BİLİM VE KUR`AN-SON BASKI

Transkript

BİLİM VE KUR`AN-SON BASKI
BİLİM VE KUR’AN’A
GÖRE
EVREN VE İNSAN!
E = mc²
Mehmet BOZKURT
2012 / ANKARA
Dizgi ve Tasarım
Düzeltme : Elif BOZKURT SARIKAYA
Kapak tasarım : Zeynep Banu SARIKAYA
Baskı
ÖZYURT Matbaacılık
0312- 384 15 36
www.ozyurtmatbaacilik.com
[email protected]
Bu kitabın tüm hakları saklıdır. Kitap, kaynak gösterilmeksizin tamamen veya
kısmen hiçbir yöntemle kopya edilemez,
çoğaltılamaz ve yayınlanamaz.
ISBN : 978-605-62265-2-6
Mehmet BOZKURT
Eğitimci ve İlahiyatçı
Hanımeli Sokak No: 36/3 Kızılay/ANKARA
Tel: 0.312 - 232 36 77
www.mehmetbozkurt.com.tr
[email protected]
Mehmet BOZKURT
26.01.1956 tarihinde Kars-Merkez Çerme köyünde doğdu.
Kars-Merkez Çerme Köyü İlkokulu, Kars ve Ankara Merkez
İmam-Hatip Lisesi ve Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi'nden (Yüksek İslam Enstitüsü) mezun oldu.
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı, Ankara'daki ilköğretim ve
ortaöğretim kurumlarında uzun yıllar öğretmenlik ve okul
müdürlüğü yaptı. Ankara Milli Eğitim Müdür Yardımcısı
olarak görev yaparken, 16.07.2007 tarihinde emekli oldu.
Aileden gelen bir gelenekle, emeklilik sonrası çalışmalarına,
kendisine ait E.F.E.M İnşaat Şirketinde devam etmektedir.
“Ka’be Tarihi ve Hac Rehberi”(2009)
“Sünnilik Şiilik Alevilik Vehhabilik Nedir?”(2010)
“İnsanlık Tarihine Yön Veren Sözler”(2011)
adlı eserleri vardır.
İTHAF
:
Bu çalışmamı; yetişmemde emeği olan
ve
sadece hakikat peşinde koşan herkese
ithaf ediyorum.
Mehmet BOZKURT
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR ......................................................................................... 6
ÖNSÖZ ...................................................................................................... 7
A-
BİLİM VE DİN ................................................................................ 11
1- Bilim ve Din............................................................................. 11
B-
EVREN VE EVRENİN VAROLUŞU............................................... 31
1- Evren ve Evrenin Yaratılması ................................................ 31
2- Kıyametin Kopması ................................................................ 68
3- Yer ve Gökler .......................................................................... 80
4- Zaman ve İzafiyet Teorisi....................................................... 88
C-
İNSAN VE İNSANIN VAROLUŞU ................................................ 103
1- İnsan ve İnsanın Yaratılması ............................................... 103
2- İlk İnsan................................................................................. 115
3- Hz. Adem (a.s) ve O’nun eşi Hz. Havva .............................. 125
4- Evrim Teorisi......................................................................... 145
D-
EVRENDE YARATILAN DİĞER VARLIKLAR............................. 159
1- Melekler................................................................................. 159
2- Cinler ..................................................................................... 167
E-
SONUÇ......................................................................................... 183
KAYNAKLAR ........................................................................................ 189
YARARLANILAN AYETLER................................................................. 201
KISALTMALAR
a.g.e
: Adı geçen eser.
a.g.m
: Adı geçen makale.
a.s
: Aleyhisselam
b.
: Bin, İbn
Bkz.
: Bakınız.
c.
: Cilt
Çev.
: Çeviren.
d.
: Doğum
Der.
: Derleyen.
DİA
:Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
DİB
: Diyanet İşleri Başkanlığı
h.
: Hadis
H.
: Hicri
Haz.
: Hazırlayan.
Hz.
: Hazreti
Krş.
: Karşılaştırınız.
M.
: Miladi
ö.
: Ölüm
r.a
: Radiyallahu anhu
r.anh
: Radiyallahu anha
s.
: Sayfa
Sad.
: Sadeleştiren
s.a.v.
: Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Trc.
: Tercüme
vb.
: Ve benzeri
vd.
: Ve devamı
ÖNSÖZ
Mart-2009 yılında bir gün Kabe’yi seyrederken; yaşadıklarımı ve
duyduklarımı yeniden düşünmeye başladım. Kendimde bir eksiklik hissettim ve insanların bilinçli bir şekilde bu kutsal ibadeti yapmaları için öncelikle bir “KABE TARİHİ VE HAC REHBERİ” yazmam gerektiğini düşündüm.
Daha sonra bildiklerimi yazmaya karar verdim. Doğrusu çok korkuyordum; çünkü Kur’an-ı Kerim: “…Sorumlu tutuldukları ile amel etmeyenlerin durumu, sırtında ciltlerle kitap taşıyan merkepler gibidir…”(Cum’a, 62/5) Ve “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. Allah, akıllarını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır (murdar kılar).”
(Yunus,10/100) diyordu.
Ülkemizde yaşayan inanç gruplarının birbirlerini tanımamaları beni
hep üzdüğünden dolayı, belki bir nebze de olsa katkım olur düşüncesi ile
bir yıllık araştırma sonunda:“SÜNNİLİK ŞİİLİK ALEVİLİK VEHHABİLİK NEDİR? adlı kitabımın basımı, 02.11.2010 tarihinde tamamlandı.
Sonra yıllarca biriktirdiğim; insanlık tarihi boyunca, insanlığa yol gösterme bakımından, insanı düşünmeye davet eden veciz sözleri içeren,
“İNSANLIK TARİHİNE YÖN VEREN SÖZLER.” adlı kitabımın basımı,
14.06.2011 tarihinde tamamlandı.
Yazmak ve araştırmak bir hastalıktır denilirdi, doğrusu şu anda bu
hastalığı yaşıyorum ve iyi ki, yaşıyorum. Çünkü insanın bir şeyi insanlarla
baylaşması kadar güzel bir ilaç olamaz. Bu ilaç, yıllardır devam eden içimdeki sıkıntıları giderdi ve kendimi yeniden keşfetmeme neden oldu. Yazdıklarım yaşadıklarıma, milletime ve gelecek nesillere karşı sorumluluğumun ürünüdür. Kısaca inandıklarımdır. İnsanları tatlı rüyalarından gerçekler dünyasına uyandırmak, görevimi ifa etmek anlamına gelmektedir. Hemen ara vermeden çok merek ettiğim evren ve insanın var oluşu ile ilgili,
yıllardır araştırmalarımdan oluşan birikimlerimi yazmaya başladım. İşte şu
anda okumakta olduğunuz “BİLİM VE KUR’AN’A GÖRE EVREN VE İNSAN!”
adlı eser ortaya çıktı.
8
İnsanı insan eden ilim, ibadet ve ideal üçlüsünün, insanlık için abide
olduğuna inanıyor ve en çok yaşayan kimse, en çok düşünen kimsedir.
Her düşüncenin bir abide olduğunu söylüyorum. Her şeye rağmen yüksek
tepelerde hem kuşa ve hem de yılana rastlanır. Birisi uçarak çıkmış, diğeri
sürünerek çıkmıştır. Neticede her ikisi de yüksek tepelere çıkmıştır. Oturduğumuz yerde sadece karanlığa küfretmek, insanlığa kurtuluşu sağlayamaz. İnsanlığa hizmet etmek adına yüksek tepelere çıkmak bir büyük mücadeleyi gerektiriyor. “Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla
ve asla yorulmazlar.” Düşünmek çare demektir. Düşünen insan yorulmaz.
Düşünmemek ise, teslim olmak demektir. Aslında düşüncesiz insan olmaz, ancak paylaşılamayan düşünceler vardır. Düşündüğünü paylaşmayanlar ne kadar cimridir!
İslam bizi ısrarla düşünmeye davet ediyor ve Kur’an-ı Kerim’de evreni ve yaratılan varlıkları tanıtan birçok emrini çalışmamızda göreceksiniz. Doğrusu evreni ve evrenin önemli bir parçası olan dünyamızda yaşayan insanı, yani kendimizi tanımak, insan olarak en önemli bir görevimizdir. Bu görevimiz bizi, sağlam ve sağlıklı bir imana sahip olmaya götürür.
Asıl sahip olmamız gereken de budur.
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle: “Ben insanları ve cinleri ancak bana
ibadet etsinler (tanısınlar ve bilsinler) diye yarattım.”(Zariyat, 51/56) ilahi
emrine göre, insanların ve cinlerin yaratılışındaki amaç, Allah’a ibadettir.
Allah’a ibadet ise, Allah’ı ve insanın kendisini bilmesi ve tanıması ile olur.
İbadetin başı bilmek ve tanımaktır. Biz onun için ilk önce “kendini bil” diyoruz. Çünkü Rabbini bilmenin yolu, kendisini bilmekten geçer. İnsanın kendisini bilme yönelimi Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifadesiyle “Rabbini bilme”
yolunda atılan ilk adımdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v): “Kendini bilen
Rabbini bilir.” buyurmuştur.
Kendini bilmek, insan için gerçekten büyük bir sorun olmalıdır ki, Yunus Emre de bu konuda:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır.”
Dörtlüğü ile bu soruna işaret etmektedir. Kendini bilmek ilim ise,
kendini bilmeyenin okuması ona fayda vermez demektedir. Zira kendini
9
bilmek Rabbi’ni bilmekse, okumanın ve öğrenmenin öncelikli hedefi de
kendini bilmek olmalıdır.
Yüzyılımızın en büyük dehası sayılan ve Allah’a iman eden Albert
Einstein : “Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır.” diyerek bilimin
dine olan desteğini dile getirmiştir. Ayrıca modern fiziğin kurucusu olan
Max Planck ise şöyle demektedir: “ Hangi alanda olursa olsun bilimle
ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı
okuyacaktır: “İman et!” İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir
özelliktir.”
Kur’an-ı Kerim, insanlara hidayet rehberi olarak gönderilen, insanlığa
ışık tutan mucize bir kitaptır. O, birçok konuda yol göstermekte, kısa bilgiler vermekte ve insanları bu konular üzerinde düşünmeye teşvik etmektedir. Bu konulardan biri de göklerin ve yerin yaratılışı olayıdır. Bu konuda
Kur’an-ı Kerim’de: “Göklerin ve yerin yaratılışında düşünen akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Al-I İmran, 3/190) buyrulmaktadır. Bu ve benzeri
çok sayıdaki ayet göstermektedir ki, bu konular üzerinde düşünmek bütün
insanların, özellikle müslümanların ve bilhassa Kur’an-ı Kerim ve Tefsir
alanında çalışma yapanların zorunlu bir görevi olmaktadır. Dolayısıyla bu
çalışmanın da temel amacı bu konuyu Kur’an-ı Kerim’den yola çıkarak derinlemesine anlamaya çalışmaktır. Bütün çabamız Kur’an-ı Kerim ayetlerinin daha iyi anlaşılmasına biraz olsun katkı sağlayabilmeye yöneliktir. Kesinlikle bilinmelidir ki, bu kutsal kitap ne kadar iyi anlaşılırsa değeri insanlar tarafından o düzeyde idrak edilecek, onun mucize özelliği daha iyi keşfedilecek ve ona olan inançlar da o ölçüde kuvvetlenecektir. Bu çalışmanın, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında küçük bir katkının olması, bizim için
sorumluluk vesilesi olacaktır. Bu bağlamda, bu çalışmanın hedeflerinden
biri de, konu ile ilgili ilmi buluşları Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasına hizmet
için kullanmaktır. Bir diğer konu da Kur’an-ı Kerim, sürekli araştırma ve
düşünmeyi teşvik etmektedir. Özellikle yaratılış konusu sık sık geçen konulardan birsi olup, bu konu üzerinde insanların düşünmeleri teşvik edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in ilk inen ayetlerinde de: “Yaratan Rabbinin
adıyla oku.” (Alak, 96/1-2) buyrularak yaratma sıfatına vurgu yapılmaktadır. Önemli olan bunun farkına varabilmek ve bu doğrultuda hareket edebilmektir. İman, bir hidayet işidir. Allah, dileyen kuluna ve dilediği kuluna
bunu nasip eder.
10
Hata ve eksikliklerimizin hoşgörü ile karşılanacağını ümit ederken,
yapılacak samimi uyarı ve tenkitlerin çalışmalarımıza ışık tutacağını ifade
etmek isterim. Kainatın sahibi yüce Allah’ın lütuf ve keremine sığınarak yola çıkarken, her alanda tevfik ve hidayet yalnız Allah’tandır. Her şeyde ve
her şey için Allah bize yeter! Hamd sadece O’nadır, salat ve selam O’nun
Resulü Hz. Muhammed (s.a.v)’e olsun.
Her şeyin doğrusunu bilen Allah’tır. Allah hepimize rızasına uygun
davranış ve hidayet nasip etsin…
Mehmet BOZKURT
2012 - ANKARA
A- BİLİM VE DİN
1- Bilim ve Din
Bilim, madde aleminde gördüğümüz işlere ait sebepler zinciri ve
olayların perde önü olup, “bilimin” konusuna girer. Olayların görünmeyen, sebeplerin perde arkası ise, “ilmin” konusuna girer. Bu açıdan bakıldığında bilim, ilmin bir alt kümesi olup, olayların sadece maddi yüzüne ait
belli sınırlarda geçerlidir. Ancak sebepleri aşan manevi boyutu, Allah’a ve
onun kelamı olan Kur’an-ı Kerim’e inanan insanların vicdanındaki muhasebeye bırakmak ve onları tenkit etmemek de demokratik bir yaklaşımdır.
Kaldı ki, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir emri, bilim ve ilmin verileri ile çelişmemektedir. Ancak Allah’a inanan insanların kafasına vurulacak bir silah olarak
bilimi zannedersek, bilimi yine kısır anlayışların kurbanı edebiliriz. Bilim
yozlaştırılmamalıdır ve ideolojilerin oyuncağı haline getirilmemelidir. Bazen
bilim adına yapılanlar, ne bilimin tarifine, ne de metoduna ve ne de sahasına girebiliyor. İşte bu durum ciddi tehlikeler doğurur ve toplum yanlış
yönlendirilir. Karanlığa götüren sonu olmayan yollardan birisi de, din ile bilimi karşı karşıya getirmektir veya birini diğerine rakip ilan etmektir.1
İlim ve Kur’an-ı Kerim, aynı noktaya ayrı ayrı bakan iki göz veya iki
dürbün gibidirler. Bunlar başka iki ayrı şey olsalar bile nihai görüntüde birleşebilirler. Evreni bir kitap, bir mahşer, bir saray ve bir bahçe gibi temaşa
etmemize sunan Allah, Kur’an-ı Kerim’ı de bir tarifname mahiyetinde inzal
etmiştir. İnsan, bu iki yüzü ve iki yanı olan algılanabilir nesne sayesinde de
hakikate ulaşabilir. Bugün gelinen noktada henüz bazı ilim dalları ile
Kur’an-ı Kerim’in hakikatleri arasında bir farklılık söz konusu ise, bunun
sebebi, ilmin hala iyi değerlendirilemeyişi ve bizim Kur’an-ı Kerim’ı yanlış
anlayışımızdandır. İlim, ehil olmayan ve inançsız insanların elinde kör kalacağı gibi, din de cahillerin elinde hep yanlış yorumlanacaktır. Laboratuvarlar ve her alanda yapılacak ilmi araştırmaların, Allah’a gönül vermiş
hakikat erlerinin elinde çok farklı şeyler söyleneceğini düşünüyorum. İnanan insanların her alanda söz sahibi olduklarında, ilimle Kur’an-ı Kerim’in
bir noktada birleştiği görülecek ve işte ancak o zaman bizler de eşyayı olduğu gibi görüp yorumlayabileceğiz. Ne var ki şu anda miyop bakan ve
renk körü olan birçoğumuzun, ciddi bir ruhi ameliyata ihtiyacı olduğu da bir
1
Prof. Dr. Arif Sarsılmaz, “Bilim ve Din Münasebeti” Konulu Makalesi,
Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ekim/1999 (249), s. 390
12
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
gerçektir. Gönüller imana açılmadıkça ne ilim, ne insan ve ne de insan
topluluklarının doğru istikamete ermesi mümkün değildir.
Bilim, insanlığın ve uygarlığın ortak mirası iken ve her uygarlık belli
düzeyde onun gelişmesine veya gerilemesine katkıda bulunmuşken, belli
bir uygarlığın katkısının ön plana çıkarılması ve diğerlerinin gözardı edilmesi, belli sosyo-kültürel çevreden gelen bilim insanlarında çok sık görülen bir durumdur. Bilimin kaynağında ve tarihinde, hem tevhid ve hem de
Paganist∗ anlayışa sahip toplumlar ve uygarlıklar vardır. Eski Yunan medeniyeti yanında, eski Mezopotamya medeniyeti de bilime katkıda bulunmuştur. İnsanlık tarihi boyunca tevhid inancına sahip toplumlar ile çok tanrılı inanca sahip toplumlar aynı veya farklı coğrafyalarda birlikte yaşamışlar ve insanın tabiatla diyaloguna katkıda bulunmuşlardır. Tarihi gerçek
böyle iken, bu fotoğrafın sadece belli karelerini alıp, bilimi çok tanrılı eski
Yunan’la başlatarak, İbrahim’i toplulukların katkılarını gözardı edip, ortaçağ Avrupa’sına ve Rönesans’a sıçrayabilir, daha sonra da aydınlanma ve
sanayi devrimiyle günümüze kadar gelip, bilim tarihini özetleyebiliriz. Ortaçağda Müslümanların gerek Avrasya’da ve gerek İspanya 800 yıl varlığını
sürdüren Endülüs Emevi devletinin yaptığı katkıları çok kısa geçerek daha
çok, bu toplumlarda bilimin gelişmesini engelleyen düşünce akımlarını ve
zihniyetini ön plana çıkarabiliriz. Böylece zihinlerde Müslümanların gerici
olduğunu ve dinin ilerlemeye, kalkınmaya ve çağdaşlaşmaya engel olduğu
izlenimini kolayca oluşturabiliriz Ancak bu anlayış bilimsel bir bakış açısından uzaktır. İnsanlığın bilim mirasının tarihi hikayesini ya çok tanrılı eski
Yunan kültürü eksenli yaparsak, ya da İbrahim’i dinlerin tevhid eksenli kültürü ışığında bilim ve dinin birbirini tamamladığı tezine göre oluştururuz.
Çok tanrılı eski Yunan kültürü eksenli kurguda ise, sürekli bilim ve dinin
karşı karşıya geldiği izlenimini doğuran sorulara ve çatışmacı bir bakış
açısına öncelik verilir.
Bir başka açıdan siz bilimi “ne?” ve “nasıl?” sorularına cevap arayan bir faaliyet olarak tanımlarken “niçin?” sorusuna cevap aramayı ikinci
veya üçüncü plana atarsınız, bilimi bu şekilde ayrıştırmak ve onu çok boyutluluktan tek boyuta indirgemektir. İnsan zihninde aklın hem iman eden
* Paganizm: Anaerkil, çok tanrılı bir dindir. Özünde doğa/tabiat ana
vardır, doğurganlık kutsaldır ve tek tanrılı dinler çıkmadan önce uzun
zaman inanılmıştır. Tek tanrılı dinler çıktıktan sonra da inananları
kalmış, hatta günümüzde bile paganlar vardır.
Bilim ve Din
13
boyutu ve hem de eleştiren ve sorgulayan boyutu vardır. İnsan, evreni ve
içindekileri sorgulayan ve eleştiren akılla doğru şekilde anlayabilirken,
iman eden aklıyla da hayatın anlamını ve hikmetini çözümlemektir. Bir
başka ifadeyle de eleştirel akıl, eşyanın nesnel fayda boyutunu çözümlerken, iman eden akıl da varlığın anlam ve hikmet boyutunu idrak eder.
Müslümanlar beş asır bilim (akıl) ve din (vahiy) otoritesini sağlıklı bir şekilde bir arada kullanarak, hem Yunan bilim mirasını zenginleştirerek geleceğe taşımışlar ve hem de bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ne bilim ve ne de din, birey ve toplum hayatında birbirinin hukukuna saldırıda bulunmamış ve karşılıklı alan tanımlamalarına uyarak,
herkes kendi alanındaki güzellikleri insanlığa sunmuştur.2
Var olan bilgiler, evrenin bilim yoluyla keşfedilen özelliklerinin, Allah’ın varlığına işaret ettiklerini göstermektedir. Bilim yoluyla vardığımız
sonuç, evrenin bir yaratıcısı olduğu ve bu yaratıcının çok üstün bir güç ve
bilgiye sahip olduğudur. Bu yaratıcıyı tanımamızda bize din yol gösterir.
Oysa bilim ile dinin daha önceden de ifade edildiği gibi, birbirleriyle çatışan
iki bilgi kaynağı olduğunu iddia eden ateist bilim anlayışı, insanlık tarihinde
oldukça yenidir. Bir kaç yüzyıl öncesine kadar bilim ile dinin çatıştığı hiçbir
zaman düşünülmemiş ve bilimin Allah’ın varlığını ispatlayan bir metot olduğu düşünülmüştü. Söz konusu ateist bilim anlayışının yeşermesi ise, 18
ve 19. yüzyıllardaki materyalist ve pozitivist felsefelerin bilim dünyasına
egemen olmasıyla gerçekleşti. Aslında din ile bilim arasındaki ayırım tamamen ideolojik bir ayırımdı. Kaldı ki, İslam dini, bilimi özellikle teşvik etmekte ve evrenin araştırılmasını, Allah’ın yaratılışının incelenmesinin kendi yöntemi olduğunu haber vermektedir. Kur’an-ı Kerim bu konuda: “ Üstlerindeki göğe bakmıyorlar mi? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl donattık? (süsledik). Onda hiçbir düzensizlik ve eksiklik yoktur.(onun
hiçbir çatlağı yoktur.)” “Yeri de nasıl döşeyip yaydık? Orada sarsılmaz
(sabit) dağlar yerleştirdik. Orada göz alıcı ve iç açıcı her çiften nice
bitkiler bitirdik.” “Gökten mübarek (bereketli) bir su indirdik; böylece
onunla bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler) bitirdik ve birbiri üzerine
dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları bitirdik ve böylece
2
Dr. Selim Aydın, “İnsanın Tabiat ile Diyalogunda Akıl, Bilim ve Din’in
Etkileşimi” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Nisan/2000(255), s. 109-111
14
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
onunla ölü bir beldeye hayat verdik. İşte (dirilip kabirlerden) çıkış da
böyledir.”3 buyurmaktadır.
Ayetlerde de görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim, daima insanları düşünmeye, aklını kullanmaya ve içinde yaşadıkları dünya ile ilgili her şeyi araştırmayı teşvik eder. Çünkü bilim, dini destekler ve insanı cahillikten kurtarıp daha bilinçli düşünmeye sevk eder; kişinin düşünce dünyasını genişletip evrende açıkça görülen yaratıcının izlerini kavramasına yardımcı olur.
Kur’an-ı Kerim’in akıl almaz mucizeler taşıdığını artık herkes bilmektedir.
Her ayetinde her devir için, iç içe gizli bin bir hikmet taşımaktadır. Hiçbir kitap ona benzememektedir. O, her yönüyle Allah kelamı olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu güce sahip olduğu için, kendi diliyle kendisine karşı koyanları, yarışmaya çağırmıştır.
“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiklerimizden her hangi bir
şüpheye düşüyorsanız, haydı onun benzeri bir süre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da
çağırın.”4 buyurmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’ın Allah’tan geldiğine dair şüphesi olanların, onun Hz.
Peygamber (s.a.v)’in uydurduğu iddialarında samimi iseler, benzerini getirerek iddialarını ispat etmelerini istemiştir. İnkarcıların bütün arzu ve uğraşlarına rağmen bir ayetine benzer söz getirememişlerdir. Bu da Kur’an-ı
Kerim’ın, Allah kelamı olduğunun önemli bir delili olmuştur. Bu nedenle
kaynağı Allah olan, Kur’an-ı Kerim ile Bilim’in kavga etmesi mümkün değildir. Asıl kavga inançsız insanların Kur’an-ı Kerim’le kavgasıdır. Tarih
boyunca bu kavgada hiç kimse başarılı olmamıştır ve bundan sonra da asla olmayacaktır.
Kur’an-ı Kerim bir bilim kitabı olmayıp, sadece Allah’ın güç ve kudretinin delillerini sunmak amacıyla evrenin yaratılışı ve düzenindeki bazı değişmez gerçeklere işaret etmiş ve onları örnek olarak göstermiştir. Örnek
olarak verilen bütün bu bilgilerin hepsi, kesin ve doğru gerçeklerdir. Bu
gerçekler de hiçbir zaman doğru olan bilimsel veriler ile bir çelişki göstermemektedir. Kur’an-ı Kerim’de dile getirilen bu gerçekler, her devirde o
zamanın mevcut ilmi seviyesine göre, bir şekilde yorumlanmıştır. Bilimsel
3
4
Kaf, 50/6-7-9-10-11
Bakara, 2/23 ( Benzer ayetler: 10/38; 11/13; 17/88; 28/49-52/34)
Bilim ve Din
15
veriler, bize Kuran-ı Kerim’i daha iyi anlama imkanı sağlamaktadır. Gerçeğe uygun hiçbir bilimsel verinin Kuran-ı Kerim ayetlerine aykırı olması düşünülemez. Çünkü evreni yoktan yaratan ve onu en iyi bilen Allah’ın bildirdiği Kuran-ı Kerim’de gerçeğe aykırı hiçbir şey bulunmamaktadır. Fakat
insan, bazen bilgisinin yeterli olmaması nedeniyle, ayetleri yanlış anlayıp
ve yorumlayabilmektedir. Fakat bu yorumlar Kuran-ı Kerim’deki ayetlerin
de yanlış olduğuna asla delil teşkil etmez. Kuran-ı Kerim bir bilim veya fen
kitabı değildir. Fakat verdiği bütün bilgiler doğru olan bilim ve fenne uygundur ve verdiği bütün bilgiler gerçektir. İlmi verileri Kuran-ı Kerim’e uyarlamaya çalışmak yanlış olur. Çünkü ilmi veriler nihai gerçekler değildir. İlmi
verilere nihai gerçekler gözüyle bakarak, Kuran-ı Kerim ayetlerini buna göre yorumlamak, ayetlerin anlamlarını zorlayarak bunlara uyarlamaya çalışmak kesinlikle yanlıştır. İlmi gelişmelerin hepsinden yararlanmak mutlaka gereklidir. Ama bu ilmi verilerin sürekli bir değişme ve gelişme içinde
olduğunu kesinlikle gözardı edilmemelidir.5 Bütün bilimsel veriler Kur’an-ı
Kerim’ı daha iyi anlayabilmemiz konusunda bize yardımcı olmaktadır. Bilimsel veriler ile Kur’an-ı Kerim arsındaki ilişkiyi bu açıdan değerlendirmek
en doğru yoldur.
Kur’an-ı Kerim’deki Evren ve oluşumu ile ilgili ilahi beyanlar, varlık
hakkında bilgi vermekten ziyade, Allah’ın mutlak ilmini ve kudretini öğretmek amacını güder; fakat verdiği bilgiler asla gayr-i ilmi değildir. Bununla
beraber ilimler bağımsız ve tarafsızdır. Bağımsızdır, çünkü özellikle müspet ilimler laiktir. Araştırmalarını yaparken ne dinin, ne de din dışı peşin
hükümlerin yol göstericiliğine başvururlar. Ayrıca ilimler, dini tefsir ve peşin
hükümleri destekleme gayretine de girmezler; ama ortaya koydukları sonuçlar, dinin ortaya koyduğu tasavvurları ve mecazları açıklayacak ve yorumlayacak bir durumda ise, yine de bunu bilim değil, bir üst etkinlik ve faaliyet yapar. İlmin çıkış noktası, insanın taşıdığı bilme, anlam verme ve
açıklama merakıdır. İlim, beş duyu ve beş duyunun çeşitli cihazlarla donatılması ile yakalayıp görünürlüğüne ulaştığı şeyi tetkik ve tecrübe etme disiplinidir. Kainatın bütünü ile araştırılması ve tecrübe edilip çözümlenmesi
için değil, anlaşılması içindir.”6
5
6
Celal Kırca, “Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri”, s. 157
Prof. Dr. Hüseyin Aydın, “İlim, Felsefe ve Din açısından Yaratılış ve Gayelilik (Teleoloji)”, s.15-16-38
16
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
20. yüzyılın en büyük dehası sayılan ve Allah’a inanan Albert
Einstein (1879-1955): ”Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim
adamı düşünemiyorum. Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır.”diyerek bilimin dine olan desteğini dile getirmiştir. Ayrıca evrenin tesadüflerle oluşamayacak kadar harika bir düzene sahip olduğuna ve evrenin üstün güç sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığına inanıyordu. Yazılarında Allah’a olan inancından sıkça söz eden Einstein için, evrendeki doğal düzenin harikalığı son derece önemliydi. “Dinsiz bir bilim topaldır.”
sözleri ile Einstein, din ile bilimin nasıl ayrılmaz bir bütün olduklarını ifade
etmiştir. Einstein, tabiatı araştıran herkesin içinde bir çeşit dini saygı olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: “Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes,
tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür.”
Einstein’in dine bakış açısını, aşağıdaki sözlerinde de görmek mümkündür: “Din duygusu ne zaman kaybolsa, bilim, ilhamı olmayan bir deneyciliğe dönüşüyor.”demektedir.
Ayrıca Einstein:“Sonsuz boyutları bilmedikçe Allah görünmez ve
bilinmez. Ancak O vardır ve insanları evrende bir görevle yaratmıştır.” demektedir.
Modern Fizik’in kurucusu Max Planck (1858-1947) ise şöyle demektedir: “Hangi alanda olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “iman et.”
İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir.”
Ünlü Fizikçi İsaac Newton’un (1642-1727) yaşadığı dönemde bilim
adamları, dünya üzerindeki cisimlerin ve gezegenlerin hareketlerinin farklı
kanunlarla açıklanabileceğine inanıyorlardı. Newton ise, dünya ve uzayın
yaratıcısının tek olduğunu, dolayısı ile aynı kanunlarla açıklanması gerektiğini savunuyordu. Bu inanç dolu önemli görüşünü şöyle açıklıyordu:
“Güneşin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların bu mükemmel sistemi,
ancak güçlü ve akıllı bir varlığın kontrolü ve hakimiyeti ile ilerleyebilir. Bu varlık yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi yönetir. O, Allah’tır.”
“Allah’ın yarattığı her şey kendini gösterir.” fikrini ortaya atan ilk
bilim adamı olan Johannes Kepler (1571-1630), kitaplarında, Allah’a olan
samimi inancını şöyle dile getirir: “Bizler Allah’a muhtaç ve aciz kullar
olarak, kendi aklımıza göre, Allah’ın aklının büyüklüğünü ve yüceliği-
Bilim ve Din
17
ni görmeli ve O’na teslim olmalıyız.” Ayrıca, “Tabiat kitabına göre biz
astronomlar, Allah’ın, din adamları olduğumuzdan, bizim Allah’ın şanını konuşmamız gerekir.”7
Sokrat, Aristo’ya seslenerek: ”Ey Aristo! Gözlerin en yüksek noktada evreni seyrettiğini, yaratılışındaki hikmeti görmüyor musun? Ey
Aristo, büyük yaratıcı her olayda sanat ve intizamı ile kendini haykırıyor. O olmasaydı, ağzın besinlerin çıkış noktasına yakın olurdu. Ey
Aristo, ben görünmeyen mutlak yaratıcıya inanıyorum.”demektedir.
Ünlü bilim adamı İmmanuel Kant da:(1724-1804) “Görülen her varlık, görülmeyen yaratıcının gölgesidir. İnsanlar hakikati görme zorunluluğu içindedir, fakat Allah’a imanda zaaf gösteriyoruz. Tıpkı güvercinin uçmak için onu uçuran havayı itmesi gibi.” demektedir.
Ünlü Matematikçi Prof. Dr. Roger Penrose: “Demek istediğim şudur ki, evrenin bir amacı vardır. Orada öyle, bir şekilde şans eseri var
olmamıştır.” demektedir.
Blaise Pascal (1623-1662): Pascal sözlerinde Allah’ın, matematikten
elementlerin düzenine kadar her şeyin yaratıcısı olduğunu söyleyerek, Allah’ın sonsuz gücünü ifade eder.
Galileo Galilei (1564-1642): “Tabiat hiç şüphesiz Allah’ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır.” diyen Galilei,
“Allah’ın kitapları ile yarattıkları arsında hiçbir çelişki olamayacağını,
çünkü her birinin Allah tarafından yaratıldığını” söylemektedir.
Bizim derdimiz, var olan Allah’ı ispat etmek değildir. Evrenin her noktasında varlığı hissedilen Allah hakkında, bazı bilim adamlarının görüşlerini sunmak ve inkar edenlerin hayretlerine neden olabilmektir. Onların hidayetine vesile olmak da, ancak Allah’ın takdiri ile mümkün olacaktır.
Bütün insanlık, bütün gücü ile uğraşsa evrendeki var olan bir tek kanunu değiştiremez veya evrende var olan kanunlar gibi bir kanun koyamaz. İnsan olarak biz, var olan kanunları zaman içinde araştırmalarımızla
buluyoruz. Dün yer çekim kanununu bilmiyorduk, ancak bugün biliyoruz.
Evrende var olan kanunları bilmememiz, onların yok olduğu anlamına
gelmez. Biz sadece bizde var olan akıl gücümüzle, bizce bilinmeyen var
7
Ümit Şimşek, “Big Bang: Kainatın Doğuşu”, s. 55
18
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
olanları buluyoruz. O halde bu kanunları evrende var eden bir güç vardır.
Bu güç, sonsuz kuvvet ve kudret sahibidir. Kaynağını bu büyük güçten
alan, din ve bilimin çatışması mümkün değildir. Yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan sonuçlar bunu göstermektedir. Evrenin kendi kendisini veya tesadüfen ortaya çıktığını iddia etmek, hem delilik ve hem de basiretsizliktir.
Ayrıca bilim adına böylesi bir iddia, gerçekten faciadır. Gerçeğe değil, ateizme hizmettir.
İslam dini ile diğer dinler arasındaki farkı bilmeden bu gerçeği anlamak da zordur. İslam, bütün dinlerin sonuncusu ve son şeklidir. İlahi dinler
arasında kıyamete kadar aslını koruyarak varlığını devam ettirecek tek din
ve bütün ilahi dinlerin ortak adıdır. Varlığının bozulmadan günümüze kadar devamının teminatı Allah’tır. Bu nedenle, İslam dinini bilimin karşısında göstermek, İslam dinini bilmemek veya ondan nasip almamak demektir. İslam dini birçok emriyle, ilmi teşvik etmekte ve Hz. Peygamber
(s.a.v)’in ifadesiyle: “İlim adamlarını gökteki yıldızlar gibidir. Yıldızlar
nasıl karanlıkta yol gösterirse, onlar da yeryüzünde rehberdirler.”8
“Hikmet, mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa almaya daha hak
sahibidir.” 9 “İlim öğrenmek kadın ve erkek her Müslüman’a farzdır.”
10 “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” 11 “Hiç ölmeyecekmiş gibi
dünya için ve hemen yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışınız.” 12
gibi beyanları ve bizzat kendi sünneti, ashabının bu hususlara temel bakışını ve hareket tarzını belirledi. Hicaz, Şam ve Bağdat başta olmak üzere
Ortadoğu, doğu kanadında Orta Asya, batı kanadında Endülüs medeniyetleri gelişti. Bu durum dünya için gerçek bir Rönesans’tı. Çünkü Müslüman
olmak, insanı ister istemez ilmin talibi haline getiriyordu. Tabiin, Tebe-i
Tabiin, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde büyük cami ve medreseleri içine alan külliyeler, dev kütüphaneler, tıp merkezleri ve rasathaneler
ortaya çıktı. Bilim insanlık için büyük bir hayat tarzı ve varlığı için elzemdir.
Onsuz yaşaması mümkün değildir. Din de aynen öyledir. Her ikisinin de
hedefi insanın mutluluğudur. Her ikisinin de kaynağı aynıdır. Bunlar asla
savaşmaz, ancak insan olarak biz bunları savaştırıyoruz. Bu durum insan-
8
9
10
11
12
Ahmed bin Hambel, Müsned, c.3, s.157
Tirmizi, İlim, 19; İbn-i Mace, Zuhd, 10
Sehavi, el- Makasıd’ül- Hasene, s. 402
Sehavi, a.g.e, s. 402
Sehavi, a.g.e, s.402
Bilim ve Din
19
lığa da hiçbir şey kazandırmamıştır ve bundan sonra da kazandırmayacaktır.
Vahiy, ilim üstüdür, ancak ilim dışı değildir. Vahiy Hz. Peygamber
(s.a.v)’e geldikten sonra ilim haline dönüşür. Hz. Peygamber (s.a.v) de
dahil hiç kimse ilim dışı kalamaz ve ilme sırtını dönen iman, Kur’an-ı Kerim’den onay alamaz. Kur’an-ı Kerim’e göre ilim, Allah’ın varlığına tanıklık
eden en büyük ve en güvenilir güçlerden biridir. Kur’an-ı Kerim, vahyin en
büyük muhatabı olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e bile ilim istemeyi emretmekle bu konuda, deyim yerinde ise, suyu baştan kesmiş ve insanlığa en etkili
dersi vermiştir. İlimsizlik, körlük getirir. Körlüğün olduğu yerde ise iman ve
ilahi aydınlık barınamaz. Kur’an-ı Kerim, ilimsiz imandan bir şeyler beklemenin aldatıcı olabileceğine dikkat çekmektedir. Ayrıca “…(Resulüm!) De
ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”13 emriyle insanın aklına hitap eden Allah,
düşünmemizi, kendisine inanmamızı ve bu konuda bilenlerin üstünlüğünü
ilan etmektedir. Bu bilme işi, öncelikle Allah’ı bilmek ve kabul etmekle başlar. Ayrıca bu ilahi ifadeyle bilgi ile bilgisizliğin arasındaki derin farkı dikkat
çeken Kur’an-ı Kerim: “Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü kulak,
göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” 14 “Şayet bilmiyorsanız ehline sorunuz.” 15 İfadeleriyle de insanın kesin ve sağlam bilgiye
dayanarak hareket etmesini, bilmediğini öğrenmek için gereken çabayı
göstermesini emretmektedir.
İslam dini akıl ve vicdan dinidir. İnsan, aklı ile dinin bildirdiği gerçekleri görür ve vicdanını kullanarak gördüklerinden sonuç çıkarır. Akıl ve vicdan sahibi bir insan kendisine hiçbir bilgi verilmese bile, evrendeki herhangi bir varlığın özelliklerini incelediğinde bunun üstün ilim ve güç sahibi
bir varlık tarafından yaratıldığını anlar ve dünyanın insanların yaşayabilmeleri için özel olarak yaratılmış bir gezegen olduğunu anlaması için yeterlidir. Akıl ve vicdan sahibi bir insan, dünyanın tesadüfen meydana geldiği gibi bir iddianın saçmalığını da kolaylıkla anlar. Aklını ve vicdanını kullanarak düşünen her insan, Allah’ın varlığının delillerini tüm açıklığı ile görebilir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:
13
14
15
Zümer, 39/9
İsra, 17/36
Nahl, 16/43 ; Enbiya, 21/7
20
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler,
göklerin ve yerin yaratılışı konusunda derin derin düşünürler. (Ve
şöyle derler:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi cehennem azabından koru.” 16
Bu nedenle Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanları çevrelerindeki yaratılış
delillerini düşünmeye ve incelemeye çağırmaktadır. Bütün evrende var
olan sistemleri, canlı ve cansız varlıkları inceleyen, gördükleri üzerinde
düşünen ve araştıran her insan, Allah’ın üstün varlığını, ilmini ve sonsuz
gücünü tanımaya başlayacaktır.
Allah insanları, gökyüzü, yağmur, bitkiler, hayvanlar ve coğrafi özellikler gibi konularda araştırma ve inceleme yapmaya çağırmaktadır. Bütün
bu varlıkları incelemenin ve araştırmanın yolu bilimdir. Bilimsel araştırmalar sonucunda elde edilen bilgiler, insanlara yaratılışın sırlarını, Allah’ın
sonsuz ilmini ve gücünü tanıtır. Tarih boyunca insanlığa büyük hizmetler
veren bilim adamlarının önemli bir bölümünün, Allah’a inanan dindar kimseler olmasının nedeni de budur.
İslam düşünce tarihinde önemli denebilecek bir din ve bilim çatışmasının olduğu söylenemez. İslam inancının kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’ın
ilim karşısındaki tutumu, son derece müspet olmuştur. Bu yönüyle onun,
diğer din kitaplarından farklı olduğu rahatça söylenebilir. Kur’an-ı Kerim’e
göre bütünüyle evren; bilgi, kudret, iyilik ve rahmet sahibi bir olan Allah’ın
eseridir. Dolayısıyla başka hiçbir varlık duaya ve ibadete asla layık değildir. Kur’an-ı Kerim, insanın kendi öz varlığına, beşeri çevresine ve tabiatta
olup bitenlere bakmasını, onların üzerinde düşünmesini, onları anlamasını
ve daha sonra dersler ve ibretler alarak kendi hayatına bir mana ve düzen
vermesini, ısrarlı bir şekilde istemektedir. Kur’an-ı Kerim’ın bu tutumu bilim, felsefe ve ahlak üzerinde çok etkili olmuştur. İslam dünyasında felsefenin ve bilimin erken denilebilecek bir tarihte baş döndürücü bir hızla ilerlemesinde, Kur’an-ı Kerim’in tutumunun etkisi, herhangi bir ispatı gereksiz
kılacak şekilde gözler önündedir. Kur’an-ı Kerim’ın ilim zihniyeti ile ilgili bu
açık tutumuna rağmen, acaba İslam dünyasında ilmin başı hiçbir zaman
ve hiçbir yerde sıkıntıya girmedi mi? Buna cevap vermeden önce İslam
dünyasında din ve bilim ilişkisi ile din bilgini ve bilim adamı ilişkisi arasında
bir ayırım yapmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’in tevhid anlayışının bir gereği
16
Al-i İmran, 3/191
Bilim ve Din
21
olarak din bilginleri, İslam’ı gelenekte ruhani otoriteye sahip bir sınıf oluşturmamışlardır. Buna göre bir din bilgininin veya dini teşkilatının başındaki
kişi veya kişilerin bir konuya itiraz etmeleri, o itirazın gerçekten ve kesinlikle dini bir karakter taşıdığı anlamına gelmeyebilir. Oysa Hıristiyan dünyada
durum farklı olmuştur. Çünkü Kilise’nin itirazı, dinin itirazıdır. O halde yukarıdaki soruya şu şekilde cevap verebiliriz: İslam dünyasında bazı bilim
adamlarının, bazı güçlüklerle karşılaşması dinden değil, dinin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Birçok din bilgini, eserlerinde bu konu üzerinde durmuş ve dinin temel kaynaklarının yanlış anlaşılması ve yorumlanmasının nelere yol açtığını şöyle açıklamışlardır:
1- İlk Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’ı yorumlarken her türlü bilgiye
açıktı. Sonraki dönemlerde Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyanların yorumları da dini eserlerde yer alınca, din ve bilim ilişkisi konusunda yanlış
anlamalar meydana geldi.
2- Bazı Müslüman bilginler,“dini açıklama” ile“ilmi açıklama”yı
birbirlerine karıştırdılar. Kur’an-ı Kerim’daki bazı benzetmeleri, resmi kozmolojik söylem haline getirdiler.
3- Söz konusu çatışma, doğrudan ilmi faaliyet içinde olmayan kimselerce çıkarılmıştır.
4- Moğol istilası ve Haçlı seferlerinin olumsuz etkisi olmuş; Moğollarca Bağdat gibi şehirlerde, Haçlılarca da Endülüs gibi bölgelerdeki ilmi birikimler ve kaynaklar yok edilmiştir.
5- Bu istilalar sonrasında, İslam dünyasında önceki dönemlerin taklit
edilmesi geleneği başlamıştır. Orijinal çalışmaların azlığına gerekçe olarak, o dönemde İslam toplumunun güç bakımdan zirvede olması ve ciddi
rakiplerinin olmaması da gösterilebilir.
6- Batının Rönesans, reform, coğrafi keşifler ve sanayi devrimi ataklarına cevap verebilecek bir tutum, İslam dünyasında gelişmemiştir.
7- Batının tüm dünya üzerinde etkili olan sömürgecilik faaliyetleri, İslam dünyasını da fakirlik, cehalet ve ezilmişliğe yol açmıştır. Sömürge sonrası dönemde, Batı standartlarında bilim adamları yetiştirilmeye çalışılmış,
ancak Harezmi, İbn-i Sina, Cabir bin Hayyan, İbn-i Haldun, Ahmet
Cevdet Paşa, Razi, Akşemseddin, İbn’ül- Haysem, Biruni, Kindi,
Farabi, İbn-i Batuta, Ali Kuşçu gibi örnek gösterilebilecek isimler yetiştirilememiştir. Bunda söz konusu psikolojinin de ciddi etkisi olmalıdır.
22
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
8- Sömürgecilik döneminde batılı yaklaşım, üstün medeniyetin batı
medeniyeti olduğu ve diğerlerinin zorla medenileştirilmesi gerektiği fikrine
dayanırken, günümüz batı dünyasında çok kültürlülük ve öteki olmak; öteki
ile birlikte yaşamak düşüncesi gelişmiştir. Ancak sömürge dönemi İslam
dünyasında oluşan entelektüel birikim, kendi kültürüne yabancılaşmış, batı
kültürü hakimiyeti karşısında ezik ve hayran tutumunu günümüzde de devam ettirmektedir. Halbuki batı, günümüzde batı medeniyeti dışındaki medeniyetleri de tanımakta ve yararlanmaktadır.
9- Tabiata hakim olacak şekilde eğitim verilmesi, İslam dünyası ile
batı dünyası arasındaki farkı açıklamaktadır.
İnsanlığı bir bütün olarak kabul ederek bir kısmının değil, tamamının
sorununu çözmek için yeni sözler söyleme zamanı gelmiştir. Bilimin batı
ile özdeşlenmesi yanılgısından kurtularak işe başlayabiliriz. Kendimize
olan özgüveni yakalamalıyız. İnsanlığın bilimde olanca gelişmesine rağmen, içine düştüğü trajediden kurtulması, bilimi araç olarak kullananların
erdem sahibi olması ile mümkündür. Bugün İnsanlığın içine düştüğü bunalımdan kurtulması için sadece bilimin değil, dinin de söyleyeceği sözler
vardır. İnsanlığı aydınlatmaya devam eden dinimiz, son dindir ve mükemmel dindir. Çünkü İslam dini akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uygunluk arz etmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uygun olmasaydı,
bununla diğer ilahi doğal kanunlar arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü
bütün varoluş kanunlarını yaratan Allah’tır.
Din, bilimi teşvik eder ve bilimle uğraşan akıl ve vicdan sahibi insanlar, Allah’ın varlığının delillerine çok yakından şahit oldukları için, aynı zamanda güçlü bir imana da sahip olurlar. Çünkü bu insanlar, yaptıkları her
incelemede ve her yeni buluşta Allah’ın yarattığı mükemmel bir sistem ile
karşılaşırlar. Bundan dolayı, iman eden her insan bilimsel araştırmalar
yapmak ve evrenin sırlarını öğrenmek konusunda, son derece istekli ve
kararlı olur. Çağımızın önemli bir dehası olarak kabul edilen Einstein, bir
yazısında iman eden bilim adamlarının dinden aldıkları bu ateşleyici gücü
şöyle dile getirir: “Ben şunu iddia edebilirim ki dini, kozmik yönden
sezişler, bilimsel çalışmalarda çok daha kuvvetli hissedebilmektedir.
Şüphesiz ki bu duyguyu, bilimsel zihniyeti ile ilk kuranlar en kuvvetli
sezmişlerdi. Evrenin yapısını, bilimsel ve akılcı bir şekilde anlamak,
insana en derin iman duygusu verir. Yıllarca mesai sonunda kavradıkları evren anlayışı, Kepler ve Newton’a böyle derin duygular vermiştir.”
Bilim ve Din
23
Johannes Kepler, yaratıcının eserlerindeki lezzeti tatmak için bilimle
ilgilendiğini söylerken, tarihin en büyük bilim adamlarından biri olan
Newton ise, bilimsel araştırmalarını yapma çabasının ardındaki sebebin,
Allah’ı bulup tanıma isteği olduğunu ifade etmiştir.
Görüldüğü gibi, Allah’ın evreni nasıl yarattığını görebilme isteği, tarihte pek çok bilim adamının en büyük motivasyon kaynağı olmuştur. Çünkü evrenin ve canlıların yaratılmış olduklarını kavrayan bir insan, aynı zamanda bu yaratılışta bir amaç olduğunu da kavrar.
Allah'ın varlığına ve büyüklüğüne iman eden bilim adamlarının dünyaya yönelik bir makam, mevki, ün ve para gibi hırsları olmadığı için, bilimsel araştırmalarda gösterdikleri çaba da son derece samimi olur Bu insanlar bilirler ki, evrenle ilgili olarak keşfettikleri her sır, tüm insanlara Allah'ı tanıtacak, insanlara Allah'ın sonsuz gücünü ve ilmini gösterecektir.
İnsanlara Allah'ın varlığını anlatmak, yaratılış gerçeğini tanıtmak, iman
eden bir kişi için şüphesiz önemli bir ibadettir İşte bu samimi düşünceler
içinde olan inançlı bilim adamları, hayatları boyunca büyük bir şevkle evrendeki kanunları, tabiattaki mucizevi sistemleri, canlılardaki hatasız mekanizmaları ve akılcı davranışları keşfetme yolunda önemli çalışmalar
yapmışlar. Yaptıkları çalışmalardan da son derece fayda verecek sonuçlar
alırlar ve büyük ilerlemeler gösterirler Bu yolda zorluklarla karşılaşmaları,
onları yılgınlığa sürüklemez veya insanlardan bir karşılık göremediklerinde
de şevklerinde bir azalma olmaz. Çünkü onlar yaptıkları işte Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlamaktadırlar. Allah rızası için, iman eden diğer insanlara da fayda verebilme amacını taşırlar ve bu konuda bir sınır tanımazlar.
Verebilecekleri en yüksek faydayı sağlamak ve insanlara en güzel bir şekilde hizmet edebilmek için çalışırlar Bu samimi çabalarına karşılık olarak
da son derece verimli insanlar olurlar. Yaptıkları işlerden her zaman güzel
sonuçlar çıkmıştır.
Bilimselliğin dinden uzak kalmakla oluşacağını zannedenler ise,
şüphesiz büyük bir yanılgı içerisindedirler Her şeyden önce Allah'a iman
etmeyen insanlar, dinin getirdiği manevi şevki yaşayamazlar Belki en başında heyecanla başladıkları bilimsel araştırmalar, bir süre sonra onlara
sıradan olaylar olarak görünmeye başlar Bu zihniyetteki insanların hayattaki amaçları, kısa sürede bitecek olan dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etmektir Para, makam, şöhret ve itibar gibi dünyevi hırslar içinde olan
bu kişiler, ancak kendilerine bunları kazandıracak çalışmaları yaparlar
Örneğin: Üniversitede kariyer yapmak isteyen bir bilim adamı, ancak ken-
24
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
disini daha üst bir mevkiye geçirebilecek alanlarda çalışma yapar İnsanlara fayda getirebileceğini düşündüğü bir konu olsa bile, kendi çıkarları açısından bir şey getirmeyeceğini düşündüğü bir konuda araştırma yapmaz
veya karşısına araştırma yapabileceği iki konu çıktığında, bu ikisi arasında
hangisinin kendisine daha çok maddi kazanç, itibar ve makam sağlayacağı yönünde bir kıyas yapar ve diğerinin insanlar için daha faydalı bir sonuç
getirebileceğini bilse bile o konudan uzaklaşabilir Bu tip insanlar, kendilerinin bir çıkarı olmadığı sürece, asla diğer insanlara fayda vermeye ve onlara hizmet etmeye yanaşmazlar Maddi yönde veya iyi bir makam, mevki
elde etme ve insanlar arasında itibar kazanma konusunda bir çıkar sağlama imkanları ortadan kalktığı zaman, onların çalışma azmi de yok olur gider. Allah'a iman eden bir insanın yaşadığı şevk ve heyecan ise sadece
bilim alanında değil, sanat ve kültür gibi hayatın daha birçok alanında da
insanlara geniş ufuklar açar ve asla tükenmeden, hatta giderek daha da
katlanarak devam eder.
İslam dünyasında, bilimsel çalışmalar açısından dönüm noktası sayılabilecek tarihler sıralanırsa; 571 yılında Hz. Muhammed (s.a.v) dünyaya
teşrif buyurmuştur, Hint matematikçileri 576 yılında ilk defa 0 (sıfır)’ı bulmuşlar. Ancak sıfırın dört işlemde kullanılması Müslümanlar vasıtasıyla
gerçekleştirilmiştir. 552 yılında ipekböceği Çin’den Bizans’a getirilmiş ve
Bizans, ipek endüstrisinin merkezi olmuştur. 610 yılında Hz. Muhammed
(s.a.v) peygamberlikle şereflenmiş ve 622 yılında Mekke’den Medine’ye
hicret etmesiyle de hicri takvim başlamıştır. 632 yılında Hz. Muhammed
(s.a.v) ahirete irtihal etmişlerdir. 695 yılında ilk Müslüman parası basılmış,
711 yılında İspanya’ya çıkılmış, 748 yılında Çin’de ilk gazete basılmış, 771
yılında bugün kullandığımız Arap rakamları sıfırla birlikte kullanıma girmiş
ve böylece Roma rakamlarının birçok işlemde eksik ve yetersiz kalması
aşılmıştır. Matematiğin temel bir bilim olarak her sahada kullanıma girmesiyle, medeniyetlerin gelişmesi yeni bir ivme kazanmıştır. Halife el-Me’mun
döneminde (813-833) Harezmi, Yunan kaynaklarının tercümesinden çok
önce Logaritma’yı geliştirdi ve Cebir’de ikinci derece denklemleri geliştirecek olan eserini vermiştir. İbnu’l- Haysem Optik, Astronomi ve Metodoloji’de çığır açtı. Bilhassa Tehafut’ul- Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı
eseriyle fikri ve ilmi gelişmelere set çektiği iddia edilen İmam-ı Gazali’den
sonra, hepsi de dini kurumlar bünyesinde olmak üzere, Mekanik’te
Cezeri’nin, Mantık, Matematik ve Astronomi’de Asireddin el- Ahbari,
Muayyeddin el- Urdi, Nasireddin et- Tusi, Kutbettin Şirazi, Ali Kuşçu
Bilim ve Din
25
ve Şemseddin el- Hafri’nin, Optik’te Kemaleddin Farisi’nin, Tıp’ta İbn-iNefis’in çalışmaları, çağın en başarılı çalışmalarıydı.
Osmanlı tarihinin bu süreçteki en önemli şahsiyeti Fatih Sultan
Mehmet, Ali Kuşçu’yu Orta Asya’dan davet ederek Ayasofya medreselerinin başına getirdi. Medresenin müfredatına ilk defa Matematik, Geometri
ve Astronomi dersleri girmiş oldu. Bu dönemde Fatih medreseleri kuruldu.
Fatih Sultan Mehmet hem Orta Asya, hem Endülüs ve hem de Avrupa
Rönesans’ı ile ilgileniyor; Herat’dan Molla Cami’yi (1414-1492), İtalya’dan
çeşitli sanatkarları davet ediyordu. Bu süreç en değerli meyvesini bir asır
sonra Takiyuddin Rasathanesi’yle verdi. Mısır’dan 1571 yılında gelen ve
Sultan 2. Selim’in astronomu olan Takiyuddin Efendi (1526-1585), Matematik, Mühendislik, Mekanik, Optik ve Tabiat Felsefesi konularında 90
kadar eser vermiştir. Ayrıca altı silindirli pompa icat etmiş ve ilk buhar türbinini çizmiştir. Sultan 3. Murat’ı rasathane inşasına ikna etmiş, iki yıl içinde inşası biten rasathanede ilk olarak Uluğ Bey’e ait Zic-i Sultani denilen
astronomi cetvellerini yenilemiştir. Bu cetveller Güneş, Ay, bilinen gezegen
ve yıldızların hareketlerini gösteriyordu. İcat ettiği “gözlem saati” 16. yüzyıl astronomisinin en önemli yeniliği ve eseriydi.
7 ve 11. yüzyıllar arasında, İslam’ın getirdiği bilim anlayışı ile İslam
dünyası altın çağlarını yaşamıştır. Aynı dönemde Avrupa’da hüküm süren
feodal sistem, Kilise ile tabiat arasında sıkışan bilime ve insanlığa karanlık
bir çağ yaşatmıştır. 12. yüzyıldan itibaren durgunluğa giren İslam bilim
dünyası, ilk hızın tesiriyle bu durumu 16. yüzyıla kadar hissetmemiş ve yine zirvede kalmıştır. Batıda Kilise’nin otoritesini kaybettiren Rönesans hareketleri akabinde deney ve gözlem metodunun gelişmesi, bütün bilim anlayışını değiştirerek, Galileo, Kopernik, Descartes ve Newton çizgisiyle
batı dünyasına büyük bir hamle yaptırmıştır.
Bütün tarih boyunca, İslam dünyasının başına gelen en büyük felaket Moğol istilasıdır. 13. yüzyıl, İslam medeniyetinin zirvesidir. Ne var ki,
Moğollar bu ileri medeniyeti yerle bir etmiş ve adeta yok etmiştir. Göz
kamaştıran İslam medeniyeti, bu istiladan sonra bir daha eski parlak günlerine dönememiştir. Her yanı kana bulayan, ortalığı yakıp yıkan ve taş üstünde taş bırakmayan Moğollar, İslam dünyasına büyük zararlar vermişlerdi. 13. yüzyılda batıda Haçlıların, doğuda Moğolların arasına sıkışıp kalan Müslümanlar, batıdakini denize döküp, doğudan geleni de kendine
benzetip yeni bir yüzyıla başladılar. Bugün Anadolu’da, Irak’ta ve Suriye’de görülen harabelerden bazıları, zamanın yükü ile yorgun düşmüş es-
26
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
kinin heybetli yapıları değildir. Moğolların taş üstüne taş bırakmama anlayışının eseridir. Muhteşem İslam medeniyeti, bu yıkıntılar arsından doğrulup yeniden kendini bulmuştur. Ama Moğol istilası öncesi ihtişamını bir daha yakalayamamıştır.
İnsanlığın ortak birikimi olan ilim ve bilim tarihindeki önemli dönüm
noktalarıyla ilgili olarak Alman fizikçi Max Planck’ın(1858–1947) tespiti çok
isabetlidir. İkinci dünya savaşında Nazi Almanya’sını terk etmeyerek neredeyse tek başına yönetime karşı duran, tehditlere boyun eğmeyen, prensiplerinde taviz vermeyen, oğlu Naziler tarafından öldürülen bu bilim insanı, Kuantum teorisini ilk defa geliştirmiş ve 1918 Nobel Fizik ödülünü almıştır. Güçlü bir inanca sahip olan Max Planck şunu ifade eder: “ Bilimden inkılaba yol açan büyük çalışma ve keşifler, daima Allah’a inanan
insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü onlar kainatı tek bir
iradenin hakimiyetinde işleyen, dolayısıyla düzen arz eden ve araştırılmaya açık bir sistem olarak görmüşlerdir.”
Tarihe mal olmuş ilim adamları, çalışmalarını inançlarının gereği olarak yapmıştır. Newton, daha gençlik yıllarından itibaren bilimin yanı sıra,
Kitab-ı Mukaddes üzerinde de durmuş, İncil’in mütercimler ve yorumcular
tarafından tahrif edildiği kanaatine varmıştır. Teslis (Baba–Oğul-Kutsal
Ruh) fikrinin sapıklar tarafından Hıristiyanlığa sokulmuş ahlaksız bir aldatmaca olduğuna inanan Newton’a göre, Hz. İsa (a.s) ilahi bir varlık değildir; bu yüzden insan dualarında, doğrudan Allah’a yönelmelidir. İyi bir
muvahhid (bir olan Allah’a inanan) olan Newton’un bu fikirleri 325 tarihindeki İznik Konsili’nden beri küfür olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle
Newton, hayatının son günlerine kadar kendisini takip edecek olan, kafir
ilan edilmek gibi paranoyak bir korkuyla yaşamıştı. Fakat Allah’a olan derin inancı ve doğrudan O’na müracaat etme ihtiyacı da açıktı. Hem bilim
ve hem de dinde ısrarlı bir hakikat arayışı içindeydi; O’nu gösteren işaretlerin peşindeydi.17
Sermaye ve güç toplumların yapısına göre değişir. Bu açıdan baktığımızda toplumlara göre üç tip sermaye veya güç önemli hale gelir. Tarım
toplumunda, beden veya kas gücü; sanayi toplumunda, para, mal veya
17
Prof. Dr. Ömer Said Gönüllü, “İdeolojinin Kıskacında Üniversite ve Bilim” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Aralık/2005(323), s. 525 (Alıntı: Strathern, P 1997 The Big İdea Newton
and Gravity Paul Strathern London)
Bilim ve Din
27
maddi güç; bilgi toplumunda, akıl ve beyin gücü veya diğer tabirle entelektüel güç önemlidir. Yeni bin yılda akıl ve beyin gücü katkı payını artıracak,
buna sahip olan ve gerektiği şekilde kullananlar öne geçecektir.
Rönesans’ın getirdiği düşünce dünyası ışığında başlangıçta haklı,
daha sonra ise abartılı şekilde Kilise’ye başkaldıran, zihinlerdeki yanlış bilim ve din anlayışlarından dolayı, bilimle din çatışıyormuş gibi gösteren 18
ve 19. yüzyılların Pozitivist∗ ve materyalist anlayışlar da bundan böyle yerini bilimle dinin bir aynanın iki yüzü gibi görüldüğü anlayışa terk edecek
bilimlere artık ateizme değil, tevhide götüren bir anlayışla bakılacaktır. Bunu bugün birçok bilim adamı dile getirmektedir. Zaten Batı’da birçok gerçek bilim adamının bakışı geçtiğimiz yüzyılda da böyleydi. Ancak bizim gibi ülkelerdeki bazı sözde bilim adamları, bilimi tamamen ideolojik olarak
materyalist bakışla ele aldıkları için, sanki bilim adamı dinsiz olmalıdır gibi,
bir havayı medyanın da katkısıyla oluşturmuşlardı. Ülkemizde yaşanan
depremler vesilesiyle medyada gördüğümüz tartışmalara katılan bilim
adamlarıyla, bu bilim anlayışının da ne kadar geçersiz ve tutarsız olduğu
gözler önüne serilmiştir. İman eden, akıl ile eleştiren ve akıl aletini kullanarak evrene bakanların imanı artacak, imanı artan kişi de kainata bakarken
çok farklı yönlerini ve daha önce sezemediği sırlarını deşifre etmenin hazzını yaşayacaktır.18
Üniversite kavramı üzerinde uzun uzun düşündüğü anlaşılan Alman
Filozof Kant, 1780’li yıllarda yazdığı “Fakültelerin Tartışması” (Der Streit
der Fakültaten) adlı eserinde, bilim hürriyeti açısından ahlaki bir ölçü tespit
eder: “Üniversite yönetimin buyruklarından bağımsız hiç olmazsa bir
fakülte olmalıdır. Bu fakülte buyruk vermemeli, hakikat adına herkes
için hür bir değerlendirme yapmalıdır, bu fakültede akıl açıkça konuşma hakkına sahip olmalıdır. Böyle bir akıl olmaksızın, hakikat
* Pozitivizm: Genel olarak, modern bilimi temel alan, ona uygun düşen
ve batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın ilerlemesini engelleyen
bilim öncesi düşünce tarzları olarak gören dünya görüşüdür. Bilimcilik
ve deneycilik gibi fikir akımlarına temel teşkil eden pozitivizm, sadece
5 duyuya hitap eden, fiziksel ve maddi dünyanın gerçeklerini tek gerçek kabul eder. Dinsel kavramları, teolojiyi ve metafiziği reddeder.
18
Nesibe Nur Aydın,”Hızlanan Zaman ve Yeni Bin Yıl” Konulu Makalesi,
Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Haziran/2000, (257) s. 221-225
28
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
açığa çıkamaz. Akıl tabiatı gereği hürdür ve buyrukla bir şeyin hakiki
sayılmasını kabul etmez.”19
Bu gün Türk toplumunda nedensellik ilkesine göre işleyen eleştirel
düşüncenin bir toplumsal refleks haline dönüşememesinin birçok nedeni
vardır. Bunların ilk başta geleni, Türkiye inanç ve kültürüyle uyumlu kendine has Rönesans’ın aydınlanmasını ve sanayi devrimini istenilen ölçüde
gerçekleştirememiş olmasıdır. Yukarıdan aşağıya doğru yapılmak istenen
değişim projelerinde halkın katılımını, inanç ve kültürünü gözardı ettiğinden, toplumda sağlıksız bölünmeler ve kopmalar yaşamıştır. Türk insanı,
dünyevi işlerde birinci derecede kullanması gereken sorgulayıcı ve eleştirel aklını kullanma becerisini yeterli düzeyde kazanamamıştır. Türkiye’nin
ihtiyaç duyduğu şey, hem dünyevi ve hem de uhrevi konularda, hem sorgulayıcı ve mucit, hem de analitik ve sentezci yapısına sahip bilim adamlarıdır. Bu gün Türkiye’de yaşanan sıkıntıların başında ve temelinde de bu
sentezin yapılamayışı, dinden ve bilimden uzaklaşan insan gruplarının
açmazları yatmaktadır.
Dinlerin insanlar nezdindeki gücü, bilinemeyenlere verdiği tatmin
edici cevaplardan ibaret değildir. Dinler asıl kalıcı güçlerini toplum hayatında oynadıkları vazgeçilmez rollerden alırlar. Dinler toplumsal kurallar
koymakta, bireyler sahip oldukları toplumsal huzur ve barışın bu kurallarla
hayat kazandığını idrak etmektedir. Huzurlu bir toplum, fedakarlık duygularının hakim olduğu bir toplumdur. Dini organizasyonların sağladığı uyum
ve huzuru anlayabilmek için, dinler ile dindarlığı birbirinden ayırmak gerekir. Dinin teolojik yapısından değil, zamanın ihtiyaçlarına, toplumun eksiklik hissettikleri alanlara göre değişim, dini algılama ve yaşama biçiminden,
yani dindarlıktan bahsediyoruz. Din değişmez, ama dindarlık bakış açıları
zamana ve mekana bağlı olarak değişim geçirir. İşte Türk ve İslam dünyası son bir kaç asırdır bunu sağlayamadığından, din ve bilim adına daha ileri noktalarda olamamıştır. Birçok sözde bilim adamı, içi boş bir gururla,
kollarını kartal gibi açıp kibirle ortalıkta dolaşarak, mensubu olduğu topluma tepeden bakarak, sahte büyüklüklerini her fırsatta ortaya koymuşlardır.
Emeğin ve sabrın daha ötesi iman etmenin faziletlerinden mahrum bu sah-
19
Prof. Dr. Ömer Said Gönüllü, “Aydınlanma Felsefesinde Üniversite
Kavramı- Düşünen Siyaset” Konulu Makalesi, Sızıntı Bilim ve Kültür
Dergisi, Aralık72005 (323), s. 525 (Alıntı: Kula Dergisi O.B. Nisan/
1999/3.sayısı)
Bilim ve Din
29
te kahramanların, bilim adına hiçbir şey ortaya koyamamışlardır. Kendileri
ile toplumları arasına koca bir duvar örerek, geçmişe küfrederek toplum
için gelecek inşa etme gayretine girmişlerdir. Hep suçlu aramışlardır. Onlara göre en büyük suçlu da hep din olmuştur. Bu anlayışı “kişi bilmediğinin düşmanıdır.” şeklinde tarif etmek mümkündür. Belki de Narsizm*,
bu anlayışın en önemli karakterlerinin tarifi olabilir. Dünyaya sadece bir
pencereden bakanlar, sadece o pencerenin açıldığı sokağı görebilirler.
Dünyayı o sokaktan geçenlerden ibaret sanırlar. Büyük ideallerin ve ufukların da bu pencereler arasındaki küçücük odalara büyüdüğü hiç ama hiç
görülmemiştir. O dar odalardaki makam koltuklarında sadece dedikodu
üretilir. İşte bilim üretmeyen bilim adamlarının durumu budur. Modern
dünyanın gerisinde kalışımızın önemli nedenlerinden birisi de budur.
Sonuç olarak İlim bilmek ise İrfan bunun hayata geçmesi; ilim ışıksa,
irfan o ışıkla akıl ve kalbin aydınlanmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Allah’a sığındığı faydasız ilim”20 irfana dönüşmemiş ilimdir. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a karşı ancak, “kulları içinde ilim sahibi olanların derin
saygı duyacağını belirten ayet” 21 ilmini irfana dönüştürenlere işaret etmektedir. İrfan veya marifet başta insanın kendi özü olmak üzere, her
şeyde Allah’ın özelliklerini görmek ve yaratılanlardaki işaretlerden yaratıcıyı tanımak, tüm varlığa bu gözle bakabilmeyi içselleştirmek ve tüm bilgileri
bu amaçla kullanmak demektir. Ne mutlu, Hakk’ı bulan, her şeyde Hakk’ı
gören ve Hakk’a uygun yaşayan kutlu insanlara..!
* Narsizm: Kendisine aşırı derecede hayran olma hali veya kendisini
beğenme durumudur.
20
Tirmizi, Daavat, 68
21
Fatır, 35/28
B- EVREN VE EVRENİN VAROLUŞU
1- Evren ve Evrenin Yaratılması
İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur. Bilim adamları ve
düşünürler asırlardır bu konu ile ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar ve pek
çok teoriler üretmişlerdir.
20. yüzyılın başlarına kadar hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var
olacağı şeklindeydi. “Statik Evren Modeli” adı verilen bu anlayışa göre,
evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi. Materyalist* felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve
değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir yaratıcının varlığını da reddediyordu. 19. yüzyılda yaygınlaşan bu düşünce sistemi, Karl
Marx’ın Diyalektik materyalizmi ile ünlenmişti. Materyalist felsefeci
Georges Politzer* bu evren modeline dayanarak, “Felsefenin Başlangıç
İlkeleri” adlı kitabında; Evrenin yaratılmış bir şey olmadığını öne sürmüştü. “Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek
için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra
da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu durum bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.” 22 diyordu.
Georges Politzer, evrenin yoktan var edilmediğini iddia ederken 19.
yüzyılın durağan evren modeline dayanıyor ve dolayısı ile bilimsel bir iddia
ortaya attığını sanıyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan “Durağan Evren Modeli” gibi ilkel anlayışları
kökünden yıkmıştır. 21. yüzyılın başında olduğumuz şu dönemde, “Evre-
* Materyalizm : Maddeyi mutlak varlık sayan ve maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir.
* Georges Politzer : (1903-1942) Macar kökenli Fransız Marksist yazar
ve felsefecidir. Diyalektik Materyalizm ve Marksist felsefe öğretimi
yapmıştır. Kızıl kafalı Filozof olarak tanınır. Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri, O’nun kitaplarıdır.
22
Georges Politzer, “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”, Çev. Sevim Belli, s. 84
32
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
nin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlama ile yaratıldığı” modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit
ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği tespit edilmiştir. Evrenin bir başlangıcının olması, evrenin yoktan var edildiği, yani yaratıldığı anlamına gelir. Eğer yaratılan bir
varlık varsa (daha önce yok iken…) bunun mutlaka bir yaratıcısının da
olması gerekir. Ancak yoktan var olma, insan aklının kavramayacağı bir
şeydir. Dolayısıyla “yoktan var etmek” sanat eserleri ve teknolojik bulgular gibi bir şeyleri bir araya getirerek, yeni bir şey oluşturmaktan çok farklıdır. Çünkü yaratılan şeyin hiçbir örneği yok iken, hatta yaratmak için zaman ve mekan dahi yok iken, bir şeyin bir anda, bir defada eksiksiz ve hatasız var olması, ancak Allah’ın yaratmasının önemli bir delilidir. İşte evrenin yoktan var olması, evrenin yaratılmış olduğunun en büyük delilidir. Bu
gerçek derin olarak düşünülürse, insanda çok şeyi değiştirir. İnsanların
hayatının anlamını kavramalarına ve buna göre bakış açılarını ve amaçlarını belirlemelerine neden olur.
1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, (Wilson dağı
gözlem evi) Amerikali Astronom Edwin Hubble,* 1923 tarihinde astronomi
tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını tespit etti. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin
yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı* mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble’nin gözlemleri sırasında ise, yıldızların ışıklarında kızıla doğru
bir kayma fark edilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti. Yıldızlar
ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her
şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında var olabilecek tek sonuç,
evrenin her an “genişlemekte” olduğudur.23 Ayrıca Huble, 1929 yılında
uzak gök adaların bizden, yakındakilere göre daha büyük bir hızla uzak-
* Edwin Hubble (1889 –1953): Wilson dağı gözlem evinde çalışan,
Amerikalı Astronomi bilginidir.
* Tayf : Bileşik bir ışığın bileşenlerine ayrılmasından doğan renkli ışıkların tümüdür.
23
Ahmet Musaoğlu, a.g.e, s. 37
Evren ve Evrenin Varoluşu
33
laştıklarını tespit etmiştir. Bu tespitin yapıldığı andan itibaren, evrenin büyük bir patlamadan bu yana sürekli olarak genişlediğini şüpheye yer bırakmayacak biçimde gösterdiği bilinmektedir. Bu durum ise maddenin başlangıçta tek bir anda ve aynı noktada bulunması anlamına geliyor. Çünkü
genişlemenin hızı hesaplandığında, 15 milyar yıl kadar önce bütün maddenin tek bir anda aynı noktada bulunması gerektiğini göstermektedir. Bu
ilk zamana büyük patlama denilmekte ve o zamandan beri de evrenin genişlediği kabul edilmektedir.24 Daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların,
balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Aslında bu gerçek daha önceden de teorik olarak keşfedilmişti.
Yüzyılın en büyük bilim adamı sayılan Albert Einstein*, teorik fizik
alanında yaptığı hesaplamalarla “evrenin durağan olamayacağı” sonucuna
varmıştı. O halde evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde, evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan
hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu tek noktanın
“sıfır hacme” ve “sonsuz yoğunluğa” sahip olması gerektiğini gösterdi.
Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştır. Evrenin başlangıcı olan bu “büyük patlamaya” İngilizce karşılığı olan “Big
Bang” ismi verildi ve bu teori de ayni isimle anılmaya başlandı. Aslında sıfır hacim, bu kanunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan “yokluk” kavramını ancak sıfır hacmindeki nokta ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise, sıfır hacmindeki bir nokta “yokluk” anlamına gelir. Evren de yoktan var olduğu gibi, yokluktan var olmuştur ve diğer bir ifade ile yaratılmıştır.
Yaratılışın delilleri o kadar güçlü ve inandırıcı ki, bütün bilim adamları
yaratılış olduğunda birleşmektedirler. Sonuçta büyük patlama Big Bang
teorisi ispatlanmış ve alternatifsiz tez olarak kabul edilmektedir.25 Evrenin
bundan 12 ya da 15 milyar yıl önce inanılmaz sıcaklık, yoğunluk ve küçük-
24
N. Henbest, “Büyük Patlama Evrende Yankılanıyor.”, Çev. Nur Alper,
Bilim ve Teknik Dergisi, Aylık Popüler Dergi, Tübitak, Eylül/1992, Sayı:
298, c. 25, s. 6
* Albert Einstein( 1879-1955): Yahudi asıllı Alman teorik fizikçidir.1921
yılında Nobel Fizik ödülünü almıştır. Görelilik kuramını, diğer adları ile
İzafiyet teorisi ya da Rölativite kuramını geliştirmiştir.
25
Yalçın İnan, “Kozmos’tan Kuantum’a” s. 17
34
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
lükteki bir zerreciğin, temel doğa kuvvetlerinin özdeşliğinin bozulması sonucu meydana gelen büyük bir patlama sonucunda oluştuğu konusunda
kozmologlar arasında bir görüş ayrılığının olmadığı belirtilmektedir. 26
1920’li yıllar, modern Astronomi’nin gelişimi açısından çok önemli yıllar olmuştur. 1922 yılında Rus Fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in
genel görecelik kuramına göre, evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin, evrenin genişlemesine veya büzüşmesine
yol açacağını hesapladı. Friedemann’ın çözümünün önemini ilk fark eden
kişi ise, Belçikalı Astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren
sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca bu başlangıç anında arta kalan radyasyonun da tespit edileceğini belirtti.27 Büyük patlamanın sonucunda ortaya çıkan enerjinin tüm evreni belirli ölçüde ısıtacağı ve yapılan hesaplarla bu ısınmanın mutlak sıfırdan 3 Kelvin* daha yüksek olacağı bulunmuştur. Patlama tüm boyutlarda tekdüze* olduğundan, sıcaklığında evrende
tekdüze yayılması gerektiği söylemiştir. Bu gök cisimlerinin uzaklıkları ve
hızları göz önüne alınarak yapılan hesaplamalarda, ilk patlamanın 13 milyar yıl önce ortaya çıktığı varsayılmıştır.28
Maddenin gaz şeklinde yoğunlaşıp zamanla soğumasıyla yoğunluk
değerleri de artmış ve gittikçe katılaşmaya başlayan maddeden, bildiğimiz
gezegenler şekillenmeye başlamıştır. Evrenin tahminen ilk 700 bininci yılına geldiğinde hala Hidrojen ve Helyum’dan ibaret homojen gaz bulutu halindeydi. Hidrojen ve Helyum bulutları bu müthiş çekim odakları etrafında
toplanmış ve milyarlarca galaksinin çekirdeği böylece oluşmuş gibi gözüküyordu. Bitişik halde bir kozmik çorbadan, gaz bulutundan ibaret bir nok-
26
Bilim ve Teknik Dergisi, “Kozmoloji”, Nasa Basın Bülteni” Temmuz/2001, Sayı: 404, s. 8
27
Necat Kutlu, “Big Bang Teorisi ve Evrenin Yaratılışı”, s. 11
* Kelvin: K harfi ile gösterilen ve birim aralığı Santigrat (Celsius) derecesiyle aynı olan, ancak sıfır noktası olarak mutlak sıfırı (–273.15 °C) alan
sıcaklık ölçüsü birimidir.
* Tekdüze: Değişmeyerek, aynı biçimde tekrar edilen, monoton yapı
demektir.
28
Prof. Dr Ali Demirsoy, “Evrenin Çocukları, Yaratılış Öyküsü”s. 41
Evren ve Evrenin Varoluşu
35
tadan evren açılıyor, şekillenmeye başlıyordu. Kainat şekillenirken ona bu
şekli veren bu büyük dönüşümü Kur’an-ı Kerim de haber veriyordu.29
Kur’an-ı Kerim bize her zaman ipuçları vermekte ve birçok yerde de
bunların “anlayan, akıl sahibi ve bilgili kimselere misal ve delil” olduğunu
tekrarlamaktadır. “Biz gökyüzünü de dengesizliğe düşmekten korunmuş bir tavan durumunda yarattık…”30 İlahi emri bu gök tavanının arkasında başka dünyaların varlığına kapı açmaktadır. Semanın yani uzayzaman denen fiziki evrenin sağlam bir yapıda olduğu yanında “çatlaksız”
olduğu da açıkça anlatılmaktadır. “…Gözünü bir çevir göğe bak, bir çatlak görebilir misin?” 31 buyurmaktadır. Ancak kıyametle ilgili ayetlerde,
semada çatlamanın vuku bulacağı sürekli vurgulanır. “Gün gelir, yeryüzü
başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilir…”32 ayeti de kıyamet
esnasında bu “çatlaklarla” ahiret alemlerine kapı açılacağı açıkça belirtmektedir. “Gökyüzü açılır ve orada pek çok kapılar oluşur.”33 ayetine
göre açık kapısı olmayan ve geçit vermeyen uzay-zaman dört boyutlusunun kıyamet günü açılacağı ilk etapta akla gelmektedir.
18 Kasım 1989 yılında Amerikan Uzay Araştırmaları Dairesi NASA,
kozmik fon radyasyonunu araştırmak üzere uzaya COBE (Cosmis
Background Explorer) adlı keşif uydusunu göndererek, evrenin büyük patlama sonucu meydana geldiğini ileri süren Big Bang teorisini ispatlayan
Cosmic delilleri sekiz dakikalık kısa bir sürede uzayın derinliklerinde bulmuştur.34 Bütün zamanların en büyük astronomik buluşu olarak adlandırılan bu buluş, Big Bang teorisinin açık bir ispatıydı. Cobe uydusunun ardından uzaya gönderilen COBE-2 uydusunun buluşları da, yine Big Bang’a
dayanılarak yapılan hesapları doğruladı. Big Bang’in diğer bir önemli delili
ise, uzaydaki Hidrojen ve Helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerle anlaşıldı ki, evrendeki Hidrojen- Helyum gazlarının oranı,
Big Bang’den arta kalan Hidrojen-Helyum oranının teorik hesaplamalarına
uyuyordu. Eğer evrenin bir başlangıcı olmasaydı ve evren sonsuzdan beri
29
30
31
32
33
34
Prof. Dr Osman Çakmak, “Yer ve Gök Bitişikken Nasıl Ayrıldı?” Konulu
Makalesi, Sızıntı Bilim ve Kültür Dergisi, Aralık/2003 (299), s. 525
Enbiya, 21/32
Mülk, 67/3
İbrahim, 14/48
Nebe’, 78/19
Bilim ve Teknik Dergisi, “Genişleyen Evren”, Çev. Alp Akoğlu, Tübitak,
Sayı:1997/ 354, s. 29
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
36
var olsaydı, içindeki Hidrojen tamamen yanarak Helyum’a dönüşmüş olurdu. Big Bang modeli bilimin, evrenin oluşumu ve başlangıcı hakkında ulaştığı son noktadır.
California Üniversitesinden Prof. George Abell (1927-1983) de:
“Bugünkü mevcut deliller, evrenin milyarlarca yıl önce Big Bang ile
başladığını gösteriyor. Big Bang teorisini kabul etmekten başka çaremiz yok.” demektedir.
Ünlü Ateist Felsefeci Antony Flew (1923-2010),bu konuda şunları
söyler: “İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler.
Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından
oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir. Yani evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını…” Bu durum O’nu, ateizmi reddetmeye kadar götürdü.
“O göleri ve yeri yoktan var edendir…” 35
Bir şeyi, her hangi bir şeye ihtiyaç duymadan yoktan ve eşsiz mükemmellikte yaratan anlamını içeren Kur’an-ı Kerim’in bu emri, çağdaş bilimin bulguları ile tam bir uyum içindedir. Astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç,
tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük
bir patlama ile var olduğudur. “Büyük patlama”, orijinal adıyla ”Big
Bang” teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl (bazı bilim adamlarına
göre de farklı zamanlarda) önce, tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan
meydana geldiğini kanıtlamıştır. Big Bang’den önce madde diye bir şey
yoktur. Maddenin, enerjinin ve hatta zamanın dahi olmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında; madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu gerçeği,
Kur’an-ı Kerim insanlığa 1400 yıl önce haber vermektedir.
“Yaratılışın tümüyle bilinip bilinemeyeceği konusunda Kuran-ı Kerim’de Allah şöyle buyuruyor: “Ben göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasında onları şahit kılmadım.”36 Yine diğer bir ayette: “Onlar yaratılmalarına tanık mı oldular?” 37 diye soruyor. İnsan, yaratılışa şahit değildir. Bu ilk olay hakkında her hangi bir gözlemi ve bilgisi yoktur. Bu ilk
olayın bir tek belgesi vardır. O da evrenin kendisidir. Gerek emredici ol-
35
36
37
En’am, 6/101
Kehf, 18/51
Zuhruf, 43/19
Evren ve Evrenin Varoluşu
37
mayıp, sadece tasvir edici olan ilim, gerek anlam ve değer koyucu bir varlık olan insanın emisyonel (heyecan dengesi) yönü ve gerekse emredici
olan mukaddes kitaplar, bizim bu yaratılış olayını açıklamamızda başvurduğumuz merciler olacaktır. Evrenin yaratılış ve oluş anı, insanın olmadığı
bir dönemdir. İnsanın olmadığı bir dönem hakkında delillere dayanan bir
değerlendirme yapmak mümkün değildir. Çünkü ilmi açıdan delil, mutlak
anlamda değilse bile, büyük ölçüde insan varlığına bağlıdır. Delil, insan
gözlemlerinin ve yapıp etmelerinin bir takım sonuçlarının zaman içinde
varlığını sürdürmesidir. Kesinlikle biliyoruz ki, evrenin, üzerinde canlıyı taşıyıp barındırabilecek bir duruma geldikten sonra, insan var olmuştur. Bunun için insanın, kainatın oluşumu ile ilgili bazı müşahedelerinin tespit edilip günümüze kadar muhafaza edilmiş olmasından söz etmemiz mümkün
değildir.38
Bilindiği gibi Big Bang teorisi, başlangıçta evrendeki tüm cisimlerin
bir arada olduklarını ve sonradan ayrıldıklarını göstermiştir. Bu gerçek,
zamanımızdan tam 1400 yıl önce insanların evren hakkındaki bilgilerinin
son derece kısıtlı olduğu bir dönemde, Kur’an-ı Kerim böyle bildiriyordu:
“Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratan Allah’tır. O, bir
işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “ Ol “ der, o da hemen oluverir.”39
“Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece “Ol” dememizdir. Hemen oluverir.”40
“O, hem dirilten hem de öldürendir. O, herhangi bir işin olmasını dilediği zaman yalnız “Ol” der, o da hemen oluverir.”41
“Bir şeyi yaratmak istediği zaman onun yaptığı “Ol” demekten
ibarettir. Hemen oluverir.”42
“Meryem: Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini
yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece “Ol” der; o da oluverir.”43
38
39
40
41
42
43
Prof. Dr. Hüseyin Aydın, a.g. e, s. 39-40-41
Bakara, 2/117
Nahl, 16/40
Mü’min, 40/68
Yasin, 36/82
Al-I İmran, 3/47
38
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Ayetlerden anlaşılan, Allah’ın bir şeyin olmasını dilediği zaman, o
şeyin hemen var olmasıdır. Allah’ın ona “ol” buyurması ile onun olması
arasında hiçbir zaman geçmemektedir. Kün (ol) emri, bir şeyin yokluktan
varlığa çıkmasını dilemesidir. Allah eşyayı tekvin edendir. Yani onları yokluktan varlığa çıkaran odur.44 Tekvinin önceden var olan bir maddeden yaratma olabileceği, yani bir şey icat etmek manasında olabileceği de söylenmiştir.45 D. Masson konu ile ilgili olarak şöyle der: “Yaratıcı söz ebedidir. Öyleyse her zaman vardır. Yaratıcı aksiyon, Allah için yeni bir iş
değildir. Kur’an-ı Kerim vasıtasız bir şekilde göklerde ve yerlerde cereyan eden şeyleri yaratıcı fiile sokar. O halde yaratıcı fiilin varlık
üzerinde devam etmesi, belki de sürekli bir yaratma gibi mülahaza
edilir. Bütün ezeliliği ve ebediliği ile Allah her şeyi huzurunda gibi bilir. Onun yaratıcı aksiyonu atalette değildir. Öyle olsaydı yaratma
yokluğa geri dönecekti.” 46 O’nun için zor veya kolay gibi bir durumun
söz konusu olmadığı gibi, uzak yakın diye bir şey de yoktur. Bir şeyin yaratılması için, yüce iradenin ona yönelmesi yeterlidir, başka bir şey istemez. İnsan beşeri ve sınırlı ölçüsüne uygun olarak anlayabilmesi için, Allah bazı şeyleri temsil yoluyla, bu tarz bir ifade ile insana yaklaştırmaktadır.”47 Böylece insanların daha iyi anlamaları sağlanmaktadır. Allah bu evreni “kün” (ol) emriyle, fakat aşamalar ve bölümler halinde tedrici olarak
yaratmıştır. Yaratma, birçok yaratma anlarını ifade etmektedir. Bu anlar
“kün” (ol) emir ile cereyan eder.48 Her an yeni bir yaratma olmakta ve bunların hepsi “kün”(ol) emir ile olmaktadır. Allah bir şeye “ol” deyince “oldu”
anlamında değil, “oluyor” şeklinde ifade edilmektedir. Çünkü Allah’ın yaratması bir defada olup bitmiş değil, sürekli devam etmektedir. Allah evreni
yaratıp bir kenara çekilmiş değil, yaratmanın içindedir. Bir kısım canlılar
ölürken, diğer bir kısım canlılar da doğmaktadır. Yani eskilerin yerini yenileri almaktadır. Yaratma böyle dinamizm içinde sürüp gitmektedir. 49 Ancak
Allah’ın her şeye gücü yeter, dilerse bir şeyi bir anda da yaratabilir. O şeyin bir anda olmasını dilerse, hiç şüphesiz o şey de hemen bir anda oluve44
45
46
47
48
49
İbn-ı Manzur, “Lisan”, c. XVII, s. 345
Murtaza ez-Zebidi, “Tac”, c. IX, s. 325
D. Masson, “Le Coran Et La Revelation Judeo-Chretienne”, Aktaran:
Veli Ulutürk,” Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı”, s. 51
Seyyid Kutub, “Fizilal’il- Kur’an”, Trc. Bekir Karlığa, s. XXII, s. 290
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’an Dili”, III, s. 2171
Prof. Dr. Süleyman Ateş, “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri”, VII, s. 366367
Evren ve Evrenin Varoluşu
39
rir. Fakat Allah, bir şeyin uzun bir zamanda yavaş yavaş meydana gelmesini dilerse o da, o şekilde meydana gelir. Allah yarattığı hiç bir şeyi kendisi için yaratmamıştır. O, her şeyi yarattığı varlıklar için, onların ihtiyacı için
ve nasıl olması gerekiyorsa o şekilde yaratmıştır. Yani her şeyi bir hikmete
binaen yapmıştır.
Kur’an-ı Kerim’de: “…O, her an yaratma halindedir.”50 buyrulmaktadır. Yaratma bir anda olmuş bitmiş bir olay değil, sürekli devam etmektedir. Diğer bir ayet : “…O, yaratmada dilediği artırmayı yapar…”51 emrinde de, yaratılışın her zaman devam ettiğine işaret edilmektedir. Kur’an-ı
Kerim’de dile getirilen biçimde yaratılış, yani madde ve alemlerin oluşumu,
hiçbir an durmadan devam etmektedir. Suya atılan bir taşın, etrafında
oluşturduğu halkalar gibi, her an varlığa yeni halkalar eklenmektedir.52 Yaratılışın sürekli devam etmesinde birçok hikmet vardır. Bir şey bir anda yaratılıp sonra da yaratma ve meydana getirme işi kesilince, insanların aklına bunların tesadüfi olarak meydana geldiği fikri gelebilir. Ama eşya hikmete uygun bir şekilde sürekli olarak peş peşe meydana gelmektedir. Bu
durum, onların ezeli, ebedi ve her şeyi bilen bir var edenin, var etmesi ile
meydana geldiğine daha kuvvetli bir delil olmaktadır.53 Allah’ın bir anda
yaratmaya gücü yetmesine rağmen, yaratılışta tedrici bir yol izlemiştir. İsmail Hakkı Bursevi de, bunun amacının, yaratılmış olan nesnelerin zayıf
olabilecekleri yönündeki şüpheyi gidermek olduğunu belirtmektedir. Bu yaratılan şeyler, yokluktan varlık alemine çıktıkları esnada meleklerin ibret
alması için, bunların haber verilmesi esnasında da kulların ibret alması
içindir,54 denilmiştir. Allah akıllı varlığı yaratmıştır. Eğer bu akıllı varlık da
peş peşe bir şeylerin meydana geldiğini müşahede ederse, bu onun ilmini
ve basiretini daha fazla kuvvetlendirir. Çünkü bu onun aklında belirli aralıklarla tekerrür etmektedir.55 Yaratma bir defada olsaydı, birbirini takip etmeler ve tekamül olmazdı. O alem, bu alem olmazdı. Hiçbiri diğerinin yaratılışına şahit olamayacağından yaratma delili bulunmaz, alem kadim bir tabiat zannedilirdi.56 Dolayısıyla alemin ezelde tesadüfi olarak meydana geldi-
50
51
52
53
54
55
56
Rahman, 55/29
Fatır, 35/1
Fahreddin-ı Razi, “Tefir’ül- Kebir”, XXIV, s. 99-100
Celal Yeniçeri, “Uzay Ayetleri Tefsiri”, s.111
İsmail Hakkı Bursevi, “Muhtasar Ruhu’l- Beyan”, VII, s. 409-410
Fahreddin-i Razi, a.g.e, XXIV, s. 100
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, III, s. 2172-2176
40
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
ğini söylemek de kolayca mümkün olurdu. Ama sürekli devam eden bir yaratılış içerisinde bunu söylemek mümkün değildir.
Allah, bir defada yaratmaya kadir olduğu halde, tedrici bir yol ile yaratması, onun ihtiyarına ve görüş sahiplerinin ibret almalarına ve işlerinde
teenni (acele etmeden, yavaş yavaş) ile hareket etmelerine işaret içindir.57
Allah, yaratılışın süresini ifade eden bu altı devirde, evreni terbiye ede ede
ve olgunlaştıra olgunlaştıra yarattı.58 Şu an bütün yaratılmışlar gözlemlendiğinde bu durumun benzerini görmek mümkündür. İnsanın yaratılışına
bakıldığında o doğar, büyür ve sonra ölür. Aynı durumu dev yıldızlarda*
da görmek mümkündür. İnsan, yıldız vb. diğer bütün yaratılmışlar evrenin
bir parçasıdır ve evrenin düzenine uymaktadırlar. Evrenin de aynı şekilde
bir başlangıcı, bir gelişme dönemi ve bir sonu vardır. Çünkü Allah, bunu
bu şekilde yaratmış insana bir ömür biçtiği gibi, evrene de bir ömür biçmiştir. Evren başlangıcında itibaren gelişmeye ve olgunlaşmaya devam etmektedir. Böyle olması, diğer bütün canlı ve yaratılmışlar için de aynı şekilde gerçekleşmesini sağlamıştır. Eğer evren bir süreç içerisinde değil de,
bir anda yaratılmış olsaydı, bunların hiç birisinin gerçekleşmesi mümkün
olmayacaktı.
Ayetlerdeki emirlere göre Allah, evreni yarattığı zaman, ona “Ol”
demiş ve tüm evren oluvermiştir. Allah’ın gücü için yetersizlikten ve dolayısıyla imkansızlıktan söz edilemez. O’nun iradesi “ol” buyruğu ile tecelli
edince istediği şey, eksiksiz oluverir. Ayetlerdeki diğer hedef ise, yeni bir
ilahi arzunun o anda ortaya çıkış halidir. Allah, zaman diliminin bir anında
neyi dilemişse, o anda oluvermiştir. Ayetlerde önemli olan konu, zaman
eyleminin an kavramı olmasıdır. Bu nedenle önce zamanı anlamak gerekir. Ayrıca evrendeki büyük patlama ve evrenin bir merkezden küresel yayılma olayı, zaman kavramını güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. İlk pat-
57
Kadi Beydavi, “Envaru’t- Tenzil ve Esrarü’t- Te’vil”, Trc. Doç. Dr. Şadi
Eren, s. 57
58
Veli Ulutürk, “Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı”, s. 83
* Yıldızlar: Yıldızların değişmez gök cisimleri olmadığı, aksine doğduğu,
evrim geçirdiği sonra da yok olduğu düşüncesi artık günümüzde şüphe götürmez bir gerçektir. Hatta bir yıldızın öldüğünü görmek, doğduğunu görmekten çok daha kolaydır. Çünkü yıldızın ölümü, ani bir patlama ile gerçekleşen ve günümüzde gözlem ve olaylarla izlenebilen bir
olaydır. Bkz. C. Aydın; B. Albayrak; E. Handalı, “Kahverengi Cüceler”,
Bilim ve Teknik Dergisi, TUBİTAK. c. 34, Ocak/2001, Sayı: 398 s. 29
Evren ve Evrenin Varoluşu
41
lamada evrenin doğuşu, saniyenin binde birinden kısa bir zaman süresinde tamamlanıyor. Galaksilerin belirlenip yerleşmesi ise, altı saniye gibi kısa bir sürede oluyor. Halbuki dünyamızda kıtaların yerleşmesi milyonlarca
yılda tamamlanıyor. Zaman dediğimiz eylem de, büyük patlama ile doğan
bir varlıktır. Pek çok fizik bilgini, patlamadan önce zamandan söz etmenin
imkansız olduğunu, zamanın başlangıç anının büyük patlama olayı ile
meydana geldiğini kabul ederler.59
O halde fizik olarak zaman bir varlıktır ve yaratılmış bir eylemdir. Evrenin yaratılışı ile birlikte zaman da yaratılmıştır. Yine kun (ol) emriyle yaratılan dünyamızın uzun bir oluşma zamanı geçirmesi, “ol” emrinin, gecikmesi, ya da uzun zaman sonra sonuç vermesi demek değildir. “Ol” emriyle
birlikte arz’ın (yerin-yeryüzünün) soğuması, kimyasal, jeolojik yapısı, rüzgarları ve atmosferi o anda programlanmıştır. Onun kaçınılmaz kaderi zaman eylemi içinde gerçekleşecekti ve sonuçta da aynen gerçekleşti. Zamandaki mesafelerin bizim idrakimize uzun gelmesi, kendi kısa ömrümüzden ve programı bilemeyişimizdendir. Kun (ol) emrinde hem kesinlik, hem
şiddet ve hem de çabukluk vardır. Adeta anlık irade kompitüre yansıyor ve
olay, kurulmuş bir saat gibi o anda başlar. Olayın ömrü programla tespit
edildiğinde, o anda olmuş sayılır. Bu nedenle ayette: “Ol deriz, hemen
oluverir” buyurmaktadır. Ayrıca insanların dünya hayatı için yaratılmaları
nasıl bir meni hücresi içinde programlanmışsa, öldükten sonra dirilmeleri
de toprakta programlanmıştır. Dünyanın yaratılma emriyle birlikte, mahşer
ve mahşerde diriliş de aynı anda “kun”(ol) emrine tabidir. İnsanın doğması,
yaşayıp belli bir kader çizgisi çizerek ölmesi ve mahşerde dirilmesi de aynı
anda “kun”(ol) emriyle programlanmıştır. Bunun meydana gelmemesi
mümkün değildir. Anne karnına düşen meni nasıl bebek haline gelmek zorunda ise, toprağa düşen insan da dirilecektir. “Ol” emrinin zorunlu bir belgesidir. Var olanların programı ve programlaması var olur da, var edenin
programı ve programlaması olmaz mı? Elbette ki, olur. 20. yüzyılın ilminin
henüz açığa çıkarmadığı kimi gerçekler karşısında düşünüyor ve içten gelen bir heyecanla diyoruz ki: Bu bilmediklerimizi bilen, yalnız bilmekle kalmayıp yaratan ve üstelik bizleri şaşkına çevirecek, rakamlarla ifadeyi imkansız kılacak kadar sayısız, fakat dengeli ve ölçülü bir biçimde yaratan
59
Dr. Haluk Nurbaki, “ Kur’an-ı Kerim’den Ayetler ve İlmi Gerçekler”, s.
312-315
42
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Allah’ın ilmi ne kadar yüce ve kudreti ne kadar eşsizdir! Kuşkusuz O’nun,
bir şeyin olmasını istemesi halinde sadece ona “ol” demesi yeterlidir.
Yaratma konusunda son derece önemli ilahi bir beyan olan bu ayette, canlılar için genel olarak şöyle buyrulmaktadır: “İnkar edenler, göklerle yer birbirlerine yapışık bir halde iken, onları birbirinden ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi? Yine de onlar
inanmazlar mı?”60
Kur’an-ı Kerim bu emri ile evrenin yaratılışını adeta özetlemektedir.
“Gökler ve yer bitişik iken, biz onları ayırdık” emri, bazı bilim adamlarının görüşlerine göre, “büyük patlama” teorisine işaret sayılabilir. Çünkü
“gökler” tabiri yeryüzünün dışında bütün gezegenler sistemini ifade etmektedir. Büyük patlamadan önce birlikte olan gökler ve yer, patlama ve ayrılma ile gerekli zaman süresi içinde oluşumunu tamamlamış ve yeryüzü,
üzerinde canlıyı barındıracak hale geldikten sonra canlılar yaratılmıştır.
Kur’an-ı Kerim ayetlerini bilimsel buluş veya teorilerle açıklamak her
zaman ve her ayet için isabetli bir yöntem olmamakla birlikte, evrenin yaratılışı konusundaki teoriler ve tabiat bilimlerindeki gelişmeler bu ayetlerin
daha iyi anlaşılmasına yardımcı olduğunu söylemek mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’ın bu emrinde ifade edildiği gibi yaratan, her şey, hatta henüz yaratılmamış olan “gökler ve yer” bile tek bir noktada iken, büyük
patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bu günkü şeklini
meydana getirmişlerdir. Yerler ve gökler ilk başta bitişik, tek bir parça idi,
daha sonra her ikisi de bu tek parçadan (özden) yaratılmışlardır. Bunlar
birbirinden ayrılmış ve uzaklaşmışlardır. Fakat ilk ayrıldıkları merkez, onları sürekli kendine doğru şiddetli bir çekim gücü ile çekmektedir. Fakat
merkez etrafında hızla dönmeleri sayesinde bu çekim gücüne karşı koymaktadırlar. Eğer bu dönme olmasa idi, bunlar çekim gücüne dayanamayıp yine eski hallerine dönerek bir parça haline geleceklerdi. Fakat Allah’ın
korumasıyla bu düzen bozulmuyor ve dönmelerine devam edip varlıklarını
koruyorlar. Allah bunlara o kadar mükemmel bir sistem vermiştir ki, bu sistemdeki en ufak bir değişiklik evrenin kıyametine sebep olacak şekildedir.
Nitekim Fatiha suresinde Allah’ın yaratma hikmeti özetlenirken, önce
“Rab” sıfatı dile getirilerek alemlere fizik ve matematik nizam verildiğine
işaret edildikten sonra, Rahman sıfatı zikredilerek, bu nizamın korunması60
Enbiya, 21/30
Evren ve Evrenin Varoluşu
43
nın da Allah’ın rahmeti ile olduğu zikredilmiştir. Özellikle Rahman sıfatı,
bütün evrenler için değişmez bir genel kanundur. Bu yüce sıfatın bir anlamı da şefkat ve merhametle himayedir. Yani Allah’ın Rahman sıfatı ile o
korkunç çekim gücüne karşı, onların yerinde kalmalarını sağlamasına, onları korumasına ve bir düzen içinde tutmasına işaret edilmektedir.61 Ayetlerin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde
olduklarını görürüz. Oysa Big Bang’ın bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Evrenin genişlemesi, büyük
patlama teorisinin, yani evrenin yoktan var edildiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim: “Biz göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz biz, ( o göğü) genişleticiyiz.”62 emriyle çok açık bir şekilde evrenin merkezden dışa doğru genişlediğini gösteriyor. Evrenin genişlemesi, onun manyetik kuşaklarının, yani semalarının genişlemesidir.63 Bu
durum, bilimsel olarak şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tespit edilmiştir. Ayette “sema” kelimesinin tercümesi olan “gök”ten maksat, kendisinden bahsedilen dünyanın dışındaki bütün evrendir. Bu ayet hem evrenin genişliğine ve hem de genişlemesine işaret etmektedir.64 Bu genişleme
zamanını sadece Allah’ın bildiği belirlenmiş bir süreye kadar daha devam
edecek, Allah’ın emriyle duracak ve evren asıl halindeki gibi dürülmeye
başlayacaktır.İlk patlamadan önceki halini alacak ve burada hayat yolculuğu son bulacak ve ahiret yolculuğu başlayacaktır.65 Evrenin genişlemesi
çok hassas bir denge üzerinde olup, çok kritik bir düzeyde devam etmektedir. Bu düzeydeki en hafif bir değişme, evrenin sonunun gelmesi anlamına gelmektedir. Evrenin sürekli genişleme ile bugünkü duruma geldiği
düşünüldüğünde, zamanda geri gidildiğinde, başlangıçta bütün göklerin ve
yerin hepsinin bitişik, bir arada olduğu sonucuna varılır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de: “(Düşün o) günü ki, yazılı kağıtların tomarını dürer gibi göğü
toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o
hale getiririz. (Bu) üzerimize aldığımız bir vaad oldu. Biz, (va’dettiğimizi) yaparız.”66 buyurulmaktadır. Allah, bu ayette, onları kıyamet gününde “kabz” edilerek eski, yani ilk hallerine geri döndürüleceğini haber
61
62
63
64
65
66
Dr. Haluk Nurbaki, a.g.e, s. 140
Zariyat, 51/47
Dr Haluk Nurbaki, a.g.e. s. 198
Celal Kırca, a.g.e, s. 165
Neccar, a.g.e, s. 82
Enbiya, 21/104
44
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
vermektedir. Onların yaratılıştaki ilk hallerine döndürülmesinin, onların kitap gibi dürülmelerinden sonra olacağı belirtilmektedir. Buradan da bunların ilk halinin bitişik/ yapışık olduğu anlaşılmaktadır.
Tüm evreni kaplayan ve “karanlık madde” denilen, gözle görülmeyen fakat varlığına ait ciddi deliller bulunan maddenin varlığı ve kütlesi hesaplandığında, evrenin “ortalama yoğunluk” değerinde, çok önemli bir
artışın olduğu ortaya çıkmaktadır. Şu andaki evren yoğunluğu, son derece
hassas bir denge aralığında bulunduğu ve bu yoğunluktaki herhangi bir artışın, evreni kendi içine kapanmasına sebep olacağı ve uzay boyutlarında
ani bir çöküş başlayacağı ifade edilmektedir.67 Bu patlamadan bir saniye
sonraki genişleme hızı, milyarda bir oranda az olsaydı, evren bugünkü büyüklüğüne erişemeden çökmüş olacağı bildirilmektedir. Evrenin, kapalı ve
açık evren modellerini ayıran kritik hıza, çok yakın bir hızla genişlemeye
başladığı ve 15 milyar yıl sonra, şimdi de, aynı şekilde bu kritik hıza çok
yakın bir hızla genişlediği ifade edilmektedir.68
İngiliz Astrofizik Profesörü Paul Davies’in Nature dergisinde yayımlanan makalesinde: “Eğer evren biraz daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne
kadar iyi hesaplanmış olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer
patlama hızı, gerçek hızından sadece milyar kere milyarda bir kadar
bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Bu nedenle Big Bang, her hangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.”69 demektedir.
Kur’an-ı Kerim, dünyanın ekseni etrafındaki dönüş hızının yavaşladığına işaret ederek; “De ki: Ne dersiniz? Allah, üzerinize geceyi kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah’tan başka hangi ilah size bir aydınlık getirir? Hala duymayacak mısınız?” “De ki: Ne dersiniz? Allah,
üzerinize gündüzü kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah’tan başka
67
68
69
Yalçın İnan, a.g.e, c. I, s. 26-27
Yalçın İnan, a.g.e, c. I, s. 25-26
Paul Davies, İngiliz Asrofizik Prof. Super Force: The Search for a
Grand Unified Theory of Nature, s. 184
Evren ve Evrenin Varoluşu
45
hangi ilah size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilir? Hala görmeyecek misiniz?”70 buyurmaktadır.
Jeolojik araştırmalar göstermiştir ki, dünya; güneşten koptuğu sırada
ekseni etrafında şimdikinden çok daha çabuk dönmekteydi. O zaman gece
ve gündüzün tamamı yalnız 4 saatten ibaretti. Dünyanın dönüş hızı yavaşladıkça zamanla gece ve gündüz süresi artarak 24 saate kadar çıktı. Dünyanın dönüş hızındaki eksilmenin 124 bin yılda bir saniye olduğu tespit
edilmiştir. Demek ki, 432 milyon yıl sonra dünyanın dönüş hızı bir saat
azalacak ve gece-gündüz süresi 25 saate çıkmış olacaktır. Tabi ki, yavaşlama bu oranda devam ederse, dünyanın bir gün durması gerekir. O zaman dünyanın bir tarafı devamlı gündüz, bir tarafı da devamlı gece olur ki,
bu durumda hayatın devamına imkan kalmaz. Bu yavaşlama zamanla artabilir ve hatta bu durum daha da çabuklaşabilir. İşte bu durum da dünya
hayatının kıyametidir. Ayrıca bu durum bize, dünyamızın ne kadar yaşlı
olduğunu göstermektedir.
Evrenin varoluşunu incelemeden önce, evrenin önemli bir parçası
olan dünyamızın varlığı ve yaşı hakkındaki tahminleri ele alalım. Dünyamızın tarihi hakkında, tahmini bir görüş elde edebilmek için iki metod kullanılmaktadır. Bunlardan birisi Arz’ın sıcaklığının ölçülmesidir. Arz’ın yeryüzünden merkezine doğru indikçe sıcaklığın arttığı, bilinen bir gerçektir.
Yeraltında çeşitli derinliklerdeki sıcaklıklar ölçüldüğü zaman, bunu her bir
kilometre derinlikte 30 derece arttığı görülür. Yer kabuğundan merkeze
doğru indiğimizde, her kilometrede sıcaklık 30 derece artmaktadır. Bu soğuma temposu bize yer kabuğunun meydana gelişi hakkında bir tahmin
vermektedir. Bu tahmine göre Arz’ın kabuğuna yaklaşık iki milyarlık bir yaş
biçilmektedir. Diğer yönden daha sonraki araştırmalar dünyamızın yaşına
dört buçuk- beş milyarlık bir zaman tahmin etmektedir. Başka bilim adamlarının farklı ifade ettikleri rakamların olduğunu da belirtmek gerekir.71
Evrimci görüşe göre, dünyamızın yaşı yaklaşık 4,5 milyar yıl olarak
kabul edilmektedir. Erozyon, taşınma, depolama ve taşlaşma gibi faktörlerle okyanusların dibinde meydana gelen tortular bir araya gelerek, sertleşmiş bloklar oluştururlar. Yaşayan bir takım organizmalar, bu tortuların
içinde kalarak, çökelen tortular, kaya şeklinde sertleşirken, bu bitki ve hay-
70
71
Kasas, 28/71-72
Prof. Dr. Hüseyin Aydın, a.g.e, s. 44-45-46
46
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
van kalıntıları da, basıncın etkisiyle sertleşerek kaya parçası haline gelir.
Bu kalıntılara da fosil denir. 72
Büyük patlama ile ortaya çıkan fizik kuralları, aradan geçen 13.7 milyar yıllık zamanda hiç değişikliğe uğramamıştır. Üstelik bu kurallar öyle ince hesaplar üzerine kurulmuşlardır ki, bu günkü değerlerinden milimetrik
sapmalar bile tüm evrendeki yapıyı ve düzeni ortadan kaldırabilecek hassasiyettedir.
Ünlü Fizikçi Prof. Dr. Stephen Hawking (1942 Oxford. ---) de, “Zamanın Kısa Tarihi” adlı kitabında: Evrendeki dengelerin aslında kavrayabildiğimizden çok daha ince hesaplar ve dengeler üzerine kurulduğunu belirtmektedir.” Ayrıca Hawking, evrenin genişleme hızıyla ilgili olarak: “Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang’den
sonraki birinci saniyede bu oran, eğer yüz bin milyon kere milyonda
bir daha küçük olsaydı, evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.”73 demektedir.
Evrenin varlığının başlangıcından itibaren her noktada tam bir düzen
hakimdir. Bütün bunlar üstün kuvvet sahibi olan yaratıcının varlığının kesin
ispatı, her şeyin O’nun dilediği şekilde ve dilediği zamanda oluştuğunun da
açık bir göstergesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah, yaratmasını şöyle
ifade etmektedir: “O, gökleri ve yeri, hak (bir düzen ve ölçü) ile yaratandır. O’nun “Ol” dediği gün (her şey) oluverir, O’nun sözü haktır.(doğrudur ve gerçektir.)…”74 Çünkü Allah vardır. O, örneksiz yaratandır
ve akılla bilinir. Bilim yolu ile vardığımız sonuç, evrenin bir yaratıcısı olduğu ve bu yaratıcının çok üstün bir güç ve bilgiye sahip olduğudur.
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”75
Ayette her şeyin, Allah tarafından bir ölçüye veya takdire göre ve
belli bir düzen ve denge içinde yaratıldığını bildirilmektedir. Bu da bize
göstermektedir ki Allah, hiçbir şeyi gelişigüzel yaratmamaktadır. Zaten evrenin varlığı da bunun en önemli delilidir.
72
73
74
75
Gish, Duan Tolbert, Evolution: The Fossils Say No!”, Çev. Adem Tatlı,
”Fosiller ve Evrim”, s. 61-62
Stephen Hawking, A. Brief History of Time, Bantam Pres, London:1988, Çev. Selma Öğünç, “Zamanın Kısa Tarihi”, s. 121-125
En’am, 6/73
Kamer, 54/49
Evren ve Evrenin Varoluşu
47
Kur’an-ı Kerim, göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını söylemektedir: “ …O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.( Bundan önce) Arşı
su üzerinde idi. Ki, hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin…”76
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
Arş’a istiva eden Allah’tır…”77
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
da işleri yerli yerince idare ederek Arş’a istiva eden Allah’tır…”78
“O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istiva
edendir…”79
Her ne kadar ayetteki altı günü, dünya günüyle altı gün diye anlayanlar olmuşsa da, gökler ve yer yaratılmadan önce günden söz edilemeyeceği için, bilhassa bazı çağdaş tefsirlerde bu altı günü, her birinin ne kadar
süre devam ettiğini ancak Allah’ın bildiği ”altı devir” diye anlamanın daha
uygun olduğu belirtilir. Allah’ın ilminin ve kudretinin sonsuzluğuna işaret
eden bu ayetlerde, “gökler ve yer” ifadesinin onlardaki diğer varlıkları da
içermektedir. Nitekim Allah, başka ayetlerde bu ikisinin arasında bulunan
varlıkları da kendisinin yarattığını ifade buyurmaktadır.
Ayrıca yalnız yeri, yani dünyamızı iki günde yaratmıştır. “ De ki: Siz
mi yeri iki günde ( iki evrede) yaratanı inkar ediyor ve O’na ortaklar
koşuyorsunuz? O, alemlerin Rabbi’dir.”80 Burada gün diye bahsedilen
zaman süresi, bizim anladığımız 24 saat çeken gün değil, müddetini ancak
Allah’ın bildiği devirdir. Yani Allah, gökleri ve yeri altı devirde yaratmış,
dünyamız da iki devirde oluşmuş ve bu günkü haline gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de “O gökleri ve yerleri altı günde yarattı…” şeklinde genel olarak bir altı günden bahsedilmekte, fakat bu günlerin özelliğinden bahsedilmemiş, uzunluğu ve kısalığı hakkında bir tanımlama bulunmuyor. Mahiyeti hakkında bir bilgi verilmemiştir. Ayrıca o günlerin bizim
günlerimiz ile aynı veya benzer olduğuna dair hiçbir ifadeye de rastlanmıyor. Bilakis bu konuda kullanılan ifadeler, onların bizim günlerimizden ta-
76
77
78
79
80
Hud suresi, 11/7
A’raf, 7/54
Yunus, 10/3
Hadid, 57/4
Fussilet, 41/9
48
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
mamen farklı olduğunu gösterir mahiyettedir. Nitekim Allah katındaki günlerin, bizim günlerimizden tamamen farklı olduğunu açıkça belirten ayetler
vardır.81 Kur’an-ı Kerim’de altı günde sadece yedi kat sema ve arzın yaratıldığı ifade ediliyor. Sema ve arz kelimeleri, yerküremiz ve onun atmosferi
olarak anlaşılmamalıdır. Sema ve arz olarak belirtilen ve altı gün içinde
değerlendirilen bu iki kavram, bütün evreni ilgilendiren anlamları ile anlaşılmamalıdır. Bu iki kavramın, bizim üzerinde yaşadığımız yerküre ve onun
atmosferinden farklı bir anlamı vardır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de yerküremiz
ve onun içinde yaratılanlardan da bahsedilmiyor. Yani Kur’an-ı Kerim’de
yerküre ve onun içindekilerin yaratılışı altı güne dahil edilmiyor. Altı günde
yaratılış denilince yedi kat sema ve arz akla geliyor ki, bundan zahiren anlaşıldığına göre, bunlarla kastedilen de bütün evredir. Bütün evren, içindeki kapladığı yer düşünüldüğünde, bizim güneş sistemimiz, onun içindeki
yerküremiz ve onun seması, okyanusta damla misalidir. Yeryüzü ve denizlerin yaratılışı, Kur’an-ı Kerim’de altı günde yaratılışın içine dahil edilemez.
Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen arz kelimesi yer ile tercüme edilmiş olabilir.
Ama bu “yer”den maksat, üzerinde yaşadığımız yerküreden tamamen
farklıdır. “Arz” kelimesinin yeryüzü anlamında kullanıldığı ayetler de vardır.82 Fakat bunların altı günde yaratılışın dışında değerlendirmek daha
doğru olabilir. Göklerin ve arzın altı günde yaratıldığının belirtildiği ayetlerde “arz” kelimesinin “yerküre” anlamından farklı olduğunu müfessirlerin
birçoğu değişik şekillerde anlamışlardır. Yerkürenin yayılıp döşenmesi,
yedi kat semanın yaratılmasından çok daha sonradır. Naziat suresinde
yerkürenin yayılıp döşenmesinin ve canlı yaşamı için tam olarak hazır hale
gelmesinin çok daha sonra olduğu anlatılmaktadır. “Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, onu
yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan
sonra da yerküreyi döşedi. Kendiniz ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak üzere, yerden suyunu ve otlağını çıkardı ve dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi.” 83 Buradaki “sema” kelimesini “gökyüzüdünya seması” olarak anlamak mümkündür. Dünya seması olarak anladığımızda, dünya semasının yaratılış itibarı ile diğer yedi kat semadan önce
olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu şekilde anlaşıldığında da bu ayetlerden, yeryüzünün yayılıp döşenmesinin ve canlılar için hazır hale gelme-
81
82
83
Hac, 22/47; Secde, 32/5; Mearic, 70/4
Naziat, 79/30; Muhammed, 47/22; Bakara, 2/11, 22
Naziat, 79/27-33
Evren ve Evrenin Varoluşu
49
sinin çok daha sonra olduğu anlaşılmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse,
yerkürenin yaratılışı yedi kat göklerin ve arz (yer)’in yaratılışından çok sonradır. Kur’an-ı Kerim’de bunun delillerini bulmak mümkün olduğu gibi, bilimsel açıdan da bu şekilde olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla altı günde yaratılışta bahsedilen “arz” kelimesinin yeryüzü anlamına geldiği söylenemez. Yerküre ile yedi arz’ın birbirinden farklı olduğunun bir delili de, kıyamet gününde bunların durumunun Kur’an-ı Kerim ve Hadis’lerde farklı şekillerde tasvir edilmesidir. “Yedi arzın kıyamet gününde bir araya getirilip birleştirileceği,” 84 ama “yerkürenin ise uzatılıp yayılacağı ve dağların da dümdüz olacağı”85 haber verilmektedir. Bütün bunlar da “yedi
arz”ın bizim yerküremizden farklı olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Madde aleminin genel anlamda mecazi bir deyimle “gökler ve yer”
veya hakiki anlamda “evren” denilmektedir. Bütün bunlar altı günde yaratılmış kabul edilmektedir.86 Ayrıca evrenin sürekli genişlediği, geliştiği ve
değiştiği düşünüldüğünde ise bu altı günü, evrenin son bulacağı kıyamet
gününe kadar olan zaman şeklinde anlamak da mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde, yeryüzünde insanlar için rızıkların
vb. yaratılışından bahsedilmektedir. Ama bunlar altı günde yaratılıştan tamamen farklı bir boyutta ele alınmaktadır. Sadece Fussilet suresinde altı
günde yaratılış içinde, insanlar için rızıkların takdir edilmesi belirtilmektedir. Yerkürenin yaratılışı, evrenin ilk yaratılışından çok daha sonradır. Şu
andaki bilimsel veriler, evrenin yaklaşık ömrünü 15 milyar yıl olarak, yerkürenin ömrünü ise yaklaşık 4.5 milyar yıl olarak hesaplamaktadır. Ay yüzeyinden alınan örnekler ve de dünyaya düşen meteorların incelenmesinden
çıkan sonuç da bunu desteklemektedir. Yerkürenin yaratılışı, bizim güneş
sistemimiz içerisinde çok daha sonra gerçekleşen küçük çaplı bir oluşumdur. Dolayısıyla bunu evrenin yaratılışının başlangıcı içerisinde değerlendirmek yanlış olur.
Kur’an-ı Kerim’de, altı günde yaratılış için kullanılan sema (gökyüzü)
kelimesi de tekil ve çoğul olarak toplam 310 yerde geçmektedir. Bunların
120’si tekil olarak, diğer 190’ı çoğul olarak geçmektedir. Ayrıca arz keli-
84
85
86
Zümer, 39/67
İnşikak, 84/3
Celal Yıldırım, a.g.e, IX, s. 4785
50
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
mesi de toplam 461 defa geçmektedir. Bütün bunlar Allah’ın, yerlerin, göklerin ve diğer bütün her şeyin yaratıcısı olduğunu vurgulamaktadır.87
Altı günde yaratılıştan bahseden ayetlerin beş tanesinde, yaratılıştan
sonra Allah'ın arşa istiva etmesi dile getirilmektedir. Arş kelimesi, sözlükte: Bir şeyin çatısı, taht vb. kralların ve yöneticilerin oturdukları yer anlamına gelmektedir. Taht, arş ve egemenlik birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Arş (taht) denilince akla egemenlik geldiği için, bu kelime egemenlik
anlamını taşıyan ve saltanat makamını simgeleyen bir kelime olmuştur.
Evrenin düzenini de bu şekilde düşünmek mümkündür. Evrende meydana
gelen tek tek olayların özel sebepleri ve gerekçeleri vardır. Bu özel sebepler, başka ve genel sebeplere dayanır ve sonunda hepsi Allah’a varır. O,
ilahi kudreti ile her şeyi kuşatmıştır ve her şeye hakimdir. O’ndaki hakimiyet ve egemenlik hakikidir. Dolayısıyla O’nun bu yönünün insanlıktan farklı
düşünülmesi gerekir.88 “Sonra arşa kuruldu” cümlesi, Allah’ın mülkünün
tamamına egemen olduğunu, küçük ve büyük her gelişmeyi düzenlendiğini anlatan kinayeli bir ifadedir. Evrensel düzenin ayrıntıları bu yaygın egemenliğe dayanır. Bu sebeple Yunus suresinde “Sonra arşa kuruldu, bütün işleri çekip çeviriyor.” 89 buyurularak, arş’a kurulmanın arkasından
gelişmelerin planlanması ve çekilip çevrilmesi gündeme getirilmektedir.
İçindeki arş kelimesinin geçtiği ayetlerin çoğunda, aynı özellik görülmekte,
bu ayetlerde arş ile birlikte mutlaka evren işlerinin düzenlenmesi ile ilgili
veya bu anlama gelen bir örnekten söz edilmektedir.90
Ayetlerin ve ilmin ışığı altında bu yaratılış safhalarına bakılacak olunursa: “…O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.
(O, göklere, yere ve bütün evrene hükmetmektedir.)…”91 ayetinin bildirdiğine göre, Allah yaratmayı, her şeyi kaplayan arşından yönetmektedir.
Gökler ve yer yaratılmadan önce arş, su üzerinde idi. Tefsir kaynaklarına
göre arş, kainat yaratılmadan önce bir su üzerinde bulunuyordu. Gökler ve
yer bu sudan yaratıldı. O halde kainat bu hale gelmeden önce su halindeydi. Bu halde ne kadar zaman kaldı, onu ancak Allah bilir. Bu su, gaz
haline intikal etti ve her tarafı kuşatan büyük bir gaz kütlesi doğdu. İşte bu
87
88
89
90
91
Habib el- Neccar, a.g.e, s. 78
Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai. “El- Mizan Tefsiri”, VIII, s. 205
Yunus, 10/3
Seyyid Muhmmed Hüseyin Tabatabai, a.g.e, VIII, s. 206-207
Bakara, 2/255
Evren ve Evrenin Varoluşu
51
kütle evrenin aslıdır. Başlangıçta çok sıcak bir duman bulutu halinde olan
bu kütlenin zamanla parçalara ayrılıp yıldızları meydana getirdiğini, bu
ayetlerden anlıyoruz: “ Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi;
ona ve yeryüzüne ,“isteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de,”
isteyerek geldik” dediler.”92 Bu ayette geçen “duhan” kelimesi sözlükte
duman, buhar anlamlarına gelmektedir. Ayrıca renk, yani duman rengi anlamında da kullanılmaktadır.93 Gök cisimlerinin oluşumundaki temel madde bu duman görünümündeki gaz bulutudur. Buna yoğunlaşmış bir enerji
bulutu da denilmiştir. Duman olması hali, göklerin ve yerin vücuda gelmesinden önceki halidir ve dolayısıyla bitişik olduğu haldir.94
“O inkar edenler, göklerle yer bitişik iken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler
mi? Hala inanmayacaklar mı?”95 ayetinde her canlı şeyin sudan yaratıldığı belirtilmektedir. Buradan, varlığın yaratılmasının belirli bir canlılığın,
organik varlığın ilk şartı ve temel unsuru olduğu anlaşılmaktadır. Suyun
canlılığın ve hayatın devamı için önemli olmasında dolayı, Kur’an-ı Kerim’de ön planda zikredilmesi, onun sanki varlığın temelinde duran ve kadim olan “ana madde” olduğu kanaatini uyandırıyorsa da öyle olmadığı
açıktır.96 Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim’de, yaratılışın başlangıcından önce
suyun olduğu ifade edilmektedir. Fakat bunlarda anlatılan, arşın mahiyeti
bilinmediği gibi, suyun mahiyeti de bilinmemektedir. Bu sebeple bundan
maksadın ne olduğunu en iyi Allah bilir demekle yetinmek en iyi yol olur.97
Ayrıca ayette geçen “ ar- Ratk” kelimesi bitişmek, birbirine yapışık
olmak, “al- Fatk” kelimesi ise, bitişik iki şeyi birbirinden ayırmak anlamlarına gelmektedir. Durum odur ki, gökler iki olayla meydana gelmiştir. Ratk
olayında, dumandan bir kütle olan göklerin parçaları bir araya gelerek toplanmış, birbirine yapışmıştır. Fatk olayında ise, birbirine sıkışmış gazlar
parçalanarak parçalara ayrılmaya başlamış, ayrılan parçalar kütle kütle
92
93
94
95
96
97
Fussilet, 41/11
Rağıp el-İsfehani, a.g.e, s. 310
Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e, VIII, s. 127
Enbiya, 21/30; Nur, 24/45; Furkan, 25/54
Prof. Dr. Hüseyin Aydın, “İlim, Felsefe ve Din Açısında Yaratılış ve Gayelilik”, s. 52-53-55-56
Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve Komisyon, “Kur’an Yolu Türkçe Meal
ve Tefsir”, III, s. 154
52
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
olup yıldızları meydana getirmiştir. Dünyamız da bu gaz kütlesinden kopmuştur. Birçok ilmi delil de bunu doğrulamaktadır.
“O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan etmek için, Arş’ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Yemin ederim ki, (Rasulüm!): “Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz” desen, kafir olanlar derhal “Bu, açık bir büyüden başka
bir şey değildir.” derler.” 98 Bu ayette “arşı su üzerinde iken gökleri ve
yeri yarattı” şeklinde ifade edilmektedir. Dolayısıyla buradan gökler ve
yer yaratılmadan önce arşın su üzerinde olduğu anlamı çıkmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Ku’an-ı Kerim’de yaratılıştan önce arşın su
üzerinde olması ifadesi açık bir şekilde yer almaktadır. Fakat bu konuda
geniş bir açıklama bulunmamaktadır. Bazı efsanelerde su, kadim bir varlık
olarak kabul ediliyor olsa da, Kur’an-ı Kerim’de bunu doğrulayan bir bilgi
bulunmamaktadır. Göklerin ve yerin yaratılışı sırasında, Allah’ın arşının su
üzerinde olduğunun zikredilmesi, suyun ezeli bir madde olduğunu göstermez. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de suyun “yaratma” ifadesi asla geçmemektedir.
Ayrıca dünyanın merkezinin ateş olmasıdır. Merkeze doğru indikçe
her 33 metrede bir derece hararetin arttığını görmekteyiz. Yani 30 km.
sonra arz içindeki ısı, kabuğundaki ısıdan bin derece fazladır. Dünyanın
her tarafında bulunan yanardağlar, dünya merkezinin ateş olduğunu gösterir. Yanardağlar yer kabuğunun zayıf noktalarıdır. Dünyanın merkezindeki buharlar kratere basınç yaparak, kendilerine bir yol açar, oradan çok
yükseklere ve uzun mesafelere erişmiş demirler ve lavlar fışkırtırlar. Sıcak
su kaynakları da arzın merkezinin sıcaklığını gösterir. Güneş ışığının tahlili
sonucunda güneşi meydana getiren unsurların, dünyayı meydana getiren
unsurların aynı olduğu anlaşılmıştır. Nihayet Ay’a da gidildi, onun da dünya elementlerinden meydana geldiği anlaşıldı. Böylece ilim; dünya, güneş,
ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğunu ispatlamıştır. Kur’an-ı Kerim de bu durumu asırlar önce söylemiştir.99
Dünyanın yaratılışı ve şekli konusunda; ilim, dünyanın gaz şeklinde
güneşten koptuğunu, bu gazın kendi etrafında dönerken yavaş yavaş so-
98
99
Hud, 11/7
Prof. Dr. Süleyman Ateş, “ İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar” s. 259-261
Evren ve Evrenin Varoluşu
53
ğuyup donarak zamanla yüksekliği artan dış düzeyi meydana getirdiğini,
meydana gelişi sırasında dünyadan yükselmekte olan gazların ve buharların, sonradan su buharı veya yağmur şeklinde tekrar kendi üzerine inerek,
zamanla denizleri ve okyanusları meydana getirdiğini söylemektedir. Yani
önce dünya yaratılmış, sonra da su meydana gelmiştir. Bu suretle bitkinin
çıkması için gereken toprak ve su Eleman*ları meydana gelmiş ve daha
sonra bitki çıkmıştır. Suda eriyen maddelerin birikmesi dağları meydana
getiren kayaları meydana getirmiştir. İşte Kur’an-ı Kerim de bu gerçeğe
şöyle işaret etmektedir: “ Ardından arzı (yeri elips şeklinde) düzenleyip
döşedi.” “Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.” “ Ve ona dağları sağlam
bir şekilde yerleştirdi.”100
“Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu
bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.”101
Öncelikle insanın yeryüzünde huzur ve mutluluğu için Allah’ın yarattığı nimetlere işaret edilmektedir. Ayette geçen “dahaha” yaydı anlamına
gelmektedir. “Dahv” veya “Dahy” mastarından gelir. Dahv, yaymak anlamına gelse de dümdüz yaymak değil, yusyuvarlak yaymak anlamına gelir. Bu kelimenin bütün türevlerinde bir yuvarlaklık anlamı vardır. Kelimenin
esasında bir yuvarlaklık ve küresellik* vardır.
Arzın küreselliğini ifade eden diğer bir ayette de: “… Allah, geceyi
gündüze dolar (örter), gündüzü de geceye dolar (örter)…”102 buyurmaktadır. Dünyanın yuvarlak olduğu açıkça ifade edilmektedir. Ayette geçen
“Tekvir” kelimesi, küre şeklinde sarmak anlamına gelir. Gecenin gündüze, gündüzün geceye sarılması ancak küre şeklinde olur. Bilindiği gibi küre
dünyamız, güneşin karşısında sağdan sola doğru dönmektedir. Güneşe
karşı yüzü gündüz, karşı olmayan yüzü gecedir. Böylece bir yandan gece,
gündüzün; öte yandan gündüz, gecenin üzerine sarılmakta ve ayette açık-
* Eleman: Astrolojik terim olarak; Ateş, Toprak, Hava ve Su’dur. Bilincin
dört temel ruhsal sürecinden biridir.
100
Nazi’at, 79/30-31-32
101
Nahl, 16/15
* Küresellik: Küre ile ilgili olan, küre biçiminde olan demektir. Ayrıca algımız dahilinde gözlemsel ve deneysel olarak tespit ettiğimiz dünya ile
ilgili, dünyayı kapsayan ve dünyada geçerli olan demektir. Evrende
birçok şey küresel yapıdadır.
102
Zümer, 39/5
54
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
lanan sarılma olayı sürüp gitmektedir. Bu durum, küreden başka bir şekilde olamaz.
Kur’an-ı Kerim’den ilham alan İslam bilginleri, Avrupa’dan asırlarca
önce dünyanın yuvarlak olduğunu, hem kendi ve hem de güneş etrafında
döndüğünü söylemişlerdir. İmam-ı Gazali:(450/1058-505/1111) “Ay tutulması, arzın ay ile güneş arasına girmesinden ileri gelir. Çünkü ay,
ışığını güneşten alır. Arz, yuvarlaktır. Gök her taraftan onu kuşatmıştır…” 103 demektedir.
Muhyiddin İbn-i Arabi*, “Futuhat” adlı eserinin birinci cildinde şöyle
demektedir: “Allah, kemal sahibidir. Kainatta kendi kemalini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun
için Allah, kainatı küreler halinde yaratmıştır. Dünya küre şeklindedir
ve kendi ekseni etrafında dönmektedir. Bu dönüşünden gece ve
gündüz meydana gelmektedir.”
Samanyolu galaksisindeki bilinen 200 milyar yıldızdan birisi olan
Güneş, kütlesi sıcak gazlardan oluşan ve çevresine ısı ve ışık yayan bir
yıldızdır. Güneşin çapı dünya çapının 110 katı (1.400.000 km), hacmi 1.3
milyon katı kadardır. Güneşin yoğunluğu ise Dünya’nın yoğunluğunun
1/4’ü kadardır. Güneş kendi ekseni etrafında saatte 70.000 km hızla döner. Bir turunu ise 25 günde tamamlar. Güneşte hidrojenin, helyuma dönüşmesi sırasında büyük bir enerji ortaya çıkar. Saniyede 564 milyon ton
103
İmam-ı Gazali, “Tehafütü’l-Felasife” (Filozofların Tutarsızlığı), s.4
* Muhyiddin İbn-i Arabi : (560/1165 - 638/1239) Futuhat adlı 4 ciltlik
eseri, Ekrem Demirli tarafından çevrilmiş ve Litera Yayınları tarafından
basılmıştır. İbn-i Arabi, İspanya’da yetişmiş bir bilgindir. Yaşadığı dönemde Müslüman İspanya Endülüs’e, Avrupa’dan Hıristiyan öğrenciler ve Papazlar gelip ilim öğreniyorlardı. İşte bu dönemde dünyanın
yuvarlak olduğunu Avrupalılar, Müslümanlardan öğrendiler. Kristof
Kolomb (1451-1506 İspanya): Dünyanın yuvarlak olduğunu Müslümanlardan öğrenmiştir. Galileo (1564-1642): Dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü Gazali’den asırlarca sonra söylemiş ve bu düşüncesini içeren çalışmasını “İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar”adlı eserinde,1632 yılında yayınlamış ve ancak eseri 1633 yılında
yasaklanmıştır. Ancak sözünden dönmek pahasına kurtulabileceğini
şart koşmuşlardı. O, İddiasında ısrar etti. Kutsal Engizisyon mahkemesince müebbet hapse mahkum oldu. Cezası evinde göz hapsine çevrildi. 70 yaşında hapsedilen Galileo, kör oldu ve 1642 yılında öldü. O
dönemde Avrupa’da, büyük bir bağnazlık hüküm sürmekteydi.
Evren ve Evrenin Varoluşu
55
hidrojen, helyuma dönüşür. Bu da her saniye Güneşin, 4.5 milyon ton hafiflemesine yol açmaktadır.
Güneşteki nükleer kaynaşma olayı sonucunda kızıl kırmızımsı bir
alev 15-20 bin km yükselir ki, bu olaya “Güneş Fırtınası” denir. Bu bilgilere bakarak bir gün, Güneşin çevresine ısı ve ışık yayamayacağını ve dolayısıyla yeryüzünde hayatın sona ereceğini düşünebiliriz. Ancak bu, çok
uzun yıllar sonra olacak bir olaydır. Güneşin yüzey sıcaklığı 6.000 °C ve
merkezindeki sıcaklık ise 1.5 milyon °C’dir. Güneşten çıkan enerjinin 2
milyonda birlik kısmı yeryüzüne ulaşır. Güneş’in üç günde yaymış olduğu
enerji, Dünya’da bilinen bütün petrol, kömür ve ormanlardan elde edilecek
enerjiye eşittir. Güneş ışınları 8.5 dakikada yeryüzüne ulaşır. Güneş Dünyaya en yakın yıldızdır.
Bizim yıldızımız olan dünyaya en yakın yıldız Ay’dır. Bizden 400.000
km. uzaklıktadır. Demek ki, gök boşluğu içinde Ay, bize pek yakındır.
Ay’dan sonra bize en yakın yıldız Güneş’tir. Bizden uzaklığı yaklaşık 150
milyon km’dır. Ancak bu uzaklık, devamlı olarak değişir. Çünkü dünya, güneş etrafında tam dairevi değil, elips şeklinde bir yörüngeden hareket
eder. Güneşin çapı, ortalama olarak 864.000 Mil*dir. Güneşin kütlesi,
dünya kütlesinin takriben 332.000 katıdır.
Kur’an-ı Kerim, güneşin de hareket ettiğini bildirmektedir. “Güneş de
kendi yörüngesinde yürüyüp (akıp) gitmektedir. Bu, mutlak güç sahibi ve bilgin olan Allah’ın(düzenlemesi) takdiridir.” “Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konak yerleri (evreler) tayin ettik.”
“Ne güneş ay’a yetişebilir. Ne de gece gündüzü geçebilir. Bunların
her biri bir felekte (yörüngede) yüzerler.”104
Bu ayetlere göre, güneş sisteminin, yörüngesinde hareket ettiğini,
güneşin yakın olana doğru değil, uzak olana doğru gittiğini ve kendisi için
tespit edilen yörüngede seyrettiği ifade edilmektedir. Güneşin hareketini
Kur’an-ı Kerim, asırlarca önce haber vermiştir. Halbuki ilim, yakın zamana
kadar güneşin sabit bir noktada kendi ekseni etrafında döndüğünü söylemekteydi. Yapılan araştırmalar gösterdi ki, güneş de kendi sistemi ile beraber bir burca doğru seyretmektedir.105
* Mil: Bir uzunluk birimidir. Bir mil, 1.609.344 km.’dır
104
Yasin, 36/38-39-40
105
İmam-ı Gazali, a.g.e, s. 4
56
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Kur’an-ı Kerim’de Güneş ve Ay’dan bahseden ayetler oldukça fazladır. Ayetlerde Güneş için, “Sirac”(lamba) veya “Vehhac”(parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan) kelimeleri kullanılmıştır. Ay için ise, “Munir”(ışıklı,
aydınlatıcı) kelimesi kullanılmıştır. Gerçekten de güneş kendi içindeki nükleer reaksiyonlar sonucunda büyük bir ısı ve ışık üretirken, Ay sadece Güneş’ten aldığı ışığı yansıtmaktadır. Ayetlerde bu durum şöyle ifade edilir:
“Görmüyor musunuz, Allah, yedi göğü (birbirleri ile uyum içinde) tabaka tabaka nasıl yaratmıştır?” “Ay’ı, bunların içinde bir nur (ışık) kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır?”106
Ayrıca, “Sizin üstünüze sapasağlam yedi gök bina ettik.” “Alev
alev yanan aydınlatıcı ve ısıtıcı (parıldadıkça parıldayan) bir kandil (güneş) kıldık(yarattık).”107
“Gökte burçlar kılan(yerleştiren), orada bir ışık kaynağı (güneş)
ve aydınlatıcı bir Ay yaratanın (Allah’ın) şanı çok yücedir.”108
Görülmektedir ki, Kur’an-ı Kerim’de Güneş ile Ay arasındaki farklılık
açıkça görülmektedir. Birisi ışık kaynağı, diğeri ise, ışık yansıtan bir cisim
olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, öncelikle gözlemlenebilen
gök cisimleri olan güneş ve Ay’dan başlayarak, bu yörüngelerin ve hesaplı
olmalarının örnekleri verilir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim :”Güneş ve Ay
(belli) bir hesaba göre hareket etmektedir.”109
“Gecey’i, Gündüz’ü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Her biri bir
yörüngede yüzüp gitmektedirler.”110
“Özen içindeki yollara ve (yıldızların dolaştığı ) yörüngelerle donatılmış göğe andolsun.”111 buyurmaktadır.
Dünya, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18
milde, doğru bir çizgiden ancak 2.8 mm. ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz, çünkü yörüngeden 3 mm’lik bir sapma bile büyük
felaketler doğururdu. Sapma 2.8 mm yerine 2.5 mm olsaydı, yörünge çok
106
107
108
109
110
111
Nuh, 71/15-16.
Nebe’, 78/12-13
Furkan, 25/61
Rahman, 55/5
Enbiya, 21/33
Zariyat, 51/7
Evren ve Evrenin Varoluşu
57
geniş olurdu ve hepimiz donardık. Eğer sapma 3.1 mm olsaydı hepimiz
kavrularak ölürdük. Böyle bir sistemin başıboş işlemesi imkansızdır.112
Dünyadan bakıldığında parlayan bir topu andıran güneşin çapı:
1.400.000 km’dir. Güneş hakkında bildiklerimizin çoğu, etrafa yayıldığı ışığın analizine dayanmaktadır. Yaklaşık 5-6 milyar yaşında (orta yaşlı) olan
güneşin büyük kısmını Hidrojen %72, Helyum %26, geri kalan kısmını
%2 Oksijen, Karbon, Azot, Aliminyum, Sodyum, Potasyum, Bakır ve
Demir teşkil eder. Güneşte bulunan elementler yer kürede de mevcuttur.
Güneşin maddesi, ne sıvı, ne katı ve ne de gazdır; maddenin dördüncü
hali olarak kabul edilen plazma*dır. Kainattaki toplam maddenin %99’dan
fazlası plazma halinde bulunur. Güneşin en iç kısmı, dünyadaki sudan 160
misli daha yoğundur. İç kısmının sıcaklığı ise 15 milyon santigrat derecedir. Güneş bu yoğunluk ve sıcaklığa sahip olarak yaratılmasaydı, sebepler
planında bu muazzam enerjinin üretildiği bir fabrika olamazdı. Güneşi sıcak ve parlak tutan enerji kaynağı en iç kısmında yer alan fırınlardır.113
Kur’an-ı Kerim: “O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin
Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.”114
“(O), iki doğunun ve iki batının Rabb’dir.”115
“Şu halde (işin gerçeği) öyle (umdukları gibi) değil! Doğuların ve
Batıların Rabbi’ne yemin ederim ki, bizim gücümüz yeter.”116 emirlerinde, doğulardan (çoğul) ve iki doğu ve iki batıdan bahsedilmektedir. Her
üç ayette de doğu (meşarik) ve batıların (megarib) çoğul olarak kullanılmış olması, 14 asır boyunca Kur’an-ı Kerim tefsircilerini oldukça zorlamış112
Bilim ve Teknik Dergisi, Temmuz/1983 sayısı
* Plazma: Basitce gaz haldeki maddelerin manyetik kutuplaştırmaya
bağlı doğrusal noktalarda oluşan fiziksel ve kimyasal reaksiyonun kontrollü etkileşim sürecine verilen genel addır. Plazma, kimya ve fizikte
"iyonize olmuş gaz" anlamına gelmektedir. İyonize gaz için kullanılan
plazma kelimesi 1920'li yıllardan beri fizik litaratüründe yer etmeye
başlamıştır. Kendine özgü niteliklere sahip olduğundan, plazma hali
maddenin katı, sıvı ve gaz halinden ayrı olarak incelenir.
113
Dr. Hamza Aydın, “Gezegenleri Güneşin Etrafında Gezdiren Ne?” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ocak/2007 (336), s.
576
114
Saffat, 37/5
115
Rahman, 55/17
116
Mearic, 70/40
58
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
tır. Çünkü meşarik ve megarib kelimeleri çoğuldur; “doğular” ve “batılar”
manasına gelmektedir. Bundan dolayı, ayetlerdeki iki doğu ve iki batı veya
doğular ve batıların manasını güneşin doğuş ve batışı ile yorumlamak daha isabetli olabilir. Yaz ve kış mevsimlerine göre doğma ve batmanın yerleri değiştiği için “iki doğu” ve “iki batı” tabiri kullanılmıştır.
Bütün bu sistem içinde hiçbir uygunsuzluk, hiçbir çelişki yoktur. Yani
evrendeki her şey Allah’ın kontrolündedir. O Allah ki, ”Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık; onlar ise oradaki (Allah’ın varlığını gösteren)
ayetlerinden (işaretlerinden ve delillerinden) yüz çevirmektedirler.”117
buyurarak korunmuş ve direksiz duran bir gök yüzünün varlığı işaret edilmektedir.
“Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra
Arş’a istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir…” “Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur…”118
Modern ilmin bir keşfi olan bitkilerdeki döllenme olayını haber veren
bu ayet, Kur’an’ın mucize olduğunun açık delillerinden biridir. Ayrıca Allah,
bir başka tabiat kanununa işaret etmekte ve gökyüzündeki bu cisimleri bizim görebileceğimiz bir direk olmaksızın kudretiyle yükseltip yönettiğini
haber vermektedir. O, bu büyük kütleleri uzay boşluğunda hareket eden
bir sisteme bağlamış, bunları birbirinden uzak tutmak ve birbirine çarpmamalarını sağlamak için bu kütlelere merkezkaç kuvveti ve kütlesel çekim gücü yerleştirmiş ve böylece bir denge sağlamak suretiyle bunların
sonsuz olarak birbirlerinden uzaklaşmalarını veya birbiri üzerine düşmelerini önlemiştir. Ayette Allah’ın Güneş’i ve Ay’ı emrine boyun eğdirdiği, bunları kullarının hizmeti için yarattığı ve her birinin belirlenmiş bir vakte, yani
kıyamete kadar akıp gideceği bildirilmektedir. Bu cisimler durağan değil,
hareket halinde bir sisteme bağlı bulunmaktadır. Ay dünya çevresinde,
dünya güneş çevresinde ve güneş ise uyduları ile birlikte bir sistem olarak
kendi yörüngesinde belirli bir süreye kadar akıp gidecektir.
Siz şu anda bu cümleyi okurken güneş, 564 milyon ton Hidrojeni 560
ton Helyum’a dönüştürdü ve geride kalan 4 milyon ton Hidrojen’i de enerji-
117
118
Enbiya, 21/32
Ra’d, 13/2-3
Evren ve Evrenin Varoluşu
59
ye çevirdi. Bu olay sonucu milyonlarca atom bombasının patlamasıyla ortaya çıkabilecek enerjiye eş, korkunç bir ışık ve radyasyon yağmuru oluştu. Bize sadece güzel bir sıcaklıkla aydınlık ileten güneş, aslında şu anda
kıpkırmızı gaz bulutlarından oluşan derin bir kuyudur. Güneşin ürettiği
enerjinin miyarda birini kullanıyoruz. Saniyeler ve saatler geçiyor, güneş
hiç durmadan enerji üretiyor. Güneşin bütün zararlı ve öldürücü ışınları bize ulaşmadan önce atmosfer ve dünyanın manyetik alanı tarafından süzülüyor. Güneş, bizim yaşamamız için özel olarak yaratılmış bir ışık kaynağıdır.119
Allah, Kur’an-ı Kerim’de bunun hikmetini, birçok emrinde şöyle açıklamaktadır. “Allah, gökleri ve yeri yaratan, gökten yağmur indiren ve
onunla size rızık olarak türlü meyveler çıkarandır…” “O, adetleri üzere hareket eden güneşi ve ayı sizin hizmetinize sunan, geceyi ve
gündüzü sizin emrinize verendir.” “O, istediğiniz şeylerin hepsinden
size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.”120
“Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (ay’a) birtakım menziller takdir eden O’dur...”121
“Yeri de biz döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz.”122
“O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve
ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır…”123
“Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı…”124
Göklerin ve yerin yaratılması, bulutlardan suyun indirilmesi ve bu su
sayesinde ölmüş olan yeryüzüne yeniden hayat verilmesi, burada canlılar
için rızık olarak türlü türlü bitkilerin bitirilmesi olayı, Allah’ın varlığı ve birliğini ispat konusunda Kur’an-ı Kerim’in sıkça başvurduğu delillerdendir. İnsanın dışındaki varlıkların insanın hizmetine verilmesidir. Bu anlamda yer
ve gökler tamamı ile insanın emrine verilmiştir. Ayetlerin beyanına göre Al119
120
121
122
123
124
Yalçın İnan, “Kosmostan Kuantuma-2” s. 23
İbrahim, 14/32-33-34
Yunus, 10/5
Zariyat, 51/48
En’am, 6/96
Teğabün, 64/3
60
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
lah; güneşi, ayı, geceyi, gündüzü, denizleri, nehirleri, uzay boşluğunda yüzen varlıkları, dağları, rüzgarları, bulutları ve yıldızları insanın hizmetine
boyun eğdirmiştir. Ancak evren ve nimetler insanın mülkü değildir, ona
emanet edildiğini bilmek gerekir.
Dünya kendi etrafında günde bir, güneş etrafında ise yılda bir defa
dönmektedir. Günlük dönüş gece ile gündüzün, yıllık dönüş ve eğim ise
mevsimleri oluşturmaktadır. Ay, yörünge düzlemine oranla 83 derece 30
dakikalık eğime sahip bir eksen etrafında döner. Dönüş süresi, Ay’ın yer
etrafındaki dolanım süresine eşittir. Yerin, Ay üzerindeki çekim etkisinin
sebep olduğu gelgit* olayı bu eşitliği sağlamıştır. Bu sebeple ayın yeryüzünden daima aynı yüzü gözlenir. Ayın yer etrafındaki dönüşü 27 gün 7
saat 43 dakika 25 saniyedir. Fakat yerin, güneşin çevresinde dönmesi sebebiyle bu hareketini 29 gün 12 saat 44 dakika 3 saniyede tamamlar. Ay,
güneş ve dünyanın birbirine nispetle açısal durumu, konumu ve ışık etkisi
sebebiyle biz Ay’ı, o değişmediği halde her gece ayrı bir yerden doğarken
ve farklı şekillerde görürüz.125
Sabahın aydınlanması, gecenin sakinliği, ay ve güneşin şaşmaz bir
matematiksel nispetle, insanların zamanı ve daha başka astronomik ve
coğrafi ölçüleri bulmalarına imkan verecek şekilde işlevlerini sürdürmeleri
de Allah’ın düzenlemesi olduğu açıkça ifade edilmektedir.
İnsan, kainattaki muhteşem düzen üzerinde ve hemen bunun yanında kendi yaratılışındaki seçkin özellikler hakkında düşünmeye, her şeyden
önce bu alemi var eden irade ve kudretin ihtişamını kavramaya yönlendirilmektedir.
Göklerde ve yerde her ne varsa Allah’ındır, tamamı O’na gönülden
boyun eğmişlerdir. Çünkü evren ve içindekiler O’nun eseridir. Evrende her
şeyin düzenini büyük kuvvet ve kudret sahibi olan Allah sağlamaktadır.
Evrendeki bu muazzam düzenin kendiliğinden var olduğunu ve kendiliğinden hareket halinde olduğunu iddia etmek, ancak olsa olsa deliliktir, her
* Gelgit veya Med Cezir: Bir gök cismi üzerinde başka gök cisimlerinin
uyguladığı kütle çekimi kuvvetleri nedeniyle oluşan çevrimsel biçim
bozulmaları demektir. En çok bilineni, Ay ve Güneşin göreli konumlarındaki değişmelerin etkisiyle yer yüzeyinde deniz düzeyinde ortaya
çıkan dönemli değişmelerdir.
125
Mahmut Kaya- Muammer Dizer, “Ay”, s. 182-186; Celal Yeniçeri- Yavuz Unat,“Güneş”, s. 288-294
Evren ve Evrenin Varoluşu
61
şeyi ve kendi varlığını inkar etmek demektir. Kur’an-ı Kerim’ın ifadesiyle,
sağır, dilsiz ve kör olmak demektir. İşte bu düzen, Allah’ın varlığını en açık
bir şekilde göstermektedir. Hatta O’nun varlığını anlamak için başka tarafa
bile gitmeye gerek yoktur. İnsanın kendisi de bunun en açık diğer bir delilidir. İnsan bir varlığa dayanmak ve ruhunu sarsılmaz bir köke bağlamak
ihtiyacındadır. Ancak dünyada mükemmel yoktur, mükemmeli düşünürüz.
Biz insan olarak eksiğiz, mükemmel değiliz. Mükemmel olan sadece ve
ancak Allah’tır. Mükemmel olduğunu bilmemizi ısrarla istemektedir. Allah’ın yarattığı her şey de mükemmeldir. Büyük hacimlere sahip ve her biri
şaşırtıcı bir hızla birbirine çarpmadan, her biri kendi yörüngesinde seyreden bu sayısız yıldızları bir düzenleyen ve idare eden yok mudur? Evrendeki bu düzen tesadüf eseri midir? Elbette ki, bunun bir yaratıcısının olması gerekir. O, her yerde vardır, ancak sahip olduğumuz bu göz ile görülmez, O’nu ruh gözümüzle sezeriz.
“De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakınız? Fakat ayetler
ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz.”126 buyurmaktadır.
Ayette yer ve göklerdekilere ibret gözüyle bakılması istenmektedir.
Bu tür kanıtların ve peygamberler tarafından yapılan uyarıların, aklını doğru yolda kullanmayanlar için iman yeteneğini kaybedenlere fayda etmeyeceği belirtilmektedir. Böylece inanmayanları, buna zorlamanın faydasız olduğuna dair bir psikolojik tahlil yapılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de cehennemin halini tasvir ederken Allah, “…Cehennemin ateşi dindikçe (sönmeye yüz tuttuğu zaman), onlara çılgın
ateşi artırırız.”127 buyurmaktadır.
Acaba cehennemin ateşi nasıl kendi kendisini yeniliyor? Biz bundan,
dünyadaki güneşin durumuna da bir işaret sezmekteyiz. Güneş, devamlı
yanan bir ateştir. Dünya var olduğundan beri bu ateş yanıp durmaktadır.
Bu nasıl oluyor, güneş nasıl ısısını kaybetmiyor? Güneşin içindeki atomlar,
devamlı parçalanmakta ve bu zincirleme parçalanmadan devamlı olarak
güneşin harareti yenilenmektedir. Bu durum, kıyamete kadar böyle devam
edecektir. İşte Cehennem ateşinin de devamlı olarak kendini yenileyerek
artması, güneşin haline benzemektedir.
126
127
Yunus, 10/101
İsra, 17/97
62
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Kur’an-ı Kerim’de “Necm” ve “Kandil” kelimeleri ile ifade edilen yıldızlar, ayetlerdeki kullanımda iki temel vasfa sahiptir. Biri ışık kaynağı olmaları, diğeri yön tayininde ve yol bulmada faydalı olmalarıdır. Özellikle
kıyamet tasvirlerinin yapıldığı surelerde, yıldızların ışıklarının söndürüleceği ve karartılacağı ifade edilmektedir. Kendisi de bir yıldız olan güneşten
bahsedilirken “Kandil” kelimesi kullanılmaktadır. Gökyüzünü süsleyen yıldızlardan da bahsedilirken, “Kandil” kelimesi kullanılır. Ay için özellikle
“Nur” kelimesi kullanılır. Yani yıldızlarla, yıldız olmayan cisimlerin ayırımı
yapılmıştır ki, bu Kur’an-ı Kerim’in önemli mesajlarından birisidir.
Yıldızlar ile ilgili ayetlerde; yön tayininden bahsedilen ayetler incelendiğinde, insanların gökyüzündeki yıldızlardan faydalanarak doğru yönleri tespit ettikleri anlaşılmaktadır. Bu ayetlerin hepsinde “Necm” kelimesi
kullanılmıştır. Orta çağda coğrafi keşiflerin başlamasında çok önemli rolü
olan pusulanın icadından önce, gece yolculuklarında yön tayini sadece
yıldızlara göre tespit edilmekteydi. Kur’an-ı Kerim: “Hayır, yıldızların yerlerine (mevkilerine) yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.”128 buyurmaktadır.
Yıldızların doğduğu veya battığı yerler, dolaştığı menziller, yani yörüngeler ve özellikle kıyamet sırasında yıldızların düşeceği yerler şeklinde
açıklanmaktadır.
Ayrıca “O Allah ki, gökleri, sizin görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti...”129 buyurmaktadır. Bir şeyi yükseltmek, onu etrafındakilerden uzaklaştırmak demektir. “Çekim”i böyle tarif etmek mümkündür.
Gökler yıldızları, ayı ve güneşi içine alır. Allah, bunları bir direkle yükseltmiştir. Ama bu direk, bizim görebileceğimiz türden bir direk değildir. Bu direk, cisimler arasında bulunan itme kuvvetidir. Gök cisimleri, birbirini itmekte ve böylece birbirinden uzaklaşmakta ve yükselmektedir.
Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “Allah, sizin görebileceğiniz
bir direk olmadan gökleri yarattı…”130
“…Göğü, arz (yer) üzerine düşmekten tutuyor. Ancak Allah’ın
izniyle düşer...”131
128
129
130
131
Vakı’a,56/75-76
Ra’d, 13/2
Lokman, 31/10
Hac, 22/65
Evren ve Evrenin Varoluşu
63
Yer ve gök dengesi ile birlikte evrendeki bütün yasaların ve oluşların
tamamı Allah’ın dilemesine ve yaratmasına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir.
Yani cisimler birbirini çekmekte, gök yer üzerine düşmek istemektedir. Ancak görülmeyen bir direkle Allah, bunları birbirinden belirli uzaklıkta
tutuyor ve birbiri üzerine düşmelerine engel olmaktadır. .Fakat zamanı gelince Allah’ın izniyle gökler, yer üzerine düşecek ve cisimler birbirine çarparak parçalanacaktır. Görülmeyen direk, cisimler arasında bulunan bu
güçlere delalet etmektedir. Bu itme ve çekme güçleri denktir.
Bu güçler arasındaki denge ile ilgili Kur’an-ı Kerim: “Allah, göğü
yükseltti ve dengeyi koydu.”132
“Gök” anlamına gelen “sema” kelimesiyle, üzerimizde yükselen uçsuz bucaksız alemin, milyarlarca galaksi ve gök cisminin içinde yer aldığı
ve belli bir düzene göre hareket ettiği kozmik uzayın kastedildiği söylenebilir. “Göğün yükseltilmesi” hakikat anlamı esas alınarak bize nispetle
yüksekte olması veya mecazi anlamda düşünerek manevi bir yüksekliğe
sahip olması şeklinde yorumlanabilir. Allah, evrende denge kanunları
koymuştur. Bütün varlık ve oluşlar arasında, evrenin belirli bir sistem dahilinde yürümesini sağlayan bir genel denge mevcuttur.
Bilindiği gibi her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece azalır, nefes almak zorlaşır. 15-16 bin metre yükseklikte basınç o kadar düşer
ki, damarlardaki kan, dışarı fışkırır ve 22 bin metre yükseklikte özel cihazlar olmadığı takdirde, insan nefes alamaz, göğsü daralır ve ölür. İlim dünyasının tespit ettiği bu gerçek, Kur’an-ı Kerim’in söylediği ile aynıdır. Kaldı
ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), ne uçağa binmiş ve ne balonla göğe uçmuştur
ki, göğe yükselmekle hava basıncının düştüğünü, oksijenin azaldığını ve
insan göğsünün daraldığını bilebilsinler. O halde bu bilgi kendisine başka
kaynaktan, yani Allah’tan geliyordu. İşte konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “Allah kimi hidayete sevk etmek isterse, onun göğsünü İslam’a
açar. Kimi de delalete (saptırmak) terk etmek isterse, onun göğsünü
sanki göğe yükseliyormuş gibi daraltır ve sıkıntılı yapar. Allah inanmayanlara azabı (sıkıntıyı) işte böyle verir.”133 buyurmaktadır.
132
133
Rahman, 55/7
En’am, 6/125
64
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Allah, birinin hidayete ulaşmasını dilerse onun gönlünü İslam’a açar,
ona sevdirir ve kabul ettirir. Eğer birinin haktan uzak kalmasını istiyorsa
onun da kalbine hakkı benimseyip sevmesini engelleyici bir darlık ve sıkıntı verir. Bilindiği gibi, yükseğe çıkıldıkça hava basıncı düşer ve irtifanın artması oranında nefes almak da güçleşir. Böyle bir tabiat kanununun henüz
bilinmediği bir dönemde, Kur’an-ı Kerim’in bu kanunu açıkça ifade etmesi,
onun kesin bir mucizesidir.
Kur’an-ı Kerim, rüzgarın “aşılayıcı” özelliğinden bahseder: “Aşılayıcı olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri
onunla suladık. Onu toplayıp depolayan da siz değilsiniz.”134 buyurmaktadır.
Bitkileri aşılayan rüzgarın, canlıların su ihtiyaçlarını karşılayan yağmurlar da Allah’ın hazinelerinden gelen nimetlerdir. Rüzgar esmese aşılanma olmaz, yağmur yağmasa canlılar su bulamaz ve hayat sönerdi.
Bunları insan depolamış da olsa, o depolardan gelmiyor. Hepsinin hazinesi Allah’a aittir. Her an yaşadığımız bu olaylar bize normal ve sıradan geliyorsa da, her birinde Allah’ın sonsuz kudreti vardır. Yeryüzündeki suyun
önce güneşten gelen yeterli ölçüdeki ısıyla buharlaşması, buharların uygun meteorolojik şartların yardımıyla ve ayrıca esen rüzgarların, fırtınaların denizlerden kaldırdığı tuz zerrecikleri ve karalardan kaldırdığı toz zerreciklerinden oluşan yoğunlaşma çekirdekleri sayesinde üst atmosfer tabakasına taşınması ve burada uygun fiziksel ortamda tekrar yoğunlaşarak
kazandığı ağırlıkla, hızında ivme olmadan ve tahribata yol açmayacak ölçüdeki sabit bir hızla yere inmesi olayıdır.
Ayette geçen “aşılama” kelimesinin Arapça karşılığı hem bitkilerin ve
hem de bulutların aşılanması anlamını taşımaktadır. Nitekim modern bilim
rüzgarların her iki işleve de sahip olduğunu göstermiştir. Rüzgar, bitkilerin
eşleşme görevini yaparlar. Rüzgar aracılığı ile bitkilerin dişi ve erkek üreme hücreleri birbirine ulaştırılarak, dünyadaki bitki hayatının devamı sağlanılır. Ayrıca rüzgar, yağmur damlasının oluşmasında rol oynayacak kristalleri taşıyarak bulutları aşılamış olurlar ve daha birçok görevleri vardır.
Ayette rüzgarın bir aşılayıcı olarak gönderildiği ifade edilmektedir ki,
bugün ilim, yağmurun yağmasında rüzgarın büyük bir rol oynadığını ve
aynı zamanda bitkiler üzerinde eserken, onların erkek tohumlarını dişi tohumlarının üzerine kondurmak suretiyle onları aşıladığını ispat etmektedir.
134
Hicr, 15/22
Evren ve Evrenin Varoluşu
65
Bu ayette ayrıca, gökten inen yağmur sularının yer katmanlarında stok
edildiği ve buralardan insanlığın ihtiyacı karşılandığı ifade edilmektedir.
Kısaca, yeryüzündeki birçok bitki, insanlar ve hayvanlar gibi dişi ve
erkek olmak üzere farklı cinsiyetlere sahiptir. Hayvanlar ve insanlar sahip
oldukları hareket etme yeteneği sayesinde ürerler. Oysa, bitkilerin eşleşme için birbirlerine yaklaşma imkanı yoktur. İşte rüzgarlar bu sorunu hallederler. Rüzgarlar aracılığıyla bitkilerin dişi ve erkek üreme hücreleri birbirine ulaştırılarak, dünyadaki bitki hayatının devamı sağlanır. Bir çok bitki
rüzgardan polen yakalayacak şekilde mükemmel yaratılmıştır. Kozalaklar,
çiçek salkımları ve diğer yapılar hava akımlarına kanallar oluşturur ve
sperm üreten polenler, bu kanallar sayesinde üreme alanlarına gelir. Bitkiler havaya sperm üreten polen tohumlarını fırlatırlar. Daha sonra hava
akımları bu tohumları aynı türden diğer bitkilere taşır. Ovül*’e gelen polen
burada yumurtayı döller ve böylece ovüller tohuma dönüşür.
Yağmur dünya üzerindeki hayat için en önemli faktörlerden birisidir.
Kur’an-ı Kerim yağmurların oluşumu, miktarları ve etkileri konusunda da
önemli bilgiler vermektedir. Kur’an-ı Kerim’in indirildiği dönemin bilim dünyası tarafından asla bilinmeyecek olan bu bilgiler, bizlere Kur’an-ı Kerim’in
ilahi bir kelam olduğunu göstermektedir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “O, gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi (memleketi) canlandırdık (dirilttik). İşte siz de, böyle diriltileceksiniz (kabirlerinizden çıkarılacaksınız).”135 buyurmaktadır.
Ayette ifade edilen “miktar” kelimesi yağmurun birkaç özelliği ile ilgilidir. Öncelikle dünyaya yağan yağmur miktarı hep aynıdır. İlim dünyası,
yeryüzünde bir saniyede, 16 milyon ton suyun buharlaştığını hesaplamıştır. Bu durum, aynı zamanda bir saniyede dünyaya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir devir daim dengesi içinde , “bir ölçüye göre” dönüp dolaşmaktadır. Yağmurun sahip olduğu ölçülerden birisi de dönüş hızıyla ilgilidir. Yağmur bulutlarının minimum yüksekliği 1.200 metredir.
Yağmur damlasıyla aynı ağırlık ve büyüklükteki bir cisim bu yükseklikten
bırakıldığında, giderek hızlanarak yere yaklaşık 558 km/saatlık bir hızla
düşecektir. Dolayısı ile büyük bir zarar vermiş olacaktır. Ancak yağmur
damlaları ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yağmur damlalarının
ortalama hızı, yere ulaştıklarında sadece 8-10 km/saattir. Bunun nedeni
* Ovül: Tohumlu bitkilerde, döllenmeden sonra tohumu meydana getiren yapıdır.
135
Zuhruf, 43/11
66
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
ise, yağmur damlalarının aldığı özel biçimdir. Bu biçim, atmosferin sürtünme etkisini artıran ve belirli bir limit hıza ulaştığında, daha fazla hızlanması engelleyen biçimdir. Ayrıca yağmurun yağmaya başladığı atmosferin
katmanlarında ısı, sıfırın altında 40 dereceye kadar inebilir. Ancak buna
rağmen yağmur asla buz kalıplarına dönüşmez. Bunun nedeni ise, atmosferdeki suyun saf su niteliğinde olmasıdır. Çünkü saf su, çok düşük ısılarda bile kolay kolay donmaz.
Yağmurun nasıl oluştuğu uzun süre insanlar için bir sırdı. Ancak hava radarlarının keşfedilmesinden sonra, yağmurun hangi evrelerden geçerek oluştuğu kesinlik kazandı. Buna göre, yağmur üç evreden geçerek
oluşur. Önce rüzgar yoluyla yağmurun “hammaddesi” havalanır. Daha
sonra bulutlar meydana gelir ve en son olarak da yağmur damlaları ortaya
çıkar.
Kur’an-ı Kerim yağmurun insan ve diğer canlılar için önemine işaret
etmektedir: “Gökten de mübarek (bereket ve rahmet yüklü) bir su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler (ekinler) bitirdik...”136 emrinde, rüzgarlar yolu ile gübre yüklü parçacıklar havaya kaldırılır ve bir süre sonra yağmur damlalarının içinde yere indiği ifade edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de, yağmurun oluşumu ile ilgili süreçlerden söz edilmektedir. Yağmurun oluşumu hakkında: “Allah O’dur ki, rüzgarları gönderir, böylece bunlar da bulutu kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça eder; nihayet onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Sonunda Allah kendi kullarından dilediğine
yağmuru verince, hemen onlar seviniverirler.”137 buyurmaktadır.
Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli
ortaya çıkmakta ve su zerreleri sürekli olarak gökyüzüne fırlamaktadır.
Tuzca zengin olan bu zerreler daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarılara doğru yol alırlar. Aerosol* adı verilen bu küçük parçacıklar
“su tuzağı” adı verilen bir mekanizmayla, yine denizlerden yükselen su
136
Kaf, 50/9
Rum, 30/48
* Aerosol: Bir katının veya bir sıvının gaz ortamı içerisinde dağılmasıdır.
Duman, sis ve spreyler örnek olarak gösterilebilir. 10 mikrondan daha
küçük çaplı sıvı veya katı parçacıklardan oluşan çok fazlı sistemdir.
Son yıllarda Aerosoller köpük veya jel şeklinde hazırlanmaktadır.
137
Evren ve Evrenin Varoluşu
67
buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar.
Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerrelerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bunların içindeki su damlacıkları
çok küçük olduklarından havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece
gökyüzü bulutlarla kaplanır.
Tuz kristallerinin ve toz zerreciklerinin etrafında bir araya gelen su
parçacıkları iyice yoğunlaşarak yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece
havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar, buluttan ayrılarak yağmur
biçiminde yere düşmeye başlarlar. Görüldüğü gibi yağmurun oluşumundaki her aşama, Kur’an-ı Kerim tarafından bildirilmektedir. Üstelik bu aşamalar doğru sıralama ile açıklanmaktadır.
Ayrıca yağmurun oluşumu ile ilgili olarak başka bir ayette:
“Görmez misin ki, Allah bir takım bulutları (çıkarıp) sürüyor;
sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlardan (dağlar
büyüklüğünde bulutlardan) dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar; (bu bulutların) şimşeğinin parıltısı
neredeyse gözleri alır!”138 buyrulmaktadır.
Yağmurun, şimşeğin ve dolunun nasıl oluştuğu, bu olaylarla ilgili tabiat kuralları bugün bilinenlerle aynen uyan bir şekilde anlatılmaktadır. Ancak bunların kendiliğinden değil, Allah’ın izni ve iradesiyle meydana geldiği
bildirilmektedir. İnsanların doğru görmeleri, değerlendirmeleri ve ders çıkarmaları teşvik edilmektedir.
Bulut tipleri üzerinde araştırma yapan bilim adamları yağmurun oluşumu ile ilgili şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Yağmur bulutları belirli
bir sistem ve aşamalar dahilinde oluşmakta ve şekillenmektedir. Bulutların
oluşum aşamaları bilimsel olarak tıpkı Kur’an-ı Kerim’in haber verildiği gibidir.
1- Sürülme Aşaması: Bulutlar, rüzgarlar tarafından bulundukları
yerden sürülürler.
2- Birleşme Aşaması: Rüzgar tarafından itilen bu küçük boyuttaki
bulutlar, sürüklendikleri yerde birleşip yeni büyük bulutları oluştururlar.
138
Nur, 24/43
68
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
3- Yığılma Aşaması: Küçük bulutlar birleştikten sonra büyük bulutun
içindeki yukarı doğru çekiş kuvveti artar. Bulutun merkezindeki yukarı çekiş kuvveti kenarlardaki çekişten daha güçlüdür. Bu yukarı çekişler bulutun
gövdesinin dikey olarak büyümesine neden olur. Böylece bulutlar yukarıya
doğru genişleyerek üst üste yığılmış olur. Bu, dikey olarak büyümüş bulutun gövdesinin atmosferin daha serin yerlerine doğru uzamasına sebep
olur. İşte bu noktada atmosferin serin bölgelerinde bulutta su ve dolu damlaları büyümeye başlar. Bu aşamaların sonucunda, su ve dolu damlaları
yukarı çekiş gücünün onları destekleyemeyeceği kadar ağırlaştıkları zaman da bulutlardan yağmur ve dolu şeklinde düşmeye başlar.
Unutmamak gerekir ki, meteoroloji uzmanları bulut oluşumu, yapısı
ve fonksiyonlerı ile ilgili detayları uçak, uydu, bilgisayar ve balon gibi gelişmiş olan eşyayı kullanarak yakın bir zamanda öğrenmişlerdir. Oysa
Kur’an-ı Kerim, 1400 yıl önce, insanların bilim ve teknikten mahrum olduğu bir zamanda bu durumu haber vermiştir.139
2- Kıyametin Kopması
Kendi akıbetini düşünmeyi unutan insanoğlunun en çok merak ettiği
şeylerden biri de dünyanın sonunun nasıl olacağıdır. Bu konuda birçok kıyamet senaryoları yazılmaktadır. Daha çok astronomik olaylar sonucunda
olması beklenen kıyametin bu yönüne Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde güneşin dürüleceği, yıldızların ve gezegenlerin döküleceği ve dağların pamuk gibi atılacağı şeklindeki birçok benzetmelerle olayın astrofizik yönüne
dikkat çekmektedir.
Dünyanın en hızlı bilgisayarı, karşılaşabileceğimiz muhtemel felaketlerin en büyüğünün bir tasvirini yaptı; yani bir kuyruklu yıldızın gezegenimize çarpmasının saniyede 1.000 milyar işlem yapabilme kapasitesindeki
söz konusu bilgisayar,140 üç boyutlu böyle bir kıyamet senaryosu için, bir
milyar ton ağırlığında ve bir km çapındaki bir kuyruklu yıldızın okyanusa
düşmesinin yol açacağı durumu ancak 48 saat gibi bir süre zarfında tespit
etti. Eğer dünyamız, güneş sistemi, samanyolu galaksisi ve diğer gök cisimleri arasında; yörünge ve hız bakımından müthiş bir ilim ve kudretin tecellisi olarak her an kontrol altında tutulan bir sistem mantığının olduğunu
139
140
www.İlme davet.com “Yağmurun oluşumu” 25.09.2011 tarihli
Sandia National Laboratories- ABD
Evren ve Evrenin Varoluşu
69
kabul etmezseniz, şuursuz sebeplerin ve akılsız tesadüflerin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayıp her gece evinizin çatısını çökertecek bir gök
taşının düşmesini bekleyebilirsiniz.141
Sayısını bilmediğimiz yıldızlardan sadece biri olan güneş, hayatın
devamı adına önemli bir konuma yerleştirilmiş ve muazzam enerji üretim
sistemiyle donatılmıştır. Güneş, ay ve diğer gök cisimleri, ulvi gayeler için
dünyaya hizmetkar kılınmıştır. Güneş bir bomba olup patlasa, bu, kainatın
sonu olan kıyametin dehşeti yanında çok küçük kalacaktır. Bu dehşetli
olay Kur’an-ı Kerim’de: Tekvir ve İnfitar surelerinin ilk ayetlerinde: “Güneş
dürülüp toplandığında”,142 “Gökyüzü yarıldığı zaman”143 şeklinde haber verilmektedir.
Güneşin dürülmesi; bazılarına göre İsrafil (a.s)’in Sur’a ilk üflemesinden önce, bazılarına göre ise, birinci ile ikinci üfleme arasında gerçekleşecektir. Bu kıyamet gününün en korkunç olaylarından biridir. Hem modern bilim ve hem de Kur’an-ı Kerim, bir gün evrenin sona ereceğinde ittifak halindedir. Modern bilim bu dehşetli kıyamet olayının sonrası hakkında
fikir yürütmezken, Kur’an-ı Kerim, detaylı beyanda bulunmaktadır.144
Kıyamet gününün nasıl dehşet verici bir gün olduğunu ifade etmek
ve insanları böylesine dehşetli bir gün için hazırlık yapmaya teşvik etmek
üzere, altısı kıyametin başlangıcından hesap zamanına kadar, altısı da
hesabın başlamasından itibaren gerçekleşecek on iki olay anlatılmaktadır:
1- Güneşin dürülüp kararması:145 Güneşin ışığının sönmesi veya
kütlesinin tamamen dağılması, yani işlevini kaybetmesi demektir.
2- Yıldızların dökülüp sönmesi:146 Güneş ışığının sönmesi, bir
kısmı parlaklığını güneşten alan diğer yıldızların da söneceğine işaret
edilmektedir.
141
142
143
144
145
146
Nazif Çetin, “Potansiyel Kıyameti Beklemek” Konulu Makalesi, Sızıntı
Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ocak/2000 (252), s. 561
Tekvir, 81/1
İnfitar, 82/1
Ömer D. İkramoğlu, “Güneşin Kıyameti”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık
Bilim ve Kültür Dergisi, Şubat/2005 (313), s. 28
Tekvir, 81/1
İnfitar, 82/2
70
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
3- Dağların sökülüp yürütülmesi:147 Yerkürede meydana gelecek
olan şiddetli sarsıntı sonunda dağların parçalanması ve yerlerinden koparak dağılması demektir.
4- Doğacak develerin başıboş bırakılması:148 Kur’an-ı Kerim’in indiği dönemdeki Arap toplumu develeri en değerli mal sayıyorlardı. Temsili
olarak kıyametin şiddetiyle karşılaşan insanın, böylesine değerli mallarına
dahi ilgi gösteremeyeceği mecazi olarak ifade edilir.
5- Yabani hayvanların toplanıp bir araya getirilmesi:149 Kıyametin şiddetinden dolayı yabani hayvanların bile yuvalarından fırlayarak, insanlardan korkmadan bir araya toplanmaları ifade edilmektedir.
6- Denizlerin kaynatılması:150 Şiddetli sarsıntı sonucunda yerkürede meydana gelecek volkanik patlamalardan dışarı püsküren mağmanın
deniz sularını ısıtarak kaynaması olarak ifade edilir.
7- Nefislerin amelleriyle birleştirilip şekillendirilmesi:151 Ölüm
anında bedenden ayrılmış olan ruhların kıyamet koptuktan sonra yeniden
dirilerek bedenle birleşmesi veya insanın aynı inanç ve ahlakı paylaştığı
insanlarla bir araya getirilmesi şeklinde de anlamak mümkündür.
8- Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi suçundan dolayı öldürüldüğünün sorulması:152 Cahiliye döneminde bazı Araplar, kız çocukları
yüzünden utanç duyduklarından dolayı onları diri diri toprağa gömerlerdi.
Ahrette sorgulama başladığından bu katiller, öldürdükleri kızlarıyla birlikte
hesaba çekilecekleri ifade edilmektedir.
9- Defterlerin ortaya serilmesi:153 İnsanlar öldüklerinde hesap gününde açılmak üzere, amel defterleri kapanır. Hesap gününde bu defterler
ortaya konduğunda herkes, dünyada iken hayır veya şer adına ne işlemişse kendi amel defterinde yazılmış olduğunu görür ve yaptıklarını hatırlar.
Dünyada yaptıklarımızdan dolayı hesaba çekileceğimiz ifade edilmektedir.
147
148
149
150
151
152
153
Kehf, 18/47; Nebe’,78/20; Müzemmil, 73/14
Hac,22/1-2 ; İbn-i Aşur, XXX.142-143
Şevkani, V,450; Müslim, Birr,60; Tirmizi, Kıyamet, 2
Tur, 52/6; İnfitar, 82/3; İbn-i Aşur, XXX,143
İbn-i Aşur, XXX, 144; Şevkani, V, 450-451
Nahl, 16/58-59; En’am, 6/151; İsra, 17/31
Hakka, 69/19-28; İsra, 17/13-14; Kehf, 18/49
Evren ve Evrenin Varoluşu
71
10- Gökyüzünün sıyrılıp açılması:154 Gökyüzü yerle birlikte yok
olacak, insanın önündeki maddi engel kalkacak ve madde ötesi ile yüz yüze gelinmesi sağlanacaktır. Bu anlamda gökyüzü açılınca gayb aleminin
gizli gerçeklerinin açığa çıkacağı ifade edilmektedir.
11- Cehennem ateşinin yakıcılığının artırılması:155 Cehennem
ateşinin işlevine hazır hale getirilmesini ifade eder.
12- Cennetin yaklaştırılması:156 Dünya hayatını Allah’a sevgi ve
saygı şuuru içinde yaşayan takva ehli kullarına cennetin yaklaştırılmasından maksat, takva ehline verilen tatlı bir heyecanla, oraya girme zamanının yaklaşması ifade edilmektedir.
Ayrıca kıyametin kopması ile ilgili, Kur’an-ı Kerim’den diğer bazı
ayetler:
“Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde” “Dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde” 157
“O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük
bölük indirileceklerdir.”158
“Gök yarılıp da kızarmış yağ renginde gül gibi olduğu zaman.”159
“Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar.”160
“Gökyüzü bile onunla (o günün dehşetiyle) yarılacaktır…”161
“Gökyüzü açılır ve orada pek çok kapılar açılır.”162
“Dağların da atılmış renkli yüne dönüştüğü gündür.”163
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
Tekvir, 81/11
Şuara, 26/91
Şuara, 26/90; Kaf, 50/31
Tekvir, 81/2-3
Furkan, 25/25
Rahman, 55/37
Hakka, 69/16
Muzemmil, 73/18
Nebe’, 78/19
Karia, 101/5
72
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Evrenin bir başlangıcı olduğu gibi, elbette bir sonu da olacaktır. Bu
sonun nasıl olacağı ile ilgili bilim adamlarının çalışmaları hızla devam etmektedir. Evrenin nasıl son bulacağı konusunda hakim iki görüş olup, bunlar arasındaki çekişmeye son nokta konmak üzeredir. Birinci görüşe göre, evrenin şu anda devam etmekte olan genişlemesi duracak ve tersine
dönecek, yani evren büzülerek kendi içine çökecektir. İkinci görüşe göre
ise, evrenin genişlemesi süreklilik göstermekte olup, yaklaşık trilyon yıl
sonra yıldızlar yakıtlarını tüketecek ve söneceklerdir. Son yapılan çalışmalardan çıkan sonuçlarla, ikinci görüş ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bilimsel verilerle tespit edilmiş bulunan genişlemenin durabilmesi için çekim
kuvvetinin yetirince etkili olması gerekmektedir. Bütün teorilere göre başlangıçta çok yoğun olan evren bir balon gibi şişerek hızla genişlemiştir.
Genişlemenin devam etmesi ile birlikte eğrilik yarıçapı∗ büyümekte, eğrilik ise giderek azalmaktadır. Bu gün ise, bu genişlemenin çok artmasından
dolayı evren tamamıyla düz bir konumdadır. Einstein’in çekim teorisi, evrenin eğriliği ile kütle miktarı arasında bir ilişki kurmaktadır.
Evren, genişlemesini durdurup kendi içine çökemeyeceğine göre,
acaba bir sonu olmayacak mı? İvmelenerek genişleyen kainatı başka bir
son beklemektedir. Kabaca trilyon yıl sonra bütün yıldızlar yakıtlarını tüketecek ve söneceklerdir. Daimi karanlık içerisinde zaman zaman aydınlanmalar olacak, büyük yıldızlar kendi içlerine çökecek karadelik haline gelecektir. Yukarıda ifade edilen yıldızların bir trilyon yıl sonra yakıtlarını tamamen tüketmesi ile “ısının ölümü” denilen termodinamik kıyamet başlamış
olacaktır. Ancak güneş sistemimiz için kıyamet bundan çok önce gerçekleşebilir. Güneşin yakıtını tüketmesi bizim sonumuz olacaktır. Kur’an-ı Kerim’de kıyamet anlatılırken göğün ve yerin yaratılması, yıldızların düşmesi,
denizlerin kaynaması, dağların yürümesi veya pamuk gibi atılması, ay ve
güneşin bir araya gelmesi ve güneşin dürülüp ışığının alınması gibi belirtiler verilmektedir. Bütün bu belirtiler, güneş sisteminden daha büyük ölçekte ve en azından galaksi ölçeğinde yakınlara işaret edilmektedir. Kim bilir
belki dünya ve etrafındakiler bir karadeliğe doğru seyahat etmektedirler.
Her ne kadar evrenin sonu bugünkü bilgilerimizle tam olarak kestirilemese
de, evrenin genişlemesi sabit bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Bu
* Eğrilik Yariçapi: Eğrinin bir noktadaki eğriliğinin tersi olan sayıdır. Eğrilik K harfiyle gösterildiğine göre, eğrilik yarıçapı R=1/K’dır. Doğrunun
eğriliği sıfır, eğrilik yarı çapı sonsuzdur.
Evren ve Evrenin Varoluşu
73
genişlemenin sürekli devam edeceği de bulunmuştur. Evrenin genişlemesini 1400 yıl önce haber veren Kur’an-ı Kerim’in “Göğü gücümüzle biz
kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.”164 emirde, geniş zaman kullanılması her iki gerçeği da teyit eder mahiyettedir. 165
Kur’an-ı Kerim, kıyametten ve onun işaretlerinden bahsederken, aniden geleceğini, bir an dahi sürmeyeceğini ve bir göz açıp yummadan daha
hızlı olacağını haber vermektedir.
“ Bizim emrimiz yalnız bir tektir. Bir göz açıp yumma gibidir.(anında gerçekleşir)”166
“ Göklerin ve yerin gaybı, Allah’a aittir. Kıyamet’in kopması, sadece bir göz açıp kapama gibi, ya da daha az bir zamandır. Şüphesiz
Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”167
Vakti geldiğinde ilahi kudretin göz açıp kapayacak kadar kısa bir süre içinde kıyamet olayını gerçekleştireceği ifade edilmektedir. Allah’ın iradesini belirleyecek veya etkileyecek hiçbir güç bulunmadığı gibi, kudretine
sınır düşünülemeyeceğine vurgu yapılarak, iradesi yönünde her şey anında gerçekleşir.
Bu emirler, kıyametin hızını göstermektedir. Vakti geldiğinde ilahi
kudretin göz açıp kapayacak kadar kısa bir süre içinde kıyamet olayını
gerçekleştireceği ifade edilmektedir. Kıyamet koptuğu zaman neler olacak? Bu konudaki ayetler, kıyamet koparken denizlerin kaynayıp ateş kesileceğini ifade etmektedir. Kıyamet koparken ısınan ve kaynayan deniz
olarak anlaşılması da uygun olabilir. Kıyametin kopması ile meydana gelen şiddetli sarsıntı sonucunda yerkürede meydana gelecek olan volkanik
patlamalardan ve derin çatlaklardan dışarı püsküren mağmanın ve lav kütlelerinin deniz sularını ısıtıp kaynatması veya dünyanın şiddetle sarsılmasının ve dağların parçalanıp yok olmasının doğal sonucu olarak denizlerin
birbirine karışması ve tek deniz haline gelmesi şeklinde de anlaşılabilir.
Denizlerin birbirine katılmasını, dünyanın şiddetle sarsılması, dağların
164
165
166
167
Zariyat, 51/47
Doç.Dr. M. Sami Polatöz, “Kainatın Geleceği” Konulu Makalesi, Sızıntı
Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Eylül/1998 (236), s.356-358
Kamer, 54/50
Nahl, 16/77
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
74
parçalanıp yok olması, denge ve düzenin bozulması gibi olaylar sonunda
dünyayı denizlerin kaplaması şeklinde anlamak da mümkündür. Kur’an-ı
Kerim’de kıyametin nasıl kopacağını haber veren diğer bazı ayetler:
“ …Kaynatılmış denize andolsun ki, Rabb’inin azabı elbette gelecektir.” “O gün gök sallanıp çalkalanır.” 168
“ Denizler kaynatıldığı zaman.”169
“ Denizler kaynaştığı (kaynayıp fışkırtıldığı) zaman.”170
“ Göğün açık bir duman (göğü kaplayacak kıyamet alameti olan
duman) getireceği günü bekle.” “ (O duman) insanları bürür. Bu, elem
dolu bir azaptır.”171
“Onu gördüğünüz gün (kıyamet günü), her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da
sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah’ın azabı çok dehşetlidir!”172
Kıyamet ve ahiret gerçeği hatırlatılarak, bu gerçeğin de iyi kavranması için somut bir tasvire yer verilmiştir. Kıyamet sarsıntısının sıradan bir
olay olmadığı ifade edildikten sonra, herkesin o ana ait sahneleri gözünde
canlandırmasına imkan verecek örneklere değinilmektedir. Emzikli kadınların çocuklarını emzirmeyi dahi akıllarından çıkaran bir dehşete kapılmaları, hamile kadınların düşük yapmalarına yol açan bir şok yaşamaları, insanların gerçekte sarhoş olmadıkları halde, sarhoş gibi davranmaları veya
görünmeleri bu olayın olağanüstü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“O halde inkar ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek
olan bir günün (kıyametin) azabından kendinizi nasıl koruyacaksınız?”173
168
169
170
171
172
173
Tur,52/6-7-9
Tekvir,81/6
İnfitar,82/3
Duhan, 44/10-11
Hac, 22/2
Müzemmil, 73/17
Evren ve Evrenin Varoluşu
75
İnsanlar uyarılarak, kıyamet gününün dehşetinden dolayı çocukların
yaşlanacağını veya kıyamet olayı karşısında insanların güçlerini kaybedeceklerini gösteren temsili bir ifade olduğu şeklinde yorumlar vardır.
İlim adamları, kıyametin kopması konusunda çeşitli görüşler ortaya
attılar. Önceleri dünyanın sonu hakkında en doğru kabul edilen görüş:
Güneş hararetini kaybetmektedir. Bir gün gelecek ki, güneşin harareti tamamen sona erecek, bitki ve hayat ortamı kalmayacağından dolayı hayat
sönecektir. Fakat sonradan anlaşıldı ki, güneşin harareti daima tazelemektedir. Anlaşılan daha milyonlarca yıl, dünya hayatı devam edebilir. Nihayet
çağımızda atomların zincirleme parçalanması olasılığı üzerinde durulmaktadır.
İki Hidrojen atomu birleştiği zaman Helium* meydana gelir. Bundan
bütün evreni saran yanıcı Eton doğar. O zaman gök, zikredilen ayetlerin
emirlerine göre ateş olur. Ayetlerde kıyamet tasvirleri yapılmaktadır. Cehennem azabının kısa, fakat kuşatıcı ve oldukça etkileyici bir anlatımı olan
bu ayetlerde, ilahi kudret ve hikmetin verdiği düzen içinde varlığını sürdüren gök cisimlerinin vakti gelince, yine Allah’ın iradesiyle erimiş madenlere, dağların atılmış yüne ve pamuğa dönüşeceği bildirilerek insanlar uyarılmaktadır. Bu tasvirden sonra da insanın uğradığı durumdan sarsıcı bir
kesit verilmekte olup, psikolojik bunalım ve korkuya kapılacağı anlatılmaktadır. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:
“Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül haline geldiği
zaman (haliniz nice olur)”174
“O gün (kıyamet günü) yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar çöküntü
ile akıp giden küm yığınına döner.”175
“O gün gök, erimiş maden gibi olur.” “Dağlar da atılmış renkli
yüne döner.”176 buyurmaktadır.
* Helium: Doğalgaz kaynaklarından elde edilir. Asal bir gazdır. Her türlü
balonun şişirilmesi için en doğal ve emniyetli gazdır. Havada az miktarda bulunun soy gazlardandır. Molekül ağırlığı: 4.00 ‘dur. Atom
Numarası: 2’dır. Yoğunluğu: 0.13’dur. Simgesi: He ‘dir.
174
Rahman, 55/37
175
Müzemmil, 73/14
176
Me’aric, 70/8-9
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
76
Eğer gökte herhangi bir negatif proton, diğer bir atomdaki pozitif protonla birleşirse, bunun bütün evreni nasıl aniden yıkacağını; insanı, hayvanı, bitki, su, yer, gök ve her şeyi nasıl yok edeceğini tasavvur edebilmemize imkan yoktur. Denizlerin birbirine katılmasını, dünyanın şiddetle
sarsılması, dağların parçalanıp yok olması, denge ve düzenin bozulması
gibi olaylar sonunda, denizlerin dünyayı kaplaması şeklinde anlamak
mümkündür. Kur’an-ı Kerim, bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağıldığı (saçıldığı) zaman, denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman.”177
Kıyametin kopma zamanı geldiğinde, gökteki yıldızların Allah’ın emrine boyun eğerek yörüngelerinden çıkarak, birbirlerine çarpmak suretiyle
parçalanacakları anlatılmaktadır. Yeryüzünde meydana gelecek bu değişiklikler sonunda yerin, içindeki ölüleri, maden ve diğer şeylerden, ne varsa hepsini dışarı fırlatacağı bildirilmektedir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı
Kerim:
“Gök yarıldığı ve Rabbine boyun eğdiği zaman ki, gök boyun
eğecektir. Yer uzatılıp dümdüz edildiği zaman ve içindekileri dışarı
atarak boşaldığı zaman ve yer Rabb’ine boyun eğdiği zaman ki, yer
boyun eğecektir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir.”178 buyurmaktadır.
“Sur’a üfürülür; işte bu, geleceği vaat edilen gündür.”179
“O gün Sur’a üflenir ve biz o zaman günahkarları, gözleri (korkudan) gömgök bir halde mahşerde toplarız.”180
Ayette günahkarların o günün dehşeti karşısındaki durumu tasvir
edilmektedir. Bunu, onların gözlerinin korku ve şaşkınlıktan donuklaşmış
bir halde olacağı şeklinde anlamak mümkündür.
“Sur’a bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarptırıldığı zaman, işte o gün, olacak olur, kıyamet
kopar.” 181
177
178
179
180
181
İnfitar,82/1-2-3
İnşikak, 84/1-2-3-4-5
Kaf, 50/20
Ta ha, 20/102
Hakka, 69/13-14-15
Evren ve Evrenin Varoluşu
77
“Sur’a üfürüldüğü gün, (Allah’ın diledikleri müstesna) göklerde ve
yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak
O’na gelirler.”182
Geleneksel İslam inancına göre, dört büyük melekten biri olan İsrafil
(a.s), sur denilen alete iki defa üfleyecek, ilk üflemede evrendeki bütün
canlılar ölecek ve ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir. Kıyamet
sahnelerini tasvir eden bu ayetlerde, kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini ve dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağı anlatılmaktadır. Sonuç olarak evren, dumandan şekillenip bu hale gelmişti ve
tekrar duman haline geri dönecektir. İnsanları ve diğer varlıkları yeryüzünde tutan ve evrendeki cisimlerinin düzen içinde devamını sağlayan çekim
kanunudur. Bu kanun, kalktığı zaman insanlar, uzayda uçuşacaklar, dağlar ve dünyanın diğer parçaları birbirinden çözülüp atılmış renkli yün gibi
savrulacaktır.
“Göğü biz kudretimizle yaptık ve onu genişletmekteyiz.”183
Kur’an-ı Kerim’in emrettiği gibi, göğün muhteşem yapısı ve düzeninin Allah’ın kudretine bağlı olduğu ifade edilmektedir. Evrenin genişleme hareketi tersine çevrilecek, bütün gök cisimleri birbirine çarpacak, atomlar tutuşacak, her tarafı bir ateş ve duman saracak ve böylece evrenin sonu, başına dönmüş olacaktır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim: “…O (Allah), dilediği
zaman, onları tekrar bir araya getirmeye de gücü yetendir.”184 buyurmaktadır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim: “O gün göğü, kitapları dürer gibi düreceğiz. İlk yaratmağa başladığımız gibi iade ederiz (ilk yarattığımız andaki
haline sokarız.). Biz bunu muhakkak yapacağız.”185 buyurmaktadır.
Allahın uçsuz bucaksız gökleri kağıt tomarlarını dürer gibi katlayıp
dürmesi, onun kudretinin büyüklüğünü ifade eder. Kıyamet gününde bütün
yeryüzünün yalnızca Allah’ın yönetiminde bulunacağı ve göklerin de onun
kudretiyle dürülmüş olacağı ifade edilmektedir. Allah, evreni yoktan yaratmış ve sürekli olarak genişletip bugünkü haline getirmiştir. Kıyamet gününde yine sonsuz kudretiyle onu dürerek önceki haline getirecektir.
182
183
184
185
Neml, 27/87
Zariyat, 51/47
Şura, 42/29
Enbiya, 21/104
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
78
İlim de, Kur’an-ı Kerim’in bu emirlerinin gereği olarak dünyaya son
verileceğini söylemektedir. Bu dolayda ilim, Kur’an-ı Kerim’i doğrulamaktadır. Bu durum da Kur’an-ı Kerim’in önemli diğer bir mucizesidir.
Kıyametin ne zaman kopacağı konusunda Kur’an-ı Kerim:
“Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki:
Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası
açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu bilmiyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki:
Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır; ancak insanların çoğu bunu
bilmezler.”186
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini bilmek de O’na mahsustur. Siz O’na döndürüleceksiniz.”187
“Kıyamet vaktı de gelecektir; bunda şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır.”188
“Sur’a üflenince ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki
herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenince, bir de
bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.”189 buyurmaktadır.
Kıyamette yerde ve gökte olanların durumu açıklanmaktadır. Kıyamette birinci Sur, “Saika” kelimesi ile ifade edilmiştir. Her şeyi öldüren
şiddetli bir ses dalgasının benzeri olan saika, tamamen modern fizikte bile
taklit edilmek istenen ilmi bir gerçektir. Belli frekanstaki ses dalgalarının
canlıları öldürdüğü tespit edilmiştir. İkinci Sur’a “Radife”denir. Canlandıran bir ses frekansıdır. Radife Sur’unun mahiyeti bilim açısından meçhuldür. Belli frekansların hayat verici etkisi henüz bilim dünyasına yansımamıştır. Kıyamette canlıların, özellikle insanın diriltilmesi olayı ilahi bir mucizedir. Ancak bu emrin Sur ile İsrafil (a.s) meleğine verilmesinde de elbette
bir hikmet vardır. Bazı Kaplumbağaların yumurtalarına bakarak, yani gözlerinden çıkardıkları ışınlarla yavrularını geliştirdikleri bilinmektedir. Bu durum konuyu biraz daha kavramamıza yardımcı olmaktadır. Radife denilen
ikinci Sur’a ait ses dalgalarının ölmüş bedene yansıyan ruh gerçeğine ani
186
187
188
189
A’raf, 7/187
Zuhruf, 43/85
Hac, 22/7
Zümer, 39/68
Evren ve Evrenin Varoluşu
79
”hay” dirilme sırrı vermesi, dirilmemizin anahtarı olacaktır. Anlaşılan odur
ki Allah, birinci Sur ile ikinci Sur arasında bilmediğimiz zaman içinde, ölmüş olan beden hücrelerine özel bir var oluş sırrı vereceği ve ikinci Sur’la
birlikte yansıyan ruhun hazır olan bedene tam hayat vereceği açıktır.190
Ölmüş bedene ait hücrelerin genetik şifreleri Levh-i Mahfuz’da kayıtlı
olduğundan, bedenin dirilmeye hazır olması bir anlamda çürümüşlükten
kurtulması an meselesidir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim: “Gökleri ve yeri
yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mı? Elbette yeter. Çünkü O, hakkıyla yaratan ve hakkıyla bilendir.”191 buyurmaktadır.
Kıyamette “Semalarda” olup da ölen ve tekrar dirilecek olanlar kimler? Bu ilk safhada, ölüm henüz mekanların yıkılmadığı bir anda, ölüm getiren ses titreşimidir. Melekler başka mekanların varlıkları olmasından ve
kıyamette de ayrıca görevleri olduğundan ölecekler arsında değildirler.
Ayette “semalarda olanlar” denilmektedir. Zira yalnız “semada” denilse
idi, arzın yakın seması söz konusu olacaktı. Ancak Cinlerin bu emirdeki
yerleri kesindir. Semalarda olup da öleceklerden birisi de mutlaka cinlerdir.
Kur’an-ı Kerim, hem cinlere ve hem de insanlara hitap ettiği için, elbette
semalardaki cinler de hem ölecek ve hem de tekrar dirileceklerdir. Çünkü
onlar da mahşerde hesap vereceklerdir. Mahşer bilindiği gibi dünyanın sonu demektir. Bilim adamları dünyanın sonunu kesin olarak kabul etmekle
birlikte, nasıl ve ne şekilde olacağı konusunda çelişki içindedirler. Kesin bir
sonuca ulaşmış değillerdir.
Kur’an-ı Kerim’ın, “Her canlı ölümü tadacaktır. Şüphesiz kıyamet
günü yaptıklarınızın karşılığı size tastaman verilecektir.”192 emrinden
anlaşılan, İsrafil (a.s)’ın Sur’a birinci defa üflemesinden sonra kıyamet kopacak ve evrenin düzeni bozulup dünyada yaşayan bütün canlı varlıklar
aynı anda ölecek ve ikinci defa Sur’a üflemesinin sonunda, bütün insanlar
tekrar diriltilip dünyada yaptıklarından dolayı hesaba çekilmek üzere,
mahşer yerine sevk edilecek ve hesap işlemini takiben inanç ve amellerine
göre cennet veya cehenneme konulacaklardır. İnsan olarak bize düşen
görev, bu geçici dünyada Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşayarak ebedi saadeti kazanmak olmalıdır.
190
191
192
Dr.Haluk Nurbaki, a.g.e, s. 232-233
Yasin, 36/81
Al-i İmran, 3/185
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
80
3- Gökler ve Yer:
Kur’an-ı Kerim’de, göklerin ve yerin altı günde yaratılması ifadesi 8
defa geçmektedir. Bunların 4 tanesinde “göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı”, diğer ayetlerde ise, “göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin
altı günde yaratıldığı” ifade ediliyor. Bu ayetlerin 5 tanesinde “altı günde
yarattı” buyrulduktan sonra “tahtına kuruldu, yani Arş’a istiva etti” ifadesi yer almaktadır. Bu 7 ayetin dışında Ku’ran-ı Kerim’de yaratılışın süresi ile ilgili açıklama Fussilet suresinde yer almaktadır. Burada biraz daha
detaylı bir şekilde “yerin iki günde yaratıldığı, dört günde oradaki
rızıkların takdir edildiği, diğer taraftan semanın da iki günde, yedi
sema olarak düzenlendiği ifade edilmiştir.193 Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığına Kur’an-ı Kerim ayetleri kesin bir şekilde delalet etmektedir.
Ancak ne Kur’an-ı Kerim’de ve ne de sünnette, bu altı günün mahiyetini
açıklayan herhangi bir kesin delil yoktur. Bu günlerin her birisinde kesin
olarak neyin yaratıldığı tayin edilmemiştir.194
Kur’an- ı Kerim, göğün katlarından veya yedi kat gökten, yani göklerden bahsetmektedir: “Yedi göğü, kat kat yaratan O’dur. O Rahman’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydı çevir gözünü (gökyüzüne) görebilir misin bir çatlak?” “Sonra tekrar tekrar bak;
bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp, yorulmuş bir halde)
aciz ve bitkin halde sana dönecektir.”195
Evrenin eksiksiz yaratılışına, mükemmel işleyişine ve düzenine dikkat çekilmekte, böylece bu düzenin bir tesadüfle meydana gelmeyeceğini
ve varlığını devam edemeyeceğini ifade etmektedir. Bunun ancak üstün
bir ilim ve irade sahibi olan bir varlık tarafından yaratılması ile mümkün olduğu belirtilmektedir.
“Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar (insanlar, cinler ve melekler) Allah’ı tesbih ederler. Hiçbir varlık yoktur ki, O’nu
hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihini (dillerini bilmediğinizden) anlamazsınız. O, gerçekten Halim’dır (hemen cezalandırmaz,
mühlet verir) ve çok bağışlayandır.”196
193
194
195
196
Fussilet, 41/9-128
Said Havva, a.g.e, IV, s. 1914
Mülk, 67/3-4
İsra, 17/44
Evren ve Evrenin Varoluşu
81
Bütün insanlar Allah’ın varlığını tesbih ederler ve onun varlığına tanıklık ederler. Yani evrendeki her şey Allah’ın mutlak düzeni içinde işlemekte, O’nu tesbih etmekte ve O’nun varlığına tanıklık etmektedir. Biz farkında olsak da olmasak da, her şey hamd ile Allah’ı tesbih etmektedir. O
halde bütün varlık ve oluş mikrodan makroya bir tesbih faaliyeti sergiler.
Bu, makronun küçük modeli olan atomda da böyledir ve atomun büyütülmüş bir şekli olan galaksilerde de durum aynıdır.
“Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka (birbiriyle ahenkli)
nasıl yaratmış?”197
“Üstünüze yedi kat sağlam sema (gök) bina ettik”198
“ Andolsun ki, sizin üstünüze yedi yol (yedi kat gök) yarattık. Biz
yaratmaktan habersiz değiliz.(ve onları korumaktayız.)199
Buradaki yedi sayısının sınırlayıcı değil, çokluk bildirmek için kullanıldığı da düşünülebilir. Allah bütün yarattıklarını bilmektedir. O, hem yaratır ve hem de yarattıklarını bilir. İnsanın bulunduğu boyutun üstünde yedi
boyut daha olduğu şeklinde yorumlayanlar da vardır. Ancak ayette bu boyutların yapıları ve özellikleriyle ilgili hiçbir şey söylenmemektedir. Eğer bu
konuda bilgi verilmiş olsaydı, bizim boyutumuzun bilgileriyle anlamak
mümkün olmayacaktı.
“Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe
görevini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, Aziz, Alim Allah’ın takdiridir.”200
Yedi gök deyiminin evrendeki birçok kozmik sisteme delalet ettiği
düşünülebilir. Kozmik sistemlerin Allah’ın iradesiyle kurulup işlediğine işaret etmektedir. Biz,“yakın semayı kandillerle donattık” anlamındaki ilahi
emir, gökyüzünün çıplak gözle izlenebilen yıldızlarla donatılmış görüntüsünün tasviridir. Kesinlikle her şeye gücü yeten bir yaratıcının takdiriyle
gerçekleştiği ifade edilmektedir.
Günümüz bilim adamları evrenin mekanlarını şöyle tarif etmektedirler. İçten dışa doğru farklı manyetik mekan kuşaklarını temsil eder. En
merkezi kuşak içinde, yıldız kümelerini bulunduran Galaksi ve Galaksi
197
198
199
200
Nuh, 71/15
Nebe’ , 78/12
Mü’minun, 23/17
Fussilet, 41/12
82
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
gruplarından kurulu mekan ile bunun daha dışında Kuasar* lar bulunduran değişik radio-manyetik özelliğe sahip ikinci alan vardır. Bizim içinde
bulunduğumuz galakside yüz milyar gezegen tahmin edilmektedir. Dünyadan, ya da herhangi bir gezegenden uzaya bakıldığı zaman sonsuzluğa
doğru insanı, yedi manyetik mekan sarmakta ve çevirmektedir. Bunlar,
dünyadan evrene bakıldığında:
1- Güneş sistemi ile birlikte temsil ettiğimiz uzay mekanıdır. (Birinci
Gök)
2-Galaksimizin temsil ettiği uzay mekanıdır. (İkinci Gök)
3- Galaksi grubumuzun temsil ettiği uzay mekanıdır. (Üçüncü Gök)
4- Galaksi gruplarının ortaklaşa temsil ettiği evrenin merkez radiomanyetik mekanıdır. (Dördüncü Gök)
5- Kuasarların temsil ettiği evren mekanıdır. (Beşinci Gök)
6- Kaçan yıldızların temsil ettiği genleşen evren mekanıdır. (Altıncı
Gök)
7- Bunların dışındaki evrenin sınırsız sonsuzluklarını temsil eden evren mekanıdır. (Yedinci Gök)
İşte Kur’an-ı Kerim’in 1400 yıl önce açıkladığı yedi kat gök bunlardır.
Yedi kat sema kavramını anlayabilmek için Astrofiziğin*getirdiği bazı bilgileri bilmek gerekir. Sema katları akıl almaz mesafeleri temsil eder. Bu
semalardan birinden diğerine geçiş, hem hız yetersizliği nedeniyle ve hem
de manyetik gerilimleri aşması yönünden imkansızdır. Bu semalara intikal
için ışık hızını* aşmak ve maddi varlığı terk etmek gerekir. Yedi kat gökteki nizamın ahengi ve fizik sağlamlığının tanımı ayetlerde açıkça görülmektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim: “Andolsun, biz sizin üzerinizde yedi yol yarattık. Biz yarattıklarımızdan habersiz değiliz.”201 emrinde ifade edildiği
gibi, yedi kat sema, yani yedi yol tanımı geçmektedir. Bütün müfessirler
yedi yoldan kastedilenin, yedi sema olduğunu kabul etmişlerdir. Gerçek
olan da budur. Buradaki incelik, yedi semanın yedi mekan olarak tanınması amacı ile tarık (yol) olarak tarif edilmesindendir. Böylece yola bağlı olarak boyutlar, mekan mesafeleri ve sonsuz süratler de Kur’an-ı Kerim’in di-
* Kuasar : Yıldız doğuran tohum deposu yıldızlardır.
* Astrofizik : Gök cisimlerinin fiziksel yapısını, oluşumunu ve evrimini
inceleyen gökbilim dalıdır.
* Işık Hızı: Ortalama olarak 300.000 km/sn’dır. Işığın ve tüm diğer elektromanyetik dalgaların boşluktaki hızı 299.792.458 m/s dir.
201
Mü’minun, 23/17
Evren ve Evrenin Varoluşu
83
liyle açıklanmış olmaktadır. Ayrıca yedi semanın her noktasında uyum
vardır. Bir semadan diğerine geçişte, bu uyum ayrı bir özellik gösterir. Yani
yedi sema, kendi aralarında uyum halindedir. Ancak bir semadan diğerine
geçiş muhtemelen Karadelik* ya da benzeri özel manyetik kanallarla
mümkündür.
Bilindiği gibi “arz” kelimesi Kuran-ı Kerim’de hem “yerküre”yi ifade
etmek için kullanılmış ve hem de altı günde yaratılışta yedi sema ile birlikte zikredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de altı günde yaratmanın anlatıldığı bütün
ayetlerde “yedi kat sema” ve “arz” kelimeleri beraber zikredilmektedir.
“Arz” kelimesinin her zaman yedi kat sema ile birlikte zikredilmesi, arz’ın
da yedi kat semanın yaratılışına benzer bir yaratılışın olduğuna işaret ettiği
anlaşılmaktadır. “yedi kat sema” ifadesi bütün evreni ilgilendiren bir mana
ihtiva etmektedir. O zaman sürekli onunla birlikte zikredilen “arz” kelimesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Arz kelimesi bu bağlamda değerlendirildiğinde, onun “yeryüzü” anlamına geldiğini söylemek
mümkündür. Arz kelimesi Kuran-ı Kerim’de çoğul şekli ile hiç kullanılmamıştır. Hatta her zaman tekil kullanılmasına bakılarak bu durumun, sadece
yeryüzü anlamına geldiğine delil olacağı da söylenmiştir.202 Sema kelimesinin yüksekleri, üstleri ifade etmesi gibi, arz kelimesinin de bir şeyin alt,
alçak kısımlarını ifade etmek için kullanıldığı,203 genellikle kabul gören görüştür. Sema kelimesi Kur’an-ı Kerim’de oldukça sık geçmektedir. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de toplam 310 yerde geçmektedir. Bunların 120’si tekil, diğer 190’ı ise çoğul olarak geçmektedir. Sema kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geniş ve farklı anlamlarda da kullanılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim:“Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır…”204
* Karadelik: Teleskop veya Radyoteleskop gibi hiçbir fizik gözlem aletiyle varlığı keşfedilemeyen, ancak etrafında meydana getirdiği tesir
ve değişikliklerle teşhis edilebilen, çekim gücü sonsuza yakın olduğu
için ısı, ışık ve ses dahil her şeyi yutan son derece yoğunlaşmış küçük
bir uzay sahasıdır. Dünyanın en önemli bilim adamlarından
Combridge Üniversitesi Astrofizik Profesörü, İngiliz Stephen Hawking,
ölü yıldızlardan oluşan kara deliklerin sanıldığının aksine, yuttukları
nesneleri geri püskürtmelerinin mümkün olduğunu savundu. Yani
Hawking teorisine göre, karadeliklerin içine giren maddelerin geri elde edilebileceğini savunuyor.
202
Habib el-Neccar, a.g.e, s. 148
203
Ragıp el- İsfehani, “Müfredat”, s. 73
204
Talak, 65/12
84
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
“Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz.”205 buyurmaktadır.
Allah’ın yedi kat gök ile birlikte, yerin de yedi kat olarak yarattıdığını
görüyoruz. Bilindiği gibi yerin temel yapı taşı, atomlardır. Atomlar ise, bir
çekirdek enerjisi etrafında hareket halindeki elektron bulutlarıdır. Elektron
bulutları, elektronun enerji hüviyetini temsil etmektedirler. Zira bu sistem
güneş sistemine değil, yedi kat sema sistemine benzemektedir. Bunun
nedeni, elektronların keyfine göre alan seçememeleridir ve atom çekirdeği
etrafındaki manyetik katlara uyum zorunluluğudur. Atom çekirdeği etrafında yedi kat manyetik mekan mevcuttur. Bu ayet başlı başına bir bilimsel
mucizedir. Çünkü Arz’da (yerde) ve her zerrede bu yedi manyetik mekan
değerinin varlığını haber vermektedir.
Kur’an-ı Kerim’de “semanın görünmez kapılarına” dikkatimiz çekilen
kapılar ve geçit yerleri olduğuna göre, “sema kapıları” ifadesini; başka
uzay-zaman, farklı boyut ve evrenlere geçit noktaları olarak anlamak
mümkün müdür? Kur’an-ı Kerim’de yer alan “sema” teriminin, bugünkü
manası ile “uzay-zamana” karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Bir türlü çıkamadığımız kainatın dışına ve nihayet çıkabilecek bir kapı bulduklarını düşünen Astrofizikçilere göre de, karadelikler bir uzay-zaman kapısıdır. Kur’an-ı
Kerim’in rehberliğinde kainattaki sırlara yorum ve açıklama getiren Ustad
Bediüzzaman Said Nursi’ye göre, gökteki yıldızların bir kısmı ahiret
alemlerine bakmaktadır.206 Uzay gerilmiş bir ağaca benzetilebilir. “Çevir
de gözünü semaya bak, bir çatlak, bir kusur görecek misin?” 207 ayeti
uzay-zaman ağının son derece sağlam örüldüğünün de işareti olsa gerektir. Ağ üzerine konan ağır cisimlerce eğilip bükülüyorsa, adına sema dediğimiz uzay-zaman ağı da içine “oturmuş” bulunan büyük kütleli gök cisimlerince öylesine eğilip bükülür. Karadelik, sonsuz bir ağırlık anlamına gelmektedir. O bölgede uzay-zaman ağı eğilip bükülmekle kalmaz, adeta yırtılıp çatlamakta ve daha uygun bir ifadeyle delinmektedir. Delinmenin anlamı fizik kanunlarının geçerliliğinin kaybedilmesi ve o yörede fizik ötesi
aleme kapı açılmasıdır. Bir ateş küre üzerine oturduğumuz ve atmosferi
meydana getiren gazların yerçekimi ile arz etrafında tutulduğu bilinmektedir.208
205
206
207
208
Zariyat, 51/48
Ustad Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, 326
Mülk, 67/3
Prof. Dr. Osman Çakmak, “Karadelikler Bir Gök Kapısı mı?” Konulu
Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Eylül/2003 (296), s. 378
Evren ve Evrenin Varoluşu
85
Kuvvetli bir çekimle dünya atmosferinden ilk önce kaybolacak şey,
teneffüs ettiğimiz hava olacaktır. Böyle bir durumda dış basıncın kalkmasıyla, büyük ölçüde %70 sudan meydana gelen yeryüzündeki canlılarda
“iç basınç galebe çalacak ve canlılar parçalanacaktır. Diğer gezegenlerin
yanı sıra güneş sistemindeki iki “asteroid kuşağı”∗nda mevcut trilyonlarca gök cisminin arasında ilahi bir kudret ile süregelen cazibe ipleri belki de
karadelik çekim kuvveti tesiriyle koparılacaktır. Kıyametin kopmasında geometrik çekim dengelerinin bozulmasına da rol verilebilir. Genel İzafiyet
teorisinde de görüldüğü üzere, göklerin uzay-zaman düzlüğü, Kur’an-ı Kerim’ın ifadesiyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir. Bu durumda
da yıldızlar yerlerinden oynar ve dökülür. Gergin bir örtü veya ağ, üzerine
konan cisimlerin ağırlığı altında nasıl eğilip bükülüyorsa, gökler de içlerine
yerleştirilmiş çok yoğun cisimler olan karadeliklere verilen görevle eğilip
bükülür veya daha uygun bir ifadeyle delinir. Delinmenin manası fizik kanunlarının geçerliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Galaksilerin merkezine
konmuş karadeliklerin giderek büyüyeceği, sonunda galaksinin karadelik
haline geleceği ve bütün karadeliklerin birleşmesiyle evrenin toptan
karadelik halini alacağı tahmin edilmektedir.
“Ayetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte biz, suçlu kafirleri böyle
cezalandırırız.”209
“Devenin iğne deliğinden geçmesi” ifadesi gök cisimlerinin
karadeliklerdeki “tekillik” denen küçücük bir noktadan geçirilmesini akla
getirmektedir. Bu benzetme, karadeliğin yutma alanına giren koskoca bir
kürenin; incelenerek adeta bir ip haline gelebileceğini ve yutulan cisme göre çok küçük kalan karadeliğin çekimiyle yutulabileceğini akla getirmektedir. Güneşten yüz binlerce defa büyük bir gök cismi uzay-zamanın son de-
* Asteroid Kuşağı: Yörüngeleri Güneş sisteminde Mars ile Jüpiter gezegenleri arasında kalan ve sayıları yaklaşık 40.000 kadar olan gök cisimleridir. Mars ve Jüpiter’in yörüngeleri arasında kalan, asteroid yörüngelerinin en yoğun bulunduğu güneş sistemi bölgesidir. Asteroid kuşağındaki asteroidlerin toplam kütlesi yaklaşık Ay’ın kütlesi kadardır.
209
A’raf, 7/40
86
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
rece bükülüp çukurlaştığı karadeliklerde yutulmaya başladığında, bir toplu
iğne başı kadar boyutsuz bir nokta haline gelebilir.210
Jeolojik* bulgularına göre, dağlar yeryüzünün kabuğunu oluşturan
çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda oluşurlar. Bu
tabakalar çok büyüktür ve tüm karaları onlar taşırlar. İki tabaka çarpıştığı
zaman daha dayanıklı olan, diğerinin altına girer ve aralarındaki tortu havaya kalkar. Sıkışmış tortuda oluşan büyük kıvrım da, çevredeki bölgeden
yükselerek dağları oluşturur. Bu arada, dağları oluşturan çıkıntı, yer üstünde olduğu kadar, yer altında da ilerler. Yani dağların gördüğümüz kütleleri kadar, yer altında aşağıya doğru uzanan bir kütleleri de vardır. Dağların bu yer altındaki uzantıları, yer kabuğunun Mağma* tabakası üzerinde
ya da kendi tabakaları arasında kaymasını engeller. Dağların en önemli
özelliklerinden birisi, birbirine yaklaşarak sıkışan yer tabakalarının birleşim
noktalarında yükselmeleri ve bu tabakaları sabitlemeleridir. Yani dağları,
tahtaları bir arada tutan çivilere benzetilebilir. Diğer yandan, dağların inanılmaz kütleleriyle yer kabuğuna yaptıkları basınç, dünyanın çekirdeğindeki mağma hareketleri etkilerinin yeryüzüne ulaşarak, yerkabuğunun parçalanmasına da engel olmaktadır. Çekirdekte meydana gelen hareketler nedeniyle yeryüzünü oluşturan tabakalar arasında ayrılma bölgeleri meydana gelmektedir. Bu bölgelerde yükselen dağlar, aşağıdan yukarıya gelen
hareketleri engelleyerek dünyayı şiddetli depremlerden korurlar. İşin ilginç
yanı ise, günümüzde modern Jeoloji tarafından ortaya konulan bu teknik
gerçeklerin, asırlar önce Kur’an-ı Kerim’de haber verilmiş olmasıdır:
“O, gökleri dayanak (direk) olmaksızın yarattı, bunu görmektesiniz. Arzda da (yeryüzünde de) sizi sarsmasın diye sarsılmaz (sabit)
dağlar yerleştirdi ve orada her canlıdan türetip yaydı. Gökten de
yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.”211
210
Prof Dr. Osman Çakmak,“Karadelikler ve Muhtemel Kıyamet Tasvirleri” Konulu Makalesi, Haziran/2006(329), s. 228
* Jeoloji: jeoloji veya yerbilimi, dünyanın katı maddesinin, içeriğinin,
yapısının, fiziksel özelliğinin, tarihinin ve onu şekillendiren süreçlerinin incelenmesini içeren bilim dalıdır.
* Mağma: Yer kabuğunun altında bulunan sıcak ve sıvı katmana denir.
Ergimiş durumdaki değişik mineraller ve bazı mineral kristallerinde
oluşan lapa benzeri yoğun bir sıvıdır.
211
Lokman, 31/10
Evren ve Evrenin Varoluşu
87
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’deki bir diğer emrinde de Allah: “Yeryüzünde,
onları sarsmasın diye, sabit dağlar yerleştirdik ve (varacakları yere)
doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık (yollar meydana getirdik).”212
buyurmaktadır.
Dağların inişli ve çıkışlı, irili ufaklı yaratılmış olması, aralarında bir
bölgeden diğerine geçişi sağlayan geçit ve vadilerin bulunması, uzay boşluğunda dönmekte olan yer yuvarlağının hareketini bir balans unsuru gibi
dengelemekte, insanların yeryüzündeki yaşayışlarını ve bölgeler arasındaki ulaşım faaliyetlerini de kolaylaştırmaktadır.
Dünyanın ekseni etrafında dönmesi konusunda Kur’an-ı Kerim: “Bir
de dağları donuk (hareketsiz) görürsün, onları hareketsiz sanırsın.
Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürürler, hareket ederler. Bu, her
şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah’ın işidir. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”213
Müfessirlerin çoğuna göre, bu hareket kıyamette olacaksa da, bazılarına göre, arzın dönmekte olduğuna işaret olarak değerlendirmişlerdir.
Dağların yürümesi olayı, kıyamette meydana gelecek ve her şey Allah’a
gelirken, dağlar da ona doğru yürüyerek gelecektir şeklinde yorumlar çoğunluktadır. Kur’an-ı Kerim, açıkça dünyanın döndüğünü söylemektedir.
Dünyanın güneş etrafındaki dönüşüne işaret olarak değerlendiren
yorumların yanında, kıyametin ilahi kudretle kopacağının delili olarak gören yorumlar da yapılmıştır. Dünya gibi büyük bir kütleyi uzay boşluğunda
yaratılış amacına uygun, düzenli bir şekilde ve bulutlar gibi yürüten Allah,
zamanı geldiğinde bu dünyayı başka bir aleme dönüştürebilecek bilgi ve
kudrete sahiptir ve bunu yapacaktır. Kur’an-ı Kerim’in kendi üslup güzelliği ile dünyanın döndüğünü ifade eden ayette ilk akla gelendir. Üzerinde
düşünmeyi gerektiren ve bunun dışında daha başka anlamlar da olabilir.
Dağlar dünyanın en yüksek yerleridir. Dünyada yapışık olan dağlar
yürüdüğüne göre, demek ki, dünya da yürümektedir. Bu hareket kıyamette
olacak değildir. Çünkü kıyamette dağlar un gibi olacaktır. Konu ile ilgili
olarak Kur’an-ı Kerim :
212
213
Enbiya, 21/31
Neml, 27/88
88
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
“(Ey Muhammed) Sana dağların (kıyamet günündeki) halini soruyorlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp (toz edip) savuracaktır.”214 buyurmaktadır.
Yeryüzünde ilk göze çarpan ve en belirgin yükselti unsurları olan
dağların ne olacağı sorusuna cevap verilerek, bir büyük değişimin söz konusu olacağı belirtilmektedir. Demek ki, dağların yürümesi bu alemdedir.
O halde dağlar yürüdüğüne göre, dünya da yürümektedir.
4- Zaman ve İzafiyet Teorisi:
İçinde bulunduğumuz mekan en, boy ve derinlik olarak tarif edilmektedir. İzafiyet teorisinin getirdiği anlayışla bu üç koordinata dördüncü
olarak, bir de zaman eklenmiş, toplam dört boyutlu bir evren tasvir edilmiştir.
Zaman mefhumu biz insanları ilgilendiren bir konudur. Hareketin olması zamanı ortaya çıkarmıştır. Hareket olmasa zaman diye bir şey olmazdı. Zaman kavramını, hareketlerin önce ve sonra olmasını belirlemek
için insanlar, meydana getirmek zorunda kalmıştır. Zaman kavramı hareket ve olaylara göre sistemleştirilmiştir. Bir olay başka birine göre değerlendirilmektedir. Bu olay diğerine göre önce oldu veya sonra oldu, şeklinde
oraya hayali bir zaman kavramı yerleştirilmektedir. Böylelikle sürekli meydana gelen olayların ve hareketlerin oluş sırası belirtilmiş oluyor. Bu nedenle hareket ve fiil olmasa zaman diye bir şeyden söz etmek de mümkün
olmazdı.215
Kur’an-ı Kerim’de “yevm”(gün) kelimesi oldukça sık kullanılmaktadır. Bu kullanımlarda “yevm” kelimesi kullanıldığı yere göre farklılık arz
etmektedir. Bu farklılıkları anlamak bazen kolayca mümkün olmakla birlikte, bir kısım yerlerde ilahi iradenin neyi kastettiğini anlamak ve açıklamak
bir takım zorluklar içermektedir. Bu anlamların Kuran-ı Kerim’in indiği toplumun bildiği ve kullandığı anlamlar olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü bu anlamlarda kullanılması onlar tarafından garip bir durum olarak algılanmamıştır. İnsanların hiç bilmediği kavramların dillerinde karşılığı da
214
215
Ta ha, 20/105
Toshiba İzutsu, “Yaratma ve Şeylerin Zamansız Nizamı”, Çev. Ramazan
Ertürk, s. 149
Evren ve Evrenin Varoluşu
89
yoktur. Allah, insanların bilmediği ve onların idrak sınırlarını aşan olaylardan da bahsetmektedir. Ancak bunları da insanların bildiği ve kullandığı
tabirlerle anlatmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de vakit ve zaman kavramını ifade etmek için kullanılan en önemli kelimelerden bir de “yevm”(gün) kelimesi olup, sık sık kullanılmaktadır. Bir çok yerde zamanın belli bir dilimini ifade etmek için kullanılmıştır. Bu bir günden daha kısa bir zaman veya bir günden daha uzun
bir zaman olabilmektedir. Belirtilen olay veya durumun devam ettiği süreyi
kapsamaktadır. Yevm kelimesi, sadece gece veya gündüz anlamlarına
hasredilemez. Bu kelime ile mutlak zaman anlamının kastedilmiş olması
da mümkündür. Bu anlamda gece meydana gelen olaylar için dahi “gün”
kelimesi kullanılmıştır. Gün kelimesinde her hangi bir zaman sınırlaması
yoktur. Çok kısa bir zaman dilimini kapsayabileceği gibi, çok uzun bir zaman dilimini de kapsayabilir. Zaman kavramı insanın yaşadığı alemin yaratılmaya başlaması ile birlikte, onun ayrılmaz bir parçası olarak ortaya
çıkmıştır, yani o da yaratılmıştır. Zaman yaratılmanın hem sonucu ve hem
de sebebidir. Bunun birini diğerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu
nedenle yaratılışın başlaması ile zaman ortaya çıkmıştır denilir.216 Zaman
kavramının yaratılışla birlikte ortaya çıktığının bir diğer açıklaması da, zaman kavramının ancak hareket ve olayların var olması ile açıklanabilmesidir. Hiç bir olay yaşamasaydık, zamanın hiçbir anlamı olmazdı. Zaman
olaylarla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır.217 Zaman kavramını ancak başka bir olayla ilişkilendirerek oluşturabiliyor ve onu bu şekilde ifade edebiliyoruz. Olayların olmaya başlaması ise, ancak yaratılışın başlaması ile
olabilmiştir. Nasıl ki varlık, zaman ile var olur, zamanın var olması da varlık şartına bağlıdır. Dolayısıyla sadece yokluğun bulunduğu yerde, yani
hiçbir şeyin bulunmadığı yerde zaman gerçekleşmez.218 O zaman şunu
söyleyebiliriz. Bizim zaman dediğimiz şey tamamen varlık ile ve uzay ile ilgilidir, yani kozmik zamandır.
İnsanın içinde yaşadığı alemdeki zaman ile ve akıl ötesi alemdeki
zaman tamamen birbirinden farklıdır. Hatta zaman mefhumu sadece insanın yaşadığı alemde söz konusu olup, akıl ötesi alemde bir zaman mefhumundan bahsedilemeyeceği bilinmektedir. Fakat insanlar her şeyi, için-
216
217
218
Yalçın İnan, “Kosmostan Kuantuma” c. I, s. 17-31
B.K. Ridley, “Zaman Uzay ve Şeyler”, Trc. Yeşim Özben, s. 67
Toshiko İzutsu, a.g.e, s. 155
90
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
de bulundukları boyuta göre anlarlar veya anlamaya çalışırlar. Çünkü insanlar yaşadığı alemin bir parçasıdır ve kendisini ondan soyutlayarak düşünemezler. Ama şu anda bilinmektedir ki, her şey insanın yaşadığı alemden ibaret değil, onun ötesinde de bir alem vardır. Onu anlamak için insanın yaşadığı alemin kıstaslarını kullanmak boşuna bir çabadır.
Daha önce kısaca da olsa zamanın yaratılmasından bahsettik. Evrenin ne kadar zamanda yaratıldığının izahını yaptık. Einstein’e göre: “Gördüğümüz evren aslında üç boyutlu değil, dört boyutludur. Üç boyutlu, dış alemin mekanı sandığımız uzay tasavvuru, gerçekte kuruntu
ve yersiz korkuya düşmekten başka bir şey değildir.” Keza olayların,
zaman silsilesine göre, birbirini takip ettiğini sanmamız da kuruntudur. Bize göre Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi, 1914 tarihinde başlayan
birinci dünya savaşından öncedir, ama başka dünyaların sakinlerine göre
İstanbul’un fethi daha sonradır. Yani zaman, tamamen izafi (göreli, göreceli)’dır.
19. yüzyıl bilginlerince yaratılmayı ve yok olmayı kabul etmeyen
madde, izafiyet teorisi temsilcileri nezdinde ezeliliğini (öncesiz, ilksiz) ve
maddililiğini kaybetmiştir. Genel izafiyet teorisi sahiplerine göre derinlik,
genişlik, yükseklik ve zamandan meydana gelmiş olan dört boyutlu evren, bütün varlığı içine alamaz. Zamandan, mekandan ve maddeden ayrı
boyutlar da vardır. Bu araştırmacıların başında Alman bilgini Ca Lotza gelir. Bu bilgin, 1920 tarihinde beşinci boyutun varlığını söylemiştir. İngiliz
bilgin James Ceanz da: “Bilinen şu maddi evrenin ötesinde gerçekler
bulunduğunu” söylemiştir. İzafiyet teorisine göre, her şey izafidir. Yalnız
ışık hızı, izafi değil, sabittir ve değişmez.
Zaman kavramı ve zihnimizde uyanan zaman anlayışı, bazen bizi
meşgul etse de, üzerinde çok fazla durmadan geçer gideriz. Halbuki çeşitli
alanlarda çalışma yapan bir çok bilim adamı, zaman üzerinde çok durmuşlar ve bu hususta sayısız eserler vermişlerdir. Bin yılı geride bırakmanın
getirdiği muhasebe duygusu, bir çoğumuzda “zaman” kavramı üzerinde
bir kere daha düşünmeye vesile olacaktır. Silikondan yapılmış, mikroskobik ölçeklere kadar inmiş Chip adı verilen aletlerin bilgisayarlara girmesiyle artık zaman ve mekan kavramları değişmiştir. İnternetin dünyayı bir köy
haline getirdiği günümüzde, zaman ve mekan kavramlarını yeniden tarif
etmek gerekir.
Evren ve Evrenin Varoluşu
91
İzafiyet kavramı yeni ortaya çıkan bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim buna işaret etmiş ve Müslüman bilginler de bunu çok önceden, adına izafiyet
demeseler de çeşitli şekillerde anlatmışlardır. Bazı Müslüman mutasavvıflar, evrende hem zamanın ve hem de mekanın maddi bir varlık olduğuna
yüzlerce yıl önce işaret etmişlerdir. Ayrıca evrendeki ve zamandaki bükülmelere de çok önce işaret etmişlerdir. Kısaca belirtmek gerekirse zaman, yaratılış ile ortaya çıkmıştır, demek mümkündür. Zaman, hareketin
hızına göre farklılıklar göstermekte ve hatta ışık hızına ulaşıldığında, zamanın durduğu ifade edilmektedir. Işık hızı aşıldığı durumda ise, zaman
kavramı tamamen farklı bir boyuta geçmektedir. Bizim anladığımız boyutu
ile dahi, zaman kavramı göreceli bir kavram olduğuna göre, bizi aşan boyutta tamamen farklı olması kolayca anlaşılabilmektedir. Bu da yaratılışla
ilgili olarak zaman kavramının, her yerde aynı olan, hiç değişmeyen bir
sabit olarak ele alınamayacağını gözler önüne sermektedir. İslam düşünürü, şair ve mutasavvuf Muhyiddin İbn-i Arabi (560/1165-638/1239) ve onun
öğrencisi Türk müfessir Sadrettin Konevi (605/1210-673/1274), zaman ve
evren hakkında şöyle diyorlar: “Bütün vakitler, günler, aylar, seneler,
devirler hep Allah’ın isimlerinin ve hakikatlerinin hükümlerine bağlıdır. An, bölünmeyen zamandır. Geçmiş ve gelecek kavramları, varsayımdan başka bir şey değildir. An vardır, yani zaman an’ın hareketidir. An’ın hareketinden dakikalar, dakikalardan dereceler, derecelerden saatler, saatlerden günler doğar. Günün açılmasından haftalar,
aylar, mevsimler ve yıllar meydana gelir.”219 Görülen odur ki, İbn-i Arabi
ve Sadrettin Konevi, Einstein’den 700 yıl önce zaman ve mekanın, aslında
tek bir an’dan ibaret olduğunu görmüşlerdir. Mevlana Celaleddin-i Rumi
(1207-1273) de, “Ondan dolayı bütün milletler birdir, yüz binlerce sene ile bir saat birdir. Ezel ve ebed (geçmiş ve gelecek) birleşmiştir; akıl
bu manayı anlamaya yol bulamaz.” demektedir.
Pakistanlı büyük filozof Muhammed İkbal (1873-1938), Henri
Bergson (1859-1941) felsefesine dayanarak zamanın izafiliğini şöyle açıklamaktadır: “Kainatın zaman içinde var olduğu şüphe götürmez bir
hakikattir. Ama kainat, bizim dışımızda olduğu için varlığı hakkında
şüphe etmek mümkündür. Varlığın zaman içinde oluşunu daha iyi
kavrayabilmek için onun, hiç şüphe edemeyeceğimiz özel bir yanını
ele alamayız. Karşımızda bulunan eşya hakkındaki düşüncem yüzey-
219
Sadrettin Konevi, “İ’caz”, s. 73-75
92
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
sel ve dışsaldır. Fakat kendi nefsim hakkındaki düşüncem içseldir,
köklüdür. İşte insanın kendi içsel varlığı ile teması, gerçekle yüz yüze
gelmesi demektir. Gözümü kendi bilinçli hareketime diktiğim zaman
sıcaklık, soğukluk hissederim, mutlu veya üzüntülüyümdür. Çalışırım
veya bir iş yapmam, hayatım algılar ve düşüncelerle doludur. İşte benim varlığım böyle değişmelere bölünmüştür. Bunların her biri, sırası
ile benim varlığıma kendi rengini verir. Demek ki, ben durmadan değişmekteyim. Hayatım daima bir hareketten ibarettir. Çeşitli durumların zaman içindeki akışından ibarettir. Zaman içinde yaşamak demektir.”220
Zaman denilen algı, aslında bir an’ı bir başka an’la kıyaslama yöntemidir. Örneğin: Bir cisme vurduğumuzda, bundan belirli bir ses çıkar.
Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. İnsan, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye
“zaman” der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında olan bir bilgidir. İnsan, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde
eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır. Kısaca zaman,
beyinde saklanan bir takım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz
ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın “ben 55 yaşındayım”
demesinin nedeni, beyninde söz konusu 55 yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, sonunda böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek ve sadece yaşadığı tek bir “an” ile muhatap olacaktır.
Nobel ödülü alan ünlü Genetik Profesörü ve düşünür François Jacob
(1920-1965), “Mümkünlerin Oyunu” adlı eserinde zamanın geriye akışı
ile ilgili şöyle der: “Tersinden gösterilen filimler, zamanın tersine doğru
akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Zamanın tersine çevrildiği bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır.
220
Prof. Dr.Muhammed İkbal, “Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu”, Çev.
N. Ahmet Asar, s.26
Evren ve Evrenin Varoluşu
93
Geçmiş ve gelecek için de aynı şey olacaktır. Dünya tamamen bize
göründüğü gibi görünecektir.”221
Beynimiz belirli bir sıralama yöntemine alıştığı için, şu anda dünya
üstte anlatıldığı gibi işlemekte ve zamanın hep ileri aktığını düşünmekteyiz. Oysa bu, beynimizin içinde verilen bir karardır ve dolayısı ile tamamen
izafidir. Gerçekte zamanın nasıl aktığını, ya da akıp akmadığını asla bilemeyiz. Bu da zamanın mutlak bir gerçek olmadığını, sadece bir algı biçimi
olduğunu gösterir. Zamanın bir algı olduğunu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstain’ın ortaya koyduğu “Genel Görecelik Kuramı” ile de
doğrulanmıştır. Einstain, Lincoln Barnett (1909-1979 )’in ifadesiyle “Uzay
ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük
kavramları gibi, bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiştir.”222 demektedir.
Genel Görecelik kuramına göre “zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinin de ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur.”223
Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada
gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte her şey birkaç
dakika, hatta birkaç saniye sürmüştür. Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konmuş somut bir gerçektir. Einstain’ın genel görecelik
kuramı ortaya koymaktadır ki, zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim
merkezine uzaklığına göre değişmektedir. Hız artıkça zaman kısalmakta;
daha ağır, daha yavaş işleyerek sanki “durma” noktasına yaklaşmaktadır.
Bu konuda Einstain: “Aynı yaştaki ikizlerden biri dünyada kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolculuğuna çıkar. Uzaya çıkan
kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni, uzayda seyahat eden kardeş için zamanın
daha yavaş akmasıdır. Aynı örnek bir baba ve oğul için de düşünülebilir. Babanın yaşı 27 olsa, oğlunun yaşı da 3 olsa, 30 dünya yılı sonra baba, dünyaya döndüğünde oğlu 33 yaşında ve baba ise 30 yaşında olacaktır.”224
221
222
223
224
François Jacob, “Mümkünlerin Oyunu”, Çev. Turhan Ilgaz, s.111
Lincoln Barnett, “Evren ve Einstain”, Çev. Nail Bezel, s. 58
Lincoln Barnett, a.g.e, s. 17
Paul Strathern, “Einstein Görecelik Kuramı” Çev. Handan Hazar, s. 57
94
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Modern bilimin bu tespitlerinin bize gösterdiği sonuç, zamanın materyalistlerin sandığı gibi, mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur. Kur’an-ı Kerim, zamanın izafiliğini asırlar önce bildirmiştir. Modern bilim tarafından doğrulanan, zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan
olaya, mekana ve şartlara göre algılanabildiği gerçeğini pek çok Kur’an-ı
Kerim ayetinde görmek mümkündür. Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayetini bilginler, zamanın izafiyetine işaret olarak anlamışlar ve bunu farklı şekillerde
birçok yerde ifade etmişlerdir.225 Birçok İslam bilgini, Hac, Secde ve
Mearic sürelerinde gün ile ilgili geçen ayetlerin, gerçek anlamlarının yanında, zamanın izafiliğine de işaret ettiğini söylemişler ve bu ayetleri
Einstein’in İzafiyet teorisine göre yorumlamışlardır.226 Muhammed İkbal’e
göre ise, zaman hesabımızın izafiliğini gösteren birçok ayet mevcuttur. O,
bu konuda Bergson felsefesinden hareket ederek Kuran-ı Kerim’deki izafiliğin varlığını izah etmeye çalışır.227 Bazı müfessirler, “Mirac” olayını izah
ederken zamanın izafiliğini, zaman içinde zamanın meydana gelmesi şeklinde ifade etmişler.228 “İsra” olayını Hz. Peygamber (s.a.v)’ in Mekke ile
Kudüs arasındaki 40 gecelik mesafeyi, bir gecenin az bir süresinde yol
alması olarak açıklamışlardır.229 Ancak bu konuyu zamanımızın bir kısım
bilginleri, daha değişik bir açıdan ele alarak açıklamışlar ve Kuran-ı Kerim’de izafiliğin varlığını kabul etmişlerdir. 230 Görülüyor ki, olaylar bir gerçeğe dayanmakta, fakat bu gerçeğin ortaya çıkış şekli, bizim bakış açımıza göre değişiklik arz etmektedir. Bu değişikliklerin sebebi de bizim imkan
ve kabiliyetlerimizin sınırlı olmasından başka bir şey değildir. Durum böyle
olunca Allah için bir anlık olan yaratma olayını, bizim uzun süren devirler
olarak anlamamız, sınırlı bir varlık olan insan için normal olmaktadır. Eğer
bu sınırlamanın üzerine çıkabilsek de, mesela evreni avucumuza alacak
kadar büyüyebilseydik, belki de evren bize bir kaya parçası olarak görüne-
225
226
227
228
229
230
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, VIII, s. 337
Celal Kırca, a.g.e, s. 177
Muhammed İkbal, a.g.e, s. 63
Ahmet Mustafa el- Merağı, “Tefsiru’l- Merağı”, XV, s. 10
Muhammed bin Ali bin Ali Eş- Şevkani, “Fethu’l- Kadir El- Cami’ Beyne
Fenneyi’r- Rivaye ve’d- Diraye min İlmi’t- Tefsir”, III, s. 206
Celal Kırca, a.g.e, s. 177
Evren ve Evrenin Varoluşu
95
cekti.231 Ama sınırlı olmamız nedeniyle, onu korkunç büyüklükte bir evren
olarak algılamaktayız. 232
Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre, bir insanın hayatı çok kısa bir
süredir. “ Allah’ın sizi çağıracağı gün, sizin de O’na hamd ederek emrine hemen uyacağınız ve pek az bir süre kaldığınızı sanacağınız günü hatırla.”233
Yeniden dirilme ile başlayan hayatta, artık insanların Allah’a asi olma
ve günah işleme özgürlükleri bulunmayacaktır. Nitekim Allah kabirdekileri
mahşere çağırdığında, inanan ve inanmayan bütün insanlar O’nu övgüyle
anarak emrine boyun eğeceği ifade edilmektedir.
“Onları yeniden diriltip hepsini bir araya toplayacağı gün, sanki
gündüzün bir saatinden başka kalmamışlar (yeni ayrılmışlar) gibi, aralarında tanışırlar…”234
Allah’ın huzurunda hesap vermek üzere mahşerde toplanan insanlar, kıyametin dehşetini ve ahiret hayatının sonsuzluğunu anladıklarında,
dünyadaki hayatlarının veya kabirde kaldıkları sürenin sadece günün bir
saati kadar kısa sürmüş bir hayat olduğunu düşüneceklerdir.
Allah, Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen mü’min bir topluluk olan Ashab-ı
Kehf’i, üçyüz yılı aşkın bir süre derin bir uyku halinde tutmuştur. Daha sonra uyandırdığında ise, bu kişiler zaman olarak çok az bir süre kaldıklarını
düşünmüşler ve ne kadar uyuduklarını tahmin edememişlerdir.
“Bunun üzerine biz de mağarada, nice yıllar onların kulaklarını
(dış dünyaya) kapattık. (onları uyuttuk)” ”Sonra onları uyandırdık ki, iki
gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini bilelim.”
“Böylece biz, birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız?” dedi. (Bir kısmı) “Bir gün, ya da bir
231
232
233
234
Ümit Şimşek,”Kainatın Doğuşu”, s. 96
Ahmet Musaoğlu, “Yaratılışın Altı Günü”, s. 6-8-9; Haluk Nurbaki, “Evrendeki Mucize”, s. 58; Bilim ve Teknik Dergisi, “Karadelikler”, Mayıs/1998 sayı: 368, Çev. Selçuk Alsan, s. 27
İsra, 17/52
Yunus, 10/45
96
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
günden az”, dediler. (Diğerleri de) şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı
Rabbiniz daha iyi bilir…”235
Onlar mağarada çok kısa bir süre, yani bir gün veya daha kısa bir
süre kaldıklarını düşünüyorlardı. Fakat gerçekte, “Onlar mağaralarında
üç yüz yıl ve buna ilaveten dokuz yıl kalmışlardır.”236 “De ki: Ne kadar
kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O’nun görmesi de, işitmesi de şayani hayrettir. Onların (göklerde
ve yerde olanların), O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”237 Onlar gerçekte orada 300 yıldan
fazla kalmışlardı, ama onlar sadece bir gün kaldıklarını düşünüyorlardı.
Demek ki, zaman kavramı insanın hissetmesine göre değişebilen bir kavramdır. 300 yıl insanın onu hissetmesine göre, bir gün gibi bile olabiliyor.
Buradan da zaman kavramının tamamen izafi bir olgu olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayetin devamında “onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah
bilir. Göklerin ve yerin gaybı O’na aittir.” buyrulmaktadır. Bu da insanların kendilerince bazı fikirlerde bulunduklarını, fakat bilgi kaynaklarının yetersiz oluşu nedeniyle, düşüncelerinin ve kanılarının görelilik taşıdığını
göstermektedir. Dolayısıyla en doğrusunu Allah bilir.
Allah’ın görmesinden veya bilmesinden maksat, insanların anlamaları ve bilmeleri için olayı ortaya koymasıdır. Yoksa Allah bütün zamanlarda,
evrende olmuş ve olacak şeyleri ezeli ilmiyle bilir. Ashab-ı Kehf ve düşmanlarının durumu ile ilgili olan bu ayetlerde Allah, kuvvet ve kudretinin
eseri olarak, uyuyan gençlerin anılan süre içinde uyanmamaları için işitme
duyularının çalışmaz hale getirildiğini ifade eder. Allah, mağaradaki gençleri hiçbir gıda almadıkları halde bedenlerinde herhangi bir bozulma olmadan uzun süre uyuttuktan sonra tekrar uyandırması, O’nun insanları öldükten sonra tekrar diriltebileceğine dair önemli bir delildir. Uyandıktan sonra
gençlerin uykuda geçirdikleri zaman hakkında birbirleriyle tartışmışlar,
geçen süreyi ve bu sürede dünyada meydana gelen değişiklikleri bilmedikleri için, düşmanlarının kendileri hakkındaki tehditlerinin devam ettiğini
sanmışlardı. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, bu gençler 309 yıl büyükçe bir
mağarada uyutularak koruma altına alınmışlardır.
235
236
237
Kehf, 18/11-12-19
Kehf, 18/25
Kehf, 18/26
Evren ve Evrenin Varoluşu
97
Her şey zaman içinde gerçekleşir. Her şeyin Ontolojik* bir başlangıcı ve sonu vardır.238 Yani kainatın zamanda daim olduğu şüphe kaldırmaz
bir keyfiyettir.239 Allah için, akıl ötesi alemde zaman kavramı yoktur. Bu
kavram o alemi bağlamaz. Allah’ın yüzü ile olan ilişkileri içerisinde tüm
varlıklar zaman bakımından O’ndan eşit uzaklıktadır. Burada geçmiş, şimdi ve gelecek arasında herhangi bir ayırım yoktur. Bir şey dün vuku bulmuştur, başka bir şey bugün vuku bulmaktadır ve daha başka bir şey yarın
vuku bulacaktır. Bunların bugün, ya da yarın vuku bulmaları bizim için geçerli olan bir durumdur. Bu şeylerin üçü de Allah ile tam birbirinin aynı olan
ilişkiler içerisinde bulunurlar. Tüm varlıkların Allah ile olan ilişkisi birdir. Bu
gün var olan, geçmişte var olan, geçmişte var olmuş olan ve gelecekte var
olacak olan varlıklar, Allah ile olan ilişkileri bakımından birbirine eşittirler.
Şunun bundan önce geldiğini düşünmek suretiyle, onlar arasındaki zamansal ayrılık ve dizilişi ortaya çıkaran şey, bizim aklımızdır.240
Zamanı yaratan Allah’ın, zamandan münezzeh olduğu açıkça ifade
edilmektedir. İnsan ise, Allah’ın kendisi için takdir ettiği zamana bağımlıdır.
İnsan ne kadar uykuda kaldığını dahi bilmekten acizdir. Böyle bir durumda
zamanın mutlak olduğunu iddia etmek, son derece akıl dışıdır. Zaman sadece yaratılmış varlıkları ilgilendiren bir durum olup, uzunluğu ve kısalığı
şartlara göre değişen, duruma göre farklı algılanan göreceli bir kavramdır.
Bunun böyle olduğunu anlamamıza yardımcı olacak örnekleri, bu yaşadığımız alemde bile görmek mümkündür.
Zamanın izafi oluşu, bize çok önemli bir gerçeği göstermektedir. Bu
izafiyet o kadar değişkendir ki, bizim için milyarlarca yıl süren bir zaman
dilimi, bir başka boyutta sadece tek bir saniye bile sürebilir. Hatta evrenin
başından sonuna kadar geçen çok büyük bir zaman dilimi, bir başka boyutta, bir saniye bile değil, ancak bir “an” sürüyor olabilir. İşte insanların
tam olarak anlayamadığı kader gerçeğinin özü de buradadır. Kader, Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları bilmesidir. İnsanların önemli bir bölümü ise, Allah’ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini so* Ontoloji: Bir bütün olarak varlığı ele alan ve varlığın en temel niteliklerini inceleyen bir felsefi disiplindir, yani varlık felsefesidir.
238
Toshiko İzutsu, a.g.e, s. 170
238
Toshiko İzutsu, a.g.e, s. 170
239
Muhammed İkbal, “İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü”,
Çev. Sofi Hori, s. 63
240
Toshiko İzutsu, a.g.e, s. 154 ; B. K. Ridley, a.g.e, s. 77
98
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
rarlar ve kaderin gerçekliğini anlayamazlar. Oysa “yaşanmamış olaylar”,
bizim için yaşanmamış olaylardır. Allah ise, zamana ve mekana bağlı değildir. Zaten bunları yaratan kendisidir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an, hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.
Lincoln Barnett (1909-1979), “Varlıkları ancak bütün yüceliği ile
kozmik bir zihin kavrayabilir. Kozmik zihin dediği irade, tüm evrene
hakim olan Allah’ın ilmi ve aklıdır.”241 demektedir.
Bizim bir cetvelin başını, ortasını, sonunu ve aralarındaki tüm birimleri, bir bütün olarak tek bir anda kolayca görebilmemiz gibi, Allah da bizim
bağlı olduğumuz zamanı, başından sonuna kadar tek bir an olarak bilir.
İnsanlar ise sadece zamanı gelince bu olayları yaşayıp, Allah’ın onlar için
yarattığı kadere tanık olurlar. Bir çarpık kader anlayışında, Allah’ın insanlara bir “alınyazısı” belirlediği, ama onların kimi zaman bunu değiştirdikleri gibi, batıl bir inanış vardır. Ölümden dönen bir hasta için, “kaderini
yendi” gibi, İslam inancına aykırı ifadeler kullanılır. Oysa hiç kimse kaderini değiştiremez. Ölümden dönen kişi, kaderinde ölümden dönmesi yazılı
olduğu için ölmemiştir. Çünkü kader Allah’ın ilmidir ve tüm zamanı aynı
anda bilen ve tüm zamana ve mekana hakim olan Allah için, her şey kaderde yazılmış ve bitmiştir. Allah için zamanın tek olduğunu Kur’an-ı Kerim’in üslubundan da anlarız. Bizim için gelecek zamanda olacak bazı
olaylar, Kur’an-ı Kerim’de çoktan olup bitmiş bir olay gibi anlatılır. Bizim
için ölümümüzden sonra yaşanacak olan olaylar, Kur’an-ı Kerim’de yaşanmış ve bitmiş olaylar olarak anlatılmaktadır. Çünkü Allah, bizim bağlı
olduğumuz izafi zaman boyutuna bağlı değildir. Allah tüm olayları, zamansızlıkta dilemiş, insanlar bunları yapmış ve tüm bu olaylar yaşanmış ve
sonuçlanmıştır. Konu ile ilgili Kur’an-ı Kerim:
“…Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabb’inden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki,
apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da kayıtlı) olmasın.”242
Hiçbir şeyin, Allah’ın bilgisi dışında meydana gelmediği açıkça ifade
edilmektedir. Allah için zaman söz konusu değildir ve zamana da ihtiyacı
yoktur, yani Allah zamandan münezzehtir.
241
242
Lincoln Barnett, a.g.e, s. 84
Yunus, 10/61
Evren ve Evrenin Varoluşu
99
Yaratma hareketine dışarıdan bakarsak, yani onu zihnen düşünürsek binlerce yıl süren bir olaydır. Çünkü Kur’an-ı Kerim terminolojisine göre bir ilahi gün, yani Allah nezdinde bir gün “bin yıla”,* diğer bir emrinde
“elli bin yıla”* eşittir.
Diğer bir açıdan bu hareket, bir göz kırpması kadar hızlı ve gözle görülmez bir tek olaydır. Bu içsel olayı kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Zira dil, bizim dış dünyaya açılan nefsimizin sırasal zamanı üzerinde
meydana gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim saf zamanı kader diye ifade eder. Kader, düşünce ve
tahminden uzak saf zamandır. Kader, itibar edilen zaman ve eşyanın ilk
temelini teşkil eder. Nitekim Kur’an-ı Kerim: “Gerçekten biz, her şeyi bir
ölçü ve dengede ( kaderle) yarattık.”243 buyurmaktadır.
Her şeyin Allah tarafından bir ölçüye veya takdire göre yaratılması
ifade edilirken, Allah’ın iradesini belirleyecek veya etkileyecek hiçbir güç
bulunmadığı gibi, O’nun için zaman, mekan vb. faktörlerin söz konusu olmadığı ve kudretine sınır düşünülemeyeceği vurgulanmaktadır. Kader; ölçü, düzen, takdir ve ahenk demektir. Kur’an-ı Kerim, kader kelimesini hep
bu anlamda kullanır. Kader vardır ve Allah’ın ezeli bilgisi ve her şeyi bir
hesaba ve ölçüye göre yaratmış olması, olmuş ve olacak her şeyi bilmesi
demektir. O’nun bilgisine sonradan bir şey eklenmez. O, olmuş ve olacak
her şeyi bilir. Şimdi bildiği gibi, ezelde de bilir. Esasen O’nun zatı için öncelik ve sonralık da yoktur. Çünkü zaman da onun yarattıklarındandır. İşte
* Dünya yılı 365 gün 6 saattır. İlahi bir gün, dünyadaki bin yıla eşittir.
(Hac Suresi, 22/47. ayetine göre)
1000 yıl : 365 gün = 365.000 gün eder. Her yıla 6 saat ilave edilirse;
1000 yıl . 6 saat = 6.000 saat eder.
6.000 saat : 24 ( 1 gün ) = 250 gün eder.
365.000 gün (=1000 yıl) + 250 gün( =6.000 saat) = 365.250 gün eder.
(= 8.776.000 saat)
* Dünya yılı 365 gün 6 saattır. İlahi bir gün, dünyadaki elli bin yıla
eşittir. ( Me’aric suresi, 70/4. ayetine göre)
50.000 yıl : 365 gün =18.250.000 gün eder. Her yıla 6 saat ilave edilirse; 50.000 yıl . 6 saat = 300.000 saat eder.
300.000 saat : 24( 1 gün) = 12.500 gün eder.
18.250.000 gün (= 50.000 yıl ) + 12.500 gün (300.000 saat) = 18.
262.500 gün eder.(= 438.300.000 saat)
243
Kamer, 54/49
100
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Allah’ın bilgisi kaderdir. Fakat biz O’nun bilgisinin mahiyetini bilmemekteyiz. Çünkü zamansız bilgidir. Biz zamanla sınırlıyız ve ancak zaman içinde
olanları bilebiliriz.
Kur’an-ı Kerim’de, günlerin bizim bildiğimiz manasından farklı olabileceğini açıkça bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki ayette Allah nezdindeki
günün bizim günlerimiz ile “bin yıllık bir süre” olduğu belirtilmiştir. Secde
suresindeki ayette “gün” kelimesi ile ilgili olarak şu yorumlara yer verilmiştir. Bilindiği üzere zamanı bazı parçalara ayırmamız bütünü ile sunidir.
Dünyanın hem kendi ekseni ve hem de güneş etrafında dönmesi ile gecegündüz, mevsimler ve yıl meydana gelmektedir. Ahirette ise, gece gündüz,
mevsim ve yıl olmadığına göre, zaman kavramı bir bakıma ortadan kalkmış oluyor. Tabi bununla suni zamanı kastediyoruz. Bu bakımdan ahiret
gününden söz edilirken bizim suni zamanımızla yarım günün 500, bir günün 1.000 yıl kadar uzun olduğuna dikkatler çekilmekte ve böylece bu konuda “yevm”(gün) tabiri kullanıldığında, zamanımızdaki 24 saat olmadığına işaret edilmektedir.244 Buradan anlaşılmaktadır ki, bu günler bizim
dünya günlerimizden farklıdır ve farklı bir zaman boyutudur. Başka bir
açıklama ile bunun uzun bir zaman diliminden kinaye olduğunu belirtebiliriz. Yani o emrin çıkması öyle bir günde, o kadar bir zamanda olur ki,
“miktarı sizin saydıklarınızla bin sene eder.” Demek ki, Allah’ın iradesinin bir hükmü olan bir emir, bir iş ve bir olay, bazen böyle bin yıllık bir devir
ile biter. Onun bir günü, böyle büyük bir devir teşkil eder. Onun için “göklerin ve yeri altı günde yarattı.” denildiği zaman, o günler rastgele günler
zannedilmemelidir. Mearic suresindeki ayette “elli bin sene” olarak yer
almaktadır. Demek ki, bin yıl denilmesi örnek yoluyladır veya bazı tefsircilerin dediği gibi “bin tabiri uzun bir zamandan kinayedir.” Dolayısıyla
daha az ve daha çok olmasına engel değildir.245 Zamanın izafiliği hakkında, Kur’an-ı Kerim’deki ayetler gayet açıktır.
“(Resulüm) Senden acele azap istiyorlar, oysa Allah kesinlikle
sözünden dönmez. Rabb’inin nezdinde bir gün sizin saydığınız bin yıl
gibidir.”246
244
245
246
Celal Yıldırım, “İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri”, c. VIII, s. 4039
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, c. VI, s. 285
Hac, 22/47
Evren ve Evrenin Varoluşu
101
“Allah, gökten (meleklerle) bütün dünya işlerini idare eder. Sonra (melekler o işlerle), bir günde O’na yükselir ki, ( o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan ( dünya yılından) bin yıldır”247
“Melekler ve Ruh (Cebrail) O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde
yükselir.”248
Ayetlerle ilgili olarak çok farklı yorumlar yapılmıştır. İnsanın “zaman”
ya da “süre” den anladığı şeyin Allah’a göre bir anlamının olmadığı şeklinde anlamak mümkündür. Çünkü Allah zamandan münezzehtir, zamanın
ötesindedir, bir başlangıcı ve sonu yoktur. O’nun için insanların hesaplamalarına göre ha bir gün, ha bin yıl veya elli bin yıl aynı şeydir, şeklinde
yorumlayan bilginler çoğunluktadır. Ayetlerde hem zamanın kesin olma
durumu ve hem de ilahi zamanla bizim astronomik zamanımızın farkına
dikkat çekilmiştir. Matematik zamanla, ilahi zaman birbirinden farklıdır ve
birbirinden ayrılmıştır. Matematik zamanın elli bin yılının, ilahi zamanın bir
anına denk gösterilmesi de bir kıyaslamadır. Aslında ilahi zaman sürekli
bir andır ki, matematik zamanın hiçbir ölçüsüyle ifade edilemez. İlahi ve
yaratıcı zamanın bakışında yalnız şimdi vardır ve böyle olunca da o zamanın bakışı her şeyi yakın görür.
Bu ayetlerin açıklamalarından önce ilahi yıl, ilahi gün, ilahi saat ve
ilahi dakikayı izah etmek gerekir. Yeryüzünde yaşayan biz insanlara göre
gün, arz’ın, kendi ekseni etrafında tam bir devir yapmasından meydana
gelir. Bu dönüş 23 saat, 56 dakika ve 4 saniye sürer. Yani bizim dünya
günümüz 86.164 saniyedir. Yıl ise bu günkü bilgimize göre dünyanın, güneş etrafında tam bir dönüş yapmasıdır ki, bu da 365 gün, 5 saat, 48 dakika ve 46 saniye sürmektedir. Bu zaman, 31. 556. 926 saniye eder. Bu süre Hac ve Secde surelerinde açıklanan ilahi güne denk gelmektedir. Demek ki, bir ilahi saniye de 3.662.242.5 dünya saniyesine denk gelmektedir.
Modern ilme göre saniye, belirli bir hareket birimidir. Bir cismin bir
yerden diğer bir yere intikalinin mecazi bir ifadesidir. Yani saniye, dünyanın, güneş etrafında seyrettiği yörüngenin 31.556.926’da bir parçasıdır. Bu
parça, yüksek atmosfer ölçümünde kullanılan aletlerine göre, 29.8 km.
uzunluğundadır. Yani dünya, yörüngesi üzerinde saniyede 29.8 km. süratle hareket etmektedir. Diğer bir ifade ile dünya saniyesi, dünyanın güneş
247
248
Secde, 32/5
Me’aric,70/4
102
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
etrafındaki yörüngesinde, 29.8 km’lik hareketidir. Demek ki, saniye hareketin bir ifadesidir. Dünya saniyesinin hareketle ifadesi budur. Böyle ayetleri kendi ölçülerimizle değil, izafi bir mana içinde düşünmemiz gerekir.
Çünkü bunlar izafiyet kavramlarına göre gelmiştir.
“Onları haşrettiğimiz (mahşere sevk edilen gün) zaman (dünyada)
sadece gündüz bir saat kadar kalmışlardır (aralarında tanışacaklardır).
Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar hüsrana uğramışlardır, doğru yolu bulamazlar.”249
Allah’ın huzurunda hesap vermek üzere mahşerde toplanan insanlar, kıyametin dehşetini ve ahiret hayatının sonsuzluğunu anladıklarında
dünyadaki hayatlarının veya kabirde kaldıkları zamanın sadece günün bir
saati kadar kısa sürmüş bir hayat olduğunu, hala birbirlerini tanıdıklarına
göre, uzun bir süre ayrı kalmadıklarını ve kabirde bulundukları sürenin de
çok fazla olmadığını düşüneceklerdir. Allah’ın onları mahşerde topladığı
zaman, kendilerine öyle gelir ki, sadece gündüzün görüşüp tanışacakları
bir saati kadar dünyada kalmışlar, şeklinde zannederler. Oysa çok uzun
bir zaman geçmiştir.
Birlikte yaşadığımız zamanla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de,
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir…”250
buyurulmaktadır. Bu ayet, zamanın insan için önemine işaret etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v)’ın de; “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır.”251 buyurarak zamanın önemine dikkat çekilmektedir. İnsan zaman içinde doğar,
zaman içinde yaşar ve nihayet zaman içinde dünya hayatına veda eder.
Dolayısıyla zaman hemen her yönü ile insanı kuşatmış durumdadır. Hayatımız, saniyelere, dakikalara bağlıdır. Yüklü servetler feda edilse, bir saniyemizi geri getirme imkanımızın olmadığı düşünülürse, zamanın bizler için
ne derece önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Biz insan olarak zaman içinde
hareket halindeyiz ve zamansız bir aleme doğru yürüyoruz.
249
250
251
Yunus, 10/45
Asr, 103/1
Buharı, Rikak,1
C- İNSAN VE İNSANIN VAROLUŞU
1- İnsan ve İnsanın Yaratılması
Yaratmak anlamına gelen” Halk” kelimesi, “Ha Le Ka” fiil kökünden
mastardır. Doğru taktir etmek, bir şeyi yokken ortaya koymak ve bir şeyi
bir şeyden meydana getirmek demektir. Türkçede genellikle “yaratmak”
sözcüğü ile karşılanır.252 Halk aslında doğruca taktir etmek demektir. Bir
benzere dayanmaksızın bir şeyi yoktan var etmek manasına kullanılır.
Halk; bir şeyden bir şeyi icad etmek ve yapmak manasına da gelir.
“Haleka” kelimesi Kuran-ı Kerim’de 261 defa geçmektedir. Bu da yaratma
işinin sadece Allah’a mahsus bir durum olduğunu göstermek ve bunu vurgulamak içindir. Hem isim ve hem de fiil şekliyle çokça geçer. Fiil şeklinde
“yarattı” şekli 93 defa, “yarattım, yarattın” şeklinde 11 defa, “yarattık”
şeklinde 41 defa geçmektedir.253
Var olmak, yani yaratmak bizim irademizle gerçekleşmediği gibi, yok
olmak da bizim irademizle gerçekleşmeyecektir. Ama bizim irademizle
gerçekleşmesi mümkün olan bir şey vardır; var eden bir şey vardır. Var
eden ve yok edenin mutlak varlığını fark etmek ve O’nun varlığına ulaşmanın bizi de var edeceğini bilerek O’na yönelmektir.
Büyük bir mertebe olan insanlığın gerçekleştirilmesi, hiç şüphesiz insanın başta akıl olmak üzere kalp ve duygularına yerleştirilen özelliklerin
açılması, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesiyle mümkündür. Aksi takdirde,
bu imkanlarla var kılınan insanın varlığı anlamını yitirecek ve yokluğun karanlıklarında kaybolup gidecektir. Oysa varlığından haberdar olup, yaratıcıyı düşünen, ölümle yok olmayacak ve ebedi varlığın esrarına ulaşacaktır.
İnsan kesinlikle bir bilim dalının konusu olmayacak kadar çok yönlü
ve çok boyutlu bir sistemdir. İnsanda biyolojik, rasyonel, sosyo-kültürel, tarihi, ahlaki ve ruhani boyutlar bulunmaktadır. Bilimler insan üzerinde çalışırken, bunlar arasında adalet ve uyumu tesis etmesi gereklidir. Her bilim
dalı, insanın bir yönünü inceleyebildiğinden, bilimlerin ürettiği bilgi ve cevaplar da kısmı kalmaktadır. Bir başka değişle, her bilim dalı, insanın bir
boyutunu mükemmel bir şekilde açıklarken, diğer boyutlarını adeta görmezden gelmektedir.
252
253
Ali Ünal, “Kur’an’da Temel Kavramlar”, s. 188
Veli Ulutürk, “Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı”, s. 15
104
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
İnsan, varlıklar içinde Allah’a sınırsız derecede muhtaç olan, aklını
ve maddi-manevi duygularını kullanarak Allah’a iman eden mükemmel ve
“Eşref-i Mahlukat” bir varlıktır. İnsan, cismi yönünden bu evrende bir zerre veya nokta konumunda bile değildir. Okyanusta bir damlanın okyanusa
nispeten hacmi nedir? sorusu herhalde insanların maddi yönde varlık sahası içindeki yerini daha da güzel ifade edecektir. Fakat insanı temelde
onu yüksek bir varlık yapan ruhi ve manevi yönüdür.. Bu kabiliyetler ve yaratılıştaki ilahi amaç, Allah’ın irade ettiği ve razı olduğu istikameti bulabilmek ve o duyguları amacına göre kullanmaktır. Yukarıdaki bilgiler ışığında
kısaca ifade etmek gerekirse insan iki yönlü bir varlıktır.
Maddi yönüyle İnsan, dış görünüşü itibariyle maddidir ve Allah tarafından kendisine bahşedilen vücuduyla canlı bir organizmadır. Elleri, ayakları, başı, göz, kulak, burnu, iç ve dış organları ile mükemmel olarak yaratılmış en seçkin bir varlıktır. Allah, insan vücudunu öyle sistemli ve mükemmel olarak yaratmıştır ki, organlarımız bir şehrin teşkilatına benzer.
Nasıl ki, bir şehirdeki sistemler birbiriyle bağlantılı ve birbirlerini tamamlayacak derecede organizeli ve intizamlıysa, aynen bunun gibi insan vücudu
da, İlahi kudret sayesinde muntazam olarak canlılık fonksiyonlarını yerine
getirmektedir.
İnsan, yaratılış itibariyle maddi ve manevi özelliklerle donatılan ve
hiçbir varlıkla mukayese edilemeyecek derecede mükemmel ve mevcut
yaratılanlar içinde eşref-i mahlukat olarak en hassas bir konuma sahiptir.
İnsan kendi mahiyetini düşündükçe şu soruları sormadan ve cevabını
bulmadan yaratılış gerçeğini kavrayamaz. Bu soruların birincisi, insanlığın
mahiyeti ve yaratılış amacıdır. Merak ettiğimiz bu konu ikinci olarak hatırımıza şu soruyu da getirecektir: İnsan, bu aleme nereden geldi? Nereye
gidecektir? Bu dünyadaki görevi nedir?
Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılış sahnesi de, maddi yönde orijinal
bir manzara arz etmektedir.. Kur’an-ı Kerim insanın yaratılışı ve “Adem
(a.s.)’in kıssaları ile yaratılış sırrını”254 izah ederek hakiki insanlığın
amaç ve hedefini öğretmek, insanlığı doğru bir geleceğe yürütmek ve bu
yürüyüş esnasında insanın karşılaşacağı güçlüklerin amacını gösterip,
bunların nasıl yenileceğini ifade etmiştir. İnsanoğlu bu dünyaya fesat çıkarmak ve kan dökmek için gelmemiştir. Belki insan bu afetleri doğuran ih-
254
Bakara, 2/30-38
İnsan ve İnsanın Varoluşu
105
tiraslara hakim olarak hayır için çalışan bütün kuvvetler sayesinde tekamülden tekamüle ulaşması için yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim bu ayetlerde
“insanlığın amacını, ihtiraslarını boğmasını, yükseliş ve tekamülünü”255 konu edinir.
Maddi duygulara ve ahiret hayatını kazandıracak özelliklere sahip
insan, ancak kullukla mükellef bir varlıktır. Kendisinin ve diğer bütün canlıların hayat malzemesini tedarik etmek ise Allah’a aittir. Rızkın sahibi Allah’tır. Allah rızkı, küre-i arz ofisinde toplamış ve depolamıştır. Yalnız rızkın toplanması için, insanların tembellikten kurtulup çalışmaları gerekir.
Madem hayat sahibi Allah’tır, hayatını sürdürebilmek için de rızkı insanlara
ancak Allah verir.
Manevi yönüyle İnsan, maddi yönden daha kıymetli olarak manevi
duygulara, üstün cihazlara ya da hassas özelliklere sahiptir. Manevi yönüyle insan, kendisine emanet edilen hassas kabiliyetleriyle evren içinde
mümtaz bir konuma sahip ve şuurlu olarak emanet görevini yüklenmiştir.
Saygın bir varlık olan insanın yeryüzünde halife yapan unsur ve onu diğer
varlıklardan üstün kılan özelliği, onun emanetle mükellef oluşudur.
Dünyaya başıboş olarak gelmeyen ve İlahi bir tasarrufa konu olan
insan, evrende kendisine has üstün bir mevkiin sahibi kılınmıştır. O’nun bu
üstünlüğü maddi ve manevi yapısındaki özelliklerinden ileri gelmektedir.
Kabiliyetleri bakımından hiçbir varlık ile mukayese edilemeyecek durumda
olan insan, varlık aleminde her şeyi idare edebilme ve düzenleme sorumluluğunu taşımaktadır. ”Bütün eşya üzerinde gücü ve kabiliyeti nispetinde tasarrufa yetkili” 256 kılınmıştır.
İnsan, dünya hayatına başıboşluk içerisinde hedefsiz olarak gelmemiş, varlıklar içinde en seçkin bir konuma getirilmiş ve kendisine Allah tarafından teklif edilen İlahi bir görevi üstlenmiştir. İnsan; ahiretini kazanmak
için dünya hayatına gelmiştir. Biyolojik canlı olarak bazı devreleri geçirerek
yine ebedi ahiret yolculuğuna devam edecektir. Kendi dünyasını ahiret hayatına bir tarla olarak görebilenler, bu görevini de idrak etmiş olacaklardır.
255
256
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, “Kur’an’da Yaratılış Sahnesinin Düşündürdükleri”, Konulu Makalesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi, Sayı: 20
Safa Mürsel, “Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi”, s. 77
106
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Düşünen ve idrak edebilen her beyin (akıl) insanın bu alemdeki yerini eksiksiz tespit edebilir. Sınırsız bir ihtiras içinde insan ebedileşmenin,
yükselmenin ve mutluluğa ermenin sırrını ancak yaratılış amacını bilmekte
ve ona göre hareket etmekte bulacaktır. Bu büyük amacı bilmeyen insan,
evrendeki yerini de tespit etmiş sayılamaz ve dolayısıyla kendini de anlamış olduğunu iddia edemez. Ne var ki, bunu bilmekle mükellef olan beşeriyet, bilmemekle de sorumluluktan asla kurtulamaz.257 Kısacası insan,
varlıklar içinde seçkin bir konuma sahip olarak yaratılmış kerem sahibi ve
saygın bir varlıktır.
İnsanın saygınlığı inancına bakılmaksızın, hem Kur’an-ı Kerim’de,
hem Hadis’lerde ve hem de hukuki metinlerde ifade edilmektedir. Kur’an-ı
Kerim’de insan, “Allah’ın ruhundan üflediği”,258 “isimler öğrettiği”,259
diğer “canlılara üstün tuttuğu”260 ve “emanete muhatap ettiği”261 bir
varlıktır. insanların farklı renk ve dillerde olması”262 “insanı şekillendiren, şeklini de güzel yapması”263 Allah’ın ayetlerindendir. Yine insanların
millet ve kabilelere ayrılmalarının bir espirisi de, bu durumun “birbirleri ile
daha kolay tanışma”264 imkanı vermesidir.
Kur’an-ı Kerim; evreni yaratan, donatan ve yaşatan Allah olduğunu
sık sık vurgulamaktadır. Kur’an-ı Kerim yine gökyüzünün ve yeryüzünün
Allah’a ait olduğunu beyan etmekte ve rızkı verenin de sadece Allah olduğunu belirtmektedir. Kur’an-ı Kerim, “Allah’ın kulu”265 hitabına inanan/inanmayan herkesi dahil etmektedir. Ayrıca Allah, “Alemlerin Rabbi,
Rahman ve Rahim”266 sıfatlarıyla tarif edilmektedir. Alemlerin Rabbi olan
Allah, bütün insanların da Rabbidir. Müfessirler, “Rahman” sıfatının bu
dünyada inanan/inanmayan herkesi içine aldığını, “Rahim” sıfatının ise
ahrette, mü’minlere has olduğunu söyleyerek iki sıfat arasındaki nüansa
işaret etmektedirler.267
257
258
259
260
261
262
263
264
265
266
267
Şevki Saka, “İnsanın Yaratılış Gayesi”, Yüksek Lisans Tezi, s. 63
Secde, 32/9
Bakara, 2/31; Rahman, 52/2
İsra, 17/70
Ahzab, 33/72
Rum, 30/22
Teğabün, 64/3
Hucurat, 49/13
A’raf, 7/194; İnsan, 76/6
Fatiha,1/1-2
İbn-i Kesir, “Tefsir’ül-Kur’an’il-Azim”, 1/35-36
İnsan ve İnsanın Varoluşu
107
İnsanın hayat yolculuğu, anne rahminde yumurtanın döllenmesi ile
başlar; anne ve babadan gelen genetik programın okunmaya başlamasıyla gelişim süreci devreye girer. Hayat boyu devamlı değişim ve büyüme
yedi dönem halinde incelenir. Hamilelik dönemi, doğum, çocukluk, yetişkinlik dönemi, orta yaş dönemi, ihtiyarlık ve ölüm şeklinde ifade etmek
mümkündür. İnsanın bu gelişme safhalarında genetik programı oluşturan
genler, içinde yaşanılan çevre şartları, kazanılan tecrübeler ve alınan eğitimin içeriği, hep birlikte bu gelişmenin, çevreye uyum sağlayacak şekilde
olmasını sağlarlar.
Burada insanın yaratılışı ve Nutfe* ile sudan rahim duvarına asılan
Alaka*’ya; Alaka’dan çeşitli şekillere giren Mudğa*’ya, Mudğa’dan iskeleti
oluşturan kemiklere, sonra kemiklerin üzerini kaplayan kaslara ve daha
sonra da gözlerin ve kulakların oluşma devrelerine, beyin, omirilik ve sinirlerin meydana gelişine, akciğer, karaciğer ve kalbin oluşumuna ve nihayet
insan vücudunu ayakta tutan çeşitli boy ve şekillerde büyüklü- küçüklü
kemiklerden, eklemlerden vücuda güç veren ve hareket etmesini sağlayan
öteki kemik ve kaslara kadar, insan bedeninin yaratılış devrelerine ait
ayetlerle, açıklamalara devam edeceğiz.
Kur’an-ı Kerim’in getirdiği ve ilimden 1400 yıl önce açıklamış bulunduğu ilmi gerçeklerden biri de, insanın topraktan yaratılmış bulunduğu
gerçeğidir. Bu gerçeği Kur’an-ı Kerim: “O’nun (varlığının ve kudretinin)
delillerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra hemen bir beşer (insan) olarak çoğalıp (yeryüzüne) yayılırsınız.”268 buyurmaktadır.
Allah, ilk insanı topraktan yarattığını Kur’an-ı Kerim’de değişik vesilelerle ifade etmektedir. Bu ayette genel bir hitapla “sizi topraktan yarattı”
emri ise, sizin aslınız olan ilk insanı topraktan yarattı şeklinde anlamalıyız.
Her insanın yaratılışı toprakla ilintilidir. Çünkü insanı meydana getiren er* Nutfe : Erkek ve dişi üreme hücrelerinin birleşmiş şekli (zigot), duru
ve saf su, döl suyu, sperm, insan yaratılışının mayası ve temelini oluşturan sudur.
* Alaka: Erkeğin spermi ile döllenmiş yumurtadan bir hafta içinde oluşan hücre topluluğunun rahim cidarına asılıp görülmüş şekli demektir.
Cenin bu uzun şekliyle Alaka (kan pıhtısı) olarak 40 gün kadar kalır.
* Mudğa: Ceninin, üzerinde diş izlerini andıran şekiller taşıyan, henüz
uzuvları oluşmamış şekli demektir. Bunun uzunluğu 2,5 cm’den fazla
değildir.
268
Rum, 30/20
108
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
kek ve dişi hücrelerinin oluşumunda bitkisel ve hayvani gıdaların katkısı
vardır ve bunların her ikisi de topraktan beslenmektedir.
Modern ilimde de hayatın başlangıcının kokuşmuş çamurdan, yani
kötü kokulu gazların çıktığı bataklık çamurundan gelişmiş olduğunu söylemektedir. Bu gazlar Metan, Hidrojen Sülfür (H2S) ve Amonyak gazlardır.
Londra’da bulunan “Tabiat Tarihi Müzesi” salonlarında büyük bir resim
görülür. Bu resimde Amonyak asidine dönüşmek üzere, bu gazların kokuşmuş çamurdan nasıl bir araya geldiğini, sonra da protein haline gelebilmek için ne gibi değişiklikler geçirdiğini gösterir ki, proteinlerin en önemlisi, hayatın sırrını izah eden nükleik asittir.269
“Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nı durumu,
Adem’in durumu gibidir; O’nu topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi,
o da hemen oluverdi.”270
Hz. İsa (a.s)’nın babasız olarak meydana gelmesi, Hıristiyanlığın teolojik esaslarını etkileyen ve mensupları arasında asırlardır şiddetli tartışmalara yol açan bir olay olma özelliğini korumuştur. Hz. İsa (a.s)’in bir insan olduğuna ve ilahi iradenin bu yönde olduğu bilindikten sonra, onun
babasız dünyaya gelmesinin yadırganacak bir durum olmaktan çıkması
gerektiğine, Hz. Adem (a.s) örneğine değinilerek dikkat çekilmektedir. Hz.
İsa (a.s)’nın meydana gelmesi aklen imkansız denebilecek bir durum değildir. Hz. Adem (a.s)’in babasız meydana gelmesi kabul edildiğinde, Hz.
İsa (a.s)’in da babasız dünyaya gelmesi kolaylıkla kabul edilmelidir. Ayetin
başında ve sonunda Allah’ın bir şeyin olmasını istemesi halinde, hemen
meydana geldiği ve O’nun kudretini engelleyecek hiçbir güç bulunmadığı,
iki olay arasındaki benzerliğe değinilmiş ve ayetin ortasında ayrıca Hz.
Adem (a.s)’in topraktan yaratıldığı belirtilmiştir.
“…Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden
ancak O’dur. Bir de O’nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü)
vardır. Siz hala şüphe ediyorsunuz!”271
Topraktan canlıların en mükemmeli olan insanın yaratılmasındaki
harikulade olaya işaret edilmektedir. Yeryüzü yaratıldığı zaman, üzerinde
hayattan eser yoktu ve yok olan bir şey kendi kendini var edemez. Toprak269
270
271
Dr. M. Ali el- Bar, “İnsanın Yaratılışı”, s. 8
Al-i İmran, 3/59
En’am, 6/2
İnsan ve İnsanın Varoluşu
109
tan can veren ve onu insan yapan, insanda ruhu, aklı ve irfanı yaratan kesinlikle Allah’tır. Çünkü gelişmenin her safhasında O’nun yaratma sıfatı
bulunmaktadır. Bu sebeple yoktan varlığın, basitten bileşiğin, cansızdan
canlının ve şuursuz tabiattan zekanın kendiliğinden ortaya çıktığına inanmaktan daha batıl bir inanç olamaz.
Varlığın başlangıcından sonuna kadar, insanın da Allah’ın yaratma,
takdir ve tasarrufunda bulunduğu ifade edilmekte ve insanın çamurdan yaratıldığı belirtilmektedir.
“Allah, İnsanı pişmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yarattı.”272
İnsanın ilk yaratılışındaki ana unsurlara dair bilgi verilmektedir. İnsanın yaratışı hakkında Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde bilgi verilmiş
olup, bunun özü; çamura şekil verilmiş, ateşte pişirilmiş ve kurutulmuş bir
çamura, yani hayatiyetten uzak bir nesneye can verilmiş, bu canlı akıl nimetiyle donatılmış ve onu iyi kullanmayı sağlayacak yetki ve yetenekler
verilerek, bu donanımlara paralel bir sorumluluğa muhatap kılınmıştır.
Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.” “Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.”273
Ayette insan bedeninin, Allah’ın yaratma sıfatının bir eseri ve tecellisi
olarak topraktan başlayarak devam eden fiziksel- biyolojik değişim ve gelişim sürecine işaret edilmektedir. İnsana benzeyen niteliklere sahip olmakla birlikte bedeni ve bedensel özellikleri bulunmayan ve bu nedenle de
gözle görülmediği için Cin diye adlandırılmış olan varlık türünün yaratılışı
da, ilahi kudretin eserlerine son örnek olarak zikredilmektedir.
Kur’an-ı Kerim; insanın topraktan, yahut “Tin”’den (toprağın su katılmış hali) veya “Salsal”’den (uzun süre bekletilerek, vurulduğunda çınlayacak derecede kurumuş olan çamur) yaratıldığını söylüyor. O halde su
katılmış olsun veya olmasın bunların hepsi toprak demektir. Modern ilim
ispat etmiştir ki, insan vücudu, yeryüzünün ihtiva ettiği elementleri içermektedir. Vücut; Karbon, Oksijen, Hidrojen, Fosfor, Kükürt, azot, Kalsiyum, Magnezyum, Demir, Manganez, Bakır, İyod, Flor, Kobalt, Zink,
Silisyum ve Alüminyum’dan meydana gelir. İşte bütün bunlar, toprağı
272
273
Rahman, 55/14
Hicr, 15/26-27
110
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
meydana getiren unsurlardır. İnsanlar olarak yerin birer parçası olduğumuz ortadadır.
İnsanın aslen “Nutfe” ‘den meydana geldiğidir. Nutfe ise, erkeğin
çıkardığı bir damla sıvıdır. İnsan; bu sıvıdaki canlıların, kadının yumurtasıyla birleşmesiyle meydana gelir. İşte bu canlılar ve yumurtalar hep kandan meydana gelmektedir. Kan ise, “Kilüs”*’ten doğan sütsel maddenin
emilmesiyle meydana gelmektedir. Bu gıdalar da toprağın unsurlarından
meydana gelmektedir. Aslında hepsinin aslı topraktır. O halde toprağın
unsurlarından meydana gelen insan, vücudunu tahlil etmek suretiyle, insanın aslı olan Hz. Adem (a.s)’in topraktan yaratılmış olduğu anlaşılır.
Sonra Hz. Adem (a.s)’in Zürriyeti (döl), kaynağı toprak olan Nutfe’den yaratılmaya devam etmiştir. İnsanlığa sunulan önemli bir mucize olarak, bu
durum hakkında Kur’an-ı Kerim:
“Öyleyse İnsan neden yaratıldığına bir baksın.” “ Atıcı (fışkıran)
bir sudan yaratıldı.” “ Bu su, erkeğin belinden, kadının kaburga kemikleri arasından çıkar.”274
Öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret hayatını inkar eden insanın, kendi
yaratılışına bakarak ibret alması ve ahiret olayını buna göre değerlendirmesi istenmektedir. Ayrıca insan vücudundaki varoluşun ilk aşamasına
işaret edilmektedir.
Bütün canlıların sudan yaratıldığını bildiren Kur’an-ı Kerim’in mucizevi beyanından suyun hayat için ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Nitekim vücudumuzun yaklaşık %60’ı sudur. Vücudumuzdaki bütün hayatı,
kimyevi ve fizyolojik olayların ancak sulu bir merkezde cereyan ettiğini öğrendiğimizde ve su olmayınca hücredeki reaksiyonların bozulduğunu gördüğümüzde, yukarıdaki beyanın hikmetini daha iyi anlıyoruz. Erişkin bir insanın 70 kg olduğu kabul edilse, vücudundaki toplam su miktarı yaklaşık
42 litre olur. Bunun 28 litresi hücrelerin içinde, 14 litresi ise hücrelerin dışında bulunur. Erişkin bir insanın vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre bu-
* Kilüs: İnce barsağın lenf damarlarında bulunan maddedir. Bağırsaktan
gelen, içinde yağ damlacıkları bulunan ak kandır. Bitki, hayvan ve sudan ibaret olan gıdanın sindirilmiş durumudur.
274
Tarık, 86/5-6-7
İnsan ve İnsanın Varoluşu
111
lunmaktadır. Bu hücrelerin tamamı, hücre dışı sıvı olarak tanımladığımız
bir ortam içinde, her taraftan kuşatılmış olarak bulunur.275
“Allah her canlıyı sudan yarattı…”276
Allah’ın yarattığı ve her şeye ondan hayat verdiği su ile, bu ayette
geçen ve kımıldamayan canlıların yaratılmasına kaynak olan “su” birbirinden farklıdır. Bu su aşılanmadaki erkek sperm unsuru olarak anlaşılmalıdır.
Bu ilahi beyanlar, gelişigüzel bir bilginin dile getirilmesi değildir. Gerçi
hayatın devamı için suyun önemi, her an yaşadığımız bir olaydır. Biyolojik
varlığın başlıca unsurları Oksijen, Hidrojen ve Karbon’dur. Hidrojen ve
Oksijenin de suyun elementleri olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Allah, bütün canlıları sudan yarattığı konusuna bizim dikkatimizi çekerken, canlı
varlığın temel taşının unsurları olduğunu da ifade etmiş olmaktadır. Bu
gerçek ile bugün, biyoloji ilmi tahlil ve tasvirleri ile ulaşmış bulunmaktayız.
Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılışındaki tıbbı gerçekleri ve ilmi teorileri
işaret ederek hangi aşamalardan sonra şekillendiğini ortaya koymaktadır:
“…Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek
üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor. İşte Rabbiniz olan Allah budur…”277
Jinekoloji* ilmi, ceninin anne karnında su, ışık ve hararet (ısı) geçirmeyen üç sağır perde ile örtülü bulunduğunu söylemektedir. Bunları; su
geçirmeyen Munbar, ışık geçirmeyen Amnion, ısı geçirmeyen Corion
zarlarıdır. Çocuğun meydana geldiği bölüm olan rahim dıştan içe doğru üç
doku ile yapılmıştır. Bu dokular, ışık, ısı ve su geçirmez zarlarla sarılmıştır.
Ayet, bütünüyle insanlığın bu oluş süreci yanında her bir insanın ana
rahmindeki yaratılış sürecine değinmektedir. Üç karanlık tabirini, annenin
karın duvarı, rahim duvarı ve cenini kuşatan zar içindeki karanlık tabaka-
275
Prof. Dr. Ömer Arifağaoğlu, “Vücudumuzdaki Hassas Denge Homeostazis” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Nisan/2004 (303), s. 109
276
Nur, 24/45
277
Zümer, 39/6
* Jinekoloji: Kadın hastalıklarını konu edinen hekimlik dalı, kadın üreme
organlarının hastalıkları ile ilgilenen tıp dalıdır.
112
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
lardır. Rahim içinde birbirini kuşatan üç zarın teşkil ettiği tabakalar olarak
anlamak da mümkündür. Bunların ilki, cenini koruyan, içi sıvı dolu Amnion
zarı, ikincisi Amnion’u dıştan kuşatan ve daha çok ceninin besin ve oksijen
almasını sağlayan Corion zarıdır. Rahim içini astar gibi kaplayan ve hamileliğin sonuna doğru gittikçe kalınlaşan üçüncü zar, üzerindeki kan damarlarıyla çocuk için besin deposudur. Hamilelikten sonra düştüğü için buna
düşen zar denilmektedir. Ayette bu tabakaların karanlık oluşuna özellikle
dikkat çekilmektedir. Bu karanlık ortamlarda olup bitenlerin dahi Allah’ın
bilgisi ve kudreti sayesinde gerçekleştiğine işaret edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim: “Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir
Nutfe’den (sudan) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu nedenle onu
işitir ve görür yaptık.”278
İnsanın sadece tek bir Nutfe’den yaratılmadığını, bir karışımdan yaratıldığını söylemektedir. Yani erkeğin Nutfe’si ile kadının yumurtasının karışımından ve ana rahminde döllenmiş bir yumurtadan meydana geldiğini
ifade etmektedir. Kendisine görme ve işitme gibi organlar da verilen bu
varlık, sorumluluklara muhatap ve sınava tabi tutulabilecek bir kıvama
gelmiş olmaktadır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim: “ Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan
yarattık.” “Sonra onu Nutfe (az bir su) halinde sağlam bir karargaha
(ana rahmine) yerleştirdik.” “Sonra bu Nutfe’yi ( az suyu), Alaka (kan
pıhtısına) haline getirdik. Alaka’yı da Mudğa (bir çiğnemlik et) yaptık.
Bu Mudğa’yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık (insan) olarak ortaya çıkardık…”279 buyurmaktadır.
Konu ile ilgili olarak ilim, ayette zikredilen Mudğa (bir çiğnemlik et),
çiğnenmiş et gibi yuvarlak bir toptan meydana gelir. Aşağısı içi boş kese
gibidir ki, buna Saffari denir. Bu kese Mudğa’nın ikinci ayında ayrılır. Yukarısı da bir kesedir. Bundan Sela denen içi su ile dolu bir kırba doğar. Bu,
kalın göbek bağının bitiştiği yer hariç, Mudğa’yı her taraftan tamamen kaplar. Böylece Mudğa, kendisini sarsıntı ve çarpmalardan koruyan mai (su)
278
279
İnsan, 76/2
Mü’minun,23/12-13-14
İnsan ve İnsanın Varoluşu
113
bir kılıf içinde yüzer. Bütün bunlar Allah’ın: “…Sonra onu Nutfe halinde
sağlam bir yere koyduk…”280 emrinin doğruluğunu ortaya koymaktadır.
Ayrıca ceninin ana rahminde geçirdiği evreleri ile ilgili Kur’an-ı Kerim:
“Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe
içindeyseniz (düşünün ki) hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra az bir
sudan (meniden), sonra bir “Alaka”dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir “Mudğa” dan yarattık ki size (kudretimizi) apaçık anlatalım. Dileğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir
çocuk olarak çıkarıyor, sonra da tam gücünüze ulaşmanız için(siz
kemale erdiriyoruz). İçinizden ölenler olur. Yine içinizden bir kısmı da
ömrün en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale
gelsin…”281 buyurmaktadır.
“İnsanı “merhalelerden geçirerek yaratmış” 282 olan Allah, organik
özelliklerinin üstünde şahsiyet, ruh ve şuur sahibi olarak yarattığı insana,
kendi kudret ve sıfatlarından pay verircesine onu konuşan, bilen, irade sahibi olan ve iradesini hür olarak gerçekleştirebilen sıfatlarla donatmıştır.
Yaratmış olduğu evreni, böyle özelliklerle donattığı insanla taçlandıran Allah, bütünü ile evreni bir amaç için yarattığı açıktır. İşte bu amacı da gerçekleştirmeyi “İnsana bir emanet olarak tevdi etmiş, ona bir vazife olarak vermiştir.” 283
Hz. Peygamber (s.a.v) Alaka’dan ve Alaka’nın nasıl yaratıldığında
söz ederek ”Nutfe’nin üzerinden 42 gün geçince Allah bir melek gönderir. Melek Nutfe’ye şekil verir. Gözünü ve kulağını, etini, deri ve
kemiklerini yaratır.” 284 buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.v),
Mudğa’dan, kemiklerin oluşmasından ve cenine can verilişinden de bahsetmiştir. Böylece O, insanın yaratılışı ve şekil kazanmasıyla ilgili ayetleri
açıklamış olmaktadır.
İslam dininde insan, yaratılışın amacı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Allah insanı topraktan yaratmış, insana ruhundan üflemiş ve yeryüzünde
kendisine halife kılmıştır. Allah’ın bazı sıfatlarını, insanı ölçüler içinde in-
280
281
282
283
284
Mü’minun, 23/13
Hac, 22/5
Bakara, 2/31-34
Ahzab, 33/72
Buharı, Kader, 1, VII, 210; Müslim Şerhi, V, 496
114
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
sana da bahşetmiş olması ve onu yeryüzünde halife olarak yaratması, insanı asla ilahlaştırmaz, ama insanın değerini ve insan olma şerefini yükseltir. Allah insanın değerini ve evrendeki yerini böyle yükseltmiş, “Meleklere O’na secde etmelerini emretmiş ve onlar da secde etmiştir.”285
Yeryüzünde halife olarak yaratılmış ve Allah’ın sıfatlarından pay verilerek
donatılmış olan insan, aynı zamanda evrenin yaratılış sebebi olarak görülmektedir.
İnsanın yaratılış amacı sadece Allah’a kulluktur. 286 Allah’a kul olmak, O’nun çağrısına samimiyetle karşılık vererek, yasaklarından kaçınmak ve emirlerini yerine getirmekle mümkün olur. Allah’a kulluğun başı ihlas ve samimiyettir.287 Kullukta esas olan ise sürekliliktir.288 Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet
et.”289 Kulluğun zirvesi, kişinin Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmesi 290
ve bütün varlığıyla O’na yönelmesidir.291 Buna ihsan makamında kulluk
denilmektedir. Kulluk bilinci sorumluluk bilinci ile gelişir. Her şeyi bilen ve
gören bir olan Allah inancı, kulluğun olgunlaşmasına vesile olur. Bu durumda insan, hergün mükemmele doğru yol alır. Bu yol, Kur’an-ı Kerim’in
ifadesiyle, dostdoğru bir yoldur.292
İnsanın dünyada yaratılış amacı kulluktur. Kulluk da imtihanla test
edilmektedir. Bu itibarla hayat bizim için büyük bir sınav ve ilhi bir imtihandır. Allah, hayatın bir sınav olduğunu, “O, hanginizin daha güzel amel
yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.”293 emriyle en
güzel şekilde ifade etmiştir. Bu sınav, “inandık” demekle kurtulamayacağımız;“açlıkla”,“korkuyla”, “mallardan” ve “canlardan” eksiltmekle deneneceğimiz çetin bir süreçtir. Bu yolda biz mü’minlerin en büyük azığı “sabır”,
“namaz”, “güzel ahlak” ve “takva” olmalıdır. Öyleyse “…Herkes yarın
285
286
287
288
289
290
291
292
293
Hicr, 15/29-30
Zariyat, 51/75-76
A’raf, 7/29
Mü’minun, 23/9
Hicr, 15/99
Müslim, İman, 1,5
Müzemmil, 73/8
Fatiha, 1/6
Mülk, 67/2
İnsan ve İnsanın Varoluşu
115
için ne hazırladığına bir baksın…”294 çağrısına kulak vererek, yaratıcımızı hoşnut edecek “güzel amellere” hemen yönelmeliyiz.
Toplumsal hayatta ahenk, huzur, bütünlük ve dayanışmayı amaç
edinen İslam dini, insanlar arasında ırk, dil, renk, cinsiyet, inanç ve kültür
başta olmak üzere farklılıkları ve eğilimleri tabii bir olgu olarak kabul etmiş,
fakat bu farklılıkların toplumsal ayrılıklara ve ayrımcılığa dönüşmesine hiçbir zaman onay vermemiştir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de: “Ey
İnsanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
birbirinizi tanımanız için boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında
en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.”295
buyurmak suretiyle farklı yaratılmanın “kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma” fonksiyon ve hikmetini onaylarken; insanın şeref ve değerini,
kendi iradesi dışında sahip olduğu aidiyetlere değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği değerlere bağlamıştır. Bütün “mü’minleri kardeş ilan
ederek” 296 evrensel bir inanç bağı ortaya koymuştur.
Kur’an-ı Kerim: “Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve
yaşlılık verendir.” emriyle çocukluktan yaşlılığa insan hayatının aşamalarına işaret edilerek, güçsüzlük ve yaşlılığın kaçınılmaz bir süreç olduğu belirtilmiştir. Doğumla başlayan ve ölümle sona eren hayat yolculuğu her
canlı için mukadder bir süreçtir. Bu açıdan her bir çocukta kendi çocukluğumuzu, her bir yaşlıda ise kendi yaşlılığımızı görmemiz gerekir.
2- İlk İnsan
Yahudi, Hıristiyan ve İslam kaynaklarında, ilk insan ve insanlığın
atası olarak “Adem” bilinmektedir. Bu nedenle her üç dine mensup ilim
adamları, bu kelimenin sözlük ve terim anlamını kaynaklarında ifade etmişlerdir. Ancak “Adem” kelimesinin kökü tartışmalıdır. Kelimenin Sümer
dilindeki “Adamu” babam, Asur-Babil dilindeki “Adamu” yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konmuş, çocuk, genç anlamlarına gelmektedir. Sabii
294
295
296
Haşr, 59/18
Hucurat, 49/13
Hucurat, 49/10
116
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
dilindeki “Adam”, kul kelimesinden geldiği ileri sürülmüştür. Bunların yanında İbranice “Adamah” kelimesinden geldiğini belirtenler de vardır. 297
Prof. Dr. İsmail Yakıt, Adem’in kelime olarak Sami dillerine mensup
bir kelime olduğunu, İbranice “Adamah” kelimesi “ekili alan” demektir ve
kök olarak “Adem”, kızarmak mastarından geldiğini ve verimli toprağın
renginin kızıl olmasına yapılan bir benzeşme ile “kızıl toprak” anlamındadır. Nitekim Arapça’da da “toprak ve yeryüzü” anlamına gelmektedir.
İsim olarak, semavi dinlere mensup topluluklar tarafından ilk insan ve ilk
peygamber olduğuna inanılan ve künyesi “Ebu’l- Beşer”, yani insanlığın
atası olan bir şahsiyetin adıdır ki, buna da Hz. Adem (a.s) denildiğini ifade
eder.298
Adem kelimesinin sözlük anlamı, terminolojideki anlamının da esasını oluşturmuş, topraktan yaratıldığı ilahi kitaplarda bildirilen ilk insana isim
olmuştur. Dini inançlara göre yaratılan insan ve ilk peygamber 299 olan Hz.
Adem (a.s)’in isminin kökeni konusunda iki görüş vardır. Birincisi, bu ismin
Arapça olmadığı yönündedir. İmam Şa’bi ve Sa’lebi, İbranice’de toprağa
“adam” denildiği için bu ismin İbranice olduğunu söylerler. Zamahşeri ve
Beyzavi gibi bilginler de bu ismin Arapça olmadığını söyleyenlerdendir.
Diğer görüş de, Adem adının Arapça olduğu yönünde olup, Cevheri ve
Ebu Mansur Cevaliki bu görüşün temsilcileridir. Bazılarına göre de bu ismin aslı Suryanice’dir.300 Suryanice’de Adem’in toprak demek olduğu söylenmiştir.301 Ayrıca Adem’e bu ismin, cesedi topraktan yaratıldığı için verildiği söylenmiştir. Bir başka görüşe göre de rengindeki esmerlikten dolayı
verilmiştir. Yine Allah’ın üflediği ruhun kendisini güzelleştirmesinden, bu
ismi aldığı da iddia edilmiştir. Ayrıca bu kelimenin ülfet anlamının da olduğu söylenmiştir.302
297
298
299
300
301
302
Prof. Dr. Süleyman Hayrı Bolay,”Adem md.”, T.D.V İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 358
Prof. Dr. İsmail Yakıt, “Kur’an’ı Anlamak”, s. 63
Türkçe Sözlük, “Adem md.”, T.D.K, Ankara: Komisyon/1998, c.1, s.12
İzmirli İsmail Hakkı,”İslam Türk Ansiklopedisi”, Adem md. İstanbul1941
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, c.1, s. 315
Er- Rağib İsfahani, “El- Mufredat Fi Garibi’l- Kur’an”, Tahk. Muhammed Halil Aytani, Adem md. Beyrut- 2001
İnsan ve İnsanın Varoluşu
117
İlahi kaynakların tamamında “Adem” kelimesi geçmektedir. Kur’an-ı
Kerim’de 16 yerde Hz. Adem (a.s)’in isminden söz edilmektedir. Ayrıca
bütün insanlara hitap edilirken, “Beni Adem” şeklinde pek çok yerde
geçmektedir. Bundan dolayı Hz. Adem (a.s)’e “Ebu’l- Beşer” lakabı verilmiştir.303
Hz. Adem (a.s), Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın “Alemlere üstün kıldığı
seçkin kişiler arasından”304 sayıldığından, Safiyullah* ünvanıyla da
anılmaktadır.
Hz. Adem (a.s) hakkında yanlış inançlar ve efsaneler oldukça fazladır. Özellikle, Allah’ın yeryüzüne toprak almak için sırasıyla Cebrail, Mikail
ve İsrafil adındaki büyük melekleri gönderdiği ve onların istenen toprağı
getirmeyip, sonra ölüm meleği olan Azrail’ı gönderdiği, onun her çeşit topraktan birer avuç getirdiği ve Allah’ın bu toprakları çamur yaparak 80 yıl
şekilsiz bıraktığı, güneşte kuruttuğu ve sonra şekil vererek 120 yıl daha
ruhsuz bırakarak, daha sonra ruh verdiği ve böylece canlanıp ilk insanın
meydana geldiği ve adını Adem olduğu, eşi Havva’nın onun kaburga kemiğinden yaratıldığı, Cennet’te zina ettikleri, yılan hikayesi, başka bir gezegenden yeryüzüne düştükleri, Adem’in Serendip adasına, Havva’nın da
Hicaz bölgesine düştüğü vs. konularındaki söylentilerin İslam’i hiçbir dayanağı yoktur. Bu konularla ilgili rivayetleri haklı çıkaracak ne bir ayet ve
ne de sahih bir Hadis vardır. Bu rivayet ve efsanelerin kaynağı Yahudi,
Suryani ve Hıristiyan kaynakları oluşturmaktadır. Muharref Tevrat’ın “Hilkat” bahsinin Yahudi ve Suryani’ler tarafından yapılmış yorumlar, zamanla
İslam toplumuna ve yapılan Tefsir ve Kısas-ı Enbiya ile ilgili kitaplarda yer
alan “İsrailiyat” denilen menkıbeleri meydana getirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılışı ile Hz. Adem (a.s)’ın “Allah’ın
halifesi” olması olayı ayrı ayrı konuları içermektedir. Kur’an-ı Kerim, “Biz
insanı çamurdan yarattık.” ayetiyle hem Hz. Adem (a.s)’ın ve hem de
303
Mehmet Fuad Abdulbaki, Mu’cemu’l- Mufehres Li Elfazı’l- Kur’an’ılKerim, s.24,137
304
Al-i İmran, 3/33
* Safiyullah: Arapça bir kelime olup, Hz. Adem (a.s)’ın lakabıdır. Saf ve
temiz yürekli anlamına gelir. Ayrıca Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.v)’ın bir ismidir. Allah’ın ihsanı ile yaratılmış varlıklar arasında, seçilip çıkarılmış tertemiz anlamına Safiyullah denilmiştir.
118
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
bugünkü insanın maddi varlığının özünün toprak olduğunu belirtmektedir.
Bu açıdan bakıldığında “Adem” kelimesi ile “insan” kelimesi eşanlamlı bir
görünüm arz etmekte ve bu durum daha ziyade “Allah’ın halifesi” kavramında gerçekleşmektedir. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim, Adem (a.s)’in bütün
insanlığın ilk biyolojik babası olduğu konusu üzerinde hiç durmaz. Adem
(a.s)’ın halifeliği konusu, onun şahsında bütün insanlığın halifeliği ve diğer
yaratıklara mümtaz kılınması konusudur.305
Kur’an-ı Kerim, Hz.Adem (a.s)’in yaratılışına genel olarak temas etmektedir. İslam’da Hz. Adem (a.s)’in yaratılışı konusunda çeşitli kaynaklarda bilgi bulunmaktadır. Bu kaynakları Kur’an-ı Kerim, Hadis ve Tarih
olarak üç ana grupta toplamak mümkündür. Yaratılış konusunu bir bütün
olarak ele alan Kur’an-ı Kerim; yer, gök, bitki ve hayvanlardan sonra insanın yaratılışına temas etmektedir. Normal ve tabii şartların dışında, su,
toprak ve çamur gibi maddelerin, bazı aşamalardan geçtikten sonra, kendisine ruh üfürülerek yeryüzünde görülmesi dışında, yaratılışı tamamlanmış bir erkek ve dişinin birleşmesiyle “Nutfe’nin”, ana rahminde “Alaka”,
“Mudğa” gibi aşamalardan geçtikten sonra yeryüzünde görülmesi gibi iki
tarz yaratılma görülmektedir.
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder.
O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların
tesbihini anlamazsınız…”306
Tabiat ilimlerinin gelişmesi, bu ayetin açıklanmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, önceleri cansız ve hareketsiz olduğu sanılan varlıklar da dahil
olmak üzere, bütün eşya atomlardan meydana gelmiştir. İşte atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronlar, sürekli ve düzenli bir şekilde çekirdeğin
etrafında dönmektedir ki, belki de onların bu dönüşleri ve ilahi kanuna en
ufak bir sapma göstermeden boyun eğmeleri, Kur’an-ı Kerim tarafından
Allah’ı tesbih olarak ifade edilmektedir.
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a
secde ediyor…”307
305
306
307
Prof. Dr. İsmail Yakıt, a.g.e, s. 112
İsra, 17/44
Hac, 22/18
İnsan ve İnsanın Varoluşu
119
İnsanın kendisini ve kendisini çevreleyen evreni beş duyu organı ile
algılayıp anlamlandırması Zeka∗ ile olur. İnsan zekası, insan ruhunun çatısı altında şuur, akıl, vicdan, sezgi, his ve hafıza gibi fakültelerin tek tek
her biriyle birlikte çalışmaktadır. Zeka realiteyi tespit eder, akıl kişinin niyetine göre bu tespiti yorumlar ve kendince bir yere oturtur. Zeka ile aklın
mahiyet ve fonksiyonları farklıdır. Akıl, hikmet içindir, akletmek, muhakeme etmek ve hüküm çıkarmak içindir. Kabul eden, tercih eden veya etmeyen, yani karar veren ve seçim yapan akıldır. Çünkü akıl, aynı zamanda
irade sahibidir. Zeka ise irade sahibi değildir ve sadece aklın faaliyeti için
gerekli verileri toplar.308 Akıl ve Zeka sahibi olarak yaratılan insanın dışında, Allah’ın yarattığı varlıklar şuurlu ve şuursuz olmak üzere ikiye ayrılır.
Akıl ve şuurdan mahrum olan yaratıklar, ilahi kanunlara tabi olarak O’na
boyun eğmekte ve kendi dilleriyle O’nu tenzih ederek tespihte bulunmaktadırlar. Akıllı varlık olarak yaratılan insanlarda seçme hürriyeti vardır. Allah’ın dışında başka varlıklara kulluk yapanlar, insanlık değerlerini kaybetmiş olurlar ve bunu onlara hiç kimsenin kazandıramayacağı vurgulanmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de 25 yerde, Adem kelimesi geçmektedir. Bunlardan
Bakara, A’raf, İsra, Kehf ve Taha surelerinde Hz. Adem (a.s)’in isim ve
sıfatlarından, Hicr ve Sa’d surelerinde ise sadece sıfatlarından bahsedilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, “İnsan, daha önce kendi
cinsinden başka bir varlık yokken yaratılmıştır.” 309 Allah, yeryüzünde
bir halife yaratacağını meleklerine bildirerek, yaratılacak olan bu yeni varlık üzerine onların dikkatini çekmek istemiştir. Melekler bu yeni varlığın
“fesat çıkarma ve kan dökme“310 özelliklerinden dolayı, mevcut diğer
varlıklardan farklı olduğunu anlamakta gecikmemişler ve kendilerinin Allah’ı tesbih ve takdis etmekle yükümlü bulunduklarını öne sürerek “hayretlerini ifade etmişlerdir.”311 Böylece ne hayvan ve ne de melek gibi,
* Zeka: Akıl kelimesi gibi Arapça asıllı olan zeka kelimesi; parlak ateş,
parlaklık ve kesinlik anlamlarına gelmektedir. Arapça sözlüklerde akıl
kelimesi bir bakıma bağlamak demektir. Burada bağlamaktan maksat,
birbirine uygun iki nesne veya iki kavram arasında bağlantı kurmaktır.
308
Yard. Doç. Dr. Ö. Said Gönüllü, “Zeka ve Akıl Üzerine” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Mart/1998 (230), s. 79
309
Meryem,19/67
310
Bakara, 2/30
311
Bakara, 2/30
120
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
fakat ikisi arasında bir yapıya sahip olacağı ve ancak hiç birinin devamı
olamayacağı anlaşılmaktadır.
Din, kesin bilgilerle kendisine inananları kanalize etmektedir. Yeryüzündeki dinlerin telkin ettiği fikirler ve esaslar farklıdır. Bu farklılık, ilk insan
ve onun tarih sahnesine çıkışı olayında da kendini göstermiştir. İlk insan,
farklı şekillerde tanıtılmış olsa bile, bütün dini telakkilerde yer almaktadır.
İlahi dinlerin ilk insan olarak gördüğü ve tarihin başlangıcı olarak kabul
ettiği Hz. Adem (a.s)’in 312 yaratılışına benzer hikayeler Mısır, Asur, Eski
Pers, Yunan, Hint, İskandinav, hatta Polinezya ve Afrika’nın yerli kabilelerinde ve Zulu inanışlarında da bulunmaktadır.313
Kur’an-ı Kerim’de yaratılışından bahsedilen ilk insanın Hz. Adem
(a.s) olup olmadığı konusu üzerinde durmakta yarar vardır. Çünkü bu yaratılış bütün insanlık için genel bir ifade midir? Yoksa Hz. Adem (a.s)’in
şahsında, insanlık mı kastedilmiştir? Konunun açıklığa kavuşturulması, ilk
insan olarak kabul edilen Hz. Adem (a.s)’in somut bir varlık olduğu yolundaki endişelerin kaldırılmasına yardımcı olacaktır. Allah, yeryüzünde bir
halife ifadesiyle bu varlığın cinsini tayin etmemiştir. Yani Allah, meleklerin
ağzından, bu varlığın vasıflarının bir kısmını açıklamıştır. Ayrıca Allah, yaratmak istediği halifenin, şeklini düzeltip, ona ruhundan üflediği zaman,
meleklerin ona “secde etmeler”314 gerektiğini emretmiştir. Bu durumda
yaratılacak olan varlığın, meleklerden üstün bir makamda olacağı anlaşılmakta ve ancak o ana kadar meleklerin tanımadığı bir varlık olma özelliğini taşımaktadır. Bizzat Allah tarafından, toprağın çeşitli aşamalarından geçerek yaratılan ve fakat henüz adı konmayan, insan olarak genel bir ifade
ile tanınan bu varlık, “Meleklere, Adem’e secde edin dedik.”315 ayeti ile
gerçek özel ismine kavuşmuştur. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa (a.s)’nın
yaratılışından bahsedilirken, Hz. Adem (a.s)’in “topraktan yaratıldığı”316
hatırlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de, topraktan yaratılan ve Hz. Adem (a.s)’e benzer bir
başka varlığın adı geçmediğine göre, Hz. Adem (a.s)’in ilk insan olması
gerekmektedir. Bu konu, Şeytan’ın Hz. Adem (a.s)’e, secde etmeye davet
312
313
314
315
316
Günay Tümer, “Biruniye Göre Dinler ve İslam Dini”, s.102-103
Ernest Granger, “Mitoloji”, Çev. Nurullah Ataç, s. 44
Hicr, 15/29; Sa’d, 38/72
A’raf, 7/11; İsra, 17/61
Al-i İmran, 3/59
İnsan ve İnsanın Varoluşu
121
edilmesi olayında da söz konusu edilmiş; “Hz. Adem (a.s)’in topraktan
yaratılmış olması, Şeytan’ın onu küçümseyerek secde etmemesine”317 sebep olmuştur. Ancak Hz. Adem (a.s)’in yaratılmasından önce,
başka varlıkların yaratıldığı konusunda görüşler de bulunmaktadır. Bu varlıkların nerede ve nasıl varlıklar olduğu konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak her hangi bir varlık yaratılmış ise, mutlaka gezegenimizin dışında farklı boyutlarda yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu görüşlerin dayanağı olarak Kur’an-ı Kerim’in bu ayeti gösterilmektedir.
“Göklerin ve yerin yaratılışı ve bunlara yaydığı (ürettiği) canlıları
yaratması, O’nun varlığının (kudretinin) delillerindendir. O, dilediği
zaman, bunları bir araya getirmeye (kıyamette) de gücü yetendir.”318
Bu ayet ile ilgili, dünya ötesi alemlerde de canlıların bulunduğunu
konusunda yorumlar yapılmaktadır. Ayrıca birçok ayet, bu canlılar içinde
akıl ve şuur sahibi varlıkların bulunduğunu göstermektedir. O halde evrenin her tarafında canlı ve şuurlu varlıkların bulunması mümkündür.
Konu ile ilgili olarak Prof. Dr İsmail Yakıt, Hz. Adem (a.s)’ın ilk insan
olduğu konusundaki yanılgıların bir sebebinin de Kur’an-ı Kerim’de “Beni
Adem” tamlamasının sıkça kullanılmasından kaynaklandığını ifade ederek,
buradan hareketle Adem’in insanlığın ilk babası olduğu sonucuna varıldığını söylemektedir. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de yine aynı tabirle “Beni İsrail” ifadesi de yer alır. Buna rağmen o kavmin tamamen neseb itibariyle İsrail, yani Hz. Yakup (a.s)’un oğulları değildirler. Aynı şekilde “Beni Adem”
tabirine de neseb bağı anlamı verilmesi doğru değildir. Zira Arapça’da
“Beni” tabiri onu takip eden, onun sünnetinden olan için kullanılır. Keza
Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara hitaben Hz. İbrahim (a.s) için, “Babanız
İbrahim” 319 tabiri kullanılmaktadır. Burada Hz. İbrahim (a.s)’in bütün Müslümanların biyolojik babası olduğu anlamı çıkarılmamaktadır. Baba tabiri,
önder ve lider anlamındadır. Hz. Adem (a.s)’in biyolojik anlamda ilk insan
olduğu ön yargısına sebep olan diğer bir yanlış ise, Hz. Adem (a.s)’in ve
adı Kur’an-ı Kerim’de geçmeyen eşi Havva’nın yaratılışı ile ilgili olduğu iddia edilen ayetlerin yorumları hakkındadır. Hz. Adem (a.s)’in ilk insan olduğunu iddia edenler, bu ayetlere yanlış bir anlam vermektedirler.
317
318
319
A’raf, 7/12; Hicr, 15/33; İsra, 17/61; Sa’d, 38/76
Şura, 42/29
Hac, 22/78
122
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten ve ondan da eşini yaratan ve
her ikisinden de çok sayıda erkek ve kadınlar çıkaran Rabbinize gerekli saygıyı gösteriniz.”320
Bu ayette insanların tek bir nefisten yaratıldığı söz konusudur. Fakat
müfessirlerin çoğu, hatta hepsi “Nefs-i Vahide”den Adem, “Zevceha” tabirinden de Havva’nın kast olunduğunu söylerler. Halbuki ayette buna delalet eden hiçbir açıklık yoktur. Çünkü “Nefs-i Vahide” Adem’in müradifi
değildir. Adem özel isim olarak “Marife”, “Nefs-i Vahide” ise “Nekire”dir.
Adem müzekker (erkek), bu tabir ise müennes (dişi)’dir. Diğer yandan
A’raf suresinde, aynı ifadelerle “Nefs-i Vahide”den bahsedilmektedir. 321
Nefs-i Vahide’den yaratılan ve eşi de ondan var edilenin Allah’tan salih bir
evlat istedikleri, Allah’ın kendilerine istediklerini vermesine rağmen, o ikisinin Allah’a birçok şirk koştuğu ifade edilmektedir. O halde “Nefs-i Vahide’yi
“Hz. Adem” olarak yorumlamak mümkün değildir. Nefs-i Vahide, insanı
meydana getiren prensip, su veya Nutfe (sperm) anlamındadır.322
Ayrıca Kur’an-ı Kerim: “İnsanlar tek bir topluluktu. Daha sonra Allah, onlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi.”323
Ayette insanların kök birliğine sahip tek bir topluluk olduğu, sonra da
kendilerine peygamberler gönderildiği ifade ediliyor. Hz. Adem (a.s) ilk
peygamber olduğuna göre, ondan önce insan cinsinin bulunması zorunlu
hale gelmektedir.
“Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ve İmran sülalesinin alemler üzerine seçmiştir.”324
Görüldüğü gibi ayet, Adem’in “seçildiğini” ifade etmektedir. Adem
benzerlerinden oluşan bir topluluk içerisinde bulunmalı ki, seçilme imkanı
mevcut olabilsin. Yani ayete göre, İbrahim sülalesi ile İmran sülalesi diğer
sülalelerin arasından seçilmiştir. Nuh da diğer Nuh’ların, yani kendi benzerlerinin arasından seçilmiştir. O halde Adem de diğer Adem’lerin, yani kendi
benzerlerinin içinde seçilmiş olmalıdır. Bu da onun ilk insan olmadığını,
aksine bir toplulukla beraber yaşarken seçildiğini ve peygamber olarak
320
321
322
323
324
Nisa, 4/1
A’raf, 7/189-190
Prof. Dr. İsmail Yakıt, “Kur’an’da İnsanın Yaratılışı ve Evrimi”, Konulu
Makalesi, S.D.Ü.İ F Dergisi, Sayı: 5 s. 9
Bakara, 2/213
Al-i İmran, 3/33
İnsan ve İnsanın Varoluşu
123
gönderildiğini gösterir. Ayrıca Hz. Adem (a.s)’ın cennette ölümsüzlük araması, ölümü daha önce tanıdığı anlamına gelir ki, bu da Hz. Adem (a.s)’in
ilk insan olmadığı konusunda bize bir fikir vermektedir. Zira Hz. Adem (a.s)
ilk insan olsaydı, ölümü görmeden ölüm ve ölümsüzlük hakkında bir bilgiye sahip olmadan nasıl ölümsüzlük teklifinin peşine düşerdi.325
Hz. Adem (a.s)’in yaratılma işleminden sonra ruh üfürülür üfürülmez
Melek’lerin secde etmeleri emredildiği, onların da bu emri yerine getirdiği
görülmektedir. Bu da göstermektedir ki, secde emri, rastgele bir varlık için
değil, kendisine Allah tarafından ruh üfürülen ve adı Adem olan bir insan
için verilmiştir. Bizzat Allah tarafından yaratılmış olmasından dolayı, Allah,
Hz. Adem’in şerefini yüceltmek için “meleklere secde etmelerini”326 emretmiştir. Bu durum Allah’ın Hz. Adem (a.s)’e bir ikramıdır. Ayrıca Hz.
Adem (a.s)’in bazı özelliklerinden dolayı, meleklerden üstün olduğu da anlatılmak istenmiştir. Bir diğer görüşe göre ise, secde Allah için yapılmış
olup, Hz. Adem (a.s) “kıble” olarak kullanılmıştır. Meleklerin, Hz. Adem
(a.s)’in şahsında, Allah’a ibadet ettikleri, secdeyi Hz Adem (a.s) için değil,
Allah için yaptıkları ileri sürülmektedir. Başka bir görüşe göre de, meleklerin secdesi, Hz Yakup (a.s)’un oğullarının, Hz. Yusuf (a.s)’a secde etmeleri şeklinde anlaşılmış, böylece secdeden kastedilen, itaat etme ve boyun
eğme anlamı çıkarılmıştır.327
Ancak İslam dininde Allah’tan başkasına secde etmek haram ve küfür kabul edildiğine göre, meleklerin Hz. Adem (a.s)’e secde ile emredilmesinde; İslam bilginleri, meleklerin Hz. Adem (a.s)’e “tabi olma” ve “biat etme” anlamında anlamışlardır. Yani meleklerin, Hz. Adem (a.s)’e olan
bağlılığının ve saygının bir ifadesi olarak görülmüştür. Böylece Hz. Adem
(a.s) için meleklerin yaptığı secde, bütün insanlığı kapsayacak bir mahiyet
kazanmıştır. Ancak Şeytan’ı da diğerlerine karşı üstün gösteren, Hz.
Adem (a.s)’e secde etmekten alıkoyan, kendisindeki sınırlı olan ilimdir.
Şeytan, ilim sayesinde, toprak ile ateş arasında bir mukayese yapmış, sonuçta Hz. Adem (a.s)’i secde etmeye laik görmemiştir.328
Meleklerin Hz. Adem (a.s)’e secde etmeleri konusunda kaynaklar,
asıl secdenin Allah’a yapıldığı, Hz. Adem (a.s)’in ise sadece bir kıble olduğu görüşündedirler. Ancak secde itaat anlamına da geldiğinden, bütün
325
326
327
328
Prof. Dr. İsmail Yakıt, a.g.m, s. 9
Buhari, c. 4, s. 105; Müslim, c. 1, s. 180
Maturudi, c.1, s.98 - Zemahşeri, c.1, s.62
Bakara, 2/34 ; A’raf, 7/11-12; Hicr, 15/31-33; Taha,20/116
124
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
varlıkların insanoğlunun emrine verildiği anlamını da bulabiliriz. Kur’an-ı
Kerim’de, bu konu 7 yerde geçmektedir. Bu ayetleri, özellikleri itibarıyla iki
grupta inceleyebiliriz. İlk grup ayetlerde “Beşer”,329 lafzı kullanılmıştır.
İkinci grupta ise, kendisine secde edilmesi gereken kişinin, ismi açık şekilde “Adem”330 olarak zikredilmiştir. Bu iki ayet grubu arasındaki bir diğer
fark, ilk grupta beşere akli melekeler anlamında ruh üfürme tabiri geçerken, ikinci grup ayetlerin sonrasında cennetle ilgili konulardan bahsedilmektedir.331
Ayetlerin ve yaratılış olayının seyrinden anlaşılacağı gibi, Kur’an-ı
Kerim’de Hz. Adem (a.s)’in yaratılışı ile insanın yaratılışı kıssası arasında
bir fark bulunmamaktadır. Başka bir ifade ile “Adem” ilk insana Allah tarafından verilen bir isim olmaktadır. Görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim, Hz.
Adem (a.s)’in yaratılışı ile ilgili olarak verdiği bilgilerde detaya girmemiş,
özet olarak Allah’ın yeryüzünde bir halife yaratmak istemesi, yaratılacak
bu halifeye, melekler ve şeytanın secde etmelerini emretmesi, Adem’i toprak ve toprağın geçirdiği aşamalardan yaratmış olması, yaratma ve şekillendirme işleminin bizzat Allah tarafından yapılmış olması ve Adem’in, Allah tarafından üfürülen bir ruh ile insan olma özelliğine kavuşturulduğundan bahsedilmektedir.
Hz Adem (a.s) ve onun yaratılışı ile ilgili bilgilerin Kur’an-ı Kerim’de
geçtiği gibi, hadis kaynaklarında da görmek mümkündür. Ayrıca farklı bilgiler de görmek mümkündür. Hadisler’de Hz. Adem (a.s)’in “cuma günü
yaratıldığı”,332 “kendi suretinde yaratıldığı”,333 ve “60 Zira’* uzunluğunda olduğu”334 belirtilmektedir.
Diğer bir Hadis’te de: “Allah, Adem’i yeryüzünün tamamından
alınan bir avuç topraktan yaratmıştır. Bu nedenle Ademoğulları yeryüzü şekillerine göre kimi kırmızı, kimi beyaz, kimi de siyah olmuştur.
Aralarında yumuşak ve sert karakterli, kötü ve iyiler bulunmakta-
329
Hicr, 15/30; Sa’d, 38/73
Bakara, 2/34; A’raf, 7/11; İsra, 17/61; Kehf, 18/50; Taha, 20/116
331
Prof. Dr. İsmail Yakıt, a.g.m, s. 10
332
Müslim, c.1, s.585
333
Buhari, c.4, s. 102
* Zira’: Osmanlı’da bir uzunluk ölçüsü birimidir. Kişinin sağ kol dirseğinden orta parmak ucuna kadar olan uzunluk birimidir.
334
Buhari, c. 4, s. 102
330
İnsan ve İnsanın Varoluşu
125
dır.”335 şeklinde ifade edilmektedir. “Toprağın yeryüzünden Azrail (a.s)
tarafından alındığı, 40 gün mayalandığı, sonra Allah tarafından karıştırıldığı…”336 bildirilmektedir.
3- Hz. Adem (a.s) ve O’nun eşi Hz. Havva
“The New York Times”ın haberine göre araştırmalarda varılan sonuçlar, bütün ilahi dinlerin kabul ettiği “Hz. Adem (a.s) insanların babasıdır.” gerçeği ile uyum içinde olduğunu ortaya koyuyor. Dünyanın çeşitli
ülkelerindeki Üniversitelerinde bilim adamlarının, insanlığın başlangıcı ve
gelişimi üzerine yaptıkları genetik araştırmalarda, ilahi kitaplarda belirtilen
gerçekleri ispatlayıcı kuvvetli deliller bulunduğu ifade edilmektedir. The
New York Times gazetesinde yayınlanan bir haberde, Arizona ve
Cambridge Üniversiteleri tarafından yapılan araştırmalarda, insanların tek
bir atadan ürediği gerçeğini doğrulayıcı deliller bulunduğu ifade edilmektedir. Farklı etnik kökenlere sahip bir grup erkek üzerinde yapılan araştırmaların geriye doğru gidildiğinde, babadan oğula geçen kromozomların yaklaşık olarak 188 bin yıl önce yaşayan tek bir atanın varlığına işaret ettiği
belirtilmektedir. Araştırmalarda ispatlanan, insanların tek bir atadan ürediği
düşüncesinin bütün ilahi dinlerin belirttiği Hz. Adem (a.s), bütün insanların
babasıdır gerçeği ile tam bir uyum içinde olduğunu, ortaya koyduğu ifade
edilmektedir.337
İlk insan Hz. Adem (a.s) ile ilgili bilgiler Yahudi kutsal kitabi Tanah’ın
Tora (Tevrat) bölümünde yer almaktadır. Tanah, Hıristiyanların Eski Ahid
adını verdikleri ve Yahudilerin yazılı dini edebiyat kulliyati niteliğinde olan
kutsal kitaplarıdır. Tanah; Tora (Tevrat), Neviim ve Ketuvim olmak üzere
üç bölümden meydana gelmektedir. Tanah kelimesi de bu üç kitabın İbranice baş harflerinden oluşmaktadır.338 Hz. Adem (a.s)’in yaratılışı ile ilgili
bilgileri, Tevrat’ın yaratılış bölümünde bulmak mümkündür. Aslında Tekvin’de, yaratılış olayı bir bütün olarak ele alınmakta, yaratılış “gün” adı verilen zaman dilimleri içerisinde gerçekleşmektedir. 339
335
336
337
338
339
Tirmizi, “Sünen”, c.5, s. 204
Taberi, “Tarih”, c. 1, s. 93
Türkiye Gazetesi, 28.11.1995 tarihli Makale.
Mustafa Erdem, “Hazreti Adem (İlk İnsan)”, s. 17
Mustafa Erdem, a.g.e, s. 18
126
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Tevrat ilk insanı anlatırken, “İnsan”, “Adam” ve “Adem” kelimelerini kullanmaktadır. Bu üç kelimenin aynı anlamda kullanılmış olması ve
birbirleri ile özdeşleşmiş olmasının muhtemel olduğu belirtilmiştir.340 Tevrat, insanın yaratılışını şöyle anlatılmaktadır: “Ve Allah dedi: suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her
şeye hakim olsun. Ve Allah insanı kendi suretinde yarattı, onu Allah’ın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı.”341 “Ve Rab
Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini
üfledi ve Adam yaşayan canlı oldu.”342
Tevrat’ta Hz. Adem (a.s)’in yaratıldıktan sonra konulduğu yer Cennet
değil de, “Aden”de bir bahçe olarak geçmektedir: “Ve Rab Allah, şarka
doğru “Aden’de bir bahçe dikti ve yaptığı Adam’ı oraya koydu. Ve
Rab Allah görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacının ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi.”343
Tevrat’ta Hz. Adem (a.s)’in imtihan edilip yememesinin istendiği
ağaç olarak da “İyilik ve kötülüğü bilme ağacı” olarak zikredilmektedir. “Ve
Rab Allah Adam’a emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin
gibi ye, fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin, çünkü ondan yediğin gün mutlaka ölürsün.”344
Tevrat’ta Hz. Havva’nın yaratılışı konusunda şöyle bahsedilir: “Ve
Rab Allah, Adam’ın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu ve onun
kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı. Ve Rab Allah,
Adam’dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu Adam’a
getirdi. Ve Adam dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve
etimden ettir, buna nisa denilecek, çünkü o insandan alındı.”345
Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva’nın kandırılarak yasaklanan ağaçtan
yemeleri ve bunun sonucunda cezalandırılmaları konusu da detaylı bir şe-
340
341
342
343
344
345
Mustafa Erdem, a.g.e, s. 21
Tevrat, Tekvin, 1/26-27
Tevrat, Tekvin, II/7
Tevrat, Tekvin, II/8-9
Tevrat, Tekvin, II/16-17
Tevrat, Tekvin, II/21-22-23
İnsan ve İnsanın Varoluşu
127
kilde anlatılmaktadır: “…Ve dedi: … ondan yeme diye emrettiğim ağaçtan yedin mi? Ve Adam dedi: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana
verdi ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi: Bu yaptığın nedir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu
yaptığın için bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin. Karnın üzerinde yürüyeceksin. Ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin ve seninle kadın arasına, senin zürriyetinle
onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım, o senin başına saldıracak ve sen onun topuğuna saldıracaksın…”346
Hz. Adem (a.s)’in Aden bahçesinden çıkarıldıktan sonra, eşi olan
Havva’dan Kain (Kabil) ve Habil adında çocukları olduğunu, bu çocukların
Rablerine birer takdim sundukları, bu takdimlerden sadece birinin kabul
edilmesi sonucunda Kain’in, kardeşi Habil’i öldürdüğü anlatılır. 347 Daha
sonra Hz. Adem (a.s)’e Habil yerine Şit adında başka bir çocuk verildiği ve
Adem’in 930 yıl ömürden sonra vefat ettiğini de Tevrat’ta böyle anlatılır:
“Ve Adem karısını tekrar bildi ve bir oğul doğurdu ve onun ismini Şit
koydu. Çünkü Allah, Habil yerine bana başka bir zürriyet verdi. Zira
onu Kain öldürdü, dedi.”348 “Ve Adem yüz otuz yaşında iken, kendi
benzeyişinde, suretine göre bir oğlun babası oldu ve onun adını Şit
koydu. Ve Şit’in babası olduktan sonra Adem’in günleri sekiz yüz yıl
oldu. Ve oğullar ve kızlar babası oldu. Ve Adem’in yaşadığı bütün
günler 930 yıl oldu ve öldü.”349
Tevrat’ta Hz. Adem (a.s)’den Tekvin dışında sadece bir yerde 350 soyağacını tesbit için bahsedilmektedir.351
Görüldüğü gibi Hz. Adem (a.s)’in Tevrat’taki kıssasının Kur’an-ı Kerim’deki ile örtüşen ve ters düşen tarafları vardır. Yaratılış amacı, yaratıldıktan sonra konulduğu yer, yasak ağaç, Havva’nın yaratıldığı şey, Al-
346
347
348
349
350
351
Tevrat, Tekvin, III/1-21
Tevrat, Tekvin, IV/1-16
Tevrat, Tekvin, IV/25
Tevrat, Tekvin, V/1-5
Tevrat, I. Tarihler, I/1
Ahmet Özcan, “Tevrat ve Kur’an’a Göre Hz. Adem”, Yüksek Lisans Tezi, s.19
128
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
lah’ın Hz. Adem (a.s)’i ne surette yarattığı vb. konular, Tevrat ile Kur’an-ı
Kerim’de çok farklıdır. 352
Hıristiyanların sahip oldukları, yaratılış ve ilk insana ait bilgiler, Eski
Ahid’in Tevrat bölümünde yer almaktadır. Yeni Ahid adı verilen İnciller
ve Mektuplar’ın bulunduğu ikinci kısımda yaratılış konusuna temas edilmemektedir. Ancak Yeni Ahid’de, Allah ve insan ilişkileri önemli bir yer
tutmaktadır. İncillerde Hz. Adem (a.s) ile Havva’nın hikayesi, özellikle
Pavlus’a atfedilen metinlerde, İlahiyata ait özel önem taşır. Pavlus, Hz.
Adem (a.s)’i Hz. İsa (a.s)’nın bir öncüsü “gelecek olan zatın bir sureti” olarak yorumlamaktadır.353
Eski Ahid’i kutsal kitaplarında bir bölüm olarak benimseyen Hıristiyanlar, yaratılış konusunda verilen bilgileri prensip olarak kabul etmekle
birlikte, yaptıkları yorumlarla Yahudiler’den ayrılmaktadır. Hıristiyanlar Hz.
Adem (a.s)’ı gerçek bir şahsiyetten çok bir sembol olarak gördüklerinden,
onun yaratılışını genel anlamda insan cinsinin yaratılışı şeklinde görmekte
ve konuya bu açıdan yaklaşmaktadırlar.354 Hıristiyanların kendi kutsal kitabı Yeni Ahid’de Hz. Adem (a.s)’in işlediği suç şeklinde bir doktrin olarak
yer almıştır. Bu doktrin gereği bütün insanlar, atalarından miras kalan suç
ile doğmuş ve onunla beraber ölmüştür. 355 Hz. Adem (a.s) ile Havva’nın
günah işlemiş olmaları ve yaratılışları gereği böyle bir duruma düşmeleri
doğal olsa da soyundan gelen insanların işlemedikleri, kendilerinden binlerce yıl önce işlenen bir suçtan dolayı sorumlu tutulmaları garip ve mantığa aykırı bir düşünce olsa gerektir.356
İlk Hıristiyan teoloğu Pavlus’a göre günah işlemenin ve ölümün sebebi olan birinci, Adem’den farklı olacak ikinci Adem, yani İsa, hayat kaynağıdır. İlk Adem yaşayan can oldu. İkinci Adem dirilen ruh oldu. Birincisi
topraktan, ikincisi gökten geldi.357 Pavlus’a dayalı İncil metinlerinde görüldüğü gibi, yaratılış macerası ile değil, daha ziyade Hıristiyan İlahiyatına
uygun düşerek Vaftiz geleneğine dayanak teşkil edecek şekilde, Hz. Adem
352
353
354
355
356
357
Ahmet Özcan, a.g.e, s. 116-120
Ana Britannica (I-XXII) Adem md. s. 90
Mustafa Erdem, a.g.e, s. 50-51
Mustafa Erdem, a.g.e, s. 91
Ömer Ferruh,”El- İslam Ve’t-Tarih”, s. 92
Türk Ansiklopedisi, “Adem ve Havva md.” c. 1, s. 128
İnsan ve İnsanın Varoluşu
129
(a.s) ile Havva’nın yasak ağaçtan yemeleri ve asli günahın kaynağı olmalarına temas edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem (a.s) ile ilgili bir çok ayet mevcuttur.
Kur’an-ı Kerim’de Adem ismi 25 ayette geçmektedir. Bunlardan 16 yerde
sadece “Adem” lafzı, 1 yerde “Adem’in iki oğlu” şeklinde, diğer 8 yerde
de “Ademoğulları” olarak geçmektedir.358 Fakat Hz. Adem (a.s)’in yaratılışı ve kıssası ile genel olarak yaratılış konuları 55 ayette geçmektedir. 359
İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem (a.s) ile ilgili halk arasında yaygınlaşmış muhtelif yaratılış kıssaları Kur’an-ı Kerim kaynaklı değil, genellikle Kitab-ı Mukaddes kökenlidir.360 Bu kısa izahtan sonra ilk insan olan
Hz. Adem (a.s)’den bahseden ayetleri zikretmeye çalışalım.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem (a.s)’in yaratılışı ile ilgili 14 ayette açıklama vardır. Kur’an-ı Kerim’den önceki ilahi kitaplarda Hz. Adem (a.s)’in
topraktan yaratıldığı açıklanmaktadır. Ancak Kur’an-ı Kerim, bu yaratılışa
net açıklamalar getirmektedir.
“Andolsun ki, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık.”361
Bu ayette topraktan, dolayısıyla topraktan beslenip büyüyen bitkilerden alınan besin aşamasından başlayarak, ana karnında ete kemiğe bürünmesine, tam bir beden halini almasına varıncaya kadar, her bir insanın
biyolojik yaratılış ve oluşum süreci özetlenmiştir. Böylece insan, bir yandan bedeninin menşei yönüyle basit bir topraktır; fakat öte yandan Allah’ın
kendisine bağışladığı duyu, akıl gibi meleke ve özellikler sayesinde madde
üstü bir yönü olan bir varlıktır.
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da
çamurdan başladı.”362
358
359
360
361
362
Muhammed Fuad Abdulbaki, “El-Mu’cemu’l-Mufehres Li Elfazi’lKur’an’il- Kerim”, s. 11-12
Bu ayetler:Bakara,2/30-39; Maide, 5/27-31; A’raf, 7/11-25; Hicr,
15/28-43; Taha, 20/115-123,Ömer Özsoy, İlhami Gülen, “Konularına
Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi)” s. 725-730
Ömer Özsoy, a.g.e, s. 725
Mü’minun, 23/12
Secde, 32/7
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
130
Allah’ın yarattığı insanlar arasında, güzellik bakımından kendi aralarında derecelendirilme de olsa, bütün yaratılmışlar güzeldir. Allah her şeyi
nasıl yaratacağını çok iyi bilir, şeklinde anlamak da mümkündür. Her şey
Allah’ın kontrol ve iradesiyle olmaktadır.
“…Şüphesiz biz onları yapışkan (cıvık) bir çamurdan yarattık.”363
İnsanların atası olan Hz. Adem (a.s)’in yapışkan çamurdan, dolayısıyla toprak ve su unsurlarından yaratıldığı için ayet, Hz. Adem (a.s)’in bu
asli yaratılışını, soyundan gelenlere de genellemiştir. Yapışkan çamur,
toprak ve suyu ifade eder. Aslında her insan, sperm halinden dünyaya
gelmesine ve büyüyüp gelişmesine kadar hayatının her aşamasında toprak ve suya bağımlıdır. Çünkü besinler bu iki hayat kaynağına dayanır ve
diğer canlılar gibi insanlar da onlarla beslenir.
“Hani, Rabbin Meleklere şöyle demişti: Muhakkak ki, ben çamurdan bir insan yaratacağım.” “Onu şekillendirip (tamamlayıp) içine
ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın. (onun için
saygı ile eğilin.)”364
Bu ayette olduğu gibi, başka ayetlerde de meleklerin secde etmeleri
emredilen bu ilk insanın Hz. Adem (a.s) olduğu bildirilmiştir. Hz. Adem
(a.s)’in yaratılışına ve İblis’in onun karşısındaki olumsuz tutumuna, bu nedenle Allah’a asi olup rahmetten kovulmasına dair bilgilere yer verilmekle
birlikte, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v)’in bu bilgileri ancak vahiy yoluyla
almış olabileceği ortaya konmuştur. Ayrıca bu ayet, insanın yaratıcısının
kim olduğunu, kendi aslının ne olduğunu, nereden geldiğini anlaması ve
şeytanın kışkırtmalarına karşı dikkatli olması gerektiğini ifade eder.
“Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.”365
Yaşam gücü ve canlılıktan uzak bir nesneye can verilmiş, bu canlı
akıl nimetiyle ve onu iyi kullanmayı sağlayacak yeteneklerle donatılmış ve
bu donanımlara paralel bir sorumluluğa muhatap kılınmıştır.
“ Allah, sizi (babanız Adem’ı) yerden (bitki bitirir gibi) bitirdi (yarattı.).”366
363
364
365
366
Saffat, 37/11
Sa’d, 38/71-72
Rahman, 55/14
Nuh, 71/17
İnsan ve İnsanın Varoluşu
131
Allah’ın insanları yerden bitirip yetiştirmesi, insanlığın atası olan Hz.
Adem (a.s)’in topraktan yaratılışına bir işaret olarak kabul edilebileceği gibi, her insanın gelişmesi ve yaşaması için gerekli olan besinler doğrudan
veya dolaylı olarak topraktan alındığı için, insanların yaratılıp geliştirilmesi
bitkilerin yerden bitirilmesine benzetilmiştir, şeklinde de anlamak mümkündür.
Hz. Adem (a.s)’in, dolayısı ile insanın yaratılışına ait Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinden çıkan sonuç, Hz. Adem (a.s) çamurdan ilahi irade ile
yaratılmış, “ol” denilmiş ve olmuştur. Hz. Adem (a.s), Hz. İsa (a.s)’nın babasız yaratıldığı gibi, kesinlikle bir canlıdan gelişmiş değildir. O çamur,
balçık çamuruna benzer, yapışkan cıvık bir çamurdur. Allah, çamurdan
bedeni yarattıktan sonra Hz. Adem’e ruhundan üflemiştir, yani ruhi iletişim
yapmıştır. Ayrıca bu ayetlerden çıkan diğer bir sonuç da, Hz. Adem (a.s),
dolayısı ile insan, başka bir canlıdan gelmiş ve gelişmiş değildir. Yani bir
evrim geçirmiş değildir. O’na “ol” denilmiş ve o da oluvermiştir.
Allah, Hz. Adem (a.s)’i yaratırken, maddesi olan toprağı çeşitli hal ve
safhalardan geçirmiştir. Bunu detaylı olarak sunmak gerekirse:
1- Türab (toprak) safhası: Bu konuda Kur’an-ı Kerim :“Sizi (aslınız
Adem’i) topraktan yaratmış olması O’nun ayetlerindendir.” 367 buyurmaktadır.
2- Tin safhası: Tin, toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve
balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı
merhaledir: Kur’an-ı Kerim :“O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı
başlangıçta çamurdan yaratandır.” 368 buyurmaktadır.
İnsan hayatının ruh üflenmesinden sonra iki temel unsuru su ve topraktır. Konu ile ilgili Kur’an-ı Kerim: “Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte
bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor ve kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse, onu yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir.”369 “O (Allah) sudan bir
367
368
369
Rum, 30/20
Secde, 32/7
Nur, 24/45
132
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
beşer (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her şeye kadirdir.”370 buyurmaktadır.
Yeryüzünün 3/4′ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da % 75′i sudur.
Demek ki dünyadaki bu düzen, aynen insana da intikal ettirilmiştir. Kur’an-ı
Kerim :“Andolsun biz insanı (Adem’i) çamurdan süzülmüş bir hülasadan yaratattık.” 371 buyurmaktadır. İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra bir soydan yaratılmıştır.
3- Tin-i Lazib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile
karıştırılıp, çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi
de yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Allah, bu süzülmüş çamuru cıvık
ve yapışkan bir hale getirdi. Kur’an-ı Kerim :“Biz onları (asılları olan
Adem’i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık.” 372 buyurmaktadır.
4- Hame-i Mesnun: Suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş
bir haldeki balçık demektir. Kur’an-ı Kerim : “Andolsun biz insanı kuru
bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık.”373
Böylece Allah, Adem (a.s)’i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile
karıştırarak cıvık ve yapışkan çamur yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe
uğratarak kokmuş ve şekillenmiş balçık haline getiriyor.
5- Salsal: Kuru çamur demektir. Allah, kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak “fahhâr” (kiremit, saksı, çömlek, porselen) gibi tamtakır kuru bir hale getirir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “O (Allah), insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır.”374 buyurmaktadır.
Balçık ve yapışkan kıvamdaki toprakta, Azot ve Karbon molekülleri
eksi değerlidir. Acaba bu özelliğin sırrı nedir? Toprakta doğal olarak bulunan Oksijen, Fosfor ve Hidrojen eksi değerli Karbon ve Azot’la birleşerek
insanın beden yapısını kurabilir. Allah’ın “ol” demesi, Kur’an-ı Kerim’in
370
371
372
373
374
Furkan, 25/54
Mü’minun, 23/12
Saffat, 37/11
Hicr, 15/26-28
Rahman, 55/14
İnsan ve İnsanın Varoluşu
133
çeşitli ayetlerinde bildirilen Levh-i Mahfuz’*un bir matematik program şifresidir. Allah, Hz. Adem (a.s)’in bedeninin yaratılışında iki önemli bilimsel
gerçeği bildiriyor. Eksi değerle Azot ve Karbon taşıyan toprak ve matematik bir program emridir.
Yaşam molekülü diye adlandırılan DNA* (Deoksiribo Nükleik Asit)’nın
yapısını 1953 yılında James Watson ve Francis Crick ismindeki iki ünlü bilim adamı bulmuştur. Bu buluş sayesinde tıpta, genetik ve diğer alanlarda
çok büyük ilerleme kaydedildi. DNA’nın keşfedilmesi sayesinde bugün bilim adamları genetik şifreyi çözmüşlerdir. Nesilden nesile özelliklerin aktarılmasını sağlayan DNA, her insanın hücresinde bulunmaktadır. Aslında
DNA’nın keşfedilmesiyle birlikte dünyadaki hayatın ve canlılığın tesadüf
sonucu oluşmadığı bir kez daha ispatlanmış oldu. Çünkü küçük bir DNA
zincirinin uygun proteini oluşturabilmesi için, gereken nükleotid diziliminin
oluşma ihtimali yaklaşık 400 sıfırlı bir rakama denk gelmektedir. Yani sadece 1 protein molekülünün bile oluşma olasılığı, trilyonda bir ihtimalden
kat kat daha küçük bir olasılıktır. Bunu da sınırsız bir güce sahip olan Allah’ın varlığına borçluyuz.375
Canlıların temel maddesi DNA molekülüdür. Bu molekül, eksi Azot
ve Karbon ile Fosfor, Hidrojen ve Oksijen’den kuruludur. Tüm canlıların
karakteri bu DNA şeritlerine verilen matematik bir programdan ibarettir. Bu
akıl almaz matematik değer ise, ancak Allah’ın “ol” emri ile yürüyebilir. Allah, Hz. Adem (a.s)’in yaratılışında çok önemli bir gerçeği bildirmektedir.
İnsan, çamurdan yaratılmış bir bedenden ibaret değildir. Ben o bedene,
* Levh-i Mahfuz: Levh, üzerine yazı yazılan, masa, düz şey demektir.
Levh-I Mahfuz, iyi muhafaza edilmiş levha anlamına gelir. Kur’an-I Kerim’deki Büruc suresi 85/21-22. ayetlerinde Levh-I Mahfuz: “Kafirlerin yalanladıkları bu Kur’an çok şerefli bir kıtaptır.” “O her türlü tahriften korunmuş olarak Levh-ı Mahfuzdadır.” denilmektedir. Bundan
maksat Kur’an-ı Kerim’in, ilahi iradenin koruması altında tutulmasıdır.
* DNA: Çekirdekte bulunan ve taşıdığı genler sayesinde hücredeki hayatsal faaliyetleri yönetir. Yapısında Adenin, Guanin, Timin ve Sitozin
bulundurur. Yapısında taşıdığı şeker ise Deoksiribozdur. En önemli
özelliği kendini kopyalayabilmesidir. Sarmal iki nükleotit dizisinden
oluşmuştur. Bu nedenle A=T ve C=G olur. DNA’nın iki ipliği birbirine
hidrojen bağlarla bağlanır. Bir iplikteki Adenin, diğer iplikteki Timin ile
birleşir. Guanin ise diğer iplikteki Sitozin ile birleşir. A ile T birleşirken
2, C ile G birleşirken 3 Hidrojen bağı oluşur.
375
Ömer Çelakıl, “Kur’an-ı Kerim’in Sırları”, s. 44
134
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
ruhumdan üfledim diye buyurmaktadır. Bu ilahi emirle, hem insanın manevi değerini bildiriyor ve hem de insanın, maddeden ibaret olmadığını ifade
ediyor. İşte Hz. Adem (a.s), daha doğrusu insan; maddesel, yani topraktan
programlanan beden ile Allah’ın üflediği ve ışınladığı ruhtan ibarettir. Bunlar birbirinden ayrılınca ölüm meydana gelir. Beden; maddeden ve moleküllerden kurulu bir matematik sistemdir. Özellikle genetik şifreleri tam anlamı ile muhteşem bir kompitür sistemdir. Hem de milyarlarca insanda ve
milyarlarca farklı parmak izi inceliği ile Allah’ın yarattığı yaratılış sırrı
kendisini göstermektedir.
DNA molekülleri, canlıların üremelerini idare ederler. Bu nükleik asit
moleküller, belirli bir organizmanın meydana gelmesini ihtiva eden talimatları taşırlar. Herhangi bir hücrenin, bir ağacın ya da bir insanın bünyesinde
meydana gelen bir faaliyetin nasıl olup bittiğine ilişkin tüm bilgi birikimine
sahip olan bu DNA molekülleridir. Bu bilgi hazinesini, ancak mutlak bir varlığa sahip bir şuur yükleyebilir ki, o da Allah’tır. Mutlak ve sonsuz ilmi ile
her şeyi daha önceden programlamıştır. Her şeye matematiksel bir ölçü ve
bir program vermiştir. Zaten Kur’an-ı Kerim’de, “O’nun (Allah) katında
her şey bir ölçüye göredir.”376 buyrulmaktadır. Diğer bir ayette, yeryüzünün Allah’ın kudreti ile oluşumu süreci tasvir edilirken şöyle buyrulur: “Biz
her (canlı) şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.”377 Bu ayetler DNA ve
RNA* moleküllerinin doğrudan doğruya varlıkları hakkında ne ayrıntılı ve
ne de kısa-öz bilgi vermektedir. Ama onlardaki bu fevkalade yüklü olan
bilgiye, genetik mühendislerinin ifadesi ile söylersek, bu şifrelemeye ve
376
Ra’d, 13/8
Hicr, 15/19
* RNA: Ribonükleik asit veya RNA bir nükleik asittir, nükleotitlerden
oluşan bir polimerdir. Her nükleotit bir azotlu baz, bir riboz şeker ve
bir fosfattan oluşur. RNA pek çok önemli biyolojik rol oynar, bunların
arasında DNA'da taşınan genetik bilginin proteine çevirisi ile ilişkili çeşitli süreçlerde de yer alır. RNA tiplerinden olan mesajcı RNA, DNA'daki bilgiyi protein sentez yeri olan ribozomlara taşır, ribozomal RNA
ribozomun en önemli kısımlarını oluşturur. Taşıyıcı RNA ise protein
sentezinde kullanılmak üzere kullanılacak aminoasitlerin taşınmasında gereklidir. RNA, DNA'ya çok benzer olmakla beraber ama bazı yapısal ayrıntılarında farklılık gösterir. Hücre içinde RNA genelde tek
zincirli, DNA ise genelde çift zincirlidir.
377
İnsan ve İnsanın Varoluşu
135
programlanmaya işaret etmektedirler. Burada bir ölçü, bir düzen ve bir nizam vardır.378
1953 yılında James Watson ve Francis Crick’in DNA hakkında yaptıkları çalışmaları, biyolojide yeni bir çığır açtı. İnsan vücudundaki 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organların yapılarına kadar, DNA’nın içinde özel
bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA’daki bilgi, bu molekülü oluşturan dört
özel molekülün diziliş sırası ile kotlanmıştır. Bütün bunları tesadüflerle izah
etmek için kör, sağır ve dilsiz olmak gerekir.
DNA’nın kopyalanmasının birinci hikmeti, çoğalmadan önce, hücredeki bilginin iki katına çıkarılmasıdır. Bu kopyalama sırasında nadir de olsa, fonksiyon bozucu sıra dışı farklılaşmalar meydana gelmektedir. Bu hata üreten mekanizma, DNA’da zaman zaman ortaya çıkan ve aslında yaşlanma, ölüm ve hastalık gibi zahiren çirkin görünen süreçlere biyolojik bir
perde olarak yaratılmıştır. Seyrek de olsa ortaya çıkabilen bu hatalar, Allah’ın bir tecellisi olarak yine genetik programa konulan tamir sistemleri ile
düzeltilmektedir. Bu tamir mekanizmaları Allah tarafından öyle hassas ve
hikmetli bir şekilde ayarlanmıştır ki, tekrarlanan hücre bölünmeleri esnasında genomun içinde kodlanmış şifrelerin en iyi şekilde muhafazası ve
gelecek nesillerin atalarına benzemesi sağlanmaktadır. Bu sistem, bütün
canlılarda bulunan birçok proteinden meydana getirilmiştir. Bu proteinler
DNA kopyalanmasından sonra, hatalı kopyalanan DNA’ların tamirinde vazife görmektedir.379
Allah, hiçbir şeyi sıradan ve gelişi güzel yaratmamıştır. İnsanın parmaklarının uç kısmındaki derinin gözle görülebilen şekiller oluşturmasıyla
oluşan “parmak izi” tamamen kişiye özeldir. Şu anda dünyada yaşayan
her insanın parmak izi, birbirinden farklıdır. Üstelik tarih boyunca yaşamış
olan bütün insanların parmak izleri birbirinden farklı olmuştur. Bu izler, derin bir kesik ve büyük bir yaralanma olmadığı sürece, kişinin hayatı boyunca da hep aynı kalmaktadır. İşte parmak izi, bu nedenle çok önemli bir
“kimlik kartı” sayılmakta ve tüm dünyada bu amaçla kullanılmaktadır. Bu
378
379
Çarl, Sagan, “Kozmoz”, Çev. Reşit Aşçıoğlu, s. 52,292
Dr. Gökalp Akyol, “DNA Hasarında Hikmetli Tamir” Konulu Makalesi,
Sızıntı Aylık Bilm ve Kültür Dergisi(347), s.528
136
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
durum insanlık için ve insanlığın güven içinde yaşamı için önemli bir teminat olmuştur. Elimizdeki tüm parmak izlerini dikkatlice karşılaştırırsak, ana
yapı olarak birbirlerine benzese de, parmak izlerindeki bazı hatların karakteristik noktaları göz önüne alındığında, aslında çok farklı olduklarını görmek mümkündür. Bu farklılıklar ile ilgili yapılan çalışmalarda, yeryüzündeki
iki farklı insanın, aynı parmak izine sahip olma olasılığı 64 milyarda bir olarak tespit edilmiştir. Her insanın parmak izinin birbirinden farklı olduğu ancak 19. yüzyılın sonlarında fark edildi. 1880 yılında Henry Faulds adındaki
bir bilim adamı, Nature dergisinde yayımlanan bir makalesinde, insanların
parmak izlerinin hayatı boyunca değişmediğini ve suçluların da cam şişeler üzerinde bıraktıkları parmak izleri sayesinde yakalanabileceğini açıkladı. 19. yüzyıla kadar hiç kimse parmak uçlarındaki dalgalı şekillerin bir
özelliğinin ve anlamının olduğunu düşünmemiştir.380 Oysa Kur’an-ı Kerim,
insanların parmak uçlarında çok önemli bir özellik olduğuna 7. yüzyılın
başlarında işaret etmiştir. Parmak izinin önemine işaret eden Kur’an-ı Kerim: “İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi
sanır?” “Evet bizim, onun parmak uçlarını bile (yeniden) düzenlemeye
gücümüz yeter.”381 buyurmaktadır.
İnsanların öldükten ve bedenleri çürüyüp toprak haline geldikten
sonra yeniden diriltilmesini imkansız gören müşrikler, bunun nasıl olacağını Hz. Peygamber (s.a.v)’e soruyorlardı. Ayetlerde bunların tutumu kınanmakla birlikte, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği kesin ve ince bir
üslupla ifade edilmektedir. Bilindiği gibi her bir insanın avuç içinde ve parmak uçlarında bulunan çizgiler, onun bir tür kişilik şifresi olup, başka hiçbir
insanda bulunmayan ve yalnız ona ait olan bir kompozisyonda yaratılmıştır. Ayette yeniden yaratılmanın bu inceliğine de işaret etmek için, özellikle
parmakların yaratılışı zikredilmiştir. Ayrıca edebi bir sanat olarak parmaklar zikredilmiş ve fakat bedenin tamamı kastedilmiştir, şeklinde anlamak
mümkündür.
Adem (a.s)’in yaratılış konusu ile ilgili en geniş bilgi Taberi’nin Tefsir
ve Tarih kitaplarında bulunmaktadır. Birçok İslam bilgini de bu kaynaklara
itibar etmektedir. Ayrıca Hz. Adem (a.s)’in yaratıldığı yer konusunda
Kur’an-ı Kerim: “Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra
da meleklere, “Adem’e secde edin!(saygı ile eğilin)” dedik. Hepsi sec-
380
381
Bilim ve Teknik Dergisi, Haziran/1997 sayısı, s.60
Kıyamet, 75/3-4
İnsan ve İnsanın Varoluşu
137
de ettiler, yalnız İblis secde etmedi, o secde edenlerden olmadı.” “Ey
Adem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu
ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”382 buyurarak Hz.
Adem (a.s)’in cennette yaratıldığını ifade etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) de, Hz. Adem (a.s)’in “Cennette yaratıldığını”383 ve “Cuma günü yaratıldığını”384 bize haber vermektedir. Ayrıca Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve onun gibi düşünen az sayıdaki İslam bilgini de,
Hz. Adem (a.s)’in yer yüzünde yaratıldığı görüşüne sahiptirler.385
Muhammed Hamidullah da Hz. Adem (a.s)’in Sema’da (gökte) yaratıldığını iddia etmektedir.386
Hz. Adem (a.s)’in vahiy aldığı ve imtihan edildiği cennet hakkında
tefsirlerde bir çok farklı görüş bulmak mümkündür. Bir kısmında söz konusu cennetin ahrette mü’minlerin gireceği cennet, hatta bunun “Cennet’ülAdn” ve “Cennet’ül-Huld” olduğu gözlenmekte iken, bir kısmı da bunun
yeryüzünde bir mekan olabileceği fikrine yer vermektedir.
Cennet, Kur’an-ı Kerim’de 147 defa geçen bir kelime olup, 117 defa
ahiretteki cennet için kullanılmış ve diğer kısmı ise yeryüzünde bir bahçe
anlamına gelmektedir. Gerek bu benzeşmeyi yapanlar ve gerekse ölümden sonra mü’minlere va’dedilen cennet ile Hz. Adem (a.s)’in cennetini
mukayese edenler onun yeryüzünde, hatta Hz. Adem (a.s)’in yaşadığı yerin adı olduğunu savunmuşlardır. Nitekim söz konusu cennetin dünyada
olduğunu savunanlar şöyle ifade etmeye çalışıyorlar.
1- Hz. Adem (a.s)’ın halife tayin edilmesi yeryüzünde olmuştur.
2- Allah, Hz. Adem (a.s)’i yarattıktan sonra, semaya çektiğine dair
bir haber yoktur.
3- Ahiretteki cennete Şeytan’ın girmesi veya orada olması düşünülemez.
4- Ahiretteki cennette yasak söz konusu değildir.
382
383
384
385
386
A’raf, 7/11, 19
Müslim, c. 5, s. 2016
Müslim, c. 1, s. 585
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, c. 1, s. 321
Prof. Dr.Muhammed Hamidullah, “Hz Peygamber (s.a.v) ‘in Siretinde
Anılan Devlet Çeşitleri” Çev. Mustafa Varlı, Diyanet, XV/4, s. 45-66
138
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
5- Ahiretteki cennette herhangi bir yükümlülük yoktur ve bu cennet
böyle bir yer değildir.
6- Ahiretteki cennette emre itaatsızlık söz konusu değildir.
7- Ahiretteki cennette kesinlikle ebedilik vardır, ayrıca ölümsüzlük
aranmaz.
8- Ahiretteki cennette yalan, vesvese, aldatma ve isyan yoktur.
9- Ahiretteki cennete girenlerin herhangi bir şekilde oradan çıkmaları
söz konusu değildir.
10- Ahiretteki cennet ancak mahşerdeki hesaptan sonra gerçekleşecektir.
Hz. Adem (a.s)’e ve eşi Havva’ya verilen, “Ey Adem! Sen ve eşin
cennette oturun…” 387 emri zaten Hz. Adem (a.s) ve eşinin orada olduğunu gösterir. Yani dışarıdan oraya girmedikleri, orada oldukları ve oturmaya devam etmeleri gerektiği anlamına gelmektedir. Bütün bu hallerde,
belirtilen nedenlerden dolayı Hz. Adem (a.s)’in cennetinin ahirette gidilecek cennet olmadığı ve onun yeryüzünde bir bahçe olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Adem (a.s)’in cennetinde de her türlü nimetin var olduğu, hatta çeşitli sıkıntılardan ve sorunlardan emin bir yer olduğunu bu ayetlerden anlıyoruz.
“Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, ne de çıplak kalmak.” “Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcaktan da bunalmayacaksın.” 388
Hz. Adem (a.s), bulunduğu cennette ölümsüz olmayı da arıyordu. Nitekim Şeytan, Hz. Adem (a.s)’in bu düşüncesinin gerçekleşmesine yardımcı olmak bahanesiyle “telkinde bulunmaktadır.”389 Bütün bu ifadeler
Hz. Adem (a.s)’in cennetinin ölümden sonraki cennetle doğrudan bir ilgisi
olmadığı, yeryüzünde bir yer olacağı fikrini kuvvetlendirmektedir.390 Hz.
Adem (a.s)’in cennetinin yeryüzünde olduğunu savunanların başında İbn
Abbas, Ebu Hanife ve arkadaşları, İbn Kuteybe ve Ebu Müslim elİsfehani gibi meşhur İslam bilginleri gelmektedir.391
387
388
389
390
391
Bakara, 2/35
Ta ha, 20/118-119
Ta ha, 20/120
Prof. Dr. İsmail Yakıt, a.g.m, s. 10
İbn Kayyim, Hadi, s. 25…
İnsan ve İnsanın Varoluşu
139
Ayrıca ayetlerde Hz. Adem (a.s)’in, Allah’ın yeryüzünde halife olarak
yarattığından bahsedilmektedir. Türkçe’de “ Kalfa” olarak kullanılan, “Halife” kelimesinin aslı “Halif” dir. Çoğulu “Halaif” veya “Hulefa” dır. “Hilafet” başkasının yerinde olma demek olduğu gibi, “Halife” başkasının yerini tutan, onun makamına oturan ve onun adına hükmeden kimse anlamına da gelmektedir. Bu kelime aynı zamanda “Sultan” yerine de kullanılmaktadır.392
Terim olarak, Halife kelimesinden kastedilen sadece Hz. Adem (a.s)
değil, onun şahsında bütün bir insan cinsi veya diğer bir ifade ile Hz.
Adem (a.s)’in zürriyetidir, yani ondan çoğalanlar ve onun devamı olanlardır.393
Bakara suresinde anlatılan “Halifelik”394 konusu, insanın yani beşer
cinsinin yaratılışından tamamen farklıdır. Bu ayetlerde, insanlığa hilafet
makamı verilmiştir. Adem de bunun temsilcisidir. Yani Adem’in şahsında
halifelik temsil edilmektedir. Anlaşılması gereken bunun ne olduğudur.
Adem kıssası, Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde anlatılırken, bu kıssa içinde
yer alan Adem ise, halifeliği temsil eden bir karakterle sunulmaktadır. Ancak Kur’an-ı Kerim bu konuda bize çok açık ve geniş bilgiler vermemektedir.
Allah yeryüzünde bir Halife yaratmayı arzu etmiştir. Bu Halife, daha
önceden benzeri olmayan bir varlıktır. Akıl, irade ve sorumluluk gibi bir takım nimetlerle donatılmış olarak, bizzat Allah tarafından yeryüzü unsurlarından meydana getirilmiştir. O, bu özelliğiyle, daha önceden yeryüzünde
bilinen bitki ve hayvanlardan ayrılmaktadır. Hz. Adem (a.s), diğer taraftan
yaratıldığı madde ve fonksiyonları açısından meleklerden de ayrılmaktadır. Ayrıca meleklerin kendilerine emredileni yapmakla görevli ve itiraz yeteneklerinin bulunmayışı da vasıflarındandır.
İlahi kaynaklı dinlerin tamamında, ilk kadın olarak bahsedilen Hz.
Havva, İslam literatüründe de bu özelliğini korumaktadır. Hz. Havva’nın
yaratılışı ile ilgili olarak, Kur’an-ı Kerim’de bilgi bulunmamaktadır. Müfes-
392
393
394
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, c. 1, s. 300
Taberi, “ Tefsir”, c. 1, s. 54
Bakara, 2/30
140
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
sirler,“Nefs-i Vahide”395 ibaresinin tefsirini yaparken, bunun Hz. Adem
(a.s) ve ondan yaratılan eşinin de Hz. Havva olduğuna hükmetmişlerdir.396
Yine Kur’an-ı Kerim, Hz. Havva’nın Hz. Adem (a.s)’in kaburga kemiğinden
yaratıldığına dair hiçbir bilgi vermemektedir. Ancak İmam Şafii, bu kaburga
kemiğinden yaratılan kadının Hz. Havva olduğunu belirtmektedir.397
Kur’an-ı Kerim’de Allah: “Ey İnsanlar! Gerçekten biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık…”398 emriyle, insanlığı nasıl bir modelle yarattığını
ifade ederken, erkekle dişi arasındaki birleşme bağını, insan türünün yeryüzünde kıyamete kadar devam etmesine ve korumasına vesile kılmıştır.
Söz konusu birleşme bağının meydana gelişini sınırlı ve meşru bir yolla
olmasını takdir etmiştir ki, bu da nikah yani evlenmedir. Allah, nikahın
meyvesini çocuk ve nesli devam ettirmek olarak takdir etmiştir. O yüce
varlık, kullarına çocuk sevgisi vermiş ve böylece onları çocuk yapmaya
teşvik etmiştir. Çocuk sevgisini, insan yaratılışının tabii bir sonucu kılmıştır. Erkeğin kadına, kadının erkeğe meyil beslemesi de aynı şekilde insanın yaratılışındandır.
Allah’ın yaratma kanunu, bir erkekle bir dişinin birlikte olması şeklinde tecelli etmektedir. Fakat bu ilahi kanun, bazı istisnalar ile ihlal edilmiştir.
Bu ihlaller, yaratılış konusunda Allah’ın kudretini gösteren açık delillerdir.
Sonuç olarak, Allah’ın Hz. Adem (a.s)’ı anasız ve babasız olarak topraktan, Hz. Havva’yı anasız ve babasız olarak Hz. Adem (a.s)’den, Hz. İsa
(a.s)’yı da babasız olarak Hz. Meryem (a.s)’den yaratıldığı, böylece Allah’ın, anasız- babasız, babasız ve analı- babalı olmak üzere, her türlü yaratma şeklini gösterdiği belirtilmiştir.
Kur’an-ı Kerim: “Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile
huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir…”399
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbiniz-
395
396
397
398
399
Nisa, 4/1; A’raf, 7/189; Zümer, 39/6; Rum, 30/21; Şura, 42/11 Bu
ayetlerde, insanlar için eşler yaratıldığı şeklinde ifadeler bulunmaktadır.
Taberi, “Tefsir”, c. 4, s.139; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, c.
2, s.1273
İbn-i Mace, “Sünen”, c.1, s.175
Hucurat, 49/13
A’raf, 7/189
İnsan ve İnsanın Varoluşu
141
den sakının…”400 buyurmaktadır. Hz. Adem (a.s)’in eşinin, onu teskin etmek için yaratıldığı açık bir şekilde ifade edilirken, onun yaratıldığı yer
hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.
Hz. Havva’nın, canlı bir varlıktan yaratıldığından dolayı Havva adı
verilmiştir.401 Bu görüşün yanı sıra, her canlının anası olmasından dolayı
bu ismi almıştır.402
Ayette geçen bir tek nefs deyimi her nedense erkek anlamında alınmış ve ondan çıkarıldığı söylenen zevc kelimesi de kadın diye düşünülerek, kadının erkekten çıkarıldığı sonucuna varılmış şeklinde yorumlar yapılmış ve bu sonuç Tevrat’ta kadının, erkeğin kaburga kemiğinden403
yaratıldığı beyanıyla birleştirilerek, kaburga kemiği hikayesi gündeme getirilmiş ve nihayet kadının, erkeğin kaburgasından yaratıldığına hükmedilmiştir. Bunların hiçbirinin Kur’an-ı Kerim’de dayanağı yoktur. Nefs kelimesi
sadece erkek anlamında olamaz. Bu kelime ruh, benlik ve canlı demektir.
Ruh ve benlikte zaten erkeklik ve dişilik söz konusu değildir. Nefsten üretilen varlığa Kur’an-ı Kerim, zevc diyor ki, bunun da kadın olduğunu iddia
edemeyiz. Burada dikkat çekilen şeyin erkeklik-kadınlıktan ziyade, canlıların üremelerine işaret edilmektedir. Bir canlıdan diğerinin ve o ikisinden
de daha birçok canlının üremesi olayıdır.
Hz. Adem (a.s), yeryüzüne indikten sonar, yaptığı hatadan dolayı
çok üzülmüş ve devamlı Allah’a yalvarmıştır. Allah’ın ona verdiği ilham veya vahiy ile Hz Adem (a.s), Mekke’ye doğru gitmiş ve rivayete göre Kabe’yi inşa etmiştir. Hz. Adem (a.s), ilk defa bu günkü şekliyle, Hac ibadetini
yerine getiren kişi olarak bilinmektedir.404 Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva’nın
cennetten çıkarıldıktan ve yeryüzüne indirildikten sonra ayrı ayrı yerlere
çıkarıldıklarını belirten kaynaklarda, her ikisinin birleşme yeri olarak Mekke
çevresinde Arafat ovasında bulunan“Cebel-i Rahme”405 tepesi gösterilmiştir. Daha sonra her ikisinin birlikte Hindistan’a gittikleri rivayet edilmiştir.
400
401
402
403
404
405
Nisa, 4/1
Taberi, “Tefsir”,c. 1, s.177; Taberi, “Tarih”, c. 1; s.104
Maverdi,”Tefsir”, s.49
Tevrat, Tekvin,2/21-22
Taberi, “Taberi”, c. 1, s.131; Ahmet Cevdet Paşa, “Kısas-ı Enbiya”, c. 1,
s. 17
Taberi,”Tarih”, c.1, s.133
142
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Hz. Adem (a.s)’in hangi günde yaratıldığı Kur’an-ı Kerim’de belirtilmemekte ve ancak hadislerde onun Cuma günü yaratıldığı, o günde cennete konulduğu, yine Cuma günü cennetten çıkarıldığı, aynı günde
tevbesinin kabul edildiği ve yine bir Cuma günü vefat ettiği haber verilmektedir.406
Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva’nın, her batından, bir erkek ve biri kız
olmak üzere yirmi batından, 40 çocuklarının olduğu ve bunlardan birinci
batında doğan ile ikinci batında doğan karşı cinslerin birbirleriyle evlendikleri belirtilmektedir.407 Bu durum, Hz. Adem (a.s)’in şeriatına göre yasak
değildi.
Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva’nın çocukları olarak Habil ve Kabil
gösterilmektedir. Kaynaklarda, onların karşılaştıkları olaylara uzun bir şekilde yer verilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in bir kıssa olarak değindiği bu olayda, Kabil kıskanarak kardeşi Habil’i öldürmektedir. Bu olayla ilgili olarak
Kur’an-ı Kerim:
“ (Ey Muhammed!) Onlara, Adem’in iki oğlunun haberini gerçek
olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul
edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen,
“Andolsun seni mutlaka öldüreceğim.” demişti. Öteki, “Allah ancak
kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder” demişti.”
“Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben
seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin
Rabbi olan Allah’tan korkarım.”
“Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da
yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır.”
“Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak)
onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.”
“Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar
olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten
aciz miyim ben?” dedi. Artık pişmanlık duyanlardan oldu.”408
406
407
408
Ebu Davud, Salat, 207; Tirmizi, Cum’a,1
Taberi,”Tarih”,c.1, s.145; İbn-i Sa’d, “Riyazü’s- Salihin” c.1, s.36
Maide, 5/27-28-29-30-31
İnsan ve İnsanın Varoluşu
143
İnsanlığın ilk cinayeti kıskançlık yüzünden işlenmiştir. Ne ilginçtir ki,
bu cinayet, iki kardeş arasında meydana gelmiştir. Daha da ilginç olanı,
cinayetin Allah’a ibadet, yani kutsala yaranma savaşı sırasında işlenmiş
olmasıdır. Kardeşler birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş ve diğerine ret cevabı verilmiştir. Kurbanı reddedilen kardeş, kıskançlık krizine
tutularak diğerini öldürmüştür.
Hz. Adem (a.s), 1.000 yıl kadar yaşadıktan sonra, hastalanmış ve
ölmüştür. Melekler; çocukları ile birlikte onun cenaze namazını kılmış ve
defin işleminin nasıl olacağını insanlara örnek olmak üzere onlara göstermişlerdir. Hz. Adem (a.s)’in kabrinin nerede olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Mekke yakınlarında Ebu Kubeys mağarasına veya Seredip∗’de
Nud dağına gömüldüğüne dair çeşitli rivayetler vardır. İbn-i Abbas’tan nakledilen bir habere göre, Nuh (a.s) Tufan’da, Hz. Adem (a.s)’in tabutunu
gemiye almış, sonra Beyt-i Makdis∗’e gömmüştür. Hz Havva’nın da Hz.
Adem (a.s)’den bir yıl sonra öldüğü ve onun yanına gömüldüğü ileri sürülmektedir. Hz. Adem (a.s)’in uzun boylu, çok saçlı, kırmızı yüzlü, büyük
gözlü, iri yapılı ve sakalsız olduğu yolunda rivayetler de bulunmaktadır.409
Tarihçiler, Hz. Adem (a.s)’in soyundan, yani çocuk ve torunlarından
400 nüfus görünceye kadar yaşadığını, ondan sonra vefat ettiğini belirtmişlerdir. 410 Yine Hz. Adem (a.s)’in vefat etmeden önce hastalandığı ve
* Serendip: Hindistan’ın doğu tarafında bulunan, seksen fersah uzunluğunda, Hindistan’ın en uzak adasıdır. Buraya Seylan adası da derler.
Bu adanın ortasında Nud dağı veya Bud dağı vardır.
* Beyt-i Makdis: Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dır. Tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre Mescidi Aksa'yı ilk inşa eden kişi Hz. Süleyman
(a.s)'dır. Kur'an-ı Kerim'in Sebe suresinin 14. ayeti ilgili olarak verilen
bilgiler de buna delalet etmektedir. Bazı tarihi kaynaklarda Kudüs'ün
m. 70 yılında yıkıma uğratıldığı Beyt-i Makdis'in de bu olayda yıkıldığı
ifade edilmektedir. Ancak bu mekan yine bir mabed olarak biliniyor
ve Beyt-i Makdis'in kalıntıları da korunuyordu. Şu an Yahudilerin "Ağlama Duvarı" Müslümanların ise "Burak Duvarı" olarak adlandırdıkları
duvar eski mabedin bir kalıntısıdır. M. 638 yılında Hz. Ömer (r.a) döneminde Kudüs fethedildikten sonra Beyt-i Makdis'in yerinde Mescidi Aksa inşa edildi. Hz. Ömer (r.a)'in burayı mabed ittihaz etmesi de o
mekanın kudsiyet ve öneminden ileri geliyordu. Mescid-i Aksa daha
sonra Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında genişletildi. Mescidi Aksa'nın hemen yakınında bulunan ve bugün Türkiye
Müslümanları tarafından Mescid-i Aksa zannedilen sekiz köşeli
Kubbetu's-Sahra adlı mabed de Abdülmelik bin Mervan tarafından inşa ettirilmiştir.
409
İbn-i Sa’d, a.g.e, c.1,s.31; İbn-i Kuteybe, “Maarif”, s.9
410
İbn-i Kesir, “El- Bidaye”, c. 1 s. 129
144
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
oğlu Şit (a.s)’e vasiyetini yazdırdığı da rivayet edilmiştir.411 Fakat Hz.
Adem (a.s)’in ömrü hakkında İslam bilginleri ihtilafa düşmüşlerdir. Hz.
Adem (a.s)’in ömrünün 1000 yıl olarak yazıldığı, fakat daha sonra ömründen kırk yıl eksiltilerek, altmış yıl ömür taktir edilen Hz. Davut (a.s)’un ömrüne eklenerek, O’nun ömrünün yüze çıkarıldığı ve böylece Hz. Adem
(a.s)’in 960 yıl yaşadığı rivayet edilmiştir.412 Hz. Adem (a.s)’in 930 yıl yaşadığı da söylenmiştir.413 İbn-i Abbas (r.a), O’nun Hindistan’da Nevd dağında vefat ettiğini söylemektedir. Ayrıca Cuma günü vefat ettiği de nakledilmiştir. Vefat ettiğinde çocukları ve meleklerin toplanarak cenaze namazını kılarak ve kefenleyerek yeryüzünde ilk yerleşim yeri olan Firdevs’in
doğusunda bir yere gömdükleri nakledilmektedir. Mekke’ye veya Ebu
Kubeys mağarasına gömüldüğü de rivayet edilmektedir.414 Bir rivayette de
Nuh tufanı olduğu zaman, Hz. Nuh (a.s)’un, Hz. Adem (a.s) ile Havva’nın
cesetlerini gemiye alarak Beytü’l- Makdis’e götürerek gömdüğü geçmektedir.415
Allah, “Her kavme bir Peygamber göndermiş”,416 “Peygamber
göndermeden hiç kimseye azap edilmeyeceğini bildirmiştir.”417 Ancak
Peygamberlerin sayısı kesin olarak bilinmemektedir. Kur’an-ı Kerim, üç kişi şüpheli olmakla birlikte, 28 isimden bahsetmektedir.418 İslam bilginlerinin
büyük çoğunluğu, “Şüphesiz Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini
(soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip alemlere üstün kıldı…”419 ayetine dayanarak, Hz. Adem
(a.s)’in Peygamberliğinin Kur’an-ı Kerim ile sabit olduğunu belirtmişlerdir.
Hz. Adem (a.s)’e Peygamber olmasından dolayı kendisine 21 sahifelik bir
kitap verildiği ileri sürülmektedir. Ancak kendi el yazısı ile yazdığı iddia edilen bu kitabın elimizde aslı bulunmamaktadır.420
Hz. Adem (a.s) Allah’ın kendisine vahyi inzal ettiği ilk peygamberdir.421 Böylece Allah Hz. Adem (a.s)’e yeryüzünün hakimiyetini vermekten
başka O’nu kendisine Peygamber olarak da seçmiştir ve O’na 21 Suhuf
411
412
413
414
415
416
417
418
419
420
421
Sa’lebi, Arais, s. 49
Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”, c. 1 s. 207 Rivayet için bkz.
18 No’lu Hadis
Eliade, Mircea, Couliano, Ioan P… “Dinler Tarihi Sözlüğü”, s.26
Sa’lebi, Arais, a.g.e, s. 49-50 ; İbn-I Sa’d, “tabakat”, c.1 s. 12, Rivayet
için bkz. 33 ve 37 No’lu Hadis
Taberi, “Tarih-i Taberi”, c. 1 s. 115
Nahl, 16/36
İsra, 17/15
Ömer Nasuhi Bilmen,” Büyük İslam İlmihali”, s.17-18
Al-i İmran, 3/33
Taber,”Tarih”, c.1, s.150; Mesudi,”Ahbar”, s.73
İslam Ansiklopedisi, “MEB”, c. 1 s. 135
İnsan ve İnsanın Varoluşu
145
göndermiştir. Cebrail (a.s), bu 21 Suhuf’u öğretmekle beraber, yazı yazmayı da öğretmiştir. 422 Hz. Adem (a.s)’in çocukları ve çocuklarının çocukları artınca, onlara Allah’ın emirlerini emretmek ve nehiylerinden de sakındırmak görevini yürütmek üzere 970 yaşında peygamber olduğu ifade
edilmiştir. 423 Hz. Adem (a.s)’de çocuklarına ve torunlarına tevhidi öğretiyor
ve onlara Allah’ın davetini tebliğ ediyordu.424 İslam bilginleri arasında Hz.
Adem (a.s)’in işlediği hata nedeniyle tereddütler varsa da, çoğünlüğü peygamber oluşunu kabul etmiştir.425
Hz. Adem (a.s)’in dini yaşantısı ile ilgili bilgilere bakıldığında onun,
namaz, oruç, zekat ve güsul abdesti gibi farzları yerine getirdiği, ölü eti,
kan ve domuz eti gibi yiyeceklerin ona yasaklandığı bilinmektedir.426
4- Evrim Teorisi
Charles Darwin*’in 1859’da yayımlanan “Türlerin Kökeni Üzerine”
(On The Origin of Species) adlı eseriyle gündeme gelen tabii seleksiyona
dayalı evrim teorisi, o zamandan bu güne tartışılmaktadır. Teori, dünya
üzerindeki hayatın rastlantılarla doğup geliştiğini ve bütün canlıların ortak
422
Taberi, a.g.e, c. 1 s. 198; İbn-I Sa’d, “Tabakat”, c.1 s. 13; Taberi, “Tarih-i Taberi”, c. 1 s. 112
423
Mes’udi, “Ahbaru’z-Zaman”, s. 75
424
Mahmut Şahin,“Hz. Adem’den Bugüne İslam Tarihi”, Çev. Ferit Aydın,
c. 1 s. 40
425
Mustafa Erdem, a.g.e, s. 196
426
Taberi,”Tarih”,c.1, s.152
* Charles Darwin: 1809 yılında Birminhan’da da hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 16 yaşında tıp eğitimi görmesi için Eidinburgh Üniversitesine gönderildi. Ancak bu konu ilgisini çekmediği
için, babası ona rahip olmasını ve bu amaçla Cambridge Üniversitesinde öğrenim görmesini önerdi. Bununla birlikte Darwin’i en çok ilgilendiren konu doğa tarihiydi. Cambridge Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Joseph S. Henslow’la tanıştı ve daha sonra da dost oldu.
Darwin, Henslow’un sayesinde Güney Amerika kıyılarına yapılan resmi keşif gezisine katılma imkanı buldu. Yine bu dönemde Darwin’in
doğa bilim görüşlerini etkileyen bir başka şey de Alexander von Humboldt’un kitaplarıdır. Humboldt’un kitapları ona kendi deyimiyle “doğa biliminin soylu yapısına bir katkıda bulunmak” isteğini uyandırdı.
Darwin, bu bağlamda 27 Aralık’ta başlayarak ve 5 yıl sürecek bir deniz
yolculuğuna çıktı. Charles Darwin, yolculuk dönüşü, Zooloji ve Jeoloji
konusundaki incelemelerini ve yolculuk günlüğünü yayınladı. Bütün
bunlar onun tanınmasını sağladı. Ayrıca, “On the Origin of Species”
(Türlerin Kökeni Üzerine) adlı eseri ile insanın maymundan evrimleştiğini iddia etti ve 19 Nisan1882 yılında öldü.
146
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
bir atadan türediğini ileri sürüyor. Aynı teoriye göre, insanların en yakın akrabası da maymunlardır. Teoriyi savunan nispeten insaflı bilim adamları,
bunun bir teori olduğunu itiraf etseler de, bu teori, kitlelere takdim edilirken
ilmi bir hakikat gibi gösterilmektedir. Halbuki bunun aksini gösteren ve sayıları her geçen gün artan pek çok ilmi delil vardır. Son olarak, insanlarla
maymunlar arasında büyük bir genetik benzerlik bulunduğu iddiası çürütüldü. Ünlü bilim dergisi Nature’de yayımlanan “Şempanze kromozomu
şaşkınlığa sebep oldu” başlıklı makalede, insan ve Şempanze genlerinin
bu güne dek, sanılandan çok daha farklı olduğu açıklandı.427
Evrim teorisini 2000 yıldır savunanlar olmuştur. Ancak bildiğimiz hali
ile bu teori Fransız Lamarck ve Buffon adlı bilim adamları tarafından yumuşak bir halde ifade edilmiştir. Bir süre sonra 19. yüzyıl sonlarında tıp
okulundan ayrılmış, papaz okulu mezunu Charles Darwin, Lamarck ve
Buffon’un görüşlerinden habersiz; kendisine tetkik edilmek üzere, Alferd
Russel adlı bir Biyoloji uzmanının gönderdiği makaleyi abartarak, kendi
adına yayınladı ve Darwin’in iddiası böylece yayılmış oldu.
Evrenin kaynağı ve oluşu konusunda bugün karşımızda iki ana model durmaktadır: Birincisi yaratılış modelidir. Diğeri ise evrim modelidir. Birinci görüşü, genel olarak semavi dinler ve evrenin temelde ancak bir şuurun eseri olabileceğine inanan bilim adamları savunurlar. İkinci görüşe göre ise, yine bir başka dünya görüşü kaynaklık yapar, bazı bilim adamları
benimseyip savunurlar ve bilimsel sonuçlarla desteklemeye çalışırlar. Burada ortak yön, her iki görüş sahiplerinin de ilmi sonuçları, kendi görüşlerini desteklemek için değerlendirip yorumlamalarıdır.
İlmi araştırmaların sonuçları yanlış da olsa, ilim adına yapıldığı sürece buna saygı duyulur. Ama herhangi bir teori, ideoloji haline getirilir ve
bütün ilmi çalışmaların ortaya koyduğu sonuçlar, bu teorinin doğruluğu yönünde amaçlı olarak düzenlenmeğe başlanırsa, bu çalışmalar ilmiliğini
kaybeder ve önlerinde bir takım dogmalar meydana gelir. Başlangıçtaki
ilmi çalışmalar, bir gerçeği ortaya koyma gayretinden sıyrılır, sadeliğini, tarafsızlığını ve sadece gerçeği ortaya koyma tavrını kaybeder ve bir inanç,
bir ideolojinin parçası haline gelmiş olan belli bir teoriyi temellendirmeye
hizmet ederler. Çok nadir olmakla birlikte, uydurma sonuçlar ve deliller de
ileri sürülebilir.428
427
428
Nature Dergisi, 2004/429. Sayı, s. 382-388
Prof. Dr. Hüseyin Aydın, a.g.e, s. 37,99
İnsan ve İnsanın Varoluşu
147
Hayat, ilahi yaratmadan bağımsız olarak işleyen bir evrimin ürünü
müdür? sorusuna, evrim teorisi evet diyerek, hayatın yeryüzünde kendiliğinden meydana geldiğini ileri sürer. Genel evrim teorisine göre, yeryüzünde kendi kendine tek bir canlı meydana geldi. Bu tek canlı da, tarihi
olarak gelişip evrim geçirerek günümüzdeki canlıları meydana getirdi.429
demektedir.
Yaratılışçı modeller dünya genelinde daha çok Hıristiyan yaratılışçılar tarafından geliştirilmektedir ve onların düşünme yöntemleri Kilise’nin
baskısı altında asırlardan beri dar kalmıştır. Bu nedenle de tabiatüstü sebepleri savunurken, bunların tabiattaki yansımaları olan sebep-sonuç ilişkisine dayalı mekanizmaları görmezden gelmektedirler. Kısaca onlar da
gözlem yapmaktan kaçınmamaktadırlar. Modern Batı’daki bilim felsefesi
ve ahlak, büyük ölçüde Darwinci teori üzerine oturmaktadır. Bu felsefeye
göre insanlık ilahi bir yaratıcı iradeden değil, rastgele moleküler formların
tamamen kör bir seleksiyon süreciyle doğmuştur. Darwinci teorinin entelektüel müeyyideleri olmaksızın 20. yüzyıl boyunca dünyayı kasıp kavuran
sosyal ve siyasi akımların meydana gelmesi mümkün olmazdı. 19. yüzyılda evrim kavramının kabul edilmesi, laik fikirlerin artan baskısıyla oldu;
bugünkü Agnostisizm* ve Septisizm* sorumlusu ise, Materyalizmden
kaynaklanan bir teori, bu günkü Materyalizmin temelini oluşturmuştur.430
Evrimcilerin önemli tezlerinden birisi de, hepimizin bildiği gibi, insanın maymundan evrimleştiği konusudur. Evrimciler, maymunların (primatlar), ilkel maymunlar’dan (prosimianlar) meydana geldiğini, insanların da
maymunlardan, yani primatlar meydana geldiğini savunurlar. Halen mev429
Gish, Duan T., Fosiller ve Evrim, Çev. Adem Tatlı, s. 38
* Agnostisizm: Bilinmezcilik ya da bilinemezcilik; Tanrı'nın, evrenin nereden türediğinin bilinmediğini veya bilinemeyeceğini ileri süren
felsefi bir akımdır. Bu akımın takipçilerine Agnostik veya bilinmezci
denir.
* Septisizm: Septisizm, şüphecilik veya kuşkuculuk olarak da adlandırılır. Her tür bilgi savını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, mutlak`a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefi görüştür.
430
Yard. Doç. Dr. Ömer Said Gönüllü, “Darwinizm ve Paradigmanın Önceliği” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Nisan/2000
(255), s. 118
148
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
cut olan prosimianlar (ilkel maymunlar), sinek yiyen maymunlardır. Bu sinek yiyen ve hala Madagaskar’da yaşayan ilkel maymunlardan yüksek seviyede maymunlara geçişte, ara formların olması gerekir. Ancak böyle bir
ara form, geçiş nesli hakkında, elimizde herhangi bir fosil bulunmamaktadır. Bu konuda meşhur evrim taraftarı, araştırmacı Simons: (1548-1620)
“Son bulunanlara rağmen primat takımının kaynağı hakkında bir şey
bilmediğimizi, geçmişlerine ait gizlilik perdesini kaldıramadığımızı
kabul etmeliyiz.”431 demektedir.
Darwin, sadece gözlem yapmıştır kanaatindeyiz. Bir türden diğer bir
türe geçiş Darwin’e göre evrimdir. Bunu doğru olarak kabul etmek mümkün değildir. Ancak türlerin kendi aralarındaki değişimi mümkündür ve
doğrudur. Eğer iddia edildiği gibi, insanın maymundan gelişmiş olması
doğru olsaydı, insanın da Maymun gibi sıçrayarak hareket etmesi ve yürümesi gerekirdi. Ayrıca bu iddia doğru ise eğer, insan olarak hangi Maymun’un soyundan geliyoruz sorusuna da cevap verilmelidir? İnsanın
Maymun’dan gelişmiş olması, yani tekamül durdu mu? Bu gelişme asırlardır neden devam etmemektedir. Asırlar önce insan yine aynı insandı ve
maymun da yine aynı maymundur. Bunun dışında iddia sahibi bir bilim
adamı bulunmamaktadır. Kaldı ki, insan mukayese edilmeyecek kadar,
Maymun’dan daha mükemmel yaratılmıştır. Daha mükemmel olan insandan Maymun’un evrimleşmesi gerekmez mi? Eğer türler arasında bir geçiş
mümkün olsaydı, bu tez daha doğru olurdu. Çünkü daha mükemmel ve
akıllı bir varlıktan evrimleşme daha akla uygun olurdu. Aklı olmayan bir
varlıktan, akıllı bir varlığın evrimleştiğini iddia etmek, varlığımıza hakarettir.
İnsanın Maymun’dan gelişmiş olması halinde; Maymun’dan insana ve insandan Maymun’a kan naklinin olması gerekmez mi? Elbette ki, gerekirdi.
Oysa bu kesinlikle mümkün değildir. Ancak iddia edildiği gibi, insanın
Maymun’dan gelişmiş olması yerine, insanda mükemmele doğru bir gidiş
var şeklindeki bir iddia kesinlikle doğrudur. Eğer evrim’i aşama aşama olarak kabul edecek olursak, insandaki bu durumu, Kur’an-ı Kerim de onaylamaktadır. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim: “Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O (Allah), yaratmıştır.” 432 buyurmaktadır.
Ayette söz konusu yaratılış evrelerinde maksat, ilk insanın topraktan
başlayarak mükemmel bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği aşama431
432
Gish, a.g.e, s.110
Nuh, 71/14
İnsan ve İnsanın Varoluşu
149
lardır veya sperm halinden itibaren, gerek ana rahminde ve gerekse doğduktan sonra bedensel ve zihinsel olarak gelişimini tamamlayıncaya kadar
geçirdiği aşamalardır. Allah’ın insanı aşama aşama yaratarak mükemmel
bir varlık haline getirdiği hatırlatılmakta ve buna karşılık Allah’ın varlığını
ve birliğini tanıyarak kulluk etmek suretiyle minnet ve şükrünü göstermesi
gerektiğine işaret edilmektedir.
İnsanın maymundan gelişmiş olması mümkün değildir. Çünkü maymunla insan beyni arasındaki oran, tam on kattır. Evrimcilerin insana ata
koydukları maymun 130 gr. beyne sahiptir. İnsanın beyni ise 1.4 kg’dır.
Hayvan dizisinde köpek maymun aileleri arasında beyin 5-10 gr. farkla
aynı olduğu halde, bu büyük farkı insaflı evrimciler de göz önüne almış ve
insanın maymundan gelişmediğini, köpekten önce memelilerden ayrılıp
geliştiğini kabul etmişlerdir. Ancak insanların ilk çağlarda beyin yiyerek,
beyinlerini geliştirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Ancak küçük beyinli bir kafatası bulamamışlardır ve yine tıp ilmi, organ yiyerek bir organın büyüyeceğini,
bir çılgın düşünceden başka hiçbir şey olmadığını ifade etmektedir.433
“Beynimizin %10’unu kullanamıyoruz.” ifadeleri Washington Üniversitesinde Anesteziyoloji uzmanı olan Dr. E.Chudler’e göre yanlış bir
düşüncedir, bir söylentidir ve gerçekle bir ilgisinin olmadığını belirterek, bilim dünyasındaki bütün gelişmelere rağmen, beyin ile ilgili sırlarının hala
çözülmediği ve çözülecek gibi de görünmemektedir. Bu nedenle de araştırmacılar her defasında “beyin kainattaki en kompleks, en karmaşık
organik yapıdır; bu mükemmel yapının çözülemeyen daha çok sırları
vardır.” diyerek acizliklerini itiraf etmektedirler. Yine bu gün için beynin
daha %10’u anlaşılabilmiştir. %90 gibi bir kısmı keşfedilmeyi beklemektedir. Edebiyatçı Emily Dickinson (1830-1886), “Beyin gökyüzünden daha
geniş, okyanuslardan daha derindir.” derken, asırlar önce Hz. Ali (r.a),
“Ey insan, sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın, oysa en
büyük alem senin içinde gizlidir.” 434 demektedir. Bu kadar mükemmel
bir varlığın, daha keşfedilemeyen bir çok yönü varken, beyin yiyerek geliştiğini ileri sürmenin bilimsel bir yanı olamaz.
433
434
Dr. Hakuk Nurbaki, “Tek Nur”, s. 55
Abdulkadir Akcan, “Beynimizin %10’unu mu kullanıyoruz?” Konulu
Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Temmuz/2000 (258),
s.300
150
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Ağırlığı, insan vücudunun ortalama %2’si olan beyin ruhi fonksiyonlarımızın biyolojik santralidir ve yaklaşık 1.4 kg’dır. Beyinde yaklaşık 60
milyar Nöron (sinir hücresi) bulunur. Vücuda alınan oksijenin %25’i beyinde harcanırken, glikozun (basit şeker) da çoğu beyinde tüketilir. İnsan dışında beyin sahibi yaratıkların, beyin hücreleri arasında çok az bağlantı
varken, insan beynindeki bir Nöron diğer Nöronlarla 2.000-10.000 arasında bağlantı kurabilme potansiyelinde yaratılmıştır. İnsan 1.4 kg ağırlığındaki beyin kütlesiyle mümkün olan en ideal ölçülerde bir beyin hacmine
sahiptir. Daha ağır veya hafif olma durumlarında, ortaya çıkacak sorunlar
çok olurdu. Ancak açık bir şekilde daha ağır beyin kütlesine sahip canlılar
da mevcuttur. Örneğin: Bir fil 4.2 - 5.5 kg arası bir beyin kütlesine sahipken, yaklaşık 15 m uzunluğundaki bir balina 9.1 kg beyin kütlesine sahiptir.435
Evrim düşüncesini ilk sistemleştiren Lamarck’tır.(1744–1829) 1809
yılında yayımladığı “Zoolojinin Felsefesi” adlı eserinde; çevreden kazanılmış karakterlerin kalıtımla, dölden döle geçtiğini ileri sürmüştür. Buna
delil olarak meşhur Zürafa örneğini vermektedir. Aç kalan Zürafalar, yüksek dallardan besinlerini temin etmek için, boyunlarını uzata uzata, önceleri kısa olan boyunları, sonunda iyice uzamış ve bu durum kalıtımla yavrularına da geçmiştir. Bu görüşün bilimsel bir değeri yoktur. Eğer bu görüş
doğru olsaydı, savaşlarda ve trafik kazalarında sakat kalan binlerce kişinin
bu eksik organları yavrularına geçmiş olacaktı. Aynı şekilde August
Weissmann (1834–1914), 21 döl farenin arka arkaya kuyruklarını kestiği
halde, 21. dölde yine kuyruklu fareleri elde etmiş olduğu bilinmektedir. O
halde sonradan kazanılan karakterlerin, kalıtımla geçişi mümkün değildir.
Önce Lamarck ve daha sonra, evrim teorisinin bir bakıma kurucusu
sayılan Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan “Türlerin Kökeni” adlı
eseriyle, teori bilim dünyasının gündemine girdi. Teorinin kanunlaşması bu
güne kadar mümkün olmamıştır. Örneğin: Yer çekimi kanunu diyoruz, yer
çekimi teorisi demiyoruz. Kaldı ki, 150 yıldır kanunlaşmamış bir teorinin,
objektif ve bilimsel bir değerinin olmayacağı açıkça ortadadır. Darwin bu
kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini, Allah’ın ayrı ayrı yarattığı
gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin’e göre, tüm türler ortak bir atadan geli-
435
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Soyut Düşünme ve Beyin Sırları” Konulu
Makalesi, Okur-Yazar Dergisi, Mart/2004, s. 62 (Alıntı: Guiness Book/
1989)
İnsan ve İnsanın Varoluşu
151
yorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı. Yani
Darwinizm veya geniş anlamıyla evrim teorisine göre: “Cansız maddelerden tesadüfen bir canlı meydana gelmiş, ondan da günümüzdeki çeşitli canlılar meydana gelmiş ve en sonunda Maymun’dan insan
meydana gelmiştir.” Teoriye göre, günümüzdeki mevcut canlılar tek kaynaktan gelmektedir. Buna göre, başlangıçta basit bir hücre vardı. Bu hücrenin tesadüfen değişmesiyle bu günkü canlılar ortaya çıktı. Balıktan Kurbağa, Kurbağa’dan Sürüngen vs. en sonunda, Maymun’dan insan meydana geldi. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden
bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir “tasarım” bulunduğunun bilim
tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah’ın tüm evreni ve
canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Özellikle 1980 yıllarından sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek, pek çok bilim adamı
tarafından dile getirilmiştir. Ancak bunu dikkate alan evrimciler, NeoDarwinizm, yani yeni Darwinizm’i ortaya attılar, fakat onun da öncekinden
çok farklı olmadığı ve hiçbir çözüm getirmediği anlaşıldı. Bütün bu eksikliklere rağmen, evrim teorisinin tek taraflı ve ısrarla müdafaa edilmesinin altında, teorinin Materyalist felsefeye alet edildiği ve alanlarında otorite olan
ateist ilim adamları tarafından da açıklanmaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Evrim teorisinin uzun bir zamandır bilim dünyasında kabul görmüş olması, bu samimiyetsizliğin bir örneğidir. Gerçekte
bilimsel verilerle yüz yüze kalan çok sayıda bilim adamı, evrim teorisinin
canlılığı açıklamaktan çok uzak olduğunu görmekte, ama sırf tepki çekmemek için bunu ifade etmemektedir Evrende var olan her varlık kusursuz
bir tasarıma sahiptir. Amerikalı Fizikçi H. S. Lipson bu konuda şu itirafı yapar: “Canlılar hakkında Darwin'in bildiğinden çok daha fazlasını biliyoruz Örneğin: Sinirlerin nasıl çalıştığını biliyoruz ve bence her sinir,
elektrik mühendisliği yönünden bir şaheserdir ve bizim vücudumuzda bunlardan milyarlarcası vardır. Bu çarpık durum, 19 yüzyılın ortalarından itibaren bilim dünyasına hakim olmaya başlayan "dinsiz bilim" aldanışının bir sonucudur.” Einstein'in belirttiği gibi, "İlimsiz din
topal, dinsiz ilim kördür.” Bu nedenle de bu aldanış, hem bilim dünyasını yanlış hedeflere yönlendirmiş ve hem de bu hedeflerin yanlışlığını görmesine rağmen kayıtsızca sessiz kalan bilim adamlarını ortaya çıkarmıştır
152
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
On beş yıl evrim üzerinde çalışmış olan Amerika’lı Biyokimya Profesörü Duane Tolbert Gish, evrimle ilgili görüşünü şöyle dile getirmektedir:
“Hiç kimse ne hayatın başlangıcını gözlemiş ve ne de bir balığın kurbağaya veya bir maymunun insana dönüştüğüne şahit olmuştur. Dolayısıyla evrim, bir hipotez olarak ileriye sürülmüş, fakat asla ispatlanamamış bir düşünce tarzıdır.”436
Evrimcilerin, evrimin ispatında ileri sürdükleri delilleri şöyle
özetlemek mümkündür:
1- Mutasyon (Canlı organizmalarda meydana gelen ani değişiklikler.)
2- Embriyolojik deliller.
3- Körleşmiş organlar.
4- Geçit formu olarak ileri sürülen fosil materyaller.
Gen veya kromozomların her hangi bir şekilde değişikliğe uğramasına mutasyon denir. Daha önce de ifade edildiği gibi evrimciler, değişik
çevre şartlarından dolayı, mutasyonla yeni türlerin ortaya çıktığını iddia
ederler. Halbuki Bakteriler üzerinde değişik deneyler yapılmıştır. Bakteriler
üzerinde ısının, kuruluğun, dondurarak, kurutmanın, elektriğin, yüksek basıncın ve çeşitli kimyevi maddelerin etkileri araştırılmıştır. Sonuçta, farklı
çevre şartlarında, yeni bir tür meydana gelmediği gözlenmiştir.437
Ayrıca Geesser Üniversitesi Tıbbi Fizik ve Balneoloji Enstitüsü, 500
milyon yıl önce yaşayan bakterilerin, şimdi yaşayan bakterilerle hiçbir farklılık göstermediğini belirtmiştir. Bakteriler hem çok hızlı çoğalmakta ve
hem de en fazla mutasyona uğramaktadırlar. Bunlarda, 500 milyon yıldan
beri yeni bir türe geçişin olmaması, mutasyonla yeni bir türün meydana
gelemeyeceğini göstermektedir.438
Türlerde değişiklik, ancak kromozom düzeninde bir değişmeyle
mümkündür. Bununla ilgili bütün çalışmalar hep başarısız kalmıştır. Genetik Profesörü Emine Bilge (1926-1978), bununla ilgili olarak, “Ortam şart-
436
437
438
Duane Tolbert Gish, Evolution : “The Fossils Say No!”, Çev.. Adem
Tatlı, “Fosiller ve Evrim”, s. 16
Jawest E. And Adelberg E. “Tıbbi Mikrobiyoloji”, Çev. Muzaffer Akman
ve Ekrem Gülmezoğlu, s.15
Atıf Şengün, “Evolusyon”, s.5
İnsan ve İnsanın Varoluşu
153
larını değiştirerek, organizmalarda şartlara uygunluk gösteren irsi,
yani kalıtımla geçen değişiklikler meydana getirebilmek için, yapılan
bütün denemeler sonuçsuz kalmıştır.”439 demektedir.
Balık, insan, sığır ve maymun embriyoları ile insan embriyosunun
belirli devrelerde birbirine benzerlik göstermesi, evrime delil olarak ileri sürülmektedir. Halbuki bu benzerlik, şekil benzerliğidir. Canlılar arasında şekil benzerliğinin bir anlam ifade etmediği bilinmektedir. Çünkü her canlının
bütün özellikleri, genlerinde toplanmıştır. Bu yapının esasını da DNA’lar
teşkil eder. İnsan vücudundaki DNA moleküllerinin toplam uzunluğunun
dünya ile güneş arasındaki mesafenin 400 katından daha fazla olduğu ifade edilmektedir. Bu DNA’nın küçük bir yerinde değişiklik, o canlının hayatına mal olabilmektedir. Dolayısıyla canlılarda esas olan bu genetik yapıdır, şekil benzerliği değildir.
Darwincilerin ileri sürdüğü iddialardan birisi de, daha önceki neslin
sahip bulunduğu organlardan bazılarının daha sonra gelenlerde güdükleşmiş, dumura uğramış ve körelmiş olduğudur. Bunlardan en çok sözü
edilen; insandaki kör barsak ile At’ın ayağındaki çıkıntılardır. Evrimcilerin
bu iddialarına Prof. Dr. D. T. Gish şöyle cevap vermektedir: “…Kör barsak, bademciklerin yapısına iştirak eden dokuya benzer bir özeliğe
sahiptir. Vücuda giren yabancı unsurlara karşı aktif organ olarak iş
görür. Kuyruk sokumu kemiği, kuyruğun kullanılmayan izi değil, aksine kalça kemerinin bazı kasları için mühim bir tutunma noktasıdır.
Ayrıca rahat oturmayı temin eder. Bu kısım olmaksızın rahat oturmak
mümkün değildir.”440
At’ın ayağında bulunan çıkıntılar, aslında iddia edildiği gibi gereksiz
organ değildir. Nitekim Douglas Dewar (1875 – 1957), bu çıkıntıların görevlerini şu şekilde özetlemektedir: “Bacağı güçlendirme görevi yapar,
birçok bacak kasının tutunma noktasıdır. Ayrıca incik kemiği ile birlikte meydana getirdikleri oluğa topuğun üst destek krişi yapışır ve
At’ın ağırlığını taşıma görevini yerine getirir.”
İngiliz Biyoloji uzmanı evrimci Harrison Matthews, Darwin’in “Türlerin Orijini” adlı eserinin 1971 yılı baskısının önsözünde şöyle diyor: “Ev-
439
440
James D. Watson, “Gen ve Moleküler Biyolojisi”, Konulu Makalesi,
Çev. Altan Günalp, s. 368
Duane Tolbert Gish, a.g.e, s. 180
154
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
rim düşüncesi, biyolojinin belkemiğini teşkil eder. Böylece biyoloji,
yaratılış konusunda özel bir pozisyonu olan ve ispatlanmamış bir teori üzerine bina edilmiş bir ilimdir. Bu evrim teorisi bir ilim mi, yoksa
bir inanç sistemi midir? Bu haliyle evrim teorisi bir inanç sistemidir.
Çünkü delillere değil, kabullere dayanmaktadır.”441
Darwin’in “İnsanın Türeyişi” adlı eserinin 1975 yılında, Öner
Ünalan tarafından yapılan çevirisinin önsözünde yer alan ibare, hiçbir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. Öner Ünalan tarafından Darwin şöyle takdim edilmektedir: “Darwin’in dünya görüşü materyalisttir. Vardığı
sonuçlarla Tanrı tanımaz olan Darwin, çağdaş biyolojinin yaratılmasına, idealizme ve metafiziğe karşı savaşa büyük katkıda bulunmuştur.”442
Darwinizm’in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel nedene dayanmaktadır.
Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır. Teorinin öne sürdüğü “Evrim mekanizmalarının”, gerçekte
evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgunun
olmadığı açıktır. Ayrıca fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam
aksine bir tablo ortaya koymaktadır. Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği ve
hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o “ilk hücre”nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde tesadüfen
meydana geldiğini iddia etmektedir. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda, ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu,
bilinen en temel Biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır. Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla tesadüfen açıklanamayacak kadar
fazladır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA
molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. Bilim adamları, insan
DNA’sının içerdiği bilginin, kağıda dökülmesi halinde, 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağını hesaplamıştır. Bu da bize insanın sahip olduğu gücü ve varlığındaki inceliği göstermektedir. Böyle
mükemmel bir varlığın tesadüfen var olmasını iddia etmek, sağlıklı düşünmemektir.
441
442
Duane Tolbert Gish, a.g.e, s. 27
Charles Darwin, “İnsanın Türeyişi”, Çev. Öner Ünalan, s. 6
İnsan ve İnsanın Varoluşu
155
Bir din gibi inandıkları halde evrime “bilimsel” bir hava vermek için
çalışanların, üzerinde durdukları konuların başında “Mutasyon”* gelmektedir. Tabii seleksiyon adını verdikleri “en güçlülerin yaşadığı, zayıfların
yok olduğu” şeklinde özetlenebilecek “kısmen doğru” bir prensibin işletilmesi için gerekli itici gücü ondan beklediklerinde, evrimciler zaviyesinde
mutasyon vazgeçilmez bir umdedir. Mutasyon bir organizmanın genetik
kodunda hasıl olan, görünüşe göre aniden ve bir defada meydana gelen
değişikliktir. Mutasyonlar genellikle fiziki veya kimyevi dış tesirlerle, nadiren de bilemediğimiz iç sebeplerle ortaya çıkabilir. Mutasyonun canlıda
kendini gösterebilmesi için, hücredeki genetik bilgiyi taşıyan DNA zincirinin
gen adı verilen ve belli bir proteine ait bilginin kodlandığı bölümde bir değişikliğin ortaya çıkması gerekir. Mutasyonlar canlıda bir değişmeye sebep
olur mu? diye sorarsak, buna vereceğimiz cevap “evet”tir. Fakat mutasyonlar evrime sebep olur mu? diye sorulursa, bunun cevabı “hayır”dır.
Değişmenin ne şekilde neticelerinin olduğuna dair verilecek cevaplar ise,
“facia” veya “yıkım” şeklinde özetlenebilir.443
Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün ve bu canlıların
kulak, göz, akciğer ve kanat gibi sayısız organlarının “mutasyonlara”, yani
genetik bozuklulara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır. Mutasyonlar
canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler. Çünkü DNA molekülü üzerinde oluşan herhangi bir etki kesinlikle zarar verir.
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneğinin gözlemlenmediği bilim adamları tarafından ifade edilmekte-
* Mutasyon: Canlının genetik yapılarında meydana gelen değişmelerdir. Bireyin kalıtsal özelliklerinin ortaya çıkmasının sağlayan genetik şifre herhangi bir nedenden dolayı (X ışını, radyasyon, ultraviyole, bazı
ilaç ve kimyasal maddeler, ani sıcaklık değişimleri) bozulabilir. Bu durumda DNA’nın sentezlediği protein veya enzim bozulur. Böylece canlının, proteinden dolayı yapısı, enzimlerinden dolayı metabolizması
değişebilir. Mutasyonlar kendiliğinden olan ya da uyarılmış olarak
oluşabilir. Spontan mutasyonlar genellikle doğada kendiliğinden oluşan mutasyonlar olup, bir bazın yer değiştirmesi şeklindedirler. Uyarılmış mutasyonlarda ise bir X ışını gibi yapay bir faktör bulunur.
443
Prof. Dr. Arif Sarsılmaz, “Evrim Çıkmaz Sokağı, Mutasyon”, Konulu
Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ağustos/2006 (331), s.
350
156
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
dir. Evrim teorisinin, evrim mekanizması olarak gösterdiği mutasyonlar,
gerçekte canlıları sadece tahrip eden ve sakat bırakan genetik olaylardır.
Elbette tahrip edici bir mekanizma “evrim mekanizması” olamaz. Darwin’in
de kabul ettiği gibi, “tek başına hiçbir şey yapamaz.” Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir “evrim mekanizması” olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre, evrim denen hayali süreç de yaşanmış olamaz.
Evrim teorisi, canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia ederken, bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar bir araya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonra da aynı atomlar, bir şekilde diğer canlıları ve insanı
meydana getirmişlerdir. Bilinçsiz atomlar bir araya gelerek hücreyi oluşturamazlar.
Yukarıdaki açıklamalarımızla canlının fevkalade karmaşık fakat düzenli, kendiliğinden oluşması ya da kazanılması imkansız, tutarlı bir bilgi
hazinesine dayanan bir yapısı ve işleyişinin olduğu ortaya çıkmaktadır.
Konu ile ilgili olarak Teoman Duralı’nın “Canlılar Sorununa Giriş” adlı
Doçentlik tezinde: “Canlının nelerden, hangi oranda ve ne ölçüde meydana geldiği, neredeyse artık kesinlikle biliniyor. Canlılarda kimyasal
maddelerin oranı şaşırtıcı derecededir.”444 demektedir.
Pozitivizmin revaçta olduğu, dini bütün değerlerin sorgulandığı, materyalist düşüncenin akademik çevrelerde kabul gördüğü ve büyük fikri
mücadelelerin yaşandığı 19. yüzyılda Darwin’in ortaya attığı evrim teorisi,
sadece Biyoloji üzerinde etkili olmamış, sosyal, siyasi ve ekonomik olaylarda da model değişimine hız kazandırmıştır. Özet olarak evrim teorisi
şunu söyler: “Şu anda tabiatta bulunan bütün canlılar bir hücrelilerden itibaren, basitten mükemmele doğru, meydana gelen bir kısım
tesadüflerin ortaya çıkardığı tabii mekanizmaların sayesinde evrimleşmiştir. Değişen tabiat, iklim şartları ve hayatı tehdit eden negatif
unsurlar, canlıların genelinde değişiklikler meydana getirmiş, böylece ortaya çıkan bazı türler, değişen şartlara uyum sağlayamamaktan
veya “hayat bir mücadeledir; güçlü olanlar ayakta kalır.” prensibi gereği elenmiş, ancak en uyumluları ve güçlüleri ayakta kalabilmiştir.”
444
Teoman Duralı,”Canlıların Sorununa Giriş”, s. 104
İnsan ve İnsanın Varoluşu
157
Darwinizm’in, sosyal gruplar tarafından icraatlarına ve fikirlerine
meşruluk kazandırmak için, ilmi olarak ispatlanmış bir delil gibi kullanılmıştır. Darwinizm’in 19 ve 20. yüzyılı bu kadar derinden sarsmasının ardında
şüphesiz ki, bu çevrelerin yoğun faaliyetlerinin tesiri olmuştur. Karl Marx
(1818-1883)’a göre insanlığın sınıf çatışmaları tarihidir. İnsan yığınları önce köle ve esir, sonra toprağa bağlı köle (feodal çağ) ve sonra makineye
bağlı ücretli köle (kapitalist çağ) devirlerini yaşamıştır. Daha sonra olaylar
evrilecek çevrilecek proleterya (işçi) diktatörlüğüne kadar varacaktır. Tarihi maddeciliğe göre bu kaçınılmaz sondu. Sınıf çatışmalarının evrimdeki
karşılığı, canlılar arası mücadeledir. Tarihi maddeciliğe göre düzgün ve
doğru halde yükselen evrimin komünizmle mutlu sona ulaşması, evrimde
canlıların basitten mükemmele doğru bir seyir takip etmesi ve insanın bu
merhalenin sonunda bulunmasına karşılık geliyordu. Komünist ve Sosyalistler ise, Darwinizm’in fikirlerine payanda olması karşısında ona dört elle
sarılıyor ve onun en hararetli propagandacıları oluyorlardı. Marx, 16 Ocak
1861 yılında Lassalla’ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Darwin’in eseri
büyük bir eserdir ve tarihte sınıf mücadelesinin tabiat bilimleri açısından temelini oluşturuyor.” Engles (1820-1895) de, “Ütopik Sosyalizm-Bilimsel Sosyalizm” adlı eserinde: “Tabiat, metafizik olarak değil,
dialektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce
Darwin’in adı anılmalıdır.”445 demektedir.
Dünya üzerinde yaşayan Allah’a inanmayan ateistlerin sürekli gündemde tuttukları Darwin teorisi veya Evrim Nazariyesi tamamen bir amaca
yönelik ve ilmi bir değeri olmayan bir hayal ürünüdür. Darwin bile son dönemlerinde buna inanmamaya başlamıştır. Her şeyi yarattığı gibi, insanı
da kesinlikle Allah yaratmıştır. Ancak insanı farklı özelliklerle ve farklı sorumluluklarla yaratmıştır. Konu ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de, detaylı bilgi bulunmaktadır. Çalışmamızda da bu ilahi emirleri görebiliriz.
Ülkemizde Darwin’in evrim teorisini ısrarla savunanların başında gelen Prof. Dr. Ali Demirsoy, “Kalıtım ve Evrim” adlı eserinde: “Ama bu gün
sonsuz zamanın ve sonsuz mekanın hala Allah’a ait olduğunu, evrenin sonlu ve zamanlı olduğunu artık biliyoruz”446 diyerek, Allah’ın yaratılışta sonsuz rolüne işaret ettiğini anlamak mümkündür.
445
446
Bayram Kont, “Sosyal Darwinizm” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim
ve Kültür Dergisi, Mayıs/1998 (232), s. 151
Prof. Dr. Ali Demirsoy, “Kalıtım ve Evrim”, s. 21
D- EVRENDE YARATILAN DİĞER VARLIKLAR
1- Melekler
Melek sözlükte; kuvvetli tasarruf sahibi anlamına gelmekte olup,
çoğulu “Melaike”dir. Melekler, Allah’ın yüce, nurani, latif yaratılışlı ve mahiyetlerini ancak Allah’ın bildiği kuvvetli varlıklardır. Terim olarak Melek,
“erkeklik ve dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen,
doğmayan, doğurmayan, görülmeyen ve Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyet gösteren varlıktır.447 Melek kelimesi Ugaritçe, Habeşçe, İbranice ve
Arapça gibi Sami dillerinde bulunan göndermek anlamındaki “haberci, elçi,
güçlü, kuvvetli, tasarrufta bulunan ve yöneten” anlamlarına gelmektedir.
Farklı şekillere girebilen ve duyularla algılanamayan nurani varlıklardır.448
Onların gerçek şeklini gözle görmek mümkün değildir. İstedikleri şekle girebilme özelliğine sahiptirler. Yerde ve gökte olabilecekleri gibi, bir anda
her yeri dolaşabilirler. Erkeklik ve dişilik gibi cinsiyet farkları olmadıkları gibi, yorulma ve usanma bilmezler. Allah’a itaatle meşgul olurlar. Allah’ın
emirlerine itiraz etmez ve günah işlemezler. Meleklerin hepsinin ayrı ayrı
görevleri vardır.449
İslam inancına göre Meleklere iman, imanın temel şartlarından biridir. Kur’an-ı Kerim’de meleklere imanın farz olduğunu bildiren birçok ayet
vardır. “Peygamber, Rabb’inden kendisine indirilene iman etti,
mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına
ve peygamberlerine iman ettiler.”450 “…asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin… iyiliğidir.”451 buyurulmaktadır. Buna göre meleklere inanmayan insan, dinden
çıkmış sayılır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahret gününü inkar ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.”452 buyrulmakta ve “meleklere düşman olanların, Allah’ın düşmanı olduğu”453 bildirilmektedir.
447
448
449
450
451
452
453
Ali Arslan Aydın, “Melek”, ŞİA, V, s.173
Ali Erbaş, “Melek”, DİA, XXIX, s. 39
Kurtubi, “Tefsir”, c. 1, s.274; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e,
c.1, s.301; Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e, c.1 s.52-54
Bakara, 2/285
Bakara, 2/177
Nisa, 4/136
Bakara, 2/98
160
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Melekler, Allah’a isyan etmezler. Hangi iş için yaratılmış iseler, o işi
yaparlar ve daima Allah’a ibadet ederler. Kur’an-ı Kerim’de bu duruma
şöyle işaret edilmiştir: “Üzerinde hakim ve üstün olan Rab’lerinden
korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.”454 “Şüphesiz Rabb’in
katındakiler (Melekler) O’na ibadet etmekten büyüklenmezler. O’nu
tesbih ederler, yalnız O’na secde ederler.”455
Melekler yüklendikleri görevler itibariyle farklı isimlerle anılmışlardır.
Bunlardan 4 melek, büyük melek olarak bilinmektedir. Bunlar, Cebrail,
Mikail, İsrafil ve Azrail’dir. Bilinen diğer melekler de şunlardır: Kiramen
Katibin, Münker Nekir, Hamele-i Arş, Hazin, Zebani, Rıdvan, Mukarrebun
ve İlliyyun, Koruyucu Melekler, İman ve İlham Melekleridır.
Cebrail (a.s): Dört büyük melekten birisinin ismi olup, peygamberlere vahiy getirmekle görevlidir. Kur’an-ı Kerim’de Cebrail (a.s)’ın ismi, Cibril,456 Ruhu’l- Kuds,457 Ruhu’l- Emin,458 Ruh 459 ve Resul olarak geçmektedir. Bütün peygamberlere vahiy getiren Cebrail (a.s)’dır. Kur’an-ı Kerim’e
göre Cebrail (a.s), karşı konulmayacak bir güce, üstün ve kesin bilgilere
sahip, Allah nezdinde çok itibarı olan ve diğer meleklerin kendisine itaat
ettiği şerefli bir elçidir. Yenilmez bir kuvvet ve Allah nezdinde büyük bir
makam sahibi olduğu ifade edilmiştir : “O (Kur’an), şüphesiz değerli,
güçlü ve arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail’in)
getirdiği sözdür.”460
Mikail (a.s) : Dört büyük melekten biri olup, tabiat olaylarını ve canlıların rızıklarını idare etmekle ve düzenlemekle görevlendirilmiştir. Kelime
olarak, “Allah’ın küçük ve sevgili kulu” anlamına gelen Mikail, Kur’an-ı Kerim’in bir yerinde Cebrail ile birlikte geçmektedir: “Her kim Allah’a, meleklere, peygamberlere, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkar edenlerin düşmanıdır.461
454
455
456
457
458
459
460
461
Nahl, 16/50
A’raf, 7/206
Bakara, 2/97
Bakara, 2/87; Nahl, 16/12
Şuara, 26/193
Mearic, 70/4
Tekvir, 81/19-20
Bakara, 2/98
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
161
İsrafil (a.s): Allah’ın emri ile kıyametin kopacağı zaman, Sur’a üflemekle görevlendirilen İsrafil (a.s), dört büyük melektendir. İsrafil (a.s), Sur
denilen mahiyeti bizce bilinmeyen alete iki defa üfleyecektir. Birinci defa
üflediğinde, göklerde ve yerde bulunan her şey yok olacaktır. Konu ile ilgili
olarak Kur’an-ı Kerim: “Sur’a üfürüleceği ve Allah’ın dilediği kimselerden başka, göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı
günü hatırla. Hepsi de boyunlarını bükerek O’na gelirler.”462 “Sur’a
bir defa üfürülünce, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine çarptırılınca,
işte o gün olacak olmuş (kıyamet kopmuş)’tur.”463 Sur’a ikinci defa üfürdüğünde, bütün insanlar tekrar dirilecek ve mahşer yerinde toplanmak
üzere sevk edileceklerdir: “Sur’a üfürülür. Bir de bakarsın kabirlerinden çıkmış Rab’lerine doğru akın akın gitmektedirler.”464
Azrail (a.s): Dört büyük melekten birinin ismi olup, insanların canını
almakla görevlidir. Bu melek Kur’an-ı Kerim ve sahih Hadis’lerde, Azrail
(a.s) ismiyle değil, ölüm meleği olarak geçmektedir. Konu ile ilgili Kur’an-ı
Kerim’de: “De ki: Sizin için görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabb’inize döndürüleceksiniz.”465 Her insanın canını almakla görevli bir ölüm meleği vardır ve Azrail (a.s) bu meleklerin başıdır. “Nihayet birinize ölüm geldiği zaman (görevli) elçilerimiz onun canını alır
ve onlar görevlerinde kusur etmezler.”466 buyurulmaktadır. Allah, canımızı almak için görevlendirdiği ölüm melekleri, ölümü kolaylaştıran özel
yeteneklerle donatılmış bir kuvvettir. Dünya planında “halifelik” ile onurlandırılmış insan, ruh ile madde ötesini ve beden ile madde unsurumuzu teşkil eder. İşte bu karmaşık durumumuzun acı çekmeden ayrılması,
Rabb’imizin bir rahmetidir. Özel bir enerji ve ilim ile donatılmış ölüm meleklerinin görevi olmuştur. İslam inancında Azrail (a.s)’in ölüm meleklerinin
başı olduğu kabul edilmekle beraber, Kur’an-ı Kerim’de kesin bir bilgi yoktur. Ancak her insan için bir meleğin görevlendirildiği bildirilmektedir. “(Onlar),meleklerin, “Size selam olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin” diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.” 467
462
463
464
465
466
467
Neml, 27/87
Hakka, 69/13-15
Yasin, 36/51
Secde, 32/11
En’am, 6/61; A’raf, 7/37
Nahl, 16/32
162
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Kiramen Katibin Melekleri: İnsanların amellerini yazmakla görevli
meleklerdir. Her insanın sağında ve solunda bulunan iki meleğin adıdır.
Sağındaki melek, insanın yaptığı iyilikleri, solundaki melek ise insanın yaptığı kötülükleri tespit etmekle görevlidir. Bunlara ayrıca “Hafaza Melekleri” de denilir. Kıyamet gününde insanların aleyhinde ve lehinde şahitlikte
bulunacaklardır. Konu ile ilgili Kur’an-ı Kerim: “İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar.” “İnsan hiçbir söz
söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”468
“…Şunu iyi bilin ki, üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır;
onlar, yapmakta olduklarınızı bilir.”469
“Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını
işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz (hafaza melekleri de) yazmaktadırlar.”470 buyurmaktadır.
Münker ve Nekir Melekleri: İnsanın ölümünden sonra kabirde sorgu ile görevli meleklerdir. Bunlar, kabirde insana Rabbin kim? Peygamberin kim? Kitabın ne? gibi sorular soracaklardır.
Hamle-i Arş Melekleri: Arş’ı* taşıyan meleklerdir. Allah’ın Arş'ı taşımakla görevlendirdiği sekiz vekil tayin edilmiş melektir. Arşın mahiyetini
bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz.
"Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir (çökmeye yüz tutar).”
“Melekler onun (göğün) çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş'ını,
468
Kaf, 50/17-18
İnfitar, 82/10-12
470
Zuhruf, 43/80
* Arş: Evrendeki bütün cisimleri kuşatan ve mahiyetini bilemediğimiz
bir şeydir. Müfessirlerin bu ayetle ilgili açıklamalarına göre, Allah, önce Arş’ı, sonra suyu, daha sonra da gökleri ve yeri yaratmıştır. Arş’ın
su üzerinde olması ona bitişik olmasını gerektirmez. Nitekim göklerin
de yerin üzerinde olduğu söylenir, fakat bununla göklerin yere bitişik
olduğu kasdedilmez. Arş’ı taşıyanlar, Hamle-i Arş denilen meleklerdir.
Rivayete göre sayıları dörttür. Ancak, Hakka suresi 17. ayetinde kıyamette bunların sayısının sekiz olacağı bildirilmiştir. Arşın korunma ve
tedbirine memur oldukları için, bu isim kendilerine mecazi olarak verilmiştir. Arşın çevresindeki melekler, arşı tavaf eden meleklerdir.
469
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
163
bunların da üstünde sekiz tanesi (melek) yüklenir"471 Bu ayette anlatılan olay müteşabihtir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivayetlerin ötesinde fazla bir önem taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler. Kur’an-ı Kerim konu ile ilgili olarak: “Arş’ı yüklenen
ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile
tesbih ederler, O’na iman ederler…”472 buyurmaktadır.
Hazin Melekleri: Cennet ve Cehennemde bekçilik görevi yapan meleklerdir. Zebani ve Malik adlı melekler, Cehennem’de görev yapan meleklerdir. Rıdvan adlı melekler de Cennet’te görev yapan meleklerdir. Konu
ile ilgili Kur’an-ı Kerim: “Üzerinde on dokuz (muhafız melek) vardır.”
“Biz Cehennem’in işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir…”473 buyurmaktadır. Melekler, yaratılış amaçları olarak Allah’ın
verdiği görevleri yerine getiren kudretli varlıklardır ki, cehennem işlerine de
emredileni yapan Zebani olarak isimlendirilen çok sert azap melekleri görevlendirilmiştir. Müthiş güçleri ile arınacak varlıkları terbiye ederler. Günah işlemiş kulların arınma yapıldığı Cehennem, ürpertici ismine rağmen
Allah’ın bir rahmetidir.
Mukarrebun ve İlliyyun Melekleri: Devamlı Allah’ı tesbih eden meleklerdir. Allah’a çok yakın ve O’nun katında üstün mevkiye sahip olan meleklerdir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim : “Ne Mesih ve ne de Allah’a
yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan geri dururlar…”474 buyurmaktadır.
Koruyucu Melekler: Allah, kulları üzerinde mutlak hakimdir. İnsanlar başıboş ve kendi haline bırakılmamıştır. Her insana koruyucu melekler
gönderilmiş ve onlar tamamen denetim altına alınmıştır. Allah’ın denetimindeki insanın hayat öyküsü, eceli gelinceye kadar devam eder. Konu ile
ilgili olarak Kur’an-ı Kerim. “O’nun (İnsanın) önünde ve arkasında, Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır…” 475
İman ve İlham Melekleri: Allah, iman edenlere yaratılışın pozitif
kuvveti olan ilham melekleri ile rahmetini indirmektedir. Gönül ve akıl mer-
471
472
473
474
475
Hakka, 69/16-17
Mü’min, 40/7
Müddessir, 74/30-31
Nisa, 4/172
Ra’d, 13/11
164
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
kezine inen bu kuvvetler, insanının iman ve iradesini takviye ederek kuvvetlendirir. Meleklerin insanlara yaptığı bu manevi yardıma İlham denilir.
İlham, Allah’ın meleklerle gönüllere indirdiği duygu ve düşüncelerdir. İnsanlara ilahi bir güç katmaktadır. Artık o insan, bütün kötülüklerden korunarak Allah’ın sevgisine ulaşmış olur. Konu ile ilgili olarak, adeta yaratılış
yasası olan Kur’an-ı Kerim: “Muhakkak ki: “Rabb’imiz Allah’tır” deyip,
sonra doğrulukta devam edenler üzerine melekler, sürekli şöyle derler: “Korkmayın, üzülmeyin de, size söz verilen cennetle sevinin. Biz
sizin hem bu dünyada ve hem de ahirette dostlarınız.” 476
Yerlerde ve göklerde, Kürsi’de ve Arş etrafında, Beytu’l-Ma’mur ve
Sidre-i Münteha’da, Cennet ve Cehennem’de sayısız melekler vardır ve
hepsi kendilerine verilen görevleri yaparlar. Melekler, bir anda nurlu varlıklarıyla pek çok yerlerde bulunabildikleri gibi, aynı anda çok dillerle de konuşmaları mümkündür. Cebrail (a.s), bir anda hem arşın altında Allah’a
secde ederken, aynı anda Dihye adındaki sahabe suretinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in meclisinde bulunuyordu. Cebrail (a.s), Hz. Musa (a.s)’ya Tevrat’ı İbranice, Hz. İsa (a.s)’ya İncil’i Süryanice, Hz. Muhammed (s.a.v)’e
Kur’an-ı Kerim’i Arapça olarak indirmiştir. Bu da bize göstermektedir ki,
Cebrail (a.s), bütün bu dilleri biliyordu ve farklı dilleri konuşan peygamberlerle konuşabiliyordu.
Allah, bizim bilmediğimiz, görmediğimiz bir çok alemi ve varlığı yaratmıştır. Diğer alemlerin varlığını daha iyi anlayabilmek için şöyle düşünülebilir. Nasıl ki, bir resme baktığımızda yalnızca en ve boy olmak üzere iki
boyut görüyorsak, içinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda da en, boy ve
derinlik olmak üzere 3 boyut kavramak mümkündür. Zamanı da ilave edebiliriz. Bundan fazlasını ise, algılamamız mümkün değildir. Oysa Allah katında bizim bildiklerimizden başka boyutlar da yaratılmıştır. Melekler bu
farklı boyutlardan birinde yaşayan varlıklardan sadece biridir. Melekler, bulundukları boyut ve mekandan bizleri görebilmekte ve duyabilmektedirler.
Hatta her iki yanımızda bulunan yazıcı melekler, her yaptığımıza şahittirler. Her konuştuğumuzu ve her yaptığımızı manevi bilgisayarlarına kaydediyorlar. Ancak biz onları görmüyoruz. Bizim onları görmemiz mümkün
değildir. Çünkü bizim gözlerimiz onları görecek şekilde yaratılmamıştır.
476
Fussilet, 41/30
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
165
Melekler bir anda Allah'ın emrettiği bir mekandan diğer bir mekana
intikal edecek, hatta yerleri ve gökleri dolaşacak bir kabiliyette yaratılmışlardır. Kur'an-ı Kerim'de meleklerin kanatlarının olduğu belirtilmektedir:
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı
elçiler yapan Allah'a mahsustur. O, yaratmada dilediğini arttırır.”477
Melekler Kur’an-ı Kerim’in emri gereğince görülmeyen güç ve kuvvet sahibi varlıklardır. Melekleri kanatlı tasavvur eden diğer dinlerdeki görüntülerini
de Kur’an-ı Kerim net bir şekilde açıklayarak, meleklerin kanatlarından
kastedilenin, “onların kudretleridir”478 emriyle perçinlemiştir. Meleklerin
hız ve kudretleri, kanatlı olmaları ile açıklanmaktadır. Meleklerin görünebilmesi Allah’ın iznine tabidir. Meleklerin her an ayrı ayrı mekanlarda var
olabilme yeteneklerine sahip olmaları, enerji dalgaları ve süratleri bilindikten sonra, bugün çok daha rahat kavramamızı sağlamıştır. Melekler, yaratılışları enerji olduğu için farklı şekillere girip temessül edebilirler. Kur’an-ı
Kerim’de ve Hadis’lerde bunun örnekleri vardır. Kur’an-ı Kerim: “Meryem,
onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona Ruh’umuzu
(Cebrail’i) gönderdik de O, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” 479 buyurmaktadır.
Ayrıca Allah, Peygamberlerine (İbrahim ve Lut) gelen Meleklerin insan şeklinde göründüğünü bildirmektedir: “Elçilerimiz İbrahim’e (iki oğul
ihsan edeceğimize dair) müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: Biz bu
memleket halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalim kimselerdir.” “Elçilerimiz Lut’a gelince, Lut onlar hakkında tasalandı…” 480
Hadis’lerde de meleklerin insan şeklinde göründüğüne dair deliller
vardır. Cebrail (a.s), Hz. Peygamber(s.a.v)’e gelirken bazen Dihye adındaki sahabi gibi görünmüş, bazen de kimsenin tanıyamadığı bir yabancı
gibi gelmiştir.481 Hz. Peygamber (s.a.v)’in ilk vahiy aldıktan sonra eve dönerken Cebrail (a.s)’i kanatlı bir şekilde görmesi, meleğin bazen insan şeklinde vahiy getirmesi ve bu konuda meşhur Cibril Hadisi önemli bir örnek
ve delildir.482
477
478
479
480
481
482
Fatır, 35/1
Fatır, 35/1
Meryem, 19/17
Ankebut, 29/31,33
Müslim, İman, 1
Buhari, Bed’ül- Vahy, 3; Müslim, Fezailü’s- Sahabe, 100
166
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Meleklerin, maddi varlıklara mahsus yemek, içmek, uyumak ve erkeklik-dişilik gibi unsurları bulunmamaktadır. Erkeklik ve dişilikleri konusunda Kur’an-ı Kerim : “Onlar, Rahman’ın kulları olan melekleri de dişi
saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler…”483 “Ahirete
inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar.”484 buyurmaktadır.
Evrende milyarlarca gezegen vardır. Bu gezegenlerde oldukça yüksek düzeyde ısı mevcuttur. Bu kadar gezegende elbette Allah, pek çok
varlık yaratmıştır. Ancak evrende yaygın biçiminde varlıklar, maddesel ve
cisimsel yapı yerine, enerji türünden bir yapıya sahiptirler. Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinin yorumlarından anlaşılıyor ki, semalarda da varlıklar
vardır. Bunlar, büyük olasılıkla Cin grubu adı altında toplanan Allah’ın kullarıdır. Cinler vardır ve evrenin temel canlı yapısına uygun en çok yaygın
varlıklardır. Semalardaki varlıkların büyük kısmını cisimsel olmayan, bu
enerjiden oluşan canlılar teşkil eder. Uzayda insan, ya da ona yakın bir tür
canlının varlığı imkansızdır. Kıyamet gününe yakın yıllarda insanın semada/uzayda egemen olacağı, semalardaki enerjiden oluşan canlıların bir
anlamda Cinler olduğu bildirilmektedir. Melekler ise, bu enerjiden oluşan
varlıklardan farklıdır, 5 ve 6. boyutların şartlarına tabi olan canlılardır. Onlar arzda veya evrenin maddesel mekanında aniden yansıyabilen ve ancak başka boyutlarda yaşayan varlıklardır.
Cinler grubundaki melekler hem isyan ve hem de itaat edebilen varlıkları temsil ederler. Cinler, melek vasfı açısından kudrete ve madde ötesi
niteliğe sahip olmakla beraber, yaratılışları özel bir enerjidendir. Cinlerin
görülmediği, özel bir “ateş enerjisinden” 485 yaratıldığı Kur’an-ı Kerim tarafından ifade edilmektedir.
Cinler, meleklerle birtakım ortak özelliklere sahip olmakla beraber
birçok yönden farklılık arz ederler. Melekler nurdan, cinler ise ateşten yaratılmıştır. Görüldüğü üzere iki cinsin mahiyetleri farklıdır. Meleklerin nurdan yaratılmaları onların masumiyetlerini gösterir. Onlar günah işlemezler
ve kendilerine emredilen her şeye tam bir teslimiyet gösterirler.486 Cinler
irade sahibidirler. Hem iyilik ve hem de kötülük yapmaya müsaittirler.
483
484
485
486
Zuhruf, 43/19
Necm, 53/27
Hicr,15/27; Rahman, 55/15
Tahrim, 66/6
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
167
Şeytan da melek niteliğindedir ve bir enerji kaynağından yaratılmış,
bilinçlenmiş bir varlıktır. Melekler ve Şeytan, genelde madde ötesi olduklarından, insan olarak bizim ancak madde ötesi yönlerimizi etkiler. Meleklerin, özellikle Cinlerin, evrenin herhangi bir yerinde özel dünyaları olup olmadıkları tartışılabilir. Cinler, bir yandan güçlü hızları ve bir yandan da ısıdan etkilenmeyen yanları ile evrenin herhangi bir yerinde, özel dünyaya da
sahip olabilirler. Ancak yine sonsuz hızları nedeniyle dünya ile değişmeyen bir ilgileri vardır. “Kur’an-ı Kerim hükümlerinin, Cinler için de geçerli olduğu” 487 yine Cin suresinde açıkça ifade edilmektedir.
2- Cinler
Cin kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de farklı türevleriyle geçmektedir. Bunlar Cinne, Can, Cin kelimeleridir. “delilik” anlamındaki “Cinne” üç farklı
yerde,488 “Cin topluluğu” anlamındaki “Can” iki yerde,489 “yılan” beş yerde
Cin 490 anlamına gelmektedir. Yirmi yerde geçen “Cin” kelimesi de melek
ve insan dışındaki üçüncü varlık türü anlamında kullanılmaktadır.491
Cin kavramı, sözlükte: “örtmek, örtünmek, gizli kalmak” anlamındaki “cenn” kökünden türeyen bir isimdir. Tekili “cinni” olup, “örtülü ve gizli
şey” anlamına gelir. Cin kelimesi cins isimdir. Bir şeyi duyulardan örtmek
anlamını ifade eder.
Terim olarak, “duyularla idrak edilemeyen, insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilahi emirlere uymakla yükümlü tutulan ve mü’min ile
kafir gruplarından oluşan varlık türü” anlamına gelir. 492
Başka bir tarife göre ise, “bedenleri ateş, hava ve rayiha gibi maddelerden teşekkül etmiş, akıl ve irade sahibi, latif ve görünmez varlıklardır.493
487
488
489
490
491
492
493
Cin, 72/1,13
Hud, 11/119; Saffat, 37/158; Nas, 114/6
Neml, 27/10; Kasas, 28/31
Hicr, 15/27; Rahman, 55/15-39-56-74
Emin Işık, “Cin Suresi”, DİA, VIII, s. 11, Alıntı: Abdulemir Ali Mihenna,
s. 98
M. Süreyya Şahin, “Cin”, VIII, s. 5
Ali Osman Ateş, “Kur’an ve Hadislere Göre Cinler- Büyü”, s. 337
168
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Cinlerin atalarına “can”, kafir olanlarına “şeytan” denir. Bazen
“hin” kelimesiyle de ifade edilmiştir. Cin kelimesinin melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün karşıtı olan görünmez varlıklar için kullanılan
genel bir anlamı da vardır. Kur’an-ı Kerim’de İblis’in melekler arasında zikredilmesi bundan kaynaklanmaktadır. Görünmeyen varlık anlamında her
Melek Cin’dir, fakat her Cin Melek değildir. Bununla birlikte İslam bilginleri,
meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu belirterek, cin kelimesinin insan
ve melek dışındaki üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir.494
Halk arasında cinlerden korkuyla bahseden, onları aşırı yücelten, bütün kötülükleri onlara bağlayan bir anlayış vardır. Ne gariptir ki, ilahi bir kitabı olan Müslümanların bir kısmı cinlerle ilgili inançlarını bu kitaba göre
değil, hurafelere göre belirlemektedirler. Biz her şeyin en iyisini bilen ve
insanlara da bilmeleri gereken, öğrenecekleri bir ilahi kaynağa müracaat
etmenin en doğru yol olacağı kanaatinden hareketle, çalışmamıza kısaca
da olsa cinleri de ilave ettik.
Kur’an-ı Kerim’de başlı başına Cinlerden bahseden ve ismi “Cin”
olan bir sure bulunmakta ve burada Cinlerin, Hz. Muhammed (s.a.v)’den
Kur’an-ı Kerim dinledikleri haber verilmektedir.
“(Resulüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum
Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: “Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur’an dinledik de
ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız.”
“Doğrusu biz, o hidayeti (Kur’an’ı) işitince ona iman ettik...”495
Hz. Peygamber (s.a.v)’in Taif dönüşünde Batn-ı Nahle denilen yerde kıldırdığı sabah namazında, Cinlerden bir grubun Kur’an-ı Kerim’ı dinlediklerini ve daha sonra gelen bu ilahi emirle öğrenmiş bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’i dinleyen Cinlerin, doğru yolu gösteren ve üstün nitelikleri
nedeniyle kendilerini hayran bırakan Kur’an-ı Kerim’e inandıklarını ve artık
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarını kendi topluluklarına açıklayarak,
onları da uyarmaya çalışmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.v), o esnada
Kur’an-ı Kerim’i dinleyen Cinleri görmemiş, ancak daha sonraki buluşma-
494
495
M. Süreyya Şahin, a.g.e, VIII, s. 5
Cin, 72/1-2-13
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
169
larında Cinleri gördüğü ve onlara “Kur’an-ı Kerim’i tebliğ etmiştir.”496
Cinler, Kur’an-ı Kerim’i dinleyince evrendeki her şeyin Allah’ın kudretinde
olduğunu, onun iyileri ödüllendirip, kötüleri cezalandıracağını, hiç kimsenin
Allah’a güç yetiremeyeceğini ve O’nun elinden kaçıp kurtulmanın mümkün
olmadığını Kur’an-ı Kerim’den öğrenip anlamışlardır. Ayette Allah’ın kullarına karşı adaletle muamele edeceği, Cinlerin ağzından dile getirilmektedir.
İnsanlar gibi cinler de kendi aralarında evlenip çoğalırlar. Allah her
şeyden çiter çifter yarattığını bildirmektedir. Onlar da insanlar gibi erkekleri
ve dişileri vardır. Evlenir çocuk sahibi olabilirler. Bu konuda İslam bilginleri
icma etmişlerdir.497 Cinler hakkında Kur’an-ı Kerim: “Oralarda gözlerini
yalnız eşlerine çevirmiş güzeller vardır ki, bunlardan önce onlara ne
insan ne de cin dokunmuştur.”498 buyurulmakta ve mü’minlerin cennette
elde edecekleri nimetler anlatılırken, bu nimetlerden bir tanesinin de daha
önce insan ve cinlerin elleri değmemiş olan eşlerin varlığı anlatılmaktadır.
İhtilaflı olan nokta, insanlarla cinler arasında evlilik olup olmadığıdır. Araplar, cinlerle insanların evlenebileceğine inanıyorlardı. Yahudiler de böyle
bir evliliğin olabileceğini kabul ediyorlardı. Onlara göre Hz. Adem (a.s)’in
ilk karısı dişi cin Lilith’dır.499 Cinler bu evliliğin neticesidir veya kadınlarla
ilişkiye girmiş meleklerin zürriyetidir.500 İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre, iki cins arasında evlilik hem dinen ve hem de aklen mümkün değildir.
Gerek Nahl suresinde 501 ve gerekse Rum suresinde502 “içimizde eşler
yaratması” ifade edilirken, cinlerin bizim cinsimizden olmadığını gösterir.
Evlilikteki asıl maksat, rahmet ve mutluluktur. Cin ile insanın evliliğinde
böyle bir şey olmaz. Bundan dolayı aralarında nikah olmaz.503 İnsanlarla
cinler arasında evlilik olmaz. Çünkü iki cinsin yaratılış mahiyetleri farklıdır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim: “Hani biz meleklere: “Adem’e secde edin”
demiştik, İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cin-
496
497
498
499
500
501
502
503
Ahkaf, 46/29
Bedrettin Muhammed bin Abdullah Şibli, “Cinlerin Esrarı”, Çev. Muhammed Ferşad, s. 54
Rahman, 55/56
M. Süreyya Şahin, a.g.e, VII, s. 7
Ali Osman Ateş, a.g.e, s. 152
Nahl, 16/72
Rum, 30/21
Seyyid Cümeyli, a.g.e, s. 92
170
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
lerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı, şimdi siz, beni bırakıp onu
ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz?...” 504 emrinde şeytanın, cinlerden olduğu ve zürriyetinin varlığından bahsedilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de: “Allah buyuracak ki: “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!” Her ümmet girdikçe yoldaşlarına
lanet edecekler.” 505 emrinde, cinlerin geçmiş ümmetlerinden bahsedilmektedir ki, bu cinlerin de insanlar gibi öldüklerini ve yerlerini yeni nesillere
bıraktıklarını gösterir. Böyle olması için de onların tenasülü (neslini devam ettirmesi) şarttır.506
İnsanlara nispetle daha üstün bir güce sahiptirler. Kısa sürede uzun
mesafeleri katederler. İnsanların gözleri onları görecek şekilde yaratılmadığından, onları göremezler, ancak onlar insanları görürler. İnsanların bilmediği bazı konuları bilirler, fakat onlar da gaybı bilemezler. Cinlerin
“gaybı bildiklerine”507 dair yanlış inancı, Kur’an-ı Kerim kesinlikle reddeder. Göklerdeki meleklerin konuşmalarından “gizlice haber almak isterlerse”508 de buna Allah tarafından imkan verilmez. Kur’an-ı Kerim, bazı
cinlerin “Hz. Süleyman (a.s)’ın emrine girerek ordusunda hizmet gördüklerini ve insanlarla beraber çalıştıklarını”509 bildirmektedir. Gayb’ı
bildiğini iddia ederek, değişik sömürü yollarına başvuranların sahtekarlığını ortaya koyma ve bazı zaafları sebebiyle bu sömürüye konu veya alet
olanların uyanık ve dikkatli davranmaları açısından, Kur’an-ı Kerim’de Hz.
Süleyman (a.s)’a ait kıssa canlı bir örnek olarak göz önüne getirilmelidir.
Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri konusunda İslam bilginleri arasında görüş birliği yoktur. Hz. Süleyman (a.s) ile ilgili ayetleri 510 dikkate alan bilginlerin çoğu, cinlerin insanın emrine girmesinin söz
konusu olmadığını ve bu durumun Hz. Süleyman (a.s)’a mahsus olduğunu
belirtmişlerdir. Hz. Süleyman (a.s), kendisine verilen bir mucize olarak cinleri istihdam ediyordu. Cinler, insanlardan daha hızlı ve daha güçlüdürler.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Süleyman (a.s)’in emrindeki cinlerin “O’nun için
504
505
506
507
508
509
510
Kehf, 18/50
A’raf, 7/38
Fethullah Cebeci, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Cin- Şeytan”, s. 36
Sebe’, 34/14
Hicr, 15/18
Sebe’, 34/12-13
Neml, 27/17; Sebe’, 34/24; Sad, 36/ 36-38
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
171
dev kazanlar, kaleler yaptıkları ve uzun mesafeleri kısa sürede gidebildikleri”511 anlatılmaktadır.
Cinlerle irtibat kurarak, ya da onları emri altına alarak, başkalarına
zarar vermek, eşinden boşanmasına neden olmak ve bir insanı istemediği
bir kişiye aşık etmek mümkün değildir. Cinler ve şeytanlar, insanlara ancak vesvese vererek etkilerler.512 Hz. Peygamber (s.a.v)’in, cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz hale getirmek için
Nas ve Felak surelerinin, ayrıca Ayetü’l- Kursi’nin okunmasını ve abdest
alınmasını tavsiye etmesini, insanların cinlerin faaliyetlerine karşı, kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır.513
İnsanların cinleri görüp göremeyeceği konusu tartışmalıdır. İbn-i
Abbas’tan gelen rivayeti esas alanlara göre, Hz. Peygamber (s.a.v) dahi
onları görmemiştir.514 İbn-i Mesud’tan gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.v) onları görmüş 515 ve onlarla bir arada bulunmuştur. Ancak İslam
bilginlerinin çoğu, peygamberlerin cinleri görebileceğini belirtmişlerdir. Zira
onlar melekleri görebilmektedirler. Kur’an-ı Kerim de Hz. Süleyman (a.s)’in
emrinde cinlerin iş yaptıkları ve ordusunda görev aldıkları ifade edilmektedir.516 Cinleri görme, peygamberlere ait bir özelliktir. Sıradan insanlar onları göremezler. İnsanların görme duyuları, onları görecek kapasitede değildir. Gözlerinde yaratılan kabiliyet nedeniyle, cinlerin insanları görebileceğini, ancak gözlerinde bu konuda bir yetenek yaratılmadığı için, insanların
cinleri göremeyeceğini söylemek doğru olur. Prof. Dr. Süleyman Ateş de,
insanın şeytanı görmediğini, mahiyet itibariyle bu gözümüzle değil, ancak
manevi gözle görülebileceğini kaydederek, “Muhakkak ki peygamber,
şeytanı meleklere mahsus, manevi bir güçle görmüştür. Bu, basiret
gözüdür.”517 demektedir.
Cin anlayışı, insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde
vardır. Eski Asurlular ve Babilliler’de kötü ruh ve cinlere inanılırdı.
511
512
513
514
515
516
517
Sebe’, 34/12-14
Ali Osman Ateş, a.g.e, s. 260
Ahmet Saim Kılavuz, a.g.e, VIII, s. 9; Seyyid Cümeyli, a.g.e, s. 96
Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e, XI, s. 91
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, VIII, s. 5391; Fahreddin Razi,
“Tefsir-i Kebir”, Çev. Suat Yıldırım ve Komisyon, XXII, s. 8137
Sebe’, 34/12
Prof. Dr. Süleyman Ateş, a.g.e, III, s. 327
172
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan ve kertenkele gibi sürüngenlere
benzetilirdi. Mısır halkı, cinlerin delilik ve sara gibi hastalıklara sebep olduklarına, büyücülerin cinleri kullanarak insanlara korkunç rüyalar gösterdiklerine, insanlara ve hayvanlara zarar verdiklerine inanırlardı.518
Eski Romalılar’da da insanlara zarar verebilen kötü ruhlar inancı
mevcuttu. Hint toplumunda da iyi ve kötü Cin anlayışı mevcuttur. İran kültüründe Cin anlayışı, Zerdüşt inancından kaynaklanmaktadır.
Eski Türkler’de Cinler, bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir ve bu
cinler Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılır inancı mevcuttu.
Bu inanç Şamanizm kaynaklıdır. Türklerin Müslüman olmadan önceki
inançlarına göre, bütün dünya ruhlarla doludur. Tabiatın her tarafına yayılmış olan bu ruhlar, iyi ve kötü olmak üzere iki gruba ayrılır. İyi ruhlar
Tanrı Ülgen’in emrindedir ve insanlığın iyiliği için çalışırlar. Kötü ruhlar
arasında daima kavga, ihtilaf ve savaş olmaktadır. Hastalık, ölüm ve yaralar onlar tarafından yapılmaktadır. Bu cinler, ancak Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılır.519
Yahudiler, cinlerin çöllerde ve harabelerde yaşadığına inanırlar. Yahudi kutsal kitaplarında ağrı ve felaket veren, kan emen cinlerden söz
edilmektedir.520 Yahudilik’te Babil sürgünü öncesine kadar cinler ve kötü
ruhlarla ilgili kavramlara çok az rastlanmaktaydı. Tevrat’ta yer alan bazı
ifadelerden, onlarda da cin anlayışının var olduğunu görüyoruz.521 Tesniye
bölümünde, Hz. Musa (a.s) döneminde bir kısım Yahudilerin cinlere kurban kesmek suretiyle tapındıkları anlaşılmaktadır.522 Ancak bu tapınma
olayı, diğer milletlere karıştıktan sonra ortaya çıkmıştır.523 Yahudiler, Hz.
Musa (a.s)’dan sonra yine cinlere tapmaya dönmüşlerdir.524 Yahudilikte,
cinlerin varlığının kabul edilmesinden başka, insan ve hayvanların içine girerek onları delirttiğine de inanılmaktaydı.525 Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine
518
519
520
521
522
523
524
525
M. Süreyya Şahin, a.g.e, VIII, s. 6
M. Süreyya Şahin, a.g.e, VIII, s. 7
İncil, “Süleyman’ın Meselleri”, 30/15
Tevrat, “İşaya”, 34/14; “Levililer”, 17/7
Tevrat, “Tesniye”, 32/17
Ali Osman Ateş, a.g.e, s. 26
Giovanni, Seognamillo, “Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler”, Çev.
Arif Aslan, s. 47
Giovanni, Seognamillo, a.g.e, s. 48
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
173
göre, Firavun ve adamları, Hz. Musa (a.s)’nın tebliğ ettiği dine karşı çıkarak “sihirbazlık ve mecnunluk” (cinlenmişlik)526 suçlanmasında bulunmuşlardır.
Hıristiyan kültüründe cin anlayışı daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir. Cinleri “putperestlerin tanrıları”527 ve “bedensel-ruhsal hastalıkların kaynağı” 528 olarak kabul edilir. Hıristiyanlar da cinlerin varlığına
inanmaktadırlar. İnciller’de yer alan ifadelerden, Hz. İsa (a.s)’nın birçok defa, deli olan kişilerdeki cinleri kovarak, onları iyileştirdiği nakledilmektedir.529 Hz. İsa (a.s), cinleri çıkarma yetkisini Havarilerine de vermişti. Havariler de Hz. İsa (a.s)’dan aldıkları bu yetkiyle, murdar ruhlar üzerine hakim
olmuşlar ve cinleri çıkararak, hastalıkları iyileştirmişlerdir.530 Yeni Ahid,
cinlerin putperestlerin Tanrıları olduğunu bildirmekteyse de,531 onların bedeni ve ruhi hastalıkların kaynağı olduğunu da açıklamaktadır.532 Yeni
Ahid’e göre cinler, insanın içine girip hastalık yaparlar ve onlar ancak Tanrının adı anılarak bedenden çıkarılabilir.533 Bu anlayışı, İslam inancı açısından kabul etmek mümkün değildir.
İslam öncesi Araplar, Cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler
ve onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kahinlere gökten haberler getirdiğine inanırlardı. Ayrıca cahiliyye dönemi Arapların bir kısmı, şeytanın şer
Tanrısı olduğuna inanır, meleklerin Allah’ın askerleri ve cinleri de şeytanın
askerleri sayarlardı. Böylece “Allah’a ortak koşarlardı”.534 Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre Kureyşliler, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürüyorlar,535 cinleri Allah’a ortak koşuyorlar ve cinlere tapıyorlardı.536 Aslında Arap müşrikleri, her putun içinde bir cin bulunduğunu zannederek, putun şahsında cinlere tapıyorlardı.537 Bu tapma şekli, Kur’an-ı
526
527
528
529
530
531
532
533
534
535
536
537
Zariyat, 51/38-39
İncil, “Resullerin İşleri”, 17/18
İncil, “Matta”, 12/28; Luka, 11/20
Ali Osman Ateş, a.g.e, s. 32
Giovanni, Seognamillo, a.g. e, s. 51
İncil, “Resullerin İşleri”, 17/18
İncil, “Matta”, 12/28; “Luka”, 11/20
İncil, “Matta”, 7/22
En’am, 6/100
Saffat, 37/158
Sebe’, 34/41
Prof. Dr. Suat Yıldırım, “Kur’an’da Uluhiyet”, s. 297
174
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Kerim’de dile getirilmekte ve şöyle denilmektedir: “Cinleri Allah’a ortak
koştular. Oysa ki, onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O’na oğullar
ve kızlar yakıştırdılar. Haşa! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak
ve yücedir.”538
Cinler ile ilgili bütün bu inanışların yanında kabul edilmelidir ki, cinler
bizim dünyamızda yaşamazlar. Enerjiden oluşan varlıklar olmasından dolayı, maddi ve manevi bir bütün olan insan ile iletişim içinde olmaları dinen
ve aklen mümkün değildir. Onlar da kendileri için yaratılan dünyalarda yaşarlar. Bize göre bu dünya, evrenin bir başka boyutudur. Maddi çıkar sağlamak için, üfürükçülerin Cin üzerinden haber alıp vermeleri, İslam inancına göre kesinlikle haramdır. Ayrıca “gaybı sadece Allah bildiğinden,”539
cinler aracılığı ile haber alıp vermek kesinlikle mümkün değildir ve bunu
yapan şarlatan üfürükçüler şirk içindedirler. Cinlerin böyle bir güce sahip
olmadıkları kesinlikle bilinmelidir.
İnsanlarla cinler arsındaki ilişkilerle ilgili bir başka konu da cinlerin
bazı hastalıkların sebebi oldukları görüşüdür. Akıl hastalıkları, sara ve bazı
bulaşıcı hastalıkların cinlerden kaynaklandığı zannedilmektedir. Akıl hastalıklarının cinler ve şeytanlardan kaynaklandığı çok eski devirlerden beri
yaygındır. Yahudi ve Hıristiyanlar’da delirme olaylarının cinlerden kaynaklandığına dair kanaatlerin mevcut olduğundan, İnciller’de Hz. İsa
(s.a.v)’nin bir mucize olarak, cinleri kovmak suretiyle insanların iyileştirdiğinden söz edilmektedir.
Halk arasında yüz felci rahatsızlığına maruz kalanları, cinlerin çarptığı kanaatinin ilim ve dini hiçbir dayanağı olmadığı gibi, eski kitaplarda sara hastalığına yakalanmış kişilerin, cinlerin musallat olması sebebiyle hastalandığına dair rivayetlerinde, dini ve ilmi hiçbir dayanak yoktur. Bu tür
bilgi ve rivayetler, artık geçerliliğini kaybetmiş yanlış bilgilerdir. Bilim ve
teknolojik gelişmeler ışığında fiziki- biyolojik birer rahatsızlık olduğu anlaşılan yüz felci ve sara hakkında, böyle değerlendirmelerde bulunulmasının
sebebi, o dönemin zihniyeti ve olayları, maddi alem vesilesiyle açıklama
imkanı bulunamayınca, manevi varlıklar olan cinlerin etkisiyle izah etme
eğilimi olabilir.540 Bu gün artık böyle bir anlayışı kabul etmemiz mümkün
538
539
540
En’am, 6/10
Bakara, 2/33; Hud, 11/123; Yunus, 10/20; Maide, 5/109; En’am; 6/59
Ahmet Saim Kılavuz, a.g.e, s. 40
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
175
değildir. Ancak maddi çıkar amaçlı, sihirbazların, falcıların ve üfürükçülerin
ürettiği, dini ve ilmi hiçbir dayanağı olmayan; bazen gaybın alanına giren
ve bazen de sadece yalandan ibaret olan bu haberler, İslam inancında haram sayılmıştır.
Ayrıca Burçlar ve Asroloji dayanıklı fal ve benzeri haberlerin de, İslam inancından onay alması kesinlikle mümkün değildir. Burc kelimesi,
“kale, kule ve hisar anlamlarına gelen, Astronomi dilinde, güneş sisteminde yer alan on iki takım yıldızının her birisine verilen isimdir. Çoğulu
Büruc’tur. Büruc, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in 85. suresinin de adıdır.
Bu sure, gökyüzünün burçlarına yeminle başladığı için Büruc adını almıştır. Büruc ifadesi ilk ayette geçer. “Yemin olsun burçlarla dolu gökyüzüne.” 541 buyurulmaktadır. İslam dininde, burçların yeri, Astronomi ilminin
konusunu teşkil edecek derecede vardır. Konu genel olarak pozitif ilimlerin, özel olarak da Astronomi ilminin konusu olarak kaldıkça, İslam dinine
ters düşmez. Ancak Astroloji denilen, gök bilgilerini fal alanına çekerek
kullanan falcılık da konu ile ilgileniyor. Bu yorum dalı, yıldızların, galaksilerin ve takım yıldızlarının veya gezegenlerin hareketleriyle insan kişiliği, insan karakteri ve insan davranışları arasında ilişki kurarak, insanın doğumunun veya önemli olayların meydana geliş tarihine göre insanları gruplara ayırmakta ve insanların karakter yapılarını doğum tarihlerine göre çözmeye çalışmak, yıldız falcılığı anlamına gelen “müneccimlik”tir. İslam dini, ispattan, delilden ve bilimsel değeri olmayan bu tür yorumları kesinlikle
onaylamamaktadır. Tevhid inancına göre, kişiyi karakteriyle birlikte yaratan Allah’tır. Kişinin, sahip olduğu karakteri çerçevesinde terbiye edicisi de
Allah’tır. Kaldı ki, insanın karakterini doğum tarihine göre tespit etmenin
pozitif bir değeri de yoktur. Konu pozitif bilim tarafında da onay alamaz.
Konu tamamen zanna dayalı yorumlardan ibarettir ve menfaat temin etmeye yönelik boş bir çabadır. Ancak bu durum, toplumumuzda kanayan
bir yaradır. Sağlam ve sağlıklı bir imana sahip insanların itibar etmesi
mümkün değildir. Sonuç olarak, Astronomi bir ilim dalıdır. Kur’an-ı Kerim’den onay alır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in Astronomi ile ilgili birçok emri
vardır. Bazılarını da çalışmamızdaki konular nedeniyle ele aldık.
Allah, cinlerin ve insanların kendisine kulluk için yarattığını beyan
etmektedir. Kur’an-ı Kerim, bütün batıl inançları reddederek, cinlerin de in-
541
Buruc, 85/1
176
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
sanlar gibi “Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını”542 haber vermektedir. Bu da cinlerin de insanlar gibi akıl sahibi varlıklar olduğunu gösterir. Onlara da “Peygamberler gönderilmiş ve içlerinde iman edenler
olduğu gibi, inkar edenler”543 de olmuştur. Tebliğe muhatap olmaları neticesinde bir kısmının imanla şereflendikleri ve bir kısmının da tıpkı insanlar gibi, Allah’ın ayetlerine kulak asmayarak küfür bataklığına saplandıkları
ortaya çıkmaktadır. İman edenler farklı mezheplere ayrıldıkları gibi, kafir
olanların da farklı nedenlerle inanmadıkları anlaşılmaktadır.544 Cinlere gelen peygamberlerin, cinlerin kendi içlerinden mi yoksa insanlardan mı olduğu ihtilaflıdır. Başta İbn-i Abbas, Mücahid, Kelbi, İbn-i Münzir, Ebu
Ubeyd gibi ilk müfessirler ki, bu aynı zamanda cumhurun da görüşüdür:
“İnsanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cinlerin de peygamberleridir. Onlar insanların arasında iken, zaman zaman gidip
cinleri de irşad etmişlerdir.” demişlerdir. Ancak Dahhak, İbn-i Abbas’tan
başka bir rivayet daha nakleder ki, bu görüşe göre, “Allah cinlere ayrı,
insanlara ayrı peygamberler göndermiştir.” İbn-i Abbas’la bu görüşü
paylaşanlar, “Ey cin ve insanlar topluluğu! Size içinizden peygamberler göndermedi mi?”545 ayetini delil olarak gösterirler. Bir de “Her millet
içinde mutlaka bir uyarıcı gelmiştir.”546 ve “Bir Resul göndermedikçe
(hiçbir kavme) azap edecek değiliz.”547 ayetleri onlara da, birini doğru yola sokmak için uğraşan manasında bir “uyarıcı” ve hakkı, hakikati tebliğ
eden manasında da bir “Resul” gönderildiğini haber vermektedir.548
Cinler ile Hz. Adem (a.s), yani insan arasında yaratılış yönünden bir
benzerlik de bulunmamaktadır. Hz. Adem (a.s) topraktan yaratıldığı halde,
cinler “halis ateşten” yaratılmışlardır. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:
“Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.”549
“Cinleri de yalın ateşten yarattı.”550
542
543
544
545
546
547
548
549
550
Zariyat, 51/56
En’am, 6/130
Seyyid Cümeyli, “Alemü’l- Cin”, s. 59
En’am, 6/130
Fatır, 35/24
İsra, 17/15
Fethullah Gülen, “Varlığın Metafizik Boyutu”, s. 339
Hicr,15/27
Rahman, 55/15
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
177
Bazı bakımlardan insana benzeyen niteliklere sahip olmakla birlikte,
bedeni ve bedensel özellikleri bulunmayan, bu nedenle de gözle görülmediği için, Cin diye adlandırılmış olan varlık türünün yaratılışı da, ilahi kudretin eserlerine son örnek olarak zikredilmektedir. Ayetteki “yalın ateşten”
kastedilen, dumansız saf alev veya nüfuz eden dumanlı ateş şeklinde anlamak mümkündür.
Çağımızda cinlerin mahiyetlerinin “ateşe karışan” varlıklar olmaları
dikkate alınarak, karbon asidinden “dumansız ateş”ten yaratıldıkları göz
önünde bulundurularak, canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, bazı Hadis’lerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri sebebiyle mikroplardan ibaret olduğu ileri sürülmüşse
de551 bunlar teori niteliğindedir.552 Cinler ateşin siyahı ile karışmış olan
alev(maric)‘den, bir başka ifadeyle, ışınların biraz daha yoğunlaşıp maddeye yaklaşmış şeklinden yaratılmıştır. Bu görüşe göre, yaratılış sırası
Melek, Cin ve İnsan şeklindedir. Melek tamamen soyut ruhtur. Ruhun
hiçbir maddi özellik almayıp, ancak belli bir şekle/kalıba sokulmasıyla melek yaratılmıştır. Biraz maddeye yaklaşmakla birlikte, ruhani tarafı fazla
olan varlık ise cindir. Ruhani ve maddi yönü dengeli bir biçimde yaratılan
varlık ise insandır. Melek tamamen soyut ruh olduğundan ve maddi hiçbir
yönü bulunmadığından, kötülüğe eğilimi yoktur. Cin latif cisim olmakla birlikte, maddi yönü dolayısıyla iyiye ve kötülüğe eğilimi olan, fakat madde ve
ruhaniyet dengeli olmadığı için, kötülük ve hafiflik tarafı ağır basan varlıktır. Yaptıkları işler, kendi şuurlarına dayandığından dolayı sorumludurlar.553
Milyonlarca yıldız incelenirse, bunların hemen hemen hepsinin dayanılmaz sıcaklık ve korkunç enerji fırtınaları ile dolu olduğu görülür. Allah,
bu noktalarda varlıklar yaratmıştır. Ancak bu varlıklar enerjilerden kurulu
bir yapıyı temsil eder. Elbette koskoca evren boş değildir. Muhtemelen
Melek ve Cin benzeri varlıklar vardır. Zaten Kur’an-ı Kerim’ın çeşitli ayetlerin yorumlarından anlaşılıyor ki, semalarda da varlıklar vardır. Ayrıca tüm
semavi dinlerde Cin kavramı vardır ve Cinler, gözle görülmeyen enerjiden kurulu varlıklardır. Ancak bilinçlidirler. Titreşim süratlerinin 300.000 km/sn’den
551
552
553
Ali Osman Ateş, a.g.e, s. 337
Ahmet Saim Kılavuz, “Cin”, s. 9
Prof. Dr. Süleyman Ateş, “İnsan ve İnsanüstü: Ruh, Melek, Cin, İnsan”,
s. 20
178
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
fazla olmaları, görünmelerini, ya da bir alet tarafından algılamalarını imkansız kılmaktadır.554
İbn-i Sina, cinleri şöyle tarif etmektedir: “Cin hevai, konuşan, farklı
şekillere girebilen bir canlıdır.”555 Buna karşılık Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, haklı olarak, İbn-i Sina’nın, mahiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı için, cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına
işaret etmek üzere söylediği bu sözden, cinlerin varlığını inkar ettiği sonucunun çıkarılamayacağını belirtmiştir.556
İslam bilginleri, cinlerin kafir olanlarının cehennemde cezalandırılacakları konusunda ittifak etmişlerdir. Zira Kur’an-ı Kerim’de: “Andolsun,
biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır...”557
Başka bir ayette ise, “…Fakat,“Cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağız” diye benden kesin söz çıkmıştır.”558
buyurulmaktadır. İlahi emirlere itaat eden mü’min cinlerin de cennete gireceğini, Kur’an-ı Kerim’in emirlerinden anlamaktayız. Cinlerin de kıyamete
muhatap olacağını ve yeniden dirilerek hesap verecekler arasında gösterilmesi konusunda Kur’an-ı Kerim:
“Sur’a üflenince, Allah’ın dilediklerinden başka, göklerde (semalarda) ve yerde olanların hepsi düşüp ölecektir. Sonra sur’a bir daha
üflenince, bir de ne göresin, onlar hemen ayağa kalkmış, bakışıp dururlar.” 559 buyurmaktadır.
Kıyamette “semalarda” olup da ölen ve tekrar dirilecek olan varlıklar kimler? Bu ilk safhada, ölüm henüz mekanların yıkılmadığı bir anda,
ölüm getiren ses titreşimidir. Melekler başka mekanların varlıkları olmasından ve kıyamette de ayrıca görevleri olduğundan ölecekler arasında
değildirler. Ayette “semalarda olanlar” denilmektedir. Zira yalnız “semada” denilseydi, arzın yakın seması söz konusu olacaktı. Ancak cinlerin bu
emirdeki yerleri kesindir. Semalarda olup da öleceklerden birisi de mutlaka
cinlerdir. Kur’an-ı Kerim, hem cinlere ve hem de insanlara hitap ettiği için,
554
555
556
557
558
559
Dr. Haluk Nurbaki, a.g.e, s. 234
Ahmet Saim Kılavuz, “İslam İnancında Cin”, s. 30
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e, VIII, s. 5387
A’raf, 7/179
Secde, 32/13
Zümer, 39/68
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
179
elbette semalardaki cinler de hem ölecek ve hem de tekrar dirileceklerdir.
Çünkü onlar da mahşerde hesap vereceklerdir.
Kur’an-ı Kerim, indiği zamanda, elbette kıyamete yakın günlerde, insanların hem arz semasında, hem de uzayda uçacakları bilinmiyordu. İşte
bu ayetin mucize yanı budur. Bu emir olmasaydı, belki de birileri, yerde kıyamet koparken, biz gökte ve uzayda olacağız diyeceklerdi. Ayette kesinlikle kıyamete yakın bir zamanda, insanların semalarda uçacağını haber
vermektedir.
Ölmüş bedene ait hücrelerin genetik şifreleri Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olduğundan, bedenin dirilmeye hazır olması bir anlamda çürümüşlükten kurtulması an meselesidir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim: “Gökleri ve yeri
yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mı? Elbette yeter. Çünkü O, hakkıyla yaratan ve hakkıyla bilendir.”560 buyurulmaktadır. Bu da bize göstermektedir ki, cinler de insanlar gibi hesap vermek için yeniden dirileceklerdir.
Evrende milyarlarca gezegen vardır. Bu gezegenlerde oldukça yüksek düzeyde ısı mevcuttur. Bu kadar gezegende elbette Allah, pek çok
varlık yaratmıştır. Ancak evrende yaygın biçiminde varlıklar, maddesel ve
cisimsel yapı yerine, enerji türünden bir yapıya sahiptir. Kur’an-ı Kerim’in
çeşitli ayetlerinin yorumlarından anlaşılıyor ki, semalarda da varlıklar vardır. Bunlar, büyük olasılıkla Cin grubu adı altında toplanan Allah’ın kullarıdır. Cinler vardır ve evrenin temel canlı yapısına uygun en çok yaygın varlıklardır. Semalardaki varlıkların büyük kısmını cisimsel olmayan, bu enerjiden oluşan canlılar teşkil eder. Uzayda insan, ya da ona yakın bir tür canlının varlığı imkansızdır. Kıyamet gününe yakın bir zamanda insanın semada/uzayda egemen olacağı, semalardaki enerjiden oluşan canlıların bir
anlamda cinler olduğu bildirilmektedir. Melekler ise, bu enerjiden oluşan
varlıklardan farklıdır. 5 ve 6. boyutların şartlarına tabi olan canlılardır. Onlar arzda veya evrenin maddesel mekanında aniden yansıyabilen ve ancak başka boyutlarda yaşayan varlıklardır.
Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de varlıklarını bildirdiği cinler, ayrı bir boyuta
ait varlıklardır. Onlar da aynı insanlar gibi yaşamları boyunca denenmektedirler ve sorumlu oldukları kitapları Kur’an-ı Kerim’dir. Ancak sahip oldukları özellikleri, İnsanlardan çok farklıdır. Kur’an-ı Kerim cinlerle ilgili ola560
Yasin, 36/81
180
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
rak: “(Allah) Cinni de yalın (dumansız) bir ateşten yarattı.”561 “Cinleri
de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.”562 buyurmaktadır. Onlar
da doğar, büyür ve ölürler. Cinler de insanlar gibi ölümlüdürler. Çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de: “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak”
“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak.” 563 Bu varlıkların insanlarla aynı olan yaratılış amaçları ise, Kur’an-ı Kerim’de: “Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım.”564 buyurulmaktadır.
Ayette anlaşılan, cinler de insanlar gibi şuurlu ve görevli varlıklardır.
Cinler kelime anlamı, gözle görülmeyen varlık olduğuna göre, bundan
dünya ve dünya ötesi boyutlarda, bizim göremediğimiz şuurlu canlıların
varlığı anlaşılır. İlahi emir İnsanların ve cinlerin yaratılış amacını hatırlatmaktadır. Bu yaratılış amacı, onların sadece Allah’a kulluk etmeleridir. Fakat burada fert fert her bir insan ve cinnin zorunlu olarak Allah’a kulluk etmeleri değil, bu iki türden isteyenlerin, kendi seçimleriyle bunu yapmaları
kastedilmektedir. Cinler, insanlardan önce yaratılmıştır. Bu konuda Kur’an-ı
Kerim’de: “Cinleri de daha önce zehirli ateşten (nüfuz eden kavurucu
ateşten) yaratmıştık”565 buyurulmaktadır.
Cinler grubundaki melekler, hem isyan ve hem de itaat edebilen varlıkları temsil ederler. Cinler, melek vasfı açısından kudrete ve madde ötesi
niteliğe sahip olmakla beraber, yaratılışları özel bir enerjidendir. Cinlerin
görülmediği, özel bir “ateş enerjisinden“566 yaratıldığı Kur’an-ı Kerim’in
emridir.
Cinlerden özet olarak bahsederken, cinlerden olduğu Kur’an-ı Kerim
tarafından bildirilen Şeytan hakkında da kısa bir bilgi sunmak gerekir.
Şeytan, Arapça “şetane” kökünden “rahmetten uzaklaştı, haktan uzak oldu”, “şata” kökünden ise, “öfkeden tutuştu, helak olacak hale geldi” gibi
anlamlara gelip insanlara, cinlere ve hayvanlara isyan eden ve zarar veren
her şeyin adı olmuştur. Bu manada bir canavar veya yılana da şeytan adı
561
562
563
564
565
566
Rahman, 55/15
Fatır, 35/1
Rahman, 55/26-27
Zariyat, 51/56
Hicr, 15/27
Hicr,15/27; Rahman, 55/15
Evrende Yaratılan Diğer Varlıklar
181
verilir.567 Şeytan, İbranice asıllı bir kelime olup rakip, muhalif gibi anlamlara gelir.568
Terim olarak Şeytan: “Allah’ın Hz. Adem (a.s)’e secde emrine karşı
gelip isyan ettiği için, ilahi rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan cin taifesinin inkarcı kesiminden bir varlıktır.569 Cin ile şeytan
arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır. Bir kısım İslam bilginleri, cinlerin de
ateşten yaratılmasını ve Kur’an-ı Kerim’in: “Şeytan cinlerdendi.”570 emrini delil göstererek, şeytanla cinnin aynı varlık olduğunu söylemişlerdir.571
Diğer delil de şeytanın Allah’a karşı söylediği, Kur’an-ı Kerim’in bize bildirdiği sözdür: “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”572 Bir
kısım İslam bilginleri de şeytanla cinlerin farklı varlıklar olduğunu kabul
ederler. Çünkü onlara göre, varlıklar dörde ayrılırlar. İnsanlar, melekler,
cinler ve şeytanlardır. 573 Bir kısım İslam bilginleri ise, cinlerin mü’min
olmayanlarına şeytan denir, şeklinde yorum yapmışlardır.574 Şeytan da
cinler gibi, insanlara görünmez. Allah: “…O (şeytan) ve yandaşları sizin
onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler...”575
Kur’an-ı Kerim, Şeytan’ın bizi fakirlikle korkutarak kötülüğü emredeceğini bildirmektedir.576 İnsanları birbirine düşürmek için içki, kumar ve kötülüğü vasıta olarak kullanan şeytanın,577 bu konuda her türlü yola başvuracağını, insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağını ve bu sayede insanların birçoğunu Allah’a şükretmekten alıkoyacağını yine Kur’an-ı Kerim bize bildirmektedir.578
567
568
569
570
571
572
573
574
575
576
577
578
İbn-I Manzur, a.g.e, XVI, s. 273; Rağib el- İsfahani, a.g.e, s.767
Ahmet Güç, “Şeytan”, DİA, c. VIII, s. 303
Ahmet Güç, a.g.e, c. VIII, s. 303
İsra, 17/50
Ömer Süleyman Eşkar, “Alemü’l- Cin ve’ş Şeytan”, Beyrut-1984
A’raf, 7/12
Bedrettin Muhammed bin Abdullah Şibli, “Cinlerin Esrarı”, Çev. Muhammed Ferşat, s. 23
Lutfullah Cebeci, “Kur’an-ı Kerim’e Göre Melekler”, s. 9
A’raf, 7/27
Bakara, 2/268
Maide, 5/91
A’raf, 7/17
182
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
Şeytan, insan neslini saptırmak,579 şüpheye düşürmek,580 onlara kötü
işleri güzel göstermek,581 içki, kumar ve fuhuş gibi eylemleri sevdirmek 582
ve vesvese vermek 583 gibi yollara başvurur. Ancak Kur’an-ı Kerim’e göre
Şeytan’ın gücü, sadece onu dost edinenlere ve Allah’a şirk koşanlara yetmektedir.584 Bütün bu ilahi emirler, Şeytan’ın bu toplulukların yapıp ettikleri üzerindeki etkisinden söz edebilmekle birlikte, aslında onların gerçeği
görme yeteneğine sahip oldukları özellikle belirtilmektedir. Bu açıklama,
insanın çeşitli olumsuz motivasyonlara rağmen, bunları aşacak zihinsel ve
iradi güçlerle donatılmış bulunduğunu göstermesi bakımından özel bir
önem taşır. Allah’a inanıp O’na sığınanlar ve O’na dayanıp güvenenler
üzerinde Şeytan, hakimiyet kuramaz. Şeytan’ın insanlar üzerinde hakimiyet kurmasının asıl nedeni, onların kendi tavırlarıdır. Allah’a inanmak ve
güvenmek Şeytan’a karşı korunmanın en güvenli yoludur. Şeytan insanları, dini ve dünyevi bakımından en doğru ve en güzel yaşayış tarzı demek
olan, “Sırat-ı Müstakim”den saptıracağına yemin etmiştir. Allah ise bu
şekilde kötü niyet taşıyan ve kötü planlar peşinde olan Şeytan’ı ”yerilmiş
ve kovulmuş” bir mahluk sayarak, bulunduğu makamdan uzaklaştırmıştır. Bu durum, İblis’in Allah’a isyan etmesinin bir sonucu olduğu kadar, insanları kıskanıp onlar hakkında kötü emeller beslemesinin de bir cezasıdır.
579
580
581
582
583
584
Kasas, 28/15
Sebe’, 34/20
Ankebut, 29/38
Maide, 5/91-92
Nas, 114/4-5
Nahl, 16/100
E- SONUÇ
Kur’an-ı Kerim ve bilimsel bilginin ilişkisi konusunda, Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu bütün konular, bugün bilimsel olarak bütünüyle ispatlanmış olmasa bile, Kur’an-ı Kerim’in yaratılış hakkında verdiği bilgilerle, evrenin oluşumu konusundaki çağdaş bilgiler arasında, hiçbir surette
en ufak bir zıtlık bulunmadığı, bütün bilimsel verilerin Kur’an-ı Kerim’ı daha
iyi anlayabilmemiz konusunda bize yardımcı olduğu ve bilimsel verilerle
Kur’an-ı Kerim arsındaki ilişkinin de bu açıdan değerlendirilmesinin en
doğru yol olduğu ifade edilebilir. Kur’an-ı Kerim’in yaratılış konusunda bize
bildirdiği ile ilmin verileri arasındaki uyum olduğu, ilmi verilerin, Kur’an-ı
Kerim’ı anlamada yardımcı olduğu ve de Kur’an-ı Kerim ile ilmi verilerin
herhangi bir çelişki göstermediği açık bir şekilde görülmektedir. Anlaşılmaktadır ki bilim, tabiat kanunlarından hareketle birçok konuda yeni bilgiler elde etmiş, bize birçok konuda yarar sağlamıştır. Yaratılış konusunda
da bizim anlayışımızı kolaylaştırmıştır. Fakat bilim, yaratılış başladıktan
sonrası için bize bilgi verebilmektedir. Yaratılış öncesi hakkında bilimin bize bir şey vermesi mümkün değildir. Çünkü bilimin kullandığı kriterleri ve
tabiat kanunları da zaten yaratılışla birlikte meydana gelmiştir. Bu nedenle
onların da yaratılmış kabul edilmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla yaratılış
öncesi için tek kaynağımız, ilahi kaynaklı bilgiler olmakta ve bunları da
doğru bir şekilde, Allah tarafından bildirdiği şekliyle aslını koruyan Kur’an-ı
Kerim’de bulmak mümkündür.
Kesinlikle bilmeliyiz ki, Kur’an-ı Kerim ne demişse, bildirdiğinin mutlaka bir bilimsel sebebi, yani gerçekliği vardır. Bu nedenle de, bizim
Kur’an-ı Kerim’de bildirilen haberlerin arkasındaki bilimselliği araştırmamız
gerekir. Bu, Müslümanların bilim dünyasına olan borcu olup, geçmişte yaşanan İslam medeniyet güneşinin yeniden doğması için, yapılması gereken de budur.585 Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Kur’an-ı Kerim’de,
bir konuda hazır bilgi verilip son nokta konulamaz. Kur’an-ı Kerim’in her
zaman düşünme ve araştırmanın önünü açan ve hep daha ileri gitmeyi
teşvik eden bir üslubu vardır. Kur’an-ı Kerim, metodu gereği bu konuda
inanca esas teşkil edecek temelleri verir ve ayrıntılara girmez. O, bir Astronomi kitabı, bir Fizik kitabı değil, insanı Rabb’inin hidayetine götürecek
işaret taşlarını gösteren bir rehberdir.586 Yani Kur’an-ı Kerim bir konuda
585
586
Ahmet Musaoğlu, a.g.e, s. 12
Faruk Yılmaz,”Kainatın Yaratılışı”, s.260
184
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
temel işaretleri vermekte, sonra bunlar üzerinde düşünülmesini ve orada
Allah’ın sanatının mükemmelliğinin görülmesini istemektedir. Birçok ayette
göklerin ve yerin yaratılması, Allah’ın varlığının en büyük delillerinden biri
olarak sunulmaktadır.
Bütün evren, kendisini mükemmel bir yaratıcının yarattığını adeta bize haykırmaktadır. Evrenin kendi kendine meydana geldiğini iddia edip, bir
yaratıcıyı kabul etmeyen kimselerin olmasının iki sebebi olabilir. Birincisi,
evreni yeterince tanımamaları ve ondaki mükemmel düzen ve işleyişi idrak
edememeleridir. İkincisi de, o kimselerin kalıplaşmış önyargılarından kurtulamamaları ve her şeyi bu önyargıları ile değerlendirmeye çalışmalarıdır.
Eğer önyargılarından arınmış bir şekilde gerçekten evreni anlamak amacı
ile araştırıp anlamaya çalışsalar, onun bir yaratıcısının olduğunu bizzat evrenin kendisi, onlara söyleyecektir. Evrenin yoktan yaratılmasının gaybi
olan kısmını en iyi Allah bilir. Bunu bilmek bizim görevimiz de değildir. Biz
yaratılmaya başlamasından sonra olan durumunu, dönemlere ayırarak
Kur’an-ı Kerim’in verdiği bilgiler ışığında açıklamaya ve anlamaya çalışacağız. Müslüman olarak bu durum, önemli bir görevimizdir.
Allah, o güzel sanatını müşahede etme fırsatı olarak her insana belli
bir ömür vermiştir. Bu ömrü iyi değerlendirerek onun sanatının güzelliklerini müşahede etmek ve onun idrakine varmak, insanı mutlu eder. Fakat
bunların içinde olup da, hiç birinin farkına varamayan insan ise boş gelir,
boş gider. İnsan ister bilimsel bir yol izleyerek gerçeği bulsun ve isterse
başka bir şekilde gerçeğin idrakine varsın, Allah’ın sanatını takdir etmemesi ve onun karşısında hayran kalmaması mümkün değildir. Ama insan,
ömrüyle sınırlı olduğu gibi, düşüncesiyle, aklıyla ve diğer her yönüyle sınırlı bir varlıktır. Bazı konular vardır ki, insanın anlama ve idrak boyutunu
aşmaktadır. Bu konularda insan, belli bir noktaya kadar düşünerek görüşünü belirtmekte, bu aşamadan sonra ise her şeyin yaratıcısı olan ve her
şeyi en iyi bilen, Allah’a havale etmekten başka bir çaresi kalmamaktadır.
Bilim ve Kur’an’a göre Evren ve İnsan adlı çalışmamızın sonunda;
gerçek bilinmelidir ki, hiçbir insan için Allah’tan başka dost ve yardımcı
yoktur. Allah’tan başka hiçbir İlah da yoktur. Kendisine sığınılacak, yardım
istenecek ve karşılık beklenecek tek mutlak varlık O’dur. Her nereye dönersek, Allah oradadır. Emin olun ki, siz de dahil olmak üzere, tüm insanlar çok yakında Allah’a hesap verecektir.
Sonuç
185
Evrenin her noktasında kendini belli eden “yaratılmışlık” evrenin
kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin: Bir böcek kendi kendisini var etmemiştir. Güneş sistemi, bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar ve kelebekler
kendi kendilerini yaratmamışlardır. Bütün bunların tesadüfen var oldukları
söz konusu değildir. Dolayısı ile bugün gördüğümüz her şey yaratılmıştır.
Ancak gözümüzle gördüğümüz şeylerin hiç biri yaratıcı değildir. O halde
yaratıcı, gözümüzle gördüğümüz her şeyden başka ve üstün bir varlıktır.
Kendisi görünmeyen, fakat yarattığı her şeye varlığını ve vasıflarını gösterdiği üstün bir güçtür. İnsan kendisine en yakın olan varlığın yine kendisi
olduğunu sanarak yanılır. Oysa Allah bize, kendimizden bile daha yakındır.
Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim:”Can boğaza geldiğinde, onu
geri döndürsenize!” “Oysa siz o zaman bakıp durursunuz.” “Biz ise
ona, sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz.”587 buyurmaktadır.
Ayette, öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret hayatını inkar edenleri,
kimsenin kaçamadığı ölüm gerçeğini düşünmeye ve öleni geri çevirmeye
inkarcıları davet etmektedir.
“ Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”588
buyurmaktadır.
Ayette, ölümden sonra diriliş ve ahiret hayatı hakkındaki haberler
karşısında şüpheye düşen ve bunları inkar edenlere, önce akıllarını kullanarak düşünmeleri tavsiye edilmiştir. Allah’ın, insanın hayatında ve varlığında büyük önemi olan şah damarından daha yakın olduğu ilginç benzetme ile ifade edilmektedir. Yani Allah, bizim canımız gibi bizimledir. Aslında can, Allah’ın üflediği nefhadan ibarettir.
“Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman
oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: Size, (bu azap ile) korkutucu bir Peygamber gelmemiş miydi? diye sorarlar.” “Onlar şöyle
cevap verirler: Evet, doğrusu bize (bu azap ile) korkutan bir Peygamber gelmişti…” “Ve: Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış ol-
587
588
Vaki’a, 56/83-84-85
Kaf, 50/16
186
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
saydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık!
diye ilave ederler.”589
Ahiret sahnelerini tasvir eden bu ayetlerde, cezanın ne derece şiddetli olduğunu daha iyi hissettirme amacına yöneliktir. Dünyada Peygamberlerin çağrısına ve uyarılarına kulak tıkayıp inkar ve isyanlarını sürdürmekte direnenlere, kıyamette,”size bir uyarıcı Peygamber gelmemiş
miydi?” diye sorulacağını bildiren emir, aslında yaşayan insanlar için bir
uyarıdır. Allah’ın insanlığa büyük lütfu olan aklını kullanarak, hak yolunu
bulmak gerektiğini ifade etmektedir.
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir süreye
kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!...” “Allah, eceli
geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.”590
Kur’an-ı Kerim, yer yer dünyaya aşırı düşkünlük göstermenin tehlikelerine değinir. Değişmez bir gerçek olan ölümle yüz yüze geldiği zaman
insan, kendisine ek süre verilmesi için yalvarır. Ancak bu noktada sınav
süresi dolmuş, artık sıra değerlendirmeye gelmiştir. Ertelemenin asla
mümkün olmayacağı açıkça bildirilmektedir. Bu ciddi bir uyarıdır. Allah’ın
takdir edeceği ölüm zamanı geldiğinde, ertelemenin imkansızlığına işaret
edilmektedir.
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası
bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir
yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi
bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”591
Ayet, Allah’ın ilminin ne kadar geniş ve ne kadar kapsamlı olduğunu
açık bir şekilde ifade etmektedir. Gayb*ın anahtarları, yani gaybın hazinelerinin Allah’ın yanında olduğu ifade edilmektedir. Gaybı bilmek Allah’ın
tekelindedir. Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve
olaylardan, düşen bir yaprağa kadar her şeyi kuşattığını bildirmektedir.
589
Mülk, 67/8-9-10
Münafikun, 63/10-11
591
En’am, 6/59
* Gayb: Vasıtalı ya da doğrudan, duyu organları ile algılanamayan ve insanın yaratılış kapasitesi dahilinde sahip olabileceği bilgilerle, özellikleri kavranamayan olay, nesne ve mekan gibi şeylerdir.
590
Sonuç
187
Apaçık bir kitapta olan Allah’ın her şeyi kuşatan ilminin sonsuz varlığına
işaret edilmektedir. Yaprak dahi O’nun izni olmadan düşmemektedir. İşte
evrenin yaratıcısı bu denli evrene hakimdir ve evren hakkında bilgi sahibidir.
Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, insanın mutlaka bir gün yaptıklarından dolayı hesap göreceği ve sonunda mutlaka kendisi için ya cehennem ya da cennet takdir edilecektir. Cennet’teki hayat gibi, Cehennem’deki azap da ebedidir. Cennet ve Cehennem’e intikalde insan bütününe ait dört unsur birlikte vardır. Yani insan Cennet’te ve Cehennem’de
de ruh, nefes ve beden birliği ile var olacaktır. Dünyanın sonu demek olan
mahşer konusunda, bilim adamlarının hiçbir zaman itirazları olmamıştır.
Öldükten sonra dünyaya geri dönüş de bugüne kadar mümkün olmadığına
göre, bu dünyanın dışında başka bir dünyanın varlığını bütün dinler beyan
etmektedir. O halde diğer dünyada yaratıcı, mutlaka bir tasnif yapacaktır.
Yaratıcının varlığını inkar eden bir varlığa, Allah’ın mükafat vereceğini düşünmek gerçekten saflıktır ve akıl dışıdır. Kafir olarak yaşayan insanların
haline acımamak mümkün değildir. Ayrıca hayatına, İslam dışı yön verenlerin de haline acımamak mümkün değildir. Af dileyerek, hayatımızın her
hangi bir noktasında tevbe etmenin dışında bir yol yoktur. Allah’ın en çok
hoşuna giden şeyin de, kullarının tevbe etmesidir. Çünkü Allah, affedicidir,
af etmeyi çok sever ve af dileyen kulunu da affeder. Yeter ki, biz insan olarak, sadece ve sadece Allah’a kulluk etmek için yaratıldığımızı ve yaratıcımızı hatırlayabilelim. Ancak Kur’an-ı Kerim’ın ifadesiyle:”Yeryüzünde
böbürlenerek dolaşma (yürüme). Çünkü sen (ağırlık ve azametinle ) ne
yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin (boyun dağları
aşabilir).”592
Diğer bir ayette de: “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve
yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.”593 buyurmaktadır.
İnsan olarak sahip olmamız gereken erdemlerden uzaklaşmamalıyız.
Bu uzaklaşma bir başkaldırı ve bir karşı duruştur. Allah bu durumda, haddini aşan kullarına hep haddini bildirmiştir. İnsanlık tarihi bunun canlı şahididir.
592
593
İsra, 17/37
Lokman, 31/18
188
Bilim ve Kur’an’a Göre Evren ve İnsan!
21.yüzyılın ilminin henüz açığa çıkarmadığı kimi gerçekler karşısında
düşünüyor ve içten gelen bir heyecanla diyoruz ki: Bu bilmediklerimizi bilen; yalnız bilmekle kalmayıp yaratan ve üstelik bizleri şaşkına çevirecek,
rakamlarla ifadeyi imkansız kılacak kadar sayısız, fakat dengeli ve ölçülü
bir biçimde yaratan, Allah’ın ilmi ne kadar yüce, kudreti ve ne kadar eşsizdir! Şüphesiz O’nun, bir şeyin olmasını istediğinde, ona sadece “ol” demesi yeterlidir.
Pakistanlı büyük bilgin Prof. Dr. Fazlur Rahman, “İlimden, Felsefeden Dine” adlı eserinde ”Nihai sorular” diye bir kavram geliştirerek; “Ben
Kimim?”, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?”, “Bu alem nasıl
oluşmuş?”, “Bu alemde benim yerim nedir?” Bunlar ve bunlara benzer
soruların, insan yaşamının belirli bir noktasında, insanın kafasında bir sorun olacağını ve bu soruların cevaplarını arayacağını ifade ederek ve bu
sorulara ulaşma yaşı, her insan için farklıdır. Kimi insan yirmisinde, kimi
kırkında ve kimi daha sonraki yaşlarında bu sorulara ulaşabildiğini söylemektedir.
Daima yeniyi arayan, bilinmezi bilinir kılmaya çalışan insan, günün
birinde gözünü kendi üzerine çevirir. Kendi varlığını anlamlandırmak, kendisini evrende bir yere yerleştirmek ve evrendeki konumuna göre kendi dışındaki dünyayı okumak ister. Bu istek onu kendine dönmeye, kendini anlamaya, kendini çözmeye ve kendini bilmeye yöneltir. İnsanın kendini bilme yönelimi, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifadesiyle “Rabbini bilme” yolunda
atılan ilk adımdır. Allah, insanı ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli kılmıştır. İnsan serbest iradesi ile ya bu kabiliyetlerini
güzel kullanarak “Kamil İnsan” olacak, ya da aksi yöne yönelerek canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır.
Sonuç olarak, akıl ve vicdanı olan, zulüm ve büyüklenme sebebiyle
inkar etmeyen her insan, evrenin ve evrende yaratılan bütün varlıkların,
çok büyük bir düzen ve uyum ile yaratıldığını kavrayabilecek bir anlayışa
sahiptir. Yeter ki Allah, hiç kimsenin kalbini, gözlerini ve kulaklarını mühürlemesin. İnşaallah..!
“Hamd (övme ve övülme), Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”594
594
Fatiha, 1/2
189
KAYNAKLAR
ABDULBAKİ, Mehmet Fuad, “Mu’cem’ul-Mufehres Li Elfaz’ılKur’an’il-Kerim”, Daru’l-Marife, Beyrut-2003
AKCAN, Abdulkadir, “Beynimizin %10’unu mu Kullanıyoruz?” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Temmuz/2000 (258)
sayısı.
AKSEKİ, Ahmet Hamdi, “Adem” İslam- Türk Ansiklopedisi, İstanbul1946
ANA BRİTANNİCA, Ana Yayınları, İstanbul-1986
ARİFAĞAOĞLU, Prof. Dr. Ömer, “Vücudumuzdaki Hassas Denge
Homeotazis”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Nisan/2004 sayısı.
ATEŞ, Ali Osman, “Kur’an ve Hadislere Göre Cinler- Büyü”, Beyan
Yayınları, İstanbul-1995
ATEŞ, Prof. Dr. Süleyman, “İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den
Cevaplar, Kılıç Yayınları, 3. Baskı, Ankara-1972.
-------------------------------------, “Kur’an-ı Kerim’in Yüce Meali ve Çağdaş Tefsiri.” Ankara- 1982
-------------------------------------, “İnsan ve İnsanüstü: “Ruh, Melek, Cin,
İnsan”, Dergah Yayınları, İstanbul-1985
AYDEMİR, Abdullah, “İslam’ı Kaynaklara Göre Peygamberler” Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-1997
AYDIN, Ali Arslan, “Melek”, Şamil İslam Ansiklopedisi, Ankara2000
AYDIN, Dr. Hamza, “Gezegenleri Güneşin Etrafında Döndüren
Ne?”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ocak/2007
sayısı.
AYDIN, Dr. Selim, “İnsanın Tabiat ile Diyalogunda Akıl, Bilim ve
Din’in Etkileşimi” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Nisan/2000 sayısı.
190
AYDIN, Prof. Dr. Hüseyin, “İlim, Felsefe ve Din Açısından Yaratılış
ve Gayelilik (Teleoloji), D.İ B Yayınları, Ankara-2004
AYDIN, Prof. Dr. Mehmet, “Din Felsefesi”, Selçuk Yayınları, Ankara- 1996
BACAİLLE, Maurice, “İnsanın Kökeni Nedir?” Çev. Ali Ünal, İstanbul-1984
BARNETT, Lincoln, “Evren ve Einstain” Çev. Nail Bezel, Varlık Yayınları, İstanbul-1980.
BAYRAKTAR, Prof. Dr. Mehmet, “İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi”, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-1985
----------------------------------------------, “İslam’da Düşünce Özgürlüğü”,
Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara-1995
----------------------------------------------, “İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi”, İnsan Yayınları, İstanbul-1987
BEYDAVİ, Kadi, “Envaru’t- Tenzil ve Esrarü’t- Te’vil”, Trc. Doç Dr.
Şadi Eren, Selsebil Yayınları, İstanbul-2010
BİLİM VE TEKNİK DERGİSİ, “Genişleyen Evren”,Çev. Alp Akoğlu,
TÜBİTAK, Sayı: 354, Ankara-1997
---------------------------------------, “Karadelikler”, Trc. Selçuk Alsan, Aylık Popüler Bilim Dergisi, Sayı: 368, Temmuz/1998, Ankara-1998
---------------------------------------, “Kozmoloji” Nasa Basın Bülteni, Haziran/2001, c. 34, Sayı:404, Ankara-2001
BİLMEN, Ömer Nasuhi, “Büyük İslam İlmihali”, Bilmen Yayınevi, İstanbul-1979
BOLAY, Prof. Dr. Süleyman Hayri, “Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, İstanbul-1998
BUCAİLLE, Maurice, “Müsbet İlimler Yönünden Tevrat İnciller ve
Kur’an”, Trc. Prof. Dr. Mehmet Ali Sönmez, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, İstanbul-1987
191
BULU, Prof. Dr. Atıl, “Bilim ve Din Arasında Bitmeyen Kavga”, adlı
Makale, www.milliegitimciler.com.tr -2008
BURSEVİ, İsmail Hakkı, “Muhtasar Ruhu’l- Beyan Tefsiri”, Trc. Heyet, Damla Yayınları, İstanbul- 1995
BÜYÜK DİNLER VE MEZHEPLER ANSİKLOPEDİSİ, İstanbul-1964
CASSIRER, Ernest, “Devlet Efsanesi”, Çev. Necla ARAT, Remzi
Kitabevi Yayınları, İstanbul- 1984
CEBECİ, Fethullah, “ Kur’an-ı Kerim’e Göre Cin- Şeytan”, İstişare
Yayınları, Konya-1998
CERRAHOĞLU, Prof. Dr. İsmail, “Kur’an’da İnsanın Yaratılış Sahnesinin Düşündürdükleri”, Konulu Makalesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sayı: 20, Ankara-1975
CEVDET PAŞA, Ahmet, “Kısas-ı Enbiya ve Teravih-i Hulefa”, İstanbul-1976
CEVHERİ, Tantavi, “el- Cevahir fi Tefsiri’l- Kur’ani’l- Kerim”, Mısır, h.
1350
ÇAKMAK, Prof. Dr. Osman, “Karadelikler Bir Gök Kapısı mı?”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Eylül/2003 sayısı.
--------------------------------------, “Karadelikler ve Muhtemel Kıyamet
Tasvirleri”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve kültür Dergisi, Haziran/2006 sayısı.
--------------------------------------, “Yer ve Gök Bitişlikken Nasıl Ayrıldı?”,
Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Aralık/2003 sayısı.
ÇELAKIL, Ömer, “Kur’an-i Kerim’in Sırları”, Merkez Gazete Dergi
Basın Yayıncılık, İstanbul-2003
ÇETİN Nazif, “Potansiyel Kıyameti Beklemek”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ocak/2000 sayısı
ÇETİN, Seyfettin, “İlk İnsan, İlk Baba, İlk Peygamber, Hz. Adem”,
Okul Yayınları, İstanbul-2004
192
DARWİN, Charles, “Darwin Kuramı”, Çev. Cem Taylan, İstanbul1986
-------------------------, “İnsanın Türeyişi”, Çev. Öner Ünalan, Onur Yayınları, İstanbul-2002
-------------------------, ”Türlerin Kökeni”, Çev. Sevim Belli, Onur Yayınları, İstanbul- 1996
DAVİES, Paul, “Superforce: The Search for a Grand Unified Theory
of Nature”-1984 Çev. Ahmet Ergenç, Gelenek Yayınları, İstanbul-2004
DAVUTOĞLU, Ahmet, “Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi” İstanbul-1980
DEMİRSOY, Prof. Dr. Ali, “Evrenin Çocukları, Yaratılış Öyküsü”,
Meteksan Yayınları, Ankara-1997
------------------------------------, “Kalıtım ve Evrim”, Meteksan Yayıncılık,
7. Baskı, Ankara-1995
DESCARTES, “Metafizik Düşünceler” Çev. Mehmet Karasan, İstanbul-1962
DİNLER TARİHİ SÖZLÜĞÜ, İnsan Yayınları, İstanbul-1997
DURALI, Teoman, “Canlılar Sorununa Giriş” İstanbul 1983
EİNSTEİN, Albert, “İzafiyet Teorisi”, Trc. Nihat Fındıklı, Özgün Yayınları, İstanbul-1996
El- ARABİ, Muhyiddin, “ Fususu’l- Hikem”, Mısır-1946 Çev. Ekrem
Demirli, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul-1984
El- MERAĞİ, Ahmet Mustafa, “Tefsiru’l- Meraği”, Kahire-1974
El-BAR, Dr. M. Ali, “Kur’an-ı Kerim ve Modern Tıbba Göre İnsanın
Yaratılışı”, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Trc. Dr. Abdulvehhab Öztürk,
Ankara-2010
El-BUHARİ, Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail, “Sahih-i
Buhari”, İstanbul-1931
193
El-CÜMEYLİ, Seyyid, “Alemü’l-Cin”, Beyrut-1993
El-KURTUBİ, Muhammed, “Tefsir’ül- Ahkami’l- Kur’an’il-Hakim”,
Kahire-1949
El-MATURUDİ, “Te’vilatü’l- Kur’an”, Mizan Yayınları, İstanbul-2005
El-MAVERDİ, Ebu’l-Hasan el- Basri, “A’lamu’n-Nubuvve”, Kahire1987
El-MES’UDİ, Ali bin Hüseyin bin Ali, “Ahbaru’z-Zaman” İstanbul1980
El-TABERİ, “Camiu’l-Beyan Fi Te’vili Ayi’l- Kur’an, Mısır, Tarihsız.
---------------, “Tarihu’r- Rusul Ve’l – Mulük, Kahire-1987
---------------, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”, Çev. Zikir Kadiri Ugan,
Ahmet Temir, Milli Eğitim Yayınevi, İstanbul-1991
El-TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed bin İsa, “Sünen”, İstanbul-1981
Er- RAĞIB, İsfahanı, “El- Mufredat Fi Garibi’l-Kur’an”, Tahk. Muhammed Halil Aytanı, Beyrut-2001
ERBAŞ, Ali, “Melek”, DİA, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-2004
ERDEM, Yard. Doç. Dr. Mustafa, “ Hazreti Adem” (İlk İnsan), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-1993
EŞKAR, Ömer Süleyman, Alemü’l- Cin ve’ş Şeytan”, Beyrut-1984
FERRUH, Ömer, “El- İslam Ve’t- Tarih”, Beyrut-1983
GİTSH, Duane Tolbert, “Evolution: The Fossils Say No!”, Çev.
Adem Tatlı, “Fosiller ve Evrim”, Cihan Neşriyat Yayınları, İstanbul-1984
GÖNÜLLÜ, Prof. Dr. Ömer Said, “İdeolojinin Kıskacında Üniversite
ve Bilim”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Aralık/2005 sayısı.
--------------------------------------------, “Darvinizm ve Paradigmanın Öncülüğü”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Nisan/2000
sayısı.
194
-----------------------------------------------------------, “Zeka ve Akıl Üzerine”,
Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık ve Kültür Dergisi, Mart/1998 sayısı.
GRANGER, Ernest, “Mitoloji”, Çev. Nurullah Ataç, Sad. Müzehher
Erim, İstanbul -1983
GUENON, Rena, “Maddi İktidar, Manevi Otorite”, Çev. Birsel Uzma,
İz Yayınları, Ankara-1991
GÜÇ, Ahmet, “Şeytan”, Ş.İ.A, Şamil Yayınları, İstanbul-2000
GÜLEN, Fethullah, “Varlığın Metafizik Boyutu”, Feza Yayınları, İstanbul-1998
GÜRBÜZ, Ali, “Darwin ve Tekamül Nazariyesi”, İstanbul- 1980
HAMİDULLAH, Prof. Dr. Muhammed, “Hz. Peygamber (s.a.v)’in
Siretinde Anılan Devlet Çeşitleri” Çev. Mustafa Varlı, Diyanet Dergisi, Ankara-1989
HAVVA, Prof. Dr. Said, “el- Esas fi’t – Tefsir, Darü’s-Selam”, Kahire-1991
HAWKİNG, Stephen, “A. Brief History of Time, Bantom Press”
London-1988, Çev. Selma Öğünç, “Zamanın Kısa Tarihi”, Doğan Kitapçılık, İstanbul-2000
HENBEST, N., “Büyük Patlama Evrende Yankılanıyor”, Çev. Nur Alper, Bilim ve Teknik Dergisi, Aylık Popüler Dergi, TÜBİTAK, Eylül/1992, c.
25, Sayı:298
IŞIK, Emin, “Cin Suresi”, DİA, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul-1993
IZUTSU, Toshiko, “Yaratma ve Şeylerin Zamansız Nizamı, İslam
Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler”, Çev. Ramazan Ertürk, Ankara Yayınları, Ankara-2001
İBN-İ HANBEL, Ahmet Ebu Abdullah, “Müsned”, İstanbul-1981
İBN-İ KESİR, “el-Bidaye Ve’n-Nihaye”, Çev. Mehmet Keskin, Çağrı
Yayınları, İstanbul-1980
-----------------, “Tefsir’ul- Kur’an’il-Azim”, İstanbul-1992
195
İBN-İ KUTEYBE, Abdullah bin Müslim, “Te’vilu Muhtelefi’l- Hadis”
(Hadis Mudafası) Çev. Prof. Dr.M. Hayrı Kırbaşoğlu, İstanbul-1989
İBN-İ MACE, Ebu Abdullah Muhammed bin Yezid, “Sünen”, İstanbul-1981
İKBAL, Muhammed, “Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu”, Çev. N.
Ahmet Asrar, Birleşik Yayınları, İstanbul-1984
----------------------------, “İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü”, Çev. Sofi Hori, Kırkanbar Yayınları, İstanbul-1999
İKRAMOĞLU, Ömer, “Güneşin Kıyameti”, Konulu Makalesi, Sızıntı
Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Şubat/2005 sayısı
İMAM-İ GAZALİ, “Tehafütü’l- Felasife”, Mısır-1303, Çev. Akif Nuri,
“Filozofların Tutarsızlığı”, Dava Yayınları, İstanbul-1970
İNAN, Yalçın, “Kosmostan Kuantuma 2,” Emek Ofset Ltd. Şti, Ankara-1996
İNCİL, Yeni Yaşam Yayınlari, İstanbul-1996
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul-1965
İZMİRLİ, İsmail Hakkı, “İslam Türk Ansiklopedisi”, Asar-i İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı, İstanbul-1941
------------------------------, “İslam Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri
Arasında Mukayese”, Sad. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Ankara-1973
JACOB, François, “Mümkünlerin oyunu” Çev. Turhan Ilgaz, Kesit
Yayınları, İstanbul- 1996
JAMES D. Watson, “Gen ve Moleküler Biyolojisi” Çev. Altan
Günalp, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara-1965
JAWEST E, and ADELBERG E., “Tıbbi Mikrobiyoloji”, Çev. Muzaffer Akman ve Ekrem Gülmezoğlu, Hacettepe Üniversitesi Yayınlar, Ankara- 1968
KARAKAYA, Hasan, “Hz. Adem ve Hz. Havva ile ilgili Rivayetlerin
Tahlili”, Bitirme Tezi, E.Ü.İ.F, Kayseri-2004
196
KARAMAN. Prof. Dr. Hayreddin ve Komisyon, “Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri”, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara-2007
KAYA, Mahmut- DİZER, Dr. Muammer, “Ay”, Fecr Yayınevi, İstanbul-1999
KEKLİK, Nihat, “Felsefenin İlkeleri” Doğuş Yayınları, İstanbul-1982
KILAVUZ, Ahmet Saim, “İslam İnancında Cin”, Ofset Baskı, İstanbul-t.y
KIRCA, Celal, “Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri”, Marifet Yayınları,
İstanbul-1994
KİTABI MUKADDES, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul-1985
KONEVİ, Sadrettin, “İ’caz’ül- Beyan Fi Te’vil’i- Ümmi’l- Kur’an (Fatiha Suresinin Tefsiri), Çev. Ekrem Demirli, İz Yayınları, İstanbul- 2002
KONT, Bayram, “Sosyal Darwinizm” Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık
Bilim ve Kültür Dergisi, Mayıs/1998 sayısı.
KULA DERGİSİ, O. B. Nisan/1999 (3) sayısı.
KUTLU, Necat, “Big Bang Teorisi ve Evrenin Yaratılışı” Düşünce
Yayınları, İstanbul-2004
KUTUB, Seyyid, “Fi Zilali’l-Kur’an”, Çev. M. Emin Saraç, Bekir Karlığa, İ. Hakkı Şengüler, İstanbul-1973
MORRİS, Dr. Henry, “Yaratılış Modeli” Çev. Adem Tatlı, Ankara1985
MORRİSON, A.C., “İnsan, Kainat ve Ötesi”, Çev. Bekir Topaloğlu,
İstanbul-1979
MUSAOĞLU, Ahmet, “Yaratılışın Altı Günü”, Vural Yayınları, İstanbul-2002
MÜRSEL, Safa, “Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi”, Yeni
Asya Yayınları, İstanbul-1980
NATURE DERGİSİ, 2004/429 sayısı.
197
NURBAKİ, Dr. Haluk, “Kur’an-ı Kerim’den Ayetler ve İlmi Gerçekler”,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara-1988
------------------------------, “Tek Nur” Damla Yayınları, İstanbul-1988
NURSİ, Bediüzzaman Said, “Barla Lahikası”, 326
ÖZAKPINAR, Prof. Dr. Yılmaz, “İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü”,
Kubbealtı Neşriyatı Yayınları, İstanbul- 1997
------------------------------------------, “Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve
Bir Medeniyet Teorisi”, Kubbealtı Neşriyatı Yayınları, İstanbul- 1997
------------------------------------------, “Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler”, Ötüken Yayınları, İstanbul- 1998
ÖZCAN, Ahmet, “Tevrat ve Kur’an’a Göre Hz. Adem”, Yüksek Lisans Tezi, S.Ü. S.B.E, Konya-1986
ÖZSOY, Ömer, GÜLER, İlhami, “Konularına Göre Kur’an” (Sistematik Kur’an Fihristi), Fecr Yayınları, Ankara-2001
ÖZTÜRK; Prof. Dr. Yaşar Nuri, “Kur’an’daki İslam”, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul- 1994
PAÇACI, Ed. Dr. Mehmet, “İslami Bilimde Metodoloji Sorunu”, Fecr
Yayınları, Ankara- 1991
POLATÖZ, Doç. Dr. Sami, “Kainatın Geleceği”,Konulu Makalesi,
Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Eylül/1998 sayısı.
POLİTZER, Georges, “Felsefenin Temel İlkeleri”, Çev. Muzaffer İlhan Erdost, Sol Yayınları, İstanbul-1989
-----------------------------, “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”, Çev. Sevim
Belli, Sol Yayınları, İstanbul-2009
RAHMAN, Prof. Dr. Fazlur, “İlimden, Felsefeden Dine”, Çev. Prof.
Dr. Mehmet Aydın, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Nur Yayıncılık, Ankara-1974
RAZİ, Fahreddin, “Tefsir-i Kebir”, Çev. Suat Yıldırım ve diğerleri,
Akçağ Yayınları, Ankara-1995
198
RİDLEY, B. K, “Zaman, Uzay ve Şeyler”, Trc. Yeşim Özben, Sarmal
Yayınları, Ankara-1996
SAGAN, Çarl, ”Kozmoz”, Çev. Reşit Aşçıoğlu, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1997
SAKA, Şevki, “İnsanın Yaratılış Gayesi”, Yüksek Lisans Tezi (Basılmamış), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara-1971
SARIKÇIOĞLU, Ekrem, “Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi” İstanbul-1983
SARSILMAZ, Prof. Dr. Arif, “Beynimiz Ne Kadar”, Konulu Makalesi,
Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ağustos/1998 sayısı.
-------------------------------------, “Bilim ve Din Münasebeti”, Konulu Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Ekim/ 1999 sayısı.
-------------------------------------, “Evrim Çıkmaz Sokağı, Mutasyon”, Konulu Makalesi, Sızıntı Bilim ve Kültür Dergisi, Ağustos/2006 sayısı.
SEMERKANDİ, Seyyid Alaaddin Ali bin Yahya, “Bahru’l-Ulum Tefsiri”, Trc. Ali Kara, İstanbul-1987
SEOGNAMİLLO, Giovanni, “Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler”, Çev. Arif Aslan, Karizma Yayınları, İstanbul- 1999
SONGAR, Prof. Dr. Ayhan, “Enerji ve Hayat”, İstanbul-1984
STRATHERN, Paul, “Einstain ve Görelilik Kuramı”, Çev. Handan
Hazar, Gendaş Yayınları, İstanbul-1997
ŞAHİN, M. Süreyya, “Cin”, DİA, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul1993
ŞAHİN, Mahmut, “Hz. Adem’den Bugüne İslam Tarihi”, Çev. Ferit
Aydın, Kahraman Yayınları, İstanbul-1997
ŞENGÜN, Atıf, “Evolusyon”, Güven Kitabevi Yayınları, İstanbul1971
ŞERİATİ, Ali, “Dinler Tarihi”, Çev. Osman Cilacı, İstanbul-1984
199
ŞİBLİ, Bedrettin Muhammed bin Abdullah, “Cinlerin Esrarı”, Çev.
Muhammed Ferşat, Ferşat Yayınları, İstanbul-1974
ŞİMŞEK, Ümit, “Kainatın Doğuşu, Big Bang”, Yeni Asya Yayınları,
İstanbul-1986
TABATABAİ, Muhammed Hüseyin, “el- Mizan fi Tefsiri’l- Kur’an”,
Trc. Salih Uçan, Kevser Yayınları, İstanbul-2005
TANYU, Hikmet, “Dinler Tarihi Araştırmaları”,Ankara-1973
TARHAN, Prof. Dr. Nevzat, “Soyut Düşünme ve Beyin Sırları”, Konulu Makalesi, Okur-Yazar Dergisi, Mart/2004 sayısı.
TAŞKIN, Tuna, “Uzay Ötesi”, Boğaziçi Yayınları, İstanbul-1995
TEVRAT, (Eski Ahid), Gözlem Yayınları, İstanbul-1993
TÜMER, Günay, “Biruni’ye Göre Dinler ve İslam Dini”, Ankara-1975
TÜRK ANSİKLOPEDİSİ, MEB Yayınları, İstanbul-1989
TÜRKÇE SÖZLÜK, “Türk Dil Kurumu Yayınları”, Ankara- Komisyon/1998
TÜRKİYE GAZETESİ, 28.11.1995 tarihli makale.
ULUTÜRK, Veli, “Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı”, İnsan Yayınları, İstanbul-1995
ÜLKEN, Prof. Dr.H. Ziya, “Tarihi Maddeciliğe Reddiye”, İstanbul1981
ÜNAL, Ali, ”Kur’an’da Temel Kavramlar”, Nil Yayınları, İstanbul1999
VERGOTE, Antoine, “Din, İnanç ve İnançsızlık”, Çev. Doç. Dr. Veysel UYSAL, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul1999
VRİES, J. De, “Essential Of Physical Science wm. B. Eerdmans
Pub.co. Grand Rapids, SD,1958 Çev. Yaşar Avunç, “Tanrı ve Bilim” Simav
Yayınları, İstanbul-1993
200
www.ilmedavet.com.tr, “Yağmurun Oluşumu” 09.09.2011 tarihli
makale.
YAHYA, Harun, “Bilimsel Deliller Işığında Yaratılış Gerçeği”, İstanbul Yayınevi, İstanbul-2003
YAKIT, Prof. Dr. İsmail, “Kur’an’da İnsan yaratılışı ve Evrimi”, Konulu Makalesi, S.D.Ü İlahiyat Fakultesi Dergisi, Sayı:5 Manisa- 2009
--------------------------------, “Kur’an’ı Anlamak”, Ötüken Neşriyat, İstanbul-2003
YALÇIN, Cavit, “Düşünen İnsanlar İçin”, Vural Yayıncılık, İstanbul1997
YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi, “Hak Dini Kur’an Dili”, İstanbul1971
YENİÇERİ, Prof. Dr.Celal, “Uzay Ayetleri Tefsiri”, Erkam Yayınları,
İstanbul-1995
YILDIRIM, Celal, “İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri”, Anadolu Yayınları, İzmir-1991
YILDIRIM, Suat, “Kur’an’da Uluhiyet”, Kayıhan Yayınları, İstanbul1987
YILMAZ, Faruk, “Kainatın Yaratılışı, Çağdaş Kozmogoni Teorilerine
Eleştirel Bir Yaklaşım ve Kur’an Işığında Kainatın Konusunun İncelenmesi”, Marifet Yayınları, İstanbul-1992
YILMAZ, Nesibe Nur, “Hızlanan Zaman ve Yeni Bin Yıl”, Konulu
Makalesi, Sızıntı Aylık Bilim ve Kültür Dergisi, Haziran/2000 sayısı.
ZEMAHŞERİ, “Fi Tefsiri’l- Kur’an ve Beyan- İ’cazilii”, Kahire-1984
201
YARARLANILAN AYETLER
A’raf, 7/11-12-17-19-25-27-29-37-38-40-54-179-187-189-190-206
Ahkaf, 46/29
Ahzab, 33/72
Alak, 96/1-2
Al-i İmran, 3/33-47-59-185-190-191
Ankebut, 29/31-33-38
Asr, 103/1
Bakara, 2/11-22-23-30-31-32-33-34-35-38-39-87-97-98-117-177213-255-268-285
Büruc, 85/1-16-21-22
Cin, 72/1-13-17
Cum’a, 62/5
Duhan, 44/10-11
En’am, 6/2-10-59-61-73-96-100-101-125-130-151
Enbiya, 21/7-30-31-32-33-103-104
Fatır, 35/1-28
Fatiha,1/2
Furkan, 25/25-54-61
Fussilet, 41/9-11-12-30-128
Hac, 22/1-2-7-5-18-47-65-78
Hadid, 57/4
202
Hakka, 69/13-14-15-16-17-19-28
Haşr, 59/18
Hicr, 15/18-19-22-26-27-28-29-30-33-43-99
Hucurat, 49/10-13
Hud, 11/7-11-107-123
İbrahim, 14/32-33-34-48
İnfitar, 82/1-2-310-12
İnsan, 76/1-2
İnşikak, 84/1-2-3-4-5-26
İsra, 17/13-14-15-31-36-44-52-61-97
Kaf, 50/6-7-9-10-11-16-17-18-20-31
Kamer, 54/49-50
Karia, 101/5
Kasas, 28/15-31-71-72
Kehf, 18/11-12-19-25-26-47-49-50-51
Kıyame, 75/3-4
Lokman, 31/10
Maide, 5/27-28-29-30-31-91-92-109
Me’aric, 70/4-8-9-40
Meryem, 19/17-67
Muhammed, 47/22
Mü’min, 40/7-68
203
Mü’minun, 23/9-11-12-13-14-17
Müddessir, 74/30-31
Mülk, 67/2-3-4-8-9-10
Münafikun, 63/10-11
Müzemmil, 73/8-14-17-18
Nahl, 16/15-32-36-40-43-49-50-58-59-72-77-100-102
Nas, 114/4-5-6
Naziat, 79/27-30-31-32-33
Nebe’, 78/12-13-19-20
Necm, 53/27
Neml, 27/10-17-87-88
Nisa, 4/1-136-172
Nuh, 71/14-15-16-17
Nur, 24/43-45
Ra’d, 13/2-3-8-11
Rahman, 55/5-7-14-15-17-26-27-29-37-39-56-74
Rum, 30/19-20-21-48-54
Sa’d, 38/36-38-71-72-73-76
Saffat, 37/5-11-158
Sebe’, 34/12-13-14-24-41
Secde, 32/5-7-11-13
Şuara, 26/90-91-193
204
Şura, 42/11-29
Ta ha, 20/102-105-115-116-118-119-123
Tahrim, 66/6
Talak, 65/12
Tarık, 86/5-6-7-8
Teğabün, 64/3
Tekvir, 81/1-2-3-6-11-19-20
Tur, 52/6-7-9
Vaki’a, 56/75-76-83-84-85
Yasin, 36/38-39-40-51-81-82
Yunus, 10/3-5-20-45-61-73-100-101
Zariyat, 51/7-38-39-47-48-56-75-76
Zuhruf, 43/11-19-80-85
Zümer, 39/5-6-9-67-68-74-75

Benzer belgeler