Merhaba Sonbahar 2010 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Transkript

Merhaba Sonbahar 2010 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir
Yayına Hazırlayanlar:
Buğra ŞAMLI
Sâmiha ULUANT
Gülnar MIZRAK
Kapak Tasarım:
Havva Tûba ATİLLA
Basım:
ÖZAL Matbaası
Yazışma Adresi :
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
www.kubbealti.org.tr
[email protected]
Merhaba – Sonbahar 2010 / 1
İÇİNDEKİLER
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN
MERHABA -------------------------------- 3
DEĞİŞMEDEN GÜN OLMAZ
Gülnar MIZRAK ----------------------- 26
BİR BAYRAM HÂTIRASI
Sâmiha AYVERDİ ------------------------ 4
AVRUPA’NIN KUZEYİNDE
BİR ŞEHİR: LULEǺ
E. Yegân ERDEM ------------------------ 29
GEÇMİŞLE BUGÜNÜN UYUMLU
BİRLİKTELİĞİ: QUÉBEC ŞEHRİ
Güleda ENGİN --------------------------- 5
YİRMİLİ YAŞLARDAN ÖDÜNÇ
DÖRT KÜÇÜCÜK DENEMECİK
Selim GÖKIŞIK -------------------------- 33
DEVLET – DEVLET ADAMI
Buğra ŞAMLI ------------------------------ 7
BİLMECE - BULMACA 8 ------------ 38
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 2
Çelik BAHAROĞLU ------------------ 12
KISA KISA
Murat OKTAY -------------------------- 40
ŞİİR
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 17
ESKİ DOSTUM
Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU -------------- 41
BİR DÖNEM ROMANI:
PERTEV BEY’İN ÜÇ KIZI
Sâmiha ULUANT --------------------- 18
ŞİİR
Kerem ERDEM -------------------------- 43
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------- 22
2 / Merhaba – Sonbahar 2010
DİNLEMEK - 1
Ayşe Erdal -------------------------------- 44
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA
Dergimizin bu sayısı iki bayram arasında huzurlarınızda oluyor. Bu
vesileyle sizlerin hem geçmiş Ramazan, hem gelecek Kurban bayramlarınızı
tebrik ediyoruz.
Bilindiği üzere bayramlar geniş kitlelerin ortak sevinci nispetinde asıl
mânâsına erer. Ekim ayında Vakfımızın 40.yılı münasebetiyle bir etkinlik
düzenlenecek. Hizmetin nimet olduğuna inanan Kubbealtı gönüldaşlarının
hizmet ve gayret yolunda 40 yıl önce ettikleri ahdin tazelenmesi olarak da
görülebilecek bu gibi etkinlikleri bir nevî bayram addetmek acaba mübalağa
mı olur?
Hizmet nöbetini devralmak üzere elini uzatmış olan Kubbealtı Gençleri
ahde vefanın sayılı zaman ile kayıtlı olmadığının şuurunda olarak Vakfımızın
aziz kurucularını minnet ve tazim ile anmaktadır.
Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle…
Yayın Kurulu
Merhaba – Sonbahar 2010 / 3
BİR BAYRAM HÂTIRASI
Sâmiha AYVERDİ
Bayramlarda erkek çocuklar için en makbul eğlence, at ya da eşeğe
binerek, saatlerce sokak sokak dolaşmak olurdu. Bu eğlence, sırasında öyle
uzun sürerdi ki üstünde oturdukları eyer, bacaklarını zedeler, hatta yara
açacak hâle getirirdi.
Ata ya da eşeğe binen gençler böyle hırpalanırsa onları saatlerce taşıyan
hayvanların yorulmaması nasıl mümkün olurdu? Öyle ki, at ya da eşek sâhipleri,
âilelerinden bolca bayram harçlığı almış gençlere ses çıkarmaz, bu yorgun hayvanları
bir kenara çekerken, yenilerini delikanlılara vermekten geri kalmazdı.
Kolan salıncaklarda uçarcasına sallanmak da gene erkek çocukların
eğlenceleri arasında sayılırdı.
Bayramlarda, çocukları eğlendirmek için kurulan çadırlarda, yarısı balık, yarısı
insan olan deniz kızını gören çocuklar, görmemiş olanlardan daha çok olsa gerekti.
Genç kızlar ata, eşeğe binemezlerse de atlı karıncanın yuvarlağında, tahtadan yapma
atlar, arabalar ve otomobil şekli verilmiş daha nice oyuncaklar, onların istifadesine
açıktı. Hele beşik salıncaklar… Kız çocuklarının karşılıklı oturabildikleri beşik
salıncaklar, ileri geri gidip gelirken bir türlü sonu gelmeyeceğini zannettikleri bu
sallantı, onu idâre eden bayramcının, birden bire: “Yandı!” diyen sesi ile dururdu. Bu
sesi duyan kızlar, bunun, sıranız tamam oldu artık ineceksiniz, demek istediğini
anlamakta gecikmeyerek mahzun olurlarsa da yavaş yavaş inmeye başlarken arkada
sıra beklemekte olan grubun, onların indikleri salıncağa binmek üzere bekleştiklerini
görürlerdi. Böylece, sıralarını savmış ve bayramcıya parasını da vermiş oldukları için,
bir başka eğlenceyi gözlemeye başlarlardı.
Şu da var ki bir kısım çocuğun inip öteki kısmın binmesi için gene
bayramcının “Yandı’” diyerek sıralarını bekleyenlere fırsat vermesini bu
salıncaktan henüz inenler elbette hoş karşılamazlardı. Ne ki, bu dünyâda
insanlara: “Senin de hayat devrin tamamdır. Vazifen bitti,” dendiği zaman:
“Hiç olmazsa az daha kalmak isterim” diyenlerin, çocukların beşik salıcaktan
inmeye hoşnutlukla râzı olamayışından ne farkı vardı?
Bunun gibi, rûhen çocuk kalmışların da kendilerine “Yandı” dendiği
zaman direnmeleri herhalde yadırganmamalıdır. İşte bunlar, işin yaşta değil
başta olduğunu bir türlü anlamamakta bulunuyorlar.
4 / Merhaba – Sonbahar 2010
GEÇMİŞLE BUGÜNÜN UYUMLU BİRLİKTELİĞİ:
QUÉBEC ŞEHRİ
Güleda ENGİN
[email protected]
Amerika kıtasının en tarihî şehirlerinden biri diyebileceğim Québec
(Kebek) şehri, St. Lawrence nehrinin kuzeyinde, nehrin denize kavuşmak
üzere açıldığı bir noktada, yaklaşık 100 metre yüksekliğe sahip dik kayalık ve
falezlerin üzerinde bulunan hâkim bir tepede Fransız kolonisi tarafından
1600lü yılların başında kurulmuş. Günümüzde Kanada’nın Fransız kesiminin
başkenti olan Québec şehri, çok iyi bir şekilde korunmuş surları, burçları,
kalesi ve şatosu ile romantik, tarihî bir filmin setine benziyor.
“Nehrin daraldığı yer” anlamına gelen şehrin adı, zaman içerisinde
Qebhek, Québecq ve Québec olarak değişmiş. Arnavut kaldırımlı sokakları,
şehri kuşatmış kale duvarları, Galya mutfağı ve St. Lawrence Nehri manzarası
ile 400 yaşındaki Québec, Kuzey Amerika’nın Paris’i âdeta.
Pek çok ülkede tecrübe ettiğim gibi bir şehri tanımanın en güzel yolu
şehri yürüyerek keşfetmektir. Adını verdiği Québec eyâletinin Montreal’den
sonra ikinci büyük şehri olan Québec şehrinin özellikle sur içi diye tâbir edilen
kısmının tarihî dokusu çok iyi muhafaza ediliyor. Eski şehir olarak anılan sur
içini yürüyerek gezmek hem kolay, hem zor. Zira, sur içi aslında sadece 3
km2, ancak inişli, yokuşlu yollarını yürümek o kadar da kolay değil.
Neyse ki, turistlerin akın ettiği küçük dükkânların bulunduğu rıhtımdaki
Petit Champlain sokağından dik kayalıklar üzerine kurulmuş sur içine ulaşımı
sağlayan, Taksim-Kabataş arasındaki füniküler sisteme benzer, panoramik
tarihî füniküler sistem, özellikle turistlerin imdadına yetişiyor. Bu, aynı
zamanda eski şehre hâtıraları süsleyen bir özellik katıyor.
Québec şehrinin diğer bir güzel yönü, 400 yıllık tarihî eserlerin yanında
yer alan günümüz mimârisine ait binaların insanı hiç rahatsız etmiyor olması.
Tarihî eserlerin bol olduğu şehirlerde sanatçılar da bol oluyor sanırım. Tabii
olarak,
Québec’in
sokak
aralarında
da
ressamlar,
karikatüristler,
müzisyenlerin her biri bir köşede eserlerini sergiliyorlar.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 5
Şehirdeki önemli tarihî yapılar arasında, hâlen otel olarak kullanılan
Frontenac Şatosu, Parlemento binası, iki kere yanmış ve restore edilmiş
Notre-Dame Katedrali, Santa Ursula Manastırı ve Kuzey Amerika'nın en eski
Fransız üniversitesi olan Laval Üniversitesi sayılabilir. Paris’te bulunan meşhur
Notre-Dame Katedrali’nin aynı isimli bir benzerinin Québec’te de olduğunu
duyunca şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Fransızların damgalarını vurduğu bu
şehirde Eyfel kulesinin olduğunu bile söyleseler inanırdım herhalde.
Québec’in
sokakları
Fransız
şehirlerine
benzer
şekilde
bir
şeyler
atıştırabileceğiniz, kahvenizi yudumlayabileceğiniz ya da sokaktan geçen
insanları seyredebileceğiniz kafelerle ve butik restoranlarla dolu.
Diğer
kuzey
şehirleri
gibi
Québec’in
yazları
oldukça
kısa,
fakat
Québecliler bu kısa zaman dilimini, yeşil park ve bahçelerini çiçeklerle
süsleyerek âdeta bir şölen havasında doya doya ve zevkle yaşıyorlar. Tarihî
yapıların yanı sıra, nehir boyunca uzanan dar ovanın yükseldiği noktada yer
alan kalenin bahçesi görülmeye değer yerlerden bir diğeri.
Geçmişle
bugünün
uyumlu
birlikteliğinin
görülebileceği
nâdir
şehirlerinden biri olan Québec için söylenecek daha çok şey var aslında. Bir
gün Kanada’ya yolunuz düşerse Kuzey Amerika’nın küçük Paris’i denen bu
şehri seyahat planınıza dâhil etmeyi unutmayın. Amerika kıtasında Avrupa’dan
kareler görmenin en güzel yeri burası olsa gerek.
Bir başka seyahat notlarıyla “Merhaba”da buluşmak dileğiyle…
6 / Merhaba – Sonbahar 2010
DEVLET – DEVLET ADAMI
Buğra ŞAMLI
[email protected]
Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olarak ele alınması, birliğin
kuruluş
şartları
ve
kurucuların
târihî
geçmişlerinde
birbirleri
ile
olan
münasebetlerine bakıldığında acaba ne kadar gerçekçi kalır? Şüphesiz ki 20.
yüzyıl sadece ikincisinde elli milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuş iki
dünya savaşını içine sığdırmakla tarihin en kanlı asrı olarak hatırlanmaya
sezâdır.
Dahası,
her
iki
savaşın
da
aynı
coğrafyada
aynı
devletlerin
hesaplaşması olarak başlaması, bu bitmek bilmeyen davanın ne olduğuna dair
bir merak uyandırır. Aslında Avusturya – Macaristan veliaht prensinin suikasta
uğraması veya Polonya’nın işgal edilmesi, bardağı taşıran son damladan daha
fazla etkiye sahip değildir. Bahsi geçen bu hadiselere gelene kadarki olaylar,
siyasetler ve stratejiler silsilesine bakıldığında, tarihin başka türlü de
gelişebileceğine olan iyimserlik ister istemez kaybolur. Yüzyıllar boyunca barış
zamanlarında yapılan tercihler, benimsenen politikalar ve hedeflere varmak
için izlenen yollara bakılırsa, her iki savaşın da insanoğlunun hür iradesiyle
kendini ifna etmeye duyduğu arzunun neticesi olduğuna kanî olmak işten
değildir. Üstelik tüm bu acılar, millet ve devletlerin beka iddiası uğruna
yaşanmıştır.
Her iki savaşın sebepleri arasındaki ortak noktalardan hangisinin
çekirdeği teşkil edebileceğine biraz daha yakından bakılırsa, Almanya’nın ezelî
rakiplerine geriden yetişip onlara tahakkümünü kabul ettirme iddia ve gayreti
öne çıkar. Oysa 1880’lerde Almanya ve İngiltere arasında günümüzde de
çokça duyduğumuz bir ifadeyle stratejik bir ortaklık ve işbirliği söz konusudur.
O tarihlerde Almanya’nın Avrupa’daki topraklarınınkinden beş katı sömürgesi
vardır, dünyanın ikinci büyük ticaret filosuna sahiptir ve dünya çapında
ticaretlerini Britanya savaş gemilerinin himayesinde sürdürmektedir. Alman
deniz subayları Britanya yapısı gemilerde yetişmekte, Britanya teknik ve
taktiklerini kullanmaktadır. Her iki ülkenin denizcileri dış görünüşlerinde bile
bir kardeş kadar birbirlerine benzemektedir. Oysa Alman Kayzeri ve halkının
kafasında, neden Britanya’nın üstünlüğünün bir hakmışçasına kabul edilmesi
ve Alman İmparatorluğu’nun İngilizlerin müsamahasına sığınması gerektiği
Merhaba – Sonbahar 2010 / 7
sorusu
yatmaktadır:
Almanya’ya
ne
yararı
“Başka
ülkelerin
armağan
1
menfaatlerinin
olurdu?”
Devlet
edeceği
büyüklüğün
her
şeyden
âli
tutulması, aralarında kan bağı olan iki ülkenin taht sahiplerinde de titizlikle
muhafaza edilmiştir. İngiliz tahtında en uzun süre (64 yıl) hüküm sürmüş
idareci olan Kraliçe Viktorya, hem ana hem baba tarafından Alman olup bahsi
geçen tarihlerdeki Alman Kayzeri II.Wilhelm’in anneannesi olmasına rağmen,
bu durum İngiliz halkının kendisine olan bağlılık ve sevgisinde en ufak menfî
bir tesirde bulunamamıştır zira Kraliçe’nin tercihi her zaman Britanya’nın
çıkarları ve üstünlüğü yönünde olmuştur. İngiltere, çok iyi bilindiği gibi devlet
geleneğini sıkıca muhafaza eden ve kişilerin değil devletin devamını esas alan
bir sisteme sahip olmaya her zaman dikkat etmiştir. Nitekim, Kraliçe Viktorya
öldüğünde, cenazesini Portsmouth’a götüren yatı, ardındaki bir diğer yattan
oğlu,
yeni
Kral
Edward
takip
ediyordu.
Kendilerini
selamlayan
savaş
gemilerinin arasından geçerken Kral başı üstündeki bayrağın yarım çekilmiş
olduğunu görünce kaptana nedenini sormuş, aldığı yanıt “Kraliçe öldü,
efendim,” olunca Kral, “İngiltere Kralı yaşıyor” diyerek bayrağı tam olarak
çektirmiştir.2
Üstelik
bu
anlayış
sadece
protokol
kurallarında
kendini
göstermez. Zaten milletin ruhuna işlememiş bir “devlet” mefhumu, slogan ve
zorlamayla da yaşatılamaz. Tarihî şuurun ferdin mâneviyatına nakşettiği histir
ki şahsî menfaatleri hizmet ve ferâgat kılıcına kurban eder. Bu his, otuz altı
yaşında
Bahriye
Bakanı
olan
Churchill’i
Nelson3’un
günlerinden
kalma
4
mobilyalarla dolu Amirallik binasına gelince kendisinden geçirmiştir .
Başta da belirttiğimiz gibi Almanya’nın sürekli olarak İngiltere ve
Fransa’nın gerisinden müthiş bir kararlılık ve hızla gelerek onlara galebe
çalma
gayretine
rağmen
dünyanın
üç
Avrupa
devletinin
tamahını
doyuramayacak kadar küçük (!) olmasının arka planına baktığımızda, şahsî
tercihlerini hizmet ettiği devletine kurban etmiş bir başka devlet adamını
görürüz: 1624-1642 yılları arasında Fransa’nın başbakanlığını yapmış olan,
Kilise’nin bir prensi, Armand Jean du Plesis, Kardinal Richelieu. Modern devlet
1
Dretnot: İngiltere, Almanya ve Yaklaşan Savaşın Ayak Sesleri, Massie, Robert K. , s: 7, Sabah Kitapları,
İstanbul, 1995.
a.g.e., s: 254.
3
Oramiral Lord Horatio Nelson: Birleşik Fransız ve İspanyol donanmalarını Trafalgar koyunda mağlup
eden, bir kolu ve gözünü vatanı uğruna savaşlarda yitirmiş İngiliz deniz komutanı. Napoleon’un istila
tehdidi altındaki İngiltere’nin 1805 Ekimi’ndeki bu zaferi, denizlerde yüz yıl sürecek İngiliz üstünlüğünün
temelini atmıştır. Nelson bu savaşta ölmüş, halk zafer haberinin coşkusunu yaşarken bir yandan
Nelson’un matemini de tutmuştur.
4
a.g.e., s: 620.
2
8 / Merhaba – Sonbahar 2010
sisteminin babası olarak görülen Richelieu iş başına geldiğinde, 1618’de
Prag’da fitili ateşlenen ve insanlık tarihinin en acımasız ve en yıkıcı
savaşlarından birine dönüşen Katolikler ve Protestanlar arasındaki Otuz Yıl
Savaşları olanca hızıyla sürüyordu. Kilisenin bir prensi olarak Richelieu’nun
Habsburg Kutsal Roma İmparatoru II.Ferdinand’ın Katolik dinine hizmet etme,
Kilise’ye eski gücünü ve itibarını kazandırma ve Protestanlığı ezme adına
çıktığı sefere destek vermesi beklenirken, o, Fransız millî çıkarlarını üstün
tutmasının gerekçesi olarak şöyle der: “İnsan ölümsüzdür, kurtuluşu bu
dünyadan sonradır. Devlet ise ölümlüdür, kurtuluşu ya şimdi sağlanır veya
hiçbir
zaman.”
Ona
göre
Ferdinand’ın
yaptığı
dinî
bir
eylem
değil,
Avusturya’nın Orta Avrupa’da üstünlük sağlamak ve Fransa’yı ikinci sınıf bir
statüye düşürmek için yaptığı siyasî bir manevraydı. Bu düşünceden hareketle
devlet politikasını belirleyen Katolik Kardinal, Fransa’nın menfaatinin Orta
Avrupa iyice tükenene kadar savaşın uzamasında yattığına hükmeder ve
içeride Fransız Protestanlara ibadet özgürlüğü tanıyarak Orta Avrupa’yı
parçalayan iç karışıklıklara karşı ülkesini korurken, dış politikada Protestan
hükümetler ve Osmanlı Devleti’yle de anlaşmalar yaparak Fransa’nın siyasî
yalnızlığına son verir. Uzatmak için her fırsatı kullandığı hâlde fiilen dâhil
olmadığı savaşta Almanya harap olurken, Fransa savaşın on yedinci yılına
kadar bir kenarda bekler ve vakti gelince nihaî amacına ulaşmak için
Protestan prenslerin yanında savaşa girer. 1648’de savaşa son veren
Westphalia Barışı yapıldığında artık Avrupa’da sözü geçen devlet, topraklarını
büyük ölçüde genişleten Fransa’dır. Richelieu, Fransa adına ne derece başarılı
sayılırsa, politikaları Orta Avrupa için tam tersi neticeler vermiştir. Birleşmiş
bir Orta Avrupa’dan çekinmesi ölçüsünde daha yıkıcı hâle gelen siyaseti,
Alman birliğini iki yüz yıl geciktirmiştir. Nitekim, Otuz Yıl Savaşları’nın ilk
evresi, İngiltere’nin Normandiyalı bir hanedanın, Fransa’nın da birkaç yüzyıl
sonra Capetlerin vesayetleri altında ulus-devlet olmalarına benzer şekilde
Habsburgların da Almanya’yı kendi hanedanlıkları altında birleştirme çabası
olarak görülebilir. Ancak Richelieu buna engel olmuş ve Almanya birbirlerine
rakip ve bağımsız üç yüzden fazla özgür prensliğe bölünmüştür. Richelieu’dan
sonra bu bölünmüşlük yüzünden Almanya birçoğu Fransa tarafından başlatılan
Avrupa savaşlarının savaş meydanı hâline dönüşmüş ve bu şartların dayattığı
geri kalmışlıkla Avrupa’nın denizaşırı sömürgecilik akımının ilk dalgasını
Merhaba – Sonbahar 2010 / 9
kaçırmıştır1. Ulus-devlet vasfını kazandığı zaman ise belki de bu tarihî mirasın
bilediği hırçınlık ve tekâmül etme fırsatı bulamamış bir milliyetçilik yüzünden
yüzyılın en büyük felaketleri yaşandı.
Almanya’nın 19. yüzyılda birleşmesini sağlayan, devrin ve tarihin en
büyük devlet adamlarından Bismarck olmuştur. O, her şeyden evvel tüm
Alman
prensliklerinin
Prusya
hâkimiyeti
altına
girmesini
temin
etmek
istiyordu. Böylece o zamana kadar prenslikler üzerinde kendine bir hâmi rolü
biçen Avusturya’nın gölgesinden kurtulmak
mümkün olacak ve bunun
ardından Almanya’nın üstünlüğü bir gerçeklik kazanabilecekti. Prusya’nın
yüksek
disiplinli
üstün
savaş
gücünü
acımasızca
bu
hedef
yönünde
kullanmaktan çekinmeyen ve dış politikada çok dikkatli adımlar atan dâhi bir
stratejist ve taktisyen olan Bismarck, Prusya başbakanı olduktan sadece altı
ay sonra 400 yıl boyunca Danimarka tarafından yönetilmiş bulunan iki Alman
dükalığı Schleswig ve Holstein üzerine çıkan bir krizi bu toprakları Prusya’ya
katmak
için
bir
fırsat
olarak
gördü.
Aslında
bu
dükalıklar
kendi
bağımsızlıklarını istiyorlardı ve o bölgede yaşayan Almanlar da bölgesel
milliyetçilik hisleriyle doluydular. Oysa Bismarck’ın politikası, söz konusu olan
Alman millî menfaatleriyse çok açıktı, (kendi bağımsızlıklarını elde edemediler
diye) “Holstein’deki Almanların mutlu olup olmadıkları bizi ilgilendirmez.”
diyordu. Zamanla tüm bağımsız prenslikler Prusya’ya boyun eğmişler ve
Prusya önce Avusturya’nın vesayetinden kurtulmuş, Holstein zaferinden
sadece sekiz sene sonra da Fransa’yı mağlup ederek, Paris’te boyun eğdiren
bir anlaşmayı imzaya mecbur bırakmıştır. Tarihin ne tuhaf bir cilvesidir ki
birleşmiş Alman İmparatorluğu, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı
Salonu’nda, Paris’i döven topların gürültüsü camları sarsarken ilan edilmiştir 2.
Devlet adamlığı namına adını Türk tarihine altın harflerle yazdırmış,
Alpaslanlar, Kılıçaslanlar, Osman Beyler, Fatihler, Yavuzlar, Mustafa Kemaller,
Sokollular, Köprülüler gibi adı sanı bilinenler kadar, devlet uğruna gözünden
taht hırsını silerek nefsine değil, devletine hizmeti seçmiş Yakutlu Beyler gibi
“Devlet-i ebed müddet” düsturunu benimsemiş daha nice kitle fedaîsi
olmasaydı hiç şüphesiz bugün bir Türkiye Cumhuriyeti de olmazdı. Devlet
adamlığı, seçim veya atamayla edinilen mevkiye benzer bir vasıf değildir,
târihin yalan söylemeyen ağzı bu pâyeyi hak edene tarafsızca verir. Devlet
1
2
Diplomasi, Kissinger, Henry, s: 44-50, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1998.
Dretnot, s: 68.
10 / Merhaba – Sonbahar 2010
adamlarının tercihleri kendi devletlerini olduğu kadar ilişkide oldukları dünyayı
da şekillendirir. Üstünlük uğruna savaşı göze almak, târihin vazgeçilemeyen
bir hâkikatı olagelmiştir. Eğer bu gerçeğe uygun hareket etmeselerdi,
Türklerin zamanla tıpkı Peçenekler veya Uzlar gibi başka kavimlerin içinde
eriyip kaybolmaları mukadderdi. Bizim için iftihar vesilesi odur ki, Türk devlet
adamlarının tercihleri, kendimize ve hükmettiğimiz topluluklara yıkım, dehşet
ve zulüm değil; adalet, huzur ve barış getirmiştir.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 11
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 2*
Çelik BAHAROĞLU
[email protected]
ART NOUVEAU ve İSTANBUL
Kelime mânâsı “Yeni Sanat” olan bu Fransızca sözcük 19. yüzyılın sonu
ile 20. yüzyılın başında yaklaşık 25 yıl sürmüş olan bir sanat akımına verilen
isimdir. Avrupa’da ortaya çıkışıyla ilginç bir eşzamanlılıkla İstanbul’da da
yaygınlaşmıştır1.
Art Nouveau akımı, 19. yüzyılın son çeyreğinde özellikle sanayileşmiş
ülkelerde ortaya çıkmıştır. Akımın oluşması ve üzerine oturduğu kurgu,
sanayileşmeden
kaynaklanan
problemler
ile
ilgilidir.
Sanayi
karşısında
geçerliliğini ve değerini kaybeden zanaatkârlığın durumunu inceleyen çeşitli
yazar ve mütefekkirlerin çalışmaları ve İngiltere’de ortaya çıkan “Arts and
Crafts” isimli topluluğun eserleri ile yapı alanında yeni malzeme ve tekniklere
karşın geleneksel kalıplara ve formlara bağlı olmanın yol açtığı tutarsızlıklar,
bu sanat akımının doğmasına sebep olmuş, buna rağmen akım zaman içinde
sanayileşmenin imkânları ile beslenerek gelişmiştir.
İngiltere’de Modern Style adıyla başlayan Art Nouveau hareketi hemen
Fransa
ve
Belçika’ya,
oradan
Hollanda’da
Nieuwe
Kunst,
Almanya’da
Jugendstil, Avusturya’da Secessionsstil, İtalya’da Stile Floreale ve İspanya’da
Modernismo gibi farklı isimlerle diğer Avrupa ülkelerine geçmiştir. Bu
bakımdan Art Nouveau uluslararası sanat akımı tanımına uyan ilk eğilim
olmuş, tüm 19. yüzyıl boyunca benimsenmiş olan eski ve tarihî üslûpları
yeniden canlandırma ve yineleme anlayışından farklı olarak yeni ve çağdaş
olmayı önermiştir2.
*
1
2
Geçen sayımızda Mîmârî Hasbihâller köşesinde yer verdiğimiz yazının başlığı "Saint
Antoine'nin Düşündürdükleri" olup teknik bir aksaklıktan ötürü basılmamıştır. Yazarından
ve okurlarımızdan özür dileriz.
TMMOB Mimarlar Odası, UIA 2005 Kongre ve Konferansları, Yeni Sanat (1890 – 1930)
Avrupa’dan İstanbul’a Art Nouveau Sergisi Katalogu, 30.6– 31.7 2005, İstanbul.
Batur, A.; (1996), “Art Nouveau” Mimarlığı ve İstanbul, Mimarî Akımlar 1, Yapı’dan
Seçmeler 8. Cilt, YEM Yayınları, İstanbul.
12 / Merhaba – Sonbahar 2010
Resim 1: Tassel Evi1
Art Nouveau mîmârîsinin en tanınmış örnekleri arasında Brüksel’de
Viktor
Horta’nın tasarladığı Tassel Evi,
Olbrich’in Viyana’da tasarladığı
Secession Evi, Glasgow’da Charles Rennie Mackintosh tarafından yapılan
Glasgow Sanat Okulu ve Barselona’da Gaudi’nin yaptığı Sagrada Familia
Kilisesi gibi yapılar sayılabilir.
Avrupa’da üslûp olarak o zamana dek bilinmeyen ya da sıra dışı olarak
kalmış, klasik ve akademik çizginin dışında tutulmuş Antik Girit ve Minos
kültürü gibi çeşitli kaynaklardan esinlenen Art Nouveau özellikle Japon grafik
sanatının çiçeksi bezemeleriyle birleşen çizgisel düzenlemele-rinden çokça
etkilenmiştir. Modern çağın ilk üslûbu olarak kabul edilen bu akım yapı
tasarımında asimetriye, geometrik olarak tanımlanması zor olan tipoloji dışı
planlamaya, kütlede serbest çıkmalara, bezemede coşkun bir eğrisellik ve
çizgiselliğe, kıvrım ve bükümlere, doğaya ve doğanın akıcılığına eğimli bir yapı
tasarımı anlayışı geliştirmiştir2.
1
2
a.g.e.
a.g.e.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 13
Art Nouveau’nun ortaya çıkıp geliştiği yıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş öncesi dönemine rastlamaktadır. Osmanlı başkenti tıp ya da
askerlik gibi alanlarda Avrupa’dan gelen uzmanlara alışıktır. Ama mimarlık 19.
yüzyılın başına kadar yerli sanatçıların alanı olarak kalmıştır. Bununla birlikte
batıya
açılmaya
başlayan
imparatorlukta
yeni
mîmârî
program
ve
kavramların, yeni tekniklerin, yeni model ve biçimlerin mimarlık gündemi-ne
girmesiyle yabancı mimarlara ihtiyaç ortaya çıkmış, böylece Sanâyi-i Nefîse
Mekteb-i Âlisi kurulup mimarlık eğitimi verilmeye başlanılana kadar yaklaşık
bir asır boyunca yapı alanı yabancı mimarları ağırlamıştır 1.
Resim 2: Markiz Pastanesi’ndeki çini duvar panosu2
Art Nouveau, İstanbul mîmârîsine yüzyıl dönümünde katılır. Bu akı-mın
sanayi toplumu anlayışının henüz yerleşmediği Osmanlı Devleti’nde Avrupa’da
olduğu gibi sanayi ve makinenin ezdiği ya da yozlaştırdığı zanaat – sanat üzerine
bir tartışma ile geliştirilmediğine kesin gözü ile bakılabilir 3.
1
2
3
a.g.e.
a.g.e.
a.g.e.
14 / Merhaba – Sonbahar 2010
Art Nouveau estetiğinin ve beğenisinin İstanbul’a giriş kanalları ara-sında
o dönemde yayınlanan kadın dergileri, büyük lüks mağazalarda satı-lan ithal
günlük kullanım eşyaları bulunur 1. Özellikle Galata ve Pera bölge-si şehrin
modernleşmesinde ayrıcalıklı bir deney alanı konumundadır ve Art Nouveau
üslûbu yapı alanında bu bölgeden başlayarak şehre katılmıştır2.
Batur’a (1996) göre İstanbul’da Art Nouveau üslûbunun uygulamalarında başlıca iki dönem görülmektedir.
Birinci dönem 1900 ile 1915 yılları arasını kapsamaktadır ve Art
Nouveau’nun özgün akademik eğitim görmüş profesyonel mimarlar tarafından
benimsenip uygulandığı bir zaman dilimini ifâde etmektedir. Bu dönemde Art
Nouveau’nun kullanıldığı cami, türbe, çeşme, müze, okul, anıt, resmî yapılar,
konutlar, oteller, saraylar gibi çeşitli yapı türlerinde belirli bir profesyonel
kalite gözlenebilmektedir.
İkinci dönem ise İstiklâl Harbi’nden 1930’lara kadar sürmekte ve
profesyonel mîmârîden farklı olarak örgün eğitimden geçmemiş, usta – çırak
ilişkisi ve uygulama içinde yetişmiş yapı ustalarının ürünü olan anonim
mîmârîyi tanımlamaktadır3.
Resim 3: D’Aronco – Beşiktaş Şeyh Zafir Efendi Kompleksi –1903 - 19044
1
2
3
4
a.g.e.
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
Batur, A.; 1994, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Art Nouveau Maddesi, Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul.
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mîmarîsi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 15
İstanbul mîmarlığı içinde ve metropoliten kent alanında Art Nouveau
akımı Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilişinde, İttihat ve Terakki Partisi’nin
politik yükselişinde, Cumhûriyet’in kurulmasında ve başkentin İstanbul’dan
Ankara’ya taşınmasında uzun süre yaşayan ve ayakta kalabilen bir mîmârî
üslûp olarak yer almıştır1. Avrupa’da ulaştığı her kültürde kendine özgü bir
biçimde ortaya çıkması gibi İstanbul mimarisi ile yoğrularak farklılaşmış ve
İstanbul’a özgü bir özellik oluşturmuştur. David Gabhard’ın 1967 tarihli
makalesinde belirttiği gibi dünyada İstanbul bu mîmârî akımın en fazla
örneğini bulunduran kent konumundadır2.
Resim 19: D’Aronco – Nazime Sultan Yalısı – 1901 - 19023
1
2
3
a.g.e.
a.g.e.
a.g.e.
16 / Merhaba – Sonbahar 2010
ŞİİR
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
KARAMSAR GÜNLER
Karanlık günlerde
Kapkara açan güllerle sınandı sabrım.
Tövbeler nedametsiz
Gökler merhametsizdi.
İsyan, göğsümde diken diken
kanayan bir yara…
Hüznü bunca koyu demleyen hayat,
Sanki baldırandı ağzımda.
Anlamlarını eğip büktüğüm
Güzelliğini kırıp döktüğüm
Kelimeler
Sükûttan dağların ardında kaldı.
Umut kervanı hep susuz çöllerde
Uğursuz yerlerde dolandı.
Ve yağmalandı.
Karanlık günlerde
Kapkara açan güllerle sınandı sabrım.
Tövbeler nedametsiz
Gökler merhametsizdi.
İsyan, göğsümde diken diken
kanayan bir yara…
Şafağı bunca kızıl kanatan hayat,
Hain bir bıçaktı sırtımda.
Renklerini silip bozduğum
Güzelliğini yakıp yıktığım
Kelebekler
Çelikten kozalarında mahpus kaldı…
Merhaba – Sonbahar 2010 / 17
BİR DÖNEM ROMANI: PERTEV BEY’İN ÜÇ KIZI
Sâmiha ULUANT
[email protected]
Pertev
Bey’in
yıllarımdayken
karıştırdığım
Üç
evimizin
bir
sırada
Kızı…
Ortaokul
kütüphanesini
elime
geçen
ve
sonrasında bir solukta okuduğum Münevver
Ayaşlı’nın son derece akıcı bir Türkçe’yle
yazmış olduğu romanı… Aradan geçen yıllar
içerisinde dönüp dönüp tekrar okuduğum bu
nehir
roman,
eserleri
Ayaşlı’nın
arasında
bende
bütün
apayrı
kıymetli
bir
yere
sahiptir.
Bazı
romanlar
okuru
önce
anlamlandıramadığı bir şekilde içine çeker.
Okurla roman hatta romancı arasında bir bağ
oluşur. Böyle durumlarda bu etkilenmenin nedenini sorarım kendime hep.
Pertev Bey’in Üç Kızı romanını düşündüğümde ise bu etkilenmede romanın
sahip olduğu güçlü kurgu ve romancının dili ustalıkla kullanışının yanında,
anlattığı dönem ve yarattığı karakterlerinin yapısının da çok önemli bir rolü
olduğunu hissederim. Öyle bir dönemdir ki bu, bir imparatorluk çökmekte ve
dolayısıyla asırların meydana getirdiği bir kültür, bir hayat tarzı, yerini
bambaşka bir anlayışa bırakmaktadır. Sancılı, sancılı olduğu kadar hüzünlü ve
zorlu olan bu süreç, romanda toplumsal yönleriyle verildiği gibi değişen hayat
algısı da eski ve köklü bir İstanbul ailesinde, aile fertleri arasında kendini
gösterir. Süreç o kadar hızlı yaşanmakta, değişim o kadar çabuk olmaktadır
ki, bu çatışma kuşaklar arasında yaşanmakla kalmayıp kardeşler arasında bile
varlığını hissettirmektedir.
Tanzimat’tan beri Fransız ve İngiliz kültürü ile yetişmiş olan Miralay
Pertev Bey ailesinin üç kızı vardır. En büyükleri olan Selmin piyano çalan,
Alfred de Musset şiirleri seven, Chopin’e hayranlık duyan bir genç kızdır.
Kalabalık bir ailede nineler, dadılar elinde yetişmiştir. Buna rağmen romanın
ilerleyen bölümlerinde annesi ile birlikte eski kültürün izleri en belirgin şekilde
kendisinde ortaya çıkacaktır. Ortanca kardeş Berrin ise Alman mürebbiyelerle
18 / Merhaba – Sonbahar 2010
yetişmiştir. Rasyonel ve güçlü bir kimliğe sahiptir. Düşünceleri ve kitapları ile
tek başınadır. Annesi ve ablası, genç bir kadının çalışması hatta yalnız başına
sokağa çıkması fikrine bile alışık değilken o, okuyup doktor olur. En küçük
kardeşleri Nermin ise yeni kurulmuş olan ülkenin yarattığı genç kızlardandır.
Üç kardeş birbirine sevgiyle derinden bağlı ama bir o kadar da birbirlerine
uzaklardır aslında.
Romanda kişi sayısı oldukça fazladır. Genel olarak iki temel noktada
ayrılan kişiler, Osmanlı kültürünü temsil eden geleneksel yapıya alışmış,
yeniye uyum sağlamakta zorlananlarla, yeni yapılanmanın doğurduğu modern
cumhuriyet çocuklarıdır. Roman kişilerinin adları da bu doğrultudadır. Bir
tarafta Karanfil Kalfa, Selmin Hanım, Pertev Bey, Hâlet, Nuhbe Hanımefendi
ilk gruptaki kişileri oluştururken diğer tarafta Baskın, Ayten, Ergüç ailesi yeni
Türkiye insanını temsil etmektedir. Geleneksel ve modern hayat algısı,
romanda İstanbul ve Ankara yaşantısı ile de verilmektedir.
Osmanlı’nın yıkılış yıllarından başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşu, Halk
Partisi ve Demokrat Parti dönemini de kapsayan uzun bir zaman dilimini ele
alan roman, 1910’lu yıllardan 1960’lı yılların sonuna kadar olan dönemi
anlatır. Roman kahramanların yanı sıra; Mustafa Kemal Paşa, İsmet İnönü,
Adnan Menderes, Celâl Bayar gibi devrin önemli devlet adamları da romanda
bahsi geçen kişilerden bazılarıdır. Kendisi de bir İstanbul hanımefendisi olan
Münevver Ayaşlı, sık sık romanda kendini belli ederek dönem ve yaşanan
tarihi olaylar karşısındaki şahsi görüşlerine yer vermekten çekinmez. Bunu da
romanın kurgusu ve olayların akışını bozmadan büyük bir ustalıkla yapar.
“Yalnız
lisanından,
Nermin
mi?
edebiyatından,
Bütün
Türkiye
an’anesinden,
1929
senesinde
tarihinden
kopmuş,
yazısından,
kökünden
kopmuştu. Köksüz, mazisiz, an’anesiz, edebiyatsız, tarihsiz ve sahipsiz
oluvermişti. Harf inkılâbı; koca Türk çınarını yıkmış, onu bir mantar gibi
köksüz hâle getirmişti. Kitab-ı Mukaddes, manevî keşmekeş ve felâket olarak
Babil’deki lisan hercümercini anlatır. Kimse kimseyi anlamayan bir belde; ana
evladı evlat anayı, sevgililer birbirlerini anlamıyorlar, ifade ve lisan anlaşılmaz
bir hale gelirse hâliyle zekâ da felce uğruyor. İşte bu Bâbil felâketi, misli
başka bir yerde gösterilemeyecek keşmekeş, modern zamanlarda yalnız
Türkiye’nin başına geldi. Kökünden söküldü ve bütün bir millet kendi yazısını
okuyamadı. Kendi lisanını anlayamadı, kendi kişileriyle bile konuşamadı,
anlaşamadı… (S.134)”
Merhaba – Sonbahar 2010 / 19
“İşte her şeyde olduğu gibi Türk komünistlerinin dramı da bu idi. Asıl
değil hepsi ve her şey taklitti. Türk komünistlerinin hemen hemen hiçbiri işçi
sınıfından değildi. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere İşçi Partisi Başkanı
Mehmet Ali Aybar da asil, daha doğrusu yüksek ve refahta bir burjuva
sınıfına,
büyük
memur,
yüksek
rütbeli
subay
sınıfına
mensup
idiler.
Müdafaasını üzerlerine aldıkları sınıfı tanımıyorlar, onun çektiği acıların
hiçbirini çekmemişler, tatmamışlardı. (S. 405)”
Ayaşlı, devrin önemli olaylarının yanı sıra eski İstanbul kültür ve yaşayışı
hakkında da zaman zaman bilgi vermekten geri kalmaz. Bunu da kuru bir bilgi
verme ya da olayları kesip araya girme şeklinde değil üslubu bozmadan çok
zarif bir şekilde yapmayı başarır.
“Osmanlı kültürünü bilmeyen ve Osmanlı hanımefendisini tanımayanlar
tülbentin Osmanlı hayatındaki mevkiini bilemez, tahmin edemezler. Tülbent
başlı başına bir kuvvet, vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Evvelâ tülbentin iyisi nerede
satılır bunu bilmek lâzımdı. Yıkamasını, ütülemesini de bilmek ve buna itina
etmek gerekirdi. Tülbent bohçası, o da çok mühimdi. İçinde lavanta çiçeği
torbası eksik olmazdı. “ (S.13)
Derin bir tarih bilgisine vâkıf olan Ayaşlı; ait olduğu kültürü çok iyi
tanıyan, ona sahip çıkan bir yazar olarak bu romanında başarılı bir üslupla
herkesin çok iyi bilmesi gereken bir döneme ışık tutuyor. Dönemin etkilerini
hem bireysel hem de toplumsal yönde ele alarak romanına çok gerçekçi bir
tarihi fon oluşturup roman kişilerini de bu fona ustalıkla yerleştiriyor.
1906 yılında doğup 1999 yılında aramızdan ayrılan Ayaşlı, neredeyse bir
asra yaklaşan ömründe;
Dersaadet, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim,
Teşrini Sani ve Ötesi, Kıbrıs ve Fetvası, Vaniköyü’nde Fazıl Paşa Yalısı gibi pek
çok esere de imza at-ıştır. Vaniköyü’nde Fazıl Paşa Yalısı incecik fakat çok tatlı
bir üslupla kaleme alınmış bir başka romanıdır. Bu romanda da eski İstanbul;
konakları, yalıları, insanları ve medeniye-tiyle karşımıza çıkar. Yazarın bu
dönemi bizzat yaşayan bir insan olması da romanın gerçekçiliğini ve etkisini
arttırır. Romanlarının yanında, edebiyatımızda eksikliği fazlasıyla hissedilen
hatıra türünde de eserler veren Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim
adlı eseri herhalde herkesin kütüphanesinde bulunması gereken kitaplardan
biridir.
20 / Merhaba – Sonbahar 2010
Kütüphane demişken, maalesef evlerinde kütüphane olan insanlarımız
artık azınlıkta kalmışken acaba kaç genç okur Münevver Ayaşlı ya da onun
gibi derin bir entelektüel birikime sahip yazarlarımıza ulaşma imkânını
taşıyor? Büyük kitapçılarda bile böyle yazarların eserlerini bulabilmek için de
epey çaba sarf etmek gerekmiyor mu? Timaş Yayınevi, 2005 yılında Münevver
Ayaşlı’nın tüm eserlerini yeniden basarak okurlara bu büyük yazara yeniden
ulaşma fırsatını sundu. Artık emsali pek görülmeyen bu eski zaman
insanlarının yazdıklarını okuyabilmek bir şans…
Yaşadığımız çağın getirdiği sıkıntılardan, bazen de günlük hayatın
üzerimizde yarattığı baskı ve stresten kaçıp artık mazide kalmış ve bir daha
geri gelmeyecek olan o tatlı ve zarif günlerin güzelliğine sığınmak, Ayaşlı’nın
satırları arasında kaybolmak insanı ferahlatıyor, içinde yaşadığı zamanın
kirinden pasından arındırıyor sanki…
Merhaba – Sonbahar 2010 / 21
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
CHRISTOPHER NOLAN DOSYASI
Filmcinin Seçtikleri köşesinde, hayranlarının ve takipçilerinin sayısını her
filmiyle adeta katlayan, son yılların dâhi yönetmeni Christopher Nolan
dosyasını açıyoruz. Hayâl gücü ve zekâsı ile sivrilen yönetmenin bu sayımızda
ele alacağımız ilk filmi, 2005 tarihli “Batman Başlıyor”. Filmin ve yönetmeninin
farkını ortaya koyabilmek için daha önce çekilmiş olan diğer yakın tarihli
Batman filmleri ile kısa bir karşılaştırma yapmanın faydalı olacağını düşündük.
Gelecek sayıda mercek altına alacağımız film ise, şimdiden efsane hâline
gelen “Kara Şövalye”.
BATMAN BAŞLIYOR
Orijinal ismi: Batman Begins
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan, David S. Goyer
Oyuncular: Christian Bale, Michael Caine, Liam Neeson, Gary Oldman,
Morgan Freeman, Katie Holmes, Cilian Murphy, Ken Watanabe
Notu:     
Hedef kitlesi: Kendi gerçekliğini kuran filmleri seviyorsanız; bilinen
hikâyelerin
yeniden
yorumlanmasını
heyecan
verici
buluyorsanız;
“Akıl
Defteri”ni (Memento) seyredip hayran kaldıysanız; Nolan’ın adını çok duyup
neyin nesidir diye merak ediyorsanız; ya da sadece sinema tarihine geçmiş
efsane filmleri seyretmeye meraklıysanız, bu film tam size göre.
Bob Kane’in yarattığı Batman karakteri ve onun maceraları DC Comics’in
sayfalarında efsane bir çizgi roman serisine dönüşmüştü. Bu hikâye elbette
Hollywood’un
dikkatinden
kaçmadı
ve
muhtelif
yönetmenler
tarafından
defalarca filme alındı. Bu filmler içinde, yakın tarihli olmaları itibarıyla en çok
bilinenler
ve
hemen
akla
22 / Merhaba – Sonbahar 2010
gelenler,
şüphesiz
Tim
Burton’un
ve
Joel
Schumacher’in filmleri oldu. Tim Burton’un 1989 tarihli “Batman” filminde
Batman’ı Micheal Keaton canlandırdı. Oyuncunun talihsizliği, unutulmaz ve
akıllara zarar Joker yorumu ile Jack Nicholson’un filme feci şekilde damgasını
vurması oldu. Ancak bu film, Joker’in Batman’ı sönük bırakacak kadar
yıldızlaştığı ve ön plana çıktığı son Batman filmi olmayacaktı (bkz.: “Kara
Şövalye”).
Yine Tim Burton’un yönetmenliğini yaptığı 1992 yapımı “Batman’ın
Dönüşü”,
Kedi
Kadın
(Michelle
Pfeiffer)
ve
çizgi
serinin
en
karanlık
karakterlerinden Penguen (Danny De Vito) gibi iki sağlam kötü karakterin yer
aldığı, dolayısıyla Batman’ın (Michael Keaton) yine oldukça geri planda kaldığı
bir film oldu. Bunun sebeplerinden biri senaryonun ağırlık merkezine yönelik
tercihler, diğeri ise Danny De Vito ile Michelle Pfeiffer’in ekran karizmalarının
Michael Keaton’ınkinden baskın çıkması idi. Dolayısıyla Burton’un filmleri,
isimleri aksini söylese de, aslında Batman’ın baş düşmanlarını odağına alan
filmler olarak değerlendirilebilir.
Her iki film de kadrolarında yer alan prestijli oyuncularla güçlü bir çekim
merkezi yarattılar. Yönetmenin “Noel Gecesi Kabusu”, “Edward Makaseller”,
“Ölü Gelin” gibi şaheserlerinden de çok iyi tanıdığımız, gotik atmosferler ve
grotesk karakterler yaratmaktaki eşsiz başarısı, karanlık hikâyeleri daha da
karartan üslûbu ve bu hikâyelere çok yakışan kara mizah anlayışı ise, Batman
karakterine,
onun
aklın
sınırlarını
zorlayan
düşmanlarına
ve
bu
sınır
tanımayan, katıksız kötülere ev sahipliği yapan Gotham şehrine çok yakıştı.
Joel Schumacher’in 1995 yapımı “Batman Daima” ve 1997 yapımı
“Batman & Robin”ini seyrettikten sonra, Burton’un bir Batman projesini
emanet etmek için ne kadar doğru bir seçim olduğu sanırız daha iyi
anlaşılmıştır. Schumacher’in Batman yorumunu üç kelime ile özetlemek
gerekirse
ciddiyetsiz,
karikatürize
ve
derinliksiz
olduğu
söylenebilir.
Yönetmenin karaktere bakışındaki bu çarpıklık, abartılı canlı renkler kullanarak
(niyeyse) daha da vurguladığı çizgi film estetiği ve oyuncu tercihleri ile
birleşince
(mesela
Bulmacacı
karakterini
Jim
Carrey’e
emanet
ederek
karikatürleştirme durumunun altını kalınca çizmesi), ne serinin orijinali ile, ne
de Batman karakteri ile bağdaşan filmler ortaya çıktı. Schumacher’in bu
yaklaşımı bir Süpermen filminde çok büyük bir sorun teşkil etmeyebilirdi.
Ancak Batman’ı diğer süper kahramanlardan önemli ölçüde ayıran bazı temel
meseleler
var
ki,
hiçbir
yönetmenin
Batman’ı
bunlardan
tamamen
Merhaba – Sonbahar 2010 / 23
soyutlayarak film çekmesi mümkün değil. Nitekim bu meseleler işin içine
girdiği için sonuç, tabiri caizse melez filmler oldu ve bunlar yerden yere
vuruldu. Öyle ki, Harvey Dent’i canlandıran Tommy Lee Jones’un ve Batman’ı
canlandıran Val Kilmer’in varlıkları bile Schumacher’in filmlerinin, serinin
sinema uyarlamaları arasına kara bir leke olarak geçmesine mani olamadı.
Bu
uzun
girizgâhtan
sonra
gelelim
asıl
konumuz
olan
“Batman
Başlıyor”a… 1998 yapımı “Following” ve 2002 yapımı “Insomnia” ile dikkatleri
üzerine çeken; 2000 yapımı “Akıl Defteri” ile filmkolikleri hayran, ağızlarını da
bir karış açık bırakan Christopher Nolan, Schumacher’in filmleri nedeniyle
artık pek ciddiye alınmaz olan Batman’ı ihya etmeye ve hem seriye hem de
kahramanına
hak
ettiği
saygınlığı
geri
kazandırmaya
karar
vererek
sinemaseverleri heyecan ve ümit dolu bir bekleyişe soktu. Bu bekleyişin
neticesinde kavuştuğumuz film, yönetmenin başyapıtları arasındaki yerini aldı
ve başka hayırlara da (bkz.: “Kara Şövalye”) vesile oldu.
Peki nedir “Batman Başlıyor”u bu denli önemli kılan? Çizgi serinin
takipçilerinin de aynı fikri paylaşacağını tahmin ederek söyleyebilirim ki,
Batman’ı diğer süper kahramanlardan ayıran en temel özellik, onun aslında
bir
süper
kahraman
olmamasıdır.
Dolayısıyla
Batman’ın
bu
anlamda
ayaklarının yere bastığını söylemek mümkündür. Öte yandan, suça batmış ve
yozlaşmış olan Gotham şehri (ki Batman serisinin baş karakterlerinden biridir
dense yeridir) ve çılgınlık sınırını çoktan geçmiş Joker, Penguen gibi kötüleri
ile serinin tamamen gerçekçi bir temele oturduğunu söylemek de mümkün
değil elbette. İşte Nolan’ın dehası ve başarısı da burada gizli. Yönetmen,
serinin kahramanını da, kahramanın yaşadığı şehri de gerçek bir zemine
çekmek; hikâyesini bu zeminden anlatmak üzere yola çıkmış. Bu amaca
ulaşmanın
yolu
ise
başlangıcı,
yani
Bruce
Wayne’nin
nasıl
Batman’a
dönüştüğünü anlatmaktan geçiyor elbette. Nolan da kendi Batman yorumunu
inşa edeceği serinin ilk filminde bu sıfır noktasını ele alıyor. Bununla da
yetinmiyor,
Gotham
şehrini
dünyamıza
ve
günümüze
konumlandırarak
hikâyeye yer ve zaman anlamında da sahicilik katıyor. Gündüz vakitlerinde
geçen sahnelerinin çokluğuyla diğer tüm Batman filmlerinden ayrı bir yerde
duran “”Batman Başlıyor”, yönetmenin bu bilinçli tercihiyle Batman’ı ve onu
algılayışımızı gerçeküstülüğünden soyma yolunda dev bir adım daha atıyor.
Nolan, Bruce Wayne’nin anne ve babasının başına gelenler; bunun
Wayne’nin karakteri üzerindeki etkileri; intikam arzusu; intikam alması
24 / Merhaba – Sonbahar 2010
imkânsızlaşınca içine düştüğü boşluk; kafasındaki sorular; bunlara cevap
arayışı; cevaplar bulmak için çıktığı yolda önce kaybolması; ardından geçirdiği
değişim
ve
sonunda
intikam
arzusunun
adalet
arayışına
dönüşmesi
çerçevesinde Batman’ın önce fikir olarak doğumunu, sonra da bu fikrin
fiiliyata geçirilişini anlatıyor. Çizdiği bu çerçevenin merkezindeki tablo,
“Batman”ın felsefi altyapısı aslında. Bu bağlamda filmin işlevinin revizyonu
aştığını; devrim olarak nitelendirilmesi gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Zira
Nolan Batman’ı öyle bir yeniden yorumluyor ki, yaptığı aslında bir çizgi romanı
filme dönüştürmek değil; bir çizgi roman kahramanını sinemada ve sinema
için yeniden yaratmak; başka bir deyişle sinemanın kendi Batman’ını
yaratmak.
Yönetmen,
aracılığıyla,
gerek
hedeflediği
olay
örgüsü
atmosferi
gerekse
tamamlıyor
filmin
ve
diğer
karakterleri
hikâyenin
sahiciliğini
destekliyor. Bu noktada Batman’ın kostümü, alet edevatı, arabası (!?),
mağarası, uçması, üstün (hatta üstünlüğü de aşmış) dövüş kabiliyeti gibi çizgi
roman dünyası içinde normal kabul edip sorgulamadığımız, ama Nolan’ınki
gibi gerçekçi yaklaşımları da zora sokma potansiyeli olan hususlara ayrı bir
parantez açmak gerek. Nolan, yalnızca kahramanın kendisinin değil onun tüm
bu alamet-i farikalarının da başlangıcına dönerek, başlangıcını açıklayarak
sözünü ettiğimiz zorluktan kendisini sıyıveriyor. Açıklamak kelimesinin de
hakkını
verdiğini
söyleyelim.
Öyle
ki,
saydığımız
tüm
bu
Batman
“gerçekleri”ni, bunlara gerçek dünyada bulduğu karşılıklar yoluyla seyirciyi
şaşırtacak kadar gerçek kılıyor. Seyirciye de “demek herşeyin böyle mantıklı
bir açıklaması varmış” diye hayret etmek kalıyor.
Velhasıl, herkesin tanıdığı, bildiği Batman’ı alıp baştan inşa etmeye
kalkışmak bile takdire şayan bir cesaret işi iken, üstelik bundan alnının akıyla
çıkmak ve Batman’a kendi mührünü vurmak da gösteriyor ki, Nolan’ın (bu
köşenin yazarı da dahil) pek çok sinemasever tarafından son yılların en büyük
yönetmeni olarak kabul edilmesi boşuna değil.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 25
DEĞİŞMEDEN GÜN OLMAZ
Gülnar MIZRAK
[email protected]
İşle ilgili incelemesi gereken dosyalar vardı ama karnı aç olduğu için
dikkatini
toplayamıyordu.
Pencereyi
açıp
çalışma
masasının
yanındaki
kanepeye oturdu ve arkasına mor işlemeleri olan krem renkli yastığı koydu.
Yorgundu. Gözlerini dinlendireceği sırada kapının arkasından evin en küçük
ferdinin sesini duydu:
- Cihan Abla, sofra on beş dakikaya hazır.
“Tamam,
geliyorum.”
demesine
rağmen
duvarda
asılı
duran
aile
fotoğraflarını seyre daldı...
Uzaktan akrabaydılar, hiç görüşmemişlerdi fakat onları yıllardır tanıyor
gibiydi. Halbuki daha beş ay oldu buraya geleli. Peki değişmek için uzun bir
süre miydi beş ay? Yoksa kısa mıydı?
Masadaki el aynasını alıp yüzünü incelemeye başladı. “Gözlüğü iyi ki
bırakmışım. Kısa saçlı da güzel oluyorum. O zaman bu hâlim yorgunluktan
mı?” dedi ve ardından gülümsedi. “Bunlar önemli değil ki! Mühim olan içim...
Yalan söylüyorum, dedikodu yapıyorum, insanları kırıyorum. Saymakla
bitse keşke... İyi huylarım da var ama, Mürüvvet Teyze’nin dile getirdiği
gibi, kötülerin yerine iyileri koyamadıktan sonra insan huzura ulaşamıyordu
gerçekten. İnsan olamıyordu!” diye düşündü.
Aynayı bir kenara koydu ve gözlerini penceresine sığmaya çalışan o
eşsiz manzaraya çevirdi. Yemyeşil ağaçların süslediği dağlara, gökyüzünü
mesken tutmuş âvâre bulutlara baktı. Buradaki ilk gününü hatırladı. Yeni
hayatına
alışamamaktan
korkmuştu.
İnsan
doğup
büyüdüğü
yerden,
alışkanlıklarından kolay ayrılamıyordu ama buna mecburdu. Daha çalışma
hayatının başındaydı ve başka seçeneği yoktu. Mutlu olması gerekiyordu.
Mutluydu da... Çünkü hiç olmadığı kadar şanslıydı. İyi bir ailenin yanında
kalıyordu.
Yaşadıkları yer kasaba gibiydi. Binaları yüksek değildi, yeşil alanları
çoktu, trafik derdi yoktu. Mürüvvet Teyzeler ise dağın yamacındaki bir
apartmanda
kalıyordu.
26 / Merhaba – Sonbahar 2010
Maddî
durumları
çok
iyi
olmamasına
rağmen
hallerinden memnunlardı. Çünkü kendilerinden üstün olana bakmıyor, aşağı
olana bakarak şükrediyorlardı. Bazen akşam yemeğinden sonra balkonda
oturup gecenin gelişini seyrediyorlar, bazen sohbet ederek çekirdek çitliyorlar
ya da ahbaplarıyla sâhilde yürüyüş yapıyorlardı. Bunlar kimilerine göre basit
şeylerdi ama onlar birlik olmanın tadını çıkarıyordu sanki. Yorgun gözlerle,
yüzünü tekrar fotoğraflara çevirerek “İnsanlar birbirlerinden ne kadar farklı
hayatlar sürdürüyor, acaba herkes kendisine lûtfedilenin kıymetini idrak
edebiliyor mu?” diye düşündü.
Duvarda üç tane çerçeve vardı; sağdakinde Mehmet Ali ve Nur,
soldakinde Mürüvvet Teyze’yle Celâl Amca, ortadakinde de aile fotoğrafı...
Nur evin en küçüğüydü. Çekingen bir yapısı vardı. İlkokulda olmasına
rağmen elindekilerle yetinmeyi bilen akıllı, hassas bir çocuktu. Kıyafetlerinin
çoğu ikinci eldi. Oyuncakları başka çocuklara göre çok azdı. Ama yaşadığı
hayattan dolayı üzgün olduğunu görmek mümkün değildi. Cihan kendisini
düşündü. Tek çocuk olduğu için hep şımartılmıştı. Ve hiçbir zaman onun kadar
mutlu olmamıştı! Bu çocuklar özenle işlenmişti sanki.
Bir
keresinde
Mürüvvet
Teyze’nin,
ablasından
kalan
kolyesi
kaybolmuştu. Nur da takılara meraklı olduğu için Mehmet Ali ona sormuştu.
“Ben almadım.” diyordu ama ağabeyi ısrar ediyordu: “Yalan söyleme! Yoksa
annem üzülür.” Küçüğün verdiği cevap Cihan’ı utandırmıştı: “Ben istesem de
yalan söyleyemem ki!”
Mehmet Ali ise babasının en büyük yardımcısıydı. Okul çıkışlarında
dükkâna gider, çalışırdı. İki kardeş karakter olarak benziyorlardı. Ergenlikten
dolayı biraz âsi olsa da özü iyiydi Mehmet’in. Fedâkâr, çalışkan bir çocuktu.
Ona da güvenmemek elde değildi. Bu evde yalan, riyâ yoktu. Halbuki geldiği
yerde nelerle karşılaşıyordu Cihan... Aslında kendisine bakması bile yeterdi.
“Küçücük bir yalandan ne olur ki?” derdi. Ama yalan yalanı doğuruyordu, sonu
gelmiyordu. “İnsan, yaptığının yanlış olduğunu bile bile niye o fiili terk
edemiyor? Buna engel olan nefsi mi?” diye söylenerek soldaki fotoğrafa baktı.
Anne ne kadar yumuşak ve samîmiyse, baba da o kadar sert ve mesâfeliydi.
Mürüvvet Teyze, Cihan’ın âdeta ikinci annesi olmuştu. Keşke Celâl Amca için de
babam gibi diyebilseydi. O da iyi bir insandı ama hatır sormaktan ileri giden bir
muhabbetleri yoktu. Belki de onun asabî olması, Cihan’ın adım atmasını engelliyordu.
Zîra Celâl Amca’nın bir ânı diğerini tutmuyordu.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 27
Çocuklar ise hiçbir şekilde babalarına darılmıyordu. Bunda annelerinin
tesiri büyüktü. “Nefsinize ağır gelen şeyden dolayı üzülmeyin. Hem o sizin için
çalışıyor, yoruluyor. Bize hoş görmek yakışır.” derdi hep dinlendiren sesiyle...
Ne kadar anlayışlı, olgun bir kadındı. Dâima Allah sevgisiyle doluydu.
Şüphesiz çocukları da bundan nasipleniyordu... İnsan, aile içinde ne görürse
sonunda o oluyordu sanki. Mutlaka Mürüvvet Teyze’yi de yetiştiren, üstüne
titreyen biri vardı. Belki annesi, belki babası, belki de başka bir kişi... Ve şimdi
sıra ondaydı! Bu millet için, bu vatan için hayırlı iki evlat yetiştirecekti.
Cihan ne kadar şanslıydı ki kaderi onu buraya getirmişti. Yavaş yavaş
değişiyordu. Tebessüm ederek ortadaki çerçeveye baktı. “Yanındakilere
benzemeyen bir kadın var bu karede. Onu öylesine sâhiplenmişler ki şüphesiz
bu ailenin bir ferdi artık. Belki de bu yüzden gözlerinin içi gülüyor” diye
düşündü. Oturduğu yerden kalkıp gökyüzüne bakarak derin bir nefes aldı:
- O benim! dedi sessizce...
Bu sırada kapı yavaşça aralandı. Gelen Mürüvvet Teyze’ydi:
- Canım, sofraya oturuyoruz.
28 / Merhaba – Sonbahar 2010
AVRUPA’NIN KUZEYİNDE BİR ŞEHİR: LULEǺ
E. Yegân ERDEM
[email protected]
Uçak bembeyaz bir alana iniş yapmak için alçalmaya başladığında saat
erken olmasına rağmen hava çoktan kararmıştı. Uzaktaki evlerin ışıkları, bu
uçsuz bucaksız beyazlığın ortasındaki küçük şehrin varlığını müjdeliyordu.
Pencereden uçağın iniş yapacağı pisti görmeye çalıştım; fakat bu beyazlığın
içinde o da kaybolmuştu.
İsveç’in kuzey kutbu yakınlarındaki Luleå isimli bu küçük şehir,
neredeyse bir tane ana cadde ve onun üzerinde bulunan az sayıdaki dükkan
ve restoranlardan ibâretti. Ortalama yedi bin civarında olan bu şehrin
nüfusunun yirmi iki bin kadarını buradaki tek üniversite olan Luleå Teknoloji
Üniversitesi’nin öğrencileri oluşturuyordu. Ben de bu şehirde Erasmus öğrenci
değişim programına katılmak üzere bulunuyordum.
İsveç’teki
ilk
günlerim,
seçtiğim
derslere
kayıt
olmak,
değişim
öğrencileri için hazırlanan tanıtım programlarına katılmak, alışveriş yapmak ve
farklı iklim koşullarına alışmaya çalışmakla geçti. Ocak ayı olduğu için hava
ortalama -15˚C civarındaydı. Sabah saat onda aydınlanan hava öğleden sonra
ikide kararmaya başlıyor ve gün batımı yaklaşık yarım saat sürüyordu.
Arabaların tamponlarının altında bulunan ısıtıcılar, park yerlerindeki elektrik
fişlerine takılıyor, böylece motorun donması engellenmiş oluyordu. Mevsim
koşullarını bilerek geldiğimden yanımda bir sürü kazak, yün atkı ve bere
getirmiştim. Fakat getirdiklerim arasında hiçbir şey kulaklarımı bu keskin
soğuktan korumaya yetmiyordu. Bu sebeple şehirdeki ilk günlerimden birinde
kulaklarımı tamamen içine alan ve rüzgarı kesen kulaklıklardan aldım.
Herhalde bunun için biraz geç kalmış olsam gerek ki orada geçirdiğim ilk hafta
sonunu müthiş bir soğuk algınlığı nedeniyle yatakta geçirdim.
Şehirdeki ilk günlerimden birinde benimle aynı üniversiteden gelen bir
Türk arkadaşımla beraber tabak-çanak, yastık-yorgan gibi ihtiyaçlarımızı
almak için sabahın erken bir saatinde otobüsle şehre gittik. Fakat ne yazık ki
bütün dükkânlar saat ondan sonra açılıyordu ve sokaklar bomboştu. Bu keskin
soğukta dışarıda bekleyemeyeceğimiz için harıl harıl, sığınacak bir yer aradık
Merhaba – Sonbahar 2010 / 29
ve sonunda yolda rastladığımız birinin tavsiyesiyle bir kiliseye sığındık.
Kilisede çalışan yaşlı bir adam bize kapıyı açtı ve sıcak bir şekilde bizi içeri
davet etti. Oturma odası olarak düzenlenmiş küçük bir odaya geçtik. Bir grup
yaşlı insan sohbet ediyordu. Bizi içeriye kabul eden kişi kahve ikram ederken
bu grubun toplanış sebebini de açıkladı. Bu insanların hepsi bir zamanlar alkol
bağımlısıymış ve bunun hayatlarında bıraktığı kötü izleri silmek ve birbirlerine
destek olmak için haftada bir kere kilise çatısı altında toplanıp sohbet
ediyorlarmış. Ne yazık ki yılın çoğunun karanlık ve soğuk geçtiği bu sessiz,
tenhâ şehirde güçlü bir inançtan ve sıcak bir aile ortamından mahrum pek çok
insan, alkolün pençesine düşüyordu. İsveç’in genelinde ise intihar oranı
oldukça yüksekti.
Üniversite, kaldığım yere yarım saat yürüme mesafesindeydi. Ben de
oradan aldığım bir bisiklet ile kar ve buzla kaplı yolları kullanarak bu süreyi on
beş dakikaya indiriyordum. Yol önce evlerin arasından geçiyor, daha sonra da
bir tren rayıyla kesişiyor ve sessiz bir ormana doğru devam ediyordu. Bu ıssız
ormandan geçerken insanın içi ister istemez ürperiyordu; o sebeple sanırım
yolda en çok hızlandığım nokta burasıydı. Ormandan sonra da bir sanayi
bölgesini geçmek gerekiyor ve nihayet kampüse varılıyordu.
Bir devlet üniversitesi olan Luleå Teknoloji Üniversitesi’nin kampüsü
oldukça bakımlı ve güzeldi. Karşılıklı iki sıra halinde dizilmiş birbirine
benzeyen renkli binalardan oluşuyordu. Bu binaların hepsi yeraltından giden
tünellerle birbirlerine bağlıydı. Böylece dışarı çıkmaya gerek kalmadan binalar
arasında geçiş yapılabiliyordu. Bu binalar içinde benim en çok sevdiğim yer
pencerelerinden dışarıdaki beyazlığı seyrederken bazen çalıştığım, bazen kitap
okuduğum, bazen de internette gezindiğim sıcacık sarı renkli kütüphaneydi.
Hayatımda ilk defa bir kütüphanede çalışmaktan zevk almıştım, belki de
bunun sebebi kütüphanenin genel kısmının aşırı sessiz olmamasıydı; çünkü
sessizlik
isteyenler
için
ayrı
bölümler
ve
hatta
odalar
vardı.
Bir
de
kütüphanenin alt katında çok lezzetli kurabiyeler ve tatlılar satan bir kahve
dükkanı vardı ki İsveçlilerin ‘fika’ dedikleri kahve ve atıştırma molası için en
sevdiğim
mekândı.
Bu
vesileyle
İsveçlilerin
en
çok
kahve
tüketen
toplumlardan biri olduğunu belirteyim.
Kampüste yemek yemek için birkaç kafeterya ve restoran bulunuyordu.
Bunların
içinde
benim
en
çok
tercih
ettiğim
yer
öğrenci
birliğinin
kafeteryasıydı; çünkü çoğu değişim öğrencisi öğle yemeklerini burada beraber
30 / Merhaba – Sonbahar 2010
yiyordu. Her gün tek çeşit yemek çıkıyordu, yemekler birkaç görevli öğrenci
tarafından pişiriliyor olsa da genellikle lezzetliydi. Ayrıca diğer kafeteryalarda
olduğu gibi sınırsız ekmek, tereyağı, süt ve tabii ki kahve vardı. İsveçlilerin
çoğu öğle yemeklerinde birkaç bardak süt içiyorlardı.
Orada geçirdiğim beş ay boyunca yemek yapmayı da öğrenmek zorunda
kaldım, çünkü her gün dışarıda yemek pahalıya mâl oluyordu; üstelik bu
küçük şehirde gidilebilecek restoran sayısı da çok azdı. Bu serüvenin en
eğlenceli tarafı da yabancı bir ülkeyi daha yakından tanımayı sağlayan
süpermarketleri gezmekti. Tüp içinde satılan karides, havyar gibi deniz
ürünleri, pideye benzeyen yuvarlak, yumuşak ekmekler, et, tavuk ve balık
marine etmek için satılan çeşit çeşit soslar, değişik peynirler, reçeller ve
çikolatalar benim her zaman alışveriş listemin içindeydi. Özellikle çikolata
konusunda
İsviçre
kadar
ünlü
olmasalar
da
çok
başarılı
olduklarını
söyleyebilirim. Süpermarketlerde alışveriş yaparken dikkatimi çeken bir husus
da müşterilerin kasanın yanındaki banta tek sıra halinde koydukları ürünlerin
barkot taraflarını kasiyere doğru çevirmeleriydi. Böylece kasiyer barkot
aramakla uğraşmadan özenle dizilmiş ürünleri vakit kaybetmeden kasadan
geçirebiliyordu. İsveçlilerin birbirlerine olan saygısının güzel bir örneğiydi.
Süpermarketlerde poşetler de parayla satılıyordu, böylece ihtiyaç dışında
poşet alınmasını engelleyerek çevreye de katkıda bulunuyorlardı.
İsveç’te yaptığım en ilginç gezilerden birisi değişim öğrencileri için
organize edilmiş Buz Otel1 turuydu. Tamamen buzdan yapılmış bu enteresan
otel, bulunduğumuz şehrin biraz kuzeyinde kalıyordu. Bir cumartesi günü
kalabalık bir grup olarak bizim için hazırlanmış otobüslere binerek kuzeye
doğru yol almaya başladık. Otobüs yaklaşık bir saat sonra kutup çizgisinin
başladığı noktada mola verdi. Hepimiz kuzey kutbuna ayak basmanın
heyecanı içinde kutup çizgisinin başladığını gösteren levha önünde resim
çektikten sonra tekrar otobüsümüze binerek yolumuza devam ettik. İki yüz
kilometre
kuzeye
gittikten
sonra
nihâyet
herkesin
heyecanla
görmeyi
beklediği buzdan binanın önünde durduk ve turumuza başladık.
Buz Otel her sene birçok uluslararası sanatçının ortak çalışmasıyla kuzey
kutbunun İsveç sınırları içerisinde, beş bin beş yüz metrekarelik bir alana
yirmi yıldan bu yana inşa ediliyordu. Bu projede pek çok tasarımcı çalışıyordu
ve hepsi birbirinden farklı çok sayıdaki misafir odalarını dizayn ediyorlardı.
Üstelik her sene yaptıkları otel bir öncekinden tamamen farklı oluyordu.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 31
Oteldeki yataklar, koltuklar, masalar, hatta tabak-çanaklar bile buzdan
yapılmıştı. Yatakların üzerlerinde kalın geyik postları bulunuyordu. Odalarda
pencere yoktu fakat küçük havalandırma delikleri vardı. Kapı yerine perde
kullanılıyordu. Gündüz turistlere açık olan bu otel geceleri misafir ağırlıyordu.
Otelin içerisinde sıcaklık eksi beş dereceydi. Bu sebeple gece kalan misafirler
için kalın elbiseler temin ediliyordu. Sabah da otel çalışanları belli bir saatte
misafirlerini uyandırıp sıcak içecek ikram ediyorlardı.
Otelin bitişiğinde bir de kilise bulunuyordu. Kilisede oturacak sıralar da
buzdan yapılmıştı ve üzerlerine geyik postları konulmuştu. Tur rehberinin
söylediğine göre evlilik ve vaftiz törenleri için çok tercih edilen bir kiliseydi.
Fakat bu kadar soğuk bir mekânda bir annenin üşümesine göz yumarak yeni
doğmuş bebeğini vaftiz ettirebileceğine inanmakta zorluk çektik.
Mayıs ayının sonlarına doğru karlar erimeye başlayınca Buz Otel de
kapatıldı ve doğayla başbaşa bırakıldı. Geldiğimden beri karlarla örtülü olan
yollar asıl renklerine kavuştu. Kaldığım apartmanın önündeki büyük kar
yığının altından bir oyun parkı çıkması ev arkadaşlarımı ve beni şaşkınlık
içerisinde bıraktı. Bir ay öncesine kadar beyaz bir vadiyi andıran göl artık
mavi sularıyla şehri süslüyordu. Günler her geçen gün daha da uzadı; artık
hava aksam saat onda kararmaya, gece de iki gibi aydınlanmaya başladı.
Gece yarısı üçte kuş cıvıltılarıyla uyandığım oluyordu.
Haziran başında okul kapandı ve nihâyet vedâ zamanı geldi… Oradaki
arkadaşlarımdan ayrılacak olmanın hüznü olsa da, eve dönecek olmak beni
içten içe mutlu ediyordu. Beş ay önce bembeyaz bir alana iniş yapan uçak bu
sefer gri bir alandan kalkış yaptı. Küçük ve sessiz kent giderek küçüldü ve
bulutların arasında kayboldu. Bu kısa fakat keyifli serüven de böylelikle bitmiş
oldu, geriye paylaşmaya değer bulduğum bazı izlenimler kaldı...
32 / Merhaba – Sonbahar 2010
YİRMİLİ YAŞLARDAN ÖDÜNÇ
DÖRT KÜÇÜCÜK DENEMECİK
Selim GÖKIŞIK
26.06.1998
KARARSIZLIK ÜZERİNE...
Kararsızlık bilgi eksikliğidir. İnsan bildiği hiçbir konuda kararsızlık
göstermez, çünkü doğru çoğu zaman tektir ve bu biliniyorsa ortada seçim
yapılacak, kararsızlık gösterilecek bir şey de yoktur. Ama insan, genel olarak
bilgi eksikliğine mâruzdur ve devamlı, küçük büyük her konuda kararsızdır.
Hediye alırken kararsızdır, aldığı kişinin beğenip beğenmeyeceğini
bilmez. Kıyafet alırken kararsızdır, kendisine yakışıp yakışmayacağını bilmez.
Arkadaş seçerken kararsızdır, dostluğu bilmez. Geleceği ile ilgili kararsızdır,
ne istediğini bilmez. Hayatı için kararsızdır kendini bilmez... Bilmez, bilmez ve
tereddüt eder her şeyde... Seçenekler vardır önünde hep, ama seçemez;
çünkü seçmeyi bilmez.
Kararsızlık aslında zaman kaybı, ucuz bir bahane, kolay bir kaçıştır.
Hayatımızı azap şeklinde dolduran “keşke”ler kararsızlığımızın sonucu değil
midir? Acaba şöyle mi yapsam, böyle mi? Haydi kaybedilen zamanı geç, seçim
hiçbir zaman doğru değildir ki... En ufak aksaklıkta diğer alternatif kıymete
biner. Seçilen yol kötü olur, yuhalanır... Hata hiçbir zaman bizlerde değildir ne
hikmetse? Hani biz mükemmeliz ve her şeyi mükemmel yaparız da, olur ya
bir terslik olur, nasıl yapsak acaba? Ya da hiçbir şeyi beceremeyiz de; en az
zararla nasıl kurtulsak? Bu ikisinin ortası yok sanki... Ya kendimize aşırı
güvenip “nasılsa yaparım” düşüncesiyle hiçbir şey yapmıyoruz, ya da “nasılsa
yapamam” diye uğraşmıyoruz bile... Sonuçta ortaya bir şey çıkmadığına göre
ikisi de bir.
İnsanın her şeyi bilmesi mümkün olmadığına göre kararsızlık daima
onunla birlikte var olmaya devam edecek. Peki, doğru mu bu? Yani eninde
sonunda alınması gerekli kararlar başından alınamaz mı? Bilinmeyen bir
konuda alınacak her karar eninde sonunda içgüdüye dayanacak. Peki, bu
içgüdüler daha erken devreye sokulamaz mı? Kararsız kaldığımızda bilgi
Merhaba – Sonbahar 2010 / 33
edinip daha doğru kararlar verme çabasına girmediğimiz ve sonunda yine
içgüdülere yaslandığımız göz önüne alınırsa bari zamandan kazanılamaz mı?
Belki... Bir de, verdiğimiz her karar doğru olmak zorunda mı? Hatalar insanlar
içindir. Abartmamak kaydıyla birçok yanlış doğrulardan daha yol gösterici
olabilir. O zaman niye bu kararsızlığımız, kendimize güvensizliğimiz? “Tamam,
böyle bir karar verdim, hata yaptım. Bunu düzeltmeye çalışmalıyım.” Bu
kadar zor mu bunları söyleyebilmek? Kararlarımızın arkasında durabilecek
kudrete eriştiğimizde kararsızlığımız da son bulacak...
08.10.1998
İYİ TEĞMEN ÜZERİNE…
Bir teğmen astına “Sana zahmet olacak ama şu evrakı albaya götürür
müsün?” diyor ve buna şahit olanlar tarafından eziklik ve neredeyse enayilikle
suçlanıyor. Yaşadığımız dünya bunu böyle kabul ederken, böyle üstler astlar
tarafından saygı görmezken onlar suçlamış çok mu?
Bilemiyorum ama bu bana niyeyse dokundu. Bu adamın kendinden
aşağı bir memur tarafından azarlandığını duymak içimi burktu. Bence bu
adam, tanımıyorum gerçi içinden geçeni bilemem, değil eziklik; büyüklük
içinde. Halka iyi davranmakla Hakk’ı seviyor ve kendini azarlayan memurdan
incinmiyor. Para çalan astı zarar görmesin diye kendi cebinden faiz ödüyor.
Bizler de bunu yadırgayıp hatta için için kınıyoruz, suçluya ceza vermedi
diye… Hâlbuki insan olan insan için böyle bir iyilik en ağır cezadan daha
etkilidir. Bir yerlerde bir terslik var. Toplumda böyle teğmenler parmakla
sayılacağına, üstünü azarlayan, para çalan astlar parmakla sayılmalıydı. Bir
insanın diğerine kibar davranması değil, kaba davranması garipsenmeliydi.
Anlayamıyorum, niye insanlar “Git şunu al gel lan!” şeklinde bir cümleye itaat
ederken “Lütfen şunu alabilir misiniz? Zahmet olacak ama” şeklindeki bir
cümleyle alay edip söyleyenin tepesine çıkıyor? Bu kadar mı hayvanız biz? Ne
bu herkesteki otorite tutkusu? Niye kimse eşitliğe razı değil? Birbirine
üstünlük sağlamaya çalışıyor? Ama yüzyılların alışkanlığı bu işte… Hindistan’da
kastlar, Avrupa’da derebeylik, zengin-fakir, zenci-beyaz, köylü-kentli, kadınerkek vb… Tamam, her birey birbirinden farklı, insan sayısı kadar çeşidi,
düşünce tarzı var; ama bu ne tuhaf bir anlayıştır ki, kimse bir diğerine insan
olarak bakmaz. Farklılık, bu farklılığın öne çıkarılması daha önemlidir hep…
34 / Merhaba – Sonbahar 2010
Sonra ne mi yapılır? Bu çok önemli şey, yani farklılık kabul edilmez; ortadan
kaldırılmaya çalışılır. Ama nasıl? İnsanları insan olarak kabul ederek ya da hep
birlikte mutlak iyiye yönelerek mi? Hayır. Karşısındakini kendi kalıbına
sokmaya çalışarak… Hem de kendinde en ufak bir değişmeye düzelmeye fırsat
vermeden. Bunun için savaşılır bile…
Sokrates diyor ki: “Âkil bir ruh mu, yoksa akılsız bir ruh mu istersiniz?”
“Âkil bir ruh isteriz.”
“Hangi âkil ruhtan bahsediyorsunuz? Sâlim ruhtan mı, hasta ruhtan mı?”
“Sâlim ruhtan”
“O halde onu niçin aramıyorsunuz?”
“Ona mâlikiz de ondan”
“Öyleyse aranızda bu mücadeleler ve ihtilâflar neden?”
Bilmemekten, anlayamamaktan, at gözlüklerimizi elzem bir organımız
kabul etmekten, hepsinden önemlisi senin seviyene erişememekten, yani
bilmediğimizi bilememekten tabii Sokrates… Âkil bir ruha sahip olmak en
başta, kendinin âkil bir ruha sahip olmadığı ihtimalinin mevcudiyetini kabule
dayanıyor galiba… Bilmediğini kabule… Bilmiyorum diyen öğrenir, biliyorum
diyene ne söylenir sözünü düşünüp bilgi cahili olmamaya… Bazen bildiklerimiz
bizi bilgisizliğe yöneltiyor çünkü. Değişik yaklaşımlara, anlayışlara ket vurup
ufku yalnızca bildiğimiz ufak tefeğin minik penceresinden seyredebiliyoruz
çoğu kez. Cehalette olduğu gibi salt mantık, pozitif ilim sevdalılarında da
dogmatizm çok yaygın. Yalnız işin en komik yanı, bu süper âlimler dogmatik
düşüncelere prim verilmemeli dedikleri dini konularda hiçbir düşüncenin doğru
olmayacağını iddia ederken öylesine dogmatikler ki…
03.03.1999
TEKNOLOJİ ÜZERİNE…
Belki şu İngilizce kompozisyon sınavlarının vazgeçilmez konusu yüz yıl
öncesi ile bugünü karşılaştırmaya benzeyecek ama biraz da teknoloji hakkında
düşündüklerimi yazayım.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 35
Teknoloji hayatı kolaylaştırdı mı zorlaştırdı mı bahsine girmeyeceğim.
Peşinden koşturması itibarıyla zorlaştırdığı bir gerçekse de, hızlandırdığı,
kolaylaştırdığı, bazı angaryaları sırtlandığı tartışılmaz. Fakat bu hızdan
insanlar yavaş yavaş sıkılıyor sanki… Her yerde bir nostalji akımıdır gidiyor.
Filmler romantikleşiyor, eski şarkılar, mobilyalar, antikalar, yazarlar, şairler
yenilerden çok rağbet görüyor. O hızlı, tempolu disko parçaları yerini romantik
şarkılara, (en azından benim evimde) televizyon yerini radyoya bıraktı. Klasik
salon dansları yine popüler oldu. İnsanlar teknolojiden vazgeçemese de, bir
çeşit rahatsızlık duydukları seziliyor. Bilgisayarlar korkutucu gelişmelere
sahne oldu. Bilim-kurgu filmlerinin de etkisiyle yapay zekânın insanı alt
edeceği, bilgisayar dehalarının kumandası altında sıradan insanların ezileceği,
sosyal ilişkilerin önce ekranlara dökülüp sonra yok olacağı korkusu var bazı
insanlarda… Bende de var biraz bu. Bilgisayar hayatı o kadar kolaylaştırıyor
ki,
bu
kadar
kolaylığın
insan
neslini
çabucak
tembelleştirebileceği
inancındayım. En basitinden, kütüphane araştırmasında internete girip anında
istenen bilgiye ulaşılabiliyor. Zaman kazandırıyor, tamam ama o kitap kokulu
tozlu raflar arasında aslında aranmayan şeyleri bulmanın keyfi nerede? Ya da
dükkân
köşelerinde
buluşup
konuşan
arkadaşlar,
mahalleliler…
Çatılan
kaşlardan, gülen gözlerden alınan mesajlar hangi e-mailden tadılabiliyor?
Yanlış anlaşılmasın, bunlara karşı değilim. Hatta çok güzel buluyorum;
ama bir gün gelecek tüm kitaplar internet üzerinden okunacak, her yer
internet ile bağlantı kuracak, mektupların yerini e-mailler alacak, insanlar çay
bahçelerinde
sohbet
etmek
yerine
internet-cafelerde
chatleşecek
gibi
dâhiyane Bill Gates tarzı kehanetlere karşıyım ben… Bunlar olmamalı, hiçbir
şey diğerinin yerini almamalı, yeninin yanında eski de yaşamalı bir nebze…
Genç nesiller, mektupları, çay bahçelerini de bilmeli, arada sırada da olsa
kullanmalı. Aksi halde psikolojik olarak bozuk nesiller gelecek. Ekran başı sinir
hastaları olacak yeni dünya sakinleri. Romantizm kaybolmamalı dünyadan…
Şiirlerdeki şarkılardaki kuşlar, ağaçlar, çiçekler, aşklar yine devam etmeli…
İnsanlar sanallaşmamalı… Bahar yine birilerine bir şeyler ifade edebilmeli.
Teknoloji gelişmeli, insanlar bundan faydalanmalı ama aynı teknoloji Mostar
köprüsünü yıkmamalı, insanları öldürmemeli, köleleştirmemeli, sömürmemeli,
tabiatı zehirlememeli, Leylâk ağaçlarını kurutmamalı… Kurutmamalı ki yine
ilkbaharlar yaşanabilsin…
36 / Merhaba – Sonbahar 2010
03.06.2003
VAPURDA…
Mimarî ve cemiyetin fikrî yapısı arasında bir bağlantı var sanki… Ne zaman ki
doğunun o her şeyin mümkün olabildiğini, olabileceğini bilen, kabul edebilen,
hazmedebilen olgunluğundan uzaklaşıp, garp cenahından bir virüs gibi gelerek
bünyemizi hasta eden o köşeli fikirlere teslim olmuşuz; binalarımız da sanki
yuvarlak hatlarını kaybederek dört köşeli kütlelere dönüşmüşler. Eskiden de
köşeler vardı muhakkak, ama bütün köşeler aynı hamur içerisine girince
yuvarlaklaşmaz mı? Ortak kültür onları yoğurup kendine mâl etmez mi? Küre
için sonsuz köşesi olan bir cisimdir derler; belki de bunun için bırakıldığında
hep harekete geçer, birkaç köşeli cisimler gibi olduğu yerde çakılıp kalmaz.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 37
BİLMECE – BULMACA 8
Sevgili Bilmece – Bulmaca dostları! Ramazan ayında hazırladığımız yeni
bir Merhaba sayısında daha sizlerle birlikteyiz. Bu ayın getirdiği güzel
duygulardan olsa gerek, hususi çaba sarf etmediğimiz halde Bilmece –
Bulmaca’mızın
taşımakta.
kelimeleri
Severek,
yaşadığımız
eğlenerek
bu
çözmenizi
güzel
zaman
diler,
bu
diliminden
vesileyle
izler
Ramazan
Bayramınızı tebrik ederiz…
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
Soldan
sağa:
1
Kendisine
2
edene,
3
bulunup
4
minnet
1)
iyilik
lütufta
koruyana
ve
şükran
duygularıyla
5
bağlanma;
günah
6
doğuracak,
insanı
7
âhiret
8
sürükleyecek
9
ağır sorumluluk. 2)
10
11
azâbına
olan
Kalben tasdik ederek
inanma;
aleti,
ölçü,
tartı
terazi.
3)
12
Uygun, yerinde söz
13
söyleme, uygun dil.
4) Dibinden kesme, kazıma, yontma; inanış yolu, îman; dahi, bile. 5)
Beğenilen, hayırlı, uygun; adâlet ve hukûka ait işlerle uğraşan resmî teşkîlat,
mahkeme binâsı. 6) Zambakgiller familyasından Asya menşeli 4,000’den fazla
türü bulunan soğanlı bir bitki ve çiçeği, bu çiçeğe benzeyen pranga; birden,
apansız. 7) Benlik, her şeyi kendi benliğine dayandırma; utanma, utanç,
hayâ. 8) Eğer anlamında bir şart bağlacı; ilave; Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği
üzere Allah’ın ruhları yarattıktan sonra sorduğu sorunun kısaltılmış şekli. 9)
Tek bir hücreden meydana getirilen ve genetik olarak birbirinin aynı olan
38 / Merhaba – Sonbahar 2010
canlılar grubu; en kısa zaman parçası, lahza, dem. 10) Keskin kokulu,
kuvvetli oksitleyici bir gaz; îman, inanma; büyük tarla ve arazileri ölçmekte
kullanılan 100 metrekarelik bir ölçü birimi. 11) Dinle ilgili; dumanı az, ısısı
yüksek katı yakıt; önün tersi, görünmeyen taraf. 12) Baba; çinko elementinin
sembolü; akıl erdirilemeyen, gizli, sırlı bir yönü olan, mistisizmle ilgili. 13)
Dişi geyik; şehir, yöre; köle âzat etme.
Yukarıdan aşağıya: 1) Birbirine bağlı yâhut birbiriyle ilgili şeylerin art arda
veya yan yana dizilerek meydana getirdiği sıra, dizi, soy kütüğü, zincirleme
olan; adı modülatör/demodulatör kelimelerinden türetilen bilgisayarımızın
telefon hattına bağlanarak diğer bilgisayarlarla bağlantı kurmasına yarayan
cihaz. 2) Gelecek olan, müstakbel; anlatılmak, açıklanmak istenen şeyden
önce kullanılan bir söz; süslü, güzel. 3) Damıtma, tasfiye. 4) Gelir getiren
mülk;
birinci tekil şahıs zamiri, ben; çekişme, kavga, anlaşmazlık. 5)
Kuşlarda ve böceklerde uçmayı sağlayan organ; internette Hollanda’nın kod
harfleri. 6) Atma işi ve tarzı, silahla ateş etme; sahiplik, mülkiyet. 7) Mal ve
hizmetlerin üretim, tüketim ve dağıtımına âit hususların bütünü, iktisat. 8)
Süre, belirlenmiş sınırlı zaman, mühlet; taşıma, aktarma. 9) Aslı bir tür
organik bileşikten olan sağlam plastik veya sentetik kumaş. 10) Güneşin
batışında
12’yi
göstermek
üzere
ayarlanmış
olan,
1910
yılına
kadar
kullandığımız saat sistemi, alaturka saat; İzmir ili Çeşme ilçesinin tarihî evleri,
rüzgâr sörfüne elverişli plajları ve son yıllarda kurulan rüzgâr santralleriyle
ünlü bir beldesi. 11) En kalın erkek sesi, orkestradaki en kalın sesli çalgı;
arkadaş, dost; dinî tören ve kurallar, mason töreni. 12) Birdenbire, ansızın;
özellikle Cezzar Ahmet Paşa'nın, Napolyon'un ordularına karşı kahramanca
savunarak
koruduğu
kalesiyle
bildiğimiz
Lübnan’ın
güneyinde
Akdeniz
kıyısında tarihî bir şehir. 13) Ayak, dip, kök; bir kimseye aslı olmayan bir suç
yükleme.
Bulmacanın çözümü son sayfada verilmiştir.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 39
KISA KISA
Murat OKTAY
[email protected]
“Kırk Yıllıklar” Konseri
40 yıl önce Kubbealtı Kursları'nda mûsikîye başlayan kursiyerlerin topluca
verdikleri "40 Yıllıklar" konseri, 25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 16.00'da
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi’nde yapıldı.
Vakfımızın hizmet binası olarak kullandığı Köprülü Mehmed Paşa
Medresesi’nin Restorasyonu tamamlandı.
Divanyolu Caddesi cephesi ile giriş saçağını kapsayan restorasyon çalışmala-rına
temmuz ayının sonlarında başlanmış ve eylül ayı îtibâriyle tamamlanmıştır.
Vakfımızın kuruluşunun 40. yılı
Türk kültür ve fikir hayâtının önde gelen isimlerden Sâmiha Ayverdi, Ekrem
Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi’nin öncülüğünde 1970 yılında kurulan, millî
kültür ve sanatımıza hizmet yolunda çalışan Vakfımızın kuruluşunun 40. yılı
münâsebetiyle 5 Ekim 2010 târihinde CRR konser salonunda bir toplantı
düzenlenecektir. Saat 18:30’da başlayacak toplantımızda açılış konuşmasını
Prof.
Dr. İlber
Ortaylı
yapacaktır.
Ayrıca 40.yıl ödüllerinin takdiminin
yapılacağı programımızın sonunda İstanbul Târihi Türk Müziği Topluluğunun
konseri olacaktır.
Akademi Mecmuası yazarlarından Olcay Yazıcı vefât etmiştir.
Akademi Mecmuası’nda daha önce şiirleri yayınlanan, şâir Olcay Yazıcı 12
Eylül 2010 günü vefât etmiştir.
Merhuma Allah’tan rahmet, dost
akrabalarına başsağlığı dileriz.
Yeni Çıkan Kitaplarımız
Prof
Dr.
Mehmet
Akkuş
tarafından
yayına
hazırlanan Hüseyin Vassâf’ın “Hicâz Hâtırâsı”
isimli kitabı, Prof Dr. Fevzi Samuk tarafından
kaleme alınan “Edep Kapısı” isimli kitap ile
Gülbün Mesara’nın yayına hazırladığı “Süheyl
Ünver’in Bursa Defterleri” bu dönem içerisinde
yayın hayatına kazandırılmıştır.
40 / Merhaba – Sonbahar 2010
ve
ESKİ DOSTUM
Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU
[email protected]
Eski bir dostun sesi telefonda, zamanın yüküyle boğuk, kısık bir ses…
- Görüşmeyeli ne kadar uzun zaman oldu değil mi? Nerden aklına geldi
beni aramak diye düşünüyorsundur şimdi… Bir şey söylemeni beklemiyorum
senden, sadece dinle beni. Aradan gecen onca zamanda çok acı birikti içimde.
Artık taşıyamaz hale geldim. ‘Paylaşmak lazım dertleri, yerine yenilerini
koyabilmek için’ demez miydin sen hep, işte aradım, içimde ne varsa
anlatmak için. Dinlersin değil mi bu vefâsız dostu? Seni yıllarca arayıp
sormayan bu okul arkadaşını? Dinlersin tabii.
Sen hep severdin dinlemeyi zaten, az konuşurdun ama çok dinlerdin
insanları.
Onlar
anlatırdı
sen
susardın,
gözlerin
hep
uzaklarda
ilgisiz
görünürdün; ama lafı sona bağlayan hep sen olurdun. Bir cümlen özetlerdi
her şeyi. Sen hep kısa ve öz söylerdin zaten. Biliyorum şimdi de gözlerin
uzaklara bakıyor, ya pencerenden görünen bir ağacın salınışını izliyorsun ya
da maviliğin nerede son bulduğunu anlamaya çalışıyorsun. Fakat aklın hep
ben de biliyorum. Beyaz bulutları bana benzetmeye çalışıyorsun. Eee yıllar
beni de beyazlattı tabii. Ak pak sevimli bir dede oldum. Biliyor musun
torunlarım bile oldu, çocuk istemiyorum diye direnirken. Oysa ne hayaller
kurardık geleceğe dâir. Bir dergi kurup sürekli yazacaktık mesela. Gerçi daha
çok senin hayalindi bu. Çünkü dilin değil, kalemin severdi konuşmayı. Kulağın
doldukça elin boşaltırdı onları kâğıtlara. İyi de yazardın hani. Hep özenirdim
sana. Bilmiyordun bunu değil mi? Daha o kadar çok şey var ki bilmediğin.
Geçenlerde yan sınıftaki gece saçlı güzel Sema’nı gördüm.
-(“Sema!”…)
- Yıllar onu da eskitmiş. Yüzünde yaşadıklarının izi. Sesi ne kadar
gizlemeye çalışsa da çizgilerin bir ucu hep seni gösteriyor. Çok aramış belli.
Sen de onu aradın mı hiç? Neyse sen devam et yaprakların dans edişini
izlemeye. Bir kahve ısmarladım ona. Uzun uzun senden konuştuk. Hiç
aklından çıkartmamış seni. Bir görsen gözlerinin içi nasıl parlıyor senden
bahsederken. Ama o da evlenmiş. Hayat işte, hep aynı rotada ilerletiyor bizi,
Merhaba – Sonbahar 2010 / 41
hep aynı yazgıları yaşatıyor. Hayaller hep hayal olarak kalıyor.
Ne bir dergi kurabildik ne de sevdiğimiz kadınlarla evlenebildik. Ama her
şeye alışıyor insan değil mi? Başka bir işe, başka bir tene, hatta başka bir
hayata…
Şimdi son demlerimizi yaşıyoruz. İyi ya da kötü hissediyorum yaklaştık
sona. Üstümde ömrün taşınmaz yükü… Çok yoruldum eski dostum çok. Hep
boş konuşanlar çıktı karşıma. Zamanımı çalıp kaçtılar benden. Hiç, derdin var
mı diye soran olmadı. Konuşamadım, zehrimi akıtamadım dışarı. Yuttum, hep
kendimi zehirledim. Oysa paylaşılsaydı, zehirlemezdi kimseyi dertler. Daha
çok kuvvetlendirirdi gevşeyen bağları.
Bizim bağlarımız hiç gevşemedi değil mi eski dostum? Bak işte aradım
seni. Daha dün görüşmüşüz gibi yakınım sana. Sen de okul yıllarındaki gibi
dinliyorsun beni aralıksız. Ama bitmiyor sözler eski dostum. Seni bekliyorlar
sona bağlanmak için. Yine söyleyeceksin değil mi özetleyen birkaç söz?”
…
“Duyuyorsun beni değil mi eski dostum? Çok ihtiyacım var sesini
duymaya. Hadi bir şeyler söyle, ne olur? Sona dayanan hayatımızı sonsuza
bağla hadi. ”
…
-“ Sema mutluydu, değil mi eski dostum?”
42 / Merhaba – Sonbahar 2010
ŞİİR
Kerem ERDEM
KAVUŞMA
Şu denizi gördün mü,
Hüznüne daldın mı
Hemhal olup da
Kendini buldun mu..
Tuttun mu saçlarından
Aşılmaz dalgaların
Yol aldın mı peşi sıra
Fırtınanın, yağmurun.
Eriştin mi ufkuna
Engin mavilerin
Sarıldın mı boynuna
Hiç batmayan güneşin.
Merhaba – Sonbahar 2010 / 43
DİNLEMEK - 1
Ayşe ERDAL
[email protected]
Üzerinde çok düşündüğüm, sık sık sıkıntısını yaşadığım bir konu:
Dinlemek. Sadece müzikle alâkadar olanların değil, bütün bir insanlığın
meselesidir
bana
göre.
Dinlemek
ki,
Nezihe
Araz'ın
ifadesiyle
"Aşk
Peygamberi" olan Hz. Mevlânâ'nın mesnevî türünde verdiği meşhur eserine
başlarken kullandığı ilk kelime, ilk mânâdır. Öyle ya, Allah insana iki kulak, bir
ağız vermiştir, iki dinle bir söyle der gibi.. O zaman dinlemenin bir anlamı
olmalı, değil mi?..
Dinlemek nedir, nasıl bir şeydir, nasıl yapılır, neden yapılır? Kelime
olarak bakacak olursak dinlemek kelimesinin yakın anlamlısı olarak "işitmek"
ve "duymak" gibi iki kelimemiz mevcuttur dilimizde. Ama bu iki kelime de,
dinlemenin mânâsını tam olarak ifade edemez.
İşitmek
kelimesine
baktığımızda,
tamamen
fizyolojik
bir
işlevden
bahsettiğimizi fark ederiz. Kulak kepçesi ses dalgası olarak adlandırılan hava
titreşimlerini toparlar, sinirler yardımıyla dış kulaktaki kulak yolundan orta
kulağa, örs-çekiç-üzengi kemiklerini kıpırdatmaya gönderir, bu kemikler
kıpırdadığında kulak zarı da titreşir, kulak zarından titreşimleri alan sinirler,
aldıkları sinyalleri beyindeki işitme merkezine yönlendirip ulaştırır ve bu
merkezde sinyaller algılanır. İşte buna işitme denir.
İşitmek, dinlemek demek değildir.
Duymak kelimesi ise, gündelik hayat içerisinde "işitmek" kelimesine
daha yakın anlamda kullanılıyorsa da, aslen ve sanat konusu içerisinde
"hissetmek, söylenen/işitilen şeyi yaşamış gibi olmak" anlamında kullanılır.
Zaten TDK'nın "duygu" ve "duygulanmak" diye ifade ettiği bu ki anlam da
duymak kelimesinin hissî mânâsıyla alâkadar değil midir?
Duymak da dinlemek demek değildir.
Dinlemek, hem maddî, hem mânevî bir fiildir. Hem fizyolojisi, hem de
psikolojisi vardır. Yani dinlemek, hem işitmek hem de duymaktır. Bunları yaparken
işitmek kadar otomatik, duymak kadar da iradeye ve bilince bağlı bir harekettir. İşte
bu yüzden dinlemek, işitmek ya da duymak demek değildir.
44 / Merhaba – Sonbahar 2010
Dinlemek için, öncelikle işitmeyi talep edersiniz, işittiğinizde duyacağınız
anlamlara vâkıf olabilmek, kâh bilgi alabilmek, kâh haberleşebilmek, kâh
tedbir alabilmek, kâh gerekeni yapabilmek için.. İşitme talebinizi idrak edip
düşünce
dünyanızda
onayladıktan
sonra,
işitmeniz
gereken
seslerin
bulunduğu yere doğru bazen vücudunuzla, bazen dikkatinizle yönelirsiniz.
Seslerin beyninize sağlıklı ve net bir şekilde ulaştığı nokta ve an geldiğinde
dinlemeye başlarsınız..
İnsan dinleme işini yaparken, beyne ulaşan seslerin ifade ettiği
mânâları, tıpkı dinleme kararını verirken olduğu gibi, sadece bir "an"
içerisinde bulur. Çok kısa bir süredir bu. Beynimizin maharetlerinden biridir.
Bu maharete, Allah'ın biz Adem oğullarına ve Havva kızlarına hediye ettiği
"irade etmek" becerisi de eşlik eder, üstelik aynı hızda eşlik eder. Yani,
insanda biri mânevî biri de maddî özellikler olan bu iki yetenek senkronize
çalışır ve dinleme gerçekleşir.
Gelelim, dinlemenin gündelik hayat içerisindeki yerine.. Gün içinde çoğu
şeyleri dinleriz. Anne-babayı dinleriz, eşi-dostu dinleriz, trafikteki sesleri
dinleriz, amirleri dinleriz, müzik dinleriz, kendimizi dinleriz, dert ortağımızı
dinleriz,
hocamızı/öğrencimizi
dinleriz,
hastamızı/doktorumuzu
dinleriz...
Acaba gerçekten dinlemekte miyiz? İnsan-insana iken dinlemekteyiz evet..
Peki müzik?
Saydığım bu kadar dinleme cepheleri içerisinde beni ilgilendiren cephe
elbette ki müzik dinlemek. Müziği dinlemenin ise, diğer dinleme cephelerinden
daha farklı olduğunu, daha değişik bir çaba ve müziği dinlemenin daha ilginç
bir rengi olduğunu düşünüyorum, buna inanıyorum.
Müzik, hepimizce mâlumdur ki, birbiriyle uyumlu orantılardaki seslerin
ve sessizliklerin bir bütün oluşturmasıdır. Birer hava titreşimi topluluğudur. Bu
sebeple müzik, öncelikle işitilen bir şeydir.
Ama aynı zamanda müzik, bir mânâlar topluluğudur. Bestecisinin iç
dünyasının bir parçasını ifade eden, tiyatro oyunundaki bir sahne gibi, filmdeki
bir kare gibi, resimdeki bir renk, figür gibidir. Bu yüzden, işitildikten sonraki
anda duyulması, hissedilmesi gereken bir şeydir. Bu sebeple sanattır. İnsana
dairdir, insanın mâneviyatını maharetle incelediği ve ortaya koyduğu için
sanattır,
insandan
insana değiştiği,
tamamen
kaynak
bulduğu
insanın
imkanlarıyla şekillendiği için, hatta bu teşekkülle birlikte başka insanları
Merhaba – Sonbahar 2010 / 45
etkilediği ve çok değişik hisler uyandırdığı için sanattır. Sanat ise, bana göre,
sadece işitilmemelidir. Duymak istenmeli ve duyulmalı, hissetmek istenmeli
ve hissedilmeli, hayat bulduğu kaynağın anlatmak istediklerine hakim olan
nağmelerin yükü paylaşılmak istenmeli ve paylaşılmalıdır. Müzik bunun için
vardır.
Biz insanlar; gerçi içinde yaşamadığım, bilmediğim halkları bu işin içine
dâhil edemem ama çok da farklı olduğunu zannetmiyorum, ayrıca toplumun
âlim-cahil her çeşitten insanını da kastediyorum ki; acaba "dinlemek" fiilini
yanlış mı anlıyoruz?
Dinlemek
talep
edip
yönelmek,
işitilenlerin
mânâlarını
kazanmak
demektir. Peki biz "müzik dinliyorum" derken acaba bu işi yapıyor muyuz?
Tabii bu mevzuun içine müzik zevkleri ve müzik türleri de girmeye başlıyor bu
noktada… Sonra da benim konum: Türk Müziği ve dinlemek.
Halkımızın her kesiminde gördüğüm bir sıkıntı var: İnsanımız beynini
çok gereksiz şekilde doldurmakta.. Buna ihtiyaç duymakta. Nasıl? Mesela iş
yerimizde çalışırken bir yanımızda duran radyoyu açıp işimize devam ederiz.
Evimizde
misafirimizi
arkadaşımızla
ağırlarken
konuşurken
fonda
televizyonu
muhakkak
açık
müzik
tutarız.
vardır.
Arabada
İşten
eve
geldiğinde, haberleri açmayanlarımız muhakkak müzik açarlar. Peki bu kadar
fiil gerçekten dinlemek midir?
Bu bahsettiğim hareketler esasen dinlemek değil işitmektir. Üstelik
kendi isteğimizle yaparız bunları. Bir de kendi isteğimizin ve irademizin
haricinde,
kulağımıza
dayatılanlar
vardır:
Mesela
bir
pastaneye
gidip
oturduğunuzda, illa ki yüksek sesle müzikler çalmakta. Bu seslerin arasında
muhatabımızı işitmede ve anlamada zorlanmaktayız. Pastane yetkilisi müziği
bir anda kesiverse, önce hiç farkına varmaz, beynimizin dinlendiği ve kendine
geldiği noktadan itibaren "müziği niye kapattılar yahu?" diye aranmaya
başlarız. Alışveriş merkezlerinden en ufak marketlere, hatta en küçük işletme
olan bakkallara kadar muhakkak müzik ön plandadır. İlla ki o müziği
duymalıyızdır, yoksa müşteri gelmez diye bir inanç vardır hatta. Taksilerde
bile böyle değil mi? Hadi taksisi, dolmuşu mâzur görelim ama, çoğunlukla
herhangi bir hastanenin kantininde bile bu müziklere rastlamıyor muyuz?
Bunların
da
yanında,
apartmandaki
üst
veya
alt
kat
ve
yahut
yan
komşumuzun yüksek sesle dinlediği müziklere kulak misafiri de oluyoruz.
46 / Merhaba – Sonbahar 2010
Bunlar gibi gereksiz yere beynimizi meşgul eden, lüzumsuzca yer kaplayan
müziklerle muhatap olduğumuz daha nice örnekler var..
Fark ettiniz mi, ne kadar sağlıksız.. Sokak sesleri bile insanın kendi
içindeki hayhuyunu bir anda bin katına çıkarabilecek sertlikte olabilirken,
insanoğlunun beyni bu seslerden etkilenmemek ve hayâtî faaliyetlerini sağlıklı
bir şekilde yerine getirebilmek için, önce bu sesleri dinlememeye, sonra
duymamaya,
en
sonunda
işitmemeye
yöneliyor.
Beynimiz
kendi
hareketlerimizin, yapacaklarımızın ve düşüncelerimizin dışında kalan çoğu
sesleri işitmediğinde ise, sanat kaygılarını bir kenara bırakalım, bir anda
boyutları çok ciddi ölçülere ulaşabilen bir iletişimsizlik sorunuyla baş başa
kalmış buluyoruz kendimizi..
Dinlemek çok önemli bence. Duymak, hissetmek için de; duymamak,
huzursuz olmamak için de gereken bir şey. Dinlemek ya da dinlememek. İşte
bütün mesele bu...
Merhaba – Sonbahar 2010 / 47
BİLMECE - BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ
48 / Merhaba – Sonbahar 2010

Benzer belgeler

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72

Detaylı

Merhaba Sonbahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Sonbahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir

Detaylı