Pdf ~ 1 MB - RAMPA Istanbul

Transkript

Pdf ~ 1 MB - RAMPA Istanbul
INTERVIEW
ERİNÇ SEYMEN
Dikkat Eşiğinin Sınırlarında
Erinç Seymen, 2009 yılında yaptığı desenlerde gelecekteki çalışmalarının tohumlarını ektiği günlerden başka bir auraya geçiyor; tekniğin, dikkatin ışığına
kendini kaptırıyor. Bir diğer deyişle, 2009 yılında yaptığı 'İkna Odası' isimli sergisinin ardından, Kasım ayında Galeri RAMPA'da açacağı 'Tohum ve
Mermi' bizi biz yapan toplumsal kurgulara bir deste karıyor, kendine de böylece yeniden bir fal açıyor. Resimlerin ona tanıdığı zaman bizim elimizde bir
deste kağıda dönüşürken, biz kuralları belli olmayan, hayatı oluşturan bir rakam sistemini önermeyen bir oyuna çağrılıyoruz. Sanatçının üretimlerinde
kimi zaman bizi durduğumuz yer ile ilgili şüphelere taşıyan tok mizah, yeni desenlerinde bazı soyutlamalara dönüşüyor. Göreceklerinize, sanatçının özel
olarak yaptığı sergi tasarımı da eşlik ediyor. Seymen'in işlerini sergileme biçimine aşina olanların şaşırmayacağı ama üzerine bu kadar düşünmemişlerin
kendilerine yeni yollar açacağı bu sergi detaylarda çoğalıyor. Sanatçıya, ‘Tohum ve Mermi'yi oluşturan yapıtları üretirken yoluna çıkan kimi karşılaşmaları
sorduk, o da bize sergiye dair edebiyattan, sanattan ve müzikten oluşan bir playlist hazırladı. Bu da bu röportajın falında çıkmış olsun.
röportaj dinçer şirin fotoğraf sezer arıcı
XOXO The Mag
surprise witness 2, ink pen on paper, 70 x 100 cm, 2012, sanatçının ve galeri rampa'nın izniyle..
birbirimizle dalga geçme imkanı veriyor. En çok da benimle dalga
geçilir, çünkü, neredeyse istisnasız, hep ben kaybederim. Sanırım tam
da bu rekabetsizlik ve gevşeklik sebebiyle aramızdan biri bunca senedir,
örneğin poker gibi daha “ciddi” bir oyun oynamayı önermedi.
Serginde semboller üzerinden kurduğun, kimi zaman anlatıya
dayalı ama çoğu kez soyutlamalara dönüşen desenlerini görüyoruz.
Bu desenleri önceleyen bazı işlerini bundan önceki serginde de
görmüştük. Ama buradakiler senin teknik anlamda başka bir
boyuta geçtiğinin de habercisi. Bu desenlere seni getiren araştırma
sürecinden biraz bahsedebilir misin?
Aslında bu aniden ortaya çıkan bir eğilim değil, çocukluğumdan beri
kalemle çalışmaya düşkünlüğüm vardı. Desenler 2007’de açtığım ‘Av
Mevsimi’ sergisinden itibaren üretimimde merkezi bir rol oynamaya
başladı, 2009’da ‘İkna Odası’nın neredeyse yarısı desenlerden
oluşuyordu. ‘İkna Odası’ndan sonra ise tam manasıyla desenlere
gömüldüm. 2002’den 2008’e kadar resimlerimde kullandığım görsel
gramer benim için ömrünü tamamlamıştı, biçimsel olarak daha organik
ve eski resim teknikleriyle daha içli dışlı bir dile ihtiyaç duyuyordum. Bu
tekniklerinden öğrendiklerimi yeniden gözden geçirdim ve dikkatimden
kaçan inceliklerini keşfettim- yalnızca Batı Sanat Tarihi’nden ve kitap
resimleme geleneğinden bahsetmiyorum, Asya minyatürleri ve rölyefleri
de beni yeniden şekillendirdi. ‘Kendini tüketmek’ hayatım boyunca
beni etkilemiş bir fikirdi, ancak bunu yalnızca zihinsel olarak değil,
fiziksel olarak da uygulama zorunluluğunu hissettim. Bunu yinelemekten
sıkılmayacağım: desenler benden zaman almıyorlar, bana zaman
veriyorlar, tıpkı okumak ya da müzik dinlemek gibi. Fikirlerimi süzmek,
unuttuklarımı hatırlamak, tecrübelerimi tekrar tekrar değerlendirmek için
düşünüm alanı açıyorlar.
Kaybettiklerimizden öğrenirken kazandıklarımızın bir onay gibi
işlemesi karşısında, kaybetmenin bir arzu olarak senin için neler
söylediğini sorsam?
Benim sorunum tam da “kazanmak” ve “kaybetmek” kavramlarıyla.
Madem bir arada yaşamanın, toplumsallaşmanın temel işlevlerinden
biri iş bölümü aracılığıyla yaşamı herkes için kolaylaştırmak, birbirimize
omuz vermek, o halde bu tabloda mağlubiyetin ve yenilginin, hatta
rekabetin ne işi var? Mesela yoksul bir ailenin çocuğunun büyük
başarılar kazanması medyada örnek olarak gösterilir. Peki bu başarı
hikayesi yoksul ailelere ne anlatıyor? Hangi şartlarda yetiştiğimizin,
doğduğumuzda bize hangi seçeneklerin verildiğinin hiçbir öneminin
olmadığı yalanına inanmamız mı bekleniyor bu öykülerle?
“Kaybedenler” ve “kazananlar”ın adlandırılma usülleri, kişilerin beceri
düzeyleri, fiziksel/sınıfsal/kültürel/mesleki avantajları veya zaafları
üzerinden tasnif edilip mıhlanmaları, sosyal statünün neredeyse “kader”
gibi tarif edilmesi toplumsal adaletsizliğin en can yakıcı tezahürleri olsa
gerek.
Desenlerdeki kimi soyutlamalar önceki işlerindeki mizahı da
taşıyor. Bu mizahi vurguyu tekrarlamanın sebebi nedir?
Çünkü bir panzehir olarak mizaha ihtiyacım var. Ama “trajikomik”ten
bahsetmiyorum, benim ilgilendiğim şey daha çok “absürt”: örneğin
tekrarlana tekrarlana normalleşmiş, kanıksanmış bir toplumsal
alışkanlığı, biraz gerileyip değerlendirdiğimizde hissedebileceğimiz,
hem kahkaha atma hem de lanet okuma isteği uyandıran o sinir
gerginliği. Kimi fikirleriyle asla uzlaşamamakla beraber, hayli etkisinde
kaldığım Cioran’ın sapkın denebilecek mizahını son derece ilham verici
Sergiyi ikiye ayırırsak, gösterdiğin farklı medyumlarda 8 adet iş
var. Onun dışında ise bize serginin büyük bir kısmını oluşturan
Sangoi isimli projeyi gösteriyorsun. Toplam 4 grup olarak, her
grubun 13 adet desenden oluştuğu bu projenin oturduğu çerçeve
en sonunda bir kart oyunu ediyor. Kart oyunu oynar mısın?
Ara sıra. Dört eski arkadaş, senede birkaç kez evde toplanıp pişti
oynarız. Oyunun basitliği ve sadeliği bize rahat rahat sohbet etme ve
73
serva ex machina, ink pen on paper, 63 x 88 cm, 2010, private collection, sanatçının ve galeri rampa'nın izniyle.
bulmuşumdur. Medeniyet tarihini yerden yere vururken, insan türü olarak
varlığımızı neredeyse gereksizleştirirken kullandığı o ürpertici mizah,
kendi karanlığımdan kaçabilmek adına benim için hayli eğitici olmuştur.
Çoğunlukla desen göreceğimiz için de sorma gereğini hissediyorum,
seni desen gibi böyle keskin bir dikkate, meditasyona taşıyan şey
neydi?
Yeni bir zaman ekonomisi ve hıza direnme ihtiyacı. Kapitalizmin
körüklediği “başarı” histerisi ve telaş elbette sanatta da etkisini gösteriyor.
Oysa benim en çok etkisi altında kaldığım yazarlar, müzisyenler ve
sanatçılar unutulmayı, ilgi görmemeyi, izleyicilerini/okuyucularını/
dinleyicilerini hayal kırıklığına uğratmayı göze almış, tehlikeli deneyler
yapmaktan korkmayan isimlerdir. Bu isimlerin görünürlük kaygısı yok
muydu? Belki vardı, ama üretim ihtiraslarını bu kaygıdan büyük ölçüde
korudular bence. Parlak bir kariyer sahibi olma hırsı, yazma arzusuna ve
lanetlenmeye son derece müsait imgelemine baskın çıksaydı Lautréamont
‘Maldoror’un Şarkıları’ gibi muazzam bir yapıt ortaya çıkarabilir miydi?
Scott Walker “tenhaya çekilmek” yerine büyük bir şantör olarak
ismini büyütmeye konsantre olsaydı, bu denli radikal müzik ürünleri
verebilir miydi? Hiç sanmam. Kendime örnek aldığım insanlar, üretim
rejimlerinin başkaları tarafından belirlenmesine müsaade etmeyen
ve kültür endüstrisinin dayattığı hızdan sakınanlardır. Üretirken uzun
uzun soluklanmak, fikirlerimin demlenmesine izin vermek, yorulmak,
dinlenmek, hırpalanmak, daireler ve zigzaklar çizmek, dikkat eşiğimi
sınamak istiyorum. Başarı ve risk hesapları yaparken insan bu haklarını
nasıl muhafaza edebilir, bilemiyorum.
Sergide göreceğimiz desenlerin toplamda 52 tane oyun kartı ettiği
bir deste de var. Bu kartlar 10 TL'ye de satılıyor. Galeri - sanatçı
- koleksiyoner ilişkisi arasındaki kimi çizgilerin yerini değiştirmeni
sağlayan bu kartların, seyirci ile sergi arasında başka türlü bir bağ
olduğunu düşünüyorum. Çok sevdiğimiz sergilerin hep sahip olma
hissi uyandıran sergiler olduğunu düşündüğümden serginin aradaki
hiyerarşiyi kırdığını; yapıtı herkesin satın alabilmesi anlamında da
seyircinin sergi ile romantik bir ilişkisi de olabileceğini sanıyorum.
Senin bu kartları üretmen ile ilgili derdin neydi?
Öncelikle, kartlar resimlerin türevleri olma niteliğini taşıyorlar.
Resimlerin orijinalleri izleyiciye imgelerle tanışma ve atölyemde benimle
baş başa kalma imkanı tanıyor. Dört seriyi (ayakkabılar, kuşlar, meyveler
ve silahlar) bütünlüklü imge kümeleri olarak tasarladım. Galeride bu dört
seriyi birbirinden kısmen kopararak sergileyeceğim. Kartlar aracılığıyla
izleyici kendi kombinasyonlarını oluşturarak -yani imgeleri “kararak”seriler arasındaki daha örtük kavramsal bağlantıları keşfetme veya kendi
kavramsal düğümlerini atma fırsatını elde etmiş olacak. Kartlar videoya
sıçrayarak ise bir “kullanım değeri” daha kazanıyorlar. Üç farklı form,
maddenin üç farklı hali gibi; katı, sıvı ve gaz. Bu tür bir bulaşıcılığı daha
önce, mesela bir imgeyi resimden heykele aktararak da incelemeye
çalışmıştım, ama ilk kez aynı imgenin farklı biçimlerini bir arada deneye
sokuyorum.
Kartların cüzi sayılabilecek bir meblağa satılmalarına gelince, evet, bu
benim için çok önemli. Daha önce de izleyiciye çıkartma, sergi müziğini
içeren cd gibi ufak tefek ikramlarda bulunmuştum. Ama ilk defa izleyici
bir filme, konsere ya da kitaba harcayacağı bir meblağ karşılığında bir
yapıtıma sahip olabilecek. Kart setini resimlerin temsili olarak değil,
“orijinal yapıt” olarak gördüğümün altını çizmeliyim. Dolayısıyla
resme sahip olmakla, kartlara sahip olmak farklı şeyler. Bu ayırım bir
müzik eserinin kaydını dinlemekle, konserde canlı yorumunu dinlemek
arasındaki farka benzetilebilir belki.
Bu kartlardan yola çıkarak 'oyun' fikrinin içerdiği malzemeyi
toplumsal olanın yeniden inşası, gözden geçirilmesi kadar kişisel
hikayelerin de gözden geçirildiği anlamda bir etüd olduğunu
düşünüyorum. Bu etüdün oyuna döküldüğü bir video da yaptın.
XOXO The Mag
daddy, ink pen on paper, 70 x 100 cm, 2011, private collection, sanatçının ve galeri rampa'nın izniyle.
75
Kartların nasıl oynandığı öğrenemediğimiz bu videoyu çekme
amacın neydi?
Videoda yakalamak istediğim unsur, oyunun ayinselliği ve biteviyeliğineredeyse asansörde bir yabancıyla baş başa kalmak gibi. Sizinle beraber
yolculuk yapan bu kişiyi farkettirmeden inceler, yol arkadaşınızla
göz temasından kaçınırsınız. Yakaladığınız kimi detaylar sizi tedirgin
ya da hoşnut edebilir ama görgü kuralları gereği, zihninizde beliren
o son derece yüzeysel ve bulanık intibaya dair renk vermezsiniz.
Eğer kaza eseri yol arkadaşınızla göz göze gelirseniz, utangaç bir
gülümsemeyle yetinirsiniz, o da bir tür “tehlikesizlik” işaretidir: sana
zarar vermeyeceğim, sen de bana zarar verme. Oysa bu gülümseme
büyük bir korkuyu gizliyor olabilir -gündelik poker suratlarımızdan biri.
Ancak videoda yüzlerin görünmesini istemedim. Tasarladığım köşesiz
masanın oyuklarına adeta monte edilmiş görünen oyuncuların beden
performansları benim için yeterliydi, çünkü el jestleri ve postür fazlasıyla
oyunculuk içeriyor zaten. Bedenlerimizi hangi topluluk içinde, ne zaman
ve nasıl kullanabileceğimizin sınırları önceden az çok belirlenmiştir,
öyle değil mi? Bu yüzden “surat” gibi baskın bir öğeyi videodan çıkarıp
oyundaki ayinselliğin bedendeki yansımasına konsantre olmayı tercih
ettim. Video için Murat (Balcı) ile bestelediğimiz kompozisyonun da
bu hisse cevap verdiğini düşünüyorum. Bir yere varmayı değil yalnızca
ilerlemeyi isteyen bir müzik üretmek istedik; hem pürdikkat, hem de
telaşsız, belli bir gerilim ve rahatlık düzeyinde sabitlenmiş bir müzik…
Kartlar arasında bir hiyerarşi de kurmamışsın. Rakamlar yok,
böylece bizi matematiğe ulaştıran ve buradan hikayelere çağıran
bir şey de yok. Hikayeleri bizim kurmamızı istiyorsun. Bu kartlar
ile oynamak dışında ne yapılsa mutlu olurdun?
Gizli haberleşme aracı olarak kullanıldıklarını öğrenmek beni çok
heyecanlandırırdı sanırım.
Her serginde olduğu gibi serginin tasarımını da sen yaptın. Galeri
içerisinde yarattığın parkur sergi fikri ile yan yana gelince aslında
sergi mekanında başka bir zamanın oluşmasını sağlıyor. Aslında
desenlerinde kullandığın kağıdın da böyle zamansızlık çağrışımı
var. Serginin toplumsalı kurmak iddiası dışında her şeyin çok
hızla değiştiği bugün içinde kendine zaman açmak gibi bir derdi
de olduğunu düşünürsek serginin zaman algısı hakkında neler
söylersin?
İzleyiciyi “ağırlamak” fikri hoşuma gidiyor. Bu sergi, aynı yapıtlarla
başka bir mekana taşınabilir elbette ama asla aynı yerleştirmeyi
kullanmam. Sevdiğin birini evine davet ettiğini, ne yedirip ne içireceğini,
hangi albümleri dinleteceğini, beraber hangi filmi izleyeceğinizi dikkatle
planlayarak onun için özel bir gün hazırladığını düşün… Kişide derin
izler bırakmış özel bir günü aynı biçimde tekrarlamanın pek bir anlamı
yok, o halde o bir seferlik deneyimi titizlikle kurgulamak lazım. İzleyiciyi
duraksatmak, yavaşlatmak benim için çok önemli. Tam da bu yüzden
ek duvarlar aracılığıyla mekandaki köşelerin sayısını çoğaltmayı uygun
buluyorum, böylece yapıtlar arasında farklı izleme kombinasyonları da
oluşuyor. Evet, benim çizdiğim bir parkur var, ama izleyicinin kendine ait
duraklar seçme imkanı da var.
Bugün bu sergi senin kendine tanıdığın zamanın, ümit etmenin
de anlamlarını taşıyor. Bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmemiz
gerektiği, yeni bir zaman ekonomisinin kendini dayattığı
günümüzde sence nasıl bir zamanın içinden geçiyoruz?
Yaşam koşullarının dayattığı öncelikler ve aciliyetler var, ama kimi
önceliklerimizi belirlemek hala bizim tasarrufumuzda, örneğin medya
takibi. Hangi medya organlarına kulak vereceğimize, dolaşıma
sokulan bilgilerin sağlamasını nasıl alacağımıza ve bu bilgileri nasıl
yorumlayacağımıza karar vermek için ciddi mesai harcamamız gerekiyor.
Suriye’de başlayan rejim karşıtı ayaklanmayı düşün, bu halk hareketi
nasıl da hızla kriminalize edildi… Devlet vahşetinden canını zar zor
kurtarıp Türkiye’ye kaçan sığınmacılar dahi kimi medya organları
tarafından,”başımıza gelen bela” gibi damgalandılar. Kestirmeden
bu sonuçlara varanlar acaba hangi bilgiler ışığında ve hangi güvenilir
tanıklıklardan hareketle rejim muhalifi hareketi değerlendiriyorlar?
Youtube’a bir video düşüyor, birkaç saat içinde son derece çapraşık bir
siyasi krize dair şipşak üretilmiş bir analiz, sosyal medyada büyük bir
salgına dönüşüveriyor. Bana öyle geliyor ki, kimi durumlarda hızla ve
özensizce taraf olmak, özellikle ezilenler açısından, tarafsızlıktan bile
daha zararlı olabiliyor.
"Sürpriz Tanık I" ve "Sürpriz Tanık II" isimli işlerinde, figürlerin
doğanın kimi ürünlerinin arasında bir makine ile karşılaştığını
görüyoruz. Bir açıdan bu işler kendine saklanmak, kaçmak için yer
aramanın imkansızlığı üzerine bir öneri gibi duruyor. Bugünden
kaçmanın imkansız olduğunu mu düşünüyorsun gerçekten?
Şöyle düşünelim, toprağın, havanın ve suyun bile mülkiyet düzeni
tarafından parsellendiği bir dünyada, nereye kaçılabilir? Üretim-tüketim
ilişkilerinden kendini koparmamış bir kişi nereye kaçmış oluyor? Böyle
bir kopuş mümkün mü? İnşa ettiği kişisel cennetinde huzur bulması için
insanın o cennette tükettiklerinin nereden geldiğini hiç düşünmüyor
olması gerekir. Tam da bu yüzden olsa gerek, Ütopya Edebiyatı’nın
neredeyse bütün örneklerinde ideal toplumlar adalarda veya “eski
dünya”nın görüş alanının dışında tasvir edilir. Ancak bu kitaplarda
eşitlikçi ve müreffeh bir üretim/paylaşım düzeni resmedilirken iş bölümü
meselesiyle alakalı kimi konuların etrafından dolaşılır. Mesela More’un
“Ütopya”sında avcılık gibi Ütopya halkının kendine yakıştıramadığı
kimi işler savaş esirlerine devredilir, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”nde
çocukların hangi meslek dalına yönlendirileceklerine yetişkinler karar
verir. Evet ama, “savaş esirleri”ni işe koşan bir toplum sınıfsız bir toplum
mudur? Veya çocukluğundaki eğilimleri kişinin hayatının geri kalanını
belirleyecek işaretler olarak okumak, bu eğilimleri “alın yazısı”na
dönüştürmez mi? Ütopya Edebiyatı’nı çok değerli ve ilham verici
bulmakla beraber Distopya Edebiyatı’nın birçok açıdan daha gerçekçi
olduğu kanaatindeyim.
Bu işlerde kurduğun karşılaşma anları ise karamsar olanın
görselliğini taşıyor. Serginin bütünü, hatta senin bugün üretiyor
olman başka bir toplum ümidi taşırken işlerinin bazıları bu ümidi
taşımıyor. Yeni toplum ümidi ile karamsar olmak arasındaki
dengeyi nasıl kuruyorsun?
Serginin adı (“Tohum ve Mermi”) tam da bu dengeyle, üretici ve
yıkıcı mekanizmaların dengelerine dair bir gönderme aslında. Ancak
“üretici”ye olumlu, “yıkıcı”ya ise olumsuz anlam atfettiğim sonucuna
varmanı istemem. İstismarcı ve kapitalist üretim endüstrilerini sırf
“ürettikleri” için yüceltmek ne kadar akıl dışıysa, saldırgan gibi görünen
ve ama toplumsal dönüşümler için pekala da hayati önem taşıyan kimi
siyasi hareketleri sırf yıkıcı oldukları için “suçlu” ilan etmek de o kadar
akıl dışı bence. Kurarken de, yıkarken de bedelleri ve kazanımları ince
ince hesaplamak gerekiyor. Bu bağlamda, sekter olmayan karamsarlıktan
itici güç olarak faydalanmanın mümkün ve hatta gerekli olduğuna
inanıyorum.
Erİnç Seymen'den ÖnerİLER
Üç kitap
“Geleceğin Tarihinden Alıntılar”, Gabriel de Tarde
“Another Ventriloquist”, Adam P. Gilders
“Kaos’un Kutsal Kitabı”, Albert Caraco
Üç albüm
“Demissions”, Phoenecia
“Scattenspieler”, Marcus Fjellström
“In the L..L..Library Loft”, Toby Driver
Üç yapıt:
“The Destruction of Sodom And Gomorrah”, John Martin
“Dictio Pii” Markus Schinwald
“Whirlpool”, Alexander Gutke
XOXO The Mag

Benzer belgeler

"Sıvılarla ilişkiler...", Fatıh Özgüven, Istanbul Art

"Sıvılarla ilişkiler...", Fatıh Özgüven, Istanbul Art kendini kaptırıyor. Bir diğer deyişle, 2009 yılında yaptığı 'İkna Odası' isimli sergisinin ardından, Kasım ayında Galeri RAMPA'da açacağı 'Tohum ve Mermi' bizi biz yapan toplumsal kurgulara bir des...

Detaylı