Dergimiz 2. Sayı - FATİH - Uluslararası Fatih Sultan Mehmet

Transkript

Dergimiz 2. Sayı - FATİH - Uluslararası Fatih Sultan Mehmet
Mayıs 2013 Sayı: 2
“O’nun rengiyle boyandık.”
Mayıs 2013 Sayı: 2
Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Okul Dergisi
Biz Kardeşiz,
Biriz, Beraberiz
Kıtalar Boyu Kardeşlik
Uluslararası Fatih Sultan Mehmet
Anadolu İmam Hatip Lisesi Adına
İmtiyaz Sahibi
Mustafa Üçüncü
Genel Yayın Yönetmeni
Turan Koçtürk
Editör
Mustafa Gülali
Yayın Kurulu
Adem Yılmaztürk, Hasan Özket,
M. Fatih Özdemir, Mehmet Cesur,
Mustafa Gülali, Turan Koçtürk, Ümit Alcan,
Yılmaz Albayrak, Erkam Ertürk,
Arafat Mukibbi, Ebûbekir İncesu,
Tahir Tangara
Fotoğraf
Ümit Alcan - İsmail Balkanlıoğlu
Grafik Tasarım
Origami Reklam (544) 792 91 93
www.origamireklam.com
Baskı
Matsis Matbaa
Adres
Daruşşafaka Cd. Daruşşafaka Ön Sk.
No: 2 Fatih / İstanbul
Tel: (212) 491 21 99 Faks: (212) 491 17 43
İslâm, Müslüman’ın tek başına zayıf ama kardeşiyle zengin ve güçlü olduğunu öğretmiş ve
mü’minlere bu duyguyu yaşatmıştır. İslâm’ın
gelişi ile insanların önce kalpleri düzelmiş,
ruhlardaki ayrılık ortadan kalkmış, iman kardeşliği tesis edilmiştir. Bugün bizlere kadar
gelmiş bu kutlu din sayesindedir ki uzaklarda,
hiç görmediğimiz, bilmediğimiz mekânlarda
acı çeken kardeşlerimizin sızısını ruhumuzun derinliklerinde hissediyoruz. Suriye’de,
Arakan’da, Filistin’de, Irak’ta adını bilmediğimiz, bizatihi görmediğimiz ama feryadı bizlere kadar ulaşan Müslümanların gözyaşları
bizim de yüzlerimizi ıslatıyor. Böyle bir dinin
mensubu olduğumuz için Allah (cc)’a tekrar
tekrar hamdediyoruz.
İçimizdeki inanç birlikteliğini en iyi anlatabilecek kelime kardeşlik olsa gerek. Yedirenk
dergisi olarak 43 ülkeden kardeşimizi ağırlamanın bir zaruretiyle “Kardeşlik” konusunu
bu seneki sayımızda ele aldık. Öyle bir kardeşlik ki, bizleri, bir anne-babanın çocuklarının arasındaki sıcaklıktan da öteye taşıyarak ruh birlikteliğini oluşturan bir yakınlık.
Mevlâna Hazretlerinin dediği gibi, “Aynı dili
konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar
anlaşabilirler.”
Bu sayımızda Din Öğretimi Genel Müdürü
Prof. Dr. İrfan Aycan Bey’le yapılmış bir röportajı okuma imkânı bulacağız. Kardeşlik
kapak konumuzun yanında, dolu dolu Kültür-Sanat sayfalarımız olacak. Öğrencilerimize, “Biz size gelsek…” dediğimizde aldığımız
cevapların yer aldığı bölümü, ayrıca şu geçen
iki yıllık kısa dönemi anlatan hatıraları göreceğiz. Okulumuzdaki 43 ayrı ülkenin bayraklarının, altlarında ülke isimlerinin ve bunların
altında ülke sloganlarının yer aldığı sayfaları
ve ülke tanıtımlarını okuyacağız.
Daha başka neler var derseniz sizleri sayfalarımızı görmeye, incelemeye, okumaya davet
ediyoruz.
Kapak cümlemizde yer aldığı şekilde diyoruz
ki: “Biz kardeşiz, biriz, beraberiz.”
Turan KOÇTÜRK
Meslek Dersleri Öğretmeni
01
içindekiler
04
RÖPORTAJ
Din Öğretimi Genel Müdürü
Prof. Dr. İrfan Aycan Bey ile
Okulumuz ve Uluslararası
İmam Hatip Liseleri Üzerine...
08
GEZİ
Batı Trakya’da Bir Gün
12
KAPAK
Biz Kardeşiz, Biriz,
Beraberiz
16
KAPAK
Kardeşlik Bilinci
18
KAPAK
Renklerin
Kardeşliği
20
ETKİNLİKLER
Arama Konferansı
22
EĞİTİM ÖĞRETİM
Öğrencilerin
“Hazır Bulunuşluk”
Düzeylerinin Değerlendirilmesi
26
YEDİ RENK YEDİ KITA
Çağdaş Bir
Davet Önderi:
Musa Bangura
02
MAYIS 2013
36
YEDİ RENK
YEDİ KITA
Ülke
Bayrakları
38
YEDİ RENK
YEDİ KITA
Eskimeyen
Hatıralar
40
YEDİ RENK
YEDİ KITA
Anlatılmaz
Yaşanır
41
YEDİ RENK
YEDİ KITA
Yollarda...
29
30
32
YEDİ RENK YEDİ KITA
Şeyh Ahmed
Muhamed Sannı
33
YEDİ RENK YEDİ KITA
Avrasya’nın Kalbindeki Ülke
Kazakistan
34
YEDİ RENK YEDİ KITA
Orta Afrika Cumhuriyeti
35
YEDİ RENK YEDİ KITA
Doğu Türkistan
YEDİ RENK YEDİ KITA
Eğitim Farklılıkları
YEDİ RENK YEDİ KITA
Gürcistan
44
BİZ SİZE GELSEK...
• Hoş Geldiniz “KODO”
• Kamerun’da Misafirlik
45
BİZ SİZE GELSEK...
• Özel Biri mi Geliyor?
• Şeftali Kebabı
46
BİZ SİZE GELSEK...
• Sütlü Çay ve Beyaz Yiyecekler
• Sudanlıların
En Sevdikleri İş
47
BİZ SİZE GELSEK...
• Ev Arnavut’un Olmadan Önce
• Misafir Olarak Gelen Kişi
Kral Olarak Döner
50
KÜLTÜR - SANAT
Usûl Bil! Üslûp Bil!
Âdâp Bil!
53
KÜLTÜR - SANAT
Hattat Faruk Dinçer Eratlı ile
Hattatlık ve Hat Sanatı
Üzerine...
56
KÜLTÜR - SANAT
Ölüm Geldiğinde
57
KÜLTÜR - SANAT
Wamimbi’nin Gözyaşları
78
58
KÜLTÜR-SANAT
Yüksek İnşaat Mühendisi
Vahit Okumuş ile Tarihi
Darüşşafaka Binamızın
Restorasyonu Üzerine...
61
KÜLTÜR-SANAT
Takkeci İbrahim Çavuş Camii
66
BAŞARILARIMIZ
67
BAŞARILARIMIZ
Peygamberimiz ve İnsanlık
Onuru
70
BAŞARILARIMIZ
İnsana Saygı Reçetesi
72
BAŞARILARIMIZ
Toprakları Vatan,
Kumaşları Bayrak Yapan Yüce
Duygu
75
EĞİTİM-ÖĞRETİM
Burslu Öğrencilerimize
Sunulan İmkanlar
76
MİSAFİRLERİMİZ
Okulumuz
Dünya Gündeminde
SPOR
Spor Bizim İçin Bir
Kaynaşma Aracıdır
03
RÖPORTAJ
Mustafa Gülali - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
• Qusai Amjad - 9/C - Ürdün • Abdulalban Musliu - 9/C - Kosova • Ali Erdem Alkoç - 9/A
Din Öğretimi Genel Müdürü
Prof. Dr. İrfan Aycan Bey ile
Okulumuz ve Uluslararası
İmam-Hatip Liseleri Üzerine...
Muhterem Hocam, bize kendinizden biraz
bahseder misiniz?
25.03.1961 tarihinde Bolu’nun Gerede ilçesine bağlı
Mukamlar köyünde doğdum. 1970’de Ankara-Etlik
Aşağı Eğlence İlkokulunu, 1977’de Ankara Merkez
İmam Hatip Lisesini, 1982’de Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesini bitirdim.
1984’te Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak “Hicri İlk Asırda Zübeyr Ailesinin
Siyasî ve İlmî Hayattaki Yeri” konulu tez ile yüksek
lisansımı tamamladım.
07.03.1986’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak göreve başladım. Şubat 1987-Ağustos
1988 tarihleri arasında, Suudi Arabistan’ın Riyad
04
MAYIS 2013
şehrinde bulunan Kral Suud Üniversitesi Arap Dili
Enstitüsü’nde dil eğitimi gördüm ve sahamla ilgili
araştırmalar yaptım.
1990 yılı Ocak ayında Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak “Muaviye b. Ebî
Süfyan ve Devlet Politikası” başlıklı tez ile doktoramı tamamladım. 1993 Ekim ayında doçent unvanını
aldım.
1994-1996 yılları arasında Türkiye’de misafir öğrenci olarak ilahiyat lisans öğrenimi gören Kırgızistan
OŞ Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerine İslâm Tarihi dersini okuttum. Ayrıca Kazakistan Ahmet Yesevî Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı öğrencilerine İslâm
Tarihi alanında yüksek lisans dersleri verdim.
Şubat 1995’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevine atandım. Bu görevi
Ekim 2002 yılına kadar sürdürdüm. Nisan 2000’de
profesör oldum.
17 Nisan 2003 tarihinden itibaren MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğüne atandım ve halen bu görevi
sürdürmekteyim.
“Uluslararası imam-hatip” projesi bir ihtiyaçtan mı doğdu? Nasıl?
Son yıllarda ülkemiz büyük bir devlet olmanın gereği olarak yurt dışında siyaset, ekonomi ve kültür
alanlarında büyük atılımlar gerçekleştirmektedir.
Biz de eğitim alanında bu gelişmelere paralel olarak bazı adımlar attık. Ayrıca şahsım üniversitede
hoca iken uzun yıllar Müslüman Azınlıklar Tarihi
okuttum. Dünyanın çeşitli ülkelerinde azınlık olarak yaşayan Müslümanların yaşadıkları ortamlardaki siyasî, dinî, etnik, sosyal kültürel zorlukları hep
ilgi alanımda olmuştur. İcra ettiğim görev itibarıyla
bu insanlara el uzatmak, zorluklarını yenebilmede
kendilerine yardımcı olmak imkânına sahip olduk.
Ülkemizin dış dünyaya açılımı ve bizim bu imkâna
kavuşmamız böyle bir sonucu doğurdu.
Projenin amaç ve hedefleri nelerdir?
Yurtdışında bulunduğum sıralarda her açıdan Türkiye hakkındaki algının iyi olmadığını yaşayarak
görmüş ve çok üzülmüştüm. Bu durum hak ettiğimiz bir durum değildi. Bugün Osmanlı Devleti sınırları içinde otuza yakın devlet hayat sürmektedir.
İçeriden sebepler olduğu kadar dışarıdan da büyük
stratejiler sonucu bu ülkeler bizden koparıldı ve Batılı emperyalist ülkeler, ülke halklarına ülkemiz ve
halkımız hakkında da çok olumsuz düşünceler aşıladılar. Kendileri bu ülkeleri iliklerine kadar sömürdükleri halde bizleri ve ceddimizi sömürgeci gibi
gösterdiler. Hâlbuki asırlarca biz oralara hizmet ve
medeniyet götürmekten başka bir şey yapmamıştık.
Kardeşi kardeşe düşman etmişler, bizleri onların
gözünde çok olumsuz göstermişlerdi. Hatta bizim
Müslümanlığımızı bile sorgular haldeydiler. Oysa
bizim onlara söyleyebileceklerimiz vardı. Onlara
durumun böyle olmadığını göstermemiz gerekiyordu. Türkiye’de halkın din anlayışını, Türkiye’deki
örgün eğitim kurumlarındaki dinî eğitimi dışa açmamız, dış dünyanın da çeşitli açılardan bizi tanıması
gerekiyordu. Hatta bugün dünyada ve özellikle batı
ülkelerinde sürekli pompalanan İslâmafobia’ya karşı da bunun İslâm’a ve Müslümanlara büyük haksızlık olduğunu göstermek için de İslâm’ın barış ve
huzur dini olduğunu göstermemiz ve bu meyanda
insanlar yetiştirmemiz, eğitim kurumlarımızı dışımızdaki insanlara açmamız gerekiyordu. Elbette bu
konuda daha pek çok şey söylenebilir.
Türkiye’de uluslararası statüye sahip başka
hangi imam-hatip liseleri var?
Şu anda Kayseri, İstanbul ve Konya’da üç okulumuz faaliyette. Kayseri’deki Uluslararası Mustafa
Germirli Anadolu İmam-Hatip Lisesi, İstanbul’daki
-malûm, sizin okulunuz- Uluslararası Fatih Sultan
Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve Konya’daki
Uluslararası Mevlana Anadolu İmam-Hatip Lisesi.
Dördüncü okulun hazırlıklarını da Ankara’da yapmaktayız. Bu okulları açarken de bu işlerin kolay
olmadığını yaşayarak gördüm. Bu iş zor ve sabır
isteyen, takip isteyen, imkân ortaya koymak gereken işler, bu konuda bazı kurumlarımızdan da
yakın destek gördüğümüzü söyleyemem. Hep engelli bir koşu hali vardı. Var olan mevzuat engeli
ve imkânsızlıklar bizi zorluyordu. Pek çok zorluğu
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfının destekleri ile bazı STK’larla aşmaya çalışıyoruz.
Ama her geçen gün sistem yerine oturuyor ve gelecekte daha iyi olacak inşallah.
05
Bu okullardaki eğitim durumu hakkında bilgi
verebilir misiniz?
Bu okullarımızda öğrencilere Anadolu imam-hatip
lisesi programı uygulanmaktadır. Öğrencilerimiz
ülkemize gelmelerini müteakip kendi okullarında,
birinci yarıyılda Türkçe öğretimine alınmakta, ikinci yarıyıldan itibaren ise normal müfredata devam
edilmektedir. Bu dönem sonunda farklı anlama ve
konuşma seviyesinde olsalar da genelde öğrenimlerini sürdürebilecek düzeyde derslerini takip edebilmektedirler. Dil ile birlikte öğrencilerimizin ilk
yılda bazı uyum sorunu yaşamaları elbette olabilmektedir. Ancak ileriki yıllarda tamamen uyumlu
olarak öğrenimlerini tamamlamaktadırlar.
Bu okullardaki öğrencilerimizin başarısı diğer iyi
seviyedeki Anadolu imam-hatip liselerimizden
daha aşağıda değildir. Hatta çeşitli etkinlik ve yarışmalarda önemli başarılar gösterdiklerine şahit oluyoruz. Bu durum bizi memnun ediyor.
Uluslararası statüye sahip bu projenin amaç ve
hedeflerine uygun yeni bir müfredat çalışması
yapılacak mı? Zira olmazsa olmaz bir ihtiyaç
gibi görünüyor.
Bildiğiniz gibi bu proje imam-hatip liselerinin din
eğitiminde kendine özgü bir model oluşundan yola
çıkılarak başlatılmış bir projedir. Ayrıca bu okullarda okuyan öğrencilerimiz, diğer öğrencilerimizle
aynı eğitimi almakta, dolayısı ile de mezun olunca
aynı diplomayla aynı haklara sahip olmaktadırlar.
Bu bakımdan yeni bir müfredat çalışması içine girmemiz, okullarımız arasındaki bu eğitimsel eşitliğin
bozulmasına sebebiyet verecektir. Elbette ki öğrenci merkezli bir anlayış benimsediğimiz eğitim sistemimizde öğrencilerimizin hazır bulunuşluğunu gözetiyor ve birtakım düzenlemeler yapıyoruz. Bunu
da seçmeli dersler ve öğretmenlerimizin ders içi ve
ders dışı takviyeleri ile gerçekleştiriyoruz.
Muhterem Hocam, mevcut durumda projeye
uygun ders kitaplarının olmayışı çok ama çok
önemli bir ihtiyaç. Bu konuda herhangi bir çalışma düşünülmüyor mu?
Öncelikle bizim bu proje ile hedefimiz, kendi ülkemiz vatandaşlarına verdiğimiz imam-hatip eğitimine uluslararası bir perspektif kazandırarak diğer
ülkelerdeki Müslüman kardeşlerimizin de hizmetine sunmaktır. Dolayısı ile elzem olan ön öğrenmeler, gerekli süreç düzenlemeleri için merkeziyetçi
bir anlayıştan ziyade öğretmen ve öğrenci merkezli
düzenlemeler yaparak verdiğimiz eğitimin kalitesi-
06
MAYIS 2013
ni artırmaya çalışıyoruz. Şu aşamada farklı bir program hazırlamak söz konusu değilken ders kitaplarından da söz edemeyiz.
Mevcut şartlarda okul araç-gereçlerini büyük
bir külfet ve zorluklarla idareci ve öğretmenler olarak bizler temin ediyoruz. Başta kitaplar
olmak üzere, diğer ders materyallerini Millî
Eğitim Bakanlığı temin edemez mi?
Bu proje için yapmış olduğumuz okullar, mevcut
okullarımız ile birlikte ele alındığında görülecektir
ki eğitim-öğretim ortamı en son teknoloji ile donatılmış, başta akıllı tahta, bilgisayar ve projeksiyon
olmak üzere her türlü donanımsal öğretim araç-gereçleri temin edilmiştir. Ders kitapları ve yardımcı
öğretim materyalleri ise tüm öğrencilerimize, okullarımıza ücretsiz verilmektedir. Bunların dışında
okullarımız kendi tercihleri doğrultusunda seçtikleri ve ihtiyaç duyulan eğitim-öğretim materyalleri
ise okullarımızın imkânlarıyla karşılanmaktadır. Bu
konuda alternatif çalışmalarımız devam etmektedir.
Uluslararası imam-hatip liselerine öğrenci
alımları hangi kriterlere göre yapılmaktadır?
Önümüzdeki seneler yeni kriterler konacak
mı?
Uluslararası imam-hatip liselerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan, 14-16 yaşlarında ve
Türkiye’de İlköğretim 8. sınıfa denk bir okuldan iyi
derece ile (% 70) mezun olan erkek öğrenciler başvurabilmektedir.
Burs programına kabul edilen öğrenciler Türkiye’de
İstanbul-Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu
İmam-Hatip Lisesi, Kayseri-Mustafa Germirli Uluslararası Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve Konya-Selçuklu Uluslararası Mevlana Anadolu İmam-Hatip
Lisesinde (gerekli disiplin ve başarıyı göstermeleri
şartıyla) 4 yıl boyunca burslu olarak eğitim görmektedirler.
Programı Türkiye Diyanet Vakfı ile birlikte yürütmemiz sebebiyle aramızdaki iş bölümü çerçevesinde başvurular Vakıf tarafından alınmaktadır. Burs
programına dair tüm bilgiler ve başvuru şartları
www.diyanet.org.tr adresinde mevcuttur. Sadece
online başvurular kabul edilmektedir. Başvuru sayfası Türkçe, Arapça, İngilizce ve Fransızca olmak
üzere dört dilde hizmet vermektedir. 2013-2014 öğretim yılı için başvurular başlamış olup 15 Mayıs
2013 tarihine kadar devam edecektir.
Önümüzdeki seneler için şimdilik yeni kriterler konulması gündemimizde olmamakla birlikte ihtiyaç
duyulması halinde yeni değerlendirmeler düşünülebilir.
Öğrenci profili nasıl? Öğrenciler daha çok
hangi ülkelerden geliyorlar?
Uluslararası imam-hatip liselerinde neredeyse
Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalardan öğrenci gelmektedir. Başta soydaş ve akraba topluluklardan olmak üzere Avrupa’dan, Asya’dan,
Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nden, Balkanlar’dan 73 ayrı ülkeden
öğrenci öğrenim görmektedir. Bu çeşitlilik ülkemiz
adına son derece memnuniyet vericidir.
Öğrencilerin ibate, iaşe ihtiyaçlarını nasıl temin ediyorsunuz? Bu hizmetlerinizi de kısaca
anlatır mısınız?
Uluslararası Anadolu imam-hatip liselerinde öğrenim gören yabancı öğrencilerin iaşe ve ibateleri Millî Eğitim Bakanlığı Devlet Parasız Yatılılık ve
Bursluluk Esaslarına göre sağlanmaktadır. Buna
göre öğrenciler Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda ve bunlara bağlı pansiyonlarında kalmaktadırlar. Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı bu öğrencilere
ayni ve nakdi yardımlarda bulunmakta, ulaşım giderlerini karşılamaktadır.
Öğrencilerimizin merak ettiği bir başka husus
da kendilerini nasıl bir geleceğin beklediği…
Üniversite, imkânlar, istihdam…
Uluslararası imam-hatip liselerine başvuran öğrenciler ülkemizde öncelikle din eğitimi alacaklarını
bilerek tercih etmektedir. Öğrenciler okullarından
mezun olduklarında aldıkları dinî eğitim ile ilgili
bir görevi ülkelerinde ifa edebilecekleri gibi farklı alanlarda da çalışabilmektedir. İmam-hatip liselerinden mezun olan öğrencilerin Türkiye’deki bir
ilahiyat fakültesinde öncelikli olarak öğrenim görme imkânı da vardır. Alanında yükseköğrenime
devam eden öğrencilerin yükseköğrenimleri süresince burslulukları devam etmektedir. Bizim önceliğimiz de bu istikamettedir.
İmam-hatip liselerinin hem mesleğe hem yükseköğretime öğrenci yetiştiren özelliği bu öğrencilerin okuduğu okullarımız için de geçerlidir.
Öğrencilerimize tavsiyeleriniz…
Bu programa katılmaya hak kazanan öğrenciler binlerce yabancı öğrenci arasından seçilmiştir. Ülkelerinden, ailelerinden ve çevrelerinden uzakta eğitim
görmelerinin getirdiği bazı zorluklara katlanmakta
sabır ve metanet göstermeleri gerekmektedir.
Türkiye artık onların kendi evleridir. Biz bu öğrencilerimizi kendi çocuklarımız gibi görüyor ve ilgileniyoruz. Okullarda görev yapan yönetici ve öğretmenlerimiz de aynı anlayışla hareket etmektedir.
Yiyeceklerden giyeceklere, yeni karşılaştıkları örf,
âdet ve geleneklere uyum sağlamaları eğitimlerini
başarıyla bitirebilmelerine yardımcı olacaktır. Kendilerine sağlanan bu olağanüstü imkânın farkında
olmalıdırlar.
Okullarından mezun olup ülkelerine döndüklerinde Türkiye’de kazandıkları bilgi tecrübeleri kendi
vatandaşlarına aktarmalarını ve Türkiye’nin fahri
bir elçisi olarak irtibatlarını her zaman sürdürmelerini beklemekteyiz.
Efendim, ilginiz, inceliğiniz ve bu güzel sohbetiniz için sizlere teşekkür ediyoruz.
Ben de sizlere çok teşekkür ederim değerli arkadaşlar. Yedirenk dergisini çıkartarak gerçekten de
çok kıymetli bir çalışma yürütüyorsunuz. Yeni sayınızı merakla bekliyoruz. Yakînen bilirim, dergi çıkarmak zor ve zahmetli bir iştir. Ama verdiği lezzet
de bambaşkadır. Hiç şüphesiz biraz sabır, biraz sebat, biraz şükür sizi bu lezzete götürecektir. Ellerinize, emeklerinize sağlık diyorum. Allah yaptığınız
bu hayırlı çalışmalarda sizleri muvaffak eylesin…
Selâmetle…
07
GEZİ
Lokman Yılmaz - Arapça Öğretmeni
Batı Trakya’da Bir Gün
Batı Trakya Türklerinin Kısa Bir Tarihçesi
Batı Trakya Türklerinin kökeni, Osmanlı fetihleri
ile bölgeye Anadolu’dan gelen Oğuz Türkmenlerine dayanır. Bölge 1363 yılında Osmanlı tarafından
fethedilir. 1913 I. Balkan Savaşı’na kadar 549 yıl
boyunca Osmanlı yönetiminde kalır. Bu tarihten
sonra Bulgar egemenliğine girer. 1357-1359 yılları
arasında bölgeye Anadolu’dan yoğun Türk göçleri
gerçekleşir. 1360 yılına ait arşivlerde çok sayıda köy
ve çiftlik adının Türkçe olması bölgenin tarihi hakkında önemli ipuçları vermektedir. Nüfusun büyük
çoğunluğunu Türklerin oluşturması nedeniyle Batı
Trakya, 1923-1924 yılında Türkiye-Yunanistan arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesinden muaf
tutulur.
Batı Trakya Müslüman Türk azınlığının 150 bin
civarında olduğu tahmin edilmektedir. Lozan belgelerine göre, 1923 yılında 129.120 olan Türkler,
bu tarihte bölge nüfusunun % 68’ini teşkil ederken,
bugün 150 bin nüfusuyla ancak % 35’ini oluşturmaktadır. Lozan Konferansı belgelerine göre antlaşmanın imzalalandığı tarihlerde Müslüman Türk
azınlık, toprak mülkiyetinin % 84’üne sahip iken
bugün bu oran % 20’ler civarındadır.
Yunanistan, Batı Trakya Türk Azınlığı’nı tamamen
eritmek için değişik stratejiler uygulamıştır. 11 Haziran 1988 günü iptal edilen Vatandaşlık Kanunu’nun
08
MAYIS 2013
19. Maddesi, yürürlüğe girdiği 1955 yılından bu
yana Türk azınlığın kâbusu olmuş, bu yasayla 60
bin civarında Batı Trakyalı Türk’ün vatandaşlığına
son verilmiştir.
Yolculuk Başlıyor
Okul Müdürümüz Mustafa Üçüncü, Müdür Yardımcımız Nazif Demiral, Meslek Dersleri Öğretmenlerimiz Kenan Altuntaş ve İsmail Balkanlıoğlu ile
bendenizden oluşan beş kişilik grup, 04.05.2013
Cumartesi akşamı saat 22 civarında, İstanbul
Otogarı’ndan ayrılıp yaklaşık beş saat sürecek olan,
Yunanistan sınırları içinde bulunan Batı Trakya’da
yaşayan Müslüman Türk azınlığın yaşadığı İskeçe’ye
doğru yolculuğumuz başladı. Yeşil pasaportumuz
olduğu için vize sorunu yaşamadık. İpsala Sınır
Kapısı’ndan girerek; Dedeağaç, Gümülcine üzerinden İskeçe’ye vardık. İskeçe’ye vardığımızda saatler 04.00’ü gösteriyordu. Bizi iki arkadaş karşıladı.
İskeçe’ye 33 kilometre mesafedeki Elmalı köyüne
doğru yola koyulduk. Tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde, kıvrım kıvrım yollardan geçerek,
yeşil ormanların arasında adeta bir tarih yolculuğuna çıktık. Rehberimiz İstanbul Zeytinburnu İmamHatip Lisesi ve Medine İslâm Üniversitesi’nden
mezun İskeçe seçilmiş müftülüğüne bağlı çalışan
vaizlerden Hamdi Bekir Bey yol boyunca bize çok
değerli bilgiler verdi. Köye sabah namazı vaktinde vardık. Sabah namazında, camiide yaklaşık iki
Yunanistan, Batı Trakya Türk Azınlığı’nı tamamen eritmek için değişik
stratejiler uygulamıştır. 11 Haziran 1988 günü iptal edilen Vatandaşlık
Kanunu’nun 19. Maddesi, yürürlüğe girdiği 1955 yılından bu yana
Türk azınlığın kâbusu olmuş, bu yasayla 60 bin civarında Batı Trakyalı
Türk’ün vatandaşlığına son verilmiştir.
buçuk safı dolduran cemaati görünce çok şaşırdık.
Çünkü bu, Trakya için alışık olduğumuz bir durum değildi. Köye, İskeçe’nin atanmış değil seçilmiş müftüsü Ahmet Mete’nin daveti üzerine hatim
merasimini izlemek için gelmiştik. Köyün girişinde gecenin 05.00’inde sıra sıra dizili büyük bakır
kazanlar ve yanan ateşler dikkatimizi çekti. Meşe
ağaçlarının ateşinde bakır kazanlar içerisinde 2 ton
etin pişmekte olduğunu, bir o kadar da pilavın hazırlandığını öğrenince şaşkınlığımız bir kat daha
arttı. Yaklaşık üç bin davetlinin katılacağı merasim
için çok da abartılı sayılmazdı bu rakam.
Öğrencimiz Serdar Küçük’ün Evinde
Namazlarımızı kıldıktan sonra bizleri bir evde misafir ettiler. Burada bir iki saat dinlendik. Sonra
okulumuz öğrencilerinden Serdar Küçük’ün babası
bizleri kahvaltı için evine davet etti. Öğrencimizin
ailesi Elmalı köyünde ikamet ediyordu. Kahvaltıları
bizim kahvaltı kültürümüzle birebir aynı idi. İskeçe
Müftüsü Ahmet Mete ve Mustafçova Belediye Başkanı Mustafa Cukal’ın da bulunduğu kahvaltıda sıcak bir ortam vardı. Kahvaltıdan hemen sonra Müftü Efendi bizi bir nikâh merasimine davet etti. Yeşil
vadilerden geçerek Ilıca köyüne vardık. Buralar bizim Kocaeli-Yalova-Sakarya-Karadeniz bölgelerini
çağrıştırıyordu. Her tarafta tabiatın eşsiz güzellikleri
ile karşılaşıyorduk. Köyün ortasından geçen şirin
bir akarsu bizi Anadolu’ya götürdü. Daha sonra
camii içerisinde dâvet olunduğumuz nikâh merasimine şahit olduk. Gelin ve damat huzura geldi.
Müftü Efendi gençlerin nikâhını kıydı. Evraka, gelin
ve damadın isimleri yazıldı. Nikâhta ortaya konan
mehir miktarı da detaylı bir şekilde belirtildi. Cemaatin huzurunda kıyılan nikâh sonunda, camiinin
içine serilen yaygılar üzerinde etli pilav ve ayran
ikram edildi.
Anadolu’dan Bir Parça Gibi
Daha sonra köy meydanında bir çay ocağında oturarak bizde unutulmaya yüz tutmuş nefis bir Türk
kahvesi içtik. Bizimle Türkçe konuşurken kendi aralarında Pomakça anlaşan insanlar, Yunanca
yazılı dükkân tabelaları ve yer isimleri, sokaktan
geçmekte olan mütesettire, feraceli hanımefendiler, göklere yükselen minaresiyle bir camii, bizleri
şirin bir Anadolu köyünde zaman tünelinde tarifi
namümkün bir yolculuğa çıkarıyordu adeta.
Dağın arka tarafında yer alan Bulgar sınırlarında
kalan köylerde aynı İslâmî havanın olup olmadığını
sorduğumuzda olumsuz cevap alıyoruz. Kahvenin
önünden peş peşe geçen Bulgar plakalı arabaların,
Yunanistan’da denize girmek için gelen Bulgar vatandaşlara âit olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra
Müftü Efendi’nin kullandığı otomobille hatim merasimine katılmak üzere Elmalı’ya hareket ediyoruz.
09
K
Köy son derece hareketli, çevre köylerden gelen
misafirlerle hınca hınç dolu. Bu merasimlerin o bölgedeki safiyetin korunmasında ve birlik ruhunun
muhafaza edilmesinde önemli bir unsur olduğunu
sezebiliyorsunuz.
Gülyüzlü Yavrular Kur’ân Okuyor
Camiiye girdiğimizde mihrabın önünde sağlı sollu
minik yavruların aynı kıyafetler içinde heyecanlı ve
mutlu gözlerle bize baktığını görüyoruz.
Bu çocuklar öğleye kadar Yunan okulunda Yunanca ve Türkçe eğitim alıyorlar. Dokuz ay boyunca
her gün öğle namazından sonra camiide üç saat
Kur’ân eğitiminden geçiyorlar. Biz de birçok velinin,
“Aman, çocuğun kafası karışmasın!” düşüncesiyle
okul ile birlikte Kur’ân eğitimine sıcak bakmadığını
dikkate aldığımızda sınır ötesinde Müslümanların
dinlerini koruma adına ne tür fedakârlıklara katlandıklarını gözlemliyoruz.
ma yaptı. Müftü Efendi’nin yaptığı konuşmada, birlik ve beraberlik çağrısı yaparak 240 imam yasasının azınlığın dini kimliğine saldırı olduğunu ve dik
durmak gerektiğini ifade etti. Ayrıca hocaları, velileri ve öğrencileri tebrik etti. Türkiye Cumhuriyeti
Gümülcine Başkonsolosu Osman İlhan Şener, Belediye Başkanı Mustafa Cukal ve Okul Müdürümüz
Mustafa Üçüncü’nün kısa selâmlama konuşmalarının ardından hatim duası yapıldı. Kenan Altuntaş
Hoca’mızın güzel sesiyle okuduğu ezanla birlikte
öğlen namazına geçildi. Namaz sonrası camii içinde ve bahçesinde yer sofraları kuruldu. Etli pilav ve
ayran ikramından sonra cemaat dağıldı. Çevre köylerden gelen misafirlerle üç bine yakın tek yürek
insanı, sınırlar ötesinde bir ve beraber görmek son
derece gurur vericiydi.
Ve Dönüş…
En çarpıcı sunum ise okunan şiirlerin içeriğinin son
derece dolu olması idi. Çocuklar şiirlerinde dinleyenlere çok güçlü mesajlar ve dersler verdiler. Hele
tarihe yaptıkları vurgu sadedinde, “Biz peygamber
ümmeti”, “Türkiye vatanım”, “Biz evlâd-ı fatihân”
ifadeleri bizleri bahtiyar kıldı. Vatan hasreti çekenlerin ancak bu kadar içten terennüm edebileceği,
acıyla yoğrulmuş derin bir umudun sesiydi söylenenler. Minik yavruların Kur’ân okumaları çok
ahenkli idi. Mehâric-i hurûf da son derece başarılıydı.
Bu merasimden sonra, Balkan bölgesinin büyük
köylerinden meşhur Şahin köyüne geldik. Orada
bir serginin açılışına katıldık. Şahin köyünde kısa
bir mola verdikten sonra Kozluca köyünü ziyaret ettik. Ziyaretten sonra akşam namazını kılmak
üzere tekrar Elmalı’ya döndük. Namaz sonrası köy
meydanında mükellef bir sofra hazırlanmıştı. Nefis
pişirilmiş bu kuzu etini unutabilmek mümkün değil. Nefis Türk kahvesinin ve soğuk içilen Yunan
kahvesinin (frappa) ardından yatsı namazlarımızı
eda ettik. Bütün bu sıcak karşılama ve misafirperverliğe derin teşekkürlerimizi arz edip kıvrım kıvrım yollar arasından İskeçe’ye döndük. Saat 24.00’te
Türkiye’ye doğru tatlı ve bir o kadar da yorucu bir
yolculuğun ardından yaklaşık beş saat sonra okuldaydık. Sabah 07.00’deki Kur’ân etüdüne yetiştik.
Böylece bir günlük Batı Trakya seyahatimiz geride
kalmıştı.
Merasim sonunda Müftü Efendi hararetli bir konuş-
Tatlı bir rüyadan uyanmış gibiydik.
Merasim bizim alışık olduğumuzun aksine son derece sade, bir o kadar da etkileyici idi. Önce sırayla çocuklar Kur’ân’dan kısa ayetler okudular. Daha
sonra toplu ilahiler…
10
MAYIS 2013
K
KAPAK
KARD
EŞLİK
KARDEŞLİK
KAPAK
Mustafa Üçüncü - Okul Müdürü
Biz Kardeşiz, Biriz,
Beraberiz
“Kardeş gönül aynasıdır, bakmasını bilene…”
İçtimaî bünye belirli kurallar üzerine kurulmuştur.
Bu kurallar ne kadar evrensel olursa ve uygulanırsa o toplum o derece güçlü, bireyleri de o derece
mutlu ve huzurlu olur.
Tevhid inancı sosyal yapının kurallarından birisidir.
Aile bağları, akrabalık bağları, komşuluk hukuku,
alışverişteki güven, insanların birbirine olan itimatları, insanların birbirleri ile samimiyetleri, insanların
birbirlerini anlamadaki sabrı, tahammülü, iletişimi,
diğerkâmlığı, empatisi… Bu kurallar inançta tevhidi, cemiyette kardeşliği esas alan bir anlayıştır.
Bu anlayışı bize İslâm öğretmiş ve gerçekleştirmiştir
ve adı iman kardeşliği olmuştur. Rabbimiz, Hucurât
Sûresi 10. âyette “Ancak mü’minler kardeştir.” fermanıyla inananları kardeş kılmıştır. Peygamberimiz
(s.a.v.) de “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir.”
düsturuyla bizatihi uygulama ve yaşayış biçimiyle
12
MAYIS 2013
bin dört yüz küsur yıldır milyarlarca Müslüman arasında uhuvvet binasını inşa etmiştir.
İslâm kardeşliği ancak körelmemiş kalplerde, kirlenmemiş zihinlerde ve ifsat olmamış dimağlarda
gelişir. Kardeşler birbiriyle karşılaşınca büyük bir
ihlâs, samimiyet ve ruhî olgunlukla içerisinde birbirlerine sarılırlar, hasret giderirler. Bu, asırlardan
beri böyle gelmiş ve böyle devam edecektir. Bu
gerçek, ilahi bir fıtrattır. İslâm kardeşliğinde sadece
Allah rızası vardır. Başka hiçbir gaye bu kardeşliği gerçekleştiremez. Hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.v.), “Sadece Allah için sevenler, sevgi üzerine toplananlar ve sevgi üzerine ayrılanlar hiçbir
gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın
gölgesinde gölgeleneceklerdir.” buyuruyor. Buna
göre İslâm kardeşliğine sahip olmak, kişiye hem
dünyada hem âhirette büyük mükâfatlar sağlayacaktır.
Merhamet ancak kardeşlik hukukunun tesis edilmesiyle toplumda kendisine zemin bulur. Merhamet edene merhamet olunur. Merhamet eden şifa
bulur. Merhamet bir başkasıyla ıstırap çekebilmek
demektir. Merhamet bir başkasının ıstırabını hücrelerinde yaşamak, onun ıstırabıyla inleyebilmek
demektir. Eğer kardeşler arasında merhamet yoksa
ırsî kardeşliğin de bir anlamı kalmaz.
da olsun ister uzağında; ister doğulu olsun ister batılı; ister beyaz olsun ister siyah hiç fark etmez. Asıl
olan renkler, ırklar, coğrafyalar, fiziksel yakınlıklar
değil; imandır, İslâm’dır. Aynı Rabbe, aynı kitaba,
aynı peygambere iman etmiş ve aynı hedefe yönelmişse o kişi, artık senin bir parçandır, dostundur,
kardeşindir. Kendin için istediğin bütün güzellikleri
ve iyilikleri kardeşin için de istemek zorundasın.
Tarih boyunca bazı oluşumlar, ideolojiler, akımlar,
dinler müntesiplerini kardeş ilan etmiş olabilirler.
Ama bu kardeşliğin İslâm’ın ön gördüğü kardeşlikle hiçbir alakası yoktur. Çünkü İslâm kardeşliğinde iman, gönül, yürek bağı esastır. Özde, sözde,
eylemde; fikirde, harekette, hedefte birlik esastır.
İslâm kardeşliğinde menfaat bağı yoktur, fedakârlık
ve diğerkâmlık vardır.
Hadis-i şerifte geçen din kardeşliği, İslâm güneşi
etrafında birleşen ve bu yüce dinin, inanç, vazife
ve ahlâk esaslarını kabul eden insanların birbirlerine karşı olan sevgisinin, saygısının ve sarsılmaz
birlikteliğinin adıdır. Din kardeşliği; yeryüzündeki
mü’minlerin, zaman, mekân ve mesafe mefhumlarını dikkate almaksızın birbirlerinin sevinç ve
üzüntüsünü paylaşması,
onların huzur ve saadetini
kendi huzur ve saadetine
tercih etme duygusu ve
asaletidir. İslâm kardeşliğinde, sevgi, saygı, şefkat,
merhamet ve adalet vardır.
İslâm kardeşliğinde kin,
nefret, düşmanlık, asabiyet ve haset yoktur.
Diğer beşerî düşüncelerde “benmerkezcilik”
esasken İslâm kardeşliğinde “bizmerkezcilik”
esastır.
Müslümanlar
kardeşini kendi nefsine
tercih ederler. En iyiyi,
en güzeli kendisi için
değil, kardeşi için seçerler. Bu yüce anlayış,
bu yüce kardeşlik hakkıyla uygulanabilirse
ideal bir toplumun da
temelleri atılmış olur.
Müslümanlar
olarak
bizler biriz ve kardeşiz,
bu yüzden birbirimize
yeteriz. Başka sistemlere, başka dostluk ve kardeşliklere özenmeye, öykünmeye ihtiyacımız yoktur. Yeter ki sahip olduğumuz değerlerin farkına varabilelim.
Mekkeli Muhacirler ile Medineli Ensar arasında tesis edilen kardeşlik, insanlık tarihinin unutulmaz
değerlerindendir. Bu kardeşlik soya dayalı kabilevî
ittifakı, akidevî ittifaka çevirmiş, kandan inanca, kabileden gelen statüden akideden gelen birliğe dönüştürmüştür. Kardeşlik mübarek bir bağ olduğu
kadar büyük bir sorumluluktur da. Aynı dini paylaşanların sayısınca büyüyen bir sorumluluk.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de
istemedikçe olgun mü’min olamaz.” (Müslim, İman
7) buyurmaktadır. Hadis açıktır. Kendin için hangi
güzellikleri istiyorsan kardeşin için de aynısını hatta
daha güzelini isteyeceksin. Bu kardeş, ister yakının-
İbn-i Ömer (r.a.)’den rivayetle Rasûlullah (s.a.v.),
“Müslüman Müslüman’ın
kardeşidir, ona zulmetmez
ve onu zulme teslim etmez.
Kim kardeşine yardımda
bulunursa Allah da (c.c.)
ona yardım eder. Kim bir
Müslüman’ın sıkıntısını
giderirse Allah (c.c.) da onun kıyamet günündeki
sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın
ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet gününde
onun ayıplarını örter.” (Buhârî) buyurmaktadır.
Bu hadisi öğrenen kimseyi dünyanın herhangi bir
yerindeki Müslüman’ın sıkıntısı ilgilendirmez mi?
“Dicle’nin kenarında bir koyunu kurt kapsa adl-i
ilahî onu Ömer’den sorar.” anlayışına sahip olan
bir kişiyi bütün dünya ilgilendirir. Kardeşlik şuuruna sahip bir kişi bütün dünyadan sorumludur. Öyle
bir sorumluluk ki her şeyi ve herkesi kapsar. Kendisini sadece Müslümanlardan değil, gerektiğinde
bütün insanlardan da mesul tutar. Onun kardeşlik
anlayışı sadece kendisine değil, bütün insanlığa huzur ve mutluluk getirir.
Kardeşliğin ileri derecesi fütüvvettir. Kavram olarak
fütüvvet, genellikle başkasını kendine tercih etmek,
13
engin bir mürüvvete sahip olmak demektir. Fütüvvet, mürüvvet ve uhuvvet ile irtibatlıdır. Lügatte cesaret, yiğitlik ve mertlik anlamına gelen fütüvvet,
tasavvuf çevrelerinde diğerkâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Yüce Allah;
“Şüphesiz ki onlar Rablerine iman eden yiğit kimselerdir. Biz de onların hidayetlerini arttırmışızdır.”
(Kehf, 13); Rasûlullah Efendimiz de (s.a.v.); “Bir
kul Müslüman kardeşinin ihtiyaçlarını görmeye ve
ona yardım etmeye devam ettikçe Allah Teâlâ da o
kuluna yardım eder de eder.” buyurur.
Fütüvvet en kâmil anlamıyla Rasûlullah Efendimiz’de
tecelli etmiştir. Kıyamet günü herkes “nefsî nefsî”
derken o “ümmetî ümmetî” diyecektir. Kendisini
her şeyden ve herkesten sorumlu tutan bir Müslüman olarak amacımız kardeşliğin en ileri noktası
olan fütüvvete ulaşmak olmalıdır. Fütüvvet, yiğit,
mert, delikanlı, genç, bahadır, dilâver, babacan,
kahraman, cesur, yürekli, cömert manalarına gelir.
Bu manalarla mücehhez birisi gerçek bir İslâm kahramanıdır.
İslâm’da kardeşlik, pratiği olan bir anlayıştır. Sözde kalmaz, fikirde kalmaz, niyette kalmaz; görünür,
eyleme dönüşür. Kardeşlik bu anlamda her şeyde
birlik, beraberlik ve bütünlüğü sağlamış güçlü bir
sistemdir. Sistemi meydana getiren aksam, aynı
yöne doğru gider, aynı ritmi ve âhengi yakalar. Ne
fikirde ne eylemde karışıklık yaşar. Büyük İslâm
şairi Muhammed İkbal der ki, “Harekette birlik olmazsa fikirde birlik olmanın faydası yoktur.”
Kardeşlik, imanî ve insanî bir sorumluluktur. Bugün
Müslüman bir genç, kardeşlik şuurunu “fütüvvet”
14
MAYIS 2013
noktasında yaşayabilecek imanî, ahlâkî ve vicdanî
bir donanıma sahip olmalıdır. Asrımızın buna çok
ihtiyacı vardır. Efendimiz aleyhisselâmın etrafında
kenetlenmiş seçkin insanlar yeryüzünün en mükemmel kardeşlik örneğini sergileyerek bizlere
sönmez bir ışık olmuşlardır. Bugün bizler yolumuzu o büyük şahsiyetlerin yaktığı ışıkla bulmaya çalışıyoruz.
O kutlu insanları adım adım takip eden çok büyük
şahsiyetler yetişti bugüne kadar. Mezhep imamlarından İbn-i Arabî’ye, İmam Gazzalî’den İbn-i
Teymiye’ye, İmam Rabbanî’den Şâh-ı Nakşibendî’ye;
Hasan el-Benna’dan Said Nursî’ye, Seyyid Kutup’tan
Mevdudî’ye, Muhammed İkbal’den Mehmet Âkif’e;
Aliya İzzetbegoviç’ten Malcolm X’e kadar, daha niceleri kardeşlik şuuru içerisinde toplumları ıslah ve
tecdid etmeye çalışmışlardır. Kardeşlik şuurunu diri
tutmak, imanî sorumluluklarını yerine getirebilmek
için gerektiğinde dünyevî bütün isteklerini ellerinin
tersiyle bir tarafa itebilmişlerdir. Öyle ki canlarından bile vazgeçmişlerdir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bu liderlerin ektiği tohumlardan, belki yıllar belki asırlar sonra dünyanın değişik coğrafyalarında;
rengi, dili, kültürü, ırkı farklı ama dini, imanı aynı;
yüreği bir, sevdası bir, hedefi bir olan yiğit erler yetişecektir. Bu yiğit erler, kardeşliği îsâr ve fütüvvet
derecesinde idrak etmiş abidevî şahsiyetler olarak
çiçeğe durmuşlardır. Artık tomurcukları patlatmanın, çiçekleri açmanın zamanı çoktan gelmiştir. Zira
mevsim bahardır. Zira artık imam-hatipler vardır.
Teşekkür
Eğitim-Öğretim faaliyetlerine başladığımız 2010-2011 senesinden beri bizleri hiçbir
zaman yalnız bırakmayan, maddî-manevî her türlü ihtiyacımıza ânında cevap veren
aşağıdaki kurum ve kuruluşlarımıza ve adlarını zikretmeye imkân bulamadığımız
gönül dostlarımıza, göstermiş oldukları sıcak ilgi, verdikleri destek ve yapmış
oldukları büyük yardımlardan dolayı kalbî şükranlarımızı sunarız.
1. İlim Yayma Cemiyeti
2. Türkiye Diyanet Vakfı
3. İstanbul Büyükşehir Belediyesi
4. Fatih Belediyesi
5. İlim Yayma Vakfı
6. Fatih Kaymakamlığı ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
7. Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Okul Aile Birliği
Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu
İmam-Hatip Lisesi Müdürlüğü Adına
Mustafa ÜÇÜNCÜ
15
KAPAK
Tayyip Kesim - Müdür Başyardımcısı
Kardeşlik Bilinci
İnsanlık tarihinde toplum, millet ve ümmetleri meydana getiren ve onları bir arada tutabilen çeşitli
bağlar vardır. Bu bağlar genelde akrabalık, soy-sop,
aşiret, kan, ırk, cinsiyet, tarih, dil, kültür, ekonomik çıkarlar, milliyet, vatandaşlık, inanç gibi isimlerle karşımıza çıkar. Bunlar içinde inanç temeline
oturan birliktelikler, iman/itikat/akide ile örülmüş
bağlar diğerlerinden çok daha kalıcı ve güven vericidir. Tarihte akide esasına göre belirlenmemiş
birlikteliklerin ömrü kısa sürmüştür; kısa sürmese
bile daimî, kalıcı ve huzurlu bir hayatı temin edememiştir.
Akide temelinde inşa edilen toplum ve milletler
mensuplarını kardeşlik bağıyla birbirine bağladıklarından arzu edilen huzur ve kalıcılığı da yakalayabilmişlerdir. Çünkü sevgiyi temel alan akide eksenli
kardeşlik bağında maddî ve iktisadî çıkarlar yoktur.
Sadece duygudan ibaret yaklaşımlar da yoktur. Bu
bağda duygular sahih bir akidenin ve selim bir aklın kontrolündedir. Duyguları tamamen devre dışı
bırakan bir kardeşlik bağı da şüphesiz ki sağlıklı
değildir. Bu bağın can damarı herhangi bir çıkarın,
menfaatin, maddiyatın olmadığı hasbî bir sevgi ve
bütün olumsuzlukları, bütün gayr-i insanî ve gayr-i
ahlâkî yaklaşımları yok eden, potasında eriten, saflaştıran, fıtrî hâle dönüştüren ve hakiki kaynakla
irtibat sağlayan imandır.
İnsanlar arası ilişkilerde kalpleri birbirine bağlayan
kuvvetli bağlar olmaz ve kalplerde sevgi bulunmazsa insanlar birbirlerinden nefret ederler, kalpleri dağılır, paramparça olurlar. Geride ne kardeşlik kalır
ne insanlık ne de huzur.
Bir hayat nizamı olarak gönderilmiş İslâm, hayatı
ve insanları inanç esaslarına göre tanzim eder. İman
edenleri mü’min, etmeyenleri kâfir, iman etmediği halde etmiş gibi gözükenleri ise münafık olarak
isimlendirir. Kur’ân-ı Mubîn, bu üç insan tipinin
özelliklerini muhtelif âyetlerde tafsilatıyla beyan etmektedir.
16
MAYIS 2013
Rabbimiz, mü’minleri Kur’ân-ı Kerim’de kardeş ilan
ettiğine göre kardeşlik, hayatî derecede bir önemi
haizdir. Bu, tabiî olarak da ayrıcalıklı bir durumdur.
Bu önem ve ayrıcalık sadece biz mü’minlere lutfedilmiş ilahî bir nimettir. İman hâlesi dışında kalanlar bu nimetten asla istifade edemezler. Onlar kendi
aralarında birbirinin dostu, arkadaşı olabilirler ama
asla mü’minlerin dostu veya kardeşi olamazlar.
Allah (c.c.), Kur’ân-ı Kerim’de “Muhakkak ki
mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının,
umulur ki esirgenirsiniz.” (Hucurât, 49/10) buyurmaktadır. Âyete göre kardeşlik, bütünüyle akide temeline dayanır. Âyet-i kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla bir araya gelenler
kardeş olarak kabul edilir. Buna göre yeryüzünün
neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyorlarsa konuşsunlar, hangi kavme mensup
olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa
olsunlar bütün mü’minler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler. Bu kardeşler kendi
aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi
akidelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih
eden kimselere -anneleri, babaları, kardeşleri veya
öz çocukları da olsalar- asla sevgi ve hoşgörü beslemezler.
İslâm’da kardeşlik akide temeline oturtulduğu için
mü’minlerin arasını bozacak her türlü sunî ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kılınmıştır. Irk, soy,
cins vs. türünden cahilî değerler yerine takva kriteri tesis edilmiş, böylece kardeşliğin ve âhengin
bozulmaması sağlanmıştır. İslâm’a göre rengin, tenin, cinsiyetin, ırkın, soyun, kanın, bölgenin birbirine üstünlüğü olamaz. Kardeşlik şuuruna ermiş
bir Müslüman, bu cahilî anlayışlara asla tevessül
edemez. Çünkü onun inancında üstünlük dünyevî,
maddî, süflî, fanî olanla değil; uhrevî, manevî, ulvî,
bakî olanla ilgilidir. Bu konudaki âyet-i kerime her
türlü tartışmayı sona erdirecek özelliktedir. “Hiç
kuskusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurât, 49/13)
Mü’minler, iman kardeşliği temelinde eşitlenince
bütün farklılıklar renge, âhenge, zenginliğe dönüşür. Bir binanın tuğlaları gibi birbirlerine sımsıkı
kenetlenirler. Kenetlendikleri sürece ayakta kalırlar.
Her bir tuğla kendi başına hareket edecek olursa
İslâm binasında gedikler açılır. Dışarıdan gelen etki
ve saldırılara karşı kendini koruyamaz. Tek başına
bir anlam da ifade etmez. Bütün anlam ve değerini
binanın bünyesinde bulur. Tuğla olarak vardır, kendisidir, özeldir ve önemlidir ama kardeşlik binasında yer aldığı sürece.
Kardeş olmak kadar hatta ondan daha önemli ve
zor olan kardeşliği yaşayabilmektir. Tıpkı iman ettikten sonra onu korumanın ve beslemenin daha
önemli ve zor olduğu gibi. Bu fani dünyada hiç
beklenmedik zamanlarda kardeşliği bozan ve araya
nifak tohumları eken çok muzır maniler peydahlanabilir. Şeytana bu fırsatı vermemek gerekir. Zira
şeytan insana en hassas yerlerinden ve hiç umulmadık zamanlarda yaklaşır. Doğrudan imanı hedef
alır, kardeşliği hedef alır, huzuru hedef alır… Bu
hedef alışlar hep sinsicedir, süslü püslücedir. Bu tuzaklara karşı her daim dikkatli olmak şarttır.
Kardeşlik soyut bir kavram değildir. Görünür, bilinir, yaşanır, ete kemiğe bürünür, canlı bir uzviyet
haline gelir. Kardeşlik bir lütuftur ama aynı zamanda bir hak-hukuktur da. Bu hakların titizlikle korunması imanın bir gereğidir. Aksi takdirde kardeşlik bir anlam ifade etmez ve nimet değil külfet olur.
Kardeşler; zulmetmezler, buğzetmezler, kin gütmezler.
Kardeşler; yalan söylemezler, doğru ve dürüst
davranırlar.
Kardeşler, alay etmezler, dalga geçmezler, espri adı
altında birbirlerini rencide etmezler.
Kardeşler, kıskanmazlar, haset etmezler, gıybet etmezler.
Kardeşler, bir bedenin uzuvları gibi açıkta, açlıkta,
hastalıkta birbirlerinin ihtiyaçlarına her daim
koşarlar.
Kardeşler, sade iyi günde değil, kötü günde de birbirlerinin dostudurlar.
Kardeşler, birbirlerinin dinlerine, namuslarına, nesillerine, mallarına ve canlarına ihanet etmezler.
Kardeşler, emindirler, sevgi doludurlar, birbirlerinden nefret etmezler.
Kardeşler, muhkem kale gibidirler. En zor şartlarda
bile sapasağlam ayakta kalırlar.
Hayatını takva üzere idame edenler, kardeşlik bilincini de en üst seviyelerde idrak ederler. Bunun için
bizi kardeş kılan Kitab’a ve onun işaret buyurduğu
Sünnet-i Nebeviye’ye sımsıkı sarılmak zorundayız.
Kardeşlik bilincini hakkıyla kuşandığımız gün, ümmetin problemleri de Allah’ın izniyle çözüme kavuşmuş olacaktır.
17
KAPAK
Mahmut Yavuz - 10/B
Renklerin
Kardeşliği
Üç kıtada at koşturan bir milletin torunlarıyız ve o at koşturduğumuz
yerlerdeki o insanlarla şimdi aynı okulda okuyoruz. Dillerimiz,
kültürlerimiz, renklerimiz ve birçok şeyimiz farklı ama inancımız bir. Şu
iki yılda o kadar çok şey öğrendik ki anlatmakla bitmez.
İstanbulun göbeğindeki Uluslararası Fatih Sultan
Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nde 43 farklı
ülkeden gelen insanlarla birlikte olmanın heyecanı
ve mutluluğu içindeyiz. Üç kıtada at koşturan bir
milletin torunlarıyız ve o at koşturduğumuz yerlerdeki o insanlarla şimdi aynı okulda okuyoruz. Dillerimiz, kültürlerimiz, renklerimiz ve birçok şeyimiz
farklı ama inancımız bir. Şu iki yılda o kadar çok şey
öğrendik ki anlatmakla bitmez. Mesela kaldığım yatakhanede tek Türk benim ve diğer arkadaşlarımın
hepsi Somalili. Tam bir kültür merkezi. Bazı derslerde anlamadıkları zaman yardım istiyorlar; onlara
18
MAYIS 2013
anlattığımda ve anladıklarında o kadar mutlu oluyorlar ki... Geçen yıl yaz tatilinden sonra Senegalli
bir arkadaşımız bana ülkesinden geleneksel bir terlik getirdiğinde o kadar mutlu oldum ki anlatamam.
Bir başka konu da alfabelerinde “ı” harfinin olmayışı. Bu durum bazı ilginç söyleyişler doğuruyor.
“İstanbul çok kalabalik”, “Annemin kalbini kirdim,
onu hastaneye götürmek lazim.” gibi. Mesela ilk
defa kar gördüklerinde ne kadar şaşırmışlardı. İlk
geldiklerinde bazı diyaloglar ezberleyip karşısındaki kişiyle öyle anlaşıyorlardı, eğer karşısındaki kişi
başka bir şey söylerse devam ettiremiyorlardı.
Bu okulda olmanın en büyük avantajı, evrensel
olarak düşünürsek gideceği ülkelerde bizden;
yani Türkiye’den bahsetmeleridir. Burada
gördükleri sayısal, sözel ve dini dersleri bir
arada vatandaşlarına aktarmaları ve gittikleri
ülkelerin kalkınmasında ve gelişmesinde
söz sahibi olmalarıdır. Diğer bir avantaj da
özellikle yabancı dil konusunda; yani İngilizce
ve Arapçada yardım alabilmemizdir.
Bizim yabancı dillere de ilgimiz olduğu için kaynaşmaya başladık. Bu sayede onların kültürleri; yaşadıkları ülkelerin durumu hakkında birçok bilgiye
sahip olduk. Rahat bir şekilde anlaşabiliyorduk.
Kur’ân’ı farklı okuyuşlarını da duymak çok hoşumuza gitti. Önceleri Afrikalı insanlar nasıl birbirini
karıştırmıyor diye düşünüyorduk. Şimdi ise hepsinin farklı olduğunu gördük.
Bu okulda olmanın en büyük avantajı, evrensel
olarak düşünürsek gideceği ülkelerde bizden; yani
Türkiye’den bahsetmeleridir. Burada gördükleri sayısal, sözel ve dini dersleri bir arada vatandaşlarına aktarmaları ve gittikleri ülkelerin kalkınmasında
ve gelişmesinde söz sahibi olmalarıdır. Diğer bir
avantaj da özellikle yabancı dil konusunda; yani
İngilizce ve Arapçada yardım alabilmemizdir. Başka okullarda pratik yapma imkânı bulamıyorsunuz;
ama burada hem pratik hem de ödev veya sınav
konusunda çok yardımcı oluyorlar. O arkadaşlar da
bizi hiç kırmıyorlar. En çok hoşumuza giden mescide girdiğimizde farklı farklı mezhepler olduğu için
farklı namaz kılma şekillerini görüyorsunuz. Bu da
insanın içinde bir an Kâbe’de olduğu hissi uyandırıyor. Bu bizim için en güzel olanıdır. Tabii ki daha
farklı güzellikler de var. Mesela maç yaparken daha
farklı hislere kapılıyorsun. Maça daha iyi odaklanıyorsun. Kültür farklılığından dolayı sorun çıksa da
önemsenecek değerde değildir.
Bazen kültür farklılığı bakımından sıkıntılar çıksa
da kendi aramızda böyle meseleleri fazla büyütmeyip kardeşçe hallediyoruz. Burası imam-hatip. Burda ırkçılık, milliyetçilik vs. yapılmaz. Eğer yapılırsa
bizden değildir. Şahsen biz bu okulda olduğumuz
için çok mutluyuz ve bu okuldan çok şey kazanacağımızı düşünüyoruz.
Burası İstanbul’un içinde ayrı bir dünya sanki.
Fatih’ten dünyaya açılan bir pencere. Bir nimet ki
Allah her kuluna bahşetmemiş. Aynı zamanda da
bir görev bizim için farklı dünyadan gelen kardeşlerimiz; çünkü onlar buraya boş kişiler olarak değil
seçilerek bir amaç için geldiler. Onların arkalarında
bıraktıkları kişiler, dönünce Afrika’yı, Kafkasya’yı,
Balkanları arkalarında sürüklesin diye gönderdiler
onları. Onlar da bu yükü omuzlarına alarak buraya
geldiler. Herkes her şeyin farkında. Eğitim alan da
eğitim veren de beklentileri olanlar da.
Bu arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin bizim için yani
yerli öğrenciler için de çeşitli yararları var. Bunların
ilk akla geleni ve en barizi dildir. Okulumuzda yerel
dilleri de hesaba katarsak sayısını bilmediğimiz kadar dil ortaya çıkıyor. Dünya dillerinden de Fransızca, Arapça, İngilizce, Portekizce vb. bu dillerin bir
çoğu Avrupa’nın temelini oluşturmakta. Avrupa’yı
tanıyıp harekete geçebilmek için dilini bilmek esas
olandır. Bunun için de bizim olması gerekeni yapmamız lazım. Daha başka fayda olarak farklı kültürlerden yeni yiyecek, giyecek gibi şeyler tanıdık
burada, birçok ülkenin özelliklerini öğrendik, bu
da bize büyük bir genel kültür kazandırdı. Daha
yararlanmadığımız; fakat yararlanabileceğimiz birçok faydası var bu okulun. Bu okulda olduğumuz
için çok mutluyuz ve gururluyuz.
Not: Bu yazıyı yazarken benden yardımlarını esirgemeyen tüm sınıf arkadaşlarıma teşekkürü bir borç
bilirim.
19
ETKİNLİKLER
Salim Şahin - Biyoloji Öğretmeni
ARAMA KONFERANSI
Başarıya giden yolda çok önemli kilometre taşları
vardır. Kendini tanımak, yolu bilmek, hedefleri belirlemek bunlardan sadece birkaçıdır. Başarı yolunun kilometre taşlarını şu sorularla da ifade etmek
mümkündür:
- Ben kimim?
Hedefleri büyük olan kişi veya kurumlar kendilerini sürekli muhasebeye tabi tutmalıdırlar. Muhasebe,
aynaya bakmaya benzer. Kişi veya kurumlar ne ve
nasıl olduklarını, ne ve nasıl olmadıklarını en rahat
aynaya bakınca görebilirler.
- Ne tür sorunlarla karşılaşabilirim?
Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmamHatip Lisesi (UFSM) öğretmen ve idare kadrosu
olarak mevcut durumumuzu tespit etmek, hedeflerimizi yeniden belirlemek ve enine boyuna kurumsal bir muhasebe yapmak için 30-31 Mart 2013
tarihlerinde bir araya geldik.
Bu sorulardaki ben’i rahatlıkla biz’e veya herhangi
bir kuruma veya organizasyon ismine uyarlayabiliriz. Sorulara doğru ve objektif cevaplar verebildiğimiz takdirde hem bireysel hem toplumsal hem de
kurumsal başarıya kolayca ulaşabiliriz demektir.
Başkanlığını Yrd. Doç. Dr. Ali Arslan Hoca’nın yaptığı toplantının adı “Arama Konferansı” idi. Konferansa idareci ve öğretmen arkadaşların tam kadro
ile ve de büyük bir istekle iştirak etmesi oldukça
dikkat çekiciydi.
- Nereye gidiyorum?
- Niçin gidiyorum?
- Ne istiyorum?
- Hedefim ne?
20
MAYIS 2013
Ali Arslan Hoca’nın
1. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?
2. Türkiye’de ve dünyada bizi etkileyen akım ve düşünceler nelerdir?
3. Kurumsal tarihimiz nedir?
4. Bugüne nasıl geldik, geçmişteki biz nasıldı?
5. Neyi başarmak istiyoruz?
sorularıyla başladığı konferans, birlikte çalışma, ortak akıl oluşturma, üretebilme, bir meseleyi bütün
yönleriyle ve sistemli bir şekilde ele alabilme gibi
konularda oldukça ufuk açıcı oldu.
Ayrıca, bilgilendirme ve grup çalışmalarıyla iki gün
boyunca yoğun geçen konferans; kurumsal olarak
bulunduğumuz noktayı görmek, vizyon ve misyonumuzu tespit etmek, gelecekte ulaşmak istediğimiz hedefleri ve stratejileri belirlemek açısından katılımcılarda verimli sonuçlar edinileceğine dair çok
olumlu kanaatlar oluşturdu.
Konferansın tam bir samimi hava içinde yapılması,
idareci-öğretmen arasındaki sıcak ve samimi ilişki
bir hayli dikkat çekiciydi.
Bilhassa Okul Müdürümüz Sayın Mustafa Üçüncü’nün, şahsına ve konumuna yönelik yapılan espri ve eleştirilere gösterdiği büyük hoşgörü takdire
şayandı.
İki gün süren yoğun çalışma katlılım sertifikası töreniyle son buldu.
Kurum olarak, idareci ve öğretmenlerimizin samimi, gayretli, çalışkan ve hüsn-i niyetli olması far-
kımızı oluşturan temel unsurlardan birkaçı olarak
öne çıktı. İdareci ve öğretmenlerimiz arasında iletişimin açık olması, bunun veli ve öğrenciyede yansıtılmasıyla oluşan “tek yürek, tek bilek” anlayışı
sorunlarımızı çözüme kavuşturulmasında başarımızı ve diğer eğitim kurumlarından farkımızı oluşturmaktadır.
“UFSM Eğitimde öncü ve lider”
Ali Arslan Kimdir?
1959 yılında Adapazarı’nda doğdu. İlk, orta
ve lise öğrenimini Adapazarı’nda tamamladı.
Lisans öğrenimini Marmara Üniversitesi’nde
tamamladıktan sonra İslâm Konferansı Teşkilatında 6 yıl görev yaptı. Yüksek Lisans ve
Doktorasını Boğaziçi Üniversitesinde tamamladı. 1993 yılında Sakarya Üniversitesi Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı’nda öğretim
üyeliği görevine başladı. Sosyoloji Bölüm
Başkan Yardımcılığı ve Uygulamalı Sosyoloji
Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1995 yılında üniversitedeki görevinin yanı
sıra, ARGEDA (Araştırma Geliştirme Eğitim
ve Danışmanlık Merkezi)’nin kuruculuğunu
yaptı. Özel ve kamu kuruluşlarında yönetim
danışmanlığında bulundu, seminerler verdi.
2009 Şubat ayından itibaren tekrar Sakarya
Üniversite Sosyoloji bölümünde göreve başlayan Arslan, 2011-2012 akademik yılında
ABD Portland State Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde misafir öğretim üyesi
olarak ders verdi.
21
EĞİTİM-ÖĞRETİM
Yılmaz Albayrak - Felsefe Öğretmeni
Öğrencilerin
“Hazır Bulunuşluk”
Düzeylerinin Değerlendirilmesi
“Hazır bulunuşluk” kavramı en genel ifadesiyle;
öğrencinin “eğitim ortamına” getirdiği özelliklerin
tümü olarak ifade edilmektedir. Öğrencinin önceki
öğrenmeleri, yetenekleri, olgunlaşma düzeyi, ilgileri, istekleri, motivasyonu ve genel sağlık durumu
“hazır bulunuşluk” kavramının içeriğini oluşturmaktadır. Bu ögeler eğitim sürecinde bir bütün olarak
önem taşımaktadır. Öğrencinin öğrenim sürecinde
başarıya ulaşması onun öğrenmeye “hazır bulunuşluk” düzeyine bağlıdır. Eğer, öğrencinin “hazır bulunuşluk” düzeyi, öğrenilecek içeriğin gerektirdiği
yetenek ve ön bilgileri içermiyorsa, öğrenme süreci
başlangıçta güçleşir. Bu çerçevede kültürel farklılıklar içeren okulumuzda öğrenmeden beklenen kazanımları elde etmek ve memnuniyet verici bir sınıf
ortamı oluşturmak öğrencilerin “hazır bulunuşluk”
22
MAYIS 2013
düzeylerini anlayabilmeyi gerektirmektedir. Bu gereklilik belirli başlıklar altında toplanabilir:
a) Öğrenmeye başlarken öğrencilerin ön bilgilerinin belirlenmesi,
b) Eğitim sürecinde sınıf içi iletişime karşı kültürel
bir perspektif geliştirilmesi,
c) Öğrencilerin duygularının farklılıklara karşı ön
yargıya dönüşmesini engelleyerek farklılıklara karşı
anlayışlı ve saygılı bir bakış açısı geliştirebilmesi,
d) Öğrencilerin ülkemize geldikten sonra yaşayabilecekleri “kültür şoku”na karşı yapılması gerekenlerin belirlenmesi,
Kültür şoku, bireyin sosyal çevresinin değişmesiyle
birlikte yaşayabileceği stresi ve zihinsel-duygusal
bir takım rahatsızlıkları ifade etmektedir. Hızlı bir
sosyal ortam değişimi, bireyin normal biçimde karşıladığı ihtiyaçları belirsiz hale getirmektedir. Buna
bağlı olarak bireyde duygu bozukluğu, yalnızlık,
kaygılı olma, karmaşık duygular içinde kalmak gibi
durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu gibi durumların oluşturacağı olumsuzlukları asgari düzeye indirgemede öğrencilerin hazır bulunuşluk düzeyini
dikkate alarak oryantasyon ve uyum amaçlı çalışmalar yapılması gerekmektedir.
Farklı ülke ve kültürlerden gelen öğrencilerin hazır bulunuşluk bakımından büyük farklılıklar göstermeleri doğaldır. Çünkü farklı kültürlerin, farklı
eğitim sistemlerinin ve farklı zihinsel yapıların getireceği hazır bulunuşluk düzeyleri de farklı olmak
durumundadır.
Bilişsel boyutta öğrencilerin, zihinsel yetenekleri
(düşünme, öğrenebilme, hatırlama) ile bunları kullanabilme düzey ve biçimleri farklıdır. Bilişsel hazır
bulunuşluk bakımından okulumuzdaki öğrencilerin denk olmadıkları çok açık biçimde görülmektedir. Öğrencilerin ülkelerinde almış oldukları eğitimin niteliği ve bu eğitimin öğrenciye kazandırdığı
altyapı hazır bulunuşluğu etkileyen bir etkendir. Bu
durumda okulumuzun müfredatı dikkate alınarak
öğrencilerin aklî, naklî ilimlerdeki ve dil açısından
hazır bulunuşluğu değerlendirilmelidir. Öğrencilerimizin matematik ve fen ilimleri alanında bilgi
altyapılarının çok zayıf olduğu görülmektedir. Bu
eksiklik öğrencilerin akademik başarı düzeylerinden ve kendi ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Örneğin, öğrencilerimizin birçoğu kendi ülkelerinde birçok dersi yeterli düzeyde görmediklerini ya
da hiç görmediklerini ifade etmektedir. Buna bağlı
olarak genelde öğrencilerin ilköğretim düzeyinde
gördükleri müfredatın yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Öğrenciler genelde ölçme ve değerlendirme
anlamında açık uçlu soru dışında farklı bir ölçme
tekniği görmediklerini belirtmektedir.
Bilişsel algılama biçiminde Asya, Afrika ve Balkanlardan gelen misafir öğrencilerimiz birbirine göre
belirgin bir farklılık göstermektedir. Asya ve Balkanlardan gelen öğrencilerimizin daha bireyci ve
rasyonel, Afrika’dan gelen öğrencilerimiz ise daha
kolektivist ve hissi bir algıya sahip olduğu gözlemlenmektedir. Bireyci ve kolektivist eğilimler daha
çok toplum kültürünün bireye etkisinin bir sonucudur. Dolaysıyla kimlik algısı da ben ve biz duygusuyla biçimlenmektedir.
Afrika’dan gelen öğrencilerimiz bir problem karşısında, problemin mantığına uygun olan ve olmayan
çözümleri birlikte sunabilmektedir. Ortak bir biçimde ‘koşullara bağlı değerlendirme yapan düşünce
biçimi’ vardır. Problemle ilişkili olmayan unsurları
da konuya dâhil edebilmektedir. Bir konuya ilişkin çelişkili fikirleri çatışma olmadan zihinlerinde
taşıyabilmeleri dikkat çekici bir durumdur. Öğrencilerin çocukluk döneminde sosyal çevrelerinden
öğrenmiş oldukları gerçekliği olmayan hikâyelere
inanıyor olmaları da bu durumun hem sebebi hem
de sonucu olarak düşünülebilir. Bu tür bir bilişsel
farklılık yetersizlik olarak değil, öğrencinin neyi, ne
kadar ve nasıl öğrenebileceğinin bir ipucu olarak
kabul edilmelidir. “Anlam verme olarak algılama”
sürecinde, kültürel etkenlerin önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. Bu durumda zihinsel boyutta nesne ve olaylara verilen anlamların kültürel simgelere
göre belirlendiği dikkate alarak öğrenme sürecine
yön vermelidir. Bu çerçevede öğretmenin, öğrenciye hitap ederken öğrencinin zihninde herhangi bir
konu ya da kavrama ilişkin bulanık ve de çelişik
bilgiler bulunabileceğini bilerek davranması gerekmektedir. İlk önce bu durumun anlaşılması için
öğrencinin ön bilgilerinin irdelenmesi gerekecektir.
23
Özellikle Afrika’dan gelen öğrenciler bakış
ve sözlerden daha çok etkilendiklerini
ifade etmektedirler. Bu konu daha dikkatli
incelenmesi gereken bir özellik taşımaktadır.
Genel olarak öğrenciler sosyal çevrelerine
ilişkin olumlu beklentilere sahip olmasına
rağmen Türk öğrencilerle yeterli iletişim
kuramadıklarını düşünmektedirler.
Öğrencilerin Türkçeyi öğrenebilme ve “hazır bulunuşluk” düzeyleri arasında anlamlı bir fark vardır. Öğrencilerin Türkçeyi öğrenme düzeyleri diğer
derslerdeki performanslarını da etkilemektedir. Öğrenciler, sınavlarda en çok “dil engeli” ve “sistem
farklılığı” yüzünden ek süre istemektedir. Türkçe
bakımından öğrencilerin “hazır bulunuşluk” düzeylerindeki farklılık, ders içerisinde sınıf tartışmalarına
katılmakta güçlük çekmelerine neden olmaktadır.
Ayrıca sınıf içerisinde anlamadıkları şakalar yapıldığı zaman kendilerini kaygılı ve huzursuz hissettiklerini belirtmektedirler. Öğrenciler sınıfta anlatılan
konuyu, sorulan soruları anlamadıkları durumlarda
anahtar kelimelerin tahtaya yazılmasını istemektedir. Öğrencilerin Türkçeyi kullanabilme düzeyleri
sosyal iletişim düzeylerini de doğrudan etkilemektedir. İletişimin karşılıklı olması sosyal ilişkilerde
denge ve uyum açısından önemlidir. Eğer iletişim
karşılıklı olmayıp tek taraflı gerçekleşirse bir taraf
isteklerini gerçekleştirirken diğer taraf sürekli etki
altında kalacaktır. Böyle bir durumda taraflar arasında yabancılaşma yaşanabilecektir. Bu soruna
karşı ise karşılıklı etkin dinleme ve anlama daha
önemli hale gelmektedir.
Bilişsel hazır bulunuşluk çerçevesinde değerlendirilebilecek bir konu da öğrencilerin sahip olduğu
tarih bilincidir. Birey ile toplum ölçeğinde varlığını anlamlandırmanın ve kimlik algısının bir koşulu
olarak tarih eğitiminin niteliği önem taşımaktadır.
Kastettiğimiz modernite sonrası ortaya çıkan ulus
kimliği aktarımı değildir. Bu konuda öğrencilerin
ülkelerinden aldıkları tarih eğitiminin niteliğinin tarih eğitiminden beklenen kazanımları karşılamadığı
anlaşılmaktadır. Bağımsızlıklarını çok geç kazanmış
olan ülkelerde tarih bilincinin oluşması anlamında
bu durumdan etkilendikleri görülmektedir. Derinliği olan bir tarih algısı olmasa da öğrencilerdeki yerel ve sözlü tarih algısının boyutları tarih dersinde
uygun yöntem ve tekniklerin kullanılması anlamında irdelenmelidir.
24
MAYIS 2013
Öğrencilerin “hazır bulunuşluk” bakımından en
yüksek düzey duygusal anlamdadır. Öğrencilerin
motivasyon düzeylerinin genelde yüksek olduğu
görülmektedir. Öğrenciler okulumuzda yapılan
eğitim-öğretim uygulamalarını zorlayıcı bulmaktadır fakat aynı zamanda aldıkları eğitimi anlamlı
ve değerli bulduklarını belirtmektedirler. Diğer bir
deyişle öğrenciler okulumuzda aldıkları eğitimi büyük başarı olarak görmektedir. Hatta misafir öğrencilerin bir kısmı şu anki öğrendiklerinden daha çok
şey öğrenmeleri gerektiğini düşünmektedirler. Bu
yaklaşımda öğrencilerin duygusal hazır bulunuşluğunun çok etkili olduğu söylenebilir.
Öğrencilerin duygusal hazır bulunuşluğunu olumsuz etkileyen deneyimler yaşadığını kendi ifadelerinden anlıyoruz. Bütün misafir öğrencilerimiz sosyal etkilere karşı duyarlı olduklarını belirtmektedir.
Özellikle Afrika’dan gelen öğrenciler bakış ve sözlerden daha çok etkilendiklerini ifade etmektedirler. Bu konu daha dikkatli incelenmesi gereken bir
özellik taşımaktadır. Genel olarak öğrenciler sosyal
çevrelerine ilişkin olumlu beklentilere sahip olmasına rağmen Türk öğrencilerle yeterli iletişim kuramadıklarını düşünmektedirler. Bu konuda öğrencilerin ön yargılı oluşları iletişimde karşılıklı biçimde
olumsuz bir etki meydana getirmektedir. Önyargılar
da genellikle değer yargılarının ve ırksal birtakım
etkenlerin etkisiyle oluşur. Önyargı farklı özelliklere sahip insanların birbirlerine ilişkin algılamalarında da çoğu zaman önemli bir etkiye sahiptir. Bu
durumda öğrencilere birbirlerini tanımalarını sağlayacak faaliyetler düzenlenmelidir. Misafir öğrencilerin ülkemizdeki kültürü öğrenmek için ellerinden
gelen çabayı gösteriyor olmaları kaynaşmanın etkin
biçimde gerçekleşebileceğinin bir işaretidir. Ayrıca
öğrencilerimizin “kardeşlik” şuurunda olması ümit
vericidir. Bu doğrultuda bütün öğrencilerimizin
dostluk ve kardeşlik şuuru içerisinde birlik olmaları
en büyük temennimizdir.
Y
Y
YEDİ
RENK YEDİ
YEDİ
RENK
YEDİKITA
KITA
YEDİ RENK YEDİ KITA
YEDİ RENK YEDİ KITA
Âdem Yılmaztürk - Müdür Yardımcısı
Çağdaş Bir
Davet Önderi:
Musa
Bangura
Cenâb-ı Allah insanları uyarmak için tarih boyunca çok büyük şahsiyetler, önderler, davetçiler göndermiştir. Peygamberler bu büyük davetçilerin en
başında gelenlerdir. Peygamberlerden sonra onların getirdiği İslâm davasını en güzel ve en doğru
şekilde yaşayan, yaşatan, tebliğ eden, gerektiğinde
davası için her türlü sıkıntıyı göğüsleyen nice dava
adamları ve davetçiler gelmiştir. Her bir davetçi
kuru çöl toprağına düşen rahmet damlacıkları gibi
fert ve toplumları âdeta yeniden diriltir ve onlara
mutluluğun ve gerçek huzurun kaynağını gösterir.
Bütün İslâm davetçileri imanlarında en ufak bir
şüphe duymaksızın İslâm’ı insanlara ulaştırmanın,
hakkı ve sabrı tavsiye etmenin gayreti içinde olmuşlardır. Davetçi tepeden tırnağa hayat doludur. Her
sözü, her davranışı hayat verir, umut aşılar insana.
Yaşamanın önemli olduğunun farkındadır ama o
gerçekte diriliş eridir; hayatı gibi diğer değerli şeylerini de heba etmeye değil yaşatmaya bağlamıştır.
Davetçi davası olandır, yani dava adamıdır. Dava
adamı, ne yaptığını ve ne yapacağını çok iyi bilen
biridir. Düşünür, istişare eder, planlar, sonra da kararlı bir şekilde uygular. Dava adamı, gönül verdiği
dava uğruna, kendi öz nefsine varıncaya kadar her
şeyi feda etmeye hazırdır. Bu hususta çoktan aklını,
nefsini, ruhunu, ailesini, yakın çevresini ikna etmiştir bile. Dava adamı, kendisini, başkalarını yaşatma
zevkine adamış, nefsî haz ve zevklerinden sıyrılmış
bir insandır. O, günde elli defa seve seve davası
uğrunda ölüme katlanmaya hazırdır.
Bugün de bu vasıfları haiz çok sayıda davet önderi vardır. Onlardan birisi de Sierra Leone’li Musa
Bangura’dır. Baştan sona ilginç bir hayat öyküsü
26
MAYIS 2013
var Bangura’nın. Bu çağdaş davet önderini daha
yakından tanımaya çalışalım:
Musa Bangura Kimdir?
İHH, Ağustos 2012 tarihinde, eski bir papaz olan
Musa Bangura’yı Türkiye’ye davet etmişti. Bu vesileyle biz de Musa Bangura’yı 30.08.2012 tarihinde Enderun Derneğine davet etmiş ve kendisini
bir buçuk saat kadar dinleme imkânımız olmuştu.
Konuşmasında özetle Sierra Leone’deki genel durumu, çalışmalarını ve Müslüman olmasına vesile
olan rüyayı anlatmıştı. Müslüman olmasıyla birlikte anne babası, eşi ve cemaatiyle arasının açıldığını, mali imkânlarını kaybettiğini, hatta hayatına kasteden tehditler aldığını anlatan Bangura,
bölgesindeki Şeyh Mustafa adlı Müslüman liderin
araya girmesiyle kendisine yönelik tehdidin ortadan kalktığını söyledi. Bangura, Şeyh Mustafa’nın
Hristiyan cemaatin liderini arayarak, “Siz sürekli
olarak Müslümanları Hristiyanlaştırma çalışması
yürütüyorsunuz. Biz buna bir şey demiyoruz. Bir
tek Hristiyan Müslümanlığı seçince, hayatı tehdit
altına giriyor. Musa Bangura’nın saçının teline zarar gelirse, bunu savaş nedeni sayacağız” dediğini,
bunun üzerine kendisinin rahat bırakıldığını anlattı.
Bangura, Liberya ve ABD’de din eğitimi alarak
Evangelist mezhebine mensup bir papaz olmuş.
ABD’den döndükten sonra Afrika’da misyonerlik
faaliyetine başlamış. Sürekli hareket halinde ve sık
sık yer değiştirmiş. Şu ifadeleri düşündürücüdür:
«Birçok sosyal imkâna sahiptik. İşler benim için de,
ailem için de yolundaydı. İşim, özellikle de Müslümanları Hristiyanlaştırmaktı. Ancak Cenâb-ı Hak
beni bir rüyayla doğru yola çağırdı. İhtida ettim.»
Musa Bangura, 1993 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslâmiyet’le tanışmış. O günden bugüne Sierra
Leone’de tebliğ çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalarla on yılda 500’ü papaz, 4 bin 402 kişinin
Müslüman olmasına vesile olmuş. Bangura, Müslüman olduktan sonra maddî-manevî birçok sıkıntıyla
karşılaşmış. Sahip olduğu her şeyi elinden alınmış,
hem ailesinden hem de ait olduğu toplumdan dışlanmış. Hatta ölüm tehditleri dahi almış. Bu nedenle
altı ay kadar saklanmak zorunda kalmış. Sonunda
Bangura’ya bölgedeki Müslümanlar sahip çıkmış.
Musa Bangura›ya göre Sierra Leone’deki misyonerlik faaliyetlerinin tek amacı insanların Hristiyanlığı kabul etmesini sağlamak değil, tüm Afrika’da
İslâm’ı yok etmektir. Bu bütün misyonerlerin tek ve
asıl amacıdır. En büyük silahları da maddî güçleri.
Maalesef Sierra Leone’de fakirlik Müslüman gençleri yanlış yollara sevk edecek derecede yıkıcı.
Bangura günümüzde çalışmalarını, kurduğu “Why
Islam” (Niçin İslâm) adlı kurumla sürdürüyor. Burada kendisi gibi İslâm’ı seçenlere dinî eğitim vererek maddî ve manevî destekte bulunuyor. Davet ve
tebliğ çalışmalarını çok önemseyen Musa Bangura
çeşitli radyo ve televizyon yayınlarında ya da Hristiyan ve Müslüman toplumların katıldığı organizasyonlarda Hristiyan din adamlarıyla akaid alanında
birçok konu üzerine tartışıyor, seminerler ve vaazlar veriyor.
Bu çağdaş davetçi geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye
geldi. Basına yaptığı açıklamalar önemliydi. Bangura, açıklamasında özetle şunları söyledi: “Türki-
ye tarihî ve İslâmî bakımdan muhteşem bir ülke.
Allah’a bana Türkiye’ye gelme görevini vermesi için
dua ediyordum. Allah bu duamı kabul etti. Şükrediyorum. Türkiye’de insanlar dost canlısı, burada
kendimi evimde gibi hissediyorum. Burada İslâm
ülkeye rengini vermiş durumda. Binlerce cami var.
Fatih Camii’nde namaz kılarken sanki cennetteydim. Allah’ın huzuruna çıktığımı başka hiçbir
yerde böylesine kuvvetli hissetmedim. Türkiye’de
bulunmak bana gurur verdi. Ülkeme dönünce anlatacak çok şeyim var.»
***
Şimdi sizleri çağımızın bu büyük dava ve davet önderiyle yapılmış bir röportajla baş başa bırakıyoruz…
1993 yılında İslâm ile tanışmışsınız. Daha önceki düşünce yapınız nasıldı?
Ben Evangelist bir rahiptim ve inandığım dini yayıyordum. Evangelistler bunun için eğitilirler. Pek
tabi o dönemde Müslümanları düşman olarak görüyordum ama onlara karşı dostça davranmam gerekiyordu. Çocuklara hediyeler dağıtıyorduk, onlarla
hoş sohbetler yapıyorduk ve ikinci el giysiler temin
ediyorduk. Gönülleri kazanıyorduk öncelikle. Sonra tebliğler yapıyorduk, İncil’i anlatıyorduk. Özellikle gençleri hedef alıyorduk bu çalışmalarda. Bu
yüzden Müslüman arkadaşlarım vardı. Kendimi onları değiştireceğim diye motive ediyordum.
Nasıl Müslüman
mısınız?
oldunuz,
kısaca
anlatır
Köylere kasabalara gidiyordum. Evangelistler her
zaman mobilizedirler. Hep dolaşırlar. Ben de bu
şekilde dolaşıyordum. Buna Haçlı Seferi diyorduk.
Makani’de üç gün geçirdim. Tebliğ bitmişti üç günün
sonunda. O gece tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda
bir ses duydum ve bu ses yaptığım işin yanlış olduğunu söylüyordu. İlk başlarda önemsememiştim
ama rüyalarım tekrarlandı. Rüyamda bir genç yanlış yolda olduğumu ve İslâm’a girmem gerektiğini
söylüyordu. Bana abdest aldırıp beni camiye götürdü. İslâm’a girersem kurtulacağımı, girmezsem
hem bu dünyada hem de ahirette kaybedenlerden
olacağımı söyledi. Uyandığımda korku içindeydim.
Bir camiye giderek rüyamı imama anlattım. El- Hac
isimli imam bu rüyanın İslâm’a davet olduğunu ve
Müslüman olmam gerektiğini söyledi. 1993 yılında bir Cuma günü cemaatin huzurunda Müslüman
oldum. İmam, Moses olan ismimin Musa olmasını
istedi. Bundan sonra da ismim Musa oldu.
27
Aileniz ve çevreniz nasıl karşıladı bu kararınızı?
Hristiyan misyonerlerinin eylemleri ne zamandan beri devam ediyor?
Haber yayılınca arkadaşlarımla, ailemle aram açıldı.
Kendisi de rahip olan babam fikrimi değiştirmem
için çok ısrar etti. Kararlı olduğumu görünce başka
bir ülkeye gitmemi ortalıkta görünmememi istedi
ama kabul etmedim. Beni mirasından mahrum etti.
Kardeşlerim öldürmekle tehdit ettiler. Kilise tüm
varlığıma el koydu. Parasız pulsuz kaldım bir anda.
Müslüman kardeşler sahip çıktılar evlerini açtılar.
Onların destekleri ile devam edebildim.
Şunu belirtmek isterim ki Sierra Leone İngiliz sömürgesiydi. Dolayısıyla bu eylemler çok uzun süredir var. Bildiğiniz gibi Sierra Leone›nin en büyük
hastaneleri Hristiyanlar tarafından inşa edildi. Çok
sayıda ilk ve orta dereceli okul Hristiyanlara ait.
Diğer taraftan çok fazla aktif enjiyoya (sivil toplum kuruluşu) sahipler. Dolayısıyla Müslümanların
Hristiyanlığa geçmesini sağlamak için yaptıkları bu
eylemler çok uzun süredir devam ediyor. İslâm ise
Sierra Leone›de sadece Allah tarafından korunuyor.
Müslüman olduktan sonra neler değişti hayatınızda?
Öncelikle karanlıktan aydınlığa ulaştırdığı için Rabbime hamdolsun. Kendimi sorumlu hissediyorum
insanlara karşı. Kimsenin o karanlıkta yaşamasını
istemem. Doğru mesajı ulaştırmak istiyorum herkese. Bu yüzden “Why Islam” isimli kurumu kurdum
ve tebliğ çalışmalarına başladım. Sık sık seminerler
ve tartışma programları düzenliyoruz. Bunlar sadece Müslümanlar için değil kilise mensuplarını da
davet ediyoruz. Camilere gidip vaazlar veriyoruz.
Maalesef cahillik yüzünden Müslümanların imanı
zayıf ve dış etkilere açıklar. Elhamdülillah ümmet
aylayışı ise hâlâ ayakta. İmkânlarımız çok iyi değil
kısıtlı ama bunlarla bir şeyler yapmaya çabalıyoruz.
Hâlâ İncil okumaya devam ediyor musunuz?
Elbette. Çok sık okuyorum. Kur’ân ile karşılaştırıyorum. Çok paralellikler var. Müslüman olduktan
sonra da İncil’den hiç kopmadım, çünkü katıldığım
tartışma programlarında İncil’den alıntılar yapıyorum. Bence İslâm zaten İncil’in içinde var. İncil’e
gerçekten iman eden biri İslâm’a ulaşır. Ben tebliğ
faaliyetlerimde İncil’den çok yararlanıyorum.
Ülkenizdeki sosyo-ekonomik problemler nelerdir?
Sosyo-ekonomik problemler gerçekten çok zor. Sierra Leone’de yaşam çok zor. Maaşlar çok düşük.
İnsanlar sadece Hristiyan Katoliklere, Anglikanlara,
Metodistlere bağlı kurumlarda çalışırlarsa iyi maaş
alabiliyorlar. Devlete bağlı çalışanların maaşları çok
düşük. Camilerde görev yapan imamların durumları daha da kötü. Sierra Leone’de yaşam gerçekten
çok zor.
Ülkenizdeki Hristiyan misyonerlerin amacı nedir?
Ülkemizdeki Hristiyan misyonerlerin amacı Sierra
Leone’de İslâm’ı tamamen ortadan kaldırmak. Bunu
gerçekleştirmek için çok farklı şeyler uyguluyorlar.
Çok fazla para harcıyorlar, fakir Müslümanlara ücretsiz eğitim veriyorlar. Tüm bunlara karşı Allah,
İslâm’ın Sierra Leone’de ayakta kalması için yardım
ediyor. Bu yüzden biz tüm İslâm dünyasından Sierra Leone’ye yardım etmesini istiyoruz ki bizler de
bu insanlara kendi aktivitelerimizle etki edebilelim.
Biz kardeş olarak bir araya gelirsek Allah’ında yardımıyla bu insanları kurtarabilir, böylece daha ileriye gidebiliriz.
Ülkenizdeki Hristiyan misyonerlerinin İslâm’a
karşı eylemleri nelerdir?
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Birkaçını söylemeye çalışalım: Müslümanlar üzerinde egemenlik kurmak için her türlü finansal ve materyalist esasları kullanıyorlar. Okullar inşa ederek
başta çocuklar ve gençler olmak üzere Müslüman
ailelere Hristiyanlığı öğretiyorlar. Sağlık merkezlerinde halkı ücretsiz tedavi ediyorlar. Müslüman
ailelerin çocuklarına ücretsiz eğitim veriyorlar. Camilerin bulunduğu arazileri satın alıp Müslümanların ibadet merkezlerini yıkıyorlar, yerlerine kilise
inşa ediyorlar. Ancak Allah tüm bunlara karşı Sierra
Leone’de İslâm’ı koruyor.
Batı dünyası ve kiliseler büyük binalar dikiyorlar,
kiliseler yapıyorlar ama içleri boş kalıyor. Sonra
bunları doldurmak için tebliğ çalışmaları yapıyorlar, ikinci el kıyafetler, gıda paketleri dağıtıyorlar.
Onların maddi imkânlarına karşın bizim fazla bir
şeyimiz yok. Ama İslâm hızla yayılıyor. Müslümanların sayısı artıyor. Geçen Aralık ayından bu yana
300’den fazla kişi Müslüman oldu. Üç odalı evimde
on beş kişi beraber yaşıyoruz. Bu din ne sen ne
ben Allah tarafından korunuyor buna zerre kadar
şüphem yok. Türkiye’deki Müslümanların destek
olmalarını, yardım etmelerini umuyoruz.
28
MAYIS 2013
YEDİ RENK YEDİ KITA
Amadou İnossa - 10/F - Benin
Şeyh Ahmed Muhamed Sannı
Benin’den Şeyh Ahmed Muhammed Sanni İslâm
adına birçok çalışma yapmış ve bu yolda çok zorluklar çekmiş bir alimdir. Çocukluk yıllarında yani
küçük yaşlarda masraflarını karşılayabilmek için
demir parçaları satmıştır. Bu kazandığı parayla hem
okul hem de ailesinin ihtiyaçlarını giderebilmiştir.
Kazandığı parayla birazcık rahatlayan Ahmet Muhammed artık kendini derslerine vermiştir.
Okul çağında sınıfın en küçüğüdür. Ayrıca bu zamanlarda da babasını kaybetmiştir. Babasının vefatından sonra hocalarını babası gibi görmüştür.
Onun hocası bölgenin büyük alimlerden birisiydi
ve onun yanında hizmetler yaparak ilim toplamaya
çalışmıştır.
Yirmi beş yaşına gelince hocası oldukça ihtiyarlanmıştır. Bu durumda da namazı kıldıramadığı için
Ahmed Muhammed’den bir cuma namazı kıldırmasını istenmiştir. Hocasının öğrencisi sadece o değildir. Kendisinden daha büyük öğrencileri de vardır.
Bu nedenle namazı kıldırmak istemez. Ancak hocasının ısrarından sonra cuma namazı kıldırmıştır.
Cuma namazı kıldırdıktan sonra artık hocası yokken namazları o kıldırmaya başlamıştır. Böylece hocanın vefatından sonra Benin’in Müslüman Birliği
başkanı olarak seçilmiştir. Akabinde dinlerin kültür
başkanı olarak seçilmiştir ve inanın İslâm adına çok
çalışmıştır.
Son olarak o, bulunduğu ülkede İslâmî faaliyetlerin
ve İslâm ilimlerinin gelişmesi için birçok medrese
açmıştır. Birçok cami yaptırmıştır. Köylere giderek
İslâm adına birçok davet yapmıştır. Yaşı seksen olmasına rağmen çalışmalarına Benin’in Natitingou
şehrinde devam etmektedir.
29
YEDİ RENK YEDİ KITA
Abdullahi Ali İbrahim - 10/E - Somali
Eğitim Farklılıkları
Afrika’nın kuzeydoğusunda bulunan Arap ülkelerinden beyaz yıldızlı bayrağa sahip bir ülke olan
Somali, zamanla değişen ve kaybolan dillere sahip
olan uluslardan değildir. Bağımsızlığı 1960 yılında
kazandı, ondan önceki durumlar farklıydı, ülkenin
farklı yerlerinde uzun ya da kısa zaman süren bazı
Somali imparatorlukları kurulmuştu, o imparatorlukların hepsi İslâm dinine bağlıydı. O zamanlar
da İslâmî ve maddi öğrenmenin şekilleri şimdiki
gibi değildi ama genelde benziyordu. İslâm dini o
bölgeye kılıçsız ve savaşsız bir şekilde yayıldıktan
sonra, Habeşistan ve onun gibi kâfir kavimlere karşı savaşılınca; bölgede islâm dininin yaygınlaşmasını ve Somali kavminin bölgesel hükümlülüğünün
genişlemesini sağladı. İslâm eğitimi de yayılmaya
başlamış, Kur’ân-ı Kerim öğrenmeye önem verilmiş.
Somalice daha önce Arap harfleriyle yazılırdı, ama
1972 senesinde cumhurbaşkanı Maxamed Siyaad
Barre, dilin Latin harflerine çevrilmesine destek ver-
30
MAYIS 2013
miştir. Önceki yüzyıllarda ise ya Arapça ya da Arapça gibi okunan, yazılan Somaliceyle eğitim verilirdi,
o devlet devrildikten sonra iç karışıklıklar yayıldı, o
zaman eğitim metodu nasıl değişmiş olabilir?
Arapça, Somalice ya da İngilizce dilleriyle eğitim
verilme zamanı geldi, öğrencinin istediği okula katılma hakkı vardı, Arapçayla eğitim veren okullar
da çoğaldı, mesela benim kendi okulum - adı İQRA’
AN-NAMUUDAJİYYA - eğitimi Arapçayla veriyordu bütün okullar farklı dillerle eğitim vermelerine
rağmen aynı dersleri veriyorlardı. Okulların geliş
ve dönüş saatleri de aynıydı. “Subaxleey” yani sabahları giden, ”Galableey” ise öğleden sonra giden
öğrencilerin özel adlarıdır. Mesela kendimden bahsedeyim. İlkokulda iken sabah Kur’ân medresesine
gidiyordum, öğleden sonra ise saat 13.00’te okula
gidiyordum, ders programları da şöyle idi: İlk üç
ders 120 dakika -13.30dan 15.30’a kadar (120/3=40
dakika) sonra da teneffüs zili çalar, o anda ikindi
namazı kılınır, süresi 20 dakikadır, sonra 4.derse
geçeriz. 15.50-16.30 arası, 5.ders de 17.10’ a kadar.
Okulların sınıfları 12 tanedir, altısı ilkokulu oluşturur, ortaokul da üç sınıftan, lise de üç sınıftan
oluşur. Ortaokul ve lisenin öğrencileri sabahları
giderler, ortaokulun dersleri şunlardır: İslâm eğitimi, Arapça, Somalice, Mevad, Ulum, Matematik ve
İngilizce. Lisede de aynı, ama dersleri yukarıdaki
söylediğimizden çoktur, sayıları 10 tanedir.
Mevad dersi yani coğrafya ve tarih, ulum ise kimya,
fizik ve biyolojidir. İlk ve ortaokullarda da verilen
mevad ve Saynis (Ulum) lisede çoğalır, bazı okullarda ise Cilmiga Bulshada denen ticaret ve eko-
nomi ile ilgili ders verilir. Sabah sınıfa girilmeden
önce (dhaabuur) programı yapılır, yani her gün
bir sınıfın beş altı öğrencisinin öğrencilerin önünde yapması gereken bir programdır. Ftitaax (Kuran
okuma) ile başlar, ikhtitaam (bitirmek için Kur’ân
okuma) ile bitirilir.
Şimdi İstanbul’daki FSM okulumuzda öğrenmek tabii ki bundan farklı. Somali’ de derslerin bir arada
verilmesine alışmıştık. Verilen dersleri karşılaştırırsak; sayısal ve eşit ağırlık şeklinde ayrılma sistemini
burada gördük. Oysa MUQDİSHO’da hepsini görüyorduk. Derslerin listesi ya da programı tablodaki
gibidir.
31
YEDİ RENK YEDİ KITA
Eltaç Aliev - 9/F
Gürcistan
Benim adım Eltaç Aliev, Gürcistanlıyım. Gürcistan,
1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Ülkemizin %
10’u Müslüman’dır ve yalnız köylerde Müslüman
halk yaşamaktadır. Bu yüzden köylerde mescid var.
Şehirlerde ise daha çok kilise var. Gürcistan’ın yaklaşık %80’i dağlıktır. Ülkemiz kuzeyden ve güneyden dağlar ile çevrilidir fakat tarıma elverişli büyük
ovalar var.
Gürcistan’ın batısında yarı tropik iklim görülür. Doğusunda ise kara iklimi görülür. Likhi dağları ülkemizi ikiye böler. Bu yüzden iki farklı iklim görülür.
İklim ve coğrafyası ile Gürcistan çok güzel bir yerdir. İnsanların ilgisini çekecek kadar ormanlık bir
ülkedir. Kendine özgü bir bitki örtüsüne sahiptir.
Büyük kısmını meşe, çam, kayın, ceviz ve fındık
ağaçları oluşturur. Ormanlarımız ülkenin yaklaşık
%35’ini kaplar.
Gürcistan, çok sayıda akarsuya sahiptir. Bu akarsulardan daha çok elektrik üretilmektedir. Ayrıca,
ülkemizde 850’den fazla göl vardır. Şifalı su kaynakları da bulunmaktadır. İnsanlar bu suların insanlara
çok faydası vardır. Bazıları insanların hastalıklarını
vücutlarından çıkartıyor. Köylerde yaşayan insanlarımız çiftçilik yapıyorlar. Sebze ve meyve yetiştiriyorlar. Bazıları hayvancılık yapıyorlar. Köylerde
32
MAYIS 2013
okul var fakat okullara çok bakılmıyor. Çocuklar 6-7
yaşlarında okula başlıyor. Çocuklar en fazla dördüncü sınıfa kadar okula gidiyor.
Gürcistan, zengin manganez yataklarına sahiptir.
Ayrıca bakır ve demir madenleri vardır. Obsidian,
arsenik ve akik taşı gibi minerallere de sahiptir. Ülkemizde yaklaşık 300 milyon ton kömür rezervi bulunmaktadır fakat kaliteli değildir.
Gürcistan enerji kaynakları açısından yetersiz bir
ülkedir. Bu nedenle dışardan ihtiyacını karşılamaktadır. Gürcistan’ın doğusunda bazı petrol yatakları bulunmaktadır. Gürcistan, önemli maden suyu
kaynaklarına sahiptir. Ülkede su üreten çok kaynak
bulunmaktadır. En bilinen kaynaklar ülkenin ortasındaki Borjomi’de bulunmaktadır.
Gürcistan’da düğünler üç gün oluyor. Düğünlerde
5-6 çeşit yemek yapılıyor. Yemekleri birlikte yedikten sonra eğlence oluyor. Çocuklar birlikte oynuyor.
Düğünlerde şöyle bir şey oluyor: Evlenmek isteyenler düğünlerde seçiyor. Sonra annesini evlenmek istediği kızın evine gönderiyor. Erkekler en fazla 25
yaşına kadar bekliyor. Kızlar ise 18 yaşına kadar. Bu
yaştan sonra evlenmeyen ise evde kalıyor.
YEDİ RENK YEDİ KITA
Muhammed Emin Ayhoca - 10/G
Muhammed Polat - 9/E
Avrasya’nın Kalbindeki Ülke
Kazakistan
Kazakistan orta Asya da yerleşen büyük devletlerden biridir. Yüz ölçümü olarak dünyada dokuzuncu
sırada yer almaktadır. Başkenti Astana’dır. Nüfusu
ise 18 milyon’dur. % 70’i Kazaklar % 21’i Ruslar kalan % 9’u ise farklı milletler oluşturur. Kazakistan’ın
para birimi Tenge’dir. Kazak sözcüğü “sert, özgür,
yiğit” anlamına gelir. Kazak insanları cana yakın misafirperver ve kültürüne önem veren insanlar olarak
tanıya biliriz.
Kazakistan’da Çok çeşitli ve güzel yemekler yapılır.
Bunlardan Beşparmak, Mantı, Narın, Köje, Kuırdak,
Palau, Tuşpara, Dolma en önemlileridir. En önemli
içeceklerimiz ise kımız, kımran, ayran, ve şalaptır.
oyunudur. Aşık, hayvanların arka ayak kemiklerini
birbirine bağlayan küçük kemik parçasına denir.
Başlıca aşık oyunları şunlardır: Alşı, ompa, han, ketsin, kantalapay. Kazakistan’da okul olarak üniversite, kolej ve lise çoktur. Eğitime önem verilmektedir.
Kambar Batır Destanı Kazak Türklerinin milli destanıdır. Kazakların gelenekleri ile bozkır hayatına
dair bilgiler taşır bu destan. Destanın konusu Kazan
Han’ı Azimbay ile Kalmuk Han’ı Karaman arasında
geçen mücadeledir.
Kazakistan’ın zengin doğal kaynakları vardır. Tarım
ve hayvancılığa uygun geniş araziler çoktur. Petrol,
doğalgaz, uranyum, demir ve kömür kaynakları bulunmaktadır. Yazın sıcak, kışın çok soğuk bir ülkedir. Halkın çoğunluğu Müslüman diğerleri Hristiyan.
Orta Asya’daki en büyük cami Kazakistan’dadır. Hz.
Sultan Cami başkent Astana’dadır.
Kazakistan’da milli ve dinî günler bayram gibi kutlanır. Çeşitli nedenlerle düzenlenen eğlencelere “toy”
adı verilir. Doğum günü, Şildehane, dilaçar, sünnet,
askere gönderme, düğün, altın ve gümüş yıl gibi
önemli günleri ile dinî bayramlar toylarla kutlanır.
Bu kutlamalarda çeşitli oyunlar oynanır ve yarışlar
düzenlenir. Bu oyunlar nesilden nesile aktarılmaktadır. Bu oyunlara Kazaktın Ulttık Oyunları (Kazakların Milli Oyunları) denilir. En önemli müzik aletleri
dombra, kobız’dır.
Spor Kazakistan’da çok gelişmiştir. Kazakistan’ın
milli oyunlarından biri at oyunları. At oyunlarının
bir sürü türleri var. Örneğin; at üstü koşturma, at üstünde güreş, kokbar vs. Deve güreşi diye bir güreşte
var. Biz de en çok oynanan oyunlardan biri aşık
Kazakistan da çok ünlü ilim adamı ve yazarlar var.
Onlardan biri de Hoca Ahmed Yesevi’dir. Hoca
Ahmed Yesevi bütün dünyada tanınmıştır. Onun
en önemli eseri Divan-ı Hikmet’tir. Hoca Ahmed
Yesevi’nin İslâm’a önemli katkıları olmuştur.
33
YEDİ RENK YEDİ KITA
Baba Ousmane - 9/F
Orta Afrika Cumhuriyeti
Kuzeyde Çad, doğuda Sudan, güneyde Zaire ve
Kongo, batıda Kamerun ile komşudur. Denizden
480 km uzaklığı vardır. Orta Afrika Cumhuriyeti,
Afrika kıtasının iç kesiminde kalmaktadır. Başkenti
Bangui’dir. Nüfusu yaklaşık 4,4 milyondur. 622,984
km2 yüzölçümüne sahiptir. Ülkemizde en çok
Fransızca (resmi dil) ve Sango konuşulmaktadır.
Etnik yapısında Yakoma, Ubangiyen, Sara, Mbum,
Gbaya, Banda toplulukları bulunmaktadır. Bağımsızlığını 1960 yılında kazanmıştır.
13 Ağustos bizim İstiklâl bayramımızdır. Bugünde
bütün kurumlar tatil edilir. Kutlamalarda marşlar
söylenir, öğrenciler gösteriler yapar.
Ülkemizde ilkokul altı yıldır. Okuldan diploma alabilmek için ülke genelinde yapılan sınavı geçmek
gerekir. Okullarda Fransızca eğitim yapılmaktadır.
Seçmeli dil olarak İngilizce, İspanyolca okutulur.
Liseden ülke genelinde yapılan sınavla mezun olunur. Sınavda başarılı olanlar üniversiteye devam
edebilirler.
Ülkemde Boali denilen şehirde timsahlı göl bulunur. Yine aynı şehirde nehir üzerinde şelale de bulunmaktadır. Koko Orta Afrikalıların en çok sevdiği
yemektir. Ben Türkiye’de en çok koko yemeğini
özledim.
34
MAYIS 2013
YEDİ RENK YEDİ KITA
Silajiding Zulikaer - 9/C
Doğu Türkistan
Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisindeki Sincan
Uygur Özerk Bölgesi, Doğu Türkistan olarak da adlandırılır. Güneyde Tibet Özerk Bölgesi, güneydoğuda Çinghay ve Gansu eyaletleri, doğuda Moğolistan, kuzeyde Rusya, kuzeybatıda Kazakistan ve
batıda Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan
ve Hindistan kontrolündeki Keşmir’le komşudur.
Doğu Türkistan’ın doğal güzellikleri çoktur. Geçmişten kalma pek çok eski eser bulunmaktadır.
Mesela Kaşgarlı Mahmut’un türbesi aynı ismi taşıyan Kaşgar’da bulunmaktadır. Turistlerin de en çok
gezdiği yerlerin başında Kaşgar gelir.
Dünyanın ikinci büyük çölü Taklamakan, Doğu
Türkistan’dadır. Taklamakan Çölü’nde bulunan
“toğrak” ağacının üç bin yıl yaşadığı söylenir. Taş
gibi sert olan ağacın içinde az miktarda su bulunmaktadır. Bu sebeple uzun süre yaşadığı söylenir.
Taklamakan Çölü’nde Uygur devletinden kalma
“Kıroran” isimli antik bir şehir bulunmuştur. Buradan çıkan bir çok eser Doğu Türkistan’daki müzelerde sergileniyor.
Uygurların en sevdiği yemeklerden biri de “polo”
denilen Uygur pilavıdır. İçinde büyük et parçaları
ve havuç bulunur. “Loğman” da bir başka sevilen
yemektir. Yemeğin içinde et ve çeşitli sebzeler bulunur.
Doğu Türkistan’da en sevilen işlerden biri de kartalla tavşan avıdır. Ülkemiz yüksek dağların bulunduğu bir ülkedir. Bunlar Altay, Tanrı ve Karakurum
dağlarıdır.
35
YEDİ RENK
YEDİ KITA
Almanya
İkinci Vatan
Arnavutluk
Balkan Kartalı
Avusturya
Karlı Dağlar Ülkesi
Benin
Kardeşlik, Adalet, Çalışma
Demoktarik Kongo
Cumhuriyeti
Birlik, Çalışma, Gelişim
Doğu Türkistan
İlim ve Edep Ülkesi
Fas
Atlas Aslanı
Fildişi Sahilleri
Birlik, Disiplin, Emek
Kabardin Balkarya
Kafkasya’nın Kalbi
Kamerun
Barış, Çalışma, Vatan
Karadağ
Mertlik ve Yiğitlik
Kazakistan
Sadece İleri
Liberya
Gökyüzü ve Deniz
Macedonia
Balkanların Güneşi
Madagaskar
Yeşil Ada
Malavi
Birlik ve Özgürlük
Orta Afrika Cumhuriyeti
Dünyanın Kalbi
Senegal
İkram Ülkesi
SierraLeone
Aslanların Ülkesi
Sırbistan
Verimli Toprakların Ülkesi
Ürdün
Antik Şehirler Ülkesi
36
MAYIS 2013
Türkiye
Lider Ülke
Dağıstan
Dağların Ülkesi
Cezayir
Şehitlerin Ülkesi
Burkina Faso
Mutlu İnsanların Ülkesi
Bosna
Bosna İçin
İnguşetya
Yüce Dağların Ülkesi
Gürcistan
Periler Ülkesi
Gine Conakry
Sular Cenneti
Gine Bissau
Birlik, Çaba, İlerleme
Kosova
Balkanların Tâcı
Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti
Akdeniz’in Yıldızı
Kuzey Osetya
Mavi Suların ve Yeşil
Dağların Ülkesi
Kırgızistan
Kartalların Ülkesi
Moğolistan
Orta Asya Kaplanı
Mozambik Med
Cezir Ülkesi
Nijer
Kardeşlik, Çalışma,
İlerleme
Mali
Tek Beden, Tek Hedef,
Tek İnanç
Sudan
Cesaret ve Cevher Ülkesi
Togo
Çalışma, Özgürlük,
Anavatan
Uganda
Afrika’nın İncisi
Somali
Afrika’da İslam Minaresi
Yunanistan
Adalar Ülkesi
37
YEDİ RENK YEDİ KITA
Saime Ekin - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Eskimeyen Hatıralar
Neydi bizi böyle bir araya getiren… Belki bir kelime belki bir mana iklimi. Belki uzak bir ney sesi
derinden, yanık ve dertli. Neydi yanık böğründen
gelen kamışın anlam kazandığı, vücud bulduğu…
Belki bir hayal, ütopya ya da gerçek. Bir gönül birliği, kardeşlik bağı veya tekçilikten hepimizciliğe...
Onlar çocuktu; kimisi okyanusun yanında derinlere
dalar, hayal kurar; kimisi gönlü maden gibi, altın
kadar değerli kalbini keşfetmeye çalışır. Kimisi ise
Balkanlarda duymaz özler Bilal-i Habeşi’nin ezanını. Umutlar dört duvar arasında taşınamayacak
kadar ağırdı. Uzak ülkelerdeki minik yüreklerinde
kocaman kalplerinde taşıdıkları kocaman umutlar… Kimisi kendi ülkesine garip, kimisi yabancı
birbirine.
O çocuklardı geleceğin yıldızları. Onlardı farklı iklimlerde renklerde birbirlerinden habersiz… Biz
tanımazdık onları onlar da bizleri. Bizi bir araya
getiren yel değirmeni bu defa yönünü bize döndürmüş ve bizler yedirenk ve yedi iklimler içerisinde
38
MAYIS 2013
Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmamHatip Lisesinde buluştuk.
Bir bavulla gelen yolculuk bir hazineye döndü uçsuz bucaksız hayallerde ve kalplerde.
“Merhaba, nasılsın?” ile başlayan tanışma cümleleri
kendini duygu yüklü mana denizlerine bırakıyordu.
İlk tanışmalarda çocukların gözlerindeki “Bu öğretmenin dilini ben bilmiyorum, o da benimkini; biz
nasıl anlaşacağız?” olan ifade açıkça okunuyordu.
Aynı kaygı bizde de vardı elbet. Fakat bir öğretmen
ve bir öğrenci arasında farklı bir dil vardır belki bu
dil sevgi diliydi.
Mesela geçen sene okulun ilk açıldığı günlerde
Moğolistanlı öğrenci Ayadar ile Malavyalı öğrenci
Razzak derste sürekli konuşurlardı. Ben de sık sık
sessiz olun diye uyarınca dikkat ettim ikisi arasında
hiçbir ortak dil olmamasına rağmen nasıl anlaşıyorsunuz dediğim de onlar da gülüyor cevabı bilmiyordu. Duyguların diliyle anlaşıyorlardı galiba…
Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep
İlk zamanlar diller karışır ve kendi dil mantıklarıyla konuşunca komik hadiseler de olmuyor değildi.
“Kalabalık” kelimesini her şeyin çokluğuyla anlamlandıran öğrencilerimizden bir misal:
“İstanbul’da kediler çok kalabalık Hocam!” demeleri güldürmüştü hepimizi. Başı ağrıyan bir öğrenci
bir gün “Hocam kafam ağrıyor.” dese de biz onları
anlıyorduk onlar da bizi.
Yemek kültürümüzde sıkça yapılan Menemen yemeğini “Ne kadar tuhaf domatesle yumurtayı karıştırmışlar!” diye yorumlaması keyifliydi.
Yine başka bir örnek başka bir kelime yapma telaşı… İshak Ahmet döner alırken poşet isteyecek
fakat poşetin adını bilmiyor peki nasıl söyleyecek.
Hemen aklına gelen “ekmek elbisesi” tabirini söyler.
Tabi en zoru telaffuz yıllarca oturmuş bir şiveyi değiştirmek, ağız yapısında yeni sesler çıkartmak çok
zordu. Maalesef İsmail İssak’ın talihsizliği C harfini
çıkaramamasına rağmen 9/C sınıfında olmasıydı.
Ne yazık ki beni her koridorda gördüğünde benim
“Sen geçen sene hangi sınıftaydın!” diye soruma
cevap vermek zorunda kalmasıydı ve ben böylece
şu talihsiz C harfini çıkartmaya çalışıyordum.
Dil hataları, eksiklikler yok değildi. Ama edep
bunlara perde oluyor ve edep ülkesine doğru hızlı
adımlarla olan yolculuk farklı atmosfer oluşturuyordu.
Elbette yeni ülke farklı yemek kültürü alışılması
zordu. Ahmed Yunus’un bir yorumu hoşuma gitmişti.
Nihayetinde isteyenler edebiyatı aracı kılıp “edb”e
ulaşsın; isteyenler mana yüklü ve mutlu bir “edeb”
ülkesinde yaşasın.
Bir şairin dediği gibi:
Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep
39
YEDİ RENK YEDİ KITA
Arafat Mukiibi - 10/F - Uganda
Anlatılmaz Yaşanır
O zamanlar uçak fobim vardı, uçaktayken karnım
zil çalıyordu ve bu yüzden kahvaltı yapma ihtiyacı
duydum. Bal ve ekmek dışında geriye kalan yiyecekleri o zamana kadar hiç görmemiştim. Öncelikle eskiden yaptığım gibi balı ekmeye sürüp yedim
ama ekmeğimi bitirdiğim anda en son verilen paketlerde çikolata ve peynir varmış. Ama ekmeğim
bal ile bittiği için ekmeksiz yemek zorunda kaldım.
O zaman bana her şey acayip geliyordu. Havaalanına ulaştığımızda bizi karşılamaya gelen bir kişi
vardı. Bizi havaalanından okulumuza kadar götürdü. Okula nasıl gittiğimi sorarsanız size cevap
veremem çünkü hatırlamıyorum. En azından hatırladığım kadarıyla metro ve taksiye bindiğimi hatırlıyorum. Okula ulaştığımda hayretler içinde kaldım.
Saray kadar büyük bir okul, eski, büyük ve sağlam
bir okuldu. Bahçeye girdiğimiz zamanda in cin top
oynuyordu. Büyük bir endişe ile binaya girdim ama
kafama takılan bir konu vardı. O konuda insanlarla nasıl iletişim kuracağımdı. Çünkü Türkçeyi bilmiyordum sadece İngilizceyi biliyordum. Okulun
idaresi ile anlaşabilmek için hem Türkçe hem de
İngilizce bilen bir öğrenci çağırdılar. Türkçeden İngilizce çevirme esnasında Türkçeyi ilk kez duydum
ve bu dili hayatım boyunca konuşamayacağımı
zannettim ama yanılmışım.
Türkçe konusundan başka şaşırdığım bir diğer konu
ise yemek konusuydu. İlk başlarda yemek kültürünü Afrika’daki gibi olacağını düşünüyordum,
yemekhaneye girdiğimde ilk gördüğüm ekmek olmuştu. Daha sonra anladım ki Türkler ekmeği çok
seviyor ve tüketiyorlardı. Benim ülkemde ekmek
sadece sabah kahvaltısında tüketiliyordu. Ertesi
40
MAYIS 2013
gün derslere başlamak için hazırlanmaya başladım
ama tereddüt ettiğim bir konu vardı. Tereddüt ettiğim konu, yeni bir ortama nasıl alışacağım ve nasıl davranacağımdı. Zamanla Türkiye’deki ortama
ayak uydurmayı başardım.
Gerçekten çok zor bir işti. Düşünsenize dilini, kültürünü bilmediğiniz bir ülkeye gidiyorsunuz ve
oraya ayak uydurmaya çalışıyorsunuz. Gerçekten
kolay bir iş değil. Türkiye’ye gelmeden önce ülkemdeki insanlar benim Kayseri’ye gideceğimi,
saat bire kadar okulda ders göreceğimi, takım elbiseyi okul forması olarak giyeceğimi, bilgisayarlardan eğitim göreceğimi söylemiş olsalar da bunların
hiçbir olmadı. Çünkü ben İstanbul’da okuyorum
Kayseri’de değil. Bir diğer olay ise farklı ülkelerden, farklı dillerden ve farklı kültürlerden arkadaş
edinmemdi. Bazı isimleri telaffuz edemediğim için
biraz zorlanmış olsam da zamanla doğru telaffuz
etmeyi öğrendim. Gerçekten başta müdürümüz ve
öğretmenlerimiz bize oldukça önem gösterdiler ve
ilgilendiler. Bu okulda Türk öğrencilerin olması
hem misafir öğrenciler hem de benim için büyük
bir avantajdı. Çünkü onlarla beraber Türkçe konuşabiliyorduk. Bu nedenden dolayı Türkçemizde
büyük bir yol aldık. Türkçeyi öğrendikçe insanlarla
daha iyi anlaşabiliyor ve derdimi rahatça karşıdaki
insana anlatabiliyordum.
Derken gel zaman git zaman, göz açıp kapayıncaya
kadar zaman çok çabuk geçti. Benim Türkiye’de
yaşadıklarım öyle kısa bir şekilde anlatılacak bir
olay değildir. Hani derler ya “Anlatılmaz Yaşanır’’
işte benim Türkiye’de yaşadıklarım bu cümle gibidir.
YEDİ RENK YEDİ KITA
Ayşe Gülsüm Ünsal - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Yollarda...
Bir okul… Kapıları açan, adı Fatih, yolu Fatih, yolcusu Fatih olan. Öğrenicilerin değil talep edenlerin
koridorlarda koşuştuğu… Ânı dolduran değil vakti
bereketlendiren adımlarla yürünen koridorlar... Her
bir köşesinde dilimizin ve dinimizin izleri… Vücut
dili ile ancak anlaşabilen güllerin bülbülleştiği bir
mekân… Hayal bu ya, neden olmasın? Hayal ve
dua ile çıktık yola. An itibariyle hayalden gerçeğe
yol alan hedefler mevcut bazıları içinse emek ve
dua elzem.
Günler su gibi akıp giderken geçen seneden bu
yana çok şeyi de değiştirdi. Biz “kendi” kelimesinin anlamını öğretiyorduk geçen sene. Bu sene bir
bakmışız “kendini bilmek” üzerine uzun cümleler kuruyor çocuklarımız. Bir iki kelimeyi yan yana
getirip cümle kurabildikleri için birbirini alkışlayan
eller, “Zulmü Alkışlayamam!” diyen dillere dönüşmüş. Bunlar belki bir kâğıt parçasından zihne aktı
şimdilik. Duamız, umudumuz, çabamızın ruha yerleşmesi; mazlumun yanında durabilmenin, kardeşliğin bir hayat tarzına dönüşmesi.
Dönem boyunca çocuklarımızla çalışırken bazılarının edebiyata meraklı olması mutlu ediyordu bizi.
Kiminin yaradılıştan gelen bir merakı vardı okumaya ve hissettiklerini anlatmaya kimisi ise pek ilgili
değildi. Biz, Türk Dili ve Edebiyatı zümresi olarak
hepsine yol açmaya çalıştık. Yol açan bizdik, düşe
kalka yürüyen onlardı okuma-yazma yolunda. Bestelenmiş şiirleri hep bir ağızdan söyledikleri derslerden sonra daha uzun, upuzun şiirler ister oldular.
Hatta kendi aralarında yarışa dönüştürdükleri için
keyifli bir hâl almaya başladı şiir ezberi yapmak.
Bu sene kütüphanemizi faaliyete geçirdik. Her gün
üç öğrenci nöbet tutuyor ve alınan- verilen kitapları
takip ediyor. Okuma isteğini artırmak için çok daha
zengin bir kütüphaneye ihtiyacımız var. Yatılı okulda eğitim görmek yazmayı ve okumayı besleyen bir
durum aslında. Yatılı okulda okurken yalnızlığını,
hüznünü yahut mutluluğunu kâğıt kaleme döken
ilk önce kendi ruhuyla paylaşan pek çok sanatçı sayabiliriz. Sezai Karakoç, Tarık Buğra, Ahmet Rasim,
Ahmet Haşim bunlardan yalnızca birkaçı. Okuma
ve yazma sık yapılınca artık birer eylemden çıkıp ih-
tiyaca dönüşebiliyor. Bizim de amacımız, niyetimiz
tüm öğrencilerimizin okuyan, okuduğunu anlayan,
anladığını yorumlayan ve en sonunda da üretebilen
bireyler olmaları. Bütün bunlar bazen yaradılıştan
gelir ama çoğunlukla gayretle elde edilir.
“Canım İstanbul”a gelip “Uzun İnce Bir Yol”da
yürüyen çocuklarımıza hayatta karşılaşabilecekleri
olayları kompozisyonla, öyküyle, romanla; nezaketi, inceliği şiirle vermeye çalışıyoruz. Sonra bir
bakmışız zamanla kendi elleri kalem tutar olmuş
inşallah. Zaman hem dostumuz hem düşmanımız
belki ama kısa vadede alınan sonuçların kalıcı olmayacağı da aşikâr.
Ulaşılması gereken asıl hakikat için şiirler, öyküler, cümleler, kelimeler, harfler birer vasıta ve yol
çok uzun. Yolda olmak; kader birliği etmek, uzaklaşmak, yakınlaşmak, yorulmak, mola vermek,
üşümek, terlemek, kaybolmak, dua etmek ve en
önemlisi teslim olmak demek. Biz de her birini yaşayarak, hissederek yollardayız...
41
42
MAYIS 2013
SİZE GELSEK...
BİZBİZSİZE
GELSEK
BİZ SİZE GELSEK
BİZ SİZE GELSEK
Hamza Souley - 10/D - Benin
Hoş Geldiniz “KODO”
Kültür denince bir toplumunun yaşam tarzı aklımıza gelir. Benin’de birçok toplum yaşadığı için farklı
kültürler de bulunmaktadır. Size bu kültürlerden birinin nasıl misafir karşıladığını anlatacağım.
Bu yazının başlığında yabancı bir kelime yazıldı: ‘’kodo’’. Pularca’da ‘’misafir’’ demek. Kısaca
‘’kodo’’nun etimolojisine bakarsak, ‘’kodol’’dan
yani ‘’konmak’’tan gelen bir kelimedir. Yani nasıl
kuşlar ağaçtan ağaca konar, konuk da kuş gibi evlere konar. Dilimiz de Türkçe ile aynı mantığı kullanır ve ‘’kodo’’ da evlere konuk olur. Bu nedenle
‘’kodo’’nun gerçek manası bir kuşun konması gibidir. Konduğu ev, gidene kadar “kodo”nun yuvasıdır.
Acaba bizim kültürümüzde ‘’kodo’’ nasıl karşılanır?
BİZ SİZE GELSEK
İlk olarak ‘’kodo’’yu kapıda karşılayıp çantasını misafirhaneye götürürüz. Sonra ona hasır ve içecek
su getirip onunla sohbet etmeye başlarız. Çok yorgunsa misafirhanede dinlenmesini teklif ederiz. Bir
saat içinde ona yemek ikram etmeliyiz çünkü aç
olabilir. Ayrıca bu dinleme zamanında ona bir arkadaş buluruz. Bu arkadaş ona yardımcı olur. Onunla gezilere gidebilirler. Ev halkından seçtiğimiz bu
arkadaş sanki kılavuzdur. Akşam geziden dönünce
herkes oturma salonuna gelip konukla sohbet eder.
Onun için özel şeyler hazırlanır ve diyebiliriz ki o
gün misafirimiz evin göz bebeğidir. Misafirimizin
mutlu olması için uğraşır herkes. Kültürümüzde misafir çok önemlidir ve herkes ona saygı göstermek
zorundadır.
Ebubekir Hamza - 10/D - Kamerun
Kamerun’da Misafirlik
Dünyada çeşitli kültürler bulunmaktadır. Her kültürün de sosyal yaşam tarzı vardır. Misafir karşılamak
da kültürü yansıtan en önemli eylemlerden biridir.
Kamerun’da evimize bir misafir geldiğinde, önce
ona su içmek isteyip istemediğini sorarız, bazen
de ona sormaksızın su getiririz. Çünkü insanlar genelde bir yolculuktan gelince susuz oluyor. Ondan
sonra yatılı kalacaksa ve ihtiyacı varsa banyo yapmasını teklif ederiz. Kalmayacaksa da hemen ona
44
MAYIS 2013
yemek hazırlarız. Sohbet ederek onu rahatlatırız ki
kendini evinde gibi hissetsin. Yorulmuş olduğunu
fark edersek, onu tek başına misafir odasında bırakırız uyusun diye. O zaman içerisinde yemek hazırlarız. Kalktığında beraber yemek yeriz. Yemekte
sohbet etmeye başlarız. Ona ailesini, işinin nasıl
gittiğini sorarız. Yemekten sonra biraz otururuz. Gideceği zaman mutlaka ona kapının önüne kadar
refakat ederiz. Kalacaksa güzel ve temiz bir yatak
hazırlarız.
BİZ SİZE GELSEK
Cemal Hot - 10/D - Karadağ
Özel Biri mi Geliyor?
Bir Cuma günü sabah uyandım, mutfağa gittim. Annem yemek hazırlamış temizlik yapıyordu. Anneme,
“Ne oluyor burada kimin için hazırlık yapıyorsun,
özel biri mi geliyor?’’ dedim. Annem: “Evet oğlum
misafir gelecek ve bizde misafir özeldir.” dedi.
BİZ SİZE GELSEK
Karadağ’da pek çok insan mantı sevdiği için annem
mantı yapmıştı. Tatlı olarak da baklava yapmıştı.
Anneme yemekten sonra ne yapacağımızı sordum.
“Müzik eşliğinde kahve içeceğiz.” dedi. İşler bittikten sonra en güzel kıyafetlerimizi giyip misafirimizi
beklemeye başladık.
Ahmet Deniz - 10/E - KKTC
Şeftali Kebabı
Misafir ağırlamak, Kıbrıs’ta önemli bir meseledir.
Kıbrıs’ta misafir ağırlama kültürü vardır. Misafirler
ağırlanırken öncelikle en kıdemli ve yaşlısı en saygın kişi olarak görülür. Misafirler ziyaret edecekleri
aileyi arayarak müsait olup olmadıklarını sorarlar.
Sonra ev sahipleri hazırlık yapmak amacıyla kimisi
evi tertiplerken, kimisi de ikram hazırlığı yapar. Misafirler öncelikle kahve ile karşılanır. Bunun yanında gül, harnup şerbeti yanında macun ikram edilir.
Özellikle ceviz, karpuz, turunç, bergamut, hurma,
incir, patlıcan macunları en ünlü macunlar olup
özenerek hazırlanır ve güzel bir şekilde misafirlere
ikram edilir. Yaz mevsiminde limon, mandalina gibi
turunçgillerden özenerek hazırlanmış olan şerbetler ikram edilir. Kıbrıs’ta misafire ikram edilen bir
yemek türü de “Şeftali Kebabı”dır. Bu Kıbrıs’a özgü
bir yemektir. Yazın sıcak dönemlerinde evlerin verandasında, bahçesinde veya balkonunda misafirlere ikram edilir. Kıbrıs Türk gelenek, görenek ve
adetleri özellikle köy kısımlarında düğün, sünnet
törenleri ve bayramlarda öne çıkmakta ve her zaman yaşatılmaya çalışılmaktadır.
45
BİZ SİZE GELSEK
Ayder Yerlik - 10/H - Moğolistan
Sütlü Çay ve Beyaz Yiyecekler
Bizim ülkemizde bir eve misafir geldiğinde ilk olarak onlarla selâmlaşılır sonra muhabbete başlanır.
Sohbetin tatlı olması için ne varsa ikram ederiz.
Misafirlerimizin baş köşeye oturmasını isteriz. İyilik anlamına gelen sütlü çay ve beyaz yiyeceklerle
masayı doldururuz. Akşam olduğu zaman misafirlerimize hangi etten yemek istediğini sorarız. Yani
büyük ve küçükbaş hayvanlardan seçtiririz. Ondan
sonra misafirlerimize dua ederek seçtiği hayvanı
kurban ederiz. Misafirlerimiz evde kendi evindey-
BİZ SİZE GELSEK
miş gibi davranabilirler. Misafirlerimize evimizde
konaklayabileceklerini söyleriz. Eğer kabul ederlerse yatağı güzel şekilde hazırlarız. Mutfağı evde
kalacak kim varsa hep beraber temizler ve sessizce
yataklarımıza geçeriz. Sabah olduğunda hep beraber kalkar, eksiksiz olarak kahvaltıyı hep beraber
hazırlar ve yaparız. Misafirlerimizin ayrılma vakti
geldiğinde misafirlerimiz bizi kendi evlerine davet
ederler ve o anı daha sonra tekrar hatırlamak için
birbirimize hediyeler veririz.
Muhammed Şibli - 10/D - Sudan
Sudanlıların
En Sevdikleri İş
Sudan’da misafir demek Allah’ın sana yaptığı sınav
demektir. Bu sınav senin ne kadar cömert olduğunu ve Allah’ın emirlerine uyup uymadığını anlama
sınavıdır. Bu nedenle biz misafirimiz için elimizden
geleni yapıyoruz ve onun bizden mutlu ayrılmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bu açıdan eğer bir aileye misafir gelirse bütün aile harekete geçer, kimi
o misafir için evde güzel yer bulmaya çalışır, kimi
yer hazır oluncaya kadar onunla biraz dolaşır. Di-
46
MAYIS 2013
ğer taraftan anne o misafirin seveceği bütün şeyleri
hazırlar. Misafir oturur ve annenin ona hazırladığı
yiyecekler ona gelmeye başlar ve ailenin diğer kişileri onunla muhabbet eder. Böylece bütün aile işi
paylaşmış olur ve o gün aile için en iyi günlerden
biridir. Çünkü Sudanlıların en sevdikleri iş misafir
ağırlamaktır ve bilindiği gibi herkes sevdiği işi yaptıktan sonra mutlu olur.
BİZ SİZE GELSEK
Amir Karaj - 10/C - Arnavutluk
Jashar Bimbashi - 10/H - Arnavutluk
Ev Arnavut’un Olmadan Önce
Bizde bir söz vardır: “Ev Arnavut’un olmadan
önce, Allah’ın ve dostundur.” Bu sözden anlıyoruz
ki Arnavutlar konuk severliğe çok değer ve önem
veriyorlar. Arnavutlar için misafirperverlik sonsuzdur. Eğer birisi bir eve misafir olarak giderse, o
adam ev sahibinin hemen koruması altında giriyor
ve o evden çıkıncaya kadar ev sahibi onu koruyor.
Misafir konakladığı evden çıkmadan ona kötü söz
söyleyen ev sahibine söylemiş olur.
Her evde misafirler için özel bir oda vardır. Misafirlerimizin yanında ev sahibi kalır ve her zaman
şeker, lokum, limonata ikram eder. Misafir arzu
BİZ SİZE GELSEK
ederse kahve de ikram eder. Misafir yemek yemeden evden çıkamaz. Ev sahibi misafiri bırakmaz
ta ki evin hanımı yemekleri hazırlayıncaya kadar.
Genelde bizim geleneksel yemeklerimizi pişiririz.
Etli tavası, pilav, börek, fli, pide ve farklı tatlılar revani, baklava gibi. Akşam yemeği gelince beraber
sofraya otururuz ama evin hanımı oturmaz çünkü
hizmet eder. Misafir kalkmadan ev sahibi yemekten kalkmaz. Yemekten sonra çay ve bisküvi ikram
ederiz. Sonra da meyve ikram ederiz. Yatma zamanında misafirimize güzel ve temiz bir yatak hazırlarız. Sonra misafirimizi orada yatırırız.
Halid Amir - 10/D - Ürdün
Misafir Olarak Gelen Kişi
Kral Olarak Döner
Ürdünlüler kerem ve ikram ile tanınır. Ürdünlünün
evine gelen misafir evine mutlulukla döner, üzülerek dönmez.
Bize misafir gelir gelmez evde anormal şeyler olmaya başlar. Misafir olarak gelen kişi kral olarak
döner. Misafir gelecek diye bize haber gelirse anneler yemek ve helva hazırlamaya başlar. Babalar
çarşıya çıkıp meyve getirir. Misafire bir oda ayarlarlar. Misafir gelir ve hoş bir selam ile karşılanır.
Eve girer girmez babadan sonra en büyük kişi kah-
ve getirip misafire ikram eder. Kahve içerken baba
soru sormaya başlar. ‘’Nasılsın? Ailen nasıl? ‘’ gibi
sorular sorulur. Misafir sabah gelirse kahvaltı eder,
öğle vakti gelirse öğlen yemeği ve akşam gelirse ise
akşam yemeği yer.
Misafire en ünlü ve en güzel yemek sunulur. Yoldan gelmişse rahatlasın diye odası gösterilir ve dinlendirilir. Akşam ise gezdirilir ve evine dönene kadar yalnız bırakılmaz.
47
K
K
48
MAYIS 2013
KÜLTÜR --SANAT
KÜLTÜR
SANAT
KÜLTÜR - SANAT
KÜLTÜR-SANAT
Mustafa Gülali - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Usûl Bil!
Üslûp Bil!
Âdâp Bil!
Kelimeler manaya giydirilmiş elbiselerdir. Elbiseyi
değerli kılan içindekiler, içindekileri değerli kılan
da elbiselerdir. Her ikisini güzel ve anlamlı gösteren ise usûl ve üslûptur.
Mana kelimenin dışına sızar. Çoğu zaman kelimenin seslerinde ve sesleminde görünür, dile gelir,
canlı bir hüviyete bürünür. Güzel bir sözün seslemi
usûlüne, üslûbuna uygun değilse mana asıl bağlamından uzaklaşıp başka başka manalara gelebilir.
Bu sebepledir ki kelimede, cümlede, herhangi bir
düşünceyi ifade etmede usûl ve üslûp çok önemlidir.
Usûl ve üslûp, bir şeyi aslına uygun, doğru ve layık olduğu şekilde yerine getirmek demektir. Bu
yönüyle kelimelerin hikmet kavramıyla da ilgisi
vardır. Yanlış, kötü ve yersiz konuşan birisi için münasebetsizlik yaptı, usûlsüz ve üsturupsuz konuştu,
50
MAYIS 2013
üslûbu kötüydü, hikmetsiz davrandı gibi tenkitler
yöneltilir.
Usûl ve üslûp, yol ve yordamdır, hedefe götüren
şaşmaz pusuladır. Yol yordam bilmeden, pusula
olmadan yola çıkılmaz. Onları önemsemeden yola
çıkanlar yolda kalırlar, yollarını şaşırıp amaçlarına
ulaşamazlar. Bu temel yargı, bu sebep-sonuç ilişkisi
bize “Usûlsüzlük, vusûlsüzlüktür.” kelâm-ı kibarını
hatırlatır. Üslûp, sadece yazarın yazma ve konuşma tarzı olarak değerlendirilmemelidir. Evet, o bir
üslûptur ama üslûbun bu manayı da aşan daha geniş anlamları vardır. Mesela üslûp aynı zamanda bir
duruştur. Mesela üslûp hayatı yaşama ve algılama
biçimidir. Dolayısıyla usûl ve üslûbun hem dinle
hem hikmetle hem de hayatın kendisiyle doğrudan
bir ilgisi vardır. Durum böyle olunca da bu kavramlara karşı daha hassas davranmak gerektiği mecburiyeti doğuyor.
Üslûplu insan, şahsiyetli insandır. Bunun tersi de
doğrudur. Tersini iddia etmek ağır kaçacaksa eğer,
o takdirde iddiamızı şöyle hafifleterek söyleyebiliriz
sanırım: Üslûpsuz insan şahsiyetini kemâle erdirememiş insan demektir. Üslûplu insanın meziyet ve
şahsiyeti, kendine ait bir duruş ve tarzı vardır. Kimliği, düşüncesi, karakteri bellidir. Zamana, mekâna
ve kişiye göre şahsiyeti değişmez. Durduğu yer de
bellidir, duracağı yer de. Her gelen trene binmez,
önüne çıkan her istasyonda durmaz. Değişken değildir, sabiteleri vardır. Esen rüzgârlara göre yön
değiştiren rüzgârgüllerinden hiç hoşlanmaz. Nerde,
nasıl ve ne zaman konuşacağını iyi bilir. Yanılır, dili
sürçer ama bile isteye yanıltmaz, aldatmaz, kandırmaz. Kırılır belki ama asla kırmaz, kırmak istemez.
Hata yapar ama hatasında ısrar etmez, affeder, af
diler. Bu yüzden ondan sâdır olan hatalar şahsiyetine zarar vermez.
Üslûp her ne kadar edebiyat ilmiyle müsemma olsa
da aslında müzik, resim, hat, mimarî gibi bütün sanat dallarıyla da doğrudan ilişkilidir. Onu sadece bir
alana hasretmek doğru değildir. Başka bir ifadeyle
söylemek gerekirse her ilmin bir usûlü her sanatın bir üslûbu vardır. Hatta usûl müstakil bir ilim
olarak kabul edilir. Üslûp da aynen böyle kabul
edilebilir. Her sanatçının kendine özgü bir üslûbu
olmalıdır. Üslûpsuz yazar, üslûpsuz sanatçı olmaz.
Üslûbunu oluşturamamış sanatçı, kişiliğini oturtamamış demektir. Bunun içindir ki üslûp sanatçının
ta kendisidir. Burada “Üslûb-i beyân ayniyle insandır.” sözünü hatırlamak yerinde olacaktır.
Üslûbun insanı çeken ve iten özelliği vardır. Esrar
yüklüdür. Üslûp, “dalgıcı dibe çeken esrar, dipteki
balığı yüze çıkaran ışık ve oksijen”dir. Buradaki
dalgıç kelimesi yerine okuyucu kelimesini rahatlıkla koyabiliriz. Üslûp, sadece edebiyatçıların değil
bütün sanatçıların karakteri ve parmak izidir. Parmak izleri gibi üslûp da şahsî ve muhteremdir. Özel
ve özneldir. Kişiyi en çok o ele verir. “Konuş ki
seni görebileyim.” sözü tam da bunu anlatır. Hz. Ali
Efendimize atfedilen vecizeyi de unutmamak gerekir: “Kişinin karakteri dilinin altında gizlidir.”
Üslûp, ruhun izdüşümü yahut aynasıdır. Kişiliğin
tüm tonları üslûp sayesinde belli olur. Sesiyle, parmak iziyle, yüz hatlarıyla bir diğerine benzemeyen
insanın, ruh yapısının yansıması olan üslûbu da
elbette kendine özgü olacaktır. Bu sebepledir ki
üslûp şahsî ve muhteremdir.
Üslûp; bilinen klasik anlamından başka nezaket,
incelik, zarafet gibi manalar da ihtiva eder. Üslûp
sahibi insan nezaket ve zarafet sahibidir. İnce düşünür, ince görür, inci gibi konuşur. Kabalıktan,
kırıcı ve kıyıcılıktan uzaktır. İnsana, hayvana, bütün mevcudata hürmet gösterir. Her şeyin incelikten, insanın kalınlıktan kırıldığını en iyi o bilir. Yoz
ve kof davranışlara tevessül etmez. Asil davranır.
Hafifmeşrep tavırlardan uzaktır. Çok konuşup boş
konuşmaz; az konuşup öz konuşur, söz konuşur.
Konuşurken haddini bilir. Aşırıya kaçmaz. Alay etmez, tahkir etmez, edebini muhafaza eder. İtirazı
varsa bunu bağırıp çağırarak yapmaz. “Eşyayı dahi
incitme!” nasihatini her daim aklında tutar. Tatlı sözün yani üslûbun can azığı olduğunu da çok
iyi bilir. Maksadı yıkmak değil, yapmaktır. Yanlışa
yanlış, doğruya doğru derken insaf, vicdan ve merhamet duygularını bir tarafa bırakmaz. Dostlarından bir vefasızlık örneği görse bile, onları kırmaz;
51
üslûp ile geri çekilir. Üslûp ile yani vakarla, hikmetle, ahlâkla, edeple. Demek oluyor ki sükûtun da
bir üslûbu vardır. Hatta sükût üslûbu bazen kelâm
üslûbundan daha kıymetli olabilir:
Kelâmın fiddah ise sükût eyle olsun zehep
Kemâl ehli kemâlâtı sükût ile buldu hep
“Yürüyüşünde tabiî ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin
en çirkini şüphesiz ki eşeklerin sesidir.” emr-i ilahisini de üslûbla birlikte ele almak gerekir. Tekrarlamakta fayda var; üslûp hayat tarzıdır, edadır, tavırdır, davranışların bütünüdür; üslûp sahibi olmak da
izzet, şahsiyet ve duruş sahibi olmaktır.
Kötü bir üslûp, en basit hakikatlerin bile hazmını
zorlaştırırken iyi bir üslûp da en zor hakikatlerin
hazmını kolaylaştırır. Bunun en güzel örneğini peygamber kıssalarında görebiliyoruz. Rastgele seçtiğimiz şu iki örnek maksadımızı anlatmada yeterli
olacaktır. Birinci örneğimiz Musa aleyhisselâmdan.
Cenâb-ı Allah, tarihin şahit olduğu en azgın ve
en zorba insanlardan biri olan Firavun’a Musa
Kelimullah’ı gönderirken ona yumuşak davranmasını, üslûbunu iyi ayarlamasını, bir usûl ve yöntem
dâhilinde konuşmasını öğütlemişti. Ki hakikatlerin hazmı kolaylaşsın. İkinci örneğimiz Rasûlullah
Efendimizden. Efendimizin -mealen- eğer sen sert
ve katı davransaydın, kızsaydın, yüz ekşitseydin etrafındakiler dağılıp giderdi, ilahî ikazına muhatap
olması da usûl ve üslûba dairdir. Nebevî Davet’te
usûl ve üslûp davetin kendisinden bağımsız değildir. En yüce mesajlar, veciz bir üslûp ve usûlle yani
hikmetle, yani kavl-i leyin ile tebliğ edilirse ancak
amaca ulaşılabilir. En zor şartlarda bile amacına
ulaşmış Nebevî Davet’in karakterinde bu özellik
bulunmaktadır.
Kimliksiz ve kişiliksiz bir çağda yaşıyoruz. Biz buna
üslûpsuz bir çağ da diyebiliriz. Çağın bu hastalığı maalesef ki Müslümanlara da sirayet etmiş durumdadır. Nebevî Davet’in kutlu yolcuları, öncelikli
olarak bir kimlik ve kişilik inşasına başlamalı, usûl
ve üslûbunu vahye göre yeniden şekillendirmelidir.
Yitirdikleri üslûbu âdeta yeniden kuşanmalıdır. Tez
elden ahlâkın yanına nezaketi, maneviyatın yanına samimiyeti, ilmin yanına usûl ve üslûbu ikame
etmelidir. Cahiliyenin hâkim olduğu bu çağda kimlik ve kişiliğe yani devşirme olmayan asıl ve asîl
üslûba dönüş; umulur ki dirilişi, silkinişi ve uyanışı
da beraberinde getirecektir.
Üslûp sahibi olmak hem yolu hem yolda yürümeyi
bilmektir. Yeryüzünün en doğru yol bilenleri ve en
sebatkâr yürüyenleri şüphesiz ki usûl ve üslûbun
52
MAYIS 2013
zirvesinde yaşayan peygamberlerdir. Kendilerine
bir usûl ve üslûp edinmek isteyenler her konuda
olduğu gibi bu konuda da vahiyle konuşan ve vahyi yaşayan peygamberleri örnek almalıdırlar. Âdem
aleyhisselâmdan Muhammed aleyhisselâma kadar
uzanan peygamberler zincirinin her bir halkasının
tarih boyunca bıraktığı silinmez derin izler; kendilerinden sonra gelen ümmetler için usûlde, vusûlde,
üslûpta, edebiyatta, siyasette, eğitimde, kısacası
hayatın her alanında eşsiz bir rehber olarak örnek
alınmayı beklemektedir. Usûl ve üslûbun hikmetle
buluştuğu yer de burası olsa gerektir.
Sözlerimizi, bilge insan Şeyh Edebali’nin yüzyıllar
öncesinden söylemiş olduğu şu veciz sözleri ile
noktalayalım: “İlim bil, irfan bil, söz bil. İkram bil,
kural bil, doyum bil. Usûl bil, âdâb bil, sınır bil. Yol
bil, yordam bil. Hal bil, ahval bil, gönül bil. Çok
konuşma, boş konuşma, kem konuşma. Mert ol, yürekli ol. Kimsenin umudunu kırma.”
KÜLTÜR-SANAT
Muhammet Şamil Çetin - 11/A
Hattat Faruk Dinçer Eratlı ile
Hattatlık ve Hat Sanatı
Üzerine...
Sözün sanat haline
gelmesi. Bir kamış kalem,
bir mürekkep, bir kâğıt
gibi mütevazi araçları ile
yazma sanatı olan hüsn-i
hat hakkında, okulumuz
Rehber Öğretmeni Hattat
Faruk Dinçer ERATLI ile
hattatlığını ve hat sanatının
bugününü ve geleceğini
konuştuk. Hat sanatını meşk
etmeyi sorduk.
Hocam sizin hat sanatı ile tanışmanız nasıl
oldu?
Hat sanatı ile tanışmam 1996 yılında Arapça hocamın beni yönlendirmesi vesilesiyle oldu. Ben o
zamanlar karikatür çizmeyi, kurşun kalemle kendimce arapça metinler yazmayı çok severdim. Hocam, “Elin becerikli, güzel resim çiziyorsun fakat
hat sanatına yönelsen daha iyi olur” diyerek beni
yönlendirdi. O zamanlar Hüseyin Kutlu Hoca Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde hem imamlık yapıyor
hem de hat dersleri veriyordu. Hocam beni oraya
yönlendirdi. Oraya gitmekle hat sanatına başlamış
olduk. Yağmurlu bir mart günüydü. Benim için
unutulmaz bir gündü. Oraya gittik ve o gidiş hâlâ
yazmaya devam ediyoruz.
Kimlerden yazı meşk ettiniz ve icazet aldınız?
Öncelikle Hüseyin Kutlu Hoca ve onun öğrencisi
olan Ali Rıza Özcan Hoca ile başladım. İki yıl Ali
Rıza Hoca’dan rika yazısı meşk ettim. Sonra Hüseyin Kutlu Hoca’dan nesih yazdım. Sonrasında
oradan ayrılmak durumunda kaldım. Davut Bektaş
Hoca’yla sülüs çalıştım. En son olarak da Fuat Başar
Hoca’yla sülüs ve celî sülüs çalıştım. İcazetimi Fuad
Başar Hocamdan almak nasip oldu hamdolsun.
Çok sabır isteyen, zamanla ve çok çalışmayla bağlantılı bir sanat hat. Bu sanata gönül vermenin ve
başarılı olmanın bir kıstası var mı?
Bir kere hattın çok sabır istediğini söylerler. Benim bu konuda bir tezim, bir düşüncem var; hat
sabır istemiyor. Hat, kendisine aşık olmayı gerektiren bir sanat. Yani bizim sanatlarımız Avrupa’nın
sanatlarından biraz farklıdır. Sadece sanat değildir, bizim sanatımızın manevî bir yönü vardır ve
Kur’ân temelli bir sanattır. Dolayısıyla eğer siz işin
manevî derinliğinden haberdar değilseniz bu işi za-
53
ten yürütemezsiniz. Bu işi yaparken
Allah’tan bir ecir umarak yapmıyorsanız örneğin para kazanacağım
gibi, meşhur olacağım gibi dünyalık ve maddiyata yönelik beklentileriniz varsa zaten bu işte başarılı
olamazsınız. Bu işte başarılı olmak,
bu yolda icazet alıncaya kadar talebelik döneminde ilerlemek, icazet
aldıktan sonra yazınızın kalitesinin
artması ve devamlılığının olması
için bu işi gönülden sevmeniz gerekiyor. Gönülden sevmeniz için de
bu işin manevî altyapısından heberdar olmanız gerekiyor. O yüzden
de sabretmek bana doğru gelmiyor.
İnsan sevmediği şeye sabreder. Eğer
bu işi gerçekten çok severseniz olur.
Ben kendi adıma çok uğraştım, çok
ter döktüm. Yıllarca on beş on altı
sene cumartesi pazar günlerimi ders
almak için bu işe ayırdım. Hafta içi
saatlerce bunlarla uğraştım, çalıştım. Ama açıkça söyleyeyim hiç
sabretmek zorunda kalmadım. O
kadar uzun süre çalışmak sabırla olmayacaksa nasıl olacak diye sorabilirsiniz. Bu ancak aşk ile açıklanabilir. Ben çok sevdiğim için ilerledim.
Eğer sabretmek zorunda kalsaydım
on yedi sene sabredemezdim.
Son dönemde hat sanatı oldukça ilgi görmeye
başladı. Hat dersleri veren birçok yer ortaya
çıktı. İnsanlar hayatlarında bir hobi olarak
yaptıklarını söyler oldu. Günümüzde hat sanatına olan bu ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hat sanatı bir hobi olabilir mi?
Geleneksel sanatlarımıza baktığımız zaman hat,
tezhip, ebru, minyatür, kat’ı, cilt, çini gibi sanatlarımız içinde belki de en zahmetli öğrenileni hat sanatıdır. Bunun yanında en masrafsız olanı da yine
hat sanatıdır. Bir kâğıt, bir kamış kalem, bir mürekkep gibi az bir malzemeyle oturur başlarsınız
meşk etmeye. Bir ebru gibi farklı boyalar, boyaların saçılması, zahmeti vs. yoktur. Bir tezhip gibi
yüksek meblağlı malzemeleri yoktur. Veya cilt için
çok pahalı aletler almanız gerekir. Fakat hat sanatı
bunların içinde en ucuz maliyetli sanat olmasına
rağmen en zor ve en zahmetli olanıdır. En uzun
sürede öğrenilen bir sanattır. Dolayısıyla bu sanatın
bir hobi olarak yapılması kolay değildir. Mesela bir
pul koleksiyonunuz olur, bir para koleksiyonunuz
54
MAYIS 2013
olur. Bunları tedarik etmek kolaydır, dolayısıyla boş
zamanlarınızda hobi olarak yapabilirsiniz. Ama hat
sanatını bir hobi olarak yapıyorum diyenler, zaten
aslının ne olduğunu, içeriğini, manevi derinliğini
anlayamamış olan insanlardır. Bu insanlar yalnız
hobi olarak yaptıklarını söyleyebilirler. İlk başlarken birçok insan ben birazcık yazımı güzelleştireyim diye başlar. Bunlara saman alevi gibi bir anda
parlayıp sönen öğrenciler olarak bakıyorum. Onlar
hobi olarak görüyorlarsa ya görüşlerini değiştirirler,
bunun hobi olmaktan daha fazla anlam taşıdığını
düşünürler, hat sanatında ilerlemeye çalışırlar ya da
görüşlerini değiştirmeyip bunu hobi olarak düşünmeye devam ediyorlarsa zaten daha fazla bu sanata
devam edemeyeceklerdir çünkü hat çok fazla zaman, emek ve fedakarlık ister.
Günümüzde gençlerin hat sanatına eğilimini
nasıl buluyorsunuz?
Açıkçası günümüzde hat sanatına oldukça merak
var. Büyük bir talep var. Eskiden olduğu gibi değil,
hat sanatına ilgi fazla. Bu konuda toplumda bilinç
uyanmış durumda ama hak ettiği yere geldiğini de
söyleyemeyiz. 1928 Harf İnkılabından sonra bu sanat ülkemizde çok ciddi bir kesintiye uğramış. Ki
dünyanın başkentidir hat sanatında İstanbul. Dünyada nerede yazı yazan varsa mutlaka bir Türkten
ders almıştır ya da nerede bir hat derecesi almış
olan bir hattat varsa ya kendisi ya hocası Türktür,
Türkiye’den gitmiştir. Dolayısıyla bu işin başkenti
İstanbul’dur. Böyle bir yerde bu işin kesintiye uğraması aslında bütün dünyada kesintiye uğraması anlamına gelmişti. Fakat şimdi o eski dönemler aşıldı.
Gerçekten gençler çok fazla ilgi gösteriyor. Belediyeler hat kursları açıyor. İSMEK’lerde hat dersleri
veriliyor. Dünyanın birçok yerinde hat dersleri veriliyor. Hat kurslarına gelenlerin sayısı eskiye göre
çok arttı. Bu sevindirici bir durum. Yeterli mi diye
sorarsanız elbette değil. Çünkü bizim niyetimiz,
herkes hat sanatında iyi yerlere, güzel yerlere gelemese de en azından hat sanatının ne olduğunu
bütün toplumun bilmesidir. Bu bizim dünyaya karşı göğsümüzü kabartabileceğimiz, alnımızı ak eden
en önemli sanatlarımızdan biridir. Bir kere Avrupa
hat sanatını, yazıyı bir sanat olarak görmemiş. Yazıyı sanat olarak gören Japonya var, Çin var. Bir de
İslâm dünyası yazıyı bir sanat olarak görüyor. İslâm
dünyasının sanat anlamında Latin harflerine üstünlüğü bin yıl kadar daha eskidir. Şu anda Latin harfleriyle kaligrafi sanatı yapılıyor mesela. Köklü bir
sanata sahip olduğumuz için buna ilginin çok daha
fazla olması lazım. Toplumumuzda herkesin yazı
yazmaya kabiliyeti olmayabilir ama herkesin bu sanattan haberdar olması gerekir diye düşünüyorum.
Hocam, hat sanatının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Hat sanatının geleceği bugünkü duruma bakarsak
parlak gibi görünüyor. Bu işe emek veren, gönül
veren öğrencilerin sayısı gerçekten günden güne
artmakta. Bu bir taraftan bize ümit verirken bir taraftan da düşünmeye sevk ediyor. Hat sanatını sadece yüzeysel bir sanat olarak mı görüyorlar yoksa
konunun başında söylediğim gibi bu işin manevî
derinliğinden haberdarlar mı onu bilemiyoruz.
Manevî derinlik derken neyi kastediyoruz? Hat sanatı bir İslâm sanatıdır. İlk önce hat sanatı Kur’ân-ı
Kerim yazısıdır. Herhangi bir yazıyı güzel yazmaktan öte Allah (c.c.) kelâmını, Peygamber (s.a.v.) sözlerini en güzel şekilde yazabilmeyi hedefleyerek
ortaya çıkmış bir sanattır. Yine tezhip sanatı Allah
(c.c.) lafzını, Peygamber (s.a.v.) sözlerini en güzel
şekilde süsleyebilmek için ortaya çıkmış bir sanattır.
Cilt sanatı yine Kur’ân’ı süsleyebilmek, en güzel şekilde muhafaza edebilmek için ortaya çıkmış bir sa-
nattdır. Dolayısıyla bizim bütün sanatlarımız Kur’ân
temelli sanatlardır. Bizim toplumumuz, özellikle
hat sanatına meyleden gençler eğer işin bu yönünü
gözardı etmeyeceklerse hat sanatının geleceği için
ümitliyim. Evet gerçekten iyi bir rağbet var. Eğer
hat sanatına Avrupalı sanatçıların resim sanatına
baktıkları gibi sadece bir sanat olarak bakacaklarsa
rağbet artacak ama kalite artmayacaktır. İnşallah bu
sanat toplumun manevî dinamiklerini yeniden canlandırmaya da vesile olur, biz de gelecek adına bu
açıdan çok daha ümitli oluruz diyelim.
Bu yola yeni girenler için neler tavsiye edersiniz?
Bu yola gönül veren arkadaşların önce şuna karar
vermeleri lazım: Bu işi kendisine katlanılacak, cefası çekilecek, sonra safası sürülecek bir iş olarak
görmesinler. Bu işi kendilerine dünya ve ahirette
gerçekten çok ciddi olarak besleyeceğini, kendilerine sınıf atlatacağını, insan-ı kâmil olma yolunda
ilerleteceğini düşünürlerse bu işte çok ilerlerler. Bizim sanatlarımızın Avrupa sanatlarından farkı, onlardan ayıran en büyük özellik şudur: Biz sanatta
ilerledikçe tevazu sahibi oluruz, bilmediğimizi daha
çok fark ederiz. Avrupalı sanatkârlar ise sanatlarında ilerledikçe egoları şişer. Ben yaptım, demeye
başlar. Eğer bu sanata yeni başlamayı düşünen veya
yeni başlayan varsa o arkadaşlar kendilerini ön plana çıkarmayı değil de din-i mübin İslâm adına bir
şeyler yapmayı hedefliyorlarsa bu sanat onlara bir
külfet değil zevk olacaktır. Dünyalık anlamda da
ahiretlik anlamda da çok büyük bir keyif verecektir.
Her yerde saygı göreceklerdir. Allah katında da ecir
kazanacaklardır. Bu işin manevi hazzına doyum
olmaz. Ama bu işi para kazanacakları bir meslek,
kariyer yapacakları bir iş, vakit geçirecekleri sanatsal bir faaliyet olarak göreceklerse, onlar için zaten sonuna kadar sabredemeyecekleri, bir müddet
uğraşıp ondan sonra bırakıp bir kenara atacakları
bir uğraş, bir meşgale olacaktır. Dolayısıyla arkadaşların öncelikle işin manevi derinliği hakkında
haberleri olmalı. Bunun yanında bu işin üstatlarıyla
mutlaka tanışmaları, sanatkârlardan fikir almaları
ve çok fazla meşk etmeleri gerekiyor. Birçok yerde
özellikle yaz aylarında sergiler düzenlenir. Bu sergileri gezmeleri ve kendi kendilerini de bu şekilde
motive etmeleri faydalı olur kanaatindeyim.
Teşekkür ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim.
55
KÜLTÜR-SANAT
Tahirou Tangara - 10/E - Mali
ÖLÜM GELDİĞİNDE
Unutmayı kendini unutturmayı bilir misin?
Ölümden kaçabilir mi insan? Şaşarım!
Bilemezsin belki ama bilmelisin
Unutkan değilsin aslında korkaksın
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
Yıllar kaçtı keşke döndürebilsen
Bir saniye bile döndürme ihtimalin yok
Hatırlarsın geçmişi nerede o günler?
Allah’tan başka dost var mı?
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
Beden ölür ama nefis değil!
Nefis ölmez mi? İstersen ölür.
Nefis ister yaparsan neye bezersin?
Nefis sever yapmadın olgunsun.
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
Hicrete bir sefer giden sen olsan
Bilir misin meçhule gidenin gözleri nemli olur
Pişmanlık duyan insan, gerçek gören sensin
Hüzün hakikatin yoludur unutma
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
Ölüm gelir, herkes, her şey gider
Nafile yok, farz yeterli mi?
Gülüp oynamayı bırak zaman gelecek
Yalnız kalmayı seversin niçin, neden?
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
Ölüm boğazını sıkmadan geriye dönmelisin
Sonbahar gelince yapraklar ne kadar kalır?
Sende başlar hayatın sanma yok sonu!
Ölüm meleklerinin geleceği yok mu sanırsın?
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
Mezar ziyaret edenin yüreği yumuşak olur
Keşke kötülük yapmasan, söylemesen
O gün anne, baba, dost, kardeş, arkadaş kimse yok
O gün istikbaldir hiç düşünündün mü?
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
En sevdiğin yer neresidir bir düşün
Medine’ye giden varsa selamım var
Sevgililer sevgilisi sevgilim peygamberim der ki:
“Üzülme, kurtulma yolu tevbedir.”
Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin?
56
MAYIS 2013
KÜLTÜR-SANAT
Turan Koçtürk - Meslek Dersleri Öğretmeni
Wamİmbİ’nin Gözyaşları
“Gurbette, ailelerinden uzak bir diyarda yakınlarını kaybeden bütün öğrencilerimize ithaf olunur.”
Her zamanki güler yüzüyle Wamimbi,
Hocam dedi, bakabilir miyim telefona?
Söyle dedim, otuz beş dakika sonra
Görüşebilirsin ancak arada,
Tamam dedi, başladı konuşmaya.
Belliydi ağır bir sızı çökmüştü içine,
Ancak sorabildik, ne oldu diye,
Ağlarken araya sıkıştırdığı cümle:
“Hocam! Annem öldü!”
Ne yapabiliriz ki ağlasak, dövünsek seninle?
Daha üç beş kelimeydi ki,
-Ne oldu anlamadıkBağladı ağızları, tıkadı boğazları.
Kulaklar birleşti.
Sıralar, masalar, yerler ses-siz-leş-ti.
Wamimbi ortada kaldı annesiz,
Oradaydık ancak çaresiz,
Birkaç dakika önce gülen yüz,
Şimdi olmuştu annesiz…
Şimdi olmuştu annesi, sensiz…
Biz bir yanda o bir yanda,
Başladı konuşmaya, uğraştık anlamaya.
Wamimbi’de bir ah, bir kendinden geçiş,
Bıraktı telefonu, her şeyi bıraktı bir yana,
Attı kendini arkaya, iç geçirdi dünyaya.
Ağlıyordu Wamimbi…
Değil o,
Ağlasaydı dünya, gelir miydi?
Annesine hasret,
Wamimbi’nin annesi…
Tekrar döndü, sordu bir şeyler daha,
İyice derinleşti acısı, hemen çıktı dışarıya.
Biraz sonra yıkıldı mescidin önündeki halıya,
Kimsede bir kelime yoktu ki teselli bula,
Ey garibim! Tesellin Cenâb-ı Hakk ola…
Birkaç saat atamadık hüznümüzü,
Sonra hayat yine döndü bize yüzünü.
Wamimbi vardı gitti akşamüstü,
Annesiz bir güne, daha derinden dokunacaktı,
Makber olup çoğalacaktı üzüntüsü…
57
KÜLTÜR-SANAT
Ümit Alcan - Tarih Öğretmeni
Mustafa Salihoviç - 10/D - Karadağ • Mamah Sadjo Bello - 10/C - Benin
Yüksek İnşaat Mühendisi
Vahit Okumuş ile
Tarihi Darüşşafaka
Binamızın
Restorasyonu
Üzerine...
58
MAYIS 2013
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
1948’de Rize’de doğdum. Rize Lisesinden mezun
olduktan sonra 1971’de İTÜ İnşaat Mühendisliğini bitirdim. İnşaat yüksek mühendisi olarak uzun
yıllar eski eserlerin restorasyonlarında görev aldım.
Darüşşafaka Lisesinin de koordinatörlüğünü yapmaktayım.
Tarihî binamızın özelliklerinden bahseder misiniz?
Darüşşafaka binası yığma bir binadır. Binanın alt
katında taş, diğer kısımlarında ise tuğla, kireç ve
ahşap kullanılmıştır. Bugünkü betonarme sistemi
ile hiçbir alakası yoktur. Tuğla hafiftir. Ses ve ısı
yalıtımı yapar. Tuğlanın da bir örme tekniği vardır.
Tekniğine göre yapılmış yığma binalar sanıldığının
aksine depreme karşı dayanıklıdır. Bunun kanıtı
yüzlerce yıl sonra bile ayakta kalmalarıdır. Çevremizde birçok örneğini görebiliriz.
Bina orijinal özelliklerine uygun restore ediliyor mu? Restorasyon aşamasında ne tür sıkıntılar yaşıyorsunuz?
Orijinal malzemenin tespit edilmesi, bunların aslına
uygun üretiminin yapılması için bir gayret içinde
olunmalıdır. Bina bugüne değin birçok onarımdan
geçmiştir. Binanın dış cephesi değiştirilmiş, kat yükseklikleri düşürülmüştür. Orijinal ahşap merdivenler betonarme haline getirilmiştir. Binanın kat yükseklikleri değiştirilirken bilinçsizce beton döşeme
yapılmıştır. Hâlbuki yığma binalarda beton döşe-
me olmaz, çünkü binaya ağırlık verir. Fakat zaman
içerisinde yapılan onarımlarda beton kullanılması
binanın yükünü arttırmıştır. Bu yüzden binanın en
alt katında kemerler açılmış, mevcut kemerler bozulmuş, çok bilinçsizce yapılan bu işlemler en alt
katı olduğu gibi çatlatmış, kendini taşıyamaz duruma getirmiştir. Biz şu anda orayı askıya alarak
yeniliyoruz. Fakat bu işlem çok zor olmaktadır. Duvarları yıkmadan askıya alıp altını tekrar örüyoruz.
Şu anda bu işlemle uğraşıyoruz.
Binanın çatısı da betonarme binalar gibi yapılmış.
Hâlbuki yığma binaların çatısı farklı yapılmalıdır.
Yığma binalarda yatay yük oluşmaması sağlanır
ama buna dikkat edilmediği için yatay yükler çatıdan gelmeye başlamıştır ve ayrıca tek doğrultuda
yükleri yüklemişler. O nedenle bina kendini taşıyamaz hale gelmiştir.
Binanın tüm döşemelerini ahşaba çeviriyor, çatıyı
değiştiriyoruz. Yıkılan yerlerdeki duvarları kaldırıp
yeniden örüyoruz. Çatlakları dikiş atarak onarıyoruz.
Binanın en üst katı tamamen bozulmuş. Burada
özel bir sistem kurmuşlar. Betonarme ile direkler
yapmışlar, demir kullanmışlar. Biz bunların hepsini
kaldırıyoruz. Orijinal şekline dönüştürüyoruz.
Tarihî binaların hepsinde tercih edilen yanlış uygulamalardır bunlar. Bunun böyle olmasında inşaat
kültüründe betondan başka malzemenin bilinmemesidir.
59
Harç olarak su kireci ve hidrolik kireç kullanıyoruz. Bunlarla tuğlaların arasındaki mukavemeti arttırıyoruz. Dış yüzeyi tahrip etmemeye çalışıyoruz.
Dış yüzeyde aslında orijinal değil beton kullanılmış.
Restorasyonların zorluklarından biri de her onarımın biraz da yıkım olmasıdır. Restorasyon, var olan
sıvada bir zarar vermiştir, o sıvanın kaldırılması da
zarar vermektedir. Bu konuda çok dikkatli davranılmalıdır.
Orijinal malzemelerin temin edilmesinde gayet hassas davranıyoruz. Tuğlalar Eskişehir ve Manisa’daki
ocaklardan temin ediliyor. Yeterli gelmediği takdirde orijinal şekilde imal edilmiş tuğlaları piyasadan
araştırıp alıyoruz. Tuğla kışın üretilemeyen bir malzemedir. Bunun sebebi tuğlanın güneşte kurutulmasıdır. Tuğlanın çamuru hamur haline getirilip kalıplara alınır ve güneşte kurumaya bırakılır. Kendini
toplayan tuğla daha sonra fırına alınır. Fırında bir
ay kadar pişirilir. Tuğla bu aşamalardan sonra ancak kullanıma hazır hale gelir. Tuğlanın bir ay fırında pişmesinin nedeni ise her malzemenin kendine
özgü bir davranış biçiminin olmasıdır.
Binanın yapımında kullanılan taşlar için ocak açtırdık. Malzemeyi seçerken bilinçli olmanız lazım.
Bu bilinç için de yeterli bilgiye sahip olmalısınız.
Taş ocağının açılması için çok gayret ettim. Bugün
o ocaktan çıkan taşlar Selimiye, Süleymaniye gibi
büyük eserlerin restorasyonunda kullanılmıştır.
Binanın ahşap döşemesini Finlandiya’dan getirtiyoruz. Bunun sebebi istediğimiz standartları taşımasıdır. Özellikle mukavemet konusunda yeterli
olmalıdır. İç piyasadaki üreticilerin hiçbiri istenilen
standartları karşılayamamıştır. Ahşabın çürümesine,
ahşaba güve girmesine karşı tedbirleri kendimiz
alıyoruz. Bu önlemi alırken de dışarıya zamanla
zehirli madde vermeyen yöntemler kullanmaktayız. Ahşap malzemeleri belli bir ölçüde getiriyoruz.
Kullanacağımız yerin özelliklerine göre bu ölçüler
de değişiyor. Ahşap döşemeyi kaset döşeme şeklinde yapıyoruz. Bundaki amaç salınmayı önlemektir.
Binanın izolasyonunu ise taş yünü ile yapacağız.
Ana bina üzerindeki iskeleyi binayı sudan korumak
için yaptık. Horasan harcı suyu emer. Onarım için
onun kurumasını beklemeniz gereklidir. Çünkü su,
harcın niteliğini kaybettirir. Yeniden mukavemet
kazanması da mümkün değildir.
Restorasyon, kampus içindeki diğer binaları
da kapsayacak mı?
Kampus içindeki hem eski küçük spor salonu
60
MAYIS 2013
hem de büyük spor salonu yapılacak. Ana binanın
önündeki bina zemin katına kadar yıkılacak ve o
şekliyle düzenlenecektir. Bir de bahçe düzenlemesi
yapılacaktır.
Restorasyon ne zaman tamamlanacak?
Restorasyon sürecinde acele edilmemelidir. İşin orijinalliğini korumaktır aslolan. İyi bir teknik ekibiniz
varsa zaman hususunda zorlama olmamalıdır. Restorasyon süreci içinde yapılan onarımlar sırasında
gerekli hassasiyetin gösterilmesi gerekir. Vur, kır,
geç mantığı ile restorasyon yapılmamalıdır. Binayı
incitmemek lazımdır. Bu sebeplerden dolayı restorasyonlar tabelada yazan tarihlere uymazlar. Uydurmaya çalışırsanız orijinalliği bozmuş olursunuz.
Bunlar dikkate alındığında binanın restorasyonu
2014 sonu veya 2015 başında bitmesi beklenebilir.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Restorasyon bir gönül işidir. Kendinizi adamanız
gerekir. Restorasyon süreçleri tarihin laboratuvarıdır. Her restorasyon bize birçok şey öğretir. Bize
öğrettikleri ile aynı zamanda bir üniversitedir. Bu
konularla ilgili iki kitabım bulunmaktadır. Malzemelerle ilgili kitap yazmam konusunda da istekler
var. Bütün bunlar uzun süreli çalışmayı gerektiriyor.
Fakat bunların yapılması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerekiyor. Gelecek kuşaklar betonun alternatifini bilmelidir.
Vahit Bey, kıymetli zamanınızı ayırdınız ve çok
değerli bilgiler verdiniz bizlere. Size, kurumumuz ve dergimiz Yedirenk adına çok teşekkür
ederiz.
KÜLTÜR-SANAT
İsmail Balkanlıoğlu - Meslek Dersleri Öğretmeni
Takkeci İbrahim Çavuş Camii
İstanbul, birçoğumuzun bilmediği nice gizli hazineler ve güzellikler barındırıyor. Birçoğu günışığına çıkıyor, birçoğu da günışığına çıkmayı bekliyor.
Ancak şurası bir gerçek ki farkına varamadığımız
birçok değerimiz ancak bir batılı tarafından takdir
edilince bizim de takdirimizi kazanıyor.
Hemen hemen hepimizin okuduğu Brezilyalı ünlü
yazar Paulo Coelho’nun ünlü romanı “Simyacı”yı
bilirsiniz. İlk yayınlandığı 1988 yılından bu yana
dünyanın değişik dillerine çevrilmiş, dünyanın
değişik ülkelerinde milyonlarca insan tarafından
okunmuş ünlü bir roman.
Romanın kahramanı, Santiago isimli bir gençtir. Bir
gün firavun inciri bitmiş, yıkık kilise içinde dinlenirken bir rüya görür. Bu rüyayı bir kaç kere tekrar tekrar görür. Rüyasında bir çocuk, Santiago›nun
koyunlarıyla oynar ve daha sonra kahramanın elinden tutarak onu Mısır Piramitlerine götürür. Çocuk,
kahramana ‘Buraya gelirse, gizli bir hazine bulacaksın.’ der. Akşam yattığında uykusunda gördüğü
rüyaların da etkisinde kalarak, gördüğü bir düşün
gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünür ve o şekilde hareket eder.
Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitlerine gitmesi ve orada hazine bulacağı kendisine
rüyasında söylenmişti. Bir rüyanın peşine takılıp
farklı maceralar yaşayarak sonunda Mısır’a ulaşır.
Bir gün boyunca piramitlerin dibini kazar ancak bir
şey bulamaz. O sırada askerler gelir ve Santiago›yu
şüpheli bulurlar. Neden burada olduğunu sorarlar ve Santiago onlara hazineyi anlatır. Askerler
Santiago›ya inanmaz ve onu ölesiye döverler, parasını alırlar. Santiago öleceğini düşünürken bir çavuş
gelip askerleri engeller. O sırada askerlerden biri
Santiago›nun yanına gelir ve kendisinin de böyle
bir rüya gördüğünü söyledi. Rüyasında İspanya’da
61
küçük bir köyde harap ve ahır olmuş, içinde firavun
inciri bitmiş bir kilisenin içinde toprağa gömülmüş
bir hazine gördüğünü ama kendisinin rüyalara inanacak kadar aptal olmadığını söyler. Santiago her
şeyi anlar. Kiliseden kendi payına düşen altını alır
ve İspanya’ya döner. Santiago’nun yüreği neşeyle
dolar, artık bulmuştur hazinenin yerini. Tekrar aynı
kiliseye gider fakat bu sefer yanında sadece küreği
vardır. Eski İspanyol
altın parasıyla dolu
hazineyi bulmuştur.
Konumuzla ne alakası
var dediğinizi duyar
gibiyim. Ben bu romanı yıllar önce okumuştum. Daha sonra Takkeci İbrahim Çavuş’un
hikâyesini okuduğumda aralarındaki benzerliğe bakarak “Bunu
da mı biz Müslümanlardan almışlar?” demiştim. Çünkü roman
yazarı Brezilyalı ama
romanın
kahramanı
Endülüs, Mısır, Kuzey
Afrika gibi Müslüman
ülkeleri
dolaşıyor.
İçinde oldukça İslâmî
tema barındırıyor. Bu
da bu romanın bizim
kültürümüzün etkisinde kalınarak yazıldığına dair bir fikir veriyor.
Gelelim Simyacı’dan
400 sene öncesinde bize ait olan asıl
hikâyeye…
İstanbul’un Topkapı
semtinde, sur dışında, eski Edirne yolu üzerinde,
Sultan III. Selim zamanında 1591/92 yıllarında yaptırılan bir camii var: Arakiyeci İbrahim Ağa Camii...
Şimdiki adı Takkeci İbrahim Çavuş Camii.
Camiyi yaptıran Arakiyeci (keçeden takke yapan)
İbrahim Ağa, eski İstanbul’un Topkapı’sında yaşayan bir garibandı. Kendisi ne kadar fakirse gönlü o
kadar zengindi. Ördüğü takkeleri, serpuşları çarşı
pazar dolaşarak satar, karısıyla birlikte zar zor geçinirdi. Zar zor geçinirdi ya, yine de ebedî bir emeli,
büyük bir hedefi vardı: Surların kıyısına bir cami
yaptırmak istiyordu... Hep bunu konuşuyor, bunun
62
MAYIS 2013
hayalini kuruyordu. Hangi parayla cami yaptıracağını soran ve büyük emelini alaya alan tanıdıklarına
ise şu cevabı veriyordu: “İhtimaldir padişahım, belki derya tutuşa!” (Deryanın yanması bile ihtimal
dâhilindedir.) “Derya tutuşur mu be, sen bu kafayla daha çok sürünürsün!” Takkeci garibi çevresine
aldırmıyor, çok çalışıyor, üçü beşe katıp biriktiriyor,
umutsuzluğa düştüğü zamanlarda ise, “Nemrud ateşini gülistana çeviren
Allah, isterse deryaları da tutuşturur.” diye
söyleniyordu. Bir kandil gecesi, bağlı bulunduğu tarikatın şeyhi,
rüyasına girdi ve hemen Bağdat’a gitmesini emretti: “Derhal
Bağdat’a git gel.” Sebebini düşünmek, akıl
ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak,
gönül erlerinin derdi
değildir. Onlar ihlâs
ile buyruğa koşarlar.
Takkeci İbrahim Ağa
da öyle yaptı. Hemen
o gün Bağdat yoluna
düştü. Bin türlü zahmetten sonra şehre
girdi. Yorgundu, bitkindi, ama ümit doluydu. Hanın avlusundaki
tahta peykeye kıvrıldı.
Gözlerini
kapatmak
üzereyken yaşlı hancı
dikildi başına: “Hayrola yolcu, nereden
gelip nereye gidersin?”
“Darülhilâfe’den”
diye cevap verdi Arakiyeci, “Âsitâne’den,
Dersaâdet›ten geliyorum.» “Hayırdır inşaallah, geliş sebebin nedir?” Önceleri söylemek istemedi, ama
hancı o kadar ısrar etti ki rüyasını anlatmak zorunda
kaldı. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a
geldiğini duyan yaşlı hancı kahkahayı bastı: «Hay
akılsız! Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete
girilir, bunca masarif yapılır mı? Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. Rüyama giren nur yüzlü
bir ihtiyar, ‹stanbul’a git, Topkapı’daki kulübesinde
Arakiyeci İbrahim Ağa diye birinin evi var, evi bul,
odunluğunda bir küp Bizans altını gömülüdür, al
keyfince yaşa!» dedi. Ama rüya ile amel edilmez
dedim, hiç üstünde durmadım.” Hancıyı dinler-
ken, Arakiyeci İbrahim Ağa’nın gözleri parlamış,
tüm yorgunluğu geçmişti. «İşte şimdi derya tutuştu!»
diye düşünüyor, tatlı tatlı gülümsüyordu.
Gece gündüz demeden, yağmur güneş dinlemeden
İstanbul’a döndü. Nihayet İstanbul’daki evine geldi.
İlk işi kömürlüğe inip bodrumu eşmek oldu. Daha
ilk kazmada bir küp buldu. Bugün halen hizmette
bulunan Takkeci İbrahim Ağa Camii’ni inşa ettirdi.
Bir grup öğrencimizle bu camii ziyaret ettik. Oldukça güzel bir gezi idi.
Camiden içeri girdiğimizde muhteşem çini panolarla süslenmiş ana mekân karşılar bizi. Camiinin
asıl ünü bu çinilerden dolayıdır. Pencerelerin kemer tepelerine kadar muhteşem İznik çinilerini görürüz. Narçiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil,
lacivert renklerden Rumî ve Hatayî desenlerden,
pencere aralarında yer alan vazo ve çiçek buketleri
ile bezenmiş panolardan gözlerimizi alamayız. Yer
yer boşluklar görülse de tamamı çini ile kaplıdır.
Mihrap ayeti bile çiniyle yazılmıştır. Pencerelerin
kemer aynalarında ise mermerden celî sülüsle Fa-
tiha, İhlâs, Felâk ve Nas sûreleri kabartma olarak
yazılıdır. Birkaç kez hırsızların saldırısına uğrayan
camiinin çini panolarından yüzlerce kıymetli parça
çalınmış. Paha biçilmez birçok çini çalınarak yurtdışına kaçırılmıştır. Bazı panolar da sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniğiyle yapılmış yenileri
konulmuş. Bu sebeple bazı duvarlarda taklit çiniler
kullanılmış. Mahfil tavanı, dikme ve kemerlerindeki
kalem işi nakışlar da çinileri kadar etkileyici. Çatılı
olan yapı içeriden 5,50 m çapında ahşap kubbelidir.
Camii avlusunun kıble tarafındaki kapının sağına
bitişik üstü açık bir sebil, su kuyusu ve haznesi ayrıca da tek katlı ve çatılı olan Sıbyan Mektebi binası
bulunur. Doğu tarafındaki Takkeci Sokağı’nda İbrahim Ağa’nın bir diğer sebili, kendisinin ve oğlu
Halil Çavuş’un kabirleri yer alırken avlunun kuzeydoğu köşesinde ve diğer taraftaki sebilin karşısında
da Derviş Paşa’nın 1819 tarihli çukur çeşmesi yer
alır. Haziredeki 1759 tarihli Takkeci İbrahim Camii
Şeyhi Ali Efendi’nin kabir taşından ve Hadaika’daki
ifadeden camiinin aynı zamanda vakfiye gereğince
Halveti Tekkesi olarak da kullanıldığı anlaşılır.
63
64
MAYIS 2013
BAŞARILARIMIZ
BAŞARILARIMIZ
BAŞARILARIMIZ
BAŞARILARIMIZ
Fatih Mehmet Özdemir - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
BAŞARILARIMIZ
Okulumuz farklı alanlarda aldığı başarılarla adını
duyurmaya devam ediyor. Geçen yıl kazanılan başarıların ardından bu yıl da öğrencilerimiz çeşitli
kültürel yarışmalarda dereceler elde ettiler.
Okulumuz
öğrencisi
Demokratik
Kongo
Cumhuriyeti’nden İsmail Kasongo LUBABA Kutlu
Doğum Haftası münasebetiyle Fatih Müftülüğü tarafından ortaöğretim okulları arasında düzenlenen
“Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” konulu kompozisyon yarışmasında Fatih İlçe Birincisi oldu. Ali
Emiri Efendi Kültür Merkezinde düzenlenen, ilçe
protokolünün de katıldığı Kutlu Doğum açılış programına davet edilen ve programda mülki erkân ve
protokol tarafından ilgi ve takdirle karşılanan öğrencimiz ayrıca 1.500 TL’lik para ödülünün de sahibi oldu.
Çatalca İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün İstanbul il
genelindeki ortaöğretim okulları arasında Arif Nihat Asya’nın hatırasına hürmeten düzenlediği “Vatan ve Bayrak” konulu kompozisyon yarışmasında
okulumuz öğrencisi Erkam ERTÜRK yazdığı kom-
66
MAYIS 2013
pozisyonla İstanbul İl Birincisi oldu.
Öğrencimiz Ebubekir İNCESU iki ayrı yarışmada
aldığı derecelerle göğsümüzü kabarttı. Önce İstanbul İl Müftülüğünce 2013 yılı Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde İstanbul il genelindeki
İmam-Hatip Lisesi öğrencileri arasında düzenlenen
“İslâm’ın İnsan Onuruna Verdiği Değer” konulu “Hutbe Yazma Yarışması”nda yazdığı hutbeyle
ikinci oldu. Öğrencimiz Sultanahmet Camii’nde
yapılan ödül töreninde de hazır bulundu ve iki
cumhuriyet altınıyla ödüllendirildi. Ardından Din
Öğretimi Genel Müdürlüğünün düzenlemiş olduğu
“Hutbe Okuma Yarışması”nda Fatih İlçe Birincisi oldu. Daha sonra İstanbul İmam-Hatip Liseleri
bölge birincileri arasında yapılan Hutbe Okuma
Yarışması’nda okulumuzu temsil etti. Sekiz okulun
katıldığı müsabakada öğrencimiz, birinciliği elde
ederek anlamlı bir başarı kazandı.
Tüm öğrencilerimizi başarılarından dolayı tebrik
ediyoruz.
BAŞARILARIMIZ
İsmail Kasongo Lubaba - 10/D - Demokratik Kongo Cumhuriyeti
“Peygamberimiz ve İnsan Onuru” Konulu Kompozisyon Yarışması Birincisi
PEYGAMBERİMİZ VE İNSANLIK ONURU
Onur; sözlüklerde izzetinefis, haysiyet, özsaygı, şeref, erdem, gurur, saygınlık, kendine saygı duyma
ve başkalarını da kendine saygılı kılma olarak açıklanmaktadır.
Bütün insanlar hür ve haysiyet bakımında eşit doğarlar, ama yaşam boyu ya bu onur ve hürriyetlerini
kaybederler ya da onun zirvesine çıkarlar. Bu neticeye varmak, ancak hayatı anlamak, algılamak ve
tabii seyrinde yani fıtrata uygun yaşamakla mümkündür.
Hayatı fıtrata uygun ve tabii seyrinde yaşabilmek
için onu bir bütün olarak anlamalı ve algılamalıdır.
Bütün peygamberler hayatın ve insanlığın ufkudur.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ise hayatı bütün yönleriyle
anlamış ufuk insandır. O sadece hayatın ve insanlığın değil, bütün peygamberlerin de ufkudur. Bu
sebepledir ki insanlık ona ne kadar yaklaşırsa o
kadar onurlu olur; ondan ne kadar uzaklaşırsa o
kadar onursuz olur.
Çünkü o bir beşer olarak; bütün güzelliğin, iyiliğin,
idealin ve ufkun menşeidir. Allah Teâlâ ona böyle
bir özellik ve ayrıcalık vermiştir. Biz insanların da
bizlere en güzel örnek olarak gönderilmiş o yüce
şahsiyete adım adım uyarak onun o özelliğinden ve
ayrıcalığından istifade etmemiz gerekir.
***
Dünya çapında ün yapmış bazı yazarların “onur”
hakkındaki düşünceleri dikkat çekicidir:
“Onurlu insana soyağacı sorulmaz.”
(İspanyol Atasözü)
“Onurum yaşamımdır, beraber büyümüşlerdir;
onurumu benden alın, yaşamım da bitmiş demektir.”
(William Shakespeare)
“Onur; engebeli, kıyısı olmayan ada gibidir; bir kere
terk ettiniz mi bir daha dönemezsiniz.”
(Nicholas Boileau)
Evet, onurlu insana nesebi sorulmaz,
Evet, onur giderse hayat da gider,
Evet, onur kıyısı olmayan bir adaya benzer…
Bütün bunların hepsi elbette doğrudur, ama bir
doğru daha vardır ki o da onurun maalesef çağımızda ve tarihin büyük bir bölümünde sadece kâğıt
üstünde kaldığıdır.
Süslü püslü laflar söylemekle, onura güzellemeler dizmekle onur kazanılmaz ve onurlu olunmaz.
Onur, ancak onurlu düşünmek ve onurlu yaşamakla elde edilebilecek yüce bir değerdir. O değer de
özümüzde, sözümüzde, örneğimizde gizlidir.
Onur kıyısı olmayan bir adaya benzer ama insanlık
kıyısı olmayan bu adayı çoktan terk etmiş durumdadır. Terk ettiği için de bir daha geri dönmesi
oldukça zorlaşmıştır.
67
Öğrencimiz İsmail Kasongo Lubaba, Fatih Kaymakamı Ahmet Ümit Bey’den ödülünü alırken...
İnsanlığın onurla ilişkisi dün de böyleydi bugün de
böyledir.
Bu cümlelerimi biraz daha açmak isterim:
Tarihen de sabittir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
gelmeden önce insan onuruna hiç önem verilmiyordu. Kadınlara hiç saygı gösterilmiyor, önemsiz
bir mahlûkat gibi görülüyordu. Çocuklar diri diri
toprağa gömülüyor, zenginler fakirlerden üstün tutuluyor, zengin bir adam, fakir bir kimseye istediği
her şeyi yapabiliyordu. Fakirin, ezilmişin, güçsüzün
hiç hakkı yoktu.
Dünyanın değişik yerlerinde yaşayan ve çeşitli milletlere ait insanlar çok kötü bir haldeydi. Soylular,
zenginler, güçlüler hep diğerlerini eziyor ve üzüyordu. Kadınların insan olup olmadığı, içlerine şeytanın girdiği vs. tartışılıyordu. Kız çocukları namusu
lekeleyen bir varlık olarak görülüyordu.
İnsanlık, onurunu başka yerlerde, karanlıklarda
arıyordu. Oysa izzet ve onur bütünüyle Allah’ın,
Rasûlü’nün ve ona iman eden müminlerin yanındaydı. İnsanlık bu hakikatleri henüz bilmiyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) geldiği zaman bütün
68
MAYIS 2013
kötülükleri kaldırdı. Zengin ve fakiri eşit hale getirdi. İnsana insanlığını kazandırdı. O yüksek ahlâk
anlayışıyla insanlığa; kadın veya erkek olmanın
önemli olmadığını, önemli olanın kadının kadınca,
erkeğin de erkekçe ama şerefli ve haysiyetli bir şekilde ve de ancak vahyin ışığında yürümek olduğunu öğretti.
Rasûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde buyuruyorlar
ki: “Ey Eba Velid! Allah’tan kork. Çünkü sen, ihanet ederek milletten aldığın deve, sığır ve koyunları
kıyamet günü, bağrıştıkları halde yüklenip mahşer
meydanına geleceksin.”
Başka bir hadislerinde de şöyle buyurmaktadırlar:
“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü o,
kendisinden zulüm ile alınan hakkını Allah’tan ister ve Hz. Allah da hak sahibinin hakkını mutlaka
verir.”
Cahiliyenin bütün zifiri karanlığıyla hüküm sürdüğü
ortamda o insanlığa sözleriyle, davranışlarıyla ışık
oldu, nur oldu. Köleleri, kadınları, çocukları, şahsiyetini ve onurunu kaybetmiş bütün herkesi kurtardı. Kadınlara önem verdi, onları yüceltti, isimlerini
güzel kokuyla, gözünün nuru namazla aynı cümlede zikretti ve hatta ayaklarına cenneti serdi.
Bazı liderler vardır, birçok yönden başarılar elde
etmişlerdir ama birçok yönden de çok zayıf kalmışlardır. İnsanlığa en güzel örnek olarak gönderilmiş
Peygamberimiz ise her yönden üstündü ve başarılıydı. Hayatın her alanında siyasette, iktisatta, askeriyede, eğitimde, aile reisliğinde, devlet adamlığında, hak hukuk bilmede vs. her şeyde biz insanlara
örnek oldu.
Efendimiz, her yönüyle güzel bir insandı ve bizlere
örnekti. Biz insanlar iyiyi, güzeli, doğruyu ondan
öğrendik. Yazımızın konusu olan insanlık onuru,
Efendimizle bizlere gelmiştir. O varken daha başka
örmekler aramaya gerek yoktur. Çünkü o bizim tek
örneğimizdir. Üniversal güzellikler ondadır. İnsanlar bugün onurlarını ancak o güzel insana uyarak
kurtarabilirler. Sadece Müslümanlar değil, bütün insanlar böyledir. Sadece beyaz veya siyah insan değil, bütün renkler, bütün diller ve bütün dinler böyledir. Çünkü o bütün herkese doğruyu göstermek
için gelmiştir. Yanlış yolda olan herkes ona uyarsa
ancak doğru yolu bulmuş olur. Amerikan halkı, İngiliz halkı, Fransız halkı, Yahudiler, Hristiyanlar…
Herkes ona inanmalı ve onun dediklerini yerine
getirmelidir. Aslında bana göre o insanlığın büyük
onurudur. Onur, bir insanın en değerli şeyi demektir. Onursuz insan olmaz, olamaz. Şerefli bir varlık
olarak yaratılmış insan ancak yaratılış gayesinden,
fıtrî örneklikten uzak kalmakla onurunu yitirebilir.
Bu hale düşünce diğer varlıklardan bir farkı kalmaz. Hatta belki de hayvanların ve belki de cansız
varlıkların bile kendilerine ait bir onuru vardır.
İnsanlar ona uyduğu zamanlar çok mutluydu ve şerefliydi. Çünkü o insanlara insan olmayı ve onurlu yaşamayı öğretti. Dolayısıyla mutlu ve huzurlu
olmayı da öğretti. O herkesin haklarını hak bildi,
onur bildi, namus, şeref bildi. Ayaklar altına düşen
en değerli şeylerimizi alıp çok yükseklere çıkardı.
O zaten her şeyi yukarılara yükselten birisiydi.
Şimdi dünya peygamber öncesinden daha kötü
oldu, insan onuruna hiç önem verilmiyor artık, güçlüler zayıfları eziyor, çocukları öldürüyor, kadınlara
hiç önem verilmiyor, mal gibi satılıyor, zulüm ve
faiz her yerde yapılıyor artık, bira ve kumar normal
bir alışkanlık gibi görünüyor, zina utanmadan doğal
bir şey gibi gösteriliyor. Kumara şans oyunu dediler, zinaya aşk dediler, biraya kafa bulalım dediler.
Dünya’da maalesef insan onuruna aykırı olan şeyler görüyoruz. Örneğin Suriye’de ve Filistin’de insanlara zülüm ediyorlar, insan onurunu bilmedikleri
için değil önemsemedikleri içindir. Hepsi bu çünkü
Müslümanlar dünyanın hâkimi değil. Hâlbuki insan
onuru önemseyen tek milletiz, Müslüman’ız. İnsan
onurunun en büyük örneği peygamberimizdir. Vefat etti olabilir ama onun ahlakı hala elimizde ve
onun ahlakı Kur’ân’dır. Buna göre yaşarsa insan
onurunu bulacak bu dünyada.
Zafer Müslümanların olacaktır ama sünneti uygulamadığımız sürece insan onuru çiğnenmeye devam
eder. Onun sünnetine uyulsaydı Suriye’de çocuklar
ölmeyecekti, kadınlara kötülükler yapılmayacaktı.
Arakan’da insanlar ve evler yakılmayacaktı. Filistinli çocuklar yetim kalmayacaktı. Avrupa ve Amerika
ve benim ülkemin coğrafyası Afrika’da insanlık dışı
şeyler olmayacaktı. Kalpler ve ahlâklar kirlenmeyecekti.
Hayatta mutlu ve onurlu olmak için insanlığın ona,
o nura, onura ihtiyacı vardır.
69
BAŞARILARIMIZ
Ebubekir İncesu - 11/A
İstanbul İmam-Hatip Liseleri Arasında yapılan Okuma Yarışması’nda İstanbul birincisi olan öğrencimiz Ebubekir İncesu.
İNSANA SAYGI REÇETESİ
Muhterem Kardeşlerim,
Allah (c.c.), yeryüzünde halife olarak görevlendirmek üzere yarattığı insanoğluna çok büyük şeref
ve değer vermiş ve ona mükerrem varlık olma nimetini sunmuştur. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, faydalıyı zararlıdan ayırma
kabiliyetini yani akıl ve iradeyi bahşetmiştir. Nitekim insanın yaratılış sürecinden bahseden ayet-i
kerimede “Sonra onu düzenleyip ruhundan ona
üfledi ve size işitme, görme ve gönüller verdi…”
Bu ayet-i kerimede Allah (c.c.) kendi ruhundan
üflediğini belirterek insanoğluna en büyük şerefi
vermiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bu şerefi
“…Canlarınız, mallarınız, namuslarınız da mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” şeklinde
hatırlatmış ve nasıl layık olunacağını bizlere örnek
hayatıyla beyan etmiştir.
Değerli Kardeşlerim,
Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını gözden geçirdiğimizde göreceğimiz ilk husus; O’nun emir ve
yasaklarının bizim kendi insanlık onurumuzu korumamız ve diğer varlıklar seviyesine düşmememiz
için olduğudur. Zira Yüce Yaradan’ın insanoğluna
elçiler vasıtasıyla emir ve yasaklarını bildirerek onu
muhatap kabul etmesi insanoğlu için en büyük
şeref değil midir? Ayrıca hutbenin başında verilen
ayette “Biz, hakikaten insanoğlunu saygın kıldık.
70
MAYIS 2013
Onlara, karada ve denizde ulaşım imkânı sağladık;
kendilerine temiz rızıklar verdik ve onları, yarattıklarımızın çoğundan faziletli kıldık.” buyrularak
insanoğluna verdiği bunca nimetin ona verdiği değerden kaynaklandığını bir kez daha bizlere belirtmiştir.
Aziz Kardeşlerim,
Üzerinde durmamız gereken önemli konulardan
biri Rabbimizin insana verdiği bunca nimet ve değer karşısında insanın nasıl davrandığıdır. Rabbimiz
bir ayet-i kerimelerinde: “Benliğini arındırıp temiz
tutan gerçek kurtuluşa erer; onu kirletip günahlarla
örten ise gerçek ziyana uğrar.” buyurarak verilen
değerin korunmasında bize düşen vazifelerin de
bulunduğunu bildirmiştir. Çünkü Rabbinin verdiği
bunca değere karşılık meleklerin kendisine secde
ettiği bir varlığın bu seviyesini koruması gerekmektedir. Aksi ise hayvanların dahi yüzlerini çevirdikleri, hayvandan daha aşağı bir varlık haline de gelebilir.
Muhterem Kardeşlerim,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Allah Teâlâ’nın insana verdiği onuruna yakışır biçimde konuşma esnasında hiç kimsenin sözünü kesmez, hiç kimseyi
küçümsemez ve biri ona hitap ederse doğrudan o
kişiye yönelirdi.
Kardeşlerim,
Unutmayalım ki Efendimiz (s.a.v.) insanların şekillerine, renklerine ve ırklarına bakılarak ayrım yapılmasını kesinlikle yasaklamıştır. İnsan; fıtratı gereği
sürekli uyarılmaya muhtaçtır ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in içinde bulunduğu ortamda, yıldızlarım dediği o güzide ashabında bile zaman zaman
bu alanda hatalara düşenler olmuştur. Bir gün nasıl
olmuşsa olmuş, Ebu Zer ile Bilal bir konuda anlaşamamış ve Ebu Zer, Bilal’e “Kara kadının oğlu.”
demişti. Bilal onun bu sözüne alınmış ve durumu
peygamberimize bildirmişti. Peygamberimiz Ebu
Zer’i çağırarak “Sende cahiliye adetlerinden biri mi
var?” diyerek onun bu davranışını onaylamamıştı.
Ebu Zer söylediğine bin pişman olmuş hemen yüzünü yere yapıştırıp:
“Allah’a yemin ederim ki Bilal ya hakkını helal
edinceye ya da yüzüme basıp geçinceye kadar buradan kalkmayacağım!” demiştir.
Aziz ve Muhterem Mü’minler!
Nihayetinde Rabbimizin bize eşref-i mahlûkat olarak bahşettiği büyük değerleri ve verdiği bunca
nimeti hayatımızın hiçbir köşesinde aklımızdan çıkarmayalım. Rabbimiz bize nasıl değer vermişse,
Efendimiz(s.a.v.) her konuda olduğu gibi bu konuda da bize nasıl örnek olduysa, biz de diğer insanlara o şekilde muamele edelim. Rabbimizin en güzel bir biçimde yarattığı halifesini hiçbir zaman hor
görmeyelim. İnsana değer vermenin en iyi yolunun
insan haklarına saygı duymak olduğunu unutmayalım. İnsana saygının kişinin kendisine saygısı olduğunu unutmayalım.
Rabbim bizleri verdiği değere layık olanlardan eylesin. Âmin!
71
BAŞARILARIMIZ
Erkam Ertürk - 10/B
Liselerarası “Bayrak ve Vatan” Konulu Kompozisyon Yarışması İl Birincisi
TOPRAKLARI VATAN,
KUMAŞLARI BAYRAK YAPAN YÜCE DUYGU
“Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer,
Bir yıkık türbesinin üstünde Mevla titrer.”
Yeryüzünde yaşayan her canlı, huzur ve emniyet
içinde yaşayabilmek için sıcak bir yuva, sağlam
bir barınak ve güvenli bir korunak edinir. İnsanların yuvası fert olarak ev, millet olarak da vatandır.
Huzur ve emniyet bakımından evsiz yaşamak nasıl mümkün değilse, vatansız yaşamak da mümkün
değildir.
Ev olmadan fertlerin, vatan olmadan toplum ve milletlerin dışarıdan gelebilecek fikrî, siyasî, fiilî etki
ve saldırılara karşı direnebilmesi imkânsızdır. Direnebilmek ve ayakta kalabilmek bastığın yerle ilgilidir. Bastığın yer, durduğun yerdir; durduğun yer ise
dinlendiğin, dillendiğin, dirildiğin, karar kıldığın,
kendin olduğun ve kendini bulduğun yerdir.
Yüzyıllar hatta binyıllar öncesinden kendisini bulan, ara ara sarsılsa da hiç yıkılmayan bir milletin
evlatları olarak bizler, var olmak, hayatiyetimizi devam ettirmek istiyorsak üzerinde yaşadığımız topraklara sahip çıkmak zorundayız. Bu vatanın her
karış toprağı, bir anne gibi sıcak ve şefkatli, bir
baba gibi güçlü ve korunaklıdır. Hepimiz bu anne-babanın çocuklarıyız. Hepimiz bu anne-babanın
kollarında uyuruz, büyürüz, ninniler dinler, şarkılar
söyleriz. Onlar bizi besler büyütür, onlar bizi emzirir doyurur.
72
MAYIS 2013
Vatanı sevmek, kuru hamasî duygularla olmaz.
Çünkü sevgi, ancak yaşanınca samimi olduğunu
ispat edebilir. Bu nedenle sevgi; fedakârlık ister,
samimiyet ister, aşk ister, sabır ister, çalışmak ister.
Vatanı sevmek uğrunda mücadele etmeyi, adamayı
ve adanmayı gerektirir. “Su, su!” demekle susuzluk
giderilmez, “ateş, ateş!” demekle yahut “yorgan yorgan” demekle soğuktan korunulmaz; “vatan vatan”
demekle de vatan sevilmez ve vefalı bir vatan evladı olunmaz. Susayan insan suya gidip kana kana
içer ve susuzluğunu böylece gidermiş olur; üşüyen
insan ateşe gidip yahut yorgana bürünüp soğuktan
korunmuş olur; vatanı seven insan da kutsal değerler adına hareket eder, o topraklarda yaşayan bütün varlıklara yüce duygularla hizmet eder, böylece
vatana, millete ve bayrağa karşı görevlerini yerine
getirmiş olur.
“Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü.”
Bayrak özgürlüğün sembolüdür. Mavi göklerin altında, vatanın üstünde dalgalanır. Göklere uzanan
başıyla her zaman dik ve onurludur. Gök kubbe
altında en ufak bir esintide bile ürperecek kadar
hassas ve dikkatli durur, bütün vakarıyla üstünde
dalgalandığı toprak parçasını, insanıyla, devletiyle,
geçmiş ve geleceğiyle gece gündüz gözler. Vatan
da bu dik başlı keskin gözcünün bakışları altında
tarihiyle, coğrafyasıyla, dağıyla, taşıyla, deniziyle
dört bir yana uzanıp gider. Bayrak özgürlükle birlikte insan olarak, millet olarak kendini gerçekleştirmenin, rüştünü ispat etmenin alametidir. Bayrak
ve vatan bir paranın iki yüzü gibidir yahut etle kemik gibi kaynaşmıştır. Tek başlarına herhangi bir
anlam ifade etmezler.
Bayrak, kendisine hangi yüce anlamı yüklerseniz
onu taşıyabilecek güçtedir. Yerine göre nazlı bir
hilâl, yerine göre kız kardeşimizin gelinliği, yerine göre barışın güvercini, savaşın kartalıdır, yerine
göre şehitlerimizin, ölülerimizin sıkı sıkıya büründüğü beyaz kefendir. Bazen ay, bazen yıldızdır, bazen can, bazen kandır.
Bayrak nazenin bir yârdır. En sıkıntılı dönemlerde
onun etrafında kenetleniriz. Onu bağrımızda büyütürüz. Bayrak; sevdadır, mazidir, şereftir, namustur,
sevgiliye sunulan alımlı bir güldür, göklerde süzülen bir kartaldır, uğrunda ölünmeye değer varlıktır, tarihin özüdür, dosta gurur, düşmana korkudur.
Bayrak birlik ve beraberliğin, dirlik ve düzenin işaretidir. Bayrak, “tek bir hakikati” haykıran simgedir.
Her toprak parçasına “vatan” diyemeyeceğimiz gibi
her kumaş parçasına da bayrak diyemeyiz. Çünkü
onlara yücelik ve derinlik kazandıran şey maddî
olanın çok ötesinde manevî özelliklerdir. Şair Mithat
Cemal Kuntay’ın da belirttiği gibi bayrakları bayrak yapan üstünde taşıdıkları kanlardır. Kanlar bir
ideal, bir amaç, bir yüce gaye uğruna ölen canları
sembolize eder. Toprak da vatan rütbesine ancak
bir gaye uğruna ölen insanlar olunca yükselebilir.
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Bastığımız bu toprakların sıradan bir toprak parçası
olmadığını anlamak zorundayız. Bu diyarlar tarih
boyunca büyük şahsiyetlerin, evliyaların, enbiyaların kutlu mesajlarına yurt olma şerefine nail olmuş
dinî, tarihî, kültürel değerlere sahip topraklardır.
İlk yapacağımız şey, hem altında büyük ölüleri hem
üstünde büyük dirileri barındırmış ve milyonlarca
insana asırlarca sıcak bir yuva olmuş bu topraklara
hem de “yüce mesajlara” layık birer insan olmaktır.
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.”
Bu sebeple işe önce kendimizden başlamalıyız.
Kendimizi sevmeli, kendimizle barışık yaşamalıyız.
Bedenen, ruhen, aklen sağlıklı olmalıyız ki yaşadığımız bu topraklara daha fazla yararlı olabilelim.
Çünkü ancak sağlıklı bireyler sağlıklı toplumlar
oluşturabilir. Sağlıklı bireyler ancak ilerlemeye, gelişmeye açık olur. “Bir toplumun gelişmiş olmasını
ancak bireylerin sahip oldukları öz değerler belirler. Bu öz değerleri tarihin getirdiği birikimler destekler. Geçmiş ve gelecek manevi değerler bir bütün
olduğunda ise birey hayatının her aşamasında ya-
73
şadığı toprakları altında ve üstündekilerle, içinde
ve dışındakilerle bir bütün halinde doğal olarak
düşünür.” Artık bu vatanı sevme ve kalkındırma
bilinci duyularla, duygularla harmanlanmıştır ve bilinçaltına öylece yerleşmiştir.
Vatana, millete ve bayrağa sahip çıkmanın üç yönü
vardır. Bunlardan birincisi ülke insanına, ikincisi
devlete, üçüncüsü ise coğrafyaya sahip çıkmaktır.
Coğrafyaya sahip çıkmak; taşına toprağına, ormanına, suyuna, yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarına, sınır boylarına, parçalanmaz bütünlüğüne sahip çıkmak demektir. Devlete sahip çıkmak,
sistemin düzgün ve adaletli işlemesi için milletçe el
ele vermek ve onu güçlendirmek demektir. İnsana
sahip çıkmak ise biyolojik varlığına ve sosyal-kültürel değerlerine sahip çıkmak demektir. İnsanın
malını, aklını, fikrini, neslini, ırz ve namusunu, din
ve inancını korumak da doğrudan vatana, millete,
bayrağa saygıdır, hizmettir.
Bu tür bir saygı ve hizmet ise aslında bütün bu nimetleri bizlere lütfeden Allah’a ibadettir. Üç kıtada
kuzeyden güneye, doğudan batıya kadar asırlarca
at koşturmuş bir ecdadın torunları olarak bizler de
tıpkı onlar gibi insana, millete, devlete, bayrağa,
mukaddes değerlere, canlı cansız bütün varlıklara
hizmeti Hakk’a hizmet bilmeliyiz. Bu vatan evladına hizmet, bizzat vatanın ve bayrağın kendisine
hizmettir. Bu nedenle vatanla bayrak, vatanla insan,
vatanla millet birbirinden farklı şeyler değildir. Birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğerlerinin pek bir
anlam ifade etmediği ayrılmaz bir bütündür.
74
MAYIS 2013
“Sahipsiz olan vatanın batması haktır.
Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır.’’
Bu duyarlılığa sahip bir vatan evladı, kendisine, ailesine, toplumuna, vatanına ve hatta tüm insanlığa
faydalı olur. Öğrenciyse öğrenciliğini, öğretmense
öğretmenliğini, doktorsa doktorluğunu, mühendisse mühendisliğini, hukukçuysa hukukçuluğunu,
bürokratsa bürokratlığını, başbakansa başbakanlığını, her ne iş yapıyorsa onu hakkıyla yapar, işten
kaçmaz, adaletten şaşmaz.
Vatan sevgisi, sözde kalıyorsa böylesi bir sevgiye,
ne vatanın ne milletin ne de insanlığın ihtiyacı hiç
yoktur. Sanal korkular üretmek, hayalî düşmanlar
var etmek yerine daha gerçekçi olmalıyız, zihnimizi
daha ciddi, daha akıllı ve daha samimi düşüncelerle meşgul etmeliyiz.
Bu vatan ve bayrak hepimizin. Bu toprakları korumak, bayrağın özgürce göklerde dalgalanmasını
sağlamak ancak Yüce Tevhid inancına sahip olmakla mümkündür. Tevhid anlayışına sahip olunduğunda bütün bir yeryüzü tek vatan, bütün bir
insanlık tek millet, bütün bayraklar da tek bayrak
haline gelebilir. Bu, hayal değil hakikattir.
Toprağı kendi malı görmekle vatanı korumak arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak ufka ve inceliğe
sahip olmalıyız. Biz gençlere büyük işler düşmektedir. İşimiz çok, zamanımız hiç yoktur. Yolumuz
uzun ve yükümüz ağırdır. Bu şuurda bir gençlik
ancak vatanı korur ve bayrağı ilelebet dalgalandırır.
EĞİTİM-ÖĞRETİM
Burslu Öğrencilerimize Sunulan İmkânlar
Eğitim İmkânları (Barınma, yeme içme, sosyal aktiviteler)
• Üç öğün sıcak yemek
• Kütüphane
• Kapalı ve açık spor alanları
• Tarihî mekânlara ve çeşitli şehirlere gezi
• Hafızlık yapmak isteyen öğrencilere özel öğretmen
• Cuma ve vakit namazlarında imamlık imkânı
• Günlük ve haftalık çarşı izinleri
• Ücretsiz okul kıyafeti ve ders kitapları
• Bilgisayar odası, internet ve wi-fi
Burs İmkânı
Diyanet Vakfımız, burs programına kabul edilen tüm
öğrencilerin iaşe, ibate ve yol masraflarına ilave olarak
komisyon kararıyla belirlenen miktarlarda aylık burs (harçlık)
imkânı sunmaktadır.
Yaz Kampı ve Etüt
Öğrencilerimizin hem yıllık yorgunluklarını üzerlerinden
atmak hem de Türkçe, Arapça ve Kur’ân-ı Kerim
derslerini takviye etmek amacıyla ücretsiz yaz kampları
düzenlenmektedir. Bunun yanı sıra hafta içi sabah-akşam ve
hafta sonları olmak üzere etüt programları uygulanmaktadır.
Başvuru Koşulları
Uluslararası İHL programına başvuracak adaylar için aşağıdaki
şartlar belirlenmiştir. Bu şartları taşımayanların başvurusu
geçersiz sayılacaktır.
1. Ülkemizdeki ilköğretim okulunun 8. sınıf seviyesine denk
bir eğitim öğretim kurumunu en az iyi derece (70) ile bitirmiş
olmak
2. Vakıfça geçerli kabul edilen bir mazereti olmaksızın
ilköğretimden sonra öğrenimine iki yıldan fazla ara vermemiş
olmak
3. Erkek olmak
4. 01.01.1997’den sonra doğmuş olmak
5. Ülkelerindeki öğrenimleri süresince disiplin cezası almamış
olmak
6. Bedence ve ruhça sağlam olup Türkiye’de eğitim görmeye
engel herhangi bir hali bulunmamak
7. KKTC’den getirilecek öğrencilerde KKTC vatandaşı olmak
8. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmamak
İstenilen Belgeler
1. a) Öğrencinin mezuniyetini gösterir ortaokul diplomasının
aslı veya resmi kurumlarca tasdikli sureti
b) İlköğretimin 8. sınıfını iyi derecede bitirdiğine dair
(transkript) not çizelgesi, son sınıf öğrencisi ise bir önceki
yıla ait not çizelgesi
2. İlgili yurtdışı temsilciliğimiz bünyesindeki Eğitim
Müşavirliğimizce öğrencinin diploması ile ilgili olarak
düzenlenen Türkçe denklik belgesi (Bunun mümkün
olmaması halinde Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu
Başkanlığınca denkliğinin yapılması)
3. Nüfus cüzdanı aslı veya resmi kurumlarca tasdikli örneği
4. Türkiye’de sağlık yönünden öğrenim görmesine engel
bir hastalığı olmadığına dair resmi bir sağlık kurumundan
alınmış sağlık raporu
5. 6 adet vesikalık fotoğraf (4,5x6 cm)
6. Öğrenim meşruhatlı vize
7. Öğrenci velisinden Türkiye’de eğitim görmesine dair
muvafakatname
Başvuru Tarihleri
Belirtilen şartlara uygun adaylar, istenilen evrakı tamamladıktan
sonra başvuruya hazır olmuş demektir. Başvurular her
yıl nisan ayında web sitemiz aracılığıyla yapılabilecektir.
Başvuru için http://www.diyanet.org.tr adresine girerek
işlemlere başlanacaktır. İşlemler tek oturumda bitirilmeye
gayret gösterilecektir.
Mülâkatlar ve Başvuruların Değerlendirilmesi
Başvurular, online olarak doğru bir şekilde doldurulduktan
sonra Diyanet Vakfı’nın bilgi işlem sistemine düşecektir.
Komisyon ön elemeleri yaptıktan sonra adaya başvurunun
onaylandığı bildirilecektir. Başvurusu kabul olmayanlara geri
dönüş yapılmayacaktır. Başvurusu kabul olanlara ise eğitim
yılı başlamadan, ön elemenin neticesi ve evrakın ulaştırılması
gereken adres bildirilecektir. Ön elemelerin yapılmasının
ardından öğrenciler, görevlendirilecek bir heyetle mülâkata
tabi tutulacak ve bu mülâkat sonuçlarına göre kesin kabuller
yapılacaktır. Bu aşamadan sonra her bir adayın eğitime
başlayacağı tarih ve yer kendisine bildirilecektir.
Mülâkat Konuları
• Kur’ân-ı Kerim okuma ve tecvit bilgisi
• Temel dini bilgiler (iman, itikat, ibadet, siyer, ahlâk)
• Genel kültür
• Davranış gözlemi
• Eğitime ilgi
• Özel yetenek
75
MİSAFİRLERİMİZ
Nazif Demiral - Müdür Yardımcısı
Okulumuz
Dünya
Gündeminde
2010-2011 eğitim-öğretim yılında faaliyete geçen
okulumuz; % 80’i misafir, % 20’si Türk öğrenci profiliyle Türkiye’deki tek okuldur. Okulumuzda şu an
itibariyle 40 farklı ülkeden öğrenci bulunmaktadır.
Okulumuz vizyon ve misyonuyla dünyaya önder
olacak öğrenciler yetiştirme yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.
Türkiye’de çok önemli bir misyon üstlenen imamhatipler, kurulduğu günden beri hem dini hem de
pozitif ilimler alanında çok büyük başarılara imza
attı ve birçok Müslüman ülkenin dikkatini çekti.
Yerel hizmetlerini uluslararası boyutlara taşıyınca
da bu kurumlar bütün dünyanın ilgi odağı haline
geldi.
Kendi alanında Türkiye’nin ilk ve tek uluslararası okulu olma özelliğini taşıyan Uluslararası Fatih
Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi, yerli ve
yabancı basının, kurum ve kuruluşların, eğitimci ve
siyasetçilerin, bürokrat ve parlamenterlerin mutlaka
görmek istedikleri özel ve özellikli bir mekân haline geldi. Bugüne kadar okulumuzu daha yakından
görmek, tanımak ve eğitimi hakkında bilgi almak
isteyen birçok bilim-kültür-sanat ve devlet adamı
ile sivil toplum kuruluşu incelik gösterip bizleri ziyaret etti. Ziyaret esnasında gördükleri güzel ve nezih ortamlar karşısında hayranlıklarını gizleyemediler. Eğitim kalitemiz, tarihî mekânlarımız ve sosyal
ortamlarımız kendilerini çok etkiledi. Özellikle de
yerli ve 43 ülkeden gelen öğrenci arasında kısa sürede tesis olunan kardeşlik örneği, yerli-yabancı
bütün misafirlerin büyük takdirini kazandı. Okulumuzun kendileri için bir model olduğunu ve bu tür
76
MAYIS 2013
Ürdün Büyükelçisi, Amjad Adaıleh
çalışmaları başka ülkelere de götürmek gerektiğini
belirttiler.
Bu nazik ziyaretler ve takdir, şükran dolu konuşmalar için UFSM ailesi olarak bizler de çok değerli
misafirlerimize ayrı ayrı teşekkür eder, kendilerini
en kısa zamanda tekrar misafir etmekten büyük bir
onur ve mutluluk duyacağımızı özellikle belirtmek
isteriz.
Okulumuzu Ziyarete Gelen Kıymetli
Misafirlerimiz
• Mali Din İşleri ve İnanç Bakanı, Yacouba Traore
• Müslüman Filipinliler Ulusal Konseyi Başkanı,
Hon. Mehal Sadain
• Ürdün Büyükelçisi, Amjad Adaıleh
• Kazakistan Oş Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr.
Muhtar Omurzakov
• Uganda Başmüftüsü, Shaban Ramathan Mubaje
• Azerbaycan/Bakü Rusya Müftü Yardımcısı,
Ruşen Ahmedov
• Cezayir Özel Okul Müdürleri
• Dünya İslam Birliği Eğitim Sorumlusu
• Kazakistan Müftüsü
• Avusturya’da dini eğitim veren çok programlı bir
Lise Müdiresi ve Öğretmeni
Dünya İslam Birliği Eğitim Sorumlusu
Müslüman Filipinliler Ulusal Konseyi Başkanı, Hon. Mehal Sadain
Kazakistan Oş Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Muhtar Omurzakov
Mali Din İşleri ve İnanç Bakanı, Yacouba Traore
77
SPOR
Hüseyin KARA - Beden Eğitimi Öğretmeni
Spor Bizim İçin Bir
Kaynaşma
Aracıdır
Spor bizim için bir kaynaşma aracıdır. Aynı anda
farklı ülkelerin insanları aynı takımda bir araya gelerek aynı amaç ve hedefler doğrultusunda mücadele etmektedir. Sevinci de hüznü de bir arada ve
beraberce yaşamaktadır. O yüzden bizim için spor
tamamen bir araçtır, amaç değil.
Okulumuz bu yıl, liselerarası spor yarışmalarına 7
branşta 52 öğrenciyle katıldı. Bu yarışmalar sonucunda öğrencilerimiz toplam 3 kupa ve 2 madalya
kazanarak ne kadar yetenekli olduklarını göstermiş
oldular. Yalnız UFSM olarak bizler bununla yetinecek değiliz. Çünkü büyük düşünüyoruz, büyük
düşler görüyoruz. Hedeflerimiz çok büyük. Bütün
başarılara talip olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem öğretmenler hem öğrenciler olarak biz-
78
MAYIS 2013
ler bunun gayet iyi farkındayız. Her başarı göğsümüzü kabartıyor ama aynı zamanda bir başka
başarıya odaklanmamızı da sağlıyor. UFSM ailesi,
lokal başarılarla değil daha büyük başarılarla ilgilenmektedir. Tek bir alanda değil, bütün alanlarda
başarıyı yakalamanın azmi içindedir. Başarı kolektif
çalışmayla elde edilen bir neticedir. Aklen, fikren,
bedenen, gaye ve hedef olarak kendimizde muazzam bir renk, muazzam bir ahenk, uyum, insicam
ve yüksek bir motivasyon görüyoruz. Temennimiz
odur ki önümüzdeki yıllarda da başarılarımız artarak devam edecektir. Sportif alanlarımızın yetersizliği gibi, yaşamakta olduğumuz arızî engel de kolay
atlatıldığı takdirde ülke ve dünya çapında neden
başarılar elde etmeyelim?
Okulumuzun öğrenci çeşitliliğinin olması, sportif aktiviteleri de çeşitli kılmaktadır. Senenin başında yapılan “II. Geleneksel Dragon Bot
Yarışları”nda liseler kategorisinde şampiyonluğu kazandık. Bu şampiyonluğun ardından gelen güreş müsabakalarında aldığımız dereceler
bizi gerçekten çok gururlandırdı. Serbest 60 kg kategorisinde Senegalli
Muhammed Mustapha N’diaye İstanbul ikincisi, grekoromen 84 kg
kategorisinde İnguşetyalı Adam Kulbuzhev İstanbul üçüncüsü oldular.
Fatih ilçesinde yapılan güreş müsabakaları sonucunda da serbest ve
grekoromen kategorilerinde takım halinde ikinci olarak 2 kupa daha
kazandık.
Bu azim ve yetenekteki İnguşetyalı öğrencilerimiz olduğu sürece bizler
UFSM ailesi olarak daha büyük başarılara imza atacağımıza inancımız
tamdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere başarı kolaktif bir iştir. Elde ettiğimiz başarılarda idaresiyle, öğretmeniyle, öğrencisiyle bütün herkesin
katkısı vardır. Emek veren, destek olan bütün arkadaşlara teşekkür ediyoruz.
79
Mayıs 2013 Sayı: 2
“O’nun rengiyle boyandık.”
Mayıs 2013 Sayı: 2
Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Okul Dergisi
Biz Kardeşiz,
Biriz, Beraberiz

Benzer belgeler