karakututuncayguney

Transkript

karakututuncayguney
KARA KUTU
Tuncay Güney
Faruk Arslan
[Faruk Arslan]
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık
Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de
‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de
‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde
sosyoloji alanında yüksek eğitim yaptı.
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın
enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı
basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve
köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince
Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı.
Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu.
Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji
muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma
dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler
Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler
Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto
muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi
Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali
Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek
gazetelerinde köşe yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları
yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan
Canada Türk’te, 2006’dan beri Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde, 2000’den
beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü. Evli ve
iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da
gazetecilik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerice
biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:
Matrix’in 11 Eylül Kurgusu
Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol mparatorlu unda Güç Sava ları
Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu
Petrol Satrancı
Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada
Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlı ın Gizli Tarihi
Ke mir’de Hz. sa Efsanesi
September 11 Fiction of Matrix
Vadi’nin ifresi Çözülüyor
Kurtlar Vadisi Fenomeni
Azerbaycan Alperenleri I
İçindekiler
Önsöz
Ergenekon’u Çökertmek ki Çorumlu’ya Kaldı ........................8
GiriĢ
Tuncay Güney’i Nasıl Tanıdım?..................................................12
Birinci Bölüm
GÜNEY’LE NEDEN BOZUġTUK, NĠÇĠN BARIġTIK? ........30
Ġkinci Bölüm
AYDINLIK’IN SAHTE TUNCAY GÜNEY B YOGRAF S ..41
Üçüncü Bölüm
TUNCAY GÜNEY’ĠN GERÇEK YAġAM ÖYKÜSÜ..............47
Dördüncü Bölüm
NASIL GAZETECĠ OLDU?.........................................................69
BeĢinci Bölüm
FOTOMONTAJ SKANDALI VE FOTOĞRAF HIRSIZLIĞ I .....74
Altıncı Bölüm
OTO, DĠPLOMA, ARSA SAHTEKÂRLIKLARI ......................85
Yedinci Bölüm
GÜNEY’ ĠN 28 ġUBAT’TAKĠ ROLÜ.........................................91
Sekizinci Bölüm
MUMCU, BĠTLĠS, ERSEVER ĠTĠRAFLARI ...........................97
Dokuzuncu Bölüm
ERGENEKON’UN PKK’SI VE ASĠ T ÖLÜM ÇUKURLARI .109
Onuncu Bölüm
MISIR’IN ARADIĞ I MOSSAD AJANI GÜNEY! .....................139
On Birinci Bölüm
YILAN HĠKAYESĠNE DÖNEN ĠLTĠCA MACERASI ........149
Oni kinci Bölüm
HAHAM YARDIMCISI OLDUĞU SĠNAGOG.......................169
On Üçüncü Bölüm
UYUġTURUCU ĠTRAFI VE JĠTEM .....................................184
On Dördüncü Bölüm
GÜNEY’ ĠN ĠFADELERĠNDEKĠ SIRLAR ............................191
On BeĢinci Bölüm
BAġKA BĠR TUNCAY GÜNEY PORTRESĠ ...........................204
On Altıncı Bölüm
ÇĠFTE AJAN GAZETECĠLER..................................................217
On Yedinci Bölüm
ERGENEKON’UN MASKESĠ DÜġTÜ...................................229
On Sekizinci Bölüm
BAġKA SÖZE HACET VAR MI? ..............................................239
On Dokuzuncu Bölüm
KAYIP DOSYALARDAK JĠTEM............................................242
Yirminci Bölüm
HANĠ NEREDE DIġ ĠSTĠHBARATLAR?.............................246
Yirmi Birinci Bölüm
KĠMDĠR BU DERĠN DEVLET?...............................................252
Yirmi ikinci Bölüm
ĠKĠ YIL ÖNCE YAZDIĞ IM ERGENEKON! ..........................259
Yirmi Üçüncü Bölüm
ON SORU-CEVAP’LA ULUSALCILARIN
ĠHANET ÇETELER !................................................................271
Yirmi Dördüncü Bölüm
LĠDERĠN ġEMAĠ LĠ VE BAĞLANTILARI ...........................293
Yirmi BeĢinci Bölüm
EN GÜÇLÜ ADAY......................................................................308
ERGENEKON BUZDAĞI............................................................ 322
Kaynakça.......................................................................................340
Tanıtım
Ergenekon’u deşifre eden, kilit adam, kara kutu Tuncay
Güney, sürekli konuşuyor. Ergenekon iddianamesinde adı
en çok geçenler arasında dokuzuncu sırada, tam 592 kez
geçiyor.
Ama Ergenekon davasına dayanak olduğu halde
güvensizlikten tanık veya sanık yapılmadı. Şehir efsanesi
haline getirilen medyatik yaşam öyküsü, ilişkileri sanal
mı, gerçek mi?
Ortada, ajan filmlerine taş çıkartan bir figür duruyor,
kimse gerçekleri araştırmıyor. Kimilerine göre en uçuk
romanlarda ve filmlerde bile, böyle sanal kahraman, usta
oyuncu bulmak zordur. Şok açıklamalar yapan Güney’in,
anlattıklarının ne kadarı doğru, kayıp çuvaldakiler neler?
CIA ajanı sanılan Güney’in evine baskın yapan CIA ajanı
neden çok şaşırdı? Mısır’da MOSSAD ajanlığından ceza
aldığı halde neden Interpol tutuklamıyor? Ergenekon
davasında dış istihbaratlar, gerçek baronlar, finans
kaynakları neden yok? JİTEM’in yargısız infazları, faili
meçhullerin mezarı: Ölüm Asit Çukurları nerede? Kimdir
bu derin devlet, gerçek lideri, baronu kimdir, ne gibi
bağlantıları vardır? Kanada’da, Güney’i gerçekten
MOSSAD mı koruyor, yoksa sıradan bir vatandaş mı?
Yılan hikâyesine dönen iltica davasında, bahsi geçen
homoseksüelliği neden gerçek dışı? Haham yardımcısı
olarak çalıştığı sinagoga neden Rebai olamaz, oldu ise
nasıl oldu? Terörist Abdullah Öcalan, neden onu
MOSSAD ajanı ilan etti; operasyonu onlar mı yürütüyor?
Tuncay Güney’in gerçek hayat hikayesi bambaşka. O,
sıradan bir ‘kahraman’ Çorumlu. Bu kitapta kafanıza
takılan soruların gerçek cevaplarını bulacaksınız.
Önsöz
Ergenekon’u Çökertmek
iki Çorumlu’ya Kaldı
Ergenekon’un kara kutusu Tuncay Güney, Ergenekon ile
PKK ilişkisine, Hizbullah’ı Ergenekon’un kurdurduğuna
ilk dikkati çeken isim. Veli Küçük, Doğu Perinçek ve
İlhan Selçuk’a ve pek çok Ergenekon’cuya sorgulamada
sorulan yüzlerce sorunun kaynağı Güney’in
açıklamalarıydı. Ergenekon davası, onun dayanak teşkil
eden açıklamaları olmasa, ne kamuoyu desteği alır, ne de
dava açılabilirdi. Bununla gurur duyuyor, Ergenekon’un
ipliğini pazara çıkaran gazeteci olduğu için, diğer
gazetecilerin kendisini kıskandığını iddia ediyor.
Bu sırada PKK elebaşısı Abdullah Öcalan, MOSSAD’ın
Ergenekon’u çökertiğini, Tuncay Güney’in MOSSAD
ajanı olduğunu öne sürdü.
PKK çevrelerine, bunun kaynağını soran Tuncay Güney’e
göre, Öcalan bu iddiaları benim yazılarıma bakarak
söylüyormuş. Öcalan’a, Aydınlık’a, Doğu Perinçek’e
ilham veren Faruk Arslan’mış, bu nedenle kendisini
MOSSAD ajanı olmakla suçluyorlarmış. Güney, bana bu
nedenle 32. Gün’den sitem ediyordu: “Kral Faruk
yazıyor, Türk medyası alıntı yapıyor.”
Ona 4 Ekim 2008’de şu yanıtı gönderdim:
Tuncay,
“Türkiyede çıkan Newsweek’ten Semin hanıma,
Ergenekon ve seninle ilgili olarak, bir saat mülâkat
verdim. Hep seni sordu; doğruları söyledim. ‘Tuncay bey,
sizin anlattığınız gibiyse, gerçek hayatını anlatsın,
Ergenekon davası daha da güçlenir,’ dedi muhabir. Haklı.
Karmaşık görünen ilişkilerin kafalarını karıştırıyor, tam
bir şehir efsanesi oldun. Başkası gibi olma kendin ol,
olmadığın gibi görünmeyi bırak, ‘pretend’ yapma artık.
Muhabire de aynı yorumu yaptım. Ergenekon’un
sokaktaki bu adamlarını temizleme işinde, bir
konsensüsün varolduğu görünüyor. ABD, AB, İsrail,
TSK, masonlar ve baronlarımız, tüm kirli işleri, faili
meçhulleri illegal JİTEM’e ve bu küçük günah keçisi
Ergenekonculara yıkıp, kendilerini temize çıkaracaklar.
Böylece, Türkiye AB’ye girecek. Plan bu.
Sonra da yeni bir Ergenekon sistemi kuracaklar. 100
kişiyi suçla, 4000 kişilik yapılanmada iş değil.
Bunca işi yapan Ergenekon’un, hani nerede dış istihbarat
ayağı, finans odakları, baronları, bankamatik danışmanı
emekli generalleri? Herkes olayın ideolojik savaş değil,
ekonomik savaş olduğunu biliyor. O zaman neden,
ekonomiyi kontrol etmek için bunca yıldır fitne
çıkaran baronlara uzanamıyorlar?
Bu işi çözmek seninle bana, iki gariban Çorumluya mı
kaldı? Bu arada, Çorumlu akrabalarımla konuştum.
Akrabalarımın neredeyse hepsi ölmüşler, bir dayım, iki
teyzem, iki halam, iki amcam kalmış geriye. 12 yıldır
Çorum’a gidemedim.
Faruk Arslan”
5 Ekim 2008’de Tuncay’ın verdiği şu cevap aslında tüm
gerçekleri çok yalın olarak ve olduğu gibi anlatmaya
yetiyor:
“Faruk bey,
Tespitleriniz doğru, fakat bugünkü gazeteciler çok cahil.
Örnek isterseniz, Hürriyet beni manşet yapmıştı. MİT’den
29 yaşında emekli oldu, diye. On gazeteci aradı.
Doğruları anlattım. Dedim ki, babamdan yetim maaşı
almıştım. Ama 16 yıl oldu, 18 yaşımdan sonra kesildi.
Hiç kimseyi inandıramadım. Bakan Çelik, açıkladı da
inandılar. Zorla, MİT emeklisisin itiraf et, dediler.
Bu saatten sonra, bunlara doğruları anlatsan da,
inanmıyorlar. Ne yapayım? Tek suçlu ben miyim? Bak iki
Çorumlu olarak, senin ile benim ‘Ergenekon’u ortaya
çıkartmaya çalışan.’ Çorum’a heykelimi diksinler.
Newsweek dergisi beni de aradı. Ama yine kendi
bildiklerini yazacaklar.
Meselâ, ABD’de kalman için 10 yıllık vizeyi CIA verdi,
Kanada’da devletin özel misafirisin değil mi, diyorlar.
İlticacıyım diyorum, yok anlamıyorlar. ABD, Kanada,
İsrail sana özel statü vermiş de kalıyorsun, diyorlar.
Sonunda, ne biliyorsanız, aman onu yazın dedim.
İlticacı olduğuma inanmıyorlar. Ben ne yapayım
söyleyin, tek suçlu ben değilim. Nasıl karanlık görmek
istiyorlarsa, öyle görsünler. CIA’dan kaç para alıyorsun,
dediler. 100 dolar, metropass mavikart parası, dedim.
Canada Türk’de okuduk dediler, çok az buldular. Ne
CIA’sı, dedim. 100 dolar alıyormuşsun, diye ısrar ettiler.
Gel de çık işin içinden kardeşim!
Bu arada ben de gazetelerden öğrendim. Çorum’da
teyzem ölmüş. Haberim yoktu, çok üzüldüm. Çok
severdim kendisini. Annemin tek kardeşi idi, çok
üzüldüm. Annem de kahroldu. Bir ağabeyim 17 yaşında
idi, trafik kazasında öldü. Babam, teyzem öldü. Annem
artık çok üzülüyor. Bana da üzülüyor. Hayırlısı. Çorum’a
belki beraber gideriz.
Bence bu Ergenekon’u deşifre etmek seninle bana, iki
Çorumluya kaldı. Bak Çorum’dan neler çıkıyormuş…
Saygı ve dostça
Tuncay Güney“
Faruk Arslan
Giriş
Tuncay Güney’i Nasıl Tanıdım?
Ergenekon’un kara kutusu Tuncay Güney’in gerçek hayat
öyküsünü yazmak zorunlu hâle geldi. Ergenekon
soruşturmasıyla ‘şehir efsanesi’ne dönüştürülen Güney’i
Ergenekon soruşturmasından bir buçuk yıl önce, 1 Ekim
2006’da ilk defa gündeme getiren gazeteciyim.
Türkiye’nin meşhur gazetecileri, Ergenekon soruşturması
sayesinde ünlenen Tuncay Güney tarafından yanlış
bilgilendirildi. Uğur Dündar’dan Saygı Öztürk’e Fatih
Altaylı’dan İbrahim Karagül’e, Mehmet Ali Birand’a ve
bu satırların yazarına kadar herkesi yanlış yönlendirmeyi
başaran Güney, bir fenomen olmayı hak ediyor. Ertuğrul
Özkök’ün “haberin şehavetine kapıldık da, yer verdik”
savunması, Türk gazeteciliğinin düştüğü içler acısı
durumu kurtarmıyor.
Ergenekon oluşumuna, ilk olarak, 2 Mart 2001’de
gazeteci Tuncay Güney’in ofisine ve evine yapılan
baskında bulunan, “Ergenekon Gizli Örgütü’ adlı dosyada
rastlandı. Bu kadar önemli bir soruşturma, hazırlanan
iddianame ve davanın dayanağı, oldukça ilginç bir şahıstı.
Aynı dosya, Doğu Perinçek’ten Veli Küçük’e Adil Serdar
Saçan’a kadar pek çok insanda bulundu, Ümraniye el
bombacılarında çıktı. Göz altına alınanlara, -Güney’in
ifadelerine dayanılarak- sorular soruldu. Peki, kimdi bu
Güney? Gerçekten önemli bir kaynak, bir tanık mıydı,
örgütün içinden mi geliyordu, yoksa örgütün kurbanı
mıydı? Ajan mıydı? Gay miydi?
Çorumlu hemşerim olan Güney ile ilk tanışmamızda
anormal bir durum yoktu. Onu meşhur eden yazıları 2006
ve 2007’de kaleme alırken, ortada Ergenekon
soruşturması da, davası da bulunmuyordu. Bu yazılardan
dolayı çok eleştiriler aldım. Güney’i sanal, sahte,
uydurma bir kişilik sanıyorlardı. Ergenekon’da kilit isim
olunca, ismini, internetten “google”layanlar yazılarımla
karşılaştı. Pek çokları faydalandığı halde, kaynak
göstermeden, kimileri de ismimi zikrederek Güney’i
yazdılar. Kanada ile Türkiye arasında inanılmaz bir haber
ağı kuruldu.
Tuncay, artık “benimki”ydi, uzmanlık alanıma girmişti.
“Seninki yine filanca medyaya konuşmuş, aslı nedir?”
diye takılanlara açıklama yapmaktan yoruldum. Oysa
herkes, işin gerçek yüzünü merak ediyordu. Bu süreçte,
sayısını hatırlayamadığım kadar gazeteci, Güney’in
telefonunu, e-mailini istedi. Güney’in verdiği müthiş
bilgilerle Ergenekon aydınlanırken, şahsı ile ilgili
dezenformasyon bilgiler ortada dolaşıyordu. Bunları
düzeltmek elzem olmuştu. Ortada casus filmlerine taş
çıkartan bir figür dolaşıyordu, en uçuk romanlarda ve
masallarda bile, böyle sanal kahraman bulmak zordu.
Oysa her şeyin basit bir açıklaması vardı.
Bu sürecin başlangıcında, 2002 yılından 2003’e kadar
aynı kentte -Toronto’da yaşadığım halde- Güney ile
ilgilenmemiştim. Bu nedenle Saskatchewan’ın başkenti
Regina’da üç yıl kaldıktan sonra, Ontario’nun başkenti
Toronto’ya geri dönüş yaptığım 2006 Temmuz’unda
“Yahudi hayranın seni arıyor” diyen ebedi ve ezeli
komşum, dostum, arkadaşım, sırdaşım gazeteci Nasir
Balcı’nın, kimi kast ettiğini önce anlamadım.
Şaka yapıyor sandım, Yahudilerden hayranım çıkacağını
pek sanmıyordum.
Başında kippa’sıyla Yahudilerin caddesi Bathuristde
dolaşan, ve aksanlı Türkçe konuşan Tuncay, kendini
herkese Yahudi olarak tanıtıyor, ve Türkiye’yi çok
sevdiğini belirtiyordu. 2005’de Ottawa’da meskun
‘Türkiyeliler’ adlı bir grupla gelip, Kanada Türk
Federasyonu genel seçiminde yönetimi ele geçirmeye
çalışmasa, kimse onun Türk vatandaşı olduğunun farkına
bile varmayacaktı. Burada bir de konuşma yapan
Güney’in, aksanlı, bozuk Türkçe kullanması dikkat
çekiyordu. Güney, ‘aptal’, ‘salak’ rolünü oynamayı çok
seviyordu.
Tarih: 7 Ağustos 2006. Yer: Toronto, Yonge ve Dundas
Meydanı. Kanada’da ilk defa, -Kanada Türk Dostluk
Vakfı’nın girişimiyle- gerçekleştirilen Toronto Türk
Festivali’nin organizatörlerinden birisi olarak, Türk
lokumu çadırında, lokum ikram ediyordum.
Nasir, yumurta sarısı saçlı, ablak kırmızı yüzlü, sürekli
sırıtan birini koluna takmış olarak, çadırıma geldi.
Meğerse biraz önce benden lokum alan Tuncay, biraz
ileride karpuz standında bulunan Nasir’e burada olup
olmadığımı sormuş. Nasir’den de “dostum, sen kimden
lokum aldığını bilmiyorsun sanırım” cevabını almış.
Nasir, “işte seni arayan Yahudi hayranın bu” dedi ve
yanımızdan ayrıldı.
Koyu bir sohbete başladık. Kişisel web sayfamda anne ve
baba tarafından aslen Çorumlu olduğumu öğrenince, bana
olan sevgi ve saygısı artmıştı. “Uzun yıllardır yazılarını
biriktiriyorum, hayranım yaklaşımlarına, ortak görüşleri
paylaşıyoruz” diyen Tuncay, mutlaka kitaplarıma
ulaşmak istiyordu. Festivalde lokum çadırı çok yoğun
olduğundan, çok fazla konuşamadık. Daha sonra
buluşmak için sözleştik. Benden kitaplarımı imzalı istedi.
Kanada’da 2004’den beri aylık yayımlanan, köşe yazarı
ve yayın danışmanı olduğum Canada Türk gazetesinin
bulunduğu çadıra giden Tuncay, editör Hasan Yılmaz’dan
Yahudiler aleyhinde yazmaktan vazgeçmesini talep etti.
“Git işine buradan kovmadan” diye bir araba azar işitti. O
sırada İsrail, Lübnan’a saldırmıştı. Kanadalı Arapları
bölgeden tasfiye etmek için, Ottawa, Ankara’dan yardım
istemişti.
2005 sonunda kurulan Kanada Dinlerarası Diyalog
Merkezi’nin 2006 yılındaki çalışmalarını yürüten Fehmi
Kala, Yahudi toplumundan diyalog kuracak kimse
bulamayınca, ‘Yahudi’ sandığı Tuncay’dan destek
istemişti. Toronto’da sinagog sinagog dolaşarak,
Kanada’da ilk defa 2006 Ramazan’ında düzenlenecek
diyalog yemeğine çağıracak Yahudi aradılar. Sonuçta
biraz ılımlı olan bir Yahudi ve Tuncay’dan başka
Ramazan ayında gerçekleşen iftara katılan ‘Yahudi’
olmadı. Daha sonra Kala’ya, “koskoca Toronto’da
diyalog yapacak ‘sahte Yahudi’ Tuncay’dan başka adam
mı bulamadın” diye epey takıldım. Kala da, insanları
etkilemeyi bilen Güney’in kurbanlarındandı. Güney, beni
de kandırmıştı. Daha sonra, düştüğümüz hâle, ikimizde
çok güldük.
Toronto’da King Oteli’nde gerçekleşen iftar sırasında ve
sonrasında, Tuncay ile ayak üstü sohbet ettik. İftar
masamda “kim bu konuştuğun Yahudi?” diye soran
Türklere, sırf şaka olsun diye, “hiç, arkadaş MOSSAD’a
çalışıyor, rapor yazmaya gelmiş” cevabını, alelade bir
cevapmış gibi verdim. Çünkü, bir kaç dakika önce
Tuncay aynı soruma, böyle cevap vermişti. Öyle bir
izlenim veriyordu. Çevresindeki insanlar kendinden
korksun, saygı duysun diye, MOSSAD’ım diyordu.
İftardan sonra Tuncay’ın başındaki kippa ve kara fötr
şapka ile fotoğraflar çektirdim. ‘Net Kırılma’ adlı
kitabımı imzalayıp Güney’e getirmiştim. Dışarı çıktık,
araba ile evine bırakmayı önerdim, kabul etti.
Henüz otelin merdivenlerinden inerken, ilk tepkisi
programa katılan Yahudi’ye oldu. Cuma akşamı
düzenlenen iftar hataymış, bir Yahudinin bu iftara
katılması daha büyük hataymış. Çünkü, Cuma akşamı ve
Cumartesi günleri, dindar Yahudiler hiçbir etkinliğe
katılmaz. Programı düzenleyenlerin bunu bilmeyecek
kadar cahil olmadığını var sayarak, Yahudileri
dışladıklarını sonucuna varmıştı Güney.
Bir kasıtları olmadığını söyledim. Program boyunca,
ılımlı Yahudinin -koyu kara ve beyaz gömlek Yahudileri
temsil eden kıyafet giydiği için- kendisine korku ve
endişe ile baktığını ve rahat konuşamadığını, rapor
edeceğini bildiğini savundu. Kime rapor edeceksin
dediğimde, daha önce şaka yaptığını sandığım sözü
tekrarladı: MOSSAD’a...
İkinci tepkiyi, programda onur konuğu olan ABD
Toronto Konsolosu’na gösterdi. Daha yeni göreve
başlamasına rağmen, Fehmi Kala’nın nasıl olup ta böyle
bir diplomatı ‘ele geçirdiğini’ merak etti. Bir dahaki
diyalog iftarına geleceğine dair bu programda söz
vermesine rağmen, gelememesi için gerekli yerlere rapor
edeceğini, CIA’yı bilgilendireceğini söylemeyi ihmal
etmedi. Ne kadar önemli, büyük bir adam olduğunu
sürekli imâ ediyordu.
Saatlerce konuştuk, pek azını kaleme aldım. Herkesten
bilgiler kotarıp, ilgi duyan bir başkasına satıyordu. 2006
Ekim ayında, internette köşe yazdığım sonsaniye.net ve
Almanya’da yayımlanan Platform dergisinin web
sayfasında “Mossad’a Çalışma ve Masonluk Teklifi”
başlıklı aşağıdaki yazım yayımlandı. Yazı, muhatabımın
çifte kişilikli olmasından kaynaklanan, bazı yanlış
bilgileri de barındırıyordu. Ergenekon’un kara kutusu
Güney’i tanımak isteyen pek çok kişiye kaynak
oluşturduğu için, buraya olduğu gibi alıntılamak
zorundayım:
“Sonunda başıma bu da geldi. MİT veya derin devlete
çalışmadığım konusunda ikna olan MOSSAD, meğerse
bir aracıya ‘bizim ile çalışır mı?’ diye sordurtmuş. Aracı
Yahudi dostum, bana haber bile vermeye gerek
duymadan, ‘onurlu bir Müslümandır, çalışmaz’ demiş.
Yahudi dostum ciddi ciddi, ‘yahu sen Mason olsan,
müthiş yükselirsin’ dedi.
Yukarıdaki öneri espiri değil. Tuncay müstear ismini
kullanan Yahudi hayranım, uzun süredir kitaplarımı
imzalı istiyordu. Nihayet buluştuk ve aramızda aşağıdaki
ilginç diyalog geçti. Asıl ismini yazmayacağım. Pek çok
Yahudi gibi çıkarlarına uygun olduğu için Türkiye'yi ve
insanını seven bir Yahudi. Türkiye'de Yahudi düşmanlığı
yoktur dedim ve başındaki kipasını başıma geçirerek
fotoğraf çektirdim. İsrail'i kuran ve esas yönetici kadro
Eşkenaz Yahudilerinin soyu, Musevi olan Hazar
Türklerine dayanır, aralarında akrabalık ilişkisi vardır. Bu
topraklardan İspanya'ya göç ettiler, daha sonra katliama
uğradılar ve Osmanlı’ya 500 sene önce tekrar göç etmek
zorunda kaldılar; işte bu Yahudiler İsrail'i kurmuştur.
Biraz ipucu vereyim. İstanbul Üniversitesi mezunu bir
gazeteci. Milliyet, Sabah, Akşam gibi gazetelerde
çalışmışlığı var. Türkiye vatandaşı olabilmek için İstanbul
Müftülüğü'ne gidip numaradan kelime-i şehadet getiren,
aslında koyu dindar bir Musevidir. Oldukça iyi takiyye
yapmış; pek çok sûre ezberinde ve Kur’ân'ı tecvidiyle
okuyabiliyor. Bir ara JİTEM mensubu olduğu ortaya
atıldı. (Ortaya atan arkadaş dostum olur, ona lanet
okuyor, kimin elindense ölmesini diliyor) Bunun nedeni
dünyanın en dönek ve bukelemun adamı olarak nitelediği
İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek ile PKK elebaşısı
Abdullah Öcalan'a gül verirken çekilen fotoğrafı elde etti,
MİT'e verdi. MİT ise medyaya verdi. MİT'e yaptığı
servisler ve MİT'in ona yaptığı servislerin çoğu 28 Şubat
sürecinde gerçekleşmiş. Türkiye'yi bir Türk'ten daha iyi
tanıyan, karış karış dolaşmış bir meraklı. Türkçesi
mükemmel. Kanada'da da Sion Tarikatı Toronto
Merkez'inde Türkiye Masası uzmanı olarak çalışıyor.
Ayrıca Toronto Mason Örgütü'nün Bathurist ve St. Clair
West şubesine üye.
‘Senin yazılarını tercüme etmekten anam ağladı!’ diye
söze başladı Tuncay.
-Peki, kime gönderiyorsun bunları, ne diyorlar
yazılarıma? MOSSAD'a mı çalışıyorsun?
-Genelde ‘Fuck’, ‘Shit’ diyorlar. Yahudi teşkilatlarına
gönderiyorum.
-Çok mu Yahudi aleyhtarı yazıyorum sence?
-Çok ta laf mı? Akit-Vakit çizgisindekiler yazsa güler
geçeriz, ciddiye almayız. Ama senin yazdıkların
Müslümanları uyandırıyor. Özellikle genç entellektüel
gençlik üzerinde büyük etkin var. Çok açık yazıyorsun.
Biraz liberal ol, üslubunu yumuşat.
-Yalan mı yazıyorum? Ben fundamentalist Yahudi
zihniyetine karşıyım. Dünyayı kana bulayan dinlerin
fanatik grubudur. Bu ayrımı yapabiliyor musun?
-Doğru yazıyorsun. Ben çok beğeniyorum, hepsini
arşivlemişim. Sana hak veriyorum. Ama bu fanatik
dindarlar İsrail devletinin teminatıdır. Sen sizin derin
devleti eleştirir gibi yapıp aslında savunuyorsun? Cidden
söyle bana, derin devlete mi, yoksa MİT'e mi
çalışıyorsun?
-(Burada epey gülüyorum) Eski bir gazeteciyim, yazmak
benim hobim. Aslen bakliyat ihracatcısıyım. Türk derin
devletinin benim gibi adamla çalışmadığını sende iyi
biliyorsun. İsrail derin devletine gelince; başbakanları
İzak Rabin'i öldürecek kadar barıştan uzak, kan isteyen
caniler güruhundan oluşuyor. Bunlar nasıl dindar ve ne
tür bir Allah korkuları var, anlayamadım? İsrail'in devlet
terörü işlemesinin sebebi bu çete. Bu durum sence İsrail'i
ve halkını bölgede güvenlikte mi kılıyor, yoksa ateşe mi
atıyor?
-İstihbaratların değişik mesleklerde bir sürü ajanı vardır
ya, neyse! Sizin derin devletin asker ayağı güçlü değil
mi?
-Derin devlete tamamen karşı değilim. Her ülkenin
olmalı. Ama kime hizmet eden derin devlet olacağı
önemli. Bir tane Türk derin devleti yok ki! En güçlüsü
sen de biliyorsun ekonomimizi elinde bulunduran
İstanbul baronları, yani sizin Sebataycıların ekibi. Asker,
bu ekibin içinde yer alan operasyonel çalışmaları yapan
en güçlü kolu olduğu için halkın gözünde derin devlet
asker gibi algılanır. Kime suikast düzenleneceğine baron
karar verir, alt birimler uygular. Bazen diğer derin devlet
ekibiyle çatıştıkları olur ve ortaya Susurluk kazası,
Şemdinli krizi, Söylemezler çetesi gibi skandallar çıkar.
-Doğru söylüyorsun. Uğur Mumcu'nun öldürülmesine
Türkiye'nin baronu karar verdi. Taşeron olarak bir örgüt
kullandılar.
-Söyle çekinme! Sizin MOSSAD'ın Türkiye'de kurduğu
taşeron örgütünün adını söyle. Suçu nasıl da
Müslümanların üstüne attılar. Derin devlet işte aslında
devlete değil bazılarının çıkarlarına çalışır. Rejimi
koruma derler, başka teraneler uydururlar, ama esasında
potansiyel ekonomik ve siyasi rakiplerini kirli yollarla
temizlerler. Türkiye'de derin devlet yok, derin çete var.
Derin devlet cinayet işlemez, öldürse bile vatanı korumak
içindir. Bunların işi gücü cinayet.
-İyi ama bizim derin devletimiz olmasa İsrail'de olmazdı.
HAMAS ve Hizbullah'a kök söktürüyorlar.
-Bravo yani! Onlar devlet terörü organize ediyor.
HAMAS ve Hizbullah'da İslam'da olmayan terör yöntemi
ile cevap veriyor. Kan ve şiddet durmuyor. İkisinin de
yaptığı terör estirmek. Şimdi bana sen kalkmış bu derin
devletlerin lazım olduğunu anlatıyorsun.
-PKK ile HAMAS-Hizbullah arasında ne fark var? Batıda
PKK, Kürtlerin özgürlüğü için savaşıyor diye algılanıyor.
-Türkiye'de 10 milyon Kürt var. PKK bunun yüzde kaçını
temsil ediyor, yüzde birini bile değil. Kürt
vatandaşlarımızın çoğu şiddete, teröre karşıdır. PKK'yı
kimlerin kullandığının farkındasındır. Ama siz
Filistinlilerin yurdunu işgal etmişsiniz. İştahanız
doymuyor, hepsini sürmeye, öldürmeye çalışıyorsunuz.
İsrail'in devlet gibi yaşamaya hakkı var, ama
Filistinlilerin de devlet gibi yaşamaya hakkı var.
-Ben de aynı şey Kürtler için dersem ne dersin?
-Kürtleri kimlerin maşa olarak kulandığını iyi biliyorsun.
Oralara gittin gördün. Ben bu olayı dış mihrak kadar,
bizim derin devletin kirli bağırsağı olarak görüyorum.
-Olabilir. Ama sizin derin devlet kara cahil aşırı ırkçıları
tetikçi olarak kullanıyor. Adamlarda kültür yok,
medeniyet yok. Yazık vallahi!
-Ne yapsınlar? Onların yaptıkları katliam operasyonlarını
hangi aklı başında insan yapar? Vatan-Millet-Sakarya
edebiyatıyla biraz gaz verdin mi, ellerine üç-beş kuruş
tutuşturdun mu, işlem tamam. Kaybedecekleri birşey yok;
zaten aslında suçlular, işledikleri devlet adına suç, ama
kahramanlık, şan-şöhret katıyor. Doğru mu? Yanlış
elbette. Devlet katili işe almaz. O zaman balansı
yakalayamaz, bu adamlar kontrolden çıkar ki, çıkmıştır.
Hesabını veremiyorlar. Terörü kim işlerse işlesin
terördür.
-Abdullah Çatlı'yı ne kadar büyüttünüz öyle!
-Biz büyütmedik. Baronlar öyle istedi. Bir kamuflaj
görevi gördü. Altındaki, arkasındaki pislikleri gizledi.
Biraz deşilseydi derin devletin tetikçilere azmettirenleri
halk görebilecekti. Çatlı'nın efsaneleştirilen bedeni,
derinlere inilmesini engelledi. Kirli bağırsakları
temizleme fırsatı kaçırıldı.
-Papa suikastında asıl organizatör Çatlı değil, Oral
Çelik'ti; adam ‘ben yaptım’ diyor halen serbestçe geziyor.
Belli ki, derinlerden korunuyor.
-Derin devlet, İsrail'de olduğu gibi karanlık eylemlerini
taşeronlara yaptırır. Türkiye'de bile MOSSAD'ın kaç tane
taşeron örgütü var, bunları biliyorsun.
-Devletin bekası için bunlar gerekli şeyler. Veli Küçük’le
uzun süre çalıştım. Bugün yaptıklarımdan dolayı
utanıyorum. Küçük ekibini yanlış yönlendirdiğim için
kendimi suçlu hissediyorum.
-Evet, defterini dürmek isteyenlerin defterini Allah dürdü.
Tevbe edenlere Allah'ın ve salih kullarının kapısı her
zaman açıktır.
-Türkleri seviyorum. Ermeni sözde soykırımı meselesinde
sizin yanınızdayız.
-Acaba niye bizi destekliyorsunuz? Çıkarınız nedir?
- Hımm! İyi bir soru.
-Soykırıma uğrayan mazlum millet imajınızı tekelinizde
bulundurmak ve maddi-siyasi çıkarlar elde etmek
olmasın.
-Bak. Sana MOSSAD'ın e-mail yazarak, tehdit etmesi
olayını, arkadaşlara sordurdum. Direk olarak öyle bir şey
yok dediler, ama endirek olabilirmiş ve bu onları
bağlamazmış.
-Eee.. sonra!
-Sonra senin yazılarının tercümelerini okuduktan sonra bu
adam Türk MİT'i veya derin devletine mi çalışıyor diye
sordular.
-Sen ne dedin?
-Hayır dedim, mümkün değil. Bize çalışmak ister mi diye
sordular bu sefer.
-Bir bu eksikti. Sen ne cevap verdin?
-Kesinlikle çalışmaz, çok onurlu bir Müslümandır dedim.
Radikal Müslümanları ikna ederiz, Faruk Arslan'ı
edemeyiz dedim.
-Beni iyi tanımışsın, aferin! Ankara'da iken İsrail
Büyükelçisi Uri Bar ile o kadar iyi ilişkilerimiz vardı ki,
sorma! Hatta makamıma gelip Yahudilerin aleyhine çok
yazıyorsun, ayağını denk al diye şantaj yapabiliyordu.
Ben bildiğim doğruları yazıyorum. Bunların bazıları
elbette Yahudilerin hoşuna gitmeyecek şeyler. Çünkü
Türkiye'nin çıkarlarını savunuyorum. GAP bölgesi ve
Irak'taki çalışmalarınıza kuşku ile yanaşıyorum. Filistin
konusundaki gidişatınızı beğenmiyorum, dünyada nefreti
artırıyorsunuz.
-Nil’den Fırat'a Büyük İsrail projesi bizim ekmek
teknemiz. Söyler misin bana; ayda 5000 dolara yakın, bir
Yahudiden Kuzey Amerika'da Büyük İsrail için bağış
topluyoruz. Böyle bir projemiz olmasa ne adına para
isteyeceğiz?
-Ermenilerde soykırım endüstrisi kurmuş, aynı taktikle
zengin Ermenileri soyuyor. Var mı, o kadar geniş araziyi
dolduracak kadar Yahudi? Zengin Yahudileriniz oraya
savaş içine yaşamaya gitmez ki, bence hayal
kuruyorsunuz!
-Topluyoruz. 3. dünya ülkelerinde yaşayan fakir
Yahudileri finanse edip, yerleştiriyoruz.
-Haydi topladınız diyelim. Bu proje barış mı, getirir
yoksa daha fazla savaş mı? Daha fazla kan ve
gözyaşından başka ne getirir?
-Bu noktada haklısın. Ama bu bizim yüzyıllardan beri
devam eden rüyamız. MOSSAD'ı ve derin devletimizi
yöneten koyu hahamlar, bu hedefe ulaşmadan
durmayacaklar.
-Her zaman her dinin derin fanatizm çeteleri çok
tehlikelidir. Benim fanatik olmadığımı biliyorsun.
Barışcıl ve huzurlu bir dünya istiyorum.
-Elbette biliyorum. Sorun da bu zaten. Radikal olsan
safdışı etmek çok kolay. Sen ve senin gibi hiçbir
arkadaşın terör, şiddetle alakalı değil, bilakis karşısınız.
Üstelik çok okumuş, entellektüelsiniz, sizi ikna etmemiz
zor. Yani bizim fanatik Yahudilerin beğenmediği
tiplersiniz. Onlar, cahil, şiddet yanlısı radikal Müslüman
seviyor.
-Fanatiklerinizin düşüncesi kendisine kalsa hiç
karışmayacağım. Ama ABD'de 45 milyonu bulan
Evanjelistleri Kabala öğretileri ve kıyamet teorileriyle
etkiliyorlar. ABD güç aygıtını savaşlardan savaşa
kulağından tutarak sürüklüyorlar. Korkarım, birgün
uyutulan Amerikan halkı bataklığın içine düşürüldüklerini
anladıktan sonra bu suçun sorumlularını arayacak ve
fanatik Yahudi çeteyi bulacaktır. Bu haraketleri nefret ve
kin olarak kendilerine geri dönebilir. Ateşle oynuyorlar.
-Evet haklısın. New York'ta onların arasında uzun süre
yaşadım. Akıl almaz radikal fikirleri var, ayrı düştüm
Kanada'ya geldim.
-New York'ta 4.5 milyon Yahudi yaşıyor. Bunların hepsi
fanatik değil. İçlerinde eminim benim yazdıklarıma aynen
katılacak bir milyona yakın Yahudi çıkar. Radikal olanlar
maalesef rahatı yerinde çok zengin olanlar, para babaları.
ABD derin devletinin babaları. Bir derin çete de burada
var. Görünüşte Amerikan, esasen fanatik Yahudi çıkarları
için yapmayacakları çılgınlık yok. Bu adamlar Üsame Bin
Ladin'den daha tehlikeli.
-Biliyorum. Türkiye'den Mehmet Ali Birand'ı bunların
yanına götürmüştüm. ABD'de üst düzey bir devlet
kurumundayız. Adamlar, 22 ülkenin sınırlarının
değişeceğini anlatıyor ve listede Türkiye'nin de adı var.
Birand şok oldu, bana döndü ve dedi ki : Bunlar çıldırmış,
Türkiye'yi de bölmek istiyorlar.
-Bizim laik ve Batı teslimiyetçisi kesim ABD-İsrail ve
CIA-MOSSAD ile iyi ilişkiler kurunca Türkiye'nin
kapsam dışı tutulacağını sandı.
-Birand'a korkmayın, siz ikinci sıradasınız diyebildim
sadece.
-Evet, Türkiye'ye sıra Suriye, Suudi Arabistan ve İran
engeli aşıldıktan sonra gelecek. En iyi ihtimalle 2015
sanırım.
-Başka bir şey soracağım. Masonlara neden şiddetle
karşısın?
-Görünüşteki niyetlerini samimi bulmuyorum. Tek dünya
devleti ve tek dünya dini için çalışıyorlar. Aslında
amaçları din filan değil, tüm dinleri yıkmak ve paranın
tanrılaştığı tek dünya devleti çatısı adı altında kurdukları
şeytani ekonomi sistemleriyle dünyaya hükmetmek.
-Tamam dini açısından sakıncalı buluyorsun. Ama
masonlar cahil insanlar değiller.
-Elbette değiller. Entellektüel, toplumda iyi bir makamı,
zenginliği elde etmiş elit kesim masonluğa davet ediliyor.
-Seni mason yapmaları için teklifde bulunduralım. İnan,
kısa sürede çok yükselirsin.
-İstemem, kalsın.
Bu yazıdan sonra beş tane daha, Güney ile ilgili haber ve
yazı yazdım. Fehmi Kala, aradı ‘abi seninki The Toronto
Star’da haber olmuş, dedi, 2007 yılının ilk günlerinde.
Mısır’da yakalanan MOSSAD ajanı Muhammed Attar,
Daniel Lévi adını kullanan Tuncay’ın adını vermiş,
İnterpol arama çıkarmıştı.
Kanada istihbaratı sözcüsü, Güney ile ilgilenip
ilgilenmediklerini söylemeye yetkili olmadığını savundu.
Ortada tuhaf bir durum vardı, Canada Türk’e ilk giren
Tuncay haberi budur. Daha sonra Ergenekon’da kilit
adam olduğu anlaşılınca Güney’e ulaşmaya çalışan
gazeteciler, yazılarımdan yararlanarak haber ve yorumlar
yaptılar. Güney, “sonu Susurluk gibi olacak, konuşanların
başı belaya girecek” endişesiyle konuşmak istemiyordu.
Ergenekon soruşturmasının iddianameye dönüşebilmesi,
davanın kabul edilmesi, kamuoyu desteği almasına
bağlıydı.
Yeni Şafak’tan Şaban Arslan, CanadaTürk’ü arayarak
bizden Güney’in telefon numarasını aldı ve Tuncay
Güney’i buldu, internet aracılığıyla bağlantı kurdu,
ardından da başka bir kaynaktan 2001 tarihli ifadelere
ulaştı. İkisini birleştirdi, ve Yeni Şafak gazetesi beş gün
boyunca Tuncay Güney’in ve ifadelerinin üzerinde durdu.
Bu ifadeleri arka arkaya Mart 2008’de manşet yaptı. Her
bir manşet dün ve bugüne ilişkin yaşanan karanlığın
başka bir boyutu üzerinde duruyordu.
İlk manşet “Susurluk’un kara kutusu”ydu. Tuncay Güney
ifadelerinde “ben dokuz yıl boyunca Veli Küçük’ün
mutemetliğini yaptım…” diyor, adı her geçtiğinde
Perinçek, Küçük gibi isimleri paniğe sürüklüyordu.
Güney, Ergenekon iddianamesinde adı en çok geçen
listenin dokuzuncu sırasındaydı. Adı tam 592 kez
geçiyordu. Güney, açılmıştı. Kim arasa, artık
konuşuyordu. Toronto’ya kadar gelen Sabah muhabiri
Abdurrahman Şimşek’e şunları söyledi.
"Ergenekon örgütü benden çıkan belgelerle deşifre oldu.
Ama maalesef Türkiye'de iki savcı, beş emniyet
müdürüyle bu iş bitmez. Yapılan operasyon Ergenekon'un
sokaktaki adamlarına yapılmıştır. Ben 2001 yılında,
Ergenekon yapılanması ile ilgili 11 saat ifade verdim.
Ancak benim anlattıklarımdan dolayı bir operasyon
yapılmadı. Dönemin Emniyet Müdürü Adil Serdar Saçan,
dokuz günlük işkenceden sonra, emniyetteki odasında
eliyle pasaportumu bana vererek, 'Hiçbir işlem yapmadan
dolaylı olarak kaç' dedi. Ben de elimi kolumu sallaya
sallaya Amerika'ya, oradan Kanada'ya geçtim." (Sabah,
Ağustos 2008)
17 Ağustos’da 32. Gün’de yaptığı konuşmada, "Ben
Ergenekoncu değilim ben bir gazeteciyim. Ergenekoncu
olsaydım yurt dışına kaçmazdım. Ergenekon'daki
insanlarla tanıştım. Bu da şans oldu. Bana bilgiler
sızdırıldı. Ben Ergenekoncu olsam bugün zulüm
çekmezdim" diye kendini savunuyor. "Akşam gazetesinde
çalışırken bu dosyaları genel yayın yönetmenim Behiç
Kılıç'a sundum. Kendisi bunları yayınlamayacağını
söyledi. Bir çok gazeteciyle görüştüm ama
yayınlamadılar. Bu ülkede bir örgütlenme var dediğimde,
Susurluk ne ki bunlar babası dediğimde, gazetecilerin
hepsi ‘Üstat sakın bu işlere girme, Uğur Mumcu'yu
görmüyor musun’ dediler. Ergenekon’u ortaya çıkaran
gazeteci olduğum için diğer gazeteciler beni kıskanıyor"
(32. Gün, Ağustos 2008)
Bu ifadelerin sahibi Tuncay Güney, Ergenekon’da en çok
konuşan figür, âdeta bir kara kutu... Açılan davanın
dayanağı olduğu, ortalıkta kirliliğe yol açan
dezenformasyon bilgiler dolaştığı için, gerçek yaşam
öyküsü yazılmalıydı. Bu kitap, Ergenekon’un kara
kutusunun çok karmaşık sanılan ilişkilerini, Güney’in sıra
dışı ama sıradan bir Çorumlu olduğunu ve her şeyin
komplo teorisinden uzak, basit bir açıklamasının
bulunduğunu ortaya çıkartıyor.
2 bin beş yüz sayfalık Ergenekon iddianamesi, sadece
Güney'in ifadelerine dayanmıyor. Bir takım medyanın
yazıp çizdiği gibi ne ‘hiçbir şey’, nede bazılarının
söylemiyle ‘ her şey’. Karşımızda bombalarıyla,
silahlarıyla, suikast planlarıyla, krokileriyle, gizli
belgeleriyle, illegal örgüt şemasıyla kökü çok derinlerde
olan bir çete bulunuyor. Mesele sadece Tuncay Güney ya
da Veli Küçük ile sınırlı değil. Daha ötesi var. Türkiye bu
yapıyla yüzleşmeye mecbur. Görüntü, 9 Mart 1971
dönemini hatırlatıyor. Tuncay Güney Mahir Kaynak'ı,
Cemal Madanoğlu ise Veli Küçük'ü andırıyor. Türk solu
uzun yıllar boyunca 9 Mart'ın sembolik resmi olarak hep
Kaynak'ı hatırladı; Madanoğlu'nu, Faruk Gürler'i Muhsin
Batur'u değil. 9 Mart cuntasını o gün yorumlayan basın,
Mahir Kaynak üzerinden sundu her şeyi. Kaynak,
cuntanın içine sızmış MİT görevlisi olarak o kadar çok
anlatıldı ki asıl suçlular, darbe heveslileri ve cuntacılar,
unutuldu. Oysa ordudan medyaya kadar uzanan
antidemokratik bir yapı vardı ortada. Güney üzerinden de
Ergenekon davası bir yandan sulandırılmaya çalışılırken,
öte yandan abartılıyor. Kaynak, haklı olarak Güney’in
‘herşeyi bilen’ imajına kızıyor. Tuncay’ı yakından
tanıyan Behiç Kılıç, Aydoğan Vatandaş, Mustafa Dolu,
Arslan Bulut, Hasan Yılmaz, Ayşe Önal, Mehmet Özbek,
Rıza Zelyut gibi gazetecilerin yazılarına, Ali Bayramoğlu,
Abdurrahman Dilipak gibi yazarların köşe yazılarına
kitabımıza yer verdik. Sağcılardan, Ülkücü tetikçilerden
oluşan Ergenekon’u yazmaya meraklı Soner Yalçın, Can
Dündar gibi uzman gazetecilerin, solcuların, Ergenekon’u
ortaya çıkınca sus pus olmasına bir anlam veremedim.
AK Parti’ye yarar düşüncesiyle dilini yutan solcu
aydınlara yazık oldu. Medyada oluşturulan yanlış Tuncay
Güney portresini düzeltebilirsek, hem gazeteciliğin
namusunu kurtarmış, hem de Ergenekon gibi önemli bir
davaya, doğru kaynak sunmuş olacağız.
Faruk Arslan
Toronto
30 Aralık 2008
Birinci Bölüm
GÜNEY’LE NEDEN BOZUŞTUK,
NiÇİN BARIŞTIK?
Bir takım medyanın ve CHP’nin küçümsediği ve üstünü,
örtmeye çalıştığı soruşturmanın ciddiye alınması, sonuca
gidebilmesi için önemli bir tanık olan Güney’in
konuşması gerekiyordu. Gözaltına alınanlar, hatta
tutuklananlar konuşmuyordu. Polisin elindeki dinlemeler
yetersiz kalabilirdi. Medyaya konuşması için Güney’i
ikna etmeye çalıştım. Uzun süre konuşmaya çekindi.
Gönderdiğim e-maile cevap vermedi. Bana küskün
olduğunu öğrendim.
CanadaTürk’ün editörü Hasan Yılmaz, bunu 1 Nisan
2008 nüshasında şöyle anlatıyor:
Yazar arkadaşımız Faruk Arslan, geçtiğimiz yıl Tuncay
Güney ile görüşmüş ve izlenimlerini kaleme almıştı.
Ancak bu yazıyı bazı yönlerden uygun bulmayarak
Canada Türk’te yayınlamadık.
Bu tarihten sonra da Faruk Arslan, Tuncay Güney ile
ilgili başka yazılarda yazdı. Hiçbiri Canada Türk’te
yayınlanmayan bu yazıların birinde Güney için
homoseksüel ifadesi kullanılmıştı.
Tuncay Güney, bu ifadeye çok bozulmuş. Bu yüzden
Faruk Arslan’a cevaben Yeni Hayat gazetesinde bir yazı
kaleme aldı.
Aslında buna yazıdan çok iğrenç ifadelerin kullanıldığı,
başkalarının namusuna dil uzatan bir küfür demek daha
doğru olur.
Bu yazıyı okuduktan sonra Yeni Hayat gazetesinin genel
yayın yönetmeni Süleyman Güven ile görüştüm. Yazının
bir gazetede yayınlanmayacak kadar iğrenç olduğunu, bir
yayıncı ve bir gazetenin editörü olarak meslek adına daha
dikkatli olması gerektiğini kendisine hatırlattım.
Özellikle namus konusunda “ben özgürlükten yanayım,
sansüre karşıyım” şeklindeki yaklaşımın doğru
olmadığını, gazetecilik mesleğinin namusunun bu tür
kişiler ve kişilerin yazdıklarıyla kirletilemeyeceğini ifade
ettim.
Namus kavramına kendisinin de çok büyük önem
verdiğini söyleyen Güven, bu yazıyı yayınlamakla hata
ettiğini ve hem okuyuculardan hem de Faruk Arslan’dan
özür dilediğini beyan etti. Aynı yazı konusunda Tuncay
Güney’le de görüştüm.
Güney, kendisi hakkında ilk kez Faruk Arslan’ın
homoseksüel ifadesini kullandığını, Ergenekon
kapsamında tutuklanan Doğu Perinçek’in de Arslan’ın
yazısından yola çıkarak kendisi hakkında homoseksüel
dediğini iddia etti.
“Eğer Faruk Arslan böyle birşey yapmışsa hata etmiştir,
ancak senin yaptığın hata bu hatanın yanında devede
kulak kalır” diyerek kendisini eleştirdim.
O da “ben eğer genel yayın yönetmeni olsam yazıyı
kesinlikle yayınlamazdım” diyerek, topu Süleyman
Güven’e attı. Ayrıca Faruk Arslan’ın özür dilemesi
halinde kendisinin de özür dilemeye hazır olduğunu
kaydetti.
Kendisinin homoseksüel olmadığını iddia eden ve bu
yüzden Faruk Arslan’a yönelik iğrenç bir yazı kaleme
alan Tuncay Güney, 27 Mart’ta (2008) Tempo dergisinde
yayınlanan Saygı Öztürk imzalı röportajın sonunda özel
yaşamı ile ilgili bir soruya bakın nasıl cevap veriyor:
“Evet itiraf ediyorum. Erkeklerle yatmayı seviyorum”
Tuncay Güney ile yaptığım telefon görüşmesinde son
günlerde ismi etrafında yazılıp çizilenlerle ilgili de
konuştuk. İşte bu konuşmadan ana başlıklar:
Tuncay Güney, bir dönem benim de görev yaptığım
Samanyolu TV’de “Doruktakiler” adında bir program
yapmış.
Said-i Nursi’nin Risalelerini çok iyi biliyor iddiasına
cevabı: “Bir defa okumaya kalkıştım, dili ağır geldi,
anlamadım. Daha sonra da bir daha kapağını açmadım.”
İsmailağa Camii’nde hafızlık eğitimi aldığı yönündeki
iddialar gerçek dışı imiş.
İmam Hatip’te de okumamış.
Sebataycı imiş.
Samanyolu TV haricinde Milliyet ve Akşam
gazetelerinde çalışmış.
2001’de gözaltına alınmış ve 9 gün boyunca işkence
yapılmış. Cinsel organına elektrik verilmiş, copla taciz
edilmiş.
Sorgusunu yapan dönemin İstanbul Organize Suçlarla
Mücadele Şubesi Müdürü Adil Serdar Saçan, Güney’in
elinde 6 çuval çok önemli belgeyle karşılaşınca
şaşkınlığından “A..... Bunların sen de ne işi var” diye
tepki vermiş.
73 yaşındaki annesini bir süre önce sorguya almışlar.
Annesi “açım” deyince polisler kebab ısmarlamış. “Oğlun
CIA adına çalışıyormuş, doğru mu?” sorusuna “o ne”
diye karşılık vermiş. ABD’de bir istihbarat teşkilatı
olduğu söylenince “Ne güzel işte. Desenize oğlum ta
Amerika’da devlet işi bulmuş, çalışıyor” diye sevinmiş.
Ergenekon’un bir numarasını kesinlikle bilmediğini iddia
ediyor.
1972 doğumlu olduğunu söylüyor. 27-28 yaşındaki bir
gazetecinin, bu kadar bilgiye nasıl ulaştığının cevabını
tam olarak veremiyor.
Akşam gazetesinde çalışmasına rağmen, bu bilgileri
neden haber olarak değerlendirmediği sorusuna ise “o
dönem Akşam’ın sahibi Mehmet Ali Ilıcak’ın belgelerden
haberi olduğunu, ancak, Ilıcak’ın yayınlamaya cesaret
edemediğini” ifade ediyor.
Veli Küçük dahil, kimseye saldırmadığını, sadece onlar
tarafından yapılan açıklamalardaki yanlış ifadelere cevap
verdiğini söylüyor. “Veli Küçük’ü kaç defa
görüşmüşündür?” sorusuna, “yüzlerce defa” diye yanıt
veriyor.
Tuncay Güney ismi, bir süre daha Türkiye’de gündemi
meşgul edecek gibi gözüküyor. Kendisi ne kadar
korkmuyorum dese de, korkuyor. Fakat, meşhur olmanın
dayanılmaz çekiciliği ile, bu korkuyu bastırıyor.
Söylediklerinde doğruluk payı varsa da, çevresine pek
güven vermiyor.
Bir süre önce karşılaştığı bir Türk’e “beni bugün Gül
aradı” demiş. Arkadaş da “Mehmet Gül mü” (Toronto
Türk Festivali’nin organizatörü) diye, karşılık vermiş.
“Yok, Abdullah Gül. Cumhurbaşkanı.” Meğerse,
Abdullah Gül, “Ergenekon konusunda tüm bildiklerini
anlat da örgütü ortaya çıkaralım” diye, ricada bulunmuş.
Bu arada bir kişi, kredi alma bahanesiyle, Tuncay Güney
tarafından dolandırıldığından şikayet ediyordu. Bir
başkası da “Türkiye’de hep yanlış adamlarla takılmış,
Kanada’da da ne kadar yanlış kişi varsa onlarla
görüşüyor” diye saptamada bulundu. (Yılmaz, Nisan
2008)
Hasan, daha sonra Tuncay ile pek çok defa görüştü,
Canada Türk’e her sayısında haber oldu, bana
konuşmuyordu, çünkü küsmüştü. Evet, hata yaptım.
Yazılarımdan birinde Güney’in cinsel eğilimiyle ilgili,
küçük bir bilgi notu yazmıştım. Küçük ayrıntı gibi
gözüken bu bilgi, birden bire medyada şişirildi. İşçi
Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, polisteki ifadesinde
Güney’in iddialarını, cinsel eğilimine dayanarak
çürütmeye çalıştı. Yargıtay Cumhuriyet eski Başsavcısı,
Sözcü Yazarı Vural Savaş, yazısında bu bilgiyi
kullanarak Güney’in güvenirliğini sorguladı. Bugün ve
Vatan gazetelerinde çıkan haber ve yazılarda, Güney’in
2001’de polise işkence altında verdiği ifadelerin
homoseksüellikle ilgili bölümüne geniş yer verdi.
Hürriyet ve Tempo’da Saygı Öztürk, Güney’in dilinden
‘gay’liğini yazdı. Halbuki Güney, ona böyle bir bilgi
vermemişti. Güney’in verdiği yalan yanlış bilgilerle, bir
de kitap yazan Öztürk, Güney’in yalanlamasını ise
yayımlamadı. Ergenekon soruşturmasını çürütmek için
Güney’e bel altından vuruyorlardı.
Tamamen kontrolüm dışında gelişen ve kontrolden çıkan
gay’lik iddiaları, Güney’in 73 yaşındaki annesi Ayşe
Hanımı yatağa düşürdü. Oğluyla telefonda konuşurken,
hüngür hüngür ağlıyordu. Gözü yaşlı anne, “başıma
bunlarda mı gelecekti, doğru mu bunlar, doğruysa sana
hakkımı helâl etmem” diyordu. Belki de bu iddialar doğru
değildi. Güney’in şimdi düşmanı olan çevresindeki eski
dostları, beni yanlış bilgilendirmiş olabilirdi. Doğru olan,
Güney’in iltica mahkemesine, gay olan avukatı Tim’in
tavsiyesiyle, resmi statü ‘kâğıt’ı alabilmek amacıyla
başvuruda bulunmasıydı. Çevresine gaylikten iltica
ettiğini söylesede bu bir yalandı. Güney’in dediğine göre,
hep gay çevrelerde dolaşmış, ama gay olmamıştı.
Çevresine gay olduğu izlenimi verdiğini, bu söylentilerin
habere dönüşmesinde katkısı olduğunu söyledim.
Güney, güya gay’lik iddialarını başlatan benden, intikam
almak için Kanada’da yayımlanan Kürt gazetesi Yeni
Hayat’ın, Mart 2008 nüshasında -yukarıda Hasan
Yılmaz’ın bahsettiği tarzda- çirkin üslupta, bel altından
vuran bir yazı yazdı. Resmen savaş açan bu yazıya, yanıt
vermedim. Gazete, Kürt toplumundan büyük tepki aldı.
Kürtleri yargısız infazlarla öldürdüğü militan Kürtler,
özellikle de PKK’lılar tarafından bilinen,
Ergenekoncuların içinden geldiği izlenimini veren
Güney’i protesto ettiler. Gazetenin editörü Süleyman
Güven, Nisan nüshasında özür dileyeceğini belirtmesine
rağmen, Güney ile röportaj yaptı. Ancak Güney’i
jenerikten çıkardı. Yayın danışmanı unvanını sildi.
Canada Türk editörü Hasan Yılmaz, Güven’in bu tavrını
dile getirince, özür dilemek zorunda kaldı ve Güney ile
ipleri kopardı. Çünkü PKK ve militan Kürtlerin yayın
organları, yıllardır bangır bangır, JİTEM’in cinayetlerini
Ergenekon’un işlettiğini yazıyordu. Bu çevrelerden gelen
Güven, Güney’i gazeteyi kurarken danışman almasının
hata olduğunu çok geç fark etti. İltica davasında Güney’e
yardım eden, zaman zaman tercümanlığını yapan Güven,
Güney ile ilişkisini tamamen bitirdi. Güney’in kendisini
kullandığını, dost meclislerinde sık sık ifade etti. PKK’yla
bir geçmişi olmadığını iddia eden Güven, beni Taraf
gazetesine şikâyet etti. Çünkü Taraf’ta köşesi olan Emre
Uslu, 27 Nisan 2008’deki yazısında, Güney’in bir
“dezenformasyon olup olmadığını” benim web
sayfamdaki bilgileri kaynak göstererek, sorguladı. Uslu,
Güven’in Kanada’da PKK’lıların iltica hikâyelerini
kaleme aldığını da vurgulamıştı.
Güney, Yeni Şafak’tan Şaban Arslan ile başlayan, Saygı
Öztürk ile devam eden röportaj ve haberler serisiyle
birden bire meşhur oldu. Her gün şok iddialar ile başka
bir medyada gündeme geldi. Sabah gazetesi, Toronto’ya
özel muhabir gönderdi. 32. Gün ise özel bir program
düzenlemek için 14 Ağustos 2008’de Toronto’da Kanada
Türk Dernekleri Federasyonu Başkanı Nedim Düzenli’yi
aradı. Güney’e benim aracılığımla ulaşmak isteyen
Düzenli’ye söz konusu nazik durum nedeniyle red yanıtı
verdim, Güney’in telefonunu vermedim. Bunun yerine
çok yakından tanıdığı Ergenekon’un Kanada’daki ayağını
aramasını salık verdim.
32. Gün’deki konuşmasında “Kral Faruk yazıyor, medya
alıntı yapıyor” diye, hakkımda sitemle bahseden
Güney’in, kimi kast ettiğini elbette hiç kimse anlamadı.
Güney ile ilgili her haberi, ve bilgiyi yakından takip
ettim. Kim ne derse desin, Ergenekon’un ipliğinin pazara
çıkmasında Güney’in çok büyük katkıları oldu. Güney’e,
“senin yaptığını Çorumlu yapmaz!” diye, sitem etmiştim.
O da “bir Çorumlu başka bir Çorumlu’ya böyle yapmaz,
Faruk ağabey üzerime fazla gelmesin” diye, Hasan
Yılmaz ile haber gönderdi. Ergenekon’u ortaya çıkaran
gazeteci olarak Çorum’a heykelinin dikilmesi gerektiğini
savundu. (Canada Türk, 2008)
2008 Ramazan’ında, Kadir gecesi olduğuna inandığım
gece Güney ile helâlleşmeye, barışmaya karar verdim.
Aşağıdaki e-maili 22 Eylül 2008’de yazdım:
“Tuncay,
Bana kızgın olduğunu söyledi Hasan. Halbuki Çorumlu
hemşerin olarak statü alman için hikayene yardımcı
oldum bugüne kadar. Seni meşhur ettim. Daha ne
yapayım?
Neyse, yayınevim seni merkez alarak gerçek hayat
hikayenle birlikte Ergenekonda ortaya çıkmayanlara
değineceğim bir kitap istiyor. Bendeki bilgilerle yazarım,
ama seninde katkın olursa daha gerçekci olur.
Sen aileme sövdün, bak sana kin duymuyorum. Gel
barışalım, haklarımızı helal edelim. Ergenekonun ortaya
çıkmasında unutulmaz katkın oldu. Daha fazla bilgiler,
deliller ortaya çıkmalı ki ceza alsınlar. Eğer kurtulurlarsa,
Susurluk gibi olursa intikam alırlar. Bak aşağıdaki linke
neler yazılmaya başlamış. (Yazıda Güney’in 20 Ekim
2008 Silivri duruşmasından önce MOSSAD veya
Ergenekon tarafından öldürüleceği kehanetinde
bulunuluyor)
Elinde hazır yazılmış bir hayatın varsa gönder
düzelteyim, sana son halini göstererek kitabı baskıya
göndereyim.”
Aynı gün, şöyle yanıt verdi:
“Faruk;
Ben zaten bir çok kimse tarafından meşhur olarak
tanınıyordum. Kitabınızda yazacağınızı tahmin
edebiliyorum. Ailen konusunda haklısın, fakat benimde
haklı olduğum bir taraf yok mu? Senin bana saldırın çok
çirkin ve ahlaksızca oldu. Ergenekon konusunda Türkiye
bir adım bile atmadı ve atmıyordu. Tespitin doğru,
Susurluk gibi olacak. Hayatımı ben doğru anlatsamda sen
yazmazsın. Gerek yok, daha doğrusu güvenmiyorum.
Siz Nurettin Veren’e ‘abi’ derken, ben Nurettin'in kim
olduğunu tanırdım. Helalleşme konusunda ben de
hakkımı helal ediyorum. Aydınlık dergisi senden alıntı
yapmış. Ben onları aradım, Aydınlık senin yazını delil
gösterdi. Ve annem o haberleri okudu. Bir annenin nasıl
bir duygu içinde olduğunu anlıyabilirsiniz. Anneme karşı
ne sıkıntı çektiğimi, onun nasıl hüngür hüngür telefonda
ağladığını halen unutamam. Siz yazmaya ve
gazeteciliğinizi yapmaya ve çirkin saldırılarınıza devam
edebilirsiniz. Göndermiş olduğunuz ekteki link'deki
yazıyı okudum. Böyle bir yazıyı ilk yazan ve
öldürüleceğimi yazan ilk sizdiniz. Ne yapalım kaderde
varsa sırlarımızla ölürüz.
Saygı ve dostca,
Tuncay Güney”
Bende şöyle bir cevap yazdım: “Cevap için teşekkürler.
Benden yana hakkın helal olsun. Ben hiç bir zaman
öldürüleceğini filan yazmadım. Konuşana bir şey
yapamazlar. Mevcut yapının tasfiyesini lider baron ve
diğer baronlar ile askerlerde onaylıyor sanırım, JİTEM’in
günahlarını yıkamak için günah keçisi lazımdı AB’ye
girebilmek için. Şimdi mesele, JİTEM’in faili
meçhullerini, kirli çamaşırlarını saçıp, bir daha böyle
haltlar yemelerini engellemek olmalı. Bu nedenle deliller
lazım. Asit çukurlarıyla ilgili Hasan’a bahsettiğin adresi
İsveç’te yaşayan PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan’da
kitabında yazmıştı zaten. Ölüm kuyuları acilen ortaya
çıkartılmalı.
Aydınlık’ın ne kadar fesat ve çarpıtma haber yaptığını,
işlerinin güçlerinin dezenformasyon olduğunu bilirsin.
Küçük bir şeyi abarttılar, onu dostun Ayhan söylemişti.
Ama haklısın, yazmam doğru değildi, bana yakışmadı.
Annene çok üzüldüm, hakkını helal etsin. Yazı insanları
hata yaparlar, kitapda telafi edeceğim. Bu arada davada
senide sanık yapacaklardı, görüşümü polis istihbaratdan
bir arkadaş telefonla aradı, sordu. Senin mağdur, kurban
olduğunu, iki arada bir derede kaldığını söyledim.
Medyada yer alan yalan yanlış değil doğru bilgileri
verdim.
Az daha Ergenekon üyesi sayacaklardı, sonra tanık
yapacaklardı. Ama devam eden bir davan var biliyorsun,
yapamazlardı. Ayrıca karşı taraf seni çok yıpratacak ve
üzerinden davaya sulandırıp magazinleştirecek,
çürütecekti. Sen görevini yaptın, verdiğin bilgilerin çoğu
doğru ve davaya ciddi bir kamuoyu desteği sağladı.
Herkes seni hafife alıyordu. Neyse. Eğer bilgi gönderirsen
hayatınla ilgili kitaba koyarım, sen bilirsin. Bir ara
Hasan’ın evinde BBQ yiyelim. Selamlar. Faruk.”
Bu e-maile 23 Eylül 2008’de Tuncay’dan gelen cevap
şuydu:
“Faruk;
Bana Ergenekon iddianamesinde yardımcı olduğunu
söylüyorsun. Doğrusunu Allah bilir, ben samimi
olduğunuza inanıyorum.
Annem konusunda üzüntü duyduğuna inanıyorum. Fakat
bu güne kadar Ergenekon konusunda hiç bir yalan
söylemedim. Fakat polisteki ifadelere bakarsan çok
karışık. Hiç bir şeyden anlamıyorlardı ve işkence gördüm.
İşkence nedir; küfür, dayak, sabaha kadar kaliföre
bağlama. Sen de Türk polisini biliyorsun. Adil Serdar
Saçan işkence yaptı. 3500 dolar cebimde param vardı.
Adil Serdar mahkemeye sevk etti. El koymadı, hırsız
demiyorum. Ama işkenceyi yaptı, küfürleri, anama
küfürleri görmeliydin. Ben düşmanım olsa, PKK’lı da
olsa işkence görmesin kardeşim diyorum.
Ayhan’a gelince… Ayhan’ı Ottawa’daki büyükelçilikten
Albay bana yolladı. Kızıldereli bir kızla evlenmiş kağıt
için, kız sokağa atmış. Doğum günümde evime aldım. İlk
iş olarak Ukraynalı Yahudi bir işadamının Wilson’daki
ekmek fabrikasında işe soktum. Aynı evi sekiz ay
paylaştık. Onun bana size söylediği dedikodu dışında çok
kötülüğü dokundu.
Ben onun ahlaksızlığını belden aşağı anlatmadım,
anlatmamda. Derdi, ‘bende senin gibi maaş alayım, evde
oturayım, beni de içinize sok.’ Bende ‘böyle bir şey yok’
dedim. Kavga buradan çıktı, adam bende evde oturayım
diyor. Kanada’da çalışmak istemiyormuş. Cinsel olarak
ben ona vurmadım, vurmamda. Neyse, bu da benim
sorunum… Bir gün kahve içmek daha iyi.
Arayabilirsinde. Bu e-maildeki iyi niyetin için teşekkür
ederim. Belki bir gün hayatımı yazarsın heee…
Güvensem anlatırım hayatımı size, sadece doğruları
anlatırdım. Ama içimde halen bir burukluk var. Eşiniz
hakkını helal etsin.
Saygı ve Dostca,
Tuncay Güney”
Ve kitaplaşma süreci böylece hız kazandı. Kolay olmadı.
Tuncay, hemen ardından İşçi Partisi’nin yalanlarına
cevabını gönderdi, üçüncü bölümde okuyacaksınız.
Elinizde tuttuğunuz mütevazı çalışmanın kısa öyküsü
böyle.
�
AYDINLIK’IN SAHTE TUNCAY
GÜNEY BİYOGRAFİSİ
Ergenekon davası, Aydınlık gazetesini ve İşçi Partisi’ni
yerle bir etti. ‘CIA ajanı’ diye nitelendirdikleri Güney’in
aşağıdaki sahte biyografisini yazdılar, dezenformasyona
alıştılar. Gerçek öyküye geçmeden önce, kamuoyunu yalan yanlış bilgilerle
dolduran, bilgi kirliliğine yol açan bu iddiaları okuyalım:
"Ergenekon Operasyonu -Tuncay Güney'in 2 Mart
2001'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve
Organize Suçlar Şubesi'nde verdiği ifade ve teslim ettiği
bazı belgelere dayandırılıyor. İstanbul Cumhuriyet
Savcısı Zekeriya Öz de soruşturmayı Tuncay Güney'in
ifadelerine göre yürütüyor.
Adı: Tuncay Güney.
Çorum'un Kargı ilçesi nüfusuna kayıtlı.
1972 doğumlu.
2001'de aldığı 10 yıllık ABD vizesiyle, 7 yıldır New
York'ta yaşıyor.
Tuncay Güney, CIA denetimindeki ‘New York Institutes’
adlı web sitesinin Genel Yayın Yönetmeni!
Babası, Tuncay Güney çok küçükken ölüyor. Yetim ve
yoksul. Çorum'da okurken İmam Hatip Lisesi'nde
‘ağabeyler’ tarafından fark ediliyor. İstanbul'a getiriliyor.
Ünlü ‘babalar ve oğullar’ uygulamasına maruz kalıyor.
Kişiliği yok ediliyor. Suç işleyecek bir makine haline
getiriliyor. Irzına geçilerek eşcinsel yapılıyor. Önce
İsmailağa dergahına yerleştiriliyor.
Samanyolu televizyonunun kurulmasını sağlayan ekipte
yer alıyor. O dönemde Samanyolu televizyonunda
programlar yapıyor.
Zamanın Başbakanı Tansu Çiller ve Bülent Ecevit'i bile
programına konuk ediyor. 1993-1996 yıllarında Akşam
gazetesinde muhabirliğe başlıyor. 1998 Ocak'ında yayın
hayatına başlayan haftalık Strateji dergisinin haber
koordinatörü görevini yürütüyor.
Tuncay Güney'in o dönemde yaptığı eylemleri de kendi
ağzından aktaralım:
-Doğu Perinçek'in Bekaa kampında Abdullah Öcalan'la
yaptığı görüşmelerin fotoğraflarını PKK'dan alıp MİT'e
getirdim. Lübnan'da PKK'nın adamıyla buluşup,
fotoğrafları teslim aldım, getirip teslim ettim.
-Tansu Çiller ile Abdullah Çatlı'yı birlikte gösteren
fotomontaj fotoğrafı DYP milletvekiline 2.5 milyar lira
karşılığında sattım.”
Aydınlık’a göre, Tuncay Güney, sekiz yıl önce, 2000
yılında CIA tarafından ele geçirilmiş, kendisine o zaman
10 yıllık ABD vizesi verilmiş, uydurma ifade vermesi
sağlandıktan sonra ABD’ye yerleştirilmiştir. Diğer saçma
iddiaya göre Güney, Ergenekon operasyonu
başlatılmadan hemen önce Türkiye’ye getiriliyor. İstanbul
Kağıthane’de Yahya Kemal Mahallesi’ndeki eve gelip
gittiği saptanıyor. (Aydınlık, 2008)
Güya CIA’ya bağlı New York Institutes’ün Kanada’daki
adresi 216 Westmount Ave, M6E 3M8, Toronto, O.N,
Canada. Tuncay Güney’in sitesinin yan tarafında
“Congregation Melech Yisrael” diye bir başlık var.
Tıklayınca başka bir siteye geçiliyor. İsa’yı peygamber
olarak benimseyen bağnaz bir Yahudi tarikatının resmi
sitesi. CIA varsa, MOSSAD’ın bulunması olağan.
(Aydınlık, 2008)
Güney’in yayın yönetmenliğini yaptığı sitedeki makaleler
CIA ve MOSSAD bağlantısını ortaya koyuyor. Bir başlık:
“Ermeniler Türkler Tarafından Baltalarla Öldürüldü.
“Anatolia College Müdüründen Sinirleri Altüst Eden
Açıklama.” Kasım 1917 tarihli The New York Times’taki
makale, Türkçe olarak yayınlanıyor: “Hükümet adamları
Merzifon’un Ermeni mezarlığını da tarla gibi sürerek
dümdüz ettiler ve oraya tohum ektiler. Bu yerde bundan
böyle hiçbir Ermeni yaşamasın, ölmesin, gömülmesin
diye. Anatolia College’de hiçbir Ermeni öğrenci
bırakılmadı. Kentteki Protestan topluluğu 950 kişiydi.
900’den çoğu pastörleriyle birlikte katledildi. Bir uçtan
öbür uca hükümet programıydı bu. Ermeni halkına karşı
jenosit.” (Aydınlık, 2008)
19 Eylül 2004 tarihli Tuncay Güney imzalı “Evan-jelizm”
yazısı, Ergenekon Operasyonu’nunda kullanılan kışkırtıcı
ajanın kimliğini ele veriyor: “Evanjelizm, Kutsal Kitap’a
yönelmektir.… Müslüman topluluklar yıllarca, İsaMesih’e iman edenlere karşı asılsız iddialar ortaya attılar.
Bu yüzyılda saçma sapan iddialar devam ediyor. Kutsal
Kitap’ı okusalar ve anlasalar iddia sahiplerinin
suçlamalarının asılsız olduğunu görecekler.” (Aydınlık,
2008)
Yine Tuncay Güney imzalı, 5 Mayıs 2006 tarihli
“Sabetay Sevi ve Kuzu Bayramı” başlıklı yazıda Siyonizme
müthiş övgü var, işte Tuncay Güney’in “Türkçesiyle”
o makale:
“Dönemin büyük Rabay’ı Sabatay Sevi, bu tehditler
karşısında Müslüman olduğunu açıkladı. Ve adı Mehmet
oldu. O sıkıntılı dönemde imanlılarına Sarayın kapalı
kapıları ardında olan bitenleri anlatan Sabatay Sevi
faaliyetlerini ve ibadetlerini gizli devam ettirmek zorunda
kaldı. Fakat, Büyük Israel sevdasından hiç bir zaman
vazgeçmedi. Israel’i sevenler olarak hareket eden Rabay’i
ve öğrencileri iki isim kullanmaya ve Müslüman gibi
yasamak zorunda kaldılar. Bugüne kadar Sabataycılar
olarak anılan bu grup’un öğrencileri gizliliğe önem
verdiler. Yeni Israel kurulurken destek ve diplomatik
yardımlarını esirgemediler. Sabatay Sevi’yi sevenler bir
aile teşkilatı değildir. Sabatay Sevi’ye inan ve gönül
bağlayan o dönem birçok Hristiyan ve Müslüman
kişilerde oldu…. Rabay-Sabatay Sevi hareketi bir kaç
ailenin tekelinde gizli bir örgütlenme gibi gösterilmeye
çalışılıyor. İmanlılar sion’nun ışık askerleri iken
karanlığın ordusu gibi tanıtılmaya çalışılıyor… Kutlu
olsun bahar-kuzu ve Sabatay’ın doğum günü” (Aydınlık,
2008). Aydınlık’ın savunması, yalan yanlış ve aceleyle
kaleme alındığı anlaşılan şu iddialar kadar saçmaydı:
“Ergenekon Operasyonu”, Türk Ordusu’na karşı
Şemdinli’de başlayan uygulamalar dizisinin son halkası
ve doruğudur. Siyasal çözüm adı altında Güneydoğu
bölgesinin özerkleştirilmesi ve PKK’nın Meclis’teki
grubunun güçlendirilmesi planı yürütülmektedir. Bu
planın karşısına dikilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve
başta İşçi Partisi olmak üzere diğer millî güçlerin
direncinin kırılması için, iki araç devreye sokulmuştur.
Biri türban savaşıdır; diğeri “Ergenekon Operasyonu”.
(Aydınlık, 2008)
Ergenekon sanığı Doğu Perinçek’in savunmasında
elindeki ana malzeme Güney’in CIA ajanlığı iddiası. 5
Aralık 2008 Aydınlık sayısındaki başyazısından
okuyalım: CIA tertibinin takvimi, satır başlarıyla şöyle
özetlenebilir:
Tuncay Güney 2000 yılı Haziran ayında CIA bağlantılı
MİT eski yöneticisi Mehmet Eymür ve Yeni Şafak yazarı
Fehmi Koru tarafından açık yazılarla kamuoyu önünde
tehdit ediliyor.
Bu tehditler sonucu Tuncay Güney 2000 yılı Temmuz
ayında 9 gün ABD'ye götürülüyor ve orada Ergenekon
tertibi için eğitiliyor. 10 yıllık ABD vizesini 4 Şubat
1999'da almış. ABD bağı ispatlı.
Tuncay Güney, Ergenekon tertibi gereği 1 Mart 2001
günü danışıklı olarak gözaltına alınıyor. Türk Ordusu'nun
komuta kademesini ve İşçi Partisi önderlerini suçlayan
ünlü Mülakat yazılıyor.
2001 Temmuz'unda Tuncay Güney, yasadışı yoldan CIA
marifetiyle temelli ABD'ye götürülüyor.
Tuncay Güney'in anlatımları 2002 baharı ve yazında,
TSK, Hükümet ve Çankaya katında servise konarak, Org.
Özkök'ün Genelkurmay Başkanlığı'na getirilmesi
sağlanıyor ve Türkiye, AKP'yi iktidara oturtmak için
erken seçime sürükleniyor.
Ergenekon dosyası, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey
Irak'ta Türk subay ve askerlerine çuval geçirilmesinden 6
gün sonra MİT tarafından Genelkurmay Başkanı Org.
Hilmi Özkök'e gönderilerek, Türk Ordusu Genelkurmay
Başkanı'na ihbar ve şikâyet ediliyor. Bu girişim de ABD
merkezlidir ve Türk Ordusu'nun Kuzey Irak'taki varlığına
son verilmesi için yürütülen operasyonun bir parçasıdır.
Abdullah Gül'ün 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri
Bakanı Colin Powell ile Ankara'da yaptığı, kendi
itirafıyla "2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşma"
uygulanmıştır.
Mayıs 2006'da Yargıtay Başsavcılığı'nın AKP'nin
yasadışı faaliyetlerini saptamak için valiliklere yazı
yazması üzerine Ergenekon tertibi yeniden sahneye
taşınıyor. ( Aydınlıkö 2008).
Aydınlık’ın Güney portresi çoktan delik deşik oldu.
Hangi yanlışı düzeltelim, bilemiyorum. Kirli
çamaşırlarını, Ergenekon’un ipliğini pazara çıkarmak için
daha az karışık ve güvenilir bir adam bulamadığımız için
özür dileriz! Tuncay Güney karışık bir adam olunca,
Ergenekon Çetesi masum mu olacak? Atatürkçülük,
Kemalizm, Ulusalcılık vs gibi toplumun saygı duyacağı
kavramların arkasına gizlenerek gerçekleştirilen bu gizli
örgütlenmenin defteri dürülüyor. Karışık, karmaşık
denilen Güney’in bildiklerini anlatmasıyla, Türk milleti,
bir asırdır sırtına kene gibi yapışmış bir cuntadan
kurtuluyor, az bir şey mi?
TUNCAY GÜNEY’İN
GERÇEK YA AM ÖYKÜSÜ
Güney, Ergenekon’un kara kutusu olduğuna dair, varolan
genel kanıya rağmen, açılan davada sanık veya tanık
yapılmadı. Savcı Zekeriya Öz’ün iddianamesinin ekleri
arasına koyduğu "Şüphelilerin 2005 yılından önceki Adli
Sicil Dökümleri" listesinin 119. sırasında Tuncay Güney
yer alıyor. Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün
11 Haziran 2008 tarih ve 2007/1536 sayılı yazısına göre
Güney’in adli sicil kaydı bulunmuyor. Dava belgelerinde
Tuncay Güney’in adı "firari şüpheli" olarak geçiyor.
Ergenekon’un 28. ve 29.duruşmalarında tanık olarak
dinlenmesine ve Kanada’da da ifadesinin alınmasına
karar verildi. İddianamede tanık yapılmamasına bir
anlam veremememişti, en azından tanık olmayı
umuyordu. Oysa Savcı Zekeriya Öz, Ergenekon
soruşturmasını Tuncay Güney'in 2 Mart 2001'de İstanbul
Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar
Şubesi'nde verdiği ifade ve teslim ettiği bazı belgelere
dayandırıyor. 4 Aralık’taki Ergenekon duruşmasında
Güney’in terror örgütü üyesi olup olmadığının
araştırıldığı ortaya çıktı. Güney, ‘kimseye kurşun
sıkmadım, elimde kan yok, Türk adaletine güveniyorum’
diyor. Elinde kan olmadığına inanıyorum. Güney,
kimseyi öldürecek bir kişilik değil, sünepe biri.
Tuncay Güney'in beyanına göre, "Ergenekon'un Yeniden
Yapılandırılması" belgesi, Bilecik'te Veli Küçük, Doğu
Perinçek, Suphi Karaman, Hasan Yalçın ve Deniz Bilge
tarafından hazırlandı. "Lobi" belgesi General Veli
Küçük'ün talimatıyla Doğu Perinçek, Ümit Oğuztan,
Adnan Akfırat tarafından kaleme alındı. Genelkurmay
sitesinde yer alan 27 Nisan 2007 tarihli bildirge,
"Genelkurmay'daki Aydınlıkçı subaylar tarafından
yazıldı. Genelkurmayı dinleyen kulak davasında
yargılanan, Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı
Bülent Orakoğlu, bunu ‘İhanet Çemberi’ adlı kitabında ve
televizyon konuşmalarında dillendiriyor.
Tuncay Güney'in yedi yıl önce ifadesini alan o zamanki
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize
Suçlar Şubesi Müdürü Adil Serdar Saçan, bir yıl boyunca
yürütülen izleme ve araştırma sonunda somut hiçbir kanıt
elde edilemediği için, DGM Başsavcılığının soruşturmayı
bitirdiğini Hürriyet gazetesine açıkladı (Hürriyet, 31 Ocak
2008). Çünkü belgeleri örten, soruşturmayı örtbas eden
Saçan, Ergenekon’un İstanbul emiri Sedat Peker ile ortak
çalışıyordu.
Ergenekon operasyonlarıyla birlikte başlatılan Güney
dezenformasyonuna Aydınlık gazetesi tarafından
yayımlanan tüm nüshalarda devam etti.
Tuncay Güney, bu iddialara karşılık, bana şu cevabı
gönderdi:
“İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Avukat Mehmet
Cengiz’in açıklamasıyla oluşturulan ‘Ergenekon Savcısı,
Haham Tuncay’ı Türkiye’ye kaçak soktu!’ başlıklı
Aydınlık gazetesi sayısı gösteriyor ki, İşçi Partisi avukatı
Nusret Senem ütopyada yaşıyor, hayal aleminde
geziyorlar.
Benim Türkiye’ye kaçak olarak geldiğimi iddia edenler,
ellerinde bir delil varsa ortaya koysunlar. Ben 7 yıldır
Türkiye’ye gelmedim. Uluslararası havacılık
şirketlerinden havalanından benim Türkiye’ye girişim var
ise ispatlasınlar. Susurluk’taki görevlerinin altında kalan
‘İhbarcı Parti’ İşci Partisi, Susurluk’daki karanlık
ilişkilerinin ortaya çıkmaması için bana karşı saldırı
yapıyorlar. İşci Partisi’nin illegal olan örgütü Türkiye’de
bombalama eylemlerini nerede yaptılar? Nusret Senem
bunu açıklasın. İşci partisine emekli askerler nasıl
yollandı? Ve bu partide görev aldılar? Bilgi kirliliğine
karşı Türkiye Avukatlar Barosu’na başvuru yapacağım.
Ve hakkımı aramak için hukuki yolları çalıştıracağım.
Türk adaletine güvenmek istiyorum. Türkiye’de bu yalan
haberlere karşı hukuk ve adalet bakanlğının hiç bir ceza
maddesi işlemiyor.
Ayrıca pasaportum ve nüfus cüzdanımda adım Tuncay
Güney’dir. Tuncay Güney İpek değildir. Böyle bir
kimliğim asla olmadı. Böyle bir kimliğim var ise, bunu
ispatlamaya davet ediyorum.
Tuncay Güney İpek ismi , ‘İhbarcı Parti’nin ütopya, hayal
aleminden doğan bir yalandır. Ben diyorum ki, yalanın
babası şeytandır. Türkiye’de Perinçek ‘Şeytan’ın
‘Şeyhi’dir. İşci Partililer Doğu Perinçek adlı şeyhlerinin
güdümünde olan ‘lokal beyinliler’dir.
Nevzat Yılmaz, Aydınlık dergisinin ve 2000’e Doğru
dergisinin arşivinde çalışan birisidir. Türk İstihbarat
yetkilileri araştırsın. Bir ara askere giden Nevzat, askerlik
görevi bitince de dergide çalıştı. Bu kişi, Mecidiyeköy’de
dergi arşivinde idi. Taksim Deva Çıkmazı adresine
taşınınca da dergide çalıştı. İşci Partisi, kendi çalışanlarını
‘yalancı şahit’ olarak sunuyor.
Nevzat Yılmaz, Veli Küçük’e giderek dosyaların
fotokopisini çekmekle görevli arşivcidir. Ve bu dosyaları
Ferit İlsever ve Adnan Akfırat’a verirdi. Onlarda Veli
Küçük’ün kuryesine verirdi.
İşci Partisi avukatı Nusret Senem ve Emcet Olcaytu benle
irtibata geçip, ‘bu verdiğin ifadeleri yalanla’ diye işbirliği
istediler. Toronto’daki elemanlarına benim cevabım şu
oldu: Nusret Senem ve Emcet abi seni aracı koymasın.
Kendileri beni arasın dedim. Ben bu işbirliğine olumlu
cevap vermediğim için bana böyle saldırı yapıyorlar.
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. İhbarcı partinin
mumu ikindiye kadar bile yanmıyor. Canlı yayına davet
ediyorum İşci partilileri. Nusret Senem bir şey bilmez.
Muhatabım Şule Perinçek’tir. Şule Perinçek ile canlı
yayına çıkalım. Diğerleri cezaevinde. Televizyona
çıkamaz. Şule hanımı canlı yayına davet ediyorum.
Kanunsuzluğun maddesi’ni öne süren ihbarcı partiye
diyorum ki; doğru Türkiye’de bir kanunsuzluk var, o da
sizin halen partinizin ve karanlık bombalama
eylemlerinizin ve Türkiye’yi kaosa sürüklemek için
yaptığınız cinayetlerin soruşturulmamasıdır. Sorgu
yaptığınız, işkence yaptığınız gençlerin hesabını soracak
bir mekanizma olmamasıdır. PKK’yı uluslar arası
camiaya bunlar ‘ulusal kurtuluş’ mücadelesi yapıyor
diyerek sundu. PKK’yı bu şekilde tanımlayan raporlarınız
ve yayınlarınızdan dolayı hesap sorulmaması
kanunsuzluktur. Doğu Perinçek, hangi ülkenin
diplomatlarına verdiği rapor ve sunumda, ‘Abdullah
arkadaş, gelmiş geçmiş en büyük Kürt önderidir. Kürt
Hareketi’nin sonu Mahabat cumhuriyeti gibi olmamalıdır.
Bu Abdullah arkadaşın mücadelesine destek olmalıyız’
diye yaptığı konuşma metninden dolayı hesap sorulmuyor
ise, evet bu kanunsuzluktur…
Doğu Perinçek, Yunan genarelle olan ilişkini açıkla. Ve
PKK kamplarına ziyaret etmesini sağladığından dolayı
aldığın teşekkür mektubunu açıkla. Avrasya
Konferans’ında Rus lider Vlademir Putin’in ekibinin size
yaptığı dedektiflik teklifini açıkla. Avrasya
Konferans’ındaki masrafların Ulusal Sanayici İşdamları
Derneği Başkanı Kemal Özden’e kim parayı aktardı? Bu
konferansın masrafları partinize ve ulusal işadamları
tarafından otellere nasıl ödendi? Hangi ülke Avrasya
konferansının masraflarını ödedi?
‘Kanunsuzluk var’ diyen İşci Partisi yetkililerine: ‘What
dedin, Gülüm’ diyorum. Refah partisi Güneydoğu’da oy
patlaması yapacak endişesiyle savcıların RP’ye dava
açması için Refah partisi ve PKK bayraklı bir yaprak
broşür, hangi ‘Beyaz’ Hoca tarafından basıldı? Ve bunlar
Güneydoğu’da insanların evlerinin, işyerlerinin
kapısından atıldı. Ankara’da sayın Ecevit’e de bu bayrağı
kim getirmişti? Karanlık şebekenizin çökmemesi, evet
kanunsuzluktur.
Ben ve iki Türk arkadaşımla beraber Toronto’da bir Türk
restorantına gittik. İşci Partili bir genç öğrenci olarak
Toronto’da üniversitede okuduğunu söyledi. Görüşmek
için Türk restoranatında Bloor-Yonge’da buluştuk. Nusret
Senem’den mesaj getirdiğini söyleyen genç, ‘Atatürk
devrim kanunları, elbette bir gün uygulanacaktır’ dedi.
‘ABD’nin TSK’ya ve İşci Partisi güçlerine karşı bu
oyununu siz bozabilirsiniz Tuncay bey’ diyerek ‘milli’ ve
ajitasyonla dolu bir konuşma yaptı. En son sözü, ‘Sana
işkence yapanlar Adil Serdar Saçan değil Fethullahcı
polisler’ dedi. Benim cevabım ise, ‘Gözlerim açık iken
tokat atan ve küfür eden Adil Serdar idi’ dedim. Ve
Nusret Senem ile Şule Perinçek gelsin buraya dedim. Seni
niye yolluyorlar? Asıl İP’in maskesi düştü dedim. Ve bu
görüşmede yemek parasını ben ödedim. Teşekkür etti.
Dedim ki, ‘bak Yahudilerin ve CIA’nın parası senin de
boğazından geçti’ deyince konuşmaya şahit olan
restorantın sahibi Mehmet bey kahkahayı attı.
Tuncay Güney
2 Ekim 2008”
Ergenekon iddianamesinde, savcı Zekeriyya Öz’ün bazı
bölümlerde Tuncay Güney'i İpek soyadıyla anması
Aydınlık'a malzeme oldu. Güney'in bir Sebataycı
ailesinden geldiğini ispatlamak için kullandığı sanılan bu
soyadının, MİT tarafından Güney’e verilen bir kod isim
olduğu 26 Kasım 2008’de Sabah’ta yayımlanan belgeyle
ortaya çıktı.
Sabah, Ergenekon iddianamesinde adı “şüpheli” olarak
geçen ve daha önceki ifadeleriyle iddianameyi epeyce
besleyen Tuncay Güney’in Milli İstihbarat Teşkilatı’nda
(MİT) çalışmış olduğunu bir belgeyle duyurdu. MİT’in
yanıtı, “belge doğru” ama “Güney, kayıtlı bir haber
kaynağı değildir” oldu.
MİT ayrıca, geçmişte Mehmet Eymür’ün yönettiği
Kontrterör Dairesi’ni de kötüleyerek “Kuruluşu ve
işleyişi tartışmalı bu daire 1997’de MİT şemasından
çıkarılmıştır” deyip hem eski bir birimini evlatlıktan
reddetti, hem de “Güney, Eymür’ün adamı” demeye
getirdi.
Bu açıklamanın üslubu şaşırtıcıydı ama içeriğinde bir
yenilik yoktu, zira Güney’in, 2001’de verdiği ifadede,
1990’larda “Mehmet Eymür’ün adamlarına düzenli olarak
bilgi aktardığını” ve “Eymür’ün teşkilattan tasfiye
olmasının ardından MİT’le aktif ilişkisi kalmadığını”
söylediği biliniyordu.
Tuncay Güney’in ısrarla söyledikleri de aynı
doğrultudaydı. MİT adına Ergenekon ve JİTEM’e
sızdığını ima ediyordu, ancak Eymür’ü ve yardımcısı
Yavuz Ataç’ı tanımadığını anlatıyordu. Eymür’e değil,
“Eymür’ün adamlarına” istihbarat aktardığı yönündeki
ifadesinin arkasında duruyor ve gizemli bir şekilde, “Ben
konuşmadım, sadece konuşanlara cevap verdim. Ama
birileri bana verdiği sözde dursun” diyor. (Çongar, 2008).
Mehmet Eymür ise, Güney’i tanımadığını söylemek
dışında ayrıntı vermekten kaçınsa da, İşçi Partisi Genel
Başkan Yardımcısı ve Ergenekon sanıklarının avukatı
Ceyhan Mumcu’ya atin. Org web sayfasından hitap eden
şu sözleriyle gazetelerin birinci sayfalarındaydı:
“Tuncay Güney yetenekli birisi. Ekibinize başarılı
biçimde sızmış. Zokayı fena yemişsiniz.”
Tuncay Güney, "MİT elemanı mısınız?" sorusuna "MİT
ile karşı karşıya gelmek istemem. Çalışmalarını MİT
yasası gereği anlatamam. MİT çok saygı duyduğum bir
kurumdur" sözleriyle geçmişte MİT’e çalıştığını ima etti.
Tuncay Güney’in MİT’in kayıtlı haber elemanı olmaması,
MİT’e muhbirlik yapmadığı anlamına gelmiyor. Asıl
tuhaf olan, MİT’in kendi kurduğu, bir süre bünyesinde
barındırdığı, yararlandığı Kontrterör Dairesi hakkında
böylesine dışlayıcı bir dil kullanmasıydı.
Davayı bulandırmak isteyenler vardı. Yargı, teşkilattan
Tuncay Güney’le ilişkisini sorunca, daha cevabı
gelmeden bu belgeyi yayımlatmak yoluyla teşkilatı
sıkıştırmak isteyenler olabilirdi. Kontrterör Dairesi’nin
teşkilat içinde çok rahatsızlık yarattığı doğruydu. Teşkilat
bunu açıklayarak, Tuncay Güney hakkında soru işareti
yaratmaya yönelik kampanyanın kendisine de
bulaşmasını önlemek istemişti.
En sert tepkiyi veren eski MİT'ci Mahir Kaynak'a göre,
Tuncay Güney ile Ergenekon davası sulandırılmaya
çalışılıyor. MİT'in küçümsendiğini, böyle bir davada
gerçekleri ortaya çıkartmak için ‘küçük bir MİT muhbiri ‘
gözüken Güney'e ihtiyaç olmadığını savunan Kaynak,
Güney'in ‘dezenformasyon aracı’ olduğunu öne sürdü.
MİT'de ona bağlı çalıştığı ileri sürülen Mehmet Eymür,
ne Tuncay Güney’i nede babası Ali Güney’i tanıdığını
defalarca söyledi. 3 Aralık’ta ise fena patladı: " Tuncay
Güney, Eymür"ün elemanıymış!. Bekledim, Herkes içini
boşaltsın diye, Hayretle, ürpererek, üzülerek bekledim.
İhanet, cehalet, fabrikasyon, sulandırma, yönlendirme, ön
yargı, hepsi birden el ele. Hepsi birden bir süre sonra
eriyecek koca bir kartopu gibi. Desteksiz, manasız,
insafsızca atıyorlar, Bir uzman edasıyla… Neden, niçin
ve ne söylediklerini bile bilmeden. Tuncay Güney"i
tanımıyorum. Doğrudan ve dolaylı hiç bir ilişkim olmadı.
" Özel İstihbarat Dairesi ile onun devamı niteliğindeki
Kontr Terör Merkezi"ni bu kızgınlığa alet etmeselerdi
sözleriyle meslekdaşlarına da kızdı.
Şimdi karşımıza çıkan tabloya bakın:
Devletin istihbarat teşkilatı, Jandarma’nın istihbarat
teşkilatı içine ajan sokup bilgi almaya çalışıyor. Bu ortaya
çıkınca devletin istihbarat teşkilatı, “O bizim ajanımız
değil, bizim içimizde, tasfiye ettiğimiz bir ekibin ajanı”
diye açıklama yapıyor. Ve “derin devlet”i çözmesi
umulan dava, bu iç çatışmanın sağladığı verilerle ve bu
çatışmanın gürültüsüyle yürüyor.
Eski başbakan Mesut Yılmaz, durumu şöyle yorumluyor:
“Bakın, Tuncay Güney diye birinin evinde Ergenekon
örgütünü çözecek çok sayıda evrak bulundu. Bu adam o
zaman 22 yaşında... ortaokul mezunu bir genç... Bu evrak
kendisine komple teslim edilmiş. Amatör bir iş olmadığı
belli... Bu, bir teşkilat işi... Teşkilat onu kullanmış, sonra
bırakmış. Ona bu belgeleri veren teşkilat ortaya
çıkarılmadan bu olay çözülemez. Mahkeme, bunun elde
ediliş şekli üzerinde yoğunlaşırsa iş çözülebilir. Bu, aynı
zamanda hükümet için de bir samimiyet sınavıdır.
(Dündar, 2008).
4 Aralık’taki duruşmada mahkeme, Güney’in MİT’e
sorulma talebini kabul etti ve resmi yazı yazdı. Oysa MİT
içindeki grup sızdırdığı belge ile zaten cevabını vermişti.
Türkiye’de bunlar yaşanırken, Güney sürekli taşlanırken,
bir yandanda Ergenekon’un Kanada ayağı Güney’i tehdit
ederek söylediklerin aksini açıklamasını istiyor.
İlk tehdit, 13 Haziran 2008 günü Mustafa Doygun
tarafından işletilen Toronto’daki İstanbul Marche’de, aşırı
solcu bir Kürt Alevi vatandaşı tarafından yapıldı. Tuncay
tehdit edildiğini bana gönderdiği açıklamasıyla doğruladı.
Daha önce yalanlamıştı. 14 yıldır Kanada’da yayın işi
yapan Bizim Anadolu gazetesi, geçmişte Doğu Perinçek
ile çalışmış Ömer Özen tarafından çıkarılıyor. Özen’in
görevlendirdiği Toronto Muhabirleri Celal Uçar, Güney’e
Perinçek ve İşçi partisi hakkında söylediklerini
Cumhuriyet’de yalanlaması için baskı yapıyordu. Bu
mesajı getiren eski CHP’li Sabataycı Ali Topuzdu. Kızı
Toronto’da okuyan Topuz, şantaj için maşa kullandı.
Olayın şahidi olan müşteri Kemal Bey, kapı dışarı
edilmişti, ama yerin kulağı vardı. Ergenekonla ilgili
Aydınlık ve Cumhuriyet alıntılı haberler yapanların
maskesi düştü.
Güney, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri. O yüzden de
her şeyi yapabilir. Bir kuyuya taş atar, kırk akıllı
çıkaramaz. Çorum'un Gölet köyünden Toronto'ya uzanan
yolculuğunu "Gecekondudan Şatoya" diye özetliyor.
Fakir bir ailenin çocuğu. Babasıyla aynı kaderi
paylaşmamak için çırpınmış, garip bir Çorumlu.
Efendimin kölesiyim, yani idealist değilim diyor. Efendi
kim Tanrı. Yani inanıyor. Bana ikinci görüşmemizde hiç
bir dine ve kutsal kitaba inanmadığını, bunların insanların
uydurması olduğunu söylemişti. Yaşadıkları nedeni ile
inancı zayıflamış olabilir, ama imansız değil. Güney,
öyküsündeki tüm çelişkilere, güvenilmezliğine,
iddialarının ispattan yoksun olmasına karşın Türkiye
tarihinin en önemli siyasi davalarından birinin başrol
oyuncusu. Güney’in herşeyi bilen adam olarak lanse
edilmesine kızan Mahir Kaynak, bugüne kadar Güney’in
deşifre ettiklerini neden kendisi kamuoyuna açıklamadı?
Söylediklerinin çoğu doğruydu. Ama şahsı ile ilgili
gizemleri fazla. Bordrolu MİT elemanı olduğunu
sanmıyorum. Lise 1 terk, İngilizce bilmeyen biri MİT'e
memur olarak giremez. Ama kullanılabilir. Kayıt altına
alınmamış haber kaynağı demek, bedava, maaş
verilmeden kendisinden gönüllü yararlanılan
anlamındadır. İngilizcede buna ' Walk in' ajan denir.
Kulanılır ve tedavülü dolunca bir köşeye atılır. Veli
Küçük ile 9 yıl süren sıkı fıkı ilişkileri Ergenekon’u
anlamak için daha önemli. Mehmet Eymür’ü tanıdığını
sanmıyorum. Ama Eymür’e çalışan MİT elemanlarına
bilgi vermiş olabilir, bu da Güney’i MİT elemanı
yapmaz, düşük seviyede bilgi kaynağı yapar.
32. Gün programında eski MİT Kontr-terör Daire
Başkanı Mehmet Eymür’ü tanımadığını beyan eden
Tuncay Güney’i yalanlayan, eski iş arkadaşı Ümit
Oğuztan oldu. Ergenekon davasının görüldüğü İstanbul
13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne verdiği dilekçede, “Güney,
İran Konsolosluğu siyasi işler müsteşarı Muhsin
Karger’le tanışıp dostluk kurduğunu ve doğrudan
Mehmet Eymür’e bilgi ve fotoğraflar aktardığını bizzat
şahsıma anlatmıştır” dedi. Oğuztan, Tuncay Güney’in
yanında Mehmet Eymür’le telefonla görüştüğünü de
belirtti.
Eski Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) İstanbul Bölge
Başkanı Nuri Gündeş’e göre, Sabah Gazetesi'nde
yayınlanan MİT belgesinin Tuncay Güney ile Veli Küçük
arasındaki telefon konuşmalarına ait tutanaktan başka bir
şey değil. Haberde ismi zikredilen eski MİT İstanbul
Bölge Başkanı Galip Tuğcu ve eski MİT İstanbul Bölge
Başkanı Kubilay Günay'ı çok iyi tanıdığını açıklayan
Gündeş, bu isimlerin sonradan teşkilata bela olacak
insanları almayacağını anlatıyor. Günay ve Tuğcu,
haberde sözü edilen işlere girmelerinin mümkün olmadığı
açıklamasında bulunuyor. Güney'in MİT elemanı
olmadığını, bunu Şenkal Atasagun'un da doğruladığını
belirten Gündeş, "Böyle bir isim var evet ama MİT ile
ilişkili değil. Güney için Atasagun'un vize aldığı bilgisi de
kesinlikle doğru değil. Haber birileri tarafından
yönlendirme amacıyla uydurulmuş. Belgede bir şey yok.
Dinlemeden doğan Veli Küçük ile Tuncay Güney
arasındaki bir görüşmenin dinleme tutanağıdır o.
Müsaade edin de şüphelenilen insanları da kontrol altına
alsınlar yani." diye konuşuyor. ( Ceyhan, 2008).
Gelelim Güney’in gerçek yaşam öyküsüne…
25 Ağustos 1972’de Çorum’un Kargı İlçesi’nin Gölet
Köyü’nde doğdu. Ana adı Ayşe, baba adı Ali. T.C.
Kimik Numarası: 22126653748. Din hanesinde İslam
yazıyor. Üç çocuğun en küçüğüydü. Tuncay'ın babası Ali
Güney köyden ayrıldıklarında küçük Tuncay 6 aylıktı,
bundan sonra çocuklar bir daha köye gelmediler. Ablası
Keziban ile abisi Murat daha çocuk yaşta İstanbul'da en
ağır işlerde çalışıyordu. Abisi 17 yaşında trafik kazasında
öldü. Yıllar önce Çorum’un Kargı'ya 40 kilometre
mesafede bulunan Gölet Köyü'nden İstanbul varoşlarına
gecekondusuna taşınan aile çok zorluklar çekti. Açlıkla
yoklukla boğuştular. Zaman zaman babası Ali ile annesi
Ayşe köye gelirdi. Ancak ne Tuncay'ı ne de abisi Murat’ı
ve ablası Kezibanı köye getirirlerdi. Beşiktaş’ın
yukarısında gecekondu semti olan Gültepe Varoşlarına
yerleştiler. En son 2007 Temmuz ayında kız kardeşinin
ölümü nedeniyle köye gelen Ayşe Güney, oğlunun
hakkında çıkan iddialar nedeniyle bir daha köye dönmeyi
düşünmüyor.
Gültepe'nin Harmantepe mahallesi gecekondu semtinde
evini zar zor geçindiren baba Ali bey, oğlu Tuncay’ı
12'sinde aynı köyden Mithat Ulusoy adında bir tanıdıkları
vasıtasıyla Ayazağa'daki yatılı bir Kuran kursuna götürdü.
Ayazağa Ortaokulu'na da devam ediyordu. Evde beş
nüfusu geçindirecek ekmekleri yoktu. Çoğu zaman bir
çorba kazanı bile kaynamıyordu. Annesi (Ayşe) ev
hanımı, babası (Ali) o dönem Beşiktaş'taki Tatbiki Güzel
Sanatlar Okulu'nda teknisyendi. kaldığı yurtda gündüzleri
belli saatlerde din dersleri veriyorlardı. Biraz Arapça,
oldukcada düzgün Kuran okumayı orada öğrendi. Ne
İmam Hatip’e gitti, ne İsmailAğa camisinde hafızlık
eğitimi gördü, nede iddia edildiği gibi Kuran’ı İran’da
öğrendi. Varoşlarda büyüyen Tuncay, fakirliği,
yoksulluğu, yokluğu iliklerine kadar hissetti. Fakir
çocukları ücretsiz okutan bu talebe pansiyonu halen
işlevine devam ediyor. 1986’da babası kalp krizi sonucu
öldükten sonra çalışmaya başladı. Annesi, babasının
ölümünden sonra psikolojik sorunlar yaşadı. Koca aileyi
geçindirmesi imkansızdı.1986’nın 13’ü Şubat ayıydı.
Babası öldüğü sırada yatılı okulda okuyordu, orta birinci
sınıftaydı. Annesi onu okuldan aldı, okutamadığından
dolayı demir doğrama atölyesine çocuk çırak olarak işe
koydu. Bu iş bir ortaokul çocuğu için çok ağırdı. Bu
nedenle kısa sürede buradan ayrıldı, bir konfeksiyon
dükkanında ayak işleri yapmaya, yerleri süpürerek evine
ekmek götürmeye çalıştı. Annesi Ayşe Hanım, çorap
örüyor, cumartesi ve pazar günü halk pazarlarında bunları
satarak bir nebze olsun eve katkı sağlıyor, fakirlikten
kurtulmaya gayret ediyordu. Çok ezilmişti. Geceleri
sessiz sessiz ağlıyor, bir gün gelecek bu zalim dünyadan
intikamımı alacağım diye yemin ediyordu.
Güney, yaşamındaki herşeye gizem katmayı seviyor.
1984'te Kuran kursuna gönderilmesi ona göre rastlantı
değil, çünkü ailesi Sabetayistmiş! Güya böyle aileler de
çocuklarını bu kursa gönderirmiş. Sobalı evinde geceleri
annesinin Tevrat okuduğunu iddia ediyor. Oysa annesi
beş vakit namazında, başı örtülü biri. Ayazağa Talebe
Yurdu'nun eski müdürü Halil Atam, Güney'in talebelik
dönemini gayet iyi hatırlıyor: "Tuncay, dini, namazı
öğrendi. Çalışkan ve uyumluydu." diyor. O yıllarda
cemaatin önde gelen isimlerinden, Güney'in "Beni
bilirler" dediği Hüseyin Kaplan ve Hüseyin Kumaş ise
Sabetayizm iddialarını kesin reddediyor, Güney'i
hatırlamadıklarını" belirtiyorlar. (Gümüşel, 2008).
Halen Gültepe'de komşu çocuklarına Kuran öğreten,
mahallelinin "namazında niyazında biri" dediği annesi
(73) yıllarca, kökenlerinin Mısır'a uzandığını, Mısırlı
dedesinin de paşa olduğunu anlatmış Tuncay'a. O’da buna
Sebataycı hikayesi eklemiş, birde sahte belgeler
ayarlamış. İlk defa bu iddiayı 1996'da ortaya atan gazeteci
arkadaşım olur, ona çok kızdığını söylüyor. Anlaşılan
daha sonra bu hoşuna gitti, kullanmak istedi.
13 yaşında babasının ölümünden sonra, ailesi çok zor
günler geçirmiş. Yaz tatillerinde konfeksiyon atölyesinde
çalıştı. 1980'lerde orta ikinci sınıfa devam ederken, Refah
Partisi'nin eski Kağıthane Belediye Başkanı Arif Calban
ile İstanbul Çeliktepe'de bir düğme atölyesinde
tanışmışlar. Calban, onu "iyi, zeki, fırtına gibi bir çocuk"
olarak hatırlıyor. 1986'da Pertevniyal Lisesi'nde öğrenci,
hatta lise 1. sınıftan terk. Ancak lisenin müdürü Aziz
Yeniyol, böyle bir öğrencilerinin hiç olmadığını
belirtiyor. Güney ise ısrarla "Pertevniyal'den çok
Bedrettin Dalan'ın İstek Vakfı'na ait Tarabya Kemal
Atatürk Lisesi'ne gidip geldim" diyor. Güney'in annesi,
Tuncay'ın Tarabya'daki o okula gittiğini doğruluyor.
Sonra okulun müdür muavini (Ali Kuru) Tevfik Yener ile
tanıştırdı, oğlum Sabah gazetesinde çalıştı şeklinde
konuşuyor. Bir gün konfeksiyon dükkanında okuduğu
gazete ilanından bulduğu Sanayi mahallesindeki Yıldız
Yemek Fabrikası’nda işe girdi. Yemek fabrikası, İstek
Vakfı okullarının hepsine yemek dağıtıyordu. Orada artan
yemekleri evine götürüyordu. Asgari ücret bir aylık
veriyorlardı. Şişli’de oturan bir Matematik öğretmeni olan
yurt müdürü Ali Kuru, öğrencilere yemek servisi
yaparken, oda ona yemek servisi yapardı. Öğretmenler
kendileri yemek alırken, Kuru kendisine yemek getiren
nur yüzlü bu genç delikanlıyı sevdi. Okulda zengin
öğrencilerden gelen süveter, gömlek gibi şeyleri ona
hediye verirdi. Geleceği için daha düzgün bir yere gitmek
istediğini söyledi Tuncay. Ali Kuru, ‘okulda okumuyor
musun?’ diye sordu. Ortaokulu Gültepe Alkoç Orta
Okulunda bitirmiş, diploma almıştı. Kur, onu Pertevniyal
Lisesine referansla gönderdi. Orada yarım sene okudu.
Lisede olması gereken yıllarda Sabah ve Milliyet
gazetelerinde ofis boy’luk yaptı. Getir götür, süpür ayak
işleri yaparken, hep gazeteciliğe özeniyordu. Çok havalı
bir meslekti. Ceplerinde üç kuruş simit parası olmayan
gazeteciler kendilerini çok güçlü olarak görüyorlar, çok
zengin, güçlü insanlarla eşit seviyede görüşüyorlardı.
Varoşlardan gelen biri için gazetecilik, sığınılacak
mükemmel bir kapı idi. Ama onu birden kapı önüne
koydular.
O yıllarda oğlu aynı okulda okuyan gazeteci (Sabah,
Milliyet, Yeni Asır ve Takvim gazetelerinde çeşitli
dönemlerde yöneticilik yapan) Yener, Kuru'nun kendisini
arayarak Güney'i işe almasını rica ettiğini doğruluyor.
Kuru saygın, güvenilir biri. Tuncay'dan söz ediyor ve, 'Bu
çocuk terbiyeli, çalışkan, babası vefat etmiş, annesine
bakıyor, çalışmaya ihtiyacı var' diyor. Meslek sahibi
olsun, en azından sayfa yapmayı öğrensin, yetişsin diye
gazeteye yerleştirmiş; ofis boyluk yaptırmış. Sosyal
Sigortalar Kurumu (SSK-yeni adı Sosyal Güvenlik
Kurumu) kayıtları da bunu doğruluyor. Güney'in SSK
kayıtları tartışmayı noktalayacak kadar açık: İlk kez
sigortalı olduğu 1988'de liseden terk, 16 yaşında,
tecrübesiz ve eğitimsiz bir genç olarak, ayda yaklaşık 65
bin 500 lira almış. Bu rakam o dönemde, 16 yaşından
küçükler için asgari ücretin yaklaşık iki katı, büyükler
için ise yaklaşık yüzde 35 fazlası. İki yıl sonra maaşı 190
bin liraya ulaşmış (asgari ücretin yüzde 30 fazlası).
1991'de, yani 19 yaşındayken Sabah gazetesinden eline
geçen aylık kazanç ise 1 milyon 100 bin liranın üzerinde
ve bu rakam asgari ücretin yaklaşık beş katı. Gazetecilikle
birlikte Güney'in hayatı daha da sisli hale geliyor.
Milliyet’den çıktıktan sonra, üç ay kadar bocaladı, işsiz
kaldı, ne yapacağını bilemedi. O esnada yaşadığı bölgede
Gültepe’nin girişinde Eski adı Kırklar Boğaziçi Erkek
Öğrenci Yurdu, şimdiki adıyla Boğaziçi Erkek Öğrenci
Yurdu’nun kapısını çalmaya karar verdi. Kırklar, yediler,
üçler evliyalarından dolayı yurdun adı Kırklar konmuştu.
Yurda gelip gidiyordu. Bu süreçte orada bir çok
arkadaşlar edindi.
Zaman gazetesinin Cağaloğlu bürosuna uğruyor, Milliyet
Kitap’ın ve Zaman’ın verdiği ansiklopedileri
biriktiriyordu. Zaman gazetesi ilan bürosunda Süleyman
adlı genç Çorumlu bir çocukla tanışmıştı, oranın ilan
müdürüydü. Bunu Kırklar Yurdu’ndaki arkadaşlarına
söyledi. “Zaman bürosuna gitsem gelsem ayıp olur mu?”
diye akıl danıştı. “İstersen beraber gidelim, Kırklar
Yurdu’ndan olduğunu gelip gittiğini onlara söyle ki, sana
sıcak baksınlar,” tavsiyesini aldı. Tanıştığı insanları
referans yapmayı öğrenmişti.
Gitti, beni hatırladınız mı diye sordu. Hatırladılar. Ben
çalışmıyorum, siz de Samanyolu televizyonunu
kuruyorsunuz diye kem küm etti. O zamanlar Samanyolu
televizyonu Moskova’daydı. Kanal 6 dahi o yıllarda yeni
yayına başlamıştı. İlk özel televizyon yayını yapan Kanal
6 da, STV de Moskova’dan yayın yapıyorlardı. Yayını,
Tikaş TKM Çemberlitaş’tan veriyorlardı. TKM’de, aynı
gün, ikindi namazı vaktinde işe alındı, çok iyi
hatırlıyordu.
Buraya geçişinde ona referans olan isim bir iddiaya göre,
Nazlı Ilıcak. Ama sanmıyorum. Kesinlikle Nurettin Veren
ile o dönemde tanışmıyor, referans olması mümkün değil.
Böylece Samanyolu TV’nin (STV) yapım şirketi Işık
Prodüksiyon'da işe giriyor. 1994'te, altı ay boyunca
"Doruktakiler" adlı bir program hazırladı. Henüz 22
yaşında. Haber yazmayı bile bilmiyor, yazma kabiliyeti
sıfır, ama ağzı laf yapıyor. Kendisini iyi pazarlamış.
STV'de yetişmiş eleman eksikliği var, iyi kullanmış bu
boşluğu. Programına siyasetçi, akademisyen, asker pek
çok ünlüyü konuk etti. Aynı yıl STV’de olan Haluk
Örgün, Güney'i şöyle hatırlıyor: "Benim frekansıma
uymazdı. Kendini çok önemli, herkesle ilişkisi varmış
gibi sunuyordu. Şurası kesin, işlerini bir şekilde
hallediyordu. Mesela biz habere gidecek kamera
bulamazken, o buluyordu. Kendini çok iyi satan biri, ama
hiç donanımı, birikimi yok. Bu arada Güney, STV’de
çalıştığı dönemde İşçi Partisi (İP Başkanı Doğu Perinçek
Ergenekon davası tutukluları arasında) ile de ilişki
kuruyor. İP'nin yayın organı Ulusal Kanal Genel Müdürü
Ferit İlsever "I990'lı yıllarda Aydınlık dergisine (İP yayın
organlarından) gidip geldiğini biliyorum" diyerek bunu
doğruluyor. ( Gümüşel, 2008). İddiaya göre, MİT onu bu
sırada keşfediyor ve kullanmak istiyor.
Pertevniyel Lisesi 1. sınıftan terk olan Güney, 5 Mayıs
1997 yılında askere gitti. Bu tarih, Mehmet Eymür’in
MİT’deki ekibinin ve şübesinin tasfiye edildiği döneme
denk geliyor. Isparta, Kars Ardahan ve Çıldır’da 4 ay
askerlik yaptı. Güney, 2001 yılında polise verdiği
ifadesinde “4 ay kadar askerlik yaptıktan sonra cinsel
yönden bozukluğum nedeniyle, halk dilinde "gay" olarak
söylenen, cinsel sapmam olduğundan dolayı askerlikten
muaf tuttular” dedi. Bunu işkence altında vermiş, gay
değilim diyor, elbette sahte çürük raporu aldım
diyemiyor. Güney'in Kars Ardahan 9. Tabur Usta
Birliği'ndeki askerliği kimi kaynaklara göre altı, kimine
göre dört ayda sona eriyor. Kendi anlatımıyla "Canım
sıkıldı burada paşa (Veli Küçük'ü kastediyor), herkes
devreye girsin, ben gidiyorum" diyor. Asıl gerçek şu:
Askerlik yaptığı tugaydan sık sık Veli Küçük’ü telefonla
arayan Güney, kendisini askerlikten kurtarması için
yalvardı. Küçük, 28 Şubat sürecinde Sisi’nin yanına
yerleştireceği Güney’e ihtiyaç duyduğu için yardımcı
olmayı kabul ediyor. Veli Küçük, 9. Tabur’daki birliğini
arayarak Tuncay’ı GATA Psikiyatri kliniğine tedaviye
göndermeleri için tasallutta bulundu. Güney, 2001’de
Polis’te ve daha sonra pek çok arkadaşına söylediği gibi
GATA’dan ‘ homoseksüel’ olduğuna dair askerliğe
elverişsiz raporu almadı. GATA Psikiyatri Kliniği’nden
aldığı rapor daha ciddi bir iddiayı içeriyor. Çocukluktan
başlayan psikolojik bozuklukların şizofreniye
dönüşebileceği endişesiyle Tuncay Güney’in askerliğe
elverişli olmadığına dair bir askeri doktor, rapor yazdı.
GATA’nın beş üst düzey komutanı bu raporu imzaladı.
Bu raporu gözü gibi saklayan Güney, Veli Küçük’ün bu
raporun yazılmasındaki referansını yalanlamıyor.
Küçük’ün bu esaslı kıyakı herkese yapmadığını biliyor.
Askerlikten yırtmasını sağlayan bu 5 imzayı ve belgenin
aslını gören eski bir ev arkadaşı, Tuncay’ın kendisine
‘homo’ raporu almasa bile başka bir arkadaşına para
karşılığı homoseksüel raporu aldırarak askerlikten
kurtardığını övünerek anlattığını söylüyor. ‘Daha pek çok
eşcinselin askerlikten men raporu almasına yardımcı
oldum’ diyor. Bu ifadeleri ve sahte çürük raporu
ayarlamak suç. Güney'in askerlik yaptığı dönemdeki
tugay komutanı, 'Tugay dediğiniz sekiz, dokuz bin kişi.
Kendisini hiç hatırlamıyorum, hiç de tanışmadım" diyor.
Şimdi emekli olan sözkonusu komutanın oğlu Ergenekon
davasında tutuklu olarak yargılanıyor.
Saygı Öztürk’e Tempo’daki röportajında “Erkeklerle
yatmayı seviyorum” diyen Güney’in, bu yönünü doğru
veya değil ilk defa ben yazdığım için, özür diliyorum.
Güney, polisteki bu ifadeyi ağır işkence altında verdiğini
savunuyor. Öztürk’e Tempo’da çıkan beyanı
kullanmadığını, tekzip ettiği halde yayımlamadıklarını
savunuyor.
Güney'in köylüleri ve akrabaları televizyondaki ve
gazetedeki haberleri duyduklarında şaşırdılar, en çok
Güney'in dinini değiştirmesine tepki gösterdiler. Aslında
Güney hiç bir zaman dinini değiştirmedi. Ama yaşadıkları
nedeniyle Allah’a olan inancını kaybetti. Güney, nefsini
Rableştiren ve nefsiyle savaşında bocalayan sıradan bir
kimseden farkı yoktu. Gazetecilik başını döndürmüştü.
Ortaokul ve lise çağında asla İmam Hatip’e gitmedi ve
İsmailağa camisine hiç uğramadı. Eşi Rabia Hanım bu
çevredendi, ama Almanya’da okumuş, başı açık bir
hemşire idi. Annesinin bulduğu kızla evlenmiş, ancak
farklı dünyaların insanları oldukları için,
anlaşamamışlardı. Güney’in çok karanlık bir dünyası
vardı. Ailesinden ve akrabalarından uzak yaşardı.
Savcının iddianameye, nüfus kayıt örneğine göre,
“Emekli Sandığı’ndan maaş almaktadır” diye yazması
tartışmalara yol açtı. İddianamenin 398. klasöründe yer
alan ve tüm şüphelilerin onaylı nüfus kayıt örneklerinin
verildiği klasördeki bilgilere göre, Tuncay Güney halen
Emekli Sandığı’ndan maaş alıyor. Ancak, Emekli Sandığı
kayıtlarında Tuncay Güney ismi geçmiyor.
11 Haziran 2008, saat 11:52’de, elektronik ortamda
Mernis’ten alındığı belirtilen belgede, "İşbu nüfus kayıt
örneği İstanbul (CMK 250. maddesi ile görevli) Hazırlık
Bürosu’na ibraz edilmek üzere düzenlenmiş olup başka
amaçla kullanılamaz" ifadesine yer veriliyor. Belgenin
’Düşünceler’ bölümünde ise, "T.C. Emekli Sandığı
Kurumu’ndan maaş almaktadır" deniliyor. Bu belgenin
gerçekleri yansıtması için, Güney’in bir kamu
kuruluşunda çalışarak ya da başka bir nedenle emekliliğe
hak kazanmış olması gerekiyor. Ancak, ne Güney’in
açıklamalarında, ne de yazılanlarda bu konuda bir bilgiye
rastlanmıyor.
Kayıtlara göre, 1 Mayıs 1988’de İstanbul’da işe başlamış
görünüyor ve sicil numarası 18037730. Hürriyet
gazetesinin haberine göre SGK’dan bir yetkili, MİT,
JİTEM gibi istihbarat elemanlarının ve ismi devletçe
gizlenen kişilerin kayıtlarının saklandığını, bunlara ilişkin
emeklilik işlemlerinin de özel kurye ile gizli olarak
yapıldığını ve bu gibi kişilere ait bilgilerin sadece getiren,
işleyen yetkili kişilerde olduğunu bildirdi.
1972 doğumlu olan Tuncay Güney, 2001 yılında
yurtdışına çıktığında 29 yaşındaydı. Bu yaştaki bir kişinin
kamu kuruluşlarında çalışmış olsa bile emekliliğe yetecek
süreyi bulabilmesi mümkün gözükmüyor. Yürürlükteki
sosyal güvenlik mevzuatına göre bu yaştaki bir kişinin
emekli veya yetim aylığı alması olanağı bulunmuyor.
Güney’in emekli aylığı aldığına ilişkin kurumda bir kayıt
yok. Tuncay Güney’in gazi, özürlü ve yetim aylığı
aldığına ilişkin bir kayıt da bulunmuyor. Emekli Sandığı
kayıtlarında, Çorum ili, Kargı ilçesi nüfusuna kayıtlı
Tuncay Güney adlı bir kişi bulunmuyor. SSK ve BağKur’dan aylık alanlar arasında yapılan araştırmada da,
Tuncay Güney’in emekli maaşı aldığına dair bir bilgiye
rastlanmadı. Güney’in, Sosyal güvenlik kurumları
nezdinde, iş kazası-meslek hastalığı gibi çok istisnai
durumlarda emekli olduğuna dair bir iz bulunamadı.
Mernis’ten alınan belge sahte ise akla şu soru geliyor:
Savcı iddianame eki olarak, 398. klasöre bu yazıyı niçin
koydu? Bir yetkili, bu duruma ilginç bir açıklama
getiriyor: "MİT’tense, kayıtta gözükmez." (Hürriyet,
Ağustos 2008)
Güney’in Konut Edindirme Yardımı’ndan (KEY) 42 YTL
alacağı var. KEY kesintileri 1988–1994 tarihleri arasında
yapıldığına göre, Güney’in KEY alacağı nasıl oluşuyor?
Çünkü Güney, iş hayatına SSK iştirakçisi olarak başlıyor.
SSK kayıtlarına göre Güney, -oldukça erken yaşta- 16
yaşında sigortalı oluyor. Sigortası 1988’de başlıyor, -kısa
dönemli boşluklar hariç- 1994 yılına kadar devam ediyor.
Güney, 6 yılda 5 işyeri değiştiriyor ya da girdi çıktı
yapılıyor.
Güney, Aralık 1994 tarihli mahkeme kararıyla (22
yaşında) Rabia Güney adlı eşinden boşanıyor. Boşanma
vakasında 40 gün önce (31 Ekim 1994) işten çıkıyor.
Güney, bu tarihten sonra, 5 yıl sırra kadem basıyor. Ne,
Bağ –Kur, ne SSK, ne de Emekli Sandığı sistemine
girmiyor. 1999 yılında, Güney yeniden işe giriyor ve
sadece 27 gün sigortalı çalışıyor. Tabii, sonra yine işten
çıkıyor.
SSK kayıtlarına göre Güney, 1988–1999 döneminde
1.433 prim gün sayısı ödeme yapmış durumda. Yani
emekli olabilmesi için gereken şartların, çok uzağında
kalıyor. 1999’dan sonraki iki yılını Emekli Sandığı’nda
geçirdiğini varsaysak bile emekli olma şansı yok.
Bu durumda, ihtimâller silsilesine, Savcının maddi hata
yapmış olabileceği gerçeğini de eklemek gerekiyor. Diğer
taraftan, Güney’in devletten emekli olma ihtimâli ise çok
az. (Çelik, Ağustos 2008). Babasının ölümünden sonra,
1986’da bağlanan yetim maaşı, Güney’in, 1 Ekim
1992’de çalışmaya başlamasıyla kesildi.
NASIL GAZETECİ OLDU?
Güney’in 1990'lı yılların ortalarında Türk basınındaki
maceraları son derece ilginç ve renkli bir öyküye işaret
ediyor. İddianamenin ekinde yer alan ifade tutanağına
göre, Güney gazeteciliğe Sabah gazetesinde “ofisboy”
olarak başlıyor.
Güney'in ifadelerine göre, 1980'li yılların sonunda
Pertevniyal Lisesi'nin akşam bölümünde öğrenciyken
matematik öğretmeni Ali Kuru kendisini Sabah
gazetesinde Tevfik Yener'e gönderdi ve Yener'in
yardımıyla “ofisboy” olarak işe başladı. Daha sonra aynı
gazetenin eklerinde çalışmaya başlayan Güney, Yener'in
Amerika'ya gitmesinden sonra, işten çıkarıldı. Bu süreçte
birkaç ay işsiz kaldığını anlatan Güney, Tevfik Yener'in
Amerika'dan dönüp Milliyet gazetesine dışarıdan bir
magazin dergisi hazırlamaya başlaması üzerine, bu ekte
teknik bölümde grafiker olarak görev aldı. Yener,
Amerika'ya gidince yeniden işsiz kaldı.
İfadesinde bu süreci şöyle anlatıyor: “Tevfik Yener, Neşe
Karaböcek’in kocası oluyor, onun da oğlu Hasan Yener,
bizim okuldaydı. Benim yanımda da söyledi… Babanla
görüşmem lazım dedim… Babası okula geldi, efendim
beni böyle odasında tanıştırdı. Adam bana randevu verdi,
Mecidiyeköy’deki Sabah gazetesindeki bürosuna gittim.
Sabah gazetesindeki bürosunda ofis boyluğunu
yapıyordum getir götür işleri… Orada bir buçuk ay,
Mecidiyeköy’deki o büroda çalıştım. Sabah’ın eski
binasında. Oradan İkitelli’ye yeni taşınmıştı, ilk taşınan
Sabah’tır ikitelli’ye… O zaman teşvik fonundan… o
binada görevi magazin sayfası yapıyordu Melodi, TV
Ekran diye bir dergiyi ilk kez Sabah ek olarak verdi. Ben
TV Ekran ve Melodi’de çalışıyordum. Spora hiçbir
yatkınlığım olmadığı için orda spor işlerinden
anlamadığımdan adam gazete içinde bu tarafta beni
görevlendirdi. İşte arşivden şu sanatçının resmini getir,
şunun bunun getir götür işlerini yapıyordum. 850 bin lira
maaşla beni işe aldırttı.”
Türkçesi çok bozuk olan Güney’in, halen düzelmeyen bu
kıt Türkçe ile, nasıl gazetecilik yaptığı bir muammadır.
Zayıf Türkçesiyle anlatıyor:
“Sabah gazetesinde iki buçuk üç yıl olmadı. Son
dönemlerde bütün masalara bilgisayarlar koymuşlardı
bilgisayar falan da öğreniyordum o zaman. Bütün yazıları
muhabirler bize getiriyordu. Ben yazıyordum falan, onlar
bu polis muhabirleri sırada beklememeleri için bana
Capişonlar getirirlerdi falan… Çünkü tak tak yazmaya
çalışan bendim, yani bütün servisin üç beş adamı vardı.
Sonra Tevfik Yener karısına kaset çıkarmak için
Amerika’ya gitti. Ondan iki ay sonra bizi çıkarttılar Sabah
gazetesinden. Gazetecilikte biliyorsunuz şef çıkınca
herkesi çıkartırlar, başka bir ekip getirirler. Günaydın’dan
Ergin Sevigen diye bir adam geldi. Ben oradan çıkınca
boş kaldım. Ondan sonra Tevfik Yener’in Milliyet’e
geldiğini öğrendim. Bir gün Yener’e gittim Milliyet’e
Cağaloğ-lu’ndaki bürosuna. O dedi ki, gel dedi biz dedi
buraya başladık burada çalışacağız. Milliyet de ek
veriyor, magazin eki veriyor. Milliyet için dışarıdan
hazırlanan bir magazin ekinde (Oskar) teknik sorumluluk
üstleniyor Tuncay. TV Ekran orada da benim künyede
adım grafiker diye yazar, ben de onun bütün yazılarını
geçiyorum. Tevfik bey insanların böyle önünü açmak için
onlara etiket verir, her zaman için genç insanları orada
şey yapmak için… Orada bir buçuk yıl kadar çalıştım, en
son çıktığımda altı milyon iki yüz elli bin lira maaş
alıyordum.”
Ardından, Samanyolu televizyonunda çalışmaya başlıyor.
O dönemde albay rütbesinde olan Veli Küçük’ün
yönlendirmesiyle Akşam gazetesine geçiyor. Güney,
burada Behiç Kılıç ve Selahattin Sadıkoğlu'yla birlikte
Küçük'ün Akşam'daki gözü kulağı oluyor.
Güney, 1994'de kuruluş aşamasında olan Samanyolu
TV'de kısa sürede iyi bir çevre edinir. Samanyolu
muhabiri Ayhan Kılıç ile bir yılı aşkın süre aynı evi
paylaştı.
Güney'in iddiasına göre, Harp Okulu'ndan bir öğrenci,
emekli Albay Necabettin Ergenekon onu Veli Küçük ile
bu sırada tanıştırıyor. Ancak Albay Ergenekon 1982'de
emekli olduğunu belirterek, "Güney'i tanımadığını"
söylüyor. Oysa Güney, bu ismin kendisini şu anda
Ergenekon örgütü liderlerinden olmakla suçlanan, emekli
jandarma tuğgenerali Veli Küçükle tanıştırdığını da
iddialarına ekliyor. "Ben bir tanışma manyağıyım" diyen
Güney, 20'sinde bir gençten beklenmeyecek ilişkiler
kurmaya da böyle başlıyor. Güney, hakkında “JİTEM'ci,
MİT'çi” gibi dedikoduların çıkması üzerine 7 ay sonra
STV'den ayrılmak zorunda kalıyor. STV'de çalışırken
Ayşe Önal'ı Veli Küçük ile tanıştırması, Güney'in Küçük
ile tanışırken STV'de çalıştığını doğruluyor.
Güney'in bundan sonraki durağı, milliyetçi çizgideki
Tercüman gazetesi. Güney'e bu işi Veli Küçük ayarlıyor.
Çalışma şartlarını beğenmeyen Güney, yeniden Küçük'e
gidiyor. Küçük de Güney'i HBB televizyonuna
gönderiyor. Güney, burada “Küçük'ün adamları
olduğunu” iddia ettiği Behiç Kılıç ve Selahattin
Sadıkoğlu ile tanışıyor. Güney'in medyadaki en etkin
dönemi de böylece başlıyor.
Güney'in iddialarına göre Behiç Kılıç ve Selahattin
Sadıkoğlu, tam o sırada Küçük'le bağlantılı olarak Akşam
gazetesinde bir operasyon yapmaya hazırlanıyorlar.
Güney de bu ekiple birlikte Akşam gazetesine geçiyor.
Güney'in iddiasına göre, “Akşam gazetesi sahibi Mehmet
Ali Ilıcak, tamamen Veli Küçük tarafından
yönlendiriliyordu.” ( Şardan, Tahincioğlu, 2008).
Gazetede, kimlerin tasfiye edileceği konusunda da son
kararı Veli Küçük veriyor ve yine Küçük'ün
yönlendirmelerine göre başka gazetelerden transferler
yapılıyordu. Gazeteye gelen haberlerin belgeleri de
yayımlanmadan önce Veli Küçük'e gönderiliyordu.
Güney, haber sıkışıklığı çektiklerinde de Veli Küçük'ün
kendilerini Doğu Perinçek'e yönlendirdiğini ileri sürüyor
Güney, Akşam gazetesindeki süreci ifadelerinde şöyle
anlatıyor:
“Bir ay gazeteye geldiğimiz fark edilmedi, oturduk hep
gizli toplantılar yapardık. Kimleri çıkartacağız, kimleri
tasfiye edeceğiz, kimler birinci sayfayı yapacak... Bunları
kurardık, fakat bunları Veli Komutan kendi kurardı (...)
Akşam gazetesinde biz toplantılar yapıyoruz, bunları
tasfiye hareketi için Ayşe Önal'ı, hepsini çıkartmak için...
Mehmet Ali Ilıcak tamamen Veli Albay'ın kucağındaydı...
Veli Komutan, Behiç Kılıç daha doğrusu bütün hep kendi
adamlarını hepimiz oralara yerleştik. Arslan Bulut'u
getirdik.”
Güney, ifadelerinde Akşam macerasının nasıl sona
erdiğini anlatmıyor.
FOTOMONTAJ SKANDALI
VE FOTO RAF HIRSIZLIĞI
Güney'in gazetecilik kariyerinde kuşkulu durumlar var.
1995'te Akşam gazetesinde çalışmaya başladığını belirten
gazetenin o dönemki yayın yönetmeni Behiç Kılıç,
"Tuncay ajan muhbir olarak kullandığımız bir elemandı,
muhabir ya da gazeteci olarak değil. Aşağılamak için
söylemiyorum ama teşbihte hata olmaz: 'Bir ava
giderseniz, yanınızda sadık, avcı, rehber köpeğiniz vardır.
Avı alır, getirir. Taşıyıcı' olarak kullanırsınız. Biz de
Güney'den taşıyıcı olarak yararlandık. Eğitimsizdi, haberi
yazamaz ama anlatırdı" diyor. "Bugün çalışmak istese
yine işe alırım. Kimlik zaafına rağmen" diye de ekliyor.
PKK terörünün yoğun olduğu o dönemde, Güney Irak'ın
kuzeyinden haberler taşımış. "Güney'i karşılıklı
kullanmışız, biz de gazete olarak kullanılmışız" diyen
Kılıç'ın verdiği bir bilgi çok ilginç: "Güney, arşivden
aldığı birtakım fotoğraflarla dönemin Başbakan'ı Mesut
Yılmaz'ı Susurluk skandalının baş kahramanlarından
Abdullah Çatlı'yla yan yana gösteren bir fotomontaj
olayına karışıp, ardından da Yılmaz'a muhalif bir
milletvekiline 5000 dolara sattı." Buradaki pek çok
çalışma arkadaşı, Güney'in "asla haber yazacak bir
birikimi olmadığını" vurguluyor. Güney'in o dönemde
yazı işleri müdürlüğünü yapan Arslan Bulut ise "Hem
Veli Küçük hem de Mehmet Eymür ile bağlantılıydı"
diyor, "Güney'in jandarma ve MİT ile ilişkileri vardı.
İstihbarat arşivciliğine yönelmişti. Kim yetiştirmişse ona
bu işi çok iyi öğretmişler." Bulut, Güney'in ilginç bulduğu
çalışma yöntemini de anlatıyor: "Getirdiği haberlerin bir
kısmı yönlendirmeydi, Türkiye'nin lehine mi aleyhine mi
olduğu pek kestirilemezdi. Büyük kısmım bizzat kendi
üretiyordu. Gazeteden sık ayrılmazdı. Tamamen tahmine
dayalı ilişkileri, masa başında, şema çıkararak, şekiller
çizerek kuruyordu. İstediğimiz bir belgeyi, raporu ele
geçirmesi beş dakikasını alırdı." Ancak Bulut, sol eğilimli
bir terör örgütü tarafından tehdit edildiği bir dönemde, işe
gelip giderken Güney'in kendisini yalnız bırakmayıp eşlik
ettiğini de anlatıyor. (Gümüşel, 2008).
1996’da karıştığı fotomontaj skandalı ve foto hırsızlığı
Güney’in medyadaki imajını sıfıra indirdi. Güney,
ifadelerinde Mesut Yılmaz ve Abdullah Çatlı'yı yan yana
gösteren montaj fotoğrafı DYP milletvekiline nasıl
sattığını da değiniyor. Birkaç medya kuruluşuyla
görüştükten sonra temasa geçtiği milletvekiline fotoğrafı
o zamanın parasıyla 5 milyar TL'ye (5000 YTL) sattığını
anlatan Güney, fotoğrafların fotomontaj olduğunu
bilmediğini de iddia ediyor.
Güney, “Taksim'de The Marmara Oteli'nin ikinci katında
görüştük adamla, fotoğrafın bir tanesini adam gördü, bu
fotoğrafı gördükten sonra şey yaptı, para yanlarındaydı
zaten. James Bond kahverengi bir çanta, içerisinde Halk
Bankası dekontlu 5 milyar (5000 YTL) vardı” diyor.
Behiç Kılıç, Güney'i nasıl tanıdığını bir röportajında şöyle
anlatıyor: “Güney'i, 1995-96 yılları arasında vekâleten
Akşam gazetesinin genel yayın müdürlüğünü yaptığım
dönemde işe aldım. Güneydoğu ve terörle ilgili ilginç
söylemleri vardı. Eğitimi yoktu. Ancak, duyduğu bilgileri
getirip bize anlatırdı (...) Mesut Yılmaz'ın, Abdullah Çatlı
ile aynı karede görünen bir fotoğrafının olduğu bilgisi
geldi. Fotoğraf, o dönemin Afyon milletvekiline 5 bin
dolara satılmıştı (...) Araştırmalarımızda fotoğrafın
Tuncay Güney tarafından Afyon milletvekiline 5 bin
dolara satıldığını öğrendik. Kendisini çağırdım. Ancak,
niye çağırdığımı arkadaşlarından öğrenmiş olmalı ki bir
daha gazeteye gelmedi.” (Kesler, 2008)
1995-1996 yıllarında Akşam gazetesinde muhabirlik
yaparken, arşivinden fotoğraf çalıp Radikal'e satan
Tuncay, masabaşı röportajları ile ünlüydü. Barzani ve
Talabani ile yapılmış masabaşı röportajları bulunuyor.
Tuncay Güney'i tanıyan Akşam yazarı Rıza Zelyut:
"Behiç Kılıç (gazeteci), diyor ki: 'Tuncay; sersem sepelek
bir tipti. Bize Amerikan Elçiliği'nden, bazı askerlerden
güya haberler getirirdi. Belliydi ki isteyen istediği gibi
kullanıyordu…’
Güney'in Akşam gazetesinin arşivinde bulunan ve kazada
hayatını kaybeden Abdullah Çatlı ve Özel Harekat Daire
Başkanı İbrahim Şahin'i aynı karede gösteren fotoğrafı
Kanal D'ye sattığıda biliniyor.
Gazeteci-yazar Behiç Kılıç, Tuncay Güney'i Akşam
gazetesine aldığı için epey suçlandı. Şunları yazdı:
“Yaptığı işlerden dolayı işin sıkıntısını çeken ve suçlanan
da benim. İşadamlarında şantaj için servis kurmuşum.
Bunların yanıtları o dönem çalıştığım gazete
sayfalarındadır. Bu kişinin Akşam gazetesinin arşivinden
bir fotoğrafın çalınarak (Abdullah Çatlı'nın İbrahim Şahin
ile birlikte halay çektiği fotoğraflar) Kanal D'ye satılması
olayından sonra işine son verildiğini biliyorum. Bu
kişinin televizyon programında ileri sürdüğü şeyler
tamamen yalan.”
Güney'i, 1995-96 yılları arasında vekâleten Akşam
gazetesinin Genel Yayın Müdürlüğü'nü yaptığı dönemde
işe alan Kılıç, ilk defa Güney’i Tercüman gazetesinin
İdare Müdürü'nün yanında tanımış. Şöyle anlatıyor:
“Güneydoğu ve terörle ilgili ilginç söylemleri vardı. Daha
sonra benden iş istedi. Ben de Mehmet Ali Ilıcak'a
söyleyip, özel haber servisinde değerlendirdim. Zor
dönemlerdi. Gazetenin çıkış ve tutunma süreciydi. Ancak
özel haber yoktu. Tuncay Güney'i özel haber servisinde
değerlendirdik. Kendisi haber yapamazdı. Eğitimi yoktu.
Ancak duyduğu bilgileri getirip bize anlatırdı. Biz de
onları haber yapardık. Önemli olaylarda, bilgiye
sıkıştığımız zamanlarda kendisinden faydalanırdık. Ancak
kendisini hiç bir zaman bir gazeteci gibi kadro yapıp
çalıştırmadık. Şimdi olsa bize getirdigi bilgiler için yine
çalıştırırdım. Haber değeri olan bilgiler getirirdi.
Güney'i işe aldığım zaman Talabani ve Barzani ile
tanıştığını söyledi. O dönem PKK'ya karşı olduklarını
söyledikleri için her sözleri haber değerindeydi. Röportaj
yapabileceğini söyledi. Ben de Mehmet Ali Ilıcak ile
görüştüm. Gazetenin sıkışık bütçesinden kendisine
ödenek çıkarttık. Kuzey Irak'a gitti. Ancak daha sonra tek
başına gitmediği, bir gazeteci grubuyla birlikte gittiği
ortaya çıktı. Ilıcak'a karşı zor duruma düştüm. Ancak yan
bilgilerle o röportajı özel haber gibi yayınladık.”
Çalıntı foto olayından çok büyük sıkıntı çeken Kılıç’ın
Tuncay Güney'in neden olduğu dertler bununla bitmedi.
Mesut Yılmaz'ın, Abdullah Çatlı ile aynı karede görünen
bir fotoğrafının olduğu bilgisi geldi. Fotoğraf o dönemin
Afyon Milletvekiline beş bin dolara satılmıştı. Bu
fotoğrafın peşine düştüler. Uzun uğraşılardan sonra genel
merkezin de araya girmesi ile fotoğrafa ulaştılar. Mesut
Yılmaz ile Abdullah Çatlı aynı karede görüntülenmişti.
Ancak Mustafa Dolu, "O fotoğrafın ANAP kongresi
çıkısında AA muhabiri tarafından çekilen bir fotoğraf
olduğu" yolunda Kılıç’ı uyardı. Baktı ki hakikaten bu
fotoğraf orada çekilen fotoğraf. Abdullah Çatlı oraya
montajlanmıştı. Onlar için bunu çözmek zor olmadı.
Araştırmalarında fotoğrafın Tuncay Güney tarafından
Afyon Milletvekiline beş bin dolara satıldığını öğrendiler.
Kendisini çağırdı. Ancak niye çağırdığını arkadaşlarından
öğrenmiş olmalı ki bir daha gazeteye gelmedi.
Gazeteci Mevlüt Yüksel Akşam gazetesinde, özel haber
servisi müdürlüğü yaptığı dönemde, Tuncay Güney'i
onların servise bağlamalarıyla tanımış. Sonrasını şöyle
anlatıyor: “Ancak kendisi fiilen bana bağlı olarak
çalışmıyordu. Kendisine biz haber yaptırmıyorduk.
Kendisi Behiç Kılıç'a bağlı olarak çalışıyordu. Ancak
masası sandalyesi bizim servisteydi. Fakat getirdiği
haberleri bana değil, Behiç Kılıç'a veriyordu. Kendisi bir
defa Kuzey Irak'a gitti. Ancak getirdiği haberlerin
kaynakları belli olmadığı için güvenemiyorduk. Susurluk
skandalının özel harekatçılarla bağlantısını ortaya
çıkartan fotoğrafın gazete arşivinden çalınarak Kanal
D'ye satılması olayından sorumlu tutularak işten
çıkarıldığını biliyorum.”
Susurluk skandalında mahkeme tarafından delil olarak
kabul edilen fotoğrafları müdürü olduğu Kanal D haber
bülteninde yayınlayan Tuncay Özkan ise bu fotoğrafların
kendisine bir haber kaynağı tarafından getirildiğini
savunuyordu. Özkan, "Bu fotoğraflar bana halen de haber
kaynağı olarak görüştüğüm bir kişi tarafından getirildi.
Ben de bu fotoğrafları alarak kullandım. Kaynağımın da
ismini verecek değilim" diyor, Güney’den para ile satın
aldığını gizliyordu. (Şardan, Tahincioğlu, 2008)
Rıza Zelyut, Tuncay Güney’le ilgili köşe yazısında
Ergenekon’u Güney’in tutarsız kişiliği üzerinden
çürütmeye çalıştı, şunları yazdı: “Ergenekon
suçlamasında dayanak noktalarından birisi de Tuncay
Güney'in ifadesi...
Tuncay Güney'i iyi tanırım. Onu size anlatayım da şu
Ergenekon çetesinin nasıl uydurulduğunu anlayın: 199596'da ben Akşam gazetesinde yazardım o ise muhabirlik
yapıyordu. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Behiç
Kılıç idi. O dönemde sert bir ANAP-DYP rekabeti vardı.
Özer Çiller; Behiç Kılıç'a bir fotoğraf gönderir ve bunun
gerçek olup olmadığını bir gazeteci gözüyle incelemesini
rica eder. Fotoğraf'ta Mesut Yılmaz bir toplantıdan
çıkmaktadır ve arkasında da Abdullah Çatlı
gözükmektedir.
Bu fotoğrafı, Afyon'dan milletvekilliği yapmış bir DYP'li,
ANAP Lideri Mesut Yılmaz'a karşı kullanılması için 20
bin dolara birisinden satın almıştır.
Behiç Kılıç, Mustafa Dolu gibi gazetecilerin incelediği bu
fotoğrafın kurgu (sahte) olduğu anlaşılır. Ve nereden
geldiği araştırılınca da Tuncay Güney'e ulaşılır... Bu
fotoğraf sahtekarlığı hakkında Mesut Yılmaz'dan başka
Yaşar Okuyan'ın da bilgisi vardır.
Tuncay, Zaman gazetesinde çalışmış (yetişmiş) birisidir.
(Günay Zaman’da değil STV’de çalışmıştır. F.A.)
Oradan; Mehmet Ali Ilıcak aracılığıyla Akşam'a
aktarılmıştır.
Bu sahtekar, Kuzey Irak'a gideceğim, Talabani ile
röportaj yapacağım diye Akşam gazetesinden iyi bir para
alır; gider; bir hafta sonra döndüğünde; Talabaninin çok
ötelerinde, ilgisiz bir yerde göründüğü bir fotoğraf vardır
elinde. Röportajı da oturmuş; masa başında yazmıştır. Bu
yüzden ikinci kez hırpalanır...
Tuncay; bununla da yetinmez... Akşam gazetesinin
arşivinde bulunan Susurlukçularla ilgili meşhur fotoğrafı
çalar, Radikal gazetesine satar.... Ve bu anlaşılınca da
kaçar...
İnanmayan varsa Tercüman gazetesi başyazarı Behiç
Kılıç'a veya Akşam yazarı Mustafa Dolu'ya sorabilir.
Tuncay Güney; şimdi Kanada'da imiş... Ve Yahudiliğe
hizmet etmekte imiş... Tanrısal İsrail'in kurulması için
çalışıyormuş. Yani Nil'den Fırat'a kadar uzanan
toprakların Yahudi egemenliğine geçmesi için mücadele
eden bir gönüllü imiş o. Yeni Şafak gazetesi Tuncay'ın
Yahudileştiğini haber olarak verdi de Ergenekon
Savcısı'na sormadı: 'Ey Zekeriya Bey; böyle sahtekar ve
yabancı ajanı birisinin ifadesine dayanarak sen nasıl
iddianame hazırlarsın?'
Behiç Kılıç, diyor ki: Bağlantıyı görüyor musunuz?
Yahuduliğe hizmet eden bir sahtekâr var karşımızda. Bu
kişiden alınan ifadeler kullanılarak Veli Küçük üzerinden
Cumhuriyet gazetesi ve İşçi Partisi terör örgütü üyesi
gösterilmeye çalışılıyor.
Olayın Amerika'da pişirilip, polise (Polisteki isimleri
Aydınlık yayımlamıştı) ve adliyeye (Şu Van savcısı
Ferhat Sarıkaya'yı hatırlayın) intikal ettirildiğini acaba
anlayabiliyor muyuz?
Ve okuyucularıma bir soru: Savcı Zekeriya Öz, Tuncay
Güney'in kimliğini anladıktan sonra iddianamesini
değiştirmeli mi değiştirmemeli mi?” (Zelyut, 2008)
Arslan Bulut’un Güney ile ilgili yazdığı yazıyı da
kendisine savunma hakkkı vermek açısından buraya
olduğu gibi alıntılıyoruz: “Ergenekon davası
iddianamesinde ve eklerinde, ayrıca Aydınlık’ın
yayınladığı Tuncay Güney’in 2001 tarihinde Adil Serdar
Saçan’a verdiği ifadede benim de ismim geçiyor. 20012003 arasında konuyla ilgili bir soruşturma yapıldığı,
sonuç alınamadığı da gazetelerde çıktı.
1995 yılında Ortadoğu gazetesinden istifa etmiştim.
İşsizdim. Bir hafta kadar ne yapacağımı düşündükten
sonra Akşam gazetesinde bir boşluk olduğunu görerek
Mehmet Ali Ilıcak ile görüşmeye karar verdim. O sırada
Akşam’da yazan ve benim mesleki geçmişimi iyi bilen
Behiç Kılıç’a telefon ederek gazete hakkında bilgi almak
istedim. Kılıç, gazete yönetiminin ekip olarak istifa
ettiğini, kendisine genel yayın müdürlüğü teklif
edildiğini, henüz konunun netleşmediğini söyledi. ‘Fakat
sen önerini yap, yönetimi sen alırsan seninle çalışmaktan
memnun olurum, ben alırsam da yine birlikte oluruz’
dedi. Bunun üzerine girişimden vazgeçerek Kılıç’tan
haber beklemeye başladım. Kılıç, iki gün sonra aradı ve
acilen işbaşı yapmamı istedi.
Akşam gazetesinde işe başlamam kendi girişimimin
sonucudur. Biz gazetede tasfiye yapmadık. Ben
gittiğimde zaten 11 kişi 10 gün öncesinden istifa etmişti.
İstifa sebebi olarak başka bir medya patronu tarafından
ayartılmaları gösteriliyordu ama ben bu konu hakkında
bilgi sahibi değilim.
Tuncay Güney’i ise bir-iki ay sonra tanıdım. Gazetede
özel haberci statüsünde çalışıyordu. Benim işim birinci
sayfanın siyasi haberlerini düzenlemek ve ayrıca köşe
yazısı yazmak olduğu için onu fark edecek durumda
değildim.
Fakat Tuncay Güney imzalı önemli haberler gelmeye
başladı. Haberlerin dili çok bozuk olduğu için bunları
yeniden yazdırmak gerekiyordu. Bunun üzerine Behiç
Kılıç, bu kişi hakkında bana bilgi verdi. Güney’in
gazeteye bir istihbarat elemanı olarak yerleştirildiğini
zannettiğini, fakat emin olamadığını söyledi. ‘İstersen
gönderelim, gitsin’ dedi. Güney’in getirdiği haberler o
kadar değerliydi ki, bir süre beklemeye karar verdik. PKK
kamplarında Amerikan subaylarının fotoğraflarını
getiriyordu meselâ!
İran aleyhindeki haberlerini ise kullanmıyordum. Aksine
ABD’nin Türkiye ile İran’ı savaşa tutuşturmak istediğini
görüyor, manşetten ‘İran’la savaş tezgahı’ gibi kendi
imzamla haberler yapıyordum.
Şimdi geriye dönüp baktığımda Akşam gazetesinde
çalıştığım 2.5 yılın, meslek hayatımın en verimli dönemi
olduğunu görüyorum. O dönemde ve meslek hayatımın
tamamında doğruluğuna inanmadığım tek satır bile
yazmadım, yayınlamadım. Buna, 30 yıl içinde benimle
beraber çalışan bütün meslektaşlarım tanıklık eder.
Peki, neden durum böyle olduğu halde, Tuncay Güney,
beni ve başka gazetecileri de Ergenekon listesine
eklemiş?
Sanıyorum, bunun başka bir sebebi var. Biz, sanki
milletin sorumluluğu bizim omuzlarımızdaymış gibi
hissettiğimizden hep pervasız davrandık. Meselâ 2000
yılında, bölücü taleplerin kabul edilmesini isteyen çok
önemli bir makamdaki devlet görevlisine karşı çok ağır
yazılar yazdık!
Herhalde bizi, ‘Bu adam, bu kadar pervasız yazdığına
göre devlet içinde dayandığı bir güç vardır’ diye
değerlendirdiler veya gerçek durumumuzu bilseler bile
bizi bu tür iftiralarla cezalandırmak yolunu seçtiler! Her
şeyden çok önem verdiğimiz mesleki itibarımızla
oynayarak bizi etkisizleştirmek istiyorlar!
Biz yedek subay öğrencilik dönemindeki askeri eğitimler
dışında, hayatımız boyunca kimseden emir almadık.
Gazeteciliği de meslek ilkelerine harfiyen uyarak yaptık.
Alnımız açık, başımız diktir. Arşivler ortadadır. Hesabını
veremeyeceğimiz tek satırı bile kimse gösteremez. (Bulut,
Ağustos 2008)
OTO, DİPLOMA,
ARSA SAHTEKÂRLIKLARI
2000 ve 2001 yıllarındada otomobil kaçakçılığı yapan
Güney, gemi iyice azıya aldı. Çek senet ve arsa
mafyacılığına soyundu. Küçük’ün verdiği veya kendisinin
imâl ettiği sahte JİTEM kartıyla esnafı soydu. İşte
hikâyenin asıl başladığı yer burası… Bu arada bu
sahtekârlıklarını ilk defa Zaman’da yazan Aydoğan
Vatandaş’a ateş püskürüyor, ölmesini diliyor. İtibarını
sarsan ve ülkeyi terketmesine yol açan yazı şu: “Organize
Suçlar Şube Müdürlüğü ekipleri, Timur Büyükelmez
isimli bir vatandaşın şikayeti üzerine 2001 yılının Mart
ayında Taksim’de bulunan Tuncay Güney’in ofisine
baskın düzenlendi. Umut Bağbek isimli emekli Emniyet
Müdürü ile ortağı Süleyman Gürleyen, bazı proplemlerini
çözmeleri için kendisini JİTEM elemanı olarak tanıtan
Tuncay Güney’e gitti. Ancak bu kişiler bir süre sonra
kandırıldıklarını anlayınca suç duyurusunda bulundular.
İstanbul Organize Suçlar Şubesi ekipleri Güney’in
Taksim’deki bürosuna baskın düzenledi. Büroda çok
sayıda sahte evrak ve kimlik ele geçirildi. Güney,
dolandırmak istediği insanları emekli Tuğgeneral Veli
Küçük'le yakın olduğu imajı ile etkiliyordu. Bu da
Güney'in ‘JİTEM elemanıyım’ iddialarını inandırıcı hale
getiriyordu. Süleyman Gürleyen, Tuncay Güney'in
Taksim'deki ofisinin inşaat masraflarını JİTEM karargahı
olacağı düşüncesiyle karşılamıştı.”
Tuncay Güney'e, Veli Küçük'e verilmesi amacıyla bir cip
gönderildi. Güney, hediyeyi Küçük’e iletti, ancak Küçük
cipi kabul etmedi. Ergenekon Operasyonu kapsamında
tutuklanan Veki Küçük'e hediye cip soruldu. Ancak
Küçük cipi kabul etmediğini ve Tuncay Güney hakkında
2002 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne şikayette
bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Güney ve
arkadaşları, cipi bir süre sonra sahte plakayla Timur
Büyükelmez ve Adnan Bilgin'e ayrı ayrı sattılar. Ancak
Büyükelmez bir süre sonra yapılan sahtekarlığı anlayarak
polise şikayette bulundu. Cipin akıbetini soran Süleyman
Gürleyen, Güney'den şu cevabı aldı: Cipi Genelkurmay'a
verdik.
Adil Serdar Saçan, Ergenekon soruşturmasını
engellediğine yönelik iddiaları cevaplarken, Milliyet
gazetesinden Belma Akçura'ya gözaltına alınıp
tutuklanmadan önce verdiği röportajda müthiş bir iddia
ortaya atıyor: "2001 başlarında emekli tuğgeneral Veli
Küçük'le bazı polis müdürlerinin arası açılıyor. Bunlar
Küçük'e Tuncay Güney aracılığıyla bir cip hediye etmek
istiyorlar. Veli Küçük kabul etmiyor." Sabah’tan Ergun
Babahan, Saçan’ın ağzından kaçırdığı ilişkiyi yakaladı:
“Son derece doğal bir olaydan bahsedermiş gibi anlatmış.
İstanbul'da görev yapan birden fazla polis müdürünün
emekli bir tuğgeneralle arası açılıyor. Niye açıldığını
bilmiyoruz. Ama daha garibi, normalde ortalama bir
otomobil almakta zorlanması beklenen polis
memurlarının, arayı düzeltmek için emekli bir generale
cip alacak parayı bulmaları. Kaç paradır bir cip o tarihte?
100 bin dolar civarında mı? İşi ‘organize suçları’ ortaya
çıkarmak olan bir polis müdürü bu gerçeği biliyor ve
gayet doğal karşılıyor. İstanbul'da görev yapan polis
memurlarının aralarının bozulduğu insanlara cip hediye
etmesi vakai adliyeden kabul ediliyor. Organize Suç
Masası Müdürü Saçan, ‘bazı polis müdürleri’nin binlerce
dolarla ifade edilen bir cipi hediye edecek parayı nereden
bulduğunu merak etmiyor.” (Babahan, 2008)
Ancak, asıl sahtekârlık Sarıyer ve Zekeriyaköy'de ortaya
çıktı. Tuncay Güney ve arkadaşları buralardaki bazı
arazilere göz koymuşlardı. Zekeriyaköy muhtarını
yanlarına çağıran sahte JİTEM'ciler, kendilerinin
jandarmaya çalıştığını iddia ederek, PKK'ya destek
oldukları gerekçesiyle bazı vatandaşların işletmesinde
olan yerleri istediler.
Duyduklarına inanamayan muhtar, karşısında
üniformalı Jandarma Maliye Teğmen Murat Oğuz'u
görünce kendisinden istenenleri yaptı. Amaç sahte belge
düzenleyerek bazı arazilerin tapusunu almaktı. Ama
polisin zamanında müdahalesiyle sahtekârlık engellendi.
Teğmen Oğuz ile ilgili de soruşturma başlatıldı.
Polisçe sorgulandıktan sonra Fatih Savcılığı'na sevk
edilen Tuncay Güney, Adem Taşdemir, Ümit Oğuztan ve
Gökhan Kasap'a, DGM Savcılığı tarafından “cürüm
işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamasıyla dava
açıldı. 1996'da Abdullah Çatlı ve İbrahim Şahin'in
fotoğraflarını basına veren de Tuncay Güney ve
arkadaşlarıydı. Güney ve arkadaşları bir süre sonra
fotomontaj yöntemleriyle ürettikleri fotoğrafları Radikal
gazetesine satmak istemiş, ancak Radikal'e 'Sahte
Fotoğraf Çetesi' olarak manşet olmuşlardı. Tuncay
Güney, o tarihte MİT'te Kontr–Terör Daire Başkanı
Mehmet Eymür'ün de ilgisini çekti. Eymür, kendisine ait
web sitesinde 'Çift Meslekliler' başlığı altında Tuncay
Güney'e yer verdi. Güney o tarihte Akşam gazetesinde
çalışıyordu. (Vatandaş, Nisan 2001)
Emniyet teşkilatı, üç gün sorguladı ve 16 sayfa ifade aldı.
Güney, 2001’de dokuz gün boyunca, Ergenekon’la ilgili
olarak, gözaltında tutulduğunu ve işkence gördüğünü ileri
sürüyor. Bu ifadeleri Adil Serdar Saçan, Emniyet dışına
kaçırdı. 2004’de Saçan’a ait bir depoda tekrar bulundu.
Polislik mesleğinden uzaklaştırılan Saçan, Ergenekon
soruşturmasında geç tutuklandı. Oysa Güney’in dediği
gibi, Saçan asıl kara kutu olabilir miydi?
Güney, aynı dönemde, kendini JİTEM elemanı
gibi tanıtıp, İstanbul Sarıyer Kısırkaya’daki bazı arazileri
almaya çalıştı. Güney, buradaki muhtara, köye bağlı
plajları işletenlerin PKK’lı olduğunu söyleyerek, plaj
işletmesinin Mehmetçik Vakfı’na verilmesini istedi ve
bazı sözleşmeler imzalattı. Bir yandan sahte meslek
diploması satma planları yapıyordu. Evinde yapılan
aramada, çok sayıda nüfus cüzdanı bulundu. Güney,
bunlardan kiminin sahibiyle seks yaptığını ve kimliğin
kendisinde kaldığını, kimini de yolda bulup üzerine
fotoğraf yapıştırmak için sakladığını anlatıyor. Sahte
belge hazırlama konusunda ihtisas yapan Güney’in
vukuatları oldukça fazla. 2001’deki opreasyonda, evinden
Asım Sefa Özler adına düzenlenmiş sahte kimlik belgesi
çıkmasını şöyle açıklıyor: “Sahte kimlik kullanarak
muhtarlardan ikametgah alıp, telefon kartı satın
alıyordum. 2-3 ay kullandıktan sonra atıyordum,
böylelikle fatura ödememiş oluyordum. Muhtarlar tanıdık
olduğu için, kayıtlı olmadığım halde ikametgah
alıyordum.”
Polisin, “Büronda 115 adet, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Meslek Lisesi Diploması ibareli seri numarası
bulunmayan boş diplomalar bulduk. Bunlarla ne yapmayı
planlıyordun?” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “1996
yılında Akşam gazetesinde çalıştığım zamanlarda Feriköy
semtinde Şetat İş Merkezi’nde matbaacılık yapan Murat
Çelik 115 adet sahte meslek lisesi diploması bastırdı. Bu
diplomalara sahte soğuk damga vurduracaktı; beraber
satacaktık. O tarihlerde lise mezunu olmayanlara ehliyet
verilmeyecek diye söylentiler çıkmıştı. Sürücü kursları da
araştırmadığı için sahte olduğunu anlamıyorlardı. Beraber
müşteri bulup tanesini 100 milyona (100 YTL)
satacaktık.”
Güney, arazi sahtekârlığını ise polise şu sözlerle
anlatıyor: “2000 yılı Ağustos ayında Murat Oğuz, Hasdal
kışlasına tayin oldu. Kilyos tarafına bakıyordu, sorumlu
komutandı, bir gün beni çağırdı ve ’Kısırkaya Köyü
mevkiinde boş köy arazileri var; ben muhtarla konuştum,
boş arazilerin haritasını çıkarttı. Bunları organize edelim,
köy satış senedi yapılarak yasallaştırdıktan sonra
üzerimize alırız’ dedi. Ben de ’tamam’ dedim... Murat
Oğuz, Kısırkaya köyü pafta 4’te bulunan parsel 93 ile 193
sayılı parselde bulunan araziyi köy muhtarlığı aracılığıyla
özel şirket olan Mehmetçik İşletme Tesisleri’ne satışını
yaptı. Daha sonra köy satış senedi çıkarıldı. Bu da Murat
Akgün adına çıkarıldı. Sarıyer belediyesine fotokopileri
verildi ve harçları yatırıldı. Aradan 1 yıl geçtikten sonra
Milli Emlak’a başvurulacaktı.” Polisin, “1 Mart tarihinde
yaptığınız telefon görüşmesinde Rabia Güney ile
görüştünüz ve 2 milyar (2000 YTL) liradan bahsettiniz.
Bu parayı nereden aldınız, nereye verecektiniz?” sorusuna
ise, yanıtı şu oluyor: “Rabia Güney benim eşim olur.
Bahse konu 2 milyar (2000 YTL) satmış olduğumuz sahte
plakalı otomobilin parasıdır. Bizim işimiz patlak verdiği
için bu parayı geri ödemek için karar vermiştik, eşimden
bu parayı onun için istedim.” (Vatan, Bugün, Nisan 2008)
Hakkındaki tüm iddialara rağmen, Güney 2001'deki bu
davada ablasının ödediği kefaletle serbest bırakıldı. Süren
dava nedeniyle yurtdışına çıkış yasağı olmasına rağmen
ABD'ye gitti. Eski avukatı Yusuf Aydın'ın verdiği bilgiye
göre, davadaki şikayetçiler zararları tazmin edildiği için
şikayetlerini geri çekti. Bu zararlar ise, yine avukatın
verdiği bilgiye göre, Güney'in ablası ve Taksim'deki
Güney'e ait binanın satışıyla karşılandı. Ancak dava
tamamıyla kapanmadı, Güney'in son bir kez ifade vermesi
gerektiği için gıyabında duruşması sürüyor. Güney’in
terör örgütü üyesi olup olmadığı araştırılıyor. Halen
nedeni ortaya çıkmayan bir gerçek var:
Güney’den ele geçen ve yaklaşık yedi yıl sonra
Ergenekon soruşturması kapsamına alınacak belgeler, söz
konusu mahkemenin arşivinde değil, Saçan'a yakın
birinin deposunda bulundu.
GÜNEY’İN 28 ŞUBAT’TAKİ ROLÜ
Tuncay Güney ve Ümit Oğuztan , MİT elemanı Müslüm
Gündüz ile Fadime Şahin “tertibinde” baş roldeydi.
Fadime Şahin tertibini hazırlayanlar ve televizyonda
kanal kanal dolaştıranlar o dönemde gazetecilik yapan
Tuncay Güney, Ümit Oğuztan ve travesti Sisi idi.
Bunların her ikisi homoseksüeldi; hatta Ümit Oğuztan’ın
“Kraliçe Sisi” isimli bir kitabı bile mevcuttur.
Güney’in görevi, Küçük ile irtibatı sağlamak ve medyaya
yapılacak servislerde kurye olarak çalışmaktı.
Ümit Oğuztan Ergenekon operasyonundan dolayı
tutukludur. “Sisi” lakaplı Seyhan Soylu’nun gözaltına
alınması, dikkatleri 28 Şubat sürecinde, irtica karşıtı
yayınlar yapan, Strateji dergisine yöneltti.
28 Şubat döneminde irtica karşıtı yayınlar yapan Strateji
dergisinin, imtiyaz sahibi Büyükdağ ile yayın yönetmeni
Oğuztan tutuklu, kamuoyunun ’haham’ olarak tanıdığı
haber koordinatörü Tuncay Güney de itirafçı olarak
anılacaktı. Asıl finans ise, Veli Küçük’ten geldi. Dergi
için çalışıp Fadime Şahin olayını ortaya çıkardığını
söyleyen Sisi ise, en son gözaltına alınan isimlerdendi.
Turgut Büyükdağ, 1997-98 yılları arasında çıkan
derginin, imtiyaz sahibi; Ümit Oğuztan ise genel yayın
yönetmeniydi. Ergenekon davasının gizli tanıklarından
birinin ifadesine göre, Turgut Büyükdağ, 28 Şubat
sürecinin finansörü ve Turgut Gıda Sanayi isimli sıvı yağ
fabrikasının eski sahibi bir işadamı olarak tutuklandı.
Derginin genel yayın yönetmeni Ümit Oğuztan,
Ergenekon operasyonuna, 28 Şubat sürecinde ünlü
travesti Sisi (Seyhan Soylu) ile birlikte Ali Kalkancı
dosyasını hazırlayıp, Emine Kalkancı’yı televizyona
çıkmaya ikna eden ekibin içinde yer aldığı iddiasıyla,
Ergenekon kapsamında cezaevine giren ikinci isim oldu.
Haber koordinatörü olan Tuncay Güney, kimilerine göre
“itirafçı”, kimilerine göre “iftiracı”, televizyonlara çıkıp
böyle bir örgütün var olduğunu dile getiren isim oldu.
1990’lı yıllar boyunca “Travestiler Kraliçesi” olarak
anılan Sisi ise, Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a
verdiği röportajda, Strateji dergisi için istihbarat
çalışmaları yaptığını söylemiş ve “28 Şubat’ın gizli
kahramanıyım” demişti: “JİTEM’in yayın organı olan
Strateji dergisi bünyesinde, 8 ay boyunca istihbarat
çalışmaları yaptım. Ali Kalkancı tarikatı için tesettüre
girdim. O tarihte Refah Partisi’nin oyu yüzde 38’di. Ali
Kalkancı ve Emire Kalkancı olayını yakaladık.
Aczimendi liderinin yakalanmasını, Fadime Şahin ile
Emire Kalkancı’nın ekrana çıkarılmasını sağladık. Tarikat
içerisinde yaşanan çarpık ilişkileri deşifre etmek, dini
insanları sömürme aracı olarak kullananların maskelerini
düşürmek için böyle bir şey hazırladık.” şeklinde bir
mantık örgüsü sunacaktı kamuoyuna.
Yeni Şafak gazetesine konuşan, Ergenekon davasının
gizli tanıklarından biri, 28 Şubat döneminde patlak veren
Fadime Şahin ve Ali Kalkancı skandallarının, inançlı
insanları rencide etmek için hazırlanan senaryolar olduğu
yazılacaktı. Gizli tanığın iddiasına göre, şeyh olarak lanse
edilen Ali Kalkancı da alkolikti. Gizli tanık şu bilgileri
vermişti: “Skandalların talimatı Veli Küçük'ten geldi.
Organizasyonu, Turgut Büyükdağ'ın sahibi olduğu
Strateji dergisinin genel yayın yönetmeni Ümit Oğuztan
ve Sisi yaptı. Sisi, Aksaray'da bir müzikholde çalışan
Fadime Şahin'i, tesettür kıyafetleri giydirerek
Çarşamba'da cemaatlerin içine sokup staj yaptırdı. Ali
Kalkancı da umreye gönderildi. Aczmendi şeyhi Müslüm
Gündüz'ün etrafına, sahte müritler ayarlandı.”
Taraf gazetesine 13 Ekim’de konuşan Büyükdağ’ın
anlattıklarını Güney’de doğruluyor. Büyükdağ’ın şu
açıklaması dudak uçuklattı:
Ben gözaltına alındıktan sonra plana göre İstanbul'a
getirilip cezaevine konulacaktım ve burada işimi
bitireceklerdi. Tuncay Güney'e benim bir minnet borcum
var. Oradan çıkma şansım yoktu. Tuncay hakikaten
Genelkurmay'dan bir binbaşıya emniyeti arattırdı ve beni
bıraktılar. Şimdi diyorlar ki Veli Küçük bu işlerde.
Gerçekten kafam allak bulak oldu. Anladım ki bunların
hepsi tezgahmış. Tuncay Güney bana dedi ki 'Veli Paşa
senin durumu Çevik Bir ile konuştu. Çevik Bir fabrikayı
bu sefer geriye verelim hesabı kapatalım' dedi. 'Borcu da
üzerine alsın' dedi. Bunun üzerine Veli Paşa demiş ki 'ben
onun muhasebecisi değilim ne işiniz varsa halledin.' Ümit
Oğuztan bana, 'bu işlerden çok zarar gördün ama biz bu
paraları kazanabiliriz' dedi. Ben dergi çıkarırım dedi. O
arada Ümit Oğuztan, Tuncay Güney'i getirdi haber
müdürü olarak. Ondan sonra üzerimize mafya geldi. TYT
Bank battı ben borcumu ödediğim halde senetler
mafyanın eline geçmiş bunlar da benden parayı istiyorlar.
Tucay Güney devreye girdi, Veli Küçük'ü arayalım dedi.
Tuncay Güney, 'sizin başınızda bu kadar olay, Veli
Küçük Paşa'yla sizi tanıştırayım yardım etsin' dedi.
Paşa'yla tanıştım. Mafya Çevik Bir'in adını kullanarak
üstümüze geliyor. Mehmet Ağar'ın adı kullanılıyor.
İstanbul Emniyet Müdürü sıkıştırıyor.
Gözaltındayken bırakılması için Genelkurmay'dan telefon
gelmesini sağlayan Güney ve Küçük ikilisi. Güney’e
teşekkür eden Büyükdağ, Güney ile Küçük arasında
ilişkinin ne kadar derin olduğunu şöyle vurguluyor:
Tuncay, Genelkurmay'dan haberleri getiriyor, Ümit
Oğuztan'la beraber basıyorlar. Para ve kağıt bitince
dergiyi bıraktılar.
28 Şubat sürecinin aktörlerinden Ali Kalkancı'ya da iki
fabrika satan Turgut Büyükdağ, Kalkancı'nın
tutuklanmasından sonra eşi Emire Ersoy'u gazeteci Uğur
Dündar'ın Arena Programı'na çıkarttı. 28 Şubat sürecinde
fabrikaları gaspedilen ve tehditle mal varlığı elinden
alınan Büyükdağ, hukuk savaşı başlattı ama Cumhuriyet
Gazetesi'nin yayımladığı bir manşet yüzünden bu savaşı
kaybetti ve gözaltına alındı.
Dört gün gözaltında kalan ve ölüme götürüldüğünü
söyleyen Büyükdağ, Genelkurmay'dan gelen bir telefonla
serbest bırakıldı. Veli Küçük'ün kendisini kurtardığını
söyleyen Büyükdağ, Korkut Eken'in fabrikasını
gaspettiğini ve bir yıl çalıştırdığını anlatarak o gün
yapılan bu işlerin arkasında Çevik Bir, Mehmet Ağar gibi
isimlerin olduğunu ama bir şey yapamadığını ileri sürdü.
Büyükdağ, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı
Zekeriya Öz'e giderek ifade verdi. İfadesinde Çevik Bir
(Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı), Korkut Eken,
Mehmet Ağar (Dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı),
Hasan Özdemir (Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü) ve
İsmail Özmen'den şikayetçi olduğunu söyledi.
Ergenekon için resmi devlet mafyası nitelendirmesinde
bulunan Caferi kökenli işadamı bir çok tehdit aldığını
buna karşın konuşmaktan korkmadığını belirterek,
"Olanları aklım almıyor" diyor. Salat marka yağlarıyla
tekrar piyasaya dönen Büyükdağ, Ergenekon'dan 16 yılın
hesabını soruyor...
Güney’in bu olaydaki rolü, Küçük’ün verdiği Güney’i
‘tanımam, bir kaç defa görüşmüşüzdür’ ifadesini
yalanlıyor. Güney’in ‘yüzlerce defa’ beyanı daha
gerçekçi.
Polise verdiği ifadeler, Güney’in STV’deki gazeteci
konumundan yararlanarak, cemaatin bazı önemli
isimlerini de tanıma imkânını elde ettiğine de işaret
ediliyor.
Daha sonra Güney, ifadesinde Veli Küçük’ün Kuzey
Irak’ta okul açılması için yardım ettiğini de söyleyecekti.
. Güney’in ifadelerine göre, Erbil’de açılacak Özel Erbil
Işık Koleji’nin kurulması aşamasında Kuzey Irak’a
giderken Diyarbakır’a uğradılar. Burada kendilerini Veli
Küçük’ün telefonla arayarak haber verdiği, Jandarma
Alay Komutanı Eşref Hatipoğlu karşıladı. Hatipoğlu
Güney ve yanındakiler askeri helikopterle Silopi’ye
gönderdi. Grup, buradan da Kuzey Irak’a geçerek
Nehciban (Neçirvan demek istiyor) Barzani ve Talabani
ile görüştü.
Güney, Veli Küçük’ün hocası, Albay Necabettin
Ergenekon hakkında da açıklamalarda bulunacaktı.
Güney’in iddialarına göre, Necabettin Ergenekon,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la, Refah Partisi
İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde görüşüyordu.
Ergenekon bu görüşmelerden birinde Erdoğan’ın
yakasından tutarak silkeledi. Güney’in ifadelerine göre,
Erdoğan, Tepebaşı’ndaki RP İl Başkanlığı binasında,
Necabettin Ergenekon’la “ümmetçilik” tartışmasına girdi.
Bunun üzerine sinirlenen Ergenekon, Erdoğan’ın
yakasından tutarak, “Bırak Tayyip bu işleri, Türkçülük
olmazsa Ümmetçilik olmaz” diyecekti.
Güney, kendisini Küçük’le tanıştıran kişinin de
Ergenekon olduğunu söyleyerek, “İzmit’teki Albay (Veli
Küçük) benim öğrencimdi, seni ona götüreceğim,
tanıştıracağım” dediğini anlattı. Küçük’ün Ergenekon
örgütünün adını, hocasının soyadından etkilenerek
koyduğu iddia edilmişti.
Güney ifadesinde, cemaat içindeyken, MİT yöneticisi
Mehmet Eymür’ün gönderdiği adamlara düzenli olarak
cemaatle ilgili bilgiler verdiğini de söylüyordu. Güney,
“Bu bilgileri ben o dönem orda çalışırken periyodik
olarak Mehmet Eymür’ün adamları gelir alırdı (...) Böyle
bilgileri cemaaat içinden başka sorular da sıcağı sıcağına
o dönem sıcak olan bazı şeyleri sorarlardı zaten” dedi.
(Milliyet, 2008)
Güney’in sadece bana söylediği gerçek ise, Küçük’ün
Gülen’in vaaz kasetlerini temin etmesini kendisinden
istediğidir. İddialara göre 1999 Haziran’ı kaset fırtınası
hazırlayanlar Küçük’ün ekibiydi.
MUMCU, BİTLİS,
ERSEVER T RAFLARI
Akşam gazetesindeyken “CIA Kuzey Irak'a silah
sevkıyatı yapıyor” başlıklı bir haber hazırlayan Tuncay
Güney, 2001'de gözaltına alındığında, sevkıyatı aslında
Ergenekon'un yaptığını ileri sürüyor. Uğur Mumcu
suikastına da bir numaranın, karar verdiğini savunuyor.
Emekli yüzbaşı Muharrem Tunç’a göre, Mumcu,
Talabani’ye verilmek üzere hazırlanan 100 bin silahın
PKK’ya satılması ile ilgili dosyayı ele geçirdi. Bu dosyayı
Mumcu’ya, emekli albay Dursun Coşkun Kıvrak verdi.
Mumcu’nun ölümünden sonra bu dosya ortadan
kayboldu. Bugüne kadar bu emekli albayın ifadesine
başvurulduğuna yönelik herhangi bir bilgi, basına
yansımadı.
Emekli Yüzbaşı Muharrem Tunç'un 06/03/1997
tarihindeki ifadesi Komisyon tutanaklarında şöyle yer
aldı: "1993 yılında Sıhhiye Orduevinde otururken adının
Albay Durmuş Coşkun Kıvrak olduğunu öğrendiği bir
kişinin ‘JİTEM temsilcisi olduğunu, birtakım belgeleri
dosyaladığını, Talabani güneyden, Türk kuvvetleri
kuzeyden olmak üzere PKK imha planı için Özal ile
anlaştıklarını, bu meyanda Talabani’nin silah istediğini,
bu silahların verilmesi ile ilgili JİTEM ve Genel Kurmay
olumsuz görüş vermesine rağmen, silahların sonunda
PKK’nın eline geçeceği kaygısının dile getirilmesine
rağmen silahların numaraları silinerek Talabani
Kuvvetlerine verildiğini, bu konuları belgelediğini,
emekli olunca kendisine vereceğini’ söylediğini, 15-20
gün sonra bu albayın kendisini aradığını, bir suret dosyayı
Uğur Mumcu’ya gönderdiğini, kendisine de gelerek bir
dosya vereceğini söylediğini ancak, gelmediğini, bir
müddet önce bir kısım gazetecilerin bu albay ile ilişkiyi
kendisine sorduklarını, İlçe Jandarma Komutanı aracılığı
ile gazeteci Ertuğrul Akçay’ın albay ile evinde
görüştüklerini, ancak bunların sır olduğunu,
söylenemeyeceğini, sonradan caymasına rağmen bu olayı
kendisine 3-4 saat anlattığını, 80-100 bin civarında silahın
teslim edildiğini söylediğini, numaraların nasıl silindiği
konusunda bilgisi olmadığını, ancak silahların kalaşnikof
olduğunun kendisine söylendiğini, bu konunun Albay
Durmuş Kıvrak tarafından aydınlatılacağını, bu kişinin
Mumcu, Eşref Bitlis’in ölümünden sonra Akçakoca’nın
bir dağ köyünde yerleşmesinin bu konuda çekincesi
olduğunu akla getirdiğini, Mumcu’ya evrakları
gönderdiğini söylediğini, ifade etmiştir." (Kanal A Haber,
2008)
Tuncay Güney de benzer bir şekilde, Mumcu olayını
anlatıyor. Yeni Şafak'ta yer alan habere göre, Kanada'da
yaşayan Tuncay Güney'in, Ergenekon iddianamesine
zemin hazırlayan 2001'deki ifadelerinin yer aldığı
DVD'den çıkan şok iddialardan bir bölümü de
Ergenekon'un işlediğini öne sürdüğü iki önemli cinayet ve
Kırıkkale Silah Fabrikası'ndaki patlamayla ilgiliydi.
Tuncay Güney'in, bu iki önemli cinayete ilişkin
iddialarıysa şöyle: “Cırtlak koyu yeşil BMW bir gece
vakti Habur Sınır Kapısı'na geldi. Arabada Tuncay Güney
ile gazeteciler A., B., ve D. de vardı. Veli Küçük'ün
ekibiyle dönemin Bölge Valisi Ünal Erkan'ın arası iyi
değildi. Gazeteci A. ekibe bu yüzden dahil edilmişti.
A.'nın Erkan'la arası iyiydi. Sınır geçiş izinleri bu ilişki
sayesinde kolayca alındı.
Ekibi Silopi Hac Konaklama Tesisi'nde resmî ve sivil
üniformalı askerler karşıladı. Kapıda işlemleri JİTEM'ci
Ali Balkan Mete'nin adamı olan, Küçük'ün oraya
atanmasını sağladığı, Gümrük Baş Muhafıza Müdürü C.
Bey yaptırdı. Habur'u geçtikten sonra konteynırlı iki
araba ekibi bekliyordu. Sınırı geçince, önüne telle Irak
plakası takılan BMW, öndeydi, içinde 24 bin silah
bulunan konteynırlı iki araç da arkadan geliyordu.
Silahları, JİTEM'e çalışan gümrük müdürü biliyordu.
Gazeteci A., konteynırların içinde silah olduğunu anlamış
ve rahatsız olmuştu. B. bunu bilmiyordu, ancak
şüphelenmişti. Gerçeği İstanbul'a gelince öğrendi. Ekip,
silahlarla Zaho'ya ulaştı. Gün ışıyana kadar Irak Milli
Türkmen Partisi'nde kaldılar.
Burası Barzani bölgesiydi. Ziyaret görünüşte
gazetecilerin Irak liderleriyle röportaj gezisiydi, Doğu
Perinçek'in referansını kullanıyorlardı. Sonra Talabani
bölgesine geçildi. Bir hafta sonra Erbil'e geçen ekipte
bulunan gazeteci A., Tuncay Güney'le tartışarak
Türkiye'ye geri döndü. JİTEM subayları, Tuncay
Güney'e, konteynırlarda 24 bin silah olduğunu söylemişti.
Silahların 12 bini Barzani'ye, 12 bini de Talabani'ye
verildi. Kosret Resul, 'Silahların 6 binini biz aldık.
Binbaşı T.' Yine 'bizimle oynuyor' dedi. Kosret Resul,
geri kalan altı bin silahın PKK'nın liderlerinden Cemil
Bayık'a teslim edileceğini söyledi.”
Dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve
JİTEM'in Doğu'yu kapsayan 4. bölgesinin komutanı
Binbaşı Cem Ersever, Veli Küçük ile Ergenekon ekibinin
kirli işlerini, Irak'a yapılan silah sevkıyatların çok iyi
biliyorlar ve karşı çıkıyorlardı. Bu nedenle örgüt, Bitlis ve
Ersever'i sevmiyordu. Daha sonra art arda ikisi de
öldürüldü.
Güney'e göre senaryo şu şekilde işledi: “Eşref Bitlis
Paşa'nın öldüğü haberi ilk duyulduğunda Veli Küçük,
Perinçek'e konu üzerinde çalışmasını söyledi. Bitlis'in
uçağının 'buzlanma' sonucu düştüğü rapor edildi.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'de bu
yönde açıklama yaptırıldı. Veli Paşa'ya bunu sordum,
'Buzlanma oldu. Bunun altında bir şey aramaya gerek
yok. Komutan'dan daha iyi kim bilir' cevabını verdi.
Aslında Küçük, Doğan Güreş ve Hasan Kundakçı'yı
sevmezdi. Olay böylece örtbas edildi.
Veli Paşa daha sonra beni çağırdı. 'Bazı haberleri
sızdıralım' dedi. Bir de 'hemen bir kitap hazırlayın'
talimatı verdi. Ben bu arada Akşam'da Elizabeth Shalgen
aleyhine yayın yapıyordum. DEP'li il başkanları o dönem,
ABD'ye gitmiş. Onları Cumhuriyet Senatosu'yla bu kadın
görüştürmüştü.. Bu kadına saldırıyorduk. Sonra Veli
Küçük bize Adana'daki Amerikan Konsolosluğu'nda
ikinci konsolos olan Penikto'nun fotoğraflarını verdi.
ABD'li subayların kamplardaki fotoğraflarını yayınladık.
Aydınlık ısrarla, ‘Elizabeth Shalgen parmağı’ diye haber
yapıyordu.
Küçük, beni çağırıyor, ‘Bak bir şey öğrendik. Bu
Amerikalılar bizim Eşref Bitlis Paşa'yı öldürmüş’ diyor
ben de bunları Adnan Akfırat'a yazdırıyordum. Kadın
hakkında Genelkurmay tahkikat başlattı. Ankara
Shalgen'in geri çekilmesini istedi. Sonra ABD onu çekti.
Polis yaptığı sorgulamada Güney'den, ‘Yeşil, Veli
Küçük'ten habersiz öldürülebilir mi, Ersever öldürülebilir
mi’ sözlerini, açmasını istiyor. Bunun üzerine Güney, şu
cevabı veriyor: “Öldürülemez. Kimse yapamaz böyle bir
şeyi. İşaret etmesi lazım. Veli Paşa'dan herkes korkar.
Emekli olması hiç önemli değil. Perinçek'in gözünüzde
anarşist olması önemli değil. Onun dava arkadaşı. Bir
diğer arkadaşı başçavuş veya teğmen olabilir. Kurmay
başkanıyla iş yapmaz ama teğmenle, işlerini yapardı.
Onlar her zaman 'emret komutanım' derlerdi. Çünkü bir
yüzbaşı, bir üsteğmen için Küçük ütopyadır.”
Güney, üç hafta gibi kısa sürede, Adnan Akfırat imzasıyla
yayınlanan Eşref Bitlis kitabında, benzer ayrıntılar
olduğunu söylüyor. Güney'e göre, önemli ayrıntılardan
biri de, Ersever'in suikastta kullanıldığı idi. Küçük,
Ersever'i hiç sevmiyordu. Sorun çıkaran adamların
hesapları bir bir görülüyordu. Ersever'in öldürülmesi de
bir dosya kapatmaydı. Hiçbir soruşturma olmadı. Ersever,
ölmeden önce Veli Paşa'yla kavgalıydı. Veli Paşa İzmit'e
gelmesini söyledi. Gelmedi. İki Irak subayı Türkiye'ye
sığınmış. Ersever, 'Gönderme' talimatına uymayıp
subayları iade ediyor. Örgüte, dolayısıyla Veli Paşa'ya
dikleniyordu. Güney’e göre Ersever, Başbakanlık
Poligonu'nda öldürüldü. Kendisi hatalıydı, Veli Paşa
söylemişti, “Hatalıydı”. Ersever, Bitlis Paşa'nın en has
adamıydı. Kapıyı vurmadan giriyordu. Manipülasyonlar
yapılmasaydı. Ersever konusunda Küçük suçlanacak,
tahkikat açılacaktı.
JİTEM tarafından infaz ettiği ileri sürülen,
Genelkurmay’ın PKK tarafından şehit edildiği konusunda
ısrar ettiği Albay Rıdvan Özden’in eşi Tomris hanım
Güney ile aynı kanıda. Resmi kayıtlara 'uçak kazasında
öldü' şeklinde giren eski Jandarma Genel Komutanı
Orgeneral Eşref Bitlis'in arasının çok iyi olduğunu
söyleyen Tomris Özden şöyle konuşuyor: Ankara'da 5 yıl
birlikte çalıştıkları Eşref Paşa, Körfez Savaşı'nın başladığı
yıllarda eşimi ABD'ye kurye subayı olarak gönderdi.
Orada bomba atma kurslarına katıldı. Döndüğünde tayini
Aydın'a çıktı. Eşref Paşa ile çok samimiydik. Hatta Eşref
Paşa, eşi Şükran hanımı Kuşadası'na bizim yanımıza tatile
göndermişti. Eşref Bitlis'in ölümüne çok üzülmüştü,
olayın suikast olduğunu düşünüp 'Sıra bende' demişti.
'Öldüren Cem Ersever' diyordu. Ancak Ersever
öldürülünce de, 'Aç, sefil yaşadı, öldü' diyerek üzülmüştü.
Onun katiliyle aynı güçler eşimi öldürdü. Bu güçler
birbirleriyle bölgesel iletişim halindeler. Mıntıkalar
halinde her birinin ayrı bir gücü var. Genelde bölge olarak
katliamda birleşirler. Son dönemlerde birbirlerinden
kopmaya başlayınca çözüldüler. (Star Gazete, 2008).
Tuncay Güney'in polise verdiği ifadelere göre, Kırıkkale
Silah Fabrikası'nda meydana gelen patlamayla, Veli
Küçük ve ekibinin silah sevkıyatıyla ilgili deliller de yok
edildi.
Güney şu bilgileri verecekti: “Bence Irak'a, PKK'ya giden
silahlar o kadar önemli değil. Veli Paşa, Karadeniz'den
Elçibey'e (Azerbaycan’a) ve Çeçenistan'a giden
silahlardan korkuyordu. TİKA olayı patlamıştı. Bu darbe
olayı (Azerbaycan'da) patlamıştı. Veli Paşa'nın üzerine
geleceklerdi. Ondan korkuyordu. Irak'takinden korkmaz
çünkü Irak'ta ortalık çok karma karışık her şey birbirine
girmiş. Ama Azerbaycan'da bu olmaz. Çünkü Elçibey'den
sonra gelen Aliyev'le anlaşamıyorlar.” Güney, patlamayı
Küçük'ün talimatıyla “Çevik Paşa yaptırdı” diye,
haberleştirdiklerini öne sürdü. Polisin “Diyelim ki Veli
Küçük senden böyle bir talepte bulundu. Sen ne
yapıyorsun?” sorusunu Güney, “Aydınlık'a gidiyorum
Doğu Bey ve Adnan Akfırat'a söylüyorum. Adnan hemen
redakte edip kullanıyor. Sonra da basına servis
yapıyoruz.” şeklinde konuşacaktı. Polis bunun üzerine,
“Peki patlama senaryosu nasıldı. Nasıl gerçekleştirildiğini
yazdınız?” diye soracaktı. Güney'in cevabı şöyleydi.
“Çevik Bir Albay, Lübnan'da PKK'lılarla Taşnak
aracılığıyla masaya oturdu. Silahları sattı. Depodaki
kaybın anlaşılmasını önlemek için de silah fabrikasına
sabotaj yaptırdı.”
Tuncay Güney'in ifadelerinde “K. Irak'a silah götürürken
yanımızdaydı” dediği gazeteci Ayşe Önal, Güney'in
“doğrulara senaryo kattığını” söyleyecekti. Önal,
Küçük'ün ise kendisini 19 arkadaşıyla işten attırdığını
ifade ediyordu.
Ayşe Önal, Güney için şunları anlatacaktı: “Tuncay'la
Samanyolu Televizyonu'nda ana haber spikeri olduğu
1994'ün Nisan ayında tanıştık. Başörtüsü konularında
sıcak mesajlar verdiğim için sıcak davranıyorlardı. Hatta
bir seferinde, Cengiz Çandar ve Nur Vergin'lerle birlikte
bir iftara gittik. Sanıyorum 22 yaşlarındaydı. Bu kadar
genç ve deneyimsiz olmasına rağmen böylesine güçlü
olması beni çok şaşırtmıştı.
Tuncay doğruları, içine inanılmaz senaryolar ekleyerek
anlatıyor. Bunu neden yapıyor anlayamıyorum. Zavallı
görünmesine rağmen güçlü olması bana tuhaf gelmişti.
'Ayşe abla sen beni küçümsüyorsun ama ben çok iyiyim'
diyordu. Birileri bununla silah kaçırıyorsa Tuncay'ı
kutluyorum. Silah kaçırmışım, 'Cantürk'ü öldürmeyin'
demişim. Çağırsınlar beni, Tuncay'ı alsınlar karşıma,
konuştursunlar.”
1994 Mayıs’ı sonunda, Ercan Arıklı tarafından, Nokta'dan
Sabah Grubu'nun çıkaracağı Ateş dergisini hazırlamak
için 20 kişilik ekiple transfer edildiklerini anlatan Önal:
“Derginin hazırlıklarını yapıyorduk. Editör
arkadaşlarımdan biriyle Sapanca'ya gidiyorduk. Güney
beni aradı ve Kocaeli'ye gittiğini belirterek, 'Birlikte
gidelim' dedi. Ben 'Ne kadar kalbin temiz Tuncay, biz de
Adapazarı'na gidiyorduk' dedim. Arabamla gidiyorduk.
Öğle vakti, İzmit'te bir yere uğrayacağını söyledi.
Jandarma kışlasının önünde durduk. 15 dakika sonra
Tuncay geri geldi ve 'Abla Paşa seninle tanışmak istiyor'
dedi. İçeri girdik. Tuncay, 'Paşam size Ayşe Önal'ı
getirdim' dedi. O zaman Küçük'ü hiç kimse tanımıyor.
İçeride on dakika kadar oturduk. Küçük başladı, 'şu, bu
Ermenidir, hem bizim bir istihbarat örgütümüz var'
diyerek, insanların aleyhinde atıp tutmaya. Benim en iyi
arkadaşlarım Ermeniler, adını verdiğiniz kişilere
anlatacağım, hakkınızda dava açacağım' dedim.
Sinirlenerek oradan ayrıldık” diyordu.
Daha sonra bu olayı anlattıkları Ercan Arıklı'nın
kendisine, “bu diyalogları yaz” dediğini ve Ateş
dergisinin 2 Temmuz 2004'da çıkan ilk sayısının Editör
köşesinde kaleme aldığını anlatan Önal, bunun üzerine
işten atıldıklarını kaydedecekti: “3 Haziran 1994'te dergi
dağıtıldı. Güzel bir dergi olmuştu. Gece Ercan Arıklı beni
çağırdı, ekipten bazı arkadaşları toplayıp gittim. Ercan
Bey ağlamak üzereydi, çok üzgündü. 'Malesef seni ve
arkadaşlarını kovmak zorundayım. Dinç Bilgin de Zafer
Mutlu da çok üzgün' dedi. 20 kişiyi o gece kapının önüne
koydular. İlk kez Küçük ve JİTEM adlarını zikreden
gazeteciyim ben. Bu kadar insanın bundan zarar
göreceğini bilsem, bunu yapar mıyım. Arkadaşlarımın
çoğu işsiz kaldı.” (Önal, 2008)
Güney'in: “Ünal Erkan'la sınır geçişini ayarladı.
Ergenekon Irak'ta PKK'ya silah götürürken yanımızdaydı.
Konteynerlerde silah olduğunu öğrenince tartışıp geri
döndü” iddiası için Önal şunları söyleyecekti: “Ben belki
200 kez K. Irak'a gittim. Talabani ile röportaj için
gidiyorduk. Kuyruklarda beklememek için Erkan
yardımcı oluyordu. Silopi'de Güney'e rastladık, kötü bir
arabası vardı. 'Abla ben de geliyorum' dedi. Ayrı
arabalarda gittik. Ben silah milah görmedim. Selahattin'e
gittik, Tuncay bizi yaşlı bir Türkmenin evine götürdü.
Adam bize güzel sofra hazırladı. Tuncay'la Irak'taki
irtibatımız bundan ibaret.” (Alus, 2008) Güney’in bu
iddialarını Küçük’ün ret ettiğini söylemeye gerek yok.
Abdullah Öcalan, Ergenekon’dan destek gördüğünü ise
zımmen kabul etti. PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan,
JİTEM’de bol bol PKK’lı öldürürken bıkıyor, geri
dönmek istiyor. Bir akrabası vasıtasıyla haber gönderdiği
Öcalan’dan “orada kalsın, daha faydalı oluyor” cevabını
alıyordu. (Aygan, 2006).
İsviçre'de yaşayan Sayın'ın 1996 yılında yayınlanan ancak
daha sonra baskısı yapılmayan 'Erkeği Öldürmek' isimli
kitabında Öcalan, terör örgütünü kurarken örtülü
ödenekten para aldığını itiraf ediyor. Karısı Kesire Öcalan
ile Pilot Necati'yi (Necati Kaya) ajan olarak nitelendiren
PKK elebaşı devlete rağmen çıkış yapmanın çok zor
olduğunu anlatıyor. Öcalan, Mahir Sayın'a verdiği
röportajda devlete rağmen çıkış yapmanın çok zor
olduğunu şöyle anlatıyor: "MİT'in klasik yöntemlerle beni
kontrole alma çabaları vardı. Bunun için parayı gözden
çıkardı tabii. Biliyorsunuz örtülü ödenekten bunun için
paralar sonuna kadar gözden çıkarılır. Bize de biraz
neması kaldı." İsviçre'de yaşayan Sayın, Öcalan'la yaptığı
röportajı 'Erkeği Öldürmek' adlı kitabında yayımladı.
Öcalan'ın İmralı'da yargılanırken savunmasında referans
gösterdiği kitabın yeni baskıları yapılmıyor. İçeriği de
gizlenmeye çalışılıyor. Öcalan-derin devlet bağlantısını
mercek altına alan Hasan Yıldız, 'Muhatapsız Savaş,
Muhatapsız Barış' adlı kitabında söz konusu röportajı da
yayımladı.
Terör örgütü elebaşısı, Pilot Yüzbaşı Necati Kaya ile
1976 yılında tanıştığını belirtiyor. MİT elemanı Ali
Yıldırım'ın kızı Kesire Yıldırım ile tanışıklığının ise daha
eskilere dayandığını anlatıyor: "Abdurrahman Polat diye
birisi vardı. Ağrılıydı. Pilot'u getirip bizimle tanıştırdı.
Sonradan anlaşılacak ki bu iki ilişki sanırım MİT'in hatta
kontrgerillanın bizi marke etme ilişkisidir. Çünkü Ali
Yıldırım'dır Kesire'nin babası." Öcalan, PKK'nın kuruluş
dönemindeki para kaynağının da Pilot Necati olduğunu
açıklıyor: "Bu Pilot şunu sık sık diyordu: 'Abi eylem planı
hazır, paralar şurdan şuraya gidiyor.' Ki o dönemin
yapılması gereken ilk mutemet soygunuydu. 'Yeter ki sen
emir ver' diyordu. Çok tuhaftır gözüm tutmadı. Paraya
çok ihtiyacımız vardı. 'Aileden' dedi, 'Aldığım para var',
tarlayı filan satmışlar 'Pilotluktan kazandığım para var.'
Onların hepsini harcattık. Ondan yemek yemeyen arkadaş
yoktur."
Öcalan, röportajda her yerde aranırken nasıl uçakla
seyahat ettiğini de filmlere benzeterek anlatıyor:
"Diyarbakır'a uçuş yaptık, bayanla (Kesire Yıldırım). Çok
rahat çıkıştır bu. Filmlere konu olabilecek bir şey değil
mi? Adamların parasıyla, adamların elemanlarıyla
yaptığım politikaya bak. Ben bu ilişkiye dayanarak
Diyarbakır'a adım bastım. Ev tuttum. Kadın, maaşlı bir
öğretmen, maaşını alıyor. Biz o zaman işte Diyarbakır'da
PKK'yı ilan ettik! 1978'in 27 Kasım'ında."
Öcalan'ın örtülü ödenekten para aldığını itiraf ettiği
dönem, eski başbakanlardan Bülent Ecevit'in Özel Harp
Dairesi'nin faaliyetlerinden haberdar olduğu 1974'ten
sonraya denk geliyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı
Semih Sancar, kontrgerilla faaliyetleri için para isteyince
Ecevit, Gladyo'dan haberdar olmuş ve Savcı Doğan Öz'e
rapor hazırlama görevi vermişti. Bu olaydan sonra İzmir
Çiğli'de Ecevit'e suikast düzenlenmiş, Savcı Doğan Öz ise
24 Mart 1978'de suikasta kurban gitmişti. (Duvaklı,
2008).
Ergenekon ile terör örgütü PKK arasındaki bağ giderek
netleşiyor.
ERGENEKON’UN PKK’SI VE ASİT
ÖLÜM ÇUKURLARI
İfadeleriyle Ergenekon operasyonuna yön veren Güney,
Ergenekon’un tamamen çözülmediğini ileri sürüyor,
örgütün PKK ile derin bağları olduğunu da söylüyor.
Güney: “Türkiye’ye yapılacak en büyük iyilik,
Ergenekon-PKK ilişkisini deşifre etmektir” diyor.
Kanada`dan Yeni Şafak gazetesi muhabiri Şaban
Arslan’a konuşan Tuncay Güney, kararlılıkla Ergenekon
terör örgütünün üstüne giden, Savcı Zekeriya Öz’ün, çok
büyük bir iş başardığını belirterek, “Ancak sonuna
gelindi. Buradan ileriye gitmeleri çok zor. Buraya kadar,
operasyon bitti. Çünkü Türkiye’de Ergenekon’u bitirecek
bir güç yok. Susurluk’a ne oldu? Bunlar Susurluk’un da
patronu değil mi?” iddiasında bulunacaktı. Ergenekon
soruşturmasında, karanlıkta kalan bir çok olay olduğunu
ileri sürmekten de geri kalmayacaktı.
Güney, Sabancı suikasti ve Behçet Cantürk cinayetinin
aydınlatılmasının Ergenekon’u çözmek için kilit öneme
sahip olduğunu belirtecekti.
Behçet Cantürk`ün öldürülmesi olayının, Ergenekon
örgütü için, çok kilit bir noktada bulunduğunu anlatan
Tuncay Güney, cinayetle ilgili ünlü bir kadın gazetecinin
ismini verdi. Güney: “Bu olayı, gazeteci A... çok iyi bilir.
Gazeteci A, Behçet adına İzmit İl Jandarma’da bir
görüşme yaptı. ‘Sulh olsun’ dedi. Gazeteci A, kalemi
elinde, neden yazmıyor bunları. Gazeteciler B, A. ve ben
Irak’a gittik. Kapıları, randevuları kim ayarladı?” diye
sordu.
Ergenekon soruşturmasında Sabancı suikasti ve Behçet
Cantürk’ün öldürülmesiyle ilgili belgelere ulaşılmasını
değerlendiren Tuncay Güney: “Behçet Cantürk’ün
öldürülmesi olayını da açıklasınlar. Akın Birdal’ın neden
vurulduğunu açıklasınlar. MOD örgütünü açıklasınlar.
Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un,
Sabancı Center suikastı sırasında, cinayetlerin işlendiği
kata çıkıp çıkmadığını da açıklasınlar. Ben Amerika’ya
gelince, Veli Küçük Paşa, Adil Serdar Saçan’a hangi
gazeteciyi yolladı? Ve bu dosyalar için nasıl tehdit etti ve
sonunda nasıl anlaştı?” şeklinde konuşacaktı.
Teröristbaşı Öcalan’ın, PKK’ya “Ergenekon’a
karışmayın!” talimatı verdiğini ileri süren Güney, şunları
söyleyecekti ifadelerinde: “Abdullah Öcalan neden
PKK’yı örgütten uzak tutuyor. Örgütte Öcalan’dan
sonraki isim Cemil Bayık neden konuşmuyor? Beni
konuşturan polis neden Apo’yu konuşturmuyor? Neden
bu kadar ketumlar? Bence Ergenekon ve PKK ilişkisini
gazeteler yazsa Türkiye’ye, vatana çok büyük iyilik
yaparlar, PKK birkaç ayda biter. Örgüt iç kavgaya girer,
ortada PKK filan kalmaz.”
Güney, eski Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar
Saçan’ın el koyduğu, kendisine ait arşivlerde, PKK
Ergenekon ilişkisinin kanıtlarının olduğunu, ileri sürdü.
Tuncay Güney, Ergenekon soruşturmasında Sabancı
suikastı belgelerinin ele geçirilmesiyle ilgili olarak
“Cinayet emrini DHKP/C’ye ünlü bir siyasetçi verdi”
iddiasında bulunacaktı.
Güney, Ergenekon soruşturmasında ele geçirilen Sabancı
suikastiyle ilgili belgeleri de değerlendirdi. Ergenekon’un
çözülebilmesi için Sabancı suikastının da aydınlatılması
gerektiğini söyleyen Güney, MİT’in ‘Sabancı Cinayeti
Raporu’ başlığı altında Zihni Çakır’ın ‘Kod Adı Darbe’
isimli kitabında yer alan bilgi ve belgelerin, kendi
arşivinden alındığını belirterek, “bu belgeleri kim
gazetecilere veriyor? Aynı dosya Veli Küçük Paşa’da ve
Doğu Perinçek’te de var. Dosyanın içinde, Sabancı
Center’ın krokileri var, resmi raporlar var” iddiasını ortaya
atacaktı.
Sabancı Center suikastı dosyasının ayrıntılarından da
bahseden Tuncay Güney, “DHKP/C’ye cinayet ihalesini
veren dönemin ünlü siyasetçisi kim?”, diye sordu. Güney,
bu dosyadaki tüm bilgilerin, A.A. adlı kişi tarafından,
Sakıp Sabancı’ya iletildiğini ileri sürdü. “Tüm operasyon
benim arşivimden çıkan bilgiler ışığında yürüdü ama ben
yine de güvenilmez adamım. Hâlâ gazeteler sanık
olduğumu yazıyor” diyen Tuncay Güney, arşivinden
alınan belgelerle kitap yazıldığını iddia etti.
Veli Küçük Paşa’nın yalnız kaldığını ve gözden
çıkarıldığını anlatan Tuncay Güney, resmi görevlilere
dokunulamayacağını ileri sürdü. “Ergenekon bitmez.
Çünkü kadroları, yapılanmaları çok mükemmel” dedi.
“Bir numaraya kaç kişi kaldı?” sorusuna, Tuncay Güney,
“4 sivil 4 resmi isim kaldı” cevabını verecekti. Güney,
“Şener Eruygur ve Hurşit Tolon kaç numaraydı?”
sorusuna da “8 kişi daha var. Ama ikisini ilk 4
numaradan, tepeden aldılar. Buna 4’e 4 denir” karşılığını
verecekti
Asala ve Suriye gizli servisi ile bağlantılı olduğu bilinen
Cantürk, uyuşturucu kaçakçılığı ve bölücülükle de
suçlandı. Akrabalarının bir çoğunun Asala ya da Suriye
gizli servisi ajanı olduğunu kendi ifadesinde dile getirdi.
Asala ve PKK’ya yardım ettiği iddiasıyla işkenceli
sorgulardan geçti, hep beraat etti. Öldürülecek 67 Kürt
işadamı listesinde ilk sırada onun ismi vardı. Zırhlı
otomobili, 14 Ocak 1994 Cuma günü, polis yeleği giymiş
kişilerce durduruldu. 15 Ocak 1994 tarihinde Sapanca’da,
şakağına sıkılan tek kurşunla öldürülmüş olarak bulundu.
Ünlü bir işadamının, Ergenekon Operasyonu kapsamında
tutuklanan İşçi Partisi Lideri Doğu Perinçek’le büyük
çaplı, gizli ortaklıklar yaptığını ileri süren Tuncay Güney:
“Bunu Türk istihbarat birimleri bilmiyor mu? Ben ikisiyle
Hilton Oteli’nde görüştüm. Doğu Perinçek de işadamı da
ortak olduklarını söyledi” iddiasında bulundu. (Arslan,
Temmuz 2008)
Türkiye’de kimsenin dile getiremediği, ortaya çıkması
halinde kıyametin kopacağı bir konuya daha vardı.
Ergenekon’un faili meçhul denilen, faili belli cinayetlerde
JİTEM’i kullandığını sağır sultan bile duydu. Ancak, faili
meçhul cinayete kurban giden 18 bini aşkın, çoğu Kürt
kökenli vatandaşımızın mezarının nerede olduğunu kimse
bilmiyor, sorgulamadı, sorgulamaya cesaret edemedi.
Ergenekoncular, belki herşeyden yakayı sıyırırlar, ama
eğer faili meçhullerin DNA’ları, kemikleri ile birlikte
eritildiği, yok edildiği asitle doldurulmuş ölüm çukurları
ortaya çıkarsa, kimse onları kurtaramaz. PKK’ya yataklık
edildiği gerekçesiyle yargısız infaz edilen bu
vatandaşlarımızın ahı gökleri inletiyor. Kimse kanundan
üstün değildir, devlet adına da olsa terör işleyemez, devlet
adına cinayet işlenilemez.
Asit çukurlarının Güneydoğu’nun neredesinde kazıldığını
bilen az sayıda insan var. Güney’e göre, Veli Küçük
bunlardan biri. Ama konuşmuyor. Küçük’e yakınlığı
nedeniyle Güney’in bu ölüm çukurlarının yerini bilip
bilmediğini merak ediyordum. Kesin olarak emin
olmamakla beraber Güney’in her konuda olduğu gibi, bu
konuda da fikri vardı. Adres olarak BOTAŞ’ın
Güneydoğu’daki tesislerini gösterdi. Küçük’ün ekibi ve
JİTEM’cilerin kullandığı mekânlar buralarıymış. Adres
olarak, “Habur sınır kapısına giderken Mardin’in eski
ilçesi Cizre’den sınıra yakın yerde solda karşına bir tesis
çıkar, askerler koruyordur. Orayı kazarsan çok ceset
çıkar. BOTAŞ’ın Diyarbakır, Batman, Adıyaman’da da
işletmeleri bulunuyor, oralarada bakın” diyordu Güney.
Asiti nereden bulmuşlar sorusuna verdiği cevap, klasik
bir cevaptı: “İzmit’de bir sürü fabrika var, Küçük’ün
selamı bile emirdir. Ayrıca uyuşturucu ticaretinde asit
lazım olduğu için asit getirmede uzmanlaşmışlar.”
O dönemde bölgde askerlik yapmış Halil Sarıaslan şu
bilgileri veriyor: O dönemde ''kuyucu '' lakablı bir
yüzbaşının varlığı hep konuşulurdu. Asit ölüm çukurları
için bakılması gereken bir kaç yer daha var. 1-Habur
gümrük sahası dönemin gümrükler baş müdürü
a.b.metenin Ahmet Ersever ile arası pek sıkı fıkıydı.
(Ergenekon iddianamesinde de adı geçiyor)! 2- Habur
Silopi arasında kalan hac konaklama tesislerinin
karşısında ki korucuların yoğun olduğu ''Verimli'' köyü.
3- Cizre Jandarma. JİTEM’in at koşturduğu üs olarak
kullandığı önemli noktalar bunlardı !
Çok uçuk gözüken bu bilgilerin doğruluğu ortaya
çıkmaya başladı. Bu kitabdan alıntı yaparak yazan Nuh
Gönültaş’ın 16 Kasım’da Bugün gazetesinde yayımlanan
Jitem’in asit ölüm çukurları nerede başlıklı yazısı ile konu
meşhur oldu ve sorgulanmaya başlandı. Yıllardır
umudunu keserek susan mağdurlar cesaretlendi.
Tuncay Güney’in, bu kitap aracılığıyla Silopi’de asit
çukurlarına atılan çok sayıda Kürt olduğunu öne sürmesi
üzerine Şırnak Barosu, kitabımı kaynak ve ihbar
göstererek suç duyurusunda bulundu. Haze Köyü’ndeki
kuyular Silopi BOTAŞ askeri tesislerinin sorumluluk
alanında bulunuyor.
Şırnak Barosu, Ergenekon’un kara kutusu olarak
nitelendirilen Tuncay Güney’in asit çukurlarına atılan çok
sayıda Kürdün bulunduğu yönündeki iddiaları üzerine
Silopi Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu.
İddiaları daha önce de dile getiren eski DEP milletvekili
Selim Sadak da Haze (Xaze) Köyü olarak bilinen yerdeki
kuyuların araştırılmadan Ergenekon’un çözülemeyeceğini
söyledi. Susurluk’tan vahim Şırnak Barosu Başkanı Av.
Nuşirevan Elçi, Güney’in açıklamalarının Susurluk
raporunda yer alan bilgilerden daha vahim iddialar
içerdiğine dikkat çekerek, savcıların harekete
geçmemesini eleştirdi. Elçi, Taraf’a yaptığı açıklamada
şunları söyledi: “1990’lı yıllarda bölgede çok sayıda faili
meçhul cinayet işlendi. Ama en çok kayıp ve faili meçhul
cinayetin işlendiği alanlardan biri Şırnak’tır. Şu ana kadar
ciddi bir adımın atılmadığı aşikârdır. Ergenekon
davasının her aşamasında davaya müdahil olmak için
girişimlerde bulunacağız. Ergenekon sanıklarının asıl
çalışma alanları bölgemizdir. Ergenekon iddianamesinde
adı geçen birçok kişi bölgede öldürülmüş. Düzce ve
Sapanca üçgeninde öldürülenlerin birçoğu da bu bölgenin
insanıdır. Ergenekon davasına müdahil edilmememiz
hukuki değil. Ek iddianame sırasında müdahil olmak için
başvuruda bulunacağız.” Şırnak Barosu da dün Silopi
Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığı başvuruda
“Makamınızın söz konusu yerde araştırma yapması
halinde önemli faili meçhul cinayetlerin aydınlanması
yolunda önemli neticelere ulaşılacaktır.
Tuncay Güney isimli şahsın beyanlarında geçen Silopi
BOTAŞ askeri tesislerin sorumluluk alanında gerekli
inceleme ve araştırmanın yapılarak sorumlular hakkında
kamu davası açılması ile sorumluların cezalandırılmasını
talep ederiz” dedi. Kuyular BOTAŞ’a ve sınıra yakın Eski
DEP Milletvekili Selim Sadak, eski Şırnak Valisi Kemal
Acun ve Ergenekon sanığı Levent Ersöz döneminde
birçok kişinin Haze Kuyularına atıldığının bölgede
yaşayanlar tarafından kendilerine iletildiğini ifade etti. Bu
kuyuların hem BOTAŞ’a hem de sınıra yakın olduğunun
altını çizen Sadak, Vahap Timurtaş, Sait Altan gibi
isimlerin bu kuyulara atıldığının iddiasının çok yoğun
şekilde bölgede dillendirildiğini ifade ederek “Eğer
Ergenekon’un buradaki yapısı çözülmek isteniyorsa
kesinlikle Haze’deki kuyulardaki insanların akıbetleri ve
Şırnak İli Ve İlçelerini Geliştirme Vakfı’nın (ŞIRGEV)
mazot gelirlerinin ne şekilde dağıtıldığına bakılmalı”
dedi. Tedirginlik hâlâ var Güney’in iddia ettiği ve
Silopi’nin girişinde Habur Sınır Kapısı’na 15 km.
uzaklıkta bulunan BOTAŞ işletme alanı hâlâ askerler
tarafından korunuyor. Tuncay Güney her ne kadar “Asit
çukurlarının Güneydoğu’nun neredesinde kazıldığını
bilen az sayıda insan olduğunu” söylese de, aslında bölge
halkı çok iyi biliyor. Ve bildiği için Güney’in de iddia
ettiği yerden yani BOTAŞ’ın “çukurları”ndan hâlâ çok
korkuyor. Daha önce gözaltına alınıp 15 arkadaşıyla
BOTAŞ’a götürülen ancak isminin açıklanmasını
istemeyen ve Cizre’de lokantacılık yapan A.S ise
tesislerin altında yeraltı tünellerinin olduğunu ve orada
sorgulandıklarını söyleyerek kuyuları kendilerinin de
gördüğünü ancak o dönem bir anlam veremediklerini
ifade etti. (Çiçek, Kınay, 2008).
İnsan Hakları Derneği (İHD) Mardin Şubesi’ne
başvuruda bulunan Fatma Tunç, on yıl önce kaçırılan
eşinin Kızıltepe Katarlı köyünde bulunan su kuyusunun
içinde olabileceğini söyledi. Savcılık kararıyla yapılan
araştırmada kuyudan insan kemikleri çıkınca, yakınları
kaybolan 14 aile de savcılığa başvurdu.
Mardin Kızıltepe Katarlı Köyü’nde açılan bir kuyudan üç
insana ait kafatası ve kemikler çıktı. Fatma Tunç, 1994’te
Kızıltepe’ye bağlı Kengerli köyünde ikamet ettiklerini,
1994’ün Ramazan ayına üç gün kala, akşam saatlerinde
sarı ve beyaz renkli iki plakasız arabanın evinin önünde
durduğunu söyledi. Arabadan inen maskeli ve silahlı
kişilerin evin her tarafını sarıp ateş açtıklarını ve eşi
Yusuf Tunç’u zorla arabaya bindirdiklerini ve o zaman 40
yaşında olan eşinden haber alamadıklarını söyledi.
Yardım istedi, Savcılık el koydu Eşinin neden
kaçırıldığını bilmediğini anlatan Fatma Tunç, 2004’te
İnsan Hakları Derneği Mardin Şubesi’ne başvurarak
yardım talebinde bulundu. Bu yılın Temmuz ayında
tekrar İHD Mardin Şubesi’ne başvuruda bulunan Fatma
Tunç eşinin cesedinin Kızıltepe Katarlı köyünde bulunan
su kuyusunun içinde olabileceği yönünde duyumlar
aldığını ve bu kuyunun açılması için gerekli hukuki
girişimlerin başlatılmasını talep etti. Dernek
yöneticilerinden Avukatlar Erdal Kuzu ve Hüseyin
Cangir’e vekalet veren Tunç’un talebi avukatlar
vasıtasıyla Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’na iletildi.
Başvuruda söz konusu kuyunun açılması, içinde ceset
çıkması halinde DNA eşleştirilmelerinin yapılması talep
edildi. Kuyudan insan kemikleri çıktı Kızıltepe Savcılığı
da 17 Ekim 2008’de kuyunun açılmasına karar verdi.
Aynı gün Kızıltepe Cumhuriyet Savcısı, Jandarma olay
yeri inceleme ekibi ve Bektaş Karakolu’ndan bir grup
askerle kuyu sabah saat 11.00 civarında açıldı. Kuyuya
inen işçi, kuyu ağzına yaklaşık olarak yedi metre
mesafede bulunan ve kuyunun kenarında bulunan bir
oyukta sırt kısmı dışarıda olacak şekilde üzerinde
elbiseleri bulunan bir ceset buldu. Çuval içinde yukarı
çekilen cesedin ilk incelemesinde elbiselerin bozulmamış
olduğu görüldü. Cesedin üstünde siyah bir pantolon, siyah
çorap, kadın terliği ve üstünde koyu sarı renkli bir
kazağın olduğu ve ayrıca kafatasının olmadığı görüldü.
Kuyuya ikinci sefer inen işçi, kuyu tabanında iki kafatası,
terlik ve bozulmamış elbiseler çıkarttı. Aynı gün saat 16’
ya kadar devam eden çalışmalarda iki kafatası ve kemik
parçalarının yanı sıra elbise, terlik ve köpeğe ait olduğu
tahmin edilen kemik parçaları çıkartılırken kazılan yerde
yeni bir cesede ait olabileceği izlenimi verecek kemik
parçasının bulunmaması neden ile çalışmaya son
verilerek kuyu kapatıldı. İHD Mardin Şube Başkanı Erdal
Kuzu, “Elde edilen deliller savcılık tarafından hazırlık
soruşturmasına delil olarak konulmuştur” diyerek,
“Kızıltepe Cumhuriyet Başavcılığı tarafından hazırlık
soruşturması devam etmektedir” dedi. 14 kayıp yakını
başvurdu Tunç, gerçekleştirilen işlemler ve elde edilen
sonuçların faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için bir
umut niteliğinde olduğunu, nitekim 14 ailenin de
kendilerine başvurarak cesetlerin kendilerine ait
olabileceğini söyledi. Cesetlerin adli veya politik
nedenlerle kuyuya atılıp atılmadığının henüz belirsiz
olduğunu, ancak köyün boşaltıldığı tarihlerin bölgede
yoğun faili meçhul cinayetlerin yaşandığı döneme denk
geldiğini anlattı. Kuzu, çıkarılan kemiklerin ve
kafatasının İstanbul Adli Tıp Enstitüsü’ne gönderildiğini
ve DNA ve resimleme çalışmasıyla cesetlerin kime ait
olduğunun bulunacağını ifade etti. ( Taraf, 2008).
Star gazetesi, 5 Aralık tarihli haberiyle daha derine indi.
Mardin’de bir kuyudan çıkan iki iskelet ve cinayetlerin
işlendiği dönemin İlçe Jandarma Komutanı’nın kimliği
akıllara, ‘Hizbullah’ın mezar evleri gibi Ergenekon’un
ölüm kuyuları mı var’ sorusunu getirdi.
1993-1996 yılları arasında bölgede kaybolan 17 kişinin
yakınları iskeletlerin kendi yakınlarına ait olup
olmadığının araştırılması için başvuru yaptı. İki günde
3 kişi daha eklendi. Komutan Uğur Mardin’in Katarlı
Köyü’nde 15 yıl önce JİTEM elemanlarınca kaçırıldığı
iddia edilen Yusuf Tunç’un eşinin başvurusu sonrası
Kızıltepe İlçesi Katarlı Köyü’nde üzeri kapatılmış bir
kuyu mahkeme kararıyla açıldı. İnsan Hakları Derneği
(İHD) Mardin Şubesi avukatı Hüseyin Cangir’in
girişimleriyle üzeri betonla kapatılan kuyu açıldı ve iki
kişiye ait kemikler ve sivil kıyafet parçaları çıktı.
Kuyudan çıkan iskeletlerle ilgili Kızıltepe Cumhuriyet
Başsavcılığı geniş kapsamlı bir soruşturma başlattı.
İskeletler savcılık talimatıyla İstanbul Adli Tıp
Kurumu’na gönderildi. Tüm bu gelişmeler yaşanırken,
Fatma Tunç’un avukatı Hüseyin Cangir, kuyudan çıkan
iskeletlerin Ergenekon Terör Örgütü soruşturması
kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.
Ergenekon terör örgütü soruşturması kapsamında
tutuklanan bazı kişilerin o dönemde Mardin Kızıltepe’de
görevli olduklarını anlatan Avukat Cangir ‘Bunların
başında o dönemde Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı
olan tutuklu sanık Emekli Albay Hasan Atilla Uğur
geliyor. Bu durum bölgedeki faili meçhullerin
Ergenekon’la bağlantılı olabileceği ihtimalini
güçlendiriyor’ dedi.
İki cesede ait olduğu sanılan kemiklerin çıktığı betonla
kapatılmış kuyuyla ilgili Avukat Hüseyin Cangir’den bir
başka iddia daha geldi. Katarlı Köyü’nün terör nedeniyle
1993 yılında boşaltıldığını belirten Cangir ‘1993 yılında
güvenlik gerekçesiyle köyün boşaltıldığını ve güvenli
bölge olarak ilan edildiğini öğrendik. 1995’ten sonra köye
dönüş başlayınca yetkililer köylüleri kuyu konusunda
uyarmışlar. Köylülerden, cesetlerin çıktığı kuyunun
suyunun içilmemesini istemişler’ iddiasında bulundu.
Yetkililerin ‘suyu içilmesin’ diye uyardığı kuyudan iki
iskeletin çıkması şüpheleri daha da artırdı. Ergenekon
tutuklusu emekli Albay Hasan Atilla Uğur’un ismi
kayıtlara ‘PKK öldürdü’ şeklinde giren Albay Rıdvan
Özden cinayetinde de geçmişti. ‘Fatih’ kod adlı PKK
itirafçısı, Albay Özden’in dönemin Kızıltepe İlçe
Jandarma Komutanı emekli Albay Hasan Atilla Uğur’un
kurduğu ve kendisinin de içinde bulunduğu 9 kişilik
‘yetkileri sınırsız’ ekip tarafından öldürüldüğünü söyledi.
Ergenekon tutuklusu Albay Uğur, Şener Eruygur’un
Jandarma Genel Komutanı olduğu dönemde Jandarma
İstihbarat Teknik Daire Başkanıydı.
Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla
İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderilen kuyudan çıkan
iki cesetle ilgili 17 ailenin başvurması nedeniyle
iskeletlere Adli Tıp Kurumu’nda ‘Yeniden yüzlendirme’
metodu uygulanıyor. Böylece iskeletlerin yakınları
tarafından ilk önce teşhis edileceği buna göre eşkallere
uyan yakınlara DNA testi yapılıyor.
Silopi’de başka kuyudan daha once üç ceset daha çıkmıştı
Katarlı Köyü’ndeki kuyudan çıkan iki iskeletten önce
Cizre Silopi yolundaki bir kuyudan da 3 ceset çıkarıldı.
Şırnak Barosu bölgedeki 4 kuyunun daha açılması için
Savcılığa başvurdu. Ölüm kuyularıyla ilgili Şırnak Baro
Başkanı Avukat Nuşirevan Elçi, ‘Ergenekon iddiamanesi
Tuncay Güney’e dayandırılıyor. Bu nedenle Güney’in asit
çukurlarına atılan çok sayıda Kürdün bulunduğu
yönündeki iddiaları üzerine Silopi Cumhuriyet
Savcılığı’na suç duyurusunda bulunduk. Ergenekon
sanıklarının asıl çalışma alanları bölgemizdir. Körfez
savaşından sonra atıl hale gelen Cizre-Silopi yolu
üzerindeki dinlenme tesislerinden birindeki kuyuda 2004
yılında 3 ceset çıkarılmıştı. Aynı güzergahta bulunan
başka tesislerdeki 4 kuyuda da cesetler olduğunu
düşünüyoruz.’ dedi. ( Star Gazete, 2008).
Elçi, 1 Aralık’ta Milliyet’de yer alan habere göre,
sunduğu ilk dilekçesinde, delil gösterdiği bu kitabın yanı
sıra JİTEM kurucularından öldürülen Binbaşı Ahmet
Cem Ersever’in, itirafçı Abdülkadir Aygan’ın
anlatımlarına da yer vererek, şöyle dedi: “Kaldı ki 2004
yılında Abdulkadir Aygan itiraflarında, ‘Siirt Eruh
doğumlu olan Adil Timurtaş, 1984 yılında PKK’ye
katıldı. 1986’da teslim olarak itirafçı oldu. Siirt İl Tugay
Komutanı Hasan Kundakçı, onu Cem Ersever ile
tanıştırdı. Temel Cingöz, Cem Ersever ve Ali Yıldız ile
birlikte çalıştı. 1989 yılında Silopi’de BOTAŞ tesislerine
yerleştirildi. Burada JİTEM komutanı Arif Doğan,
Binbaşı Cem Ersever, Astsubay Şaban Bayram, Astsubay
Reşit ve Mete kod adlı İbrahim Babat’la birlikte çalıştı’
diyerek aynı yeri deşifre etmiştir. Bilindiği üzere
bölgemizde 1990’lı yıllarda binlerce faili meçhul cinayet
işlenmiş, yapılan araştırma ve soruşturmalar neticesinde
faili meçhul cinayetlere kurban giden çoğu insanın
cesedine ulaşılmıştır. Ancak bu cinayetler
aydınlatılmadığı gibi başlatılan soruşturmalar her nedense
derinleştirilememiştir. Bu anlamda Tuncay Güney isimli
şahsın ifşaatları önemli, aynı zamanda da ciddidir.
Bilindiği gibi bu şahsın beyanları esas alınarak
ülkemizdeki pekçok faali meçhul cinayet, kanlı ilişki ve
diğer gayri hukuki vakaların aydınlanması için Ergenekon
adlı çok geniş kapsamlı bir soruşturma başlatılmış ve bu
soruşturma halen devam etmektedir.” Tuncay Güney’in
beyanları ile gazetede çıkan kupürleri delil olarak
dilekçeye iliştiren Elçi, savcılığın söz konusu Silopi
BOTAŞ askeri tesislerinde araştırma yapmasını isteyerek,
sorumlular hakkında kamu davası açılmasıyla
sorumluların cezalandırılmasını talep etti. (Milliyet,
2008).
15 Aralık 2008’de Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı, iddilar
üzerine harekete geçti. Şırnak Barosu'nun, Tuncay
Güney'in JİTEM tarafından 1990'lı yıllarda öldürülen pek
çok kişinin asitle yakıldıktan sonra Silopi'de bulunan
BOTAŞ Tesisleri'ne ve Cizre-Silopi güzergâhındaki bazı
noktalara açılan kuyulara gömüldüğü yönündeki bilgilere
ilişkin suç duyurusunu dikkate alan Silopi Cumhuriyet
Başsavcılığı, kuyuların açılması yönünde karar verdi.
Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, dilekçelerini dikkate
alarak kuyuların yerlerini tespit edilmesi durumunda
yakın bir zamanda kuyuların açılması için harekete
geçeceklerini aktaran Baro Başkanı Elçi, "Bu durum bizi
umutlandırdı. Türkiye'de aydınlık bir geleceği
yakalayabilmesi için geçmişi ile hesaplaşması lazım.
Hukuk dışı uygulamalar varsa yargı karşısına çıkıp hesap
vermesi gerekiyor. Bu faili meçhullerin aileleri,
yakınlarının 15-20 yıldır ölüp ölmediğini tam olarak
bilmiyor. Bu durum insanlara acı çektiriyor en azından bu
konu aydınlanırsa bu insanlarda yakınlarından ümidini
kesmiş olacak. Türkiye'nin aydınlık geleceği için bu
çalışmalar mutlaka olması gerekir. Özellikle Ergenekon
soruşturmasını bu anlamda önemli bir milat olarak
görüyorum." diye konuştu. Elçi, Cumhuriyet
Başsavcılığı'nın aldığı karar doğrultusunda asit
kuyularının açılabilmesi için vatandaşları duyarlı olmaya
çağırdı. Kuyuların açılması için önce yerlerinin tespit
edilmesi gerektiğini vurgulayan Elçi, asit kuyuları ile
ilgili bilgi sahibi olan mağdur aileler ve tanıklarının
Cumhuriyet Başsavcılığı'na ya da Şırnak Barosu'na
başvurmasını istedi. (Tüm gazeteler, 16 Aralık 2008).
İddialarla ilgili olarak Yeni Aktüel Dergisi, o dönem
yaşanan vahşetin yeni tanıklarıyla görüştü. Güney'in
Güneydoğu'daki kayıplarla ilgili açıklamalarının hepsinin
doğru olduğunu söyleyen Silopi Belediye Başkanı
Muhsin Kunur, 1992-96 arasında sadece Silopi'de 35'e
yakın insanın kaybolduğunu anlattı. Kunur, "Ergenekon
hakkında dava açılınca kayıp yakınlarına 'Gelin
bildirimde bulunun, bunları savcılara bildirelim' dedik.
Ama kimse gelmedi. Buralarda Levent Ersöz ve ekibinin
kurduğu korku imparatorluğu hâlâ sürüyor anlaşılan"
dedi. Majino hattı gibiydi Eski Devlet Bakanı Salih
Yıldırım da "Sağda solda ıssız alanlarda, köprü altlarında,
terk edilmiş kuyularda cesetler bulunuyordu" diye
konuştu. Eski Şırnak Milletvekili Nurettin Yılmaz da
"Vali Kamil Acun döneminde Cizre-Şırnak karayolu
üzerindeki Kasrık Boğazı, Fransızlar’ın ünlü Majino Hattı
gibiydi. Şırnak'a girmek isteyen insan hakları
savunucuları, avukatlar, aydınlar, gazeteciler saatlerce
burada bekletiliyor, canından bezdiriliyordu” dedi. (Yeni
Aktüel, 13 Aralık 2006).
Sabah'tan Atilla Korkmaz'ın 17 Aralık’taki haberine gore,
Ergenekon davası ile gündeme gelen Güneydoğu'daki
'ölüm kuyuları'nı 1990'lı yıllarda Meclis'te ilk gündeme
getiren dönemin RP İstanbul milletvekili Mehmet Fuat
Fırat oldu. Fırat'ın anlattıkları gerçekten ürkütücü. Bugün
76 yaşında olan ve Ankara'daki evinde torunları ile zaman
geçiren Şeyh Said'in torunu Mehmet Fuat Fırat, 19952002 yılları arasında Meclis'te bulundu. Fırat dönemin
bakanlarına kayıpların bulunması için gitti ancak, 'Kusura
bakma askerleri aşamıyoruz' yanıtı aldı. Fırat'a kayıp
yakınları ve 'kaybedilmek' istenenlerin anlattıkları ise
akıllara durgunluk verecek türden. Mehmet Fuat Fırat,
'ölüm kuyuları'ndan milletvekili olduğu yıllarda söz
edildiğini belirterek, "Sanıyorum bunu ilk olarak yüksek
sesle söyleyen benim. İnsanların kaybedilip bu kuyulara
atıldığını oralarda herkes konuşuyordu. Biliniyordu yani.
Ama kimse ortaya çıkıp konuşamıyordu. Bunu bir çok
kez basın mensuplarına veya parlamentodaki
arkadaşlarıma anlattım. Ama o dönem şimdiki gibi ses
getirmedi" diye konuştu. O dönemde yaşananları anlatan
Fırat, 1990'lı yılların sonunda Diyarbakır'dan şu anda
ismini hatırlamadığı bir kişinin kendisine geldiğini ve
yaşadıklarını anlattığını belirterek, şöyle dedi:
"Diyarbakır'da sokakta yürürken birisinin kendisini takip
ettiğini fark etmiş. O dönem de insanların faili meçhul
cinayetlere kurban gittiği bir dönem. Fark ettirmeden
yakınlarına haber vermiş. Adam onu takip ederken,
yakınları da bu adamı takip etmeye başlamış. Bir çıkmaz
sokağa girince, adamın üstüne atlayıp kıskıvrak
yakalamışlar. Zorla konuşturdukları bu kişi, 'JİTEM'den
bazıları talimat veriyor. Biz de takip edip öldürüyoruz.
Ardından da bankaya gidip hesabımıza yatırılan 33
milyon lirayı alıyoruz' demiş. Bu kişi ile bir süre irtibatım
oldu, ama sonra o da kayıplara karıştı." HAK-PAR
kurucularından ve eski genel başkanı Abdülmelik Fırat ile
amca çocukları olan Mehmet Fuat Fırat, yine
milletvekilliği sırasında Şırnak'ın Güçlükonak ilçesinden
birisinin kendisine geldiğini belirterek, "Bana 'bir
yakınımızı jandarmalar aldı. Ama ne ölüsünü, ne dirisini
vermiyorlar' diyerek yardım istedi. Ben de o zamanki
bakanlardan Mehmet Yüceler'e durumu anlatarak yardım
etmesini istedim. Bakan bana döndüğünde 'kusura bakma
askerleri aşamıyoruz' dedi. O zamanlar öyle bir dönemdi
işte" diye konuştu. ( Sabah, Aralık, 2008).
Küçük ekibinin sakladığı silahların büyük bir Türk
bayrağının örttüğü bir devlet işletmesinin altında olduğu
bilgisi henüz araştırılmadı. Polis İstihbarat bu konudaki
görüşüme başvurdu, bu mekanlarında Güneydoğu’da
BOTAŞ’da olma ihtimali yüksek. Güney, adres vermeye
çekinmişti, doğrusu kuyu adresini alırken çok zorlandım.
2001 yılındaki bilgilere hâkim olan Güney’den sonra, bu
mekânlar değiştirilmiş olabilir. Faili meçhul cinayetlerin
daha çok 1993 ile 1996 periyodunda işlendiğini biliyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda köprülerin altından çok sular aktı.
Asit çukurlarının yerlerini değiştirmek kolay değil ama
üstünü örtmek söz konusu olmuş olabilir. Öldürülen
binlerce kişinin kemiklerine ulaşmak bile imkânsız hale
gelmiştir. Adli tıp uzmanı Ali Çerkezoğlu, kuyu içinde ve
çevresinde bulunacak küçük bir kalıntının kimlik tespiti
için yeterli olacağını söylüyor: "Bir kemik parçası ya da
başka bir kalıntı faili meçhul cinayetleri aydınlatır. Ancak
olay yerinde çok iyi bir inceleme yapılmalı." Kalıntılar
üzerindeki DNA incelemesini, yakınlarını
kaybedenlerden alınacak DNA örnekleri ile
karşılaştırarak kimlik tespiti yapılabileceğini anlatan
Çerkezoğlu, şunları söylüyor: "Kuyular 15-20 yıl
öncesine ait. Kuyularda asit kullanılmışsa hiçbir kalıntıya
da rastlanmayabilir. Ama asitle yakıldıktan sonra
kuyulara atılmışsa kemik kalıntısı olabilir. Adli tıp
derinlemesine inceleme yaparsa bazı sonuçlara
varılabilir." ( Zaman, Aralık, 2008).
Bu faili meçhullerin aileleri, yakınlarının 15-20 yıldır
ölüp ölmediğini tam olarak bilmiyor. İHD Diyarbakır
Şube Başkanı Avukat Muharrem Erbey, Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde bin 385 kayıp insanın
olduğunu belirterek, "Bu resmi kayıtlardır. Ancak, gayri
resmi 2 bini aşkındır" görüşünde. İHD Başkanı Erbey,
Silopi yakınlarındaki BOTAŞ kuyularına heyet olarak
gidip inceleme yapacaklarını söyledi. Savcılığın
kuyuların açılması yönünde karar vermesi durumunda
cesede rastlanırsa kimlik tespiti için DNA testi yapılıp
yapılmayacağı da cesetlerin durumuna göre belli olacak.
Asitle yakıldıktan sonra gömüldüğü iddia edilen
cesetlerin tamamen erimiş olması durumunda DNA testi
yapılamayacak. Adli Tıp uzmanları, "Asit miktarını
artırdıkça cesetlerde önce yumuşak dokular, ardından
kemikler kısa sürede erir" diyor.
Şırnak bölgesinde 1990'larda kaybolan ve kendilerinden
bir daha haber alınamayanlardan biri de HADEP'in Silopi
İlçe Başkanı Serdar Tanış'tı. Tanış'ın Ankara Barosu'na
kayıtlı olarak avukatlık yapan kardeşi Sedat Tanış,
"Çocukluğumdan beri kayıpların BOTAŞ kuyularına
atıldıkları konuşuluyordu. Bırakın insanların bunu yüksek
sesle söylemesi, yakınların aranmasından çekiniliyordu"
dedi. (Sabah, Aralık, 2007).
Diyarbakır Baro Başkanı M. Emin Aktar da
Güneydoğu'daki karanlık dönemin mutlaka aydınlatılması
gerektiğini ifade ediyor. Aktar, kuyuların açılmasıyla
cinayetlerin çözüme kavuşacağına dikkat çekiyor.
Baronun bu konuda üzerine düşeni yapacağını kaydeden
Aktar, şöyle konuşuyor: "Bize bir başvuru gelirse, bir
duyum alırsak adlî merciler nezdinde müracaatta
bulunuruz. Adlî mercilerin bunları tespit etmesi
gerekiyor. Kimlere aittir, orada bir şey çıkacak mı bunun
belirlenmesi gerek. Kuyular açılırken mutlaka bu
konunun uzmanı kişilerden yardım alınmalı. Bu şahısların
çoğu elbiseleriyle gömüldü. Şahsın üzerindeki elbisesi
veya beraberinde götürdüğü herhangi bir eşyadan yola
çıkarak tespit yapılabilir." ( Zaman, Aralık, 2008).
Yine de bu asit mezarlar bulunursa, Ergenekon’un
ülkemizin imajına vurduğu bir darbe daha temizlenmiş
olur. Onlar yüzünden Türkiye her yıl ağır cezalar alıyor,
AB’ye girişimiz engelleniyor veya erteleniyor. JİTEM’in
günahlarından kurtulmak zorundayız.
Tuncay Güney'in kamoyuna yansıyan ifadelerinin
ardından 16 Aralık'ta Kızıltepe ve Mutki savcılıklarına
dilekçeyle başvurdular. Dilekçede, BOTAŞ'a ait Silopi ve
Kızıltepe'deki bazı kuyuların açılması ve iki hafta önce
Kızıltepe'nin Katar köyünde çıkarılan iki ceset üzerinde
DNA testi yapılması istendi. Güneydoğu'da 1990'lı
yıllarda çok sayıda kişi kaybolduktan sonra bir daha
haber alınamadı. Mutki'de yaşayan Birlik ailesinden
Kemal Birlik 1992 yılında işlediği bir suçtan dolayı 3 yıl
hapis cezasına çarptırıldı. 29 Mayıs 1995 tarihinde
cezasını çektikten sonra tahliye edildi. Onu almak üzere
Mutki'den Kızıltepe'ye giden Mutki Nüfus Müdürü baba
Abdulbaki Birlik, Tapu Müdürü ağabey Zübeyir Birlik ve
dayı Zeki Abalık'tan bir daha haber alınamadı. Yapılan
bütün ihbar ve aramalara rağmen bulunamayan baba, 2
oğlu ve dayı için gaiplik kararı alındı. Ancak aile,
kayıplarının peşini bırakmadı. Kaybolan Nüfus Müdürü
Abdulbaki Birlik'in küçük oğlu Çetin Birlik, aradan geçen
sürede birçok kuruma başvurmalarına rağmen hiçbir
sonuç çıkmadığını anlatıyor. Konuyu araştırdıkları için
bazı şahıslar tarafından defalarca tehdit edildiklerini ileri
sürüyor. "O yıllarda araştırdığımız için yol arama ve
kontrol noktalarında defalarca tehdit edildik. Uzun bir
dönem Mutki'den dışarıya çıkmaya çekindik." diye
konuşuyor. Yakınlarının BOTAŞ'a ait asit kuyularında
olduğunu iddia ediyor: "Bu konu ile ilgili dilekçe verdik.
Babam ve kardeşlerimin bu kuyulardan birinde olduğunu
düşünüyoruz." Kayıp nüfus müdürünün diğer oğlu
Seyithan Birlik ise, Kızıltepe'ye giderek, avukatla
görüşmüş. Kuyulardan çıkarılan cesetler üzerinde DNA
testi yapılacağını öğrenmiş. Bitlis Barosu Başkanı Mezher
Yürek ise avukat Şevket Epözdemir'in de Bitlis'in Tatvan
ilçesinde katledildiğini, ancak faillerinin bugüne kadar
bulunamadığını hatırlatıyor. Resmî devlet görevlilerinin
koruması altında olması gereken insanların aniden
kaybolduğuna dikkat çeken Yürek, diyor ki, "Devlet
kendi memurlarının bile peşine düşmüyor. Geçmişteki
kayıp dosyalarının araştırılmadığını hepimiz biliyoruz." (
Okay, 2008).
Güneydoğu'da BOTAŞ'a ait asit çukurları iddiası, daha
önce kurumda çalışan Korkut Eken, Adil Timurtaş gibi
isimleri gündeme getirdi. Kurumun ünlü çalışanlarından
biri emekli Yarbay Korkut Eken'di. 1987 yılında TSK'dan
emekliye ayrılan Eken, MİT Güvenlik Dairesi başkan
yardımcısı olarak göreve başladı. Basına sızan MİT
raporunu hazırlayan dairede görevli olduğu için 1988
yılında MİT'ten ayrıldı. 1990 yılında müfettiş olarak
BOTAŞ'a girdi, 1993'e kadar çalıştı. Susurluk kazasının
ardından 'cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak ve
bu teşekkülü yönetmek' suçundan 6 yıl hapse mahkum
edildi. 2002'de girdiği cezaevinden 2004'te çıktı.
BOTAŞ'ın diğer bir ünlü çalışanı 'Sarı Adil' kod adlı PKK
itirafçısı Adil Timurtaş'tı. JİTEM davasında yargılanan 11
sanıktan biriydi. Küçükçekmece'de Ali Uğur'un
öldürülmesi talimatını verdiği gerekçesiyle Bakırköy 4.
Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 25 yıl hapis cezasına
çarptırıldı. Musa Anter'in öldürülmesi başta olmak üzere
28 cinayette adı geçti. PKK içindeyken 1986'da teslim
olan Timurtaş, itirafçı kadrosuna alınarak Silopi'de
BOTAŞ tesislerinde işe yerleştiriliyor. Burada JİTEM
komutanı Arif Doğan, Binbaşı Cem Ersever ve Mete kod
adlı İbrahim Babat'la birlikte çalışıyor. Adil Timurtaş'ın
gözaltına alındığı bir başka olay Ergenekon ile terör
örgütleri arasındaki bağın ilginç örneklerinden biri.
Timurtaş, DEHAP Bağcılar İlçe Başkanı Lezgin
Bingöl'den tehditle para almak isterken polisin 3 Mayıs
2005'teki operasyonunda İstanbul Aksaray'da 7 kişi ile
birlikte yakalandı. Timurtaş'la birlikte yakalanan Hacı
İnan Hizbullah davasında mahkûm edilmişti. Bu
operasyonda Timurtaş'ın üzerinden çıkan 2 adet kimlikten
birinin üzerinde Özel Kuvvetler Komutanlığı diğerinde
ise Jandarma Genel Komutanlığı, yazıyordu. PKK
itirafçısı Abdulkadir Aygan'ın iddialarına göre JİTEM
kadrosunda bulunup BOTAŞ'ta çalışanlardan biri de asıl
adı Hacı Hasan olan PKK itirafçısı İbrahim Babat. 1997
yılında cezaevinden gönderdiği 13 sayfalık dilekçenin
ardından Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı
Osman Nuri Oduncu ve Ömer Faruk Çayan, Tekirdağ
Cezaevi'nde Babat ile görüşerek anlattıklarını tutanak
haline getirdi. Kendi anlatımına göre Babat, 1988 yılında
PKK'dan ayrılıyor. Suriye'ye kaçmaya hazırlanırken bir
korucu tarafından yakalanıp Şırnak Jandarma Alay
Komutanlığı'na teslim ediliyor. Burada Cem Ersever
devreye giriyor ve itirafçı oluyor. 1989 yılı sonunda
kendisine yeni bir kimlik çıkarılıyor. İsmi İbrahim Babat,
Uludere Hilal Köyü nüfusuna kayıtlı, 1972 doğumlu,
baba adı Abdurrahman, anne adı Cemile olarak kayıtlara
geçiriliyor. PKK itirafçısına bir de iş ayarlanıyor. Aynı yıl
BOTAŞ'ta memur sıfatıyla göreve başlıyor. O dönemde
Jandarma Grup Komutanlığı'nın başında, bugün
Ergenekon davasının sanıkları arasında bulunan Binbaşı
Arif Doğan bulunuyor. Ergenekon davasının 1 Aralık'ta
görülen duruşmasında yaşanan diyalog dikkat çekmişti.
Mahkeme üye hakimlerinden Hüseyin Özese, tutuklu
sanıklardan Muzaffer Şenocak'a, emekli Binbaşı Fikret
Emek'le nerede tanıştığını sormuştu. Şenocak, Fikret
Emek ile 2004 yılında BOTAŞ'ta başmüfettiş olan M.K.
aracılığıyla tanıştığını ifade etmişti. PKK dürbünleri
JİTEM elemanında 2000 yılında İstanbul polisinin
Mercan'da sahra ve gece görüş dürbünü satan bir
şebekeye düzenlediği baskında Rusya'dan getirilerek
gizlice Türkiye'ye sokulan 106 adet sahra ve gece görüş
dürbünü ele geçirildi. Dürbünlerin PKK'ya gönderileceği
anlaşıldı. Operasyonda JİTEM'e çalışan Timurtaş da
gözaltına alındı. JİTEM elemanının PKK ile ilişkisi
herkesi şaşırtmıştı. ( Zaman, Aralık, 2008).
Emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün 'JİTEM diye bir
yapılanma olmadığı' yönündeki açıklamalarına itirafçı
Abdülkadir Aygan'dan maaş bordrolu cevap geldi. 1993
yılına ait Jandarma Genel Komutanlığı'ndan aldığı maaş
belgesini 'Nasname' adlı internet sitesinde yayınlayan
Aygan, Küçük'ü yalanladı. Üzerinde sicil numarası ve
görev yeri olarak 'JİTEM' yazısının bulunduğu bordroda,
derece ve kademe bölümleri de ayrıntılı olarak yer alıyor.
'JİTEM' yazılı bordroya göre Aygan'ın 4,5 milyon lira
maaş aldığı görülüyor. Veli Küçük, Ergenekon davasının
16 Aralık’ta yapılan duruşmasında JİTEM'in varlığını
inkar etti, adı karanlık cinayetler ve faili meçhullerle
anılan kuruluşun olmadığını savundu. Küçük'ün yaptığı
açıklama, savunmasının hemen ardından belgesiyle
yalanlandı. Hayatını Avrupa'da sürdüren Aygan,
JİTEM'in kendisine düzenli maaş ödediğini anlatıyor: "Bu
zat, milletin gözünün içine baka baka nasıl yalan
söyleyebiliyor hayret ettim. Demek ki ben 9 yıl boyunca
olmayan bir hayali resmî kurumda çalışmışım. JİTEM'in
kurucuları arasında bulunan ve JİTEM gruplar
komutanlığı görevini yürüten bu şahıs, şimdi çıkmış
'Böyle bir kurum yok.' diyor. Bu maaş bordrosuna ne
diyeceksin bakalım? Dua et ki Türkiye'de hakkımda
tutuklama kararı var ve duruşmalara katılamıyorum.
Yoksa gelir o belgeyi gözüne sokardım."
Güney’in verdiği adresi araştırınca ilginç bir bilgi ile
karşılaştım. İsveç’te yaşayan, Ergenekon’da sanık ve
tanık olabileceğini açıklayan, eski PKK itirafçısı
Abdülkadir Aygan, JİTEM’in yargısız infazla öldürdüğü
mağdurlardan bazılarını, Güney’in bahsettiği yerin
karşısına gömdüğünü, kitabında yazdı. Güney’in,
BOTAŞ’a ait dediği tesisin, TPAO’a ait olduğu bilgisi
gözümden kaçmadı. Bu eleştirimi Tuncay’a ilettim.
Aygan yanlış yazmış, tesisin adının BOTAŞ askeri tesisi
olduğu kesinleşti.
Adalet Bakanlığı verilerine göre, 1 Ocak-31 Aralık 2001
arasında Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul,
İzmir, Malatya ve Van DGM'ye, toplam 473 faili belli
olmayan dosya geldi. Bu sayı, önceki yıllardan devir olan
17 bin 401 dosyayla, toplam dosyalar içinde yüzde
62.2'lik bir yer tutarak, 17 bin 874'e ulaştı Faili meçhul
dosya sayısı, 18 bine yaklaştı. (Radikal, 2002)
Diyarbakır’da Van’da pek çok yerde devam eden
JİTEM’in faili meçhul cinayetleri davalarının Ergenekon
davası ile birleştirilmesi talep ediliyor. PKK, militan
Kürtler, Ergenekon’un PKK ile ilişkisini görmezden
geliyor, ama cinayetlerinin üstünün açılmasını,
Türkiye’nin sorumluluğu kabul etmesini istiyor. Üç
yüzden fazla aydın bu cinayetlerin ortaya çıkartılması için
bildiri imzaladı. Bundan sonraki süreçte, tarihî bir karar
verilmesi gerekiyor.
JİTEM adına çalıştığını ileri süren PKK itirafçısı, 45
yaşındaki Abdülkadir Aygan, kitabında, yazar Musa
Anter'i öldüren timde yer aldığını iddia etti. Yaptığı
itiraflarda, Diyarbakır'da 10 yıl önce kaybolan Murat
Aslan'ın, Silopi'de gömüldüğü yeri tarif eden ve cesedinin
bulunmasını sağlayan Abdülkadir Aygan, "en büyük
eylemimiz Musa Anter cinayetiydi'' dedi.
Timur Şahan ve Uğur Balık tarafından kaleme alınan
'İtirafçı' adlı kitapta, başından geçenleri anlatan
Abdülkadir Aygan'ın itirafları bir döneme ışık tutuyor.
PKK örgütü içinde Sason, Mutki ve Şirvan'da faaliyet
gösterirken 1985 yılında örgütten kaçarak teslim olan ve
'Pişmanlık Yasası'ndan yararlanıp 1990 yılında tahliye
edilen Suruç doğumlu Abdülkadir Aygan, bir süre sonra
Cem Ersever'in girişimiyle JİTEM içinde çalışmalarda
bulunduğunu açıkladı.
JİTEM'de çalışırken, Malatya doğumlu Aziz Turan
kimliğini kullandığını anlatan Aygan, 1 Eylül 1991
tarihinde, Jandarma Genel Komutanlığı Personel Başkanı
Kurmay Albay Nurettin Çakır'ın 4313-119-92/kd. scl.
sayılı yazısı ile 'genel idari hizmetler, istihbarat elemanı'
sınıfından devlet memurluğuna alındığını belirtti. Aygan,
yeni kimliği ile Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK)
iştirakçisi de oldu.
20 Ocak 1992'de Halkın Emek Partisi (HEP) Muş ili
Malazgirt ilçesi Başkanı Harbi Arman'ın bir duruşma için
Diyarbakır'a geldiğini belirten Aygan, Arman'ı Yeşil kod
adlı Mahmut Yıldırım'ın talimatıyla kaçırıp öldürmeleriyle
ilgili şu iddiada bulundu: "Mahmut Yıldırım'ın bu şahsı
istemesi üzerine, Harbi Arman'a, 'Bir ifade için bizimle
geleceksin' dedik. Bir araca bindirdik. Gözlerini atkısıyla
bağladık. 'Askeri birliğe götüreceğiz' bahanesiyle kent
dışında bir köprünün altına getirdik. Uzman çavuş da
Kalaşinkof ile tarayacaktı. Yeşil kod adlı Mahmut
Yıldırım, 'Dur onunla değil' dedi. Ben tuttum Yeşil
tabancasıyla vurdu. Köprü altına gözleri bağlı öyle
bıraktık.''
Gazeteci yazar Musa Anter'i öldüren timde yeraldığını
iddia eden Aygan, bu timde Yeşil, Mustafa Deniz ve yine
PKK itirafçısı olan 'Hogir' kod adlı Cemil Işık ile 'Şırnaklı
Hamid'in yer aldığını öne sürdü.
Cemil Işık'ın önceden Musa Anter'i tanıdığını belirten
Abdülkadir Aygan, olayı şöyle anlattı: "Hamit, Musa
Anter'in kaldığı otele gönderilerek, 'Hogir sizi bir evde
bekliyor' diyerek otelden çıkarttı. Ben ve Hogir,
Seyrantepe'de bekliyordum. Yeşil ve Mustafa Deniz,
bizden biraz ileride bekliyordu. Hamit Musa Anter'i
getirecekti, Hogir de öldürecekti. Ancak, bir süre sonra
siren sesleri gelince aracımıza binerek JİTEM'e gittik. Bir
süre sonra Hamit gelince, 'İş tamam' dedi. 'Neden
yanımıza getirmedin' deyince, 'benden şüphelenince yolda
indirdim 'öldürdüm' diye cevapladı.''
PKK İtirafçısı Abdülkadir Aygan, HEP Diyarbakır İl
Başkanı Vedat Aydın'ın amcasının oğlu olan Sağlık-Sen
Şube Başkanı Necati Aydın ile Ramazan Keskin ve
Mehmet Aydın'ın öldürülmesi olayını da şöyle anlattı:
"Bir olay nedeniyle DGM'ye düşmüşlerdi. Mahkemeden
çıktıktan sonra 'Emniyete gideceğiz, bir ifadeniz
unutulmuş' diyerek polisin gözü önünde tekrar arabaya
aldık. İki araçla Silvan-Diyarbakır arasındaki Kağıtlı
Karakolu'nu geçtik. Köprü yakınında ayrılarak tarlanın
içerisine girdik. Binbaşı Abdulkerim Kırcı tarafından
kurşun sıkılarak öldürüldüler. Bu olayda Uzman Çavuş
Uğur Yüksel, 'Adıyamanlı Apo' kod adlı Uzman Çavuş
Abdülkadir Uğur, ben, Kemül Emlük, Diyarbakır
İstihbarat Tim Komutanı Yüzbaşı Tuncay Yanardağ ve
Binbaşı Abdulkerim Kırcı vardı.''
Aygan, Gaffar Okkan'ın Diyarbakır Emniyet Müdürü
olmasıyla JİTEM elemanlarının çalışmasının güçleştiğini
ileri sürerek, bu konuda da şu iddialarda bulundu: "Gaffar
Okkan'ın gelmesiyle Asayiş Şube Müdürlüğü kendi
prensibiyle çalışmaya başladı. Bunlar, JİTEM
elemanlarına göz açtırmıyordu. Daha önce itirafçılar,
korucular, JİTEM elemanları kent içinde başına buyruk
hareket edebiliyordu. İstedikleri kişileri yakalayıp
'Emniyet'e götürüyoruz' diyebiliyordu. Okkan döneminde
faili meçhul cinayetler büyük oranda azaldı.
İtirafçı Aygan, Diyarbakır'da izlemeye aldıkları
gazeteciler, avukatlar, sendika başkanlarının isimlerinin
de kendisi tarafından not edildiğini belirtti. (Balıkçı,
2005)
Eski itirafçı Abdulkadir Aygan, JİTEM'de kalmasını
Abdullah Öcalan'ın istediğini söyledi. Nasname adlı
internet sitesinin sahibi Şükrü Gülmüş'e açıklamalarda
bulunan Aygan, çarpıcı itiraflarda bulundu. Aygan,
1990'lı yıllarda memur olarak çalıştığı JİTEM'de yaşanan
hukuk dışı eylemlerden sıkıldığını ve ayrılmak istediğini;
ancak bu isteğinin Öcalan tarafından geri çevrildiğini
söyledi.
JİTEM'deki görevi sırasında, işlerin PKK içindeki
durumdan daha vahim durumlara gireceğini anladığını
ifade eden Aygan: "Ben bir başıma olsam, çeker giderim.
Ama başta eşim ve dört çocuğum var. JİTEM'den
kaçsam, öbür yandan beni hain ilan eden ve her an
vurabilecek bir PKK var. Ben yakınlarım tarafından
onlara haber gönderdim. Beni affetsinler. Burdan çıkmak
istiyorum. Artık dayanamıyorum. Bana karışmasınlar
yeter. Ama oralı olmadılar" dedi.
Öcalan'ın adını vermek istemediği yeğenine, durumu
anlattığını dile getiren Aygan: "Bu arada Avusturya'daki
akrabam olan eniştesiyle görüştüm. Beni ordaki Şoreş
ismindeki PKK'lı ve sorumlu bir bayanla görüştürdü.
Durumları izah ettim. Faili meçhul cinayetleri ve bunları
açıkladım. Fakat onlar beni sorgulayıp azarladılar.
Umudum iyice kırıldı. Bulunduğum işe devam etmekten
başka bir çarem kalmamıştı" diye konuştu. Öcalan'ın
yakalanıp İmralı'ya götürülmesi sonrasında ablası
Havva'nın, kendisiyle ilgili olarak, teröristbaşıyla
konuştuğunu belirten Aygan, şöyle devam etti: "Havva
İmralı'ya gitti. Durumu anlatmış. Öcalan 'Bizim Aygan ne
yapıyor?' demiş. O da durumu anlatmış ve Öcalan, 'Orda
kalsın, duruma bir bakarız.' demiş. Bana öyle haber
geldi." (Birgün, 2006)
1958 doğumlu Aygan, 1985'te PKK'dan ayrılıp itirafçı
olmuştu. Kendi anlatımıyla, öldürülen binbaşı Cem
Ersever'in girişimiyle JİTEM'in ilk 7 kişilik kadrosunda
yer almış. Yeni kimliğiyle (Aziz Turan), JİTEM'de 10 yıl
çalışmış. Diyarbakır'da süren JİTEM davası çerçevesinde,
diğer itirafçılarla birlikte yargılaması sürüyor. Yaşamını
İsveç'te sürdüren Abdulkadir Aygan'ın İçişleri Bakanlığı
resmi kayıtlarında şehit olarak geçtiği ortaya çıkmıştı.
Bu arada Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Danıştay 2. Dairesi
üyelerine ve Cumhuriyet Gazetesi'ne yapılan saldırılarla
ilgili Alparslan Arslan'ın da aralarında bulunduğu 8
sanık hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nce
verilen kararı bozdu. Daire, Ergenekon davası ile hukuki
ve fiili irtibat bulunduğunun iddia edildiğini belirterek,
birleştirilmesinin zorunlu olduğuna işaret etti. Üst
mahkeme böylece son iki üç yıldır Türkiye'de meydana
gelen olaylara yepyeni bir boyut katmış oldu. Şimdi bu
olaylara rejimi koruma gözlüğüyle bir kere daha bakma
zamanı geldi. Diktatörlerin olmadığı, rejim
koruyucularının olmadığı İngiltere, Fransa, İsveç, ABD
gibi ülkelerde nedense hiç rejim tehlike altına girmiyor.
Nedense binlerce insan rejimi koruma gerekçesiyle
ortadan kaybolmuyor. Rejimi koruma adı altında
birilerinin serveti başka birilerine transfer edilmiyor.
Veli Paşa’nın mahkemede rejimin büyük tehlikede
olduğunu söyleyerek savunma yapması ve topu emir
aldığı orduya atması inandırıcı bulunmadı.
Gelelim Tuncay Güney’in “kilit adam ya da kara kutu”
oluşuna ve asıl soruması gereken soruya… Tuncay,
istismar edilmiş kim bilir kaç masum çocuktan sadece
biri. Bu işlerin nasıl olduğunu anlamak için yine
Ergenekon dokümanlarına müracaat etmek yeterli. İşsiz
ve lümpen gençliğin nasıl istismar edileceği orada
ayrıntılarıyla anlatılıyor. Yasin Hayal’lerin, Ogün
Samast’ların, Erhan Tuncel’lerin silüetleri orada
resmigeçit yapıyor. Tuncay Güney onların daha
akıllısı… Kendisini nispeten de olsa ucuza
kullandırmayacak kadar hesap kitap yapabileni…
MISIR’IN ARADIĞI
MOSSAD AJANI GÜNEY!
"İçimde yahudilik vardı. Bir çok insan Türkiye'de dönmüş
bir insan olarak yaşayabilir. Bugün Türkiye'de gizli din
taşıyanlar vardır. Türkiye'de nasıl yaşamam gerekiyorsa
yaşadım. Ama ben tanrının İsraili'ne inanıyorum ve
mesihi bekleyenlerdenim. Ben mesihim demedim, beni
deli saçması bir adam yerine koyup yıpratmaya çalıştılar.
Ben deneyimsiz bir gazeteci değilim. Deneyimli ve
birikimli bir gazeteciyim. Dünyanın bir çok ilgisi
üzerimde. Ortadoğu hakkında bilgisayarıma teknik
cihazları takıp bilgi alıyorlar. Talabani ve Barzani ile de
görüşüyordum. Gazeteciler benden yardım istiyordu
Kuzey Irak'a gitmek için. Ben CIA ve MOSSAD ajanı
değilim, Ergenekoncuları da ben ispiyonlamadım. İşkence
altına alındım." (32. Gün, Ağustos 2008)
Güney bu sözleri 32. Gün’de kullandı. Ama kimse
inanmıyordu. Herkes onu MOSSAD ajanı sanıyordu.
Reddetse de, bu izlenimi veren kendisiydi.
Ergenekon'un yeni avukatı Öcalan, tutuklu emekli albayın
kendisiyle görüştüğü söyleyen Öcalan'a göre Ergenekon'u
MOSSAD çökertiyordu. Teröristbaşı Abdullah Öcalan,
devletin PKK'ya yönelmeden önce bazı sol örgütleri
kontrolüne almaya çalıştığını açıkladı. Öcalan, avukatları
ile yaptığı görüşmede, Ergenekon terör örgütü ile ilgili
önemli önemli iddialarla bulundu.
Güney’e göre, Öcalan bu iddiaları benim yazılarıma
bakarak söylüyor. Öcalan’a, Aydınlık’a, Doğu Perinçek’e
ilham veren Faruk Arslan’mış, bu nedenle kendisini
MOSSAD ajanı olmakla suçluyorlarmış. Bana bu nedenle
sitem ediyordu bana.
Ona 4 Ekim 2008’de şu yanıtı gönderdim:
“Tuncay,
Dün Türkiyede çıkan Newsweek’ten Semin hanıma,
Ergenekon ve seninle ilgili olarak, bir saat mülâkat
verdim. Hep seni sordu; doğruları söyledim. Tuncay bey,
sizin anlattığınız gibiyse, gerçek hayatını anlatsın,
Ergenekon davası daha da güçlenir, dedi muhabir. Haklı.
Karmaşık görünen ilişkilerin kafalarını karıştırıyor, tam
bir şehir efsanesi oldun. Başkası gibi olma kendin ol,
olmadığın gibi görünmeyi bırak, ‘pretend’ yapma artık.
Muhabire de aynı yorumu yaptım. Ergenekon’un
sokaktaki bu adamlarını temizleme işinde, bir
konsensusün varolduğu görünüyor. ABD, AB, İsrail,
TSK, masonlar ve baronlarımız, tüm kirli işleri, faili
meçhulleri illegal JİTEM’e ve bu küçük günah keçisi
Ergenekonculara yıkıp, kendilerini temize çıkaracaklar.
Böylece, Türkiye AB’ye girecek. Plan bu.
Sonra da yeni bir Ergenekon sistemi kuracaklar. 100
kişiyi suçlama da, 4000 kişilik yapılanma da iş değil. Ak
Parti’nin işi değil bu operasyon, onlarında işine geliyor
konjonktürel olarak.
Bunca işi yapan Ergenekon’un, hani nerede dış istihbarat
ayağı, finans odakları, baronları, bankamatik danışmanı
emekli generalleri? Herkes olayın ideolojik savaş değil,
ekonomik savaş olduğunu biliyor. O zaman neden,
ekonomiyi kontrol etmek için bunca yıldır fitne
çıkaran baronlara uzanamıyorlar?”
Gelelim CHA’nın yaptığı habere. PKK ile Ergenekon
arasındaki bağlantıların tartışıldığı günlerde Öcalan, yeni
bağlantıları gündeme getirdi. Öcalan, Ergenekon terör
örgütü ile MOSSAD arasında ilişki olduğunu ileri sürdü.
Ergenekon'un deşifre olmasında katkısı olan Tuncay
Güney'in MOSSAD ajanı olduğunu belirten Teröristbaşı,
MOSSAD'ın da Ergenekon terör örgütünün tasfiyesini
istediğini savundu. Ergenekon terör örgütü davası
kapsamında tutuklanan emekli Albay Atilla Uğur'un
Genelkurmay adına kendisiyle görüştüğünü hatırlatan
Öcalan, "ben buraya getirildiğimde de Genelkurmay
adına Atilla Uğur benimle görüşmüş, bana 'bu sorunu
kendi aramızda çözelim' demişti" dediğini aktardı. (CHA,
Ekim 2008)
Öte yanda Mısır’ın başkenti Kahire’de devam eden bir
casusluk davasında gıyabında yargılanan ve 15 yıl hapse
mahkûm olan ‘Tuncay Bubay’ isimli MOSSAD ajanının
aslında, Tuncay Güney olduğu öne sürülüyordu. Dünya
medyasınca MOSSAD ajanı ilan edilen Güney’in,
Toronto bağlantılarına dair, ilk haberleri 2007 başında
yazan gazeteciyim. Bu haber 15 Ocak 2007, Canada Türk
nüshasında ve Platform dergisinde yayımlandı.
Daha sonraları Voice Of America, El Cezire, The Daily
Star Egypt ve Daily News Egypt gibi internet sitelerinde
yayınlanan haberlere göre, olay şöyle gelişti: Mısır
istihbaratı 2002 yılından beri, Muhammed Essam Günam
El Attar, ve onu devşiren biri İsrailli, ikisi TC–İsrail çifte
vatandaşı olan, üç MOSSAD ajanının peşindeydi. Türk
ajanlar, El Attar ile, El Ezher Üniversitesi’nde öğrenci
iken, 2001 yılında Türkiye’ye turist vizesiyle giriş yaptığı
sırada, temasa geçti. İsrail istihbarat teşkilâtı MOSAD
adına çalışan Türk vatandaşları Kemal Kosba ve Tuncay
Bubay, Mısır ve Türkiye’de yaşayan Araplarla ilgili bilgi
sağlaması için El Attar’ı ikna ettiler. El Attar’ı önce
Ankara’ya götüren Türk ajanlar, daha sonra 2003 yılında
onu Kanada’ya gönderip bu ülkenin vatandaşlığına
geçirdiler ve bir bankada işe yerleştirdiler. El Attar,
bankanın bilgi işlem sistemini kullanarak, Mısırlı
vatandaşlarının ve diğer Araplar’ın finansal işlemleri
hakkında MOSSAD’a bilgi sızdırıyordu. Üç yıl boyunca
Kanada ve Türkiye arasında mekik dokuyan El Attar,
Mısırlı diplomat ve işadamlarına ‘kadın’ bularak ilişki
kuruyor ve topladığı tüm bilgileri MOSSAD'a
aktarıyordu. El Attar’ın işsiz ve eşcinsel Arap gençlerini,
menfaat karşılığında kullanarak, İsrail için bilgi topladığı
da iddialar arasındaydı.
Mısır Başsavcısı Hişam Bedevi önderliğinde, beş yıl
süren operasyon, ailesini ziyaret etmek için ülkesine
dönen El Attar’ın, 1 Ocak 2007’de Kahire’de
yakalanmasıyla son buldu. Mısır medyası, İsrail hesabına
çalışmakla suçladığı El Attar’ın, eşcinsel ve siyonist
olduğunu ileri sürerken, 1973’te İsrail’e karşı savaşan
pilot babasının oğlunu reddettiğine ilişkin haberlere de
sayfalarında yer verdi. Polisteki ifadesinde, savcılığın
elindeki bilgileri doğrulayan El Attar, kendisini
Türkiye’de MOSSAD ajanı yapan kişinin ‘Daniel Lévi’
olduğunu söyledi. Fakat, çıkarıldığı ilk duruşmada,
kendisini izleyen gazetecilere, itirafının işkenceyle
alındığını söyledi. Kahire Savcılığı ise bir kez daha, El
Attar’a Mısır’a karşı ajanlık yaptıran kişilerin Kemal
Kosba ve Tuncay Bubay adlı Türk MOSSAD ajanları
olduğunu öne sürdü.
Mısır, El Attar’ın casusluk davasının devam ettiği
günlerde, İsrail hesabına casusluk yapmakla suçladığı
ikisi Türk asıllı üç İsrail vatandaşının yakalanması için
İnterpol’e başvurdu. Adının açıklanmasını istemeyen bir
savcılık yetkilisi, Fransız haber ajansı AFP’ye, "Mısır,
kayıp olan üç MOSSAD ajanının, aynı şebekenin daha
önce ele geçirdiğimiz Mısırlı üyesi Muhammed Essam
Günam el Attar ile birlikte yargılanmak üzere
yakalanması için İnterpol’e resmen başvuruda
bulunmuştur" diyordu. AFP’nin haberi, 6 Şubat 2007
tarihli Türk gazetelerinde de yer aldı. Kısaca Mısır,
MOSSAD ajanı olmakla suçladığı Kemal Kosba ve
Tuncay Bubay isimli iki kişinin yakalanması için ‘kırmızı
bülten’ çıkardı.
Casusluk davasının 22 Nisan 2007’de görülen karar
duruşmasında, El Attar’ın avukatı İbrahim elBasyuni,
müvekkilinin baskı ve işkence altında suçlamaladı kabul
ettiğini, bir kez daha tekrarladı. Ancak mahkeme,
Muhammed El Attar'ın 15 yıl ağırlaştırılmış hapis
cezasına çarptırılmasına karar verdi. Öte yandan, El
Attar'a yardım ettikleri öne sürülen ve Mısır'ın İnterpol
aracılığıyla Türkiye'den istediği hem Türk, hem İsrail
vatandaşı Kemal Kosba ve Tuncay Bubay da gıyaplarında
yargılandı. İki Türk, “Mısır aleyhine casusluk yaptıkları”
gerekçesiyle, 15'er yıl hapis cezasına çarptırıldı.
İsrail ise, El Attar'ın kendilerine çalıştığını reddetti. Daha
önce de sahte Kanada pasaportu kullanan iki MOSSAD
ajanının, Ürdün'de suikastlara karışmasının ardından
Kanada hükümeti, İsrail'e nota vererek durumu protesto
etmişti. Hatta, El Attar’ın yakalanmasından sonra,
Kanada’da yayımlanan The Gazette isimli bir gazetedeki
makalede, son 30 yıldır İsrail istihbarat örgütlerinin
kendilerine sahte Kanada pasaportu yapmak gibi sağlıksız
bir alışkanlıkları olduğu eleştirisine yer verildi.
İlk yazan olduğum için, bizzat biliyorum; Tuncay Güney,
Daniel Lévi ve Tuncay Bubay kimliklerini kullanıyor.
2001’de Tuncay Güney’in evinde yapılan aramada çok
sayıda sahte kimlik bulunduğu zaten biliniyor. El Attar’ın
2001’de İstanbul’a gelmesi ve Tuncay’ın o tarihten sonra
ortadan kaybolması, her ikisinin de eşcinsellik iddiaları,
Kanada’da yaşamaları ve sahte isimdeki benzerlikler,
ilginç detaylar.
ABD ve Kanada'daki istihbarat kaynakları, Güney'i
ciddiye almıyorlar ve "güvenilir olmadığını" belirtiyorlar.
Güney'i yakından tanıyanlar Güney'in kullanılabileceğini
ama ajan olacak yetenek ve özelliklere sahip olmadığını,
ortalarda çok göründüğünü belirtiyorlar. Yine de
"MOSSAD (İsrail istihbarat örgütü) İstanbul'daki
yıllarından başlayarak onu kullanmış olabilir. Zaten böyle
görünmeyi sever. Bir keresinde bir arkadaşına
MOSSAD'dan kendisine para ödendiğini gösteren bir
banka dekontu göstermiş. Onun yakınındaki bir
arkadaşım bu dekontun sahte olduğundan emin.
Güney, Mısır tarafından aranıyor. Güney'in bir dönem
Toronto'da aynı evi paylaştığı adını vermek istemeyen bir
kişi de, Attar ile farklı bir isim altında Güney'in arkadaşı
olarak tanıştığını gayet iyi hatırlıyor. Ama Mısır
Interpol'u arama çıkarmasına rağmen RCMP tarafından
Güney'in tutuklanmaması masum olduğunun, daha
doğrusu MOSSAD elemanı olmadığının göstergesi.
İşin doğrusu, Mısırlı Muhammed Attar, 10 yıldır ülkesi
Mısır’dan kaçmış bir düzenbaz. Ankara’da Bilkent’de
okuduğunu söylüyor, tabi ki yalan. Toronto’da gelmiş
Güney’i bulmuş, kendini Yusuf Joseph olarak tanıtmış.
Sadece arkadaşlar. Attar’ın homoseksüel olduğu doğru.
ABD’de zengin akrabaları olduğunu söylemiş, yalan
olduğunu arkadaşları sonradan anlamışlar. Kanada
pasaportunu cebine koyan Attar, kendini güvende sanarak
ülkesine tatile gidiyor. Bunca zamandır kayıp Attar’ın
Kanada pasaportu taşımasından şüpheleniyorlar.
MOSSAD ajanı olmasından kuşku duyuyorlar. Akıl
almaz işkencelerle konuşturmaya çalışıyorlar. Elektirik
veriyorlar, öldüresiye döve döve leşini çıkartıyorlar. Bu
kadar işkenceden sonra Attar, Tuncay’ın kullandığı sahte
isimleri veriyor. Halbuki Attar’da sıradan biri, MOSSAD
elemanı olması ihtimal dışı. Tıpkı Tuncay MOSSAD’ın
elemanı olmadığı gibi. Kanada İstihbaratı CSIS, bir ekiple
Mısır’a gidip Attar’ı geri getirmek istesede vermiyorlar.
İltica etmiş biri olan Attar’ın gerçek hayat hikayesini
Kanadalı makamlar sunuyor, ama Mısırlılar inanmıyor.
Yakın geçmişte sahte Kanada pasaportu kullanan
MOSSAD ajanları çeşitli siyasi suikastlar
gerçekleştirmişler. Kanadalılara göre, Attar’ın en büyük
hatası Kanada pasaportu alırken kendi ismini kullanması
ve arandığı ülke Mısır’a gitmesi. Eğer ismini mesela Tim
yapsaydı geri almaları mümkündü. Dolayısıyla
Kanadalılar, Tuncay Güney’in bu olayda günah keçisi
yapıldığını biliyor. Ağır işkence gören Attar, Toronto
arkadaşlık yaptığı Tuncay’ı MOSSAD diye pazarlayarak
işkenceden kurtulmuş. İyi arkadaş oldukları için Güney’in
MOSSAD olmadığını, Daniel Levi ismini sırf hava olsun
diye kullandığını biliyor. Bu nedenle Mısır İnterpol,
Daniel Levi ve Tuncay Bubay kod ismini kullanan
Tuncay Güney hakkında arama çıkartmasına rağmen
Kanada istihbaratı CSIS ve polisi RCMP, Güney’i
tutuklamıyor. Çünkü Güney’in aynen Attar gibi
MOSSAD’a çalışmadığını, gariban iki sığınmacı
olduklarını biliyorlar. Toronto’daki Yahudilerde durumun
farkında, bu konuda yıpranmamak için konuşmamayı
yeğliyorlar. Zaten Tuncay’ın aklı başında Yahudilerle
irtibatı bulunmuyor. Arkadaş çevresi kendisi gibi beş
parasız göçmenler.
Bu arada 22.07.2008’de Ümraniye soruşturması
kapsamında tutuklanan, gazeteci Vedat Yenerer’in
avukatı, Tuncay Güney hakkında “Kırmızı Bülten” ile
arama kararı çıkartılması ve ifadesinin alınması istemiyle
mahkemeye başvurdu. Avukat Vural Ergül, hazırladığı
dilekçeyi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne verdi.
Dilekçede, Tuncay Güney’in soruşturma kapsamında
savcılıkça ifadesinin alınmadığı dile getirilerek, bu
kişinin, “Ergenekon terör örgütünün kuruluş metnini
bizzat kendisinin yazdığını söylediğine” yer verildi.
Dilekçede, Güney’in, halen Kanada’da herkes tarafından
bilinen bir adreste, “Daniel Lévi” ya da “Daniel Güney”
ismi ile “haham olarak” bulunduğu öne sürülerek, şöyle
denildi: “Şahsın atılı suçlamaların esasına etkili ifadesi
alınmadan hazırlanan iddianamenin iadesini talep ile suç
duyurusunda bulunduğumuz şahsın soruşturmanın esasına
ilişkin sorgusunun yapılabilmesi için hakkında Kırmızı
Bülten ile Interpol’den arama kararı çıkartılması ve adı
geçen şahsın temin edilmesi ile birlikte müvekkilime atılı
suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan ifadenin
tamamlattırılması suretiyle iddianamenin yeniden
düzenlenmesini istiyoruz.” Güney, Vedat Yenerer’i
Ergenekon yapısı içinde hatırlamadığını söylüyor.
Kısacası, Kanada makamları Mısır’ın zoruyla İnterpol
arama çıkardığı için Güney’i aramıyorlar. Bu konuda
Kanada makamlarından Türk Emniyet’ine istek üzerine
bilgi gidiyor. Türk makamları, Güney’in iadesi için dosya
hazırlamıyor. Kanada, İnterpol’un tutuklama emrini zaten
istesede uygulayamaz, çünkü Güney iltica kanuna göre,
her iltica başvurusu yapmış fert gibi halen korunması
gereken biri. Kanadalılar için Türkiye, insan hakları
ihlaleleri ve faili meçhul cinayetleri ile sicili bozuk bir
ülke. Uzun süredir statüsüz yaşadığı halde Tuncay’in
sınırdışı edilmemesi, iltica mahkemesinin uzamasından
kaynaklanıyor
Güney zaten Kanada’nın avucunun içinde, bu nedenle
aramalarına ihtiyaçta yok. Sadece Mısırlılar Güneyden
şikayetçi ve güvenliklerini tehdit eden MOSSAD elemanı
diye arıyor.
İlginçtir ki, ne Kanada makamları İnterpol’un arama
çıkardığı Güney’i arıyor, ne de Türk makamları Güney’in
iadesi için dosya hazırladı. Sadece Mısırlılar Güneyden
şikayetçi…
YILAN HİKÂYESİNE DÖNEN
İLTİCA MACERASI
Güney, ABD'ye nasıl kaçtığını şöyle anlatıyor: 'Sorgudan
sonra, Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan
bana, 'S... git bu ülkeden, herkesin başını belaya
sokacaksın' dedi. Yurtdışına çıkış yasağım vardı. Atatürk
Havalimanı'nda emniyet müdür yardımcısına ve bir polise
600 dolar rüşvet vererek çıkış yaptım. Polis sorgusundan
üç gün sonra buluştuğu emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün
kendisine, "Git Amerika'ya ve 10 yıl gelme" diyor.
Güney, şunları söylüyor: "Bu aslında bir tehditti. 'Senin
sorgulanmanı aslında Tantan istedi. Seni bir daha alıp
sorgulamak istiyorlar. Adil Serdar Saçan seni her an yine
alabilir. Git buralardan ve 10 yıl gelme' dedi. İçişleri
Bakanı Sadettin Tantan da o günlerde, Tapınak
Şövalyeleri'nden bahsediyordu. Tantan'ın, ülkeyi ele
geçirmeye çalışan Tapınak Şövalyeleri'nden kastı,
Ergenekon örgütüydü. Veli Küçük, bana 'Git' dediğinde,
matematik hatası yaptı. Veli Küçük, hep rakı masasında
karar verir, kimlerin öleceğine. Şundan eminim, bana 'Git'
dedikten sonra, bir rakı masasında da benim ölüm
kararımı aldı ama iş işten geçmişti.' Aydınlık gazetesi
çalışanları kaçması için yardımcı oluyor. Hüseyin
Karanlık havalimanı polisi ve müdürü görmesini sağlıyor.
Manhattan’da kaldığı Otelden kısa sürede çıkıyor, çünkü
parası yetmiyor.
Güney gibi gazetecilik yapmış biriyle, ABD İstanbul
Konsolosluğundaki Robert Person’un dostluk yapması ve
10 yıllık gazeteci görünümü vermesinde anormal bir
durum yok. Ancak, bir yıl boyunca koridorlarını
aşındırdığı Aydınlık dergisi, aynı fikirde değil. 3 Şubat
2008 tarihli sayısında yayımlanan haberde, Tuncay
Güney'in ifadesi alınmadan önce, CIA'nın avucuna
düştüğünü ileri sürüyordu. Saptanan ilk ilişkiler, 2000
yılında CIA'nın İstanbul'daki Operasyon Şefi ile
Meşrutiyet Caddesi’ndeki Amerikan Başkonsolosluğu'nda
görüşmelerle başlıyor. Tuncay Güney, o sırada CIA şefi
sayesinde, ABD'den 10 yıllık vize aldığını çevresine
açıklıyor. İngilizce bilmeyen Tuncay Güney,
Amerika'daki yaşam hayâllerini yakınlarına anlatıyor.
(Aydınlık, Şubat 2008).
Güney'in ABD'de yaşadıklarına dair çok az şey biliniyor.
Yakın çevresine anlattığına göre Güney, New York'taki
ilk günlerinde büyük zorluklar çekti. MİT'e ait bir binada
bir yıl yaşadığı yanlış, dezenformasyon. 2 hafta dolmadan
kaldığı otelden ayrıldı. Günde 16 saat bir benzin
istasyonunda çalışıyordu. Ancak o dönemde, kimi aracılar
sayesinde Howard Williams adında bir Evanjelist ile
tanışmış. Protestanlığın radikal bir yorumu olan
Evanjelizm'de Eski Ahit yani Tevrat inançlarının tek
kaynağı. Evanjelistler Eski Ahit'te bahsedilen
Yahudiler'in Tanrı'nın seçilmiş halkı olduğu dogmasını
onaylıyorlar. ABD Başkanı Bush'un da bağlı olduğu bu
grup, ABD'de en hızla büyüyen dinsel topluluk. Güney'i
hem Türkiye'den hem Kanada'dan iyi tanıyan ve
kimliğinin gizli tutulmasını talep eden bir kişi, onun
Türkiye'deyken son yıllarda Kitabı Mukaddes
Yayınevi'yle yakın ilişkide olduğunu belirterek muhtemel
aracılara da işaret ediyor. Türkiye'de bir kilisede görevli
ve adının saklanmasını isteyen bir Protestan papaz da bu
ilişkiyi doğruluyor: "Güney Milliyet gazetesinde
çalışırken bizim kiliseye gelip Hıristiyan olmak, ABD'ye
gitmek ve İngilizce öğrenmek istediğini söylemişti. Altı
ay gelip gitti, İngilizce derslerine katıldı." Bu papaz
Williams'ı tanıdığını belirtse de Güney'in orada Williams
ile ilişki kurmasına aracılık etmediğini, bu konuda bilgisi
olmadığını söylüyor.
Güney'e ABD'de bulunduğu süre içinde ve sonrasında da
çok yardımcı olan, adeta ağabeyi, fikir babası gibi
gördüğü kişi Mardin Dargeçit doğumlu Ermeni veya
Süryani olduğu sanılan Yakup Can. Newsweek’teki
kendi ifadesiyle, "1978'de hayatını insanlığı
nurlandırmaya adayan bir din adamı." Hıristiyan
kelimesini tercih etmeyen Can, inancını "Mesih'in bir
imanlısı" yani Evanjelist olarak tanıtıyor. Can, Güney ile
tanışmasını şöyle anlatıyor: "Bir gün, Williams birader
beni aradı ve 'Yanımızda çok donanımlı, sorulan olan bir
genç var. Size yönlendirebilir miyim' diye sordu. Hemen
kabul ettim." Can, Güney'i ilk kez gördüğünde çok kötü
durumda olduğunu anlatıyor. Yakup Can, çok farklı bir
şahsiyet. Milyon dolarlara hükmeden bir misyoner. 10
yıllık vize ile ABD’ye Güney giriş yapmasına rağmen 6
aylık kalma izni veriliyor ve tekrar uzatmak istemiyorlar.
Can ve Güney, uzun bir süre Güney'in çalıştığı benzin
istasyonundaki tek izin günü olan perşembeleri, saat
12:00'den akşam 20:00'ye kadar Eski Ahit üzerine
çalışmışlar. Can’ın Amerikalı yetkililere gidip vizesini
uzatma talebine 11 Eylül sonrası ortamda sıcak
bakmıyorlar, Güney’in hesabında 100 bin dolar olması
gerektiğini söylüyorlar. Yakup Can, kilisesi adına hemen
çıkartıp bir milyon dolarlık çeki Tuncay Güney adına
yazıp Amerikalı yetkiliye sunuyor. Ancak bu tavır tam
tersi etki yapıyor. Amerikalı yetkili, ‘beş milyon dolar
yazsanda bu şahsın vizesini uzatmayacağım’ diyor.
Can, "Güney 2004'te din değiştirmeye karar verdi ve bir
kilisede yanımda vaftiz oldu" derken, Güney ise "ifadesi
Yakup Beyi bağlar" diyerek yorumunu yapıyor: "Vaftiz,
Hıristiyanlık üzerine bir kilisede olur. Ben kilisede hacın
altında hiçbir şey olmadım. Söylediği yer, bir İsrail
evidir." Güney'in adının geçtiği New York Institute adlı
kuruluşun da, Güney tarafından gazetecilik ve araştırma
faaliyetlerine devam etmek için kurulduğunu anlatıyor.
Internet sitesinde adı 'müdür" olarak geçen Can, bunu
Güney'in ricası üzerine kabul ettiğini ancak hayatta
insanlara yardım etmek dışında hiçbir işi olmadığını,
politikayla asla ilgisi bulunmadığını ekliyor. Can, beraber
geçirdikleri günler, dersler boyunca Tuncay'ın
samimiyetine ve iyiliğine tamamen inanmış, "Tuncay için
canımı veririm" diyor. Bugüne dek kendisine her anlamda
yardımda da bulunmuş. Oturma izni ve vatandaşlık gibi
konulardaki sorunlardan dolayı ABD'de kalması imkânsız
hale gelen Güney'i Kanada sınırına kadar kendi aracıyla
götüren de o, ihtiyacı olduğunda kendisine para gönderen
de. Tuncay'ın hayatının tehlikede olduğunu insanlardan
duyduğunu belirten Can, "Çok endişeliyim" diyor.
Can’ın Güney için 2004’de vaftiz olmak için ABD’ye
geldiğini ima eden beyanatı hatalı. Çünkü Güney, 2001
yazında Türkiye’yi terkediyor, 2002 yılı başında
Kanada’ya iltica ediyor ve geri dönemiyor. Güney,
Kanada’ya 14 Şubat 2004’te girdiğini, iltica
başvurusunun da 1.5 yıl önce sonuçlandığını söylüyor,
ama durum öyle değil. Kanada mahkeme kayıtlarında,
2004 yılında Göçmen ve Mülteci Komisyonu’na
sunulmuş bir müracaat dilekçesi kamuya açık. 16 Haziran
2004 tarihli belgeye göre ismi ’X’ olarak belirtilen
Güney’in 32 yaşında olduğu ve komisyondan mülteci
koruması talep ettiği belirtiliyor. İsmini vermek
istemeyenler X konuyor. Güney, 2002 kışında geldiği
Kanada’da avukat bulamaması, daha doğrusu ilk avukatu
İstanbul doğumlu Yahudi avukat Annita Legget’in davayı
almaktan vazgeçmesi nedeniyle başvutu ancak 2003
yılında yapabildi.
Hürriyet muhabiri Tolga Tanış, kısmen yanlış şu bilgileri
yazdı: Avukatı, Kürt - Alevi kimliği nedeniyle Türkiye’de
baskı gördüğünü iddia edip Kanada’ya iltica başvurusu
yapmış Türklerle de ilgileniyor. Kanada Hükümeti’nin
dar gelirlilere ücretsiz avukatlık hizmeti sağlamak için
kurduğu ’Legal Aid Ontario (Ontario Yasal Yardım)’da
çalışıyor. Güney’in davası hakkında yorumda bulunmadı.
"Notlarımı kontrol etmem lazım, sizi daha sonra
arayacağım" dedi ama bir daha konuşmadı. ’Diğer
mültecilerden farkı yok’ kararı Belge, Tuncay Güney’in
iltica başvurusunda belirttiği argümanları ele alıyor ve
bunların yeterli olmadığı sonucuna varıyor. Buna göre,
Güney, detaylı bir sorgulamaya uğramak istemediğini,
kaçtığı ülkede devlet tarafından kötü muameleye maruz
kaldığını, travma yaşadığını, cinsel baskıyı da içine alan
kültürel farklılığa uğradığını iddia etmiş. Ayrıca bir
psikolog tarafından hazırlanmış, konsantrasyon problemi
ve hafıza kaybı sorunu yaşadığını gösteren rapor sunmuş.
Avukatının, Güney’in durumu için "İstisnai şartlar var"
demesine rağmen, kararda "Diğer mültecilerden hiç farkı
yok" deniyor. Yahudilerden tanıyan yok Evanjeliklerle
dolaşıyor Güney’in iltica başvurusuyla ilgili son
durumunu gösteren belgeler gizli. Ancak ilk başvurusunu
cinsel kimliğine dayandırarak yapan Güney’in, daha
sonra savunmasını ’hahamlığını’ vurgulayarak dini bir
gerekçeye kaydırmış olması muhtemel. Kanada
Hükümeti, dini baskıları gerekçe göstererek sığınma
isteyenlere eskiden beri çok anlayışlı davranıyor.
Türkiye’den Kanada’ya giden diğer Türkler de bu yüzden
genelde iltica başvurularını din zeminine oturtuyor.
Tuncay Güney, Yahudiliğin mesih inancına bağlı olan,
’Mesihçi Yahudilik’ kanadından olduğunu söylüyor.
Ancak Yahudiler, normalde Hz. İsa’nın mesih olduğuna
inanmıyorlar ve bu yüzden ’Mesihçileri’ Yahudi değil,
Hıristiyan olarak görüyorlar. Kanada’da Tuncay Güney’in
çevresi de onu Yahudiden çok bir Hıristiyan olarak
tanıyor. Çevresi İranlı dolu. Güney’in MİT’le ilişkisini
gösteren belgede, "İpek" kod adıyla İran Masası’nda
görev yaptığı yazıyordu. Kanada’daki ilişkilerine bakınca,
hálá İran’dan ’dost edinme’ alışkanlığını sürdürdüğü
görülüyor. Ayrıntılar şöyle: Institute of New York için
web sitesi hazırlayan Vahid Garousi, bir İran Azerisi.
Eldar Miyanali de, büyük ihtimalle Garousi’nin
kullandığı takma isim. İnternet forumlarında, hem
’Vahid’ hem ’Eldar’ adıyla, İran’daki Azerileri savunan,
üst üste atılmış milliyetçi yazılar var. En son oturduğu
evin sahibi İranlı bir doktor. Ona evi ayarlayan da
Toronto’da fayans işi yapan başka bir İranlı. Eski evinde
oturan Türk’ün söylediğine göre, ayrıca Kanada’ya gelen
birçok İranlı’nın mültecilik işlemleri için koşturmuş. Dışı
Yahudi olabilir ama içi ateşli bir Evanjelik TUNCAY
Güney’in Toronto’da en yakın olduğu kişi, Tim Stevens
adında Evanjelik bir Hıristiyan. Güney’in Tim Stevens ile
olan bağı, New York Institute adlı internet sitesiyle
başlıyor. Stevens, sitenin sorumlularından gözüküyor.
Karısı Colleen ile Toronto’da uluslararası öğrencilere
yönelik bir eğitim programı yürütüyorlar. Yurtdışından
geçici süreliğine gelen ya da Kanada’da eğitim gören
öğrencilere hem İngilizce öğretiyorlar hem de İncil
eğitimi veriyorlar. Bağlı bulundukları Alberta merkezli
International Student Ministries Canada (ISMC), bir
misyonerlik örgütü. Stevens çifti, organizasyonun
Toronto temsilcisi. ’Tuncay istedi, size konuşamam’
Broşürlerinde hangi gün hangi kilisede ne eğitimi
verileceği, hangi görevlinin sorumlu olduğu belli. Telefon
numaraları, adresler, her şey net. Ancak Tuncay Güney
hakkında konuşmak istemediler. Colleen Stevens, bunu
Tuncay Güney’in istediğini, kesinlikle bilgi
vermeyeceğini söyledi. Sonra da telefonu kapadı. Bir
müstahem de, Stevens’ın işleri nedeniyle gittiği kiliseden
tanıdığı Güney’in Evanjelik olduğuna yemin etti. "Dışı
Yahudi olabilir ama o çok ateşli bir Evanjelik" dedi.
Toronto’daki hiçbir Yahudi örgütü, Güney’in içinde yer
aldığı sinagog ve örgütlerden haberdar değil.
Toronto’daki Yahudi Federasyonu Başkan Yardımcısı
Howard English, Tuncay Güney’i tanımadıklarını, haham
olduğunu iddia ettiği sinagogu bilmediklerini, kurduğu
internet sitelerinden de haberleri olmadığını söyledi.
Toronto’da Mesihçi Yahudilerin hepsini tanıyan Haham
Michael Skobac da, böyle bir ismi daha önce hiç
duymadığını belirtti. Howard English’in bahsetmesi
üzerine konuyu biraz araştırmış Skobac; "Sitelerine
girdim, orada yazan e - posta adresine mesaj attım ama
kimse yanıt vermedi" diyor. (Hürriyet, Aralık, 2008).
Can’ın, Kanada Göçmenlik Bakanlığı’na Güney’e statü
vermeleri için yazdığı referans mektubu inanılmaz komik.
Güney’i ‘Mesih’in askeri’ olarak tanıtan Can, eğer ona
Kanada vatandaşlığı vermez iseniz yarın pişman
olabilirsiniz mahiyetinde tehditkar ifadeler kullanıyor. Bu
mektup, Güney’in davasına çok olumsuz yansımış, iki yıl
mahkeme günü vermeyip süründürmüşler Güney’i.
Davasının uzun sürmesinin sebeplerinden biri bu karanlık
ilişkileri. İlk çıktıği duruşmada hikayesine inanmayıp bir
sonraki mahkemeye gün verilmemiş. Yıllarca zavallı
Tuncay mahkemeden gün bekledi. Beklediği tarih, ancak
Mohammed Attar, Mısır'da gözaltına alındığı 2007
başında verildi. Şubat 2007’de ilk çıktığı mahkemede
çapraz sorularla 7 saat terletilen Güney’e sürekli Attar ile
ilişkisi soruldu.
CIA ile bağlantısını ispatlamak için kullanılan meşhur
web sayfası ise oldukça amatör bir çalışmadır. Posta
adresi: PO Box 353 Dumont New Jersey 07628. New
York Institutes sitesinin telif hakları “lifezion.inc” adlı
internet şirketine ait. Bu şirket ise, Güney Kore merkezli
“Today and Tomorrow Co.Ltd” isimli şirkete ait.
http://www.instituteus.com/news/turkish/ bağlantısında
Tuncay Güney’in fotoğrafının yanında “Editor in Chief”
yazıyor. Türkçesi Genel Yayın Yönetmeni. Müdür
sıfatıyla bir başka Türk ismini görüyoruz: Yakup Can. Bir
tek Can’ın fotoğrafı yok. Can, ABD’de yaşıyor, ABD’de
değil. Murat Özcan ve Melis Nacar ise İngilizce’ye
uyarlanarak Morad Ozjan ve Meliss. T. Nacar şeklinde
yazılmış. Ekibin diğer üyeleri ise: Vahid Garousi, Estelle
Swettenham, Tim Syevens, Renat Elizarov, Aleksander
Ivanov. Tuncay Güney’in sitesinin yan tarafında
“Congregation Melech Yisrael” diye bir başlık var.
Tıklayınca başka bir siteye geçiliyor. Hz. İsa’yı
peygamber olarak benimseyen bağnaz bir Yahudi
tarikatının resmi sitesi. Yahudi sever siyonist bir arkadaş
grubu.
Güney, Kanada’ya ilk geldiğinde kaldığı sığınma evi
Katoliklere ait ve başında Alman kökenli Tim adlı bir
iyilik meleği var. CIA'ya ait denilen meşhur web
sayfasında adı geçen Tim, Güney’in hayatında en önemli
rol oynayan ikinci isim. Yakup Can’dan sonra bu Tim, ne
zaman başı sıkışsa Güney’in imdatına koşan, para
yardımı yapan, ev, iş bulan yardımsever bir insan. Pape
caddesinde Kilisenin bodrum katında faliyet gösteren dil
kursuna yabancı öğrenci getirme konusunda Tuncay
yardımcı oluyor. Tuncay, bu dönemde Tevrat’dan çok
Tim’in hediye ettiği İncil’i okuyor. Tim sağlam bir
Hristiyan, herkesi Hristiyan yapmaya çalışıyor, Güney
onun bu zaafından yararlanıyor ve sık sık parasını
çekiyor. Amerika’daki günlerinden itibaren hep birtakım
web siteleri kurmuş. Bu konuda teknik bir bilgisi yok,
ama her seferinde yine kendisine yardım edecek birilerine
ulaşmış. www.instituteus.com: New York Enstitüsü
adında, gerçekte var olmayan bir kuruluşa ait. Sağda
soldan toplanmış haberlerle dolu, gelişigüzel hazırlanmış
bir site. Künyede Tuncay Güney sitenin genel yayın
yönetmeni gözüküyor. Diğer 3 sorumlu olarak da, Yakup
Can, Tim Stevens ve Renat Elizarov’un ismi var. Daha
önce çok daha fazla isim varken Güney’in dışında sitede
şimdi sadece 3 isim kalmış durumda. İnternet adresi, 27
Aralık 2003’te alınmış. Sitenin sahibi, Yakup Can
gözüküyor ama kontak olarak Tuncay Güney’in e-postası
verilmiş. Teknik sorumlu Eldar Miyanali. Miyanali adına
verilen telefon numarası ve e-posta adresini kontrol
ettiğinizde, Kanada Alberta’daki Calgary
Üniversitesi’nde bilgisayar mühendisi olan Vahid
Garousi’ye ulaşıyorsunuz. Garousi, Tuncay Güney’le
hiçbir zaman yüz yüze konuşmadıklarını, ismini
veremeyeceği bir arkadaşı üzerinden tanışıp hep telefonla
görüştüklerini söylüyor. www.bethaderech.com:
Toronto’da Mesihçi Yahudiliği savunan bir sinagoga ait
olduğu iddia edilen internet sitesi. Adres, 6 Kasım
2006’da alınmış. Yetkili kişi Karl Delgadillo adında bir
web tasarımcısı gözüküyor. Delgadillo, internete koyduğu
özgeçmişinde Mesihçi Yahudi örgütü Kehilot’a üye
olduğunu yazmış. Hobisinin de, 3. dünya ülkelerindeki
sivil toplum örgütlerine web sitesi hazırlamak olduğunu.
Tuncay Güney ismini duyduğunda, "Konuşmak
istemiyorum, bir daha beni bu konuda aramayın" diyerek
telefonu kapadı. Mevaser.com adında bir internet sitesi
var. www.jacobhouse.ca: B’nai Yaakov (Jacob House’un
İbranicesi) adındaki bir sivil toplum örgütünün internet
sitesi olduğu yazıyor. Girişte "Haham" Tuncay
Güney’den bir mektup karşılıyor sizi. Onun yanında
Mevaser Yochanan adında, kim olduğu belli olmayan,
ismini Delgadillo’nun şirketinden almış başka bir
hahamın daha adı var. Sitenin ismi, 4 Aralık 2007’de
alınmış. ( Hürriyet, Aralık, 2008).
Güney’in adı Kanada medyasında 1 Ocak 2007’de ve
Şubat 2008’de Muhammed El Attar'ın Mısır’da önce göz
altına alınması sonrada İsrail lehine casusluk yaptığı
suçlamasıyla tutuklanmasının ardından gündeme geliyor.
Kanada’da yaşayan üç ismin casusluk olayıyla gündeme
gelmesinden sonra tozlu raflarda yıllardır bekletilen
Güney’in iltica dosyası dikkate alınıyor ve mahkeme için
gün veriliyor. Doğu Perinçek’in gizlice Türkiye’ye
getirildiğini iddia ettiği bu dönemde Tuncay’ın derdi
başından aşkın. Bu üç isimden birisi olan Daniel Levi,
Tuncay Güney’in kullandığı bir isim. Mısır’ın Attar’ı
tutuklamasının ardından CIA’ye bağlı bir ekip,
Toronto’da Tuncay Güney’in yaşadığı eve baskın yaptı.
Yapılan baskında, CIA ekibinin başında sarışın güzel bir
kadın var.
Tuncay Güney’e kimliğini gösteriyor ve ilk söylediği şu
oluyor: MOSSAD,’a çalıştığını biliyoruz. Arkadaşlarıyla
oturan Güney’i ayrı bir odaya alan CIA ajanı kadın,
sadece Attar ile ilgili sorgulamak istiyor. Ancak şok bir
bilgi ile karşılaşıyor. Alemi birbirine katan, bunca iş
karıştıran, CIA ajanı olduğuna CIA’nın bile güldüğü
Tuncay, İngilizce bilmiyor. En önemlisi CIA, Tuncay’ın
İngilizce bilmediğini bilmiyor. Mossad’a bordrolu
çalışmadığını, sadece bir kaç yaptığı parça iş karşılığı
para aldığını bilmiyor. Bu parça işleri ABD’den Yakup
Can adlı Türk Rabaylardan görüntülü MSN aracılığıyla
aldığını bilmiyor. İstenilen raporları, oraya gönderdiği
için sanırım MOSSAD ajanı sanıyorlar.
Baskın sırasında evde bulunan kişilerden birisi aynı evi
1.5 yıldır paylaşan kız arkadaşı Melis ve iki aydır
hasbelkader evinde kalan arkadaşına tercümanlık yapması
için ricada bulunuyor sarışın güzeli CIA ajanı. İngilizcesi
yeterli olmayan Tuncay Güney’e sorgu sırasında
tercümanlık yapan Melis. CIA, zorluk çıkarmadan verdiği
bilgilerden dolayı Tuncay Güney’in adresine 100 dolarlık
bir çek gönderiyor. Çeki bozdurmaya gittikleri arkadaş
çekin 120 dolar olduğunu söylüyor. Bunu Canadatürk
yazdı diye Güney kızgın. Önce ret ediyor, sonra olayı
kabul ediyor. Türkiye’den en az on gazeteci, bu haberi
Güney’in CIA ajanlığına delil olarak sunuyor. 100 dolar
alıyormuşsun ya diyorlar. CIA efsanesi bitiyor, ama bizim
cahil gazeteciler sinekten yağ, olmayan haberden haber
çıkartmaya çalışıyor. Güney bıkmış. Önce dalga geçiyor.
Evet 100 dolarlık metropass parası veriyorlar. Bu kart
Toronto’da metroya binmek için kullanılır. Türk
gazeteciler makaraya sarıldıklarını dahi anlamıyorlar.
Güney, sonunda ne yazıyorsanız aman yazın diyor.
Güney’in iltica mahkemesinde düzenli duruşmaları
Ergenekon davasının başlamasının ardından sıklaşıyor.
Nisan 2008’de Kanada İstihbaratı CSIS’dan bayan bir
yetkili Güney ile Toronto’daki bir Türk restaurantında
buluşuyor. Bu bilgiyi verenler, görüşmeye kulak misafiri
olanlar. CSIS, Güney’in MOSSAD ajanı olmadığını
anlamış, Attar’ın geri alınması için yapılan girişim
başarısızlıkla sonuçlanmış. CSIS yetkilisi, Güney’den
Attar’ın yaptığı aptallığı yapıp Kanada pasaportu alsa bile
kendi ismini kullanmamasını ve vatanına asla giriş
yapmamasını öneriyor.
Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül’ün Güney’le ilgili yazıları
çok ağırdı: “Kendisini bizzat tanıyanlardan ve Musevi
çevrelerden gelen tepkilere göre, bir şarlatan. Kendisini
bizzat tanıyan bir kişinin onu anlatan cümleleri şöyle:
Veli Küçük'ün evinden çıkan ‘ajan gazeteciler listesi’ pek
ciddiye alınmadı ama Ergenekon operasyonu kapsamında
bir cambazın neler yapabileceğini bir kez daha gördük.
Küçük; listenin kendisine ait olmadığını, Tuncay Güney
tarafından verilen kırk sayfalık matbu dosyanın içinden
çıktığını söylüyor. Konumuz bu liste değil. Ergenekon
operasyonu kapsamında her yerde karşımıza çıkan, en
mahrem bilgileri açıkça ortaya koyan, karanlık ilişkiler ve
operasyonlarda yer alan söz konusu tuhaf kişiliğin,
Türkiye'nin en derin iktidar kavgasının içinde bu kadar
nasıl yer alabildiği. Mossad İslamcısı başlıklı yazının
konusu olan bu ‘çok tanınmış’ kişi ruh sağlığı bozuk bir
şarlatan mı yoksa gerçekten bütün olayların içinde yer
almış bir kişi mi? Kendisini bizzat tanıyanlardan ve
Musevi çevrelerden gelen tepkilere göre bir şarlatan.
Kendisini bizzat tanıyan bir kişinin onu anlatan cümleleri
şöyle: ‘JITEM'in kuryesi ve muhbiri olarak
çalışmaktaydı. Pek çok kez Kuzey Irak'ta Barzani ve
Talabani ile görüştü.
Kurye olarak bu kişilere teklifler götürdü. Israrla
babasının göçmen, Sabetayist olduğunu söylüyor. Annesi
halim selim, dindar ve beş vakit namazını kılan birisi.
Duysa Musevi olduğunu kahrından ölür. 2001'de ABD'ye
geldiğinde vaftiz olup Protestanlığa geçti. Amacı iltica
etmekti. Başaramayınca Yahudi kılığına girip, kippa
takarak Kanada'ya geçti. Kur'ân bilgisini test ettim.
Yasin'in ilk sayfasını ezbere okudu. İran'da öğrendiğini
söyledi. İbranice bildiği bir yalan. İngilizce bile doğru
dürüst bilmiyordu.
İltica ettikten sonra önce gay savunmasını sonra da
Yahudi tezini işledi. Her ikisini de kaybetti. Kürtlere
yaklaştı, oradan da umduğunu bulamadı. Gay evliliği
yaptı. Kanada'daki Yahudi cemaati onun ne olduğunu
biliyor ama şu an ses çıkarmıyorlar. Bir sinagoga sığındı.
Sansasyona ihtiyacı vardı, mahkemede tezlerini kabul
ettirebilmek için. Muhbir arkadaşı Abdülmuttalip Gülsen
aracılığı ile şu an bunu yapıyor. Çünkü Türkiye'ye
gönderileceğini ve yargılanacağını biliyor.’
Türkiye'de hemen her İslâmcı grubun içinde yer alan, 28
Şubat döneminin iğrenç tezgâhlarında rol alan, örtülü
operasyonlara katılan, kullanılan ve belki de işi bittikten
sonra öldürüleceğini anlayan bu hastalıklı adamın
hikâyesi böyle mi gerçekten? Faruk Arslan bu şahısla
ilgili çarpıcı bilgiler içeren yazılar yazdı. Hikâyeyi onun
yazısından özetle tekrar okuyalım: ‘Mısır hükümeti,
Kanada'da çalışan üç MOSSAD ajanının isimlerini
Interpol'e bildirir. Kahire'de yakalanan MOSSAD ajanı
Mohamed Essam Ghoneim el-Attar'ın verdiği 3 isim
Türkiye ve İsrail vatandaşı olan Daniel Lévi, Kemal
Kosba ve Tuncay Bubay. El Attar'ın söylediği isimler
sanırım aslında tek şahıs. Dört veya fazla müstear isim
kullanan Tuncay Özbey (Daniel Lévi), ‘derin
devlet’imizin 28 Şubat sürecindeki ‘muhbirler’inden, Veli
Küçük'ün ekibinden bir Türkiye ve İsrail vatandaşı. (Biz
onu Tuncay Güney olarak biliyoruz.)
Üç yılını hapiste geçirmemek için 2001'de Mısır'dan
Türkiye'ye kaçtığından beri Mısır istihbaratının takibinde
olan El Attar, MOSSAD'a çalışmak istediğini bildirince,
İstanbul'da MOSSAD elemanı Daniel Lévi ile
tanıştırılmış ve nasıl istihbarat toplayacağı öğretilmiş.
MOSSAD onun hesabına, 56 bin üçyüz dolar transfer
eder. Interpol'un kafası karışmasın, üç isimde aynı kişi
olabilir; Kanada'da kullandığı isim Daniel Lévi,
Türkiye'de ise Tuncay Özbey'di (Güney). Kanada
istihbaratı Daniel Lévi'yi yakından tanıyor. Lévi, 11 Eylül
saldırısından sonra Kanada'ya iltica etmiş veya özel
görevle gönderilmiş bir MOSSAD elemanı veyahut
gerçekten istihbarat örgütleri arasında kalmış bir mağdur.
Türkiye'de kalsa ortadan kaldırılacağını biliyordu.
Kanada hükümeti zaten bu nedenle, iltica talebini kabul
etmiş. Mahkemede Veli Küçük ekibiyle MOSSAD ve
CIA üçgeninde, 28 Şubat sürecinde neler karıştırdıklarını
en ince ayrıntısına kadar anlatmış. Ermeni lobisiyle dirsek
temasında, Türkiye aleyhine çalışmaya devam ediyor.
Veli Küçük ve ekibini kutluyorum, ne de güzel
vatansever (!) bir MOSSAD elemanı yetiştirmiş ve
kullanmışsınız böyle...’
Faruk Arslan devam ediyor: ‘İstanbul Üniversitesi'nde
öğrenciydi, ama asla mezun olmadı. Milliyet, Sabah gibi
gazetelerde servis haberleri çıkmış bir gazeteciydi ama
asla sürekli olmadı ve gazeteci değildi. İstanbul
Müftülüğü'ne gidip yalandan kelime-i şahadet getirdi
Müslüman olmuş göründü; ama asla olmadı. Pek çok sûre
ezberinde ve Kur'ân'ı tecvidiyle mükemmel
okuyabiliyordu; ama asla kalbine inmedi, inanmadı.
Tarikatlara sokularak iç yapısı ve çıkartılacak fitneler
hakkında istihbarat toplatıldı; ama tarikatların Türkiye'de
tehlikeli olduğuna, asla inanmadı.
JİTEM mensubu olarak Veli Küçük'ün ekibinin emrinde,
örtülü operasyonlara katıldı, ama Türkiye'ye hizmet
etmedi. İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek ile Abdullah
Öcalan'a gidip, Perinçek'in Öcalan'a gül verirken çektiği
fotoğrafları MİT'e verdi ama asla MİT'te kadrolu olamadı.
MİT ve JİTEM'e yaptığı servisler ve MİT'in ona yaptığı
servislerin çoğu 28 Şubat sürecinde gerçekleşmişti ama
aslında MOSSAD'a bilgi kirliliği için çalışıyordu. Türk
polisiyle hep kavgalı oldu, gözaltılardan Küçük'ün
ekibinin yardımıyla kurtuldu STV'ye Küçük'ün
talimatıyla girdi, iki sene çalıştı ve 1999 fırtınasına sebep
olan kasetleri çaldı; ama asla Küçük ekibinin Türkiye'nin
yararına çalıştığına inanmadı….” (Karagül, Nisan 2008)
Güney’in medyaya konuşmasının asıl nedeni, Kanada
iltica mahkemesinde kullandığı tezleri ispatlamak, bu
doğru. ABD’de yedi yıl kaldığı doğru değil, sadece üç ay
kaldıktan sonra, Kanada’ya gelip hemen iltica etti.
Karagül’ün yukarıda verdiği bilgilerin çoğu doğru değil,
beni referans yaparak yazdıkları buna dahil. Kendisine bu
tepkimi ilettim.
Güney, ABD’den Kanada’ya 2001’de geldi, tekrar hiç
dönmedi. İstese de dönemez, iltica adayları ülke dışına
çıkamazlar. Güney’in iltica adaylığı bile, henüz kabul
edilmiş değil. Sağa sola saldırıyor ki, onlarda ona
saldırsın ve ‘tehdit altındayım’ diye sığınma başvurusu
kabul edilsin. Kanada istihbaratı CSIS tarafından
defalarca uyarılmasına rağmen adetini değiştirmiyor.
Sınırdışı edilmekten kurtulmak için yaptıkları, CSIS’ın
gözünden kaçmıyor. Canada Türk’ün editörünü telefonla
arayan CSIS yetkilisi, Güney’in Kanada’nın ulusal
güvenliği için tehdit olup olmadığını, soruyor. Hasan
Yılmaz, dolandırıcılar, sahtekârlar eğer ülkeniz için tehdit
ise tehdit, değilse değil diyor, Güney’e yönelik ‘CIA,
MOSSAD ajanı’ gibi iddialarının komedi olduğunu ima
ediyor. CSIS yetkilisi gülüyor. Güney’i ciddiye
almıyorlar. Sabah gazetesi, Kanada İstihbaratı CSIS’in
hatta, MOSSAD’ın Güney’i özel koruduğunu yazdı. Onu
tanıyan herkes bu masala gülüyor.
Suç biraz da bende, bu oyuna gelmeyin uyarısını
yapmakta geciktim. Güney, Türkiye’nin tüm meşhur
gazetecilerini “kullanmayı” başardı. Çıkan haberler, iltica
davasında çok işine yaradı. Haber küpürlerini tercüme
ettirip, mahkemeye ek dosya olarak sundu. Yeni
Şafak’tan İbrahim Karagül’ün, Güney’i “hem İslâmcı,
hem MOSSAD ajanı” olarak takdim eden yazısına,
kaynak olduğum için, üzgünüm. Kendisine bunun hata
olduğunu yazdım. Ayrıca, yazısına Doğu Perinçek’in
gönderdiği açıklamada da doğru olan kısımlar vardı.
Güney, asla Perinçek ile Öcalan’ın görüşmesini
fotoğraflayan gazeteci değildi. Fotoğrafı Lübnan’da satın
aldı ve sattı. Bu bilgi benim aracılığımla yayıldığı için,
Perinçek’ten özür diledim. Perinçek, Aydınlık’ta Güney
ile ilgili yazdıklarının %90’ının doğru olmadığını, kendisi
de biliyor. Yıllardır saptırma ve karalama haberleriyle
onlarca can yakan Perinçek te nihayet, dezenformasyon
kurbanı oldu.
Tuncay Güney’i, Ergenekon’da bildikleri ortaya çıksın
diye, medyaya konuşması için teşvik ettim. Güney,
fazlasıyla kendine çalıştı. Güney’in iltica tezi arap saçına
dönmüş durumdaydı. Kanadalılar işin içinden çıkamıyor.
2001’deki ilk tezinde Saddam’la, Kürt liderle görüşen,
derin devletle ilişkili, İran’da eğitim almış, filanca önemli
liderle görüşmüş, tehlikeli bir gazeteci idi. Bu tezine
inanmadılar. Bu kadar genç yaşta bunları yapmasını
mantık dışı gördüler. Haksız da değiller.
Kanada’da “gay”lik normal bir olgu. Sayıları 300 bini
geçiyor, 10 sene sonra nüfusun yarısını bile
oluşturabilirler. Kimin haddine, onlar aleyhine konuşsun.
Hakları hak. Türkiye’de ise bu haklar tanınmıyor. Gay bir
Yahudi olan avukatı Tim, Güney’in hikâyesini,
Türkiye’nin homoseksüllere saygısızlığından ve yaptığı
zulümlerden dolayı, daha sonra “gay”liğe çevirmek istedi.
Güney Kabul etmedi, ama çevresine hikayesinin gaylik
olduğunu yaydı. Avukatı, Güney’i Toronto’da üyesi
olduğu gay külüplerine üye yaptırdı, birlikte gittiler.
Bu arada avukatı, Sebataycılığa, Yahudiliğe oynamasını
talep etti. Güney bunada yanaşmadı. Hikayesini
ispatlayamıyor, inanmıyorlar. Ortada kalmış durumda
iken Ergenekon soruşturması imdadına yetişti. Medyayı
çok iyi kullandı.
Mart 2008’den beri, medyada çıkan haberler, Güney’in
Kanada iltica mahkemesinden, olur alacak kadar destek
sağladı. Hayatının tehlikede olduğunu ispatlayan
Güney’in Sabah gazetesine verdiği mülâkatta, MOSSAD
tarafından korunduğu söylemesi, gerçekten
öldürülmekten korkmasından kaynaklanıyor. Popüler
olmaktan, kendisinden bahsedilmesinden hoşlanıyor. Bu
duygu öldürülme duygusunu bastırıyor.
Güney, sıradan bir yaşantıya sahip, ayın sonunu zor
getiren, bir Türk arkadaşı ile aynı evi paylaşan gariban
biri. Neden bu yola başvuruyorsun, diye sorduğumuzda,
”Eğer Ergenekon beni öldürmeye tetikçi gönderirse,
MOSSAD ile korkutmak istedim” diye cevap veriyor.
Tuncay’ı MOSSAD niye korusun, hiç bir zaman elemanı
olamadı ki…
Güney’in Kanada Yahudi lobisine, biraz yakın olduğu
gerçek. Ermeni iddialarına karşı destek almak amacıyla,
Büyükelçi Aydemir Erman ile 2004’de görüşmüş, ancak
büyükelçiye olumsuz yanıt vermiş. Bunun sebebini,
“Ermeniler Kanada’da daha güçlü, Yahudilerin
Ermenilere gizli destek verme gibi global bir kararı var
iken, aksi haraket edemem” diye açıklıyor.
Kanada, Tuncay Güney'in iltica adaylığı başvurusu,
başvurusundan 5 yıl sonra 7 Kasım 2008’de kabul edildi.
Genelde 2 senede sonuçlanan iltica davaları, Güney’in
karanlık geçmişi nedeniyle uzuyordu. Hakkında yazılan 4
kitap ve onlarca gazete haberi, televizyon bağlantıları,
daha once gazeteci olduğuna inanmadıkları Güney’in
hayatının tehlikede olduğu konusunda Kanada Mahkeme
heyetini ikna etti. Mahkemesinde Türkiye’de devam eden
Ergenekon davası ve bu örgütle ilgili neler bildiği 7 saat
boyunca çapraz sorguda soruldu. Daha once Güney’i
küçümseyerek Ergenekon konusuna girmeyen mahkeme
heyeti ve savcı, Güney’in verdiği derin bilgilerden tatmin
oldu ve Güney’in hayatının Türkiye’ye dönmesi halinde
tehlikede olduğuna inandı.
Bu şu anlama geliyor: Tuncay Güney artık iltica adayı
değil. İltica başvurusu kabul edilmiş bir sığınmacı.
Türkiye dışında istediği ülkeye gidebilir, pasaportunu geri
alabilir. Ancak Yeni Hayat Gazetesi sahibi Süleyman
Güven’e PKK’lı olduğu gerekçesiyle 16 yılda göçmenlik
verildiği, bir defa elinden alınıp tekrar mahkeme kararıyla
geri verildiği düşünülecek olursa, Güven gibi geçmişi
karanlık olan Güney’inde oldukca uzun süre göçmen
kartını beklemesi güçlü olasılık.
Türkiye’ye dönmeyi asla düşünmeyen Güney’in Kanada
vatandaşı olması için daha önünde çok engel var.
İltica mahkemesini kazandığı tarihten itibaren üç ay
içinde Güney ‘ Conventional Refugee’ ( Kabul edilmiş
Sığınmacı) mektubu alacak. Bu mektubun gelmesi bazen
şahsın durumuna göre bir yılı bile bulabiliyor. Bu belge
Güney’e Kanada’da resmi oturma ve çalışma izni verir.
Mektup gelmesede artık sınır dışı edilme korkusu sona
erdi. Gelecek mektup Güney’in otomatik Kanada
göçmeni olduğu anlamına gelmiyor. İçeriden göçmenliğe
başvuru ücretini öderse formu doldurup başvurma hakkı
verir. Bu işlem en az 10 ay, en fazla 2 sene sürer. Çünkü
güvenlik soruşturması, sağlık raporu alması
gerekiyor. Geçmişinde teröristlik olanlara Kanada
göçmenlik vermiyor. Göçmen PR kartı aldıktan sonra
Güney’in Kanada’da 4 sene daha geçirmesi şart. Kabul
edilmiş sığınmacılıkta geçen sürenin yarısı sayılıyor. Bu 4
sene içinde yurt dışına çıkmadan 1090 günü doldurursa
Kanada vatandaşlığina ücretini ödeyerek başvurabilir.
Yine form doldurması ve Kanadalı bir kefil bulması
zorunlu. Bu işlemde en az 10 ay sürer. Eğer terör ve suç
geçmişi varsa hiç kabul etmeyebilirler. Veya güvenlik
soruşturması 2 yıl sürebilir. Kısacası Güney’in Kanada
vatandaşı olmasına daha en iyi ihtimalle en az beş yıl var.
2011 yılına girerken Tuncay Güney’in öldüğü iddia edildi. Birinci Ergenekon Davası
sanıklarından SESAR Başkanı İsmail Yıldız,bir Ergenekon duruşmasında Tuncay Güney‟in
öldüğünü ortaya attı. Anadolu Ajansı Toronto muhabiri Seyit Aydoğan‟ın, Tuncay Güney ile
temas kurmak için, yaşadığı Kanada'nın Toronto kentinde yaptığı tüm araştırmalar sonuçsuz
kaldı. Toronto Polisi'nin 5 Kasım-1 Aralık 2010 arası kayıtlarında Daniel Levi, Daniel Güney ya
da Tuncay Güney ismine ait herhangi bir olayın kaydına rastlanmadı. Tüm aramalara rağmen
Güney'in ev ve cep telefonları da açılmadı. Kamuoyuna daha önce Güney'in çalıştığı sinegog
olarak açıklanan adreste ise tadilat yapıldığı ve binanın tamamen işyeri haline geldiği görüldü.
Muhabir Aydoğan çareyi bana baivurmakta buldu. Güney ile en son görüşen gazeteciydim.
"Güney'le bir ay kadar önce telefonda görüştük. Moralman çökmüştü. `Bana dokunanın hayatı
kararıyor. Eşi, benim yüzümden ablamı boşadı. Annem hasta ve beni özledi ama göremiyor. Çok
bunalıyorum' demişti" diye konuştum AA muhabirine. Ayrıca şunları da belirttim:
"Güney, görüşmemizde bana, adını değiştirmeyi düşündüğünü söylemişti.Türklerin yaşamadığı
ya da az olduğu başka bir yere taşınmak istediğini, tanınan biri olmaktan artık sıkıldığını
anlatmıştı. Normal bir hayat sürmek ve rahatsız edilmek istemiyordu. Kendisine ulaşamıyor
olmamız, sanırım bu yüzdendir. Ben yaşadığını düşünüyorum. Kendisini medya budalası gibi
hissediyordu. Bu yüzden de ne telefonlarımıza ne de elektronik postalara cevap vermiyor"
Bu haber tüm Türk medyasına yine haber oldu. Güney telefonla aradı ve teiekkür etti. Annesi
telaşlanmış ve gerçekten öldüğünü sanmış. Türk medyası adamı diri dirimezara sokar dedim
Tuncay‟a ve medya ile ilişkisini kesip küçük bir Kanada kasabasına yerleşmesini önerdim.
Evlen, isim değiştir ve namaza niyaza baila dedim artık. Bırak bu Mossad ayaklarını. Din
değiştirme ve Rabay numaralarını. Ahirette bunlar seni kurtaramaz.
Haklısın dedi Tuncay, tavsiyene uyacağım. Zaten göçmenlik kartını dört aya alacağım... Daha
Kanada vatandaşı olmaya üç yıl var. En erken 2014‟de kısmetse...
HAHAM YARDIMCISI OLDUĞU
SİNAGOG
İlk zokayı Şaban Arslan ve Saygı Öztürk yuttu. Güney’le
Toronto’da yapılan röportajlarda, Sabah’a Haham olarak
konuştu, kendisinden haham olarak bahsedildi. Sabah
Gazetesi’nde 22 Nisan’da sürmanşetten yayınlanan ve
Kanada’da yapılan röportajda da, Güney’in ismi önünde
“haham” sıfatı yer aldı. Türkiye Hahambaşılığı
kayıtlarında adı yer almayan Güney, 22 Mart’ta Yeni
Şafak’ta yayınlanan röportajında ise “Doğuştan Musevi”
olduğunu ve babasının Sabetayist olduğunu söyledi.
Toronto’da sinagogda din görevlisi olarak çalıştığını
anlatan Tuncay Güney, “Tanrı’nın İsraili için çalışıyoruz”
dedi. 17 Ağustos’da 32. Gün programına dini kıyafetlerle
katılan Güney için bu kez haham yardımcısı sıfatı
kullanıldı. Güney’le röportajını kitaplaştıran gazeteci
Şaban Arslan’ın kitabının adı da “Rabay Kurye Tuncay
Güney“ idi.
Tuncay Güney’in hayatında en önemli adam Rabay
Yakup Can. Vaftiz olan Güney'in sonradan Yahudiliğe
geçmesi ve bugün Toronto'da Jacob House (İbranice
B'nai Yakov) adlı Yahudi toplum merkezinde rabbi
(haham yardımcısı) olarak çalışması hakkındaki görüşleri
Newsweek tarafından Can’a sorulduğunda, "Buna asla
inanamam. O Kanada'ya geçtiğinde bazı Yahudi
arkadaşlar edindi, onlara İsa Mesih'i anlatıyordur. Tuncay
bana bir gün şunu söylemişti: "Yakup birader, artık
annem bana dese ki, "Oğlum dön bu yoldan, yoksa sana
sütümü helal etmem, anne artık sütüne ihtiyacım yok"
derim. Bunu söylemiş insanın inancından asla şüphe
etmem." diyor, Güney’i gerçekten çok seviyor.
Güney'in gerçekten Yahudi olduğuna, rabbi olarak
çalıştığı kurumun ciddiyetine inanan yok. Ne o, ne de
Jacob House adlı kuruluş, Toronto'daki Yahudi
Cemaatleri Federasyonu'na (UJAFED) veya Toronto
Rabbiler Komitesi'ne kayıtlı. Zaten bu kuruluşun aslen bir
sinagog olmadığını Güney de kabul ediyor. ABD'de ve
Kanada'da pek çok örneğine rastlanan, insanlara dil
eğitimi verilen, spor, kültürel faaliyetler vs. yapılan bir tür
sosyal merkez burası. Ancak Güney verdiği röportajlarda
hem sözleriyle hem görüntüsüyle Yahudi olduğuna vurgu
yapıyor. Güney'in eski bir ev arkadaşına göre "Güney'in
çalıştığı sinagog görünümündeki bu oluşumu, onu
Kanada'da çalışıyor gösterebilmek için Yahudi avukatı
kurdu." Avukatı konuşmayı kabul etmiyor.
Güney'i tanıyan pek çok kişi, Yahudi kimliğinin Güney'in
Ergenekon soruşturmasıyla korkarak sırtını güçlü bir yere
dayamak istemesinden kaynaklandığı yorumunu yapıyor.
Toronto Rabbiler Komitesi'nin yöneticilerinden Michal
Shekel, kendi kuruluşlarına ve uluslararası planda kabul
gören kuruluşlara kabul edilen bir rabbi olmak için,
üniversite eğitimi sonrası 4-6 yıllık özel bir eğitim daha
gerektiğini vurguluyor. Ancak Güney'i 2004'te Kanada'da
tanıyan bir grup Türk, kendisinin daha ziyade koyu
Hıristiyanlar ile birarada olduğunu hatırladıklarını
belirtiyorlar. Hatta Güney'in o dönem yakınında olan bir
arkadaşı Güney'in arkadaşlarının kendisine İncil verdiğini
de hatırlıyor.
Lise 1’bile yarı yılında terk eden Güney’in hahamlık
okulu okumadığı açık. Çalıştığı sinagogun on beşi
geçmeyen özel bir cemaati var. Büyük bir gazetecilik
başar ısı gösteren (!) Hürriyet’in muhabiri Tolga Tanış,
sadece posta kutusunu bulabilmişti. Oysa adresi belli bu
sinagogu küçük bir mahalle camisi gibi düşünün.
Güney’in avukatı Tim, bir sinagog kurdurmuş, finanse
ediyor. Aylık sabit masrafı düşüktür. Üç işçili
sinangogda Güney, ucuz işçi. Cemaati zaten yok.
İngilizcesi ve İbranicesi olmayan Güney, sadece
Cumartesi günleri yapılan ayinde eline verilen kağıtta
yazılanları okuyor. ‘Şaşırmıyor musun’ diye soranlara,
‘idare ediyoruz’ diyor. Yaptığı iş için çok fazla ilme
ihtiyacı yok. Haham yardımcılığı da böyle. AraştırmacıYazar Moşe Grosman şunları söyledi: “Haham yardımcısı
olmak için fakülte bitirmek gerekir. Bu adam güzel rol
yapıyor. Orijinali rabi olan, Amerikalıların rabay
dedikleri haham yardımcılığı için ilahiyat fakültesi
bitirmek gerekir. Bunun dışında da eğitimler gerekir ve
bu eğitimlerle yaklaşık 8-10 yıl sürer rabay olmak. Acaba
tüm diğer söyledikleri de bunlar gibi mi merak ediyorum.
Ayrıca, Yahudi olduğunu söylüyor. Sonradan Yahudi
olunmaz. Yahudilik tıpkı Türklük gibi doğuştandır.
Musevilik ise İslâmiyet gibi sonradan seçilebilir.
Türk Musevi Cemaati, Güney’in görev yaptığı öne
sürülen Toronto’daki Beith Jacob Sinagogu’na gönderdi.
Ancak sinagogda Güney’e ait bir kayda rastlanmamış.
Yahudi dinine geçmenin çok zor olduğunu vurgulayan
Silvyo Ovadya şöyle konuşuyor: "Yeşiva adlı din
okullarında 4-5 yıl eğitim almamış bir kişinin haham
olması, yani din alimi olması çok mümkün değil. Bunun
örneği ne Türkiye ne de başka bir ülkede var. Türkiye’de
yaşadığı süre içerisinde Tuncay Güney’in Yahudilik’le
hiçbir ilgisi olmamıştır. Hahambaşılık kayıtlarımızda
böyle bir kişinin adına rastlanmamıştır. Türkiye’nin
gündeminde olan bazı önemli olaylarla ilgili en kilit
adamın, Yahudi din adamı kisvesi altında olması, tabii ki
ters bir olay. Hiç ilgisi yokken, bazı olayların Yahudiler
tarafından yapıldığı dile getirilecek. Bu bizim için
düşündürücü."
Güney'in köyünden adlarının açıklanmasını istemeyen
kişilerse "Onun ailesi Sabetayist değil Alevi'ydi"
iddiasında. Ergenekon soruşturması sırasında daha
güvende hissetmek için Güney Sabetayist bir kimlik
oluşturmaya çalışıyor. Sabetayizm konusunda kitapları
bulunan ve adının gizlenmesini isteyen bir uzman,
Çorum'da Sabetayist yaşamadığını belirtiyor. 'Çorum'da
ayrımcılık vardır. Müslümanlar ile bizimkiler arasında
kavgalar çıkarmış, namaz kılmayıp oruç tutmadığımız
için bizlere 'gavur' der, kız vermezlermiş" diyor Güney.
Annesi köklerinin Mısır'a uzandığını doğruluyor. Güney,
"haham" olmadığı yolundaki iddialara, "Kimseye belge
gösterme gibi bir zorunluluğum yok" sözleriyle yanıt
verdi. Güney’in Kanada’da ilk geldiği yıl olan 2002
başında sadece 6 ay Bathurist ve Wilson’da Ukraynalı bir
Yahudiye ait olan ekmek fabrikasında çalıştığını
hatırlatalım. 7 yıl içinde çoğu zaman ise devletden aldığı
işsizlik parası ile zar zor geçindi. 10 tane kredi kartına 40
bin dolara yakın borcu olan Güney’i devletden yardım
aldığı Sosyal Ofise eski bir arkadaşı ihbar edince sosyal
yardımı kesmişler. Tercümanı Süleyman Güven, çok
uğraşsada 10 kredi kartı taşıyan yoksul olamaz diyen
görevlileri ikna edememiş. Güney, yaşamını bir kredi
kartından para çekip öbürüne yatırarak sürdürüyor. Çoğu
zaman bir misyoner kilise kurumu olan Salvation
Army’nin yoksullar için kurduğu 2. el eşya ve gıda satan
dükkanlarından alışveriş yapıyor. Sinagog onun için
kebap, rahat bir iş, o kadar. Ara sıra Yakup Can,
ABD’den para göndermese iyice yolsuz kalacak.
Geçtiğimiz yıl Basur ameliyatı için acilen hastaneye
kaldırıldığında kimse aramamış.
CanadaTürk’ten Hasan Yılmaz’a şu sitemde bulunuyor:
“Ben ABD’de de, Kanada’da da ne inşaatta, ne de
temizlik işinde çalıştım. Bu insanlarla (Şu anda birlikte
olduğu Yahudi kuruluşu) tanıştım ve şu anda çalışıyor
çekimi alıyorum. Rabbalık yapıyorum diye beni
eleştireceklerine, becerdim, kendime bir Sinagog’da iş
buldum diye sevinsinler.” (Yılmaz, Ağustos 2008)
Güney’in Kanada’da ilk geldiği yıl olan 2001’de sadece
altı ay, Bathurist ve Wilson’da Ukraynalı bir Yahudiye ait
olan ekmek fabrikasında altı ay çalıştığını hatırlatalım.
Yedi yıl içinde, çoğu zaman devletden aldığı işsizlik
parası ile zar zor geçindi. Sinangog onun için rahat bir iş,
o kadar.
Habertürk, “Güney’in sinagogu da sahte çıktı” diye, bir
haber yaptı. Hemen olayı anlamış: Amaç Yahudilik
üzerinden para vurmak! Sevilay Yükselir'in 25 Temmuz
2008’deki özel haberini, yukarıdaki bilgiyi unutmadan
okuyalım: “Ergenekon Soruşturması’nın kilit ismi Tuncay
Güney’in bir sinagogda haham olarak görev yaptığı
sanılıyordu ancak Güney’in görev yaptığı sinagog sanal,
hahamlığı da yalan çıktı!
2001 yılında gözaltına alındıktan sonra evinde ele
geçirilen belgelerden ve polisteki ifadesinden yola çıkarak
başlatılan Ergenekon Operasyonunun kilit ismi Tuncay
Güney’in hahamlık yaptığını iddia ettiği sinagog sanal
çıktı. Güney’in, haham yardımcılığı yaptığını iddia ettiği
‘Jacop House Sinagogu’ sadece internet ortamında var
olan bir web adresi. Sanal sinagogda haham yardımcısı
olarak görev yapan Tuncay Güney’in ise tek bir amacı
var. O da kendisini Musevi olarak gösterip, Musevi
organizasyonlardan faydalanmak. Söz konusu sanal
sinagog Jacop House’un internetteki adresi ise bir
postahanenin içerisinde bulunan posta kutusu. Sayfada
verilen telefonu aradığınızda ise karşınıza çıkan ses, bir
telesekreterden ibaret. Sitede varolduğu söylenen diğer
görevliler de tıpkı Tuncay Güney gibi Musevi kökenli
olmayan ancak bu kimliği kullanarak Musevi dünyasının
nimetlerinden faydalanmak isteyen kişiler. Örneğin
sitede, ‘Chairman’ yani ‘Başkan’ sıfatını kullanan Weston
Joslin, İrlanda kökenli bir Hıristiyan. Joslin, tıpkı Tuncay
Güney gibi herhangi bir sinagogda fiilen çalışmıyor..
President Timothy M. Stevens ise İngiliz kökenli bir
Hıristiyan. O da diğerleri gibi herhangi dini bir misyona
sahip değil. Rabbi yani yine Tuncay Güney gibi haham
yardımcısı olarak geçen isim Mevaser Yochanan’ın ise
kim olduğu bilinmiyor.
Sanal Jacop House sinagogun ekibi Kanada’daki
günlerinin çoğunu Evangelistlerle birlikte geçiriyor.
İddialara göre ekibin buradaki asıl amacı evangelistliği
yaymak değil, bu kanalı kullanarak sanal sinagoglarına
bağış toplamak. Ancak resmi kayıtları bulunmadığı için
bağış toplamakta zorluk çeken sanal hahamlar, Bed
Haderech adlı sinagogun statüsünü kullanarak kendilerine
fayda sağlamaya çalışıyorlar.
Yine internette, ‘746 Pape Ave.’ adresinde faaliyet
gösterdiği iddia edilen ‘Life İnstitute For English’ adlı
uluslararası İngilizce okulu aslında bir binanın bodrum
katında bulunan paravan bir okul. Okulun web sitesindeki
bina fotoğrafına da aldanmamak lazım. Çünkü bu
fotoğrafta photoshop kullanılarak elde edilmiş bir
görüntüden ibaret. Sitedeki, ‘Teachers’ bölümüne
girdiğinizde ise tanıdık iki isimle karşılaşıyorsunuz.
Weston Joslin ve Timothy M.Stevens!
Yani sanal sinagog Jacop House’un iki önemli adamı.
Aslında kısa bir süre öncesine kadar Çorumlu sanal
haham Tuncay Güney’in adı da bu öğretmenler arasında
geçiyordu ancak ‘Ergenekon Soruşturması’ gündeme
geldikten kısa bir süre sonra Güney’in ismi bu sayfadan
kaldırıldı. Ekibin tek amacı var o da, bir binanın küçük
bodrum katında faaliyet gösteren bu dil okulu ile
Kanada’ya gelmek isteyen yabancılara öğrenci vizesi
alınmasını sağlamak. Yani göçmen ticareti ile gayri
meşru para kazanmak. Güney, Toronto’da Stevens’a ait
Life School of English adlı bir İngilizce okulu için
çalışmış. Burası, Stevens’ın Kanada’da yaşayan yabancı
öğrencilere yönelik yürüttüğü misyonerlik faaliyetinin
dışında İran’dan, Irak’tan, Türkiye’den gelen mültecilere
dil eğitimi vermek için kurduğu ayrı bir şirket. Kanada
Hükümeti’nin mülteciler için ayırdığı fonlardan
yararlanıyor. Okulun geçen yıl ağustostan ekime kadar
kaldığı Calvary Kilisesi’nin müdürü, Güney’in okul
kiliseye taşınırken duvarları boyadığını söyledi. Daha çok
Stevens’a bu tür işlerde yardım ediyormuş. 4 ay sonra
ayda 400 dolar kirayı çok buldukları için okulu kiliseden
taşımışlar.
Life Institute adlı okulun Tuncay Güney ve ekibine
faydası sadece öğrenci vizesi almakla kalmıyor. Tim ve
Tuncay, okul adına Kanada’da yaşayan mültecilerden
para karşılığı Business English/TOEFL diplomaları
satarak büyük gelir elde etmeyi başarıyorlar. Ayrıca
İngilizcesi yeterli olmayan mültecilerin kurslardan
faydalanmasını sağlamak amacıyla Kanada Hükümetinin
kanuni yardımlarının da bir bölümünü yine gayri meşru
yollarla ceplerine indiriyorlar. Sözde okula giden ve
devletten yardım alan mültecilerle anlaşma yoluyla
yapılan bu işlem için vergisiz kazanç elde etmeyi başaran
sanal hahamlar ekonomik gelirlerin büyük bölümünü bu
yolla elde ediyorlar.
Dünyanın birçok ülkesinden olduğu gibi Türkiye’den de
yoğun talep alan Kanada’da çalışma ve yaşama hakkının
şartlarının son yıllarda çok sıkı kurallara bağlanmasını
fırsat bilen Tuncay Güney ve ekip arkadaşlarının aslında
sahte musevi kimliği kullanmasında temel sebep burada
yatıyor. Kanada’da önemli derecede söz hakkına sahip
olan Yahudi Lobisinin avantajlarını değerlendirmek
isteyen sanal hamamlar, Kanada’ya sığınma
başvurusunda bulanan ancak red yanıtı alan birçok Türk’e
bu kimliklerinin gücünü anlatıyorlar. Anlaşmalı avukatlar
aracılığı ve Yahudi Lobisi’nin gücünü kullanarak sığınma
taleplerinin yerine getirileceklerine inanan mülteciler
Tuncay Güney ve ekibine 10 bin dolara kadar komisyon
veriyor. Çoğu mültecinin talebini yerine getiremeyen
sahte Jacop House Sinagogu’nun yönetici kadrosunun
kısa bir süre öncesine kadar işlerinin kötüye gittiği
bilgisini veren haber kaynakları, gündeme gelen
Ergenekon ile birlikte Tuncay Güney’in hakkında yapılan
haberlerle sahte kimliğinin güçlendiğini ileri sürüyorlar.
Halen Kanada’da oturum hakkını alamayan Tuncay
Güney’in soruşturmanın gündeme gelmesi ile birlikte
basına kendini açmasındaki amaç ise oldukça açık.
Bugüne kadar kendisinin bu talebini yerine getirmeyen
Kanada İmmigration’unu yani göçmen bürosunu,
kendisinin Türkiye’de önemli bir adam olduğunu ve
ülkesine dönmesi durumunda da can güvenliğinin tehlike
altına gireceğine ikna etmeye çalışan Güney, hakkında
yayımlanan tüm haberlerden hükümeti haberdar ediyor.
Güney’i yakından tanıyan haber kaynaklarına göre
Tuncay Güney Savcı Zekeriya Öz’ün hakkında İnterpol
kararıyla arama emrinin çıkartılmasını dört gözle
bekliyor. Kaynaklar, Ergenekon Savcısı’nın talimatı
vermesi durumunda otomatik olarak Kanada
vatandaşlığına geçecek olan Tuncay Güney’in bu kararla
da Kanada’da iltica talebine olumlu sonuç alarak çok
rahatlayacağı iddia ediliyor. (Yükselir, 2008)
Yükselir, bununla yetinmedi, Güney’in “Anneannem
gerçek bir Yahudidir” diyerek dayanak gösterdiği,
Osmanlı dönemine ait olduğunu iddia ettiği, belgenin
sahte olduğunu da ortaya çıkardı. Eski Osmanlı
belgesinin aslında düzmece olduğunu söyleyen bir
Osmanlıca uzmanı, “Bu gerçek belge üzerindeki bilgiler
silinmiş ve üzerine acemice yeni sözler yazılmış. Ama
biraz eski Türkçe bilen bir kişi belge üzerindeki yazıların
imla hatası ile dolu olduğunu ve o dönemde böyle hatalar
yapılamayacağını bilir” dedi.
Uzmanlar belgenin düzmece olduğunu gösteren hataları
şöyle sıraladılar:
1) Osmanlı döneminden kalma eski ama bir gerçek bir
nüfus cüzdanı alınmış, belgenin üzerindeki el yazıları
silinmiş ve yeni bir Arapça daktilo ile imla hataları ile
dolu olarak yeniden doldurulmuş.
2) 1914’den kaldığı iddia edilen belgede Arapça daktilo
kullanılması olanaksızdır.
3) Osmanlı döneminde hiçbir şekilde olmayacak imla
hataları yapılmış. Örneğin; “Hı” harfiyle yazılması
gereken, ”Kağıthane” kelimesi, “H” ile yazılmış. “Ayşe”
kelimesinde 4, “Mehmet” te 3, “Fatma” da da yine dört
harf hatası var.
4) Osmanlı döneminde Yahudiler Ayşe, Mehmet ya da
Fatma gibi Müslüman isimleri alamazlardı. Düzmece
belgeyi hazırlayan kişi, bu çok basit kuralı da bilmiyor.
5) Belgede, “Mehmet’in çocuğu Ayşe” anlamına gelen,
“Aişe veled-i Mehmet” ibaresi yazılı. Halbuki
“Mehmet’in çocuğu Ayşe” sözü, bütün Osmanlıca
belgelerde, “Aişe binti Mehmet” şeklinde yazılır.
6) Düzmece belgenin en ilginç yanı ise tarihi. Belgenin
altındaki pulun üzerinde Rumi 1321 yani Miladi 1905
yazılı ancak uydurma belgenin adına düzenlendiği
Ayşe’nin doğum tarihi Rumi 1330 yani Miladi tarihle
1914 görülüyor. Bu durumda belgenin Ayşe’nin
doğumundan 9 sene öncenin tarihini taşıması gibi bir
tuhaflık taşıması söz konusu.
7) Sahte nüfus belgesinin arkasına iliştirilmiş olan sözde
yeni Türkçe tercümesinde tarih olarak Rumi 1334 yani
Miladi 1924 yazılmış Osmanlıca metinde ise 1905’e
karışlık gelen 1321 yazılı. ( Yükselir, Temmuz 2008)
Güney’in lüks içinde yaşadığı yönündeki bilgiler
gerçekleri yansıtmıyor. Güney kendisini paraya ihtiyacı
olmayan, hali vakti gayet yerinde biri gibi tanıtsa da, onu
tanıyanlar bu manzaranın tam da aksini anlatıyor.
Çevresindekiler, Güney’in yeri geldiğinde duvar
boyadığını, eşya taşıdığını söylüyor. Güney'in devletten
zaman zaman sosyal yardım aldığı, mütevazi evlerde
oturduğu, onun durumundakiler için düzenlenmiş yardım
kuruluşlarından kıyafet, yiyecek aldığı doğru. Ne özel
şoförü, ne korumaları ne de süper lüks villası var.
Toronto'da Yahudi mahallesi Bathurist Caddesinde
yaşıyor. Sıradan bir mülteci. Ne CSIS nede MOSSAD
koruyor. Ergenekon, tetikçi gönderir diye korkuyor.
Kendilerine saldıranlara cevap vermek için konuşuyor.
Tuncay’ın hayatındaki en önemli kadın annesinden sonra
Melis. Ermeni olduğunu iddia eden Melis, aslında İzmirli
ve kesinlikle Ermeni değil, yaptıkları ayıplanmasın diye
ecnebi takılıyor. Melis’in Toronto’daki akrabalarını
tanıyanlar Ermeni olmadığını söylüyorlar. Güneyle 1.5 yıl
aynı evi paylaşmasına rağmen cinsel ilişki kurmamış.
Halbuki Melis, Toronto’da elliden fazla erkek arkadaş
değiştirmiş bir kız. Tuncay, hemşire olan evlendiği kız
Rabia ile de fazla vücut ve doku uyumu sağlayamamış,
adeta zorla aynı yatağı paylaşmışlar. Rabia kara çarşaflı
değil başı açık Almanya görmüş güzel bir kız. Eşinin
fotosunu ve mektuplarını görmüş bir arkadaşı Güney’in
bu kızla neden anlaşamadığını anlayamamış. Halbuki
Tuncay’ın, herkese yardım eden, sevecen, sıcakkanlı bir
kişiliği var. Kanada’da oturum alabilmeleri için onlarca
Türk’ün Toronto’da iltica hikayelerini yazmış, iş bulmuş.
Askerlikten yırtması için bazı kişilere İstanbul’da homo
raporu almış bir arkadaş canlısı. Hayatında önemli rol
oynayan Handan ve arkadaşı Sıdkı ile ilgili anılarını
izinlerini almadığım için anlatmıyorum. Sıdkı’nın bir
akrabası Mehmet Ali Birand ile yakın akraba. Eminim
Güney’in gerçek portresini Türkiye’ye giderse
anlatacaktır. Güney, en son olarak Toronto’da, kentin
yukarısında müstakil bir evde yaşıyor. Kentin kuzeydeki
son metro durağı olan Fitch Caddesi’nde, 4 yatak odalı, 2
banyolu bir dublekste. Evin sahibi, Nazanin Shams adlı
İranlı bir doktor. Shams, Güney’in evde birkaç aydır
yaşadığını ama aylık 1600 Kanada doları (2 bin YTL)
olan kirayı ödemediğini, bu yüzden kendisine mahkeme
yoluyla evi boşaltması için ihtarname yolladıklarını
söylüyor. Shams’in evle ilgili işlerini takip eden İranlı
Mohamad Mazaheri, evin maksadı dışında
kullanılmasından rahatsız oldukları için mahkemeye
verdiklerini doğruluyor.. Yaşadığı ev, 3 hafta önce 690
bin dolara satılığa çıkarıldı. Satışla ilgilenen kişi,
Shams’in kayınvalidesi İranlı Shahla Ashtari. İsrail, her
yıl öğrenci değişimi projesi çerçevesinde Kanada’ya 30
bin Yahudi öğrenci gönderiyor. Bunlar ‘ Homestay’
denilen evlerde kalıyor. Güney, kiraladığı evin her
odasını öğrenci yatakhanesine çevirmiş, yani
Homestay’e. Öğrenci başı 400 dolar alıyor. İçlerinde
Yahudide var, Türkte. Böyle geçiniyor. Güney, evin bir
Yahudi topluluğuna ait olduğunu, güvenlik nedeniyle
orada kaldığını, içeri hahamların girip çıktığını, yazları
İsrail’den öğrenciler geldiğini anlatıyor. Güya güvenlik
nedeniyle sürekli ev değiştirdiği için taşınıyor. Her
konuda olduğu gibi yaşadığı ev konusunda da kıvırtmayı,
yalan söylemeyi sürdürüyor. 2009 yılında Tuncay,
homoseksüel Türk arkadaşı Ayhan’ın evine taşınıyor.
Zaten tek Güney’in beyanlarına dayanılarak ne haber
nede kitap yazmak sağlıklıdır. Tek taraflı yazanları
aldatmayı hep başardı.
İltica hikayesini yazıp kısa sürede göçmen olmasını
sağladığı ve York Üniversitesinde bekçilik işi ayarladığı
dostunun ismini, istemediği için vermiyorum. 8 ay aynı
evi paylaştığı gazeteci Ayhan Kılıç’a göre, Güney dediği
‘ hiçbir şey değil’, ama mükemmel bir yalancı, oyunbaz,
sahtekar. Güney’e göre ise Ayhan, ‘tembel bir nankör.’
Uzatmalı kız arkadaşı Melis’le ortak arkadaşlarından
edindiğim bilgiyi, Güney’in portresinin iyi anlaşılması ve
kerizleri uyarmak açısından anlatmak zorundayım.
Melis’in eski erkek arkadaşına zarar vermemek için Mr.
X olarak bahsedelim. Mr. X’e Güney’in oynadığı oyun,
Dallas dizisini aratmayacak Bizans oyunları ile dolu. Çok
sayıda erkek arkadaşından çektiği paralarla Toronto’da
çalışmadan bedava yaşayan Melis, en fazla Mr. X’i
soymuş soğana çevirmiş.
Tuncay ile Melis aynı evi paylaştığı için 1.5 yıl Mr.
X’den gelen paralardan Güney’de nemalanmış. Mr. X,
evlenmek için nişanlısından ayrıldığı Melis’in nasıl bir
kız olduğunu bir gün Melis’in email hesabına girince
anlıyor. Melis’in email şifrelerini o farkında olmadan
alıyor ve kontrol ediyor. Melis’e gelen o kadar çok erkek
arkadaş emaili var ki, Mr. X beyninden vurulmuşa
dönüyor. Çünkü ondan fazla erkek Melis’e ‘ bugün
yatalım, kudurdum senin için, özledim ne zaman
uçacağız’ mahiyetinde seksi davetiyeler gönderiyor.
Sabah başka akşam başka erkekle beraber olan Melis,
Kanada kadınları gibi cinsellikte fazla özgür takılıyor.
Melis’in çıktığı erkekleri Mr. X’i yakından tanıyor, çoğu
arkadaşı. Hatta Melis kolunda aynı ortamları
paylaşmışlar, hepsi Melis’i tanıdığı için ciddi bir ilişki
kurmayı hayal ettiğini akıllarına getirmemişler. Onlarla
konuşuyor. Hatta en yakınındaki iş arkadaşları Mr. X’in
Melis ile evlenmek için değil gönül eğlendirmek için
gezdiğini zannetmiş, bu nedenle uyarmamışlar. Melis’in
aşk mecaralarını daha fazla anlatıp saf zihinleri
bulandırmayalım.. Mr X’den özür diliyorum, ama Melis’i
tanıtmak mecburiyetindeyim. Mr. X’in Melis’ten
ayrılması en fazla Güney’i etkiliyor, bedava yaşam sona
eriyor. Bu duruma çare bulan Güney, Melis’e
İstanbul’dan enayi koca avlamayı öneriyor. 12 senedir
Kanada’da yaşayan ve Kanada vatandaşı olmuş Melis ile
evlenmek isteyen bir enayi hemen bulunuyor. MSN’de
görüntülü sohbetler sonrası iş ciddileşiyor. Bu saf ve
paralı vatandaşı Güney, öğrenci getirdiği dil kursuna
ortak yapmak için anlaşıyor. İşleri kesat olan Kanadalı dil
kursu bu ortaklığa olur veriyor, hatta yeni ortağının kolay
vize alabilmesi için Kanada Konsolosluğu’na birde
referans mektubu yazıyor. Tüm belgeler hazırlanıyor ve
Melis İstanbul’a gidiyor. Kanada Konsolosluğu vize
vereceklerini bildiriyor. Ancak Melis’in resmiyetde evli
olması, eski kocasından henüz boşanmamış olması
işlerini bozuyor. Buna rağmen Toronto’ya gitmeyi
kafasına koyan Türk, Güney’e 10 bin dolar kapora
göndererek işlemleri tamamlamasını istiyor. Bu paranın
3500 dolarını, kendine 3500 dolarını dil kursu müdürüne,
3000 dolarını da Melis’e veren Güney, Kanada
konsolosluğunun son anda vize ve çalışma izni vermekten
vazgeçmesi üzerine parayı iade etmiyor. Melis, bu
olaydan sonra bir yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra beş
parasız olarak 2008’de Toronto’ya dönüş yapıyor. Amacı
yine Mr.X’i ayartmak. Ancak Mr. X evlenmek üzere ve
Melis’le buluşmayı ret ediyor. Daha doğrusu Melis’in
aracı olması için rica ettiği arkadaşı, Mr. X’in ancak
yüzüne tükürmek için kendisini görebileceğini söylüyor.
Mr. X büyük adammış, beni affetsin, ona dönmek
istiyorum hikayelerine ortak dostları inanmıyor ve yeni
bir hayat kuran Mr. X'i rahat bırakmasını talep ediyor.
Melis halen Toronto’da yaşıyor ve Güney’in tüm sırlarına
vakıf ender isimlerden biri.
Tuncay Güney’in “sahte haham” olması ve sahip olduğu
dejenere kişilik “derin devlet”le ilgili iddiaların önemini
azaltmıyor. O, sadece kendini düşünen bir ‘
antikahraman’. Ama unutulmamalı antikahramanlarda
kahramandır.
UYUŞTURUCU TRAFİĞİ VE JİTEM
İçindeki üç ton eroinle batırıldığı açıklanan Kısmetim-1
gemisiyle ilgili Veli Küçük gerçekleri, Güney’in şok
açıklamalarıyla gündeme geldi. Polise verdiği ifadede
yakalanacağını anlayan uyuşturucu kaçakçıları tarafından
içindeki üç ton eroinle batırıldığı açıklanan Kısmetim-1
gemisiyle ile ilgili şok bilgiler verdi: “Gemi boşaltıldıktan
sonra batırıldı. Eroini Ergenekon, iki kamu görevlisi ve
uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş paylaştı.”
Ergenekon operasyonun kilit isimlerinden Tuncay
Güney’in 2001′de gözaltına alındığında polise verdiği
ifadede örgütün parasal kaynakları üzerine açıklamalar
yaptığı ortaya çıktı. Güney, uyuşturucu kaçakçısı Nejat
Daş’a ait Kısmetim-1′in resmi kayıtlara geçtiği şekliyle
içindeki üç ton 100 kilo eroinle değil, boşaltıldıktan sonra
batırıldığını iddia ediyor. Güney, Aralık 1992′de batan
gemideki eroin parasının Daş, Daş’ın yakın olduğu
JİTEM’in Ergenekon kanadı ve sonradan ortak olan iki
kamu görevlisi arasında paylaşıldığını öne sürüyor.
İşte Tuncay Güney’in Ergenekon’un uyuşturucu trafiğinin
içindeki rolü ile ilgili anlattıkları: “Kendi edindiğim
bilgiler ışığında söylüyorum. Ergenekon’un geliri
bankalardan (usulsüz krediler), büyük işadamlarından
(şantajla), mafya gruplarından, uyuşturucudan, şundan
bundan.
Kısmetim-1 gemisindeki eroinin sahibi uyuşturucu
kaçakçısı Nejat Daş ve Ergenekon örgütüydü. Bir senaryo
hazırlandı. Gemi Akdeniz’in ortasında boş batırılacak,
eroin yurtdışına satılarak ve parası bölüşülecekti. O
günlerde Daş polisin elindeydi. Üst düzey iki kamu
görevlisi gemideki mala ortak olmak istiyordu.
Pazarlıklara dahil edildiler. Ergenekon adına pazarlığı
JİTEM’ci yüzbaşı yürütüyordu. Geminin delilleri yok
etmek için kaçakçılar tarafından nasıl batırıldığı,
İstanbul’dan götürülen gazeteciler tarafından kare kare
görüntülendi. İki kamu görevlisinin ortak olduğu eroinin
yerine ulaştırıldığını biliyorum. Küçük, iki kamu
görevlisinin sonradan ortak olmasına çok kızmıştı.
Ergenekon o yıllarda tamamen yeraltına inerek
uyuşturucuya bulaştı. Doğu’dan gelen eroinin Türkiye
üzerinden geçişini organize ediyordu. Bunun için, Irak’ta
Talabani ve Barzani, İran’ın Gladiosu olan MOD, ABD’li
CAK isimli firmayla işbirliği yaptı. Veli Küçük’ün
MOD’la arası çok iyiydi.
Yabancı şirket gibi olan CAK uyuşturucu ticareti
yapıyordu. Talabani Afganistan’dan aldığı uyuşturucuyu
Fransa, Almanya ve Hollanda üçgenine veriyor. Bunu
Kürt işadamları sağlıyor. Barzani, İsrail Türkiye
paralelinde CAK’a veriyor. Küçük, CAK’la sürtüştü.
CAK uyuşturucusunu artık İran’dan yani kaynağından
almaya başladılar yani. ABD’lilerle Ergenekon’un
kavgasının ana teması bundan kaynaklanıyor.”
Tuncay Güney ifadesinde Veli Küçük’ün Karadeniz
Jandarma Bölge Komutanı olup Giresun’a taşınmasıyla
birlikte Türkiye merkezli uluslararası uyuşturucu
trafiğinin Karadeniz’e yöneldiğini öne sürdü. Güney şu
bilgileri verdi: “Veli Paşa 4-5 tane dil bilir, Rusça da bilir.
Küçük’ün uyuşturucu işini Fransızların OJD’si de
biliyordu. Fransızların Türkiye’deki uyuşturucuyla ilgili
raporunda bunlara yer verilmesi birçok şeyi frenledi. OJD
daha sonra JİTEM Karadeniz’de uyuşturucu ticareti
yapıyor diye belge de yayınladı.”
Ünlü uyuşturucu taciri, mafya babası Hüseyin Baybişin
kendi web sayfasından Güney’in Kısmetim-1 gemisi ile
ilgili yaptığı şok açıklamaları şöyle değerlendirdi:
“Kısmetim-1 gemisi ile ilgili olayın ciddi bir şekilde
araştırılması gerekmektedir. Ergenekonun kilit
isimlerinden Tuncay Güney’in, Kısmetim-1 ile ilgili
yaptığı açıklamaların dikkate alınması gerekir.”
Hollanda'da cezaevinden helikopterle kaçtıktan sonra
Türkiye'de yakalanan 'Escobar' lakaplı Ramazan Yıldız'la
Veli Küçük'ün irtibatlı olduğunu öne süren Güney,
Yıldız'a cezaevinde sağlanan ayrıcalıkları şu şekilde
anlattı: “Bayrampaşa Cezaevi Tabur Komutanı'nın yanına
gidip, 'Veli paşamın selamı var. Bu arkadaşla görüşmem
gerekiyor' dedim. Ramazan'ı cezaevi müdürünün odasına
getirdiler. Cezaevi yönetimi onu sıkıyormuş. Mesela on
kilo erik geliyormuş, üç kilosu sokuluyormuş. Veli
Paşa'ya intikal ettirdim. 'Yardım etsinler o arkadaşa' dedi.
İki kez gittiğimde sorunlarının giderildiğini söyledi.
Odasına özel telefon hattı çekildi. Veli Paşa'yla 'Escobar
Ramazan' birbirlerini bir yerlerden tanıyor ama
bilemiyorum.”
Güney'in çarpıcı iddialarından birine göre de Kısmetim-1
gemisinin eroinini çalarak satanlar arasında bulunan
kamu görevlisi, ünlü bir siyasetçinin yakınının batırdığı
bankadaki usulsüzlükleri bir bir anlatan Mehmet Urhan'ı
öldürttü.
Güney, Fransız narkotik birimi OJD'den bir görevlinin de
Türkiye'ye gelip kendisiyle JİTEM ve Sami Hoştan'ın
uyuşturucu trafiğiyle ilgili görüştüğünü anlattı.
Görüşmeyle uyuşturucudan pay almak istediği anlaşılan
Fransız istihbaratçıya Hoştan'ın telefonunu verdiğini ifade
eden Güney şunları anlattı: "Pera Palas Oteli'nde Fransız
istihbaratçıyla görüştüm. Dört beş saat adam, JİTEM ve
Hoştan'ın uyuşturucu ticareti yaptığını, bunları OJD
uyuşturucu raporlarında yayınlayacaklarını, Veli
Küçük'ün bunları albaylığından bu yana yaptığını,
askeriyede bir grubun bununla beraber olduğunu anlattı,
tehdit etti. 'Bu konuda biz Sami Hoştan'la görüşmek
istiyoruz' dedi. Yani Hoştan'ın üzerinden, bir grup askerin
yıllardır uyuşturucu işi yaptığını söylüyordu. ‘Ben adamın
yanında Sami Hoştan'ın cebini aradım anlattım' yanıtını
verdi. Veli Küçük, OJD'nin yaptığı araştırmadan çok
rahatsız oldu. Paşa dedi ki Perinçek'e söyle o şeyleri
manipüle etsin dedi. Süper NATO, şucu bucular
uyuşturucu ticareti yapıyor haberleri yapılsın, dedi.
Geminin boş batırılması, batırılmadan önce gazetecilerin
yapmış oldukları çekimleri Eski Devlet Güvenlik
Mahkemesine gönderdiğim kasette vardı. Gazeteciler
güvenlik gemileri ile Kısmetim-1 batırıldığı yere
götürüldüğünü biliyoruz. Kısmetim-1 gemisinin
Türkiye’de gümrük kaçakçılığından dolayı arandığınıda
biliyoruz. Türkiye’de aranan bir geminin uyuşturucu yükü
ile ülkeye gelmesi mantık dışıdır. Gemi batmadan önce
Hürriyet gazetesinde haber çıktı. Oysa çıkan haberden bir
süre sonra yani aradan 13 saat geçtikten sonra gemi
batırıldı. Geminin batırılacağı organize ediliyor. Çıkan
haberden 13 saat sonra gemi batırıldı. Olayın ciddi bir
şekilde araştırılması savcılarımızın görevidir. Ben ve bir
çok kişi mağdur edildi. Bu konunun ciddiyetle
araştırılması arzumdur. İlgili yetkili görevlilerin bu
konunun ciddiyetle üzerine gitmeleri gerekir. Dönemin
İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in asrın olayı
dediği olay entrikalarla kapatılmamalıdr. Gazeteci Uğur
Dündar, gemi personeli göz altında iken onlarla röportaj
yapıyor. Uğur Dündar’ın elamanlarının benimle yaptığı
röportaj yasaklanıp yayınlanmadı. Hakkımda haber yapan
haber kanalları etik ve ahlaki sorumluluklarını gözden
geçirmelidirler. Bunları göreve davet ediyorum. Gazeteci
Saygı Öztürk’ün bu konu ile ilgileneceğini sanmıyorum.
Gazeteci Fatih Altaylı, Fehmi Köfteoğlu ve Ruşen
Çakır’ın o dönemlerde yapmış oldukları doğru
haberlerden dolayı bu dava ile ilgilenmelerini
bekliyorum. Mehmet Ali Birand’ın ağzı laf yapar ancak
doğruları yazmaktan ve söylemekten kaçınıyor. Birand’ın
bu olayla ilgili kılının kıpırdatacağını sanmıyorum belki
de yanılıyorum. 1990’lı dönemlerde bizi Türkiye’de
günah keçisi ilan eden ahlaksızların ortaya çıkmış
olmasını kamoyunun değerlendirmesine bırakıyorum.
Kısmetim-1 ve uyuşturucu ile ilgimin, Kısmetim ve
Lucks adlı uyuşturucu gemilerinin birinci derece
operasyon sorumlusu sayın Necdet Menzir'in basın
açıklaması olduğunu da anımsatırım. Yetkililerden ısrarlı
ricam ve talebim tüm faili meçhul, cinayet ve uyuşturucu
olaylarının ortaya çıkarılmasıdır. Konunun derinlemesine
araştırılması gerekmektedir.” (Baybişin, 2008)
Veli Küçük, Güney’in iddiasına göre, bir yandan sağ ve
sol örgütleri kontrol ediyor, bir yandan da işadamlarını
örgütlüyor. Güney’in anlatımlarına göre; Küçük,
“Mustafa Kemal’in örgütlenme yöntemi”yle hareket
ediyordu. İddiaya göre, Küçük, Sedat Peker ve onun gibi
grupları kontrolü altında tutuyor, işadamlarını örgütlüyor
ve soldaki örgütleri kontrol altına almaya çalışarak
birbiriyle zıt gibi görünen gruplarla ilişki içinde
bulunuyordu.
Güney’in ifadelerine göre, Küçük’ün en önemli özelliği
elemanlarını kontrol etmek amacıyla, grup içinden bir
kişiyi kendisine bağlaması. Güney, Küçük’ün, seçtiği bu
kişi aracılığıyla diğer elemanlar hakkında istihbarat
aldığını öne sürüyor.
Örgütün devamlılığının sağlanabilmesi için, uyuşturucusilah
gibi her şeyin mubah görüldüğünü savunan Güney,
Küçük’ün hücre yapılanmasını çok iyi bildiğini ve çok
temkinli olduğunu, Korkmaz Yiğit gibi birinden bir şey
almayı düşündüğünde Sedat Peker’i, gazeteci olarak da
kendisini (Tuncay Güney) şahsın üzerine saldığını ve para
koparacağı şahsı sıkıştırıp istediğini aldığını iddia ediyor.
Güney’in iddianameye geçen beyanında, “Ergenekon
yapılanması içerisinde Veli Küçük’ün yanında, Doğu
Perinçek, Ümit Oğuztan, Adnan Akfırat, Levent Temizel
(Ülkü Ocakları’nda), Turan Yazgan, Necdet Sevinç
(Kurultay’ın Genel Yayın Yönetmeni), Zekai Ökte (Türk
Tarih dergisi), Timur Kılıç, Atilla Tunç” bulunuyor.
Güney, bunların yanı sıra Küçük’ün mafya grupları içinde
Sedat Peker, Ali Yasak (Drej Ali), Sami Hoştan ve
Mahmut Yıldırım (Yeşil) ile irtibatlı olduğunu, medya
kuruluşları içinden Aydınlık dergisi, Akşam gazetesi,
Cumhuriyet gazetesi ve Ulusal TV ile irtibatlı olduğunu,
iş ve ticaret camiasından Kemal Özden’in başkanlığını
yaptığı Ulusal Sanayiciler İş Adamları Derneği (USİAD),
Ali Avni Balkaner, Korkmaz Yiğit ve Adnan Polat’la
irtibatlı olduğunu savunuyor.
Güney, Küçük’ün ayrıca JİTEM, Mesud Barzani,
Amerikan Cat şirketiyle bağlantısı olduğunu, dernekler
içinden Kemalist Hareket, Ulusal Gençlik Birliği,
Atatürkçü Düşünce Derneği ile irtibatlı olduğunu iddia
ediyor.
Ergenekoncuları ömür boyu hapiste tutacak JİTEM
cinayetleridir. Zaten devam eden davanın önü iki taraftan
kapatıldı, geriye bir tek elimizde JİTEM kaldı.
GÜNEY’İN
İFADELERİNDEKİ SIRLAR
Tuncay, medyaya 2007’den beri o kadar çok şey söyledi ki,
kitabımızda hepsini incelememiz mümkün değil!
Güney’in sırların üstünü açan şu şok açıklamaları
günlerce konuşuldu: "Mehmet Ağar da Susurluk
kazasında ölecekti. Ama nedense arabada yoktu.
Abdullah Çatlı’nın çantasını (kayıp çanta) Veli Küçük’e
getiren Drej Ali’dir. Susurluk kazası kurmaydı.
Hasbelkader meydana gelmedi!
Doğu Perinçek’in Susurluk yorumu: ‘Müttefik
Kuvvetlerin’ Çatlı ve Ağar’ı Tasfiye Operasyonu’
biçiminde oldu.
Doğu Perinçek’in hücre tipi yapılanmasını kimse
çözemez. Ama iki isim Adnan Akfırat ve Ferit İlsever
tüm yapıya hâkimdir.
3 Kasım’da Susurluk kazası meydana geldiğinde Veli
Küçük ve ekibi âdeta kabuğuna çekilir. Küçük Paşa’nın
meşhur bir sözü vardır o dönemlerde: ‘Ben iki darbe
yedim, üçüncüsünü kaldıramam.’ İlki Özal’ın JİTEM’i
bir gecede kapatmasıdır, ikincisi Susurluk kazasıdır.
Hizbullah’ı Teoman Koman Paşa kurdurttu Veli Küçük
Paşa yönetti.
Dursun Karataş , Veli Paşa’ya mektup yollayıp, ‘Siz
Giresun’dayken ben bölgede eylem yapmam’ demiş.
Radikal gazetesinde ‘Nerede faili meçhul orada Veli
Küçük’ manşeti çıkınca Veli Küçük, ‘Perinçek gitsin
Aydın Doğan ile görüşsün’ dedi. Aydın Doğan,
Perinçek’i dış kapıda karşıladı. Doğu Perinçek, Doğan’ın
Milliyet gazetesinde haber yapmamaya gayret edeceğini;
ama Radikal’e karışamayacağını, Hürriyet gazetesi her ne
kadar benim gözükse de aslında Rahmi Koç’un dediğini
anlattı bana.
Veli Paşa İran gladyosu MOD ile çok iyiydi.
Gay raporu almamı sağlayan Veli Küçük’tü.
Doğu Perinçek, Ulusal TV için Avrupa’dan 500 milyar
lira getirdi.
Cumhuriyet demek derin devlet demektir, İttihat
Terakkiciler demektir. Amerika ile girintili ilişkiler
demektir.
Uğur Mumcu’nun katilini bulmak istiyorsanız ofis
boyuna sorulması lazım. (Tuncay Özkan’a dikkat
çekiyor)
Veli Paşa, bakın Mustafa Kemal bu ülkeyi çetelerle
kurdu, derdi.
Veli Paşa hücre yapılanmasını çok iyi bilir? Hiçbir birim
bir diğerini tanımaz. Geçmişte Hasan Sabbah’ı, yakın
tarihte Atatürk’ü örnek alır. Çok akademik örgütlenme
yapıyor hem sağdan hem soldan. Bir yandan Fazilet’i
bölmeye çalışırken bir yandan da Tansu hanımla farklı
işler yapıyordu.
Akın Birdal’ın vurulmasında da Veli Paşa vardı. Veli
Paşa, Yeşil, Cengiz astsubay ve Semih Tufan Gülaltay bu
işi organize eden ekipti.
Yeşil, Veli Küçük’ün adamıydı. Onun talimatlarıyla
sıkardı. Arandığı zamanlarda bile askerî tesislerde kalırdı.
Veli Paşa koordinatör. Hepsiyle görüşür ama hiçbirinin
bir diğerinden haberi olmaz.
Ergenekon üyesi 12 kişilik bir şûra var.
Atatürkçü Düşünce Dernekleri de bu yapılanmanın
içinde.
Ergenekoncular devletin sahibi olarak görüyorlar
kendilerini. Devlet adına devleti ele geçirip yönetmek.
Ergenekon lazım olan parayı her türlü gayrimeşru
işlerden elde ediyordu.
Veli Paşa Ergenekon’un sözcüsü.
Veli Küçük’ün Kuzey Irak’ta bir radyosu ve bir de Tv’si
vardı.
Hizbullah’ı JİTEM organize etti. Veli Küçük’ün
JİTEM‘deki kod adı Abbas’tır.
Veli Paşa, Kuzey Irak’a giden silahlardan değil,
Karadeniz’e, Elçibey’e giden silahlardan korkuyordu.
gazetelere yazı yazdırdı Kuzey Irak’a giden silahları
Çevik Bir göndertti diye.” (Aksiyon, Bugün, 2008)
Turgut Özal’a suikast yapıldı. Ahmet Özal, ‘Veli Küçük
babamı öldürtmek istemişti’ demişti. O günkü insanlar bu
konuda bilgi sahibiler. Özal meselesi için söylüyorum. Bu
açıklama ile Küçük’e sadece mesaj yolladım. Asla
Küçük’e karşı saldırı daha yapmış değilim.
Veli Küçük’ün Habur Sınır Kapısı’nda Yapı Kredi
Bankası’nı kurmak istedi. Silopi küçük bir ilçedir. Banka
Silopi içinde kurulacağına tam Habur Gümrük
Müdürlüğü’nün alanında kurulması kararı alınmıştır. Eğer
banka Silopi halkı için kurulsaydı, Silopi ilçe merkezinde
kurulması lazımdı. Ancak banka şubesi Silopi’de Habur
Sınır Kapısı’nda kuruldu. Çünkü o dönem Talabani ve
Barzani’nin paraları başta olmak üzere Irak’taki sıcak
paranın Türkiye’ye getirilmesi isteniyordu.
Öldürülecek Kürt işadamları listesi Tansu Çiller’e bir
bakanın kardeşinden geldi. Bunu Ayşe Önal bunu biliyor.
Behçet Cantürk öldürüldükten sonra Ayşe Hanım bana
aracı olmamı istedi. O zaman Veli Küçük İzmit İl
Jandarma Alay Komutanı’ydı. Ayşe Nokta
Dergisi’ndeydi. Saat onbirde gittik. Akşam altıya kadar
tartıştılar. Bunu da gazeteci arkadaşımız Ayşe Hanım iyi
biliyor.
Ergenekon operasyonu başladığında Aydınlık Gazetesi
Tolon ve Eruygur paşaların isimlerinin başta olduğu bir
listeyi Amerika’ya ve Büyük Ortadoğu Projesine karşı
olarak yayın yaptı bu iki paşanın Ergenekon üyesi
olduğunu deşifre etmek muhbircilik değil de neydi?
Rusya ve Çin’e Ergenekon’u TSK içinde yapılanma
olarak bilgilendiren ve Ergenekon ile JİTEM’in Asya
temsilcisi olduğunu söyleyen ve kendisini tebrik eden ilk
ülkeyi Doğu bey açıklasın...
Avrasya Konferansı düzenlediniz, İstanbul’da...
Konferansa Putin ekibi nasıl mali ve fikri destek sağladı,
Alexander Dugin’i Türkiye’ye kim yolladı, bu konferansa
Demirel ile Denktaş’ın katılımı, desteği nasıl sağlandı?
Sol gruplar arasında infial, çatışma yaratarak solun önünü
tıkama adına dünyanın bütün emekçileri birleşin sloganı
ile 1 Mayıs yürüyüşlerini, işçi bayramıdır, sabote etmek
için işçi partisine 1 mayıs gösterilerine türk bayraklarıyla
katılın emrini kim verdi?
Anti-Amerikan çıkışlarıyla tanınan Perinçek yıllar önce
Aydınlık Dergisi’nde tüm aktif solcuların kişisel
bilgilerini isim adreslerini yayınlayarak solculara
operasyon yapılmasını neden sağladı?
Doğu Perinçek PKK’lılar için Yunanistan’da açılacak
Lavrio kampı için nasıl bir girişimde bulundu?
Susurluk’un iki Mehmet’in (Mehmet Eymür ve Mehmet
Ağar) kavgasıydı. Veli Küçük her ikisiyle görüştü ve
“Bitirin bu kavgayı” dedi. “Susurluk’ta da Ergenekon’da
olduğu gibi fatura Veli Küçük’e kesildi”.
Amerikalıların Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval
geçirilmesinin arkasında Irak Devlet Başkan Yardımcısı
Tarık Aziz’den ele geçirilen arşiv belgeleri vardı.
Amerikalılar, bu belgeleri görünce şok olduklar.
Belgelerde Ergenekon’nun Irak’ta işbirliği yaptığı kurum,
kişiler açığa çıktı, bu işten en çok Irak Milli Türkmen
Partisi’nin zarar gördü. Çuval geçirme hadisesinin bundan
sonra yaşandı. ( Çiçek, Ekinci, 2008).
Perinçek'in Recep Tayyip Erdoğan'a suikast planı
yapacağını söylüyordu. O dönem Recep Tayyip İstanbul
Büyükşehir Belediye başkanıydı. Doğu Bey bir tez
getirdi. Refah Partisi'nden yenilikçilerin ayrılacaklarını ve
bir parti kuracaklarını söyledi. Bunu bir rahatsızlık olarak
görüyordu. Doğu Bey'in 1996'dan beri Refah Partisi
üzerinde bir çalışması vardı. Erdoğan'ın iktidara
gelemeyeceklerini söyledi. Ve bu ülkede Menderes'i astık
ne oldu, Turgut Özal'a suikast oldu ne oldu. "Bir de
Erdoğan ölse ne olur?" dedi. Ama o zamanın bir numarası
kabul etmedi.
Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin
Karanlık, İstanbul Emniyeti'ndeki solcu polislerin
müdürüdür, yurtdışına çıkmak isteyen PKK'lılara rüşvetle
pasaport sağlıyor.
Bir numara şu anda kendisi aktif halde değil. ( 32. Gün,
Kasım 2008).
Hürriyet gazetesi, 'kendileri hakkında açıklama yapmamı’
önlemek için üzerime geliyor.
'Ben hiç kimseyle çalışmadım. Eymür'ü basından
tanıyorum. Ben 7 yıl onları ispiyonlamadım. Bu ifadeler
ortaya çıkmışsa onların hatasıdır. Hani kapatmışlardı bu
dosyaları. Adil Serdar Saçan'dan almışlardı. Veli Paşa
New York'a geliyor benimle görüşmeye. Niye?
Saçan’ın oyununa geldiler. Adil'i çok iyi anlamak,
çözmek lazım. Adil bu işin içine nereden girdi, buna
bakmak lazım. Bedrettin Dalan, Adil'e arka çıkıyor,
neden. Bunlar kanlı bıçaklıydı. Ben yurtdışına çıktıktan
sonra, bunlar kanka oldular.
MİT'e saygı duyuyorum ama MİT elemanı değilim.
ABD'ye gittiğimde cebimde 150-200 doları vardı.
Citibank'a yatırdığım 4 bin 750 doları da çektim.
Manhattan'da 39. Cadde'deki daireye aylık 900 dolar kira
verdim. Keşke kiramı birileri ödeseydi. (Arslan, 2008).
Kayıp belgeler arasında bulunan Ergenekon terör
örgütünün bayrağını Yeni Şafak ele geçirdi. Sadece
Ergenekon yöneticilerinin önünde gizli tören yaptığı
öğrenilen bayraktaki simgeler dikkat çekiyor. Göktürk
bayrağının içine oturtulan mavi kısım Türklüğü
simgeliyor.Ergenekon bayrağındaki 'Davut Yıldızı' ile
pergel ve gönye, masonluk simgeleri olarak biliniyor.
Bayrağın sol köşesinde bulunan pergel ve gönye
şeklindeki mühür ise Ergenekon'un büyümesini ve
uluslararası arenada kabul görmesi anlamına geliyor. ,
İmralı’da tutuklu bulunan terör örgütü lideri Abdullah
Öcalan’ın Ergenekon’a çalışıyor, görevine İmralı’dan
devam ediyor.
Apo daha fazla konuşursa ben de konuşurum. Apo’ya
tavsiyem konuşmasın!.. Devem ederse ben de dosyaları
açarım. Örneğin,Yaşar Büyükanıt’ı vur emrini kim verdi?
Bunu açıklasın!..
Bir sessiz Kürt muhalefeti var. Bunlar konuşursa Öcalan
daha iyi tanınır. Oysa, kimse konuşmaya yanaşmıyor.
Herkes bananeci olmuş. Kimse bu soruna sahip çıkmazsa,
Kürt meselesinde uluslararası kamuoyunda Öcalan
muhatap olarak kalır. Bana sorarsanız PKK şişirilmiş bir
balondur. Bir durum değerlendirmesi yaparsak şimdi
herkesin bir PKK'si var. Osman sürüden ayrıldı. PKK
Türk basınında gösterildiği kadar güçlü değil. Ayrıca
artık uluslararası patronlar, Kürt meselesinde
demokratikleşme adımı atmalı ve Türkiye’de bazı haklar
verilmeli diyor. Sosyal ve demokratik platformda hareket
etmeleri gerektiğini vurgulanıyor. Ve bu plan
uygulanıyor. Barış türküsünü PKK veya Apo çıkarmadı.
Bunu patronlar çıkardı. Öcalan Tanrı rolünde. Geçmişte
de öyleydi. Sen ve cezaevinde olanlar bu durumu
göremediniz. Sonra cezaevinden çıkınca muhalefet
başladı. Ve sorunlar çıktı. Siz demokrasi dediniz,
karşınıza Kürt faşizmi çıktı. Ben hayatım boyunca her
türlü faşizme karşı oldum. Türk Faşizmine de Kürt
Faşizmine de, her türlü faşizme karşı çıktım. Bunun yanı
sıra PKK'nin ulusal derin ilişkilerini bilmiyorsunuz.
Türkiye içinde veya yurt dışında Kürt gerçeğini basın ve
yayın yoluyla yıllar önce servis yapan, reklam
departmanını kuran Aydınlık’tır. Bugün PKK’nın o
dönemdeki yayınlarından dolayı, Perinçek’e ve
Aydınlık’a vefa borcu vardır. PKK'nin terör örgütü değil,
Kürtler adına ulusal kurtuluş mücadelesi yapan bir ulusal
kurtuluş hareketi olduğunu ortaya atan ve batıya dikte
eden Doğu Perinçek ve Aydınlık’tır.
Belediyelerin patronu Kürt olmayan Türk kraliçesi var.
Veli (Küçük) Çanakkale’de görevli idi. Bir kadın Apo’ya
yönlendirildi. Ben isim vermeyeyim. Araştırın. Biri
Çanakkale’de görev yaparken diğeri Çanakkale’de Kürt
basımevi sahibi. Ve danışmanlık düzeyinde. Bugün
kraliçe. Ben Kürt insanının gözlerinin önüne bir perde
çekildiğine inanıyorum. Apo ile tanışması ise ibretlik bir
durum.
Öcalan’ın eski eşi Kesire konuşsun, silahında mermi ters
döndü. Dikkat etsin, kendi mermisiyle kendini vurmasın.
Ters döndü mermi. Kesire kimseye bedel ödetemez, bedel
öder. Bugün Kesire susuyor. Muhalefet suskun. Kesire
havada gezen mikrobu içine çekmiyor. Doğrusunu
yapıyor.
Ergenekon akademik ve iyi bir yapılanma. Bize basit
sunuluyor. Güngören’den bu yana bombalar susmuyorsa
gerisini siz düşünün.
Kürt Panzehiri“ yayınlanmadı gazetelerde. Yayınlanırsa
kıyamet kopar.
Ben edebiyat bilmem. O kadar marifetim olsa... Bir de 72
doğumluyum. Ergenekon’un manifestosunu eğer ben
yazdım ise takdir de beklerim. Ödül beklerim. Ama doğu
Perinçek yazdı. Ben yazmadım. Doğu Abi redakte ederdi.
Çünkü ulusalcı ve Shanghai Beşlisi’ni düşünmek lazım.
Yani “Batı olmazsa Doğu’ya yanaşırız.”. “Liman
raporları”nı Doğu Abi redakte ederdi. Ferit, Doğu ve
Adnan Abi. Beraber redakte ederlerdi. (Ferit İlsever,
Doğu Perinçek ve Adanan Fırat). ( Vatan, 2008).
Ergnekon terör örgütünün 1 numarası komünizmin
kurucusu Karl Marks'a, 2 numaralı yöneticisi de Marks'ın
takipçisi Engels'e benziyor. Engels, Ergenekon'a para
yardımı yapan ünlü bir işadamıdır. ( Ergenekon’a yaptığı
para yardımının Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e yönelik
darbe girişiminde kullanılacağını öğrenince kesen, ve
kestiği için Ergenekon tarafından 25 Ağustos 2001’de
öldürtülen Alarko’nun sahiplerinden Yahudi İş adamı
Üzeyir Garih’i kast ediyor.) Alarko Holding İthalat
Koordinatörü Doğan Kasadolu'nun açıklamalarının
ardından Üzeyir Garih dosyası açıldı. Şaban Arslan,
istihbaratı ondan almasına rağmen Güney’i kaynak
göstermeden Yeni Şafak’ta şunları yazdı. Bu bağışlar,
zamanla çok ciddi meblağlara ulaşınca, Üzeyir Garih'le,
ortağı İshak Alaton arasında sorun çıktı. Alaton, bu
bağışlara, artık karşı çıkıyordu. Bu anlaşmazlık
derinleşmeye başlayınca, Üzeyir Garih, Ergenekon'a
yıllardır yaptığı para yardımını tamamen kesmişti. O
günlerde, Ergenekon örgütünün, Azerbaycan'da büyük bir
operasyon hazırlığı vardı. Örgüt, Azerbaycan
Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'i devirip, Ebulfeyz
Elçibey'i yerine geçirmeye çalışıyordu. 1993 yılında yine
bir darbeyle görevden el çektirilen eski Cumhurbaşkanı
Elçibey, Veli Küçük'ün akrabasıydı. Bu işi en çok, Veli
Paşa istiyordu. Çünkü, örgütün Azerbaycan'dan çok ciddi
geliri vardı ve bunun devamını sağlamak için bir şey
yapması gerekiyordu. Hatta Veli Paşa, Azerbaycan'da
Elçibey'i kullanarak yönetimi ele geçirmek, ardından da
emekli olunca Bakü'ye yerleşmek istiyordu. Aynı
günlerde, Ergenekon, irtibatlı olduğu işadamları ile
cemaat ve gruplara, “Elinizi cebinize atın” haberi
gönderiyordu. Veli Paşa, bu talebi iletmek için Alarko
Holding'e bir kuryesini göndermişti. Üzeyir Garih, artık
örgüte para veremeyeceğini net bir şekilde bildirince,
üzeri çizildi. İ Veli Paşa, Üzeyir Garih'e, kuryeler
aracılığıyla iki kez 'uyarı' yapmıştı ancak onu 'ikna'
etmeyi başaramamıştı. Garih'in içinde bulunduğu grup,
Ergenekon'a açıkça tavır almıştı, artık hiç para
ödenmiyordu. Veli Paşa, bu tutumu yüzünden, Üzeyir
Garih'i hiç affetmeyecekti. Azerbaycan'daki darbe
planının yapıldığı 1995 yılında, Ergenekon örgütüne adını
veren Albay Necabettin Ergenekon, Adıyaman Jandarma
Alay Komutanıydı. Azerbaycan'daki darbe girişimini,
İstanbul'dan, Necabettin Ergenekon yönetti. Ancak
dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Haydar
Aliyev'e haber vermesi sonucu, Azerbaycan'daki darbe
planları da Veli Paşa'nın Bakü'ye yerleşme hayali de bir
başka bahara kaldı. 1995 yılının Mart ayında, Abdullah
Çatlı ile Susurluk kazasından sonra adı ön plana çıkan
özel timcilerden kurulan ekip, Türkiye'den Azerbaycan'a
gitti. Özel timciler, Azerbaycan 'da darbe yapacak kişilere
silahlı ve bombalı eğitim veriyordu. Haydar Aliyev'i
devirip yerine Ebulfeyz Elçibey'i getirmek için her türlü
hazırlık yapılmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'in Haydar Aliyev'i uyarması üzerine, darbe
planları son anda suya düşüyordu. Eken ve Çatlı'dan
patlayıcı eğitimi Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev'e
darbe girişiminde bulunan OMON birliklerini, özel timci
Korkut Eken, İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlı'nın eğittiği
biliniyor. Eken, Çatlı ve Ayhan Çarkın'ın da aralarında
bulunduğu bir grup özel timci, 15 Mart 1995'teki darbe
girişiminden üç ay önce Azerbaycan'a gitti. Özel timciler
orada Türkiye' deki Özel Harekâtçıların Azerbaycan'daki
karşılığı olan OMON birliğine sıkı bir eğitim verdiler.
Dönemin Özel Harekât Başkanı İbrahim Şahin'in ise
darbeci Cevadov'un daveti üzerine daha sonra Bakü'ye
gittiği ve orada özel timcilerin OMON'a verdiği eğitim
çalışmalarına katıldığı öğrenildi. Özel Harekâtçıların
Azerbaycan'a giderken yanlarında yüklü miktarda
patlayıcı götürdükleri de öne sürüldü. Fikri Karadağ'ın
askeri Yermez Üzeyir Garih'in katili Yener Yermez'in,
Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından emekli albay
Fikri Karadağ'ın askeri olduğu ortaya çıkmıştı. Karadağ o
dönemde Hasdal'da alay komutanıydı Üzeyir Garih'i
öldürmek suçundan hüküm giyen Yener Yermez'in,
Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli albay Fikri
Karadağ ve Tuncay Güney'le 'change oto' işinde
tutuklanan Teğmen Murat Oğuz'un askeri olduğu ortaya
çıkmıştı. Teğmen Murat Oğuz ile Ergenekon davasının
tutuklu sanığı emekli albay Fikri Karadağ, Üzeyir
Garih'in öldürüldüğü 2001 yılında Hasdal Kışlası'nda
görev yapıyorlardı. Fikri Karadağ MekanizeAlay
Komutanı, (yalanladı, 2001’de Harbiye’de görevdeymiş)
Murat Oğuz da Maliye Bütçe subayıydı. Murat Oğuz,
iddialara göre Tuncay Güney gibi Veli Küçük'e kuryelik
yapmış olmasına rağmen halen orduda görevli kalmayı
başardı ve hakkında hiçbir tahkikat yapılmadı. Üzeyir
Garih ve ailesinin yakın dostu, Alarko Holding eski
İthalat Koordinatörü Doğan Kasadolu'nun iddiasına göre,
Garih'in öldürüldüğü 25 Ağustos 2001 günü Ortaköy'deki
Alarko Sitesi'ne gelen bir polis otosundan inen kişiler,
Üzeyir Garih'in kızı Dalia'nın 14 yaşındaki oğlu Tal'i
kelepçeleyerek kaçırmıştı. Tal'i kaçıranlar, “Eğer sesinizi
çıkartırsanız ve istediğimiz parayı vermezseniz, Garih'i bu
çocuğun öldürdüğünü açıklarız” demişlerdi. Garih'in
ailesi, sessiz sedasız, istenilen fidyeyi ödeyerek, Tal'i
kurtarmıştı. Cinayeti tehditle işledim Üzeyir Garih
cinayetinde kullanılan delillerden 118. No'lu belge,
soruşturma sırasında kaybolmuş, bu belge, Ergenekon
Operasyonu kapsamında tutuklanan, Adli Tıp
Farmakoloji uzmanı Doç. Dr. Ümit Sayın'ın bürosundan
çıkmıştı. Zanlı Yener Yermez de cinayeti, bazı 'güçler'
tarafından tehdit edildiği için işlemek zorunda kaldığını
iddia etmişti. Ancak Yermez, bu iddiasını
detaylandırmaya cesaret edemedi. Yermez'in avukatı
Mustafa Yalçınkaya, müvekkilinin olayı kimlerin
kendisinin üstüne yüklediğini açıklayamadığını, cinayetin
birden fazla faille işlendiğini ve olayda ikinci bir kesici
alet bulunduğunun Adli Tıp Kurumu tarafından
açıklandığını iddia etti. 20 Eylül 2002 tarihli duruşmada
ifade veren Yermez ise “Bu cinayet böyle muamma
olarak gidecek. Son sözüm bu....” dedi. Mahkeme, Yener
Yermez'i ömür boyu hapse mahkum etti. Mahkemeye
göre cinayet, gasp ve adam öldürmeye yönelik bir
saldırıydı ve örgütsel bir yönü yoktu. Garih'in
vücudundaki yaraların iki ayrı kesici alete ait olduğu,
cinayetin bir kişi tarafından değil en az iki kişi tarafından
işlenildiği, Garih'in tırnak DNA'sının alınmaması ve
Yermez'in kavgadan 20 dakika sonra bıçak alıp gelerek
cinayeti işlemesi hiç mantıklı değildi. Garih'in 50 bin
dolarlık Rolex saatine dokunulmaması ve cüzdanına el
sürülmemesi, “Para istedim vermedi” diyen bir katilin
anlattıklarıyla çelişiyordu. (Arslan, 2008).
Hürriyet, Güney’in iddiasına göre susturmaya çalıştı,
susması için para teklif etti. Muhabirleri Tolga Tanış’ı
'Yeni Şafak'ta yayınlanan 'Hürriyet'in korkusu benim
konuşmam' (28 Kasım 2008) başlıklı haber üzerine
gönderdi. Hürriyet gazetesi, "Para sıkıntısı
çekmeyeceksin. Sadece Doğan grubu hakkında konuşma"
teklifinde bulundu. Tolga Tanış'ın talebi üzerine 30
Kasım'da Toronto'da bir lokantada gerçekleşen görüşmeyi
şöyle aktardı: Tanış: Beni Hürriyet yolladı. Sana bir
teklifimiz var. Guney: Nedir? Buyurun dinliyorum. Tanış:
Hayatın boyunca göremeyeceğin bir teklif bu. Ömrün
boyunca rahat edeceksin. Ekonomik sıkıntı
çekmeyeceksin. Sadece Doğan Grubu hakkında konuşma,
birşey açıklama. Bu teklifi değerlendirmelisin, böyle bir
fırsat karşına çıkmaz. Muhabir Tolga Tanış'ın teklifini
komplo olarak nitelendirdiğini ve reddettiğini ileri süren
Tuncay Güney, konuşmanın devamını şöyle anlattı:
Tanış: AKP ve Tayyip, Doğan'ın karşısında duramadı sen
nasıl dayanacaksın? Guney: Bu doğru, istediklerini iktidar
yapıyorlar. Fakat ben sizin para teklifinizi, bu
komplonuzu kabul edemem. Bu ülkede başımı belaya
sokar, yani bu sizin teklifiniz bir oyun, komplo
kuruyorsunuz. Tanış: Kabul etmiyorsun yani. Guney:
Hayır. Tanış: Sanık olacaksın bu gidişle. Güney: Her
türlü karara saygılıyım. (Arslan, 2008).
BAŞKA BİR TUNCAY GÜNEY
PORTRESİ
Kenthaber’de yazan Mehmet Özbek’in kaleme aldığı
başka bir Tuncay Güney portresini okuyalım: ”Hayat
bazen hiç karşılaşmak istemeyen insanları bir araya
getirebiliyor. İstemeseniz bile aynı yerde çalışmak
zorunda kalıyorsunuz. Eskiler buna hayatın cilvesi
derler…
Benim de başımdan böyle bir hadise geçti…
Galiba 1994 veya 1995 yılı idi. Yeniden yayına başlayan,
televizyon ve buzdolabı ile medyadaki promosyonu
azdıran Mehmet Ali Ilıcak’ın Akşam gazetesinde yazı
işleri yönetimi değişmiş, ben de yazı işlerinde çalışmaya
başlamıştım..
Bir gün yeni yayın yönetmeni Behiç Kılıç, bir gazetecinin
elinde bir iş olduğunu, kendisiyle benim ilgilenmemi
istedi…
Behiç Kılıç, ustası Rahmi Turan ekibinden yetişme
Günaydın tipi gazetecilikten gelen bir kişiydi.. Onun için
fotoğraf ve manşet önemliydi.. Gerisi laf… Derdi de
‘vatan hainleri’ydi. Bir taraftan Kardak krizi, bir taraftan
PKK sorunu, bir taraftan da başta ABD olmak üzere AB
ve onların yerli işbirlikçilerinin hain oyunları, yayın
yönetmeninin en baş derdiydi… Derdin hikayesi, Batı
karşısında güçsüz olan Türkiye’nin kimlik arayışından
kaynaklanan korku ve telaş duygusuydu.
Devir faili meçhul cinayetlerin azdığı Tansu Çiller,
Necmettin Erbakan ve Mesut Yılmaz’ın üçlü koalisyon
. Başbakan Tansu Çiller yayın yönetmeni için
‘dişi Asena’, eşi Özer Çiller ise ‘abi’ydi…
O nedenle bir süre sonra papaz olmaya başladık…
Neyse… Daha tam papaz olmadan, aynı gazetede çalışan
fakat ayağını sürüyen meslektaşımız Ayşe Önal, yönetim
değişikliğinden önce Kuzey Irak’a, oradan da Suriye
üzerinden Lübnan’a giden bir gazetecinin tekrar işe
alınmasına ricacı olmuştu hatırladığım kadarıyla…
Yazı işleri odasına Ayşe Önal getirdi o kişiyi. Temiz
yüzlü bir insandı odaya giren.. Temiz, pak, spor giyimli,
sanki ana kuzusu sıcaklığından ormana düşmüşlüğünü
çehresinde gizleyen soğukkanlılığı bir maske gibiydi. Adı
Tuncay Güney’di…
Hani Hürriyet’ten Saygı Öztürk’ün ‘Ergenekon’un
hahamı’ diye haber yaptığı kişi…
Tanıştık… Odadaki boş bir masaya iki iskemle
yanaştırdım… Elindeki işi sordum…Daha önceki
yönetim tarafından Kuzey Irak’a gönderilmiş, oradan
Suriye’ye oradan da Lübnan’a gittiğini anlattı.
Söylediği yerlere daha önce ben de gittiğimden, oradan
buradan konuştuk… Bir süre Samanyolu’nda çalıştığını
anlattı...
Yaptığı gezi ile ilgili yazıyı verdi… Şöyle bir baktım…
Yazısı iyi değildi. İçeriği de sığdı. Dişe dokunur pek bir
şey yoktu. Zorlama ile 2-3 günlük bir dizi yapabilirdim.
Yazıdan hatırımda kalan, Barzani'nin mi Talabani'nin mi,
-pek ayırt edemiyorum- Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’a
selam göndermesiydi o günlerden bugüne..
Fotoğrafları istediğimde, oradan buradan alınmış kareleri
gösterdi. Örneğin görüştüğünü ve söyleşi yaptığını
söylediği Talabani ve Barzani ile çektirilmiş fotoğrafları
yoktu. Tuhaftı. Oralara kadar gideceksin, o bölgenin en
önemli liderleriyle konuşacaksın ve fotoğraf
çektirmeyeceksin!
Lübnan gezisi ile ilgili fotoğrafları isteğimde ise bir
sürelik yanımdan ayrıldı ve çok güzel dia (o zamanlar
film olarak dia kullanılıyordu) kareleri getirdi. Gördüğüm
gibi tanıdım fotoğrafları… Daha önceki dönemde
Akşam’da çalışmış olan benim de iyi arkadaşım olan
Sedat Aral’ın Lübnan ve Filistin ile ilgili büyük bir arşivi
vardı… Gösterdiği dialar onun o bölgelerde
çektikleriydi…
Uyanık Güney, Aral’ın dialarını kendisininki diye
yutturmaya çalışmıştı… Dakika bir gol bir…
Ben de, saf saf, bir daha böyle bir şey yapmamasını,
yaptığı şeyin emeğe saygısızlık olduğunu anlatmaya
çalıştım.. O da kös kös dinledi… Nereden bilirdim
adamın nelere bulaştığını…
Güney’in içi boş, zorlamayla doldurmaya çalıştığım
yazısı iki veya üç günlük bir dizi oldu sanırım…
Meğer Güney’in dizileştirdiğim gezide neler olmuş
neler… Gezi arkadaşları, Aydınlık muhabirleri ve
görevlilermiş (acaba JİTEM’ciler mi?)… Güney bu gezi
sırasında Veli Küçük’le Barzani’yi tanıştırmak istemiş,
Barzani’ye ve Talabani’ye 12 bin, PKK’nın önemli
liderlerinden Cemil Bayık’a da 6 bin silah teslim
etmişler… Lübnan’dan da Apo ile Doğu Perinçek’in
birlikte çekilmiş o meşhur fotoğrafını PKK’lılardan alıp
MİT’e getirmiş… Bunlar, Ergenekon haberlerinin etrafa
saçıldığı zamanımızda, Güney’in açıklamaları…
Silahların PKK’ya verilmesi doğruysa tam bir
skandal…Ve Güneydoğu’da nelerin döndüğünün nasıl
oyunların oynandığının en hazin tarafı…
Fakat o zamanki gezi yazısında bunların dirhemi bile
yoktu. Ne bunlar ne de doğru dürüst bir Kuzey Irak,
Suriye ve Lübnan analizi…
Tuhaf bir insandı. Gazetenin yazı işleri katındaki ziyaretçi
yerinde, bilinen gazeteci camiasının tiplerinden farklı,
daha çok İslami dünyanın badem bıyıklı, yüzleri kağıt
gibi beyaz gençleriyle gördüm birkaç kez.
Onun yeri istihbarat servisindeydi. Güney’i oradaki
arkadaşlara birkaç defa sordum. Pek tanıyan ve huyunu
suyunu bilen de yoktu.
Bu arada, Güney, yayın yönetmeni Behiç Kılıç’ın
koruyucu kanatlarının altına girdi. Kılıç, bana
güvenmediği için Güney’i ve getirdiği haberleri
şimdilerde Yeni Çağ gazetesinde yazarlık yapan ve
samimi milliyetçi çizgisi ile tanınan Arslan Bulut’a teslim
etmiş, beni de bu tuhaf insandan kurtarmıştı.
Kılıç, zaman zaman Güney’i yanına çağırır, o günlerin
gündemdeki konusu ilgili olarak, haber başlığı verir ve
hadi git hemen haberi yap gel derdi…
O da elinde bir müsvedde ile birkaç saat sonra gazeteye
gelir, Akşam’ın manşeti oluşurdu…
Başlık konuları hemen hemen birbirinin kopyası gibiydi:
Vatan hainleri vatanı ABD’ye sattı, ABD ile PKK
işbirliği yapıyor veya yerli uşaklar vatanı AB’ye
satıyor…
Kısa zamanda Güney’in haber kaynağı da ortaya
döküldü… Ben MİT’e gittiğini sanıyordum… Meğer
oraya değil de Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Doğu
Perinçek’in liderliğindeki Aydınlık dergisi veya İşçi
Partisi merkezine gidiyor, oradaki ağabeylerinden haberi
alıyor ve geliyordu.
Akşam yönetiminin hoşuna gidecek haberler Aydınlık’ta
mebzul miktardaydı. Tek ki istenilsin… Artık,
Aydınlık’tan Akşam’a açık açık haber servisi
başlamıştı… Haberler hiç çek edilmiyor, esası
bozulmadan yazı işlerinde senaryolaştırılıyordu.
Benim için Güney tehlikeli adamdı. Gazeteci hiç değildi.
Çünkü ismen Aydınlık da olsa kaynağı bana göre
karanlıktı.
Türkiye medyasının bir sorunu vardır. İstihbarat servisleri
ile ilgili doğru dürüst uzman haberci yetiştireceklerine,
istihbarat servislerinin gazetelere bilerek yerleştirdikleri
görevlilere hep kucak açmışlardır… Bugün bile hemen
hemen tüm gazetelere yerleştirilen elemanlar vardır. Yani
bir anlamda basın istihbarat servislerinin, dolayısıyla hep
devletin kontrolünde olmuştur.
Bu nedenle istihbarat alanında uzmanlaşmış gazetecilerin
yapacakları doğru dürüst haberler yerine, önemli
zamanlarda okuyucu bu elemanların dezenformasyon
(çarpıtma) haberlerine mahkum edilir.
Benim teşhisim Tuncay Güney de onlardan biriydi…
Emekli MİT’çi Mehmet Eymür’e göre, çift
mesleklilerdendi. Fakat şimdiye kadar gördüklerimden,
bildiklerimden veya işittiklerimden farklıydı…
Büyük gazetelerde bu tip elemanlar memur kılıklı veya
servise zaman zaman parça başı muhbirlik yapan
meslekten kişilerdir. Bazıları ise, bu görevi gazetelerin
köşelerinde yazarlık yaparak yerine getirirler… Ellerine
önemli dosyalar verilir. Zamanla mesafeyi iyi
ayarlayamayıp çizmeyi aşanların başlarına da olmadık
işler gelir.
Güney ise arka sokaklara düşmüş iyi aile çocuklarının
korkaksılığına karşın bir militandı. Üzerinde memur
hımbıllığı, yazar kibri yoktu. Gençti, dinamikti ve
zekiydi. Bilgi olarak donanımlı mıydı? Onu
bilemeyeceğim… Entelektüel bir dünyası olduğunu
sanmıyorum…Yani Osmanlıya Arabistan’da kök
söktüren bir İngiliz Lawrence gibi değildi. Herhalde,
bilmesi gerekenleri biliyordu… Veya öyle
yetiştirilmişti…
Bizim gazeteler ortalama veya ortalamanın altı kalitede
insanlara kapılarını açtıklarından, basına gazeteci olarak
sızması da sorun değildi... Veya devşirilmesine müsait bir
yapısı vardı…
Ki bir zamanlar yol arkadaşlığı yaptığı Aydınlık’ın web
sitesinde onun kişiliği ile ilgili ortaya dökülmen bilgiler,
Güney’i hiçleştirmek, sıradanlaştırmak içinse de
önemli…
Çorum’un Kargı ilçesinde 1972’de doğmuş.. Babasını
küçük yaşta kaybetmiş.. İmam Hatip Okuluna gitmiş..
Orada ağabeyler tarafından keşfedilip, İstanbul’a
postalanmış. İstanbul’dayken dini cemaatlerde ırzına
geçilmiş. İddiaya göre suç makinesi haline
dönüştürülmüş… Hikaye böyle uzayıp gidiyor…
Evet.. yine Akşam günlerine dönelim…
Akşam’da ünlendikçe Güney’in eşcinselliğiyle ilgili
dedikodular, gazete koridorlarında istihbarat servisinin
şeytana pabucunu ters giydiren muhabirlerin eğlencesi
olmaya başlamıştı.
O sıralarda Güney’in Aydınlık’tan getirip, yazıişlerinde
senaryolaştırılan haberlerden rahatsız olan ABD’nin
İstanbul konsolosluğundan birkaç görevli gazeteyi ziyaret
etmişti…
Yani ABD’liler işi ciddiye almışlardı… Çünkü gazete ne
kadar gayrı ciddiyse tirajı da o derece yüksekti.. O çılgın
bozdolabı ve TV promosyonlarıyla gazete 1.5 milyon
satıyordu. Tirajda birinciydi…
Ben o sıralarda gazeteden ayrılmak zorunda kaldım. Bir
süre işsiz kaldıktan sonra, yayın hayatına yeni başlayan
Radikal’in özel haber servisinin ikinci yöneticisi oldum.
1996 yılıydı. Tirajı yerlerde sürünen Radikal, Susurluk
olayını iyi değerlendirerek isminden söz ettirmeye
başladı. Susurluk haberlerinin çoğu da Özel Haber
Servisi’nin ürünüydü. Servise çarpıtma, yani
dezenformasyon haberleri yağıyordu. Bu konuda
hiçbirimiz uzman değildik. Çoğu işin altından, tartışarak,
biraz da el yordamıyla çıkıyorduk. Ve tecrübe
kazanıyorduk.
Bu arada Tuncay Güney yeniden sahneye çıktı. Bir
fotoğrafı Radikal’e yüksek bir fiyatla yedirmeye çalıştı..
Fotoğraf, Susurluk kahramanı Abdullah Çatlı ile Tansu
Çiller’in birlikte çektirdiği fotoğraftı. Radikal bu oyuna
gelmedi. Çünkü fotoğraf fotomontajdı. Radikal de
fotoğrafı ‘asparagas fotoğraf’ olarak tersinden haber
yaptı.
Olay ortaya çıktığında Akşam da Tuncay Güney’in işine
son verdi… Veya vermek zorunda kaldı.
Bu arada Susurluk haberleri bizim de başımızı yemişti…
Servis hemen hemen dağıtıldı.
Arkadaşlarımızla işsiz kaldık…
2000’li yıllardı sanırım… Veya 1999… Gazetelerde
Güney’le küçük bir haber ile karşılaştım Taksim’de
dolandırıcılıktan gözaltına alınmıştı. İşyeri olarak
kullandığı bürosunda JİTEM’ciyim diye iş bitiriyormuş.
İş sarpa sarmış… İşlerini hallettirmek isteyenler,
dolandırıldıklarını anlayınca iş polise intikal etmiş…
Bundan 15-20 gün önce, Akşam’dan Güney’i tanıyan bir
arkadaşıma sordum o olayı… Meğer Güney yalnız
JİTEM’ci sahtekarlığı değil, OMO, piyango sahtekarlığı
da yapıyormuş o dönem….
Tuhaf ilişkiler ağı… Fakat Susurluk olayından sonra işsiz
kalanların piyasada çek-senet işi yaptığını da
unutmayalım. Demek ki, Güney de aynı yolun yolcusu
olmuş… Demek ki Güney yaptığı işlerden yeterli parayı
kazanamamış…Ne de olsa burası Türkiye.
Ve bilindiği gibi ünlü Ergenekon dosyası Güney’in
işyerindeki bilgisayarında ortaya çıktı.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlar ve Silah
Kaçakçılık Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, tarafından
sorgulanan ve 11 sayfalık ifade veren Güney, daha sonra
serbest bırakılıp, eline de 10 yıllık ABD vizeli pasaport
tutuşturulup ABD’ye postalanır… İlginç değil mi?
Bu arada İstanbul Devlet Güvenlik Savcılığı
bilgisayardan çıkan bilgileri yeterli görmez ve olayla ilgili
dava bile açmaz… Bu da tuhaf değil mi?
Elde Ergenekon yapılanması ile ilgili dosya var, Güney’in
poliste verdiği yazılı ve videolu ifade var…
Fakat ne Güney hakkında ne de Ergenekon yapılanması
ile ilgili dava açılıyor.. . Bu daha ilginç değil mi?
Tüm bu ilginçliklerin arkasından, Ergenekon dosyası
tesadüfen bilgisayarında çıkan Tuncay Güney, normal
vatandaşlara yapılmayan bir uygulama ile, serbest
bırakılarak, 2001 yılında ABD’ye gönderiliyor…
Aklıma bir soru takıldı: Acaba Tuncay Güney ABD veya
başka devlet servisleri tarafından korunmaya mı alındı.
Yani şunu söylemek istiyorum: Tuncay Güney
öldürülmesin diye mi ABD’ye gönderildi…
Poliste işkence gördüğünü söyleyen Güney, her
konuştuğunda korktuğunu söylüyor… Ve, nasıl bir
görevinin olduğunu devletin bildiğini de sözlerine
ekliyor.
Ne karışık.. Ne tuhaf bir dünya…
MİT, JİTEM, Emniyet… Galiba devletin o katlarında
büyük bir gürültü var… Acaba niye? Paylaşılamayan ne?
Bir ilginçlik daha…
Nedense gazeteler, Güney’in palavradan hamamlık ve
kişisel cinselliğine ait olan eşcinselliğine ağırlık
veriyorlar… Hem de koro halinde…
Güney ne kadar tuhaf bir tip olsa da, ortaya çıkan
Ergenekon yapılanması Türkiye’nin demokratik
geleceğini tehlikeye sokacak türden bir örgütlenme… İyi
ki Güney gibi sallapati adamlar var ortalıkta… Onun
tedbirsizliği olmasaydı o korkunçluklar ortaya
çıkmayacaktı… Bazen müsibetlerin de hayrı dokunur
insanlığa…
Binlerce insanın fişlenmesi, binlerce insanın öldürüleceği
ile ilgili dosyadan sızan korkunç bilgiler nedir?
Belden aşağı eşcinsellik hikayeleriyle Ergenekon
dosyasının içi boşaltılmaya çalışılıyor... Bunun için de
kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor…
Ergenekon’un içine nüfuz etmiş olan Güney’in
bilgisayarından çıkan dosyanın içinde neler var? Daha
tam bilmiyoruz… Veli Küçük dışında daha başka isimler
ortaya çıkacak mı? Onlar kim?…Boğazda oturan hangi
işadamı, hangi bürokrat? Hangi emekli asker?
Ayşe Önal ablasının elinden tutup Akşam’ın yazı işleri
odasına getirdiği, abisi Behiç Kılıç’ın tepe tepe kullandığı
Güney ciddiye alınmalı ve korunmalı…
Hatta Türkiye’ye getirilmeli ve yargılanmalı, çünkü
kendisi de o yapılanma içinde…
Güney’in, kişisel güvenliği için sık sık konuşup, bir
yerlere mesaj verme zorunluluğundan da doğan, kendine
göre çarpıtmalarından ziyade, basındaki çarpıtmaya
dikkat edilmeli...
Ergenekon soruşturmasını sürdüren İstanbul Cumhuriyet
Savcısı Zekeriya Öz’ün işi gerçekten çok zor…
Arkasındaki vefasız, belkemiksiz siyasi iradeden nasıl
güç alacak... Şemdinli savcısının durumu ortada... Adamı
ortada yapayalnız bıraktılar.
Ben yine umutlu olayım ve acaba Ergenekon’un ucu,
öldürülüp ortalıktan kaldırılan binlerce faili meçhul
cinayetlere de uzanacak mı diye bekleyeyim?
Tuncay Güney haberlerine dikkat…” (Özbek, Nisan
2008)
Tuncay, JİTEM kartı taşıdığı iddialarını ret ediyor,
gösterin inanayım diyor. Oysa olayı, vukuatı çok. Sene
2001. Sarıyer'de Kısırkaya diye bir köye gidiyorlar.
Kendilerine 'JİTEM' süsü veriyorlar. Maşallah öyle güzel
oynuyorlar ki zavallı köylüleri de muhtarı da
kandırıyorlar. E tabii yanlarında Hasdal Kışlası'nda görev
yapan bir de subay olunca gel de inanma.. Tuncay Güney
'JİTEM Albayı'nı oynuyor. Yanında Hasdal kışlasından
bir teğmen, yanı sıra binbaşı kılığında bir arkadaşı daha.
'Kısırkaya Plajı'nı işletenlerin PKK'ya yardım ettiklerini
belirledik. Derhal Mehmetçik Vakfı'na devredeceksiniz'
diyorlar muhtara. Tesis çalışanlarını tekme tokat dışarı
atıyorlar. Muhtara 'köy mührünü al gel kışlaya' diye
tembihliyorlar. O da mührünü kaptığı gibi Hasdal
Kışlası'nın nizamiye kapısından 'Albay Tuncay'la
görüşece-ğim' diyerek giriyor. İnanabiliyor musunuz!
Ekip odada hazır. Sahte Albay, sahte binbaşı ve sahte
olmayan teğmen karşılıyor muhtarı. Devir işlemleri
yapılıyor. Hatta bir kısım köy arazisinin sözüm ona
Mehmetçik Vakfı'na devredilmesini sağlıyorlar.
'Albay Tuncay' o kadar kurnaz ki şeytana külahını ters
giydirir. Sözleşmeye 'Mehmetçik Vakfı' yerine
'Mehmetçik İşletme Tesisleri' yazdırıyor. Köy arazisiyle
ilgili devirler ise şahıslar üzerine yapılıyor. Kim
anlayacak ki! Benzer bir sahtekarlığı Zekeriyaköy'de
yapmaya kalkınca da yakayı ele veriyorlar. Mahkeme
belgelerine göre Tuncay Güney kendisini her yerde
JİTEM'ci olarak lanse etmiş, General Veli Küçük'ün adını
da bolca kullanmış. Genelev patroniçelerinden Matild
Manukyan'dan JİTEM adına kullanmak üzere
Beyoğlu'nda bir ofis aldıklarını söylemiş, vs. Adamın
ilişkileri geniş. Pis işlerine alet ettiği teğmenin kışladaki
odasına Ulusal Sanayici ve İş Adamları Derneği başkanı
Kemal Özden'in mobilya göndermesini falan bile
sağlamış. Ve daha neler neler.. Sözkonusu dava
dosyasında Veli Küçük'ten Yalçın Tanfer'e, eski polis şefi
Ümit Bağbek'ten işadamı Korkmaz Yiğit'e, Ergenekon
sanıklarından Ümit Oğuztan'dan Turgut Büyükdağ'a
kadar pek çok isim geçiyor. Benim merak ettiğim husus,
uluorta isimlerini kullanan ve menfaat temin eden Tuncay
Güney hakkında resmi nitelikli kişi ve kurumların dava
açıp açmadıkları
Cumhuriyet’e verdiği röportajda şu satırları dikkatli
inceleyelim:
“Ergenekon’un çalışma planlarına bir bakın. Ergenekon
meselesi Türkiye içerisinde, yani Misaki Milli sınırları
içerisinde bir hareket değildir. Amerika’ya, Ortadoğu’ya
uzanır bu ilişki. Amerika şu an bastırıyor bu işin
açıklanması için. Bir söz vardır: ‘İngilizler adamı
gıdıklayarak öldürür’. Amerika da aynen bunu yapıyor.
Türkiye’yi gıdıklayarak öldürüyor. Gazeteleri okurken
gülüyorum. Ergenekon’u Türkiye içinde aramaları çok
komik.
Ben çoğu zaman salağı oynardım. Duymamam gereken
şeyler olduğunda ben zaten salak bir insanım, ne
dediğinizi anlamıyorum derdim. ‘Siz beni o zaman
tanısaydınız, şu adama bak, bununla konuşan herife ben..’
der küfrederdiniz. Bana o zaman derlerdi: ‘Seni gazeteci
yapanın ben..’ diye. Ama şansa bakın ki bu kadar önemli
dosyalar bana geliyordu.
Veli Küçük kariyerli bir adamdır, entelektüel bir adamdır
fakat diplomasi bilmez. Milliyetçi ya da ülkücü falan
değildir. Atatürkçüdür. Ben birçok üst düzey insanla
olduğu gibi Veli Küçük’le de tanıştım. Bana çok
güvenirdi. Fikirlerime çok önem verirdi. Ama bu ‘Yeşil’
meselesinde, yani Veli Küçük’ün Yeşil olduğu
meselesinde, hayret bu savcı çok iyi çalışıyor...
Veli Paşa’nın bir özelliği vardır, hayâlî insanlar yaratır.
Gider halktan bir tane elektrikçi bulur, ona dinleme cihazı
bağlar, sonra onunla arkadaş olur. Nâzım Hikmet’in
‘Taranta-Babu’ya Mektuplar’ diye bir kitabı var. O
kitapta Cezayirli bir çocuğa mektup yazılmıştır, ancak
böyle bir çocuk yoktur ki. Bu yazarın hayalinde kurmuş
olduğu bir şeydir. Veli Küçük de aynen bunu yapardı.”
(Yılmaz, 2008)
ÇİFTE AJAN GAZETECİLER
Emekli MİT mensubu Mehmet Eymür’e ait olduğu
bilinen “www.atin.org” adlı internet sitesinde, Güney
gözaltına alınmadan yaklaşık bir yıl önce çıkan “çift
meslekliler” başlıklı yazıda anlatılan, istihbarat servisleri
için çalışan gazetecinin de Güney olduğu öne sürülüyor.
Bunun nedeni MOSSAD’ın en yoğun çalıştığı darbe olan
28 Şubat sürecinde aktif rol üstlenmesi…
Mehmet Ali Birand hazırladığı 32. Gün’e 17 Ağustos
2008’de çıkan Güney, Toronto’dan canlı olarak bağlandı.
2001 yılında verdiği ifadelerle, soruşturma sonucunda ele
geçen belgeler ve ifadeler birebir örtüştüğü ortaya çıkan
Tuncay Güney, Ergenekon’da bilinmeyenleri anlattı ve ve
hakkında yapılan suçlamaları 32. Gün’de cevapladı...
Bazı medya organlarında Tuncay Güney’in Mehmet Ali
Birand hakkında “başka bir ülkeye çalışıyor” şeklinde bir
iddiada bulunduğu haberleri yer aldı. 32. Gün bunun
üzerine açıklama yapmak zorunda kaldı: “Başlığa çekilen
bu iddia gerçek dışıdır. Tuncay Güney, böyle bir ithamda
bulunmamış, sadece böyle bir belge ‘gördüğünü’
söylemiştir. 32. Gün yayınının tamamını izleyenler veya
deşifreleri okuyanlar durumu anlayacaktır.
Programda Tuncay Güney, Mehmet Ali Birand’ın
‘Ergenekon için çalışmayacak’ gazeteciler listesinde
olduğunu, kendisi ve ailesi hakkında bir rapor
hazırlandığını ve bu raporu ‘gördüğünü’ söylemiştir.
Bunun üzerine Rıdvan Akar da bu raporun daha önce
basına yansığını ve raporda çok sayıda gazetecinin adının
yer aldığını; örneğin ismini yayında açıklamayacağı 10
gazetecinin de MİT tarafından yerleştirildiğinin iddia
edildiğini ifade etmiştir.
Güney, bu raporu Mehmet Eymür’ün hazırladığını ve
aynı rapordan bahsettiklerini doğrulamıştır.
32. Gün Genel Yayın Yönetmeni Rıdvan Akar, stüdyoda
bulunduğu için, Vatan Yazarı Can Ataklı’ya dönerek aynı
raporda Ataklı’nın da MOSSAD ajanı gazeteciler
arasında yer aldığını söylemiş. Bunun üzerine Can Ataklı,
bu rapor ve iddia ile ilgili ‘işte bu sözün bittiği yer’
yorumunu yapmıştır.
Sözü edilen ve bütünüyle hazırlayanın subjektif
yorumuna dayanan, içindeki bu tür iddiaları destekleyen
başkaca da hiçbir dayanağı olmayan ‘belge’, daha önce
basında yer almıştır. Nitekim, Tuncay Güney de belge ile
birlikte Mehmet Ali Birand’ın aile fotograflarının yer
aldığını gördüğünü programda ifade etmiştir. Andıç’lar
dahil olmak üzere çok görmüş geçirmişliğiyle Mehmet
Ali Birand, edindiği bu bilgilere karşılık (!) ailesinin
bütün fertleriyle gurur duyduğunu söylemekle yetinmiştir.
Mehmet Eymür tarafından hazırlandığı iddia edilen
‘belgenin’ bir kopyasının Veli Küçük’ün evinde de
bulunduğu iddia edilmektedir. ‘Belgede’ halen televizyon
ve gazetelerin genel yayın yönetmenliği, baş yazarlığı ve
yazarlığı görevlerini ifa eden 49 meslektaşımız hakkında
CIA, MOSSAD, MİT (Sönmez Köksal ekibi, Hiram
Abbas ekibi, Miktad Alpay ekibi) gibi istihbarat
örgütlerine çalıştıkları iddiası yer almaktadır. İşin daha da
garibi MOSSAD adına çalıştığı iddia edilen
meslektaşlarımız arasında muhafazakâr ve İslâmi
görüşleriyle tanınan yazarlar da mevcuttur.
Programın bir bölümünde yer alan ifadeleri çarpıtarak
veya kısaltarak kullanan meslektaşlarımızı bu konuda
hassas olmaya davet ediyoruz. Zira bizim bu konuda
hiçbir şüphemiz ve çekincemiz yok. Bunun en iyi
göstergesi ise, program banttan yayınlanmasına rağmen
bu bölümlerin tarafımızca çıkarılmamış olması ve yayın
kaydına hiçbir biçimde müdahale edilmemiş olmasıdır.
Çeşitli nedenlerle dayanağı kuşkulu da olsa, Mehmet Ali
Birand’ın aleyhindeki her iddiaya gözü kapalı atlama
eğilimleriyle bu ithamları bu kadar kolaylıkla yapanlar,
beraberinde onlarca saygın gazeteciye de aynı ithamda
bulunmaktadır.
Bu konuda meslektaşlarımızın çok dikkatli olmasını rica
ediyor ve bu durumun devamı halinde hukuki yollara
başvuracağımızı kamuoyuna duyuruyoruz.
Saygılarımızla.”
(32. Gün, Temmuz 2008)
Güney’in programda ortaya attığı taşlar, bir delinin dibi
belirsiz kuyuya taş atması gibiydi: "Belki diğer gazeteci
arkadaşlarla paylaşmam gerekirdi ama çift meslekli
gazeteciler araştırmasını görünce bu belgeleri sakladım.
Bugün de gazetecilerin bir kısmı Türk istihbarat
birimlerine çalışıyor. Gazetecilerin beni Ergenekon
örgütüne satacağını düşünerek kimseyle paylaşmadım.
Türkiye'de bazı gazeteciler beni kıskanıyor.
Veli Küçük'le ilişkim gazetecilik ilişkisidir. Veli
Küçük'ün benim haber yapmamda bir çok yardımı oldu.
Haberlerim o dönemde manşetlerde çıktı. Fakat ben
sadece Veli Küçük'ten dosya almadım. Ben Doğu
Perinçek'le de çalıştım. Veli paşadan da gazetecilikte
manşet yapmak istediğim için haberler geliyordu. Elimde
bir askeri kimliğimde yoktu. Bunu emniyet de iddia
edemez.
Korunuyorum yoksa bu stüdyoya rahatlıkla gelemezdim.
Yaşadığım ülkenin demokrasisi gayet güzel. Güvenliğim
konusunda beni kendi arkadaşlarım koruyor. Görmediğim
statüde korunuyor muyum ben bilmiyorum. Yakınımdaki,
grubumdaki inançlı imanlı insanlar beni koruyor.
Benim dosyalarımda Birand'ın dosyası da vardı. O
dosyayı ben bizzat kendim okudum. Dosyada Birand'ın
aile resimleri var. Ayrıca Mehmet Ali Birand'ı yıllar
boyunca Türkiye'de, Avrupa'da bir devletin kolladığı
yazıyor. Yani Birand'ın başka bir devlet adına çalıştığı
yazıyor. Burada RTÜK var bu nedenle bu ülkenin adını
açıklayamıyorum.
Bazıları doğru... Onların bir kısmı benim arşivimde var.
Fakat herşey doğru demek yanlış olur. Be Türkiye'de
şunu görüyorumki bu Ergenekon hakkında, Türk toplumu
çok fazla birşey bilmiyor. Çift meslekli gazeteci
arkadaşlarım bana ‘karnından konuşuyorsun’ diyor.
Ergenekon global bir örgüt. Ergenekon içindeki insanlar
MHP'li değiller, islamcı da değiller. Ergenekon
yapılanması hakikaten güzel bir örgüt. Yurt içinde ya da
yurt dışında falan başarılı bir örgüttür. Ergenekon
Türkler'in Ergenekon'dan çıkışı yani destanı değil.
Ergenekon destanıyla bir ilgisi yok. Ergenekon adı 197879’da İstanbul'da komutanlık yapan bir paşanın hocasının
soyadı.
Beni sorgulayan, bana işkence yapan Emniyet Müdürü de
biliyor Ergenekon örgütünün liderini. O açıklasın bu ismi.
Devlet ona maaş veriyordu, o niye açıklamıyor. Bu köyün
delisi ben değilim. Bu Türkiye'nin iç sorunu. Benim
sorunum değil, ben açıklayamam.”
Bu arada, Mehmet Ali Birand, Tuncay Güney nihayet
anlattı başlıklı yazısında şunları yazdı: ”Tuncay Güney’i
Perşembe akşamki 32. Gün’de bilmem izleyebildiniz mi?
Programa Kanada’dan katıldı. Konuşması, duruşu,
yaklaşımıyla kendinden emin, ne yapmak istediğini bilen
biri.
Ergenekon belgeleri arasında, gazetecilerin büyük bir
bölümünün yabancı devlet istihbarat örgütleri için
çalıştığına dair notlar bulunduğunu da öğrendik. Ben
kendimi merak ettim ve ‘Bir Avrupa ülkesi için
çalıştığımı (!)’ öğrendim. Ali Kırca, Can Ataklı, Güneri
Cıvaoğlu, Can Dündar, Soner Yalçın, Enis Berberoğlu,
Tuncay Özkan, Fikret Bila, Ruhat Mengi, Sedat Ergin,
Ruşen Çakır... daha kimler-kimler... Biri CIA, diğeri
MOSSAD, öbürü MİT’in adamları. Pislik at, iz bıraksın...
Yıllardır aynı teraneleri duyarım. Ciddiye de almam.
Tuncay Güney, kendinin bir Ergenekon kazası kurbanı
olduğunu söylüyor. Gazeteci olduğu için ona gelen
belgeler başına bela olmuş, derin devletin çeşitli
kesimlerinin arasında kalmış.
Ancak, konuşmasına, sıraladığı mantık yapısına, ortaya
koyduğu senaryolara bakınca, pek ikna olmadım.
Yarattığı izlenim Ergenekon’un bir kurbanı değil,
Ergenekon denen ve ne olduğu henüz tam belirlenemeyen
bu garabetin kenarından veya köşesinden bulaşmış bir
insan şeklinde.
Tuncay Güney’i dinledikten sonra, Ergenekon dosyasının
biran önce kesinleşip ortaya çıkması gerektiğine biraz
daha inandım. Zira gizli kaldıkça bu olay sulanıyor ve
işin ciddiyeti kaçıyor.
Umarız, mahkeme bir iki gün içinde kesin kararını verir
de, neyin ne olduğu, kimin neyle suçlandığı ve iddiaların
inandırıcı olup olmadığı ortaya çıkar.” (Birand, Ağustos
2008).
Medyada ne zaman ajan gazeteciler tartışması başlasa
kulak kabartırım. Bu sefer tartışmayı Taha Kıvanç 29
Kasım’da başlattı. MİT ile bağlantılı 23 gazeteci
listesinden söz etti ve iki ismi kodlayarak öne çıkardı.
Herkes bu isimlerin, 'Siyah' kodlu Fatih Altaylı ve MİT'in
kapsamlı tarihini yazan Ergenekon'un tutuklu sanığı
Tuncay Özkan olduğunu anladı. Gerçekten MİT ajanı
olsam “Evet MİT ajanıyım” demem mümkün mü? diyen
ve Kıvanç müstearını kullanan Fehmi Koru'nun
iddialarını ret eden Altaylı, 'Ben MİT ajanı isem, siz it
ajanı mısınız' diye sordu. Altaylı'nın eşi “Boş ver takma
kafana. Bunlar Uğur Mumcu için de MİT ajanı
demişlerdi. Senin gibi ağzında bakla ıslanmayan adamdan
ajan majan olmaz. Hemen kovarlar” demiş. Haksız
sayılmaz.
Kıvanç her ne kadar listeyi İç İşleri eski bakanı Saadettin
Tantan'dan duyduğunu söylesede, bu listenin eski
Başbakan Mesut Yılmaz tarafından kendisi ile görüşen iki
gazeteciye Zafer Mutlu ve Hasan Cemal'e verildiğini
gazeteciler 8 yıldır biliyor. Listeyi kim hazırlamış belli
değil. Ama listenin başına gelenler trajedi olduğu kadar
komikte. Altaylı'nın her hafta MİT'e uğrayıp zarf aldığını
MİT'ci Mehmet Eymür daha önce açıklamıştı. Ancak
Altaylı'yı ilk itham eden gazeteci Haluk Şahin idi.
Şahin'in CIA elemanı olduğunu ise, 'Ergenekon'un
Çöküşü Çöküşü 2' isimli kitabında Zihni Çakır yazdı.
Ergenekon'un kara kutusu Tuncay Güney'e göre, Çakır'ın
listesi, Veli Küçük'ün eline geçen meşhur kayıp
çuvalından çalıntı. Peki nasıl oluyor bu? Güney'i
sorgulayan polis Adil Serdar Saçan tarafından Emniyet
dışına kaçırılan belgeleri teslim alması için, Saçan'a
Küçük Tuncay Özkan'ı gönderiyor. Özkan bir kopyasını
alıp, belgeleri gizliyor, Küçük'e başka kopyayı teslim
ediyor. MİT, iddiaya göre, Saçan'ın gizli deposuna bir
gece girip belgeleri kopyalıyor ve Genelkurmay'a rapor
sunuyor. Depo, tevafuken 2004'de basılıyor ve belgeler
tekrar Emniyet'in eline geçiyor. İstihbarat servislerimiz
arasında tam bir liste kapmaca, saklambaç, körebe
oynanıyor. Güney'e göre ise, Küçük'ün arşivi ve belgeler
Emniyet'in eline geçmesinden sonra Çakır'a, kitabı için
sızdırıldı. CIA ajanı damgası vurulan gazetecilerin
isimleri şunlar: Erdal Şimşek, Kamuran Akkuş, Harun
Odabaşı, Haluk Girti, Önder Şuşuoğlu, Mehmet Güç,
Reha Muhtar, Necdet Açan, Güneri Civaoğlu, Cengiz
Çandar, Mine Kırıkkanat, Haluk Şahin, Okay Gönensin,
Bilal Çetin, Murat Birsel, Ali Bayramoğlu. Bunlar
arasında, MİT tarafından hazırlanan ve eski Anayasa
Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden'in CIA ajanı
olduğunu gösteren bir belge de var. Tek kelime ile
'çakma', saptırma bir liste bu. Bu isimlerin yarısını şahsen
tanırım, hepsi sıkı gazetecilerdir. Susurluk skandalını
ortaya çıkaran gazeteci olarak da ilan edilen Haluk Girti,
"Susurluk olayından sonra işimden gücümden oldum,
Yaklaşık 10 yıldır hiç bir medya kuruluşu beni derin
devlet korkusundan işe almadı. Yıllarca tehdit telefonları
aldım ama öldürülmedim. Bu işleri çorap söküğü gibi
başıma saran, 1998 senesinde Akşam Gazetesinde,
gazeteci olarak tanıdığım Tuncay Güney isimli şahıstır"
diyor. Mehmet Ali Birand, Can Ataklı, Can Dündar gibi
gazetecileride MİT elemanını bırakın yabancı servislere
çalıştığına dair belgeyi gördüğünü söyleyen Güney'in
bahsettiği liste, gayri ciddi. Babasının eski bir MİT
elemanı olması Can Dündar'ı otomatik olarak istihbarat
elemanı yapmaz. 28 Şubat sürecinde, Sabah gazetesinde
Genelkurmay 2. başkanı Çevik Bir'in haber toplantılarına
katılıp manşetleri atmasına ses çıkaramayan Can Ataklı,
servis haberlere mecbur kaldığı için yer vermiştir.
MOSSAD bu dönemde çok etkin diye ne Ataklı'yı nede
işinden kovulup ABD’de Yahudi Strateji merkezlerinde iş
bulan Genelkurmay andıçlı gazeteciler Cengiz Çandar ve
mesleğin duayeni Mehmet Barlas'ı bir istihbarata
yazabilirsiniz. 'Emret Komutanım' kitabını okuduktan
sonra MİT elemanı olduğundan kuşkulandığım ve
doğrusu yıllardır yabancı servisler ne diyor gözüyle
okuduğum Mehmet Ali Birand, 28 Şubat döneminde
Genelkurmay tarafından andıçlanınca, yanıldığımı
anladım. Birand’ın Ermeni kökenli olması onu ajan
yapmaz, ama Küçük gibilerin kara listesine düşebilir.
Ahmet Hakan, Taraf gazetesi yazarı, The Economist
temsilcisi, geçmişte bir çok saygın yabancı medyaya
çalışmış gazeteci Amberin Zaman'ın yabancı istihbarat
elemanı olabileceğini kibarca yazdı. Zaman, cevabi
yazısında, babası Bangladeşli, kocası Erivan'da görevli
bir Amerikalı diplomat olduğu için bu iddianın
çıkartılmasından üzgündü. İyi gazeteci olmayan bu kadar
saygın kurumlarda çalışamaz, kapıya hemen koyarlar.
Kocası Amerikalı CIA veya diplomat diye suçlanan diğer
gazeteciler Taraf gazetesinden Yasemin Çongar ve ünlü
darbe ihtimali yarı yarıya ve Hudson skandalı mimarı
Zeyno Baran. MİT servis haberlerin en yoğun olduğu
Doğan medyasıdır. Buda normaldir. Harp Okulu'dan
solcu olduğu için ayrılan Hürriyet'in yıllanmış gazetecisi
Metehan Demir'in sık sık asker ve MİT istihbarat
kaynakları kullanması gözümden hiç kaçmaz. Eski bir
Deniz subayı iken atılan Ali Kırca'nın 28 Şubat sürecinde
adı ' Düğmeci Paşa' idi. Radikal gazetesinde İstihbarat
şefliği yapan, artık öğretim görevlisi bir akademisyen
olan dostum Deniz Zeyrek, bence Anklara'nın en derin
gazetecisidir. 40 yıllık gazeteci Sedat Ergin, Murat
Yetkin, Enis Berberoğlu ve Muharrem Sarıkaya'nın
Ankara'da istihbarat kaynakları edinmesinden doğal bir
şey olamaz. Ergenekon kitabını yazması için Emniyet'den
bilgi sızdırıldığı için yargılanan Star gazetesi Ankara
temsilcisi Şamil Tayyar'ı, 2. Cumhuriyet söylemi
nedeniyle yaftlanan Ahmet ve Mehmet Altan kardeşleri
hiç saymıyorum. Liste uzayıp gidiyor. Ülkemizde ajan
gazeteci yoktur demek istemiyorum. Yeni Formu çıkaran
Aydın Yalçın gibi Amerikan NED’den yüz bin dolar
aldığını bunu da totaliter rejimlerle mücadele ederek
demokrasiyi yerleştirmek için yaptığını itiraf edenler
çıktı. CIA, 1996 yılına kadar 400 gazeteciyi ajan olarak
saflarına katınca 1996 yılında ABD Kongresi yasa çıkardı
ve CIA'in gazeteci kullanımına yasak getirdi. 2003’de
Irak savaşını desteklemek için para verilen 50 gazeteciden
beşi Türkiye’de idi, biride Ertuğrul Özkök’tü diyen
Eymür belki de yanılıyordur. Gazeteci, haber toplarken
"önemli ve saygın" kişilerle görüştüğü gibi, "kanunsuz ve
seviyesiz" kişilerle de irtibat kurabilir. Aynı yöntemler
MİT için de geçerlidir. Temelde bir devlet ajanının ve
gazetecinin yaptığı iş aynı. Her ikisi de bilgi peşinde
koşar. Ancak hizmet ettikleri kişiler farklı! Demokratik
bir toplumda gazetecilerin görevi devlete hizmet etmek
değil devleti eleştirmektir. Sorun, kaynaklarının etkisinde
kalan gazetecilerin sunduğu açık istihbaratların şaşırtıcı
olmasındandır. Ankara gazetecileri ile İstanbul
gazetecileri aarsındaki bariz farklar vardır. ABD'den
dönüşünde Aslı Aydınbaş, gazetecilerin bildiklerinin
yüzde 20'sini yazdığını, yüzde 80'ini sakladığını hayretle
görmüştü. Bunun nedeni, tam tersi olsa o gazeteciye
kaynakları bir daha bilgi aktarmazlar, gazetecilik
yapamaz. Ankara, son 10 yıldır büyük devletlerin ana
istihbarat üssü haline geldi. Gazetecilik yapanlar mutlaka
yabancı misyonlarda görev yapan bu casuslarla karşılaşır,
konuşur, bilgi alır. Yabancılar, Türkiye'yi çözmekte
zorlandıkları zaman gazetecilerden kibarca açık istihbarat
mahiyetinde bilgi rica ederler. Bu alış veriş şeffafdır,
haber için karşı taraftan bilgi akışının sürmesi için
gereklidir. Bu gerçeği bildiklerinden dolayı, MİT ve diğer
istihbarat servislerimizin istihbarata karşı koyma faaliyeti
için medya içine sızması kaçınılmazdır, engellenemez.
Eymür, MİT gazetecisi var mıdır merakımızı aslında daha
önce gidermişti. Şunları kendi web sitesinde yazdı:
MİT'in, istihbari faaliyetler gerektirdiği takdirde gazeteci
kullanması, yasal bir durumdur. MİT kanununa göre,
"MİT'in kadrolu personeli" ile "MİT elemanları", bir
bütün olarak "MİT Mensubu" olarak tanımlanırlar
(Madde 2.b). "MİT Mensupları" arasındaki fark, "kadrolu
personelin" açık ödenekten, elemanların ise "örtülü
ödenekten" ücretlerini almasıdır. "Eleman" tanımı,
istihbari faaliyet yürüten ve ücretini "gizli ödenekten"
alan "Ajan" dahil çeşitli kategorideki hizmet grubunu
temsil eder. MİT'in yurt içindeki istihbarat alanını
kısıtlayan tek istisna Ordu'ya ait "İç hizmet Talimatı"dır.
Bu talimat MİT'in ordu içinde istihbarat yapmasını "izne"
bağlar. MİT'in "ihtilalleri haber alamama" gerekçesi
olarak kullandığı bu kısıtlama, zaman zaman eleştirilere
uğramışsa da halen geçerlidir. Genelde gazetecileri
yönlendirmeye çalışan, bilgi sunan Türk istihbaratçılar
kimliklerini deşifre etmezler, ama gazetecilerin
anlamasını da sağlarlar. Bordrolu veya bordrosuz MİT
gazetecisi mutlaka vardır. MİT elemanı olduğunu çaktıran
iki kişi ile bu güne kadar muhatap oldum, derin haberler
için bilgi aldım. Biri Başbakanlık Müşaviri makamında
Yasin Aslandı, ki sanırım CIA'ye de çalışıyordu. İkincisi,
Süleyman Demirel'in MİT'deki sağ kolu olduğu imajı
veren, tasfiye edilen Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Nurallah Aydın idi. Gazeteciler, bu bilgileri 'üst düzey
kaynaktan edindiğim bilgiye' diye yazarlar. Türk
medyasında sadece CIA bağlantılı gazeteciler yoktur.
Birçok ülke ile yakından ilişki içerisinde olan ABD ve
AB ülkelerinin politikalarına destek veren gazeteciler
bulunuyor. MİT bağlantılı gazetecilerin kimler olduğunu
merak edenlerin neden ABD ve AB bağlantılı gazeteciler
üzerinde düşünmediğini merak ediyorum. Siz yazan değil
yazmayan, bilgileri saptıran gazeteciden korkun.
Bildiklerinin yüzde 80'ini yazmayan gazetecilerin
azalması için TBMM yasa çıkararak MİT'in gazeteci
kullanımına yasak getirmelidir.
ERGENEKON’UN MASKESİ DÜŞTÜ
Ergenekon davası, Cumhuriyet’imizin gövdesini kemiren
tüm kurtları bir çırpıda temizleme iddiasında değil.
Savcılar, iddianameyi yazarken davanın derin devleti
yargılama davasına dönüşmemesi, ordumuzu ve MİT'i
yıpratmaması için özenli bir dil kullandı. Bu kurumların
kendi içinde sessiz temizlik yapmasına imkân tanıdı.
En başta sorunun köküne inmeyi reddetmiş gözüken,
sadece görünen cerahati kesip atmakla ilgilenen, bir dava
ile karşı karşıyayız. Dava, derin devletin dört veya
dörtbin beşyüz kişi arasında gizli kadroları bulunan elit,
oligarşik, burjuva, milletvekili olmadığı halde
dokunulmazlığı bulunan üst düzey ve alt kadrolarından
bahsetmiyor. Onları ortaya çıkartıp temizlemeyi değil,
gözdağı vermeyi hedefliyor. Dokunulmaması gereken
bazılarına ilk defa dokunduğu için ise, farklılık arz
ediyor.
Yine de Ergenekon davası, yargılama sürecinde son 50
yıllık faili meçhulleri ortaya çıkaracak, hatta cumhuriyet
tarihimizi yeniden yazdıracak gelişmelere gebe. Nihayet
kara koyunlarımızın bir kısmı ayıklanıyor, kirli
bağırsaklarımızın kör kısmı geçici de olsa temizleniyor.
Ergenekon davasına yansıyan müthiş bilgiler, üç
maymunu oynanayanları “maymunluktan” vazgeçirmedi.
Dağın fare doğurmasını bekleyenler afalladı, ama halen
fili sığdıracak çuval arıyorlar. Oysa görmezlikten
geldikleri canavar, dudakları uçuklatan boyutta.
“Sahte cumhuriyetçiler”, “numaradan ulusalcılar” ve
Atatürk'ün arkasına saklanan “ihanet şebekesi” deşifre
edildi. Ülkemizin altını oyanların şaşırtan kimlikleri,
yılların “psikolojik savaş” ürünü ezberleri bozdu.
İdeolojik körlüklerden dolayı halen 1970'li yıllarda
yaşayanlar, Ergenekon'un kendi adamlarını ıskartaya
çıkartıp öldürdüğünü yıllardır ıskaladılar.
1990'lı yıllarda Arif Doğan ve Veli Küçük'e JİTEM
kurdurularak Ergenekon operativ hale getirildi. Son 20
yılda kurdurulan Hizbullah, İBDA-C ile aktifleştirilen
TİT, DHKP-C ve bazı taşeron sağ ve sol terör örgütleri
hep kontrollerindeydi. İddianameye göre, Küçük'ün
Yeşil'in sağkolu Osman Gürbüz'e Hablemitoğlu'nu
öldürme emrini verdiği belgelendi.
1990'lı yıllarda Doğu’da ve Batı’da binlerce faili meçhul
cinayete azmettiren Küçük, Gazi olayları, Danıştay
saldırısı ve Cumhuriyet gazetesini bombalatma gibi
siyasetin ve ülkenin dengesini bozacak sayısız
provokasyona karıştı. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı
cinayetlerine kadar sağ kesimlerin üzerine atılan tüm
suikastların, iftiraların mimarıydı. Milliyete, inanca,
düşünceye göre yaptığı fişlemeler onbinlerce can yaktı.
İddianameye göre, Ergenekon terör örgütü, PKK,
Hizbullah ya da DHKP-C gibi terör örgütlerinin tasfiye
edilmesinden değil, kontrol edilmesinden yana.
Ergenekon-PKK ilişkisinin kanıtlarından biri de Öcalan'ın
avukatı Doğan Erbaş ile Perinçek arasında geçen bir
görüşme. Veli Küçük ve Ümit Oğuztan'ın evinde ele
geçirilen “Panzehir” adlı örgütsel dokümanda PKK'nın
tamamen tasfiye edilmesi yerine Öcalan'la işbirliği
yapılması ve Ergenekon'da kendilerine “genç subay”
diyen kişilerin PKK'da üst düzey görevlere getirilmesi,
PKK'nın Kuzey Irak'ta 3 bin militan sayısında tutulması
gerektiği belirtiliyordu.
Perinçek'in PKK ile ilişkiyi yürüten, hatta Aydın Doğan'a
Küçük tarafından mesaj götüren elçi oluşu, sahte ulusalcı,
eski Maocu’nun maskesini düşürüyordu. Perinçek'in
Küçük'ün pek çok provokasyonunda ve terör
eylemlerinde “katalizör”, “organizatör” veya
“provokatör” rol üstlenmesi ilgi çekiciydi. ABD ve
NATO düşmanı sanılan “binbir surat” Perinçek'in esasen
Ergenekon'u yönlendiren Neo-Amerikancı merkezlere
çalışması hayret verici bir pişkinlik olarak
yorumlanıyordu.
Güya kapitalizm, emperyalizm, ABD karşıtı İlhan
Selçuk'un ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'e Ak
Parti aleyhinde rapor sundurması, Oral Çelik’e 500 bin
dolar vererek başbakana yönelik suikast işlenmesine dair
bilgileri el yazısıyla not defterine geçirmesi, inanılmaz
belgeler olarak algılandı. Selçuk ve Çelik isimlerinin
yanyana gelmesi, ezber bozucu olduğu kadar ürkütücü de.
Ergenekon davasında sanıkların profili, sanırım pazarlık
için, kasten düşük tutuldu. Ankara'da biraz gazetecilik
veya siyaset yapmış herkes, “Donkişotca” derin
devletçilik oynayan söz konusu pervasız ekiple karşılaşır.
Bir süre sonra gerçek sahipleri ve liderini tanır, gücünü
bilir, kalemi yazmaz olur, yanlışa direnemez. Cesur
gazeteci, polis ve savcılarımızın işbirliği ile nihayet
yanlışa “dur” denildi.
Tabii ki, yargılanacak yüz kişinin “günah keçisi”
yapılmasıyla “derin devlet” çökertilmiş olmuyor. Fazla
büyütmeyelim. Oluşan konjonktürel, siyasal ve dönemsel
şartlar karşısında kamuoyunun tepkisini göze alamayan
'Beyaz Türkler'in direnci kırıldıda, işlevini tamamlamış
Ergenekon çetesi kurban verildi.
Eski Ergenekon yapılanmasının yenilendiği süreci
yakından takip edip, ihbar niteliği taşıyan onlarca köşe
yazısı yazmış, hatta 2006’de kitap haline getirmiş bir
gazeteciyim.
“Özel kuşlarım” olduğunu sanmayın. Elde ettiğim bilgiler
tamamen “açık istihbarat.”
Derin devletçi grupların kimseden korkusu yok, onlarca
web sayfaları var, göstere göstere Ak Parti hükümetini
devirmeye çalışıyorlar, eylem yapıyorlar.
Sadece kimler olduklarını bilmeniz ve bilmeceyi
çözmeniz için parçaları birleştirmeniz gerekiyor.
Susurluk sürecinde kirli bağırsaklarımız tam
temizlenseydi, ortaya çıkartılan illegal derin çeteler ve
tepe organizasyonu Ergenekon, bu denli cesur olamazdı.
21 banka battı, ülkemiz 50 milyar dolar kaybetti, siyaset
ve ekonomi çöktü, ama asıl sorumlular yargılanamadı.
Susurluk’un arkasındaki “gulyabani”, 29 Ekim 1999-dan
itibaren strateji değiştirdi. Daha önce bir araya gelmesi
asla düşünülemeyen örgütler, gruplar, şahıslar, “Yeni
Ergenekon” yapısı içinde “Ulusalcı”, “Kızılelmacı”,
“Kuvvacı” temasında birleştirildi.
Hücre yapıları kuruldu. Hiç bir Batı demokrasisi, böyle
yapıları barındırmaz.
2002'den beri süren Ergenekon Terör Örgütü'nün Ak
Parti'yi devirme operasyonu, 2003’le 2004’de Sarıkız,
Ayışığı ve Eldiven isimli darbe tertipleriydi.
Hedefe ulaşmak için her yolu mubah gören bu yapılanma,
eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa’yı
yıpratmak için haberler ürettirdi, köşeler yazdırdı.
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’dan bekledikleri desteği
bulamayınca darbe umutları sonlandı. 22 Temmuzda
(2007) sandıkta halk, Ergenekon’u tokatlayınca koalisyon
umutları da suya düştü.
Ak Parti, selefleri gibi geri adım atmayıp dik durunca
kızılca kıyamet koptu.
Bugün Ergenekon olarak ortaya çıkan “derin devlet”in
başlangıcı Atatürk'ün ölümünden sonradır. Milli değildir,
dışa bağımlıdır, Fransız Büyük Mason Locası’na hesap
verir.
En üst yapı olan Illimunati’nin önderi Henry Kissinger,
Bilderberg veya başka özel toplantılarda CFR üyesi olan
baronumuzla paslaşır.
1935 yılında mason localarını kapattıran Atatürk,
devrimlerine karşı çıkan masonların ekonomiyi ve
siyaseti tamamen ele geçirmesini mahzurlu bulmuştu.
İnönü döneminde krallıklarını ilan ettiler, Atatürk’ü
putlaştırıp arkasına saklandılar. Her on yılda bir askeri
darbe tasarlayan yapılanma, amaçları doğrultusunda her
kesimi kullanmayı becerdi.
İstediklerini yıllarca üniversitelere rektör, kentlere vali,
emniyet müdürü yaptılar. Hayatı İstanbul'da Bebek Otel
Bar'ında, Caddebostan Büyük Kulüp'te geçen
baştabipleri, başsavcılari, bürokratları, üst yargı üyelerini
seçtiler.
Medya ellerindeydi.
Ergenekon, buzdağının görünen küçük bir kısmı.
Hortumlama, hırsızlık düzeninin devamı için istikrarsızlık
planlayan ve siyasetde boşluk arzulayan bu ülkemizin
baronları, hep maşa kullandı, hiç yanmadılar, her zaman
dokunulmaz kalmayı başardılar.
Türk halkı uyanırsa böyle tatlı para kazanamazlardı, bu
nedenle “ötekiler” diye aşağıladılar, varoşlarda
hapsettiler.
Böldüler, kamplaştırdılar.
Birleştirici unsurlardan, dinden, kültürümüzden,
değerlerimizden nefret ettiler. Kurtlar Vadisi, Şubat
Soğuğu,Yağmurdan Sonra, Tek Türkiye gibi diziler,
ipliklerini pazara çıkardı, rezil oldular.
Halk desteğini alan Ak Parti başarılı oldu, farkında
olmadan 2. Cumhuriyeti kuruyor. Atatürk'ün öldüğü
günden beri Türkiye'yi yöneten derin devlet çöküyor,
bitiyor.
Bu arada sağduyu diyerek farkettirmeden, şantaj
yapıyorlar.
Her biri kaybettiğini hissetti, kaybedecek bir şeyi
olmayan Türk halkından iyice korkmaya başladılar.
Ergenekon’un demokrasiyle hesaplaşmasından ortaya
yeni bir Türkiye çıkacaktır.
Ergenekon’un gerçek sahipleri bu seferde yakayı
kurtarabilir, tüm yapı deşifre edilmeyebilir.
Uzlaşma sağlanacaktır. Lider ve dört binden fazla olan
tam kadronun, listesi artık polisin elinde. Hep takip
edilecekler. Eskisi gibi açıkca meydan okuyamayacak,
yer altına çekileceklerdir.
Kimisine göre, “derin devlet” yok, Ergenekon çetesi gibi
devletin görevlendirdikleri var. İşin doğasından
kaynaklanan bir illegal görünme söz konusu.
Dava sürecini baltalayacak olan gerçek şu: Genelkurmay,
Jandarma, Emniyet ve MİT yasalarının hepsi bu gizliliğe,
gizli görev yapmaya izin veriyor. Devlet sırrı konsepti, bu
zamana kadar korunmalarını sağladı.
Derin devlete geçit veren yasal hükümler varsa,
Ergenekon çetesi, neden bugün cezalandırılıyor? Davaya
esas teşkil eden deliller, davanın derin devletle
ilişkilendirilmeme politikasıyla çelişiyor.
Bazılarına göre, “derin devlet” aslında her devlette olması
gereken ancak Türkiye’de çeteleşen devlet. Türkiye'de
artık kimse derin devletin olmadığını tartışmıyor.
Ergenekon'a yıllardır efsane olarak yaklaşanlar bile
yelkenleri suya indirdi. Ergenekon davasıyla ortaya çıkan
örgütlenmenin derin devletin neresinde olduğuna cevap
aranıyor.
1970'lerde Ergenekon denilen derin devlet yapılanmasını
ilk defa telâffuz eden isim, emekli bir deniz binbaşısı ve
yazar olan Erol Mütercimler’di. Ona bu bilgiyi veren,
emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, “Ben de
Ergenekon’un üyesiyim. Ergenekon Türkiye’de bütün
kurumların üstündedir” demişti.
1980’lerde MGK bünyesinde oluşturulan Psikolojik
Savaş biriminin kurucularından, emekli Kurmay Albay
Tahir Tamer Kumkale, “Derin devlet vardır, gereklidir,
bu mefhum devletin bütün kademelerinde yaşamaktadır”
sözleriyle aslında şüphelere son verdi.
O halde, Ergenekon çetesi kimlerin oluyor, birilerince
kullanıldığı gerçeği, niçin ıskalanıyor? NATO ülkelerinde
ABD-CIA patentli Gladio tipi yeraltı örgütlerinin
Avrupa’da bir bir deşifre edilmesine karşın, Türkiye’de
bunun çözülemediği, artık sır değil. NATO üyeliğimizle
komünizme karşıt yapılandırılan Ergenekon’un
düşmanlarına, 27 Mayıs askeri darbesi öncesinden
itibaren “iç düşman” ibaresi eklendi. Bu iç düşmanlar
kimi zaman bölücü, kimi zaman irticacı, kimi zaman ırkçı
diye anıldı.
Şu anda derin devlet dendiğinde herkesin aklına “çete”
geliyor. Derin devlet yozlaştırıldı, bazen şahsî, bazen
ideolojik çıkarları için her şeyi yapabilen çeteler haline
getirildi. Ülkemizde çek senet kovalayan mafyanın bile,
derinden yönlendirildiği, ve derin devlete çalıştığı zannı
yaygınlaştı.
Başbakan Erdoğan, “bunlar kendilerince kutsal saydıkları
bazı şeyler uğruna harekete geçen çeteler” diyor. Eski
cumhurbaşkanı Demirel’e göre, “derin devlet” denilen
olgu, asker ve en belirgin derin devlet faaliyeti
ihtilâllerdi. Kontrgerilla iddialarını dile getiren rahmetli
Başbakan Bülent Ecevit'e göre, “derin devlet” Özel Harp
Dairesi idi. Türk siyasi tarihinde “derin devlet”,
kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler
Komutanlığı çoğu yerde özdeşleştirilir.
Oysa Özel Harp Dairesi, ordumuzun bir birliği olup, Millî
Savunma Yüksek Kurulu’nun 17 numaralı kararıyla
1952’de kuruldu. Halen de, Genelkurmay Başkanlığına
bağlı bir birim olarak, Özel Kuvvetler Komutanlığı adıyla
görev yapıyor.
Özel Harp Dairesi 1963-1974 arasında Kıbrıs Türk
Mukavemet Teşkilâtı’nın kurulması, geliştirilmesi ve
desteklenmesinde görev aldı; görevi 1974 Harekâtı ile
sona erdi. 1990'lı yılların başında MİT eski Başkanı
Teoman Koman tarafından, gazetecilere gezdirilene
kadar, Özel Kuvvetler Komutanlığı, bilinen bir sırdı. Bu
nezih birliğimizin adını Ergenekon’un cinayetleriyle
kirletmek haksızlıktır.
Ergenekon delilleri arasında, 1 Mayıs 1977’de Taksim
meydanını kan gölüne çevirerek 36 kişinin
katledilmesinde, yüzlercesinin yaralanmasında kimlerin
rol aldığına telsiz konuşmalarıyla yer verilmesi,
Ergenekon davasının derin devletin, geçmişin karanlık
yerlerine de uzandığını gösteriyor. Fabrikatör lakaplı
Doğu Perinçek yine başrollerde.
12 Mart öncesinde 1968 kuşağını yanlış yapmaya
yönlendiren, yangına körükle giden ajan provokatörlerin,
Ergenekon yöneticisi olduğu iddia edilen İlhan Selçuk
tarafından yönlendirildiği artık sır değil. 1980 öncesi beş
bin insanımızı kaybettiğimiz anarşi olaylarında, Ülkücü
ve Dev Sol'un eline birbirini takip eden seri numaralarıyla
el bombaları verenin Ergenekon olduğu belirlendi.
Susurluk çetesiyle akrabalığı belirlenen Ergenekon-da,
devletin sağ ve sol ellerini birbirine karşı tetikçi olarak
kullandığı, “böl, parçala, kamplaştır, yönet” politikası
izlediği anlaşılıyor. Maalesef 1990'lardan itibaren
Türkiye’de her faili meçhulün “derin devlet” tarafından
işlendiği kanaati yaygınlaştı. Akşam gazetesi eski genel
yayın yönetmeni Serdar Turgut’un dediği gibi “ismi
Ergenekon’da geçen herkesten nefret ediyorum.”
Ergenekon davası, devletin kaybettiği itibarı kazanması,
iç düşman olarak kategorize edilen, küstürülen halkından
özür dilemesi için bir fırsattır. Derin devlet, tüm
vatandaşların çıkarlarını kollar korursa, bütünlüğümüzü
sağlarsa sevilir.
BAŞKA SÖZE HACET VAR MI?
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu’nun şu yazısı başka söze
hacet bırakmıyor: “Haber şu: Danıştay davası
sanıklarından Osman Yıldırım, Cumhuriyet gazetesine
atılan bombaları Veli Küçük'ten aldıklarını açıkladı…
Veli Küçük emekli bir general…
Albay olduğu dönemlerde ünlendi.
Adı ilk kez Hanefi Avcı'nın Emniyet Genel Müdürlüğü
İstihbarat Dairesi Başkan Yardımcısı olduğu dönemde
Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede duyuldu. Avcı,
Küçük'ün Cem Ersever'le birlikte Susurluk'un, yani
‘devlet merkezli gayri meşru araç ve eylemler sistemi’nin
jandarma ve asker ayağını organize edip, temsil ettiğini
söylüyordu.
İddialar zamanla belgelendi.
Örneğin Küçük'ün Çatlı'yla defalarca telefon görüşmesi
yaptığı ortaya çıktı.
Susurluk kazasında Çatlı'nın cesedini teslim alan ve gizli
tutan Jandarma Alay Komutanı Veli Küçük'tü…
Devletin hazırlattığı Susurluk raporunda faili meçhul
cinayetlerin baş ismi olarak bilinen Yeşil'in cep telefon
numarasının Veli Küçük üzerine kayıtlı olduğu iddia
edildi.
Küçük, TBMM Susurluk Komisyonu'na ifade vermeyi
reddetti…
Tüm bu tartışmalara rağmen albaylıktan tuğgeneralliğe
yükseltildi.
2000'de emekli olduktan sonra adı yeniden siyasi olaylara
karıştı…
Türk Mafya Birliği'ni kurmaya çalıştı.
2001'de Bakü'de Azeri basınına ‘Türk ordusu yardıma
hazır’ tarzı beyanatlar verdi.
301. madde davaları sırasında iyice görünür hale geldi.
Kuvayı Milliye Derneklerinin mitinglerinde boy
göstermeye başladı. Hrant Dink'in davasına müdahil
olmak üzere dilekçe verdi ve duruşma salonunda yer aldı.
Ergenekon operasyonları sırasında tutuklanan ilk
isimlerden oldu.
JİTEM olarak bilinen ve adı faili meçhul cinayetlerle
anılan bir resmi yapının kurucusu olduğunu Ergenekon
hakimi karşısında kabul etti.
Aynı soruşturma kapsamında Çanakkale ve Antalya'da
tutuklanan gençler Veli Küçük'ten kimi kişilere yönelik
infaz emri aldıklarını söylediler.
Ve en nihayet, Danıştay bombaları konusunda tekrar baş
aktör olarak karşımıza çıktı…
Başka bir şey eklemeye, başka bir şey söylemeye gerek
var mı?
Bugünlerde başka Jandarma Alay Komutanı gündemde…
Trabzon'da görevliydi Ali Öz ve Dink cinayetinin en çok
konuşulan isimlerinden birisi...
Ali Öz, savunulacak tarafı kalmayınca, Trabzon'dan
alındı önce Bilecik'e, sonra Bursa'ya tayin edildi…
Nasıl?
Etyen Mahçupyan'ın, konu üzerine Taraf'ta çıkan
yazısına birlikte göz atalım: ‘Hrant Dink cinayeti ile
bağlantılı olarak Trabzon 2. Sulh Ceza Mahkemesi'nde
sıradışı iki beyanla karşılaştık. Sanıklar Veysel Şahin ve
Okan Şimşek daha önceki yazılı ifadelerini reddettiler ve
kendi üstlerini açıkça suçlayıcı bir biçimde konuştular.
Şahin ve Şimşek Hrant Dink'in Yasin Hayal ve
arkadaşları tarafından öldürülebileceğini 2006 yılının
temmuz ayında Hayal'in akrabası olan Coşkun İğci'den
öğrenmişler.
Bunu şube müdürleri Yüzbaşı Metin Yıldız'a bildirmişler
ama mesele haftalık rutin toplantılarında gündeme
geldiğinde Albay Ali Öz konuyu sonra konuşacaklarını
söyleyerek meseleyi kapatmış. Sonraki günlerde bu
konuda hiçbir önlem alınmadığını gözlemleyen Şimşek
yeniden Yıldız'la konuşmuş, ancak yüzbaşı, Şimşek'i
başından savmış...’
Devam ediyor Mahçupyan: ‘Cinayet sonrasındaki
soruşturmada Jandarma müfettişleri bu olayda
Jandarma'nın hiçbir sorumluluğu olmadığına dair rapor
vermişlerdi. Müfettişlerin böyle kolayca kandırılmasını
mümkün kılan ortamın niteliği hakkında ne söylenebilir?
Muhataplar mı çok zekiydi, yoksa Yıldız ve Öz'ün görev
değişikliğini hayata geçirenlerin telkinleri mi kuvvetliydi?
Sonuç birim amirlerini de aşan bir 'kasıtlı ihmalin'
işlendiğidir...
Bugün olan ise Ergenekon soruşturmasının genişleyen
gölgesi altında Şimşek ve Şahin'in doğruyu anlatmalarını
teşvik eden farklı bir ortama girilmiş olmasıdır...’
Başka söze, başka eke gerek var mı?” (Bayramoğlu, Mart
2008)
On Dokuzuncu Bölüm
KAYIP DOSYALARDAKİ JİTEM
Tuncay Güney, 2001 yılında evinden alınan kayıp
dosyalarla ilgili olarak, kendisini sorgulayan eski
Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan’a
verdiği ifadeleri ve bulunan dosyaları Taraf’a anlattı.
Güney, uzun süre Taraf’a mülâkat vermemek için
direndiği için bu haberi önemsiyorum. Çünkü Güney, hep
Taraf’ı düşman olarak gördü, bir takım istihbaratlara
çalıştığına inandı.
Barıştıktan sonra Güney’e JİTEM ile igili açıklama
yapması fikrini verdim. Güney, dosyaların Saçan
tarafından birilerine verildiğini söyleyerek, bu dosyalar
içerisinde yer alan ve Cem Ersever tarafından Veli
Küçük’e verilen dosyanın Saçan’a sorulması gerektiğini
ifade etti.
Tuncay Güney’in 2001 yılında İstanbul Emniyet
Müdürlüğü’nde, Organize Şube tarafından alınan
ifadesini, o dönem Organize Şube’nin başında olan polis
müdürü Adil Serdar Saçan, bizzat kameraya çektirmişti.
Güney ifadelerinin işkence altında alındığını söylese de
ortaya çıkan belgeler Ergenekon yapılanmasını ortaya
çıkardı. O dönemde Güney’in evinde ele geçirilen
belgelerin bir kısmı uzun süre bulunamadı.Bu belgelerin
bir kısmı daha sonra bir ihbar neticesinde
Gaziosmanpaşa’da bir depoda bulundu.
Kayıp olan ve iki kasetten oluşan sorgu görüntüleri daha
sonra Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar
tarafından Fatih Adliyesi emanetinde bulundu. Depoda
bulunan belgeler arasında Tuncay Güney’in evinde ele
geçirilen ancak Adil Serdar Saçan’ın özel arşivine
koyduğu iddia edilen belgeler vardı. 2001 yılında
gözaltına alınmadan evvel tüm belge ve dosyalarını
ABD’ye, güvenli bir adrese de ulaştırdığını söyleyen
Güney, Adil Serdar Saçan’ın elinde bulunduğunu iddia
etttiği kayıp dosyalarla ilgili Saçan’a bu dosyaların
sorulması gerektiğini söyledi.
Güney kayıp dosyaların içerisinde Hizbuttahrir örgütünün
yapılandırılmasından, eski vali Rıdvan Yenişen’e yapılan
seks şantajına, Hayyam Garipoğlu, Korkmaz Yiğit’le
ilgili dosyalara kadar birçok dosya bulunduğunu, Doğu
Perinçek’e Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e ait makam
aracının verilmesi olayının da bu kayıp dosyalar
içerisinde yer aldığını anlattı. Doğu Perinçek’in
Ergenekon örgütüne gönderdiği raporlarla ilgili
dosyaların da kayıp olduğunu söyleyen Güney, dosyalar
içerisinde İran’lı Simko, Tarık Ümit ve Yeşil dosyalarının
yanı sıra Cem Ersever tarafından Veli Küçük’e verilen ve
bir fotokopisi de kendisinde olan dosyanın da kayıp
olduğunu söyledi. Bu dosyanın da diğer dosyalar gibi
Saçan’ın tarafından bilindiğini ve ona sorulmasını istedi.
Tuncay Güney, JİTEM’in kurucularından Cem Ersever’in
Ankara’ya gitmeden önce Adapazarı’nda Veli Küçük’le
görüştüğünü ve kendisinin istifa edeceğini Küçük’e
söylediğini, Küçük’ün de Ersever’e “istifa etme” dediğini
aktardı. Ersever’in daha sonra Ankara’da Hüsamettin
Cindoruk ile görüştüğünü de ifade eden Güney,
Ersever’in Küçük’e verdiği dosyalar içerisinde herkesin
isminin olduğu, ‘JİTEM ve faaliyetleri’ isimli dosya var”
dedi. Bu dosyanın yanı sıra personel dosyasının da
olduğunu söyleyerek bu dosyaların şu an nerede
olduğunun sorulması gerektiğini söyledi. Ersever’in
Küçük’e verdiği dosyalar içerisinde numara sistemine
göre isimlerin kaydedildiğini de söyleyen Güney, Ömer
Lütfi Topal cinayetinin de bu dosyalarda yer aldığını
ifade etti. Ersever’in verdiği dosyada Güneydoğu’daki
ilişkiler ve yapılan çalışmaların da olduğunu anlatan
Güney, itirafçıların nasıl devşirildiklerinin de anlatıldığını
söyleyerek “şimdi Kanada’da aynı dosyayı sil baştan
okuyorum” dedi.
MİT’e çalıştığı tüm gazeteciler tarafından tahmin edilen
Tuncay Özkan’ın tutuklanması beklenmiyordu.
Tutuklanmadan önce Özkan, bir süre önce siyasi
yaşamına Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nde (BCP) devam
etme kararı almıştı. Özkan, borçları nedeniyle zor günler
yaşayan partinin genel başkanı Mümtaz Soysal’a “bu çatı
altında siyaset yapmak istiyoruz. Kongreye gidelim”
teklifinde bulunmuş ve olumlu yanıt almıştı. Özkan
gözaltına alınmasaydı BCP Ankara’da olağanüstü
kongreye gidecek ve Özkan’ı genel başkan seçecekti.
Tuncay Özkan’ın yeni kanalı Kanal Biz’in Gültepe’deki
ofisine yapılan baskında el konan CD’ler arasında, Özkan
tarafından kurulan, Siyaset Okulu’nun İzmit Kartepe’de
1400 kişiye verdiği eğitim CD’leri de var. Eğitim verilen
kişilerin çoğunluğu BCP üyesi. Eğitimlerde Özkan
partililere eğitim, enerji, su ve kalkınma projelerini
anlatmış. Okulda, Mümtaz Soysal ve Yaşar Okuyan da
ders verdi.
Ergenekon soruşturması kapsamında Ankara’da gözaltına
alınan ve Danıştay 12. Daire Başkanı Yücel Irmak’ın
koruması olan Adnan Kılıçarslan, daha önce de eski
ASAM Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ ile Yargıtay
Savcısı Nuri Düzgün’ün korumalığını yaptı.
Ümit Özdağ, son MHP kongeresinde Devlet Bahçeli’nin
karşısına genel başkan adayı olarak çıkmıştı. Özdağ’ı,
Bahçeli’nin karşısına Veli Küçük’ün çıkarttığı öne
sürülmüştü. Küçük’ün telefon konuşmalarında, Özdağ’a
verdiği destek de deşifre edilmişti.
Danıştay’daki görevine bir yargıcın ölümü ve dört
yargıcın yaralanmasıyla sonuçlanan Danıştay baskınından
sonra, başladığı öğrenilen Kılıçarslan’ın, meslekten
birkaç kez ihraç edilen Adil Serdar Saçan’ın
Danıştay’daki dosyalarını takip etmek ve Saçan lehine
karar çıkmasını sağlamakla suçlandı. (Taraf, 2008)
İlişkiler derin, derine inildikçe pislik kokusu geliyor.
HANİ NEREDE DIŞ İSTİHBARATLAR?
Farklı bir kesimden, Vakit’den Abdurrahman Dilipak’ın
Ergenekon’a bakış açısına yer vermezsek büyük eksiklik
olurdu. Savcının değinmediği, kimsenin yazmadığı
Ergenekon’un dış istihnaratlarla ilişkileri konusunda
Dilipak şunları yazdı: “Bu Ergenekon işi, görüldüğü
kadar basit bir iş değil. Bunun arkası çorap söküğü gibi
gelir.. İşin içinde silah kaçakçılığı da var, eroin
kaçakçılığı da, arazi mafyası da var, petrol kaçakçılığı da..
Kozmik belgelerin elden ele dolaştığı bir vadi burası..
Sınırları Türkiye sınırları ile sınırlı değil..
Kökü İttihat Terakki’ye kadar gider.. Ama en azından
1978’e gitmelisiniz bugünkü olayın iç yüzünü anlamak
için.. Hatta 1971’e.. İşin içinde olmayan karar verici
kimse yok gibi.
Mesela 1 Mayıs’ın izini sürün, Şah’ın İran’ına kadar
gidersiniz. SAVAK’ın bu işle ne alakası var demeyin.
RCD, Cento, hepsi bu derin planın bir parçası.. İran’da
duramazsınız, zaten Afganistan’a, Pakistan’a uzanırsınız.
Beriye gel Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün. İsrail’in bu
resimde ayrı bir yeri var..
Sovyetler’i alınca Balkanlar ve Kafkaslar’ı da işin içine
dahil etmiş oluyorsunuz..
Bulgaristan’ın ayrıca özel ve önemli bir yeri var. Tabii
Arnavutluk ve Romanya’nın da..
Çin doğrudan işin içinde olmasa da ‘Çinci’ler, ‘3.
Dünyacı’lar sistemin bir parçası idi..
NATO zaten sistemde büyük oyuncu! Biraz Mısır’ı da
katarız bu işe..
Bu Ergenekon işini, zamana yaymadan kısa sürede
bitirmeniz gerekir.. Eğer zamana yayarsanız, bu kriz
bölgeye yayılır.. O zaman da hiç toparlayamazsınız..
Şöyle bir ipucu vereyim: ‘Bizim iyi çocuklar’ Irak’ta,
Suriye ve Lübnan’da, İran’da, Avrupa’da, Rusya (vd)
operasyonlara gönderildiler, onların ‘iyi çocukları’ da
burada ve diğer bölgelerde operasyonlara giriştiler.. Kanlı
1 Mayıs’ın arkasında SAVAK da çıkabilir mesela!
Bu piyasada kimin eli kimin cebinde belli değil. Avrupa
bir şekilde hesabı kapattı, defteri dürdü ama, bizdeki
hesaplaşma devam edince, oradaki eski defterlerin de
yeniden açılma riski ortaya çıktı..
Bizimkiler, ötekileri bu işe dahil etmeye çalışıyor.
Ötekiler ise, bu işlerin bu şekilde uluorta tartışılmasından
rahatsız. ABD, AB, NATO, bu işin kısa sürede
halledilmesini istiyordu, gördüğüm kadarı ile. Hükümet
bu işten çekindi, hep topu taca attı. Ama sonunda bu pimi
çekilmiş bombayı kucağında buldu.
Bu iş öyle 3-5 savcının altından kalkacağı bir iş değil. Ele
geçen belgeler şimdilik, çok sınırlı bir zamanı, mekanı,
kişileri kapsıyor. Peki, ana arşivlere ulaşılırsa, ana
depolara ulaşılırsa ne olacak?
Suriye yönetimi ve istihbaratı da, İsrail yönetimi ve
istihbaratı da, Alman, Amerikan, İtalyan, Fransız
yönetimi ve istihbaratı da bundan rahatsız olur. İşin içinde
Masonlar da var, Tapınakçılar da, illuminati de, herkes,
olmayan yok ki! Apo, muhaberattan habersiz mi kaldı
Bekaa’da!
Bizim birçok siyasi liderin kariyeri yara alır. Dini
önderler, büyük iş adamları vs..
Kontrol dışı unsurlar, ‘Merkez’den umudu keser. ‘İş başa
düştü’ diye, durumdan vazife çıkartacak olurlarsa, bütün
bu bölgede istihbaratçılar arası iç savaş başlar. Burnuna
yumruk yiyen başbakandan, ‘bizim çocuklar’dan ‘iyi
çocuklar’a kadar birçok kişi susturulabilir.. Birileri
sıranın kendine geldiğini, ya da eylem arkadaşının
konuşacağını farkederse, düşünürse eski iş ortağının
kafasına silahını dayayabilir.
Gizli arşivler imha edilirse bir dert, ele geçse bir başka
dert.
Ama asıl büyük dert bu işin fazla uzaması.. Bakın
yakında karşı informasyonlar gelebilir.
Gördüğüm kadarı ile Almanya sıkıntılı. CHP’nin Alman
vakıfları ile ilişkisi filan, öncü sarsıntılar. Mafia
hesaplaşması vesilesi ile İtalyanların da başı sıkışacak.
İşin Türkiye ayağı, İtalya’dakinden de büyük ve sıkıntılı.
‘Temizeller savcısı’ bile zor kalkar bu işin Türkiye
ayağının içinden. Bakın son olarak Papa suikastında
Ağca’nın kullanılmasının STASİ’nin planı olduğu yazılıp
çizilmeye başlandı. Almanya’da yayımlanan Der Spiegel
dergisi, eski Doğu Almanya istihbarat teşkilatı STASİ’nin
Mehmet Ali Ağca’nın Papa 2. Jean Paul’e yönelik
başarısız suikast girişimini Türk ülkücülere mal etmeye
çalıştığını iddia etti.
Ben yine aynı şeyleri söylüyorum: Petrol ve uyuşturucu
kaçakçılığı gibi para kaynaklarını kesin. Örtülü KİT’leri,
derin devletin taşeron firmalarını, gazetelerini tasfiye
edin. Silah depolarını kontrol altına alın, arşivleri ele
geçirin, tetikçileri değil, derin devlet baronlarını
yakalayın. TSK ile bu işin bağının kesilmesi gerek. Bu
yapının Media, Sermaye, Siyaset, Bürokrasi, STK
içindeki bağlarının kesilmesi şart. Sonra 50-100 kişi
neyse tepedekiler dışında para ve silahlarını teslim eden
ve pişmanlık duyanları şartlı şekilde serbest bırakın.
Bu işte geç kalınıyor. Eğer böyle giderse, gün gelir
olaylar bir patlak verirse arkasını zor toplarsınız. Birçok
ülkede bombalar patlar, silahlar konuşur, çok kişi bu işten
zarar görür.
Sanıyorum biz Ergenekon’u gözümüze fazla
yaklaştırınca, arkasında bir ormanı kaybediyoruz..
Bu, soğuk savaştan kalma, ABD’nin başımıza bela ettiği
bir örgüt. Şimdi işleri bitti, kontrol dışına çıktılar, Sam
Amca artık tasfiye edilmesini istiyor ama, bu güç buna
direniyor.
Aslında bu yapının kökleri bizde İttihat Terakki’ye kadar
dayanıyor. Osmanlı’yı bu yapı ile çökertmediler mi? 3 yıl
iki ayda bir imparatorluğu tasfiye ettiler. Biz o kadar
sürede, Etibank’ı bile tasfiye edemedik. Bakın bunların
gözü dönmüş. Zamanında kan hesabı yapmamışlar mıydı,
28 Şubat’ta? Saçan Kömürcü’ye ne diyordu: ‘Bizim
birimiz onların ellisini haklar.’ Eski polis şefi ile gazeteci
böyle düşünüyor!
Ha, Avusturya seçimlerinin sonuçlarını biliyorsunuz değil
mi? Radikal sağın oy toplamı, en büyük blok’u
oluşturuyor. Avusturya’da Ergenekon kazandı,
anlayacağınız. Ergenekon davasında gelişmeler böyle
devam edecek olursa, Avrupa’da ve Türkiye’de görülen,
görülmekte olan, faili meçhul kalmış, üstü örtülmüş bir
çok dava tekrar açılmak zorunda kalabilir.
Bu işin Şangay Platformu’na kadar uzanması mümkün.
Çin ile Rusya, yani BÇG gösterip Doğu Çalışma Grubu
oluşturmaya çalıştılar. Ateş Paşa boşuna İran ve
Rusya’nın adından söz etmedi bir zamanlar. Batı biraz da
bunun için Ergenekon operasyonu konusunda sessiz!
Bu arada EPDK’nın petrol usulsüzlüğü ile ilgili cezaların
tahsili yönünde adım atması da önemli.. Petrol
kaçakçılığı, kamuya eksik satış, solvent, bozuk yemeklik
yağın mazota katılması gibi daha birçok ayağı var. Yani
petrol işi derin. %20 değil, toplamda %40’ı bulan bir kara
sektör.
Bizim bu işlerle ilgili tek şansımız, sistem içi güçlerden
bir bölümünün artık bu işin böyle gitmeyeceğini görmesi
ve yarın bu işin daha tehlikeli bir hal alacağını görüp,
tasfiyeye razı olması. Öte yandan yapı içinde görünürde,
sağ, sol, Kürt, Türk, dindar görünen, ateist, herkes bu
yapıda olmasına rağmen, sokakta vuruştursalar da,
merkezde bir araya gelip kadeh tokuşturabiliyorlardı.
Maksat vatan kurtulsun. Kontrollü bunalım stratejisi
dedikleri şey! Şimdi bir sürü 1 numara çıktı. Kendi
aralarında kanlı bıçaklı oldular. El altından birbirleri
aleyhine bilgi sızdırıyorlar.. Birileri bu işten yakasını
sıyırmaya çalışırken, birileri, tehditle ve şantajla bir
yerlere varmaya çalışıyor. Kimi aldatıldıklarını
düşünüyor, kimi suçluluk psikolojisi ile karanlık
hesaplaşmaların faturasını eski iş ortağına yamamaya
çalışıyor. Yani kendi aralarında da bir iç savaş var.
Önemli olan da bu. Ne olursa olsun, bu işlerin artık daha
fazla böyle gitmeyeceği anlaşıldı. Bu önemli. Şimdi
herkes kendini ve ekibini kurtarma çabasında. Birtakım
baronlar ise kendilerine dışarıdan sığınacak ülke, örgüt
arıyor sanki. Ve zaman kazanmaya çalışıyorlar.
Dikkat. Şimdi daha tehlikeliler. Bu yapı tasfiye edilmez
değil, ama dikkatli olmak gerek.
Operasyondan önce strateji ve takdiklerin iyi
hesaplanması gerek. Nihai hedefin iyi belirlenmesi gerek.
Bana kalırsa hükümet, bu işi açık açık ABD ve AB ile
görüşmeli. Soğuk Harbin başımıza bela ettiği bu yapının
tasfiyesinde bilgi ve belge değişimi olmalı. Kertenkelenin
kuyruğunu bırakın, gövdesi nerede ona bakın! Bayram
sonrası piyasa kızışacak gibi..” (Dilipak, Ekim 2008)
KİMDİR BU DERİN DEVLET?
Derin devlet konusunda 'Milli Stratejik Konsept' adlı bir
kitap yazan ve Çevik Bir tarafından mahkemeye verilip
beraat eden eski akademisyen dostum Doç. Dr. Nurullah
Aydın'ın 2000 sonbarında Çankaya'daki ofisinde
anlattıkları, aslında “off the record” idi. 33. dereceden
mason olan eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in en
önemli özelliği MİT'de Aydın gibilerle sivil yapılanma
kurabilmesiydi.
Demirel’le birlikte Aydın da tasfiye edildi; zaten
anlattıkları intikam almak içindi. Aydın'a yazdığı
kitapdan dolayı Genelkurmay Başkanı'nından kuvvet
komutanlarına tüm üst düzey askeri kesim tebrik mektubu
göndermişti. Eğer mektupları gözümle görmesem
inanmam mümkün değildi. Devlet sırlarını ifşa etmekten
altı yıl mahkûmiyet cezası ile yargılanan Aydın, beraat
etmişti. Aydın'a göre Çevik Bir'in kendisi ile
uğraşmasının nedeni derin devletin emriydi.
Nurullah Aydın, eline kalemi aldı, panonun karşısına
geçti ve derin devletin şemasını çizmeye başladı:
“Hiyerarşik bir yapılanmaya sahip gizli örgütlenme 4000
kişiden oluşur. İş adamı, gazeteci, asker, akademisyen
hepsi saygın güya laik Kemalist büyük bir gizli örgüttür.
Askerler sanıldığı gibi Konsey'de çoğu zaman başkan
değildir, üyedir. Emekli olduktan sonra büyük
holdinglerde danışman sıfatıyla yüksek maaşa
bağlananları araştırırsanız kimler olduğunu bulursunuz.
Korkmaz Yiğit'in danışmanı Güven Erkaya ve Cavit
Çağlar-Hayyam Garipoğlu'nun danışmanı Teoman
Koman, Muhittin Fisunoğlu, Fenerbahçe
Cumhuriyet'inden Atilla Kıyat bunlardan sadece birkaçı.
Bu askerler TSK'yı temsil etmese de öyle görülür.
Tüm MGK Genel Sekreterleri ile Nuretin Ersin, Tuncer
Kılıç gibi derin devlet arasındaki askerler arasında direk
ilişki olması düşündürücüdür. İlk defa Çevik Bir
Genelkurmay 2. Başkanı olarak bu hiyerarşiyi bozdu ve
başkanlığa adaylığını koydu. Bir, derin devleti yönetmeye
çalıştı. 28 Şubat’ta aşırı çaba sarfetti. Esasen kararı
verecek Konsey'in gizli başkanı Anadolu kaplanlarına
savaş açan İstanbul dükalığının patronu, ülkemizin en
zengin -Holdinginin sahibi Koç'tur.
Koç’ların yanısıra, Sabancı, son yıllarda Karamehmetler,
Kamuran Çörtük, tasfiye edilene kadar Uzanlar, Ayhan
Şahenk-Doğuş Grubu, Eczacıbaşılar, Ulusoylar
Konsey’de temsil edilir. 28 Şubat irticaya karşı mücadele
değil, İstanbul dükalığına karşı ekonomik mücadele
başlatan Anadolu kaplanlarını kafese sokma darbesidir.
5000 şirketin önü yeşil sermaye diye kesilmiştir. Bu
grupların gazeteleri, derin devletin 28 Şubat
operasyonunda provakasyonculuk yapmıştır. 28 Şubatla
derin devlet, askerleri kullanarak Anadolu Kaplanı
denilen ülkenin gerçek sahibi dindar kesimleri sindirmiş,
Sebataycı sermayeyi rahatlatmıştır.
Derin devletin liberal gazeteleri Hürriyet, Milliyet; sol eli
Cumhuriyet kirli tetikçi sol eli Aydınlık, sağ eli ise
kendileri bilmese de Akit-Vakittir. (Ahmet Hakan, 4
Aralık’taki köşe yazısında, 28 Şubat sürecinde Akit’den
çıkmayan Albay’ın kim olduğunu sorguluyordu.) Sahte
Profesör ve Kadiri Şeyhi Haydar Baş’a kurdurulan Mesaj
ve Meltem Tv, Yeni Mesaj gazetesi derin devletin bilinen
kirli sağ eliydi. Derin devletin gazetecileri tetikçilik
yapar, ancak Uğur Mumcu gibi ileri gittiği için kalemi
kırılanlar da olur. Necip Hablemitoğlu gibi ıskartaya
ayrılanlarda. Bir dönem Ertuğrul Özkök, Emin Çölaşan,
Fatih Altaylı tetikçilik yapar. 28 Şubat’ta olduğu gibi bir
dönem gelir Dinç Bilgin'in gazetesi (geçmiş dönemde)
Sabah'ın manşetlerini Sebataycı Çevik Bir sabah veya
öğle toplantılarına katılarak atar. Hürriyet ve Akit'in bazı
manşetleri taraflarından hazırlanır; biri gerer, diğeri tetiği
çeker.
Ülkücülere 1980 sonrası mafya görevi verilir ve
yurtdışında suikastlar, darbeler ihale edilir. MİT'in derin
adamları onları gizli operasyonlarda kullandığı için
mutludur; ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayarak
istihbarat yaparlar. Sebataycılar, hoşlanmadıkları Mehmet
Eymür-Hiram Abbas-Korkut Eken-İbrahim Şahin, Hanife
Avcı beşlisi Susurluk sürecinde çok yıprandığı için
tasfiye ederler. Mehmet Ağar-Şengal Atasağun ikilisine
bayrağı darbe ile devrederek yeni bir sayfa açarlar. Bu
nedenle Susurluk'ta Abdullah Çatlı, daha sonra Yeşil
tasfiye edilir; kullanılan eski tetikçiler Oral Çelik,
Abdullah Argun artık yetim kalmıştır; vatanı için
çalıştığını sanan aşırı heyacanlı gençlerdir, sonuçta hep
kullanılarak paçavra gibi bir kenara atılmışlardır. Oysa bir
dönem kara ticaret onlarla yürütülürdü, ancak nedense
cepleri hep boştur. Mehmet Ağar, geleceğin parlayan
gülüdür. Ağar, derin devletin joker adamıdır.
Akademisyenlerde bu gruptadır, hata yapanın kalemi
kırılır. Necip Hablemitoğlu gibi verilen görevde sapla
samanı karıştıranların kalemi kırılır; düştüğü bataklıkta
batar. Konseye üye 'Derin Akademisyenler' Atatürk ve
laikliğin arkasına saklanarak ülkenin gerçek sahiplerinin
önünü irtica safsatası ile tıkarlar. Başörtüsü, YÖK, İmam
Hatip krizleri bir şal gibi, Konsey ve örgüt ortakları
Sebataycı vurguncuların soygunlarını gündemden
düşürür, üstünü örter. Ülkenin bankaları hortumlanırken
gürültü çıkartırlar ve dikkatleri başka tarafa çekerler.
Bankaları hortumlayanların çoğu Sebataycıdır ve derin
devletin bilgisi dahilinde olmuştur. 2000 ve 2001
ekonomik krizlerini önceden haber alan baronlar yine
köşeyi dönerken, vatandaş bir gecede %50 fakirlemiştir.
Cumhuriyetimiz 19-23'de kuruldu, Ergenekon davasıyla
geç de olsa 2008'de arınıyor. Derin devlet yapılanmasını,
konsept, kadro, strateji ve yönetim anlayışı
değişikliklerine göre, 1923 ile 1936, 1938 ile 1952, 1953
ile 1978, 1979 ile 1998 ve 1999 ile 2008 dönemlerine
ayırmak mümkün. İttihat ve Terakki geleneğinin
devamcısı bir ekip tarafından kurulan Türkiye'nin daha ilk
yıllarında elit oligarşi, derin devletini kurmuş, zengin
sınıfını seçmiş, köylü ile efendinin kimler olacağını
belirlemişti. Bu süreç, 1936'da Atatürk'ün mason
localarını kapatmasına kadar sürdü. Atatürk'ün mason
tarafından zehirlenmesiyle İnönizm devri başladı. Tek
parti döneminde CHP ve İkinci Adam diktası var iken,
zaten derin devlete gereksinim yoktu. CHP, çok partili
sisteme geçişi, demokrasiyi özümseyemedi.
İkinci dönemde DP'ye karşı yaşanan hezimetlerden çıkış
yolu bulamayan CHP'nin imdatına, NATO üyeliği ve
Marshall yardımı yetişti. 1960 darbesini örgütleyenler
düşük profilli subaylardı ve emir Washington'dandı.
ABD'den gelen bir milyon dolarlık yıllık bütçe ile
Ankara'da bir askeri binada 1974 yılına kadar faaliyetini
başbakanlardan habersiz sürdürmüş olan Kontra'nın temel
amacı, ülkemizi Sovyet’lerden gelen kızıl tehlikeden
korumak ve siyasi balans yapmaktı. MHP ve Milli
Selâmet'in kurdurularak siyasetin parçalanmasının
ardında derinden koşan Faruk Gürler ve Muhsin Batur
paşaların imzası vardı.
Özel Harp Dairesi (ÖHD)'nin ilk kurucularından emekli
albay İsmail Tansu, "Bunlar kendini milli vazifelerle yola
çıkmış gibi gösterebilir ama faaliyetleri tamamen gayri
milli. Yaptıkları Türkiye'nin çıkarlarına hizmet etmez."
diyor ve kırılma noktasının 27 Mayıs darbesi olduğuna
işaret ediyor..
İsmail Tansu, 1952-53 yıllarında Kore Türk Tugayı'nda
savaşmış bir subay. Dönüşte, Tümgeneral Daniş
Karabelen'le birlikte ÖHD'yi kurmuşlar. Daha doğrusu
Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulan daire, olası bir
Sovyet işgaline karşı muharebe amacıyla ABD’nin
desteğiyle kuruldu, ancak kuru faaliyetlerini bir sure
ABD’den gizli yürüttü. Oysa iki kurucuda NATO’da
eğitim almışlardı. Rıza Vuruşkan ve Eyüp Mater de
kendileriyle birlikte hareket ediyor. Kıbrıs'taki direnişi
sağlayan Türk Mukavemet Teşkilatı'nın da
kurucularından. Kıbrıs İstirdat Projesi'ni hazırlayan kişi.
Aynı zamanda teşkilatın Ankara'daki genel koordinatörü.
27 Mayıs darbesine kadar hem ÖHD'de hem de
Teşkilat'ta üst düzey görevler aldıktan sonra darbecilerle
ters düşerek 1961 yılında emekli olmuş. 2001 yılında,
Mukavemet Teşkilatı'yla ilgili anılarına yer verdiği
'Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu' adlı bir de kitap yazdı.
Tansu, 'Ergenekon, Özel Harp Dairesi'nin sivil
uzantılarının olduğu birime verilen kod isimdir' tezine
itiraz ediyor. "Bu, kesinlikle yalandır. Olsa ben bilirim.
Ne bizim zamanımızda 1960'a kadar olsun, 60'tan sonra
bugüne kadar olsun, benim yakından incelediğim,
bildiğim Özel Harp Dairesi ile Ergenekon'un bir ilgisi
yok." Daire'nin sivil uzantılarının sadece savaş dönemleri
için eğitildiğini, eğitimlerinden sonra memleketlerine
gönderildiğini, dosyalarının tutulduğunu ve bir savaş hali
oluncaya kadar 'uykuda' kaldıklarını anlatıyor. Bunun
haricinde hiç kimsenin kullanılmadığını,
teşkilatlandırılmadığını ve başlarında birinin
bulunmadığını öne sürüyor. Bugün kendilerine
Ergenekon ismini veren örgütü değerlendirirken 27
Mayıs'la bağlantılar kuruyor. (Dönmez, 2008).
1957'de Albay Turgut Sunalp'ında katılımıyla Kıbrıs'ta
Rauf Denktaş ile Rumlara karşı sivil direniş örgütleme
görevi veren bu kurum, operasyon finansını ABD'den
almadığı için ülkemizin en zengini Vehbi Koç'un kapısını
çaldı. 1970'lerde gençliğin Komunizme kayması,
Türkiye'nin Brezenski tarafından Yeşil Kuşak kapsamına
alınmasıyla aşıldı. Sunalp Paşa’nın kod adı ‘ Albay
Rrgenekon’ idi, bu lakabı aynı kodu kullanan Alparslan
Türkeş’ten devralmıştı. KGB'nin mantar gibi çoğalan sol
örgütlerine ülkücü sağ örgütlerle cevap veren
Kontragerilla, 30 bin insanımıza sokaklarda kıydı. 12
Eylül darbesiyle Ergenekon yeniden yapılandırıldı. Sağcı,
solcu herkes devlet kurtarırken telef oluyordu, kazanan hep Ergenekondu.
Siyasi iktidarlar muktedir olamıyordu.
OPERASYONDAN İKİ YIL ÖNCE
YAZDIĞIM ERGENEKON!
Eski Ergenekon yapılanmasının yenilendiği süreci
yakından takip edip, ihbar niteliği taşıyan onlarca köşe
yazısı yazmıştım. İki buçuk yıl önce vardığım sonucu
Yeni Ergenekon adıyla kaleme aldım. Derin devlet
oluşumu, 3 Kasım 1996 Susurluk kazasından sonra
bağırsaklarını temizleme yoluna giderken, 1999'dan
itibaren bağırsaklarını bozacak yeni bir oluşumun içine
sürüklenmişti. Yeni Ergenekon böyle doğmuştu.
Ergenekon terör örgütüne yönelik operasyon yürüten
savcı, 28 Şubat 2006'da yazdığım “Derinden koşan
Kızılelma soslu yeni Ergenekon!” başlıklı eski bir
yazıma, Ergenekon’un hackeri Erkut Ersoy’un
bilgisayarında bulduğu için iddianamede değindi.
Çünkü henüz buzdağının görünen yüzü ortaya çıkartıldı,
diğer bir yüzüne bu yazıda yer verdim. Daha derin
yüzlerini yazmaya benim bile cesaretim yetmiyor, çünkü
tosladığımız isimler pek saygın, pek itibarlı ve oldukca
zengin patronlar...
Fikir babalığını İlhan Selçuk’un yaptığı oluşumun
operasyonel komutanı; Emekli albay Hüseyin Mümtaz.
MİT'in eski 2. adamı -eski Ergenekon’cular beğenmese
de- Mikail Alpay, tarafından koordine edilen yeni
oluşumun adı: Yeni Ergenekon. Devlet içinde aynı adı
taşıyan güçlü bir örgüt geçmişte de vardı. Deniz
kuvvetlerinden ayrılan Erol Mütercimler, "Ben ilk kez
1980'de varlığından haberdar olmuştum" demişti
Ergenekon için. Can Dündar ile Celal Kazdağlı, belgeleri
konuşturarak, 'Ergenekon' adıyla bir kitap (İmge
Yayınları, Ankara) bile yazdılar...
Kuvayı Milliye koalisyonu olarak ortaya çıkan sözde sivil
toplum örgütü ismini kamuoyuna “Kızılelma Koalisyonu”
olarak açıkladı. Bu müthiş yapılanmada kimler yoktu ki!
Buzdağının su üstünde görülen kesimi şunlardı: TürksoluTöre-Ufuk Ötesi-Yeni Hayat dergileri-Yeniçağ gazetesiGökçe Fırat, Yekta Güngör Özden, Cumhuriyetçi
Demokrasi Partisi-Av.Zeki Hacıibrahim-oğlu, Şehit
Aileleri Derneği-Saadettin Tantan, Yurt Partisi-Hanifi
Altaş Yeni Hayat dergisi-Bedri Baykam, Ressam/yazar-
Arslan Bulut, Yeni çağ gazetesi -Prof. Dr. Cihan Dura
Erciyes Üniversitesi İktisat Bölümü-Hüseyin Özbek Ufuk
Ötesi gazetesi-Prof. Dr. Mustafa Erkal Aydınlar OcağıProf. Dr. Tuncer Altuğ İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak.-Metin
Aydoğan, A.R. Müdafaai Hukuk Dergisi-Sevgi Erenerol
Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi-Öner Yağcı YazarHüseyin Mümtaz, Yeni Hayat-Mustafa Aykut Akşit,
Kayseri Türk Ocağı-Yıldırım Koç, Türk-iş-Kemal
Çapraz, Ufuk Ötesi-Doç. Dr. Yıldız Sertel iktisatçı/yazarS. Kemal Ermetin, Töre dergisi..
Bu isimlerden bazıları zımmen bu oluşuma imza alınarak
farkına varmadan sokulduklarını e-mail atarak bildirdiler,
bu nedenle geçen iki yılda pek çoğu olayın farkına
vararak geri adım attı. Bazıları soruşturma başladı diye
üzerilerine alınmasınlar, bu isimleri kendi web
sayfalarından almıştım.
Birde görünmeyen, ama varlığını aklı olan herkesin
bildiği su altında duran ana kütle var ki, işte o kütlenin
yoğunluğu aymazların oturdukları köşelerden asla
hesaplanamazdı. Görünürde her şey Türksolu dergisinin
21 Temmuz 2003 tarihli özel sayısına, yukarıda adlarını
saydığımız kişilerin, yetkilisi oldukları kurumlar adına
güya ülkenin itilmekte olduğu uçurumun önüne birlikte
bir set çekme girişimi, ulusal bir tepki olarak başladı.
Görünürde ABD ve AB düşmanlığı yaparak emparyalistlere
karşı ulusal direniş başlattıkları iddiasında olmalarına
karşın, asıl ortak hedef 3 Kasım 2002 seçimiyle iktidara
gelen Ak Parti'yi ABD ve AB nezdinde küçük düşürerek
hükümetten indirmekti.
Emekli albay Hüseyin Mümtaz, Yeni Mesaj'daki
köşesinde şöyle buyuruyordu: "Aynı TBMM hükümetinin
Kurtuluş Savaşı esnasında Kuvayı Milliye’yi
canlandırmak için Anadolu’ya gönderdiği -İrşad
Heyetleri- gibi.. Yeni Mesaj-Meltem TV ekibine, Yeni
Hayat’a, Aydınlıkçılar’a, Hürriyet’ten Mümtaz Soysal,
Cumhuriyet’ten Erol Manisalı’ya ve açıktan olmasa da –
askere- büyük görev düşüyor..." Kıbrıs Türk Tarih
Kurumu, Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı ve İLESAM üyesi
olan Mümtaz'ın, çeşitli gazete (Hergün, Ortadoğu, Son
Havadis, Günaydın, Birlik-KKTC, Yeni Mesaj) ve
dergilerde (Töre, Türk Kültürü, Türk Yurdu, Türk
Edebiyatı, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Tarih ve Toplum,
Tarih ve Medeniyet, Yankı, Yeni Harman, Yeni Hayat)
yayınlanmış beş bine yakın makalesi bulunuyor.
Önce Yeni Hayat ve Aydınlık, sayfalarını birbirlerine
açarak paslaşmaya başladı. Ardından birlikte paneller
düzenlediler. Son safhada yanlarına Azerbaycan'dan
profesörlük unvanlı Haydar Baş'ı da aldılar. Mümtaz,
Baş'ı koalisyona katmak için çok dil döktü; Baş'ın
Erbakan’la kıyaslanamıyacağı konusunda garanti verdi.
Ergenekon'un siyasi kanadı, Maocu-Türkçü-Tarikatçı
kimliklerine bürünen kesimlerin birbirlerine tutkallanması
tavsayınca kendisini daha net ortaya koyacaktı.
Ergenekon ideali tekrar hayata geçirilmeye çalışılırken,
bu oluşumun bağlanacağı üst kurum konusu muallakta
kaldı. "Adını ben verdim/Yaşını Allah versin" demekle
olmayacağı anlaşılan Ergenekon'un, ABD güdümlü eski
"derin devlet"in devamı mı olacağı, yoksa tamaman
milliyetçi/ulusalcı yeni bir kimlikle mi kurulacağı
konusundaki belirsizlik sürüyordu. Son iki yıllık tarihçeyi
çıkartmak polisin ve savcılığın işi. Uzun süren bir
takipten sonra ulaşılan sağlam delillerle operasyon
başlatıldıysa ve sorgulananlar çözülebildiyse, daha çok
isme ulaşılacaktır.
Her ne kadar bağımsızlık teziyle kurulsa ve Avrasya
heveslilerini heyecanlandırsa da, kazın ayağı göründüğü
gibi değildi. Ergenekon'un operasyon timinin başında
başbakanlık danışmanlığı da yapan meşhur bir istihbaratçı
vardı. Mikdat Alpay yeni oluşumu pazarlama gayretlerini
sürdürüyordu. Oluşumun daha anne karnında iken ilk
farkına varan Yenişafak gazetesi köşe yazarlarından Taha
Kıvanç, henüz 30 Nisan 2001 tarihinde "Hayaller gerçek
galiba" başlığı altında bir yazı yazdı. Yazı, Taha
Kıvanç'ın eline geçen İstanbul, 29 Ekim 1999 tarihli,
"Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve
geliştirme projesi" ile ilgiliydi. (Kıvanç, Nisan 2001)
Taha Kıvanç, yazı ile ilgili aldığı tepkiler üzerine ertesi
gün, 1 Mayıs 2001'de köşesinde aynı konuya devam etti.
"Deli saçması sanmayın” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
"Sanki ben çıkarmışım gibi, ‘Bu Ergenekon da nereden
çıktı?’ sorusuna cevap vermek zorunda kaldım. Bazısı
onu 'mâlî' amaçlı bir örgütlenme sanmış; bazılarıysa,
MHP'nin iktidarda bulunmasıyla irtibatlandır-mış...”
(Kıvanç, Mayıs 2001). Oysa, "Yeniden kurulsun" diye
hakkında rapor hazırlanan Ergenekon çok kapsamlı, bir
partiyle irtibatı bulunmayan 'devleti yapılandırma' amaçlı
bir örgüt... Taha Kıvanç, esas ismi ile Fehmi Koru'ya en
büyük tepki, zamanın Mao'cu, PKK yandaşı terörist
örgütü, şimdinin ise ordu yanlısı, Kuvayı Milliyeci,
Kemalist kuruluşu Aydınlık grubundan geldi.
6 Mayıs 2001 tarih ve 720 sayılı Aydınlık gazetesinde
Hikmet Çiçek "CIA’nın “Ergenekon” yaygarasında
Fehmi Koru başı çekti. Bütün bunlarla birlikte, piyasaya
‘Ergenekon’ dedikoduları da sürülüyor. Bilindiği gibi Can
Dündar Türkiye SüperNATO’sunun (Kontrgerilla)
‘Ergenekon’ adıyla kurulduğunu anlatan kitap yazdı.
Anlaşılıyor ki, ABD Türkiye’de kurdurduğu
SüperNATO’ya bu adı koymuş veya bu adın konmasına
izin vermiş. “...Türkiye ve Türk Ordusu büyük bir tertiple
karşı karşıya. CIA, SüperNATO ve MİT şeflerinin
işbirliğiyle Orduyu yıpratma kampanyası her alanda
sürdürülüyor. Psikolojik savaşta sözde dosyalar ve
raporlar imal ediliyor. “Ergenekon” hikayeleri de bu
tertibin bir parçası." (Çiçek, Mayıs 2001) Fehmi Koru'ya
hücum etti.
Bu telâşlı tepkiye, bir bölümünü Fehmi Koru'nun
yayınladığı, daha geniş bir şekilde de Aksiyon dergisinin
yer verdiği (Aksiyon 12 Mayıs 2001, sayı: 336, Harun
Odabaşı-Sivil Ergenekon başlıklı yazı) "Ergenekon:
Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme
projesi" başlıklı ve "Emir ve tensiplerinize..." hitabıyla
biten raporu, "bizzat Doğu Perinçek'in kaleme aldığı ve
Ergenekon'un yeniden yapılanmasında önemli
fonksiyonlar yüklendiği" söylentileri neden olmuştu.
(Odabaşı, Mayıs 2001)
İnternet'te yayın yapan Ergenekon Sayfası veya Gerçek
Ergenekon isimli web sitesi Ergenekon yapılanması ile
ilgili şu haber ve yorumlara yer vermişti: "NATO uzantısı
eski ‘derin devlet’ yapılanmasının yerine geçmek üzere
(!) ulusalcı/milliyetçi yeni Ergenekon, toplantılara
başladı. Eski ‘derin devlet’in operasyon birimleri ilk
toplantısını 2003 Haziran ayı içerisinde Akdeniz
sahillerinde lüks bir otelde toplanarak yaptı. Yeni
oluşumun başında, eski (!) bir MİT daire başkanı
bulunuyordu. Başbakanlık danışmanlığı da yapan MİT'ci
lider, eski teşkilata benzer bir yapılanmaya gidilmesini
savunurken, daha üst seviyelerden bağımsız bir
organizasyonun kurulmasının ‘rica’ edildiği ileri
sürülüyordu.” (Gerçek Ergenekon, Haziran 2003)
MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay bu
oluşumda görevlendirilmesine karşın, grubun eski
elemanlarının Alpay'a güvenmediği hatta, Alpay'ın da
katıldığı bir toplantıya yüzlerinde kar maskesiyle
katıldıkları, sitenin elde ettiği ilginç bilgilerdi. Yeni
Ergenekon’cuların ulusal olmasını bekleyen eski
Ergenekon’cu-lar, 11 Eylül'deki Amerikan kâbusu
sonrasında, bu ekibin patronları tarafından büyük ölçüde
yine ABD'nin hizmetine tahsis edildiğini öğrenmiş ve
yeni oluşumu ifşaa etme telâşına düşmüştü. Uzun süredir,
başbakanlık örtülü ödenekleri kesildiği için, harçlık bile
alamayan ekibin yeniden düzenli aylığa bağlanması,
1974'de kesilen CIA yardımının yine başladığı anlamına
geliyordu.
Eski başbakan Bülent Ecevit, Sabah’ta yayınlanan bir
röportajda “Özel Harp Dairesi’nden ilk kez 1974’te
tesadüfen haberdar olduğunu ve o vakit kendilerine
askerlerce brifing verildiğini” hatırlatmıştı... Daha önce
bu konuda biraz daha ayrıntılı konuşmuştu; Ecevit:
“1974’teki başbakanlığım esnasında zamanın
Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar, Başbakanlık’ın
örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon lira
istedi. Genelkurmay’dan bu paranın hangi amaçla
istendiğini sormak zorunda kaldım. ‘Özel Harp Dairesi
için istiyoruz’ yanıtı geldi. O vakte kadar bu dairenin tüm
giderlerini bir gizli ödenekle ABD’nin karşıladığı, ancak
artık ABD’nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle
Başbakanlık’ın örtülü ödeneğinden para istenmek
zorunda kalındığı bana bildirildi. Özel Harp Dairesi’nin
nerede olduğunu sordum. ‘Amerikan Askeri Yardım
Heyeti ile aynı binada’ yanıtını aldım...” (Milliyet, 28
Kasım 1990)
Yeniden yapılanma sürecinde, askeri otoritelerin bunun
Anti-Amerikan bir görünüm kazanmasını en azından
şimdilik istemedikleri, bu yönde yapılacak yayınları
dezenformasyon şeklinde sunmasından belliydi. Aydınlık
dergisinin "Ergenekon kuruldu" şeklindeki haber ve
yorumları CIA dezenfarmasyonu şeklinde sunulmuştu.
Kıskanç eski Ergenekon’cuların kuruluş toplantısına
katılanlardan aldığı bilgiler ve organizasyonda görev
aldıklarını duydukları kimselerin genel karakterlerinden
hareketle, Ergenekon’cuların henüz Ergenekon ismi
üzerinde dahi karara varamadıkları görüşündeydi. Onlara
göre, ABD bu yapılanmayı bir süre izleyecek, bağımsız
bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları
vasıtasıyla bunu deşifre edecekti.
Aslında Aydınlık Grubu'nun bir taraftan Süper NATO'yu
deşifre etmeye çalışırken (!) diğer taraftan Ergenekon'u
savunması da bu çerçevede anlam kazanıyordu.
Ergenekon'un siyasi kanadı, topluma en itici gelen gruplar
eliyle yürütülüyordu. Gariptir ki, küçük bir azınlıktan
gayrı, kimseye de güven duymuyorlardı. Aynı site
"Perinçek'in Türkçüleri" bölümünde ise şöyle denmişti:
“Ergenekon'un dayandığı ana tezler şunlardı; Ulusal
Bağımsızlık, IMF karşıtlığı (hatta AB muhalifliği),
AntiAmerikancılık, Amerika'nın dışlandığı bir Avrasya
Stratejisi, Yeniden Kuvayı Milliye hareketi... Atatürkçü
Düşünce dernekleri, ve eski Marxist organizasyonlarla
içli dışlı çalışan bu grup, kimi zaman da Alevilik'i
yalnızca bir kültür olarak yutturmaya çabalayan ‘ateist’
fakat ‘mezhepçi’ bazı derneklerle de işbirliği
yürütüyordu.” (Gerçek Ergenekon, Haziran 2003)
Anlaşılan, "Gerçek Ergenekon" Ergenekon'la ilgili
gelişmelerden ve Perinçek'in bu organizasyon içinde
bulunmasından pek memnun değildi. Enterasan
gelişmeydi zira eskidüşman Perinçek, Ergenekon'daydı...
Sedat Peker'in başını çektiği "Öz Türkler" veya Peker'in
tanımıyla Pantürkizm (Turancılık) hareketinin gövde
gösterisinin, "Ergenekon'un yeniden yapılandığı"
söylentisi ile eş zamanlı olması ilginçti. Anlaşılan Türkler
bundan böyle, "Öz Türkler" ve "Üvey Türkler" diye ikiye
ayrılacaktı... İstanbul Hilton Oteli'nde 22 Mayıs akşamı
yapılan "Öz Türkler" gününe, diğer bir tarifle Sedat
Peker'in beyninde sembolize ettiği ismiyle "Birleşik Türk
Devletleri"nin kuruluşuna, bir çok ünlü şahsiyetin
yanısıra eski Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genel
Kurmay Başkanlığı adayı Muhittin Fisünoğlu'nun
katılması günün en dikkat çeken haberleri arasındaydı.
Kartvizitinde Emekli paşa yazmasına rağmen Orgeneral
Muhittin Fisunoğlu, Hayyam Garipoğlu’nun
Sümerbank'ında, farkında olmadan "Yönetim Kurulu
Üyesi" yapılmış eski bir komutanımızdı.
Yargıtay'ın kararıyla 14 Nisan 2005'te Garipoğlu,
Korkmaz Yiğit'le birlikte Türkbank davasından hapis
yatmaktan zaman aşımı nedeniyle kurtulmuştu. Paşamız
Hilton'daki davete de, yine Mehmet Ali Yılmaz ve Atilla
Yıldırım davet edince farkında olmadan gitmiş ama,
kapıdan içeri girince manzarayı anlamış. "Olmamam
gereken bir yerdeydim. Ama ne var ki, bir kere içeri
girmiş bulundum. Hemen dönüp çıkamadım" diyordu.
Yönetim Kurulu Başkanı yapıldığının farkında değilmiş
gibi yaptı. Muhittin Fisunoğlu'nun referans gösterdiği ve
yemeği birlikte yediğini söylediği Mehmet Ali Yılmaz,
Dündar Kılıç'ın eski iş ortağı, bir politikacıydı. Atilla
Yıldırım da, Alaattin Çakıcı'nın işlerini takip eden ve bir
çok kere gözaltına alınan bir isimdi. Paşa, herhalde Sedat
Peker'den bir sitem aldı ki "Peker'i tanımaktan pişman
değilim" diye düzeltme yapmak zorunda kaldı.
Anlaşılan yeni dönemde Çakıcı'nın yerini Peker
dolduracaktı. Kendi çizgileri ile "gönüllü zaptiye memuru
anlamında" onurlu bir külhanbeyi olan Türkçü-Turancı
Sedat Peker'in Aydınlık gibi, ipleri kimin elinde olduğu
belli olmayan bir organizasyonla yakınlık kurmasının
izah edilecek bir yanı yoktu. Sedat Peker, 19 Mayıs
2004’te Aydınlık'a büyük bir ilan vermişti. Çok
profesyonelce düzenlenmiş web sitesi için ise söyleyecek
bir söz yoktu. Bizce, düşüncesi ne olursa olsun, arkasında
kim olduğu belli olan siteler, fikri gelişme ve değişik bir
şeyler öğrenme açısından yararlıydı. Esasında legal
platformlar içinde, "milliyetçi" duygularımızın
kamçılanmasına ve tepkilerimizi açıkça beyan eden
bireyler haline gelmemize ihtiyaç da vardı. Ancak,
"Birleşik Türk Devletlerinin" kurulması, devlet içinde
"Ergenekon" gibi illegal bir yapılanmaya gidilmesi
fikirlerini ise, tehlikeli atılımlardı. Hele hele, Perinçek
gibi ajan-provakatörlerin içinde bulunduğu oluşumlar hiç
bir zaman Türkiye'ye fayda getirmezdi.
Madem ki bu beyler ve/diğer beyler/akıllarına karpuz
kabuğu düşmüş gibi “Kızılelma Koalisyonu” nitelemesi
kullandılar, kavramın açılımını H. Nihal Atsız’ın 1947
yılında Kızılelma Dergisi 1. sayısında yazdığı bir yazıdan
alıntılarla tamamlayalım: “Kızılelma, Türk Milletinin
manevi besinidir!...Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın,
insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşünce
olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini
düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket
kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, adam kayırma ve
namussuzluğun türlüsü alır yürür. Maddileştirilmiş bir
insan vatanı için ölür mü? Milletine inanmayan bir adam,
yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan biri
çalıp çırpmaz mı? ”
Bu ittifakın çalıp çırpacağı mazide yaptıklarından belli.
Adama sormazlar mı; Allah'tan korkmayan, salon
ülkücülüğü, kuru edebiyatla ahlâk timsali mi olacak.
Maocu-Türkçü-Tarikatçı-Kemalist ittifakına bel bağlayan
yeni derin devlet oluşumu Ergenekon yine yanlış
ellerdeydi!
Perinçekgiller'in Milliyetçi-Ulusalcı-Tarikatçı saçaya-ğı,
Türkiye Amerikan düşmanlığı ve AB karşıtlığı organize
etmek, daha doğrusu provoke etmek için, hassas noktamız
bayrak yakma eylemiyle, fitne tohumunu ilk Mersin'de
ateşledi. Perinçek, Aydınlık’ta Mersin'deki eylemi beş
Amerikalı iki İsrailli ajanın kente 15 gün önce gelerek
provoke ettiğini yazarak hedef saptırdı. Yeni Ergekoncu
Ulusalcılar, derin devletin son ürünüydü. Bu müthiş
kadrodan ancak yeni psikolojik savaşlar beklenebilirdi.
Yeni Şafak'ta Ali Bayramoğlu 12 Nisan'da açıkca yazdı:
"TAYAD'lıların dağıttığı bildiri öncesi Trabzon'daki yerel
Kasırga televizyonunun üç kez alt yazı geçerek bayrak
yakıldığını, PKK bayrağı açıldığını kamuoyuna
duyurmasını" nasıl açıklıyor Trabzon valisi? Daha olaylar
başlamadan önce Trabzon'un kimi çevre ilçelerinden
gelen, bayrağı kim yaktı telefonlarını nasıl izah ediyor?
Trabzonlular bilir...
Kasırga TV daha önce önceden Kadırga TV adını taşırdı.
Kadırga TV, MGK'nın bir dönem devşirdiğini açıkladığı,
özellikle Trabzon bölgesinde yapılan her toplantıda,
benim de birkaç kez şahit olduğum üzere provokasyon
yapmayı adet haline getirmiş, bir dini cemaatin, Haydar
Baş'ın televizyonuydu. Komedinin son halkası Trabzon'da
6 Nisan'da bildiri dağıttığı dört arkadaşıyla birlikte linç
girişimine maruz kalan Zeynep Erduğrul (25)’dan geldi.
Akşam'a kışkırtıcı olmadığını, ancak birileri tarafından
kullanılmış olabileceğini söylemiş. Arkalarında kim ve
kimler olduklarını yeterince izah ettim sanırım... Daha
fazla söze ne hacet! İyi saatde olsunların yeni yüzüyle
karşı karşıyayız. Biz bu filmi görmüştük desekte yine
izletiyorlar... Yeni ergenekon başınızda paralansın!
NOT: Trabzon'un ve Trabzonlunun adını karalayan terör
eylemleri, rahip cinayeti, kitap evi misyoner cinayeti,
Danıştay saldırısı, Ümraniye cephaneliği, ortaya
çıkartılan 13 den fazla hücre evi şeklinde örgütlenmiş
çeteler, Cumhuriyet gazetesinin güya bombalanması,
Hrant Dink cinayeti... Liste uzun... Şehirlere taşan PKK
eylemleri, araba kundaklamalar, PKK'nın
silahlandırılarak azdırılması, ordumuzu Kuzey Irak'a
sokup ABD ile çatıştırma telaşı, PKK'nın kirli eylemlerde
kullanılması, şehitler üzerinden sömürü girişimleri,
uyuşturucu ticaretindeki çetelerle PKK'nın derin izleri..
Orhan Pamuk ve Fehmi Koru'ya suikast planları son
operasyonla ortaya çıktı. Bir hukuk devletinde buna dur
demek gerekirdi. Veli Küçük, Fikri Karadağ, Kemal
Kerinçsiz gibi dokunulmazlığı olduğunu sananlara
dokunmak gerekirdi. Kirli bağırsaklarımızı bakalım bu
sefer temizleyebilecek miyiz? Susurlukta yaşanan hayâl
kırıklığı, umarım bu defa yaşanmaz.
ON SORU-CEVAPLA ULUSALCILARIN İHANET
ÇETELERİ!
Danıştay saldırısıdan hemen sonra 3 Haziran 2006’da
kaleme aldığım, sonsaniye.net ve platform dergisinde
yayımlanan aşağıdaki yazım, sanırım Ergenekon
operasyonu başlatan polislere, istihbaratçılara ilham
kaynağı oldu: “Türkiye’deki yeni oyunun adı
Ulusalcılık”: 1990’larda İBDA-C, Hizbullah ve
Aczimendileri kullanmış olan ‘İhanet Örgütü’, bu sözde
dinci örgütlenmelerin geride kalan kırıntılarını, sol
örgütlerle ve sağ mafya ile birleştirerek 2001'den beri
ulusalcı çatısı altında yeniden sahneye sürmeye karar
verdi.
Ancak, güvenlik güçleri tarafından ardı ardına
operasyonlar yapılan bu sözde dinci örgütler ve çeteler,
azınlık cuntacılarının kendilerine biçtiği misyonu henüz
yerine getiremediler. Bu nedenle gücü artırılan ve yeniden
yapılandırılan güya sivil ulusalcı örgütler, 2005'den
itibaren hızla devreye sokuldu. Ak Parti, erken seçim
diyene kadar İhanet Örgütü, dinci ve milliyetçi çizgideki
gruplar, ocaklar, tarikatlar ve cemaatler adına yapılmış
gibi gözükecek provokasyon eylemler devam edecektir.
Şiddete bulaşmayan dini hassasiyeti olan ve milliyetçi
grupların şiddete başvurmasını ve sokağa dökülmesini
sağlamak için, bu kesimlerin önde gelen isimlerine karşı
suikastların yapılması beklenmelidir. Kısa bir süre sonra,
ister laik, ister dinci, isterse milliyetçi kesimden önde
gelen birileri suikastlara kurban giderse, herhangi bir
kritik kurumun personeline veya binasına büyük bir
bombalama eylemi gerçekleştirilirse, bu duruma hiç
şaşırmamak ve asla millet olarak paniğe kapılmamak
gerekiyor.
Soru-cevaplarımıza geçmeden önce, en son gelişmeleri
hatırlayalım.
Ankara’da, Atabey Grubu adını taşıyan, yeni bir çete
oluşumu ortaya çıkarıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin
(TSK) en seçkin birliği olarak gösterilen özel
kuvvetlerden biri yüzbaşı iki subay, bir astsubay, beş
siville birlikte 9 kişi gözaltına alındı. Baskınlarda çok
sayıda el bombası, iki Glock tabanca ve C-4 bulundu.
Yakalanan zanlıların ajandasında yer alan 9 adet kroki de
Başbakan Erdoğan’ın evi ve Danışmanı Cüneyt Zapsu’ya
yönelik silahlı eylem planları ve Zapsu'nun BİM
marketlerine yönelik planları ele geçirildi. Başbakan
Erdoğan'a suikast planı istihbaratı, zaten daha önce
alınmıştı. Başbakan son zamanlarda yüze yakın
korumayla geziyor. Emekli askerlerin ve istihbaratçıların
çetelerde ortaya çıkması, Türk ordusunu bağlamaz. 28
Şubat’cı çete, kamuflajla yine ortaya çıktı.
Danıştay provokasyonuna baştan beri yanlı yaklaşan,
devletden daha devletçi, kraldan kralcı Hürriyet gazetesi,
derin askerlerle ilintili olduğu açık bu olayı maskelemek
için, habere ilginç bir yorum kondurmuştu. Güya Askeri
çevreler kroki ve Atabey gerilla grubu kodları hakkında
şu bilgiyi vermişler: "Özel kuvvetlerin eğitiminde bu tür
hayali gerilla grupları kurulur. Ama eğitimden sonra bu
belgelerin imhası gerekliydi. Krokiler ise yine eğitim
amaçlı, savaş zamanında birliğin birbiriyle haberleşmesi
gerekir. Krokilerle bu tatbikat yapılır."
Yani ele geçirilenler çete değil istihbaratın çete kurma
oyunu idmanı... Bu yeni çete ile gündem meşgul iken
Danıştay'a saldırı ve Sauna Çetesi'yle ilgili
soruşturmalarda adı geçen Ata Ocakları eski başkanı
Ayhan Parlak, teslim oldu. Güya hiç yurtdışına
kaçmamış. Serbest bırakılan Muzaffer Tekin ve cani
Alparslan Arslan ile beş günde 60 küsur defa ne
konuştuğu merak ediliyor. Boşuna heveslenmeyelim,
nasıl ifade vereceği ezberletilmiştir. Kollanacağı
garantisini alarak, derin ihanet çetesinin üstünü örtmek
için ortaya çıkmıştır.
1. Soru : Son bir yılda sayısız eylem gerçekleştiren ve
Danıştay provokasyonu ile dikkatleri üzerilerine çeken
ulusalcıların görünürdeki akıl hocası kim?
Cevap: 80'ine merdiven dayamış, köhne cuntacı,
Sabetaycı, “gizli Yahudi” olan, Cumhuriyet başyazarı
İlhan Selçuk. Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer ile özel
görüşmeler yaparak hükümeti erken seçime götürmek için
danışmanlık yapan Selçuk, bakın yakın geçmişte neler
yaptı? “İhanet Örgütü” tarafından kullanılan aşırı sol terör
örgütleri, yeni eylemler için daha çok insan kaynağına
ihtiyaç duyuyordu. “Cuntacı örgüt” bu sebeple, hapisteki
aşırı sol görüşlü militanların affedilerek tekrar örgütsel
faaliyetlere dönmelerini sağlamak amacıyla, sabetaycı
İlhan Selçuk kanalıyla, Cumhurbaşkanı Sezer’den talepte
bulunmuştu. Bu talepler üzerine Sezer, bugüne kadar aşırı
sol görüşlü yüzlerce militanı affetmiş ve tekrar illegal
örgütsel faaliyetlere dönmelerini sağlamıştı.
İlhan Selçuk'un babası Mehmet Kasım Selçuk bir ‘gizli
Yahudi’ yani ‘sabetaydır’. (TC Kimlik Numarası:
39292926484), Eşi Handan Gör’ün babası ve annesi,
‘kayıtlı birer Yahudidir.’ Kayınbaba Hamdi Namık Gör
(TC Kimlik Numarası: 52552159026) ile kayınvalide
Şivekar Gör’ün (TC Kimlik Numarası: 52549159190)
dinleri (dolayısıyla ırkları) nüfusta Yahudi olarak
kayıtlıdır. Sabetaylarda, sabetay/Yahudi olmayan kadınla
evlenmek büyük günahlar arasında sayılmaktadır ve
lanetlenme sebebidir. Çünkü anaerkil olan Yahudilerde,
soyun, kadınlar üzerinden devam ettiğine inanılır. Bu
sebeple evlenilecek eşler, mutlaka sabetay asıllı olanlar
arasından seçilir. İlhan Selçuk’un ailesinde de bu kurala
hassasiyetle riayet edilmiş ve aileye alınan diğer gelinler
de sabetaylardan seçilmiştir. Yengesi Sema Köymen’in
akrabası olan Öykü Köymen gibi, akrabalarının pek çoğu
sabetaylara ait olan Şişli Terakki Vakfı Özel Şişli Terakki
Lisesi mezunudurlar. Bir diğer yengesi olan Ruhan
Selçuk’un ninesinin isminin Yuhna ve yeğenlerinin
isimlerinin Samuel ve Benjamin (Gümüşsoy olması, bir
kanaat veriyor olsa gerek!) Selçuk’un akrabalarının
soyadlarına bakıldığında tamamına yakınının sabetay
asıllı oldukları görülecektir: Ertel, Köymen, Kiper,
Oskay, Uzel, Yenersü…
2. Soru: Ulusalcı oluşumlar nasıl meydana geldi?
Cevap: 2001 yılında Sedat Peker ile İP Lideri Doğu
Perinçek, ulusalcılık adı altında “Kızıl Elma Koalisyon”u
kurarak, oluşuma resmen başlattılar. Kısa sürede kimi
milliyetçi, kimi solcu, kimi sağcı, kimi İslâmcı, kimi
sosyalist, kimi Maocu bir çok grup, sözde ulusalcı Kızıl
Elma çatısının altına, bir yerlerden talimat almış gibi,
hızla girdi. Daha sonra eski MGK Genel Sekreteri Tuncer
Kılınç’ın Avrasya’ya yaptığı atıfdan vazife çıkaranlar,
Rusya’nın öncülüğünde stratejik birliktelik olan Avrasya
Hareketi'ni 2004'den itibaren örgütlediler. Ulusalcılar
olarak adlandırılan “koalisyon” da Avrasya'nın içine
girdi. Ulusalcı harekette buluşan sol, Kemalist ve
milliyetçi unsurlar şimdi bu üst şemsiyede, Avrasya
coğrafyasının anti-Amerikancı unsurlarıyla bir aradaydı.
Temel karakteri Amerikan karşıtlığı olan harekete
katılmak için İslâmcı, solcu, sağcı olmak fark etmiyordu.
Konunun sadece Doğu Perinçek’in hayâli değil, bir kısım
sivil ve askeri bürokratın önemsediği, argümanlarını dile
getirmekten çekinmediği, bir oluşum olduğu zamanla
ortaya çıktı. Hareketin aktörlerinden Kemalist ulusalcı bir
şahsın (adı bizde saklı) anlatımıyla, kırk yıllık
NATO’cular, Özel Harpçiler şimdilerde Avrasya
Hareketi’nin en hızlı neferleriydi.
3. Soru: Bu oluşumların önde görünen, teorik değil aktif
iş görecek, sözde NGO'ları kimlerdi?
Cevap: MGK, 1997’de ülkücü mafyalar nedeniyle iç
tehdit kabul ettiği “aşırı sağ”ı, Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi’nden, yani Kırmızı Kitap’dan 2005 sonbaharında
çıkardı. Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa
dönüştürülmek, sağ mafyadan yararlanılmak isteniyordu.
Güya 1980'lerde ASALA'ya karşı kullanılan ülkücülerin
toplandığı operasyonel bir birim olan TİT'in elemanları
yeniden toplandı. TİT'in bugünkü devamcıları olan
Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH) ve
Ulusal Birlik Partisi'yle birlikte başka bir ulusalcı oluşum
da, Türk Solu dergisiydi. Radikal milliyetçi-agresif yayın
yapan Türk Ergenekon ve Ötüken gibi gruplar mantar
gibi bitmeye başladı. Milyonların üye yapıldığı ulusal
dernekler, Türk milliyetçiliğini kullanarak, binlerce dolar
saçmaya başladılar. Emekli veya emekli gözüken özel
haraket mensupları, operasyon yapacak vurucu timleri,
hücre evleri halinde örgütledi. Kurulan 40'ya yakın çete,
birbirini tanımıyordu; irtibatları sağlayan liderleri
tanıyordu. Derin çete görüntüsü, istihbarat ayağını ortaya
koyuyordu. Adam toplamaya başladılar ve bulmakta
gecikmediler.
4. Soru: Değirmenin suyu nereden geliyor, nerede
kullanılıyor?
Cevap: Bir iddiaya göre, Başbakana bağlı olmayan, Orta
Asya'da Türk milliyetçiliğine derinden yardım eli uzatan
örtülü bir ödenekten geliyor. Diğer gelir kalemi ise, Peker
grubu gibi, derinlerle çalışan mafya çeteleri. Söylemleri
masonluk ve ABD karşıtlığı olmasına rağmen Soros
Vakfı tarafından finanse edildikleri de ileri sürülüyor.
Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH), bir
yıl içinde 1,5 trilyon lira harcayarak, ülke çapında 190
şube açtı ve 3 milyona yakın üye kaydetti. İlçeler hatta
köylerde bile örgütlendi. Meselâ, Mersin’de 70 bin üye
kaydedildi. Dergileri Türkeli, 250 bin basılıyor. Bir
milyondan fazla tüzük, teşkilâtlara gönderilmiş durumda.
Giriş aidatları 40 YTL, yıllık üyelik aidatı ise 100 YTL.
Başkanları Taner Ünal, MHP'den dışlanan, sözde bir
ülkücü.
İnternet ortamında “Özel Büro” ve “Kuvayı Milliye”
isimleri altında örgütlenen başka bir grup ulusalcı, bir
süredir coplu, telsizli, 1 milyon kişilik teşkilât kuruyor.
Sözde Kürt mafyasına karşı harekete geçmeyi
planladıklarını açıklayan ve kendilerini “Özel Büro”
olarak tanımlayan gurubun başında, proje koordinatörü
olarak, Ali Özoğul adlı kişi bulunuyor.
Ali Özoğul, manifestosu deşifre edilen, Kuvayı Milliye
Derneği’nin de genel başkan yardımcısı. Yani, Danıştay
baskını soruşturması esnasında göz altına alınıp, günlerce
sorgulanan emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in yakın
dostu, emekli Nato Özel Harp Dairesi Başkanı Fikri
Karadağ’ın yardımcısı. Tam 2000 motorize ekipten
oluşan, telsizli istihbarat ekiplerini 2007 içinde faaliyete
sokacaklardı. Bu 2000 kişilik ekip, öncelikli olarak
İstanbul içinde ve iki yakada donanımlı olarak hareket
edecekti. Asli işleri, istihbarat olan bu ekipler, başta Kürt
mafyası olmak üzere her türlü mafya ve organize suç
şebekesine karşı mücadele etmekle görevlendirilmişti.
Emniyet ve diğer güvenlik birimleri ile eşgüdümlü ve
koordineli olarak çalışacaklarını ileri sürseler de, bunlara
kimin görev verdiği bir bilmeceydi. Acaba, devletin
polisine güvenmeyerek özel istihbaratçılık ve poliscilik
oynayanlar kimlerdi? Bu çapta bir faaliyet, MİT ve
MGK'dan habersiz yapılabilir mi?
5. Soru: Bu grupların söylemleri nedir, nasıl üye
kaydediyorlar; yaptıkları illegal değil mi?
Cevap: Söylemleri ilginç. Halkın nabzına göre şerbet
vererek yanlarına çekiyorlar. Vatansever Kuvvetler Güç
Birliği Hareketi , ABve PKK'ya karşı. İddialarına göre,
Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin %93’ü dışarıdan
destekleniyor. Bir tek kendileri millî. MİT'in yan kuruluşu
gibi çalışan ASAM'ı, RAND ile işbirliği yapmakla
suçluyorlar. Kim kimdir, kimin eli kimin cebindedir,
yıllardır araştıklarını öne sürüyorlar. Bilgi kirlenmesi
savaşı için ortam hazırlıyorlar. 21 bin tane büyük şirketin,
19 bininin Mason olduğunu belirtiyorlar.
Erkut Ersoy, kendilerini Kuvayı Milliye grubunun bir alt
kolu olarak tanımlıyor. Her türlü terör örgütüne karşı ve
sözde Ermeni Soykırımı konularında mücadele ettiklerini
söylüyor. Halen, gruplarında 6214 görevli olduğunu öne
süren Ersoy, grupların içinde Genel Kurmay, MİT ve
polisten de yetkililerin olduğunu iddia ediyor. Özel Büro
kendisini, “PKK sitelerini çökertiyoruz, bilgi topluyoruz,
Türk istihbaratına da bu bilgileri aktarıyoruz” diye
anlatıyor. 2000 değil mümkünse, 1 milyon motorize ekip
oluşturmayı planlıyorlar. İlk olarak İstanbul’da, 100
motor olarak, -aynen Yunuslar gibi; ama Vespa tarzı
motorlarla- başlayacaklar. 30'u Ak Parti'den olmak üzere,
çeşitli partilerden 80’e yakın milletvekilinin ve bazı
işadamlarının projeye destek verdiğini ileri sürüyorlar.
Gönüllü hareketi olduğu için, illegal olmadıklarını ve
yasal izne ihtiyaç duymadıklarını iddia ediyorlar. Gizli bir
ordu kuruyorlar. Çünkü ülke Sevr döneminde olduğu gibi
işgal altındaymış. Kim işgal etmiş: Ak Parti ve dış
güçler...
6. Soru: Muzaffer Tekin kim ve yapmak istiyor?
Cevap: Danıştay olayında derin ilişkilerde kilit rol
oynayan isimlerin başında, ordudan ihraç edilen yüzbaşı
Muzaffer Tekin geliyordu. “Arslan'ın bağlantılarını kuran
kişi" olarak ön plana çıkan, ordudan atılma Muzaffer'in,
ev ve işyerinde yapılan aramalarda ele geçirilen
"İstihbarat ve Gerillanın El Kitabı" adlı doküman,
"Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi, 2005
Ankara" kaşeli bir kitapçık ile Türk Solu dergisinin bütün
sayıları, Arslan adına düzenlenmiş VKGBH kimlik kartı,
aslında tüm ilişkileri ortaya koydu.
Sauna çetesinde ortaya çıkan yüzbaşı ile Tekin'in görevi
birbirine benziyordu. Tekin, bu yapılanmanın irtibat
elemanlarından olmasına rağmen, yargıya yapılan ağır
ziyaretlerden sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakıldı. Doğan medyası zil takıp oynadı. Derin
bağlantıları bir kalemde siliverdi. Susurluk'ta beraat
ettirilenlerini unuttu. Aynı zanlı eğer İslâmi hassasiyeti
olduğu için ordudan atılan bir YAŞ emeklisi olsaydı,
acaba bu kadar ucuz kurtulabilir miydi? Elbette hayır.
7. Soru: Arslan'la Tekin arasındaki irtibatı kuran ve yeni
teslim olan Ayhan Parlak kim?
Cevap: Ayhan Parlak'ın özelliği, ATA Ocakları eski genel
başkanı olması. Milliyetçi Hareket Partisi'nden kopan
Tuğrul Türkeş'in kurduğu Aydınlık Türkiye Partisi'nin
gençlik kolu olan ATA Ocakları, bir anlamda ülkü
ocaklarına alternatif olarak ortaya çıktı. Soruşturmada
ismi gündeme gelen bir başka isim de, eski ATA ocakları
başkanı, avukat Tarkan Toper. Avukat Arslan'ın Danıştay
saldırısı için Ankara'ya gittiğinde Toper ile görüştüğü
biliniyor. Toper, bu sebeple ifade verdi. Parlak, Arslan ve
Tekin’le aynı periodda 60 küsur konuşma yaptı. Bir insan
sevdiği insanı en fazla 5-10 defa arar. Bu samimiyetin bir
anlamı olmalı. Sorgulanmasının sonucunda, Tekin gibi
olursa kimse şaşırmasın. Olayın üstünü örtmek isteyen
zinde güçler, Parlak'ı da kurtaracak ve Doğan medyasına
atış yapmak için malzeme sağlayacaktır.
8. Soru: Destekçileri kimler, başka irtibatları var mı, ilişki
içinde oldukları medyaları nasıl yayın yapıyorlar?
Cevap: Yeniçağ ve Yeni Mesaj gazeteleri bunlara açık
destek veriyor. Sözde ulusalcıları çatısı altında toplayan
Perinçekgiller de destekçileri arasında. Medya organları
hedef saptırtarak, hükümeti ve hiç ilgisi olmayan ve olayı
derinlemesine araştıran Zaman’ı suçluyor. Olayları çözen
polisi, onunla ilişkilendirerek karartma taktiği
uyguluyorlar.
Aydınlık ve Teori dergileri, Ulusal Kanal'ın yanı sıra
Türk Solu grubu, Açık istihbarat, Hakimiyeti Milliye,
Kuvva-ı Milliye gibi gruplar yanlarında yer alıyor. Suçlu
olduklarını gizlemek için karalama yayını yapıyorlar.
Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-anti laik kamp-laşması için
medyatik provokasyonlar yürütüyorlar. Bilgi kirlenmesi
ile zihinler kirletiliyor ve bulanık suda balık avlanıyor.
İrtica için malzeme sağlayacak Aczimen-dilerden,
TAYAD grubuna, Hizbullah'a kadar pek çok derin
ortakları bilerek veya bilmeyerek, vatanseverlik veya din
elden gidiyor adı altında destek veriyor!
9. Soru: Aydın Doğan grubu medyası, neden olayın
üstünü örtmeye ve iddiaları komplo teorisi diye
geçiştirmeye çalışıyor?
Cevap: İrtica haberleri Doğan grubu medyasında
katlanarak büyüyor. Merkezi medya tetikçilik görevine
geri döndü. Bangır bangır, türban için terör işlendiği
önyargısı pompalandı; ortaya çıkan onca delile rağmen,
ısrar ediyorlar. Medya, andıç lekesini üzerinden
silememişken, psikolojik savaşın aleti olmayı kabul etti.
Ertuğrul Özkök, ısrarla olayın derin bağlantılarını örtbast
ediyor. Doğan Grubu, hükümeti erken seçime götürmeye
ve cumhurbaşkanını bu meclise seçtirmemeye çalışıyor.
Olayın istedikleri gibi yönlendirmede bu sefer başarılı
olamadılar. Ya Kıskançlıktan yapıyorlar veya talimat
gereği...
10. Soru: Süleyman Demirel ne yapmaya çalışıyor; derin
provokatör ulusalcıların arkasında duran gücün ana hedefi
nedir?
Cevap: Ergenekon'u yakından tanıyan Süleyman Demirel,
önce "türban tahriki", sonra da "darbe" imâsıyla, bir
süredir kamuoyuna ilginç açıklamalarda bulunuyor. 82
yaşındaki emekli Cumhurbaşkanı Demirel, Ergenekon'un
oyununun bir parçası izlenimini veriyor! Partisi
olmamasına rağmen, sürekli erken seçim istiyor. Türbanı
kullanıyor. Bir gün seçim talebi bir gün darbe fobisiyle
hükümeti ve kamuoyunu geriyor, zorluyor; CHP'nin
yapamadığı muhalefeti yapıyor.
Ulusalcı oluşumlar, milliyetçi söylemleri nedeniyle DYP
veya MHP'ye oy verecek bir kitle topluyorlar! Her seçim
öncesi toplum mühendisliğine soyunan Ergenekon,
muhtemel bir erken seçimde MHP ve DYP'yi Meclis'e
sokup CHP ile üçlü koalisyon kurdurmak ve CHP'li bir
cumhurbaşkanını yeni parlamentoya seçtirmek istiyor. Ak
Parti iktidara gelmeden öncede Washington'da yazılan bir
formül vardı, halen geçerliliğini koruyor. Washington,
İran saldırısı öncesi, istediklerine boyun eğecek ve
İran'daki Azerileri ayaklandıracak milliyetçi bir hükümete
ihtiyaç duyuyor. Ak Parti, ABD'nin taleplerine olumlu
yanıt vermezse, eylemlerin dozajı artabilir.
Sonuç: Yıllardır birbiriyle kavgalı gruplardan insanlar,
2001 yılından beri, aynı karelerde görünmeye ve birlikte
poz vermeye başladılar. Hoşgörü ortamı adına,
sevinmemiz gerekirdi, ancak niyet samimi olmadığı için
şüpheyle yaklaşıyoruz.
Çünkü, tek bir merkezden idare edilmeye başlanmasının
emrini Ergenekon verdi. 1999'dan beri yeniden yapılanan
derin devletimizin üst birimi Ergenekon'un amacı, sözde
ülkede bütünlüğü sağlamak, vatanı kurtarmak.
Ak Parti'den ülkeyi kurtarmak vatan kurtarmakla eş
anlamlı olarak görülüyor. Suları bulandırmadan bu
neticeyi elde etmesi zor. Ak Parti, ekonomide ve dış
politikada başarılı oldu ve alternatifi bulunmuyor.
“Ulusalcılık” oyununun amacı, sosyal yapıda çatışma ve
kavgalar çıkararak ülkede gerginliği tırmandırmak ve
kardeşi kardeşe düşman etmek. Bu maksatla, son bir
yıldır ülke genelinde provokasyonlar başlatıldı. PKK bile
kullanılıyor.
Ulusalcılık; ne Kemalizmdir, ne Atatürkçülük’tür, ne de
milliyetçiliktir. Çünkü “ülkenin bölünmesi için” yola
çıkarılan ulusalcılar, bugüne kadar Atatürkçülüğün ve
milliyetçiliğin modasının geçtiğini savunmuşlardır.
Ulusalcılık milliyetçiliğin değil, milliciliğin karşılığıdır.
Türk insanı, yıllarca fişlenmiş, hor görülmüş, zorbalığa
alıştırılmış ve “bizden adam olmaz”, “Türk işi”, “burası
Türkiye” gibi söylemlerle aşağılanma psikolojisine
itilmiştir. 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında darbeler ve
derin oyunlarla ağır travmalar yaşatılmıştır. Bugün ise
aynı emperyalist güçler ve içerdeki burjuva uşakları,
Osmanlıyı parçaladığı gibi, ırkçı duyguları sömürerek,
yoluna devam etmek istemektedir. Doğumuzda bir Kürt
devletini kurma girişiminde oynanan oyunun adı,
ulusalcılıktır. Amerikan yönetimi için önemli olan şey,
Amerika menfaatlerine hizmet edecek ve Amerikan askeri
operasyonlarına destek ve fırsat verecek sistemleri,
siyasileri, diktatörleri, kadroları, burjuvaları ve oligarşik
yapıları ülkelerin yönetimine getirmektir. Herhangi bir
ülkeye, demokrasi gelip gelmemesi, ABD açısından
kesinlikle ilk ve asıl tercih değildir. Vatanımızı bölmek
için kullanılan en menhus oyun, ötekileştirme vurgusu
yaparak, halkımızı birbirine karşı düşmanlığa iten
ulusalcılıktır. ABD’nin güdümünde olan ulusalcılar,
milliyetçilik duygularımızı sürekli körükleyerek, bizleri
Türk-Kürt çatışmasının içerisine çekmek istiyorlar. 1980
öncesinde sokakta sağ-sol çatışmasını körükleyen bu
çevreler, şimdi yeniden sokaklarda bir anarşi ortamı
oluşturmak istiyorlar.
Ulusalcılar, ABD ve Soros düşmanlığı kılıfı altında ABD
ve Soros’a hizmet ettikleri gibi; Atatürkçülük kılıfı
altında da Atatürk’ün mirasına ihanet etmektedirler.
Antiemperyalist söylemin kılıfı altında, emperyalizme
hizmet etmektedirler. Ulusalcılık kılıfı altında ulusa
ihanet etmektedirler. Abartılı şekilde Türkçü gözükerek
köklerinin ait oldukları azınlıklara hizmet etmektedirler.
Solculuk kılıfı altında burjuva ve oligarşiye hizmet
etmektedirler. Milliyetçilik kılıfı altında millete ihanet
etmektedirler.
Kontrgerillanın örgüt yapısının, çok geniş olduğu
söyleniyor. Sadece bir kaç profesyonel askerden
müteşekkil değildir. O, tam anlamıyla bir “devlet içinde
devlet”tir. Belki de bu yüzden, onun ortaya çıkarılması
son derece güç ve hatta imkânsızdır. Böyle bir
örgütlenmenin, nasıl mümkün olduğu, İtalya'daki P-2
Mason Locası skandalı ve Türkiye'deki Susurluk kazası
ile ortaya çıktı. Bir esrar veya kaçakçılık şebekesini
ortaya çıkartıp çökertebilirsiniz. Bir mafya ya da terör
şebekesini de ortaya çıkartıp çökertmek mümkün. Ama
ya devlet içindeki bazı birimler, -polisinden savcısına,
askerinden politikacısına, işadamlarından mafyasına,
üniversitesinden sendikasına kadar-, her yere elemanlarını
sokup onları istediği zaman belli bir amacı
gerçekleştirecek şekilde örgütlemişse, böyle bir örgütü
nasıl, ortaya çıkartıp da çökertebilirsiniz?..
Aslında bu statik bir örgütlenme değildir, tam tersine son
derece dinamik ve esnek bir yapılanmadır. Her yere kol
atmış bir örgütlenme olduğu için, buralardan gelen
bilgiler tek bir merkezde toplanıp değerlendirilebilir. Bu
tür bir örgütlenme sayesinde, her grubun içine girip onları
etkilemek mümkündür. Kontrgerilla, gerektiğinde sol
akımları, gerektiğinde de dinci akımları yönlendirebilir.
Bütün mesele, oyuna gelmemekte. Kamhi suikasti
“komedisinde” olduğu gibi, kontrgerillanın bazı heyecanlı
gençlerin eline (sûret-i haktan görünerek) silah verip
eyleme kışkırttığı iddiaları da, bu bağlamda düşünülünce
akla yatmaktadır.
Kontrgerilla örgütlenmesini en çarpıcı şekilde
Abdurrahman Dilipak tasvir ediyor: "CIA, SAVAK,
MOSSAD, Masonik örgütler, çok uluslu şirketler,
politikacılar, mafya, emekli askerler ve emekli
istihbaratçıların bir potada eritilerek, oluşturulmaya
çalışılan yeni bir güç dengesi..." Kontrgerilla
örgütlenmesi, sadece yurt içindeki genişliği ile de sınırlı
değil. Kontrgerilla örgütlerinin kaynağı NATO. NATO
ülkelerinin hepsinde Gladio benzeri örgütlerin var olduğu
anlaşıldı. Kimisinin en üst düzey yetkilileri, bunu açıkça
kabul etti, kimisininki ise zımmen kabul yolunu tercih
etti. Ama sonuçta hepsinde ve hatta İsviçre, Avusturya ve
Fransa gibi tarafsızlığı seçen ülkelerde bile var olduğu
ortaya çıktı. Tüm bu birbirinin benzeri örgütler CIA
tavsiyesiyle NATO bünyesinde oluşturulduğuna göre
aralarında muhakkak bir ilişki olmalıydı. ( Dilipak, 1990)
Mehmet Ali Birand'ın bir yazısında tanımlama
yapılıyordu: "...Resmi ve resmi olmayan çevrelerin
açıklamalarına göre, Gladio örgütünün kaynağında, 1950
yıllarının başında NATO'nun bir kararı yatıyor. Amerikan
İstihbarat Örgütü (CIA) tarafından yapılan bir öneri
üzerine NATO'da bir 'gizli koordinasyon komitesi'
kuruluyor. Bu komite, üye ülkelerde oluşturulan ve her
birinde ayrı kod adları verilen örgütler arasında irtibatı
sağlıyor ve görevlerini saptıyor... Soğuk savaş
döneminden bugüne kadar varlığını, hatta bir ay öncesine
kadar NATO'daki gizli toplantılarını sürdüren bu örgüt ile
ilgili ilk skandal İtalya'da patladı..." (Birand, 1990)
Kontrgerilla Cumhuriyeti, yazarı Talat Turhan’a göre:
"FM 31-16 simgeli Counter Guerilla Operations
(Kontrgerilla Harekâtları) adlı Amerikan Talimnamesi'nin
34. sayfasında, azgelişmiş ülkelerdeki 'Temizlik
Harekâtı'nın gerçekleştirilmesi için, Kontrgerilla
örgütlenmesinin içinde, ek olarak CMAC (Civil Military
Advisory Committee), Sivil-Asker İstişare Komitesi'nin
kurulması da önerilmekteydi. Anılan talimatnameye göre,
böyle bir örgütlenme içinde bulunması gereken kişiler: 1)
Yerel Polis Müdürü 2) Okul idaresi ve müdürleri 3) Önde
gelen din temsilcileri 4) Yargıçlar ve hukuk temsilcileri
5) Sendika lideri veya liderleri 6) Etkili basın yayın
organlarının yayımcıları 7) Büyük iş ve ticaret
kuruluşlarının temsilcileri 8) Diğer etkili kişilerden
oluşmaktadır. Kontrgerilla örgütlenmesinin boyutu bu
denli geniş kapsamlıdır."
Bu kadar geniş çaplı bir örgütlenmeden gerçekten de
kimsenin haberi yok muydu? Bu kadar uzun bir zaman
nasıl saklanabildi bu son derece geniş ağ?.. Aşağıdaki
satırlar galiba buna ışık tutuyor (Gladio, Leo A. Müller,
S.38-39): "İlk aşama çoğu NATO ülkelerinde 'Gladio'
yapılarının kurulmasıydı (50'li ve 60'lı yıllarda). İkinci
aşama 'Gladio' yapılarının saklanmasının ve
biçimlenmesinin yanında; etkin politikacıların rüşvetle
susturulması ve elde edilmesiydi. Panorama'nın haberine
göre yetmişli yılların sonuna dek CIA bunun için sadece
İtalya'ya 60 milyon dolar aktarmıştı. Tüm Avrupa'ya
dağıtılan ise 200 milyon doların üstündeydi. Üçüncü
aşama 'etkin ajanların' eğitilmesi ve plase edilmesi,
ekonomide ve siyasette, ama özellikle medyalarda ve iş
dünyasında düşünce liderlerini, yoldan çıkmış politikacı
ve hükümetleri sıkıştırmak, bazen ABD dostu politikaya
yöneltmek ve bunu talep etmekti..." Gladioların
birbirleriyle irtibatlı unsurlar olduğu önceki satırlarda
verilen bilgilerden anlaşılıyordu. Gerçekte de öyle olması
lazım. Madem tüm NATO üyelerinde bu örgütün varlığı
ortaya çıktı ve hepsini Amerika kurdurdu öyleyse bu
iddia mantıklıdır. (Turhan, 1990)
3 Kasım 1996’da Susurluk'ta meydana gelen trafik
kazasıyla ortaya çıkan ''devlet-mafya'' ilişkileri, devlete
karşı müthiş bir güvensizlik noktasında yoğunlaşarak,
halkın tepkisini çekmişti. Bu olayda -hakkını vermek
lazım- basın iyi iş çıkardı. Eksik bıraktığı bir nokta vardı,
o da devlet sırrı nedeniyle açıklanamayan militarist
bağlantılı yapıydı. Devlet-mafya işbirliği elbette yeni bir
durum değildi. Olan sadece, bu şekilde gelişen burjuva
devletin artık kendini saklayamaz bir duruma gelerek,
bütün ''kirli çamaşırlarının'' halkın önüne çıkmasından
ibaretti.
Derin devletin gizli operasyonlar yapılanması çok eskiye
dayanıyordu. Osmanlı’da İttihat ve Terraki döneminin,
''Teşkilât-ı Mahsusa”sı', günümüzdeki gibi ''kontrgerillar'',
''JİTEMler'' ve ''gladiolar' benzeri operas-yonlar yönetti.
Bütçesi, Harbiye Nezaretinin örtülü öde-neğinden ve
Alman askeri misyonundan gelen paralarla oluşturulan ve
ajan sayısı 1916'da 30 bin kişiye ulaşan bu gizli örgütün
görevi, Panİslamizm, PanTürkizm amaçlarına ulaşma ve
bu amaçla içeride eleman altyapısını yetiştirme, dışarıda
ise Rusya ve İslâmi bölgelerde ayaklanmalar çıkarmak,
İngiliz-Fransız sömürgelerinde örgütlenme, daha sonra
işgal edilen yurdu, gayri nizami harp ile kurtarmaktı.
Kurtuluş Savaşı’nın nüvesi olan bu teşkilât olmadan,
Mustafa Kemal başarıya ulaşamazdı.
Türk-İslâm sentezi diye adlandırılan, bu ideolojinin ilk
vurucu örgütü olan ''Teşkilât-ı Mahsusa'' bu amaçlarını
gerçekleştirirken, toplumun alt tabakasını kullanmıştı. Bu
toplumsal kesimlerin önemli bir kısmı, hatta tamamı
çeşitli suçlardan hüküm giymiş mahkûmlardan
oluşuyordu. Bu işleri gördürmek için deli gibi aklını
kullanmadan duyguları ile haraket eden, ölümden
korkmayan vatanseverlere ihtiyaç vardı. Bügün de olduğu
gibi geçmişte de MİT “temiz adamlarla” çalışmamıştı.
Bu, işin tabiatında olan, bir gereklilikti.
İttihat ve Terraki Partisi'nin sivil önderlerinden Ahmet
Rıza Bey’in, “Teşkilât-ı Mahsusa Kıtaları” diye
adlandırılan birlikleri yönelttiği, “katiller ve caniler
orduda bulunmamalıdır” eleştirisine, Harbiye Nezareti
ordu dairesi Resi Vekili Behiç (Erkin) Bey, “bu
mahkûmlardan büyük kısmının orduya değil de, 'Teşkilâtı
Mahsusa' emrine verildiklerini, bu bakımdan kıtadaki
askerlerin ahlâkını bozmalarının mümkün olmadığını'
söylemekteydi.'' (Parlar, 1990)
Finansman kaynaklarına bakıldığında, Alman
emperyalizminin desteği görülüyordu. Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hesapları içinde,
müttefik devletlerin kirli savaşları finanse etme
gereğinden kaynaklanmaktaydı. Bugün ise Amerikan
emperyalizminin çıkarına uygun olduğu için, kirli
amaçlara, kirli yöntemlerle ulaşmak için kirli savaşlar
kirli paralarla finanse ediliyordu. Kirli amaçlara kirli
yöntemlerle ulaşılır.
1980'li yılların sonuna kadar bu kanlı örgüt hakkında pek
birşey bilinmiyordu. 1980'li yılların sonlarına doğru
Avrupa, Gladio rezaletleriyle sallanınca ortaya çıktı.
Halen de bu kanlı örgütün eylemleri, tam olarak
bilinmemektedir. Bilinenler arasında, Belçikalı komünist
lider Lahaut'un, İtalya başbakanı Aldo Moro'nun, İtalyan
banker Roberto Calvi'nin, İsveç başbakanı Olaf Palme'nin
öldürülmesi eylemleridir.
Herşey, 1990 Kasım ayında İtalya başbakanı Gullio
Andreotti'nin 1958'den itibaren İtalya'da faaliyet gösteren
bir teşkilât olduğunu itiraf etmesiyle başladı. Bu itirafla,
başta İtalya olmak üzere, Avrupa'nın bir çok ülkesinde
soruşturmalar açılınca da, pekçok ülkede bu tip faaliyetler
gösteren ''sol karşıtı örgütler olduğu'' ortaya çıktı.
Yunanistan'daki 1967 Albaylar Darbesi’nde özel eğitimli
CIA ajanlarının etkin rol oynadığı ortaya çıktı
İskandinavya'da, 1973'de, CIA başkanı olan William
Colby tarafindan, bir örgüt kurulduğu öğrenildi. 1985
yılında İsviçre'de P26 isimli bir örgüt kuruldu. P26
bünyesinde 400 ajanın yanısıra çok gelişmiş silah
sistemleri de bulunuyordu. Fransa'da, Gallio adlı örgüt,
bu olayların açığa çıkmasından sonra feshedildi. Daha
dünyanın bir çok ülkesinden örnekler verilebilirdi.
Türkiye'de bu örgütün varlığı, Özel Harp Dairesi adıyla
duyuldu. 1980 öncesi bu kurumun başı, Turgut Özal’a
1983 seçiminde rakip olan ve derin devletin seçtirmek
istediği Turgut Sunalp paşamızdı. MHP kadrolarının bu
örgütün içinde planlı, sistemli katliamlarda kullanıldığı
ileri sürüldü. CHP Lideri Bülent Ecevit, bu yapılanmayı
illegal olarak nitelendirdi. Devlet tarafından beslenen bu
sağcı tetikçiler, giderek devlet içinde üst düzeyde
kadrolaştılar. Sovyetler Birliği, KGB’nin Türkiye’de
örgütlediği illegal sol örgütler vasıtasıyla sol terör
estirirken, kendini savunma refleksini kullanan, devlet
destekli sağ gerillalar 1970'li yıllarda 12 Eylül darbesi
öncesi bugün kitle katliamları, bilim adamı, sanatçı ve
yazar kıyımı olarak nitelenen sayısız eyleme, icazetli
olarak karıştılar. Zira, devlet elden gidiyordu ve
Sovyetler’in uydusu olmak üzereydi.
1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi öldürüldü ve failleri
bulunamadı! Bulunanlar da, zaten çıkartılan aflarla, devlet
eliyle cezaevinden ya resmen çıkarıldı veya kaçmalarına
göz yumuldu. Prof. Dr. Ümit Doğanay, 20 Kasım 1979
günü katledildi. Yakalanan katillerden biri itirafçı oldu.
Bu kişi derin devlet örgütlenmesinin beyin kadrolarından
olan Alaaddin Çakıcı'nın sağ kolu iken, çıkar çatışmaları
nedeniyle, Çakıcı tarafından öldürülen, Nurullah Tevfik
Ağansoy'du. Bu katil, devlet tarafından korunmuştu. Prof.
Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979'da otobüs durağında
katledildi. Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Prof. Dr. Bedri
Karafakioğlu, Savcı Doğan Öz, Disk Genel Başkanı
Kemal Türkler de bu terörden nasibini aldı. Sokak
çatışmaları, binlerce can aldı. Gladio, sağ ve sol eliyle
meydandaydı.
PKK terörü 1990 sonrası, KGB’nin elinden Batılı güçlere
geçince, derin devlet politikası tekrar sertleşti. Çünkü
Batılı istihbaratlar, daha fazla lojistik destek sağlayarak,
şiddetin dozunu artırmışlardı. Merhum cumhurbaşkanı
Turgut Özal, ileriyi gören bir politikacıydı. Bir yandan
Özel Tim kurulmasına öncülük ederken, bir yandan
Kuzey Iraklı Kürt liderleri Ankara’da yüksek bir statüde
ağırladı ve soruna siyaset çerçevesinde barışçı bir çözüm
bulmak gerektiğine inandı.
1992 yılının başlarında MGK, PKK’ya yardım ve
yataklık yapanlara, aman vermeme yönünde gizli bir
karar aldı. Bu değişkliğin ardından PKK terörüne son
vermek için Kürt köy ve mezraları boşaltıldı. 1992'nin
sonlarında, bu strateji değisikliği MGK'nın gündemine bir
kez daha geldi. Konu, bu savaşta kullanılmak için özel
örgüt kurulmasını içeriyordu. Kurulacak bu örgütün
şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin
isimleri belirlendi. Abdullah Çatlı ve arkadaşları, Özel
Tim'den seçilmiş bazı polisler ve özel eğitimli askerleri
yer alıyordu. Bu organizasyonda yer alan kişiler
konusunda Özal ve Bitlis paşa, devletin resmî olmayan
kişilerle işbirliğine giderek iş görmesine karşı
çıkıyorlardı..
Barış yanlısı Özal ve Eşref Bitlis, Gladio ile sopa
gösterirken, devletin merhametli elini de uzatmak istedi.
Ancak, derin Ankara ve derin askerler, buna karşı çıktılar.
Kürt isminin bile kullanılmasına karşıydılar. Bu olaydan
sonra Özal da, Bitlis de suikastla öldürüldüler. Maalesef
bu konuda açıklama yapmak Doğu Perinçek’e düştü:
''Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün Türkiye alehindeki
faaliyetlerini saptamış, gıda yardımı adı altında PKK'ya
gönderilen silahları da yakalatmıştı. Çekiç güç hakkında
iki kez rapor hazırlayıp Genel Kurmay’a gönderen Bitlis,
özel harp uzmanı ABD'li subayları da Jandarma Genel
Komutanlığı’ından attı. ABD'li casusların Kuzey Irak'a
girişlerini de engelledi. Körfez Savaşı sırasında ABD'in
Türkiye üzerinden ikinci cepheyi açma planını öğrenip
Genel Kurmay ve Cumhurbaşkanına bildirdi. Özal da bu
raporları ABD başkanı Bush'a iletti. Bu nedenle Bitlis'in
ortadan kaldırılmasına 4 kişilik ABD komutan heyeti
karar verdi. Genel Kurmay istihbaratınca saptanan bu 4
kişilik heyette, Çekiç Güç Kuzey Irak'taki komutanı
Albay Naab ve Albay Wilson da bulunuyordu. ABD'li
komutanların kararını da özel harpçi Türk subayları icraa
etti.''
Perinçek'e göre JİTEM grup komutanı Binbaşı Cem
Ersever liderliğindeki bir grup subay, Bitlis’in uçağının
motoruna sabotoj düzenledi. Daha sonra, Ersever ve
sabotoji gerçekleştiren ekibi, Abdullah Çatlı ekibi
tarafından çok şey biliyorlar gerekçesiyle, atış alanında
sorgulanıp öldürdüler. Özal'ın ölümüne gelince.
Kanıtlanmış birşey yok ama diğer ülkelerdeki devlet
başkanlarının Gladio tarafından öldürülmelerine ve
emperyalizmin dünya genelindeki organizasyonuna
baktığımız zaman bu olasılık çok güçlü duruyordu.
(Yılmaz, 1992)
1990’ların sonunda, 28 Şubat süreci en büyük darbeyi,
derin devletteki değişimle, kendi içinde gerçekleştirmişti.
Önce hükümeti infaz emrinin nereden geldiğini
irdeleyelim. Orgeneral Çevik Bir, 27 Şubat 1997 günü
İsrail'den döner, daha önce ise ABD’ye uğramıştır. 28
Şubat’ta REFAHYOL hükümetine bir kararname dikte
edilir, hükümet kabul etmeyince asker, basın, Tüsiad,
Türk-İş, Disk, Tisk, Tobb, aşırı sol kesim ittifakı ile
hükümet yıkılır. Sonradan gelen hükümetler, İHL, Kur'ân
kursları, İslâmi sermaye-cemaatlerin en sivrisinden
(Aczimendiler) başlayarak, en sonunda da en çok
kullandıkları ilim grubuna (basının vermiş olduğu adla
Hizbullah) dek, tüm İslâmi cemaatler geriletilir...
Başörtüsü irticanın sembolü kabul edilir, memur ,
öğrenciler, eşi örtülü asker, bürokratlar görevlerinden
alınır... Yolsuzluk, rüşvet, suistimal, vurgun, yalantalan,
cinayet, faili meçhul, işsizlik, ahlâksızlık, riyakârlık,
enflasyon, trafik kazası, ırkçılık, hukuksuzluklar, yapay
irtica, bölücülük çığlıkları arasında kaybolur ve ülke
batmanın eşiğine getirilir, Batı’dan yeniden kredi dilenilir
hale getirilir. Bir ülke böyle batırılır.
28 Şubat, ABD ve İsrail’in Türkiye'deki taşeronları eliyle
uygulanan bir kolaniyal operasyon, içteki derinlerin
kullanılarak yapılan bir postmodern ihtilâldir. Derin
devletin teşviyle meydana gelen 28 Şubat, Gladio’yu da
dönüştürmüştür. Çünkü, 28 Şubat irtica safsatasıyla
sadece dindar kesimlere karşı yürütülen bir psikolojik
savaş değildi. Derin devlet, Susurluk’ta temizlenmesi
gereken kirli bağırsaklarla birlikte Gladio’yu emekliye
ayırmış, yeni bir oluşumun içine girmişti. Bu oluşumun
adı yeni Ergenekon’du.
LİDERİN ŞEMAİLİ VE BAĞLANTILARI
Herkes ısrarla bir numaranın kim olduğunu soruyor.
Herkesin bir tahmini var. Çoğu asker kökenli zannediyor.
İddianamede sarı bıyıklı bir Rumeliliden bahsedildiğini
görenler, Atatürk’ün portresini çizmiş diye savcıyı alaya
aldılar. Hedef saptıracağım diye savcı fazla kendisini
zorlamıştı. Biraz yardımcı olalım…
Ne Ak Parti ne de başka bir iktidar, yakın tarihlerde “O”
kişiyi karşısına alabilir. Bu nedenle epey kirlenen
Ergenekon örgütünün tasfiyesine, zoraki de olsa, gerçek
liderin izin verdiği görüşündeyim. Hatta ABD,
Avrupa’dan konsensüs söz konusu. 2001’de
“tükürdüğünü yalamak” zorunda kaldığı, hoşuna
gitmeyen temizlik emrini daha büyük yerden aldığını
bildiğim için “zoraki” diyorum. Ak Parti’yi ve liderini
beğenmese de içeriye dört tane bakan seviyesinde “Truva
Atı” sokacak kadar beceriklidir baronumuz.
Burada Türkiye’yi hangi “derin ABD örgütleri”
yönlendiriyor, sorusu ortaya çıkıyor. Bizim lider,
neoconların en aşırı kanadına bağlı, Cumhuriyetçi, yani
Bush taraftarı. Diğer derin Amerikan devletlerinin
çatışması sırasında neoconlar, Irak savaşında yaşanan
fiyasko sonrası etkinliğini göreceli yitirdi. Türk liderde
geri adım atmak zorunda kaldı. Lider, ılımlı
Washington’un uyarılarına rağmen, Ak Parti’yi devirmek
için, söz konusu çeteyi ve generalleri 2001’de
görevlendirdiğine pişman oldu.
Gerçek liderin uluslararası bağlantıları ve güçlü
ekonomik yapısı, isminin dile getirilmesini bile
engelliyor. Görünürde hiç bir zaman illegal iş yapmayan,
cep telefonu ve bilgisayar kullanmadığı için
dinlenemeyen ve izlenemeyen lideri suçlamaları zor. Yaşı
artık epey ilerledi. Asker olmadığını biliyorum.
Dört kuşak öncesinden Rum dönmesi, cumalara gidiyor,
ölümü hatırlattığı için cenaze namazlarını sevmiyor,
gitmiyor. Dört defa hacca gitmiş biri. Berberi Atina’da
ismi Alexo, her 15 günde bir tıraş olmak için
Yunanistan’a gidiyor. Şık giyinmeyi sevdiği için sürekli
Paris’te dolaşıyor.
Netice itibariyle ailesinin kurduğu, geliştirdiği işini
koruyor, siyasi iktidarını, gücünü kimseyle paylaşmıyor.
Seçimle başa gelen iktidarların muktedir olamaması, söz
konusu elit liderimizin karizmasından kaynaklanıyor.
Koordinatlarını vereceğim liderin portresini anlamanız
için mensup olduğu derin örgütleri ve etkisini kavramanız
gerekiyor.
Liderimiz sosyal demokrat gözüküyor ve asla bu
özelliklere ulaşamayan CHP'ye, oy vermeye devam
ediyor. Oysa bu doktrin, ilkelerini, sosyal adalet
prensibinden alır. ABD ve Avrupa’da liberal geçinenler
bu akımdandır. Liderimiz liberal, ama aslında
Amerikalılardan beter bir “kapitalist.” Eski Türk sosyalist
ve komünistler, liderimizin şirketlerinde üst düzey
yönetici.
Dünyadaki pek çok tüketim ve üretim malzemesini,
medyayı, devletleri sistematik gizli örgüt ağına sahip bir
elitler grubu kontrol ediyor. Dünyanın %40 servetine
sahip 200 en zenginin yönlendirdiği grup, tüm dünyada 8
bin üst düzey elemanla koordineyi sağlıyor.
Globalizasyon’un ve Yeni Dünya Düzeni'nin temel
felsefesini ortaya koyan “Kaostan Düzen” mottosu ile
ortaya çıkmış Illüminati, Skulls and Bones Society (SBS,
Kuru Kafa ve Kemik Cemiyeti), Bohemian Grove (veya
Bohemian Club) adlı gizli cemiyetleri var.
Bu elitler grubun arkasında masonik gizli örgütlenmelerin
olduğunu kimse yazamıyor. Bu uluslararası ağın, 20.
yüzyılda bünyesine eklediği Council on Foreign Relations
(Dış İlişkiler Konseyi), Trilateral Komisyon ve
Bilderberg isimli örgütler bulunuyor.
Bu örgütlere üye olan kişiler, istihbarat örgütlerinin,
silahlı kuvvetlerin, NATO'nun veya Savunma
Bakanlıkları’nın, bankaların, dev tröstlerin en tepesindeki
insanlar. Bizim yerli liderimiz de CFR, Bilderberg ve
Illüminati üyesi.
Illuminati, üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklıyor ve
bugün hemen her ülkede mevcut. Özel eğitim, tören ve alt
mason kültüründen gelmeyenler Illuminatiye kabul
edilmiyor. Başında Henry Kissenger bulunuyor,
Türkiye'den sorumlu adamı Richard Perle, bizim liderle
içli dışlı. NATO bağlantılı Gladyolar kurmak onların
kararıydı. Yeraltı örgütleri ile ilişkiyi Trilateral Komisyon
sağlıyor.
Trilateral Commission (TC), Yeni Dünya Düzenini tüm
dünyaya daha iyi yayabilmek için oluşturuldu. 1973'te
David Rockefeller, Henry Kissenger ve Zbigniew
Brzezinski tarafından kurulan gizli örgüt, CFR'yi Atlantik
ötesi ülkelerde CIA ile örgütlüyor; siyaset, darbe, mafya
mühendisliği yapıyor.
CFR'nin uluslararası düzeyine taşınmış bir şekli olan ve
1954'de kurulmuş Bilderberg, her yıl gizli toplantılar
düzenliyor. Türkiye'de son 50 yıldır başa geçen ünlü
politikacıların çoğunluğu Bilderberg üyesi, bizim lider de
toplantılarına katılır veya temsilcilerini mutlaka gönderir.
Tüm dünyada TC, Bilderberg ve CFR birbirinin içine
girmiş durumda. Her üçünün de üyesi olan Bill Clinton,
Brent Scowcroft, John Mark Deutsch, Robert Strange gibi
50 kişi var, bizim lider de bunlardan biri, hem de çok
güçlü biri.
Küresel sermayeyi yöneten elitler, amacına ulaşmak için
savaşlar çıkartıyor, değişmez sanılan ülke sınırlarını
değiştiriyor, kaostan düzen çıkartıyor, ulus devletleri
tehdit ediyor. Ergenekon’un gerçek liderinin neden
yakayı sıyıracağı, isminin dahi açıklanamayacağı sır
olmasa gerek.
Ergenekon örgütünün kara kutusu olarak adlandırılan
Tuncay Güney, TVNET'e verdiği röportajda çarpıcı
açıklamalarda bulunacaktı. Altı saat süren ve ilk bölümü
yayınlanan röportajda, Ergenekon soruşturmasında
gelinen noktayı değerlendiren Güney, bugün gelinen
noktayı buzdağının üst kısmı olarak tanımladı. Kanada'da
TVNET Haber editörü Bedir Acar'a konuşan Tuncay
Güney, şifreli cümleler kurarak, Ergenkon örgütünün
“Cesur Hırsızlar Partisi”nin himayesinde olduğunu
söyledi.
Türk televizyonlarında ilk kez, ayrıntılı şekilde
Ergenekon'u anlatan Güney, 1950'li yıllardan itibaren
devlet içinde örgütlenen bir yapı olduğunu anlattı.
Ergenekon için “Susurluk'un babası” diyen Güney, ilk
bölümü yayınlanan röportajında, Ergenekon örgütü ve
soruşturma ile ilgili olarak, şu çarpıcı bilgileri verdi:
"Ergenekon çözülürse sistem çöker. Cesur Hırsızlar
Partisi, Ergenekon'u himaye ediyor. Ergenekon'un
sermaye boyutuna ve sistem içindeki uzantılarına
dokunulmamıştır. Küçük parmağı kesilse ne olur. Örgüt
kendini yeniler. Sistem devam eder."
Güney’in kast ettiği ya TÜSİAD veya İstanbul Merkezli
Masonik Büyük Klüp. Bu baronlarının yönettiği, bu derin
gizli örgütün adı Ergenekon’du. Diğer tanımıyla NATO
üyesi ülkelerde CIA tarafından kurdurulmuş Gladio. Tüm
NATO ülkelerinde gizli operasonlar için kurulan ve
önceleri Komünistlere ve Kürt ayrılıkçılara göz
açtırmayan Gladio, 28 Şubat ve 11 Eylül sürecinden sonra
dindar Müslümanları, daha doğrusu İslâm'ı hedef alır.
MOSSAD'ın katkılarıyla Türkiye örgütlenmesinde
yönetim zaten 1960'lardan beri Sebataycı eksenli masonik
bir yapının elindedir. Çıkarları için sağ el veya sol el
farketmez. Logosunun yanında 50 yıldır takiyye yaparak
“Türkiye Türklerindir” diyen gazete, medyadaki ana
üsleridir; dolayısıyla Perde arkasındaki grubun çıkarları
Türkiye'nin çıkarlarından önce gelir. Kemalizm ve laiklik
oyuncaklarıyla Sebataycı örgütlenmeye karşı çıkanlar yok
edilir veya sindirilir.
Atatürk tarafından Selanik’ten mübadele ile getirilerek
ayrıcalıklı konum verilen Sebataycıların yönetici, mafya
konumundaki altdakilerin günah keçisi, sıradan işçi
olduğunu, pek az insan farkedebiliyordu. Soner Yalçın,
“Efendi” adlı kitabını boş yere yazmadı. Bu kitap; çifte
dinle ve kimlikle yaşadıkları için su yüzüne bugüne kadar
çıkamayan, hain, dönek damgası yemekten korkan
ülkemizin gerçek yöneticileri Sebataycıların, Türkiye'nin
AB'ne bağlanan umutlarıyla paralel su yüzüne çıkma
girişimiydi. “Bu vitrini hazırlamak”, Yalçın'ın deyimiyle,
“dincilere” bırakılamazdı. Artık herkes onlardan saygı ve
korku ile bahsetmeliydi; şapka çıkarmalıydı. Sağcı
Ergenekon’u gören, solcuları ıskalayan Yalçın'ın
gayretkeşliği bu yüzdendi. “20. yüzyılda Yahudiler iki
devlet kurdu biri Türkiye, diğeri İsrail'dir” diyen
Sebataycıların ülkemizde kurduğu Ergenekon, bu ülkenin
gerçek sahiplerine yeni tuzaklar kuracaktı.
Sebataycıların “bizdendi” diye sahiplendiği Atatürk,
mason localarını kapatmıştı ve komunist yapılanmalarına
göz açtırmamıştı. Selanik'ten ülkemize getirdiği
çoğunluğu yüksek eğitimli ve paralı 25 bin Sebataycının
Türkiye Cumhuriyeti ve inkılâplarının çekirdek kadrosu
olduğu doğru bile olsa, Atatürk'ün kökü dışarıda olan
yapılanmalara soğuk yaklaştığı inkâr edilemez. Zaten
Türkiye'nin gerçek Kurtlar Vadisi, Atatürk'ün ölümünden
sonra TL'ye kendi resmini bastıracak kadar hoyratlaşan
faşist ve manda taraftarı İsmet İnönü'nün hediyesiydi. Eşi
Mevhibe Sebataycıydı, aynen Bülent Ecevit'in eşi Rahşan
Ecevit gibi. Sebataycı Yakup Kadri, Halide Edip, Fatih
Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçiler’den
bugüne geldiğimizde bu entellektüel misyonu taşıyan
Orhan Pamuk gibi kalemler, bizi hep bizden uzaklaştırdı.
Bir yandan kültürel yozlaşma, bir yandan asıl güçlerini
barındıran iş dünyasıyla ortaklaşa ülkemizi sömürdüler.
Siyaseti onlar belirledi ve bunlara ek olarak, medyamafyaasker-bürokrat bağlantılarını kullanarak
demokrasimizin acı tarihine düşen dört askeri darbeyi
onlar gerçekleştirdi.
Buzdağının üst yüzeyinde gözüken, yani Susurluk’ta
belirginleşen mafya-siyasetçi-iş dünyası ve gizli örgütler
şeytan üçgeninin fotoğrafı, değişik bir açıdan
çekilmeliydi. Buzdağının görünmeyen dev kütlesinde yer
alanların, deşifre edilmesi için masonların deşifresi
elzemdi. Derin Devlet-Derin Mafya-Derin Sebataycılar
üçgeni ilişkisi hiç yazılmadı bugüne kadar. Eski İçişleri
Bakanı Saadettin Tantan, eğer zorla istifa ettirilmesiydi
“Gümüşsuyu çetesi!” olarak nitelediği “Büyük Klüp”,
yani “Manevi Cihazlanma Teşkilâtı”nı deşifre edecekti.
Dünyanın her ülkesinde kendilerine özgü derin
devletcikler bulunuyordu. İtalya, güya temiz eller
operasyonu ile kendi derin devletinin derin mafya
yapılanmasını temizledi. Türk derin devleti ve mafya
yapılanmasının elbette dış bağlantıları çok güçlüydü ve
süreklilik arz ediyordu.
Bir ahtapot gibi kolları olan bu örgütün, ülkemizdeki
yasal adı CIRCLE D’ORIENT: Büyük Klüp. İngilizce
isminde geçen 'Circle' aynı zamanda Tapınakcıların
yurtdışındaki yayın organının ismidir.
Siyonizm, Sabataycılar ve Tapınak Şövelyeleri arasındaki
gizli bağlantı Siyonist Tapınağı Tarikatı'na kadar uzanır.
Üstad-ı âzamlarının unvanı “Denizci”dir. Güven
Erkaya'nın bir dönem başkanlığını yürütmesi sadece eski
Deniz Kuvvetleri Komutanı olmasından
kaynaklanmamaktaydı. Emekli deniz oramirali ve 12
Eylül sonrası başbakanlık yapan Bülent Ulusu, uzun süre
Büyük Klüp'ün başkanlığını yürüttü, halen üyedir. Onun
döneminde üye olan meşhurlar arasında babasından
misyonu devralan Mehmet Ağar ve Beşiktaş'ın efsanevi
başkanı Süleyman Seba sayılabilir. Seba, emekli olmadan
önce MİT'in İstanbul Bölge Müdürüdür. Ünlü mafya
babası Aladdin Çakıcı, Ulusu döneminde üye kabul edilir.
Çakıcı, ülkenin en büyük uyuşturucu ve silah taciri
Dündar Kılıç'ın damadıdır. Sebataycıların kullandığı
mafya kolunu temsil etmektedir. Kara para onlardan
sorulur. Hakkındaki onca delile rağmen, beraat ettirilir.
Çakıcı, bu ülkede devletin adamı olarak derin devlete
çalışan en derin adamdır. Konuşursa âlem karışır. Bu
nedenle devlet eliyle kaçırılır. Beşiktaş Jimnastik kulübü
eski genel sekreteri Sinan Engin sadece talimatı yerine
getirmiştir.
İngilizcesiyle "Moral Rearmament-Mr", Türkçesiyle
"Manevi Cihazlanma Teşkilâtı"nın kökleri dışardadır.
Tapınakcıların, zuhuruna vesile oldukları Protestan
mezhebinin bağlısı (Lutheryan) Amerikan Pastor’u Frank
Buchman tarafından, 1929’da "Oxford Group" olarak
tesis edilir. Buchman daha sonra, İngiltere’de Evanjelik
olur; yani Bush’un ve oğlunun, "Yeni Dünya
Düzencileri"nin mezhebine duhûl eder!.. Bu derneğin
Türkiye şubesi Beyoğlu’ndadır. Hatta oranın bir
sokağında, "Asmalı Mescid” vardır; aynı sokakta, "B’nai
B’rith-Ahdin Kardeşleri" teşkilâtı, "Fakirleri Koruma
Derneği" adı altında faaliyet göstermektedirler. İşte bu
sokakta, "Manevi Cihazlanma Teşkilâtı" da faaliyete
başlar. "Toplum faydasına dernekler" listesinde olup,
vergiden muaf ve üste "bütçe"den para da alan bu iki
derneğin, kurucu başkanı, -mini mini vali- Prof. Dr.
Fahrettin Kerim Gökay'dır... 33. dereceden mason olan
Gökay’ın, Göztepe-İstasyon durağındaki köşkü teşkilatın
toplantı yeri idi; bugünlerde kullanılan başka bir toplantı
yeri ise İsmail Ağar’ın, Kadıköy’deki köşkü... Bu adam,
60 ihtilalinde idam edilen F. R. Zorlu’nun da akrabası ve
Ayasofya'nın Ortodoks ibadetine açılmasını istiyordu.
Heybeliada'daki Ruhbani okulunun açılmasıyla istekleri
durulmayacaktı. (Er, 2003)
Bu teşkilâtın bir diğer üyesi ise, Hazım Atıf Kuyucak;
"Supreme Konsul”de Türkiye Masonlarını temsil eden iki
kişiden biri; diğeri de "Ceza"cı meşhur dönme Sahir
Erman’dı... Kuyucak, "Nur Locası"nın da Üstadı olan bir
Mason; "Avrupa Birliği"nin "sevdalısı" biriydi.. Celâl
Bayar, İ. Sabri Çağlayangil, bunun "altında" olan
adamlardı.. Bu "Manevi Cihazlanma Teşkilâtı"nın bütün
üyeleri aynı zamanda 'Büyük Klüp'ün de üyeleriydiler.
Büyük Klüp’ün ismi, "Susurluk" meselesinde de geçmiş,
hatta Başkanı Duran Kalkan gizlice giderek ifade bile
vermişti. Derin devletin iki Yalçın’ını -Yalçın Küçük ve
Soner Yalçın’ı- Sebataycılarla ilgili yazdıkları kitapları
"maksatlı" bulmamın sebebi, "Geyik" muhabbeti ile
kulaklarına üflenen malûmatları "deve" yapmaları ve bu
sayede de Kemalist Oligarşi’nin hayatta kalması için "saf
Müslüman avına" çıkmalarından kaynaklanıyor. Bu
ülkenin sahibi Sebataycılar diyerek aba altından sopa
gösteriyorlardı. Bu dizide onları ustaca pazarlayan,
korkmamızı sağlayan psıkolojik bir savaş yapıtıydı. (Er,
2003)
12 Eylül sonrası birçok örgüt yöneticileri yurt dışına
kaçtı, ancak 29 polisin elinden kaçan ve Nihat Erim, Gün
Sazak, Hiram Abbas, Hulusi Sayın, Kemal Kaycan,
Özdemir Sabancı suikastlarını gerçekleştiren Dursun
Karataş’ın durumu farklıydı. Bu eylemleri savunduğu
devrim adına mı, yoksa derin devletimiz Ergenekon adına
mı yaptı belli değildi. Dursun Karataş’ın yakalanması için
polislerin harekete geçirilmesi ve polislerin elinden
kaçması devlet içersindeki feodal güçlerin
çatışmasındandı. Özdemir Sabancı suikastı da, bu tür
işlerin, devlet içerisindeki tam olarak kontrol edilemeyen
çekirdek kadro tarafından DHKP-C’ye havale edilmiş
haliydi. Sabancı’nın Kürt sorunu hakkında barış
düşündüğünü açıklaması, devlet tarafından sert bir şekilde
uyarılmalarıyla sonuçlandı. Dursun Karataş İnterpol
tarafından 174 ülkede 50 ayrı suçtan aranmasına rağmen,
bir türlü yakalanmaması 29 polisin baskınından
kurtulması belli güçlerin göz yumması ve
yönlendirmesiyle olabilirdi. Bu çekirdek kadronun her
kesim içerisinden, ideolojik fark gözetmeksizin,
kullandığı insanlar vardı; kimi zaman devrim için yanıp
tutuşan Dursun Karataş, Paşa Güven; kimi zaman da kalbi
vatan sevgisiyle dolu Abdullah Çatlı kullanabiliyordu.
İçlerinde asker, emniyetçi, profesör bulunan, bulunduğu
ülkede kontrol edilemeyen ancak belli güçlerin kontrol
edebildiği bir güçtür. Rivayetlere göre, Gladio
Konseyi’dir Ergenekon. Kurtlar Vadisi Konseyi, bu
konseyi işaret ediyordu. Baronun öldürüldüğü İstanbul
Merkezli Mason Locası, esasen Büyük Klüp ise daha üst
karar merciydi. (Er, 2003)
Büyük kulübe kimler üye değildi ki... Gündüz Kılıç,
Bülent Ulusu, Cevher Özden (Banker Kastelli) Ali Rıza
Çarmıklı, Alp Emin Yalman, (Tek Dünya Fikrini Yayma
Cemiyeti’ni dahi kurmuştur.), Ömer Çavuşoğlu, -kardeşiNazlı Ilıcak ve kocası Kemal Ilıcak, Nejat Eczacıbaşı,
Sabri Ruso, Duran Kalkan, (99’a kadar 13 sene
başkanlığını yapmıştı), Çetin Emeç, Ahmet Fevzi
Ellialtıoğlu (devşirme, babalarından biri yeniçeri ocağının
"56. ortası"na mensup), Sadettin Bilgiç, Gazanfer Bilge,
Atalay Coşkunoğlu, Yuda Leon Çukran, Mehmet Emin
Karamehmetler, Ümit Aslan Utku, Nejat Tümer (emekli
oramiral), Enver Necdet Egeran (muhteşem Salamon’a
"mason değildir" belgesi veren TPAO’nun yıllarca
başında oturmuştu), Başaran Ulusoy, Selçuk Maruflu,
Faruk Arslan
303
(ANAP’lı, "Arı grubu", "Finans Klüp" ve "Mülkiyeliler
Birliği" üyesi, DPT ve Eximbank’ta uzun süre çalıştı),
Raif Dinçkök, Adem Ceylan (meşhur Ceylan Holdingin
"para işlerine" bakan üyesi), Vehbi Koç, Sakıp Sabancı,
Şerif Egeli vesaire... liste uzayıp gidiyor.
“Büyük Klüp" idari heyeti Yönetim Kurulu, Başkan:
Duran Akbulut sanayici, Gündüz Kaptanoğlu armatör,
Türk armatörler birliği Koop.Bşk., Ercan Targay bankacı,
Tevfik Altınok Hazine ve Dış Ticaret eski müsteşarı, M.
Okan Oğuz sanayici, ihracatçı (TİM eski başkanı) Rıdvan
Kartal avukat, ekonomist, armatör, Yağız Dağlı hukukçu,
Uluslararası Avukatlar Birliği Yönetim Kurulu üyesi,
Ergun Erez inşaat müteahhidi, Ferudun Pehlivan 19. ve
20. dönem Bursa milletvekili, Mehmet Özcan sanayici,
Nuri Baylar işadamı.
Yedek üyeler: Perviz Zekioğlu sanayici, O. Taylan
Kendirli ekonomist, Çetin Yentur bankacı, İnan
Şefkatlioğlu sigortacı, Hande Yılmaz ihracatçı, Murat
Numan Erdem ekonomist, Nevhan Gündüz işletmeci.
Balotaj Kurulu: Ali Rıza Özkan sanayici, Metin Selçuk
bankacı, Halkbank Eski genel müdürü yardımcısı, Ahmet
Malaz sanayici, Mehmet Seren Dinçler avukat, Ahmet
Bedri İnce armatör, Koptagel İlgün Prof. Dr. eski
başhekim, Selcuk Gökçe ihracatçı, Haşmet Olgaç kimya
mühendisi, Melih Tavukcuoğlu müteahhit, Rıza
Dedehayır işadamı, Ahmet Özbilge yönetici, Adem
Ceylan sanayici, Misel Gülçicek sanayici, Burhan Sargın
işadamı, Ugurman Yelkencioğlu yönetici, Tofaş eski
genel. Müdürü.
Yedek Üyeler: Serpil Bağrıaçık ekonomist, Coşkun Bekar
gümrük müşaviri, Emir Berduk Marsan yönetici, Mehmet
Güven endüstri ve kimya mühendisi, Atilla Tacir
ekonomist.
Disiplin Kurulu: Yekta Güngör Özden Anayasa
Mahkemesi eski başkanı, Necip Kocayusufpaşa-oğlu
Prof. Dr. (hukuk), Nezih İserı emekli amiral, yüksek
mühendis, Nazmi Akıman emekli büyükelçi, Ahmet
Serpil Prof. Dr. Yeditepe Üniversitesi rektörü, Erol Cihan
Prof. Dr. , Sabi Ruso avukat, Sevgi Gümüştekin avukat,
THY genel müdür eski muavini, Turgut İçten yeminli
mali müşavir, Ersin Eti Dr. yüksek mühendis, Ertuna
Yaşar avukat. Yedek Üyeler: Besalet Barım işadamı,
Oktay Özcan ithalât-ihracat, İsmail Yıldız işadamı, Zeki
Tanyeri sanayici, Tekin Akmansoy sanatçı. Denetleme
Kurulu: Halil Gümüş yeminli mali müşavir, Alper Kuş
İstanbul eski defterdarı, Engin Berker yeminli mali
müşavir, Yedek üyeler: Sinan Kılıç doktor, Yiğit
Tavukcu-oğlu ekonomist, Orhan Tuncer işadamı. (Er,
2003)
Masonlar, Ergenekon'un her zaman tepesinde oldular.
Mason localarının Türkiye'yi istikrarsız hale getirmek için
devreye girdiği artık yazılıp çiziliyor. Hatta Fransız
masonların Türklerden şiddet talep ettiği ortaya atıldı.
Ergenekon Terör Örgütü'nün, operasyonda adı geçenlerle
sınırlı olmadığını herkes biliyor. Dikkatden kaçan konu,
dünyada masonluk çöküşte iken sadece Fransa ve
Türkiye'de yükseliyor.
İtalya’daki P2 mason locasının Gladio kontraterör
örgütüyle bağlantıları vardı. NATO üyesi ülkelerde
kurdurulan tüm derin devlet ve Gladio yapılanmalarında
masonlar organizatördü.
İtalya’da gerilim çıkararak, hükümetler değiştiren ve
siyasi cinayetlerde parmağı olduğu ortaya çıkan P2 mason
locasının üyeleri arasında devrin gizli servis sorumluları,
polis müdürleri, hâkimler, savcılar, avukatlar, gazeteciler,
iş adamları, adli tıp görevlileri gibi ülkenin önde gelen
insanları vardı. O dönemde P2 locası üstadı Licio Gelli,
emrinde 142 milletvekili ve senatörün olduğunu
açıklamıştı.
Ülkemizde durum bundan farklı değil, hatta daha da
kötü...
İtalya’yı yıllarca mafyavâri ve dış bağlantılı olarak
yöneten P2 mason locasının ilişkiler ağı çözüldüğünde,
gözler öteki ülkelerdeki mason localarına çevrildi.
Türkiye’de çok fazla kamuoyunun önüne çıkmayan ve bu
yüzden hep “esrarengiz örgüt” olarak kalan mason
localarının, 28 Şubat’ta perde arkasında önemli rol
oynadığı iddia edildi.
Susurluk'un üstünün örtülmesi masonların becerisiydi.
Şapkadan, ulusalcılık maskesiyle, Ergenekon adlı bir
ucube çıkarmayı başardılar.
Dünyada toplam 12 milyon mason bulunuyor. Son 15
yılda Anglosakson masonluğu İngiltere’den başlamak
üzere 200 bine yakın üye kaybetti. Amerikan masonluğu
ise, 11 Eylül'den sonra 1 milyon 150 bin üye kaybına
uğradı.
Peki Türkiye’deki durum nedir?
Ülkemizde 198 locaya kayıtlı 14 bin mason var. Almanya
Birleşik Büyük Locası’na bağlı 5 mahalli büyük locada
gurbetçi Türkler mevcut, çoğunluk Türkay locasında yer
alıyor. Dünya üzerinde buna benzer, yine TC uyrukluların
çoğunluğu teşkil ettiği 6 adet loca bulunuyor. Biri Paris’te
“Corn d’Or Locası”. İki tane Nur locasından birisi TelAviv’de diğeri Washington’da, ayrıca New York’ta
Anatolia locası var. Romanya Bükreş’te Işık locası
tamamı yine Türklerden oluşan ve Türkçe ritüelle çalışan
bir loca.
İlginç olan husus, Kıta Avrupa’sı masonluğu başta
Türkiye Büyük Locası olmak üzere, her yıl yüzde 6.5’luk
artış kaydediyor. Bu artışın büyük kısmını gençler teşkil
ediyor. 30 yaş altı gençler oluşturuyor. Gençlerde “bu
çevreye gireyim, iş ve sosyal çevremde gelişme
sağlayayım” düşüncesi hâkim.
Masonluğun büyük bir değişim geçirdiğini belirten
Büyük Doğu'nun Fransa Büyük Üstad'ı Jean-Michel Quillardet,
masonluğun iki ana geleneğinden birini oluşturan
İngiliz masonluğunun düşüşe geçtiğini ve yaşlandığını,
buna karşın Büyük Doğu'nun tarihî bir atılım içerisinde
olduğunu açıkladı. Ak Parti'ye kapatma davasının temel
sebebi, hiyerarşik olarak Türk masonların bağlı olduğu
Fransız mason locasının başörtüsü kırmızı çizgisinin
çiğnenmesiydi.
Başörtü karşıtlığı için masonlar sayfa sayfa gazetelere
reklam bile verecekti.
Yargı kurumu, yıllardır en güçlü oldukları yer.
Başörtüsü yasağının kaldırılması girişimi, kıta
Avrupasının en eski ve en büyük mason locası olan
Büyük Doğu'nun (Grand Orient) Paris'teki toplantısında
gündeme gelmişti. Büyük Üstad Jean-Michel Quillardet,
ilginç basın toplantısında, başörtüsünün serbest
bırakılması için “geriye gidiş” ifadesini kullanmış, yasal
düzenlemeyi “laikliğinin yeniden tanımlanması yolunda
açılan tehlikeli bir gedik” olduğunu savunmuş,
başörtüsünün "İslamî olmadığını, Kur’ân'da yer
almadığını ve sonradan üretildiğini" ileri sürmüştü.
Bir ülkenin iç işlerine nasıl karışıldığını ispatlayan, tarihî
sözlerdi bunlar.
Türkiye'deki masonlarla sağlam bir diyalog kurduklarını
anlatan Büyük Üstad, halkın %80'inin başörtüsü yasağına
karşı olmasını ise şöyle yorumluyordu: "Ben,
kamuoyunun her zaman haklı olduğunu düşünmem. Halk
yanılabilir, demokrasiye karşı olabilir." Büyük Üstad,
hiçbir Avrupa ülkesinde üniversitede dînî sembol
yasağının olmadığı hatırlatılınca, “Türkiye'deki yasak
kalkamaz" diye kükremişti.
Ak Parti'yı cezalandırma veya burnunu sürtme girişiminin
kaynağı budur!
Ergenekon soruşturmasında, örgütün dış istihbarat
örgütleriyle ve masonlarla bağlantısı olduğuna polisin
ulaştığını sanıyorum. Çarklar tersine dönüyor, masonların
çöküşü, -Fransız mason locasının kapsama alanından
kurtulabilirsek tabii- Ergenekon'u bitirebilir.
EN GÜÇLÜ BARON ADAYI KOÇLAR
Her ülkede derin devletin patronunun ülkenin en zengini
olduğu yönünde, yerleşmiş bir görüş vardır. Bu nedenle
alınmasın, gücenmesin, darılmasın; ülkemizin en zengini
olan Rahmi Koç’un öncelikle özgeçmişine bir bakmak
gerekir:
Vehbi Koç, 1934 yılında İstanbul’da ilk teşebbüsüne
başladı. Bu aynı zamanda onun ilk sanayi teşebbüsüydü.
Haliç Sütlüce’de Hovagimyan Biraderler’in kurduğu boru
fabrikasına ortak oldu. Ancak daha işin başında, hesaplar
iyi yapılmadığı için, iş battı. Böyle bir iki tecrübe
geçirdikten sonra, “Başkalarının kurduğu işe ortak
olmam, kendi kurduğum işe ortak ararım” kararını verdi.
1937’de İstanbul’da ilk şubesini açtı. Fermenciler’de 100
bin lira sermayeli Vehbi Koç ve Ortakları Kolektif Şirketi
faaliyete geçti. 1938’de de Koç Ticaret Anonim Şirketi’ni
kurdu. Artık, ülkenin sayılı ticaret adamlarından biri
haline gelmişti. 1930 yılında oğlu Rahmi Koç, 1938’de
kızı Sevgi Koç (Gönül) ve 1941’de de kızı Suna Koç
(Kıraç) doğmuştu. Artık üç çocuk babası bir ticaret
adamıydı. 1944 yılı, yıllar boyunca başarılı bir şekilde
sürecek bir işbirliğinin başlangıcı oldu. Otomobil işinde
daha da gelişmek için, iyi bir yönetici arıyordu. Sonunda
Bernar Nahum’la tanıştı ve onu transfer etti. 1944
başlarında, Bernar Nahum, Koç Ticaret A.Ş. Otomobil
Şubesi Müdürü oldu. Böylece uzun yıllar sürecek bir
işbirliği ve dostluk başladı. Bu arada İkinci Dünya Savaşı
devam ediyordu.
1945’te savaş sonrası ticarette öncelik kazanmak için
New York'ta Ram Commercial Corporation şirketini
kurdu. Ama bu şirket istediği sonucu vermedi. Bu arada
lastik firması U.S. Rubber (Uniroyal) firmasının
temsilciliğini aldı. Savaş sonrası ilk Amerika seyahatine
çıktı. 52 gün kaldığı bu ülkede, gördüğü herşey onu
etkiledi. 102 katlı Empire State binası, yollar, binalar,
fabrikalar, mağazalar, araçlar, herşey ama herşey
bambaşka bir dünyanın görüntüsü gibiydi.
Burada işadamlarının zamanı nasıl kullandıklarını, iş
görüşmelerini nasıl yaptıklarını gördü. Amerika seyahati,
bir anlamda “işadamlığı stajı” gibiydi. Bu seyahatte
Ford’la ilişkilerini geliştirdi, ama Henry Ford’la
görüşmeye muvaffak olamadı. General Electric’i
Türkiye'de ampul fabrikası kurmaya ikna etti. 1947’de
kendi sermayesiyle ilk sanayi teşebbüsüne girişti. Ankara
Oksijen Sanayi Şirketi’ni kurdu. Ardından bir yıl sonra da
General Electric Ampul Fabrikası’nı kurdu. Artık,
ticaretten sanayiye kayıyordu. Bunda, çocukluk yıllarının
etkisi büyüktü. O çok iyi bir gözlemciydi. Ticarete,
ticareti çok iyi yapan gayrimüslimleri izleyerek girmiş,
hep en kazançlı işleri seçmişti. Sanayiye girerken de,
ülkenin, insanların ihtiyaçlarını gözledi. (Er, 2003)
Türkiye’nin en büyük şirketler topluluğu Koç’un
Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç, 2002 başı
itibariyle, babası Vehbi Koç’tan 54 yaşında devraldığı
koltuğunu, 18 yıl sonra 41 yaşındaki oğlu Mustafa Vehbi
Koç’a devretti. Koç Topluluğu’nun bir numaralı
profesyonellik kadrosu Chief Executive Officer (CEO)
görevi de, Temel Atay’dan 52 yaşındaki Bülend
Özaydınlı’ya geçti. Son CEO ise, Bülent Bulgurlu.
Holdingin kurucusu olan babasının 83 yaşında emekliye
ayrılmasıyla, 30 Mart 1984 tarihinde İdare Meclisi
Başkanlığı’nı üstlenen Rahmi Koç, 2002 yılında girdiği
72 yaşında bu görevi büyük oğlu Mustafa Koç’a bıraktı.
Mustafa Vehbi Koç, 1960 yılında doğdu. İsviçre’de
Lyceum Alpinum Zuoz’daki öğreniminin ardından
ABD’deki George Washington Üniversitesi’nde işletme
okudu. 1984 yılında Tofaş Oto’da satış elemanı olarak
toplulukta görev alan Koç, Kofisa Ceneve’de Satış
Müdürlüğü, Ram Dış Ticaret’te genel müdür
yardımcılığından sonra, Koç Holding’de sanayi-enerjiticaret
şirketleri başkanına yardımcı pozisyonuna
getirildi. Rahmi Koç, tartışmasız olarak iş dünyasının bir
imparatoru haline gelmişti. Türkiye'nin en zengini Rahmi
Koç, 4.9 milyar dolar servetin sahibi ve bu servetle
dünyada 103. sırada. AK parti döneminde servetini üçe
katlasada, 2006’dan beri parasını ABD’de batan Hedge
fonları ve borsaya yatırdığı için milyar dolarlar kaybetti.
Yabancı sermayeye entegre Koç Grubu’nda Rahmi Koç
CFR’ye üye olana kadar yalnızca BB üyesiydi. CFR'nin
Şubat 2001'deki toplantısı, Koç Holding binasında Rahmi
Koç'un ev sahipliğinde gerçekleşti. Bu toplantı Türk
ekonomisinin küresel güç baronları arasında paylaşıldığı
toplantılardan sadece birisidir. Ekonomi bu toplantıdan
sonra battı. (Er, 2003)
İlginç konuşmalarıyla sık sık gündeme gelen Koç, AB ve
ABD yanlısıydı ve Washington'u herzaman savundu. “En
iyisi akıllı diktatörlük, o da bu devirde olmaz.”,
“Müslümanların tek dini lideri olmalı” gibi lâfları
unutulmaz. Özellikle, 2001 yılı Ağustos ayında Koç
Holding İcra Kurulu Başkanı Rahmi Koç’un CNN Türk’e
yaptığı açıklama ilginçtir. Rahmi Koç, Erdoğan’ın bir
milyar dolarlık bir servete sahip olduğunu belirtmiş ve bu
servetin kaynağını sormuştur. Aynı şekilde Hürriyet
Ankara bürosu şefi Sedat Ergin de 2 Ocak 2004 yazdığı
yazısında Erdoğan’ın ortak olduğu üç firmadan söz
etmiştir, ki bu firmalar Ülker ürünlerinin dağıtımı ile
iştigâl etmektedirler.
Koç grubunun servetini yaparken, devletin ve yurtdışı
merkezlerin icazetini aldığı muhakkak. Gitmesi gereken
yerlere gittiği için, yükselmişti Koç imparatorluğu. Perde
arkasında durmayı seven azınlıkların servetlerini, baba
Koç gibi, oğul Koç’lar da çok iyi kullandılar. Türkiye'nin
en büyük şirketlerinden olan Arçelik'te ve Arçelik'in
dağıtım ağı Atılım Pazarlama'da önemli bir hisse payına
sahip olan Burla Biraderler bundan 500 yıl önce
İspanya'dan Osmanlı topraklarına göç eden bir İspanyol
Yahudi ailesidir. Can Kıraç'ın “Anılarımla Patronum
Vehbi Koç” kitabını okurken, kitabın satır aralarında
geçen bir soyisim dikkatleri çekiyor; Burla Biraderler.
(Kıraç, 2003)
Türkiye'deki kökleşmiş isimlerin yer aldığı “Kim
Kimdir?” kitabına bakıldığında, Burla ailesi ile ilgili
hiçbir bilgi kırıntısına rastlanmıyor. Musevi cemaatine ait
aile fertlerine ulaşmak kolay değil. Yine medyatik bir
umut ışığı var: Monik Burla. Burla Biraderler'in torunu,
Avni Benardete ile evlendikten sonra, kamuoyu daha
doğrusu sosyete dünyası onu Benardete soyadı ile biliyor.
Fakat Avni Benardete daha sonra, genç bir hanımla
başlattığı ilişki sebebi ile Monik Benardete'den boşanıyor.
Monik ise şu anda bilinmeyen bir sebeple, Avni Bey'in
amcazadesi Ceri Benardete ile beraber. Ortada karışık bir
ilişkiler ağı var. Monik Burla mübalâğasız Burla ailesinin
piyasa tarafından bilinen tek ismi. Gece hayatında,
partilerde ve magazin dergilerinde boy göstermeyi çok
seviyor. Saklı yapılar artık illegaliteyi akla getirir oldu.
Masonluk bile belli ölçüde şeffaflaşmaya gitmek zorunda
kaldı. Birçok azınlık gibi, Burla Biraderler de Türk
milletinin üstünden çok büyük paralar kazanmış,
otomotivden tekstile pekçok sektörde faaliyette bulunmuş
bir aile olarak Türkiye'de çok önemli ticari işlere imza
atmış ama kendilerini hep perde arkasında tuttular.
(Dursun, 2008)
Burla Ailesi İspanya Yahudilerinden ve Osmanlı
topraklarına 1492 yılında göç eden bir aile. Bu sebeble
500. Yıl Vakfı'nın aktif üyeleri arasında Lori Burla da
var. Aile şirketleri tekstilden otomotive, büro, kırtasiye
malzemelerinden elektrik malzemelerine, oradan rulman
ve fotoğraf makinesi pazarlamasına kadar birçok alanda
faaliyet gösteriyor. Ailenin önemli isimlerinden Monik
Burla ile Rahmi Koç arasında çok sıkı bir dostluk ilişkisi
var. Monik hanımın verdiği tüm davetlere Koç ailesi tam
kadro katılıyor. Ayrıca küçük bir grup her ayın ilk
perşembesi basından habersiz bir araya gelerek gurme
toplantıları yapıyorlar. Aşağı yukarı 10 ailenin bulunduğu
bu süzme toplantılara öğrenebildiğimiz kadarı ile, Rahmi
Koç ve Monik Burla'nın dışında Nuri Çolakoğlu, Tezcan
Yaramancı, Hakko ailesi, Nursen Gündüz ve ailesi ve
Ceri Benardete katılıyor.
Burla Biraderler ile Vehbi Koç arasındaki ilişki, sadece
ticari alanda olmadı. Vehbi Koç'un arkasındaki “gizli
kahraman” olarak bilinen Bernar Nahum'un da Koç
Grubu'na Burla Biraderler'den 1944 yılında transfer
edildilmesi çok stratejik bir konumlanma örneğiydi.
Bernar Nahum biraz zor verdiği bu kararın arkasından
hayatının sonuna kadar Vehbi Koç ile beraber oluyordu.
Şimdi de Nahum'un oğlu Jan Nahum Koç Holding'e ait
Tofaş Grubu'nda murahhhas aza olarak görev yapıyordu.
Nahum, Koç'tan sonra Koç Grubu'ndaki en önemli
soyadı. Koç'un özellikle yurtdışı ilişkilerinin arkasında,
hep Bernar Nahum'un uluslararası seviyede güçlü
bağlantıları yatıyordu. Elektrik ampulü, taşıt lastikleri,
buzdolabı, çamaşır makinesi, Anadol otomobili üretimi
gibi başlangıçta çok zor gibi görünen sektörlere
girilmesinde Nahum'un hayâl gücünün ve uygulama
üstünlüğünün payı büyüktü. Bernar Nahum eğer
Burlalarda kalsa idi Koç bu kadar büyüyebilir miydi
bilinmez, ama doku uyuşmazlığı olmaması halinde Burla
ailesinin şimdikinden daha büyük bir noktada olacağı
muhakkaktı.
1960'lı yılların başlarında Vehbi Koç, beyaz eşya
sektöründeki talebi karşılamak amacı ile çelik dolap işine
girmek istiyordu ama Burla Biraderler de aynı şekilde bu
işi yapmaya soyunmuşlar ve bir fabrika arıyorlardı. Bu
durum Vehbi Koç'un hiç hoşuna gitmiyordu. Piyasanın
iki üreticiyi besleyecek kadar gelişmediğini düşünüyor ya
da rakip istemiyordu. Zaten Burla ailesi ile bazı
sektörlerde kıyasıya bir rekabet yaşıyorlardı. Bu sefer
Koç, Burla Biraderler ile ortak olarak onların piyasa
tecrübelerinden yararlanmak istiyordu. Ve Burla
Biraderler'e ince ve kurnaz zekâsı ile reddedemeyeceği
bir teklif götürüyordu. Vehbi Koç, Burla Biraderler ile
görüşerek fabrikayı birlikte kurmayı teklif ediyordu. Bilgi
ve sermaye gücü nedeni ile çoğunluk hisselerine Koç
grubu sahip olacaktı.
Burla ailesine ise %20 hisse verildi. Bugün Burla
Biraderler'in Arçelik içindeki payları %2,98'e inmiş
durumda. Ama Arçelik Türkiye'nin en büyük özel şirketi
ve cirosu 1 milyar 200 milyon dolar seviyesinde. Dolayısı
ile %2,8lik pay bile bir aileye en üst seviyede yaşam
standardı sunacak kadar önemli bir rakama tekabül
ediyordu. Bugünkü değerlerle yaklaşık 100–150 milyon
dolarlık bir pay demekti bu. Bir dönem kâğıt işinde de
Türkiye'de belirleyici bir rol oynamışlardı. Hürriyet
gazetesi ile Burla ailesi arasında da, ispatı bir çırpıda
mümkün olmayan, bir finans ilişkisi olduğu biliniyordu.
150 milyon doların üstünde ciro yapan ve bu açıdan
Türkiye'nin en büyük gazetesi olarak bilinen Hürriyet
gazetesini destekleyen kurucu kadrolar arasında Burla
Ailesi başı çekiyordu.
Cumhuriyet gazetesine gelince... Cumhuriyet'in de,
kurucusu Yunus Nadi. Mason olan Yunus Nadi, Arnavut
kökenli yazar Naci Pelister'in "Türk Matbuatı Yahudilerin
Kontrolü Altında" başlıklı bir yazısında bildirdiğine göre,
aynı zamanda da bir "Karaim Yahudisi". Karaimler, 8.
yüzyılda kurulmuş bir Yahudi tarikatı. Bu durumda
Cumhuriyet'i bir "tarikatçı gazetesi" olarak tanımlamak
mümkün olabilir; tabii İslâm değil Yahudi tarikati elbette.
Cumhuriyet'in Millî Şef dönemindeki yükselişi ise, iki
Yahudi şirketinden aldığı destek sayesinde oldu. O
dönemde Türkiye'deki gazetelerin ilan işleri, "Yahudi
şirketi" olan Hoffer'in, kâğıt işleri de Burla Biraderler'in
elindeydi. Onların tutmayacağı bir gazetenin yükselmesi
ve hatta yaşaması zordu. Bu bilgiden hareketle insanın
aklına Burla ailesi acaba Karaim tarikatına mı üye, diye
bir soru gelebiliyor.
Burla Biraderler'in nasıl büyüdüğüne bakıldığında, iki şey
dikkati çekiyor: Dışarıdaki bağlantıları ve içerideki
rakipsizlikleri. Cumhuriyet’in başlarında, bazı ithal
malların satılmasında ve devlet ihalelerinde Yahudi
ailelerin çok büyük avantajları olmuştu. 1954 yılında
Galata'da Üzeyir Garih ile İshak Alaton'un beş bin lira
sermaye ile kurdukları Alarko Holding'in bugünkü
gücüne ulaşmasında, 1958'de dönemin başbakanı Adnan
Menderes'in kendilerine Ankara'da kurulacak olan bir
para matbaasının havalandırma tertibatının ihalesini
vermesinin önemli rolü olduğunu kimse inkâr edemezdi.
Elektrifikasyon ve elektrik malzemelerinin satışı ile
piyasaya giren Burla Biraderler'in de, gerek devletten
aldıkları ihalelerle, ve gerekse Türk işadamlarıyla
yürüttükleri ortak çalışmalarla kısa zamanda büyük güce
ulaştıkları ortadaydı. Devlete yaslanmadan zengin olan
kimse yoktu bu ülkede.
Burla Birderler'in şirketleri Türkiye'nin en eski ticaret ve
sanayi şirketlerinin başında geliyordu. Burla Biraderler'in
en eski şirketi 1928 yılında kurulan Ottaş Otomotiv ve
Taşınmaz Mallar Sanayii. Ottaş, Türkiye'nin en eski
otomotiv şirketiydi. Ottaş'ın yönetim kurulunda şu isimler
bulunuyordu: Lori Burla, Leon Hahanel, Sara Bornsten,
Emil Franko, Nadya Sonman, Robert Sonman ve İvet
Burla. Yine Burla Biraderler'e ait Burla Makine Ticaret
ve Sanayi şirketinin yönetiminde de aşağı yukarı aynı
isimler vardı: Lori Burla, Monik Benardete, Terry
Sonman, Toni Hananel, Nadya Sonman, Sara Bornsten,
İvet Burla, Leon Hananel ve Robert Sonman. 1975
yılında kurulan şirket, tezgâh makineleri, yedek parçaları
ithalat ve ihracatı alanlarında faaliyet gösteriyordu.
Power dergisinde Burla Biraderler ile çıkan bir haberde
şu bilgiler yer alıyordu: “Burla Ailesi Arçelik'in yanı sıra
Koç Holding'in beyaz eşya pazarlama şirketi Atılım'da da
hisseye sahip. Lori Burla şirket yönetim kurulunda ve
başkan yardımcısı olarak görev yapıyor. Atılım'daki hisse
payı ise bilgiye kapalı yapıdan dolayı bilinemiyor. File
Tül Makine ve File Tekstil Sanayii, Burla ailesinin tekstil
sektöründeki şirketleri arasında yer alıyor. File Tül'ün
yönetim kurulunda Yusuf ve Reyna Burla ve Eddi Anter
isimleri var. File Tül Makine her türlü tel örgü, makine ve
ipliğiyle mensucat imalatı alanlarında faaliyet gösteriyor.
File Tekstil genel bir ticaret şirketi hüviyetinde. Bir başka
tekstil şirketi Şen Triko da Yusuf Burla yönetiminde.
Burla ailesinin şirketi olan Birol File de Birol Burla
tarafından kurulmuştu.” (Odabaşı, Dursun 2001, 2008)
Monique Bourla (Monik Burla) Burla biraderlerden
büyük ağabeyin kızıdır. Evlenip ayrılmıştır. Evlilik ismi
Monik Benardete idi. Ayrıldıktan sonra tekrar Burla
soyadına döndü. Burla Biraderler, Türkiye'nin gizli
zenginlerindendir. Belki Koç kadar servetleri olmasa da,
Sabancı Holding kadar paraları vardır. Ülkenin ilk
ihracatçılarındandırlar. 1990'lı yıllarda Amerikan Timken
marka rulmanları temsilcileriydi Burla Biraderler. Monik
Hanımın, Burla biraderlerin kızı olduğunu yıllar önce
Ayşe Arman'a verdiği hafta sonu röportajda söylemişti.
Aile içi ilişkileri araştırınca sır perdesi çözülüyordü.
Vehbi Koç’un eşi Sadberk Hanım, Vehbi Bey’in
teyzesinin kızı. Sadberk Hanım’ın baba tarafindan kuzeni
de Hürriyet’i kuran Sedat Simavi. Sedat Simavi,
Hürriyet’i kurarken bütün sermayeyi Eli Burla sağlamış.
Eli Burla ile Vehbi Koç’un ortaklıkları malûm. Sadberk
Hanım, Sadullah-Nadire Aktar çiftinin ikinci çocuğu.
Birinci çocukları Adile Hanım, İhsan Mermerci’yle
evlenmiş. İhsan Mermerci, Akfil’in kurucusu.
İhsan-Adile çiftinin çocuk-larından Mehmet Ata
Mermerci, Ender Mermerci’yle evlenmiş. Üzeyir Garih’in
öldürülmesinden sonra Vehbi Koç’un kızı Sevgi Gönül,
Hürriyet’teki Divit isimli köşesinde, Garih’in ziyaretine
gittiği söylenen Nakşibendi Şeyhi’nin müritleri arasında
"teyzezademin eşi Ender Mermerci’nin de olduğunu
öğrendim" diyordu. Ender Mermerci, 2000 yılında
Ermeni Soykırım Tasarıları gündeme gelince, jet
sosyetenin milliyetçi güzeli olarak da ortaya çıkmış ve
"Benim gibi insanlar çoğalsa, yurt dışında lobi yaparız ve
bu tasarıları önleriz" demişti. Bu çiftin çocuklarının
isimleri Yosun, Tansa ve Derin. Bu üç kişi de anneleri
gibi paparazzilerin gözdesi. İhsan-Dile çiftinin
çocuklarından Suha Mermerci, Gudrun Hanım’la
evlenmiş. Çocuklarının ismi Yavuz Mermerci. İhsanAdile Mermerci çiftinin bir diğer çocuğu S. Nihal Hanım,
Nihat Karaveli’yle evlenmiş. Nihat Karaveli, gazeteci ve
Galatasaray Lisesi’nden Coskun Kırca, İlter Türkmen,
Naim Tirali ile sınıf arkadaşı. Sadullah-Nadire Aktar
çiftinin ikinci çocukları Sadberk Hanım’ı sona bırakıp
üçüncü çocukları Melahat Hanım’a geçelim. Melahat
Aktar, Prof. Dr. O. Cevdet Çubukçu’yla evlenmiş ve bu
evlilikten doğan iki çocuktan Prof. Ender Berker, Mustafa
Berker’le; Aydın I. Çubukçu da Nükhet Hanım’la
evlenmiş. Bu soyadını unutmayınız, aşağıda bu soyadını
inceleyeceğim. (Er, 2003)
Sadullah-Nadire Aktar çiftinin dördüncü çocuğu Emin
Aktar, Hüsniye Hanım’la evlenmiş ve bu evlilikten doğan
Samih Aktar, Caroline Hanım’la evlenmiş. Diğer
çocuğun ismi de Özmen Aktar. Gelelim ikinci çocuğun
yani Sadberk Hanım’ın, Vehbi Koç’la olan evliliğine. En
büyük çocuk Semahat Hanım, Nusret Arsel’le evlenmiş.
Üçüncü çocuk Sevgi Hanım, Doğan Gönül’le evli. Sevgi
Hanım, Hürriyet’te Divit isimli köşesinde, başörtüsü
takan üniversiteli kızlara hakaretler yağdırıyor. Dördüncü
çocuk Suna Hanım da İnan Kıraç’la evli. GS Yöneticisi
Can Kıraç’ın kardeşi. Suna Kıraç, Bilderberg üyesi. İnan
ve Can Kıraç’ın babaları, Mustafa Kemal’in ekibinden,
Kıraç soyadı da Mustafa Kemal tarafindan verilmiş zaten.
Kuru tarımla ilgili yaptığı çalışmalardan dolayı. Gelelim
ikinci çocuğa yani Rahmi Koç’a Rahmi Bey, Çiğdem
Meserretçioğlu’yla evleniyor. Bu evlilikten Mustafa,
Ömer ve Ali Koç doğuyor. Mustafa Koç, İzmir’in ünlü
zenginlerinden, İzmir Yün Mensucat’ın da sahibi olan
Giraud’ların kızı Caroline ile evleniyor. Çiğdem
Meseretçioğlu yine İzmir’in eski çok zengin ailelerinden
sanayici ve armatör Avni Meserretçioğlu ile eşi Suat
Hanım’ın kızı. Çiğdem Hanım, Rahmi Koç’tan sonra Erol
Simavi’nin oğlu Günaydın’ın da sahibi Haldun
Simavi’yle evlendi. Suat Hanım, ünlü armatör Kemal
Sadıkoğlu’nun kızkardeşi. Armatör Sadıkoğulları’nın
kızlarından Varlık Hanım, Alp Yalman’la, Berna Hanım
bir diğer Bilderbergli Feyyaz Tokar’la, Rabia Hanım ise
Boğaziçi Lisesi Yıllıkları’nın sponsoru (ve çocukları da
oradan mezun zaten) Çapamarka’nın oğlu Vecdi
Çapa’yla, Esin Hanım ise Milliyet gazetesi yazarlarından
Yılmaz Çetiner’le evlenmiş. Meserretçioğlu çiftinin
Çiğdem Hanım’ın dışındaki diğer iki çocuğundan biri
olan Güldem Hanım da, İpragaz’ın sahibi Yücel
Kurttepeli’yle evlenmiş. Şimdi dönelim, yukarıda
döneceğimizi söylediğimiz Çubukçu soyadına. Şişli
Terakki Lisesi, 1990-1991 mezunları listesine bakıyoruz.
Merve Sadberk Çubukçu, İbrahim Aydın Çubukçu kızı.
Kim bu İbrahim Aydın Çubukçu? Beko Genel Müdürü ve
Sadberk Koç’un kızkardeşi Melâhat Aktar’ın Prof. Dr. O.
Cevdet Çubukçu’yla evliliğinden doğan çocuğu. İ. A.
Çubukçu’nun dedesi yani babası O. Cevdet Çubukçu’nun
babası Tütüncü Mustafa Kâzım Efendi. Kâzım Efendi
önemli birisi, önemi 1924 Mübadelesi’nden geliyor. O
dönemde çok zengin olan bu zat, Sabetaycılar gemiyle
gelirken parası olmayanların da tüm masraflarını
karşılamış. Şimdi başa dönelim. Sadberk Hanım’ın annesi
olan Nadire Hanım aynı zamanda Vehbi Koç’un da
teyzesidir. Nadire Hanım’ın kızkardeşi Fatma Hanım,
Vehbi Koç’un annesidir. Ancak akrabalık bununla sınırlı
değil. Sadberk Hanım’ın erkek kardeşi Emin Aktar’ın
evlendiği Hüsniye Hanım da, Vehbi Koç’un
kızkardeşidir. Vehbi Koç’un diğer kızkardeşi Zehra
Hanım, Halim Kütükçüoğlu’yla evlenmiş ve bu evlilikten
doğan Gülgen Hanım, Kutlutaş’ın Yönetim Kurulu
Başkanı Peyami Çağlar’la, diğer çocuk Nesteren Hanım
ise Fuat Bayramoğlu’yla evlenmiş. En son 500. Yıl Vakfı
kurucularından da olan meşhur Fuat Bayramoğlu, emekli
büyükelçi, şair, araştırıcı, yazar; 1944 Başbakan Şükrü
Saraçoğlu'nun Özel Kalem Müdürü olabilmiş bir
entellektüel. (Er, 2003)
Adı geçenlerin kim olduklarını tanıtmaya çalışalım.
Vehbi Koç’un karısı Sadberk (Aktar) Hanım (Vehbi Koç
ile Sadberk Hanim teyze çocuklarıdır) Simavi Ailesi’nin
yakın akrabasıdır. Aydın Çubukçu'nun da dedesi olan
Kâzım Bey'in oğlunu tüccar olmak için zorlamasının
sebebi, ailenin baştan beri tüccar bir aile olagelmesidir.
Babasının, tüccar olmasını istediği Osman Cevdet, doktor
olduğu için, ailenin ticari işlerini yürütmek Osman
Cevdet'in dört kardeşi içinde, tek erkek kardeşi (kız
kardeşleri Zehra, Hatice, Hilmiye) olan Arif Çubukçu'ya
kalır. Koç Topluluğu'nda Çubukçu'yu etkileyen bir kişi
daha vardır: "Isak Eskenazi. Koç Holding'in ve Koç
ailesinin mali işlerine bakardı. Bana örnek olacak o kadar
çok şeyini benimsemişimdir ki.
Dürüst, takipçi, tutumlu olmayı, yetki vermeyi ama o
yetkiyi vereceğiniz kişiyi hiç olmazsa seçerken dikkatli
olmayı." Zamanı geldiğinde ise, Melahat Hanım'la
evlenerek yine Ankaralı bir aile olan Nadire-Sadullah
Aktar çiftine damat olur: "Babam doktor olduktan sonra,
Aktar ailesinden bir kızla evlendirilmek isteniyor.
Teyzelerime de gösteriliyor veya ne şekilde
gösteriyorlarsa... Fakat kısmet annemle evlenmesi imiş.
Koçzade Hacı Mustafa Efendi ile evlenen Fatma Hanım
Vehbi Koç, Hüsniye ve Zehra Hanım'ın annesidir.
Nadire-Sadullah Aktar çiftinin de, Osman Cevdet
Çubukçu ile evlenen Melahat Hanım dışında Adile, Emin
ve Sadberk Hanım'lar, dünyaya gelen diğer çocuklarıdır.
Koç Topluluğunun kurucusu Vehbi Koç, Nadire
teyzesinin kızı Sadberk Hanım'la evlenir.
Buna karşılık Aktar ailesi de oğulları Emin Aktar'ı, Vehbi
Koç'un da kızkardeşi olan Hüsniye Hanım'la evlendirir.
(Aktar ailesinin fertleri kamuoyunda, önde olmak
istemediklerinden olsa gerek, isimleri hiç bir şekilde
gündeme gelmez.) Böylece teyze çocukları 'dışarıya'
gitmemiş olur. Bunun dışında Nadire-Sadullah çiftinin
büyük kızları olan Adile Hanim, Akfil'in de kurucusu
olan İhsan Mermerci ile evlenir (bu evlilikten dünyaya
gelen Mehmet Ata, bugün sosyetede isminden söz ettiren
Ender Mermerci ile evli idi.
Magazin basınında adları sürekli gündemde olan Tansa,
Derin ve Yosun Mermerci de, Ender-Mehmet Ata
Mermerci çiftinin çocuklarıdır). Fatma-Koçzade Hacı
Mustafa Efendi'nin diğer kızı Zehra Hanım ise Halim
Kütükçüoğlu ile evlenmiştir. (Vehbi Koç'un da yeğeni
olan çiftin çocuklarından Gülseren Kütükçüoğlu dışındaki
Nesteren Hanım, emekli Büyükelçi, Cumhurbaşkanlığı
eski Genel Sekreteri Fuat Bayramoğlu ile, Gülgen Hanım
da Kutlutaş Temel İnşaat ve Sondajcılık Sanayi Yönetim
Kurulu Başkanı Peyami Çağlar ile... (Er, 2003)
Aydın Çubukçu, dedesi için Kâzım Efendi diyor.
Sabetaycıların 1924’te Selanik’ten gelenlerinden maddi
durumu iyi olmayanların gemi paralarını Kazım Efendi
diye birisi ödemiş. Fuat Bayramoğlu da Bektaşi mason ve
Sabetaycı. Şimdi bir başka Sabetaycı gazeteci Yılmaz
Çetiner’in anlattıklarından, anlatılanlardan (Aksiyon’da)
alıntı yapalım : "Trabzonlu Hocazade ailesinin bir ferdi
olan Çetiner, eşi Esin Hanım vesilesi ile Koç, Tokar,
Yalman ve Çapa aileleri ile de akrabadır. Bugünkü eşi
olan Eser (Sadıkoğlu) ile evliliğini ise 8 ay süren uzun bir
mücadeleden onra 1967'de yapan Çetiner'in bu
evliliğinden Aslıhan (Tahsin Çifkur'la evlidir.
Leyla çiftin tek çocuklarıdır) adını verdiği bir kızı gelir
dünyaya. Eser (Evde diğer bir adı Esin olan Eser Hanım,
armatör Kemal Sadıkoğlu'nun Vuslat Hanım'la
evliliğinden doğan yedi çocuğundan biridir. KemalVuslat Sadıkoğlu'nun çocukları Türkiye'nin tanınmış
simaları ile evlenmiştir. En büyük kızları olan Berna
Hanım, gazeteci, yazar ve işadamı Feyyaz Tokar'la
evlenir. Rabia Hanım, Çapamarka'nın kurucusu Nuri
Çapa'nın Nafia Çapa ile evliliğinden doğan Tam Gıda
Yönetim Kurulu Başkanı ve Beşiktaş'ın ünlü sagaçığı
Vecdi Çapa ile, oğullarından armatör Celal Sadıkoğlu
Hilal Hanım'la, diğeri, yine armatör olan Kahraman
Sadıkoğlu da Julide Hanım'la birleştirir hayatlarını. Çiftin
bir diğer kızı ve şimdi hayatta olmayan Varlık Hanım ise
Galatasaray Başkanlığı da yapan Alp Yalman'la evlenir.
Yilmaz Çetiner, kayınpederi olan Kemal Sadıkoğlu'nun
kız kardeşi Suat Meserretçioğlu vesilesi ile Simavi ve
Koç aileleriyle de hısımlık kurar. Türkiye'nin ilk
armatörlerinden İzmirli Avni Meserretçioğlu ile evlenen
Suat Hanım, Çiğdem Simavi (Rahmi Koç'la evliliğinden
Mustafa, Ömer ve Ali Koç adında üç çocuğu olur),
Güldem (İpragaz'ın sahiplerinden Yücel Kurttepeli ile
evlenir, Emre ve Merve adında iki çocuğu vardır) ve
Aslan Nuri Meserretçioğlu'nun (Aygen Hanım'la evlenir
ve Ömer Nuri adında bir çocuk sahibidir) annesidir.
(Odabaşı, Er, 2001, 2003)
Koçlar, yükselmişler ve akrabalık ilişkileri kurarak
ülkenin ekonomik yönetimini perde arkasından
yürütmüşlerdi. Sadece servetiyle, siyasetin, devletin ve
ekonominin asıl patronu olma hususiyetleriyle değil,
akraba silsilesininden de anlaşılacağı gibi; kesinlikle
Türkiye'de en etkin isim Rahmi Koç’tur. 2002 martında
kendi isteği veya dış bağlantıları CFR ve BB'nin isteği ile
emekliye ayrıldı.
Baronu illegal mafya örgütlenmeleriyle irtibatlandırmak,
başı gibi göstermek yakışıksızdır.
Dedesi, babası, annesi ve kendisi hacca gitmiş biri olan
Rahmi Koç, kimseyi öldürtmeyecek kadar insaflı bir
kapitalist, gerçek bir İstanbul beyefendisidir!..
Alman ve Amerikan Gladioların savaşı!
Soğuk savaş döneminde kurulan NATO‟nun Gladioları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında
tasfiye edildi. Tüm Gladioların finansörü Rockfeller Grubu‟dur. En güçlüleri Almanlarınkidir.
Eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa Birliği dağılır. Uzun yıllar
Alman Gladio‟suna Türk Gladiosu Ergenekon‟u kontrol ve idare görevi verildi. Bu nedenle
ülkemizde en fazla ajana sahip ülke Almanya‟dır. CIA‟dan bağımsızlığını ilan etmek isteyen
Almanların Gladiosu, Türk Ergenekon‟unda kanına girdi. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı!
Ergenekon‟un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapsi
boylarken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladioları arasında ortada kaldı.
2. Dünya savaşından sonra Amerikalıların özel görevler verdiği Hitler‟in Gestapo‟su eski SS
üyelerinin kurduğu bir örgüt olan ODESSA (Organisation Der Ehemaligen SS-Angehörügen)
Murat Bayrak‟ı Yugoslavya‟dan Türkiye‟ye kaçırdı. Gladio eğitim kampları ve
organizasyonunda etkin rol oynayan Nazi Generali Reinhard Gehlen ile irtibattaydı. Almanların
BND‟sini ve derin devletini 1952‟de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladioları
örgütleyen en derin istihbaratçıydı. Aralık 2000‟da açılan CIA‟nın gizli belgelerinde Gehlen ve
eski Nazi subaylarıyla hangi örtülü operasyonlar gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Yazdığım bilgiler
artık açık bilgidir, yıllarca kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bu bilgileri ders olması açısından
yazmak gazetecinin kamu görevidir.
Ülkücüleri gaza getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye‟deki tüm faaliyetlerini “Hançer
Birliği” adına yürüttü. Bayrak, 12 Eylül darbesi sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi
olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi. Onun gibi serbest bırakılan diğer isimlerdi Özel
Harpçiydi ve Gladio‟ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak aynı zamanda CIA ajanları ve
Gladio yapılanmasında kilit rol oynayan Paul Henze ile Frank Terpil‟le de bağlantılı idi. Bayrak
MHP‟den önce Adalet Partisi‟nde de milletvekilliği yapmıştı.
2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş‟in yakın dostu olacak olan
Ruzi Nazar ABD‟ye götürüldü. Türkeş‟e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği
üzerine „Ergenekon‟ kod adını aldı. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman
ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi.
Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliğine kadar yükseldi. Enver Altaylı gibi Özbek
kökenlileri MİT‟de kritik görevlere getirdi. Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel
Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerinı yıkadılar ve
kendi halkını ve dinini dahi düşman görecek kodlarla robotlaştırdılar.
Alman istihbaratı ülkemizde dört vakfı, şirketleri ve diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla
mükemmel çalışır. Bu vakıflar, Hıristiyan Demokrat Parti‟nin (CDU) Kondrad Adenauer
Vakfı, Sosyal Demokrat Parti‟nin (SPD) Friedrich Ebert Vakfı, Özgürlükçü Libera Parti‟nin (
FDP) Friedrich Naumann Vakfı ve Yeşiller Partisi‟ne ait Henrich Bölll Vakfı.
Kürt sorununun siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam‟dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi
üzerinde yoğunlaşmıştır. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir hedefide
Türklerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemek. Alman vakıflarının istihbarat
faaliyetleri ve altın hesabı konusunda kitap yazan Necip Hablemitoğlu‟nu öldürtmesi için Veli
Küçük‟e kimin emir verdiği ortada! Küçük, Almanların sırlarına sahip kilit bir Silivri sanığı...
Alman BND‟si nasıl çalışıyor? 1970 ile 2005 arasında Almanya‟da 42 bin 664 kişi, Alman derin
devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman sayısı 9 bin
822‟dir. Almanya‟da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde kullandığı ajan sayısı onbinleri geçti.
Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan yapma
kategorileri bulunuyor. Bayan kullanma, zenginleştirme ve kasetli şantaj en fazla kullandıkları
yöntemler. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı dinliyor. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu,
nasıl ele geçirilebileceğini biliyor. Türkiye‟de kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod
lakap isimler, “Baron”, “Kumarbaz” ve “Tilki”.
Ülkemizin doğusunda faaliyet gösteren yabancı ajan sayısı beş bini geçiyor. Almanlar doğu
illerimize su arıtma tesisi, küçük barajlar yapma bahanesiyle çok sayıda ajanını yerleştirdi.
Bunların pek çoğu Türkçe ve Kürtçeyi ana dili gibi biliyor. İstihbarat organlarımız, bu ajanların
çoğunun aslında kim olduğunu kısa sürede fark ediyor, ancak yakalamıyor ve sınırdışı etmiyor.
Geçtiğimiz günlerde rutin dışına çıkılarak 10 yıldır Diyarbakır merkez olmak üzere doğu
illerimizde Mossad adına casusluk yapan bir İsrail vatandaşı askeri istihbarat tarafından
yakalandı. Bu bilgi ve haberi Türk medyasında okuyamadınız, çünkü daha kimseye servis
yapılmadı! Gazeteciler zaten hiç bir zaman haber ele geçirmez, hep birileri tarafından avuçlarına
konan servis haberlerle „süper gazetecilik‟ yaparlar! Özel kaynaklarım vasıtasıyla elde ettiğim bu
bilgiyi paylaşmayı tarihe düşülecek bir not olarak görüyorum.
Mossad ajanı, ana dili gibi Türkçe ve Kürtçe biliyor. Sabaha kadar süren sorgu sonrası çözülmüş.
Anlattığı bilgileri buraya yazsam, 12 Haziran seçimleri yapılamaz. Konu sadece Yüksek Seçim
Kurulu‟nun adaylığına iptal ettiği, sonrada yeniden onayladığı adaylardan ibaret değil. Bölgede
milletvekilliğine bağımsız aday olan Kürt kökenli milletvekillerimizin bazıları yabancı
istihbarat örgütlerine çalışıyor. Kimi sempatizan, kimi etki ajanı, kimi ise kadrolu ajan. En fazla
milletvekili adayı devşiren BND, CIA ve Mossad. Bu adayların bir kısmı parlamentoya girecek
ve çalıştıkları yabancı ülkenin politikalarını ülke gündemine taşıyacaklar.
Onları suçlamayalım. “Hain”, “satılmış” diyerek aşağılamayalım. Yılllarca kendi ülkesinin
vatandaşını „iç düşman‟ gören Gladio zihniyeti, onları yabancı istihbaratların kucağına itti. Bir
suçlu aranacaksa, Ergenekon‟u ülkemizin başına bela edenleri önce bulalım ve cezalandıralım.
Hiç kimse Türk milliyetçiliğini körükleyerek ve Kürt milletini küçümseyerek politika yapmasın.
Alman ve Amerikan Gladiosunun filleri ve piyonları çarpışırken altında ezilenleri kurtarmak
vatandaşlık görevidir!
Ergenekon buzdağının tam resmi!
Ergenekon‟un bir konseyi olduğunu sağır sultan bile duydu. Sivil ve askeri kanatta liderleri ve
toplum mühendisliği ekipleri bulunduğunu da. Öyleyse CHP ve MHP‟nin kaset operasyonları ile
yeniden şekillendirilmesine neden şaşırıyoruz? O kasetleri gizlice çekenlerin adresi belli, failler
belli ama basiret gözleri bağlı olanlar, safca „Ergenekon yok‟ görüşünde! Siyaseti, yargıyı,
medyayı, iş dünyasını ve bürokrasiyi yıllardır kontrol etmiş ve kadrolarını isim isim belirlemiş
derin yapı çatırdıyor. Son kozlarını oynuyorlar. Soruşturmalar lider kadroya yakınlaştıkca
gerginlik tırmandırılıyor. Dolaylı yazdığım yazılardan büyük resmi göremeyenler için en iyisi
buzdağının tamamını özetliyeyim.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra oluşturulan 12 kişilik Milli Birlik Komitesi, hiç bir zaman
dağılmadı. Konsey üyelerinden, MHP liderliğine oynatılacak Prof. Dr. Ümit Özdağ‟ın babası
Muzaffer Özdağ paşa yaşasaydı, eminim tek kelime bu yapıyı bize anlatmazdı! İsmet İnönü,
Muhsin Batur ve Tahsin Şahinkaya liderlik yaptı. Tamamen üst düzey paşalardan oluşan bu
ekipden aşırı yaşlananlar bir alt komite olan Encümeni Danişte görevlendirilir. 40 kişilik bu ekip,
Ergenekon‟un fikir ve proje teorisyenleri grubudur. İçlerinde sivil bürokratlar, akademisyen ve iş
adamları da bulunur. Yaş ortalamaları 75‟in üstünde. Pek zararsız olduklarını ileri sürenler epey
saf sanırım. Onlar, kimlerin kaleminin kırılacağına, kimlerin düşürüleceğine, kimlerin ise iktidar
olacağına karar veren derin devletin büyük jurisi! Aşırı laik, despot bir tarikatta denebilir!
Kararlarını üst kurula Milli Birlik Komitesine sunarlar. Onay alınan kararlar, Ergenekon‟un
operasyon birimine havale edilir.
Encümeni Daniş‟deki mevcut üyelerin ortak özelliği hepsinin Büyük Kulüb‟e üye olarak aktif
faaliyetlerde bulunması. Üst düzey askerler buna dahil. Hatta ordu komutanı olanlara üyelik altın
bir tepside sunulur. Geri çevirene rastlanmamıştır. Fransız Büyük Mason locasına bağlı
olanların çoğunlukta olduğu bu kulübte, Cenevre‟deki İsviçre Mason locasına bağlı olanlar ayrı
bir kliktir. İngiliz ekolünden gelenler ve Alman ekolüne bağlı olanlar bulunur. TÜSİAD‟a üye
olan büyük İstanbul baronu dediğimiz işadamlarından Büyük Kulübe üye olmayan yok gibidir.
Koçlar, 1943‟den beri koçun başıdır! Ülkemizde üçyüze yakın mason locası vardır ve bunlar iki
ayrı mason teşkilatı ile yasal olarak örgütlenmiştir. Rotaryen veya Mavi Kulüb denilen localar,
parlak, yetenekli, zeki gençleri avlamak için kurulmuş alt birimlerdir. Başarı, kariyer ve güç
yollarını gençlere empoze ederler.
Ergenekon‟un operasyon birimi, Özel Harp elemanlarından oluşur. 25 ayrı birime bölünmüştür.
Henüz askeri lisede ve Harp okulunda iken en yetenekli, zeki, atletik ve başarılı öğrenciler
arasından seçilirler. Kadroları MİT‟e alınarak sivil yaşama gönderilenler olduğu gibi kadrosu
TRT gibi ilgisiz başka bir kurumda olanlara da rastlanır. İş, medya ve yargı dünyasında
yerleştirilenler kendilerini gizlemeyi ustalıkla başarırlar! Operasyonel birimin başında bulunan
Albay‟ın kod adı „Ergenekon‟dur. İlk „Albay Ergenekon‟ 1953‟de rahmetli Alparslan Türkeş idi.
Tamamen vatanperver düşüncelerle bu yola girmişti. Ancak 1960 darbesinden sonra safdışı
bırakıldı, dışlandı. İkinci „Albay Ergenekon‟ Turgut Sunalp‟ti. 1989‟da öldüğünde resmi görevi
Garanti Bankası başdanışmanıydı. Üçüncü „Albay Ergenekon‟ Veli Küçük idi. JİTEM ve
Hizbullah‟un kuruculuğundan, faili meçhul cinayetlere, derin siyasi suikastlara kadar
karışmadığı pis iş kalmadı. Susurluk‟ta yakayı ele verdi, kurtuldu ama şimdi zor kurtulur.
Veli Küçük‟ün görev süresi 2001‟de sona erdi. Haziran 2009‟da aslında dördüncü „Albay
Ergenekon‟un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010‟da Gölcük Donanma'da ele
geçirilen „Proje‟ adlı belge Çiçek‟in 2003‟den beri illegal işler içinde olduğunu ve „millete
komplo planı‟nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey
bürokrat gizli tanık Efe‟de zaten Çiçek‟in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk‟in suçunu
netleştirdi. İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir
Sağdıç „bir numara‟ gözüküyor! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf
generallerden İbrahim Fırtına, Özden Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın,
Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış, Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç‟ın Milli
Birlik Komitesi‟nde olup olmadıkları araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya‟da yargı
önüne çıkartılmalıdır...
Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen „Paşa Ergenekon‟ kodlu Engin Alan‟ın durumu en
şaibeli olandır. Parlamentosunu ve hükümetini şiddet ve hile ile değiştirmek için terör örgütü
kurmaktan yargılanan bir zanlı ve diğer Silivri zanlıları milleti temsil edemez. Alan, 12 Haziran
seçiminde Silivri hapishanesinden milletvekili olarak çıkarsa, yeni MHP‟yi, „Başdanışman‟ ve
„Genel Başkan Yardımcısı‟ sıfatlarıyla kuracaktır. Ekibine Özel Harbin uyuyan „çakma ülkücü‟
hücrelerini alacağı öngörülebilir! Önümüzdeki dört yılda ülkemiz Türk milliyetçileri ile aşırı
Kürt milliyetçilerinin meydan kavgalarına, savaşlarına sahne olacaktır. Türk ile Kürt kardeşliğini
baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları sokmaya çalışan bu fitnenin asıl gayesi, hükümete
ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Askeri vesayetin son kalesi anayasa değiştiğinde,
Ergenekon‟un üst düzey yapısı sapır sapır dökülecektir.
Üst düzey yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin yapılanmadan toplam yüzbin kişi nemalanıyor.
Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf değiştirir! Bu
nedenle ülke ekonomisinin yüzde 20‟sine sahip İstanbul‟un Koç baronu ve baronları
telaşlanmaktadır. En büyük korkuları ise, 2001 ekonomik krizini nasıl çıkardıklarına ilişkin
video veya ses kayıtlarının ortaya çıkmasıdır. Kayıtlar, birden fazla elde bulunuyor. Citibank,
Deutchebank ve Bank of Amerika ile ortak yapılan devülasyon darbesinde „baş hırsız‟
konumundaki dönemin Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel başta olmak üzere, soyguna ortak
olan 38 İstanbul baronu henüz hesap vermemiştir. Yeni dönem, ülkemizin yeni baştan
kurulmasına gebedir, yaşanan sıkıntılar doğum öncesi ağrılar, sancılardır...
Ejder ve Baronun Hakkari oyunu!
Hakkari ve Diyarbakır‟dan 12 Haziran 2011 seçimi öncesi ulaşan bilgiler hoş değildi. Global
Ergenekon‟un Suriye‟de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesine ve Hakkari‟de oynanan
eşgüdümlü büyük oyuna daha fazla sessiz kalamayız. Çünkü düğmeye aynı merkezden basıldı.
Ergenekon‟un baronu ve ejderi, global Ergenekon‟dan aldıkları cesaretle „Kürt kozunu‟ sahneye
koydular. Kandil ve İmralı‟nın emirlerini CIA ve Mossad‟dan aldığı talimatlarla yerine getiren
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “sürgünde Kürdistan parlamentosu” kurmaya
hazırlanıyor. Mesele Kürt sorununu çözmek değil çözdürmemek...
Bu noktaya nasıl ve neden geldik? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global
Ergenekon‟u rahatsız etti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için
hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki
ayaklara yönelirken, işi maliyeleştirenleri bilerek ıskaladı. Medyanın propaganda ayağında
tutuklananlar devede kulaktı. Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı
kaos, seçim sonuçlarına gölge düşürmek için “Baron” ve “Ejder” ikilisinin global Ergenekon‟dan
aldığı onayla tasarlandı. Aslında onları kendilerine dokunulmaması ve ihalelerden daha fazla pay
kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlar. Servetlerine servet katmayı
sürdürmelerinden rahatsız değilim ama Hakkari‟de oynadıkları oyunu artık deşifre etmek
zorundayım.
Hakkari için 3 yıl önce alınan global Ergenekon kararı, 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran
seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkari‟de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla,
zorbalıkla, şantajla dağa, PKK‟ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki Ergenekoncu
komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK‟ya Hakkari‟den katılan
insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Kimse inkar etmesin,
elimde sağlam bir istihbarat raporu var. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk
korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde BDP, Hakkari‟de tamamı, 36 bağımsız adayını
seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan “kurtarılmış” Hakkari kotarıldı. Bundan sonra Şırnak ve
Cizre başta olmak üzere başka iller Türkiye‟den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının
tüm oyu sadece PKK‟nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacak. Bunun adı demokrasi
değildir, diktatörlük, despotluktur. Hükümet acilen Yüksekova‟ya il statüsü vererek emniyet
güçleri kadrolarını burada artırmalıdır veya bölgeye özel eğitimli tim birimleri kaydırılmalıdır.
Diyarbakır‟da seçim öncesi ele geçirilen ve ağzı çözülen Mossad ajanından elde edilen bilgiler
ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mı acaba? En kilit soruyu soralım: Hakkari‟den ve diğer
Doğu illerimizden zorla seçtirilen BDP‟li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve
devlete çalışıyorlar? Neden mali destek alıyorlar? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep
değil midir? Ülkemizde bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdir? Neden sınırdışı
edilmiyorlar? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ensest ilişkilerle nasıl
çözümlenecek? Yeni anayasanın yapılmasına desteğe hiç niyeti olamayan CHP, MHP ve BDP‟yi
kimler yanlış yönlendiriyor?
Mossad ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyor. Irak, İran ve
Suriye‟de ki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde global Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için
devrede. Suriye‟deki Baas rejimi iktidarı, bizdeki cuntacı Ergenekoncularla aynı meşrepten
(Nusayri Alevileri dine oldukca uzak bir Şiilik koludur) olduğu halde neden tasfiye ediliyorlar?
Çünkü İran‟ın Suriye ve Lübnan‟daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi,
miadı doldu. Bizde de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu
azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. Global Ergenekon, oyun ve oyuncu değiştirdi.
Yüzde 85‟i Sünni Suriye halkı, AK Parti‟ye ve liderine bayılıyor, er geç Türkiye‟nin izinden
gidecektir.
Kendilerine ulaşılamasın diye bu kadar fırıldak çevirmeye gerek var mı? Ergenekon‟da kod adı
“Ejder” olan şahıs, 9 Haziran günü AK Parti Genel Merkezi'ne giderek Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'la görüştü ve helalleşti. CHP‟nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan
kodaman işadamımız, aslında baronun sağkoludur, özel ulakçısıdır. Rahmetli Vehbi Koç‟un
milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979‟da Aydın Doğan‟a getiren isimdir o.
Ergenekon yapılanmasında ilk ona giremese bile fitne çıkarmada üstad sayılır. Kim olduğu zaten
basına yansıdı.
Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal‟daki köşe yazısında onu şöyle tanımladı: Yurtbank
patronu Ali Balkaner‟in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu
bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor.
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası‟nı manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır.
Tokyo Borsası‟nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi” diye tarif ettiği kişi.
Çılgın fitne projeleri ile baronu etkileyen, AK Parti‟den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına
kapacak kadar da uyanık bir iş adamıdır, Koçların damadı İnan Kıraç. Askerleri, siyaseti,
medyayı, yargıyı, iş dünyasını hatta sendikaları yöneten, yönlendiren, dış bağlantıları güçlü ve
oldukca masonik olan barondan bir kaç ricam var:
Lütfen, kendi ülkenize Fransız kalmayı artık bırakın! “Bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam”
dedirtiğiniz kitle ülkenin yarısı, yüzde 50‟si olduğunu tescilledi. Nostaljik özlemle Jön Türkler‟in
ruhunu çağırmayı da bırakın! Ordumuza yazık oluyor. Genelkurmay‟ın boynuna taktığınız süslü
püslü kementi de çıkartın, sırıtıyor! Milletimiz uyandı, emanetini teslim aldı. Size bir daha pabuç
bırakır mı sanıyorsunuz? Kürt kartınızda boğulmadan kördüğüm haline getirdiğiniz sorunda ve
Hakkari‟de ilmekleri açınız. Kürtlere ve Türklere, bu vatana yazık oluyor. Yamalı bohçaya
dönmüş darbe anayasımızın değişmesi için sadece siz CHP‟yi ikna edebilirsiniz... Bugüne kadar
ülkemizde milyar dolarlar kazandınız. Faili meçhul cinayetlerin altını kazırsak, emri veren eli ve
elleri görebiliyoruz. Global Ergenekon‟da artık sizi kurtaramaz. Siz Hacısınız, toplum olarak
barışalım, uzlaşalım, helalleşelim...
KAYNAKLAR
Acar, Bedir. 2008. TVNET. Cesur Hırsızlar Partisi. 27.07.2008
Ali Birand, Mehmet. 1990. Milliyet, 14 Kasım 1990
Ali Birand, Mehmet. 2008. Tuncay Güney nihayet anlattı. Posta.
19.07.2008
Atsız, H. Nihal. 1947. Kızılelma Dergisi, 1. Sayısı. Kızılelma
ülküsü. 1947
Akşam. 2005. Kışkırtıcı değilim, birileri tarafından kullanılmış
olabilirim, 15. Nisan 2005
Aksiyon, Bugün. 2008. Tuncay Güney'in sırları. 24.08.2008
Alus, Esra. 2008. Ayşe Önal, Güney'e dair bilinmeyenleri
anlattı! Milliyet
Arslan, Şaban. 2008. PKK’nın Hamiside Ergenekon Örgütü.
Yeni Şafak. 17.07.2008
Arslan, Şaban. 2008. Hürriyetin korkusu benim konuşmam.
Yeni Şafak. 28.11.2008.
Aydınlık 2008. Tuncay Güney’in yalanları. Aydınlık, 3 Şubat
2008
Aydınlık. 2008. Tuncay Güney Türkiye’ye getirildi. 1 Ekim
2008, 29 Eylül 2008
Babahan, Ergün. 2008. Saçan’ın Ağzından Kaçırdığı Kirli İlişki.
Sabah gazetesi. 4 Ekim 2008
Balıkçı, Faruk. 2005. PKK itirafçısı: Musa Anter'i biz
öldürdük. Hürriyet. 04.02.2005
Bayramoğlu, Ali. 2008. Başka söze hacet var mı? Yeni Şafak.
28.03.2008
Bayramoğlu, Ali. 2005. Yeni Şafak, 12 Nisan 2005
Baybişin, Hüseyin. 2008. Basın Açıklaması. Güney’in Kısmetim
1 gerçekleri araştırmalıdır
Birgün, Nasname. 2006. JİTEM'de Kalmamı Öcalan İstedi.
Birgün gazetesi
Bulut, Arslan. 2008. Tuncay Güney'in ifadeleri ve Akşam
gazetesi! Yeni Çağ. 19.08.2008
Ceyhan, Bülent. 2008. 2008. Emekli Mitci Gündeş. Güney MİT
elemanı değil. Zaman. 28.12.2008.
CHA, İnternethaber. 2008. Ergenekon'u Savunan İsme Bak. 4
Ekim 2008
Faruk Arslan
�__
Çelik, Ahmet Erhan. 2008. Güney’in KEY Alacağı. Odatv.com,
8 Ağustos 2008
Çiçek, Hikmet. 2001. "CIA’nın “Ergenekon” Aydınlık, Sayı
720. 6 Mayıs 2001
Çiçek, Nevzat, Ekinci Burhan. 2008. 32. Gün İddianamesi.
Taraf Gazetesi. 02.12.2008.
Çiçek, Nevzat, Kınay Emin. 2008. BOTAŞ kuyularını kazın.
Taraf Gazetesi. 01.11.2008
Çongar, Yasemin. 2008. savcılar Eymür’ün ve Güney’in
ifadesine başvurmalı. Taraf Gazetesi. 28.11.2008.
Dilipak, Abdurrahman. 1990. Kontragerilla Paneli, Kasım 1990
Dilipak, Abdurrahman. 2008. Derin Devlet Bölgeye Yayılırsa.
Anadolu’da Vakit. 03.10.2008
Dursun, Ahmet. 2008. Koç’un Gizli Ortağı Burla Biraderler. 03
Mayıs. 2008
Duvaklı, Melik. 2008. Öcalan PKK’yı kurarken örtülü
ödenekten nemalandı. Zaman Gazetesi. 07.11.2008.
Dündar, Can. 2008. Tuncay Güney’in arkasındaki teşkilat.
Milliyet. 06.12.2008.
Dönmez, Ahmet. 2008. Ergenekon gayri milli bir yapılanma.
Zaman Gazetesi. 01.12.2008.
Er, Tayfun. 2003. Gökyüzü.
http://f27.parsimony.net/forum67623/messages/420.h
Er, Tayfun. 2003. Gökyüzü. www.angelfire.com ve
www.sabataysevi.de
Er, Tayfun. 2003. Ötüken, 12 Ağustos 2003.
www.angelfire.com/wy/yaw/Fikirler/Gokyuzu/Koc/koc.html
Gerçek Ergenekon. 2003. "NATO uzantısı eski "derin devlet".
24 Haziran 2003
Gümüşel. Semin. Ergenekon’un Kara Kutusu aslında Kim?
Nesweek. 09.11.2008.
Grossman, Moşe. 2008. Tuncay Rabbe olamaz. Ceviz Kabuğu,
Yeniçağ gazetesi . 28 Temmuz 2008
Hürriyet. 2008. "MİT’tense, kayıtta gözükmez.". 7 Ağustos
2008
Kanal D, 32. Gün. 2008. Basın Açıklaması. Çift Meslekli
Gazeteciler Tartışması Deşifresi. 32. Gün, Kanal D. 17.7.2008
Karagül, İbrahim. 2008. Hem Ergenekoncu, hem Mossad’cı,
hem İslam’cı. Yeni Şafak. 4 Nisan 2008
Karagül, İbrahim. 2008. İslam Mossadcısı ile Yahudi İmam.
Yeni Şafak. 2 Nisan 2008
Faruk Arslan
325
Kıraç, Can. 1990. Anılarımla Patronum Vehbi Koç. Milliyet
Yayınevi
Kıvanç, Taha. 2001. "Hayaller gerçek galiba". Yeni Şafak. 30
Nisan 2001
Kıvanç, Taha. 2001. "Deli saçması sanmayın". Yeni Şafak. 1
Mayıs 2001
Kesler, Musa. 2008. Behiç Kılıç, Güney'i nasıl tanıdığını
anlatıyor. Milliyet
Milliyet. 28 Kasım 1990.
Milliyet. Tuncay Güney’in bir kitapda söyledikleri delil
gösterildi. 01.12.2008.
Odabaşı, Harun. 2001. Aksiyon, Burla ailesi
Odabaşı, Harun. 2001. Sivil Ergenekon. Aksiyon 12 Mayıs 2001
/ Sayı: 336
Okay, Mehmet. 2008. Zaman. Kayıp yakınlarından savcılığa
dilekçe: 'Asit kuyuları açılsın' 22.12.2008.
Özbek, Mehmet Yüksel. 2008. Ergenekon'un Tuncay Güney'i.
Kenthaber. 24 Nisan 2008
Parlar, Suat. 1990. Osmanlıdan Günümüze Gizli Devlet,
Spartaküs Yayınları
Perinçek, Doğu, 2008. Basın Açıklaması. Ulusal Kanal. 6 Mart
2008
Perinçek, Doğu. 2008. Başyazı. Aydınlık. 05.12.2008.
Sabah. 2008. Veli Küçük 1 numara değil 8 numara. 22 Nisan
2008
Savaş,Vural, Onursal Yargıtay C.Başsavcısı. 2008
Tuncay Güney. Sözcü gazetesi 12.08.2008.
Star Gazetesi. 2008. Ölüm kuyularında Ergenekon şüphesi.
05.12. 2008.
Star Gazete. 2008. Tomris Özden: Eşim JITEM’e girmedi,
öldürdüler. 03.12.2008.
Şimşek, Abdurrahman. 2008. Güney MİTci çıktı. Sabah
Gazetesi. 26.12.2008.
Şardan, Tolga–Tahincioğlu, Gökçer. 2008. Güney’in fotomontaj
hırsızlıkları. Milliyet
Taraf. 2008. Saçan`a Ersever`in JİTEM dosyasını sorsunlar.
Taraf gazetesi. 25.09.2008.
Taraf Gazetesi. 2008. Güney’in ölüm kuyuları gerçek mi?
03.12.2008.
Tempo. 2008. Ergenekon ve Tuncay Güney. Tempo Dergisi,
31.07.2008
Turhan, Talat. 1990. Kontrgerilla Cumhuriyeti, s.34
Faruk Arslan
326
Ulusal Kanal, Aydınlık, 2008. Ergenekon Savcısı, Haham
Tuncay’ı Türkiye’ye kaçak soktu
Vatan, Bugün. 2008. Tuncay Güney'in sahtekarlıkları.
24.04.2008
Vatan Gazetesi. 2008. Öcalan Görevine devam ediyor.
11.09.2008.
Yeni Aktuel. 2008. Ergenekon’un Güneydoğu Şubesi JITEM.
Yeni Şafak. 2008. Tuncay Güney, ‘ Birand Çifte Meslekli dedi
mi?’ 18.07.2008
Yılmaz, Hasan. 2008. Tuncay Güney ve Ergenekon. Canada
Türk. 1 Nisan 2008
Yılmaz, Hasan. 2008. Çorum'a heykelimi diksinler. Canada
Türk. 1 Eylül 2008
Yılmaz, Hasan. 2008. Mehter Takımına Vize Ayıbı. Canada
Türk. 1Ağustos 2008
Yılmaz, Güner. 1992. Tek Yol ileri Demokratik Halk Devrimi!
Ya sosyalizm, ya ölüm!
Yılmaz, Meltem. 2008. Tuncay Güney: Gülen'e çalışırım.
Cumhuriyet. 06.08.2008
Yükselir, Sevilay. 2008. Sinagog da sahte çıktı Amaç Yahudilik
üzerinden para vurmak! Habertürk. 25.07.2008.
Yükselir, Sevilay. 2008. Yahudiliği de sahte çıktı. Habertürk.
25.07.2008
Zelyut, Rıza. 2008. Tuncay Güney’in kimliği. Akşam.
26.03.2008

Benzer belgeler