Ortadoğu Ateş AltındA

Transkript

Ortadoğu Ateş AltındA
Vialand ve
Al beykOy vad s manzaralI
Tuva Evleri
Adres: KARADOLAP MAHALLESİ, DİNÇ SOKAK,
ALİBEYKÖY- EYÜP
İstanbul Telefon: 0532 213 27 84
Kürt Alevilerinin Çözüm Sürecine Yaklaşımı
S REÇANAL Z
SAYI: 6 . AĞUSTOS – EYLÜL 2013 . 7tl
Hakikat Her Şeyi Kuşatır
Ortadoğu
Ateş Altında
3 Temmuz Darbesi’ne Körfez’den Bakmak
DOSYA: Gezi Parkı Olayları
EDİTÖR’DEN
MURAT SOFUOĞLU
[email protected]
Süreç Analiz 6. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında…
Türkiye’nin ‘Çözüm Süreci’nin oluşturduğu olumlu
psikolojik ve sosyo-politik atmosferin verdiği yeni
güçle hem kendi iç hem de dış politikalarını –özellikle Ortadoğu bağlamında- yeniden dizayn edebilme imkanlarının geliştiği bir zamanda hem Türkiye
özelinde hem de içinde bulunduğumuz bölge genelinde muazzam sorunların ortaya döküldüğü bir zaman periyoduna girmiş bulunuyoruz. Türkiye kadar
bölge süreçleri de muazzam tehlikeli ve muhataralı
bir alana girmiş vaziyettedir.
Kürt Sorunu’nu çözmeye dönük Türkiye’nin ‘Çözüm
Süreci’nin 2013 başı itibariyle gelişmesine paralel Türkiye’nin bir başka sorununun gün ışığına
çıkmaya başladığını gözlemledik. Bu Türkiye’nin
Suriye politikasının bir sonucu olarak artan Sünni-Alevi gerginliği idi. Pek çok kez ifade edildiği
gibi ‘Çözüm Süreci’ kendi içinde pek çok riski barındırmaktadır ve bu risklerin en önemlilerinden
biri daha önceki editör yazımızda ifade ettiğimiz
ve uyardığımız gibi “bir sorunu çözüyoruz derken
bir başka sorunun fitilini ateşlemiş olabil(me)”
ihtimaline işaret etmektedir. Bir sorunu çözerken
neden bir başka fitili ateşleyebiliriz?
Çünkü bahsettiğimiz sorun yalnızca Kürt meselesinin kendi iç mekanizmalarına taalluk eden bir
yapıya sahip olmayıp kendine özgü mekanizmalara sahip olan ancak Kürt meselesi ile de tarihsel
ve kritik bağlara sahip olan bir içerik ile karşımıza çıkmaktadır. Bu Türkiye koşullarında ve gitgide
Suriye-Irak-İran ekseninde de bir tür “Alevi-Kürt
Denklemi” (bu deyimi ilk defa danışmanlarımızdan Şener Aktürk’ün Ekopolitik’te 2008’de verdiği
bir panelde kullandığını hatırlıyorum) koşullarının yeniden oluştuğunu göstermektedir. Bir başka sorunun fitilini ateşlemekten kastettiğimiz bu
denklemin yeniden günümüzde oluştuğuna dair
işaretlerin çoğalmasıdır.
Tarihsel atıf bakımından Yavuz-Şah İsmail karşılaşmasının Kürtlerin siyasi süreçlere müdahilliğini
artırması örneği hatırlanabilir. Osmanlı-İran hattında bölgesel bazda hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın artan Sünni-Alevi gerginliği
Kürtlerin aktör olarak ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Bu yapısal durum Arap Baharı (?)
çerçevesinde Ortadoğu’da ve özellikle Bereketli
Hilal-İran hattında gelişen Alevi-Sünni gerginliği
açısından da geçerlidir. Özellikle 2011 Arap Baharı rüzgarlarının Suriye’yi vurmasına paralel olarak
uygulamaya geçirilen Osmanlı ana ülkesinde konuşlanan Türkiye’nin Suriye politikası bu noktada hususan II. Körfez Savaşı ile Amerika’nın Irak
işgali çerçevesinde gelişen tarihsel bazda AleviSünni gerginliğinin yeniden tekemmül etmesinde
kritik rol oynamış vaziyettedir. Bu her bakımdan
talihsiz bir durumdur.
Arap Baharı’nın Ortadoğu’da bir Sünni-Alevilik
gerginliğine evrilme temayülü göstermesi çerçevesinde gelişen Türkiye’nin Suriye politikası iki
temel sonuç oluşturmuştur:
(1) Esad rejiminin Kürt politikasını değiştirmesine
yol açan ve kendi Kürt realitesine yol veren mezkur politika değişikliği aynı zamanda Türkiye’nin
kendi Kürt politikasını değiştirmeye zorlamıştır.
Bu değişiklik ‘Çözüm Süreci’nin tetikleyicisi olmuştur.
(2) Politika İran’ın Şii Hilali’ni koruma insiyakının
ortaya çıkmasında ciddi rol oynamasına paralel
Türkiye’de de Sünni-Alevi tansiyonunun yükselmesine yol açmıştır.
ağustos-eylül 2013
1
EDİTÖR’DEN
Çözüm Süreci’ni komplike yapan mesele Türkiye’nin mezhepsel tonu göze çarpan
Suriye politikasından mütevellit oluşudur. Bu ‘Çözüm Süreci’nin bir ayağını
havada bırakmaktadır. Süreç mezhepsel tercihlerin işin içine karıştığı bir
politikanın Esad rejimince Kuzey Suriye’de oluşan de facto bir Kürt realitesine
yol vermesine reaksiyon olarak geliştiği için kendi Alevi realitesini içeren çift
ayaklı bir temele ve çift yönlü bir istikamete sahip olamamaktadır.
‘Çözüm Süreci’ni komplike yapan mesele
Türkiye’nin mezhepsel tonu göze çarpan Suriye
politikasından mütevellit oluşudur. Bu ‘Çözüm
Süreci’nin bir ayağını havada bırakmaktadır. Süreç mezhepsel tercihlerin işin içine karıştığı bir
politikanın Esad rejimince Kuzey Suriye’de oluşan
de facto bir Kürt realitesine yol vermesine reaksiyon olarak geliştiği için kendi Alevi realitesini
içeren çift ayaklı bir temele ve çift yönlü bir istikamete sahip olamamaktadır.
Keza Şener Aktürk’ün ‘Çözüm Süreci’ öncesi Süreç
Analiz’de 21 Haziran 2012’de “Kürt Açılımı ve Sonuçları” üzerine verdiği bir panelde ifade ettiği
gibi Türkiye kendi etnik rejiminde ciddi değişiklikleri düşündüğünde ve bunu uygulamaya geçirmeye karar verdiğinde mutlak surette bunun kendi seküler (laik) rejiminde doğru ayarlamaları ve
uyarlamaları yaparak ve paralel bir bir süreç geliştirmek suretiyle gerçekleştirmesi gerekliliğidir.
Ancak mevcut iç ve dış siyasetimizin bu çerçeveyi tutturduğunu söyleyebilecek bir durum içinde
olduğumuz söylenemez. Kuşkusuz bu standartları
tutturamamamızın temel saikleri Suriye politikasında kendini açık etmektedir.
Sitemizde (www.surecanaliz.org) yayınladığımız
Aktürk’ün panel transkripsiyonundan bu noktada
yapılacak bir alıntı faydalı olabilir:
“Açılım bu 2/3’lük (Aktürk’e göre dindar Kürtler, Süreç Analiz) grubu tatmin etme noktasında başarılı ve BDP’yi de bu bahsettiğim koridorla
(Aktürk’e göre Kürt milliyetçiliği koridoru, Süreç
Analiz) sınırlıyor ve eğer öyle bir siyasi amaç
güdülüyorsa, o koridoru sıkıştırmak açısından da
başarılı. Ama tabii başarısızlığı da Kürtlerin 1/3’i
olan bu kesimi, yani %5-6 BDP seçmenini ikna
2
ağustos-eylül 2013
edememiş olması, hala kendi Kürt seçmeni içinde
bile bütün talepleri karşılayamamış olması.”
“Ayrıca dini vurgulamak sadece birleştirmiyor,
aynı zamanda bölüyor. 2008’de Boğaziçi’ndeyken yaptığım ‘Alevi-Kürt denklemi’ tam da bunun
üzerineydi. Çünkü İslamiyet’i ortak kimlik olarak
vurguladığınız zaman, birincisi, Aleviler kendilerini resmi kimlikten dışlanmış hissediyor, ikincisi,
İslamiyet’i politik veya kişisel kimlik olarak benimsemek istemeyen, diyelim ki kesim, siz isterseniz ona laik kesim deyin, isterseniz Kemalist
kesim deyin, milyonlarca insan dışlanmış hissediyor. Yani bir kutuplaşmayı yok ederken, Kürtlerin
daha dindar olan 2/3’sini sisteme entegre ederken Batı Anadolu’daki milyonlarca insanı, ve Orta
Anadolu’da, Alevi ve Alevi olmayan, Sünni ama
laikliği daha baskın milyonlarca insan sistemin
bir anlamda dışına itiliyor. Bir kutuplaşmayı azaltırken, başka bir kutuplaşmaya yol açıyor. Bunu
da işte pek çok açıdan görüyoruz, Alevi mitinglerinde görüyoruz, zamanında Cumhuriyet mitinglerinde gördük.”
Şimdi bunlara Hatay’daki protestoları, III. Köprü
protestolarını ve hepsinin ötesinde Gezi Parkı protestolarını ekleyebilirsiniz. Dahası Türkiye kendi
etnik rejimini değiştirme noktasında “Demokratik
Açılım”ın da daha ilerisine giden ve Müslümanlık vurgusunun yoğun olduğu bir ‘Çözüm Süreci’ni
geliştirdiği bir zamanda ve üstüne üstlük hükümet eden partinin muhafazakar köklerini daha
fazla hatırlama ihtiyacı hissettiği ve her geçen
gün psikolojisini daha fazla etkilediğine şahit
olduğumuz bir zamanda mevzubahis edilen çift
ayaklı ve çift yönlü politikanın yoksunluğunu yaşamaktadır. Bu durum ülke üzerinde elim sonuçlar
Eğer ‘Çözüm Süreci’nden geri dönülürse Türkiye’nin PKK etkisi altındaki Kürt
realitesi ve Kuzey Suriye yapısı ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Kürt yarığının
oluşmasına neden olabilecekken Müslümanlık (Sünni) vurgusunun nedenlerinde
ve sonuçlarında yoğun olduğu mezkur süreç sürdürülürse de bu sefer ülke
bütünlüğü aleyhine derin bir Alevi çatlağının oluşabilmesi mümkün olabilecektir.
oluşturmaya adaydır ve toplumsal implikasyonları
da derin olacaktır.
Ayrıca mezkur sürecin mezhepsel ağırlıklı bir Suriye politikasının mevcut hükümetin psikolojisini
etkilediği bir zamanda ve doğrudan bu politikanın
oluşturduğu bir tehdidin sonucunda alınmış bir
tedbir niteliği arzetmesi de sorunun içinden çıkılmazlığını artırmaktadır. Türkiye mezhepsel bağlamın güçlü olduğu Suriye politikasının beklemediği bir tarzda kendi Kürt realitesini güçlendirmesi
karşısında bu politikayı dinin temel referanslardan
olduğu bir Kürt-Türk ittifakına dönüştürebilme teşebbüsü geliştirmektedir. Bu teşebbüs uygulanan
ve ‘Çözüm Süreci’ne neden olan mezhepsel tonu
daha da koyulaştırmakta ve eksik ayakta yer alan
başta Aleviler olmak üzere Türkiye’nin seküler
kanadının son zamanlarda artan ülkeye olan yabancılaşmasını daha da büyütmektedir. Gezi Parkı
hadiseleri bu halin en açık külli işareti olarak karşımızda anlaşılmayı beklemektedir.
Bu halin memleket siyasetinde derin bir dilemma
oluşturduğu ortadadır. Eğer ‘Çözüm Süreci’nden
geri dönülürse Türkiye’nin PKK etkisi altındaki
Kürt realitesi ve Kuzey Suriye yapısı ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Kürt yarığının oluşmasına
neden olabilecekken Müslümanlık (Sünni) vurgusunun nedenlerinde ve sonuçlarında yoğun olduğu mezkur süreç sürdürülürse de bu sefer ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Alevi çatlağının oluşabilmesi mümkün olabilecektir. Bu konuda ülkemiz
halk deyimleri açısından da son derece zengindir.
Hükümetin Alevi açılımı ile ilgili kelam etmesi
iyiye işarettir; ancak sadra şifa olabilecek zaman
umarız geçmemiştir. Dahası bölgemiz haddinden
fazla ısınmış vaziyettedir. Mısır’ın kendi içinde
oluşan derin toplumsal/siyasi yarık yalnızca Arap
Baharı’nın geleceği bakımından değil ama Türkiye ve Gezi Parkı hadiseleri açısından da derin
sonuçlara sahiptir. İhvan-i Müslümin’in Suriye
kanadının silahlı mücadeleye zorlandığı ve iktidarda olan ve AK Parti’nin müttefiki olan merkez
kanadının da Mısır’da iktidardan düşürüldüğü bir
psikolojik atmosferde Türkiye’nin başa dönüp Suriye politikasını gözden geçirmesi elzemdir.
Türkiye’nin kararları kuşkusuz vicdani ve ahlaki
olmalıdır. Bu mutlaka uzun vadede bizi yükseltecek temelleri oluşturacaktır. Ancak kısa ve orta
vadede de ayakta kalmak istiyorsak kararlarımızın siyasi olmasına da dikkat edelim. Vicdani bir
siyaset tüm halkların, inançların ve mezheplerin
olduğu kadar ve bir bakıma bunun bir sonucu
olarak kendi değerlerimizin ve menfaatlerimizin
korunması bakımından da belki de daha doğru bir
tercih olacaktır.
Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle…
Hakikat her şeyi kuşatır.
ağustos-eylül 2013
3
KÜNYE
YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad.
No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul
Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45
SÜREÇ ANALİZ
“HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR”
SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ
ADINA İMTİYAZ SAHİBİ
MURAT SOFUOĞLU
YAYIN TÜRÜ YEREL YAYIN
SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN
ISSN 21-47-6945
EDİTÖRLER: Bilal Uyar, Hakan Aydın, Hüseyin Aksu,
Kamuran Yavuz, Mehmet Yavuz, Serdar Yeşiltay,
Şafii Çelik, Şükran Beklim
BASKI VE CİLT:
İskete Copy
Çağaloğlu Yokuşu No:13/A
Çağaloğlu-Fatih-İstanbul
Tel: 0212 527 49 97
TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA (AYSEL KAZICI)
[email protected]
4
ağustos-eylül 2013
06
30
35
58
İÇİNDEKİLER
06
Kürt Alevilerinin
Çözüm Sürecine
Yaklaşımı
44
Kamuran Yavuz – Mehmet Alaca
Deniz Çiftçi
09
18
Gezi Parkı Olayları
48
Serdar Yeşiltay - Mehmet Yavuz
Kategoriler İnşa
Etmek: Gezi Parkı ve
Yeni Dinamikler
Mehmet’ten Zindana
Mektup
Ahmet Azaklı
26
30
35
Rasyonel İnsanlar
Neden Komplo
Teorilerine İnanır?
Maggie Koerth-Baker
52
Yasemin Acar
22
Kürt Realitesi
ve PKK
Benlik ve Mandala:
Hakikat Yolcusu
İçin
Suat Baran
55
Babasının Şiddeti
Gülsünay Uysal
3 Temmuz Darbesi’ne
Körfez’den Bakmak
Kadına Yönelik
Şiddet: Kandaş
Grubun Namusu
mu, “Benim” Cinsel
Özgürlüğüm mü?
Muttalip Tütüncü
Gülmelek Alev
Alevi Kürt Dikotomisi
Murat Sofuoğlu
Ortadoğu
Çalışmalarında
Değişen Oryantalist
Paradigmalar
58
63
Kitap Tanıtımı
Şükran Beklim
Nurullah Arcı
ağustos-eylül 2013
5
Deniz ÇİFÇİ
SİYASET
[email protected]
BÖLGEDEN İZLENİMLER-1
Kürt Alevilerin
Çözüm Sürecine
yaklaşımı
Kürt Alevilerin hatırı sayılır bir
kesimi, özellikle Dersim, Bingöl
ve Sivas çevresinde yaşayanlar,
barış sürecinden memnun
olmakla beraber büyük bir
kaygı da duymaktalar.
Devlet ile PKK lideri Abdullah Öcalan arasında
başlatılan görüşme süreci Kürtlerin büyük çoğunluğu tarafından olumlu bir şekilde karşılandı. Süreç ile beraber PKK’nin silahlarıyla birlikte sınır
dışına çekilmesi ve Kürt sorununun çözümü için
küçük de olsa bazı adımların atılacağının işaretlerinin görülmesi, bölgede günlük yaşamı hızlı
bir şekilde olumlu etkilemeye başladı. Kürtlerin
büyük çoğunluğu savaşın durmasından ve bölgenin normalleşmesinden oldukça memnun. Belli
bir temkinlilikle beraber, barış sürecinin yarattığı
psikolojik hava öyle bir noktaya ulaşmış ki, kimse
bu sorun nasıl çözülecek, hangi kültürel ve kimliksel haklar verilecek veya bu haklar bireysel mi
veya kolektif mi olacak gibi önemli birçok soruyu
6
ağustos-eylül 2013
şuan için pek sormuyor daha doğrusu sormak istemiyor. Herkes adeta bu savaş dursun da ne olursa
olsun özlemi içerisinde.
Yukarıda kısaca ifade ettiğim durum Kürtlerin
büyük çoğunluğu için geçerlidir. Fakat bu olumlu
havaya ve barış sürecini desteklemelerine rağmen
Kürt Alevilerin çok ciddi kaygıları söz konusu.
Kürt Alevilerin hatırı sayılır bir kesimi, özellikle
Dersim, Bingöl ve Sivas çevresinde yaşayanlar,
barış sürecinden memnun olmakla beraber büyük
bir kaygı da duymaktalar. Bu kaygınının en önemli nedeni ise Alevilerin zihin dünyasında oluşan
Sünni korkusudur. Osmanlı’nın geçmişte yaptığı
bazı Alevi katliamları, birinci dünya savaşı arifesinde bazı Kürt Hamidiye Alaylarının Alevilere
saldırıları, Maraş olayları ve son olarak da Madımak oteli katliamları Alevilerin hafızasında yerini canlı bir şekilde hala korumaktadır. Alevilerin
bu kaygılarını göz önüne aldığımızda, Abdullah
Öcalan’ın Newroz bayramında okunan mektubunda İslam Kardeşliğinden söz etmesi ve Alevilere
ilişkin tek bir şey belirtmemesi, Alevilerde büyük bir kırgınlık yarattığı gibi yeni bir korkunun
da oluşmasına neden oldu. Bazı Kürt Aleviler,
PKK’nin İslam kardeşliği söylemi ile Alevileri göz
ardı ettiğini, hatta Alevileri Sünni çoğunluğun çıkarlarına ‘’feda ettiğini’’ düşünmektedir. Özellikle
CHP‘ye oy veren Kürt Alevilerin bu noktada çok
büyük bir korku ve tedirginlik içerisinde olduğunu söylemek mümkün. Yukarıda ifade ettiğim bu
korku ve kaygıya rağmen, CHP ve BDP seçmeni
olan Kürt Alevilerin kaygılarının bazı noktalarda
farklılaştığını belirtmekte de fayda var. Bu noktada belirtilmesi gereken diğer bir konuda CHP’nin
Kürt Alevi tabanın Parti merkezinden farklı düşündüğü gerçeğidir. CHP seçmeni olan Kürt Alevilerin, çözüm sürecinden duyduğu kaygılar CHP
merkez yöneticilerinin dile getirdiği kaygılardan
oldukça farklıdır. CHP parti merkezi veya batıdaki seçmeni daha çok sürecin gizli yapılmasından,
birebir Öcalan ile görüşülmesinden veya Kürt
sorunun eyalet sistemi veya benzeri gibi özerk
bölgelerin kurulmasından rahatsız iken, CHP seçmeni olan Kürt Alevilerin çok büyük bir kısmı parti merkezinden veya batıdaki CHP seçmeninden
farklı düşünmekte ve sürece destek vermektedir.
Bu noktada CHP seçmeni Kürt Alevilerin sürece
ilişkin en önemli endişeleri, PKK-Devlet uzlaşısı
sonucu yeni bir Sünni iktidarın bölgede egemen
olması ve Alevilerin dışlanmasıdır.
Kürt Alevilerin barış sürecine ilişkin duyduğu kaygı sadece CHP etrafında toplanan Alevi Kürtler ile
sınırlı değil. Hatırı sayılır bir BDP seçmeni Kürt
Alevi de barış sürecini desteklemekle beraber bazı
endişelere sahip. Öcalan’ın 21 Mart Newroz bayramında okunan mektubunda çok net bir şekilde
İslam kardeşliğinden söz etmesini ve kendilerinin
adeta sürecin dışında bırakılmasını üstü kapalıda
olsa yalnız bırakılma veya kendi kaderleri ile baş
başa bırakılma olarak algılamaktadırlar. BDP’ye
oy veren bazı Kürt Aleviler, PKK’nin içerisinde
çok sayıda Alevi olmasına rağmen hatta PKK’nin
ortaya çıkması ile beraber Alevilerin örgüte her
açıdan destek verdiklerini ve bu noktada çok bedel ödemelerine rağmen bugün kendilerinden söz
edilmemesini, Kürt siyasetinin Sünni bir zemine kaymasına ve bununda AKP ile belli bir uzlaşı
ile yapılmasına bağlamaktadır. Bu noktada BDP
seçmeni Kürt Alevilerin, BDP ve PKK‘ye kırgın
olduklarını söylemek mümkün. Bu kırgınlıklarına
rağmen sürece açıkça destekte vermektedirler. Fakat, Devlet ile PKK arasında yapılan görüşmelerin
ileriki aşamalarında eğer Alevilerin kültür, kimlik
veya inançsal tüm farklılıklarını da garanti altına alacak bir düzenlemenin yapılmaması halinde,
ağustos-eylül 2013
7
SİYASET
Alevilerin sürece ilişkin en
önemli endişeleri, PKKDevlet uzlaşısı sonucu yeni
bir Sünni iktidarın bölgede
egemen olması ve Alevilerin
dışlanmasıdır.
Kürt Alevilerin barış sürecine olan desteklerinin
süreceğini söylemek biraz zor. Çünkü Kürt Alevilerin büyük çoğunluğu barış sürecinin salt İslam
kardeşliği çerçevesinde çözülmeye çalışılmasının,
Kürt sorununu çözse bile Kürt Alevilerin sorunlarını çözemeyeceğine inanmaktadırlar. Özellikle
Dersim ve Bingöl yöresinde yaşayan Kürt Alevileri, Kürt sorununun Abdullah Öcalan’ın ana hatlarını az çok belirttiği çerçeve de çözülmesi halinde
Kürt bölgesinde Sünni ideolojinin günlük yaşamın
her alanında çok baskın olacağını ve bunun da
bölgede yaşayan Kürt Alevilere yeni bir baskı anlamına geleceğine dile getirmektedirler. Bölgede
Sünni kültürün çok baskın olması ve bunun siyasal alana da çok net bir şekilde yansıması, Kürt
Alevilerin bu korkularını daha da arttırmaktadır.
Özellikle Hizbullah’ın bölgede varlığının bilinmesi
ve siyasal alanda faaliyete bulunan bazı radikal
İslami yapıların bölgede hızlı bir şekilde etkin
8
ağustos-eylül 2013
olmaya başlaması bu korkularını daha da beslemektedir.
Kürt Alevilerin barış sürecine ilişkin kaygılarını
yukarıda dile getirilen açıklamalar ışığında formüle edersek, açıkça söylenebilir ki, Kürt Aleviler barış sürecine karşı değiller. Kürtlerin hem
bireysel hem de bir halk olmaktan kaynaklı tüm
haklarının verilmesinden yanadırlar. Hatta Kürt
sorununun özerklik dahil kimliksel tüm haklarının
verilmesi ile çözülmesinden yanadırlar. Fakat bu
hakların Alevilik gibi mezhepsel/dinsel ile Zaza
gibi lehçe/dilsel farklılıkları da kapsayacak şekilde yapılmasını hatta Dersim gibi Alevilerin çok
yoğun olarak yaşadığı bazı bölgelerin daha özerk
bir statü ile korunması gerektiğini dile getirmektedirler. Kürt Alevilerin bunu dile getirmelerinin
en önemli nedeni ise yukarıda da belirtildiği gibi
Alevilerin kolektif hafızalarında büyük yer edinen
Sünni korkusudur.
Serdar Yeşiltay - Mehmet Yavuz
[email protected]
Gezi Parkı Olayları
Süreç Analiz olarak Gezi Parkı
Olayları’nı yakından takip ettik
ve bu sayımızın dosya konusunu
bu hadiselerin analizine
ayırdık. Konuyla ilgili ülkemizin
önde gelen iki siyaset bilimcisi
ve aydını ile konuşmayı
uygun gördük ve bu sayımızın
konukları Etyen Mahçupyan ve
Mehmet Altan oldu.
1.Gezi Parkı’nın sosyo-politik dinamiklerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Mehmet Altan: Türkiye’nin nüfusu kaçtır? 76
milyon. 30 yaş nüfusu ortadan ikiye bölen yaş.
Yani 30 yaş medyan yaşı. 30 yaşı eksen aldığım
vakit 76 milyonun yarısı otuz ve altı, yarısı otuz
ve yukarısı. Şimdi otuz yaşındaki ve altındaki
çocukların doğdukları, yetiştikleri, büyüdükleri iklim buranın köhnemiş, eskimiş, yeniçağa ve
taleplere cevap veremeyen yapısıyla uyuşamıyor.
Ve buranın yöneticileri ortalama medyan yaşın
neredeyse iki misli katında insanlar. Eskide büyümüşler. Yani bir alfabe sorunu var. Otuz yaş ve
altındakilerin alfabesiyle, bugün Türkiye’yi yönetenlerin arasında dil, algı, algılayış, zihniyet çok
farklıdır. Birincisi bu. İkincisi, başbakanın gittikçe otoriterleşen, kural, kurum, ilke tanımayan 76
TEK SORU İKİ CEVAP
[email protected]
milyonu kendisine benzetmeye kalkan, üslubuyla
bu insanların bir şekilde gittikçe anlayışıyla arasındaki gerilim. Üçüncüsü, kasabaların kentlerden
öç almaya kalkması ve eski laikçi anlayışın baskısının rövanşını kasabanın şehirlerden almaya
kalkması ve eskiden nasıl kitlelere yaşam biçimi
zorlanıyorsa, şimdi bunun tersinin söz konusu
olması. Gezi olaylarının ortaya çıkmasına neden
olan temel unsurlar olarak gözüküyor bana.
Etyen Mahçupyan: Gezi Parkı bir buhar kazanının
patlaması gibi bir olaydı. İlk çıkışına baktığımız
zaman şöyle bir olay var: Türkiye’de bir garabet
var. Ülkenin kentli, iyi eğitimli ve gelir seviyesi
ortanın üzerinde olan insanlarının siyasetle bağı
hemen hemen hiç yok. Bu insanların orta yaş ile
ileri yaş kuşağı buna alışmış durumdalar. Onlar
kendi dünyalarıyla tatmin oluyorlar. Bir anlamda
geri çekilmiş durumdalar. Genellikle laik kesimden
geliyorlar bu insanlar ve şimdiye kadar da siyaseti “profesyonellere” teslim etmişlerdi. Bunlar
esas olarak askerlerdi, demokrasiydi veya kendini
siyasete adamış olan birtakım siyasetçilerdi, Demirel geleneğini düşünürsek mesela veya sosyal
demokrat çizgisini düşünürsek. Sosyolojik olarak
baktığımız zaman, bu laik kesimi, bu daha eğitimli, gelir düzeyi daha yüksek kanadı çok uzun
bir süre seyirci olarak yaşadı. Bu insanlar bugünün
küresel dünyasında yeni bir nesle doğru dönüştüler. Genç bir kuşak ortaya çıktı. Bu genç kuşak,
bugünün genel evrensel demokratik normlarını çok
daha hızla benimsemiş durumda ve bunu da tabii
ağustos-eylül 2013
9
TEK SORU İKİ CEVAP
Mehmet Altan
görüyor. Genellikle de Türkiye’nin geçmişinden gelen kamburlarını bilen insanlar değil. Dolayısıyla
çok hızlıca tepki vermeye de hazırlar ve de ne sivil
toplum ne de laik kesimi taşınması, beklenmesi
gereken CHP, bu kuşağı kendi içine alabilmiş, cevap verebilmiş değil. Dolayısıyla burada talepler
var, yükselen sesler var, kendini duyurmak isteyen
insanlar var ve bu insanların önünde hiçbir kanal
yok. Dolayısıyla bu insanlar bir yerde, bu sıkışmanın neticesinde kendi hayatlarını doğrudan ilgilendiren, İstanbul’un tam göbeğinde, Taksim’in
göbeğindeki bir fiziksel mekanı, sembolik olarak
bir tür kale haline getirdiler kendi kafalarında. Ve
onun etrafında bir duyarlılık yaratıldı. Bir de bunun üzerine polisin davranışı gelince birden bire
bu duyarlılık “siyasallaştı”. Bu insanların bakış açısıyla baktığında bile kendine has bir siyasallaşma
üretti. Gezi’nin esas ilginç yanı ya da tarihsel yanı
ya da Türkiye’yi okumamız açısından bize bir şeyler
söyleyen yanı bu. Ama ondan sonra baktığımızda,
dediğimiz hüküm Gezi’nin otuz günlük macerasında bir iki günden ibarettir. Ondan sonra oraya gelen birçok değişik katmanlar var ve o katmanlar
oraya ilk gelen gruba göre çok daha deneyimli, çok
daha profesyonel, çok daha siyasi, hedefleri çoktan belirlenmiş gruplardı. Ve onlar aslında İngilizce terimiyle orayı high check ettiler. Dolayısıyla
alıp başka yöne doğru taşıdılar. O noktadan sonra
başka bir Gezi Olayından bahsediyoruz.
10
ağustos-eylül 2013
Etyen Mahçupyan
2.Gezi parkı olayları sırasında ve olaylardan sonra Ak Parti ve başbakanın yükselen
tansiyonu düşürmek yerine tansiyonu daha
da artırdığı yönündeki eleştiriler hakkında
ne düşünüyorsunuz?
Mehmet Altan: Bir kere buradaki üslupta niye
hep başbakanın üstünden konuşuyoruz. Yani başbakandan başka kimse yok ortalıkta. Başbakanın
üslubu, yani padişah efendimiz gibi. Bu bile işin
ne kadar sakat olduğunu gösteriyor. Ben böyle bir
dönem hatırlamıyorum. Şöyle konuşursak tansiyon düşer, böyle konuşursak tansiyon yükselir. Bir
tek adamdan ibaret bir 76 milyon gibi bir durum
var. Yani bu zaten soru-cevap kısmı itibariyle burada bir sakatlık var. Yani bir adamın konuşma biçiminin üslubuna bütün Türkiye’nin endekslendiği
bir şey zaten tamamen sakat bir şeydir. İkincisi,
bunun ne kadar anti-demokratik bir süreç olduğunu en iyi gösteren olaylardan biri, valinin hep
orada olmasıydı. Yani demokratik bir ülkede valiyi kimse tanımaz. Buranın belediye başkanı yok
mu? Yani belediyeyle ilgili bir işe başbakan bu
kadar müdahil oldu. Aynı zamanda da bu üslup.
Zaten o üsluba isyan ediyorlar. Sen o üslubu devam ettirdiğin vakit gittikçe kopmaya başlarsın.
Yani yüzde elli oy almış bir iktidarın sokaklardan,
parklardan, statlardan, meydanlardan kopması
normal mi? Demek ki burada bir hata var. Yani
çocuklarla gidip bir çay içseydi, çoktan yatışacak
bir iş. Ama herkesle kavga etmeye yönelik, biat
etmeyen herkes düşman algısı, farklılığa küfürle
cevap verme. Yani adam bir kadeh bir şey içiyorsa ayyaş, bilmem işte köpek seviyorsa, köpeğiyle yatmak, bilmem medyaya sizin tasmanızı biz
çıkardık, tencere tava çalanları ihbar et. Onlar
ve biz diyor. Mesela İmam Hatip Mezunları Derneğindeki konuşması… Eskiden askerler harbiye
üzerinden konuşurdu, şimdi imam hatip üzerinden konuşuyor. Ne fark etti? Yeryüzünde böyle bir
üslup, böyle bir anlayış, böyle bir mantık kalmadı. Hele otuz yaşından küçükler için hiç anlaşılır
gibi değil. Ondan sonra sokağa çıkıp isyan ediyor,
hükümet ise niçin isyan ettiklerini anlamadığı
için de ben değişmem diyor. Toplum değiştiyse? O
zaman çatışma ve kırılma devam edecek demektir.
Etyen Mahçupyan: Başbakan çok kendinden emin
olan ve kendini kendi dünyasında kanıtlamış bir
lider. Kırk yıldır siyaset yapıyor, sokaktan gelmiş
bir lider. Kendi tabanını çok iyi biliyor. Ama kendi
tabanı dışındakileri pek fazla bilmiyor ve öyle bir
deneyimi de yok. Recep Tayyip Erdoğan, siyasete yansıdığı kadar ancak sosyal olayların farkında olan bir lider. Kendi kuşağı itibariyle, kendi
alışkanlığı itibariyle ve kendi camiasının siyaset
yapması açısından böyle bir sonuç üretilmiş durumda. Dolayısıyla Gezi Olaylarını anladığını söyleyemem. Yani ilk çıktığı andan itibaren, bunun
ne olduğunu, niye olduğunu, nasıl böyle bir noktaya gelindiğini anlamakta zorlandı. Bu zorlanan
sadece Tayyip Erdoğan değildi, AK Parti’nin geniş
kadroları da anlamadılar. İslami kesimin çok büyük kısmı da anlamadı. Çünkü Türkiye cemaatçi
bir toplum olmaya devam ediyor ve hiçbir cemaat
diğer cemaat içinde olup biteni anlama yeteneğine sahip değil. Onun ancak bir şekliyle siyasallaşan bölümünü görüyoruz. O talepleri duyuyor, o
zaman arka planda neler olup bitiyor, onları anlamıyoruz. Bugün nasıl laik kesim başörtülü kadınların evde yaşadıkları veya okula gidememekte
yaşadıkları dramı hiçbir zaman anlayamadılarsa, o
kızların ne tür psikolojik bunalımlara girdikleriyle
ilgilenmedilerse bile aynı şekilde Tayyip Erdoğan
ve İslami kesim de, laik kesimdeki bu iç bunalımı görmedi ve anlamadı. Şimdi bu bir kere çok
önemli bir sonuç yaratıyor, ürküntü. Bilmiyor, tanımıyor ve bunun giderek kontrol edilemeyen bir
noktaya varma ihtimali gözüküyor. Böyle bir sosyal dinamik herhalde siyasetçilerin hemen hepsinde ürküntü yaratır. Bence Tayyip Erdoğan’da
da böyle bir ürküntü yarattı. Bu olayların kontrol
edilememe noktasına doğru sürüklenebileceğini
gördü ki haklı olabilir. Ve bunun zorlandığını da
gördü. Yine burada da haklıydı. Ve kendisinin de
elindeki imkanların çok sınırlı olduğunu fark etti.
Çünkü elinde sadece polis var. Polis ise hem alışkanlıkları itibariyle doğru davranmasını bilmiyor
Türkiye’de, hem de ne kadar kontrol edebildiği
belirsiz. O yüzden de bir taraftan bunun bir an
önce bitmesi lazım, o yüzden bir tür panik yaşandı. Ve bu panik sırasında da bu olayların niçin olduğu sorusu sorulduğunda bu panik bakışı
büyütülerek daha geniş bir komplovari dizaynın
içine oturtuldu, onların algısında. Ki burda da bir
gerçeklik payı var, bunu da söylemek lazım. Yani
bunun Türkiye’yi de Ortadoğu’daki bazı ülkeler
gibi manipülasyona açık hale getirmek üzere belirli yurt içi, yurt dışı odakların iş birliğiyle üretilmiş olan bir zorlama olduğunu düşündüler ve
bu zorlamanın da belirli mantık silsilesi üzerinden
büyütüldüğünü düşündüler ve bunun önünü nasıl
keseriz diye baktılar. Böyle bakıldığı zaman, Tayyip Erdoğan belirli bir stratejik karar verdi. Başka
türlü kararlar da verebilirdi ve daha doğru kararlar
da var olabilir. Ama bu kararı verdi. O karar şuydu, bütün dünyaya gerçek halkın ne söylediğini
göstermem lazım ve burada esas halkın büyük kısmı benim arkamda durduğunu göstermem lazım.
Bunun için de kutuplaştırıcı bir dile doğru gitti,
Kazılıçeşme’de o bir milyon insanı topladı. Ve zaten olayın batı dünyasında da dönüşümü o noktadır. Yani göz ardı edemeyecekleri bir fotoğraf
gösterdi batı dünyasına. Esas toplumun kendisi
Kazılıçeşme’ye benim yanıma gelenlerdir, demiş
oldu. O Kazılıçeşme mitingi yurt içine yapılmış
bir miting değildi, Avrupa’ya, Amerika’ya bir mesaj olarak yapıldı. Ve mesaj yerini buldu. Ama bu
başka türlü yapılabilir miydi, daha yumuşak, daha
taktiksel bir tarz izlenebilir miydi, laik kesimle
diyalog kurulabilir miydi, kurulsa bunlar işe yarar mıydı, bunları bilmiyoruz. Dolayısıyla burada
yargılayıcı olmak da çok zor. Çünkü o siyaseti
biz yapmıyoruz, o yapıyor, Ak Parti yapıyor ve
sorumluluğu o alıyor. Ve sonuçta da geri dönüp
ağustos-eylül 2013
11
TEK SORU İKİ CEVAP
baktığımda, Gezi Olayları bir bütünüyle bakıldığında, evet beş kişi öldü ama olabilecek olanlarla
mukayese edildiğinde küçük bir şekilde atlatılmış
bir olay. Burada da hükümetin bir türlü başarılı
olduğunu da söylemek lazım. (10:50)
3.Türkiye’de son zamanlarda yaşanan barış
mı öncelikli demokrasi mi tartışmalarına
Gezi Parkı nasıl bir boyut getirdi?
Mehmet Altan: Yani zaten böyle bir bu soru tartışmaların ne kadar abuk sabuk olduğunu gösteriyor. Neden birisi öncelikli olsun? Burada gerçek bir barış için demokrasi gerek. Ama başbakan
barışı öne sürerek, Kürtlerle bir başka pazarlık
yaparak, Türk usulü bir diktatörlüğü getirmek
istiyor. Onun için de devlet içinde etkin odaklar
ve onun etrafında, basında kümelenmiş olanlar,
sanki böyle bir şey olabilirmiş, yani birisi öncelikliymiş gibi fikirler beyan ediyorlar. Barışın kalıcı
olabilmesi için demokrasinin olması lazım. Yani
Uludere bir tarafta duracak, 584. gününde aydınlatılmayacak ama barış olacak. Kalıcı bir barış için
demokrasi şarttır demek bu kadar zor mu? Çünkü
onun arkasındaki plan ve program gayet planlı,
gayet hesaplı olarak ben diktatör olayım her şeyi
12
ağustos-eylül 2013
Erdoğan’ı desteklerken yeryüzü
medyası iyiydi de, şimdi
eleştirince mi kötü? Onların tek
ölçüsü demokrasidir. Öldürülen
çocukların hiçbirisinin kim
tarafından öldürüldüğü belli
değil. Böyle bir devlet mi olur?
düzelteceğim mantığı. Bu mantık Türkiye’yi çileden çıkartıyor, bir deli gömleğine sokuyor. Aynı
zamanda da mesela işte MİT’in yasa tasarısında
operasyon yapma yetkisi veriyorlar. Dünyanın
hiçbir yerinde istihbarat örgütleri içeride operasyon yapamazlar. Yani bir taraftan ben Suriye’ye
demokrasi götüreceğim palavrasıyla ortalarda dolaşacaksın, bir taraftan da El-Muhaberat rejimini
Türkiye’ye getireceksin. Allah’tan Gezi oldu!
Etyen Mahçupyan: Gezi aslında manipülatif bir
zemin olarak kullanıldı. Çünkü Gezi’deki esas
olay, esas taleplerin çok açık bir biçimde; eğer
olayı gerçek anlamıyla siyasi ve sosyolojik olarak
irdeleme şansımız olsaydı, çok muhtemelen böyle
bağışlı demokrasi ikilemi çok olmadığını söyleye-
cekti karşı taraf. Ve her ikisinin de çok değerli
olduğunu söyleyecekti, herhangi sıradan insanın
da söyleyebileceği gibi. Ama bu bağışlı demokrasi
meselesi, Kürt meselesi bağlamında ortaya çıkmış
olan bir tür görünüşte entelektüel tartışma. Ama
arkasında, aslında sürecin yanında mı karşısında
mı olduğunu çok net bir şekilde söyleyen bir tartışma. Türkiye Kürtler ile bir barışa gidiyor ve
bunun bizatihi değeri var. Bu açılardan bakıldığı
zaman, Türkiye demokrasiyle gidiyor ama demokrasiyle gitmek çok daha uzun yıllar alacak olan
bir şey. Barış ise iki kademeli bir olaydır. Birinci
kademe silahların susması ve kavga etmemek. Bu
çok hızla yapılabilir. Ama ikincisi gerçekten eşitlikçi bir şekilde beraber yaşamak. Bu ise çok çok
uzun zaman alabilir. Ama Türkiye’de şu an tartışılan şey birinci kademe barıştır. Yani bir kere
silahların susması ve kavga etmemek. Burada demokrasiyi işin içine getirmek iyi niyetli bir bakış
değildir. Çünkü çok basit olarak söylersek şöyle
bir şey düşünelim, iki tane zıbandup gibi adam
dövüşüyor. Etrafa hasar verip duruyorlar. Şunlar
ayrılsın da konuşsunlar diyoruz. Başka birileri de
diyor ki, bunlar daha demokrat olmadı. Bunlar
böyle hiçbir zaman demokrat olmayacaklar. Ama
hiç olmazsa tepişmesinler. Fakat şu anda Kürt
meselesindeki ilk kademe barış, tepinmeme barışıdır ve bunun demokrasiyle hiçbir ilgisi yok.
Bu anlamda Gezi Olayı ile beraber sürecin devam
etmesini engellemek isteyenlerin eline ilave bir
koz olarak kullanıldığını görüyoruz, bu olayların.
Yani Gezi Olayları, Türkiye’de demokrasi olmadığını göstermektedir. Ve de demokrasi olmayan
bir Türkiye de Kürt Meselesini çözemeyeceğine
göre, Gezi meselesinden hareketle Kürt Meselesini çözemeyeceğini söylemek gibi bir önerme çok
sağduyulu bir yaklaşım değil. Hatta belki de kötü
niyetli bir yorum zorlaması olduğunu söylemek
zorundayız.
4.Uluslararası medyanın Gezi Parkı’nı yansıtma biçiminde siyasi tercihler ne ölçüde
rol oynadı? Yaşanan olaylar Türkiye’nin
uluslararası imajına etkileri ne yönde olmuştur?
Mehmet Altan: Erdoğan’ı desteklerken yeryüzü
medyası iyiydi de, şimdi eleştirince mi kötü? Onların tek ölçüsü demokrasidir. Öldürülen çocukların hiçbirisinin kim tarafından öldürüldüğü belli
değil. Böyle bir devlet mi olur? Aynı zamanda
onların hepsinin Alevi olması da gariptir. Aynı
zamanda bütün bu kadar insanların üstüne hedef
gözeterek meydana gelen polisin şiddeti… Yani
uluslararası sistem Tayyip Erdoğan’ı ve Ak Partiyi
rejimi demokratikleştirecek diye destekliyordu.
Fakat şimdi baktılar ki başka bir tarafa doğru gidiyor. Bir Sünni imparatorluk ve halifelik kurarım
diyen, otoriter, Türkiye’nin Kürtlerini, Alevilerini,
Gayrimüslimlerini, kendisine biat etmeyenlerini bastıran bir tarafa doğru gidiyor. Niye mesela Müslümanlık üzerinden konuşuluyor da, insan
kavramı üzerinden konuşulmuyor. Siyasal İslam
nedir? Siyasal İslam, insan kavramını bırakıp
Müslüman üzerinden hayatı tanımlamaktır. Bütün konuşmalarında, mesela Reyhanlı’da 57 Sünni
vatandaşımız diyor. Senin vatandaşlarının böyle
bir ayrımı olabilir mi? İşte nitekim yeni ortaya
çıktı, soyu sopu numaralandırılıyor. Böyle bir devlet olur mu? On yıldır iktidarda Ak Parti. Bunları
düzenlemek yerine Müslüman kardeşler üzerinden
Ortadoğu’da bir Sünni imparatorluk kurmak, bir
halifelik peşinde koşmak ve sahiden kendini paağustos-eylül 2013
13
TEK SORU İKİ CEVAP
dişah saymak, otoriter tavırlarla demokrasiyi yok
etmek. Ondan sonra bunlar olsun ben diktatör
olayım, bak her şeyi çözeceğiz. Böyle bir mantık olabilir mi? Onun içinde çok garip bir noktada
tartışıldığını görüyorsun. Barış mı öncelikli, demokrasi mi? Niye kalıcı bir barış için demokrasi
gerekli demeyeceğiz? Çünkü o zaman başbakanın
hesaplarına, Türk usulü diktatörlüğüne karşı çıkmış oluyorsun. Bütün oyun orada oynanıyor.
Türkiye’nin imajına gelince bitti, yıkıldı. Yani buranın ilk baştaki illüzyonuna son verdi. İşte ekonomi iyi, askerlerin vesayeti geriletildi, harika iyi
gidiyorlar filan derken birden bütün dünya uyandı
ki başka bir yere gidiyor Türkiye. Bir Sünni İslam
faşizmine doğru gidiyor. Gezi olaylarının en büyük
yararı Dünya kamuoyunu uyandırması, buradaki
bir Türk usulü diktatörlüğün önüne set çekmesidir. Burada İslam ile Demokrasi birleşebilir mi
laboratuvarı olarak herkes tarafından gözlenirken
birden bu mevcut iktidarın Müslüman anlayışının
demokrasi dışı bir noktaya doğru taşınmasının
yeryüzünde görülmesidir. Yani bir adam kalkıp da
kızların kadınların elbiseleriyle uğraşır mı? Milli
içkimizin ne olduğunu tayin etmeye kalkar mı?
Kurulları dinlemeyeceğiz, der mi? Mahkeme kararına posta koyar mı? Uludere’nin üstünü örter mi?
Şikeyi suç olmaktan çıkarır mı?
Etyen Mahçupyan: Siyasi olarak tabi çok kritikti.
Şunu bir kere göz ardı etmemiz lazım, Tayyip Er-
14
ağustos-eylül 2013
doğan dünyada birçok insanın sinirine dokunuyor.
Bu bir durum, bu bir veri. Haklı haksız diye baktığımız zaman, haklı yönleri de var. Çünkü hem
üslup olarak Tayyip Erdoğan zaman zaman onları
bir şekilde horlayan tavırlar sergileyebiliyor yabancıları/Batılıları. Ama tabi Tayyip Erdoğan’ın
haklı olduğu yönleri de çok, bunları da söylemek
lazım bu karşılaşmalarda ve çekişmelerde. Ama
şöyle veya böyle Batı dünyası alışık olmadığı bir
şekilde dik başlılık gösteren bir Türkiye ve Türkiye başbakanından çok da memnun değil. Çünkü
Batı dünyası açık söylemek gerekirse şöyle bir şey
ister, güçlü bir Türkiye ister ama kendi yolundan
giden; batının yoluna girmiş olan, batının dediğinin dışına çıkmayan bir Türkiye ister. Çünkü o
zaman Türkiye üzerinden Ortadoğu’yu yönetmek
de kolaylaşır, Türkiye üzerinden Orta Asya’ya açılmak da kolaylaşır. Dolayısıyla güçlü bir Türkiye
isteği, ancak ve ancak Türkiye’nin Batı ile işbirliği
mevcutsa anlamlı bir şeydir. Oysa şimdi bugünkü
Türkiye’nin dış politikasına bakıyoruz, ben hem
güçlü olacağım hem de seni dinleyemeyebilirim
arkadaş, diyebiliyor. Ve bu özellikle batıdaki siyasi çevreleri rahatsız ediyor. Ve bu siyasi çevrelere
çok yakın olan medya organları bunu manipülatif
şekilde veya haberleri belirli bir şekilde yorumlayarak yansıtmaya çok hevesli davranıyorlar. Bu
hevesi çok basit bir mukayese ile de görmek mümkün, batıda Gezi Olaylarını canlı yayınla yedi sekiz
saat veren televizyon kanalları var. Ama Mısır’da
200 kişinin öldüğü bir günü sadece 3-4 dakika yayın yapabiliyor. Oradan anlıyoruz ki bu siyasi bir
tercih. Öte yandan Türkiye’nin imajı meselesine
gelirsek, tabi ki bu medyatik manipülasyonlar ve
haber verme biçimleri sıradan okuyucuları etkiliyor. Sıradan okuyucular için başka yerlerden çok
fazla bir kaynak yok. Türkiye’yi zaten çok fazla
tanımıyorlar. Türkiye kendini tanıtmakta zaten
çok yetenekli değil. Ak Parti özellikle bu konuda
hiç yetenekli değil. Ve özellikle Ergenekon Davası
ile beraber Türkiye’de Ak Parti karşıtları batıdaki
medyayı çok yoğun olarak kullanıyorlar. Önce bir
şeriat hikâyesi vardı Türkiye’de, o bitti. Şimdi de
otoriterleşme hikâyesi başladı. Bası özgürlüğünün
çok kötü, yerlerde süründüğünü vs. sürekli her
gün bir-iki yazı çıkartıyorlar veya kendileri yazıyorlar. İçinde gerçek payı da var, gerçek olmayan
şeyler de var. Ama sonuçta bir tür manipülasyon
var ve bu manipülasyonla Türkiye’nin iyiye gitmediğinin mesajı işleniyor. Bu da tabi ki Türkiye’nin
görünürlüğünü, prestijini bozuyor, ona hasar veriyor. Öte yandan ama şunu da söylemek lazım, on
on beş sene önceki gibi bir durumda değiliz. Yani
şu anda Avrupa’da Türkiye’yi çok iyi bilen siyasetçiler, bürokratlar, gazeteciler de var ve onların
da sesi var. Yani artık bugün Türkiye konusunda
Avrupa Komisyonu’nu aldatmanız mümkün değil.
Hâlbuki geçmişte aldatabiliyorlardı. Şuan onlar
Türkiye’de iyiyi de kötüyü de biliyorlar, görüyorlar
ve nesnel biçimde analiz edebiliyorlar. O yüzden
de dünyada prestij kaybı, ününün bozulması göreceli bir olay. Nitekim bugün baktığımız zaman,
Türkiye’nin herhangi ikili ilişkilerinde veyahut kurumsal bütün yapı içerisindeki ilişkilerinde gerçek
anlamda herhangi bir bozulma göremiyoruz.
5.Gezi Parkı ve Tahrir’deki muhalefet arasında ne tür bağlantılar kurabiliriz?
Mehmet Altan: Şimdi ben bu ikiyüzlülükten
nefret ediyorum. Yani Mursi’nin askeri darbe ile
devrilmesine karşı olanlar, neden burada 27 Nisan
e-muhtırasının yargılanması için bastırmıyor. Yani
bir insan zamana, zemine ve ülkeye göre demokrat
olmaz. Eğer sen bir cami-kışla kavgasında,
cami üzerinden siyaset yapmıyorsan, gerçek
Şunu bir kere göz ardı
etmemiz lazım, Tayyip
Erdoğan dünyada birçok
insanın sinirine dokunuyor.
Bu bir durum, bu bir veri.
Haklı haksız diye baktığımız
zaman, haklı yönleri de var.
Çünkü hem üslup olarak Tayyip
Erdoğan zaman zaman onları
bir şekilde horlayan tavırlar
sergileyebiliyor yabancıları/
Batılıları. Ama tabi Tayyip
Erdoğan’ın haklı olduğu yönleri
de çok, bunları da söylemek
lazım bu karşılaşmalarda ve
çekişmelerde.
demokrasiden yanaysan, hem Mısır ordusunun
darbesine karşı çıkarsın hem de Türkiye’de niye
27 Nisan e-muhtırasının faili yargılanmıyor diye
de ayağa kalkarsın. Yani benim işime gelene karşı
çıkmam, işime gelmeyene karşı çıkarım. Tamamen
Türkiye’de Ak Parti cami-kışla parantezi içinde
sıkışıp kaldı. Kışlaya karşı vesayeti değiştirmek,
rejimi demokratikleştirmek yerine vesayeti
kullanıp cami rövanşı almak istiyor. Cami rövanşı
almak istediğin vakit, Türkiye’de kendi siyasetine
uygun olduğu vakit, 27 Nisan’ı yargılamazsın.
Çünkü ilkeli bir demokrasi ve demokratikleşme
söz konusu değildir. Ama Mısır’da, bütün
bölgede Sünni İslam üzerinden halifelik ve
padişahlık rüyalarını ortadan kaldıran bir darbeye
Türkiye’dekinden fazla bağırırsın. İkisine de aynı
şekilde karşı olmak ve bu kadar güçlü olduğunu
iddia ettiğin bir noktada 27 Nisanı da yargılamak,
aynı zamanda Uludere’de öldürülen vatandaşların
üzerini örtmeyip yargı süreci işletmek, sorumluları
ortaya çıkartmak, yani tutarlı, ilkeli ve dürüst
olmak lazım.
Etyen Mahçupyan: Yani burada çok farklı iki ülke,
çok farklı iki gündem, farklı demokratik seviyeler,
çok farklı talepler var. Bu ikisi ne kadar mukayese
edilebilir? Mukayese edilemez. Yani öyle iki ülke
ağustos-eylül 2013
15
TEK SORU İKİ CEVAP
16
ki, iki tane Müslüman ülke diyoruz ama İslam anlayışları bile birbirine benzemiyor. İki tane laik
yönetimden geçmiş ülke ama o sekülerlik anlayışları da benzemiyor, modernliği benzemiyor vs. Ne
var benzeyen? Belki yönetimdeki İslami duyarlılık
taşıyan bir partiye karşı yapılmış olan bir hareketlenme olması nedeniyle yan yana getirilebilir.
Ama burada da birinci Gezi, ikinci Gezi ayrımı
yapmak lazım. Yani ilk başta oraya gelen, Gezi’ye
çıkan insanların birçoğu aynı zamanda Ak Parti’ye
oy veren gençler. Hatta bu baya polisle çatışmış,
militanca dövüşmüş gençlerden bir tanesi geçenlerde bana şöyle bir şey yazmıştı, “Hocam düşünüyorum düşünüyorum ama galiba yine Ak Parti’ye
oy veririm. Çünkü Ak Parti CHP’ye göre bana biraz
daha ilkelidir. Aslında CHP de ilkeli ama ilkeleri ilkel”. Şimdi bu çok şey anlatıyor. Bu şunu söylüyor,
hala geleceği taşımaya yeteneği olan, geleceği
temsil edebilme yeteneği olan parti, mukayesesi
olarak Ak Parti. Başka bir parti olsaydı belki başka
türlü olurdu Türkiye. Ve dolayısıyla da bu da Mısır’dakinden çok radikal bir farklılığı ima ediyor.
Çünkü şuanda Mısır’ı geleceğe taşıyacak hiç kimse yok tek başına. Yani Müslüman Kardeşler kendi
bir sürü ayak bağları olan bir teşkilat, siyasete
çok zor adapte olan bir teşkilat. Otuz kırk yıldır
sadece sosyal faaliyet yürütmüş olan bir teşkilat.
Bir dönem şiddete bulaşmış olan teşkilat ve baştan itibaren/hiçbir zaman Ak Parti’nin sosyolojik
gücü arkasına toplaması gibi yapamamış olan bir
teşkilattır. Ak Parti’nin gerçek sosyolojik gücü,
İslami kesimin doksanlardan itibaren modernleşmesi, bir anlamda sekülerleşmesi, melezleşmesiyle oldu. İslami kesimin kendisini dönüştürmesiyle
oldu. Ama Mısır’da öyle sosyolojik bir alt yapı yok.
Mısır’da apaçık şekilde kötü olan bir rejim var, bu
kötü rejime karşı olan bir halk talebi var ve en
çok oyu alan başa geliyor. Bu hala arka planının
sallantıda olduğu bir durum demek. O yüzden de
bu tür mukayeselerin çok da sağlıklı olmadığını
düşünüyorum. Ama ikinci Gezi Olayına gelirsek,
yani bu Taksim Dayanışma ve çevresindeki bütün
bu işçi partililer, TKP’liler ve buna benzer bir sürü
irili ufaklı grubun bir araya gelerek, sırf Ak Parti’yi
vurma kalkışması örneğine gelirsek bu tahminden
de öte daha fazla bir siyasallaşmayı ima ediyor.
Tahrir’deki ise tam olarak bir araya getirilememiş
ağustos-eylül 2013
bir sürü irili ufaklı, Müslüman Kardeşlere razı gelmeyenlerin koalisyonu şeklindedir. O yüzden öyle
bire bir mukayeseler doğru değil.
6.Gezi Parkı olaylarının uzun vadede
Türkiye’nin sosyo-politik kültürüne etkisi ne olur?
Mehmet Altan: İtibarını arttırır yeryüzünde. Yani
Türk toplumunun böyle bir tek adamın oyuncağı
olmayacağını, otuz yaşından küçük gençlerin
Türkiye’nin küreselleşmeyle, yeniçağla irtibatlı
insanlar olduğunu ve kasabaların kentleri esir
almaya kalmasının pek bir sonuç vermeyeceğini
gösterir. Ayrıca şimdi bir potansiyel var. O
potansiyeli kim kullanır? Hükümetin yaptığı
şey potansiyeli ortaya çıkaran rahatsızlıkları
görmek yerine, potansiyelden istifade etmek
isteyen unsurların altını çizmek. Ulusalcılar,
Ergenekoncular, darbeciler filan… Ama mesele
onların çıkardığı arızalar değildir. Ak Parti’nin,
özellikle Tayyip Erdoğan’ın yönetim anlayışının,
76 milyonu kendine benzetme çabasının ortaya
çıkardığı bir patlamadır. Yani kasabalılaşmanın
kentleri esir almasıdır hadise. Onlar bunun
altını çizmek, ne oldu da bu insanlar rahatsız
diye bakmak yerine baskıları müthiş derecede
arttırıyorlar. Baskıları arttırdıkça solucan gibi
kendi kendini yer siyasi iktidar. Önemli olan,
hedefin demokratikleşme olmasıdır. Ancak rejimi
değiştirmiyor Ak Parti. Yüzde onu indirmiyor.
Yeryüzünde yok böyle bir rezalet. Siyasi partiler
yasası 5 tane darbeci generalin yaptığı yasadır,
değiştirmiyor. Seçim yasası keza öyle. Benden
evvel koymuşlar dediğin vakit yüzde on barajını,
o zaman 12 Eylül rejimi de senden evvel. Yani
bunun mantıki bir tutarlılığı var mı? O zaman niye
rejimle uğraşıyorsun, hepsi senden evvel. İşine
gelene evet, işine gelmeyene hayır. Yani iktidarın
süresi uzadıkça çifte standardı, eyyamcılığı
artıyor. Statüko gittikçe polisleri koruyor.
Eskiden halkı koruyordu. Şimdi polisleri koruyor.
Yani ağız değişiyor. Devletçilik, Ankaralılaşma
hızlanıyor. Şimdi aynı zamanda bu otoriter yapı
ders almazsa bunlarla, bir şekilde o insanların
niye çıktığının bir sosyolojik analizini yapmazsa,
rejimi değiştirmeye yönelik eski değişim
siyasetlerine geri dönmezse, Gezi biter başka bir
şey başlar. Patlamaya hazır bir potansiyelin altına
sürekli odun ateşiyle diri tutuyor. Basını öyle bir
sansürledi, öyle bir baskı altına aldı ki, Tayyip
Erdoğan’ı eleştirmek mümkün değil. Tek bir ölçü
var, başbakanı eleştireni eleştireceksin. Böyle bir
rezilane medya anlayışı zaten rejimin ne olduğunu
gösteriyor. Bundan bir iş çıkar mı? Bundan bela
çıkar. İşte gittikçe korkmaya başladığı yerler
artıyor. Şimdi stadyumlar geldi. Nereye kadar?
Niye korkuyorsun? Demokratikleşmediğin için
korkuyorsun. Baskı yaptığın için korkuyorsun.
Bu 76 milyonu kendine benzetmeye çalıştığın
için korkuyorsun. Biat dışında hiçbir kültürün
olmadığı için korkuyorsun. Demokrasi eylem
demektir, marifet demektir, karşı çıkmak demektir.
Bana herkes hayran olacak ve beni herkes övecek
diye bir demokrasi anlayışı yok bu dünyada.
Patlatır ülkeyi, zaten patlatıyor. İnsanlar bunca
yıl tepkilerini ortaya koyamıyorlardı. Birikiyor
işte, çifte standardı görüyordun. Ne oldu Uludere?
Demokratik bir devlette olur mu? Üstünü örtüyor.
Deniz fenerine ne oldu? Yani bunlar birikmeye
başlıyor. İnsanlar bunu görüyor. Çok fazla
kentlerin güçlendiğini varsaydıkça, kentlerin o
kadar üstüne gitmeye başlıyor ki, o kadar fütursuz
oluyor ki ben her şeyi yapabilirim diye, onun bir
sınırı var. Yani bu kadar fütursuzluk gittikçe freni
kopmuş bir şekilde hızlanıyor. Bir de medyadaki
baskı dikkat çekici. Yani Taksim ayağa kalkmış,
oradaki hal ortada. Eğer Gazze’de olsaydı bu
olaylar naklen duyurulurdu. Yani bu kadar basını
kontrol altına alma niyetinde olan birisinin zaten
amacının demokrasi olmadığı çok net. Bunun bir
sınırı var. Bu sınırı çok fazla aşmaya yönelik bir
ivme kazandı sayın başbakan ve Ak Parti.
Etyen Mahçupyan: Yani şuandaki haliyle en büyük ihtimal hiçbir etkisinin olmaması. Bunu üzerine yatırım yapılabilirse, sivil toplum ve siyasi
partiler anlamak üzere gidilirse, oradaki o kesim
Türkiye’ye entegre edilebilirse o zaman Türkiye
üzerinde belli oranda etkili olur. Ama bu etkisi
on on beş sene önceden çıkmaz. Bu entegrasyon
olayı çok önemli çünkü küresel bir dünyada yaşıyoruz. Ve siz bu kesimi entegre edemezseniz
ve giderek marjinalleştirirseniz laik kesimi, iyi
eğitimli gençleri bir süre sonra hepsi yurt dışına
gider. Zaten Türkiye’de olmaktan çıkarlar. O zaman da Türkiye’ye hiçbir olumlu katkıları olamaz.
Ama o entegrasyon yapılabilirse ki burada CHP’ye
ve laik kesimin partilerine çok büyük iş düşüyor.
Tabi Ak Parti de bunu becerebilir bir miktar ama
öbürleri için daha kritik bir misyon bence. Eğer
öyle bir şey olursa en basitinden şunu öngörebiliriz, CHP böyle kalamaz. Yani bugün Gezi’nin o
ilk üç gününe katılmış olan gençler gidip CHP’nin
gençlik kolları haline gelselerdi çok muhtemelen
önümüzdeki birkaç sene içinde CHP’yi de çok iyi
bir şekilde altan zorlarlardı. Bu Türkiye siyasetini de çok farklı bir dile doğru getirebilirdi. Bu
muhtemelen Ak Parti gençlerini de, Ak Parti’yi de
etkilerdi. Bu kurumsallaşma olmazsa, sadece bu
olayın, yaşanmışlığın bir şeyi getireceği sanılıyorsa çok büyük ihtimalle hiçbir şeyi değişmez.
ağustos-eylül 2013
17
Yasemin Acar
UZDÜŞÜM
[email protected]
KATEGORİLER İNŞA ETMEK:
Gezi Parkı
ve yeni kimlikler
Sosyal gruplar ne çok büyük
ne de çok küçük olmalı, ancak
bir kimsenin kendini yalnız
hissetmesine imkân vermeyecek
oranda ama aynı zamanda
kişinin kendi grubunun her
zaman ayırt edilebilir bir
noktada olacağı bir “ayar
noktası” içerisinde var olurlar.
Sosyal psikoloji üzerine çalışmaya başladığımda,
kapsayıcı kategoriler konseptine odaklanmak istemiştim. O zamanlar, normalde birbirlerini bir
“bütün” olarak görmeyen, çok farklı geçmiş yaşantılara sahip insanları bir araya getirebilecek
bir şey arıyordum. Psikoloji biliminde var olan bir
kuralın, ortak bir amaç uğruna insanları neyin bir
araya getireceğini anlamam noktasında bana yardımcı olup olmayacağını merak ediyordum. Araştırmalarım esnasında, böyle bir kavramın varlığına rağmen, bu birliktelik duygusunun çok uzun
18
ağustos-eylül 2013
sürmeyeceğine dair bir sonuca ulaşmıştım. Belli
bir noktadan sonra, er ya da geç, birlik duygusu
çözülecek ve parçalanma başlayacaktı.
Sosyal psikoloji çerçevesinden bakınca, insanlar
kendi benliklerini sosyal bir kimlik inşası üzerinden anlayabilirler. Sosyal kimlikler ise grubun
diğer üyelerinin grup içi üyeler olarak algılandığı
gerçek veyahut algısal grup üyeliklerine dayalıdır.
Sosyal gruplar ne çok büyük ne de çok küçük olmalı, ancak bir kimsenin kendini yalnız hissetmesine imkân vermeyecek oranda ama aynı zamanda
kişinin kendi grubunun her zaman ayırt edilebilir
bir noktada olacağı bir “ayar noktası” içerisinde
var olurlar. (Brewer,1991). Grup dediğimiz şey bir
üniversite kulübündeki 50 kişi veya bir ulusun
50 milyonluk üyesi olabileceği için neyin büyük
neyin küçük olduğu (ayarında) algısı da burada
önem arz etmektedir. Her grup için, buna rağmen,
kapsayıcı ve içeren bir kategori söz konusudur.
Buna iyi bir örnek spor dünyasından gelebilir,
Beşiktaş taraftarı gibi sosyal bir grup, onları uygun bir dış grupla (örneğin Fenerbahçe taraftarı) karşılaştıracak şekilde algılayan bir kişi için
bir iç grup olabilir. Bununla beraber, her iki grup
da futbol taraftarlarının oluşturduğu tekil bir
kategori içerisine indirgenebilirler. Buna sosyal
psikolojide üst kategori denir. Bu aşamada, bir
önceki dış grup (Fenerbahçe taraftarı) bu sefer
iç grup olarak kabul edilir (futbol taraftarları).
Bazen, gruplar arasında çatışma olsa bile, ortak
kimlikleri kendilerine hatırlatıldığı zaman, paylaştıkları değerler konusunda farkındalık geliştirebilirler. Bu durumlarda, birbirlerine daha pozitif
bir şekilde bakarlar ve ortak bir amaca yönelik
olarak koalisyon oluşturmada ve birlikte çalışma
konularında daha da istekli görünürler (Gaertner,
Dovidio, Anastasio, Bachman, & Rust 1993). Bazen de, daha kapsayıcı olan kimlik “ayar noktası”
içerisinde yer alabilir. Fakat genelde bu kategori
oldukça büyüktür. Dolayısıyla bu insanların futbol
taraftarları olduğunun devamlı bir şekilde hatırlatılması uzun sürmeyecek ve daha eski ve ikincil
plandaki çatışmalar tekrar canlanacaktır.
Fakat bu, onları bir arada birlik içinde tutacak
başka bir grup olmadıkça geçerli bir durumdur.
Gezi olaylarını incelediğimizde, gözlemcilere çok
şaşırtıcı gelmiş unsurlardan biri de çok farklı gruplardan birçok insanın ortak bir amaç doğrultusunda bir araya gelmiş olmasıydı. Gezi protestolarının
başlangıcında, yaklaşık elli kişilik çevreci aktivistten oluşan bir grup Gezi parkını işgal etmişti.
Haziranın ilk haftası itibariyle katılımcıların sayısı
binleri buldu, bunlardan bazıları kendi parti veya
örgütlerinin bayrakları altında toplanırken bazıları
da herhangi bir örgütü temsil etmiyordu. Bir kısmı
da, özellikle LGBT topluluğu, eskiye nazaran toplumun genel kesiminin büyük bir kesimi tarafından
kabul gördü. Kürt, Feminist, LGBT ve Ermeni gruplar parkı Kemalistler, futbol taraftarları ve antikapitalist Müslümanlarla birlikte paylaştı. Birçokları için, bu gruplar enine bir çizgi üzerinde eşit
noktada yer alırken, bazıları için ise spektrumun
başlangıç ve bitiş noktalarında yer alacak şekilde
birbirilerine uzak kalan noktalardır.
Bununla beraber, bu gruplardan herhangi birinin
bir parçası olmayı kabul eden binlerce insan – kelimenin tam anlamıyla– bu grupların bayraktarlığını yaptı. Ve de başbakanın kullandığı sözlerden
ağustos-eylül 2013
19
UZDÜŞÜM
Kürt, Feminist, LGBT ve Ermeni
gruplar parkı Kemalistler, futbol
taraftarları ve anti-kapitalist
Müslümanlarla birlikte paylaştı.
Birçokları için, bu gruplar
enine bir çizgi üzerinde eşit
noktada yer alırken, bazıları
için ise spektrumun başlangıç
ve bitiş noktalarında yer alacak
şekilde birbirilerine uzak kalan
noktalardır.
yola çıkarak, çok hızlı bir şekilde yepyeni bir üst
kategori oluşturdular: Çapulcu. Çok fazla sayıda
partinin ve grubun bayraklarının bir arada Atatürk Kültür Merkezi üzerinde asıldığını da gördük.
Polis saldırıları esnasında, BDP bayrağı taşıyan
genç bir erkek elinde Türk bayrağı olan bir genç
kızı polis saldırılarından uzaklaştırmaya çalıştığını da. Polis ve hükümet gibi dış gruplara nazaran,
bu görüntüler yeni bir iç grup olan çapulcunun
üst kategorisinin yüksek oranda sembolü haline
geldi.
20
ağustos-eylül 2013
Olaylar geliştikçe, hükümetin bu insanların parkta yalnız bırakmasının ve birbirlerine düşmelerini
sağlamasının iyi bir strateji olacağını düşünmüştüm. Normalde başka şartlar altında, birbirleriyle
etkileşim içinde olmayacak olan bu insanlar veya
gruplar, parkta bir sonraki adımın ne olacağını
bilmeden yan yana oturacak ve birbirleriyle uğraşacaklardı. Fakat olay bu değildi. Hükümet, polis
aracılığıyla, kendi varlığını sürekli hissettirdi ve
böyle yaparak da, protestoculara karsısında bir
birlik oluşturabilecekleri bir dış grup temin etti.
Polis sadece bir dış grup oluşturmakla kalmadı,
ayni zamanda çabucak tanınabilecek, kolayca etiketlenebilecek ve kolaylıkla “öteki” olarak algılanabilecek bir şekilde, belirgin, görünür bir şekilde
farklı olarak çevik kuvvet üniforması altında kendini gösterdi. Polis 11 Haziranda meydanın etrafına konuşlandığında dış grubun çok daha belirgin
bir suretine büründü.
Protestocular oluşturdukları sloganlar ve geliştirdikleri mizah sayesinde birlik duygusunu korumaya çalıştılar. Bu birlik duygusu daha sonra
da, park forumlarında daha önce görülmemiş bir
şekilde oluşmaya devam etti (Bu çerçevede Yoğurtçu Parkında Kürt dili ve tarihi dersleri başla-
dı, Ramazan ayı boyunca her akşam LGBT ve Alevi
kurumlarının da dâhil olduğu yeryüzü iftarları
yapıldı).
Protestolar özgürlük temeline (bilhassa, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü) dayalı bir altyapıyla
yeni bir harekete evrildi. Park artık protestocular
için bir araya gelebilecekleri merkezi bir nokta olmasa bile, çapulcu adı altında bu birlik duygusu
devam etmekte. Polisin varlığı ara ara insanları
fiziksel olarak bir araya getirmeyi sürdürdükçe
inanıyorum ki bu yeni ve çok daha kapsayıcı olan
kimlik, kendini muhafaza etmeye devam edebilir
ve daha önce kendi istekleriyle aynı mekânı paylaşabileceklerini hiç düşünmemiş insanları da bir
araya getirme gücünü sürdürebilir. Aynı şekilde,
protestocular kendi kimliklerini dönüştürmeye
devam ettikleri sürece ve alenî bir dış grup da
onların kendi grup sınırlarını belirgin olarak koruduğu sürece kendi aralarında bir uyum oluşturma
şansları olacaktır.
kaynakça
Brewer, M.B. (1991). The social self: On being the same and different at the same time. Personality and Social Psychology Bulletin, 17, 475-482.
Gaertner, S. L.; Dovidio, J. F.; Anastasio, P. A.; Bachman, B. A.; Rust, M. C. (1993). “The common ingroup identity model: Recategorization and
the reduction of intergroup bias”. European review of social psychology 4: 1–26.
http://www.theguardian.com/world/2013/may/31/istanbul-protesters-violent-clashes-police
http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/jun/16/gezi-park-hotbed-turks-make-stand
FOTOĞRAFLAR
Yasemin Acar
http://www.hurriyetdailynews.com/Default.aspx?pageID=429&GalleryID=1574
http://criticallegalthinking.com/2013/06/12/times-of-hope-and-despair-lessons-of-democracy-gezi-resistance/
http://www.yourmiddleeast.com/culture/instagramming-the-gezi-diaries_15709
ağustos-eylül 2013
21
Ahmet Azaklı
NAME
[email protected]
Mehmet’ten
zindana mektup
15. Yüzyılı Fatih’le, 16’yı
Kanuni ile, 20’yi Atatürk’le
anan torunlarımız, 21’i
Erdoğan’la anar belki kim
bilir. Ama sadakat yemini
ettiğimiz son peygamber 1400,
son padişah 100 yıl önce
ayrıldı aramızdan. “Erdoğan
bu virajı nasıl alır” değil de
“memleket bu virajı nasıl alır”
diye düşünmeniz gerekmez
mi? Erdoğan yol verse gidip
ezecek misiniz Taksim’i?
Memleketin halinin nice olacağı
umurunuzda değil mi?
- Gezi Parkı ve direniş aşkıyla meydanları dolduran, baskıdan bunalan, silahlı kuvvetlerden, yabancı ülkelerden, yasa dışı örgüt ve silahlardan
medet ummak yerine, başına ne geleceğini bilmediği halde basket şortuyla direnişe katılan güzel
kardeşim!
22
ağustos-eylül 2013
Ne kadar övünsen, ne kadar sevinsen azdır! Sen
ve senin gibiler, örgütlere, askerlere yaslanmak
yerine özgür iradeye, demokrasiye sahip çıkanlar olduğu için Libya’daki, Suriye’deki, hatta 40
sene önce Türkiye’deki manzaralar yaşanmadı
memlekette, biber gazıyla, tomayla değil sahici
mermiyle karşılık bulmadı tepkilerin, farkındasın
değil mi?
Hatta gururlusun da muhtemelen, bu karanlık
güçler konusunda bir tuhaflık olduğunun farkındasın değil mi bugünlerde? Şu çok meşhur “katil
ABD, işbirlikçi AKP, Büyük Ortadoğu Planı, Yahudiler, Siyonistler” filan yok mu? “Tayyip’in biletini
kestiler, Gezi ile birlikte fitili ateşlediler, her şey
bir planın parçası, biz de mal gibi çıktık meydanlara” değil de “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diye açıklıyorsun
değil mi yaşananları?
Dış basından hissediyorsun değil mi kan kokusu
almış kaplanları? Kızma onlara, gücümüzün doruğundayken Hristiyan birliğine fitne sokmak için
Fransızlara imtiyazlar veren biz de aynı şeyi yapmadık mı? Hatta şapka çıkar kaplanlara ve dön
etrafına de ki “bu kaplanları kediye dönüştürmek
için ne yapmak lazım?” Bu cevabı aramaz da,
“Tayyip gitsin de ne olacaksa olsun” sevdasına
kapılırsan ve kaplanlar kazanırsa, tarih affetmeyecek seni ama “Karanlık güçlerin kışkırttığı bir
grup” diye yazacak.
- Tayyip yoksa her şey eksik, o varsa her şey tamam diyen, yüzyılda bir gelen başbakanımızı yedirtmeyiz diyen arkadaşlar!
- 15. Yüzyılı Fatih’le, 16’yı Kanuni ile, 20’yi
Atatürk’le anan torunlarımız, 21’i Erdoğan’la anar
belki kim bilir. Ama sadakat yemini ettiğimiz son
peygamber 1400, son padişah 100 yıl önce ayrıldı aramızdan. “Erdoğan bu virajı nasıl alır” değil
de “memleket bu virajı nasıl alır” diye düşünmeniz gerekmez mi? Erdoğan yol verse gidip ezecek
misiniz Taksim’i? Memleketin halinin nice olacağı
umurunuzda değil mi?
- Bir çift lafım da sayın başbakana tabii. Pınarhisar Cezaevinden, Zindan Mehmet’e Mektup’u
okuyup beni sandığa çağıran, şimdilerde de güç
yüzüğünün oturttuğu yüksek kuledeki cezaevinde
yatan adama sesim ulaşabilirse, ben de ona bir
çağrı yapmak istiyorum.
Sayın Başbakanım,
Biliyorum ki vatanını çok seviyorsun, görevini de
en iyi şekilde yaptın bugüne kadar. Diyorum ki bu
yola ne için çıkmıştın? Adalet için, kalkınma için
değil mi?
Kalkınma anlamında,
Tabirinle hamdolsun, 2001’de durduk yere cumhurbaşkanıyla başbakan gerildi diye parasını kaçıracak yer arayan, işsizlik korkusundan bunalan insanlar, şimdi meydanlarla ve Cumhurbaşkanımızla
yaşadığınız kriz sonrası – kabul et ki “Demokrasi
sadece seçim demek değildir” açıklaması tarihe
geçti– gözünün içine bakıyor, bu geçici kriz nasıl
aşılacaksa aşılsın da işimize gücümüze bakalım
diyor.
2011 seçimlerinin reklam filmlerindeki o duble
yollar, sosyal konutlar, uçaklar hepsi doğru, kentsel dönüşüm, 3. Köprü, bütün atılımlarda payın
büyük.
Sultan Vahdettin’in rafa kaldırdığı Alparslan’ın
vasiyeti “mağrurlanma padişahım senden büyük
Meydanlarda sana tepki
gösterenler, sokaklarda
tankları yürütmüyor, evine
gelip zorla alıkoymaya
çalışmıyor, seni kaçırmaya
çalışmıyor, sana kurşun
değil tweet atıyorsa bu
senin başarın. Anadolu’da
bir turne esnasında halk
tarafından saldırıya uğrayan,
sinemamızın kötü adamı
Erol Taş misali, “rolümü
doğru oynadığım için beni
ödüllendiriyorsunuz” diyerek
çıkıp teşekkür etmelisin,
farkında mısın?
Allah var” cümlesinin telaffuzu ihtiyacını konuşuyorsak, sayende.
Adalet anlamında,
Devletle kavgalı, hükümetin itip kaktığı, meydanlarda isyanların gediklisi solcularla kol kola ön
sırada gördüğümüz, inancına saygı duyulmayan,
duyulsa da 2. sınıf saygıya maruz insanları, memlekette sorun görmeyen, televizyon başında bir
kitleye dönüştürdün.
PKK’yı dağdan indirdin, ekran başında direniş izleyip tweet atan yorumculara çevirdin.
Meydanlarda sana tepki gösterenler, sokaklarda
tankları yürütmüyor, evine gelip zorla alıkoymaya çalışmıyor, seni kaçırmaya çalışmıyor, sana
kurşun değil tweet atıyorsa bu senin başarın.
Anadolu’da bir turne esnasında halk tarafından
saldırıya uğrayan, sinemamızın kötü adamı Erol
Taş misali, “rolümü doğru oynadığım için beni
ödüllendiriyorsunuz” diyerek çıkıp teşekkür etmelisin, farkında mısın?
Hani 2011 yazındaki seçimlerde bi “Biz Türkiyeyiz” vardı.
Aynı yoldan geçmişiz biz/ aynı sudan içmişiz biz/
Yazımız bir, Kışımız Bir/ Aynı Dağın Yeliyiz Biz /
ağustos-eylül 2013
23
NAME
İnsanlar Gezi Parkı’nda bangır bangır bunu söylüyor günlerdir, farkında mısın? Hatta polis kardeşinin neden aralarında olmadığını sorguluyor
ve diyor ki.
Benim Tomam bana sıkıyor / Bulunur bi çare halk
ayaktadır / Taksim yolunda barikattadır.
Evet büyük çoğunluğu sana oy vermedi ama beraber çalıyor beraber söylüyor, beraber yiyor beraber içiyorlar, gönüller bir, dualar bir, halaylar
bir, horonlar bir.
Ne kaldı? Görev tamamlanmadı mı reis? Çık ve de
ki “cumhurbaşkanlığına aday değilim, ben yapacağımı yaptım”
Hani o ABD’ye özendiğimiz, Ak Parti’nin kuruluş
tüzüğünde var olan, siyasetin meslek olmaktan
çıkarılması düşüncesi yok mu? Yok et şu saltanat
yüzüğünü, bir hizmet de giderken yap memlekete.
Sonra, diye soruyorsan, cevabım var elbet. Demokrasi davasıysa bu, 2007’deki sınavla özdeşleşen meclis başkanımız Cemil Çiçek ve o gün
seçilmesini sağladığın, bugün demokrasi hizmetine devam eden cumhurbaşkanımız Abdullah Gül
elbet.
Bilirim, olmaz diyeceksin. Kavgadan kaçmazsın,
kuru gürültüye pabuç bırakmazsın, karakterin
müsait değil bilirim. Yola kefeninle çıktığını da
iyi bilirim. Peki, sana kefen giymeyi göze aldıracak vatan sevgisinin, sana bir gün “gürültü kuru
değil, bedenine değil de karakterine, nefsine giydir kefeni” dediğine inansan ne yaparsın? Yine
de beden kefene girene kadar devam mı dersin?
Yoksa senden sonra gelenler bu işi senden iyi
yapamayacakları için mi bırakmazsın? Dava arkadaşlarına etmezsin değil mi bu lafı? 1950’de
Hasolara Memolara, 1990’larda siz takunyacılara
memleketin emanet edilemeyeceğini söyleyen
zihniyetin düştüğü hataya düşmezsin değil mi?
Dur tahmin edeyim, bırakmazsın, ama sebebini bilmiyorsun. Ben biliyorum! Sana da bunları
onun için yazıyorum, sebebi parmağındaki yüzüğün bizatihi kendisi!
O yüzük başımızın belası, onu elde etmek için
yüzyıllarca yedik birbirimizi. Peygamberin ema-
24
ağustos-eylül 2013
Yoksa senden sonra gelenler bu
işi senden iyi yapamayacakları
için mi bırakmazsın? Dava
arkadaşlarına etmezsin değil
mi bu lafı? 1950’de Hasolara
Memolara, 1990’larda siz
takunyacılara memleketin
emanet edilemeyeceğini
söyleyen zihniyetin düştüğü
hataya düşmezsin değil mi?
netini saltanat sanıp Mekke’nin idaresini ele
geçirmek için savaştık önce. Sonra yine peygamberin emaneti hilafeti, saltanatla taçlandırmaya
çalışıp memlekette ikilik yarattık. Ondan sonra da
ya birbirimize dalıp zayıf düştüğümüz için “Karanlık Güçler” gelip perişan etti bizi, ya da biz o
“Karanlık Güçler”den yardım aldık bir diğerimizi
yok etmek için.
Bunu başarabilirsen eğer, demokrasiye ve dolayısıyla memlekete hizmetlerinden ötürü tarih
unutmayacak adını. Hal böyle olunca, o dillendirmediğin, yarım kalan, İstanbul’a imza atma
işini de biz yaparız belki; halifeliğin gelmesi ve
Çaldıran’da Alevilerle savaş vesilesiyle aslında,
bilmeden de olsa memlekete fitneyi getiren Yavuz Sultan Selim’in yerine senin adın verilir 3.
köprüye kim bilir? Ya da istersen halkına sor ne
yapılması gerektiğini, gidelim referanduma?
Ben bıraksam bitecek mi dertler, sorusunun da
cevabını aslında yine sen verdin 15 yıl önce, hapse gitmeden önceki son Cumhuriyet Bayramında.
Dedin ki “Cumhuriyet’in barış, Cumhuriyet’in erdem, Cumhuriyet’in dürüstlük üzerine kurulduğu,
Cumhuriyet’in birilerinin değil, şu grubun bu grubun değil, 65 Milyon Türkiye’nin olduğu gün, biliniz ki bizi kimse yıkamayacaktır. Biz beraberiz,
bütünüz, kimsenin kimseye yan gözle, farklı kalple bakmadığı bir Cumhuriyet yıkılmayacaktır.”
Biz hep beraber olduğumuz, gücümüzü soyumuzdan sopumuzdan değil de çalışkanlıktan, taallukattan değil de liyakatten elde ettiğimiz gün evet
bitecek dertler. Çıkıp her saltanat sevdalısına hep
beraber müdahale edeceğiz.
Demokrasi muhafızı değilim ben, hatta Türk tarihinde yıldızın parladığı anların güçlü lider dönemleri olduğunu ve 33 yıllık hayatımın en kötü
ekonomik dönemini alabildiğine çok sesli 3 parti
iktidarı olduğunu düşünen biri olarak da ölümüne
demokratlığı anlamıyorum.
Bugün itibariyle, senden duyduğum tüccar siyasete inanıyorum alabildiğine. Ama tüccar siyaset
derken, “dediğim dedik, çaldığım düdük” patron
şirketinden bahsetmiyorum. Delegasyona ve hesap vermeye dayalı, birlikte yöneten kurumsal
şirketlerin devri değil mi bugünler? Ben de onu
istiyorum. Diyorum ki otoriter patronun değil de,
65 Milyon delegenin seçtiği, yönetim kuruluna
hesap veren genel müdür yönetsin memleketi.
Sen bıraktığın gün hep birlikte yok edeceğiz o
yüzüğü, yüzyıllarca onun peşinden koşan, şu an
bedensiz olsa da ruhen yok olmamış karanlıklar
da yok olacak. Emin ol, mevzubahis vatan olunca kefenle yola çıkmaya da, kefensiz yatmaya da
razı çok yiğit var memlekette, bazıları Taksim’de
şu an.
Bu direniş sana değil, seni ikinci defa hapse koyan o saltanat yüzüğüne. Gücünü topla ve kalk
olduğun yerden, hadi sen de katıl direnişe!
Zindan’dan Mehmed’e mektubu bir kez daha oku
parmaklıklar ardından. Bu sefer son kıtasını:
http://www.
hurhaber.com/
fotogaleri/
sayfa43/559440gezi-parkidirenisinin-enguzel-sloganlarigaleri.html
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
Bırak be reis!
ağustos-eylül 2013
25
Murat Sofuoğlu
SİYASET
[email protected]
Alevi-Kürt
Dikotomisi
Türkiye’nin Suriye politikası
kendi iktidarının ideolojik
kökleri kadar bölgesel
çapta gelişen mezhepsel
kutuplaşmadan etkilendiği
izlenimi vermektedir. Bu
politika ise Suriye’deki Esad
rejiminin kendisinin varlığını
kabul etmediği Kürt realitesinin
iktidar olma iddiasında
olduğu ülkenin kuzeyinde
belirginleşmesine göz yumma
sonucunu oluşturmaktadır. Bu
sonuç PKK bağlantılı bir Kürt
hareketi olan PYD etkisinin
yoğunlaştığı bir Kuzey SuriyeRojava realitesi yaratmaktadır.
26
ağustos-eylül 2013
Türkiye’de ve dünyada Alevilik sorununun kompleks bir karakter arzettiği ortada. Alevilerin sahip
olduğu inançlar, neyin parçası oldukları ve tarih
boyunca yaptıkları seçimler özellikle Sünni egemen toplumlarda ve siyasi yapılarda sürekli tartışma meselelerinde canlı bir gündem maddesi olarak kalmalarına neden oluyor. Bu noktada Sünni
İslamcı bir hareket olarak tanımlayabileceğimiz
Milli Görüş hareketi kökenli bir siyasi parti olan
AK Parti’nin 10 yılı aşkın bir zamandır iktidarda
olduğu ve Türkiye’yi yönettiği bir politik atmosferde Alevi meselesinin yükselişi ilginç implikasyonlara sahip.
Türkiye’de ve bölgesinde Alevi meselesinin yükselişinde AK Parti iktidarının mevcudiyetine eşlik
eden pek çok faktör dikkat çekiyor. Anadolu Aleviliği ile önemli akrabalıklara sahip Arap Aleviliği
(Nusayrilik) kökenli bir ailenin (Esad Ailesi) etkili olduğu Suriye’deki Baas rejimi ile Arap Baharı
rüzgarlarının istikameti çerçevesinde ve büyük
ölçüde Sünni yapıya sahip olan muhalefetin rejim
tarafından zorla bastırılmaya çalışılması karşısında alınan pozisyon icabı ilişkilerimizin kötüleşmesi bu faktörlerden biri. Alevi kökenli bir aile-
nin hakim olduğu bir rejimle yaşanan gerginliğin
Türkiye’nin kendi Alevi nüfusu ile de sıkıntılar
oluşturduğu gözlemlenmektedir. Özellikle bu politikanın ülkemizin kendi Arap Alevi popülasyonu
üzerinde oluşturduğu tesirleri yakından müşahede
ettiğimiz “Türkiye’nin Suriye Politikasının Bölge
Alevileri Üzerine Etkileri” çalışmamızı mevzunun
derinliğine malik olmak isteyen okuyuculara hassaten tavsiye ediyoruz (Bkz. Yayınlar - Raporlar:
www.surecanaliz.org ).
Başka önemli ve adeta birbiri ile müteselsil
bir ilişkiye sahip olduğu izlenimi veren faktör,
Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının tetiklediği izlenimi veren bir kararla Esad rejiminin
ülkenin kuzeyinden (Kuzey Suriye: Rojava) askeri
yapılanmasını çekerek Kürtlerin mezkur bölgede
de facto bir yapı oluşturmasına zemin hazırlaması ile AK Parti iktidarının 30 yıllık bir çatışma
geçmişine sahip ülkenin kanayan yarası olan Kürt
meselesinin çözümüne dönük 2009 Temmuzunda
başlattığı Demokratik Açılım projesini 2012 başı
itibariyle kritik bir “Çözüm Süreci” projesine dönüştürdüğü bir merhaleye girilmesi arasındaki
psikolojik rabıtadır.
Bu rabıta iki noktaya işaret etmektedir. Türkiye’nin
Suriye politikası kendi iktidarının ideolojik kökleri kadar bölgesel çapta gelişen mezhepsel kutuplaşmadan etkilendiği izlenimi vermektedir. Bu
politika ise Suriye’deki Esad rejiminin kendisinin
varlığını kabul etmediği Kürt realitesinin iktidar
olma iddiasında olduğu ülkenin kuzeyinde belirginleşmesine göz yumma sonucunu oluşturmaktadır. Bu sonuç PKK bağlantılı bir Kürt hareketi
olan PYD etkisinin yoğunlaştığı bir Kuzey SuriyeRojava realitesi yaratmaktadır.
Diğer yanda ise Türkiye “Demokratik Açılım” programı ile Öcalan-PKK-BDP ekseni ile diyalog kurarak kabul etmeye yanaştığı ama yeterli ilerlemeyi
sağlayamadığı ve Suriye politikasının etkisiyle
de Şii hilali ile mücadeleye girişmesi sonucunda
İran destekli PKK ve bağlantılı hareketlerle kendi ülkesi kadar Suriye’de de çatışmak durumunda
kalmıştır. Bu durum çift yönlü sonuçlar oluşturmuştur. Hem Suriye hem Türkiye’deki Kürt realitesinde ana aktör konumundaki PKK hem Suriye’de
hem de Türkiye’deki Kürt realitelerinin siyaseten
birbirini beslemesini Türkiye’nin Suriye politikası sayesinde İran desteğini kazanabildiği ve
keza Türkiye’nin Suriye politikasından mütevellit
olarak Esad’ın Rojava realitesini askeri bağlamda
kabul etmesiyle sağlayabilmektedir. Bu Kürt realitesi adına muazzam bir başarıdır. Mevcut durum
aynı zamanda İran etkisinin Şii hilali bağlamında
ağustos-eylül 2013
27
SİYASET
28
Kritik nokta bölgede Yavuz
zamanındaki gibi güçlü bir
Osmanlı yapısının namevcut
oluşu ve Kürt realitesinin
görülmemiş bir düzeyde
yükselişe geçtiği realitesinin
mevcudiyetidir. Ayrıca mevcut
koşullardaki uzlaşmanın
Alevi ayağının eksik oluşunun
Yavuz zamanından daha fazla
Kürt hareketi için sonuçlar
oluşturabilecek potansiyelin
hem PKK’da hem Suriye iç
politik denkleminde -Sünni
muhaliflerle tedrici olarak
özellikle Kuzey Suriye’de
tansiyonu artan çetrefilli bir
ilişkiye sahip ve Esad rejimi
ile mesafeli ama rasyonel
rabıtasını sürdüren PYD realitesi
düşünülürse- mündemiç
olduğudur.
PKK aracılığıyla da bölgede yaygınlaşmasıdır ki
bu alanlardan biri Türkiye Alevileridir. Bu noktada
izlenmesi gereken noktalardan biri Alevilik-PKK
rabıtasıdır.
nin belirmesi karşısında kendi Kürt realitesi ile
uzlaşmaya yanaşması girişiminin doğmasıdır. Bu
yeni girişim “Çözüm Süreci” olarak isimlendirilmiştir.
Türkiye uyguladığı politikalarla hem Suriye hem
Türkiye’de Kürt realitesinin yükselişini sağlamaktadır (bkz. Yayınlar – Raporlar: “Türkiye ve
Kürt Realitesi”, www.sureçanaliz.org ) ve bunda
Türkiye’nin Alevi meselesine bakışının etkili olduğu Suriye politikası kesişme kümesi konumu arzetmektedir. Çünkü Türkiye’de PKK Rojava’nın psikolojik etkisi ile açılım ile mesafeli hareket edebilirken Rojava’da PKK’nın Türkiye (ve Irak)’taki
etkisini kendi yapılanmasında psikolojik ve fiziksel bir temele dönüştürebilmektedir. Bu karşılıklı
besleme vaziyeti özellikle açılım sürecinin “collapse” olmasına etki ettiği kadar Türkiye devleti
için ciddi bir güvenlik tehdidinin oluşmasına da
neden olmuştur. Sonuç Türkiye siyasi sisteminin
‘Rojava’ realitesi ve İran-PKK ekseninin Türkiye
Alevileri üzerinde de etkisini gösterme ihtimali-
Kuşkusuz bu yeni girişim Osmanlı padişahı Yavuz
Sultan Selim’in Şii Safevi lider Şah İsmail’e karşı
başlattığı Doğu seferi sırasında İdris-i Bitlisi arabuluculuğuyla Kürdistan liderleri ile yaptığı ittifak koşullarına belirli benzerlikler arzetmektedir.
Mevcut durumda AK Parti iktidarının hakim olduğu Türkiye Şii tehdidi güçlü bir şekilde komşuları
Irak, Suriye ve nihayet kendi sınırlarında hissettiğinde Kürtlerle ittifak etme gereği hissetmekte ve
Osmanlıların Şii Safevi tehlikesi karşısında çoğunluğu Sünni olan Kürtlerle yaptıkları ittifak koşullarına benzer bir konjonktür arz-ı endam etmektedir. Bu konjonktürün Türkiye’nin eski Osmanlı
başkenti İstanbul’a yapmayı düşündüğü -büyük
bir kanal projesinin önemli bir parçası olaraküçüncü köprü projesine Yavuz Sultan Selim ismini
verdiği günlere rastlaması ise oldukça manidardır.
ağustos-eylül 2013
Belki de Türkiye’nin Yavuzİdris-i Bitlisi hattını aşan kendi
içinde hem Kürt realitesine
hem de Alevi gerçekliğine cevap
veren bir Kürt-Türk ittifakına
ihtiyacı vardır. Böyle bir
ittifakın bölgemiz açısından
ve Türkiye’nin kazanacağı
imkanlar bakımından muazzam
sonuçları olacaktır. Tersi hal
ise Türkiye’nin MezopotomyaMısır hattında hareketlenen
toplumsal/siyasi fay hatları
arasında sıkışması
sonucunu
oluşturabilir.
Türkiye ve Suriye açısından hadiseye bakıldığında garip olan nokta ise her iki ülke iktidarında
kaim olan mezhepsel hassasiyetin karşılıklı olarak
iki ülke arasında yol açtığı gerginliğin her iki ülkenin kendi Kürt realitelerinin güçlenmesine yol
açmasıdır. Gerginlik Suriye’yi ülkenin kuzeyindeki Kürt realitesinin gelişmesine Türkiye’nin kendi Kürt meselesi ile meşguliyetini arttıracağı ve
Suriye ilgisinin azalacağı kanaati ile engel olmamaya sevkederken gerçekten de bu tahminin İran
desteği altındaki ve Suriye kolu oldukça güçlü
olan PKK’nın Türkiye’deki faaliyetleri ile doğrulanması karşısında Türkiye’yi kendi Kürt realitesi
ile Öcalan-PKK-BDP ekseni üzerinden uzlaşmaya
sevketmektedir.
Kritik nokta bölgede Yavuz zamanındaki gibi güçlü bir Osmanlı yapısının namevcut oluşu ve Kürt
realitesinin görülmemiş bir düzeyde yükselişe
geçtiği realitesinin mevcudiyetidir. Ayrıca mevcut koşullardaki uzlaşmanın Alevi ayağının eksik
oluşunun Yavuz zamanından daha fazla Kürt hareketi için sonuçlar oluşturabilecek potansiyelin
hem PKK’da hem Suriye iç politik denkleminde
-Sünni muhaliflerle tedrici olarak özellikle Kuzey
Suriye’de tansiyonu artan çetrefilli bir ilişkiye sahip ve Esad rejimi ile mesafeli ama rasyonel rabıtasını sürdüren PYD realitesi düşünülürse- mündemiç olduğudur.
Belki de Türkiye’nin Yavuz-İdris-i Bitlisi hattını
aşan kendi içinde hem Kürt realitesine hem de
Alevi gerçekliğine cevap veren bir Kürt-Türk ittifakına ihtiyacı vardır. Böyle bir ittifakın bölgemiz
açısından ve Türkiye’nin kazanacağı imkanlar bakımından muazzam sonuçları olacaktır. Tersi hal
ise Türkiye’nin Mezopotomya-Mısır hattında hareketlenen toplumsal/siyasi fay hatları arasında
sıkışması sonucunu oluşturabilir.
Türkiye’nin yalnızca jeopolitik olarak değil ama
jeolojik olarak da netameli bir deprem kuşağı üzerinde olduğunu ise sanırız kimseye hatırlatmaya
ihtiyaç yok.
***
ağustos-eylül 2013
29
Muttalip Tütüncü
ORTADOĞU
[email protected]
3 Temmuz Darbesi’ne
Körfez’den bakmak
Mısır’da gerçekleşen darbenin
herkesten önce neden Suudi
Arabistan, BAE ve Kuveyt
tarafından sahiplenildiğini
ve hızlıca finanse edildiğini
anlamak için dikkate değer
ipuçları sunuyor.
Mısır’da yaşanan darbe, ülkenin ilk defa seçimle
işbaşına gelmiş, henüz bir yıllık cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi’yi yerinden etmenin ötesinde
bölgede yükseliş trendine girmiş Müslüman Kardeşlerin ve süreç bakımından “Arap Baharı” kazanımlarının ağır bir darbe almasına neden oldu.
Mısır’da yaşanan darbeye kadar Arap Baharı’nın
şu ya da bu şekilde kazananı en genel anlamıyla
“İslamcılar” daha özelde de Müslüman Kardeşler
(MK) olmuştu. 80 yıl boyunca baskılanan hareket, toplumsal tabana sirayet etmiş güçlü organizasyonel yapısı sayesinde isyan dalgasının
patlak verdiği ülkelerde birbiri ardına ya iktidar
ya iktidar ortağı ya da iktidara namzet oldu. Su-
30
ağustos-eylül 2013
riye muhalefetinde de İhvan başından beri başat
aktörlerden biriydi. Gazze’de MK’dan ilham alan
Hamas’ın iktidarda oluşu, Türkiye’de MK geleneği
ile işbirliği geliştirmeye müsait güçlü bir hükümetin varlığı resmi tamamlayan diğer parçalardı.
Erken önlem alarak, anayasal değişikliklerle isyan
ateşine hiç bulaşmamayı seçen Kuveyt ve Fas bile
MK’ya meclis yolunu açmak suretiyle yetkilerini
kısmen meclisle paylaşmak durumunda kaldılar.
Ancak Ortadoğu coğrafyasında potansiyel muhalefeti MK’nın domine ettiği bir manzara hem Batı
hem de Körfez için kabul edilebilir olmaktan çok
uzaktı. Nitekim Batı medyası, bölgedeki bu resim netleşmeye başladığı andan itibaren bölgenin
“İhvanize” (Ikhwanize) olduğuna ilişkin yayınlarına hız verdi.
İsyan süreciyle bölgedeki rolü büyüyen Müslüman
Kardeşler’in, hem siyasi hem de finansal açıdan
en büyük destekçisi bilindiği gibi Körfez’in aykırı
ülkesi Katar’dı. İşte tam da bu noktada, Katar’daki
değişim ile peş peşe gelen Mısır’daki 3 Temmuz
darbesi arasında nasıl bir ilişki olabileceği sorusu ve bu soruya verilecek cevap, bölgede olan
biteni anlamak için iyi bir imkân sunabilir. Zira
diğer bütün Körfez ülkelerinin aksine ve hatta
onları karşısına alarak, proaktif politikaları için
stratejik olarak İhvan’ı fonlamayı seçmiş, deyim
yerindeyse İhvan’a yatırım yapmış olan Katar
Emiri Hamad b. Halife âl-Thani görevini oğluna
devreder etmez İhvan’ın, en belirgin ve güçlü
şekilde iktidara geldiği Mısır’da darbe ile devrilmiş olması ve hemen ardından Tunus ve Libya’da
da tansiyonun yükselmesi, durumu incelemeye değer kılıyor. Bu çok taraflı ve makro bakış,
Mısır’da gerçekleşen darbenin herkesten önce
neden Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt tarafından sahiplenildiğini ve hızlıca finanse edildiğini anlamak için dikkate değer ipuçları sunuyor.
Katar’ın bölgedeki tüm politik yatırımlarını bir
anda kaybetmesi anlamına gelen bu darbenin
ortaya çıkardığı sonuçlar, bazı makro sorular sorulmasını zorunlu hale getirdi. Mısır’ın, Arap coğrafyasında tarihi lider konumu nedeniyle, diğer
Arap ülkelerinde de bu darbenin yansımalarının
olacak olması, Arap Baharı’nı vaktinde okuyamadığı ve elinden kaçırdığı eleştirilerine maruz
kalan Batı’nın ve genel olarak isyan sürecinden
-daha özelde de Müslüman Kardeşler’in yükselişinden- derin endişe duyan Körfez monarklarının
bu son hamle ile avantajlı konuma geçmeleri,
“olan biteni Arap Baharı’nın yönünü değiştiren
bir hamleolarak okumak mümkün mü?” sorusunu
akıllara getiriyor. Bu soruya bihakkın cevap bulabilmek için Mısır darbesinin paydaşı ülkelerin
birbirleri ve İhvan ile ilişkilerinin tarihine kısaca
göz atmak yerinde olabilir.
Suudi Arabistan ile Katar arasındaki ilişkiye tarihsel olarak hep güvensizlik hâkim oldu. 1992’de
sınırda iki Katar askerinin öldürülmesinden tutun
da 1996’da Doha hükümetinin Riyad’ı, karşı darbe
yaparak Hamad b. Halife âl-Thani’yi düşürmeye
teşebbüs ile suçlamasına varıncaya kadar bu karşılıklı güvensizlik hep en üst düzeyde devam etti.
El-Cezire’nin tüm Arap muhaliflere kapısını açan
yayın politikasının yanı sıra, Katar’ın İran ile yakın ilişkisi Riyad’ın Doha’ya güvenmemesi için diğer nedenlerdi. Emir ve Kral’ın karşılıklı ziyaretleri
ile 2007’de ilişkilere gecikmiş bir yumuşama gelse
de bu, aradaki buzları çözmeye yetmedi. Katar’ın,
sahip olduğu devasa doğal gaz rezervinin sağladığı refah seviyesini -ki dünyada kişi başına milli
gelirin en yüksek olduğu ülkedir- ve el-Cezire’nin
alışılmadık yayın politikası aracılığıyla elde ettiği
politik gücü bölgesel ve hatta küresel bir aktör
olmak için kullanması, bütün o tarihsel güvensizlik ilişkisinin yanında Suudi Arabistan ve Katar’ı
bölgesel birer rakip haline getirmeye yetti de
ağustos-eylül 2013
31
ORTADOĞU
Sünni dünyanın liderliği
iddiasındaki bir monarşi olarak
Suudi Arabistan, MK’nın İslamcı
tonda demokratik siyasetini hep
kendine bir tehdit olarak gördü.
Bu yüzden de, Nasır’ın baskısı
sonrası ülkelerini terk etmek
zorunda kalan “Kardeşler”in
ülkeye girişine müsaade etse
de onlara hareket olarak Suud
topraklarında yaşam fırsatı
vermedi.
arttı. Bu rekabet kendini her alanda hissettirdiği
gibi Arap Baharı’na bakışta da taban tabana zıt
bir yaklaşım oluşturdu.
Suud-Katar rekabeti El-Cezire Tahrir Meydanı’nı ekranlarına taşırken Kral Abdullah, Hüsnü Mübarek’i fonluyor ve
Obama’ya ‘Mübarek’i desteklemesini’ tavsiye ediyordu. Suudi Arabistan, kendini de içine çekebileceği korkusuyla Arap Baharı’na hep mesafeli
durdu. Katar ise takip ettiği strateji gereğince
isyan ateşinin yandığı bütün ülkelerde devrimcilere aktif destek verdi. Haliyle MK konusunda da
iki ülkenin tutumu her zaman birbirine zıt oldu.
Sünni dünyanın liderliği iddiasındaki bir monarşi
olarak Suudi Arabistan, MK’nın İslamcı tonda demokratik siyasetini hep kendine bir tehdit olarak
gördü. Bu yüzden de, Nasır’ın baskısı sonrası ülkelerini terk etmek zorunda kalan “Kardeşler”in
ülkeye girişine müsaade etse de onlara hareket
32
ağustos-eylül 2013
olarak Suud topraklarında yaşam fırsatı vermedi.
Suudi veliahdı ve o tarihte içişleri bakanı olan
prens Nayef ise 2002 gibi çok erken bir tarihte
Müslüman Kardeşler sorununu kendince şu cümlelerle ortaya koyuyordu: “Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki ülke olarak sahip olduğumuz sorunların
tamamı Müslüman Kardeşler’den kaynaklanıyor.”
Arabistan’ın Suriye muhalefeti içerisinde de MK
unsurlarının varlığına başından beri karşı çıktığı
ve bunu engellemeye çalıştığı biliniyor.
Katar ise MK’yı “şeytanlaştırmak” yerine yakın bir
işbirliği tesis ederek, “tehlikeyi” evden uzakta
tutmayı seçti. Nitekim bu işbirliğinin bir getirisi
olarak MK 1999 yılında, “Katar Devleti’nin toplumun İslamî ihtiyaçlarını karşılıyor olmasını” gerekçe göstererek kendini feshetti. Arap Baharı’nın
ilk istasyonu olan Tunus’ta MK’dan ilhamla kurulmuş olan Nahda hareketinin lideri Gannuşi,
devrim sonrası sürgünden ülkesine döndüğünde
ilk seyahatini Katar’a gerçekleştirmişti. Ülkeden
kaçan Zeynel Abidin b. Ali’ye anında sığınma veren Suudi Arabistan, aynı Bin Ali’nin baskısından
dolayı 20 yıl Avrupa’da sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan Gannuşi’yi hiçbir zaman ülkeye davet
etmedi.
Katar, MK’ya medyada kendine yer bulma imkânı
sağlarken maddî olarak da finanse etti. Arap Baharı ile birlikte Arap otokrasisinin boşaltmak zorunda kaldığı koltuklara “siyasal İslam”ın bölgedeki en somut figürü olan Müslüman Kardeşler’in
oturacağı tezinden yola çıkarak politik yatırımlarını bu yönde yaptı. Bu işbirliği sayesinde hem
attığı küresel adımlarda MK bağlılarının eleştirilerinden en az oranda etkilendi hem de Mısır’daki darbeye kadar Arap Baharı’nın yaşandığı
ülkelerde nüfuz ve manevra kabiliyeti elde etti.
Mısır’da gerçekleştirilen 25 Ocak Devrimi sonrası 2,5 yıllık süreçte Katar, kesenin ağzını açmış
ve kısa süre içerisinde Mısır’a toplamda 7,5 milyar dolar civarında kaynak aktarmıştı. Neredeyse
bir o kadar da Libya’ya aktaran Katar’ın tercihi,
yardımlar dışında, yaptığı uluslararası doğrudan
yatırımlarla (FDI) da kendini gösteriyordu. Her ne
kadar Başbakan Hamad b. Casim, Washington’daki
bir konuşmasında “Mısır’ı İhvan’dan önce de desteklediklerini” söylese de Katar’ın devrim öncesi
yani Mübarek dönemi Mısır’ına yaptığı doğrudan
yatırımların toplam miktarı yaklaşık 300 milyon
dolar iken devrim sonrasında”Katar’ın Mısır’daki
yatırımlarını 5 yıl içerisinde 18 milyar dolara taşımayı hedeflediği” açıklanmıştı. Darbeye en büyük
desteği veren ülkelerden Suudi Arabistan’ın Mısır
devrimi öncesi yatırım miktarı, Mısır Merkez Bankası verilerine göre 12 milyar dolar iken BAE için
bu rakam aynı yıllarda 5 milyar dolar civarındaydı. Ayrıca karşılıklı ticaret hacmi de milyar dolar
bazında çift haneli rakamlara ulaşmak üzereydi.
Darbenin ikinci büyük destekçisi BAE, Mübarek
döneminde Mısır ile müttefik konumundaydı.
2010 ile 2012 yılları arasında BAE’nin, Mısır’a
toplam 32,4 milyar; Tunus’a 29,9 milyar dolar
değerinde yatırım taahhüdünde bulunmuş olması BAE’nin iki ülkeye verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından önemlidir. 60 ve 70’li yıllarda
MK, BAE’de rahatlıkla kendine yaşam alanı buldu,
hatta milli eğitim bakanlığı gibi devlet içerisinde
çok önemli pozisyonlarda oldukça etkin olmasına
rağmen doksanlarla birlikte “BAE’de İslam devleti kurmak istedikleri” gerekçesi ile “siyasal İslam
tehdidi” gündeme getirilmeye başladı. 60 ve 70’li
yılların rahatlığı, yerini Müslüman Kardeşler’e
karşı bir yıldırma ve marjinalleştirme sürecine bı-
raktı. Ardından sert önlemler ve tutuklamaların
gelmesi çok sürmedi. Bu baskı karşısında Müslüman Kardeşler’in BAE ayağı olarak kabul edilen
Cemiyet-i Islah 1994’te kapatıldı. Takip ve baskı
bugüne kadar hız kesmeden devam etti. Bunun
son örneği birkaç ay önce ortaya konmuştu: BAE
başsavcısı Salim Said Kebbiş 27 Ocak’ta 94 kişiyi
“İhvan üyesi olmak ve iktidarı ele geçirme planları yapmak” suçlamasıyla mahkemeye sevketmişti. 4Mart’taki ilk duruşmalarında tüm suçlamaları
reddeden sanıklardan 69’una,Mısır’da askerin MK
yönetimine karşı verdiği 1 Temmuz Muhtırası’nın
ertesi günü apar topar hüküm giydirildi. Bunların yanında BAE, uzunca zaman Hamas’ın rakibi
el-Fetih’in güçlü yöneticilerinden Muhammed
Dahlan’ı fonlamakla suçlandı. Mübarek’in son
başbakanı Ahmet Şefik, seçimde Mursi’ye karşı
kaybedince vakit kaybetmeden Emirliklere gitmiş, deyim yerindeyse gönüllü sürgün hayatı için
BAE’yi seçmişti. Keza Esed’in annesi ve kız kardeşi
ile, Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü iken birden
ortadan kaybolan Cihad Makdissi’nin de halen
BAE’de misafir edildiği biliniyor.
Ortadoğu’da çifte darbe Darbenin ardından, Tunus ve Libya’da da benzer
biçimde tansiyonun yükselmesinden tutun da Suriye Ulusal Koalisyonu’na Riyad’ın desteklediği bir
ismin başkan olmasına varana kadar; Tunus’tan
başlayıp Suriye’ye uzanan Akdeniz etrafındaki
bölgesel hat üzerinde Arap Baharı’nın oluşturduğu değişim/dönüşüm sürecini akamete uğratma
hatta tersine çevirme yolunda ilerleyen, eski statükonun devamı anlamına gelecek bir karşı-sürecin ortaya çıkmakta olduğunu görmek çok da zor
ağustos-eylül 2013
33
ORTADOĞU
34
olmasa gerek.Bütün bu veriler ışığında, Mısır’daki
darbeye destek veren ön kadronun (Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt + Batı) nasıl olup da bir askeri
darbe etrafında bir araya gelebildikleri daha anlaşılır hale geliyor.
Katar’ın bölgede aktif bir oyuncu olmasına giden
yolun taşlarını döşeyen, kuvvetli ve aktif bir figür
olan baba âl-Thâni’den sonra 33 yaşında, görece
daha silik ve tecrübesiz Temim’in göreve gelmiş
olması, Katar’ın politikalarını ters yönde değiştireceğe benziyor. Temim, Mısır ve Mursi’den hiç
bahsetmediği ilk konuşmasında “maceracı politikalara bir çeki düzen verileceği” mesajını vererek
aynı zamanda değişimin de ilk işaretlerini vermiş
oldu. Kaldı ki göreve gelir gelmez, ülke dış politikasının mimarı kabul edilen, Başbakan ve Dışişleri
Bakanı olan Hamad b. Casim’i, ardından da Genel
Kurmay Başkanı ve el-Cezire’nin genel müdürünü
görevlerinden aldı. 3 Temmuz’da Mısır’da cunta,
darbeyi ilan ederken aynı gün Temim’in ziyaretçileri, John McCain ve Lidsey Graham’ın başını
çektiği Amerikan heyetiydi. John Kerry’nin, “Mısır
ordusu demokrasiyi kurtarmak için müdahale etti”
açıklaması daha bir anlam kattı her şeye. Derken,
Temim’in ilk yurtdışı seyahatini Suudi Arabistan’a
gerçekleştirmesi ve Mısır’daki darbe yönetimine
ağustos-eylül 2013
doğalgaz yardımında bulunulacağını açıklaması,
Katar’ın önceki “aykırılıklarına tövbe ettiğini”
gösteriyor. Emir değişiminin en hızlı sonuçlarından biri şu ki Müslüman Kardeşler, ülkesel bazda
iki önemli destekçisinden birini kaybetti. Katar’ı,
içlerindeki Truva atını beslemekle suçlayan endişeli Körfez ülkeleri, Mısır’da gerçekleşen darbe
ile son sürecin hem finansörü hem de kazananı
oldular; ama sürecin en büyük kazananı şimdilik
Suudi Arabistan.
Darbe sonrası ortaya çıkan yeni durumda Katar’ı
geriye dönük olarak Suriye, Mısır ve Libya’da
yanlış ata oynamakla suçlayanlar, Mısır’da darbe
olmasaydı Arap Baharı’nın kazananının Katar ve
Müslüman Kardeşler olacağını söylemiş oluyorlar. Öyleyse Katar’daki değişimin Mısır’daki darbeyle, darbenin de Katar’daki değişimle karşılıklı
bir etkileşim (interaction) içerisinde olduğunu,
bu etkileşimin bütün bölgenin gidişatına dönük
etkileri olduğunu düşünmek çok da mantıksız olmasa gerek. Dikkat ettiyseniz, Katar’da yaşanan
bir saray darbesi miydi, hiç sormuyorum bile. Asıl
soru şu: Bu çifte darbe ile Arap Baharı’nın ortaya
çıkardığı dönüşüm rüzgârının yönü değişecek mi?
Adeviyye Meydanı bu ve daha pek çok sorunun
cevabı için çok kilit bir konumda.
Nurullah Arcı
ORTADOĞU
[email protected]
ORTADOĞU ÇALIŞMALARINDA DEĞİŞEN
“Oryantalist
Paradigmalar”
Modernite paradigmasını,
“sosyolojik tasavvurla”
okumaya giriştiğimizde
gözden kaçırmamız gereken
Batı ve Doğu uygarlıklarının
karşılaşması eşit bir şekilde
gerçekleşmemiş olmasıdır.
Thomas Kuhn, paradigma kavramı dikotomisinde
varolan paradigmaların bunalım dönemlerinde yerine yeni paradigmaların doğuşu tezi Ortadoğu ile
ilgili “alışılmış paradigmaların ötesinde”1 tezini
doğrular niteliktedir. Thomas Kuhn’a göre paradigma kavramı, “bilim topluluğunun çalışmalarında örnek aldığı model, yine bilim topluluğunun
paylaştığı bütün değerler ve alışkanlıklardır.” Bu
minvalde Ortadoğu ile ilgili yapılan son çalışmalar bir pardigma değişikline uğramıştır. Ortadoğu
ile ilgili varolan söylemlerin tıkanması ve iflas
etmesi sonucu yeni söylem mekanizmalarının
doğuşunun, oryantalizmin farklı pratiklerinin
üzerinden yürüdüğüne tanık olmaktayız. Ama bu
yeni söylemlerin, önceki söylemlerden kesin bir
kopuş gerçekleştirdiğinden bahsedemesek de;
yöntem ve şekil değiştirdiğini söyleyebiliriz. Bu
çalışmada Ortadoğu’nun tarihsel açıdan değerelendirmede önemli olan ama; indirgemeci ve kısır
kalan bu yeni paradigmaların genel bir analizini
sunacağım.
Ortadoğu’da değişen siyasal rejimler, süren
çatışmalar her ne kadar coğrafi bir mekâna
göndermede bulunsa da Ortadoğu coğrafyasıağustos-eylül 2013
35
ORTADOĞU
nın karmaşık yapısını anlayabilmek açısından bu
yeni paradigmaların tesiri de göz ardı edilemez.
Ortadoğu ile ilgili bu yeni modeller, Bozarslan’a
göre dört başlık altında toplayabiliriz. Bunlar:
”Bu modellerinin ilki dünyanın bu kesimini, bölgenin kendi tarihselliğini göz ardı edip evrensel
“modernist” bir teleolojiden yola çıkarak okurken,
ikincisi onun karmaşıklığını görmezden gelerek
onu İslami bileşimine indirger. Üçüncü model onu
iktidarın emik yapısının tutsağı kılarken, bu iktidar yapısının aslında evrensel olduğunu gözden
kaçırır. Araştırmalarda marjinal bir kısımda olan
-ama hala Ortadoğu hakkında “standart bilgilerin” üretiminde önemli bir rol oynamaya devam
eden- son yaklaşımın sunduğu model de söz konusu bölgeyi, özellikle tarihi boyunca yaşanan
şehirleşmeye bağlı karmaşık dinamikleri gözden
kaçıracak denli ilkel bir egzotizmden yola çıkarak
inceler.” (Bozarslan,2012,61)
Bozarslan’ın belirttiği gibi bu yeni dört model Ortadoğu çalışmalarının epistemolojik ve söylemsel
temellerini oluşturuyor. Akay’ın “Tarih ile bağlarımız bugünün anlaşılması için vardır.” sözü, “Şu
an içinde olduğumuz ‘an’da biz neyiz?”, bunun
devamında da “Bugün ne yapabiliriz?” sorularını
sormaya itiyor. Tarihimizle bir yersiz yurtsuzlaşma sürecine girebilmek, yeni oluşlara girmekte en
geçerli yol gibi gözüküyor.
Ama bu tarihi yadsımalıyız demek değildir. Tarih
üzerine yapılan inceleme ve araştırmaların boyutu “ Artık ne değiliz?” diyonostiğine erişmek
olabilir. Günümüz epistemesinin ne olduğunu
bulmak ne olmaktan çıktığımızı anlamamızla
eşdeğerlidir.”(Akay,2002:211) Ortadoğu ile ilgili
tüm tarihsel ve epistemolojik değerlendirmelerin
şu an nasıl ve ne durumda yapıldığını anlamaya
çalışmak bizi yeni değişen paradigmalar karşısında ne yapabileceğimizi bilme açsısından önemlidir.
Ortadoğu üzerine şu an varolan paradigmaların
ayrıntılı analizini yapmadan önce, bu paradigmaların insanı sürekli olarak insanî yaşamdan
koparmış olan pozitivizme yaslandıklarını göz
ardı etmemek, bizim için bu paradigma değişikliklerini anlamak açısından önemli olacaktır.
36
ağustos-eylül 2013
Birinci model olan “evrensel bir modernite” vurgusunun, bilimsel bir meşruiyete göndermelerde
bulunması, daha sonra İslamcılığa, iktidar ilişkilerine ve aşiretçilik temelinde okumalara gitmesi
değil, nedenselci ve indirgemeci olmaları, bize
bütün Ortadoğu coğrafyasının hem tümel hem de
tikel yapısını kavramadığını gösterir. Bunun için
Ortadoğu çalışmaları ile ilgili bu yeni yaklaşımların analizini, “sosyolojik tassavur” içinde yapmak
bizi hem bu yaklaşımların nedenselci hem de indirgemeci tutumlara karşı zinde tutacaktır.
EVRENSELCİ “MODERNİTE”
PARADİGMASI
Ortadoğu çalışmaları üzerine şu an geçerli olan
ilk yaklaşım ”modernite” paradigması, Avrupa evrenselciliği ile özdeş duruma gelmiş modernitenin, üçüncü dünya ülkelerinin içinde bulundukları
durumdan kurtulmaları için düşünsel temellerini
Aydınlanma Felsefesi’nden alan modernite sürecine dâhil olmaları gerektiğini dile getiren yaklaşımdır. Bu konu ile ilgili yapılan çalışmaları,
Bozarslan ikiye ayırır:
Modernite, iktidarı ve kârsermayeyi azamî ölçüde
biriktirmeyi, bununla ilişkili
olarak hakikatin yabancılaştığı
bir sistemi ifade eder.
Modernite paradigması, çok
kanlı hakikat savaşları üzerine
kurulu olup, sürekliliğini de
tarihin gördüğü en büyük
savaşlarla sağlamıştır.
“Leonard Binder (1958), Bernard Lewis (1961) ve
Niyazi Berkes’in çalışmaları bu modelin düşünsel
temellerini oluşturur. Binder, Arap dünyasındaki ve
bölge ülkelerindeki dönüşümlerde modernitenin
dikotomiği olarak algılanan “geleneğin aşılması”
durumunu gözlemlerken, diğer iki araştırmayı da
kendi tarihinden koptuğu, modern olan bir Türkiye kurgulamışlardır.” (Bozarslan,2012,62)
Modernite paradigmasını, “sosyolojik tasavvurla”
okumaya giriştiğimizde gözden kaçırmamız gereken Batı ve Doğu uygarlıklarının karşılaşması eşit
bir şekilde gerçekleşmemiş olmasıdır. Bu eşit karşılaşma olmadığından, batı karşısında bir eksiklik
yaşayan batı-dışı toplumlar kendi tarihlerinden
ve toplumlarından kopuk, kendi toplumsal dinamiklerine karşı bir yabancı olma hali içine girmişlerdir. Bu yabancı olma hali batı-dışı modernlikler için Göle’nin ifade ettiği ”zayıf tarihsellik”2
kavramı üzerinden okunabilir. Zayıf tarihsellik
kavramına yakın bir yaklaşımda Bozarslan’ın dile
getirdiği,
“20. yüzyıl başında Ortadoğulu Batıcı reformcuların ardından, yüzyılın ilk yarısındaki otoriter
rejimlerin projelerini kesinlikle “modernlikle” değil “medeniyetle” (“ medeniyete geçiş”, “medeniyet değişimi”) ya da “devrimle”, yani genellikle
muğlâk ufuklara sahip iki kavramla ilişkilendirmiş
olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Onlara göre
medeniyete geçiş, dinden bağımsız bir kurtuluş
yoluna girmek (Bénichou,1977) hatta “tarihsiz
bir halka” bir gelecek vakfetmek için “doğu”yu
zincire vuran “Asya karanlığını” yırtmak anlamına
geliyordu. Hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem
de Mısır ve Acemistan’da hatta Müslüman Hint
adalarında (ve Rusya’dan Çin’e kadar) derinlemesine hissedilen bu kuruluş beklentisi, kendi tarihinin ve medeniyetinin reddi, kendisine ve kendi
toplumuna yöneltilmiş şimdiye dek görülmemiş
türden bir sembolik hatta fiziksel şiddet anlamına
gelmekteydi. ( Bozarslan, 2012: 62)
Modernite’nin bütün dünya ve Ortadoğu
toplumları üzerinde etkide bulunması 20.yüzyılın
ortalarına denk gelir. 1950’li yıllardan itibaren
Avrupa ve Amerikan merkezli bu düşünce yapısı
batı-dışı toplumlar açısından bir sosyal ve siyasal
bir projeye dönüşmüştür. Bu sosyal ve siyasal
proje Ortadoğu toplumları üzerinde daha fazla
etkide bulunmuştur. “Ortadoğu’nun o dönemde
sahne olduğu devrimci beklentilere bir alternatif
sunar. Kalkınmacı düşünce, “burjuva devrimi”ni,
“sosyalist devrim”in arifesi olarak gören Stalin
sonrası Sovyet doktrininin tersine, orta sınıfların yükselişini ya da okullaşma ve sanayileşmeyi
“gelenekten kurtuluşun “ ve bunun sonucu olarak da “modernitenin” kaçınılmaz emareleri olarak görür. 1950’li yıllardan 1970lierin sonlarına
ağustos-eylül 2013
37
ORTADOĞU
kadar-“üçüncü dünyanın” geri kalanı gibi- Ortadoğu da ilerleme yoluyla evrenselliğe geçiş kapısı
olarak devrimi ya da reformu yücelten bu kurtuluş
ütopyalarının etkisi altında kalmıştır.”(Bozarslan,
2012:63) Ortadoğu için bu iki kurtuluş ütopyasının - “kalkınmacı ideoloji”, “sosyalist devrimler”- karşılık bulmaması uzun sürmemiştir. İran
devrimi ile Sovyetler tarafından Afganistan’ın
işgali devrimci düşünceye olan güveni azaltmış
ve zayıflatmıştır. Ortadoğu’nun evrensel tarihin
içinde kendine yer bulamamsı ya da dışlanması
fikri bu dönemin hâkim düşüncesi olmuştur. Ortadoğu bir yandan dini çatışmaların yoğun yanşadığı ve karışıklığın hat safhada olduğu 1980’li
yıllarda kendini düşünsel anlamda bir boşluk hali
yaşarken, Edward Said’in(1978) Oryantalizm adlı
çalışması “evrensel modernlik” fikrini ortaya atmıştır. Said’in oryantalizm eleştirisi çalışması üstelik Batı merkezli Ortadoğu çalışmalarından faydalanılarak yapılan bir çalışmadır.” ‘Eril’,’beyaz’ ve
egemen bir Batı’nın tahakkümünden kurtulan modernite kavramı, tüm insanlığın ortak malı, onun
geçmişinin, bugünkü durumunun ve geleceğinin
nasıl yorumlanacağını gösteren çerçeve olarak
yeniden betimlenir. Böylelikle, sadece toplumları, deneyimleri ve durumları birbirine eşitlemeyi
sağlayan bir araç olmanın dışında, İslam’ın- ya
da her tür partikülarzimin- bu mucizevî evrensel
macerayla uyumsuz olduğu savını da reddetmeyi
sağlar.” ( Bozarslan, 2012: 64)
1990’lı yıllara gelindiği zaman Ortadoğu çalışmaları ile ilgili olarak modernite kavramına göndermelerde bulunan metinlerin çokluğu dikkat çekicidir.
Bozarslan’a göre bu metinlerin bazıları İslam
toplumlarının “kaçırılmış modernliğine” vurguda
bulunurken, bazıları da İslami kimlik ve İslami
Öznenin evrenselci modernite ile bir birleşmesine
göndermelerde
bulunuyorlar.”Bütününe
bakıldığında bu çalışmaların, İran Devrimi’nin
ardından gelen Batı’daki imgesi düşen, düşüşte
olan bir bölgenin ayaklar altına alınan onurunu
iade edip onu evrensel toplumun bir parçası olarak kabul ettirmeyi hedefledikleri görülür.” (Bozarslan,2012:64)
Tüm bu Ortadoğu üzerinden yapılan modernite
okumalarını bir bağlama oturtmak, modernite
38
ağustos-eylül 2013
kavramının sosyolojik ve tarihsel okumasına gitmek gerekir. Modernite, iktidarı ve kâr-sermayeyi
azamî ölçüde biriktirmeyi, bununla ilişkili olarak
hakikatin yabancılaştığı bir sistemi ifade eder.
Modernite paradigması, çok kanlı hakikat savaşları üzerine kurulu olup, sürekliliğini de tarihin
gördüğü en büyük savaşlarla sağlamıştır. Modernite sisteminin araçları, sadece iktidar ve sömürü
aracı olmayıp, hakikat üzerinde yarattığı savaşların birer silahıdır. Modernitenin kendini, vahşi
kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm olmak
üzere üç pratik üzerinden var ettiği unutulmamalıdır. Bu pratiklerin, insanın toplumsallığının anlamını ve hakikati yok ettiğini görebiliriz.
Ortadoğu toplumları 19. Ve 20.yüzyıllarda modernite paradigması tarafından fethedilmiştir. Ortadoğu kavramının, mekân anlamı taşımadığının,
aynı zamanda siyasi bir kavram olduğunun da
gözden kaçırılmaması gerekir. Ortadoğu Siyasası,
modernitenin, türlü pratiklerle bölgeye yöneldiği
dönemleri, Ortadoğu’da krizin ve çöküşün derinleşmesi dönemi olarak adlandırabiliriz. Binlerce
yıllık uygarlık, sürekli yeni modernite paradigmaları tarafından bir tür kuşatılmışlığın içine alınıyor. Bu kriz ve çöküş artıklarıyla antlaşma içine
giren modernite, Ortadoğu’da toplumsal yaşam
üzerinde kök salmış ve krizi derinleştirmiştir. Toplumsallık paramparça edilirken, hakikat ve anlam
da bir o kadar kaotik durum içindedir. Moderniteyi tüm bu tahakküm, egemenlik ve dışlama
mekanizmaları içinde okumak önümüzü açacaktır.
“Modernitemiz sömürgeleştirilenlerin modernitesidir. Bize moderniteyi öğreten tarihsel süreç bizi
aynı zamanda modernitenin kurbanı kılmıştır.”
(chatterjee,2009,s.31 ve 35. akt. H. Bozarslan,
2012,65) Bu modelin analizini yaparken doğal
bir süreç olarak değil de sürekli yeniden kendini
inşa eden paradigma değişiklikleri olarak okumak,
Ortadoğu’nun iç ve dışsal yapılarını anlamak,
krizleri ve dönüşümleri anlamak açısından önemli olacaktır. Bu da bizi,”Ortadoğu’nun, dünyanın
herhangi bir parçası gibi iyisiyle ve kötüsüyle bu
“dünya tarihinin” bir parçası olduğu ve kaçınılmaz bir biçimde bir çok karmaşık süreci deneyimlediği yadsınabilir mi?”(Bozarslan, 2012:66)
sorusuna götürecektir.
İran ve Afganistan gibi en teokratik olanlar dâhil olmak üzere tüm
Müslüman devletler, bugün İslam’ın, ister Arap ister Acem ister Türk olarak
nitelendirilsin, “ulusu” çevreleyen sınıra dönüşmesi ile güçlenen bu modele
bağımlıdırlar. Bu yeniden “İslamcılaşma” daima Müslüman toplumların
“Batılılaşma” süreçleriyle birlikte yürümüştür- ve böyle olmaya devam
etmektedir.
Bu modernist modelin Ortadoğu’yu tüm gerçekliğiyle değil de olabildiğince basit bir şekilde, modernite çelişkileri üzerinden bir okumaya gitmesi
sonucunda, modelin Ortadoğu toplumları üzerinde bir karşılık bulmayacağı açıktır. Tüm pratikleri
gerçekliğinden koparan ve evrensel bir modernite
paradigmasına doğrulan bu model, Ortadoğu’nun
toplumsal yapısını ve tarihini anlamaya yetmeyecektir.
“Bu yaklaşım son dönemlerde “Şam Baharı”yla,
“post-İslamcılık” senaryosuyla,”Otoritarizmden
Kurtuluş”la, “türban vasıtasıyla kadınların kurtuluşu” ile daha da beter hale gelen “dünyanın
hınç dolu karmaşası” karşısında kör kalacaktır.
(Bozarslan, 2012:66)
ORTADOĞU’NUN “İSLAMİ KİMLİK”
İÇİNDE KURGULANIŞI
Ortadoğu çalışmalarına hakim olan ikinci paradigma ya da model, Müslüman dünyayı, İslamcılığa
göndermede bulunarak ve meseleyi yalnızca İslami bir meseleye indirgeyerek okumaya gider. Peki
bu paradigmanın tüm Ortadoğu toplumlarının sadece İslami niteliğine vurgu yapması bir tesadüf
müdür? Yoksa özellikle Müslüman dünyanın kendi
siyasasını belirlerken batıcı perspektifin içinden
hareket etmesi gibi indirgemeci bir yaklaşımın
içine doğru çekmesinden mi gelir? Modernite
paradigmasının bize gösterdiği gibi ikinci kuşkumuz, bu modelin fikirsel yapısının temellerini oluşturduğunu bize gösteriyor. Bu yaklaşımla
beraber Müslüman ve İslamcı bir toplumun varlığını kabul etmeyen ve bununla beraber kendi
yarattıkları bir evrensel tarihin içinde susturmak
istemeleri karşında, bu yeni paradigmanın analizini yaparken farklı bir yol izlememiz gerekir.
Bu da, siyaset-din ve siyaset-din-yaşam pratikleri arasındaki ilişkileri incelerken bizim önümüzü
açacaktır. Bozarslan’nın da belirttiği gibi, “ dini
genel anlamda, inanç olarak “İslam” ve aidiyet
olarak “İslam” biçiminde ve özellikle Müslüman
toplumlarının farklı yollardan üretiminin parçası
biçiminde kabul edersek, Ortadoğu ile Hıristiyan
Batı arasında bu kavramlar etrafında yapılacak
karşılaştırma son derece anlamlı olacaktır.”Bu
karşılaştırma da bizi devlet-din arasındaki ilişkiye götürecektir. “Müslüman topraklarda özel bir
devlet modeli söz konusudur; bu devlet modeli ”temelde dinden bağımsızdır, ama laik değildir. Din burada önemli bir rol oynar, ama buna
karşın buyruk verme gücü yoktur. Din genellikle
ağustos-eylül 2013
39
ORTADOĞU
siyasetin hizmetindedir, ama siyasetin toplumda hâkim kıldığı düzen anlayışı dini değerlerden
ayrılmaz.”(Ghalioun, 1997,s.53. akt. H. Bozarslan, 2012,67)
İran ve Afganistan gibi en teokratik olanlar
dâhil olmak üzere tüm Müslüman devletler, bugün İslam’ın, ister Arap ister Acem ister Türk
olarak nitelendirilsin, “ulusu” çevreleyen sınıra
dönüşmesi ile güçlenen bu modele bağımlıdırlar. Bu yeniden “İslamcılaşma” daima Müslüman
toplumların “Batılılaşma” süreçleriyle birlikte
yürümüştür- ve böyle olmaya devam etmektedir.
Aynı biçimde, hükümdara itaatin ideolojik kaidesi olarak yüceltilen dini referans (bu, İslamcı
akımların hegemonya kazanmasından çok önce
gerçekleşmiştir) birçok aktörün iktidara karşı çıkışında başvurduğu genel geçer- hatta eleştiriden tamamen muaf tutulan- bir siyasi meşruiyet
kazanmıştır. (Bozarslan,2012: 67-68) Böylelikle
dinin ulus-devlet içindeki konumlanışı açısından
farklı bir yaklaşımıyla karşı karşıyayız. İnanç ile
olan bağının doğrudan olmadığı bu yeni din anlayışı, ulus-devlet pratikleri ve kurumlarıyla çatışkı
halinde ve iç içedir. Bu çatışkı hali ve iç içeliğin,
İslamın dönüşmesine ve kendini farklı şekillerde
var etmesine tanık oluyoruz.
“Kimse, en azından belirli bir dönem için, İslamcılığın kendini hegemonik bir akım olarak
ortaya koyduğunu yadsımamaktadır; farklı sosyolojik ve siyasal profillere sahip birçok aktörü
bünyesinde barındıran karmaşık bir hareketlenme
olarak ‘İslamcılık’ günümüzde de Ortadoğu’nun
pek çok ülkesindeki temel siyasi güç olmayı
sürdürmektedir.” (Bozarslan, 2012: 68 )
İslamcılık akımının, tüm bağlamlar içindeki
dönüşümüyle beraber, dönemin fikir akımlarıyla
(batıcılık, sol ve sağ görüşlü akımlar) olan bağını
incelemediğimiz sürece, akımı anlamakta zorluk
çekeriz. Yalnız İslamcılık ve bu akımlar arasındaki
etkileşim tek yönlü değildir. Burada karşılıklı bir
etkileşim söz konusudur. İslamcılığın, bu akımlar
arasında, kendi siyasası içinde alternatif bir fikir akımı konumuna geldiğini gözden kaçırmamak
gerekir. Belki de günümüz Arap coğrafyasında
yaşananları, “İslamcılık” akımının ne denli bir
dönüşüm geçirdiğini, Tunus’ta başlayıp, Mısır,
40
ağustos-eylül 2013
Libya ve bugün Suriye’de de devam eden dipten gelen ve bir anlamda kendisine ait bir anlatı
kurma, yeni bir kurtuluş imkânı sunma yolunda
bir kopuş gerçekleştirdiğini görebiliriz. Yalnız bu
kopuşu salt kendi dinamikleri içinde değil, etkileşim içinde olduğu tüm dinamiklerin etkisini de
göz ardı etmeden okumamız gerekir.
Bütün bu dönüşüm ve kopuşlar içinde, Müslüman
toplumunu “İslamcılık” üzerinden indirgemenin,
hem yetersiz hem de kör kaldığı da ortaya çıkmaktadır. Ve ona yapışmış gibi gözüken söylemler
de derinden bir sarsıntı geçirmektedir. ”İslamcılık, tıpkı eskinin Ortadoğu solu için geçerli olduğu gibi, mutlaka silahlı bir isyanın eş anlamlısı
olmak zorunda değildir; adının sıkı sıkıya bağlantılandırıldığı şiddet öğesinin ötesinde, karmaşık,
iç çeşitliliğiyle zengin, belli başlı isimlerin sarf
ettiği sözlerle tabanı alevlendirebildikleri ama
aynı zamanda şiddete başvurmalarını da engelleyebildikleri, aşırı muhafazakâr eğilimlerin bazı
durumlarda siyasal açıdan liberal akımlarla el ele
yürüyebildiği bir alanı tanımlamaktadır. Bu alan,
kendi içinde egemenlik ve bağımlılık ilişkileri,
hiyerarşiler, karmaşık meşruiyet oyunları kendine özgü birçok dil yarattığı için yapılandırılmış
bir alandır, ama aynı zamanda çoğul ve ihtilaflı
olduğu için de muğlâktır. Siyasal entegrasyon
peşindeki bu akımları birbirinden ayıran sınırlar
ve çeperlerinde ortaya çıkan silahlı ayaklanmalar
birbirleri arasında geçişkenliğe sahiptir. Ayrıca
hareket olarak İslamcılık hem “sınıflararası” hem
de “kuşaklararası” nitelikteki çifte dinamiğin etkisi altındadır ve bu dinamikler onu hem yerleşik iktidara hem de şiddetli çatışmalara sürükler.
İslamcılığın yerele kök saldığına kimsenin itirazı
yoktur; ancak bizzat bu yerellik insanların ve fikirlerin dolaşımı sayesinde sürekli olarak biçim
değiştirmektedir.( Bozarslan,2012: 71-72) Müslüman dünyasının tümünün “İslamcılık” kimliğine
indirgenmesi ve bu kimlik üzerinden bir radikalizmle özdeşleştirme fikri iflas etmiştir.
Tüm bu bağlamlar içinde, Ortadoğu çalışmaları
üzerine olan bu paradigma değişikliklerinin sonucu oluşan bu yeni ”İslamcılık” paradigmasının,
karşılık bulması söz konusu değildir. “İslamcılığı”
hegemonik ve radikal söylemlerin içine yerleşti-
ren bu modelin ömrü uzun değildir. Nitekim şu an
Arap dünyasında yaşananlar da bunu kanıtlar niteliktedir. Ve bu coğrafyayı talan yığınına çeviren
ve daha da bunu derinleştirmek isteyen egemen
güçlerin ve onların hamileri konumunda bulunan
otoriter rejimlerin altı, ezilen ve dışlanan Ortadoğu halkları tarafından oyulmaktadır.
ORTADOĞU SİYASASINDA BULUNAN
BAZI KAVRAMLARIN ORTADOĞU
“YERELLİĞİNE” VURGU YAPILMASI VE
İKTİDAR BAĞLAMINDA OKUNMASI
Ortadoğu üzerine yapılan çalışmalara hâkim
olan üçüncü paradigma ise, Ortadoğu’nun kültürel yapısı ile iç içe geçmiş bazı kavramlardan
ve bu kavramların toplumsal yaşam pratikleri
üzerindeki tezahürlerinden yola çıkılarak geliştirilmiştir. Özellikle Ortadoğu ile ilgili bazı araştırmacıların, Ortadoğu’nun kendi siyasasında
bulunan bazı kavramları kullanarak araştırma ve
analiz yaptıkları görülmüştür. Bu araştırmacıların başında Bozarslan’nın belirttiği gibi,“Bernard
Lewis(1988), Jannie Sourdel ve Dominique Sourdel(1996) ve M.Ali Amir-Moezzi(2007) gibi araştırmacılar yer alır.”( Bozarslan,2012:73) Özellikle
bu araştırmacıların araştırmalarına konu olmuş iki
kavram dikkat çekicidir. Bunlardan ilki “asabiyet”
diğeri de “dava” kavramlarıdır. Asabiyet, daha çok
birlikteliğe ve grup dayanışmasına gönderme yapar. Bir diğer kavram olan dava ise, Allah’ın bir
ve Muhammed’in onun peygamberi olduğuna dair
çağrının yaygınlaştırılması -geniş anlamıyla dava
ya da ideoloji.
Asabiyet ve dava kavramları üzerinden yapılan
çalışmalar, Ortadoğu’daki iktidar ilişkilerini ve
otoriterliğini, bu kavramlarla ilişkilendirmeye çalışıp, bu ilişkinin sadece Ortadoğu toplumlarına
özgü olduğunu dile getirmektedir. ”Örneğin Michel
Seurat Trablus’un Bab Tebbane Mahallesi (Lübnan) üzerine yaptığı parlak çalışmasında, grup
dayanışmasının çelişkilerin yoğun olarak yaşandığı kentsel bağlamda nasıl gelişebileceğini- ve dönüşebileceğini- ortaya koymuştur.”(Seurat,1985:
akt. Bozarslan,2012:74) “Ghassan Salamé de asabiyet ve iktidar olgusu arasında bir ilişki oldu-
ğunu belirtmiştir. ‘Tahakküm altındaki asabiyet,
otoriter rejimlerdeki açılımların aslında egemen
konumdaki asabiyetin zayıflamasının bir göstergesi olduğunu fark ettiği andan itibaren, diktatörlük rejiminin basitçe sorgulanmasının onun
coğrafi sınırlarını çizen ve onları yasal meşruiyetle donatan devletin sorgulanmasına kadar
gidebilecek türden merkezkaç eğilimlerin ortaya
çıkmasını engellemek neredeyse imkânsızlaşır.”(
Bozarslan, 2012:74)
Bu kavramlar Ortadoğu Siyasasında iktidar ilişkileri doğrudan bağlantılı olsa da bunu sadece
Ortadoğu’ya özgü bir pratik olduğu fikri beraberinde yeni tehlikeler getirir. Nitekim bu kavramlarla
iktidar klikleri arasındaki ilişkiyi salt Ortadoğu
coğrafyasına indirgeyen arştırmaların tehlikesini
bazı araştırmacılar dikkat çekmiştir. “ Elisabeth
Picard gibi başka araştırmacılar da söz konusu
çalışmaların analitik değerini yadsımaksızın, bu
kavramlardan- ve emik anlayıştan türemiş diğer
kavramlardan- yola çıkarak, sosyal bilimlerin inceleme araçlarıyla okunamayacak türden” tekil”
bir Ortadoğu inşa etme tehlikesine dikkat çekmesi”( Picard,2006: Akt. Hamit Bozarslan,2012)
önemlidir.
Asabiyet ve dava kavramlarını, Ortadoğu siyasasını analiz ve tayin etmede kilit bir nokta gören
araştırmacıların gözden kaçırdığı, bu kavramların
aslında evrensel bir nitelik taşıdığıdır. Bu kavramların her ne kadar Ortadoğu lügatına ait kavramlar
olsa da Ortadoğu ve Ortadoğu dışında kalan coğrafyaların siyasal yapılarını analiz etmede kullanılabileceğidir. Bu kavramları literatürde kullanan
ilk kişi olan İbn-i Haldun, bu kavramları, devletağustos-eylül 2013
41
ORTADOĞU
toplum-iktidar ilişkilerini irdelerken, evrensel bir
okuma yapıyordu.
“İlk kavram, yani asabiyet, infrapolitik bir düzleme gönderme yapar; çünkü inşa edilmiş her
iktidar, kendisine maddi, beşeri ve ayrıca simgesel( gerçek ya da hayali bir atanın varlığı gibi)
kaynak sağlayacak, dayanışmaya dayalı güçlü bir
çekirdeğe sahip olmalıdır. İkincisi, yani dava, metapolitika ile ilgilidir; çünkü gerçekliği ne olursa
olsun her iktidar bu dünyadaki maddi mevzular ya
da kendi çıkarları dışında bir referansa gönderme
yaparak kendini meşrulaştırmak zorundadır. Bu
kavramların her ikisi de geleceğini taahhüt altına
aldıkları siyasetin kurucu kavramlarıdır. Her ikisi beraber etkinliklerini ve gerekliklerini göstermiştir. Asabiyet hem Müslüman dünyada hem de
ötesinde iktidarın Gordion düğümünü sayısız defa
çözmek suretiyle varlığını devam ettirtmiştir.”(
Bozarslan, 2012: 75)
Bu kavramlar elbette toplumsal ilişkiler ve iktidar bağlamında okunmalıdır. Bunun da ötesine
giderek, kentler ve devletlerin oluşumu ile beraber uygarlıkların oluşumu da buradan okunabilir.
Örneğin; Güney Kürdistan’daki Federe Kürdistan
Yönetimi’nin oluşumunu asabiyet kavramı
üzerinden okunabilir. Belli bir grubun dayanışması
sonucu merkezi bir iktidarın varlığının oluşumu ve
bu iktidarın varlığının devamı için de ait olduğu
grup üzerinden sürdürmesi söz konusudur.
Aslında Ortadoğu çalışmaları üzerinde etkin olan,
“modernite” paradigmasının, ikinci saç ayağı konumunda bulunan ulus-devletlerin oluşumu ile
beraber bu kavramların da bir dönüşüm yaşadığıdır. Ortadoğu coğrafyası üzerinde, “Suriyeliyim.”
, “Iraklıyım.” “Ürdünlüyüm.” vb. söylemlerin varlığı, her ne kadar bir gruba gönderme yapsa da
artık sınırlar üzerinden bir tanımlama söz konusudur.
Tüm bu okumalar doğrultusunda üçüncü paradigma olan yerel kavramlar üzerinden Ortadoğu siyasasının tespiti ve bu tespitin sadece Ortadoğu’ya
ait bir olgu olduğu fikrini taşıyan araştırmacıların
gözden kaçırdığı, bu kavramların toplum ve iktidar ilişkilerinin analizi noktasında, evrensel bir
nitelik taşıdığıdır.
42
ağustos-eylül 2013
“AŞİRETÇİLİK”
Ortadoğu çalışmaları üzerinde, her ne kadar içinde
bulunduğumuz dönemde geçerli gibi görünmese
bile, bu paradigmanın Ortadoğu araştırmalarında
geçerliliğini koruduğunu görebiliriz. Ortadoğu’nun
aşiretçi yapısını dilinden düşürmeyen “Batı” devletlerinin yönetici ve araştırmacılarının, sürekli
bir egzotizme ve geçmişe gönderme yapmaları,
bu paradigmanın hâkimiyetinin devam ettiğini
gösterir. Bozarslan’nın ifade ettiği gibi, “ Tek
bir örnek bunu göstermek için yeterli olacaktır.
Haber ajanslarına 22 Mayıs 2010’da Britanya’nın
yeni savunma bakanı Liam Fox, Londra’nın
Afganistan’da yani”13.yüzyıl ülkesinde” kalmaya
hiç niyeti yoktur.”(Bozarslan,2012: 79)) Bunu
dile getiren batılı siyasette güçlü bir konumda
olan bir devletin önemli bir bakanı. Said’in dile
getirdiği Batı’nın kendini Doğu üzerinden tanımladığı ve var ettiği tezini de doğrular niteliktedir. Burada dile getirilen ve Afganistan gibi bir
ulus-devlet yapısına sahip bir devleti, eskiye gönderme yaparak “feodal” ve “aşiretçi” bir yapının
“insan haklarından ve modernleşmeden nasibini
almamış” gibi tanımlaması manidardır.
Ortadoğu coğrafyasında aşiret yapısı her ne kadar
güçlü olsa da modernite süreci ile beraber Ortadoğu ülkelerinde hızlı bir kentleşme yaşandığı ve
bu aşiretçilik yapısının da bu kentleşme süreci ile
beraber bir değişim ve dönüşüm geçirdiğidir. Ortadoğu siyasası içinde, aşiretçilik olgusunun önemli
ve belirleyici etkisi devam etse de, aşiretler modernleşme ile beraber kentlere eklemlenmekte ve
buralarda değişen toplumsal yapının içine dâhil
olmaktadır. Ve ayrıca Ortadoğu coğrafyasında iktidar kartellerinin tümünü içinde biriktiren ulusdevletlerin çıkışı ve güçlemesi aşiret yapılarının
da zayıflığını beraberinde getirmiştir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli
nokta; Aşiretçilik yapısının da kendini dönüştürdüğüdür. Değişen iktidar yapısının ve iktidarın
toplumun kılcal damarlara kadar yayıldığı günümüzde; aşiretçilik yapısını modernite sürecinden
bağımsız okuyamayacağımızdır. Köylerde büyük
bir nüfuza sahip olan aşiretler hızlı kentleşme ile
beraber, kentin çeperlerinde nüfuz sahibi olma-
ya başlamışlardır. Ve aşiretlerin hızlı bir şekilde
kentleşmesi, hem kent içi dengeleri hem de aşiretçiliğin iç dinamiklerinde bir dönüşüm yaşanmasına neden olmuştur. Bu dönüşüm devam etmektedir. Türkiye coğrafyasında 1990’ların başında
yaşanan savaş sonucu, zorunlu göç ile beraber,
bir yandan Kürt aşiretlerinin kentin çeperlerinde
var olmaya başlamış, bir yandan da Türkiye, bu
aşiretçilik yapısından faydalanarak koruculuk sistemini kurmuştur. Bunlarla beraber Türkiye’deki
aşiretçilik yapısının da değişimi ve dönüşümü söz
konusudur. Bugünden bir okumaya gidersek, bu
aşiretçilik yapısı eğer değişime uğramamış ve sert
yapısını korumuş olsaydı, Ortadoğu coğrafyasında
şu an devam eden otoriter rejimlere karşı yapılan
Arap devrimleri yaşanmamış olurdu.
Bu paradigmanın hatası, Ortadoğu’da hâlâ güçlü
olan aşiretçilik yapısına göndermelerde bulunması
değil, daha çok bu aşiretçilik yapısını, feodalite içinde bir okumaya giderek eskinin kalıntıları
olarak görmek istemesidir. Görmedikleri şey aşiretçilik yapısının da değişim ve dönüşüm geçirdiğidir.
SONUÇ
İçinde bulunduğumuz çağda, Ortadoğu ile ilgili
çalışmalarda, paradigma değişikliğine gidildiği
görülmüştür. Bu yeni paradigmaların, her ne kadar daha önceki çalışmalardan farklı gibi gözükseler de, Ortadoğu siyasasının bütünsel anlamda
bir analizinden yoksun oldukları da görülür. Evrensel modernite, bütün Ortadoğu coğrafyasın
“İslamcılık” kimliğine indirgeme, Ortadoğu’nun
yerel kültürüne ait bazı kavramlar üzerinden
iktidar ilişkilerini belirleme ve bunun sadece
Ortadoğu’ya özgüymüş gibi ele almaları ile en son
paradigma olan “aşiretçilik” üzerinden eski çağlara göndermede bulunmaları, hem indirgemeci
hem de bütün Ortadoğu coğrafyasının tümel siyasasını analiz etmede yetersiz kalmıştır. Aşiretçilik
paradigması üzerinden, Ortaçağa gönderme yapıp
Ortadoğu toplumunu “karanlık çağ” içinde okumaya gitmesi, yeniçağın kendini “aydınlık” olarak
sunma mitinin bir tezahürüdür. Bu paradigma değişikliklerini tekil bir şekilde değil, her paradigmanın kendi tikelliğini göz ardı etmeden tümel
bir şekilde kavrayıp, Ortadoğu’yu sosyolojik bir
tasavvur içinde ele almak gerekir. Bütün bu paradigmaların, her birinin kendi tikellikleri içinde,
Ortadoğu toplumunu incelemeye çalışması, son
zamanlarda Ortadoğu coğrafyası üzerinde otoriter
rejimlere ve onların destekleyicisi konumundaki
egemen güçlere karşı “Arap devrimlerinin” yaşanması Ortadoğu’nun tarihsel sürecini iyi okumadığını da göstermektedir. Nihai noktada Ortadoğu
toplumlarının, Avrupa modernitesinin enstrümanı
haline gelen pozitivist ideoloji ve bilimciliğiyle
çözümlenemeyeceği açıktır. Bu şekilde çözülmeye
kalkışıldığında ortaya çıkan sonuç oryantalizmdir.
Bu oryantalist anlayışın kendini sürekli olarak
farklı paradigma değişikleri üzerinden gerçekleştirdiğine tanık oluyoruz. Ama önceki paradigmalarla beraber şu anki paradigmaların da, Ortadoğu toplumlarının, tarihsel gerçeklikleri ve içinde
bulunduğumuz çağın somutluklarını anlamada
yetersiz kaldığı görülmektedir.
dipnotlar
1
2
Hamit Bozarslan, Ortadoğu ile ilgili yapılan çalışmaların son dönemde farklı paradigmalar içinde ilerlediğini dile getirir.” Son dönemlerde
”paradigma” olma iddiası taşıyan dört farklı model, Ortadoğu çalışmalarına, bölgenin geleceğine dair potansiyel varsayımlarda bulunacak
derecede damgasını vurmuştur.” Bunun için, BOZARSALN, H.(2012), Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi: Arap İsyanlarından Önce ve Sonra,
s.61,İletişim Yayınları: İstanbul
Zayıf tarihsellik, modernlik paradigmasına toplumsal pratik olarak yaklaşmaktadır. Toplumsal ilişkilerin yapısında, doğasında, eyleminde
modernliğin üretilmesini konu almaktadır. Hatta zihinsel üretim biçimlerinde, bilinç düzeyinde zayıf tarihselliğin izdüşümleri aranmaktadır.
Böylelikle amaç, hem ekonomik indirgemecilikten kurtulmak, hem de sorunsalı bu toplumların iç ve yapısal dinamiklerine doğru kaydırmaktır. Özetle, zayıf tarihsellik kavramı modernlik tarihini içsel ve yapısal olarak üretememiş toplumların pratiğine sosyolojik açıdan bakmayı
amaçlamaktadır(Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji, Metis Yayınları, İstanbul, 1998)
KAYNAKÇA
AKAY, Ali (2002), Postmodern Görüntü, 2. Baskı, Bağlam Yayınları: İstanbul
İNSEL, Ahmet. (06.02.2011),Birikim Dergisi, Ortadoğu’nun Üzerinde Dolaşan Hayalet Makalesi
BOZARSLAN, Hamit(2012), Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi: Arap İsyanlarından Önce ve Sonra,(Çev. Melike Işık Durmaz),İletişim Yayınları:
İstanbul
GÖLE, Nilüfer (2002), Melez Desenler: İslamlık ve Modernlik üzerine, Metis Yayınları: İstanbul
SAİD, E.W.(2012), Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, Metis Yayınları: İstanbul
ağustos-eylül 2013
43
Kamuran Yavuz – Mehmet Alaca
SÖYLEŞİ
[email protected]
[email protected]
Wilgenburg: ‘Kürt
Realitesi ve PKK’
Irak Kürtlerinin büyük
bir kısmı barış sürecinin
başarıya ulaşmasını
istese de yine birçoğu bu
konuda halen karamsar.
Barış sürecinin başarıyla
sonuçlanmasının kendilerine
çok büyük faydalar
sağlayacağının ve Türkiye
sınırında yaşanan güvenlik
sorunlarını ortadan
kaldıracağının bilincindeler.
Süreç Analiz’in bu sayısında Türkiye’de hali hazırda devam eden Kürt Çözümü ve Kürdistan Bölgesel
Yönetimi ile ilişkilerimizi ele aldık. Bu kapsamda
Rudaw ve Al Monitor yazarı Kürt uzmanı Wladimir
van Wilgenburg ile röportaj yaptık
Wladimir van Wilgenburg, Irak Kürdistan’ında yaşamış ve Kürt çalışmalarında uzmanlaşmış bir politik
analistidir. Uzun bir zamandan beridir Jamestown
Foundation için yazılar yazan Wilgenburg’un aynı
zamanda Near East Quarterly ve World Affairs Jour-
44
ağustos-eylül 2013
nal gibi dergilerde de analizleri yer almıştır. Ayrıca,
Türk Think-Thank kuruluşu ORSAM’a da danışmanlık yapmaktadır. Jamestown’a ek olarak Kürt haber
sitesi Rudaw ve Al Monitor’da yazıları çıkmaktadır.
Henri Jackson Society, Unity or PYD Power Play?
Syrian Kurdish Dynamics After the Erbil Agreement (Birleşme mi, PYD’nin Güç Oyunu mu? Erbil
Anlaşması Sonrası Suriye Kürt Dinamikleri) isimli
raporun da yazarlarındandır. Wilgenburg, medya
organlarından, STK’lara ve Think-Tank’lere kadar
geniş bir yelpazeye yorum ve değerlendirmeler
sağlamaktadır. 2011 yılında Utrecht Üniversitesi’den Çatışma Çalışmaları alanında, Arab Siyaysi
Yelpazesinden Kerkük isimli tez çalışmasıyla Master
derecesi almıştır. Son dönemde Exeter Üniversitesi
Kürt Çalışmaları kürsüsüne kabul alan Wilgenburg,
bu yıl sonuna kadar buradaki Master programını
tamamlamayı planlıyor.
1- Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Uzun zamandır
Irak Kürdistan’ında yaşayan biri olarak,
Türkiye’deki çözüm sürecinin oradan nasıl
göründüğüyle ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Irak Kürtleri bu süreci nasıl değerlendiriyorlar?
PKK’nın bölgede son dönemde daha büyük rol oynamasıyla beraber çözüm sürecinin Irak Kürdistan’ında çok büyük bir etki yarattığı görülüyor.
Örneğin, son zamanlarda bölgede El Kaide’ye ve
Irak Kürdistan vilayeti Süleymaniye’den Suriye’ye
giden cihatçılara karşı protesto gösterileri gerçekleştirildi. PKK’nın şu anda zayıflamış KYB (Talabani) ve Goran hareketiyle oldukça iyi ilişkileri var.
Dahası, PKK Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani ve Brüksel’de gerçekleştirilen 13. Kürt Ulusal Kongresi’ne (KNK) katılan diğer bir çok parti
ile de (Irak Kürdistan’ındakiler dahil) görüşmeler
yaptı. KNK’nin kendisi de zaten PKK’ya yakın bir
oluşum. Irak Kürdistan’ındaki yerel siyasi partileri
PCDK 21 Eylül’de gerçekleşecek olan (yine ertelenmezse eğer) parlamento seçimlerine katılacak.
PKK lideri Öcalan’ın serbest kalması için başlatılan imza kampanyasına Irak Kürdistan’ındaki bütün siyasi partiler destek verdi. PKK’nın Suriye’deki kolu ve El Kaide’li gruplar arasında yaşanan son
dönemdeki çatışmalar da oldukça dikkat çekiyor
bölgede. Irak Kürtlerinin büyük bir kısmı barış sürecinin başarıya ulaşmasını istese de yine birçoğu
bu konuda halen karamsar. Barış sürecinin başarıyla sonuçlanmasının kendilerine çok büyük faydalar sağlayacağının ve Türkiye sınırında yaşanan
güvenlik sorunlarını ortadan kaldıracağının bilincindeler. Böyle bir sürecin hem sınır güvenliğine
hem de Irak Kürtleri ve Türkiye arasındaki enerji
işbirliğine büyük katkıları olacaktır.
2- Iran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi bölge
ülkeleri geçmişte Kürtlere karşı doğru-
dan ve dolaylı işbirlikleri yaptılar. Bugün
Kürtler söz konusu ülkelerde önemli kazanımlar elde etmiş durumdalar; Irak’ta
anayasal bir bölgesel yönetim, Suriye’de
benzer bir gidişat ve Türkiye’deki çözüm
süreci gibi. Bu gelişmeler ışığında, Kürt
partiler arasında son dönemdeki işbirliği
düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçmişte Kürt partileri coğrafi sınırların ve farklı
çıkarların etkisiyle birbirleri ile savaştılar. Bundaki en önemli etken hepsinin farklı ülkelerde
faaliyet yürüyor olmasıdır. Bazı Kürt partileri
nazarında Bağdat Ankara’dan daha önemliyken
diğeri için Tahran hepsinden daha önemliydi.
Dolayısıyla bu yaklaşım farklılıkları bu partilerin
birbirlerine karşı çalışmalarına yol açtı. Böyle
olunca bölge ülkeleri de bu Kürt partilerini birbirlerine karşı desteklediler; Suriye Türkiye’ye
karşı, Irak İran’a karşı vs. Günümüzde Irak ve Türkiye’deki partiler en güçlü olan Kürt partileridir
(Suriye Kürdistan’ında da ikisi etkin). Barış süreci
PKK’nın diğer Kürt partileri nazarında da bir ölçüde kıymetlenmesini sağladı. Eğer Türkiye PKK
ile görüşebiliyorsa neden diğer Kürt partileri de
görüşemesin? Barış süreci olmasaydı Irak Kürtleri
PKK’yla, Ulusal Kürt Konferansı hazırlık toplantısında olduğu gibi, aşikar bir şekilde aynı masaya oturamazdı. Hatta Türkiye ve PKK arasındaki
çatışmalar sürseydi bizzat konferansın kendisi de
yapılamazdı. Bir Ulusal Kürt Konferansı gerçekleştirme fikrinin çok daha eski olduğu ve geçmişte
KDP-PKK arasında gündeme geldiği iddia ediliyor.
Ancak coğrafi ve çıkarsal farklılıklar nedeniyle şu
ana kadar başarılamamıştı.
3- Türkiye Kürtleri için en uygun idari model hangisidir? Sizce, taraflar arasındaki
bu çatışma nasıl sonlanacaktır/sonlanmalıdır?
Bu Kürtlerin ve Türklerin vereceği bir karar. Diğer ülkelerdeki benzer süreçlerden yararlanılabilir
ancak nihayetinde Türkiye’nin kendine özgü bir
model geliştirmesi gerekecektir. An itibariyle,
PKK’dan yapılan bazı açıklamalarda gerekli adımların atılması için Türk devletine 1 Eylül’e kadar
süre tanındığı, aksi takdirde çatışmanın yeniden
başlama riskinin ortaya çıkabileceği belirtiliyor.
ağustos-eylül 2013
45
SÖYLEŞİ
Türk Başbakanı tarafından PKK’nın henüz tamamıyla çekilmediği iddiasına ek olarak, militan
sayısını artırdığı, yerelde asayiş ve devrimci
gençlik hareketi (YDG-H) adı altında yapılar oluşturduğuna dair iddialar var. Buna karşılık PKK da
Türkiye’yi PKK’nın çekildiği bölgelere karakol/
kontrol noktası inşa etmek, TMK’yı yürürlükten
kaldırmamak ve PKK hareketine engel olmak için
barajlar inşa etmekle suçluyor. Türkiye uzmanı
Gareth Jenkings’e göre bu durum, çözüm sürecinde tarafların, İrlanda modelindeki gibi her konuda mutabık kalarak bu yola çıkmış olmadıklarını
gösteriyor; zira İrlanda örneğinde IRA sadece
karşılığında ne alacağını bilmek koşuluyla silah
bırakacağını açıklamıştı. Öte yandan, gelişmeler
tarafların süreci çok iyi yönetemediklerini ve çok
daha kötü sonuçlara hazırlandıklarını gösteriyor.
4- Bu süreç karşısında İran’ın pozisyonu
nedir? Iran gerçekten Türkiye’nin kendi
Kürtleriyle barış yapma ihtimalinden rahatsız mı?
Resmi olarak İran’ın sürece dair bir muhalefeti
yok, ancak bazı milliyetçi Kürt partileri başarılı
bir çözüm sürecinin İran’ı da baskı altında bırakacağına inanıyorlar. Onlara göre süreçle beraber
Kürtler (ya da PKK kanalı) batı bloğuna dahil olacak ve bu durumda kendi Kürtleri ile uzlaşmaya
varmayan tek ülke olan İran’da nihayetinde izole
edilecek. İran ve Irak hükümetlerinin, yaptıkları açıklamalardan, PKK’nın geri çekilmesinden
pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyor. İran Devrim
Muhafızları’nın yayın organı olan yarı resmi haber sitesi Fars News ise bir makalesinde PJAK’a
saldırıyordu. İran’ın, kendisine yakın haber sitelerinden yapılan yayınlara bakınca, PYD lideri
Salih Müslim’in Türkiye ziyareti karşısında da pek
mutlu olmadığı anlaşılıyor. Bu konuda yapılan
yayınlarda PYD’nin “Türkiye’nin emrinde” olduğu
iddia ediliyordu. Dahası, Irak sınırında yeni bir
İran güvenlik birimi oluşturulmakta, PKK’nın İran
bağlantısı PJAK’a yönelik medya saldırıları yapılmakta ve PJAK ile İran güvenlik güçleri arasında
bazı küçük çaplı çatışmalar yaşanmakta. Bütün
bunlara rağmen, Karayılan 9. Kongra-Gel kurulunda yaptığı açıklamada İran ile de benzer bir
çözüm süreci başlatmaya hazır olduklarını açık-
46
ağustos-eylül 2013
larken KCK’nın da İran ile olan ateşkesi devam
ettirmeye yönelik açık bir tutum belirlediği görülüyor. PJAK savaşçıların ise Suriye Kürdistan’ına
geçtiğine dair rivayetler dolaşmakta fakat PJAK’ın
Rojava’ya destek çağrısı yapan resmi bir bildirisi
dışında bu bilgi doğrulanabilmiş değil. PKK şu an
İran’a çok fazla odaklanmıyor.
5- Avrupa’daki Kürt diasporasının barış
sürecine yaklaşımı nedir? Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkilere nasıl bakıyorlar?
Hangi Kürt diasporasından bahsettiğinize bağlı.
Türkiye’deki Kürtleri mi, Alevi Kürtler mi yoksa
Sünni Kürtleri mi baz alacağız? Bunlar Suriye’den
mi, Irak’tan mı, İran’dan mı yoksa Türkiye’den
Kürtler mi? AKP’ye oy veren muhafazakar Kürtler
mi ya da? Ya da PKK’yı destekleyen Alevi ve Sünni
Kürtler mi? PKK taraftarlarının büyük çoğunluğu
sürece dair karamsar duygulara sahipler; milliyetçi Irak Kürtlerinden bir kesim ise, bölgede giderek
artan Türk okullarının Kürt kültürüne zarar vereceği endişesiyle Türkiye’nin KBY ile olan ilişkilerinden kaygı duyuyorlar. Ancak AKP’yi destekleyen
Türkiye’den Kürtler de var. Yine de genel olarak,
kendini “daha fazla Kürt” olarak tanımlayan Avrupa Kürtlerinin anayurtta ki soydaşlarından daha
milliyetçi olduğu söylenebilir. Bu nedenledir ki,
Brüksel’deki Kürt konferansında Ankara’dakinden
ya da Diyarbakır’dakinden daha radikal talepler
dile getirildi.
6- Türkiye ve Kürtler arasında temelleri
atılmakta olan yeni ittifakın temel dinamikleri nelerdir? Türkiye bölgede Kürtlerin
hamisi mi olmak istiyor?
Henüz böyle bir ittifakın adımının atılıp atılmadığından pek emin değilim. Öcalan’ın 1920 yılındaki ulusal paktı canlandırmak istediği yönünde
bazı iddialar olsa da, PKK ve Türkiye arasında,
Türkiye ve KDP arasında olana benzer bir ittifak
yok. Bazı uzmanlar Irak’taki ve Suriye’deki Kürt
özerk bölgelerinin Türkiye için tampon bölge görevi göreceğini öne sürüyorlar ancak Başbakan
Erdoğan’ın baş danışmanının yaptığı açıklamalara
bakınca AKP’nin de aynı düşünceyle hareket ettiğine dair kuşkularım var.
7- Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde oluşturulan yeni enerji hattının Türkiye ve
Kürtler arasındaki ilişkilere ne gibi etkileri
olur?
Öncelikle, KBY ve Türkiye arasındaki ekonomik
işbirliği, daha istikrarlı ve AKP öncesindeki
hükümetlerin
yaptığı
gibi
anti-terörizm
faaliyetlerine, askeri operasyonlara ve güvenlikçi
politikalara dayanan bir yaklaşımın yerine daha
ekonomi temelli yeni bir yaklaşımın ortaya
çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu, AKP ve
Barzani’ni enerji kaynakları üzerinde vardıkları
işbirliği anlaşmasının bir sonucu. Böylece, KRG
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını
sağlarken bu sayede Bağdat’a (yani dolaylı olarak
İran’a) olan bağımlılığını da ortadan kaldırmış
olacak.
8- Kuzey Suriye/Rojava’da yaşanan gelişmeler PKK’nın dönüşümüne ve barış sürecinin evrimine nasıl bir etki yapar?
Suriye Kürdistan’ında yaşanan gelişmelerin ve
PKK’nın orada güç kazanmasının, PYD lideri ve
Türkiye arasında yapılan konuşmaların da gösterdiği üzere, PKK ile anlaşmak için AKP üzerinde
bir baskı oluşturduğu iddia ediliyor. Geçmişte,
Suriye devriminin öncesinde- Sri Lanka modeli bir
“çözümün” (temelde PKK’yı yok etmeye dayanan
bir konsept) konuşulduğu dönemlerde, PKK Suriye, İran ve Türkiye arasındaki güvenlik işbirliği
nedeniyle zor bir süreçten geçiyordu. Türkiye ve
İran arasında PKK konusunda istihbarat alışverişi
yapılıyor, Suriye ise PKK sempatizanlarını tutuklayıp Türkiye’ye iade ediyordu. Şimdi PKK ne İran
(ateşkes nedeniyle) ne de Suriye (Esad silahlı
muhalefetiyle savaşmakla meşgul) tarafından o
kadar rahatsız edilmiyor. Öte yandan, bu işbirliği
devam etseydi bile, adalarda savunmasız durumda
olan Sri Lanka Tamil Kaplanları’nın aksine PKK’nın
onu koruyan dağları var.
*Bu röportaj Kamuran Yavuz ve
Mehmet Alaca tarafından Süreç Analiz için yapılmıştır.
ağustos-eylül 2013
47
ÇEVİRİ
Maggie Koerth-Baker
Çeviren: Serdar Yeşiltay
[email protected]
Rasyonel İnsanlar
Neden Komplo Teorilerine
İnanır?
İngiltere’deki Westminiser
Üniversitesinde komplo inancı
üzerinde çalışan psikoloji
profesörü Viren Swami, ‘‘Bir
komplo teorisinin en iyi
tahmin unsuru, diğer komplo
teorilerine olan inançtır’’ diyor.
Psikologlar, bundan mütevellit,
bir komplo teorisinin tek bir
olaya karşılık olmaktan ziyade
kapsayıcı bir dünya görüşünün
ifadesi olduğunu söylüyorlar.
Boston Maratonu’ndaki bombalama eylemini müteakip günlerde, bilinmeyen faili ya da failleri
suça iten sebepler ve onların kimlikleriyle alakalı spekülasyonlar etrafta kol geziyordu. Sonunda
Tsarnaev kardeşler teşhis edilmiş ve insan avı
sona ermişti, ancak bu spekülasyonlar dinmek
bilmiyordu. Sonunda yeni bir şekil aldı. Bir örnek:
Belki Tsarnaev kardeşler sadece kurbanlardı. Bu
48
ağustos-eylül 2013
kurbanlar, üst düzey irtibatlarla gizemli bir Suudi
için bu tuzağı kurdu. Ya da onlar masumdu; ancak
Suudilerin yerine, gerçek bombalı saldırgan, bizim kendi hükümetimizin bir haydut birimi adına
hareket etti; ya da Tsarnaevler saldırıların arkasındaki kişiler olabilirlerdi, fakat daha geniş bir
örgüt için gizliden gizliye çalışıyorlardı.
Bu propagandası yapılan teoriler delice olsa da
aslında onları yapanlar oldukça normaldir. Fakat
son bilimsel araştırmalar bize başka şeyler de söylüyor: Şayet yukarıdaki teorilerden birinin makul
olduğunu düşünüyorsanız, birbiriyle çelişse bile
diğerleri hakkında da muhtemelen aynı şeyi hissedeceksiniz. Ve büyük ihtimalle bu haber hikayesi (Tsarnaev) büyük hadiselerin arkasındaki görünmez güçlerin varlığını hissetmenizi sağlayacak
tek rivayet değil.
İngiltere’deki Westminiser Üniversitesinde komplo inancı üzerinde çalışan psikoloji profesörü Viren Swami, ‘‘Bir komplo teorisinin en iyi tahmin
unsuru, diğer komplo teorilerine olan inançtır’’
diyor. Psikologlar, bundan mütevellit, bir komplo
teorisinin tek bir olaya karşılık olmaktan ziyade
The Psychologist dergisinde
yayınlanan bir araştırma bir
şekilde komplo teorilerine
inananların, özellikle umumi
ve siyasi yönden dünyaya
daha alaycı ve kötü gözle
bakan kişiler olduklarını
tespit ediyor. Komplo teorileri
ayrıca, özellikle genel olarak
dünyada faaliyet hissine1
ilişkin olarak kendine daha
az saygısı olanlarda daha
merak uyandıran bir şey olarak
görünüyor. Komplo teorileri
güçsüzlük ve şüpheciliğe bir
tepki yolu olarak ortaya çıkıyor.
kapsayıcı bir dünya görüşünün ifadesi olduğunu
söylüyorlar.
Richard Hofstadler’in 1965’te yazdığı ‘‘Amerikan
Siyasetinde Paranoid Tarz’’ isimli yeni ufuklar
açan kitabında belirttiği üzere, komplo teorilerinde, bilhassa her işe burnunu sokan yabancılar,
bu ulusun gözde bir hobisidir. Amerikalıların her
zaman Hür Masonlar, Katolikler ya da Komünistlerle ifadesini bulan dışarıdaki birilerinin bizi yok
etmeye geliyor gibi sinsice şüpheleri vardır. Fakat
son yıllarda her trajedi bir hikaye örgüsünü beraberinde getiriyor gibi gözüküyor ve web (internet
ağı) örülen bu hikayelerle, “sahte bayrak” operasyonları ve “kriz aktörleri” ile doluyor. Bu üstelik
sadece bir teorileştirme değil aynı zamanda da
gerçekliğin tamamen alternatif bir versiyonunun
varlığı için öne sürülen argümanlar haline dönüşmüş vaziyette.
Hofstadler’in kitabı basıldığından beri, bu hoyratça spekülasyonları mümkün mertebe azaltmaya
yardım edebilecek bilgiye ulaşımımız çok gelişti. Fakat bu mevzu hakkındaki son araştırmalara
göre, büyük olasılıkla, bilgiye ulaşım imkanlarımızın artması, komplo teorilerini halkın gözünde daha ikna edici yaparak daha popüler hale
getiriyor. Hatta daha şaşırtıcı olanı, bu tür teori
geliştirmenin marjinal düşünme biçimlerine sahip
olanlarla sınırlanmamış olması. Kusursuz bir biçimde mantıklı zihinler, hikayeler geliştirebilmek
için akıl almaz bir kapasiteye sahipler ve bazı en
gerçek dışı komplo teorileri rasyonel düşünmede
kendine zemin bulabiliyor. Tabı bu durum onları
da tehlikeli kılabiliyor. Şöyle bir araştırmayı bir
düşünün bakalım: Fairleigh Dickinson Üniversitesi tarafından son zamanlarda yapılan bir ankete
göre, kayıtlı Amerikalı seçmenlerin yüzde 63’ü, en
az bir siyasi komplo teorisine itibar ediyor.
Psikologlar, aklımızdan geçenleri tam olarak anlayamamalarına rağmen, araştırmalar ve laboratuar
çalışmaları vasıtasıyla komplo inancıyla yakından
irtibatı bulunan bir dizi hususiyetler hakkında fikir yürütebiliyorlar. 2010 yılında, Swami ve bir ortak yazar bu araştırmayı bir bilim dergisi olan ‘The
Psychologist’te özetledi. Onlar, belki de çarpıcı bir
şekilde komplo teorilerine inananların, özellikle
umumi ve siyasi yönden dünyaya daha alaycı ve
kötü gözle bakan kişiler olduklarını tespit ettiler.
Komplo teorileri ayrıca, özellikle genel olarak dünyada faaliyet hissine2 ilişkin olarak kendine daha
az saygısı olanlarda daha merak uyandıran bir şey
olarak görünüyor. Komplo teorileri güçsüzlük ve
şüpheciliğe bir tepki yolu olarak ortaya çıkıyor.
İktisadi durgunluklar, terörist saldırıları ve büyük çapta meydana gelen tabii afetler ne zaman
ağustos-eylül 2013
49
ÇEVİRİ
olacağı belli olmayan kitlesel tehditlerdir. Ancak,
bunların ne zaman ve nasıl meydana geleceğine
ve sonrasında neler olacağına ilişkin durumların
üstesinden gelebilme kudretimiz çok azdır. Bu
şüphe ve aciziyet anlarında, beynin amigdala denilen bir parçası harekete geçer. Dartmount Yüksekokulunda amigdala üzerine araştırmalar yapan
bilim adamı Paul Whalen, amigdalanın kendi başına tam olarak bir şey oluşturmadığını belirtti.
Bunun yerine amigdalanın, anlaşılabilir ve ahenkli bir hikaye oluşturmak için ve az önce ne tür
bir vaka yaşandığını, hangi tehditlerin hala var
olduğunu ve şimdi yapılması gerekenleri anlamak için yapılan mevcut bilgi hakkındaki tekerrür
eden fikir yürütmeleri ve değerlendirmeleri harekete geçirerek beynin geri kalan bölgelerini bir
analitik yoğunluk içine girme noktasında ateşlediğini belirtti. Bu yöntem, bu ülkede paranoyaya
Eğer gerçekleri sen biliyor,
diğerleri bilmiyor ise, dünyada
tekrar faal olarak var
olduğunu ortaya koyabilecek
tek yol gerçeklere sahip
olma hissiyatıdır. Eğer kendi
araştırmanız kusurlu olsa
bile, bu hissiyat size kendi
araştırmanızı yapmak için
teselli edici olabilir. Bu bir
koyun sürüsü içinde, yaşlı,
bilge bir keçi olarak iyi
hissetmenizi sağlar.
50
ağustos-eylül 2013
çok fazla katkı sağlayabilecek çarpıcı vakaların
ardından yeni rivayetlerin oluşturulması için beynin kapasitesinin nasıl olduğunu bariz bir şekilde
anlayabilmek için elverişli bir yol olabilir.
Swami’ye göre, eğer gerçekleri sen biliyor, diğerleri bilmiyor ise, dünyada tekrar faal olarak var
olduğunu ortaya koyabilecek tek yol gerçeklere
sahip olma hissiyatıdır. Eğer kendi araştırmanız
kusurlu olsa bile, bu hissiyat size kendi araştırmanızı yapmak için teselli edici olabilir. Bu bir
koyun sürüsü içinde, yaşlı, bilge bir keçi olarak iyi
hissetmenizi sağlar.
Şaşırtıcı bir şekilde, Swami’nin çalışmaları, demokratik ilkelere güçlü destek ile komplo teorileri geliştirme arasındaki karşılıklı bir ilişkinin
ortaya çıkmasıyla ifadesini buluyor. Lakin, şartları dikkate alırsanız, bu oldukça bir ilginç durum
değil. California Üniversitesinde tarihçi Kathryn
Olmsted, gerçek komploların olmadığı bir dünyada komplo teorilerinin de olamayacağını söyledi.
Ve bu komplolar – Watergate ya da İran-Kontra
Skandalı – sık sık demokratik süreci manipüle
etmeyi ve engellemeyi ihtiva eder. Hatta Sandy
Hook saldırısının aslında belli aktörler tarafından
tertip edilen bir dramatik kurgu olduğuna inanan
insanlar bile ABD anayasasında silah satın alınması ve taşınmasına ilişkin maddelerin korunması
gerektiğine dair endişelerini ifade ettiler.
Bizim yüksek kalitedeki güvenilir bilgiye erişimimiz için bu türden fikir ayrılıklarının hızlı bir
Google aramasıyla kolayca çözülebildiği bir çağa
maalesef henüz girilmedi. Aslında, internet bazı
şeyleri daha kötü hale getirdi. İnandığın görüşleri destekleyen kanıtlara daha çok değer verme
temayülü olarak tanımlanan ‘doğrulama sapması’ iyice belgelenmiş yaygın bir insan hatasıdır.
İnsanlar bunun hakkında yüzyıllardır yazıyorlar.
Son yıllarda gerçi araştırmacılar doğrulama sapmasının üstesinden kolayca gelmenin zorluğunu
keşfettiler. Keza bu durumu sadece gerçeklerle
bastıramayabilirsiniz.
2006 yılında siyaset bilimcileri olan Brendan
Nyhan ve Jason Reifler ‘geri tepme etkisi’ olarak
tahayyül ettikleri bir fenomeni tespit ettiler. On-
lar, doğru olmayan siyasi bilgiyi çürütmeye yönelik çabaların insanları yanlış bilginin doğruluğuna
daha çok inanmış hale getirebileceğini gösterdiler. Nyhan bunun meydana geliş sebebinden emin
değil, fakat kötü bilgi tercihe şayan bir ideolojiyi
ya da dünya görüşünü desteklemeye yardım ettiği
zaman, bu duruma daha çok rastlanılıyor.
Bu çerçevede düşünüldüğünde, Swami internet
ve diğer medyanın, paranoyanın ebedileşmesine
yardım ettiğini söyledi. Bu alternatif rivayetlere daha çok maruz bırakılma sadece komplolara
olan inancın oluşmasına yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda, internetin hizipçiliğe yönelik
eğilimi doğruluk payı olmayan inançların takviye
edilmesine yardımcı oluyor.
İşte bu bir problemdir. Çünkü George W. Bush’un
11 Eylül saldırılarının planlanmasına yardım ettiğine dair inanç, sizi belki olayların kontrolünüz altında olduğunu hissettirebilirken, aslında
durum çok daha farklıdır. 2013 başlarında Kent
Üniversitesi’nde psikolog olan Karen Douglas bir
öğrenciyle birlikte insanlara iklim değişikliği ve
Prenses Diana’nın ölümü hakkındaki komplo teorileri ifşa ettikleri bir araştırma yayınladılar. Bu
teorileri destekleyen malumatı edinen, ancak onları çürütenler hakkındaki bilgileri almayan kişiler
büyük bir oranda siyasi katılımdan uzak duran ve
çok daha azı karbon ayak izlerini3 silmek için girişimde bulunanlardan oluştu.
Birçok radyoda sunuculuk yapan Alex Jones bir
komplo aktarıcısı olarak şöhret yapabilir; siyasiler oy ve insanların temayülü için komplolar ima
edebilir; fakat eğer komplo teorileri, ortalama bir
insanın faaliyet hissi ve demokrasiye ulaşımını
ihya etmek için kullanacağı bir araç olarak algılanıyorsa mezkur teorilerin böylesi etkili bir araç
olabilme hususiyeti yoktur. Hatta sağlık açısından
bile tehlikeli neticelere sebebiyet verebilir. Örnek
vermek gerekirse, araştırmalar, AIDS’in hükümet
tarafından onlardan kurtulmak için bir silah ola-
rak kullanıldığına inanan Afro-Amerikalıların
(Tuskegee deneyinin suiistimalini hatırlayalım)
korunmasız ilişkiye yönelik temayüllerinin daha
çok olduğunu gösterdi. Ve eğer hükümetlerin ya
da şirketlerin aşılar çocuklara zarar verir delilini
insanlardan gizlediklerine inanıyorsanız, çocuğunuza aşı yaptırmak istemezsiniz. Sonuç olarak,
kızamık ve boğmaca hastalıkları, çocukları düşük
aşılatma oranı olan yerlerde birkaç ölüme sebebiyet verebilir.
Psikologlar komplo teorilerine acizliğin sebebiyet
verdiğinden ya da tam tersi olduğundan emin değiller. Her halükarda, mevcut bilimsel düşünceler
bu inançların sadece problemi ebedileştiren, siyasetle ve geleneksel medyayla ilgilenmeyi bırakmayı amaç edinen sinizmin aşırı bir formundan
başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor.
Maggie Koerth-Baker BoingBoing.net’de bir bilim
editörü olup enerji üretimi ve tüketiminin geleceği üzerine
yazdığı “Işıklara Sönmeden Önce” (“Before the Lights Go Out”)
kitabının yazarıdır.
(NYT, Maggie Koerth-Baker, Why Rational People Buy Into Conspiracy
Theories, 21 Mayıs 2013)
dipnotlar
1
2
İng. Sense of Agency. Birinin kendi iradesiyle dış dünyadaki faaliyetlerini başlatma, yürütme ve kontrol etmesine hissine dayanan sübjektif
farkındalık.
Karbon Ayak İzi; birim karbondioksit cinsinden ölçülen, üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın
ölçüsüdür.
ağustos-eylül 2013
51
Suat Baran
DERİN
[email protected]
BENLİK VE MANDALA:
Hakikat yolcusu için
Nereye bakmalı, neyin peşinden
gitmeli, hakikate nasıl
ulaşılmalı gibi sorular insanın
zihninde cirit atıyor.
De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir
olur mu?” Ne var ki, sadece akleden
kalbe sahip olanlar bunu kavrayabilir.
(Kur’an, 39/9)
Yola çıkılacaksa başka bir şey için değil;
sadece, ama sadece hakikate ermek için yola
çıkılmalı
(Dücane Cündioğlu, Daire’ye Dair, s. 21)
Zaman aktıkça insanın kendisi de bir su gibi akar,
öyle ki kimi zaman bazı engellere çarpıp akıntısız
bir su birikintisine, kimi zaman da önüne gelen
her bir engeli durmaksızın, kendinden geçmişçesine ezip geçen bir sel akıntısına dönüşür. İnsanın
en derin varlığına, özüne, insan olmanın kaderine
işlenmiş olmalı böylesi değişim ve dönüşümler,
inişler çıkışlar, göğe uçuşlar, suyun dibine batış-
52
ağustos-eylül 2013
lar… Yeryüzüne adım attığımız andan itibaren
etrafımızda yaşamamızı şekillendirmeye çalışan,
bizlere isim takan, kendi beğenileri doğrultusunda, kendi yaşayamadıkları, erteledikleri düşleri
bizlerin üzerinde tatbik etmeye çalışan insanlarla
karşılaşırız, onlara doğarız adeta, onlar bizden
onların bir parçası, belki de hiç olmayan kuyrukları ve Atlantis misali yitik ve de hep arzulanan
kayıp cennetleri olmamızı isterler. Öte yandan ise
hiçbir zaman bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz,
Allah’ın bizler için hazırladığı kader kitabında yer
alan başka planlar da söz konusu, belki de içine
doğduğumuz insanların düşündüklerini adeta zıtlayıcı planlardır bunlar… Peki, onların istekleri,
bizim kendi fıtri yapımız ve Hakikatin dayanılmaz
ağırlığı karşısında bizim yapmamız gereken nedir?
Nereye bakmalı, neyin peşinden gitmeli, hakikate
nasıl ulaşılmalı gibi sorular insanın zihninde cirit
atıyor. Her halükarda yaşadıkça, zaman içerisinde ilerledikçe, kendimizi bulma adına, bir yandan
ailemiz, diğer yandan çevremiz tarafından bizlere
çizilmiş, onların hataları, yanlışları ve eksiklikleri doğrultusunda sırtımıza bindirdikleri yüklerle,
kader yolunda kendimize ve Hakikate doğru bir
yolculuğa çıkmış gidiyoruz.
Geçen yüzyılın yetiştirdiği ender ilim insanlarından biri olan Carl Gustav Jung’un kurmuş ol-
duğu analitik psikoloji ekolünde sözünü etmeye
değer önemli bir arketip söz konusudur. Bireyin
ömür boyu mücadelesini verdiği bir oluşum, yani
Benlik. İnsanın psişesinde merkezde yer alan ve
düzeni sağlayan bir arketip olan Benlik, kişiliğin
tümünü, bütünlüğünü simgeler. Bireyleşme sürecinden geçen insanın iç çatışmalar ve dalgalanmaların ardından, parçalanmadan, bölünmeden yola çıkarak, zıtlıkları adeta bir ierosgamos
(kutsal evlilik) ile bir araya getirerek ulaşmayı
hedeflediği bir erek noktasıdır bu, sufilerin deyimiyle kâmil-î insan olmaya, tekâmüle giden
yoldur bu. Bu tepe noktasına yaşarken ulaşabilen
çok az insan vardır (ölülerin kemale ulaşıp ulaşamadıklarını bilemeyiz) belki de şu fani yaşam
içerisinde ulaşılması imkânsızdır da ama bunun
için verilen çaba bile insanın yaşamını gerçekten
anlamı kılmakta ve mücadelesini onurlandırmaktadır. Benlik, ruhsal bütünlük genelde fantezilerde, rüyalarda, gündüz düşlerinde kendini daire,
dörtlülük (dört rakamıyla ilgili şeyler), çocuk ve
mandala şeklinde gösterir. Böylesi durumlarda
içsel yaşamın, bilinçdışının kişiye karşı yaptığı
bir çağrı söz konusudur. Daire, dörtgen, mandala sembolleri kuşatıcılıkları ve muhteva ettikleri
devridaim dönüşle bu tamamlanmışlığı çok güzel
bir şekilde ifade ederler. Buna ilaveten yeryüzünde görebildiğimiz tüm ibadethanelerin böylesi bir
tamamlanmışlığa vurgu yapan mimari yapılarını
Bireyin ömür boyu mücadelesini
verdiği bir oluşum, yani Benlik.
İnsanın psişesinde merkezde
yer alan ve düzeni sağlayan bir
arketip olan Benlik, kişiliğin
tümünü, bütünlüğünü simgeler.
da göz önünde tutmak anlamlı olacaktır. Ender
Gürol, Jung’un Analitik Psikoloji kitabına yazdığı
önsözde şöyle demektedir:
“Mandalalar, bölünmezleşme simgesidir. Bunlar
insanlık tarihinin en eski dinsel simgelerindendir;
ta Taş Devrine dek uzanırlar. Hemen hemen her
halk topluluğunda, her kültürde karşılaşılır bunlarla. […] Daire hareketi, insan yaradılışındaki
bütün aydınlık ve karanlık güçleri, dolayısıyla her
türden psikolojik karşıtları hareket geçirmesi bakımından manevi bir anlam taşır. Bu, kendi kendini dölleyerek kendini tanımak demektir. “ (76-7)
Dücane Cündioğlu Daire’ye Dair adlı kitabında:
“Özümüz bir kere inmiş bulundu bu âleme. Bu
nedenle özümüz, geldiği yere dönmeyi özlüyor;
kemâline ermeyi istiyor; eksik kaldığı için utanıyor. Dairesini tamamlamak için çırpınıp duruyor.
Zira kemâle ermeyi arzuluyor” (21-2), demektedir.
Yani sanki insanın bu daireyi tamamlaması, insanın kaçamayacağı, sırtını dönemeyeceği alnıağustos-eylül 2013
53
DERİN
na yazılmış bir hakikat gibidir. Ancak şu modern
dünyada yaşadıklarımızla ve esiri olduğumuz onca
şeyin gölgesinde insan en büyük yabancılaşmayı
kendisine, benliğine, daireye karşı deneyimlediği
için, üstüne üstlük bir de kapitalist sistemin sürekli vazettiği çalış, çalış, çalış sloganları altında
düşünmeye de vakti olmadığından hem bu fıtrî
arzusunun hem de potansiyelinin farkında olmadan bir ömür çürütebiliyor.
Hakikat arayışı yolculuğunda kendini tanımaya,
kendi benliğine ulaşmaya çalışan insanın karşısına çıkan mandalalar ruhun derinliklerinden gelip
ciddiye alınıp hakkıyla üzerine düşünüldüğünde demin de bahsettiğimiz gibi kişinin yaşamı
üzerinde şaşırtıcı etkilerde bulunarak ciddi bir
tekâmül sürecinin başlangıcına vesile olabilecek
bir güce sahiptir. Kişinin iç dünyası böylelikle
çevresinden, ailesinden ona doğru aktarılmış olan
ve ayrıca kendilik algıları sonucunda ruhunda yer
edinen çoşkusal, zihinsel çatışmalar ve komplekslerden de kurtulur, adeta bir yeniden doğuş gerçekleşir. Hakikat yolunun yolcusu insan tam anlamıyla kendini bilmeye yöneldiği için artık benliğe
ulaşmaya çalışmaya başlamıştır. Bu noktada man-
dalaların önemini dile getiren Jung’un Anılarında
söylediklerine kulak vermekte fayda var:
“Mandalalar, bana her gün, benliğimin ne durumda olduğunu gösteren şifrelerdi. Onlarda kendimi,
yani tüm benliğimin devinimini görebiliyordum.
Başlangıçta onları tam anlayamamama karşın, çok
önemli olduklarını bildiğim için, onları çok değerli
mücevher gibi sakladım. Odak noktası olduklarını
anlayabiliyordum ve zamanla onların sayesinde,
benlikle ilgili, durağan olmayan bir göstergeyi izleyebilme şansına sahip oldum. Benliğin, benim
ve benim dünyam gibi bölünmez olduğunu düşündüm. Mandalalar bu bölünmezliği ve ruhun mikrokozmik doğasını simgeler.” (160-61)
Haliyle birbirimizle patolojik seviyede geliştirdiğimiz bağımlı ilişkilerden tam olarak sıyrılamadığımız için ne hakkıyla hakikat yolunda ilerleyebiliyor, ne de bunun bir ileri noktası olan Benliğimize ulaşmaya çabalayabiliyoruz. Bunun bir sonucu
olarak da devridaim, son nefesimizi verene kadar
dairenin hep aynı noktasında yaşayarak ama hep
ilerlediğimizi sanarak nefes tüketiyor, ömrümüzden ömür çalıyoruz.
Yararlanılan Kaynaklar:
—Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli Meal-Tefsir. Mustafa İslamoğlu, Düşün Yayıncılık, 2010.
—Cundioğlu, Dücane. Daire’ye Dair. Kapı Yayınları, 2010.
—Jung, Carl Gustav. Anılar, Düşler, Düşünceler. Çev. İris Kantemir Can Yayınları, 2009.
—Jung, Carl Gustav. Analitik Psikoloji, Çev: Ender Gürol, Payel Yayınevi, 2006.
54
ağustos-eylül 2013
Gülsünay Uysal
SIĞ
[email protected]
Babasının Şiddeti
Bugün Türkçede baba
iktidarından koca iktidarına
boyun eğdirilene; baba
ekmeğinden koca ekmeğine
el açtırılana kadın denir.
Kadınlara aldatılmaları normal
gibi dayatıldıkça ve kadınlar
toplum tarafından gereklilikler
üzerine yaşayan bir cins olarak
görüldükçe mutsuz annelerin
yetiştirdiği sevgisiz bireyler
saracak yarınlarımızı.
İki hikâye anlatacağım. İkisi de biraz şiddetli.
İkisi de fazla gerçek. İlk kahramanımız ‘kocasına
geri dönsün diye kızının bacaklarını kıran baba’.
Serap, Ankara’da evli bir kadın. 22 yaşında ve
bir aylık hamile. Sıkıntısı olsa gerek, dönüyor
Kayseri’de yaşayan babasının yanına. Üniversite
mezunu baba kızının kocasının yanına dönmesini
istiyor. Dönmeyince kızının iki bacağını kırıyor.
Serap’ın babası jandarmaya ifadesinde, ‘kızının
Ankara’daki eşinin yanına dönmesi için şiddet uyguladığını’ söylüyor. Sonra da kızının evliliğinin
“iyi” olduğunu ve “kişilik bozukluğu” olduğu için
hem eşine hem de kendilerine sorun yarattığını
iddia ediyor.
Kadınlara, genç kızlığa ilk adımlarında aileleri
tarafından söylenen belli sözler vardır. Bunlar genelde atasözleri ya da deyimlerdir. Bu söz öbekleri çocuklara ebeveynleri tarafından sıkça dile
getirilir. Burada belli bir politika aşılanmaktadır.
Çünkü Türkiye’de çocuklar, aileler için düşüncelerine müdahale edilerek yaşamları ve zihinleri şekillendirilmesi gereken projelerdir. Bu söz
öbeklerine, ‘baba ekmeği zindan ekmeği, koca
ekmeği meydan ekmeği’ örneği verilebilir. Burada bir kadın için baba evinde barınmanın aşağılandığını; kadının gönül ferahlığıyla yaşayacağı
yerin kocasının evi olduğunu okuyabiliriz. Tabii
burada vurgunun ekonomik bir temele dayandığını da gözden kaçırmamak gerek.
Diğer bir açıdan bu anlatımda kadın toplum içinde yaşam biçimi itibariyle baba ya da koca evi
içinde biçimlendirilmiştir. Baba evi zehir, koca
evi meydan ekmeğidir ve bunların dışında kadın
için sunulan “ekmek” kapısı yoktur. Belli bir yaşa
kadar baba himayesinde yetiştirilen kızlar, vakti gelince evlenmelidir. Örnekteki anlatım itibariyle değerlendirirsek kadın ancak bu iki “kapı”
dâhilinde göğsünü gere gere ve toplumda kabul
görerek yaşayabilir. Eğer kadın evlenme yaşına
–ülkeden ülkeye değişkenlik gösterir- geldiğinde
ağustos-eylül 2013
55
SIĞ
hala babasının evinde yaşıyorsa; “kız kurusu”,
“evde kalmış” gibi ifadelerle aşağılanır. Ekonomik
özgürlüğünü kazanıyor olması baskıyı yok etmez
ancak bir parça bu bireyin özgürlük marjını genişletir. Eğer kadın baba evinden ayrılıp, tek başına
ayakta durmayı seçerek, yalnız yaşamak isterse
yine toplumun aynı acımasız oklarının hedefi olacaktır. Toplum buna elverişli değildir.
Oysa hayatın akışı her zaman lineer ilerlemez. Kadın belli bir yaşa kadar babasının evinde barınıp,
daha sonra isteyerek evliliği seçmiş olabilir. Fakat
bu hayat biçiminde her şey umduğu gibi gitmeyebilir ve aradığı mutluluğu bulamayabilir. Erkek
için de aynı şeyler söz konusu olabileceği gibi.
Hayat zaten iki farklı insanı bir arada uzun süre
sürüklemek için elverişli değildir. Aranan rutinliğin ötesinde ani kırılmalar ilişkileri yıpratabilir.
Hepsini bir yana bırakarak fiziksel şiddet, psikolojik şiddet gibi mağduriyet durumlarından doğru olarak; yine bireyler karşılıklı veya tek taraflı
olarak bu birliktelikten vazgeçebilirler. Bu tercih
anlaşarak veya anlaşmadan da bittabi olabilir.
Bunların hepsi olabilir. Pekiyi örf, adet, gelenek
ya da ataerkimiz bu denk gelemeyişlere ne kadar
anlayış gösterir?
Bu yaşanan örnekte de beklenmedik sonuçlardan
birini açıkça gözlemliyoruz. Evli bir kadın, sebepsiz veya gerekçeli olarak baba evine döndüğü için
56
ağustos-eylül 2013
bizzat babasından şiddet görüyor. Kocasının evinde şiddet görmüş ya da görmemiş olduğunu ise
bilemiyoruz. Çünkü bu kadın beklenenin –ataerkil
sistem tarafından- dışına çıkmıştır. Toplum için
kadın “bir topak çamur”dur ve “nereye atarsan
oraya yapışmalı”dır. Toplumda söylenen ve kız
çocuklarına anneleri aracılığıyla dayatılan budur.
Aksi şiddet ve kırılmaları beraberinde doğurmakta, değerleri çatırdatmaktadır.
Aldatıldığını
kabul etmeyen kadınlık
Bir başka hikâye ise çocukluk arkadaşımın
hikâyesi. Ufacık kız çocuklarıydık o zaman. Baskıcı bir babası, dünya tatlısı bir annesi vardı. Annesiyle sohbet etmeye doyamaz, babasını görünce
köşe bucak kaçardık. Eve geç kalamaz, sokağa
oynamaya çıkamazdı. İçine kapanıklığı, sessizliği
ve ani tepkileri bundan olsa gerek şaşırtırdı daima çevresindekileri. Babası ona çok düşkündü.
Mutlu ve çok güzel bir kızdı Elif. Şimdi onu böyle bir yazıda anlatmak çok acı. Biz koptuk, farklı
mahallelerin farklı hayatlarına dağıldığımızdan
belki. Öfkeden gözlerimi dolduran hikâyesini duyduğumda yapacak hiçbir şey kalmamıştı.
Üniversiteye okumaya gidince birini sevip
evlenmiş. Ailesi başta istememiş ama o inat et-
Kocasının evinde şiddet görmüş
ya da görmemiş olduğunu ise
bilemiyoruz. Çünkü bu kadın
beklenenin –ataerkil sistem
tarafından- dışına çıkmıştır.
Toplum için kadın “bir topak
çamur”dur ve “nereye atarsan
oraya yapışmalı”dır.
miş. Şimdi iki kız çocuğu olmuş. Elif, öğretmen
olduğu için uzakta bir şehre göreve gittiğinde
kocasıyla mesafe olarak uzak kalmışlar. Kocası da
bu süre içinde kendi işyerinde çalışan başka kadınla ilişki yaşamaya başlamış. Bu olay çevrede
duyulmuş. Duyulunca da aynı yerde çalıştıkları
kocası iş yerinden kovulmuş. Sonra Elif’in görev
süresi tamamlanınca kendi evine dönmüş. Fakat
çocuklarıyla dönme hayalini kurduğu yuva onu
beklemiyormuş.
Bu aldatılma meselesi Elif’in kulağına gitti ve
fotoğraflar gözünün önüne serildiğinde o beklenenin aksi bir tepki verdi. Kocasını terk etmedi. Hatta zaten aldatıldığını ısrarla reddetti. İlk
örneğin aksine babası destek verip ayrılmasını
istedi ama Elif ne ayrıldı ne de babasının evine gitti. Kocası şu an haftanın sadece bir gecesi
evde kalıyor. Geceleri bir işte çalıştığını ileri sürüyor ama bir yandan da işinden kovulduğu için
Elif’ten sürekli para alıyor. Elif için bu durumu
hazmetmek çok kolay olmasa gerek. Peki, nedir
onu bu kirli irtibatı sürüklemeye iten zorunluluk.
Parasını kazanan bir kadın ama iki kız çocuğunu
babasız büyütecek. Üstelik toplum tarafından bu
çocuklar büyük bir baskı görecek. “Boşanmış kadın”, “kocasını elinde tutamamış kadın”, “kaybetmiş kadın” olacak o küçük şehrin, küçük mahallesinin sakinleri arasında. Her gün eve gelirken,
her sabah işe giderken bir kere daha oklara hedef
olacak. Öyle ya; belki zaten baba evine dönmek
zorunda kalacak. Kolay mı? Ya da daha mı kolay
şu an yaşadığı durumdan.
Kadınların çıkışı olmayan ucu kapalı tünelleri...
Kuşatıldıkları vicdansız toplumun yargıları... Bugün Türkçe’de baba iktidarından koca iktidarına
boyun eğdirilene; baba ekmeğinden koca ekmeğine el açtırılana kadın denir. Kadınlara aldatılmaları normal gibi dayatıldıkça ve kadınlar toplum
tarafından gereklilikler üzerine yaşayan bir cins
olarak görüldükçe mutsuz annelerin yetiştirdiği sevgisiz bireyler saracak yarınlarımızı. Uyum
ve denge içinde biçimlenmeyen hiçbir değer
uzun süre varlığını koruyamaz. İki farklı hayat
hikâyesi… İki farklı baba şiddeti…
ağustos-eylül 2013
57
Gülmelek Alev
NÜFUS SURETİ
[email protected]
Kadına Yönelik Şiddet:
Kandaş Grubun
Namusu mu, “Benim”
Cinsel Özgürlüğüm mü?
İktidar bir el koyma hakkıdır.
Uyruğundakilerin varlığına,
ürettiklerine, emeklerine
ve hatta kanlarına; yani
nesnelere, zamana, bedenlere
ve nihai olarak yaşamın
kendisine el koyar.
Şiddet ya içgüdüsel (Freud gibi) ya da toplumsal olduğu düşüncesiyle tanımlanmaya çalışılmıştır. Foucault, şiddeti iktidar ve güç ilişkileri
çerçevesinde ele alıp toplumsal bir olgu olarak
incelemektedir. Ona göre iktidar, eşit olmayan,
devingen ilişkilerde ortaya çıkmaktadır ve her
yerdedir, tüm ilişkilerde üretilmektedir, sahiplenilen, devredilen, ele geçirilen bir şey değildir.
İktidar yapılanması içinde güç şiddete dönüşerek
meşrulaşır, ancak şiddet iktidarın en son başvurduğu yoldur, iktidarın en ilkel biçimidir. Yani
şiddet, iktidarın kendisine karşı işlenmiş bir suçun cezalandırılması olarak karşımıza çıkmaktadır1. Egemen iktidar, iktidarını sarsacak bir dav-
58
ağustos-eylül 2013
ranışı cezalandırırken halka açık olarak bedende
görünür iz bırakmayı tercih eder. Böylece onuru
zedelenmiş iktidar onarılır, üstünlüğü tekrardan
kabul görür ve herkes tarafından tanınır. “İktidar
bir el koyma hakkıdır. Uyruğundakilerin varlığına, ürettiklerine, emeklerine ve hatta kanlarına;
yani nesnelere, zamana, bedenlere ve nihai olarak
yaşamın kendisine el koyar2.” 18. Yüzyıla gelindiğinde artık bu şekilde bir törensellik içerisinde
bir şiddet gösterisi söz konusu değildir: Herkesin
gözü önünde yapılan işkence ile iktidarı onarmak
yerine davranış biçimleri ıslah edilmeye çalışılır.
Yani iktidar artık baskıcı değil, disipline edici,
normalleştirici ve düzenleyicidir. Foucault’nun
bio-iktidar olarak adlandırdığı bu yeni iktidar ilişkisi artık itaatkâr, kurallara, düzene ve otoriteye
boyun eğen ve bu otoriteyi içselleştiren bireyler
yaratmayı amaçlamaktadır3. Bio-iktidar iki biçimde ortaya çıkmaktadır: insan bedenini makine olarak kabul eden disiplinci iktidar ve insana
doğal bir tür gözüyle bakarak nüfusu düzenleyici
bir denetim kuran iktidar. Disiplinci iktidar bireylerin bedenlerini ve eylemlerini doğrudan etkilerken, toplumun refahı ve zenginliğini ve nüfusun
devamlılığını hedefleyen teknolojiler bütünü olan
bio-iktidar makro anlamda tüm nüfusu denetim
altına almaktadır4. Bio-iktidar için tür ya da grup
daha önemlidir. Biyolojik varoluşun siyasal alana
yansıması olarak nitelendirilebilir. İnsan bedenine, cinselliğe, aileye, okula, orduya, fabrikalara
vs. kadar yayılan bir iktidardır. Eskiden iktidar
yasa ile özdeşti ancak bio-iktidarda yasa yerine
normlar söz konusudur. Burjuva toplumunun bir
ürünüdür ve bireyleri normlara uymaya zorlar. Bu
anlamda da normalleştirici, ehlileştiren kurumlar
kurar: okul, aile, ordu, akıl hastanesi gibi. Foucault bio-iktidarı modernitenin eşiği olarak kabul
eder. Bio-iktidarın cezalandırma tekniklerinde ise
bedensel şiddet yerine ıslah edici cezalar kullanılmaktadır. Bireyin biyolojik yaşamı bio-iktidar
için önemlidir. Bu nedenle onu yok etmek yerine teşvik etmek, güçlendirmek, denetlemek, en
iyi şekilde kullanmak ve örgütlemek zorundadır5.
Çıplak yaşama yönelik şiddetin karşısında yer alır,
bio-iktidar: Hükümran gibi öldürmez, bedenini di-
siplin altına alarak yaşatır. Şiddet, hukuk disiplini
ile birlikte yasa dışı bırakılır ve sadece istisnai
durumlara özgü bir hak olarak formüle edilir6.
Ayrıca gözlerden uzak mekanlarda ceza ve şiddet
yerine bireylerin bedenleri ve eylemleri dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Sürekli gözetim altında
olduklarını düşünen bireyler iktidarı içselleştirerek kendi kendilerini denetlemektedirler (Panoptikon modelde olduğu gibi). Egemen iktidar
fiziksel şiddete dayandığından her yerde değildi
ancak bio-iktidar yer yerde ve süreklidir. Egemen
iktidarın tebaası üzerinde yaşatma ya da öldürme hakkı bulunmaktadır. Bio-iktidar ise yaşamı
kutsamakta ve onu yönetmektedir çünkü egemenliğini halka dayandırmaktadır, egemen iktidarda
olduğu gibi Tanrı’ya değil. Bio-iktidarın işlevi
ulus-devlet olarak tabir edilen, kan, ırk, kültür,
dil gibi unsurlarla tanımlanan siyasal topluluğun
oluşturduğu bedeni korumak, devamını sağlamak
ve geliştirmektir7. Öte yandan bio-iktidar merkez-
ağustos-eylül 2013
59
NÜFUS SURETİ
siz işlediğinden şiddeti uygulayanın tespiti çok
güçtür. Bio-iktidar yaşamı kutsadığındandır ki
modern toplumlar idam cezasını kaldırmış, intihar
eden bireyleri anormal ve hastalıklı olarak kabul
etmiştir. En temel norm, yaşamak ve yaşatmaktır
çünkü. Bu anlamda da bio-iktidar şiddeti olarak
karşımıza çıkan soykırımlar ve savaşlar, siyasal
topluluğu oluşturan türün devamlılığını sağlamak
için vardırlar8. Öyleyse bio-iktidar doğası gereği
şiddet içermez ancak işleyişi bakımından şiddete
neden olabilmektedir, diyebiliriz.
Ferdi boyuttaki namus cinayetleri ile ailenin aldığı ortak karar üzerine öldürme eylemini tanımlayan töre cinayetleri kadına yönelik şiddetin bir
boyutudur. İnsanın kendisine yönelttiği şiddet
olan intiharı da töre ve namus cinayetleri kapsamında ele almaya çalışacağız. Namus çerçevesinde çizilen kurallar ile kadın bedeni disiplin
altına alınmaktayken kadınlar da kendilerini bu
kurgu üzerinden disipline etmektedirler9. Foucaultcu anlamda egemen iktidar olarak tanımlayabileceğimiz ataerkil toplumsal düzendeki
kadın-erkek ilişkisinin 19. Yüzyıldan sonra sömürgeciler tarafından, kadınları akıl dışı geleneklerden (Hindistan’da sati, Afrika’da jenital kesme,
çokeşlilik, Avustralya’da cinsellik içerdiği düşünüldüğü dini ritüeller vs.) kurtarmak söylemiyle
birlikte kendi bio-iktidarlarını güçlendirerek, disiplin altına alınmış ve düzenlenmiş olduğunu
görmekteyiz. Gelenek kelimesi ‘onlar’ kategorisi
yaratarak bir öteki, bir söylem nesnesi kurgulamaktadır10. Dolayısıyla geleneğe sahip olanlarla
gelenek hakkında söylem üretenler ve ona müdahale edenler arasında da ayrı bir iktidar ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Ataerkil namus kavramına yönelik cezai yaptırımlar söz konusu olsa dahi kadınlar
intihar ettirilerek ya da intihar süsü verilerek aynı
ataerkil namus kavramı ortadan kalkmamaktadır.
Yani gelenek zamanın algısına göre dönüşmekte
ve yeniden kurgulanmaktadır. Ayrıca modern kurumlar dahi ataerkil toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden üretilmesine katkı sağlamaktadırlar.
Dicle Koğacıoğlu, bir çalışmasında, kan davası ve
namus cinayetlerini kıyaslayarak uygulanan cezai
yaptırımların cinsiyete göre nasıl değiştiğini göstermektedir. Kanunca gelenek olarak görülen kan
60
ağustos-eylül 2013
Bio-iktidar yaşamı
kutsadığındandır ki modern
toplumlar idam cezasını
kaldırmış, intihar eden bireyleri
anormal ve hastalıklı olarak
kabul etmiştir. En temel norm,
yaşamak ve yaşatmaktır çünkü.
Bu anlamda da bio-iktidar
şiddeti olarak karşımıza çıkan
soykırımlar ve savaşlar, siyasal
topluluğu oluşturan türün
devamlılığını sağlamak için
vardırlar.
davası ile işlenen cinayet söz konusu olduğunda
ceza ağırlaştırılırken, namus nedeniyle işlenen cinayetlerde de indirimler verilmektedir çünkü iki
geleneğin hedeflediği aktörler farklıdır: İlkinde
erkek, ikincisinde kadın11. Yani devlet kurumları, namusa dayalı davranışların karşısında durmak
yerine onlara eklemlenmiştir. Namus kavramı, aile
üzerinden kamusal alana taşınmış ve kadın bu
kavramı içselleştirmiştir. Söylem üretme gücüne
sahip olan iktidar (bio-iktidarın disiplin kurumları
ya da ataerkideki egemen iktidarın sahibi erkek)
ve onun dili cinsiyetçidir.
Aynı kavram toplumsal cinsiyet anlamında farklı
anlamlar ifade edebilmektedir.
Namus kelimesi Türkçeye Arapça ve Farsçadan
geçmiştir ve kökü eski Yunancadaki “Nomos” kelimesinden gelmektedir12. Nomos şu anlama gelmektedir: “Yerleşik hale getirilmiş herhangi bir şey,
kullanım, gelenek, yasa, yorum yoluyla kazanılan
herhangi bir şey, Tanrı tarafından onaylanmış bir
durum oluşturan bir yasa veya kural, herhangi bir
yasanın yerine getirilmesi, Tanrı tarafından onaylanmış olan uygun görülen ahlaki kural veya emir,
mantığın emrettiği hareket kuralı, Musa şeriatında ve Tevrat’ta koşullara göre kanunun hacmine
veya içeriğine uygun olan Hıristiyan dini ve inancı
İsa’nın ahlaki öğretisini özellikle aşk ile ilgili ahlaki kuralı emreden yasa13. ” Nomos, yurt tutulan bir
yerde içerisi/dışarısı, dost/düşman yani yaşamaya
değer hayat/öldürülebilir hayat ayrımlarının hangi bedenlerde kurgulandığını ifade eder14. Namus
ise peygamberler aracılığı ile haber verilen “ilahi
yasa” olarak tanımlanmaktadır. Türkçede ise cinsel ahlak kurallarına bağlılık anlamı taşımaktadır.
Namuslu erkek ile namuslu kadın arasındaki fark,
ilkinin dürüstlüğüne, ikincisinin ise cinsel ahlak
kurallarına uyuyor olmasına yapılan vurgudur.
Namus ve erkeklik kavramları kadının toplumsal
yaşamını biçimlendirmektedirler. Erkeğin cinselliğinin sergilendiği zemin olarak kadının kocasının
tohumunu tehlikeye atma riski bulunmaktadır.
Döllenme aracı olarak görülen kadının elinden
böylece cinselliğinin öznesi olma hakkı da alınır.
Bu da kadını erkeğe (egemen iktidara) ve bioiktidara (türün devamlılığı) mahkûm eder. Ulus
erkek, vatan ise kadın olarak tasavvur edilir ve
sınırlar namus olarak kabul edilir. Başka bir devletin ulusal sınırlara tecavüzü, başka bir erkeğin kadının ırzına geçmesine benzetilmektedir. Kadınlar
topluluğun kimlik ve şerefini taşımaktadırlar. Yani
kadın topluluğun biyolojik olarak yeniden üretimi
çerçevesinde nesnelleştirilmekte ve namus olarak
tanımlanan değerin taşıyıcısıdırlar15. Namusun
sahibi ise kadının dâhil olduğu kandaş grubun
kendisidir (özelde ise erkeklerdir). Öyleyse kadının cinsel bütünlüğüne yönelmiş bir saldırı onun
ait olduğu topluluğa yöneltilmiş bir saldırı olarak algılanmaktadır. Böylece “ırz, kişinin cinsel
bütünlüğü olmaktan çıkıp topluluğun kişinin bedeni üzerinden kendini tanımlamak üzere araçsal-
ağustos-eylül 2013
61
NÜFUS SURETİ
Foucault bio-iktidarı
modernitenin eşiği olarak kabul
eder. Bio-iktidarın cezalandırma
tekniklerinde ise bedensel
şiddet yerine ıslah edici cezalar
kullanılmaktadır.
laştırdığı bir değere düşmektedir. ‘Irzın kolektif
kavranışı’ nedeniyle kişi kendi isteğiyle de cinsel
ilişkiye girse ‘ırza geçilmiş’ olacaktır16.” Buradaki
ırz kavramı cinsel özgürlüğü karşılamamaktadır ve
ırzını koruması gereken genel olarak kadındır. Namusun görevi de kadının ırzını korumaktır. Peki,
namusu hangi davranışlar kirletmektedir? Sadece
bekâretin korunamaması değil, sokakta topluluk
dışından erkeklerle görülmek, kadın arkadaşlarla kamusal alana çıkmak, radyoda isminin anons
edilmesi, sıklıkla dışarıda görülmek de namusu
kirletebilmektedir.
Namusun kaybı erkeğin şerefini kaybetmesi anlamına gelir. Şeref bir kere kaybedildi mi tekrardan kazanılması gerekir. Öyleyse namusu kirleten
erkek ya da kadın cezalandırılmalıdır. Namus ve
şeref aynı zamanda da ırz gibi kavramlar bireysel
değil kolektif anlamlarla yüklüdür: Önemli olan
kandaş grubun namusu ve şerefidir17. Öldürme
meşruiyetine sahip egemen iktidar namus adına
öldürür. Cinsellik ve evlilik türün yeniden üretimi olarak kabul edildiğinden kolektif bir denetime tabi tutulur ve artık namus cinayetleri töre
cinayetlerinin bir biçimi haline gelir. Artık töre
kandaşlığın nomosudur18. Kadının doğurganlığını
dipnotlar
Ferda Keskin, “Foucault’da Şiddet ve İktidar”, Cogito, İstanbul,
Sayı: 6-7, 1996, ss. 117-122, s. 117.
2 A.g.e., s. 118.
3 A.g.e., s. 121.
4 Gülbanu Altunok, “Şiddetin Eleştirisi Olarak İktidar: Arendt ve
Foucault”, Doğu Batı (Şiddet), Ankara, Sayı: 43, Kasım, Aralık,
Ocak 2007-2008, ss. 51-74, s. 67.
5 Ferda Keskin, a.g.e., s. 122.
6 Gülbanu Altınok, a.g.e., s. 66.
7 A.g.e., s. 68.
8 A.g.e., s. 69.
9 Dicle Koğacıoğlu, “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması:
Namus Cinayetleri Örneği”, Cogito (Feminizm), İstanbul: YKY,
Sayı: 58, 2009, ss. 350-384, s. 351.
10 A.g.e., ss. 354, 355.
11 A.g.e, s. 360.
1
62
ağustos-eylül 2013
değerli kılan kadının belli bir erkeğin tohumunu
güvence altına alabilme yeteneğidir. Erkeğin üreme sürecindeki rolü kutsallaştırılarak babayanlı
soy dizgesi güçlenmiş ve kadının bekâret ve cinsel sadakatinin denetimi ölümcül bir nitelik kazanmıştır19. Namus adına kadınların fiziksel varlıklarına son verilirken topluluğun hafızasından
da silinmektedirler: Namus cinayeti kapsamında
öldürülen kadınlar için cenaze törenleri yapılmamaktadır. Mart (2013) ayında Bismil’de kayınpederi tarafından öldürülen ve ailesi tarafından
cenazesi alınmayan Meltem Özdaş’ın (22) cenaze
töreninin BDP’li kadınlar tarafından yapılması durumunda karşılaştığımız gibi20. Kadının yaşaması
ya da ölmesine izin verme şeklinde oluşan egemen iktidar, modern toplumlarda (bio-iktidarın
var olduğu) yaşatma ya da ölüme terk etme biçimine bürünmüştür. Namus söz konusu olduğunda
bio-iktidarın egemen iktidar ile üst üste bindiğini
görmekteyiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi namus cinayeti suç sayılmasına rağmen zanlı ceza
indiriminden faydalanabilmektedir. Devletle özdeşleştirebileceğimiz ama tam anlamıyla devleti
işaret etmeyen (çünkü merkezsizdir) bio-iktidar
egemenliğini ataerkine kaptırmak istemediğinden
namus cinayetini suç sayar ve cezalandırır ancak
yine de kendisi bu kavramın yeniden üretilmesine
katkıda bulunur. Çünkü öldürülebilir hayat sadece
kadınınkidir. Öte yandan, medyaya yansıyan töre
ve namus cinayetleriyle birlikte törenin eleştirildiği televizyon dizileri töre kurgusunun kanıksanmasını sağlamaktadır. Öyleyse şiddeti destekleyen bir diğer kurum da şiddet üreten ve topluma
şiddeti pompalayan medyadır.
12 Emine Öztürk, Türkiye’de Aile, Şiddet ve Kadın Sığınma Evleri,
İstanbul: Birey, 2010, s. 104.
13 A.g.e., s. 104.
14 Pınar Ecevitoğlu, Namus, Töre ve İktidar: Kadının Çıplak Hayat
Olarak Kuruluşu, Ankara: Dipnot, 2012, s. 296.
15 A.g.e., s. 279.
16 A.g.e., s. 309.
17 A.g.e., s. 339.
18 A.g.e., ss. 378, 379.
19 A.g.e., s. 433.
20 17 yaşında halasının oğluyla evlendirilen Meltem Özdaş
evliliğinde sorunlar yaşadığı için kadın sığınma evine sığınmış
ve boşanma talebinde bulunmuştu. Çocuğunu almak için
Bismil’e gittiğinde ise öldrüldü. Bakınız: “Öldürülen kadını
hemcinsleri defnetti”, Milliyet, 06.03.2013, [http://gundem.
milliyet.com.tr/oldurulen-kadini-hemcinsleri-defnetti/gundem/
gundemdetay/06.03.2013/1677092/default.htm], 28 Mart 2013.
Şükran Beklim
A4-ANTRAKT
[email protected]
Iskalanmış Barış
Doğu Vilayetleri’nde
Misyonerlik, Etnik Kimlik ve
Devlet 1839-1938,
Hanns - Lukas Hieser
Iskalanmış Barış, Tanzimat’tan başlayarak İkinci Dünya Savaşı arifesine uzanan süreçte Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Türk, Kürt, Ermeni, Rum
ve Süryani etnik toplulukların kimlik inşa macerasını
anlatıyor. Bölgedeki Protestan misyonlarının -giderek
Batılı devletlerin politikalarından özerkleşen- etkinliklerinin bu maceradaki özel etkisine eğilerek...
Kitapta, Tanzimat’ın merkezîleşme çabalarının ve Abdülhamit dönemi panislamist politikalarının Osmanlı
millet politikaları üzerindeki yansıması incelendikten
sonra, bölgenin bugünkü şeklini almasında belirleyici
olan trajik olayların yaşandığı 1908-1938 arası dönem
ele alınıyor.
II. Meşrutiyet’in ilanından Dersim İsyanına kadar
uzanan bu tarihsel kesitte, Jön Türk yönetimiyle
ulusal Türk Devleti›nin bölgeye bugünkü etnik
yapısını kazandıran icraatları tartışılırken, buradaki
sürekliliklere dikkat çekiliyor.
Osmanlı Devleti’nde
Moratoryum 1875-1881 Rüsum-ı
Sitte’den Düyun-ı Umumiyye’ye,
Mehmet Hakan Sağlam
Elinizdeki kitap, Düyûn-ı Umûmiyye’’nin, yani
Osmanlı Borçlar Yönetimi’’nin ihdas edilmesi öncesi
bir evreyi, Rüsûm-ı Sitte diye bilinen bir dönemi
gündeme getiriyor. Osmanlı dış borç yanı sıra, iç
borca da başvurmuştur. Ülkede orta sınıfın oluşması
birikimi de beraberinde getirmiştir. Osmanlı ülkede
oluşan orta sınıfı vergi kapsamına alacağına ona
borçlanmıştır. Ancak iç borçlar çoğu kez “avans”
niteliğindedir ve mevsimlik çözüm sunmuştur. Rüsûm-ı
Sitte, iflas konumunda olan Osmanlı yönetiminin
altı gelir kalemini iç borçların tasfiyesi için karşılık
göstermesinin öyküsüdür.
Mehmet Hakan Sağlam’’ın Tarih Vakfı Yurt
Yayınları’’ndan daha önce çıkmış bulunan Osmanlı Borç
Yönetimi - Düyûn-ı Umûmiyye 1879-1891, başlıklı
dört ciltlik derlemesinin evveliyatını içermektedir.
(Prof. Dr. Zafer Toprak, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim
Üyesi, Tanıtım Yazısından)
ağustos-eylül 2013
63
A4-ANTRAKT
Naki Tezel’in İstanbuldan
Derlediği Masallar,
Ferhat Aslan
İnsanlık tarihinin ilk edebî verimleri olarak
nitelendirilen masallar milletlerin kültürel kodlarına
yer veren anonim halk anlatılarıdır. İnsanoğlunun
hayata dair hemen her duygu ve düşüncesini sembolik
bir dille ifade eden masallar, kendine has kuralları
olan folklorik verimlerden biridir.
Masalların muhtevalarında; var ile yok, hayal ile
gerçek, olağan ile olağanüstü birlikte yer alır. Bunca
zıtlığın bir arada bulunduğu masalların sonunda
iyiler kazanır, kötüler cezalandırılır ve mutlu sona
erişilir. Böylelikle insanoğlu iyiye, güzele ve erdeme
yönlendirilir.
Bu kitapta; Naki Tezel’’in (1915-1980), bitmez
tükenmez folklorik bir zenginliğe sahip olan
İstanbul’’dan derleyerek 1936-1938 yılları arasında
Halk Bilgisi Haberleri Dergisi’’nde, “İstanbul Masalları”
adı altında yayımladığı 72 masal incelenmiştir.
Türklerin Rumeli’ye Vedası,
Ellis Ashmead Bartlett
Balkan Harbi, ülkenin Rumeli’ndeki topraklarını
kaybetmesi ve neredeyse Avrupa kıtası ile
bağlantısının kalmaması noktasına gelmesi itibariyle
önemli bir kırılma noktasıdır. Altı asırlık çınarın,
“küçük” gördüğü ve ciddiye almadığı Balkan
ülkeleriyle yaptığı savaşta kısa sürede ciddi bir
mağlubiyet alması “utanç verici” olarak görülmüş ve
“Balkan Hacâleti” olarak isimlendirilmiştir.
20. yüzyılın ilk döneminin önemli savaş
muhabirlerinden olan Ellis Ashmead-Bartlett, Balkan
Harbi’ni yerinde ve Osmanlı ordusu tarafından
gözlemlemek üzere ülkemize gelmiş bir gazetecidir.
Bu kitap, onun savaş boyunca aldığı notlar ve
yaşadıklarını içeren, o günleri anlamamıza ışık tutacak
nitelikte önemli bir hâtırat.

Benzer belgeler