · ekonomi · teknoloji
Refah Düzeyi = (Kullanılan Enerji x Enerji Verimliliği) / Nüfus
E = N (GSYİH/N) (E/GSYİH)
E= Kullanılan Enerji
N = Nüfus
GSYİH = Gayrisafi Yurtiçi Hasıla
Bir ülkenin refah düzeyini gösteren indikatör GSYİH’nin nüfusa
oranıdır.
Refah Düzeyi = GSYİH / N
Enerji Yoğunluğu; ülkelerin ekonomilerinde enerji verimliliğinin
temel bir ölçüsüdür. Çok genel bir tanımla, enerjinin GSYİH değerine oranı olarak tanımlanır.
Enerji Yoğunluğu= (E/GSYİH)
Yüksek enerji yoğunluğu; bir ülkede enerjinin GSYİH dönüştürme
maliyetinin yüksek olduğunu dolayısıyla yüksek enerji fiyatını ifade
eder. Bu da makro açıdan bakıldığında cari açık demektir. Son
yıllarda ülkemizin enerji politikalarında yer alan enerji verimliliğine
verilen önemin temelinde yatan amaç budur. Enerji Bakanımız
Sayın Taner Yıldız tarafından büyük önem verilen ve her platformda vurgulanarak desteklenen enerji verimliliği bu bakış açısıyla
ülkemiz için çok doğru bir enerji politikasıdır.
Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, küresel enerji talepleri ve ekonomik faktörler göz önüne alındığında, ülkemizin refahını daha yüksek düzeylere çıkarmak için önümüzdeki dönemde enerji verimliliği
esas olmak üzere düşük maliyetli enerji kaynaklarına ulaşmamız
zorunlu hale gelmiştir. Mevcut enerji kaynaklarının gelecekteki
durumlarına genel olarak bakıldığında; dünyamızda 200 yıl yetecek
kadar petrol, 400 yıl yetecek kadar doğalgaz ve 2000 yıl yetecek
kadar kömür rezervleri bulunmaktadır. En karamsar bakış açısıyla
dahi bu rezervlerin yeterliliği yüzde 50’nin altına düşmeyecektir.
Ancak karbondioksit salınımlarının sınırlandırılması ve küresel
ısınma önümüzdeki dönemde fosil kaynaklar yerine enerjide yeni
kaynakların hızlı bir şekilde geliştirilerek öne çıkmasına neden olacaktır. Fosil enerji kaynaklarından çevreye verilen CO2 ve bunun
küresel ısınmaya yaptığı olumsuz etki günümüzde artık bilinmektedir. Bu amaçla karbon salınımlarını sınırlandıran KYOTO protokolü
uygulanmakta, ülkelerin karbon kredileri değer bulmaktadır.
–(CH2O)n– + nO2 nCO2 + nH2O
Nükleer Enerji; 8000 yeni nükleer güç tesisi ile 8 TW düzeyine
çıkacaktır.
Hidroelektrik Enerjisi; 0.7 TW ile sınırlı kalacaktır.
Rüzgar Enerjisi; 3’üncü sınıf (yerden 10 metre yukarıda ve 5.1
m/s) rüzgar alanı ortalamasına göre teorik olarak 2.1 TW enerji
elde edilebilir.
Güneş Enerjisi; teorik olarak güneşin bir saatte yerküreye verdiği
enerji günümüzde bir yıllık enerji ihtiyacımızdan fazladır. Güneş
enerjisi teorik olarak 120 bin TW potansiyel ile küresel enerji ihtiyacını karşılayabilecek seviyededir.
(35 TW)
28 TW
30
25
20
15
10
RÜZGAR 2.1
HİDROELEKTRİK 0.29
NÜKLEER 8 TW
BİYOKÜTLE 7 TW
KÖMÜR 2.96 TW
DOĞALGAZ 2.70 TW
PETROL 4.52 TW
5
0
2050
Şekil 4. Küresel Enerji Tüketimi (2050 yılı).
KAYNAKLAR
DOE, EERE
Massasuchets Institute of Technology 2012 (MIT)
Nocera, Dædalus, Fall 2006
Eylül - Ekim 2012 55
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Erkan GÜRKAN
Enerji Veremliliği Derneği Başkanı
ENERJİ VERİMLİLİĞİNDE ÜLKEMİZİN
KONUMU
Y
Gün geçtikçe bir devir geçerliliğini yitiriyor ve
yerine birçok konuyu içinde barındıran yeni
bir devir geliyor. Yakın tarihimize baktığımızda
tarım devri, sanayi devri derken şu an enerji
ve çevre odaklı yeni bir devrin geçiş süreci
içine ciddi anlamda girdik.
eni dönemin temelleri 1987 yılında Montreal’de atıldı. Sonrasında Johannesburg, Kyoto, Copenhagen zirveleriyle gündemde daha fazla yer aldı ve geçtiğimiz aylarda Rio’da çok daha
geniş kitlelere ulaşan çevreyle uyumlu kalkınabilme zirveleri
ve taahhütleriyle yavaş yavaş son şeklini almaya başladı.
Ülkemizin bu süreç içerisinde en hızlı şekilde yol alabileceği
verimlilik konusu masaya yatırıldığında olayın çok farklı boyutlarının olduğu görüldü. Bu konu sadece kıt enerji kaynaklarının
verimli bir şekilde kullanılarak aynı üretim miktarı ve sosyal
refah seviyesinin korunmasının yanı sıra çevreci teknolojilerin geliştirilmesi ve bu teknolojilerin pazarlanacağı yeni bir
ekonomi anlamına geliyordu. Tüm dünyayı etkileyen büyük
bir problem ülkelerin çevresel ve ekonomik olarak kazanç
sağlayacağı farklı bir sürece girmelerine vesile oldu diyebiliriz.
Bu süreç sektörleri ve iç kollarını etkileyecek bir süreç. Birçok
yeni alanlar, yeni iş kolları ve yeni ürünlerle karşılaşacağımız
günlere çok yakınız. Yani dünyanın ekonomik düzeni farklı bir
eksene kayıyor. Ekolojik krizin ekonomik kazanca dönüştüğü
bu yeni ekonomik düzene “Düşük Karbon Ekonomisi” başka
bir deyişle “Yeşil Ekonomi” olarak adlandırılıyor.
Endüstri çağını kaçırmış olan ülkemiz yeni ekonomik dalgayı başlangıcında yakalamak için enerji ve verimlilik odaklı
çalışmalarına çok yönlü olarak başladı. Sayın Başbakanımızın
himayesinde ve dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Dr. Hilmi Güler’in gayretleriyle yenilenebilir enerji ve verimlilik konusunda birçok çalışma ve kampanyalar yapıldı. Bu
kampanyaların en önemlilerinden birisi de Enerji Verimliliği
(ENVER) kampanyasıdır. ENVER, toplumun tüm kesimlerinde
enerjiyi verimli kullanma bilincini uyandırmak ve çeşitli faaliyetlerle ülke genelinde enerji verimliliği konusunu gündemde
tutmak amacıyla başlatılmış bir projedir. Enerji Bakanımız
Sayın Taner Yıldız’ın desteğiyle çalışmalarımız devam etmek-
tedir. Bu amaç doğrultusunda vatandaşlarımız üzerinde
farkındalık oluşturmak ve 7’den 77’ye her kesimden insanın
enerji verimliliği konusunda bilinçli hale getirmek için etkinlikler düzenledik. Bundan sonra eyleme yönelik faaliyetler ön
plana çıktı. Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşları ve
bunların başkanlarının bir araya gelerek oluşturdukları Türkiye
Enerji Verimliliği Meclisi (TEVEM) kuruldu. Ülkemizi tamamen
kucaklayan bu oluşuma Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı
başkanlığında TOBB, TİM, TSE, MÜSİAD, TÜSİAD, URAK,
TUSKON, ENVERDER, ASKON, TÜGİK, YBTB, EGD, MMG,
DEKTMK, KOSGEB, İTO ve İDV’nin sayın genel başkanları üye
olarak iştirak etmektedir. Kamu, özel sektör ve STK’ların işbirliği ve koordinasyonunu tesis eden TEVEM’in sekretaryasını
da ENVERDER yönetmektedir. Bu yapı bütün alanlarda bizi
bekleyen çok boyutlu değişimin yapılandırılması, ülkemizin
çevre, rekabet ve sürdürülebilir kaynaklar odaklı bu süreçten
kazançlı çıkabilmesi için önemli bir misyonu üstlenmiştir.
Mimarlar ve Mühendisler Grubu (MMG) Başkanı sevgili dostum Avni Çebi sağolsun bu zorlu süreçte bizlerle birlikte oldu,
yükümüzü paylaştı ve meclisimize güç verdi. Bu bağlamda
kendisine ve MMG’ye teşekkürü bir borç bilirim.
ENVER-TEVEM işbirliği ile yaklaşık 2 yıl süren çalışmalar
sonucunda konuyla ilgili kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, Türk sanayisinin ileri gelen 200 fazla sektörü,
akademisyen ve uzmanların görüşleri alınarak “Türkiye Enerji
ve Enerji Verimliliği - Yeşil Ekonomiye Geçiş Raporu” oluşturuldu. Bu raporla buz dağının görünen kısmının aksine alt detaylarında nelerin bizi beklediğini görmeye çalıştık. Raporun hazırlanması sürecinde elde edilen veriler doğrultusunda ülke olarak
yüzde 70’ini ithal ettiğimiz enerjiyi verimli kullanmıyoruz diyebilirim. Bunun nedeni ise ülkemizde kişi başına enerji tüketiminin
OECD ülkelerinin ortalamasının 5 te 1i civarında olduğu halde
56 Mimar ve Mühendis
Endüstri çağını
kaçırmış olan
ülkemiz yeni
ekonomik dalgayı
başlangıcında
yakalamak için
enerji ve verimlilik
odaklı çalışmalarına
çok yönlü olarak
başladı.
Türkiye’nin enerji yoğunluğu OECD ortalamasının üzerinde. Enerji
yoğunluğu artık ülkelerin gelişmişlik düzeyini gösteren bir ölçüt ve
1000 dolarlık Gayri Safi Milli Hasıla başına tüketilen birincil enerji
miktarıyla bulunuyor. Bu oran ülkemizde 0,28 ton eşdeğeri petrol
(TEP) iken OECD ortalaması ise 0,14 TEP’dir. Kullandığı birincil
enerji kaynaklarından petrolün yüzde 99,6, doğal gazın ise yüzde
96,4’ünü ithal eden Japonya’nın enerji yoğunluğu 0,09’dur. Bu da
geliştirilen teknolojilerin yanı sıra verimlilik konusundaki kültürel
dönüşümün ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Bu açıdan
bakıldığında hedeflerimizden bir tanesi enerji yoğunlumuzu OECD
ortalamasının altına indirmek olmalıdır. Amacımızı gerçekleştirmek
içinde Ar-Ge ve inovasyon ürünlerine yatırım yapıp çevreci ve yerli
teknolojiler geliştirerek alternatif enerji kaynaklarına yönelmeliyiz.
Yeni ekonomik dalga üretimden tüketime bütün alışkanlıklarımızı
değiştirecek. Üretim sürecinde kullanılacak yeni teknolojiler bir
yandan enerji verimliliği sağlarken diğer yandan rekabetçi olmamızı ve doğaya yaptığımız tahribatın etkilerini azaltacak. Enerji
ve çevre konusunda doğru şekilde bilinçlendirilmiş tüketicilerde
oluşacak kültürel algı değişikliği ise sürdürülebilir bir yaşam adına
çok büyük katkılar sağlayacak. AB ve OECD ülkelerine baktığımızda
yeni sürece geçişin alt yapıları çoktan oluşturulmuş ve hedefler
belirlenmiş durumda. OECD ülkeleri bu hedeflerine ulaşabilmek
için 5 temel madde üzerinde yoğunlaşmışlar. Bu 5 temel madde,
küresel çapta enerji verimliliğini, temiz enerji kaynaklarını artırmak, inovatif ve çevreye duyarlı teknolojiler geliştirmek, sera gazı
emisyonunu azaltmak ve yeni nesil enerji teknolojilerini, başka bir
deyişle alternatif enerji kaynakları teknolojilerini geliştirmektir. AB
ülkeleri ise enerji ve iklim politikalarında rekabetçilik, sürdürülebilirlik ve arz güvenliği olmak üzere 3 ana eksene odaklanmış. Bu
sayede çevresel riskleri bertaraf ederken istihdam ve ekonomik
alanda ciddi anlamda kazançlar elde edebileceklerinin çalışmalarla
ispatlamışlar. ABD’de 2 milyondan fazla ve AB’de ise 1 milyon civarında yeşil kariyer altında bir istihdam gerçekleşeceği ayrıca küresel
çapta yapılacak 8,3 trilyon dolar yatırım ile 8,6 trilyon dolar tasarruf
edilebileceği öngörülmüştür. Bu bağlamda mimarlarımız ve mühendislerimizin ürettikleri proaktif çözümlerle gerek teknoloji gelişim
süreçlerindeki katkıları, gerek halkın bu konularda doğru bir şekilde
bilinçlendirilmesi, gerekse yeni iş kollarında çalışacak vasıflı eleman
yetiştirilmesi ve böylelikle istihdam konusunda yapacakları katkının
ülkemiz açısından çok önemli olduğuna inanıyorum ve bu çalışmalarında dolayı kendilerine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.
Bu ekonomide ülkemizi ciddi anlamda tehditler ve fırsatlar bekliyor.
Enerjide büyük bir ölçüde dışa bağlı olan ülkemizde her geçen gün
artan enerji ihtiyacımız bizi kullandığımız enerjiyi daha verimli kullanmaya, arz-talep dengesini sağlamaya, geliştireceğimiz teknolojilerle yerli kaynaklarımıza yönelmeye ve bu süreçlerin daha çevreci
olmasına zorluyor. Bildiğiniz üzere Kyoto Protokolü’ne taraf olmuş
bir ülkeyiz. Bu protokolle birçok yükümlülüğün altına girmiş olduk.
Bunlardan bir tanesi de küresel ısınmayı tetikleyen sera gazlarından biri olan karbon salınımını azaltmamızdır. Bildiğiniz üzere karbon piyasaları kuruldu. Bu piyasalarda fazla gelen kotalar satabilir,
ihtiyaç duyulan kadar kota satın alabilirsiniz. Kotayı aştıktan sonra
havaya fazladan verdiğimiz karbon gazı, üreticimiz ve tüketicimizin
yani ülkemizin cebinden para çıkacağı anlamına geliyor.
Ülkemizde fosil yakıtların yerini alacak olan çevre dostu enerji kaynaklarına yönelik fizibilite çalışmaları yapılmıştır. Elektrik İşleri Etüd
İdaresi yeni adıyla Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü tarafından
gerçekleştirilen ve Türkiye Enerji ve Enerji Verimliliği Raporu’nda
da yer alan bu çalışmalar doğrultusunda ülkemizin bölgelerine
göre hangi enerji kaynağından ne kadar enerji elde edebileceğimiz
araştırılmıştır. Günümüz koşulları ve mevcut teknolojiler itibariyle verile baktığımızda ülkemizde rüzgar elektrik santrallerinden (RES) elde
edilebilecek elektrik potansiyeli 48 bin MW olarak öngörülmektedir.
Jeotermal potansiyelimize baktığımızda Avrupa’da 1. dünyada 3’üncü
sıradayız. Güneş enerjisi olarak ülkemizi 2 bin 700 saat/yıl ortalama
güneşlenme süresiyle, (bazı yerlerde bölgelerimizde bu oran daha
yüksektir), ülkemizin güney bölgeleri ciddi anlamda enerji üretimine
Eylül - Ekim 2012 57
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Yeni ekonomik dalga
üretimden tüketime
bütün alışkanlıklarımızı
değiştirecek. Üretim
sürecinde kullanılacak
yeni teknolojiler
bir yandan enerji
verimliliği sağlarken
diğer yandan rekabetçi
olmamızı ve doğaya
yaptığımız tahribatın
etkilerini azaltacak.
katkı sağlayabilecek potansiyele sahiptir. Hidrolikte Norveç’ten sonra
en büyük üretim kapasitesine sahibiz. AB ülkelerine baktığımızda artık
biokütle elektrik üretimi ve araçlar için yakıt üretiminde ciddi gelimleler
göstermiştir.
Ülkemiz geniş ve verimli arazileri sayesinde enerji bitkilerinin üretimi
ve enerji ormancılığı konusunda büyük gelişim gösterebilecek durumdadır. Biokütlenin diğer bir avantajı da rüzgar ve güneş enerjisi gibi
kesikli olmayıp sürekli karbon depolayabilen bir kaynak olmasıdır. Bu
potansiyelimizin tamamını kullandığımızı varsayarsak bile maalesef
artan enerji açığımızı tam olarak karşılayamıyoruz. Fakat gelişen
teknolojilerle birlikte daha da üst seviyelerde yararlanabileceğimiz bu
kaynakların yanında kurulacak nükleer enerji santrallerimizi, yüksek
teknoloji ürünleriyle geliştirilmiş termik santrallerimizi, havayı kirletmeyecek şekilde kullanılacak kömürümüzü ve enerjiye dönüştürebileceğimiz plastik atıkları da eklersek ülkemiz adına çok büyük bir başarı elde
etmiş oluruz. Bugün 11 milyar ton gibi ciddi anlamda kömür rezervlerimiz var, ülkemizin yüzde 2’lik enerji ihtiyacını karşılayabilecek plastik
atıklarımız var ve paramızı dışarı atma lüksümüz yok. Ayrıca yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanırken kullandığımız teknolojinin yerli
olması da çok önemli. Yeni ekonomik sürece yön verecek ülkeler sürekli
kendini yenileyen bir öncekinden daha verimli teknolojilerle pazar arayışı içinde olacaklar. Biz de ülke olarak teknolojiyi üreten ülke olmalıyız.
Bu süreçte de ithalatçı konuma düşersek bu durumun oluşturduğu
stratejik baskı, ithalat baskısı ve yine bu durumun cari açığa etkileri
ülkemiz adına olumsuz bir tablo olarak karşımıza çıkacaktır.
Üzerinde önemle durmamız gereken bir diğer konu da kömürdür.
Yaklaşık 11 milyar ton kömür rezervimiz bulunmakta ve her geçen
gün yeni sahalar ortaya çıkartılmaktadır. Ülke olarak yeni teknolojileri
kullanmak kaydıyla ve kömürün zararlı etkilerini de minimize ederek
mutlaka kömürümüzden faydalanmalıyız.
Milyarlarca dolar ödeyerek ithal ettiğimiz petrol ve doğal gazı mevcut
duruma baktığımızda israf ediyoruz. En basitinden büyük yatırımlarla
borular döşeyerek ülkemize getirdiğimiz doğal gazı ısınma ve soğutma
amacıyla konutlarda kullandığımız bölümünün ciddi bir kısmını yalıtım58 Mimar ve Mühendis
sız binalarımızda duvarlardan ve pencerelerden dışarıya salıveriyoruz.
Ülkemizdeki binaların yüzde 95’inden fazlasının yalıtımsız olduğu
düşünüldüğünde tablonun vahameti daha da iyi anlaşılıyor. Bununla
birlikte evlerimizde kullandığımız elektrikli aletlerin verimsizliği ve kullanımdan kaynaklanan eksiklikler elektrik sarfiyatımızı inanılmaz derecede artırmaktadır. Sanayide de durumumuz pek iç açıcı değil. Biz bir
birim üretim yapmak için gelişmiş ülkelerin 2 katı enerji harcıyoruz. Bu
durum maliyetleri artırıyor ve rekabet gücümüzü de azaltıyor ve henüz
üretim süreçlerimiz rehabilite edilmiş değil. Bu yükümlülüklerimizi yerine getirebilmek adına kamu, özel sektör ve sivil toplum örgütleri olarak
üzerimize düşeni yapmamız gerekiyor. Kısa, orta ve uzun vadede eylem
planlarımızı oluşturmamız gerekiyor.
Kamuya baktığımızda sürekli kendini güncelleyen mevzuatlarla sürecin
koşullarına ayak uyduruyor, özel sektör yaptığı yatırımlarla rekabetçi
olmaya çalışıyor, sivil toplum kuruluşları kamu ve özel sektörlerle
gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği kampanyalarla farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Buraya kadar her şey normal. Asıl başarmamız
gereken konunun sosyal ve psikolojik alt yapılarını oluşturarak yapacağımız çalışmalarla çocukta, annede, babada, ailede farkındalık oluşturabilmek olmalıdır. Her bir fert konuyu içselleştirip ailesi içerisinde
oluşturacağı kültürel dönüşümü dışarıda toplumsal bir reflekse dönüştürebilmelidir. Bunu başarabilirsek ülke olarak yeni ekonomik dalganın
üzerinde durabiliriz ve cari açığımızın en büyük kalemini oluşturan
enerji sorununa çözüm getirebiliriz.
Bu konuyu küresel çapta ele aldığımızda da teknolojiyi üreten ülkelerin
gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle aynı platformda
bir araya gelmesi, kimseye dayatmada bulunmadan kazan-kazan
anlayışıyla bu bilgi ve teknolojiyi paylaşarak küresel bir sinerji oluşturması gerekliliğine inanıyorum. Bu dünyada elektrikle tanışmamış,
kanalizasyonu olmayan, sudan mahrum ve açlıkla boğuşan birçok
insan var. Özellikle gelişmiş ülkelerin üretim ve tüketim alışkanlıklarıyla
bu insanların dünyasını kirletme, çeşitli afetlere maruz kalmalarına
sebebiyet verme lüksü yok. Bu yüzden oluşacak küresel mutabakatla
herkesin sorununa birlikte çözüm getirmeliyiz.
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Abdullah NADAR
TÜBİTAK MAM Enerji Enstitüsü, Elektrik Elektronik mühendisi
AKILLI ŞEBEKELER
Akıllı Şebeke (Smart Grid), bilgi ve iletişim
teknolojilerinin elektrik üretimi, iletimi ve
dağıtımının verimliliği artırmak amacıyla
kullanılması sonucu elektrik şebekesinin
yenilenmesidir. Bu makalede akıllı
şebekelerle ilgili son yeniliklere değinilecektir.
AKILLI ŞEBEKE AÇIKLAMALARI ve TANIMLARI
Bir taraftan elektrik kullanımının artmasına yönelik gelişmeler
(elektrikli ev aletler, elektrikli araçlar, elektrikli ısıtma-soğutma sistemler vb.) ile diğer taraftan yenilenebilir, temiz enerji
kaynaklarının fosil ve nükleer kaynakların yerini alıyor olması
ve tüketimin ekonomik kurallara bağlanıyor olması gibi
sebeplerden ötürü akıllı şebeke ihtiyacı hızla artmakta, bu
alanda araştırmalar, çözümler ve ürünler geliştirilmektedir.
Artan elektrik enerji talebi merkezcil üretimin gelişmesine
sebep olmakla birlikte, yeni iletim şebeke yatırımları ve var
olan iletim şebekesinin yenilenme ihtiyacı elektrik enerjisinin
mümkün olduğunca tüketileceği yerde üretilmesini gündeme
getirmektedir. Teknik anlamda bu yaklaşıma dağıtık üretim
adı verilir. Her ne kadar dağıtık üretim pek çok olanak sağlıyor gözükse de çözülmesi gereken sorunları da beraberinde
getirmektedir. Bu sorunlara örnek olarak aşağıdaki durumlar
sıralanabilir;
• Üretim – tüketim dengesinin sağlanması,
• Şebekenin koruması (Protection),
• Tüketim yönetimi,
• Enerji depolama İhtiyacı,
• Arıza yönetimi,
• Şebeke yönetim sistemi (donanım, yazılım, haberleşme) vb.
Dağıtım sistemi de oluşan arızaları kendi kendine tespit edip
kısa sürede giderebilmesi,
• Yüksek güvenilirlikte kaliteli enerji sunabilmesi,
• Siber saldırılara dirençli olması,
• Farklı çeşitte dağıtık enerji üretim tesislerini barındırabilmesi,
• Varlık yönetimini (asset management) optimize edilmesi,
• Yatırım - işletme - bakım masraflarını minimize ederek
son kullanıcı için enerji maliyetini düşürmesi,
Bu özellikler ile elektrik dağıtım şebekesinin akıllı olabilmesine yönelik ihtiyaçlar;
• Dağıtım sistemlerinde akıllı sayaç uygulamaları,
• Dağıtım otomasyonu sistemi
• Dağıtık üretim tesislerini içeren dağıtım sistemlerinin
işletme ve planlaması ile sağlanabilir.
Günümüzde yukarıdaki sorunları çözümlemek amacıyla elektrik dağıtım sisteminin en azından aşağıdaki teknik özelliklere
sahip olması beklenilmektedir.
60 Mimar ve Mühendis
AKILLI ŞEBEKE ÖZELLİKLERİ
1.Yenilenebilir Enerji Kaynakları
ve Dağıtım Şebekesine Entegrasyonu:
Konvansiyonel enerji kaynaklarına (fosil yakıt, nükleer, doğal
gaz v.b) alternatif olarak sunulan ve doğada kapalı bir döngü
içerisinde varlığını koruyan enerji kaynaklardır. Rüzgâr, güneş,
hidrojen, hidroelektrik, dalga, gel-git, jeotermal v.b. kaynaklar
buna örnektir. Doğada sürekli var olan faktörlere dayalı olan
bu kaynakların en önemli özelliği ise yenilenebilir olmaları ve
doğaya zarar vermemeleridir. Alternatif enerji kaynaklarına
dayalı olan dağıtık üretim sistemlerinin elektrik dağıtım şebe-
kesi üzerinde nasıl bir etki yapacağı tartışılan bir konudur. Örneğin
Rüzgâr Santralleri temel veya emre amade bir santral tipi değildir.
Çoğu türbin tipinin tasarımı gereği her şebeke gerilimi kesintisinde veya şebeke geriliminin belirli bir değerin altına düşmesi
durumunda devre dışı kalmakta ve tekrar enerji üretebilmesi için
şebeke gerilimini alması gerekmektedir. Buradan hareketle her bir
santral tipinin şebeke üzerinde oluşturacağı etkilerin farklı olacağı
sonucu çıkarılabilir. Buna göre santral tiplerine göre ayrı ayrı bağlantı standartların geliştirilmesi kaçınılmazdır. Her bir santral tipine
göre (kojenerasyon tipi birleşik ısı, hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle, biyogaz, biyodizel v.b.) ayrı ayrı şebekeye bağlantı
kriterleri geliştirilmektedir. Bu kriterler geliştirilirken generatörün
tipi (senkron/asenkron), şebekeye güç aktarım metodu (evirgeçli/
evirgeçsiz) ve birincil enerji kaynağının devamlılığı (güneş, rüzgar,
biyokütle) göz önüne alınmalıdır.
ve sinyaller belirsiz olduğunda doğru karar verme yeteneğine sahip
değildirler). Son zamanlarda yukarıda belirtilen problemlere çözüm
geliştirmek amacıyla bulanık mantık kontrolör gibi akıllı yöntemlerin adaptif koruma açısından uygulanması literatürde dikkat çekici
bir hale gelmiştir.
Şekil 2. Akıllı Şebeke Teknoloji Alanları
Şekil 1. Akıllı Şebeke
2.Koruma Sistemlerinin Adaptasyonu:
Elektrik dağıtım şebekesinde kullanılmakta olan mevcut geleneksel
koruma sistemlerinde aşırı akım, aşırı gerilim, mesafe koruma vb.
birçok koruma rölesi bulunmaktadır. Özellikle aşırı akım röleleri
güç sistem korumasında önemli bir kullanım alanına sahiptir. Aşırı
akım rölelerinin ters zaman karakteristikleri, arıza akımı ayarlanan akım değerinden ne kadar büyük ise çalışmadaki zaman
gecikmesinin o kadar kısa olması temeline dayanmaktadır. Aşırı
akım rölesinin görevi, herhangi bir arızada mümkün olan en kısa
zamanda devreye girerek sistemde sadece arızalı bölgenin devre
dışı kalmasını ve sistemin geri kalanının bu arızadan etkilenmeden
çalışmaya devam edecek şekilde seçiciliğini sağlamaktır [1]. İletim hatlarının korunması hususunda geliştirilen neredeyse bütün
geleneksel yöntemler korunacak sisteme ait bir model üzerinden
gerçekleştirilen hesaplamaları temel almaktadır. Bu durum sistem
modelinin karmaşıklığından, modele ait bütün parametrelerin tam
olarak bilinememesinden, işlenmesi gereken verinin büyüklüğünden
ve sistemdeki farklı işletim durumlarına karşı sabit çalışma kuralları
içerdiğinden dolayı korumada zorluklara yol açmaktadır (örneğin
konvansiyonel yöntemler, değişken işletim koşullarına adapte olma
3.Arz Güvenliği:
Arz güvenliği, tüketiciye sunulan elektrik enerjisinin kalitesi ve
sürekliliği ile doğrudan ilgilidir. Bu amaçla sistemin bileşenlerini
herhangi bir tehlikeye atmadan güncel teknolojileri şebekenin daha
verimli ve güvenilir bir şekilde işletilebilmesi için geliştirilen uygulamaların bütünüdür. Bu anlamda yönetmelikler ve standartlarla
belirlenmiş olan sınır değerlerini korumak ve takip etmek amacıyla
elektrik dağıtım şebekesinin sürekli olarak izlenmesi ile işletme
sırasında sınır değerlerine ulaşılması veya aşılması durumuna
müdahale özelliği olan ve uygun hassasiyette şebekeye müdahale
edecek veya katkıda bulunacak bilgi teknolojisi ürünlerin geliştirilmesi yapılmaktadır [2]. Arz Güvenliğinin sağlanması için tüketici,
enerji yönetim sistemi/dağıtım yönetim sistemi, trafo merkezi
otomasyonu, dağıtım fider otomasyonu [3], gerilim regülasyonu,
Reaktif Güç Kompanzasyonu konularına çözümler üretmek gerekmektedir.
4.Coğrafi Bilgi Sistemi – CBS (Geographic Information
System: GIS)
Coğrafi Bilgi Sistemleri Elektrik Dağıtım Şebekesi yönetimi için
vazgeçilmez bir araçtır. Planlama, Varlık Yönetimi, Şebeke Yük
Akış Hesapları, Enerji Kesinti Süresi Zamanı ve Sıkılığı Endeksleri
(SAIDI-SAIFI) ve Güvenlik ile ilgili konulardaki yazılım paketleri ve
bu paketlerin birbirleri ile olan interaktif ilişkileri ile coğrafi bilgi
sistemi akıllı şebekeleri oluşturan ana birimlerdir [4].
5.Talep Yönetimi:
Genel elektrik talebi kış aylarında ısıtma ve aydınlatma, yaz aylarında ise soğutma (klima) ihtiyacına bağlı olarak bölgesel ve mevsimsel farklılıklar oluşturur. Toplam talebe karşılık gelen yükün, uzun
vadede ekonomik ve nüfus büyümesiyle ilişkisinin yanı sıra kısa
vadede doğa ve hava koşulları ile sosyal gelişimlere bağlı olarak
saatlik değişimi de elektrik üretim maliyetlerinin belirlenmesinde
Eylül - Ekim 2012 61
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
önemli faktörlerden birisidir.
Akıllı Sayaçlar [5]: Elektrik Sayaçları, akıllı şebekelerin en önemli
parçalarından birisidir. Gelişen teknolojiye paralel olarak, sayaçların yapısal ve fonksiyonel gelişimi de gerçekleşmektedir. Bununla
birlikte ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçların karşılanmasına olanak tanıyan
altyapılar da uyumluluk göstermektedir. Elektronik alanındaki
gelişmelere ilave olarak çağın ihtiyaçları, sayaçların elektronik bir
yapıya kavuşması ile bir çözüme kavuşmaktadır. İlk jenerasyon
olarak değerlendirilen elektronik sayaçlar tüketici ve işletmeci
için pek çok kolaylığı beraberinde getirmiştir. Günümüzde ise artık
sadece elektronik değil aynı zamanda haberleşme altyapısıyla anlık
kararlar verebilen ve topladığı bilgileri uzaktan izleyerek değerlendirebilen Akıllı Sayaçlar uygulama boyutunda çok büyük rakamlara
ulaşmaktadır.
olması gerekir. Bağımsız bir kurum tarafında işletilecek bir sunucu
vasıtasıyla bu altyapı sağlanabilir. Bahsi geçen birim bağımsız üyeler,
kamu ve tüketici temsilcileri tarafından kontrol edilen sunucu bir posta
ofisi şeklinde olacak, özel bir yapıda olması ile de en güvenilir sonucu
verecektir.
Örneğin 2000-2006 yılları arasında İtalya’nın tamamında uygulanan Telegestore projesinde yaklaşık 30 milyon akıllı sayaç 2.1 Milyar
Euro harcanarak tüm abonelere sağlanmıştır. Bu projenin en büyük
amacı faturalandırma, müşteri takip, arıza tespit gibi özellikleri ile
birlikte Talep Yönetimini sağlamaktır. Nitekim bu sayede, İtalyan
Elektrik Dağıtım sektörü yılda 500 Milyon Euro gelir elde etmektedir.
Dikkate değer bir uygulama ise Malta’da gerçekleştirilmektedir. Bu
projede 80 Milyon Euro’luk sayaç yatırımı Malta Adasının tamamına
uygulanacak ve böylelikle Uz Yönetim Sistemi uygulaması kolaylıkla
gerçekleştirilecektir.
TÜRKİYE’DE AKILLI ŞEBEKELER
Ülkeler, gelişmişlikleriyle orantılı olarak tüm vatandaşları için elektrik arz
güvenliği ve elektrik kalitesini sürekli olarak sağlamakla yükümlüdür. Bu
amaçla Elektrik Piyasası Denetleme Kurumu kontrolünde yapılandırma
ve işletme denetimi 20/2/2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası
Kanunu ile tarif edilen “Elektrik Şebeke Yönetmeliği” ile yapılmaktadır.
Teknik anlamda da elektrik sistemi için standart bir yapı üzerinde güncel teknik ve teknolojiler kullanılmaktadır. Elektrik şebekeleri genelde
iletim ve dağıtım olmak üzere ikiye ayrılır. İletim Şebekesi, ülkemizde
genellikle yüksek gerilim olarak 380 kV ve 154 kV kullanılmaktadır. İletim
şebeke yapısı içerisinde gerekli noktalara kurulan merkezler ile iletim
seviyesinde arz güvenliği ve elektrik kalitesinin sürekliliğini sağlamakla
birlikte koruma, kumanda ve izleme yapılmasına yönelik üretim – tüketim dengesinin izlenmesine imkân tanıyan altyapılar oluşturulmuştur.
Ankara’da bulunan Milli Yük Tevzii Merkezi (MYTM)’nde kurulu bulunan
Gözetimli Denetim Sistemi (Supevisory Control and Data Acqusion –
SCADA) vasıtasıyla bağlı bulunan iletim merkezlerinden alınan bilgiler ile
anlık olarak tüm Türkiye’nin üretim-tüketim bilgileri, gerilim ve frekans
bilgileri izlenmekle birlikte sınır değerlere göre üretim-tüketim yönetilmektedir. Aynı zamanda elektrik ticaretinin uygulaması da bu merkezden yapılmaktadır. Dağıtım şebekesi, ülkemizde halihazırda 33 kV, ve
altı gerilim seviyesinden havai, ve yeraltı elektrik dağıtım şebekesinin
hat uzunluğu yaklaşık 1 milyon kilometreyi bulmaktadır. Yurt çapında
döşenmiş elektrik dağıtım hatları yaklaşık 34 milyon abone için yüksek
gerilim seviyesinden sonraki dağıtıma hizmet etmektedir. Türkiye’de
daha önce TEDAŞ tarafından yapılan dağıtım işletmesi, 21 dağıtım
bölgesine ayrılarak özelleştirilmeleri gerçekleşmektedir. Ancak modern
bir elektrik şebekesi için tespit edilen sorunların üstesinden gelmek için
gerekli olan Ar-Ge çalışmaları tüm dünyada başlamış olup, ülkemizde de
bu konularla ilgili ihtiyaçları yönelik çözümler üzerinde çalışılmaktadır.
Türkiye, Avrupa Birliği Çerçeve Programlarına (AB-ÇP) daha çok TÜBİTAK üzerinden katılmakta ve TÜBİTAK bünyesinde kurulan organizasyonla programları takip etmektedir. Bu sayede özellikle AB’de yapılan
projeler hakkında bilgi sahibi olmakta, bu tür projeleri yapan gruplar ile
tanışılmakta ve kurumların altyapıları incelenmektedir. Bu çalışmalardan
ve geçmişteki tecrübelerden de faydalanarak TÜBİTAK MAM Enerji
Enstitüsü Akıllı Şebekeler ile ilgili aşağıdaki projeler gerçekleştirilmekte
olup konu ile ilgili bazı AB proje önerilerinde de yer almaktadır.
6.Akıllı Şebekelerde Güvenlik [6]:
Akıllı şebeke konusundaki en büyük soru işaretlerinden biri de perakende rekabet çerçevesinde tüketicinin ürettiği istatistiklerin korunması,
saklanması ve erişimidir. Bu verilerin toplanması, kaydedilmesi ve
sadece perakende satış şirketi ile tüketicinin kendisine verilmesi için
hem bilişimsel hem de hukuksal bazı düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu
verileri toplama hakkına sahip kişilerin çok sağlam bir altyapıya sahip
TÜRKİYE’DE AKILLI ŞEBEKE AR-GE ÇALIŞMALARI [6]:
Bugün ülkemizde yapılmakta olan akıllı şebeke Ar-Ge çalışmalarında
bir koordinasyona mutlaka ihtiyaç vardır. Elektrikli araçlar, yenilenebilir
enerji, depolama sistemleri, beyaz eşyalar, sayaçlara kadar belki ilk
etapta tamamı olmasa da, Ar-Ge payının artırılması noktasında ortak
çalışmaların ve koordinasyonun yapılması gerekmektedir. TÜBİTAK
MAM Enerji Enstitüsü bu konuda AB çapındaki Smart Grid Ar-Ge
Elektrik Sayaçları, akıllı şebekelerin en önemli
parçalarından birisidir. Gelişen teknolojiye
paralel olarak, sayaçların yapısal ve fonksiyonel
gelişimi de gerçekleşmektedir.
Şekil 3. Akıllı Sayaçlar
62 Mimar ve Mühendis
çalışmalarına hem destek vermekte hem de alt komisyonlarda görev
yapmaktadır. Yapılması gereken, bu tecrübe ve çalışmaların belirli bir
sistematik ile ülke çapına yayılmasını sağlamaktır.
Şekil 4. Telegestore Otomatik Sayaç Yönetim Mimarisi
DÜNYA AKILLI ŞEBEKE ÇALIŞMALARI
Avrupa Birliği (AB) Akıllı Şebekeler (Smart Grid) konusunda “EU
Commission Task-Force for Smart Grids Smart Metering Mandate
(M/441) and Smart Grids Mandate (M/490)” yönetmelik çalışmalarını yayınlamış ve projelerin bu yönetmeliklere uymasını beklemektedir. Avrupa’da Akıllı Şebekeler konusunda yapılan/yapılmakta olan
2006 – 2015 yılları arasında 22 değişik Avrupa ülkesinin 221 projesi
bulunmaktadır. Avrupa Stratejik Enerji Teknoloji Planı (SET Plan)’ında
belirlediği 20-20-20 (2020 yılında %20 karbon salınımının azaltılması, yüzde 20 yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ile enerji
etkinliğin yüzde 20 artırılması) hedefi doğrultusunda enerji alanında
pek çok çalışma başlatmıştır. Bu çalışmalardaki asıl amaç; hedeflere
ulaşırken AB ülkelerinin insan ve mali kaynaklarını bir araya getirerek ortak sorunlara bir noktadan daha güçlü ve kapsamlı çözümler
üretmektir. AB’nin bir amacı da aynı konularda çalışma yapacak olan
birden fazla ülkenin insan ve mali kaynak israfını önleyerek daha fazla
konuda Araştırma- Geliştirme ve Uygulama yapabilmektir. Bu amaçla
oluşturulan birlikler sayesinde öncelikle ihtiyaçları belirlemek, üzerinde
çalışılacak konularda gelinen noktaları tespit etmek, daha sonra bu
konularda eksik alanlarda yapılacak çalışmaları ortaya koyarak kısa,
orta ve uzun vade de yeni Araştırma-Geliştirme ve Uygulama projeleri
oluşturmak ana hedefe ulaşmada kullanılan yöntemlerden birisidir.
Bu amaçla AB bünyesinde özellikle akıllı şebekeler konusunda çalışan
aşağıdaki birlikler ve gruplar oluşturulmuştur.
• EERA – SGJP: European Energy Research Alliance Smart Grid
Joint Program
• EEGI SG: European Electricity Grid Initiatives For Smart Grid
• ERA-NET SG: European Research Assoc. Network For Smart Grid
• SMARTGRIDS: Smart Grids European Technology Platform
Bu gruplara ülkeler yukarıdaki hedeflere yönelik katkı sağlamakla
birlikte konular üzerinde çalışan uzmanların bir araya gelmesinin
bir başka amacı ise, ilgili konularda Avrupa Birliği Çerçeve Program
(AB-ÇP)’ları projelerine ortak olarak katılabilmek ve ileride yine bu
programlar için açılacak çağrılara önceden hazırlanmaktır.
Massachusetts Institute of Technology (MIT) bu konuda detaylı bir
AB ve Avrupa haricinde Çin, Güney Kore, Kanada
ve Avustralya’da akıllı şebekeler ile yakından
ilgilenmeye başlamıştır [8]. Avustralya hükümeti
iletim sisteminin modernizasyonu için 100
milyon dolar bütçe ayırmıştır.
çalışma yaparak Elektrik Şebekesinin Geleceği İçin Çalışmalar (Study
On The Future Of The Electric Grid) başlıklı bir rapor hazırlamıştır [7].
Bu çalışmada Amerika Birleşik Devletleri’nin gelecekteki elektrik şebekesinin nasıl olması gerektiği ve bu konuda yönetmeliklerden, tüketici
beklentilerine ve teknolojilere kadar pek çok konuda öneriler bulunmaktadır. Üzerinde çalışması önerilen konular aşağıda sıralanmıştır.
• Federal Enerji Düzenleme Komisyonlarının Çalışmaları,
• Özerk olarak kurulacak bir kurulun siber saldırılara karşı alınacak
önlemler ve yöntemleri belirlemesi,
• Şebekenin etkinliğini arttırmak için ileri sayaç okuma tekniklerinin arttırılması,
• Enerji tasarrufu ve dağıtık üretimin arttırılması için tüketici ve
üreticilere uygulanacak teşvik mekanizmalarının detaylandırılması
• Elektrik sanayisinde yeni teknolojileri etkin kılmak için Ar-Ge
fonlarının arttırılması,
• Karmaşık ve dinamik bir ortamda karar mekanizmalarının olumlu
karar verebilmesi için uygulamalı akıllı şebeke projelerinin gerçekleştirilmesi.
AB ve Avrupa haricinde Çin, Güney Kore, Kanada ve Avustralya’da akıllı
şebekeler ile yakından ilgilenmeye başlamıştır [8]. Avustralya hükümeti
iletim sisteminin modernizasyonu için 100 milyon dolar bütçe ayırmıştır. Mayıs 2009’da Çin ülke geneli için akıllı şebekeler yol haritasını açıklamıştır. 2008 yılı Ağustos ayında Güney Kore devlet başkanı
ülkenin emisyon hedefleri için açıklama yaparken karbon salınımının
azaltılması konusunda akıllı şebekelerin önemini vurgulamıştır ve 2009
yılında Güney Kore’de Kore Akıllı Şebeke Enstitüsü kurulmuştur.
REFERANSLAR
[1] A. A. B. Z. Abidin, A. K. Ramasamy, F. H. Nagi, I. B. Z. Abidin, ; Determination of
overcurrent time delay using fuzzy logic relays, Innovative Technologies in Intelligent
Systems and Industrial Applications, 2009. CITISIA 2009
[2] “Smard Grids Technology Roadmaps”, International Energy Agency, 9 rue de la
Fédération, 75739 Paris Cedex 15, France, www.iea.org, OECD/IEA, 2011
[3] C.Şahin, A.Nadar, “Akıllı Dağıtım Otomasyonu Sistemi”, Elektrik - Elektronik - Bilgisayar Mühendisliği Sempozyumu ve Fuarı, ELECO’2010, IEEE ISBN: 978-1-42449588-7, page(s): 123
[4] C.Emiroğlu, K.Tanrıöven, F.Akbulut, “Elektrik Dağıtım Sistemlerinde GIS Uygulamaları”, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, Ulusal Coğrafi Bilgi Sistemleri
Kongresi, 30 Ekim –02 Kasım 2007, KTÜ, Trabzon
[5 A. Nadar., “Elektronik Sayaç Uygulamaları ve Sorunları”, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Dergisi, Sayı: 411, Aralık 2001, Türkiye
[6] A.Nadar, B.Sanlı, “Akıllı Şebekeler İçin Arge ve Güvenlik. Düzleminde. Türkiye İçin
Öneriler”. ICCI 2012, Nisan 2012, İstanbul
[7] Study on the Future of the Electric Grid, http://web.mit.edu/mitei/research/studies/
the-electric-grid-2011.shtml, ISBN 978-0-9828008-6-7
[8] B.Sanlı, A.Hınç, “Paydaşların Bakış Açısıyla Akıllı Şebekeler ve Türkiye İçin Yol Haritası Önerisi” http://www.barissanli.com/
Eylül - Ekim 2012 63
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Doç. Dr. Şakir ŞAHİN
S.D.Ü Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Müh.
Öğr. Gör. İbrahim GENÇ
S.D.Ü Yalvaç Meslek Yüksek Okulu, Elektrik ve Elektronik Müh.
Yrd. Doç. Dr. Erkan DİKMEN
S.D.Ü Teknoloji Fakültesi, Enerji Sistemleri Müh.
Öğr. Gör. İsmail İlke KÖSE
S.D.Ü Yalvaç Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu, Makine Bölümü
TÜRKİYE’DE YENİLENEBİLİR ENERJİ
KAYNAKLARI POTANSİYELİ
Y
Dünyada çevre kirliliği ile ilgili problemler
arttıkça yenilenebilir enerji kaynaklarının
önemi artmış ve bunlarla ilgili çalışma da
destek görmeye başlamıştır. Diğer yandan
fosil yakıtların insan sağlığına verdiği zararlar
ile nükleer enerji kaynaklarının toplumsal,
çevresel ve ekonomik açıdan oldukça
maliyetli olması nedeniyle yenilenebilir
enerji kaynaklarının değerlendirilmesi yoluna
gidilmektedir.
apılan çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre 2025 yılına
kadar dünyada üretilen toplam elektrik enerjisinin yaklaşık
%10-15’lik bölümünün yenilenebilir/alternatif enerji kaynaklarından karşılanacağı tahmin edilmektedir. Bu çalışmada
Türkiye’nin sahip olduğu yenilenebilir enerji kaynakları incelenerek, mevcut durum ve sahip olunan potansiyeli daha
verimli olarak kullanabilme imkânları ortaya konulmuştur.
Ülkemizde bulunan yenilenebilir enerji kaynaklarının potansiyeli araştırılarak ülkemize olan katkısı ortaya konulmuştur.
Ortaya çıkan sonuçlara göre enerji sorununun çözüm yollarına ilişkin önerilerde de bulunulmuştur.
tadır. Gelişmiş ülkelerle rekabet edebilirliğimizi yükseltmenin koşulu yeni teknolojiler geliştirerek yenilenebilir enerji
potansiyelimizi ekonomimize katma değer değer sağlayacak şekilde geliştirmektir. Yapılan araştırmalar yenilenebilir
enerji sektörünün tüm diğer enerji sektörlerine kıyasla en
fazla istihdam yaratan sektör olduğunu göstermektedir.
Hayatımızda önemli bir yer tutan enerji hem gelişmiş hem
de gelişmekte olan ülkelerin en önemli ihtiyacı haline gelmiştir. Günümüzde enerji üretim ve tüketimi, ülkelerin gelişmişlik derecesini belirleyen bir ölçüt olarak ortaya çıkmıştır.
Günümüzde enerji yalnızca ekonomik bir güç olmaktan
çıkarak uluslararası platformda ülkelerin hem rekabet
gücünü hem de siyasi ve ekonomik hâkimiyetini belirleyen
bir kaynak olarak kendini göstermektedir. Bu bağlamada
enerjinin güvenliği, temin edilebilir olması, sürdürülebilirliği
ve erişim kolaylığı ülkeler için büyük önem arz etmektedir.
1. GİRİŞ
T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, yenilenebilir enerjiyi
“Doğanın kendi evrimi içinde bir sonraki gün aynen mevcut
olabilen enerji kaynağı” olarak tanımlanmaktadır. Rüzgâr,
jeotermal, güneş, hidroelektrik, biokütle, dalga gibi enerjiler
bu yönüyle yenilenebilir enerji sınıfındadır. Bu kaynakların
çevre dostu olması, dışa bağımlığı azaltması, istihdamı
artırıcı bir etkisinin olması en büyük özellikleridir. Türkiye
potansiyeli yüksek olmasına rağmen teknolojik yetersizlikler,
bürokratik engeller, gereken teşviklerin sağlanamayışından
ötürü bu kaynaklardan etkin bir şekilde faydalanamamak64 Mimar ve Mühendis
2. YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARI ve BU
ENERJİ KAYNAKLARININ TÜRKİYE’DEKİ DURUMU
Yenilenebilir enerji, “doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağını” ifade
etmektedir. Yenilebilir enerji kaynakları jeotermal, rüzgâr,
güneş, hidroelektrik, dalga enerjisidir.
2.1. Jeotermal Enerji ve Türkiye’deki Durumu
Yerküre ısısı olarak da tanımlanan jeotermal enerji, yerkabuğu
içinde erişilebilir derinliklerdeki geçirimli kayaçların içinde bulunan ısı enerjisidir. Isı sıcaklığına göre, jeotermal enerji çeşitli
alanlarda kullanılabilmektedir. Enerji kaynağı olarak jeotermal
enerji, elektrik üretmede 1913’ten bu yana kullanılmaktadır
(Demirbaş, 2009). Jeotermal enerjiyi kullanma terimi, yüzme,
banyo, balneoloji (yüzde 42), alan ısıtma (yüzde 35), seralar
(yüzde 9), balık çiftliği (yüzde 6) ve endüstride (yüzde 6) kullanımları içerir. 2000 yılında jeotermal kaynaklar 80’den fazla
ülkede tanımlanmıştır ve 58 ülkede jeotermal enerjiden faydalanıldığı kayıtlara geçmiştir. Şekil 1’de ülkemizdeki jeotermal
sahalar görülmektedir. Ülkemizdeki jeotermal enerji potansiyeli
oluşturan sahalar Batı Anadolu’da (yüzde 77,9) yoğunlaşmıştır.
Bu bölgedeki enerji potansiyelinin sadece yüzde 13’ü, diğer bir
deyişle 4.000 MW’a kadar olan kısmı kullanmaktadır.
Şekil 1. Türkiye Jeotermal Haritası
2.2. Rüzgâr Enerji ve Türkiye’de Rüzgâr Enerjinin Durumu
Rüzgâr, güneşin yeryüzündeki farklı yüzeylerin, farklı hızlarda
ısınıp soğumasıyla oluşmaktadır. Rüzgâr, yel değirmenlerinin
milini döndürmede, yelkenli gemilerin yüzdürülmelerinde, su
pompalama sistemlerinde kullanılmıştır. Rüzgâr enerjisinin temiz
ve sınırsız bir kaynak özelliğine sahip olması, girdinin ücretsiz
oluşu, enerji arzını çeşitlendirerek enerji güvenliği sağlaması,
dış kaynaklı yakıt ithaline ihtiyaç duymaması, üretim tesislerinin
çok çabuk inşa edilebilmesi ve tesisin kurulduğu alanda tarım ve
sanayi faaliyetlerinin de yürütülebilmesi gibi çok sayıda sağladığı
avantajdan ötürü bu sektöre ülkemizin hızlı bir şekilde yatırım
yapılması gerekmektedir. Ayrıca rüzgâr türbinlerinin kurulumu ile
kırsal alanda önemli istihdam sağlanmış olunur. Rüzgâr enerjisinden elektrik enerjisi üreten sistemler bu yüzyılın başlarında
tesis edilmeye başlanmış ve 1910 yılına kadar 5 ile 25 kW lık
güçler üretebilen tesisler hizmete girmiştir. Şekil 2’de ülkemiz
orta şiddette rüzgâr hızlarına sahip geniş bölgeler ve rüzgâr gücü
yoğunluğu iç bölgelerimizde artmaktadır.
Şekil 2. Türkiye Rüzgar Atlası (MGM) Kaynak: http://www.mgm.gov.tr/arastirma/yenilenebilir-enerji.aspx?s=ruzgaratlasi
Eylül - Ekim 2012 65
DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
2.3 Güneş Enerji ve Türkiye’de Güneş Enerjinin Durumu
En büyük yenilenebilir enerji kaynağı olan güneş, çekirdeğinde yer
alan füzyon süreci ile ortaya çıkan ışıma ile enerjisini oluşturmaktadır. Güneşin 150 milyon km öteden dünyaya ulaşan çok küçük bir
kısmı bile, tüm dünyadaki mevcut kaynakları kullanarak oluşturabilecek olan enerjiden kat kat fazladır. Ülkemiz coğrafi konumu itibariyle, güneş ışınlarını oldukça iyi bir şekilde alabilmektedir. Güneşlenme
süresi saatlik veriler itibari ile en yüksek olan bölgemiz 3016 saatlik
yıllık ortalama güneşlenme süresi ile Güneydoğu Anadolu bölgesidir.
Bu bölgemizi sırasıyla Akdeniz, Ege, İç Anadolu, Doğu Anadolu, Marmara ve son olarak da 1966 saat güneşlenme süresi ile Karadeniz
bölgesi izlemektedir. Güneş enerjisi ile elektrik üretimi için kullanılan
fotovoltaik panellerin gelişmeleri ile verimleri yüzde 20’lere ulaşmıştır. Şekil. 3‘te güneş potansiyel haritası görülmaktedir.
Şekil 3. Güneş Potansiyel Haritası (http://www.teknodan.com.tr/download/roportaj.pdf)
2.4. Hidroelektrik Enerji ve Türkiye’de Durumu
Hidroelektrik enerji, suyun potansiyel enerjisinin kinetik enerjiye dönüştürülmesi ile elde edilmektedir. Ülkemizdeki mevcut yağış miktarları ve
akarsularımızın durumu göz önüne alındığında bu enerji kaynağından
güvenilir olarak tam kapasite ile yararlanma oranımız yaklaşık yüzde
75 dolaylarında olabilecektir. Ekonomik olarak yararlanılabilir hidroelektrik potansiyel ise, bir akarsu havzasının hidroelektrik enerji üretiminin ekonomik optimizasyonunun sınır değerini gösteren, gerek teknik
açıdan geliştirilebilmesi mümkün gerekse de ekonomik yönden tutarlı
olan tüm hidroelektrik projelerin toplam üretimi olarak tanımlanabilir.
Türkiye’de teknik yönden değerlendirilebilir hidroelektrik enerji potansiyeli 216 milyar kWh civarındadır (Elektrik İşleri Etüt İdaresi). Hidroelektrik santrallerin üretimi, yağış koşullarına bağımlı olduğundan her
yıl toplam üretim içindeki payı değişim göstermekle birlikte, Türkiye’de
elektrik enerjisinin yaklaşık yüzde 20-30’u sudan üretilmektedir. Bu
açıdan mevsimin beklentilerin altında bir yağış ile kapanması bu alanda enerji üretimini olumsuz yönde etkileyebilmektedir.
2.5. Dalga Enerji ve Türkiye’de Durumu
Deniz dalga enerjisi, deniz akıntıları enerjisi ve med-cezir enerjisi
olarak tanımlanabilmektedir. Ülkemizin Marmara hariç açık deniz kıyı
uzunluğu yaklaşık 8210 km’dir. Turizm, balıkçılık gibi nedenlerle en
fazla 5’te 1 oranında kullanılabilir ve yıllık olarak 18.5 TWh/yıl düzeyinde bir enerji elde edilebilmektedir. Mersin, Antalya ve Ege’deki denize
dik yamaçlar deniz suyundan elektrik üretimi için en verimli alanlar olarak ön plana çıkmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu denizlerdeki dalga
oluşumları ve özellikleri bakımından en iyi alanının Karadeniz kıyı şeridi
olduğu bilinmektedir (www.enerji.gov.tr). Elektriğin üretim ve tüketim
yerinin birbirine çok yakın olması ekstra harcamaları karşılayacağı gibi
66 Mimar ve Mühendis
iletim konusunda da büyük kazanç sağlanmış olacaktır.
3. SONUÇ ve ÖNERİLER
Gelişmekte olan ülkemizde, gerek nüfus gerekse de ticari potansiyel
hızla artmaktadır. Enerjinin en büyük rekabet nedeni olduğu günümüzde, ülkeler sahip oldukları kaynakların yeterli olmadığının farkındadır.
Enerji kaynakları bakımından dışa bağımlı ülkeler kategorisinde yer
alan ülkemiz, bu durumun beraberinde getirmiş olduğu ekonomik
bozukluk, cari açık, istihdam sorunu, küresel alanda rekabet eksikliği
gibi pek çok sorunlarla karşı karşıyadır. Sonuç olarak sürdürülebilir bir
yaşam için kaynakların sürdürülebilirliğinin yanında yenilenebilir olması
şarttır. Gelecek nesillere temiz ve kullanılabilir bir dünya bırakmak ve
temiz toplum hedefine ulaşmak için sürdürülebilir ve yenilenebilir kaynakların kullanılmasının teşviki sağlanmalıdır. Özellikle ülkemizde son
yıllarda verilen teşvikler kullanılmalıdır.
KAYNAKLAR
Demirbaş, A., (2009), Green Energy and Technology, Biohydrogen Future For Engine Fuel
Demands, London, Springer.
Demirtaş, S., (2010), web.ogm.gov.tr/birimler/merkez/egitim/.../AB.../sibeldemirtas.pdf, s.17.
Türkiye Jeotermal Haritası, http://www.limitsizenerji.com/multimedia/tuerkiye- jeotermal-haritası
Türkiye Rüzgar Atlası: http://www.dmi.gov.tr/2006/arastirma/arastirma arastirma.
aspx?subPg=107&Ext=htm
Türkyılmaz, O., (2008), “Türkiye’nin Yerli ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Mühendis ve
Makine Dergisi, 576, 52-64.
Turan, S., (2006), “Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Konya Ticaret Odası Dergisi, Web
erisim, 19.07.2010, www.kto.org.tr/tr/dergi/dergiyazioku.asp?yno=700&ano=61
Elektrik işleri Etüt idaresi Genel Müdürlüğü, www.eie.gov.tr/turkce/yek/hes/proje/turkeyhidro.doc
T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2012 Verileri, internet Erişim: www.enerji.gov.tr.
4. Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi
15-16 Kasım’da Atık Sektörünü Buluşturuyor
Dünyada ve Türkiye’de hayati önem taşıyan ve hızla büyüyen bir sektör haline gelen
atıkların geri dönüşümü, ekonomiye tekrar kazandırılması ve bu konudaki teknolojiler,
15-16 Kasım tarihlerinde WOW Convention Center, Yeşilköy - İstanbul’da düzenlenecek
olan IWES 2012 - 4. Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi’nde tartışılacak.
S
empozyum Başkanlığı’nı TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya’nın yaptığı IWES 2012-Atık Teknolojileri
Sempozyumu ve Sergisi, her geçen yıl daha da büyüyerek, 2 bine yakın ziyaretçisi ve profesyonel bilgi ağı ile dördüncü kez kapılarını açıyor.
IWES 2012 Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi bu yıl
KOSGEB desteği ile daha çok firmaya bu seçkin ortamda yer
alma fırsatı sunacak. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelecek
belediye, bakanlık ve özel sektör yetkilileri ile Türk yetkililer
karşılıklı bilgi alışverişinde bulunma fırsatı da yakalayacaklar.
Neden IWES?
• Hafta içi iki gün olan bu özel sempozyumda firmalar hem sunum yapma şansı buluyor, hem de açtıkları standlar ile ziyaretçilere teknolojilerini ve kendilerini tanıtma fırsatını yakalıyor.
• Kamu-özel sektör ve akademik çevreden üst düzey yetkililerin bir arada bulunacağı profesyonel ve VIP bir platform.
• Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın organize ettiği ve Atık
Yönetimi konusunun tüm boyutuyla ele alındığı “Sektör
Buluşmaları” gerçekleştiriliyor.
• Türk Dünyası Belediyeler Birliği ve Türkiye Belediyeler
Birliği katılımı ile seçkin bir iş ortamı sağlanıyor.
• Marka değerinize güç katabileceğiniz başarılı bir organizasyon.
• Yurtiçi ve yurtdışından katılımcılarla potansiyel müşteri
görüşmeleri olanağı.
• Yatırımcılar arasında işbirliği fırsatları.
> Ayrıntılı bilgi için: www.iwes.com.tr
IWES KONULARI VE ÜRÜN GRUPLARI
1. Belediye Atıkları Yönetimi
- Belediye Atıklarının Lojistiği (Toplama,
Nakliye, Optimizasyon, Aktarma
İstasyonları)
- Ambalaj Atıklarının Yönetimi (Üreticinin
Sorumluluğu, Yerel Yönetimler, Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı, Kaynağında
Ayrıştırma Lisanslı Toplama Firmaları)
- Belediye Atıklarının Bertarafı
• Düzenli Depolama
• Organik Atıkların Kompostlaştırılması
• Çöp Gazından Enerji (Depolama
Sahaları ve Arıtma Tesislerinde Elde
Edilen)
• Biyogaz-Biyometanizasyon (Anaerobik
Fermantasyon)
• Biyodizel
• Biyoetanol
• Termal Bertaraf
- Yakma
- Gazifikasyon
- Piroliz
- RDF/SRF - Atıktan Türetilmiş Yakıt
- Vahşi Depolama Sahalarının
Rehabilitasyonu
- Cadde Temizliği ve Kış ile Mücadele
•
•
•
•
•
•
•
Atık Envanteri, Toplama, Nakliye,
Ambalajlama, Sınıflandırma/Ayrıştırma,
Atık İhracı)
Endüstriyel Atık Bertarafı
Evsel Nitelikli Endüstriyel Atıkların
Bertarafı
Tehlikeli Endüstriyel Atıkların Bertarafı
Yakma ve İlave Yakma Lisansı Almış
Tesisler
Atık Borsası
Depolama
Geçici Depolama
Düzenli Depolama
5. Tıbbi Atıkların Yönetimi
- Tıbbi Atık Lojistiği (Toplama,Nakliye,
Sınıflandırma)
- Hastane Yönetiminde Tıbbi Atık
Yönetminin Önemi
- Tıbbi Atıkların Bertarafı
• Depolama
• Yakma
• Sterilizasyon
• Buhar Otoklav
• Mikrodalga ve Işınlama
2. Atık Su Yönetimi
- Atık Su ve Çöp Sızıntı Sularının Arıtımı
(Endüstriyel ve Evsel Atık Sular, Yeni
Teknolojiler ve Uygulamalar)
- Arıtma Çamurlarının Yönetimi
- Biyolojik-Mekanik Arıtmalar
3. Deniz Kaynaklı Atıkların Yönetimi
- Gemi Atıklarının Toplanması ve
Bertarafı
- Deniz Temizliği
• Kıyı
• Deniz Yüzeyi
• Dip tarama
- Atık Kabul Tesisleri (Susuzlaştırma,
Gazsızlaştırma, Bertaraf ve Geri
Kazanım Opsiyonları)
- Kaza ve/veya Acil Durum Yönetiminde
Atık Boyutu
6. İnşaat ve Hafriyat Atıklarının Yönetimi
- Toprak Kirliliği ve Yönetimi
- Kentsel Dönüşüm Projelerinde İnşaat
Atıklarının Yönetiminin Önemi
- Düzenli Depolama
- Geri Dönüşüm
• Nebati Toprakların Geri Kazanımı
• İnşaat ve Yıkıntı Atıkları (Kırıcılar,
Serme, Elleçleme vb. Ekipmanlar)
4. Sanayi Atıklarının Yönetimi
- Atık Lojistiği (Endüstriyel ve Tehlikeli
7. Özel Atıklar
- Ömrünü Tamamlamış Lastikler
-
Ömrünü Tamamlamış Araçlar
Atık Pil ve Aküler
Elektronik Atıklar ve Geri Dönüşümü
Bitkisel Yağ ve Madeni Yağların
Yönetimi ve Geri Kazanımı
8. Ölçme, Kontrol ve Laboratuar
Teknolojileri
- Endüstriyel Kirlilik ve Toz Yönetimi
- Koku Yönetimi
- Gürültü Ölçümü
- Emisyon Ölçümü
- Laboratuarlar
- Otomasyon Çözümleri ve Yazılımlar
9. Finansman ve Risk Yönetimi
Proje Finansmanı, Risk Yönetimi,
Çevre Sigortaları, PPP- Kamu –özel
Ortak Girişimleri, Uluslar Arası
Fonlar, IPA, EBRD, Dünya Bankası vb.
Karbon Piyasaları, Yerel Yönetimlerin
Finansmanı, Çevre Teknolojilerine
Yatırım Olanakları
10. Mevzuat ve Uyumlaştırma
AB Çevre Faslı Uyumlaştırma ve
Uygulama Çalışmalarında İlerlemeler,
İlgili Yürürlükteki Mevzuat ve Yeni
Yönetmelikler, Standartlar
11. Biyoteknolojiler ve Termal Bertaraf
Teknikleri
Kompostlaştırma, Biyo kurutma,
Stabilizasyon, Anaerobik ve Aerobik
Fermentasyon / Biyometanizasyon
Teknolojileri, Katalitik Dönüşüm, Termo
Kimyasal İşlemler
12. Yerel Yönetimlerin Çevre Sorunları
Ambalaj Atıkları Kontrol Yönetmeliği
(Belediyeler) Atık Toplama Merkezleri
Bilinçlendirme, Eğitim
13. Tarım ve Hayvancılık Sektörü Atıkları
Büyükbaş Besi Çiftlikleri, Seralar,
Kanatlı Sektörü, Çiftlik Atıkları, Atık
Yönetimi ve Atıktan Enerji Üretimi
İmkanları
GEZİ KONYA
MEVLANA
TÜRBESİ
Selimiye Camii / II. Selim Kütüphanesi
Üçlemesini Yeniden Okuma Denemesi;
Bu yazıda farklı dönemlerde yapılmış olan Mevlana Türbesi,
Selimiye Camii ve II. Selim Kütüphanesi’nin birbirleri ile
ilişkisini bugün yeniden okuma yapmaya veya bana bugün
hissettirdiklerini ifade etmeye çalışacağım.
>
YAZI ve FOTOĞRAF: AHMET YILMAZ
T
arihi çevrede nasıl bina yapmalıyız veya biz bugün nasıl bina yapmalıyız?
sorusunu sürekli kendime soran birisi olarak farklı zaman dilimlerinde
yapılmış yan yana yapıları incelemeye ve okumaya çalışıyorum. Bu deneme de bunlardan birisi olacaktır.
Başlıktan da anlaşılacağı gibi farklı zaman aralıklarında yapılmış üçlü yapı grubundan
bahsediyoruz.
I. yapı; Mevlana Türbesi olarak bilinen, bugün müze olarak kullanılan ve 13. yy ile 14
yy. da esas kimliğine kavuşan, ancak 20. yy’a kadar sürekli yenilenen ve ekler yapılan ve
egemen örtüsü turkuaz renkli çinilerle kaplı simgesel yapıdan bahsediyoruz. Yapı/yapılar
topluğu temel olarak Selçuklu döneminde başlamış ve simge haline gelmiş yeşil kubbesi
(turkuaz) 14. yy da tamamlanmıştır.
Yapının en önemli mimari simgesi silindirik dilimli yeşil kubbesidir ve hem renk (turkuaz)
hem de malzemesi (çini) ile Orta Asya geleneğini temsil eder. Ayrıca renk ve malzeme
ile Mevlana’nın geldiği Orta Asya ile bağ kurmak istendiği düşünülebilir. Yapının kültürel
bakımdan önemi; dini ve tasavvufi merkez/odak olma özelliğidir. Mevlana deyince ilk akla
gelen Selçuklu/Konya/tasavvuf/ ve yeşil kubbedir.
Mevlana türbesinin bugün olduğu gibi 15. ve 16. yy’da da önemli merkez olma özelliğini
taşıdığını düşünüyorum.
II. yapı; 16. yy’da (1565) Mimar Sinan tarafından (ihtilaflı), Mevlana Türbesi’nin hemen
yanına yapılmış Selimiye Camiidir. Cami keskin hatları ve geometrisi ile tam klasik
70 Mimar ve Mühendis
biçimde şekillendirilmiş. Mevlana türbesinin
dilimli yeşil silindirik formu burada taşıyıcı
ayak olarak kullanılmış. Ayrıca dilimli ayak
yine dilimli bir kaide üzerinde yükseliyor.
Gördüklerimiz bizi daha fazla incelemeye
sevk ediyor ve bakmaya devam ediyoruz. Bir
şeyler bulmak için değil, hissettiklerimizi algılamak için. Ve minber külahı! Mermer minber
üzerine Mevlana Türbesi’nin simgesel yeşil
dilimli külahı kondurulmuş. Bu külahı Sinan
mı koydu bilmiyorum. Ancak algıladıklarım ve
gördüklerim onun koymuş olabileceği hissini
güçlendirdi.
Yani Sinan hem Mevlana’yı hem de Selçuklu sanatını bize iç mekânda hatırlatıyor.
Belki yabancılık çekmememiz için belki de
Konya’da olduğumuzu içerde bize hatırlatmak için. Ne de olsa misafiriz Konya’da.
III. yapı; kıble yönüne göre sağ kanatta
Orta mekândaki taşıyıcı iki ayak, Sinan
yapılarında daha önce hiç görmediğim
abartılı biçimde şekillendirilmiş. Mevlana
türbesinin dilimli yeşil silindirik formu
burada taşıyıcı ayak olarak kullanılmış.
caminin ön duvarına yakın bir yapı dikkatimizi çekiyor. Yapının Sinan dönemi yapısı
ile aynı dönemde yapılmadığı belli… Binaya
yapışık köşeler hafif yuvarlatılmış, pencere
ve söveler klasik döneme ait değil. Daha
geç dönem olduğunu anlıyoruz hemen (daha
kitabeyi okumadık). Yapı camiye yapışmış
ancak cami ana kütlesinin/zemine yakın ilk
Osmanlı mimarisini yansıtmaktadır. Selçuklu
başkentine Mevlana’nın hemen yanı başına yaklaşık 200 yıl sonra yapılmış mimari
eserdir.
çıkan aslan postu denen mermerle, Selçuklu
kademe gövde silmesini geçmeyen bir yük-
taç kapısı anlayışı ile biçimlendirilmiş. Mih-
seklikte bitiyor ve ekleme bizi rahatsız etmi-
rabı çepeçevre saran baklavalı friz klasik
yor. Kitabeyi okuyoruz ve 18. yy’da, 1795
Osmanlı sütun başlıklarında ve mukarnasla-
yılında, yaklaşık II. yapıdan (camiden) 200 yıl
rında kullanılan desen burada daha sığ ola-
sonra yapılmış bir kütüphane yapısı olduğunu
II. yapı okumaları; Dışarıdan bakıca yapıda
ne görüyoruz; Osmanlı klasik dönemin tüm
unsurlarını bünyesinde barındırmasını. Yani
burası Selçuklu başkenti ve Mevlana’nın yanı
diye Selçuklu taç kapısı ve mimari anlayışı dışarıya yansıtılmamış. Kendi dönemini
hissettiriyor hatta haykırıyor. Ancak ne var
yapıda, saygı...! Nasıl; ölçekle, malzemeyle ve
kendinden öncekine nispetle.
Yapının içine giriyoruz. Yine klasik Osmanlı
mekân anlayışını yansıtmakta ve ayrıca
Sinan, son dönemlerinde çokça kullandığı sekizgen plan şemasını bu yapıda da
kullanmış.
Gözlerim içerde gezinirken mihraba takılıyor.
Mihrap Koyu gri tonda Konya yöresinde
rak kullanılmış. Mihrapta, desen (baklavalar)
öğreniyoruz.
Osmanlı üslubunda, şema ise Selçuklu taç
Yine yapının mimarisine baktığımızda ne
kapı anlayışında biçimlendirilmiş. Yani mih-
Selçukluyu, ne de klasik Osmanlıyı göremi-
rap etrafındaki sürekli süslemede Selçuklu
döneminde olduğu gibi nebati veya kufi
yazı kullanılmamış. Hatta mihrapta yazı hiç
kullanılmamış. Ayrıca mekânın içine girince Sinan Konya’yı/Selçukluyu ve Mevlana’yı
hatırlatıyor. Daha doğrusu nerede olduğumuzu hatırlatıyor. Bunları düşünürken tekrar
gözlerimiz gezinmeye başlıyor ve başka bir
yoruz. Tam tamına kendi şahsiyetiyle kendi
dönemini yansıtıyor. Ancak bunu yaparken
ne kendi varlığını ne de kendinden öncekilerin
varlığını yok saymak veya öne çıkmak gibi bir
zorlamaya ihtiyaç duymadan gösterebilmeyi
başarıyor.
Bugün bu yapıları görüp okumaya anlamaya
şey gözümüze takılıyor.
çalışırken biz nasıl yapmalıyız sorusunu sormaya devam ediyorum. Bu yapılar gibi daha
Orta mekândaki ayaklar;
çok örnekler vardır mutlaka ancak ben bugün
Orta mekândaki taşıyıcı iki ayak, Sinan yapı-
öğrenmeye belki de bu denli görmeye/algıla-
larında daha önce hiç görmediğim abartılı
maya açık değildim.
Eylül - Ekim 2012 71
RESTORASYON
ULUS ANKARA KENT MERKEZİ
ANKARA ULUS TARİHİ KENT
MERKEZİNDE YAPILAN RESTORASYON
ÇALIŞMALARI
Bütün dünyada tarihi ve kültürel değerlerine sahip çıkan toplumlar gelişmiş toplumlar olarak görülmüştür. Kendi köklerine dair bilgi ve
bulgu elde etmek insanoğlunun her zaman ilgisini çekmiştir. Geçmişten gelen izler ya da bulgular, kendimizi veya diğer medeniyetleri daha
iyi anlamamıza ve tanımamıza yardımcı olmuştur. Nerden gelip nereye gittiğimiz hakkında bizlere ışık tutmuştur.
K
>
YUNUS ALUÇ / Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı
>
BALAMİR GÜNDOĞDU / Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı
uşkusuz hepimizin ortak paydası olan
dünya, var olduğundan bugüne kadar
birçok medeniyete ev sahipliği yapmış
ve yapmaya da devam etmektedir. Medeniyetlerin yaşadığı topraklar birçok kez el
değiştirmiş ve her kurulan medeniyet kendi
tarihi ve kültürel değerlerini bırakarak aramızdan ayrılmışlardır. Bizlere düşen onların
bıraktığı değerlere sahip çıkmak ve gelecek
nesillere aktarmaktır. Günümüzde, özellikle
yerel siyaset adamlarının tarihi ve kültürel
mirasa sahip çıkma arzusunun günden güne
arttığını görmekteyiz. Onlar, yaşadıkları kent72 Mimar ve Mühendis
leri uluslararası boyuta taşımak ve dünya
ölçeğinde marka olmak için mücadele vermektedir. Kuşkusuz bunun yapılabilmesinin
pek çok yolu olabilir ancak en önemlisi kentin
sahip olduğu tarihi ve kültürel değerlere sahip
çıkılması ve onların uluslararası düzeyde tanıtılmasıdır. Batılı birçok kent bunu başarmış
ve kentleriyle para kazanır hale gelmişlerdir.
Hatta bazı tarihi eserler o denli marka haline
gelmiştir ki bazen bulunduğu kentlerin dahi
önüne geçmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başkenti olan
Ankara, birçok medeniyete ev sahipliği yap-
mış kökleri Helenistik döneme kadar uzanan
tarihi bir kenttir. Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar vs. bunlardan
bazılarıdır. Ankara’da her medeniyete ait
birden fazla tarihi eseri bulmak mümkündür.
Saymakla bitmeyecek derecede tarihsel ve
kültürel varlığa sahip olan başkentte, tarihi eserlere yönelik birçok çalışma Ankara
Büyükşehir Belediyesi tarafından projelendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur.
Ankara, 5 milyona yakın nüfusa, 25 adet
merkez ilçeye, 14 adet üniversiteye, 44 adet
müzeye, 26 adet tiyatroya, 39 adet kütüp-
haneye, 146 adet sinema salonuna, 584
adet sit alanına ve 1927 adet tescilli kültür
ve tabiat varlığına sahip olan metropol bir
kenttir. Cumhuriyetin ilanı ve Ankara’nın başkent oluşu ile birlikte Ulus’un önemi daha da
artmış, I. ve II. Meclis Binaları, bankalar ve
kamu yapılarının yapılmasıyla, Hacıbayram
ve çevresi daha cazip hale gelmiştir. Dönemin milletvekilleri ve ileri gelenlerinin ikamet
ettiği Hacıbayram ve çevresi, tarihi Ankara
Evleri’nin yoğun olarak bulunduğu bir bölge
olmasının yanı sıra Hacıbayram Veli Camii’nin
sağladığı manevi bir çekim alanı olma özelliğini korumuştur. Hacıbayram ve çevresinin
sit alanı olarak belirlenmesi sonrası; kentin
yeni gelişen modern konut alanlarına doğru
gelişim göstermesi sonucu Hacıbayram
Mahallesi düşük gelir grupları tarafından
ikamet amaçlı kullanılmaya başlamıştır. Bu
da yapılara gerekli onarımları yapma gücüne
sahip olmayan kullanıcılara ek olarak ortaya
çıkan plan ve mülkiyet sıkıntıları da bölgenin zamanla çöküntü alanına dönüşmesine
neden olmuştur.
Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırları içersinde bulunan Ulus bölgesinde 120 hektarlık bir
alan Bakanlar Kurulunca 2010 yılında “Yenileme Alanı” olarak ilan edilmiş ve koruma altına
alınmıştır. Büyükşehir Belediyesi bu alandaki
planlama, röleve, restitüsyon, restorasyon ve
sokak sağlıklaştırma çalışmalarını hızla sürdürmektedir. Ankara’nın bir “Kültür ve Turizm
Bölgesi” olması için mücadele verilmektedir.
Hacıbayram ve çevresinden başlatılan restorasyon çalışmaları, avizeciler çarşısı olarak
da bilinen Güvercin Sokak, Hisarpark Caddesi
ve Kale İçi’nde devam etmektedir. Bu bölgeye
ilişkin Koruma Amaçlı İmar Plan Çalışmaları
bir taraftan yürütülürken, bölgedeki tarihi ve
korunması gereken binaların ve sokakların
projelendirilmesine ilişkin çalışmalar yüzde
80 oranında tamamlanmıştır.
Hacıbayram Camii Restorasyon Çalışmaları;
Kültür Varlıkları Yenileme Koruma Kurulu’nun
30.04.2009 tarih ve 340, 25.06.2009 tarih
ve 374 sayılı kararları ile Hacıbayram
Camisi’ne ait röleve ve restitüsyon projeleri ve 26.02.2010 tarihinde ise restorasyon
projeleri onaylanmıştır. Ankara Büyükşehir Belediyesince Camisi’nin restorasyonu
14.02.2011 tarihinde 12 aylık bir çalışma
sonucu tamamlanmıştır. Daha önce 1800
olan kapasite 4500 kişiye çıkarılmıştır. Camii,
açık alanla birlikte 8000 kişinin aynı anda
ibadet edebildiği bir duruma gelmiştir.
Havuz ve Abdesthane Projeleri; Agustus Tapınağının karşında bulanan alana yapılan yansıma havuzu ve abdesthanelere ilişkin projeler koruma kurullarından geçirilmiş ve Ankara
Büyükşehir Belediyesince yapımı tamamlan-
Ankara’da her medeniyete
ait birden fazla tarihi
eseri bulmak mümkündür.
Saymakla bitmeyecek
derecede tarihsel ve
kültürel varlığa sahip
olan başkentte, tarihi
eserlere yönelik birçok
çalışma Ankara Büyükşehir
Belediyesi tarafından
projelendirilmiş ve
uygulamaya konulmuştur.
Eylül - Ekim 2012 73
RESTORASYON
ULUS ANKARA KENT MERKEZİ
Ankara Büyükşehir
Belediyesi sınırları içersinde
bulunan Ulus bölgesinde
120 hektarlık bir alan
Bakanlar Kurulunca 2010
yılında “Yenileme Alanı”
olarak ilan edilmiş ve
koruma altına alınmıştır.
Hacı Bayram Veli Camii
bölgesi bu alana en güzel
örnektir.
mıştır. Alana görsel açıdan büyük bir zenginlik
kazandıran havuz vatandaşların çok büyük
ilgisini çekmektedir. Abdesthane ve tuvaletler
ise görenleri hayrete düşürecek kadar kullanışlı ve temizdir. Yürüyen merdivenleri, sıcak
ve soğuk suları, avizeleri, mermer taşları,
süs havuzları, son derece kaliteli malzeme
ve işçilik ile Hacıbayram ismine yakışır hale
getirilmiştir.
Augustus Tapınağı Güçlendirme Projesi;
Bugün Hacıbayram Camii bitişiğinde bulunan
tapınak, Frig Tanrıları Men ve Kybele kutsal yapısının bulunduğu yere inşa edilmiştir.
Roma İmparatoru Augustus (M.Ö.27-M.S.14)
ölümünden 16 ay önce Veslu Rahibeleri’ne
dört belge teslim eder bunlardan biri vasi74 Mimar ve Mühendis
yetnamesi, ikincisi cenaze töreni ile ilgili buyrukları, üçüncüsü imparatorluğun parasal ve
askeri durumu ile ilgili kayıtlarını kapsamakta,
dördüncüsü ise yaşadığı sürece yaptığı işleri
(icraatı) anlatmakta idi. İmparator Augustus
adına yaptırılan tapınak Avusturya İmparatorunun elçisi Busbecq tarafından incelenmiş
ve anıtın kopyasını çıkarmıştır. Bugün ayakta
kalan büyük kapı, Sella ve Pronaos kısımlarıdır. Tapınak Hıristiyanlık kabul edilince kiliseye çevrilmiş, Osmanlı döneminde medrese
olarak kullanılmıştır. Önemli kısımları günümüze kadar gelmiş olan tapınak, Anadolu kültür bütünlüğünü en güzel yansıtan bir eserdir.
Augustus Tapınağı duvarlarının koruma
altına alınmasına ilişkin güçlendirme proje-
si Koruma Kurulu’nun 12,11,2009 tarih ve
4568 sayılı kararı ile onaylanmıştır. Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü
ve Ankara Büyükşehir Belediyesi arasında
yapılan protokol gereğince uygulama belediye tarafından finanse edilmiş ve güçlendirme
işlemi 2010 yılı içerisinde tamamlanmıştır.
Ankara Evleri Restorasyon Projeleri; Hacıbayram Cami ve çevresinde yer alan; Güvercin,
Eti Zafer, Eti, Sevim, Taşpınar, Sarıbağ, Gaziantep, Adliye sokaklarda toplam 254 adet
parsel bulunmaktadır. Bunlardan 220 adedinin
projesi Ankara Büyükşehir Belediyesince hazırlatılmış ve Koruma Kurulunca onaylanmıştır.
Yaklaşık 196 adedinde uygulama başlatılmış
ve birçoğunun restorasyonu tamamlanarak
vatandaşların hizmetine sunulmuştur.
Altyapı Çalışmaları; altyapıya yönelik tüm
çalışmalar Ankara Büyükşehir Belediyesince
projelendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur.
Koruma Kurulunun 04,09,2009 tarih ve 450
sayılı kararıyla Hacıbayram Cami ve çevresinde, Güvercin Sokak’ta pissu, temiz su,
doğalgaz ile elektrik ve telefon hatların yer
altına alınmasına ilişkin işlemlerin yüzde 99’u
tamamlanmıştır.
Ulaşıma Yönelik Çalışmalar; Hacıbayram
Cami ve çevresinde yer alan dolmuşların
(570 adet) ve bunların duraklarının, Koruma
Kurulu’nun 12,06,2009 tarih ve 367 sayılı
kararıyla 19951 ada 1 parselde depolanması
kararı alınmıştır. 17 bin metrekarelik bu alan
Ankara Büyükşehir Belediyesince düzenlenmiş ve buraya taşınmaları sağlanmıştır. Böylece Ulus merkezdeki trafik yoğunluğu büyük
ölçüde azaltılmıştır.
Tahliye Çalışmaları; Hacıbayram civarında
bulunan Şeyh İzzettin Mahallesinde yaşayan
gelir seviyesi düşük ve suç oranları yüksek olan vatandaşlar tarafından işgal edilmiş toplam 40 hane herhangi bir problem
yaşanmadan tahliye edilmiştir. Vatandaşlar
eşyaları ile birlikte memleketlerine gönderilmiştir. Yine yaklaşık 30 adet esnafın tahliyesi sağlanmış ve bu esnaflar belediyeye ait
boş dükkânlara yerleştirilmiştir.
Proje Kapsamında Yapılan Yıkımlar; Hacıbayram Camii ve çevresinde yaklaşık 200
adet kaçak olarak inşa edilmiş bina yıkılmıştır. Bunların tamamına yakınının mülkiyeti, büyükşehir belediyesince kamulaştırma
yoluyla elde edilmiş binalardır. Tarihi binalara cephesi olanlar için Koruma Kurulundan
“Mail-i İnhidam Kararı” alınmıştır.
Güvercin Sokak Restorasyon Çalışmaları;
Güvercin, Adliye, Eti Zafer, Eti, Sevim ve
Kutlu Sokaklarda toplam 104 parselde
hazırlanan “Sokak Sağlıklaştırma Projesi”
Koruma Kurulunca onaylanmış ve Büyükşehir belediyesince uygulama başlatılmıştır. Yapılan uygulama yüzde 99 oranında
tamamlanmıştır. Yapılan bu çalışmalar
için mülkiyet sahiplerinden hiçbir ücret
alınmamıştır.
Eylül - Ekim 2012 75
RESTORASYON
ULUS ANKARA KENT MERKEZİ
Roma Antik Tiyatro Alanında Yapılan Çalışmalar; Kazı alanı içerisinde bulunan 33
Roma Antik Tiyatrosu’nun
projesi Koruma Kurulunca
onaylanmış ve keşfi
hazırlanmıştır. Şu an
ihale aşamasındadır.
Proje tamamlandığında
Ankara 1500 kişilik bir Anfi
Tiyatroya kavuşacaktır.
76 Mimar ve Mühendis
adet binanın 28 adedinin kamulaştırma yoluyla mülkiyeti alınmış icra yoluyla tahliyesi
sağlanmış ve etap etap yıkılmıştır. Kalan 5 adedi için hukuksal süreç devam etmektedir. 2012 yılı içersinde kalan bu 5 binada yıkılacaktır. Roma Antik Tiyatrosu, Röleve
Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri ve kazı çalışmalarının büyükşehir belediyesi
tarafından yapılması için İl Kültür Turizm Müdürlüğü ile protokol yapılmıştır. Bu bağlamda kazı çalışmaları başlatılmış olup Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü’nün
denetiminde yaklaşık 2,5 senedir devam etmektedir. Roma Antik Tiyatrosu’nun projesi
Koruma Kurulunca onaylanmış ve keşfi hazırlanmıştır. Şu an ihale aşamasındadır.
Proje tamamlandığında Ankara 1500 kişilik bir Anfi Tiyatroya kavuşacaktır.
Hisarpark Projesi; 263 mt. Uzunluğundaki Hisarpark Caddesi ve Kevgirli Sokağın Hacıbayram Camii’ne kadar olan kısmı ile ilgili olarak cephe sağlıklaştırma projeleri hazırlanmış ve Koruma Kurulunca da onaylanmıştır. Bu projenin ihalesi Ankara Büyükşehir
Belediyesince yapılmış ve uygulama başlatılmıştır. Yaklaşık 8 aylık bir süre içersinde
bitirilecektir.
Çıkrıkçılar Yokuşu Projesi; yan yana sıralı dükkânlarında en küçük ev eşyasından
gelinliğe kadar yer alan geniş ürün yelpazesiyle büyük alışveriş merkezleri ile yarışan
Çıkrıkçılar Yokuşu yoğun bir kullanıcı potansiyeline sahiptir. Anadolu Medeniyetleri
Müzesi ile antikacılara yakın konumu ile turistlerin de ilgisini çekmektedir. Geleneksel
ticaretin halen izlerini barındıran sokaktaki canlı yapı dikkat çekmekle birlikte; yapıların
ve sokağın bakımsızlığı da çevreyi olumsuz etkilemektedir. Burada 14 adedi tescilli
toplam 105 adet yapı bulunmaktadır. Uzunluğu 562 m. olan bu yokuşun Röleve projeleri hazırlanmış ve Koruma Kuruluna sunulmuştur.
Ankara Kalesinde Yapılan Çalışmalar; Kale Mahallesi, Kale Kapısı Sokak, Doyran
Sokak, Gözcü Sokak, Berrak Sokak, Kale Sokak, Kadife Sokak, altyapı projeleri Koruma
Kurulunca onaylanmıştır. Kale’nin altyapı çalışmaları Büyükşehir Belediyesi (ASKİ)
tarafından 01.06.2011 tarihi itibarı ile deşarj noktası olan Konya Sokak’tan başlatılmış ve Kale kapısına kadar tamamlanmıştır. Bölgeye 2.850 mt. atık su, 1550 mt.
Yağmursuyu ve 2650 mt. içme ve kullanma suyu borusunun döşenmesine başlanmış
ve devam etmektedir. Bu bölgede diğer kurumlarla da (doğalgaz, telekom, elektrik)
görüşmeler yapılmış ve gerekli koordinasyon sağlanmıştır. Çalışma etaplandırılarak
yürütülmekte esnaf ve bölgede yaşayan vatandaşlar mümkün olduğunca mağdur
edilmemektedir. Kalede bulunan binaların analiz çalışmaları tamamlanmıştır. Ankara
Kalesinde toplam 380 adet bina bulunmakta ve bunların 141 adedi tescilli ve korunması gerekli yapılardır. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nce Röleve, restitüsyon ve restorasyon projeleri etap etap hazırlatılmaktadır. Birinci etap olarak belirlenen Dışkale
kısmının restorasyon projeleri hazırlanmış ve Koruma Kuruluna sunulmuştur. Dışkale
projeleri Kurul’dan onaylanır onaylamaz uygulama hemen başlatılacak ve yılsonuna
kadar tamamlanacaktır.
Ankara Ulus Tarihi Kent Merkezi’nde yapılan bu çalışmalar hız kesmeden devam
etmekle birlikte, projenin insani yönü de ihmal edilmemiş bu bölgede yaşayan esnafın
ve vatandaşların değişim ve dönüşümüne yönelik olarak üniversitelerle işbirliği protokolleri imzalanmıştır. Onların eğitimine ve kendilerini geliştirmelerine yönelik olarak
çeşitli kurslar ve seminerler düzenlenmektedir. Her ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de, bu çalışmalar yapılırken hukuksal problemlerle karşılaşılmaktadır. Özellikle
kamulaştırma sürecinde yaşanan sıkıntılar, yapılan plan ve projelere karşı sivil toplum
kuruluşlarının açmış oldukları davalar, kaliteli ve yetkin personel bulma konusunda
yaşanan problemler, konuyla ilgili diğer kamu kurumları ile yaşanan koordinasyon
problemleri, uygulamayı yapacak yetkin firmaların bulunamaması, gibi problemler bu
projeyi zaman zaman kesintiye uğratmaktadır. Ancak bunlar aşılmayacak engeller
değildir sadece hedefe giden zamanı biraz ötelemektedir.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökcek’in son derece önem vererek
üzerinde durduğu ve yakından takip ettiği bu proje tamamlandığında, Ankara, sadece
kendi tarihinden gelen değerlere değil bünyesine barındırdığı diğer tüm medeniyetlere
de kucak açtığını ve sahip çıktığını tüm dünyaya göstermiş olacaktır. Özellikle Augustus Tapınağı ve Hacıbayram Camii’nin yan yana durarak dünyaya verdiği kardeşlik
mesajı ilânihaye yaşatılmış olacaktır.
Eylül - Ekim 2012 77
MAKALE
AVNİ ÇEBİ MMG Genel Başkanı
HERKES İÇİN ŞEHİR
Kentsel dönüşüm, fiziksel mekânın dönüşümünün yanı sıra, sosyal adalet ve gelişim, sosyal
bütünleşme, yerel-ekonomik kalkınma, tarihi ve kültürel mirasın ve doğal çevrenin korunması,
zarar azaltma ve risk yönetimi, sürdürebilirliğin sağlanması, erişebilirlik, gelecek nesillerin
hakkı vb. ilkeler çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla ele alınması gereklidir.
Bu kavramların hepsi yan yana konulduğunda “herkes için şehir”, sosyal adaletin sağlandığı
bir mekân üzerine inşa edilmiş olarak, şehrin medeniyet ve kültürel zenginliklerini de gelecek
kuşaklara aktarılabilecek dinamiklere ulaşmış olacaktır.
Neler yapılabilir?
Kentsel dönüşüm konusunda herkes için
şehirleri açmadan önce tabi ki bir kısım
mimari özelliklerden bahsetmek istiyorum.
Kentsel dönüşümü ülkemiz için bir fırsata
çevirmemiz lazım. Fırsatçılığa değil, fırsata çevirmemiz lazım ki, kaybettiğimiz
yılları da kazanma imkânı yakalayabilelim.
Bu yazının içersinde daha ileride bir tablo
78 Mimar ve Mühendis
vereceğim size. Türkiye’de şehir yoğunluğu, hakikaten çok önemli, nüfus yoğunluğu politikalarına dikkat ederek Türkiye’de
daha sağlıklı, sürdürülebilir şehirler inşa
edebilmeliyiz. Buradaki “herkes için şehir”
kavramını, aslında sürdürülebilir, erişilebilir,
açık uçlu, insan yüzlü ve insan ölçekli anlamında kullanıyorum. Resimde gördüğünüz
gibi burada bir şehrin yani İstanbul’un
değişik bir görünümü var. Sağ tarafta
da Safranbolu’dan bir görünüm var. Sol
tarafta yine Kanada’dan bir görüntü, sağ
tarafta da Göynük Evleri’nden bir görüntü
var. Ve ortada da camiler ile çok kubbeli
minarelerin bir araya geldiği çirkin bir şehir
görüntüsü var. Aslında ne olduğumuzu
nereye gideceğimizi bir şekilde bu resim
bize anlatıyor.
“Herkes için şehir”
kavramında zaman eksenine
çok dikkat etmemiz lazım.
Düne saygı, bugüne adalet
ve geleceğe miras... Biz tabi
dünü konuşurken hep şunun
üzerinde konuşuyoruz; dün
dediğimiz zaman tarihi
miras, tarihe ait olanın,
tarihin mirasının korunması
olarak bakıyoruz; fakat
bence buna saygı ekseninde
bakmamız lazım. Düne
saygıyla baktığımız şeyleri
korumamız lazım. Gelir
adaleti, erişilebilirlik ve
huzur. Bugüne adalet olarak
baktığımız şeyi de geleceğe
ve gelecek nesillerin hakkını
koruyarak bir miras olarak
bakmamız lazım.
Şehirlerimiz
nasıl bu hale geldi?
Şehirlerin bu hale gelmesinde 2 önemli etken
var; bunlardan birisi sanayileşme diğeri ise
göç. Özellikle Osmanlı Devleti çok geniş bir
coğrafyaya yayıldı. Doğal olarak geniş bir coğrafyadan, özellikle 18. ve 19. yy’dan sonra toprak kaybederek geldiği için büyük göçler aldı.
Balkan Savaşları’ndan sonra İstanbul çok ciddi
bir göç aldı. Bu göçlerle birlikte İstanbul’un
nüfusu o güne göre kısa zamanda 400 – 500
bin seviyesinde artış gösterdi. 1 milyon 250
binlere çıktı İstanbul’un nüfusu. O kadar yoğun
bir doluluk oldu ki insanların kalacak yerleri
kalmadı; insanlar saçak altlarında, cami avlularında, boş buldukları herhangi bir alanda kalıyordu ve o şekilde 1911’lerden 1914’lere kadar
geldik yani I. Dünya Savaşı’na. I. Dünya Savaşı
ile birlikte Osmanlı birçok cephede savaşa
girdi. Bir taraftan Ortadoğu, Yemen, Kuzey
Afrika derken tekrar bir göç oldu ve dolayısıyla şehirlerimiz yığıldı. 1950’den sonra oluşan
sanayileşmeyle veya yeni şehirleşme akımıyla
beraber şehirlerde göç daha da yoğunlaştı.
Düne saygı, bugüne
adalet, geleceğe miras
“Herkes için şehir” kavramında zaman eksenine çok dikkat etmemiz lazım. Düne saygı,
bugüne adalet ve geleceğe miras... Biz tabi
dünü konuşurken hep şunun üzerinde konuşuyoruz; dün dediğimiz zaman tarihi miras, tarihe
ait olanın, tarihin mirasının korunması olarak
bakıyoruz; fakat bence buna saygı ekseninde
bakmamız lazım. Düne saygıyla baktığımız
şeyleri korumamız lazım; ama bugüne de onu
adaletle taşımamız lazım yaşayanlar için, gelir
adaleti, erişilebilirlik ve huzur. Bugüne adalet
olarak baktığımız şeyi de geleceğe ve gelecek
nesillerin hakkını koruyarak bir miras olarak
bakmamız lazım.
Bugün İngiltere’ye gittiğiniz zaman birçok insanın doğduğu evde yaşadığını, ondan önceki
büyüklerinin de orda yaşadığını, hatta bir üçüncü neslin orda yaşadığını görüyoruz. Dolayısıyla
o kadar hızlı bir değişim yaşıyoruz ki, bu değişimde hiçbir yere tutunamıyoruz. Tutunamadığımız için de insana ait olan değerlerimizi
aşındırıyoruz. Merhametimizi, nezaketimizi, letafetimizi, saygımızı... Yoğunlaşmayla
saygı ve nezaket arasında ters bir bağlantı
var. Dolayısıyla şehirleri insani ölçeklerde
kurarken, yoğunluğu azaltıcı politikalar uygulamamız lazım.
Sürdürülebilirlik, tabi burada her şeyin başında
insan en önemli unsurdur. Zaten her şey insan
için yapılıyor, ekonomi yalnız başına ekonomik faaliyetlerin yapıldığı bir alışveriş faaliyeti
olarak değil aynı zamanda bir gelir adaletinin
sağlandığı, üretilen değerin adil bir şekilde
paylaşıldığı, insanların hakça ve onurunu koruyarak yaşayabileceği bir ekonomik düzenin
inşası olarak bakmamız lazım. Böyle bir ekonomik düzenin inşa edildiği sosyal çevrede tabi
ki merhamete, yardımlaşmaya, anlayışa ve
komşuluk ilişkilerine dayalı daha insani, daha
sosyal, daha sürdürülebilir, daha anlayışlı ve
daha onurlu bir yapı elde edilir. Dolayısıyla
bunları yaparken yaşadığımız çevreye özellikle
de mimari açıdan inşa ederken; topografyaya
uygun, insani ölçeklerde ve kentsel yapılar inşa
etme fırsatına sahip oluruz.
Mekân, çevre ve hafızamız
Herkes için şehir derken insanı, çevreyi, doğayı,
ormandaki ve tabiattaki her türlü yaşamı, herkesin her türlü hakkını ve geleceğin de hakkını
koruyarak orada yaşanılabilir, sürdürülebilir bir
şehir tasarlamalıyız. Tabi tarihi ve kültürel
mirasın korunması bizim için çok önemli.
Bir şehre kimlik giydiren şey, oradaki tarihi
binalardır. Özellikle İstanbul’un siluetiyle ilgili MMG olarak geçtiğimiz aylarda yapmış
olduğumuz açıklamalar, tamamen bu tarihi
ve kültürel mirasın korunması, şehir hafızasının aynı zamanda birey hafızasının, toplum
hafızasının ortak olarak korunarak, mekânın
Eylül - Ekim 2012 79
MAKALE
içerisinde insanı anlamlı kılmak içindi. Yoksa mekânın içersindeki insanı
anlamlı kılmazsak, değerlerde ciddi bir erozyon, yabancılaşma ve ötekileşme eylemleri başlar. Mekân, tarih, insan, hafıza arasındaki ilişkileri şehirleri
dönüştürürken tekrardan çok iyi bir biçimde konuşmamız lazım.
İstanbul’da Tarihi Yarımada içerisinde yapılacak değişimlerde Tarihi Yarımada kimliğini tekrar ortaya çıkarılması çok mühim, o yüzden bunu tabi
yaşayan bir şehir olarak yapmamız lazım. Yoksa tarihi mekânı burada objeleştirirsek veya onu bir saksıya koyarsak veya onu bir fanusa koyarsak, onu
insandan, yaşayan insandan çıkartırsak orada da sürdürülebilirliği kaldırmış
ve orayı adeta metalaştırmış oluruz.
Yaşayan şehir
Metalaştırmadan yaşamak; Eğer Tarihi Yarımada’da bir değişiklik yapılacaksa kesinlikle Tarihi Yarımada’nın içindeki otellerin Tarihi Yarımada
dışına çıkarılması gerekmektedir. Şehir, yaşayan bir şehir olması lazım…
İnsanlar buraya geldiği zaman yaşayan bir şehir görmek istiyorlar; adeta
kurgulanmış bir şehir değil. İnsanıyla, esnafıyla, ilişkileriyle, selam alıp
verişleriyle, giyimleriyle, keyifleriyle... Dolayısıyla İstanbul’un Tarihi Yarım
adasını alanını yürünebilir bir şehir konseptine de sokmamız lazım. Tabi o
insani ölçekteki şehirleri yaptığımız zaman yürünebilir şehirlere gidiyoruz.
İnsanların şehirde yürüyebilmesi lazım, yürürken etrafını fark edebilmesi
lazım, selam alıp verebilmesi lazım… Burada yoğunluğun azaltılmasının
temel rolü var. Aynı zamanda şehirlerimizde insanların olabildiğince bisiklet
kullanabilmesi lazım, aracı belirli yerlerde azaltmamız lazım, toplu ulaşımı
yaygınlaştırmamız lazım. Bütün bu çerçevede baktığımız zaman şehirlerin
sürdürülebilirliğini sağlayabiliriz.
Bütüncül şehir
Sürdürülebilir Kalkınma; kaynak kullanımında kuşaklar arası hakkaniyetin
sağlanarak sosyal, ekonomik ve çevresel alanlarda dengeli gelişmeyi
öngörmektedir. Sürdürülebilirlik kavramının mekân boyutunda, mekânsal
eşitlik ve yaşam kalitesi öne çıkmaktadır. Kentleşme ve yerleşme alanında
sürdürülebilirlik, akılcı kaynak yönetimine dayalı mekânsal gelişmenin sağlanması ve yerleşmelerde yapılı ve doğal çevrenin nitelikli ve yaşanabilir
olmasına yöneliktir.
Doğal kaynakların kullanımında ekolojik dengenin gözetilmesi; tabi doğal
kaynakların kullanılması bizim kullanma hakkımız olduğu kadar bizden
sonraki nesillerin de hakkı. Yani bütün zaman ve mekanı biz ve bizden
80 Mimar ve Mühendis
Metalaştırmadan yaşamak; Eğer Tarihi
Yarımada’da bir değişiklik yapılacaksa
kesinlikle Tarihi Yarımada’nın içindeki
otellerin Tarihi Yarımada dışına çıkarılması
gerekmektedir. Şehir, yaşayan bir şehir
olması lazım… İnsanlar buraya geldiği
zaman yaşayan bir şehir görmek istiyorlar;
adeta kurgulanmış bir şehir değil. İnsanıyla,
esnafıyla, ilişkileriyle, selam alıp verişleriyle,
giyimleriyle, keyifleriyle...
sonrakiler, biz ve ötekiler kapsamında doğru bir şekilde kurgulayabilirsek
gerçekten insani ve sürdürülebilir bir kentsel tasarımı, yerleşim tasarımı
yapabilmiş oluruz. Doğal ve teknolojik tehlike ve risklerden arındırılmış,
sağlıklı, güvenli, nitelikli yaşam çevrelerinin oluşturulması, yaşayanların
güvenli içme suyuna, yeterli altyapıya ve ulaşım imkanlarına ulaşabilmesinin sağlanması, Kamu hizmetlerinden yararlanmada fırsat eşitliğinin
oluşturulması, yerel düzeyde ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın
gerçekleştirilmesi; bu Türkiye’de önemli başlıklardan bir tanesi; kültürel
kalkınmayı sağlamak.
Dünyada ülkeler şehirler üzerinden bir şekilde birbirine entegre oluyor.
Yani ulaşım ağları, karayolu ağları veya şu anda yeni yapılması düşünülen
demiryolları ile Türkiye adeta birbirine bağlanıyor. Dolayısıyla bunların sağlıklı işletilmesi durumunda bütüncül bir plan, bütüncül bir yerleşim bakışıyla
Türkiye’nin her şehrine ve her beldesine bir misyon, bir anlam yüklememiz
lazım; bazı şehirler ve onun alt birimleri arasında networkler oluşturmamız
gerekiyor. Üniversitelerimizi kurarken bile bu anlamlılık içersinde yapmamız lazım. Bir bakmışsınız İstanbul’da bulunan üniversitenin bir fakültesi
Hakkari’de yapılıyor veya bir bakmışsınız Ankara’da olan bir üniversitenin
bir kopyası Iğdır’da yapılıyor. Yani oranın insanı, oranın ihtiyaçlarına cevap
verecek; oradaki yerel kalkınmayı sağlayacak, oradaki insanların bilgi
birikimini, kültürünü oradan yeni bir değer üreterek; toplumun, ülkenin
ve insanların zenginleşmesine de katkı sağlayacak bir kalkınma anlayışı
da getirmemiz lazım. Bunları sağladığımız zaman, zaten göçlerin önüne
geçmiş oluyoruz; çünkü ulaşılabilirlik ve erişilebilirlik şehirde herkes için
olduğundan insanlar ihtiyaçları olduğu zaman büyük şehirlere gidebilir
daha sonra normal ihtiyaçları için gerekenleri yaşadığı o şehirde yapabilir.
DİNAMİK İNSAN ÖMRÜ, STATİK MEKAN
Şehirlerde mekan tasarımlarını yürünebilir mesafede yaptımız zaman,
insani ölçekte yaptığımız zaman dinamik insan-statik mekan algılayışını
sağlayabiliriz. Tabi başlık olarak bunun altında erişilebilirlik, ulaşılabilirlik.
Bildiğimiz gibi insan ömrü ve yaşamı dinamik, kullandığı mekanlar statik.
İnsan ömrü sürekli değişik evrelerden geçiyor. Çocukluk evresi, orta yaş,
yaşlılık, özürlülük ve herkes bunlarla karşılaşabilir.
Çocuk, yaşlı ve özürlüleri hesaba katan, bunları öncelikleyen, bunlara göre
şehri ölçekleyen bir şehir anlayışını, insani ilişkiler anlayışını kurgulamamız
lazım. Bunun için Türkiye’de bir mekan ya da alan sorunu yok. Bence bir akıl
tutulması var. Daha sonra göstereceğim tabloda dünyadaki şehir yoğunlukları, ülke yoğunlukları göreceksiniz. Hakikaten bu duruma şaşıracaksınız.
Yani çok ilginç tablolar çıkıyor. Türkiye’de tabi bu yaşlanmaya bağlı olarak,
özürlülüğe bağlı olarak bir takım istatistiksel bilgiler vermek istiyorum;
çünkü bunları görmemiz, bilmemiz lazım. Bazen hep sağlıklı insanlarla ve
iş ortamında olduğumuz için çevremizdeki değişimi ve dönüşümü farkedemiyoruz. Türkiye’de bugün 2 milyonun üzerinde özürlü vatandaşımız var.
Bunların bir kısmı fiziksel engelli, bir kısmı görme engelli, bir kısmı da zihinsel engelli; ama herkes buna aday. Özürlüler Derneği’nin güzel bir sözü var;
“Her sağlıklı insan bir özürlü adayıdır”. Dolayısıyla her an bununla karşılaşacağımızı düşünerek şehir ve mekânı buna göre tasarlamamız gerekiyor.
Türkiye’de yaşlanma da ciddi bir sorun olarak önümüze gelmektedir.
Dolayısıyla yaşlanmayı da hesaba katarak şehirlerimizi yapmamız lazım.
Bu çok katlı binalarda insanlarımızı nasıl iskân ettirebiliriz, yaşlılarımızla
nasıl oturabiliriz, nasıl sosyal sağlıklı ilişkiler geliştirebiliriz? Dolayısıyla yaş-
Bir şehir hayali kuralım, rahat ve sosyal
donatı alanları çok, semt parkları, kent
ormanları, bahçeli evleri olan ve herkesin
müstakil evi olan, çocukların okullarına
yürüme gidebildiği, yaşlıların camiye, parka
gidip buluştuğu, rahat nefes alan bir şehir,
mümkün mü?
Eylül - Ekim 2012 81
MAKALE
Siteler belki bizim için çok anlamlı gelebilir
ama siteler uçları kapalı bir şato gibi, bir
kale gibi yapılıyorsa, korunaklı duvarlarla
çevriliyorsa, onu diğer yaşam alanlarından
izole ediyorsa; orada belli bir anlayıştan, belli
bir kültürden, belli bir gelir seviyesinden
insanlar yaşıyorsa artık şehir kendi içinde
parçalanıyor demektir.
lanmayı da özürlülüğü de ikisinin bir anda gerçekleştiğini düşünürsek konulara farklı şekilde
bakmamız gerek. Yani bu kentsel dönüşmeyi
yeni bir hayat, yeni bir başlangıç, yeni bir anlayışla; insanın yaş ve yaş dönemlerini hesaba
katan bir anlayışla yapmamız lazım. Bugün
Türkiye’de yaşlılara hizmet eden 220 tane
kamuya, belediyeye ve özel sektöre ait huzurevi var ve bunlarda 25 bin tane kapasite var.
Çok düşük bir kapasite. Tabi gönül ister ki her
yaşlımız kendi evinde, çocuklarının yanında
son günlerini huzurlu bir şekilde geçirsin; ama
endüstrileşme, sanayileşme, tüketim ve metalaşma her hizmeti ve her anlayışı metalaştırıyor. Yaşlı hizmetleri de artık bir metalaşmış
hizmete çevrilmiş durumda. Zaten şehirleri
böyle inşa etmeye devam edersek kaçınılmaz
olarak o sektör patlaması olacak.
İnsan ölçekli şehir:
çocuklar ve yaşlılar
Şehirleri inşa ederken insani ölçeklerde, komşudan haberi olan, onu önceleyen, onunla paylaşan bir tasarım ve büyüklükte inşa etmemiz
lazım. Biraz önce bahsettim insani ölçekler;
burada dediğim gibi iki tane ölçek çok önemli;
Birisi çocukluk dönemimiz birisi de yaşlılık
dönemimiz. Hayatımızın iki uç evresi bizim için
çok önemli. Bir de arada yaşadığımız yanılgı
halimiz var. Bir güçlülük, kuvvetlilik dönemi,
bir vehim hâli… Bu çok sürmüyor, kısa sürüyor
ve bir şekilde bu yaşlılık dönemine geçiyor.
82 Mimar ve Mühendis
Dolayısıyla bizler eğer akıllı insanlarsak, aynı
zamanda erdemlere sahipsek, aynı zamanda
bilgiyle donanmışsak yapacağımız tek şey bu
hayatın iki ucunu kapsayacak, onları düşünerek
şehri tekrar inşa etmek, şehri insan için yapmak mecburiyetindeyiz.
Bir çocuğun evinden okuluna giderken kesinlikle yürüyerek gidebilmesi lazım… Şehirlerin
de bu şekilde tasarlanması lazım. Eğer bir
çocuk evinden okuluna yürüyerek gidemiyorsa, servise binerek gidiyorsa o şehre şehir
demek mümkün değildir veya o şehirde insani
ölçekler kaybolmuş demektir çünkü insan farkındalığını yok ediyorsun. Onu bir servise, bir
fanusa sokuyorsun. Eğer binaları yükseltirsek
burada doğan ve büyüyen çocuk için vahim bir
durum ortaya çıkıyor. 20–30 katlı bir binada
yaşayan bir anne baba çocuğunu nasıl okula
gönderecek? Hangi güzergâhı kullanacak, nasıl
geri gelecek, hangi çevresini fark etme, hangi
sosyal ve kültürel çevresiyle etkileşime geçme,
oradan insani keyifleri ve mutlulukları üretme,
onun insani yönünü geliştirme imkânına sahip
olacak? Bunlar çok önemli sorunlar. Dolayısıyla
biz şehri bu iki ucu hesaba katarak yapmamız
lazım. Yaptığımız okullar o kadar büyük ki
çocuklar altı yaşında hatta şimdi 5 yaşında okula başlayacak ama okullar 4-5 katlı.
Çocuğun o okulda tüm eylemi kendini koruma
üzerine olacak. Yani biz insanlar olarak anlama,
merak, keşif duyguları içersinde şehri yaşamamız lazım. Eğer bundan kaçıp koruma merkezli
bir şehirleşme yaparsak, orada ne bilimsel bir
heyecan, ne sanatsal bir zevk, ne fikri bir arayış
hiçbir şey olmaz. Dolayısıyla bu şehirleşmeyle
beraber insanlarımızın üretkenliğini de kısıtlamış oluyoruz. Bunu kısıtlayıcı bir engel olarak
görmemiz lazım.
Kentsel yoğunlaşma; mesela metrobüsleri
düşünelim, burada yoğun bir şekilde ve uzun
bir yolculuk yapan yolcuları düşünelim. Bundan 20 sene önce insanlar diyelim ki otobüse
veya trene bindiği zaman kendisinden 10–15
yaş kendisinden büyük insanlara yer veriyordu ama bu nazik ve anlayışlı durum gittikçe
kayboluyor. Ben kendim şahit oluyorum hatta
siz de şahit oluyorsunuzdur metrobüslerde
ya da otobüslerde. 60–70 yaşında insanlar
biniyorlar otobüse, yaşlı, sakat; neredeyse
insanlar kalkmamak için her şeyi yapıyorlar.
Adeta insanlar farkında olmadan yaşıyorlar
bu şehirde, farkındalıkları yok. Bir insanı fark
etmeyen her şeyi kaybetmiş demektir. Hele
ki özürlüleri, yaşlıları, mazlumları, mağdurları
fark edemiyor ve gereğini yapmıyorsanız,
Şehir bunlar için vardır, devlet bunlar için
vardır; şehir yöneticileri de bunların varlığını
fark etmek onları güçlendirmek için vardır. Bu
yabancılaşma insanın kendine yabancılaşması, şehrine yabancılaşması, yaşadığı mekâna,
binaya yabancılaşması ve yalnızlaşması çok
ciddi bir problem. Dolayısıyla şehri inşa ederken yoğunlukları azaltacak bu insani ölçeği
kesinlikle korumamız gerekir.
MEKANIN YENİDEN ÜRETİLMESİ
Türkiye’de yerleşim ve mekân üretimi için bir
alan sorunu yok, birazdan rakamları da göstereceğim. Ötekileştirme ve parçalanmış mekân;
sürdürülebilir bir şehrin veya herkes için bir
şehrin önünde bir engel. Özellikle siteler belki
bizim için çok anlamlı gelebilir, ama siteler
uçları kapalı bir şato gibi, bir kale gibi yapılıyorsa, korunaklı duvarlarla çevriliyorsa, onu
diğer yaşam alanlarından izole ediyorsa; orada
belli bir anlayıştan, belli bir kültürden, belli bir
gelir seviyesinden insanlar yaşıyorsa artık şehir
kendi içinde parçalanıyor demektir. Dolayısıyla
parçalanan şehir ve mekânda insanlar yine
bahsettiğim gibi koruma merkezli, ben merkezli, güvenlik merkezli bir mekâna kendini hapsediyor. Bu arada kendini alış veriş ve eğlence
merkezli bir alana sıkıştırıyor.
Şehirleri de o ölçeklerde tasarlamamız lazım.
Tabi tüm bunlara bağlı olarak suç oranlarındaki artış ve bu yeni yapılan şehirleşmeyle
birlikte gelir adaletindeki bozulma. Belki bildiğiniz gibi konut maliyet fiyatları uzun süredir
hiç artmıyor, işçilik ücretleri, beton, fayans
musluk fiyatları artmıyor; ama konuta sahip
olma maliyetleri artıyor. Neden artıyor? Bu
kimin işine yarıyor? Bu gelir adaletini bozan
bir unsur olarak çalışıyor ve bugün, bu aşamada, herkes bankalara borçlanmış durumda.
Önceden insanlar bir konut aldıkları zaman
bunu insani ölçeklerde yapabiliyorlardı. İnsani
ilişkilerini yürütebiliyorlardı. Küçük birikimleriyle,
arkadaşlarından alacakları parayla, kısmen de
borçlanarak bunu yapabiliyordu; ama bu şehirdeki mekânsal fiyat artışları, mekânın metalaştırılmasından kaynaklanan bir şey, konuta
erişilemez bir hale gelmiştir. Bugün insanlar bir
konutu 200–300 bin liraya alıyorlar; bu en az
rakamlardandır yeni yapılan bir konut için ve
insanlar bunun için 15 sene borçlanınca insanlardan bilim, sanat, kültür, insani heyecan ve
KORUMA MERKEZLİ ŞEHİRDEN ANLAM
MERKEZLİ ŞEHRE
Koruma merkezli şehirden anlam, merak ve
keşif merkezli şehirlere yürümemiz gerekiyor.
450
407
405
400
337
350
300
250
202
200
188
150
97
100
50
50
İNGİLTERE
HOLLANDA
JAPONYA
İTALYA
İSVİÇRE
TÜRKİYE
KONYA
0
KM2’YE DÜŞEN İNSAN SAYISI GRAFİĞİ
ÜLKETOPRAKNÜFUSYOĞUNLUKEN BÜYÜK ŞEHİR
KM2
TÜRKİYE
KM2/ İNSAN
780.000
74.700.000
97
14.000.000(5.350 KM2) İST
HOLLANDA 41.543
İSPANYA
506.000
16.850.000
47.200.000
405
93
2.300.00(2.300 KM2) AMSR
6.500.000 (605 KM2) MAD
İSVİÇRE
41.285
JAPONYA
338.000
İNGİLTERE 131.000
7.950.000
128.000.000
53.000.000
188
337
407
2.000,000 (2.120 KM2) ZÜRİH
35.000.000 (13,572 KM2) TOKYO
8.200.000 (1.570 KM2) LONDRA
İTALYA
KONYA
61.000.000
2.100.000
202
50
2.800.000 (1.285 KM2) ROMA
302.000
39.000
İsviçre’ye gittiğimiz zaman, orası da Konya kadar bir yer, 8 milyona yakın insan
yaşıyor, oranın nüfus yoğunluğu 188. İsviçre Türkiye’ye çok benziyor. Orası
dağlık bir ülke 185 metre ile 4000 metre arasında değişen yükseklikler var.
İngiltere de 131 bin km2 de 53 milyon insan yaşıyor nüfus yoğunluğu 407 yani
Türkiye’nin 4 mislinden fazla siz orada bir yoğunluk hissetmiyorsunuz. Şöyle bir
mazeret kabul edilemez; “işte Almanya çok düz, İngiltere çok düz, işte biz ondan
dolayı kentlerimizi çok yoğun yapmak durumundayız, alan sorunumuz var, yer
sorunumuz var.” Bu bir gerçek değil.
coşku bekleyemezsin. O adam artık koruma
merkezli yaşayacak aman bir kaza olmasın,
aman ekonomik kriz çıkmasın, aman siyasal
istikrar bozulmasın, aman savaş çıkmasın; yani
insanın yaşam alanı bu mu? Bir konut bu kadar
ulaşıla bilmez bir meta mı? Hâşâ erişilemez
bir put mu?
Dolayısıyla şehirde mekânın insani ölçeklere çekilmesi lazım ve insan için erişilebilir
olması lazım. Burada kamuya, devlete düşen
görev olabildiğince arsa üretmektir. Bugün
Türkiye’de devlet, arsa zenginidir. Dolayısıyla
bu arazileri halka uygun bir bedelle dağıtacak,
alt yapıyı yapacak, insanlar da kendi anlayışına
ve davranışına, kültürüne, zevkine, beğenisine
ve mimarisine uygun kendisi üretecek. Tabi
devletimiz arsa üretirse konut maliyetleri çok
maliyetli değil. Bugün betonarme bir 100 m2
dairenin ortalama maliyeti 50 bin lira, bunu
prefabrik yaparsan bu fiyatlar yüzde 70 oranında düşüyor. Şimdi demek ki senin altyapılı
bir arsan olduğu zaman 100 metrekare bir
evi kesinlikle 40–50 bin arasında yapabilirsin.
Bu abartılı bir rakam değil ama siz herhangi
bir apartmandan, bir hücre gibi, bir depo gibi
düşünebiliriz, insan depoları gibi; oradan bir
alanı hatta sana sorulmamış, senin için tasarlanmamış bir mekânı alıyorsun. Eğer biz bunları
düşünemezsek bu ülkede kendi kültürümüzü de
koruyamayız, kendi medeniyetimizi de koruyamayız, kendi ahlakımızı da koruyamayız; çünkü
insanlar mekânlarıyla var oluyorlar. Mekânlarda
kendilerini gösterirler, mekânlarında kendi anlayışlarını üretirler ama bu şeye sahip değiliz.
Bize dayatılmış bir mekânı, metalaştırılmış bir
mekânı üstelik çok çok yüksek bir rakamla
almak zorunda bırakılıyoruz.
Yeterince arazimiz var mı?
Yerimiz mi dar? Bildiğiniz üzere Türkiye şu
anda 780 bin kilometrekare üzerinde 74 milyon
insanın yaşadığı bir ülke. Şu anda Türkiye bulunduğumuz bölge içersinde yani Irak’ı saymıyorum ama Avrupa ülkesi olduğumuzu söylüyoruz
ya hani Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz
ve gelişmiş ülkelerden biri olmaya çalışıyoruz;
bu ülkelere baktığımız zaman Türkiye nüfus
yoğunluğu olarak bu ülkelerin hepsinden çok
çok az ama bizde asıl sorun yer darlığı değil
gönül darlığı. Aynı zamanda anlayış darlığı, aynı
zamanda akıl tutulması, biraz da ahlaki erozyon.
Bütün bunlar bir araya geldiği zaman özelde de
Eylül - Ekim 2012 83
MAKALE
konutun yani evin metalaştırılmasıdır. Bunlar bir
araya geldikleri zaman hakikaten ciddi bir darlık
yaşıyoruz. Böyle bir darlık yok; Türkiye 780 bin
km2, nüfus 74 milyon 700 bin, nüfus yoğunluğu
km2 ye 97 kişi. Hollanda 41 bin 543 km2, 16
milyon 850 bin kişi yaşıyor, nüfus yoğunluğu 405
ki Hollanda’nın topraklarının yüzde 25’i denizden
kazanılmış, dolgu ile yapılmıştır ve Hollanda bu
küçük alanda dünyanın en büyük tarımsal üretimini yapmaktadır ve siz Hollanda’ya gittiğiniz
zaman hiçbir yoğunluk hissetmezsiniz. Hollanda’yı
bizim Konya ile karşılaştırabiliriz. Konya 39 bin
km2 aşağı yukarı Hollanda kadar, nüfusu 2 milyon
100 bin nüfus yoğunluğu 50. Yani Hollanda’ya
göre 8 kat daha az. Aynı şekilde İsviçre’ye gittiğimiz zaman, orası da Konya kadar bir yer, 8
milyona yakın insan yaşıyor, oranın nüfus yoğunluğu 188. İsviçre Türkiye’ye çok benziyor. Orası
dağlık bir ülke 185 metre ile 4000 metre arasında
değişen yükseklikler var. İngiltere de 131 bin km2
de 53 milyon insan yaşıyor nüfus yoğunluğu 407
yani Türkiye’nin 4 mislinden fazla siz orada bir
yoğunluk hissetmiyorsunuz. Şöyle bir mazeret
kabul edilemez; “işte Almanya çok düz, İngiltere
çok düz, işte biz ondan dolayı kentlerimizi çok
yoğun yapmak durumundayız, alan sorunumuz
var, yer sorunumuz var.” Bu bir gerçek değil. Buna
yalan demek istemiyorum bir bilgi eksikliği olarak
görmek istiyorum ve bir akıl tutulması olarak
görüyorum. Aynı şekilde İtalya, Türkiye’ye göre iki
misli daha yoğun. Japonya; toprakları Türkiye’nin
yarısı kadar, nüfusu Türkiye’nin aşağı yukarı
iki misli, nüfus yoğunluğu da 3,5 misli. Bu
ülkelerde insanlar inanın ki bizden daha rahat
şehirlerde yaşıyorlar. Sürdürülebilir dediğimiz,
erişilebilir dediğimiz, insanların bazen bisiklet
kullanarak işlerinden evlerine gidebildiği, olabildiğince açık uçlu şehirler.
Bir yaşanacak ülke
ve şehir hayal edelim
Bir şehir hayali kuralım, rahat ve sosyal donatı
alanları çok, semt parkları, kent ormanları, bah84 Mimar ve Mühendis
çeli evleri olan ve herkesin müstakil evi olan,
çocukların okullarına yürüme gidebildiği, yaşlıların
camiye, parka gidip buluştuğu rahat nefes alan bir
şehir, mümkün mü? Yerimiz yetmez mi işte size
rakamlarla bunun Türkiye’de mümkün olabileceğini anlatayım.
“Türkiye’de her aileye 400 m2 net alan ev için
versek ve her hane içinde 600 m2 yol, sosyal
donatı alanları ve işyerleri için versek hane başı
gerekli olan alan 1.000 m2 eder. 2050’de Türkiye
nüfusunun 100 milyon olduğunu kabul edelim, bu
da 25 milyon hane eder. Bunun için gerekli alan
25.000 km2 arazi eder buda Türkiye’nin Konya
ilinin toplam alanının yüzde 70’i eder. Tabi ki
şehirlerimizi bütün ülkeye yayacağız. Daha güveni,
huzurlu, az yoğunluklu şehirler kurmamız mümkün.
Bu bir hayal değil yapılabilecek ve sürdürülebilir
bir gerçektir. Vermiş olduğum örnekler ve tablo
bunu gösteriyor.
Türkiye bu durumu örnek alarak şehirsel mekânın
planlamasını ve tasarımını yaparak şehirlerini
daha az yoğunluklu, insani ölçeklerde inşa edebilir.
Dünyada gittikçe gelişen “yavaş şehir” konsepti gelişiyor yani kendi kendine yeten şehirler.
Enerjisini kendisi üreten, tarımsal ürünlerde belli
üretime sahip, sakin ve insani ölçeklerde ev
ve mekân tasarım ve kendi yerel misyonunu
geliştirmiş. Şimdi bütün bu imkânları ve dünyayı
bir daha okuyarak yapabilmemiz lazım, olayı
bir müteahhitlik düşüncesine çıkarmamız lazım,
herkes için şehir yaparken insan odağı koymamız lazım, Türkiye’nin barışını sağlayacak aynı
zamanda ufkunu genişletecek bir proje olarak
kentsel dönüşüme bakmamız lazım. Ben tabi
bunların hepsini merhametli şehir konseptinde
topluyorum. Yani bizim şehirlerimizin merhametli
olması lazım, insanların birbirine karşı hürmetli
olması lazım, saygılı olması lazım, bir diğerini fark
etmesi lazım, diğerinin varlığından keyif, mutluluk
ve güven duyması lazım; çevrilmiş duvarlardan
değil de yanındaki komşudan, esnafın varlığından
güven duyması lazım. Erişilebilir olması lazım
şehirlerimizin.
Bugün Türkiye’de “engelsiz şehir” konseptinde
yeni yapılaşmalar yapılıyor ve bu noktada Türkiye
epey bir mesafe aldı; fakat yetersiz durumdayız. 7
ay önce Güney Amerika ülkesi Peru’ya gitmiştim;
Türkiye o noktada Peru’dan çok geri, erişilebilir
şehir anlamında. Şehirlerin yaşanabilir olması
lazım, sürdürülebilir olması lazım, insanlarımızı
kaynaştıran, buluşturan, onları sosyalleştiren bir
şehre dönüştürmemiz lazım.
Bİrlİkte yaşama manİfestosu
Bu noktada da İstanbul’dan ve
Türkiye’den birkaç görüntü var. İşte Süleymaniye Külliyesi. Külliye mantığını
o bütünleştirici şehir anlayışını bütün
şehirlerimize yaymamız lazım. Şehrin
merkezinde ya da mekânın merkezinde,
tabi burada cami var, cami bizim için
ayrıca Rahmani olan bir şeydir. Yani
merhametin merkezi, sığınacağımız yer;
ama biz şehrin merkezine adeta pazarı
ve AVM’leri yerleştiriyoruz. Daha çok
tüketmek; daha çok tüketen şehirlere
dönüşüyor. Biz üretmeden tüketmeye
koyulduk. Zaten Türkiye’nin cari açığı;
ithalat ihracat arasındaki farklar da
bunları gösteriyor. Dolayısıyla yeni
kuracağımız şehirleri üreten şehirler
konseptinde, birbirini fark ettiren şehir
konseptinde, insan için şehir, herkes
için şehir. Sadelik ve tevazu; ama şimdi
ne var mağrurluk ve kibir ve olabildiğince karmaşık düzenler. Tabi bütün
bunları sorgulamamız gerek. Çevre ile
uyum, insani ölçek ve komşuluk, uyum
ve armoni. Kentsel dönüşümden hep
birlikte bir beraber yaşama manifestosu çıkarmamız lazım. Nasıl deprem
oldu aşağı indik birbirimizi fark ettik,
yanımızdaki komşuyu; ama bu kentsel
dönüşümle yaşadığımız şehri ve onun
zenginliklerini, insani zenginliğini,
tarihi zenginliğini, sosyal bütünleştiriciliğini yaşayarak çıkmamız lazım.
Herkes için şehri istemek dünü, bugünü
geleceği insanın anında harmanlayarak,
insanı, çevresini ve yaşadığı makro ve
mikro evreni kucaklamak, birlikte her
kademe ve yaştan insanlarla huzur
ve güven içersinde sürdürülebilir bir
yaşam-mekân eko sistemi kurmak ile
mümkündür. Bugün içine girdiğimiz
kentsel dönüşümü bir fırsata çevirmek
için taraflar akl-i selim içersinde hareket etmelidir. Bu ülkemizin tarihsel
büyük buluşması ve kalkışması için
bir fırsat ve imkâna bütün taraflarca
dönüştürülmelidir.
Eylül - Ekim 2012 85
MAKALE
PROF. DR. PELİN GÜNDEŞ BAKIR İnşaat Mühendisi, Kayseri Milletvekili
Afetlere Dayanıklı Şehirlere
Dönüşüm
‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki
Kanun’, 31 Mayıs 2012 tarihinde yasalaşmıştır [1]. Bu kanun,
Kentsel Dönüşüm’ün ülkemizde uygulanabilmesi için yoldaki tüm
bürokratik engelleri kaldırmakta, arkasında güçlü bir siyasi irade
ve kararlılık bulunmaktadır. Ülkemizdeki depremlerde yaşanan
acılar sonrası, tamamen insani amaçlarla hazırlanmıştır. Depreme
dayanıksız, mühendislik hizmeti görmemiş binaların, oy kaybetme
pahasına yıkılması doğrultusundaki güçlü siyasi iradenin bir
yansımasıdır.
Kanun, ülkemizin siyasi tarihinde bugüne
dek görülmemiş derecede insani odaklı bir
düşüncenin sonucudur. İnsan hayatıyla, siyasi iktidar arasındaki seçimi hiç düşünmeksizin insandan tarafa yapan bir felsefenin
tezahürüdür. Şu ana kadar hiçbir hükümet
oy kaybedeceğini bile bile bu iradeyi göstermemiştir ve sayın Başbakanın bu iradesi
takdire şayandır.
Modern afet yönetimi bilimi, afet olup
bittikten sonra reaksiyonel ‘yara sarma’
şeklindeki acil durum yönetimine değil, proaktif yani ‘yara almamak’ için afet öncesi
girişimlerde bulunmaya, tedbir almaya ve
afet risklerinin ve zararlarının azaltılması
için etkin stratejiler izleme ve uygulama
anlayışına dayanmaktadır [2]. Afet yönetimi,
müdahale yanında planlama, hazırlık, zarar
azaltma ve iyileştirme gibi farklı safhaları
da kapsamaktadır. Afetler yerel hadiselerdir. Dolayısıyla afetlere müdahale, ilk 72
saat içinde yerel bazda, yerel hükümet ve
gönüllü kuruluşlar eliyle olmalıdır. Modern
afet yönetimi prensiplerine göre merkezi
hükümetten, ilk 72 saatte afete müdahale
etmesi beklenmez. Van Depremi’nin de gösterdiği gibi, gönüllü kuruluşların ve daha çok
sayıda gönüllünün arama kurtarma, yangın
söndürme, afet yönetimi ve ilk yardım gibi
86 Mimar ve Mühendis
konularda eğitilmeleri gerekmektedir. Bu
bağlamda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, vatani
görevlerini yapan kardeşlerimize belirtilen
eğitimleri vermesi sağlanabilir. Bu eğitimleri
alan gönüllü sayısı tüm yurt çapında ne
kadar çok olursa o derece iyi olur. Böylece
sahada çalışan ekipleri zaman zaman yeni
gelen ekiplerle değiştirip onları da dinlendirmek mümkün olabilir.
Kentsel Dönüşüm aynı zamanda afete dayanıklı şehirlere dönüşüm demektir. Meseleye
bu açıdan bakıldığında, çok önemli bir başka
husus daha ortaya çıkmaktadır. Modern afet
yönetiminde, ‘çoklu afet yönetimi yaklaşımı’
esas olmalıdır [2,3]. Çoklu afet yaklaşımı,
deprem, tsunami, yangın, heyelan, sel vb.
tüm afetlerin, bütüncül bir biçimde afetlerin planlanması, afetlere hazırlık ve zarar
azaltma safhalarında dikkate alınmasıdır.
Bu yazıda gerek ‘Kentsel Dönüşüm’ gerekse
‘depremlerde zarar azaltma’ konularında
bilimsel görüşler ve uygulama ile ilgili bazı
öneriler ortaya koyulacaktır.
1. KENTSEL DÖNÜŞÜM
Kentsel Dönüşüm çok boyutlu bir süreçtir.
Depreme dayanıklı şehirler inşa edilmesi,
kentsel dönüşümün amacı değildir ancak
sonucudur. Kentsel dönüşüme herkese tek
beden gömlek uyar mantığıyla yaklaşılması
yarardan çok zarar getirecektir. İstanbul’da
Fatih, Eminönü ve Suriçi gibi tarihi semtlerde uygulanacak çözümler ile Kadıköy
Bağdat Caddesi, Yeşilköy, Ulus gibi planlı
semtlerde uygulanacak çözümler birbirinden
ayrı olmalıdır. Örneğin planlı bölgelerde,
öncelikle toptan göçme riski olan binalar
saptanmak suretiyle noktasal, bina bazlı
çözümlere gidilinebilir. 1999 depremleri
istatistikleri, depremlerde göçme riski olan
ve can kaybına sebep olan binaların, toplam
yapı stoğuna oranının yüzde 6 olduğunu
göstermektedir [4]. Planlı semtlerde, bu
yüzde 6’lık dilime giren binalar tespit edilmeli, yıkılıp yerlerine yeni depreme dayanıklı
binalar yapılmalıdır.
Çarpık gelişmiş daha düşük profilli semtlerde ise parsel bazında değil, ada bazında, hatta iki-üç ada birleştirilerek kentsel
dönüşüm projeleri yürütülmelidir. Belirtilen
kategorideki bölgelerde sorun, sadece depreme dayanıksız göçme riski bulunan binalar
değil, hiçbir sosyal donatıya, kimliğe, yeşil
alana sahip olmayan, yetersiz altyapı şebekeleri ve denetimsiz sanayi tesisleri olan
plansız çarpık kentleşmedir. Bu tip bölgeler,
kentsel dönüşüm ve çıkardığımız yeni kanun
bir fırsat bilinerek, modern şehir bölge plan-
lama esasları doğrultusunda, bütüncül bir
planlama anlayışı çerçevesinde, meydanları,
yeşil sahaları, her türlü sosyal donatılarıyla, otoparklarıyla, yeterli açık alanlarıyla,
hastaneleri, okulları, iş yerleriyle çok iyi
planlanarak, kimlikli, Türk Osmanlı mimarisine haiz ve afetlere karşı güvenli kentler
oluşturulmalıdır. Hele İstanbul’da planlama
yapıyorsak, büyük mimar Sinan’ın zarif
Osmanlı mimari ekolüyle damgasını vurduğu bu tarihi şehiri, yarışmalar açıp büyük
Türk İslam kültürü ve tarihi hakkında bilgi
sahibi olmayan yabancı mimarların hayal
güçlerine terk etmek, yarardan çok zarar
getirecektir. Yabancı mimarların önerdiği
geometrik şekillerden oluşan kaba mimari
ağlar içeren tarzlar, bir Osmanlı kenti
olan zarif İstanbul şehri ile estetik açıdan
uyumlu değildir. Bu tür projeler, İstanbul’a,
hele ada manzaralı Kartal ve Pendik gibi
ilçelerimize hiçbir surette yakışmamaktadır.
Büyük ölçekteki kentsel dönüşüm projelerini ve tasarımlarını yabancı mimarlar
yapabilir, ancak yarışma şartnamelerine ve
kriterlerine mimari tasarımların, söz konusu
şehirin yöresel ve tarihi dokusuyla uyumlu
olma zorunluluğu getirilmelidir.
Ada bazında, hatta iki üç ada birleştirilerek
uygulanacak kentsel dönüşüm projeleri
için seçilecek alanların belirlenmesinde iki
önemli kriter dikkate alınmalıdır. Kentsel dönüşüm alanı olarak bir bölgeyi ilan
edebilmek için en çok miktarda hazine ve
belediye mülkü oranı olan bölgelerin tespit
edilmesi suretiyle işe başlanması birinci
prensip olmalıdır. İkinci önemli prensip, bölge seçimini, ciddi sismik, jeofizik incelemeler ve afet tehlike ve risk analizleri sonucu
belirlemektir [6-8]. İki üç ada birleştirilerek
yeni şehirler inşa edilecek alanlarda sıvılaşma riski, zemin büyütmesi var mıdır? Heyelan, su baskını, hortum, tsunami, orman
yangını, patlayıcı, parlayıcı ve tehlikeli maddeler gibi riskler bulunmakta mıdır? Zemin
sınıfı nedir? Bölge faya ne kadar yakındır?
Tüm bu analizler, bir bölgenin öncelenmesinde ve kentsel dönüşüm planları için doğru kararların verilmesinde çok önemli rol
oynayacaktır. Kentsel dönüşümün yerinde
yapılması her zaman ideal çözüm olmayabilir. Sıvılaşma, ciddi zemin büyütmesi,
heyelan vb. riskleri içeren bölgelerde bazen
nüfusun seyrekleştirilmesi gerekli olabilir.
Çarpık gelişmiş, plansız, düşük profilli ilçelerde veya semtlerde ada bazında değil de
parsel bazında noktasal kentsel dönüşüm
uygulamaları ile birer birer binaları güçlendirirsek veya yıkıp yeniden inşa edersek,
belki depreme dayanıklı şehirler inşa etmiş
oluruz, hatta depremlerde sıfır can kaybını
da garanti altına alabiliriz ancak çarpık ve
plansız kentleşme, kimliksiz yapılaşma aynen devam eder. Bu kategorideki bölgeler
için ihtiyacımız olan şey yeniden kapsamlı
bir şehir bölge planlamasıdır.
Ada bazında, bütüncül kentsel dönüşüm
uygulamalarında, transfer binalarının
öncelikle bitirilmesi esastır. Bunun için de
kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilecek alanlarda, transfer binalarının yapılabileceği
boş hazine veya kamu arazisi olması büyük
önem taşımaktadır. Zira yıkılacak binalarda
yaşayan insanlarımızın yeni daireleri bitene
kadar taşınacakları böyle bir rezerv bina
stoğuna ihtiyaçları bulunmaktadır. Vatandaşlarımıza kira yardımı da diğer seçenekler arasındadır. Bir bölge, kentsel dönüşüm
alanı ilan edildikten sonra bir sene geriye
dönük olmak üzere anlaşana dek toplamda
on sene tapu mülkiyet değişimine müsaade
edilmemelidir. Aksi takdirde belediyelerimiz, orjinal yapı sahipleriyle değil, konutlarını onlardan ucuza satın alan profesyonel
emlak simsarlarıyla pazarlığa oturmak
zorunda kalmaktadır.
İstanbul’da kentsel dönüşüm, şehrin tarihi
ve kültürel dokusu korunarak gerçekleştirilmelidir. İstanbul’daki Fatih, Eminönü veya
Suriçi gibi tarihi semtlerde ise bir “koruma
Eylül - Ekim 2012 87
MAKALE
imar planı” yarışması yapılıp dünya ölçeğinde bir plan hazırlanmalıdır. Tarihi yarımada
1 kilometrekarelik alanlara bölünüp müteahhitlere ihale yoluyla verilebilir. Müteahhit
tarihi değeri olmayan tüm yapıları satın alıp
yıkarak bölgeyi boşaltmalıdır. Mevcut çarpık
betonarme binalar yıkıldıktan sonra ada
bazında 3 katı geçmeyecek biçimde yeni
binalar yapılıp yer altında da en az iki katlı
otopark izni olmalıdır. Anıtlar Yüksek Kurulu
ve Müzeler Müdürlüğü gözetiminde hafriyat
yapılmalı, tarihi dokuyla ve Suriçi’ndeki 15.
ve 16. yüzyıl Osmanlı eserleriyle uyumlu mimariye sahip zarif binalar inşaa edilmelidir.
Tarihi yapılar da boşaltılmalı ve derhal restore
edilmelidir. Hiç kimse dünya kültür mirasına
ait tarihi yapıları tahrip etmeye, tarihi merdiven korkuluklarını, tavan süslerini kışın ısınmak
amacıyla yakacak olarak kullanma hakkına
sahip değildir. Projeye beş yıldızlı oteller de
dahil edilmeli, Suriçi bir turizm cazibe merkezi
haline getirilmelidir [5].
3. DİĞER DEĞERLENDİRMELER
Ülkemizde yüksek yapılar için ayrı bir yönetmeliğe ihtiyaç vardır. Yüksek yapıların ana
ulaşım arterlerine çok yakın inşa edilmelerine de müsade edilmemelidir. Zira bu binalar
büyük bir deprem sonrası göçerlerse, ana
arterler üzerindeki ulaşım çok uzun sürelerle
kesintiye uğrayacaktır. Deprem tehlike haritaları da bir an önce yenilenmelidir.
Bir diğer üzerinde durulması gereken
önemli husus, özel hastane ve okul binaların
deprem dayanımları ile ilgilidir [10]. Tüm
Türkiye’de özel hastane ve özel okul binaları
genellikle konut işlevi görmek üzere inşa
edilmiş apartmanlardan hastane veya
okula çevrilmektedir. Oysaki yönetmeliğimizde okullar için bina önem katsayısı 1.4,
hastaneler için bina önem katsayısı 1.5
iken konutlar için 1’dir. Kaba bir hesapla bir
apartmandan çevrilen bir dersane binası,
yönetmeliklere uygun inşa edilmiş bir eğitim binasına göre yüzde 40 daha güvensiz
olmaktadır. Bu sebeple, konut olarak inşa
edilmiş binalarda özel hastane, özel okul ve
özel dersanelerin faaliyet göstermelerine
hiçbir surette müsaade edilmemelidir.
Yeni inşa edilecek hastane binaları için
ise en uygun seçenek taban izolasyonu
tekniğinin kullanılarak yapının depremden
yalıtılmasıdır. Bu teknikte, yapının temelinin
üstüne, bodrum katın altına kurşun çekirdeği olan kauçuk bir mesnet yerleştirilir.
88 Mimar ve Mühendis
Depremde bütün hareket bu izolatör seviyesinde olur ancak kat ivmeleri dramatik bir
biçimde azalacağından binada fazla sarsıntı
olmaz. Yani yapı bir nevi depremden yalıtılır.
Özellikle hastanelerde kullanılan hassas
ve pahalı tıbbi cihazların zarar görmesi de
böylece engellenmiş olur.
Ülkemizdeki inşaat mühendisliği eğitimi veren
üniversitelerimizin müfredatları yetersizdir.
Ülke çapındaki tüm üniversitelerimizin İnşaat
Mühendisliği Bölümü Başkanları’nın müfredatlarda revizyon yapması ve biran önce
“deprem mühendisliği” ve “yapı dinamiğine
giriş” derslerini mecburi hale getirmeleri
büyük önem arzetmektedir. Yapıların gerçek
davranışı statik değil dinamiktir. Türkiye gibi
önemli bir deprem ülkesinde, yapının dinamik
davranışını bilmeyen, yönetmelikteki mevcut
yapıların performansa dayalı değerlendirilmesinin ne olduğundan bihaber olan mühendislerin yetiştirilmesi üniversitelerimiz adına büyük
bir eksikliktir.
REFERANSLAR
[1] Resmi Gazete (2012), ‘Afet riski altındaki alanların
dönüştürülmesi hakkında kanun’, kanun No: 6306, Kabul
tarihi: 16.5.2012.
[2] Gündeş Bakır Pelin (2004), ‘Proposal for a national mitigation strategy against earthquakes in Turkey’, Natural
Hazards, 2004, 33(3):405-425.
[3] Gündeş Bakır P. ve Boduroğlu M.H., ‘Earthquake Risk
and Hazard Mitigation in Turkey’, Earthquake Spectra,
2002, 18(3):427-447.
[4] Tezcan S.S. (2012), ‘Riskli binalar ile ilgili kanun tasarısı’, Şantiye, Sayı: 287, pp. 154-157.
[5] Albayrak E. (2011), Görüşme notları.
[6] Gündeş Bakır Pelin, De Roeck G., Degrande G. ve Reynders E., ‘Seismic demands and analysis of site effects in
the Marmara region during the 1999 Kocaeli earthquake’
, Natural Hazards , 42(1),169-91,July 2007.
[7] Gündeş Bakır Pelin, De Roeck G., Degrande G. and
Wong K.K.F., ‘Seismic risk assessment for the mega-city
of Istanbul: Ductility, strength and maximum interstory
drift demands’, Soil Dynamics and Earthquake Engineering 27 (12): 1101-1117 DEC 2007.
[8] Gündeş Bakır Pelin, De Roeck G., Degrande G. and
Wong K.K.F., ‘Site dependent response spectra and analysis of the characteristics of the strong ground motion
due to the 1999 Duzce earthquake in Turkey’ Engineering
Structures, 29(8), 1939-56, August, 2007.
[9] Erdik M. (2011), Görüşme notları, Kandilli Rasathanesi.
Eylül - Ekim 2012 89
SÖYLEŞİ DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ
DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ
Türkİye’nİn Deprem Gerçeğİ
Deprem-zemİn-yapı üçlüsünde en popüler konu ve dolayısıyla medyada en fazla İşlenen
depremİn kendİsİdİr. Halbukİ en fazla sorumluluk ve İnsanımızı doğrudan İlgİlendİren
konular İse zemİn ve daha da önemlİsİ yapıdır. Deprem hareketİnİn bİr bİnaya tatbİk
ettİğİ kuvvetİ, dolayısıyla muhtemel hasarı azaltmak İçİn bİnanın kütlesİnİ ve/veya
hareketİn İvmesİnİ azaltmalıyız. Unutmayalım kİ deprem ağır yapılara daha fazla
yüklenİr. Dolayısıyla, bİnalarımızı hafİf malzemeyle yapmalıyız. Yanİ, yapıları hantal
beton ve tuğla yığınları şeklİnde İnşa etmek yerİne, İnşaat kültürümüzü değİştİrİp
yapılarda ahşap ve çelİk malzeme kullanmalıyız. Ve nİhayet, deprem hareketİnİn İvmesİnİ
İse bİr yandan zemİnİ ıslah ederek, yanİ gevşek bİr zemİnİ sıkılaştırarak azalatabİlİrİz,
bİr yandan da yenİ yerleşim alanları İçİn tarımsal amaçlı kullanılması gereken gevşek
alüvyon malzemeden müteşekkİl ovalar yerİne kaya zemİnden müteşekkİl
yamaç arazİler tahsİs etmelİyİz.
>
SÖYLEŞİ: FATİH GÖKSU
Depremi bir cümlede nasıl tarif edersiniz?
Deprem, yerkabuğunu teşkil eden irili-ufaklı
levhaların izafi hareketleri esnasında temas
yüzeylerinde biriken yükün ani serbest bırakılmasıdır. Bu cümledeki anahtar kelime “ani”
biriken yük yavaş yavaş serbest bırakılırsa,
herhangi tehdit karakteri olmayan mikrodepremler vuku bulur.
Şimdi lütfen sebep-sonuç ilişkisini kurarak, bu
konuyu biraz açar mısınız?
Yerkürenin dış çekirdeği bir nükleer santral
gibi çalışır, bu santral muazzam bir ısı üretir,
ısı enerjisi çekirdeği saran mantoya transfer
edilir, ısınan yarı-akışkan manto yerkabuğuna
doğru yükselir, yükselen malzeme okyanusların
ortasında belli eksenler boyunca yeni kabuk
oluşmasını sağlarken, eski kabuk da kıta kenarlarının altından mantoya dalar ve tüketilir.
Manto içindeki ısı konveksiyon akımlarının
sebep olduğu kabuk yenileme ve tüketme
hadisesi, yerkabuğunu teşkil eden levhaların
birbirlerine izafi hareketleri sonucu temas
yüzeylerinde yükün birikmesine, ve bu yükün
aniden boşalmasına yani depremlerin oluşma90 Mimar ve Mühendis
sına neden olur. Depremler, aslında yerkürenin
dinamik karakterinin bir tezahürüdür. Levha
hareketleri sonucunda dağ oluşumu ve bunun
neticesinde de bütün tabiat hadiselerinin
gelişmesi de yer kürenin dinamik karakterinin
bir başka tezahürüdür.
Türkiye’deki depremlere sebep
olan levha hareketini tarif eder misiniz?
Özellikle, Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu
Fay zonlarının her iki tarafındaki levhaların zıt
istikamette esas itibariyle yanal hareketleri
esnasında sürtünmeleri sonucu, fay düzleminde biriken yükün aniden serbest bırakılmasıyla
vuku bulan depremler bizi ilgilendirmektedir.
Fay zonlarında, levhaların birbirlerine zıt istikamette yatay hareketleri sonucu vuku bulan
depremler, yerkabuğunun tüketildiği eksenlerde vuku bulan depremlerden genellikle daha
küçüktürler. Lakin Erzincan 1939 ve Kocaeli
1999 depremleri gibi 7’nin üstünde büyüklükte
de vuku bulabilirler.
Deprem sismolojisinde son yılların en önemli
keşfi, levha içindeki depremlerin, örneğin
Anadolu levhasındaki gibi, faylar boyunca
mevcut lokal zayıf zonlardaki yük birikiminden
ziyade, esas itibariyle levhaların birbirlerine
izafi hareketleri sonucu daha büyük ölçekteki
rejyonal yük birikiminden ötürü olmasıdır.
Fay zonları boyunca levha hareketleri sadece
yanal yönde midir?
İyi bir soru. Fay zonları boyunca levha hareketlerinin hem yanal hem de düşey bileşenleri
vardır. Ama bazı fay zonlarında yanal hareket
daha baskındır; örneğin, Kuzey ve Doğu Anadolu Fayları’nda olduğu gibi. Bazı fay zonla-
Depremler, aslında yerkürenin
dinamik karakterinin bir
tezahürüdür. Levha hareketleri
sonucunda dağ oluşumu
ve bunun neticesinde de
bütün tabiat hadiselerinin
gelişmesi de yer kürenin
dinamik karakterinin bir başka
tezahürüdür.
rında ise düşey hareket daha baskındır; örneğin,
Ege Bölgesi’ndeki fay sistemlerinde olduğu
gibi. Burada önemli olan husus, yanal hareketin baskın olduğu fay zonlarındaki depremler,
düşey hareketin baskın olduğu fay zonlarındaki
depremlerden daha büyük olur.
Depremin büyüklüğü ile fayların uzunluğu
arasında bir ilişki var mıdır?
Bir fay zonu boyunca levhaların temas yüzeyleri
ne kadar büyükse, diğer bir deyişle fay zonu ne
kadar uzun mesafe kat ediyorsa, biriken tektonik
yük ve dolayısıyla deprem de o kadar büyük olur.
Deprem-tsunami ilişkisi nedir?
Tsunami, Japonca bir sözcüktür. Japon Adaları’nın
doğu sahilleri boyunca Pasifik Levhası Asya
Levhası’nın altına dalmaktadır. Bu hareket, daha
önce de ifade ettiğimiz gibi çok büyük depremlere sebep olmaktadır. Ayrıca, dalan kütlenin
düşey yönde ani hareketi neticesinde, Pasifik
Okyanusu’nun çok kalın su tabakası da birlikte
ani bir düşmeye maruz kalır. Bu hadise de çok
uzun periyotlu ve yüksek genlikli su dalgasının
oluşmasına neden olur. Dev dalgalar sahile
vardığında tsunami felaketi olur. Tsunamiye
neden olabilecek dalma-batma levha hareketi
Anadolu sahillerinde, olsa olsa Akdeniz’de
Hellenik Dalma Kuşağı boyunca mümkündür.
Marmara’da ise Japonya, Sumatra, Alaska
veya Şili Sahillerindeki gibi tsunami tarzında
büyük bir felaket düşünülemez.
Marmara Bölgesi Türkiye’nin sanayi ve ticareti
bakımdan en önemli bölgesi, bu bölgenin
depremselliği hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Marmara Denizi, aslında Anadolu’da hakim yanal
atılım hareketiyle Ege Denizi’nde hakim düşey
hareketler arasında geçiş zonu. Bu nedenle,
Marmara Denizi’nde, bilhassa orta kısımda,
Kuzey Anadolu Fay Zonu’nda vuku bulan büyük
depremler beklenemez. Diğer yandan, ne yazık
ki son yıllarda yapılan araştırmalara rağmen,
Marmara Baseni’nin fay geometrisi güvenilir
doğrulukta henüz tespit edilememiştir. Bununla
beraber, eldeki verilere istinaden denilebilir ki
geçmişte İstanbul’u, Marmara içinde İstanbul’a
yakın büyük bir deprem yerine İzmit veya
Gelibolu’da vuku bulan uzak bir depremin lokal
zemin etkisi tehdit etmiştir. Nitekim, 1999 Kocaeli Depremi’nin Avcılar’daki hasar ve can kaybı
lokal zemin etkisindendir.
Marmara Baseninin tektonik modelinin güvenilir doğrulukla bilinmediğini ifade ettiniz. Bu
konuyu biraz açar mısınız?
Güvenilir bir tektonik model için, Marmara’da son
3 yıl içinde yapılmış takdire şayan araştırmalara
ek olarak, fay yüzeylerinin geometrisi ve ‘strikeslip’ ve ‘vertical-slip’ bileşenlerinin tanımlanmasına yönelik bir ‘high-resolution sub-bottom
seismic profiling’ gerekmektedir. Eldeki sismik,
gravite, manyetik, batimetre, ve sismik aktivite
verilerine istinaden, Marmara için kuzeydoğu-güneybatı istikametinde bir kuvvet çiftine maruz bir
Eylül - Ekim 2012 91
SÖYLEŞİ DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ
‘pull-apart’ tektonik model önerilebilir. Bu modele göre, Marmara, İzmit doğusunda Kuzey
Anadolu Fayı (KAF) boyunca hakim ‘strike-slip’
rejimiyle, Ege’de hakim ‘vertical-slip’ rejiminin
bir geçiş zonudur. Bir anlamda, Marmara kısmen de olsa tektonik anlamda yükün biriktiği
bir zon yerine, tam tersine bir gevşeme zonudur. Dolayısıyla, Marmara’da, bilhassa orta
basende ve İstanbul’a yakın mesafede, İzmit’in
doğusunda veya Saros’daki gibi 6.5 veya daha
büyüklükte bir deprem beklemek yanlış olur.
İstanbul’u, yakındaki bir büyük deprem yerine,
uzaktaki bir büyük deprem ‘local site effect’
bakımından her zaman tehdit etmektedir.
Bölgedeki büyük depremlerin tekrarlama periyodu, tarihsel depremlere istinaden 100-150
yıl arasında kabul edilirse, medyada popülerize
edilen ‘İstanbul’a yakın, beklenen büyük depremin,’ aslında ‘İstanbul’dan 170 km uzakta, 1999
yılında olup bittiğini söylemek’ pek de yanlış
addedilemez.
Depremi önceden tahmin edebilir miyiz?
Nasıl hava durumunu, çok ama çok parametreli
fiziksel bir hadise olmasına rağmen, tahmin
etmeye çalışıyorsak, depremin de nerede, ne
zaman ve hangi büyüklükte ve nasıl bir fay
hareketi sonucu olacağını tahmin etmeye
çalışmak da doğaldır. Ayrıntılara girmeden,
kayaçların sismik ve elektrik özdirenç gibi bazı
fiziksel özelliklerinin depremden birkaç saat
önceden birkaç ay öncesine kadar değişime
maruz kaldıklarını söyleyebiliriz. Lakin deprem
tahmini pratikte kullanılabilir bir düzeyden çok
uzak, üstünde daha çok araştırma yapılması
gerekli bir konudur. Bu durumda, mühendislik ve
bilim alanlarında uğraşanlar olarak, kamuoyunu
92 Mimar ve Mühendis
‘tahmin senaryolarıyla’ meşgul etmemiz doğru
değildir. Yarardan ziyade, tahmin haberleri
sosyal ve ekonomik zarara neden olur.
Deprem kayıtlarının alınmasından önceki
tarihsel depremlerin büyüklüğünü nasıl tahmin
edebiliriz?
1509 yılında küçük kıyamet diye adlandırılan ve
İstanbul’da büyük hasara sebep olan büyük bir
deprem oldu. Merkez üstünün nerede olduğu
bilinmemekle beraber İzmit civarında olduğu
tahmin edilmektedir. 1766 Depremi’nin merkez
üstünün Gelibolu, 1894 Depremi’nin ise yine İzmit civarında olduğu bilinmektedir. Lakin bütün
bu depremlerin büyüklüğü hakkında güvenilir
bir tespit yapmak Osmanlı dönemine ait tarihi
belgelere istinaden oldukça zordur. Bunun
sebebi, deprem hasarını merkezi hükümete
rapor edenler ya kadılar ya da imamlardı. Bu
kişiler, merkezi hükümetten azami yardımı temin edebilmek için deprem hasarını ziyadesiyle
mübalağa ederlerdi. Lakin depremin süresi
hakkında ise masumane gerçeğe yakın bir
süreyi telaffuz ederlerdi. Bu nedenle, depremin
büyüklüğü hakkında güvenilir tahmini, rapor
edilen hasar tür ve miktarı yerine ancak ve
ancak deprem hareketinin süresine istinaden
yapabiliriz. Depremin süresiyle büyüklüğü arasında ampirik ilişkiye istinaden, örneğin, yaklaşık
ardı ardına üç büyük şokun 19 saniye sürdüğü
1894 Depremi’nin 6-6.5 büyüklüğünde olduğu
tahmin edilmektedir.
Zeminin depremselliği hakkında neler
söyleyeceksiniz?
Bir inşaat projesi için zeminin sismik anlamda
tanımlanması binaların emniyetli olmasını
sağlamaya yönelik zemin ıslahı için elzemdir.
Zeminin sismik anlamda modelini oluşturan
parametreleri sondajlardan ve laboratuar deneylerinden elde edilen bilgilerle birlikte kullanarak, geoteknik mühendisi ‘zeminin geoteknik
modelini’ gerekli hassasiyetle tanımlayabilir.
Depreme yönelik geoteknik modelleme, zemin
hakim periyodunun ve zemin büyütme katsayısının tespiti, zeminin suya doymuşluk derecesini gösteren Poisson oranının hesaplanması,
sıvılaşma ve mikrozonlama analizlerinin yapımı
ve nihayet binaların asismik tasarımını kapsar.
Zeminin sismik modelini tanımlayan jeofizikçi
bir kardiyolog gibi zeminin geoteknik modelini
tanımlayarak ıslahını projelendiren cerrah
rolündeki geoteknik mühendisine yardımcı olur.
Çok-katlı bir binayı bir yay gibi düşünürsek,
binanın deprem esnasındaki hareketini yayın
sönümlü salınımına benzetebiliriz. Bu salınımı
tarif eden esas parametre yayın salınım periyoduna eşdeğer olan binanın kendine mahsus
periyodudur. Kayaya göre nispeten gevşek
malzemeden müteşekkil zemin içinde yayılan
deprem dalgaları, bir kaval içinde üretilen ses
dalgaları gibi davranır. Üflenen kavalın bazı
ses harmoniklerini üretip sonra onların genliğini büyüterek bize duyurması gibi, zemin de
maruz kaldığı yüzey dalgalarının harmoniklerini
büyüterek yanal yönde yayılmasına neden olur.
Zemini bir radyo verici istasyonu, binayı da bir
alıcı istasyon gibi düşünürsek, en az parazitle en fazla ses iki istasyonun frekanslarının
çakışmasıyla elde edilir. Benzer, fakat arzu
edilmeyen biçimde, deprem esnasında zemin
hakim periyoduyla bina periyodu çakışırsa, bina
tehlikeli biçimde sarsılabilir.
Zemin ıslahının bir amacı, zeminin yüzey dalga-
Tsunamiye neden olabilecek
dalma-batma levha hareketi
Anadolu sahillerinde, olsa olsa
Akdeniz’de Hellenik Dalma
Kuşağı boyunca mümkündür.
Marmara’da ise Japonya,
Sumatra, Alaska veya Şili
sahillerindeki gibi tsunami
tarzında büyük bir felaket
düşünülemez.
larını büyütmesine ve zemin hakim periyodunun uzamasına karşı tedbirler almaktır. Bunu
sağlamak için ya zeminin gevşek tabakalarını
maliyeti makul ise hafriyatla sıyırmanız gerekir
veya enine-dalga hızını zemini sıkılaştırarak
artırmanız gerekir.
Yapının depremselliği hakkında neler
söyleyeceksiniz?
Yeni bir yapı tasarlarken, depremin etkisini
en asgariye indirebilmek için Semih Tezcan
hocamızın belirttiği şu kurallara mühendislerin ve mimarların titzlikle riayet etmeleri
gerekmektedir: “Çerçeveli sistemler yerine
perdeli sistemleri tercih et. Planda düzgün ve
sismetrik sistemleri seç. Burulmaya olanak
verme. Binanın hiçbir yerinde gereksizce ağır
kütle oluşturma. Zayıf kolon güçlü kiriş yerine,
güçlü kolon zayıf kiriş seç. Ağır cephe askıları
ve panelleri kullanma. Kısa kolona müsaade
etme. Tehlike katına (yumuşak kat) müsaade
etme. Çelik profil kolonlu yapılarda, Japon
Mucizesi denilen kompoizt kesitleri kullan.
Betonarme kolonları ise alt ve üst uçlarında etriyelerle yoğun bir tarzda sar. Bitişik
binaların çarpışmasına engel ol. Kat başına
iki cm boşluk bırak. Kolonları, konsollara veya
kiriş ortalarına oturtma. Yumuşak zeminlerde sıvılaşma ve/veya büyültme riskini çok iyi
analiz et. Temelde ve/veya üst katlarda sismik
izolatörler ve söndürücüler kullanarak mutlak
deprem güvencesini garantiye al.”
Deprem hareketinin bir binaya tatbik ettiği
kuvveti, dolayısıyla muhtemel hasarı azaltmak
için binanın kütlesini ve/veya hareketin ivmesini azaltmalıyız. Dolayısıyla, binalarımızı hafif
malzemeyle yapmalıyız. Yani, yapıları hantal
beton ve tuğla yığınları şeklinde inşa etmek
yerine, inşaat kültürümüzü değiştirip yapılarda
ahşap ve çelik malzeme kullanmalıyız. Deprem
hareketinin ivmesini ise zemini ıslah ederek,
gevşek bir zemini sıkılaştırarak azaltabiliriz.
Gevşek zemin üzerine oturtulmuş bir yapı kaya
üzerine oturtulmuş bir yapıya göre, zemin ıslah
edilmezse, deprem hareketinden daha fazla
etkilenir ve hasara maruz kalma ihtimali daha
fazladır. Bu doğru mu?
Evet. Gevşek zemin daha ziyade kil-silt-kumdan
müteşekkil alüvyon malzemenin çökeldiği ovalarda mevcuttur. Aslında bu konuyla yakından ilişkili
esas mesele Bursa, Adapazarı, Adana ve Mersin
gibi ovaların yerleşime açılmaması, aksine tarımsal amaçlı kullanılması gerekirdi. Eski Bergama
tapınakların bulunduğu ve esas itibariyle kaya
zeminden müteşekkil tepenin yamacındadır, yeni
Bergama ise güzelim ova üstündedir. Ne acıdır
ki 2 iki bin yıl öncesine göre 2 bin yıl geriden
düşünüyoruz.
Deprem-yapı ilişkisine mahsus çok önemli bir
hususu dikkatinize sunmak isterim. Örneğin
Amerika’nın Kaliforniya Eyaleti’ndeki sağ-yanal
atılımlı San Andreas Fayı üzerinde San Francisco
kentine yakın 6.5 büyüklüğündeki bir depremin
sebep olacağı can ve mal kaybı, yine sağ-yanal
atılımlı Kuzey Anadolu Fayı üzerinde İzmit kentine
yakın yine 6.5 büyüklüğünde bir depremin sebep
olacağı can ve mal kaybından kesinlikle çok daha
az olur. Bunun sebebi, yapılaşmamızın nispeten
daha kötü kaliteyi haiz olmasındandır.
Türkiye’nin deprem gerçeği hakkındaki
söyleşimizin bir özetini yapar mısınız, lütfen?
Deprem konusu bilimsel olması bakımından
akademik ortamlarda tartışılmalıdır. Medyada
bu konunun tartışılması, hele hele sismoloji konusunda mütehassıs olmayan deprem paparazzileri
tarafından her deprem olduğunda gündeme
getirilmesinin hiçbir yararı yoktur. İnsanları,
doğal bir hadise olan depremden korkutmak ve
tedirgin etmenin, yalan ve yanlışlarla aldatmanın
ne faydası vardır? Üstelik deprem konusunda
bu ülkenin bilim insanlarının, medyada dedikodu
yerine, bilimsel daha çok araştırma yapması
gerekmektedir.
Halkımızın bir depremi müteakip telaşlanıp
gecelerini parklarda veya sokaklarda geçirmelerine meydan vermemek için, örneğin, Fethiye’deki
depremden sonra tsunami olur mu veya Marmara’daki 5.1 büyüklüğündeki depremin ardından
daha büyük deprem olur mu gibi soruların muhatabı olacak Amerika, Çin ve Japonya’daki gibi
resmi ve yetkin bir kuruluşun gerektiği zaman
bilimsel beyanda bulunarak deprem paparazzilerini susturması gerekmektedir.
Depremden ziyade, medyada işlenmesi gereken
mühendislik konuları olması, dolayısıyla insanları
doğrudan ilgilendirmesi bakımından, zemin ve
daha da önemlisi yapıdır. Bu iki hususta yapılması gerekeni, Newton’un İkinci Kanunu çok açık
biçimde ifade etmektedir: “Bir cisme tatbik edilen
ve onu harekete maruz bırakan kuvvet eşittir
cismin kütlesi çarpı hareketin ivmesi.” O halde,
deprem hareketinin bir binaya tatbik ettiği kuvveti, dolayısıyla muhtemel hasarı azaltmak için ne
yapmalıyız? Binanın kütlesini ve/veya hareketin
ivmesini azaltmalıyız. Unutmayalım ki deprem
ağır yapılara daha fazla yüklenir. Dolayısıyla,
binalarımızı hafif malzemeyle yapmalıyız. Yani,
yapıları hantal beton ve tuğla yığınları şeklinde
inşa etmek yerine, inşaat kültürümüzü değiştirip
yapılarda ahşap ve çelik malzeme kullanmalıyız.
Ve nihayet, deprem hareketinin ivmesini ise bir
yandan zemini ıslah ederek yani gevşek bir zemini sıkılaştırarak azaltabiliriz. Bir yandan da yeni
yerleşim alanları için tarımsal amaçlı kullanılması
gereken gevşek alüvyon malzemeden müteşekkil
ovalar yerine kaya zeminden müteşekkil yamaç
araziler tahsis etmeliyiz.
Eylül - Ekim 2012 93
BİZDEN HABERLER
ANKARA ŞUBESİNDEN TEDAŞ’A ZİYARET
M
imar Mühendisler Grubu Ankara Şubesi Yönetimi, TEDAŞ Genel
Müdürlüğü’nde daha önceden “Sistem İşletme Daire Başkanı” olarak
görev yapan ve yine aynı kuruma Genel Müdür Yardımcısı olarak atanan Sn.
Mehmet Necat Tür’ü ziyaret etti. Ziyarette MMG Ankara Şubesi Başkanı Yılmaz
Ada, Kazım Özgür, Ümit Keser, Ahmet Sait Akboğa , Ahmet Kaplan ve Mehmet
Mungan bulundular. Ziyarette, Ülkemizde ve dünyada enerji sorunları ve bu
sorunlara Mimar ve Mühendisler Grubu olarak görüş ve önerilerimiz konuşuldu.
MMG’DE BAYRAMLAŞMA
HEYACANI
M
Konya Şubesİnden, Konya
Mİllİ Eğİtİm İl Müdürüne Zİyaret
M
imar ve Mühendisler Grubu Konya Şubesi, Konya İl Milli Eğitim Müdürü
Şerafettin Turan`I makamında ziyaret etti. Ziyaret sırasında görevine
yeni atanan Şerafettin Turan Bey`e MMG`nin Konya`da yaptığı çalışmaları hakkında bilgiler verildi. Dernek başkanı Arif Kösen bir sivil toplum kuruluşu olan
MMG Derneği olarak, İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile sosyal sorumluluk projelerinde ortak çalışmalar yapmak istediklerini belirtti. Şerafettin Turan`da Konya`da
bulunmaktan ve Konya`ya hizmetten çok memnun olduğunu söyledi. Ziyaret
karşılıklı iyi niyet temennileri ile tamamlandı.
96 Mimar ve Mühendis
imar ve Mühendisler Grubu’nun geleneksel bayramlaşma programı Ramazan
Bayramı’nın ikinci günü, MMG Genel Merkez Ofisi’nde
gerçekleştirildi. MMG yönetim kurulundan Genel
Başkan Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcılarından
Osman Arı, Yönetim Kurulu Üyelerinden Murat
Özdemir ve Yerbilimleri Komisyonu Başkanı Şehmus
Yıldırım’ın da katıldığı programda MMG üyelerinin
ziyaretleri kabul edildi. Bayramlaşma ve tebriklerden
sonra güncel konuların konuşulduğu programda
şehirleşme ve nüfus yoğunluğu konuları hakkında
görüş alışverişinde bulunan katılımcılara, Yeryüzü
Mühendisleri oluşumu kapsamında Sudan’a giden
Murat Özdemir, Sudan gezisi ve incelemeleri hakkında
bilgiler verdi. 2 saat süren bayramlaşma programı
kapsamında ayrıca MMG’nin süreli yayını olarak 2
ayda bir okuyucularıyla buluşan Mimar ve Mühendis
Dergisi’nin içeriği, gelecekte işlenecek dosya konuları
ve bu konulara verilecek destek konusunda görüş
alışverişi yapıldı.
MMG Şarköy
Depremİ’nİ Unutmadı
T
ekirdağ’ın Şarköy ilçesine bağlı Mürefte
Beldesi’nde 9 Ağustos 1912 tarihinde meydana gelen 7.4 şiddetindeki depremde hayatını
kaybedenler için, Mimar ve Mühendisler Grubu,
TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul
Şubesi ve İstanbul Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi’nin ortaklaşa düzenlediği bir anma töreni
düzenlendi. Anma töreninin yanı sıra yüz
yıl önce meydana gelen depremin bölgede yol
açtığı değişimi gözlemlemek amacıyla bölgede
bir dizi inceleme yapıldı. Saygı duruşu ile başlayan
etkinlikle ilgili MMG adına Jeofizik Mühendisi
Şehmus Yıldırım ilk konuşmayı yaparak, 100 yıl
öncemeydana gelen 7,4 büyüklüğündeki depremden sonra sırasıyla ülkemizin farklı bölgelerinde
pek çok depremin meydana geldiğini belirtti.
DR. HÜSEYİN SARAÇ: İSLAM NÜFUSUNUN ARTIŞ HIZI AZALTILMAK İSTENİYOR
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun her hafta Çarşamba günleri gerçekleştirdiği “Bizbize Konuşmalar”
etkinliği çerçevesinde 13 Haziran 2012 Çarşamba tarihindeki konuğu, Erenköy Galippaşa Camii İmam
Hatibi Dr. Hüseyin Saraç oldu. Sohbet ortamında geçen etkinlikte Saraç, “İslam Dünyasının Doğal
Kaynakları ve Coğrafi Yapısı” konulu sunumuyla katılımcılarla buluştu.
D
r. Saraç MMG Genel Merkez Binası’nda gerçekleştirdiği programına Ayet ve
Hadis’lerden örnekler sunarak
sohbet şeklinde başladı. Katılımcılarla, konusuna giriş yapmadan sohbet eden Saraç, daha
sonra İslam Dünyası’na
dair bilgiler verdi.
Allah’ın kainatta
olup bitenler gibi,
bundan sonraki
süreçte olacakları da bildiğini
kaydeden Dr.
Saraç, “Allah,
Hüseyin Saraç’ın
bugün burada MMG
ailesiyle beraber olacağını
önceden de biliyordu. Bundan
sonraki süreçte de hepimizin
neler yaşayacağını şüphesizdir
ki biliyor.” dedi. Üzülmenin ve
gevşemenin Müslümanlıkta yeri
olmadığını kaydeden Dr. Saraç,
muvaffak olabilmek için Allah’ın
kurallarına uymanın büyük
önem taşıdığını kaydetti.
Dr. Saraç: “Müslüman
nüfusunun artması korkuttu”
İslam dünyası ve coğrafyası hakkında kısa bilgiler vererek konuya
giren Dr. Hüseyin Saraç, 2.Dünya
Savaşı’ndan önce İslam ülkesi
denilince akla 3 ülkenin geldiğini
ve bu ülkelerin Türkiye,
İran ve Afganistan
olduğunu belirtti.
Şimdi Müslüman
çoğunluğun olduğu 50 devletin
varlığından söz
eden Saraç muhtar devletlerin de
bu orana katılması
sonucunda 80 devlete
kadar çıkacağını sözlerine
ekledi. Dünyada 5 kişiden birinin
Müslüman olduğunu hatırlatan
Saraç, “Müslümanların nüfus artış
hızı da diğer din mensuplarına
nazaran fazladır. Yapılan araştırmalara göre bu hızda seyretmesi
sonucu Müslümanların dünya
nüfusuna oranı 2050 yılında
yüzde 30 olacaktır. Bu da 2050’de
dünyadaki her 3 insandan 1’inin
Müslüman olacağına tekabül eder”
diye konuştu.
“Nüfus artış hızını
azaltmak için çalışmalar
hala devam ediyor”
Kahire Konferansı’na değinerek
sözlerine devam eden Dr. Saraç,
Kahire Konferansı’nın amacını,
nüfus planlaması adı altında
Müslüman nüfusun azaltılmasına ve nüfus artış hızının düşürülmesine yönelik çalışmalar
olarak nitelendirdi. Daha sonraki
süreçte Müslümanlara karşı aynı
konuda farklı planların devam
ettiğini dile getiren Dr. Saraç,
“Bir zamanlar Müslüman erkekler ve bayanlara doğum kontrol
yöntemi hakkında bilgiler verilerek, doğum kontrol yöntemine
yönlendirildi. Türkiye’de bir
dönem caddelerde ve sokaklardaki billboardlara asılan afişlerde
de bir anne, bir baba ve iki çocuk
olduğunu ve bu yöntemle vatandaşlara belli bir düşüncenin
empoze edilmek istendiği apaçık
ortadaydı. Bunun arkasında da
aynı amacı taşıyan güçlerin
olduğu düşünüyorum” dedi.
Eylül - Ekim 2012 97
BİZDEN HABERLER
MMG’DEN YAPI ENDÜSTRİ
MERKEZİ’NE ZİYARET
M
TEKNİK GEZİ: İSTANBUL ULAŞIM
SEYRANTEPE METRO BAKIM TESİSLERİ
S
eyrantepe Metro İstasyonu gezilmeden önce İpşir, katılımcılara İstanbul
Ulaşım A.Ş. ve çalışmaları hakkında bilgiler verirken, gelecekte ve 2023
vizyonunda gerçekleştirilmesi muhtemel planlarından bahsetti. Metro ve raylı
sistemlerin İstanbul ulaşımı için çok önemli olduğunun altını çizen İpşir, 76,5
km’lik raylı sistem hattında günde 950 bine yakın yolcu taşındığını belirtti. İpşir’in
sunumundan sonra teknik geziye geçilirken, Seyrantepe Metro İstasyonu hakkında
kısa bir bilgiden sonra bakım onarım merkezine geçildi. Metroların ağır bakım ve
onarımının yapıldığı bölgede katılımcılara bilgiler veren İpşir, bu konuda hassas,
tedbirli ve iş güvenliğine dikkat ederek çalıştıklarının altını çizdi. Daha sonra kumanda merkezine geçen MMG ekibi, burada metrolara hareket halindeyken olası
bir tehlike anında hangi müdahalelerin yapıldığının bilgisini aldı. Durakların ve
metro araçlarının canlı olarak çalışan kamera sistemi hakkında da bilgi alan kafile,
özellikle dijital metro takip sistemi hakkında sorular sordular.
ANKARA ŞUBEDE DE İFTAR HEYACANI VARDI
G
eleneksel olarak düzenlenen Mimar ve Mühendisler
Grubu (MMG) Ankara Şube iftarı
bu sene 30 Temmuz tarihinde
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin
Hacı Bayram-ı Veli Camii önünde
kurulan İftar çadırında 3000
kişinin katılımıyla gerçekleştirildi.
İftar davetine Genel Başkan Avni
Çebi’nin yanı sıra, Enerji ve Tabii
Kaynakları Bakan Yardımcısı
Hasan Murat Mercan, AK Parti
Kayseri Milletvekili Prof. Dr. Pelin
Gündeş Bakır, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Bakan Müşaviri
Murat Akkaya,Yenilenebilir Enerji
98 Mimar ve Mühendis
Genel Müdür Yardımcısı Erkan
Çalıkoğlu, Ankara Şube Başkanı
Yılmaz Ada, Enerji Piyasası Düzenleme Kurul Üyeleri Alparslan
Korkmaz, Fatih Dönmez, MMG
Akademik Kurul Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr İlhan Kocaarslan ile çok
sayıda MMG üyesi ve halkın katılımlarıyla gerçekleşti. İftar programı ve teravih namazı sonrasında,
Hacı Bayram-ı Veli Camii etrafında
Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonu devam eden
yapılar ile İlim Yayma Cemiyetine
ait bina ziyaret edildi.
imar ve Mühendisler Grubu tarafından
kurum ve kuruluşlara yönelik
gerçekleştirilen ziyaretler kapsamında
YEM (Yapı Endüstri Merkezi) ziyaret edildi.
YEM Genel Müdürü Dr. Barış Onay’ın hazır
bulunduğu ziyarete MMG Genel Başkan
Yardımcısı Osman Şahbaz’ın yanı sıra
Yönetim Kurulu Üyesi Yavuz Sarı’da katıldı.
Samimi bir havada gerçekleşen ziyaretten
duyduğu memnuniyeti dile getiren YEM Genel
Müdürü Dr. Barış Onay, kendilerinin MMG’nin
gerçekleştirdikleri etkinlikleri yakından takip
ettiklerini ve takdir ettiklerini ifade ederek yeni
dönemde ortak çalışmalara imza atmak istediklerini söyledi. MMG Genel Başkan Yardımcısı
Osman Şahbaz’da YEM’i gerçekleştirdikleri
fuarlardan ve yayın hayatına kazandırdıkları
eserlerden tanıdıklarını, çalışmaları takdirle
karşıladıklarını ifade etti. MMG’yi tanıtan
Şahbaz, olabildiğince sivil olmaya çalıştıklarını,
hiçbir siyasi etki altında kalmadan yanlışa
yanlış diyen bir STK olduklarını söyledi.
MMG AİLESİ 2011
2012 ÇALIŞMA YILINI
DEĞERLENDİRDİ
M
GENÇ MMG ÜYELERİ İFTARDA BULUŞTU
Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG), Genç MMG üyelerini Ramazan
dolayısıyla Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi’nin organize ettiği iftar
programında ağırladı. Maltepe’de düzenlenen iftar etkinliğine öğrenci
ve 30 yaş altı üyeler katılırken, katılımcılara Genç MMG ve Yeryüzü
Mühendisleri oluşumları ile ilgili bilgiler verildi.
A
vni Çebi: “Çağın şahitleri olarak
gelişmeler karşısında tavırlar
geliştirmeliyiz”
MMG Genel Başkanı Avni Çebi, konuşmasına Ramazan’ın mutluluğunu ve bereketini
yaşarken, bir arada olmanın bu mutluluğu
daha da artırdığını belirterek başlarken,
daha sonra MMG hakkında kısaca bilgiler
verdi. MMG’nin kurulmasında aktif olarak
rol alan kişilerin o dönemde 30 yaşın
altında olduğuna dikkat çeken Çebi, ileriki
dönemde başarıya ulaşmak için bugünkü
arkadaşlık, dostluk ve paylaşma kavramlarının önemine vurgu yaptı.
Kadem Ekşi: “Genç üyelerin
fikir ve çalışmalarına her zaman
ihtiyacımız var”
MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi,
organize ettiği iftar programına gösterilen
yoğun katılımdan dolayı duyduğu mutluluğu belirterek başladığı konuşmasında, genç
üyelerle daha sık bir araya gelinmesinin
önemine vurgu yaptı. Gerçekleşen etkinlikte kaynaşma ve fikir alışverişi yapmanın
öneminden bahseden Ekşi, gelecek dönem
için genç üyelerin fikir ve çalışmalarına
imar ve Mühendisler Grubu’nun
(MMG) 2011 – 2012 Yılı Genel
Değerlendirme Toplantısı Filizler
Köftecisi’nde düzenlenen yemek eşliğinde gerçekleştirildi. Eski başkanlar
ve yönetim kurulu üyelerinin de hazır
bulunduğu toplantıda MMG’nin 2011 –
2012 yılı içersinde yaptığı çalışmalar,
etkinlikler ve hizmetler katılımcılara
sunulurken, Genel Başkan Avni Çebi
eski ve yeni yönetimlerin bir arada
ve bütünlük teşkil ederek toplantıda
bulunuyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Toplantı öncesinde
düzenlenen yemekte sohbet eden MMG
fertleri, bir arada olmaktan dolayı
mutlu olduklarını belirtirken, MMG’nin
çıtasını daha yükseklere çıkarabilmek
adına sürekli olarak çalışmaya devam
edeceklerinin altını çizdiler. Genel
Başkan Avni Çebi 2011 – 2012 etkinlik
raporunu katılanlarla paylaşırken, 38
Bizbize Konuşmalar, 9 Teknik Gezi, 7
Kahvaltılı Toplantı, 9 Panel, 5 Fuar,
2 yurtdışı, 1 yurtiçi, 1 İstanbul gezisi
etkinlikleri yapıldığının bilgisini verdi.
ihtiyaçları olduğunu ifade etti. MMG, Genç
MMG ve Yeryüzü Mühendisleri ile ilgili
kısaca bilgiler veren Ekşi, iftar programında
MMG ve diğer oluşumlarla ilgili bilgi almak
isteyen herkese bizzat kendilerinin bilgi
vereceklerini söyledi.
Yavuz Sarı: “Genç MMG uluslararası
alanda daha fazla inisiyatif alacak”
Genç MMG sorumlusu Yavuz Sarı katımlarından dolayı genç üyelere teşekkür ederken, genelde ilk iftarların aileler arasında
yapıldığına ve Genç MMG ailesi olarak
Ramazan’ın ikinci gününde özellikle bu
iftar davetinin gerçekleştirildiğine dikkat
çekti. Yeni dönemde MMG’nin gençlere
daha fazla ağırlık vererek katılımcılıklarını artırmak istediğini belirten Sarı, MMG
yönetiminin gençlerin daha aktif çalışarak,
inisiyatif alma konusunda çaba göstermeleri konusundaki beklentilerinden bahsetti.
Gençlerin yoğun katılımıyla gerçekleştirilen iftar programına Yönetim Kurulu
Üyelerinden Turan Koçyiğit ile Murat
Özdemir’in yanı sıra Komisyon Başkanlarından Selami Keskin, İbrahim Güneş ve
Şehmuz Yıldırım da katıldı.
Eylül - Ekim 2012 99
BİZDEN HABERLER
MMG VE IRCICA’DAN ORTAK PROGRAM
İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi ile Mimar ve Mühendisler Grubu şehirleşme ve mimari
içerikli ortak bir program düzenledi. Yıldız Sarayı’nda gerçekleşen programa İslam ülkeleri mimarlık
öğrencileri ve akademisyenler ile birlikte IRCICA başkanı Amir Pasic’te katıldı.
M
MG Genel Başkanı Avni
Çebi program esnasında
yaptığı konuşmasında şehirlerin
nitelikleri ve kentsel dönüşüm
esnasında ve sonrasında yaşanması
muhtemel sorunlardan ve
çözümlerinden bahsetti. İnsanların
engelsiz, erişilebilir, yaşanılabilir ve
sürdürülebilir şehirlerde yaşaması
gerektiğini vurgulayan Çebi,
“Şehirlerimizi keşmekeş, karmaşa
ve çirkinliklerden kurtaracak,
insanlarımızın hak ettiği sağlıklı
sosyal donatı alanlarını içine
alacak, yediden yetmişe kadar her
yaştan insanımızın ihtiyaçlarını göz
önüne alarak yaşayan ve birlikte
var olmaktan güç ve keyif alınan
şehirler inşa etmeliyiz,” dedi.
Etik Kurulu Üyesi Ali Reyhan
Esen “Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kurullarının Koruma
Anlayışı” konulu konuşmasında
100 Mimar ve Mühendis
kurulların amacının, korunması
gerekli taşınır ve taşınmaz kültür
ve tabiat varlıklarının tespiti,
korunması, teşhiri, değerlendirmesi
ile gelecek nesillere aktarılmasını
sağlamak olduğunu ifade ederken,
kültür varlıklarını da; tarih öncesi ve
tarihi devirlere ait bilim, kültür, din
ve güzel sanatlarla ilgili bulunan
veya tarih öncesi ya da tarihi
devirlerde sosyal yaşama konu
olmuş bilimsel ve kültürel
açıdan özgün değer taşıyan
yer üstünde, yer altında veya
su altındaki bütün taşınır ve
taşınmaz varlıklar olarak aktardı.
Program dahilinde Süleymaniye
çevresine de bir gezi düzenlendi. Mimar Mehmet Şimşek Deniz, geziye
katılan öğrenci ve akademisyenlere
Süleymaniye Camii, Külliyesi ve
KUDEP tarafından restorasyonu
gerçekleştirilen Süleymaniye Evleri
hakkında bilgiler verdi.
KAYSERİ’DEKİ İFTARA YOĞUN KATILIM
M
imar ve Mühendisler Grubu
Kayseri Şubesi’nin Geleneksel
İftar Programı 28 Temmuz Cumartesi
günü, DSİ 12. Bölge Müdürlüğü Sosyal
Tesisleri’nde gerçekleştirildi. Programa
MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve Genel
Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz da
katılırken, iftara yoğun bir katılımın olduğu gözlendi. MMG Başkanı Çebi, iftar
sonrası yaptığı konuşmada şehirciliğin,
mühendisliğin bütün dallarını içeren ve
sosyal disiplinlerle bağlantılı disiplinler arası bir alan olduğunu ifade etti.
Şehirlerin bugünümüzü ve geleceğimizi
inşa eden mekanlar olduğunu vurgulayan Çebi, “Şehri inşa ederken mazlum,
mağdur, yoksul, zengin her tabakadan
insanı kaynaştıracak bir tasavvura sahip
olmalıyız” diye konuştu. MMG Genel
Başkan Yardımsı, Türk Macar İşadamları
Derneği Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa
Bölge Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz
da temmuz ayının başında Macaristan’ın
İstanbul Başkonsolosu ile Kayseri’ye 1
günlük resmi temaslarda bulunduklarını
hatırlatıp Kayseri Valisi, Büyükşehir
Belediye Başkanı, Sanayi Odası, Ticaret
Odası, Orta Anadolu Kalkınma Ajansı, Organize Sanayi Bölgesi’ni ve bir
fabrikayı ziyaret ettiklerini söyledi. MMG
Kayseri Şube Başkanı C. Dündar Selçuk
da iftar sonunda bir teşekkür konuşması
yaptı. Konuşmasına; “Doyumsuz manevi
atmosferinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayının, tüm İslam alemi
için hayırlara vesile olması diliyorum”
diyerek başlayan Selçuk, katılımcılara
yoğun katılımdan dolayı teşekkür etti.
Özellikle Genel Başkan Avni Çebi ve Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’a
iftara katılmalarından dolayı minnettarlığını belirten ve özel olarak teşekkür
eden Selçuk, ayrıca geçirdikleri önemli
rahatsızlıkların ardından yeniden sağlığına kavuşarak MMG ailesinin arasına
katılan üyelerden Yusuf Ziya Yavuz ve
Şuayip Şahin’e geçmiş olsun temennisinde bulundu.
MMG İÇİN KONYA’DA
İFTAR VAKTİ
M
imar ve Mühendisler Grubu Konya
Şubesi Geleneksel İftar Programı’nın
üçüncüsü DSİ 4. Bölge Müdürlüğü Sosyal
Tesisleri’nde 3 Ağustos Cuma günü MMG Genel
Başkanı Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcısı Ö.
Faruk Kültür, Konya Şube Başkanı Arif Kösen,
MMG üyeleri ve konukların yoğun katılımı ile
gerçekleştirildi. Programda konuklara hitaben
konuşan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, kentsel
dönüşümün doğru tatbiki üzerinde hassasiyet
gösterdiklerini belirtirken, sahip olunan kültüre,
sosyal yapıya ve geçmişten gelen değerlere
uygun olmayan yapılaşmaya izin verilmemesi
gerektiğinin altını çizdi. Bu konuda farkındalık
oluşturulmasının gerekliliğine dikkat çeken
Genel Başkan Çebi, bunun için de MMG’nin
üzerine düşen gerekli çalışmaları yaptığını
söyledi. MMG Konya Şube Başkanı Arif Kösen
de yaptığı konuşmada, MMG olarak sadece
yaşanılan şehre karşı değil yaşanılan ülkeye,
coğrafyaya ve yeryüzüne karşı sorumlu olduğumuzu dile getirdi. Kösen ayrıca konuklara
yemeğe katılımlarından dolayı teşekkür etti.
KADEM EKŞİ “NEŞTER” PROGRAMINDA OLASI İSTANBUL DEPREMİ ÜZERİNE KONUŞTU
M
imar ve Mühendisler Grubu Genel
Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Neşter
Programı’nda İstanbul’da yaşanması muhtemel deprem hakkında ve İstanbul’un buna
ne kadar hazırlıklı olup olmadığı konusunda
değerlendirmelerde bulundu. Deprem bilincinin, 17 Ağustos 1999’da yaşanan ve merkez
üssü Kocaeli olan Marmara Depremi’nden
sonra kamuoyunda daha etkin biçimde yankı
bulduğunu belirten Kadem Ekşi, vatandaşların da konuyu daha içselleştirdiğini söyledi.
Özellikle deprem tarihlerinin açıklanması hak-
kında konuşan Ekşi: “biz mühendisiz ve hiçbir
veriye dayanmayan bir denklemle ve somut
bir biçimde ifade edilemeyen bir şeye cevap
vermek gerçekten akıl ve bilim dışı bir olaydır.
Yani Türkiye’nin büyüyen ve gelişen yüzüne
vurulan en büyük tokatlar bu tür saçma sapan
açıklamalardır. Türkiye’nin prangalarından
kurtulup koşarak yol alacağı bir dönemde bu
tür bilim dışı ve etik dışı açıklamalar yapanlar
ne yapmaya çalışıyorlar anlamış değilim” diye
konuştu.
Eylül - Ekim 2012 101
KISA... KISA...
İZMİR ŞUBE’DE GELENEKSEL İFTAR HEYECANI
M
imar ve Mühendisler
Grubu İzmir Şubesi’nin
Geleneksel İftar Programı’nın
6’ncısı SGK Narlıdere Dinlenme
Tesisi’nde 26 Temmuz Perşembe
günü MMG Genel Başkanı Avni
Çebi, Genel Başkan Yardımcısı
Kadem Ekşi, İzmir Şube Başkanı
Ünal Özturkut ile üyeler ve
konukların yoğun katılımı ile
gerçekleştirildi. MMG İzmir Şube
Başkanı Ünal Özturkut iftar
yemeğinde yaptığı konuşmada,
başı Rahmet, ortası mağfiret,
sonunda ise Cehennem’den azat
olma fırsatı olan Ramazan-ı
Şerif’in tüm İslam alemine ve
katılımda bulunan misafirlerimize hayırlar getirmesini diledi.
Programda konuklara hitaben
konuşan MMG Genel Başkanı
Avni Çebi, Rahmetin bol olduğu
Ramazan ayında, gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanmakta
olan birçok sıkıntıların bu ay
hürmetine yok olması dileğinde
bulundu. Yeryüzü Mühendisleri
olarak kurulan gönüllü meslektaşların faaliyete geçirdiği
oluşuma da değinen Çebi, MMG
olarak üzerlerine yüklenen görevleri yerine getirme sorumluluklarının bilincinde olduklarını
ifade etti. Programa ayrıca MMG
İzmir Şube Yönetimi, İzmir
Yüksek Teknoloji Enstitüsü
Rektörü Prof. Dr. Mustafa Güden,
Celal Bayar Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr.Mehmet Pakdemirli,
Balçova Kaymakamı Ahmet
Beyoğlu, Narlıdere Kaymakamı
Osman Aslan Canbaba, İYTE
Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sedat
Akkurt, Bilim, Sanat ve Teknoloji
Bakanlığı İzmir İl Müdürü Rasim
Akpınar, TSE Bölge Koordinatörü
Topel Gül, İl Dernekler Müdürü
Bülent Korkmaz, Batı 1 Bölge
Müdürü Yücel Yaşar ile MMG
üyeleri ve konuklar katıldı.
MMG YÖNETİMİNDEN
YARDIMELİ DERNEĞİ’NE
ZİYARET
SAKARYA ŞUBE’DE GELENEKSEL İFTAR
M
imar ve Mühendisler Grubu Sakarya Şubesi’nin 2012 iftar
programı, 1 Ağustos Çarşamba günü Sakarya TEİAŞ Tesisleri’nde
yoğun katılım eşliğinde gerçekleştirildi. İftardan sonra açılış ve selamlama
konuşmasını MMG Sakarya Şube Başkanı Erol Demiralay yaparken, daha
sonra konuşmasını yapmak üzere sözü MMG Genel Başkanı Avni Çebi’ye
bıraktı. Türkiye’de ve dünyada yaşanan sıkıntı ve problemlere değinen Avni
Çebi, kentsel dönüşüm hakkında da görüşlerini bildirdi. Kentsel dönüşümdeki yanlış ve önünü göremeyen politikaların, toplumdaki insani ilişkilere,
toplumun kimliğine, manevi değerlere zarar verdiğini belirten Çebi, sürdürülebilir ve insan ölçekli şehirler kurulması gerektiğinin altını çizdi. İftar sonrası
etkinliğe katılan MMG üyeleri ve konuklar sohbet ederken, mmg Sakarya
Şubesi’nin düzenlemiş olduğu iftar programı teravih namazı ile sona erdi.
102 Mimar ve Mühendis
M
MG Yönetimi tarafından gerçekleştirilen kurum
ve kuruluşlara yönelik ziyaretler kapsamında
Yardımeli Derneği’ne ziyaret gerçekleştirildi. Yardımeli
Derneği’nin Küçükçekmece’deki Genel Merkezi’ne
gerçekleştirilen ziyarete MMG Genel Başkanı Avni
Çebi’nin yanı sıra, Genel Başkan Yardımcıları Osman
Şahbaz, Yard. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Yer Bilimleri
Komisyon Başkanı Şeyhmus Yıldırım katıldılar. MMG
Heyetini makamında kabul eden Yardımeli Derneği
Başkanı Dr. Sadık Danışman’a, Genel Koordinatör Osman
İlhan, Genel Müdür Erdoğan Karacakaya eşlik ettiler.
Ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getiren Yardımeli
Derneği Genel Başkanı Dr. Sadık Danışman Yeryüzü Mühendisleri oluşumunun içinde yer almaya hazır olduklarını
belirterek, imkanları doğrultusunda destek olacaklarını
söyledi. Ziyaret karşılıklı başarı temennileri ile sona erdi.
SİNEMA PALERMO’DA YÜZLEŞME
PALERMO’DA
YÜZLEŞME
PARİS, TEXAS, MILLION DOLAR HOTEL, BUENA VISTA SOCIAL CLUB GİBİ FİLMLERİYLE TANINAN WIM
WENDERS, CANNES FİLM FESTİVALİ’DE OLDUKÇA İLGİNÇ BİR ANLATIM BİÇİMİYLE KARŞIMIZDA.
SİNEMA ELEŞTİRMENİ İHSAN KABİL’İN DEYİMİYLE ‘‘WENDERS, AMERİKA’YA GİDİP DE HOLLYWOOD
İÇİNDE ERİMEYEN YABANCI BİR YÖNETMEN. SON FİLMİNDE DE AVRUPA’DAN IŞIK TUTMAYA
DEVAM EDİYOR.’’ ÜLKEMİZDE İLK KEZ ANTALYA ANTALYA FİLM FESTİVALİ’NDE VE FİLM EKİMİ’NDE
GÖSTERİLEN, 29 MAYIS’TA DA VİZYONA GİREN FİLM, DÜNYACA ÜNLÜ BİR FOTOĞRAFÇININ İÇ
DÜNYASINA; ARAYIŞINA; ÖLÜMLE YÜZLEŞMESİNE ODAKLANIYOR. WENDERS, BU FİLMDE MEKAN VE
MİMARİYİ KULLANMADA FARKLI METOTLARIYLA HAFIZALARDA YER EDİNİYOR.
>
YUNUS EMRE TOZAL / SİNEMA ELEŞTİRMENİ
F
otoğrafın anı yakalaması ve dondurması üzerine kurulmuş yaşam/ölüm diyalektiğini anlatması açısından önemli olan filmin asıl ismi
Palermo Shooting. İngilizce shoot kelimesinin hem fotoğraf çekmek hem birini vurmak anlamında kullanıldığı düşünülünce elbette Palermo Shooting ismi çok daha derin bir boyut kazanıyor. Zira filmin ana kahramanı, ölümle yüzleşene kadar hayatın değişik karelerinde
ölümle yüzleşiyor, vuruluyor, ölümün fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Rüya sahnelerinde oldukça başarılı olan Palermo’da Yüzleşme, bir
odada küçücük kalma hissi ya da koskocaman bir odada tek başına kalma hissi gibi çocukluk korkularıyla insanı çocukluğuna götürmekle kalmıyor,
yaşam hissinin kaybolmasıyla insanın başına neler gelebileceği hakkında tahliller yapıyor.
Kısaca konusuna gelirsek, fotoğraf dünyasının rock star’ı seviyesinde bulunan dünyaca ünlü bir fotoğrafçı, hayatında olması gereken en
önemli şeyin aslında olmadığının farkındadır ve bunun için de şan şöhret bir yana sahip olduğu ne var ne yok geride bırakarak Palermo’ya
kaçar. Az uyuyan, çok müzik dinleyen Finn için hayatındaki tek değişiklik Duesseldorf’tan Palermo’ya gitmek değildir, burada gerilim, hayatla
hesaplaşma, aşk ve bir katil kendisini beklemektedir. Bu değişiklik, Finn’in alt üst olan yaşantısından uzaklaşmanın ötesinde hayatında yeni
bir döneme gireceği ve aşkı bulacağı bir yolculuğa dönüşüyor.
104 Mimar ve Mühendis
ÖLÜM EN SOĞUK FOTOĞRAFTIR.
ÖLÜMÜ İNSANLARA GÖSTERMEK İSTESEYDİNİZ
NASIL GÖSTEREBİLİRDİNİZ?
Wenders, mekan ve mimariyi kullanmadaki
farklılığıyla ilgili şöyle demeç vermişti:
“Çok iyi bildiğiniz bir yerde film çekmek zordur. En iyi bildiğiniz
yerdir sizi en çok zorlayan. İşte bu yüzden ben film çekmek
için genellikle daha önce hiç bilmediğim, görmediğim yerlere
giderim, San Francisco, Lizbon, Tokyo ve Palermo gibi. Kalbinize
yakın olan bir şeyi görmek çok zordur. Örneğin çocukluğunu
Ren Nehri kıyısında geçiren birini düşünün. 50 yıl sonra tekrar
oraya gittiğinde Ren Nehri’ni çocukluğundan ayrı düşünmesi
mümkün değildir. Bu nedenle ben hiç kendi doğduğum şehirde,
Düsseldorf’ta film yapmak istemedim. Ben yalnızca fotoğraf ile
ilgili; çağdaş fotoğraf sanatçılarının karşı karşıya kaldığı sorular
ve sorunlar ile ilgili bir film çekmek istedim. Filmi çektim ve
gördüm ki fotoğrafçıların en çok karşılaştıkları, onları en çok
zorlayan sorun gerçeklik sorunu. Sanırım, fotoğrafçılıktan başka
gerçeklik sorunuyla bu denli haşır neşir olan, bu konuda kafa
yoran başka bir meslek yoktur.”
WIM WENDERS
Zamanı kaybetmiş gibi hisseden Finn’in iç dünyasına yapacağı yolculuk,
5 yaşından beridir sırtını dayadığı, onunla konuştuğu ağacı, zengin bir
işadamının parasıyla çobanlık yaparkenki Finn’e ölüme dair yaptığı
gözlemler, Palermo’da tanıştığı 40 yıllık fotoğraf sanatçısı, ölümün resmini yapan bir kadının ölümün fotoğrafını çekmeye çalışan ve ölümle
yüzleşmekten korkmayan bir fotoğrafçının karşılaşmaları… Ölümün
arzusu nedir? Ölümle yüzleşen, en sonunda ölümle konuşmayı
başaran bir insan ölümle neler konuşur? Ölüm, bir insandan bir şey
isterse ne isteyebilir?…
Müzik seçimiyle seyirciyi şaşırtan, daha filmin başından seyirciyi filme
adapte etmesiyle başarılı olan film, akıcı sinemasal anlatımıyla kendisini kolayca seyrettiren filmlerinin arasında yer alıyor. Zamanı yavaşlatarak anı yaşamanın, kalabalıklar içerisinde yaşanılan yalnızlıklarda
hayata dair gözlemleriyle kalabalıkların insanı kendisinden, yaratıcıdan,
kâinattaki sırlardan, hakikatten uzaklaştırdığı hayatın dinamiklerini
sorguluyor, konuyu aşkın bir düzeleme taşıyarak ölüm felsefesini işliyor.
Ölümü, yaşamı ve varoluşu sorgulayarak aşkın bir dünyanın kapısını
aralıyor. Hayal ve rüya imgeleriyle seyirciyi en başından içine çeken
film, ölüm ve ölüm ötesine ışık tutmakla aşkınlığı yakalıyor, seyirciyi
aynanın karşısına çıkararak “ben”ini sorgulamasına; ‘yaptığımız şeyi
aslında son kez yapıyormuş gibi yapma’ düşünsel eylemiyle Peygamberin “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için
çalışın” hadisini akıllara getiriyor. Medeniyetimize dair ipuçlarıyla, kullanılan imgelerle filmi modernizm eleştirisi olarak okuyabiliriz.
FİLMİN KÜNYESİ
Yönetmen: Wim Wenders
Senaryo: Wim Wenders
Tür: Dram
Yapım Yılı: 2008
Süre: 124 dk.
Ülke: İNGİLTERE, ALMANYA
1945 yılında Almanya’nın Düsseldorf şehrinde doğan Oskar
adaylı Alman yönetmen, ilk
önce fizik okuyup, daha sonra
felsefeye geçmiş, Paris’e taşındığında ise ressam olmaya
karar vermiştir. Daha sonra
sinema dalına hayranlık duyan
yönetmen uğraşlarına rağmen
‘Paris Ulusal Film Akademisi’ne
kabul edilememiştir. Sonraları
ülkesine dönerek ‘Münih Film
ve Televizyon Üniversitesi’ne
kabul edilmiş ve bu tarihten
sonra da hayatını sinemaya adamıştır. Ülkesinde ve
Amerika’da yaptığı filmlerle
birçok ‘Cannes’ ve’ Bafta’ ödüllerinin sahibi olan Wenders’e
asıl şöhreti getiren ‘Buena
Vista Social Club (1999) ve
Pina (2011) isimli Oskar’a aday
gösterilen filmler olmuştur.
Eylül - Ekim 2012 105
KİTAPLIK SÖYLEŞİ
DR. İSHAK ARSLAN: “BUGÜN MUHAFAZAKÂR
KESİMİN TEMSİL ETTİĞİ GÜCÜN VE HAYATIN
SEMBOLÜ, TARİHİ SİLUETİ YOK EDEN
ZEYTİNBURNU KULELERİDİR…”
>
Öncelikle çağdaş doğa düşüncesi
nedir, nasıl doğmuştur ve
gelişmiştir? Doğa felsefesi deyince
ne anlamak gerekir?
Doğa felsefesi en dar anlamıyla fizik, en
geniş anlamda doğa zemininde yürütülen bir
düşünce faaliyetidir. Bu anlamda felsefeyle
yaşıt, hatta onun öncüsü de sayılabilir. Bu
yakın ilişki dolayısıyla kadim Yunan düşünürleri
doğa filozofları olarak isimlendirilmiş, 17.
yüzyıla kadar bu gün bilim olarak tarif
ettiğimiz çaba ise doğa felsefesi başlığı
altında yürütülmüştür. İndirgeyerek özetlemek
gerekirse çağdaş doğa düşüncesi 20. yüzyılın
başlarında özellikle fizikte yaşanan devrimle
başlayan, hızla artan bulgu ve bilgilere paralel
olarak halen şekillenmeye devam eden,
madde, uzay, zaman gibi temel kavramlara,
nihayet bir bütün olarak evrene ilişkin özel bir
kavrayış biçimidir.
İlk insanların tam anlamıyla
doğanın bir parçası oldukları şüphe
götürmez bir gerçek. Acıkınca yemek
bulup yiyen, tehlikeyle karşılaşınca
kaçan, yani yaşamlarını devam
ettirme güdüleriyle yaşayan,
doğaya etki edemedikleri gibi
doğrudan doğanın etkisi altında
kalan insanlar... Kutsal kitaplarda
da ilk insanların doğa felsefesi
bu felsefe üzerine kurulu. Fakat
zaman içerisinde insanın doğa ile
olan bütünlüğü ortadan kalkmaya
başladı. Gele hele günümüzde
çığırından çıktı. İnsanın doğadan
kopuş sürecini açıklar mısınız?
Evrenin başlangıcı, gelişimi ve bugünkü durumuyla ilgili yargılar ve tutumlar esasında
bizim farkında olarak veya olmayarak sahip
olduğumuz dünya görüşlerimizle yakından
ilgili. Şu halde temel aksiyomlarımız da dahil
olmak üzere hemen bütün kabul ve kanaatlerimiz değer ve bağlam yüklü. Bu kayıt
hatırda tutulmak şartıyla sorunuza birkaç
106 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
Dr. İshak Arslan Çağdaş Doğa Düşüncesi
adlı kitabında, bilim, felsefe ve dinin
yüzyıllar boyunca sürdürdüğü karmaşık ve
çok yönlü ilişkiye bugünün penceresinden
bakmaya çalışıyor. Uzun süredir doğa ve
bilim felsefesi alanlarında araştırmalarını
sürdüren İshak Arslan, 20. yüzyılda yolları
“doğa” kavramında kesişen bilim, felsefe
ve dinin iç içe geçen çok yönlü ilişkilerine
ışık tutmayı, çağdaş doğa düşüncesinin
içerimlerini ve yol açtığı genel sonuçları
incelemeyi amaçlıyor. Çağdaş Doğa
Düşüncesi, bu alanda önemli bir boşluğu
doldurmaya aday görünüyor. Kendisiyle
yeni yayınlanan kitabından hareketle doğa
felsefesinin oluşumu, tarihsel gelişimi, doğa
ile şehir ilişkisi ve insanın doğaya bakışı
üzerine söyleşi yaptık.
açıdan yaklaşabiliriz. Farklılıklar açısından
bakarsanız bırakın kadim toplumları, daha
200 yıl öncesiyle bile büyük kopuşlar söz
konusu. Batı tecrübesi için 17. yüzyılı, bugün
sonuçlarını hep birlikte yaşadığımız modernliğin küreselleşme serüvenini önemli kırılma
noktaları arasında zikredebiliriz. Bu süreçte
üretim ve tüketim alışkanlıkları büyük oranda
değişti, haberleşme, iletişim, eğitim ve sağlık
alanında olağanüstü gelişmeler yaşandı. Bu
büyük dönüşüm felsefe-bilimin de dahil olduğu bütün disiplinlere çeşitli oranlarda yansıdı.
Modern zamanlarda doğa, bilim ve dinin da
dahil olduğu kavramsal çerçeve yeni baştan
tanımlandı. Kadim düşüncenin uyum ve
ahenk arayışı bilim devrimi sonrasında yerini
doğanın sırlarını çözmeye ve ona hükmetme
arayışına bıraktı.
Süreklilikler açısından bakarsanız ilk insanlarla
bizi eşitleyen unsurlar veya sınırlayan limitler
neredeyse aynı. Çevresel koşullar, aile ve
cemaat yapıları, lisan, araç-gereç kullanımı,
dini inançlar, ümitler veya korkular açısından
büyük ortaklıklarımız var. En azından hepimiz
hala aynı gezegende doğup ölüyoruz. Bir
kopuş olarak isimlendirilsin veya isimlendirilmesin, günümüzün en hassas araştırma
alanlarının çok ciddi sonuçları olacağını
tahmin etmek zor değil. Yani maddenin,
bilincin ve uzayın derinliklerine doğru devam
eden biteviye yolculuğun insan türüyle ilgili
temel parametreleri değiştirmesi, niteliksel
değişimlere ve beklenmedik sonuçlara yol
açması mümkün.
Demek ki bir tarafa salt akıl, mantık ve bilimi
koymak, karşı tarafa da geleneksel kabulleri,
mitolojileri ve inançları yerleştirmek bilim tarihi açısından pek açıklayıcı değil. Buna mukabil,
doğa düşüncesinin tarih içindeki seyri bir tür
gelişim görüntüsünü de içinde barındırıyor.
Newton’un doğa düşüncesi Aristoteles’inkinden daha hassastı, bu günkü de Newton’unkinden daha incelikli. Ancak, unutmayalım ki
ne kadar yenilikçi olursa olsun bugün yürürlükte olan hiçbir bilimsel varsayım Aristoteles’i
veya Newton’u bütün yönleriyle aşmış değil.
Bugün kullandığımız madde, atom, nokta,
sayı, küçük, büyük gibi pek çok temel kavram
ve ilişki biçimi büyük ölçüde yeniden tanımlanmasına rağmen aslında aynı ortak kökene
dayanıyor.
Doğa felsefesinin ana problemleri
nelerdir? Çağdaş bilim tarihi
tartışmalarına göz atacak olursak,
günümüzde en çok hangi soru(n)lar
göze çarpıyor?
Doğa felsefenin ana problemleri felsefenin
temel problemlerine çok yakın. Ancak bunları
ele alma, araştırma, sorgulama yöntemlerinde
çeşitli farklılıklar var. Bu çerçevede maddenin,
canlılığın (hayat) ve bilincin en temelde
ne olduğu, bunların birbiriyle ilişkisi doğa
felsefesinin içeriğini oluşturan ana araştırma
alanları olarak sayılabilir. Doğa felsefesi bu
tür araştırma alanlarını belirli kavram çiftleri
ve belirli yöntemler çerçevesinde problem
haline getirerek soruşturmanın adıdır. Maddehareket ilişkisi, organik-inorganik, zihin-beden,
kaos-düzen vb. ayrımlar ile nedensellik
problemi bu çerçevede zikredilebilir.
Birçok insan, dünya görüşlerini,
öğretiler veya gelenekler yoluyla
elde ederler. Oysa felsefi dünya
görüşünü amaçlayan bir insan
kendi aklına ve mantığına güvenme
cesaretini göstermektedir. Bu insan,
alışılagelmiş fikir, görüş ve kanıları
kuşkuyla karşılar, akılla ve mantıkla
temellendirilemeyen hiçbir bilgiyi
kabullenmez. Doğa Düşüncesinin
oluşmasında insanın bu özelliğini
nerede konumlandırıyorsunuz? Bu
konumlandırma tarihsel süreçte hep
aynı noktada mı durdu, ya da şu an
nerede duruyor?
Geçmiş olgu ve olaylara bu soru üzerinden
bakılırsa karmaşık bir manzara çıkıyor. “Alışılagelmiş fikir, görüş ve kanılar” ile bu tür kabulleri temelden sorgulayıcı tavırlar arasında
hem olumlu hem olumsuz anlamda karşılıklı
bir ilişki var. Bu soru etrafında tartışırken bilim
tarihinden yardım alabiliriz. Bilim tarihi, yerleşik kabullere karşı çıkılarak, hatta üniversite
veya kilise gibi kurumlarla mücadele edilerek
elde edilen ‘bilimsel keşif’lerle dolu. Ancak bu
durum pozitivizmin kaba genellemelerini haklı
çıkarmaz. Yeni keşifler, teoriler veya en genel
anlamda bilimsel paradigmalar bugün mitoloji, batıl inanç veya hurafe olarak tanımlanan
pek çok unsurun katkılarıyla ortaya çıkmıştır.
Şehirlerin kuruluşunu insanın
doğaya baktığı bakış açısını
yorumlamakla mümkün. Bir
Endülüs, İstanbul, Bağdat,
Saraybosna gibi şehirleri kuran ve
medeniyet şehri haline getiren bakış
açısının doğa felsefesi/düşüncesi
nedir, neydi ki bu şehirler medeniyet
şehri oldular?
Bu sorunun cevabı sanıyorum doğa felsefesinin sınırlarını epeyce aşıyor ve içinde din,
siyaset, tarih, mimari ve sosyolojinin bulunduğu külli bir bakış açısı gerektiriyor. Ben kendi
ilgi alanlarım açısından İstanbul, Bağdat,
Saraybosna gibi eksen şehirleri mekanın
yoğunlaşması olarak görme eğilimindeyim. Bu
tür şehirler, mekanın belirli koşullar ve etkiler
altında yüzyıllarca süren olgunlaşma sürecinden geçerek, tekrarlanması ve kopyalanması
mümkün olmayan özgün formlar kazanması
sonucu oluşuyor. Görebildiğimiz kadarıyla
doğa tasavvuru başta Tanrı ve insan tasavvuru olmak üzere bütün düşünceleri, yapıları, bu
arada şehir formlarını da etkiliyor. Klasik kozmolojinin Hint, Çin veya Ortadoğu’nun kadim
şehirlerine birebir yansımasında bu ilişkiyi
açık olarak görmek mümkündür. Aynı şekilde
doğa tasavvurunda yaşanan kırılmalar eş
zamanlı olarak ahlak ve siyaset pratiklerinde
de karşılığını buluyor. Yine klasik kozmoloji ile
klasik yönetim ve devlet biçimleri arasında da
bu benzerliği kurabiliriz. Bir topluluğun felsefi,
ahlaki ve dini kavrayışlardan oluşan soyut
zihniyet dünyasını anlamak aslına bakarsanız
oldukça zordur. Ama Allahtan elimizde “şehir”
gibi objektif bir ayna var. Bu anlamda şehirler
Eylül - Ekim 2012 107
KİTAPLIK SÖYLEŞİ
bir topluluğun, bir kültürün, bir iddianın temel
değerlerden, haktan, hukuktan, iyilikten ya
da kötülükten ne anladığını kavramanın en
dolayımsız aracı. İstanbul da iyisiyle kötüsüyle
sanıyorum bu görevi hakkıyla ifa etti, etmeye
devam ediyor.
İstanbul yukarıda saydığım
şehirlerin ve tarihte kurulan
İsfahan, Tahran, Bursa diğer
şehirlerin de gözbebeği. İstanbul
nazarından bakacak olursak
meseleye, İstanbul’a yaklaşım
tarihsel süreçte nasıl oldu? Yahya
Kemal anlatır Aziz İstanbul
kitabında, İstanbul’u imar eden
Türklerin ruhundan bahseder.
İstanbul tarihsel sürecinde hangi
felsefi aşamalardan geçti, hangi
düşünce biçimlerinden etkilendi,
hangi düşünce metotlarından ve
yöntemlerinden geçti?
Ayna metaforuna dönersek, İstanbul’u bin yıllık
İslam/Osmanlı/Türk medeniyetinin mücessem
örneği olarak alabiliriz. Ben doğrusu İstanbul’u
diğer eksen şehirler arasında kategorik olarak üstün, ayrıcalıklı veya kutsal bir konuma
yerleştirmeyi uygun bulmuyorum. Aynı şekilde
başka medeniyetlere beşiklik eden Roma,
Atina, Paris, New York gibi merkezlere bir
alternatif olarak da görmüyorum. Onlar da
başka bir hikayenin kahramanları, başka ve
önemli tecrübelerin yoğunlaşmış mekanları.
Her birini kendi iç tutarlılıkları ve tutarsızlıkları
açısından ele almak, mukayese etmek daha
verimli olur sanıyorum. Bu açıdan bakıldığında
İstanbul bizim hikayemizin, iyisiyle kötüsüyle
bütün geçmişimizin, geçirdiğimiz merhalelerin,
yaşadığımız zenginliklerin, çelişkilerin ve travmaların izlerini taşıyor.
Gelinen nokta için lafı uzatmadan söyleyelim.
Bugünkü hazin durumu özetleyen en bariz
örnek Zeytinburnu’na dikilen ucube gökdelenlerdir. Bunu el birliği ile göz göre göre yapanlar
isimlerini bir kez daha anmaya çalışalım; proje
sahipleri, müteahhit, mimar ve mühendisler,
ruhsatı veren yerel belediye, onaylayan Büyük
Şehir Belediyesi, bu mülkü vicdan rahatlığı ile
alıp satanlar, burada oturmayı, para kazanmayı içine sindirenler, bütün bunlara göz yuman
merkezi iktidar, gökdelenlerin yükselmesini
sessizce izleyen kamuoyu, daha da uzatılabilecek bu zincirin tamamı sorumludur, yani bir
anlamda hepimiz sorumluyuz. Bu ucubenin
sahipleri ve failleri şöyle düşünüyor: Evet, biraz
zor oldu, sağdan soldan bazı aykırı sesler çıktı,
108 Mimar ve Mühendis
ama sonuçta biz yaptık oldu. Hayır, olmadı,
olmaz da. Birgün gelip hak hukuk terazisi
kurulduğunda, saman taneden ayrıldığında o
ucubeler öylece yerinde durabilir mi? Malumunuz İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda bir adalet
kulesi var. Her medeniyetin bazı sembolleri
olduğu gibi İslam/Osmanlı/Türk medeniyetinin,
İstanbul’un sembolü de adalet kulesidir. O
kulenin neyi temsil ettiği, ne anlama geldiği
malumdur, burada tekrarlamaya lüzum yok.
Bugün muhafazakâr kesimin temsil ettiği
gücün ve hayatın sembolü ise tarihi silueti yok
eden Zeytinburnu kuleleridir. Adalet kulesine
karşı Zeytinburnu kuleleri! İşte 50 yıllık İslamcılığın özeti.
Uygarlığı, kültürü yaratan, bilimde,
teknikte, sanatta, felsefede bunca
ilerlemeyi başaran insan, neden kendi
çevresini korumayı da aynı ölçüde
ilerletemedi? Toplumda bugün başta
doğaya bakışta bir problem var gibi.
Görmekte olduğumuz tüm kirliliklerin
sorumlusu yine insan değil mi?
Eğer bir problem varsa bu sadece doğaya
ilişkin değil, içinde doğanın da olduğu bütünle
ilgili olmalı. Öte yandan maliyetsiz bir ilerleme,
kirletmeden gelişme, kuşkuya düşmeden iman,
kan dökmeden zafer, pek mümkün değil. Dolayısıyla aslında bu soru insanlık tarihi boyunca
tekrarlanıp duran malum trajediye işaret ediyor.
Kurtulmak için çırpınan ve çırpındıkça batan
insanın trajedisi. Belki bu yüzden insanoğlunun
temel reflekslerinden biri olan ‘kurtuluş’ fikri
İbrahimi dinlerin de temeli olmuş. Doğanın
kendisi açısından çölün, ormanın, ateşin, suyun
arasında niteliksel bir fark yok, hepsi de aynı
fiziksel varoluşun eşit ve ortak unsurları. Bu
bütünlüğü iyi-kötü, kirli-temiz gibi kategorilere
ayıran ve anlamlandıran insan olduğuna göre
sorumluluk da insanın olmalı.
İnsan, zekâsı sayesinde hayatını
kolaylaştıran binlerce şey icat etti.
Büyük bir uygarlık yarattı. Ama bunu
yaparken, kendini gitgide bütün diğer
canlılardan üstün hissetmeye başladı.
Doğaya istediği gibi kullanabileceği
dev bir depo, her şeyi atabileceği
devasa bir çöplük gibi davranmaya
başladı. Sonunda insan, kendisinin de
doğanın parçası olduğunu, yeryüzünde
yaşamları birbirine bağlı canlılardan
yalnızca biri olduğunu unuttu… Bu
aşamayı nasıl yorumluyorsunuz?
Çözüm için düşünsel ve uygulanabilir
adımlar nelerdir?
Doğanın kendisi açısından çölün,
ormanın, ateşin, suyun arasında
niteliksel bir fark yok, hepsi de
aynı fiziksel varoluşun eşit ve ortak
unsurları. Bu bütünlüğü iyi-kötü,
kirli-temiz gibi kategorilere ayıran ve
anlamlandıran insan olduğuna göre
sorumluluk da insanın olmalı.
İçinde bulunduğumuz süreci insan iradesinin
etkileyip yönlendirebileceği açık uçlu bir yapı
ya da sonu baştan belirlenmiş kaçınılmaz bir
son olarak yorumlamak mümkün. İnsanlık tarihi boyunca bir biçimde tekrarlanıp duran olgu
ve olayları, çözülmesi imkansız, kronik bir sorun
olarak görmenin bir karşılığı da yok katkısı da
yok. Olması gereken her şey zaten olduğuna
göre geriye özgür irade hissine sahip bireyler
olarak bizim bu tablo karşısındaki tutumumuzun ne olacağı kalıyor. Ben her şeye rağmen
ve insan türü varlığını koruduğu sürece çaba,
gayret, ölçü, edeb, tevazu, nitelik ve zerafet
kavramlarının anlamını kaybetmeyeceği ümidini taşıyorum.
KİTAPLIK
ÇEVRESEL GÜVENLİK VE
TÜRKİYE’DE ENERJİ POLİTİKALARI
Yazar: Örgen UĞURLU
Yayınevi: Örgün Yayınevi
Sayfa Sayısı: 434
Basım: 2009
Türkiye’deki enerji politikalarını çevresel güvenlik ekseninde ele alan ve alanında
öncü nitelikler taşıyan bu çalışma, temelde üç saç ayağına
oturmaktadır: Küresel çevre
politikalarının kavramsal
olarak tartışılarak örneklendirildiği ve bunların sonucunda
oluşan çevresel güvenlik ve
enerji güvenliği kavramlarının çerçevesinin çizildiği ilk
bölümle okuyucuya tartışmanın temel bilgileri verilmektedir. Bu kısımda, güvenlik
olgusunun kapsamındaki değişim değerlendirilmekte ve
enerji güvenliği anlayışı yeni
bir yaklaşımla geliştirilmektedir. Türkiye’nin enerji politikalarının tartışıldığı ikinci
bölümde ise arza sunulan
enerji kaynakları, çevresel etkileri ile birlikte mercek altına
alınıp, söz konusu politikalara bu doğrulta yön vermesi
beklenen öğelerin son otuz
yıllık dönemdeki algılanışı ve
gelişimi nesnel bir yaklaşımla
tartışılmıştır. Sürdürülebilirlik
politikaları, çevresel güvenlik
ve enerji güvenliği kavramlarının bir arada ele alınması
gerekliliğini ilk iki bölümde
okuyucuya sunan yazar, son
bölümde bu üç kavramın
merkezine Türkiye’yi alarak
çalışmanın en önemli sorunsalını tartışmaktadır.
110 Mimar ve Mühendis
OKULLARDA ÖĞRETİLMEYENLER
SOSYOLOJİK PARADİGMALAR
SANAT VE SORUMLULUK
Yazar: Firüzan BAYTOP
Yayınevi: Yapı-Endüstri
Merkezi
Sayfa Sayısı: 92
Basım: 2009
Yazar: Rudolf Richter
Yayınevi: Küre Yayınları
Sayfa Sayısı: 261
Basım: 2012
Yazar: Mikhail BAKHTİN
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Sayfa Sayısı: 368
Basım: 2005
Okullarda öğretilen
“bilgi”nin eksik bıraktıklarının şantiyelerde edinilen
“deneyim”le tamamlandığına dikkat çeken Baytop,
uzun meslek yaşamında
kazandığı deneyimi kitaplarında genç meslektaşlarına
aktarıyor. Kazı ve Dolgu,
Beton, Kâgir İşleri, Çatı
Örtüleri, Kalıp ve İskeleler,
Tenekicilik İşleri, Sıvalar,
Mozaik ve Şap İşleri, Malzemeyi ve Bitmiş İmalatı Koruma, Tesisat İşleri, Elektrik
İşleri, İş Güvenliği kitabın
bölüm başlıklarını oluşturuyor. Her konu başlığı altındaki açıklamalarda tanımlar,
ayrıntılarıyla yapım tekniği,
karşılaşılabilecek sorunlar,
konuyla ilgili Bayındırlık
Bakanlığı Birim Fiyat Tarife
numaraları, Bayındırlık
Bakanlığı Genel Teknik
Şartnamesi numaraları yer
alıyor.
Bilimsel, sosyolojik kuramlara ihtiyacımız var mı? Buna
hepimizin mi yoksa sadece
sosyologların mı ihtiyacı var?
Bizim bu konuda ne düşündüğümüzün aslında pek de
önemi yok; kuram olmaksızın
gündelik hayatı ifade edemeyeceğimiz apaçık ortada. Sosyolojik kuramlar, nihayetinde
insanî birer faaliyet olarak,
toplumsal gerçekliğin nasıl
göründüğünü açıklamak için
modeller önerirler. Sosyolojik
Paradigmalar’da, toplumsal
gerçekliği bir araya getirmeyi
mümkün kılan pek çok parçayla ilgili ifadeler ve başlangıç noktaları bulacaksınız. Bu
kitabın amacı, tüm detayları
ve çeşitliliğiyle kuramları
araştırmak değil, “sosyolojik
paradigma” okumaları üzerinden sosyoloji içerisindeki
farklı çıkış yollarını ve perspektifleri birbirinden ayırmak
ve anlayabilmektir.
Bahktin’in erken dönem
denemelerinin bir araya getirilmesinden oluşan Sanat
ve Sorumluluk, yüzyılın en
önemli edebiyat kuramcılarından biri olan yazarın
daha sonraki eserlerine
ışık tutması açısından çok
önemli bir çalışmadır. Bahktin daha sonra detaylı bir
şekilde yeniden ele alacağı
yazar-kahraman ilişkisine
dair düşüncelerini ilk kez bu
denemelerde dile getirmiş
ve geliştirmiştir. Bahktin’e
göre, yazarın karakterle
kurduğu ilişki, bir öznenin
kendinden başka bir özneyle, yani “ben”in “öteki” ile
kurduğu ilişkidir...
YASSIADA’DAN MEKTUP VAR
27 Mayıs 1960 Darbesi’nin ardından Yassıada Mahkemelerinde belki
de Türkiye’de her demokrasi tartışmasıyla gündeme gelen/gelecek
olan olaylar zinciri vuku bulmuştur. Mahkeme sonucunda ise; biri
başbakan ikisi bakan olmak üzere üç kişi idam edilmiş, diğer bütün
sanıklar ömür boyu hapisle cezalandırılmıştır. Ömür boyu hapis cezasına
mahkûm olanlar arasında Ulaştırma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı,
Bayındırlık Bakanlığı ve Başbakan yardımcılığı yapmış, Tevfik İleri
de bulunmaktaydı. Timaş Tarih Kitaplığı Hatırat Dizisi’nden çıkan
Yassıada’dan Mektup Var, Tevfik İleri’nin eşi Vasfiye İleri ve çocuklarına
yazdığı takriben 400 adet mektuptan oluşuyor. Kitapla birlikte ilk baskıya
özel Tevfik İleri’nin eşi Vasfiye Hanım’a yazdığı 1 Şubat 1961 tarihli
mektubun tıpkıbasımı hediye ediliyor.
AJANDA
MERSİN LOGİSTİCS, 5.LOJİSTİK VE TRANSPORT FUARI
HAYVANCILIK VE EKİPMAN,
BURSA 5.HAYVANCILIK VE EKİPMANLARI FUARI
Fuar Yeri: BURSA
Fuar Tarihleri: 26.09.2012 – 30.09.2012
Sektör: Hayvancılık
Web Adresi: www.tuyap.com.tr
ANKİROS 2012, 11.ULUSLARARASI DEMİR-CELİK
VE DÖKÜM TEKNOLOJİLERİ, MAKİNE VE ÜRÜNLERİ
Fuar Yeri: TUYAP İSTANBUL
Fuar Tarihleri: 13.09.2012 – 16.09.2012
Sektör: Makine-Teknik
Web Adresi: www.hmankiros.com
MERSİN LOGİSTİCS, 5.LOJİSTİK
VE TRANSPORT FUARI
Fuar Yeri: YENİŞEHİR MERSİN
Fuar Tarihleri: 04.10.2012 – 07.10.2012
Sektör: Lojistik-Depolama
Web Adresi: www.forzafuar.com.tr
TIREC-4 TÜRKİYE YENİLENEBİLİR
ENERJİ VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ZİRVESİ
Fuar Yeri: CEYLAN INT.HOTEL
İSTANBUL
Fuar Tarihleri: 18.09.2012 – 19.09.2012
Sektör: Enerji-Isı-Havalandırma
Web Adresi: www.aktiffuarcilik.com
PETROL VE GAZ, PETROL VE DOĞALGAZ
ARAMA SEKTÖRÜNÜN BULUŞMASI
Fuar Yeri: LÜTFİ KIRDAR İSTANBUL
Fuar Tarihleri: 17.09.2012 – 19.09.2012
Sektör: Enerji-Isı-Havalandırma
Web Adresi: www.dominoturizm.com
1.ISAF IT SECURİTY FUARI
BİLGİ DATA VE NETWORK GÜVENLİĞİ
MÜSİAD 2012, 14.MÜSİAD TİCARET FUARI
Fuar Yeri: İFM YEŞİLKÖY İSTANBUL
Fuar Tarihleri: 11.10.2012 – 14.10.2012
Sektör: Ticaret
Web Adresi: www.ifo.com.tr
TURKEYBUİLD İZMİR, 18.YAPI FUARI
Fuar Yeri: İZMİR
Fuar Tarihleri: 11.10.2012 – 14.10.2012
Sektör: Yapı-İnşaat
Web Adresi: www.yemfuar.com
Fuar Yeri: İFM YEŞİLKÖY İSTANBUL
Fuar Tarihleri: 20.09.2012 – 23.09.2012
Sektör: Bilgisayar
Web Adresi: www.marmarafuarcilik.com
Eylül - Ekim 2012 111
ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER
112 Mimar ve Mühendis
Yerebatan Sarnıcı:
Tescilli Sivil Mimari Örneği:
Rölöve, restitüsyon ve
restorasyon projeleri
Fatih
Ahşap yapı rölöve, restitüsyon,
restorasyon projeleri
Arnavutköy
Nalçacı Halil Dergahı:
Emirgan At Ahırları:
Rölöve, restitüsyon,
restorasyon projeleri
Sarıyer
Restorasyon uygulaması
Üsküdar
Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok.
Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL
T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82
M: [email protected]
Tercumanı
Yunus Sıbyan Mektebi:
Rölöve, restitüsyon,
restorasyon projeleri,
Fatih
Şeriyye Sicilleri ve
Meşihat Arşivi Binaları:
Rölöve, restitüsyon,
restorasyon projeleri
Fatih

Benzer belgeler