PDF İndir
Transkript
PDF İndir
Sayı: 67 Eylül - Ekim 2012 ENERJİNİN YÖNETİMİ ve YENİ ARAYIŞLAR TOHUMDAN MİMARİYE YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ ANKARA ULUS’DA RESTORASYON HERKES İÇİN ŞEHİR ..... .. .... 67 İmtiyaz Sahibi Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü Yunus Emre Tozal Yayın Danışma Kurulu Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak, Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez, Yakup Güler İletİşİm Adresİ Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: [email protected] Yayın Koordİnatörü İsmail Şaşmaz [email protected] Edİtör Fatih Göksu [email protected] Görsel Yönetmen Ersan Topuz Renk Ayrımı Muhammet Dilsiz Reklam [email protected] Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.ajanspiksel.com E-posta: [email protected] Basım Tor Ofset 0212 886 34 74 Yayın Türü İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. M imar ve Mühendis Dergisi olarak “Enerji” dosyamız ile Eylül-Ekim sayımızda sizlerle birlikteyiz. Sadece bu sektörde çalışan insanları değil, tüm ülkeyi çok yakından ilgilendirmesi gereken enerji kavramını tüm konu ve detayları ile incelemeye çalıştık. Ülkelerin enerji talepleri kalkınma, sanayileşme, şehirleşme, teknolojinin yaygınlaşması, refah ve nüfus artışıyla doğru orantılı olarak hızla değişmektedir. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin yüksek standartlardaki hayatlarını sürdürebilmeleri için vazgeçilmez bir kaynak olan enerjinin sürekli ve güvenli bir şekilde arz edilmesi bir yana hem iyi yönetilip hem de düşük maliyetli olarak hayata yansıtılması büyük önem taşımaktadır. Özellikle önümüzdeki yıllarda başta büyük bir enerji açlığı olan Çin ve Hindistan olmak üzere gelişmiş ülkelerden kaynaklanacak yüksek talep artışı hem bu konuda büyük bir rekabet ortamı oluşturmakta hem de enerji politikalarının serbestleşmesi, yatırımları ve yönetilmesi konusunda birçok konuyu önümüze koymaktadır. Bu sayımızda dosyamızda yer alan “Enerji” konusunu bu sektörün uzmanları ile derinlemesine inceledik. Başta EÜAŞ Genel Müdürü Sayın Halil Alış olmak üzere iş dünyası temsilcileri ve akademisyenler sektörü dergimiz için değerlendirdi. Ayrıca bu sayımızda özellikle şehirleşme, mimarlık ve depremler üzerine mutlaka okunması gereken makalelere yer verdik. Şehirlerimiz ve deprem konuları üzerine sadece MMG değil diğer sivil toplum kuruluşlarının da harekete geçmesiyle özellikle Ağustos ayı konferans ve seminerlerle geçildi. Bu makalelerin haricinde Mimar ve Mühendis dergisinin her sayısında olduğu gibi, gezi yazılarını, mimari değerlendirmeleri, Mimar ve Mühendisler Grubu’ndan haberleri bu sayımızda da okuma fırsatı bulacaksınız. Gelecek sayılarda buluşmak dileğiyle… Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin yüksek standartlardaki hayatlarını sürdürebilmeleri için vazgeçilmez bir kaynak olan enerjinin sürekli ve güvenli bir şekilde arz edilmesi bir yana hem iyi yönetilip hem de düşük maliyetli olarak hayata yansıtılması büyük önem taşımaktadır. Mimar ve Mühendis Eylül - Ekim 2012 Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Doç. Dr. Ömer Gül, Kuddusi Atalay, Hakan Karabay EDİTÖRDEN Sayı: 67 Eylül - Ekim 2012 ENERJİNİN YÖNETİMİ ve YENİ ARAYIŞLAR TOHUMDAN MİMARİYE YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ ANKARA ULUS’DA RESTORASYON HERKES İÇİN ŞEHİR ENERJİ Yayın Kurulu Osman Şahbaz, Mehmet İşci, Osman Arı, Murat Özdemir, Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada ..... .. .... 67 Mimar ve Mühendis 67 KISA... KISA... 06 17 Ağustos Arefesinde Deprem ve Kentsel 24 KAPAK ENERJİNİN YÖNETİMİ ve YENİ ARAYIŞLAR Enerjinin çok uzun bir tarihi vardır. Bu tarih; insanoğlunun okuma yazmadan önce keşfedip pişirmede, ısınmada, aydınlanmada ve vahşi hayvanları korkutmada kullandığı ateş ile başlar. Sonraları bu tarih 1430 yılındaki kömür madeninin keşfi, 1881’de büyük bilim adamı Thomas Edison’un kurduğu ilk enerji santrali ve 1957 yılında kurulan ilk nükleer enerji santrali ile dönüm noktalarını yaşar. SÖYLEŞİ DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ Dönüşüm Konferansı Genç MMG Üyeleri İftarda Buluştu MMG Ailesi, 2011-2012 Çalışma Yılını Değerlendirdi Deprem ve Kentsel Dönüşüm Konferansı İstanbul Üniversitesi’nde Gerçekleşti MAKALE 78 Herkes için şehir AVNİ ÇEBİ Türkiye’nin Deprem Gerçeğİ MAKALE 70 90 GEZİ: KONYA Mevlana Türbesi / Selimiye Camii / II. Selim Kütüphanesi 86 Afetlere Dayanıklı Şehirlere Dönüşüm PROF. DR. PELİN GÜNDEŞ BAKIR BİZDEN HABERLER KİTAPLIK AJANDA ÇİZGİ YORUM 104 72 SİNEMA RESTORASYON PALERMO’DA YÜZLEŞME Ankara Ulus tarihi kent merkezine yapılan restorasyon çalışmaları ENERJİ YÖNETİMİNDE, ARZ ve GÜVENLİKTE YENİ YAKLAŞIMLAR E nerji, dünya gündemini belirleyen temel bir unsur olarak, sanayileşme sonrası petrolün bulunmasıyla gündemimize girdi. Bölgemizin petrol kaynakları açısından zengin olması enerji-siyaset dengesinde her zaman dünya siyaset kurucularının cirit attığı bir mekân olmasına neden oldu. Son 200 yılın savaşları, karışıklıkları ve harita değişiklikleriyle bölgemiz insanları birçok sıkıntılar yaşadı. Günümüzde, coğrafyalarımızda yaşanan değişikliklerde bu temel unsur pek değişikliğe uğramadan devam etmektedir. Enerji mal ve hizmetlerin üretimi için gerekli olan en temel girdidir. Bunun sürekli, güvenli ve erişilebilir olarak sağlanması bütün tarafların, üreticiden tüketiciye kadar en önemli ekonomik, sosyal aynı zamanda siyasal uğraşlarından birisidir. Enerji maliyetlerinin kontrol altına alınması, verimliliğin arttırılması dünya ekonomik-siyasal sisteminin en başat parametresidir. Dolaysıyla enerjinin arz güvenliği ve çeşitlendirilmesi, kaynak ve teknoloji olarak değerlendirilmesi bütün oyuncuların önem verdiği konu olmaya devam edecektir. Ülkemizin kalkınmasında ve sürdürülebilir bir ekonomi oluşturmada enerji yönetimi olarak, çevrenin korunmasına daha çok özen göstermeliyiz ve gelecek nesillerin hakkı olan daha huzurlu ve güvenli çevrede yaşam hakkına saygı göstermeliyiz. Ülkemiz hızla kalkınmakta ve enerjiye bağımlılığı da her geçen gün artmaktadır. Ülkemiz birincil enerji kaynakları açısından yeterli kaynağa sahip olmaması nedeniyle enerji ithalatçısı olarak büyük miktar bir mali kaynağını petrol ve türevlerinin ithalatına harcamakta ve bu da cari açığımızın %70’leri kadarına varmaktadır. Aynı zamanda enerji üretiminde kullanılan teknolojik girdilerin büyük bir kısmı da dış alım vasıtasıyla tedarik edilmektedir. Bu durum ülkemiz ekonomisi için sürdürülebilir bir tablo vermemektedir. Bu dar boğazdan çıkmak için teknoloji üretimine hız vermek, enerji verimliliğini artırmak ve enerji yoğunluğumuzu düşürmek durumundayız. Bu konularda yerli üretimi teşvik için çıkarılan teşvik kanunları iyi bir başlangıç olmakla beraber yetersizdir. Ülkemiz insanının bilgi ve birikimini daha çok kullandıracak sanayi, üniversite ve STK’ların heyecanını sürekli kılacak iyileştirmelere devam edilmelidir. Ülkemiz hızla büyümek durumundadır, bu ülkenin kalkınması ve barışının sağlaması için gereklidir. Bunu yaparken öz kaynaklarımızı değerlendirmek zorundayız. Türkiye enerji üretiminde birincil kaynak olarak su kaynaklarının yarısına yakınını kullanmaktadır. Ülkemiz enerji üretiminde yüzde 25’leri civarında kömür kullanmaktadır. Bu santrallerde kullanılan kömürün büyük bir kısmı yüksek kalorifik değerinden dolayı ithal edilmektedir. Bu da cari açığımızda yaklaşık 4 milyar dolar değerinde yer tutmaktadır. Oysaki elimizde bize ait olan ve kullanabileceğimiz en iyi bir kaynak olarak kömür bulunmaktadır. Bunun taş kömürü ve linyit olarak kullanımının yerli kaynaklardan sağlanması konusunda gerekli teknolojik iyileştirmeleri yaparak kullanırsak özellikle doğalgaz kullanımından kaynaklanan dışa bağımlılığımızı azaltabiliriz. Önümüzdeki dönemin en büyük enerji stratejisi, bu kaynağın verimli ve etkin kullanımı konusunda teknoloji geliştirilmesi ve kullanılması olmalıdır. Enerjinin arz ve güvenliği de önemli bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye enerjisinin büyük bir kısmını doğalgazdan temin etmekte ve kaynak olarak çevre ülkelere bağlı bulunmaktadır. Ayrıca gelişen bilişim ve iletişim teknolojilerinin kullanımı, enerji üretiminden tüketimine kadar yaygınlaşmaktadır. Bugünlerde sıkça gündemimize giren siber ataklar konusu, enerjinin üretimi ve tüketimi yapıldığı tesislerde dikkat etmemiz gereken bir konu olarak gündemimize girecektir. Mevcut ve kurulacak üretim santralleri ve iletim-dağıtım hatlarının işletme ve yatırımlarında bu konu ülke güvenliği ve sürdürülebilir bir kalkınma için önemli bir konu olarak, enerji yönetiminin gündeminde olmalıdır. Ülkemizin kalkınmasında ve sürdürülebilir bir ekonomi oluşturmada enerji yönetimi olarak, çevrenin korunmasına daha çok özen göstermeliyiz ve gelecek nesillerin hakkı olan daha huzurlu ve güvenli çevrede yaşam hakkına saygı göstermeliyiz. Yeni bir geleceğin inşasında, yenilebilir enerji kaynaklarının kullanımına yatırımlar yapmaya devam etmeliyiz. Avni Çebi MMG Genel Başkanı KISA... KISA... 17 AĞUSTOS AREFESİNDE DEPREM VE KENTSEL DÖNÜŞÜM KONFERANSI Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG), Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ve Fatih Belediyesi’nin ortaklaşa tertipledikleri “Deprem ve Kentsel Dönüşüm” konulu konferans Fatih Belediyesi Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Akademisyenlerin ve özellikle de Fatih ve yakın semt sakinlerinin yoğun ilgi gösterdiği programda vatandaşlar, deprem ve kentsel dönüşüm hakkında bilgi aldı. F atih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in yaptığı açılış konuşmasının ardından kürsüye çıkan AK Parti Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 31 Mayıs 2012’de yasalaştığını belirterek, “Bu kanun kentsel dönüşümün ülkemizde uygulanabilmesi için yoldaki tüm bürokratik engelleri kaldırmakta, vatandaşlarla anlaşma yolunu esas almakta, arkasında güçlü ve kararlı bir siyasi irade bulunmaktadır” dedi. Kentsel Dönüşüm Sosyal Adalet, Gelişim ve Sosyal Bütünleşme de Sağlamalıdır MMG Genel Başkanı Avni Çebi yaptığı sunumda, Kentsel Dönüşüm ve Şehirleşme sürecinde gerçekleşmesi gerekli olan noktalara değinirken, planlanan şehirlerin hangi özelliklere sahip olması konusunda görüşlerini dile getirdi. Şehirlerin yaşanılabilir, erişilebilir, sürdürülebilir özelliklere sahip 6 Mimar ve Mühendis olması gerektiğinin altını çizen Çebi, sosyal donatı alanlarının önemine de vurgu yaptı. Kentsel dönüşümün sadece fiziksel değişim olarak düşünülmemesi gerektiğini ifade eden Çebi; “Kentsel dönüşüm, fiziksel mekânın dönüşümünün yanı sıra, sosyal adalet ve gelişim, sosyal bütünleşme, yerel-ekonomik kalkınma, tarihi ve kültürel mirasın ve doğal çevrenin korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi, sürdürebilirliğin sağlanması, erişebilirlik, gelecek nesillerin hakkı gibi ilkeler çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla ele alınması gereken bir konudur” dedi. Yaşam Alanlarımızı Zindana Çevirmemeliyiz İkinci oturumun moderatörlüğünü yapan MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Kentsel Dönüşüm ve Afet Yasası ile 4 Ağustos 2011’de çıkan yönetmelik hakkında görüşlerini belirterek konuşma- sına başladı. Yeni çıkan yasada aksayan ve mevcut yapı stoğu ile ülke genelinde inşa edilen binlerce yapının, neden olacağı milyarlarca dolarlık maliyetin halktan ve gelecekte de bir sonraki nesilden çıkacağını belirten Ekşi, zorunda kalınan bir gerileşme hareketinin olduğunu söyledi. Bugün gelişmiş ülkelere gidildiğinde, uzun dönem içersinde üç neslin farklı zamanlarda yaşayabildiği konakları, evleri ve şehirlerin görülebileceğini aktaran Ekşi; “Bizde bir nesil bile ömrü boyunca aynı evde yaşayamıyor. Bu çok acı bir yüzleşmedir. Ben yaptım oldu demekle bu işler olmuyor” dedi. Sismolog Doç. Dr. Özdoğan Yılmaz “Deprem, zemin ve yapı üçleminde” sunumunu gerçekleştirdi. En popüler konunun, dikkat çektiği için medyada en fazla işlenen deprem konusu olduğunu belirten Yılmaz, zemin ve yapı konusunun depreme nazaran daha önemli bir yer tuttuğunu ve üzerinde daha fazla durulması gereken bir konu olduğunu belirtti. Deprem hareketinin bir yapıya tatbik ettiği kuvveti ve muhtemel hasarı azaltmak için yapının kütlesini veya hareketin ivmesini azaltmak gerektiğinin altını çizen Yılmaz, konuşmanın sonunda istediği tek şeyin bu gerçeğin unutulmayarak her zaman hatırlanması olduğunu söyledi. Avni Çebi; “Kentsel dönüşüm, fiziksel mekânın dönüşümünün yanı sıra, sosyal adalet ve gelişim, sosyal bütünleşme, yerelekonomik kalkınma, tarihi ve kültürel mirasın ve doğal çevrenin korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi, sürdürebilirliğin sağlanması, erişebilirlik, gelecek nesillerin hakkı gibi ilkeler çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla ele alınması gereken bir konudur” Kandilli Deprem Rasathanesi Müdürü Prof. Dr. Mustafa Erdik, ‘Deprem, Yer Hareketleri, Kırılganlık ve Hasar’ konulu sunumunda bilimsel veriler eşliğinde vatandaşlara bilgiler verdi. Erdik, Türkiye’de büyük adımlar atıldığını ve atılan en büyük adımlardan birinin şartnamenin yenilenmesi olduğunu söylerken, daha sonraki aşamalarda iki önemli kanun çıkmasının önemine vurgu yaptı. Çıkartılan kanunlardan Kentsel Dönüşüm Kanunu ve Doğal Afetler Sigortalar Kanunu üzerinde duran Erdik, Doğal Afetler Sigortalar Kanunu’nun 18 Ağustos 2012’de yürürlüğe gireceği bilgisini verdi. İTÜ Eski Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Ercan ‘Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında Yer ve Yapıya Nasıl Bakılacak?’ konulu sunumunda insanların nasıl bir kent istediğine vurgu yaparken, bu şehrin kriterlerini belirterek İstanbul’un bu kriterlere sahip olmadığına dikkat çekti. Kentsel dönüşüm kapsamında sözlerine devam eden Ercan, yüksek binaları kastederek “Boynuzlu bir kent istemiyoruz” ve “kapkaççıların elindeki gecekondu semtleri ortadan kaldırılacak mı?” tabirleri ile kentsel dönüşümün gerçekleştirilmesi aşamasında yapılması gereken çalışmalar ile ilgili bilgiler verdi. Konferansa bir konuşma yapan Boğaziçi Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Semih Tezcan, bir binanın depreme dayanıklılığını bir saatte ve yüzde 90 doğruluk oranıyla tespit eden P25 yönteminden bahsederken, deprem yönetmeliğine göre dayanıksız olan tüm kamu ve özel binaların güçlendirilmesine yönelik uygulamanın çıkmaz sokak olduğuna dikkat çekti. Prof. Dr. Tezcan; “Bunun yapılması halinde sadece İstanbul’daki 1.3 milyon binanın yüzde 95’inin güçlendirilmesi gerekecek. Bunun için 30 milyar dolarlık bir kaynağa ve 25 yıllık bir zamana ihtiyaç var” dedi. Kadem Ekşi; ‘‘Bizde bir nesil bile ömrü boyunca aynı evde yaşayamıyor. Bu çok acı bir yüzleşmedir. Ben yaptım oldu demekle bu işler olmuyor’’ Eylül - Ekim 2012 7 KISA... KISA... KARTAL VE KADIKÖY METRO İLE BİRLEŞTİ A nadolu yakasının ilk metrosu KadıköyKartal hattı açıldı. KadıköyKartal Metrosu’nun açılış töreninde bir konuşma yapan Başbakan Tayyip Erdoğan, ‘’Eğer bu hat (Kadıköy-Kartal metro hattı) yapılmasaydı, Kadıköy-Kartal arasında her yıl 32 otobüs ve 67 minibüsün devreye alınması gerekiyordu. Biz şimdi, tam tersine, ilk yılda 572 otobüsün, 1.227 minibüsün trafikten çekilmesini bekliyoruz ki bu da trafikte çok büyük rahatlamaya yol açacak’’ dedi. Başbakan Erdoğan, Kartal-Kadıköy Metro Hattı’nın, hem İstanbul’a hem Türkiye’ye, ekonomik anlamda çok büyük katkıları olacağını belirterek, ‘’Öncelikle bu hatla zaman noktasında çok büyük tasarruf yapacağız. Kişi başına yıllık 15 güne tekabül eden bir zaman tasarrufunu bu hat sayesinde sağlamış olacağız. Akaryakıttan, bakım giderlerinden, yol bakım ve onarım giderlerinden büyük tasarruf sağlayacağız. Yaptığımız hesaplamalara göre, bu hatla birlikte, Türkiye’ye, İstanbul’a, İstanbullu kardeşlerimize, yıllık 1 milyar 153 milyonluk bir tasarrufu kazandırmış olacağız’’ dedi. Mimar ve Mühendisler Grubu’da açılan bu metro hattı ile ilgili bir basın açıklaması yaptı MMG BASIN AÇIKLAMASI: KADIKÖY-KARTAL METROSU Türkiye, raylı sistemlerin inşası noktasında dünyanın en eski ikinci metrosunu Karaköy Tüneli’nde, Karaköy-Beyoğlu arasında 1875 yılında yapmıştır. Dünyanın en eski ikinci metrosunu yapmış olmamıza rağmen, Raylı Sistemler ülkemizde maalesef 1940’lı yıllardan 1990’lı yıllara kadar uzunca bir süre ihmal edilmiştir. Dünyanın gelişmiş metropollerindeki kadar raylı sistemin İstanbul`da henüz yeterli düzeyde olmaması ve toplu taşıma araçlarının entegrasyonundaki aksaklık, metropol bir şehir olan İstanbul`da her zaman eksikliği hissedilmiştir. Son 20 yılda toplu ulaşım, özellikle metro ve hafif metro projelerinin geliştirilmesi ile hız kazanmış, raylı sistemlerin geliştirilmesi önemsenmiş, fakat büyüme kapasitesi 8 Mimar ve Mühendis ile düşündüğümüzde ise yapılan çalışmaların yetersiz kaldığı görülmüştür. Raylı sistemler ve metro; ekonomik, güvenli, hızlı ve konforlu ulaşımın vazgeçilmez bir toplu taşım aracı olarak dünyanın önemli şehirlerinde hizmet etmektedir. Raylı sistemler geliştirilerek toplu taşımanın omurgası haline getirilmelidir. Dünyanın en büyük metropollerinden olan İstanbul her geçen gün daha da büyümekte ve yaklaşık olarak nüfusu şu an itibari ile 15 milyon olarak bilinmektedir. Son yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi, raylı sistemlere yaptığı projelerle mevcut metro ve hafif metro km uzunluğunu arttırmış, mevcut ve inşaatı devam eden hatlarla birlikte 2015 yılı raylı sistem hedefini toplam 230 kilometre olarak açıklamıştır. Ülkemizde 2023’de ise toplam 641 kilometre uzunluğunda raylı sistem hattına ulaşma hedefiyle şimdiden Belediyeler ve Merkezi hükümet raylı sisteme yönelik yatırımlara başlamıştır. Bu çalışmaların sonucunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi`nin 17 Ağustos’ta açılışını yaptığı 22 kilometrelik Kadıköy-Kartal Metrosu ve bundan sonra yapılacak projeler, şehirlerimizde daha konforlu, güvenli ve hızlı bir ulaşım olan metro hizmetlerini halkımızın kullanımına sunacaktır. Raylı sistemler ve metro çalışmalarında yerli teknoloji ve ürün katkısının arttırılmasına yönelik çalışmaların sağlanması ülkemizin kalkınması, istihdamın arttırılması ve cari açığımızın düşürülmesi anlamında önemli bir imkan ve fırsat olarak değerlendiril- melidir. Girdiğimiz bu yolun ülkemizin bilim-teknoloji ve sanayisinin geliştirilmesinde önemli bir imkân olarak görüyor, üniversite, sanayi ve STK’ların oluşturulacağı sinerjinin, kalkınmamız ve dünya milletleri arasında hak ettiğimiz yeri almamızda bir başlangıç noktası olarak görüyoruz. MMG olarak yapılan çalışmalar ve geliştirilen projeler için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni takdir eder ve iyi olan her çalışmalarında yanlarında olduğumuzu bildiririz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 17 Ağustos’ta açılışını yaptığı 22 kilometrelik Kadıköy-Kartal Metrosu’nun sağlıklı ve sorunsuz işletilmesini temenni eder, şehrimiz için hayırlı olmasını dileriz. Mimar ve Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu KISA... KISA... MMG İFTARINA YOĞUN İLGİ Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) 7 Ağustos Salı günü Feshane Kültür Merkezi’nde iftar programında üyeleri ve konuklarıyla buluştu. Katılımın bir hayli yoğun olduğu programda akademisyenler, iş adamları ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri biraraya geldi. A çılış konuşmasını yapan MMG Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz, konuşmasına bir arada bulunmanın mutluluğunu duyduğunu belirterek başladı. Ramazan ayının herkese sağlık, sıhhat, afiyet ve huzur getirmesi temennisinde bulunan Şahbaz, Ramazan ayının hoşgörü, kardeşlik ve birlik beraberlik ayı olduğunu belirterek şunları söyledi, “Ramazanın bereketiyle birbirimizin dualarına âmin diyoruz. İstanbul, bu paylaşmaların, bu ikramların en güzellerine şahitlik ediyor. Ramazan’ı yüceltme değil Ramazan’la yücelme adına tefekürümüzü oluşturmalıyız. İşte Ramazan’ın büyük bir kısmı geçti. Kardeşliklerimizin bu Ramazan sofralarında olduğu gibi olmasını Rabbimden niyaz ediyorum” dedi. 10 Mimar ve Mühendis BİNALAR İNSANİ ÖLÇEKLİ OLMALI MMG Genel Başkanı Avni Çebi ise bir sivil toplum kuruluşu olan MMG’nin yaşanan olaylar karşısında elinden gelen her şeyi kalbi duygularla yerine getirmek için çalıştığını belirtirken, haksızlığa karşı gelebilmek için bir dil inşa etmek istediklerini ifade etti. Burma ve Arakan’da Müslümanlara uygulanan şiddet ve katliama ilişkin de konuşan Çebi, STK’lar olarak ya da bireysel anlamda herkesin üzerine düşen görevi yerine getirmesi ve bu tür olaylara sessiz kalınmaması gerektiğini vurguladı. Şehirleşme konusunda da görüşlerini belirten Çebi, bu konuda ciddi bir akıl tutulmasının yaşandığının altını çizdi. Sürdürülebilir bir yaşam için gerekli niteliklere sahip yapılara ihtiyaç duyul- duğunu kaydeden Çebi, “İnsani ölçekli binalar olmadığı sürece biz hastamızla, yaşlımızla, özürlümüzle hayatımızı nasıl devam ettireceğiz? Elektrik ya da enerji bağımlı binalarda insani bir yaşam sürdürmek mümkün mü? Bugün reklamı yapılan binaların reklamlardaki hedef kitlesi sanki hiç yaşlanmayan, hiç değişmeyen kişiler olduğunu görüyoruz. Fakat insanlar binalar gibi değildir değişir. Bu gelişme sürecinde de kuşaklar arasındaki bağı ve gelenek mirasını korumamız gerekir” diye konuştu. MMG YETİŞMİŞ İNSANLARIN OLDUĞU BİR ORTAM Avni Çebi’nin açılış konuşmasının ardından söz alan MÜSİAD Genel Başkanı Nail Olpak, MMG’nin kendisi için çok şey ifade ettiğini belirtir- ken, MMG’ye kuruluş sürecinde katılan birisi olarak bu ailenin bir ferdi olmaktan duyduğu mutluluğu dile getirdi. Daha önceki MMG yönetim kurulunda aktif olarak görev yaptığını belirten Olpak, MMG’yi ülkesi ve milletinin değerlerinin farkında olan ve o değerlere bağlı olarak üretimler ortaya çıkaran bir STK olarak tanımlarken, “MMG yetişmiş insanlar ve dostlarımın olduğu bir ortam. Böyle bir ortamda bulunmaktan gerçekten keyif ve huzur duyuyorum” dedi. KENTSEL DÖNÜŞÜM DALGA DALGA BAŞLAYACAK Kayseri milletvekili Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır da, üyesi bulunduğu MMG’nin iftar programlarına katılmaya özen gösterdiğini belirtirken, MMG ailesiyle birlikte bir arada bu- MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ REKTÖR YARDIMCISI PROF. DR. SUPHİ SAATÇİ AK PARTİ KAYSERİ MİLLETVEKİLİ PROF. DR. PELİN GÜNDEŞ BAKIR lunmaktan duyduğu mutluluğu dile getirdi. Deprem, kentsel dönüşüm ve yapı denetiminin çok iç içe geçmiş kavramlar olmakla birlikte, mühendislerin görevi olduğunu belirten Gündeş Bakır, “Şehirleşme konusu büyük önem arz etmektedir. TBMM’de geçtiğimiz dönem afet riski altındaki alanların dönüştürülmesiyle ilgili yeni bir kanun çıkardık. Bu kanun kapsamında da kentsel dönüşüm inşallah dalga dalga başlayacak. Tabi burada kentsel dönüşüm bütüncül bazda mı başlayacak yoksa noktasal şekilde mi yaklaşıma sahip olacak sorusu gündeme geliyor. Tabi bu bölgelere göre değişiyor ama önemli olan çarpık şehirleşmenin, kötü planlarla yapılan şehirlerin düzeltilmesi ve kentsel dönüşüm çalışmalarının da bir fırsat olarak telakki edilmesi. Çünkü bir kez yapıldığı zaman bu binalar, uzun süre buralarda kalacak. Bizim bunu çok iyi bir fırsat olarak değerlendirip tarihi kimliğini bozmadan iyi planlamalarla şehirlerimizde kentsel dönüşüm yapmamız gerekiyor” diye konuştu. Programda ayrıca CHP İstanbul CHP İSTANBUL MİLLETVEKİLİ KADİR GÖKMEN ÖĞÜT Milletvekili Kadir Gökmen Öğüt, Yıldız, EPDK Kurul Üyesi Fatih Dönmez, İETT Genel Müdürü Hayri Baraçlı, İstanbul İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı Ümit Ünal, Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Suphi Saatçi, İTÜ Öğretim Üyesi Prof Dr. Mikdat Kadıoğlu, Arnavutluk Epoka Üniversitesi Öğretim MÜSİAD GENEL BŞK. YRD. MURAT KALSIN Görevlisi Prof. Dr. Murat Özler, TGTV Genel Başkanı Av. Hamza Akbulut, Deniz Feneri Genel Başkanı Av. Mehmet Cengiz, Mehmet Akif Ersoy Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. İhsan Bakır, Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Öncel, GÜBRETAŞ Genel Müdürü Osman Balta ile MMG Eski Genel Başkanlarından Oral Avcı ve Murat Kalsın da birer selamlama konuşması yaptı. SU VAKFI BAŞKANI PROF.DR. ZEKAİ ŞEN MÜSİAD GENEL BAŞKANI NAİL OLPAK YILDIZ TEK. ÜNİ. REKTÖRÜ PROF. DR. İSMAİL YÜKSEK Mimar ve Mühendisler Grubu Feshane Kültür Merkezi’nde verdiği geleneksel iftar programı ile eski ve yeni üyeleri akademisyenleri, siyasileri ve işadamlarını bir araya getirdi. İETT GENEL MÜDÜRÜ HAYRİ BARAÇLI İTÜ. PROF. DR. MİKTAD KADIOĞLU Eylül - Ekim 2012 11 HABER ANALİZ ŞEHİRLEŞME T ürkiye’de özellikle sağ politikacılarda yukarıda bahsettiğim bu duygu çok yüklüdür. Onlar için modernleşmek, gelişmiş ülkelerde olan uygulamaları, onu ortaya çıkaran sebepleri, onun ardındaki düşünsel ve bilimsel birikimi dikkate almadan, dahası bunun bir ihtiyaç mı yoksa ihtiyaç olmasa da daha modern görünmek adına mı yapıldığını da dikkate almadan, çok daha önemlisi o deneyimlerden faydalanmaksızın, olumsuzluklarını risklerini dikkate almaksızın aynen uygulamaktır. Hal böyle olunca da bunun ortaya çıkardığı sorunlar bizde daha büyük olmaktadır. Son olarak Samsun’da TOKİ konutlarında meydana gelen ve 12 kişinin ölümü ile sonuçlanan sel felaketi sonrası toplu konut uygulaması ve yüksek katlı bina sorunu bir kez daha gündeme geldi. Bu olaylar bir kez daha ortaya koydu ki Türkiye’de yöneticiler, modernleş12 Mimar ve Mühendis me kavramı ve onu ortaya çıkaran dinamikleri anlamadan çözüm üretmek adına ve elbette biraz da rant üretimi mantığı ile plansız, riski üzerinde düşünülmemiş konut uygulamalarına yönelmekte ve sonradan oluşan riskler karşısında ise gereken önlemi almak yerine riski görmezden gelme ya da küçümseme yoluna gidilmekte ve ihtiyaçların önemi, riskin önüne geçermiş gibi değerlendirmeler yapmakta. Ülkemizde gerek toplu konut uygulamaları gerekse büyük kentlerde, özellikle de İstanbul’daki gökdelenlerin neden olduğu sorunlar hiç dikkate alınmadan modernleşme adına ya da ihtiyaçlar adına uygulanmaktadır. Oysa yüksek katlı binalar bir zorunluluk olmadığı gibi riskleri de çok büyüktür. YÜKSELMENİN ve SOSYAL KONUTLARIN MANTIĞI Yüksek binalar yapmanın bir gereklilik olarak sunulmasının temel nedeni, özellikle İstanbul gibi büyük kentlerde nüfus artışı ile birlikte baş gösteren konut gereksinmesi ve bunu az katlı yapılarla gerçekleştirecek arazinin olmaması olarak gösteriliyor. Ancak uzmanlar, asıl gerekçenin bunlar değil, yüksek katlı konutlarda bina rantının daha yüksek olmasının sebep olduğu görüşünde. Diğer yandan yüksek katlı konutların risklerine, toplu konut mantığındaki fiziki ve sosyal sorunlara dikkat çeken mimar ve inşaat mühendisleri, yüksek katlı yapıların dünyanın her yerinde çokça tartışıldığını ve iyi planlanmış, etüt analizleri iyi yapılmış binalar olarak inşa edildiğini belirterek, ülkemizde ise birçok risk faktörünün yeterince dikkate alınmadan bu tür konutlar yapıldığını belirtiyor. Bu nedenle bu konuda iyi uygulanan bir yönetmeliğe ve sıkı bir denetime gerek olduğunu vurguluyorlar. Yüksek katlı konutlara karşı çıkan mühendisler ise arazi darlığının bir gerekçe olmadığını, gerekli hesapların iyi yapılması halin- RÜKÜŞ MODERNLEŞME Az gelişmiş ülke duygusu diye bir olgudan söz edilebilir. Az gelişmiş ülke olmak gelişim sürecinde geç kalmışlık duygusunun hakim olduğu bir ruh hali oluşturur. Buna neden olan stres, yöneticilerde yakalama ve hatta geçme baskısına neden olur. Kalkınma kavramının kendisi bile ekonomik büyüme olgusunun nesnelliğini yansıtmaz. Kalkınmak, ayağa kalkmak, silkinmek, içinde bulunduğun halden çıkmak gibi duygusal yüklemeler ile doludur. > de hem az katlı hem de insani konutlardan oluşmuş yaşanabilir şehirler oluşturmanın mümkün olduğunu savunuyor. YÜKSEK KATLI KONUTLARIN RİSKLERİ Uzmanlar, yüksek katlı binaların en temel sorununun aşırı enerji tüketen ve enerjiye bağımlı binalar olduğunu belirtiyor. Dolaysıyla bu tür binalarda etkili bir yalıtımla enerji verimliliği sağlanamaz ise bu tür binaların enerji israfına neden olacağını belirtiyorlar. Yüksek binalar için ileri sürülen sakıncaların başında, nüfus ve faaliyet yoğunluğunu artırarak altyapıyı zorlamaları gelmektedir. Özellikle, belirli kapasitelere ve ilkelere dayanarak geliştirilmiş şehir merkezlerinde çözülmesi güç ve pahalı problemler ortaya çıkmaktadır. Bu tip binaların diğer sakıncaları olarak, çevresinin güneşlenmesini engelleme, manzara kapatma, doğal rüzgar düzenini bozma, deprem ve yangın YAZI: DİLAVER DEMİRAĞ / Gazeteci, Yazar gibi olaylarda içindekilere ve çevreye zarar verme, uçaklar için tehlike oluşturma, şehirlerin bilinen siluetlerini ve imajlarını bozma gibi hususlar sayılmaktadır. Yüksek binaların karşı karşıya olduğu en önemli objektif tehlikeler, deprem, fırtına ve yangındır. Bunlar da özellikle yaşlılar, çocuklar, engelliler ve yatar hasta olanlar için büyük bir risktir. Kat sayısı yükseldikçe asansör yaşamsal bir zorunluluk taşır. Ama en ufak bir elektrik kesintisi ya da bir afet halinde tahliye ciddi riskler içerir. Bu risklere de en çok maruz kalacaklar ise tahliye merdivenlerini kullanmakta güçlük çekecek yaşlı ve çocuklar ile bunu kullanamayacak olan yatar hasta ve engellilerdir. Kaldı ki düzenli tıbbi destek alması gereken hastaların asansöre bağımlılığı hayati düzeydedir ve herhangi bir nedenle asansörün çalışmamasının hayati riskleri çok büyütür. Yüksek binalarda iki büyük kâbus vardır, birisi deprem diğeri ise yangın. Yüksek katlı binalarda en az iki yangın merdiveni zorunluluğu vardır. Ancak bir panik durumunda bu merdivenler ezilmelere, merdivenlerden düşerek ölecek insanlara açıktır. Bu bakımdan her iki konuda da yüksek güvenlikli teknoloji kullanılır ama New York’taki İkiz Kuleler örneğinde gördüğümüz gibi alınan önlemlere rağmen insanların çoğunun afet anlarında bu binalardan sağ çıkma olasılığı kat sayısı arttıkça ve yaşayan insan sayısı çoğaldıkça düşer. Tüm bunların yanında yüksek binalar için geliştirilen çeşitli teknik sistemlerin bakımı, yenilenmesi de ciddi bir sorundur. Özellikle ülkemizde bu sorun daha ciddi boyutlarda ortaya çıkar. Öncelikle bu bakım sağlayacak elemanlara yönelik yeterli bir teknik eğitim yoktur, tesisatın işletilmesi ve bakımı ile ilgili tecrübeli elemanlar çok azdır. Bunların çoğu teknik bilgiden, standart ve emniyet kurallarından yoksundur. Bu bakımdan da çoğu batı ülkelerinde yapı otomasyonuna kadar uzanan sistemlerin bugünkü koşullarda ülkemizde uygulanması da çok zor olmaktadır. Eylül - Ekim 2012 13 HABER ANALİZ ŞEHİRLEŞME Yüksek binalar için ileri sürülen sakıncaların başında, nüfus ve faaliyet yoğunluğunu artırarak altyapıyı zorlamaları gelmektedir. Özellikle, belirli kapasitelere ve ilkelere dayanarak geliştirilmiş şehir merkezlerinde çözülmesi güç ve pahalı problemler ortaya çıkmaktadır. TÜNEL KALIP SİSTEMİ ve SORUNLARI Deprem güvenliği yüksek binalar için çok ciddi bir risktir. Bu riski azaltmak için özellikle ülkemizde çok yaygın olarak kullanılan tünel kalıp sisteminin bazı dezavantajları da bulunuyor. Betonarme çok katlı yapılarda, tünel-kayar kalıp sistemi dediğimiz, özel önlemlerle nerede ise bir günde bir katın kabası bitirilebilen inşaatlar, çok katlı yapılarda sıklıkla başvurulan bu sistem Avrupa’da artık sağlık riskleri nedeni ile uygulanmıyor, ancak bizdeki yüksek bina uygulamaların da bu sistem nerede ise olmazsa olmazdır artık. Tünel kalıp sistemi iki tür izolasyonda boşluklara neden oluyor. Birincisi ses yalıtımı, bu tür teknikle yapılan duvarlar ses geçirmezlik özelliğine sahip olmadığından Türkiye’deki aile yapısına çok ters düşen mahremiyet sorununu ortaya çıkarmakta. Adeta sizin tüm konuşmanız yan dairenin içindeymiş gibi bir etki oluşturuyor. İkinci boşluk ya da sorun ısı yalıtımından doğan boşluklardır. Bu sistemle yapılan binalarda eğer ısı yalıtımı uygulanmaz ise ciddi enerji kayıpları ve özellikle ısıtma giderinde yüksek giderler söz konusu oluyor. Bu sorun nedeni ile beton duvarların, mantolama denilen ve çoğunlukla buhar geçirmeyen 14 Mimar ve Mühendis malzemelerden bir dış kılıfa ihtiyacı vardır. Yüksek binaların bina kabuğunun enerji yalıtımı ile yalıtılmasında ise sağlık açısından çeşitli riskler mevcuttur. Yapıların içinde her gün belirli miktarda su buharı üretilmektedir (nefes alıp vermek, yemek pişirmek, banyo, çamaşır v.s.). Bu su buharı dış cephe üzerinden de difüzyon yolu ile dışarıya atılır. Eğer yalıtımda kullanılan levhaların su buharı geçirgenliği düşük ise doğal yolla atılan bu su buharı miktarında azalma olur ve bu da cephe katmanları arasında terleme, yoğuşma riskini artırır. Terleme ve yoğuşma, rutubet ve küf oluşumuna yol açar ve bu da sistemin dayanım ve performansının azalması anlamına gelir. Nemli ortamlar, mikroorganizmaların üremesi için uygun koşulları sağlar. Bu da ortamdaki havanın solunum yolları için zararlı hale gelmesine yol açar. Nemli ortamlar ve bu ortamlardaki küf oluşumu, özellikle küçük çocukların astım hastalığına yakalanma riskini büyük ölçüde artırır. Üstelik bu tür yapılarda kullanılan beton yoğunluğuna bağlı olarak radon gazı da artmakta. Malum bu gaz akciğer kanserinin en önemli nedenleri arasında gelmektedir. Ayrıca, bina içi rutubetin, radon gazı salınımını çoğalttığı bilimsel bir gerçektir. Radon ölçümü anormal seviyede ise bu değer, betonarmede korozyonun da yükseldiğini ifade eder. Yani ilk depremde çökme riskine işaret eder. Dahası betonarme tünel kalıp sistemindeki betonarme yapılarda kalıpları saran demir aksam; elektrik geçişi esnasında adeta bir bobin gibi davranarak manyetik alan oluşturmakta, ilaveten içerideki manyetik yayına da perdeleyici bir etki oluşturmakta. Dahası evde kullanılan buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, bilgisayar ve cep telefonu benzeri cihazlarla demir donatı etkileşime girmekte ve yine bir bobin gibi davranarak ve cihazların oluşturduğu karmaşık manyetik alana ilave olarak ekstra manyetik alan oluşturmakta, manyetik kirlilik ise başta kanser olmak üzere pek çok hastalığa davetiye çıkarmaktadır. İKLİMSEL ETKİLER Yüksel binaların neden olduğu bir başka sorun ise rüzgâr çarpması ve bunun ortaya çıkardığı olumsuz etkilerdir. Yükseklik arttıkça bina rüzgâr çarpmasına daha çok maruz kalmakta, bu da ciddi türbülanslara neden olmakta. Yüksek binalar, rüzgâr için mükemmel bir kapan görevi görür. Bundan doğan türbülanslar nedeniyle sakat kalan veya hayatını kaybeden insan sayısı tahmin bile edemeyeceğimiz kadar fazla olabilmektedir. HABER ANALİZ ŞEHİRLEŞME nımını mecbur etmektedir. Yüksek katlı binalarda en sık görülen alt yapı sorunu içme suyu olmaktadır. Kat sayısı yükseldikçe basınç düştüğünden üst katlara kadar suyun yeterli basınçta ulaşması ciddi bir sorundur. Bu nedenle çoklukla bu tür binalarda pompa ve hidrofor sistemlerine başvurulmaktadır. Hal böyle olunca da yatırım masrafları yanında işletme ve enerji masraflarının oldukça yüksek boyutlara ulaşması kaçınılmaz olmaktadır. Hidrofor ve pompa gibi basınç artırıcı teknolojiye başvurulması içme suyu şebekesinden yararlanma konusunda bu binaya haksız bir üstünlük de vermekte etrafındaki binalardan daha çok suyu çekerek diğerlerinin payını azaltmaktadır. Yüksek binaların, altyapısı tamamlanmış, yerleşim bölgeleri içerisinde yapılması halinde, bu altyapı sistemleri yetersiz hale gelecektir. İçme suyu şebekesinde, su sarfiyatının artması nedeniyle su basıncı düşecek, etraftaki binalar bundan etkilenecektir. Kanalizasyon sisteminin kapasitesi zorlanacak, kapasitesinin aşılması halinde kanallarda taşmalar meydana gelerek çevreyi rahatsız edecek, kanallarda su basıncının artması nedeniyle binaların bodrum katlarını lağım basacaktır. Elbette sayılan tüm bu riskleri büyük ölçüde gidermek olanaklıdır. Ama bu yönde attığınız her adım maliyeti artırdığından bu fiyata da yansır. Bu nedenle sosyal ya da bilinen adı ile toplu konutlarda kat sayısı artar, ama buna bağlı olarak söz konusu risklere dönük önlemler azalır. Çünkü bu tür konutlar daha çok gelir düzeyi düşük insanların yaşayacağı alanlar olduğundan, bu riskleri azaltacak önlemlerden doğan fiyat artışı ile bu maliyet karşılanamaz. Kısacası yüksek katlı yapılar kentleşme bakımından hayli verimsiz yapılardır ve neden olduğu fiziki ve sosyal riskler ile kıyaslandığında faydası düşüktür. Tüm bunlara rağmen hâlâ bu tür yapılara önem verilmesi, bunun kentsel dönüşüm adıyla teşvik edilen ve arzulanan model haline gelmesi, başta belirttiğim modernleşme özentilerinden doğar. Doğrusu şu eksik modernleşmeden sonra bir de rüküş modernleşme kavramını düşünmek gerek. Rüküş modernleşme hava atmaya, aşağılık kompleksine dayanan bir görgüsüzlük biçimdir. Malum, giyim dilinde rüküşlük yakıştıramama, eğreti durma gibi uyumsuzluklara neden olan bir abartı halidir. Rüküş modernleşme de modernleşmenin üzerimize oturmaması, eğreti durmasından kaynaklanan bir uyumsuzluğa neden olan görgüsüz bir abartmadır. Osmanlı görgüsünden sonra batıya başka türlü özenen kasaba kurnazlığının ortaya çıkardığı bir şeydir bu. Celal Okutan, Çok Katlı ve Çok Amaçlı Büyük Yapı Some Significant Environmental İssues İn High-Rise Ahmet Samsunlu Komplekslerinde Tesisat, Tasarım, İşletme ve Güvenlik Residential Building Design İn Urban Areas Yüksek Binalar Ve Alt Yapı Sorunu Sorunları. Energy and Buildings 36 (2004) 1259–1263 http://www.mmo.org.tr/resimler/dosya_ http://www.leventler.com.tr/forum/attachments/ http://www.ucdenver.edu/academics/ ekler/4300b002bcfb71f_ek.pdf?dergi=144 cokkatlibinalardaguvenliksorunlari.pdfÇelik Erengezgin, colleges/Engineering/research/ Jones & Bartlett Learning Gökdelen Sendromu CenterSustainableUrbanInfrastructure/ High-Rise Buildings http://www.habitat.org.tr/insanyerlesimleri/ LowCarbonCities/Documents/Jianlei%20Niu/ http://www.jblearning.com/ mimarlik/641-gokdelen.htmlJianlei Niu Significant%20Environmental%20Issues.pdfProf. Dr. samples/0763751685/51685_ch12_296-346.pdf Rüküş modernleşme hava atmaya, aşağılık kompleksine dayanan bir görgüsüzlük biçimidir. Malum, giyim dilinde rüküşlük yakıştıramama, eğreti durma gibi uyumsuzluklara neden olan bir abartı halidir. Rüküş modernleşme de modernleşmenin üzerimize oturmaması, eğreti durmasından kaynaklanan bir uyumsuzluğa neden olan görgüsüz bir abartmadır. Yüksek yapılar yüzünden güneşin engellenmesi, küçük binaların daha çok aleyhine olmakta, bu yüzden güneşlenme hesabı iyi yapılmadan yükseltilen binalar kendi gölgeleri yüzünden yüksek bloklarda da güneş görmez dairelere neden olabilmektedir. Öte yandan bu tür binalar daha çok ısınma riskine de sahiptir. Bu yüzden yaz aylarında özellikle pencere sistemleri nedeni ile daha çok güneş ışığı alındığından ev içi ısıda artış meydana gelmekte, bu da klimalara yüklenilmesine neden olmaktadır. Yine bu tür binalar kentsel hava kirliliğinden daha çok etkilenme riskine de sahiptir. Pencereler açıldığında eve daha çok kirli hava dolar. Çünkü kirli hava yukarıya doğru yükselir doğal olarak. ALTYAPI SORUNLARI Yüksek katlı binalarda içme suyu, kanalizasyon vb. altyapı sorunlarının oluşmasının önüne geçilmesi özel tesisat kullaFAYDALANILAN KAYNAKLAR 16 Mimar ve Mühendis MİMARLIK TOHUMDAN MİMARİYE YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ Birileri CERN’de gizemli deneyler yapıyor. Bu deneylerde güya evrenin oluşumu hakkındaki bilgilere erişeceklermiş. Büyük hadron çarpıştırıcısı LHC’de ‘Tanrı Parçacığı’ adı verdikleri ‘Higgs Bozonu’nu bulmaya çok yaklaştıklarını iddia ediyorlar. > YAZI: KEMAL ÖZER / Gıda Güvenliği Hareketi Başkanı C ERN hakkında yaptıkları propagandalardan sonra, çalışma hakkındaki bilinç inşası tamamlanmış olacak. Ardından yayınlayacakları sonuçla; evrenin ‘Yüce bir güce’ gerek olmadan, kendiliğinden meydana gelen fiziki hadiseler sonucu meydana geldiğini iddia edecekler. Bir başka hazırlıksa, NASA’nın gizli ve gizemli yer altı merkezlerinde yürütülüyor. ‘UFO’ adı verilen propaganda da bu projelerin bir parçası. Hedefleri arasında Mars’a taşınmak var. Bu başarılamazsa, Marslılar dünyayı işgal edecek(!) Peki, bu Marslılar kim? İşte gizemli nokta burası. UFO adını verdikleri görüntülerle, Marslı bir topluluğun varlığına inanan kitlelerin oluşmasını ve bu kitlelerin çoğalmasını sağlamaya çalışıyorlar. Dünyalıların Mars veya diğer gezegenlerle ilgili çalışmalarından rahatsız olan Marslıların/ uzaylıların dünyayı işgale hazırlandığını iddia ediyorlar. Bunların kimliği tartışmalı olmakla birlikte, onlardan korunmanın yolu ‘Muavezeteyn’ surelerini okumak. İşin sırrı da bu surelerde gizli. ‘Büyük Plan Yapıcı’nın planlarına rağmen, onların hesapları da böyle. Kimi mütedeyyin görünümlü çevrelerde bu kısa devrelerin bir parçası olmuş, en azından propagandistliğine soyunmuş durumda. Bir yandan CERN, NASA ve UFO türü çalışmaları yürütürlerken, 18 Mimar ve Mühendis diğer taraftan da yaşamın temel kaynaklarını ele geçirmekle meşguller. Bütün dünyaya enerji kaynaklarıyla ilgileniyormuş gibi bir izlenim uyandırıyorlar veya biz öyle zannediyoruz. Enerji kaynakları elbette son derece önemli ve vazgeçilmez ama enerji yaşam için olmazsa olmaz değil ya da öncelik sıralamasında epeyce gerilerde yer alır. Dünyanın geri kalanı karnını doyurabilmek için bir dilim arpa ekmeğinin peşinden koşturulurken, onlar bir asır önce daha gizlemli işlerle meşgul olmaya başlamışlardı. Öyle şeyler yapmalıydılar ki alan da satan da razı olsun. Önlerinde yasal engeller olmasın. Hükümetler, akademik çevreler, bürokratlar daha da önemlisi halk, projelerine ses çıkarmasın, bilakis destek versin. Şeytanla ortak çalıştılar ve de başardılar. Yaşamın temel kaynaklarını ele geçirdiler ve yaşam kaynakları üzerindeki mülkiyet iddialarına hukuksal bir karşılık ürettiler. Neden mi söz ediyorum? Tohumdan! İnsanoğlu; hayvanlar ve bitkiler olmadan hayatta kalamaz, hayvanlar da bitkilersiz. Bitkiler tohumdan meydana gelir ve hayatını yeni ürettiği binlerce tohumla sürdürür, tıpkı insan ve hayvanlar gibi. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler; dişilerince üretilen yumurtanın, erkeklerce üretilen spermle döllenmesiyle sürdürür türünün devamını. Fakat bundan sonra bunun böyle olup olmayacağı oldukça şüpheli! Artık tavuklar, koyunlar ve sığırlar normal çiftleşme yoluyla çoğalmıyor. Laboratuarlarda üretilen spermler, enjekte ediliyor sığırın rahmine. Bu vahşi uygulama, kısırlaştırılan insanlar içinde geçerli. Bir anlık bu durumun dinî, ahlakî ve vicdanî açılardan sorun teşkil etmediği düşünelim. Ya bu canlıların cinsel ihtiyaçlarını giderme hakları ne olacak? Kim hangi hakla, bu canlıların cinsel ihtiyaçlarını gidermelerini engelleyebilir? Şimdilik ne insan ve hayvan hakları örgütleri ne de dindar çevreler önemsiyor bu tür işkenceleri. Çünkü herkes hazzının ve rahatın kölesi durumunda. Şehirlere bir göz atalım. Milyonlarca ağaç dikilmiş. Neredeyse artık her yer yemyeşil. O da ne? Bunların hiçbiri ne çiçek açıyor, ne de meyve veriyor. Eline elektrikli hızarları kapan belediye görevlileri ‘çevreyi kirlettikleri veya sinek topladıkları’ gerekçesiyle; dut, ıhlamur, kayısı, incir vb ağaçları kesiyor. Artık moda meyve veren ağaç değil, kılıktan kılığa sokulabilen dekoratif ticari ağaçlar. Neden acaba? Çünkü meyvesiz insanlar, meyvesiz ağaçlar diker. Moda belirleyicilerinin sadece giydiğimiz kıyafetlerin kesim, renk ve biçimlerine mi karar verdiklerini düşünüyorsunuz? Onlar şehirlerinizin dizaynıyla, kıyafetinizden daha fazla Moda belirleyicilerinin sadece giydiğimiz kıyafetlerin kesim, renk ve biçimlerine mi karar verdiklerini düşünüyorsunuz? Onlar şehirlerinizin dizaynıyla, kıyafetinizden daha fazla ilgili. Bunu anlamak için, Tavistock gibi gizemli küresel tasarlayıcı örgütlerin amaç ve planlarına yakından bakmak gerek. ilgili. Bunu anlamak için, Tavistock gibi gizemli küresel tasarlayıcı örgütlerin amaç ve planlarına yakından bakmak gerek. Oysa daha dün aramızda olan ünlü sanatçı Âşık Veysel, vasiyetinde şu ilginç noktaya yer verir: “Mezarımın üzeri betonla kapatılmasın, ot bitsin, koyun yesin süt olsun, kuzu olsun, et olsun, memlekete hizmet olsun.” Görüleceği üzere geldiği kaynağın kıymetini bilen Âşık Veysel mezarında bile beton istemezken, kimileri de marifetmiş gibi yeri-göğü betonla kaplıyor. Temel fark bu. Kadim medeniyetlerin şehir algısıyla, post modern çağın şehir algıları, iki düşmanın Eylül - Ekim 2012 19 MİMARLIK dünya görüşü kadar zıt birbiriyle. Çünkü biri yaşamak ve yaşatmak için şehir kurarken, diğeri Galen ifadesiyle ‘üçüncü hali’ meydana getirmek için tasarlıyor şehirleri. Acaba kaç mimar şehre dikilen ağaçların, toplumu alerji yaptığını, karbon salınımını artırdığını bilir veya bu konuyla ilgilenir. Mimariyi cam giydirmekten ibaret gören toplumların, şehir ve o şehri oluşturan değerlere ilgi duyması beklenemez elbet. Dut ağacının meyvesini yere düşmeden toplayacak bir file sistemi geliştirip toplumun sağlıklı kalması değilse amaç, meyve veren ağaç/canlı düşmana dönüşüverir. Tıpkı çiftçinin tohum üretme hakkının gasp edilmesi gibi. Tohum insanlığın ortak mülkü iken, ‘uluslararası hukuk’ adı verilen yapı ile insanlığın temel varlıkları bir bir mülkiyet değiştirdi. Üstelik hepsi gözümüzün önünde cereyan etti. Mesela 2004’de çıkarılan 5042 Sayılı Yeni Bitki Çeşitlerine Ait Islahçı Haklarının Korunmasına İlişkin Kanun ile 2006’da çıkarılan ‘5553 Sayılı Tohumculuk Kanun’undan kaçımız haberdarız? Ünlü Hintli tohum aktivisti Vandana Shiva, ‘Çalınmış Hasat’ adlı eserinde şöyle diyor: “Fikri mülkiyet hakları ve patentler; insan türü ile diğer türler arasındaki ve insan toplulukları içindeki ilişkileri yeniden organize etmektedir. Bitip tükenmek bilmeyen bir doğurganlığı sona erdirip ‘kısırlık mühendisliği’ yapmasının temeli, çarpık mülkiyet hakları sistemidir. Bu sistemle çiftçinin en temel görevi ‘suç’ haline getirilmekte, tescilli tohum kullanmaya zorlanmaktadır. Bu bağımlılıktır, yaşamın mülkiyet değiştirmesidir.” İşte bu iki kanun, Shiva’nın dile getirdiği haklarımızı bir bir elimizden alıp güçlü ve etkili derin sermayeye altın tepsi de sundu. Peki, bunu kaçımız biliyor? Halbuki bu konuda konuşan herkese ‘bilim düşmanı, geri kafalı, siyasi iradenin karşıtı’ gibi yaftalar takılan bir ülkede yaşıyoruz. Çok değil geçtiğimiz Mayıs ayında, Giresun’da pazar yerlerini denetleyen İl Gıda ve Hayvancılık Müdürlüğü ve zabıta ekipleri, köylüler hakkında tutanak tutmuştu. Gerekçesi ise tescilli tohum kullanmadan; lahana, kıvırcık, maydanoz, yeşil soğan gibi ürünler üretip bu ürünleri, bunlardan elde edilen tohum ve fideleri satmak. Yetkililer, köylüleri şöyle uyarıyor: “Ürün, tohum ve fide satışı yapabilmeniz için mutlaka tescil edilmiş sertifikalı tohum kullanmanız gerekiyor.” Peki, köylüler bu uyarıya uymazsa ne olacak? İşte bu durumda Tohumculuk Kanunu’nun 5, 7 ve 12/f maddeleri devreye girecek. Bu maddelere göre; sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine ve ticaretine izin verilir. Aksi halde ürünler müsadere edilip imha edilir. İmha işle20 Mimar ve Mühendis Tohum insanlığın ortak mülkü iken, ‘uluslararası hukuk’ adı verilen yapı ile insanlığın temel varlıkları bir bir mülkiyet değiştirdi. Üstelik hepsi gözümüzün önünde cereyan etti. mi masrafları ise bu fiilleri işleyenlerce yani çiftçi tarafından ödenir. Sonra 10 bin lira para cezası kesilir ve savcılığa sevk edilir. Çünkü dünyada yaygın tüketilen bitkisel ürünlerin tohumlarını ele geçirmişler. 1995’te kurdukları Dünya Ticaret Örgütü’nün mevzuatı olan 21 bin sayfalık dokümanı gözü kapalı imzalayan ülkeler, aslında hem bağımsızlıklarını hem de yaşama haklarını devretmiş sayılırlar. DTÖ üyelikleri sonrasında, aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok ülke, insanlığın ortak mülkü olan tohumların şirket mülkü olduğunu kabul eden ve uymayanları cezalandıran yasalar çıkardı. Böylece hem sağlıklı ve bereketli tohumları hem de geleneksel kadim üretim biçimlerini bilimsellik gibi masallarla bir bir yok ettiler. Gerçeği görmekten aciz olan koltuk, makam ve mevki sevdalıları, bu dayatmaya itiraz eden herkesi ‘düşman’ olarak etiketlemekle kalmayıp ihbar ediyor. Oysa attıkları imza, söyledikleri söz ve kaldırdıkları parmak, kendi neslinin haklarını devretmekten başka bir şey değil. Lakin hikâye tıpkı maymun yakalama tuzağı gibi gayet iyi kurgulanmış. Uzakdoğu’da maymunu yakalamak istediklerinde ilginç bir tuzak kurarlar. Bir Hindistancevizi oyulur ve iple bir ağaca bağlanır. Hindistancevizinin altına ince bir delik açılır ve içine, maymunu hazzının kölesi yapacak tatlı bir yiyecek konur. Bu delik, maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Maymun yiyeceğe erişmek için elini delikten içeri daldırır. Yiyeceği tutar fakat elini yumruk yaptığı için dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu almıştır bir kere. Yiyeceği bırakmaya bir türlü yanaşmamaktadır. Hâlbuki onu esir edeni bıraksa kurtulacak. Açgözlülüğü o kadar güçlü ki bu tuzaktan kurtulmayı akletmesine izin vermiyor. O artık hazzının esiri. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama nafile. Artık kaçmak imkânsızdır ve vazgeçmesinin de bir yararı yoktur. Bu raddede bile elini hâlâ bırakmak istememektedir. Maymun artık tutsaktır. Onu tutsak eden şey, terk etmeye yanaşmadığı arzusu. Aslında yapması gere- ken tek şey, vazgeçmesi gerektiğinde vazgeçebilmekti. Fakat o bunu yapmayı hiç denemedi. İnsan da tıpkı böyle değil mi? İnsanoğlu son bir asra kadar, topraktan bahşedilen gıdalarla besleniyordu. Sonra ona tuzak kurdular. Tuzağa düşürmek için de türlü türlü bahaneler ürettiler. Az çalışıp çok kazanacaktı. Ürettiklerinin raf ömrü uzayacaktı. Lezzeti artacaktı. Mikroplardan arınacaktı. Peki, sonuç vaat edilen gibi miydi? Çok çalıştı fakat daha az kazandı. Ürünlerin raf ömürleri uzadı fakat onları tüketenlerin ömürleri kısaldı. Mikroplar azalmadı, arttı. Buna karşın insan, lezzetin esiri haline getirildi. Tıpkı maymun gibi tuzağa düştü. Ancak bir farkla. Maymunun çıkardığı ses, tuzağa düştüğünü anlamasındandır. Ama insanlardan henüz hiç ses yok. Çünkü onlar tuzağa düşürüldüklerinin farkında değil. Üstelik farkında olup ses çıkaranı da gürültü yapmakla suçluyorlar. Montaigne, Denemeler adlı eserinde derki: “Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz sevmiş. Sonrada bunu adet edinmiş. Her gün danayı kucağına alır taşırmış; nihayet buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman onu yine kucağında taşıyabilmiş. Bu hikayeyi kim uydurdu ise alışkanlığın ne büyük bir kuvvet olduğunu çok iyi anlamış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar, başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi, öyle azgın, öyle amansız bir çehre takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez.” Hem Montaigne’in tasvir ettiği hem de yaşanılan durum göstermektedir ki insan kendisine kurulan komplonun ürünü olan her lokmayı ağzına götürdüğünde, o, onu daha da köleleştiriyor, haz ve lezzetin esiri yapıyor. İnsan kendisine kurulan tuzaklardan kurtulmak bir yana, bundan zevk almayı tercih ediyor. Hiçbir uyarı umurunda olmuyor ve kazandığı alışkanlıklar onun yaşanılan dramı ve dramın büyüklüğünü görmesini engelliyor. Bu hâle nasıl getirildi insan? Gıdalar, endüstrinin bir meta’sı haline getirilmeden önce, tuz, şeker, sirke gibi maddelerle korunurdu. Artık bunlar tukaka. Yerine sentetik zararlılar ikame edildi. Önce ‘tesisten tüketiciye kadar olan süreçte ürün bozulmamalı’ dediler ve sentetik koruyucular eklediler. Sonra tüketicinin beğenisini kazanmak için, sentetik renklendiricilerle boyadılar. O da yetmedi. Lezzet kölesi olmaları için, sentetik lezzet artırıcıları kattılar. Kaybolan kıvam için, kıvam artırıcılar, bozulan tadın yerine, tatlandırıcılar. Gerisi, yani yeni ‘modern kölelik’ kendiliğinden geldi. Artık hem üretici, hem de tüketici bunları vazgeçilmez olarak görüyor. Sanıyorlar ki Hz. Âdem’den beri böyle. ‘Bunlarsız da üretilir’ denildiğinde ilk itiraz, konunun eğitimini almış(!) Batı kültürünün mahkûmu gıda misyonerlerinden geliyor, ardından da kolay para kazanmanın tadına varmış üreticiden. İnananı da inanmayanı da böyle, dindarı da laiği de aynı. Hepsinin ortak paydası ‘çağdaş ilah para’. Bahaneleri ise bilim, sağlık, teknoloji, hizmet vs. Gerçeği itiraf etmeye kimse yanaşmıyor. İnsanın durumu da maymundan daha ağır. Maymun ya dayak yiyip kurtaracak ya da canını vererek yok olacak. Oysa insan Galen’in ‘üçüncü haline, yani biraz hasta, biraz iyi, yani köleliğe mahkum. Bununla bitse iyi, biraz çalışır öder, biraz hasta olur iyileşir. Ama kendi bedeni de dâhil her şeyin emanet edildiği insan, özelde ise Müslümanlar bu zulümlerin ve emanete ihanetin bedelini nasıl ödeyecekler? Artık herkes bilmelidir ki her mesele sadece kendi dar bağlamında ele alınamayacak kadar karmaşıklaştırılmıştır. Nasıl ki; şehirleşme rant denilen bela ve kültürsüzlüğe mahkum edilmişse, gıda ve sağlık meselesi de ondan farksız değil. Eğer bir konuyu masaya yatıracaksak, o meselesinin (küresel ölçekli) siyasi, ekonomik, sosyal, çevresel boyutları ile sağlığa etkileri ve de dinî veçhesini bir bütün olarak ele almak kaçınılmazdır. Aksi durum hatalara yol açacaktır. Mesela bir modern tüketim sorunu olan gazlı içecek meselesini sadece içerdiği alkole indirgemek ve kuyu suları fıkhını esas alıp fetva üretmek, dinî boyutu bir yana, siyasi ve sağlık açısından büyük bir açmaza sokmakta. Oysa kola, Amerikan kültür emperyalizminin en temel sembollerinden biri olup siyasi içerik taşır. Benzer örnekler bize, gıda ve beslenme meselesinin özellikle Müslümanlar açısından kaotik bir boyut kazanmış olduğunu gösteriyor. Çözümü ise sadece dini ve/veya ‘hijyen denilen muamma’ boyutuyla ele alınamaz. Üretilecek fetvalar, bu sorun başlıklarını, özellikle de siyasi boyutunu içermediği müddetçe, insanlar ve özelde Müslümanlar batılın değirmeninin kalıcı müşterileri haline gelir. ‘Siyaset’ denilince sadece siyasi parti olarak algılayan veya bunu iç politikadan ibaret sayan bir zihnin kendi sorularını sorup bu soru ve sorunlara doğru cevap üretmesi elbette beklenemez. Öncelikle kirlenmiş olan bilinçaltını temizlemek, özellikle de fıkıhçıların, küresel derin siyasetin yüzyılları aşan kısa, orta ve uzun hedeflerinden haberdar olmaları şarttır. Aksi durumda ‘benim oğlum bina okur’ hadisesini tekrarlar dururuz ki, maazallah yaklaşan kıyamet, ümmetin özel kıyametine dönüşebilir. Bir Müslüman eline aldığı her lokmasını, Peygamberiyle (S.A.V.) paylaşması gerektiğinde, O’nun bu ikramı kabul edip etmeyeceği bilinci ile hareket etmesi şarttır. Kur’an Kerim gıdadan her söz ettiğinde, ya ‘helal ve temiz’ ya da sadece ‘temiz’ ifadesini kullanır. Mesela Tâhâ Suresi 81’de Allah c.c. şöyle buyurur: “Size rızık olarak verdiğimiz şeylerden ‘helâl’ ve ‘temiz’ olanlarından yiyin. Bu hususta azgınlık etmeyin. Sonra gazabım üzerinize iner…” Acaba bu ayette veya diğer ayetlerde zikredilen ‘temizden murat nedir?’ Manevi kirlilikler mi, basit maddi kirlilikler mi, kimyasal kirlilikler mi, biyolojik yani genetik kirlilikler mi? Ya da hepsi mi? Büyük günde hesap vereceğine iman eden bir kimse, bu veya daha fazlasını sorgulamak ve Kehf Suresi 19’da anlatılanları düşünmesi gerekir. Yoksa çağımız Müslümanlarının, helali sadece hayvanların (dini vecibelere uygun) kesilmesine indirgemesi, sorunumuzu çözmediği gibi büyüttüğü de ortadadır. Artık dinin hiçbir emri sadece bireyi ilgilendiren bir mesele değil, hatta toplumsal olmanın da ötesine geçerek, karmaşık ve kaotik bir boyut kazanmaktadır. Bunu yani ‘sessiz silahları’nı, yaşayan en büyük şeytandan biri olma sıfatını çoktan hak eden Henry Kissenger şu cümlelerle özetliyor: “Tarım bizim için, tarım bakanlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” Tohum sadece bir bitkinin yetişmesi için bir genetik materyale ve mekanizmanın bir cüzüne indirgeniyor. Oysa o tek başına, var veya yok olmamıza etki eden organizmadır. Bugün kimileri için bir komplo aracına dönüşmüş olabilir. Bugünlerde Amerika’da insan spermi de tescil edilmiştir. Önümüzdeki birkaç 10 yılda bizi bekleyen ölümcül tehlike ile ilgili sadece (Türkiye’nin) şu verilerini açıklamak yeter de artar bile. Her yüz yeni evli çiften 30-35’i normal/fıtrî yollarla çocuk sahibi olamıyor. Bazen kadın, bazen erkek, bazen de her ikisi birden kısır. Eylül - Ekim 2012 21 MİMARLIK Jinekolog Prof. Bülent Tıraş “2050 yılında insanların ancak yüzde 5’i doğal yollarla çocuk sahibi olabilecek” diyor. AB’nin son araştırmaları da bu tezi destekliyor. Yarım asır önce menisinin 1 mm³’de 100 milyondan fazla sperm olan erkeklere ne oldu da, şimdi 10-15 milyon seviyelerine kadar geriledi? Ne yazık ki, günümüz dünyasında sağlık sorunlarının yüzde 70’i gıda kaynaklı. Bir canlı, sperm veya yumurtasını yani ruşeymini, tükettiği bitkilerin bu özelliğinden elde eder. Ama artık kısırlaştırılmış yani ticari ve tescilli hibrit tohumlar, gıdaların işlenmeleri sırasında uğradığı işlemler, besinlerine eklenen katkı maddeleri, bazı aşı türlerinin kısırlaştırıcı etkisi, insanlığın dikkatini şimdi çekmeyecekse ne zaman çekecek? Çağın hazzı ve rantının peşinden koşan dindar çevreler bu gerçekle ne zaman yüzleşecek? Günümüz Türkiye’sinin en büyük sağlık sorunları; şişmanlık/ obezite, diyabet, kalp ve kısırlık. Şişmanlık ta Avrupa birincisi dünya sekizincisiyiz. Oysa bu toplumun inancına göre, sofradan doymadan kalkılır ve israf haramdır. Fakat yine 75 milyonluk bu toplum, her yıl tam 112 milyon kişiye yetecek kadar ‘gıda’ tüketiyor. Tükettiği bu fazla miktardan daha fazlasını ise obeziteden kurtulma 22 Mimar ve Mühendis tezgâhında harcıyor. 10 yılda ilaç tüketimi 10 kat artarak 20 milyar dolar sınırına gelmiş. Kişi başına ilaç tüketim miktarı, çok sayıda ülkede yaşayan insanın yıllık toplam gelirinden bile fazla. Çok katlı beton yığınları arasında tıpkı her gün tükettiği tavuk ve sığırlar gibi toprak ve havaya hasret yaşıyor. Öyle insanlar gördüm ki 20-30 yaşlarına erişmiş olmalarına rağmen elleri ve ayakları hiç toprağa değmemiş. Toprak onun için köylülük ve kir. Aslında utandığı şey kendi bedeni! Çocuk doğmadan ilaç kolik hale geliyor. İvan İllich’in tabiriyle; tüm acılar hastanelik oldu. Evler; doğum, hastalık ve ölümün konukluğundan nefret ediyor. İnsanın kendi bedenini anlayabileceği dil, bürokratik bir fanfinfona dönüşmüş. Hasta rolü dışında, acı, yas ve iyileşme bir tür sapkınlık halini aldı. Artık kendi kendini tedavi etmenin suç sayıldığı bir çağın çocuklarıyız. Çöp üreten, topraktan utanan, yediği meyvenin çekirdeğini toprağa değil çöpe atan, tohumun anlam ve önemini umutmuş, pet şişelerden beslenen bir toplumun yapacağı tek şey ya iddia ettiği kimlikten sıyrılmak ya da o kimliğin gereğini yapmaktır. Yoksa yaşadığımız azgınlık, korkarız ki daha büyük bir gazaba dönüşecek. Gerçeği görmekten aciz olan koltuk, makam ve mevki sevdalıları, bu dayatmaya itiraz eden herkesi ‘düşman’ olarak etiketlemekle kalmayıp ihbar ediyor. Oysa attıkları imza, söyledikleri söz ve kaldırdıkları parmak, kendi neslinin haklarını devretmekten başka bir şey değil. Lakin hikâye tıpkı maymun yakalama tuzağı gibi gayet iyi kurgulanmış. Eylül - Ekim 2012 23 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ENERJİNİN YÖNETİMİ ve YENİ ARAYIŞLAR Enerjinin çok uzun bir tarihi vardır. Bu tarih; insanoğlunun okuma yazmadan önce keşfedip pişirmede, ısınmada, aydınlanmada ve vahşi hayvanları korkutmada kullandığı ateş ile başlar. Sonraları bu tarih 1430 yılındaki kömür madeninin keşfi, 1881’de büyük bilim adamı Thomas Edison’un kurduğu ilk enerji santrali ve 1957 yılında kurulan ilk nükleer enerji santrali ile dönüm noktalarını yaşar. Şu an da ise enerji konusunda tamamen farklı konu ve durumlardan bahsedilir. Artık devletler kendi kendilerine yetecek kadar enerjiyi gerek sermaye gerekse de Ar-Ge eksikliği dolayısıyla karşılayamadıkları enerji gücünü diğer devletlerden veya özel enerji üreticilerinden almaya mahkûmdur. Yani hayati ihtiyaçlardan başlayıp tamamıyla ekonomik sebeplere ulaşmış olan enerji sektörü geleceğin de en çok para kazandıracak sektörü olarak görülür. Aynı zamanda dünyada şu anda en çok israf edilen şey olan enerji hakkında bilinmesi gereken bir başka özellik de dünyanın tükettiği enerjinin yarısını, dünya nüfusunun 7’de 1’inin harcıyor olduğudur. 24 Mimar ve Mühendis Eylül - Ekim 2012 25 DOSYA: ENERJİ GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ENERJİ YÖNETİMİ YAŞAM STANDARTLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ ve ÜRETİME YÖNELİK ETKİNLİKLERİN GERÇEKLEŞTİRİLEBİLMESİ, NÜFUS ARTIŞINI ve EKONOMİK BÜYÜME NEDENİYLE GİDEREK ARTAN ENERJİ GEREKSİNİMİNİN KARŞILANMASI, SÜRDÜRÜLEBİLİR GELİŞMENİN SAĞLANMASI İÇİN ENERJİYE OLAN TALEP HER GÜN ARTMAKTADIR. SÜRDÜRÜLEBİLİR GELİŞME VE ENERJİ Enerji, sürdürülebilir gelişmenin ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarının tümü ile yakından ilgili bir unsurdur. Enerji arz güvenliğinin sağlanması sürdürülebilir gelişme için en önemli koşullardan birini oluşturmaktadır ve giderek uluslararası politika sahnesindeki baş aktörlerin hayati ilgi alanlarından birisi haline gelmiştir. Sürdürülebilir Enerji Enerji arz güvenliğinin sağlanması için geliştirilen güncel küresel enerji politikaları; sürdürülebilir gelişmenin ekonomik, sosyal ve çevresel boyutları arasında denge kurulmasını, enerji sistemleri ile ona bağlı ekonomik, sosyal ve çevresel sistemlere ciddi sekte vurabilecek durumlardan kaçınabilmek için esnekliğin geliştirilmesini ve risk yönetimini, sağlamalıdır ki bu durum sürdürülebilir enerji kavramı ile ifade edilmektedir. arasında denge sağlayacak şekilde geliştirilmesi. III. Belirlenen politikaları destekleyecek; vergilendirme, teşvikler, yasal düzenlemeler gibi çeşitli siyasi araçların devreye sokulması. Sürdürülebilir Enerji Politikaları Günümüze kadar enerji sisteminin sürdürülebilirliği, yalnızca kullanım oranına göre enerjinin elde edilebilirliği esas alınarak tanımlanmakta idi. Bugün, sürdürülebilir gelişmenin bilimsel ve etik çerçevesi kapsamında çevre güvenliği de enerji güvenliği kadar önemli hale gelmiştir. Küresel ısınma ve ona bağlı iklim değişiklikleri giderek enerji politikalarının sürdürülebilirliğinin kilit noktası haline gelmiştir. Bu nedenle, düşük karbon ekonomisinin oluşturulması, günümüzde enerji politikalarına iliksin tartışmaların odak noktasını teşkil etmektedir. Sürdürülebilirliğin Sağlanmasında Düşük Karbon Ekonomisine Yönelik Enerji Seçenekleri Enerji Politikalarının Belirlenmesi Enerji politikalarının belirlenmesi üç aşamada ele alınabilir; I. Çevre güvenliğini zedelemeden düşük maliyette enerji arzını sağlayacak ve risklerin dağıtılmasını sağlayarak arz güvenliğini teminat altına alacak temel hedeflerin belirlenmesi. II. Belirlenen temel hedeflere ulaşabilmek için uygulanacak politikaların belirlenmesi ve yerli ve ithal enerji kaynaklarının ve farklı teknolojilerin uygun oranda kullanımı ile ekonomik, çevresel ve jeopolitik etkenler 26 Mimar ve Mühendis Enerji sisteminin sürdürülebilirliği için düşük karbon ekonomisine yönelik seçenekler olan; Enerji Tasarrufu, Yenilenebilir Enerji ve Nükleer Enerji karbon yayınımında basamak seklinde radikal bir azalma sağlayacak önemli potansiyele sahiptir. Sürdürülebilir Gelişme Gündeminde Nükleer Enerji Dünya, enerji politikalarında düşük karbon ekonomisi doğrultusunda radikal bir değişime doğru giderken, sera gazı yayımı Küresel ısınma ve ona bağlı iklim değişiklikleri giderek enerji politikalarının sürdürülebilirliğinin kilit noktası haline gelmiştir. Bu nedenle, düşük karbon ekonomisinin oluşturulması, günümüzde enerji politikalarına iliksin tartışmaların odak noktasını teşkil etmektedir. açısından değerlendirildiğinde temiz bir teknoloji olan nükleer güç santralleri, bu bağlamda cazip bir seçenek olarak gözükmektedir. Ancak, küresel ısınma ve iklim değişikliği bağlamında sağladığı önemli avantajlara rağmen, nükleer kaza riski, radyoaktif atık sorunu, gibi sorunların varlığı nedeniyle çekinceler doğmaktadır. %1-2’ini karşılamaktadır. Bu rakamın 2025 yılında yüde 6’ya ve 2050’de yüzde 12’ye ulaşacağı öngörülmektedir. Enerji tasarrufu ve verimliliğine ilişkin potansiyelin iyi değerlendirilmesi enerji sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanmasına yönelik seçenekler arasında ilk sırada yer verilmektedir. Küresel Enerji Politikaları Doğrultusunda Türkiye’nin Enerji Küresel Isınma ile Mücadelede Enerji Hiyerarşisi Öncelikleri Ne Olmalıdır? Güncel küresel enerji politikalarına göre, küresel ısınma ile mücadeledeki öncelikleri belirleyen enerji hiyerarşisi; enerji tasarrufu (enerjinin rasyonel kullanımı ve enerji verimliliği), yenilenebilir enerji, fosil yakıtlı enerji teknolojilerinde temiz ve birleşik çevrimli teknolojiler seklinde oluşmuştur. Türkiye gerek enerji tasarrufu gerekse yenilenebilir enerji kaynakları bakımından önemli bir potansiyele sahiptir. Türkiye’nin enerji politikalarında; enerji tasarrufu ve verimliğin iyileştirilmesi, hidroelektrik potansiyelin değerlendirilmesi, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının kademeli olarak arttırılması fosil yakıt kullanımında birleşik çevrimli güç santrallerinin ve başta temiz kömür olmak üzere temiz fosil yakıt teknolojilerinin devreye sokulması ve çevre güvenliğini ve enerji bağımsızlığını iyileştirerek arz güvenliğinin teminat altına alınmasına önemli katkılar sağlayabilecek küresel enerji politikalarındaki güncel gelişmelere uyumlu olarak nükleer enerji santrallerinin küçük uygulamalar ile devreye alınması mevcut enerji sistemine entegre edilmesi ve enerji çeşitliliğinin artırılması gerekmektedir. Sürdürülebilir Enerji Gündeminde Enerji Tasarrufu Enerji gereksinimin azaltılması ve enerji verimliliğinin geliştirilmesi; sera gazı yayınımının azaltılması ve enerji arz güvenliğinin iyileştirilmesi üzerindeki önemli katkılarıyla enerji sisteminin sürdürülebilirliğinin sağlanmasında mevcut düşük karbon seçenekleri arasında en önemli seçenek olarak belirmektedir. Yenilenebilir enerji kaynakları, küresel enerji talebinin yalnızca Eylül - Ekim 2012 27 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ ELEKTRİK ÜRETİM A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ HALİL ALIŞ: “2011 SONU İTİBARİYLE TÜRKİYE ELEKTRİK ÜRETİMİNİN YÜZDE 40,4’ÜNÜ KURUMUMUZ KARŞILAMAKTADIR“ DOSYA KONUMUZ İÇİN BU SAYIDA HER YÖNÜYLE İNCELEDİĞİMİZ ENERJİ KONUSUNU, SEKTÖRÜN ŞU AN İÇİN EN ÖNEMLİ OYUNCULARINDAN OLAN ELEKTRİK ÜRETİM A.Ş. GENEL MÜDÜRÜ SAYIN HALİL ALIŞ İLE DEĞERLENDİRDİK > Halil Bey, bizlere ilk olarak EÜAŞ’ı kısaca anlatabilir misiniz? Kuruluşumuz, kamuya ait termik ve hidroelektrik santralların; işletilmesi, bakım onarım ve rehabilitasyonu, bu santrallardaki malzeme yönetimi ve tedariki ile Bakanlar Kurulunca görev verilmesi halinde yeni elektrik üretim tesislerinin kurulması faaliyetlerini yürütmektedir. Kamuya ait santrallardaki elektrik enerjisi üretiminden sorumlu olan kuruluşumuz, bu görev bilinciyle çalışmalarını sürdürmekte, yerli kaynakların değerlendirilmesi için de azami gayreti göstermektedir. EÜAŞ olarak bütün çabamız, ülkemizde toplumsal refahın artması için elektriğin daha kaliteli ve daha ucuz üretilmesini sağlamaya yöneliktir. Temmuz 2012 sonu itibariyle, 24.265 MW kurulu gücü (Türkiye kurulu gücünün yüzde 44,3’si) ve 11 bin 819 çalışanı ile EÜAŞ, Avrupa Birliğinde faaliyet gösteren en büyük elektrik üretim şirketleri arasında ilk 10’da yer almaktadır. Misyonumuz; halkımızın refahını arttırmak yolunda, ülke kaynaklarını en verimli şekilde kullanarak, yasa ile kendisine verilen yetkiler çerçevesinde, güvenilir, ekonomik, kaliteli ve çevreye duyarlı bir şekilde elektrik enerjisi üretmektir. Vizyonumuz; elektrik üretim sektöründeki öncülüğünü devam ettiren, 28 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YILMAZ ADA modern ve temiz enerji teknolojilerinin kullanımıyla üretim performansını sürekli artıran bir şirket olmaktır. Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacını ne kadarı EÜAŞ tarafından karşılanıyor? Geri kalan kısmı nasıl karşılıyoruz? 2011 sonu itibariyle Türkiye elektrik üretiminin yüzde 40,4’ünü karşılayan kuruluşumuz, 01.01.2012 – 31.07.2012 tarihleri arasında 141.421.269 MWh olarak gerçekleşen Türkiye elektrik üretimin 55.703.567 MWh’ini (yüzde 39,4) gerçekleştirmiştir. Bu üretimin geri kalan kısmı; serbest üretim şirketleri (yüzde 30,5), yap-işlet modeliyle kurulan santrallar (yüzde 16,9), yap-işletdevret modeliyle kurulan santrallar (yüzde 5,9), otoprodüktörler (yüzde 5,4) ve işletme hakkı devri yapılan santrallar (yüzde 1,9) ile gerçekleştirilmiştir. Kurumunuza bağlı birçok termik ve hidrolik santraller mevcut. Bu santraller hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Temmuz 2012 sonu itibariyle kuruluşumuzun sahip olduğu 24.265 MW’lık Kurulu gücün yüzde 48,2’sini hidroelektrik santrallar teşkil ederken, yüzde 51,8’ini termik santrallar oluşturmaktadır. 29.409.186 MWh’lik üretim ile 18 adet termik santrali- mizin Türkiye üretimine katkısı %20,8’dir. 80 adet hidroelektrik santralimizde gerçekleştirilen 26.294.381 MWh’lik üretim ise, Türkiye elektrik üretiminin yüzde 18,6’sına karşılık gelmektedir. Ülkemizde elektrik enerjisi üretiminin yüzde kaçı kömürle çalışan santrallerden sağlanıyor? Biz bu kömür madeninin ne kadarını ithal ediliyoruz? Ülkemizdeki mevcut kömür madenlerimizin ne kadarını kullanıyoruz? Yerli Kömür kullanımı kapasitemizi arttırmak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Temmuz 2012 sonu itibariyle Türkiye elektrik üretiminin yüzde 27,1’i kömürlü termik santrallarda gerçekleştirilmektedir. Bu üretimin yüzde 13,4’ü ise kuruluşumuza aittir. Türkiye’de ithal kömür kullanan santrallarda Temmuz 2012 sonu itibariyle gerçekleştirilen üretim 16.095.459 MWh’dir. Bu değer, Türkiye üretiminin yüzde 11,4’üne karşılık gelmektedir. Ülkemizde, 515 milyon tonu görünür olmak üzere, yaklaşık 1,3 milyar ton taşkömürü ve 10,8 milyar tonu görünür rezerv niteliğinde yaklaşık olarak toplam 12 milyar ton linyit rezervi bulunmaktadır. Bu miktar dünya kanıtlanmış işletilebilir kömür rezervlerinin yüzde 1,5’ini oluşturmaktadır. Linyit rezervlerimiz ise dünya linyit rezervinin yüzde 6’sı büyüklüğündedir. Ülkemiz 2010 yılı satılabilir kömür üretimi; 69,7 milyon ton linyit, 2,5 milyon ton taşkömürü ve 1,2 milyon ton asfaltit olmak üzere toplam 73,4 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. 2011 yılında ise 70 milyon ton linyit, 2,6 milyon ton taşkömürü ve yaklaşık 1,2 milyon ton asfaltit olmak üzere yaklaşık 73,8 milyon ton kömür üretilmiştir. Yerli kömür kullanım kapasitemizin arttırılması, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın (ETKB) 2010-2014 Stratejik Planında yer alan hedeflerinden bir tanesidir. Kuruluşumuza ait Afşin Elbistan C ve E Sahalarının Rödovanslı Kamu Özel Ortaklığı Modeli ile yatırıma açılması düşünülmektedir. Bunun için kuruluşumuz, bir danışmanlık şirketinden hizmet satın almaktadır. Eğer bu model hayata geçirilebilirse, elimizdeki diğer sahaların da benzer şekilde yatırıma açılabileceği planlanmaktadır. MTA tarafından yeni bulunan kömür sahaları enerji yatırımına dönüştürülmesi amacıyla EÜAŞ’a devredilmiştir. MTA’dan devralınan kömür sahaları bilgileri aşağıdadır. LOKASYON RUHSAT SAYISI ORJ.AID (Kcal/Kg) TOPLAM REZERV (MİLYON TON) K.MARAŞ/Elbistan TEKİRDAĞ/Merkez 3 adet ruhsat 4 adet ruhsat 1028 2270 515 214 İSTANBUL/Çatalca KONYA/Karapınar 4 adet ruhsat 9 adet ruhsat 2037 1314 280 1.830 TOPLAM 20 Bu sahalardaki kömürün kalorifik değerleri düşüktür. Bu nedenle sadece elektrik üretiminde kullanılacağını düşünüyoruz ve buna paralel olarak bu sahalarla ilgili çalışmaları sürdürüyoruz. Alternatif enerji kaynakları konusunda çalışmalarınız var mı? Türkiye bu konuda yeterli potansiyele sahip mi? Değerlendirilmesi konusunda kurumunuzun ne gibi çalışmaları var? Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları (YEK) bakımından oldukça zengin rezervlere sahip olmasına karşın, bu kaynakların elektrik üretimindeki payı hidrolik dışında son derece düşüktür. Temmuz 2012 ayı itibarıyla rüzgâr kurulu gücümüz 2013 MW, jeotermal kurulu gücümüz ise 114 MW olup toplam kurulu güç içindeki payı sırasıyla rüzgarda yüzde 3,68, jeotermal’de yüzde 0,21‘dir. Toplam üretimdeki payları ise rüzgar için yüzde 2,26, Jeotermal için yüzde 0.33’dür. Rüzgar enerjisi ile ilgili ilk uygulamalar başlamış olmakla birlikte, güneş ve özellikle biokütle ile ilgili çalışmalar bu kaynaklarımızın yüksek potansiyelleri ile karşılaştırıldığında son derece yetersiz boyutlardadır. Ülkemizde elektrik enerjisi arz ve talep projeksiyonlarına bağlı olarak, 2020 yılına kadar, nükleer enerji santrallerinin, elektrik enerjisi üretimi içerisindeki 2.840 payının en az yüzde 5 seviyesine ulaşması hedeflenmektedir. Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynak potansiyeli; •Hidroelektrik: 140.000 GWh/yıl •Rüzgâr: 48.000 MW •Jeotermal: 600 MW •Biokütle: 8,6 MTEP •Güneş: 380.000 GWh/yıl Oldukça önemli olan bu kaynak potansiyelinin planlı olarak elektrik üretiminde kullanılması için ETKB tarafından gerekli çalışmalar yürütülmektedir. ETKB tarafından yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanan elektrik üretim santralları ile ilgili olarak; yapımına başlanan 5.000 MW’lık hidroelektrik santralların 2013 yılı sonuna kadar tamamlanması, 2009 yılı itibariyle 802,8 MW olan rüzgâr enerjisi kurulu gücünün, 2015 yılına kadar 10.000 MW’a çıkarılması ve 2009 yılı itibariyle 77,2 MW olan jeotermal enerjisi kurulu gücünün, 2015 yılı sonuna kadar 300 MW’a çıkarılması hedeflenmektedir. Yenilenebilir enerji kaynaklarına ilişkin temel hedef ise; bu kaynakların elektrik enerjisi üretimi içindeki payının 2023 yılında en az yüzde 30 düzeyinde olmasının sağlanmasıdır. Enerji sektöründe güneş enerjisi santralı kurulması yönünde özel sektöre öncülük etmek, güneş enerjisi santralı ekipmanlarının ülkemizde üretimini teşvik etmek Temmuz 2012 sonu itibariyle, 24.265 MW kurulu gücü (Türkiye kurulu gücünün %44,3’si) ve 11.819 çalışanı ile EÜAŞ, Avrupa Birliğinde faaliyet gösteren en büyük elektrik üretim şirketleri arasında ilk 10’da yer almaktadır. ve ülkemiz enerji arz güvenliğine katkıda bulunmak amacıyla başlanan ve Birecik Hidroelektrik Santralı sahasında yer alacak 20 MW kurulu güce sahip olan güneş enerjisi santralı projesi için kuruluşumuz tarafından yürütülen fizibilite çalışması tamamlanmıştır. Bu pilot santral yatırımının gerçekleştirilmesi amacıyla ETKB nezdinde gerekli girişimlerde bulunulmaktadır. Santrallerimizde yerli teknoloji kullanımı ve geliştirilmesi konusunda çalışmalarınız var mı? Bu konuda hükümetin çıkarmış olduğu teşvikleri nasıl buluyorsunuz? Santrallarımızda yerli imalatın artırılmasına yönelik olarak, TÜBİTAK MAM ile işbirliği yapılmaktadır. Hamitabat Doğal Gaz Santralına ait bir kısım türbin malzemeleri bu işbirliği sonucu yerli üretilebilmiştir. Ayrıca, santrallarımızda yerli enerji teknolojilerinin Eylül - Ekim 2012 29 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ kullanımı ve geliştirilmesi amacıyla kuruluşumuz ile birlikte Bakanlığımız, Ostim Yatırım A.Ş. ve Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı’nın içinde yer aldığı Yerli Enerji Teknolojileri Ar-Ge Platformu kurulmuştur. Yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları potansiyelinin tam olarak değerlendirilmesi için ihtiyaç duyulan enerji ekipmanlarının yurt içinde üretimi temel bir politika olmalıdır diye düşünüyorum. Bu kapsamda, ETKB, EPDK, Kalkınma Bakanlığı, Sanayi, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, TUBİTAK, üniversiteler, üretici sanayi kuruluşlarının katılımıyla; ekipmanların yerli üretimini öngören strateji ve planlar hazırlanmalı ve uygulanmalıdır. Yatırım planlamasında ve lisanslamada yerli makine ekipman kullanımına destek verilmelidir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının teşviki ve bu konudaki düzenlendirmelerdeki yetersizliği gidermek için 18.5.2005 tarihli ve 25819 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, 29/12/2010 tarihli ve 6094 sayılı kanun ile değiştirilmiştir. YEK Kanununda Destekleme Mekanizması kapsamında; “Lisans sahibi tüzel kişilerin bu kanun kapsamındaki yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı ve 31/12/2015 tarihinden önce işletmeye giren üretim tesislerinde kullanılan mekanik ve/veya elektro-mekanik aksamın 30 Mimar ve Mühendis yurt içinde imal edilmiş olması halinde; bu tesislerde üretilerek iletim veya dağıtım sistemine verilen elektrik enerjisi için, I sayılı cetvelde belirtilen fiyatlara, üretim tesisinin işletmeye giriş tarihinden itibaren 5 yıl süreyle; bu kanuna ekli II sayılı cetvelde belirtilen fiyatlar ilave edilir.” hükmü getirilerek yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı enerji üretim tesislerinin ekipmanlarının yurt içinde üretilmesi teşvik edilmiştir. Yenilenebilir kaynak kullanan santrallar için verilen teşvikleri yeterli bulmakla birlikte, diğer elektrik üretim santralları için de benzer teşvikleri getirecek mevzuatın oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Son olarak 2010-2014 yıllarını kapsayan 5 yıllık bir stratejik planınız var. Bize biraz da bu plandan bahseder misiniz? EÜAŞ’ın gelecek dönemde gerçekleştireceği çalışmaları kapsayan Stratejik Planımız kuruluşumuz bünyesinde oluşturulan “Stratejik Planlama Ekibi tarafından” hazırlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Stratejik planımıza EÜAŞ’ın www.euas.gov.tr internet adresinden ulaşılabilir. Hazırlanan bu stratejik planla EÜAŞ’ın mevcut durumu ortaya konmuş, dünyada ve ülkemizde enerji sektöründe yaşanan gelişmeler çerçevesinde vizyon, misyon ve temel değerleri yeniden oluşturulmuş, yapılan GZFT analizi ile güçlü ve zayıf yönleri tespit edilmiş, önündeki fırsatlar ve tehditler HALİL ALIŞ 1956 yılında Elazığ’ da doğdu. 1980 yılında Elazığ Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Elektrik Mühendisliği Bölümü’ nü bitirdi. Aynı okulda Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1973 yılından itibaren sırasıyla DSİ 16.Bölge Müdürlüğü’nde Memur, TEK İletim Şebekeleri İşletme ve Bakım Daire Başkanlığı, Güneydoğu Anadolu Şebeke İşletme Müdürlüğü Elazığ Bölgesi Başmühendisliği’nde Mühendis, Keban İşletme Grup Müdürlüğü’nde Baş Mühendis, Müdür, TEAŞ Keban İşletme Grup Müdürlüğü’nde Grup Müdürü, TEİAŞ İletim Şebekeleri İşletme ve Bakım Daire Başkanlığı’nda Şube Müdürü olarak görev yaptı. 2003 yılından itibaren Türkiye Elektrik İletim A.Ş.’ ye Genel Müdür Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapmakta iken, 16.04.2009 tarihi itibariyle Genel Müdür ve Yönetim Kurulu Başkanlığına vekâleten atandı. 22.08.2010 tarihinde Elektrik Üretim A.Ş.’ne Genel Müdür ve Yönetim Kurulu Başkanı olarak atandı. Evli ve 2 çocuk babası olup, ileri derecede İngilizce bilmektedir. belirlenmiştir. Bu bağlamda “elektrik üretim sektöründeki öncülüğünü devam ettiren, modern ve temiz enerji teknolojilerinin kullanımıyla üretim performansını sürekli arttıran bir şirket olmak” vizyonumuza ulaşmak için 2010 - 2014 yıllarını kapsayan plan döneminde 5 adet stratejik amaç ve bu amaçlara ulaşmaya yönelik 13 hedef ve bu hedeflere de ulaşmayı sağlayabilecek çok sayıda faaliyet/proje belirlenmiştir. Bazı termik ve hidrolik santrallarımızın rehabilitasyonlarının yapılması, santrallarımızda Bakım Yönetim Sisteminin kurulması, EÜAŞ’ın sahip olduğu kömür sahalarından daha fazla yararlanabilmesine yönelik araştırmaların gerçekleştirilmesi, baca gazı arıtma tesislerinin kurulması, eğitim ve bilgi-işlem altyapısının güçlendirilmesi ve bazı Ar-Ge projelerinin yürütülmesi, bu plan kapsamında gerçekleştirilecek projelerin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Nusret ALEMDAROĞLU Elektrik Mühendisi ELKTRİK DAĞITIM ÖZELLEŞTİRİLMELERİ ÜZERİNE TESPİTLER Dağıtım Şirketlerin asli görevi olan kesintisiz, kaliteli, sürekli elektrik verme konusunda hizmeti ön plana almaları esas olmalıdır. Kalitesi ve müşteri memnuniyeti açısından gerektiği değere ulaşmak ana görev kabul edilmelidir. Bu durum ortak yönetim anlayışının Türkiye şartlarına uyum sağlayamamasından kaynaklandığı kanaatini doğurmuştur. Elektrik Dağıtım Sektörü 3 ana başlıkta görev yapmaktadır. alınmalıdır. İşletmecilik konusunda ülkemizdeki en önemli zafiyet arızalara müdahalede oluşmaktadır. Bu konuda özelleştirilen bölgelerin büyük bölümünde yerinde hizmet yerine arıza servisleri tek merkeze toplanarak büyük bir çelişki yaşanmaktadır. Büyük bir bölümü (yüzde 90’nın üzerinde) havai hat olan şebekelerde kötü hava şartlarında arıza merkezine gelen ihbar sayısı binleri bulmaktadır. Bazen fazla aramdan dolayı sistem kilitlenmektedir. Birden fazla ili kapsayan arıza merkezi tek noktada olursa ekipleri yönlendirme zorlaşmakta müşterinin tarif ettiği yer ile arıza merkezindeki görevlinin tarif ettiği yer çok farklı çıkmakta arızayı gidermek çok uzun sürmektedir. Arıza gidermede mutlaka yerinde ve sistemi bilenler tarafından yönlendirme ile çözüm sağlanmalıdır. Şebekeler ne zaman gelişmiş ülkelerdeki gibi yüzde 90’nın üzerinde yeraltına alınır ve arıza sayıları azalırsa o zaman merkezi sisteme doğru gidilebilir. Bu konuda çağrı merkezleri oluşturulmasına rağmen arızaların yoğun olduğu zamanlarda merkezlerde muhataplara ulaşmak zor olmakta, aboneler hizmet alımı yapan özel şirket elemanlarının kişisel telefonlarına ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu durumda verim alınması olmamakta sadece kişisel çözümler olmaktadır. 1.Tesis yapmak (yatırım programlarına göre) 2.İşletmecilik (sürekli, kesintisiz, kaliteli elektrik sağlamak) 3.Tahakkuk, Tahsilât (tüketilen elektriğin parasını almak) 1-TESİS YAPMAK: Yeni yerleşim yerleri ile ihtiyaç duyulan yerlere EPDK tarafından onaylanan yatırım programı kapsamında tesisler yapmak, işletme ihtiyaçlarına göre ilave ve ek tesisler ile ayrıca sistem dönüşümleri yapmaktır. Dağıtım sisteminde yapılacak yatırımların nerede, nasıl ve hangi kapsamda yapılacağı hususunda sistemi yerel bazda (belediyeler, OSB’ler, muhtarlıklar v.b.) tanıyanlarla yatırım programlarının yapılması ve ilgili makama teklif edilmesi önem arz etmektedir. Bu konuda mevcut sistemle yapılması düşünülen yeni yatırımların uyum sağlaması gerekmektedir. Dağıtım sistemi gelişmiş ülkelerde tamamen yeraltı ve kablolu olduğundan alt yapısı tamamlanmış yerleşim merkezlerinde mutlaka sistem değişikliğine gidilerek şebekeler yeraltına alınmalıdır. Böylece kayıp kaçak azalacağı gibi kaliteli, güvenilir, kesintisiz hizmet sunumu da gerçekleşecektir. 2-İŞLETMECİLİK: Elektrik Dağıtım Şebekelerinde mevcut tesis edilmiş şebekelerin 24 saat kesintisiz, sürekli, güvenilir bir şekilde çalışmasını sağlamaktır. Bu konuda alınabilecek tüm önlemleri almak, gerekli periyodik bakımları zamanında yapmak, abonelerin arızalardan en az etkilenecek şekilde istifade etmelerini sağlamaktır. Gerekli teknik personeli yetiştirmek, ihtiyacı olan eğitimleri vermek, teknolojik gelişmelere ayak uyduracak sistemleri hayata geçirmek en önemli hususlar olarak dikkate 32 Mimar ve Mühendis 3- TAHAKKUK, TAHSİLÂT Hizmeti yapılan müşterilerden tükettikleri enerji bedelinin tahsil edilmesi hizmetidir. Bu konuda yapılan teknik alt yapı çalışmaları ve takip sistemi ile satılan elektriğin bedelinin tahsil edilmesi büyük önem arz etmektedir. Gerek bilgisayar ortamında tahakkuk yapılması gerekse tahsilâtın yine bilgisayar ortamında banka ve tahsilât bürolarıyla tahsil edilmesi hizmetin daha iyi yapılmasını oluşturmaktadır. Bu konuda Dağıtım Bölgeleri özelleşmeden önce işletmecilik konusunda örnek hizmetler verirken, özelleşme sonrası başta sanayi müşterileri olmak üzere birçok abonelerce aşırı şekilde işletmedeki hatalar eleştirilmektedir. Yerinden hizmet verilmesi anlayışı yerine merkezden yönlendirmek ve karar verme ile hizmet yapmak çok eleştirilen bürokratik devlet anlayışının üzerine çıkmıştır. özel şirketler parayı toplamak için her yolu denemekte ve başarılı olmaktadırlar. Zaten kesme yetkileri olduğu için bu konuda sıkıntıyı aboneler çekmektedir. Yukarıdaki genel tanımlama ve açıklamalar ışığında bu hizmetler Elektrik Dağıtım Şirketlerinde nasıl olmaktadır? Yaklaşık 3 yıldır özelleştirilmenin başlamış olduğu Bölgelerde (13 Dağıtım Bölgesi) bu hizmetler kurulan şirketlerce yönetilmektedir. Elektrik Dağıtım Bölgelerinde yapılan yatırımlar EPDK’dan onaylanan yatırım projeleri kapsamında hizmet yapılmakta olup yıllık gerçekleşmelerde meydana gelen gecikme ve acil ortaya çıkan yeni yatırımlar konusunda olumlu sonuç alınamaması ile ciddi sıkıntılar oluşmaktadır. Bu konuda yerel yönetimler şikâyetlerini büyük boyutta ortaya koymaktadırlar. Yeni açılan bir cadde, sokak, bulvar gibi yerlerin elektrik tesislerinin yapılması, aydınlatılması büyük sorun olmaktadır. İşletmecilik konusunda dağıtım şirketi tarafından yapılan hizmet geçmişi aratmakta, şikâyetler büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bu konuda birçok bölgede arızalar tek merkeze toplanmış, buradan yönlendirme ile arıza olan merkezlere bildirme yapılarak çözüm aranmaya başlanmıştır. Örneğin bir yerleşimde meydana gelen arızada 186 arıza servisi aranmakta, arıza merkezi aldığı ihbarı merkeze orası da arıza bakım onarım ekibine yönlendirmektedir. Her şey yolunda gitse dahi uzun bir zaman geçmekte aboneler hizmet alımında büyük mağduriyete uğramaktadırlar. Şebekelerin büyük bölümü havai hat ve dağlık, ağaçlık bölgede olduğundan, fırtınalı ve yağmurlu zamanlarda meydana gelen arızalar binleri bulmakta, merkez arıza servisi kilitlenmekte böylece kesintiler uzun süre sürmektedir. Müşteriler yetkililere ulaşmadığı gibi sorumlu bulmakta zorluk çekmektedirler. Oysa bu konu geçmişte ilçe işletme baş mühendisliği bazında çözüme kavuşturulması çok daha verimli yapılıyordu. Hizmet alımı ile yapılan bu işler artık üçüncü şahısların inisiyatifi ile olmaktadır. Hatta aboneler hizmet alımı yapılan şirket görevlilerinin telefonlarını öğrenerek arıza yerine bu elemanları arayarak arızalarına baktırmaktadırlar. Dağıtım Bölgeleri özelleşmeden önce işletmecilik konusunda örnek hizmetler verirken, özelleşme sonrası başta sanayi müşterileri olmak üzere birçok abonelerce aşırı şekilde işletmedeki hatalar eleştirilmektedir. Yerinden hizmet verilmesi anlayışı yerine merkezden yönlendirmek ve karar verme ile hizmet yapmak çok eleştirilen bürokratik devlet anlayışının üzerine çıkmıştır. İl ve ilçelerdeki Kamu ve yerel yönetim yetkilileri muhatap bulmakta çözüm arandığında yetkili makam olarak merkezi yönetimler gösterilmektedir. Oysa özelleştirmede esas amaç daha etkin, kaliteli ve hızlı hizmet vermek temel amaç olarak görülmesine rağmen aksaklıklar devam etmektedir. Yatırım ve işletmede görülen hatalara rağmen tahakkuk ve tahsilât (para tahsilâtı) konusunda etkin tedbirler uygulanmakta, parasını ödeyemeyen aboneye kesme işlemi süratle yapılmaktadır. Dağıtım şirketlerin aslı görevi olan kesintisiz, kaliteli, sürekli elektrik verme konusunda hizmeti ön plana almaları esas olmalıdır. Kalitesi ve müşteri memnuniyeti açısından gerektiği değere ulaşmak ana görev kabul edilmelidir. Bu durum ortak yönetim anlayışının Türkiye şartlarına uyum sağlayamamasından kaynaklandığı kanaatini doğurmuştur. Eylül - Ekim 2012 33 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Gürdal KIRMIZIOĞLU Makine Mühendisi LİSANSSIZ ENERJİ ÜRETİMİ YÖNETMELİĞİ Lisanssız enerji üretimi yönetmeliği genel olarak herkese kendi elektriğini üretme fırsatı veriyor. Bu uygulamayla özel kişi veya tüzel kişi tükettiği elektriği üretebilecekken fazlasını da belirlenen teşvik fiyatından satabilecek. Ü lkemizin ekonomik büyümesiyle doğru orantılı olarak enerji ihtiyacı da artıyor. Bu ihtiyacın ülke dışından ithal ettiğimiz ve fiyatını bizim alıcı orak belirleyemediğimiz, uzun vadede sonlu olan ve fiyatları sürekli yükselen fosil yakıtlardan üretilmesi cari açığı artırıyor. Bu da Türkiye’ye çok yüksek bir enerji faturası çıkarmakta, Türkiye’yi enerji bakımından dışarı bağımlı kılmakta ve de çevreci olmadığı için, bizi yenilenebilir enerji açısından zengin ülkemizde doğal kaynaklarımızı kullanmaya itmektedir. Bunun için fizibilitesi yapılan ve uygun görülen birçok tesise lisansı verilerek yerel kaynaklarımızın kullanılması öngörülmüştür. Bu lisanslı tesislerin de şu anda yarıdan fazlası işletmede ya da tamamlanmaktadır. Enerji Bakanlığı bunu bir adım daha ileriye götürerek daha küçük kaynakların da kullanılmasını ülkede elektrik tüketimi yapan özel ya da tüzel kişilerin kendi ihtiyacını karşılaması, fazla ürettiği elektriği de perakende satış lisansı sahibi dağıtım şirketine satabilmesinin önünü lisanssız üretimle açmıştır. Yenilenebilir kaynaklara bağlı elektrik üretim tesislerinde kurulu güç üst sınırı 500kW olup ara ara bunun 1 MW’a yükseltileceği haberleri çıkmaktadır. Lisanssız üretim tesis yatırımları diğer enerji yatırımlarına göre mikro seviyede kaldığı için yatırım maliyetini minimumda tutmak çok fazla önem kazanmaktadır. Elbette tüm yatırımlarda maliyeti minimumda tutmak önemlidir fakat bunlarda dikkat edilmeyen ya da öngörülmeyen maliyetler, toplam yatırım maliyeti az olduğu için büyük sıkıntılar çıkarabilir. Bu tesis yatırımlarında genel olarak dikkat edilecek ana maddeler; • Orta ve büyük ölçekli enerji üretim tesislerinde ulaşım yolu yapmak rutin bir iş ve maliyet kalemi iken bu tesislerde maliyetin büyük bir kısmını oluşturabilir. Mikro tesisler mevcut yollara yakın yerlere yapılabilirse bu maliyet azaltılabilir. • Mikro tesis perakende satış lisansı sahibi dağıtım şirketinin gösterebileceği trafo merkezlerine ya da mevcut yer34 Mimar ve Mühendis Yatırımcı bunu yatırım maliyeti milyonlarca lira olan makro tesislerle değil daha basit daha ucuz tesislerle yapabilecek. Kısacası lisanssız üretim tesisleriyle enerji piyasasında küçük de olsa bir oyuncu olabilmek hayal olmaktan çıktı. leşim alanlarına yakın olabilirse enerji iletim hattı maliyeti minimuma indirilebilecektir. • Mikro tesis iletim hattı, güzergahı ve tesis yapıları mümkün olduğunca vatandaş arazisinden kaçarak hazine arazisine yapılabilinirse, kamulaştırma maliyeti ve olabilecek halk direnci minimumda tutulmuş olur. • Mikro tesis tasarımlarını yapan mühendislik firmasına da burada büyük iş düşmektedir. Yapılacak tesisin bir mikro tesis olduğunun bilincinde olup sistemi kolay işletilebilir, basit ve sürdürülebilir bir şekilde tasarlaması hem işletmeyi kolaylaştıracak hem de maliyeti düşürecektir. • Mikro tesislerin işletmesi mümkün olan en az personelle yapılmalı aksi halde işletme maliyeti üretim miktarıyla karşılaştırıldığında çok büyük oranlara çıkabilmektedir. • Uygulama yönetmeliği çıkan yerli üretim elektromekanik teçhizat kullanılarak, üretim fazlası elektrik yek kapsamında ek ücretlendirme ile satılabilir. Yukarıda bahsi geçen noktalar lisanssız üretim yapacak yatırımcının bütün olarak dikkat etmesi gereken konulardır. Yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yapılan tesislerin kendi aralarında da avantaj ve dezavantajları mevcuttur. Rüzgar ve güneş yatırımlarında bölgesine ve doğal kullanım kapasitesine göre yapılan fizibilitelerde 1 yıllık çalışma saati çıkar. Bu çalışma saatinin kurulugüç ile çarpılmasıyla da yıllık ortalama enerji üretimi bulunur. Yıllık çalışma saati ne kadar fazla ise enerji üretimi de o kadar fazla olur. Güneş ve rüzgarda bu çalışma saatine fazla müdahale edilemezken hidroelektrik tesisler bu noktada farklılaşır. Normalde uzun yıllar ölçülmüş akımları ve çıkacak tesis maliyetleri hesaplanarak bir kurulu güç optimizasyonu yapılır. Bu optimizasyondan çıkan değer tesis kurulu gücü olur ve seçilen debi akım değerlerine göre de yıllık çalışma saati ve tesisin üreteceği enerji hesaplanır. Türkiye’de hidroelektrik tesislerin çalışma saati kabaca ortalama 3100~3300 saat aralığındadır. Lisanssız hidroelektrik tesislerde ise kurulu güç üst sınırı 500kW olduğu için optimizasyon tersten çalıştırılarak 4000, 5000, 6000 saat çalıştırmak için debi normal optimizasyondan çıkması gerekenden küçük seçilir, uygun düşü de mevcutsa sistem çok çalışan çok karlı bir şekilde tasarlanabilir. Güneş ve rüzgar tesislerinin ise en büyük avantajı kurulum kolaylığı, işletme giderinin neredeyse sıfır olması, çalışma saatinin makul olarak ölçüldüğü istenilen yere yapılabilmesidir (boş arazi, bahçe, fabrika alanları, çatılar vb). Burada akıllara takılan bir önemli konu da fazla elektrik üretiminin perakende satış lisansı olan dağıtım şirketinden tahsilatıdır. Elektrik tüketimi yapan ve buna lisanssız üretim tesisi kuran yatırımcının tüketim tesisindeki sayacı üç zamanlı ya da saatlik olabilir. Üretim miktarı tüketim miktarından fazla ise üretim ile tüketim miktar farkları sayacın durumuna göre, üç zamanlı ise bu zaman aralıklarında, saatlik ise her saat düşülerek günlük bir üretim fazlası bulunur. Bu fazlalık 1 ay boyunca toplanarak yek taban fiyatından aylık olarak üreticinin dağıtım şirketine bildirmiş olduğu hesap numarasına yatar. Tüketim miktarı üretimden fazla ise yine üç zamanlı ya da saatlik olarak hesaplanıp kullanmış olduğu tarifenin o saatler ya da zamanlardaki fiyatlarıyla çarpılıp aylık olarak tüketiciye fatura edilir. YERLİ ÜRÜN KULLANIM TEŞVİĞİ 6094 sayılı Kanun ile Yenilenebilir Enerji Kaynaklarına Dayalı Üretim Tesislerinde kullanılan mekanik/elektro-mekanik aksamın yurt içinde imal edilmesi halinde; I sayılı cetveldeki fiyatlara kanuna ekli II sayılı cetvelde belirtilen ve 0.4 ile 3.5 USD Cent/kWh arasında değişen fiyatlar ilave edilecek ve bu destek 5 yıl süreyle uygulanabilecektir. Söz konusu kanun kapsamında çıkarılan “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından Elektrik Enerjisi Üreten Tesislerde Kullanılan Aksamın Yurt İçinde İmalatı Hakkında Yönetmelik” 19 Haziran 2011 tarih ve 27969 sayılı Resmi Lisanssız üretim tesis yatırımları diğer enerji yatırımlarına göre mikro seviyede kaldığı için yatırım maliyetini minimumda tutmak çok fazla önem kazanmaktadır. Elbette tüm yatırımlarda maliyeti minimumda tutmak önemlidir fakat bunlarda dikkat edilmeyen ya da öngörülmeyen maliyetler, toplam yatırım maliyeti az olduğu için büyük sıkıntılar çıkarabilir. Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olup kanunun uygulama yönetmeliği de 26 Temmuz 2012 tarihinde 28365 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış ve bu uygulamanın da önünde bir engel kalmamıştır. Yerli üretim aksam kullanılmasının ülkemize, üretimi ülke içinde yapılan aksam kadar paranın ülke dışına çıkmamasının sağlanması, isdihdam sağlaması, imalatçıyı yüreklendirip teknoloji transferi sağlayacak olması gibi büyük çaplı faydaları olacağı gibi tesis yatırımcısına da 5 yıl fiyat desteğinin yanı sıra yurt dışı imalatçıların büyük bir pazar olarak gördüğü bakım onarım ve yedek parça tedarikinde de hız ve düşük maliyet kazancı sağlayacaktır. Eylül - Ekim 2012 35 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Hakan KARABAY Makine Yüksek Mühendisi LİSANSSIZ ENERJİ ÜRETİMİ YÖNETMELİĞİ ve VERİMLİ BİR RÜZGAR ENERJİSİ YATIRIMININ GEREKLİLİKLERİ S Yenilenebilir bir dünyaya geçiş kaçınılmazdır. Endüstrileşmiş ülkeler 1980 yılından itibaren yenilenebilir enerji teknolojileri uygulamalarına başlayarak teknolojinin gelişmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Vergi indirimi teşviği ile ABD’de 1980’den itibaren 15 bin adet rüzgar türbini kurulumu yapılmaya başlanılmıştır. 1996’dan itibaren Almanya öncülüğünde Avrupa Birliği (AB) ülkeleri çözümün yenilenebilir enerji olduğu tespitini yaparak 1000 Kw kapasiteli rüzgar türbinlerinin geliştirilmesi için 5 firmaya toplam 5 milyon Euro araştırma desteği vermiştir. 2000 yılında 1500 Kw, 2005 yılında 5000 Kw ve 2012 yılında 7000 Kw kapasiteli rüzgar türbinleri piyasaya sunulmuştur. on yıllarda ülkemizde de etkin kullanılmaya başlanan Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından Enerji Üretimi, 2007 yılında durdurulan ve 2011 yılına kadar 4 yıl boyunca verilmeyen Rüzgar Enerjisi Üretim Lisansları ve mevzuat düzenlemelerindeki gecikmeler nedenleri ile Toptan Elektrik Üretimi pazarından Perakende Elektrik Üretimi Pazarına geçişi uzun sürse de 2012 yılında uygulama eksiklikleri düzenlenerek başlatılması sağlanılmıştır. Yakın zamanda ülkemizin her yerinde ve özellikle şehirlerde enerjinin etkin kullanımı için her evde, her fabrikada ve her kentte dünyada mevcut en iyi teknolojilerin, en az enerji tüketen, en çok iş yapan, çevreye ve insan sağlığına zarar vermeyen yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması, özellikle imalata yönelik teşviklerin verilmesi ile birlikte imalatları yerlileştirilecek ve bu sayede sektör marka, model ve kapasite olarak renklenecek ve bu sektörün yaygınlaşmasına engel en büyük problem olan fiyatlarda hızla düşecektir. Dünyada bugün yenilenebilir enerji kaynaklarından, rüzgardan enerji üretimi alanında Çin ve ABD ilk iki sırayı paylaşmaktadır. Avrupa’da Almanya 29 MW ile ilk sırada yer alırken, Türkiye 9’uncu sıradadır ve yalnızca 1800 MW rüzgar enerjisi üretebilmektedir. Türkiye’de Ege ve Trakya Bölgesi rüzgâr enerjisi üretimi için en ideal bölgelerdir. Rüzgâr enerjisi, 2015 yılı optimi- zasyonlarında, enerji üretim metotları içinde en ekonomik olan metot olarak belirlenmiştir. 1979 yılında 40 cent olarak belirlenen rüzgardan birim enerji üretim bedeli, 2010 yılında 2 cente kadar düşmüştür. 1996 yılında dünyada 6100 MW olan rüzgâr enerjisinden elektrik üretimi 2011 yılında 238 1651 MW’a yükselmiştir. Önümüzdeki yıl içinde rüzgâr enerjisine dünyada 20 milyar Euro yatırım yapılması beklenmektedir. Kurulan bir rüzgâr enerjisi santralinin geri dönüşümü 4 ila 5,5 yıl arasında değişmektedir. 36 Mimar ve Mühendis Kurulacak yere bakıldığında; Onshore ve Offshore olarak (kara ve deniz) türbinleri olarak ikiye ayrılan Rüzgar Türbinleri, Kanat Tiplerine göre; Horizantal (Yatay) ve Vertical (Dikey) Eksenli olmak üzere de 2’ye ayrılmaktadır. Kapasitelerine bakıldığında ise 4’e ayrılmaktadırlar; Mikro Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 0-5Kw Küçük Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 5-10-20-50-75 Kw Orta Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 100-250-500-1000 Kw Büyük Ölçekli Rüzgar Türbinleri; 1,5-2-2,5-3-4-7MW ve teknolojiye bağlı üzeri kapasitedeki rüzgar türbinleridir. Türkiye’de Ege ve Trakya Bölgesi rüzgâr enerjisi üretimi için en ideal bölgelerdir. Rüzgâr enerjisi, 2015 yılı optimizasyonlarında, enerji üretim metotları içinde en ekonomik olan metot olarak belirlenmiştir. LİSANSSIZ ELEKTRİK ÜRETİMİ Lisanssız Elektrik Üretimine ait Uygulama Usul ve Esasları 10 Mart 2012’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 2007 yılından sonra lisanslı rüzgâr enerjisi üretim lisansı vermeyen Enerji Bakanlığı, 10 Mart 2012 tarihinden itibaren Lisanssız Enerji Üretim Yönetmeliği tebliği ile küçük ölçekli enerji üretim şirketlerinin önünü açmıştır. Türkiye çapında lisanssız olarak kendi elektriğini üretip fazlasını da piyasaya satmak için tesis kurmak isteyenler için sisteme nasıl bağlanacaklarına dair usul ve esaslara ilişkin EPDK kararı, 26 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece EPDK, lisanssız elektrik üretimine ilişkin tüm mevzuatı tamamlamış oldu. Ülkemizin 2011 yılında petrol ve doğalgaz ürünlerine enerji harcaması 50 milyar dolar düzeyindedir. Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 64’ü ithal kaynaklardan elde edilmektedir. Son çıkan yönetmelik ile her tüketicinin kendi enerjisini kendi üretebilmesi için yatırımcının önü açılmıştır. Her işletme isterse 500 Kw’a kadar lisanssız ürettiği enerjinin fazlasını yine devlete satabilecek veya kullandığı enerji ile takas yapabilecektir. Bu Yönetmeliğe Göre; 1. Her tüketici kendi elektriğini kendisi üretebilecektir. 2. Kurulu gücü azami 500 kWe (kilovat enerji) olan yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesislerinde üretim yapacak gerçek veya tüzel kişiler lisans alma ve şirket kurma yükümlülüğünden muaf olacaktır. 3. Yalnızca kendi ihtiyacını karşılamak amacıyla, tesis toplam verimliliği Enerji Kaynaklarının ve Enerjinin Kullanımında Verimliliğin Artırılmasına Dair Yönetmelikte belirlenen değerin üzerinde olan kojenerasyon tesisi kuracak gerçek veya tüzel kişiler de lisans alma ve şirket kurma yükümlülüğünden muaf olacaktır. TÜKETİM BİRLEŞTİRME 4. Şirket başına bugün itibarı ile üst sınır 500 Kw’tır. Yakın zamanda 1 MW’a yükseltilmesi beklenilmektedir. Her bir tüketim tesisi için kurulabilecek yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisinin veya tesislerinin toplam kurulu gücü 500 kWe’den fazla olamayacaktır. Bir gerçek veya tüzel kişi, uhdesindeki her bir tüketim tesisi için sadece bir mikro kojenerasyon tesisi kurabilecektir. Ancak dağıtım sisteminde yeterli kapasite bulunması halinde bir tüketim tesisi için birden fazla kojenerasyon ve/veya yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisi ya da tesisleri kurulmasına izin verilebilecektir. 5. Yönetmelik kapsamına giren üretim tesisleri dağıtım sistemine bağlanabilecektir. Dağıtım şirketi, üretim tesisinin teknik özelliklerine ve bağlantı noktası itibarıyla dağıtım sisteminin mevcut kapasitesine göre üretim tesisini yüksek gerilim (YG) veya alçak gerilim (AG) seviyesinden dağıtım sistemine bağlayabilecektir. 6. Birden fazla gerçek ve/veya tüzel kişi, uhdelerindeki tesislerde tüketilen elektrik enerjisi için tüketimlerini birleştirerek bu yönetmelik kapsamında üretim tesisi ya da tesisleri kurabilecektir. Tüketimini birleştiren gerçek ve/veya tüzel kişiler, bu yönetmelik hükümlerinden yararlanmak amacıyla aralarından bir kişiyi vekalet akdiyle tam ve sınırsız olarak yetkilendirilecektir. 7. Yönetmeliğin uygulanması amacıyla, tüketimini birleştiren gerçek ve/veya tüzel kişilerin tüketim tesislerinde tüketilen elektrik enerjisi aralarından yetkilendirecekleri kişinin elektrik enerjisi tüketimi ve bu yönetmelik kapsamında kurulacak üretim tesisinde ya da tesislerinde üretilecek elektrik enerjisi aralarından yetkilendirecekleri kişinin elektrik Eylül - Ekim 2012 37 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Ülkemizin 2011 yılında petrol ve doğalgaz ürünlerine enerji harcaması 50 milyar dolar düzeyindedir. Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 64’ü ithal kaynaklardan elde edilmektedir. Son çıkan yönetmelik ile her tüketicinin kendi enerjisini kendi üretebilmesi için yatırımcının önü açılmıştır. Her işletme isterse 500 Kw’a kadar lisanssız ürettiği enerjinin fazlasını yine devlete satabilecek veya kullandığı enerji ile takas yapabilecektir. enerjisi üretimi sayılacaktır. 8. Yönetmelik hükümlerinin uygulanması amacıyla yapılacak iş ve işlemler, yetkilendirilen kişi nam ve hesabına yapılacak. Perakende satış lisansı sahibi dağıtım şirketi iş ve işlemlerinde yetkilendirilmiş kişiyi muhatap alacaklardır. 9. Yönetmeliğin uygulanması sürecinde tüketimini birleştiren kişiler tüketimlerini birleştirmekten ve/veya üretimden kaynaklanan her türlü anlaşmazlığı kendi aralarında çözeceklerdir. BAĞLANTI ve SİSTEM KULLANIMI 10. Her bir bağlantı noktasında bir kişiye tüketim tesisinden bağımsız olarak yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı üretim tesisleri için en fazla 500 kWe, mikro kojenerasyon tesisleri için en fazla 50 kWe tahsis yapılabilecektir. 11. Yönetmelik kapsamında YG seviyesinden dağıtım sistemine bağlanmak isteyen rüzgar ve/veya güneş enerjisine dayalı üretim tesisi bağlantı başvuruları için, bir transformatör merkezine yönlendirilen toplam güç 2 MW ve üzerinde olması halinde ilgili dağıtım şirketi TEİAŞ`a kaynak bazında ayrı ayrı bağlantı kapasite bildiriminde bulunacak ve TEİAŞ`ın görüşleri alınacaktır. 12. Dağıtım şirketi, TEİAŞ`ın bildireceği bağlanabilir kapasiteyi bağlantı görüşlerinin sonuçlandırılmasına esas alacaktır. TEİAŞ talepleri kendisine geliş tarihinden itibaren 1 ay içinde sonuçlandıracaktır. 13. Yönetmelik kapsamında hidroelektrik üretim tesisleri haricindeki üretim tesislerinde 38 Mimar ve Mühendis üretim yapmak isteyen gerçek veya tüzel kişiler, bağlantı ve sistem kullanımı amacıyla, ilgili bilgi ve belgeler ve Lisanssız Üretim Bağlantı Başvuru Formu ile doğrudan ilgili dağıtım şirketine veya OSB dağıtım lisansı sahibi tüzel kişiye başvuracaktır. 14. TEİAŞ görüşü sorulan başvurular, TEİAŞ görüşünün dağıtım şirketine ulaştığı ay içerisinde alınan başvurularla birlikte değerlendirilecektir. 15. Bağlantı başvurusu uygun bulunan veya dağıtım şirketince teklif edilen ALTERNATİF bağlantı noktası önerisini kabul eden gerçek veya tüzel kişilerin, bağlantı başvurusuna ilişkin dağıtım şirketince yapılan yazılı bildirim tarihinden itibaren 90 gün içerisinde, belgeleri dağıtım şirketine eksiksiz sunması halinde dağıtım şirketi kendileriyle 30 gün içerisinde bağlantı ve sistem kullanım anlaşmalarını imzalayacaktır. ÜRETİM KAYNAK BELGESİNE İLİŞKİN HÜKÜMLER 16. Yenilenebilir enerji kaynaklarından üretim yapmak amacıyla dağıtım şirketi ile bağlantı ve sistem kullanım anlaşmalarını imzalayan ve dağıtım sistemine YG’den bağlanan üreticilere, talep etmeleri halinde, önceki yıl içinde üreterek sisteme verdikleri elektrik enerjisi miktarını gösteren, 1 yıl süreli Üretim Kaynak Belgesi, söz konusu miktarın emisyon ticareti kapsamındaki piyasalarda satışında kaynak türünün belirlenmesi ve takibi için kullanılması amacıyla, dağıtım şirketince verilecektir. 17. Başvuruda beyan edilen üretim tesisinin kurulu gücünün 11 kWe ve altında olması halinde AG, 11 kWe`nin üzerinde olan üretim tesisleri, yapılan teknik değerlendirme sonucunda AG veya YG seviyesinden dağıtım sistemine bağlanır. Bu husustaki bağlantı şartları kurulca belirlenecektir. 18. Üretimin fazlasını dağıtım şirketi satın alacak, üreticiye aylık bazda ödeme yapılacaktır. Üretilen ve tüketilen elektrik hesaplanarak devlet ile lisanssız elektrik üreticisi aylık olarak mahsuplaşacaktır. Üretim ve tüketim sınırlaması ortadan kaldırılmıştır. 19. Mahsuplaşma kWh cinsinden olup sayaç okuma 7 gün içinde yapılacaktır. Müşteriye kestiği faturanın ödemesi + yüzde 18 KDV, fatura tarihinden itibaren 10 gün içinde banka hesabına yapılacaktır. 20. Aynı aboneye ait birden fazla tüketim noktası mahsuplaşmaya dahil edilebilir olarak Lisanssız Elektrik Üretiminin temel kuralları belirlenmiştir. 21. Yönetmelikle, işletme koşullarının dışına çıkılması, güç kalitesi, teknik sorumluluk, uyum, bakım ve testler, sayaçlar ve ihtiyaç fazlası enerji hakkında usul ve esaslar da belirlendi. 22. Yönetmelikle 3 Aralık 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmelik yürürlükten kaldırıldı. 23. 3 Aralık 2010 tarihinden bu Yönetmeliğin Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihe kadar, Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmelik’e göre üretim tesisi kurmak amacıyla dağıtım şirketlerine veya il özel idarelerine veya Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü merkez ya da taşra teşkilatlarına yapılmış başvurular, işlem yapılmaksızın sahiplerine iade edilecektir, Lisanssız Elektrik Üretimi yapmaya Rüzgar Türbini Satın Almadan Önce Üretimi Hedeflediğimiz Yerin; • Elektrik faturası ve koordinatları ile birlikte Ön Fizibilite Raporunun hazırlanması, • Kapasite tespiti ve ürün seçimi, • İhtiyaca göre kredi ve finans çalışması yapılması, • Yazılı sipariş ve ön ödemenin yapılması, • Teslim, kurulum, şebeke bağlantısı (3-6-9 ay kapasiteye bağlı olarak değişken) • Yıllık bakımları ve kullanım şartları eğitimi başlamadan önce şu anda; tüketici olarak • Her ay size geri dönüşü olmayan bir elektrik faturası ödemeye devam etmektesiniz. • Elektrik faturanıza ödediğiniz bedel nispetinde yatırımı nızı kredilendirerek isterseniz, bugün itibarı ile ilk 44 ay ödeme yapmadan, 5 yıl vadeli olarak elektrik üretimine başlayabilirsiniz. • RES yatırımınız yaklaşık 5 yılda kendi kendini ödeyecektir. • Sonuç olarak elektrik gideriniz karşılığında bir ürün sahibi olacaksınız. Sonraki 15-20 yıl boyunca elektrik faturası bedelinizin tamamı cebinizde kalacaktır. • Yıllık yüzde 1 gibi düşük bakım maliyeti ile ayrıca eleman tutmadan, atmosferde oluşan basınç farkından para kazanacaksınız. Mevcut Lisanssız Elektrik Üretimi Uygulama Yönetmeliğine göre; • 5 yaşından büyük kullanılmış rüzgar türbinleri elektrik şebekesine bağlanamamaktadır. • Kapasitesine bağlı olarak AG veya OG den bağlantı yapılmaktadır. • Bağlantı trafosu kendinize aitse yüzde 100 üretim kapasiteniz ile bağlantı yapabilirken, • Bağlantı trafonuz kamuya ait ise maksimum trafo kapasitesinin yüzde 30’u oranında bağlantı izni alabilmektesiniz. • Uzaktan okunabilir çift yönlü sayaç ve kısa devre koruma sistemi • yanında dağıtım şirketinin istediği teknik özelliklerde uygulama izni için gerekliliklerdir. Rüzgar Türbini Yatırımı için Dikkat Edilmesi Gerekenler; • Yer seçimi çok önemlidir. Enerjinin hammaddesi rüzgardır ve üretim rüzgarın hızının küpü ile artmaktadır. • Şebeke bağlantı trafolarına yakınlık, • Üretim ve tüketimin mümkünse aynı yerde olması, • Uzak noktadaki tüketim için şebeke kayıplarının da dikkate alınarak minimum yüzde 20 daha iyi rüzgar ve üretim değerine sahip olunması, • Ön fizibilite, • Detaylı, rüzgar, esme zaman aralığı, kapasite faktörü ve yatırımın geri dönüşü analizi yapılmasıdır. Mutlaka detaylı fizibilite yapılması sağlıklı bir yatırım için temel gerekliliklerdir. Türkiye’de başta ithalat bağımlısı olduğumuz doğalgaz, petrol ve aynı zamanda nükleer yatırımlar durdurulmalı ve yenilenebilir enerji yatırımlarının önündeki mevzuata ve memurlara bağlı tüm engellemeler kaldırılmalı, çevreye düşman teknolojilerin alımı yerine dost teknolojilerin kullanımı için halk bilinçlendirilmeli, sektörün gelişmesi için hem imalatçıya hem de kullanıcıya nakdi teşvikler verilmeli, yatırımın geri dönüşünü kısaltacak tüm desteklerle çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras temiz bir dünya için reel adımlar atılmalıdır. Bugüne dek gecikmeli de olsa yapılan tüm mevzuat yapılandırmalarına doğal enerji gönüllüleri adına teşekkürü borç biliriz. Eylül - Ekim 2012 39 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Kuddusi ATALAY İGDAŞ Sektörel Analiz ve Kıyaslama Şefi KONVANSİYONEL OLMAYAN GAZ KAYNAKLARI ve KAYA GAZI (SHALE GAS) A Kaya gazının keşfi ve işlenmesi, yalnızca gaz endüstrisinin değil, aynı zamanda dünya enerji ticareti, jeopolitik ve iklim politikasının da beklentilerini değiştirmeyi vaat etmesiyle, dünya enerji endüstrisinde bir devrim olarak tanımlanmıştır. merika Birleşik Devletleri’nde (ABD) son birkaç yılda artışa geçen bu ‘yeni’ gazın üretimi, en iyimser tahminlerin bile ötesine geçmiştir. Bu başarının uluslararası alanda bu kadar büyük bir ilgi çekmesi şaşırtıcı değildir. Bundan 3-4 yıl öncesine kadar ABD, gaz ithal eden bir ülke konumundan 2009 yılından itibaren ise dünyanın en büyük gaz üreticisi haline geldi. JEOLOJİK TANIMLAR ve TEKNOLOJİK GEÇMİŞİ Konvansiyel olmayan gaz için çok çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Kaya gazı; şist, kömür ve kum taşı gibi kaynak kayalardan çıkarılan, konvansiyonel olmayan bir gaz çeşidi örneğidir. • Şist (Shale) : Göreceli olarak durgun denizlerde ya da göllerde çamur olarak bulunan, ince taneli, tortul kayaların yaygın bir çeşididir. • Siyah şist (Black Shale): Özellikle durgun denizlerin zeminlerinde, oksijensiz koşullarda bulunan bir şisttir ve bakteri, bitki ve hayvan artıkları açısından organik bileşikler yönünden zengindir. • Konvansiyonel Gaz (Conventional Gas): Şistten geçirgen rezervlere ve özellikle kum taşına geçen gazdır. • Gaz hidratları (Gas Hydrates): Bunlar, donmuş toprak ve okyanus tabanında buz kristalleri halinde sıkışmış gaz birikintileridir. Hidratlar içerisinde bulunan gaz kaynağının bütün doğal gaz kaynaklarının bir araya getirilmesinden daha büyük olacağı düşünülmektedir ancak bu gazların çoğu, günümüzün teknolojileriyle ticari olarak üretilebilir durumda değildir (IEA, 2009: 411). ABD’deki kaya gazı savunucuları, erken dönemlerdeki şüphelere karşı kaya gazını savunurken şu iddialarda bulunmuşlardır: • Kaya gazı yaygındır; petrol gibi çıkarıldığı yerlerde bol olmak yerine, piyasalara yakın yerlerde geliştirilmesi mümkündür; • Kaya gazı ucuzdur; pazar payını yavaş yavaş nükleer, kömür ve yenilenebilir enerjiden alıp bazı taşımacılık ve endüstri kullanımları için petrolün yerine geçebilir; • Kaya gazı çevre dostudur, kirliliği azaltıp dünya ekonomisinin dekarbonizasyonunu hızlandırabilir. Kaya gazı, abartılmaması gereken önemli ölçüde belirsizlikler olmasına rağmen, şüphesiz ki geniş kapsamlı sonuçlarıyla dünya enerji sahnesinde önemli bir güç olduğunu göstermektedir. 40 Mimar ve Mühendis Kaya gazında, abartılmaması gereken önemli ölçüde belirsizlikler olmasına rağmen, şüphesiz ki geniş kapsamlı sonuçlarıyla dünya enerji sahnesinde önemli bir güç olduğunu göstermektedir. • Kömür yatağı metanı (Coal Bed Methane): Kömür damarı gazı olarak da bilinen bu metan, kömür yataklarında bulunan doğal gazdır. Normalde kömür yatakları, ticari açıdan standart altı olarak kabul edilir. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA, 2009) CBM’yi 2008 yılında ABD’deki toplam gaz üretiminin yüzde 10’unun, Kanada’daki üretimin yüzde 4’ünün ve Avustralya’daki üretimin yüzde 8’inin kaynağı olarak hesaplamıştır. Büyük kömür rezervleri bulunan Çin ve Hindistan da CBM kapasitelerini geliştirmek arzusundadır. Çin’de, CBM, 11’inci Beş Yıllık Plan çerçevesinde 16 öncelikli projenin biridir. • Sığ biyojenik gaz (Shallow Biogenic Gas): Bu gaz, CBM’yi üreten termal olgunlaşma yerine biyojenik süreçler tarafından oluşturulan kömür yataklarında bulunan gazdır. Şu anda çoğunlukla Batı Kanada’da bulunmaktadır. • Sızmaz gaz (Tight Gas): Bu gaz, gazları üretim amaçlı salması için kırılma işlemi gerektiren, düşük geçirimli kaya oluşumlarının içerisinde bulunan gaz birikintileri anlamına gelir. IEA, doğal akışın eksikliği nedeniyle dikey sondaj yoluyla ticari olarak geliştirilemeyen bir gaz birikintisine bağlı bir terim ileri sürmektedir (IEA, 2009). Ayrıca ticari miktarlarda üretim yapılabilmesi için yatay sondajla bile hidrolik kırılma gerekmektedir. • Kaya gazı (Shale Gas): Bunlar şist kayaları içerisine sıkışmış olan birikintilerdir. Nadiren, bu kayalar hem gaz kaynağı hem de bir gaz depolama yöntemidir. Ayrıca geleneksel petrol ve gaz rezervlerinin üzerini kaplayabilirler. Böylece geleneksel petrol ve gaz için ayrıntılı bir keşif yapıldıysa, mevcut kuyu kaynakları, potansiyel şist konumlarını belirlemek için büyük miktarlarda veri üretebilir. Geleneksel gaz rezervleriyle karşılaştırıldığında, kaya ve sızdırmaz gaz, çok daha geniş alanlara yayılmıştır. Örneğin, kaya gazı birikintileri bölgenin her km2’si başına 0.2 ile 3.2 milyar metreküp arasındayken (bcm), geleneksel gaz her km2 başına 2-5 milyar metreküptür (IEA, 2009). Dolayısıyla kaya ve sızmaz gaz, çok daha fazla kuyunun açılmasını gerektirir. Ayrıca kuyular, geleneksel gaz kuyularından çok daha hızlı tükenir ve tükenme profilleri erken yükselerek hızlı bir düşüşe geçer. Barnett Şist Alanı deneyimleri göstermektedir ki birinci ile ikinci yıllarda tükenen kuyuların oranı yüzde 39, birinci ile üçüncü yılların arasındakilerin oranı yüzde 50 ve birinci ile onuncu yılların arasında tükenenlerin oranı yüzde 95 olmuştur. Yani kaya gazı kuyuları, 8-12 yıllık bir ömre sahip olabilirken geleneksel kuyular 30-40 yıllık bir ömre sahip olabilir. Bu rakamlar abartılıyor olabilir; bir kaynağa göre Barnett Şist Alanında 2003 yılında açılan kuyuların yüzde 15’i 5 yıl içerisinde tükenmiştir (Ivanov, 2010). Ayrıca bir kaya gazı kuyusunun temel gelişiminin (yüzde 8-30) geleneksel bir kuyudan çok daha düşük olduğu (yüzde 60-80) unutulmamalıdır (Vysotsky, 2010). Dolayısıyla geleneksel gaz alanının gerektirdiğinden çok daha fazla kuyu gerekmektedir. Bir kaynağa göre kuzey Teksas’taki Barnett alanında ortalama kuyu başı yoğunluğu km2’ye 12’dir. Ancak şist teknolojisi gelişmeye devam etmektedir. Enerji Politikası Araştırma Kurumu (EPRINC) raporları, üreticilerin son birkaç yıl içerisinde düşüş oranlarının yönetiminde giderek daha başarılı olduklarını ve hidrolik kırılma teknolojisi gelişirken düşüş oranlarının etkisinin yumuşatılmasında çok daha iyi hale geldiklerini ortaya koymaktadır. KAYA GAZININ DÜNYA TİCARETİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Petrol ve kömürün aksine, gaz deniz yoluyla kolayca taşınamaz, bu yüzden gerçek bir gaz piyasası mevcut değildir ve fiyatlar bölgeler arasında ciddi değişiklikler gösterebilir. Gazın nakliyesi için sıvılaştırılması pahalıdır ve özel derin su tesisleri ve gemiler gerektirir. 2003 yılında, Amerika’nın gaz üretiminin düşeceği ve Katar ya da diğer ihracatçılardan sıvılaştırılmış doğal gaz ithal etmek zorunda kalacağı düşünülüyordu. O zamanlar Federal Rezerv başkanı olan Alan Greenspan, 2003 Kongresinde şöyle demişti: Eylül - Ekim 2012 41 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Günümüzde dar doğal gaz piyasaları uzun süredir gelişme döneminde bulunuyor ve fiyatlar, yakın zamanda önceki dönemlerdeki bolluğa ve düşük fiyatlara geri dönemeyeceğimizi gösteriyor... Dünyanın doğal gaz rezervlerine erişim, LNG terminal ithalat kapasitesinde büyük bir genişleme gerektirecektir. -Alan Greenspan, Kongre şahitliğinde, Haziran 2003. Elbette Amerika doğal gaz ithalatı terminallerine yatırım yapmıştır ancak 2008 yılında kaya gazının düşüşü nedeniyle LNG fiyatları da düşmüştür. Pek çok ithalat terminali rafa kaldırılmıştır. ABD’nin gaz fiyatlarının düşük olması ve dahili üretimin kolay sağlanması nedeniyle Kanadalı gaz ihracatçıları hızlı bir düşüş yaşamıştır. Alberta’dan (ve Alaska) gelen geleneksel gaz artık kendine ihracat piyasaları arayabilir. Kitmat, British Columbia’da yer alan 4.7 milyar dolarlık LNG ihracat terminali, gaz ihracatına 2015 yılında başlamayı hedeflemektedir. Amerika geniş birleşik kentlerden uzak gaz sahalarında aynı yöntemi uygulayabilir. Bir örnek vermek gerekirse, Louisiana Cheniere’den Sabine Pass terminali 5-10 yıl içerisinde gaz ihracatı yapabilecek bir ihracat tesisine dönüştürmek için gerekli onayı almıştır. ABD ihracat piyasalarının kaybı ve Asya piyasalarına tedarik konusunda Kanada’nın rakip olması tehdidi, LNG ve boru hattı ihracat fiyatları konusunda Katar, Cezayir, Venezuela ve Rusya’yı da etkileyecektir. Aslında Katarlı ihracatçıların şu anda Avrupa’ya tedarik sağlamasının sebebi, Amerikalı pazarların kaybına bağlıdır. Sonuç olarak, Gaz İhracatı Yapan Ülkeler Forumu aracılığıyla gaz ticaretinde gelişmekte olan bir ticaret birliği artık daha az mümkün görünmektedir. Dolayısıyla sadece ABD’de olacak olsa bile kaya gazının piyasaya girişi, enerji üreticilerinin pahasına Çin, Hindistan, Japonya ve Avrupa gibi enerji tüketicileri için jeopolitik bir denge sağlayacaktır. Diğer taraftan, Fukushima reaktörlerinin (ve bazı kömürle çalışan tesislerin) Mart 2011’de Japonya’da gerçekleşen deprem ve tsunami nedeniyle felce uğraması, LNG ithalatlarının artabileceği yönünde bir işarettir. Deprem, Japonya’nın elektrik üretim kapasitesini yüzde 20 oranında azaltmıştır. 42 Mimar ve Mühendis Ayrıca Almanya’nın eski nükleer tesislerinin kapanmasına ve Birleşik Devletler ile Çin’deki nükleer planların gözden geçirilmesine neden olmuştur. Derhal ortaya çıkan etki, gaz fiyatındaki artış olmuştur ve Japonya’nın elektrik piyasasındaki boşluğu gaz doldurabilmiştir. Japonya, hâlihazırda en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ithalatçısıdır ve iyi bir kaya gazı jeolojisi yoktur. İthalatları yılda 3.3’ten 4.8 Tcf’ye, (93-135 BCM) bir tahmine göre ise Katar’ın LNG çıkışının neredeyse yarısına veya Avustralya’nın şu anki mevcut ihracat kapasitesinden daha yukarıya çıkabilir. Benzer biçimde, Çin’in çevresel nedenlerle enerji sektörünü kömürden uzaklaştırma çabaları da gaz ticaretinden faydalanabilir. Çin, 2020 yılına kadar elektriğin yüz- Deprem, Japonya’nın elektrik üretim kapasitesini yüzde 20 oranında azaltmıştır. Ayrıca Almanya’nın eski nükleer tesislerinin kapanmasına ve Birleşik Devletler ile Çin’deki nükleer planların gözden geçirilmesine neden olmuştur. Derhal ortaya çıkan etki, gaz fiyatındaki artış olmuştur ve Japonya’nın elektrik piyasasındaki boşluğu gaz doldurabilmiştir. de10’unu doğal gazdan elde etmeyi hedeflemektedir ve Çin’deki kaya gazı üretiminin başlangıçta yavaş yükseleceği düşünülürse, bu durum yılda 9 Tcf’ye (254 BCM) kadar ithalat talebiyle sonuçlanabilir. Avustralya ve Kanada bundan yararlanabilir. SONUÇLAR Kaya gazı devriminden ötürü, gaz değeri zincirinin bütün aşamalarında yer alan yatırımcılar için büyük belirsizlikler mevcuttur. Geleneksel gaz üretimine yatırım yapılmalı mı? Yeni boru hatlarına ve LNG tesislerine yatırım yapılmalı mı? Depolama gibi diğer gaz altyapılarına yatırım yapılmalı mı? Uzun vadeli tedarik sözleşmelerine ‘yatırım’ yapılmalı mı? Bütün bu belirsizliklerin, özellikle geleneksel gaz tedariklerinde yatırım seviyelerini düşürmesi muhtemeldir. Mevcut düşük gaz fiyatları, bu tür düşük yatırım seviyelerini pekiştirmektedir. Konvansiyonel olmayan gazla ilgili belirsizlikler; özellikle hidrolik kırılmaya ilişkin çevresel mevzuat, yeni teknolojinin gelişme ve maliyetlerin düşme oranı ve ABD deneyiminin ne ölçüde başka bir yerde uygulanabileceği konusunda başka belirsizlikler ortaya çıkarmaktadır. Bu belirsizlikten iki temel sorun doğmaktadır. Birincisi, dünya 1930’lardan beri yaşadığı en kötü küresel durgunluktan kurtulurken, enerji talebinin kaçınılmaz büyümesini sürdürmesidir. Gaz talebi büyümeye ve muhtemelen küresel enerji kapsamında her zamankinden daha büyük hisseler kazanmaya devam edecektir. Ancak yatırımcı belirsizliği göz önünde bulundurulduğunda, gelecekte geleneksel gaz tedariklerine yapılacak yatırım, kaya gazı devrimi olmamış olsaydı veya en azından bu kadar abartılı olmasaydı gerekli olacağından çok daha az olurdu. Eğer ABD’de beslenmeye devam ediyorsa ve dünyanın başka bir yerinde benzeri yapılıyorsa, geleneksel gaza yapılan bu yetersiz yatırım seviyesi önemli olmayacaktır. Yeni kaynaklar boşlukları doldururken, tüketiciler gelecekte daha ucuz bir gaz bekleyebilir. Ancak konvansiyonel olmayan gaz mevcut beklentileri yerine getiremezse, bu durumda 10 yıl içerisinde gaz tedariki konusunda ciddi engeller oluşabilir. Daha yüksek fiyatlar bir yatırım canlanmasını teşvik ederken, nihayetinde piyasalar sorunu çözecektir ancak pek çok gaz projesindeki çok uzun teslim süreleri düşünüldüğünde, tüketiciler belirli bir süre için yüksek fiyatlarla yüzleşebilir. Yatırımcı belirsizliğinin ikinci problemi, yenilenebilir enerjiyle ilgilidir. İklim değişikliği kontrol edilmek isteniyorsa, dünyanın düşük karbonlu bir ekonomiye geçmesi gerektiği konusunda genel bir görüş mevcuttur. Diğerlerinin yanı sıra, bu görüş elektrik üretiminde yenilenebilir enerjiye yapılacak ciddi bir yatırım gerektirmektedir. Dolayısıyla: Önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde yapılacak enerji ve altyapı yatırımları, sera gazı emisyonları planını büyük ölçüde 2050’ye erteleyecektir. Bu durum, temiz alternatiflere ilişkin yatırımın hızlandırılması için ivedi bir baskı oluşturmaktadır. Tüm bu belirsizliklerin aksine kaya gazı savunucularının ise şiddetle vurguladıklarını inceleyecek olursak (çevresel tepkileri de dikkate alarak) sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz. • Kaya gazı kaynakları geniştir. • Düşük gaz fiyatları, yüksek kaya gazı üretimin bir sonucudur. • Kaya gazının dünya çapında verimli oranda bulunması muhtemeldir. • Kaya gazı sadece ekstra gaz değildir, potansiyel olarak öngörülebilir, düşük riskli bir gazdır. • Kırılma sıvısına bağlı yer altı suyu kirlenmesi mümkündür ancak uygun prosedürler izlendiğinde pek olası değildir. • Akiferlerin gaz kirlenmesi doğal olarak gerçekleşmektedir ve genellikle kaya gazı üretimine bağlı olarak ortaya çıkmamaktadır. • Kaya gazı endüstrisi, yeni ya da özel bir yüzey suyu kirlenmesi riski oluşturmamaktadır. • Kaya gazı endüstrisi, su kaynaklarının tükenmesine belirli bir katkıda bulunmaz. • Kaya gazı, diğer enerji türlerinden çok daha sınırlı bir etkiyle nüfusun bulunduğu ve cazip alanlardan elde edilebilir. • Kaya gazı pahalı değildir ve fiyat avantajı genişletilebilir. • Gaz kullanılarak üretilen elektrik; kömür, petrol, nükleer, rüzgâr, güneş enerjisi ve biyokütle kullanılarak elde edilen elektrikten daha ucuz, daha temiz, daha çevre dostu ve daha insancıldır. • Gaz, taşımacılık piyasasında petrolün yerini almaya başlayabilir. • Kaya gazı gübre krizi riskini düşürmüştür. • Kaya gazı gazın fiyat değişkenliğini düşürebilir. • Kaya gazı, çevresel, ekonomik ve politik avantajlar sağlama sözü vermektedir. Eylül - Ekim 2012 43 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Yrd. Doç. Dr. Süleyman ELİK İstanbul Medeniyet Üniv. Uluslararası İlişkiler Bülümü Öğretim Üyesi TÜRKİYE’NİN YENİ ENERJİ (GAZ) JEOPOLİTİĞİ T Bir hidrokarbon olan doğal gaz diğer akrabaları petrol ve kömür gibi dünya ekonomilerinde ve politikalarında dikkate alınan önemli bir unsurdur. Avrasya coğrafyasında ise ekonomilerin büyümesi ve doğal gaz tüketiminin yaygınlaşması ile doğal gaz jeopolitik denklemde dikkate alınan önemli bir unsur haline gelmiştir. Ancak günümüz doğal gaz jeopolitiğinde enerji güvenliği konseptinden alışık olduğumuz birçok sorunsalı ve doğal gaza ilişkin birçok özel durumu da beraberinde getirmektedir. Bu denklemin içerisinde Türkiye, çevresinde yaşanan doğal gaza ilişkin jepolitik gelişmelerden etkilenmekle birlikte Avrasya coğrafyasında doğal gaz denkleminde karşılaşılan sorunlara çözüm olabilecek politikalar izlemektedir. ürkiye dünya ekonomileri arasında enerji tüketiminde önde gelen ülkeler arasındadır. Ancak Türkiye’nin özellikle hidrokarbon rezervleri tüketimi göz önünde bulunduğunda oldukça düşük seviyededir. Doğal gazda Türkiye’nin ithalat bağımlılığı ve özellikle Rusya’ya olan yüksek derecedeki bağımlılık Türkiye’nin enerji güvenliğini tehdit etmektedir. Türkiye aynı Avrupa Birliği (AB) gibi Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak ve kaynak çeşitlendirmesi yapma amacındadır. AB’ye nazaran ise Rusya’ya alternatif kaynaklara olan komşuluğu ve göreceli yakınlığı sebebi ile daha şanslı sayılabilir. Şüphesiz bu konuda AB ve Türkiye’nin kaderi doğal gaz konusunda kesişmektedir. Bu yüzden Türkiye doğal gaz jeopolitiğindeki önemli unsurları ele almak ve Türkiye’nin doğal gaza ilişkin sorunlarını incelerken Avrasya doğal gaz jeopolitiğinde yaşanan sorunların çözümüne Türkiye’nin olası katkıları önem arzetmektedir. yine enerji ekseninde tıkanma göstermesi açısından ibret vericidir. Uluslararası Eneji Ajansı (IEA) projeksiyonlarında ortaya konduğu gibi AB enerji tüketiminde doğal gaz mevcut konumunu koruyacak olup Fukusima felaketi sonrası Almanya gibi ülkelerde nükleer enerjiden kaçışların doğal gaza olan talebi artıracağı beklenmektedir. AB için doğal gazın artan önemi doğal gaza ilişkin mevcut sorunları daha da gündeme taşımaktadır. AB’nin Rusya Federasyonu’na (RF) olan doğal gaz bağımlılığı bu sorunlar arasında belki de en çok gündemde olan konudur. RF açısından ise AB doğal gaz pazarı asla kaybedilmemesi gereken bir bölgedir. RF’nin bu alanda karşı karşıya kaldığı iki tarz tehlikesi vardır. Bunlardan ilki gazın AB bölgesine ulaşmadan önce transit geçtiği Ukrayna ve diğer ülkere olan transit bağımlılığın azaltılmasıdır. Yakın zamanda RF-Ukrayna arasında yaşanan doğal gaza ilişkin krizler AB’yi zor durumda bırakmış RF’nin güvenilir tedarikçi imajı zedelenmiştir. Ayrıca kriz dönemlerinde yaşanan durumların RF’ye finansal maliyeti de olmuştur. RF’nin karşı karşıya kaldığı bir diğer tehdit de Güney Koridoru (South Stream) olarak adlandırılan Türkiye ve Güney Doğu Avrupa üzerinden RF’nin arka bahçesindeki gaz deposu olarak adlandırılabilecek Hazar bölgesinin doğal AVRASYA DOĞALGAZ DENKLEMİ Avrupa’yı birliğe götüren süreçlerin belkide en önemlisi olan enerji konusu günümüzde AB ortak enerji politikasının bir türlü ortaya konamaması ile çelişmektedir. AB enerji politikaları içerisinde doğal gaza ilişkin ortak tek bir sesin ortaya konamaması AB entegrasyonunun enerji ekseninde başlayıp 44 Mimar ve Mühendis Avrupa doğal gaz piyasasındaki güvenlik perspektifi doğal gazın ilk yaygın kullanıma başlanmasından beri gelişerek son 10 yılda AB’nin karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunsallar arasına girmiştir. gazının Avrupa piyasasına RF gazından daha uygun fiyatlarda girerek rekabet oluşturmasıdır. Bu sebeplerden ötürü RF, -AB’nin tek enerji politikasının olmayışından da yararlanarak- AB üyesi ülkleri de ortak ederek Kuzey Akım (Nord Stream) projesini hayata geçirmiş South Stream Projesi’nde de önemli ilerlemeler kaydetmiştir. RF bunların yanında AB’ye olan ihraç bağımlılığını azaltabilmek için LNG kapasitesini artırma ve Güney Asya’ya doğal gaz satışına da ayrıca önem vermektedir. Ayrıca RF Gazprom’u Rus gazının ihracında monopol olarak tutması ve RF’deki doğal gaz üreticilerinin ihraç hakkının olmayışı Avrupa’daki liberal pazarın tam aksi yönünde bir durum ortaya koymaktadır. Mevcut durumda RF Avrupa gaz pazarının neredeyse tüm noktalarına ulaşabilirken, AB enerji şirketleri RF’de sınırlı faaliyetlerde bulunabilmektedir ki bu durum iki bölge arasındaki dengeyi olumsuz etkilemektedir. ENERJİ GÜVENLİĞİ SORUNSALI Avrupa doğal gaz piyasasındaki güvenlik perspektifi doğal gazın ilk yaygın kullanıma başlanmasından beri gelişerek son 10 yılda AB’nin karşı karşıya bulunduğu en önemli sorunsallar arasına girmiştir. AB’nin mevcut yapısında ve organlarında bu konu çeşitli seviyelerde ele alınmakta ve çözümler aranmaktadır. Konunun yapısal bir şekilde çözümü için çalışmalar sürmektedir. Ancak AB’nin içinde bulunduğu mali kriz tabi ki öncelikler sıralamasında daha öncelikli bir konudur. Zaten AB içerisinde doğal gaz güvenliği konusu AB organlarının yanında liberal Avrupa’nın önde gelen enerji şirketlerini de ilgilendirmektedir. Bu sebeple AB’nin organları seviyesinde doğal gaz güvenliğinin sağlanmasına yönelik çabaların yanı sıra case by case AB’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlar üzerinde çalışmalar yapmak önem arzetmektedir. AB’nin karşı karşıya olduğu doğal gaz güvenliği ve RF ile kolay olmayan ilişkileri diğer alternatifleri gündeme getirmektedir. Avrupa’nın enerji güvenliği konusunda ana merkeze oturan Türkiye’nin doğal gaz jepolitiğini önemli ölçüde etkileyen Güney Koridoru kavramı AB’nin doğal gaz arz güvenliğinin sağlanmasında ve kaynak çeşitlendirmesinde en önde gelen seçenekler arasında yer almaktadır. Güneydoğu Avrupa ve Türkiye üzerinden AB doğal gaz pazarına Orta Asya ve Ortadoğu gazlarının AB pazarına girişi AB’nin enerji güvenliği sorunsalına önemli çözümler getirmesi beklenmektedir. TÜRKİYE’NİN (JEO)ENERJİK KONUMU Yukarıda bahsedilen Türkiye’nin önemli rol oynadığı Güney Koridoru seçeneğinin dışında iki adet önemli seçenek vardır. Bunlardan ilki AB üyesi ülkelerdeki LNG kapasitesinin artırılmasıdır. LNG kapasitesinin artırılması en hızlı ve kolay alternatif olarak gözükse de AB’nin büyük doğal gaz talebinin karşılanmasında tek başına yeterli olamayacağı öngörülmektedir. Bir diğer seçenek ise Kuzey Eylül - Ekim 2012 45 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Afrika’dan AB’ye olan doğal gaz sevkiyatıdır. Halen faaliyette olan boru hatlarına yenileri eklenebilecektir. Ancak Kuzey Afrika gazı da çözümün bir parçası olabilecek olup sorunun tamamının çözümünü sağlayamamaktadır. Bu iki seçenek dışında bahsedilebilecek bir diğer alternatife ise AB içerisinde ABD’de olduğu gibi Shale gas üretiminin artması eklenebilir. Ancak gerek bu teknolojinin yeni olması ve gerekse de çevresel etkilerinden dolayı birçok AB ülkesinde Shale gas faaliyetlerine ciddi sınırlamalar getirilmesi ve hatta yasaklanması, Shale gas konusunu AB’nin doğal gaz güvenliği konusunda ciddi bir alternatif olarak koymamamız sonucuna ulaştırmıştır. Avrupa’nın enerji güvenliği yaklaşımındaki teori ve uygulama arzındaki farkın önümüzdeki yıllarda hangi ölçüde azalacağı ya da artacağı belirsizdir. Ancak AB açısından doğal gazda kaynak çeşitlendirmesi ve transit geçiş konusunda güvenli alternatifler arasında hiç kuşkusuz en öne çıkanı “Güney Koridoru” olarak adlandırılan Türkiye üzerinden Orta Asya ve Ortadoğu gazının taşınmasıdır. Türkiye’nin jeopolitik konumu gelecekte Orta Asya ve Ortadoğu gazlarının da aktarımı ve transit geçişi ile Türkiye’yi doğal bir doğal gaz hub’ına dönüştürebilecek potansiyeldedir. Jeopolitik konumunun yanında Türkiye’nin yüksek miktarlardaki doğal gaz tüketimi doğal gaz üreten ülkeler için önemli bir pazar olarak görmelerine sebep olmaktadır. Ancak bu gaz kaynaklarının hangisinin ve hangi boru hattı projesi veya LNG ile Türkiye’ye taşınacağı yeni ve çok önemli bir soruyu beraberinde getirmektedir.Türkiye’den batıya ulaşacak olan gaz boru hattı projeleri ve kaynak ülkelerden Türkiye’ye ulaşan boru hattı projeleri önem arzetmektedir. Diğer önemli husus 46 Mimar ve Mühendis da özellikle son 10 yılda Ak Parti iktidarında izlenen geniş vizyonlu dış politikanın doğal gaz diplomasisine yansımalarıdır. Ahmet Davutoğlu’nun mimarlığında izlenen dış politika vizyonu TürkiyeAB ilişkilerini üzellikle müzakereleri noktasına taşımakla birlikte Türkiye’nin bölgesinde Rusya, İran, Orta Asya ve Körfez ülkeleri ve hatta okyanus ötesi ilişkilerini yeniden düzenleyen çok boyutlu bir dış politika noktasına taşımıştır. Türkiye’nin kendine güvenen dış politika vizyonu sadece bölgesel konularda değil küresel konularda da Türkiye’nin kendine has çözüm üretebilme kabiliyetini ortaya koymaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin kendine has izlemiş olduğu doğal gaz politikası ile bölgesinde güvenli bir doğal gaz ticaretinin gerçekleşebileceği üretici, tüketici ve transit ülkelerin ortak çıkar temelinde buluşabileceği bir model ortaya koyması jeopolitik konumunun getirdiği kaçınılmaz bir gerçekliktir. TÜRKİYE’NİN BORU HATLARI KONUSUNDA İNİSİYATİFİ Bu bağlamda, Güney Koridoru’nun hayata geçirilmesinin yarı parçasını oluşturan Türkiye’den ve Türkiye’nin batısından Avrupa’ya uzanan boru hattı projeleri sıkça kamuoyunda tanıtılmakta ve tartışılmaktadır. Nabucco, ITGI, TAP, TANAP ve SEEP Projeleri’nin hepsi Güney koridorunu oluşturma amacı ile ortaya çıkmıştır. Ancak bu projelerden hangilerinin gerçekleşebileceği hangilerinin birbirini tamamlayacağı ancak gerçekleştiklerinde ortaya çıkacaktır. Güney koridoruna ilk gelecek olan gaz Azeri gazıdır değerlendirmesi, Güney koridorunu oluşturacak projeleri etkileyen faktörlerin başında gelmektedir. Yani Şah Deniz Faz-II gazının sahibi konumunda Jeopolitik konumunun yanında Türkiye’nin yüksek miktarlardaki doğal gaz tüketimi doğal gaz üreten ülkeler için önemli bir pazar olarak görmelerine sebep olmaktadır. Ancak bu gaz kaynaklarının hangisinin ve hangi boru hattı projesi veya LNG ile Türkiye’ye taşınacağı yeni ve çok önemli bir soruyu beraberinde getirmektedir. bulunan şirketler hangi projeyi fizibıl bulursa o proje ilk etapta faaliyete geçebilecektir. Kısaca projeler değerlendirilecek olursa; TANAP Projesi yeni bir proje olmasına karşın içerisinde Şah Deniz Faz-II gazının sahibi konumunda bulunan SOCAR, STATOIL, BP gibi şirketlerin bulunması ve transit konumda bulunan Türkiye’nin BOTAŞ ve TPAO’nun bulunacak olması bu projeyi eğer hızlı hareket etme imkanları olursa gerçekleşmeye en yakın proje olarak ortaya koymaktadır. Tabi ki TANAP tek başına Güney koridorunu gerçekleştirememekte Türkiye’nin batısından Avrupa’ya bağlanacak bir başka boru hattına daha ihtiyaç duymaktadır. BP tarafından sadece fikir bazında ortaya atılan ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin mevcut hatlarının birbirine bağlanması ile oluşacak SEEP Projesi’nin teknik çalışmaları daha başlangıç seviyesindedir. Nabucco Projesi ilk hali ile kısa zamanda gerçekleşmesi zor gözükmektedir. Nabucco-Lite veya West-Nabucco olarak adlandırılan Nabucco projesinin kısa hali yani Türkiye’nin batısından başlayıp Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya’ya ulaşan kısmının gerçekleşmesi daha makul gözükmektedir. ITGI Projesi çok uzun zamandır çalışmaları yapılan proje olmasına karşın gerek İtalyan ortağı Edison’un Fransız EDF’in kontrolüne geçmiş olması (EDF Rusların Güney Akım Projesi’ne ortaktır), gerekse de Yunanistan’ın karşı karşıya kaldığı ekonomik kriz nedeni ile projenin Yunan ortağı DEPA’nın belirsiz durumu bu projeye ilişkin büyük soru işaretlerini beraberinde getirmiştir. Zaten Şah Deniz Faz-II Konsorsiyumu da ITGI Projesi’ni elemiştir. Bir diğer önemli proje olan TAP ise teknik açıdan oldukça hazırlıklı olması ve ortaklarından STATOIL’in Şah Deniz Faz-II’ye de ortak olması gibi avantajları da berabaerinde getirmesine karşın Arnavutluk’taki ve Yunanistan’daki belirsizlikler bu projeye ilişkin soru işaretleridir. Tüm projeler değerlendirildiğinde iki önemli sonuç ortaya çıkmaktadır. Türkiye’den batıya uzanacak olan boru hatlarının Türkiye içerisinden geçecek olan kesimi çok büyük bir ihtimalle uzun Nabucco üzerinden değil TANAP veya benzeri bir projenin gerçekleşmesi ile mümkün olacaktır. Türkiye’nin batısından Avrupa’ya uzanan projeler arasında ise teknik olarak hazırlıkları yapılmış ve Şah Deniz Faz-II konsorsiyumu tarafından fizibıl bulunacak proje gerçekleşebilecektir. HAZAR BÖLGESİ JEO-ENERJİ POLİTİĞİ ve TÜRKİYE Hazar Bölgesi doğal gaz kaynaklarının oldukça zengin olduğu ve yakın zamanda Türkmenistan’ın Yolotan sahası gibi keşfedilen yeni devasa sahalar ile gelecekte daha da potansiyeli artabilecek dünyanın en önemli doğal gaz bölgelerinden biridir. Hazar Bölgesi gazının Türkiye üzerinden batıya ulaşması hem AB açısından kaynak çeşitlendirmesi açısından öne çıkmakta hem de gazın sahibi Hazar Bölgesi ülkeleri açısından Avrupa pazarının oldukça karlı olması önemli bulunmaktadır. Zaten yukarıda da bahsedildiği gibi Türkiye üzerinden batıya ulaşabilecek Hazar ve Ortadoğu gaz kaynakları arasında ilk gaz kaynağı Azerbaycan’ın Şah Deniz Faz-II gazıdır. Bu gaz hem Güney kordiorunu gerçekleştirecek ilk adımdır hem de hangi projenin gerçekleşeceğine yön verecektir. Gelecekte ise Hazar Bölgesinden gelen gaz miktarının artışı Azerbaycan’ın üretim kapasitesinin artmasına hem de Türkmenistan, İran ve Kazakistan’ın bu güzergaha gaz vermesi ile olabilecektir. Bu noktada en fazla potansiyeli taşıyan konu ise Türkmen gazının Azerbaycan üzerinden Güney koridoruna bağlanmasıdır. Diğer önemli hususda, Türkmen gazının gidebileceği tüm alternatiflerin değerlendirilmesi önemlidir. Yapılan değerlendirmelerde Hazar Denizi’nin CNG, Hazar geçişli Boru Hattı veya platformların bağlanması ile geçilmesinden sonra ortaya çıkan en önemli unsur Azerbaycan’ın transit olması konusudur. Bu noktada AzerbaycanTürkmenistan ilişkileri öne çıkmaktadır. Bu ilişkiler ise Hazar bölgesinin statüsü ve diğer bazı siyasi konular sebebi ile yıllardır gerginlik içerisindedir. Türkiye’nin bu iki ülkeyi ortak çıkar temelinde bir araya getirme çabaları aynı zamanda izlemiş olduğu yeni dönem dış politika açılımı ile de örtüşmektedir. Türkmen gazının bir diğer Eylül - Ekim 2012 47 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ alternatif güzergahı olan İran üzerinden Türkiye’ye transit geçişi ise İran’ın konuya mesafeli duruşu ve İran’a yönelik batı kamuoyundaki olumsuz atmosfer bu seçeneği bugün için gerçekleşmesi zor kılmaktadır. Hazar Bölgesi gazının batıya satışında bir diğer önemli unsur da Rusya’nın bu ülkeler üzerinde kökleri eski Sovyet dönemine uzanan etkili rolüdür. Rusya tabi ki kendi arka bahçesi olarak gördüğü ve gazını satın alıp kendi fiyatları ile Avrupa’ya sattığı gazın başka bir güzergah üzerinden daha saydam koşullarda satışına açıktan ve gizlice karşıdır. Azerbaycan bu konuda biraz daha rahat bir pozisyonda olsa da Türkmenistan Rusya’nın daha fazla etki alanındadır (Türkmenlerin RF’ye doğal gaz satışından aldıkları düzenli döviz girdisi bu etkinin en başta gelen örneklerindendir). Ayrıca Ruslar’ın gelecekte daha fazla Türkmen gazı talep etmeleri ve Türkmenler’in doğuda Çin, Hindistan ve Pakistan’a ihracatı artırmaları Türkiye ve Avrupa’ya gitmesi muhtemel gazın miktarını olumsuz yönde etkileyebilecektir. Tüm projeler değerlendirildiğinde iki önemli sonuç ortaya çıkmaktadır. Türkiye’den Batıya uzanacak olan boru hatlarının Türkiye içerisinden geçecek olan kesimi çok büyük bir ihtimalle uzun Nabucco üzerinden değil TANAP veya benzeri bir projenin gerçekleşmesi ile mümkün olacaktır. Türkiye’nin batısından Avrupa’ya uzanan projeler arasında ise teknik olarak hazırlıkları yapılmış ve Şah Deniz Faz-II konsorsiyumu tarafından fizibıl bulunacak proje gerçekleşebilecektir. 48 Mimar ve Mühendis JEO-ENERJİ POLİTİĞİNDE ORTADOĞU ve DOĞU AKDENİZ SORUNU Güney koridoru için bir diğer önemli kaynak olan Ortadoğu ise uzun zamandır petrol ile anılmış olsa da artık doğal gaz açısından da yakından izlenmektedir. Türkiye ise Osmanlı mirası ile bu bölgede tarihsel köklü bağlara sahiptir. Ayrıca Türk dış politikasının yeni dönem vizyonunda Osmanlı’dan beri Türkiye-Orta Doğu ilişkileri en sıcak dönemini yaşamaktadır. Ancak Ortadoğunun stabil olmayan durumu, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’ı işgali sonrası ortaya çıkan belirsiz durum Türkiye’nin bölge ile olan ilişkilerinde hızlı değişimlere yol açabilmektedir. Ortadoğu Bölgesi tabi ki doğal gaz konusunda Doğu Akdeniz ile beraber değerlendirilmelidir. Doğu Akdeniz’de israil’in son dönem yapmış olduğu keşifler ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin bölgede yaptığı anlaşmalar ile petrol ve doğal gaz aramalarına başlaması Türkiye’yi bu bölgede daha fazla zorlamaktadır. Ancak enerji konusu ilginç bir şekilde ilişkileri iyileştirici bir enstrüman olabileceği de akıllardan çıkartılmamalıdır. Yani doğal gaz konusunda İsrail-GKRY-KKTC ve Türkiye işbirliği ve bu gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması oldukça sorunlu olan ilşikileri ortak çıkar temeline zorlayabilir. Irak gazının ve hatta Kuzey Irak gazının üretilip pazarlara satılması Irak’ın geleceği ve yeniden inşası için oldukça önemlidir. Türkiye’nin ise ucuz bir kaynaktan gaz alımı kendisini rahatlatacağı gibi miktarın yüksek olması durumunda Irak gazı Avrupa için Azerbaycan’dan sonra ikinci bir alternatif kaynak olabilecektir. Ancak Irak’ta merkezi hükümet ile Kürt Bölgesel Yünetimi arasındaki tarışmalar ve Irak’ın mevcut belirsiz durumu bu konudaki önemli soru işaretleridir. Ayrıca tamamen LNG ile doğal gaz ihracatı yapan Katar’ın gelecekte Irak ya da Suudi Arabistan üzerinden Türkiye ve Avrupa’ya doğal gaz satışı dünyanın üçüncü büyük gaz rezervlerine sahip olan Katar’ı Avrupa’nın önemli gaz tedarikçileri arasına katabilir. Sonuç olarak bu tezde Türkiye merkezli Avrasya doğal gaz ilişkilerinde jeopolitik bir yaklaşım ele alınmıştır. Türkiye’nin kendisine özgü özellikleri ile kendisinin ve bölgenin karşı karşıya kalmış olduğu doğal gaza ilişkin sorunlara ne derece çözüm olabileceği bu makalede tartışılmıştır. Üstelik, Türkiye eğer üretici ve tüketici ülkeler açısından güvenilir bir transit ülke konumuna ulaşabilirse Türkiye gerçek anlamda bir doğal gaz hub’ına dönüşebilecektir. Bu durum Türkiye’nin mevcut jeopolitik konumunu olumlu yönde etkileyecek ve bölgedeki doğal gaz temelindeki var olan ilişkileri daha sağlıklı bir zemine kavuşturabilecektir. Kısacası Türkiye üretici ve tüketicinin sağlıklı bir temelde doğal gaz alım satımını sağlama noktasında tarihi bir noktadadır. DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Ahmet Hamdi ATALAY Elektronik ve Haberleşme Mühendisi AKILLI ENERJİ ŞEBEKELERİ ve SİBER GÜVENLİK E Günümüz dünyasında bir yandan enerjiye olan ihtiyaç hızla artarken diğer yandan bu talebi karşılayabilmek için kaynaklar çeşitlenmektedir. Artık elektriksiz bir hayat düşünmek mümkün değildir. Evde, işte, sokakta, okulda, yaşamın her an ve aşamasında elektrik enerjisi kullanılmaktadır. lektrik enerjisini insanın bulunduğu her noktaya taşıyabilmek ve onu erişilebilir kılmak, sonrasında da onun verimli kullanımı için ilgili altyapı ve süreçleri iyi yönetmek bir zorunluluk halini almıştır. Bunu zorlayan nedenler şunlardır; • SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK: Enerji ihtiyacı sürekli artıyor ancak kaynaklar bu talebi karşılayamayacak kadar sınırlıdır, • KAYNAK KISITI: Kaynakların azalması enerji maliyetlerini, çatışmaları ve güvenlik tehditlerini arttırmaktadır, • İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: Enerji kullanımının artmasıyla birlikte sera gazı emisyonları artmakta ve küresel ısınmaya neden olmaktadır. Tüm bunlar için anahtar, “Verimlilik” artışı olup verimliliğin en önemli göstergesi ise “Enerji Yoğunluğu”dur. Enerji yoğunluğu, “gayri safi milli hasıla başına tüketilen enerji miktarı” ya da “1 dolarlık mal ya da hizmet üretmek için tüketilen enerji miktarı” olarak tanımlanmaktadır. Bu konuda düşük değere sahip ülkeler, enerjiyi verimli kullanan ülkeler olarak kabul edilmektedir. Enerji yoğunluğunun düşük olması üretilen mal ve hizmetin daha az enerjiyle elde edilmesi anlamına gelir. Türkiye’nin kişi başına düşen enerji tüketimi OECD ortalamasının yaklaşık 5’te 1’i olmasına karşın, enerji yoğunluğu OECD ortalamasının 2 katıdır. Başka bir deyişle; Türkiye 1 birim mal ya da hizmet üretmek için OECD ülkelerinde kullanılan enerji miktarının 2 katı enerji kullanmaktadır. Türkiye’nin enerji yoğunluğu Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin yaklaşık 2,5, OECD ülkelerinin ise 2 katıdır. Konunun uzmanları tarafından ülkemizde, binalarda yüzde 30, sanayide yüzde 20 ve ulaşımda yüzde 15 olmak üzere önemli düzeyde enerji tasarruf potansiyeli olduğu iddia edilmektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik Plana göre Türkiye’de 2008 yılına göre birincil enerji yoğunluğunun 2023 yılına kadar yüzde 20 oranında düşürülmesi hedeflenmektedir. 50 Mimar ve Mühendis Avrupa Birliği “3x yüzde 20” olarak duyurduğu enerji konusundaki 2020 hedefleri şunlardır; • Enerji verimliliğinin yüzde 20 artırılması • Yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 20 arttırılması • Küresel ısınmaya neden olan sera gazı salınımının yüzde 20 azaltılması. Oldukça iddialı olan bu hedeflerin gerçekleştirilmesi, çoğu 30-50 yıl önce ve 50-80 yıl önceki teknolojiler ile kurulmuş şebekelerle mümkün değildir. Söz konusu şebekelerin yeni teknolojilerle yenilenmesi ve akıllı hale gelmesi gerekmektedir. AKILLI ENERJİ ŞEBEKELERİ (SMART GRID) Başta AB ülkeleri olmak üzere tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde enerji şebekelerinin akıllı hale getirilmesi için önemli çalışmalar ve yatırımlar yapılmaktadır. 2010 yılı itibariyle Danimarka, Almanya, İspanya ve İngiltere başta olmak üzere AB ülkelerinde bu konuda 5 milyar Euro değerinde yatırım içeren 67 proje yürütülmektedir. Akıllı Şebeke yatırımlarında Çin 7,3 milyar dolar ile birinci olup onu 7 milyar dolar ile ABD, 850 milyon dolar ile Japonya ve 800 milyon dolar ile Güney Kore izlemektedir. “Akıllı Şebekeler” (Smart Grid), bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanılarak otomasyonun sağlanması ve tedarikçiler ile tüketiciler arasında yoğun bir ağın oluşturulmasıdır. Bir yandan enerjinin kullanıldığı ortamlar akıllanırken buna paralel olarak şebekeler de akıllanmakta, üretimden tüketime sürekli birbiriyle iletişim halinde olan ve bilgi alışverişinde bulunan bir değer zinciri oluşmaktadır. Makinalar arası iletişimin (M2M) çok önemli uygulamalarından biri olan bu yeni olgu her geçen gün yaygınlaşıp gelişmektedir. Bu alanda yapılan bir çalışmaya göre en hızlı gelişme beklenen M2M uygulamalardan biri olan akıllı enerji sayaçları sayısı 2010-2015 yılları arasında yıllık ortalama yüzde 30 artışla 100 milyonlara ulaşacaktır. Akıllı enerji şebekeleri, bilgi ve haberleşme teknolojileri ile enerji üretim/iletim/dağıtım teknolojilerinin bir arada kullanıldığı altyapılardır. Bu altyapıda enerjinin üretiminden son kullanıcı noktasına dağıtımına kadar her aşamada bu teknolojiler çok yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Akıllı şebeke bileşenleri, enerji sürecinin her aşamasında vardır. GÜVENİNİRLİK VE VERİMLİLİK PLANLAMA OPERASYONEL VERİMLİLİK Akıllı enerji şebekeleri, bilgi ve haberleşme teknolojileri ile enerji üretim/iletim/dağıtım teknolojilerinin bir arada kullanıldığı altyapılardır. Bu altyapıda enerjinin üretiminden son kullanıcı noktasına dağıtımına kadar her aşamada bu teknolojiler çok yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Akıllı şebeke bileşenleri, enerji sürecinin her aşamasında vardır. KAYNAK OPTİMİZASYONU AKILLI ŞEBEKE AKILLI ENERJİ ÜRETİMİ AKILLI ENERJİ ÜRETİMİ İLETİŞİM ŞEBEKESİ DAĞITIM ŞEBEKESİ PLANLAMA VE MODELLEME RÜZGAR ENERJİSİ GÜNEŞ ENERJİSİ DAĞINIK ENERJİ KAYNAKLARI ELEKRİKLİ ARAÇ BATERİLERİ KARAR DESTEK SİSTEMLERİ ENERJİ YÖNETİM SİSTEMLERİ VARLIK YÖNETİMİ DAĞITIM YÖNETİM SİSTEMLERİ SAYAÇ YÖNETİM SİSTEMLERİ ENDÜSTRİ TİCARİ YÜKLER GÜÇ ELEKTRONİĞİ ŞEBEKE OTOMASYON VE KORUMA DURUM İZLEME DAĞITIM OTOMASYON VE KORUMA AKILLI SAYAÇLAR TALEP YÖNETİMİ MESKEN YÜKLERİ HABERLEŞME ALTYAPILARI ELEKTRİKLİ ARAÇ BATERİLERİ Bu sayede aşağıdaki kazanımlar söz konusu olmaktadır; • İşletme verimliliğinin artması ve maliyetlerinin azaltılması, • Enerji verimliliğinin artması ve sera gazı (CO2) salınımının azaltılması, • Kesinti sayısı ve kesinti süresinin azalması, enerji kalitesinin artması, • Kayıp/kaçak sorunlarının proaktif çözümü ve oranlarının düşmesi, • Üretim ve depolama sistemlerinin daha iyi yönetimi ile kapasite kullanımı, • Akıllı sayaç okuma ve yük yönetimi ile gerçek zamanlı arz-talep yönetimi. IEA ve OECD tarafından yapılan bir çalışmaya göre akıllı şebekelere yapılan yatırımların maliyetinin 1,5 ile 4,5 katı oranında bir fayda elde edilebilmektedir. Bu da trilyonlarca dolar demektir. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından hazırlanan aşağıdaki gösterimden de anlaşılacağına üzere elektrik enerjisi sistemlerinin evrimi, gittikçe akıllanmayı, akıllandıkça da bilgi ve iletişim teknolojileri ve altyapıları ile entegrasyonu getirecektir. Eylül - Ekim 2012 51 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Enerji sistemlerinin bilgi ve iletişim teknolojileri ve altyapıları ile bu entegrasyonu, onu siber tehditlere daha açık hale getirmekte ve bilgi güvenliğini daha önemli kılmaktadır. KURUMSAL BİLGİ GÜVENLİĞİ (SİBER GÜVENLİK) Siber Güvenlik açısından kritik altyapıların başında gelen enerji sistemlerini siber tehditlerden korumak üzere tüm dünyada yoğun çalışmalar ve önemli ölçüde yatırımlar yapılmaktadır. Akıllı şebekeler üzerine araştırmalarıyla ünlü Pike Research firması tarafından yayınlanan verilere göre 2015 yılına kadar artarak devam edecek dünya çapındaki akıllı şebekelerde siber güvenliğin sağlanmasına ilişkin yatırımların miktarı 1 milyar dolardan 2 milyar doların üzerine çıkacaktır. yatırım yapmıştır Gartner tarafından yapılan tahminlere göre siber tehditlerden korunmak için 2010’da dünya çapında 16,5 milyar dolarlık güvenlik harcaması yapılmış olup bunun her yıl yüzde 10 artması beklenmektedir. Siber Tehdit Araçlarından Örnekler • Bilgisayar virüsleri, • Yemleme (phishing), • Truva atı (trojan), • Casus/köstebek yazılımları (spyware), • Hizmetin engellenmesi saldırıları (DoS, DDoS), • Şebeke trafiğinin dinlenmesi (sniffing ve monitoring). Siber Tehditlerin Amaçları • • • • Sisteme yetkisiz erişim, Bilgilerin değiştirilmesi ya da yok edilmesi, Bilgilerin çalınması ya da ifşa edilmesi, Sistemin bozulması erişimin veya hizmetlerin engellenmesi. Smart Grid Cyber Security Revenue by Region, World Markets: 2011-2018 Symantec firması tarafından 2010’da yayınlanan “Kritik Altyapıların Koruması Araştırması“ raporuna göre kritik altyapı sağlayıcılarının; •Yüzde 53’ü sürekli siber saldırılara maruz kalıyor, •Yüzde 48’i önümüzdeki yıl içinde saldırıya maruz kalacağını düşünüyor, •Yüzde 31’i gelecek saldırılara hazırlıklı olmadığını düşünüyor. Kaspersky tarafından AB ülkeleri ile ABD, Japonya, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’de bin 300’den fazla şirket yöneticisi ile yaptığı anketi 2011’de “Global IT Security Risks” adıyla yayınlanmıştır. Söz konusu rapora göre şirketler için en önemli risk, ankete katılanların yaklaşık yarısı (yüzde 46) için bilgi ve iletişim sistemlerine yönelik tehditlerdir. Rapora göre, bilgi ve iletişim sistemlerine yönelik tehditleri ortadan kaldırıp buna ilişkin riskleri azaltabilmek için küçük şirketler yıllık ortalama 8 bin 55, orta işletmeler 83 bin 200 ve büyük kuruluşlar ise yıllık ortalama 3.2 milyon dolar Enerji sistemlerinin en başta geldiği kritik altyapılarda bilgi ve iletişim sistemlerine bağımlık her geçen gün artmaktadır. Dolayısıyla bilgi ve iletişim sistemlerinin güvenliği sadece bilgi ve iletişim teknolojilerini değil hayatın her alanını ilgilendiren bir boyut ve öneme sahiptir. “Bilgi Güvenliği” konusu artık hem bireyler hem de kurumlar için çok önemli ve öncelikli hal almış demektir. Bilgi Güvenliği Derneği tarafından bilgi güvenliği, bilgiye sürekli olarak erişilebilirliğin sağlandığı bir ortamda bilginin saklanması, göndericisinden alıcısına kadar gizlilik içerisinde (mahremiyeti 52 Mimar ve Mühendis faliyetlerini sistematik ve sürekli hale getirmelidirler. BGYS ile yönetim, denetim ve son kullanıcı düzeyinde tüm güvenlik boyutlarına yönelik tehdit ve saldırıları algılamayı ve önlemeyi, bunlara fırsat veren açıkları belirlemeyi ve kapatmayı güvence altına alacak bir yönetim sistemi oluşturulmasını hedeflemelidir. Bu hedefe ulaşmak için olmazsa olmazlar şunlardır; • Yönetimin kararlılığı ve desteği, • Politika ve prosedürlerin açıklığı ve tutarlılığı, • Her seviyedeki çalışanların bilgili ve bilinçli olması, • Uygulamaların sürekli izlenmesi, denetimi ve iyileştirilmesi. korunarak), bozulmadan, değişikliğe uğramadan ve başkaları tarafından ele geçirilmeden bütünlüğünün sağlanması ve güvenli bir şekilde iletilmesi süreci olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede bilgi güvenliğinin temel kavramları şunlardır; • Gizlilik: Kuruma özel ve gizliliği olan bilgilere, sadece yetkisi olan kişilerin erişebilmesi, • Bütünlük: Kurumsal bilgilerin yetkisiz değişim veya bozulmalara karşı korunması, • Erişilebilirlik: Kurumsal bilgilerin ihtiyaç duyan anda erişilebilir durumda olması. Bilgi Güvenliğinin (Siber Güvenlik) Temel Amaçları: • Veri bütünlüğünün korunması, • Bilgiye erişimin, erşim hız ve kalitesinin korunması, • İzinsiz erişimin engellenmesi, mahremiyet ve gizliliğin korunması, • Siber kaynaklı hırsızlıkların önlenmesi, • İş sürekliliğinin ve sistemin devamlılığının sağlanmasıdır. Teknik, ekonomik, siyasal ve sosyal etkileri açısından gerek bireysel gerek kurumsal gerekse ülke boyutunda topyekun bir yaklaşım ve hassasiyet gerektiren bilgi güvenliği konusu, buna ilişkin bir kültür oluşturulmasını da gerekli kılmaktadır. Bilgi Güvenliği Kültürü, ülke güvenliği açısından da çok önemlidir, çünkü artık ülkeler arası savaşlar cephelerin yanında siber dünyada da yapılmaya başlanmıştır. Siber savaş, ekonomik, politik, askeri nedenlerle hedef seçilen ülkeye bilgi ve iletişim sistemleri üzerinden gerçekleştirilen saldırılardır. Yakın geçmişte gerçekleştirilen bazı siber savaş/saldırı örnekleri: • 2007 - Estonya siber saldırıları, • 2008 - Gürcistan siber saldırıları, • 2009 - İran nükleer santral siber saldırısı Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere bilgi güvenliği son derece önemli bir konudur ve hak ettiği ölçüde ciddiye alınmalıdır. Bu ciddiye almanın göstergesi olarak tüm kurum ve kuruluşlar Bilgi Güvenliğ Yönetim Sistemi’ne (BGYS) sahip olmalı ve bu konudaki Bu süreçlerin yönetilmesi, güvenlik sistemlerinin uluslararası standartlarda yapılandırılması ve yüksek seviyede bilgi güvenliğinin sağlanması amacıyla tüm dünyada kurumsal bilgi güvenliğinin yönetiminde standartlaşmaya gidilmektedir. Bu amaçla geliştirilen ve uluslararası kabul görmüş rehber ve standartlar vardır. Bu standartların en başında Uluslararası Standartlar Organizasyonu (ISO) tarafından yayınlanan ve TSE tarafından da Türkçeleştirilip ülkemizde de uygulamaya konulan “ISO27000 Bilgi Güneliği Yönetim Sistem Standardı Ailesi” gelmektedir. Siber güvenlik konusu sadece bir teknik konu değildir ama teknik boyutu çok önemlidir. Teknik konuları düzenlemek üzere konu ile ilgili uluslararası kuruluşlarca çeşitli standartlar oluşturulmuştur. IEEE 1402 (Electric Power Substation Physical and Electronic Security), IEC 62351 (Data and Communication Security), NERC 1300 (Cyber Security Standards), NISTIR 7628 (Smart Grid Cyber Security) bunların en önemlilerinin başında gelmektedir. Tüm bunların yanında şunun altını çizmek şarttır; bilgi güvenliği bilginin üretildiği, işlendiği, iletildiği ve saklandığı her ortamda sağlanmak durumundadır. Bunun için kullanılan yazılımlar, donanımlar ve ve kurulan sistemlerin yanında en önemli unsur “insan” faktörüdür. Bilgi güvenliği topyekun bir anlayış ve uygulama birliğini gerektirir. Bu sürecin en zayıf halkası insandır, en üst yöneticiden en alt kullanıcıya kadar kurumda yer alan her insan bu konuda kritik öneme sahiptir. Bilgi güvenliği konusunda kullanıcıların bilgi ve bilinç seviyesi ile bu konudaki teknolojilerin de gelişmesiyle tehdit ve saldırılar da değişiklik göstermektedir. Yapılan çalışmalar hala pek çok kurumda bilgi güvenliği açıkları ve kayıplarının artması sebebiyle bu konunun henüz doğru olarak anlaşılmadığını, bireyler ve kurumlar tarafından konuya gereken önemin verilmediğini ve bilinçlenmenin gereken seviyede olmadığını göstermektedir. Daha güvenli bir dünya için iyilerin de en az kötüler kadar işbirliği içinde olması (kamu kurumları-özel sektör-sivil toplum örgütleri koordinasyonu) ve bu konuda tek başına yeterince etkin olunamayacağının kabul edilmesi şarttır. KAYNAKLAR İTU www.itu.int/cybersecurity Bilgi Güvenliği Derneği http://www.bilgiguvenligi.org.tr/ Uluslararası Enerji Ajansı www.iea.org/etp Eylül - Ekim 2012 53 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Doç. Dr. Ahmet Erdal OSMANLIOĞLU Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü KÜRESEL ENERJİ PROJEKSİYONU Ülkemizi de yakından ilgilendiren enerji, geleceğimizin en önemli ilgi alanıdır. Artan dünya nüfusunun yükselen yaşam standartları küresel enerji tüketimini hızla artırmaktadır. Ancak, küresel gelişmelerin ışığında enerji oldukça büyük bir belirsizliğin içerisindedir. Kömür kullanımı, karbon salınımı nedeniyle her geçen gün Y enilenebilir enerji kaynakları günümüzde artan bir karışıklık içerisindedir. Rüzgar ve güneşte henüz elektrik sistemleri artan talebe hazır değildir ve talebi karşılarken karşılaşacakları enerji depolama veya benzer teknolojik destek olanakları henüz işletme boyutunda değildir. Bunun için sürdürülebilir, güvenli ve çevreye uyumlu bir enerji kaynağını yaygınlaştırma ihtiyacı bulunmaktadır. Bu konuda geniş bir perspektiften bakıldığında ilk olarak küresel enerji envanterini ve dünya projeksiyonunu değerlendirmek gerekir. 2000 yılında dünyamızda toplam 12.8 TW (Terawatt) enerji kullanılmıştır (Şekil 1). 15 sınırlandırılmaktadır. Petrol kaynakları aramaları okyanuslara doğru kaymış ve petrol arzı bazı ülkelerin jeopolitik belirsizlikleri ile doğrudan ilişkili hale gelmiştir. Doğal gaz sadece kaynakların sürdürülebilirliği açısından değil aynı zamanda çevre ve depolama açısından da birçok sorunlar içermektedir. yaklaşımla en az 28 TW olması beklenmesine rağmen, gelişen dünyamızda enerji bileşenlerini de göz önüne aldığımızda bu tüketimin 35 TW seviyelerine kadar çıkabileceği değerlendirilmektedir. (35 TW) 28 TW 30 HOFFERT NATURE 1998 25 12.8 TW 20 ? 10 YENİLENEBİLİR 0.29 NÜKLEER 0,83 HİDROELEKTRİK 0.29 BİYOKÜTLE 1.21 KÖMÜR 2.96 DOĞALGAZ 2.70 PETROL 4.52 5 15 10 YENİLENEBİLİR 0.29 NÜKLEER 0,83 HİDROELEKTRİK 0.29 BİYOKÜTLE 1.21 KÖMÜR 2.96 DOĞALGAZ 2.70 PETROL 4.52 0 2000 Şekil 1. Küresel Enerji Tüketimi, 2000 yılı. Kullanılan bu enerjide en büyük payı üç ana enerji kaynağı almıştır; petrol, doğalgaz ve kömür. Dünya enerji talebi yüzde 79,5 oranında fosil kaynaklar kullanılarak karşılanmıştır. 2050 yılında ise küresel enerji tüketimi en tutucu 54 Mimar ve Mühendis 5 0 2050 Şekil 2. Küresel Enerji Tüketimi, 2050 yılı. 0.8 0.7 0.6 350 0.5 0.4 330 0.3 0.2 310 0.1 0 0 290 CHANGE İN AVERAGE TEMPERATURE ( C) CONCENTRATİON OF CO2 (ppmv) 370 -0.1 2070 1840 1860 1880 1900 1920 1940 1960 1980 -0.2 2000 YEAR Şekil 3. CO2 ve küresel ısınmaya etkisi (MIT, USA). Enerji kullanımının üç temel bileşeni vardır. Bunlar; sosyolojik faktörler, ekonomik faktörler ve ilim diğer bir ifadeyle teknolojik faktörler. Enerji = sosyoloji · ekonomi · teknoloji Refah Düzeyi = (Kullanılan Enerji x Enerji Verimliliği) / Nüfus E = N (GSYİH/N) (E/GSYİH) E= Kullanılan Enerji N = Nüfus GSYİH = Gayrisafi Yurtiçi Hasıla Bir ülkenin refah düzeyini gösteren indikatör GSYİH’nin nüfusa oranıdır. Refah Düzeyi = GSYİH / N Enerji Yoğunluğu; ülkelerin ekonomilerinde enerji verimliliğinin temel bir ölçüsüdür. Çok genel bir tanımla, enerjinin GSYİH değerine oranı olarak tanımlanır. Enerji Yoğunluğu= (E/GSYİH) Yüksek enerji yoğunluğu; bir ülkede enerjinin GSYİH dönüştürme maliyetinin yüksek olduğunu dolayısıyla yüksek enerji fiyatını ifade eder. Bu da makro açıdan bakıldığında cari açık demektir. Son yıllarda ülkemizin enerji politikalarında yer alan enerji verimliliğine verilen önemin temelinde yatan amaç budur. Enerji Bakanımız Sayın Taner Yıldız tarafından büyük önem verilen ve her platformda vurgulanarak desteklenen enerji verimliliği bu bakış açısıyla ülkemiz için çok doğru bir enerji politikasıdır. Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, küresel enerji talepleri ve ekonomik faktörler göz önüne alındığında, ülkemizin refahını daha yüksek düzeylere çıkarmak için önümüzdeki dönemde enerji verimliliği esas olmak üzere düşük maliyetli enerji kaynaklarına ulaşmamız zorunlu hale gelmiştir. Mevcut enerji kaynaklarının gelecekteki durumlarına genel olarak bakıldığında; dünyamızda 200 yıl yetecek kadar petrol, 400 yıl yetecek kadar doğalgaz ve 2000 yıl yetecek kadar kömür rezervleri bulunmaktadır. En karamsar bakış açısıyla dahi bu rezervlerin yeterliliği yüzde 50’nin altına düşmeyecektir. Ancak karbondioksit salınımlarının sınırlandırılması ve küresel ısınma önümüzdeki dönemde fosil kaynaklar yerine enerjide yeni kaynakların hızlı bir şekilde geliştirilerek öne çıkmasına neden olacaktır. Fosil enerji kaynaklarından çevreye verilen CO2 ve bunun küresel ısınmaya yaptığı olumsuz etki günümüzde artık bilinmektedir. Bu amaçla karbon salınımlarını sınırlandıran KYOTO protokolü uygulanmakta, ülkelerin karbon kredileri değer bulmaktadır. –(CH2O)n– + nO2 nCO2 + nH2O Nükleer Enerji; 8000 yeni nükleer güç tesisi ile 8 TW düzeyine çıkacaktır. Hidroelektrik Enerjisi; 0.7 TW ile sınırlı kalacaktır. Rüzgar Enerjisi; 3’üncü sınıf (yerden 10 metre yukarıda ve 5.1 m/s) rüzgar alanı ortalamasına göre teorik olarak 2.1 TW enerji elde edilebilir. Güneş Enerjisi; teorik olarak güneşin bir saatte yerküreye verdiği enerji günümüzde bir yıllık enerji ihtiyacımızdan fazladır. Güneş enerjisi teorik olarak 120 bin TW potansiyel ile küresel enerji ihtiyacını karşılayabilecek seviyededir. (35 TW) 28 TW 30 25 20 15 10 RÜZGAR 2.1 HİDROELEKTRİK 0.29 NÜKLEER 8 TW BİYOKÜTLE 7 TW KÖMÜR 2.96 TW DOĞALGAZ 2.70 TW PETROL 4.52 TW 5 0 2050 Şekil 4. Küresel Enerji Tüketimi (2050 yılı). KAYNAKLAR DOE, EERE Massasuchets Institute of Technology 2012 (MIT) Nocera, Dædalus, Fall 2006 Eylül - Ekim 2012 55 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Erkan GÜRKAN Enerji Veremliliği Derneği Başkanı ENERJİ VERİMLİLİĞİNDE ÜLKEMİZİN KONUMU Y Gün geçtikçe bir devir geçerliliğini yitiriyor ve yerine birçok konuyu içinde barındıran yeni bir devir geliyor. Yakın tarihimize baktığımızda tarım devri, sanayi devri derken şu an enerji ve çevre odaklı yeni bir devrin geçiş süreci içine ciddi anlamda girdik. eni dönemin temelleri 1987 yılında Montreal’de atıldı. Sonrasında Johannesburg, Kyoto, Copenhagen zirveleriyle gündemde daha fazla yer aldı ve geçtiğimiz aylarda Rio’da çok daha geniş kitlelere ulaşan çevreyle uyumlu kalkınabilme zirveleri ve taahhütleriyle yavaş yavaş son şeklini almaya başladı. Ülkemizin bu süreç içerisinde en hızlı şekilde yol alabileceği verimlilik konusu masaya yatırıldığında olayın çok farklı boyutlarının olduğu görüldü. Bu konu sadece kıt enerji kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılarak aynı üretim miktarı ve sosyal refah seviyesinin korunmasının yanı sıra çevreci teknolojilerin geliştirilmesi ve bu teknolojilerin pazarlanacağı yeni bir ekonomi anlamına geliyordu. Tüm dünyayı etkileyen büyük bir problem ülkelerin çevresel ve ekonomik olarak kazanç sağlayacağı farklı bir sürece girmelerine vesile oldu diyebiliriz. Bu süreç sektörleri ve iç kollarını etkileyecek bir süreç. Birçok yeni alanlar, yeni iş kolları ve yeni ürünlerle karşılaşacağımız günlere çok yakınız. Yani dünyanın ekonomik düzeni farklı bir eksene kayıyor. Ekolojik krizin ekonomik kazanca dönüştüğü bu yeni ekonomik düzene “Düşük Karbon Ekonomisi” başka bir deyişle “Yeşil Ekonomi” olarak adlandırılıyor. Endüstri çağını kaçırmış olan ülkemiz yeni ekonomik dalgayı başlangıcında yakalamak için enerji ve verimlilik odaklı çalışmalarına çok yönlü olarak başladı. Sayın Başbakanımızın himayesinde ve dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Dr. Hilmi Güler’in gayretleriyle yenilenebilir enerji ve verimlilik konusunda birçok çalışma ve kampanyalar yapıldı. Bu kampanyaların en önemlilerinden birisi de Enerji Verimliliği (ENVER) kampanyasıdır. ENVER, toplumun tüm kesimlerinde enerjiyi verimli kullanma bilincini uyandırmak ve çeşitli faaliyetlerle ülke genelinde enerji verimliliği konusunu gündemde tutmak amacıyla başlatılmış bir projedir. Enerji Bakanımız Sayın Taner Yıldız’ın desteğiyle çalışmalarımız devam etmek- tedir. Bu amaç doğrultusunda vatandaşlarımız üzerinde farkındalık oluşturmak ve 7’den 77’ye her kesimden insanın enerji verimliliği konusunda bilinçli hale getirmek için etkinlikler düzenledik. Bundan sonra eyleme yönelik faaliyetler ön plana çıktı. Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşları ve bunların başkanlarının bir araya gelerek oluşturdukları Türkiye Enerji Verimliliği Meclisi (TEVEM) kuruldu. Ülkemizi tamamen kucaklayan bu oluşuma Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı başkanlığında TOBB, TİM, TSE, MÜSİAD, TÜSİAD, URAK, TUSKON, ENVERDER, ASKON, TÜGİK, YBTB, EGD, MMG, DEKTMK, KOSGEB, İTO ve İDV’nin sayın genel başkanları üye olarak iştirak etmektedir. Kamu, özel sektör ve STK’ların işbirliği ve koordinasyonunu tesis eden TEVEM’in sekretaryasını da ENVERDER yönetmektedir. Bu yapı bütün alanlarda bizi bekleyen çok boyutlu değişimin yapılandırılması, ülkemizin çevre, rekabet ve sürdürülebilir kaynaklar odaklı bu süreçten kazançlı çıkabilmesi için önemli bir misyonu üstlenmiştir. Mimarlar ve Mühendisler Grubu (MMG) Başkanı sevgili dostum Avni Çebi sağolsun bu zorlu süreçte bizlerle birlikte oldu, yükümüzü paylaştı ve meclisimize güç verdi. Bu bağlamda kendisine ve MMG’ye teşekkürü bir borç bilirim. ENVER-TEVEM işbirliği ile yaklaşık 2 yıl süren çalışmalar sonucunda konuyla ilgili kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, Türk sanayisinin ileri gelen 200 fazla sektörü, akademisyen ve uzmanların görüşleri alınarak “Türkiye Enerji ve Enerji Verimliliği - Yeşil Ekonomiye Geçiş Raporu” oluşturuldu. Bu raporla buz dağının görünen kısmının aksine alt detaylarında nelerin bizi beklediğini görmeye çalıştık. Raporun hazırlanması sürecinde elde edilen veriler doğrultusunda ülke olarak yüzde 70’ini ithal ettiğimiz enerjiyi verimli kullanmıyoruz diyebilirim. Bunun nedeni ise ülkemizde kişi başına enerji tüketiminin OECD ülkelerinin ortalamasının 5 te 1i civarında olduğu halde 56 Mimar ve Mühendis Endüstri çağını kaçırmış olan ülkemiz yeni ekonomik dalgayı başlangıcında yakalamak için enerji ve verimlilik odaklı çalışmalarına çok yönlü olarak başladı. Türkiye’nin enerji yoğunluğu OECD ortalamasının üzerinde. Enerji yoğunluğu artık ülkelerin gelişmişlik düzeyini gösteren bir ölçüt ve 1000 dolarlık Gayri Safi Milli Hasıla başına tüketilen birincil enerji miktarıyla bulunuyor. Bu oran ülkemizde 0,28 ton eşdeğeri petrol (TEP) iken OECD ortalaması ise 0,14 TEP’dir. Kullandığı birincil enerji kaynaklarından petrolün yüzde 99,6, doğal gazın ise yüzde 96,4’ünü ithal eden Japonya’nın enerji yoğunluğu 0,09’dur. Bu da geliştirilen teknolojilerin yanı sıra verimlilik konusundaki kültürel dönüşümün ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Bu açıdan bakıldığında hedeflerimizden bir tanesi enerji yoğunlumuzu OECD ortalamasının altına indirmek olmalıdır. Amacımızı gerçekleştirmek içinde Ar-Ge ve inovasyon ürünlerine yatırım yapıp çevreci ve yerli teknolojiler geliştirerek alternatif enerji kaynaklarına yönelmeliyiz. Yeni ekonomik dalga üretimden tüketime bütün alışkanlıklarımızı değiştirecek. Üretim sürecinde kullanılacak yeni teknolojiler bir yandan enerji verimliliği sağlarken diğer yandan rekabetçi olmamızı ve doğaya yaptığımız tahribatın etkilerini azaltacak. Enerji ve çevre konusunda doğru şekilde bilinçlendirilmiş tüketicilerde oluşacak kültürel algı değişikliği ise sürdürülebilir bir yaşam adına çok büyük katkılar sağlayacak. AB ve OECD ülkelerine baktığımızda yeni sürece geçişin alt yapıları çoktan oluşturulmuş ve hedefler belirlenmiş durumda. OECD ülkeleri bu hedeflerine ulaşabilmek için 5 temel madde üzerinde yoğunlaşmışlar. Bu 5 temel madde, küresel çapta enerji verimliliğini, temiz enerji kaynaklarını artırmak, inovatif ve çevreye duyarlı teknolojiler geliştirmek, sera gazı emisyonunu azaltmak ve yeni nesil enerji teknolojilerini, başka bir deyişle alternatif enerji kaynakları teknolojilerini geliştirmektir. AB ülkeleri ise enerji ve iklim politikalarında rekabetçilik, sürdürülebilirlik ve arz güvenliği olmak üzere 3 ana eksene odaklanmış. Bu sayede çevresel riskleri bertaraf ederken istihdam ve ekonomik alanda ciddi anlamda kazançlar elde edebileceklerinin çalışmalarla ispatlamışlar. ABD’de 2 milyondan fazla ve AB’de ise 1 milyon civarında yeşil kariyer altında bir istihdam gerçekleşeceği ayrıca küresel çapta yapılacak 8,3 trilyon dolar yatırım ile 8,6 trilyon dolar tasarruf edilebileceği öngörülmüştür. Bu bağlamda mimarlarımız ve mühendislerimizin ürettikleri proaktif çözümlerle gerek teknoloji gelişim süreçlerindeki katkıları, gerek halkın bu konularda doğru bir şekilde bilinçlendirilmesi, gerekse yeni iş kollarında çalışacak vasıflı eleman yetiştirilmesi ve böylelikle istihdam konusunda yapacakları katkının ülkemiz açısından çok önemli olduğuna inanıyorum ve bu çalışmalarında dolayı kendilerine bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Bu ekonomide ülkemizi ciddi anlamda tehditler ve fırsatlar bekliyor. Enerjide büyük bir ölçüde dışa bağlı olan ülkemizde her geçen gün artan enerji ihtiyacımız bizi kullandığımız enerjiyi daha verimli kullanmaya, arz-talep dengesini sağlamaya, geliştireceğimiz teknolojilerle yerli kaynaklarımıza yönelmeye ve bu süreçlerin daha çevreci olmasına zorluyor. Bildiğiniz üzere Kyoto Protokolü’ne taraf olmuş bir ülkeyiz. Bu protokolle birçok yükümlülüğün altına girmiş olduk. Bunlardan bir tanesi de küresel ısınmayı tetikleyen sera gazlarından biri olan karbon salınımını azaltmamızdır. Bildiğiniz üzere karbon piyasaları kuruldu. Bu piyasalarda fazla gelen kotalar satabilir, ihtiyaç duyulan kadar kota satın alabilirsiniz. Kotayı aştıktan sonra havaya fazladan verdiğimiz karbon gazı, üreticimiz ve tüketicimizin yani ülkemizin cebinden para çıkacağı anlamına geliyor. Ülkemizde fosil yakıtların yerini alacak olan çevre dostu enerji kaynaklarına yönelik fizibilite çalışmaları yapılmıştır. Elektrik İşleri Etüd İdaresi yeni adıyla Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen ve Türkiye Enerji ve Enerji Verimliliği Raporu’nda da yer alan bu çalışmalar doğrultusunda ülkemizin bölgelerine göre hangi enerji kaynağından ne kadar enerji elde edebileceğimiz araştırılmıştır. Günümüz koşulları ve mevcut teknolojiler itibariyle verile baktığımızda ülkemizde rüzgar elektrik santrallerinden (RES) elde edilebilecek elektrik potansiyeli 48 bin MW olarak öngörülmektedir. Jeotermal potansiyelimize baktığımızda Avrupa’da 1. dünyada 3’üncü sıradayız. Güneş enerjisi olarak ülkemizi 2 bin 700 saat/yıl ortalama güneşlenme süresiyle, (bazı yerlerde bölgelerimizde bu oran daha yüksektir), ülkemizin güney bölgeleri ciddi anlamda enerji üretimine Eylül - Ekim 2012 57 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Yeni ekonomik dalga üretimden tüketime bütün alışkanlıklarımızı değiştirecek. Üretim sürecinde kullanılacak yeni teknolojiler bir yandan enerji verimliliği sağlarken diğer yandan rekabetçi olmamızı ve doğaya yaptığımız tahribatın etkilerini azaltacak. katkı sağlayabilecek potansiyele sahiptir. Hidrolikte Norveç’ten sonra en büyük üretim kapasitesine sahibiz. AB ülkelerine baktığımızda artık biokütle elektrik üretimi ve araçlar için yakıt üretiminde ciddi gelimleler göstermiştir. Ülkemiz geniş ve verimli arazileri sayesinde enerji bitkilerinin üretimi ve enerji ormancılığı konusunda büyük gelişim gösterebilecek durumdadır. Biokütlenin diğer bir avantajı da rüzgar ve güneş enerjisi gibi kesikli olmayıp sürekli karbon depolayabilen bir kaynak olmasıdır. Bu potansiyelimizin tamamını kullandığımızı varsayarsak bile maalesef artan enerji açığımızı tam olarak karşılayamıyoruz. Fakat gelişen teknolojilerle birlikte daha da üst seviyelerde yararlanabileceğimiz bu kaynakların yanında kurulacak nükleer enerji santrallerimizi, yüksek teknoloji ürünleriyle geliştirilmiş termik santrallerimizi, havayı kirletmeyecek şekilde kullanılacak kömürümüzü ve enerjiye dönüştürebileceğimiz plastik atıkları da eklersek ülkemiz adına çok büyük bir başarı elde etmiş oluruz. Bugün 11 milyar ton gibi ciddi anlamda kömür rezervlerimiz var, ülkemizin yüzde 2’lik enerji ihtiyacını karşılayabilecek plastik atıklarımız var ve paramızı dışarı atma lüksümüz yok. Ayrıca yenilenebilir enerji kaynaklarından yararlanırken kullandığımız teknolojinin yerli olması da çok önemli. Yeni ekonomik sürece yön verecek ülkeler sürekli kendini yenileyen bir öncekinden daha verimli teknolojilerle pazar arayışı içinde olacaklar. Biz de ülke olarak teknolojiyi üreten ülke olmalıyız. Bu süreçte de ithalatçı konuma düşersek bu durumun oluşturduğu stratejik baskı, ithalat baskısı ve yine bu durumun cari açığa etkileri ülkemiz adına olumsuz bir tablo olarak karşımıza çıkacaktır. Üzerinde önemle durmamız gereken bir diğer konu da kömürdür. Yaklaşık 11 milyar ton kömür rezervimiz bulunmakta ve her geçen gün yeni sahalar ortaya çıkartılmaktadır. Ülke olarak yeni teknolojileri kullanmak kaydıyla ve kömürün zararlı etkilerini de minimize ederek mutlaka kömürümüzden faydalanmalıyız. Milyarlarca dolar ödeyerek ithal ettiğimiz petrol ve doğal gazı mevcut duruma baktığımızda israf ediyoruz. En basitinden büyük yatırımlarla borular döşeyerek ülkemize getirdiğimiz doğal gazı ısınma ve soğutma amacıyla konutlarda kullandığımız bölümünün ciddi bir kısmını yalıtım58 Mimar ve Mühendis sız binalarımızda duvarlardan ve pencerelerden dışarıya salıveriyoruz. Ülkemizdeki binaların yüzde 95’inden fazlasının yalıtımsız olduğu düşünüldüğünde tablonun vahameti daha da iyi anlaşılıyor. Bununla birlikte evlerimizde kullandığımız elektrikli aletlerin verimsizliği ve kullanımdan kaynaklanan eksiklikler elektrik sarfiyatımızı inanılmaz derecede artırmaktadır. Sanayide de durumumuz pek iç açıcı değil. Biz bir birim üretim yapmak için gelişmiş ülkelerin 2 katı enerji harcıyoruz. Bu durum maliyetleri artırıyor ve rekabet gücümüzü de azaltıyor ve henüz üretim süreçlerimiz rehabilite edilmiş değil. Bu yükümlülüklerimizi yerine getirebilmek adına kamu, özel sektör ve sivil toplum örgütleri olarak üzerimize düşeni yapmamız gerekiyor. Kısa, orta ve uzun vadede eylem planlarımızı oluşturmamız gerekiyor. Kamuya baktığımızda sürekli kendini güncelleyen mevzuatlarla sürecin koşullarına ayak uyduruyor, özel sektör yaptığı yatırımlarla rekabetçi olmaya çalışıyor, sivil toplum kuruluşları kamu ve özel sektörlerle gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği kampanyalarla farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Buraya kadar her şey normal. Asıl başarmamız gereken konunun sosyal ve psikolojik alt yapılarını oluşturarak yapacağımız çalışmalarla çocukta, annede, babada, ailede farkındalık oluşturabilmek olmalıdır. Her bir fert konuyu içselleştirip ailesi içerisinde oluşturacağı kültürel dönüşümü dışarıda toplumsal bir reflekse dönüştürebilmelidir. Bunu başarabilirsek ülke olarak yeni ekonomik dalganın üzerinde durabiliriz ve cari açığımızın en büyük kalemini oluşturan enerji sorununa çözüm getirebiliriz. Bu konuyu küresel çapta ele aldığımızda da teknolojiyi üreten ülkelerin gelişmemiş, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle aynı platformda bir araya gelmesi, kimseye dayatmada bulunmadan kazan-kazan anlayışıyla bu bilgi ve teknolojiyi paylaşarak küresel bir sinerji oluşturması gerekliliğine inanıyorum. Bu dünyada elektrikle tanışmamış, kanalizasyonu olmayan, sudan mahrum ve açlıkla boğuşan birçok insan var. Özellikle gelişmiş ülkelerin üretim ve tüketim alışkanlıklarıyla bu insanların dünyasını kirletme, çeşitli afetlere maruz kalmalarına sebebiyet verme lüksü yok. Bu yüzden oluşacak küresel mutabakatla herkesin sorununa birlikte çözüm getirmeliyiz. DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Abdullah NADAR TÜBİTAK MAM Enerji Enstitüsü, Elektrik Elektronik mühendisi AKILLI ŞEBEKELER Akıllı Şebeke (Smart Grid), bilgi ve iletişim teknolojilerinin elektrik üretimi, iletimi ve dağıtımının verimliliği artırmak amacıyla kullanılması sonucu elektrik şebekesinin yenilenmesidir. Bu makalede akıllı şebekelerle ilgili son yeniliklere değinilecektir. AKILLI ŞEBEKE AÇIKLAMALARI ve TANIMLARI Bir taraftan elektrik kullanımının artmasına yönelik gelişmeler (elektrikli ev aletler, elektrikli araçlar, elektrikli ısıtma-soğutma sistemler vb.) ile diğer taraftan yenilenebilir, temiz enerji kaynaklarının fosil ve nükleer kaynakların yerini alıyor olması ve tüketimin ekonomik kurallara bağlanıyor olması gibi sebeplerden ötürü akıllı şebeke ihtiyacı hızla artmakta, bu alanda araştırmalar, çözümler ve ürünler geliştirilmektedir. Artan elektrik enerji talebi merkezcil üretimin gelişmesine sebep olmakla birlikte, yeni iletim şebeke yatırımları ve var olan iletim şebekesinin yenilenme ihtiyacı elektrik enerjisinin mümkün olduğunca tüketileceği yerde üretilmesini gündeme getirmektedir. Teknik anlamda bu yaklaşıma dağıtık üretim adı verilir. Her ne kadar dağıtık üretim pek çok olanak sağlıyor gözükse de çözülmesi gereken sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunlara örnek olarak aşağıdaki durumlar sıralanabilir; • Üretim – tüketim dengesinin sağlanması, • Şebekenin koruması (Protection), • Tüketim yönetimi, • Enerji depolama İhtiyacı, • Arıza yönetimi, • Şebeke yönetim sistemi (donanım, yazılım, haberleşme) vb. Dağıtım sistemi de oluşan arızaları kendi kendine tespit edip kısa sürede giderebilmesi, • Yüksek güvenilirlikte kaliteli enerji sunabilmesi, • Siber saldırılara dirençli olması, • Farklı çeşitte dağıtık enerji üretim tesislerini barındırabilmesi, • Varlık yönetimini (asset management) optimize edilmesi, • Yatırım - işletme - bakım masraflarını minimize ederek son kullanıcı için enerji maliyetini düşürmesi, Bu özellikler ile elektrik dağıtım şebekesinin akıllı olabilmesine yönelik ihtiyaçlar; • Dağıtım sistemlerinde akıllı sayaç uygulamaları, • Dağıtım otomasyonu sistemi • Dağıtık üretim tesislerini içeren dağıtım sistemlerinin işletme ve planlaması ile sağlanabilir. Günümüzde yukarıdaki sorunları çözümlemek amacıyla elektrik dağıtım sisteminin en azından aşağıdaki teknik özelliklere sahip olması beklenilmektedir. 60 Mimar ve Mühendis AKILLI ŞEBEKE ÖZELLİKLERİ 1.Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve Dağıtım Şebekesine Entegrasyonu: Konvansiyonel enerji kaynaklarına (fosil yakıt, nükleer, doğal gaz v.b) alternatif olarak sunulan ve doğada kapalı bir döngü içerisinde varlığını koruyan enerji kaynaklardır. Rüzgâr, güneş, hidrojen, hidroelektrik, dalga, gel-git, jeotermal v.b. kaynaklar buna örnektir. Doğada sürekli var olan faktörlere dayalı olan bu kaynakların en önemli özelliği ise yenilenebilir olmaları ve doğaya zarar vermemeleridir. Alternatif enerji kaynaklarına dayalı olan dağıtık üretim sistemlerinin elektrik dağıtım şebe- kesi üzerinde nasıl bir etki yapacağı tartışılan bir konudur. Örneğin Rüzgâr Santralleri temel veya emre amade bir santral tipi değildir. Çoğu türbin tipinin tasarımı gereği her şebeke gerilimi kesintisinde veya şebeke geriliminin belirli bir değerin altına düşmesi durumunda devre dışı kalmakta ve tekrar enerji üretebilmesi için şebeke gerilimini alması gerekmektedir. Buradan hareketle her bir santral tipinin şebeke üzerinde oluşturacağı etkilerin farklı olacağı sonucu çıkarılabilir. Buna göre santral tiplerine göre ayrı ayrı bağlantı standartların geliştirilmesi kaçınılmazdır. Her bir santral tipine göre (kojenerasyon tipi birleşik ısı, hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle, biyogaz, biyodizel v.b.) ayrı ayrı şebekeye bağlantı kriterleri geliştirilmektedir. Bu kriterler geliştirilirken generatörün tipi (senkron/asenkron), şebekeye güç aktarım metodu (evirgeçli/ evirgeçsiz) ve birincil enerji kaynağının devamlılığı (güneş, rüzgar, biyokütle) göz önüne alınmalıdır. ve sinyaller belirsiz olduğunda doğru karar verme yeteneğine sahip değildirler). Son zamanlarda yukarıda belirtilen problemlere çözüm geliştirmek amacıyla bulanık mantık kontrolör gibi akıllı yöntemlerin adaptif koruma açısından uygulanması literatürde dikkat çekici bir hale gelmiştir. Şekil 2. Akıllı Şebeke Teknoloji Alanları Şekil 1. Akıllı Şebeke 2.Koruma Sistemlerinin Adaptasyonu: Elektrik dağıtım şebekesinde kullanılmakta olan mevcut geleneksel koruma sistemlerinde aşırı akım, aşırı gerilim, mesafe koruma vb. birçok koruma rölesi bulunmaktadır. Özellikle aşırı akım röleleri güç sistem korumasında önemli bir kullanım alanına sahiptir. Aşırı akım rölelerinin ters zaman karakteristikleri, arıza akımı ayarlanan akım değerinden ne kadar büyük ise çalışmadaki zaman gecikmesinin o kadar kısa olması temeline dayanmaktadır. Aşırı akım rölesinin görevi, herhangi bir arızada mümkün olan en kısa zamanda devreye girerek sistemde sadece arızalı bölgenin devre dışı kalmasını ve sistemin geri kalanının bu arızadan etkilenmeden çalışmaya devam edecek şekilde seçiciliğini sağlamaktır [1]. İletim hatlarının korunması hususunda geliştirilen neredeyse bütün geleneksel yöntemler korunacak sisteme ait bir model üzerinden gerçekleştirilen hesaplamaları temel almaktadır. Bu durum sistem modelinin karmaşıklığından, modele ait bütün parametrelerin tam olarak bilinememesinden, işlenmesi gereken verinin büyüklüğünden ve sistemdeki farklı işletim durumlarına karşı sabit çalışma kuralları içerdiğinden dolayı korumada zorluklara yol açmaktadır (örneğin konvansiyonel yöntemler, değişken işletim koşullarına adapte olma 3.Arz Güvenliği: Arz güvenliği, tüketiciye sunulan elektrik enerjisinin kalitesi ve sürekliliği ile doğrudan ilgilidir. Bu amaçla sistemin bileşenlerini herhangi bir tehlikeye atmadan güncel teknolojileri şebekenin daha verimli ve güvenilir bir şekilde işletilebilmesi için geliştirilen uygulamaların bütünüdür. Bu anlamda yönetmelikler ve standartlarla belirlenmiş olan sınır değerlerini korumak ve takip etmek amacıyla elektrik dağıtım şebekesinin sürekli olarak izlenmesi ile işletme sırasında sınır değerlerine ulaşılması veya aşılması durumuna müdahale özelliği olan ve uygun hassasiyette şebekeye müdahale edecek veya katkıda bulunacak bilgi teknolojisi ürünlerin geliştirilmesi yapılmaktadır [2]. Arz Güvenliğinin sağlanması için tüketici, enerji yönetim sistemi/dağıtım yönetim sistemi, trafo merkezi otomasyonu, dağıtım fider otomasyonu [3], gerilim regülasyonu, Reaktif Güç Kompanzasyonu konularına çözümler üretmek gerekmektedir. 4.Coğrafi Bilgi Sistemi – CBS (Geographic Information System: GIS) Coğrafi Bilgi Sistemleri Elektrik Dağıtım Şebekesi yönetimi için vazgeçilmez bir araçtır. Planlama, Varlık Yönetimi, Şebeke Yük Akış Hesapları, Enerji Kesinti Süresi Zamanı ve Sıkılığı Endeksleri (SAIDI-SAIFI) ve Güvenlik ile ilgili konulardaki yazılım paketleri ve bu paketlerin birbirleri ile olan interaktif ilişkileri ile coğrafi bilgi sistemi akıllı şebekeleri oluşturan ana birimlerdir [4]. 5.Talep Yönetimi: Genel elektrik talebi kış aylarında ısıtma ve aydınlatma, yaz aylarında ise soğutma (klima) ihtiyacına bağlı olarak bölgesel ve mevsimsel farklılıklar oluşturur. Toplam talebe karşılık gelen yükün, uzun vadede ekonomik ve nüfus büyümesiyle ilişkisinin yanı sıra kısa vadede doğa ve hava koşulları ile sosyal gelişimlere bağlı olarak saatlik değişimi de elektrik üretim maliyetlerinin belirlenmesinde Eylül - Ekim 2012 61 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ önemli faktörlerden birisidir. Akıllı Sayaçlar [5]: Elektrik Sayaçları, akıllı şebekelerin en önemli parçalarından birisidir. Gelişen teknolojiye paralel olarak, sayaçların yapısal ve fonksiyonel gelişimi de gerçekleşmektedir. Bununla birlikte ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçların karşılanmasına olanak tanıyan altyapılar da uyumluluk göstermektedir. Elektronik alanındaki gelişmelere ilave olarak çağın ihtiyaçları, sayaçların elektronik bir yapıya kavuşması ile bir çözüme kavuşmaktadır. İlk jenerasyon olarak değerlendirilen elektronik sayaçlar tüketici ve işletmeci için pek çok kolaylığı beraberinde getirmiştir. Günümüzde ise artık sadece elektronik değil aynı zamanda haberleşme altyapısıyla anlık kararlar verebilen ve topladığı bilgileri uzaktan izleyerek değerlendirebilen Akıllı Sayaçlar uygulama boyutunda çok büyük rakamlara ulaşmaktadır. olması gerekir. Bağımsız bir kurum tarafında işletilecek bir sunucu vasıtasıyla bu altyapı sağlanabilir. Bahsi geçen birim bağımsız üyeler, kamu ve tüketici temsilcileri tarafından kontrol edilen sunucu bir posta ofisi şeklinde olacak, özel bir yapıda olması ile de en güvenilir sonucu verecektir. Örneğin 2000-2006 yılları arasında İtalya’nın tamamında uygulanan Telegestore projesinde yaklaşık 30 milyon akıllı sayaç 2.1 Milyar Euro harcanarak tüm abonelere sağlanmıştır. Bu projenin en büyük amacı faturalandırma, müşteri takip, arıza tespit gibi özellikleri ile birlikte Talep Yönetimini sağlamaktır. Nitekim bu sayede, İtalyan Elektrik Dağıtım sektörü yılda 500 Milyon Euro gelir elde etmektedir. Dikkate değer bir uygulama ise Malta’da gerçekleştirilmektedir. Bu projede 80 Milyon Euro’luk sayaç yatırımı Malta Adasının tamamına uygulanacak ve böylelikle Uz Yönetim Sistemi uygulaması kolaylıkla gerçekleştirilecektir. TÜRKİYE’DE AKILLI ŞEBEKELER Ülkeler, gelişmişlikleriyle orantılı olarak tüm vatandaşları için elektrik arz güvenliği ve elektrik kalitesini sürekli olarak sağlamakla yükümlüdür. Bu amaçla Elektrik Piyasası Denetleme Kurumu kontrolünde yapılandırma ve işletme denetimi 20/2/2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile tarif edilen “Elektrik Şebeke Yönetmeliği” ile yapılmaktadır. Teknik anlamda da elektrik sistemi için standart bir yapı üzerinde güncel teknik ve teknolojiler kullanılmaktadır. Elektrik şebekeleri genelde iletim ve dağıtım olmak üzere ikiye ayrılır. İletim Şebekesi, ülkemizde genellikle yüksek gerilim olarak 380 kV ve 154 kV kullanılmaktadır. İletim şebeke yapısı içerisinde gerekli noktalara kurulan merkezler ile iletim seviyesinde arz güvenliği ve elektrik kalitesinin sürekliliğini sağlamakla birlikte koruma, kumanda ve izleme yapılmasına yönelik üretim – tüketim dengesinin izlenmesine imkân tanıyan altyapılar oluşturulmuştur. Ankara’da bulunan Milli Yük Tevzii Merkezi (MYTM)’nde kurulu bulunan Gözetimli Denetim Sistemi (Supevisory Control and Data Acqusion – SCADA) vasıtasıyla bağlı bulunan iletim merkezlerinden alınan bilgiler ile anlık olarak tüm Türkiye’nin üretim-tüketim bilgileri, gerilim ve frekans bilgileri izlenmekle birlikte sınır değerlere göre üretim-tüketim yönetilmektedir. Aynı zamanda elektrik ticaretinin uygulaması da bu merkezden yapılmaktadır. Dağıtım şebekesi, ülkemizde halihazırda 33 kV, ve altı gerilim seviyesinden havai, ve yeraltı elektrik dağıtım şebekesinin hat uzunluğu yaklaşık 1 milyon kilometreyi bulmaktadır. Yurt çapında döşenmiş elektrik dağıtım hatları yaklaşık 34 milyon abone için yüksek gerilim seviyesinden sonraki dağıtıma hizmet etmektedir. Türkiye’de daha önce TEDAŞ tarafından yapılan dağıtım işletmesi, 21 dağıtım bölgesine ayrılarak özelleştirilmeleri gerçekleşmektedir. Ancak modern bir elektrik şebekesi için tespit edilen sorunların üstesinden gelmek için gerekli olan Ar-Ge çalışmaları tüm dünyada başlamış olup, ülkemizde de bu konularla ilgili ihtiyaçları yönelik çözümler üzerinde çalışılmaktadır. Türkiye, Avrupa Birliği Çerçeve Programlarına (AB-ÇP) daha çok TÜBİTAK üzerinden katılmakta ve TÜBİTAK bünyesinde kurulan organizasyonla programları takip etmektedir. Bu sayede özellikle AB’de yapılan projeler hakkında bilgi sahibi olmakta, bu tür projeleri yapan gruplar ile tanışılmakta ve kurumların altyapıları incelenmektedir. Bu çalışmalardan ve geçmişteki tecrübelerden de faydalanarak TÜBİTAK MAM Enerji Enstitüsü Akıllı Şebekeler ile ilgili aşağıdaki projeler gerçekleştirilmekte olup konu ile ilgili bazı AB proje önerilerinde de yer almaktadır. 6.Akıllı Şebekelerde Güvenlik [6]: Akıllı şebeke konusundaki en büyük soru işaretlerinden biri de perakende rekabet çerçevesinde tüketicinin ürettiği istatistiklerin korunması, saklanması ve erişimidir. Bu verilerin toplanması, kaydedilmesi ve sadece perakende satış şirketi ile tüketicinin kendisine verilmesi için hem bilişimsel hem de hukuksal bazı düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu verileri toplama hakkına sahip kişilerin çok sağlam bir altyapıya sahip TÜRKİYE’DE AKILLI ŞEBEKE AR-GE ÇALIŞMALARI [6]: Bugün ülkemizde yapılmakta olan akıllı şebeke Ar-Ge çalışmalarında bir koordinasyona mutlaka ihtiyaç vardır. Elektrikli araçlar, yenilenebilir enerji, depolama sistemleri, beyaz eşyalar, sayaçlara kadar belki ilk etapta tamamı olmasa da, Ar-Ge payının artırılması noktasında ortak çalışmaların ve koordinasyonun yapılması gerekmektedir. TÜBİTAK MAM Enerji Enstitüsü bu konuda AB çapındaki Smart Grid Ar-Ge Elektrik Sayaçları, akıllı şebekelerin en önemli parçalarından birisidir. Gelişen teknolojiye paralel olarak, sayaçların yapısal ve fonksiyonel gelişimi de gerçekleşmektedir. Şekil 3. Akıllı Sayaçlar 62 Mimar ve Mühendis çalışmalarına hem destek vermekte hem de alt komisyonlarda görev yapmaktadır. Yapılması gereken, bu tecrübe ve çalışmaların belirli bir sistematik ile ülke çapına yayılmasını sağlamaktır. Şekil 4. Telegestore Otomatik Sayaç Yönetim Mimarisi DÜNYA AKILLI ŞEBEKE ÇALIŞMALARI Avrupa Birliği (AB) Akıllı Şebekeler (Smart Grid) konusunda “EU Commission Task-Force for Smart Grids Smart Metering Mandate (M/441) and Smart Grids Mandate (M/490)” yönetmelik çalışmalarını yayınlamış ve projelerin bu yönetmeliklere uymasını beklemektedir. Avrupa’da Akıllı Şebekeler konusunda yapılan/yapılmakta olan 2006 – 2015 yılları arasında 22 değişik Avrupa ülkesinin 221 projesi bulunmaktadır. Avrupa Stratejik Enerji Teknoloji Planı (SET Plan)’ında belirlediği 20-20-20 (2020 yılında %20 karbon salınımının azaltılması, yüzde 20 yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ile enerji etkinliğin yüzde 20 artırılması) hedefi doğrultusunda enerji alanında pek çok çalışma başlatmıştır. Bu çalışmalardaki asıl amaç; hedeflere ulaşırken AB ülkelerinin insan ve mali kaynaklarını bir araya getirerek ortak sorunlara bir noktadan daha güçlü ve kapsamlı çözümler üretmektir. AB’nin bir amacı da aynı konularda çalışma yapacak olan birden fazla ülkenin insan ve mali kaynak israfını önleyerek daha fazla konuda Araştırma- Geliştirme ve Uygulama yapabilmektir. Bu amaçla oluşturulan birlikler sayesinde öncelikle ihtiyaçları belirlemek, üzerinde çalışılacak konularda gelinen noktaları tespit etmek, daha sonra bu konularda eksik alanlarda yapılacak çalışmaları ortaya koyarak kısa, orta ve uzun vade de yeni Araştırma-Geliştirme ve Uygulama projeleri oluşturmak ana hedefe ulaşmada kullanılan yöntemlerden birisidir. Bu amaçla AB bünyesinde özellikle akıllı şebekeler konusunda çalışan aşağıdaki birlikler ve gruplar oluşturulmuştur. • EERA – SGJP: European Energy Research Alliance Smart Grid Joint Program • EEGI SG: European Electricity Grid Initiatives For Smart Grid • ERA-NET SG: European Research Assoc. Network For Smart Grid • SMARTGRIDS: Smart Grids European Technology Platform Bu gruplara ülkeler yukarıdaki hedeflere yönelik katkı sağlamakla birlikte konular üzerinde çalışan uzmanların bir araya gelmesinin bir başka amacı ise, ilgili konularda Avrupa Birliği Çerçeve Program (AB-ÇP)’ları projelerine ortak olarak katılabilmek ve ileride yine bu programlar için açılacak çağrılara önceden hazırlanmaktır. Massachusetts Institute of Technology (MIT) bu konuda detaylı bir AB ve Avrupa haricinde Çin, Güney Kore, Kanada ve Avustralya’da akıllı şebekeler ile yakından ilgilenmeye başlamıştır [8]. Avustralya hükümeti iletim sisteminin modernizasyonu için 100 milyon dolar bütçe ayırmıştır. çalışma yaparak Elektrik Şebekesinin Geleceği İçin Çalışmalar (Study On The Future Of The Electric Grid) başlıklı bir rapor hazırlamıştır [7]. Bu çalışmada Amerika Birleşik Devletleri’nin gelecekteki elektrik şebekesinin nasıl olması gerektiği ve bu konuda yönetmeliklerden, tüketici beklentilerine ve teknolojilere kadar pek çok konuda öneriler bulunmaktadır. Üzerinde çalışması önerilen konular aşağıda sıralanmıştır. • Federal Enerji Düzenleme Komisyonlarının Çalışmaları, • Özerk olarak kurulacak bir kurulun siber saldırılara karşı alınacak önlemler ve yöntemleri belirlemesi, • Şebekenin etkinliğini arttırmak için ileri sayaç okuma tekniklerinin arttırılması, • Enerji tasarrufu ve dağıtık üretimin arttırılması için tüketici ve üreticilere uygulanacak teşvik mekanizmalarının detaylandırılması • Elektrik sanayisinde yeni teknolojileri etkin kılmak için Ar-Ge fonlarının arttırılması, • Karmaşık ve dinamik bir ortamda karar mekanizmalarının olumlu karar verebilmesi için uygulamalı akıllı şebeke projelerinin gerçekleştirilmesi. AB ve Avrupa haricinde Çin, Güney Kore, Kanada ve Avustralya’da akıllı şebekeler ile yakından ilgilenmeye başlamıştır [8]. Avustralya hükümeti iletim sisteminin modernizasyonu için 100 milyon dolar bütçe ayırmıştır. Mayıs 2009’da Çin ülke geneli için akıllı şebekeler yol haritasını açıklamıştır. 2008 yılı Ağustos ayında Güney Kore devlet başkanı ülkenin emisyon hedefleri için açıklama yaparken karbon salınımının azaltılması konusunda akıllı şebekelerin önemini vurgulamıştır ve 2009 yılında Güney Kore’de Kore Akıllı Şebeke Enstitüsü kurulmuştur. REFERANSLAR [1] A. A. B. Z. Abidin, A. K. Ramasamy, F. H. Nagi, I. B. Z. Abidin, ; Determination of overcurrent time delay using fuzzy logic relays, Innovative Technologies in Intelligent Systems and Industrial Applications, 2009. CITISIA 2009 [2] “Smard Grids Technology Roadmaps”, International Energy Agency, 9 rue de la Fédération, 75739 Paris Cedex 15, France, www.iea.org, OECD/IEA, 2011 [3] C.Şahin, A.Nadar, “Akıllı Dağıtım Otomasyonu Sistemi”, Elektrik - Elektronik - Bilgisayar Mühendisliği Sempozyumu ve Fuarı, ELECO’2010, IEEE ISBN: 978-1-42449588-7, page(s): 123 [4] C.Emiroğlu, K.Tanrıöven, F.Akbulut, “Elektrik Dağıtım Sistemlerinde GIS Uygulamaları”, TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, Ulusal Coğrafi Bilgi Sistemleri Kongresi, 30 Ekim –02 Kasım 2007, KTÜ, Trabzon [5 A. Nadar., “Elektronik Sayaç Uygulamaları ve Sorunları”, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Dergisi, Sayı: 411, Aralık 2001, Türkiye [6] A.Nadar, B.Sanlı, “Akıllı Şebekeler İçin Arge ve Güvenlik. Düzleminde. Türkiye İçin Öneriler”. ICCI 2012, Nisan 2012, İstanbul [7] Study on the Future of the Electric Grid, http://web.mit.edu/mitei/research/studies/ the-electric-grid-2011.shtml, ISBN 978-0-9828008-6-7 [8] B.Sanlı, A.Hınç, “Paydaşların Bakış Açısıyla Akıllı Şebekeler ve Türkiye İçin Yol Haritası Önerisi” http://www.barissanli.com/ Eylül - Ekim 2012 63 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ Doç. Dr. Şakir ŞAHİN S.D.Ü Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Müh. Öğr. Gör. İbrahim GENÇ S.D.Ü Yalvaç Meslek Yüksek Okulu, Elektrik ve Elektronik Müh. Yrd. Doç. Dr. Erkan DİKMEN S.D.Ü Teknoloji Fakültesi, Enerji Sistemleri Müh. Öğr. Gör. İsmail İlke KÖSE S.D.Ü Yalvaç Teknik Bilimler Meslek Yüksek Okulu, Makine Bölümü TÜRKİYE’DE YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARI POTANSİYELİ Y Dünyada çevre kirliliği ile ilgili problemler arttıkça yenilenebilir enerji kaynaklarının önemi artmış ve bunlarla ilgili çalışma da destek görmeye başlamıştır. Diğer yandan fosil yakıtların insan sağlığına verdiği zararlar ile nükleer enerji kaynaklarının toplumsal, çevresel ve ekonomik açıdan oldukça maliyetli olması nedeniyle yenilenebilir enerji kaynaklarının değerlendirilmesi yoluna gidilmektedir. apılan çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre 2025 yılına kadar dünyada üretilen toplam elektrik enerjisinin yaklaşık %10-15’lik bölümünün yenilenebilir/alternatif enerji kaynaklarından karşılanacağı tahmin edilmektedir. Bu çalışmada Türkiye’nin sahip olduğu yenilenebilir enerji kaynakları incelenerek, mevcut durum ve sahip olunan potansiyeli daha verimli olarak kullanabilme imkânları ortaya konulmuştur. Ülkemizde bulunan yenilenebilir enerji kaynaklarının potansiyeli araştırılarak ülkemize olan katkısı ortaya konulmuştur. Ortaya çıkan sonuçlara göre enerji sorununun çözüm yollarına ilişkin önerilerde de bulunulmuştur. tadır. Gelişmiş ülkelerle rekabet edebilirliğimizi yükseltmenin koşulu yeni teknolojiler geliştirerek yenilenebilir enerji potansiyelimizi ekonomimize katma değer değer sağlayacak şekilde geliştirmektir. Yapılan araştırmalar yenilenebilir enerji sektörünün tüm diğer enerji sektörlerine kıyasla en fazla istihdam yaratan sektör olduğunu göstermektedir. Hayatımızda önemli bir yer tutan enerji hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin en önemli ihtiyacı haline gelmiştir. Günümüzde enerji üretim ve tüketimi, ülkelerin gelişmişlik derecesini belirleyen bir ölçüt olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde enerji yalnızca ekonomik bir güç olmaktan çıkarak uluslararası platformda ülkelerin hem rekabet gücünü hem de siyasi ve ekonomik hâkimiyetini belirleyen bir kaynak olarak kendini göstermektedir. Bu bağlamada enerjinin güvenliği, temin edilebilir olması, sürdürülebilirliği ve erişim kolaylığı ülkeler için büyük önem arz etmektedir. 1. GİRİŞ T. C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, yenilenebilir enerjiyi “Doğanın kendi evrimi içinde bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağı” olarak tanımlanmaktadır. Rüzgâr, jeotermal, güneş, hidroelektrik, biokütle, dalga gibi enerjiler bu yönüyle yenilenebilir enerji sınıfındadır. Bu kaynakların çevre dostu olması, dışa bağımlığı azaltması, istihdamı artırıcı bir etkisinin olması en büyük özellikleridir. Türkiye potansiyeli yüksek olmasına rağmen teknolojik yetersizlikler, bürokratik engeller, gereken teşviklerin sağlanamayışından ötürü bu kaynaklardan etkin bir şekilde faydalanamamak64 Mimar ve Mühendis 2. YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARI ve BU ENERJİ KAYNAKLARININ TÜRKİYE’DEKİ DURUMU Yenilenebilir enerji, “doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağını” ifade etmektedir. Yenilebilir enerji kaynakları jeotermal, rüzgâr, güneş, hidroelektrik, dalga enerjisidir. 2.1. Jeotermal Enerji ve Türkiye’deki Durumu Yerküre ısısı olarak da tanımlanan jeotermal enerji, yerkabuğu içinde erişilebilir derinliklerdeki geçirimli kayaçların içinde bulunan ısı enerjisidir. Isı sıcaklığına göre, jeotermal enerji çeşitli alanlarda kullanılabilmektedir. Enerji kaynağı olarak jeotermal enerji, elektrik üretmede 1913’ten bu yana kullanılmaktadır (Demirbaş, 2009). Jeotermal enerjiyi kullanma terimi, yüzme, banyo, balneoloji (yüzde 42), alan ısıtma (yüzde 35), seralar (yüzde 9), balık çiftliği (yüzde 6) ve endüstride (yüzde 6) kullanımları içerir. 2000 yılında jeotermal kaynaklar 80’den fazla ülkede tanımlanmıştır ve 58 ülkede jeotermal enerjiden faydalanıldığı kayıtlara geçmiştir. Şekil 1’de ülkemizdeki jeotermal sahalar görülmektedir. Ülkemizdeki jeotermal enerji potansiyeli oluşturan sahalar Batı Anadolu’da (yüzde 77,9) yoğunlaşmıştır. Bu bölgedeki enerji potansiyelinin sadece yüzde 13’ü, diğer bir deyişle 4.000 MW’a kadar olan kısmı kullanmaktadır. Şekil 1. Türkiye Jeotermal Haritası 2.2. Rüzgâr Enerji ve Türkiye’de Rüzgâr Enerjinin Durumu Rüzgâr, güneşin yeryüzündeki farklı yüzeylerin, farklı hızlarda ısınıp soğumasıyla oluşmaktadır. Rüzgâr, yel değirmenlerinin milini döndürmede, yelkenli gemilerin yüzdürülmelerinde, su pompalama sistemlerinde kullanılmıştır. Rüzgâr enerjisinin temiz ve sınırsız bir kaynak özelliğine sahip olması, girdinin ücretsiz oluşu, enerji arzını çeşitlendirerek enerji güvenliği sağlaması, dış kaynaklı yakıt ithaline ihtiyaç duymaması, üretim tesislerinin çok çabuk inşa edilebilmesi ve tesisin kurulduğu alanda tarım ve sanayi faaliyetlerinin de yürütülebilmesi gibi çok sayıda sağladığı avantajdan ötürü bu sektöre ülkemizin hızlı bir şekilde yatırım yapılması gerekmektedir. Ayrıca rüzgâr türbinlerinin kurulumu ile kırsal alanda önemli istihdam sağlanmış olunur. Rüzgâr enerjisinden elektrik enerjisi üreten sistemler bu yüzyılın başlarında tesis edilmeye başlanmış ve 1910 yılına kadar 5 ile 25 kW lık güçler üretebilen tesisler hizmete girmiştir. Şekil 2’de ülkemiz orta şiddette rüzgâr hızlarına sahip geniş bölgeler ve rüzgâr gücü yoğunluğu iç bölgelerimizde artmaktadır. Şekil 2. Türkiye Rüzgar Atlası (MGM) Kaynak: http://www.mgm.gov.tr/arastirma/yenilenebilir-enerji.aspx?s=ruzgaratlasi Eylül - Ekim 2012 65 DOSYA: ENERJİ MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ 2.3 Güneş Enerji ve Türkiye’de Güneş Enerjinin Durumu En büyük yenilenebilir enerji kaynağı olan güneş, çekirdeğinde yer alan füzyon süreci ile ortaya çıkan ışıma ile enerjisini oluşturmaktadır. Güneşin 150 milyon km öteden dünyaya ulaşan çok küçük bir kısmı bile, tüm dünyadaki mevcut kaynakları kullanarak oluşturabilecek olan enerjiden kat kat fazladır. Ülkemiz coğrafi konumu itibariyle, güneş ışınlarını oldukça iyi bir şekilde alabilmektedir. Güneşlenme süresi saatlik veriler itibari ile en yüksek olan bölgemiz 3016 saatlik yıllık ortalama güneşlenme süresi ile Güneydoğu Anadolu bölgesidir. Bu bölgemizi sırasıyla Akdeniz, Ege, İç Anadolu, Doğu Anadolu, Marmara ve son olarak da 1966 saat güneşlenme süresi ile Karadeniz bölgesi izlemektedir. Güneş enerjisi ile elektrik üretimi için kullanılan fotovoltaik panellerin gelişmeleri ile verimleri yüzde 20’lere ulaşmıştır. Şekil. 3‘te güneş potansiyel haritası görülmaktedir. Şekil 3. Güneş Potansiyel Haritası (http://www.teknodan.com.tr/download/roportaj.pdf) 2.4. Hidroelektrik Enerji ve Türkiye’de Durumu Hidroelektrik enerji, suyun potansiyel enerjisinin kinetik enerjiye dönüştürülmesi ile elde edilmektedir. Ülkemizdeki mevcut yağış miktarları ve akarsularımızın durumu göz önüne alındığında bu enerji kaynağından güvenilir olarak tam kapasite ile yararlanma oranımız yaklaşık yüzde 75 dolaylarında olabilecektir. Ekonomik olarak yararlanılabilir hidroelektrik potansiyel ise, bir akarsu havzasının hidroelektrik enerji üretiminin ekonomik optimizasyonunun sınır değerini gösteren, gerek teknik açıdan geliştirilebilmesi mümkün gerekse de ekonomik yönden tutarlı olan tüm hidroelektrik projelerin toplam üretimi olarak tanımlanabilir. Türkiye’de teknik yönden değerlendirilebilir hidroelektrik enerji potansiyeli 216 milyar kWh civarındadır (Elektrik İşleri Etüt İdaresi). Hidroelektrik santrallerin üretimi, yağış koşullarına bağımlı olduğundan her yıl toplam üretim içindeki payı değişim göstermekle birlikte, Türkiye’de elektrik enerjisinin yaklaşık yüzde 20-30’u sudan üretilmektedir. Bu açıdan mevsimin beklentilerin altında bir yağış ile kapanması bu alanda enerji üretimini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. 2.5. Dalga Enerji ve Türkiye’de Durumu Deniz dalga enerjisi, deniz akıntıları enerjisi ve med-cezir enerjisi olarak tanımlanabilmektedir. Ülkemizin Marmara hariç açık deniz kıyı uzunluğu yaklaşık 8210 km’dir. Turizm, balıkçılık gibi nedenlerle en fazla 5’te 1 oranında kullanılabilir ve yıllık olarak 18.5 TWh/yıl düzeyinde bir enerji elde edilebilmektedir. Mersin, Antalya ve Ege’deki denize dik yamaçlar deniz suyundan elektrik üretimi için en verimli alanlar olarak ön plana çıkmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu denizlerdeki dalga oluşumları ve özellikleri bakımından en iyi alanının Karadeniz kıyı şeridi olduğu bilinmektedir (www.enerji.gov.tr). Elektriğin üretim ve tüketim yerinin birbirine çok yakın olması ekstra harcamaları karşılayacağı gibi 66 Mimar ve Mühendis iletim konusunda da büyük kazanç sağlanmış olacaktır. 3. SONUÇ ve ÖNERİLER Gelişmekte olan ülkemizde, gerek nüfus gerekse de ticari potansiyel hızla artmaktadır. Enerjinin en büyük rekabet nedeni olduğu günümüzde, ülkeler sahip oldukları kaynakların yeterli olmadığının farkındadır. Enerji kaynakları bakımından dışa bağımlı ülkeler kategorisinde yer alan ülkemiz, bu durumun beraberinde getirmiş olduğu ekonomik bozukluk, cari açık, istihdam sorunu, küresel alanda rekabet eksikliği gibi pek çok sorunlarla karşı karşıyadır. Sonuç olarak sürdürülebilir bir yaşam için kaynakların sürdürülebilirliğinin yanında yenilenebilir olması şarttır. Gelecek nesillere temiz ve kullanılabilir bir dünya bırakmak ve temiz toplum hedefine ulaşmak için sürdürülebilir ve yenilenebilir kaynakların kullanılmasının teşviki sağlanmalıdır. Özellikle ülkemizde son yıllarda verilen teşvikler kullanılmalıdır. KAYNAKLAR Demirbaş, A., (2009), Green Energy and Technology, Biohydrogen Future For Engine Fuel Demands, London, Springer. Demirtaş, S., (2010), web.ogm.gov.tr/birimler/merkez/egitim/.../AB.../sibeldemirtas.pdf, s.17. Türkiye Jeotermal Haritası, http://www.limitsizenerji.com/multimedia/tuerkiye- jeotermal-haritası Türkiye Rüzgar Atlası: http://www.dmi.gov.tr/2006/arastirma/arastirma arastirma. aspx?subPg=107&Ext=htm Türkyılmaz, O., (2008), “Türkiye’nin Yerli ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Mühendis ve Makine Dergisi, 576, 52-64. Turan, S., (2006), “Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Konya Ticaret Odası Dergisi, Web erisim, 19.07.2010, www.kto.org.tr/tr/dergi/dergiyazioku.asp?yno=700&ano=61 Elektrik işleri Etüt idaresi Genel Müdürlüğü, www.eie.gov.tr/turkce/yek/hes/proje/turkeyhidro.doc T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 2012 Verileri, internet Erişim: www.enerji.gov.tr. 4. Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi 15-16 Kasım’da Atık Sektörünü Buluşturuyor Dünyada ve Türkiye’de hayati önem taşıyan ve hızla büyüyen bir sektör haline gelen atıkların geri dönüşümü, ekonomiye tekrar kazandırılması ve bu konudaki teknolojiler, 15-16 Kasım tarihlerinde WOW Convention Center, Yeşilköy - İstanbul’da düzenlenecek olan IWES 2012 - 4. Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi’nde tartışılacak. S empozyum Başkanlığı’nı TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya’nın yaptığı IWES 2012-Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi, her geçen yıl daha da büyüyerek, 2 bine yakın ziyaretçisi ve profesyonel bilgi ağı ile dördüncü kez kapılarını açıyor. IWES 2012 Atık Teknolojileri Sempozyumu ve Sergisi bu yıl KOSGEB desteği ile daha çok firmaya bu seçkin ortamda yer alma fırsatı sunacak. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelecek belediye, bakanlık ve özel sektör yetkilileri ile Türk yetkililer karşılıklı bilgi alışverişinde bulunma fırsatı da yakalayacaklar. Neden IWES? • Hafta içi iki gün olan bu özel sempozyumda firmalar hem sunum yapma şansı buluyor, hem de açtıkları standlar ile ziyaretçilere teknolojilerini ve kendilerini tanıtma fırsatını yakalıyor. • Kamu-özel sektör ve akademik çevreden üst düzey yetkililerin bir arada bulunacağı profesyonel ve VIP bir platform. • Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın organize ettiği ve Atık Yönetimi konusunun tüm boyutuyla ele alındığı “Sektör Buluşmaları” gerçekleştiriliyor. • Türk Dünyası Belediyeler Birliği ve Türkiye Belediyeler Birliği katılımı ile seçkin bir iş ortamı sağlanıyor. • Marka değerinize güç katabileceğiniz başarılı bir organizasyon. • Yurtiçi ve yurtdışından katılımcılarla potansiyel müşteri görüşmeleri olanağı. • Yatırımcılar arasında işbirliği fırsatları. > Ayrıntılı bilgi için: www.iwes.com.tr IWES KONULARI VE ÜRÜN GRUPLARI 1. Belediye Atıkları Yönetimi - Belediye Atıklarının Lojistiği (Toplama, Nakliye, Optimizasyon, Aktarma İstasyonları) - Ambalaj Atıklarının Yönetimi (Üreticinin Sorumluluğu, Yerel Yönetimler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kaynağında Ayrıştırma Lisanslı Toplama Firmaları) - Belediye Atıklarının Bertarafı • Düzenli Depolama • Organik Atıkların Kompostlaştırılması • Çöp Gazından Enerji (Depolama Sahaları ve Arıtma Tesislerinde Elde Edilen) • Biyogaz-Biyometanizasyon (Anaerobik Fermantasyon) • Biyodizel • Biyoetanol • Termal Bertaraf - Yakma - Gazifikasyon - Piroliz - RDF/SRF - Atıktan Türetilmiş Yakıt - Vahşi Depolama Sahalarının Rehabilitasyonu - Cadde Temizliği ve Kış ile Mücadele • • • • • • • Atık Envanteri, Toplama, Nakliye, Ambalajlama, Sınıflandırma/Ayrıştırma, Atık İhracı) Endüstriyel Atık Bertarafı Evsel Nitelikli Endüstriyel Atıkların Bertarafı Tehlikeli Endüstriyel Atıkların Bertarafı Yakma ve İlave Yakma Lisansı Almış Tesisler Atık Borsası Depolama Geçici Depolama Düzenli Depolama 5. Tıbbi Atıkların Yönetimi - Tıbbi Atık Lojistiği (Toplama,Nakliye, Sınıflandırma) - Hastane Yönetiminde Tıbbi Atık Yönetminin Önemi - Tıbbi Atıkların Bertarafı • Depolama • Yakma • Sterilizasyon • Buhar Otoklav • Mikrodalga ve Işınlama 2. Atık Su Yönetimi - Atık Su ve Çöp Sızıntı Sularının Arıtımı (Endüstriyel ve Evsel Atık Sular, Yeni Teknolojiler ve Uygulamalar) - Arıtma Çamurlarının Yönetimi - Biyolojik-Mekanik Arıtmalar 3. Deniz Kaynaklı Atıkların Yönetimi - Gemi Atıklarının Toplanması ve Bertarafı - Deniz Temizliği • Kıyı • Deniz Yüzeyi • Dip tarama - Atık Kabul Tesisleri (Susuzlaştırma, Gazsızlaştırma, Bertaraf ve Geri Kazanım Opsiyonları) - Kaza ve/veya Acil Durum Yönetiminde Atık Boyutu 6. İnşaat ve Hafriyat Atıklarının Yönetimi - Toprak Kirliliği ve Yönetimi - Kentsel Dönüşüm Projelerinde İnşaat Atıklarının Yönetiminin Önemi - Düzenli Depolama - Geri Dönüşüm • Nebati Toprakların Geri Kazanımı • İnşaat ve Yıkıntı Atıkları (Kırıcılar, Serme, Elleçleme vb. Ekipmanlar) 4. Sanayi Atıklarının Yönetimi - Atık Lojistiği (Endüstriyel ve Tehlikeli 7. Özel Atıklar - Ömrünü Tamamlamış Lastikler - Ömrünü Tamamlamış Araçlar Atık Pil ve Aküler Elektronik Atıklar ve Geri Dönüşümü Bitkisel Yağ ve Madeni Yağların Yönetimi ve Geri Kazanımı 8. Ölçme, Kontrol ve Laboratuar Teknolojileri - Endüstriyel Kirlilik ve Toz Yönetimi - Koku Yönetimi - Gürültü Ölçümü - Emisyon Ölçümü - Laboratuarlar - Otomasyon Çözümleri ve Yazılımlar 9. Finansman ve Risk Yönetimi Proje Finansmanı, Risk Yönetimi, Çevre Sigortaları, PPP- Kamu –özel Ortak Girişimleri, Uluslar Arası Fonlar, IPA, EBRD, Dünya Bankası vb. Karbon Piyasaları, Yerel Yönetimlerin Finansmanı, Çevre Teknolojilerine Yatırım Olanakları 10. Mevzuat ve Uyumlaştırma AB Çevre Faslı Uyumlaştırma ve Uygulama Çalışmalarında İlerlemeler, İlgili Yürürlükteki Mevzuat ve Yeni Yönetmelikler, Standartlar 11. Biyoteknolojiler ve Termal Bertaraf Teknikleri Kompostlaştırma, Biyo kurutma, Stabilizasyon, Anaerobik ve Aerobik Fermentasyon / Biyometanizasyon Teknolojileri, Katalitik Dönüşüm, Termo Kimyasal İşlemler 12. Yerel Yönetimlerin Çevre Sorunları Ambalaj Atıkları Kontrol Yönetmeliği (Belediyeler) Atık Toplama Merkezleri Bilinçlendirme, Eğitim 13. Tarım ve Hayvancılık Sektörü Atıkları Büyükbaş Besi Çiftlikleri, Seralar, Kanatlı Sektörü, Çiftlik Atıkları, Atık Yönetimi ve Atıktan Enerji Üretimi İmkanları GEZİ KONYA MEVLANA TÜRBESİ Selimiye Camii / II. Selim Kütüphanesi Üçlemesini Yeniden Okuma Denemesi; Bu yazıda farklı dönemlerde yapılmış olan Mevlana Türbesi, Selimiye Camii ve II. Selim Kütüphanesi’nin birbirleri ile ilişkisini bugün yeniden okuma yapmaya veya bana bugün hissettirdiklerini ifade etmeye çalışacağım. > YAZI ve FOTOĞRAF: AHMET YILMAZ T arihi çevrede nasıl bina yapmalıyız veya biz bugün nasıl bina yapmalıyız? sorusunu sürekli kendime soran birisi olarak farklı zaman dilimlerinde yapılmış yan yana yapıları incelemeye ve okumaya çalışıyorum. Bu deneme de bunlardan birisi olacaktır. Başlıktan da anlaşılacağı gibi farklı zaman aralıklarında yapılmış üçlü yapı grubundan bahsediyoruz. I. yapı; Mevlana Türbesi olarak bilinen, bugün müze olarak kullanılan ve 13. yy ile 14 yy. da esas kimliğine kavuşan, ancak 20. yy’a kadar sürekli yenilenen ve ekler yapılan ve egemen örtüsü turkuaz renkli çinilerle kaplı simgesel yapıdan bahsediyoruz. Yapı/yapılar topluğu temel olarak Selçuklu döneminde başlamış ve simge haline gelmiş yeşil kubbesi (turkuaz) 14. yy da tamamlanmıştır. Yapının en önemli mimari simgesi silindirik dilimli yeşil kubbesidir ve hem renk (turkuaz) hem de malzemesi (çini) ile Orta Asya geleneğini temsil eder. Ayrıca renk ve malzeme ile Mevlana’nın geldiği Orta Asya ile bağ kurmak istendiği düşünülebilir. Yapının kültürel bakımdan önemi; dini ve tasavvufi merkez/odak olma özelliğidir. Mevlana deyince ilk akla gelen Selçuklu/Konya/tasavvuf/ ve yeşil kubbedir. Mevlana türbesinin bugün olduğu gibi 15. ve 16. yy’da da önemli merkez olma özelliğini taşıdığını düşünüyorum. II. yapı; 16. yy’da (1565) Mimar Sinan tarafından (ihtilaflı), Mevlana Türbesi’nin hemen yanına yapılmış Selimiye Camiidir. Cami keskin hatları ve geometrisi ile tam klasik 70 Mimar ve Mühendis biçimde şekillendirilmiş. Mevlana türbesinin dilimli yeşil silindirik formu burada taşıyıcı ayak olarak kullanılmış. Ayrıca dilimli ayak yine dilimli bir kaide üzerinde yükseliyor. Gördüklerimiz bizi daha fazla incelemeye sevk ediyor ve bakmaya devam ediyoruz. Bir şeyler bulmak için değil, hissettiklerimizi algılamak için. Ve minber külahı! Mermer minber üzerine Mevlana Türbesi’nin simgesel yeşil dilimli külahı kondurulmuş. Bu külahı Sinan mı koydu bilmiyorum. Ancak algıladıklarım ve gördüklerim onun koymuş olabileceği hissini güçlendirdi. Yani Sinan hem Mevlana’yı hem de Selçuklu sanatını bize iç mekânda hatırlatıyor. Belki yabancılık çekmememiz için belki de Konya’da olduğumuzu içerde bize hatırlatmak için. Ne de olsa misafiriz Konya’da. III. yapı; kıble yönüne göre sağ kanatta Orta mekândaki taşıyıcı iki ayak, Sinan yapılarında daha önce hiç görmediğim abartılı biçimde şekillendirilmiş. Mevlana türbesinin dilimli yeşil silindirik formu burada taşıyıcı ayak olarak kullanılmış. caminin ön duvarına yakın bir yapı dikkatimizi çekiyor. Yapının Sinan dönemi yapısı ile aynı dönemde yapılmadığı belli… Binaya yapışık köşeler hafif yuvarlatılmış, pencere ve söveler klasik döneme ait değil. Daha geç dönem olduğunu anlıyoruz hemen (daha kitabeyi okumadık). Yapı camiye yapışmış ancak cami ana kütlesinin/zemine yakın ilk Osmanlı mimarisini yansıtmaktadır. Selçuklu başkentine Mevlana’nın hemen yanı başına yaklaşık 200 yıl sonra yapılmış mimari eserdir. çıkan aslan postu denen mermerle, Selçuklu kademe gövde silmesini geçmeyen bir yük- taç kapısı anlayışı ile biçimlendirilmiş. Mih- seklikte bitiyor ve ekleme bizi rahatsız etmi- rabı çepeçevre saran baklavalı friz klasik yor. Kitabeyi okuyoruz ve 18. yy’da, 1795 Osmanlı sütun başlıklarında ve mukarnasla- yılında, yaklaşık II. yapıdan (camiden) 200 yıl rında kullanılan desen burada daha sığ ola- sonra yapılmış bir kütüphane yapısı olduğunu II. yapı okumaları; Dışarıdan bakıca yapıda ne görüyoruz; Osmanlı klasik dönemin tüm unsurlarını bünyesinde barındırmasını. Yani burası Selçuklu başkenti ve Mevlana’nın yanı diye Selçuklu taç kapısı ve mimari anlayışı dışarıya yansıtılmamış. Kendi dönemini hissettiriyor hatta haykırıyor. Ancak ne var yapıda, saygı...! Nasıl; ölçekle, malzemeyle ve kendinden öncekine nispetle. Yapının içine giriyoruz. Yine klasik Osmanlı mekân anlayışını yansıtmakta ve ayrıca Sinan, son dönemlerinde çokça kullandığı sekizgen plan şemasını bu yapıda da kullanmış. Gözlerim içerde gezinirken mihraba takılıyor. Mihrap Koyu gri tonda Konya yöresinde rak kullanılmış. Mihrapta, desen (baklavalar) öğreniyoruz. Osmanlı üslubunda, şema ise Selçuklu taç Yine yapının mimarisine baktığımızda ne kapı anlayışında biçimlendirilmiş. Yani mih- Selçukluyu, ne de klasik Osmanlıyı göremi- rap etrafındaki sürekli süslemede Selçuklu döneminde olduğu gibi nebati veya kufi yazı kullanılmamış. Hatta mihrapta yazı hiç kullanılmamış. Ayrıca mekânın içine girince Sinan Konya’yı/Selçukluyu ve Mevlana’yı hatırlatıyor. Daha doğrusu nerede olduğumuzu hatırlatıyor. Bunları düşünürken tekrar gözlerimiz gezinmeye başlıyor ve başka bir yoruz. Tam tamına kendi şahsiyetiyle kendi dönemini yansıtıyor. Ancak bunu yaparken ne kendi varlığını ne de kendinden öncekilerin varlığını yok saymak veya öne çıkmak gibi bir zorlamaya ihtiyaç duymadan gösterebilmeyi başarıyor. Bugün bu yapıları görüp okumaya anlamaya şey gözümüze takılıyor. çalışırken biz nasıl yapmalıyız sorusunu sormaya devam ediyorum. Bu yapılar gibi daha Orta mekândaki ayaklar; çok örnekler vardır mutlaka ancak ben bugün Orta mekândaki taşıyıcı iki ayak, Sinan yapı- öğrenmeye belki de bu denli görmeye/algıla- larında daha önce hiç görmediğim abartılı maya açık değildim. Eylül - Ekim 2012 71 RESTORASYON ULUS ANKARA KENT MERKEZİ ANKARA ULUS TARİHİ KENT MERKEZİNDE YAPILAN RESTORASYON ÇALIŞMALARI Bütün dünyada tarihi ve kültürel değerlerine sahip çıkan toplumlar gelişmiş toplumlar olarak görülmüştür. Kendi köklerine dair bilgi ve bulgu elde etmek insanoğlunun her zaman ilgisini çekmiştir. Geçmişten gelen izler ya da bulgular, kendimizi veya diğer medeniyetleri daha iyi anlamamıza ve tanımamıza yardımcı olmuştur. Nerden gelip nereye gittiğimiz hakkında bizlere ışık tutmuştur. K > YUNUS ALUÇ / Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı > BALAMİR GÜNDOĞDU / Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı uşkusuz hepimizin ortak paydası olan dünya, var olduğundan bugüne kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. Medeniyetlerin yaşadığı topraklar birçok kez el değiştirmiş ve her kurulan medeniyet kendi tarihi ve kültürel değerlerini bırakarak aramızdan ayrılmışlardır. Bizlere düşen onların bıraktığı değerlere sahip çıkmak ve gelecek nesillere aktarmaktır. Günümüzde, özellikle yerel siyaset adamlarının tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkma arzusunun günden güne arttığını görmekteyiz. Onlar, yaşadıkları kent72 Mimar ve Mühendis leri uluslararası boyuta taşımak ve dünya ölçeğinde marka olmak için mücadele vermektedir. Kuşkusuz bunun yapılabilmesinin pek çok yolu olabilir ancak en önemlisi kentin sahip olduğu tarihi ve kültürel değerlere sahip çıkılması ve onların uluslararası düzeyde tanıtılmasıdır. Batılı birçok kent bunu başarmış ve kentleriyle para kazanır hale gelmişlerdir. Hatta bazı tarihi eserler o denli marka haline gelmiştir ki bazen bulunduğu kentlerin dahi önüne geçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başkenti olan Ankara, birçok medeniyete ev sahipliği yap- mış kökleri Helenistik döneme kadar uzanan tarihi bir kenttir. Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar vs. bunlardan bazılarıdır. Ankara’da her medeniyete ait birden fazla tarihi eseri bulmak mümkündür. Saymakla bitmeyecek derecede tarihsel ve kültürel varlığa sahip olan başkentte, tarihi eserlere yönelik birçok çalışma Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından projelendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Ankara, 5 milyona yakın nüfusa, 25 adet merkez ilçeye, 14 adet üniversiteye, 44 adet müzeye, 26 adet tiyatroya, 39 adet kütüp- haneye, 146 adet sinema salonuna, 584 adet sit alanına ve 1927 adet tescilli kültür ve tabiat varlığına sahip olan metropol bir kenttir. Cumhuriyetin ilanı ve Ankara’nın başkent oluşu ile birlikte Ulus’un önemi daha da artmış, I. ve II. Meclis Binaları, bankalar ve kamu yapılarının yapılmasıyla, Hacıbayram ve çevresi daha cazip hale gelmiştir. Dönemin milletvekilleri ve ileri gelenlerinin ikamet ettiği Hacıbayram ve çevresi, tarihi Ankara Evleri’nin yoğun olarak bulunduğu bir bölge olmasının yanı sıra Hacıbayram Veli Camii’nin sağladığı manevi bir çekim alanı olma özelliğini korumuştur. Hacıbayram ve çevresinin sit alanı olarak belirlenmesi sonrası; kentin yeni gelişen modern konut alanlarına doğru gelişim göstermesi sonucu Hacıbayram Mahallesi düşük gelir grupları tarafından ikamet amaçlı kullanılmaya başlamıştır. Bu da yapılara gerekli onarımları yapma gücüne sahip olmayan kullanıcılara ek olarak ortaya çıkan plan ve mülkiyet sıkıntıları da bölgenin zamanla çöküntü alanına dönüşmesine neden olmuştur. Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırları içersinde bulunan Ulus bölgesinde 120 hektarlık bir alan Bakanlar Kurulunca 2010 yılında “Yenileme Alanı” olarak ilan edilmiş ve koruma altına alınmıştır. Büyükşehir Belediyesi bu alandaki planlama, röleve, restitüsyon, restorasyon ve sokak sağlıklaştırma çalışmalarını hızla sürdürmektedir. Ankara’nın bir “Kültür ve Turizm Bölgesi” olması için mücadele verilmektedir. Hacıbayram ve çevresinden başlatılan restorasyon çalışmaları, avizeciler çarşısı olarak da bilinen Güvercin Sokak, Hisarpark Caddesi ve Kale İçi’nde devam etmektedir. Bu bölgeye ilişkin Koruma Amaçlı İmar Plan Çalışmaları bir taraftan yürütülürken, bölgedeki tarihi ve korunması gereken binaların ve sokakların projelendirilmesine ilişkin çalışmalar yüzde 80 oranında tamamlanmıştır. Hacıbayram Camii Restorasyon Çalışmaları; Kültür Varlıkları Yenileme Koruma Kurulu’nun 30.04.2009 tarih ve 340, 25.06.2009 tarih ve 374 sayılı kararları ile Hacıbayram Camisi’ne ait röleve ve restitüsyon projeleri ve 26.02.2010 tarihinde ise restorasyon projeleri onaylanmıştır. Ankara Büyükşehir Belediyesince Camisi’nin restorasyonu 14.02.2011 tarihinde 12 aylık bir çalışma sonucu tamamlanmıştır. Daha önce 1800 olan kapasite 4500 kişiye çıkarılmıştır. Camii, açık alanla birlikte 8000 kişinin aynı anda ibadet edebildiği bir duruma gelmiştir. Havuz ve Abdesthane Projeleri; Agustus Tapınağının karşında bulanan alana yapılan yansıma havuzu ve abdesthanelere ilişkin projeler koruma kurullarından geçirilmiş ve Ankara Büyükşehir Belediyesince yapımı tamamlan- Ankara’da her medeniyete ait birden fazla tarihi eseri bulmak mümkündür. Saymakla bitmeyecek derecede tarihsel ve kültürel varlığa sahip olan başkentte, tarihi eserlere yönelik birçok çalışma Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından projelendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Eylül - Ekim 2012 73 RESTORASYON ULUS ANKARA KENT MERKEZİ Ankara Büyükşehir Belediyesi sınırları içersinde bulunan Ulus bölgesinde 120 hektarlık bir alan Bakanlar Kurulunca 2010 yılında “Yenileme Alanı” olarak ilan edilmiş ve koruma altına alınmıştır. Hacı Bayram Veli Camii bölgesi bu alana en güzel örnektir. mıştır. Alana görsel açıdan büyük bir zenginlik kazandıran havuz vatandaşların çok büyük ilgisini çekmektedir. Abdesthane ve tuvaletler ise görenleri hayrete düşürecek kadar kullanışlı ve temizdir. Yürüyen merdivenleri, sıcak ve soğuk suları, avizeleri, mermer taşları, süs havuzları, son derece kaliteli malzeme ve işçilik ile Hacıbayram ismine yakışır hale getirilmiştir. Augustus Tapınağı Güçlendirme Projesi; Bugün Hacıbayram Camii bitişiğinde bulunan tapınak, Frig Tanrıları Men ve Kybele kutsal yapısının bulunduğu yere inşa edilmiştir. Roma İmparatoru Augustus (M.Ö.27-M.S.14) ölümünden 16 ay önce Veslu Rahibeleri’ne dört belge teslim eder bunlardan biri vasi74 Mimar ve Mühendis yetnamesi, ikincisi cenaze töreni ile ilgili buyrukları, üçüncüsü imparatorluğun parasal ve askeri durumu ile ilgili kayıtlarını kapsamakta, dördüncüsü ise yaşadığı sürece yaptığı işleri (icraatı) anlatmakta idi. İmparator Augustus adına yaptırılan tapınak Avusturya İmparatorunun elçisi Busbecq tarafından incelenmiş ve anıtın kopyasını çıkarmıştır. Bugün ayakta kalan büyük kapı, Sella ve Pronaos kısımlarıdır. Tapınak Hıristiyanlık kabul edilince kiliseye çevrilmiş, Osmanlı döneminde medrese olarak kullanılmıştır. Önemli kısımları günümüze kadar gelmiş olan tapınak, Anadolu kültür bütünlüğünü en güzel yansıtan bir eserdir. Augustus Tapınağı duvarlarının koruma altına alınmasına ilişkin güçlendirme proje- si Koruma Kurulu’nun 12,11,2009 tarih ve 4568 sayılı kararı ile onaylanmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Ankara Büyükşehir Belediyesi arasında yapılan protokol gereğince uygulama belediye tarafından finanse edilmiş ve güçlendirme işlemi 2010 yılı içerisinde tamamlanmıştır. Ankara Evleri Restorasyon Projeleri; Hacıbayram Cami ve çevresinde yer alan; Güvercin, Eti Zafer, Eti, Sevim, Taşpınar, Sarıbağ, Gaziantep, Adliye sokaklarda toplam 254 adet parsel bulunmaktadır. Bunlardan 220 adedinin projesi Ankara Büyükşehir Belediyesince hazırlatılmış ve Koruma Kurulunca onaylanmıştır. Yaklaşık 196 adedinde uygulama başlatılmış ve birçoğunun restorasyonu tamamlanarak vatandaşların hizmetine sunulmuştur. Altyapı Çalışmaları; altyapıya yönelik tüm çalışmalar Ankara Büyükşehir Belediyesince projelendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Koruma Kurulunun 04,09,2009 tarih ve 450 sayılı kararıyla Hacıbayram Cami ve çevresinde, Güvercin Sokak’ta pissu, temiz su, doğalgaz ile elektrik ve telefon hatların yer altına alınmasına ilişkin işlemlerin yüzde 99’u tamamlanmıştır. Ulaşıma Yönelik Çalışmalar; Hacıbayram Cami ve çevresinde yer alan dolmuşların (570 adet) ve bunların duraklarının, Koruma Kurulu’nun 12,06,2009 tarih ve 367 sayılı kararıyla 19951 ada 1 parselde depolanması kararı alınmıştır. 17 bin metrekarelik bu alan Ankara Büyükşehir Belediyesince düzenlenmiş ve buraya taşınmaları sağlanmıştır. Böylece Ulus merkezdeki trafik yoğunluğu büyük ölçüde azaltılmıştır. Tahliye Çalışmaları; Hacıbayram civarında bulunan Şeyh İzzettin Mahallesinde yaşayan gelir seviyesi düşük ve suç oranları yüksek olan vatandaşlar tarafından işgal edilmiş toplam 40 hane herhangi bir problem yaşanmadan tahliye edilmiştir. Vatandaşlar eşyaları ile birlikte memleketlerine gönderilmiştir. Yine yaklaşık 30 adet esnafın tahliyesi sağlanmış ve bu esnaflar belediyeye ait boş dükkânlara yerleştirilmiştir. Proje Kapsamında Yapılan Yıkımlar; Hacıbayram Camii ve çevresinde yaklaşık 200 adet kaçak olarak inşa edilmiş bina yıkılmıştır. Bunların tamamına yakınının mülkiyeti, büyükşehir belediyesince kamulaştırma yoluyla elde edilmiş binalardır. Tarihi binalara cephesi olanlar için Koruma Kurulundan “Mail-i İnhidam Kararı” alınmıştır. Güvercin Sokak Restorasyon Çalışmaları; Güvercin, Adliye, Eti Zafer, Eti, Sevim ve Kutlu Sokaklarda toplam 104 parselde hazırlanan “Sokak Sağlıklaştırma Projesi” Koruma Kurulunca onaylanmış ve Büyükşehir belediyesince uygulama başlatılmıştır. Yapılan uygulama yüzde 99 oranında tamamlanmıştır. Yapılan bu çalışmalar için mülkiyet sahiplerinden hiçbir ücret alınmamıştır. Eylül - Ekim 2012 75 RESTORASYON ULUS ANKARA KENT MERKEZİ Roma Antik Tiyatro Alanında Yapılan Çalışmalar; Kazı alanı içerisinde bulunan 33 Roma Antik Tiyatrosu’nun projesi Koruma Kurulunca onaylanmış ve keşfi hazırlanmıştır. Şu an ihale aşamasındadır. Proje tamamlandığında Ankara 1500 kişilik bir Anfi Tiyatroya kavuşacaktır. 76 Mimar ve Mühendis adet binanın 28 adedinin kamulaştırma yoluyla mülkiyeti alınmış icra yoluyla tahliyesi sağlanmış ve etap etap yıkılmıştır. Kalan 5 adedi için hukuksal süreç devam etmektedir. 2012 yılı içersinde kalan bu 5 binada yıkılacaktır. Roma Antik Tiyatrosu, Röleve Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri ve kazı çalışmalarının büyükşehir belediyesi tarafından yapılması için İl Kültür Turizm Müdürlüğü ile protokol yapılmıştır. Bu bağlamda kazı çalışmaları başlatılmış olup Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü’nün denetiminde yaklaşık 2,5 senedir devam etmektedir. Roma Antik Tiyatrosu’nun projesi Koruma Kurulunca onaylanmış ve keşfi hazırlanmıştır. Şu an ihale aşamasındadır. Proje tamamlandığında Ankara 1500 kişilik bir Anfi Tiyatroya kavuşacaktır. Hisarpark Projesi; 263 mt. Uzunluğundaki Hisarpark Caddesi ve Kevgirli Sokağın Hacıbayram Camii’ne kadar olan kısmı ile ilgili olarak cephe sağlıklaştırma projeleri hazırlanmış ve Koruma Kurulunca da onaylanmıştır. Bu projenin ihalesi Ankara Büyükşehir Belediyesince yapılmış ve uygulama başlatılmıştır. Yaklaşık 8 aylık bir süre içersinde bitirilecektir. Çıkrıkçılar Yokuşu Projesi; yan yana sıralı dükkânlarında en küçük ev eşyasından gelinliğe kadar yer alan geniş ürün yelpazesiyle büyük alışveriş merkezleri ile yarışan Çıkrıkçılar Yokuşu yoğun bir kullanıcı potansiyeline sahiptir. Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile antikacılara yakın konumu ile turistlerin de ilgisini çekmektedir. Geleneksel ticaretin halen izlerini barındıran sokaktaki canlı yapı dikkat çekmekle birlikte; yapıların ve sokağın bakımsızlığı da çevreyi olumsuz etkilemektedir. Burada 14 adedi tescilli toplam 105 adet yapı bulunmaktadır. Uzunluğu 562 m. olan bu yokuşun Röleve projeleri hazırlanmış ve Koruma Kuruluna sunulmuştur. Ankara Kalesinde Yapılan Çalışmalar; Kale Mahallesi, Kale Kapısı Sokak, Doyran Sokak, Gözcü Sokak, Berrak Sokak, Kale Sokak, Kadife Sokak, altyapı projeleri Koruma Kurulunca onaylanmıştır. Kale’nin altyapı çalışmaları Büyükşehir Belediyesi (ASKİ) tarafından 01.06.2011 tarihi itibarı ile deşarj noktası olan Konya Sokak’tan başlatılmış ve Kale kapısına kadar tamamlanmıştır. Bölgeye 2.850 mt. atık su, 1550 mt. Yağmursuyu ve 2650 mt. içme ve kullanma suyu borusunun döşenmesine başlanmış ve devam etmektedir. Bu bölgede diğer kurumlarla da (doğalgaz, telekom, elektrik) görüşmeler yapılmış ve gerekli koordinasyon sağlanmıştır. Çalışma etaplandırılarak yürütülmekte esnaf ve bölgede yaşayan vatandaşlar mümkün olduğunca mağdur edilmemektedir. Kalede bulunan binaların analiz çalışmaları tamamlanmıştır. Ankara Kalesinde toplam 380 adet bina bulunmakta ve bunların 141 adedi tescilli ve korunması gerekli yapılardır. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nce Röleve, restitüsyon ve restorasyon projeleri etap etap hazırlatılmaktadır. Birinci etap olarak belirlenen Dışkale kısmının restorasyon projeleri hazırlanmış ve Koruma Kuruluna sunulmuştur. Dışkale projeleri Kurul’dan onaylanır onaylamaz uygulama hemen başlatılacak ve yılsonuna kadar tamamlanacaktır. Ankara Ulus Tarihi Kent Merkezi’nde yapılan bu çalışmalar hız kesmeden devam etmekle birlikte, projenin insani yönü de ihmal edilmemiş bu bölgede yaşayan esnafın ve vatandaşların değişim ve dönüşümüne yönelik olarak üniversitelerle işbirliği protokolleri imzalanmıştır. Onların eğitimine ve kendilerini geliştirmelerine yönelik olarak çeşitli kurslar ve seminerler düzenlenmektedir. Her ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de, bu çalışmalar yapılırken hukuksal problemlerle karşılaşılmaktadır. Özellikle kamulaştırma sürecinde yaşanan sıkıntılar, yapılan plan ve projelere karşı sivil toplum kuruluşlarının açmış oldukları davalar, kaliteli ve yetkin personel bulma konusunda yaşanan problemler, konuyla ilgili diğer kamu kurumları ile yaşanan koordinasyon problemleri, uygulamayı yapacak yetkin firmaların bulunamaması, gibi problemler bu projeyi zaman zaman kesintiye uğratmaktadır. Ancak bunlar aşılmayacak engeller değildir sadece hedefe giden zamanı biraz ötelemektedir. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökcek’in son derece önem vererek üzerinde durduğu ve yakından takip ettiği bu proje tamamlandığında, Ankara, sadece kendi tarihinden gelen değerlere değil bünyesine barındırdığı diğer tüm medeniyetlere de kucak açtığını ve sahip çıktığını tüm dünyaya göstermiş olacaktır. Özellikle Augustus Tapınağı ve Hacıbayram Camii’nin yan yana durarak dünyaya verdiği kardeşlik mesajı ilânihaye yaşatılmış olacaktır. Eylül - Ekim 2012 77 MAKALE AVNİ ÇEBİ MMG Genel Başkanı HERKES İÇİN ŞEHİR Kentsel dönüşüm, fiziksel mekânın dönüşümünün yanı sıra, sosyal adalet ve gelişim, sosyal bütünleşme, yerel-ekonomik kalkınma, tarihi ve kültürel mirasın ve doğal çevrenin korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi, sürdürebilirliğin sağlanması, erişebilirlik, gelecek nesillerin hakkı vb. ilkeler çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla ele alınması gereklidir. Bu kavramların hepsi yan yana konulduğunda “herkes için şehir”, sosyal adaletin sağlandığı bir mekân üzerine inşa edilmiş olarak, şehrin medeniyet ve kültürel zenginliklerini de gelecek kuşaklara aktarılabilecek dinamiklere ulaşmış olacaktır. Neler yapılabilir? Kentsel dönüşüm konusunda herkes için şehirleri açmadan önce tabi ki bir kısım mimari özelliklerden bahsetmek istiyorum. Kentsel dönüşümü ülkemiz için bir fırsata çevirmemiz lazım. Fırsatçılığa değil, fırsata çevirmemiz lazım ki, kaybettiğimiz yılları da kazanma imkânı yakalayabilelim. Bu yazının içersinde daha ileride bir tablo 78 Mimar ve Mühendis vereceğim size. Türkiye’de şehir yoğunluğu, hakikaten çok önemli, nüfus yoğunluğu politikalarına dikkat ederek Türkiye’de daha sağlıklı, sürdürülebilir şehirler inşa edebilmeliyiz. Buradaki “herkes için şehir” kavramını, aslında sürdürülebilir, erişilebilir, açık uçlu, insan yüzlü ve insan ölçekli anlamında kullanıyorum. Resimde gördüğünüz gibi burada bir şehrin yani İstanbul’un değişik bir görünümü var. Sağ tarafta da Safranbolu’dan bir görünüm var. Sol tarafta yine Kanada’dan bir görüntü, sağ tarafta da Göynük Evleri’nden bir görüntü var. Ve ortada da camiler ile çok kubbeli minarelerin bir araya geldiği çirkin bir şehir görüntüsü var. Aslında ne olduğumuzu nereye gideceğimizi bir şekilde bu resim bize anlatıyor. “Herkes için şehir” kavramında zaman eksenine çok dikkat etmemiz lazım. Düne saygı, bugüne adalet ve geleceğe miras... Biz tabi dünü konuşurken hep şunun üzerinde konuşuyoruz; dün dediğimiz zaman tarihi miras, tarihe ait olanın, tarihin mirasının korunması olarak bakıyoruz; fakat bence buna saygı ekseninde bakmamız lazım. Düne saygıyla baktığımız şeyleri korumamız lazım. Gelir adaleti, erişilebilirlik ve huzur. Bugüne adalet olarak baktığımız şeyi de geleceğe ve gelecek nesillerin hakkını koruyarak bir miras olarak bakmamız lazım. Şehirlerimiz nasıl bu hale geldi? Şehirlerin bu hale gelmesinde 2 önemli etken var; bunlardan birisi sanayileşme diğeri ise göç. Özellikle Osmanlı Devleti çok geniş bir coğrafyaya yayıldı. Doğal olarak geniş bir coğrafyadan, özellikle 18. ve 19. yy’dan sonra toprak kaybederek geldiği için büyük göçler aldı. Balkan Savaşları’ndan sonra İstanbul çok ciddi bir göç aldı. Bu göçlerle birlikte İstanbul’un nüfusu o güne göre kısa zamanda 400 – 500 bin seviyesinde artış gösterdi. 1 milyon 250 binlere çıktı İstanbul’un nüfusu. O kadar yoğun bir doluluk oldu ki insanların kalacak yerleri kalmadı; insanlar saçak altlarında, cami avlularında, boş buldukları herhangi bir alanda kalıyordu ve o şekilde 1911’lerden 1914’lere kadar geldik yani I. Dünya Savaşı’na. I. Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı birçok cephede savaşa girdi. Bir taraftan Ortadoğu, Yemen, Kuzey Afrika derken tekrar bir göç oldu ve dolayısıyla şehirlerimiz yığıldı. 1950’den sonra oluşan sanayileşmeyle veya yeni şehirleşme akımıyla beraber şehirlerde göç daha da yoğunlaştı. Düne saygı, bugüne adalet, geleceğe miras “Herkes için şehir” kavramında zaman eksenine çok dikkat etmemiz lazım. Düne saygı, bugüne adalet ve geleceğe miras... Biz tabi dünü konuşurken hep şunun üzerinde konuşuyoruz; dün dediğimiz zaman tarihi miras, tarihe ait olanın, tarihin mirasının korunması olarak bakıyoruz; fakat bence buna saygı ekseninde bakmamız lazım. Düne saygıyla baktığımız şeyleri korumamız lazım; ama bugüne de onu adaletle taşımamız lazım yaşayanlar için, gelir adaleti, erişilebilirlik ve huzur. Bugüne adalet olarak baktığımız şeyi de geleceğe ve gelecek nesillerin hakkını koruyarak bir miras olarak bakmamız lazım. Bugün İngiltere’ye gittiğiniz zaman birçok insanın doğduğu evde yaşadığını, ondan önceki büyüklerinin de orda yaşadığını, hatta bir üçüncü neslin orda yaşadığını görüyoruz. Dolayısıyla o kadar hızlı bir değişim yaşıyoruz ki, bu değişimde hiçbir yere tutunamıyoruz. Tutunamadığımız için de insana ait olan değerlerimizi aşındırıyoruz. Merhametimizi, nezaketimizi, letafetimizi, saygımızı... Yoğunlaşmayla saygı ve nezaket arasında ters bir bağlantı var. Dolayısıyla şehirleri insani ölçeklerde kurarken, yoğunluğu azaltıcı politikalar uygulamamız lazım. Sürdürülebilirlik, tabi burada her şeyin başında insan en önemli unsurdur. Zaten her şey insan için yapılıyor, ekonomi yalnız başına ekonomik faaliyetlerin yapıldığı bir alışveriş faaliyeti olarak değil aynı zamanda bir gelir adaletinin sağlandığı, üretilen değerin adil bir şekilde paylaşıldığı, insanların hakça ve onurunu koruyarak yaşayabileceği bir ekonomik düzenin inşası olarak bakmamız lazım. Böyle bir ekonomik düzenin inşa edildiği sosyal çevrede tabi ki merhamete, yardımlaşmaya, anlayışa ve komşuluk ilişkilerine dayalı daha insani, daha sosyal, daha sürdürülebilir, daha anlayışlı ve daha onurlu bir yapı elde edilir. Dolayısıyla bunları yaparken yaşadığımız çevreye özellikle de mimari açıdan inşa ederken; topografyaya uygun, insani ölçeklerde ve kentsel yapılar inşa etme fırsatına sahip oluruz. Mekân, çevre ve hafızamız Herkes için şehir derken insanı, çevreyi, doğayı, ormandaki ve tabiattaki her türlü yaşamı, herkesin her türlü hakkını ve geleceğin de hakkını koruyarak orada yaşanılabilir, sürdürülebilir bir şehir tasarlamalıyız. Tabi tarihi ve kültürel mirasın korunması bizim için çok önemli. Bir şehre kimlik giydiren şey, oradaki tarihi binalardır. Özellikle İstanbul’un siluetiyle ilgili MMG olarak geçtiğimiz aylarda yapmış olduğumuz açıklamalar, tamamen bu tarihi ve kültürel mirasın korunması, şehir hafızasının aynı zamanda birey hafızasının, toplum hafızasının ortak olarak korunarak, mekânın Eylül - Ekim 2012 79 MAKALE içerisinde insanı anlamlı kılmak içindi. Yoksa mekânın içersindeki insanı anlamlı kılmazsak, değerlerde ciddi bir erozyon, yabancılaşma ve ötekileşme eylemleri başlar. Mekân, tarih, insan, hafıza arasındaki ilişkileri şehirleri dönüştürürken tekrardan çok iyi bir biçimde konuşmamız lazım. İstanbul’da Tarihi Yarımada içerisinde yapılacak değişimlerde Tarihi Yarımada kimliğini tekrar ortaya çıkarılması çok mühim, o yüzden bunu tabi yaşayan bir şehir olarak yapmamız lazım. Yoksa tarihi mekânı burada objeleştirirsek veya onu bir saksıya koyarsak veya onu bir fanusa koyarsak, onu insandan, yaşayan insandan çıkartırsak orada da sürdürülebilirliği kaldırmış ve orayı adeta metalaştırmış oluruz. Yaşayan şehir Metalaştırmadan yaşamak; Eğer Tarihi Yarımada’da bir değişiklik yapılacaksa kesinlikle Tarihi Yarımada’nın içindeki otellerin Tarihi Yarımada dışına çıkarılması gerekmektedir. Şehir, yaşayan bir şehir olması lazım… İnsanlar buraya geldiği zaman yaşayan bir şehir görmek istiyorlar; adeta kurgulanmış bir şehir değil. İnsanıyla, esnafıyla, ilişkileriyle, selam alıp verişleriyle, giyimleriyle, keyifleriyle... Dolayısıyla İstanbul’un Tarihi Yarım adasını alanını yürünebilir bir şehir konseptine de sokmamız lazım. Tabi o insani ölçekteki şehirleri yaptığımız zaman yürünebilir şehirlere gidiyoruz. İnsanların şehirde yürüyebilmesi lazım, yürürken etrafını fark edebilmesi lazım, selam alıp verebilmesi lazım… Burada yoğunluğun azaltılmasının temel rolü var. Aynı zamanda şehirlerimizde insanların olabildiğince bisiklet kullanabilmesi lazım, aracı belirli yerlerde azaltmamız lazım, toplu ulaşımı yaygınlaştırmamız lazım. Bütün bu çerçevede baktığımız zaman şehirlerin sürdürülebilirliğini sağlayabiliriz. Bütüncül şehir Sürdürülebilir Kalkınma; kaynak kullanımında kuşaklar arası hakkaniyetin sağlanarak sosyal, ekonomik ve çevresel alanlarda dengeli gelişmeyi öngörmektedir. Sürdürülebilirlik kavramının mekân boyutunda, mekânsal eşitlik ve yaşam kalitesi öne çıkmaktadır. Kentleşme ve yerleşme alanında sürdürülebilirlik, akılcı kaynak yönetimine dayalı mekânsal gelişmenin sağlanması ve yerleşmelerde yapılı ve doğal çevrenin nitelikli ve yaşanabilir olmasına yöneliktir. Doğal kaynakların kullanımında ekolojik dengenin gözetilmesi; tabi doğal kaynakların kullanılması bizim kullanma hakkımız olduğu kadar bizden sonraki nesillerin de hakkı. Yani bütün zaman ve mekanı biz ve bizden 80 Mimar ve Mühendis Metalaştırmadan yaşamak; Eğer Tarihi Yarımada’da bir değişiklik yapılacaksa kesinlikle Tarihi Yarımada’nın içindeki otellerin Tarihi Yarımada dışına çıkarılması gerekmektedir. Şehir, yaşayan bir şehir olması lazım… İnsanlar buraya geldiği zaman yaşayan bir şehir görmek istiyorlar; adeta kurgulanmış bir şehir değil. İnsanıyla, esnafıyla, ilişkileriyle, selam alıp verişleriyle, giyimleriyle, keyifleriyle... sonrakiler, biz ve ötekiler kapsamında doğru bir şekilde kurgulayabilirsek gerçekten insani ve sürdürülebilir bir kentsel tasarımı, yerleşim tasarımı yapabilmiş oluruz. Doğal ve teknolojik tehlike ve risklerden arındırılmış, sağlıklı, güvenli, nitelikli yaşam çevrelerinin oluşturulması, yaşayanların güvenli içme suyuna, yeterli altyapıya ve ulaşım imkanlarına ulaşabilmesinin sağlanması, Kamu hizmetlerinden yararlanmada fırsat eşitliğinin oluşturulması, yerel düzeyde ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın gerçekleştirilmesi; bu Türkiye’de önemli başlıklardan bir tanesi; kültürel kalkınmayı sağlamak. Dünyada ülkeler şehirler üzerinden bir şekilde birbirine entegre oluyor. Yani ulaşım ağları, karayolu ağları veya şu anda yeni yapılması düşünülen demiryolları ile Türkiye adeta birbirine bağlanıyor. Dolayısıyla bunların sağlıklı işletilmesi durumunda bütüncül bir plan, bütüncül bir yerleşim bakışıyla Türkiye’nin her şehrine ve her beldesine bir misyon, bir anlam yüklememiz lazım; bazı şehirler ve onun alt birimleri arasında networkler oluşturmamız gerekiyor. Üniversitelerimizi kurarken bile bu anlamlılık içersinde yapmamız lazım. Bir bakmışsınız İstanbul’da bulunan üniversitenin bir fakültesi Hakkari’de yapılıyor veya bir bakmışsınız Ankara’da olan bir üniversitenin bir kopyası Iğdır’da yapılıyor. Yani oranın insanı, oranın ihtiyaçlarına cevap verecek; oradaki yerel kalkınmayı sağlayacak, oradaki insanların bilgi birikimini, kültürünü oradan yeni bir değer üreterek; toplumun, ülkenin ve insanların zenginleşmesine de katkı sağlayacak bir kalkınma anlayışı da getirmemiz lazım. Bunları sağladığımız zaman, zaten göçlerin önüne geçmiş oluyoruz; çünkü ulaşılabilirlik ve erişilebilirlik şehirde herkes için olduğundan insanlar ihtiyaçları olduğu zaman büyük şehirlere gidebilir daha sonra normal ihtiyaçları için gerekenleri yaşadığı o şehirde yapabilir. DİNAMİK İNSAN ÖMRÜ, STATİK MEKAN Şehirlerde mekan tasarımlarını yürünebilir mesafede yaptımız zaman, insani ölçekte yaptığımız zaman dinamik insan-statik mekan algılayışını sağlayabiliriz. Tabi başlık olarak bunun altında erişilebilirlik, ulaşılabilirlik. Bildiğimiz gibi insan ömrü ve yaşamı dinamik, kullandığı mekanlar statik. İnsan ömrü sürekli değişik evrelerden geçiyor. Çocukluk evresi, orta yaş, yaşlılık, özürlülük ve herkes bunlarla karşılaşabilir. Çocuk, yaşlı ve özürlüleri hesaba katan, bunları öncelikleyen, bunlara göre şehri ölçekleyen bir şehir anlayışını, insani ilişkiler anlayışını kurgulamamız lazım. Bunun için Türkiye’de bir mekan ya da alan sorunu yok. Bence bir akıl tutulması var. Daha sonra göstereceğim tabloda dünyadaki şehir yoğunlukları, ülke yoğunlukları göreceksiniz. Hakikaten bu duruma şaşıracaksınız. Yani çok ilginç tablolar çıkıyor. Türkiye’de tabi bu yaşlanmaya bağlı olarak, özürlülüğe bağlı olarak bir takım istatistiksel bilgiler vermek istiyorum; çünkü bunları görmemiz, bilmemiz lazım. Bazen hep sağlıklı insanlarla ve iş ortamında olduğumuz için çevremizdeki değişimi ve dönüşümü farkedemiyoruz. Türkiye’de bugün 2 milyonun üzerinde özürlü vatandaşımız var. Bunların bir kısmı fiziksel engelli, bir kısmı görme engelli, bir kısmı da zihinsel engelli; ama herkes buna aday. Özürlüler Derneği’nin güzel bir sözü var; “Her sağlıklı insan bir özürlü adayıdır”. Dolayısıyla her an bununla karşılaşacağımızı düşünerek şehir ve mekânı buna göre tasarlamamız gerekiyor. Türkiye’de yaşlanma da ciddi bir sorun olarak önümüze gelmektedir. Dolayısıyla yaşlanmayı da hesaba katarak şehirlerimizi yapmamız lazım. Bu çok katlı binalarda insanlarımızı nasıl iskân ettirebiliriz, yaşlılarımızla nasıl oturabiliriz, nasıl sosyal sağlıklı ilişkiler geliştirebiliriz? Dolayısıyla yaş- Bir şehir hayali kuralım, rahat ve sosyal donatı alanları çok, semt parkları, kent ormanları, bahçeli evleri olan ve herkesin müstakil evi olan, çocukların okullarına yürüme gidebildiği, yaşlıların camiye, parka gidip buluştuğu, rahat nefes alan bir şehir, mümkün mü? Eylül - Ekim 2012 81 MAKALE Siteler belki bizim için çok anlamlı gelebilir ama siteler uçları kapalı bir şato gibi, bir kale gibi yapılıyorsa, korunaklı duvarlarla çevriliyorsa, onu diğer yaşam alanlarından izole ediyorsa; orada belli bir anlayıştan, belli bir kültürden, belli bir gelir seviyesinden insanlar yaşıyorsa artık şehir kendi içinde parçalanıyor demektir. lanmayı da özürlülüğü de ikisinin bir anda gerçekleştiğini düşünürsek konulara farklı şekilde bakmamız gerek. Yani bu kentsel dönüşmeyi yeni bir hayat, yeni bir başlangıç, yeni bir anlayışla; insanın yaş ve yaş dönemlerini hesaba katan bir anlayışla yapmamız lazım. Bugün Türkiye’de yaşlılara hizmet eden 220 tane kamuya, belediyeye ve özel sektöre ait huzurevi var ve bunlarda 25 bin tane kapasite var. Çok düşük bir kapasite. Tabi gönül ister ki her yaşlımız kendi evinde, çocuklarının yanında son günlerini huzurlu bir şekilde geçirsin; ama endüstrileşme, sanayileşme, tüketim ve metalaşma her hizmeti ve her anlayışı metalaştırıyor. Yaşlı hizmetleri de artık bir metalaşmış hizmete çevrilmiş durumda. Zaten şehirleri böyle inşa etmeye devam edersek kaçınılmaz olarak o sektör patlaması olacak. İnsan ölçekli şehir: çocuklar ve yaşlılar Şehirleri inşa ederken insani ölçeklerde, komşudan haberi olan, onu önceleyen, onunla paylaşan bir tasarım ve büyüklükte inşa etmemiz lazım. Biraz önce bahsettim insani ölçekler; burada dediğim gibi iki tane ölçek çok önemli; Birisi çocukluk dönemimiz birisi de yaşlılık dönemimiz. Hayatımızın iki uç evresi bizim için çok önemli. Bir de arada yaşadığımız yanılgı halimiz var. Bir güçlülük, kuvvetlilik dönemi, bir vehim hâli… Bu çok sürmüyor, kısa sürüyor ve bir şekilde bu yaşlılık dönemine geçiyor. 82 Mimar ve Mühendis Dolayısıyla bizler eğer akıllı insanlarsak, aynı zamanda erdemlere sahipsek, aynı zamanda bilgiyle donanmışsak yapacağımız tek şey bu hayatın iki ucunu kapsayacak, onları düşünerek şehri tekrar inşa etmek, şehri insan için yapmak mecburiyetindeyiz. Bir çocuğun evinden okuluna giderken kesinlikle yürüyerek gidebilmesi lazım… Şehirlerin de bu şekilde tasarlanması lazım. Eğer bir çocuk evinden okuluna yürüyerek gidemiyorsa, servise binerek gidiyorsa o şehre şehir demek mümkün değildir veya o şehirde insani ölçekler kaybolmuş demektir çünkü insan farkındalığını yok ediyorsun. Onu bir servise, bir fanusa sokuyorsun. Eğer binaları yükseltirsek burada doğan ve büyüyen çocuk için vahim bir durum ortaya çıkıyor. 20–30 katlı bir binada yaşayan bir anne baba çocuğunu nasıl okula gönderecek? Hangi güzergâhı kullanacak, nasıl geri gelecek, hangi çevresini fark etme, hangi sosyal ve kültürel çevresiyle etkileşime geçme, oradan insani keyifleri ve mutlulukları üretme, onun insani yönünü geliştirme imkânına sahip olacak? Bunlar çok önemli sorunlar. Dolayısıyla biz şehri bu iki ucu hesaba katarak yapmamız lazım. Yaptığımız okullar o kadar büyük ki çocuklar altı yaşında hatta şimdi 5 yaşında okula başlayacak ama okullar 4-5 katlı. Çocuğun o okulda tüm eylemi kendini koruma üzerine olacak. Yani biz insanlar olarak anlama, merak, keşif duyguları içersinde şehri yaşamamız lazım. Eğer bundan kaçıp koruma merkezli bir şehirleşme yaparsak, orada ne bilimsel bir heyecan, ne sanatsal bir zevk, ne fikri bir arayış hiçbir şey olmaz. Dolayısıyla bu şehirleşmeyle beraber insanlarımızın üretkenliğini de kısıtlamış oluyoruz. Bunu kısıtlayıcı bir engel olarak görmemiz lazım. Kentsel yoğunlaşma; mesela metrobüsleri düşünelim, burada yoğun bir şekilde ve uzun bir yolculuk yapan yolcuları düşünelim. Bundan 20 sene önce insanlar diyelim ki otobüse veya trene bindiği zaman kendisinden 10–15 yaş kendisinden büyük insanlara yer veriyordu ama bu nazik ve anlayışlı durum gittikçe kayboluyor. Ben kendim şahit oluyorum hatta siz de şahit oluyorsunuzdur metrobüslerde ya da otobüslerde. 60–70 yaşında insanlar biniyorlar otobüse, yaşlı, sakat; neredeyse insanlar kalkmamak için her şeyi yapıyorlar. Adeta insanlar farkında olmadan yaşıyorlar bu şehirde, farkındalıkları yok. Bir insanı fark etmeyen her şeyi kaybetmiş demektir. Hele ki özürlüleri, yaşlıları, mazlumları, mağdurları fark edemiyor ve gereğini yapmıyorsanız, Şehir bunlar için vardır, devlet bunlar için vardır; şehir yöneticileri de bunların varlığını fark etmek onları güçlendirmek için vardır. Bu yabancılaşma insanın kendine yabancılaşması, şehrine yabancılaşması, yaşadığı mekâna, binaya yabancılaşması ve yalnızlaşması çok ciddi bir problem. Dolayısıyla şehri inşa ederken yoğunlukları azaltacak bu insani ölçeği kesinlikle korumamız gerekir. MEKANIN YENİDEN ÜRETİLMESİ Türkiye’de yerleşim ve mekân üretimi için bir alan sorunu yok, birazdan rakamları da göstereceğim. Ötekileştirme ve parçalanmış mekân; sürdürülebilir bir şehrin veya herkes için bir şehrin önünde bir engel. Özellikle siteler belki bizim için çok anlamlı gelebilir, ama siteler uçları kapalı bir şato gibi, bir kale gibi yapılıyorsa, korunaklı duvarlarla çevriliyorsa, onu diğer yaşam alanlarından izole ediyorsa; orada belli bir anlayıştan, belli bir kültürden, belli bir gelir seviyesinden insanlar yaşıyorsa artık şehir kendi içinde parçalanıyor demektir. Dolayısıyla parçalanan şehir ve mekânda insanlar yine bahsettiğim gibi koruma merkezli, ben merkezli, güvenlik merkezli bir mekâna kendini hapsediyor. Bu arada kendini alış veriş ve eğlence merkezli bir alana sıkıştırıyor. Şehirleri de o ölçeklerde tasarlamamız lazım. Tabi tüm bunlara bağlı olarak suç oranlarındaki artış ve bu yeni yapılan şehirleşmeyle birlikte gelir adaletindeki bozulma. Belki bildiğiniz gibi konut maliyet fiyatları uzun süredir hiç artmıyor, işçilik ücretleri, beton, fayans musluk fiyatları artmıyor; ama konuta sahip olma maliyetleri artıyor. Neden artıyor? Bu kimin işine yarıyor? Bu gelir adaletini bozan bir unsur olarak çalışıyor ve bugün, bu aşamada, herkes bankalara borçlanmış durumda. Önceden insanlar bir konut aldıkları zaman bunu insani ölçeklerde yapabiliyorlardı. İnsani ilişkilerini yürütebiliyorlardı. Küçük birikimleriyle, arkadaşlarından alacakları parayla, kısmen de borçlanarak bunu yapabiliyordu; ama bu şehirdeki mekânsal fiyat artışları, mekânın metalaştırılmasından kaynaklanan bir şey, konuta erişilemez bir hale gelmiştir. Bugün insanlar bir konutu 200–300 bin liraya alıyorlar; bu en az rakamlardandır yeni yapılan bir konut için ve insanlar bunun için 15 sene borçlanınca insanlardan bilim, sanat, kültür, insani heyecan ve KORUMA MERKEZLİ ŞEHİRDEN ANLAM MERKEZLİ ŞEHRE Koruma merkezli şehirden anlam, merak ve keşif merkezli şehirlere yürümemiz gerekiyor. 450 407 405 400 337 350 300 250 202 200 188 150 97 100 50 50 İNGİLTERE HOLLANDA JAPONYA İTALYA İSVİÇRE TÜRKİYE KONYA 0 KM2’YE DÜŞEN İNSAN SAYISI GRAFİĞİ ÜLKETOPRAKNÜFUSYOĞUNLUKEN BÜYÜK ŞEHİR KM2 TÜRKİYE KM2/ İNSAN 780.000 74.700.000 97 14.000.000(5.350 KM2) İST HOLLANDA 41.543 İSPANYA 506.000 16.850.000 47.200.000 405 93 2.300.00(2.300 KM2) AMSR 6.500.000 (605 KM2) MAD İSVİÇRE 41.285 JAPONYA 338.000 İNGİLTERE 131.000 7.950.000 128.000.000 53.000.000 188 337 407 2.000,000 (2.120 KM2) ZÜRİH 35.000.000 (13,572 KM2) TOKYO 8.200.000 (1.570 KM2) LONDRA İTALYA KONYA 61.000.000 2.100.000 202 50 2.800.000 (1.285 KM2) ROMA 302.000 39.000 İsviçre’ye gittiğimiz zaman, orası da Konya kadar bir yer, 8 milyona yakın insan yaşıyor, oranın nüfus yoğunluğu 188. İsviçre Türkiye’ye çok benziyor. Orası dağlık bir ülke 185 metre ile 4000 metre arasında değişen yükseklikler var. İngiltere de 131 bin km2 de 53 milyon insan yaşıyor nüfus yoğunluğu 407 yani Türkiye’nin 4 mislinden fazla siz orada bir yoğunluk hissetmiyorsunuz. Şöyle bir mazeret kabul edilemez; “işte Almanya çok düz, İngiltere çok düz, işte biz ondan dolayı kentlerimizi çok yoğun yapmak durumundayız, alan sorunumuz var, yer sorunumuz var.” Bu bir gerçek değil. coşku bekleyemezsin. O adam artık koruma merkezli yaşayacak aman bir kaza olmasın, aman ekonomik kriz çıkmasın, aman siyasal istikrar bozulmasın, aman savaş çıkmasın; yani insanın yaşam alanı bu mu? Bir konut bu kadar ulaşıla bilmez bir meta mı? Hâşâ erişilemez bir put mu? Dolayısıyla şehirde mekânın insani ölçeklere çekilmesi lazım ve insan için erişilebilir olması lazım. Burada kamuya, devlete düşen görev olabildiğince arsa üretmektir. Bugün Türkiye’de devlet, arsa zenginidir. Dolayısıyla bu arazileri halka uygun bir bedelle dağıtacak, alt yapıyı yapacak, insanlar da kendi anlayışına ve davranışına, kültürüne, zevkine, beğenisine ve mimarisine uygun kendisi üretecek. Tabi devletimiz arsa üretirse konut maliyetleri çok maliyetli değil. Bugün betonarme bir 100 m2 dairenin ortalama maliyeti 50 bin lira, bunu prefabrik yaparsan bu fiyatlar yüzde 70 oranında düşüyor. Şimdi demek ki senin altyapılı bir arsan olduğu zaman 100 metrekare bir evi kesinlikle 40–50 bin arasında yapabilirsin. Bu abartılı bir rakam değil ama siz herhangi bir apartmandan, bir hücre gibi, bir depo gibi düşünebiliriz, insan depoları gibi; oradan bir alanı hatta sana sorulmamış, senin için tasarlanmamış bir mekânı alıyorsun. Eğer biz bunları düşünemezsek bu ülkede kendi kültürümüzü de koruyamayız, kendi medeniyetimizi de koruyamayız, kendi ahlakımızı da koruyamayız; çünkü insanlar mekânlarıyla var oluyorlar. Mekânlarda kendilerini gösterirler, mekânlarında kendi anlayışlarını üretirler ama bu şeye sahip değiliz. Bize dayatılmış bir mekânı, metalaştırılmış bir mekânı üstelik çok çok yüksek bir rakamla almak zorunda bırakılıyoruz. Yeterince arazimiz var mı? Yerimiz mi dar? Bildiğiniz üzere Türkiye şu anda 780 bin kilometrekare üzerinde 74 milyon insanın yaşadığı bir ülke. Şu anda Türkiye bulunduğumuz bölge içersinde yani Irak’ı saymıyorum ama Avrupa ülkesi olduğumuzu söylüyoruz ya hani Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz ve gelişmiş ülkelerden biri olmaya çalışıyoruz; bu ülkelere baktığımız zaman Türkiye nüfus yoğunluğu olarak bu ülkelerin hepsinden çok çok az ama bizde asıl sorun yer darlığı değil gönül darlığı. Aynı zamanda anlayış darlığı, aynı zamanda akıl tutulması, biraz da ahlaki erozyon. Bütün bunlar bir araya geldiği zaman özelde de Eylül - Ekim 2012 83 MAKALE konutun yani evin metalaştırılmasıdır. Bunlar bir araya geldikleri zaman hakikaten ciddi bir darlık yaşıyoruz. Böyle bir darlık yok; Türkiye 780 bin km2, nüfus 74 milyon 700 bin, nüfus yoğunluğu km2 ye 97 kişi. Hollanda 41 bin 543 km2, 16 milyon 850 bin kişi yaşıyor, nüfus yoğunluğu 405 ki Hollanda’nın topraklarının yüzde 25’i denizden kazanılmış, dolgu ile yapılmıştır ve Hollanda bu küçük alanda dünyanın en büyük tarımsal üretimini yapmaktadır ve siz Hollanda’ya gittiğiniz zaman hiçbir yoğunluk hissetmezsiniz. Hollanda’yı bizim Konya ile karşılaştırabiliriz. Konya 39 bin km2 aşağı yukarı Hollanda kadar, nüfusu 2 milyon 100 bin nüfus yoğunluğu 50. Yani Hollanda’ya göre 8 kat daha az. Aynı şekilde İsviçre’ye gittiğimiz zaman, orası da Konya kadar bir yer, 8 milyona yakın insan yaşıyor, oranın nüfus yoğunluğu 188. İsviçre Türkiye’ye çok benziyor. Orası dağlık bir ülke 185 metre ile 4000 metre arasında değişen yükseklikler var. İngiltere de 131 bin km2 de 53 milyon insan yaşıyor nüfus yoğunluğu 407 yani Türkiye’nin 4 mislinden fazla siz orada bir yoğunluk hissetmiyorsunuz. Şöyle bir mazeret kabul edilemez; “işte Almanya çok düz, İngiltere çok düz, işte biz ondan dolayı kentlerimizi çok yoğun yapmak durumundayız, alan sorunumuz var, yer sorunumuz var.” Bu bir gerçek değil. Buna yalan demek istemiyorum bir bilgi eksikliği olarak görmek istiyorum ve bir akıl tutulması olarak görüyorum. Aynı şekilde İtalya, Türkiye’ye göre iki misli daha yoğun. Japonya; toprakları Türkiye’nin yarısı kadar, nüfusu Türkiye’nin aşağı yukarı iki misli, nüfus yoğunluğu da 3,5 misli. Bu ülkelerde insanlar inanın ki bizden daha rahat şehirlerde yaşıyorlar. Sürdürülebilir dediğimiz, erişilebilir dediğimiz, insanların bazen bisiklet kullanarak işlerinden evlerine gidebildiği, olabildiğince açık uçlu şehirler. Bir yaşanacak ülke ve şehir hayal edelim Bir şehir hayali kuralım, rahat ve sosyal donatı alanları çok, semt parkları, kent ormanları, bah84 Mimar ve Mühendis çeli evleri olan ve herkesin müstakil evi olan, çocukların okullarına yürüme gidebildiği, yaşlıların camiye, parka gidip buluştuğu rahat nefes alan bir şehir, mümkün mü? Yerimiz yetmez mi işte size rakamlarla bunun Türkiye’de mümkün olabileceğini anlatayım. “Türkiye’de her aileye 400 m2 net alan ev için versek ve her hane içinde 600 m2 yol, sosyal donatı alanları ve işyerleri için versek hane başı gerekli olan alan 1.000 m2 eder. 2050’de Türkiye nüfusunun 100 milyon olduğunu kabul edelim, bu da 25 milyon hane eder. Bunun için gerekli alan 25.000 km2 arazi eder buda Türkiye’nin Konya ilinin toplam alanının yüzde 70’i eder. Tabi ki şehirlerimizi bütün ülkeye yayacağız. Daha güveni, huzurlu, az yoğunluklu şehirler kurmamız mümkün. Bu bir hayal değil yapılabilecek ve sürdürülebilir bir gerçektir. Vermiş olduğum örnekler ve tablo bunu gösteriyor. Türkiye bu durumu örnek alarak şehirsel mekânın planlamasını ve tasarımını yaparak şehirlerini daha az yoğunluklu, insani ölçeklerde inşa edebilir. Dünyada gittikçe gelişen “yavaş şehir” konsepti gelişiyor yani kendi kendine yeten şehirler. Enerjisini kendisi üreten, tarımsal ürünlerde belli üretime sahip, sakin ve insani ölçeklerde ev ve mekân tasarım ve kendi yerel misyonunu geliştirmiş. Şimdi bütün bu imkânları ve dünyayı bir daha okuyarak yapabilmemiz lazım, olayı bir müteahhitlik düşüncesine çıkarmamız lazım, herkes için şehir yaparken insan odağı koymamız lazım, Türkiye’nin barışını sağlayacak aynı zamanda ufkunu genişletecek bir proje olarak kentsel dönüşüme bakmamız lazım. Ben tabi bunların hepsini merhametli şehir konseptinde topluyorum. Yani bizim şehirlerimizin merhametli olması lazım, insanların birbirine karşı hürmetli olması lazım, saygılı olması lazım, bir diğerini fark etmesi lazım, diğerinin varlığından keyif, mutluluk ve güven duyması lazım; çevrilmiş duvarlardan değil de yanındaki komşudan, esnafın varlığından güven duyması lazım. Erişilebilir olması lazım şehirlerimizin. Bugün Türkiye’de “engelsiz şehir” konseptinde yeni yapılaşmalar yapılıyor ve bu noktada Türkiye epey bir mesafe aldı; fakat yetersiz durumdayız. 7 ay önce Güney Amerika ülkesi Peru’ya gitmiştim; Türkiye o noktada Peru’dan çok geri, erişilebilir şehir anlamında. Şehirlerin yaşanabilir olması lazım, sürdürülebilir olması lazım, insanlarımızı kaynaştıran, buluşturan, onları sosyalleştiren bir şehre dönüştürmemiz lazım. Bİrlİkte yaşama manİfestosu Bu noktada da İstanbul’dan ve Türkiye’den birkaç görüntü var. İşte Süleymaniye Külliyesi. Külliye mantığını o bütünleştirici şehir anlayışını bütün şehirlerimize yaymamız lazım. Şehrin merkezinde ya da mekânın merkezinde, tabi burada cami var, cami bizim için ayrıca Rahmani olan bir şeydir. Yani merhametin merkezi, sığınacağımız yer; ama biz şehrin merkezine adeta pazarı ve AVM’leri yerleştiriyoruz. Daha çok tüketmek; daha çok tüketen şehirlere dönüşüyor. Biz üretmeden tüketmeye koyulduk. Zaten Türkiye’nin cari açığı; ithalat ihracat arasındaki farklar da bunları gösteriyor. Dolayısıyla yeni kuracağımız şehirleri üreten şehirler konseptinde, birbirini fark ettiren şehir konseptinde, insan için şehir, herkes için şehir. Sadelik ve tevazu; ama şimdi ne var mağrurluk ve kibir ve olabildiğince karmaşık düzenler. Tabi bütün bunları sorgulamamız gerek. Çevre ile uyum, insani ölçek ve komşuluk, uyum ve armoni. Kentsel dönüşümden hep birlikte bir beraber yaşama manifestosu çıkarmamız lazım. Nasıl deprem oldu aşağı indik birbirimizi fark ettik, yanımızdaki komşuyu; ama bu kentsel dönüşümle yaşadığımız şehri ve onun zenginliklerini, insani zenginliğini, tarihi zenginliğini, sosyal bütünleştiriciliğini yaşayarak çıkmamız lazım. Herkes için şehri istemek dünü, bugünü geleceği insanın anında harmanlayarak, insanı, çevresini ve yaşadığı makro ve mikro evreni kucaklamak, birlikte her kademe ve yaştan insanlarla huzur ve güven içersinde sürdürülebilir bir yaşam-mekân eko sistemi kurmak ile mümkündür. Bugün içine girdiğimiz kentsel dönüşümü bir fırsata çevirmek için taraflar akl-i selim içersinde hareket etmelidir. Bu ülkemizin tarihsel büyük buluşması ve kalkışması için bir fırsat ve imkâna bütün taraflarca dönüştürülmelidir. Eylül - Ekim 2012 85 MAKALE PROF. DR. PELİN GÜNDEŞ BAKIR İnşaat Mühendisi, Kayseri Milletvekili Afetlere Dayanıklı Şehirlere Dönüşüm ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’, 31 Mayıs 2012 tarihinde yasalaşmıştır [1]. Bu kanun, Kentsel Dönüşüm’ün ülkemizde uygulanabilmesi için yoldaki tüm bürokratik engelleri kaldırmakta, arkasında güçlü bir siyasi irade ve kararlılık bulunmaktadır. Ülkemizdeki depremlerde yaşanan acılar sonrası, tamamen insani amaçlarla hazırlanmıştır. Depreme dayanıksız, mühendislik hizmeti görmemiş binaların, oy kaybetme pahasına yıkılması doğrultusundaki güçlü siyasi iradenin bir yansımasıdır. Kanun, ülkemizin siyasi tarihinde bugüne dek görülmemiş derecede insani odaklı bir düşüncenin sonucudur. İnsan hayatıyla, siyasi iktidar arasındaki seçimi hiç düşünmeksizin insandan tarafa yapan bir felsefenin tezahürüdür. Şu ana kadar hiçbir hükümet oy kaybedeceğini bile bile bu iradeyi göstermemiştir ve sayın Başbakanın bu iradesi takdire şayandır. Modern afet yönetimi bilimi, afet olup bittikten sonra reaksiyonel ‘yara sarma’ şeklindeki acil durum yönetimine değil, proaktif yani ‘yara almamak’ için afet öncesi girişimlerde bulunmaya, tedbir almaya ve afet risklerinin ve zararlarının azaltılması için etkin stratejiler izleme ve uygulama anlayışına dayanmaktadır [2]. Afet yönetimi, müdahale yanında planlama, hazırlık, zarar azaltma ve iyileştirme gibi farklı safhaları da kapsamaktadır. Afetler yerel hadiselerdir. Dolayısıyla afetlere müdahale, ilk 72 saat içinde yerel bazda, yerel hükümet ve gönüllü kuruluşlar eliyle olmalıdır. Modern afet yönetimi prensiplerine göre merkezi hükümetten, ilk 72 saatte afete müdahale etmesi beklenmez. Van Depremi’nin de gösterdiği gibi, gönüllü kuruluşların ve daha çok sayıda gönüllünün arama kurtarma, yangın söndürme, afet yönetimi ve ilk yardım gibi 86 Mimar ve Mühendis konularda eğitilmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, vatani görevlerini yapan kardeşlerimize belirtilen eğitimleri vermesi sağlanabilir. Bu eğitimleri alan gönüllü sayısı tüm yurt çapında ne kadar çok olursa o derece iyi olur. Böylece sahada çalışan ekipleri zaman zaman yeni gelen ekiplerle değiştirip onları da dinlendirmek mümkün olabilir. Kentsel Dönüşüm aynı zamanda afete dayanıklı şehirlere dönüşüm demektir. Meseleye bu açıdan bakıldığında, çok önemli bir başka husus daha ortaya çıkmaktadır. Modern afet yönetiminde, ‘çoklu afet yönetimi yaklaşımı’ esas olmalıdır [2,3]. Çoklu afet yaklaşımı, deprem, tsunami, yangın, heyelan, sel vb. tüm afetlerin, bütüncül bir biçimde afetlerin planlanması, afetlere hazırlık ve zarar azaltma safhalarında dikkate alınmasıdır. Bu yazıda gerek ‘Kentsel Dönüşüm’ gerekse ‘depremlerde zarar azaltma’ konularında bilimsel görüşler ve uygulama ile ilgili bazı öneriler ortaya koyulacaktır. 1. KENTSEL DÖNÜŞÜM Kentsel Dönüşüm çok boyutlu bir süreçtir. Depreme dayanıklı şehirler inşa edilmesi, kentsel dönüşümün amacı değildir ancak sonucudur. Kentsel dönüşüme herkese tek beden gömlek uyar mantığıyla yaklaşılması yarardan çok zarar getirecektir. İstanbul’da Fatih, Eminönü ve Suriçi gibi tarihi semtlerde uygulanacak çözümler ile Kadıköy Bağdat Caddesi, Yeşilköy, Ulus gibi planlı semtlerde uygulanacak çözümler birbirinden ayrı olmalıdır. Örneğin planlı bölgelerde, öncelikle toptan göçme riski olan binalar saptanmak suretiyle noktasal, bina bazlı çözümlere gidilinebilir. 1999 depremleri istatistikleri, depremlerde göçme riski olan ve can kaybına sebep olan binaların, toplam yapı stoğuna oranının yüzde 6 olduğunu göstermektedir [4]. Planlı semtlerde, bu yüzde 6’lık dilime giren binalar tespit edilmeli, yıkılıp yerlerine yeni depreme dayanıklı binalar yapılmalıdır. Çarpık gelişmiş daha düşük profilli semtlerde ise parsel bazında değil, ada bazında, hatta iki-üç ada birleştirilerek kentsel dönüşüm projeleri yürütülmelidir. Belirtilen kategorideki bölgelerde sorun, sadece depreme dayanıksız göçme riski bulunan binalar değil, hiçbir sosyal donatıya, kimliğe, yeşil alana sahip olmayan, yetersiz altyapı şebekeleri ve denetimsiz sanayi tesisleri olan plansız çarpık kentleşmedir. Bu tip bölgeler, kentsel dönüşüm ve çıkardığımız yeni kanun bir fırsat bilinerek, modern şehir bölge plan- lama esasları doğrultusunda, bütüncül bir planlama anlayışı çerçevesinde, meydanları, yeşil sahaları, her türlü sosyal donatılarıyla, otoparklarıyla, yeterli açık alanlarıyla, hastaneleri, okulları, iş yerleriyle çok iyi planlanarak, kimlikli, Türk Osmanlı mimarisine haiz ve afetlere karşı güvenli kentler oluşturulmalıdır. Hele İstanbul’da planlama yapıyorsak, büyük mimar Sinan’ın zarif Osmanlı mimari ekolüyle damgasını vurduğu bu tarihi şehiri, yarışmalar açıp büyük Türk İslam kültürü ve tarihi hakkında bilgi sahibi olmayan yabancı mimarların hayal güçlerine terk etmek, yarardan çok zarar getirecektir. Yabancı mimarların önerdiği geometrik şekillerden oluşan kaba mimari ağlar içeren tarzlar, bir Osmanlı kenti olan zarif İstanbul şehri ile estetik açıdan uyumlu değildir. Bu tür projeler, İstanbul’a, hele ada manzaralı Kartal ve Pendik gibi ilçelerimize hiçbir surette yakışmamaktadır. Büyük ölçekteki kentsel dönüşüm projelerini ve tasarımlarını yabancı mimarlar yapabilir, ancak yarışma şartnamelerine ve kriterlerine mimari tasarımların, söz konusu şehirin yöresel ve tarihi dokusuyla uyumlu olma zorunluluğu getirilmelidir. Ada bazında, hatta iki üç ada birleştirilerek uygulanacak kentsel dönüşüm projeleri için seçilecek alanların belirlenmesinde iki önemli kriter dikkate alınmalıdır. Kentsel dönüşüm alanı olarak bir bölgeyi ilan edebilmek için en çok miktarda hazine ve belediye mülkü oranı olan bölgelerin tespit edilmesi suretiyle işe başlanması birinci prensip olmalıdır. İkinci önemli prensip, bölge seçimini, ciddi sismik, jeofizik incelemeler ve afet tehlike ve risk analizleri sonucu belirlemektir [6-8]. İki üç ada birleştirilerek yeni şehirler inşa edilecek alanlarda sıvılaşma riski, zemin büyütmesi var mıdır? Heyelan, su baskını, hortum, tsunami, orman yangını, patlayıcı, parlayıcı ve tehlikeli maddeler gibi riskler bulunmakta mıdır? Zemin sınıfı nedir? Bölge faya ne kadar yakındır? Tüm bu analizler, bir bölgenin öncelenmesinde ve kentsel dönüşüm planları için doğru kararların verilmesinde çok önemli rol oynayacaktır. Kentsel dönüşümün yerinde yapılması her zaman ideal çözüm olmayabilir. Sıvılaşma, ciddi zemin büyütmesi, heyelan vb. riskleri içeren bölgelerde bazen nüfusun seyrekleştirilmesi gerekli olabilir. Çarpık gelişmiş, plansız, düşük profilli ilçelerde veya semtlerde ada bazında değil de parsel bazında noktasal kentsel dönüşüm uygulamaları ile birer birer binaları güçlendirirsek veya yıkıp yeniden inşa edersek, belki depreme dayanıklı şehirler inşa etmiş oluruz, hatta depremlerde sıfır can kaybını da garanti altına alabiliriz ancak çarpık ve plansız kentleşme, kimliksiz yapılaşma aynen devam eder. Bu kategorideki bölgeler için ihtiyacımız olan şey yeniden kapsamlı bir şehir bölge planlamasıdır. Ada bazında, bütüncül kentsel dönüşüm uygulamalarında, transfer binalarının öncelikle bitirilmesi esastır. Bunun için de kentsel dönüşüm bölgesi ilan edilecek alanlarda, transfer binalarının yapılabileceği boş hazine veya kamu arazisi olması büyük önem taşımaktadır. Zira yıkılacak binalarda yaşayan insanlarımızın yeni daireleri bitene kadar taşınacakları böyle bir rezerv bina stoğuna ihtiyaçları bulunmaktadır. Vatandaşlarımıza kira yardımı da diğer seçenekler arasındadır. Bir bölge, kentsel dönüşüm alanı ilan edildikten sonra bir sene geriye dönük olmak üzere anlaşana dek toplamda on sene tapu mülkiyet değişimine müsaade edilmemelidir. Aksi takdirde belediyelerimiz, orjinal yapı sahipleriyle değil, konutlarını onlardan ucuza satın alan profesyonel emlak simsarlarıyla pazarlığa oturmak zorunda kalmaktadır. İstanbul’da kentsel dönüşüm, şehrin tarihi ve kültürel dokusu korunarak gerçekleştirilmelidir. İstanbul’daki Fatih, Eminönü veya Suriçi gibi tarihi semtlerde ise bir “koruma Eylül - Ekim 2012 87 MAKALE imar planı” yarışması yapılıp dünya ölçeğinde bir plan hazırlanmalıdır. Tarihi yarımada 1 kilometrekarelik alanlara bölünüp müteahhitlere ihale yoluyla verilebilir. Müteahhit tarihi değeri olmayan tüm yapıları satın alıp yıkarak bölgeyi boşaltmalıdır. Mevcut çarpık betonarme binalar yıkıldıktan sonra ada bazında 3 katı geçmeyecek biçimde yeni binalar yapılıp yer altında da en az iki katlı otopark izni olmalıdır. Anıtlar Yüksek Kurulu ve Müzeler Müdürlüğü gözetiminde hafriyat yapılmalı, tarihi dokuyla ve Suriçi’ndeki 15. ve 16. yüzyıl Osmanlı eserleriyle uyumlu mimariye sahip zarif binalar inşaa edilmelidir. Tarihi yapılar da boşaltılmalı ve derhal restore edilmelidir. Hiç kimse dünya kültür mirasına ait tarihi yapıları tahrip etmeye, tarihi merdiven korkuluklarını, tavan süslerini kışın ısınmak amacıyla yakacak olarak kullanma hakkına sahip değildir. Projeye beş yıldızlı oteller de dahil edilmeli, Suriçi bir turizm cazibe merkezi haline getirilmelidir [5]. 3. DİĞER DEĞERLENDİRMELER Ülkemizde yüksek yapılar için ayrı bir yönetmeliğe ihtiyaç vardır. Yüksek yapıların ana ulaşım arterlerine çok yakın inşa edilmelerine de müsade edilmemelidir. Zira bu binalar büyük bir deprem sonrası göçerlerse, ana arterler üzerindeki ulaşım çok uzun sürelerle kesintiye uğrayacaktır. Deprem tehlike haritaları da bir an önce yenilenmelidir. Bir diğer üzerinde durulması gereken önemli husus, özel hastane ve okul binaların deprem dayanımları ile ilgilidir [10]. Tüm Türkiye’de özel hastane ve özel okul binaları genellikle konut işlevi görmek üzere inşa edilmiş apartmanlardan hastane veya okula çevrilmektedir. Oysaki yönetmeliğimizde okullar için bina önem katsayısı 1.4, hastaneler için bina önem katsayısı 1.5 iken konutlar için 1’dir. Kaba bir hesapla bir apartmandan çevrilen bir dersane binası, yönetmeliklere uygun inşa edilmiş bir eğitim binasına göre yüzde 40 daha güvensiz olmaktadır. Bu sebeple, konut olarak inşa edilmiş binalarda özel hastane, özel okul ve özel dersanelerin faaliyet göstermelerine hiçbir surette müsaade edilmemelidir. Yeni inşa edilecek hastane binaları için ise en uygun seçenek taban izolasyonu tekniğinin kullanılarak yapının depremden yalıtılmasıdır. Bu teknikte, yapının temelinin üstüne, bodrum katın altına kurşun çekirdeği olan kauçuk bir mesnet yerleştirilir. 88 Mimar ve Mühendis Depremde bütün hareket bu izolatör seviyesinde olur ancak kat ivmeleri dramatik bir biçimde azalacağından binada fazla sarsıntı olmaz. Yani yapı bir nevi depremden yalıtılır. Özellikle hastanelerde kullanılan hassas ve pahalı tıbbi cihazların zarar görmesi de böylece engellenmiş olur. Ülkemizdeki inşaat mühendisliği eğitimi veren üniversitelerimizin müfredatları yetersizdir. Ülke çapındaki tüm üniversitelerimizin İnşaat Mühendisliği Bölümü Başkanları’nın müfredatlarda revizyon yapması ve biran önce “deprem mühendisliği” ve “yapı dinamiğine giriş” derslerini mecburi hale getirmeleri büyük önem arzetmektedir. Yapıların gerçek davranışı statik değil dinamiktir. Türkiye gibi önemli bir deprem ülkesinde, yapının dinamik davranışını bilmeyen, yönetmelikteki mevcut yapıların performansa dayalı değerlendirilmesinin ne olduğundan bihaber olan mühendislerin yetiştirilmesi üniversitelerimiz adına büyük bir eksikliktir. REFERANSLAR [1] Resmi Gazete (2012), ‘Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanun’, kanun No: 6306, Kabul tarihi: 16.5.2012. [2] Gündeş Bakır Pelin (2004), ‘Proposal for a national mitigation strategy against earthquakes in Turkey’, Natural Hazards, 2004, 33(3):405-425. [3] Gündeş Bakır P. ve Boduroğlu M.H., ‘Earthquake Risk and Hazard Mitigation in Turkey’, Earthquake Spectra, 2002, 18(3):427-447. [4] Tezcan S.S. (2012), ‘Riskli binalar ile ilgili kanun tasarısı’, Şantiye, Sayı: 287, pp. 154-157. [5] Albayrak E. (2011), Görüşme notları. [6] Gündeş Bakır Pelin, De Roeck G., Degrande G. ve Reynders E., ‘Seismic demands and analysis of site effects in the Marmara region during the 1999 Kocaeli earthquake’ , Natural Hazards , 42(1),169-91,July 2007. [7] Gündeş Bakır Pelin, De Roeck G., Degrande G. and Wong K.K.F., ‘Seismic risk assessment for the mega-city of Istanbul: Ductility, strength and maximum interstory drift demands’, Soil Dynamics and Earthquake Engineering 27 (12): 1101-1117 DEC 2007. [8] Gündeş Bakır Pelin, De Roeck G., Degrande G. and Wong K.K.F., ‘Site dependent response spectra and analysis of the characteristics of the strong ground motion due to the 1999 Duzce earthquake in Turkey’ Engineering Structures, 29(8), 1939-56, August, 2007. [9] Erdik M. (2011), Görüşme notları, Kandilli Rasathanesi. Eylül - Ekim 2012 89 SÖYLEŞİ DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ Türkİye’nİn Deprem Gerçeğİ Deprem-zemİn-yapı üçlüsünde en popüler konu ve dolayısıyla medyada en fazla İşlenen depremİn kendİsİdİr. Halbukİ en fazla sorumluluk ve İnsanımızı doğrudan İlgİlendİren konular İse zemİn ve daha da önemlİsİ yapıdır. Deprem hareketİnİn bİr bİnaya tatbİk ettİğİ kuvvetİ, dolayısıyla muhtemel hasarı azaltmak İçİn bİnanın kütlesİnİ ve/veya hareketİn İvmesİnİ azaltmalıyız. Unutmayalım kİ deprem ağır yapılara daha fazla yüklenİr. Dolayısıyla, bİnalarımızı hafİf malzemeyle yapmalıyız. Yanİ, yapıları hantal beton ve tuğla yığınları şeklİnde İnşa etmek yerİne, İnşaat kültürümüzü değİştİrİp yapılarda ahşap ve çelİk malzeme kullanmalıyız. Ve nİhayet, deprem hareketİnİn İvmesİnİ İse bİr yandan zemİnİ ıslah ederek, yanİ gevşek bİr zemİnİ sıkılaştırarak azalatabİlİrİz, bİr yandan da yenİ yerleşim alanları İçİn tarımsal amaçlı kullanılması gereken gevşek alüvyon malzemeden müteşekkİl ovalar yerİne kaya zemİnden müteşekkİl yamaç arazİler tahsİs etmelİyİz. > SÖYLEŞİ: FATİH GÖKSU Depremi bir cümlede nasıl tarif edersiniz? Deprem, yerkabuğunu teşkil eden irili-ufaklı levhaların izafi hareketleri esnasında temas yüzeylerinde biriken yükün ani serbest bırakılmasıdır. Bu cümledeki anahtar kelime “ani” biriken yük yavaş yavaş serbest bırakılırsa, herhangi tehdit karakteri olmayan mikrodepremler vuku bulur. Şimdi lütfen sebep-sonuç ilişkisini kurarak, bu konuyu biraz açar mısınız? Yerkürenin dış çekirdeği bir nükleer santral gibi çalışır, bu santral muazzam bir ısı üretir, ısı enerjisi çekirdeği saran mantoya transfer edilir, ısınan yarı-akışkan manto yerkabuğuna doğru yükselir, yükselen malzeme okyanusların ortasında belli eksenler boyunca yeni kabuk oluşmasını sağlarken, eski kabuk da kıta kenarlarının altından mantoya dalar ve tüketilir. Manto içindeki ısı konveksiyon akımlarının sebep olduğu kabuk yenileme ve tüketme hadisesi, yerkabuğunu teşkil eden levhaların birbirlerine izafi hareketleri sonucu temas yüzeylerinde yükün birikmesine, ve bu yükün aniden boşalmasına yani depremlerin oluşma90 Mimar ve Mühendis sına neden olur. Depremler, aslında yerkürenin dinamik karakterinin bir tezahürüdür. Levha hareketleri sonucunda dağ oluşumu ve bunun neticesinde de bütün tabiat hadiselerinin gelişmesi de yer kürenin dinamik karakterinin bir başka tezahürüdür. Türkiye’deki depremlere sebep olan levha hareketini tarif eder misiniz? Özellikle, Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu Fay zonlarının her iki tarafındaki levhaların zıt istikamette esas itibariyle yanal hareketleri esnasında sürtünmeleri sonucu, fay düzleminde biriken yükün aniden serbest bırakılmasıyla vuku bulan depremler bizi ilgilendirmektedir. Fay zonlarında, levhaların birbirlerine zıt istikamette yatay hareketleri sonucu vuku bulan depremler, yerkabuğunun tüketildiği eksenlerde vuku bulan depremlerden genellikle daha küçüktürler. Lakin Erzincan 1939 ve Kocaeli 1999 depremleri gibi 7’nin üstünde büyüklükte de vuku bulabilirler. Deprem sismolojisinde son yılların en önemli keşfi, levha içindeki depremlerin, örneğin Anadolu levhasındaki gibi, faylar boyunca mevcut lokal zayıf zonlardaki yük birikiminden ziyade, esas itibariyle levhaların birbirlerine izafi hareketleri sonucu daha büyük ölçekteki rejyonal yük birikiminden ötürü olmasıdır. Fay zonları boyunca levha hareketleri sadece yanal yönde midir? İyi bir soru. Fay zonları boyunca levha hareketlerinin hem yanal hem de düşey bileşenleri vardır. Ama bazı fay zonlarında yanal hareket daha baskındır; örneğin, Kuzey ve Doğu Anadolu Fayları’nda olduğu gibi. Bazı fay zonla- Depremler, aslında yerkürenin dinamik karakterinin bir tezahürüdür. Levha hareketleri sonucunda dağ oluşumu ve bunun neticesinde de bütün tabiat hadiselerinin gelişmesi de yer kürenin dinamik karakterinin bir başka tezahürüdür. rında ise düşey hareket daha baskındır; örneğin, Ege Bölgesi’ndeki fay sistemlerinde olduğu gibi. Burada önemli olan husus, yanal hareketin baskın olduğu fay zonlarındaki depremler, düşey hareketin baskın olduğu fay zonlarındaki depremlerden daha büyük olur. Depremin büyüklüğü ile fayların uzunluğu arasında bir ilişki var mıdır? Bir fay zonu boyunca levhaların temas yüzeyleri ne kadar büyükse, diğer bir deyişle fay zonu ne kadar uzun mesafe kat ediyorsa, biriken tektonik yük ve dolayısıyla deprem de o kadar büyük olur. Deprem-tsunami ilişkisi nedir? Tsunami, Japonca bir sözcüktür. Japon Adaları’nın doğu sahilleri boyunca Pasifik Levhası Asya Levhası’nın altına dalmaktadır. Bu hareket, daha önce de ifade ettiğimiz gibi çok büyük depremlere sebep olmaktadır. Ayrıca, dalan kütlenin düşey yönde ani hareketi neticesinde, Pasifik Okyanusu’nun çok kalın su tabakası da birlikte ani bir düşmeye maruz kalır. Bu hadise de çok uzun periyotlu ve yüksek genlikli su dalgasının oluşmasına neden olur. Dev dalgalar sahile vardığında tsunami felaketi olur. Tsunamiye neden olabilecek dalma-batma levha hareketi Anadolu sahillerinde, olsa olsa Akdeniz’de Hellenik Dalma Kuşağı boyunca mümkündür. Marmara’da ise Japonya, Sumatra, Alaska veya Şili Sahillerindeki gibi tsunami tarzında büyük bir felaket düşünülemez. Marmara Bölgesi Türkiye’nin sanayi ve ticareti bakımdan en önemli bölgesi, bu bölgenin depremselliği hakkında ne söyleyebilirsiniz? Marmara Denizi, aslında Anadolu’da hakim yanal atılım hareketiyle Ege Denizi’nde hakim düşey hareketler arasında geçiş zonu. Bu nedenle, Marmara Denizi’nde, bilhassa orta kısımda, Kuzey Anadolu Fay Zonu’nda vuku bulan büyük depremler beklenemez. Diğer yandan, ne yazık ki son yıllarda yapılan araştırmalara rağmen, Marmara Baseni’nin fay geometrisi güvenilir doğrulukta henüz tespit edilememiştir. Bununla beraber, eldeki verilere istinaden denilebilir ki geçmişte İstanbul’u, Marmara içinde İstanbul’a yakın büyük bir deprem yerine İzmit veya Gelibolu’da vuku bulan uzak bir depremin lokal zemin etkisi tehdit etmiştir. Nitekim, 1999 Kocaeli Depremi’nin Avcılar’daki hasar ve can kaybı lokal zemin etkisindendir. Marmara Baseninin tektonik modelinin güvenilir doğrulukla bilinmediğini ifade ettiniz. Bu konuyu biraz açar mısınız? Güvenilir bir tektonik model için, Marmara’da son 3 yıl içinde yapılmış takdire şayan araştırmalara ek olarak, fay yüzeylerinin geometrisi ve ‘strikeslip’ ve ‘vertical-slip’ bileşenlerinin tanımlanmasına yönelik bir ‘high-resolution sub-bottom seismic profiling’ gerekmektedir. Eldeki sismik, gravite, manyetik, batimetre, ve sismik aktivite verilerine istinaden, Marmara için kuzeydoğu-güneybatı istikametinde bir kuvvet çiftine maruz bir Eylül - Ekim 2012 91 SÖYLEŞİ DOÇ. DR. ÖZDOĞAN YILMAZ ‘pull-apart’ tektonik model önerilebilir. Bu modele göre, Marmara, İzmit doğusunda Kuzey Anadolu Fayı (KAF) boyunca hakim ‘strike-slip’ rejimiyle, Ege’de hakim ‘vertical-slip’ rejiminin bir geçiş zonudur. Bir anlamda, Marmara kısmen de olsa tektonik anlamda yükün biriktiği bir zon yerine, tam tersine bir gevşeme zonudur. Dolayısıyla, Marmara’da, bilhassa orta basende ve İstanbul’a yakın mesafede, İzmit’in doğusunda veya Saros’daki gibi 6.5 veya daha büyüklükte bir deprem beklemek yanlış olur. İstanbul’u, yakındaki bir büyük deprem yerine, uzaktaki bir büyük deprem ‘local site effect’ bakımından her zaman tehdit etmektedir. Bölgedeki büyük depremlerin tekrarlama periyodu, tarihsel depremlere istinaden 100-150 yıl arasında kabul edilirse, medyada popülerize edilen ‘İstanbul’a yakın, beklenen büyük depremin,’ aslında ‘İstanbul’dan 170 km uzakta, 1999 yılında olup bittiğini söylemek’ pek de yanlış addedilemez. Depremi önceden tahmin edebilir miyiz? Nasıl hava durumunu, çok ama çok parametreli fiziksel bir hadise olmasına rağmen, tahmin etmeye çalışıyorsak, depremin de nerede, ne zaman ve hangi büyüklükte ve nasıl bir fay hareketi sonucu olacağını tahmin etmeye çalışmak da doğaldır. Ayrıntılara girmeden, kayaçların sismik ve elektrik özdirenç gibi bazı fiziksel özelliklerinin depremden birkaç saat önceden birkaç ay öncesine kadar değişime maruz kaldıklarını söyleyebiliriz. Lakin deprem tahmini pratikte kullanılabilir bir düzeyden çok uzak, üstünde daha çok araştırma yapılması gerekli bir konudur. Bu durumda, mühendislik ve bilim alanlarında uğraşanlar olarak, kamuoyunu 92 Mimar ve Mühendis ‘tahmin senaryolarıyla’ meşgul etmemiz doğru değildir. Yarardan ziyade, tahmin haberleri sosyal ve ekonomik zarara neden olur. Deprem kayıtlarının alınmasından önceki tarihsel depremlerin büyüklüğünü nasıl tahmin edebiliriz? 1509 yılında küçük kıyamet diye adlandırılan ve İstanbul’da büyük hasara sebep olan büyük bir deprem oldu. Merkez üstünün nerede olduğu bilinmemekle beraber İzmit civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1766 Depremi’nin merkez üstünün Gelibolu, 1894 Depremi’nin ise yine İzmit civarında olduğu bilinmektedir. Lakin bütün bu depremlerin büyüklüğü hakkında güvenilir bir tespit yapmak Osmanlı dönemine ait tarihi belgelere istinaden oldukça zordur. Bunun sebebi, deprem hasarını merkezi hükümete rapor edenler ya kadılar ya da imamlardı. Bu kişiler, merkezi hükümetten azami yardımı temin edebilmek için deprem hasarını ziyadesiyle mübalağa ederlerdi. Lakin depremin süresi hakkında ise masumane gerçeğe yakın bir süreyi telaffuz ederlerdi. Bu nedenle, depremin büyüklüğü hakkında güvenilir tahmini, rapor edilen hasar tür ve miktarı yerine ancak ve ancak deprem hareketinin süresine istinaden yapabiliriz. Depremin süresiyle büyüklüğü arasında ampirik ilişkiye istinaden, örneğin, yaklaşık ardı ardına üç büyük şokun 19 saniye sürdüğü 1894 Depremi’nin 6-6.5 büyüklüğünde olduğu tahmin edilmektedir. Zeminin depremselliği hakkında neler söyleyeceksiniz? Bir inşaat projesi için zeminin sismik anlamda tanımlanması binaların emniyetli olmasını sağlamaya yönelik zemin ıslahı için elzemdir. Zeminin sismik anlamda modelini oluşturan parametreleri sondajlardan ve laboratuar deneylerinden elde edilen bilgilerle birlikte kullanarak, geoteknik mühendisi ‘zeminin geoteknik modelini’ gerekli hassasiyetle tanımlayabilir. Depreme yönelik geoteknik modelleme, zemin hakim periyodunun ve zemin büyütme katsayısının tespiti, zeminin suya doymuşluk derecesini gösteren Poisson oranının hesaplanması, sıvılaşma ve mikrozonlama analizlerinin yapımı ve nihayet binaların asismik tasarımını kapsar. Zeminin sismik modelini tanımlayan jeofizikçi bir kardiyolog gibi zeminin geoteknik modelini tanımlayarak ıslahını projelendiren cerrah rolündeki geoteknik mühendisine yardımcı olur. Çok-katlı bir binayı bir yay gibi düşünürsek, binanın deprem esnasındaki hareketini yayın sönümlü salınımına benzetebiliriz. Bu salınımı tarif eden esas parametre yayın salınım periyoduna eşdeğer olan binanın kendine mahsus periyodudur. Kayaya göre nispeten gevşek malzemeden müteşekkil zemin içinde yayılan deprem dalgaları, bir kaval içinde üretilen ses dalgaları gibi davranır. Üflenen kavalın bazı ses harmoniklerini üretip sonra onların genliğini büyüterek bize duyurması gibi, zemin de maruz kaldığı yüzey dalgalarının harmoniklerini büyüterek yanal yönde yayılmasına neden olur. Zemini bir radyo verici istasyonu, binayı da bir alıcı istasyon gibi düşünürsek, en az parazitle en fazla ses iki istasyonun frekanslarının çakışmasıyla elde edilir. Benzer, fakat arzu edilmeyen biçimde, deprem esnasında zemin hakim periyoduyla bina periyodu çakışırsa, bina tehlikeli biçimde sarsılabilir. Zemin ıslahının bir amacı, zeminin yüzey dalga- Tsunamiye neden olabilecek dalma-batma levha hareketi Anadolu sahillerinde, olsa olsa Akdeniz’de Hellenik Dalma Kuşağı boyunca mümkündür. Marmara’da ise Japonya, Sumatra, Alaska veya Şili sahillerindeki gibi tsunami tarzında büyük bir felaket düşünülemez. larını büyütmesine ve zemin hakim periyodunun uzamasına karşı tedbirler almaktır. Bunu sağlamak için ya zeminin gevşek tabakalarını maliyeti makul ise hafriyatla sıyırmanız gerekir veya enine-dalga hızını zemini sıkılaştırarak artırmanız gerekir. Yapının depremselliği hakkında neler söyleyeceksiniz? Yeni bir yapı tasarlarken, depremin etkisini en asgariye indirebilmek için Semih Tezcan hocamızın belirttiği şu kurallara mühendislerin ve mimarların titzlikle riayet etmeleri gerekmektedir: “Çerçeveli sistemler yerine perdeli sistemleri tercih et. Planda düzgün ve sismetrik sistemleri seç. Burulmaya olanak verme. Binanın hiçbir yerinde gereksizce ağır kütle oluşturma. Zayıf kolon güçlü kiriş yerine, güçlü kolon zayıf kiriş seç. Ağır cephe askıları ve panelleri kullanma. Kısa kolona müsaade etme. Tehlike katına (yumuşak kat) müsaade etme. Çelik profil kolonlu yapılarda, Japon Mucizesi denilen kompoizt kesitleri kullan. Betonarme kolonları ise alt ve üst uçlarında etriyelerle yoğun bir tarzda sar. Bitişik binaların çarpışmasına engel ol. Kat başına iki cm boşluk bırak. Kolonları, konsollara veya kiriş ortalarına oturtma. Yumuşak zeminlerde sıvılaşma ve/veya büyültme riskini çok iyi analiz et. Temelde ve/veya üst katlarda sismik izolatörler ve söndürücüler kullanarak mutlak deprem güvencesini garantiye al.” Deprem hareketinin bir binaya tatbik ettiği kuvveti, dolayısıyla muhtemel hasarı azaltmak için binanın kütlesini ve/veya hareketin ivmesini azaltmalıyız. Dolayısıyla, binalarımızı hafif malzemeyle yapmalıyız. Yani, yapıları hantal beton ve tuğla yığınları şeklinde inşa etmek yerine, inşaat kültürümüzü değiştirip yapılarda ahşap ve çelik malzeme kullanmalıyız. Deprem hareketinin ivmesini ise zemini ıslah ederek, gevşek bir zemini sıkılaştırarak azaltabiliriz. Gevşek zemin üzerine oturtulmuş bir yapı kaya üzerine oturtulmuş bir yapıya göre, zemin ıslah edilmezse, deprem hareketinden daha fazla etkilenir ve hasara maruz kalma ihtimali daha fazladır. Bu doğru mu? Evet. Gevşek zemin daha ziyade kil-silt-kumdan müteşekkil alüvyon malzemenin çökeldiği ovalarda mevcuttur. Aslında bu konuyla yakından ilişkili esas mesele Bursa, Adapazarı, Adana ve Mersin gibi ovaların yerleşime açılmaması, aksine tarımsal amaçlı kullanılması gerekirdi. Eski Bergama tapınakların bulunduğu ve esas itibariyle kaya zeminden müteşekkil tepenin yamacındadır, yeni Bergama ise güzelim ova üstündedir. Ne acıdır ki 2 iki bin yıl öncesine göre 2 bin yıl geriden düşünüyoruz. Deprem-yapı ilişkisine mahsus çok önemli bir hususu dikkatinize sunmak isterim. Örneğin Amerika’nın Kaliforniya Eyaleti’ndeki sağ-yanal atılımlı San Andreas Fayı üzerinde San Francisco kentine yakın 6.5 büyüklüğündeki bir depremin sebep olacağı can ve mal kaybı, yine sağ-yanal atılımlı Kuzey Anadolu Fayı üzerinde İzmit kentine yakın yine 6.5 büyüklüğünde bir depremin sebep olacağı can ve mal kaybından kesinlikle çok daha az olur. Bunun sebebi, yapılaşmamızın nispeten daha kötü kaliteyi haiz olmasındandır. Türkiye’nin deprem gerçeği hakkındaki söyleşimizin bir özetini yapar mısınız, lütfen? Deprem konusu bilimsel olması bakımından akademik ortamlarda tartışılmalıdır. Medyada bu konunun tartışılması, hele hele sismoloji konusunda mütehassıs olmayan deprem paparazzileri tarafından her deprem olduğunda gündeme getirilmesinin hiçbir yararı yoktur. İnsanları, doğal bir hadise olan depremden korkutmak ve tedirgin etmenin, yalan ve yanlışlarla aldatmanın ne faydası vardır? Üstelik deprem konusunda bu ülkenin bilim insanlarının, medyada dedikodu yerine, bilimsel daha çok araştırma yapması gerekmektedir. Halkımızın bir depremi müteakip telaşlanıp gecelerini parklarda veya sokaklarda geçirmelerine meydan vermemek için, örneğin, Fethiye’deki depremden sonra tsunami olur mu veya Marmara’daki 5.1 büyüklüğündeki depremin ardından daha büyük deprem olur mu gibi soruların muhatabı olacak Amerika, Çin ve Japonya’daki gibi resmi ve yetkin bir kuruluşun gerektiği zaman bilimsel beyanda bulunarak deprem paparazzilerini susturması gerekmektedir. Depremden ziyade, medyada işlenmesi gereken mühendislik konuları olması, dolayısıyla insanları doğrudan ilgilendirmesi bakımından, zemin ve daha da önemlisi yapıdır. Bu iki hususta yapılması gerekeni, Newton’un İkinci Kanunu çok açık biçimde ifade etmektedir: “Bir cisme tatbik edilen ve onu harekete maruz bırakan kuvvet eşittir cismin kütlesi çarpı hareketin ivmesi.” O halde, deprem hareketinin bir binaya tatbik ettiği kuvveti, dolayısıyla muhtemel hasarı azaltmak için ne yapmalıyız? Binanın kütlesini ve/veya hareketin ivmesini azaltmalıyız. Unutmayalım ki deprem ağır yapılara daha fazla yüklenir. Dolayısıyla, binalarımızı hafif malzemeyle yapmalıyız. Yani, yapıları hantal beton ve tuğla yığınları şeklinde inşa etmek yerine, inşaat kültürümüzü değiştirip yapılarda ahşap ve çelik malzeme kullanmalıyız. Ve nihayet, deprem hareketinin ivmesini ise bir yandan zemini ıslah ederek yani gevşek bir zemini sıkılaştırarak azaltabiliriz. Bir yandan da yeni yerleşim alanları için tarımsal amaçlı kullanılması gereken gevşek alüvyon malzemeden müteşekkil ovalar yerine kaya zeminden müteşekkil yamaç araziler tahsis etmeliyiz. Eylül - Ekim 2012 93 BİZDEN HABERLER ANKARA ŞUBESİNDEN TEDAŞ’A ZİYARET M imar Mühendisler Grubu Ankara Şubesi Yönetimi, TEDAŞ Genel Müdürlüğü’nde daha önceden “Sistem İşletme Daire Başkanı” olarak görev yapan ve yine aynı kuruma Genel Müdür Yardımcısı olarak atanan Sn. Mehmet Necat Tür’ü ziyaret etti. Ziyarette MMG Ankara Şubesi Başkanı Yılmaz Ada, Kazım Özgür, Ümit Keser, Ahmet Sait Akboğa , Ahmet Kaplan ve Mehmet Mungan bulundular. Ziyarette, Ülkemizde ve dünyada enerji sorunları ve bu sorunlara Mimar ve Mühendisler Grubu olarak görüş ve önerilerimiz konuşuldu. MMG’DE BAYRAMLAŞMA HEYACANI M Konya Şubesİnden, Konya Mİllİ Eğİtİm İl Müdürüne Zİyaret M imar ve Mühendisler Grubu Konya Şubesi, Konya İl Milli Eğitim Müdürü Şerafettin Turan`I makamında ziyaret etti. Ziyaret sırasında görevine yeni atanan Şerafettin Turan Bey`e MMG`nin Konya`da yaptığı çalışmaları hakkında bilgiler verildi. Dernek başkanı Arif Kösen bir sivil toplum kuruluşu olan MMG Derneği olarak, İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile sosyal sorumluluk projelerinde ortak çalışmalar yapmak istediklerini belirtti. Şerafettin Turan`da Konya`da bulunmaktan ve Konya`ya hizmetten çok memnun olduğunu söyledi. Ziyaret karşılıklı iyi niyet temennileri ile tamamlandı. 96 Mimar ve Mühendis imar ve Mühendisler Grubu’nun geleneksel bayramlaşma programı Ramazan Bayramı’nın ikinci günü, MMG Genel Merkez Ofisi’nde gerçekleştirildi. MMG yönetim kurulundan Genel Başkan Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcılarından Osman Arı, Yönetim Kurulu Üyelerinden Murat Özdemir ve Yerbilimleri Komisyonu Başkanı Şehmus Yıldırım’ın da katıldığı programda MMG üyelerinin ziyaretleri kabul edildi. Bayramlaşma ve tebriklerden sonra güncel konuların konuşulduğu programda şehirleşme ve nüfus yoğunluğu konuları hakkında görüş alışverişinde bulunan katılımcılara, Yeryüzü Mühendisleri oluşumu kapsamında Sudan’a giden Murat Özdemir, Sudan gezisi ve incelemeleri hakkında bilgiler verdi. 2 saat süren bayramlaşma programı kapsamında ayrıca MMG’nin süreli yayını olarak 2 ayda bir okuyucularıyla buluşan Mimar ve Mühendis Dergisi’nin içeriği, gelecekte işlenecek dosya konuları ve bu konulara verilecek destek konusunda görüş alışverişi yapıldı. MMG Şarköy Depremİ’nİ Unutmadı T ekirdağ’ın Şarköy ilçesine bağlı Mürefte Beldesi’nde 9 Ağustos 1912 tarihinde meydana gelen 7.4 şiddetindeki depremde hayatını kaybedenler için, Mimar ve Mühendisler Grubu, TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ve İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin ortaklaşa düzenlediği bir anma töreni düzenlendi. Anma töreninin yanı sıra yüz yıl önce meydana gelen depremin bölgede yol açtığı değişimi gözlemlemek amacıyla bölgede bir dizi inceleme yapıldı. Saygı duruşu ile başlayan etkinlikle ilgili MMG adına Jeofizik Mühendisi Şehmus Yıldırım ilk konuşmayı yaparak, 100 yıl öncemeydana gelen 7,4 büyüklüğündeki depremden sonra sırasıyla ülkemizin farklı bölgelerinde pek çok depremin meydana geldiğini belirtti. DR. HÜSEYİN SARAÇ: İSLAM NÜFUSUNUN ARTIŞ HIZI AZALTILMAK İSTENİYOR Mimar ve Mühendisler Grubu’nun her hafta Çarşamba günleri gerçekleştirdiği “Bizbize Konuşmalar” etkinliği çerçevesinde 13 Haziran 2012 Çarşamba tarihindeki konuğu, Erenköy Galippaşa Camii İmam Hatibi Dr. Hüseyin Saraç oldu. Sohbet ortamında geçen etkinlikte Saraç, “İslam Dünyasının Doğal Kaynakları ve Coğrafi Yapısı” konulu sunumuyla katılımcılarla buluştu. D r. Saraç MMG Genel Merkez Binası’nda gerçekleştirdiği programına Ayet ve Hadis’lerden örnekler sunarak sohbet şeklinde başladı. Katılımcılarla, konusuna giriş yapmadan sohbet eden Saraç, daha sonra İslam Dünyası’na dair bilgiler verdi. Allah’ın kainatta olup bitenler gibi, bundan sonraki süreçte olacakları da bildiğini kaydeden Dr. Saraç, “Allah, Hüseyin Saraç’ın bugün burada MMG ailesiyle beraber olacağını önceden de biliyordu. Bundan sonraki süreçte de hepimizin neler yaşayacağını şüphesizdir ki biliyor.” dedi. Üzülmenin ve gevşemenin Müslümanlıkta yeri olmadığını kaydeden Dr. Saraç, muvaffak olabilmek için Allah’ın kurallarına uymanın büyük önem taşıdığını kaydetti. Dr. Saraç: “Müslüman nüfusunun artması korkuttu” İslam dünyası ve coğrafyası hakkında kısa bilgiler vererek konuya giren Dr. Hüseyin Saraç, 2.Dünya Savaşı’ndan önce İslam ülkesi denilince akla 3 ülkenin geldiğini ve bu ülkelerin Türkiye, İran ve Afganistan olduğunu belirtti. Şimdi Müslüman çoğunluğun olduğu 50 devletin varlığından söz eden Saraç muhtar devletlerin de bu orana katılması sonucunda 80 devlete kadar çıkacağını sözlerine ekledi. Dünyada 5 kişiden birinin Müslüman olduğunu hatırlatan Saraç, “Müslümanların nüfus artış hızı da diğer din mensuplarına nazaran fazladır. Yapılan araştırmalara göre bu hızda seyretmesi sonucu Müslümanların dünya nüfusuna oranı 2050 yılında yüzde 30 olacaktır. Bu da 2050’de dünyadaki her 3 insandan 1’inin Müslüman olacağına tekabül eder” diye konuştu. “Nüfus artış hızını azaltmak için çalışmalar hala devam ediyor” Kahire Konferansı’na değinerek sözlerine devam eden Dr. Saraç, Kahire Konferansı’nın amacını, nüfus planlaması adı altında Müslüman nüfusun azaltılmasına ve nüfus artış hızının düşürülmesine yönelik çalışmalar olarak nitelendirdi. Daha sonraki süreçte Müslümanlara karşı aynı konuda farklı planların devam ettiğini dile getiren Dr. Saraç, “Bir zamanlar Müslüman erkekler ve bayanlara doğum kontrol yöntemi hakkında bilgiler verilerek, doğum kontrol yöntemine yönlendirildi. Türkiye’de bir dönem caddelerde ve sokaklardaki billboardlara asılan afişlerde de bir anne, bir baba ve iki çocuk olduğunu ve bu yöntemle vatandaşlara belli bir düşüncenin empoze edilmek istendiği apaçık ortadaydı. Bunun arkasında da aynı amacı taşıyan güçlerin olduğu düşünüyorum” dedi. Eylül - Ekim 2012 97 BİZDEN HABERLER MMG’DEN YAPI ENDÜSTRİ MERKEZİ’NE ZİYARET M TEKNİK GEZİ: İSTANBUL ULAŞIM SEYRANTEPE METRO BAKIM TESİSLERİ S eyrantepe Metro İstasyonu gezilmeden önce İpşir, katılımcılara İstanbul Ulaşım A.Ş. ve çalışmaları hakkında bilgiler verirken, gelecekte ve 2023 vizyonunda gerçekleştirilmesi muhtemel planlarından bahsetti. Metro ve raylı sistemlerin İstanbul ulaşımı için çok önemli olduğunun altını çizen İpşir, 76,5 km’lik raylı sistem hattında günde 950 bine yakın yolcu taşındığını belirtti. İpşir’in sunumundan sonra teknik geziye geçilirken, Seyrantepe Metro İstasyonu hakkında kısa bir bilgiden sonra bakım onarım merkezine geçildi. Metroların ağır bakım ve onarımının yapıldığı bölgede katılımcılara bilgiler veren İpşir, bu konuda hassas, tedbirli ve iş güvenliğine dikkat ederek çalıştıklarının altını çizdi. Daha sonra kumanda merkezine geçen MMG ekibi, burada metrolara hareket halindeyken olası bir tehlike anında hangi müdahalelerin yapıldığının bilgisini aldı. Durakların ve metro araçlarının canlı olarak çalışan kamera sistemi hakkında da bilgi alan kafile, özellikle dijital metro takip sistemi hakkında sorular sordular. ANKARA ŞUBEDE DE İFTAR HEYACANI VARDI G eleneksel olarak düzenlenen Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG) Ankara Şube iftarı bu sene 30 Temmuz tarihinde Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Hacı Bayram-ı Veli Camii önünde kurulan İftar çadırında 3000 kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. İftar davetine Genel Başkan Avni Çebi’nin yanı sıra, Enerji ve Tabii Kaynakları Bakan Yardımcısı Hasan Murat Mercan, AK Parti Kayseri Milletvekili Prof. Dr. Pelin Gündeş Bakır, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Bakan Müşaviri Murat Akkaya,Yenilenebilir Enerji 98 Mimar ve Mühendis Genel Müdür Yardımcısı Erkan Çalıkoğlu, Ankara Şube Başkanı Yılmaz Ada, Enerji Piyasası Düzenleme Kurul Üyeleri Alparslan Korkmaz, Fatih Dönmez, MMG Akademik Kurul Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr İlhan Kocaarslan ile çok sayıda MMG üyesi ve halkın katılımlarıyla gerçekleşti. İftar programı ve teravih namazı sonrasında, Hacı Bayram-ı Veli Camii etrafında Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonu devam eden yapılar ile İlim Yayma Cemiyetine ait bina ziyaret edildi. imar ve Mühendisler Grubu tarafından kurum ve kuruluşlara yönelik gerçekleştirilen ziyaretler kapsamında YEM (Yapı Endüstri Merkezi) ziyaret edildi. YEM Genel Müdürü Dr. Barış Onay’ın hazır bulunduğu ziyarete MMG Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’ın yanı sıra Yönetim Kurulu Üyesi Yavuz Sarı’da katıldı. Samimi bir havada gerçekleşen ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getiren YEM Genel Müdürü Dr. Barış Onay, kendilerinin MMG’nin gerçekleştirdikleri etkinlikleri yakından takip ettiklerini ve takdir ettiklerini ifade ederek yeni dönemde ortak çalışmalara imza atmak istediklerini söyledi. MMG Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’da YEM’i gerçekleştirdikleri fuarlardan ve yayın hayatına kazandırdıkları eserlerden tanıdıklarını, çalışmaları takdirle karşıladıklarını ifade etti. MMG’yi tanıtan Şahbaz, olabildiğince sivil olmaya çalıştıklarını, hiçbir siyasi etki altında kalmadan yanlışa yanlış diyen bir STK olduklarını söyledi. MMG AİLESİ 2011 2012 ÇALIŞMA YILINI DEĞERLENDİRDİ M GENÇ MMG ÜYELERİ İFTARDA BULUŞTU Mimar ve Mühendisler Grubu (MMG), Genç MMG üyelerini Ramazan dolayısıyla Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi’nin organize ettiği iftar programında ağırladı. Maltepe’de düzenlenen iftar etkinliğine öğrenci ve 30 yaş altı üyeler katılırken, katılımcılara Genç MMG ve Yeryüzü Mühendisleri oluşumları ile ilgili bilgiler verildi. A vni Çebi: “Çağın şahitleri olarak gelişmeler karşısında tavırlar geliştirmeliyiz” MMG Genel Başkanı Avni Çebi, konuşmasına Ramazan’ın mutluluğunu ve bereketini yaşarken, bir arada olmanın bu mutluluğu daha da artırdığını belirterek başlarken, daha sonra MMG hakkında kısaca bilgiler verdi. MMG’nin kurulmasında aktif olarak rol alan kişilerin o dönemde 30 yaşın altında olduğuna dikkat çeken Çebi, ileriki dönemde başarıya ulaşmak için bugünkü arkadaşlık, dostluk ve paylaşma kavramlarının önemine vurgu yaptı. Kadem Ekşi: “Genç üyelerin fikir ve çalışmalarına her zaman ihtiyacımız var” MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, organize ettiği iftar programına gösterilen yoğun katılımdan dolayı duyduğu mutluluğu belirterek başladığı konuşmasında, genç üyelerle daha sık bir araya gelinmesinin önemine vurgu yaptı. Gerçekleşen etkinlikte kaynaşma ve fikir alışverişi yapmanın öneminden bahseden Ekşi, gelecek dönem için genç üyelerin fikir ve çalışmalarına imar ve Mühendisler Grubu’nun (MMG) 2011 – 2012 Yılı Genel Değerlendirme Toplantısı Filizler Köftecisi’nde düzenlenen yemek eşliğinde gerçekleştirildi. Eski başkanlar ve yönetim kurulu üyelerinin de hazır bulunduğu toplantıda MMG’nin 2011 – 2012 yılı içersinde yaptığı çalışmalar, etkinlikler ve hizmetler katılımcılara sunulurken, Genel Başkan Avni Çebi eski ve yeni yönetimlerin bir arada ve bütünlük teşkil ederek toplantıda bulunuyor olmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Toplantı öncesinde düzenlenen yemekte sohbet eden MMG fertleri, bir arada olmaktan dolayı mutlu olduklarını belirtirken, MMG’nin çıtasını daha yükseklere çıkarabilmek adına sürekli olarak çalışmaya devam edeceklerinin altını çizdiler. Genel Başkan Avni Çebi 2011 – 2012 etkinlik raporunu katılanlarla paylaşırken, 38 Bizbize Konuşmalar, 9 Teknik Gezi, 7 Kahvaltılı Toplantı, 9 Panel, 5 Fuar, 2 yurtdışı, 1 yurtiçi, 1 İstanbul gezisi etkinlikleri yapıldığının bilgisini verdi. ihtiyaçları olduğunu ifade etti. MMG, Genç MMG ve Yeryüzü Mühendisleri ile ilgili kısaca bilgiler veren Ekşi, iftar programında MMG ve diğer oluşumlarla ilgili bilgi almak isteyen herkese bizzat kendilerinin bilgi vereceklerini söyledi. Yavuz Sarı: “Genç MMG uluslararası alanda daha fazla inisiyatif alacak” Genç MMG sorumlusu Yavuz Sarı katımlarından dolayı genç üyelere teşekkür ederken, genelde ilk iftarların aileler arasında yapıldığına ve Genç MMG ailesi olarak Ramazan’ın ikinci gününde özellikle bu iftar davetinin gerçekleştirildiğine dikkat çekti. Yeni dönemde MMG’nin gençlere daha fazla ağırlık vererek katılımcılıklarını artırmak istediğini belirten Sarı, MMG yönetiminin gençlerin daha aktif çalışarak, inisiyatif alma konusunda çaba göstermeleri konusundaki beklentilerinden bahsetti. Gençlerin yoğun katılımıyla gerçekleştirilen iftar programına Yönetim Kurulu Üyelerinden Turan Koçyiğit ile Murat Özdemir’in yanı sıra Komisyon Başkanlarından Selami Keskin, İbrahim Güneş ve Şehmuz Yıldırım da katıldı. Eylül - Ekim 2012 99 BİZDEN HABERLER MMG VE IRCICA’DAN ORTAK PROGRAM İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi ile Mimar ve Mühendisler Grubu şehirleşme ve mimari içerikli ortak bir program düzenledi. Yıldız Sarayı’nda gerçekleşen programa İslam ülkeleri mimarlık öğrencileri ve akademisyenler ile birlikte IRCICA başkanı Amir Pasic’te katıldı. M MG Genel Başkanı Avni Çebi program esnasında yaptığı konuşmasında şehirlerin nitelikleri ve kentsel dönüşüm esnasında ve sonrasında yaşanması muhtemel sorunlardan ve çözümlerinden bahsetti. İnsanların engelsiz, erişilebilir, yaşanılabilir ve sürdürülebilir şehirlerde yaşaması gerektiğini vurgulayan Çebi, “Şehirlerimizi keşmekeş, karmaşa ve çirkinliklerden kurtaracak, insanlarımızın hak ettiği sağlıklı sosyal donatı alanlarını içine alacak, yediden yetmişe kadar her yaştan insanımızın ihtiyaçlarını göz önüne alarak yaşayan ve birlikte var olmaktan güç ve keyif alınan şehirler inşa etmeliyiz,” dedi. Etik Kurulu Üyesi Ali Reyhan Esen “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarının Koruma Anlayışı” konulu konuşmasında 100 Mimar ve Mühendis kurulların amacının, korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının tespiti, korunması, teşhiri, değerlendirmesi ile gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak olduğunu ifade ederken, kültür varlıklarını da; tarih öncesi ve tarihi devirlere ait bilim, kültür, din ve güzel sanatlarla ilgili bulunan veya tarih öncesi ya da tarihi devirlerde sosyal yaşama konu olmuş bilimsel ve kültürel açıdan özgün değer taşıyan yer üstünde, yer altında veya su altındaki bütün taşınır ve taşınmaz varlıklar olarak aktardı. Program dahilinde Süleymaniye çevresine de bir gezi düzenlendi. Mimar Mehmet Şimşek Deniz, geziye katılan öğrenci ve akademisyenlere Süleymaniye Camii, Külliyesi ve KUDEP tarafından restorasyonu gerçekleştirilen Süleymaniye Evleri hakkında bilgiler verdi. KAYSERİ’DEKİ İFTARA YOĞUN KATILIM M imar ve Mühendisler Grubu Kayseri Şubesi’nin Geleneksel İftar Programı 28 Temmuz Cumartesi günü, DSİ 12. Bölge Müdürlüğü Sosyal Tesisleri’nde gerçekleştirildi. Programa MMG Genel Başkanı Avni Çebi ve Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz da katılırken, iftara yoğun bir katılımın olduğu gözlendi. MMG Başkanı Çebi, iftar sonrası yaptığı konuşmada şehirciliğin, mühendisliğin bütün dallarını içeren ve sosyal disiplinlerle bağlantılı disiplinler arası bir alan olduğunu ifade etti. Şehirlerin bugünümüzü ve geleceğimizi inşa eden mekanlar olduğunu vurgulayan Çebi, “Şehri inşa ederken mazlum, mağdur, yoksul, zengin her tabakadan insanı kaynaştıracak bir tasavvura sahip olmalıyız” diye konuştu. MMG Genel Başkan Yardımsı, Türk Macar İşadamları Derneği Başkanı ve DEİK - DTİK Avrupa Bölge Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz da temmuz ayının başında Macaristan’ın İstanbul Başkonsolosu ile Kayseri’ye 1 günlük resmi temaslarda bulunduklarını hatırlatıp Kayseri Valisi, Büyükşehir Belediye Başkanı, Sanayi Odası, Ticaret Odası, Orta Anadolu Kalkınma Ajansı, Organize Sanayi Bölgesi’ni ve bir fabrikayı ziyaret ettiklerini söyledi. MMG Kayseri Şube Başkanı C. Dündar Selçuk da iftar sonunda bir teşekkür konuşması yaptı. Konuşmasına; “Doyumsuz manevi atmosferinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayının, tüm İslam alemi için hayırlara vesile olması diliyorum” diyerek başlayan Selçuk, katılımcılara yoğun katılımdan dolayı teşekkür etti. Özellikle Genel Başkan Avni Çebi ve Genel Başkan Yardımcısı Osman Şahbaz’a iftara katılmalarından dolayı minnettarlığını belirten ve özel olarak teşekkür eden Selçuk, ayrıca geçirdikleri önemli rahatsızlıkların ardından yeniden sağlığına kavuşarak MMG ailesinin arasına katılan üyelerden Yusuf Ziya Yavuz ve Şuayip Şahin’e geçmiş olsun temennisinde bulundu. MMG İÇİN KONYA’DA İFTAR VAKTİ M imar ve Mühendisler Grubu Konya Şubesi Geleneksel İftar Programı’nın üçüncüsü DSİ 4. Bölge Müdürlüğü Sosyal Tesisleri’nde 3 Ağustos Cuma günü MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcısı Ö. Faruk Kültür, Konya Şube Başkanı Arif Kösen, MMG üyeleri ve konukların yoğun katılımı ile gerçekleştirildi. Programda konuklara hitaben konuşan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, kentsel dönüşümün doğru tatbiki üzerinde hassasiyet gösterdiklerini belirtirken, sahip olunan kültüre, sosyal yapıya ve geçmişten gelen değerlere uygun olmayan yapılaşmaya izin verilmemesi gerektiğinin altını çizdi. Bu konuda farkındalık oluşturulmasının gerekliliğine dikkat çeken Genel Başkan Çebi, bunun için de MMG’nin üzerine düşen gerekli çalışmaları yaptığını söyledi. MMG Konya Şube Başkanı Arif Kösen de yaptığı konuşmada, MMG olarak sadece yaşanılan şehre karşı değil yaşanılan ülkeye, coğrafyaya ve yeryüzüne karşı sorumlu olduğumuzu dile getirdi. Kösen ayrıca konuklara yemeğe katılımlarından dolayı teşekkür etti. KADEM EKŞİ “NEŞTER” PROGRAMINDA OLASI İSTANBUL DEPREMİ ÜZERİNE KONUŞTU M imar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Neşter Programı’nda İstanbul’da yaşanması muhtemel deprem hakkında ve İstanbul’un buna ne kadar hazırlıklı olup olmadığı konusunda değerlendirmelerde bulundu. Deprem bilincinin, 17 Ağustos 1999’da yaşanan ve merkez üssü Kocaeli olan Marmara Depremi’nden sonra kamuoyunda daha etkin biçimde yankı bulduğunu belirten Kadem Ekşi, vatandaşların da konuyu daha içselleştirdiğini söyledi. Özellikle deprem tarihlerinin açıklanması hak- kında konuşan Ekşi: “biz mühendisiz ve hiçbir veriye dayanmayan bir denklemle ve somut bir biçimde ifade edilemeyen bir şeye cevap vermek gerçekten akıl ve bilim dışı bir olaydır. Yani Türkiye’nin büyüyen ve gelişen yüzüne vurulan en büyük tokatlar bu tür saçma sapan açıklamalardır. Türkiye’nin prangalarından kurtulup koşarak yol alacağı bir dönemde bu tür bilim dışı ve etik dışı açıklamalar yapanlar ne yapmaya çalışıyorlar anlamış değilim” diye konuştu. Eylül - Ekim 2012 101 KISA... KISA... İZMİR ŞUBE’DE GELENEKSEL İFTAR HEYECANI M imar ve Mühendisler Grubu İzmir Şubesi’nin Geleneksel İftar Programı’nın 6’ncısı SGK Narlıdere Dinlenme Tesisi’nde 26 Temmuz Perşembe günü MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, İzmir Şube Başkanı Ünal Özturkut ile üyeler ve konukların yoğun katılımı ile gerçekleştirildi. MMG İzmir Şube Başkanı Ünal Özturkut iftar yemeğinde yaptığı konuşmada, başı Rahmet, ortası mağfiret, sonunda ise Cehennem’den azat olma fırsatı olan Ramazan-ı Şerif’in tüm İslam alemine ve katılımda bulunan misafirlerimize hayırlar getirmesini diledi. Programda konuklara hitaben konuşan MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Rahmetin bol olduğu Ramazan ayında, gerek ülkemizde gerekse dünyada yaşanmakta olan birçok sıkıntıların bu ay hürmetine yok olması dileğinde bulundu. Yeryüzü Mühendisleri olarak kurulan gönüllü meslektaşların faaliyete geçirdiği oluşuma da değinen Çebi, MMG olarak üzerlerine yüklenen görevleri yerine getirme sorumluluklarının bilincinde olduklarını ifade etti. Programa ayrıca MMG İzmir Şube Yönetimi, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Rektörü Prof. Dr. Mustafa Güden, Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Mehmet Pakdemirli, Balçova Kaymakamı Ahmet Beyoğlu, Narlıdere Kaymakamı Osman Aslan Canbaba, İYTE Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sedat Akkurt, Bilim, Sanat ve Teknoloji Bakanlığı İzmir İl Müdürü Rasim Akpınar, TSE Bölge Koordinatörü Topel Gül, İl Dernekler Müdürü Bülent Korkmaz, Batı 1 Bölge Müdürü Yücel Yaşar ile MMG üyeleri ve konuklar katıldı. MMG YÖNETİMİNDEN YARDIMELİ DERNEĞİ’NE ZİYARET SAKARYA ŞUBE’DE GELENEKSEL İFTAR M imar ve Mühendisler Grubu Sakarya Şubesi’nin 2012 iftar programı, 1 Ağustos Çarşamba günü Sakarya TEİAŞ Tesisleri’nde yoğun katılım eşliğinde gerçekleştirildi. İftardan sonra açılış ve selamlama konuşmasını MMG Sakarya Şube Başkanı Erol Demiralay yaparken, daha sonra konuşmasını yapmak üzere sözü MMG Genel Başkanı Avni Çebi’ye bıraktı. Türkiye’de ve dünyada yaşanan sıkıntı ve problemlere değinen Avni Çebi, kentsel dönüşüm hakkında da görüşlerini bildirdi. Kentsel dönüşümdeki yanlış ve önünü göremeyen politikaların, toplumdaki insani ilişkilere, toplumun kimliğine, manevi değerlere zarar verdiğini belirten Çebi, sürdürülebilir ve insan ölçekli şehirler kurulması gerektiğinin altını çizdi. İftar sonrası etkinliğe katılan MMG üyeleri ve konuklar sohbet ederken, mmg Sakarya Şubesi’nin düzenlemiş olduğu iftar programı teravih namazı ile sona erdi. 102 Mimar ve Mühendis M MG Yönetimi tarafından gerçekleştirilen kurum ve kuruluşlara yönelik ziyaretler kapsamında Yardımeli Derneği’ne ziyaret gerçekleştirildi. Yardımeli Derneği’nin Küçükçekmece’deki Genel Merkezi’ne gerçekleştirilen ziyarete MMG Genel Başkanı Avni Çebi’nin yanı sıra, Genel Başkan Yardımcıları Osman Şahbaz, Yard. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Yer Bilimleri Komisyon Başkanı Şeyhmus Yıldırım katıldılar. MMG Heyetini makamında kabul eden Yardımeli Derneği Başkanı Dr. Sadık Danışman’a, Genel Koordinatör Osman İlhan, Genel Müdür Erdoğan Karacakaya eşlik ettiler. Ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getiren Yardımeli Derneği Genel Başkanı Dr. Sadık Danışman Yeryüzü Mühendisleri oluşumunun içinde yer almaya hazır olduklarını belirterek, imkanları doğrultusunda destek olacaklarını söyledi. Ziyaret karşılıklı başarı temennileri ile sona erdi. SİNEMA PALERMO’DA YÜZLEŞME PALERMO’DA YÜZLEŞME PARİS, TEXAS, MILLION DOLAR HOTEL, BUENA VISTA SOCIAL CLUB GİBİ FİLMLERİYLE TANINAN WIM WENDERS, CANNES FİLM FESTİVALİ’DE OLDUKÇA İLGİNÇ BİR ANLATIM BİÇİMİYLE KARŞIMIZDA. SİNEMA ELEŞTİRMENİ İHSAN KABİL’İN DEYİMİYLE ‘‘WENDERS, AMERİKA’YA GİDİP DE HOLLYWOOD İÇİNDE ERİMEYEN YABANCI BİR YÖNETMEN. SON FİLMİNDE DE AVRUPA’DAN IŞIK TUTMAYA DEVAM EDİYOR.’’ ÜLKEMİZDE İLK KEZ ANTALYA ANTALYA FİLM FESTİVALİ’NDE VE FİLM EKİMİ’NDE GÖSTERİLEN, 29 MAYIS’TA DA VİZYONA GİREN FİLM, DÜNYACA ÜNLÜ BİR FOTOĞRAFÇININ İÇ DÜNYASINA; ARAYIŞINA; ÖLÜMLE YÜZLEŞMESİNE ODAKLANIYOR. WENDERS, BU FİLMDE MEKAN VE MİMARİYİ KULLANMADA FARKLI METOTLARIYLA HAFIZALARDA YER EDİNİYOR. > YUNUS EMRE TOZAL / SİNEMA ELEŞTİRMENİ F otoğrafın anı yakalaması ve dondurması üzerine kurulmuş yaşam/ölüm diyalektiğini anlatması açısından önemli olan filmin asıl ismi Palermo Shooting. İngilizce shoot kelimesinin hem fotoğraf çekmek hem birini vurmak anlamında kullanıldığı düşünülünce elbette Palermo Shooting ismi çok daha derin bir boyut kazanıyor. Zira filmin ana kahramanı, ölümle yüzleşene kadar hayatın değişik karelerinde ölümle yüzleşiyor, vuruluyor, ölümün fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Rüya sahnelerinde oldukça başarılı olan Palermo’da Yüzleşme, bir odada küçücük kalma hissi ya da koskocaman bir odada tek başına kalma hissi gibi çocukluk korkularıyla insanı çocukluğuna götürmekle kalmıyor, yaşam hissinin kaybolmasıyla insanın başına neler gelebileceği hakkında tahliller yapıyor. Kısaca konusuna gelirsek, fotoğraf dünyasının rock star’ı seviyesinde bulunan dünyaca ünlü bir fotoğrafçı, hayatında olması gereken en önemli şeyin aslında olmadığının farkındadır ve bunun için de şan şöhret bir yana sahip olduğu ne var ne yok geride bırakarak Palermo’ya kaçar. Az uyuyan, çok müzik dinleyen Finn için hayatındaki tek değişiklik Duesseldorf’tan Palermo’ya gitmek değildir, burada gerilim, hayatla hesaplaşma, aşk ve bir katil kendisini beklemektedir. Bu değişiklik, Finn’in alt üst olan yaşantısından uzaklaşmanın ötesinde hayatında yeni bir döneme gireceği ve aşkı bulacağı bir yolculuğa dönüşüyor. 104 Mimar ve Mühendis ÖLÜM EN SOĞUK FOTOĞRAFTIR. ÖLÜMÜ İNSANLARA GÖSTERMEK İSTESEYDİNİZ NASIL GÖSTEREBİLİRDİNİZ? Wenders, mekan ve mimariyi kullanmadaki farklılığıyla ilgili şöyle demeç vermişti: “Çok iyi bildiğiniz bir yerde film çekmek zordur. En iyi bildiğiniz yerdir sizi en çok zorlayan. İşte bu yüzden ben film çekmek için genellikle daha önce hiç bilmediğim, görmediğim yerlere giderim, San Francisco, Lizbon, Tokyo ve Palermo gibi. Kalbinize yakın olan bir şeyi görmek çok zordur. Örneğin çocukluğunu Ren Nehri kıyısında geçiren birini düşünün. 50 yıl sonra tekrar oraya gittiğinde Ren Nehri’ni çocukluğundan ayrı düşünmesi mümkün değildir. Bu nedenle ben hiç kendi doğduğum şehirde, Düsseldorf’ta film yapmak istemedim. Ben yalnızca fotoğraf ile ilgili; çağdaş fotoğraf sanatçılarının karşı karşıya kaldığı sorular ve sorunlar ile ilgili bir film çekmek istedim. Filmi çektim ve gördüm ki fotoğrafçıların en çok karşılaştıkları, onları en çok zorlayan sorun gerçeklik sorunu. Sanırım, fotoğrafçılıktan başka gerçeklik sorunuyla bu denli haşır neşir olan, bu konuda kafa yoran başka bir meslek yoktur.” WIM WENDERS Zamanı kaybetmiş gibi hisseden Finn’in iç dünyasına yapacağı yolculuk, 5 yaşından beridir sırtını dayadığı, onunla konuştuğu ağacı, zengin bir işadamının parasıyla çobanlık yaparkenki Finn’e ölüme dair yaptığı gözlemler, Palermo’da tanıştığı 40 yıllık fotoğraf sanatçısı, ölümün resmini yapan bir kadının ölümün fotoğrafını çekmeye çalışan ve ölümle yüzleşmekten korkmayan bir fotoğrafçının karşılaşmaları… Ölümün arzusu nedir? Ölümle yüzleşen, en sonunda ölümle konuşmayı başaran bir insan ölümle neler konuşur? Ölüm, bir insandan bir şey isterse ne isteyebilir?… Müzik seçimiyle seyirciyi şaşırtan, daha filmin başından seyirciyi filme adapte etmesiyle başarılı olan film, akıcı sinemasal anlatımıyla kendisini kolayca seyrettiren filmlerinin arasında yer alıyor. Zamanı yavaşlatarak anı yaşamanın, kalabalıklar içerisinde yaşanılan yalnızlıklarda hayata dair gözlemleriyle kalabalıkların insanı kendisinden, yaratıcıdan, kâinattaki sırlardan, hakikatten uzaklaştırdığı hayatın dinamiklerini sorguluyor, konuyu aşkın bir düzeleme taşıyarak ölüm felsefesini işliyor. Ölümü, yaşamı ve varoluşu sorgulayarak aşkın bir dünyanın kapısını aralıyor. Hayal ve rüya imgeleriyle seyirciyi en başından içine çeken film, ölüm ve ölüm ötesine ışık tutmakla aşkınlığı yakalıyor, seyirciyi aynanın karşısına çıkararak “ben”ini sorgulamasına; ‘yaptığımız şeyi aslında son kez yapıyormuş gibi yapma’ düşünsel eylemiyle Peygamberin “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın” hadisini akıllara getiriyor. Medeniyetimize dair ipuçlarıyla, kullanılan imgelerle filmi modernizm eleştirisi olarak okuyabiliriz. FİLMİN KÜNYESİ Yönetmen: Wim Wenders Senaryo: Wim Wenders Tür: Dram Yapım Yılı: 2008 Süre: 124 dk. Ülke: İNGİLTERE, ALMANYA 1945 yılında Almanya’nın Düsseldorf şehrinde doğan Oskar adaylı Alman yönetmen, ilk önce fizik okuyup, daha sonra felsefeye geçmiş, Paris’e taşındığında ise ressam olmaya karar vermiştir. Daha sonra sinema dalına hayranlık duyan yönetmen uğraşlarına rağmen ‘Paris Ulusal Film Akademisi’ne kabul edilememiştir. Sonraları ülkesine dönerek ‘Münih Film ve Televizyon Üniversitesi’ne kabul edilmiş ve bu tarihten sonra da hayatını sinemaya adamıştır. Ülkesinde ve Amerika’da yaptığı filmlerle birçok ‘Cannes’ ve’ Bafta’ ödüllerinin sahibi olan Wenders’e asıl şöhreti getiren ‘Buena Vista Social Club (1999) ve Pina (2011) isimli Oskar’a aday gösterilen filmler olmuştur. Eylül - Ekim 2012 105 KİTAPLIK SÖYLEŞİ DR. İSHAK ARSLAN: “BUGÜN MUHAFAZAKÂR KESİMİN TEMSİL ETTİĞİ GÜCÜN VE HAYATIN SEMBOLÜ, TARİHİ SİLUETİ YOK EDEN ZEYTİNBURNU KULELERİDİR…” > Öncelikle çağdaş doğa düşüncesi nedir, nasıl doğmuştur ve gelişmiştir? Doğa felsefesi deyince ne anlamak gerekir? Doğa felsefesi en dar anlamıyla fizik, en geniş anlamda doğa zemininde yürütülen bir düşünce faaliyetidir. Bu anlamda felsefeyle yaşıt, hatta onun öncüsü de sayılabilir. Bu yakın ilişki dolayısıyla kadim Yunan düşünürleri doğa filozofları olarak isimlendirilmiş, 17. yüzyıla kadar bu gün bilim olarak tarif ettiğimiz çaba ise doğa felsefesi başlığı altında yürütülmüştür. İndirgeyerek özetlemek gerekirse çağdaş doğa düşüncesi 20. yüzyılın başlarında özellikle fizikte yaşanan devrimle başlayan, hızla artan bulgu ve bilgilere paralel olarak halen şekillenmeye devam eden, madde, uzay, zaman gibi temel kavramlara, nihayet bir bütün olarak evrene ilişkin özel bir kavrayış biçimidir. İlk insanların tam anlamıyla doğanın bir parçası oldukları şüphe götürmez bir gerçek. Acıkınca yemek bulup yiyen, tehlikeyle karşılaşınca kaçan, yani yaşamlarını devam ettirme güdüleriyle yaşayan, doğaya etki edemedikleri gibi doğrudan doğanın etkisi altında kalan insanlar... Kutsal kitaplarda da ilk insanların doğa felsefesi bu felsefe üzerine kurulu. Fakat zaman içerisinde insanın doğa ile olan bütünlüğü ortadan kalkmaya başladı. Gele hele günümüzde çığırından çıktı. İnsanın doğadan kopuş sürecini açıklar mısınız? Evrenin başlangıcı, gelişimi ve bugünkü durumuyla ilgili yargılar ve tutumlar esasında bizim farkında olarak veya olmayarak sahip olduğumuz dünya görüşlerimizle yakından ilgili. Şu halde temel aksiyomlarımız da dahil olmak üzere hemen bütün kabul ve kanaatlerimiz değer ve bağlam yüklü. Bu kayıt hatırda tutulmak şartıyla sorunuza birkaç 106 Mimar ve Mühendis SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL Dr. İshak Arslan Çağdaş Doğa Düşüncesi adlı kitabında, bilim, felsefe ve dinin yüzyıllar boyunca sürdürdüğü karmaşık ve çok yönlü ilişkiye bugünün penceresinden bakmaya çalışıyor. Uzun süredir doğa ve bilim felsefesi alanlarında araştırmalarını sürdüren İshak Arslan, 20. yüzyılda yolları “doğa” kavramında kesişen bilim, felsefe ve dinin iç içe geçen çok yönlü ilişkilerine ışık tutmayı, çağdaş doğa düşüncesinin içerimlerini ve yol açtığı genel sonuçları incelemeyi amaçlıyor. Çağdaş Doğa Düşüncesi, bu alanda önemli bir boşluğu doldurmaya aday görünüyor. Kendisiyle yeni yayınlanan kitabından hareketle doğa felsefesinin oluşumu, tarihsel gelişimi, doğa ile şehir ilişkisi ve insanın doğaya bakışı üzerine söyleşi yaptık. açıdan yaklaşabiliriz. Farklılıklar açısından bakarsanız bırakın kadim toplumları, daha 200 yıl öncesiyle bile büyük kopuşlar söz konusu. Batı tecrübesi için 17. yüzyılı, bugün sonuçlarını hep birlikte yaşadığımız modernliğin küreselleşme serüvenini önemli kırılma noktaları arasında zikredebiliriz. Bu süreçte üretim ve tüketim alışkanlıkları büyük oranda değişti, haberleşme, iletişim, eğitim ve sağlık alanında olağanüstü gelişmeler yaşandı. Bu büyük dönüşüm felsefe-bilimin de dahil olduğu bütün disiplinlere çeşitli oranlarda yansıdı. Modern zamanlarda doğa, bilim ve dinin da dahil olduğu kavramsal çerçeve yeni baştan tanımlandı. Kadim düşüncenin uyum ve ahenk arayışı bilim devrimi sonrasında yerini doğanın sırlarını çözmeye ve ona hükmetme arayışına bıraktı. Süreklilikler açısından bakarsanız ilk insanlarla bizi eşitleyen unsurlar veya sınırlayan limitler neredeyse aynı. Çevresel koşullar, aile ve cemaat yapıları, lisan, araç-gereç kullanımı, dini inançlar, ümitler veya korkular açısından büyük ortaklıklarımız var. En azından hepimiz hala aynı gezegende doğup ölüyoruz. Bir kopuş olarak isimlendirilsin veya isimlendirilmesin, günümüzün en hassas araştırma alanlarının çok ciddi sonuçları olacağını tahmin etmek zor değil. Yani maddenin, bilincin ve uzayın derinliklerine doğru devam eden biteviye yolculuğun insan türüyle ilgili temel parametreleri değiştirmesi, niteliksel değişimlere ve beklenmedik sonuçlara yol açması mümkün. Demek ki bir tarafa salt akıl, mantık ve bilimi koymak, karşı tarafa da geleneksel kabulleri, mitolojileri ve inançları yerleştirmek bilim tarihi açısından pek açıklayıcı değil. Buna mukabil, doğa düşüncesinin tarih içindeki seyri bir tür gelişim görüntüsünü de içinde barındırıyor. Newton’un doğa düşüncesi Aristoteles’inkinden daha hassastı, bu günkü de Newton’unkinden daha incelikli. Ancak, unutmayalım ki ne kadar yenilikçi olursa olsun bugün yürürlükte olan hiçbir bilimsel varsayım Aristoteles’i veya Newton’u bütün yönleriyle aşmış değil. Bugün kullandığımız madde, atom, nokta, sayı, küçük, büyük gibi pek çok temel kavram ve ilişki biçimi büyük ölçüde yeniden tanımlanmasına rağmen aslında aynı ortak kökene dayanıyor. Doğa felsefesinin ana problemleri nelerdir? Çağdaş bilim tarihi tartışmalarına göz atacak olursak, günümüzde en çok hangi soru(n)lar göze çarpıyor? Doğa felsefenin ana problemleri felsefenin temel problemlerine çok yakın. Ancak bunları ele alma, araştırma, sorgulama yöntemlerinde çeşitli farklılıklar var. Bu çerçevede maddenin, canlılığın (hayat) ve bilincin en temelde ne olduğu, bunların birbiriyle ilişkisi doğa felsefesinin içeriğini oluşturan ana araştırma alanları olarak sayılabilir. Doğa felsefesi bu tür araştırma alanlarını belirli kavram çiftleri ve belirli yöntemler çerçevesinde problem haline getirerek soruşturmanın adıdır. Maddehareket ilişkisi, organik-inorganik, zihin-beden, kaos-düzen vb. ayrımlar ile nedensellik problemi bu çerçevede zikredilebilir. Birçok insan, dünya görüşlerini, öğretiler veya gelenekler yoluyla elde ederler. Oysa felsefi dünya görüşünü amaçlayan bir insan kendi aklına ve mantığına güvenme cesaretini göstermektedir. Bu insan, alışılagelmiş fikir, görüş ve kanıları kuşkuyla karşılar, akılla ve mantıkla temellendirilemeyen hiçbir bilgiyi kabullenmez. Doğa Düşüncesinin oluşmasında insanın bu özelliğini nerede konumlandırıyorsunuz? Bu konumlandırma tarihsel süreçte hep aynı noktada mı durdu, ya da şu an nerede duruyor? Geçmiş olgu ve olaylara bu soru üzerinden bakılırsa karmaşık bir manzara çıkıyor. “Alışılagelmiş fikir, görüş ve kanılar” ile bu tür kabulleri temelden sorgulayıcı tavırlar arasında hem olumlu hem olumsuz anlamda karşılıklı bir ilişki var. Bu soru etrafında tartışırken bilim tarihinden yardım alabiliriz. Bilim tarihi, yerleşik kabullere karşı çıkılarak, hatta üniversite veya kilise gibi kurumlarla mücadele edilerek elde edilen ‘bilimsel keşif’lerle dolu. Ancak bu durum pozitivizmin kaba genellemelerini haklı çıkarmaz. Yeni keşifler, teoriler veya en genel anlamda bilimsel paradigmalar bugün mitoloji, batıl inanç veya hurafe olarak tanımlanan pek çok unsurun katkılarıyla ortaya çıkmıştır. Şehirlerin kuruluşunu insanın doğaya baktığı bakış açısını yorumlamakla mümkün. Bir Endülüs, İstanbul, Bağdat, Saraybosna gibi şehirleri kuran ve medeniyet şehri haline getiren bakış açısının doğa felsefesi/düşüncesi nedir, neydi ki bu şehirler medeniyet şehri oldular? Bu sorunun cevabı sanıyorum doğa felsefesinin sınırlarını epeyce aşıyor ve içinde din, siyaset, tarih, mimari ve sosyolojinin bulunduğu külli bir bakış açısı gerektiriyor. Ben kendi ilgi alanlarım açısından İstanbul, Bağdat, Saraybosna gibi eksen şehirleri mekanın yoğunlaşması olarak görme eğilimindeyim. Bu tür şehirler, mekanın belirli koşullar ve etkiler altında yüzyıllarca süren olgunlaşma sürecinden geçerek, tekrarlanması ve kopyalanması mümkün olmayan özgün formlar kazanması sonucu oluşuyor. Görebildiğimiz kadarıyla doğa tasavvuru başta Tanrı ve insan tasavvuru olmak üzere bütün düşünceleri, yapıları, bu arada şehir formlarını da etkiliyor. Klasik kozmolojinin Hint, Çin veya Ortadoğu’nun kadim şehirlerine birebir yansımasında bu ilişkiyi açık olarak görmek mümkündür. Aynı şekilde doğa tasavvurunda yaşanan kırılmalar eş zamanlı olarak ahlak ve siyaset pratiklerinde de karşılığını buluyor. Yine klasik kozmoloji ile klasik yönetim ve devlet biçimleri arasında da bu benzerliği kurabiliriz. Bir topluluğun felsefi, ahlaki ve dini kavrayışlardan oluşan soyut zihniyet dünyasını anlamak aslına bakarsanız oldukça zordur. Ama Allahtan elimizde “şehir” gibi objektif bir ayna var. Bu anlamda şehirler Eylül - Ekim 2012 107 KİTAPLIK SÖYLEŞİ bir topluluğun, bir kültürün, bir iddianın temel değerlerden, haktan, hukuktan, iyilikten ya da kötülükten ne anladığını kavramanın en dolayımsız aracı. İstanbul da iyisiyle kötüsüyle sanıyorum bu görevi hakkıyla ifa etti, etmeye devam ediyor. İstanbul yukarıda saydığım şehirlerin ve tarihte kurulan İsfahan, Tahran, Bursa diğer şehirlerin de gözbebeği. İstanbul nazarından bakacak olursak meseleye, İstanbul’a yaklaşım tarihsel süreçte nasıl oldu? Yahya Kemal anlatır Aziz İstanbul kitabında, İstanbul’u imar eden Türklerin ruhundan bahseder. İstanbul tarihsel sürecinde hangi felsefi aşamalardan geçti, hangi düşünce biçimlerinden etkilendi, hangi düşünce metotlarından ve yöntemlerinden geçti? Ayna metaforuna dönersek, İstanbul’u bin yıllık İslam/Osmanlı/Türk medeniyetinin mücessem örneği olarak alabiliriz. Ben doğrusu İstanbul’u diğer eksen şehirler arasında kategorik olarak üstün, ayrıcalıklı veya kutsal bir konuma yerleştirmeyi uygun bulmuyorum. Aynı şekilde başka medeniyetlere beşiklik eden Roma, Atina, Paris, New York gibi merkezlere bir alternatif olarak da görmüyorum. Onlar da başka bir hikayenin kahramanları, başka ve önemli tecrübelerin yoğunlaşmış mekanları. Her birini kendi iç tutarlılıkları ve tutarsızlıkları açısından ele almak, mukayese etmek daha verimli olur sanıyorum. Bu açıdan bakıldığında İstanbul bizim hikayemizin, iyisiyle kötüsüyle bütün geçmişimizin, geçirdiğimiz merhalelerin, yaşadığımız zenginliklerin, çelişkilerin ve travmaların izlerini taşıyor. Gelinen nokta için lafı uzatmadan söyleyelim. Bugünkü hazin durumu özetleyen en bariz örnek Zeytinburnu’na dikilen ucube gökdelenlerdir. Bunu el birliği ile göz göre göre yapanlar isimlerini bir kez daha anmaya çalışalım; proje sahipleri, müteahhit, mimar ve mühendisler, ruhsatı veren yerel belediye, onaylayan Büyük Şehir Belediyesi, bu mülkü vicdan rahatlığı ile alıp satanlar, burada oturmayı, para kazanmayı içine sindirenler, bütün bunlara göz yuman merkezi iktidar, gökdelenlerin yükselmesini sessizce izleyen kamuoyu, daha da uzatılabilecek bu zincirin tamamı sorumludur, yani bir anlamda hepimiz sorumluyuz. Bu ucubenin sahipleri ve failleri şöyle düşünüyor: Evet, biraz zor oldu, sağdan soldan bazı aykırı sesler çıktı, 108 Mimar ve Mühendis ama sonuçta biz yaptık oldu. Hayır, olmadı, olmaz da. Birgün gelip hak hukuk terazisi kurulduğunda, saman taneden ayrıldığında o ucubeler öylece yerinde durabilir mi? Malumunuz İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda bir adalet kulesi var. Her medeniyetin bazı sembolleri olduğu gibi İslam/Osmanlı/Türk medeniyetinin, İstanbul’un sembolü de adalet kulesidir. O kulenin neyi temsil ettiği, ne anlama geldiği malumdur, burada tekrarlamaya lüzum yok. Bugün muhafazakâr kesimin temsil ettiği gücün ve hayatın sembolü ise tarihi silueti yok eden Zeytinburnu kuleleridir. Adalet kulesine karşı Zeytinburnu kuleleri! İşte 50 yıllık İslamcılığın özeti. Uygarlığı, kültürü yaratan, bilimde, teknikte, sanatta, felsefede bunca ilerlemeyi başaran insan, neden kendi çevresini korumayı da aynı ölçüde ilerletemedi? Toplumda bugün başta doğaya bakışta bir problem var gibi. Görmekte olduğumuz tüm kirliliklerin sorumlusu yine insan değil mi? Eğer bir problem varsa bu sadece doğaya ilişkin değil, içinde doğanın da olduğu bütünle ilgili olmalı. Öte yandan maliyetsiz bir ilerleme, kirletmeden gelişme, kuşkuya düşmeden iman, kan dökmeden zafer, pek mümkün değil. Dolayısıyla aslında bu soru insanlık tarihi boyunca tekrarlanıp duran malum trajediye işaret ediyor. Kurtulmak için çırpınan ve çırpındıkça batan insanın trajedisi. Belki bu yüzden insanoğlunun temel reflekslerinden biri olan ‘kurtuluş’ fikri İbrahimi dinlerin de temeli olmuş. Doğanın kendisi açısından çölün, ormanın, ateşin, suyun arasında niteliksel bir fark yok, hepsi de aynı fiziksel varoluşun eşit ve ortak unsurları. Bu bütünlüğü iyi-kötü, kirli-temiz gibi kategorilere ayıran ve anlamlandıran insan olduğuna göre sorumluluk da insanın olmalı. İnsan, zekâsı sayesinde hayatını kolaylaştıran binlerce şey icat etti. Büyük bir uygarlık yarattı. Ama bunu yaparken, kendini gitgide bütün diğer canlılardan üstün hissetmeye başladı. Doğaya istediği gibi kullanabileceği dev bir depo, her şeyi atabileceği devasa bir çöplük gibi davranmaya başladı. Sonunda insan, kendisinin de doğanın parçası olduğunu, yeryüzünde yaşamları birbirine bağlı canlılardan yalnızca biri olduğunu unuttu… Bu aşamayı nasıl yorumluyorsunuz? Çözüm için düşünsel ve uygulanabilir adımlar nelerdir? Doğanın kendisi açısından çölün, ormanın, ateşin, suyun arasında niteliksel bir fark yok, hepsi de aynı fiziksel varoluşun eşit ve ortak unsurları. Bu bütünlüğü iyi-kötü, kirli-temiz gibi kategorilere ayıran ve anlamlandıran insan olduğuna göre sorumluluk da insanın olmalı. İçinde bulunduğumuz süreci insan iradesinin etkileyip yönlendirebileceği açık uçlu bir yapı ya da sonu baştan belirlenmiş kaçınılmaz bir son olarak yorumlamak mümkün. İnsanlık tarihi boyunca bir biçimde tekrarlanıp duran olgu ve olayları, çözülmesi imkansız, kronik bir sorun olarak görmenin bir karşılığı da yok katkısı da yok. Olması gereken her şey zaten olduğuna göre geriye özgür irade hissine sahip bireyler olarak bizim bu tablo karşısındaki tutumumuzun ne olacağı kalıyor. Ben her şeye rağmen ve insan türü varlığını koruduğu sürece çaba, gayret, ölçü, edeb, tevazu, nitelik ve zerafet kavramlarının anlamını kaybetmeyeceği ümidini taşıyorum. KİTAPLIK ÇEVRESEL GÜVENLİK VE TÜRKİYE’DE ENERJİ POLİTİKALARI Yazar: Örgen UĞURLU Yayınevi: Örgün Yayınevi Sayfa Sayısı: 434 Basım: 2009 Türkiye’deki enerji politikalarını çevresel güvenlik ekseninde ele alan ve alanında öncü nitelikler taşıyan bu çalışma, temelde üç saç ayağına oturmaktadır: Küresel çevre politikalarının kavramsal olarak tartışılarak örneklendirildiği ve bunların sonucunda oluşan çevresel güvenlik ve enerji güvenliği kavramlarının çerçevesinin çizildiği ilk bölümle okuyucuya tartışmanın temel bilgileri verilmektedir. Bu kısımda, güvenlik olgusunun kapsamındaki değişim değerlendirilmekte ve enerji güvenliği anlayışı yeni bir yaklaşımla geliştirilmektedir. Türkiye’nin enerji politikalarının tartışıldığı ikinci bölümde ise arza sunulan enerji kaynakları, çevresel etkileri ile birlikte mercek altına alınıp, söz konusu politikalara bu doğrulta yön vermesi beklenen öğelerin son otuz yıllık dönemdeki algılanışı ve gelişimi nesnel bir yaklaşımla tartışılmıştır. Sürdürülebilirlik politikaları, çevresel güvenlik ve enerji güvenliği kavramlarının bir arada ele alınması gerekliliğini ilk iki bölümde okuyucuya sunan yazar, son bölümde bu üç kavramın merkezine Türkiye’yi alarak çalışmanın en önemli sorunsalını tartışmaktadır. 110 Mimar ve Mühendis OKULLARDA ÖĞRETİLMEYENLER SOSYOLOJİK PARADİGMALAR SANAT VE SORUMLULUK Yazar: Firüzan BAYTOP Yayınevi: Yapı-Endüstri Merkezi Sayfa Sayısı: 92 Basım: 2009 Yazar: Rudolf Richter Yayınevi: Küre Yayınları Sayfa Sayısı: 261 Basım: 2012 Yazar: Mikhail BAKHTİN Yayınevi: Ayrıntı Yayınları Sayfa Sayısı: 368 Basım: 2005 Okullarda öğretilen “bilgi”nin eksik bıraktıklarının şantiyelerde edinilen “deneyim”le tamamlandığına dikkat çeken Baytop, uzun meslek yaşamında kazandığı deneyimi kitaplarında genç meslektaşlarına aktarıyor. Kazı ve Dolgu, Beton, Kâgir İşleri, Çatı Örtüleri, Kalıp ve İskeleler, Tenekicilik İşleri, Sıvalar, Mozaik ve Şap İşleri, Malzemeyi ve Bitmiş İmalatı Koruma, Tesisat İşleri, Elektrik İşleri, İş Güvenliği kitabın bölüm başlıklarını oluşturuyor. Her konu başlığı altındaki açıklamalarda tanımlar, ayrıntılarıyla yapım tekniği, karşılaşılabilecek sorunlar, konuyla ilgili Bayındırlık Bakanlığı Birim Fiyat Tarife numaraları, Bayındırlık Bakanlığı Genel Teknik Şartnamesi numaraları yer alıyor. Bilimsel, sosyolojik kuramlara ihtiyacımız var mı? Buna hepimizin mi yoksa sadece sosyologların mı ihtiyacı var? Bizim bu konuda ne düşündüğümüzün aslında pek de önemi yok; kuram olmaksızın gündelik hayatı ifade edemeyeceğimiz apaçık ortada. Sosyolojik kuramlar, nihayetinde insanî birer faaliyet olarak, toplumsal gerçekliğin nasıl göründüğünü açıklamak için modeller önerirler. Sosyolojik Paradigmalar’da, toplumsal gerçekliği bir araya getirmeyi mümkün kılan pek çok parçayla ilgili ifadeler ve başlangıç noktaları bulacaksınız. Bu kitabın amacı, tüm detayları ve çeşitliliğiyle kuramları araştırmak değil, “sosyolojik paradigma” okumaları üzerinden sosyoloji içerisindeki farklı çıkış yollarını ve perspektifleri birbirinden ayırmak ve anlayabilmektir. Bahktin’in erken dönem denemelerinin bir araya getirilmesinden oluşan Sanat ve Sorumluluk, yüzyılın en önemli edebiyat kuramcılarından biri olan yazarın daha sonraki eserlerine ışık tutması açısından çok önemli bir çalışmadır. Bahktin daha sonra detaylı bir şekilde yeniden ele alacağı yazar-kahraman ilişkisine dair düşüncelerini ilk kez bu denemelerde dile getirmiş ve geliştirmiştir. Bahktin’e göre, yazarın karakterle kurduğu ilişki, bir öznenin kendinden başka bir özneyle, yani “ben”in “öteki” ile kurduğu ilişkidir... YASSIADA’DAN MEKTUP VAR 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin ardından Yassıada Mahkemelerinde belki de Türkiye’de her demokrasi tartışmasıyla gündeme gelen/gelecek olan olaylar zinciri vuku bulmuştur. Mahkeme sonucunda ise; biri başbakan ikisi bakan olmak üzere üç kişi idam edilmiş, diğer bütün sanıklar ömür boyu hapisle cezalandırılmıştır. Ömür boyu hapis cezasına mahkûm olanlar arasında Ulaştırma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı ve Başbakan yardımcılığı yapmış, Tevfik İleri de bulunmaktaydı. Timaş Tarih Kitaplığı Hatırat Dizisi’nden çıkan Yassıada’dan Mektup Var, Tevfik İleri’nin eşi Vasfiye İleri ve çocuklarına yazdığı takriben 400 adet mektuptan oluşuyor. Kitapla birlikte ilk baskıya özel Tevfik İleri’nin eşi Vasfiye Hanım’a yazdığı 1 Şubat 1961 tarihli mektubun tıpkıbasımı hediye ediliyor. AJANDA MERSİN LOGİSTİCS, 5.LOJİSTİK VE TRANSPORT FUARI HAYVANCILIK VE EKİPMAN, BURSA 5.HAYVANCILIK VE EKİPMANLARI FUARI Fuar Yeri: BURSA Fuar Tarihleri: 26.09.2012 – 30.09.2012 Sektör: Hayvancılık Web Adresi: www.tuyap.com.tr ANKİROS 2012, 11.ULUSLARARASI DEMİR-CELİK VE DÖKÜM TEKNOLOJİLERİ, MAKİNE VE ÜRÜNLERİ Fuar Yeri: TUYAP İSTANBUL Fuar Tarihleri: 13.09.2012 – 16.09.2012 Sektör: Makine-Teknik Web Adresi: www.hmankiros.com MERSİN LOGİSTİCS, 5.LOJİSTİK VE TRANSPORT FUARI Fuar Yeri: YENİŞEHİR MERSİN Fuar Tarihleri: 04.10.2012 – 07.10.2012 Sektör: Lojistik-Depolama Web Adresi: www.forzafuar.com.tr TIREC-4 TÜRKİYE YENİLENEBİLİR ENERJİ VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ZİRVESİ Fuar Yeri: CEYLAN INT.HOTEL İSTANBUL Fuar Tarihleri: 18.09.2012 – 19.09.2012 Sektör: Enerji-Isı-Havalandırma Web Adresi: www.aktiffuarcilik.com PETROL VE GAZ, PETROL VE DOĞALGAZ ARAMA SEKTÖRÜNÜN BULUŞMASI Fuar Yeri: LÜTFİ KIRDAR İSTANBUL Fuar Tarihleri: 17.09.2012 – 19.09.2012 Sektör: Enerji-Isı-Havalandırma Web Adresi: www.dominoturizm.com 1.ISAF IT SECURİTY FUARI BİLGİ DATA VE NETWORK GÜVENLİĞİ MÜSİAD 2012, 14.MÜSİAD TİCARET FUARI Fuar Yeri: İFM YEŞİLKÖY İSTANBUL Fuar Tarihleri: 11.10.2012 – 14.10.2012 Sektör: Ticaret Web Adresi: www.ifo.com.tr TURKEYBUİLD İZMİR, 18.YAPI FUARI Fuar Yeri: İZMİR Fuar Tarihleri: 11.10.2012 – 14.10.2012 Sektör: Yapı-İnşaat Web Adresi: www.yemfuar.com Fuar Yeri: İFM YEŞİLKÖY İSTANBUL Fuar Tarihleri: 20.09.2012 – 23.09.2012 Sektör: Bilgisayar Web Adresi: www.marmarafuarcilik.com Eylül - Ekim 2012 111 ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER 112 Mimar ve Mühendis Yerebatan Sarnıcı: Tescilli Sivil Mimari Örneği: Rölöve, restitüsyon ve restorasyon projeleri Fatih Ahşap yapı rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri Arnavutköy Nalçacı Halil Dergahı: Emirgan At Ahırları: Rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri Sarıyer Restorasyon uygulaması Üsküdar Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok. Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82 M: [email protected] Tercumanı Yunus Sıbyan Mektebi: Rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri, Fatih Şeriyye Sicilleri ve Meşihat Arşivi Binaları: Rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri Fatih