Demir Küçükaydın

Transkript

Demir Küçükaydın
Marksizm ve
Sosyalizmin
Sorunları
Üzerine
Yazılar
Demir Küçükaydın
1
Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar
İçindekiler
Sunuş
4
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları
5
Sesli Düşünmeler
9
26.4.1987
9
27.4.1987
13
28.4.1987
Tarihin Maddeci Kavranışının İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri
16
19
Program Anlayışları
25
Marksizm ve Günümüz Dünyası
30
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine
36
Bir Değerlendirme
36
Sunuş
36
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir
37
Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi?
40
Marksizm, Hangi Marksizm?
41
Marksizm’in Hangi Veçhesi
44
Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma Denemesi 49
Sunuş
49
Sosyalist Demokrasi Tartışması'nın Bazı Metodolojik Sorunları
51
Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı?
54
Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An
Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi
55
2
Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu
56
İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde
Hizmet Eder?
57
Partiler Sorunu
58
Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi
59
Doğrudan Demokrasi Olanakları
60
Sosyalist Demokrasi'nin İlkesi ve Maddi Temeli
Hamburg Dersleri’ne Önsöz
60
64
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit
75
Milliyetçiliğin Sonu
78
Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni
82
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler ya da Bilimsel Sosyalizm'den Ütopik
Sosyalizm'e
85
Giriş
85
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları
85
Sosyalizmin Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları
88
Sosyalizmin Sorunları ya da Zorlukları
92
Sosyalizm mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil
Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Sorunları
95
103
Yanlış anlamalar: Kuşaklar, Politik Kültür ve Uslup Sorunları
103
Umutsuzluk ve Umut
108
"Negatif Diyalektik"
108
Marksizme Veda mı?
110
Yeni Malthusçuluk ve Gezegen Çapında Apartheit
112
Sosyalizm ve Paylaşma
114
Komünist Toplumun Bolluğu
117
Enternasyonalizmin Sonu (Ulus, Ulusçuluk, Enternasyonalizm Üzerine Aykırı Düşünceler)
119
Sunuş
Hariçten Gazel
119
132
Hariçten Gazeller 01
135
3
Marksizmde Kesinlik, Açık Uçluluk ve Gelecek Projeksiyonları Üzerine
139
Kültür ve Politika
144
Süreksiz Devrim
156
İlk Yazı: "Schachnovelle"
163
Bir Dönemin Eşiğinde
168
Ne Yapmalı?
187
1 Mayıs Düşünceleri
198
Dünün ve Bugünün Dünyası
204
Sosyalizm, Din ve Politik İslam
207
Sunuş Yerine ya da Söyleyecek Sözü Olmamak
207
Tarihsel Gidiş İçinde Politik İslam
212
Sosyalizm ve Ulus Bayrağının Yitirilmesi ve Politik İslam
215
Politik İslam ve Burjuva Uygarlığı’nın Krizi
ÖDP’den Ayrılan Muhalefetin Sorunları
216
220
Sorular ve Sorunlar
225
Eski Yaklaşımlarla Nereye Kadar?
231
Metaforlarla Konuşulursa
234
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (1)
237
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (2)
240
İmparatorluk
243
Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir Site
246
Tarihsel maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının Neler Olduğuna Dair Bir Soruşturma ve
Anket İçin Davet
269
Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih
272
Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi, Politika ve Kültür
295
Teori ve Politika
300
Umutsuzluk İlkesi
302
Kadın Kurtuluş Hareketi ve Tarihsel Maddecilik (Marksizm)
305
4
Sunuş
Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar başlıklı bu derlemede, Marksizm’in
Marksist Eleştirisi’nin Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı alt başlıklı Önsöz’ünde ve Bir
Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi’nde anlatılan evrimin somut belgeleri yer alıyor
sayılabilir.
Kıvılcımlı Üzerine Yazılar derlemesi de yine anlatılan bu evrimin bir belgesi gibi okunabilir.
Bu derleme ile Marksizm’i Savunmak ve Geliştirmek başlıklı üç ciltlik kitabın ikincisi de
hazırlanmış oluyor. Bu cildin ağırlığı daha ziyade “Geliştirme” yönündeki yazılarda.
Türkiye’nin Aydın ve Sosyalistleriyle Polemikler başlıklı üçüncü ciltte ise daha ziyade
Marksizm’i tahriflere ve bayağılaştırmalara karşı savunmalar ağırlıkta olacak.
05 Aralık 2009 Cumartesi
Demir Küçükaydın
5
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları
Kürdistan Press, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak; bu
mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün, bir metodun, bir
programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek netleşmesine ve ağırlığının artmasına
katkıda bulunmak için çıkıyor.
Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan sonra daha ne kadar da oluşturacak olan
Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl bir yere
sahiptir? Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve çabalarına
anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede bulunmaktadır?
Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği
cevapla diğer eğilimlerle ayrım çizgilerini çizebilir.
Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan bakmak; ya da başka bir ifadeyle,
Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın
Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için
olmazsa olmaz ön koşuldur.
Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel" (Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve
evrensel Tarih bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada
bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel olarak var olabildiği
için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir sınıf değildir. Evrensel ölçüde var
olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası
olarak kaldığı sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program
geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun ezilenlerinin mücadelesini
örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o ulusun proletaryası olmaktan çıkmak, MarksEngels'in bir zamanlar övünçle kendilerini tanımladıkları gibi: Kozmopolit olmak, ancak bundan
sonra, bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş mevziinde yerini almak zorundadır. Yani
inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde, ulusun diğer sınıfları karşısında bir karşı kutup,
bir alternatif yaratıp ideolojik bir hegemonya kurabilir.
Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce,
Dünya Tarihsel bir metot ve dünya görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı
vardır. Bu da kendi mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk
adım atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel Tarih
Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır.
***
6
Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına
rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel
nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal
Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler.
Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi kavramak gerekiyor. Var olması nesnel
olarak zorunlu bir aşama, ne demektir? Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek medeniyetinden
direk kapitalizme fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta üretiminin yaygınlık
düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini ve Avrupa derebeyliğini,
dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak tanımlayamayız.
Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En azından Birinci Dünya Savaşı'ndan bu
yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel nedenlerine dayanan bir aşama içinde değildir. Bugün yaşanan
Tarih, yaşanması zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir yol, bilimsel sosyalizmin
kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu durumda, milyonlarca insanın, birkaç
kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı.
Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist
devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan,
iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden
bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme
geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki
yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını
Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar
olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir.
Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin yeterince olgunlaşmamış olmasından, ne
de proletaryanın Antik Tarihin köle ya da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum
kuracak nesnel yeteneği olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki ihanetler
nedeniyle bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir.
Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin edici
karakteristiğini anlamamalarında yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi
mücadelelerinin ekseninden baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin ekseninden
bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi görüyorlar, dolayısıyla
Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya diktatörlüklerinin kurulması mücadelesini,
tarihin geçilmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam da bu noktada, mantıki
sonuçlarıyla, farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş oluyorlar.
Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım, nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi
yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek; ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş savaşlarını,
dolayısıyla Emperyalizmi ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi zorunlu bir
aşamasıymış gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden kaynaklandığını
kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri reddetmek anlamına gelir.
7
Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle akmasına yol açan? Üretici güçlerin sosyalizm
için olgunlaşmadığı ya da başka bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda emperyalizm yani çürüme
çağına girmediği... Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun dayandığı tüm Marksist ekonomi
politiğin yanlışlığı demektir.
Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme çağına girmiş olmasına rağmen, köle ya
da serfler gibi, üstün bir düzen kurma yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir sınıf olmadığı
olabilir. Bu da Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir.
Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve zorunlu bir aşama olarak görmek,
kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol açar.
Madem ki güçler sosyalizm için olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil bir sorunu
değildir. Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa
dayanmaktadırlar.
İkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş, proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf
olmadığı, ya da artık bu vasfını kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak başka
bir güç aranması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya halkları,
kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte, küçük burjuva
ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir.
Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da gizli varsayımların anlamadıkları ya da
göremedikleri bir şey var: eğer Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada,
doğanın tahribi korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom
silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur.
Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir de, çünkü eğer insanlık yok olsa bile, bu
Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya koyup, bu
yok oluş tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler olmuştur. Ve bu
Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve ihanetlerin onun görevini
yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin zorunlu bir dönemden geçmediğinin kanıtı.
Marksistlerin "ya barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu yaşatan.
İnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu
kaderin ne olacağına dair tayin edici kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir.
Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış
görüyoruz: Batı Avrupa ve Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya ülkeleri
ve Sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek zayıflayacak
olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak, ondan sonra da emperyalist
ülkeler proletaryası ayaklanacak.
Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü akışını
zorunlu görmüş olmuyorlar, ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde, böyle
uzun bur çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar.
8
İnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor. Ulusal
Kurtuluş Mücadeleleri, eğer emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri ülkeler
proletaryasına biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman kazandırabilirse
ne mutlu.
İlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan özelinde sanki mücadele azmini baltalarmış
gibi görünebilir.
"Eğer sonuç ileri ülkelerde belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş
olanaksızsa, kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var" diye düşünülebilir. Ancak, büyük
devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır. Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç
düzeyine henüz hiç bir ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus emekçilerini
kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda bulundukları için o
destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini, Kendilerini kurtarmaları için değil, ayaklanan
alman bahriyelilerine destek olmak için ayaklanmaya çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş
Mücadelesini bütün gücümüzle destekleyeceğiz, onda yer alacağız, ama insanlığın battığı bir
dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir anlam taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir
katkıda bulunabilmek için.
19.09.1986
Celal Aydın
9
Sesli Düşünmeler
Bu başlık altındaki yazılarında Demir Küçükaydın, hemen her konuda, hiç bir sınırlama olmadan
"Sesli Düşünmeler"ini yazmaya çalışacak. Arkadaşımız, böyle esnek bir biçimin, sınırları ve
konusu belli yazılarda ele alınamayacak ya da çok sınırlı olarak ele alınabilecek konulan
tartışmaya açmak bakımından daha elverişli olduğu kanısındadır.
Aşağıdaki yazılarla, böylesi bir biçimin ilk denemesini yapmaktayız.
Devrimci Marksist Tartışma Defterleri
26.4.1987
Bilimin Uzak Sınırlarında kesinlik kaybolur derler. Gerçekten de öyledir. Bir konuda, bir bilim
dalında insan birkaç kitap okuyunca her şey bir düzene girer, anlaşılır olur, aydınlanır. Her şey
çok apaçıktır. Ama aynı konuda okunan kitapların sayısı bir kaç yüzü bulunca işler karışır.
Kesinlik ve aydınlık giderek kaybolur, ortalığı bir alacakaranlık kaplar.
Tüm bilimlerde böyledir bu. Toplumun Bilimi olan Tarihsel Maddecilikte ya da daha kısaca
söylemek gerekirse Marksizm'de de. Bilimin Uzak Sınırları, en temel kavram ve kategorilerin
sorguya çekildiği bir alandır. Bir bakıma orada Bilim ve Felsefe iç içe girer. Orada tartışılan
kavram ve kategoriler, bir bakıma o bilimin tüm kavram sisteminin üzerinde yükseldiği
"çekirdeği", "kilit taşı"nı oluştururlar.
Burada bir çelişkiyle, bir paradoksla karşılaşılıyor gibi. Bilimin sınırlarına, kenarlarına gittikçe,
onun çekirdeği, özü, merkezi ile karşılaşılıyor. Bu diyalektiği yaratan., her bilimin kavramlarının
bir sistem, bir tutarlı bütünlük oluşturması olsa gerek.
Bilim demek, birbiriyle en ilgisiz gibi görünen nesneler ve süreçlerin ortak olan yanını
yakalamak, böylece “kaos”un ardındaki “düzen”i bulmak demektir. Bilimin sınırlarında daima
istisnalar çoğalır. Ama bilim "istisna" tanımaz. İstisna gibi görünenin istisna olmadığını bulmak
zorundadır. Bu durumda, sadece o güne kadar düzene konmuş, açıklanmış olanları değil onların
yanı sıra o "istisna" gibi olanları da kapsayacak çok daha genel teorilere ihtiyaç duyulur. Daha
genel bir teori ise, o bilimin üzerinde yükseldiği en temel kavramların bir yeniden gözden
geçirilmesi olmadan başarılamaz.
Geçenlerde popüler bir doğa bilimleri dergisinde bir fizikçiyle yapılmış bir görüşme yer alıyordu.
Kelimesi kelimesine aynı olmayabilir ama fizikçi aşağı yukarı şöyle bir şeyler söylüyordu:
"Eskiden işler kolaydı. Elektronlar, protonlar, nötronlar vardı. Şimdi yüzlerce parçacık çıktı.
Pozitronlar, hardonlar, kuarklar, mezonlar ve bunların antileri. Artık fizikte tam bir anarşi baş
göstermiş durumda".
10
Fizik elindeki kuantum ve rölativite teorileriyle —kaldı ki bu iki teorinin de ortak bir paydası
yok; Einstein boşuna ömrünün son yıllarını bir "Birleşik Alanlar Kuramı" kurma çabasına
ayırmadı— bu kaosa bir düzen verebilir mi? Yoksa fizikte yeni bir devrim anlamına gelecek bir
teori ve kavram sistemi değişikliği mi gerekir? Bilmiyoruz, bir şey söyleyecek durumda değiliz.
Ama gerçek olan bir şey var ki, fizik biliminde bir bunalım var.
Fizik biliminde bunalım olur da, toplumun bilimi olan Tarihsel Maddecilikte olmaz mı? Olabilir
ve olmalıdır da. Tarihsel maddecilik eğer bir bilim ise, gelişmek ve bu gelişimini birikimlerle,
sıçramalarla sürdürmek zorundadır. Ama bu gelişim ancak Marks - Engels'in temellerini attığı
teori üzerinde yükselebilir. Onu kavramalı, içermeli, ama onu aşmalı.
Buraya kadar bir olabilirlikten, dolayısıyla oldukça uzak bir gelecekte olması gerekenden söz
ediyoruz. Ve bu anlamda, Marksizm’in yanlışlığını ilan eden, ona ölü köpek muamelesi
yapanlardan farklı bir sorunu tartışıyoruz. Marksizm’e, Marks’ın Hegel karşısındaki tavrıyla
yaklaşan, Marksizm’i bir ölü köpek gibi değil, anası olarak gören ve yerini ezilen insanların
yanında belirleyen daha tutarlı bir öğretiye bugüne kadar rastlamadık. En saygılı gibi
görünenlerden R. Bahro bile, Marksizm’e yeni inşa etmeye çalıştığı binanın bazı yerlerinde
kullanacağı taşları temin ettiği bir taş ocağı muamelesi yapmaktan öteye pek gidemiyor.
Gerçekte bugün Marksizm’in bunalımı gibi görünen şey, Marksizm’in değil ama işçi hareketinin
bunalımıdır. Bu bunalımın yansımasıdır. Şuna inanıyoruz ki, Marksizm hala, daha belki birkaç
yüzyıl, toplumsal süreçleri anlamamızı sağlayacak kavramsal temel araçları bize sunma
yeteneğindedir.
Yukarıda "inanıyoruz" dedik. Gerçekten de inançtan söz etmek gerekiyor. Ama bu inanç bir
müminin inancı ile karıştırılmamalı. Mümin inancını aklın ve olayların mihenk taşına vurmayı
kabul etmez. Burada bir bilim adamının bir hipotezinin doğruluğuna olan inancı türünden bir
inanç söz konusudur. Bu inanca sahip olmak, hipotezini olayların mihenk taşında hiç
inanmıyormuşçasına sınamasını engellememesi gerektiği gibi.
Bir inançtan söz etmek gerekiyor, çünkü dünya proletaryası, dünya sosyalist cumhuriyetler
birliğini ve hatta sosyalist toplumu kurana kadar Marksizm henüz doğruluğu kanıtlanmamış bir
teori olarak kalmaya devam eder.
Ama problemi, yani Marksizm'in doğruluğunu, sırf dünya sosyalist devrimine bağlamak da yanlış
oluyor. Gerçekte insanlığın, ekolojik dengenin bozulmasıyla ya da bir atom savaşıyla yok olması
da, tıpkı yozlaşmış sosyalist devrimlerin ya da başarısız ayaklanmaların tersinden kanıtladığı gibi,
Marksizm'in doğruluğunun bir kanıtını oluşturur.
Evet, Marksizm öylesine bir teoridir ki, artık yeryüzünde doğruluğunu anlayacak hiçbir öznenin
kalmaması halinde bile doğruluğunu kanıtlayabilir. Kim bilir belki evrenin karanlıklarında, başka
bir gezegende bilinçli varlıklar gelişmiş cihazlarıyla evrenin dünya gezegeninde Marksizm'in
yaşadığını öğrenene kadar, Marksizm uzayın karanlık sonsuzluğunda bilinçlere varmadan
varlığını sürdürebilir.
11
Ancak Tarihsel Maddeciliğin vülger kavrayıcılarıdır ki, işçi sınıfının tarihsel bunalımının, hatta
insanlığın yok oluşunun Marksizm'in yanlışlığının kanıtı olduğunu iler sürebilirler. Marksizm'e
göre işçi sınıfının tarihsel bir özne olması, insanlığı kurtaracak potansiyele sahip olması,
otomatikman, bunu yapabileceği anlamına gelmez. Marksizm üstyapıların, ideolojilerin,
geleneklerin, aparatların önemini hiç bir zaman inkar etmemiştir ve etmez. Marksizm'in
bunalımından söz edip ona saldıranlar gerçekte Marksizm’le değil, kendi anladıkları mekanik,
bayağı Marksizm’le uğraşmaktadırlar. Bizzat Marksistler değil midir "Ya Barbarlık Ya
Sosyalizm" diyerek, yok olma olasılığını insanlığa ilan edenler ve bunu en çok ciddiye alanlar?
Komünist Manifesto'nun daha ilk cümleleri, Tarih'i özetlerken, onun bir sınıf mücadeleleri tarihi
olduğunu anlatırken, devrim ya da toptan çöküş olasılıklarından söz etmez mi? Unutulan bir şey
var. Marksizm yalnız sosyalist devrimi değil, yok oluşu da öngörmüştür. Bu olasılığı da başından
beri vurgulamıştır. Tam da bu nedenle, insanlığın yok oluşu dahi Marksizm’in bir bunalımı ya da
yanlışlığını kanıtlamaz, aksine onu tersinden olumlar. *
Marksizm’in yanlışlığını Tarih bir tek şeklide kanıtlayabilir: işçi sınıfı dışında başka bir gücün
yeryüzünden kapitalizmi silip atması ve ondan daha ileri bir düzen kurması halinde. Hatta bu
takdirde bile Tarihsel Maddeciliğin temel kavramları geçerliliğini sürdürebilir. Bu koşulda bile
tartışma konusu olabilecek yan, proletarya ve onun tarihsel yeteneklerine ilişkin bölümdür.
Var mı işçi sınıfının dışında bu potansiyeli gösteren bir güç? Yok, ortalıklarda hala görülmüyor.
Ne ezilen ulusların kurtuluş savaşları, ne de ileri Kapitalist Ülkelerde görülen "Yeni Sosyal
Hareketler", yani Kadın. Barış, Çevre, Azınlık vs. hareketleri, bu potansiyeli gösterebilmiş değil.
Bunların hepsi, bürokratik cihazların kontrolündeki ve kendiliğinden işçi hareketine göre çok
daha radikal taleplerle ortaya çıktılar ama ne Marksizm ölçüsünde tutarlı ve kapsamlı bir teori
geliştirebildiler, ne evrensel bir program geliştirebildiler, ne de kendi sorunları dışındaki
sorunlarla Marksistlerin ilgilendiği ölçüde ilgilenebildiler. Bütün bunlar, onların, Marksistlerin
önemle ele alması gereken bir Politik Özne olduğunu gösteriyor ama bir Tarihsel Özne
olamadığını da. Bu hareketler bir bakıma medeniyetlerin çöküş çağlarında görülen köle ve serf
isyanlarına benzetilebilir. Hepsi medeniyeti için için kemirirler, sarsarlar, sorguya çekerler, ama
onu yıkıp daha üst bir medeniyet kurma yeteneği gösteremezler. Bu işi ancak Barbarlar yapabilir.
Köle ve Serf isyanları bir bakıma Antik Tarihin öznesi olan Barbar kavimlere bir davetiye idiyse,
"Yeni Sosyal Hareketler" de, benzer şekilde, modern tarihin öznesi olan işçi sınıfına Tarihsel
görevlerini bir hatırlatma, ona bir çağrıdır.
İşçi sınıfına veda edenler şunu göremiyorlar: İşçi sınıfının tarihsel görevlerini yerine getiremediği
bir dünyada insanlığın yaşama şansı yok. Roma'nın köleleri Roma'yı yıkamadılar. En fazla Roma
imparatorlarını da kendileri gibi bir Hıristiyan yaptılar. İmparatorlar Hıristiyan oldu diye Roma
İmparatorluğunun niteliği değişmedi. Ona ölümcül vuruşu barbarlar yaptı. İşçi Sınıfına "Elveda"
diyenler, nesnel olarak, insanlığın yaşamasının biricik umudu olan proletaryayı sendikacıların,
bürokratların egemenliğine terk ederek, sosyalist entelijansiya ile işçiler arasındaki son köprüleri
yıkarak insanlığın yok oluş olasılığını güçlendiriyorlar. Bu nedenledir ki, Marksizm’in ölümünü
ilan edenlerle, "Elveda Proletarya" diyenlerle ideolojik mücadele, insanlığın yaşaması uğruna
12
mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. İşçi sınıfının bugünkü reformist bürokratik bukağılarından
kurtulması, sosyalist bir entelijansiyanm onunla kucaklaşmasıyla olabilir. Ama işçi sınıfı biraz
başını kaldırmadıkça da. entelijansiyanın coşkuyla ona yığınlar halinde yönelebilmesi şimdilik
zayıf bir olasılık. Böylece olumsuzluklar birbirini doğuruyor. İşçi sınıfı radikal ve yığınsal
başkaldırılara girmedikçe entelijansiya ondan uzak duruyor, entelijansiya ondan uzak kaldıkça,
bilinçlenip, bir devrimci öncü yetiştirip bukağılarını parçalaması güçleşiyor. Tek umut işçilerin
bir yerlerde başaracağı kendiliğinden ayaklanmalarda ve diğer taraf açısından tek umut,
umutsuzlukta. Umutsuzluğun kavranmasında.
İşçilerin ve Entelijansiyanın radikalleşmelerinin senkronize olmamasının bu kırgınlıkta bir payı
var. 1968’ler Bati'da her şeye rağmen, Marksizm’e ve işçi sınıfına inanan bir entelijansiyanın
yeniden büyük ölçüde doğusuna yol açtı. Ama aynı tarihlerde batı proletaryası kapitalizmin
tarihinde gördüğü en uzun ve hızlı refah döneminden nasipleniyor, yarını kurmak isteyenlerin
radikal çağrılarını yankısız bırakıyordu. Arada geçen zamanda, "çok naz aşık usandırır''' misali,
enielijansiya proletaryaya küstü. Şimdi ise durum tersine, 1974’den beri kapitalizm bir bunalım
içinde. işçiler giderek radikalleşiyor, ama işçi sınıfının davetini artık entelijansiya duymuyor.
Bu genel eğilimin tek istisnası "Troçkist" gelenek. Bir yandan giderek ileri kapitalist ülkelerin her
önemli isçi ocağında en ileri unsurlarla güçlü bağlara sahip oluyorlar ya da bizzat bu ileri
unsurları oluşturuyorlar. Nerede işçiler harekete geçerse onun içinde ve önünde yer alıyorlar. En
azından Avrupa'da Troçkistler dışında hem Marksizm’i savunan. Hem işçilerle kaynaşan, hem de
devrimci bir tavrı sürdürebilen tek akım olma özelliğini koruyorlar. Yani diğer bir deyişle, işçi
hareketinin genel ve tarihsel çıkarlarının ve tüm ezilenlerin savunusunu yapıyorlar. Marksizm –
Leninizm’in devrimci ve eleştirel özünü taşıyan ve kendini yenileme özelliği gösterebilen tek
akım bu. Bunun en basit örneği, 4. Enternasyonal'in kararlarında görülebilir. Bir yandan, epey
önce, Batı'nın solcu aydınlan işçilere küserken işçilere yönelme kararı aldı ve bunu iyi kötü
uyguladı —ki şimdi artık meyveleri görülüyor; diğer yandan "sırf işçicilik" denen sapmaya
düşmedi. Kadın Kurtuluşu Hareketi üzerine bir karar aldı; Barış ve Çevre Hareketleri üzerine
şimdi tartışıyor.
"Troçkist" denen gelenek, gerçekte yaşayan Marksizm’den başka bir şey değil. Marksizm’in
bunalımından söz edenler, "Troçkist" gelenekle hesaplaşmak zorundadırlar. Ama nedense bu
hesaplaşmaya hiç girmiyorlar. Marksizmle Stalinizmi özdeşleştiriyorlar yahut da Althusser ve
benzerlerinin radikal merkezciliğini. Bu anlaşılır bir şeydir. Marksizm diye onun kötü
kopyalarına çatmak bu baylara kolay bir başarı sağlar. Ama nesnel olarak bütün bu toz duman
arasında gerçek yaşayan Marksizm "alay" ya da "susuş kumkuması" ile olmamışa çevriliyor.
Ama bu real politikerlik, "bilim ahlakı"ndan zerrece nasibini almamış olmanın da bir ifadesi aynı
zamanda.
Öte yandan bunu rasyonelleştirmek de kolay. Hep yenilmişsin, hep altta kalmışsın. Veyl
mağluplara!...Üç buçuk Troçkistin geleneğiyle zaman kaybetmenin ne alemi var? Doğu
Perinçek'in deyimiyle "bir iktidarsızlık doktrini" değil miyiz?
13
Evet öyleyiz. Ve öyle kalacağız. Biz devrimci Marksistlerin amacı hiç bir zaman, ne pahasına
olursa olsun "iktidar olmak" olmadı. Gerçekte Marksizm bir "İktidar Doktrini" değildir kelimenin
tam anlamıyla. O işçi sınıfının iktidarından yanadır. Ama işçi sınıfı hiç de iktidarı aldığında veya
sonrasında, kendisinin tarihsel ve genel çıkarlarını savunan Komünistleri otomatikman iktidar
aygıtının başına oturtacak diye bir şey yoktur. Marks'ın "güneşi fethe çıkmışlar" dediği Paris
Komünü'nde Proletarya iktidardı. Komünde birkaç numunelik dışında Marksist yoktu. Bay Doğu
Perinçek gibi, iktidar olma uğruna her Allah’ın günü burjuvaziye akıl vermektense, iktidarsızlık
doktrini olarak kalmak, insanlığın kurtuluşu idealini ve umudunu yaşatmak bin kez daha şerefli
bir iştir. Bay Doğu Perincek "Troçkizme" "iktidarsızlık doktrini" derken. Onu "yenilgi enayiliği"
olarak tanımlamış oluyor. Evet öyleyizdir.
Artık pek kimsenin okumadığı H. Kıvılcımlı bir zamanlar "Türkiye'de Sınıflar ve Politika" diye
bir makale yazmıştı. Orada daha ziyade kendi kaderini kastederek yazdığı şu satırlar,
“tTroçkizm"e de tam uyar ve aynı zamanda bu burjuva sosyalistlerine en güzel, klasik cevabı
oluşturur:
"Siz hiç muharebede ölen askerin “Mareşal olduğunu gördünüz mü?
Belki mezarı bile belli değil; adını etini kargalar yemiştir. Yaşıyacaksın gözüm, başkalarını
öldürüp onların omuzlarına basa basa yükseleceksin. Davranışını yakından görenler, yaptığında
epey kalleşlik, hayli tabansızlık bulsalar bile; ölüler konuşmazlar. Az ötedekilere: 'Külahını
kurtaran kaptandır'. Şarktır bu, kim kime? EIoğlu ne yapmış, yapmış ‘üste' gelmiştir ya. Altta
kalanın canı çıkmışsa kabahat kendisinde. Ölülerle bir iş yapılamayacağına göre; savaş sonunda
ancak ayakta kalabilene “Başkumandanlık” rütbesi ve”'Mareşallı”' asası verilebilir. Başka
türlüsü olamayacağı için kalleşlik ”KURNAZLIK” yerine geçer, tabansızlık çabaya süreklilik
getirmiş sayılır.”
27.4.1987
Sesli Düşünmek, bir bakıma çağrışımların akışına kendini uydurmak, o akışı yazıya dökmek
oluyor. Dün "Marksizm’in Bunalımı"ndan sonra “Yeni Sosyal Hareketler”in ortaya çıkardığı
teorik, programatik ve stratejik sorunlar üzerine yazmayı düşünüyordum. Ama düşünceler başka
bir mecraya akıverdi. Bugün geriye dönüp, oradan başlamak gerekiyor.
"Yeni Sosyal Hareketler"in ortaya attığı sorunların oldukça iyi bir kadastrolaması Perry
Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı kitabında yer alıyor. Batı 'da Sol Düşünce ile
birlikte her devrimcinin okuması gereken bir kitap. P. Anderson, Tarihsel Maddeciliğin bir
tarihini yazıyor hem de Tarihsel Maddeci yöntemle. Eksikler, yanlışlar olabilir, ama genel
doğrultuyu, kuşbakışı bir görüşle gerçeğe en yakın biçimde tespit edebiliyor.
P. Anderson, inanmış bir Marksist olarak, Marksizm’in şimdilerde tarihin hiç bir döneminde
olmadığı ölçüde, ona kendi zayıf noktalarını geliştirme olanağı sağlayan güçlü eleştirilerle
karşılaştığını görmezden gelmiyor ve cesaretle şu gözlemi yapabiliyor:
14
“Marksizm uzun süreden beri, sosyalist hareket içinde gerçek anlamda önem taşıyan entellektüel
rakiplerle karşılaşmadı ya da doğrusu, tarihte sosyalist hareket dışında kalan eşit ölçüde sağlam
veya güvenilir büyük şiarların hareketleriyle hesaplaşmadı. Ortaya çıkan sonuç Marksizm’in
zayıf noktalarının kalıcı niteliğe bürünmesi olabilirdi ancak. Bilgi, uygun bir direnç katsayısı
olmaksızın nadiren gelişir. Marksizm, çoğu kez, gerekli düzeltmelerden ve denge sağlayıcı
ağırlıklardan yoksun olması nedeniyle sahip olduğu kendine özgü bazı atıl yönleri ve kusurları
olgunlaştırmak suretiyle, bizzat kendi avantajlarının kurbanı olmuştur.
Ancak bugün söz edilen avantajlar yeni bir baskı altına girmek durumundalar. Bu değişiklikten
ancak memnunluk duyulabilir. Tarihsel materyalizmin geleneksel ayrıcalıklarından her biri,
şimdi gerçekten önemli bir meydan okumayla karşı karşıya. En başta ve en belirgin biçimde
bütünlüklü bir toplum teorisi olarak Marksizm’in sistematikliği, onun geleneksel kapsamının
büyük bir bölümünün tamamiyle uzak kaldığı aile ve cinselliğe ilişkin söylemi geliştiren kadın
hareketinin yükselişi tarafından sorgulanmaktadır.” (s.106-107)
Yazar daha sonra barış ve çevre hareketlerinin de radikalliğinden ve benzeri bir eleştiriyi
getirdiğinden söz ediyor. Biz bunlara Gençlik, Ulusal Kurtuluş, Azınlık vb. hareketleri de ekleme
eğilimindeyiz.
Sıralama ne olursa olsun, bütün bu hareketler tarafından yapılan eleştiriler gerçekten ciddiye
alınmaya değer. Ve gerçekten bu hareketler, Marksizm’i, toplum ve tarihe ilişkin kavrayışının en
boş bıraktığı alanlarda tartışmaktadırlar. Burada "boş bırakılan alanlar" deyimini bilerek
kullandık. Çünkü inanıyoruz ki, Marksizm’in bu alanları boş bırakması. Tarihsel Maddeciliğin
kapsamı içinde bu alanlara bir yer olmamasının ve bu alanlardaki süreçleri kavrayacak bir
kavramsal araçlar temeline sahip olmamasından değil. Tarihin somut akışından
kaynaklanmaktadır.
Bilimlerin ilerlemesi için, der bir yerde Engels, ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki
yaparlar. P. Anderson da yukarıdaki alıntıda bir “direnç katsayısı”nın gerekliliğinden söz ediyor
gelişim için.
Hiç bir bilim, tayfının tümünde aynı hızla gelişmez. Fiziği düşünelim. Statik, hidro statik,
dinamik, optik, elektirik, nüklear fizik vs. gibi çok geniş bir tayfa sahiptir. Ama bu tayfın her
noktasındaki gelişim eş zamanlı ve aynı hızla olmamaktadır, olmamıştır. Şu veya bu alanın öne
çıkmasında ve gelişimin öne geçmesinde eksojen etkiler belirleyici bir ağılığa sahiptir. Engels
yukarıdaki sözünden sonra, örnek olarak Toriçelli ve Kuzey İtalya'daki sel baskınları örneğini
verir.
Burada karıştırılmaması gereken önemli bir nokta var. O alanın gelişmiş olmaması, o bilimin, o
alanda bir gelişmeyi sağlayacak temel kavramsal araçları olmadığı anlamına gelmez. Kanımızca,
Marksizm’de de, yani toplumun hareketinin teorisi olan Tarihsel Maddecilikte de durum budur.
Zayıflıklar bu anlamda zayıflıklarından değil, kaderinin ayrılmazcasına bağlı olduğu somut
tarihin akışındandır. Ve bu tarihin yumağı tersinden çözüldüğü içindir ki, Marksizm’e, bu
alanlarda kendisine yönelik eleştirilerin biley taşında, silahlarını geliştirme olanağı doğmuştur.
15
Tarihsel maddeciliğin tayfını ele alalım. Marks Engels Lenin Troçki geleneğinde, en gelişkin
yanlar ekonomi, sınıflar, politika, strateji ve örgüt sorunlarıdır. Çünkü tarihin o zamanki akışı ve
sınıf mücadelesinin ihtiyaçları en çok bu alanlara yüklenmeyi, enerji ve güç harcamayı
gerektirmiştir. Ama toplum teorisinde doğa ve tarih ilişkisi alanı, keza kısmen bu alanla iç içe
geçen cinsler ilişkisi alanı, kültürler alanı, farklı toplumsal formasyonların eklemlenmesi alanı,
ideoloji, estetik, etik alanı vs. vardır. Bu alanlardaki teorik gelişim, yukarıda sayılan klasiklerde,
diğer alanlara göre çok geridir.
Ama vine de o kadar kötümser olmaya gerek yok. Her kayıp bir kazancı da oluşturmuştur. Aynı
yazarın Batı'da Sol Düşünce'de ele alınan Gramsci ve Lukacs'tan Althusser'lere kadar bir batılı
Marksistler kuşağı, tüm idealizmlerine rağmen, diyelim ki bir Marksist sanat teorisinin
unsurlarını, klasiklerle kıyaslanmayacak ölçüde ötelere götürmüşlerdir. Troçkist akımla, ki
doğrudan Marks, Engels, Lenin geleneğinin devamıdır. “Batı Marksizmi” denen birkaç
teorisyenler kuşağı arasındaki teorinin farklı alanlarına yönelme biçiminde kendisini gösteren bu
ayrılma, yani birinde ekonomi, sınıflar, strateji ve örgüt sorunlarının, diğerinde üstyapıların
ağırlık kazanması, İngiltere ve Almanya arasındaki gelişim zıtlıklarının üstyapılardaki
yansımasına benzetilebilir. İngiltere'de kapitalizm önce ve hızla geliştiği için orası Ekonomi
Politiğin esas vatanı olmuştur, Almanya'da ise ne kapitalizm ne de burjuvazi doğru dürüst
gelişemediğinden ve feodalizmin baskısı yüzünden felsefe ve müzik, yani burjuva ideallerinin en
soyut ve yakalanması zor ifade biçimleri gelişmişti. Alman felsefesi ve müziği gelişimini Alman
burjuvazisinin geriliğine ve korkaklığına borçludur. Ama İngiltere'de, büyük müzikçiler ve
filozoflar yetiştirememesini kapitalizmin erken ve hızlı gelişiminin bir kefareti olarak ödemek
zorunda kalmıştır. Klasik Marksist, yani Troçkist gelenekle, "Batı Marksizmi" arasmda da benzer
bir gelişim zıtlığı var. Ama nasıl Marksizm, Klasik Alman Felsefesi, Fransız Sosyalizmi ve
İngiliz Ekonomi Politiği'nin bir sentezi ve aşılması idiyse, geleceğin daha mükemmel Marksizm’i
de bu iki geleneğin bir sentezi ve onların zayıflıklarının bir aşılması olmak zorundadır. Tabii ki
insanlığın ömrü yeterse.
Ancak, sentezi oluşturacak öğelerin tablosu bu biçimiyle epeyce eksiktir. Bu tarihsel analojide,
Fransız Sosyalizmi'nin payına da galiba, bu “Yeni Sosyal Hareketler” ve onların problematikleri
düşüyor. Gerçekten de Fransız Ütopik sosyalistleriyle bu hareketler arasındaki yakınlıklar göze
batıcıdır.
Şu halde, Marksist teorisyenlerin teorik görevi, devasa bir görev, şöyle tanımlanabilir: "Troçkist",
"Batı Marksizmi" ve "Yeni Sosyal Hareketler" biçimindeki üç geleneğin birikimleri temelinde,
onları aşarak bir teorik sistem inşa etmek, yani Tarihin maddeci öğretisini bir üst düzeyde
yeniden şekillendirmek.
Bu görev, somut sınıflar mücadelesinden, program ve strateji tartışmalarından ayrı düşünülemez
ve gerçekleştirilemez. (İlerde niçin ayrılamayacağını ele almaya çalışalım.) Öte yandan bu görev
sentezi oluşturacak bu üç akımın birbirlerine karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu bir alanda
gerçekleştirilebilir. Gerçekten de, "Yeni Sosyal Harektler"e egemen olan görüşler, Marksizmi ve
16
marksist geleneği hor gördüğü için, Troçkistler tarihsel haklılıkları ve güçlü yanlarına fazla
yüklendikleri için ve nihayet, "Batı Marksizmi" ömürünü doldurup üniversitelere hapis olduğu
için, bu sentezin oluşumu bir çok güçlüklere sahip. Bu üç akım içinde, şimdilik sadece Troçkist
akım, diğerlerine ve onların problematiklerine en açık olma ve yığın hareketiyle, işçi hareketiyle
bağlarını koruma özelliğine sahip olduğundan, en umut var durumda görülüyor. Üçü içinde
sadece Troçkist akım, tüm zaaflarına rağmen diğerlerinden kendini yalıtmayan, onlardan
etkilenen ve onları etkileyen bir akım olma özelliğini koruyor. Ama belli olmaz, Batı'da bugünkü
kriz şartlarında işçi hareketinin yükselişiyle birlikte gelebilecek Troçkist geleneğin popülarite
kazanması ve ciddiye alınmak zorunda bulunması halinde, diğer geleneklerden gelen teorisyenler
bu devasa görevi başarabilirler.
28.4.1987
Fizikçi, eskiden işler kolaydı, ama şimdi onlarca daha küçücük parçacık çıktı; işler iyice karıştı,
diyordu. Bugün de Tarihsel Maddecilik açısından durum biraz öyle. Eskiden işler kolaydı. İşçi
hareketi vardı, köylü hareketleri ya da bağımsızlık savaşları vardı. Birincisinin birliği için
İşçilerin Birleşik Cephesi taktiği ve sosyalist bir devrime geçişi sağlayacak geçişsel talepler
anlayışı; ikincisi için de işçi köylü ittifakı ve burjuva demokratik karakterde teklifler. En azından
İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar bu programatik ve stratejik şemalar iyi kötü proletaryanın
mücadelesine yol gösterebiliyordu. Ama son yirmi otuz yıldır işler epeyce karıştı. Yok önce
Amerika'da zenci hareketleri çıktı, sonra Gençlik hareketleri, sonra Kadın, Barış, Çevre
hareketleri, Azınlık ve göçmen hareketleri çıktı. Belki yarın yaşlılar hareketi ve aklımıza daha
gelmeyen başka hareketlerin çıkışına şahit olacağız. Ve bu çokluk ve sırf çokluk olduğu için
değil, bu hareketlerin özgül karakterleri dolayısıyla birçok esaslı teorik, programatik, stratejik ve
örgütsel sorunlar ortaya çıkarıyor. Ne gibi sorunlar? Bir kaç örnekle somutlamaya çalışalım.
Bilim demek öngürü demektir. Niçin biz Marksistler bu hareketlerin çıkacağını önceden
görmedik? Görme potansiyelimiz mi yoktu, yani teorik sistemimizde bu tür olgulara yer yok
muydu, yoksa vardı da, tam da geçmişimizdeki gücümüz mü bu güçsüzlüğümüzü yarattı? Bu
hareketlerin ve bu hareketleri yaratan sorunların kazanacağı önemi önceden görüp, bu alanda
geniş bir Marksist literatür oluşturabilseydik, bu hareketler bugün olduğu gibi daha ziyade ütopik
ve radikal bir söylemle mi kalırlardı? Bu hareketlerin tartıştığı sorunlar ve Tarihsel Maddeciliğin
boş bıraktığı alanlar ya da daha doğrusu az geliştirdiği alanlar arasında kesin bir özdeşlik
olduğuna göre, bu alanlarda Marksist açıklamalar neler olabilir? Bunlar hemen öylece ilk planda
akla geliveren teorik sorunlardan bir kaçı.
Programatik sorunlara gelelim. Köylü hareketleri ya da bağımsızlık hareketleri, mahiyetleri
gereği burjuva demokratik karakterdeydiler. Ama bu hareketlerin hiç birisi kolaylıkla "burjuva
demokratik" olarak tanımlanamayacak, açıkça ifade edilmese bile daha ziyade sosyalist karakterli
ya da ancak sosyalist bir devrimle çözülebilecek bir programa ya da varoluş koşuluna sahipler.
Dünya ölçüsünde planlı bir ekonomiye geçmeden çevre sorunlarını çözümlemek mümkün mü?
17
Hayır. Kadının ezilişinin ortadan kaldırılmasının ön koşullarının ancak bir sosyalist devrimle
ortaya çıkacağı apaçık vs...
Ama problem sadece bu hareketlerin hedeflerine, örneğin bir köylü hareketinden farklı olarak,
sadece sosyalist bir dünyanın kurulmasıyla erişebileceğinden doğmuyor. Aynı zamanda geleceğe
ilişkin tasavvurlarımızda ihmal ettiğimiz, hiç önemsemediğimiz yeni yönleri ortaya çıkarıyorlar.
Yani programımızda bir değişikliği de getiriyorlar. Örneğin otomobil üretimine son verme,
nüklear reaktörleri kapama gibi. Doğanın dengesi ve insanların ihtiyaçları arasında optimum bir
dengeyi gözetmek gibi. Bunlar, bu hareketler çıkana kadar Marksist külliyatta hemen hemen hiç
ele alınmamış konulardı. O halde, bir yandan Marksistler kendi programlarını, bu hareketlerin
ortaya getirdiği sorunlar ışığında düzeltmek zorunda, diğer yandan bu hareketler, amaçlarıyla
ekonomik sistem arasındaki bağlantıyı —ki şimdiye kadar Marksistlerin hep ilgi alanının
merkezini oluşturmuş kısım— görmek zorundalar. Ama bu halde de, şöyle ilginç bir sonuca
ulaşılıyor. Bu hareketler işçi hareketiyle özdeş bir programa sahiptir. Hareket noktaları farklı olsa
bile.
Bu programatik özdeşlik, strateji alanında eski kalıplara sığmayan yeni bir anlayış gerektiriyor.
Örneğin köylülükle kıyaslayalım. Köylülük, işçi sınıfının dışında ayrı bir güçtür. Ayrı
programlara, ayrı konumlara sahip iki ayrı güç arasındaki ilişkiler sorunudur, işçi köylü ittifakı
sorunu. Ama bu "Yeni Sosyal Hareketlere" insanlar toplumsal konumlarından, yani sınıfsal
konumlarından dolayı girmiyorlar. Örneğin Barış, çevre hareketlerine, insan olarak varlıkları
tehdit altında oldukları için; kadınlar, hangi sınıftan olurlarsa olsunlar kadın olarak karşılaştıkları
özgül baskılardan dolayı, zenciler zenci oldukları için giriyorlar. Yani bu hareketleri oluşturanlar,
işçi sınıfı dışında, ayrı toplumsal konuma sahip ayrı bir güç değiller. Bizzat oluşturanların önemli
bir bölümü ücretlilerden oluşuyor. Bu ise ister istemez, işçi sınıfı köylülük ilişkisinden çok daha
farklı bir ilişkiyi gerektiriyor. Yani, klasik biçimde, örneğin işçi hareketinin köylülüğü
örgütlemek gibi bir görevi yokken, şimdi, işçi hareketi, bizzat bu hareketleri de örgütlemek
zorunda.
Marks Engels, Komünist Manifesto'da, Komünistler, işçi hareketi içinde, onun tarihsel ve genel
çıkarlarını savunan kesimi oluştururlar anlamında bir tanımlama yapıyorlardı. Ama bugünkü
durumda, komünistler barış Hareketi içinde, kadın hareketi içinde, çevre hareketi içinde vs. her
birinin genel ve tarihsel çıkarlarım savunmak durumunda olmalılar.
Sorun böyle konulunca, tıpkı işçi hareketi içinde olduğu gibi, bu hareketler içinde yer alan diğer
akımlarla ilişkiler sorunu gündeme geliyor. Nasıl bu akımlarla birlik ve onların etkisinin
kırılması, işçi hareketi için işçilerin birleşik cephesi taktiğini gerektiriyor ise benzer şekilde,
çevrecilerin, barışçıların, kadınların, göçmenlerin vs. birleşik cepheleri taktikleri gerekmez mi?
Taktik bakımdan bir başka sorun. İşçi hareketi bürokratik bukağılarından kurtulmakta hayli
zorluk çekiyor. Ama bu arada, bürokratlaşma özelliğini az gösteren ya da henüz
bürokratlaşmamış bu hareketler işçi hareketinden çok daha radikal eleştirilere, programlara ve
mücadele biçimlerine girmiş durumdalar. Bu hareketlere veya birine Marksistlerin öncülük
18
yapması halinde, bu hareketler işçileri reformist bürokratik aygıtların etkisinden kurtarıcı bir
potansiyel taşımıyorlar mı?
Bütün bunlar örgüt sorunlarında da yeni problemler yaratıyor. Örneğin kadın hareketi, birçok
Marksist örgütte, kadınların nüfus içindeki oranlarına göre kotalanmasının yolunu açtı. Bunun
klasik parti öğretisinde bir yeri yoktu. Bu durumda kadınların konumuna benzer bir konuma
sahip olan azınlıklar için de kotalamalar gerekmeyecek midir? Bu işin bir yanı, diğer bir yanı da
şu: klasik devrimci parti, fabrikalara göre hücre biçimi örgütlenir. Eğer görev aynı zamanda tüm
bu hareketleri de örgütlemek ise, o zaman fabrikalara göre örgütlenme ile bu hareketler içindeki
örgütlenme nasıl uyumlandırılacaktır?
Görüldüğü üzere, çekirdek fiziğinde olduğu gibi, işler iyice karışmış durumda. Ve bilimde nerede
çokluk varsa orada bokluk vardır. Bunların bir tek ortak paydaya indirgenmesi gerekiyor. Ve
kanımızca Marksizm bu potansiyele sahip. Ama şimdiye kadar, bir sistemleştirme çabası da pek
ortada yok. Bu hareketler karşısında tek tek en doğru, ya da daha ihtiyatlı söylersek, doğruya en
yakın tavrı alabilen Dördüncü Enternasyonal bile bu teorik, programatik, stratejik ve örgütsel
sorunların farkında değil gibi. Bu farkında olmayışın en esaslı kanıtı şu: Kadınlar üzerine karar
alındı, çevre ve barış hareketleri ve sorunları şimdi tartışılıyor, ama "Yeni Sosyal Hareketler" ve
işçi hareketi diye genel bir çözümleme yapılmadı. Böyle bir sorun henüz gündemde değil. Böyle
bir genelleme ise, hem bu hareketler karşısındaki tavırları bir sisteme sokar, hem de Kadın, Barış,
Çevre hareketlerinde, önceden hazır olmamak nedeniyle kaybedilen öncülüğü, belki doğmamış
başka bir harekette, örneğin göçmenler hareketinde —ki göçmen işçiler, yerli işçiler bölünmesi
işçi hareketinin tarihinde gördüğü en korkunç tehlikeli bölünme özelliğini taşıyor— öncülüğün
ele geçirilmesini sağlayabilir.
Bu hareketler ve bu hareketleri yaratan sorunlar şu iki temel kavramdan hareketle ortak bir
paydaya indirgenebilir: İnsanlığın yaşanması zorunlu olmayan bir tarihsel aşamadan geçtiği
kavramı ve Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi kavramı. Bu iki kavram da gerçekte birbiriyle
çok ilişkili. Ama bu sorunlara şimdi girmeyelim. Bakalım, bu Sesli Düşünceler bir yankı ve ilgi
bulacak mı? Biz Türkiye'nin devrimcileri bu sorunlara öyle uzağız ki? Bu sorunlar en ileri ve
tecrübeli unsurların bile öylesine ufku dışında ki, insan umutsuzluğa kapılıyor. Tartışma özlemi
kursağında kalıyor. Yazmak içinden gelmiyor. Belki 80 sonrasının kuşağı, tüm zayıflıklarına
rağmen bu sorunlara daha açıktır.
Not: Bu yazı Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’nin Haziran 1987 tarihli beşinci sayısında
yayınlandı. (11.09.2000)
19
Tarihin Maddeci Kavranışının İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri
Bu güne kadar genellikle kişisel ve ahlâki nitelikleri veya belirli politik konjonktürlerdeki
tavırlarıyla değerlendirilen Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın tarih araştırmaları ve bunların sosyolojik
sonuçları üzerinde pek durulmamıştır. Halbuki Kıvılcımlı'nın uluslararası ölçekte
değerlendirilmesi gereken katkıları özellikle bu alanda yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, Kıvılcımlı'nın
ele aldığı sorunların ve önerdiği çözümlerin gerçek yerini ve önemini kavrayabilmek için, aslında
tek gerçek bilimsel/diyalektik bir sosyolojiden başka bir şey olmayan Tarihsel Materyalizmin sisteminin yapılanışına ve bu yapının öğelerinin eşitsiz gelişimine kısaca değinmek gerekiyor.
Tarihsel maddeciliğin bir tarihi, ama kavramların tarihi olarak bir tarihi;somut tarihteki geri
dönüşlerinden, çarpılmalarından teorinin saf hareketi olarak soyutlanmış bir tarihi bu güne kadar
yazılamamıştır. Fakat gerçek. tarihsel hareketini izlemek, Kıvılcımlı'nın bu alandaki yerini ve
anlamak için bir ipucu oluşturabilir ve bu öğretiye katkısını anlamayı kolaylaştırabilir.
Tarihsel Maddeciliğin kurucuları olan Marks-Engelsin teorik çalışmalarının odağı, Felsefe'den
Tarih ve Sosyoloji'ye, oradan da Ekonomi'ye doğru bir değişme eğilimi gösterir. Marks 1845'te
Feuerbach üzerine 11. Tez’índe "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler;oysa, asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir. " diye yazarken Felsefeyle kopuşuyordu.
Dünyayı değiştirmek için ise onu açıklamak; nesnel hareket yasalarını bilmek gerekiyordu. Bu
yasalar ise toplum bilimlerinin biricik laboratuarı olan Tarih'ten çıkarılabilirdi. Tarihin
incelenmesi ise, kendisi de son duruşmada toplumsal üretici güçlerin gelişme düzeyine göre belirlenen Maddi Üretim İlişkilerinin, kısaca ekonominin tüm toplumsal yapının üzerinde yükseldiği
temel olduğunu gösteriyordu. Modern toplumun ekonomi temelini karakterize eden genelleşmiş
meta üretimi olduğu ve meta üretimi bütün toplumsal süreçleri kendi girdabına sürüklediğinden;
modern toplumu anlayabilmek için genelleşmiş meta üretiminin yasalarını bilmek gerekiyordu.
Bu silsile nedeniyledir ki, Marks'ın temel eseri olan Kapital bir ekonomi politik eleştirisidir.
Marks'ın yıllarca yaratıcılığını ve enerjisini yutan ekonomi politik araştırmaları modern toplumun
üzerinde yükseldiği temeli kavrayabilmek için henüz bir küçük başlangıç olmaktan öte bir anlam
taşımıyordu. Öte yandan bu araştırmalar yaşanmış ve yaşanacak tarihin büyük bölümü
bakımından toplumsal gerçekliği anlamayı sağlayabilecek bir konu bile değildi. Çünkü insanlık
tarihinin büyük bölümünde meta üretimi yoktur veya arızi kalmıştır. Diğer bir değişle MarksEngels'in taslaklaştırdığı Tarihsel Maddecilik teorisi, yüzlerce bilim adamının ve birçok kuşağın
çabalarıyla inşa edilmeyi bekleyen bir duvarcı siciminden başka bir şey değildir. Kurucular sadece krokiyi çizebilmişler ve bir kaç taş koyabilmişlerdi. Bizzat Marks'ın yazabildiği Kapital
aslında yazmayı planladığı kitabın çok küçük bir bölümüydü. Modern toplumun diğer alanlarına,
üstyapılara (sınıflar , partiler , ideolojiler , devlet, sanat, din vs. ) henüz girilememişti bile, sadece
20
bazı tarihsel dönemleri yorumlarken sanki geçerayak söylenmiş değerli değinmeler vardı. Diğer
yandan koskoca tarih incelenmeyi bekliyordu.
Sonra gelen Marksist kuşaklar inşa edilmeyi bekleyen Tarihsel Maddecilik yapısını bizzat bu
bilimin kendi ihtiyaçlarından hareketle geliştirmediler, kendi sosyal pratiklerinden doğan ihtiyaç
ve zorunluluklarla belli alanlarda yoğunlaştılar. Engels, toplumsal ihtiyaçlar bilimlerin
gelişmesine yüz üniversiteden daha fazla etkide bulunurlar demişti. Bir toplumsal praksis öğretisi
olan Tarihsel Maddecilik de bu kuralın dışında kalmadı.
Kuruculardan sonra gelen tarihsel maddeciler kuşağı, Avrupa yani modern toplum gerçekliğini o
zamanki politik mücadelenin ihtiyaçlarına göre yeterli sayılabilecek kavramsal araçlara sahip
oldukları için ilgi ve enerjilerini, işçi sınıfının tarihsel görevini nasıl yapabileceği sorunu üzerinde, yani politika alanında yoğunlaştırdılar. böylece strateji taktikler program ve örgüt sorunları
esas teorik katkıların yapıldığı ve aynı zamanda teorik ilginin merkezindeki alanlar oldular. Bu
alanlarla en ilgisizmiş gibi görünen çalışmalar bile aslında strateji, program ve ittifaklar
sorunlarıyla ilgileri ölçüsünde gündeme geldi. Daha sonraki kuşakların aksine, kurucular gibi
felsefeden konuşurken bile politiktirler.
l920'lerin ortalarından sonra ise, Ekim Devrimi'nin tecrit olması ve yozlaşmaya başlaması ve batı
Avrupa'daki devrimlerin yenilgileriyle birlikte işçi hareketine sosyal demokrat ve Stalinist
partilerin egemen olduğu, günümüze kadar gelen dönem başlar. Bu dönemde sosyalist eleştirel ve
yaratıcı kafaların bu partilerle açıktan bir çatışmaya girmemek ve var olan toplum karşısındaki
köktenci eleştirel tarihsel maddeci tavrı sürdürebilmek için soyut konularda özellikle felsefe ve
sanat alanında yoğunlaştıkları görülür. Marks'ın yolunu tersinden kat ederler. Eleştirideki radikallik konularda soyuta kayma bahasına korunabiliyordu. Bir zamanlar cılız Alman burjuvazisinin radikal bir eleştiriyi ancak felsefe ve müzik aracılığıyla dile getirebilmesi gibi.
Troçkist olarak nitelenen, gerçekte ise klasik mirası savunma üzerinde yoğunlaşan akım ise klasik
ekonomi politika ver sınıflar alanlarında yaratıcı eserler vermesine rağmen, geleneği
sürdürmesinin ve politik uzlaşmazlığının kefareti olarak aydınlardan ve işçi hareketinden tecrit
kalıyordu.
Tarihsel maddeci teorisyen kuşaklarının ilgi alanlarının ve değişiminin bu kısa sergilenmesi,
çalışmaların hemen tümüyle modern kapitalist batı Avrupa alanında yoğunlaştığını, kapitalizm
öncesi tarihin ve Avrupa dışının hemen hiç gündeme alınmadığını; yapısal bakımdan ise modern
felsefe ve sanat alanıyla sınırlı kalındığını gösterir. Sınıflar, strateji, taktikler, örgüt biçimleri,
devlet, din; modern üretim biçimi ve sınıflarla eski üretim biçimleri ve sınıfların kaynaşması gibi
alanlar ilginin dışındadır. l960'larda Marksizmin yeniden canlanması hemen hemen bu alanları
gündeme getirir.
İşte Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın katkıları ve önemi "Batı Marksizmi"nin dışında kalan bu alanlarda
ortaya çıkar. Bu alanlarda l960'lardan sonra onlarca Marksist teorisyenin katkılarıyla sağlanan
gelişmeler, Kıvılcımlı'nın tek başına dünyanın taşrasının hapishanelerinde ulaştığının çoğu kez
kenarına bile varamaz. Aynı alanlarda habersizce yoğunlaşıldığı durumlarda ise, Kıvılcımlı'nın
21
kendi kendine ulaştığı sonuçlar klasik Marksist geleneği sürdürenlerle (Troçkist akımla) hayret
verici benzerlikler gösterir. (Tipik bir örnek olarak, sınıflar, sınıflar arası ve içi bölünmeler,
bürokrasi, devletin özerk karakteri vs anılabilir. )
Kıvılcımlı'nın tarihsel materyalizme en büyük katkısı kapitalizm öncesi uygarlıkların kuruluş,
gelişme ve yıkılışlarını yöneten yasaları bulmuş olmasıdır herhalde. Marks'ın temel eseri nasıl
modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmaya çalıştıysa, onun eseri de kapitalizm öncesi uygarlıkların yüzündeki peçeyi kaldırır. Özellikle uygarlıkların yıkılışının birer tarihsel devrim
olduğunu görmesi ve bu devrimlerin öznesi olarak ilkel sosyalizm geleneklerinin önemini göstermesi bu keşiflerin zirvesidir. Kıvılcımlı'nın bu keşifleri keşfedilmeyi beklemektedir. Modern
işçi sınıfı, ister nesnel ister öznel nedenlerle olsun tarihsel görevini yapmakta antik tarihin
köleleri gibi yeteneksizlik gösterdikçe ve modern uygarlık klasik Roma uygarlığının son günlerine benzedikçe birçok teorisyenin ilgisi kapitalizm öncesi uygarlıklara yönelmektedir günümüzü
anlayabilmek için (örnek:R. Bahro). Bu yönelişler elbet Kıvılcımlı'nın keşfine de yol açacaktır.
Teorik soyutlamalar ve problemler düzeyinde Tarih bugün hiç bir zaman olmadığı kadar
günceldir .
Tarih'in Marksist teorisyen kuşakların ilgi alanlarının dışında kalması, aynı zamanda onun resmi
partilerce politik taktiklerin bir fonksiyonu olarak ele alınmasına da bağlıydı. Leninlerin kuşağı
tarihle meşgul olmaya gerek görmemişti; Lukacs'tan Althusser'e kadar olan kuşaklar ise giremezlerdi, çünkü netameli bir konu olmuştu. Böylece tarihin maddeci öğretisi içinde tarih
azgelişmiş bir alan olarak kalırken, paradoksal olarak burjuva düşüncesi içinde bütün tarih ve
toplum kuramlarının temellendirildiği en çok yatırım yapılan alanlardan biri olur. Burjuvazinin
tarihsel olarak kendine güvenini ve iyimserliğini yükselen işçi hareketi karşısında yitirmesiyle
birlikte, birer yıkılmış medeniyetler mezarlığı olan tarih, burjuva veya batı uygarlığının sonunu
öngörenler için bitmez tükenmez bir analojiler kaynağı oluşturur (Spengler, Toynbee, Sorokin vb.
).
Diğer yandan, Emperyalizm çağının ırkçı teorileri de kanıtlarını özellikle tarih alanında bulmaya
çalışmıştır. Medeniyetlerin yıkılış ve kuruluşlarında ilkel sosyalist gelenekli "barbar" halkların
oynadığı rol ve onların yetenekleri bu halkların ırksal özellikleriyle açıklanmaya çalışılmıştır.
Böylece tarih, özellikle de medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışları en gerici burjuva düşünürlerin at
koşturduğu bir alan olarak ortada kalınca, giderek bu problematiğin ve alanın kendisinin gerici
bir öz taşıdığı gibi bir izlenim de ayrıca kafalarda yer etmiş ve bu durumun yeniden üretimine
katkıda bulunmuştur.
Onun teorik çalışmasında Tarih'in böylesine merkezi bir yer kaplamasının nedeni soyut akademik
kaygılar ya da netameli sorunlardan uzak kalma çabası değil, tam da Türkiye gibi geri bir ülkenin
toplumsal yapısını kavrama, yani daha gelişmiş bir politikaya ulaşma çabasıdır.
Bu nedenle Kıvılcımlının teorik çalışmalarının ve katkılarının esas önemli bölümünü kapitalizm
öncesindeki tarihin ve toplumların hareket yasalarının Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi
çerçevesinde açıklanması oluşturur. Tarih Öncesi, Tarih, Devrim, Sosyalizm'de bir bütün olarak
22
kapitalizm öncesi tarih ve uygarlığa geçişin çeşitli biçimlerini inceler. İlkel Sosyalizm'den
Kapitalizme İlk Geçiş -İngiltere- ve Son Geçiş Japonya'da modern tarihe geçişleri inceler.
Osmanlı Tarihi'nin Maddesi'nde somut bir imparatorlun kuruluş ve yıkılışı ele alınır.
Burada, onlarcası arasından bu çalışmaların bazı metodolojik sonuçlarına değinilerek önemi
gösterilebilir. Örneğin İlkel, Köleci, Feodal tarzındaki şemanın tarihi anlamayı olanaksızlaştıran
bir deli gömleği olduğu l960'lardaki tartışmalarda birçok Marksist tarafından dile getirilmiştir.
Ancak aynı teorisyenler tartışmayı skolâstik düzeyde sürdürüp, başa veya arada bir yere bir de
Asya Tipi'ni katmaları yeni bir deli gömleği ortaya çıkarmaktan başka bir şey başaramadılar,
çünkü hepsi tarihin oldukça düz bir yol izlediği varsayımına dayanıyordu. Kıvılcımlı'nın
çalışması bu varsayımı yıkmıştır. Eşitsiz Gelişim tüm insanlık tarihinin genel bir yasasıdır. Ve
yine bu kavrayışa göre, örneğin "Feodalizm" "Kölecilik"ten daha sonra gelmesine rağmen ondan
uygarlık ölçülerine göre daha "geri" bir üretim biçimidir.
İlginçtir ki, "Troçkist" gelenek de, eşitsiz gelişimin tüm insanlık tarihine özgü bir yasa olduğu
noktasında yoğunlaşmıştır Bu da bir rastlantı değildir. Antik tarihte olduğu gibi modern tarihte de
geriden gelen bir an için öne itilmekte ama bu atılışın kefaretini yozlaşması, uygarlaşması ya da
bürokratlaşmasıyla ödemektedir. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermemektedir. Gerek Rus
Devrimini ve sonraki yozlaşmasını, gerek antik uygarlıkların kuruluş ve yıkılışını anlamak eşitsiz
gelişim yasası olmadan olanaksızdır.
Metodolojik düzeyde bir başka katkısı, Osmanlı Tarihinin Maddesi'nde açıkça da belirttiği gibi,
Antik uygarlıkların analizinde ekonomik temeli değil, üstyapıyı hareket noktası olarak almasıdır.
Ancak metodoloji, tarih ve toplumsal yasalar söz konusu olduğunda Stalinist resmi öğretiyle her
bakımdan çelişki içinde bulunan Dr. H. Kıvılcımlı çağdaş politika alanında Stalinist yönelişlerin
sadık bir izleyicisi olmuştur. Bu çelişkisini ölümünün arifesine kadar görememiştir. Ama sadece
kendisi değil onun eleştirmen ve izleyicileri de bu çelişkisini görememişler, onun somut, aktüel
konulardaki yönelişlerini tarihe ilişkin çalışmalarının mantıki sonucu olarak görmüşlerdir.
Aslında bu ikisi arasında Hegel'in sistemi ve yöntemi arasında olduğu türden bir çelişki vardır.
Bugün yeni kuşaklar için son derece olağan bulunabilecek ama bir zamanlar son derece yeni ve
"yıkıcı" ilgi ve düşünceler Kıvılcımlı'nın kitaplarına serpilmiş değerlendirilmeyi beklemektedir.
Bunlardan bir kaçını analım.
Örneğin psikanaliz resmi Stalinist öğretide daima bir burjuva bilimi olarak değerlendirilmiş ve
dışlanmıştır. Psikanaliz Frankfurt Okulu'nun araştırmalarında modern toplumsal gerçekliği anlamak için bir konu olabilmiştir. Kıvılcımlı'nın psikanaliz karşısındaki tavrı Troçki'nin ve "Batı
Marksizmi" geleneğinin tavrına benzer. Onu eleştirel bir şekilde geliştirmeye çalışır. Yalnız bunu
daha ziyade kapitalizm öncesi toplumların incelenmesinde kullanır.
Son yıllarda ekolojik bir felaket olasılığının giderek büyümesi insan doğa ilişkisini gündeme
getirmiştir. Bugün tarihte de bu ilişkinin ve sorunların araştırılmasına yeni yeni girilirken
23
Kıvılcımlı eski uygarlıkların çöküşüyle doğanın tahribi arasındaki ilişkiler üzerinde yıllar önce
önemle durmuştu.
Kıvılcımlı bir feminist değildi ve kadınları bir mücadele öznesi olarak görmemişti ama buna
rağmen ulaştığı sonuçlarda birçok çağdaşından daha ilerideydi. Bugün feminist hareket tarihi
yeniden yazarken birçok bakımdan Kıvılcımlı'nın bulgularıyla çakışmaktadır. (Örneğin "Allah
Önce Kadındı")
Latin Amerika'da gelişen Kurtuluş Teolojisi bir yandan, İslam ülkelerindeki radikal dinsel
hareketler diğer yandan son yıllarda Marksist teorisyenleri din konusundaki kaba
değerlendirmelerini gözden geçirmeye itmektedir. Kıvılcımlı'da hem bu günkü gelişmelerin
nedenleri ve öngörüsü, hem de metodolojik düzeyde bugün ulaşılmaya başlanan daha derin bir
kavranışı kolaylıkla bulunabilir.
Avrupa uygarlığının zaferini kutladığı, herkesin Avrupalı olmak veya sayılmak için kuyruğa
girdiği günlerde yaşıyoruz. Ama bir süre sonra Avrupa Merkezli ve Avrupa Bencili dünya ve
tarih kavranışlarının insanlığın büyük çoğunluğunun soyulması ve felaketi anlamına geldiği
görülecek Üçüncü Dünya'nın; Avrupa'da beyaz adamdan sayılmayıp dışlananın hareketi ve tepkisiyle birlikte Avrupa merkezli tarih ve toplum anlayışlarının bir eleştirisi de, şimdiden tohumları
görüldüğü gibi başlayacaktır. İşte o zaman tarihin kavranışında Kopernik'in Astronomi'de
başardığı türden bir devrim yapan Kıvılcımlı'nın Tarih yorumu bu mücadeleyi yürütenler için
dayanılacak devrimci bir temel olacaktır.
Ancak kıvılcımlının eserinin sonuçları sadece bunlardan ibaret değildir. O günümüzün dünyasını
ve Yeni Sosyal Hareketleri kavrayabilmek; toplumsal gerçekliği daha yakından kavrayan
devrimci stratejiler geliştirebilmek için de son derece önemli metodolojik katkılar yapmıştır.
Marksizm içinde reformizmin metodolojik kökleri daima tarihin düzgün ve aşamalı bir evrim
geçirdiği kavranışına dayanmıştır. Devrimci Marksistler daima bu anlayışla mücadele etmek
zorunda kalmışlardır. Bu da eşitsiz gelişim yasasına vurguyu gerektirmiştir. Ancak bu yasa
toplumu daha diyalektik olarak kavramayı sağlarsa da toplumsal gerçekliği daha derinden
kavramak bakımından belli sınırlılıklar taşımaktadır. Gerçek toplumda değişik üretim biçimleri
ve o temeller üzerinde yükselen üstyapılar sadecre zaman içinde eşitsiz gelişimlerle birbirini
izlemekle kalmazlar aynı cağ ve toplum içinde bir arada bulunurlar. Ancak bu bir arada bulunuş
onların birbirinden bağımsız olarak bir arada bulunması değil birbirine bağımlı olması, bir
simbiyoz yaşama geçmesi olarak anlaşılırsa toplumsal gerçeklik daha derinden kavranabilir.
Aşamalı ya da eşitsiz tarih kavranışlarıyla sınırlı kalınırsa gelişmiş üretim ilişkilerinin eski
biçimleri yok edeceği sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir. Örneğin kapitalizmde ailenin yok olması
gerekirdi veya kapitalist gelişimle birlikte geri ülkelerdeki eski biçimlerin tasfiye olması. Ama
yaşanan gerçeklik çoğu kez bunun tam da aksini göstermektedir. Gerçek tarihsel hareketinde
sermayenin kendini yeniden üretebilmek için aileyi güçlendirdiği, kapitalizm öncesi ilişkileri
yeniden üretip güçlendirdiği görülmektedir. Bu kaynaşma süreci aynı zamanda yeni öznelerin
ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu öznelerin hiçbiri, sermayenin kendi öz mantığının ürünü
24
olarak ortaya çıkmamalarına rağmen (örneğin değer yasası cinsler ve ırklar karşısında nötrdür.)
hedeflerinin gerçekleşmesi kapitalizmin tasfiyesi önkoşuluna bağlıdır ve bu nedenle de sosyalist
bir karakter taşırlar. Bu hareketler kendi varoluş koşullarını ve nedenlerini tartışıp derinleştikçe
eklemlenme sorunu ve kavramıyla, diğer bir deyişle farklı üretim biçimlerinin simbiyoz yaşamı
ve bir sistem oluşturması kavramına varmışlardır.
Aslında metodolojik kökleri fazla işlenmemiş olarak Marks'ta bulunan sermayenin gerçek tarihsel
hareketini eklemlenme yaklaşımıyla ele almak, (Marks'ın İrlanda sorununu ele alışı ve Kapitalin
üçüncü cildindeki rant bölümü hatırlanabilir. ) Son yıllarda Ezilen ulus ve cinsleri inceleyen teorisyenlerce adeta yeniden keşfedilen bu metodolojik ilke, Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından
Türkiye’nin toplumsal gerçekliğinin analizinde başarıyla kullanılmıştı. Finans Kapitalin tefeci bezirganlıkla kaynaşmışlığı ve birbirini güçlendirdiği şeklindeki bir türlü anlaşılamayan
yaklaşımları veya "Kadın Sosyal Sınıfımız" adlı makalesindeki metodolojisi böyledir. Ve ilerde
bir program ve strateji tartışmasının yürütülmesinde metodolojik bir ilke olarak yeniden gündeme
gelecektir. Bu kavramsal araçlara dayanmadan yeni sosyal hareketlerin varoluşunu ve hedeflerinin sosyalist karakterini; özetle sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlamak olanaksızlaşır.
Latin Amerika'lı sosyalistler l920'lerde yaşamış birçok görüşü Kıvılcımlı ile hayret verici benzerlikler taşıyan Peru'lu marksist Mariategui'yi yeniden keşfettiler. Kıvılcımlı ise hala incelenmeyi
ve keşfedilmeyi bekliyor. l960'ların sonunda kıvılcımlının l968 kuşağınca ilk keşfi onun tarihsel
maddeciliğe metodolojik ve teorik düzeyde yaptığı katkılardan ziyade, o günün tartışmaları
içersinde işçi sınıfı ve parti konusundaki vurgusuna dayanıyordu. Hatta denilebilir ki, onun en
anlaşılmamış yanı metodolojik ve teorik katkıları oldu.
Bizleri politik alerjilerini taşımayan gelecekteki bir devrimci kabarışı yaşayacak genç kuşakların
Kıvılcımlı’yı yeniden ve gerçekte ilk kez keşfetmesi kaçınılmazdır.
Demir Küçükaydın
19. 01. 1990
25
Program Anlayışları
Bizde "Program" deyince birçok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni'dir.
Program'ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir
çıkmaza sokabilmektedir. Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine
Tartışma bambaşka sorunlardır. Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program
anlayışında, aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan
görüşlerin nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin,
üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur. Bu
alandaki karışıklığın son örneği, TBKP'nin son program taslağı üzerine yürütülen tartışmalardır.
Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde yapılması gereken bir
tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte tartışmalar boyunca farklı
kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır.
O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en
azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve koşullar
ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde anlaşılan
görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. Bir programı
herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu ve olması
gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir "ilkeler
deklerasyonu" ya da bir "durum yargılaması" olmaması gerektiği gibi.
"Program Anlayışları" başlığı ile kastedilen eğer "Program Metni Anlayışları" ise örneğin,
gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye'deki sosyalistlerin bu güne kadar program
olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok yararlı olacağı
görülebilir.
Ancak, ondan önce tartışılması gereken program metni anlayışları değil, program anlayışlarıdır.
Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa burada girmek gereksiz.
Ama biraz geçer ayak olsa da program ile program metninin dayandıkları farklı ilkelere kısaca
değinmek gerekiyor.
Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik
örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman İdeolojisi,
Marx ve Engels'in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm amacını bilimsel bir
temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir. Komünist Manifesto'da ise, Tarihin Maddeci
açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil, uygulanması) bir program gerekçesi
halindedir. Komünist Manifesto'da öğretinin bir açıklaması yer almaz, buna karşılık somut olarak
talepler yer alır. Alman İdeolojisi'nde ise teorinin bir açıklaması vardır ama talepler yoktur.
Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto tümden gelir. Alman İdeolojisi olmadan Manifesto
26
olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala Alman İdeolojisi olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir
teorinin açıklanması değil, uygulaması, dökümü, sonucudur. Ama çok özel bir sonuç.
Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle
kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern
toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan hiçbir
köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre değil, somut
hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik bir ortaklığa
tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da Müslüman program ve tüzüğü kabul ediyorsa, bunları
savunuyorsa pekâlâ bir parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için Marksizm benimsemesi
istenemez. İnanç ve program arasında bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç çelişkisidir, politik bir
ayrılık konusu oluşturmaz bu bağlamda.
Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların ortak
amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde teorik
tahlillerle, prensipler deklarasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem ezilenlerin
mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir.
Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken
özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir.
Bu durumda "Program Anlayışları"nı "Program Metni Anlayışları" olarak sınırlamak, gerçek
sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program konusunda
son derece köklü anlayış farklılıkları vardır.
Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz Marksistler
için bir aksiyom durumundadır. Marx-Engels Alman İdeolojisi'nde şöyle yazıyorlardı:
"Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre
düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek tarihsel
harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen var olan öncüllerden doğarlar." 1
Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı var olan toplumdaki kötülüklere,
eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani sadece
daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu mümkün ve
gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek tarihsel hareket
sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek durum arasında bir
çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü gelmektedir.
Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır:
Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı
kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip
1
Marx - Engels, Seçmeler,C.I., s.42.
27
koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif
durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda
ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır.
Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. "Mademki olgun değil, bari şu
kadarcığına ulaşalım" diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar.
***
Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek
için Türkiye Devrimci Hareketi'ni ele alalım.
l960'larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar süren
topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı en, azından formel olarak,
sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program geliştirmek
gerektiği varsayımını paylaşıyordu. Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve program üzerine bir
bölünmeyi mümkün kılıyordu. Bu tartışmada "Sosyalist Devrim" diyen TİP Türkiye'nin
kapitalist bir ülke olduğunu, "Demokratik Devrim" diyen MDD ise yarı feodal bir ülke olduğunu
söylüyordu2. Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak varsayımı daha paylaştıkları
görülür. MDD'ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP'in yaptığı gibi sosyalist devrimi önermek
son derece doğrudur. Yani TİP'in yanlışı metodolojik değil olgulara, nesnel durumun tahliline
ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir. Ülke yarı-feodal olsa Demokratik
taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD'nin çıkarsaması değil durumu tahlili yanlıştır.
Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı görülür: toplumlar
sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın kökleri
tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır.
Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir.
Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da,
"tam da Türkiye'de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere sahip
olacaktır", veya "Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler güçlüdür"
önermesini3 ortaya atmamıştır.
Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye'de ya da herhangi bir
ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse çıkıp da,
2
Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim
talepleriyle özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da
program tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı ediyoruz.
3
Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam
ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden çok
uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti.
28
"sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında sosyalizmin zaferi
için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız" tezini savunmamıştır.
Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim
ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat
alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler.
Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar
olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan
"Sosyalist Demokrasi" tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu
varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme
çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır.
Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme ne
çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir soluk
verebilir. Türkiye Solu'nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık ve hız
verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu bölünme son
duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış ve yorumlarına
dayanacaktır. Yani "Komünist Manifesto"muzu yazabilmek için önce "Alman ideoloji"mizi
yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız; Tarihsel
Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece Türkiyedeki
sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda oldukları bir görev.
Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin
dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün
artık anlamsızdır.
1. Toplumlar düz bir çizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihte bunun bir tek örneği bile
yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir.
2. Kapitalizm diğer üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı biçimlerini
gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı zamanda güçlendirir.
Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm saf bir kapitalizm
olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka karmaşık bir sistem
oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol açar.
3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde program
tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak bundan
sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler yapmak
gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir.
4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl
sınıfsız topluma ulaşmak için var olan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde
bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü toplum
biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı taslaklaştırmalıdır.
29
Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma, hem
uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması; hem
edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden
kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir programın
ortaya çıkmasını sağlayabilir.
Demir Küçükaydın
25.01.1990. Hamburg
30
Marksizm ve Günümüz Dünyası
Geçenlerde bir burjuva politikacısı "Marx öldü, İsa yaşıyor" diyordu4. Bir burjuva gazetesi
"Komünizmin sonu mu, ya şimdi!" diye bir soruşturma düzenliyor5. "İdeolojilerin Sonu" ilan
ediliyor. Fransız Sosyolog Alain Touraine "İnsan Hala Solcu Olabilir mi?" diye soruyor ve Le
Monde'da yayınlanmış bu makale solcu bilinen TAZ tarafından çevrilip yayınlanıyor.
Ama daha bunlar bir şey değil. Ezilmiş insanlar, uluslar Marksizm’e karşı, ulusal ve dinsel
bayraklar etrafında ayaklanıyorlar. Bu ayaklanan insanların dilinde "Marksizm", "Komünist",
"Komünizm" baskının, zorbalığın, imtiyazların sembolü olarak kullanılıyor ve nefretle anılıyor.
Bütün bu artık kanıksadığımız görüntüler on yıl önce en atılgan hayal gücünün bile sınırlarını
zorlardı. Yığınlar ayaklarıyla Marksizm adına bağlı rejimlere, partilere karşı oy verirken hala
Marksizmden söz etmek garip olmuyor mu?
Marksizm de bütün büyük dinler gibi dünyayı, haksızlığı, onun nedenlerini, ondan kurtulma
olanaklarını ve yollarını tanımlayan bir öğreti idi ve ancak İslamiyet’in yayılma hızıyla
kıyaslanabilecek bir çabuklukla ezilenlerin, sömürülenlerin beyinlerinde ve yüreklerinde yer
etmişti. Şimdi ise yine aynı yığınlar İslam’ın ya da kilisenin ya da ulusal kahramanların bayrağı
altında, haksızlığa uğrayanlar adına yola çıkmış bu öğretinin imtiyazlı taraftarlarına karşı
ayaklanıyorlar. Kilise kadar olsun yığınlarla bağlarını koruyamayan bu öğretiyi daha fazla
ciddiye almanın bir anlamı var mı?
Evet, ilk bakışta böylesine umutsuz bir durumda Marksizm. Öte yandan sadece ezilen yığınlar da
değil, Marksizm adına bağlı olduğunu söyleyen partiler de birbiri peşi sıra pazar ekonomisinin
faziletlerini keşfediyorlar.
Ancak, bütün bunların hiç birisi Marksizm’in insanlığın kurtuluşu için tek geçerli öğreti olduğu
gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmiyor çünkü yine Marksizm adına, o öğretiyi savunarak,
birtakım insanlar canları bahasına, Marksizm adına yapılan o işlerin Marksizmle bir ilgisinin
olmadığını söylediler, eleştirel ve ezilenlerden yana olan tavrını korudular ve çok önceden, aşağı
yukarı olayların böyle gelişeceğini öngördüler6. Tarihsel materyalizm kendisinin bilincinde olan
bilimdir, yani kendi kaderini de açıklama yeteneğindedir. Bütün bu anakronik gelişmelerin
4
Norbert Blüm, burjuvazi bu sözleri özellikle işçi kökenli bakanına söyletiyor.
5
Die Zeit, "Ende des Kommunismus - und was nun?", 29 Dezember 1989
6
Özellikle Sol Muhalefet ve "Troçkist" gelenek Marksizmin şerefini kurtarmıştır. Tarihsel Maddeciliğin
kavram sistemine dayanarak geliştirdiği çözümlemeler ve öngörüler parlak bir şekilde doğrulanmış
olmuyor; Tarihsel Maddeciliğin günümüzdeki gelişmeleri öngörme ve anlamak için tek geçerli teori
olduğunu kanıtlamış bulunuyor, bu geleneğin esas katkısı tam da bu noktadadır.
31
tarihsel maddecilik tarafından kavranamayacak bir yanı yoktur. Hatta bütün bu olayların gerçek
anlamını kavrayabilmek için tek teori olma özelliğini korumaktadır.
Kaldı ki milli ve dini bayrakların hiç biri insanlığın ezilen çoğunluğunu kapsayacak bir program
geliştirme yeteneğinde değildir. Onların yetersizliği ve yozlaşması sanıldığından çok daha hızlı
görülecektir. Bu süre insanların yaşam süreleri bakımından belki biraz uzun, ama insanlık
açısından son derece kısa olacaktır.
Bizler açısından, yığınlar sosyalizme karşı değil, ama sosyalizmi bayrak yapmış kastların
imtiyazlarına karşı ayaklanmaktadırlar; kapitalizmi getirmek için değil, bürokratik ve keyfi
"planlama" adlı plansızlığa son vermek için ayaklanmaktadırlar. Ama yerine ne koyacaklarını
bilemedikleri için öbür tarafı seçme durumunda kalmaktadırlar.
Hayal kırıklığı sanıldığından daha çabuk gelecektir. Kapitalist dünyanın metropollerinde bile
milyonlarca işsiz var. Kapitalist dünya bir borç denizi üzerinde yüzüyor. Doğu Avrupa'nın
entegrasyonunun savaş sonrasında olduğu türden kar oranlarında, dolayısıyla yatırımlarda bir
yükselişe yol açıp yeni bir yükselen uzun dalga dönemini başlatması zayıf bir olasılık. Bulvar
basınının aksine burjuvazinin ciddi beyinleri en aşırı biçimi Polonya'da görülen kapitalizm
hayranlığı karşısında kara kara düşünüyorlar. Biliyorlar ki hayal kırıklıkları büyük aşkları
kolaylıkla nefrete dönüştürür.
Özetle bütün bu gelişmeler; milyonlarca insanın din ve milliyetler bayrağı altında Marksizm’den
ilham aldığını söyleyen rejimlere ve partilere karşı isyan etmesi; burjuva politikacıların ve
teorisyenlerin Marksizm’in sonunu ilan etmeleri; devrimci ve eleştirel Marksizm açısından bir
sorun oluşturmuyor. Marksizm ve Günümüz Dünyası ilişkisini şahidi olduğumuz devasa olaylarla
sınırlı olarak anlamak, bir bakıma günümüz dünyasını ve o dünyanın gerçekten hem bir hareket
hem de bir kurtuluşçu öğreti ve bilim olarak Marksizm’in önüne koyduğu ciddi sorunları
görmemek olur.
Evet, bugün Marksizm’in bir krizinden söz edilebilir ve etmek gerekiyor. Bundan çekinmek de
gereksiz, toplumsal gerçeği açıklama iddiasında olan bir öğreti olan Tarihsel Maddecilik bizzat
kendi iddia ettiği gibi bir bilimse, gelişecektir ve bu gelişmesi de elbette evrendeki bütün değişme
ve gelişimler gibi ihtilaçlı, sıçramalı, zaman zaman bunalımlardan geçen bir karakter arz
edecektir. Bu kriz Doğu Avrupa'daki olaylardan ya da burjuvazinin eleştirilerinden doğmuyor.
Aksine Marksizm’e yönelik ciddi eleştiriler soldan geliyor. Tarihinde ilk defadır ki Marksizm,
insanlığın eşitlik idealine bağlı hareketlerce, üzerinde gerçekten önemle durulması gereken
eleştirilere uğramaktadır.
Marksizm diğer sosyalist akımlar karşısında geçen yüzyılda gerçekten kolay bir zafer kazanmıştı.
Bu kolay zaferin kefareti kendi gelişme potansiyellerini kullanamaması oldu. Şimdi bir bakıma
belki ilk defa bu şansı elde ediyor.7
7
Bakınız Perry Anderson, "Tarihsel Maddeciliğin İzinde", Belge Yayınları.
32
Son yıllarda entelijansiyanın Marksizm’den uzaklaştığına şahit oluyoruz. Marksizm entelektüel
cazibesini büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmeden kastımız sadece, Latin ülkelerinde
görülen, yapısalcılığı ya da piyasa ekonomisinin erdemlerini keşfederek dayanışmacı ve eşitlikçi
bir toplum idealini terk ederek yerini siperlerin karşı tarafında seçenler değil8. Aksine bu ideale
bağlı kalıp radikal bir konumu koruma arzusunda olanlar ve bunun için gerekli gücü
Marksizm’de bulamayanlar.
Son yıllarda Marksizm’in entelektüel cazibesini yitirmesinin ardında Yeni Sağ'ın saldırısı değil
"Yeni Sosyal Hareketler"in varlığı bulunmaktadır.
"Yeni Sosyal Hareketler" varlıklarıyla Marksizm’in iki tekeline son vermiş görünüyorlar.
Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi, adeta
bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini yitirdi.
Örneğin kadın hareketi, feminizm var olan sistemin eleştirisinde yaygın Marksist anlayışlardan
çok daha radikal yaklaşımlar getirdi.
Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını açıklama ve
tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu tekelini de yitirdi. Feminist ve
ekolojik "paradigmaları" daha büyük bir sistem içinde özümleyebilmiş değil.
Bütün bunlara bir de işçi hareketinin durumu tüy dikiyor. Marksizm kaderini işçi sınıfı hareketine
bağlamış bir öğretidir. İşçi hareketinin krizi Marksizm’in de krizini, radikalliğini ve globalliğini
yitirmesini belirliyor. Birkaç örneği hatırlamak yeter.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi sınıfı gerçekten enternasyonalist dayanışma örnekleri
verirdi. Bugün ise işçiler ve onların partileri ya burjuvalarının safında ya da milliyetçi taleplerle
grevler yapıyorlar. Buna karşılık barış hareketi tek taraflı silahsızlanma önerileriyle reel işçi
hareketinden çok daha enternasyonalist bir karaktere sahip.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi hareketinin uluslararası örgütleri vardı. Bugün işçi
hareketine bağlı olarak yarım yüzyıllık küçük 4. Enternasyonal dışında böyle bir örgüt yok. Ama
örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar emperyalist
ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.9
Sadece bu gözlemler bile metodolojik düzeyde bazı soruları gündeme getirir. Tarih sınıf
mücadelelerinin tarihidir. Sınıflar ise iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler. Ama
8
Aslında Latin Ülkelerindeki eski solcu entelijansiyanın utanç verici bir şekilde siperlerin karşı tarafına
geçmesi de işçi hareketinin kriziyle ilgili olduğu kadar marksizmin gerçekten entellektüel gücünü
yitirmesiyle de ilgili. Bugün yığınların ayaklarıyla yaptığı işi, aydınlar kafalarıyla daha önce yapmışlardı ve
bu gelişmelerin bir tür habercisiydiler. Aydınların tekrar marksizme yönelişleri başlamadan kısa vadede
yığınların marksizmden ilham alan hareketlerinin gerçekleşebilmesi olasılığı çok zayıf görünüyor. Devrim
yığınlar tarafından yapılmadan önce aydınların kafalarında olur
9
Fransa'nın Pasifikteki Atom denemelerini engelleyen Green Peace gemisine Fransız İstihbaratı
sabotaj yapmıştı örneğin.
33
"yeni sosyal hareketler" içinde insanlar iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından dolayı yer
almıyorlar. Bu durumda bu hareketler sınıfsal hareketler değilse eklektik olmadan bunu tarihsel
maddeciliğin kavram sistemi içinde nereye yerleştireceğiz? Keza iktisadi ilişkiler içindeki konum
belirleyici olmadığına göre, ekonominin son duruşmadaki belirleyiciliği ilkesini korumak nasıl
mümkün olabilir?
Ama ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu "Yeni Sosyal Hareketler" iktisadi
ilişkiler içinden doğmamalarına rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması
gerekmezken ve de Marks’ın temel eseri olan Kapital sermayenin cinsler, ırklar uluslar karşısında
nötr olduğunu belirlemişken, kullanım değerlerini araştırma dışı bırakmışken nasıl oluyor da bu
hareketler anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde barındırıyorlar ve kapitalist
toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal eleştiriler getirebiliyorlar?
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçi hareketi var olan sistem karşısında en radikal
eleştiriyi yapardı. Ama bugün durum tersine. Örneğin işçiler, diyelim daha iyi arabalara sahip
olacak ücretler için grev yaparken, diyelim ki ekoloji hareketi bizzat araba üretiminin kendisine
karşı çıkıyor. Dün işçiyi devrimci yapan şey, üretilen şeylerin niceliği, yani değişim değeri,
sanki onun bu sorunlar karşısındaki körlüğünün nedeni gibi. İşçi daha uzun tatil istiyor, daha
güzel turizm yerleri istiyor, "Yeni Sosyal Hareketler" tatili, işi, turizmi sorguluyor.
Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçiler az çok diğer ezilenlerin haklarına da ilgi
duyarlar ve onlar için de savaşırlardı. En azından milli hareketler ve köylü hareketleri karşısında
böyle bir konumları vardı. Bugün ise ırkçılık, milliyetçilik, seksizm işçi kültürünün ayrılmaz bir
öğesi gibi sanki. İşçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını vuruyor. Buna
karşılık "Yeni Sosyal Hareketler" diğer baskı biçimleri karşısında reel işçi hareketinden çok daha
hassaslar. Kadın hareketi kendi içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış hareketi barışa ulaşmak için
barıştan daha fazla şeyler uğruna mücadele etmek gerektiği sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi
"Üçüncü Dünya"nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon Ormanları'nın imhasına, oradaki yerlilere
ilgisiz kalmıyor.
Son yirmi yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerin saflarından geldi. Entelektüel bakımdan,
geçen yüzyılın sonunda bu yüzyılın başlarında işçi hareketinin gösterdiği gibi, bir teorik canlılık
gösteriyorlar. Sadece kadın hareketinin ortaya çıkardığı, dünyayı kavrayışımızda muazzam bir
devrim başaran katkıları hatırlamak bile yeter.
Diğer yandan Marksizm açısından bu hareketler karşısında en kör göze batacak iki zaaf apaçık
ortada duruyor.
Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin esas
teorik katkıları yaptıkları alanlar Marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş
bölgelerini oluşturuyor. Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı
özellikle Anarşist ve Ütopik Sosyalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizm’de kaynak arayanlar
ise, Marksizm’in bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden alıntılarla yetinmek zorunda
kalıyorlar çoğu kez.
34
Özetlersek "Marksizm ve Günümüz Dünyası" başlığı altında tartışılması gereken gerçek sorun,
"Yeni Sosyal Hareketler"in varoluşunun yarattığı sorunlardır. Bu sorunlarla ciddi biçimde
yüzleşmek gerekmektedir.
Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel Maddeciliğin artık bütün bu sorunları
kapsayabilecek bir teori görevi göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç olduğu.
Biz bu kanıda değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın tarihsel
maddeciliğin yapısal niteliklerinden kaynaklanmadığı, onun gerçek tarihsel hareketinin bir
ürünü olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve metodolojik problemler ve
bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde
açıklanabilir.
Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm
muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek için global
bir teoriye ihtiyaç vardır. Bugün, hiç bir zaman olmadığı ölçüde radikallik, eleştirellik ve
bütünsellik birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye
tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve
"Eklemlenme" ya da "simbiyoz" kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız10.
Esasında bu kavramlar Marx'ın öğretisinde başından beri tohum halinde vardırlar, ama daha
ziyade gelişmemiş alanlar olarak kalmışlardır. Gelişmemiş alan olarak kalmasının nedeni ise,
Marksizm’in daha ziyade Avrupalı, beyaz ve erkek işçi hareketinin sınırları dışına pek
taşamamasıdır. Taşma yönündeki her hareket düzgün gelişen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmak ve
bu kavramlara dayanmak zorunda kalmıştır.
Böyle bir yaklaşım bizlere sadece "Yeni Sosyal Hareketleri", onları yaratan sorunları açıklamakla
kalmaz; onların pek de yeni olmadığını; ulusal kurtuluş hareketlerinin antikapitalist karakterini
açıklama olanağı da sağlar.
Bu yaklaşıma ve programatik, stratejik sonuçlarına birkaç örnek verelim.
Marks’ın bizzat kendisi, ilk başta Avrupa merkezli düzgün evrim kavrayışına sahipti. Buna göre
ileri bir toplum geri olana geleceğini gösteriyordu. Kapitalizm, kapitalizm öncesi kalıntıları ve
üretim biçimlerini tasfiye ediyordu. Bu yaklaşım, daha sonra sosyal şoven partilerde olduğu gibi,
pekâlâ uygarlaştırma ve tarihsel ilerleme adına geri halkların baskı altına alınması ve
sömürgeleştirilmesini desteklemeye yarar. Keza Marks bile, Hindistan'da İngiliz egemenliğini
alkışlamıştı. Ama daha sonra İrlanda sorununu incelerken, kapitalizmin İrlanda'dan geri ilişkileri
tasfiye etmediğini, ama onunla bir tür simbiyoza girdiğini ve bu durumun İrlanda Kurtuluş
Hareketi gibi bir devrimci özne yarattığını gördü. Çözüm, metodolojik düzeyde, sermayenin
10
Ne yazık ki toplantılarda bu görüşü açıklama ve tartışma olanağı olmadı. Kimse marksizm ve
günümüz dünyasını bu bağlamda ele almadı, sadece Doğu Avrupa'daki gelişmeler konunun ağırlık
noktalarını belirliyorlardı. İlerde bu konuda geliştirdiğimiz gönüşleri ayrı bir kitap olarak hazırlamayı
düşünüyoruz.
35
gerçek tarihsel hareketinde, eski biçimlerle simbiyoz bir yaşama girdiği, "Eklemlendiği”nden
başka bir anlama gelmiyordu.
Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalayarak gelecek toplumun koşullarını hazırladığı
görüşündeydi, tıpkı Marks’ın Hindistan konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlayarak.
Buna bağlı olarak da kadın hareketini bir özne olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin en
büyük teorik katkılarından biri Engelsin beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve
nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun sosyal masraflarını azaltmak
ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor ve güçlendiriliyordu. Kadın Hareketini
yaratan temel sorun da buradaydı. Kadın Hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir özne ortaya çıktı.
Bilinçsizce uygulansa ve adı konulmasa bile kullanılan metodolojik araç aynıydı: "Eklemlenme"
ve "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi".
Kanımız, bu kavramların bizlere global bir açıklama ve radikal bir program geliştirme ve de yeni
görev ve güçlere uygun yeni stratejiler belirleme; Marksizm’e eski entelektüel gücüne kavuşma
olanağını sağlayabileceğidir.
Demir Küçükaydın
26.01.1990 Hamburg
36
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine
Bir Değerlendirme
Sunuş
Türkiye'deki Sosyalist Birlik tartışmalarına paralel olarak yürütülen Avrupa'daki tartışmalarda
gündem -ya da daha doğru bir ifadeyle konu başlıkları- olarak, bütün eleştirel kayıtlara rağmen,
Türkiye'deki başlıklar benimsendi. Ancak bunun bir tek istisnası vardı: "Günümüz Dünyası ve
Marksizm".
Avrupa'daki tartışmaların gündeminin tespit edildiği ilk toplantıda gündeme alınıp alınmaması
üzerine en çok tartışılan konu bu oldu. Ancak bu tartışma konunun kendisinden ziyade,
Türkiye'deki girişimle ilişkiler bağlamında bir tartışmaydı. Toplantıda bir grup, Türkiye'deki
girişime "bağımlılığı" vurgularken, diğer grup "paralelliği" vurguluyordu. Bu, bir bakıma
Avrupa'daki girişimin kendi inisiyatifi ve kişiliği olup olmayacağı üzerine bir tartışmaydı. Bu
tartışma bağlamında, "bağımlılığı" vurgulayanlar Türkiye'dekinden değişik bir gündem maddesine,
somut olarak ta "Günümüz ve Marksizm" konusuna itirazlarda bulundular, yoksa konunun
kendisinden hareketle bir itiraza pek rastlanmadı.
Gündeme biraz zorla girmiş olmasına rağmen, üzerinde en çok tebliğ yazılan ve en çok ilgi çeken
konu yine "Günümüz ve Marksizm" oldu, on tebliğ sunuldu.11
İlgi tebliğcilerle sınırlı kalmadı. Avrupa çapındaki ilk tartışmada (10 Şubat 1990) ilk gün seçilen
dört konudan biri olmasına rağmen, Ulusal Sorun hariç, diğer konulara kimse gitmediğinden,
tartışılan tek konu yine "Günümüz ve Marksizm" oldu.
Bu konuda tebliğ sunanlar, toplantılarda sürekli olarak, ne kafalarındaki sorunları açacak, ne de
yeterince tartışacak zaman bulamamanın sıkıntısını dile getirmişlerdi. Tezlerini doğru dürüst
tartışabilmek için de, ayrıca, kendi aralarında yeterince zaman bulabilecekleri bir toplantı yapmayı
planlamışlar, hatta tartışmalara bir baz olması için, çeşitli tebliğlerin bir özet değerlendirmesi
görevini, bu satırların yazarına vermişlerdi. Ancak olayların akışı içinde planlanan tartışma
yapılamadı. Aşağıdaki satırlar bir bakıma, tartışmalara bir baz olması düşünülen ama tartışılamayan
değerlendirmenin yazıya dökülmüş halidir. Darısı tartışmak isteyenlerin başına.
11
Şu tebliğler sunuldu: Galip Gündüz, "Günümüz ve Marksizm"; Temel Demirer, " `Günümüz ve
Marksizm' Üzerine Tezler"; Orhan Silier, "Marksizm ve Günümüz Dünyası Üzerine Bazı Tezler
(Taslak)"; P.C. Bektaş, "Günümüzde Komünist Olmanın Koşulları"; İlkay Alptekin Demir, "Günümüz ve
Marksizm"; Demir Küçükaydın,"Marksizm ve Günümüz Dünyası"; Doğan Tarkan, "Marksizm Yaşıyor";
Ahmet Kaçmaz, "Günümüzde Marksizm Üzerine Bir Deneme"; Mahir Sayın, "Günümüz Dünyasında
Marksizm", Oya Baydar, "Marksizm ve Günümüz (Tartışma İçin İlk Taslak".
37
Günümüz Dünyası ve Marksizm'den söz edildiği an, günümüzde şahit olduğumuz gelişmelerin
Marksizm açısından ne ölçüde kavranılabilir oldukları; bu teoriyle açıklanıp açıklanamayacakları;
bu teori üzerindeki etkileri gibi sorunlar akla gelir. Daha açık ve kısa bir ifadeyle, "Marksizm
geçerli midir?" tartışmasına girilmiş olur.
Ne var ki zorluk tam da bu noktada başlar: Marksizm ile günümüz dünyasının ilişkisi, herkesçe
üzerinde anlaşılmış, net olarak tanımlanmış iki şeyin ilişkisi değildir. Günümüz dünyasındaki
değişiklikler birçok alanı kapsamaktadır. Aynı şekilde Marksizm dendiğinde anlaşılan da çok farklı
olmaktadır. Bu farklılıklar bir yandan Marksizm'e yüklenen içerikte (hareket mi, teori mi, ideoloji
mi, bilim mi, politika teorisi mi vs.) diğer yandan da Marksizm'den hangi geleneğin (Maoizm,
Stalinizm, resmi sosyalizm, Batı Marksizm’i vs.) anlaşıldığındadır.
Bu nedenle sunulan tebliğlerin günümüz ve Marksizm ilişkisi bağlamında ne gibi tezler ortaya
koyduğunu sınıflamak adeta olanaksızdır. Kimi Marksizm’i bir yöntembilim düzeyinde; kimi
toplum ve tarih teorisi düzeyinde, kimi bir politika öğretisi düzeyinde, kimi bir hareket olarak ele
almakta ve görüşlerini herkesin de öyle kabul ettiği varsayımıyla sıralamaktadır. Bu nedenle
tebliğleri, konu başlığının içeriği bağlamında şu veya bu noktalarda benzer ve ayrılar diye
sınıflamak elmalarla armutları toplamak gibi olanaksız bir iştir, çünkü her tebliğde konudan
anlaşılan başka bir şeydir.
Ancak, bütün bu ortak paydaya alınamayan görüşler, aslında tartışılmamış bir başka başlığın ortak
paydası altında toplanabilirlerdi. O zaman tebliğler, İsmet Paşa'nın kafasında kuyrukları birbirine
değmeden dolaşan tilkiler gibi, birbirlerine karşı kısır olarak kalmazlardı. Bu başlık şöyle olabilirdi:
"Günümüz ve Marksizm İlişkisi Hangi Bağlamlarda Ele Alınabilir?" ya da "Marksizm
Nedir?". Bu takdirde, bütün yazılar bu soruya verdikleri cevap açısından değerlendirilebilirler ve
sınıflanabilirlerdi.
Ne var ki, yazarlar bu sorunu tartışmamaktadırlar; onların her biri, bu soruya kendi verdiği cevabı,
çoğu kez özel olarak belirtme gereğini bile hissetmeden, tartışılmasına gerek bile olmayan bir
postulat gibi kabul ederek, o postulat üzerinde görüşlerini inşa etmektedirler. Bu nedenle tebliğleri
Marksizm ve günümüz ilişkisini hangi bağlamda ele aldıkları bakımından sınıflamaya ve
özetlemeye kalktığımızda, çoğu kez ifade edilmemiş bir postulayı yazarların beyinlerinin
derinliklerinden çıkarmak gerekmekte, bu nedenle de alıntı yapmak güçleşmektedir.
Yine de sunulan tebliğleri belli kriterlere göre sınıflamayı bir denemek gerekiyor.
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir
Günümüz Dünyası, her biri farklı bir bilgi dalının ya da bilimin alanına giren sonsuz sayıda süreci
kapsar. Bu nedenle, Marksizm’le ilişkisini, onun sonsuz çeşitliliği içinde kaybolmak istemiyorsak;
Marksizm açısından ele almak gerekir.
38
Ancak bundan önce şu soruyu sormak gerekmektedir: "günümüzün dünyasındaki hangi olaylar,
Marksizm'in geçerli olup olmadığı tarzında bir tartışmayı hepsi de Marksizm’e inanan bu insanların
önüne koymuştur?" Sunulan bildirilere bakıldığında, bu soruyu sormalarına yol açan, Doğu
Avrupa'daki gelişmelerdir. Demir Küçükaydın haricinde hemen hemen bütün tebliğciler, Marksizm
açısından bir sorun olabilecek tek ciddi problemin Doğu Avrupa'daki gelişmeler olduğunu
düşünmektedirler adeta. Tartışılan bütünüyle bu konudur.
Buna karşılık, örneğin İşçi sınıfının ve modern toplumun yapısındaki değişmelerin Marksizm
açısından ne gibi teorik problemlere yol açtığı12; kapitalizmin savaş sonrası gelişiminin onun
tarihsel olarak aslında ömrünü doldurduğu yolundaki klasik görüşle ne ölçüde uyuştuğu13; "Yeni
Sosyal Hareketler" ve tabiri caiz ise "Global Sorunlar"ın Tarihsel Maddecilik ve bir kurtuluşçu
12
Bu sorunu sadece tartışmalarda bir parça Aydın Engin açmaya çalışmıştı hatırladığım kadarıyla.
Sanırım bilgisayarın ve otomasyonun yaygınlaşması sonucu binlerce işçiyi bir araya getiren fabrikaların yok
olmasının işçilerin devrimci potansiyelleri bakımından sorun yaratıp yaratmadığını bir soru olarak ortaya
atmıştı. Aynı bağlamda, fordizm döneminin işçiyi makinanın basit bir parçası haline getirirken, elektronik ve
bilgisayarlar sayesinde işçinin makinanın yöneticisi olduğuna, bu işçinin bir gelecek kurmaya daha yatkın
olabileceğine da kısaca bu satırların yazarı değinmişti.
13
Bu sorunu tartışma eğilimi gösteren ve yer yer tartışan A. Kaçmaz'dır. Kaçmaz gerek tebliğinde gerek
başka yazılarında (örneğin Görüş'te yayınlanan "Spartaküs Olmak" başlıklı yazısında) bu sorunu
tartışmakta ve anlaşıldığı kadarıyla kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuşluğu görüşünün yanlışlığı
hükmüne varmaktadır. Bu noktada ahlaki bir seçimle, safının ezilenlerin yanında olduğunu söylemekte,
kapitalizm ömrünü doldurmuş olmasa bile, "Spartaküs Olmak" gerektiğini belirtmektedir. Ancak, eğilim
gösterdiği görüşün diğer sonuçları üzerine pek tartışmaya girmemektedir. Yani örneğin, "kapitalizm bir
çürüme çağında bulunmuyorsa bu çıkarsamayı yapan Lenin'in teorisi nerede yanlıştır?" Keza, bu koşullarda,
"tercih ahlaki nedenlerle yapılınca kurtuluşçu bir öğretinin bilimsel olmasının ne anlamı olmaktadır?", bunun
programatik sonuçları gibi yüzlerce soruyu tartışmamaktadır. Marksizm iç tutarlılığı olan bir sistemdir, tüm
kavramlar birbirine kenetlidir. Bunlardan biri düzeltildiğinde tüm sistemi eski tutarlılığıyla yeniden kurmak
gerekir.
Aslında A. Kaçmaz' bu sorunu tartışmasının başka bir probleme bağlı olduğu seziliyor. Sovyetlerin
yozlaşması sorunu. Ahmet Kaçmaz teorik bakımdan çok kritik bir noktadadır. Kimi tespitleri ve görüşlerini
mantık sonuçlarına ulaştırdığı takdirde klasik Troçkist görüşleri ifade etmesi gerekir. Ancak bu adımı atamaz,
buradan kurtuluşu, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmadığı tespitiyle sağlar bir bakıma. Bu tespit
yapılınca, Sovyet deneyi sadece bir "erken deneme"olarak, örneğin kapitalizmin şafağında bezirgan İtalyan
kentlerinin kapitalizme geçiş girişimi gibi, değerlendirme olanağı bulur. Böylece, yirmili yılların ortalarında
sürmüş olan mücadelelerde bir tarafı tutma zorunluluğu da bir ölçüde ortadan kalkmış olur. Bunlar,
bürokratik bir kastın karşı devrimiyle değil, ama erkenlikle açıklanırlar.
Fakat, A. Kaçmaz bir şeyi unutuyor, "Spartaküs olmak" sözünü aktardığı Troçki, bu cevabı, bürokrasinin
tarihsel bir zorunluluk olabileceği olasılığına karşı söylemektedir. Yani sadece burjuvaziye karşı değil, işçiler
ve sosyalizm adına yola çıkan imtiyazlı kastlara karşı da spartaküs olmak gerekir. Sayın Kaçmaz,
kapitalistler karşısındaki Thomas Münzer'liği ile, bürokratlar karşısındaki Luther'liğini örtmeye çalışmış
olmuyor mu?
39
öğreti olarak Marksizm açısından ne gibi sorunlara yol açtığı vs. gibi, günümüz dünyasının son
derece önemli sorunları konu bile edilmemektedir.
Bu bir ölçüde Türkiye Sosyalist Hareketi'nin ne kadar dar bir sorunlar yelpazesi olduğunun
göstergesi sayılabilir.
Aslında Doğu Avrupa'daki gelişmeler ve o toplumların devlet ve sınıf yapıları Tarihsel Maddecilik
açısından anlaşılmaz sorunlar olmamışlar ve bu teorinin doğruluğunu sorgulamayı
gerektirmemişlerdir. Hatta aksine, son olaylar bu alandaki teorinin ve öngörünün büyük ölçüde
doğrulanması anlamına gelmektedir.
Tartışmacılar sorunu hep Doğu Avrupa açısından tartışmaktadırlar ama öte yandan, Tarihsel
maddeciliğin kavram sistemi içinde tutarlı olarak bu ülkelere ilişkin yapılmış ve son olaylarca
büyük ölçüde kanıtlanmış teoriyi (yani bürokrasinin bir tabaka olduğu; bu ülkelerin bürokratik
olarak yozlaşmış geçiş/geçemeyiş toplumları olduğu vs.) tartışmamakta, bu alanda bir tek soru
sormamaktadırlar. Ama örneğin her yazıda, sanki çok olağan bir şeyden söz edilir gibi
"bürokrasi"den söz edilmektedir.
Diğer yandan Doğu Avrupa'daki gelişmelerin, Tarihsel Maddecilik açısından ortaya çıkardığı
sorunları da tartışmamaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerde bütün feodal kalıntılar temizlenmiş
olmasına rağmen, kapitalist sisteme geçtikleri takdirde, eski akıl yürütmelerimize göre kapitalist bir
gelişmenin önünün açılması ve hızla ilerlemeleri gerekirken niye birer yeni sömürgeye dönüştükleri
ve dönüşecekleri; bunun metodolojik bakımdan çıkardığı sorunlar. Veya Doğu Avrupa'daki
ayaklanmalarda işçilerin sınıf olarak davranmaması ve işçi organlarının hemen hiç görülmemesi;
bu deneyler ışığında devrim stratejilerinde ne gibi değişiklikler yapmak gerektiği vs. gibi yüzlerce
sonunun hiç birine girilmemektedir.
Demek aslında tartışılan Doğu Avrupa'daki gelişmeler ışığında Marksist öğretinin kimi
sonuçlarının gözden geçirilmesi değildir Peki tartışılan nedir o halde? Tartışılan, çoğu durumda
adını koymadan, Marksizm’den ne anlaşıldığıdır.14
14
Peki yazarlar Marksizm’den ne anlıyorlar? Bunun için sadece onların Marksizm tanımlarına bakmak
yetmiyor. Çünkü Marksizm'i herhangi bir şekilde tanımladıktan sonra, yazı içinde başka tanımlar anlamında
kullanabiliyorlar ve korkunç ölçülerde bir teorik eklektisizm gösterebiliyorlar. Örneğin A. Kaçmaz yazısının
çeşitli yerlerinde şu tanımları yapıyor: "dünya görüşüdür"; "bilimsel temele oturduğunu, evreni
kucakladığını iddia eden, bütünsel bir teoridir"; sonradan kazandığı hüviyetiyle bir "ideolojidir".
Bu tanımları yapan A. Kaçmaz'ın Marksizm’i bir felsefe ve ideoloji olarak tartışması beklenirken, o Marksizm’i
sosyolojik boyutuyla, yani, tarihsel maddecilik düzeyinde tartışır esas olarak.
Mahir Sayın'a göre: "Marksizm sınıf mücadelesinin yol gösterici teorisi"dir. Yani M. Sayın Marksizm’i
bütünüyle kurtuluşçu bir öğreti olan yanıyla; bir politika teorisi düzeyinde ele alıyor.
Oya Baydar ise "Marksizm bilim mi, ideoloji mi, siyasal eylem kılavuzu mu, teori mi, yöntem mi, felsefe
midir? Yoksa tümü birden midir?" diye soruyor, yazısından buna bir cevap çıkarmak mümkün olmadığı
gibi, çeşitli yerlerde farklı anlamlarda kullanabiliyor.
40
Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi?
Peki Marksizm nedir? Marksizm’in ne olduğu da çeşitli düzeylerde tartışılabilir. Günlük
kullanımda çoğu kez Marksizm sosyalizm ile özdeş olarak kullanılmaktadır.
Sosyalizm, Marksizm’le özdeş değildir. Sınıfsız, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine
yönelik tüm öğreti ve hareketler sosyalizm çerçevesine girerler. Marksizm bu hareket ve
öğretilerden, bilimsel olma iddiasındaki biridir. Bunların herhangi birindeki gelişme ve gerilemeler
otomatikman diğerinde de görülecektir diye bir kural da yoktur.15
Galip Gündüz'e göre ise, "Marksizm dünyayı yorumlamak ve değiştirmek yolunda bir rehber"dir. Bu
bakımdan M. Sayın ile aynı tanımda anlaşıyor aşağı yukarı. Orhan Silier'e göre ise Marksizm bir "bilim ve
felsefe akımıdır". Felsefe akımını anlamak mümkün ama "bilim akımı" ne oluyor bu pek mümkün değil.
Başka bir yerde de şu tanımı yapıyor:
"Marksizm sosyalizm ve işçi hareketinin bir teorisidir." Bu ne demek? ÿşçi hareketini inceleyen bir teori
mi? Bu şekilde yorumlanırsa politolojinin bir alt kolu derekesine indirilmiş olur. İşçi hareketinin tabiatından
gelen bir teori mi? Bunu Marksizm kendisi bile iddia etmez. İşçi hareketinin tabiatından gelen teori ancak
sendikalizm, ekonomizm sınırlarında kalır. Yoksa işçi hareketini egemen olan bir teori mi? Bu da tarihin çoğu
dönemi için, hatta işçi sınıfı ve hareketi dünya ölçeğinde ve bütün tabakalarıyla göz önüne getirilirse, hiç de
doğru değildir.
Bildirilerin çok ilginç bir yanı da bu. Az çok akademik eğitim görmüş sayın Oya Baydar ve Orhan Silier'in
daha sistematik ve daha düşünerek, ölçüp biçerek kavramları kullanmaları umulurken, en sistemsiz, en
baştan savma, en çelişkili kullanımlar onlarda görülüyor.
15
Sosyalizm Marksizm’den önce de vardı. Kısaca eşitlikçi bir toplum idealine dayanan öğretileri ve
girişimleri ifade eder. Marksizm bir yanıyla sosyalizm içersinde bilimsel olma iddiasındaki akımlardan biridir.
İslamiyet’teki Alevilikten Bogomilliğe, kurtuluş teolojisinden feminizme, ütopik sosyalizmden anarşizme kadar
bütün öğreti ve hareketler sosyalizm kapsamına girerler. Bunlardan herhangi birinin gerilemesi ve yenilgisi
otomatikman diğerlerinin de yenilgisi ve gerilemesi anlamına gelmez, hatta çoğu kez aksi anlama,
diğerlerinin prestijinin artması anlamına gelir. Gelir çünkü sınıflar nesnel gerçekliklerdir. O sınıflar içinde
ezilen sınıflar da. Ezilen sınıfların varolan adaletsizliğe karşı tepkileri, eşitlikçi bir toplum özlemleri daima var
olmuştur ve olur. Bunlar da nesnel eğilimler olarak akacak belli bir söylem ya da ideolojik form bulurlar.
Bu ilişkinin doğru orantılı olmadığına bir örnek verebiliriz. Birisi yüzyılımızın başında, 1930'lara kadar ezilen
sınıflar ve işçi sınıfı içinde güçlü bir yeri ve geleneği olan Anarşizmle Marksizm’in ilişkisidir. Geçen yüzyılın
ortalarında anarşizm, Marksizm karşısında daha güçlü bir akımdı. Daha sonra Marksizm’in gücünün artması
oranında onun da gücü azaldı. Son yıllarda ise, en radikal hareketlerin ve düşünürlerin giderek daha büyük
oranlarda anarşizme eğilim gösterdikleri ama buna karşılık Marksizm’in gerilediği görülmekte.
Gerçekten de günümüzde Marksizm’in gerilemesi otomatik olarak sosyalizmin gerilediği anlamına
gelmemektedir. Sosyalizm ideali bir bütün olarak Marksizm ölçüsünde ciddi bir yenilgiye uğramış değildir,
hatta eğer dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmıyorsak, ve sözlerin ardındaki gerçek hedefleri
anlayabiliyorsak imtiyazlıların imtiyazlarını Marksizm adına, sosyalizm adına sürdürmeye çalışmalarının
sonucu olarak ezilen sınıflar arasında bu sözlere karşı Doğu Avrupa ülkelerinde duyulan aslında son derece
sağlıklı tepkinin yükselişi, eyleme dökülüşü ve örneğin Güney Amerika ülkelerindeki kurtuluş teolojisinin
41
Marksizm işçi hareketiyle de özdeş değildir. İşçi hareketi, nesnel, sosyolojik bir olgudur. İşçilerin
bireysel isyanlarından (Örneğin Alkolizm gibi) işçi mücadelelerine, hatta işçi kültürüne kadar çok
geniş bir alanı kapsar. Hıristiyan sendikalar da, reformist partiler de, Stalinist partiler de, anarşist
partiler de işçi hareketinin birer unsurudurlar. Marksizm işçi hareketinin, işçi sınıfı ve
hareketlerinin tarihi boyunca, en gelişkin olduğu zamanda bile çok küçük bir bölümünün ideolojisi
olmuştur. Ayrıca İşçi hareketinin tarihinin tümüne baktığımızda, Marksizm’in onun içindeki
egemen konumu belli bir dönemi kapsar. Marksizm’den önce anarşizm ve anarko sendikalizm işçi
sınıfının en aktif çekirdeği içinde onlarca yıl çok güçlü akımlar olarak varolmuşlardı.16
Yazıların bir çoğunda yazı içindeki anlam kaymalarıyla Marksizm başka bir bağlamda tartışılırken,
örneğin birdenbire işçi hareketi ve sosyalizm anlamında kullanılabilmektedir. Bu bakımdan
yazarlar hemen hemen hiç bir hassasiyet göstermemekteler.17
Marksizm, Hangi Marksizm?
Marksizm’le, kendini Marksist olarak tanımlayan; ya da Marksist bir terminoloji kullanan
felsefeleri, metafizik tarih ve toplum teorilerini ve eşitlikçi öğretileri ayırmak gerekmektedir.
Sovyet "Bilim İşçileri"nin yazdıkları Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm etütleri; Mao'nun
diyalektik üzerine yazıları vs. Marksizm kavramı içinde ele alınamayacak, metafizik ya da skolastik
öğretilerdir. Birisi bir bürokrasinin, diğeri bir köylü ve kurtuluş hareketinin Marksizm lafzı altında
ortaya sürülmüş ideolojileridir. Bunların hepsine de kendilerini Marksist olarak niteledikleri için
marksist demek, dünyanın öküzün boynuzlarında durduğunu iddia eden öğretilerle Nevton fiziğini,
"hepsi bir çeşit doğa açıklamasıdır" diyerek aynı kaba koymağa benzer.
Tebliğlerdeki anlayışları şu veya bunu Marksizm olarak kabul etmeleri açısından sınıflamadan
önce, böyle bir ayrımı kabul edenler ya da etmeyenler olarak ayırmak mümkündür. Yazarların bir
kısmı, bizlerin şu ya da bu akımı, teorisyeni vs. Marksist değil diye ayıramayacağımız
yükselişi sosyalizmin yükselişlerinin ifadesi olarak da ele alınabilirler.
16
Doğu Avrupa'daki Bürokratik İktidarların çözülüşü işçi hareketinin yenilgisi anlamına gelir mi? Hayır. O
bürokratik iktidarların kuruluşu işçi hareketindeki ciddi yenilgilerle mümkün olabilmişti. Aksine doğu
Avrupa'daki çözülüş işçi hareketinde uzun yıllar süren uykulardan uyanmaya, dünyanın en büyük işçi grubu
olan Rus işçilerinde bir yükselişe yol açmaktadır. Tek tek ülkeler bir yana, bir bütün olarak işçi sınıfı ciddi bir
yenilgiye uğratılabilmiş değildir. Hatta işçi hareketinin bir yükselişinden bile söz edilebilir. Sibirya’daki grevler,
Brezilya'daki başarılar, Kore İşçi Sınıfı'nın uyanışı vs. gibi, olaya dünya ölçeğinde bakıldığında işçi
hareketinin bir karşı saldırıya hazırlanma eğilimi taşıdığı dahi, dünya tarihsel ölçeklerde söylenebilir
17
Örneğin Galip Gündüz, "yeni bir on yıla girerken, Marksizm’in, sosyalizmin, dünya işçi sınıfı hareketinin
darmadağın olduğu, tarihinin en büyük bunalımlarından birini yaşadığı görülmekte" diye yazıyor. Burada çok
açık olarak Marksizm kavramının düşünülmeden kullanılışının tipik bir örneği söz konusudur. Marksizm
sosyalizm ve İşçi Hareketi ile sanki özdeşmiş ya da özdeş olmasa bile kaderleri aynıymış, aralarında çok
yalın ve dolayımsız bir ilişki varmış gibi ele alınmaktadır.
42
görüşündedirler, bir kısmı ise bunu mümkün görmekte ama ayrımı farklı yerlerden yapmaktadırlar.
Örneğin Oya Baydar Marksizm adına kim ne yapmışsa hepsini Marksizm’den kabul etmek
gerektiği görüşündedir18. Buna karşılık, Doğan Tarkan, M. Sayın19, G. Gündüz, D. Küçükaydın
gibileri belli sınırlamaların yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Bu sınır
M. Sayın'da Marx, Engels, Lenin ve sonra da belki Gramsci'nin Marksizm’i ile Stalin, Troçki,
Kautski vs. "Ekonomizmi" arasında çekilir. Doğan Tarkan, Galip Gündüz de Troçki ve Rosa
Lüxemburg da Marksizm alanı içindedir. Demir Küçükaydın, tüm alanlarda değil ama belli
alanlardaki katkıları bakımından Lukacs, Frankfurt Okulu, H. Kıvılcımlı gibi, bir çok eleştirel
Marksist'in, belli alanlara ilişkin teorilerini de Marksizm bağlamında ele almaktadır.
İlkay Demir, Ahmet Kaçmaz ve Orhan Silier'in yazılarında her iki taraftan da sayılabilecek, hatta
zaman zaman birbiriyle çelişen görüşler bulunmaktadır, bu konuda merkezci bir pozisyonda
oldukları sonucu çıkarılabilir.
Böylece ilginç bir bölünme ile karşılaşılıyor. Radikal hareketlerin geleneğinden gelen tebliğciler,
son derece açık olarak bir sınır çizilebileceğini kabul etmekte ve her biri bir sınır çizmektedir.
Reformist partilerin geleneğinden gelenler arasında ise bu açıklık görülmediği gibi, Oya Baydar'da
olduğu türden bir relativizm, bir agnostisizm bile açıkça ifade edilmekte.
Elbette bu relativizmin politik bir nedeni vardır. Örneğin Oya Baydar'ı bu relativizme iten, Sovyet
deneyinden kendince çıkardığı şu sonuçtur20: "Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar". Diktatörlüğe
giden yolu tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar.
18
Örneğin Oya Baydar şöyle yazıyor: "Marksizm aslında başından beri çoktu derken, Kautsky de,
Bernstein de, Lenin de, Rosa Luxemburg da, Stalin de, Trotzki de, Buharin de, Lukacs, Gramsci, Bloch,
Marcuse, Frankfurt okulu özellikle Adorno da, Althusser de, Goldmann da, tüm KP'lerin teorisyenleri de vs.
vs. sen de, ben de Marksist’tik demek istiyorum. Bunu söylerken, herkes bir yerinden yorumladı, kimse
anlamadı, yazık oldu Marksizm’e demiyorum." (s.2, agy.)
19
Tartışmalarda Mahir Sayın ile aynı görüşten olan Bülent Uluer ve başka bir görüşten Temel Demirer'in
kendileriyle ciddi bir hesaplaşmadan kaçınmak ve merkezci pozisyonlarını meşrulaştırmak için sık sık
söyledikleri "Stalin de bizim geleneğimizdir, bütün hatalarıyla, sevaplarıyla" sözleri aslında Oya Baydar'ın
rölativizminin radikal görünümlü avamca ifadesidir. Bu kendini gökte bir tanrı gibi görüp, yeryüzünde birbiriyle
çatışan insanlar karşısında "hepsi benim kullarımdır" havasındaki sinizim, aslında nesnel olarak katillerin
yanında yer almayı meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Uluer ve Demirer'e, kendilerinden
gördükleri Stalin'in kurbanları, Dünyayı Sarsan On Gün'de işçinin tuzu kuru aydına dediği gibi, "katil vardır,
maktuller vardır, birinden olmayan diğerinden yanadır. Sen kimden yanasın?" diye sorarlardı ve
sormaktadırlar. Kimden yanasınız? İşçi sınıfını iktidarsız kılan, yeryüzünde en çok komünist öldüren
bürokratik kast ve onun teorik, politik önderi Stalin ve izleyicilerinden mi, yoksa ona karşı savaşanlardan mı?
İkisinden de olamazsınız. Tarafsız kalmak, cinayete suç ortaklığı yapmaktır.
20
Sayın Oya Baydar bunu bir bilinmezcilik ve rölativizm biçiminde yapıyor. Örneğin "Burjuva düşüncesi,
felsefesi zenginliğini ve düşünceyi Hegel, oradan da Marx'a kadar ulaştıran dinamizmini çeşitliliğinden ve bu
çeşitliliğin diyalektiğinden alırken, Marksizm’in önce tekleştirilmesi sonra da bu tek'in karşısına yine resmi
olarak aynı derecede tekçi ve katı -başlıcaları revizyonist ve Trotskist- yorumların çıkarılması, teorinin
43
Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da bilimin gelişmesinin önünde bir engel olacağı
anlayışı, bu varsayım, hala sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını, kafalardaki
sosyalizmin hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir.
Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün
taraftarlarının kendi görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır. Demokrasi bir
bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür olarak seçilen ve geri
alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak programlarını uygulamaya çalışmaları
demektir. Bilim alanında21 da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek doğru olduğuna inanması ve
bunu karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle kanıtlayarak iknaya çalışması başka, idari
tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi
bu inançta değil, birilerine diğerlerini ezme yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları
egemen kılan güçlerde görür. Tehlike tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu veya
bu görüşün eline diğerlerini ezme olanakları da veren mekanizmaları sorgulamaktan kaçınan ve
donması yanında, bilimsel tartışmalara kapanmasını; şu veya bu yönde mutlaklaşıp, çoğalma ve
zenginleşme yerine kamplaşmasını getirdi" (Bak. O. Baydar, "Marksizm ve Günümüz, Tartışma İçin İlk
Taslak", s.2/3)
Bu tavır tipiktir. Doğu Avrupa'daki gerçekliği Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklayan tek tutarlı
ve devrimci, eleştirel ve bilimsel tavrı koruyabilmiş ve sürdürebilmiş akım olan Troçkizm, Stalin'in,
Kautsky'nin revizyonizmiyle aynı kaba koyulmaktadır. Sayın Hocam Oya Baydar'dan şu sorulara açıkça
cevap vermesi beklenirdi:
Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra da belli bir dönemde bu devrimin ideallerine,kadrolarına karşı
bir girişim olmuş mudur? Eğer olmadıysa, "Sonra gelenler Ekimin ideallerine sadık kalmışlar ve onları
gerçekleştirmeye çalışmışlardır esas olarak" dendiği takdirde bundan iki sonuç çıkar: ya bugünkü sonuç
Ekim Devriminin çöküşüdür denmek zorundadır. Ya da Ekim baştan beri yanlış yoldadır. Her ikisi de
olgularla çelişir. Eğer Devrimin ideallerinin ve kadrolarının, kazanımlarıının tasfiyesi bir olgu ise, bu kişilerle
açıklanamayacağına göre hangi toplumsal güç tarafından hangi tarihsel koşullarda başarılmıştır sorularına
cevap vermek gerekmektedir. Bu somut sorunların hiç birisine girilmeden bu akım Maocu'larla,
revizyonizlerle, stalinistlerle aynı kaba koyulmaktadır.
Ama burada bile olgu düzeyinde bir yanılgısı vardır. Troçkist denen akım hiç bir zaman tek sesli olmamıştır.
Örneğin Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra bir kastın çok özel tarihsel koşulların bir araya
gelmesiyle 20'li yılların sonuna doğru iktidarı işçi sınıfının ellerinden tümüyle aldığında bir ortak anlayış
olmakla birlikte, ele alanların bir sınıf mı yoksa bir tabaka mı olduğu ya da ortaya çıkan sosyo ekonomik
formasyonun bir tür kapitalizm mi, bürokratik deformasyona uğramış bir geçiş toplumu mu, yoksa önceden
görülememiş Asyai bir değişik üretim tarzı mı olduğu konusunda olgulara ve tarihsel maddeciliğin ve
ekonomi politiğin temel kavramlarına dayanan ciddi tartışmalar vardır. Yani o gelenek sanıldığı gibi tek sesli
değildir.
21
Aslında her bilim gerçekliğin sonsuz çeşitliliğini açıklayabilecek en temel kavram ve yasaları bulmaya
çalışır. Her bilim bir tek kavramdan türetilebilecek bir sistem kurma çabasından başka bir şey değildir. Bu
anlamda her bilim tekçidir, Marksizm de. Sayın Hocam Oya Baydar'ın tekçiliği reddedişi bu bağlamda da
bilimi reddetmesi anlamına gelmektedir aslında. Öyle bir bilim istemektedir ki artık bilim olmasın. Sonsuz
çeşitlilikteki nesne, olayları olabildiğince az, hatta mümkünse tek bir yasa temelinde açıklamaya çalışmasın.
44
iktidara gelirse tekçi görüşleri demokrasiye ye de bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama
potansiyeli taşıyan rölativist çokçu görüşlerdedir. 22
Marksizm’in Hangi Veçhesi
Marksizm, aslında biri diğerinden ayrılmayan üç bileşene ayrılabilir: Birincisi Diyalektik
Materyalizm denen Metodolojik, Mantıksal bileşeni; bir bakıma felsefi bileşeni; ikincisi
Tarihsel Maddecilik denen tarih ve toplum teorisi olan yanı ve bunun bir alt disiplini olarak
Ekonomi Politik öğretisi ve nihayet Kurtuluşçu Bir Öğreti olan yanı. Marksizm bunlardan
herhangi birine indirgenemez; Marksizm bunların toplamı da değildir; bunların tutarlı ve açık bir
sistemidir. Ama bunlardan herhangi biri zorunlu olarak diğerini gerektirmez. Pekala örneğin
Anarşizm gibi kurtuluşçu bir öğreti olabilir tarihi maddeciliği kabul etmeyen. Ya da tarihi
maddeciliği kabul edebilirsiniz ama ondan hiç de eşitlikçi bir öğreti gerektiği sonucunu
çıkarmayabilirsiniz. Tarihi maddeciliği ilk taslaklaştıran İbni Haldun, sonra Morgan bundan hiç de
Marx'ın çıkardığı sonuçları zorunlu olarak çıkarmamışlardı. Aynı şey felsefi boyutu için de
söylenebilir. Birçok bilim adamı kendiliğinden bu boyutu kabul eder ve uygular ama Marksizm’i
kabul etmek akıllarından bile geçmez. Keza birçok Marksist, Marksizm’in bu vehcesinin
Marksizm’in bir unsuru olmadığını, doğada diyalektik bulunmadığını söyleme eğilimindedirler.
Günümüz Dünyası'nın sonsuz vehceleri olduğuna göre, günümüz dünyası'nda Marksizm’in
geçerli olup olmadığı en azından bu üç başlık altında incelenmesi gerekir. Ne var ki tebliğcilerden
hiç birisi böylesine bir sistematik çerçevesinde Marksizm’in bütün vechelerini gerçek hayattaki
değişmelerin mihenk taşına vurarak tartışmamaktadır. Bu bileşenlerden aslında sadece tarihsel
maddeciliğin bir alt disiplini olan politika öğretisi, tebliğlerin çoğunda tartışma konusu yapılmakla
yetinilmektedir.
Tebliğcilerin hepsine göre, onu hangi veçhesiyle ele alırlarsa alsınlar, Marksizm bir bilimdir. Oya
Baydar marksizmni bu bilim niteliğinden hareketle, doğa bilimleriyle bir analoji yaparak, hiç bir
bilimin bu kadar zamanda değişmeden kalamayacağını değişmek zorunda olduğunu yazar.23
22
Bocholt'daki ilk tartışmada bütünsel bir teori, global bir teori ihtiyacından, ancak böyle bir teoriyle tüm
ezilenleri toparlayabilecek bir program geliştirilebileceğinden söz ettiğimde. İlkay Demir de, global, tekçi
teorilerin diktatörlüğe yol açacağı, onun için buna karşı olduğunu söylemişti. Tekçi bir teori geliştirmek ya da
böyle bir teoriyi kabul etmek hiç de zorunlu olarak, bu görüşün sahiplerinin idari tedbirlerle diğer görüşleri
yasaklamasını gerektirmez. Örneğin, fizik alanında birçok tekçi teori vardır, ama bunlar birbirlerine kendi
doğruluklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar, yoksa birbirlerini idari ya da fiziksel tedbirlerle tasfiye etmiyorlar.
Aslında, bilim tekçi olmak, sonsuz sayı ve çeşitli fenomenler ve süreçler arasındaki ortak noktaları giderek bir
tek ilkeye indirgeme çabasından başka bir şey değildir. Bu global, tekçi teoriye karşı olmak bilime karşı
olmak demektir.
23
"Her şey bir yana Marksizm’i tek cümlede özetleyecek olursak o, değişmenin, gelişmenin ve değişip
gelişeni anlamanın yöntemidir. 150 yılda değişmeden kalması onun kendini inkarı demektir."
45
Oya Baydar'ın bu önermesi kategoriktir ve ilk bakışta prensip olarak itiraz edilemez gibi
görülmektedir. Aslında tebliğcilerden hiç .biri de bu konuyu tartışmış değildir. Bu konuyu sadece
Demir Küçükaydın Hamburg'taki toplantı'da24 (ki Oya Baydar Yoktu) tartıştı ve bu kategorik
sorunun yanlış ön kabullere dayandığını göstermeye çalıştı.25
24
Sorunu bu biçimiyle daha önce Devrimci Marksist sayfalarında ele almıştım. Hamburg'daki "Günümüz
ve Marksizm" konulu tartışmada konuşmamı özellikle bu alanla sınırladım ve aşağı yukarı burada
yazdıklarımı anlatmaya çalıştım. Ancak böyle bir sorunun tartışılması, dinleyicilerde en azından doğa
bilimlerindeki gelişmeler hakkında ciddi, popüler bilim tarihi kitaplarında olduğu kadar bir bilgi olmasını
gerektiriyor. Dinleyiciler için fizik, biyoloji, geometriden verdiğim örnekler, Çince gibi geliyordu. Kimsenin
anladığını sanmıyorum ne demek istediğimi. Sonradan bir arkadaşın dediğine göre arka sıralarda
oturanlardan bazıları "Ne anlatıyor bu herif, manyak mı yahu" diye kendi aralarında konuşuyorlarmış.
25
Bu analojiye göre, nasıl bir zamanlar Galile, Newton fiziği var idiyse ve daha sonra olaylar hakkındaki
bilginin artması ve açıklanamayan olayların birikmesiyle birlikte örneğin rölativite ve kuantum kuramları
geliştirildiyse, Marksizm de başìndan beri konulduğu gibi kalamaz, tıpkı fizik gibi gelişmek; kendi Einstein,
Max Planck vs.sini yaratmak zorundadır.
İlk bakışta, kategorik olarak çok doğru. Ancak Marksizm’i ve onun bugün karşılaştığı sorunların gerçek
mahiyetini anlamak bakımından tamamen yanlış bir akıl yürütmedir. Bu akıl yürütmenin ardında evrimin belli
aşamalardan sırayla geçmesi gerektiği düşüncesi yatar. Yani nasıl toplumların ilkel, köleci, feodal diye belli
aşamalardan geçeceği yolunda bir kabul var idiyse, bu anlayış aynen bilimler alanına aktarılmaktadır. Her
bilim önce kendi Gelile'lerini Newton'larını, sonra Einstein'lerini çıkaracaktır gibi bir anlayıştır bu. Halbuki
bilimler de toplumlar gibi eşitsiz gelişirler. Tarihe sonradan giren toplumlar nasıl önceden girenlerin geçtikleri
yoldan geçmeden, onların birikimi temelinde onlardan çok ileriden başlayabilirse, aynı şekilde bilimler de
öyledir.
İşte, Marksizm en son doğan, ya da bilim olarak rüştünü ispat eden bir bilim olarak, yani toplumun bilimi
olarak, daha doğarken tabiri caiz ise Einstein'iyle, Max Planck'ıyla doğmuştur. Yani kendisinden çok daha
önce doğmuş ve gelişmiş olan doğa bilimlerinin geçtiği aşamaları geçmeden onların birikimi üzerinde ileriye
muazzam bir sıçrama yaparak doğmuştur. Bu bakımdan Marx'ın kurduğu sosyoloji bir bakıma bilimlerin
gelişimi bakımından Einstein'in kurduğu relativite fiziğine benzer. Bu bilim daha doğarken, fiziğin 20 yüzyılda
ulaşabileceği bir mantık ve metot düzeyinde doğmuştur. Bu bakımdan, Marksizm her ne kadar 150 yıl önce
doğmuşsa da o daha ziyade 20 yüzyılın bir bilimidir metodolojik temelleriyle.
Bu durumda hiç bir bilim 150 yıla dayanamaz cevabı kategorik bir cevap olarak pek de doğru değil demektir.
Sorunun bu tarz koyuluşu, aslında diğer bazı problemleri çözme olanağı da sağlar.
Marksist Literatürde tartışılan konulardan biri de, Doğada diyalektik olup olmadığıdır. Bir çok "Batı
Marksizm’i" geleneği içindeki Marksist, doğada bir diyalektik aramanın, Hegel'den kalıntı, Engels'in bir
basitleştirme çabası olarak nitelemekte, bunun Marksist öğretinin özünde bulunmadığını söylemektedirler.
Birincisi, Diyalektik tanımı gereği varlık ve düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimi ise, ve aslında tüm
bilimlerde, tüm hareket biçimlerinde ortak yasalar olup olmadığını araştırmak varsa bunları tespit etmek
kategorik olarak baştan reddedilemeyeceğine göre, bu yasaların var olup olmadığı tek tek tartışılmadan bir
sonuca ulaşılamaz. Yani böyle bir alan vardır.
Peki bu yasalar nelerdir? Bu noktada, Doğada diyalektik olduğunu reddedenler gerçekten meşhur suyun
kaynaması ve buğday başağı gibi Hegel/Engels örneklerini göstererek biyolojik ve fizik doğada diyalektiğin
olmadığını, bunların zorlama örnekler olduğunu haklı olarak söylemektedirler. Gerçekten de, Engels'in
46
Marksizm’in bileşenleri bakımından ele aldığımızda ise, Marksizm’in felsefi yanı, yani şu
diyalektik ve tarihi maddecelik denen, varlığın ve düşüncenin en genel hareket yasalarını
inceleyen bilim olan yanı, hemen hiç bir bildiride ele alınmamaktadır.
Tarihsel maddecilik ise, sadece bazı sorunları bakımından bir parça A. Kaçmaz'ın tebliğinde
incelenir. Diğer bildirilerde somut olarak hiç bir sorun ele alınmaz.
yazdığı söylenen Sovyet "bilim işçileri"nin bir marifeti olan Doğa'nın Diyalektiği'ndeki doğa bilimlerine ilişkin
örneklerin çoğu, hiç de diyalektik yasalarını örneklemek için kullanılamayacak durumdadır.
Ama bundan doğada diyalektik bulunmadığı çıkarsaması yanlıştır. Yanlıştır çünkü, burada sorgulanması
gereken doğadan ziyade, doğa bilimleridir. Doğada diyalektik olmadığı için değil, henüz o zamanlar doğa
bilimleri diyalektik bir aşamaya varmadıkları için bir bilimin mekanik aşamasından verilen örnekler hiç de
diyalektik olmamaktadır. Tarihsel maddecilik daha doğarken diyalektik olarak, çok yüksek bir soyutlama
düzeyinde doğmuştur. Doğduğu sırada kendi yönteminin bazı temel unsurlarının tüm varlık alanında da
geçerli olabileceği sezişiyle, diyalektik maddecilik biçiminde bir genellemeye gitmiştir. Ancak aynı tarihte,
doğa bilimleri henüz doğa hakkındaki bilgileri, kavrayışları, metodolojileriyle diyalektik bir aşamaya ulaşmış
olmaktan çok uzaktılar. Bunun sonucu olacaktır ki Engels'in örnekleri uygunsuzdur.
Tarihsel Maddecilik ve diğer bilimlerin gelişimi arasında, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi arasında belli bir
zıtlık bulunmaktadır Marksizm’in geç gelişi nedeniyle.
Bugün Marksizm’in elbet yaşadığımız gerçekliği açıklamakta güçlük çeken bir çok yanı bulunmaktadır.
Ancak bu güçlük, doğa bilimlerinin tamamen aksi bir noktadan ortaya çıkmaktadır. Bu şöyle bir benzetmeyle
açıklanabilir.
Bir an için Fizik biliminin daha doğarken bir Rölativite teorisi halinde doğduğunu düşünelim. Doğrudan
doğruya Einstein diye bir adam çıkmış. Ve fizik denen bir bilimi tıpkı Galile ya da Newton gibi kurmuştur. Bu
fiziğe göre, hızlı giden cisimlerin kısalmaları, kütlelerinin artması vs. gerekmektedir. Ancak, çevrenize
baktığınızda otomobillerin ne ağırlığı artmakta, ne de boyları kısalmaktadır. Bu uygunsuzluk bu fiziğin
yeterince gelişkin olmadığından değil, aşırı gelişkin olmasından çıkmaktadır. Tabiri caiz ise, birinin çıkıp,
daha geri bir Newton teorisi ortaya atması gerekmektedir ki, her gün karşılaşılan olaylar kavranabilsin. Bu
elbette bir "ilerleme" değil, bir "gerilemedir".
Ya da geometri alanında, ilk geometri Euclıd geometrisi yerine iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir eğiridir
diyen aksiyom üzerinde yükselen bir geometri olsaydı. Bu takdirde örneğin üçgenlerin iç açıları toplamları
hep 180'den büyük ya da küçük çıkacaktı. Ama arazi alıp satmaya kalktığınızda, bu geometrinin hiç de işe
yaramadığını görecektiniz. Çünkü yeryüzünde, günlük hayatta iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir
doğrudur. Lobaçevski geometrisi bu durumda yeterince gelişmediğinden değil, çok ileri olduğundan yetersiz
kalır, pratik işler için bir Euclit'e gerek vardır.
Marksizm’in durumu da tam bu örneklere benzer. Örneğin Marx kendisi bile hayatı boyunca, hep ileri
ülkelerde devrim beklemiş (tarihsel maddeciliğin temel önermesi gelişmenin belli bir aşamasında var olan
üretim ilişkileriyle çelişkiden söz edildiğine göre, sosyalist devrimin en gelişkin bu çelişkinin en yüksek olduğu
ülkelerde olması gerekir) ama hep de yanılmıştır. Yani Marksistlerin ya da Tarihsel Maddeciliğin bir çok ön
görüleri yaşadığımız hayatta gerçekleşmiyor. İki nokta arasındaki en kısa mesafe hep bir doğru çıkıyor,
Marx'ın dediği gibi bir eğri değil.
İşte Marksizm’in bu günkü problemleri, onun çok yüksek bir soyutlama düzeyine dayanmasından
kaynaklanmaktadır. Yani bugün Marksizm’in ihtiyacı olanlar Einstein'lar değil, Newton'lardır
47
Ekonomi politik bakımından kimse hiç bir konuyu incelemez.
Bir politika öğretisi, kurtuluşçu bir öğreti olarak ise, sadece Doğu Avrupa ülkelerindeki
gelişmeler bağlamında ele alınır. Bu bağlamda da tartışılan, Marksizm’in, yani Stalinizm olmayan
haliyle marksizmin, o olaylar karşısında incelenmesi değil, marksizmin ne olduğudur.
Örneğin, Doğan Tarkan ve Galip Gündüz, o çöken rejimlerin marksizmle ilgisi yoktur; o halde
marksizm açısından bir sorun yoktur mantığı ile sorunu ele almaktadırlar. Evet o ülkeler marksist
değillerdi ama o ülkelerin var oluşları ve evrimleri marksizm açısından bazı sorunlar yaratmaz mı?
Yazarlar böyle bir soru bile sormazlar.26
Mahir sayın ise, bu konuyu bile tartışmaz. Sovyetler birliğindeki muhtemel gelişmelerin neler
olabileceğini, bu reform hareketinin hangi saiklerle niçin başladığını ele alır. Aslında yazısının
başlığının "Gobaçov Reformlarının nedenleri, gelişme eğilimleri" gibi bir şey olması gerekirdi.27
Bir Kurtuluşçu öğreti olarak marksizmin sorunlarına ise pek az değinilmektedir. Sadece ilginç
ve çok tehlikeli bir görüş Oya Baydar ve Orhan Silier'de ifadesini bulmakta, kısmen bu görüşün
izlerine A.Kaçmaz'da da rastlanmaktadır. Bu görüşe göre, Marksizm’in kitleselleşmesi onun
tekçileşmesine, dogmatikleşmesine yol açmaktadır. Bu tarihsel gerçekliğin ters yüz edilmesidir.
Sovyetlerde "tekçileşme" ve "dogmatikleşme",28 kitleselleşme değil, tabiri caiz ise, kitlelerden
kopma, "devletleşme", bürokratlaşma sonucunda ortaya çıkmıştır.29
26
G. Gündüz:"Yıkılanın sosyalizm olmadığını düşünenler için Marksizm’in bunalımı söz konusu değildir"
(s.5)
"Belli bir sosyalizm anlayışının, Stalinizmin bunalımıdır yıkılmakta olan, 60 yıldır dünya işçi sınıfına
"sosyalizm" diye dayatılan Stalinizmdir"
Doğan Tarkan: "Marksizm bugün kriz içinde değildir. Kriz içinde olan Stalinizmdir"
27
Mahir Sayın'ın konusu Günümüz Marksizm'in konusu olmadığından görüşlerinin bir eleştirisine
girmiyoruz. Mahir sayının da garip bir sosyalizm tarihi anlayışı var. İncil'de, Kuran'da, sıradan cep
romanlarında her zaman görülecek türden. Bir şeytan ya da kötü vardır, hep üstün gelir ama bir de iyi olan
vardır ki, eninde sonunda kötüyü yener. Mahir Sayın'da bu felsefe, Marksizm ve Ekonomizmdir biçiminde
ortaya çıkar. Bir Ekonomizm vardır. Nereden kaynaklandığı, nerede gizlendiği bilinmez. Hemen Marksizm’e
egemen olur. Ama birde Lenin gibilerin esas Marksizm’i vardır. Bir yolunu bulup bu ekonomizmi yere serer.
Ama ekonomizm ne yapar yapar tekrar duruma hakim olur. İçimizdeki şeytan gibi bir şeydir anlaşılan.
28
Aslında "revizyonistleşme" demek gerekir. Kavramlar burada da yanlış kullanılıyor. Stalin ve diğerleri
dogmatik değil, tam aksine revizyonisttirler. "Emeğin Kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir"; "emeğin kurtuluşu
ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz" gibi temel önermeleri ve metodolojiyi, hiç de Bernstein ya da
Kautsky'den geri kalmayacak ölçüde revize etmişlerdir
29
Ahmet Kaçmaz, Marksizm’in eyleme yönelmesi ve ideolojileşmesi arasında bir ilişki kuruyor. Oya Baydar
şöyle yazıyor: "Tam bu noktada kendi kendime cevaplayamadığım soru, tartışmak istediğim önemli nokta:
İnsanların siyasal eyleminden koparılamayacak olan, özelliğini yığınların siyasal, devrimci, dünyayı değiştirici
atılımıyla ayrılmaz bağından alan Marksizm’in bu ilk aşamada yukarıdaki tekleştirilmeye kaçınılmaz olarak
mahkum olup olmadığı sorusu" (s.3)
48
Elbette bir bilim olarak Marksizm ile bir kurtuluşçu öğreti olarak Marksizm arasında daima gerilim
olagelmiştir. Bir bilim olarak Marksizm kavranması için çok yüksek bir bilgi ve kültür düzeyini
var sayar, ama amacına ulaşması için en cahil, en geri bırakılmış yığınları programına
kazanması, örgütlemesi gerekir. Marksist bir bilim adamı olarak, sürekli Marksizm’den bile
kuşkulanmakla yükümlüdür. Eşitlik ideali için mücadele eden bir insan olarak ise, hiç bir
kuşku duymaması gerekir. Elbet bunlar ciddi sorunlar ve hayatın kendisinde bulunan çelişkilerdir.
Ama bu sorunları incelemek başka, kolayına kaçıp ne kavramsal, ne de olgusal düzeyde doğu
olmayan kitleselleşme/doğmatikleşme paralellikleri kurmak yine başkadır.
Toparlarsak, A.Kaçmaz'ın tebliği hariç genellikle bildirilerde günümüz ve Marksizm ilişkisi ele
alınmamakta, günümüz dünyasındaki olayların marksistlerin kafalarındakilerle ilişkisinin ayrıca
incelenmeye değer zengin bir malzemesini sunmaktadır.
Aynı mealde Orhan Silier yazıyor: "Marksizm’in kitleselleşmesi ve iktidarlaşmasının bu tehlikeyi (yani
dogmatizm tehlikesi) daha da arttırmış olduğunu tarihsel deneyim göstermektedir." (s.3-4)
Sayın O. Silier de, Marksizm’in kitleselleşmesi ile, bir köylü ya da popülist hareketin veya bir bürokratik kastın
kendini Marksist olarak tanımlamasını karıştırmaktadır. Marksizm’in işçi kitleleri arasında yaygınlaşması
onun dogmatikleşmesini değil aksine, tarihindeki en verimli en yaratıcı dönemi yaşamasını sağlamıştır.
Lenin, Rosa, Troçki hep bu dönemin ürünüydüler. Keza, Marksizm iktidarlaşamaz. Bir proletarya
diktatörlüğünde, iktidarın, Marksizm’e göre sınıf olarak proletaryanın elinde olması gerekir, Marksistlerin
değil, Marksistler çoğunluğa sahip oldukları sürece hükümeti oluşturabilirler. Sovyet deneyinde olan
Marksizm’in iktidarlaşması değil, iktidarsızlaşması, bürokrasinin iktidarlaşması ama bunu Marksizm bayrağı
altında yapmasıdır.
49
Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma
Denemesi
Sunuş
Türkiye'nin Sosyalistleri arasında Sosyalist Demokrasi'nin yaygın olarak tartışılması özellikle
Gorbaçov'un meşhur konuşmasından ve Yeni Öncü'deki tartışmalardan sonra başladı. Burada
"yaygın olarak" ayrımını yapmak gerekiyor, çünkü konunun Türkiye'nin sosyalistleri arasında
tartışılmaya başlaması çok daha eskilere gider30.
30
"Sosyalist Demokrasi" sorununun daha önceden de tartışıldığını belirtmek özellikle gerekiyor, en
azından Marx'ın Kapital'i yazarken, birçok fikrin ilk ortaya atıcılarını buluşunu ve onları unutulmaktan
kurtarışını anlatmak için kullandığı "tarihsel adaleti yerine getirebilmek" için. Birçok Yeni Öncü taraftarı,
bırakalım Türkiye'yi, bu sorunu dünyada ilk defa Yeni Öncü'nün, daha doğrusu Tekin Yılmaz'ın ortaya
attığını sanıyor ve bunu ciddi ciddi iddia ediyor. Frankfurt'taki toplantıda, yandaki masada konuşan
M.Sayın'ın da "hadi dünyada demiyeyim ama bu tartışmayı Türkiye'de ilk kez biz attık" dediğini duyunca
kulaklarıma inanamamıştım.
Dünya'da Sol Muhalefet ve Troçkist hareketin oluşumunun ve programını geliştirmesinin temel
sorunlarından biri bu olmuştu. Dördüncü Enternasyonal'in programı ve bütün programatik belgeleri buna
kanıttır. Bunların yanı sıra, Dördüncü Enternasyonal'in "Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü"
adlı programatik metni, sırf bu konuya hasredilmiştir.
Diyelim ki bu bilinmiyor. Türkiye'de Eleştiri Yayınevi, sözkonusu kararı 12 Eylül öncesinde yayınlamıştı.
Mandel'in İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi kitabının Türkçe baskısının tarihi 1975'tir ve bu konuyu ele alır.
Vatan Partisi'nde biz, 12 Eylül sonrası dönemde birçok hareketten birçok militan Stalinizmle yüzleştikçe bu
sorunla karşılaşmıştır.
Doğu ve Batı'nın farkı bu olsa gerek. Batı geleneğinde, biri bir fikri atarken, nerelerden ilham aldığını, o
fikrin ilk kez nerede ifade edildiğini araştırıp belirtmeye özen gösterilir. Doğu geleneğinde ise durum
tamamen zıttır. Kaynaklar gizlenir ve ilk kez söylendiği imajı yayılır.
M.Sayın'ın bunu niye yaptığını anlamak zor değil. O kendisini daima daha geri olana göre tanımlar, ama
kendisine o avantajı sağlayan,
biçimsizleştirerek ve iğdiş ederek aldığı görüşlerin kaynağını gizlemek zorundadır ki, difransiyel rantı ele
geçirebilsin ve o hitap ettiği geri kitlenin önyargılarını ve tepkilerini çekmesin, söylenenleri ciddiye alıp
mantık sonuçlarına gidebilecek olanları da şaşırtabilsin.
Bu tipik değişmez tavırdır. Sadece Sosyalist Demokrasi konusunda böyle değil, Kadın sorununda da
böyledir (Necmi Gül'ün Yeni Öncü'de çıkan "Ben Doğarken İktidar Olmuşum" yazısına bakılabilir.); faşizm
sorununda da böyledir (D.Küçükaydın'ın cezaevlerinde elle çoğaltılmış "Bir Siyasi Hükümlü'nün Notlarına
Notlar" yazısına bakılabilir.)
Bunun adı "Merkezcilik"tir. Devrimcilik ve reformculuk arasında bir ara aşamadır ama kimileri için ebedi bir
karakter halini alabilir. Elbet büyük avantajları vardır. Herkesle iyi geçinmeyi sağlar örneğin: Reformist için
daha tercih edilirsiniz, çünkü diğerleri kadar "sekter" ve "ideolojik bağnaz" değlsinizdir; devrimci ve
50
Konunun yaygın olarak tartışılmasının yolunu açan Tekin Yılmaz'ın, sorunu aslında ne kadar
yanlış bir yerden tutup gerekçelendirdiği ve çelişkileri hakkında söylenmesi gerekenleri E.
Kürkçü, O. Dilber, A. Ural ve daha birçokları söylediler ve yazdılar. Ama bütün bu tartışmalarda
en ileri gidenler, Troçkist hareket tarafından bu güne kadar savunulmuş olan ve daha ileriye
gidebilmek için savunulması gereken görüşleri savunma sınırını aşmadılar. Burada bu görüşler de
kısmen tartışma konusu yapılmaya çalışılacaktır.
Aslında "Sosyalist Demokrasi" tartışması, Türkiye solu açısından, geçmişin bukağılarından
kendini kurtarma denemesinden başka bir şey değildir. 19 yüzyılın ve yirminci yüzyılın
başlarının sıradan herhangi bir Marksist’inin, sosyalistinin adeta aksiyom kabul ettiği, tartışmayı
bile aklına getirmediği (tıpkı dünya devrimi gibi, tıpkı tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı
gibi vs.) görüşleri, anlayışları yeniden edinme çabasından başka bir şey değildir.
Bu girişimin tüm çabalara rağmen hala çok az yol kat etmiş olması, şu "Stalinizm" denen
ideolojinin işçi ve sosyalist hareket üzerinde nasıl korkunç bir tahribat yarattığı ve onu adeta
yüzlerce yıl geriye ittiğinin ilginç bir göstergesidir.
Bizler için böylesine az verimli ve muazzam çabalara mal olan kabuller muhtemelen genç
kuşaklar veya gelecek bir yükselişin kitlesi tarafından kendiliğinden öyle kabul edilecek
şeylerdir.
Bunun kanıtları şimdiden görülebilir. Birkaç yıl önce, Fransa'daki öğrenci grevleri ve yürüyüşleri
esnasında, öğrencilerin solcu olmamalarına ve hatta apolitik olmalarına rağmen fiilen yaptıkları
Sovyet ve Paris Komünü tipi organlar oluşturmaktan başka bir şey değildi. Hatta onlar, direniş
bitince, saçma bürokratik mekanizmalara dönüşmemesi için, direnişi yönetmek için kurdukları
organları lağvetme basiretini bile gösterdiler.
Bu nedenle, bugünkü sosyalist demokrasi tartışmasında savunulan en radikal (Troçkist) görüşler
bile, muhtemelen ilerdeki bir yükselişe yeni bir perspektif vermekten ziyade, ona engel olmama,
ona uyum sağlayabilme gibi bir yetenek kazandırabilir. Bu tartışmada savunulan görüşlerin çoğu,
kral ve sultanların iradesinin bir zamanlar son derece olağan kabul edilmesi bize bugün ne kadar
geri ve saçma görünüyorsa, genç ve gelecek kuşaklara, öylesine geri ve saçma görünecektir.
Genç ve gelecek kuşaklarla bir ilişki kurabilme noktası bulabilmek ve onlara bir zamanların
tecrübelerini aktarabilmek için her konuda olduğu gibi "Sosyalist Demokrasi" konusunda da daha
çağdaş sorunları tartışmaya başlamak gerekiyor.
Aşağıdaki Metin, "Sosyalist Demokrasi" konusunda Amsterdam'da yapılan tartışma'da, bir
dinleyici olarak söz aldığımızda dile getirmeye çalıştığımız görüşlerin genişletilmiş ve kısmen
daha sistematize edilmiş halidir.
radikaller için daha tercih edilirsiniz, çünkü reformist değilsinizdir; Troçkist için daha tercih edilirsiniz, çünkü
bir stalinist değilsinizdir; bir stalinist için daha tercih edilirsiniz, çünkü troçkist değilsinizdir vs., vs.. Dünya
büyük ve güneşin altında herkese yer var.
51
Sosyalist Demokrasi Tartışması'nın Bazı Metodolojik Sorunları
Sosyalist Demokrasi tartışmaları esas olarak tarihsel deneylerden hareketle yapılmaktadır. Bu
klasik Marksist tavırdır. Marks, Paris Komünü’nden önce, kapitalizm ile sosyalizm arasında
proletarya diktatörlüğü denen bir geçiş dönemi bulunması gerektiği sonucunu mantıken
öngörmüştü, ama bunun ne gibi somut biçimler alabileceği veya alması gerektiği konusunda
hemen hiç konuşmamıştı. Ancak Paris Komünü olduktan sonra, bu tarihsel deneyi sıcağı sıcağına
inceleyerek, bu devletin taşıdığı ve taşıması gereken nitelikleri belirlemişti.
Lenin'in de tavrı özünde farklı olmamıştır. O, başka vesilelerle de sık sık, mücadele biçim ve
örgütlerinin nasıl bir biçim alacağının sistem kurucularının kafalarında değil; toplumsal
mücadeleler pratiğinde aranması gerektiğini; teorisyenin görevinin bunları sistematize etmek ve
yaygınlaştırmak olduğunu söylemişti.
Troçki ve Troçkist gelenek de aynı önermeleri tekrarlamış, devrimden sonrasına ilişkin ne olacağı
konusunda tarihsel deneylerden çıkmış klasik sonuçlar dışında pek fazla birşey söylememe
eğiliminde olmuştur. Hatta Türkiye'deki kimi Troçkistler bu eğilimi mutlaklaştırarak, devrimden
sonrasına ilişkin bir program yapmayı bile ilke olarak reddetmeye kadar varmışlardır.31
Bu metodolojik ilke, saçmalığa vardırılmış halleri bir yana atılırsa, elbette her zaman için
dayanılması gereken bir temel oluşturur. Ancak bu sadece bir temeldir, sırf temelde kalındığı
takdirde sorunun çözümünde ileri gitmek olanaksız hale gelmekte, bu metodolojik yaklaşım
diyalektik olarak zıddına dönmekte, derinleştirici değil, derinleşmeyi engelleyici bir fonksiyon
görmektedir.
Türkiye'deki tartışmalarda da, tarihsel deneylerin ötesine gitmeme, taslaklaştırmayı yanlış bulma
nedeniyle, sosyalist demokrasi sorununda, en sıradan insanın bile kafasına gelen sorunlardan
kaçılmış olmaktadır. Kim bilir belki de o sorulardan kaçmak için bu ilkenin ardına
sığınılmaktadır.
Aslında, bu ilkenin ardına sığınmak, kaba bir ampirizm ve objektivizm yapmaktan başka bir
anlama gelmemektedir32 bugün. Diyalektik, tarihi aktif, canlı insanın yaptığı bir süreç olarak
31
Bu saçmalığa vardırmanın bir örneği olarak M. Yenice'nin "Devrimci Marksizmde `Geçiş Programı
Anlayışı'" adlı kitabı anılabilir.
32
Burada Mandel'in şu satırlarını anmak gerekiyor:
"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin
gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir
devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine
saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve
düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından
geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.
"Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini
sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin daha
52
görür. Sadece gelecek tasavvurları değil; gelecek tasavvurlarını reddetmek de gelecek üzerinde
yığınların tarihsel tecrübeleri üzerinde bir etkide bulunur. İnsanlar, arılardan farklı olarak, daima
kafalarında bir takım tasavvurlara göre hareket ederler. Siz bir tasavvur ortaya koymayı
reddettiğiniz takdirde orayı ister istemez başka tasavvurlar dolduracak ve bu da o tarihsel deneyi
şu ya da bu yönde etkileyecektir. Tasavvurlarda bulunmak kadar, tasavvurlarda bulunmamak ta
tarihsel deneyi şu veya bu biçimde etkiler.
Somut bir örnek vereyim. Paris Komününü başaran işçiler arasında anarşistlerin, ütopik
sosyalistlerin muazzam bir etkisi; aydınlanma düşüncesinin de bir tortusu vardı. Bu etki ve tortu
sayesindedir ki, Paris Komünarları şu meşhur ilkelere (Seçilenlerin geri alınması; ortalama işçi
ücreti alması vs. gibi) göre örgütlenip davrandılar.
Maazallah Paris Komününü yapan işçiler arasında, klasik bir komünist partisinin, Stalinizm’in ve
Maoizm’in etkileri ve tortuları olsaydı, o işçiler herhalde hiç bir zaman Paris Komünü Tipi bir
"devlet" yaratmayı akıl edemeyeceklerdi ve bizler hala, Paris Komünü öncesinde Marks’ın
olduğu gibi bir tarihsel deneyin gerçekleşmesini bekliyor olacaktık. Gerçekleşen olursa da
çarpıklıklarıyla gerçekleşecek, neresinin çarpıklık, neresinin özü olduğunu araştırmak
zorlaşacaktı.
Bugünün dünya işçi sınıfı hayal gücünü yitirmiş durumdadır. Buna sadece Stalinizm değil;
kapitalizmin bizzat kendisi de yol açmaktadır. Şu örnek bir fikir verebilir. Zaman, saniyeler,
dakikalar, bütünüyle artı değer üretimiyle birlikte bir anlam kazanmıştır. Kapitalizm açısından
her saniyenin bir değeri vardır. İş gücünün bir saniyesinin bile boş geçmesine müsaade
edilmemelidir. Makineler bir saniye bile boş durmamalıdır ki, moral yıpranmaya uğramadan önce
fizik olarak yıpransın. Sermaye hızla devretmelidir ki kar oranı artsın vs., vs..
Kapitalizm ile ilk yüz yüze gelen insan, bu tempo karşısında isyan edebilir. Ama doğduğu
günden beri bunun içinde yaşamış insan, bunun nasıl insanlık dışı bir yarış olduğunu görme
yeteneğini bile yitirir. Tabakhanede çalışan işçinin burnu bir süre sonra ufunetin kokusunu almaz
olur.
Ütopik sosyalistler, anarşistler kapitalizmin bu zaman kültürüne karşı daima bir propaganda
yapmışlardır. Belki bu sayededir ki, Paris Komünarlarının ilk yaptıkları ve çok az bilinen işlerden
biri saatleri yıkmak olmuştur.
sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım." Sosyalist antisipasyonun
devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye, bugün, geniş proleter kitleleri ikna
edememeye mahkum ediyor.
"Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. doğu
Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden farklı ve ondan üstün
olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası
tarafından yıkılamayacaktır."
53
Ama bu günün dünyasının proleterleri ayaklandıklarında saatleri yıkmayı akıl edebilecek hayal
gücünden bile yoksundurlar. Onlara resmi komünist veya sosyal demokrat partiler, burjuvaziyle
aynı zaman kültürünü vermişler, bu kültürü eleştirmeyi akıllarından bile geçirmemişler;
eleştirenleri anarşist veya ütopik diye kovuşturmuşlar ve nihayet "troçkistler" de "ütopik" değil
"bilimsel" sosyalist oldukları için hep günlük mücadelenin geçişsel talepleriyle uğraştıklarından,
bu işçilerin saatleri yıkmayı düşünebilecek bir fikir kırıntısı bulabilmeleri adeta olanaksız hale
gelmiştir. Saati yıkmayı hayal edemeyen işçi, Paris Komünü tipi devlet kurma deneylerine de
giremez.
Bırakalım geniş yığınları, bugün öncelikle bizlerin, sosyalistlerin ütopyalara ihtiyacı var. Sadece
işçiler değil, bizler bile saatleri yıkma gibi bir fikri akıl edemeyecek durumdayız. Bunun içindir
ki, sosyalist demokrasi teorisi ve pratiği alanında komünarların nallarını topluyoruz.
Bir şeylerin nasıl olması gerektiği yolundaki projeler onların nasıl olacakları üzerinde bir etkide
bulunurlar. O halde, metodolojik olarak kendimizi sadece tarihsel deneyle sınırlamayı bırakmak,
günümüzün sorunlarından hareketle, ütopik de olsa projeler ortaya atmak gerekiyor.
Biri üç aylık, biri üç yıllık, çok olağanüstü koşullarda geçmiş ve ikisi de yenilmiş bu iki deney
günümüzün işçi sınıfının ve günümüzün dünyasının sorunlarına ve olanaklarına cevap vermez.
Kendimizi bu deneylerle sınırlamak, pratikte, günümüzün sorunlarını atlamak, görmezden
gelmek sonucunu verir.
Özetlersek, Sosyalist Demokrasi tartışmasında, tüm tarafların dayandığını söylediği metodolojik
varsayım: sadece tarihsel deneylerin incelenmesinden hareket edilebileceği, taslaklar
yapılamayacağı anlayışı, bugün için tartışmanın gelişmesinin engeli haline gelmiştir.
*
Ele alınması gereken ikinci bir metodolojik sorun da, Sosyalist demokrasi sorununun hangi
felsefi kategoriler alanına girdiği sorunudur.
Paris Komünü ya da Sovyet tipi devlet dediğimiz, sosyalist demokrasi veya proletarya
diktatörlüğü diye adlandırdığımız şey bir devlettir, yani bir araçtır. Araç dediğimiz an,
kendiliğinden, yapı ve işlev kategorileri gündeme gelir. Herhangi bir aracın yapısını belirleyen
onun işlevleridir. Yapı bir bakıma yoğunlaşmış işlevdir. İşlevler de yapının ruhudur denilebilir.
Gerek toplumsal, gerek fiziksel ve organik bütün aletler, bütün araçlar için geçerli ilk sorun yapı
ve işlev arasındaki uyumun nasıl sağlanacağıdır. Yani beklenen fonksiyonları en iyi nasıl bir yapı
yerine getirebilir sorunu. Bu aynı zamanda tüm tekniğin temel sorusudur.
Bu anlamda parti, devlet, sendikalar vs. teorileri, modelleri bir bakıma teknik düzeyindeki
sorulara cevaptırlar.
Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıkları dikkatlice okunursa, onun sorunu bütünüyle, belirli
işlevlerin en iyi hangi tür yapılarla çözülebileceği veya çözüldüğü problematiği çerçevesinde ele
aldığı görülür. Paris Komünü'nü tıpkı bir otomobil mühendisinin, teknik bir dergide, yeni çıkmış
54
bir otomobili tahlil ederken, belli sorunların hangi mekanizmalarla ne ölçüde çözüldüğünü
incelemesi gibi incelemiştir.
Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı?
Paris komünarlarının tedbirlerinin ardındaki temel problem ne idi? Aracın kendi kontrolleri dışına
çıkmasını engellemek; onların hizmetinde kalmasını sağlamak; onların üzerinde bir egemen
haline dönüşmesinin yolunu kesmek ve olağanüstü koşullar nedeniyle tek bir irade gibi davranıp
hızlı kararlar alıp uygulayabilmek.33 Komünün tedbirlerinin ardında bu problemler yatmaktadır;
mekanizmalar bu problemleri çözmeye yöneliktir ve Marks da onları aynen böyle ele almıştır.
Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; ortalama işçi ücretinden fazla maaş almaması; tüm karar
alıcı devlet görevlilerinin seçilmesi. Bu üç özellikten ikisi, asıl ile vekil, seçen ile seçilen ilişkisini
düzenlemekte; seçilenin seçenden bağımsızlaşmasını engellemeye çalışmaktadır. Üçüncü ilke,
tüm memurların seçilmesi, bir bütün olarak devlet denen aracın kontrol altına alınmasına
yöneliktir. Yasama, yürütme ve yargının birliği ise, daha ziyade hızlı ve etkili karar alıp
uygulama amacına yönelik, özel olarak olağanüstü koşullardan çıkmış gibi görünmektedir.
(Aslında bu konu iyice incelenmelidir.)
Sovyet devriminde bunlara ek olarak, örgütlenmenin fabrikalar temelinde olduğu görülür. Bir
diğer farkı da, köylü Sovyetlerinde temsilci seçebilmek için gerekli oy sayısının işçi Sovyetlerine
göre kat be ket fazla olmasıdır. Bu tedbirlerin de, bir yandan hala şehirlerin büyük çoğunluğunu
oluşturan küçük burjuvazi ve burjuvaziyi temsil organlarının belirlenmesinin dışında tutmak;
diğer yandan da, muazzam köylü nüfusun ağırlığını azaltmak ama karşıya da itmemek kaygısı
açıkça görülmektedir. Paris komünarlarının, nüfusun belli bir bölümünü oylamanın dışında
bırakmak gibi bir çabası, bunun için de örneğin iş yerlerine göre temsilci seçme ilkesi gibi bir
ilkesi olmamıştı, çünkü savaş dolayısıyla Paris'te sadece işçiler kalmıştı. Keza Paris Komünü
sadece bir şehirle sınırlı bir "devlet" olduğu için, yani köylülük olmadığı için, köylüler karşısında
nasıl tavır alınacağına ilişkin bir sorun, dolayısıyla bir çözüm teşebbüsü de yoktur.
Bu tarihsel tecrübelerden çıkan, sosyalist devrimlerin sınıf içindeki geleceğe ilişkin tasavvurlara
ve önündeki acil sorunlara göre yapılar oluşturduğudur. Devletin ezilenlerin üzerinde
yükselmemesi onların hizmetçisi olması, temel bir kaygıdır ve bütün tedbirlerde bu kaygının
damgası vardır.34
33
Paris Komünü'nün tedbirleri burjuvaziye karşı olmaktan ziyade, işçileri ve halkı kendi temsilcilerine
karşı; onların bağımsızlaşmasına ve kendilerini seçenlerin üzerinde bir iktidar olmaları tehlikesine karşı
alınmış gibi görünüyorlar. Aslında bu konuyu Paris Komünü'nün Zabıtları gibi belgelerden incelemek
gerekiyor. Bu anlamda, Bürokrasi'ye karşı çok devrimci bir anlama sahiptirler.
34
Seçmek, seçileni geri almak, az para vermek vs. Bütün bunlar, sadece tedbirlerdir, garantiler değil.
Otomatikman, seçilenlerin seçenlerin kontrolü altında kalmasını sağlayamazlar. Bunu en iyi partilerde, kitle
örgütlerinde görmek mümkündür. Her birinin çok daha seçme üyeleri olduğu halde, hatta üyelerin beşte
55
Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi, onların hizmetçisi olarak kalması, özünde şu
tedbirlere bağladır: Ezilenlerin silahlı olması, özel silahlı adamlar olmaması; bütün görevlilerin
seçilmesi ve kendisini seçenlerin direktiflerine uymadığında, kendisinin veya seçenlerin fikri
değiştiğinde geri alınabilmesi. Aslında geri alabilme ve seçilene ortalama işçi ücreti ilkeleri, aynı
zamanda, seçilenlere duyulan güvensizliğin, onların yozlaşmasını, kendilerini maniple etmesini
engellemenin tedbirleri olarak görülmektedir.
Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An
Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi
Şimdi şu soruya geçebiliriz. Gelecek bir devrimin başka ne gibi kaygıları olabilir ve bunlara karşı
ne gibi mekanizmalar öngörülebilir? Gelecek bir devrim ne gibi sorunlar ortaya çıkaracaktır?
Seçilenin geri alınabilmesi, yani seçenlerin kontrolü dışına çıkmasının engellenmesi için bulunan
bu yöntem ile nüfusun farklı görüşlerinin nüfus içindeki oranlarına en yakın düzeyde temsil
edilmelerini sağlamaya yönelik yöntemler çelişki içindedir. Yani her ilacın bir yan etkisi olması
gibi, geri alma ilkesi nispi temsil ilkesini zedeler.
Geri almak için, her temsilcinin belli bir bölgenin ya da grubun temsilcisi olması gerekir. Çünkü
kimin hangi seçmenler grubunun temsilcisi olduğunu bilmenin bir başka yolu yoktur. Ancak
seçimleri bu ilkeye göre yaptığınız takdirde, örneğin nüfus içinde yüzde otuz oranında oyu olan
bir partinin, karşısındaki oylar, birçok partiye, belli bölgelerden yoğunlaşmadan, bölündüğü
takdirde temsilcilerin yüzde yüzünü elde etmesi gibi bir sonucu olur. Bu sonuç, sık sık da
gerçekleşir aslında, örneğin ANAP iktidarında olduğu gibi. Bu durumda, yüzde otuz oyla seçilen
partinin, istediğini meşru yollardan, hem de nüfusun yüzde yetmişine karşı yapmasının önünde
hiç bir engel olamaz. Bu hiç de, seçilenin seçmenlerin kontrolü dışında davranmasından daha az
tehlikeli değildir.
Ancak, bu tehlikeye karşı tedbir aldığınız takdirde ise, ülke ye da büyük bölgeler ölçüsünde
gruplaşmalar yapmak zorundasınızdır. Ama böylece oranların azami ölçüde yansımasını
sağladığınız takdirde, bir temsilcinin hangi grubun temsilcisi olduğu kesin olarak
bilinemeyeceğinden, onu kimin geri alacağını belirlemek olanaksızlaşacaktır.
Bu sorun nasıl çözülebilir? Bu sorunu çözmenin yolu, iki yöntemin optimum bir bileşenini
bulmak olabilir. Örneğin, Vatan Partisi programında Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu sorunu çözmek
için, seçimin nispi temsile göre yapılmasını, ama seçildikten sonra, her temsilcinin, belli bir
bölgenin "sağdıcı" olmasını önerir. Sağdıcı olduğu bölge o temsilciyi her an için geri alabilir.
biri bile istese seçimler yenilenebildiği halde, yönetim organlarının nasıl bürokratlaşıp, işleri manüple
edebildiği gözler önüne getirilsin.
Sadece Ekim Devrimi ve Paris Komünü değil, bunların ikincisinin kontrolden çıkması da bir deneydir ve
sonuçlar çıkarılması gerekir.
56
Konu daha incelenebilir. Bizlerin, sosyalistlerin, artık hala, temsilcileri geri almaktan söz edip,
bunun nispi temsil ile çelişkisini görmezden gelmeyi bırakmamız gerekiyor. Bu çelişkinin
ezilenler bakımından ortaya çıkardığı sorunlar karşısında, kafamızı deve kuşu gibi kuma
gömerce, davranmayı bırakmamız gerekiyor. Ortada ciddi bir sorun vardır ve "tarihsel deney"in
ardına sığınıp bu sorundan kaçılamaz. Kimseyi ikna edemezsiniz. Bir model geliştirmeniz
gerekir. Gerekiyor çünkü toplumsal yapıdaki değişmeler bu sorunu çok daha acil hale getiriyor.
Bugün dünyanın bütün ülkelerinde genel oy genelleşmiştir ve solcu, ilerici partiler, dar bölgeyi
savunan burjuva partileri karşısında nispi temsil sistemini savunmaktadırlar. Hem nispi temsil
sistemi yığınların bilincinde köklü bir yer ettiği için, hem de muhalefetteyken savunulan nispi
temsili iktidara gelince reddetme tutarsızlığından kurtulmak için bu sorunu gündeme koymak
gerekmektedir.
Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu
Sosyalist demokrasi tartışmalarında işçiler dışındaki toplum kesimlerini oy hakkından mahrum
etmek veya örneğin on köylü oyunun ağırlığını bir işçi oyuna indirgemek ve Sovyetleri
fabrikalara göre örgütlemek gibi görüşler açıkça savunulmaktadır35. Ekim devrimi örneğine
dayandığı için de bu model eleştirilmez tabu olarak kalmaktadır.
Bu günün dünyasında bu tedbirleri uygulamak olanaksız olduğu gibi gereksizdir de. Rus köylüsü
genel oyu hiç tanımamıştı. Ama bugün dünyanın hemen bütün parlamenter sistemlerinde köylü
genel oyu tanımakta ve bunu güçlü bir silah olarak kullanmaktadır.
Eğer bir parti, açıkça köylülerin ağırlığını azaltacak tedbirler alacaksa ve sosyalist olduğu
iddiasınaysa, köylülere açıkça böyle yapacağını söylemesi gerekir, teorik organlarının satır
aralarında değil. Böyle bir partiye ise o zaman sadece köylüler değil, işçiler bile destek vermez.
Ve nüfusun çoğunluğunu sağlamadan devrim yapılamaz.
Şu halde köylülerin de tıpkı işçiler gibi bire bir temsilcileri ve ağırlıkları olması gerekiyor. Ama
sorun burada da bitmiyor. Bugün için şehir nüfusunun da büyük bir bölümü işçi değildir. Aslında
fabrika işçileri, bütün ülkelerde nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Dağınık çok
geniş bir ücretliler kesimi de bulunmaktadır. Keza şehir küçük burjuvaları, işsizler vs. de var.
Bütün bunların seçme ve seçilme hakları da alınamaz bugünün dünyasında. Bunu almaya
kalktığınız takdirde, o toplum kesimlerini karşıya itip kendinizi tecrit edersiniz. Yani bugünkü
dünyada, işçilerin nüfus içindeki zayıf konumlarını yüksek oranda temsil ettirmeye yönelik
tedbirler, bizzat o işçi iktidarına karşı çalışırlar. Rus devriminin bu soruna bulduğu çözümü
uygulamanın olanağı olmayacak, uygulandığı takdirde, çözülenden çok daha büyük problemler
yaratacaktır muhtemelen.
35
Avrupa'da yaptığımız Sosyalist Forum toplantılarında Sosyalist İşçi dergisinden arkadaşlar bu
tedbirleri açıkça savunuyorlardı. Bunların Proletarya diktatörlüğünün özü olduğunu söylüyorlardı.
57
Ama bu da ister istemez, proleter olmayan tabaka ve sınıfların ya da toplumun daha geri ve
istikrarsız kesimlerinin ağırlığının sosyalist bir demokraside aynen yansıyacağını; böyle bir
sistemin ne ölçüde sınıfsız bir topluma gitmeye yetenekli olduğu sorusunu gündeme getirir. Bu
sorunun üzerinden hep atlanmaktadır.
İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde
Hizmet Eder?
Ancak sorun bununla da bitmiyor. Sovyet devriminde, işçi Sovyetlerinde, temsilciler fabrikalara
göre seçiliyordu. Küçük işyerleri ise birleştirilip temsilci seçiyorlardı. Bugün bu tedbiri
uygulamaya kalkmak, işçi sınıfının çok büyük bir bölümünü, yani küçük işyerlerinde çalışan
bölümünü yeterince tanımadığı insanları seçmek zorunda bırakmak olur. Küçük işyerinde çalışan
işçiler kendi işyerindeki insanları tanır. Hâlbuki temsilcisini kendisi gibi daha onlarcası bir araya
gelerek seçebilecektir, ama işyerine bağlı olduğu takdirde onları tanıma olanağı bulamayacaktır.
İşçinin gerçek yaşam alanı, toplumsal çevresi oturduğu mekândır. Oturulan ve çalışılan mekân
modern toplumda birbirinden tamamen kopmuştur. Bu durumda fabrikalara göre seçim ilkesi, işçi
sınıfının kendi içindeki eğilimleri en iyi şekilde seçmesine olanak sağlamayacaktır. İşçi sınıfının
bir zümresini, büyük fabrika işçisini avantajlı hale getirecektir.
Aslında büyük iş yerinin kendisinde de Rus Devrimi dönemine göre problemler çıkmaktadır. Rus
Devrimini yapan işçiler, fordist yöntemlerle, makinenin basit bir parçası durumuna düşmüş işçiler
değillerdi. Kısmen belli zanaatları vardı. En azından belli aletlere egemendiler. Fabrika içinde
işçilerin birbiriyle oldukça sık kontak kurma, birbirlerini tanıma olanağı oluyordu. Fordist büyük
fabrikada bu avantaj büyük ölçüde kaybolmuştur. Bir yanda aptallaşmış, makinenin basit bir eki
haline gelmiş düz işçi, diğer yanda ise, üretimdeki konumu bakımından değil ama gelir ve
toplumsal konumu bakımından işçi sayılamayacak teknisyenler vardır. İşçiler arasında kontak
çok sınırlı, hatta olanaksızdır. Bu işçi tipi, kısmen mesleği olan işçiye göre daima daha az
mücadele ve hayal gücü yeteneği göstermiştir.
Fordizm ötesi elektronik yöntemlerle üretimde ise, işçilerin konsantrasyonu hızla azaldığı gibi, ev
tekrar bir işyeri haline dönmektedir.
Bütün bu nedenlerle, fabrikalara göre seçim ilkesini uygulamaya kalkmak bizzat işçi sınıfının
kendisine karşı bir engel haline gelme, kendi iradesini, en iyi bir şekilde ifade olanağını sınırlama
sonucunu vermektedir.
Buna nasıl bir çözüm bulunacaktır? Bu takdirde, bir işçi demokrasisini, iş yerlerine göre seçme
olmayacağına, genel oy olacağına göre (burjuvazinin oy hakkı alınsa bile nüfusun geri kalanı
diğer emekçi ve küçük burjuvalardır ve onlara karşı burjuvaziye davranıldığı gibi davranılamaz.)
bu sosyalist demokrasiyi, (işçilerin silahlı olması, yöneticilerin seçilmesi, ve kısmen geri alması;
58
seçilenlere ortalama işçi ücretini vermesi dışında) parlamentarizmden ayıran özellikler neler
olacaktır?36
Hem emekçi nüfusa genel oy hakkını korumak, hem de işçilerin ağırlıklarını yüksek tutmak ve
iradelerini yansıtmak arasındaki çelişkiyi çözmek için, yine ortalama, optimal yöntemler bulmak
ve önermek gerekmektedir. Modern toplumda her devrim bu sorunlarla karşılaşmak zorundadır.
Partiler Sorunu
Modern toplumda, yığınların iradesini şekillendirebilmesi için partilerden başka olanak yoktur.
Kesinlikle hiç bir ideolojik sınırlama olmaksızın her türlü propaganda, ajitasyon ve örgütlenme
serbest olmalıdır. (Burada çok karıştırılan bir şey var. Burjuvazinin oy hakkını, seçme seçilme
hakkını almak başkadır, burjuva partileri yasaklamak başka. Burjuva partileri yasaklanamaz. Hiç
bir burjuva partisi ben burjuva partisiyim demez. Ancak biçimsel bir şekilde, örneğin, üretim
araçları üzerinde özel mülkiyeti kurmak isteyen partiler kurulamaz türünden sınırlamalar
getirilebilir. Böylece burjuva partileri yasa dışına düşürmek mümkün olabilir. Ama bu da
141/142 ne kadar sosyalist partilerin kurulmasına engel olabildiyse o kadar olur. Zaten devrim
olunca, burjuvazi bizden daha hızlı komünist olur. Ama örneğin, fabrika sahiplerinin veya geliri
şu kadardan yüksek insanların seçme, seçilme hakkı alınabilir. Bu onların fikirlerini ifade
edemeyecekleri anlamına gelmez. Onların fikirlerine proleter ve emekçiler oy veriyorsa elden ne
gelir.)
Şu halde, yasaların biçimsel kurallarına uyduğu takdirde, örneğin silah zoruyla rejimi yıkmaya
kalkmadığı takdirde, her türlü fikir ve örgütlenme serbest olmalıdır. Bu ezilenlerin iradesini
yansıtmanın tek ve en etkili yoludur. Bu hak sadece iradeyi yansıtmayı sağlamaz, ezilenlerin
çeşitli kesimleri arasında uzlaşmaları ve demokratik çözümleri; denge değişimlerindeki
yansımaları da sağlar.
O halde, açıkça, hiç bir ideolojik sınırlama getirmeyeceğimize, her türlü fikir ve örgütlenme
özgürlüğünü savunacağımıza ve işçilerin savunması gerektiğine açıkça yer vermemiz gerekiyor
tasavvurlarımızda.
Ancak, partiler dediğimizde başka bir sorunla da karşılaşıyoruz. Modern toplumda temsilci olarak
kişilikler değil, fikir sistemleri, programlar seçilmektedir. Partilerin şu veya bu üyesi o partinin
üyesi olduğu için seçilir, parti programına uymadığında da atılır. Yani, seçenin seçileni kontrolü
dolaylı bir yol izler. Bu kısmen, geri alma sorununa da yardımcı olur. Bu olanağı değerlendiren
Kıvılcımlı, parti değiştirenin otomatikman temsilcilik yetkisini yitireceğini yazarak bu kontrolü
güçlendirici bir mekanizma önermişti.
36
Tam bu noktada Proletarya diktatörlüğünün özüne geliyoruz. Aslında proletarya diktatörlüğünün özü
zor değildir. Onun özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olmasında yatar. Bu tedbirin
kendisi burjuvaziye karşı bir diktatörlük olarak görünür.
59
Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi
Bir başka sorun. Toplumdaki tek ezilenler işçiler değildir ve bir işçi iktidarının amacı, sadece
kapitalist sömürüyü değil, her türlü baskıyı ortadan kaldırmak olmalıdır. Öte yandan, bir baskı
biçimine uğramak, diğer baskı biçimlerine karşı aynı ölçüde hassasiyeti otomatikman yaratmıyor.
Örneğin işçi sınıfı ırkçı ve seksist baskılara karşı duyarsız olabildiği gibi bizzat kendisi bu
baskıları yapabiliyor. Aslında bunlara uğrayanlar da işçi sınıfı içinde üyelere sahip olamalarına
rağmen, özgül uğradıkları baskı biçimleri aracılığıyla temsil edilmedikleri için, fiiliyatta var olan
ayrılık ve baskının yansıması engellendiğinden, tıpkı burjuva toplumunda herkesi biçimsel olarak
eşit kabul etme ama fiiliyatta öyle olmaması nedeniyle üst durumda olanın egemenliğini
gizlenmesi ve pekiştirilmesi gibi, baskının yeniden üretilmesine ve gizlenmesine hizmet ediyor.
Kadın hareketi ve siyah hareketi bunu açıkça kanıtlamış durumda. Bu da bir tarihsel deneydir.
Bugün azınlıklar, kadınlar vs. örgütlerde, kotalar, özel imtiyazlar, otonom yapılarla bu özgül
ezilmelerine karşı araçlar geliştiriyorlar.
Aynı şey, bölgeler için de geçerlidir. Evet, özel, genele tabidir ama bunun da bir dengesi, sınırı
olmalıdır. Çoğunluk azınlığa her istediğini yapamamalıdır. Aslında demokrasinin tarihi,
çoğunluğun kendi haklarını sınırlamasının, belli kriterlere göre azınlıklar hakkında karar
hakkından vazgeçmesinin tarihidir.
Örneğin, azınlıkların ana dilde eğitim hakkını düşünelim. Demokrasi, "azınlığın çoğunluğa
uymasını ilke olarak kabul eden idare tarzı" (Lenin) olduğuna göre, pekâlâ nüfusun büyük
çoğunluğu, "kardeşim demokrasi bu, eh biz de çoğunluğuz, siz bize uyacaksınız, biz çoğunluk
olarak karar alıyoruz, azınlık olarak dilinizi kullanamayacaksınız" diyebilir37.
Demokrasinin bu olanağı sağlamasına karşı, ezilenlerin çeşitli mücadeleleri sonunda çoğunluğun
haklarını sınırlayan ilkeler getirilmiştir. Buna insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları vs.
denebilir. Bütün bunlar, aslında çoğunluğun bir bakıma kendi iradesiyle kendi haklarını
kısıtlamalarıdır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim olmasına
rağmen, demokrasinin gelişmesi, bir bakıma, çoğunlukların azınlıklar hakkında onların uymasını
zorlayabilecekleri kararlar alma yetkilerinin kısıtlanmasının tarihidir.
Toplumun gerçeği aynı zamanda bölgelerdir, yaşam birimleridir vs.. Ülke çoğunluğu istedi diye
belli bir bölgeye fabrika kurulmaya karar verildiğinde o bölgenin halkı bunu istemiyorsa ne
olacaktır? Bütün bunlar için mekanizmalar gerekmektedir. Çeşitli azınlık ve bölgelerin sadece
olağan kanallardan yansımasının yanı sıra, tıpkı burjuva devletlerindeki "senato" gibi, sınıfsal,
cinsel, ırksal, bölgesel, yaş grupsal vs. kategorilere göre de insanların nüfus içindeki oranları
ölçüsünde temsil edilebilecekleri, bir tür denge oluşturabilecek organlar kurulması, kesinlikle
savunmamız gereken, hayallerimizde yeri olması gereken bir konudur. Ancak böylece tüm
37
Lenin demokrasinin şovenizmle, azınlıkların ezilmesiyle çelişmediğini çok iyi kavramıştı. Onun için
örneğin azınlık sorunlarını incelerken hep "özel türden bir demokrasi", yani çoğunluğun istediği alanda
istediği türden karar alamayacağı bir demokrasi gereğinden söz eder.
60
ezilenlerin bir ittifakı ve ortak bir cephesinin yolu açılıp, körlüklere son verilebilir. Ancak
böylece işçilerin çeşitli zümrelerinin yeterince temsil edilmesi sağlanabilir.
Doğrudan Demokrasi Olanakları
Bütün buraya kadar sayılan sorunlar, günümüz dünyasının sorunları. Ama günümüz dünyası,
sorunlar kadar yeni çözümlerin de olanaklarını açmaktadır. Bir kere, tekrar doğrudan
demokrasiye dönüşün yolu elektronik aracılığıyla açılmıştır. Burjuvazinin böyle bir derdi
olmadığı için pek kullanmıyor.
Aslında, Paris Komünü'nün aldığı kararlar, dolaylı demokrasinin yol açtığı sorunları giderme
çabası olarak da ele alınabilir. Eğer insanlar bir alana toplanıp, birlikte tartışıp karar alsalar ve
uygulasalar, bütün o Paris Komünü tedbirlerine gerek kalmazdı. Ancak, modern toplum koca bir
ülkedir, şehirdir. Yüz binlerce, milyonlarca insan bir araya gelemez, gelse tartışamaz. Her şeyden
önce fiziki sınırlar vardır. Bunun içindir ki, dolaylı demokrasi denen temsilcilik mekanizmaları
geliştirilmiştir. Bu mekanizmalar da, bu sorunu çözmüş ama bu sefer başka problemler
çıkarmıştır. O problemlerin çözülmesi de başka.
Bütün bunlardan kurtulmanın aslında çok kolay bir yolu var: Suyu kaynağından kesmek.
Doğrudan demokrasi olsa, örneğin Paris Komünü'nün o meşhur tedbirlerinin hiç birine gerek
kalmaz. Ancak bilgisayarlar sayesinde, modern teknoloji sayesinde doğrudan demokrasiyi
yeniden, başka bir düzeyde kurmak mümkün görünmektedir. Bugün bazı televizyon
programlarında bile, dinleyicilerin telefonları aracılığıyla, dinleyicilerin eğilimlerindeki
değişmeler anında öğrenilebiliyor. Her evdeki telefona takılabilecek küçük bir alet aracılığıyla,
nüfusun tamamının, hiç bir bürokratik işleme başvurmadan hangi görüş ve tercihlerde olduğu
bugün kolaylıkla tespit edilebilir. Bu tür doğrudan demokrasi mekanizmalarının kesinlikle
programımızda yeri olması gerekir, hiç olmazsa bir hedef olarak.
Sosyalist Demokrasi'nin İlkesi ve Maddi Temeli
Ancak, bütün bunların hepsi bir bakıma işin üst yapısıdır. Toplumdaki zenginlikler belli kişilerin
elinden alınmış olmalıdır. Yani salonlar, matbaalar, kâğıtlar özel mülkiyette olmamalı. Peki, ama
bütün bunları kim, hangi ilkeye göre dağıtacak?
Bütün kâğıt, matbaa gibi propaganda araçları, bütünüyle devletin elinde olmalı, ancak kesinlikle
belirlenmiş kurallara göre bunların dağılımını düzenlemekle yetinmelidir. Bu kural ve oranların
nasıl olması gerektiği konusunda şimdiden bir şey söylenemez. Nüfus içindeki güçler ilişkisi
belirleyici olabilir. Ancak, nasıl, bolluğun olmadığı bir toplumda, herkese emeğine göre ilkesi
geçerli olmak zorundaysa, propaganda olanaklarında da herkese üyesine ve / veya oyuna göre
ilkesi geçerli olmak zorundadır.
*
Bu konuya son vermeden önce bir kaç değinme yapmak istiyorum.
61
Birincisi, şu sosyalist demokrasi tartışmasının adına ilişkin. Ben de bu adı kullanıyorum ama
yanlışlığını ne yerine kullandığımı bilerek ve herkes öyle kullandığı için. Sosyalist demokrasiden
kimileri gibi sırf sosyalistler için geçerli bir demokrasi kast edilmiyorsa, kastedilen proleter
demokrasisidir. Yani proletarya diktatörlüğü, diğer bir değişle geçiş dönemi ve onun
demokrasisi.
Sosyalizmde ise proletarya olmayacaktır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur38. Burjuva, küçük
burjuva yoksa proleter de yoktur, üreticiler vardır. Böyle bir toplumda da, demokrasiye ihtiyaç
olacaktır. Gürül gürül akan bir bolluk olmadığı sürece, çalışmayana ekmek yoksa, bu ilkeyi
uygulamak için uygulayacak bir mekanizma, azınlık çoğunluk ilişkisi olacaktır. Azınlığın
çoğunluğa uyduğu yerde demokrasi vardır, olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyma
zorunluluğundan kurtulduğu yerde ise özgürlük: bunun maddi temeli de korkunç bir
bolluk olabilir. Her alanda.
Ama tartışmalarda tartışılan, bu, sosyalist toplumdaki, burjuva adaletini, yani eşitliği
sağlayan demokrasi değildir. Ondan önceki, geçiş döneminde, hem karşı devrimci sınıfların
saldırıları karşısında ezilenlerin egemenliğini savunacak, hem ezilen sınıflar arasındaki ittifakı
koruyacak hem de bu arada kendi yok oluşunun koşullarını ve ilk adımlarını atacak bir araçtır.
Bu dönemde henüz herkes için eşitlik olamayacaktır maalesef. Bir saat çalışan herkes, sosyalist
bir toplumda olduğu gibi ne iş yaparsa yapsın bir saatin parasını eşit olarak almayacaktır henüz.
Bu dönemde bir mühendisin bir saati ile sıradan bir işçinin bir saati arasında bir fark olacaktır. Bu
fark bugünkü toplumla kıyaslanmayacak ölçüde azalmış olsa ve azalma eğilimi göstermek
zorunda olsa da.
O halde, sosyalist demokrasi adı yanlıştır, ona geçiş dönemi demokrasisi, proleter
demokrasisi demek, tartışılan şeyi daha doğru açıklardı.
*
Bir başka sorun, diktatörlük kavramının iki farklı kullanımını ve anlamını ayırmamaktır. Bu
ayıramayış bu konudaki tartışmaları iyice anlaşılmaz kılabiliyor.
Diktatörlük kavramı sosyolojik olarak demokrasi kavramıyla özdeştir. Proletarya
diktatörlüğünün özünü Lenin'in dediği gibi zor bile oluşturmaz. Diyelim ki, burjuvaziye her hakkı
verdiniz. Sadece onun bütün servetini aldınız. Miras hakkın kaldırdınız. Bunun dışında hiç bir
kısıtlama getirmiyorsunuz. İşte tam bu, yani özel mülkiyetin olmaması, burjuvaziye bir
diktatörlük olarak görünür. Tıpkı burjuvazinin bütün hakları proletaryaya tanıması ama özel
mülkiyete dayanmasının proletaryaya bir diktatörlük olarak gelmesi gibi. Bu anlamda elbette
38
Aslında Demokrasi en saf haliyle, bir azınlık çoğunluk ilişkisi olarak yokoluşunun arefesinde sosyalist
bir toplumda var olabilir, tıpkı metaın özünün tüm saflığıyla, yok olmadan önce, kapitalist toplumda ortaya
çıkması gibi.
62
proleter demokrasisi burjuvaziye karşı, burjuvazinin varoluş koşulunu ortadan kaldırdığı için
bir diktatörlüktür.
Ancak, diktatörlüğün bir de politik anlamı vardır. Politik anlamıyla diktatörlük, demokrasinin
zıddıdır. Bir azınlık ya da bir kişinin çoğunluğun iradesine rağmen zorla egemenliğini kurması,
korumasıdır. Bu sistemde özgürlükler, demokratik mekanizmalar yoktur.
Ne Marks, ne Engels, ne de Lenin, proletarya diktatörlüğü ya da burjuva diktatörlüğünden söz
ederken onu bu politik anlamıyla kullanmadılar. Onlar hep sosyolojik anlamlarında kullandılar.
Ama bugün, bürokratik diktatörlükleri savunanlar, diktatörlüğün bu iki anlamı arasındaki
kaymalardan yararlanarak, kolaylıkla politik olarak diktatörlüklerini meşru göstermeye
çalışıyorlar.
*
Proleter demokrasisi için tartışmalarda, özellikle Troçkist görüşlerden arkadaşlar, çok partinin
olması gerektiğini, çünkü işçi sınıfının yekpare olmadığını söyleyerek bunu
gerekçelendiriyorlar.
Kanımca bu tutarlı bir gerekçelendirme değildir. Birincisi, işçi sınıfı tabakalarının eğilimlerinin
ayrı partilerde ifade bulacağı gibi bir anlama gelir ki, bu çoğu kez pek doğru değildir, partiler ve
onların temsil ettikleri güçler arasındaki ilişki bu kadar mekanik değildir.
Bu gerekçelendirmeye göre, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa çok partiye gerek
olmayacaktır. Hayır, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa da, yekpare olsa da, kısa vadeli
çıkarla uzun vadeli çıkar; parçanın çıkarıyla bütünün çıkarı özdeş olmadığı için partilere gerek
vardır. Partiler, yani farklı görüşler olmadan, çoğunluğun ve azınlığın şekillenmesi yani
demokrasi olanaksızdır.
*
Burada, sosyalist demokrasiyle fazla karıştırılan parti içi demokrasi sorununa geçelim. Partiler
üyelerini amacını benimseme kriteriyle alırlar. Yani oldukça monolitik yapıları vardır. Ama buna
rağmen bir parti içinde bile, bir çoğunluğun oluşabilmesi, belli bir taktik sorununda bir irade
ortaya çıkabilmesi için, tabii demokratik yöntemlerle, o parti içinde farklı platformlar olması
gerektirir. Bu akıl yürütme, proletarya yekpare olsa da çok parti gerekeceğine bir kanıttır. .
Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Sosyalist demokrasinin ilkeleri aynen bir partinin
ilkeleri haline indirgeniyor. Aslında bunlar son derece farklı ilkelere dayanırlar. Sosyalist bir
demokraside, üyelerine hiç bir fraksiyon kurma özgürlüğü tanımayan partiler de olacaktır.
Bunları da yasaklayamaz sosyalist demokrasi. Hatta bu tür partiler iktidara da gelebilirler. Ama
bu kendi içinde fraksiyon tanımayan partiler, başka partileri yasaklayamazlar.
Bir parti üyelerini önceden belli kabullere göre alır, o kabullere uygun davranmayanı atmak
hakkına sahiptir. Demokratik bir partide, tartışma ancak o kabullerin alanında geçerli olabilir.
Ama bir toplumda öyle değildir, toplumun anayasası amacın şu olacaktır yoksa seni atarım
63
diyemez. O, her bireye amacına çoğunluğu kazanma olanağını sağlar. Partide yerini bulamayan
başka parti kurar.
Aslında bu tartışmalarda parti içi demokrasinin varlığını sosyalist demokrasinin garantisi gibi
koyanlar, eski tek parti anlayışlarını hala yıkmamışlar demektir. Bürokratlaşma sorunu parti içi
demokrasiden değil, sosyalist demokrasiden çıkar.
*
Bir diğer sorun, sosyalist demokrasiyi savunanlar, proletaryanın bu organlarda hep en doğru
görüşü seçeceği gibi bir varsayımla savunuyorlar. Çocukça bir görüştür bu. Proletarya da ezilen
diğer yığınlar da çoğu zaman kendi çıkarlarına aykırı aptalca kararlar almaya eğilimlidirler. Hele
genel ve tarihsel çıkarı savunan bir parti, muhtemelen çoğu zaman azınlıkta kalmaya
mahkûm bir parti olabilir.
Çoğunluk doğru kararlar alacağı ve en doğru partileri iktidara getireceği için değil, hayır,
en aptalca kararları alacağı, ama bu en aptalca kararlara rağmen bile, hiçbir tedbirin, bu
aptalca kararları alan çoğunluk iradesini yansıtma yönteminden daha fazla çoğunluğun
çıkarını sağlaması mümkün olmadığı için
64
Hamburg Dersleri’ne Önsöz
Batı Avrupa'nın hemen hemen bütün ülkelerinde nüfusun ortalama yüzde onunu
oluşturan bir "yabancılar" kitlesi var. Emperyalist Batı'nın bu "iç sömürge halkı" ya
Almanya'da olduğu gibi yurttaş olmadığı gerekçesiyle tüm insan haklarından
yoksundur, ya da İngiltere ve Fransa'da türünden bir zamanlar büyük sömürge
imparatorluklarına sahip ülkelerde kâğıt üzerinde çoğu yurttaş kabul edilse bile
fiiliyatta ikinci sınıf insandırlar ve her türlü ırkçı baskı ve saldırının hedefidirler,
Burjuvazinin sosyologları, ideologları bu kitleyi bir "saatli bomba" olarak görüyor ve
bu bombanın patlamasını engellemek için nasıl bir politika, strateji ve taktikler
sistemi uygulanması gerektiği yolunda tartışıyor, uygulamalara geçiyorlar.
Buna karşılık işçi hareketi ya da genel olarak sol hareketler içinde ve arasında ne
ulusal ne de uluslararası düzeyde bu "bomba"nın patlamasını sağlamaya yönelik bir
politika, strateji ve taktikler bütünlüğünün ne olması gerektiği yolunda hemen hemen
ciddi hiç bir tartışma görülmüyor. Bu alanlarda yapılanlar, burjuvazinin her
saldırısına savunmacı ve paternalist tepkilerden ibaret kalıyor.
Ancak bu iki kutupta da aynı ortak yan giderek göze batıyor: gerek burjuvazinin
tartışma ve uygulamalarında, gerek solun ve işçi hareketinin tepkilerinde ve olmayan
tartışmalarında bu "yabancılar" kitlesi hep bir nesne olarak görülüyor ve öyle ele
alınıyor.
Sırf Almanya'da bile, bu göçmen azınlıklar, bu Avrupa'nın siyahları üzerine her yıl
yüzlerce kitap, rapor yazılıyor; dergilerde, gazetelerde binlerce makale, inceleme
çıkıyor. Fakat bütün bu yazı ve kitapların hemen hepsi, göçmenlere değil, göçmenler
üzerinde çalışma yapanlara -hükümetlere, sosyal pedagoglara, doktorlara,
psikologlara vs. - hitap ediyor. Muhataplar hiç bir zaman baskı ve sömürünün kurbanı
olan göçmen azınlıklar değildir. Bu ölçüt bütünüyle sol diye nitelenebilecek yayınları
da kapsar. Onlar da, göçmen azınlıkların iyiliği için olsa da, yerli işçilere, sendikalara
ya da sol partilere hitap etmektedirler, ama bizzat o göçmen azınlıklara değil. Bu daha
ilk elde onların dilinde görülür. Örneğin Almanya'da yüzlerce kitap olmasına rağmen,
göçmenlerin kendi dillerinde yayınlanmış hemen hemen hiç bir kitap yoktur.
Göçmen azınlıklar açısından problem, tam da problemin bu tarz ele alınışıdır.
Problem aslanda göçmen azınlıklar değildir onları bir problem, bir nesne olarak ele
alan yöntemdir. Soruna, koordinat sisteminin merkezine göçmen azınlıkları oturtan,
onları mücadelenin bir öznesi olarak gören bir açıdan bakıldığı an, her şey ters yüz
olmakta, bir bakıma gerçek anlamını ve değerini bulmaktadır. Örneğin, diyelim ki
ırkçılığa karşı ya da göçmen azınlıkların hakları için yazılmış bir kitap, makale ya da
bir yürüyüş, göçmenleri değil ama örneğin yerli halkı ya da başka kurumları muhatap
65
aldığı; göçmen azınlıkları örtük bir varsayım biçiminde bir nesne olarak gördüğü için,
en ince ve teşhisi zor biçimde, belki içeriğiyle değil ama bizzat niteliğiyle ırkçı bir
karakter taşımakta ve savunduğu hedeflerin bir engeli haline dönüşmektedir.
Örnekten de anlaşılabileceği gibi, sorun, göçmen azınlıkların -en azından sol için- bir
mücadele öznesi olarak görülüp görülmediğidir.
Bu sorun hemen ardından şu soruları çağırır: Göçmen azınlıklar bir mücadele öznesi
olabilirler mi? Eğer olabilirlerse onları bir özne yapan hangi tarihsel, toplumsal
süreçler ve mekanizmalardır? Bu öznenin potansiyelleri ve sınırları nedir? Diğer
toplumsal hareketlerle ve baskı biçimleriyle ilişkisi nedir? Bütün bu ve benzeri
sorular ise en temel teorik ve metodolojik problemleri gündeme getirir.
Toplumsal bilimlerin tek laboratuarı Tarih ve toplumsal pratiktir. Bu sorulara az çok
doyurucu cevaplar bir göçmen azınlıklar hareketinin incelenmesi ve analizinden
çıkarılabilir.
Ne var ki, örneğin 1950-60'ların ABD'sinde siyahların "Medeni Haklar" hareketi
türünden, yığınsal, az çok hedefi ve mücadele biçimleriyle biçimlenmiş; daha
baştan, bir toplumsal gerçeklik olarak kimi soruları boş düşüren ve cevaplar için bir
tarihsel laboratuar oluşturan bir göçmen azınlıklar hareketi bugünün
Avrupa'sında yok.
Bu çalışmanın konusu ise, bir göçmen azınlıklar hareketinin anatomisi ve
sorunlarıdır.
Var olmayan bir hareketin anatomisi ve sorunları nasıl incelenebilir? Bir hareket
doğmadan onun özellikleri ve sorunları üzerine öngörülerde bulunulabilir mi? Hele
söz konusu olan, özne-nesne diyalektiği dolayısıyla karmaşıklığı ne fizik ne de
biyolojik âlemle kıyaslanamayacak kadar yüksek Toplumsal süreçler ise. . .
Bugün tıp, çocuk henüz doğmadan, onun cinsiyetini, sahip olduğu kimi hastalıkları
(Mongolizm gibi) öngörebilmektedir. Yakın bir gelecekte, genetik kotların
çözülmesiyle, belki de tüm biyolojik özelliklerini öngörebilecektir. Fizik, henüz
bulunmamış bazı parçacıkların var olması gerektiğine dair öngörülerde bulunmakta,
araştırmalarını o yönde derinleştirmekte ve çoğu kez, sonunda niteliklerini önceden
tanımladığı bu parçacıkları bulabilmektedir.
Kanımızca, gelişim düzeyi bakımından, ne modern fizikten, ne de biyolojiden geri
olmayan toplumun bilimi -Tarihsel Maddecilik- bizlere benzer öngörüler için gerekli
metodolojik temelleri ve kavramsal araçları sunmaktadır.
Bu çalışma, Hamburg'ta ve kısmen de Almanya'da Türkiyeli göçmenler arasında
ortaya çıkan bir hareketlenmenin, diğer bir değişle, henüz var olmayan göçmenler
hareketinin embriyon ya da tohum halinin incelenmesiyle, ilerde ortaya çıkabilecek
bir göçmen azınlıklar hareketinin niteliklerini öngörme çabasıdır.
66
Ancak, henüz doğmamış bir göçmen azınlıklar hareketi üzerine olan bu çalışma,
ortaya çıktığı andan itibaren, ele almaya çalıştığı hareketin doğuşu, ilerdeki gelişimi
üzerinde şu veya bu doğrultuda bir etkide bulunmuş olacaktır. Dolayısıyla bu çalışma
ve konusu arasında, inceleme nesnesi arasında, kuantum fiziğinde ya da psikolojide
görüldüğü türden bir "gözlemci-gözlenen" etkileşimi söz konusudur. Deneyci ya da
gözlemci, nasıl varlığıyla ve gözlemiyle deneyin "saf" olarak gerçekleşmesini
engelliyor, süreçlere ister istemez bir müdahalede bulunuyorsa... Öyle.
Biz bir kayıt memuru ya da bir doğa gözlemcisi değiliz. Nesli tükenmeye yüz tutmuş
Kelaynak Kuşları taifesinden addedilen ve bu hor görüyü bir övgü olarak kabul eden
bir devrimciyiz, bir Marksistsiz. En azından öyle olmaya çalışıyoruz. Ve amacımız da
aslında "deneyin" "saf" olarak gerçekleşmemesidir. "Saf"lığı ne kadar bozabilirsek,
amaçlarımıza o kadar ulaştığımızı düşüneceğiz.
Bu çalışmanın konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları değildir. Konusu
göçmen azınlıklar ve onların sorunları olan yüzlerce inceleme bulunabilir. Bu
çalışmanın konusu: bir göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunlarıdır.
Göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunları bu çalışmanın sadece konusu
değildir; kendisi bizzat göçmen azınlıklar hareketi ve onun sorunlarının bir parçasıdır;
kendisi bizzat bu hareketin sorunlarının ürünüdür. Muhatabı ise yine öncelikle
göçmen azınlıklar ve özel olarak ta Türkiyeli azınlıklardır.
*
Çalışmanın konusuna ve kendisine ilişkin bu kısa açıklamadan sonra, bu Önsöz
çerçevesinde, bizi bu konu üzerinde çalışmaya iten nedenleri; konuya yaklaşımımızın
geçirdiği evrimi ve tezlerin oluşum sürecini açıklamaya çalışalım.
Politik sorunlara güçlü bir ilgi duyduğumuz ve doğrudan içine girdiğimiz -ki o zaman
15 yaş civarındaydık- 1960'lı yılların ortaları, aynı zamanda Türkiye'den Avrupa'ya
işçi göçünün başlayıp hızlandığı yıllara denk düşer. Almanya'ya çalışmaya giden
işyerlerindeki ustalarımızın, iş arkadaşlarımızın, tatillerde eskiden çalıştıkları
işyerlerine uğrayıp, eski iş arkadaşlarına "alaman cıgarası" ikram etmeleri;
başlarında tüylü şapkaları ve ellerinde transistörlü radyolarıyla cakalı cakalı
dolaşmaları; "oralara gittik insaniyetlik öğrendik, medeniyeti tanıdık" deyişleri; kalan
arkadaşlarında Alamanya'ya gitme arzularını kamçılamaları; gıpta ve küçümsemeyle:
"bizim sümüklü Alamancı oldu şimdi bize hava basıyor" deyişleri sanki dün gibi taze
ve canlı anılar olarak duruyor.
Bu kaba gözlemlerin de ışığında, Avrupa'ya işçi göçünü olumlu bir gelişme olarak
değerlendiriyorduk. Oraya giden işçiler, orada modern insanlar haline gelecekler;
modern tekniği tanıyacaklar, dolayısıyla Türkiye'de gerek devrimi yapmak gerek
sosyalizmi kurmak daha kolay olacaktı.
67
Bu yaklaşım üç aşağı beş yukarı hemen hemen tüm sol ve sosyalistler tarafından da
paylaşılıyordu. Örneğin Çetin Altan, ki o zamanlar adı Sosyalizm ile aynı anlama
gelirdi, köşe yazılarında bu tür görüşleri dile getiriyor ve kimseden de bir itiraz
görmüyordu. Bu görüşlerin son derece dar, mekanik, evrimci ve işçi getiren ve
gönderen ülkeler burjuvazilerinin ortak çıkarlarının ifadesi olduğunu görmüyor,
bilmiyor; göçmen işçilere gittikleri ülkelerde verilen statüyü sorgulamak aklımızdan
bile geçmiyor; her şeyi apaçık gerçekliklermiş gibi kabul ediyorduk.
Zaten onlar gözümüzde "Avrupa'daki göçmen işçiler" değil, "Yurt dışındaki
işçiler"di. Bu adlandırma bile, onların sorunlarının ilgi alanımızın ne kadar dışında
olduğunu; onların problemlerini kavramaktan ne kadar uzak olduğumuzu gösterir.
Bu anlayışın mantıki sonucu olarak politik mücadele bakımından, Göçmen İşçiler,
Türkiye'deki mücadelenin "yurt dışındaki" destekçileri konumunu alıyorlardı. İşin
garibi -ki hiç de garip olmadığı ilerde görülecektir- onlar da kendilerini böyle
görüyorlar; konumlarını ve kendilerine uygun görülen rolleri sorguya çekmiyorlardı.
1980'e kadar "Yurt Dışındaki İşçiler" esas olarak ilgi alanımızın dışındaydı ya da
marjinal bir konumu vardı. 1980'e doğru konuya tekrar dönüşümüz, daha doğrusu ilk
kez ciddi olarak kafa yormamız bambaşka bir noktadan oldu.
Bugün olduğu gibi o zaman da bir tek şeye inanıyorduk: İşçi Sınıfı'na. Fakat o
zamanlar İşçi Sınıfı dediğimizde, kafamızda canlanan Türkiye'deki işçiler, yani İşçi
Sınıfı'nın Türkiye'deki işçiler zümresiydi. Bu anlam kaymasının, yani bir zümreyi
sınıf olarak tanımlamanın bilincinde de değildik. Bu kayma sonucu Proletarya
Enternasyonalizmi'nden anladığımız da Uluslararası Dayanışma idi. Yani diğer
ülkelerin işçileri ve onların mücadeleleri, bizim mücadelemizin bir desteği ve aracı
olarak anlam taşıyordu.
1980'e doğru Vatan Partisi içindeki tartışmalarda, o güne kadar anladığımız biçimiyle
enternasyonalizmin gerçekte proleter enternasyonalizmi olmadığını;
enternasyonalizmin uluslar arası dayanışmaya indirgenemeyeceğini; bu tarz bir
anlayışın aslında işçi sınıfı içindeki zümre çıkarlarının ve yaklaşımlarının, dolayısıyla
reformizmin bir görünüşü olduğunu birdenbire fark ettik.
O güne kadar sandığımızın aksine, proletarya ancak evrensel bir sınıf olarak var
olabiliyordu; tek tek ülkelerin işçileri bu sınıfın ancak zümreleri olabilirdi. Toplumsal
Devrimin öznesi olan proletarya nasıl ancak evrensel bir sınıf olarak var olabiliyorsa,
sosyalizm de ancak evrensel olarak gerçekleşebilirdi. Ve nihayet sosyalist teori de
ancak evrensel bir teori olabilir ve evrensel olarak var olabilirdi. Bu durumda
proletarya, hem kendisi evrensel bir sınıf olduğundan, hem hedefi evrensel ölçüde
gerçekleşebileceğinden, hem de teorisi ancak evrensel bir teori olabileceğinden ancak
evrensel düzeyde devrimci bir sınıf olarak örgütlenebilirdi.
68
Bu durumda, proletarya enternasyonalizmi basit bir aritmetik toplam gibi bir
"uluslararası dayanışma" değil; onu aşan, tıpkı cebirde eksinin eksiyle çarpımının
artı olması gibi: "bir ülkenin proletarya mücadelesinin çıkarlarını, bu mücadelenin
dünya ölçeğinde çıkarlarına tabi" kılmak ve bunun için "ulusal planda en büyük
fedakârlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır" olmak (Lenin) anlamına geliyordu. Bu
genel çıkarı ise ancak federasyondan öte bir dünya partisi ifade edebilirdi.
Bu sonuç iki farklı alandaki sorunları da otomatikman çözüyordu. Birincisi,
Kürdistan'a ilişkindi. Türk ve Kürt devrimcileri arasında, Kürdistan'a ilişkin olarak
"ayrı örgütlenme mi, birlikte örgütlenme mi? " tartışması vardı ve sorun proletaryanın
dünya çapında bir sınıf olduğu; onun devrimci partisinin de ancak bir dünya partisi
olabileceği bakış açısından kolayca çözülüyordu. Kürdistan proletaryası elbet ayrı
örgütlenmeliydi, ama bu "ayrı" örgüt, kelimenin o güne kadar tartışılan anlamında
ayrı örgüt olmuyor; aynı dünya partisinin eşit seksiyonlarından (şubelerinden) biri
oluyordu. Böylece Kürt ve Türk örgütlerinin hepsinin milliyetlere göre "Bundist" bir
şekilde örgütlendiği; milliyetçi bir anlayışla sorunu tartıştıkları açığa çıkıyordu.
İkinci sonuç ise Avrupa'daki göçmen işçilere ilişkindi. O güne kadar Parti'nin
Avrupa'daki taraftarları Türkiye'nin bir şubesi gibi çalışıyorlardı. Yeni anlayış
ışığında onların bulundukları ülkelerdeki işçilerle nasıl aynı sendikalarda
örgütleniyorlarsa aynı devrimci parti içinde örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu adımı da
cesaretle attık ve onları bağımsız bir eşit partner olarak ele aldık.
Fakat bu ve daha birçok konudaki klasik Marksizm’e uygun sonuçlara uluslararası
sosyalist ve işçi hareketinin tarihini bilerek değil, kendi pratiğimizden, karşılaştığımız
örgütsel, stratejik, programatik, teorik, taktik sorunlardan hareketle ve "Doktorcu" bir
kabuk içinde ulaşmıştık. Farkına varmadan Devrimci Marksist gelenekle; uluslararası
işçi hareketinin tarihsel tecrübesiyle aynı sonuçları, Amerika'yı yeniden
keşfedercesine bulmuştuk. İşin ilginci henüz bunun bile farkında değildik.
Bu durumda dünyada bizim görüşümüzde kimse olmadığını düşündüğümüzden bir
Dünya Partisi örgütlemek ve onun bir şubesi olmak gibi bir görev ortaya çıkıyordu.
Bu dünya partisini örgütlemek için de, bir yandan Üçüncü Enternasyonal'in niye
dağıtıldığı sorusuna bir cevap vermek; diğer yandan da o sıra birden bire varlığı
dikkatimizi çeken Dördüncü Enternasyonal ile sınırlarımızı çizmek zorundaydık.
Parti içindeki tartışmaların hareket noktası olan faşizm -ki o sıralar Türkiye'de
dünyanın en güçlü ve en hızla büyüyen faşist hareketi vardı- işçi hareketinin
bunalımı olmadan anlaşılamıyordu; işçi hareketinin bunalımı ve Üçüncü
Enternasyonal'in lağvı ise Sovyetler'deki yozlaşma olmadan anlaşılamıyordu;
Sovyetler'in bürokratik bir devlet haline gelmesi ise, geri bir ülkede demokratik
tarihsel görevlerin sosyalist devrime yol açmasından ve bu devrimin tecrit
olmasından ayrı anlaşılamıyordu.
69
Böylece, farkında olmadan uluslararası Devrimci Marksist geleneğin şekillendiği
bütün sorunlarla karşı karşıya geliyor; elimizi attığımız har alanda "Troçkist" denilen
geleneğin, yeni bulduğumuz, ya da yer altından çıkardığımızı sandığımız cevapları
yıllardan beri savunduğunu görüyorduk.
Yapılacak tek şey: yıllarca, nankör bir uğraş içinde sosyalizm idealinin ve işçi
hareketinin devrimci geleneğinin onurunu koruyan bu geleneğe katılmaktı. Ve de
öyle yaptık.
*
1984 yılında Avrupa'da mülteci yaşamına başladığımızda görevimiz çok açıktı:
bulunduğumuz ülkedeki seksiyona girmek ve dilini en iyi bildiğimiz Türk ve Kürt
işçileri yerli kardeşleriyle aynı seksiyonda örgütlemek için çalışmak. Bunun için,
onların en iyi okuyup anladığı dilde bir gazete çıkarmak, yapılması gereken ilk işti.
Bu yöndeki çabalarımızın ürünü Ne Yapmalı adlı gazete oldu.
Gerçi biz enternasyonalizm sorununda sosyalizm ve sınıf mücadelesinin aslında
alfabetik bir problemini çözmüştük ama Türk ve Kürt solu için durum böyle olmaktan
uzaktı.
12 Eylül'den sonra binlercesi Avrupa'da sürgün yaşamına başlayan bu insanlar için
Avrupa'daki göçmen işçiler ve Avrupa'daki mücadeleler Türkiye ve Kürdistan'daki
mücadeleye tabi olarak görülüyor ve onun bir aracı olarak ele alınıyordu. Dolayısıyla
da Avrupa'daki göçmen Türk ve Kürt işçileri, Türkiye ve Kürdistan'daki örgütlerin
uzantısı olarak, milliyetlere göre örgütlenmiş, Avrupa işçi sınıfının bölünmesi
derinleştirilmiş oluyordu.
Bu siyasi parti ve hareketler için başlangıçta pek bir sorun da yok gibiydi, 12 Eylül'ü
protesto için yapılan mitinglere binlerce kişi katılıyordu örneğin.
Tam da bizim mülteci yaşamına başladığımız sıralarda Avrupa'daki Türkiyeli
devrimciler ayaklarının altından toprağın kaymağa başladığını hissettiler, ilk kez el
yordamıyla da olsa göçmen işçilerin problemlerine ilgi duymaya başladılar. Tüm
dernekler hızla marjinalleşirken "biz buradaki işçilerin sorunlarıyla hiç ilgilenmedik;
onları hep Türkiye'deki mücadelenin lojistik destek üssü olarak gördük. Onun için
böyle tecrit oluyoruz" tarzında eleştiri ve özeleştiriler duyulmaya başladı.
Bu nedenle gazetenin ilk hedefi olarak, henüz ulusal bir sosyalizm anlayışına
dayansalar da, bu anlayışın göçmen işçiler problemine bağlı olarak çelişkilerini
yaşamaya başlayan bu çevreleri seçtik.
Hem buradaki kimi ileri işçileri Türkiye ve Kürdistan'a bağlı olarak örgütleyenlerin
Almanya proletaryasını bölüşüyle mücadele etmek için; hem de tartışmaya
başlayanlardaki kafa karışıklığına bir açıklık getirmek için, yazıları özellikle
enternasyonalizm sorununa yönelttik.
70
Örgütlerin hızla üye kaybı, mitinglere katılımın düşmesi gibi tamamen pratik ve
somut sorunlardan hareketle, göçmen işçiler, dolayısıyla da sosyalist hareketin
tarihini ve sosyalist teorinin en temel sorunlarını gündeme getirme, yani bir teorik
tartışmayı başlatma olanağı var gibi görülüyordu. Bu yöndeki çabalarımız Ne
Yapmalı'nın ilk sayısında açıkça görülebilir.
Ne var ki, bizzat Ne Yapmalı'yı çıkarma pratiği içinde yaşadığımız deneyler ve bazı
gözlemler bizi konumumuzun, diğer Türk ve Kürt solcularına göre çok doğru olmakla
birlikte, mücadelenin gerçek problemleri ve ihtiyaçları bakımından yetersiz olduğu
yolunda düşüncelere sevketti ve o sıralar peş peşe gelişen birkaç olayın etkisiyle
düşüncelerimiz köklü bir değişim geçirdi. Neydi bu gözlemler ve deneyler?
Göçmenler sadece işçilerden oluşmuyordu. Ev kadınları, gençler, burjuvalar, küçük
burjuvalar, aydınlar hatta lümpenler de bu göçmenlerin içinde yer alıyorlardı ve hepsi
de sırf göçmen oldukları, yabancı oldukları için aynı zamanda ortak bir kaderi de
paylaşıyorlardı. Ve bu insanlar yabancı olmalarından doğan sorunlar nedeniyle çok
ciddi mücadele eğilimleri gösteriyorlardı.
Sadece Alman ve yabancı işçileri birlikte örgütlemeye çalışmakla yetinmek,
göçmenlerin özgül sorunlarını görmezden gelmek ve hatta fiili korkunç eşitsizliğin ve
bölünmüşlüğün üstünü örtmek ve giderek onu pekiştirmek ve yeniden üretmek
sonucunu veriyordu. "Yabancılar" mademki kendi "yabancılık" sorunlarından
hareketle mücadele eğilimi gösteriyorlardı ve mademki yığınların siyasi eğitimi ancak
eylem içinde olabilirdi, öyleyse onlar "yabancılar" olarak bir özneydiler ve onlara
öyle yaklaşmak gerekirdi.
Fakat, bizzat içinde bulunduğum seksiyon dahil, hiç bir sol örgüt yabancıları bir özne
olarak görmüyor; onları kendi sorunları temelinde örgütleme ve eyleme yöneltme gibi
bir sorunu gündeme koymuyor; gündeme koymak ne kelime, bunun üzerine kafa bile
yormuyordu. Yabancılarla sadece paternalist ilişkiler kuruyorlar; onlar kendi
inisiyatifleriyle bir eşit olarak harekete geçtikleri an ise yan çizmeler, engellemeler ve
diş göstermeler ortaya çıkıyordu. Ne Yapmalı'yı örgütün (yani Dördüncü
Enternasyonal'in Almanya Seksiyonu olan GİM'in) organı olarak çıkarma çabalarında
bunları acı acı görüyordum. Sonunda dergiyi biz "yabancılar" kendi inisiyatifimizle
biraz da bir emrivaki olarak çıkarabilmiştik.
Tam da bulunduğum örgüt içinde yaşadığım bu tür deneylerin yol açtığı sorularla
kafamda boğuşurken, o sıra gelişen ve kamuoyunu etkileyen iki olay düşüncelerimde
kesin bir dönüşüme yol açtı.
Birincisi IG Metall'in Fransa'dan esinlenerek başlattığı "Arkadaşıma Dokunma"
kampanyasıydı. Bu kampanya bütün sol örgütler tarafından da destekleniyordu. Her
solcu Alman üzerinde "Arkadaşıma Sataşma"nın Almancası olan "Macht mein
71
Kumpel nicht an" yazan rozetle dolaşıyordu. Tipik paternalist yaklaşımın ta
kendisiydi bu.
Göçmen hiç bir şekilde bir özne olarak görülmüyordu. Göçmen ya Almanların
kampanyalarında pasif bir nesne; ya da Türk ve Kürt hareketlerinin çalışmaları
içinde, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadelenin amaçlarına hizmet eden bir araç
durumundaydı. Bu iki tavır da tencere ve kapağı gibi sol içinde birbirini
tamamlıyordu.
Bulunduğum örgütün bir toplantısında, bu kampanyanın bizleri bir nesne olarak ele
aldığını, dolayısıyla bir yabancı olarak destekleyemeyeceğimi; yanlış bulduğumu
söylediğimde, o ana kadar bana en çok yakınlık gösteren Alman yoldaşın korkunç
anlayışsızlık duvarına çarpıyor ve doğrudan konuyla bağlantılı olmasa da ilk kez ağır
hakarete maruz kalıyordum. Hakaret bile hoşuma gidiyordu, çünkü eski paternalist
ilişkide insan hakarete bile uğrayamıyordu.
İkinci olay Günther Wallraff'ın "En Alttakiler" adlı kitabıydı. İlk kez hakaretlere
uğradığım aynı toplantıda, Ne Yapmalı'nın ikinci sayısı için G. Wallraff'la röportaj
yapmam Alman yoldaşlarca öneriliyordu. Bence Wallraff'ın kitabı da aynı
paternalizmin bir örneği idi. Gerçekte Alman Kamuoyunu ilgilendiren yabancıların
örgütlenmesi ve hareketlenmesi değil; Tarzan'ın Afrika Ormanları'ndaki Maceraları
gibi Wallraff'ın maceralarıydı, "kahramanlıkları"ydı. Ama Wallraff'ın bir kaç ay
boyunca yaptığı kahramanlığı hayatları boyunca yapan kahramanlar yoktu ortada.
Ben ise dil bilmediğim için bu görüşlerimi bile açıklayamıyor, sadece içimden
geçirebiliyordum.
Tüm Alman ve Türk/Kürt solundan farklı olan ulaştığım bu yeni yaklaşımın ilk
emeklemeleri Ne Yapmalı'nın ikinci sayısında görülebilir. Ropörtajı, Wallraff'la değil,
kimliğine girdiği Türk Levent Sinirlioğlu ile yaptım. Ve "Nesnelikten Özneliğe"
başlıklı yazı, bu dönüşümün bir işaret taşı olarak aynı sayıda yerini aldı.
Ne Yapmalı'nın pek az insanın eline geçmiş olması; okuyanların çoğunun da ne
dendiğini anlamaması; sol çevrelerde hiç bir tartışmaya yol açmaması, sorunun bu
tarz ilk ifade edilişinin değerini azaltmaz.
"Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazının daha mürekkebi kurumadan, Hamburg'ta
Ramazan Avcı adlı bir Türkün dazlaklar tarafından öldürülmesinden sonra gelişen
olaylar, göçmenlerin, göçmenler olarak, göçmenlik sorunlarından hareketle eyleme
geçmesinin mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi.
Bütün bu tohum halindeki gelişmelerin hem içinde yer aldık hem de tüm dikkatimizle
bu yeni oluşumu gözlemeye çalıştık. Sıcağı sıcağına bu gelişmelerin ilk teorik
değerlendirmelerini yapmayı denedik. "Dokunana Dokunuruz"; "İlk Kez Olanlar";
"Henüz Doğmamış Bir Hareket Üzerine Taslak Tezler", yani Ne Yapmalı'nın üçüncü
72
ve son sayısı bu çabalarımızın ilk sonuçlarının dökümü oldu. Bundan sonra, hiç bir
örgütsel destek olmadığı; hatta engellendiği için gazete bir daha çıkamadı ve
çıkamayışıyla yoldaşlarımıza bir problemden kurtulmanın rahatlığını sundu.
Ne Yapmalı çıkmaz oldu ama Ne Yapmak Gerektiğini görmüştük: bir göçmenler
hareketi içinde devrimci ve sosyalist bir kanadın programatik, stratejik ve örgütsel
platformunu taslaklaştırmaya çalışmak. Teori yine en acil pratik görev olarak ortaya
çıkmıştı. Ortada verimli ve hazır bir deney vardı: Hamburg. Malzeme toplamaya ve
ilk taslakları yazmaya başladık. Ama bu ilk taslaklarla bugün arasında dört, beş yıl
var. Niçin? Teorik eklektisizmden çok çekindiğimiz için.
*
Bilimsel Sosyalizm, her kavramı, her teorisi birbiriyle içsel bir tutarlılığa sahip ama
aynı zamanda açık bir sistemdir. Bir "Göçmenler Hareketi"nden ya da "Bağımsız"
bir hareketten söz edildiği an, bunu ve hatta buna karşı tavırları bu sistem içinde
temel kavramlarla da uyumlu olarak bir yerlere oturtmak gerekir.
Bir göçmenler hareketi niçin mümkün ya da gerekliydi? İşçi Sınıfı toplumsal
devrimlerin öznesi olduğuna göre, bir sosyalist olarak bir göçmen hareketinden söz
etmek, gücü yanlış yere yığmak ya da bir çelişki olmuyor muydu? Böyle bir hareket
karşısında sosyalistlerde görülen kavrayışsızlığın teorik ve sosyal temelleri nerelerde
bulunuyordu? Böyle bir hareketin politika ve örgüt teorisi bakımından sonuçları neler
oluyordu?..
Bu ve benzeri daha bir yığın soru cevap bekliyordu. İlk taslakları yazarken, ilgimiz
giderek bu sorunlara kaymağa başladı ve bunlara doyurucu cevaplar bulmadıkça
yazamayacağımızı gördük. Ayrıca "Yeni Sosyal Hareketler"in de benzeri sorunlara
yol açtığını; orada da tutarlı ve kavramsal bir sistem olmadığını fark etmeye başladık.
Kadın, Ekoloji, Barış hareketleri gibi "Yeni sosyal Hareketler" olarak adlandırılan bu
hareketlerle bir göçmenler hareketi arasında çok ilginç analojiler yapılabiliyordu. Bu
hareketleri ve analojileri mümkün kılan ortaklık nereden kaynaklanıyordu?
Marksistler niye bu hareketleri ön görmemişlerdi? Bu Marksizm’in özünden mi yoksa
Marksistlerden mi kaynaklanıyordu? Bu hareketlerde görülen Marksizm’e ve işçi
hareketine karşı soğukluk hatta düşmanlık, işçi hareketinin ve Marksistlerin
zaaflarından doğan, konjonktürel, geçici bir yanılsamanın ifadesi miydi, yoksa nesnel
temelleri var mıydı? Marksizm’in, bu hareketlerin ortaya koyduğu ve tartıştığı
sorunları çözümleyecek ve bizzat bu hareketleri açıklayacak kavramsal araçları var
mıydı, yoksa bu araçlar var olmasına rağmen gelişmemiş bir alan olarak mı kalmıştı?
Eğer öyle ise, niçin gelişmemişti?
Bunlar ve benzeri birçok soru üzerine düşünmek gerekiyordu. "Yeni Sosyal
Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunları kapsayacak; Tarihsel Maddeciliğin
73
klasik önermeleriyle de tutarlılık içinde bir teorik çerçeve ve kavramsal araçlar
bulunmadıkça göçmen azınlıklar hareketi problemi de havada kalıyordu.
Sonunda "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve buna bağlı olarak
"Eklemlenme" gibi temel kavramlardan hareketle bütün bu sorunların bir tek
kavramsal çerçeve içinde toparlanabileceği; hatta bu kavramlar aracılığıyla "Yeni
Sosyal Hareketler" arasında zikredilmeyen Ulusal Kurutuluş Hareketlerinin de
değişik bir ışık altında açıklanabileceği gibi bir sonuca ulaştık.
Bu sonuçları tartışmak ve düşünceleri geliştirmek amacıyla ilk kez Hamburg'ta
"Bilimsel, Felsefi, Politik Tartışmalar İçin Forum"un tertiplediği bir toplantıda
"Bağımsız Bir Göçmenler Hareketi ve Marksizm" başlığı altında bir konferans verdik.
Bir yankı bulup tartışmak mümkün olmadı.
İkinci girişim Devrimci Marksist Tartışma Defterleri'nin beşinci sayısında "Sesli
Düşünmeler" başlığı altında oldu. Orada sadece bir giriş, bir çıtlatma yaptık. Derginin
yayını son bulduğundan gerisi gelmedi. Tartışamayınca da düşünceleri geliştirmek
pek olanaklı olmuyor. İnsan toplumsal yaratık, ancak çatışmalar ve çelişkiler içinde
gelişip geliştirebilir.
Can çıkmayınca umut çıkmaz derler. Bu sorunların giderek Türkiyeli sosyalistlerin de
ilgi alanına gireceğini gösteren belirtiler var. Gorbaçov'dan beri, sınıf mücadelesini
terk edişin bir teorik gerekçesi olarak da olsa, Sovyet çizgisine yakın hareketlerde
"Global Sorunlar"dan bahsetmek pek moda oldu. Kadın hareketinin etkisiyle, bu
hareketten en çok etkilenen Kurtuluş grubunun sözcülerinden biri, geçenlerde bir açık
oturumda "her şeyin ekonomi ve sınıflarla açıklanamayacağı" ve "sınıfsal olmayan
bölünmelerin de olduğu" gibi, aslında eklektisizmin ifadesi olduğu kadar sorunların
önemi sezmenin de ifadesi olan sözler ediyordu.
Bütün bunlar, bu çalışmanın artında yatan teorik ve programatik sorunların henüz çok
yavaş ve eklektik de olsa Türk Solu'nun ele almaya başladığının belirtileri olarak
kabul edilebilir.
"Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunlara ilişkin olarak
araştırmaları çok geliştirmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Hatta bu gelişimi yeterince
derinleştirecek temel yoksunluğumuzun da (dil, felsefi birikim yokluğu vs. )
bilincindeyiz. Ama Tarihsel Maddecilik aynı zamanda bir toplumsal praksis
öğretisidir. "Batı Marksizmi"nin bu kopukluğunu aşmada yeni adımlar atmak
gerekiyor.
Bu nedenle aradan yıllar geçtikten sonra "Hamburg Dersleri"ni gecikmiş de olsa
yayınlamak gerekiyor.
Yayınlamak gerekiyor, çünkü temel tezimiz şudur: Göçmen azınlıklar hareketi de (ki
henüz doğmamış bir harekettir) "Yeni Sosyal Hareketler"le aynı problematik içinde
74
açıklanabilir. Bu hareketlerde görülen Marksizm karşıtı teorilerin egemenliği, bu
hareketlerin yapısından, varoluşundan, özünden kaynaklanmamakta, proletaryanın
tarihsel krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer Marksistler bu hareketler
içinde daha başından yer alıp, onları ön görüp, önünde mücadele etseler durum çok
farklı olabilir. En azından onlar içinde güçlü bir sosyalist kanat ve gelenek
oluşturabilirler.
Bunun böyle olup olmadığını bizzat göçmen azınlıklar hareketi içinde göreceğiz.
Fakat bunu görebilmek için de, dolayısıyla tarihsel deneyi etkileyebilmek için de,
yeterince olgun bir teorik arka plana dayanmasa da, bu çalışmanın yayınlanması
gerekiyor.
22. 07. 1990 Hamburg
75
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit
Apartheid denen ırk ayrımcılığı sisteminin Güney Afrika'da çökerken gezegen ölçüsünde
kuruluşuna şahit oluyoruz. Dünya, zenginler (beyazlar) ve yoksullar (siyahlar) olarak ikiye
bölünüyor.
İtalya’da zengin Kuzey'in yoksul Güney'den ayrılmasını savunan Lombard Ligası bütün gündemi
belirleyip, seçim başarıları elde ediyor. Zengin Çek ülkesi, yoksul Slovak ülkesinden ayrılıyor.
Hırvatistan ve Slovenya, eski Yugoslavya'nın bu en gelişmiş ve zengin iki bölgesi, onlarca yıl
aynı devlet çatısı altında yaşadığı yoksul Arnavut, Boşnak, Makedonlarla her türlü kader ortaklığı
olasılığını ortadan kaldırıp, baştan çıkarılmışların ihanetiyle zengin Avrupa'nın kollarına atılıyor.
Dağılan Sovyet İmparatorluğunda aynı işi, en zengin cumhuriyetler olan Baltık Cumhuriyetleri
yapıyorlar.
Doğu Almanlar zengin Avrupa'ya katılmak için duvar yıkıyorlar; Arnavutlar çocukça bir saflıkla,
Doğu Almanlarla aynı amaçlarla, oğul veren arıcıklar gibi gemilere üşüşüp denizi aşıyorlar.
Alman sadrazamın sol taşağından düştüğü için düğün bayramla zengin beyaz dünyanın
imtiyazlıları arasına alınıyor; Arnavut ise yoksul olduğu için tekme tokat dünya siyahlarının yeni
kurulmakta olan rezervatına geri yollanıyor.
Almanya'da 30 yıldır çalışan, orada doğmuş bir Türk veya Kürt hala hiç bir hakka sahip değilken;
Doğu Alman anında bütün haklara ve üstüne üstlük imtiyazlara boğuluyor. Bu yeni ırk ayrımcısı
sistem, klasik ırkçılıktan farklı olarak kültür ve refaha dayanıyor. Duvarın yıkılışı sadece
Yalta'dan beri süren dengelerin bitişini değil; ama aynı zamanda, dünya ölçüsündeki yeni
Apartheid düzeninin kuruluşunu sembolize ediyor.
***
Zengin Beyazlar (Kuzey Amerika; Doğu Bloku'nun zenginlerini içine almış Batı Avrupa;
Japonya ve Avustralya) yoksul siyahları; "İkinci Dünya" Diyebileceğimiz (eski "Üçüncü Dünya"
ve Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği'nin yoksulları) kocaman bir "bantustan"ın veya
"rezervat"ın içine hapsediyor.
ABD Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Okyanusu'na, bütün Meksika Hududu boyunca çelikten bir
duvar örüyor.
Almanya'da bütün partiler Mölln katliamı dolayısıyla anti-ırkçı gösterilere katılan kamuoyunun
tam desteğini alarak, tamamen ırkçı yeni bir iltica yasası üzerinde anlaşıyorlar. Artık bir siyahın
Almanya'ya ya da Avrupa'ya girmesi; diğer bir ifadeyle siyah hapishanesinden dışarı çıkması
olanaksız.
Beyaz adam, bu duvarları kendi etrafına örüyormuş gibi; akıma karşı bir savunma tedbiriymiş
gibi gösteriyor. Bu duvarlar Avrupa ve ABD'nin, yani beyaz adamın kendi etrafına değil;
siyahların etrafına ördüğü duvarlardır. Eğer kendi etrafına duvar örseydi, kendisi de duvarın
76
dışına çıkamazdı. Ama örülen duvarların dışına çıkamayan siyah olacaktır. Beyaz ise pekâlâ o
duvarların içine girebilecektir. Tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi.
***
Bugün dünyanın siyahları duvarın dibinde derdest edilip geri yollanıyor; yakında çok zorlarlarsa
vurulacaklar; bir süre sonra ise duvarın dibine gelme fırsatı bulamadan doğdukları yerde yok
edilecekler.
Bundan 2,5 yıl önce ABD Senatosu Savunma Komisyonu'nun hazırladığı bir raporda yeni bir
savunma doktrini öneriliyordu. Buna göre; artık "Üçüncü Dünya" ile Gelişme yardımları
Bakanlığı değil; Pentagon, CIA ve Enerji Bakanlığı ilgilenmeli, ekoloji ve nüfus araştırmaları
askeri bir stratejinin parçası olarak ele alınmalı, "crash situation" bölgeleri önceden belirlenmeli
ve tehlike büyümeden askeri olarak müdahale edilmeliydi. "Crash situation" ise, nüfusun yiyecek
vs. rezervlerini aşması durumu olarak tanımlanıyordu.
İşte Somali'de uygulanan bu yeni stratejinin provasıdır. Yakın bir gelecekte, "Nüfus fazla" veya
"Ekolojik dengeyi bozuyorlar" denerekten milyonlarca siyahın, beyaz adamın refahı ve tüketimi
uğruna, tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi, veya tıpkı eski Ispartalıların fazla kölelerini
kılıçtan geçirmesi gibi yok edildiğini görürsek kimse şaşırmasın.
Aslında Körfez Savaşı, bu "ırklar savaşı"nın ilk örneğidir de. Noam Chomsky şöyle yazıyor:
"Körfez savaşı aslında ilk ırklar savaşıydı. O günlerde -ben uluslar arası basını sürekli
izliyordum- bir kişinin hangi tarafta yer aldığını büyük bir ihtimalle tahmin edebilmek için,
sadece o kişinin yüzünün rengine bakmak yetiyordu."
İsviçre'de askeri tatbikatlar artık ülkedeki yabancıların, yani siyahların bir ayaklanmasına karşı
yapılıyor. Amerikan filmlerinde kötü adam eskiden bir Rus olurdu, onun yerini çoktan üçüncü
dünyalılar ve Müslümanlar aldı. Tıpkı kovboy filmlerinin “vahşi” yerlileri gibi. Sovyetlerin
dağılması üzerine nükleer silahların ve tekniğin "Üçüncü Dünya" ülkelerine gitmemesi için
yaptırımlar uygulanıyor. Tıpkı Güney Afrika'da siyahların silah taşıma hakkı bulunmaması gibi.
***
İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde yeni ırkçı partiler hızla güç kazanıyor, gündemi belirliyor ve
diğer partileri fiilen kendi programına çekmiş bulunuyor.
Bu ırkçı partiler klasik faşist partiler değiller. Bu partiler küçük burjuvazinin beyaz işçiye bir
saldırısına ifade etmiyorlar. Aksine bu partiler doğrudan doğruya büyük ölçüde beyaz işçilere ve
beyaz nüfusa dayanıyorlar. Klasik faşist partiler ırkçılıklarını en azından , "Yahudi sermayesi"
gibi argümanlarla zengin sınıflara karşı göstermeye çalışırlardı. Yeni ırkçı partiler ise, doğrudan
doğruya yoksul, haklardan yoksun göçmenlere karşılar. Tıpkı güney Afrika'nın beyaz işçileri
gibi.
ABD, Avrupa veya Japonya'nın beyaz işçileri kapitalist ekonominin bir buhranı karşısında pekâlâ
demokratik, sosyalist bir devrim bile yapabilirler. Ancak bu sosyalizm tıpkı Platon'un
77
"Devlet"inde olduğu gibi, bir "köle sahipleri sosyalizmi", beyaz adamın sosyalizmi olacak,
yeryüzünün siyahlarının sırtında yükselecektir. Beyaz adam bugünkü imtiyaz ve
zenginliklerinden vazgeçmediği veya vazgeçmeyi göze alamadığı takdirde kuracağı ırkçı bir
sosyalizmden başka bir şey olamaz.
Bu, aslında beyaz işçilerin dünya işçi sınıfı içinde çok imtiyazlı bir zümre oluşturduğu anlamına
gelir. Güney Afrika'nın da şimdiye kadar gösterdiği gibi, beyaz işçilerle ortak bir cephe artık olası
değildir. Onlar imtiyazlarının kölesi olmuşlardır.
Peki, dünyanın siyahları ne yapacak? Onlar beyaz adamın ayrıcalıklarına ve tüketim düzeyine
sahip olmak gibi bir program geliştiremezler. Eğer tüm dünyanın siyahları beyazlar kadar enerji
tüketirlerse şu gezegende bir hafta bile yaşamak mümkün olmazdı. Dolayısıyla siyahlar, Batı
Uygarlığı'ndan farklı bir uygarlığı tasarlamak ve onun için mücadele etmek zorundalar. Bu
ise Batı Uygarlığı'nın eleştirisi olmadan mümkün değildir.
Türk ve Kürt sosyalistleri sadece kendi ülkelerinde bir alternatif olabilmek için değil, ama aynı
zamanda değişen dünyayı kavrayabilmek ve dünya siyahlarının mücadelesine bir katkıda
bulunabilmek için de Kemalizm’in hedefiyle örtüşen kendi hedef tasavvurlarının bir
özeleştirisine girmek zorundadırlar.
(Not: Bu yazıda kullanılan "siyah" ve "beyaz" terimleri politik terimlerdir. "Beyaz": ırkçı baskıyı
uygulayanı, imtiyazlı olanı... "siyah": ırkçı baskıya maruz kalanı, ezileni ifade etmektedir.
Örneğin, bir Japon, "sarı ırk"tan olmasına rağmen "beyaz"dır. Buna karşılık Japonya'da çalışan
Koreli göçmen işçi de "sarı ırk"tan olmasına rağmen "siyah"tır. Avrupa'daki Türk veya Kürt
"beyaz ırk"tandır ama "siyah"tır.)
(Bu yazı 13 Aralık 1992 Pazar tarihli Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde
yayınlandı.)
78
(Forum köşesi için, Yavuz Şimşek'e İletilecek)
Milliyetçiliğin Sonu
Henüz iki yüz yıl önce, kendini ulus olarak tanımlayan insan toplulukları, Atlas Okyanusu'nun
kuzeyinde, Avrupa'nın batı kıyılarında İngiltere , Fransa vs. ve Amerika'nın doğu kıyılarına
serpilmiş küçük kolonilerden başka bir şey olmayan ABD gibi birkaç ülkeyle sınırlıydı.
Avrupa'nın göbeğindeki Almanya'nın bile bir ulus-devlet olması yüzyıl sonra gerçekleşebilecekti.
Bugün ise yeryüzünün bir karış köşesi yoktur ki, herhangi bir ulusa ait olmasın; hiç bir örgüt
yoktur ki ulusal olmasın; ulusal olmayan örgütler bile “uluslar-arası” ya da “üstü”, yani yine
ulus ilkesine göre örgütlenmiş; kendilerini öyle tanımlayan kuruluşlardır.
Henüz iki yüz yıl önce, yeryüzü insanlığının büyük çoğunluğu için herhangi bir ulustan olmak
gibi bir problem yoktu; bugünün insanına ise, herhangi bir ulustan olmamak yada ulus-devletin
yurttaşı olmamak akıl almaz; olanaksız bir şey olarak görülür.
Milliyetçiliğin ve millet ilkesinin böylesine tartışılmaz bir tarihsel zafer kazandığı bir dünyada
"Milliyetçiliğin Sonu"ndan söz etmek bir paradoks veya saçmalık değil mi?
Henüz on yıl önce, "ulusal sorun"un Sovyetlerde çözüldüğü ve yeni "Sovyet Tipi İnsan"ın ortaya
çıktığı söylenirken; bütün o "yeni tip" insanların milliyetçilik rüzgarlarına kapılıp birbirini
boğazladığı; milliyetçilik rüzgarının Kanada, Fransa, Belçika, İngiltere gibi ülkeleri bile sarstığı
bir dünyada "Milliyetçiliğin Sonu"ndan söz etmek gerçeğe gözlerini kapamak değil mi?
*
Milliyetçilik, "akıl tutulması"na uğramış modern toplumun; diğer bir deyişle aydınlanmanın
“günah çocuğu”dur.
Bütün büyük dinler; yani kapitalizm öncesi uygarlıkların ideolojileri "Hayatın anlamı nedir?";
"Niçin varız?"; "Niçin ölmek zorundayız?" ; "Nereden gelip nereye gidiyoruz?" benzeri temel ve
yüksek düzeyde felsefi ama aynı zamanda milyonlarca "basit" insanın hayatında büyük önemi
olan ve onlara anlam veren soruları sorarlar ve onlara şu veya bu şekilde cevaplar verirler.
Aydınlanmacı düşüncede ise bu soruların yeri yoktur. Fakat aydınlanmacı düşüncede bu soruların
yer bulamaması bu soruların insanların hayatında yeri olmadığı anlamına da gelmez. O zaman
modern toplum eski dinlerin bu fonksiyonu yerine milliyetçiliği ikame edilmiştir.
Son iki asırdaki teknik başarılar ve bir bütün olarak zenginliğin artışı büyük dinler yerine ikame
edilen milliyetçilik ideolojisinin zaafının görülmesini engellemiştir. Ama şimdi, aydınlanmacı
düşüncenin bir krizinin yaşandığı bir dünyada, bu düşüncenin "günah çocuğu" olan
milliyetçiliğin bir kriz yaşamaması olanaksızdır.
Bir rastlantı değildir son yıllarda dini ideolojinin de tekrar güçlenmeye başlaması. Milliyetçilik
insanlara, bütünsel bir perspektif; bir hayat ve dünya görüşü verme yeteneğinde değildir; bunlar
79
onun alanı dışındadırlar. Milliyetçiliğin bu zaafı bugün tüm aşılmazlığıyla ve çıplaklığıyla ortaya
çıkmış bulunuyor.
*
Bugünün dünyasında, evrensel bir program olmadan ve insanlığın büyük çoğunluğunu
kazanmadan insanlığın hiç bir sorununu çözebilmek mümkün değildir. Milliyetçilik ve millet
tanımı gereği, o milletten olmayanları; dolayısıyla, her millet ancak insanlığın küçük bir
azınlığını oluşturduğundan, insanlığın büyük çoğunluğunu dışlar. Dolayısıyla yine tanımı
gereği insanlık için bir program oluşturabilme problemi ve yeteneği yoktur.
Dinler milliyetçilikte olmayan; insanlığın çoğunluğunu kapsayabilme potansiyeli ve geleceğe
ilişkin bir program sunabilme yetenekleriyle tek güçlü alternatif olarak yeniden güç kazanıyorlar.
*
Ama sadece aydınlanmanın ve milliyetçiliğin zaaflarını gösteren dini ideolojinin yükselişi değil
milliyetçiliğin sonunun habercisi. Onun bizzat şu son yıllardaki yükselişi de kendi çöküşünün
bir görünümünden başka bir şey değil aslında. Geçen yüzyılın derebeyliğe ya da antik
imparatorluklara karşı gelişen ulusal hareketleri; ya da bu yüzyıldaki sömürgecilere karşı
direnişin ifadesi hareketler, sadece ezilen ulusları kurtarmakla kalmıyor; ama aynı zamanda ezen
ulus ve bir bütün olarak dünya üzerinde de kurtuluşçu bir etkide bulunuyordu; ilerici bir anlamı
vardı. Dolayısıyla başka uluslardan ve ezilenlerden de her zaman için bir yankı bulabiliyordu.
Bir de bu günün milliyetçiliğini göz önüne getirin. Baltık cumhuriyetlerinin Batı'yı seçmesi
bizzat bu ulusların üzerinde bile kurtuluşçu bir etki yaratmadı, bırakalım dünyanın diğer
köşelerinden yankı bulmayı. Sırp milliyetçiliğine direnen Hırvatlar aynısını kendi içindeki
azınlıklara yapıyorlar. Dünyanın ezilenlerinden değil; Avrupa'nın faşist ve ırkçılarından destek
buluyorlar. Ermeniler ya da Azeriler: bunların hangisi başka insanların kalbini titretebilecek bir
çağrıya sahip? Hiç birisi.
Bugün dünyada, kronolojik olarak günümüzde var olmasına rağmen, aslında günümüze ait
olmayan; çağrısı ve mücadelesi kendine ve başkalarına kurtuluşçu bir etki yaratabilecek olan tek
ulusal hareket Kürt Hareketi'dir denebilir. Bu hareket, henüz ulusal hareketlerin ilerici;
kurtuluşçu bir anlamının olduğu dönemin geç kalmış bir “kuğu çığlığı”dır. Ve bu niteliğiyle
tartışılan konuda bir örnek teşkil etmez.
Günümüzün çürüyen ulusal hareketleriyle, dünün kurtuluşçu etki yapan ulusal hareketleri
arasındaki zıtlık, en güzel onların kadınların ezilmesi karşısında yaptıkları etkilerde görülebilir.
Bir kıyaslama için dünün ulusal hareketlerinin bugün yaşayan örneği Kürt hareketi örnek olarak
alınabilir.
Kürt ulusal hareketi, Kürt kadın için emansipasyon yolunda devasa bir adımdır. Bunu görebilmek
için, geleneksel Kürt kadınlarına ait fotoğraflarla gerilla kadınların fotoğraflarını karşılaştırmak
yeter. Biri ezilmişliğin, köleliğin, diğeri elinde silahıyla baş kaldırmanın, umudun fotoğrafıdır.
80
Buna karşılık ne Ermeni, ne Azeri, Ne Hırvat, ne Sırp, ne Boşnak ulusçuluğunun kadınlar
üzerinde böylesine kurtuluşçu bir etki yarattığı görülmez. Onlar kadının köleliğini pekiştirmeye
yönelik erkek ve seksist hareketlerdir.
*
Bir bakıma, sosyalizmin tüm çekiciliğini yitirmesi de aydınlanmanın ve milliyetçiliğin
krizinin bir ifadesidir. Çünkü sosyalizm de, büyük ölçüde ilerlemeci, teknik hayranı ve ahlaki
boyuttan yoksun niteliğiyle aydınlanmanın günahıyla damgalı olmuştur. Sosyalizm ancak ciddi
bir özeleştiri ateşinden geçerek aydınlanmanın günahından arınabilip milliyetçilik ve dini
ideolojiler karşısında tekrar güç kazanabilir. Bu anlamda sosyalizmin çekiciliğini yitirmesine
yol açan sorunlar aynen milliyetçiliğin sonuna da yol açacaktır.
Milliyetçiliğin gerilemesi sonucunda onun yerini enternasyonalizmin veya sosyalizmin alacağını
sanmak büyük iyimserlik olur. Milliyetçiliğin yerini belki enternasyonalizm değil ama hem
insanlığın tamamına bir çağrı; hem de bütüncül bir program geliştirme yetenekleriyle, en azından
bir süre, büyük dinlerin üniversalizmi (evrenselciliği) alacaktır.
Milliyetçiliğe alternatif olacak bir sosyalizm muhtemelen enternasyonalist değil, universalist
(evrenselci) olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, milliyetçiliğin sonu bir bakıma
enternasyonalizmin de sonu olacaktır. Tersinden bir ifadeyle, enternasyonalizmin bugünkü
sonu; milliyetçiliğin sonunun bir göstergesidir.
Ne demek bu? Bir analojiyle açıklamayı deneyelim. Muhammet zamanında Arabistan’da yığınla
aşiret vardı, tabii aşiretçilik de. Muhammet her aşiret içinde aşiretçiliğe karşı çıkanları aşiretlerine
göre birimler halinde örgütlemeye ve bu yöntemle onların yerine aşiretçiliğe karşı, enternasyonalist benzeri, enter-aşiretçilerin egemen olduğu aşiretler kurmaya kalkışmadı. Aşiretçiliği
ya da enter-aşiretçiliği dışlayan, anlamsız kılan bambaşka bir yaklaşımla üniversalist din
kardeşliği anlayışı ve buna uygun örgütlenmelerle zafer kazandı.
Benzer şekilde, sosyalizm de, ulusçuluğa karşı çıkarken bile ulus prensibinin esiri olarak; yani
kendini örneğin enter-nasyonalist olarak tanımlayarak; uluslar ölçüsünde devrimler yapmaya
çalışarak; uluslar ölçüsünde örgütlenerek milletler ve milliyetçilik karşısında bir zafer
kazanamazdı. Tam da bu, milliyetçiliğe milletleri veri kabul eden bir temelde karşı çıkması
nedeniyle; milliyetçiliğin ufkunu aşamadığı için sosyalizmin bugünkü yenilgisi milliyetçiliğin
sonunun kendi zıddındaki görünüşüdür. Enternasyonalizm olamıyorsa nasyonalizm de
olamaz.
*
Ulus ve ulusçuluk son iki yüzyılın en anlaşılmaz olayı olma özelliğini koruyor. Bu olguyu
açıklama yönünde devrim yapan araştırmaların çoğu ise son on yılın ürünü. Yine bunlardan biri
olan kitabında Hobsbawm'ın dediği gibi, araştırmaların bu artışı ve verimliliği de bizzat
milliyetçiliğin sonunun bir kanıtı sayılabilir. “Minerva akşamın alaca karanlığında öter”. Yani
81
insanlar olayları ancak onların sonu geldiğinde kavrarlar. Şu sıralarda kavrayışın başlaması,
sonun geldiğine delalet sayılamaz mı?
Demir Küçükaydın
17.12.1992
(Bu yazı Özgür Gündem'in Forum köşesi için yazılmıştı.)
82
Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni
Ondokuzuncu Yüzyılda burjuvazi, proletarya, küçük burjuvazi gibi temel toplumsal sınıf ve
tabakaları ifade eden birkaç kavramla, o zamanların modern dünyasının -ki bu dünya Batı Avrupa
ve ABD ile sınırlıydı- bütün önemli toplumsal ve politik gelişmelerini anlamak mümkündü.
Yirminci yüzyılın tarihini ise sadece bu klasik temel sınıfları ifade eden kavramlarla anlamak
olanaksızdır. En azından 1990'lara kadar olan dönemi anlamak için özellikle İşçi Sınıfı içindeki
bürokratik tabakaları ifade eden kavramlara ihtiyaç vardır. Bir "sendika bürokrasisi" ve bir
"devlet bürokrasisi" kavramları olmadan, bu dönemin büyük politik güçleri olan "Sosyalist
Ülkeler"i, Komünist ve Sosyal-Demokrat partileri, dolayısıyla bunların politikalarını anlamak ve
gerçekten ezilenlerden yana bir politika üretmek olanaksızdır.
Duvarın yıkılmasından beri içine girilen yeni dönemde, önceki dönemin kavramlarıyla bugünkü
dünyayı anlamaya kalkmak, 19. yüzyılın kavramlarıyla 20. yüzyılı açıklamaya benzer. Günümüz
dünyasını anlamak için yeni kavramlara ihtiyaç vardır, çünkü ortada yepyeni ve bambaşka bir
bölünme var ve dolayısıyla güçlerin yepyeni bir ilişkisi ve konumlanışı.
*
Birçok solcu "Yeni Dünya Düzeni" kavramını Bush'un ona yüklediği politik, güç dengelerinin
değişmesi anlamıyla alıp, aslında "Yeni Dünya Düzeni" denilenin, Ekim Devrimi öncesi dönemin,
emperyalizmin hiçbir karşı güç olmadan her türlü cinayeti işlediği dönemin, ikinci bir baskısı
olduğunu ifade edebilmek için, deyimi bütünüye ya da "yeni" sıfatını tırnak içine alıp öyle
kullanıyor.
Elbet "Yeni Dünya Düzeni" denilenin böyle bir yanı var. Ama o yeni düzen sadece güç
dengelerinin değişmesinden öte, güçlerin konumlarında köklü bir değişikliği de ifade ediyor.
Yani "Yeni Dünya Düzeni" sadece politik değişmeleri değil sosyolojik değişmeleri de içeren,
sosyolojik bir kavram olarak ele alınmalıdır.
Yeni olan sadece politik boyutta, yani güç dengelerinin değişmesi boyutunda olsaydı, yeni
dönemi eski kavramlarla açıklamak mümkün olabilirdi, ama yeni olanın sosyolojik bir boyutu,
yani toplumsal yapıya; güçlerin yapısı ve konumlanışına ilişkin bir boyutu vardır ve bu nedenle
de yeni kavramlara ihtiyaç duyurur.
Bu köklü değişikliği ifade etmek, "Yeni Dünya Düzeni"nin özgül yanını vurgulayabilmek için,
biz "Dünya Ölçeğinde Apartheid" kavramını kullanıyoruz. Bunu seçmemizin bir nedeni de,
Güney Afrika'nın “Yeni Dünya Düzeni”nin ne mene bir şey olduğunu kavramak için çok ilginç,
uyarıcı bir analoji sunması ve eski kavramların işe yaramazlığını göstermesidir.
*
83
Yeni Dünya Düzeni, Ekim Devrimi öncesinin ikinci bir versiyonu değildir. Ekim Devrimi
öncesinde Dünya İşçi Sınıfı hemen hemen sadece ABD, Avrupa ve Japonya ile sınırlıydı. O
dönemin sadece ileri ülkelerde toplanmış bu işçi sınıfı toplumsal konumu ve politikalarıyla
dünyadaki temel devrimci gücü oluşturuyordu.
Bugün ise durum bambaşkadır. Dünya İşçi Sınıfının büyük bir bölümü artık ABD, Avrupa ve
Japonya'nın dışındaki ülkelerdedir. Ama asıl önemli değişiklik dünya işçi sınıfı içindeki yeni
bölünmede yatmaktadır. Zengin ülkelerin işçilerinin artık dünyanın ezilenleriyle, ve işçi
sınıfının kendileri dışında kalan büyük çoğunluğu ile ortak çıkarları yoktur. Tıpkı Güney
Afrika'nın beyaz işçileri gibi, Biz bu bölünmeyi "Beyaz İşçiler" ve "Siyah işçiler"
kavramlarıyla ifade ediyoruz.
Güney Afrika'nın beyaz işçileri hiç bir zaman siyah işçileri desteklemediler hatta onlara karşı en
sert politikaların da taraftarı oldular. Bu onların işçi olarak kendi çıkarlarını savunmadıkları
anlamına gelmiyor. Aksine beyaz işçi olarak onlar pekâlâ çıkarlarını savunabiliyorlar, tam da
bunu yaptıkları için. yani kendi zümre çıkarlarını savundukları için burjuvalar gibi siyah işçilere
karşı da tavır alıyorlar ve yine tam da bu nedenle tavırları bazen burjuvaziden bile daha gerici
oluyor.
Dünya kocaman bir Güney Afrika olarak düşünüldüğünde, zengin ülkelerin işçilerinin tıpkı
Güney Afrika'nın beyaz işçilerinin konumuna kaydığı görülür. Bu, dünya ölçüsünde, güçlerin
konumları ve karakterlerinde bir nitelik değişikliği demektir. Bu değişikliği içermeyen
kavramlarla da bugünün dünyasını anlamak ve ezilenlerden yana politika üretmek mümkün
değildir.
Bunu bir örnekle göstermeye çalışalım. ABD askerlerinin Somali'ye "İnsani Yardım" için
girmesine hemen hemen bütün solcular haklı olarak karşı çıktılar. Ama bu karşı çıkışlar bile
aslında biraz refleksti ve eski dünyanın kavramlarıyla izah ediliyordu. Ama örneğin Almanya'da
aynı günlerde milyonlarca kişinin katıldığı ışıklı "ırkçılığa karşı" gösterilere kimse karşı çıkmadı.
Klasik kavramlarla olaya bakılınca ortada ırkçılığı ve faşizm tehlikesini lanetleyen buna karşı
sokağa çıkan "sessiz çoğunluk" söz konusudur. Ama aslında, tarihsel olarak ifade ettiği anlam ve
sonuçları bakımından bu eylemler hiç de ABD'nin Somali'ye çıkarma yapmasından farklı değildi.
Çünkü bu yürüyüşler yapılırken Almanya'nın bütün partileri bir araya gelip, Almanya ve
Avrupa'ya Siyahların girmesini yasaklayan, olanaksız kılan, dünyanın yoksullarını bir rezervuara
kapatan bir karar alıyorlardı "İlticacılar sorunu" namı altında ve bu ırkçı karara, o ırkçılığa karşı
yürüyüş yapan yüz binlerce beyazdan bir tek bile karşı çıkış görülmüyordu, aksine
destekleniyordu.
Ondokuzuncu yüzyılda İkinci Enternasyonal partileri bile yeryüzünde işgücünün serbest
dolaşımından yana olduklarını programlarına ve bayraklarına yazıyorlardı. Bugünün beyaz işçi
partileri ve örgütleri ise bırakalım işgücünün serbest dolaşımını, açlık, savaş, yoksulluk, politik
baskılar gibi nedenlerle bile insanların Avrupa'ya gelmesine karşılar. Bu ırkçılık değildir de
84
nedir? Eski ırkçılık bu yeni ırkçılığın sis perdesi oluyor yanlızca. Yüzbinler sözde ırkçı ve faşist
saldırılara karşı çıkıyor ama aynı anda en büyük ırkçı karara ses çıkarmıyor ve onu destekliyor.
*
Mölln'de üç Türk'ün yakılmasından sonra Almanya'da ve Avrupa'da faşizm tehlikesinden çok söz
edilir oldu. Bu faşizm kavramı da bugünkü gerçekliği anlamak için işe yaramaz, Avrupa
merkezli, beyaz adam merkezli bir kavram haline gelmiş bulunuyor.
Birincisi, saldırılar hiç bir zaman beyaz işçi örgütlerine yönelik değil, ilticacılara, sakatlara, homo
seksüellere ve bunlarla dayanışan radikal solculara yönelik. İkincisi saldırganlarla beyaz işçinin
hedefleri arasında pek bir fark yok. Beyaz işçi de yoksul ülkelerden kimse gelmesin istiyor,
saldırganlar da.
Bu anlamda bir faşizm tehlikesi yok. Ama eğer faşizmi, genel bir anlamda, ırk ayrımcılığı
anlamında; insanların özgürlüklerinin sınırlanması ve baskı altına alınıp ayrımcı muameleye
tutulmaları anlamında alırsak, ortada tehlike değil gerçek var. Ama bu gerçek yine beyaz için
değil, siyahlar için. Beyaz adam istediği yere gidebilir; siyah ise özel izinlerle ve ancak siyahlara
ayrılmış kapılardan.
Bugün bütün Avrupa ülkelerinde "yeni Sağ" da denen ırkçı partilerin bir yükselişi görülüyor. Eski
dönemin kavramları ve refleksleriyle bu partilerin faşist partiler olduklarından, faşizm
tehlikesinden söz ediliyor. Aslında bu partiler klasik anlamıyla faşist partiler olmadıkları gibi
bizzat dünya işçi sınıfı içindeki bu yeni bölünmenin politik ifadeleridirler. Bu partiler büyük
ölçüde bizzat Avrupa'nın beyaz işçilerinin yeni konum ve çıkarlarının ifadesidirler.
*
Dünyaya artık yeni bir ışık altında bakmak gerekiyor. Eski kavramlarla bu dünyayı anlamak olası
değil. En gerici eylemler bile ilerici olarak değerlendirilebilir eski kavramlarla. Uzağa gitmeye
gerek yok. Bizzat Özgür Gündem'den bir örnek. 4 Ocak tarihli gazetenin Avrupa sayfasında
"Almanya yeni yılı gösterilerle karşıladı" başlığı altında şu satırlar okunabiliyor:
"Toplumun tüm kesimlerinden yabancı düşmanlığına ve aşırı sağcılara tepkilerin giderek arttığı
Almanya'da yeni yıla eğlencenin yanı sıra ırkçılığı protesto eden eylemlerle de girildi. (...)"
Aslında bu haber şöyle verilmeliydi:
"Beyazlar "ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı" diyerek başlattıkları yeni ırkçı gösterilere
büyük kitleler halinde katılıyorlar."
Olayın özü budur ve tarihsel anlamıyla Somali'ye ABD müdahalesinden farksızdır. Ama bu
özdeşlik eski bakış açısı ve kavramlarla görülemez,
Demir Küçükaydın
07.01.1993
(Bu yazı Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde yayınlandı.)
85
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler ya da Bilimsel
Sosyalizm'den Ütopik Sosyalizm'e
Giriş
Frankfurt'ta yapılan toplantıda, "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışma niyetiyle çıkacak bu derginin
ilk sayısının ağırlıklı konusunun bizzat bu sorunların neler olduğunun bir dökümü olması
gerektiğinde bir görüş birliği oluşmuştu. Herkes "Sosyalizmin Sorunları"ndan ne anladığını;
neleri sorun olarak gördüğünü yazar; böylece hem sorunların bir dökümü; bir bilançosu
çıkarılmış, hem de yayının bundan sonraki sayılarının gündemi de az çok belirmiş olur diye
düşünülmüştü.
Sorunun böylece düşünülüp belirlenmesinin ardında, bizlerin, Sosyalizmin Sorunları’nı ortaya
koyma yeteneğinde olduğumuz varsayımı vardır. "Sosyalizmin Sorunları"nı çözmenin pek kolay
olmadığı yönünde, ifade edilmemiş de olsa bir “konsensus” olduğu söylenebilir. Buna karşılık
“Sosyalizmin Sorunları”nın ortaya koyulması; bir tür dökümünün yapılması noktasında bir zorluk
olabileceğine dair en küçük bir kuşku bile yoktur.
Kanımca, ilk sorgulanması gereken bu gizli varsayımdır. Ve en son söylenecek olanı en başta
söylemek gerekirse; "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışıp bir ölçüde de olsa çözümü yönünde yol
kat edebileceğimizi düşünen bizler, "Sosyalizmin Sorunları"nı ortaya koyabilmenin önündeki en
büyük engel; dolayısıyla büyük ölçüde sorunun kendisiyiz.
Burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Bizler derken, ister ister İkinci Dünya Savaşı, ister
68 kuşağından olsun; ister Anarşist, ister Komünist, ister Feminist olsun Duvar’ın yıkılışına kadar
olan dönemde sol politik kültür içinde yetişmiş herkesi kastediyorum. Daha sonraki kuşaklardan
katılanlar için de durum değişmez. Bugün solcu olan tek tük insanlar da ister istemez bizim
politik kültürümüzün mirası tarafından şekillenmektedir. Özetle bugünün dünyasındaki sosyalist
tipini kastediyorum. Yani bizleri. Diğerleri ise, henüz yok. Bir gün olacak mı? Umut edilir.
Bunun için, "Sosyalizmin sorunları" üzerine bir şeyler karalamaya geçmeden önce; bizlerin
sosyalizmin sorunları üzerine tartışma yürütebilmesinin zorluklarından ve sorunlarından; ama
bundan da önce, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmakta kendi karşılaştığım zorluklardan
söz etmek istiyorum.
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları
Sosyalizmin sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum. Peki bu yazının muhatabı kim olabilir?
İnsan bir yazıyı yazarken kafasında, soyut da olsa, bir okuyucu tipi vardır. Onun belli şeyleri
bildiği, belli sorunlar ve perspektifleri olduğu var sayılır. Aksi takdirde yazmak olanaksızdır.
86
Eskiden, (aslında çok eski de değil beş yıl önce, ama şu an öyle uzak bir geçmişe ait görünüyor
ki) örneğin şu "Birlik mi Rekompozisyon mu? " başlıklı derleme kitaptaki yazıları yazarken
zaten o toplantılarda gördüğüm, tartıştığım ve yıllardır tanıdığım ortalama bir Türkiyeli sosyalist
tipinin varlığına göre yazardım.
Ne kolaymış o zamanlar yazı yazmak! Muhatap belli, Türkiyeli Sosyalistler! Ve onlarla yine
onların yani Türkiye Sosyalist Hareketi'nin sorunları. .
Ama bu gün, Sosyalizmin Sorunları (Sosyalist hareketin bile değil, ki artık böyle bir şey yok;
hele Türkiye sosyalist hareketinin hiç değil, böyle bir şey de hiç yok) söz konusu olunca ne kadar
zor. Kafamda soyut ya da somut hiç bir muhatap yok.
Kimler olabilir bu muhataplar diye düşünüyorum. Siperin öte tarafındakilerle işimiz yok (ve zıt
anlamda onlarla işimiz çok. ). Kuşağımın sosyalistlerinin büyük çoğunluğu şimdi oradalar. Bu
tarafta kalanlara bakıyorum. Bunların içinde hala radikal konumları savunabilenlerin bir kısmı bir
örgütsel çalışma içindeler. Ama bu politik radikallik, sosyalizmin sorunları söz konusu olduğunda
müthiş bir tutuculuğa dönüşüyor. Çünkü onlar için sosyalizmin sorunları değil, çoğu kez kendi
örgütleri ve kısmen de yakın gördükleri örgütlerin sorunları söz konusu ya da sosyalizmin
sorunları onlar için bunlardan ibaret.
Bu bakımdan sosyalizmin sorunları, kaybedecek bir şeyi, örneğin bir örgütü, hareketi, derneği
olanlarla tartışılamaz. Bunlar özgürleştirici araçlar değillerdir sosyalizmin sorunlarını
tartışabilmek için, prangalardır. Böyle olunca, onları onore etmek için onların sevdiği
kavramlarla ifade edersek: sosyalizmin sorunları "sırtında yumurta küfesi olanlar"la tartışılamaz.
Tartışmak istesen onlar tartışmazlar, böyle moral bozucu sorunlarla kaybedecek zamanları
yoktur. Onlar iş yaparlar ve moral bozucu entelektüeller değildirler.
*
Sonra bu bir örgüte angaje, sosyalizmin sorunlarının umut kırıcılığını, ciddiyetini görmeyen
arkadaşlara durumun ne keder umutsuz ve ciddi olduğunu niye göstermeye çalışayım? Çalışsan
zaten kimse görmez, ama görse daha mı iyi olacak? Hayır. Hiç olmazsa illüzyonlarla da olsa bir
umudu var; bir şeyler için çabalıyor ve bu çaba ve umut onların hayatına bir anlam veriyor.
Aslında yaptıkları kötü de değil: kimisi reformist bir kitle partisi aracılığıyla bir manivela
yakalamaya çalışıyor; kimisi Başkan Gonzales'i hapisten çıkarmak için uğraşıyor. Ne güzel
ezilenlerden yanalar ve umut içindeler. Bu iğrenç dünyada, iğrençliklere dayanabilmek için daha
fazla şansları var. Belki de tam bu nedenle onlar sosyalizmin sorunlarının ciddiyetini
kavramaktan tartışmaktan uzak duruyorlar. Bir tür kendini koruma iç güdüsü belki. Bunu
yıkmaya ne hakkım var. Anamın Allah’a inancını yitirmesini istemem. Ne dayanılmaz olundu
onun için yaşam. Bu arkadaşların dini de bu. Onların da yitirmesini istemem. Ne güzel hiç
olmazsa kendilerini kandırabiliyorlar.
Biz mi? Biz, şeytanın aklına uyup o günah meyvesini yemiş ve cennetten kovulmuşuz bir kere.
Geri dönüş yok. İnsanlık gibi, onun trajedisini içimizde yaşayarak sonuna kadar, gidebildiğimiz
87
kadar gideceğiz. Onlar ise hiç olmazsa öyle yaşasınlar, bizler gibi hayatı bir yük olarak sırtlarında
taşımak zorunda kalmadan. Durumun gerçekten umutsuzluğunu görüp ayakta kalabilmek çok
zor. Bu ancak, sinizm ile ermişlik sınırlarının birbirine karıştığı bir bıçak sırtında başarılabilir.
Kimsenin bu işkenceyi yaşamasını istemeye hakkım yok. Evet, aslında yazdıklarımı inanmışların
okumasını veya ikna olmasını da istemiyorum.
*
Peki, o halde niye yazıyorum? Bu rezil dünyayı değiştirebilmenin, onun ne kadar rezil, durumun
ne kadar umutsuz olduğunu bilmekten başka yolu olmadığını düşündüğüm için. Gelecekte bir
sosyalizmin canlanışının, ancak, gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan geçtiğine
inandığım için. "Gerçek devrimcidir" diye düşündüğüm için. Aslında bizlerden sonra, eğer
olursa, bir sosyalizm idealinin canlanışını yaşayacaklar için. Yani hiç tanımadığım, nasıl bir şey
olacağını tasavvur bile edemediğim bir muhatap için. Bu ise öylesine zor ve olanaksız ki...
Eskiden, kapitalizm öncesinde, tekniğin bir kaplumbağa hızıyla değiştiği o "eski güzel günler"de
yaşlılar toplumun tecrübelerinin yoğunlaşmış ifadesiymişler. Kapitalizm ise onları alıp değersiz
yükler olarak yaşlılar gettolarına kapatıyor. Yaşlılığın bu değersizleşmesi, sadece kapitalist
ekonominin yasalarından, üretken işgücü ötesindekinin bir yük olarak görülmesinden doğmuyor.
Aynı zamanda tekniğin olağanüstü hızlı değişiminden de kaynaklanıyor.
Bu hızlı değişim ve değişimin de medya aracılığıyla, moda deyimiyle "gerçek zamanda" hızla
yaygınlaşabilmesi sonucu kültür ve politika ilişkisi tersine dönmüş durumda. Eskiden politika
kültürün önünde giderdi. Kültürel değişmeler için önce politik değişmeler yapmak gerekirdi.
Şimdi ise kültürel değişmeler öyle hızlı yaşanıyor ki, politika onları izlemekte zorlanıyor. (Hatta
kültürel değişimler, politikayı bir araç olarak kullanıyor. 68 politik hareketi modern kapitalizme
uygun kültürde tipler yaratmaktan başka bir iş görmedi). Kültürel değişmeler öylesine hızlı ve
yeni yetişen kuşakları öylesine kavrıyor ki, arasında 10 yaş bulunanlar, eskinin birkaç yüzyıllık
farklılıklarını yaşıyorlar. İnsanların, örgütlerin, değerlerin çok hızlı bir moral yıpranması
karşısındayız. Artık sadece makineler hızlı bir moral yıpranma yaşamıyor, insanlar, alışkanlıklar,
düşünceler, taktikler, örgütler de.
Bir örnek belki açıcı olur. Lenin'in Iskra'sı ve bir gazete aracılığıyla bir örgüt yaratma girişimi,
1960'ların bizleri için bile hala bir anlam taşıyor ve bir örnek oluşturabiliyordu. Bizler, hala,
okuma kültürünün insanlarıydık. Saatlerce bir konu üzerine tartışmalar yapabilirdik.
Ama bugünün ve yarının kuşakları için beş saniyeden fazla bir resmin can sıkıcı bulunduğu;
CNN veya Müzik TV'nin seyircisi olarak büyümüş gösteri toplumunun çocukları veya geleceğin
sosyalistleri için bunlar hiç bir şey ifade etmeyecektir. Onlar belki örgütlerini Cyberspace'da
kuracaklar: onların okuma alışkanlığı olmayacak vs.
Bu nedenle yazacaklarım, geleceğin kuşaklarının sosyalizminin değil, ancak benim
sosyalizmimin sorunları olabilir. Onların karşılaşacakları problemler hakkında tecrübelerimi
aktarmam olanaksız. Bizler belki iyi nalbant olduk. Daha doğrusu tam nalbantlığı öğrenmiştik ki,
88
yeryüzünde nallayacak beygir kalmadı. Traktör ortalığı kapladı. Gelecek kuşaklar için yazmaya
kalkmam, traktör tamircilerine nalbantlık tecrübelerini ve nalbantlığın sorunlarını anlatmaya
kalkmaktan başka anlama gelmeyecektir. Muaviye ile Ali taraftarları arasındaki savaşta; Ali
taraftarı hareketin sorunları beni ne ölçüde ilgilendirdi ki? Geleceğin sosyalisti için de, eğer öyle
bir şey olursa tabii, bizlerin sosyalizm sorunlarımızın benzer bir durumu olacaktır.
Hadi diyelim ki, onlar nalbantlığın sorunlarına da bir ilgi duydular. Muhtemelen yazdıklarımızı
hiç anlayamayacaklar. Örneğin nalbantlıktan söz ettim, bu benzetme onlara bir şey ifade
etmeyecektir. Çünkü nalbandın ne olduğunu bilmeyecekler. Ya da sınıflar savaşı ordular savaşı
eğretilemesinden hareketle stratejiden, taktikten söz ettim, bunları okuyunca "militarist kafalı
herifler" diye düşünecekler.
Hâsılı gelecek kuşaklarla bir diyalog olanağı da yok.
Ama ben bir sosyal hayvanım, birilerini düşünerek yazmam gerekiyor. Ya da yazabilmek için
öyle düşünmem gerekiyor. Muhatabını bilmeden, bilebildiklerinin ise okumasını istemeden nasıl
yazılabilir? Sanki bir muhatap varmış gibi yazmak gerekiyor. Geriye tek yol kalıyor: kendimle
konuşur gibi yazmak. Kendiyle konuşana deli derler. Öyleyse, sosyalizmin sorunları üzerine
aşağıdaki satırlar bir delinin kendisiyle konuşmalarından başka bir şey değildir.
Durum umutsuzdur ama ciddi değildir.
Sosyalizmin Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları
Bizler sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilir; ona yeni bir soluk verecek sorular sorabilir
cevaplar verebilir miyiz?
Bırakalım sorunlara cevap vermeyi, acaba bu sorunlardan bir kaç tanesini, bundan on yıl sonra da
"evet bu sosyalizmin bir sorunudur" denebilecek tarzda, başlıklar halinde olsun sıralayabilir
miyiz?
Bazı arkadaşlar "ömrü billah sosyalizmin sorunlarını tartışacak değiliz ya, bir süre tartışır ama
belli bazı geçici sonuçlara eriştikten sonra, bir yandan geri kalanları da tartışırken, diğer yandan
politik faaliyete, eyleme, örgütlenmeye girmemiz gerekir" anlamında düşüncelere sahipler.
Sanılanın aksine, bugün dünyadaki en zor işlerden biri sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilmek
ve tartışabilmek. Burada eklemek gerekiyor: “bir sosyalist için” diye. Sosyalizm diye bir derdi
olmayanlar ya da sosyalizme düşman olanlar için ise dünyanın en kolay ve herhalde en zevkli işi
sosyalizmin sorunlarından söz etmek. En kolay iş, çünkü bir toplumsal hareket, bir düşünce
akımı, bir ideal olarak sosyalizm bir sorun olmaktan çıkmış bulunuyor. Görünürde böyle bir
"tehlike" de yok.
Peki bizler, sosyalizm idealine bağlı insanlar için sosyalizmin sorunlarını tartışabilmenin ne gibi
güçlükleri var?
89
Birinci ve en büyük güçlük: nesnel olarak insanlığın sosyalizme hiç bir zaman olmadığı ölçüde
acil ihtiyaç içinde bulunmasına rağmen insanların bunun bilincinde olmaması; bunun için
düşünmemesi ve bir mücadeleye girmemesidir. Yani bu ideale yönelik ne bir toplumsal hareket
ne de bir entelektüel canlanma var.
Bu toplumsal ve tarihsel koşullar altında sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışma, yaygın;
dünyadaki aydınları kapsayan; canlı bir toplumsal hareketle bin bir görünmez bağ içinde bir
tartışma olmayacaktır. Bu demektir ki, bu tartışma, fiilen sosyalistlerin küçük gettosunda
yapılabilir. Bunun da ne ölçüde verimli; ufuk açıcı olabileceği herhalde en iyi ortaçağ
manastırları ya da Yahudi gettolarındaki düşünsel akımların tarihinde görülebilir. Tek sonuç;
ilerde geniş yığınları değil ama kimi belli bir alanda uzmanlaşmış tarihçileri, semiyotikçileri
ilgilendirebilecek bir kireçlenme ve fosilleşmedir.
Öncelikle bu tehlikenin bilincinde olmak; bu tartışmadan fazla umutlu olmamak, mütevazı
beklentiler içinde olmak gerekiyor. Böyle olunca belki bir iki küçük sağlıklı soru sorulabilir.
Bütün zorluk sadece bu koşullardan doğan zorluk olsaydı gene iyiydi. Bir de bizlerden gelen; bu
tartışmayı bu dergi sayfalarında yürütmeye kalkanlardan gelen zorluklar var.
Bu dergiye yazanlara; toplantılara katılanlara bakınca şu görülür. Kadın, Aydın, Genç (30 yaşın
altında insan) yoktur. (iki kadın arkadaşın ve bir aydının yazıları bu gerçeği gizlememeli). Bir iki
istisna haricinde katılanlar dünyanın altmışlı yıllarının ya da Türkiye’nin yetmişli yıllarının
radikalleşmeleriyle sosyalizm idealine bağlanmış ve hala bu ideale bağlılığını sürdürmeye çalışan
erkek Türk Sosyalistleridir. Ve bunların hemen tamama yakını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde exil
yaşamı sürdürmektedir.
Kadın yoktur, çünkü bizlerin geleceği yoktur. Ezilen bir cins olarak kadınların kendilerine daha
fazla olanaklar sağlayacak; ezeli baskıyı biraz olsun hafifletecek gelecek vadeden oluşumları
sezip onlara eğilim gösterme yetenekleri vardır.
Bu dergi sayfalarından yeni bir fikir çıkması olanağı hemen hemen sıfırdır. Çünkü 30 hatta 35
yaşının altında kimse yoktur. Tarih boyunca bütün büyük düşünceler; devrimci fikirler hep 30
yaşın altındaki, hatta 25 yaşın altındaki insanlarca yazılmış, ortaya koyulmuştur.
Aydın yoktur. Gerçi yazanların çoğu üniversitelerdeki yükselen radikalleşmeden geldiği için
yüksek okul mezunu olduğundan kelimenin geniş anlamında aydın sayılabilirler ama bu aydın
yokluğu gerçeğini gizlememeli. Daha ziyade militan, kadro tipi söz konusudur. 1960’ların
Türkiye’sini yaşayan bilir. Her aydın kendini sosyalist addederdi. Bu, 70’lerin sosyalizme
yığınsal akışının habercisiydi. Tarih boyunca hep öyle olmuştur zaten, aydınlar yığınlardan 10 20 yıl önce eğilimi görüp fikirsel planda yolu açarlar; on, on beş yıl sonra da yığınlar aydınların
dediklerine ayaklarıyla oy verirler. Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başında Avrupalı
aydınların sosyalizme akışı savaş sonrası gelişmelerin ön habercisiydi. Tersinden bir örnek de
60’lar sonrasındaki doğu Avrupa’dır. 1968’e kadar doğu Avrupa’da aydınlar rejimi soldan
eleştirirlerdi. 1968 Çekoslovakya işgalinden sonra doğu Avrupalı aydınların kitlesel bir sağa
90
kayışı; Avrupa Kültürü’ne bağlılıklarını bir ideoloji haline getirmeleri 1980’lerin sonu ve 90’ların
başındaki doğu Avrupalı yığınların eylemlerinin habercisiydi. Sonuç olarak, sosyalizmin en
azından kısa vadede geleceği yoktur ve bu aydın yokluğu canlı ve yaratıcı bir tartışmanın en
büyük engellerinden biridir.
Ve nihayet bu dergiye yazanların hemen tamamı Avrupa’da yaşamasına ve bulundukları
ülkelerde ırkçı baskılara maruz kalan bir Türkiyeli topluluğu bulunmasına rağmen, çıkaranlar
arasında göçmen hareketin sosyalistleri yoktur. Yazarlar exil Türklerdir. Getto içinde getto. Türk
gettolarının içinde bile değildirler. Türk sosyalistidirler. Avrupalı değildirler; Avrupa’daki
göçmen de değildirler. Türkiye’de de yaşamayan Türk sosyalistidirler, ruhsal durumları; politik
kültürleri; problematikleri; eğretilemeleriyle. Tabii bu da durumu iyice umutsuzlaştırıyor.
Sonuç olarak orta yaşlı; erkek, exil (sürgün), Türk sosyalistleri Dünya, Türkiye’de sosyalist bir
hareket ve düşünce canlılığının olmadığı koşullarda, üç katlı bir getto içinde ne ölçüde
sosyalizmin sorunlarını tartışıp, bu sorunların en azından bir bilançosunu çıkarıp; bazı sorunları
çözmek bir yana; hiç olmazsa bir iki sorunu formüle edebilirler, okuyucu takdir etsin.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Bir de öznel zorluklar var.
Bunların biri bizlerin yaşından geliyor. Max Planck bir yerde, yeni bir teorinin fizikçiler arasında
egemen olmasının, yeni teorinin eski teori taraftarlarını kazanması ve ikna etmesiyle olmadığını;
eski fizikçiler kuşağının biyolojik ömürlerini tamamlayarak ve onların yerini yeni bir kuşağın
almasıyla gerçekleştiğini yazar. Fizik gibi bir alanda böyle olan toplum bilimleri ve ideolojiler
alanında çok daha böyledir. Bizler, her ne kadar söz düzeyinde sık sık yenileşmek gerektiğinden
söz etsek de, yeni durumları ve onları açıklayabilen teorileri kavrama ve kabul yeteneğinde
değiliz artık. Yani bizlerden yeni durumun bir kavranışı ve yeni bir yaklaşım beklemek bir yana,
böyle bir yaklaşım varsa onu kabullenmemiz, anlamamız bile çok zor.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Bizlerin sosyalizm anlayışlarından; bizim politik
kültürümüzden ve ideolojik formasyonumuzdan gelen zorluklar da var.
Birincisi, bizlerin sosyalizmle Marksizm’i özdeş görme alışkanlığımızdır. 60'lı ve 70'li yılların
Türkiye’sinde sosyalistlikle Marksistlik aşağı yukarı fiili bir özdeşlik içinde bulunduğundan,
sosyalizm ve Marksizm gibi kavramları birbiri yerine kullanmak pratikte pek bir sorun
yaratmıyordu. Doğru değildi ama pek bir probleme yol açmıyordu.
Bugün hala bu alışkanlıkla sosyalizmin sorunlarını tartışmaya çalışmak, Marksizm’in sorunlarını
tartışmak biçiminde ortaya çıkıyor. Marksizm ise sosyalist akımlardan sadece biridir. Sosyalizm
adı altında sadece Marksizm’in sorunlarını tartışmak ise, ütopik, liberter, feminist vs.
Sosyalistlerle ortak bir tartışmanın, diyalogun yollarını kapamakta; tartışmayı Marksistlerin
gettosuna ve özel dilinin içine hapsetmektedir. Marksizm ise hiç bir zaman olmadığı kadar,
bugün, diğer eşitlikçi ve dayanışmacı, yani sosyalist öğretilerden gelen eleştiriler karşısında
güçsüzdür ve onlar tarafından eleştirilmeye müthiş bir gereksinimi vardır.
91
Marksizm’i sosyalizmin yerine koymak yanlışıyla sorun bitmiyor. Bir de Marksizm diye
bildiklerimizin Marksizm’le ilgili yanlış bilgilerle donanmış olması var. Bizler 60'lı ve 70'li
yılların radikalleşmeleriyle sosyalist olup Marksizm’i tanıyanlar onu hiç bir zaman kaynağından
içmedik. Suyunun suyuyla tanımaya başladık; zaman içinde kaynağına doğru yaklaşma eğilimi
gösterdik. Diğer yandan kültürel birikimimiz de büyük ölçüde onu kaynağından içip hazmetmeye
uygun değildi. Dolayısıyla Marksizm diye bildiklerimizin büyük bir çoğu, onun revize edilmiş;
işçi bürokrasisinin ya da köylülüğün yada burjuva sosyalizminin çıkarlarına uydurulmuş;
bayağılaşmış versiyonlarından ve bunlarla ilgili yanlış anlamalardan oluşmaktadır. Bunun sonucu
olarak da, sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışmanın; yanlış anlaşılmış bir Marksizm’in
sorunları üzerine tartışmaya dönüşmesi; ya da sorunların bu yanlış anlaşılmış Marksizm’e göre
tanımlanması muhakkaktır.
Bir örnek vereyim. Frankfurt'taki hazırlık toplantısında herkesin kafasındaki soruları şöyle kısa
başlıklar altında sıralaması istendi. Bir arkadaş, artık emperyalist kuşatma altında sosyalizmin
nasıl kurulabileceği gibi eskiden üzerine hiç düşünülmemiş yepyeni bir sorun ortaya çıkmıştır
gibilerden bir sorun saydı. Hem de bunu söyleyen arkadaş okuyup yazanlardandı. "Tek ülkede
sosyalizm olur mu? " gibi yeryüzünde en çok sosyalistin canına mal olmuş bir tartışmanın, hiç
anlaşılamadan ve yok sayılarak böyle sorun formülasyonları; sosyalizmin sorunları üzerine bir
tartışmanın, biz Türkiyeli sosyalistler arasında ne gibi muazzam engellerle karşı karşıya
bulunduğu konusunda bir fikir verir herhalde.
Ama bizler sadece yanlış anlamaların ve bilgilerin kurbanı değiliz, bizler metodik düşünme
alışkanlığından da yoksunuz. Yine aynı toplantıda, sosyalizmin sorunları diye sıralananlar,
sosyalist mücadelenin örgüt, taktikler ve mücadele biçimleri alanlarına ilişkin, hatta esas olarak
her derde deva bir örgüt yapısı ve demokrasisine ilişkin sorunlardı. Sanki sosyalizmin
olanaklılığı, gerekliliği, onu gerçekleştirebilecek güçler, bir programımızın olup olmadığı gibi
sorunlar yokmuşçasına; sanki bunlar halledilmişçesine, sıralananlar hep örgüt sorunuyla
sınırlıydı.
Sorunları tartışmanın zorlukları sadece bizlerin yanlış anlamalarından da kaynaklanmıyor. Bizler
bir de insanız. Unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanlarız. Dolayısıyla sosyalizmin sorunlarını
tartışırken geçmiş ve geleceğimizin yüküyle bunları yaparız. Durumun ciddiyetini ve
umutsuzluğunu kendimize bile itiraf etmekten kaçınırız; illüzyonlar yaratırız. Örneğin geçenlerde
sosyalizmin sorunlarını bir grup arasında tartışırken, Çekya'da eski komünistlerin biraz fazla oy
alması bir sürü arkadaşı müthiş umutlandırmıştı.
Elbet bunlar anlaşılabilir; insani durumlardır; ama o insani durumlar sosyalizmin sorunlarının
tartışılmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Orada artık sosyalizmin değil; bu dünyada
hala sosyalist olarak kalmaya çalışan sosyalistlerin psikolojik sorunları söz konusudur.
Bütün bu psikolojik; Marksizm’i yanlış anlamalarla; sosyalizmin yerine koymalarla; yeni
teorilere karşı dirençle malul; Türk-Erkek-Orta Yaşlı-Exil sosyalistlerin, sosyalizm yönünde ne
bir entellektüel canlanmanın ne de bir toplumsal hareketin bulunmadığı tarihsel koşullar içinde
92
sosyalizmin sorunlarını ufuk açıcı bir şekilde tartışmasını ya da bu sorunları formüle edebilmesini
beklemek herhalde ölü gözünden yaş ummaktan farksızdır.
Ama yine de denemeye değer can çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz: bu
dünyada yapabileceğimiz başka bir iş yok.
Sosyalizmin Sorunları ya da Zorlukları
Sosyalizm, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum, böyle bir toplum ideali, bu hedefe yönelik
toplumsal hareketleri kapsar. Bu anlamda anarşizm ve anarşist hareketler, feminizm, ütopik
sosyalizm gibi akım ve hareketlerin hepsini kapsar bu kavram.
Sosyalizmi, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum olarak, en genel özellikleriyle tanımladığımızda
ise "Sosyalizmin Sorunları": eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumun kurulabilmesinin sorunları
demektir.
İlk soru ve sorun şöyle formüle edilebilir: sosyalizm, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum
gerekli ve mümkün müdür?
Mümkün olup olmadığından önce gerekli olup olmadığına bakalım.
Sosyalizmin gerçekleşebilmesi her şeyden önce onu gerekli bulan ve onun için mücadeleye hazır
bir toplumsal kesimi var sayar. Ezenler için sosyalizm hiç de gerekli değildir. Gereklilikten ancak
bu anlamda söz edilebilir.
Ezilenler açısından tarih boyunca; yani sınıflı toplumlar tarihi boyunca, Orpheus'çuluktan, Batıni
tarikatlara ve modern sosyalist parti ve hareketlere kadar hep gerekli olmuştur. Daha doğrusu
onlar tarafından, sezgi düzeyinde bile olsa bir gereklilik olarak kabul görülmüştür.
Tarih boyunca böyle olması, bundan sonra da öyle olacağını garantilemez ama. Ezilenlerin
sosyalizmi bir gereklilik olarak gelecekte görmemesi olasılığı ne yazık ki ortaya çıkmış
bulunuyor. Elbette ezilenlerin ve yoksulların kendi konumlarına bir tepkileri daima vardır ve
olacaktır. Ama bu tepki otomatik olarak eşitlikçi bir toplum idealine ve ona dayanan hareketlere
yol açmaz; çoğu kez baskı ve sömürüye uğrayanın baskı ve sömürüyü yapanlar arasına katılma
çabasına yol açar. Son yılların bütün önemli toplumsal hareketleri bu özellikle donanmıştır.
Bütün doğu Avrupa ulusları zenginler arasına, Avrupalılar arasına katılmak için duvarları yıktılar.
Bu hareketlerin hiç birinden, kendi iç dinamiğiyle olsun eşitlikçi bir toplum idealine yönelik bir
hareket doğmadı. Doğmaması bir yana, böyle eğilimleri de gelişimi içinde boğdu geçti. Marks,
Engels, Lenin zamanında devrimler, yığınların sokağa çıkması onları eğitiyordu, bugün
sersemleştiriyor. Bu doğu Avrupa'daki bürokratik diktatörlükler nedeniyle sosyalizmin diskredide
olmasının yol açtığı geçici bir durum mudur? Yoksa kökleri derinde bulunan daha genel bir
eğilimin bu çakışma nedeniyle pekişmesi midir? Henüz kesin bir şey söylenemez.
Ancak şu görmezlikten gelinemez. Kapitalizm, bütün diğer üretim yordamlarından farklı olarak
bir geniş yeniden üretim yordamı. Sürekli değişiklikler, teknik yenilikler aracılığıyla emek
93
üretkenliği ve toplumun zenginliği muazzam ölçülerde artıyor. Öyle ki bu artış, hayatın var oluş
koşullarını bile tehdit edebiliyor. Bu artış sonucu ortaya çıkan toplumsal zenginliğin çok büyük
bir bölümü küçük bir azınlığın elinde kalsa da, geri kalanı, en alt tabakaların bile hayat
seviyesinde belli bir değişmeye yol açabiliyor. Bu durumda yeryüzündeki milyonlarca yoksul ve
baskıya uğrayan insanın şöyle düşünme olasılığı gelişiyor:
"Evet sosyalizm güzel bir şey ama hiç bir başarı şansı yok. Şimdi onun için mücadeleye başlasak,
bir sürü zulüm ve baskıyla karşılaşacağız. Hadi diyelim ki, bir ülkede olsun sömürücüleri
başımızdan attık. Bu ülke kapitalist ülkeler denizinde tecrit olacak. Kapitalist Ülkeler onu tıpkı
dün Irak'a, Somali'ye, Panama'ya yaptıkları gibi muazzam güçleriyle ezip geçerler. Diyelim ki
onların çelişkilerinden yararlanıp bir süre ayakta kalabildi. Onların tehditlerine göğüs gerebilmek
için ulusal hasılasının büyük bölümlerini savunma gibi harcamalara ayıracak. Bu onun
gelişmesini refaha kavuşmasını engelleyecek. Yoksullukla birlikte rüşvetten bürokrasiye kadar
bütün problemler teker teker bizi feth edecek. Biz belki bir iki nesil, bir gün bütün bunların son
bulacağı umuduyla en büyük fedakarlıkları yapacağız. Ama bütün bunlar karşı tarafın zenginliği
karşısında hiç bir işe yaramayacak. Muhtemelen çocuk ve torunlarımız bizler gibi umutsuz bir
dava için hayatlarını feda etmektense kısacık ömürlerinde belki konfor içinde yaşama umuduyla
tekrar kapitalizmi seçecekler. Eh madem dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz, onca acıya ve çabaya
ne gerek var. Hikayede olduğu gibi biz bu boku niye yiyelim? * "
Bunun geçici bir ruh hali olduğu umut edilir, ancak geçici olmama olasılığı çok güçlüdür.
Benzeri durumlar aslında Tarih'te de vardır. Herhangi bir uygarlığa karşı devrimci, eşitlikçi baş
kaldırılar genellikle o uygarlığın doğuş ve gelişme aşamalarında ortaya çıkıyor. Ancak o uygarlık
bir kere kendini pekiştirdikten sonra, zenginliği ve gücüyle ezilenlerin değiştirebilme umutlarını
tümüyle kırınca, ihtilalcı ve savaşçı partiler ortadan kaybolup onların yerini sufilik biçiminde
kişinin kendi ruhunu kurtarmaya yönelik eğilimler ortalığı kaplıyor.
Bizler kapitalizmin ömrünü doldurduğu gerekçesiyle de hareket ediyorduk. Marks-Engels
1848'lerde böyle olduğunu düşünmüşlerdi; 48 yenilgisinden sonra onun dinamizmine ve
yayılışına bakarak bu öngörülerinin yanlış olduğunu söylemişlerdi. Sonra emperyalizm
aşamasına girince; evet o zaman değildi ama şimdi öyle oldu dendi. 1917 devrimi, 1929 buhranı,
İkinci Dünya savaşı ve savaş sonrası kimi gelişmeler bu öngörüyü doğrular gibiydi, ama şimdi
görüyoruz ki, Ekim Devrimi, 2. Savaş sonrası devrimler onun ömrünü doldurmasından ziyade
*
Bu hikaye şöyledir. Bir köylü traktör alır ve pazara kasabaya giderken bir başka köylüsüne gel seni de götüreyim
der. Giderlerken yolda kocaman bir manda boku görürler. Traktörü olan diğerine "Ye şu boku vereyim sana bu
traktörü der". Öbürü de Traktörü alabilmek için oturup boku yer. Akşam dönerlerken ikisi de durumdan
hoşnutsuzdur. Bu sefer başka bir bok gördüklerinde, traktörün yeni sahibi olan, eski sahibine "ye şu boku vereyim
sana traktörünü geri" der. Bu sefer de o boku yer ve traktörü geri alır. Artık köye gelirlerken traktörün sahibi, "yahu
sabahleyin traktör benimdi, şimdi gene benim; sen yanımda oturuyordun, şimdi gene ordasın. Peki biz bu boku niye
yedik?" der.
94
gençliğinden; henüz gücünü pekiştirememesinden dolayı ortaya çıkmışlar. Aslında tam da artık
gençliğini yitirdiği dönemde ona meyden okuyacak güç yok.
Bu durumu açıklayabilmek için İslam tarihi bir örnek olabilir. İslam uygarlığı doğduktan sonra,
Abbasiler dönemine, hatta onun ortalarına kadar, sürekli silahlı partilerin direnişinin tehdidi
altında kalmıştır. Tıpkı kapitalizmin son iki yüzyıl boyunca yaşadığı gibi. Hatta Karamıtalar,
Sovyetler Birliği benzeri eşitlikçi bir devlet bile kurmuşlardır. Ancak bütün bunların hepsi teker
teker ezilmiştir. Sonunda tıpkı bugünkü kapitalizm gibi İslam Uygarlığının gerçekten çürümeye
başladığı dönemde artık ona karşı hiç bir devrimci güç kalmamıştır. Sonraki Batıni ayaklanmalar
da, aslında bu kuralı doğrular. Onlar İslam Uygarlığının yeni girdiği bölgelerde; henüz yeterince
oturamadığı bölgelerde, örneğin Anadolu'da ortaya çıkarlar. İhtilalcı hareketlerin yerini ise
Sufilik almıştır; tasavvuf almıştır. Ta kapitalizmin doğuşuna ve modern sınıfların ortaya çıkışına
kadar da bu durum süregelmiştir. Bugün de benzer Sufilik eğilimleri son derece yaygın.
Eğer böyle ise, kapitalizme karşı güçlü direnişlerin çağı bitti ise; bugün gözlenen baskı, sömürü
ve yoksulluğa karşı tepkinin içe kapanma ya da ezen ve sömürenler arasına katılmaya çalışma
biçimine dönmesi geçici değil de tarihte görülen türden bir eğilimin ifadesi ise, sosyalizmin en
büyük sorunu bir sorun olmaktan çıkması olacaktır. Onu gerekli gören toplumsal gruplar,
hareketler, sektler değil ama yığınsal partiler olmadıkça, ortada ne sosyalizm ne de onun sorunları
olabilir.
Bu tehlike, sosyalizmi gerekli addeden, onun için mücadeleye hazır bir sınıf, tabaka veya
hareketin olmaması, sadece yukarıda sözü edilen tarihsel eğilimle de ilgili değil. Muhtemelen
başka süreçler de, şu "gösteri Toplumu" gibi kavramlarla ifade edilen süreçler de pek uğurlu
olmayan eğilimlere yol açıyor.
Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sına doğru bir gidiş var. Kapitalist uygarlığın bu kitapta anlatılan
bir topluma giderek daha çok benzediğini görüyoruz. Öyle bir dünyada Gammalar hiç bir zaman
Alfaların egemenliğine son vermeyi düşünmüyordu. Bugünkü gösteri toplumu giderek öyle bir
topluma benziyor. Saraybosna'da üzerlerine bomba yağarken Müzik TV'den Michael Jackson
dinleyerek dans eden gençler imgesi, böyle bir toplumun şimdiden gerçek olduğunu kafalara
balyozla vuruyor. Eskiden imgeler, hayaller gerçekliğe benzerdi. Artık gerçek hayallere benziyor.
Hayalleri insanlar değil, insanları hayaller oluşturuyor. Sonra bu hayallere göre oluşmuş insanlar
yeni hayaller yaratıyor.
Son yıllarda felsefi, ya da sosyolojik en çarpıcı düşünce ve kitapların medyaya ilişkin olması ve
bunların son derece kötümser sonuçlara ulaşmaları bir rastlantı olmasa gerek. Bu gidişin
sonuçlarının ne olacağı şimdiden bilinemez, ama yığınlar arasında eşitlikçi bir toplum fikri ve
hareketinin oluşması bakımından pek de hayırlı olmadığı ortada.
Sosyalizmin gerekliliği sorusu böylesine problemlerle yüklü. Ama sosyalizmin sorunlarını
tartışabilmek için, bu problemlerin olmadığını var sayarak, mümkün olup olmadığı sorusuna
geçelim.
95
Sosyalizm mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil
Sosyalizmin olanaklılığı her şeyden önce insanlığın devamını var sayar. Ama insanlığın var
olabilmesi pek zayıf bir olasılıktır artık. Kapitalist geniş yeniden üretim, bulunduğu ortamı
dönüştürerek sonunda dönüştürecek bir şey kalmayınca kendisi de yok olan bakteriler gibi o
müthiş üretim gücüyle hayatın ve insan toplumunun var oluş koşullarını ortadan kaldırıyor. Ve
belki de çoktan kaldırdı bile. Bu geri dönüşü olmayan süreçlerde muhtemelen kritik değerler
çoktan aşıldı bile. Tarihsel iyimserlikle malul biz sosyalistler bu sorunun önemini görmeme ve
küçümseme eğilimindeyizdir daima. Ancak Amerikanvari bir benzetmeyle ifade edilirse: bir gök
delenin tepesinden aşağıya hızla düşen bir adama, düşme olayının sonuna kadar hiç bir şey
olmaz. Bugün insanlık da bir gökdelenin tepesinden hızla aşağı düşüyor ve muhtemelen bütün
zorluklara rağmen sosyalizm paraşütünü açsa bile çok geç kalmış olacak.
Tarih yitirilmiş fırsatlar mezarlığıdır, tıpkı insan hayatı gibi. İnsan varlığının sürdürülmesi
muhtemelen yitirilmiş bir fırsat artık. İnsanlığın var oluşu mümkün değilse, sosyalizm de
mümkün değildir.
Diyelim ki, abartıyoruz, yanılıyoruz, insanlığın önünde daha birkaç on ya da yüzyıllık zaman var
bu hayatın maddi koşullarının tahribi gidişini durdurabilmek için. Yine mümkün mü? Burada da
başka bir sorun ortaya çıkıyor:
Marks-Engels'in bütün teorisinin, yani bilimsel sosyalizmin özü, sosyalizmin kapitalizm
aracılığıyla mümkün hale geldiği varsayımına dayanıyordu. Kapitalizm bir yandan emek
üretkenliğini dolayısıyla da zenginliği, refah olanağını; diğer yandan da işçi sınıfı aracılığıyla bu
refahı topluma eşit olarak dağıtacak özneyi yaratıyordu. Onlar yoksulluk; üretici güçlerin az
gelişmişliği düzeyinde sosyalizm olamayacağı varsayımından hareket ediyorlardı. Yoksulluk
temelinde sosyalizm kurmaya kalkmak, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açar;
bir kışla sosyalizminden başka bir sonuç vermez diyorlardı. Tarih bu görüşün doğruluğunu da
kanıtladı. Troçki de Sovyetlerin yozlaşmasını bütünüyle Marks'ın bu görüşüne dayandırmıştı.
Yoksulluk temelinde bir sosyalizm, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açacaksa,
kışla sosyalizminden başka bir şey olmayacaksa, sosyalizm insanlık için yitirilmiş bir olasılık
demektir.
Şu an yer yüzünde hiç bir sosyalist hareket yok. Sosyalist bir devrim ve bunun bütün dünyayı
kaplaması, şöyle iyimser bir tahminle yarım yüz yıl alsın. 50 yıl sonra yeryüzündeki insan sayısı,
herhalde bugünkünün bir kaç katı olacak. Emek üretkenliğinin azlığı ya da teknik gerilik
nedeniyle değil, yeryüzünün maddi kaynaklarının sınırlılığı nedeniyle yeryüzündeki o kadar
insanın temel ihtiyaçları bile karşılanamayacaktır. Bu sınırlı kaynaklar üzerine, insanlar, uluslar,
nesiller, çeşitli gruplaşmalar arasında muazzam çatışmalara yol açacaktır. Demokrasi belli bir
refah düzeyini var sayar. Böylesine bir kıtlık temelinde ise, toplumsal eşitliği, tüm topluma
iradesini bilek gücüyle dayatan bir otorite sağlayabilir. Ama bu otoritenin ortaya çıkması ise,
kışla sosyalizmine geri dönüşten başka bir şey olamaz. Az ekmeği eşit dağıtmak için, insanlar
96
ekmek kuyruğuna gireceklerdir, ekmek kuyruğuna girenlerin başında bir bekçi olacaktır ve ilk ve
çok ekmeği de muhtemelen o bekçi alacaktır. Böylece bütün pislikler tekrar geri dönecektir.
Denebilir ki, abartıyoruz, durum o kadar vahim değil, yeryüzünün kaynakları o kadar sınırlı değil.
Bir an için bunu kabul edelim. Ama bu durumda da, en azından, "zenginliklerin gürül gürül
aktığı", demokrasinin ötesindeki özgürlükler alemi, yani komünist toplum yitirilmiş bir fırsattır.
Yeryüzünün kaynakları bugün bile, yeryüzündeki tün insanlara zenginliklerin gürül gürül aktığı
bir toplumu bahşetmeye yetmez. Çin ve Hindistan'daki iki milyar insanın sıradan bir Avrupalı ya
da Amerikalı'nın yarısı kadar su, yakıt, çelik, elektrik tüketimini hesaplayın. Yeryüzü birkaç
haftada yaşanmaz olur.
Bunun bir tek yolu var, insanlığın büyük bir bölümünün yok olması. Yeryüzü bir kaç milyar
insana böyle bir toplumu bahşedebilir. Komünizm ancak insanlığın büyük bölümünün yok
olmasıyla tekrar bir tarihsel olanak olarak ortaya çıkabilir. Varoluşu insanların çoğunun yok
oluşuna bağlı bir komünizm ise sosyalist bir düşünce ve hareketin hedefi olamaz. Komünizmi
istemek, yeryüzünde bir katliam istemekle özdeştir. Bu, Ispartalılarınki gibi, köleleri kılıçtan
geçiren bir düzen istemektir. Komünizm artık yoksulların ideali olamaz, yitirilmiş bir olanak
olarak. Bu nedenle sosyalistlerin kendilerini komünist olarak tanımlamamaları da gerekiyor.
Komünizm ideali artık bundan sonra muhtemelen, kapitalizmden canı yanan zengin ulusların ve
bunların emekçilerinin bir ideali olabilir.
Burada gereklilik ve mümkünlük bölümüne bir nokta koyalım. Bu alanda sosyalizmin nasıl
aşılmaz sorunlarla malul olduğu ortada. Şimdi hem gerekli hem de mümkün olduğunu var
sayalım. Yani insanlar sosyalizmi gerekli görecek; onun için savaşma gücünü kendinde bulacak
ve ne teknik gelişme ne de yeryüzünün kaynakları eşitlikçi ve dayanışmacı refah toplumunun
kuruluşu için bir engel teşkil etmeyecek. Burada özne sorununa geçelim. Bunu hangi özne
gerçekleştirebilir?
Cevap, en azından klasik biçimiyle İşçi Sınıfı'dır. Gerçekten de kapitalizmin yeryüzünde
büyüttüğü tek toplumsal grup işgücünü satarak yaşayabilenler kitlesidir. Ancak, ekonomi politik
bakımından aynı konumda olmak otomatikman aynı sosyolojik ve politik özelliklere yol açmaz.
Bu sadece bir olanağın yolunu açar o kadar. Evet kapitalizm insanları ücretliler haline getiriyor
ama aynı zamanda onları bölüyor da.
Biz sosyalistler, biraz da özlemlerimizin ifadesi olarak, kapitalizmin işçileri çoğaltma ve
birleştirme eğilimi üzerine vurgu yaptık hep; onun bölücü eğilimlerini ise daha ziyade yanlış
bilince, bilinçsizliğe, burjuvazinin propagandasının etkisine, eski üretim biçimlerinin kalıntılarına
vs. dayanarak ya da bu noktalara vurguyu yaparak açıklamaya çalıştık. Aslında, kapitalizmin
işçileri birleştirme eğilimi aynı zamanda bölme eğilimiyle birlikte var olmaktadır. Tıpkı artı
değerin düşme eğilimi gibi. Kapitalizmde bu eğilim vardır ama, bu eğilim aynı zamanda kendine
zıt eğilimleri de yaratır ve kendine zıt eğilimlerle birlikte bulunur.
97
Evet, kapitalizm bugün dünya çapında, tarihte hiç görülmemiş bir güç, iktisadi bakımdan türdeş
konumda bir toplumsal grup yaratmıştır ve bunu her gün yaratmaktadır da. Ne var ki, bu güç
şimdi tarihindeki en büyük bölünmeyle maluldur.
19 yüzyılda, en azından batı Avrupa ve kuzey Amerika'daki toplumsal olayları açıklamak için,
işçi sınıfı, burjuvazi, büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi; burjuvazi içinde de finans, sanayi,
ticaret burjuvazisi gibi alt bölünmeleri açıklayan kavramlar yetiyordu. Bu kavramlarla Amerikan
İç Savaşı'ndan, Bonapartizme, Çartist hareketten 1848 devrimlerine kadar bütün önemli tarihsel
olayları esas olarak açıklamak mümkündü. Tersinden ifade edersek: bu kavramlar olmadan 19
yüzyıl batı Avrupa tarihini anlamak mümkün değildir.
Yirminci yüzyılın tarihini ise, sadece bu kavramlarla açıklamak olanaksızdır. 20 Yüzyılın tarihini
anlamak için sosyalist (sosyal demokrat) ve komünist partilerin ve "sosyalist" denmiş devletlerin
toplumsal yapısını açıklayan bir teoriniz olması gerekir. Böyle bir teoriniz olmadan, ne faşizmi,
ne Stalinizmi, ne savaş sonrası refah döneminin reformist "sosyal devlet" politikalarını yani tarihe
yön veren temel güçleri açıklayamazsınız. Bu da işçi Sınıfı içi bürokrasi (sendika ve devlet
bürokrasisi, aşağı yukarı sosyal demokratlarla komünistlere ve Sovyetler, Çin, Doğu Avrupa'ya
denk düşer) kavramı olmadan olanaksızdır.
Ama günümüzün tarihini anlamak için bu kavramlar yetmez artık. Daha doğrusu bundan
sonrasının yaşayacağımız tarihi. Dünya işçi sınıfı, zengin ve fakir ülkeler arasında muazzam bir
bölünmeye uğramıştır. Bu lanetli bölünmeyi kavramadan, bu yönde kavramlarımız olmadan en
azından Sovyetlerin ve doğu Avrupa'nın çöküşünden beri yaşanan olayları; hatta bizzat bu
çöküşün izlediği yolu anlamak olanaksızdır. Körfez savaşından, Somali'ye; Berlin Duvarı'ndan
Eski Yugoslavya’daki savaşa; AİDS'ten Dünya Nüfus Konferansı'na; İslamiyet’in yükselişinden
Brezilya Ormanları'na kadar bir çok olayı bu bölünme ile biraz olsun kavramak mümkündür ama.
Bu bölünmenin lanetli sonuçlarının ne olacağını biraz kavramak için; işçilerin zengin-fakir ya da
siyah-beyaz olarak bölünmesinin en canlı örneği Güney Afrika'ya bakmak gerekir. Beyaz işçiler
hiç bir zaman, siyah işçilerin hakkı için savaşmadılar hata aksine, onların kendilerine rakip
olmaması için, kendi zümre çıkarlarını korumak için, burjuvazinin üretim tekniklerine bağlı
ihtiyaçlarından doğan kimi ayrımcılığı hafifletici tedbirlere bile en sert biçimde karşı koydular.
Bugün Avrupa'da veya zengin herhangi bir ülkede yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımını
savunan, (küçük devrimci, çoğunlukla da anarşist ve troçkist, gruplar dışında) hiç bir beyaz işçi
örgütü yoktur. Bir de geçen yüzyılda, beğenmediğimiz 2. Enternasyonal için böyle bir talebin
olmamasının bile düşünülemeyeceğini göz önüne getirelim, aradaki fark daha iyi görülür.
Bırakalım serbest işgücü dolaşımını talep etmeyi, beyaz işçiler, toplumun en ırkçı ve ayrımcı
kesimlerinden birini oluştururlar.
Bu durum yanlış bilinçle, ırkçı propagandayla filan açıklanamaz. Ortada tıpkı Güney Afrika'daki
türünden ama bu sefer dünya ölçüsünde bir bölünme vardır. Ortada yanlış bilinç değil beyaz
işçiler zümresinin kendi zümre çıkarlarını savunması vardır.
98
Bu durumda, yeryüzünün beyaz işçilerinin, yani şu zengin ülkelerin işçilerinin sosyalizm için
mücadele etmesi, ölü gözünden yaş beklemek olur. Onlar elbette kendi hakları için, burjuvaziye
karşı mücadele ediyorlar ve bunu oldukça iyi da yapıyorlar, ama bu kendi zümre çıkarları için
mücadeleden başka bir anlama gelmiyor. Bu zümre çıkarı uğruna mücadelelerin ise, dünya işçi
sınıfının genel çıkarı mücadelesine dönüşmesi olanaksız gibi. Bu kendi imtiyazlarından
fedakarlık etmek anlamına gelir. Yeryüzünde tarih boyunca hiç bir toplumsal grup kendi
imtiyazlarından genelin çıkarı için vaz geçmemiştir, aksine bu yöndeki girişimlere en kanlı
direnişleri göstermiştir. Beyaz işçinin, yeryüzünde eşitlikçe bir düzen için mücadele etmesi
demek, bugünkü iki üç odalı evinin bir odasını Bombaylı ya da Somalili bir aileyle paylaşması
demektir. Hiç bir işçi bunun için devrim falan yapmaya kalkmaz. Ama o evinin bir odasını,
mademki hepimiz insanız ve bütün insanlar eşittir diyerek paylaşmak isteyen, mülteci ya da
Emigreye (Göçmene) karşı her şeyi yapmaya hazırdır.
Beyaz işçiler belki sosyalizm de isteyebilirler. Ama bu onların yeryüzündeki imtiyazlarını
koruyan ve aynı zamanda meta üretimine değil de planlı bir ekonomiye dayanan ama ırkçı bir
sosyalizm olabilir. Bunun için önceki bölümde bir refah ve bolluk toplumu olarak sosyalizmin ya
da kısa adıyla komünizmin artık dünyanın yoksulları tarafından istenemeyeceğini söyledik.
Ama zengin ülkelerin işçileri; yani şu en modern ve kültive olmuş; varolan kapitalizmden daha
ötede bir toplumu örgütlemeye yetenekli tek toplumsal güç artık nesnel olarak yeryüzünde bir
sosyalizmi istememe eğilimindeyse, şu soru ortaya çıkıyor: sosyalizmi hangi güç
gerçekleştirebilir. Yeryüzünün siyah işçileri mi? Onlar ise yüzden fazla ulusa ve onun içinde
ayrıca zümrelere bölünmüş durumda. Bütün yeryüzünün geri ülkelerinde senkronize bir devrim
olanaksızdır. Birinde yada bir kaçındaki devrim ise hemen hemen hiç ayakta kalma şansına sahip
değildir. Tüm kapitalist dünyanın boykotu ve askeri tehdidi karşısında yaşayamaz.
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüxemburg gibi klasik sosyalistlerin hiç birisi, ileri ve zengin
ülkelerde bir sosyalist devrim olmaması, bunun olanaksızlığı üzerine düşünmediler bile, onlar
için Rusya gibi geri ülkelerde bir sosyalist devrim, bu ülkelerdeki sosyalist devrime bir itilim
verebilecek fazladan gelmiş bir olanaktı adeta. Bu devrimi yapanlar da, ileri ülkelerde bir
devrimin olanaksızlığını düşünmemişlerdi. Onlar bütün stratejilerini, ileri ülkelerin işçisi devrim
yapıncaya kadar zaman kazanmaya, ayakta kalabilmeye dayandırıyorlardı. Hatta Lenin, Rusya'da
bir demokratik devrimin Avrupa'da bir sosyalist devrimi kışkırtacağını, bırakalım sosyalist bir
devrimi bir yana Rusya'da bir demokratik iktidarın bile ancak bu olasılıkla ayakta kalabileceğini
düşünüyordu 1905'lerde.
Şimdi aynı mantığa bağlı kalarak soruyu şöyle sormak gerekiyor: Geri bir ülkedeki bir sosyalist
devrim ileri ülkelerdeki sosyalist bir devrimi kışkırtamayacağına göre ne yapmak gerekir? (Hatta
devrimi kışkırtmak bir yana ancak kendine karşı saldırıyı kışkırtabilir. Böyle bir devrim ayakta
kalabilmek için dünyanın diğer yoksul işçilerini kazanmak, dolayısıyla dünya çapında bir düzen
önermek ve de beyaz işçilerin varolan imtiyazlarını tehdit etmek zorundadır. ) Böyle bir soruya
Marks, Engels, Troçki, Lenin, Lüxemburg, hepsi normal olarak, "bu umutsuz bir durumdur,
99
yapacak bir şey yoktur. İnsanlık tarihinin zengin ve sanayileşmiş ülkelerin işçilerinin yeniden
devrim yapabilecekleri bir dönemini beklemek gerekir" bir cevap verebilirlerdi.
Yeryüzünde sosyalizmi istemeye istekli tek güç, dünya işçi sınıfının siyah işçiler zümresidir.
Yeryüzü işçilerinin büyük çoğunluğunu oluşturan bu zümre sosyalizmi nesnel olarak isteyebilir
ama bunu kurmaya gücü yetmez. Bunu yapabilecek beyaz işçiler ise istemez. Çıkmaz buradadır.
Aslında bu çıkmazı biz sosyalistler hariç, yeryüzündeki milyonlarca insan, günlük pratik
hayattaki deneyleriyle görüyor, hissediyor, seziyor. Bu nedenle de yeryüzünde eşitlikçi bir
toplum uğruna mücadeledense, kişisel olarak ya da Doğu Almanlarda olduğu gibi uluslar halinde,
gemisini kurtaran kaptandır deyip, zenginlerin arasına katılmaya çalışıyor. Katılamazsa da
"dertsiz başına" bir de sosyalizm deyip "dert açmak" istemiyor.
*
Hadi diyelim ki, beyaz işçiler hakkında yanıldık ya da dünyanın işçilerinin bölünmesi öyle
önemli değil, ya da siyah işçiler bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede.
Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. Önce bir programımız yok. Eskiden vardı, ama artık yok.
Nasıl burjuva devleti ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı
şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte bir araç olarak
kullanılamaz. Otobanlarıyla; turizmiyle; televizyonuyla bugünkü uygarlık sınıfsız bir toplumun
oluşumuna hizmet edemez.
Bu ders bir çok sorunları beraberinde getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş
dönemi sadece burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya
diktatörlüğü) sınırlı kalamaz; aynı zamanda bütün bu maddi uygarlığın dönüştürülmesini içeren
bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor
olacağı yerlerdir.
Ama bu aynı zamanda bizim programımız olmadığını da ortaya çıkarır. Başka bir uygarlığı
programlaştırmamız gerekiyor. Bir anlamda mutfak reçeteleri yazmak gerekiyor. Marks
geleceğin mutfağı için reçeteler yazmam diyordu. Ama biz gelecekte yaşıyoruz. Meşhur
deyimiyle gelecek çoktan başladı. Ama bu da, yeniden dairenin kapanması ve ütopizme geri
dönüş olmuyor mu?
*
Bir diğer zorluk, tarihten geliyor. Tarihsel maddeciliğe göre, yeni olan var olan üretim
ilişkileriyle çelişkiye düşünce doğar. Ama soyut bir kavram olarak TOPLUM'un tarihinde
böyledir bu. Somut tarihte ise Toplum diye bir şey yoktur. Uygarlıklar, Uluslar, İmparatorluklar
vs. Vardır. Ve o somut tarihte, bir düzeni yıkan gücün onun içinden çıktığı hiç görülmemiştir.
Kapitalizm ya da Burjuva uygarlığı antik uygarlıkların bağrında, onu yıkarak çıkmadı. O tabiri
caizse dünyanın kenarlarında ayrı biçimde, o güne kadar oluşmuş uygarlıkların yarattıkları
koşulardan yararlanarak; onların üzerinde ama aynı zamanda dışında; batı Avrupa'da -o zamanlar
Avrupa Dünya'nın "kenarı"ydı- ortaya çıktı. Aslında bütün insanlık tarihi öyledir. Bir üretim
100
biçimi; kendine uygun üretim ilişkilerini ortaya çıkarınca tutuculaşır, bir denge kazanır; kendi
içinden kendini yıkacak unsurlar çıkamaz. İnsanlık ilk bahçeciliği Anadolu, Kafkaslar'da
keşfetmiştir. Ama bu bahçecilikten, tarım uygarlığına geçiş, Mezopotamya'da gerçekleşmiştir.
Tarım uygarlıkları Nil, İndus, Dicle, Frat, Ganj, Sarı Nehir kenarlarında gelişmiş ama büyük
ticari ve demire dayalı uygarlıklar; Anadolu, İran, Akdeniz kıyılarında ortaya çıkmıştır.
Kapitalizm Akdeniz değil Atlas Okyanusu kenarında otaya çıkmıştır. Bütün bunlar eşitsiz gelişim
ile özetlenebilir. Ama bu özet bir sorunu gizlememeli. Eğer böyle ise, kapitalizmin yerini
alabilecek bir uygarlık da ABD, Japonya ya da Avrupa'da değil, başka bir yerde; onun bağrında
değil, onun dışında ortaya çıkabilir.
Bu durumda şöyle bir soru da ortaya çıkıyor: eskiden dünya büyüktü ve kenarlarda bir yerlerde
yeni bir şeylerin doğabilmesi için hala bir olanak vardı. Bugünkü küçücük dünyada; Coca
Cola'nın girmediği bir köy bile kalmamış dünyada bu olanak yitirilmiş değil midir?
Yani kapitalizmin kendi içinden değişimi mümkün görülmediği gibi; dışından bir şeyin oluşup
onun yerini alması olasılığı da ortalıkta görülmüyor.
*
İşte sosyalizmin problemleri bunlar. Bunlar ki, aslında problemler kataloğunun çok küçük bir
bölümü. Ama "barut yoktu" gibilerden temel bir bölümü.
Durum böylesine umutsuz?
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Önce kendimize, insanlığa ve ezilenlere karşı dürüst olmak gerekiyor. Yani aman insanlar
umutlarını yitirirler; moralleri bozulur bu da mücadele azimlerini azaltır gibilerden gerekçelerle
kaçamaklar yapmadan durumun, umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, rezaletini açıkça ortaya koymak
gerekiyor. Bunu başarmadan bir tek adım bile atmak mümkün değildir.
Peki bu umutsuzluktan; sosyalizmin, adeta olanaksızlığından hiç bir şey yapmamak gibi bir sonuç
çıkar mı? Eğer bir "bilimsel sosyalist" iseniz evet, ama bir ütopik ya da ahlaki sosyalist iseniz
hayır.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marks-Engels'in günahını almayalım. Onlar bilimsel olarak
dünya tarihi sosyalizme doğru bir gidiş içinde olduğu kanıtlandığı için sosyalist değillerdi; onlar
bu bilimsel kanıtlar olmadan da sosyalisttiler; inançlarına bir de bilimsel kanıtlar bulmuşlardı.
Bilimsellik sosyalist olmanın bir nedeni değil, o uğurda mücadelenin bir aracıydı. Sonra bu ikisi
yer değiştirdi. İnsanlar, bilimsel olarak sosyalizm tarihin gidiş yönünde bulunduğu için sosyalist
olmaya, ya da sosyalistliklerini böyle ifadelerle gerekçelendirmeye başladılar. Bizler de politik
kültürümüzü böyle edindik.
Peki, bilimsel olarak, sosyalizmin mümkün olmadığı kanıtlansa, sosyalist olmamak mı gerekiyor?
"Bilimsel Sosyalist" iseniz, tabii bizlerin politik kültüründen bir "bilimsel sosyalist" iseniz öyle.
101
Ama sorunu şöyle de koyabilirsiniz? Ezen var ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Bu dünya rezil,
iğrenç bir dünya, bu iğrençliğe karşı, dayanışmacı, eşitlikçi; kara değil insanların ihtiyaçlarına,
hatta yeryüzündeki tün canlıların ve yaşam koşullarının dengelerine göre üretim yapan bir düzen
gereklidir. Bilimsel olarak mümkün olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Ben tercihimi siperin bu
tarafında yapıyorum. Bu ahlaki bir seçimdir ve ütopik bir sosyalizmdir; yani zorunluluğu ya da
olanaklılığı bilimsel olarak kanıtlanmamış ve böyle bir kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir
sosyalizmdir.
Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki bir seçimde bulan bir sosyalizme ihtiyaçları var ve ancak
böyle bir sosyalizm onların mücadelelerine hizmet edebilir. Bundan sonra Bilimsel Sosyalizm
muhtemelen, sosyalizme karşı güçlerin sosyalizmin olanaksızlığını kanıtlamalarının ve ezilenleri
bu uğurda mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının aracı olacaktır. Böyle bir silahı onların
elinden alabilmek için, bizler, onlardan önce, yine bilimsel sosyalizmle durumun umutsuzluğunu
açıkça söylemeli, ve tam da bu umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiç
bir şey olmadığı için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız.
Elbette bilimsel sosyalizmin teorik araçları, yöntemleri, kavramları bu uğurdaki mücadelede
durumu daha iyi kavrayabilmek; güçleri daha iyi belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki
sosyalizmimize neden olan koşulları açıklayabilmek için kullanılabilir ama artık gerekçemiz
bilimsel değil, ahlaki bir seçimdir. Bunun içindir ki bu yazının başlığı bilimsel sosyalizmden
ütopik sosyalizme.
*
İşgale uğramış bir ülke düşünün; o ülkenin bütün ahalisi işgalcilerle işbirliği içinde ya da ona can
atıyor. Bu işgale direnmek gerekir diyenleri bir kaşık suda boğmaya hazırlar.
O işgale direnmek isteyenler ise; işgalciyi kovmak için ne yapacaklarını; kovmaya güçlerinin
yetip yetmeyeceğini; kovsalar yerine ne koyacaklarını, hasılı hiç bir şeyi bilmiyorlar.
Ne yapılabilir?
İnsanları tam da bu umutsuzluktan dolayı savaşa çağırmak gerekiyor. Evet bizim durumumuz
umutsuz; ama işbirliğine devam ederseniz o zaman hiç mi hiç umut yok demek gerekiyor.
Daha zengin bir hayat için değil; yok olmamak için mücadeleye çağırmak gerekiyor.
Sorun sosyalizmi daha kabul edilebilir; daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz fakirlikte
değil; refahta eşitlik istiyoruz gibilerden" ehlileştirmelere açıktan karşı çıkmak gerekiyor.
Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik"
önermeliyiz.
Zaten sorunların açıkça ortaya konuluşu başka bir öneriye olanak tanımaz.
Bütün bildiğimiz her şeyi unutmamız gerekiyor. Sosyalist bir hareketin doğup doğmayacağını;
doğarsa hangi güçlere hangi örgüt ve mücadele biçimlerine dayanacağını; hiç bir şey bilmiyoruz.
Her şeyi bir öğrenci olarak; içinde yaşayarak, yeniden öğrenmeyi öğrenmeliyiz.
102
Ömer Seyfettin bir hikayesinde "vatan bayrağın dalgalandığı yer değil midir" diye bir söz söyletir
ihtiyar forsaya. Bizler de nerede bir baskı ve sömürü ve ona karşı en cılız da olsa insani bir
direniş varsa orada yer almalı; onun içinde yaşayarak o yeni doğan biçimleri tanımaya anlamaya
çalışmalıyız. Örgütler kurmaya falan kalkmamalıyız. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa
vardır. Bugün yapılacak iş ordulaşmaya kalkmak değildir. Olamaz da zaten böyle bir şey.
Çeteleşmektir yapılacak iş. Nerede bir direniş varsa; hatta bu direnişi yapanlar eşkiyalar bile olsa
onların yanında yer almaktır.
Kendi problematiklerimizle o küçük direniş tohumlarını boğmaktan kaçınmalı; aksine onların
problematiklerini öğrenmeye, kavramaya çalışmalıyız.
Kapitalist toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan virüsler gibi, mikroplar gibi
yaşamalıyız. Sivrisinekler gibi onu sürekli vızıltılarımızla rahatsız etmeli; fareler gibi
kemirmeliyiz.
Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir sosyalizm
tohumu; belki bir olasılık olarak sosyalist bir hareketin kristalizasyonunda bir maya rolü
görebilir.
Unutmayalım, en son kaos teorilerinin kullandığı bir metaforla ifade etmek gerekirse, Çin'deki bir
kelebeğin kanat çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük de
olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak. Kim
bilir belki Amerika'da bir kasırga kopar!
103
Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Sorunları
(Eleştirilere cevap biçiminde konuları açmaya devam çabası)
Geçen kitapta yer alan "Bilimsel Sosyalizmden Ütopik sosyalizme" başlıklı yazıya gelen
eleştirilerin hemen hepsi mektuplar, eleştiriler, tartışmalar bölümünde yer alıyor. Bu yazıda,
kısmen o mektuplardaki yanlış anlaşılmış veya anlaşılmamış konular açıklanmaya, kısmen de
orada kısaca değinilip geçilmiş, ya da hiç değinilmemiş bazı konular açılmaya çalışılacaktır.
Bu kitap dizisi, her sayısında belli bir konuya ağırlık verecektir ama, genel olarak sosyalizmin
sorunlarının tartışılması ve bir genel bilanço çıkarılması çabası, kanımızca her sayıda
sürdürülmelidir. Biraz da bu anlayış ışığında, aşağıdaki yazı, sosyalizmin genel sorunları üzerine
genel bir tartışmayı daha fazla kışkırtma çabası olarak değerlendirilebilir.
*
Yanlış anlamalar: Kuşaklar, Politik Kültür ve Uslup Sorunları
Geçen kitapta, yazar, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmanın sorunlarından söz ederken,
gelecek kuşakların anlamayacağı; bugünkü kuşakların ise okumayacağını yazıyordu. Ama orada
yine de iyimser, gizli bir varsayım varmış: yazar kendi kuşağımdan ya da içinde yetiştiği politik
kültürden olanların en azından neler yazdıklarını anlayacağını düşünüyormuş. Yazar aynı politik
kültür içinde şekillendiği sosyalistlerin çoğu tarafından da anlaşılamamış. Gelen mektupların
çoğu bunu gösteriyor. Hatta en basit uslup sorunları bile anlaşılmamış, ya da yazar anlatamamış,
veya o kültürden iyice kopmuş.
Yazar, o yazısında örneğin: gelecek kuşakların kendisini anlayamayacağını, nalbantlık, traktörlük
benzetmeleriyle açıklamaya çalışıyordu. Gelen mektuplar daha canlı örnekler sunuyor kuşaklar
arası kopukluğun korkunç boyutları üzerine. Problemin çapını anlatabilmek için Devrim Güneş'in
mektubu daha somut bir örnek olarak kullanılabilir. Unutmamalı ki Devrim Güneş, duvar yıkılışı
öncesinin politik kültürüyle şekillenmiş biridir ve kuşak farkı çok büyük değildir. Gelecek
kuşaklarla ortaya çıkacak problemleri düşünmek bile olanaksız; varın siz tasavvur edin.
Örneğin Devrim Güneş şöyle yazıyor:
"Küçükaydın "Gelecekte bir sosyalizmin canlanışının ancak, gerçeğin gözlerinin içine
korkusuzca bakmaktan geçtiğine inandığım için. Gerçek devrimcidir diye düşündüğüm
için." diyor ve sorunun çözümünün " gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmakta"
geçtiğine inanıyor. Bense gerçeğin devrimci olup olmadığı bir yana, gerçeğin gözlerinin
içine bakarak bir şeylerin değişeceğini düşünmek idealistçe bir yaklaşımdır diye
düşünüyorum. Neden? Bireylerin gözünün içine bakmak, onları değiştirmek için yeterli
midir? Hayır! Üstelik bu durumdaki insan edilgen insandır. Edilgen insanın da bu konuda
devrimcilikten daha çok sufilikle özdeşleştirilebileceğine inanıyorum. Sorunları görmek,
gerçekliği kabul etmek ve realiteye uygun çıkış yollarını bulmak politikanın olmazsa olmaz
104
gereklerindendir. Görmek, yorumlamak yetmiyor bizim farkımız değiştirme kaygısını
taşıyor olmamız ve bu değişimin olabilirliğine inanmamız. Ancak Küçükaydın'ın yaklaşımı
biraz farklı; O umutsuzluk yüklü bir gemi. Son bir çırpınışla " Ama yine de denemeye değer
can çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz. Bu dünyada yapabileceğimiz
başka bir iş yok." diyor. Küçükaydın zorunluluktan söz ediyor ve bu dünyada yapabileceği
başka bir işi olmadığı için bu kavgaya devam diyor. Üzüldüm. Benim yapacak o kadar çok
işim var ki aslında. Zaten o işleri başarabilmek için sosyalizm istiyorum Sadece benim için
değil bütün insanlar için istiyorum."
Bu aktarılan paragrafta öylesine çok yanlış anlama iç içe bulunuyor ki, hiç olmazsa bunlardan
bazılarını göstermek yerinde olur. Bu, yanlış anlama olasılıklarının çapı hakkında (hem de aynı
politik kültürden insanlar arasında) bir fikir verebilir.
Örneğin, yazarın yazdıklarından gerçeğin gözlerinin içine bakmakla bir şeyin değişeceği gibi bir
anlam çıkar mı? Orada sadece; her türlü bilimsel ya da pratikle ilgili herhangi bir çabanın; her
türlü politik faaliyetin olmazsa olmaz bir koşulundan söz ediliyordu. Bu kadar zor mu bunu
anlamak? Lütfen!.. Ola ki yazarın dili sürçmüştür. Belki yanlış anlamaya müsait bir iki laf etmiş
te olabilir, (kaldı ki böyle bir durum yok) o zaman bile böyle hataları görmezlikten gelmek
gerekmez mi. Hani halkımızın dediği gibi: "söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun!" bari.
Sonra Sayın Devrim Güneş diyor ki, "gerçeğin devrimci olup olmadığı bir yana". Yani bu fikri
de pek tutmadığı, ama şimdilik eleştirmeye değer görmediği, belki de konuyu dağıtmamak için,
geçiştirdiğini ima ediyor. Keşke eleştirisini bu noktada yapsaydı. Daha ciddi bir konuya değinmiş
olurdu, hem de pek yanlış anlama olmadan.
Burada Sayın Devrim Güneş'e bir sır verilebilir. O fikir, yani "gerçek devrimcidir" fikri yazarın
değildir. Yazar onu Marks-Engels'ten öğrenmişti. Bunu herkesin, en azından kendisiyle aynı
politik kültürde (yani şu duvar yıkılması meselesinden önce) yetişmiş sosyalistlerin bildiğini
düşündüğünden bunu belirtme gereği bile hissetmemişti. Belli ki yanılmış. Ama eleştiri yazara
değil de Marks-Engels'e yapılsa daha iyi olur. Yazar sadece onların iyi bir talebesi olmaya çalıştı
ve çalışıyor.
Yazar hani yazısında "can çıkmadan huy çıkmaz"; "yapacak başka işimiz yok" falan diyor ya,
onlar da anlaşılmamış. Ve bu anlaşılmamışlık, kuşaklar arasındaki kopukluk hakkında çok somut
bir örnek oluşturduğundan biraz daha üzerinde durulmaya değer.
Yazarın çocukluğunda, milattan önce, yani şu sinema, televizyon, medya, kapitalist yarışma ve
kendini övme reklamcılığı insanları henüz yoğurmamışken. İnsanlar, başkalarına fırsat
bırakmadan kendileriyle alay ederler, kendilerini aşağılarlar; çok ciddi önemli işler yaptıklarına
inansalar bile, onu önemsiz göstermeye çalışırlardı. Örneğin Devrim Güneş gibi, onlar da "bütün
insanlar için sosyalizm" isterlerdi, ama "kendim için sosyalizm istiyorum" veya "yapacak işim
olmadığı için" veya "elimden başka bir iş gelmediği için" derlerdi. Tabii onları dinleyenler de,
aslında onların kendileri için sosyalizm istemediklerini, ama tevazularından dolayı öyle
105
dediklerini bilirlerdi. Ayrıca herkes, kendi için sosyalizm istemenin bir gerçeklik payını içerdiğini
de bilirdi. Ama böylece herkes aynı kültürde olduğu için bir anlaşmazlık çıkmazdı.
Ama o zamanlar başka bir dünya vardı. Bu dünyanın başkalığı şöyle bir kıyaslamayla daha iyi
anlaşılabilir. Bugün herhangi bir spor karşılaşmasına gidin. İnsanlar takım ya da sporcuların
taraftarıdırlar. Futbolcular örneğin bir gol atsa, taraftarlar çılgınlar gibi alkışlar ve bağırırlar; golü
atan futbolcular sevinçten ne yapacaklarını bilmezler vs., vs.. Her gün televizyonda böyle
yüzlerce sahne görürsünüz.
Ama bir zamanlar başka davranırlardı insanlar. Yazarın çocukluğunun geçtiği Ege kasabalarında,
Homeros'un anlattığı türden yağlı pehlivan güreşleri olurdu. O güreşlerde, güreş başlamadan önce
cazgır, güreşçileri "alta düştüm diye gönüllenme, üste çıktım diye böbürlenme" gibilerden
manilerle güreşe davet ederdi. Bir pehlivan diğerini yendi mi, o pehlivanı tutanların (ki o
zamanlar insanlar ya da takımları tutmak diye birşeyler de yoktu, belki sempatilerden söz
edilebilirdi)bırakın aşırı sevinç gösterileri bir yana, alkışlamak bile ayıptı. Güreşçiler de
yendikleri zaman öyle fazla sevinç gösterileri yapmazdı. Yapanlar ayıplanır, görgüsüz kabul
edilirdi.
İşte, yazar o satırlarda, çocukluğumda tanıdığı artık o unutulmaya yüz tutmuş kültüre
sahiplenerek derdini anlatmaya çalışıyordu. Yani kendisiyle alay ediyordu. Tabi her alay gibi
onda da bir gerçeklik payı vardı. Çünkü ilk okulu bitirdiği gün babasının Çetin Altan'ın Taş
köşesini kıvırıp, gazeteyi eline verip "bunu her gün okumalısın oğlum" dediği günden beri
politikaya ve sosyalist politikaya angaje bir insandı. Bunun dışında ne bir dünyası, ne de bir
hayatı olmuştu. Bu nedenle kendi durumuna dışarıdan bakması çok zordur; ve başka bir seçim
yapacak durumda da değildir. İşte bu nedenle son derece sübjektif olabileceği olasılığını göze
batırmak; kendi konumuna belli bir mesafeden, biraz dışarıdan bakabilenlerin
söyleyebileceklerini ifade edebilmek için "yapacak başka işimiz yok" falan diye yazıyordu.
Yazara şöyle bir eleştiri yapılabilirdi ve bu daha akıllıca bir eleştiri olurdu: kendini aşağılar gibi
yaparken aslında övdüğü söylenebilirdi. "Yapacak başka işim yok" demek, aynı zamanda, ben
hayatımı sosyalizm mücadelesine adadım bundan sonra da adayacağım anlamına da gelirdi. Onun
da, kendi kuşağından bir sürü devrimci gibi, bu işlerin bilmem nesi olduğundan, kendini
aşağılarmış; kendiyle alay edermiş gibi yapıp aslında kendini övdüğü söylenebilirdi. Bu yorum
pek de boş olmazdı. Ne yazık ki Devrim Güneş'te bu türden bir eleştiri yok.
Bu farklı anlayışın, bu kültür farkının somut bir yansıması eleştirmenin isminde bile görülebilir.
Eleştirmenin kendisine seçtiği isim ile eleştirdiği metni anlayamaması arasında bir ilişki var
aslında. Örneğin Devrim Güneş'in hakiki adı Ali, Veli, Ahmet, Mehmet türünden çok rastalnan
sıradan bir isim, soyadı da öyle. Ama yazıda kullanılan isim Devrim Güneş. Hem Devrim, hem
de Güneş. Çok devrimci, çok mücadeleci, çok sosyalist isimler. Bu Devrim Güneş için son derece
olağan normal bir şey olsa gerek; belli ki o inancının gücünü mahlasıyla da ifade etmek istiyor.
Yazarın bu bakımdan oldukça şansı var. Adı Demir. Proletarya gibi, ya da onu çağrıştıran bir
isim. Bilinir Proletaryanın esas çekirdeği metalürji işçileridir. Metaller içinde de en önemlisi
106
demirdir. Sonra çelik çekirdekleri falan da hatırlatıyor. Eh soyadı da fena sayılmaz. Arada küçük
burjuvaziyi anıştıran bir Küçük var ama onu atınca Aydın kalıyor. Aydın bilimle, hem
aydınlanmayla, hem aydınlarla ilgili. Eh proletaryaya bilinci de aydınlar götürdüğünden aslında
son derece Leninist bir kombinasyon oluşturuyor. Ama yazar böyle isimlerin değerini
anlamadığımdan, bundan 20 yıl önce bile, gizli bir devrimci örgüt kurarken, herkes kendine çok
devrimci proleter isimler alırken, tutup Bahattin Harman gibi, hem din ile ilgili, esrar içip kafa
bulmayı çağrıştıran bir isim almıştı.
Eskiden insanlar babaları onlara gurur duyacakları isimler takmışsa bile, şair ya da yazarsalar
kendilerine kendilerini hor gören isimler takarlardı: örneğin Fuzuli gibi. Koca şair kendine
"gereksiz" adını veriyordu. Devrim Güneş de bir gün yazılarında Devrim Güneş gibi gereksiz
değil de, örneğin "Gereksiz" gibi gerekli bir isim kullanırsa yazarın ne dediğini ya da en azından
ne demediğini anlar.
Ne yazık ki, sorun sadece değerlerin ve kültürün değişmesinden doğan anlama zorluklarıyla da
sınırlı değil, bir de yazının siyasi ve edebi yönlerinin de anlaşılamaması söz konusu. Zorlukların
çapının daha iyi görülebilmesi için yine şu "alışmışız, yapacak işimiz yok" meselesi örnek olarak
kullanılabilir. Yazar başta "niye bu yazıyı yazıyorum öyleyse" diye soruyor. Son derece, insani ve
öznel bir noktadan yola çıkıyor. Ona önce da "huy çıkmaz veya umut çıkmaz diye" bir cevap
veriyor. Bu cevap da son derece özneldir, ama öznelliğini öylesine göze batırır ki, o öznelliği
yaşayanların nesnel durumunun ifadesidir. Ancak bu henüz politik cevap değildir, geçici,
evrensel insani boyutla ilgili bir cevaptır. Esas cevap yazının son cümlesindedir. Şu kaos
teorilerinin "kelebek kanatı çırpıntısı" olmak metaforu. Bu ise nesnel durumdan çıkarılmış bir
sonuçtur ama aynı zamanda yazarın başta sorduğu "niye yazıyorum" sorusunun gerçek ve
politik cevabıdır. Yazı öznelden nesnele gider, sonunda da nesnelden öznele döner. Diyalektik
bir şekilde yazıda nesnellikler öznellikler; öznellikler de nesnellikler haline dönüşür. Yani küçük
de olsa o yazıda kendi kendini yaratan bir sistem kurulmuştur
Yazarın yazılarını çoğu, kendi içinde bir sistem oluşturup, kendi üzerlerine kapanırlar. Yani
Hegel'in sistemi ya da Marksizm gibidirler. Aslında yazı bu niteliğiyle de; çok gizli bir başka
mesaj içerir. O bu sistem olma niteliğiyle, artık büyük teorik sistemlerin mümkün olmadığını
söyleyen zamane anlayışlarına ya da post-modern anlayışlara karşı bir mesaj verir. Hegel, Marks
geleneğine bağlılığını ifade eder. Yani dolaylı olarak; niteliğiyle "büyük anlatı"ların bittiğini
olanaksızlığını söyleyenlere; ya da çok moda olan global veya bütüncül teorik sistemlerin
totaliter baskıcı rejimlere yol açtığı gibi anlayışlara karşı durur ve bizzat varoluşuyla kendini
bizzat bir karşı delil olarak ortaya koyar.
*
Sonra şu sivrisinekler, fareler, mikroplar metaforları da hiç anlaşılmamış. Bir kaç ipucu da bu
konularda verilebilir.
Birincisi orada, "Kapitalist toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan" sözleriyle,
Marks'ın bezirgan sermayeyi ve Yahudiliği tanımlamasına, onun "toplumun gözeneklerinde
107
(mesanelerinde)" sözlerine bir anıştırma yapılır. Yahudilerin, dünyanın dört bir yanına
sürülmelerine rağmen binlerce yıl ayakta kalıp varlıklarını sürdürmüş oldukları noktasından
hareketle; önümüzdeki uzun yıllarda bizlerin de benzer durumda olabileceğimiz fikri verilir.
Buna hazırlıklı olmak gerektiği vurgulanır.
İkinci ipucu: Mikrop, Sivrisinek, Fare gibi genellikle iğrenç hayvanlar bir sembol olarak
benimsenir. Bununla da bir taşta birkaç kuş vurulmaya çalışılır.
Birincisi, "biz sosyalistler önümüzdeki uzun yıllarda normal burjuva toplumu tarafından bu
iğrenç yaratıklar gibi görüneceğiz. Ezilenler bile bizi böyle algılayacak. Aslında bizler de,
modern toplumu bir şehre benzetirsek, onun lağımlarında, çöplüklerinde, bataklıklarında
varlığımızı koruyabileceğiz. Yani toplumun en alt, marjinal, en alt tabakaları arasında" denmiş
olur.
İkincisi, bu iğrenç yaratıklar gibi olmamız gerektiği söylenerek. Aslında sosyalistlerin varlığını
sürdürmesinin mümkün olduğu ifade edilmiş oluyor. Bir şehrin temizliği ancak lağım ve
çöplükleri varsa mümkün olur. Lağım ve çöplük varsa orada fareler ve mikroplar da olacaktır.
Hep altta kalsalar, bastırılsalar, görülmeseler bile var olmaya devam edeceklerdir.
Üçüncüsü, bu yaratıklar benimsenerek, ezilenlerin tipik bir geleneğine anıştırmada bulunuluyor.
Ezilenler, ezilmelerine karşı ilk tepkilerinde kendilerini ezenlere benzemeye çalışırlar. Örneğin
siyanlar beyazlara benzemeye çalışır: Malcolm X, Malcolm X olmadan önce saçları beyaz
adamınki gibi düz olsun diye saçlarını ütüler. Kadınlar erkeklere benzemeye çalışır: George
Sand, erkek adı alıp pantolon giyer. Sömürgeler gelişmiş ülkelere benzemeye çalışır: Atatürk'ler,
Mao'lar, Nasır'lar, hepsi Batı Uygarlığı gibi olmayı hedef koyar. İkinci aşamada ezilenler
ezenlerin onlara yükledikleri kimlikleri yüceltirler. Örneğin siyahlar, siyah güzeldir der. Kadınlar
kadıncıl değerleri yükseltmeye çalışır. Geri ülkeler batılı ülkeler gibi olma hedefinden vaz
geçerler. (Bu sürecin çok başındayız ama örneğin İslam'a, "kendi kültür ve değerlerine"
yönelimin böyle bir yanı da var kanımca. İslam'ın yükselişinin bu tarihsel yanı ayrıca
incelenmeye değer.) Kanaken, beyaz adamın küfürü iken, ezilen yerlinin gurur duyduğu kendi
kendini tanımlaması olur. Ya da Türkiye'de olduğu gibi Kürt aşağılama iken, Kürt'ün gururla
söylediği bir sıfat olur. Eh modern toplum da bizleri fareler mikroplar gibi göreceğinden;
ezilenlerin o geleneğine dayanılarak, mikroplar gibi, fareler gibi denerek aşağılayıcı sıfatlara
sahip çıkılır.
Ama yazar burada da kalınmaz. Çünkü "Siyah güzeldir" demek, ya da kadıncıl değerleri
yükseltmek vs. aslında ezenin değerlerinin zıddıdırlar, dolayısıyla onun ufku içine hapistirler; onu
aşma, başka bir şey oluşturma yeteneğinde değildirler. (Dolayısıyla politik islam da ne denli batı
karşıtı olursa ve görünürse görünsün aynı hastalıkla maluldür.) İşte o iğrenç yaratıklara sahip
çıkılır ama onlar olumlanmaz. Sadece demistifize edilmeye çalışılır. Siyahı aşağılayıcı ya da
yükseltici bir anlamda da kullansanız aslında onu mistifize etmiş, yabancılaşmış, onun esiri
olmuş olursunuz. Bu tuzağa düşmemek için o hayvanlar yüceltilmez, onlara olumlu anlam
verilmez. Nötr olarak kullanılır. Olumsuz bir anlam da verilmez. Tabiri caiz ise boş düşürülürler.
108
Bu açıklamalardan sonra Devrim Güneş'in yazıyı başka bir ışık altında okuyacağı ve yazarın ne
demek istediğini daha doğru olarak anlayacağı umulur. Bu uzun açıklamalardan amaç Devrim
Güneş'in eleştirisini somut bir örnek olarak kullanarak, ezilenlerin ortak hafızasının kuşaklar
arasında aktarılmasının günümüzde ortaya çıkan zorluklarının biraz olsun somutlanabilmesidir.
Yani sosyalizmin sorunlarını açma çabasıdır. Ayrıca yazar kendisini saçma iyimserliklerden ve
ham hayallerden kurtardığı için Devrim Güneş'e gerçekten teşekkür eder.
Umutsuzluk ve Umut
Mektuplara da yansıyan ama sözlü olarak dile getirilen en önemli eleştiri, yazarın çok umutsuz
olduğudur. Şunu açıkça, tekrar, belirtmeli ki: durum umutsuzdur, yazar değil. Yazarın çok
umutsuz olduğu yönündeki eleştirileri yapanlardan çoğundan, "durum aslında öyle değildir
şöyledir" veya "durum dediğin gibidir ama ondan öyle değil de böyle bir sonuç çıkarmak gerekir"
gibilerden durumu, duruma ilişkin yargıları ve kabulleri veya çıkarsamaları tartışan eleştiri
gelmedi. Yazarın öznel durumuna ilişkin eleştiri yapanlar nesnel duruma ilişkin bir tartışmaya
çekilmeye çalışıldığında, bundan sürekli kaçınıldığı görülüyordu. Bu da, aslında, yazıda
belirtilmiş son derece insani bir tepkinin ifadesiydi.
Yazıyı okuyup da durumu değil, yazarı umutsuz görenler, yani umutsuzluğun nesnel durumun
ifadesi değil yazarın öznel yargısı olduğunu söyleyenler ya da yazanlar, aslında tamamen nesnel
durumu hiç yansıtmayan öznel yargılarını ifade etmektedirler. Ve eleştiri yazan sosyalistlerin bu,
durumun berbatlığını görmeyen, öznel değerlendirmeleri, nesnel bir gerçek olarak, durumun
çıkışsızlığını, umutsuzluğunu katmerlendirmektedir. Eğer bütün sosyalistler, ya da onların ezici
bir çoğunluğu yazar gibi "umutsuz" olabilseydi; ya da yazarın ifadesiyle "Durumun
umutsuzluğunu" görebilseydi, durum daha fazla umut vadedici olabilirdi. Yazarın yapmaya
çalıştığı aslında tam da budur. O durumun umutsuzluğundan bir mücadele stratejisi çıkarmaya
çalışmaktadır. Yazara göre umut, durumun umutsuzluğunun kavranmasındadır. Umut
umutsuzluktadır.
"Negatif Diyalektik"
Aslında durumun umutsuzluğunu görmeyen ya da görmek istemeyip yazarın umutsuzluğu
biçiminde tepki gösterenler gizli bir varsayımı paylaşıyorlar: durum umutsuzsa mücadele etmenin
anlamı yoktur. Ya bu işi bırakmak, ya da intihar etmek gerekir. Umutsuz bir insan mücadele
edebilir mi?.
Yazar bu varsayımı paylaşmamaktadır. Her ne kadar bizler, marksizmin evrimci, aydınlanmacı
yorumlarıyla aşırı yoğrulduğumuzdan, kavramakta güçlük çeksek de umutsuz bir durumdan da en
az umutlu bir durumdan olduğu kadar mücadeleci gelenekler çıkar. Hatta insanlık tarihinde
umutsuzluktan çıkan mücadeleler daha önemli bir yer tutarlar. Bizler, aydınlanmacı zaman ve
iyimserlik kavramıyla yetiştiğimizden, kavramakta güçlük çekebiliriz ama sınıflı toplumlar
boyunca; insanların kafasında düzgün doğrusal değil daha dairesel, çıktığı yere dönen; ya da artık
sonuna gelinmiş zaman kavramlarının olduğu antik uygarlıklar çağında, binlerce yıl, insanlar yine
109
de adil, baskısız bir hayat ve toplum özlemi için mücadele etmekten geri durmamışlardır. Hatta
insana zerrece seçim hakkı ve umut tanımaz görünen en kaderci felsefeler, en keskin, en radikal
mücadelelere dayanaklık etmişlerdir. En radikal isyanlar, kıyamet habercisi Mehdi'lerin
öncülüğünde yapılmışlardır. Mesih'ler "Mahşer günü yakın" diyerek insanları mücadeleye
çağırmışlardır.
Tarih boyunca hemen bütün ayaklanmalar umuttan değil, umutsuzluktan, yapacak başka hiç bir
şey kalmamasından dolayı patlak vermeşlerdir. Umut ise, onlarca, yüzlerce, binlerce yıl,
toplumun derinliklerinde ve ortak hafızasında gizlice yaşamış bu çicek, umutsuzluk patlamaya
yol açtıktan sonra tekrar yeşerebilecek bir toprak bulur. Umutsuzluğun yol açtığı ayaklanmalar
umudu yeniden yeşertir. Umudu yaratan umutsuz durumlardır. Umudunuz varsa, kaybedecek bir
şeyiniz var demektir. Ama umudunuz yoksa, artık kaybedecek hiç bir şeyiniz yok demektir.
Tıpkı, köşeye sıkışmış bir kedi gibi her şeyi yapabilirsiniz. Umutsuzluk, kaybedecek umudun bile
olmaması en radikal eylemlerin; en uzun soluklu girişimlerin ana koşuludur. Sanılanın aksine,
umutsuzluk umuttan daha patlayıcı ve devrimcidir.
Aslında Marksizm, Tarihsel Maddecilik, "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel Toplum Kuramı"
aracılığıyla iyimser; aydınlanmacı; teknik hayranı özelliklerinden çoktan kurtulmuştur. Ama bu
teorik kazançlar ve katkılar, ne yazık ki binlerce sosyalist için, büyük ölçüde bürokratik ve
reformist sosyalizmin yerleştirdiği önyargılar nedeniyle anlaşılmaz ve bilinmez kalmaya;
dolayısıyla marksizmin en devrimci yanı ve geleneğinden kopukluk sürmeye devam etmektedir.
Umutsuz olarak, reddediş aracılığıyla mücadele geleneği, tarihsel maddeciliğin bu gerçek dip
akıntısı; faşizmin yükselişi esnasında en verimli felsefi ürünlerini ortaya çıkardı. Benjamin,
Marcuse ve Adorno bu çabanın en bilinen isimleridir. Yazar da geçen sayıdaki yazısında aslında
bu geleneğe, bu "negatif diyalektiğe" dayanmaktan başka bir şey yapmıyordu; yazar sadece
faşizmin yükselişinden de daha dehşet verici bu günkü durumu yaşadığı için; o zaman hiç
tartışılmamış ya da olası görülmemiş birkaç küçük adım atıyordu sadece. Aslında tarihteki her
yeni fikir de küçük adımlardan ibarettir.
Yazarı umutsuzlukla suçlayanlara ve umutsuzluğun sosyalizmle veya bir mücadele ile
bağdaşmayacağını savunanlara, Herbert Marcuse'nin şu satırları en iyi cevabı verir ve yazarın
tavrını en mükemmel biçimde ifade eder:
"Hiçbirşey bunun iyi bir son olacağını göstermiyor. Yerleşik toplumların ekonomik ve
uygulayımsal yetenekleri en alttakilere yeni düzenlemeler ve ödünler için olanak sunacak
denli yeterli ve geniştir, ve silahlı güçleri ivedi durumlar ile ilgilenecek denli eğitimli ve
donanımlı. Bununla birlikte, hortlak yine oradadır, ileri toplumların sınırlarının içerisinde
ve dışarısında. Uygarlık imparatorluğuna gözdağı veren barbarlar ile yüzeysel ve tarihsel
koşutluk soruna önyargı getirmektedir; barbarlığın ikinci dönemi pekala sürekli uygarlık
imparatorluğunun kendisi olabilir. Ama şans şudur ki, bu dönemde tarihsel uçlar yine de
buluşabilirler: en ileri insanlık bilinci, ve onun en sömürülen gücü. Bu bir şanstan ötesi
değildir. Eleştirel toplum kuramının şimdi ve bunun geleceği arasındaki uçurumu
110
birleştirebilecek hiçbir kavramı yoktur: hiçbir söz vermeksizin ve hiçbir başarı
göstermeksizin, olumsuz kalmaktadır. Böylece, umutsuz olarak, yaşamlarını Büyük
Reddedişe vermiş olanlara ve verenlere bağlı kalmayı istemektedir.
Faşist evrenin başlangıcında Walter Benjamin şunları yazmıştı:
Nur um der Hoffnungslosen Willen ist uns die Hoffnung gegeben.
Salt umutsuzlar uğrunadır ki bize umut verilmiştir."
Marksizme Veda mı?
Yazara yöneltilen bir diğer eleştiri de, onun Marksizm’e veda dediğidir. Yazının başlığı bile
"Bilimsel Sosyalizmden Ütopik Sosyalizme" değil miydi?
Bu eleştiri de yazılanın ne olduğunu hiç anlamamakla maluldür. Yazı dikkatlice okunursa yazarın
tümüyle tarihsel maddeciliğin klasik, otantik kavramlarına, kategorilerine dayanmakta olduğu
görülür.
En genel anlamıyla yazarın anlatmaya çalıştığı nedir aslında? Bunu yine Tarihsel Maddeci
geleneğin eğretilemeleriyle açıklamaya çalışalım. Bilindiği gibi, Marks, Devrim'i hep bir
Doğum'a benzetir. Çok yerinde bir benzetmedir bu. Doğum dediğimiz şey de, ister bir civcivin
yumurtasının kabuğunu kırması, isterse memelilerdeki gibi bir süreç olsun, Devrim denen o
mucizenin doğadaki bir örneğidir.
Marks'ın örneğine bağlı kalırsak, Marks sosyalizmin normal bir doğumla dünyaya geleceğini
düşünüyordu. Lenin ve Troçki de aynı geleneğe bağlıydılar. Bizzat yazar da, doğumun
başlangıcının pek normal olmasa da, bir süre sonra normal bir doğum olacağını son yıllara kadar
düşünüyordu: Normal doğum demek, ileri ülkelerde sosyalist devrimlerin olması demektir.
Ama doğada bütün doğumlar normal geçmez, bazı doğumlarda çocuk ters gelir, veya doğarken
geçeceği havsala çok dardır, geçemez; veya yumurtanın kabuğu kalındır, içindeki civciv onu
kıramaz. İşte o zaman, memelilerde anasıyla birlikte yavru da ölür gider. Tek çıkış yolu,
Sezaryen yapmak olur. Toplum'da sezaryen ise, uzaydan başka bir uygarlığın gelip, insanlığın
sosyalizmi doğurmasına yardım etmesi olabilir. (Belki UFO hikayeleri böyle bir beklentinin
bilinçsiz ifadesidirler.)
Peki, ileri ülkelerde sosyalist devrim olma olasılığı kayboluyorsa veya kaybolmuşsa ne olur?
Bizim ustalardan hiç bir bunun üzerine düşünmedi, böyle bir olasılığı hesaba katmadı. Şimdi bu
ihtimal; yeryüzü işçi sınıfının siyah-beyaz bölünmesi nedeniyle ortaya çıkmış bulunuyor. Bu,
örneğimize bağlı kalırsak, çocuğun ters gelmesi demektir. Sırf geri ve yoksul ülkelerdeki bir
devrimle veya sosyalizm girişimleriyle sosyalizm çocuğu doğamaz. Uzaydan birilerinin gelip
çocuğu çevirmesini de beklemek mümkün değil.
İşin kötüsü, tarihe baktığımızda, toplum tarihinde bir tek bile normal doğum olmadığını görürüz.
Bu nedenledir ki bütün uygarlıklar yıkılmıştır. Bunu Kıvılcımlı da, ki kapitalizm öncesindeki
111
devrimlerin temel yasalarını bulmuştur, teslim ediyordu. Sadece, Kıvılcımlı da, ustaların
geleneğine bağlı olarak, Kapitalizm'le birlikte işlerin değiştiğini, insanlığın sosyal devrimi
bulduğunu söylüyor, çağına uygun iyimser beklentiler içinde bulunuyordu. Ne yazık ki, Tarih bu
beklentileri haklı çıkarmadı.
İşte bugünkü kapitalist uygarlık, tıpkı antik uygarlıkların durumuna dönmüştür. Antik çağlarda,
bir türlü doğuramayan, can çekişen o uygarlıkları öldürecek barbarlar vardı. Ama artık onlar da
yok.
Troçki de, bir yerde, sosyalist devrimin ileri ülkelerde değil de önce geri bir ülkede, Rusya'da
gerçekleşmesinin ortaya çıkardığı, bizim tersinden gelme şeklinde ifade ettiğimiz, durumu
Tarihin yumağının tersinden, yani yumağın ortasındaki ucundan, açılmaya başlamasıyla ifade
ediyordu. O bunu yazarken, bir gün ileri ülkeler işçisinin sosyalist devrimi yapıp, yumağı normal,
dışarıdaki ucundan açacağı beklentisindeydi. Ama bu gün ortada böyle bir beklenti için hiç bir
neden yok artık. Durumun korkunçluğunu en iyi Güney Afrika benzetmesi verir: Güney
Afrika'nın beyaz işçileri hiç bir zaman siyahlar için veya onlarla birlikte savaşmadılar, aksine hep
onlara karşı durdular.
Bir yumağı tersinden açmaya kalkın bakın, ortaya sadece çözülmez bir Gordiyos Düğümü çıkar.
Eskiden öyle düğümleri, barbar İskender'ler çözemeseler bile hiç olmazsa kılıçlarıyla kesermişler.
Bugünün dünyasında Uzaydan gelecek İskenderleri bekleyecek halimiz de yok.
Tarih'e böyle bakıldığında, iyimser, ilerlemeci "Devrimler tarihin lokomotifleridirler" (Marks,
Kıvılcımlı) önermesinden ziyade; "Devrimler tarihin imdat frenleridirler" (Walter Benjamin)
önermesinin durumu daha doğru ifade ettiği görülür.
Ama bütün bu sorunlar Tarihsel Maddeciliğin sorunlarıdır. Yani tarihsel süreci yönlendiren ve
temel eğilimlerini belirleyen yasaların neler olduğuna ilişkin sorunlardır. Bütün bu sorunlar
üretici güçler, ilişkiler, sınıflar, devrim gibi temel kavramlarla ele alınır. O Tarihsel Maddeciliğe
dayanarak, artık sosyalizm için mücadelenin gerekçelerini tarihsel yasalarda değil, ahlaki
seçimlerde bulabileceğini söylemektedir. Tarihsel maddeciliğin bulduğu yasalar; toplum tarihinin
eğilimleri artık bizi buna zorluyor demektedir. Ama bu da çelişik bir durum yaratmaktadır.
Bu çelişik durumu kavramak için, Fizik tarihinden bir örneğe başvurulabilir. Galiba Heisenberg,
yüzyılın başında, bir fizikçiler kongresinde, Kuantum Teorisine göre nedenselliğin olamayacağını
kanıtlayan bir konferans verir. Kongreden sonra, bir başka fizikçi, "Konuşmacı nedenselliğin
niçin olamayacağını nedenleriyle çok güzel açıkladı" diye özetler konferansı ve çelişkiye dikkati
çeker. İşte yazar da, artık sosyalizm için mücadelenin Bilimsel Sosyalizm'de, ya da Tarihsel
Maddecilik'te gerekçesini bulamayacağını Tarihsel Maddeciliğe dayanarak açıklamaktadır ya da
bunu iddia etmektedir. Aynı paradoksu şöyle ifade etmek mümkündür: Bilimsel sosyalizmden
ütopik sosyalizme, bilimsel sosyalist bir yazıdır. Ne Kaos teorileri, ne de Yeni-Malthusçuluk söz
konusu değildir.
112
Yeni Malthusçuluk ve Gezegen Çapında Apartheit
Bu vesileyle Yeni-Malthusçuluk ithamı üzerine bir kaç söz. Biz sosyalistler, nüfus sözünü
duymayalım, hemen pirelenir, ardında Malthusçuluk aramaya başlarız. Yeni-Malthusçuluk ithamı
da böyle bir şey. Bilindiği gibi, Malthus, Nüfus geometrik, yiyecekler aritmatik diziyle artıyor
diyordu. Marks da ona karşı, ortada biyolojik ya da fiziksel bir olgu değil; üretim ilişkilerine
bağlı, toplumsal bir olgunun sözkonusu olduğunu söylüyordu. Sonra da tarımsal üretkenliğin,
yani Malthus'un yiyecek kaynakları dediği şeyin niye yavaş arttığını, bunun rantla, toprak
tekeliyle ilişkisini; sanayide ise fazla nüfus gibi görünen şeyin aslında tam da aşırı üretimden;
yani fazla ürünlerden ortaya çıktığını kanıtlıyordu. Yazar da bütünüyle Marks'a katılmaktadır,
sorun bu çerçevede kaldığı sürece.
Ama yazar, Tam da Marks'ın dediği doğru olduğu için; yani kapitalizm tarımsal ürünleri sanayi
üretiminde olduğu gibi devasa ölçülerde arttırabileceği ve hatta arttırdığı için ortada bir problem
görmektedir. Marks, Kapitalist üretim sürecini incelediği Das Kapital'de, yeryüzünün sınırsız ve
sonsuz olduğu noktasından hareketle bütün analizlerini yapmaktadır. Ama şu dünya dediğimiz
şey, büyükçe bir uzay gemisinden başka bir şey değildir. Bir uzay gemisinde sermayenin hareket
yasalarını incelemeye kalktığınızda; fiziksel sınırlara toslarsınız. Hem de tam Marks'ın dediği
doğru olduğu için; yani kapitalizm bir genişleyen yeniden üretim yordamı olduğu için; yiyecek
üretimi gereğinde nüfusun on misli hızla arttırılabileceği için. Malthus'un değil, Marks'ın dediği
doğru olduğu için.
Elbet bugün de yeni-Malthusçular var ve onlar da yeryüzünde nüfusun fazla olduğundan söz
ediyorlar; hatta yeryüzünün sınırlılığından; ama onlar buna dayanarak, aslında üçüncü dünya'nın
yoksullarını katletmenin teorisini yapıyorlar. Açlığın hüküm sürdüğü hiç bir üçüncü dünya
ülkesinde metre kareye düşen insan sayısı Avrupa veya Japonya kadar yüksek olmamasına
rağmen, üçüncü dünyada nüfus patlamasından ya da aşırılığından söz ediyorlar. Bu ayrı bir
konudur, yeryüzü kaynaklarının rasyonel ve eşit bir kullanım ve dağılımndan kaçmayla ilgili bir
sorundur. Ve bu niteliğiyle aslında yazarın ileri sürdüğü; gezegen çapında Apartheit'ın ideolojik
bir ifadesidir.
Yeni Malthusçuluğa karşı çıkış, eskisine karşı çıkış gibi olamaz. Eskisinde, hayır kapitalizm
üretimi nüfustan çok daha büyük hızlarla arttırabilir; sorun az üretimden değil, aşırı üretimden
veya toprak tekelinden çıkmaktadır deniyordu.
Yeni Malthusçuluğa eskisine karşı çıktığımız argümanlarla karşı çıkamayız artık: örneğin, aşırı
lüks, kapitalizmin yarattığı gereksiz üretimler olmasa yeryüzü bütün insanlara her türlü
ihtiyaçlarını karşılayacak kaynakları sunar gibisinden. Böyle bir karşı çıkış, yeni
Malthusçuluğun; gezegen çapındaki apartheitin ideolojik egemenliği altına girmek; ona onun
varsayımlarıyla karşı çıkmak demektir. Bu karşı çıkış, ilkesel değil, ampirik düzeyde bir karşı
çıkış olur. İstatistiksel olarak; ampirik düzeyde haklı da olabilirsiniz. Ama sadece onun ideolojik
egemenliğine hizmet etmiş olursunuz. Ampirik olarak yetersiz olduğu kanıtlandığında yeniMalthusçuluğun çıkardığı sonuçları da kabul etmiş olursunuz. Zaten öyle düşündüğünüz içindir
113
ki, ona ampirik düzeyde karşı çıkmaktasınızdır. Dünyanın beyaz işçilerinin zümre çıkarlarını
savunanlar; ya da hala onlardan bir şey umanlar bu tür argümanlar vermeye eğilimlidirler; zaten
ancak bu türlü argümanlarla beyaz işçiyi kazanabileceklerini bilirler veya sezerler.
Ama sorunu, politik kaygılardan uzak; beyaz işçiyi kazanıp kazanmamaya bağlı olarak değil, ilke
düzeyinde, başka bir değer sistemi açısından, aşağıdaki gibi koyduğunuzda, maalesef beyaz işçi
size selam bile vermeyecektir.
Biz bugün şunu demeliyiz: Varsayalım ki söylenenler doğrudur. Yeryüzünde nüfus fazladır,
kaynaklar sınırlıdır: Peki bundan ne sonuç çıkarmak gerekir. Önerilenlerdeki gibi,
kısırlaştırmalar, doğum kontrolleri, AİDS gibi biyolojik veya hakiki atom bombalarıyla bu
nüfusun imhası ya da Güney Afrika rezervuarlarındaki gibi bu insanların çitlerin ardına
hapsedilmesi midir çözüm? Hayır, yeryüzündeki bütün kaynaklar bütün insanların en azından
temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere eşit olarak dağıtılmalıdır.
Sorun ancak böyle koyularak, yeni Malthusçuluğun ideolojik egemenliğine; yeryüzü ölçüsündeki
apartheita karşı güçlü bir mevzi oluşturulabilir
Aslında yazarı Malthusçulukla eleştirenler, yeni-Malthusçulukla aynı varsayımları paylaştıkları
için gizli yeni-Malthusçudurlar.
Bu tür ilkesel, ahlaki bir karşı çıkışa sosyalistleri nesnel koşular zorlamaktadır. Sosyalistler bunu
görebilmeli; argümanlarında, düşünüş tarzlarında bizzat kendi eski anlayışlarına karşı son derece
şüpheli yaklaşmalıdırlar. Sosyalizmin sorunlarının sadece duvarın yıkılışından değil, Burjuva
Uygarlığının krizinden kaynaklandığını; bu uygarlığın kimi varsayımları içinde kalmış
sosyalizmin krizinin de aslında burjuva uygarlığının krizinin bir yansıması olduğunu
görmelidirler.
Bunu anlatabilmek içindir ki yazının başlığı, "bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme" idi.
Bunun içindir ki, artık, bilimsel değil ancak ahlaki argümanlar getirilebileceği söyleniyordu.
Çünkü klasik biçimiyle Marksist argümanlar, giderek zengin ülkelerin işçilerinin zümre
çıkarlarını korumanın araçları olma eğilimi göstermektedirler. İlerde zengin ülkelerin işçileri
arasında Klasik biçimiyle Marksizm’in yeniden popüler olduğu görülürse hiç şaşılmasın. Zengin
ülke işçisine hiç bir fedakarlık önermeyen klasik anlayış onlara bir çok argüman sağlayabilir.
Kimse olmaz demesin. Marksizm’in özü diyalektiktir ve onda her şeyin kendi zıddına döndüğü
çok görülmüştür.
Ama yeni-Malthusçuluk veya apartheit konusunda sorunun ilke düzeyinde koyulması pratik
programatik olarak ortaya aşılmaz bir engel çıkarır: Yeryüzündeki kaynakları var olan tüm insan
nüfusu arasında temel ihtiyaçlara göre paylaştırmak önerisi fiilen ekolojik bir askeri komünizm
önermektir. Her şeyi karneye bağlamak demektir. Bu ise batı ya da zengin ülkeler işçilerinin
büyük bir çoğunluğunun hayat şartlarında ve konforunda bir düşüş anlamına gelir. Bu da esas
korkunç çıkmazı, yani işçi sınıfının bölünmüşlüğü ve batı işçi zümresinin böyle bir hedef için
mücadele etmeyeceği, aksine ona bütün gücüyle karşı duracağı gerçeğini ortaya çıkarır.
114
İşte durumu umutsuz yapan budur. Bu durumdan çıkışın yolu; belki batı işçisini kazanırız
diyerek, klasik anti-Malthusçu argümanlarla, hayat seviyesinde bir düşüşten hiç söz etmemek
değildir. Bu politikanın hiç bir çıkışı yoktur. Beyaz işçiler hiç de aptal değil. Sosyalizmin
eşitlikçilik olduğunu onlar pekala biliyorlar. Yeryüzü ölçüsündeki bir eşitlikçi düzen isteminin
pratik sonuçlarının ne olacağını da. Batılı işçi, bayrağına eşitlik yazdığı gün, Seylan'lı ya da
Filipinli işçinin "eşitiz madem yiyelim badem" diyeceğini de. Onun için sosyalistlere hiç yüz
vermiyorlar. Zaten sadece beyaz işçilerin ekonomik, politik çıkarlarını savunan sol örgütler onlar
arasında bir parça yuvalanabiliyorlar. Beyaz işçiler arasında yuvalanabilen örgütlerin, aynı
zamanda ister Marksist, ister anarşist olsun, ırkçılığa en kör, hatta gizli ırkçı örgütler olması hiç
de bir rastlantı değildir.
Zengin ülkelerin sosyalistleri, çocuk kandırır gibi, işçileri aptal zannederek, onlardan sosyalist
olmalarını istiyorlar. Tabiri caiz ise, onlara zenginlikte eşitlik öneriyorlar. Ama o işçiler biliyorlar
ki, eşitlik varsa fakirlik de var. Bu nedenle sosyalistlere zerrece itibar etmiyorlar. Tabii
sosyalistler işçilerden hiç bir yankı bulamayınca da, bu sefer bütün enerjilerini yoksul ülkelerdeki
devrimci hareketlerle dayanışmaya adıyorlar. Hâlbuki o işçilere, eşitlik olduğunda durumlarının
kötü olacağını gizlemeden, yoksullukta eşitlik önerseler; hiç olmazsa işçiler onlara itibar etmese
bile saygı duyarlar dürüst ve açık konuştukları için. Ve böyle bir saygı, kritik bir tarihsel
durumda, en azından belli bir bölüm işçinin tercihlerini ve yeryüzündeki dengeleri etkileyebilir.
Sosyalizm ve Paylaşma
Burada, M. Erkan'ın tartışmak istediği konuya geçilebilir. Şu yoksulluğun ve zenginliğin
paylaşılması meselesine. M. Erkan "esas olarak, özetle, "sosyalizm yoksulluğun paylaşılması
olmalıdır" anlamına gelen sözlerin üzerine" diyor. Eleştirilen metinde ise aynen şöyle
yazılıyordu: "Sorun sosyalizmi daha kabul edilebilir, daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin
"biz fakirlikte değil; refahta eşitlik istiyoruz" gibilerden ehlileştirmelere açıktan karşı çokmak
gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir hale getirmeliyiz; "yoksullukta
eşitlik" önermeliyiz."
Açık ki, M. Erkan da o paragrafta neyin tartışıldığını ve vurgulandığını tam anlamamış; kendi
kafasını meşgul eden bir soruna göre yorumlamış. M. Erkan yazıdan, bir sosyalizm anlayışının
tartışıldığı sonucunu çıkarmış. Yazar ise orada, sosyalizm derken, sosyalist toplum anlayışını
değil; sosyalizm için mücadelenin çağrısının, vurgusunun niteliğinin ne olması gerektiğini
tartışıyor. Orada geleceğin sosyalist toplumu değil, bugünün koşullarına göre çağrının niteliği ve
en fazlasıyla belki bir geçiş döneminin zorlukları söz konusudur. Sosyalizm sadece sosyalist
toplum anlamında değil, sosyalizm uğruna hareketler, ideolojiler vs. anlamlarında da kullanılır.
Söz konusu olan böyle bir kullanımdır.
Önce bir yanlış anlamaya yol açmamak için şunu belirtmek gerekiyor: yoksulluğun ya da
zenginliğin paylaşılması farklı şeyler değil, bir ve aynı şeydir. Zenginliği paylaştırdığınızda
fakirliği paylaştırmış olursunuz. Bardağın yarısı dolu veya yarısı boş demek gibi bir durum söz
115
konusudur. Ama bu bir ve aynı eylem, fakirler açısından zenginliğin paylaşılması olarak;
zenginler açısından da fakirliğin paylaşılması olarak görülür.
Sosyalizmi zenginliğin ya da yoksulluğun paylaşılması olarak tanımlamak yanlıştır. O bir sınıfsız
toplum olarak sınıflı topluma göre ya da sınıfsız toplumun başka biçimlerine göre tanımlanabilir.
Sosyalizmin belirleyici özelliği; paylaşmanın hangi kritere göre yapılacağıdır. Bu kriter de,
çalışmadır, emektir: kapitalizmde çalışmadan, ama çalıştırarak; veya topraklarınız veya büyük
paralarınız olduğu için büyük zenginliklere el koyabilirsiniz. Ama sosyalizmde, toplumsal
zenginlikten alacağınız payı emeğinizin miktarı belirler. Çalışmayana ekmek yok! Sosyalizmin
özü budur.
Ama emeğe göre dağılım, ürünlerin belli bir bolluğunu var sayar. Emeğinizin karşılığında ne
alacağınıza siz karar verirsiniz. İsterseniz, kötü yemek yer güzel ayakkabılar alabilir, isterseniz
çıplak dolaşır bütün paranızı kitaba verirsiniz, isterseniz en iyi yemekleri yersiniz hiç bir gazete
bile almazsınız. Ama bütün bunlar, en azından bugünkü gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar ürün
ve hizmet bolluğunu var sayar. Bu komünizmdeki gibi gürül gürül akan bir bolluk olmasa da.
Ancak böyle bir bolluk yoksa, örneğin ekolojik nedenlerle sınırlamalar getirilmek zorundaysa, bu
hizmet ve ürünleri insanlara eşit olarak dağıtmanın tek yolu karne olacaktır. Bunun adı da askeri
komünizmdir. Bunda ihtiyaçları toplum belirler. İhtiyaç burada temel ihtiyaçlar anlamındadır
artık, komünist toplumdaki, kişinin kendisinin belirlediği anlamda değil.
M. Erkan'ın örneğinde olduğu gibi, "et kaynaklarının et oburlar arasında "dengeli" ve "adil"
paylaşılmasını savunmak" sosyalizm bile değildir, askeri komünizmdir. Böyle bir öneri, fiilen,
etin karneye bağlanması demektir. Etin karneye bağlanması ise, beyaz işçi için kesinlikle
bugünkü refah ve konforundan bir gerileme demektir. Yani, M. Erkan aslında tam da "yoksulluğu
paylaştırıyor".
Burada aşılmaz bir engel ortaya çıkar sosyalizm uğruna mücadele bakımından. Bu aşılmaz
engeli daha da somutlamak için bu sorunların sistematik olarak tartışıldığı Mandel'in "Marksist
Ekonomi El kitabı"ndan bir bölümü aktaralım:
Mandel kitabının geçiş dönemi bölümünde, var olan üretici güçlerin bütün insanlığın (o zamanki
insanlığın, 60'lardı galiba) beslenme, konut, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yeteceğini
kanıtlamaya çalışır. Ama bu çaba bile bugün için, kabul edilmez argümanlarla doludur. Örneğin
"Nükleer enerjinin üretim alanında kullanılması, dünya enerji kaynaklarının azalması meselesine
insan oğlunun zekasının verdiği ilk cevaptır." gibi sözlerden sonra:
"Bugünden itibaren, nükleer enerji, maden kömürünün nadir bulunduğu ya da nakledilmesinin
güç olduğu, hidroelektrik enerjinin nükleer enerjiden daha pahalıya mal olduğu az gelişmiş bazı
bölgelerde sanayileşme masraflarını azaltabilecektir" (s. 254) der. Ya da kimya sanayinin büyük
bölümünü gübre üretimine yöneltmekten söz eder. Yani bu koşullarla, o zaman insanlığın temel
ihtiyaçlarını giderebilecek bir gelişme seviyesinde olduğunu söyler üretici güçlerin. Bu
argümanların bu gün ne kadar geçerli olacağı ve bir solcunun artık bu argümanları
116
getiremeyeceği konusunu bir yana bırakıp, bugün de Mandel gibi, yeryüzünün kaynaklarının ve
üretici güçlerin gelişme seviyesinin; yeryüzündeki ekolojik dengeyi bozmadan; yaşam koşullarını
tehlikeye atmadan; insanların beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını; M. Erkan'ın
bir çift sağlam pabucu ile bisikletini de buna ekleyelim, karşılayacağını varsayalım. O zaman
bile, Mandel, şunları yazıyor:
"Fakat ihtiyaçlara göre dağılım üzerine kurulmuş bir ekonominin böylesine" doğrudan doğruya"
girişi (...) aşılmaz iki engelle karşılaşacaktır.
"Önce insanlığın ihmal edilemeyecek bir kısmı için, halen tatmin edilmekte olan ihtiyaçlar, bu
basit ihtiyaçları bol bol aşmaktadır. Sanayice ilerlemiş ülkelerdeki halkların çoğunluğu sadece
yiyip içmekle, iyi kötü barınmakla, çocuklarına okuma yazmayı öğretmekle ve sağlıklarını
korumaya çalışmakla hiç bir şekilde yetinmiyorlar. (...) Bu insanlar evlerini dekore etmek, çeşit
çeşit elbiseler giymek, yorucu ev işlerinden kurtulmak, -ısınma, çamaşır yıkama gibi- eğlenmek,
seyahat etmek, okuyup öğrenmek, hastalıklara karşı daha iyi korunmak, ömürlerini uzatmak,
çocuklarını daha iyi yetiştirmek istiyorlar.
"Aslında çok gerekli olan bu ihtiyaçlar (ki emtia sanayii, şüphesiz bunlara, suni ihtiyaçlar ya da
suni bir şekilde arttırılmış ihtiyaçları da eklemiştir) en ileri kapitalist ülkelerde kısmen
sağlanmıştır. Basit olmayan bu ihtiyaçların tatmin edilmesini sağlayan sanayi kollarının toptan
kaldırılması, sanayileşmiş ülke halklarının büyük bir kısmının hayat seviyesinde bir azalmaya yol
açacaktır. Bu, adeta bir "sefalet sosyalizmi" olacak, para ile sağlanan ihtiyaçların yerini karne
usulü ve çeşit bakımından sınırlı ürünler alacaktır."
"Böylesine "bir sosyalizm" beşeri imkânların genel bir gelişmesini sağlamak şöyle dursun,
bugünkü ileri kapitalist ülkelerde yaşayan ortalama vatandaştan daha basit ve az tatmin olmuş
bir insan yaratacaktır.
"Öte yandan, azgelişmiş ülke halkları da, Duessenbery'nin gösterdiği gibi, "taklit ve gösterişin
etkisi" sayesinde, çağdaş tekniğin yarattığı muazzam imkânların bilincine varmışlardır. Onlar da
ileri ülke halklarının medeniyet ve konfor seviyesine erişmek için can atıyorlar. Tıpkı sanayice
gelişmiş ülkelerin halkları gibi, onlar da, bolluğun yerini kıt kanaat geçinmenin aldığı bir keşiş
sosyalizmini kabul etmeyeceklerdir." (S. 262-263)
Mandel o zamanlar bile, hâlihazır üretken güçlerin bütün insanları modern konforla
donatamayacağını düşünür. Ve Sanayileşmiş ülke çalışanlarını hiç bir fedakârlığa zorlamadan;
hatta onların yaşam seviyesinde de gelişmeler sağlayarak geri ülke halklarının yaşam seviyesini
düzeltecek modeller üzerine düşünür. O da Klasik bir Marksist olarak sanayileşmiş ülke işçi sınıfı
sosyalizm demedikçe; (ve daha az konforlu bir hayat için hiç bir işçi sınıfının sosyalizm
demeyeceğini bildiği için) sosyalizmin bir hayal olduğunu çok iyi bildiğinden sanayileşmiş ülke
işçisinden hiç bir fedakarlık istemez.
117
Mandel bu hesapları yaptığında yeryüzünün nüfusu bugünkünün belki dörtte biri bile değildi. O
hesaplarda Nükleer enerji, kimya sanayii olumlu faktörlerdi ve yeryüzü pratik olarak sonsuz
kabul ediliyordu.
İşte bugün Mandel'in "aşılmaz engel" dediği durum realitedir. Zengin ülkenin halkları bugünkü
konforlarından vazgeçmek zorundadırlar. Fakir ülkelerin halkları da bu konfora ulaşmayı
istememek zorundadırlar. Bu nedenle, sosyalistler, bu aşılmaz engeli, zengin ve fakir ülkelerin
işçilerine açıkça söylemekle yükümlüdürler. İşte yazıda "artık yoksullukta eşitlik" önermeliyiz
diye anlatılmak istenen buydu. Bununla, bugünkü çıkmaz; bu çıkmaz içinde sosyalizmin yeni
stratejisi, ve bunun ahlaki ve ütopik niteliği göze batırılmaya çalışılıyordu.
Eğer bu yayın düzenli olarak yaşamını sürdürebilirse, daha somut verilerle bu son derece hayati
konuyu gelecek sayılardan birinde ele almak çok yararlı olur.
Komünist Toplumun Bolluğu
Burada Ergun Aydınoğlu'nun eleştirisine geçilebilir. Ergun'un gelecek tasavvuru üzerine temel
eleştirisi şu:
"O içinde yaşamakta olduğumuz toplumun "zenginlik", "büyüme" kavramları ile bir muhtemel
komünist toplumun gerçekleştirilme olanaklarını yargılamakta"
Ne yazık ki bu eleştiri hiç doğru değil. O yazıda, bırakalım komünist toplumu, daha kapitalizm
şartlarında başka bir uygarlığı programlaştırmaktan söz ediyordu yazar, başka bir üretim
biçimini değil sadece. Orada aynen şöyle yazıyordu:
"Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. Önce bir programımız yok. Eskiden vardı ama artık yok.
Nasıl burjuva devleti ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı
şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte bir araç olarak
kullanılamaz. Otobanlarıyla, turizmiyle, televizyonuyla bugünkü uygarlık sınıfsız bir toplumun
oluşumuna hizmet edemez.
"Bu ders bir çok sorunları da beraberinde getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş
dönemi sadece burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya
diktatörlüğü) sınırlı kalamaz: aynı zamanda bütün bu maddi uygarlığın dönüştürülmesini içeren
bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor
olacağı yerlerdir." (S. 50-51)
Alıntıda açıkça görüldüğü gibi, bırakalım komünist toplumu, sosyalist toplumun bile bugünkü
zenginlik ve büyüme kavramlarıyla kurulamayacağı; tam da bu dönüşümü sağlamak için bir geçiş
dönemi gerektiği (ki bu yeni bir görüştü ve asıl tartışılması gereken önermeyi oluşturuyordu)
söylenmektedir. Ancak bundan bir kere söz edildiği, zaten her sosyalistin Ergun'un sözünü ettiği
farklı zenginlik kavramları anlayışında olduğu kabul edildiğinden, yazma ekonomisi bakımından,
tekrar edilmemişti.
118
Yazarın tezi aslında Ergun'unkinden çok daha erken başlayan ve radikal bir dönüşüm öngörmekte
ya da savunmaktadır. Yazar, bütün bu dönüşüm koşullarında bile artık komünist bir toplum
için tarihsel fırsatın kaçtığını, ya da insanlığın küçük bir bölümünün büyük çoğunluğu yok
etmesiyle böyle bir olanağın tekrar ortaya çıkabileceğini ifade etmektedir.
Ergun'un yanılgısı, uçak, turizm, otomobil, moda vs. ile sembolize edilen bugünkü kapitalizmin
zenginlik anlayışının terk edilmesiyle, insan başına daha az enerji, çelik, kumaş vs. gerekeceği
kanısında. Bu oldukça yanlış bir anlayıştır. Komünizm adı üstünde zenginliklerin gürül gürül
akmasını gerektirir. Emeğin ortadan kalkmasını gerektirir. Mutlak bir bolluk demektir. Ancak o
koşulda, işbölümü ortadan kalkabilir. Bu ise, pratik olarak, en azından bütün temel ihtiyaçların ve
hatta daha fazlasının robotlar tarafından üretilmesi demektir. Evet belki otomobil ortadan
kalkacaktır ama diyelim adam başına yüz tane; otomobilden çok daha komplike, çok daha fazla
metal gerektiren, çok daha fazla enerji gerektiren robot gelecektir.
Ergun, bugünkünden bile daha az bir toplam tüketim için, bugünkünden çok daha fazla üretilmesi
gerektiğini; bu az tüketilecek şeylerde kesin bir bolluk olması gerektiğini kavramıyor. Emek
kategorisinin ortadan kalkmasının ancak o zaman mümkün olabileceğini anlamıyor.
Bu bolluğun nasıl bir şey olduğunu bir örnekle daha iyi kavramak mümkün olabilir.
Örneğin Dil'i ele alalım. Kelimeleri, hiç bir sınırlama olmadan, istediğiniz kadar tüketebilirsiniz.
Orada mutlak bir bolluk vardır. Ama bolluk var diye bütün kelimeleri ha bre kullanmanız
gerekmez elbette. İhtiyacınıza göre, kullanırsam biter mi diye hiç düşünmeden kullanırsınız.
Hatta anlatmak istediğiniz konuya ne kadar hakimseniz ve kelime hazneniz ne kadar zenginse, o
kadar az kelimeyle, o kadar sadelikle derdinizi anlatabilirsiniz. (Sadelik, ancak gelişmenin çok
yüksek bir aşamasında ortaya çıkan bir şeydir ve basitlikle karıştırılmaması gerekir. Basitlik hiç
değildir. Altamira mağaralarındaki hayvan resimleriyle, Picasso'nun boğası birbirine çok benzer:
ama biri basittir diğeri sade. Biri kıtlığın, diğeri, resim söz konusu olduğu için, muazzam
kaynaklara egemenliğin ürünüdür.) İşte komünist toplumda da, o sadeliğe ve az tüketime ulaşmak
için maddi zenginliklerin tıpkı dilde olduğu gibi muazzam bir bolluğu söz konusu olması gerekir.
Ancak bu koşulda, nasıl konuşmada emek kategorisi yoksa toplumdan emek kategorisi yok
olabilir.
Yani emeğin artık olmadığı, zenginliklerin gürül gürül aktığı toplumun insanı, bütün değişiklikler
veri kabul edildiğinde bile bugünkü bir ortalama ileri ülke vatandaşından çok daha fazla enerji ve
kaynak tüketmek zorundadır. Bu ise artık tarihsel olarak kaçmış, ya da eğer insanlık yaşarsa
yüzlerce yıl sonra tekrar ortaya çıkabilecek bir olanaktır.
Ergun'un eleştirisindeki İşçi sınıfı bölünmüşlüğü, Beyaz işçilerin devrimci potansiyeli gibi
konulara ise ilerde başka bir yazı çerçevesinde girmeyi düşünüyorum. Şimdilik bu kadar!
11.05.95
Demir Küçükaydın
119
Enternasyonalizmin Sonu
(Ulus, Ulusçuluk, Enternasyonalizm Üzerine Aykırı Düşünceler)
Sunuş
İki yılı aşkın bir zaman önce, Özgür Gündem'deki Forum köşesi için yazdığım "Milliyetçiliğin
sonu" başlıklı, yayınlanması direnişle karşılaşan bir yazıda Milliyetçiliğin Sonu'nun
Enternasyonalizmlin de sonu anlamına geleceğini yazıyor ve bu tohum halindeki fikri şöyle
temellendiriyordum:
"Bir bakıma, sosyalizmin tüm çekiciliğini yitirmesi de aydınlanmanın ve milliyetçiliğin krizinin
bir ifadesidir. Çünkü sosyalizm de, büyük ölçüde ilerlemeci, teknik hayranı, ve ahlaki boyuttan
yoksun niteliğiyle aydınlanmanın günahıyla damgalı olmuştur. Sosyalizm ancak ciddi bir
özeleştiri ateşinden geçerek aydınlanmanın günahından arınabilip milliyetçilik ve dini ideolojiler
karşısında tekrar güç kazanabilir. Bu anlamda sosyalizmin çekiciliğini yitirmesine yol açan
sorunlar aynen milliyetçiliğin sonuna da yol açacaktır.
"Milliyetçiliğin gerilemesi sonucunda onun yerini enternasyonalizmin veya sosyalizmin alacağını
sanmak büyük iyimserlik olur. Milliyetçiliğin yerini belki enternasyonalizm değil ama; hem
insanlığın tamamına bir çağrı; hem de bütüncül bir program geliştirme yetenekleriyle, en
azından bir süre, büyük dinlerin universalizmi (evrenselciliği) alacaktır.
"Milliyetçiliğe alternatif olacak bir sosyalizm muhtemelen enternasyonalist değil, universalist
(evrenselci) olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, milliyetçiliğin sonu bir bakıma
enternasyonalizmin de sonu olacaktır. Tersinden bir ifadeyle, enternasyonalizmin bugünkü sonu;
milliyetçiliğin sonunun bir göstergesidir.
"Ne demek bu? Bir analojiyle açıklamayı deneyelim. Muhammet zamanında Arabistan'da yığınla
aşiret vardı, tabii aşiretçilik de. Muhammet her aşiret içinde aşiretçiliğe karşı çıkanları
aşiretlerine göre birimler halinde örgütlemeye ve bu yöntemle onların yerine aşiretçiliğe karşı,
enter-nasyonalist benzeri, enter-aşiretçilerin egemen olduğu aşiretler kurmaya kalkışmadı.
Aşiretçiliği ya da enter-aşiretçiliği dışlayan, anlamsız kılan bambaşka bir yaklaşımla universalist
din kardeşliği anlayışı ve buna uygun örgütlenmelerle zafer kazandı. Benzer şekilde, sosyalizm
de, ulusçuluğa karşı çıkarken bile ulus prensibinin esiri olarak; yani kendini örneğin enternasyonalist olarak tanımlayarak; uluslar ölçüsünde devrimler yapmaya çalışarak; uluslar
ölçüsünde örgütlenerek milletler ve milliyetçilik karşısında bir zafer kazanamazdı. Tam da bu,
milliyetçiliğe milletleri veri kabul eden bir temelde karşı çıkması nedeniyle; milliyetçiliğin ufkunu
aşamadığı için sosyalizmin bugünkü yenilgisi milliyetçiliğin sonunun kendi zıddındaki
görünüşüdür. Enternasyonalizm olamıyorsa nasyonalizm de olamaz."
Bir gazete makalesi çerçevesinde, tümden gelimle yazılmış bu satırlara, yine genelden hareketle
bir kaç örnek daha eklenebilir. Bu temel fikri destekleyen bir başka analoji de şu olabilir:
120
İlk burjuva muhalefet hareketleri Avrupa'da dini bir biçim altında ortaya çıktılar. O ufkun
çerçevesinde bir karşı çıkış olarak, yani Protestanlık (Kalvinizm ve Luthercilik gibi) çerçevesinde
kaldığı sürece burjuvazi insanlığın tümünü etkileyecek bir eleştiri geliştiremedi ve geliştiremezdi.
Din, (örneğimizde ve somut tarihte Hıristiyanlık) çerçevesinde kalsaydı eğer bu eleştiri,
Hıristiyan Avrupa'nın ve onun diğer kıtalardaki kültürel uzantılarının dışında hiç bir etki
sağlayamazdı. Bir Müslüman, Budist ya da Yahudi için İncil'in hangi yorumunun daha doğru
olduğu bir anlam ifade etmezdi. Burjuvazi Dünya egemenliğini ancak din ilkesinin yerine başka
bir ilkeyi geçirebildikten sonra garantilemiştir. Bu ilke, (buna ister Akıl, ister Birey, ister Ulus
ilkesi isterse genel olarak Aydınlanma Düşüncesi densin) bir kere bulunup ortaya çıktıktan sonra
tüm insanlığı burjuvazinin zafer arabasına koşabilmiş; burjuvazinin en büyük düşmanları bile
farkına varmadan bu ilkelerin savunucusu olmuşlardır. Bir salip (haç) ile burjuvazi, örneğin
İslam ülkelerinde, kendine hayranlar, ideolojisinin gönüllü savunucularını otomatik olarak
yaratamazdı. Burjuvazi kendini herhangi bir dini ilkeye, ya da antik uygarlık ilkesine dayamaktan
vazgeçtikten daha doğrusu bu ufkun dışına çıktıktan sonra her dinin içinden kendi ilkesinin
gönüllü savunucularının sürüler halinde ortaya çıktığını görmüştür.
Nasıl Muhammet aşiretlerin kardeşliğini önermediyse, tam aksine bu ilkeyi tanımayan, temelini
dinamitleyen, kişiyi aşiret gibi bir organizasyonun dolayımından kurtarıp doğrudan doğruya
tanrıya bağlayarak, kan kardeşliği yerine din kardeşliği getiren bambaşka bir ilkeyle İslam
uygarlığının temellerini attıysa; (Aynı şey bütün antik uygarlıklara ve dinlere uygulanabilir
gerekli değişiklikler yapıldığında) burjuvazi de, antik uygarlıkların temel ilkesi olan dinlerin
kardeşliğini ya da birliğini önermemiş; ya da başka bir din ortaya koymamış, ulus kardeşliği
diyebileceğimiz ulusçuluk ilkesiyle din ilkesinin temelini dinamitleyen bu ilkeyle modern
uygarlığın temellerini atabilmiştir.
Tarihte hemen bütün büyük değişiklikler böyle gerçekleşir. Hiç bir ideoloji, hiç bir sistem onun
ufku içinden eleştirilip onun yerine başka bir ideoloji ya da sistem koyulamaz. Böyle bir eleştiri
ve başarısı ise ancak o sistemin bir rönesansından başka bir sonuca yol açamaz.
O halde biz sosyalistler için; sosyalist bir uygarlık projesini taslaklaştırma ağır ve acil göreviyle
yüklü biz sosyalistler için sorunu şöyle formüle edemez miyiz? Nasıl antik uygarlıklar, kandaş
toplumlar; nasıl burjuva uygarlık antik uygarlıklar karşısında; o toplumların dayandıkları ilkeleri
geçersizleştiren başka ilkelere dayanarak toplumu örgütledilerse; sosyalist bir uygarlık da burjuva
uygarlığının ilkelerini geçersizleştiren bambaşka bir ilkeye dayanarak örgütlenebilir. Böyle bir
ilke, burjuva uygarlığının ilkesi olan ulus ve ulusçuluk ilkesinin (uluslar üstü veya arası gibi)
ufku içinde, onu onun esiri olarak eleştiren bir ilke olamaz.
Bu yazıda da, o zamanlar tohum halinde, süreçlerin ancak kendi zıttı ile birlikte var olabileceği
genellemesinden çıkarsamayla öne sürülen Enternasyonalizmin Sonu fikri analitik olarak
temellendirilmeyle ve bunun programatik sonuçları formüle edilmeye çalışılacaktır.
*
121
Yazar bunu yaparken Müslüman mahallesinde salyangoz satacağının da farkındadır. Bir Ulusal
Kurtuluş Hareketi'nin yayın organında Milliyetçiliğin Sonu'ndan ve Sosyalistlerin (dolayısıyla
Enternasyonalistlerin) bir tartışma organında da Enternasyonalizmin Sonu'ndan söz etmek,
anlaşılamamayı baştan garantilemek. Ama olsun. Anadolu'da her köyün bir delisi vardır. Ya da
Nasrettin Hocanın hikayesinde olduğu gibi: Bunca Enternasyonaliste de bir a-enternasyonalist
veya bir a-nasyonalist gerek.
A-Nasyonalist veya A-Nasyonal (İsterseniz A-Enternasyonalist ya da A-Enternasyonal de
denebilir. Aşağıda görüleceği gibi hepsi aynı ilkeye dayanırlar) olmaz mı? Marksistler kendilerini
pekala A-Teist (tanrısız) veya Dinsiz olarak tanımlayabiliyorlar da niye a-nasyonal (milletsiz)
olarak tanımlamasınlar. Ya da soruyu şöyle soralım: niye şimdiye kadar Marksistler kendilerini
enter-nasyonalist olarak tanımladılar da a-nasyonalist (milletsiz) olarak tanımlamadılar? Bu
çocukça soru, konuya girmek için bir ipucu olabilir.
-IMilletler ve milliyetçilik konusundaki literatür son yirmi yılda çok verimli bir aşamaya girmiş
olup, bu alandaki görüşleri baştan aşağı devrimci değişikliklere uğratmıştır. Dönüm noktasını
sanki 1983 oluşturmaktadır. Benedict Anderson'un Imagined Communities 1983'te Londra'da;
Ernest Gellner'in Nations und Nationalizm 1983'te Oxford'ta; E. J. Hobsbawm'ın
derleyicilerinden olduğu The Invention of Tradition, 1983'te Cambirdge'de yayınlanır.
Hobsbawm'ın Milletler ve Milliyetçilik kitabında çığır açıcı olarak tanımladığı 10 kitabın çoğu
seksenli yılların başlarının tarihini taşır. İkinci bir ortak noktaları da İngiltere'nin adeta bu alanda
bir teorik merkez oluşudur.
Bu yayınlardan en önemlilerinin Türkçeye çevriliş tarihleri ise şöyledir:
Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, 1992;
Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 1993;
E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, 1993
Yani çığır açıcı ulus teorileri ilk yayınlanışlarından aşağı yukarı on yıl sonra Türkçe'de
yayınlanabilmişlerdir. PKK'nın 1984'de gerilla savaşını başlattığı ve "Kürt Sorunu"nun
Türkiye'de o zamandan beri gündemin birinci maddesini işgal ettiği göz önüne getirilirse bu
gecikmenin ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılır.
Bu kitaplar yayınlandıklarından beri aşağı yukarı iki yıl geçmesine rağmen, birkaç dergideki
tanıtma yazısı ve Çağlar Keyder'in Ulusal Kalkınmacılığın İflası başlıklı kitabında yer alan bir
kaç yazı dışında o kitaplarda geliştirilmiş görüşler üzerine kayda değer bir tartışma ve
değerlendirme çabası görülmez.
Ulus ve ulusçuluk konusunda son yıllardaki teorik alandaki muazzam ilerleme ile bu teorik
gelişmenin Türkçede yayınlanmasının gecikmesi; Türk ve Kürt sol hareketine hiç yansımaması,
122
hem de ulusal sorunun en sıcağının yaşandığı bir ülkede, müthiş bir çelişki olarak ortaya
çıkmaktadır.
Ancak bu çelişkinin sırrı; ortada bir çelişki olmadığı; yine bu kitapların içeriğinden anlaşılabilir.
Bu kitapların hepsi milliyetçiliğin milletleri yarattığı; onlardan önce geldiği görüşünden hareket
ederler ve onların asıl, Ulus'a ilişkin görüşlerde adeta bir Kopernik Devrimi yaratan temel tez ya
da kabulleri budur. Ulusçuluğun başını alıp gittiği bir ülkede, gerçek bir ulus teorisi yaşayacak bir
zemin bulamaz. Ulus'u ulusçuların yarattığı, onun bir "hayali cemaat" olduğu türünden görüşler
ulusçuya bir küfür gibi gelir. "Ulus'u ulusçulardan öğrenemezsiniz" önermesi kadar ve tam da o
nedenle "Ulusçuların hiç bir zaman Ulus'un ne olduğunu öğrenmeyecekleri" önermesi de
doğrudur.
-IIUlus ve Ulusçuluğun Tarihsel maddeci ya da Marksist teorisini esas olarak bir anti-Marksist'e,
Ernest Gellner'e borçlu olmamız bir çelişki gibi görülebilir ama anlaşılabilir.
Vülger Marksistin metodolojisi ulus ve ulusçuluğu ele alırken şöyledir:
Üst yapıyı belirleyen alt yapıdır. Tıpkı sınıf gibi ulusu da ekonomi belirlemektedir. Burjuvazi ve
iç pazar kavramları böyle bir açıklama için gerekli malzemeyi sunar. Böylece teori görünüşte son
derece tarihsel maddeci gibidir.
Son on yılda çıkan, modern ve bize göre gerçek Tarihsel Maddeci ulus ve ulusçuluk teorisi ise,
bayağı Marksist açısından, materyalizmin inkarı ve idealizm gibi görünür:
Bir takım ulusçular, eğitim, propaganda, devlet zoruyla bir ulusu hayal edip şekillendiriyorlar. Ya
da kısa ifadesiye, ulusu ulusçular yaratıyor. Bu idealizmin ta kendisi değil mi? Varlık düşünceyi
belirleyeceğine düşünce varlığı belirlemiş olmuyor mu?
Ama bütün bunlar kaba Marksizmdir ve tarihsel maddecilikle ilgisi yoktur. Gellner'in teorisi,
ayrıntıda ne türlü düzeltmelere ihtiyaç duyarsa duysun, genel hatları itibariyle tamamen, usta bir
Marksistin kaleminden çıkmışçasına maddeci ve diyalektiktir.
Onun teorisinde de son duruşmada ekonomi belirler ulusçuluk ve ulusun ortaya çıkmasını ama bu
doğrudan ve mekanik bir belirleme değildir. Modern geniş yeniden üretim, antik uygarlıkların
basit yeniden üretiminden kaynaklanan toplumsal örgütlenme formlarıyla
gerçekleştirilemeyeceği gibi çok sağlam bir hareket noktasına sahiptir. Sonra da bunun niçin ve
nasıl ulusçuluk ve ulus biçiminde ortaya çıktığını göstermeye çalışır.
Gellner, politik olarak liberal bir tarihçi ve sosyolog olarak, Marksala ve Marksistlerle polemiğe
girip onları eleştirdiği yerlerde bile, aslında, bilinçsizce diyalektik ve materyalist bir Marksizmi,
tarihsel maddeciliği savunur. Marksizm'den anladığı onun vülger biçimi olduğundan, bu
Marksizm eleştirileri vülger Marksizm eleştirileridir ve aslında Marksizm savunularıdır.
Bu nedenle, Gellner'in teorisini en iyi anlayanların ve kabul edenlerin en iyi Marksistler
arasından çıkması da bir rastlantı değildir.
123
-IIICiddi bütün Marksistlerin de ifade ettikleri gibi, ulus ve ulusçuluk sorunu Marksizmin, ya da
Tarihsel Maddeciliğin en zayıf yanlarından biri olmuştur.
Bu zayıflığın temelindeki metodolojik yanılgı, Ulus'un bir KENDİNDE ŞEY (ya da kendi
kendine şey = an sich) olarak ele alınması noktasındadır.
Marks, Hegel'den aldığı kendinde ve kendisi için şey (an sich - für sich) felsefi kategorilerini,
sosyolojik kategoriler olarak işçi sınıfının farklı iki durumunu tanımlamakta kullanmıştı. İşçi
sınıfı, bir sınıf olarak konumu, çıkarları ve hedeflerinin bilincinde olmadığı sürece bir KENDİ
KENDİNE SINIF olarak var oluyordu; ancak konumunun, çıkarlarının bilincine varıp, sınıf
olarak hedeflerini belirleyip davranışa geçtiğinde KENDİSİ İÇİN SINIF haline gelebiliyordu.
İşte son yıllara kadar ki bütün klasik Marksist ulus ve ulusçuluk teorileri, anlayışları ve
politikaları sınıflara ilişkin bu yaklaşımı olduğu gibi ulus ve ulusçuluk alanına kopya ederek,
aktararak, daha doğuştan bir günahla damgalı olmuşlar; daha baştan bir çıkmaza saplanmışlardır.
Bu temel metodolojik yanlış, son yıllara kadar, aklı başında bir Marksist ulus teorisinin
geliştirilememesinin temel nedenlerinden biridir. Ulusçuluğun Marksist ya da Tarihsel maddeci
teorisini, bir anti Marksiste (Ernest Gellner) borçlu olmamızın nedeni de belki onun, bu, kaba
materyalizmin ağırlığını sırtında taşımaması olabilir.
Sınıflar, birer KENDİNDE ŞEY'dirler. Örneğin yeryüzündeki işçilerin bir tekinin bile işçi
olduğunun bilincinde olmadığı bir durumu var sayalım. Yani yeryüzündeki bütün işçiler, biz işçi
değiliz diye düşünseler, böyle davransalar hatta bunu noterden tasdik ettirseler bile, işçi sınıfı var
olmaya devam eder. Bu sadece işçi sınıfı için de geçerli değildir, bütün sınıflar için geçerli bir
durumdur.
Fakat Ulus söz konusu olduğunda bu varoluş biçimi söz konusu olamaz. İnsanlar herhangi bir
ulustan olduklarını kabul etmedikleri sürece o ulus var olamaz. Örneğin, kendini Türk ulusundan
kabul edenlerin, bir gün uyandıklarında topluca kendilerini artık Türk ulusundan saymadıklarını,
herhangi bir başka ulustan, ya da tamamıyla ulussuz saydıklarını düşünelim. O andan itibaren
yeryüzünde Türk Ulusu diye bir şey kalmaz. Ulus ancak ve öncelikle KENDİSİ İÇİN ŞEY olarak
var olabilir. Ve bundan sonra KENDİNDE ŞEY imiş gibi görünür.
Klasik öğretideki bütün tartışma, tıpkı sınıf gibi, o kendinde şey olarak kabul edilenin, hangi
kriterlere göre tanımlanacağı noktasında olmuştur. Kimi buna kader ortaklığı, kimi dil, ülke, ülkü
birliği gibi cevaplar vermiştir. Ama bütün bu cevapların hepsi, aynı metodolojik hatayla malul
olduklarından daha baştan yanlıştırlar. Nasıl her dinin cemaatını o dinin kendisi bizzat tanımlar
ve o tanımı kabul edenler o cemaati oluşturursa, her ulus da, ulusa ilişkin kendi anlayışına
sahiptir ve ancak bu anlayışı kabul edenler o ulusu oluşturabileceğinden; örneğin sınıf gibi; bir
soyutlamanın ürünü olarak nesnel bir varlığı olan bir şey gibi bir tanımlama mümkün değildir.
Bu metodolojik yanlışın ikinci sonucu, ulusun ulusçulardan bağımsız olarak var olduğu
anlayışıdır. Dolayısıyla ulus var olduğu için ulusçuluk vardır. Tıpkı işçi sınıfı var olduğu için
124
sosyalizm olacağı gibi. Hatta tam da bu metodolojik yanılgı nedeniyle, yani ulus ulusçuluktan
önce ve bağımsız olarak var olabilen bir kendinde şey olarak anlaşıldığından, ulusçuluk
burjuvazinin ideolojisi olarak tanımlanarak, ulus adeta ulusçuluğun günahlarından kurtarılır.
Aslında durum tam tersinedir. E. Gellner'in dediği gibi:
"Ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, tam tersine, ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun
kendisidir." (S.105)
"Kısacası, analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve
milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir." (S. 24)
O halde, Marksist ulus teorisi, ulusun ne olduğunu tanımlamaya kalkmamalı, ulusçuluk ulus
ilişkisini ele almalıdır.
Ulus konusunda Marksist teorinin dayanması gereken temel eserlerin yaptığı tam da budur:
Ulusçuluk ve ulus ilişkisini aydınlatmak!.. Hayali Cemaatler, adı üstünde bu ilişkiyi ele alır.
Hobsbawm ve Gellner'in kitaplarının adı da aynıdır ve aynı ilişkiyi ele alırlar: Uluslar ve
Ulusçuluk, biraz eski dille: Milletler ve Milliyetçilik.
-IVUlusu bir kendinde şey olarak ele almanın bir başka sonucu da şudur:
Klasik Marksizm ve enternasyonalizm anlayışları, ulusçuluğa karşı olmuştur ama ulusa değil.
Çelişki tam da bu noktada ortaya çıkar: çünkü ulusçuluk olmadan ulus olamaz. Uluslar
ulusçuluğun ürünüdürler. Hem ulus ilkesini olumlamak (örneğin enternasyonal, adı üstünde ulusu
siyasi mücadelenin ve örgütlenmenin temel birimi kabul eder) hem ulusçuluğa karşı olmak
mümkün olmadığından, bir ulusal devlet oluşturulmaya kalkıldığında, (örneğin ulusal baskıya
karşı bir harekete öncülük edildiğinde; emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarında) ulus
ilkesi egemen kılınmaya çalışıldığında (eski Sovyetler'deki bütün Türkik uluslarda olduğu gibi)
ulusçuların yaptıkları her şey enternasyonalist bir söylemle yapılmak zorunda kalınır.
Gerçek tarihte de böyle olmuştur. Eski Sovyet topraklarındaki çoğu uluslar, Doğu
Avrupa'dakilerin çoğu, Asya ve Afrika'daki sosyalist yönelimli ulusal kurtuluş hareketleri de
hesaba katılırsa, yeryüzündeki ulusların çoğunu, milliyetçilerden ziyade enternasyonalistlerin ve
sosyalistlerin yarattığı görülür. Bunun en son ve belki de sonuncu örneğini, Kürtlerin ulusal
kurtuluş hareketi ve ulus olarak oluşumunda gözlerimizin önünde yaşıyoruz.
Bir zamanlar, Marks-Engels, Bismark'ın Alman birliğini gerçekleştirmesini kast ederek, bizim
yapmamız gerekeni o kendi yordamınca yapıyor diye yazıyorlardı. Devrimin mezar kazıcılarının,
onun vasiyetini yerine getirmek zorunda kaldıklarından söz ediyorlardı. Eğer burjuvazinin
Marks-Engels gibi kafaları olsaydı, onlar da, enternasyonalistlerin, arada geçen dönemde,
nasyonalistlerin vasiyetini kendi yordamlarınca gerçekleştirdiklerini kıs kıs gülerek yazarlar ve
keyifle tarihin sürpriz ve alaylarından söz ederlerdi.
125
Gellner bir yerde, "milletleri milliyetçilerin yarattığı"nı söyler. Somut tarihi göz önüne
getirdiğimizde, bu önermeyi şöyle düzeltmek gerekir: Ulusların çoğunu enternasyonalistler
yaratmıştır.
-VUlusçular Ulus'u, tıpkı klasik Marksist ulus teorilerinde olduğu gibi, ulusçuluktan önce ve
bağımsız olarak var olan bir kendinde şey olarak ele aldıkları için, yani gerçeği tam da bu en
kritik noktada tahrif ettikleri için, Gellner'in dediği gibi:"ulusun ne olduğunu ulusçulardan
öğrenemezsiniz".
Ama klasik marksist ve de enternasyonalist bütün hareket ve teoriler de, ulusçuların ulusun
ulusçuluktan bağımsız ve önce var olduğu kabulünü paylaştığı için, diğer bir ifadeyle Ulus'u bir
kendinde şey olarak ele aldığı için, gerçeği tam da aynı noktada ulusçularla birlikte tahrif ettikleri
için, şu önerme de en az Gellner'inki kadar doğrudur: "Ulusun ne olduğunu
enternasyonalistlerden de öğrenemezsiniz."
-VIGellner'in dediği gibi "Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören
siyasal bir ilkedir" (S. 19). Peki, enternasyonalizm de tamı tamına bu değil midir?
Ama enternasyonalizm ulusçuluğu böyle tanımlamaz. Sınıfsal çıkar karşısında ulusal çıkarın öne
alınması olarak tanımlar. Böyle yaparak, ulusu sınıfla aynı kategoriden, ama ona rakip, onunla
çelişen bir şey olarak ele almış olur ve bu ele alışıyla ulusçunun ulusu ele alışını paylaşmış olur.
Ama aynı zamanda, ulusçuluğa karşı çıkarken ulusçularla aynı ilkeyi paylaştığını gizler. Şu
önerme de en azından Gellner'in önermesi kadar doğrudur: Enternasyonalizm de, temelde, siyasal
birimin ulusal birim ile çakışmasını öngören bir siyasal ilkedir.
Enternasyonalizm sadece -politik olan kendi tanımıyla- ulusçuluğa karşı olmak değil, ama ondan
daha fazla, ulus ilkesine göre örgütlenmekten yana olmak demektir. Bu nedenle
Enternasyonalizmin Nasyonalizme karşı çıkışı, nasyonalizmin ufku içinde; ulus ilkesini kabul
eden bir karşı çıkıştır. Enternasyonalizm sınıfı bile ulus dolayımıyla tanımlayarak ve örgütleyerek
ulus ilkesinin egemenliğine hizmet eder ve onu yeniden üretir. Enternasyonalizm, ulus ilkesine
göre şekillenmemiş herhangi bir işçi örgütlenmesini kabul etmez.
Milliyetçiler kendilerine gereğinde enternasyonalist demekte bir sorun görmezler. Çünkü
enternasyonalizm millet ilkesine karşı değildir ve onu olumlar, hatta onu zorunlu koşul olarak
görür. Halbuki a-nasyonal ya da a-nasyonalist, yani ulusçuluğun ilkesini tanımayan bir tavır;
siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını öngörmeyen bir tavır milliyetçiyi, keza
enternasyonalisti de çileden çıkarır.
Bu nedenledir ki, özellikle ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinde, nasyonalistlerin kendilerini
enternasyonalist olarak tanımlamaları onlar açısından hiç bir sorun yaratmaz.
126
Ulusal baskıya karşı hareketlerin, duvarın yıkılışına kadarki tarihsel iklim ve konjonktürde
kendilerini sosyalist ya da Marksist olarak tanımlamaları, büyük ölçüde enternasyonalizm ilkesi
nedeniyledir. Ulusçunun ideali, en azından kendi devletini kurana dek, her ulusa bir ülke ve
devlettir. Enternasyonalist, Leninist veya Wilson'cu "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" da bu
idealin politik ilkesinden başka nedir ki? Bu bakımdan enternasyonalizm nasyonaliste güzel bir
ideolojik araç işlevi görmüş ve başarı için iyi olanaklar sağlamıştır.
Sosyalistler çoğunlukla, sınıfsal memnuniyetsizliklerin ulusal ularak yansıdığı noktasına ağırlık
vermişlerdir. Aslında, çoğu kez, ulusal memnuniyetsizlikler sınıfsal bir görünüm almışlardır.
Ve tam da bu nedenledir ki, bir ölçüde orijinal Ekim Devrimi hariç, kendilerini sosyalist olarak
tanımlayan bütün devrimler, aslında nasyonalistlerin devrimleridir.
Yukarıda, "Ulusların çoğunu enternasyonalistler yaratmıştır" demiştik, o devrimleri yapanların
kendilerini nitelemeleriyle değil de, gerçek özleriyle bu önermeyi formüle edersek aslında tekrar
Gellner'in önermesine varırız. "Ulusları ulusçular yaratmıştır". Sonra da şu dip not eklenebilir: Bu
ulusçuların bazıları kendilerini enternasyonalist olarak tanımlamışlardır.
-VIITeorik olarak programatik bağlamda, Lenin ve Troçki'nin anladığı biçimiyle, "Ulusların Kendi
Kaderlerini Tayin Hakkı"nın ulus olmakla ilgisi yoktur. Yani onlar, programatik formülasyonda,
kendinde şey olarak bir ulus kavrayışına değil, kendisi için şey olarak bir ulus anlayışına gizli
olarak sahiptirler. Bu anlayışa göre belli bir grup insan kendilerinin bir ulus olduğunu kabul
ediyorlarsa ulusturlar. Dolayısıyla bir köy halkı bile, ulus olduğunu ilan edip, kendi
parlamentosunu seçip ayrılabilir.
Ama bu tavır, hala siyasi birim ile ulus biriminin çakışmasını öngördüğünden milliyetçiliğin
ufkunda ve onunla aynı temeli paylaşmakla birlikte, isteyen her gruba ulus olma hakkını zımnen
tanıdığından, hep üstü örtülmüş, görmezden gelinmiştir. Çünkü burada ulusu kendinde şey değil
kendisi için şey olarak anlayan patlayıcı bir unsur vardır.
O halde, klasik biçimiyle, yani Lenin ve Troçki'deki otantik biçimiyle, ulusal baskıya karşı
program, bir ulus teorisi gerektirmez. Ulus olmayı, bir grup insanın ya da kişilerin kabullerine,
sübjektif değerlendirmelerine bırakır. Ulus'u kendisi için şey olarak ele alır. Bu nedenle, Lenin ve
Troçki gibi ulusal baskıya en tutarlı biçimde karşı çıkanların, klasik anlamıyla bir ulus teorisine
sahip olmamaları bir raslantı değildir ve onların bir zaafı olmaktan ziyade üstünlüğüdür.
Aslında bir ulus teorisi kurmak, ya da bir ulus tanımı getirmek, özünde ulusu kendinde şey olarak
tanımlamak; dolayısıyla sübjektif kabulü dışlamak olduğundan, ulusal baskıya karşı tutarlı bir
mücadeleyi engellemekle kalmaz, aksine baskıya ideolojik araçlar sağlar.
Bu nedenle, klasik biçimiyle bir ulus teorisi ya da tanımı yapanların (örnek: Stalin) aynı zamanda
ulusal baskılar yapması bir rastlantı değildir.
*
127
Ulus bir kendinde şey değil, kendisi için şey olduğundan, tıpkı dini cemaatler, tarikatlar, herhangi
bir amaç etrafında bir araya gelmiş birlikler; dernekler, partiler gibi ele alınmalıdır sosyalist bir
programda. Nasıl devlet dinler karşısında tamamen tarafsızsa; nasıl dini görevleri o cemaatin
kendisine bırakıyorsa; nasıl isteyen istediği birliği, derneği kurabiliyorsa; uluslara karşı tavır da
öyle ele alınmalıdır. İsteyen sayıda insan bir araya gelip istediği ulusu kurabilmeli, tıpkı bir dini
cemaat gibi, ulusal cemaat da ulusal vecibelerini devlet karışmadan yerine getirebilmelidir.
Sorunu daha iyi kavramak için din analojisi kullanılabilir. İdeal demokratik devlet; aslında Paris
Komünü tipi devlet diyelim, nasıl din işlerini devletten ayırıyor bu işleri cemaate bırakıyorsa ve
bu çerçevede isteyen istediği dine girebilir, çıkabilir hatta din kurabilirse ve dinsizler de
olabilirse; siyasi birim nasıl çeşitli dinler ve dinsizler karşısında tarafsız ve nötrse; ve böyle bir
siyasi birim nasıl islam devletleri ya da dinsiz devletler gibi birliklere giremez ve o devletin bir
dini ya da dinsizliği olamazsa, ama siyasi birimin dışında, bir cemaat olarak isteyenler istedikleri
birliğe katılabilirlerse; ulus konusunda da aynı tavra sahip olmalıdır. Yani isteyen kendini istediği
ulustan ya da ulussuz kabul edebilmeli; hatta isteyenler istediği ulusu kurabilmeli; siyasi birim
bütün bunlar karşısında tıpkı gerçek laik bir devletin din karşısında olduğu gibi olmalıdır. O
siyasi birimin nasıl dini yoksa ulusu da olmamalıdır. Ulusal dili, ulusal bayrağı, sıfatı
olmamalıdır. Ulusçuluğa göre, yani siyasi birim ile ulus biriminin çakışmasını öngören hiçbir
birliğe katılmamalıdır. Ama bu devleti oluşturanlardan bir ulus olarak bir araya gelenler; siyasi
birimin dışında istediklerini yapabilmelidirler.
O halde biz sosyalistler, ulusal sorunda, ulusçularla aynı ilkeyi paylaşan, enternasyonalist
"ulusların kendi kaderini tayin hakkı"nı değil; ulusçuların ve enternasyonalistlerin dayandığı
ortak ilkeyi berhava eden; isteyene istediği ulusu kurma; istediği ulusa katılma veya çıkma ve de
ulussuz olabilme hakkını savunmalıyız. Bu artık enternasyonalizm değil; a-nasyonalizm'dir. Ya
da Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi; ulus işleriyle devlet işlerinin
birbirinden ayrılması demektir.
-VIIIBöyle bir tavır ulusçuluğun ve ulusçuların anladığı biçimde ulusun temellerini berhava eder.
İsteyene istediği ulusu, tıpkı bir dernek ya da bir dini cemaat gibi kurma olanağı veren tavır,
özünde ulusçular üzerinde bir diktatörlük anlamına gelir. Ulus'u devlet ve siyasetin dışına atış,
ulusçuya bir diktatörlük olarak görünür. Çünkü ulusçunun ilkesi siyasal birimin ulusla
çakışmasıdır.
Konuyu benzer başka örnekle de açıklamak mümkündür. İslamiyet konuyu anlamak için ilginç
bir örnek sunar. İslamiyet de, (elbette bugünkü modern politik İslam ya da şeriatın anladığı İslam,
sıradan halk İslam’ı değil) tıpkı ulusçuluğun siyasal birim ile ulusal birimin çakışmasını
öngörmesi gibi, siyasal birim ile dinsel birimin çakışmasını öngörür. Modern aydınlanma
düşüncesi ise, dini kişisel bir vicdan, inanç sorunu olarak ele alır. Dinsel birimi siyasal birimin
dışına atar. Burada uzlaşmaz bir çelişki vardır. Biri diğerini yok etmek ya da zorla bastırmak
durumundadır. Birinin kabulü diğeri üzerinde diktatörlüktür. Bir şeriat devletinde olduğu gibi,
128
din siyasi birimin çakışmasını kabul eden bir devlet, nasıl, dini devlet dışında, siyasi birimin
dışında kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak gören tipik laik anlayış üzerinde bir diktatörlükse;
laik devlet anlayışı da, din ve siyasi birimin çakışmasını öngören şeriat anlayışı özerinde bir
diktatörlüktür.
Programımıza almamız gereken; ulusu bir kişisel inanç ya da seçim sorunu olarak gören ama onu
siyasi birimin dışına atan anlayış da ulusal birimin siyasi birimle çakışmasını öngören ulusçuluk
ve enternasyonalizm anlayışları üzerinde bir diktatörlüktür. Ulusları da, dini cemaatler ya da
dernekler gibi görüp, siyasal alanın dışına attığınızda, aynen İslam’a ve şeriatçılara yaptığınızı
ulusçulara yapmış olursunuz. Ama enternasyonalizm ya da ulusçuluk da, ulusal birimi siyasal
birimin dışına atan anlayış üzerinde bir diktatörlüktür. Onlar da şeriatçıların laiklere yaptığını
yapmaktadırlar. Bugün yeryüzündeki bütün devletler, ulussuzlar; ulusal birimle siyasal birimin
çakışmasını kabul etmeyenler için birer şeriat devletidirler.
Sosyalist bir örgütlenmede de ulus bu imtiyazlı yerinden atılmalı, ulus dinlerin ve daha başka
tercih ve inançların arasındaki gerçek yerini almalıdır. Nasıl, bütün dinlerden işçiler birleşiniz
demek saçmalıksa ve böyle bir çağrı din ilkesini yeniden üretirse, bütün uluslardan işçiler
birleşiniz demek de saçmalıktır ve ulus ilkesini yeniden üretir. Din demiyorsak niye ulus diyelim
ki?
Sosyalizm, enter-nasyonalist değil, a-nasyonalist olmalıdır. Ezilenler enter-nasyonal örgütler
değil, tıpkı a-dini olduğu gibi a-nasyonal örgütler kurmalıdır.
Burjuva uygarlığı dışında ve ötesinde sosyalist bir uygarlık programını taslaklaştırmanın ilk
adımı bu olabilir.
Nasıl bugünkü ulus ilkesine dayanan burjuva uygarlığında, dinler, tarikatlar hatta aşiretler var
olmaya devam ediyorlarsa ama bütünüyle siyasi alanın dışındaysalar, ya da öyle olmaları
gerekiyorsa; aynı şekilde sosyalist bir uygarlıkta da, muhtemelen dinlerin ve aşiretlerin yanı sıra
uluslar da, siyasi alanın dışında var olabilirler ve muhtemelen var olacaklardır da. Tıpkı
muhayyel bir laik ülkedeki halk İslam’ı gibi.
-IXEnternasyonalizm sadece ulus ilkesini yeniden ürettiği için değil; ezilenlerin kurtuluşu için;
onların mücadelesini birleştirmek için uygun bir ilke ve biçim sunmadığı için de ezilenlerin
kurtuluşuna hizmet edemez artık.
Tarihsel maddeciliğin ya da Marksizmin tarihi bir bakıma yeni öznelerin ortaya çıkışının
tarihidir. Yeni öznelerin ortaya çıkışı ise; sermayenin gerçek tarihsel hareketinin; bunun sonucu
olarak da simbiyozların; eklemlenmelerin tarihidir.
Marks Kapital'de saf bir kapitalizmi ele almıştı. Tıpkı boşlukta; havasız bir ortamda bir tüy ve
demir parçasını bırakarak deney yapmak gibi, havanın sürtünmelerinden azade bir deney
yapmaya çalıştı temel eseri kapitalde. Fizik deneyindeki havasız tüpün yerini soyutlama alıyordu.
Bu kapitalist toplum, cinslerin, ırkların, aşiretlerin, adetlerin olmadığı; sınırsız ve sonsuz bir
129
evrende; başka üretim biçimi kalıntılarının olmadığı bir soyut mekândaki bir toplumdur. Marks'ın
Kapital'inin tüm gücü ve güçsüzlüğü de buradan gelir. O sistemin temel eğilimlerini belirler;
temel işleyiş yasalarını; ama onların kısa vadeli olarak somut tarihte aldığı biçimleri değil.
Marks'tan sonra gelen Marksistler olağanüstü ölçüde politik mücadelenin ihtiyaçlarına bağlı
olarak teorik çalışma yapmaya yöneldiklerinden; sermayenin gerçek tarihsel hareketini; (ki
soyutlamaya her faktörün girişine bağlı olarak ayrı bir Das Kapital yazmak gerekir) sistematik bir
şekilde; kuşaktan kuşağa teorisyenlerin tamamlamaya çalıştığı bir bilimsel proje olarak; tıpkı bir
Bonzai yetiştirir gibi, yapılma çabası olamamıştır. Hatta nesiller boyu Marksistler böyle
muazzam bir teorik görevin ortada bulunduğunun bile farkında olmamışlardır.
Ancak ortaya çıkan yeni öznelere bağlı olarak; Marksist teorisyenler; çoğu kez başarılması
gereken böyle muazzam bir teorik projenin bir bölümünü inşa ettiklerini bile bilmeden; ama
hayret edilecek kadar paralellikler içinde sermayenin somut tarihsel hareketini; dolayısıyla
eklemlenmeleri ve bunlardan çıkan yeni güç ve sınıf ilişkilerini ve yeni özneleri incelemeye
başlamak zorunda kalmışlar ve farkına varmadan aşağı yukarı; kavramsal bir bütünlük içinde
olmasa da binanın birçok bölümünü çatmışlardır.
Bu tarihsel gelişimi Marks-Engels'ten başlayarak birkaç fırça darbesiyle kısaca özetleyelim.
Sırf sermayenin saf hareketini inceleyerek somut politika bir yana toplumdaki güçler ve bunların
yer alışı belirlenemez, dolayısıyla emansipasyon mücadelesinde bir strateji.
Marks-Engels'in ilk dönemlerinde tahlil aracı olarak proletarya ve burjuvazi ve bir ölçüde de
küçük burjuvazi vardır. Hitap edilen özne işçi sınıfıdır. Ezilen uluslar bile özne olarak görülmez.
Desteklenenler o günkü politik konjonktürdeki konumlarından dolayı desteklenir (örneğin
Polonya) ya da tersi (meşhur Tarihsiz Halklar meselesi). Ama onların desteklendikleri durumda
bile onlar özne olarak görülmezler. Ezilen sömürgeler de aynı şekilde ele alınır. Bunun pratik
politikadaki en bilinen örneği İrlanda'nın kurtuluşunu İngiliz işçisinin sağlayacağı yaklaşımıdır.
Ancak, Marks, çözümlemesinde sermayenin gerçek tarihsel hareketine yöneldikçe; ortaya saf
kapitalizmin analizinde ortada bulunmayan; ama somut toplumda var olan gerçek toplumsal
güçler ve öznelerle karşılaşır; ya da bu öznelerle ve güçlerle karşılaştıkça, sermayenin gerçek
tarihsel hareketini daha dakik olarak tanımlamak zorunda kalır.
Bir örnek Rant teorisidir. Eğer kapitalizm; feodal toprak tekelinin var olmadığı bir dünyada olsa
ve gelişseydi bir büyük toprak sahipleri sınıfı olmazdı, dolayısıyla bunların diğer sınıflarla
ilişkileri. Bu toplumsal güç; kapitalist üretimin kendisinden çıkmıyor; geçmişin bir kalıntısı
olarak var oluyor ve sınıf mücadelesinde sınıfların konum ve güç ilişkilerini etkiliyordu. Ama
sorun sadece bu da değildi. Sermaye Büyük toprak sahipleriyle ilişkisinde kendisi de değişiyor
ama aynı zamanda onları da değiştiriyordu. Burjuvazi artık saf bir kapitalist toplumun burjuvazisi
gibi davranamıyor; Big land Lord'lar da; kapitalizm öncesinin asilleri gibi olamıyorlardı.
Dolayısıyla bu tüm güçlerin yer alışında ve stratejide önemli nitelik değişikliklerine yol açıyordu.
Saf kapitalizmin incelemesinden bir bakıma İngiliz işçilerin İrlanda'yı kurtaracağı sonucu
130
başlangıç önermesini oluştururken, Büyük Toprak sahipliğinin, saf kapitalist toplumda olmayan,
sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü ilişkilerinin tahliliyle, modern kapitalizmin bu eski
biçimleri yok etmek bir yana onlarla simbiyoz ilişkisine girdiği, eklemlendiği görülüyor, bu sefer
İrlanda kurtuluş hareketinin başarısı, İngiliz işçisinin başarısının ön koşulu haline geliyordu.
İrlanda Kurtuluş Hareketi başlangıç noktası tahlilinde bir nesneyken, son noktada bir özne haline
geliyordu.
Marks-Engels'in bu evrimi; daha sonraki Marksizmin evriminin küçük bir prototipidir.
Sömürgeciliğe karşı savaşlar aslında sermayenin gerçek tarihsel hareketinin sonuçlarıydı
(kapitalist bir merkezden kapitalist olmayan bir çevreye doğru yayılma) ve yeni özneler ve yeni
eklemlenmelerin analizi ile anlaşılabiliyordu. Bir bakıma Lenin'in en temel katkısı,
sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerini, bir özne olarak ele alması ve çağrısını onlara
yöneltmesiydi. Troçki'nin de ifade ettiği gibi, "Bolşevizm’in ayırt edici yönü, geri kalmış olsalar
bile, baskı altındaki ulusları, yalnızca politikanın nesnesi değil, öznesi olarak da gören tavrıdır".
Örneğin benzer evrim kadın hareketi bakımından da geçerli olmuştur. Marks, Engels, Lenin,
Troçki için, kadınlar bütün baskı altına alınmışlıklarına rağmen politikanın bir nesnesiydiler. Ve
kapitalizmin kendiliğinden kadını baskı altına alan mekanizmaları tasfiye edeceği varsayılıyordu.
Ancak, kadın hareketinin teorisyenleri, tıpkı Marks'ın sermayenin gerçek tarihsel hareketinde
büyük toprak sahipliğiyle simbiyoza girmesi gibi, kadın emeği ve ev işinin de sermaye ile
eklemlendiğini kanıtladılar. Kadınların bir özne olarak ortaya çıkması da bizzat bu gerçek tarihsel
hareketin ve eklemlenme ilişkisinin sonucu oluyordu.
Kapital'deki sermaye sınırsız ve sonsuz bir evrende hareketini gerçekleştiriyordu. Ama gerçek
tarihsel hareketinde, sınırlı ve sonlu bir evrende gerçekleştirmesi, bunun sonucu olarak yeni
öznelerin, insanların insan olarak harekete geçmelerine yol açıyordu.
Marks-Engels döneminde tek özne işçi sınıfı görülüyordu. Bu nedenle Bütün Ülkelerin İşçileri
Birleşin şiarı, kendine göre bir anlama sahipti. Ekim devrimiyle birlikte, Ezilen ulusların kurtuluş
savaşları ortaya çıkınca, bu yeni özneyi de ifade edebilmek için, işçilerin yanına bir de "ezilen
halklar birleşin" ibaresi eklendi.
Ama bugün öznelerin böylesine çeşitlendiği bir çağda, sadece işçileri özne kabul eden; onları da
ulus dolayımıyla tanımlayan bir örgüt biçimi ve ilke artık yeterli olamaz. Artık bütün ülkelerin
işçilerini değil, yeryüzünün bütün ezilenlerini, yani bütün özneleri birleştirecek bir çağrı ve biçim
bulunmalıdır. (Ya da yeryüzünün bütün işçilerini sadece ulusal bölünmüşlüğe göre değil, bütün
bölünmüşlük biçimlerine göre bir araya getirecek biçimler.) Örgütler uluslara göre değil, her
baskı biçiminden ve sorundan doğan öznelerin içinde, onu kesen diğer baskı biçimleri ve özneleri
için mücadele edenleri birleştirmelidir. Yani her hareketin bölücülerini. İşçi hareketi içinde
örneğin, siyahların ve kadınların otonom örgütlenmelerini ve çıkarlarını savunanları; Siyah
hareketi içinde, işçilerin ve kadınların; Kadın hareketi içinde işçilerin ve siyahların. Ulusal
kurtuluş hareketleri içinde bütün bunların hepsinin; bütün bunlar içinde ulusal kurtuluş
hareketlerinin. Bunların her biri o öznenin hareketiyle sınırlı kalanlarca "hain" olarak
131
görüleceğinden; bütün hareketlerin ve öznelerin "hainlerini" toparlayacak bir forma ihtiyaç
vardır. Bütün özneleri tanımayan ve sınıf içinde de çeşitli bölünmeler arasında sadece ulusal
bölünmüşlüğü meşru kabul edip tanıyan enternasyonalizm geleceğin mücadeleleri için bir ilke ve
biçim olamaz.
Enternasyonalizm, belki "bütün ülkelerin işçileri"ni birleştirebilirdi ama "yeryüzünün bütün
ezilenlerini" birleştiremez.
132
Hariçten Gazel
Selam arkadaşlar,
Yıllar sonra ilk kez İnfo İstanbul'da bir tartışmanın başladığını ve dallanıp budaklandığını
görünce sevinmiştim ama birden bıçakla kesilir gibi bitti tartışma. Bir kaç gündür yeni bir şey
yok. Üzüldüm doğrusu. Ama mademki bir tartışma başladı ben de katılmayı deneyeyim.
(Not: bu ani kesilme galiba teknik bir arızadanmış. Ama buna rağmen katılımda bir tavsama var
gibi geliyor.)
*
Ben tartışmayı örgütsel ve taktiksel sorunlardan, programatik ve stratejik sorunlara çekmeye
çalışacağım. Bütün politik hayatımda hemen bütün politik bölünme ve tartışmaların örgütsel ya
da taktiksel sorunlar üzerinde yürüdüğünü ama tartışmanın özüne inince, ki özü çoğu kez
söylenmişler değil söylenmemişler oluyor, onun aslında programatik ve stratejik ayrılıklardan
kaynaklandığı ama tartışan tarafların bilincine çıkmadığı için tartışma ve bölünmelerin ilerletici
değil geriletici; aydınlatıcı değil karartıcı olduğunu gördüm.
Problem hep genel ve temel sorunlarda bir berraklığın olmamasından ya da bir anlaşmazlığın
olmadığı yanılsamasından kaynaklanmıştır.
En basit mantık bakımından bile bu böyledir. Genel sorunlarda (Programatik ve stratejik)
anlaşma veya netlik olmadan daha özel sorunlarda (diyelim ki örgütsel ve taktik) bir netlik
olanaksızdır. Hedefinizi ve o hedefe ulaşmak için dayanacağınız temel güçleri bilmeden hangi
araçlarla (örgütsel biçimler) ve yollarla (taktikler) ulaşacağınızı nasıl tartışabilirsiniz ki?
İşte bu nedenle ben tartışmaya öncelikle programatik ve stratejik sorunlar üzerinden katılmayı
deneyeceğim.
*
İkinci olarak tartışmaya dünya ölçeğinden girmeyi deneyeceğim. Dünya ölçeğindeki
değerlendirmelerden hareketle özgül olarak Türkiye'yi ele almaya çalışacağım.
Bir zamanlar en küçük ya da teorik bakımdan cılız hareketler bile temel bildirgelerine bir dünya
değerlendirmesiyle başlarlardı. Elbette bu değerlendirmelerin çoğu İslam’ın Amentü’sü gibi, bir
değerlendirme ve tahlilden ziyade, bir inanç bildirimi özelliği taşırdı. Ya da gerçek hayatla ilgisi
olmayan kimi "felsefi" genellemeler ("baş çelişki", "yan çelişki" gibi) tekrarlanırdı.
Ne olursa olsun, bu durumlarda yanlış olan bir genel dünya durumundan hareketle ne
yapılacağını belirleme çabası değildi kanımca. Yanlış olan o genel, dünya ölçeğindeki
değerlendirmenin yeterince derin ve hakkıyla yapılamamasıydı.
Ama şimdilerde sanki yanlışın kendisi dünya ölçeğinde bir değerlendirmeden yola çıkmanın ya
da bu çabanın kendisiymiş gibi görülüyor.
133
Aslında Almanların "zeitgeist" dediği, "zamanın ruhu" diye çevrilebilecek olan, post-modern, ya
da yeni-sağ, ya da post-fordist ya da ne derseniz deyin, ruh hali solcularda belki sağcılardan da
daha güçlü bir etki ve egemenlik kurmuş durumda.
Örneğin "artık büyük anlatı"ların bittiği, "ideolojilerin" veya "tarihin sonu"nun geldiği türünden
önermelere karşı çıkmak solculuğun raconundan sayılır. Ama aynı karşı çıkan solcular, teoriyi,
evrenseli, geneli bir kenara itişleriyle, "büyük anlatı"ların ya da "ideoloji"lerin çağının
geleneklerine karşı gösterdikleri küçümsemeleriyle, hasılı davranışlarıyla, eleştirdikleri
önermelere kanıt oluşturma çabasındadırlar sanki.
Bu bakımdan en azından bu egemen tartı reddedici bir duruşu, fiili bir karşı çıkışı sürdürmenin
politik bir önemi de var kanımca.
*
İnfo-İstanbul'da başlayan bu tartışmaya böyle hevesle katılmaya çaba göstermemin nedenini de
açıklamam gerekiyor sanırım. ÖDP'nin kuruluşu, genellikle kötümser bir insan olmama rağmen,
bende bile iyimser beklentilere yol açtı. Kuruluş hazırlıkları sırasında, alışılmış kötümserliğimle,
"Kuruçeşme nasıl dağılmakta olan örgütleri toparladıysa, bu birleşme de dağılmış Dev-Yol'u
yeniden örgütlemeye, BSP içinde yavaş yavaş kaynaşan örgütlerin yeniden eski zırhlarına
bürünmesine yol açar" diye düşünüyor ve işin doğrusu fazla bir şey beklemiyordum.
(Kötümserliği sizlere de tavsiye ederim. Hayatımda hiç bir şeyin iyiye gittiğini görmedim. Bu
nedenle kötümser tahminleriniz büyük oranda doğru çıkacaktır. Ayrıca ekenomiktir. Zaten
kötümser beklentiler içinde olduğunuzdan moral bozukluğu, yıkım olmaz ya da çok az oranda
olur. Eğer beklentileriniz yanlış çıkarsa, yani iyi bir gelişme olursa, genel moral yüksekliğinin
sizin üzerinizdeki etkileri, tahmininizin yanlış çıkmasından doğabilecek kişisel burukluğunuzu da
fazlasıyla telafi eder.)
Kuruluşundaki coşku, buradaki küllenmiş ateşleri bile canlandırınca, galiba bu sefer gerçekten
yanıldım deyip, umutla ÖDP'yi izlemeye başladım. Bu izleme Söz dergisi, bazı küçük gazete
haberleri, Türkiye'ye gidip gelen arkadaşların anlattıkları izlenimler ve nihayet buralara gelen
bazı ÖDP yöneticilerinin anlattıkları ve yaptıkları aracılığıylaydı. ÖDP'nin doğrudan politikasıyla
ancak, ÖDP'nin Avrupa'da örgütlenip örgütlenmeyeceği bağlamında karşılaştım. Türkiye'ye
gidenlerin anlattıkları hariç, diğer kaynakların hepsi olumsuz ve hayal kırıcıydı.
Demek Türkiye'de alttan gelen başka bir dalga var bu henüz ÖDP'nin politikasına ve yönetimine
yansımadı daha beklemek gerekir, bir hüküm vermekte acele etmemeli diye düşünüyordum.
İyimserliğime son veren buradaki kimi Dev-Yol'cu arkadaşlarda gözlemlediğim bir gelişme oldu.
Bir yıl önce "biz" derken ÖDP'yi kasteden bir çok arkadaşta "Biz" bir anlam kaymasına uğramış
ve Dev-Yol'u, o gelenekten gelenleri kastetmeye başlamıştı. Bunun bir reaksiyonu da
Kurtuluşçularda uzaktan hissediliyordu. BSP'de bile bu arkadaşlarda Kurtuluş kimliği giderek
önemini yitirirken son zamanlarda bu kimliğin giderek önem kazandığı görülüyordu.
134
Hele o yönetime yansımadığını düşündüğüm dipten gelen, taşradaki dalganın da aslında Türklere
egemen olan şoven ve milliyetçi dalganın baskısını büyük ölçüde yansıttığına dair duyumlar
arttıkça ve nihayet "Kürt Sorunu"nda beklediğim radikal tavrın oluşacağına ilişkin belirtiler
azaldıkça artık kredinin vadesinin dolduğunu düşünüp bir şekilde uzaktan yazıyla da olsa bu
olumsuz gelişime karşı bir tavır koymak gerektiğini düşünmeye başladım.
İlk önce bir yazı hazırlayıp Söz dergisine yollamayı düşündüm. Bu arada Söz'ün kapanacağını ve
yeni bir dergi çıkacağını işitince, bari yeni yayın çıksın, bir de ona bakalım, gerekirse oraya
yollarım diye düşündüm. Aylar geçmesine rağmen bu yayın da çıkmadı. Son olarak bu yayının
çıkmasının da Kongreden sonraya kaldığını duydum. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama
herhalde doğrudur.
Bu durumda, en iyisi bari, İnternet'teki "Sosyo.kulture.turkısh" alanına, "Info-İst"in tartışma
alanına yazayım diye düşünüyor ve bunun için hazırlıklar yapıyordum ki bu tartışma başladı.
Yani zaten yapmayı düşündüğüm iş için iyi bir vesile oldu.
*
Bu arada "Elektronik Ortam"da tartışmanın da yazı formları ya da stili bakımından bazı
değişiklikler gerektirdiğini -kısmen daha önceki denemelerden de biliyordum- fark ettim. En iyi
biçim ne olur diye düşünüyordum. Sonunda kısa notlar ve denemeler biçiminin, (Yani her biri
ayrı bir yazı olan ama aynı zamanda birbirlerini tamamlayarak bir bütün oluşturan bir biçimin) en
iyisi olacağına ve önce böyle bir biçimi denemeye karar verdim.
Yollayacağım yazılar iki biçimde olacak:
1) Kenar notları: Esas tartışmadaki tartışmak istediğim sorunları ve ondaki mantık silsilesini
etkilememesi için çeşitli metinlerdeki mantık ya da olgu yanlışlarına yönelik kısa değinmeler.
Bunları "Kenar Notları" başlığı altında yollamaya çalışacağım.
2) Tartışma Denemeleri: Bunda her biri bağımsız bir deneme olarak esas tartışma metinleri yer
alacak.
Bu ütün bu metinlerde, dipnotu olanağı olmayacağı için. daha doğruzu olur da, teknik olarak
biraz problemli olacağı için, dipnotu ya da açıklamalar yerine, üç yıldızlı ayrımlar biçiminde,
bunları da her biri küçük kısa bir yazı gibi yazmayı deneyeceğim. Bunları "Hariçten Gazeller"
başlığı altında yollayacağım
3) Son olarak benim açımdan bu tartışma, son 10 yılda tüm enerjimi verdiğim, 24 saat kafa
patlattığım bir konuda tartışma. Bu konudaki kimi düşüncelerimi zaman zaman yazdım da.
Ancak bunlar büyük aralıklarla ve kopuk kopuk yazıldığı ve çok sınırlı bazı çevrelerin dışında
okunmadığı için Tartışmaya girerken, bu konuya ilişkin bazı eski yazdıklarımı da önceden
yollayacağım ki, tartışmaya katılırken ki arka planım ve problematiklerimi meraklısı olursa daha
iyi anlayabilsin. Bunlara da "Ek: 1", "Ek: 2" gibi baslıklar vereceğim.
Selamlar
135
Hariçten Gazeller 01
28.06.97 16:04
Açılan tartışmanın konusu şöyle de formüle edilebilir: "Bugünün Türkiye'sinde sosyalist bir
politika ne olabilir?"
Ama daha bu formül bile aslında bir yığın varsayımı içinde barındırıyor. Örneğin, politikanın ve
politika yapmanın ne olduğu konusunda bir anlayış birliği olduğu gibi bir varsayım. Ya da
Türkiye'de veya herhangi bir ülkede ülke ölçeğinde sosyalist politika yapmanın olanaklı
olduğuna dair bir varsayım.
O halde tartışmaya bu varsayımları sorgulayarak girmek daha doğru olacak ve bizi tam da genel,
evrensel sorunlarla, gerçek programatik sorunlarla yüz yüze getirecektir.
En son söylenmesi gerekenleri en başta söylemek gerekirse:
1) Bugünün Türkiye'sinde veya herhangi bir ülkede, ülke ölçeğinde sosyalist bir program ortaya
koymak ve dolayısıyla ülke ölçekli sosyalist bir politika yapmak mümkün değildir. Sosyalist
politika ancak evrensel ölçekte yapılabilir.
2) Ve bu sosyalist politika ancak bugünkünden kökten farklı bir politika anlayışıyla yapılabilir.
Provake edici bir örnekle konuya girmek daha düşündürücü olabilir:
Bir an için varsayalım ki, ÖDP, bir mucize oldu ve geniş yığın desteğiyle iktidara geldi ve bu
ÖDP iktidarı programını hiç bir engel olmadan gerçekleştirecek büyük bir desteğe sahiptir.
ÖDP'nin yapabileceği maksimum, Sosyalistlerin onlarca yıl minima program dedikleri talepleri
gerçekleştirmek olacaktır.
Bu ÖDP iktidarının devleti en demokratik biçimde yeniden örgütlediğini varsayalım. Yani şu
baskıcı militarist bürokratik devlet cihazını tasfiye edip her türlü özgürlüğün ve insan haklarının
güçlü garantiler altına alındığı yepyeni bir örgütlenmeye gidildiğini kabul edelim. Ulusal sorunu
en radikal biçimde çözdüğünü varsayalım. (Bugünkü ulusal sorundaki tavrıyla ÖDP'nin bunu ne
ölçüde yapabileceği ayrı bir sorun)
Bu ÖDP iktidarı üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dokunamayacaktır. Dokunduğu
takdirde ayakta kalma şansı yoktur, diğer yandan ÖDP' yi destekleyecek yığınlar bunu
istemeyecektir. Bunun dışında, bazı alanlarda tıpkı batıdaki Sosyal Demokrat partilerin bir
zamanlar yaptığı gibi bazı devletleştirmeler ise hiç bir şekilde var olan sistemin özünü
değiştirmeyecektir. Devletin ekonomiye güçlü bir şekilde müdahale edebildiği bir kapitalist
ekonomi olarak kalacaktır.
Ama böyle bir sistem Türkiye kapitalizminin gelişmesi için ideal koşulları sağlamaktan başka bir
anlama gelmeyecektir.
136
Böyle bir Türkiye'de Kapitalizm ve onun gelişmesi gerçekten, hele bir de dünya ölçeğinde Doğu
Avrupa ve Çin'in kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonu; elektronik devrimin ürünlerinin
yaygınlaşması (tıpkı demiryolları veya savaş sonrasının otomobilleri gibi) vs. ile desteklenecek
bir "Uzun Dalga'nın yükselen eğimi" dönemiyle senkronize olursa tam uzak doğunun
kaplanlarının gelişmesi gibi, ya da savaş sonrası Avrupa'da olduğu gibi mucizevi bir gelişme bile
mümkündür. (Bütün ekonomiyi kasıp kavuran savaş masraflarına rağmen Türk ekonomisinin
gösterdiği dinamizm böyle bir olasılığın pek hayal olmadığını ima ediyor). Böyle bir Türkiye,
muhtemelen, Doğu Roma (Bizans-Osmanlı) imparatorluklarının mirası üzerinde bir etki alanı
kurabilir ve bu alan hatta Orta Asya'ya kadar uzanabilir.
Bu, kendi içinde demokratik Türkiye, aslında tipik bir emperyalist kapitalist ülke olacaktır. Ama
bu tam da Özal'ın, ya da İkinci Cumhuriyetçi'lerin hayalinden başka nedir ki? Özal, buna
yukarıdan düzenlemelerle ulaşmak istiyordu. Olası bir ÖDP iktidarı ise bunu, daha radikal, daha
başarılı, aşağıdan ve demokratik yollarla gerçekleştirmiş olur. Yani şu bizim Marksist
vokabülerle ifade edersek: Prusya ve Fransız yolları. Bir ÖDP iktidarı halinde Türkiye Fransız
yolundan, yani aşağıdan ve demokratik biçimde, gelişmiş bir kapitalist emperyalist ülke olacaktır.
(İkinci ve daha büyük olasılık, en çok Kürt öldürmüş bir generalin, De Gaulle ya da Rabin gibi,
ipleri ele alarak, Prusya tipi yöntemlerle, birinci cumhuriyeti kurtarmak için ,tıpkı Atatürk'ün
Padişahı kurtaracağım diyerek onu ortadan kaldırıp yeni bir padişahlık kurması gibi, tasfiye
etmesi ve Kürt sorununu çözmüş yeni bir Cumhuriyet kurmasıdır. Türkiye'nin tarihi, gelenekleri
ve nihayet ÖDP'nin korkak politikası bu olasılığı en güçlü olasılık olarak ortaya çıkarıyor. Bu
takdirde, bürokrasinin ve ordunun ağırlığı varlığını sürdürür ve yığınlar arasında pek az bir
demokratik gelenek kalıntısı kalır. Ayrıca bu halde, Türk kapitalizmi, bir olası ÖDP iktidarından
daha yavaş gelişir.)
Fransız yolu, muhtemelen ezilen yığınlar açısından daha az sancılı, ve daha demokratik
gelenekler bırakıcı olabilir ama aynı zamanda Türk kapitalizmi için daha geniş bir etki alanı ve
dinamizm de demektir.
(Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen şunu belirtmek gerekiyor: ÖDP'lilerin
sosyalist inançlarından ve onların bu inançlarına bağlılıklarından hiç bir şüphe etmek söz konusu
değildir. Bu samimi inanç ve arzuların ötesinde, nesnel olarak neler olabileceğinden söz ediyoruz
burada.
Yine bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu da belirteyim ki, PKK veya Dev-Sol veya
Partizan veya Emek Partisi de iktidara gelse sonuç değişmez. Onlar, hayali bir ÖDP iktidarının
yapabileceklerini belki biraz daha avamca yöntemlerle (Jakobence) yapabilirler. Aslında onların
da sosyalizm ya da politika anlayışları ÖDP'nin kinden farklı değildir. ÖDP özünde Özal'ın
programını daha demokratik yollardan gerçekleştirmekten başka bir şey yapamaz derken,
Türkiye'de yaygın olan, Reformist-Devrimci kutuplaşması çerçevesinde ÖDP'ye yapılan
Reformist eleştirisi bağlamında bir eleştiri yapmıyorum. Kanımca ÖDP reformist bir partidir.
Daha doğrusu şunu söyleyeyim, keşke doğru dürüst bir reformist parti olabilse. Öyle bile değil .
137
(İlerde yer yer buna da girmek gerekecek). Anlatılmak istenen ve yazılar boyunca açılmaya
çalışılacak olan, eski politika ve sosyalist mücadele anlayışlarıyla yapılacak bir sosyalist
politikanın, hatta sadece Türkiye'de de değil, herhangi bir ülkede başka bir sonuç
veremeyeceğidir.
Ve yine burada PKK'nın hakkını da vermek gerekir. O bu konuda en bilinçli ve gerçekçi bir
pozisyondadır. ÖDP politika sanatı bakımından PKK'nın eline su bile dökecek durumda değildir.
Bütün bu hareketler içinde, gerçeği söyleyen ve kendini ya da kimseyi kandırmaya kalkmayan
PKK'dır. Abdullah Öcalan'ın kendisiyle ilgili bir Selahaddin Eyyübi benzetmesinden hareketle
defalarca vurguladığı projeler, ki en son ayrıntılı biçimi Mahir Sayın'la yaptığı röportajlardan
oluşan "Erkeği Öldürmek" adlı kitapta var, olası bir PKK zaferinin bile, daha demokratik bir Özal
projesinden başka bir anlama gelmeyeceğini ve böyle bir Türk-Kürt federasyonunun Orta Doğu
ve kısmen Asya'da jeopolitik, kültürel ve ekonomik temelleri olduğunu, ve muazzam bir etki
alanı oluşacağını açıkça ifade ediyor. )
***
Burada Yalçın Küçük gibi bir parantez açıp bir gözlemi anlatalım:
Hamburg'a gelmiş bir ÖDP yöneticisiyle konuşuyordum bir defa. Ona da yukarıdaki
söylediklerimi aşağı yukarı ifade ettim. ÖDP'nin nesnel olarak Özal'ın programını
gerçekleştirmekten, ama bunu demokratik yollarla gerçekleştirmekten, dolayısıyla gelişmiş
emperyalist bir Türkiye yaratmaktan başka bir şey yapamayacağını söylemiştim. O yönetici de
fazla zorlanmadan bir noktada bunu kabul etmişti.
Bunun üzerine, niye ÖDP'liler hep sosyalizmi kurmaktan falan söz ediyorlar. Niye ezilenleri ve
kendilerini kandırıyorlar. Böyle sosyalist politika mı olur. Sosyalist politikanın özü ezilenlere
gerçek durumu ve zorlukları anlatmak olmalıdır; onlardaki yanlış hayallerle mücadele etmek
olmalıdır demiş ve aşağı yukarı şu mealde konuşmuştum:
"Niçin insanlara açıkça şunu demiyorsunuz: Evet biz sosyalistiz, sosyalizme inanıyoruz. Ama
şunu da biliyoruz ki, bizim desteğini kazanmak için uğraştığımız sizler, tarihsel bir deneye
girişmek istemeyeceksiniz, Bunu isteyeceğinize dair şu an en küçük bir işaret bile yok. Sonu
belirsiz ve diskredite olmuş bir sosyalizm ideali için hayatlarınızı daha da zora koşmak
istemeyeceğiniz belli.
İsteseniz bile, bizim sizlere bunun çok zayıf bir olasılık olduğunu, sizleri çok kötü günler ve
aşılması olanaksız zorlukların beklediğini söylemek gibi bir görevimiz var. Ancak bunu
göğüslemeyi, ya da yanarak ışık vermeyi göze alıyorsanız, bu yola girmeniz halinde biz de en
önde yer almaya hazırız.
Aslında hepinizin bugünkü gerçek beklentisi, demokratik reformlara uğramış bir Türk
kapitalizmidir. Sizler de bunun farkındasınız. Kürt sorununun bukağılarından, baskıcı militer
devletin muazzam masraflarından kurtulmuş bir Türkiye'nin; Özal'ın kıytırık birkaç
düzenlemesiyle bile sağladığından çok daha muazzam bir atılım sağlayacağını biliyorsunuz. O
138
zaman, dünyanın beyazları arasına katılacaksınız, yani kısaca şu Avrupalılar arasına. Bu
bakımdan Türk burjuvazisiyle bir çıkar ortaklığınız da var. Türk burjuvazisi de bunun bilincinde.
Biz başarılarımızın nesnel sonuçlarının bizim gerçek ideallerimizle maalesef böyle bir çelişki
içinde bulunduğunu bilmemize rağmen, değişikliklerin aşağıdan olmasının, belki ilerdeki
mücadeleler için daha iyi bir hareket noktası sağlayabileceği ve eşitlikçi gelenekler yaratabileceği
umuduyla ve nihayet, şu baskı ve sömürünün en kaba biçimlerini acil olarak ortadan kaldırabilme
yan ürünü nedeniyle varız"
Bunu söylediğim arkadaş, "bütün bunlar doğru olabilir, ama halka böyle şeyler söylenir mi?
Böyle şeyler söylenerek politika yapılabilir mi?" demişti.
Böyle bir itirazı duyunca da, çok başka diller konuştuğumuzu fark etmiştim. Bu itirazda gizli
politika anlayışı bırakalım klasik bir sosyalist politikayı, bırakalım yepyeni bir sosyalist politika
anlayışını bir yana, biraz cesur bir burjuva politika anlayışından bile uzaktı.
Bu kısa anı-gözlemle anlatmak istediğim. Yukarıda kısaca anlatılanların aslında ÖDP için de bir
sır olmadığını göstermektir. Ama bu durumu açıkça ortaya koymamaları ve sanki hiç böyle bir
şey söz konusu değilmiş gibi davranıp düşünmeleri ezilenlerin bilincini karartmak; onlara yalan
söylemek; sahte hayaller vermektir. Kısaca cinayettir.
Selamlar
139
Marksizmde Kesinlik, Açık Uçluluk ve Gelecek Projeksiyonları Üzerine
Bu sefer yazınızın son paragrafını ele alacağım. Sanırım o paragrafta bilim ve bilimsel sosyalizm
hakkındaki bütün anlayışınız en özlü biçimde yansıyor.
Şöyle diyorsunuz:
"Marks ve Engels, daha sonra bir ölçüde Lenin`in katkılarıyla bilimsel sosyalizm belli bir düzeye
kadar gelmiştir. İnsanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma ulaşacağı tezi, sansa kalmış zayıf
bir olasılık olarak değil, aksine toplumsal gelişmenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkacağı
öngörüsü bu anlamda değerlendirilmek durumundadır. "Olabilir ama olmak zorunda değildir.
Çok çok zayıf bir olasılıktır. Belki olur belki olmaz" gibi yaklaşımlar bu bilimsel verilerin özünü
iyice anlayamamak demektir sanırım."
Burada yansıyan bilim anlayışı, geçen yüzyılın bilim anlayışına benziyor. Bilim hep bir
kesinlikler, mutlak hakikatler olarak anlaşılırdı. Ama özellikle yüzyılın başındaki teorik fizikteki
gelişmelerden sonra, bilimde kesinlik giderek azalmakta, gerçek relatifeşmekte, opsiyonlardan
biri haline dönüşmektedir. Bilimsel düşünce daha büyük bir esneklik ve tolerans gerektirmektedir
Aslında bu tolerans ve izafiliğe Toplum bilimi, Marksizm ya da Bilimsel Sosyalizm daha
doğuşunda sahiptir. Ancak onun bu yanı, aydınlanmanın o güçlü etkisi altında unutulmuş, bu
devrimci çekirdek görünmez olmuştur. Kaldı ki, öğreti daha doğarken bir ölçüde bu
aydınlanmacılığın, burjuva uygarlığının değerlerini de büyük ölçüde üzerinde taşımıştır. Sonra
onu bu kör bağırsak gibi kalıntılardan arındırmak gerekirken, bu kalıntıların, en azından resmi,
bilinen biçimlerde, ağırlığı artmıştır.
Doğumunda derken abartmıyorum. Doğum derken Komünist Manifesto'yu düşünüyorum.
Tarihsel Maddeciliğin bu ilk uygulaması, daha ilk satırlarında, sınıflar savaşının ya bir devrimle
sıçramaya ya da tam bir çöküş ve çürümeye yol açtığını söyler. Yani orada ilerleyen bir tarih
anlayışı yoktur. Açık olasılıklar, olanaklar vardır.
Bugün doğa bilimleri kesinlikten çok uzak konuşmaktadırlar. Marks-Engels döneminin, henüz
emekleyen astronomisini, Laplace ve Kant kuramlarını göz önüne getirin. Çok emin ve
kesindirler. Ama bugünkü bir teorik fizikçi (Astromi ve Çekirdek fiziği artık iç içe geçmiş
gibidir) kesinlikten çok uzaktır. Hatta var olan evrenimizin olası evrenlerden sadece biri olduğu
ya da var olan evrenin bütünüyle bir tesadüfe dayanabileceği tarzındaki anlayışlardır bugünün
bilimine egemen olanlar. (Çünkü, Big Bang'ta Madde kadar anti-Madde de oluşması gerekir
olasılık hesaplarına göre. Bunların da birbirini yok edip enerjiye dönmesi gerekir. Hâlbuki bizim
evrenimiz var ve bu maddeden oluşuyor. Demek ki tesadüfen madde biraz daha fazla oluştu. Bu
evren o fazlalığın ürünü tarzında bir teori örneğin.)
140
Ya da Kaos teorileri, bugün meteorolojik öngörülende bulunabilmek için bu teorilere ihtiyaç var
ve bu teoriler o ölçüde kesinlikten uzaklar. Bu konuda bilgim olmadığından bir şey söyleyecek
durumda değilim ama bunun uzmanları kendi alanlarını böyle tanımlıyorlar.
Ya da canlıların evrimini ele alalım. Son yılların en büyük, en heyecan verici buluşları
paleontoloji alanında gerçekleşti. Yumuşakçalar zamanında, bugünkünden farklı en az 15 farklı
yapıda canlılar olduğu; bugün bizlerin de içinde bulunduğu bu sistemin bunların sadece ikisinden
geldiği; diğerlerinin yok olduğu; adeta doğanın bazen durup denemeler yaptığı; bu iki kalan yapı
sisteminin de neden kaldığının, diğerlerine üstün olup olmadığının söylenemeyeceği gibi. Ya da
bir göktaşı felaketi olmasa bugün hala yeryüzünde dinozorlar yaşayacağı ve memelilerin
gelişemeyeceği gibi görüşler artık bilim âleminde tartışılmıyor bile.
Bu alandaki keşifleri metodolojik ve felsefi boyutuyla sistemleştiren S. J. Gould'un kitaplarından
birinin adı: İnsan: Bir Tesadüf adını taşımaktadır. (Bu vesileyle S. J. Gould'un kitaplarını
okumanızı tavsiye ederim. Çok nefis bir dili de var. Almanca'da çıkan kitaplarından bildiklerim
şunlar: Flamingo'nun Gülüşü, Derin Zamanın Keşfi, İnsan: Bir Tesadüf, Panda'nın Baş Parmağı.
Dediğiniz Bilim felsefesi alanında size çok yardımcı olabilir.)
Peki, Türkiyeli sosyalistler arasında neden böyle esnek, opsiyonları olan bir bilim anlayışı yok ve
ya çok kesin eski anlayış ya da "Postmodern" diyebileceğim, bir uçtan öbür uca zıplamış, Kuhn
(Bilimsel Devrimlerin Yapısı) veya Fayerabend'ınkiler gibi, belli bir kesinliği reddeden, her
görüşe eşit değer veren bir anlayış var? İnsanlar adeta bu iki ucu boklu değnekten birini seçmek
zorunda. İkinciler ki genellikle "sivil toplumcu" denen bir politik çizgi izleyip, sözüm ona
geçmişin hatalarını ki çoğu geçmişlerinde Marksist'tiler, eleştirme bağlamında, Marksizm'i bir
bütün olarak ilerlemecilik ya da pozitivizmle damgalarlar. Marksist kalanlar da, anladıkları
biçimiyle, yani bir Pozitivist mercekten geçmiş Marksizm'i bunlara karşı savunurlar.
Aslında, bana sorarsanız, bugünün post modern anlayışlarını savunanlar, kendi dünkü Pozitivist
anlayışlarını eleştirmektedirler Marksizm diye. Çünkü onlar o zaman da Marksizm'i Pozitivist bir
anlayışla benimsemişlerdi. Dolayısıyla bu iki zıt gibi görünen tavır, birbirini doğurur ve birbirinin
varlığına haklılık kazandırır.
Ben ise, bunlardan başka bir anlayış olduğunu ve gerçek Marksizm'in de bu olduğunu
söylüyorum. Bu anlayış ne mutlak bir kesinlik içerir ne de her şeyi relative eder. Bu Marksizm'in
aslında bir şekilde sürekli geliştiği ama dünyadaki Marksistlerin çoğunca bilinmez kaldığı, zaten
buraya astığım yazılarda, bir şekilde ele alınmaktadır.
*
Ama bir an için sizin anladığınız gibi, sizin anladığınız anlamda Marksizm’in bir kesinlikle yüklü
olduğunu var sayalım. O zaman insanlığın veya sosyalizmin bir geleceği olmadığı noktasında
kesin olmanız gerekir. Neden?
Biliyorsunuz Marksizm, bilimsel bir öğreti olarak, Toplumun gelişme yasalarını işkembei
kürbadan atmıyor. Tarihin incelemesinden çıkarıyor. Komünist Manifesto'da örneğin, o zamana
141
kadarki insanlık tarihi bilgisine dayanarak. Sıçrama da olabilir, çöküş de olabilir diyor. Tarihte
ikisi de görülüyor diyor.
Gerçekten de, 6500 yıllık, modern kapitalizme kadar geçen dönemde, bir tek devrim
gösterilemez. Hiç bir uygarlığın içinde ezilenler, üstün gelip, yıktıklarından daha üstün ve
eşitlikçi bir uygarlık kuramamışlardır. Esas olarak ezilenler hiç bir zaman devrim
yapamamışlardır. Köleler ve köylüler bu yetenekte değildiler çünkü. İsyan edebilirlerdi, büyük
muhalefet partileri kurabilirlerdi ama daha üstün ve eşitlikçi bir uygarlık kuramıyorlardı.
İki küçük istisna hariç. İslam tarihinde Karamıta'lar eşitlikçi bir devlet kuruyorlar ama fazla
yaşamıyor ve yıktıklarından üstün bir uygarlık oluşturmuyor. Bir de, Çin'de Taiping ayaklanması
ve iktidarı ile bir köylü devrimi olduğu söylenebilir. Ama onlar da iktidara gelince, yıktıklarının
bir benzerini kurmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Görüldüğü gibi Klasik tarihin bilançosu çok kötüdür. Hiç bir zaman bir devrim, bir sıçrama yok,
sadece çöküş var.
İşte bu noktada, İbni Haldun ve Kıvılcımlı'nın katkısı konusu geliyor. Antik tarihte ezilen sınıflar
devrim yapamıyor, uygarlık çürüyor ve sonunda barbarlarca yıkılıyor. Kıvılcımlı, bu yıkılışın
aslında bir devrim olduğunu, ama modern devrimlere benzemeyen bir devrim olduğunu söylüyor.
Böylece örneğin, ilerleme ve çöküş aslında aynı olgunun iki yüzü olarak, daha kesinlikten uzak
olarak ortaya çıkmış oluyor.
Ama bunu bir yana bırakalım. Yani, antik tarihte, hiç bir zaman ezilen sınıfların, (serfler,
köylüler, köleler vs.) devrim yapması ve bir üst uygarlık kurması olayı yok. Hep çöküş var. Yani,
Komünist Manifesto'nun o ilk satırlarını, en azından, modern çağa kadar sadece çöküş var diye
düzeltmek gerekir sonraki bilgiler ışığında.
(Marks - Engels'te de aslında bu anlayışa yakın anlayışlar var yer yer. Ama onların bir Avrupalı
olarak bu tarih hakkındaki bilgileri sınırlı ve bu tarih onlar için fazla bir önem taşımadığından ve
de kısmen eurosentrik yaklaşımları nedeniyle ve nihayet sonraki Marksistlerin bu konuda
onlardan da kötü sicilleri nedeniyle, iyice unutuluyor.)
Gelelim, Modern çağa. Marks – Engels, kapitalizme bakıyorlar, işçi sınıfına bakıyorlar. Eh, yakın
zaman önce Avrupa'da Burjuva devrimleri olmuş veya oluyor. Şimdiye kadar böyle değildi ama
bu kapitalizm ve işçi sınıfında durum değişik, bu sefer bir olanak var. Yani işçi sınıfı, köleler ve
köylülerden farklı olarak, iktidara gelebilir, bir devrim yapabilir ve nihayet üstün bir uygarlık
kurabilir.
Ama o zamandan bu güne 150 yıl geçti. Bu 150 yılın bilançosunu çıkardığımızda şunu görürüz
ilk bakışta. Bu işçi sınıfı da, aslında köleler ya da köylülerin yaptığından fazlasını yapamamış.
Hangi devrimci partiyi kurmuşsa, o bir süre sonra, ya küçük bir sekt olarak kalmış ya da
kitleselleşmişse devrimcilikten kopmuş, sınıf iş birliğine yönelmiş. Hangi sendikayı kurmuşsa
sendika bürokratlarının eline geçmiş. Buna on yıldan fazla dayanabilmiş bir işçi örgütü yok.
142
Hangi devleti kurmuşsa, yozlaşmış, Devlet bürokrasisinin eline geçmiş. Hâsılı ortada insana umut
verecek hiç bir sonuç yok.
Öte yandan kurdukları da burjuvazininkinden üstün bir uygarlık bir yana olsun, hep burjuva
uygarlığının ideallerine bağlı kalmış, onları gerçekleştirmeye çalışmış.
Hâsılı Modern tarihe baktığımızda da, Komünist Manifesto'yu şöyle düzeltmek gerekir: son yüz
elli yılın tarihi göstermektedir ki, modern uygarlığı da bir çöküş beklemektedir, işçi sınıfı da
tarihteki diğer ezilenlerden daha iyi bir performans gösterememiştir.
Sizin anladığınız anlamıyla Bilimsel Sosyalizmin, Antik ve Modern tarihlerden çıkarması
gereken sonuç budur. Benim yazdıklarıma umutsuz diyenler, aslında anlayışlarıyla tutarlı olsalar,
gerçekten yaşanmış olguların incelemesinden sonuçlar çıkarsalar, bu kesinlikle yüzde yüz
umutsuz formülasyona ulaşmak zorundadırlar.
Burada bir tek çıkış noktası daha vardır sizin ifade ettiğiniz bilimsel sosyalizm anlayışına göre.
"Evet, gerek 6500 yıllık antik tarih, gerek şu 150 yıllık modern tarih hiç bir umuda yer
bırakmıyor ama bundan sonra öyle olmayabilir de. Çünkü işçi sınıfının yapısı şöyleydi böyle
oldu, kapitalizm böyleydi şöyle oldu ve bunlar böyle bir olasılığı güçlendiriyor" gibi bir şeyler
söyleyebilirsiniz ancak. (Tersi argümanlar da getirilebilir. İşçi sınıfının siyah beyaz bölünmesi,
bilgisayarın konsantrasyonu azaltması vs., vs..)
Yani sizin anladığınız biçimiyle, kesin formülasyonlara dayanan bilimsel sosyalizm olgulardan
hareket ettiği takdirde aşağı yukarı, mutlak bir umutsuzluktan başka bir noktaya varamaz.
Ama dikkat ettiyseniz, benim ifade ettiğim, aslında gerçek klasik Marksizm ve bunun
geliştirilmiş hali olduğunu savunduğum görüş, ya da bilimsel sosyalizm anlayışı mutlak bir
umutsuzluk vaaz etmiyor. İki nedenle. Dediğim gibi, ben tesadüfen Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı
bildiğimden, antik tarihteki her çöküşün aslında bir devrim olduğu yaklaşımına sahibim. Yani
Marks'ın Devrimler Tarihin lokomotifleridir veya Benjamin'in Devrimler Tarihin imdat
frenleridir anlayışları, bence birbiriyle çelişmezler ve aynı olgunun iki başka yönünü
vurgularlar.
Modern tarihe gelince, sadece olgulardan, tarihe geniş bir ufukla bakmadan sonuçlar çıkarmanın
aslında basit bir ampirizmden öteye gitmeyeceğini, yaşanan tarihin, olası tarihlerden sadece biri
olduğunu, aslında yaşanan tarihin işçi sınıfının bunu yapmaya yeteneksizliği yönünde bir kanıt
öne süremediğini söylüyorum. Bu konudaki anlayışım, yani modern tarihi değerlendirişim ise,
özellikle Troçkist geleneğin analizlerinden kaynaklanıyor. Bizzat bu geleneğin varlığının aksi
olasılığa bir kanıt oluşturduğu kanısındayım.
Buradan, son yüz elli yıllık işçi sınıfı ve diğer hareketlerin deneylerinin incelenmesinden ise,
gelecek mücadeleler için dersleri sistemleştirmeye çalışıyorum. Bu derslerden biri, proletaryanın
başka bir uygarlığı programlaştırmak, tasarlamak zorunda olduğudur. Bu bağlamda, örneğin
burjuva uygarlığının temel formu olan ulus ilkesine karşı, bir proleter hareketin farklı
tasarımlarının neler olacağı sorularını soruyor ve cevaplar arıyorum. Günlük hayata ilişkin,
143
formlar üzerine kafa yoruyorum (zaman, hız vs.. Bu konuda yazılmış bir yazımı asacağım: Hayat
hızlı gideni cezalandırıyor.)
(Ama ortada insanların çoğu için, henüz bu sorular bile yok. Maalesef bunları kimseyle tartışmak
bile mümkün olmuyor. Ama soruların böyle sorulması gerekiyor.)
Kaldı ki, benim bilim anlayışıma göre, yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih olmadığı gibi,
yaşanacak tarihler de zorunlu tarihler değildir. Daima başka opsiyonlar vardır. Yani benim bilim
anlayışım, umutsuz bir durum gösteren göstergelerden bile yüzde yüz bir kesinliği reddetmekte,
bir umut çıkarmaktadır onlardan: Durumun umutsuzluğu ortada, ama bu iş umut umutsuzluk
sorunu değil, bir ahlaki seçim sorunu. İnsan bütün sosyalliği içinde aynı zamanda kendi hayatını
yaşar. Ölüm daima tek kişiliktir. Bu ölüm ya da yaşamın anlamını ona amacı verir. Bu amaç, bu
ahlaki seçim olursa, işte o zaman bir umut olur.
Bu sonuç aynı zamanda, son derece radikal bir konumu koruyup savunmayı sağlar ve burjuva
uygarlığının baştan çıkarıcılığına karşı çok güçlü bir bağışıklık sistemi kazandırır ezilenlere.
Özetle, bugün ifade ettiğiniz bilim anlayışı, olgulara dayanıp mantık sonuçlarına giden
önermelere ulaştığı takdirde, mutlak bir umutsuzluğa denk düşer ve olguları ihmal edip
görmezden geldiğinde ise, gerçeklik karşısında çuvallar. Politik olarak reformizmi besler.
Gerçeklik karşısında çuvallamaları nedeniyle öbür zıddına atladığında ise, mutlak bir rölativizme
gider. Bu da duruma göre politik olarak bir liberalizmi ya da küçük burjuva radikalizmini besler.
Ve de bunların ötesinde, bu ufkun dışında üçüncü bir anlayış daha vardır ki, o da burada kendini
iyi kötü ifade etmeye çalışmaktadır.
Demir Küçükaydın
09 Aralık 1998 Çarşamba
13:44
144
Kültür ve Politika
Kimi kavramlar, içerikleri ve onlara yüklenen anlamlar bir yana, sadece var oluş ve
kullanılışlarıyla bile belli bir dönemin ruhunu yansıtmakla kalmazlar; o döneme damgasını vuran
ideolojik iklimin bir göstergesi de olurlar.
1960'lı yıllar ve yetmişlerin başı göz önüne getirilebilir. O dönemin kültür, politika, felsefe,
sosyoloji dergilerinde, bu konulardaki yazılarda en çok geçen kavramlar, "sınıflar", "burjuvazi",
"proletarya", "küçük burjuvazi", "ideoloji", "kapitalizm", "sosyalizm", "emperyalizm", "az
gelişmişlik", "sömürü", "çelişki", "planlı ekonomi" gibi kavramlardı. Bunlar sadece sol bilinen
çevrelerin kullandığı kavramlar değildi. Üniversitelerde ve bütün entelektüel hayatta bu
kavramların karşı koyulamaz bir egemenliği vardı. Bu kavramlar yerine başkalarını kullananlar,
özellikle burjuvazinin ideologları bile, başka kavramları kullanırken, örneğin "kapitalizm" yerine
"pazar ekonomisi", "üçüncü dünya" yerine "gelişmekte olan ülkeler" gibi kavramları kullanırken,
burada başka bir adlandırmayla da olsa tartışılan aynı içerik olmaya devam ediyordu. Pazar
ekonomisinden de bahsedilse, o kapitalizm olarak tartışılıyordu o tarz adlandırma bile değiştirme
çabasına karşı bir savunmanın ifadesi oluyordu. Bütün bu kavramlar ve o kavramların değişik
adlandırmaları ve o kavramlara yüklenen çeşitli içerikler, o yıllarda başka türlü sorunların
insanlığın kafasını meşgul ettiğini gösteriyordu. Var olan sistemin katlanılmazlığı,
değiştirilmesi gerektiği ve değiştirilebileceğine dair bir varsayımın gizli bir egemenliği
vardı. Bütün tartışmanın ardında, bu değişimin sınıfların hareketleriyle, ezilenlerin
hareketleriyle, siyasi iktidara yönelerek ve kapitalizmin ötesinde sağlanabileceği gibi ifade
edilmemiş ön kabuller olmadan, o yıllardaki bu kavramların belirleyiciliği anlaşılamaz.
Son çeyrek yüzyılda, bu kavramların hemen hepsi, marjinalleşmiş sol grupların küçük
dünyalarına çekildiler, ortalığı başka türlü kavramlar kapladı: "globalleşme", "modernizm", "post
modernizm", "liberalizm", "kültür", "kimlik", "çoğulculuk", "yapısalcılık", "post yapısalcılık",
"dekonstruksiyon", "konstruksiyon", "söylem" vs..
Hatta yer değiştirmelerin yaklaşık bir listesi bile yapılabilir: "kapitalizm" ve "emperyalizm"in
yerini "globalleşme" ve "yeni liberalizm"; "ideoloji"nin ve "terminoloji"nin yerini "söylem";
"sınıflar mücadelesi" ve "ideolojik mücadele"nin yerini "kültürel kimlik" ve "çoğulculuk",
"kültürler savaşı"; "analiz" ve "sentez"in yerini "konstruksiyon" ve "dekonstruksiyon";
"Marksizm'in", "sosyalizmin", "Tarihsel Maddeciliğin" yerini "yapısalcılık"; "post yapısalcılık"
almış durumda.
Ama bunlar sadece kavramların basit bir yer değiştirmesi değildir, bütün bu kavramların ardında
yatan, kapitalizmin ortadan kaldırılabilirliğinin gerekli ya da mümkün olduğuna dair bir
tartışmanın yokluğudur. Gerçek ideolojik egemenlik, kapitalizmin evrensel zaferi tam da burada
gizlidir. O kavramları kullanmaktan kaçınmak ya da onlara muhalif anlamlar yüklemek de
sonucu değiştirmemekte, o dikte edilmiş alanın sınırları dışına çıkılamamaktadır.
145
Kültür kavramı son çeyrek yüzyılda, giderek sıradan, kanarda bir kavram olmaktan çıkarak
başköşeye oturmuş kavramlardan biri. Çoğu kez, "kültürel kimlik", "kültürel azınlık", "kültürel
çoğulculuk" gibi bir sıfat formuyla ya da "politik kültür", "modern kültür", "alt kültür", "global
kültür", "çok kültürlülük" gibi başka bir sıfatla sınırlanmış isim formuyla karşımıza çıkıyor. Sıfat
formu genellikle politik, taleplere ve eyleme ilişkin bir ağırlık taşırken, isim formları daha ziyade
salt sosyolojik kavramlar olarak karşımıza çıkıyor.
Hangi biçimiyle olursa olsun, bu kültür kavramının yaygın kullanımının çeşitli varyasyonları, en
değiştirmeye yönelik gibi göründüğü noktada bile, kapitalizme karşı bir içerik taşımıyor ve onun
çerçevesinde bir değişiklik anlamına geliyor.
İdeolojik gericilik, kavramlara yüklenen anlamlarda değil, sorulara verilen cevaplarda değil,
bizzat sorularda ve bizzat kavramların kendilerinde. Bizzat o kavramların bugünkü anlamlarıyla
kullanılışı ve o kavramların o anlamlarıyla ortaya çıkan problematikler burjuvazimin ideolojik
egemenliğini ve büyük tarihsel zaferini yansıtıyor.
Bu en iyi Kültür kavramında görülebilir. Herkes, Abdullah Öcalan'dan Özgürlük ve Demokrasi
Partisi'ne kadar herkes "çok kültürlülükten", "kültürel çoğulculuktan", "kültürel kimlik"lerin
korunması geliştirilmesi ve ifadesinden yana. Bundan yirmi yıl önce ise, kimsenin aklına bu
konularda bir şey söylemek gelmezdi.
Bunun bir gelişme olduğu düşünülebilir ilk bakışta. Toplumsal hayatın daha dakik ve derin
kavranması sonucunda, eskiden problem edilmeyen şeylerin şimdi problem edildiği
düşünülebilir. Acaba öyle mi? Kültür kavramı bize iyi bir örnek teşkil edebilir.
Kültür kavramı altmışlı yılların sınıf ve ideoloji kavramlarının yerini almıştır adeta. Kültürden
söz edildiğinde ideoloji yok olmaktadır. Durum ve çıkarları farklı toplumsal gruplar, yani sınıflar
ve onların çıkarlarını ifade eden kavramsal sistemler yok olmaktadır. Her biri aynı konumda veya
değerde farklı kültürler, kültürel gruplar ve bunların ilişkisi konu olmaktadır.
Eskiden sorun sınıflar arası ilişkiler ve onların arasındaki mücadele ve buna ilişkin bilginin
ezilenlerin kurtuluşu için nasıl kullanılabileceği iken, şimdi sorun, kültürler arası ilişki ve bu
ilişkinin nasıl düzenlenebileceğidir. Böyle bir sorun yok mudur? Elbette vardır. Ama bu sorunun,
diğerinin yanında onu tamamlar bir bağlamda tartışılması başkadır, diğerinin yerini alması ve
diğerini zihinlerden sürmesi bir başkadır.
Altmışlı yılların kavram sistemi içinde, ideoloji kültüre hiç bir zaman bugünkü gericilik
döneminin kültür kavramının ideolojiye davrandığı gibi davranmamıştı. Kültür ideolojinin,
sınıfların içinde ve yanı sıra çeşitli içeriklerle, gelişmemiş bir alan olsa da bir varlığa sahipti,
gelişmemişliği ilişkinin yapısından değil, sosyal pratikten kaynaklanıyordu. Ama bugünkü
konumda, kültürün içinde ya da yanında ideoloji kavramının bir yeri yoktur. Bu aynı zamanda,
altmışlardaki anlamlarıyla kültür kavramının da yeri yoktur demektir. Aslında, kültür kavramının
bugünkü kullanılışı ve problem ediliş tarzı, altmışların kültür kavramı ve problem edişleri
üzerinde onları inkar eden bir diktatörlüktür. Dolayısıyla bugünkü biçimiyle kültür ve kültür
146
tartışmaları aslında, ideolojiyi yok etmelerine, bu dünyadan sürüyor görünmelerine rağmen,
bütünüyle ideolojiktirler ve ideolojik bir saldırının unsurlarıdırlar.
*
Ellilerde yapılan bir araştırmada 160 ayrı tanımı tespit edilmiş kültürün39. O zamandan bu güne
neredeyse yarım yüz yıl geçti ve son çeyrek yüzyılda, kültür kavramı, toplum bilimleri ve politika
alanında en çok kullanılan kavramlardan biri haline geldi. "Çok Kültürlülük", "kültürel Kimlik",
"kültürel çoğulculuk", "kültürler savaşı" vs. gibi kavramlar ve sorunlar entelektüel hayatın
başköşelerini çoktan ele geçirmiş bulunuyor. Dolayısıyla arada geçen zamanda, Kültür
kavramının kimi kullanımlarının bir yandan daha netlik kazanırken diğer yandan da yepyeni
anlamlarının ve kullanımlarının ortaya çıktığı düşünülebilir.
Buna ek olarak değişik uluslarda ve politik kültürlerde de kültürün kullanımları arasında büyük
farklar bulunmaktadır. Öreğin Alman geleneğinde diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak,
kültüre adeta uygarlık gibi bir anlam yüklenmektedir40.
Kültür nedir?
Kültür, en genel anlamıyla, insanın doğaya kattığı her şeydir. Klasik tarihsel maddecilik, kültürü
bu anlamıyla özellikle, uygarlık kavramıyla belli bir zıtlık içinde, uygarlık öncesi toplumları
tanımlarken kullanmıştır.
Bu tanım bağlamında, kültürsüz hiç bir toplum yoktur, nerede bir insan toplumu var ise, orada bir
kültür de vardır. Uygarlık ise, Mezopotamya'da belli bir artı ürün, dolayısıyla şehir, devlet, para,
yazı demektir. Bu anlamda, nerede sınıflı toplumlar varsa, orada bir uygarlık da vardır.
Kültürün bu en genel ve sosyolojik tanımı neredeyse toplum kavramına denk düşer. Doğası
soyutlanmış bir Toplum kavramı gibidir bu bağlamda Kültür.
Fakat politik tartışmalar bakımından kültürün bu kullanımının doğrudan programatik bir önemi
pek olmamıştır. Kültür ile klasik Marksist öğreti başka bağlamlarda da, ona yüklenen başka
içeriklerle de tartışma konusu olmuştur. Bunların en önemlilerinden bir kaçını şöyle
sıralayabiliriz: Ulusal sorun bağlamında, özellikle Avusturyalı Marksistlerle yürütülen kültürel
özerklik tartışmaları ve Ekim Devrimi sonrasında "proleter kültür" tartışmaları.
*
Başka bir değerler sistemi, sanat anlamında kültür Ekim Devrimi sonrasında özellikle "Proleter
Kültür" tartışmaları bağlamında söz konusu olmuştur. O dönemde, bir takım Küçük burjuva
sosyalistleri ve sanatçıları "proleter bir kültür" kurmaktan söz ediyorlardı. Lenin ve Troçki gibi,
klasik Marksist öğretiyi savunanlar ise, bunun saçmalık olduğunu söylüyorlardı.
39
A. Kreobler ve C. Luckhon, "Culture, A Critical Rewiew of Consepts and Definitions", Cambridge (mass.), 1952.
Zikreden V.Kelle, M. Kovalson "Tarihsel Maddecilik" s.156
40
Norbert Elias, "Über den prozeß der Zivilisation", Frankfurt am Main, 1976
147
Proletarya diyorlardı, ezilen bir sınıf olarak, yoksul bir sınıf olarak kültürünü geliştirebilmiş bir
sınıf değildir. Burjuvazi, daha iktidara gelmeden, bir kaç yüz yıl boyunca, kendi edebiyatını,
felsefesini, değerler sistemini geliştirme olanağı bulabilmiştir. Burjuvazi her şeyden önce zengin
bir sınıftır. Kültüre ayıracak zamanı ve kaynakları vardır. Proletarya ise hiç de bu durumda
olmamıştır olamaz da. O enerjisini, en iyi beyinlerini burjuvaziyi devirme mücadelesine aktarmak
zorundadır. Kültüre ayıracak, ne vakti ne de nakdi vardır. İktidara geldikten sonra ise, yapması
ilk gereken, kültürel bir gelişmenin ön koşullarını hazırlamaktır: yani insanların okuma yazma
öğrenmesi ve eğitimi; bunun yaygınlaşması ve kalitesinin yükselmesi; insanlığın (burjuva ve
antik) kültür mirasının tüm insanlarca erişilebilir olması ve özümlenmesi. Emek üretkenliğinde
sağlanacak yükselişlerle, ezilen ve çalışanların Kültüre ayıracak zaman ve enerjileri olması vs..
Proletarya iktidara geldikten sonra da enerjisini bu işlere ayırmak zorundadır. Bu da hiç proleter
kültür değil, burjuva kültürünün özümlenmesi ve yaygınlaşması anlamına gelir. Kaldı ki,
proletarya, iktidara geldiği andan itibaren bir sınıf olarak kendini yok etmek zorundadır. Egemen
bir sınıf olarak da, kendi kültürünü geliştirecek zamanı olmayacaktır, eğer en temel kültürel
görevler bile olmasaydı.
İlerde sosyalist bir toplumun kültürü elbette olacaktır ama bu sınıfsız bir toplumun kültürüdür
artık, proletaryanın değil.
Lenin ve Troçki gibi klasik Marksistler ile küçük burjuva sosyalist ve sanatçıları arasında
dışarıdan bakan için paradoks gibi görünecek bir durum vardır bu tartışmalarda. En klasik
Marksistler yani en proleter konumları savunanlar, "bırakalım proleter kültürü, bir ilk adımda
burjuva kültürünü özümlemeliyiz" derlerken (Lenin: "Kültürlü tüccarlar olalım" veya "kafanızı,
insanlığın bütün hazineleri konusunda bilgi edinerek zenginleştirdiğiniz zaman komünist
olabilirsiniz ancak" diyordu.); küçük burjuva sosyalistler ya da sanatçılar "proleter kültür"
kurmaktan söz etmektedirler.
Bu, proletarya ve küçük burjuva sosyalizminin ezeli ayrılığıdır. Proletarya sosyalizmi, var olan
toplum içinde geleceğin toplumumun örnekleri ve ilişkileri kurulamayacağını söyler, daima
vurguyu burjuva uygarlığının özümlemesi ve eleştirisine yaparken; küçük burjuva sosyalizmi hep
geleceğin toplumunun ahlakını, ilişkilerini, kültürünü vs. bugünkü içinde kurmaya çalışır ve tek
yapabildiği aslında burjuva toplumunun ilişkilerinden bile geri, bir küçük burjuva ütopyasından
başka bir şey olmayan bir dünyanın denemelerine girişir; bunlar yenilgiye uğrayınca da aynı
hızla, suçu sosyalizme atıp, gerçekçi olarak, çocuksu hayallerinden kurtulmuşlar olarak burjuva
toplumunun basit avadanlıkları haline dönüşürler.
Klasik Marksist tezler en parlak doğrulamasını Çin'deki "Proleter Kültür Devrimi" ile de
görmüştür. Zaten bu devrimin adı bile, onun klasik Marksist bakış açısıyla bir ilişkisi olmadığını
gösterir. "Proleter Kültür Devrimi", bırakalım bir "proleter kültür" yaratmayı veya böyle bir
devrim başarmayı, varolan burjuva kültürünün bile gerisine düşmeyle sonuçlanmıştır.
İşin ilginç bir yanı var. Günümüzdeki, post modern, yapısalcı, post yapısalcı teorisyenlerin çoğu,
yani şu kültürün de içine dâhil olduğu, bugünkü ideolojik iklimin kavramlarıyla yazanların çoğu,
148
altmışlı yıllarda, özellikle "proleter kültür devrimi"nden etkilenmiş küçük burjuva
sosyalistleriydi; bunlar daha sonra aynı hızla bugünkü gericilik ikliminin teorisyenleri haline
dönüştüler. Buna karşılık, klasik Marksist konumları savunanlarda böyle bir savrulma pek
görülmez. O dünün "Proleter Kültür Devrimi" yapanları bugünün "çok kültürlü"; "kültürel
çoğulcu" bir toplumda "kültürel kimlik"lerini nasıl koruyacaklarıyla uğraşır oldular.
Böylece yaygın ve egemen anlayışlar bakımından çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Diyelim
ki, modası geçmiş altmışlı yılların kavram ve tartışmalarına ilişkin bugün neler öğreniliyorsa,
bunlar bugünün ortalığı kaplamış teorisyenlerinden öğreniliyor; onların ise aktardıklarının ve
anladıklarının gerçek Marksizm'le ilgisi yok. Ama onlar gerçeğiyle ilgisiz bu karikatürü; çünkü
kendi anladıkları Marksizm oydu; gerçek Marksizm diye sunmaktadırlar. Bu ortamda, herhangi
bir insanın gerçeği bulması giderek olanaksızlaşmaktadır. Bu yöndeki çabaları destekleyecek bir
sosyal hareketin de en küçük bir kıpırtısı olmadığı böyle bir zamanda gerçek Marksizm'in
bulunup kavranabilmesi genç kuşaklar için adeta olanaksız olmaktadır. O bir iftiralar yığınının
altından çıkarılmak zorundadır.
Ispanakta demir olduğu düşüncesi çok yaygındır ve bu genel kabul aslında bir tercüme ya da
dizgi hatasından kaynaklanmaktadır. Ve nihayet Ispanakta demir olduğu yanlış fikrinin pek fazla
bir zararı da yoktur. Olmasa da sonunda yediğiniz bir sebzedir ve sağlığa bir zararı yoktur, belki
başka faydaları bile vardır.
Ama Marksizm söz konusu olduğunda, adeta her alanda, her konuda; hiç de dizgi ya da tercüme
yanlışlarından kaynaklanmayan yığınla ıspanakta demir hikayesi vardır. İşin kötüsü, bu yalan
yanlış bilgiler zehirli sebzelerin yenmesine yol açmaktadır. Bunu en iyi de; ikisi de aslında aynı
sorunu ele alan klasik Marksist "Kültürel Özerklik" "Dillerin eşitliği" "ezenlerin ve ezilenlerin
kültürü" tartışmalarıyla; günün moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk" "kültürel kimlik"
tartışmalarının "kültür" kavramına yükledikleri anlamların analiziyle görülebilir.
*
Şu tür akıl yürütmelere açık veya gizli olarak her yerde rastlanabilir ve son derece makul gibi
görünüyor:
"Lenin kültürel özerkliğe karşı çıkmıştır. Yani Marksistler kültürel özerkliği tanımıyorlar,
dolayısıyla, özerk kültürler olmaz ise, çok kültürlü, bütün kültürlerin bir arada yaşayabildiği ve
kendilerini geliştirebildiği bir toplum da mümkün değildir. Aslında Marksistlerin kültürel
farklılıkları görmediği ve önemsemediği; böyle bir problemin varlığını görmek istemediği bile
söylenebilir. Lenin ezen ve ezilenlerin kültüründe söz ederken toplumdaki kültürel farklılıklara
gözlerini kapamakta veya onu bir problem etmemektedir."
Bu tür iddialar ve son derece yaygın anlayışların yanlışlığını ve ideolojik anlamını kavrayabilmek
için, kültür kavramına bugün yüklenen anlamla, Lenin'lerin tartışmalarında yüklenen anlamların
bir karşılaştırılmasıyla varılabilir.
*
149
Bugün herkes çok kültürlülükten yana. Özellikle Avrupalılar ve bu çok kültürlü toplumun
gerçekleşmiş modeli ve ideali de ABD'den başka bir şey değil.
Peki nedir bu "çok kültürlü" toplumu ifade ederken kültür kavramına yüklenen anlam?
Kültür, politik alanın dışındakiyle tanımlanmaktadır. Tıpkı din gibi.
Modern batı uygarlığı, yani kapitalizm, yani burjuvazi dini kişinin bir inanç ve vicdan sorunu
olarak tanımlar. Politik alanın, yani devlete ve iktidara ilişkin alanın dışına iter. Ama bu dışa
itişin bizzat kendisi, bir politik tavırdır ve bir ideolojik ve politik baskı ve egemenlik içerir.
Ama ya bir din için, din kişinin özel bir sorunu değil, bir kişisel inanç sorunu değilse; o kendini
hukuki, siyasi ve diğer yönleriyle insan ilişkilerine düzenleyen bir sistem olarak görüyorsa ne
olacaktır (örneğin İslamiyet böyledir).
Bu noktada, aslında vicdan hürriyeti denen ilkenin, hiç de öyle dinler karşısında tarafsız
olmadığı; dinin belli bir anlayışının, burjuva anlayışının diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı
görülür. Dini kişinin, politika dışı, inancına ilişkin bir alan olarak gören bir din anlayışına
sahipseniz, sorun yoktur, her türlü hoşgörüyü tadabilirsiniz. Ancak, dininiz ya da din anlayışınız,
politik ve devlete ilişkin olan alanı kapsadığı an, o sözde özgürlük alemi biter ve yerini gerçek bir
baskı ve şiddet alır. Benim dinime göre, cezayı kadılar vermeli; vergiler halifeye verilmeli
dediğiniz anda, kadılarınız tutuklanacak; halifenin vergi memurları tutuklanacak veya vergi
vermediğiniz için hapse gireceksiniz demektir.
İşte son yılların moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk"; "kültürel kimlik" kavramlarında
ifadesini bulan kültür kavramı da, böyledir; politik alanın dışına ilişkindir. Kültür politik
olmayandır. Tıpkı din gibidir. Politik olmayan din de bu kültürün bir öğesidir; içine kimi
gelenekleri ve dili de almıştır.
Bu bakımdan çok kültürlülük baştan aşağı bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi
kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır; batı uygarlığının kültür tanımının
diktatörlüğüdür. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır.
Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata
ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok,
benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar
yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde
mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu ceza
evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için
çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür.
Sizin kültürünüz kültüre, saniyeleri, devleti, vergi memurlarını, polisi, mülkiyet biçimlerini içeren
bir anlam veriyorsa; o sözüm ona çok kültürlü toplumda sizin yeriniz akıl hasta hanesi ya da
hapishanedir.
Bu noktada, kültür kavramının bu egemenliğinin aslında bir ideolojik saldırı ve egemenliğin
ifadesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültür kavramına bu yoğunlaşmalar aslında ideolojik
150
kavramının reddi ve yok oluşuyla birlikte gitmektedir. İdeoloji de kültürün dışına itilmiştir. Siz
ideolojiyi kültürün içinde kabul eden bir kültüre sahipseniz, bu dünyada yine yeriniz yoktur.
Bu bakımdan, çok kültürlülük, kültürel kimlik, kültürel çoğulculuktan söz ettiğiniz an; ideolojiyi
de kültürün bir öğesi kabul eden anlayışlar üzerinde bir diktatörlüğünüz var demektir. Bizzat bu
gün kültüre verilen anlamla kültür üzerine söylem ve tartışmalar kültüre ideolojiyi de dahil eden
anlayışa karşı ideolojik bir saldırıdır.
Lenin'ler "kültürel özerklik" tartışmalarını yürütürlerken, Kültür kavramına, bugünkü ikiyüzlü
tanımlamanın aksine ideolojiyi de dahil ediyorlardı. Daha doğrusu bunun ayrılamayacağını
savunuyorlardı haklı olarak.
Yıllar önce yazdığımız bir yazıda şöyle yazıyorduk:
"Kültürün şu ya da bu görünümünü ideolojiden ayırmak; düşünce düzeyinde yapılabilecek bu
soyutlamayı gerçek hayatta yapmak mümkün olmadığı için Lenin "Kültürel Özerklik" sloganına,
özerklinin kendisi sırf kültürle sınırlanıyor olsa da karşı çıkmaktadır. Eğer kültürel özerkliği
savunanlar ideolojinin ayrılmasını mümkün görüyorlar ise, bu ayrılmanın nasıl olabileceğinin
somut mekanizmalarını da göstermek zorundadırlar.
Lenin'in, ideolojinin Kültürün soyutlanamaz bir öğesi olduğundan hareketle; her toplumda iki
kültür olduğundan söz etmesi, bu soyutlanamazlık göz ardı edildiği, görmezden gelindiği için
yanlış anlaşılmaktadır. Şimdi de bu yanlış anlamanın üzerinde duralım. Lenin şöyle yazıyor:
"Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir,
çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi
doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda bir burjuva kültür
de vardır ve bu, ulusal kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz; egemen kültür biçimine bürünür.
Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve
burjuvazinin kültürüdür." (s. 21)
Bu çok bilinen alıntıda Lenin'in egemen ve alt olarak nitelediği şey gerçekte ideolojidir. Ama
ideolojiyi kültürün herhangi bir boyutundan pratik hayatta ayırmak mümkün olmadığı için, Lenin
okuyucunun anlayışına sığınıp, kavramsal düzeyde bu ayrımı yapma gereğini duymamakta,
dolayısıyla "iki kültür"den söz etmektedir."41
Aynı dönemde yazdığımız başka bir yazıda, bu klasik Marksist anlayışı örneklerle şöyle
açıklıyorduk:
"Kültür kavramı birçok farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek de
güçtür.
Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki, Almanların
"Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür farkı" gibi bir
41
Demir küçükaydın, Kültürel Özerklik Tartışmalarına Katkı - ı- "Kültürel Özerklik" Tartışmaları ve Lenin
151
kavram kullanıldığında, Kültürün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi sandalyede yemek
yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu akıtıp yıkanır, kimi
akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük hayatta" müthiş
çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne kararnamelerle son
verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok olma şansına sahiptirler.
Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel Otonomi"den kastedilen
herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında kullanılmıyor olsa gerek.
Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da değil.
Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine kimsenin karıştığı
yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre belirlenir.
Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha basitleşmiş
olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri, ayrı olanlardan
çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil, çekirdek aileye göre
yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar, aynı fabrikalarda
çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman, para, ölçü birimlerine
göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı yollarda yürüyüp, aynı
mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı olanlar, yani ayrı müzikten
zevk almak, ayrı tat zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem bunların siyasi bir sloganla ilişkisi
yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir. Bir ulustan insanlar arasındaki farklar
çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha fazladır.
En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi
olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir
hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi aralarındaki
anlaşmazlıklarda kısas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara karışamaz. Kimsenin
böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına burada hukuk dahil
edilmemektedir.
Kültürden okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu anlamda
kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir. Bunun
kastedilmediği de açık.
En geniş anlamışla bile Kültürü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi ve
manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde bir çok şeyin yanı
sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili olduğu açıktır.
O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram yerine, konumuz
bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi "Kültürel Otonomi"
kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç önemli öğe kaldığa göre;
"Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel, dilsel, ideolojik Otonomi
demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin neler olması gerektiğini ele
alalım.
152
Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması
demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest olması
demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da gelir. Ve bu
anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar, azınlık dinlerine
otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı tanımakta, onlara
vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden bahşişler dağıtmakta;
yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini unsurlar bulunmaktadır;
tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna karşılık, örneğin Müslümanlar
tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok
yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini eğitim veren okullarını kendileri
kuruyorlar vs..
Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama bizlerin
talebi, örneğin İslamiyetçin de resmi bir din olması olamaz. Biz, devletin dinsel inançlara her
türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına karşı çıkmalı,
din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa tanınan
imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye getirilmesini
savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin kuran kurslarının
kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi özverisiyle istediğini
yapabilmelidir.
O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi olabilir.
Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması
talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah
arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı dinler
kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir; aynı
zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan değil ama
"Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir devlet kendi
egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. Ama aynı şey İslam hukuku için
de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç ilişkisi. Güçlü olanın
sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir.
Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız? Biz laik bir
sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten bağımsızlığı
demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından yana olmak
demektir.
Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır. Bu
tarikatların üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana değildirler;
ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır. Devlet dininin
İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şeri değil örfi hukuka göre
153
çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir öneme sahip
olmuştur.
O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa, sloganımız
kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin ayrılmasıdır.
Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin
dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine; o
dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir, ki bugünkü
durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder.
Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir dilin
baskı altına alınmaması.
Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini ikinci
bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke, kimsenin
ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana dilinde
eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık dillerinde
yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının bulunması demektir.
Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve
kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur.
Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinelerle doğayı işlediği gibi. Peki,
işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz.
Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun. Kültürel
özerklik, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir saçmalığa varırız.
Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun koşulları fikir özgürlüğünü
garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin, meslek yasağı gibi yasalara karşı
çıkmak zorundayızdır."42
Klasik Marksist yaklaşım ve kültür kavramı çerçevesinde baktığımızda, bugünün moda
kavramları şu anlamlara gelirler:
"Çok kültürlülük" = "Çok ideolojililik". Bu ise saçma bir taleptir, talep olması söz konusu
değildir. Toplumda birçok ideolojiler zaten vardır. Bunlar kanunlarla, kararnamelerle ortadan
kaldırılamazlar. Toplumsal olarak çıkarları farklı insan kümeleri, sınıflar varsa, bu sınıfların
eğilimlerini, çıkarlarını yansıtan ideolojiler de olur. Nasıl, sınıflar iktisadi ilişkiler alanından
çıkar, kararname ya da yasaklarla ortadan kaldırılamazlarsa ideolojiler de öyledir.
"Kültürel Çoğulculuk" = "İdeolojik Çoğulculuk" anlamına gelir. Fikir özgürlüğü anlamında de
alınabilir. Ama ideolojik mücadele yapmamak olarak da anlaşılabilir. Yani yeni kültür tanımına
göre nasıl başka kültürler varsa ve onları olduğu gibi kabul edip, onlara karşı bir kültürel savaş
42
Demir Küçükaydın, Göçmenlerin Bir Azınlık Olarak Talepleri Ne Olmalıdır?
154
vermemek; değiştirmeye kalkmamak gerekiyorsa, başka ideolojiler de vardır onlara karşı da
ideolojik bir savaş verilmemelidir. Onlar olduğu gibi kabul edilmelidir.
Ama bu iddianın kendisi, ezilenlerin ideolojik mücadeleye gereksinimi olduğu anlayışına karşı
bir ideolojik savaştan başka bir şey değildir.
Sorunun özü buradadır; kültürel kimlik üzerine tartışmalar ve kültüre bu yeni, politika ve ideoloji
dışı anlamı veren bu tartışmalar ve söylem, ezilenlerin ideolojisine karşı bir ideolojik savaştır.
Yukarıdaki alıntılardan görüleceği gibi, somut talep olarak, bugünkü çok kültürlülük ya da
kültürel çoğulculuk denen talep, Marksistlerce "dillerin eşitliği" olarak çok daha radikal ve
kapsamlı olarak yüz yıl önce formüle edilmiştir. Bugün bu talep, Kayserilinin eşeği boyayıp
satmaya kalkması gibi, adeta Marksistlere karşı piyasaya sürülmektedir.
Kavramın gericiliği, sadece politik ve ideolojik olanı Kültürden dışlamasında değil; sadece "çok
kültürlülüğü" sosyalizme karşı enstrümantalize etmesinde değil; ama aynı zamanda bugünün
dünyasında gerici bir program oluşturmasındadır.
Yüzyılın başında, Kültür Ulusal sorun çerçevesinde tartışılıyordu. Farklı milliyetlerden
insanların, herhangi bir baskı ve dezavantaj altında kalmadan eşit ve barışçıl ilişkiler içinde en iyi
nasıl yaşayabilecekleri sorusuna bir cevap olarak. O zamanlar, ulusal devletler henüz dünyanın
çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Ortalığı kaplayanlar, Rus Çarlığı, Avusturya Macaristan
İmparatorluğu, Osmanlılar gibi, ulus ve ulusçuluk öncesi bir çok ulusların içinde yaşadığı
imparatorluklardı. Marksistlerin o zaman önerdiği, bugünün Avrupa'sında geçerli olandan bile
daha radikal ve demokratik bir sistemdi. Bu sistem: ulusların kaderini tayin hakkı ve dillerin
eşitliği gibi; biri çoğunluk ulusların, diğeri azınlıkların haklarını korumaya yönelik iki temel ayak
üzerinde yükseliyordu. Bu taleplerin kurtuluşçu bir yanı vardı.
Bugünün dünyasında, ulus ve ulusçuluk çoktan ömrünü doldurmuş bulunuyor. Çok kültürlülük
talebi, ulus ilkesinin son sığınağıdır. Muazzam işgücü göçleri, çok farklı dillerden ve uluslardan
insanları dünyanın dört bir yanına dağıtıyor. Bu dünyada ucuz işgücünün yine en ucuz şekilde
yeniden üretilmesi için bir koşuldur çok dillilik.
Teknik gelişme de buna olanak vermektedir. En ilginç örneği bilgisayar alanındaki ANSI ve
ASCI kot sistemi ve UNİKOT sunar. Bir kaç yıl öncesine kadar, bilgisayarların kapasitesi
sınırlıydı, bu sınırlı kapasite içinde, olabildiğince az bir bölüm kullanmak için, İngilizce harflerle
sınırlı yazılabiliyordu. Bugün bilgisayarların olanakları çok gelişmiş bulunuyor, bu bütün dilleri,
Çince dahil, içeren yeni bir standarda geçilmesini mümkün kıldı.
Üretim alanında da benzer gelişmeler bulunabilir. Eski standart üretim yerine, birçok
varyasyonları içeren üretim sistemine geçilmiş bulunuyor. Böyle bir dünyanın olanak ve
ihtiyaçlarına denk düşüyor ve bir engel oluşturmuyor artık farklı diller ya da "kültürler".
Çocukların aynı anda dört anadil öğrenebileceği; çok iyi öğrenilmiş bir anadilin diğer dillerin
öğrenimini kolaylaştıracağı; iyi öğrenilmemiş bir ana dilin entelektüel gelişim bakımından bir
engel oluşturduğu türünden binlerce araştırma yıllardır var. Modern tekniğin ihtiyacı olan işgücü
155
ve bunun ucuz üretilmesi için; bir yerden bir yere gerektiğinde kolaylıkla nakledilmesi için bu
"çok kültürlülük" gerekli bugünkü globalleşmiş ve post fordist kapitalist dünyada.
Ama bu, ulus ilkesini ortadan kaldırmıyor. Ulusu, modeli ve ideali olan Amerika'da olduğu gibi,
bütün etnik ve dilsel özelliklerinden soyutlayarak, belli bir toprak parçası üzerinde yaşamak ve
toplumsal ideallerde bir ortaklık olarak tanımlıyor. Böylece, siyasi olanla ulusal olanın çakışması
ilkesine dayanan ulusçuluğu; yeni ulus tanımı temelinde yeniden üretiyor. Bunun için de, kültür,
politik olmayanla sınırlanıyor. Böylece Kültürel olanla, dilsel olanla politik olanın çakışması
gereği ortadan kalkıyor.
Peki, ulusçular ulusların hep var olduğunu iddia ediyorlardı, buna karşılık ise ulusları
ulusçuluğun yarattığı söyleniyordu. Ulusçuluğun bugünkü ulus tanımıyla, eleştirmenlerinin
haklılığını kanıtlamış olmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Böylece Ulusçuluğun bütün
saçmalığıyla ortaya çıktığı an geliyor.
Peki, hala niye bu ulus savunulsun ki? Artık, hiç bir tarihsel, dilsel, geleneksel, kültürel argümana
gerek bile duymayan ya da o argümanları artık kullanamayan ulusçuluk, sadece bir toprak parçası
ve ideal bağlamında da olsa niye hala ulus ilkesinin geçerliliğini savunuyor?
Çünkü ulus ilkesi ve bu ilke çerçevesinde "kültürel çoğulcu" bir toplum, yeryüzü ölçeğinde bir
Apartheit sisteminin oluşturulmasının olmazsa olmaz koşuludur.
Ulus ilkesi bugünün dünyasında sadece ırkçılığın aracı olabilmektedir. Ancak ulus ilkesine
dayanarak, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan milyarlarca insan, "güney" ya da "üçüncü
dünya" denen rezervuara hapsedilebilir ve onlarca da bu durum meşru ve kabul edilebilir olur.
Bugünün dünyası için sosyalist talep, "çok kültür ve etnisiteye dayanan anayasal vatandaşlık"
gibi bir talep olamaz. Böyle bir talep, belki kimi ülkeler için hala demokratik bir talep olarak
geçerli olabilir. Ama sosyalist ve insanlığa önerilecek bir talep olamaz.
Bizim talebimiz: Ulusal olanla, bu ulusal nasıl tanımlanmış olursa olsun, siyasi olanın
çakışmasını öngören, bugünkü ulusçuluğun ilkesini ortadan kaldırmak, ulusu kişinin bir inanç ve
seçim sorunu olarak siyasi alanın dışına itmektir.
Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Mademki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle
tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve
ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın
hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?
Demir Küçükaydın
06 Nisan 1999 Salı
17:05
156
Süreksiz Devrim
(Aşağıdaki tezleri tartışmak istiyorum)
On dokuzuncu Yüzyıl: Demokratik Demek Kapitalist Demektir
Komünist Manifesto’nun yazarları, 1848 yılında, Avrupa’da sosyalist bir devrim için tarihsel
koşulların olgunlaştığı varsayımından yola çıkarak, sosyalizme geçişi sağlamaya yönelik olan
“geçiş talepleri” öne sürüyorlardı. Gerek 1848 devrimlerinin yenilgisi; gerek ondan sonraki
yıllarda Kapitalizmin muazzam hızla gelişmesi, “bir sistem olanaklarını tüketmedikçe ortadan
kaybolamaz, yakından bakıldığında kendini yıkacak unsurlar da olanakların tükenmesiyle birlikte
ortaya çıkar” varsayımından hareket eden Manifesto’nun yazarlarının Kapitalizmin tarihsel
olarak henüz olanaklarını tüketmediği sonuca ulaşmalarına yol açmıştı.
Ama bu sonuca ulaşınca ortaya şöyle bir soru çıkıyordu. Eğer kapitalizm olanaklarını tüketmedi
ise, yani henüz çürüyen, ölüm döşeğinde; insanlığın gelişiminin önünde engel olan bir sistem
değil ise ve de “gelişmenin zorunlu aşamaları iradenin bir vuruşuyla yok edilemez” ise,
sosyalistler nasıl bir politika yapabilirlerdi? Kimi vülger ve burjuva Marksistlerde daha sonra
örneği görüleceği gibi, kapitalizmi geliştirmek ve mükemmelleştirmek için mi çalışmalıydılar?
Marks-Engels ya da sosyalistler için bu söz konusu olamazdı, çünkü onların hareket noktası
ezilenlerin ezenlere karşı savaşını sürdürmek; yeryüzünden sömürüyü ve baskıyı ortadan
kaldırmak için savaşmak; yani ahlaki ya da var oluşsal bir seçimdi.
O zaman sorunu şöyle koymak gerekiyordu, sosyalist bir devrim için en elverişli koşullar için
mücadele. Bu da o dönemin partilerinin programlarında “demokratik cumhuriyet” olarak
özetleniyordu. Özetle toprakta feodal ayrıcalıkların ve kalıntıların temizlenmesi; birinci Paris
Komünü’nün örneği halkın silahlanmasına ve genel oya dayanın bir devlet ve sekiz saatlik iş
günü gibi diğer taleplerden oluşuyordu bu program. Demokratik Cumhuriyet, aslında Engels’in
daha sonra da belirttiği gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçiminden başka bir şey de
değildi. Kastedilen, çoğunluğun üzerinde yükselmeyen, ona karşı kullanılamayacak, onun aracı
olabilecek bir devlet mekanizmasıydı bu. Bunun pratikte nasıl bir şey olabileceğini ise daha
sonraki Paris Komünü gösterecekti.
Tabii bütün bu değişim, içerikteki bu değişim program metni bakımından biçimsel bir değişimde
de ifadesini buluyordu. Komünist Manifesto’da kapitalizmden sosyalizme geçişi sağlayacak
talepler ortaya koyulurken, artık partilerin programlarında bir sosyalist hedefin niçin gerekli ve
mümkün olduğunu açıklayan bir giriş bölümü sonra da demokratik cumhuriyet biçiminde
özetlenebilecek taleplerden oluşan bir pratik politika bölümü bulunuyordu. Dolayısıyla pratik
politika bakımından sosyalist hedeflerin pek doğrudan bir anlamı bulunmuyordu ve pratik
politika bakımından radikal bir demokrat parti ile sosyalist bir parti arasında önemli bir fark
kalmıyordu. Bu nedenledir ki, Rosa Luxemburg’ta olduğu gibi, sosyalist partilerin giderek birer
157
demokratik partiye dönüşmeleri karşısında sosyalizmi vurgulamak daha ziyade programın ilkeler
bölümüne ağırlık vermek biçiminde ifadesini buluyordu.
Marks ve Engels elbette Kapitalizmin olgunlaşıp olgunlaşmadığı konusunu statik olarak da
düşünmüyorlardı, eni sonu bunun yüzde yüz bir ölçüsü de yoktur. Onlar, pekala köylü savaşının
ikinci bir baskısıyla desteklenebilecek bir işçi ayaklanmasının sosyalist bir devrime yol
açabileceğini ve Almanya’daki bir devrimin, 1848 devrimlerinin gösterdiği gibi Kıta Avrupa’sına
ve İngiltere’ye doğru yayılabileceğini düşünüyorlar, bu bağlamda “Almanya başlar, Fransa
sürdürür ve İngiltere tamamlar” şeklinde bir yaklaşım içinde bulunuyorlardı.
Marks ve Engels elbette Demokratik Cumhuriyetin kapitalizmin gelişmesi için ideal koşulları
yaratacağını gayet iyi biliyorlardı, ama o zamanlar kapitalizm hala, olanaklarını tüketmediği,
tarihsel olarak o dönemin dünyasında ilerici bir fonksiyon gördüğü için ve en önemlisi
gerçekleşmesi halinde ezilenlere değeri ölçülemez demokratik gelenekler ve devrimci deneyler
bırakacağı ve sosyalist bir devrim için daha elverişli koşullar sağlayabileceği için böyle bir
programdan yanaydılar.
Daha sonra Ekim Devrimi’ni yapacak olan Lenin’in partisi de bu klasik anlayışa ve program
yapısına sahipti. Onlar da tıpkı Alman sosyal Demokratları gibi programlarında bir ilkeler
bölümü ve somut taleplerden oluşan ve demokratik cumhuriyet olarak özetlenebilecek bir pratik
bölümden oluşan bir programa sahiptiler. Ve onlar da tıpkı Marks - Engels gibi dünya
ölçüsündeki bir sosyalist devrimin İngiltere Fransa gibi ülkelerde olabileceğini ama o zamanlar
Avrupa gericiliğinin kalesi olan çarlık Rusya’sında bir demokratik devrimin Avrupa’nın diğer
ülkelerindeki devrime bir itilim vereceğini düşünüyorlardı.
Hatta bu öylesine açıktı ki, Lenin 1905’te, eğer devrimi yaptıktan sonra Avrupa yardıma gelmez
ise demokratik devrimin kazanımlarını korumanın bile olanaksız olabileceğini düşünüyordu.
Özetlersek, geçen yüz yıl boyunca demokratik cumhuriyet programı, kapitalizm için ideal
koşulları sağlamakla birlikte, hem kapitalizmin kendisi henüz tarihsel bakımdan henüz çürüyen
bir sistemi ifade etmediğinden, hem de ezilenlere sağlayacağı gelenekler, tecrübeler ve elverişli
koşullar nedeniyle bir programdı. Ayrıca böyle bir devrim, dinamikleriyle ileri ülkelerde bir
atılım verebilir ve onun yolunu açabilirdi. Böylece o sosyalist devrimi yapan ileri ülkeler daha
sonra o demokratik devrimi yapmış ülkeye sosyalizme geçişte yardımcı olabilirdi.
Yirminci Yüzyıl: Demokratik Demek Sosyalist Demektir
Fizikte nasıl, matematiksel akıl yürütmelerle tasavvur edilemeyecek sonuçlara ulaşılabilir ve daha
sonra bu matematik olasılıklar ve modellerin sonuçları da evrende bulunabiliyorsa, (pulsarlar,
kara delikler on iki boyutlu evrendeki ipliksiler vs.) toplum bilimde de benzer öngörüler yapılmış
ve sonraki dönemde bunların olup olmadığı görülmüştür. Bu tür bir dinamik akıl yürütmenin en
ilginç ve başarılı örneklerinden birini genç bir Rus Marksisti Leon Troçki ortaya koymuştur.
Tıpkı fizikte olduğu gibi, olayların kendi iç dinamiğinin nereye varabileceği üzerine bir akıl
yürütmedir bu.
158
İşin ilginci, yirminci yüzyılın tarihi bu teori olmadan anlaşılamayacağı gibi, bütün bu tarih bu
teorinin parlak bir şekilde doğrulanmasının tarihidir. Aslında bu yüz yıl biterken, herkes
Marksizm’in artık tarihin çöp tenekesine ait olduğunu söylerken, bu yüzyıldan alnının akıyla
çıkmış ve bu yüzyılı anlamayı sağlayan tek teori Marksizm olarak ortada durmaktadır.
Bu teorinin önemini ve yapısını kavramak için, tarihsel maddeciliğin temel önermelerine
dönelim. Tarihsel maddecilik teorisini olgun biçimde formüle ettiği meşhur Önsöz’de Marks,
üretici güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında o güne kadar o gelişime yataklık etmiş
koşullarla çelişkiye düşerler ve bir devrim dönemi başlar diyordu. Bu formülasyandan çıkan
direkt mantıki sonuç ise şu oluyordu: sosyalist bir devrim de o güne kadar kapitalizmin bağrında
en gelişmiş üretici güçlerin bulunduğu yerde yani en gelişmiş kapitalist ülkelerde bir imkân
olarak ortaya çıkabilir. Bunun mantık sonucu olarak da, bütün Marksistler sosyalist bir devrimin
ancak İngiltere, Fransa, Amerika gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde gündeme gelebileceği
öngörüsünde bulunuyorlardı.
Troçki ise, Rus devriminin dinamikleri ve olasılıkları üzerine 1905 devriminin de deneyleri
ışığında kafa yorunca, tıpkı yıldızın patlama anında çekim gücünün belli bir sınıfı aşması
durumunda sonsuz yoğunlukta kara deliklerin oluşabileceği ama başka bir fizikçinin de kara
deliklerin ışık bile sızdırmamalarına rağmen ve tam da bu nedenle kara olmayabileceğini
öngörmesi gibi, ilk bakışta klasik Marksist önermelerle uyuşmayan bir sonuca ulaşıyordu:
sosyalist devrimin geri bir ülkede olabileceği sonucu ortaya çıkabiliyordu akıl yürütmelerin
sonucunda. Halbuki tarihsel maddeciliğin ilk önermelerinden çıkan sonuç, bunun ancak ileri
ülkelerde olabileceği idi. Şimdi aynı Tarihsel Maddecilik, bunun geri bir ülkede, örneğin
Rusya’da olabileceğini söylüyordu.
Bu vülger ve burjuva Marksizmin hiç bir zaman anlayamayacağı dinamik analiz şu
uslamlamalardan yola çıkıyordu: Kapitalist gelişime geç giren bir ülke, öncekilerin geçtiği
aşamalardan aynen geçmiyordu. Örneğin Rusya’da ticari ve manifaktür kapitalizmi denebilecek
aşamalar adeta minyatür ölçülerde, tıpkı canlıların daha önceki evrimlerini ana karnında ya da
yumurtada minyatür ölçülerde yaşamaları gibi (ontojenes-filojenes), yaşanmış ve Rusya’da
kapitalizm daha doğarken bir büyük sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkmıştı. Bu da ortaya
güçlü, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir İşçi Sınıfının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Öte
yandan bu işçi sınıfı da, sadece üretimde modern ve gelişmiş bir sanayide çalışmakla kalmıyor
aynı zamanda teorik ve örgütsel bakımdan da batı Avrupa işçilerinin yüz yıllık mücadelelerinin
ve deneylerinin sonuçlarına dayanabiliyordu. Buna karşılık, burjuvazi ise, bir yandan yine uluslar
arası burjuvazinin tarihsel deneyi nedeniyle bir yandan da genç Rus işçi sınıfından korkusundan
demokratik tarihsel görevlerden kaçıyordu. Öte yandan, Rusya feodal egemenliğin sürdüğü bir
köylü ülkesiydi de. Bu verilerden yola çıkınca, Troçki, demokratik tarihsel görevleri, burjuvazi
korktuğu, köylülük de yapamayacağı için, köylüleri yanına alan işçi sınıfının yapmak zorunda
olabileceği sonucuna ulaşıyordu. Buraya kadarını aslında birçok Marksist de ön görebiliyordu.
Troçki burada, tıpkı Einsten’ın kafada deneyler yapması gibi, akıl yürütmesini bir adım daha ileri
götürüyordu ve şu soruyu soruyordu: eğer işçi sınıfı, köylülüğün desteğinde iktidara gelirse ne
159
yapacaktır, nasıl bir davranış göstermek zorunda kalacaktır. Diyelim ki bir Fabrika’da işçiler
greve gitti, buna karşılık da patron bütün işçilerin çıkışını verdi. Buna karşılık da işçiler tutup
fabrikayı işgal ettiler ve üretimi kendi ellerine aldılar. Bu durumda o işçi hükümeti şöyle mi
davranacaktır: biz demokratik görevlerin ötesine geçmeyiz, işçiler derhal fabrikayı boşaltmalıdır,
bu özel mülkiyete bir saldırıdır ya da fabrikayı işçilerin kontrolüne mi verecektir ve buradan da
onların toplumsallaşmasına mı gidecektir.
Troçki, iktidara gelmiş işçi sınıfının kendini demokratik görevlerle sınırlamayacağını, ister
istemez işçiler ile kapitalistler arasındaki savaşta sosyalist tedbirler almak zorunda kalacağını ön
görüyordu. Burada akıl yürütme bir adım daha ileri gidiyordu, peki böyle olursa ne olurdu? Geri
bir ülkede, tarihsel ve toplumsal koşulların oluşmadığı geri bir ülkede bir sosyalist devrim. Bu
devrim iki sorunla karşı karşıya bulunuyordu. Birincisi böyle bir devrimci iktidara, dünya
burjuvazisinin müsaade etmeyeceği; ikincisi böyle bir ülkede sosyalizme geçiş için maddi ve
kültürel temelin eksikliği.
Birinci sorun o dönemin Marksistlerinin hepsi için çok açıktı. Bırakalım sosyalist bir iktidarı,
Lenin aynı yıllarda, eğer Rus devrimi Avrupa’da devrimlere yol açmaz ise, demokratik bir
rejimin bile Rusya’da ayakta kalamayacağını düşünüyordu.
İkinci sorun ise daha da zorluydu. Bütün Marksistler için, tarihsel ve maddi koşullar
olgunlaşmadan sosyalizm kurmaya kalkmanın ancak kışla sosyalizmi ile, yani bütün pisliklerin
geri gelmesiyle sonuçlanacağı; bir devrimci sınıf ya da iktidar için en büyük tehlikenin tarihsel
koşullar olgunlaşmadan iktidara gelmek olduğu, o zaman bu iktidarın daha önce karşı çıktıklarını
yapmak zorunda kalacağı çok açıktı.(bütün bunlar Marks ve Engels’te defalarca belirtilmişti).
Yani ortaya çıkan sonuç şuydu Rus İşçileri ve devrimcileri için, Tarihsel koşullar olgunlaşmadan
sosyalist devrim yapmak zorunda kalmak.
Rus devrimcileri bu çıkmazın bilincindeydiler ve bu nedenle de devrimlerinin batı Avrupa'daki
devrimlere atılım vereceği, oradaki devrimlerin Rus işçilerini tarihsel koşullar olgunlaşmadan bir
sosyalist devrim yapmanın açmazlarından kurtarabileceğini umuyorlardı. Sonra sanılanların
aksine, onlar Rusya'da sosyalizmi kurmak gibi bir amaca sahip değildiler. Bunun olamayacağında
hepsi mutabıktılar.
Yirminci yüzyılın tarihi bu çıkmazın tarihidir. Batı Avrupa'da devrimlerin olmaması ve Rusya'da
devrimin tecridi, tam da Marks-Engels'in ön gördüğünün, yani tarihsel koşullar olgunlaşmadan
bir devrimci sınıfın iktidara gelmesinin nelere yol açacağını göstermiştir. Yirminci yüzyılın
tarihinin anahtarı buradadır: Geri ülkelerde demokratik devrimlerin sosyalist devrime yol açması.
Ekim devriminin yozlaşması da, sonraki bütün devrimlerin mekanizmaları da bunun tekrar tekrar
kanıtlanmasından ibarettir.
Bu teori, nesnel eğilimlerden, olayların iç mantığından çıkan bir teoriydi. Yoksa devrimciler
sosyalist devrim istedikleri için sosyalist devrim yapmıyorlardı. Bu tarihsel eğilim öylesine güçlü
idi ki ve Troçki öylesine doğru bir öngörüde bulunmuştu ki, bütün sosyalist devrime dönüşen
160
demokratik devrimleri, sürekli devrim teorisine karşı çıkanlar yapmışlardır. Karşı çıktıkları
teorinin pratik uygulayıcıları olmuşlardır. Mao, Tito, Ho Sci Ming, Fidel vs.
Dolayısıyla yirminci yüzyılda, demokratik tarihsel görevlerin sosyalist devrimlere yol açması
yüzünden demokratik demek sosyalist demek oldu.
Yirminci Yüzyıl, 1917'de başlar 1989'da biter. Sanılanın aksine 2000 yılında yirmi birinci
yüzyıla girmeyeceğiz. On bir yıldır yirmi birinci yüzyıldayız.
Yirmi birinci Yüzyıl: Demokratik demek emperyalist demektir.
Tam da, demokratik görevlerin sosyalizme yol açması ve bütün sosyalist devrimlerin geri
ülkelerde olması ve bu nedenle de bürokratik olarak yozlaşmaları sonucunda yeryüzü işçi sınıfı
adeta tekrar on dokuzuncu yüzyılın başındaki noktaya, kendi kendine bir sınıf olma noktasına
geri gelmiş bulunuyor. Şu an ne ideolojisi, ne programı ne de partisi var. Dünya tarihsel bir
yenilgi ve demoralizasyon söz konusu. Bunun giderilebilmesi on yıllar alır ve şu ana kadar en
ufak bir ışık bile görünmüyor.
Ama problem sadece bundan ibaret de değil. Dünya işçi sınıfı, tarihinde hiç olmadığı türden bir
bölünmeye uğramış durumda. Zengin ülkelerin işçileri, öylesine bir refah içindedirler ki, yeryüzü
ölçeğinde eşitlikçi bir sistem, bunların var olan koşullarında belli bir gerileme anlamına gelir. Bu
nedenle ileri ülkelerin işçi sınıfı, dünya ölçüsünde eşitlikçi bir programdan çıkarlı değildir, aksine
geri ülkelerin etrafındaki çin setlerinin korunmasından yanadır.
Bir rastlantı değildir, ırkçı partilerin özellikle işçiler arasında taraftar bulması. Geçen yüzyılda,
faşist partiler, örneğin Yahudi düşmanlığını, Yahudilerin zengin tefeci olduğu argümanına
dayandırmak zorundaydı. Bugünküler ise, refahını diğerleriyle paylaşmama argümanına
dayandırmakta. Ve en ırkçı işçiler, yabancılar ile iş gücü pazarında en fazla rekabet etme
durumunda olabilecek işçilerdir. Yani batı işçilerinin en alt kesimleri en ırkçı işçidir.
Bu durumda, Marks, Engels, Lenin Troçki'lerin, hiç birinin karşılaşmadığı bir sorunla karşı
karşıya gelir geri ülkenin sosyalisti.
Marks Engels zamanında, Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar.
Lenin'ler biz başlayalım elbet İleri ülkeler işçi sınıfı yardıma gelecektir diyordu.
Ama onlar, ileri ülkeler işçi sınıfı yardıma gelmeyecek diye bir problemi akıllarından bile
geçirmiyorlardı. Ne yazık ki, bugün bu, yeryüzü ölçüsünde işçi sınıfının bölünmüşlüğü nedeniyle
bir realite. Bu durumda ne olacak? Geri ülke işçi sınıfının, bir an için demokratik görevleri
yaparken iktidara geldiğini düşünelim. İleri ülkelerin bu devrimin ateşinden hız alıp yeryüzünde
eşitlikçi bir toplum için harekete geçmesi söz konusu değil. Aksine ileri ülke işçi sınıfları böyle
bir devrime karşı burjuvazilerinin yanında yer alacaklardır.
Buna ek olarak, tarihsel deneyi ekleyelim. Yani yirminci yüzyılın tarihinin sınıfların bilincinde
yol açtığı değişikliklere bakalım. Günümüzün işçisi, ileri işçinin yardıma gelmeyeceğini
bildiğinden, tecrit olmuş, ambargo ve askeri müdahale tehdidi altında sosyalizm denemeleri
161
yapmaya kalkıp bir nesil sonra hiç bir yere ulaşamadan karşı tarafa teslim olmaktansa, daha
baştan kendini demokratik görevlerle sınırlandıracaktır.
Öte yandan burjuvazinin konumunda bir değişme vardır. Burjuvazi geçen yüzyıldan farklı olarak,
İşçi sınıfının kendi kendine bir sınıf haline gelişinin bilincindedir ve ondan politik bir güç olarak
artık korkmamaktadır. Burjuvazi kendine güvenini kazanmıştır. Bu burjuvazi de, demokratik bir
sistem kendi doğrudan iktidarı için daha elverişli koşullar sağlayacağından, zaman zaman
işçilerle demokrasi için ittifaklar yapabilir.
Ayrıca şu çok açıktır. İşçilerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlaması demek aynı zamanda
burjuvazinin ideolojik hegemonyası demektir.
Ama ideolojik bir hegemonya olmadan, işçi sınıfı bir sınıf olarak davranamayacağından.
Demokratik devrimler burjuvazinin hegemonyası altında, işçilerin sınıf olarak kendi ayrı program
ve partileriyle katıldığı değil, kitlenin bir unsuru olarak katıldıkları girişimler olacaklardır. Bu
durumda ise, burjuvazinin ideolojik ve politik hegemonyası altındaki bu devrimler devrim
olamazlar. (Kara deliklerin kara olmaması gibi). Büyük kitle hareketleri dağın fare doğurması
gibi, kimi demokratik dönüşümlerden başka sonuca yol açmazlar.
Nikaragua ve Güney Afrika devrimleri bu dönüşümün somut kanıtlarıdırlar. Nikaragua devrimi
yirminci yüzyılın son devrimlerinden biri olarak bir geçiş özelliği taşımaktadır. Bir yandan
başlangıçta, sürekli devrim dinamiğine bağlı olarak sosyalizme doğru bir dönüşüm eğilimi
göstermiştir. Ama yirminci yüzyılın bitişiyle birlikte, Nikaragua İşçileri ve yoksulları, sosyalizm
uğruna umutsuz bir savaşa girip daha fazla acı çekmektense, Sandinistleri iktidardan uzaklaştırıp
kapitalizmin savunucularını seçtiler. Sandinistlere de belli bir güç verdiler ki, kapitalistlerin vahşi
saldırıları karşısında sistem içinde onları savunabilsinler diye.
Güney Afrika'da ise, İşçi sınıfı -ki en bilinçli ve Örgütlü işçi sınıfıydı- sosyalizm lafını bile
ağzına almaya kalkmadı. Kendini kapitalizmle ve onun çerçevesindeki demokratik reformlarla
sınırladı. Güney Afrika, Afrika'da bir bölge gücü durumuna geldi. Bir tür alt emperyalist
olmaktan başka bir çıkış yolu yoktur.
Bu durum, geçen yüzyıldaki tartışmalarda Bay Pavrus'un ön görüsüne benzer bir durum
yaratmaktadır. Pavrus Efendi de, demokratik görevlerin işçi sınıfını iktidara getirebileceğini
söylüyordu ama o buradan bambaşka bir çıkarsamada bulunuyordu. İşçilerin kendilerini
demokratik görevlerle sınırlayıp, işçi iktidarı altında bir kapitalizm olabileceğini ön görüyordu.
Yirminci yüzyılda bu da gerçekleşti. İsveç, işçi sınıfının iktidarı altında bir kapitalizm yaşadı.
Benzeri Avustralya için de geçerlidir. Ancak yirminci yüzyılda bunlar, feodal kalıntıların hiç
olmadığı ya da çok zayıf olduğu ülkelerde biraz istisnai bir bir özellik taşıdılar. Şimdi, yirmi
birinci yüzyılda, bu istisnai özelliğin genel bir eğilim olması olasılığı çok güçlü görünüyor.
Sonuç
Günümüzde, en azından Türkiye gibi, Güney Afrika gibi belli bir gelişmişlik düzeyinde, belli bir
eşikte bulunan ülkelerde, güçlü işçi sınıfına rağmen, demokratik tarihsel görevler, işçileri iktidara
162
getirmeyeceği gibi (çünkü işçilerde böyle bir konumu almak için ne ideoloji, ne program ne de
parti bulunmamakta), olayların zorlamasıyla kendiliğinden iktidara gelmeleri durumunda,
kendilerini burjuva demokratik görevlerle sınırlayacaklardır. Bu görevlerin yapılması ise o
ülkeye, kapitalizmin gelişmesi için ideal koşulları sunmaktan başka bir anlama gelmez. Elbet
zengin ülkeler, ön tarafı tuttuklarından, onların arasına girme şansları yoktur ama en azından,
onların bölgedeki taşeronu gibi (ödünç bir kavram kullanalım: alt emperyalist diyelim örneğin)
bir konum almalarına yol açabilir.
Türkiye'de bu aynı zamanda, Rusya'nın tarihsel çöküşüyle çakıştığından, demokratik dönüşümler
yapan bir Türkiye, Kürt hareketinin dinamizmini de arkasına alarak, bir bölge gücü olabilir.
Demokratik Türkiye demek Alt-Emperlyalist bir Türkiye demektir.
İnsanlığın durumunu adeta umutsuz yapan koşullar Türkiye’nin önüne yeryüzünün imtiyazlıları
arasına katılma yolu açıyor.
İşte Öcalan'ın ve Kürt hareketinin dönüşümü bu tarihsel ve kavramsal çerçeve içinde anlaşılabilir.
Öcalan da bunu görmüş bulunuyor.
Demir
28.09.1999 13:41
163
İlk Yazı: "Schachnovelle"
Özgür Politika'dan gazeteye yazı yazmam için teklif geldiğinde, bu alanda deneysiz olmanın
getirdiği zorluklar bir yana, nasıl bir içerik ve biçimde yazılar yazmam gerektiği sorusuyla
karşılaştım. Bu ilk yazıda, karşılaştığım sorunları ve bunlar için bulduğum çözümü kısaca ele
alayım.
Kişi olarak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ister hukuki olarak, ister dile veya başka bir kritere
göre, milliyetin de din gibi bütün siyasi anlamından dışlanarak, kişinin bir inanç ve tercih sorunu
olarak kabulünden yanayımdır. Nasıl üç kişi bir araya gelip bir dernek kurar gibi bir din ya da
tarikat kurabilir veya isteyen dinsiz olabilirse ve bunların politik olarak kırk üç numara ayakkabı
giymekten veya bamya yemeği sevmekten daha fazla bir anlamı olmazsa; aynı şekilde üç kişinin
bir araya gelip ulus kurabilmesinden veya isteyenin ulussuz olabilmesinden ve bunların hiç bir
politik anlamı olmamasından yanayım. Ayrıca böyle bir sistemin gerçekleşmesini uzak bir
geleceğin değil, bu günün acil bir sorunu olarak görüyorum. Dolayısıyla, Türkiye topraklarında
yaşayan insanların gelecekte nasıl bir ulus tanımına göre siyasi yapılarını kuracağı tartışmasında;
tarafların hepsi bizim anlayışımıza karşı bir taraf oluştururlar dayandıkları ortak varsayımlar
bakımından. Bu ortak varsayım: ulusal olanla siyasal olanın çakışması gerektiğidir. Biz ise tam
da bu ortak var sayımı reddediyoruz: ulusal olanla siyasal olanın çakışması gerektiği anlayışı
aşılmalıdır. İnsanlığın çıkışı ancak bu noktadan olabilir. Bu hedefi önüne koymayan her çaba, yer
yüzünde bu günkü apartheit siteminin devamına; yer yüzünden imtiyazlılığı kaldırmayı değil;
imtiyazlılar arasına katılmayı getirir. Bu anlamda, Bugünün dünyasında Türkiye Toprakları
üzerinde yaşayan insanların, Kürtlerin ve Türklerin yürüttüğü nasıl bir cumhuriyet tartışması,
yeryüzünün imtiyazlıları arasına nasıl katılınabileceği tartışmasıdır.
Kaldı ki, sadece politik olarak ulusal olanla politik olanın ilişkisinin koparılmasından yana
değilim, kültürel ve ruhsal olarak da, kendimi bir ulustan hissetmiyorum. Bir Türk'ün ya da
Kürdün, kendini herhangi bir ulustan gören bir insanın boğazında düğümlenmelere yol açan, onu
coşturan yada hüzünlendiren olaylar bende hiç bir etkiye yol açmaz. Hatta bunu komik ve
anlaşılmaz bulurum. İnsanların örneğin bir milli maçta takım tutmaları ve oyunun sonunda
sevinme veya üzülmeleri benim için kavranılmaz olaylardır. Ama politik olarak, önce insanın
kendi milliyetçiliğiyle mücadele etmesi gerektiği ilkesine göre, Türk milli takımına karşı kim
oynuyorsa onun kazanmasını isterim.
Kendimi Türk hissetmesem de, yeryüzünden şu ulus denen felaketin, nasıl bir tanıma dayanırsa
dayansın yok edilmesini savunsam da, elimde olmadan bir Türk'üm. Ezen ulustan bir insanım.
Ulusum yok, ulusçuluğa karşıyım diyerek, kimilerinin yaptığı gibi, Türkiye'deki bu üst ve
egemen konumumu görmezden gelemem. Bu fiili durumu görmezden gelmek, fiilen, ezilen
ulusun mücadelesi karşısında tarafsızlık, dolayısıyla da ezen ulustan yana bir tavır anlamına gelir.
164
Bu durumun çelişkisini daha iyi kavramak için ırk ayrımcılığı bize güzel bir analoji sunar.
Diyelim ki, beyazsınız ve bulunduğunuz toplumda siyahlar baskı ve zulüm altındalar. Siz aslında
ırkların olmadığını; bunların ırkçıların uydurması olduğunu savunuyor ve buna bağlı olarak
kendinizin bir ırktan olamadığınızı söylüyorsunuz. Bütün bu inanç ve iddialarınız, sizin bir beyaz
olarak, ırkçı baskılara uğramadığınız ve uğramayacağınız gerçeğini değiştirmez. Belki
görüşlerinizden dolayı siyasi baskılara uğrayabilirsiniz ama bunlar sizin deri renginizden değil,
görüşlerinizden gelen baskılar olacaktır. Görüşlerinizden gelen bu baskılara rağmen, istemeseniz
de, beyaz olmanın imtiyazlarını yaşamaya devam edeceksinizdir en azından beyaz olduğunuz için
özel bir baskıya uğramayarak.
Böyle bir durumda, ırkları ırkçılığın uydurması olarak görseniz de, var olan bir gerçeklik olarak
ezilen ırkların savaşını desteklemek, hatta fiili eşitsizliği biraz dengelemek için, çubuğu ezilen
ırklardan yana bükmek zorundasınızdır.
Aynı şey bizim için de geçerlidir. Ulusların ulusçuların uydurması olduğunu söylesem de,
kendimi bir ulustan, yani Türk, hissetmesem de, Türk olduğum için hiç bir özel baskıyla
karşılaşmadığımdan, ezen ulustan olmanın imtiyazlarını yaşamaktayımdır. Kendimi öyle
görmesem de, nesnel olarak ezenin bir parçasıyımdır. Bu durumu dengelemek için, ezilen
ulusların mücadelesine destek vermem, hatta çubuğu eğerek destek vermem gerekir.
Yani bir yandan, siyasi inançlarım nedeniyle ulusçuluğun ulus anlayışını yok ekmeye çalışırken,
diğer yandan inanç ve tercihlerime rağmen Türk olduğum için, ezen ulustan bir insan olduğum
için; ulusal baskıya karşı hareketleri desteklemek, dolayısıyla ulusçuluğun var oluşuna hizmet
etmek zorundayımdır. Bu çelişki gökten inme bir çelişki değil, gerçek hayatta bulunan bir
çelişkidir.
Ama sadece bu değil, ezilenlerin kendi hareketlerini desteklemek diye de bir sorunumuz vardır.
Tıpkı bir fabrikada grev yapan işçiler gibi. İşçiler çoğu kez hiç de kapitalizmi ortadan kaldırmak
için değil, sadece yaşamlarını biraz daha iyi koşullarda sürdürebilmek için grevler yaparlar. Siz
ise yaşam koşullarındaki bir iyileşmenin kapitalizmi ortadan kaldırmayacağını; son duruşmada
kapitalistin daha rasyonel bir üretimine yol açacağını bilseniz de, bizzat bu mücadelenin kendisi,
ezilenler için baha biçilmez bir deney olduğundan; onların hayatlarında küçük de olsa bazı
iyileştirmelere yol açacağından o grevi desteklemek zorundasınızdır. Ama bir yandan
desteklerken, onun başarısı için çalışırken, diğer yandan da gerçek çözümün mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirmesinden geçtiğini söylemek; mücadeleyi bu yöne doğru geliştirmek için çaba
göstermek zorundasınızdır. Ortada yine benzer bir çelişki vardır. Birine aşırı bir ağırlık ve vurgu
bir anda sizi amaçlarınız açısından hiç de istemediğiniz bir konuma düşürebilir. Birden bire
sıradan bir sendikalist durumuna da, nihai hedefe ilişkin vaazlar veren ve fiili mücadeleden
kopuk, dolayısıyla egemeni destekleyen bir duruma düşebilirsiniz. Benzer şekilde, bir sosyalist
olarak da, bir ulusal hareket karşısında da taleplerinin bir çözüm getirmeyeceğini bilerek ve
söyleyerek de, ezilenlerin bir girişimi, bir deneyi olduğu için; içinde daima kendini aşabilme
tohumu taşıdığı için de ezilen ulusun bir hareketini desteklemek zorundasınızdır.
165
Buraya kadar esas olarak bir zorluk yok. Ama sorun burada bitmiyor. Türkiye'de, Dünyanın bu
günkü koşullarında, hangi gerekçeyle olursa olsun Kürtlerin mücadelesini desteklemek, fiili
sonuçları bakımından, akıllı bir Türk milliyetçiliğini desteklemek olur. Çünkü, somut olarak
Türkiye'deki Kürt sorununda Kürtlerin mücadelesi sadece kendileri için bir mücadele değil,
kendilerinden çok kendilerini ezenler için bir mücadeledir.
Dünyada her halde Türkler kadar talihli bir ulus yoktur. Kürt ulusal hareketi, Tarihin Türk
ulusuna en büyük armağanıdır. Kürtler, uğradıkları baskıya karşı savaşlarında aslında nesnel
sonuçları itibariyle, kendilerinden çok, kendilerini ezen Türkler için savaşmaktadırlar. Diyelim
ki, silahlı Kürt direnişi başarı kazansaydı Kürtler Türk ordusunu yenilgiye uğratıp ayrı bir devlet
kursalardı, Türklere en büyük iyiliği yapmış; onları Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk Ordusunun
bukağılarından kurtarmış; İspanya Yunanistan benzeri demokratik bir güney Avrupa ülkesi
yapmış olurlardı. Hatta daha fazlası, gerek İspanya, gerek Yunanistan'da bu geçiş kontrollü,
kısmen Prusya yolundan gerçekleşmişti, böyle bir alt üstlük daha kökten ve alttan bir dönüşüme
yol açar, Türkiye'nin insan ve toprak büyüklükleri göz önüne alındığında orta doğuda bir iktisadi,
siyasi ve kültürel bir devin ortaya çıkmasına yol açardı.
Bu nedenle, bir Türk'ün ya da bir Türk sosyalistinin; ister ezen ulustan olduğundan ezileni
desteklemesi gerekçesinden, ister sosyalist olarak ezilenlerin tarihsel girişim ve tecrübelerini
desteklemesi gerekçesinden kaynaklansın, Kürt ulusal hareketine desteği aslında, nesnel sonuçları
bakımından, Türk milliyetçiliğinin desteği olur. Akıllı ve uzun vadeli düşünebilen bir Türk
milliyetçisi, bir Türk sosyalistinin demokrasi ya da sosyalizm gerekçesiyle Kürt ulusal hareketini
desteklemek için savunduğu her şeyi, Türk milliyetçiliğinin gerekçeleriyle savunabilir.
İkinci Cumhuriyetçilerin, yani daha uzun vadeli düşünebilen, daha modern Türk milliyetçilerinin,
Kürt sorununda bir sürü sosyalistten daha tutarlı bir konumda bulunmalarının ardında bu nesnel
durum, Kürtlerin aslında kendileri kadar ve hatta nesnel sonuçlar göz önüne alınırsa
kendilerinden de fazla Türkler için savaştığı gerçeği yatmaktadır. (Kürt hareketi de bunun
bilincinde oldu, eksikliğini duyduğu şey hep akıllı Türk milliyetçileriydi, zaten bunu bulamayınca
kendisi bu işi de üstlenmek zorunda kaldı.)
Buraya kadar Kürt hareketinin bir askeri zafer kazanması olasılığına göre sonuç çıkarmıştık.
Ancak, Kürt hareketi, dünya dengelerinin elverişsizliği koşullarında, silahlı mücadelede bir zafer
kazanamadı, aksine uzun vadede onun çözülüşünü getirebilecek bir denge ve kendini tekrarlama
noktasında kaldı; üstüne üstlük, önderini düşmana kaptırmak gibi çok ağır bir darbe de yedi. Kürt
hareketinin aldığı bu ağır darbeler, savaş politikasının seçimlerde büyük bir zafer kazanmasının
en büyük nedeniydi. (Kimilerinin iddia ettiğinin aksine, Türkleri Kürt varlığını inkar eden savaş
partileri ve politikalarına oy verdirten, Kürtlerin mücadelesi değil, bu mücadelenin uğradığı
yenilgiler oldu; bu mücadelenin kazandığı başarılar tamamen zıt sonuçlara yol açardı.) Böylece
Türkler, Kürt ulusal hareketini ağır bir darbe vurarak, Kendilerinin modern ve zengin bir toplum
olabilmeleri için tarihin sunduğu bu hediyeyi tepmiş ve kendilerini geriliğe ve gericiliğe mahkum
etmiş oluyorlardı.
166
Kürt ulusal hareketinin en büyük felaketi, yani önderini karşı tarafa kaptırması bir bakıma onun
en büyük şansı da olmuştur. Böylesine köşeye sıkışmasaydı, artık kendini takrarlayan ve
aşındıran niteliğini görmesine rağmen, silahlı mücadeleye son verip; program strateji ve
mücadele biçimlerinde dramatik dönüşümler yapamaz ve sınırlılık böylesine somutça görülüp
değişiklikler kabul edilemezdi.
Bu karanlık ortamda, Kürt Ulusal Hareketi, felaketi bir şansa çevirdi; hiç kimsenin düşünemediği
muazzam bir stratejik dönüş yaptı, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşmeye girişti.
Türklerin teperek yok ettikleri şansı tekrar önlerine koydu. Bir anda güçler ve güçlerin yer alışını
kökten değiştirdi.
Akıllı bir Kürt milliyetçisi olarak, akıllı bir Türk milliyetçiliğini de üstlendi. Kürt ulusal
Hareketi,ulus tanımını, dil, kültür ve etnisiteden soyutlayıp, tamamen hukuki bir tanıma
indirgedi. Kürt ulusçuluğunun bu modern ve esnek uzun vadeli biçimi, aynı zamanda Türk
ulusçuluğunun da modern, esnek ve uzun vadeli düşünen biçimiyle çakışmaktadır. Bu gün,
dünden de daha fazla ve açık olarak, Kürt Ulusal Hareketinin savunduğu her şey, bir Türk
milliyetçisi olarak savunulabilir. Akıllı bir Türk milliyetçisinin savunabileceği her şey de akıllı
bir Kürt milliyetçisi olarak savunulabilir. Program aynıdır, sadece gerekçeler farklıdır. Hatta Kürt
Ulusal Hareketi, bu özdeş programı, Türkleri kazanmak için, Kürtler zaten durumu
kavradıklarından Türklere yönelik olarak ve Türklere uyan gerekçelerle ifade etmektedir.
Bu durumda, akıllı bir Türk milliyetçisi olarak savunulabilecek konumları, yok ezen ulustan bir
insan olarak dayanışma, yok sosyalist olarak ezilenlerin tarihsel girişim ve tecrübelerini
destekleme gibi gerekçelerle savunmak, aslında milliyetçi bir konumu milliyetçi görünmeyen
gerekçelerle savunmak olabilir ve dolayısıyla ezilenlerin bilincini karartabilir; onlara yanlış
hayaller yayar. Elbet bu gerekçeler de varlıklarını sürdürmektedir ama bu gerekçelerle
destekleyen her sosyalist, bunun aslında nesnel sonuçları itibariyle akıllı bir Türk milliyetçiliğinin
hedefleriyle çakıştığını gizlememeli ve ezilenlerin bilincini karartmamalıdır. Aslında Kürt
hareketini destekleyen Türk solunun yaptığı tam da bu türden bir karartmaydı. Kürt ulusal
hareketinin başarısı halinde bile, nesnel sonuçlarının Türk ulusunun işine yarayacağını, Kürt
ulusal hareketini destekleyişlerinin tamamen Türk milliyetçisi gerekçelerle de yapılabileceğini
görmek istemiyorlardı. Kürt hareketi bunu görüp, eşyayı adıyla çağırınca, bunlar kendilerini
birden boşlukta buldular.
Böylece, yazımızın başında sözünü ettiğimiz çelişki, daha derin bir boyut kazanmaktadır; bir
yandan, bir sosyalist olarak ulusal olanla politik olan arasındaki her türlü bağın koparılmasının
insanlığın önündeki en acil hedef olduğunu savunmak durumundasınız yani milliyetçiliğin nasıl
tanımlanırsa tanımlansın her biçimine karşısınız; diğer yandan, ezilen bir ulusun hareketine gerek
egemen ulustan olduğunuzdan; gerek ezilenlerin tarihsel girişim ve deneyi olması nedeniyle
verdiğiniz destek fiilen akıllı bir Türk milliyetçiliğinin desteklenmesi; hukuki bir tanıma dayanan
milliyetçiliğin desteklenmesi olmaktadır. Siz bunu bütünüyle, başka bir gerekçeyle yapsanız ve
gerek genel olarak milliyetçiliğin, gerek özel olarak Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanı
167
olsanız da, Kürt ulusal hareketine desteğinizin ardında en küçük bir milliyetçi motif bulunmasa
da fiilen Türk milliyetçiliğine hizmet edersiniz.
Bu çelişki, en aşırı noktasına ve mantık sonuçlarına götürülerek aşılabilir bir sosyalist olarak.
Kürt ulusal hareketini desteklemeye yönelik bütün yazılar akıllı ve uzun vadeli düşünen bir Türk
milliyetçisi açısından yazılabilir, ki bu aynı zamanda akıllı bir Kürt milliyetçiliği de demektir.
Ama bu aynı zamanda, Kürt ulusal hareketine sosyalist ve devrimci gerekçelerle destek
verenlerin, nesnel sonuçları bakımından aslında bilinçsiz Türk milliyetçisi olduklarını gösterir ve
onların zımni bir eleştirisi de olur. Diğer yandan böylesine ideal ve akıllı bir milliyetçilik, bize
sosyalist programımızı koyabilmek ve onu açıklayabilmek için en mükemmel olanağı sağlar.
Yani kendimize akıllı bir düşman yaratmış oluruz. Akıllı bir düşman ise, akılsız dostlara yeğdir.
Akıllı düşman, bize ezilenlerin siyasi eğitimi bakımından da daha büyük bir olanak sağlar. Bu
olanak şöyle açıklanabilir. Fiziki savaşla, fikir savaşı arasında kökten bir fark vardır. Fiziki
savaşta, güçlerin en irisini, düşmanın en zayıf yerine yığmak gerekir. Fikir savaşında ise, karşı
tarafı mat etmek değil de, ezilenlerin geri yanlarını okşamak değil de, onları geliştirmek isteyen
karşı fikrin en mükemmel, en güçlü temsilcilerine yığmalıdır eleştirisini. Bir görüşü toyca
savunup rezil edenleri değil, onu en rafine biçimde, en akıllıca ve ustaca savunanları
eleştirmelidir. Eğer yoksa böyle bir savunucusu eleştirilecek görüşün onu yaratmalıdır ve öyle
eleştirmelidir. Ancak bu tarz ezilenlerin gelişimine hizmet edebilir.
Evet, gereğinde eleştireceğimiz görüşün en akıllı savunucusunu yaratmak gerekiyor. Bu biraz
insanın kendine karşı satranç oynaması gibi. Stefan Zweig'ın "Schachnovelle"diye bir romanı
vardır. (Sanırım Türkçeye "Bir Satranç Öyküsü" ya da "Satranç" adıyla çevrilmişti.) Bu
romanında, Zweig, atıldığı bir tecrit ortamında kendine karşı bir siyah bir de beyaz olarak satranç
oynayan ama bu çelişki altında dayanılmaz ruhsal bir bölünmeye uğrayan birini anlatır. Evet biz
de bir tür satranç oynayacağız, bir siyah bir de beyaz olarak; bir Türk milliyetçisi olarak ve bir
sosyalist olarak. Bazı yazılar bir Türk milliyetçisinin bazı yazılar bir sosyalistin bakış açısından
yazılacak. Bizi buna zorlayan tecrit koşulları değil, çelişkinin varlığı bizi kendimize karşı satranç
oynamaya zorluyor. O romanda sonuç olan, bizde neden ve hareket noktası. Kendine karşı
satranç, orada parçalanmaya yol açarken, bizde bu parçalanmayı aşmanın bir aracı. Hareket
noktasındaki bu parçalanmayı yaratan çelişkileri ise tarihin izlediği yol dayatıyor. İnsanlığın
çıkmazını pekiştiren koşullar Kürtlere ve Türklere geçici olanaklar sunuyor.
Demir Küçükaydın
[email protected]
18.11.1999 13:42:13
168
Bir Dönemin Eşiğinde
Sunuş
"otuz altımda yarim yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Pırag'dan Havana'ya"
Nazım Hikmet
Yanlış hatırlamıyorsam Arthur Koestler, "yaşarken geçmek bilmeyen zamanlar sonradan kısa bir
an gibi gelirler; yaşarken nasıl geçtiği fark bile edilmeyen zamanlar ise sonradan çok uzun
gelirler" anlamında bir şeyler söyler. Bir hücrede örneğin, zaman geçmek bilmez, sonradan o
geçmeyen zamanlardan anı olarak sadece koca bir boşluk kalır. Ama capcanlı ve yoğun olarak
yaşanmış bir zaman; kelimenin tam anlamıyla nasıl geçtiğini fark bile edilmeden yaşanmış bir
zaman; sonradan tüm anıları doldurur. Çoğu kez de hayatlar, tekrar öyle bir yoğun yaşantının,
hayata anlam veren, onu dolu dolu kılan bir yaşantının özlemiyle geçer gider.
Toplumların tarihinde de, yirmi günün yirmi yılda yirmi yılın da yirmi günde geçtiği zamanlar
vardır. Uzun birikim dönemlerinden sonra bir değişimin yaşandığı dönemler; uzun bir gebelikten
sonra; sancılı bir doğumun – doğum her zaman başarılı da olmayabilir- yaşandığı dönemler böyle
dönemlerdir. Türkiye denen ülkenin toprakları üzerinde yaşayan insanlar, tarihin hızlandığı bir
döneme girecek gibi görülüyor.
Meteorologlar, hava durumuna ilişkin bir öngörüde bulunabilmek için, dünyanın dört bir yanına
yayılmış ölçerlerden gelen nem, sıcaklık, basınç, rüzgar vs. durumu hakkındaki verilere; uzaydan
çekilmiş fotoğraflara; her iklimde görülen kendini tekrarlamalara; önceki tecrübelerden çıkarılmış
ve mükemmelleştirilmiş bilgisayar modellerine dayanıyorlar ve buna rağmen yine de çoğu kez
yanlış öngörülerde bulunabiliyorlar.
Toplumda ise, ne bu ölçerler var, ne mevsimlerin kendilerini tekrarlayışları, ne de matematik
modeller. Dolayısıyla topluma ilişkin her ön görü, daha baştan büyük bir yanılgı tehlikesini
içinde taşır. Bu nedenle topluma ilişkin bir öngörüde bulunmak, bir öngörüden ziyade; bir
eğilime; bir sürece dikkati çekmek gibi bir anlam taşır. Belirtilmemiş bile olsa, daima koşullu bir
nitelikleri vardır. Çünkü hiç bir zaman bütün etkenleri içermeleri söz konusu olamaz. Bu nedenle,
daha çok da sezgiseldirler.
Koşullu önermeler ve ön görüler ise, gerçekleşmemeleri durumunda bile doğru olabilirler. Yani
onlar olgulara ilişkin yanılmış ama yöntemsel düzeyde doğrulanmış olabilirler. Toplumsal ön
görülerde önemli olan da, olgusal değil yöntemsel doğruluktur.
Bunun en tipik örneği, Marksistlerin devrim beklentilerinde veya bu devrimlerin izleyeceği yolu
ilişkin ön görülerinde görülebilir. Bu ön görülerin hemen hemen hiç birisi olgusal düzeyde
gerçekleşmemiştir; tam da bu gerçekleşmeyişin somut tarihte izlediği yollar o ön görülerin
169
ardındaki sağlam metodolojiyi doğrular. O öngörüler gerçekleşmediği için, tersinden
doğrulanırlar ve insanlık azaplar içinde kıvranmaya devam eder. Özetlersek, toplumsal bir ön
görüde önemli olan, eğilimdir; yöntemdir; onun gerçekleşip gerçekleşmemesi değil; olgusal
değil, yöntemsel doğruluk önemlidir.
Kaldı ki, tıpkı kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesine benzer bir ilişki söz konusudur toplumsal
öngörülerde. Öngörünün kendisi, bir toplumsal fenomen olarak, öngördüğü toplumsal olay
üzerinde onu saptırıcı ve belirsizleştirici bir etkide bulunur. Hava durumu üzerine bir öngörü
meteorolojik bir olay değildir, dolayısıyla bir düşüncenin, bir sözün hava durumu üzerinde bir
etkide bulunması düşünülemez, ama toplum söz konusu olduğunda, her söz, her düşünce; ne
kadar doğru ya da yanlış olursa olsun, toplumsal süreçler üzerinde bir etkidir ve onlardan bir
etkilenmedir; öngörünün kendisi de bizzat bir toplumsal olaydır ve bizzat öngördüğü üzerinde bir
etkide bulunur. Bu ise belirsizliği daha da arttırır
Bu belirsizlikleri veri kabul ederek ve baştan yanılma olasılığının büyük olduğunu düşünerek,
yine de tarihin hızlandığı bir döneme girilebileceği olasılığı oldukça yüksek görünüyor.
Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar için, tarihin hızlandığı bir döneme girilebileceğini
söylerken, bununla büyük bir devrimci kabarışı kast etmiyoruz. Elbette böyle bir olasılık
dışlanamaz, ama kast ettiğimiz, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar için, sonraki onlarca
yılın yönünün önümüzdeki bir kaç yıl içindeki değişikliklerle belirleneceğidir. Sistem bir noktaya
gelmiş ve tıkanmıştır. Artık durum sadece ezilenler için katlanılmaz değildir; bizzat egemenler
de, sistemin eski biçimiyle devam edemeyeceğini görüyor ve bir yeniden düzenleme gereğini
ifade ediyorlar. Yani artık, ezenler de eskisi gibi götürememektedirler ya da götüremeyeceklerini
görmektedirler. Kökten bir değişiklik beklentisi ve arzusu giderek yoğunlaşıyor ve yaygınlaşıyor.
Ezenler bunu bütünüyle kontrollü biçimde; sözü ayağa düşürmeden; egemenliklerini her hangi bir
tehlikeye atmadan gerçekleştirmeye; geniş ezilen yığınları her zaman olduğu gibi; değişikliklerin
nesnesi olarak tutmaya çaba gösteriyorlar ve büyük bir olasılıkla da bunu başaracaklar.
Ancak bu tür yeniden düzenlenme dönemleri, daima bir risk de taşırlar. Gorbaçov'un yapmaya
çalıştığı tam da böyle kontrollü bir dönüşümdü. Ama bizzat o kontrollü dönüşüm çabası bir
kontrolden çıkmış hareketlenmenin yolunu açtı. Nesne olarak tutulanlar, birden bire o
çatlaklardan sızarak ve değişimlerin bir öznesi olma olanağı elde edebilirler. Bu gün sistem bir
gömlek değiştiriyor. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en zayıf anlarıdır. Bu nedenle canlılar
o kritik anlarda en tehlikesiz yerlerde bulunmaya özen gösterirler. Egemen sınıflar için de, içinde
bulundukları gömlek değiştirme dönemi en zayıf anlarından birini oluşturuyor; değişimin yönü ve
nasıl olacağına ilişkin aralarındaki çatışmalar ezilenlere de bir takım çatlaklar sunuyor.
Bir kaç ay önce, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların ezici bir çoğunluğu en gerici,
özel savaşın destekçisi partileri seçmişti. Öcalan'ın kaçırılması ve uğradığı muamele sonucu
Kürtler ve Türkler arasında bütün köprüler yıkılmak üzereydi. Kafkaslar veya Balkanlar'da
görülen türden gelişmelerin eşiğine gelinmişti. Adeta ortada hiç bir ışık, hiç bir çıkış yolu yok
gibi görünüyordu. İmralı duruşmaları ile birlikte, tersine doğru bir değişim başladı. Bir Türk-Kürt
170
kapışması olanağı büyük ölçüde yok olmuş bulunuyor. Özel savaşçılar ise giderek inisiyatif ve
ağırlıklarını yitiriyorlar. Akıllıca hareket edilirse geleceğin hiç de o kadar kötü olmayabileceği
beklentisi havada hissediliyor. Deprem gibi felaketler bile, bu havanın güçlenmesine yarıyor.
Toplum, sanki onlarca yıllık uykusundan uyanır, onlarca yılda uğradığı aptallaşmadan
kurtulmaya çalışır gibi. Gündemi küçük, anlamsız sorunlarla belirleme çabaları eskisi kadar etkili
olamıyor. Genel ve temel sorunlara yönelik tartışmalar, öneriler tekrar ilgi buluyor ve bütün
manüplasyon çabalarına rağmen zihinlerde yer ediyor. Bir kaç ay içinde, hiç biri sözünü
sakınmayan, özünde hepsi aynı toplumsal değişiklikleri öneren programatik metinler ortalığı
kaplıyor ve tartışılıyor: Öcalan'ın ifade ve savunmaları; Sami Selçuk'un konuşmaları, Aydınlar
Bildirisi; Abant Toplantısı; Kürt aydınları bildirisi vs. . Bir biri peşi sıra bütün toplumsal gruplar
programlarını ortaya koyuyorlar. Güçlerini tartıyorlar, bir araya geliyorlar ve güçlerini arttırmayı
deniyorlar. Sanki toplum, bilinçli veya bilinçsiz bir değişime hazırlanıyor.
Değişimi, dayandığı güçler, ideoloji ve politikada bir değişikliğe yol açmadan sadece devlet
cihazının daha modern ve esnek bir örgütlenmeye kavuşturulmasıyla sınırlamak ve bunu da sözü
ayağa düşürmeden kontrollü bir biçimde yapmak isteyenler de (Genel Kurmay); dayanılan
güçlerin, politika ve ideolojinin oldukça kökten bir değişimini isteyenler ve bunun ordunun
vesayetinden kurtulmayla mümkün olacağını savunanlar da var (İkinci Cumhuriyetçiler, ki bunlar
da kendi içinde farklılaşıyorlar). Ancak bu günkü bölünme ve tartışma değişimin yolu ve yöntemi
üzerine değil; bölünme bir değişim isteyenler ile istemeyenler arasındadır. Bu bölünme öylesine
derinleşmiştir ki, devlet cihazını bile sarmış ve en radikal savunucularını bizzat yine devlet
cihazının içinden çıkarmış bulunuyor. Bir yanda Yargıtay başkanı bir yanda Devlet Güvenlik
Mahkemesi savcısı. Bunların ifade ettikleri eğilimlerin uzun vadede bir arada bulunması
olanaksızdır. Ve bu bölünme, değişimin yönü ve yolu üzerine değil; değişimin gerekli olup
olmadığı bölünmesidir.
Eğer bir değişimin gerekliliğine inanan ve savunan güçler, var olan durumu sürdürmek
isteyenleri, yani kısaca savaş rantçılarını tecrit edebilir ve güçlü bir hareket yaratabilirler ise,
böyle bir hareket, daha sonra değişimin ne yönde ve nasıl olacağına ilişkin gelişmeler üzerinde de
bir etkide bulunabilirler ve kontrollü bir değişimi epey zorlayabilirler. İşte o zaman, kelimenin
gerçek anlamıyla sadece bir toplumun geleceğini belirleme anlamında değil; geniş kitlelerin
büyük tarihsel deneyler yaşamaları anlamında tarihin hızlandığı bir döneme girilebilir. Bu olasılık
şimdi daha güçlü gibi görünüyor.
Türkiye denen ülkede yaşayan insanlar önümüzdeki bir kaç yıl içinde daha sonraki on yılların
yönünü belirleyecek değişiklikleri yaşacaklar büyük bir olasılıkla. Sorun bu değişmelerin nasıl
bir yoldan gerçekleşeceğinde düğümleniyor. Prusya yolundan mı Fransız yolundan mı? Kitlelerin
aktif bir mücadelesi olmadan, yukarıdan düzenlemeler; piç olmuş reformlar ve demokratik
geleneklerden yoksunluklar yoluyla mı; yoksa kitlelerin değişimlerin bir öznesi olarak ortaya
çıkışları aracılığıyla mı? Yarım buçuk, hiç bir demokratik gelenek bırakmayan düzenlemeler mi;
pislikleri dev bir süpürge gibi temizleyen, bir kaç gün hatta saat içinde onlarca yıllık yolları
171
aşabilen radikal dönüşümlerle mi? Şu an birinci yol ağırlıkta görünüyor. Ama bizzat bu yola
girilmişlik, ikincinin var oluş olasılığını arttırıyor.
Böyle bir durumda bize düşen görev nedir?
Biz derken kast ettiğimiz, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine inananlar; yani kara değil,
insan ihtiyaçlarına ve doğanın dengeli bir kullanımına göre ürettiği zenginlikleri insanlar arasında
giderek daha eşitçe paylaştıran ve zenginlik farklarının insanlarda yarattığı tahribata son verecek
bir toplumun; kararların bizzat zenginlikleri üretenler tarafından alınacağı bir toplumun her
zamankinden daha acil olarak gerekli ve aynı zamanda mümkün olduğuna inananlar; yani o artık
değersizleşmiş kavramla sosyalistlerdir. Bu anlamda bizler ne yapmalıyız?
Bu içinde bulunulan durumda nasıl bir programımız; nasıl bir stratejimiz, ne gibi taktiklerimiz
olması gerekir?
Ama biz sosyalistlerin çoğu, böyle bir problemi sağlıklıca tartışabilecek durumda değiliz. Çünkü
sosyalistlerin hemen hemen hepsi, geçmiş dönemin anlayışlarına hapis olmuş bulunuyorlar. Ve
bu hapis oluş iki düzeyde kendini gösteriyor:
Birincisi, sosyalist politika diye bilip öğrendiklerinin, aslında yanlışlığı ve nasıl bir bürokrasinin
egemenliğini korumaya yönelik olduğu son on yılların dramatik olaylarıyla kanıtlanmış,
sosyalizmle ilgisiz pratikler ve teorilerden ibaret olanlar. Buna, aşağı yukarı, ortalığı kaplamış
bütün sosyalist parti ve eğilimlerin çoğunu katmak mümkün. Bunların böyle bir tartışmayı
yürütebilmesi için bildikleri her şeyi unutmaları ve sorgulamaları gerekir. Bildiklerinin hepsi
ıspanakta demir olduğuna dair yanlış ama yaygın bilgilere benzer. Onların gücü içeriklerinden
değil, yaygınlıklarından gelir.
İkincisi klasik Ortodoks Marksist geleneği sürdürenler (örneğin Troçkistler). Bunlar elbet en
azından tarihsel düzeyde Marksist politikayı biliyorlar ama günümüzün problemleriyle
yüzleşmek, hata yapmaktan korkmayarak yeni deneyler ve genellemelere girişmek yerine,
bilinmeze duyulan korku ve eski araçlara güvenle yeni dünyanın sorunlarına eski reçetelerle
cevaplar vermenin ya da o sorunları eski problematikler içine çekmenin ötesine gidemiyorlar.
Dolayısıyla buradaki önermelerimizi, birinci kategoridekilerin anlayıp tartışabilmesi aşağı yukarı
mümkün değildir, çünkü gerek tarihe ilişkin bilgileri, gerek kavramsal araçları buna olanak
vermez, onlarla her tartışma, olgular ya da kavramsal araçların kullanımı üzerine bir tartışmaya;
Marksizmin ne olduğuna dair bir tartışmaya dönüşmek durumundadır. Böyle bir tartışma ise, son
duruşmada skolastik bir tartışma olmaktan öteye gidemez.
İkinci kategoridekilerle bu bakımdan bir sorun yoktur. Olgular ve kavramsal araçlar hakkında
anlayış ortaktır. Bunlarla olan problem, bu günkü dünyanın problemlerini anlayabilmek ve
çözebilmek için eski paradigmaların ve kavramsal araçların yeterli olmayacağı önermesinde
yatıyor. Söz düzeyinde bunu kabul edenler bile, pratikte eski kavramsal araçların ve
paradigmaların ardına sığınıyorlar. Tıpkı, bilmediği bir kültür ve ülkeye göçenlerin, etraflarına
bir koza örmelerine benziyor durumları. Açık bir yüzleşme yerine içine kapanma, eski değerlere
172
daha büyük bir sarılma. Bilinmeyen denizlere açılma cesareti göstermektense, sahilden sahilden
gitme.
Aşağıda tartışacağımız temel önermeleri anlayıp tartışabilmek için, bu klasik Marksist geleneği
bilmek şart. Biz o klasik kavramsal temeli kabul ediyor ama onu geliştirmeyi; günümüzün
sosyalist politika ve stratejinin sorunlarını tartışabilmek için en azından bir başlangıç noktası
sağlamayı deniyoruz.
Örneğin, Troçki'nin sürekli devrim teorisi veya Sovyet devletinin sınıf karakterine ilişkin teori
veya klasik Marksizm'in tek ülkede sosyalizm olamayacağına dair teorileri bilinmeden ve kabul
edilmeden, önermelerimizi tartışmak mümkün değildir. Türkiye'deki sosyalistlerin yüzde doksanı
ise bu teorileri, tarihçe doğrulanmış olmalarına rağmen kabul etmezler. Bunlarla bir tartışma olsa
olsa skolastik bir tartışmanın, Marksizm'in ne olduğuna dair bir tartışmanın ötesine gidemez.
Bu klasik teorileri bilip kabul edenler ise, yaşanan tarihin bu temel önermeleri nasıl bir alt üstlüğe
uğrattığını görmekten kaçarlar. Dolayısıyla bu gözü kapayışla bir diyalog ve polemik olanağı
bulunmaz. Sonuç olarak önermeler yankısız kalmaya mahkûm olur.
Günümüz dünyasındaki gelişmelerin, Klasik öğretide ne gibi alt üstlüklere yol açtığını, klasik
öğretideki kavramlarla ve paradigmalarla bu günkü olaylara ve cevap aramanın nasıl tehlikeli
sonuçlara yol açabileceğini bir kaç örnekle göze batırmaya çalışalım.
Klasik Marksizm'e göre, işçi sınıfı, ya da ücretliler, iş gücünden başka satacak bir şeyi
olmayanlar, kapitalizmi yıkma ve onun yerine eşitlikçi ve modern bir toplum kurma
yeteneğindeki tek güçtürler. Modern toplumu ve tarihi bütün eski tarihten ve toplumlardan ayıran
temel fark budur. Biz de bu önermeye katılıyoruz. Burada bir sorun yok. Bu işçi sınıfının
kurtuluşunun kendi eseri olacağı önermesine de katılıyoruz.
Keza, yine işçi sınıfının birçok tabakalardan meydana geldiği, bunların da, yani zümre
çıkarlarının da politik ifadesini bulduğu; sosyalistlerin bu sınıfın genel ve tarihsel çıkarlarını ifade
etmesi gerektiği konularında da klasik gelenekle problem yok. Tabii bütün bunlarda, ortalığı
kaplamış solla eski problemler de ortada duruyor.
Bütün bunlarda problem yok. Ama biz, dünyadaki duruma bakarak, dünya işçi sınıfının zengin ve
fakir ülkelerin işçi sınıfı diye bölündüğü; bu bölünmenin eskiden de olmakla birlikte, aradaki
farkın artık öylesine büyüdüğü, ki artık bir nitelik değişimine yol açtığı gözleminde bulunuyoruz.
Bu gözlem bize, bir çok şeyi açıklama olanağı ve aynı zamanda başka gelişmeleri ön görme
olanağı sunuyor.
Ancak, klasik görüşlere sığınanlar bu bölünmeye gözlerini kapıyorlar. Aslında, bu kapayışları
onları eskiden eleştirdikleri görüşlere doğru yakınlaşmaya itiyor. Örneğin, ortalığı kaplamış
sosyalistlerin çoğu için, işçi sınıfının birçok zümrelerden oluştuğu; bu zümre çıkarını öne alan
işçi partilerinin olabileceği gibi görüşler çok yabancıdır. Troçkistler gibi klasik Marksizm'i
bilenler için bu bakımdan bir sorun bulunmuyor ama onlar, dünya işçi sınıfının siyah ve beyaz
işçiler olarak bölünmüşlüğü (burada siyah ve beyaz kavramlarını politik olarak kullanıyoruz
173
beyaz zengin ülkelerin ücretlilerini, siyah yoksul ülkelerin ücretlilerini ifade ediyor) ve bundan
gereken sonuçları çıkarmaya gelince, işçi sınıfının içindeki bölünmelere ilişkin eski
savunduklarını unutmuş görünüyorlar. Bu gün Batı'daki bir sıradan ücretli ile, üçüncü dünyadaki
bir işçi ya da işsiz arasındaki farkın, bir sendikacı ile bir işçi arasındaki farktan defalarca daha
büyük olduğu gerçeğine gözlerini kapatıyorlar.
Örneğin, bu gün İsviçre ve Mozambik arasında kişi başına düşen gelir bakımından fark 400'e
1'dir. Kaldı ki, bu rakam bile farkın gerçek niteliğini vermekten uzaktır. Bir dilim ekmeği olan
ile, bir ekmeği olan arasındaki fark, diyelim ki bire on olsun; bu bire on fark, bir ekmeği olan ile
400 ekmeği olan arasındaki farktan daha büyüktür. Bir ekmekle karnınızı doyurabilirsiniz ama,
bir dilimle değil; ve nihayet 400 ekmeğiniz olsa da hepsini yiyemezsiniz. Bu anlamda, yaşama
için gerekli girdiler bakımından bakıldığında ve hesaplandığında, farkın çok daha büyük olacağı
açıktır.
İşin ilginci, bu fark iki yüz yıl önce bire beş idi. Ve bu fark giderek büyümektedir. Ama sadece
bu fark değil; zengin ülkelerin insan sayısıyla, yoksul ülkelerin insan sayısı arasındaki fark da
giderek büyümektedir. Bu da giderek aşılmaz bir sınır yaratmaktadır; ileri ülkelerin işçisi, artık
yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen isteyemez. Bunu istemesi demek, kendi maddi yaşam
düzeyinde bir düşüşe razı olması ve bunu istemesi demek olur. Dünya tarihinde hiç bir dönemde,
hiç bir sınıf, zümre ya da tabaka bunu istememiş ve bunun için mücadele etmemiştir; aksine,
tarihsel deney, en küçük bir imtiyazı korumak için, sınıf, zümre ve tabakaların her yola
başvurduklarını gösteriyor.
Bir sendikacı ile bir işçi arasındaki fark bile, dünyanın hiç bir yerinde siyah ve beyaz işçiler
arasındaki kadar büyük değilken ve Klasik geleneği savunanlar, pekala bir sendikacılar
bürokrasisi, işçi bürokrasisi tabakasından, çıkarlarından, partilerinden söz ederken; siyah ve
beyaz bölünmesi konusunda susmaları anlaşılır gibi değildir. Ya da çok anlaşılırdır. Bu da, beyaz
işçilerin zümre çıkarlarını gizlemenin bir aracıdır.
Bu bölünmüşlüğün sonuçları üzerine düşünüldüğünde, bütün eski önermeleri gözden geçirmek;
onları bu bölünmüşlüğün ışığında yeniden sınamak gerekiyor.
Bu bölünmüşlüğün ilk sonucu şudur: zengin ülkeler ücretlileri, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir
düzen için mücadele etmeyeceklerse, insanlık için, klasik Marksist önermelere göre bir umut
yoktur sonucuna ulaşmak gerekir. Çünkü Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg gibi, bütün
Ortodoks Marksistler sosyalizmin ancak, ileri ülkelerin işçi sınıfı tarafından
gerçekleştirilebileceği var sayımı ve beklentisinden hareketle bütün program ve stratejilerini
oluşturuyorlardı.
Bu durumda, Marksizm, kökten bir soru ve tavır alışla karşılaşır. Eğer nesnel veriler bakımından,
bu bölünmüşlük nedeniyle, en azından kısa ve orta vadede bir umut yok ise, sosyalizm için,
sınıfsız bir toplum için mücadele edilmeyecek mi? Bizim cevabımız elbette edilmeli. Ama bu
umutsuz bir mücadeledir, bu bilinerek edilmeli şeklindedir. Bu durumda, sosyalizm uğruna bir
mücadele her şeyden önce bir ahlaki seçim sorunu olur.
174
Marksizm'in kendine bilimsel sosyalizm demesinin nedeni, tarihte ilk kez kapitalizmin, hem
sınıfsız bir toplum için maddi koşulları hem de bu sınıfsız toplumu kurabilecek gücü, ücretlileri
yarattığı öngörüsüne dayanıyordu.
Ne var ki, bu iki önerme de, son yüz yılın, ya da yarım yüzyılın gelişmeleriyle tarihçe aşılmış
bulunuyor. Kapitalist üretici güçlerin gelişimi, sadece sosyalizme yaklaştırmıyor ama aynı
zamanda uzaklaştırıyor da. İki anlamda uzaklaştırıyor, hatta olanaksızlaştırıyor. Bir yandan,
geçen yüz yılda sınırsız olduğu var sayılan doğayı tahrip ederek veya yok etme olanaklarıyla
(atom savaşı, nüklear biyoloji vs. ); diğer yandan, araçların kendisi tarafsız değildir ve aynı
zamanda bir ilişkiyi ifade ederler ve onun aracıdırlar da. Otobanları, otomobilleri vs ile, bu günkü
uygarlık aynı zamanda sosyalizmin maddi koşullarından bir uzaklaşmaya da karşılık düşer.
İkinci önerme, işçi sınıfının tarihte sınıfsız bir toplumu gerçekleştirmeyi isteyebilecek ve bunu
yapabilecek tek güç olduğu önermesi de ücretlilerin siyah beyaz bölünmesiyle, en azından kısa ve
orta vadede geçersizleşmiş bulunuyor. Zengin ülkelerin ücretlileri gerçekleştirebilecek ama
istemeyecek; yoksul ülkelerin işçileri ise; isteyebilecek ama gerçekleştiremeyecek bir durumda
bulunuyorlar.
Böylece Marksizm yine bilimsel olarak, bu sefer bunun olanaksızlığını kanıtlamış oluyor. Ama
eşitlikçi bir sistemin olmazsa olmaz olduğunu düşündüğünden, yine bilimsel olarak kendini inkar
ederek bir ütopik sosyalizme dönüşmek gerekliliğiyle karşılaşıyor. Marksizm artık ütopik bir
sosyalizmdir, ahlaki bir seçime dayanan bir sosyalizmdir.
Ama dendiği gibi, toplumda hiç bir şey mutlak değildir. Bir öngörü bile öngörü üzerinde bir etki
yapar. Bu nedenle, çıkışsızlık ve umutsuzluk da mutlak değildir. Durumun umutsuzluğunun
bilinci bizzat bir çıkış kapısı oluşturabilir. Dolayısıyla, ütopik ve umutsuz bir durumdan hareket
etsek de, mücadele etmek gerektiği sonucu çıkar bundan. Mücadele ise, somut güçlere dayanır. O
güçlerin karakterlerinin, çıkarlarının doğru tanımlanmasına ve böylece, bilimsel sosyalizme yani
toplumsal gerçekliği daha derinlemesine anlamamızı sağlayan kavramsal araçlara ve metoda,
yani tarihsel maddeciliğe olan gereklilik tekrar ortaya çıkar. Ütopik bile olsa bir sosyalizm için
mücadelede, tarihsel maddeciliğe olan gereklilik var olmaya devam eder; hem de her
zamankinden fazla.
Bölünmüşlüğün sonuçları Bu kadar değil elbette. Örneğin, tıpkı teorik fizikte olduğu gibi, bu
bölünmüşlük durumundan kaynaklanan modeller geliştirilebilir. Bilinir, teorik fizikçiler, örneğin,
bir yıldız yanıp tükendiğinde ne olur sorusunu sormuşlar ve farklı kütle büyüklüklerine göre,
beyaz cüceler, atarcalar veya kara delikler gibi maddenin değişik var oluş biçimleriyle
karşılaşacaklarını ön görmüşlerdir. Sıradan sağ duyu için, aklın alamayacağı ön görülerdir bunlar.
Sonsuz yoğunlukta noktalar, saniyede binlerce kere dönebilen koskoca gezegenler gibi.
Sınıfın bölünmüşlüğünü de, mantık sonuçlarına götürüp, olasılıklar üzerine kafa yorulduğunda,
pek ala alışılmış görüşlere pek sığmayan, tıpkı kara delikler gibi adeta akla aykırı gelen sonuçlara
ulaşılabiliyor. Bir örnek verelim. Zengin ülkelerin işçi sınıfı, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir
düzen istemekten çıkarlı değildir diyoruz. Ama öte yandan, zengin ülkelerin ücretlilerinin,
175
kapitalizmin kimi saldırılarına karşı kendilerini gayet iyi savunabilip, örgütlenebildikleri de bir
gerçek. Buradan pek ala şöyle bir durumun olabileceği var sayılabilir. Zengin ülkelerin ücretlileri,
pek ala kapitalizmin saldırıları karşısında kendilerini korumak için bir sosyalist devrim yapıp
sosyalist bir sistem kurabilirler; ama aynı zamanda; fakir ülkeler karşısında da imtiyazlı
konumlarını sürdürmek isteyebilirler ve isteyeceklerdir. Bu fiilen, eski yunan toplumunda olduğu
gibi, bir tür köleci sosyalizm gibi bir şey olur. Kendi içinde demokratik organlara dayanan, planlı
bir ekonomi, ama aynı zamanda, dışındakilerle eşitsizlik ilişkisini sürdüren bir sistem. Böyle bir
olasılık vardır artık. Tıpkı kara delikler gibi, aklın sınırlarını zorlayan bir sonuçtur bu, köleci bir
sosyalizm, ama artık bir olasılık olarak ortadadır.
Bu olasılık şimdiden bir eğilim olarak da ortada görülüyor. Zengin ülkelerdeki ırkçı partilerin
yükselişi kanımızca bu eğilim bir ifadesidir. Bu bölünmüşlük bize zengin ülkelerde ırkçı
partilerin yükselişini ve bu partilerin özellikle niye işçiler arasından büyük oylar aldığını çok
daha iyi açıklayabiliyor. Ama bu bölünmüşlüğü görmezden gelenler, bu ırkçı partilerin
yükselişini hala klasik faşist partilerin yükselişini açıkladıkları modellerle açıklamaya devam
ediyorlar. Ama böyle yaptıklarında farkına varmadan, ırkçı bir sistemi bu partilerin yükselişiyle
gelecek, gelecekteki bir tehlike gibi koyarak, fiilen yaşanan, dünyanın bir apartheit sistemine
dönüşmüşlüğünü görmüyorlar. Böylece fiilen, istemeden de olsa, bu apartheit sisteminin
savunucuları haline dönüşüyorlar. Irk ayrımcılığı gelecekteki bir tehlike değildir, şu an
gerçekleşmiş bir sistemdir. Tabii bu sistemi görmeyince, ona karşı nasıl mücadele edilebileceği
de bir sorun olmuyor bile. Mücadele edilecek güçler hep eski kavramlarla tanımlanıyor.
İşçi sınıfının bölünmüşlüğü ve bunun ortaya çıkardığı umutsuzluk durumu program, strateji
sorunlarını da toptan gözden geçirmeyi gerektiriyor. Örneğin artık, ülke ölçüsündeki
programlarla politika yapılamayacağı gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Artık sosyalist politika ancak,
dünya ölçeğinde, evrensel bir politika ve strateji ile mümkündür. Günümüzde bir sosyalist, her
hangi bir ülkedeki ve o ülkedeki herhangi bir durum karşısındaki konumunu ancak evrensel
ölçüdeki programı ve stratejisinden hareketle belirleyebilir. Evrensel bir durum değerlendirmesi,
evrensel bir program olmadan sosyalist bir politika, örgüt, strateji, taktik, hasılı hiç bir şey
mümkün değildir. Ulusal ölçekte sosyalist bir program oluşturulamaz, program ancak evrensel
olabilir. Evrensel bir program için ise ancak evrensel bir partiyle mücadele edilebilir. Sonuç,
biçimsel olarak bir ülkede kurulmuş bir sosyalist parti bile, kendini inkar ederek, evrensel bir
parti gibi davranmak ve program geliştirmek zorundadır. Bu önermeler bile, sınıfın bölünmesinin
politika bakımından nasıl bir alt üstlük getirdiği konusunda bir fikir verir.
Geri bir ülkedeki sosyalist bir hareket ne gibi sorunlarla karşılaşır ki, bu onu evrensel bir
programa yöneltir ve ulusal programı olanaksızlaştırır?
Geçen yüzyılın sosyalistleri ile bu günün sosyalistleri arasındaki temel fark bu noktada
toplanmaktadır. Geçen yüzyılda da klasik Marksist görüşlere sahip sosyalistler, her hangi bir
ülkede sosyalizm kurulamayacağını biliyorlardı, ama bir ülkede iktidara gelip, ileri ülkelerin
devrimine doğrudan veya dolaylı bir etkide bulunma ve onu bekleme opsiyonu var olmaya ve
176
dolayısıyla belli ülkelerin sosyalistlerine ülke çapında bir program geliştirme ve politika yapmaya
imkan sunuyordu.
Yirminci yüzyılda ise, bürokrasinin "Tek ülkede sosyalizm" teorisinin bütün sosyalist ve işçi
hareketinin büyük bölümüne egemen olmasından ve klasik Marksist anlayışların unutulmasından
sonra; bir ulusal programın bile ancak, yeryüzü ölçeğindeki bir program ve stratejinin parçası
olabileceği; her hangi bir ülkede devrimin amacının o ülkede sosyalizmi kurmak değil (zaten
kurulamayacağından) dünya sosyalist devrimine azami katkı olması gerektiği unutulduktan sonra,
sosyalistler için ülke ölçüsündeki programlar; mümkün olup olmadıkları üzerine tartışma
gerektirmeyecek dogmalardı ve bugün de geçmiş dönemin sosyalistlerin çoğu için da hala öyle.
Onları bir yana bırakıp, klasiklere bakalım.
Geçen yüzyılda, Marks-Engels sosyalizmin kaderinin İngiltere'de belirleneceğinden hareketle,
geri bir ülkede devrimin başlaması halinde, ki o zamanlar Avrupa'nın geri ülkesi Almanya idi, şu
formülasyonu öne sürüyorlardı: Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar.
Çözümlemeler, stratejileri, programları hep Fransız Proletaryasının sürdüreceği ve İngiltere
proletaryasının tamamlayacağı ön kabulüne dayanıyordu. Onlar şöyle bir soruyu akıllarından bile
geçirmediler. "Ya Fransa sürdürmez ve İngiltere tamamlamaz ise" ne olacak? Bu otomatikman
umutsuz bir durum yaratırdı.
Aynı yaklaşım klasik Marksist gelenekleri sürdüren Troçki ve Lenin'ler kuşağı için de geçerliydi.
Onlar da, Rusya gibi bir ülkede sosyalizm kurulamayacağını biliyorlar ve Almanya'nın devam
edeceği; batı proletaryasının bir gün yardıma geleceği kabulüne dayanarak program ve
stratejilerini geliştiriyorlardı. Onlar da şu soruyu sormayı akıllarından bile geçirmediler. Ya batı
proletaryası yardıma gelmez ise?
Zaman zaman kimi akıl yürütmelerinde batı proletaryasının yardıma gelemeyeceği gibi
durumlara atıf yaptıkları görülebilir ama bu, batı proletaryasının sosyolojik niteliklerinden değil,
belli tarihsel konjonktürsel nedenlerle yardıma gelemeyeceği bir durum olarak ele alınır. Yani
devrimci bir kriz olmayabilir veya kriz olsa bile iktidarı alacak öznel özellikler gösteremez vs. .
Ama sorunun bugün olduğu gibi, konjonktürsel ya da sübjektif sorunlardan öte, sosyolojik olarak,
batı proletaryasının bunu istemeyeceği tarzında bir tartışılması ve ele alınışı yoktur. Buna
rağmen, yapısal nedenlere dayanmayan olumsuz öngörüler durumunda bile, örneğin Lenin'in
1905'te yazdığı: Avrupa'da bir devrime yol açmadığı takdirde Rusya'da demokratik bir devrimin
bile ayakta kalamayacağıdır.
Dün akla bile gelmeyen, geçici bir opsiyon olarak bile akla geldiğinde, durumu umutsuz kılan bu
olasılık, hem de sadece konjonktürsel ya da öznel nedenlerle değil, yapısal nedenlerle bir gerçek
olmuştur. Batı proletaryasının yardıma gelmesi söz konusu değildir. En azından kısa ve orta
vadeli göstergeler bu yöndedir.
Ama sadece bu kadar da değil. Rusya büyük bir ülkeydi, o zamanlar dünya proletaryası ve ezilen
ulusların konumları farklıydı. Emperyalistler arası çelişkiler oldukça derindi ve bir savaştan yeni
çıkmışlar yeni bir savaşın öncesindeydiler. Bütün bu farklı güçler arası çelişkiler, herhangi bir
177
ülkede devrimin bir süre ayakta kalması için koşullar sağlayabiliyordu. Hemen olmasa bile, eğer
dengeler akıllıca kullanılabilirse (bu arada bürokratik deformasyonların ve karşı devrimlerin vs.
olmadığını var sayıyoruz) en azından uzunca bir süre ayakta kalabilme olanağı küçük de olsa
vardı. Daha sonra, Rusya ve Amerika arasındaki denge de, kısmen böyle bir direk bir askeri
müdahaleye uğramadan ayakta kalabilme olanağı sunuyordu.
Ama bu günün dünyasında bu olanak yitirilmiş durumdadır. Önce bunun farkında olan işçi ve
köylüler böyle bir maceraya girmek istemeyeceklerdir. Ama girdiklerini ve bir sosyalist devrime
doğru evirildiklerini var sayalım. Bir zamanlar Rusya'da olduğu gibi, yeryüzünün altıda birinde;
dev gibi bir ülkede olmayacaktır bu devrim. Bir zamanların İngiliz işçileri veya Alman
bahriyelileri gibi emperyalistlerin içindeki müttefikleri olmayacaktır. Ezilen uluslardan
müttefikler bulamayacaktır. Usta bir diplomasi ve dengeleri güttüğünü ve böylece bir askeri
müdahaleye uğramadan ayakta kaldığını var saysak bile, sadece iktisadi baskılar ve emek
üretkenliğindeki geriliği nedeniyle planlı bir ekonomi kurup geliştirmesi ve ayakta kalması ve
İleri ülkeler işçilerinin yardıma gelebileceği bir tarihsel dönemi beklemesi olanaksız olacaktır.
Ama sadece bu kadar da değil. Marksların, Leninlerin, Troçkilerin kafa yormadığı başka bir
sorun da var. Onlar için insanlığın yok oluş tehlikesi, canlı hayatın var oluş koşullarının yok
oluşu tehlikesi yoktu. Onlar pratik olarak doğayı sonsuz kabul ediyorlardı ve o günün dünyası
için bu tür bir kabul bir problem oluşturmuyordu. Çevre kirlenmesini ve Atom savaşını kast
ediyoruz. İnsanlığın önünde, bir elli altmış yıl olduğunun bir garantisi yok. İnsanlık bir
gökdelenin tepesinden atlamış bir insana benzetilebilir. Yere çakılıncaya kadar o insana hiç bir
şey olmaz. Şu anki duruma bakıp, henüz yerin çok uzak olduğu düşünülmemelidir. İnsanlık her
an yere çakılabilir. Yani birikim ani bir sıçrama noktasına, kritik kütleye erişip yeryüzünden en
azından "yüksek" canlıların var oluşunu mümkün kılan koşulları ortadan kaldırabilir. Kaldı ki,
bazen durumun farkına varılıp harekete geçilse bile çok geç olabilir. Yani paraşütünüzün pimini
çekersiniz ama, yere o kadar yakınsınızdır ki paraşütünüzün açılıp sizin hızınızı kesecek kadar
zaman ve yolu yoktur artık. Geç kaldığınız için yok oluşunuz mukadderdir. İnsanlığın hangi
durumda olduğunu bilmiyoruz. Problem şuradadır: durum öğrenildiğinde çok geç olacaktır.
Dolayısıyla burada tarihte ilk kez, durumun henüz bilinmemesi bir umut kapısıdır, hala geç
olmadığına dair bir umut besleyebilirsiniz.
Durum bu iken, yani tümüyle umutsuz iken, geri bir ülkenin sosyalisti ne yapabilir?
Geri ülkenin sosyalistine, doğanın sınırlılığı; çevre kirlenmesi, Atom savaşı; Nükleer enerjinin
insanlığın geleceğini ipotek etmesi; bir atom savaşı gibi sorunlar zaten çoğu kez biraz fantezi;
zengin ülkelerin insanlarının dertleri olarak görünüyor. Dolayısıyla bu tür problemleri gündemine
almıyor. Bunları bir yana koyup aldığında ise, durumun umutsuzluğu karşısında şu tavır
görülüyor:
Durumun umutsuzluğunu görüp, gerçekçilik adına kapitalizm çerçevesinde iyileştirmeler ve
demokrasi ile kendini sınırlamak. Gerçekçilik adına statükonun peşine takılmak. Dolayısıyla
178
ezilenlere kapitalizm çerçevesinde insanlığın bir çıkışı varmışçasına sahte hayaller yaymak ve en
iyi durumda sosyalizm uğruna mücadeleyi geleceğe atmak. (Reformist sosyalist akımlar)
Diğeri ise, durumun ümitsizliğini görmezden gelmek: sosyalizm ve devrim güçlerinin ne kadar
güçlü olduğunu, kapitalizmin krizden krize yuvarlandığını vs. anlatarak gerçeğe gözlerini
kapamak ve ezilenlere sahte hayaller yaymak. (Radikal sosyalist akımlar)
Ama her iki tavır da aynı gizli varsayımdan yola çıkmaktadır: Durum umutsuz ise sosyalizm için
mücadeleye girmek anlamsızdır. Bu gizli varsayımı ikisi de paylaşmakta, tam da bu varsayımı
paylaştıkları için bir kutuplaşma oluşturmaktadırlar. Küçük burjuva radikalizmi, durumun
umutsuzluğunu gizlemekte, bu gerçeklikten söz etmeyi sosyalizm uğruna mücadeleyi baltalamak
olarak görmekte ve karşısındaki burjuva sosyalizminin çıkarsamasına saldırmaktadır. Demektedir
ki, iste bakın durumun umutsuzluğunu görenler ve söyleyenler nereye gidiyor? Var olan
gerçekliğin karşısında kölece teslimiyete, burjuvaziye kapılanmaya veya sosyalizm uğruna
mücadeleyi bilinmez bir geleceğe ertelemeye. Ama bunu söyleyen küçük burjuva sosyalizmi,
gerçekliğe gözlerini kapadığı için, günümüz dünyasıyla ilgisiz, onun gerçek sorunlarını görmeyen
bir slogancılığa ve taşlaşmaya yuvarlanıyor.
Bunun karşısında burjuva sosyalizminin reel politikerliği, bu taşlaşmış, gerçeklikle bağı kopmuş
radikalleri bir korkuluk gibi göstererek ve gerçekçilik adına kapitalizm çerçevesindeki
iyileştirmelerle yetinmenin teorisini yapıyor. Hamamın namusunu kurtarmak isteyip hala
sosyalizm diyenleri ise, sosyalizm uğruna mücadeleyi, demokratik mücadelenin sonrasına,
bilinmez bir geleceğe atıyor ve en iyi durumda demokrasinin sosyalist mücadele için elverişli
koşullar sunacağı düz mantığının ardına gizleniyor.
Gerek küçük burjuva sosyalizminin dogmatizmi ve öznelciliği, gerek burjuva sosyalizminin
pozitivizmi ve nelnelciliği (objektivizmi) birbirini doğurarak ve birbirlerine haklılık kazandırarak
ortalığı kaplıyorlar. Ama her ikisi de aslında şu ortak ve gizli var sayımı paylaşıyorlar: durum
umutsuzsa sosyalizm için mücadelenin anlamı yoktur.
Biz ise, bu onların gizli varsayımına karşı çıkıyor ve her ikisinden farklı bir pozisyonu tutuyoruz:
Diyoruz ki, hiç bir şey önceden yüzde yüz belirlenmiş değildir. Toplumsal süreçlerde nasıl
yukarıda öngörüden söz ederken öngörünün kendisinin bile toplumsal süreçler üzerinde şöyle
veya böyle bir etkide bulunacağını belirttiysek; umutsuzluğun bilinci ve umutsuzluğa rağmen
sosyalizm uğruna mücadele bizzat o umutsuz durum üzerinde bir etkide bulunabilir. Diyalektik
yaklaşım böyle olmalıdır. Yaşanan tarih yaşanabilecek tek tarih değildi, yaşanacak tarih de
yaşanabilecek tek tarih değildir. Filimi yeniden oynattığınızda aynı filmi göreceğinizin hiç bir
garantisi yoktur.
Diyoruz ki, sosyalizm uğruna mücadele umut var olup olmamasına indirgenemez. Umut yoksa,
çok daha gereklidir. O toplumsal gereklilikten çıkar, mücadele edilmediği takdirde insanlık yok
olacaktır, ama mücadele edilirse belki zayıf bir olasılık ta olsa, var olmaya devam edebilir.
179
Diyoruz ki, sorun tarihin tekerleğinin sosyalizmden yana dönüp dönmediği değildir. Sorun,
ahlaki bir seçimdir. Ezen var, ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Umut var mı, yok mu? Bunun
önemi yoktur.
Ve nihayet, umutsuzluğun insanların mücadele azmini baltalayacağı da hiç bir tarihsel ve
toplumsal tecrübeyle uyuşmaz. Aksine umutsuz durumlardır insanları en gözü kara
ayaklanmalara sürükleyenler. Umut kaybedilecek bir şeydir de. Kaybedecek umudu bile
olmayanlar en kökten ve cesur savaşlara girebilirler. Umutsuzluğun bilinmesi ve bilinci savaşı
baltalamaz, aksine, onu çok daha güçlü, uzun soluklu ve radikal yapar. Bugün durumun
umutsuzluğunun bilinmesi gerçek bir mücadelenin ve evrensel program oluşturulmasının olmazsa
olmaz koşuludur. Umutsuzluktan, kapitalizm çerçevesinde iyileştirme ve demokratik istemlerle
kendini sınırlayan bir program çıkaranlar; kapitalizm devam ederse insanlığın bir çıkışı,
yoksulluğu ortadan kaldırılması mümkünmüş gibi bir hayal yayıyorlar ve kapitalizmin her koyun
kendi bacağından asılır felsefesini çok başka bir düzeyde tekrarlayıp yaygınlaştırıyorlar. Küçük
burjuva radikaller de, zaten umut varmış gibi koyup, sahte hayaller yayıyorlar. İkisi de sahte
hayaller yayıyor.
Ama umut karşısındaki bu kökten farklı konum, kategorik bir farklılık olmakla birlikte sosyalizm
uğruna mücadelenin somut programatik sorularına bir cevap getirmez, sadece o yöndeki bir
arayışa temel sağlar.
Her hangi bir geri ülkede, sosyalist bir devrimin başarılıp ayakta kalmasının ve ileri ülkelerdeki
devrimi beklemesinin olanaksızlığı bu devrimi bir salto mortale atmak zorunluluğuyla yüz yüze
getirir. Yani her devrim ya herro ya merro demek zorundadır. Her devrim bir ülke çapında bir
değişim isteği olmaktan çıkıp insanlığın önüne bir program koymak ve bunun uğruna savaşa
dönüşmek zorundadır. Diğer bir deyişle, çıkışsızlıktan kurtulmak için: gerek hedeflerde, gerek o
hedefleri gerçekleştirecek güçlerde (öznede) bir ölüm saltosu, diğer bir deyişle evrenselleşmek
gereklidir.
Hedefler, yani Programatik düzeyde bu evrenselleşme sadece bir zorunluluktan değil, programın
içeriğinden de gelmektedir. Bunu kısaca açıklamayı deneyelim.
Marks, Paris Komünü deneylerini sistemleştirirken, azınlığın çoğunluğu baskı altına almasının
bir aracı olarak şekillenmiş devlet cihazının, çoğunluğun egemenliğinin bir aracı olarak
fonksiyon göremeyeceği, dolayısıyla ezilenlerin, var olan devlet cihazını parçalamak ve artık
kelimenin gerçek anlamında devlet olamayan bir devlet aracıyla sosyalizme doğru yol
alabilecekleri sonucunu çıkarmıştı. Dolayısıyla, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki proletarya
diktatörlüğü de denen geçiş döneminin gerekliliği, bu dönemde Paris Komünü tipinde bir devlet
cihazının da gerekliliğiyle tamamlanıyordu.
Sonraki dönemde sosyalist mücadelelerin tarihi bize sadece siyasi araçların değil (yani devletin
değil), maddi ve manevi araçların da sosyalizme gidiş için kullanılamayacağını kanıtlamış
bulunuyor. Klasik Marksizm açısından, teknik ve maddi araçlar tarafsız kabul ediliyorlardı.
Ancak, son yüzyılın tecrübeleri, işçiler nasıl burjuvazinin devlet cihazını kullanamazlar ise,
180
burjuva uygarlığın maddi araçlarını da sınıfsız bir topluma gidiş yolunda kullanamayacaklarını
gösteriyor. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğü de denen geçiş dönemi, aynı zamanda burjuva
uygarlığını maddi araçlarının tasfiyesini de içeren bir geçiş dönemi olmak zorundadır. Ama
bunun Programatik anlamı şudur da: işçiler artık sadece siyasi ve iktisadi düzeydeki teklif ve
taleplerle programlarını şekillendiremezler, onlar burjuva uygarlığı karşısında başka bir uygarlığı
programlaştırmak zorundadırlar.
Başka bir uygarlık ise, sadece iktisadi, (meta üretimine son verilmesi, üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyetin iptali ve insanların ihtiyaçlarına ve doğanın imkanlarına yönelik bir demokratik
planlama) siyasi (Paris komünü tipi, büyük çoğunluğun egemenliğinin aracı olabilecek ve onun
kontrolü dışına çıkıp ondan bağımsızlaşamayacak bir "devlet" cihazı) ve maddi uygarlığa ilişkin
(otobanların, otomobillerin, reklamların, atom santrallerinin, devasa fabrikaların, mono
kültürlerin vs. tasfiyesi) değişikliklerden ibaret olamaz. O bu günkü uygarlığın temel örgütlenme
biçimine ve değer sistemine de yönelmek ve bugünkü uygarlığın biçimiyle uzlaşmaz kendi
biçimini yaratmak zorundadır. Bu temel örgütlenme biçimi ne olabilir?
İnsanlık tarihinde kabaca, uygarlık öncesi toplumların temel örgütlenme biçimi kandaşlık
ilişkileriydi. Basit meta üretimine dayanan sınıflı toplumların ve antik uygarlıkların temel
örgütlenme biçimi dinler oldu. Modern burjuva uygarlığının temel örgütlenme biçimi, nasıl
tanımlanırsa tanımlansın ulus oldu. Ve bunların her biri, bir öncekini içinden parçalayarak; onu
bir kenara iterek; anlamını ve içeriğini değiştirip kendisine tabi kılarak egemenliğini kurdu. Her
biri değeri ile uzlaşmaz bir çelişki oluşturdu. Antik uygarlıklar için, kandaşlık ilişkilerini
sürdüren toplumlar kanı helal kitapsızlar ve kâfirlerdi. Kandaşlık ancak, orijinal anlamını yitirip,
dinsel uygarlığa eklemlendiği ölçüde kabul edilebilir oldu. Modern ulusçuluğun dinle ilişkisi de
farklı olmadı. Dini kişinin bir inanç sorunu yaparak, özel alana hapsetti ve kendisine tabi kıldı.
Her ikisi de, önceki örgütlenme biçimlerinin içinden onları parçalayarak egemenliğini kurdu.
İslam ilk kez aynı soydan insanları din kardeşleri ve kafirler olarak karşı karşıya getirdi. Uluslar
aynı dinden insanları, farklı uluslara göre bölerek karşı karşıya getirdi. O halde, ezilenlerin
uygarlığı, burjuva uygarlığının bu temel örgütlenme biçimini reddediş; onu, ulusu bir inanç ve
tercih sorunu yapanlar ve yapmayanlar arasında bir bölünmeyle ortasından parçalama; tıpkı
İslam'ın kan kardeşlerini birbirine düşürmesi; tıpkı ulusçuluğun kan ve din kardeşlerini birbirine
düşürmesi gibi; ulus kardeşlerini de birbirine düşürmek; bütün ulusların içinden ulus kardeşliğini
reddedenlerden bambaşka bir kardeşlik ilişkisi yaratmak zorundadır.
Bu ise, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusu, tıpkı din gibi, kişinin bir inanç ve seçim sorunu
yapmak; ulusal olan ile politik olan arasındaki bağı koparmaktan geçer. Bunu yaptığınız an ise,
bütün ulusal devletlerin, yani burjuva uygarlığının var oluşuna saldırmış olursunuz. Dolayısıyla
programınız artık, sadece ulusal ölçekte ayakta kalamayacağı için değil, tam da bu içeriğinden
dolayı evrensel (uluslararası değil, uluslar arası zımnen ulusalı kabul eder ve yeniden üretir)
olmak zorundadır.
181
Ve böyle bir program ise, aynı zamanda, işçi sınıfının bölünmüşlüğünü yaratan bu günkü
apartheit sistemine karşı bir program anlamını da taşır. Ulusların, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
zımnen en sosyalistlerce bile olası tek biçim olarak anlaşılması ve kabulü; bu günkü apartheit
sisteminin katlanılmazlığının ve insanlık dışılığının görülmesinin önündeki en büyük engellerden
biridir. Bu sistem, ulusların sınırlarının ve devletlerinin meşru bir hak olduğu anlayışının ardına
gizlenerek varlığını sürdürmektedir. Böyle bir program her şeyden önce bu anlayışa bir saldırı
olur; bu meşruiyeti sorgular ve bu günkü apartheit sisteminin temellerini dinamitler. Her hangi
bir ulusal çaplı program ise, bu apartheit sistemini meşrulaştırır ve o sistem içinde bir düzenleme
anlamı taşır. En fazlasından, zenginler arasına katılma anlamına gelir. Dolayısıyla, ulusal ölçekli
programlar fiilen gerici programlar olarak ortaya çıkarlar dünya ölçüsünde.
Artık her hangi bir ülkedeki sosyalist bir parti veya hareket, nitelikçi ve içerikçe evrensel ölçekte
politika yapmak ve evrensel ölçekte bir programa sahip olmak zorunda olduğuna göre o bu
evrensel program ve stratejiyi, sadece belli bir devletin sınırları içindeki taktik durum
çerçevesinde uygulamakta farklı bir pozisyona sahip olacaktır. Varolsun veya olmasın, her hangi
bir ülkedeki sosyalist parti, bir dünya partisinin seksiyonu gibi çalışmak zorundadır. Programı da
dünya partisinin programı olmak zorundadır. Onun yapacakları sadece bu genel strateji ve
program içinde taktik bir anlama sahip olabilir.
Bugün, yeni bir döneme girilirken, ortalığı kaplamış bulunan eski dönemin anlayış ve
perspektiflerine hapis olmuş sosyalistlerin bağımsız bir bayrakları ve programları
bulunmamaktadır. Sosyalizmden söz ediş, ya uzak bir geleceğe ilişkindir ya da bir ülke ölçüsünde
bir sosyalist devrimin yaşama sansının olmadığı gibi bir gerçeğe gözlerini kapamakta ve
programını da klasik anlayışlara dayandırmaktadır. Yeni bir uygarlığın tasarısı ve evrensel bir
program yoktur.
Diyelim ki, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar gerçekten devrimci bir kabarış
yaşayacaklar ve bu günkü sistemi alaşağı edecekler. Bu kabarış kendisini demokratik karakterde
görevlerle sınırlamak zorunda kalacaktır. Ezilen insanlar sosyalistlerden çok daha gerçekçidirler
çünkü. Ama kendini demokratik görevlerle sınırlamış bir devrim, Türkiye gibi bir eşik ülkede ve
bu günün dünyasında beyazların arasına katılmış, bir tür emperyalist bir ülkeden başka bir şey
yaratmaz. Hatta bırakalım emperyalisti bir yana, zenginler arasına katılmış bir ülkeden başka bir
şey yaratmaz. Bu ise bu günkü apartheit sistemi içinde bir yer değiştirmeden başka bir anlama
gelmez.
Burada bölünmenin sonucu bir başka önermeye varıyoruz. Demokratik görevlerin yapılması,
ülkeyi beyazlar arasına katacağından, yani imtiyazlılar arasına katacağından, beyazlığı ve
imtiyazlılığı sorgulamayacağından; beyazlar arasına katılmış bir ülkenin ücretlileri ise sosyalizm
için savaşmak; yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen için savaşmaktan çıkarlı olmayacağından;
sosyalizmden uzaklaşma sonucu verecektir. Yani demokrasi ile sosyalizm arasındaki klasik ilişki
de parçalanmış bulunmaktadır.
182
Klasik ilişkide, on dokuzuncu yüz yılda, demokratik görevlerin gerçekleştirilmesi; sosyalist
devrim için daha uygun koşullar anlamına geliyordu; yirminci yüzyılda ise, demokratik
görevlerin gerçekleştirilmesi fiilen sürekli devrim teorisinde açıklanan dinamikler nedeniyle
sosyalist bir devrim sonucunu veriyordu; ama bu gün ne on dokuzuncu yüz yıldaki gibi
yaklaştırmakta ne de fiilen sosyalist bir devrime dönüşmektedir; kendini demokratik görevlerle
sınırlama, fiilen kapitalizm için ideal koşullar, bu da Türkiye gibi bir ülke için, zenginler arasına
katılma ve de dolayısıyla sosyalizmden uzaklaşma sonucunu verir.
Demokrasi ile sosyalizm arasındaki klasik bağ kopmuş bulunuyor. Bu ise, bir ülke çapında
politika bakımından yeni sorunlar getiriyor.
Elbette bundan demokrasi uğruna mücadeleyi küçümsemek ve ona karşı savaşmak gerektiği
sonucu çıkmaz. Demokrasi mücadelesi desteklenmelidir, ama sosyalizmi yaklaştıracağı için
değil, bizzat bu mücadele bambaşka dinamikleri harekete geçireceği; ezilenlerin eğitimine
muazzam bir katkı sunacağı gibi gerekçelerle; tıpkı ücret artışı için yapılan bir grevin
desteklenmesi gibi.
Bu mücadele esnasında sosyalistler bu ayaklanmış insanlara ne demelidirler? Ortalığı kaplamış
var olan eskinin anlayış ve perspektiflerini sürdüren sosyalistlerin dediği gibi: "Gelin devrimi
sosyalist devrime çevirelim, burada bir sosyalist ülke kuralım mı? " Hayır. Böyle "sosyalist bir
ülke"nin kurulmasının mümkün olmadığını söylemektir bugünün sosyalistinin görevi. Bunu
söyleyenlerin sahte hayaller yaydığını söylemektir öncelikle bu günün sosyalistinin görevi. Ama
şunu de eklemelidir: Bu çıkmazdan çıkışın tek yolu var: dünyayı sosyalist yapmaya kalkmak;
Türklerin ve Kürtlerin Kürt ve Türk olmaktan çıkmaları: Bir ölüm perendesi.
Biliyoruz, bu olasılık son derece zayıftır. Bir kitle hareketlenmesi ve radikalleşme durumunda
bile demokrasi seçeneği, Türk ve Kürtlere var olan sistem çerçevesinde zenginler arasına
katılmak ve Orta doğuda bir güç olmak şansı sunmaktadır. Hiç biri daha ötesine gitmek
istemeyecektir muhtemelen. Ama bir kitlesel hareketlenme daima bir bilinmezlik unsurunu;
çılgınca bir şeyler yapma unsurunu da içinde taşır. Küçük küçücük bir ihtimal de olsa,
radikalleşen yığınlar kendilerini demokratik görevlerle sınırlamaktan vazgeçip; bir ölüm
perendesi daha atarak kendileri olmaktan çıkabilirler. Ama bunun olabilmesi için, her şeyden
önce, böyle bir gerekliliği öneren ve programlaştırmış sosyalistlerin varlığı gereklidir.
Her hangi bir ülkedeki sosyalist devrim, yaşamak ve gerçekleşebilmek için bütün diğer ülkeleri
parçalamak zorundadır. Bütün diğer ülkelerdeki gayrı memnunları; ezilenleri içeren bir program
geliştirmek zorundadır. Zaten, değişik bir uygarlığı taslaklaştırmak bu da demektir. Evet, belki
zengin bir ülkenin ücretlisi, bir işçi olarak maddi imtiyazlarının kölesi olduğundan, işe gitmekten
başka bir işe yaramayan arabasını terk etmemek için geri ülkelerdeki milyarlarca insanla eşitlikçi
bir düzen içinde yaşamayı istemekten kaçacaktır. Ama o işçi, aynı zamanda, yalnızlığından
dolayı; yaşamının anlamsızlığından dolayı; metalaşmış ve soğuk insani ilişkilerden dolayı; her
sabah işe giderken kullandığı arabasından çıkan gazların doğadaki tahribatından dolayı;
parçalanmış yaşamından dolayı pek ala kazanılabilir ya da en azından tarafsızlaştırılabilir. Bir
183
ülkedeki bir sosyalist devrim, onlara sizlere daha fazla bir sözde maddi refah sunmuyoruz,
sunamayız ama manevi olarak daha doygun ve zengin bir hayat sunabiliriz diyebilmelidir. Böyle
bir program ise, gelişmiş ülkelerin hala eski ücret artışları ve sosyal iyileştirmelerden başka bir
şey önermeyen ve yakından bakınca zengin ülkeler işçisinin insanlık için bir program geliştirmek
istemeyeceği eğiliminin ifadesi olan radikal sol grupları ve reformist partilerince veya gelişmiş
ülkelerin insanlarının problemlerini, zenginliğin problemleri gibi görüp snopça bulan geri ülke
sosyalistlerine egemen yaklaşımlarla geliştirilemez. Yollardaki köpeklere ve köpek boklarına
bakıp: "Bunlar insanlara köpekler kadar değer vermiyorlar. Köpeklere harcanan milyarlarla
şunlar yapılırdı" diye tepki gösteren ve o köpek boklarının ardındaki son derece insani ve bir
yanıyla umudun tek kaynağı olan yalnızlıktan kurtulma çabasını ve kapitalizme bireysel direnişi
görmeyen yaklaşımlar hiç bir zaman böyle bir programı geliştiremez. Gelişmiş ülkelerin
insanlarının problemleri karşısındaki bu hor görü; bu anlama yeteneksizliği feminizmden
ekolojiye her alanda görülebilir. Bu anlayışlarla dünyanın tüm gayrı memnunlarını birleştirme
yeteneğinde bir program geliştirilemez. Bunun için de, her hangi bir ülkenin sosyalisti, öncelikle
her hangi bir ülkenin sosyalisti olmaktan çıkmak, bir kozmopolit olmak, yani önce kendisi bir
ölüm perendesi atmak zorundadır.
Evet, bir sosyalist olarak, alışılmış anlayışların dışında bir programımız ve stratejimiz olması
gerekiyor. Her halükarda ayrı durmayı bilmek gerekiyor. Ama ayrı durmayı bilmek kadar,
birlikte vurmayı da bilmek gerekir. Sadece bir çağrı yetmez, somut gelişmeler karşısında, her
durumda bu programla bağlantılı bir politika da, taktikler de gerekmektedir.
Bir yanda umutsuzluktan yola çıkış; bu umutsuzluğun sorunlarını aşabilmek için tek umut olarak
evrensel program ve diğer yanda somut günlük politika: bu ikisi arasında muazzam bir uçurum;
eskisinden farklı ilişkiler olacağı açıktır. Bu ilişkilerin mahiyeti nedir? Nasıl olmalıdır? Ortaya ne
gibi sorunlar çıkarmaktadır? Örneğin kendini demokratik görevlerle sınırlayan, ya da zaten
niteliği gereği demokratik bir karakteri olan ama aynı zamanda bir baskıya, bir sömürüye karşı
niteliği; bir ezilen hareketi olma niteliği olan hareketler karşısında nasıl bir tutum almak gerekir?
Burada klasik anlayışları aşamayan bütün radikal sosyalistler birden bire ipin ucunu kaçırıyorlar.
Bunlar, kendisini demokratik görevlerle sınırlamayı eleştiriyorlar, sınırlamamasını istiyorlar.
Ama bu isteyişleri, gerçek problemlere gözlerini kapayarak, klasik sosyalizm anlayış ve
programları çerçevesindedir. Bunlar böyle yaparak, sosyalizmin bayrağını yüksek tuttuklarını,
devrimci bir tavır sergilediklerini düşünüyorlar. Ama tabii zerrece inandırıcılıkları olmuyor
gerçek sorunlara gözlerini kapadıkları için.
Reformist sosyalistler için ise, sosyalizm geleceğin bir sorunu olduğundan ortada bir sorun
bulunmuyor. Ama bizim gibi, sosyalist bir program için çağrıyı günün acil görevi olarak görenler
nasıl davranmalı? Kaba bir mantıkla, demokratik görevler zaten imtiyazlılar arasına katılmaya
yol açar bu bizi ilgilendirmez mi demelidirler? Hayır.
Tıpkı bir işçi grevi gibi bakmak gerekir bu mücadelelere. Örneğin, işçiler daha fazla ücret için
mücadele ediyor. Bu da son duruşmada, kapitalizmi daha rasyonel yapmaktan başka bir sonuç
184
vermez. Onlar bu nedenle; kapitalisti mülksüzleştirmek için mücadele etmediklerinden dolayı
kınanamazlar. Ama belki bu mücadele içinde, daha fazla ücretten daha başka şeyler için de
mücadele etme gereğini anlayabilir ve bu uğurda savaşa girebilirler. Önemli olan, sonucu ne
olursa olsun, işverenlere karşı her grevi desteklemek gerektiği gibi bu grevi desteklemek ve onun
başarısı için çalışmak ama aynı zamanda bunun özünde hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini de
söylemek ve ayrı durmak; ayrı bir bayrağı olmak. Genel olarak demokratik hareketler
karşısındaki tavır bu olmalıdır. Yani mücadeleyi hedeflerinden dolayı değil, hedeflerinden öte,
ezilenin ezene karşı bir mücadelesi olarak desteklemek gerekmektedir.
Ayrıca her grev başarıyla sonuçlanacak diye bir kural da yoktur. İşçiler, çoğu kez,
başlangıçtakinden de kötü şartlara razı olarak uzlaşmalar yapmak zorunda kalabilirler, bazen de
öyle yenilgiler alırlar ki, bütün kazançlarını yitirebilirler. Her şeyi yitirmemek için, çok kötü
uzlaşmalar yapmak zorunda kalabilirler. Bütün bunlardan dolayı işçiler kınanamaz. Görev
uzlaşma yaptıkları için onlara karşı çıkmak veya eleştirmek değildir. O uzlaşmanın azami
kazançla olabilmesi için çaba göstermektir. Ancak böyle mücadeleler içinde programımızı
insanlar ciddiye alabilirler.
Ancak bu klasik tavır da sorunun sadece bir yanını ele alır. Örneğimiz işçi hareketini
düşündüğümüzde, işçi hareketi zaten bizim dışımızda başka bir özne de oluşturmaz. Yani biz de
işçilerin içinde bir işçiyizdir, toplumsal konumumuz bakımdan bir fark yoktur; Programatik ve
stratejik bir farklılığımız vardır.
Programatik bakımdan bütün ezilme biçimlerine karşı olmak; stratejik olarak farklı özneleri bir
araya getirmek ile somut mücadele içinde değişik özneler karşısında tavrın ne olacağı ciddi bir
sorundur. Çünkü çoğu kez, diğer özneler karşısında onların içinden içinde bir konumda değil;
onların dışında ve ezen bir konumda olabilirsiniz.
Ve toplumda sadece işçi hareketi yok. Geçen yüzyılın ve yirminci yüzyılın sosyalistleri için bir
problem olmamış bir başka sorun var. Bizim dışımızda da başka özneler var. Bir sosyalist olarak
ne kadar ezilenden yana olsak da, diğer özneler karşısında ezen konumda olabiliriz. Örneğin, bir
erkek sosyalist olarak, kadın hareketi karşısındaki destek, işçileri desteklemekten çok daha başka
bir niteliğe sahiptir. Burada dıştan, hatta onları ezenlerin arasından bir destek gerekmektedir.
Burada kendi konumuna ihanet etmek gerekir.
Kimilerinin sandığının aksine, sosyalist ya da işçi olmak kimseyi ezen cins, ulus ya da ırkın fiili
üst konumunu yaşamaktan alıkoymaz. Bu da o baskı biçimi karşısındaki tavrı ister istemez
etkiler. Dolayısıyla, bu baskı biçimleri karşısında, ezen konumunda bulunanların, klasik sosyalist
tavırlardan öte daha özel tavırlar geliştirmeleri gerekir.
Sık sık şöyle bir tavır görüyoruz: "Benim milliyetim yok. Ben milliyetçiliğe karşıyım. Hatta
uluslara karşıyım". Buradan hareketle, örneğin Kürt sorunu karşısında tarafsız, dolayısıyla da biri
altta biri üstte çatışan iki güç olduğundan, fiiliyatta ezen ulusu destekleyen bir tavır ortaya
çıkıyor.
185
Bu tavrın saçmalığını en iyi diğer iki önemli baskı biçimi bize gösterir. Erkek bir sosyalist, ne
kadar kadın haklarını desteklerse desteklesin, ne kadar kadın erkek arasındaki eşitsizliğe karşı
olursa olsun, hatta günlük yaşamında tersine bir örnek oluşturmaya çalışırsa çalışsın, hiç bir
zaman bir kadının kadın olarak uğradığı ezilmeyi yaşayamaz. Geceleyin yalnız bir karanlık
sokakta yürürken, bir kadının duyduklarını duyamaz örneğin. Her an hayatın her anında farkına
bile varmadan bu üstün konumunu yaşamaya devam eder. Kadın hareketine gösterdiği destekten
dolayı cezalandırıldığını düşünsek bile, bu onun fikirlerinden dolayı bir cezalandırmadır yoksa
bir kadının her an uğradığı fiili ezilme değildir.
Aynı durum siyah ve beyaz ilişkisinde de görülebilir. Diyelim ki, beyaz bir sosyalistsiniz.
Irkçılığa ve ırkçı baskıya karşısınız. Aslında ırkların olmadığını, bunu ırkçıların yarattığını
söylüyorsunuz. Hatta bu görüşlerinizden dolayı diyelim ki baskıya uğruyorsunuz. Ama bütün
bunlarda hiç bir zaman siz deri renginizden dolayı bir aşağılanmayı yaşamayacaksınız demektir.
Siz imtiyazlılar arasındasınız demektir. Burada yapmanız gereken sadece iyi bir hain olmaktır.
Yani beyazlara ihanet, erkeklere ihanet içinde olmanız gerekir. Ve bu ihanetinizi, gerçek
eşitsizliği giderebilmek için en aşırı biçimlerde, çubuğu olabildiğince öbür tarafa bükerek
yapmanız gerekir. Ancak böyle bir davranış, gerçek bir işbirliğinin ve eleştirinin koşulunu
yaratabilir.
Bunu Türkiye'ye aktarırsak, Türkiye'de yaşayan her sosyalist, ne kadar Türk olmadığını
düşünürse düşünsün; sadece bir Türk olarak bir Kürdün uğradığı aşağılanmalara uğramamanın
imtiyazı nedeniyle bile, ezen ulustan bir insan olmaya devam eder. O hiç bir zaman olaylara
Kürtler gibi bakabilme yeteneğinde olamayacaktır. Bu durumu dengelemek için, Kürtlere olan
desteğini, sadece sosyalist bir strateji bağlamında değil; sadece ezilenleri desteklemek
bağlamında değil; kendi ezen konumunda biri olarak ezileni desteklemek bağlamında geliştirmek
ve Kürtleri ulusal baskıya karşı mücadelelerinde çubuğu Kürtlerden yana iyice bükerek
desteklemek zorundadır.
Özetlersek, başka öznelerden ve baskı biçimlerinden doğan mücadeleler de desteklenmelidir.
Bunu ezen konumu gereği de yapmak zorundadır ezen ulusun, ırkın, cinsin sosyalist hareketi. Ve
bunu yaparken, o harekete karşı daha da dikkatli olmak zorundadır genel bir demokratik harekete
olduğundan. Son on yılların mücadelelerinden çıkan bu ders de geçerliliğini sürdürmektedir.
Bu günün dünyasında sosyalist program ve stratejinin sorunlarını özellikle Özgür Gündem'de
çıkan yazılarımızda ve daha sonra da Sosyalizmin sorunları dergisindeki yazılarda ele almaya
çalışmıştık. Öcalan'ın kaçırılmasıyla başlayan süreçte, bu program ve stratejinin; bu yeni
yaklaşımın pratik politik sonuçlarıyla yüzleşmeyi denedik. Pratik politika bakımından ortaya
çıkan sorunları araştırmaya çalıştık. Bunlar özellikle İnternetdeki tartışma forumlarında daha
sonra da Özgür politika'da ve Öcalan'ın yaşamını Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi
faaliyetlerinde ilk deneme olanaklarını buldu. Bu yepyeni program ve politikanın ilk
uygulamalarıdır bunlar. Hep el yordamıyla bir gidiş, bilinmeyen bir alanda bir ilk keşiftirler. Bir
bakıma dünyada bu alandaki ilk denemelerdir bu yeni program ve stratejiye dayanan.
186
Aşağıdaki satırlarda bir yandan bir sosyalist olarak ayrı bir program ve bu programın ardındaki
metodolojik temel açıklanmaya ve uygulanmaya çalışırken, bir yandan, somut taktik konularda
tavırlar geliştirilmeye çalışılırken bir yandan da ezen ulustan bir insan olarak destek
sürdürülmeye ve böyle yeni bir anlayış taslaklaştırılmaya çalışılacaktır.
Bütün bunlar bilinmeyen bir alanda el yordamıyla da olsa, gelecekteki bir sosyalizm
mücadelesinin nasıl bir program, strateji, taktikler bütünlüğü içinde olması gerektiğine dair,
olaylarla denenmesi gereken bir tasarı, bir öneri, bir deney olarak görülmelidir.
21 Aralık 1999 Salı
187
Ne Yapmalı?
Bir sohbet havasında biraz dağınık da olsa kafada olanları yazarak en azından sözü açmak
denenebilir.
Ne yapmalı? Bu, doğrudan pratik cevapları gerektiren bir soru. Ama o doğrudan pratik cevaplar,
verili durum kadar, hedefler ve beklentilerden çıkar. Bu nedenle verili durumdan önce, o verili
durumdan şu veya bu görevi çıkarsamaya yol açan hedefler ve beklentiler üzerine, daha doğrusu
kendi hedeflerim ve beklentilerimi açayım. En azından sonraki dönemde söyleyeceklerimin
yanlış anlaşılmaması ve ardındaki mantık örgüsünün kavranması bakımından.
Kısa vadede, yani en azından bizlerin ömrü içinde, sosyalist düşüncenin veya hareketlerin
yeniden canlanabileceğini, her hangi bir başarı kazanabileceğini düşünmüyorum. Şu an bir başarı
ya da canlanma olabileceğine dair hiç bir belirti görünmüyor. (Tabii dünyanın bilmediğimiz bir
yerinde, bilmediğimiz gelişmelerin olması olasılığı hep var. Bu payı bir yana koyuyorum.)
İki tipik belirtiye dikkati çekmek isterim. Birisi, solda hiç bir entelektüel canlanma olmaması.
Elimden geldiğince, yayınları izleyerek bir yerlerde yeni sorular soran, yeni cevaplar arayan ve
bunları klasik Marksist geleneği özümleyerek yapma çabasında yazı ve düşünceleri bulmaya
çalışıyorum. Ortada gerçekten hiç bir şey yok. Biraz medya, iletişim gibi alanlarda var ama o da
post modern denen düşünür ve yazarların tekelinde bir alan adeta.
Son yıllarda, sadece iki yazarın kitapları bende bir ufuk açtı. Biri, bir doğa bilimcisi, paleantolog,
Stephan Jay Gould. Sanırım kendisi, Chomsky, Sagan gibi Amerika'daki ilerici muhalif
entelektüeller geleneğinden. Özellikle Aydınlanma'nın oluşturduğu evrimci anlayışın, türlerin
evrimi konusundaki bulgularca nasıl parçalandığını gösteriyor. Yani doğa bilimi alanındaki son
yıllarda gerçekleşmiş gelişmelerin metodolojik genellemeleri. Ve bu genellemeler, Marksizm'in
özellikle Frankfurt Okulu ile yapmaya çalıştığının, yani aydınlanmanın kalıntılarından
temizlenmenin, canlılar tarihinden hareketle desteklenmesi. Bence çok önemli ve ben şahsen,
birçok konuda onun metodolojisinden yararlanıyorum. Bir diğeri de, Michael Löwy. Aslında
onun da problematikleri aynı. Yani aydınlanmacı, ilerlemeci düşüncenin Marksizm'deki izleri ve
Marksizm'in gelişimi boyunca bu anlayıştan hep arınmak zorunda olması. Özellikle Mesihçi
düşüncenin, Marksizm'deki romantik köklerin ortaya çıkarılması gibi konular.
Bir de tabii özellikle Ulus teorisi alanında 80'lerin başındaki büyük patlamanın kalıntıları hala
görülüyor. Bunların dışında, heyecan uyandıran yeni bir şey görülmüyor.
Hele toplumsal mücadelenin derslerinin sistemleştirilmesi ve sonuçlar çıkarılması konusunda
hemen hemen hiç bir çaba görülmüyor. Koskoca Doğu Avrupa'nın çöküşü, ortaya bir yığın teorik
problem çıkarmış olmasına rağmen, bunların hiç biri ne ortaya koyuluyor ne de tartışılıyor.
Örneğin devrimler, kitle hareketleri yığınları eğitirdi. Doğu Avrupa'da tersini gördük. Yığın
hareketi yükseldikçe ve özellikle işçiler ortaya çıktıkça, bir “tersine eğitim” ve “aptallaşma”
188
süreci başladı. En tipik örneği Doğu Almanya. Bürokratlar, muhalif entellektüeller henüz
harekette ağırlığa sahip iken, kitle hareketlerinin başlarında, herkes ne bürokratik ne de kapitalist
bir sistem istediğini söylüyordu. Gerçek ezilenler, işçiler sokağa çıkınca, lafı hiç değiştirmeden
kapitalizmi istediklerini söylediler. Bu değişim, bu kadar uç ve keskin biçimlerde olmamakla
birlikte bütün doğu Avrupa'da tekrarlandı. Gorbaçow'un reformlara başladığı ilk dönemde, Rus
aydınları hala, bir sosyalizmden söz ediyorlardı, sonra hepsi başka tarafa geçti.
Doğu Almanya'nın batı ile birleşmesini ele alalım. (Doğu Almanların yaptığını aslında bütün
doğu Avrupa yapmaya hazırdı.) Bu birleşmenin deneyinden sonra, şimdi yeni bir doğu Almanya
daha çıkıp biz sizle birleşmek istiyoruz dese, artık Batı Alman işçisi ve ücretlisi bunu istemez ve
karşı çıkar. Ama bu şu anlama geliyor, zengin ülkelerin işçisi, refahını hiç kimseyle paylaşmak
istemeyecektir. Dolayısıyla, Marks, Engels, Lenin, Troçki'lerin dayandığı var sayım, onların
bütün çıkarsamalarının ardındaki var sayım bu gün geçersizdir. Bunların hepsi, ileri ülkeler
işçisinin bir gün yardıma geleceği, sosyalizm için bir devrim yapacağı, görevin bunu
hızlandırmak olduğu, ona elverişli koşullar sağlamak olduğu noktasından hareket ediyorlardı.
Bunlar, (doğru olarak ve bu hüküm hala geçerliliğini korumaktadır) ileri ülkelerde bir sosyalist
devrim olmadığı takdirde, sosyalizmin kurulamayacağını düşünüyorlardı. Onların hiç aklına
getirmedikleri, "ya ileri ülkelerdeki işçiler sosyalizm istemez ise sorusu", bizim karşımıza bir
realite olarak çıkmış bulunuyor. Onlar böyle bir soruyu sormuyorlardı bile, fikir jimnastiği olarak
sorduklarında da, ortada hiç bir şans yoktur sonucunu çıkarıyorlardı veya çıkarırlardı. Bunu en
azından Lenin'den, Batı Avrupa devrimi gelmez ise, bırakalım sosyalizmi bir yana, Çarlık
Rusya'sında demokratik bir iktidarın bile ayakta kalamayacağı sonucunu çıkarmasından
biliyoruz.
Şimdi bırakalım diğer sorunları, sadece şu iki sonuç bile, sosyalist strateji bakımından alt üst
edicidir. Bunları tartışan bir tek ciddi inceleme, polemik yok. Herkes bu gibi sorunlara gözlerini
kapamış. Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada böyle aşağı yukarı.
Ve sosyalistler, sanki bütün bu sorunlar ve onların muazzam alt üst edici sonuçları yokmuş gibi,
örneğin Seattle'de, güçlerin rastlantısal bir tepkisinden kapitalizme karşı bir direniş başlamış
sonuçları çıkarıyorlar. Bu "anti-globalizm" gerçi Türkiye'de sosyalistler için biraz Kürt
sorunundan kaçma ve onu gündemden düşürme işlevi görüyorsa da, Türkiye'de ve diğer yerlerde
aynı zamanda, yukarıda sözü edilen ciddi sorunlardan kaçma, kafayı sokacak bir kum yığını
fonksiyonu görüyor kanımca.
Türkiye'yi ele alalım. Hangi yayında hangi yazılar çıktı, şu dünyadaki değişmelerin Türkiye'deki
mücadele ve strateji üzerindeki etkisinin neler olabileceğine dair? Bırakalım böyle bir tartışmayı
ve yayını, böyle sorular bile yok.
Bundan öte, sosyalist entelektüellerin yazdığı dergilerde de bir bitmişlik havası görülüyor.
Toplumda bir canlanma veya belli fikirlere eğilim, genellikle daha önceden aydınların bir
yöneliş ve canlanmasını izliyor. Şimdiye kadar hemen hep böyle oldu. Bu nedenle kısa vadede,
yani en azından bizlerin yaşam süresi içinde, sosyalizme entelektüel veya kitlesel bir yöneliş
189
beklemiyorum. Ayrıca ortadaki malzemenin, yani duvarın yıkılış öncesi kuşakların, yani bizlerin
bunu yapabilecek konumda olmadığımızı da düşünüyorum. Bizden sonra gelen kuşak ise, yani
şimdilerde var olan ve daha bir süre var olmaya devam edecek olan kuşağın da bir ileri adım atma
olasılığı görülmüyor. Onlar biraz bizlere ve yirminci yüzyıla tepki olduğundan ve şekillenmeleri
muazzam bir gericilik döneminin damgasını taşıdığından; onların sosyalizasyonlarında, peş peşe
yenilgilerin tayin edici bir etkisi olduğundan, onlar en temel konularda bile bizlerden de fersah
fersah gerideler. Belki onlara tepki olarak ortaya çıkabilecek, kapitalizmin yerleşmiş zaferine bir
tepkiden doğabilecek, bu nedenle kendine bir gelenek arama eğilimi gösterecek, bir sonraki
kuşak tekrar sosyalist düşüncenin yataıcı bir canlanmasını, strateji ve program sorunları üzerine
bir tartışmayı kendi yükselişiyle beraber getirebilir.
Böyle bir gelecek projeksiyonu nedeniyle, ben bir bakıma her davranışıma, her düşünceme biraz
da bu bir sonraki kuşağa bir örnek, bir gelenek bırakma perspektifinden bakıyorum ve ona göre
hareket ediyorum.
Kısa vadede, sosyalizmin bir yükseliş gösteremeyeceğinin bir diğer delili, bizzat PKK'nın
izlemek zorunda kaldığı evrim. Geniş bir açıdan düşünüldüğünde, doğu Avrupa'nın eğiliminin
değişik biçim ve koşullarda tekrarı olduğu görülebilir. Başka koşullarda, gerçekten, bir ulusal
hareketin sınırlarını aşarak, bir sosyalist harekete dönüşme potansiyeli ve yeteneği gösterebilecek
bu hareketin, bizzat bu yeteneğinin bile, tersine çalışmak zorunda olması. "Süreksiz Devrim",
"Bir Değişimde Üç Değişim", "Finlandiya İstasyonu'ndan İmralı'ya" gibi yazılarımda ele aldığım
ve hemen her yazıda bir şekilde değindiğim konu. Yani emekçilerin sosyalist bir devrim
istemeyecekleri ve bunun çıkışsızlığını görmeleri; kursalar ayakta kalamayacaklarını bilmeleri ve
kendilerini sınırlamaları.
Elbette bunlardan hiç bir şey yapmama gibi bir sonuç çıkmaz. Zaten çeşitli denemelerde üzerine
vurgu yapmaya çalıştığım, açıklamayı denediğim ve çok büyük önem verdiğim anlayış bu.
İkinci Enternasyonalin ve resmi sosyalizmlerin, tek yönlü, ilerlemeci, "tarihin tekerleği bizden
yana dönüyor"cu anlayışlarına karşı, klasik Marksizm'in unutulmuş, sonra özellikle Frankfurt
Okulu tarafından yeniden öne çıkarılmış, açık uçlu, belirsiz, birçok olanakları olan bir tarih
anlayışını, bu sefer tam zıddı, “aslında tarihin tekerleği hiç de sosyalizmden yana dönmüyor”
düşüncesinin karşısına koymak. Yani reformist vülger Marksizm’in, tarih bizden yana çalışıyor
mantığının karşısına koyulan mantık pek ala, tarih bizden yana çalışmıyor mantığının da karşısına
koyulabilir.
Eğer gerçekten eğer geçmiş tarih bize geleceğin izleyeceği yol hakkında bir ipucu veriyorsa,
geçmiş tarih aydınlanmacılığın iyimser tarih anlayışını doğrulamıyor. Aksine, hiç bir uygarlığın
kendi içinden bir devrimle yıkılmış olmaması ve eşitsiz gelişme, bu gün bir tek olmuş bir
dünyada sosyalist bir devrime ilişkin hiç bir umut olmadığını gösterir.
Ama burada da, vülger Marksizm'in alternatifsiz tarih anlayışına getirilen itiraz getirilebilir ve
getirilmesi gerekiyor: yaşanmış ve yaşanacak tarihler olası tarihlerden sadece biridir. Gould'un
canlılar tarihinde gösterdiği gibi ("İnsan bir Rastlantı" olarak Almanca'ya çevrilmiş. Orijinal adı
190
"Wonderful Live" sanırsam"), insanın ortaya çıkabilmesi aslında bir zorunluluk değil, çok küçük
bir olasılığın gerçekleşmesi. Bu sosyalizm için de niye olmasın?
Dolayısıyla son yılların tarihinden ve toplumsal mücadelelerinden dersler çıkarma çabasıyla,
tarihin aydınlanmacı ya da diyalektik kavranışı arasında içsel bir bağlantı var ve bu bizlerin
görevlerini belirlerken hayati bir önemde.
Özetle, son derece umutsuz bir durumdan yola çıkmak gerekiyor. Ama küçük de olsa tersi bir
olasılık olabileceği, nasıl insan aslında çok küçük bir rastlantı olarak ortaya çıkabildi ise,
sosyalizmin de benzer biçimde çok küçük bir rastlantı olarak ortaya çıkabileceği noktasından
hareket etmek gerekiyor. Bu yaklaşımdaki, geri dönüşün yollarını tıkayan radikalizm pek
anlaşılmıyor. Hâlbuki böyle bir yaklaşım olmadan, günümüzde artık hem gerçekçi (yani durumun
umutsuzluğunu gören) hem de devrimci (bu umutsuzluğa teslim olmayan, onu mutlak olarak
almayan) bir politika olanaksızdır.
Bu yaklaşımım genellikle yanlış anlaşılıyor ve umutsuzluk yaydığım sanılıyor. Aksine, umut ve
mutlak umutsuzluk, ikisi de aynı metodolojik hatayı yapıyor kanımca. Bir rastlantı değil, tarihin
tekerleğinin kendilerinden yana döndüğünü düşünen vülger Marksist-reformistlerin, kapitalizmin
zaferi karşısında, madem o alternatif yok, kapitalizm içinde düzenlemelerle yetinelim deyip, bu
düzenlemeyi siyasi düzeyde ele alanlarının reformizme ve liberalizme; kişisel düzeyde alanların
işverenliğe ya da menajerliğe geçmeleri.
Böyle, Gould, Löwy gibilerin tartıştığı türden bir yaklaşım olmadığı takdirde, gerçekçilik
kapitalizme teslimiyetten başka bir sonuç veremez. Radikal pozisyonları sürdürmek ise, aynı
varsayımlar çerçevesinde ancak gerçek duruma gözlerini kapamakla olabilir ve ikisi de aynı
madalyonun iki yüzüdür.
Aslında bunun bütün dünyadaki solun durumu olduğunu görüyoruz. Bir yanda gerçeğe teslim
olanlar, diğer yanda gerçeğe gözlerini kapayarak devrimcilik yapmaya çalışanlar. Reformistler ve
liberaller birinci, radikal sol gruplar ikinci kategoriyi oluşturuyor. Ve burada ifade edilen
pozisyon, birincilere hayalcilik, ikincilere kötümserlik ve umutsuzluk yayma olarak görülüyor.
Ama birbirine zıt gibi duran iki taraf da aslında, tarihin benzer kavranışına sahipler. Gerçekçiler
tarihin tekerleği sosyalizmden yana dönüyorsa sosyalist olmaya hazırlar. Devrimciler ise, gerçeğe
gözlerini kapamadıkları takdirde, tarihin tekerleğinin hiç de sosyalizmden yana dönmediğini
görüp ona teslim olmaları gerektiğini düşündükleri için gerçeğe gözlerini kapamak zorundadırlar.
İkisinin de ardında, tarihin tek uçlu bir gidişi olduğu anlayışı var.
Genel eğilimin hemen hemen hiç bir umut vermediğini görmek ama bunun hiç bir zaman bir
mutlaklık taşımadığı, çok küçük de olsa daima başka bir olasılığın da olduğu noktasından hareket
edince, kısa ya da uzun vadede ortada bir umut olmadığını söylemek bir şeyler yapmamak
gerektiği ve hiç hesapta olmayan bir şeylerin gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyor. Aksine, bir
şeyler yaparak, işleri hiç hesapta olmayan bir duruma getirmek söz konusu.
191
Özetle, genel olarak dünyadaki duruma baktığımızda, iyimser olmak için hiç bir neden yok. Hem
dünya tarihsel olarak, hem de daha kısa dönem, örneğin bizlerin yaşam süresi bakımından
sosyalist düşüncenin ve hareketin yeni bir canlanmasını olsun görme şansımız pek yok gibi.
Dolayısıyla, düşünce ve davranışlarımıza, bir örnek bırakma, bir gelenek bırakma düşüncesinin,
tıpkı bir senfoninin, zaman zaman öne çıksa da arkada hep varlığını sürdüren temel motifi gibi,
damgasını vurması gerekiyor. Elbet bunda, muhalif mistik tarikatların çileciliğine benzer bir yan
var. Hele bu günün, hedonist ya da “Epiküryen” dünyasında böylesine bir “kelbiyun”luğun
hemen hiç bir rezonans bulamayacağını, bir an için bile gözden uzak tutmamak gerekiyor.
*
Türkiye'deki gelişmeler karşısında da fazla bir beklenti anlamsız. Kürt hareketinin başarısı,
büyük bir olasılıkla, klasik Bizans-Osmanlı bölgesinde bir yeniden doğuş yaratabilir. Ondan
sonra, kapitalizm çerçevesinde belli bir stabilizasyon ve refah gelecektir muhtemelen. Bu
refahtan, ezilenlerin de payına bir şeyler düşer. Sosyalizmin genel kredisizliği, sosyalist bir
devrimin çıkışsızlığı ile birleşmiş böyle bir refah ve stabilizasyon, sosyalizme ilgiyi gene çok
gerilere iter.
Bu bakımdan, Kürt hareketinin başarısı için veya Türkiye'nin demokratikleşmesi için mücadele
ve bunun gerçekleşmesi, en azından orta vadede, sosyalistlerin ayağının altındaki toprağın
kaymasına yol açacaktır.
Tabii bu çıkarsama da birçok bakımdan yanlış anlaşılıyor. Birçokları, bundan, "o halde eğer "alt
emperyalist" bir ülke ortaya çıkaracaksa, desteklemek ne oluyor?" diye soruyor. Ve bu muhtemel
ön görü ve sonuca rağmen, desteklememi, sanki Türk milliyetçisi olmak nedeniyle
destekliyormuşum gibi anlıyor veya anlamak istiyor.
Ben ise, tamamen başka bir nedenle destekliyorum, yani sonuç hiç de sosyalistlerin işine
gelmeyecek olmasına rağmen, ezilenlerin ezenlere karşı bir mücadelesi olduğu için desteklemek
gerekir noktasından hareket ederek destekliyorum. Kürt hareketini bir devrim ya da sosyalizm
olasılığı yaratacağı gerekçesiyle desteklemenin, tarihsel deneylerden çıkan bir sonuç olarak,
metodolojik yanlışlığına vurgu yapmayı tercih ediyorum. Ve tarihin önümüze çıkardığı bu
paradoksa, geçen yüz yılda bulunmayan bu paradoksa dikkati çekmeye çalışıyorum. (Örneğin
demokratik ve sosyalist devrimlerin bağının koptuğuna dair yazdıklarım.)
Bu bağın kopuşu yeterince anlaşılmıyor. Bu bağın kopuşuna yol açan, yer yüzündeki işçi sınıfının
bölünmüşlüğü, zengin ülke işçilerinin, yoksul ülke işçileri ve hakları için bir şey yapmayacağı.
Geçmişteki, demokratik devrimin başarısı sosyalist devrimi gündeme getirecek, onun önünü
açacaktır yaklaşımı bu gün artık geçerli değil. Demokratik devrimin başarısının kapitalist
gelişimin de önünü açacağı ve işçi sınıfının sosyalist görevleri önüne koyabileceği noktasından
hareket ediliyordu, ama bu günkü dünyanın bölünmüşlüğünde, köklü demokratik dönüşümlerin,
en azından Türkiye gibi bir ülkede kapitalist bir gelişmenin önünü açması ve başarısı,
otomatikman işçilerin sosyalist devrim görevini önlerine daha doğrudan koyacakları anlamına
192
gelmemektedir. Aksine, dünyada işçi sınıfının bu günkü, siyah-beyaz bölünmüşlüğünde, işçilerin
sosyalizmden uzaklaşmalarına, kendi imtiyazlarını korumalarına yol açmaktadır ve açar.
Örneğin, Türkiye ve Kürdistan'da halkın ayaklanıp, şu eskinin kalıntısı, keyfi ne varsa silip
süpürdüğünü var sayalım. En ileri Avrupa ülkesi ayarında bir demokrasi. Toplumsal eşitsizlikler
de iyi bir sosyal sistemle nispeten azaltılmış olsun. Yani tipik bir Avrupa ülkesi. Artık bu ülkenin
işçisi, de Avrupa işçisi gibi davranacaktır.
Eski kuşaklar, demokratik devrimin başarısı sosyalizm uğruna mücadeleyi kolaylaştırır derken,
bundan teknik anlamda bir kolaylaşmayı değil, sınıfın sosyalist program ve fikirlere daha fazla
eğilim duyacağını kast ediyorlardı. Elbet, Türkiye ve Kürdistan'da bir köklü demokratik
dönüşüm, nispeten sağlama bağlanmış demokratik özgürlükler nedeniyle, sosyalist faaliyeti,
teknik anlamda, tıpkı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kolaylaştıracaktır. Ama o faaliyetteki
taleplere, işçilerin ilgisini azaltacak hatta yok edecektir. Bu daha önce olmayan, sosyalistlerin
oturup tartışmadığı, yepyeni bir durumdur. Ve biz tam da bu sorunla karşı karşıya bulunuyoruz.
Bu takdirde, klasik yaklaşımları sürdürürsek, bizi sosyalizmden uzaklaştıracak gelişmeleri
desteklemememiz gerekmektedir. Her demokratik talep, dünya sosyalizminin başarısına tabi
olarak değerlendirmeliydi. Hâlbuki bu durumda, bu ilkeye tabi olarak tavır almak gerekirse,
Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik talepleri desteklediğimiz takdirde, en azından kendi savaş
alanımızda, desteğin sonuçları bizim ayağımızın altındaki toprağın kaymasına yol açacaktır.
Desteklememek ise, fiilen bu günkü egemen sistemi destekleme anlamına gelir. Bu çıkmazdan
çıkmak için ne yapmak gerekir?
Ama nasıl dünyada herkes, durumun umutsuzluğunu, doğu Avrupa'daki olayları ve bunların
sosyalizm uğruna mücadelede ortaya çıkardığı sorunları görmezden gelerek tartışmaktan
kaçıyorsa, Türkiye'de de aynı şekilde, sosyalistler, kendi pratikleriyle son derece doğrudan ilgili,
bu paradoksa gözlerini kapıyor ve tartışmaktan kaçıyorlar.
Kimse, Türk sosyalistlerinden hiç kimse, sorunu böyle bütün çıkmazı ve çıplaklığıyla koyup,
onunla yüzleşmeyi ve bundan bir çıkış yolunun ne olduğunu tartışmamaktadır. Benim ise, adeta
bütün yazılarımda, doğrudan ya da dolaylı olarak tartıştığım sorun budur. Bu sorunu açıkça
ortaya koyup tartışmadan ve bir çözüm noktası, ki bir program demektir, bulunmadan bağımsız
bir sosyalist politika yapılabileceğini sanmıyorum. Sanmaktan öte bunun kendini kandırmaktan
başka bir anlama gelemeyeceğini düşünüyorum.
Türkiye sosyalist hareketi, strateji sorunlarını bir kere altmışlı yıllarda tartıştı ve bu günün var
olan bütün gruplarının, eğilimlerinin kökleri o tartışmalara ve o tartışmalardaki var sayımlara
dayanır. Ben şahsen bu eski bölünmeler ve varsayımlar temelinde ne bir birleşme ne de canlanma
olabileceğine inanmıyorum. Bence, yukarıdaki sorunları temel alan gerek dünya ve gerek Türkiye
ölçüsünde, yeni bir strateji tartışması başlatmak gerekiyor. Ama bunun için de her şeyden önce,
bir strateji tartışmasının öneminin ve gereğinin kavranması gerekiyor.
193
Ancak bundan sonra verili durumda hangi örgüt biçimleri ve taktiklerin uygulanacağı gibi bir
sorun tartışılabilir. Tabii bu sonralık bir zaman sonralığı anlamında anlaşılmamalı, bir mantıki
öncelik anlamında kavranmalı. Zaten bu yazıdan amaç da o, şu an ne yapılacağına ilişkin
görüşlerimi belirleyen, bu mantıki bakımdan önceliği olanları açıklamak ki, neden şu veya bu
pratik adımda şu ya da bu görüşü savunduğum iyi anlaşılabilsin.
*
Benim bütün teorik ve pratik faaliyetim, bütünüyle bu yukarıda ifade edilen, paradoksun nasıl
aşılabileceği noktasında, yani program ve strateji sorununda yoğunlaşmış bulunuyor. Ve en
azından son on beş yılın teorik ve pratik araştırmaları sonucunda belirli bir programatik ve
stratejik cevap getiriyorum. Bu cevap çok basit, sıradan gibi görünen bir önermede ifadesini
bulduğundan anlamı ve önemi kavranamıyor: Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini
reddetmek, ulusu kişinin bir inanç veya tercih sorunu olarak koymak.
Bu politik programın anlamı ve sonuçları kavranmıyor çünkü teorik arka planı bilinmiyor.
Bizlerin kuşağı ulusal sorunla klasiklerdeki temel yaklaşımlarla sınırlıdır. Hâlbuki bütün bu
teorik klasik arka plan, ulus ve ulusçuluğun tarihsel maddeci bir teorisinden yoksundur. Bu
tarihsel maddeci teoriyi Gellner gibi bir Burjuva sosyologa borçluyuz. Böylece, bu konudaki
teorik gıdasını klasik metinlerden almış olup onları yeterli görenler bu teorik kazanıma gözlerini
kapıyor. Daha sonraki kuşaklar ise, bu teoriden kısmen haberliler ama onun aslında Tarihsel
Maddecilikle uyum halinde, onun bu en zayıf noktasını tamamlayan bir teori olduğunun farkında
değiller ve dolayısıyla onun programatik sonuçlarının ne olacağı gibi bir sorunları bulunmuyor.
Böylece bir taraf teoriyi bilmediği veya ona gözleri kapalı olduğundan, diğer taraf ise,
sosyalizmle ve stratejiyle bir sorunu olmadığından, bu metodolojik katkının programatik ve
stratejik sonuçları bilinmez ve anlaşılmaz kalıyor.
Bu noktada benim yaptığım, sadece bu bağı kurup, bu önermelerin programatik sonuçlarının
neler olacağını düşünmek ve bu küçücük adımı atmak. Maalesef bu adımı kimse atabilmiş değil
şimdiye kadar. Bu adım atılıp da sonuca bakıldığında, aslında çıkmazın, paradoksun çıkışının da
burada olduğu görülmekte.
Yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddine dayanan bir politik sistem, bir çok
sorunu bir tek kılıç darbesiyle çözmektedir. Bütün önemli ve sade teorik vargıların özelliğidir bu,
çok ilgisiz gibi görünen başka sorunlar da çözülür. Burada da öyle bir durum var.
Bu, bize hem Türkiye’de, bir yandan, Kürt hareketi ve demokratik hareketin, programından ayrı,
ama uzak bir geleceğin değil, bu günün aktüel programı olarak, ulusal soruna bir cevap olarak
ayrı ve bağımsız bir program, bağımsız bir bayrak sunma olanağı sunmaktadır. Fark çok açıktır.
Demokratik hareket ulusal olanın tanımını değiştirmeyi, etni ve dili ve kültürü bu tanımın dışına
itip, onu örneğin ABD’deki gibi bir hukuki tanıma dönüştürmeyi önermektedir, buna karşı biz
ulusal olanın politik olanla bağının koparılmasını öneriyoruz.
194
Biri, en fazla bir parçanın imtiyazlılar arasına katılması sonucu verir, diğeri yeryüzündeki
imtiyazlılığı ortadan kaldırmayı olanaklı kılar. Yani bu aynı zamanda, dünya çapındaki
bölünmeye de bir cevaptır. Bunu mümkün kılan da, zaten, dünya çapındaki bölünmenin, aslında
bu yeni apartheitın ulusçuluk aracılığıyla var olabilmesidir. Milliyetçiliğin ilkesi, dünya
ölçüsünde, ırkçı bir sistemin ilkesi olmaktadır.
Ama bu sadece bu iki sorunu çözmez, başka bir uygarlık sorununa da bir cevaptır. Bu ne demek?
Yirminci yüzyılın mücadeleler tarihi, sadece eski devlet cihazının parçalanmasının değil
yetmeyeceğini göstermiştir. Marks, Engels, siyasi araçların, devletin, sınıfsız bir topluma gidişin
araçları olamayacağını ön görmüştü, bu doğruydu da ama yetersizdi. Klasikler, maddi araçlar söz
konusu olduğunda, bunların tarafsız ve nötral olduğunu düşünüyorlardı. Ve bu anlamda
kendileriyle bir çelişki içindeydiler.
Özellikle yeni sosyal hareketler, maddi araçların nötral olmadığını gösterdi. O zaman bundan, şu
sonucu çıkarmak gerekiyordu, işçi sınıfı sadece siyasi araçları değil, maddi araçları da sınıfsız
topluma geçiş için kullanamaz. Dolayısıyla programımız artık eskisi gibi sadece, siyasi ve
iktisadi dönüşümleri değil; maddi araçların dönüşümlerini de içermelidir.
Ancak, burjuva uygarlığı sadece maddi araçlar da değildir, bütün uygarlıkların, dayandığı; temel
örgütlenmesini oluşturan kavramsal araçlar da vardır; sosyalist bir devrim, burjuva uygarlığının
örgütlenmesinin temelini oluşturan, temel kavramsal araçlarına da yönelmelidir. İşte ulusal sorun
konusundaki sosyalist program formülasyonumuz, buna da bir cevap oluşturmaktadır. Bu aynı
zamanda, siyasi biçime de bir katkıdır, yani proletarya diktatörlüğünün alacağı biçim sorununa;
proletarya diktatörlüğü ulus ilkesine göre de var olamaz.
Böyle bir programatik temelin ne gibi sorunlar yaratabileceği ve ne gibi olanakları ortaya
çıktığının denenmesi ve incelenmesi aşağı yukarı son bir yıllık çabamın özünü oluşturmaktadır.
Bu hem aktüel bir program ve bağımsız bir bayrak sağlamakta, hem de aynı zamanda geniş bir
taktik esneklik olanağı sunmaktadır kanımca. Hiç bir sahte hayal yaymamakta, demokratik
taleplere olan desteğin, nesnel sonuçlarının neler olacağını söylemekte, ama buna rağmen onları
destekleme, ama bu destek esnasında demokratik muhalefetin bir aşırı ucu olmaktan çıkıp ayrı bir
parti olarak, ayrı bir programı savunmayı mümkün kılmaktadır.
*
Böyle bir programa dayanmadan, bağımsız ve sosyalist bir politika yapılabileceğine
inanmıyorum. Bu gün bir yandan Kürt hareketini destekleyen, diğer yandan sosyalistlerin ayrı bir
bayrağı ve bağımsız bir konumu olmasının gereğine inananlar çok küçük bir azınlığını
oluşturmaktadırlar bu günkü Türkiye’deki sosyalistlerin. Elbette ben de kendimi bu grup içinde
görüyorum. Ama şunu da biliyorum ki, bu grup içinde, yukarıda izah ettiğim anlamda bağımsız
bir program ve strateji yaklaşımı hemen hemen hiç bulunmamaktadır. Sosyalistler klasik
söylemle yetinmekte, gerçek sorunlara gözlerini kapamakta, onları tartışmak istemektedirler.
Dolayısıyla yazılarımın hemen hemen tamamı, kendime en yakın gördüğüm bu sosyalistleri, bu
195
sorunların tartışılmasına çekebilmek, eski yaklaşımlarla ne bağımsızlığın ne de sosyalistliğin
korunamayacağını göstermeye çalışmak noktasında toplanmaktadır.
Yine de, bağımsız bir sosyalist odağın program ve stratejisinin ne olması gerektiği sorusu, bu
arkadaşların pratik sorusu olmaya devam etmektedir. Benim buna az çok şekillenmiş bir cevabım
var ve farklı bir cevabım var. Bu farkın ve ayrıksı durumumun bilincindeyim. Ama hiç olmazsa
kaygı ve soru ortak: Türk şovenizmi ve milliyetçiliğinden arınmış öte yandan demokratik
muhalefet ve hareketten de bağımsız ve sosyalist bir çizginin programı ve stratejisi ne olmalıdır?
Kanımca tartışılması gereken budur ve bu bir ortak tartışma zemini yaratmakla kalmaz,
milliyetçiliğin etkisindeki sosyalistlerin önemli bir bölümünü de bu tartışmaya çekebilir. Sorunun
bu tarz koyuluşu, onların var oluşunu tehdit eder. Çünkü onların çizgilerinin hem milliyetçi hem
de sosyalizmle ilgisiz olduğunu göstermeyi sağlayabilir.
*
Peki bu nasıl sağlanabilir? Şu an elde fazla bir şey yok. İlk elde, hem Kürt hareketi karşısında
milliyetçi konumda olmayan ve aynı zamanda demokratik güçlerden ayrı olarak sosyalist bir
çizgi izlemekten yana olan güçler çok az. Ayrıca bunlar da, İmralı sürecini değerlendirmede
farklı oldukları için, yani tavırlarının ardında milliyetçilik değil, dayanışma olmasına rağmen,
İmralı stratejisinin Kürtlerin davasına hizmet edip etmeyeceği noktasında farklı değerlendirmeler
içinde bulundukları için, kendi içinde de bölünmüş bulunuyorlar.
İlk elde, ne olursa olsun, İmralı sürecini farklı değerlendirseler de, Kürtlere desteğin verili
durumda nasıl olması gerektiğinde farklı anlayışlara sahip olsalar da, bağımsız bir sosyalist odak
olması gerektiğine inanan bütün güçlerin bir araya gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan
hep birlikte, milliyetçi Türk sosyalistlerine karşı, Kürt ulusal hareketiyle dayanışmayı savunup
gösterebiliriz, diğer yandan, kendini demokratik istemlerle sınırlayan Kürt ulusal hareketin karşı
sosyalist ve bağımsız bir odağın ve programın gerekliliği ve önemini savunur ve koruyabiliriz.
Bir yandan, bu bağımsız ve sosyalist odağın program ve stratejisinin ne olması gerektiğini
tartışabiliriz. Ve nihayet bir yandan da, İmralı’da ifade edilen stratejiyi nasıl anlamak ve
değerlendirmek gerektiği üzerine bir tartışma yürütebiliriz. Ve bütün bunları yaparken aynı
zamanda, somut pratik gelişmeler karşısında, karınca kaderince somut girişimlerde bulunma
olanakları aranmalıdır.
Ben bunun ilk adımının en azından on beş günlük veya haftalık, bir zamanlar Doğan
Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön gibi, (politikası ve ideolojisi anlamında değil, fonksiyonu
anlamında) bir dergi olabileceğini düşünüyorum.
Şu an darma dağınık olan “Kürtçü” ve “sosyalist” denebilecek muhalefetin toplandığı bir dergi.
Bunun ciddi sorunları olacağı çok açıktır. Bu çevreler büyük ölçüde dogmatiktir. Dünyadaki
değişmelere kapalıdırlar. Zaten en büyük zorluklardan biri de bu noktada toplanıyor. Dünyanın
sorunlarına biraz daha açık olanlar, daha esnek düşünenler reformizm ve liberalizmin saflarını
196
dolduruyor; sosyalizme ve radikal konumlara sahip çıkmaya çalışanlar ise, insanda taşlaşıp bir
yerlerde kalmış duygusu uyandıran ve çoğu kez de sekter, dogmatiklerden oluşuyor.
Burada tehlike, (reformist ve eleştirel olanlar, zaten uzak olduklarından) bizim dogmatik ve
radikallerimizden geliyor. Dergi kesinlikle bunların damgasını taşımamalı. Bu daha doğmadan
ölüm demek olur.
Derginin bir entelektüel egemenlik ve üstünlük kurabilmek için, hiç bir tabu tanımadan her
sorunu tartışması, cesurca ortaya atması gerekmektedir; ama bu cesaretini aynı zamanda, o
sorunlara getireceği Marksist cevaplarla desteklemelidir. Tabii bu cevaplar, dogmatiklerin
dayandığı klasik metinlerde olmadığından, bu dogmatik radikallerin ideolojik kaynaklarına
yönelik bir eleştiri olmak zorundadır. Ama bu, aynı zamanda, başlangıçta ifade edilen, Kürtleri
destekleyen solun, en geniş ölçüde bir araya gelmesi ile de çatışmaktadır. Bu zorluğun nasıl
aşılabileceği tartışılmalıdır.
*
Bir diğer problem, böyle bir sosyalist muhalefetin, kendini sadece ÖDP içindeki muhalefetin
problemleriyle sınırlı görmesi, onun bir uzantısı olarak algılanması tehlikesidir. Zaten ÖDP
içindeki muhalefet, Kurtuluş ve aveneleri olarak algılandığından, belli bir iticiliğe ve sınırlılığa
sahiptir. Diğer yandan muhalefetin problematikleri de bütünüyle ÖDP ile sınırlıdır ve bizzat karşı
çıktıkları, onların ufkunu belirler hale gelmiş bulunmaktadır.
ÖDP dışında ve onun problematiklerinin ötesinde, hiç de az sayıda olmayan, hem sosyalist hem
de milliyetçiliğe karşı, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde tek tek kişiler ve küçük gruplar
bulunmaktadır. Gücü dağınıklığı nedeniyle görülemeyenleri toparlamak ve bir araya getirebilmek
için bu dergi kendini kesinlikle ufku ÖDP ile sınırlı muhalefetten bağımsız olmalıdır. Ancak
böyle bir derginin teorik baskısı bu muhalefetin daha tutarlı bir çizgiye geçişini ve ÖDP ufkunu
aşabilmesini sağlayabilir.
*
Ve nihayet böyle bir derginin, en kısa zamanda çıkması gerekiyor. Olaylar her an hiç
beklenmedik şekilde hızlanabilir. Hiç bir hazırlık olmadan fırtınaya yakalanma tehlikesi bu gün
en büyük tehlikedir.
Şahsen benim bütün davranışlarıma bu geç kalmışlık duygusu damgasını vuruyor. En azından
böyle bir dönemi, yukarıda ifade ettiğim sorunları enine boyuna ele alan bir kaç teorik kitapla
karşılayabilmeyi çok isterdim. Ne yazık ki, son derece hazırlıksızız. Hiç olmazsa kaba taslak bir
şeyler söylemekten ibaret yaptıklarım.
Bir örnek vereyim. 1970 Haziranına kadar Kıvılcımlı’nın kitapları raflarda ve depolarda
çürüyordu. İşçi olaylarından sonra, bir kaç ay içinde, o kitaplar biter bir sürü yeni kitabın yanı
sıra eskilerinin yeni baskıları yapılır.
197
Şu an hiç birimizin rafta çürüyen ve fırtına çıkarsa işe yarayacak üç beş kitabımız yok. Ben
şahsen bu geç kalmışlığı, aceleyle ve özensiz, ama yarın birden önem kazanacağını düşündüğüm,
mümkün olan her konuda bir şeyler söyleyerek kapatmaya çalışıyorum.
Özetle yaptıklarım ve yapılmasını düşündüklerim böyle.
Bu yazının baş ve son bölümlerini epey aralıkla yazdım. Dolayısıyla en azından üslup
bakımından başı ve sonu farklı olabilir. Aslında çok daha uzun ve ayrıntılı ve daha bir çok
konulara değinmeyi düşünmüştüm ama bu kadar uzayınca, yine aynı geç kalmışlık duygusuyla,
hele bir başlayalım gerisi sonra gelir diyerekten, yazıyı tamamlama yolunu seçtim. Son bölümler
biraz bu nedenle aşırı kestirme gidiyor olabilir. Umarım anlayışla karşılanır.
29 Ağustos 2000 Salı
198
1 Mayıs Düşünceleri
Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve yeteneklerini övmek,
hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep
egemen olduğu zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye
alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar.
Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan,
Zapataların, Panço Villa'ların hamurundan yoğrulmuş İsmet Demir'de varmıştım. TİP'liler,
sosyalistler işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını
onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara beş para
etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bizim İsmet Demir'e güvenirlerdi, o
diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu
söylediğini biliyorlardı.
Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır. Burjuva sosyalizmi,
ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar. Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır.
Bu stilin en uç örneği Ruhi Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin türkücüsüdür,
emekçilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin. Ama tutkularının kör
ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi değil kör olduğunu göremezler ya da
görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği, işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını
yansıtmaz. Onun dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı
burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir, katlanılmaz bulur. Aslında nefret ettiği o
uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark
ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır.
Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer semboldürler bir farkı ve yaklaşımı yansıtan.
Sorun ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından
çok önemlidir.
Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın
aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar
düşürülmüş olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız.
Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği idealize ederler. Marks'ın eseri,
işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün
hikayesidir. Kapital toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği
yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek gerekmektedir.
Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan çıkmış varlık yoktur. Bu
nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına bakıldığında,
işçiler kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva, bir patron,
199
bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek tek işçiler, diğer
toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en çıkmış ortalamayı yansıtırlar.
Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kaybetmeye mahkum bu
işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels'in o
klasik örneği anlamayı kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle savaşmış Napoleon'un
sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız askerinden üstündü, iki
Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu, dört Memlüklü ve Fransız
karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda
değil ama böyle bir şeydi. İşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler
insani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva sosyalizmi
hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir, altına saf kan bir arap atı çeker
ve sonrada bu yarattığı hayale tapar.
Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah adamı "tom Amcalar" diye
eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir.
Abdullah Öcalan da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürtü vardır,
ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka yaklaştığı gibi yaklaşır
Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan'ın konuşma ve yazıları Kürt'ün ne kadar
düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere. Ve nasıl
burjuva sosyalistleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal hareket
yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve eleştiren Abdullah Öcalan
başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir
hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık
yüreklilikle ortaya koymak ve üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin forksiyonu da aslında bu
tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere yönelik ağır
eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık
yüreklilikle ortaya koyması ve kendini değiştirmesinden başka bir şey değildir.
*
1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberlere, bu ezilenlerin kendi
zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten
umut kırıcı, bu sol basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını bir
sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine mücadelenin
yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme eğilimi taşıdığında,
düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele etmeye başlar. İslamiyetin dediği gibi,
en zor savaş olan kendi nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile yok, ve bu da sanılanın aksine
ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yönelişinden çok uzak
olduğunu gösteriyor.
Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye hayranlığının iyi kötü bir
mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi
200
örgütlerinin de sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir durum
ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendikacılar zümresinin kendine
(tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki
stilin egemen olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış
veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur ki, bunların olduğu
yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi ancak bu gün işçi hareketi diye ortalığı
kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin
olduğu yerde, işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven
sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir bağ vardır, kendine
karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm toplumu değiştirmeye yönelik, sadece
kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği.
Tersi de bir bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür.
Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile
önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına
yol açıyor. Bu gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin
dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için bir fırsat
doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabilirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin
kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor solun yeniden canlanabilmesi için.
Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş eski
kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş,
Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım
adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka bir partiler ve tiplerle
bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım bu kabuk değişiminin
sancıları.
İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı, yoksa
yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur.
İnönü'nün çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 mayıs olmasaydı ve Özal'ın reformları
olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki on veya onbeş yılı
götürmeyi sağladı.
İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak değişimini yaparken,
solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan
biyolojik bakımdan fazla yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı sırada. Ama
problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bu
gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin
kuşağı damgasını vuruyor.
1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bu günkünden daha yakındı bu güne,
daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında
biraz acıyarak, ama o kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyılın
201
başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya başlamıştı.
Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı civarında olacak Ekim Devrimi öncesi
kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara
gitmeden bu günlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorundadır. 1980'lerin
sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma, bu isyan toplumsal bir yükseliş
ile desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken Duvar
yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün ortalığa egemen örgütleri, bu dünya
ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir
ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin içinden iyi kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un
kendi Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar
çıktığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal bunalım dönemindeki
memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyetsizlerin akmasına yol açarak, bu
örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış yardım işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir
örgüt de krize girmez.
Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler dağılmıştı seksenlerin
sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan
halindeyken, yenilikçiler geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir
mücadele yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaşmanın
hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri gibiydiler 1848'deki. Sol
çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve
restorasyon dönemi izledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken
Kuruçeşme'den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında kalan bir Dev-Yol
olmuştu. Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, Dev-Yol için ÖDP gördü. Böylece
Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TİP'i, vs. hepsi tekrar yerlerini aldılar.
İşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun içindeki bir restorasyonun örgüt ve
kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin
çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel.
Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır.
Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal
Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun
kokuşmuş bir ceset olduğunu biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak
kendiliğindenliğe daha büyük bir vurgu yapmıştır.
Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve tutucu. Kitle hareketi ancak buna
rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun önünde de bir engel.
Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki
gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin ürünü
olarak ortadalar. Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken,
202
aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve toplumsal bir köklü
dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol açıyor.
Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu sivil toplum vurgulular, küçük
ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs. . Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bur kuşak,
daha esnek gibi görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin
çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı olumsuzlukları
taşımaktadırlar.
İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, "dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına
haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı
akla bile gelmiyor.
Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin egemen sınıfları arasındaki
çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor.
Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla, farkına varmadan veya
vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu
hareketler aynı zamanda Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri
olmuşlardır), genel kurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da "Devlet Partisi"nin
liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar.
Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünenler ise, bu saldırılara karşı
Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik
gelişmeler bağlamında da olanaksız hale geliyor.
Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt ulusal hareketi. Bütün dünyada gericiliğin
yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete
de yansıdı. Başlangıçta bu günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar
gösteren bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması nedeniyle kendini
yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri, Türk solundaki karşı
devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı, özel savaş rejimi) bu hareketin ve
örgütün sürekli olarak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadeleleri
bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçimleri sürdürmek isteyenler
arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan
liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola karşı bir mücadele görülür.
Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı değildir,
Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı zamanda, sadece
Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması.
Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef yokluğunun bir bütün
olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda
yeni stratejiyi anlayamaması ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna karşılık,
203
Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını vuranların da aynı
zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir rastlantı değildir.
O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde, olur da sol hareketlerin
kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme
ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak
Kürt hareketi oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket Liberaller ve Genel Kurmay
karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt kesimleri etrafında toplayabilir. O
zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol örgütler ve sivil toplumcular liberal
burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik bir
devrim Kürt hareketini iktidara getirebilir.
Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın. Çünkü
tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi
olan tek hareket Kürt hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla
buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola egemen olan örgütler
ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu nedenle kendiliğinden yükselişler bunun
ön koşulu. Ama bir kendiliğinden hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara
getirir. Ve ortaya Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney Afrika'sı gibi bir şey çıkar.
Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama
düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen
yaklaşımlar açısından ele alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün
zayıflığını yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi.
Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten kaçınmayan geleneğini de
sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri
karşısında.
demir@comlink. de
http: //www. comlink. de/demir/
02 Mayıs 2001 Çarşamba
204
Dünün ve Bugünün Dünyası
1960'larda Türkiye'de yükselen sosyalist ve demokratik hareketin temel programatik sloganı
"Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye" olmuştu. Bu slogan bu gün Türkiye'de her
türlü demokratikleşme çabasının engeli; ekonomik iflasın ve dolayısıyla ülkenin borçlar karşılığı
ipotek edilmesinin gerçek sorumlusu güçlerin, çıkar ve egemenliklerini gizlemenin aracıdır. Bu
günün dünyasında, altmışlı yıllarda o sloganın gördüğü işlevi görecek programatik slogan
"Demokratik Cumhuriyet" olabilir. Yani iktidarın halkın özgürce seçilmiş temsilcilerinin elinde
olması; pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazının tasfiyesi.
Ancak bir Demokratik Cumhuriyet, ulusun tanımını dil ve etniden soyutlayarak, sadece Türk ve
Kürtlerin güç ve olanaklarını birleştirmelerini değil, bunların diğer komşularıyla dostça ilişkiler
geliştirmesini sağlayabilir. Ancak Demokratik bir cumhuriyet, örneğin Türklerin "biz aslında
büyük ölçüde Rum ve Ermeniyiz" deyip kendi geçmişleri, kendileri ve komşularıyla
barışmasının, sağladığı demokrasi ve refahla komşu ülkelerin halklarının sempatisini kazanmanın
ve ABD veya Avrupa'nın dayatmaları karşısında nispeten onlara direnebilecek bir bağımsızlığı
kazanmasının yolunu açabilir.
Yirminci yüzyılın tarihi gerçek bir demokrasi olmadan, ne bağımsızlığın ne de sosyalizmin
mümkün olmadığını göstermiştir. İster sosyalizm adına, ister bağımsızlık adına, halka ya da
ulusa demokrasiyi layık görmeyenlerin hepsi, Rusya ve Çin'den Amerika'yı dize getiren
Vietnam'a; Nasır'ın Mısır'ından Tito'nun Yugoslavya'sına hepsi, IMF'nin kapısında kuyruğa
girmiş ve yabancı sermayeyi yaldızlı davetiyelerle çağırmıştır. Bu gün sözde kuyruğu dik
tuttuğunu iddia eden Küba, ülkesini 1950'lerin Küba'sı gibi bir "Turist Cenneti" yaparak ayakta
kalmaya çalışıyor ve muhtemelen böyle giderse ilerde kuyruklarda beklemekten bıkmış Kübalılar
Amerika'nın yeni bir eyaleti olmak için kuyruğa girecekler. Kuzey Kore ise çocukları bile
doyuramamakta ve en küçük bir gevşemede ülke olarak Güney'e katılmaya hazırdır. Buralarda
Sosyalizm, bürokratik kastların kendi egemenliklerini savunmasının, meşru göstermesinin ve
gizlemesinin aracıdır. Ve ezilenlerin gözünde sosyalizm bu kastların iktidarıyla özdeşleştiği için,
bu kastların yıkılışı her türlü sosyalizm yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin değer
yitirmesiyle sonuçlanmaktadır.
Türkiye'nin Kemalist bürokrasisi de, Doğu Avrupa, Küba ya da Kore bürokrasisinin sosyalizmi
kendi iktidarını gizlemenin bayrağı yapması gibi, bağımsızlığı kendi iktidarını gizleme ve
meşrulaştırmanın bayrağı yapmaktadır. Ve nasıl bu iktidarların yıkılışı, sosyalizm düşünce ve
idealinin değer yitirmesiyle ve kapitalizme tam bir teslimiyetle sonuçlandı ise, Kemalist
bürokrasinin iktidarını yitirmesi de, emperyalizme tam bir teslimiyetle sonuçlanacaktır.
Bürokratik kastın inkar, şiddet ve keyfilik politikalarından bıkan halk, doğu Avrupalıların "bana
205
refah ve demokrasi getirmeyen sosyalizm olmaz olsun" demesi gibi, "bana özgürlük, demokrasi
ve refah getirmeyen bağımsızlık" olmaz olsun diyecektir.
Bu teslimiyetin en büyük suçlusu ise, altmışlar dünyasının sloganlarını bu günün dünyasında
tekrarlayıp duran; bilinçli ya da bilinçsiz Genel Kurmay politikasının araçları haline dönüşen
sosyalistler olacaktır.
Altmışların dünyasında, sömürgeler, bağımsızlıklarıyla refaha ve özgürlüğe ulaşmaya
çalışıyorlardı. Ve o günün dünyasında doğru olan da buydu. Çünkü o günün dünyasında da
emperyalistler, ezilen ulusların bu bağımsızlık mücadelelerinin, sınırların dışına çıkma
savaşlarının en büyük düşmanıydılar. Türkiye'deki toplumsal muhalefet de, bağımsızlık
hareketlerinin etkisi altında onlarla bir analoji kurarak, yeni sömürgecilikten kurtulma, refah ve
demokrasiye ulaşma amacını ifade etmek için tam bağımsızlığı bir programatik slogan yapıyordu.
Ayrıca o günün dünyasında bu, emperyalistlerin NATO bloğuna karşı, ulusal kurtuluş
hareketlerini destekleyen ve Sovyetler'e müttefik bir çizgi anlamına geliyordu nesnel olarak.
Ama bu günün dünyasında, sınırları ören emperyalizm artık. Ulusçuluk yeryüzü ölçüsündeki yeni
apartheit rejiminin, yeni ırkçılığın aracıdır ve bu sistemin ırkçı bir dünya sistemi olarak
görülmesinin önündeki en büyük engeldir. Dün emperyalist ülkelerden ayrılıp ayrı bir devlet
kurmak için savaşan milyonlar, bu gün, dün ayrılmak için savaştıkları o ülkelere ülkeler halinde
veya bireysel olarak girip o demokrasi ve zenginliğin nimetlerinden faydalanmak için sıraya
girmiş bulunuyorlar. Buna karşılık emperyalist ülkeler, Doğu Avrupa'ya, Akdeniz'e Meksika
sınırına aşılmaz duvarlar örüyorlar. Bu kökten değişiklik, Türkiye'deki bürokrasinin de,
altmışların devrimcilerinin sloganlarını ve o dönemin solculuğunu egemenliğini sürdürmesinin
aracı olarak kullanabilmesini mümkün kılmaktadır.
Globalizme ve emperyalizme dünün dünyasının sloganlarıyla karşı çıkılamaz. Globalizm, sözde
malların ve sermayenin her türlü sınırlamadan uzak bir hareketini ön görmektedir. Ama artı
değerin yaratıcısı iş gücü adlı mal söz konusu olunca, orada durmaktadır. Ve bu mekanizma
sayesinde bu günkü yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sistemi kurulabilmektedir. Klasik anti
emperyalizm bunu sorgulamaz, aksine var olan sınırları güçlendirmeyi hedefler. Güçlü hudutlar
hiç bir zaman malları ve sermayeyi engellemez ama iş gücünü yerli gardiyanların denetiminde
hapiste tutmayı sağlar. Bu nedenle globalizmin bu günkü gibi bir anti globalizme ve anti
emperyalizme ihtiyacı vardır. Bu günkü türden bir anti emperyalizm ve globalizm olmadan
globalizm kendini meşyru gösterip kaç ben kurtarayım oyununu sürdüremez. Bu tür bir antiemperyalizm veya anti globalizm, Dünya işçi sınıfının bölünmesini pekiştirir.
İş gücünün dünya ölçüsündeki serbest dolaşımı olabilir bu günün sözde globalizminin ipliğini
pazara çıkarabilecek hedef. Bu aynı zamanda bir yerden bir yere giden iş gücünün oradaki bütün
sosyal ve politik haklardan yararlanması demektir. Bu slogan ise, bu günkü ister dile, ister
anayasal vatandaşlığa dayansın bütün ulusal devlet ve sınırların temeline dinamit koymak
demektir. Yani fiilen ulusal olanla politik olanın bağının koparılması, modern uygarlığın dini
ulusçuluğa karşı başka bir uygarlık tasarımı demektir.
206
Çok somut bir biçimde bu gün Türkiye'de olmayan sosyalist politikayı söyle ifade edebiliriz.
Klasik sol gibi, "Avrupa Topluluğuna girmek, senin daha yoksul ve baskı altında olmana yol
açacaktır" demez. Böylece Avrupa hedefinde demokratikleşmeyi ifade eden toplumsal dönüşüm
özlemlerine karşı, bunlara sözde bağımsızlık parolasıyla karşı çıkan Genel Kurmayın yedeği
olmaz. Aksine der, "Avrupa'nın ve Almanya'nın jeo stratejik çıkarları nedeniyle Türkiye'nin
Avrupa'ya giremeyeceği ve alınmayacağı sarfı nazar edilir ve soruna ilke düzeyinde bakılırsa,
Avrupa Birilği'ne girmek, elbette Türkiye ve Kürdistan'daki insanların daha özgür ve refah içinde
yaşaması anlamına gelir". Ve bu anlamda böyle meşru bir isteğe karşı çıkmaz.
Ve işte o henüz var olmayan sosyalist, tam da bu nedenle, yani Türkler ve Kürtler de o yer
yüzünün imtiyazlıları arasına katılacağı, ama yeryüzündeki aphartheit rejiminin kalitesinde bir
değişim olmayacağı için, Avrupa'lılığı yok etmek çağrısında bulunur.
Farkı göze batırmak için provakatif bir formülasyonla tekrarlamak gerekirse. Avrupa, refah ve
demokrasi getirmeyeceği için değil, tam da getireceği için karşı çıkacak bir sosyalist harekettir bu
günün dünyası için gerekli olan.
[email protected]
http://www.comlink.de/demir/
26 Mayıs 2001 Cumartesi
207
Sosyalizm, Din ve Politik İslam
Sunuş Yerine ya da Söyleyecek Sözü Olmamak
1994 – 95 yıllarında, her şey dibe vurmuşken, İbrahim Sevimli’nin girişimiyle, hala Sosyalizm
diye bir derdi olanların, sosyalizmin sorunlarını tartışacağı bir dergi çıkarmaya çalışmıştık.
Dergiye genellikle Avrupa’da sürgünde yaşayan Türkiyeli Sosyalistler yazıyordu. Derginin adı ve
ilk sayısının ağırlıklı konusu Sosyalizmin Sorunları idi. İkinci sayının ağırlıklı konusu
Milliyetçilik ve Irkçılıktı. Ama ağırlıklı konusu Din ve Politik İslam olan üçüncü sayı hiç bir
zaman çıkarılamadı.
Üçüncü sayının çıkamamasında elbette dünya çapında dibe vuruşla senkronize olan Türkiye’deki
özel savaş rejiminin yerleşmesi ve şovenizmin Türkiye’deki yükselişi, yani dünya ve ülke
çapındaki genel tarihsel gerilemenin etkileri belirleyicidir ve öznel çabaların bu muazzam
dalgalar karşısında pek bir etkisi olamayacağının ilginç bir örneğindir. Ama çıkamaması aynı
zamanda üçüncü sayıda ağırlıklı olarak seçilen konuda söyleyecek sözümüzün olmamasıyla da
ilgiliydi.
Üçüncü sayının konusu Din idi. Eğer yazılar gelseydi yayınlamak zor da olmazdı ama yazı
gelmemişti. Biri burjuva aydınlanmasının dine bakışıyla, diğeri post modern bir bakışla damgalı
pek önemli olmayan iki amatör yazı gelmişti. Bir de bir arkadaş Michael Löwy’nin Kurtuluş
Teolojisi üzerine, Marksizm’in dine yaklaşımı üzerine güzel bir yazısını çevirmişti. Hepsi o
kadar.
Üstüne üstlük, o dönem aynı zamanda Türkiye’de Politik İslam’ın yükseliş yıllarıydı. Sadece
politik İslam’ın mı, politik Aleviliğin de. Eski sosyalistler de Alevi olduklarını keşfetmeye
başlamışlardı. Sadece Türkiye’de mi? Dünya’da, özellikle kapitalist metropollerde, uzak doğunun
tanrısız dinlerinin giderek yaygınlaştığı; doğu Avrupa’da dinin yükseldiği, aynı şekilde İslam’ın
genel yükselişinin de sürdüğü bir dönemdi.
Ve böyle bir dönemde, Türkiye sosyalistlerinin, en azından Avrupa’da ikamet edenlerinin, din
hakkında söyleyecekleri, klasik yuvarlak laflar dışında bir sözü olmaması bir yana, böylesine
aktüalitesi de olan bir konuda bir dergiyi doldurabilecek kadar bile yazı bile gelmiyordu.
Türkiye’dekiler farklı mıydı? Türkiye’de ise, teorik sorunları tartışma çabası bile görülmüyordu
ve hala da görülmüyor. Türkiye’de, dünyadaki gelişmelere, teorik, metodolojik sorunlara kafa
yoran tek bir ciddi teorik organ yok hala. Biraz teorik olmaya çalışan Birikim ise, Marksizm’le,
Tarihsel Maddecilikle bağını çoktan koparmış durumda. Avrupa’da çıkan bu dergi, belki, Türkiye
sosyalistlerinin teorik sorunlara son kafa yoruşları oldu.
Ve bu kafa yoruş bile din gibi bir soruna gelince kesin bir suskunluğa bürünmüştü.
208
Peki, bu gün farklı mı? İkiz kulelere yapılan eylemden beri genel olarak din ve özel olarak da
politik İslam tekrar gündemin başında. Açın sol organlara bakın, bir tek derinliğine anlama çabası
var mı? Yok!.. Şimdi sosyalizm, din, İslam, politik İslam konularında Tarihsel maddeciliğin
kavramlarıyla o kavramlara dayanarak ve onları geliştirmeye çalışarak yazılmış bir tek yazı var
mı? Yok!...
Peki, bu yokluğun nedeni ne ve neyin yansıması?
Bu yokluk, tam da biz sosyalistlerin bir alternatif sunmaktan ne kadar uzak olduğumuzun en
kesin kanıtını sunuyor. Ortada zerrece entelektüel ve teorik dinamizm yok. Türkiye’nin
sosyalistleri o hor ve aşağı gördükleri Kürt ulusal hareketi kadar olsun bir entelektüel dinamizm
gösteremiyorlar.
O hor görüp anlamaya değer bulmadıkları politik İslam kadar bile ufukları geniş değil. Politik
İslam, kapitalizme yönelik eleştirilerini, Marksizm’in aydınlanmanın sınırlılıklarından kurtulma
çabası olan Frankfurt Okulu’ndan aldı ve onu Hıristiyan batı uygarlığını eleştirmek ve mahkûm
etmek için kullandı. Suyunun suyu ve tahrif edilmiş de olsa bu onlara belli bir perspektif genişliği
ve dinamizm verdi.
Ama Türkiye’nin sosyalistleri için Frankfurt Okulu, Frankfurt’ta bir okul olarak anlaşılmaya
devam ediyor. Doğrusal ilerlemeci, son duruşmada ilerleme ve araçsal akıl hayranı aydınlanma
anlayışı bütün sola damgasını vurmaya devam ediyor. Böyle bir dünyaya bakışla, Siyasal İslam
veya dinin yükselişi ise, ancak bir manüplasyon, gizli servislerin desteği veya devlet eliyle
pompalanmış suni bir şey olarak algılanır ve böylece o, sözde açıklanmış, anlaşılmış olur.
*
Türkiye’nin sosyalistleri arasında Kemalizm’in etkilerinden söz etmek çok prim yapar. Ama
Kemalizm bile burada gerçek bir özeleştirinin önündeki engeldir. Kemalizm’e saldırının ardında
aslında Kemalizm’in özüyle hesaplaşmadan bir kaçışı gizleme çabası vardır.
Türkiye sosyalist hareketindeki Kemalist etkiye saldıranlar nedense Stalinizm konusunda hiç
ağızlarını açmazlar ve hatta genellikle de Stalinist’dirler. Kemalizm’e saldırı sadece Kürtler veya
ulusal sorunla sınırlanır. TKP veya Türkiye sosyalist hareketinin ulusal sorundaki tavrı Kemalist
etkiyle açıklanır. Burada açıkça tarih de tahrif edilir. Çünkü görmek istemedikleri şudur: o
Kemalizm’in etkisi denen şey Stalinizm’in ta kendisidir. Bununla hesaplaşma ise, çok köklü bir
hesaplaşmayı ve o güne kadarki politik ve ideolojik çizgilerle kesin bir kopuşmayı gerektirir.
Kemalizm’in etkisi denen şey tamı tamına Stalinizm’in ta kendisidir, çünkü bu gün unutulmuş ve
unutturulmuş bir gerçeği es geçer bu Kemalizm’in etkisi açıklaması: o zamanlar bir tek dünya
partisi olduğu ve çeşitli ülkelerdeki partilerin bu dünya partisinin şubeleri olduğu.
Türkiye’nin dünyadaki yeri Çankırı’nın Türkiye’deki yerine benzer. Şimdi siz bir partinin
Çankırı ilinin politikalarını eleştiriyorsanız, ama bu politikaları kabul eden, onaylayan, hatta dikte
ettiren genel merkezin politikalarından söz etmiyorsanız, ortada belli bir politika veya anlayışın
nedenleri ve kökleri üzerine giden ciddi bir hesaplaşma dağıl, bu hesaplaşmadan kaçış ve bu
209
kaçısın gizlenmesi var demektir. Türkiye solunun yaptığı tam da budur. TKP’nin bütün politik
tavırlarının sorumluluğunun Komüntern ve Sovyetler Biriliği’ne ait olduğu gerçeğini görmezden
gelir, unutmaya ve unutturmaya çalışır. Böylece Kemalizm’in etkisine yönelik eleştiriler, Stalinist
geçmişle hesaplaşmadan kaçışın duman perdesi olur.
1980’lerde, henüz bu sol hala bir dinamizm gösterirken, 12 Eylülün ağırlığı yavaş yavaş kalkar,
İşçi ve Kürt hareketi bir yükseliş yaşarken Türkiye solu, Stalinizm’in etkileriyle hesaplaşıyordu.
Şimdi, her şey dibe vurduğu dönemde, sözüm ona Kemalizm’in etkileri onun yerini almış
bulunuyor. Bu bile gericilik ve dibe vuruş dönemlerinin, teorik ve entelektüel gelişmeyi de nasıl
dumura uğrattığına iyi bir örnek oluşturur.
Böylece Siyasal İslam’ı, dini anlamak için kaçınılmaz koşul olan, Stalinizmle bir hesaplaşmadan
kaçış, Kemalizm’e saldırı ardına gizlenir. İslam’ın yükselişini açıklayacak; tarihsel bakıştan ve
kavramsal araçlardan mahrum eder kendini. Ekim devrimi sonrasında Sovyetlerin
bürokratikleşmesi, bunun Ekim’in prestijiyle dünya işçi ve sosyalist hareketinde yaptığı muazzam
yıkıntı, bunun ardında ise, geri bir ülkede sosyalist devrimin olması, bunun normal bir doğum
olmadığı, ayakları önde geliş olduğu, Sosyalizmin stratejisini normal bir doğuma göre çizdiği.
Ama normal doğumların da insanlık tarihinde hemen hemen hiç gerçekleşmediği, bir istisna
olduğu; tarihin yumağının tersinden çözülüşünün ve bunun yol açtığı Gordiyos düğümlerinin bir
istisna değil kural olduğu ve bunun ortaya çıkardığı teorik ve felsefi sorunlar. Yani çağımızı
anlamanın ve onun içinde bir strateji ve politika geliştirmenin bütün temel sorunları kesin olarak
sosyalistlerin ufku dışına düşer. Böylece entelektüel ve teorik bir canlılığın bütün teorik
kaynakları kurutulur; politikasızlığa mahkûm olunur.
Stalinizm’le köklü bir hesaplaşma yaşamadan, onun tarihsel anlamını anlamadan, ne yirminci
yüzyıl ne de politik İslam anlaşılabilir. Böylece sosyalistler, Kemalizm’in etkileriyle mücadele
adı altında, bu Kemalizm’in etkisi denen şeyin, Stalinizm’in, Sovyetlerde iktidarı ele geçirmiş bir
bürokratik kastın politikaları olduğunu görmekten kaçarlar, böylece de bu günü anlamayı
kendileri için olanaksız hale getirirler.
Sadece bu mu? Kemalizm’in Stalinizm’le de özdeş, burjuva aydınlanmasından kaynaklanan,
giderek pozitivist bir nitelik kazanmış metodolojik köklerine de yönelmezler. Marksizm’in
gelişimi, bir bakıma Aydınlanma’nın etkilerinden arınmanın tarihidir. Ama Türkiye’nin
Marksistleri, Kemalizm’e çatarken, onun metodolojik köklerine hiç dokunmazlar. Aksine onlara
sahip çıkarlar ve Kemalizm’i bir politika olarak, o köklerle çelişki içinde olduğu gibi bir
noktadan eleştirirler. Bu olsa olsa en ileriye gittiği dönemde, bir pozitivizm eleştirisi olur ama
aydınlanmanın bir eleştirisi ve aşılması yoktur ortada. Bu eleştiri her şeyden önce Marksist
gelenek içinde Frankfurt Okulunca yapılmıştır. Frankfurt Okulu ise, Türkiye sosyalistlerinin
ufkunun dışındadır.
Gerek politik (Stalinizm’le), gerek metodolojik (aydınlanma ile) bir hesaplaşmaya girmemiş,
dolayısıyla, Kemalizm’le aynı politik ve metodolojik özellikleri paylaşan sosyalistler, politik
İslam söz konusu olduğunda, elbette ne din ne de Politik İslam hakkında söyleyecek bir söz
210
bulamazlar. Gerek 95’lerde Sosyalizmin Sorunları dergisini çıkarırken, gerekse bu gün, İkiz
Kuleler’e saldırının bütün dünyada bir kırılma noktası oluşturduğunda adeta herkes fikir birliği
içindeyken ve Politik İslam bu eylemin aktörü olarak ortaya çıkmışken, sosyalistlerin söyleyecek
sözü olmaması, toplumsal hareketin gerilemesi kadar bu metodolojik ve teorik sınırlılıklarla da
bağlantılıdır.
*
O zamanlar, yani 95’lerde, Din, politik İslam konularında epey geniş bir literatürü taramış ve o
çıkamayan derginin üçüncü sayısı için bir yazının taslaklarını hazırlamaya başlamıştık. Sonra
dergi çıkmayınca konu ilgi alanımızın merkezinden uzaklaşmıştı. Bundan sonraki dönemde daha
genel teorik ve metodolojik sorunlara yönelmiştik. Bunların bir sonucu, dökümü, “Geleceği ve
Geçmişi Kurtarmak” başlıklı denemede görülebilir. Daha sonra da özellikle Kürt hareketindeki
gelişmelere bağlı olarak, Kürt hareketinin gelişmelerinin anlaşılması ve buna bağlı olarak
Türkiye’de politik hareket, dolayısıyla daha politik konular, dikkatimizin merkezine geçti.
Son ikiz kuleler eylemine kadar, din ve politik İslam, her zaman ilgi gösterdiğimiz bir konu
olmakla birlikte, ilgi alanımızın daha kenar bir yerinde bulunuyordu. Son eylemden sonra, tekrar
eski çalışmadan kafamızda kalan tortulara dayanarak olayları anlamaya çalıştık. Bu bakımdan
İkiz Kuleler’e saldırıdan sonra yazdığımız çeşitli yazılar, Sosyalizmin Sorunları dergisinin o
çıkamayan sayısı için yapılan çalışmanın, gecikmiş, dağınık ve parça parça yazıya geçirilmesi, bir
yeniden hatırlama, o çalışmadan kalan tortunun yeniden üste çıkması olarak görülebilir.
Yazdıklarımızın üç teorik metodolojik kaynağı vardır, bu kaynaklar anlaşılmadan, sadece bu
konuda değil, hiç bir konuda yazdıklarımız anlaşılamaz.
Birincisi, Klasik Marksizm’dir. Stalinizm’in tahrifatlarından arınmış ve kısmen de gelişmiş
haliyle klasik Marksizm, devrimci Marksizm. Özellikle Troçki ve Mandel gibi teorisyenlerin
adına bağlı olarak korunmuş ve politika, ekonomi politik gibi alanlarda da gelişmiş Marksizm.
Bu Marksizm hem kendi kaderini hem de yirminci yüzyılın tarihini anlamayı sağlar. Bu tarihin
anlaşılması ise, Ekim Devrimi sonrasındaki karşı devrim, yani Bürokratik bir kastın iktidara
gelmesi olayı anlaşılmadan anlaşılamaz. Bu da geri bir ülkede sosyalist devrim ve bu devrimin
tecridi olmadan anlaşılamaz. Klasik Marksizm bunun koşulunu yaratır. Böylece politik İslam’dan
milliyetçiliğe kadar yirminci yüzyıla ve günümüze ilişkin bütün fenomenlerin var oluşunu
açıklama olanağı doğar.
İkinci kaynak, Batı Marksizm’i de denebilecek, Frankfurt Okulu’nun aydınlanma eleştirisidir.
Tarihin ilerleme olarak görünüşünün eleştirisi de denebilir buna. Bu bakışta devrimler tarihin
lokomotifleri değil, imdat frenleridir. Bu genel yaklaşım olmadan ne yirminci yüzyıl ne de
insanlık tarihi anlaşılamaz.
Üçüncü Kaynak Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. Kıvılcımlı yirminci yüzyılda olanın istisnai
olmadığını aslında bütün insanlığın tarihinin böyle gittiğini gösterir. Frankfurt Okulunun felsefi
çabasının sosyolojik ve tarihsel temellerini gösterir.
211
Bu birbirinden bağımsız olarak Marksizm’i geliştirmiş üç geleneğin asgari bir kavranışı olmadan,
yazdıklarımızın anlaşılması olanaksızdır. Ve bu üç gelenek, birbirinden bağımsızca ortak
metodolojik köklere sahiptir, birbirinden bağımsızca benzer sonuçlara ulaşmıştır ve organik bir
bütün oluştururlar.
Şimdi Türkiye’nin sosyalistlerine bakalım. Stalinistler için zaten bu üç gelenek de, birer
sapkınlıktan başka bir şey değildir. Onları bir yana koyalım. Troçkist’i için, Frankfurt Okulu ve
Kıvılcımlı bilinmez. Dolayısıyla genellikle Eurosentrik ve oldukça ilerlemeci kalır. Frankfurt
Okulu ise, kimi aydınların tekelindedir ve aslında onlar da aynı Avrupa merkezci bakış açısıyla
damgalıdırlar. Düşünsel yönde yoğunlaşıp, düşünceleri belirleyen tarihsel koşulları hiç hesaba
katmama, bozulmaları, düşüncedeki bozulmalarla açıklama, dolayısıyla derin bir idealist eğilim
gösterirler ve canlı politikaya çok uzak akademisyen bir eğilim olarak vardırlar.
Dolayısıyla, bunlardan ses çıkmaz ve yankı olmaz.
Diğer muhalif toplumsal gruplara gelince.
Örneğin Aleviler. Türkiye’de Sünni İslam’ın ezdiği bir kesimin hareketi olarak haklıdırlar. Ama
bu ezici İslam’ın aynı zamanda bir ezilen hareketi olduğu Alevi muhalefet için kabul edilemez ve
anlaşılamaz. Zaten, Alevi muhalefetinin, Kemalizm ve Stalinizmle ortak ilerleme hayranı,
yaklaşımları da böyle karmaşık süreçleri anlamaya olanak vermez. Tek yapacakları susmaktır. Bu
dünya çapındaki hareketi anlamak ve onun karşısına dünya çapında çıkmak gibi bir sorunları da
yoktur.
Kürt hareketinin durumu daha mı farklı? 11 Eylül aynı zamanda ulusal hareketin sınırlarını da
gösterir. Kürt hareketi bunların içinde en ileriye giden harekettir. Ama bu en ileri gittiği noktada,
bir Orta Doğu Federasyonu gibi, bölgesel bir projenin ötesine gidemez. Bu proje ise, insanlık için
bir program ve proje oluşturmaz. Onun bir kısmını bir tarafa aktarmaktan başka bir şey değildir
son duruşmada. Dünya çapında alternatif bir proje oluşturma, onunla bu anlamda bir rekabete
girme gibi bir problem koyuşu yoktur, olamaz da. Ulusal hareketin doğası bunun önünde bir
engeldir her şeyden önce. Kürt hareketinin olaya yaklaşımı, hep bu olayın Kürdistan’daki ve
bölgedeki sonuçları bağlamında oldu.
Böylece, iyi kötü bir dinamizm gösteren ve belli bir kitle radikalleşmesi ve politizasyonunu
yansıtan iki hareket için bile, olay anlaşılmaz ve açıklanamaz olunca, varın sosyalistlerin ve
dünya tarihsel bir çöküş ve demoralizasyon yaşayan işçi ve sosyalist hareketin durumunu
tasavvur edin. O zaman, olayın bir provokasyon olduğu, bir komplo olduğu gibi teori ve
anlayışlar ortalığı kaplamakta. Yok, üç tane Yahudi ölmüş, yok bir gün önce muazzam paralar
alınmış, yok Mossad yaptırmış, yok ABD yaptırmış. Yığınla teori ortalığı kaplıyor.
Bu teorilerin bir tek işlevi vardır aslında. Politik İslam denen şeyin varlığını açıklamadaki acizliği
gizlemek, onu anlama ve açıklama gereğinden kurtulmak. Bu nedenle, 11 Eylül’den beri
yazılanlara bakın, kimse sosyolojik ve tarihsel bir analiz yapma çabasında değildir.
*
212
Geçen haftaki “Politik İslam nedir?” başlıklı yazı aslında çok uzun bir yazı olmuştu, Özgür
Politika’daki köşeye sığmayacak kadar uzun. Neredeyse on sayfa. Bu nedenle kısaltma, o yazının
sonuç önermelerinin alt alta dizilmesinden başka bir şey değildi. O sonuç önermelerinin
dayandığı olgu ve çıkarsamalar okuyucu için bilinmez kaldı ve onları okuyucunun bildiği var
sayıldı. Aşağıda bu yazı yer alıyor. Politik İslam hakkındaki görüşlerin daha geniş versiyonu.
Tarihsel Gidiş İçinde Politik İslam
Politik İslam’ın ne olduğunu anlayabilmek için, bu günün yaşanan tarihi yaşanması mümkün ve
zorunlu biricik tarih gibi ele almamak, onu olası tarihlerden biri olarak görmek gerekir. Peki, bu
ne demek?
Her doğum normal olmaz, bazı doğumlar aşılmaz komplikasyonlara ve ananın ve çocuğun
ölümlerine yol açabilir. Normal olmayan bir doğumun gidişine bakıp, olası tüm doğum
süreçlerinin böyle olacağı sonucuna ulaşmak nasıl yanılgılı sonuçlara yol açar ve doğum denen
olguyu kavranılmaz kılarsa; aynı şekilde normal bir doğumun genelleştirilmesi de benzer
sonuçlara yol açar ve tarihi anlaşılmayı olanaksız kılar.
Marks, devrimi bir doğuma benzetirdi. Zaten her doğum bir devrimdir. Bu benzetmede Marks,
hep normal doğumları göz önüne getiriyordu. Yani kapitalist üretim ilişkileriyle en fazla çelişki
içindeki yerlerde bir devrim beklentisi, normal bir doğum beklentisiydi.
Şimdi normal bir doğumun tarihsel sonuçlarını göz önüne getirmeden bu gün yaşanılan tarihin ne
olduğu anlaşılamaz. Bir an için ABD’de veya Avrupa’da, yani Tarihsel maddeciliğin temel
önermesine uygun olarak, üretici güçlerin en geliştiği dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileriyle en
derin çelişki içinde olduğu ülkelerde sosyalist devrim olduğunu veya Ekim Devrimi’nin bir
Alman devrimiyle desteklendiğini (ki bu pratik olarak bir dünya devrimi anlamına gelirdi)
düşünelim. Bu sosyalizmin normal bir doğumu olurdu. Bu devrimin sancıları normal bir
doğumun sancıları olur. Yani sosyalizm çocuğu dünyaya başı önde gelmiş gibidir, eğer insanın
doğumuyla bir benzetme yapacak olursak. Fazla bir komplikasyon yoktur.
Böyle bir dünyada, faşizm, ikinci dünya savaşı, sömürgeciliğe karşı savaşlar, politik İslam,
Stalinizm hep bilinmez, tasavvur bile edilemez şeyler olarak kalacaktı, tıpkı bizler için neredeyse
böyle bir tarihin de mümkün olduğu bilinmez ve tasavvur bile edilemez ise.
Elbette Marks, bu kadar yüzeysel de değildi, demokratik görevlerin kendi dinamikleriyle bir
sosyalist devrime dönüşme olasılığına, örneğin Almanya’da Köylü savaşının ikinci bir baskısıyla
desteklenen bir işçi devrimi olanağına gözlerini kapamıyordu. Bu durumda bile, bunun Fransa ve
İngiltere devrimlerinin başlangıcı olacağını düşünüyordu. Marks, haklı olarak çok iyi biliyordu ki
-ki bu varsayım bu gün de bu geçerliliğini sürdürmektedir- ileri ülkelerde devrim olmadan
sosyalizme geçiş olamaz. Bu gün de ABD ve Avrupa’da bir sosyalist devrim olmadığı sürece
insanlığın sosyalizme geçmesi mümkün değildir. Çünkü sosyalizm tanımı gereği kapitalizmden
daha yüksek bir üretkenlik ve refah derecesini var sayar.
213
Marks, Engels, Lenin, Troçki vs. hepsi, haklı ve doğru olarak bu önermeden hareket ediyorlardı.
Ama hepsi, geri bir ülkede devrim olduğu takdirde, bunun ilerlemişlerdeki devrimi tetikleyeceği
ve onun yardıma geleceği noktasından hareket ediyorlardı. Fakat hiç biri şunu düşünmüyordu: Ya
ileri ülkelerdeki devrim yardıma gelmezse? Bunu konjonktürel olarak, geçici olarak olası
gördüklerinde bile, bırakalım sosyalist devrimi, demokratik bir devrime bile zerrece şans
tanımıyorlardı.
Onların bu unutulmuş var sayımları ve akıl yürütmesi yanlış değildi ve hala geçerliliğini
sürdürmektedir. Bütün dünyadaki sol, bilerek veya bilmeyerek bu akıl yürütmeyi, bu öncülleri
terk etmiş bulunuyor. Çünkü eğer ABD ve Avrupa’da devrim olmazsa ne olur, bunun anlamı
nedir, bundan ne sonuçlar çıkarmak gerekir gibi, hayati bir soruyu sormamayı mümkün kılıyor.
Marks, Engels, Lenin, Troçki’ler bu soruyu sormuyorlardı ama bu onların çağında anlaşılabilirdi.
Çünkü olayların gidişi, bu soruyu gerektirecek bir eğilim göstermiyordu. O nedenle sosyalizmin
dünyaya belki biraz komplikasyonlu ama normal bir doğumla geleceği var sayımına dayanıyordu.
Nedir komplikasyonlu ama normal bir doğum? Devrim geri bir ülkede olur. Burası normal
olmayan bir doğumdur, tıpkı çocuğun ayakları önde gelmesi gibidir. Ama nasıl tıbbi müdahale ile
bu çocuk tekrar başı önde hale getirilirse, ileri ülkelerdeki devrimler de benzer bir işlev
görecekler ve başlangıçta normal olmayan bir doğum, normal bir doğuma dönüşecekti. Bunu
bizzat geri ülkedeki devrimin yaratacağı devrimci kabarışın mümkün kılacağını düşünüyorlardı.
Lenin’ler Troçki’ler hep bu umutla, bundan adeta emin olarak, geri bir ülkede sosyalist devrim
için cesaret etmişlerdi. O zamana kadarki tarih de bu umut ve varsayımları destekler nitelikteydi.
En ileri ülkeler krizden krize gidiyor İşçi partileri ve sosyalizm hızla oralarda yükseliyordu. Aksi
olasılığı düşünmek için bir neden bulunmuyordu.
Ama bu olmadı. Neden? Burada, düşünülmeyen şuydu: normal olmayan doğum başlangıcının
sonuçlarının normal bir doğuma dönüşmeyi engelleyici etkiler yaratması ve artık giderek onun
olanaksızlaşması. Yani, ayakları önde gelmenin uzaması, örneğin Almanya’da yirmilerde bir
devrim olmaması, ayakları önde gelme durumunun sürmesine ve bunun yarattığı yan etkiler de,
ileri ülkelerde devrimlerin engellenmesine yol açmıştır. Örneğin, bu ayakları önde gelişin sonucu
olan Stalinizm, ileri ülkelerde tarihin gördüğü en büyük buhran olan 1929 buhranında, işçilerin
kendiliğinden içgüdüleriyle bir devrim yapma olasılığını bile engellemiştir. Gericiliğin bu
yükselişi, ise Stalinizm’i güçlendirmiş, Stalinizm’in güçlenişi de gericiliğin yükselişini
güçlendirmiştir.
Sonuçta sosyalizm çocuğu doğamadı. Öldü. İnsanlık ikinci bir defa sosyalizme hamile kalır mı?
Buna zamanı var mı? Varsa bile, bu sefer veriler daha da kötü, birinci doğumun ölümle
sonuçlanması, dünya tarihsel bir demoralizasyonun yanı sıra, ekonomi temelindeki dolaylı veya
doğrudan sonuçlarıyla dünya proletaryasının korkunç bir bölünmesine yol açmış bulunuyor. Artık
zengin ülkelerin işçisi yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir toplum isteyemez. Bu şu demektir, geri bir
ülkede sosyalist devrime, ileri ülke işçisi destek çıkmaz. Yani devrim ileri ülkelere yayılmaz,
hatta bırakalım yayılmayı, aksine onları devrime karşı olmaya iter. Bu ise şu demektir, insanlığın
214
sosyalizm çocuğuna yeniden bir hamile kalışının, normal bir doğuma, ayakları önde gelişe,
dönme şansı yoktur. (İşte politik İslam karşısında batının sosyalistlerinin tavrı, aslında bu
sosyolojik bölünmenin ifadesidir de. Bu da şu demektir, pratik olarak sosyalizm ve insanlık için
yaşama şansı yoktur.)
Eğer Marks, Engel, Lenin, Torçki’lerin, yani Tarihsel maddeciliğin öncüllerinden ve
çıkarsamalarından yola çıkarsak, her Marksist’in çıkarması gereken sonuç budur.
Ne yazık ki, dünyadaki hiç bir Marksist bu sonuçla yüzleşmeyi göz önüne almamaktadır. Bu
sonucu veri kabul edip soru sorma yoluna gitmemektedir. Bizim bütün yazılarımız ise, bu sonucu
veri kabul edip, buradan hareketle ne yapılacağına ilişkindir. Yani dünyadaki Marksistlerle
aramızda bir uçurum bulunmaktadır.
Burada biz, klasik Marksist öğretiyi ve onun mantıki sonuçlarını savunur durumdayızdır. Bu
soruna gözlerini kapayanlar ise, fiilen tarihsel materyalizmin ve Marksizm’in öncüllerini fiili bir
inkar içinde bulunmaktadırlar, sözde bol bol Marksizm sözü etmelerine rağmen.
İşte Tarihe ve günümüze böyle bir bakış olmadan, Politik İslam anlaşılamaz. Politik İslam, ancak
normal olmayan bir doğumun yarattığı komplikasyonlar sonucunda sosyalizm çocuğunun
ölmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta bir bakıma, yeniden hamile kalma çabası
olarak bile görülebilir insanlığın. Ama bu haliyle gebeliğe bile yol açamayacak bir çaba.
İşte tarihe böyle bir bakış, bizim Politik İslam’ı anlamamızı mümkün kılar. O normal bir
doğumun seyrini izleyecek bir tarihte var olamazdı. Bu tarihi olası biricik tarih olarak algılamak,
onun olmayacağı bir tarihin tasavvurunu, dolayısıyla onun varlığını, var oluşunu açıklamayı
olanaksız kılar.
*
Bu günkü tarihi olası biricik tarih olarak ele almak da, modern çağın Faşizm, Ulusal kurtuluş
Savaşları, Politik İslam gibi birçok olgusunu anlamayı olanaksız kılar.
Politik İslam da tıpkı ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tarihin yumağının ters
ucundan çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosyalizm çocuğunun ayakları önde geldiği için
doğamamasının sancılarının yol açtığı bir çığlıktır.
Tekrar şöyle bir tarihsel gidiş tasavvur edelim. Eğer Ekim devrimi Avrupa’de bir Alman devrimi
ile desteklense, bu Sovyetlerde bir bürokratik kastın iktidara gelmesini engeller, bu da devrimin
diğer Avrupa ve ABD’ye yayılmasını getirir; genelleşmiş meta üretiminin, yani kapitalizmin
yasalarından kurtulmuş insanlık, demokratik bir şekilde, el yordamıyla da olsa, her türlü baskı ve
sömürüyü ortadan kaldırma sürecine girebilirdi.
Veya Sovyetlerde bürokratik kastın iktidara gelişi biraz daha gecikse, bu devrimin prestiji üzerine
oturmuş kastın, politik, ideolojik tahribatı daha gecikebilir, bu da belki, kapitalizmin tarihinde
gördüğü en derin buhran olan 1929 buhranında, Alman Komünist Partisi’nin, Üçüncü
215
Enternasyonal’in intihar politikaları izlemesine yol açmaz; Almanya’da Faşizme değil, bir işçi
devrimine ve oradan da dünyanın sosyalist oluşuna yol açabilirdi.
Böyle bir dünyada ulusal baskılar ve sömürgecilik; bu günkü gibi bir yoksulluk ve eşitsizlik
olmayacağından, bir kaç kuşağın hayatını belirleyen, faşizm, ulusal kurtuluş savaşları, politik
İslam, ikinci dünya savaşı gibi bir çok fenomen var olamaz, onlar tıpkı maddenin başka var
oluşlarına dayanan olası başka evrenler; bambaşka türlerin ortaya çıkmasına yol açan olası başka
canlı evrimleri gibi, olası bir başka tarihsel gidiş olarak, üzerinde kafa bile yorulmayacak,
tasavvur edilemez olgular olarak kalırdı.
Diğer bir deyişle, İslam dinine inanan toplumların modernleşmesi illaki kapitalizm çerçevesinde,
sömürgecilik koşullarında olacak diye bir zorunluluk yoktur tarihte. Bu ülkeler pek ala, zengin ve
ileri ülkelerde iktidarı almış, sömürme gibi bir derdi olmayan, bilgisini ve zenginliğini bu yoksul
ve geri ülkelerin refahını yükseltmeye aktaran bir işçi sınıfının desteğiyle, kapitalist ya da
sömürgeci olmayan, bu yaşanan acıların hepsine yabancı, tıpkı normal bir doğumun olağan
sancılarıyla da modernleşebilirlerdi. Geri ve yoksul uluslar, hiç bir ulusal baskıya uğramadan,
hatta ulusal olanla politik olanın çakışması zorunluluğu gibi bir kavrayışı bile tanımadan modern
dünyanın eşit haklı, refahını eşit olarak paylaşan, sınıfsız toplumunun insanları olabilirlerdi.
Böyle bir dünyada, sömürü, baskı olmayacağından, ne ulusal hareketler, ne de politik İslam
olmazdı.
Yaşanan tarihin iğrençliği ve gerçek anlamı ancak hayallerin aynasında görülebilir, olası başka
tarihlerin hayali olmadan da yaşadığımız bu tarih ve ona has olgulardan biri olan politik İslam
anlaşılamaz.
Politik İslam’ın ve onun temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi hareketinin devrimci
geleneklerinin bir bürokratik kastın terörüyle tümüyle silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin peş
peşe tarihindeki en büyük Alman ve İspanyol yenilgilerini aldığı, otuzlu yıllarda doğması bir
rastlantı değildir.
Sosyalizm ve Ulus Bayrağının Yitirilmesi ve Politik İslam
Bundan sonra sosyalizm, aslıyla ilgisi kalmamış biçimde ya sosyalist denen ülkelerdeki
bürokratik kastın ya da gelişmiş ülkelerdeki sendikalar ve işçi partilerinde yuvalanmış işçi
bürokrasisinin, ya da bizzat bunların sonucu olarak ortaya çıkmış ezilen ulusların ulusal kurtuluş
savaşlarının bayrağı olarak daha bir süre ezilenlerin tepkilerinin ifade eden bir bayrak işlevi
gördüyse de, Ulusal Kurtuluş hareketlerinin ne refah ne de demokrasi sağlayamamaları ve
sınırlarına erişmeleri ile politik İslam’ın yükselişi başladı. Bu nedenle, dün sosyalizm veya ulusal
kurtuluş bayrağıyla yürüyenlerin bu gün İslam’ın bayrağıyla yürümeleri bir rastlantı değildir.
Aynı sosyolojik olgunun farklı bir ideolojik görünümüdür.
Aslında sosyalizm devrimci ve isyancı bir güç olarak, Sovyet’lerin bürokratikleşmesi ve
yirmilerde devrimci işçi hareketinin çökmesinde sonra, sadece anti-emperyalist direnişlerin ve
ulusal kurtuluş hareketlerinin bayrağı olmuştur. Diğer bir deyişle sosyalizm bayraklı bütün
216
devrimci hareket ve isyanlar, son duruşmada anti emperyalist ve ulusçu bir karakterdeydiler
toplumsal temelleri ve programlarıyla. Pek ala ulusal bir bayrakla da oluşabilecek hareketler,
sosyalizmi bayrak ediyorlardı ekim devriminin prestiji ve Sovyetlerdeki bürokrasi ve batıdaki işçi
bürokrasisinin emperyalizm ve kapitalizmle çelişkileri nedeniyle. Bu nedenledir ki, ulusçularla
sosyalistler arasında kolayca geçişler olabilmiştir. Bu en açık, kendine sosyalist diyen ülkelerin,
orak, çekiç, kızıl yıldız gibi sosyalizmi sembolleriyle ulusal bayraklarının kombinasyonlarında
görülebilir. Bunlar bu sembolleri aldıkları gibi kolaylıkla da çıkarabilmişlerdir.
Politik İslam, daha doğuşunda, tıpkı Ulusal hareketler gibi, emperyalizme ve onun iş birlikçisi
sınıfların yaşamına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aynı toplumsal temel ve hedeflere sahiptir
bir bakıma ulusal ve anti emperyalist hareketlerle.
O halde, yirminci yüzyıl boyunca ister ulusal, ister sosyalizm bayrağıyla ister bunların çeşitli
derecelerde kombinasyonlarıyla olsun, bütün anti emperyalist ve ulusal kurtuluş hareketleri
devrimci harekete damgasını vurmuşlardır. Bu hareketlerin yükseliş dönemi boyunca, politik
İslam daima marjinal bir akım olarak kalmış, hatta bu hareketlere karşı, gerici ve
emperyalistlerden bir destek bile almıştır.
Ancak onların sıralarını savmalarından sonra, yani başarısızlıklarının ortaya çıkmasından sonra,
yetmişli yıllarda, sosyalizm bayraklı olanlarının, tam da Vietnam’ın ve Afrika’daki Portekiz
kolonilerindeki zaferinde zirveye ulaşımın kısa bir süre içinde tıkanmasından sonra; ulusal
bayraklı olanların ise, örneğin Arap ülkelerindeki Baas rejimleri gibi, ondan da önce iflaslarından
sonra politik İslam, yoksul İslam ülkelerindeki anti emperyalist ve sömürgeciliğe karşı direnişin
bayrağını ele geçirmiştir.
Politik İslam’ın bu emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direniş karakteri bu gün bile belirleyici
olmaya devam etmektedir. Ve insanlığın bölünmesi, üçüncü dünya veya güney kuzey de denilen,
siyah ve beyaz karakteri aldığı için, kolayca bu direniş, siyahların tamamen farklı tepkisinin ifade
biçimi de almakta ama bu onun kazandığı bu özelliğin anlaşılmasını, onun bu özgül yanının
görülmesini engellemektedir.
Özetle, Politik İslam, dünün sosyalizm ya da ulus bayraklı toplumsal hareketlerin yani ulusal ve
anti emperyalist hareketlerin bayrağıdır. Onların tarihsel iflası üzerine onların yerini almıştır.
Politik İslam ve Burjuva Uygarlığı’nın Krizi
Ne var ki, politik İslam’ın yükselişi, aynı zamanda Burjuva uygarlığının da, kapitalist uygarlığın
da iflası ve kriziyle yakından ilgilidir.
Gerek sosyalist hareketler, gerek ulusal hareketler, burjuva uygarlığının modellerini ve ideallerini
hiç bir zaman sorgulamadılar, aksine onlar aynı ideallere ulaşmaya çalışıyorlardı. Bu onlar gibi
zengin ve demokratik ülkeler olma biçiminde ifadesini buluyordu.
Sosyalist teorinin burjuva uygarlığının dayandığı temellere ve ideallere yönelik eleştirisi hiç bir
zaman, özünde ulusal karakterli ve sosyalizm bayraklı hareketlerde bir yankı bulmamasının
nedeni budur. Bu ulusal hareketlerin tek farkı, burjuva uygarlığının ideallerine, planlı ekonomi,
217
kara dayanmayan bir ekonomi aracılığıyla ulaşma yollarındaydı. Yani hedefin kendisine değil,
ona ulaşılacak yol bakımından bir eleştiriden söz edilebilirdi sosyalist veya ulusal bayraklı antiemperyalist ve ulusal hareketlerde.
Ancak, bu hareketlerin iflaslarıyla aşağı yukarı aynı zamanda, burjuva uygarlığının bir krizi
ortaya çıkıp, bu krize karşı tepkiler, özellikle yeni sosyal hareketler biçiminde kendini ifade
etmeye başladı.
Evet, batı uygarlığı bir refah ve görünüşte bir demokrasi ve özgürlük sunuyordu ama bunun ne
olduğu anlaşılmaya kalkınca o zenginliğin, doğanın ve dünyanın yoksul uluslarının korkunç bir
yağmasına dayandığı ortaya çıkıyordu. Bu refaha rağmen orada yaşayanlara mutluluk
verilemiyordu. İnsanlar yalnızlık, metalaşmış insan ilişkileri, insan düşmanı şehirler, tahrip olmuş
bir doğa gibi aşılması çok daha zor problemlerin içindeydi. Burjuva uygarlığı kendi refah ve
demokrasisini tadanlar için bile ideal bir toplum olmaktan uzaklaşmıştı.
Yani ortadaki artık sadece bir kapitalizm krizi değil, bir uygarlık kriziydi. Bu uygarlık krizine ise,
hala o uygarlığın on dokuzuncu yüzyıldaki ideallerine bağlı ulusal ve sosyalist hareketler bir
cevap veremezdi.
“Sosyalist” denen ülkelerdeki veya gelişmiş ülkelerdeki işçi bürokrasisinin de bu uygarlığa bir
eleştirisi olamazdı.
Bu uygarlığın bir eleştirisinin temelleri elbette otantik Marksizm’den kaynaklanan Frankfurt
Okulunca ve batı uygarlığının tam da merkezlerinde yapılmış ve en azından böyle bir eleştirinin
temel taşları konulmuştu. Bu uygarlık krizine yönelik toplumsal hareketlerin (Feminizm, Ekoloji
vs.) tam da bu eleştiriye dayanmaları da bir rastlantı değildi, ama bu hareketler hiç bir zaman
burjuva uygarlığına karşı bir alternatif uygarlık projesi geliştiremiyorlardı. Çünkü bu uygarlık
projesi, ancak modern bir sınıfa dayanabilirdi ama bu sınıf da bu ülkelerde devrimci bir sınıf
konumunda bulunmuyor, dünya işçi sınıfının beyazlar zümresini oluşturuyordu.
Bu koşullarda, uygarlık paradigmasına yabancı, dolayısıyla burjuva uygarlığını eleştirmek ve
onun karşısında bir başka uygarlık projesi geliştirmek gibi bir sorunu olmayan sosyalizm ve ulus
bayrakları entelektüel güçlerini de yitiriyorlardı. Aşılmış bir dünyanın problemlerine hapis olmuş
bulunuyorlardı. Zerrece entelektüel bir dinamizm de gösteremiyorlardı, başka bir uygarlık projesi
sunamadıkları gibi.
İşte Politik İslam, burjuva uygarlığının krizi koşullarında, başka bir uygarlık ve değerler sistemi
olarak da, cevapları geçerli olmasa da çağa uygun bir paradigmaya sahip olarak ortaya çıkıyordu.
Bu da onun, modern kapitalizmi tanımış daha modern ve şehirle tabakaların
memnuniyetsizliğinin ifadesi olmasıyla da ilgiliydi.
Klasik ulusal ve sosyalist hareketler de, İslam’ı bir politik ve toplumsal sistem, modernleşmenin
önünde bir engel olarak görülür. Modernleşmek için İslam toplumundan uzaklaşmak gerektiği
var sayımı egemendir. İslam tıpkı Batı’da olduğu gibi, kişinin bir inanç sorunu olarak toplumsal
ve siyasal hayatın bir köşesine itilmelidir.
218
Burjuva uygarlığının kriz döneminde, bu uygarlığın zirvelerinin bile insanlara mutluluk
getirmediğinin ortaya çıktığı bir çağda, bu yaklaşımın ezilen halklar için hiç bir çekiciliği
olamazdı.
Politik İslam ise, yetmişlere kadar egemen bu anlayışı ters çevirir. Müslüman olduğu için değil,
Müslümanlıktan uzaklaştığı için gerilediği noktasından hareket eder. Böylece, batı uygarlığının
bütün değerlerine karşı, bir başka uygarlık projesi sunma olanağı bulur.
Bu anlamda, politik İslam, Burjuva Uygarlığının krizine ilk sistemli bir cevap verme çabasıdır.
Politik İslam’ın bu çabası değildir yanlış olan, buna verdiği cevaptır. Ama bizzat bu çaba olarak,
bir uygarlık projesi gibi bir sorunu olmayan, sosyalizm dahil bütün politik akımlar karşısında
tartışılmaz bir üstünlüğü bulunmaktadır. Bizzat İkiz kulelere yapılan eylemin, hedeflerinin
seçilişi ve yapılışı bile bu üstünlüğünün yansımasıdır.
İslam bu çabasında, burjuva uygarlığına yönelik bütün eleştiriyi, Frankfurt Okulundan
almaktadır. Bu da onun aslında, bu uygarlığa karşı bir proje geliştirme yeteneğinde olmadığının
tipik bir göstergesidir.
Fakat bu burjuva uygarlığının krizine bir cevap olma ve başka bir uygarlık kurma iddiası, geri
ülkelerdeki anti-emperyalist ve ulusal direnişlerin, aynı zamanda ulusallığın sınırlarını aşmadıkça
bir çözüm bulamayacakları çıkarsamasına da bir cevap verme çabasıdır.
Sol ise, bu çabadan yoksundur. Politik İslam’ın bu yönleri, ortaya koyduğu ya da bilinçli veya
bilinçsiz cevap olmaya veya bulmaya çalıştığı sorunlar, onun sol karşısındaki gücünü oluşturur.
Bu sorunları tartışmak, politik İslam’ın tanıştığı sorunları tartışmak ve başka bir alternatif sunmak
mümkün olmadığı sürece, sosyalizmin bir yeniden yükselişi beklenemez. Diğer bir ifadeyle
sosyalizm politik İslam’la aynı dili konuşmayı, yani aynı sorunları tartışmayı öğrenmelidir.
Klasik sosyalist ve ulusal hareketlerin son kuğu çığlığı olan Kürt Ulusal Hareketi de bu sınırları
aşma zorunluluğuyla karşılaşmaktadır. Bu yönde el yordamıyla belli bir aşama da
kaydetmektedir. Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği, Kürt Ulusal hareketinin Türkleri de içine alan
demokratik bir sosyal harekete dönüştürme projesi ve bunun bölge çapında bir demokratik
federasyona dönüşmesi projesi, böyle bir tarihsel zorunluluğun bilinçsiz ifadesi olarak
görülebilir.
Keza, kısmen son savunmasında görülen, uygarlıklar sorununa dönüş de bu bağlamda
anlaşılabilir. Bizans ve Osmanlı, Ulusların ortaya çıkışıyla dağılmış bir uygarlık alanıdır. Çin,
Hint ve İslam devrimi ile İran uygarlıkları, modernizme bir şekilde bütünlüklerini koruyarak
cevap vermiş bulunuyorlar. Bizans-Osmanlı alanı ise henüz cevabını bulabilmiş değil. Öcalan’ın
projesi aynı zamanda böyle bir soruna da cevap olarak görülebilir. Tarihsel olarak ve toplumsal
olarak, hala bir şansı vardır bu projenin. Böylece bu alan, politik İslam karşısında burjuva
uygarlığını savunan bir işlev de görebilir. Kürt hareketi bu sorunu tek problematize eden ve bir
cevap öneren hareket olduğundan eğer böyle bir proje gelişme olanağı bulursa, bu Kürt
219
hareketinin dinamizmine dayanabilir ve bir bakıma sosyalizm ve Ulusal bayraklı hareketlerin,
son kuğu çığlığı olabilir.
Burada, politik İslam karşısında sosyalist bir uygarlık projesi geliştirmek zorunda olan
sosyalizmin, bu kuğu çığlığının projesinin kendi projesi gibi anlaşılmaması için ayrı bayrağı
olması gerekir. Çünkü bu proje, son duruşmada, yeryüzünden siyahlığı da ortadan kaldıran bir
başka uygarlık projesi değil, burjuva uygarlığının projesinin bir ronesansı ve bir beyazlar arasına
katılma projesidir. Klasik Bizans-Osmanlı alanının, yani Türkiye’nin eşik konumu böyle bir
projeyi mümkün ve gerekli kılmaktadır.
25 Ekim 2001 Perşembe
http://www.comlink.de/demir/
[email protected]
220
ÖDP’den Ayrılan Muhalefetin Sorunları
Muhalefetin önemli bir bölümü ÖDP’den ayrıldı. Ayrılık bir kısa bir basın bildirisi ve daha uzun
bir deklerasyonla kamuoyuna duyuruldu. Şimdi ortada bu muhalefetin ne yapacağı sorunu var.
Bundan sonra neyin nasıl yapılacağı, ÖDP’den ayrılan muhalefetin ve muhalefetin eleştirilerine
yakınlık duyan çevrelerin, temel gündem maddesi olacaktır muhtemelen.
Biz de bu vesileyle, ÖDP deneyi, ayrılanların ÖDP içindeki mücadeleleri ve bundan sonra nelerin
nasıl yapılması gerektiğine ilişkin görüşlerimizi geliştirmeye ve daha da açmaya çalışalım. Bunu
yaparken bir yanlış anlamaya meydan vermemek için önce bir açıklama gerekiyor.
Biz kendimizi elbette şimdi ayrılan muhalefetin pozisyonlarına daha yakın görüyoruz. Özellikle
“Kürt Sorunu” karşısındaki tavır ve ne kadar farklı anlaşılırsa anlaşılsın sosyalist mücadelelerin
mirasının ve geleneklerinin savunulması konuları bu yakınlığımızın temelini oluşturuyor. Zaten
bu nedenle kimse fikrimizi sormasa da bir şeyler yazmak gereğini ayrıca duyuyoruz.
Ve tam da kendimizi yakın gördüğümüz için, yani kendimizi biraz da içinde hissettiğimiz için bu
muhalefetin şimdiye kadar yaptığı hatalar ve bundan sonra yapacakları ve karşılarında bulunan
sorunlar konusunda sözümüzü sakınmayacağız. Çünkü gerçek kimi sorunlar “aman şimdi
problem çıkarmayalım” veya “zamanı değil” diyerekten sürekli örtülüyor.
Alışkanlıkların gücü hiç küçümsemeye gelmez. Ayrılan muhaliflerin gerek ÖDP kuruluşunda,
gerek sonra ÖDP içindeki muhalefetlerindeki stillerini de ÖDP üyeliğiyle birlikte orada
bıraktıklarına dair bir emare görülmüyor. Bu daha sonra ayrıntılı olarak ele almayı
düşündüğümüz ayrılanların bildirgesinde çok açık. Örneğin somut hiç bir programatik ve stratejik
ayrılık noktası yok. Ama buna sonra gelelim.
Şöyle bir eğilim seziliyor: işte sosyalizme inananlar ve Kürtlerle ittifakı savunanlar olarak bir
parti kurup yolumuza devam edelim. Bunun için yapılacak şey, belli kişiler, gruplar ve çevrelerle
görüşmelerdir. Öyle program, strateji gibi sorunlarla fazla uğraşmanın gereği yoktur. Şimdi laf
değil iş zamanıdır.
Muhalefetin, sosyalist bir partinin karşılaşacağı gerçek sorunlar hakkında kafa yorduğuna veya
insanları kafa yorup bu gerçek sorunlarla yüzleşmeye çağırdığına dair en küçük bir emare yok.
En basit sorunu ortaya koyalım. Sosyalist bir partinin bu günkü Türkiye’de programı ne
olmalıdır? Cevap ne olursa olsun, bu cevapların ne gibi sorunları bulunmaktadır?
Bunun iki cevabı olur. Demokratik Cumhuriyet ya da Sosyalist Talepler.
Birincisi ulusun tanımından dil, kültür ve etniyi dışlamak, tüm dil ve milliyetlerin eşitliği; militer,
bürokratik devlet cihazının tasfiyesi; iktidarın halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olması. Bütün
mahalli idarelerin özerkliği ve özgür iradeleriyle birliği; yani Demokratik Cumhuriyet.
221
Ama Demokratik Bir Cumhuriyet, aynı zamanda kapitalizm için ideal koşullar demektir. Böyle
bir Türkiye veya Türk-Kürt Federasyonu veya başka bir biçim (adı önemli değil) ekonomik,
politik ve kültürel olarak bölgede bir dev olur. Yani Demokratik Cumhuriyet, ya da demokrasi
demek, yani bu günkü bürokratik militer cihazı ve etkisini tasfiye etmiş, halkın kendi aşağıdan
girişim ve örgütlerinin büyük bir etkisinin bulunduğu; iktidarın halkın seçilmiş temsilcilerinin
elinde bulunduğu böyle bir ülke, aşağı yukarı bir zamanların Sosyal Demokrat İsveç’i gibi bir
ülke olur. Veya daha somut bu günün Güney Afrika’sı gibi. Böyle bir ülke kapitalizmin gelişmesi
için ideal koşullar sağlar. Böylece, gelişkin bir demokrasi sağlamış, gelir uçurumlarını törpülemiş
böyle bir ülke bölgeyi de böyle demokratikleşme yönünde etkiler ama demokratikleşme etkisi
aynı zamanda bu ülkenin etkisinin yayılması anlamına gelir.
Böyle bir ülkenin proletaryası sosyalizme geçmek istemez. İki nedenle istemez. Bu ülkedeki
gelişim ona yeni ufuklar ve durumunda iyileşme olanakları yaratacağı için. İkincisi, eğer
sosyalizm deyip özel mülkiyete saldırırsa, o andan itibaren tecrit olacağı ve kimse yardımına
gelmeyeceği için. Bu günkü dünyada sosyalizmin değersizleşmişliği veya sosyalizme doğru en
küçük bir eğilim olmaması gibi “konjonktürel” durumları bir yana bıraksak bile.
Bu şu demektir, sosyalistler aslında ne kadar köklü demokrasi getirmek için mücadele ederler ve
ne kadar köklü bir demokrasi getirirlerse, o kadar kapitalizmin gelişmesi için uygun koşullar
yaratmış ve dolayısıyla, bu kapitalizm barışçı ve demokratik bir programla yayılsa da,
emperyalist bir ülke oluşturmuş olurlar.
ÖDP’den ayrılanların hiç birisi bu sorunla yüzleşmek istemiyor. Aslında kendilerini
kandırıyorlar. Kendilerini kandıranları da kimse ciddiye almaz.
“Sosyalist bir partinin bu günkü Türkiye’de programı ne olmalıdır?” sorusuna ikinci cevap,
sosyalizmi acil bir program olarak ortaya koymaktır.
Ama bunu ortaya koyunca da, namuslu politikacılar olarak, Türk ve Kürtlerin sosyalizmi
seçtikleri takdirde, çok uzun yıllar tecrit içinde kalacakları, ambargo, müdahale olasılıklarının
çok güçlülüğü; ileri ülkeler işçilerinin bu devrime yardıma gelmeyeceği aksine düşmanca tavır
alacağı açıkça koyulmalıdır. Yani sosyalizmin aşağı yukarı Ayrılış Bildirgesi’nde söylenenin
aksine neredeyse “erişilmez bir ütopya” olduğu açıkça belirtilmeli ve insanlar buna rağmen
sosyalizm uğruna mücadeleye çağırılmalıdır.
ÖDP’den ayrılanlar ise, kendilerine ve halka yalan söyleyerek, gaz vererek, ayrılık bildirgesinde
“sosyalizm erişilmez bir ütopya değildir” diyerek, gerçek sorunları gizliyorlar.
Özetle ayrılan muhalefet demokrasi ile sosyalizm arasındaki bağın kopmuşluğu sorununu
görmezden geliyor ve bu bağın nasıl kurulabileceği sorununu tartışmıyor. Eğer demokratik
Cumhuriyet, toplumu sosyalizmden uzaklaştıracak, kapitalizmi güçlendirecek bir sonuç
veriyorsa, sosyalistler açısından bir hedef olarak savunulamaz. Yok eğer Demokratik Cumhuriyet
değil de Sosyalist karakterde, kapitalizmi tasfiye eden talepler ise, bunun nasıl zor olduğunu,
222
bekleyen tehlikeleri açıkça söylemek gerekir. Bu tehlikelere rağmen sosyalizm için çağrı
yapılabilir. Ama böyle bir hareketin de, bir propaganda grubu olmaktan başka şansı olmaz.
Bu çelişkiler gerçek hayatın, tarihin gidişinin ortaya çıkardığı çelişkiler. Bu çelişkilerle
yüzleşmeden bir sosyalist politika yapılamaz. Bu çelişkilerle yüzleşmekten kaçanlar, ya bu
çelişkilere teslim olup “sol liberaller” haline gelecekler ya da dünyaya gözlerini kapamış,
dogmatik, iman gücüyle yürüyen, evde kalmış yaşlı bakireler olarak ömürlerini
tamamlayacaklardır. Ve sosyalistlerin tüm yaratıcılıklarını yitirmesinin ardında bu çelişkilerle
yüzleşmekten kaçınmak yatıyor.
Tabii Demokratik Cumhuriyet talebi olmadan Türkiye’de somut politika yapmanın mümkün
olmadığı sorunu ortadadır. Buna dayanarak politika yaparsanız sonuçta kapitalizme hizmet
edersiniz. Yok, yapmazsanız fiilen bir hiç olursunuz. Muhalefet bu gerçek sorunu ortaya koyup
bir çözüm aramıyor. Demokratik Cumhuriyet talebine sahip çıkmıyor ve kimi demokratik
talepleri bir tür antikapitalist ve işçici sloganlarla çiftleştiriyor. Politik bir işçi hareketinin
oluşumunu engelliyor. Demokratik Cumhuriyet’ten söz ettiğinde de sanki o sosyalizme geçiş
olacakmış gibi ve o gerekçeyle savunuyor. Bu günkü dünyanın gerçeğine gözlerini kapıyor.
Çelişkiler bu kadarla da bitmiyor. Bu çelişkiyi örtmek yeni tutarsızlıklara yol açıyor.
Örneğin PKK da sosyalist olduğunu söyleyen bir örgüttür. Ancak Öcalan, ÖDP’den ayrılan
muhalefetten çok daha cesur ve dürüst olarak, köklü bir demokratik devrimin bu nesnel
sonuçlarını görmezden gelmiyor, açıkça böyle sonuçlar doğuracağını görüyor. Bu yokmuş gibi
davranmıyor. Aksine bunun sonuçlarını vurguluyor ve egemen güçlere bu sonuçları hatırlatıyor
ve onların en azından bu gerçek durumdan hareketle tarafsız veya hayırhah bir durum almasına
veya kendi içinde birliğini bozmasına çalışıyor.
Bizimkiler ise, sanki bu sonuçlar olmayacakmış gibi davranıp sosyalistliklerine toz
kondurmamaya çalışıyorlar. Tabii böyle olunca ciddi bir politika yapmaları olanaksız oluyor.
Ciddi bir politikacı, karşı tarafın güçlerini bölmek için en küçük bir olanağı değerlendirmelidir.
Bizimkiler anti-kapitalist olduklarından, bir yandan demokrasi için mücadele ediyorlar, diğer
yandan kapitalistlerin ne kadar demokrasiye karşı olduğundan söz ediyorlar. Tamam,
kapitalistlerin demokrasiyle başı hoş değildir ama onlar da aptal değildir. Bir demokratik ülkenin
nasıl iç ve dış pazarlarının büyüyeceğini, kendilerinin karları kadar işçilerin payına da bir şeyler
düşeceğini ve bunun kendi egemenliklerini daha da sağlamlaştıracağını pek ala biliyorlar ve
görüyorlar. Zaten bu nedenle adeta işçileri demokrasi için daha aktif bir mücadeleye çağırıyorlar
neredeyse.
Bizim ayrılan muhalifler ise, hem demokrasi için mücadele edecekler hem bu uğurda en tutarsız
güçleri bile kazanmak için çaba göstermeyip aksine karşıya itecekler. Ondan sonra da ciddi
politika yapmış olacaklar.
Ama bu politika ne kendilerine yarar verir ne de Kürt hareketine. Ayrıca bu durumda Kürt
hareketiyle ilişkileri de tutarsız olacaktır.
223
Kürt hareketi hem demokratik bir cumhuriyetin fiili sonuçlarını en tutarsız Türk kesimlerine bile
hatırlatarak onları en azından kazanmaya veya tarafsız kılmaya çalışıyor ama aynı zamanda
kendisinin sosyalist olduğunu da söylüyor. Bizce de onlar kendi inançları bakımından sosyalizme
ÖDP’den ayrılan muhaliflerden daha az inanmış ve inançlarında daha az samimi değiller.
Bu durumda, bizim Kürt Hareketi ile ittifakı savunan ÖDP’den ayrılan arkadaşların, Kürt
hareketini sosyalist olarak eleştirmeleri lazım gelir. Yani kendi yaptıklarını onlara önermeleri
gerekir ya da kendilerinin onlar gibi davranmaları. Eğer kendilerinin doğru bir politika
izlediklerini düşünüyorlarsa, Kürt hareketine demeliler ki, “Evet arkadaşlar biz de biliyoruz ki, en
köklü demokratik devrim bile, sosyalizme dönüşmediği takdirde, kapitalizmin gelişmesine ve
dolayısıyla burjuvazinin egemenliğine, dolayısıyla fiilen Türkiye’nin Demokrasi yayarak etkisini
artıran bir bölge gücü olmasına yol açacaktır. Ama böyle şeyler söylenmez. Yoksa
sosyalistliğimiz nerede kalır? Siz de söylemeyin ve burjuvaziyle ittifak etmeyin. Burjuvazi sizlere
yakınlaşsa bile onlara dirsek gösterin. Yoksa sosyalistliğimizin anlamı kalır mı?”
Bunu diyorlar mı? Demiyorlar. Peki, onların yaptığını yapıyorlar mı? Onu da yapmıyorlar. Çünkü
o zaman sosyalistliklerine halel gelir. Görmezden geliyorlar farklarını. Eğer PKK’yı sosyalist bir
örgüt olarak görüp bunları söylemiyorlar ve eleştirilerini dile getirmiyorlarsa PKK’ya da kötülük
ediyorlar. Onun yanlışını görüp kendini düzeltmesi için mücadele etmeyerek. Yok, eğer PKK’yı
sosyalist bir örgüt olarak görmüyorlarsa, bunu açıkça söylemeleri gerekir. Sadece bu da yetmez
tabii kendi programlarının da nerede farklı olduğunu söylemeleri gerekir. Ama bunu da
söylemiyorlar ya da söyleyemiyorlar. Çünkü özünde bir farkı yok. Tam deve kuşu politikası. Ve
bu politikalarla Türkiye’de Sosyalist Parti kurup Kürtlerle ittifakı savunacak bu arkadaşlar. Bizim
gibi bir sıradan vatandaşı nasıl ikna edebilecekleri epeyce merak konusu oluyor.
İşte ÖDP’den ayrılan muhalefetin temel zaafı burada. Onlar gerçek sorunlarla yüzleşmiyorlar.
Bunlara gözlerini kapıyorlar. Bunlardan bucak bucak kaçıyorlar ve sosyalist bir parti kurmayı ve
politika yapmayı bir takım görüşmeler yaparak bir takım isimleri bir araya getirerek yapılacak bir
iş olarak görüyorlar ve sosyalist politikayı da, sosyalizmin hayal olmadığından söz etmek ve
demokrasinin nesnel sonuçlarından hiç söz etmemek olarak anlıyorlar.
Ayrılan muhaliflerin hiç biri şimdiye kadar ÖDP’deki taktiklerle uğraşmaktan bu konuda bir
şeyler yazmadı. Onlar pratik insanlar, böyle teorik gevezeliklerle geçirecek vakitleri yok.
Biz ise, yıllarıdır, bu sonuçlara rağmen, bu sonuçları gizlemeden ve açıkça vurgulayarak
demokratik bir cumhuriyet için savaşmak gerektiğini ve bunun da bizim amacımız olan
sosyalizme yaklaşmak, yeryüzünden sömürüyü kaldırmak amacıyla doğrudan bir bağı olmadığı,
hatta bundan uzaklaştıracağı, ama tam da buna rağmen, tıpkı fazla ücret isteyen işçilerin grev
yaparken desteklenmesi gibi desteklenmek gerektiği, bu mücadelenin kendisinin küçük de olsa,
tüm zorluklara rağmen bir sosyalizm uğruna girişime cesaret etmeyi getirebileceğini söylüyoruz.
Bu sosyalizmin de bir ülke ile sınırlı olamayacağı, ancak tüm ulusçuluğu sorgulayan, ulusal
olanla politik olanın bağını kopararak, tüm ulusal devletleri içinden bölmeye kalkarak ayrı bir
224
uygarlık tasavvuruyla gerçekleşebileceğini söylüyoruz. Yukarıda ifade ettiğimiz sorunları ve
çelişkileri aşabilmek için önerilerde bulunuyoruz.
Demokratik Cumhuriyet programı ile Sosyalist bir programın farkını en açık ve çarpıcı şekilde
defalarca şöyle ifade ettik: Demokratik Cumhuriyet, ulusun tanımından etni, dil, kültürü dışlar,
onu hukuki olarak tanımlar ve tüm dil ve kültürlere eşitlik verir. Sosyalist bir program ise ulusal
olanla politik olanın çakışması anlayışını reddeder, bir ulustan olmayı tıpkı bir inançtan olmak
gibi kişinin bir inanç ve vicdan sorunu olarak koyar. Bu ise fiilen bütün insanlara ulusal devletleri
parçalama çağrısıdır.
Ve bu program insanlık için acil olarak gereklidir. Ama bu da, o fiilen bir tek ülkede bile etkili
olsa, bir dünya partisi ve dünya çapında bir program demektir. Artık ülke çapında bir sosyalist
program mümkün değildir. Çıkmazdan çıkışın tek yolu dünya çapında acil bir başka uygarlık
tasavvuru olabilir.
Muhalefetten hiç kimsenin, bırakalım bu önerileri tartışmak bir yana, yukarıda ifade edilen sorun
ve çelişkileri açık yüreklilikle ortaya koyup tartıştığını bile görmedik. Bu sorunları ve çelişkileri
açıkça ortaya koymak ise politika yapmanın alfabesidir bu günün dünyası ve Türkiye’sinde.
23 Ocak 2002 Çarşamba
225
Sorular ve Sorunlar
Bir sosyalist ile bir demokrat veya yurtsever arasındaki fark, sosyalistin sorunu, dünya çapındaki
mücadelenin; işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarlarının açısından; buna karşılık yurtsever
ve/veya demokratın, bunu ülkesindeki işçilerin, emekçilerin veya genel olarak ülkesinin
demokrasisi ve refahı açısından koymasındadır.
Türkiye’deki sosyalistlerin hiç birisi, ne yapılması gerektiği sorununu, gerek programatik, gerek
taktik düzede, dünya çapındaki mücadelenin; işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarlarının
açısından, onlara tabi olarak koymuyor ya da koyma çabasında değil.
Örneğin, benden bu yazıyı isteyen yayın organı da, kendini sosyalist olarak tanımlayanların bir
organı olmasına rağmen, sorunu, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin örgütlenebilmesi için
sosyalistlerin ne yapması gerektiği, nasıl bir birlik ve ittifaklar politikası izlemesi gerektiği
şeklinde koymaktadır.
Bizim bu soruya cevabımız çok kısa ve açıktır: ilk yapılması gereken, soruyu böyle sormanın
yanlışlığını görmektir; bunun bir sosyalistin hareket noktası olamayacağını göstermektir.
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez. Sosyalist olarak bu soruyu sorgulamayan her cevap
yanlıştır. Bu soru bir demokrat veya yurtsever açısından doğru ve anlaşılır bir sorudur, ancak bir
sosyalist açısından aynı durum söz konusu değildir. Ve işin ilginci, bu sorunun sosyalistlerce
sorulmaması nedeniyle demokratların sorularına doğru cevap vermeleri mümkün olmamaktadır.
Daha birinci Enternasyonalin tüzüğünde dendiği gibi, “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir
sorun olamayacağından” dolayı bir ülkeye ilişkin görevler ancak dünya çapındaki durumdan
hareketle belirlenebilir.
Her hangi bir ülkedeki demokratik mücadelenin başarısı 19. yüzyılda sosyalizme yaklaştırdığı;
yirminci yüzyılda ise fiilen sosyalist devrimlere dönüştüğü için, bu uzun dönem boyunca, her
hangi bir ülkedeki demokratik devrimin başarısının sosyalizmin dünya çapındaki başarısına
hizmet ettiği; ona yaklaştırdığının kabul etmek, pratik olarak bir soruna yol açmıyordu.
Ancak içinde bulunduğumuz bu günkü dünyada, bu ilişkinin mahiyeti değişmiştir. Ve sorunu
dünya işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarından hareketle koymamak, bu ilişkinin değişen
mahiyetini tartışmamak; dolayısıyla 19 ve 20. yüzyıla has varsayımları mutlaklaştırmak ve bu
günün dünyasını anlamamak sonucuna yol açmaktadır.
Sorunu bu günün dünyasında, bir ülkeyle sınırlı koyuş, sosyalistlerin kendi hakkındaki iddia ve
düşünceleri ne olursa olsun, yani kendilerinin ne kadar sosyalist olduğunu düşünürlerse
düşünsünler, fiilen demokrat ve yurtseverler oldukları anlamına gelir.
Türkiye’deki sosyalistlerin, kendi haklarındaki iddiaları ve düşünceleriyle gerçek durumları
arasındaki bu çelişkiyi göstermek ve en azından onları hiç tartışmaya yanaşmadıkları, bir
226
ülkedeki demokratik mücadelenin başarısının aynı zamanda dünya sosyalizminin başarısına katkı
anlamına geleceği varsayımını sorgulamalarını sağlamak, son yıllardaki teorik ve ideolojik
çabamızın özünü ve esas ağırlıklı kısmını oluşturdu.
Ne yazık ki, bir tek Türkiyeli sosyalistin dahi, bu sorunu tartıştığını görmedik. Bu olgu şunu
gösterir, Türkiye’deki sosyalistlerin istisnasız hepsi, kendilerini sosyalist sanan yurtsever ve
demokratlardır.
Çünkü bu sosyalistlerin hepsi, bu günün dünyasında, Türkiye gibi bir ülkede, ne kadar köklü ve
derin olursa olsun, bir demokratik devrimin ya da dönüşümlerin başarısının, dünya ölçüsünde
sosyalizmin zaferine hizmet etmeyebileceği; aksine bu ülkede yaşayan insanların yeryüzünün
imtiyazlıları arasına katılması sonucunu vereceği gerçeğine gözlerini kapamaktadır. Bu sorunla
yüzleşmekten; Demokratik Devrim ile Sosyalist Devrimin kopan bağı sorunuyla yüzleşmekten
kaçınmaktadırlar. Ama bizzat bu kaçınmanın kendisi, nesnel olarak bizzat bu kopuşun bir sonucu
ve ifadesidir.
Aslında, kendini sosyalist olarak tanımlayanların tartışmadıkları bu sorunun cevabı, onların
demokrasi ve yurtseverlik ufku içinde karşılaştıkları problemlerin açıklaması ve çözümünün
ipuçlarını da içerir. Çünkü Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin içinde bulunduğu çıkmazın
nedeni, tam da bu demokrasi ve sosyalizmin kopan ilişkisinde, bunun sınıfların birbirine göre
konumlarına ilişkin sosyolojik değişimlerinde ve bunun kavranılamamış olmasında yatmaktadır.
Biz ise, hem dünya ölçüsündeki mücadele bağlamında, hem de demokrasi ve sosyalizmin kopan
bağının sorunlarını çözme bağlamında programatik ve stratejik yaklaşımlar ortaya koyuyoruz.
Bunu en kısa ve özlü biçimde, ulusal olan ile politik olanın çakışması ilkesini reddeden başka bir
uygarlık programı olarak ifade ediyoruz. Birçok kereler yazılarımızda gösterdiğimiz gibi, bu aynı
anda, hem yeryüzündeki apartheid sistemine bir cevaptır hem de demokrasi ile sosyalizmin kopan
bağı sorununa bir çözüm.
Niçin böyledir? Çünkü, işçiler ve köylülerin önderlik ettiği bir demokratik devrim bile, kendini
sadece demokratik görevlerle sınırlayacaktır. Bu ise, İşçi ve köylü iktidarı altında bir kapitalizm
demektir. Türkiye gibi bir ülkede ise bu fiilen, zengin ülkeler arasına katılmış; fakirlerin kendine
katılma istemlerine karşı duvarlar ören; emekçilerin, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden
çıkarlı olmadıkları, tıpkı diğer gelişmiş ülkeler gibi bir ülke demektir. Yani Türkiye gibi bir
ülkede, demokratik devrimin başarısı, sosyalizme yaklaştırmaz, uzaklaştırır.
Bu sorunla yüzleşmeyen ve bu sorunu çözüm getirmeyen bir sosyalist parti, program veya
politika olanaksızdır.
Türkiyeli sosyalistler, bırakalım bu programatik ve stratejik cevapları bir yana, bu cevaplara yol
açan sorunları bile tartışmadığından, sosyalist olarak onlarla hiç bir ortak noktamız
bulunmamaktadır. Onlarla somut hedefler konusunda ittifaklar, iş birlikleri, güç birlikleri
yapabiliriz ama onlar aynı zamanda teorik ve ideolojik saldırımızın hedefi olarak kalacaklardır.
227
Bu bağlamda, Türkiye’deki sosyalistler olarak neler yapmamız gerektiği tartışmasını bile onlarla
yürütmek mümkün değildir. Çünkü onlar, bu sorunu Dünya proletaryasının genel ve tarihsel
çıkarı açısından değil, Türkiye ve veya Kürdistan açısından tartışmaktadırlar. Onlar Türkiye ve
Kürdistan’daki görevlerini, programatik ve stratejik hedeflerini, dünya ölçüsündeki görevlerden
hareketle belirleme gibi bir kaygı ve yöntemle hareket etmemektedirler. Muhtemelen, bu dergiye
yollanan yazıların hepsi de böyle tartışacaktır.
O halde, bizim Türkiye’deki sosyalistlerle sosyalist olarak programatik bir birlik gerektiren bir
biçim altında yer almamız olanaksızdır. Onlarla, temelden programatik bir ayrılığımız vardır.
Onlar ülkeye ilişkin programın dünya durumundan çıkarılacağı noktasından hareket etmemekte;
dolayısıyla demokrasi ve sosyalizmin bağının kopmuşluğu; yeryüzündeki apartheit sistemi gibi
konuları ise tartışmaya bile yanaşmamakta bunlara bir çözüm aramamaktadırlar. Bizim sosyalist
olarak sorunumuz ise, tam da onların tartışmaya yanaşmadıkları bu sorunlardır. Ortada iki farklı
dünya vardır. Ama işin ilginci, ulusal perspektifle tartıştıkları soruların ve cevapların anahtarı
tartışmadıkları dünyadaki değişmede ve somut olarak da demokrasi ve sosyalizmin kopan
bağındadır.
*
O halde, bizim açımızdan yanlış olan bu sorulara, doğru cevap vermemiz mümkün değildir,
bizim yapmamız gereken sosyalistlere sorunun yanlışlığını göstermektir. Eğer bizim açımızdan
yanlış olan bu soruya ve tartışmaya girersek, bu dışardan bir katılma olacaktır.
Demokrasi ve sosyalizmin bu kopan bağı, burjuvazinin demokratik dönüşümler karşısındaki
tavrında değişmeye; demokratik dönüşümlerden eskisi kadar korkmamaya yol açmıştır. Buna ek
olarak, burjuvazi bir yandan Doğu Avrupa’nın çöküşüyle 1848 devrimlerinde yitirdiği tarihsel
güveni kazanmıştır, diğer yandan, son kitlesel ayaklanma ve devrimlerin hepsinin gösterdiği gibi,
işçilerden ve köylülerden korkmasının yersiz olduğunu görmüş bulunmaktadır, çünkü işçiler ve
köylüler kendilerini demokratik görevlerle sınırlamaktadırlar. Bu da burjuvazinin demokratik
dönüşümler konusunda cesaretini arttırmakta; doğrudan sınıf olarak iktidarı elinde tutmanın en
ideal biçimi olan parlamenter demokrasiden yana bir tavır almasına yol açmaktadır. Dolayısıyla
artık burjuvazi, soğuk savaş döneminin, kendi emekçiler karşısında, güçsüzlüğünü örtmek için,
askeri diktatörlüklerin ardına sığınan klasik konumunu terk edip; ordunun elinden siyasi iktidarın
alınması, bir parlamenter demokrasi yönünde eğilim göstermesine yol açmaktadır. Bu da ister
istemez, Demokratik dönüşümlerin en büyük düşmanı ve engeli Ordu’nun egemenliği karşısında,
Burjuvazi ve demokratik güçlerin birbirlerine yakın konumlara gelmelerine yol açmaktadır.
Türk burjuvazisi, Kürtlere ve çeşitli dillere haklarını vermenin; geniş mahalli bir özerkliğin;
ordunun aşırı masraflarından kurtulmuş bir ekonominin Türkiye ve Orta Doğuda kendisine nasıl
geniş olanaklar açacağını görmektedir. Bir rastlantı değildir Boyner’in Yeni Demokrasi
Partisi’nden, TÜSİAD raporlarına kadar, burjuvazinin Kürt sorununda solun çoğundan daha
hassas bir tavır takınması. Bütün bunların hepsi son duruşmada, demokrasi ve sosyalizmin kopan
bağının bir ifadesidir.
228
Ama sosyalistler, sorunu dünya çapında koymadıkları, dolayısıyla demokrasi ve sosyalizmin
kopan bağıyla yüzleşmedikleri için, eski refleksleriyle burjuvaziyle yakın konumlarda
bulunmaktan rahatsız olmakta, bu sefer korkuyla ve kendilerine güvensizlikle, adeta bu
burjuvaziyi karşı tarafa itmek, dışlamak için, ittifaklar reddedilmekte, bir sosyalizm ve işçi
söyleminin ardına saklanılmaktadır. Kürt hareketinin bu ortaya çıkmış güçle ilişkileri, ona uzak
durmak için bahane edilmektedir.
Bu durumda, demokrasi cephesinde bir ters yüzlük olmaktadır. Burjuvazi, Kürt demokratik ulusal
hareketinin demokratik özlemlerine daha hassas bir tavır almakta; aslında kendileri yurtsever ve
demokratlar olan sosyalistler ise, sosyalist bir söylemin ardına gizlenerek, demokratik cumhuriyet
mücadelesinden yan çizmektedirler. Yüzleşmekten kaçındıkları programatik sorun ve çözümden
ittifaklar ve söylemde bir sekterlikle sıyrılmaya çalışmaktadırlar.
Türkiye’deki demokratik güçlerin bir araya gelmesinin önündeki en büyük engel bu sosyolojik
değişim ve onun sosyalistlerce kavranılmaması, kabullenilmemesidir. Ama sosyalistlerin bunu
kavrayama ve kabullenememelerinin nedeni de, aslında onların sosyalist değil, yurtsever ve
demokrat olmalarıdır. Programatik bir ayrılık ortaya koyamadıkları için, sınırlarını ideolojiyle,
sosyalizm söylemiyle çizmeye kalkıyorlar.
*
Çok açıktır ki, kendine sosyalist diyenler, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin gerçek
çekirdeğini oluştururlar. Ama bu sosyalistlerin durumuna bakarsak ne görürüz?
Şimdi bu kendini sosyalist sanan yurtsever ve demokratların, çok önemli bir kısmı, “ikinci
cumhuriyetçiler” ve genelkurmay arasında, bunların yedeği ve ideologu olarak bölünmüş
bulunuyor. Denebilir ki, eskinin burjuva sosyalizmi, şimdi Genel Kurmay ve burjuvazi arasında
paylaşılmış bulunuyor. O zamanların sol Kemalizmi veya Anti Emperyalizmi de Genel Kurmayın
ardında saf tutmuş durumda.
Bunların dışında, bu ikisine de mesafeli kalmaya çalışan, hala sosyalizm diyen geniş bir devrimci
demokrat denebilecek bir kesim var.
Bu kesimin önemli bir bölümü, sosyalizm, işçi ve emekçiler, antiemperyalizm gibi kavram ve
sloganlarının ardına gizlenerek, bir yandan doğrudan genelkurmayın egemenliğine karşı,
demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden kaçmaktadır; diğer yandan da “ikinci cumhuriyetçi”
denen liberal burjuvaziyle taktik ittifakların yollarını tıkamaktadırlar. Böylece bunlar da, fiiliyatta
genelkurmay egemenliğinin dolaylı destekçileri fonksiyonunu görmektedirler.
Devrimci demokrasinin Sosyalizm iddia ve sloganları, onun devrimci ve demokrat bir işlev bile
görememesine yol açmaktadır. Bunlar Kürt hareketini kendilerine rakip olarak görme
özelliğindedirler bir müttefik değil. Kürt hareketini bir nesne olarak görmek bu geniş sol kitlenin
temel özelliği. Örgütlü solun büyük çoğunluğu da bu durumda.
Bunların dışında kalan devrimci demokrasinin küçük bir bölümü, Kürt ulusal hareketinin
devrimci ve demokratik potansiyellerini destekleme eğilimi göstermektedir. Ne var ki, Kürt
229
Ulusal Hareketinin Demokratik Cumhuriyet stratejisi ve taktik esneklikleri, bunların Kürt Ulusal
Hareketine de mesafe koymasına yol açmaktadır.
Böylece, bu oldukça geniş kendini sosyalist sanan demokrat ve yurtseverler bloğundan, gerçekten
devrimci demokrasi işlevini görebilecek ve Kürt Ulusal Hareketinin destekçisi de olabilecek
marjinalin de marjinali küçücük bir güç kalmaktadır.
Bu küçücük güç ise, Kürt hareketine desteğini, onun başarısının, yani demokratik devrimin
sosyalizmi yaklaştıracağı klasik argümanına dayandırdığından, yani yazının başında sözünü
ettiğiniz, demokrasi ve sosyalizmin kopan bağı sorunuyla; programın dünya çapındaki
görevlerden çıkarılacağı sorunuyla yüzleşmediğinden; ancak kimi olgulara gözlerini kapayarak
veya Kürt hareketi içindeki sosyalistlere destek vermek gibi bir argümanın ardına gizlenerek
konumunu rasyonalize edebilmektedir.
Böylece Devrimci Demokrasi bayrağını taşıyacak, Kürtlerle de burjuvaziyle de komplekssiz
ittifak yapacak hiç bir güç kalmamaktadır ortada.
Açıktır ki, özüne inildiğinde, bunun nedeni kendine sosyalistim diyenlerin sosyalist değil
yurtsever ve demokrat olmalarıdır. Paradoks gibi görünebilir ama yurtsever ve demokrat çok
olduğu için demokrasi cephesi zayıf ve kurulamıyor. Ya da tersinden yurtsever ve demokratlar
kendilerini sosyalist sandıkları için. Ama bu şu demektir, aslında programını dünya ölçüsündeki
durumdan çıkaran sosyalistler hemen hemen hiç olmadığı için, yani sosyalistler olmadığı için,
demokratik güçler hiç bir şey yapamıyor.
Bir sorunu çözmenin yolu onun nedenlerini bilmektir. Nedenler böyle ortaya çıkınca ne
yapılabilir? Bu nedenlerin ortadan kaldırılmasına çalışılabilir. Bu ise elbette sosyalistlere karşı bir
aydınlatma çabası, bir ideolojik mücadeledir. Ancak bunların etkileri sınırlıdır ve çok uzun
vadede ortaya çıkarlar. Politik görevler ise beklememektedir.
Bu nedenlere rağmen bu solla bir şey yapılabilir mi? Sanmıyoruz. Bütün bu sol örgütlenmeler,
ideolojiler, bir müttefikten ziyade bir engeldir.
Sorunu nasıl bunları bir araya getiririz şeklinde değil, bunlar nasıl imha edilebilir, parçalanabilir
diye koymak gerekmektedir.
Dediğimizin anlaşılması için şöyle bir örnek verelim. Diyelim ki, İslamiyet’in doğuşunda olduğu
gibi, aşiretler çağını yaşayan bir toplum var. Herkes bir aşiretin üyesidir. Yeni bir toplumsal
sistem, o aşiretler bir araya getirilerek, yeni aşiret federasyonları vs. örgütleyerek başarılamaz.
Bunun tek yolu, başka bir ilkeye göre aşiretleri kendi içinden parçalamaktır. Aşiretlerin kan
kardeşliğine karşı, örneğin din kardeşliği, ya da Kürt ulusal uyanışında görüldüğü gibi bir Ulus
kardeşliği ilkesiyle karşı çıktığınız takdirde başka bir ilkeye göre yeniden bir mayalanma
başarılabilir.
Türkiye sosyalist örgütlerinin durumu, Kürt ulusal uyanışı ve İslamiyet’in doğuşu çağındaki
aşiretlere benzemektedirler. Onlar artık yeni bir şekillenmenin araçları olamazlar, birer
230
engeldirler, parçalanmaları gerekir. Demokrasi cephesi de onlarla değil, onlara rağmen
kurulabilir.
Hâsılı, Kürt hareketiyle dayanışma içindeki sosyalistleri bir araya getirmek, sonra da onların daha
geniş bir demokrasi blokunun içinde yer almasını sağlamak gibi, ilk bakışta çok makul gibi
görünen çözümler bu nedenle pratik bir geçerliliğe sahip değildirler.
Sorunun çözümü başka bir yerden aranmalı. Bu solu dağıtacak, dışından bir etki gerekiyor.
Toplumun derinliklerinden gelen ve sarsan bir etki.
Bu günkü sosyalist örgütler, dinozorlara benziyorlar. Dinozorlar kendileri doğal evrimle yok
olmadılar. Onları bir gök taşı yok etmeseydi, bu gün yeryüzünde hala memeliler ve insanlar
bulunmayacaktı. Bu göktaşının etkisi gibi bir etki gerekiyor, bu dinozorları silip süpürecek ve
memelilerin önünü açıp patlama yapmalarını sağlayacak.
Bunu bir kendiliğinden kitle hareketlenmesi sağlayabilir. Ama bizzat bu örgütlerin varlığı,
kendiliğinden hareketlenmenin önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Bu
durumda Kürt hareketinin demokratik güçlerin toparlanmasına yol açacak ve bu dinozorları en
azından güçten düşürecek bir girişim, Kadınların Kürt hareketinin siyasi örgütünde, demonstratif
ve provakatif bir biçimde tüm yönetim organlarında en azından yarısını almaları olur. Bu
Türkiye’yi derinden sarsar ve aşağıdan güçleri harekete geçirir. Aynı zamanda, Kürt hareketinin
içindeki radikal ve demokratik güçleri kuvvetlendirir ve girişkenliğin önünü açar. Yani
dinozorları öldürecek bir meteor düşmüş gibi olur.
Yanlış sorulmuş bir soruya, ya da yurtsever ve demokratların sorusuna, dışarıdan bir sosyalist
olarak, cevap ve önerilerimiz bunlar.
Demir Küçükaydın
22 Mart 2002
231
Eski Yaklaşımlarla Nereye Kadar?
“Eski yaklaşımlarla, eski siyasal kurumlarla artık Türkiye bir yere gidemez. Değişim, dönüşüm
ve yenilenme ihtiyacı vardır.” Bu sözler Özgür Politika’nın Pazartesi günkü Ufuktan köşesinden.
Benzer sözleri her yerde duymak ve okumak mümkün. Doğru söze ne denir?
Şimdi aynı önermeyi şöyle formüle edelim: “Eski yaklaşımlarla, eski siyasal kurumlarla Dünya
(veya insanlık) bir yere gidemez. Değişim, Dönüşüm ve yenilenme ihtiyacı vardır”. Bu önerme
de en azından yukarıdaki önerme kadar doğrudur, hatta yukarıdaki önermeden daha doğrudur.
Şimdi aynı önermeyi bir de şöyle ifade edelim: “Eski yaklaşımlarla, eski siyasal kavramlarla
dünyada sosyalist hareketler, ezilenlerin hareketleri bir yere gidemez. Değişim, dönüşüm ve
yenilenme ihtiyacı vardır.” Bu önerme de en azından diğer iki önerme kadar doğrudur.
Ama bu önermeler zincirinde, sürükleyici ana halka hangisidir? Türkiye, diyelim ki, Kürt
sorununa ve diğer sorunlara bir çözüm buldu, bu insanlığın eski yaklaşımlardan kurtulması
anlamına gelir mi? Hayır. Dünyada sosyalizm tekrar entelektüel ve kitlesel gücünü kazanmadan
eski yaklaşım ve kurumların aşılması söz konusu olabilir mi? Yine Hayır.
Demek ki, Türkiye’nin de, Dünyanın da eski yaklaşımlara tutsak olmasının kökeninde, dünyada
solun ve sosyalistlerin eski yaklaşımlara tutsak olması yatmaktadır. Sol bir yere gidemeyince,
Dünya da Türkiye de gidemez.
Ama ortada şöyle bir garip durum var. Türkiye’nin eski yaklaşımlarla bir yere gidemeyeceğini
söyleyen bir çok sosyalist, sosyalizm içinde eski yaklaşımları yıkmak için hiç bir şey yapmıyorlar
veya böyle bir sorunları yok, hatta eski yaklaşımları savunmaya devam ediyorlar.
Demek ki, Dünya’nın veya Türkiye’nin eski yaklaşım ve kurumlarla bir yere gidemeyeceğini
söyleyen, sürükleyici ana halka olarak dünyada sosyalist hareketlerin eski yaklaşım ve
kurumlardan kurtulması sorunun önüne koymalıdır.
Ama sosyalistler eski yaklaşımları sürdürürken, Türkiye ve Dünya’da eski yaklaşımların
aşılmasından söz etmeleri tam anlamıyla bir paradoks oluşturmaktadır. Çünkü eski yaklaşımları
sürdüren sosyalistler kendileri aşılması gereken sorunun bir parçasıdırlar.
Peki aşılması gereken eski yaklaşımlar nelerdir? En başta, yirminci yüzyıl boyunca sosyalistlerin
kanına işlemiş ulusalcı perspektif, uluslararası görevleri ulusal görevlerden çıkarma
perspektifidir. Burada her şeyden önce, ulusal ölçüdeki görevlerin evrensel görevlerden çıkacağı
şeklindeki perspektife geri dönüş gerekir. Bu olmadan eski perspektiflerden kurtulma yolunda hiç
bir adım atılmamış olur.
Bu temel koşul oluştuktan sonra ancak, eski yaklaşımlar evrensel düzeyde eleştirilip aşılabilir.
Bir küçük beldenin mahalli seçiminde aldığı bir kaç oyla güçlenmekten söz edenlerin anlamadığı
232
ve hiç bir zaman anlayamayacakları sosyalizmin gücünün aldığı oylardan değil, entelektüel
gücünden, açtığı ufuklardan geldiğidir.
Bir kaç örnek verelim. Sosyalistlerin dünyayı kırıp geçiren ulusal sorun konusunda, hala klasik
ulusların kendi kaderini tayin hakkı programından öte bir programları yok. Eğer bir benzetme
yapmak gerekirse, bu toprak reformu yapıp, köylüye toprak dağıtmak düzeyinde bir programdır.
Elbet köylülüğün feodal baskı altında olduğu ülkelerde toprak dağıtımı desteklenebileceği gibi,
ulusal baskının olduğu ülkelerde ezilen ulusların mücadelesi desteklenmelidir ama sosyalistlerin
bir de kendi programı olması gerekir, üretim araçlarından özel mülkiyeti dışlayan ve meta üretimi
yerine kullanım değerlerinin üretimini hedefleyen programın karşılığı olabilecek bir ulusal
program. Bunun karşılığı olarak ulusal alanda bir programı yoktur dünya sosyalistlerin.
Dolayısıyla insanlığa sunacağı bir perspektif de. Sosyalistler, en iyi durumda, dil ve kültürün
ulusun tanımından dışlanarak, tıpkı ABD’deki gibi ulusu yurttaşlıkla tanımlayan, ulus devleti
reforme eden bir talepten ötesine sahip değiller. Bunu isteyenler de sözüm ona, kendilerini
yenilemiş sosyalistler oluyorlar.
Halbuki, ulusun, kişinin bir inanç ve seçim sorunu olarak kabulü ve ulusal olanla politik olanın
çakışması anlayışının reddi, tüm dünya için yepyeni bir perspektif sunmakla kalmaz, tüm ulusları,
ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedenler ve etmeyenler olarak, dolayısıyla ulusal
devletlere son vermek isteyenler ve onları savunanlar olarak bölebilir. Böyle bir bölünme bile
kesin olarak sosyalizmin politik ve ideolojik inisiyatifi yeniden ele alması anlamına gelir.
Ya da başka bir örnek. Sosyalistler bütün dünyada, devletlerin haberleşme özgürlüğüne yönelik
saldırıları karşısında haberleşmenin veya özel hayatın gizliliği argümanıyla bir savunma
cephesinde yer alıyor. Kaçınılmaz olarak da sürekli mevzi yitiriyorlar.
Aslında burada burjuva uygarlığının, özel ve kamusal ayrımıyla düşünülüyor ve burjuvazinin
ufku içinde davranılmış oluyor. Sosyalistler, burjuva ideolojisini güçlendiriyor. Diğer yandan bu
tam anlamıyla bir devekuşu politikası. Devletler ve şirketler yurttaşların veya müşterilerin veya
çalıştırdıklarının her şeyini, donunun rengine hangi dişinin çürük olduğuna kadar bilirken, özel
hayatın gizliliği ilkesi ile bunlar başka insanlardan gizlenmiş oluyor. Asıl kendisine karşı
gizlenmesi gerekenler ise her şeyi biliyor ama onlar hakkında kimse bir şey bilmiyor.
Burada örneğin, sol özel ve kamusal ayrımını savunmayı bırakıp buna karşı çıkmalıdır. Tıpkı bir
köyde herkesin aşağı yukarı herkes hakkında her şeyi bilmesi gibi, Devletin ve her kurumunun,
her kuruluşun, her firmanın ve her kişinin her türlü bilgisi herkese açık olmalıdır. Bu sadece
devlet ve şirketlerin kesin kontrolünü sağlamakla kalmaz, modern toplumun anomimliğinin yol
açtığı suçlardan bile toplumun kendini korumasını da sağlar. Ama esas önemlisi, sosyalistler
böyle bir programla, kaybettiği ideolojik ve entelektüel üstünlüğü tekrar ele geçirir.
Ya da başka bir örnek. Yaşlılık ve hastalık sigortası gibi sosyal haklar işçi hareketinin önemli
kazanımlarından biri olagelmiştir. Ama işçi ailesinin henüz hala 19. yüzyıldaki gibi nispeten
büyük bir aile olduğu, insan ömrünün bu güne göre kısa olduğu zamanlarda bir ilerleme olan bu
talep, bu gün artık aşılmalıdır. Örneğin, insanların hayatları boyunca hem eğitim, hem çalışma
233
hem de dinlenmesini esas alan bir sistem savunulmalıdır. Yani kreşler ve yaşlı bakım evleri, daha
fazla emekli maaşlarının savunma mevzilerinden çıkılıp, yaşlıları ve çocukları kreş ve bakımevi
getto hapishanelerinden kurtarıp, insanı tüm sağlıklı yaşamı boyunca toplumun aktif bir üyesi
yapan bir sistemin kurulması için saldırıya geçilmelidir.
Bunlar öyle ilk akla geliverenler. Daha niceleri var. Sosyalistlerin dünya çapında böyle
yenilenmeleri, bu yenilenmeye uygun örgütlenmeleri olmadan ne Dünyada ne de Türkiye’de bir
yenilenme gerçekleşemez. Türkiye veya Dünyada eski olanı aşmak mı istiyorsunuz? İşe
sosyalizmden başlamanız gerekir.
20 Mayıs 2002 Pazartesi
234
Metaforlarla Konuşulursa
Bilim gerçeğin özünü anlamak için kavramların dilini kullanır, sanat ise imgelerin, hayallerin,
benzetmelerin, metaforların. Şimdiye kadar, dünya çapında apartheit; sosyalizm ve demokrasi
arasındaki bağın kopuşu; süreksiz devrim gibi kavramlarla açıklamaya çalıştığımız, dünyada
sosyalizmin karşı karşıya olduğu açmazı bir de metaforların diliyle anlatmayı deneyelim.
Türkiye’de toplumsal ve özellikle sosyalist muhalefetin kavramlarla; iç tutarlılıkla, analitik
düşünceyle ve teorik genellemelerle pek başı hoş değildir. Sanat, edebiyat her zaman daha fazla
ilgi görür. Bunda, solun esas kaburgasını oluşturan geniş kitledeki Alevilikten kaynaklanan
geleneklerin hiç de küçümsenmeyecek bir yeri olsa gerektir. Alevilik, uygarlığa bulaşmamışlığın,
sınıfsız toplumun, dolayısıyla yazıya dayanmayan sözlü kültürün alışkanlık ve eğilimlerini sol
politik kültüre de damgalamıştır.
Yazısız kültürün tarihsel geleneklerinin; düşünme ve algılama biçimlerinin sol politik kültüre
damgasını vurduğu bir ortamda; kavramsal ve teorik iç tutarlılıktan yola çıkarak bir takım genel
ve sorunları tartışmaya kalkmanın, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzediğini
bilmiyor değiliz. Hele bir de buna bakış açısından, problematiklerden doğan fark eklenirse,
konumunuzun, domuz eti satmaya benzeyeceği açıktır.
Bu farkı da şöyle açıklayalım. Biz diyoruz ki, sosyalist görevlerini, dünya işçi sınıfının zaferine
azami katkının nasıl olacağı noktasından hareketle belirleyebilir. Diğerleri ise kendi ülkeleri,
halkları veya işçi sınıflarının refahı, başarısı ve özgürlüğü açısından. Ve bu farkı, sanki pratik
politika ile, hayaller arasındaki bir farklılık gibi koyuyorlar.
Bu gibi koyuşun ardında şöyle gizli bir varsayım bulunmaktadır: bir ülkenin veya o ülkedeki
işçilerin, halkın demokrasi ve refaha erişmesi, dünya çapındaki mücadeleye azami katkının
yoludur. Böylece o refah ve demokrasiye ulaşan halk ya da işçiler, diğer ülkedeki kardeşlerine
daha fazla yardım etme olanağı bulacaklardır.
Bizim ise tartışma konusu yaptığımız, artık geçerli olmadığını söylediğimiz ve bir çıkış yolu
aradığımız tamı tamına bu gizli varsayımdır. Onlar ise bu gizli var sayımı tartışmayarak,
geçerliliğinin sürdüğü noktasından hareket ederek, pratik ve gerçekçi sosyalist politikacı
olduklarını iddia ediyorlar. Çünkü bu varsayım tartışma konusu olduğu an bütün verilerin onun
geçerliliğini tartışma konusu yapacağını biliyorlar, seziyorlar. Bu durumda, tek çıkış yolu kalır,
bu sorun yokmuş gibi yapmak; bu sorunu tartışmayı pratik görevlerden kaçmakmış gibi koymak
ve böylece kendi ulusalcılığını gizlemek. Savaşın kuralıdır, savaşı rakibin istediği koşullarda
kabul etmemek gerekir, elbette onlar buna uygun davranacaklardır.
Geçen haftaki yazımız, bazı tartışmalara yol açtı. Bunlardan birinde, Bağımsız Kıbrıs grubunda
bir tartışmacı, Bertold Brecht’in bir şiiriyle bizi şöyle eleştiriyordu:
“Eğer evin yanıyorsa hemen dışarı kaçman gerekir
235
‘acaba dışarısı soğuk mu
kalacak yer bulabilir miyim
karşıma bir kurt sürüsü çıkabilir mi
bir katil beni bekliyor mudur’
und so weiter
demenin anlamı yoktur,
bunlar kafanda olsa bile, bunlara karşı hayali bir politikan olsa bile
öncelikli işin yanan evden bir an evvel dışarı kaçmaktır”
Bu satırlar, Avrupa’ya girmek isteyen Türklerin ve Kürtlerin yüzde sekseninin veya Kıbrıs’ın
yerlisi Türklerin doksan dokuzunun duygu ve düşüncelerini; olaya yaklaşımını yansıtmaktadır.
Zaten biz de bunu tartışmıyoruz.
Ama, benzetmeye bağlı kalırsak, bizim dediğimiz ve bir çözüm aradığımız şudur: bu yanan evden
dışarı fırlayanlar, dışarı çıktıkları andan itibaren, diğer yanan evlerdekilerin dışarı çıkmasının
önünde engel olup, onları yanan evlerin içine hapsetmeye, dışarı çıkmalarını engellemeye
başlayacaklardır. Onlar ise, hele bir ben şu yanan evden çıkayım, diğer evlerin söndürülmesine o
zaman daha iyi yardımcı olabilirim demektedirler. Bizim dediğimiz ise, bunun belki 19 ve 20
yüzyıllarda geçerli olduğu ama artık geçerli olmadığı. Bütün verilerin bunun aksini gösterdiği.
Her gün birlerce insan bin bir yoldan Avrupa’ya girmeye, yanan evden dışarı fırlamaya çalışıyor.
Bu insanlar hudutlarda yakalanıp geri yollanıyor. Önlerine engeller koyuluyor. Eğer benzetmeye
bağlı kalırsak, yanan evin kapı ve pencerelerinden kaçmaları engelleniyor.
Kimileri de bunu ülke olarak yapmayı deniyorlar. Türkiye ve Kıbrıs’ta olduğu gibi örneğin. İkisi
arasındaki tek fark, Kıbrıs’ın yanan evden dışarı fırlamasına müsaade edileceği; hatta bunun
istendiği; Türkiye ve Kürdistan’da ise bunun engellenmesi. Bu engelleme de, demokrasi güçleri
zayıflatılarak yapılıyor. Örneğin en büyük demokratik örgüt, Kürt ulusal hareketi, terörist ilan
ediliyor. Yani o evin içinden çıkmak isteyenlerin camları, kapıları kırarak dışarı çıkmalarını
sağlayacağı, merdivenler, ipler, baltalar ellerinden alınıyor.
Batan bir gemi benzetmesi, belki çok daha gerçek durumu açıklayıcı olur. Zaten bunun aynısı,
Titanik batarken yaşanmıştır da. Ayrıca yanan evden dışarı çıkanlar, çıktıkları andan itibaren,
yanan ev benzetmesinin değil, dolu bir kayık benzetmesinin, bütün Avrupalılar veya Zengin
ülkelerde yaşayanlar gibi, kendi çıkarlarını daha iyi savunduğunu fark edeceklerdir.
Bir takım zenginler can kurtaran kayıklarındalar. Sularda boğulmakta olan binlerce insan,
kayıklara çıkarak ölümden kurtulmaya çalışmakta, kayıktakiler ise, kayık doldu diyerek; onları
tekmeleyerek tekrar suya yollamakta; tutunanların parmaklarını kesmektedirler. Bizim dediğimiz
kayığa çıkanların da, oraya çıkmayı başarırlarsa, ki bazılarına, örneğin Kıbrıs gibi, bu olanak
236
sağlanıyor, kayığa çıktıkları andan itibaren, kayıktakiler gibi davranacakları. Aksine
davranmaları için hiç bir neden olmadığı; Avrupalı işçilerin de aynı nedenlerle böyle davrandığı.
Bu Avrupa bağlamında söz konusu olan aynen Demokratik bir devrim için de geçerlidir. Yani
Demokratik devrim yapan bir Türkiye de, Tıpkı Avrupa’ya girmiş, Avrupalı olmuş bir ülke gibi
davranacaktır. Kendine sosyalist diyen demokratların anlamak istemediği ve sonuçlarını tartışıp
bir çözüm bulmaya yanaşmadığı budur.
İşte demokrasi ve sosyalizmin kopan bağı; süreksiz devrim, gezegen çapında apartheit vs. derken
hep dediğimiz budur. Sadece bu sorunu koymuyor buna ilişkin somut çözüm önerilerimizi de
yazıyoruz. Kendine sosyalist diyenler ise, bırakalım somut çözüm önerilerini, bu sorunu yok
sayıyorlar ve tartışmaktan kaçıyorlar. Ama bunu tartışmaktan kaçarak, sosyalist değil ama
demokrat olduklarını fiilen kanıtlamış olmuyorlar mı?
19 Haziran 2002 Çarşamba
237
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (1)
Yirminci yüzyılın başında, ışık hızının değişmezliğinin keşfi, klasik Newton fiziğini bir sürü
açmazla karşı karşıya bırakmıştı. Bu fiziği kurtarabilmek için, örneğin ışığı eser denilen
varsayımsal bir ortamda hareket ettiği gibi, bir çok payanda ile kavramsal binanın çöküşü
engellenmeye çalışılmıştı. Sonunda Albert Einstein’in, aslında son derece basit, sade ve estetik
özellikler taşıyan teorisiyle, bilinen bütün fiziksel süreçler, tekrar birbiriyle iç tutarlılığı olan bir
kavram sistemi içinde açıklanır oldu. Bu teori eskisini orasından burasından payandalarla
düzeltmiyor, eskisini de özel bir hal olarak içeren yepyeni bir sistem yaratıyordu.
Fizikteki bu değişimler bile, genellikle fizikçilerin yeni teoriyi kabulleriyle değil, eski teoriyle
yetişmiş fizikçiler kuşağının ölümlerle sahneyi boşaltması ve yeni teoriyle yetişmiş kuşağın
onların yerini alması biçiminde gerçekleşmektedir.
Fizikteki bu devrim, elbette toplumsal devrimlere benzer. Ama temel bir fark vardır. En azından,
kapitalizmin emek üretkenliğini arttırmak için doğa bilimlerinin gelişmesini desteklemesi
nedeniyle, idari ve fiziksel baskılarla teorideki değişimin gerçekleşmesi engellenmez. Tıpkı
geçliğine ulaşan bir insanın ergenlik sivilceleri çıkarması gibi, küçük bunalımlarla değişiklik
aşılabilir. Eski kuşağın sahneden çekilmesiyle, kuşaklar arası bir çatışma biçiminde değişim
gerçekleşebilir.
Ama sınıflı toplumda, egemen sistemi koruyan devlet denen sert bir kabuk vardır. Yeninin
doğumu ve kendini kabul etmesi zorla engellenir ve o da ancak yine o zoru parçalayan zorla
doğabilir. Zor bu anlamda doğumların ebesidir. Fakat konumuz bu değil, devrimci ya da sosyalist
teori ve stratejilerde bu değişim nasıl gerçekleşir? Çünkü toplumsal teoriler, bu teoriler üzerinde
yükselen program ve stratejiler de tıpkı fizikte veya başka her hangi bir doğa ve toplum
bilimindeki teoriler gibi, olayları sistemli bir biçimde açıklamakta zorlandıkları, eski teorileri
oradan buradan esnetme ve yamamalarla durumu idare edemeyecekleri bunalım dönemleri
yaşarlar. Bunların ortaya çıkış ve aşılma mekanizmaları nasıldır?
Bu gün dünyadaki sosyalist teori, program ve strateji, tam anlamıyla yüzyılın başında fiziğin
karşılaştığı türden klasik bir bunalım içindedir. Bu bunalımın eski sistemin yerini alacak daha
yeni ve başka bir teori, program ve stratejiyle aşılmasından başka bir yolu yoktur. Ama bunun
gerçekleşmesinin ek zorlukları vardır.
Fizikteki bunalımda, yeni teorileri ortaya koyan bilim adamları, her biri sistematik bir akademik
eğitim görmüş, görmese bile klasik fiziğin bütün kazanımlarını öğrenmiş, bilimdeki kavramların
iç tutarlılığı konusunda ortak bir kavrayış sahibi insanlardır.
Sosyalist teoride ise ilk şanssızlık burada başlar. Bunun okulları yoktur. Toplumun en alt ve cahil
tabakaları arasında yayılmak zorundadır. Ve nihayet insanlar şu veya bu sosyalist teoriyi, bilimsel
kaygı ve nedenlerle değil, pratik nedenlerle, onların teorik mahiyeti hakkında hiçbir bilgileri
238
olmadan benimserler. Problem sadece bu da değildir. Onu benimsedikleri an ve benimserlerken
de onu kendi kültürel, politik ihtiyaçlarına, farklı sınıfsal çıkarlarına uygun olarak çarpıtırlar.
Yeni kuşaklar, sosyalist teori diye, bu aslıyla ilgisiz şeyleri öğrenirler ve onların doğruluğundan
zerrece şüphe etmezler. Böylece, sosyalist bir teoride bir devrimin, gelişkin bir teorinin ortaya
çıkmasının koşulları minimuma iner. Yani aşağı yukarı, fizikçilerin fiziksel teorileri bilmedikleri,
dolayısıyla ondaki bunalımı da göremeyecekleri türden akıl almaz bir durum sosyalizm söz
konusu olduğunda gerçeğin anlatımı olur.
Örneğin en basitinden bir pratisyen doktor veya sıradan bir fizik öğretmeni olmak için bile, on
yılı aşkın bir teorik ve pratik eğitim gerekir. Genel teorik sorunlarda bir yazı yazmak için ise,
belli aşamalardan geçmiş olmak gerekir. Ama sosyalist teoride öyle değildir. Elinize kalemi alıp,
her konuda inciler döktürebilirsiniz. Kimse sizin sosyalist teoriyi kaynaklarından sistematik
olarak öğrenip öğrenmediğinizi denetleyemez. Ve örneğin belli bir politik etkisi olan bir örgütün
yayın organıysa bu, incileriniz yüzlerce ve binlerce militan tarafından bilimin son sözü olarak
kavranılacak ve öğrenilecektir. Ve bu mekanizmayla, çarpıtmaların çarpıtmaları beslediği,
bilgisizliğin kendini güçlendirdiği “kara delikler” ortaya çıkar. Bunlar öylesine bir çekim gücüne
sahiptir ki, adeta kurtuluş yoktur.
Ama bu soyut olarak anlatılan, aşağı yukarı evvelki yüzyılın sosyalist teorisinin problemidir. O
zamanlar, iyi kötü yine de sosyalist teorinin kaynaklarına hala bir şekilde ulaşma yolları;
yükselen işçi hareketinin açtığı kanallar vardır. Ama ekim devrimi sonrasında bürokrasinin
iktidarı ele almasıyla daha da korkunç bir durum ortaya çıkar. Bu teori fiziksel olarak tasfiye
edilir. Tasfiye edenler tasfiye ettiklerinin bayrağıyla yaparlar bu işi. Yeni kuşaklar, artık
sosyalizm ve teoriyle ilgisiz bu yeni inşayı sosyalizm diye öğrenir. Öte yandan, gelişmiş ülkelerin
işçileri nispeten imtiyazlı bir zümre olduklarından, buna karşılık, devrimci mücadeleler,
köylülüğün etkin olduğu geri ülkelere kaydığından, teorinin kaynaklarına yol açacak toplumsal
kanallar da tıkanır. Bütün sosyal hareketlere bunlar damgasını vurduğundan, orijinal teorideki
sorunlar ve varsa gelişmeler ancak çok özel koşullarda gerçekleşir. Böylece teori ve program,
politika, strateji arasında aşılmaz sınırlar oluşur.
Bu da geçen yüzyıldaki durumu anlatır. Bu bile gene iyiymiş. Ya şimdi? Kendine sosyalistim
diyenler, sosyalizm diye sosyalizmle ilgisiz çarpık bir teoriyi bilenlerdir. Bildikleri teorinin
bunalımını gördüklerinde, orijinali hakkında hiçbir fikirleri, metodolojik temelleri olmadığından,
karşı tarafa savrulurlar. Yeni kuşaklar için ise, sosyalizmin veya böyle bir teorinin zerrece değeri
yoktur. Bırakalım sosyalist teorinin sorunlarını tartışmayı bir yana. Böylece, sosyalist teorideki
gerçek sorunları, bırakalım aşmayı, tartışacak bir muhatap bile bulmak olanaksızdır.
Kaldı ki, artık teorik, metodolojik tutarlılık ile devrimci politika arasında bulunan derin ve özsel
bağlantılara ilişkin kavrayış ta bulunmamaktadır. Her türlü eklektizmi olağan ve meşru gören
anlayışın görünmez diktatörlüğü vardır. Sizin tamamen teorik ve yöntemsel kaygılarla, bir
yöntemsel yanlışı göstermek için verdiğiniz örnek, hemen güncel politikanın ölçüleri içinde
kendine zıt anlamlar kazanır. Müslüman mahallesinde salyangoz satar duruma düşersiniz.
239
Bir yanda savaş, bir yanda imha tehlikeleri vardır. İnsanların yoktur böyle şeylerle uğraşacak
zamanı. Onlar hala eski kurgular içinde, daha sıkı organizasyon, daha büyük irade ile bir şeylerin
düzeleceğini düşünürler. Örneğin Bloğun başarısızlığı, yeterince örgütlenememek, yeterince ciddi
çalışamamakla izah edilir. Kim o başarısızlığın, dünya çapındaki program ve teorisizlikle ilgisine
kafa yorar ki? Bu yöndeki vurgular, pratikle ilgisizlik, gökteki yıldızlarla uğraşmak olarak
görülür.
İşte bu koşullarda tutup da “Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi”nden söz etmek, ne
sosyalistinde ne de gayrı sosyalistinde zerrece bir yankı uyandırmaz. Kimse teoriyi
bilmemektedir, kimsenin teorik tutarlılık diye bir problemi yoktur ki, ışığın hızının sabit
olmasının bütün bilinen teoriyi alt üst ettiğini görebilsin. Böyle bir ortamda, dünya çapında bir
strateji değişiminden söz etmek iyice anlamsızlaşır.
Ama ne kadar anlamsız görülürse görülsün, eski teorik, programatik, stratejik sistemle bu günün
dünyasına tutarlı teorik açıklamalar getirmek ve bir program ve strateji oluşturmak, karşı güçlerin
saldırısını durduracak bir teorik savunma mevzii kurmak olası değildir. Bu nedenle, sosyalist
teori, program ve stratejinin, ilk bakışta pratik mücadeleyle ilgisizmiş gibi görünen, ama o
pratikte karşılaşılan sorunların aşılabilmesi için olmazsa olmaz olan sorunlarını gündeme almaya
çalışalım.
Savaş tamtamları çalarken, bu yöntemsel ve teorik sorularla ilgilenmek saçma görünebilir. ama
bu görünüş yanıltıcıdır. O savaşın daha da göze batırdığı ve batıracağı sorunların çözümü
yolunda ancak böyle adım atılabilir.
11 Aralık 2002 Çarşamba
240
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (2)
Geniş ezilen yığınlar dünya çapında bir strateji değişimini ayaklarıyla gerçekleştirmiş
bulunuyorlar. Bu anlamda sorun, yeni bir strateji ve program bile değildir. Fiilen var olan bu
hareketi, görmek, onun tarihsel ve siyasal anlamını kavramak, ona birleştirici ve bilinçli bir ifade
vermektir.
Her zaman böyledir bu işler, bilgelik kuşu akşamın alaca karanlığında her şey olup bittikten sonra
öter. Her zaman ezilen milyonlarca insanın sosyal, kültürel ve siyasi hareketleri, onların gerçek
toplumsal değişikliklere, en değme sosyologlardan, en değme istihbarat örgütlerinden daha önce
ve daha doğru tepki gösterdiğinin yeni bir kanıtını sunar.
Bir örnek. Çocukluğumda Ege köylüleri, zirai ilaçlar çıktıktan sonra, bitkilerdeki hastalıkların da
arttığından şikâyet ederlerdi. Buna karşılık aydınlanmış ve aydınlanmacı, ilerici ziraat memurları,
öğretmenler, kasaba bürokrasisi, köylülerin bu tepkilerini gericilik, “müspet ilimlere” gözünü
kapamak; ortaçağ kafasıyla düşünmek olarak tanımlarlar, onlarla alay ederler onları “fenni
usullerle” ziraat yapmaya zorlarlardı. Gerçekten de ilk bakışta bu aydınlıkla karanlığın kavgası
gibi görünürdü.
Aradan yarım yüz yıl geçtikten sonra bu günün dünyasından bakıldığında, o günün dünyasındaki
rollerin tamamen değiştiği görülür. Köylülerin dediğinin haklı olduğunu, çevre ve ekoloji
hareketleri ve onların dayandığı veriler kanıtladı.
Şimdi bu örneğe bağlı kalırsak, ellili yıllarda, köylülerin bu tepkisinin derin anlamını kavrayan ve
ona bilinçli ve siyasi bir ifade vermeye çalışan bir sosyalist hareket çıksa, bu gün her şey
bambaşka olurdu. Örneğin soyutlanmış örneğimize bağlı kaldığımızda, bu sosyalist hareket,
CHP’li ve “İlerici” aydın ve bürokrasinin aydınlanmacılığı karşısında “ortaçağ karanlığı”ndan
yana, “gerici” köylülerin tarafında yer alırdı. Bunun nasıl farklı sonuçları olabileceği tasavvur
edilebilir. Örneğin, böylece sosyalizmin hep üst ve aydın tabakalar arasında yayılmışlığı ve
onların eğilimlerinin aracı olması buna bağlı olarak, yoksulların zenginlere duyduğu tepkilerin
sosyalizme tepki biçiminde yansıması olmaz faşist ve dinci kanallara akan bu tepkiler gerçek
mecrasını bulurdu. Bunun gibi daha nice ters yüz oluşlar düşünülebilir.
Bu sadece Türkiye için değil, dünya için de böyledir. Benzer bir davranış gösterilse, yani
gerçekte var olan sosyal hareketlerin anlamını kavrama ve onlara bilinçli bir ifade verme
anlamında davranılsaydı, bu günün dünyasında, emperyalizme, karşı savaşın bayrağı İslam değil
Sosyalizm olurdu. Böyle bir dünyada insanlığın kurtuluş ve yaşama şansı çok daha yüksek
olurdu.
Bu çıkarsamaların da gösterdiği gibi, stratejik değişiklikler hayati önemdedir. Başlangıçta yanlış
koyulmuş bir strateji, o yanlışlığın sonuçlarının da nesnel koşullar haline gelmesiyle gerçek bir
gerçek hedefin bir aracı değil engeli haline dönüşür.
241
Şimdi bu günün dünyasındaki sosyalistlerinin ne yapması ve nasıl davranması gerektiğini yine bu
örneğimize bağlı kalarak formüle edersek, örneğimizdeki, ellili yılların dünyasının, aydın ve
bürokratların aydınlanmacılığına karşı, köylülerin “ortaçağ karanlığı” biçiminde görünen
eğilimlerini savunan ve onlara bilinçli bir ifade veren, hiçbir zaman var olmamış o sosyalistlerin
yapması gerekeni yapmaktır sosyalistlerin görevi.
Gerçekten de yer yüzündeki milyarlarca insan yeni bir stratejiye geçmiş bulunuyor. Tıpkı ellili
yılların ilaçlar çıktı hastalıklar çoğaldı diyen köylüleri gibi ilk bakışta saçma ve akıl dışı görünen
biçimlerde bu değişimi gerçekleştiriyor. Sosyalist düşüncenin yapması gereken aslında bunu
görmek, ona siyasi bir program kazandırmaktır.
Bu değişikliğin nasıl gerçekleştiğine dair tipik bir örnek verelim.
Geçen yüzyılda halklar, emperyalizme karşı başka bir strateji izliyorlardı, ona karşı bağımsız
devletler kurmaya çalışıyorlar, sınırlar çekiyorlar böylece özgürlük ve refahlarını yükseltmeye
çalışıyorlardı. Bu gerçek bir hareket olarak da vardı. Sosyalistler buna bir anlamda bir bayrak
sunmuşlar ve daha siyasi ve bilinçli bir ifade vermişlerdi. Ya da belki daha doğrusu, bu hareketler
sosyalist bir söylemi bayrak edinmişlerdi.
Ama bu günün dünyasında, milyarlarca insan, bu stratejinin iflas ettiğini, bununla bir yere
varılamayacağını kavramış ve bu yeni duruma uygun yani bir strateji geliştirmiş bulunuyor. Artık
emperyalist ülkelerden ayrıldığı, onunla arasına sınır çekmeye çalıştığı takdirde, bunun
kendisinin aleyhine olduğunu, bunu tam da karşı tarafın istediğini sezmiş bulunuyor. Bu nedenle,
Emperyalist ülkelerle arasındaki sınırları yok etmeye çalışıyor. Ne yapıyor? Milyarlarca insan, bu
sınırları kaldırmak için farklı biçimlerde aynı stratejiyi uyguluyorlar. Büyük bir bölümü, bireysel
çabasıyla Emperyalist ülkelere kapağı atmaya çalışıyor. Veya bunu ülkeler olarak yapmaya
çalışıyorlar. Örneğin Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyorlar. Veya kapatıldıkları gettoya gelen
zenginleri gelemez kılarak, yaşatmayarak başka bir yoldan bu dışlanmışlığa karşı hareket
geliştiriyorlar. Yani ister kapağı zengin ülkeye akmaya çalışsın, ister zengin ülkeden gelen turiste
karşı terör uygulasın, birbirine zıt gibi görünen bu hareketlerin hepsi, dışlanmaya karşı bir strateji
değişiminin ifadesidir. Geçen yüzyıldaki strateji, ulusal sınırlar koyarken bu yüzyıldaki o ulusal
sınırları kaldırmaya çalışıyor. Geçen yüzyıldaki ayırırken bu yüzyıldaki birleştirmeye çalışıyor.
Sadece ezilenler açısından değil, ezenler açısından da aynı değişiklik var. Emperyalistler geçen
yüzyılda sınır çekilmesine karşı bütün güçlerini harekete geçiriyorlardı, bu günün dünyasında
zengin ülkeler etraflarına aşılmaz fiziksel, hukuki, askeri sınırlar çekiyorlar. Zengin ülkelerde
dünün işçi partilerinin kaleleri, bu gün refah şovenizminin, ırkçı partilerin kaleleri.
Şimdi bu durumda, sosyalistlerin görevi nedir? Bu fiili değişikliği bilinçli bir programa
kavuşturmak ve dünya çapında siyasi bir hareket yaratabilmektir.
Örneğin, programatik olarak yeryüzünden sınırları kaldırmak acil bir programatik hedef olmak
zorundadır. Sınırlar artık gerici bir işlev görmektedir. Onlar emperyalist sömürüden kurtuluşun,
ırkçı baskıdan kurtuluşun araçları olmaktan çıkmış, aksine yeryüzü ölçüsündeki ırkçı bir sistemin
242
araçları haline gelmiştir. Yoksul insanlığın, zengin ülkelerin hudutlarının dışında tutulması
gerekir bu günkü sistemin sürdürülebilmesi için.
Ama bunu kavramazsanız nasıl dünya ölçüsünde bir program ve strateji geliştirebilirsiniz ki?
Mümkün değildir. Dünya ölçüsünde bir program olmadığından her hangi bir ülkede sosyalist bir
politika da mümkün değildir, çünkü tanımı gereği, sosyalist politika ve strateji, ancak dünya
ölçüsünde bir program ve stratejiye tabi olarak var olabilir.
Böylece ilk sonuç ortaya çıkıyor. Bu gün ne Türkiye’de ne de her hangi bir ülkede, sosyalist bir
parti veya hareket yoktur veya olamaz. Çünkü bu günün dünyasının sorunlarına bir cevap
oluşturan, gerçek var olan harekete dayanan ve onun siyasi bilinçli ifadesi olan bir dünya çapında
program ve strateji yoktur.
Şimdi böyle bir dünyada, kendine sosyalist diyen partiler, olmayan bir şeyi varmış gibi
gösterirler. Dolayısıyla daha baştan, sorunun doğru koyulmasının önünde bir engeldirler.
Görüldüğü gibi, dünya çapında yeni bir program ve strateji değişikliğinden söz ettiğiniz an, bu
gün var olan ve en devrimci ve solcu gibi görünenlerle bile konumunuz kökten değişir. Onlar
artık politik bir değişimin araçları olarak değil, bu politik değişim için gerekli strateji değişiminin
önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkarlar. Dolayısıyla dünya çapında bir strateji değişikliği
sadece genel ve geleceğe yönelik değil, bu gün yaptığınız, somut günlük politika ve taktiklerde
de baştan aşağı bir değişim anlamına gelir.
Hasılı dünya çapında bir strateji değişimini sorun etmek, aktüel politikanın taktiği ve eylemi
olarak, bu değişikliğin bizzat uygulamasından başka bir anlama gelmez. Yani strateji değişikliği
taktik ana halkadır.
18 Aralık 2002 Çarşamba
243
İmparatorluk
Her halde pek az kitap, yine bu kitapta geleceğin sosyal hareketi olarak vaftiz edilen orta sınıf
solcululuğunun birdan bire hit olmuş bir müzik parçasıymışçasına dilinden düşürmediği Negri'nin
"İmparatorluk" kitabı gibi, yayınlanışından çok kısa bir zaman sonra olaylarca tekzip edilmiştir.
İkiz kulelere vuran uçaklar ve ABD'nin dünya imparatorluğunu kurmak için başlattığı sefer, bu
kitapta öngörülen çoklu, merkezsiz, topraksız ve esnek İmparatorluk düzeni öngörüsünü de
havaya uçurmuştur.
Ama sade ce kitabı ve öngörüsünü değil, bu kitabı manifestosu olarak selamlayan ve bu kitapta
selamlanan tuzu kuru şehir orta sınıflarının "şenlikli" hareketleri de. ABD'nin Irak'ı işgaline karşı
çıkarken, Türk Ordusunun Kuzey Iraktaki fiili bağımsız Kürt bölgesini işgali konusunda ağzını
açmayan, ezilen ulusları ve üçüncü dünyayı bir nesne olarak gören hareketler de kısa zamanda
kendi sınırlarına toslayacaktır. Onlar bu günkü savaş karşıtı hareketin bileşim ve stiline
damgalarını vuruyorlarsa, bu onların hareketin geleceğinin tohumu değil, geçmişin kalıntıları
olduğunu gösterir. Çünkü bu savaş İmparatorluk kurma savaşıdır ve İmparatorluğa karşı savaş,
kapitalizme karşı bir savaş olarak var olabilir. Kapitalizme karşı program ise, bu Negri'nin
İmparatorluğunu manifestoları kabul edenlerin gündeminde yoktur.
Başlıktakı "İmparatorluk" sözcüğünün yarattığı çağrışımla, Negri'nin İmparatorluk kitabına ve bu
kitabın özne ve nesnelerine yapılan bu kısa değinme bir yana, içinde yaşadığımız dramatik
değişikliklerin birbirini izlediği şu günlerde, tarihin genel eğilimleri üzerine de, bizlerin bütün
enerjisini ve dikkatini yutan politik çabaların, evrensel gidiş içindeki yeri ve anlamı üzerine de
düşünmek gerekir. Öyle ki, bütün bunlarda, bizler bambaşka toplumsal dinamiklerin bilinçsiz
failleri olabiliriz. Tipik örnek 1968'dir, onu yaşayanlar kendilerine ve yaptıkları işin tarihsel
işlevine bambaşka anlamlar yüklüyorlardı ama aslında kapitalizmin kendini yenilemesinin
bilinçsiz araçlarıydılar. Geri ülkelerdeki kimi sosyalist hareket ve mücadelelerin, dünya tarihinin
genel gidişi açısından bakıldıklarında, o toplumlardaki modernleşmenin birer aracı işlevi
görmeleri gibi.
Antik tarih, bu gün yaşanan süreci anlamak için bazı ipuçları sunabilir.
Uygarlıklar kentlerde doğar. Kent ise, ilk orijinalinde topraktaki tarım üretimine dayanırsa da bir
kere ortaya çıkıp o düzenli ve büyük artı ürün temelinde ticaret başladıktan sonra, o ticaret
yollarının antrepoları, düğüm noktaları üzerine doğar. Ama her kent, örneğin klasik Grek
medeniyetinde olduğu gibi, başına buyruk bir yurttaşlar topluluğudur. Birbirileriyle rekabet ve
çekişme içindedirler. Bütün bu rekabetler ise, ticaret yollarının istikrarını bozar ve onları tehdit
eder. Bunun için, uygarlık varsa, ticaret, ticaret varsa, yollar, yollar varsa bu yolların emniyeti ve
bunun için de, bütün bir uygarlık alanında yolların emniyete alınması, yani bütün kentleri bir
siyasi bütün içinde birleştiren fetihler ve imparatorluklar ortaya çıkar.
244
İmparatorluğa egemen olanlar arasında olsa da, onun bütününde bir kentin yurttaşlarının eşitliği
yoktur artık. Her ulusa biçimsel de olsa eşitlik tanıyan Birleşmiş Milletler, hatta NATO bile
İmparatorluk ile bağdaşamaz. Merkezde, Roma yurttaşlarının hakları bakidir. Ama sınırlar
dışında eşitlik değil, hiyerarşi vardır. ABD'nin ele geçirdiği El Kaide savaşçılarını ABD
topraklarına sokmaması anlamlıdır. Topraklarında hukuk geçerliliğini sürdürmektedir. Onları
ABD toprağı olmayan, hiçbir ülkenin hukukunun da geçerli olmadığı Guantanamo'da tutması,
imparatorluğun mantığını tohum halinde gösterir. İmparatorluk kurulduğunda, ABD'nin dışındaki
dünya bir Guantanamo olacaktır.
İmparatorluklar sadece şiddete dayanmaz. Ele geçirdiği yerlere yollar ve düzen getirir ki ticaret
işlemeye devam etsin, elbet bunun karşıylığında onların artı ürününün önemli bir bölümüne de el
koyar. Belirli bir otonomi verilir, güçler sürekli olarak onların başında tutulmaz. Haraç verildiği
ve düzen bozulmadığı sürece gereksiz baskılara gerek duyulmaz. İsa'yı Roma valisine şikayet
edenler, kendi hemşehrileri Yahudilerdi; Sabetay Sevi'yi de Osmanlı Padişahına şikayet edenler
bizzat hahamlardı.
Eğer klasik uygarlıklarla analoji içinde konuşmak gerekirse, kapitalizm şimdi, antik uygarlıkların
kentler ve kentler arası rekabet dönemini geride bırakıp, imparatorluk dönemine geçiyor.
Kapitalizme geçebilmiş ulusal devletler bir bakıma, eski Yunanistan'ın, şehir devletleri gibidirler.
Hiç biri değimlerinin üzerinde kesin ve uzun bir üstünlük kuramaz. Kapitalizmin şimdiye kadarki
dönemi biraz böyle sayılabilir.
Ama bu biçim, dünya ticaretinin ve globalleşmenin bu günkü yaygınlık ve gelişmişlik düzeyinde,
artık giderek bir engel halini alır. Bu globalleşmeye uygun bir siyasi biçim de gerekir, bu biçim
bir tür modern imparatorluk olabilir. ABD'nin şimdi kurmaya çalıştığı buna uygun bir dünya
imparatorluğu düzenidir. Bunu bu gün ABD yapmasa, yarın Avrupa veya Çin yapmaya kalkmak
zorundadır. Kapitalizm varsa, tekniğin ve ticaretin böylesine geliştiği bir dünyada, hem rakiplerin
muhtemel tehditlerini ortadan kaldırmak, hem de ticaret yollarını emniyete almak için
imparatorluk biricik geçerli biçimdir.
Yani kapitalizm bir bakıma gerçek imparatorluk çağına geçiyor, şimdiye kadarki antik tarihin
şehir devletlerine karşılık düşen, ulusal devletler çağıydı. İmparatorluğun hiyerarşık yapısı bu
biçimleri ortadan kaldırmayacak, hatta pekiştirecektir. Çünkü imparatorlukların hiyerarşik yapısı
için, kendini denetleyen cemaatlere ihtiyacı vardır. Bu anlamda, ulusal devletler var olmaya
devam eder, ama onlar artık, bir imparatorluğun düzeninin araçları, denetim mekanizmaları
haline dönüşürler. Tıpkı antik uygarlıklardaki otonom cemaatler gibi.
Kapitalizmin bu imparatorluk ihtiyacı, zorunlu olarak bu günkü gibi bir kapitalist ülkenin
diğerlerinden teknik ve askeri bakımdan kat kat üstün olduğu bir durumu var saymaz. Bu somut
dünya tarihinin ortaya çıkardığı bir durumdur. İmparatorluk çağı, pek ala aşağı yukarı eşit güçteki
emperyalist birçok adayın bulunduğu bir durumda da karşılanabilirdi. Böyle bir durumda adaylar
arasındaki uzun ve sert çatışmalar onların gücünü tüketebilir ve bir imparatorluk kurulmadan
kapitalizm veya insanlık yok olabilirdi. Rastlantısal olarak, ABD'nin olağanüstü askeri gücü ve
245
teknik üstünlüğü, şimdiki verilere göre, kısa bir çatışma döneminden sonra bir dünya
imparatorluğu kuracağı izlenimi veriyor.
Bu imparatorluğun, klasik antik imparatorluklardan diğer bir farkı, kelimenin gerçek anlamında
bir cihan imparatorluğu olmasıdır. Eski dünyada, Akdeniz, İran, Hint ve Çin, her biri ayrı bir
dünyaydı ve bunların her birinin imparatorlukları vardı. Her imparatorluk aynı zamanda bir
uygarlık demekti. Ama bu günün küçülmüş dünyasında, Avrupa, Çin, Japonya gibi her biri ayrı
bir dünya olan imparatorluklar mümkün değildir.
ABD'nin Irak'ı işgalinin engellendiğini var sayalım. Bu kapitalizmin bir dünya imparatorluğuna
olan ihtiyacını azaltmayacaktır. Sadece güçlerin farklı bir dizilişinde imparatorluğun kuruluş
savaşları devam edecek demektir.
Ve yine klasik uygarlıklara bakarsak, bu imparatorluk kurma mücadelesinin sürdüğü, veya
kurulduğunda onun henüz stabilize olmadığı dönem, eşitlikçi hareketler için daha büyük
olanaklar sunmaktadır. Ama imparatorluk bir kere kurulup, stabilize olduktan sonra, direniş
bireysel ve mistik biçimlerde var olabilmektedir.
Kapitalizmin bu imparatorluk çağına girişinde, ABD'nin imparatorluğun en önemli ve biricik
adayı olduğu bir biçim nasıl bu sürecin kendisinin mantık sonucu ve zorunlu bir koşulu değilse;
Sosyalist hareketin de, böylesine dağınık, teorisiz ve programsız girişi de sürecin mantığının
zorunlu bir sonucu veya koşulu değildir. Tehlike, sosyalist hareketin, kendini toparlama fırsatı
bulamadan, (ki bu toparlanmanın ip uçlarını veren henüz hiçbir entelektüel canlanma yok),
İmparatorluğun kurulması, stabilize olması ve kurtuluşu bireyin içinde ve mistisizmde arayan bir
çağ ruhunun egemen olmasıdır. O zaman bu şimdi bulunduğumuz berbat yer bile, dizlerimiz
üzerinde sürünerek ulaşmaya çalışacağımız bir hedef olacaktır.
[email protected]
http://www.comlink.de/demir/
05 Mart 2003 Çarşamba
246
Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir Site
Tarihsel Maddecilik veya Tarihin Maddeci Anlayışı, konusu ve içeriğiyle toplumu ve onun
değişim yasalarını anlamaya çalışan bir bilimdir. Yani Toplum Bilimidir. Diğer bir deyişle:
Sosyolojidir. Bu gün Sosyoloji başlığı altında toplanan çeşitli tarih ve toplum teorileri ise,
özünde, Tarihsel Maddecilik adlı Toplum Bilimine karşı, gerçeğin özünü gizlemeye yarayan
bilim kaftanı giymiş İdeolojilerdir.
Tarihsel Maddecilik, içeriği ve konusu bakımından gerçek Toplum Bilimi olduğuna göre, onun
adının yanlış olduğu; zarf ile mazruf arasında bir uyum bulunmadığı ve hatta bu durumun kendisi
için bir handikap oluşturduğu görülür.
Toplum Bilime (Sosyolojiye) verilen bu Tarihin Maddeci Anlayışı (Tarihsel Maddecilik)
adlandırması, yani insanların varlıklarını bilinçlerinin değil, bilinçlerini varlıklarının belirlediği
önermesine ağırlık veren bu adlandırma, varlık ve bilinç arasındaki bu ilişkinin, yine bizzat bu
teorinin kurucularınca sürekli vurgulanmış ve fiilen uygulanmış olan, diyalektik niteliğine
gereken vurguyu yapmaz. Yani, son duruşmada, var oluş tarafından belirlenmiş bilincin, bir kere
ortaya çıktıktan sonra kendi bağımız evrimine ve var oluşu etkileyip değiştirmesine; yani ilişkinin
diyalektik karakterine gereken vurguyu yapmaz.
Bu bakımdan, “Tarihsel” ve “Maddecilik” kavramları ile karşılanan tarihin ve toplumun bu
bilimine, eğer yönteminin en temel özelliklerini içeren bir adlandırma yapmak gerekirse,
Maddeci ve Diyalektik Tarih ve Toplum Bilimi demek gerekir, diğer bir ifadeyle Maddeci ve
Diyalektik Sosyoloji. Ya da tersinden Toplumun Bilim (Sosyoloji), bir ideoloji değil bir bilim ise,
zaten diyalektik ve maddeci olması gerektiğinden, sadece Toplum Bilimi ya da Sosyoloji demek
yeterlidir. Sosyoloji diye bilinenler, yani Sosyoloji diye ortaya çıkmış onlarca Toplum ve Tarih
teorisi ise; son duruşmada, maddeci ve diyalektik olmayan yöntemsel çarpıklıklar içindedirler,
dolayısıyla ideolojilerdirler.
Böylece yaygın ve alışılmış biçimiyle adlandırmada, gerçeğin tam zıttı bir görünüm ortaya
çıkmaktadır. Toplumu kavramak için biricik yöntemsel temele sahip olan teori Toplum Bilimi
(Sosyoloji) adıyla anılmamakta, adeta sadece toplumun maddi hayatına mekanik ve tek taraflı bir
vurgu yapan bir isimle anılmakta, hatta o kendisine bu ismi yakıştırmakta; buna karşılık, onun
karşısındaki bütün sosyoloji ekolleri olarak tanımlanan ideolojiler, Sosyoloji genel başlığı altında,
sanki bir bilimin uzak sınırlarındaki farklı teorik açıklama denemeleriymiş gibi kavranılmaktadır.
Yani gerçekte sosyoloji olan bir ideoloji olarak, ideolojiler ise sosyoloji olarak adlandırılmakta ve
kavranılmaktadır.
Elbette sosyolojinin adının bile olmadığı çağda, bu bilimin kurucuları için ismin büyük bir önemi
yoktu ve öğretilerini o zamanın temel tartışmalarının atmosferi içinde yönteminin temelinin
sadece bir yönüne vurgu yapan bir biçimde adlandırmak, yani zarf ile mazruf arasındaki bu
uyumsuzluk, bu uyumsuzluk bilindiği sürece bir problem oluşturmuyordu. Bu gün bile doğa
247
bilimlerinde adlandırmaların Yunan mitolojisine göre yapıldığı bir bilimsel gelenek içinde, adlar
ile onların karşılıkları arasında doğrudan bir uyum aramak gerekmeyebilirdi.
Ama bu gün, metafizik ve mekanik sosyolojilerin ya da diğer deyişle toplumu açıklama iddialı
ideolojilerin, temsil ettikleri ve çıkarlarını savundukları egemen sınıfların maddi zaferlerinin
tadını çıkarıp, büyük bir gurur ve küçümsemeyle Tarihsel Maddeciliğe bir ölü köpek muamelesi
yaptıkları ve bu toplumsal zaferi kendilerinin teorik ve entelektüel bir zaferi gibi göstermek
istedikleri çağda, sadece adlandırmanın yarattığı yanlış yargı ve izlenimler bile çok ciddi engeller
oluşturmaktadır genç kuşakların bu biricik bilimsel toplum ve tarih öğretisiyle bir kontak
kurabilmeleri için.
Adlandırmadaki problem sadece bu kadar da değil. Bu Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum
Teorisi ya da kısaca Sosyoloji’nin göbek adı da, onu, antik uygarlıkların zirvesinde ilk kez
keşfetmiş ve Batı için bilinmez kalmış, İbni Haldun’dan ve birbirinden bağımsızca ikinci defa
keşfetmiş ve sonra bir araya gelmiş ilk iki kurucusundan birinin adına izafeten Marksizm’dir.
Çoğu kez uzun uzun “Tarihsel Maddecilik”, ya da “Tarihin ve Toplumun Maddeci ve Diyalektik
Teorisi” gibi sözleri sıralamak yerine kısaca “Marksizm” denmektedir. Bu ise karışıklığı iyice
arttırmaktadır. Çünkü Marksizm büyük ölçüde ve aynı zamanda siyasi ve felsefi anlamlara da
sahiptir. Böylece bu göbek adı da bu sosyolojinin bir bilim değil bir ideoloji, hatta bir din olduğu
kanısını pekiştirmektedir.
Kaldı ki, ortada Tarihsel Maddecilik veya Marksizm diye bilinenlere baktığımızda, Tarihsel
Maddeciliğin bir ideoloji olduğu izleniminin tamamen haksız olmadığı da görülür. Çeşitli sınıf ve
tabakalar, özellikle işçi aristokrasisi ve bürokrasisi ile köylülük ve küçük burjuvazi ya da deklase
olmuş burjuvazi Marksizm’in ya da Tarihsel Maddeciliğin gerek on dokuzuncu yüzyıldaki teorik
ve entelektüel zaferlerinin; gerek bu teoriyi bayrak edinmiş işçi hareketinin yirminci yüzyılın
başındaki toplumsal zaferlerinin etkisiyle, çıkarlarını ve eğilimlerini onun deyimleriyle
savunmanın yolunu aramışlardır.
Yani bizzat mekanik ve metafizik sosyolojiler, Diyalektik Sosyolojinin, yani Tarihin ve
Toplumun Diyalektik ve Maddeci teorisinin terminolojisini kullanarak, ama onun yönteminin ve
kavramlarının içeriğini boşaltarak ortaya çıkmışlardır.
Ve daha korkuncu, bu Tarihsel Maddecilik ya da Marksizm’e dayandığını iddia eden ideolojiler,
hem bürokratik işçi devletlerinin ve partilerinin; hem işçi bürokrasisiyle konumu ve çıkarı tencere
ve kapak gibi birbirine denk düşen deklase burjuva zümrelerin; hem de köylülüğe dayanan
devrimlerin ve partilerin muazzam maddi gücüne dayandıklarından, ortalıkta Marksizm diye
bilinen veya Tarihsel Maddecilik diye öğretilen de sadece neredeyse bunlar olduğundan, bu
görünüş apaçık bir gerçekmiş gibidir ve neredeyse gerçeğin özünün değişik olabileceği yönünde
hiçbir şüpheyi ve sorgulamayı çağırmaz.
Yani, sözde tarihin Maddeci ve Diyalektik anlayışına göre Tarih ve Toplumu açıkladığını iddia
edenler de öyle değildir; onun terminolojisi kullanan metafizik sosyolojiler, ideolojiler, hatta
skolastik tartışmalardan ötesine geçmeyen inanç sistemleridir.
248
Bu durumda şöyle bir manzara ortaya çıkmaktadır. Bir yanda üniversitelerin en azından biçimsel
akademik kriterlerine uygun araştırmalar yapan sosyolojiler vardır; diğer yanda biçimsel
akademik kriterlere bile uymayan, ya tamamen skolastik ya da belli çıkarları savunmak için
oluşturulduğu en parmağım gözüne sözde teorilerden ibaret Tarihsel Maddecilikler ortalığı
kaplamıştır. Böylece Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji buna karşılık sosyolojilerin bir bilim
olduğu türünden bir yargının görünüşte hiç haksız olmadığı da görülür.
Sadece bu kadar da değil, bu gün bütün dünya üniversitelerinin sosyoloji bölümlerini doldurmuş
sosyoloji teorileri ile Tarihsel Maddeci terminolojiyi kullanıp aynı işi daha ince yapan, aynı
metodolojik hatalara sahip teoriler arasında, gerçek Diyalektik ve Maddeci Sosyolojiye karşı bir
suç ve çıkar ortaklığı bulunmaktadır.
Nasıl, burjuvazi doğu Avrupa’nın bürokratik diktatörlüklerine sosyalizm diyor ve saldırıyor ve
böylece oradaki bürokratik diktatörlükler de bu saldırıları kendi sosyalistliklerinin delili gibi
sunuyor ve bürokratik diktatörlüklerin böyle sosyalist geçinmesi de, burjuvaziye bu kolay yemi
sosyalizm olarak gösterme ve böylece insanlığın hayalinden sosyalizm düşüncesini sürme olanağı
sağlıyorduysa öyle. Yani gerçekten Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum teorisi karşısında,
akademik Sosyolojiler ile muhalif akımları kapsamış Marksizmler, yani şu Tarihsel
Maddecilikler bir suç ortaklığı ve susuş komplosu içindedirler gerçek Tarihsel Maddeciliğe karşı.
Böyle bir ortamda, hele ortada hiç bir devrimci kabarış yokken, kim Tarihsel Maddecilikle
karşılaşabilir ki? Bütün bu engelleri ve susuş komplolarını aşıp karşılaşsa bile, bu karşılaşma, ya
metafizik ve mekanik, akademik dünyayı kaplamış doğrudan burjuva sosyolojilerinin ya da
Tarihsel Maddeci olduğunu söyleyen, politik olarak muhalif hareketleri kaplamış, metafizik ve
mekanik sözde Tarihsel Maddeciliklerin prizmasında kırılmış; onların yarattığı ve beslediği
yorum ve ön yargılarla dolu bir karşılaşma olacaktır.
Bütün bu engeller aşılsa bile, bu karşılaşma da hiçbir zaman dört başı mamur bir teori ile
karşılaşma olmayacaktır. Geçmiş düşüncelerin kalıntılarının, birer kör bağırsak veya kuyruk
sokumu gibi henüz var olmaya devam ettiği; içinde henüz adım atılmamış bakir alanlar bulunan;
bazı alanlarda katkıları yapanların aynı zamanda başka alanlarda büyük körlükler içinde olduğu,
bu “hatalı ürünlerin” ayıklamalarının bile yapılmadığı; henüz standart bir Giriş veya El Kitabı
bile bulunmayan bir teorik inşaat alanıdır bulacak olan.
Ve bu inşaat alanı şu sıralar neredeyse bomboştur. Çalışanlar ölmüş ya da oradan ayrılmışlardır.
Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji, “Uzak Batı”nın terk edilmiş hayalet şehirlerini; rezervler
tükendiği için terk edilmiş madenci kasabalarını andırmaktadır. Hala orada kalıp bir şeyler
yapmaya direnenler ise aklını kaçırmış meczuplar gibi görülürler.
*
Hâsılı, kurucularınca sadece birkaç temel kazığı ve yol gösteren ipi çekilmiş, bu yapılırken bile,
organik bütünlüğünün bir parçası olmamakla birlikte, burjuva uygarlığının kimi kalıntılarını
içinde bir kör bağırsak gibi taşıyan; daha sonra gelenlerce, kimi alanlarda geliştirilmiş ama bu
249
geliştirme de başka alanlardaki birçok yanlışlıkla bir arada bulunan, daha da ilginci onu
geliştirenlerin birbirlerinin katkılarını bilmedikleri, bütün bunlara ek olarak bu katkıların
tümünün neredeyse tarih öncesi şehirler gibi kat kat toprağın altında bulunduğu; arkeolojik
kazılarla yeniden gün yüzüne çıkarılması gereken bir bilimdir bu.
Bu genel ifadeleri birkaç örnekle somutlamayı deneyelim.
Kurucularınca “birkaç temel kazığı çakılmış ve yol gösteren ipi çekilmiş” derken, bir abartma söz
konusu değildir. Marks ve Engels, Tarihsel Maddeciliği ilk formüle ettikleri eseri, yani Alman
İdeolojisi’ni, önemli olan kendilerini aydınlatmayı sağladıkları için, yayınlamazlar bile. Kendi
deyimleriyle “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakırlar. Oradaki sonuçların uygulamasına
geçerler. Daha sonraki eserlerinin ve davranışlarının tamamı bunun uygulamasıdır. Örneğin,
Marks’ın hayatını verdiği Kapital, aslında, Tarihsel Maddeciliğin temel önermesine uygun
olarak, düşünceyi belirleyen varlığın, yani üretim ilişkilerinin, tarihin çok küçük bir dönemindeki
çok özel bir halinin, yani saf bir kapitalizmin analizine yöneliktir.
Yani burada henüz, ne kapitalizm öncesi, ne kapitalizmin somut tarihsel hareketi ve ne de hukuk,
politika, devlet, partiler, sınıflar, estetik, ahlak gibi “üstyapı”ları söz konusudur. Toplumsal
gerçekliğin gerek zaman içinde gerek toplum denen gerçekliğin yapısının tümü içinde çok küçük
bir bölümünün soyut bir analizi söz konusudur. Ve daha da kötüsü, bu soyut analizin bile çok
küçük bir bölümü yazılabilmiştir. Yani Marks’ın bütün hayatını verdiği temel eserinin yazılmış
bölümleri, tasarlananın çok küçük bir bölümüdür ve bu yazılan bölümler içinde de Marks’ın
yayınlayabildiği Kapital’in birinci cildi de yazılanların çok küçük bir bölümüdür.
Hasılı ilk taslağa uygun olarak bütün plan tamamlansaydı bile, ortaya çıkacak olan sadece
modern toplumun, o da Marks’ın yaşadığı dönemdeki üretim ilişkilerinin bir çözümlemesi
olabilecekti. Ama o sınırlı tarihsel dönemin bile, üst yapıları, (devlet, sınıflar, partiler, hukuk,
gelenekler, ahlak, estetik, sanat, felsefe vs. ) zaman zaman yeri geldikçe değinmeler içerse bile,
kendi bağımsız evrimleri içinde, birbirleriyle ve üretim ilişkileri temeliyle karşılıklı etkileriyle ele
alınmış olmayacaktı. Çünkü plan henüz bunları bile içermiyordu. Onlar gelecek kuşaklarca
genişletilip derinleştirilmesi gereken muazzam bir işin sadece ilk birkaç temel kazığını çakıp,
birkaç duvarcı sicimi gerebilmişlerdi. Herkesten daha fazla bunun bilincindeydiler.
Başka bir örnek. “Tarihin sınıflar mücadelesinin tarihi” olduğu bu öğretinin temel
önermelerinden biridir. Ama bu önermenin temel kavramı olan, Sınıf’ın bir tanımı ya da teorisi
bile yoktur kurucuların eserlerinde. Marks, Kapital’in yarım kalmış son bölümünde, “Sınıflar”
başlığını koyar, sadece genel giriş anlamında birkaç paragraf yazar. O kadar. Gerisi yoktur.
Toplum Bilimin bu durumu, aşağı yukarı, kütle, hız, ivme gibi temel kavramlardan birini net
olarak tanımlamamış bir fizikle kıyaslanabilir. Elbette kavramın bir uygulaması ve kullanımı
vardır büyük harflerle bir teorisi ve açıklaması yoksa da. Işığın ne olduğunu tanımlayamadan da
herkes ışığın ne olduğu hakkında bir fikre sahip olabilir ve örneğin optik alanında belli
ilerlemeler ve uygulamalar başarılabilir. Buradan hareketle bir ölçüde içeriği doldurulabilir.
Aşağı yukarı böyle bir durum söz konusudur sınıf kavramı örneğinde.
250
Kaldı ki, büyük harflerle bir sınıflar teorisinin formüle edilmiş olmaması, onun uygulamalarında
bunun fiili, örtük bir teorisi olmadığı anlamına da gelmez. Pek ala bu uygulamaların analiziyle de
bu teori formüle edilebilir. Ama bu, uygulama ve kullanımdan hareketle, bunların analiziyle,
kavramın faklı kullanımları ve içeriğinin daha dakik ve net olarak tanımlanması alanında da fazla
bir şey yoktur. (Sınıflar teorisi alanında, daha sonra gelen Marksistlerden, Kıvılcımlı ve
Troçki’nin, birbirinden bağımsızca ama birbiriyle ve Marks’ın öğretisiyle iç tutarlılık içinde
yaptıkları katkılar vardır. Ama bu katkılar da ortalığı kaplamış Tarihsel Maddecilik adlı mekanik
ve metafizik sosyolojiler nedeniyle bilinmez. )
Ya da teorinin kurucularınca da açıklamasının sınırlılığı noktasına dönersek. Alman
İdeoloji’sinden sonra Tarihin Maddeci Teorisi’nin yani Maddeci ve Diyalektik Sosyolojinin ya da
kısaca Sosyoloji’nin büyük harflerle bir teorisi, bir açıklaması denecek metinlere bakıldığında,
korkunç bir yoksulluk görülür. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’ndeki birkaç
sayfa, Marks ve Engels’in birkaç mektubundaki bazı bölümler. Aşağı yukarı hepsi bu kadar.
Lenin, Marks’ın bize büyük harflerle bir Diyalektik Mantık bırakmadığını ama “Kapital’in
mantığını” bıraktığını yazıyordu bir aforizmasında. Benzer şekilde, Marks-Engels, bizlere büyük
harflerle bir Tarihsel Maddecilik Teorisi bırakmadılar denilebilir. Bu teorinin uygulamalarını
bıraktılar. Bu uygulama ise, tarihin ve toplumun çok sınırlı alanlarına çok sınırlı bilgilerle bir
uygulamadır. Ve bu uygulamanın sistematik bir incelemesiyle bu uygulamalarda gizli bir
varsayım olarak var olan bu teorinin büyük harflerle bir teorisi de yoktur ortada; sonradan
gelenler bunu da yapmamışlardır.
Ama bu uygulama da saf değildir, içinde sadece olgulara ilişkin bilgilerden kaynaklanan sınırlılık
ötesinde, Marksizm’in içinden çıktığı, burjuva uygarlığının, özellikle aydınlanmanın, birçok
değer yüklü yargısını, onlar onun organik bir bileşeni olmasa bile, içinde taşır. Bu anlamda
arıtılması gereken bir tüvenan, bir ham madde gibidir bu uygulamanın kendisi de. Bu kalıntılar
onun içinde, tıpkı kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibidirler. Onun gerçek niteliği hakkında
bunlara bakılarak bir karar verilemez. Çünkü onlar onun organik bir bileşimini oluşturmazlar.
Aksine, onların bu öğretiden soyutlanması gerekir. Yani, Marksizm’in, özellikle Aydınlanmanın
etkilerinden, onun tasavvur ve değer yüklü yargılarından arınması gerekir. İlerleyen Bir Tarih
anlayışının ağırlığından “Tarihsiz Halklar” kavramına kadar birçok örnek verilebilir bu kuyruk
sokumlarına; bu arıtılması gereken pisliklere, kör bağırsaklara.
Ve işin ilginci, daha sonra Marksizm’i bayrak yapan metafizik ve skolastik öğretiler, hep bu
kalıntılara, temizlenmesi gerekenlere dayanmışlardır. Daha sonra Marksizm’in tarihi bir bakıma,
bu kalıntılardan arınmanın tarihidir. Çünkü Tarihsel Maddeciliğin kavramlarını kullanan
metafizik ve idealist sosyolojiler, hep bu geçmişin kalıntılarına, örneğin düzgün birbirini izleyen
aşamalarla ilerleyen bir tarih kavramına, dayanmışlardır. İlerleme kavramı büyük ölçüde evrimin
yerine kullanılmıştır ya da evrime ilerleme anlamı verilmiştir. İlerleme ise, baştan aşağı değer
yüklü, aydınlanmanın değerleriyle yüklü bir kavramdır. Dolayısıyla bunlara karşı teorik
mücadele ister istemez bu kalıntıların temizlenmesi mücadelesi de olmuştur. Ama bu mücadeleyi
251
yapanlar, yani Troçki, Kıvılcımlı, Walter Benjamin gibi sembolik isimleri sayarsak, Marksistler
olarak bilinmemektedirler. Dolayısıyla Marksizm diye öğrenilenler de, en otantik kaynaklara
gidilse bile, bir yığın kör bağırsakla birlikte öğrenilenlerdir.
Özetlersek, otantik kurucuların kaynakları bile göz önüne alındığında ortada gerçekten büyük
zorluklar vardır. Büyük harflerle bir teorinin, birkaç kısa değinme dışında neredeyse,
bulunmaması; fiili uygulamaların zaman ve alan olarak tarihin ve toplumun çok sınırlı bir
bölümünü kapsaması; bu uygulamadan yola çıkarak, sonra da büyük harflerle bir teorinin
çıkarılmadığı; bu uygulanan teoride geçmişin kalıntıları ve sınırlı verilerden gelen eksiklikler vs.
gibi çok ciddi sorunlar bulunmaktadır.
*
Peki arada geçen dönemde hiçbir gelişme yok mu? Elbette var. Ama bu gelişme de çok parçalı ve
karmaşık bir niteliğe sahip olduğu gibi, Marksizm olarak da bilinmemektedir. Bu gelişmeyi
sağlayan üç damarı ele alalım. Sadece bunlara bakarak bile bu gelişmenin bu karmaşık, parçalı ve
bilinmez niteliği gösterilebilir.
Kıvılcımlı, Troçki (Mandel) ve Benjamin’i (Frankfurt Okulu, Eleştirel Teori) ele alalım.
Bu üç sembolik isim de, bu gün dünyada kendini Marksist kabul edenlerce ve geniş çoğunluk
tarafından bilinen Marksizm içinde yer almazlar. Kıvılcımlı Türkiye dışında zaten bilinmez.
Türkiye’de bilindiği kadarıyla ise ekzantirik ama inançlı bir sosyalist olarak bilinir. Troçki küçük
bir akımın kurucusu olarak bilinir. Walter Benjamin ise bir edebiyat eleştirmeni, Alman filozofu
olarak. Şu an dünyada hiçbir örgüt ya da eğilim, Tarihsel Maddeciliği öğretirken, Marks, Engels,
Lenin gibi klasiklerin yanı sıra Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin’i okumayı tavsiye etmez. Tarihsel
maddeciliğe bunların yaptığı katkılar bilinmeden, onun nispeten gelişmiş son durumu hakkında
bir fikir sahibi olunamayacağını kimse söylemez.
Peki, bunların kimilerini bilenlerde durum farklı mı? Hayır. Öncelikle, bu sembolik isimlerin
birbirinin varlığından pek bir haberi yoktur. Bunların devamcısı olduğunu iddia edenlere gelince
durum daha da vahimdir.
Kıvılcımlı, kimi “doktorcular” denen sektlerce bilinir. Daha doğrusu bayrak yapılmıştır ama
yöntemsel olarak bilinmez. Açın bakın bu sektlerin yazdıklarına, bu satırların yazarı dışında,
Kıvılcımlı’nın teorik çalışmaları konusunda bir tek değerlendirme bulamazsınız. Bunlar için
örneğin Troçki, Benjamin aşağı yukarı küfür veya şeytan gibi bir şeydir.
Troçkistler de farklı sayılmaz. Kimi bir takım formülleri tekrarlamaktan başka bir şey yoktur.
Teoriye korkunç bir uzaklık vardır. Kıvılcımlı zaten bilinmez. Benjamin siyasi mücadele
pratiğinden uzak bir sol entelektüel damgasını yemiştir kimse okumaz ve ciddiye almaz. (Bir tek
Michael Löwy gibi, yazdıkları Troçkistler arasında da pek yankı bulmayanlar vardır. Yani
Troçkistler arasında bizim bir benzerimiz gibidir, ya da biz onun “Doktorcu” paraleli olarak
görülebiliriz. )
252
Peki, Frankfurt okulunun teorik mirasından haberdar olanlar için durum farklı mıdır? Hayır.
Onların çoğu akademik Marksizm’in labirentlerinde yolunu yitirmişlerdir. Bu okulun bu günkü
devamcısı sayılan Habermas, Alman ve Fransız burjuvazisinin ve reformizmin filozofuna
dönüşmüştür.
Ama bu sembolik isimlerin katkıları ve sağladıkları gelişmeler de, içlerinde arındırılması gereken
birçok unsuru barındırmaktadır. Kıvılcımlı politik olarak tipik bir Stalinist’tir. Teorik katkıları
bununla çelişmesine rağmen böyledir. Dolayısıyla bu teorik katkılarda, o politik yaklaşımların
etkileri de vardır. Troçki belki otantik Marksizm’e en yakındır ama onda da belli bir Avrupa
Merkezcilik ve İlerleme düşüncesinin etkileri hemen görülür. Örneğin, Ekoloji hareketinin
yaptığı katkılara dayanan bir eleştiri karşısında dayanacak durumda değildir Troçki’nin birçok
yazdığı.
İlerleme anlayışıyla güçlü bir kopuş içermesine rağmen, Benjamin’in düşüncesi Avrupa’nın
düşünsel geleneklerine ve tarihine fazlasıyla bağlıdır ve politik mücadeleyle ilişkisi oldukça
örtüktür. Teorinin içeriğindeki radikallik politik bir suskunlukla sağlandığından, dolayısıyla
felsefeye kaçışıyla Stalinizm’le belli bir uzlaşmayı yansıtır. Kıvılcımlı’da nasıl Tarih’e yönelmek
Stalinizm’le zımni bir uzlaşma anlamı da taşırsa, Frankfurt Okulu’nda da Felsefeye yöneliş,
politikadan uzaklaşma benzer sonuca yol açar. Teorik saflık ancak politikadan zorunlu veya
bilinçsiz bir uzak kalışla bir arada mümkün olabilmişti, bütün işçi hareketine Stalinist partilerin
egemen olduğu o dönemde. Ama bunların izleyicileri veya izleyicisi olduklarını söyleyenler, tam
da onların bu esas aşılması ve terk edilmesi gereken yerlerine bağlı kalmışlar, esas katkılarını ise
susuşa getirmişlerdir.
Yani Marksizm’in kurucularının başına gelen, bunların da başına gelir. Nasıl sosyal demokrat
partiler ve reformizm, Marksizm içindeki aydınlanmanın kalıntılarına, onda kendi özüne ait
olmayanlara dayanarak var oldu ve o urları geliştirdiyse, aynı süreç bu teorisyenlerin küçük
izleyicileri içinde de tekrarlanır. Onlar da onların içindeki arındırılması gereken yanlara
dayanırlar. Hem de daha korkunç bir biçimde. Marks-Engels sonrası dönemde yine de Marksizm
muazzam bir işçi hareketiyle canlı ilişki içindeydi. Hâlbuki bu sembolik üç damar, bir yükselen
işçi hareketi ve geniş aydınların sahiplenmesi gibi ona belli bir dinamizm kazandıracak güçlerden
de yoksundur. Küçük grupların evrenindedirler. Dolayısıyla onların düşünce ve davranışlarının
izleyicileri, bu mirasın içindeki en olumsuz öğelere dayanırken, tam anlamıyla bir skolastiğe
giderler. Tam anlamıyla bir tımarhane görünümü ortaya çıkar. Doktorcular, onun yönteminin
değil, Stalinizminin, skolastik izleyicileri ya da daha doğrusu dinsel cemaati olurlar. Troçki’nin
izleyicisi küçük gruplar onun katkılarının değil; eksiklerinin damgasını taşırlar. Benjamin’in veya
Adorno’nun en eksik yanı, Stalinizmle belli bir uzlaşmanın ifadesi olan politik mücadeleden
kopukluk, bu okulun izleyicilerinin temel karakteristiğidir.
Bunlar kısmen en saf katkıları yapanlar. Bir de Lukacs’tan, Blok’a, Gramsci’den Lefevbre’ye,
daha birçok adlar eklenebilecek, Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” çerçevesinde ele aldığı,
Tarihsel Maddeciliğin pek el değmemiş alanlarına (estetik, günlük hayat, politika öğretisi) el
253
atmış ama aynı zamanda politik mücadele ile de daha yakın bağ içinde bulunmuş, ama bu
nedenle de teorileri Stalinizmle bu uzlaşmanın etkileri nedeniyle daha fazla yabancı madde
içeren, tam bu nedenle de eserleri ve katkıları daha dikkatli bir arıtmaya tabi tutulması gerekenler
var.
Şimdi sadece Türkiye’de değil, dünyada şöyle bir etrafınıza bakın, bırakalım saf, arındırılmış
halini bir yana, şu arındırılması gereken haliyle bile hangi politize olan gence, hangi işçiye, hangi
örgüt Tarihsel Maddeciliği öğrenmesi için, bu yukarıda saydığımız isimlerin hiç olmazsa temel
önemdeki eserlerini öneriyor. Böyle bir örgüt, böyle bir çevre yok bu gün dünyada. Hâlbuki
Tarihsel Maddecilik, ancak toplumu değiştirme mücadelesinin yarattığı ihtiyaçlarla ilerleyebilir.
Ve ancak Tarihsel Maddeciliği bilenler bu değiştirme mücadelesinde, başarı kazanamasalar bile
doğru bir şeyler yapabilirler. Ama Tarihsel Maddecilik toplumu değiştirmeye kalkanlarca
bilinmez kalıyor; toplumu değiştirmeye kalkanlar Tarihsel Maddeciliği bilmiyor ve onunla
buluşmaları neredeyse olanaksız. Toplumu değiştirmeye kalkan radikalleşen gençler veya işçiler
ile Tarihsel Maddecilik arasındaki bu kopukluk, hem Tarihsel Maddeciliğin hem de bu
mücadelenin tam anlamıyla kısırlaşması ve kendini bile üretememesine yol açmaktadır.
*
Ama sorunlar sadece burada bitmiyor. Tarihsel maddeciliğe katkıları bağlamında buraya kadar
sözü edilen sembolik isimler yine de iyi kötü Marksizm’e bağlı isimler, yani kendilerini Tarihsel
Maddeci gelenek içinde tanımlayan isimler. Ama Tarihsel Maddecilik bakımından durumu daha
da karıştıran gelişmeler bulunmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğe en önemli katkılar, son yıllarda, Tarihsel Maddeciliği reddedenlerce
yapılmıştır. Çünkü Tarihsel Maddecilik diye bilinen, Tarihsel Maddeciliğin terminolojisini
kullanan metafizik sosyolojiler olduğundan, kendini Tarihsel Maddeci gelenekten görmeyen
birçok sosyolog, tamamen bilimsel kaygılara dayanan araştırmalarla, Tarihsel Maddeciliği
geliştirmişlerdir. Ya da burjuva sosyolojileri, tarihsel maddeciliğin, en boş bıraktığı, en zayıf
alanlara yüklenip bir üstünlük kurmaya çalışırken, ister istemez, Tarihsel maddeciliğin sahip
çıkabileceği katkılar yapmıştır.
Yani ortada yaygın Tarihsel Maddeciliğe rağmen; büyük ölçüde kendiliğinden, bilimsel
araştırmanın kendi iç dinamiklerinden doğan, Tarihsel Maddecilik karşıtı Metafizik Sosyolojiler
dünyasında görünen ve kendini de öyle tanımlayan Tarihsel Maddeciliğe katkılar vardır, Yani
Tarihsel Maddeciliğin özellikle son yıllardaki kimi kazanımlarını ancak onun karşıtlarının, daha
doğrusu karşıt olduğunu düşünenlerin katkılarından öğrenebilirsiniz. Bu biraz, Morgan’ın
Tarihsel maddeciliği bilmeden onu daha sonra Marks-Engels’ten bağımsız olarak, kendiliğinden
keşfetmesi ve uygulaması gibidir de.
Bunu bir örnekle somutlayalım. Örneğin Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi alanının Marksizm’in en
az gelişmiş alanlarından biri olduğu; daha doğrusu Marksizm’in bu konuda dişe dokunur bir
teorisi olmadığı, bir parça Marksizm’le haşır neşir olmuş aklı başında her Marksist’in kabul
edeceği bir gerçektir. Ama Tarihsel Maddeciliğin hiçbir sorun olmadan benimseyebileceği bir
254
ulus teorisinin temellerini, ayrıntılarda ne kadar düzeltmeler gerektirirse gerektirsin ve burjuva
sosyolojisinin sınırlılıklarını ne kadar içinde barındırırsa barındırsın, Ernest Gellner adlı bir
Tarihsel Maddecilik karşıtı bir sosyologa borçluyuz. Hatta bu ulus teorisinin temellendirildiği
bölümler, Tarihsel Maddecilikle polemik içinde onun eleştirisi biçimindedir. Ama biraz dikkatli
bir Marksist, bu eleştirilerin hepsinin aslında, Tarihsel Maddecilik namlı metafizik sosyolojilerin
eleştirisi olduğunu görür. Yani Tarihsel Maddecilerin yapması ve sahip çıkması gereken eleştiri,
Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde yapılmaktadır. Tarihsel Maddeciliği reddederken Tarihsel
Maddeciliğin özünü savunmaktadır. Yani biraz gerçeğin özüne yönelen burjuva sosyolojisi bile,
bilmeden Tarihsel Maddecilere rağmen Tarihsel Maddeciliği savunmaktadır.
Yani bir bakıma yer değiştirme söz konusudur. Nasıl metafizik teoriler Tarihsel Maddeci bir
terminoloji ile ortaya çıktılarsa, şimdi de tersi olmakta, Tarihsel Maddecilik, intikam almakta,
metafizik sosyolojiler görünümü altında kimi ilerlemeler kaydetmektedir.
Ya da son yıllarda, kadın hareketinin, ekoloji hareketinin, ırkçılık üzerine inceleme ve katkıları
göz önüne getirelim. Bu katkıların çoğu, Tarihsel Maddecilik bayrağı altında yapılmayan, hatta
çoğu kez ona karşı bir söylemle gerçekleştirilen, katkılardır. Örneğin Marks’ın temel eseri olan
Kapital’in sadece değişim değerini incelemesi Kullanım Değerini ihmal etmesi, teorinin özüne
ilişkin değil, sadece konunun kendisinin yarattığı bir sorundur. Somut bir toplumun analizi
elbette Kullanım değerini analize koymayı gerektirirdi. Ama yukarıda değinildiği gibi, Marks’ın
yaptığı somut bir toplumun analizi değil, soyut bir kapitalizmin analiziydi ve bunun da üretim
ilişkilerine ilişkin yanıydı. Burada Tarihsel maddeciliğin yöntemsel yanlışlığı değil, gelişmemiş
yanları, eksikliği söz konusudur.
Ya da Foucault’un adeta tarihsel maddeciliğe karşı ideolojik saldırının bayrağı haline gelmiş,
hastaneler ve hapishanelerin, yani kapitalist toplumda egemenliğin sadece devlet denen politik
baskı aracıyla sürdürülmediği; aksine bu egemenliğin günlük yaşamın her anında ve yerinde
olduğu; diğer bir deyişle maddi araçlar, kurumlar ve örgütlenme biçimlerinin bu egemenliğin bir
parçası olduğu ve tarafsız olmadığı anlamına gelen çalışmaları ve genellemeleri, Tarihsel
Maddeciliğin hiç korku duymadan, üstüne üstlük bir de “benim yapmam gerekeni yaptınız beni
yükten kurtardınız” diye teşekkür ederek sahiplenmesi gereken çalışmalardır. Hatta bu
çalışmaların İşçi Sınıfının önüne çıkmış, başka bir uygarlığı programlaştırmak sorunun
cevaplarının ipuçlarını içerdiği çok açıktır.
Marksistler bu işleri yapmaları gerekirken, bu yapılmamıştır ve şimdi bu katkılar Marksizm’e
karşı bayraklar altında yapılmaktadırlar ama Marksizm’e katkıdırlar. Hâsılı özler ve görünüşler
adeta tamamen birbirine zıt görünümler içindedir. Tarihsel Maddeciliğe katkılar, Tarihsel
Maddeciliğe karşı sosyolojiler ve akımlar içinde ortaya çıkıyor; Tarihsel Maddeciliğe karşı
ideolojiler, metafizik sosyolojiler Tarihsel Maddeciliği savunma biçiminde ortaya çıkıyor.
Özlerin ve görünüşlerin böylesine ters yüz olduğu bir dünyada kim Tarihsel maddecilikle
karşılaşabilir, onu tanıyabilir ve anlayabilir ki?
255
Görüldüğü gibi, Tarihin Maddeci Öğretisinin, kör topal, darma dağınık, yukarıda kısaca değinilen
ilerlemelerle ulaştığı durum bile önümüze birçok devasa görevler koymaktadır. İlk kurucularının,
uygulamalarında içkin teorinin, kör bağırsaklarından arındırılması, formülasyonu; sonra buna o
gelenek içinde yapılan katkılara aynı işlemin uygulanması, daha sonra burjuva sosyolojileri
çerçevesinde yapılan katkıların sistemleştirilmesi gibi muazzam, birkaç kuşağın enerjisini
yutacak görevler ortada durmaktadır.
Yani Tarihin Maddeci anlayışının kendisinin bizzat muazzam bir teorik çabanın konusu olması
gerekir ki, Tarihsel maddeciliğin bu gün bulunduğu yerin bir bilançosu çıkarılabilsin.
Ve bütün bu işlerin yapılması aslında Tarihsel Maddecilikte bir gelişme anlamına da gelmez,
sadece şimdiye kadar yapılmış, başarılmış, dağınık olanın toparlanması, sistemleştirilmesi,
arındırılması gibi işlemlerdir. Ama sadece bu bilanço, bu derleme, bu “El Kitabı” ya da “Giriş”
hazırlama çabası ya da Büyük harflerle bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” veya “Diyalektik ve
Maddeci Sosyoloji” bile muazzam bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu gerçekleştiğinde,
tarihsel maddecilikte bir ilerleme sağlanmış olmaz, sadece Topluma İlişkin bilimin durumu
hakkında bir bilgimiz olur. Hâlbuki bu teori geliştirilmeyi beklemektedir. Hem olgular yığını
muazzam ölçeklerde arttığı için hem de toplum hızla değiştiği için.
*
Olgular bilimin ham maddesidir. Bilim onları kavramlar aracılığıyla işler. Olgular hakkındaki
bilgilerimiz ise, müthiş bir hızla, katlanarak artmaktadır. Düşünün, Marks ve Engels, Tarihsel
Maddecilik teorisini ortaya attıklarında, insanlığın tarihi eski Yunan ve Roma’dan başlıyordu.
Çin ve Hint tarihi büyük ölçüde onlar için bilinmezdi. Daha sonra öğrendikleri Tarih öncesi
hakkındaki bilgi ise, Morgan, Beachefon gibilerle sınırlıydı. Bu çok sınırlı alanın çok sınırlı
bilgisinden yola çıkarak bu teorinin temel kavramları belirlendi. Hatta teorinin temel
kavramlarının çoğu, esas olarak, batı Avrupa tarihinin son birkaç yüz yılından çıkmıştı.
(Jakobenizm, Bonapartizm gibi kavramlar göz önüne getirilsin. )
Daha sonra Kıvılcımlı’nın Sümer’den beri gelen 5000 yıllık tarihe dayanarak bu teoride başardığı
bir gelişmeden söz edilebilir. Ama Kıvılcımlı’nın dayandığı veriler ise, eni sonu 1950’lerin ve
altmışların dünyasının sonuna kadar geliyordu. Sadece o dönemden bu güne, bu tarih ve tarih
öncesi hakkındaki bilgilerimiz birçok kez katlanmış bulunuyor.
O zaman şu soru ortaya çıkar: “Bu yeni bilinen olgular, Tarihsel maddeciliğin Kavram sisteminde
ne gibi zorluklar yaratmaktadır? Varsa bunlar nelerdir? ”
Soruyu böyle soran ve cevap arayan gördünüz mü? Maalesef yok. Hâlbuki ister PaleontolojiBiyoloji (Canlılar Tarihi) ister Astronomi ve Fizik (Evrenin Tarihi) aynı dönemde, olgular
yığınında benzer bir çoğalmanın yarattığı birçok teorik sorunla karşılaştılar ve bunları çözmeye
yönelik yeni teoriler ortaya koydular. Sosyoloji (Toplum Tarihi) bakımından durumun farklı
olabileceğini nasıl söyleyebiliriz ki?
256
Görüldüğü gibi, ortada sadece Tarihsel Maddeciliğin bir bilançosunun çıkarılması, bir el kitabının
hazırlanmasından öte, gerçekte onun yapması gereken devasa bir iş bulunmaktadır, bu teorinin
eldeki yeni zengin veriler ışığında tekrar kontrolü; eğer gerekiyorsa yeni teorilerle desteklenmesi
veya eski teoriyi de özel bir hal olarak içeren yeni ve daha gelişmiş bir teorinin formülasyonu.
Böyle bir teori, ya Newton ve Relativite fiziği arasındaki gibi, Marks’ın teorisini Newton fiziği
gibi, özel bir hal olarak içeren, bir tür Tarihsel Maddeciliğin “Rölativite” teorisi gibi bir gelişme
olabilir ya da Darvin’in teorisi ile DNA teorisi gibi; DNA’nın keşfi Darvin’in teorisini
doğrulamış ama onun işleyiş mekanizmalarını anlama olanağı sağlamıştır. Benzeri türden,
toplumsal değişimin mekanizmalarını açıklayan ama daha derine inen teorik katkılar olanağı ve
gerekliliği olabilir. Belki bunların hiç birine de gerek yoktur. Bilmiyoruz, çünkü ortada sorunu
böyle koyan veya böyle koyup çalışan yok bu terk edilmiş madenci kasabasında.
Toparlarsak, tarihte gerçekleşmiş olanlar hakkındaki olgular yığını içinde bildiklerimizin
işlenmesinde durum bile böyle umutsuz. Ama zorluk burada bitmiyor. Toplumun ne canlılar ne
de evren tarihiyle kıyaslanamayacak; onlarda pratik olarak olmayan başka bir yanı var.
*
Evrende değişimler yüz milyonlar, milyarlarca yılda gerçekleşiyor. Dolayısıyla astronominin
doğuşundan beri, evrende bir şeyin değişmediğini veri kabul edebiliriz. Bilgimiz sadece zaten var
olanlar hakkında derinleşmekte; zaten var olanlar hakkında daha fazla bir veriler yığını
birikmektedir. Bilmediğimiz yeni olgunun bu kadar kısa zamanda ortaya çıkması mümkün
değildir. Birkaç yüz hatta bin yıl evrenin tarihi bakımından, toplum tarihindeki birkaç saniye bile
değildir. Bu bir saniyede maddenin yeni var oluş biçimlerinin rotaya çıkması söz konusu değildir.
Olsa bile bunu algılamak fizik olarak mümkün değildir.
Canlılar tarihi bakımından da, durum böyle kabul edilebilir. Biyoloji ve paleontolojinin
doğuşundan yani şu birkaç yüz yıldan beri, hatta neolitik devrimden beri yeni bir türün ortaya
çıkmadığını kabul edebiliriz. Biyolojik değişimler yüz binlerce yıl gerektirir.
Ama toplumda böyle değil, toplumun değişim hızı, onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktür.
Tüm insanlık tarihi, biyolojik ve astronomik tarih göz önüne alındığında, bir göz açıp
kapayıncaya kadar zamandır. O göz açıp kapayacak kadar zamanda, insanlık, bir yığın üretim
biçimini yaşamıştır. Yani birkaç yüz yıl içinde evrende maddenin yeni bir var oluş biçimi ya da
yeni bir tür çıkmaz ama pek ala birkaç uygarlık yıkılabilir, birkaç üretim biçimi değişebilir.
Ama sadece bu kadar da değil, toplumsal değişimin zaten hızlı olan hızı da artmaktadır. Teknik
buluşlar ve onların geniş uygulanması, bunların ekonomi, kültür, politika vs. üzerindeki etkisi,
baş döndürücü bir hızla, moda deyimiyle “gerçek zamanda” gerçekleşmektedir. Binlerce yıl
boyunca, kapitalizm öncesinde, ilk uygarlığın doğuşundan, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar,
insanlığın, bu günkü hıza göre neredeyse bir kaplumbağa hızıyla değişimi söz konusudur. Ama
son beş yüz yıldır, artan bir hızla değişim sürmektedir. Yani sürekli yeni “canlı türleri” maddenin
257
yeni “var oluş biçimleri” ortaya çıkmaktadır. Bu astro fizikte ya da biyoloji-paleontolojide
olmayan bir sorundur.
Ve bunların incelenip anlaşılması pratik bakımdan, olmuş olanlar hakkındaki olgular yığınının
incelemesinden çok daha büyük bir öneme sahiptir. İnsanlar bu hızla değişen dünyada, sürekli
yeni “türlerin”; “maddenin yeni var oluş biçimlerinin” ortaya çıktığı bir dünyada yaşıyorlar ve bu
yeni ortaya çıkanların onların hayatı üzerindeki etkisi, daha önce var olanların etkisinden aşağı
değil. Bu Toplumun Bilimine has ek bir sorunlar yaratmaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin bir astronomi gibi, bir paleontoloji gibi bilançosunun çıkarıldığını,
sistematik hale getirildiğini; ayrık otlarından temizlendiğini; var olanlar hakkındaki bilgi ile
teorinin sürekli kontrol altında tutulduğunu var sayalım. Ortaya çıkan ek zorluk sürekli yeni
fenomenlerin ortaya çıkmasıdır. Bunların görülmesi, kavranılması, anlaşılması ve açıklanması
gibi çabaların kendisinde, bütün ek problemlerden ve sapmalardan soyutlanmış olarak düşünsek
bile, olgu ile onun anlaşılması arasında ciddi bir zaman farkı ortaya çıkmaktadır. Bu zaman farkı
ise, (Tarihsel Maddecilik son duruşmada, toplumu değiştirme iddiasındaki insanların bir
mücadele aracı olarak iş göreceğinden), onun bu işlevini görmesini ek olarak güçleştirmektedir.
Hegel bu soruna, Minerva’nın kuşu akşamın alaca karanlığında öter diye değinmişti. Yani bizler
olaylar olup bittikten sonra, sonuna doğru olup bitenin ne olduğunu anlamaya, ayaklarımız suya
değmeye başlardı. Ama bu günün bitişi ile kuşun ötüşü, olgu ile onun anlaşılması arasındaki
makas da giderek açılmaktadır. Yani kuşlar artık gün biterken, akşamın alaca karanlığında değil,
ertesi gün ya da birkaç gün sonra ötebiliyor. Yani biz daha olguları anlamaya uğraşırken,
toplumsal pratik bakımından onlar olaylarca aşılmış bulunuyorlar.
Örneğin Kültür sosyolojisi alanında bu son yıllarda çok açık görülüyor. Her hangi bir davranış
kotu, müzik veya giyimin anlamını sosyologlar daha araştırmaya başlarken, verileri toplanıp
sınıflanmaya çalışılırken, birkaç yıl geçiyor ve bu birkaç yıl içinde başka bir kuşak başka kotlarla
ortaya çıkıyor. Öbürküler ise, yaşları büyüdüğü için başka kotlara yöneliyor ve araştırma konusu
olan fenomen ortadan yok oluveriyor.
Sorun elbette kültür sosyolojisiyle ilgili değil, toplumu değiştirme mücadelesiyle de ilgili.
Toplumsal ve sınıfsal memnuniyetsizlikler ve protestolar kendini genellikle kültürel formlarda
dışa vurmaktadır. Hatta politika bile çoğu kez bu kültürel dışa vuruşun bir aracı olarak ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumu değiştirme mücadelesinde bu sorunların pratik bir önemi
vardır. Ama olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile onun anlaşılması için gereken zaman
arasındaki oransızlık, adeta anlaşılma olanağını yok etmekte, anlaşıldığı an ise olgunun kendisini
anlamanın pratik bir anlamı kalmamaktadır.
Bu kültür sosyolojisiyle ilgili örnek aşırı bir örnek gibi görülebilir. Daha başka bir örnek verelim.
Örneğin yirminci yüzyıla damgasını vuran Bürokratik Diktatörlükleri ele alalım. (Ki bunlar yine
de bir uzun dönem kapsıyor. ) Bunların kapitalist mi, bürokratik olarak yozlaşmış bir işçi devleti
mi ya da başka bir şey mi oldukları üzerine henüz çok ciddi bir tartışma yapılmadan, (Yapılanlar
258
aslında sadece Troçkist, yani klasik Marksist gelenekten gelenler arasındadır. ) mahiyetleri
hakkında el yordamıyla bir şeyler bulunurken bu devletler fiilen yok oldu. Artık pratik politik
mücadele, sosyal pratik bakımından bir anlamları yok, onları şöyle ya da böyle tanımlamanın.
Diyelim ki, bu arada, her türlü veriye daha rahatça girilebildiği için, çok daha zengin ve doğrudan
malzemeye dayanılarak, bu devletlerin ne olduğu hakkında daha gelişmiş ve tutarlı bir teori
ortaya koyulsa bile, bunun pratik politika bakımından, Sümer toplumunun sosyo ekonomik
karakterinin ne olduğundan daha fazla bir önemi olmayacaktır, ancak metodolojik düzeyde yeni
sonuçlara yol açarsa, bu sonuçların dolaylı bir etkisi olur.
Ama burada bizzat bu gelişmeyi engelleyen başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Engels’in dediği
gibi, bilimlerin ilerlemesinde ihtiyaçlar, onlarca üniversiteden daha büyük etki yaparlar. Yani o
yok olan bürokratik devletler hakkında gelişkin bir teorinin ortaya çıkabilmesi için, onların biraz
sorun olarak, toplumsal mücadelenin bir sorunu olarak ortada olmaları gerekir. O ülkelerin
kendileri tarihe karıştığında, toplumsal mücadelenin bir konusu olarak ortadan büyük ölçüde
kaybolduklarında, onlar hakkında gelişmiş bir teoriyi zorlayacak itici güçler yok olur.
Bu toplum bilimin gerçekten yeni bir sorunudur. Karşısına her an öylesine muazzam bir yeni
olgular yığını çıkmaktadır ki, bunların her hangi birine yönelme fırsatı bulamadan onlar yok
olmaktadır. Ava giden bir avcının, önünden birden bire onlarca kuşun havalandığını düşünün.
Avcı daha bunların her hangi birini seçip, tüfeğini doğrultuncaya kadar kuşlar gözden yitmekte
bu arada başka kuşlar havalanmaktadır.
Böylece sosyoloji ciddi bir açmazla karşı karşıya bulunmaktadır. Var olanı daha açıklayamadan o
değişmekte, toplumsal pratik bakımdan giderek daha geriden geldiğinden, toplumsal pratik ile
teori arasındaki ilişkide bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Ama sabitlenmiş yani olup bitmiş
olgular yığını ise giderek akademik bir ilginin alanına kaymaktadır. Bu gün Sovyetler Birliğinin
Karakteri, Babil veya Sümer toplumunun karakterinden daha fazla canlı politik mücadeleyi
ilgilendirmemektedir.
Tabii burada eğilimlerden söz ediyoruz, bunları mutlaklaştırmamak gerekir. Elbette Sovyetlerin
karakteri hakkında bir şeyler söyleyecek durumdaydık. Elbette yeni olgular hakkında belli bazı
hükümlere varabiliyoruz. Ama burada eğilimleri ele almak, onları anlamak için kabartmak
durumundayız.
Yeni ortaya çıkan Olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile ve onun anlaşılması arasındaki zaman
makasının açılması, ister istemez, toplumsal ve politik mücadelede “sezginin”, “içgüdünün” öne
çıkmasına yol açmaktadır. Ama politik “seziş” ya da “içgüdü” dediğimiz nedir? Bu sadece
sınıfsal konumdan kaynaklanmaz, aynı zamanda içselleşmiş tortusu kalmış, adeta kültür gibi
içimize işlemiş metodolojidir, mantıktır. Ama bu mantık ve metodolojinin böyle bir “içgüdü” ya
da “seziş” haline gelebilmesi için mükemmelleşmiş ve bu biçimiyle özümlenmiş olması gerekir.
Böylece Tarihsel Maddeciliğin, günümüzün olgularıyla doğrudan ilgisi olmayan kavramları ve
yasaları, metodoloji ve mantık kanallarından sosyal pratik alanında tekrar bir pratik işlev
kazanırlar bizlere kazandıracakları “iç güdüler” sezgiler aracılığıyla. Yani bizlere zaman
259
kazandırırlar, kredi açarlar. Teori pratik bağlantısı, bu derin dip akıntısı aracılığıyla yeniden
kurulur. Ama bu bağlantı artık bir “sezgi”, bir “içgüdü” gibi görünür.
*
Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Teorinin bu günkü durumundan gelen başka sorunlar da var.
Teorinin bir bilançosu ortaya çıkarıldığında şu görülür. Çeşitli alanlara ilişkin teoriler arasında
da, onun en temellerinde de kullanılan kavramlar ve teoriler, bir tek bütünsel kavram sistemi
içinde toparlanmaya muhtaçtırlar.
Bunu bir analoji ile açıklamayı deneyelim. Modern astronomi ve fizik aslında bir tek bilim olarak
kaynaşmış, aynı alanı farklı araçlarla izleyen farklı araştırma yöntemleri düzeyine kadar inmiştir
farkları. Evrende uzaklara baktıkça onun eski haline bakılmış olmakta; çekirdek fiziği araştırma
merkezlerinde ise parçacıklara daha büyük enerjiler yüklendikçe, daha büyük sıcaklıklara
ulaşıldıkça da yine evrenin deha eski dönemleri hakkında yeni veriler toplanmaktadır. Bütün bu
veriler ışığında de bunları açıklayan teoriler geliştirilmektedir.
Şimdiye kadar yirminci yüzyılın başında ortaya koyulan iki büyük teori bütün bu deneyler ve
yeni olgular imtihanını başarıyla geçmiş bulunuyor. Kuantum ve Rölativite teorileri. Eğer kaba
bir yarım yapmak gerekirse, hızlandırıcılarda atom altı parçacıklarla uğraşanlar, daha çok
Kuantum teorisinin kavramlarıyla iş görüyor ve ön görülerde bulunuyorlar; evreni gözleyen
astronomlar ise Rölativite teorisinin araçlarıyla. Diyelim ki, hızlandırıcıda yapılan deneyde,
ölçümler birbirine uymayınca, nötrino adı verilen bir parçacığın olması gerektiği var sayılıyor; bu
parçacıkların yıldızlardaki, dolayısıyla Güneş’teki reaksiyonlarda ortaya çıkması gerektiği ön
görülüyor. Ve gerçekten de, kullanılmaz maden ocaklarında büyük sıvı kütleleri ve dedektörlerle
yapılan ölçümlerle bunlar bulunuyor. Her iki teori de parlak bir biçimde doğrulanıyor.
Ancak, bu ikiz doğru teori bir tek kavram sistemi içinde değil. Bu bütün fizikçilerin rahatsızlığını
hissettiği ve aşmaya çalıştığı bir durum. Bu iki teoriyi aynı kavram sistemi içinde toplayacak ama
hala bulunmamış ve keşfedilmeye çalışılan teorinin kendisi olmadan adı bile var. Birleşik Alanlar
Kuramı. Fizikçiler bu ikisi de doğru, deneylerin ve olguların sağlamasını başarıyla geçen bu iki
teoriyi bir tek bütünsel kavram sistemi içinde tanımlamayı temel hedeflerinden biri olarak
koymuş bulunuyorlar.
Benzer sorunlar, Tarihsel Maddecilikte de var. Örneğin bunların en önemlisine Perry Anderson,
Tarihsel Maddeciliğin tarihini ele aldığı, Türkçe’ye “Batıda Sol Düşünce” diye çevrilen, “Batı
Marksizmi” adlı eserinin devamı olan, Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı çalışmasında değiniyor:
Özne ve Yapı ilişkisi. Yani tarihi bir sınıflar mücadelesi olarak ele alabilir ve sınıflı toplumlar
tarihini bu açıdan inceleyebilirsiniz. Ama aynı zamanda aynı tarihi, Ekonomi ve Üst Yapılar
olarak da inceleyebilirsiniz ve yine doğru sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ama bu ikisi, bir kavram
sistemi içinde değildir, farklı paradigmalar, farklı sistemler olarak bir aradadırlar. Tıpkı Kuantum
ve Relativite gibidirler, ikisi de geçerlidir ama aynı zamanda farklıdırlar.
260
Bu sorunla Hikmet Kıvılcımlı, bilinçsizce yüz yüze gelmiş ve bir çözüm denemesinde
bulunmuştur. Bu Özne ve Yapı paradigmalarının farklılığı ve bir tek kavram sistemi içinde
tanımlanmış olmaması, Antik tarihin ele alınmasında ve açıklanmasında ciddi bir sorun
yaratmıştır, (çünkü antik tarihte devrimleri sınıflar değil barbarlar yaparlar, sınıfı Kapitalizmde
ekonomi dolayımıyla nispeten yapıya bağlamak mümkündür ama barbarla karşılaşılınca bu
öznede, temeldeki farklılıktan doğan sorun daha olgun bir biçimde ortaya çıkar) ve bu ayrılığı
bilinçsizce aşma çabası, Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler kavramlarını daha farklı yorumlarla
tanımlamasına yol açmıştır. Özne ile Yapı arasındaki bu farkı, Üretici Güçler kavramına, Tarih
ve Kollektif Aksiyon’u sokarak çözmeyi denemiştir. Yani Yapının en derindeki özü, yani Üretici
Güçler aynı zamanda Özneler olarak (Kollektif Aksiyon, İnsan, Barbarlık) tanımlanmıştır. Elbette
bu kafadan uydurma teori, bir tahrif değildir, büyük ölçüde Marks-Engels’e ve her şeyden önce
de olgulara dayanmaktadır ama onlarla ciddi bir farklılığı da içermektedir ve Antik Tarihi
açıklamakta son derece başarılı işlev görmektedir, tıpkı kuantum teorisinin atom altı parçacıklar
alanında gördüğü gibi. Öte yandan Troçki, Sovyet Devleti’nin sınıf karakterini ele alırken
Kıvılcımlı’dan daha farklı, daha ziyade Marks-Engels’inkine daha yakın bir kavram sistemine
dayanmakta, ama korkunç benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Kıvılcımlı’da “Devlet Sınıfları”
Troçki’de “Bürokrasi” birbiriyle uyumlu ve ele aldıkları olaylar da uyumlu ama aynı zamanda
farklı sistemlere dayanan kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Yani tıpkı Kuantum ve Rolativite
teorileri gibi, biri mikrokosmosta diğeri makrokosmosta iyi iş gören teoriler olması ama bu
teorilerin bir tek kavram sistemi içinde bulunmamamsı gibi; Kıvılcımlı’nın Antik Tarih’te çok iyi
iş gören Troçki’nin Kapitalizm ve sonrasında iyi iş gören kavram sistemleri bulunmaktadır ama
bunlar bir bütünsel kavram sistemi içinde birleşmiş değillerdir. Bütün bunlar Yapı ve Özne
arasındaki, yani tarihi sınıflar mücadelesi, toplumsal güçler arasındaki bir mücadele olarak
kavrama ile toplumu bir yapı olarak kavrama arasındaki farkın yansımalarıdırlar.
Ama sadece bu mu? Daha ikincil düzeylerde de başka paradigmalar bulunmaktadır. Örneğin,
Feminist paradigma, Ekolojik paradigmayı ele alalım. Bunların tarihsel maddeciliğin bir tek
kapsayıcı kavram sistemi içinde birleştirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Toparlarsak, bütün olgulara, teorinin tanımına, arındırılmasına, geç kalmasına vs. ilişkin sorunları
halletsek bile, ortada aşağı yukarı bu gün fizik-astronominin karşı karşıya olduğu türden çok
ciddi devasa bir görev durmaktadır. Bütün farklı paradigmaları bir bütünsel kavram sistemi içinde
kapsayacak daha yetkin ve gelişkin bir teori.
Peki, kim yapacak bunca işi?
*
Dikkat edilirse buraya kadar Tarihsel Maddeciliğin, teorinin kendisinden gelen sorunlarını ele
aldık. Tabiri caiz ise, konu Yapı idi. Kim yapacak sorusu Özne’yi gündeme getiriyor. Biraz da
Özne’den gelen sorunlara gelelim.
Kapitalist toplumda, Tarihsel Maddeciliğin bütün diğer bilimlerden temelden farklı bir yanı var.
Bilimsel çalışmaların yapıldığı ve geliştirildiği yer olan, Akademik Dünyada Tarihsel Maddecilik
261
yer almaz ve alamaz. Çünkü Toplum hakkında gerçeğin bilgisi ile egemen sınıfın çıkarı karşı
karşıyadır. Gerçek devrimcidir. Bu aynı zamanda gerçeğin özüne inen bilginin, onun derin
bilgisinin egemen sınıfın çıkarıyla uyuşmadığının ve uyuşamayacağının değişik bir ifadesidir.
Dolayısıyla bütün akademik kurumlar ve oralarda yer bulan ve teşvik edilen Sosyolojilerin
Tarihsel Maddeciliğe karşı olmaları gerekir. Onlar tam da ona karşı savaş için kurulmuşlardır.
Tıpkı Marks’ın emek-değer değer teorisine dayanan ekonomi politiğin iktisat fakültelerindeki
durumu gibi bir durum vardır Sosyoloji ve Tarih alanında da. İktisat nasıl, kapitalist ekonomiyi
sürdürme tekniklerine dönüşmüş bulunuyor ve sadece ona hizmet ettiği takdirde var olabiliyorsa,
Toplum bilimleri de kapitalist toplumu sürdürmenin tekniklerine dönüşmüş durumdadır.
Dolayısıyla egemen sınıfın üniversitelerinde ve akademik ortamında, Tarihsel Maddeciliğin var
olma ve gelişmesinin koşulları yoktur. Oralar aksine Tarihsel Maddeciliğe karşı toplum
teorilerinin üretildiği yerlerdir.
Elbet, zaman zaman, artık bilimsel kalitesi inkâr edilemeyen bir Tarihsel Maddeci sosyologun
veya Marksist bir ekonomi bilimcisinin bu ortamda ayrıksı bir yeri olabilir. Burjuvazinin
olanakları geniştir, bu gün bir ölçüde belli bir tolerans gösterebilir. Örneğin Ernest Mandel aynı
zamanda Akademik kariyeri olan bir insandı. Ama bunlar da esas katkılarını akademik ortamda
ve akademik ortam aracılığıyla yapmazlar, Akademik faaliyet bir bakıma onların hayatlarını
idame ettirmeleri için bir araçtır; gerçekten teoriyi geliştirme gerekliliğini ve olanağını yaratan
toplumsal pratiğe daha fazla zaman ayırmanın bir aracıdır. Onlar bu katkıları Akademik
kariyerleri sayesinde değil, ona rağmen yapmışlardır.
Ya da tamamen bilimsel kaygılarla yapılan bir keşif veya bir ilerleme, Tarihsel Maddeciliğin
korkusuzca sahip çıkabileceği bir sonuç içerebilir. Ama bu koşulda bile o sonuç çoğu kez,
Tarihsel maddeciliğe karşı, bir dünya görüşünün bir aracı gibi ortaya çıkar.
Bu soyut gibi görünen ifadeye, daha önce sözünü ettiğimiz, Gelner’in Ulus Teorisi bir örnektir.
Ulusçuluğun ulustan önce geldiği, türünden, adeta bu alanda, Tarihsel Maddecilik için de bir
Kopernik devrimi yapan teori, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde sunulur.
Ya da daha önce de değinildiği gibi, Focault’un, hastane, hapishane gibi kurumlarla ilgili
katkıları. Bunlar gerçekten Tarihsel Maddeciliğin hiç korkusuzca sahip çıkacağı, hiç de onlardan
yapısalcıların veya post yapısalcıların veya post-modernistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak
zorunda olmadığı; Tarihsel Maddeciliğe muazzam bir katkıdır. Tarihsel maddecilik, bu
çalışmalar aracılığıyla, işçi sınıfının nasıl burjuva devletini sınıfsız topluma giden yolda nasıl bir
araç olarak kullanamaz ise, burjuva uygarlığının kurumlarının, örgütlenme mekanizmalarının,
hatta bunların yoğunlaşmış ifadesi olan binaların, maddi araçların da kullanılamayacağını
öğrenmiştir ya da öğrenmelidir. Bu sadece siyasi değil, günlük hayattaki araçların tarafsız
olmadığı anlamına gelen, çok temel bir ilerlemedir.
Böyle bir anlayışta, örneğin Taylorizm, sosyalizme giden bir araç olamaz artık. Bu İşçi sınıfının,
başka bir uygarlığı programlaştırmak gerektiğini gösterir. Gerçekten de, örneğin Gellner’in Ulusa
veya Focault’un kurumlara ilişkin çıkardığı teorik sonuçlara sahiplenen ve bunları kendi kavram
262
sistemi içinde özümleyen bir Tarihsel Maddecilik olmadan, bu günün dünyası için bir program
oluşturulamaz. Hatta başka bir program anlayışına, bir uygarlık programı ve tasavvuruna
ulaşılamaz.
Ama Tarihsel maddeciliğe bu katkılar, sosyalizme ve Marksizm’e karşı bir haçlı seferinin aracı
olarak da ortaya atılmışlardır. Akademik dünyada, üniversitelerde başka türlüsü de mümkün
olamaz zaten.
Hâsılı, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek özne, akademisyenler ve aydınlar dünyasında var
olamaz. Ama bu çok ciddi bir sorun yaratır.
Düşünelim, her hangi bir Paleontolog veya Astronomi profesörü, lise üniversite gibi klasik bir
eğitimden sonra, uzun araştırma pratikleri ve uzmanlaşma eğitimlerinden geçer. Bir yığın
konferanslara katılır. Kendi bilim dalının uzak sınırlarındaki çalışmaları yakından izler.
Genellikle bunları bir bilim adamları-kadınları çevresinde yapar ve sonunda kendisi de bu
tartışmalara katılır. Ortada uzun ve meşakkatli bir yol vardır.
Tarihsel Maddecilik konusu olan toplumun karmaşıklığı, fizik veya biyolojik dünyayla
kıyaslanamayacak yüksekliktedir. Bu bilim alanında çok daha köklü ve derin bir bilgi birikimi ve
hazırlık gerekir. Ama akademik dünyada yeri olmaması nedeniyle, Tarihsel maddecilik, yani
Toplum bilim söz konusu olduğunda, bütün bunların gerçekleşmesi mümkün değildir, çünkü
akademik dünyada yeri yoktur ve o dünyanın kendisi ona karşıdır.
Geçmişte Tarihsel Maddecilik bu açığı fiilen şöyle gidermiştir: İşçi hareketin yükselişi,
kapitalizmin bunalımları, bu akademik ve bilimsel eğitimi yapmış burjuva aydınlarının taraf
değiştirmesine yol açmıştır. Tıpkı, gelişmiş ülkelerin beyin ithali gibi, işçi sınıfı burjuva felsefe
ve sosyal bilimlerinin en iyi beyinlerini ithal etmiş, kazanmıştır. Tarihsel Maddeciliğe Katkı
yapan ve onu geliştiren, Marks’tan Adorno’ya kadar, herkesin durumu aşağı yukarı budur.
Ama işçi sınıfının gerek Stalinizm’in tarihi felaketi nedeniyle öznel, gerek dünya işçi sınıfının
siyah beyaz bölünmesi nedeniyle nesnel nedenlerle burjuva uygarlığının krizi karşısında ona son
verecek bir güç olarak hiçbir yerde ve şekilde görülmemesi, Tarihsel Maddeciliğin beyin
kaynağını kurutmuştur. Artık entelijansiyanın en iyi beyinleri taraf değiştirmemektedir. Hatta,
gençlik yıllarında, örneğin altmış sekizlerde olduğu gibi, belli bir konjonktürün etkisiyle işçi
sınıfı saflarında işe başlayanlar, burjuvazinin tarafına geçmektedirler ve geçmişlerdir.
Böylece, korkunç bir kendi içine kapanıp daralan çember çıkmaktadır. İşçi hareketinin yokluğu
Aydınların ona akmasını engellemekte; onların olmayışı, Tarihsel Maddeciliğin ve sosyalizmin
bir canlanma ve yenilenme yaşamasını olanaksızlaştırmakta; bunun sonucunda sosyalist ve işçi
hareketinin tekrar canlanması daha zorlaşmakta ve bu böylece gitmektedir tıpkı bir kara delik
gibi.
Bu durumda kimler kalır geriye, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek? Bu eksikliği giderecek başka
gelişmeler var mıdır? Devrimci hareketlerin militanları ve işçiler mi? İşçileri, en geniş anlamıyla
aydınların önemli bir bölümünü de içeren, ücretliler anlamıyla ele alalım.
263
Bu koşulda beden işçilerinin bu öğretiyi geliştirmesi, adeta olanaksızdır. Yaşam savaşı, kol
işçilerinin kültürel yapısı, yani zamansal ve kültürel koşulların yokluğu bunu engeller. Tıpkı
yeryüzünde hayatın ortaya çıkabilmesi için, birçok ön koşulun bir araya gelmesi gibi, Tarihsel
Maddeciliğin geliştirebilecek kişisel kaliteler için de birçok koşulun bir araya gelmesi gerekir.
Ama bu koşullar yoktur beden işçilerinde. Marks-Engels’in çağdaşı Joseph Dietzgen, ki Tarihsel
maddeciliği Marks-Engels’ten de bağımsız olarak keşfetmiş bir işçidir, o dönemin zanaatkar ve
entelektüel, artık var olamayan bir işçi sınıfının üyesiydi. Onun keşfi bile, otodidaktlara has
eksikliklerle maluldür. Kaldı ki o tek örnektir ve ondan sonra bir daha benzeri görülmemiştir.
Günümüzün, korkunç yabancılaşmış emeğiyle, makinenin basit bir parçası haline gelmiş,
insanlıktan çıkmış işçisinin, geçmişin zanaatkâr işçilerinin gösterdiği türden, bu tür göz alıcı
başarılan göstermesi olanaksızdır adeta.
Aydın ücretliler bir umut gibi görünüyor. Ama onların büyük çoğunluğu, zaten işçi sınıfının daha
imtiyazlı zümrelerine dâhildirler. İleri ülkelerde olanları zaten dünya işçi sınıfının bölünmesinde
beyazların içindedirler. O bakımdan oralardan bir atılım beklemek hayal olur. Kültürel temeli bir
ölçüde olsun karşılayabilecek durumda olsalar bile.
Geri ülkelerde olanları ise, o geri ülkenin standartlarına göre, nispeten, iyi koşullarda yaşadıkları
için onlar da var olan düzeni köklü değişikliklere uğratma eğilimi taşımamaktadırlar bugün. Bu
eğilim yoksa insanların Tarihsel Maddeciliği öğrenme ve geliştirme ihtiyaçları da olmayacaktır.
Ya da örneğin çeşitli ulusal baskılarla radikalleşme ve politize olma eğilimi gösterenleri ise, daha
günümüzde milliyetçiliğe, burjuva ideolojilerine eğilim göstermektedirler.
Geriye ne kalır? Şu veya bu ülkede, toplumsal mücadelenin belli bir yükseliş momentinde
radikalleşen gençler ya da radikal marjinal grupların taraftarları olan militanlar.
Ama bunların tarihsel maddecilik ile karşılaşmaları, ona ilgi duymaları neredeyse olanaksızdır.
Karşılaşanlar onun tahrifatlarıyla karşılaşırlar. Kültürel hazırlıkları ve birikimleri yoktur. Çoğu
zaten birkaç yıl sonra, dalganın çekilişi veya yaşın kemale ermesiyle kaybolur giderler.
Bu hareket veya grupların dergilerinde, birkaç yıllık politik tecrübesi olan, birkaç klasiği okumuş,
derin bir felsefe ve tarih arka planı olmayan, aslında Tarihsel Maddecilik alanında da hemen
hiçbir şey bilmeyen militanların Tarihsel Maddeciliğe “katkıları” görülür. Bunlar ise, Tarihsel
maddeciliğe katkı olmak bir yana, zaman ve enerji kaybından başka bir sonuca yol açmazlar.
Matematikte meşhur klasik problemler vardır, örneğin bir pergelle bir açıyı üç eşit parçaya
bölmek veya Fermat Teoremi gibi. Bu gibi problemlere ilişkin olarak, bir dönem her yıl yüzlerce
amatör matematikçi bilimler akademilere çözümlerini yollarlar ve kontrol edilmesini beklerler.
Aslında bu yollananların tamama yakını meslekten bir matematikçinin hiçbir zaman yapmayacağı
temel hatalarla doludur. Bunların kontrolü ve işe yaramazlıklarının gösterilmesi gerçek
matematikçilerin muazzam bir zaman ve enerji kaybına yol açar. Bu yükten kurtulmak için
matematikçiler sonunda, her hangi bir ciddi matematik dergisinde bilimsel bir makalesi
yayınlanmamış kimselerin çözüm önerilerinin ciddiye alınmaması kararı alınır. Çünkü, bunların
264
her hangi birinin çözüm içerme olasılığı, dünyada bir delinin daha fazla olma olasılığından daha
azdı.
Matematikçiler, akademik otoritelerine davranarak böyle davranabilirler. Ama Tarihsel
Maddeciliğe gelince işler değişir, böyle hiçbir temel matematik bilgisi olmayanların, örgütler
yönettiklerini düşünün. O örgütün veya toplumsal hareketin gücü, bilimsel hiçbir değeri olmayan
“katkıların” güçlü olduğu kanısına yol açar ve Bilimler Akademisinin matematikçileri gibi,
bunları okumayacağım da diyemezsiniz. Çünkü eni sonu, sosyalizmle ilgili olduğunu
düşündüğünüz insanlar onları okumaktadırlar ve onlara ulaşmak zorundasınızdır. Ondan sonra işi
gücü bırakıp, en alfabetik konularda yanlışlarla dolu “Fermat Teoremi” çözümleriyle zamanınızı
harcamak zorunda kalırsınız. Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek isteyen, birkaç yıldır
yazdığımız yazıları astığımız ve onlara yönelik eleştirileri de topladığımız Yazılar ve Yankıları
Forumu’nun Arşivini inceleyebilirler. Yazılmış yüzlerce yazıya yapılmış binlerce eleştiri
arasında, alfabetik düzeyde hata yapmayan eleştiri sayısı bir elin parmaklarından azdır. Yani,
Tarihsel Maddecilikle, bir şekilde ilgilenenler bile, aslında onun gelişiminin önünde bir engel
olarak ortaya çıkarlar. Güç ve zaman kaybından başka bir şeye neden olmazlar. Dünyadaki sol ve
Marksist grupların, çevrelerin, örgütlerin dergileri, aslında bilimsel bakımdan hiçbir değeri
olmayan böyle çöplerle doludur.
Görüldüğü gibi, Tarihsel Maddeciliğin gelişmesi için, var olanın sistemleştirilmesi için bir özne
de ortada görülmemektedir.
Bu koşulların, dünyada işçi hareketinin ve sınıf bilincinin tekrar doğup gelişmesine bağlı olarak,
ne zaman nasıl tekrar değişeceğine dair bir öngörüde bulunmak da mümkün değildir. Bu yönde
hiçbir umut verici işaret görülmüyor.
Sol kendine gaz vermeyi sever. Amerika veya Cenova’daki son birkaç kitlesel radikal gösteri
hemen yeni bir mücadelenin başlangıcı olarak selamlandı. Hâlbuki aksine işaretler çok daha
güçlüdür. İşte en son Brezilya’da Lula’nın, yani son on yıllarda dünyadaki en canlı ve dinamik
işçi hareketinin, vardığı yer ortadadır. Hal böyleyken, iyimser olmak için neden var mı?
Geriye ne kalır Tarihsel Maddeciliğe hala ilgi duyup o alanda bir şeyler yapmak isteyen? Altmış
sekizin kabarışından ve belki daha sonra da kimi bölgesel hareketlenmelerin veya kimi sosyal
hareketlerin yükselişlerinden geriye kalan kılıç artıkları. Ama bunlar da öylesine parmakla
gösterilecek kadar az ki yeryüzünde. Belki bunlardan bir şey çıkabilir. Ama onlar için bile
koşullar öyle sınırlı ki?
Her hangi bir bilimin gelişmesinde bir bilim insanları çevresinin varlığının önemine birçok bilim
tarihi araştırmacısı dikkati çeker. Tarihsel Maddeciliğin tarihi de bunu kanıtlar.
Marks-Engels’in bizzat kendileri bir çevre oluşturuyorlardı. Daha sonra, Neue Zeit yıllarında, bu
dergi aracılığıyla tartışan, birbirinin düşüncelerini bilen Marksistler kuşağı vardı. Lenin’ler,
Troçki’ler, Plekhanov’lar o bir daha benzeri hiçbir zaman gelmeyen, Bolşevik Rus entelektüelleri
265
kuşağı, hep bu çevrenin ürünüydüler. (Hatta bu kuşağın son temsilcisi kabul edilebilecek Mandel
bile bu çevrenin ürünü sayılabilir. Evlerinde Neue Zeit ciltleri varmış. Böyle bir evde büyümüş. )
Benzeri kısmen Frankfurt Okulu çevresi için de geçerlidir. O dönemin yükselen işçi hareketinin,
başka tarihsel koşulların da bir araya gelmesiyle Klasik Alman Felsefe Geleneğini içinde taşıyan
Yahudi entelijansiyasını çekmesi aşağı yukarı böyle bir çevre yaratmıştır. Yani “Batı Marksizmi”
de bir çevrenin ürünüdür.
1960’larda da böyle bir çevrenin ortaya çıkışından söz edilebilir. New Left Review gibi dergiler,
bütün dünyada, Marksizmin sorunlarına kafa yoran, birbirinin gelişimlerini, katkılarını izleyen bir
sosyalist aydınlar çevresini ortaya çıkarmıştı. Ve bütün bu dergiler etrafındaki, onları izleyen
veya tartışmaya katılanlar aynı zamanda toplumsal hareketle çok canlı bağlar içindeydiler.
Bu gün ise öyle bir şey dünyada yok. New Left’in yeni çıkışı gibi girişimler görülüyor ama
bunlar bile, gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki sosyalistlerin çoğunca ne biliniyor, ne izleniyor.
İzleyenler de canlı ve dinamik bir çevre oluşturmuyor.
Böyle, uluslararası bir bilimsel çevrenin yokluğu, elde kalanların olsun bir şeyler yapabilmesinin
yani Tarihsel Maddeciliğin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.
*
Türkiye’de ise durum daha da korkunç. Önce 12 Eylül’ün, tam bu darbenin etkisinden kurtulur
gibi olurken, çöken duvarın, daha onun sersemliğini atmadan yükselen şovenizmin ve özel savaş
rejiminin darbeleri, tam anlamıyla bir toplumsal çürüme yaratmış ve elde kalanlarda da Teoriye
ilgi tümüyle yok olmuş, bir parça ilgi gösterebilecekler bile gerilemiş durumda.
Tarihsel Maddecilikle ilgili denebilecek iki dergi vardır. Birisi Praksis, diğeri Teori ve Politika.
Praksis, Marksist akademisyenlerin Tarihsel maddeciliği savunmak amacıyla çıkardığı bir
dergidir, ama bu söylemin ötesinde Tarihsel Maddecilikle ilgisi yoktur. Dergiye adını veren
Praksis gerçek anlamını yitirmiş, boş bir söze dönmüş, akademik Marksizm çalışmaları anlamını
kazanmıştır. Bir bakıma kendini Marksist kabul eden akademisyenlerin“Toplum ve Bilim”
dergisidir, aralarına bazen çeşni olsun diye eski altmış sekizlileri alırlar. İçindeki yazıların
başlıkları ve ağırlıklı konular listesi bile bunu gösterir. Yazıların çoğu, metinler arasıdır. Yani
bilmem kimin, ki o bilmem kim de gene dünyanın bir yerindeki bir üniversitede çalışan bir
muhtemelen Marksist bir akademisyendir, bilmem hangi konudaki görüşlerinin veya teorisinin
açıklaması, yorumu ya da eleştirisidir. Örneğin bu yazıda sözü edilen, Tarihsel Maddeciliğin
sorunlarına ilişkin bir tek yazı bulamazsınız. Tarihsel Maddeciliğin böyle kavranışı görülmez.
Teori ve Politika, ise, merkezcilerin genel metodolojik hatasıyla maluldür. Aslında konusu
Tarihsel Maddecilik değildir. Felsefeden doğrudan doğruya politikaya sıçrar. Tarihsel Maddecilik
ne yöntemiyle ne de alanıyla onların konusu değildir. Bu Maocu, Althusserci yöntemsel hatanın
üzerinde yükselir. Aynı metinlerarasılık burada da görülür. Ama buna rağmen Teori ve
Politika’da Praksis, yani teorik pratik, ama bir akademisyenin teorik pratiği olarak değil,
266
toplumsal mücadelenin bir gereği olarak Praksis, Praksis dergisiyle kıyaslanmayacak daha sıkı
bir bağlantı içindedir.
Ama bu dergilerin esas sorunu, bütün dünyadaki, Marksist teorik dergilerin çoğunun esas
sorunudur. Akademik Marksizmin labirentlerinde yollarını kaybetmişlerdir. Onun dışında başka
bir Marksizm olabileceğini düşünmezler, varlığını bilseler bile onu hor görürler.
Bunlarda Troçki, Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı gibilerin Tarihsel Maddeciliğe katkıları ne
tartışılır ne de bir kavramsal temel olarak alınır. Mao, Althusser, Laclau gibi, aslında Klasik
Tarihsel Maddeciliğin dünyasıyla ilgisiz, bir takım felsefi genellemelerden direk toplumsal
mücadelenin sorunlarına atlayan, Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemine dayanmayan ve öyle
problemleri olmayan yazarları ya da bunlar gibi veya bunların suyunun suyu düşünürleri veya
dünyanın her hangi bir üniversitesindeki Marksist akademisyenlerin dediklerinden başka konuları
yoktur.
Bir parça dikkatli okuyucu, bu sunuşta Tarihsel Maddecilik, onun sorunları ve alanları ve gelişimi
hakkında açıklanan kavrayış ile bu dergilerde ifadesini bulan sorunlar arasında büyük bir
uçurumu hemen görebilir. Bu uçurumun varlığının nedeni bizim tamamen bunların dışladığı,
kaynağa yönelik bir geleneğe bağlılığımızdır. Bu dergilerde ifadesini bulan gelenek, Tarihsel
Maddeciliğin önündeki çok ciddi bir engeldir. O dergilerde tartışılan konular ve sorunların ortaya
koyuluşları birer labirenttirler ve labirent olarak engeldirler. Onların karşısında yapılması
gereken, Occamlı’nın usturasıyla yaptığı gibi, onların problemlerini kesip atmaktır. Bir kaynağa
dönüş gerekmektedir.
Bunu şöyle ifade edelim. Muhammet, İslamiyet’i kurarken doğrudan doğruya kutsallık zırhıyla
korunmuş İbrahim geleneğine başvurur. Sonraki tarikatları, Hıristiyanlığı vs. bir ustura darbesiyle
kesip atar, bir kenara iter. Bunu Hikmet Kıvılcımlı, çok nefis açıklamaktadır.
Tarihsel Maddeciliğin ihtiyacı olan budur. Kaynaktaki ve gelişmiş kavramsal araçlarla, kaynakta
yapıldığı gibi, olayları ele almak ve oradan yola çıkmak gerekmektedir. Yani bizzat MarksEngels’in o teoriye vardıkları gibi olaylardan hareket etmeli, olayları ele almalıdır. Yoksa MarksEngels’in eserinin bilmem kimce yapılmış yorumunun, örneğin Althusser’in diyelim, nasıl
okunacağı üzerine yazılmış bir yazının eleştirisinin eleştirisi gibi konuları, bir kalemde, tıpkı
Occamlı’nın usturasıyla keser gibi, kesip atmak gerekmektedir. Akademik ya da skolastik
Marksizm’in labirentlerinde zaman ve enerji kaybedilmemelidir.
Ama sorun böyle koyulduğu an, bütün akademisyen Marksistler zaten birer burun kıvırmasıyla ve
küçük görmeyle uzak duracaklardır.
Görüldüğü gibi ortaya korkunç uyumsuz bir tablo çıkıyor. Ortada devasa bir teorik görevler
duruyor, ama onları yapabilecek bir özne dünyada neredeyse yok derekesinde, Türkiye’de ise
daha de kötü . Bu nasıl aşılabilir? Bilmiyoruz.
267
Ama hiçbir şey yapmamak da olmaz. Süt kabına düşmüş fare gibi çırpınmaya devam etmek
zorundayız. Belki çırpınmalarımız, sütün içinde katı yağ küreciklerinin oluşmasına ve o katı yağ
küreciklerine dayanarak umutsuz durumdan kurtuluşa yal açabilir.
İşte Tarihsel Maddecilik sitesiyle bu yönde bir bakıma bir yoklama çekmek, bir keşif devriyesi
çıkarmak amaçlanıyor. Yani yukarıda koyulduğu gibi sorunları sorun edenler varsa, sorunlar
yığınını öyle tanımlayanlar varsa onların bir diyalogu, bir tartışmayı başlatıp sürdürebilecekleri
bir “Mekân”, bir “ilişki ortamı” sağlanmaya çalışılacak. Bu olmadıkça hiç bir adım atılması
mümkün değildir.
İnternet bu anlamda, en dağınık olanların bir arada yoğunlaşması için teknik olarak nefis bir
olanak sunuyor. Acaba bu olanak, böyle bir yoğunlaşma için küçük bir itilim sağlar mı?
Bilmiyoruz? Ama böyle bir ihtiyacın olduğu ortada. O halde denenebilir. Kimsenin söyleyeceği
yoksa, en azından bizim söyleyeceklerimiz var.
*
Bu sitenin bir adının ikinci bölümü var: Sosyalizmin Sorunları.
Tarihsel Maddecilik bölümü bir bakıma, Almanların “Grundlagenforschung”, (Temel
Araştırmalar) dediklerine denk düşüyor. Doğrudan sosyal pratikle bağı görünmeyen, ama
sonuçları alt üst edici olan çalışmaların alanıdır Tarihsel Maddecilik. Tarihsel Maddecilik, zaten
onu kabul edenlerle sınırlıyor alanını.
Ama Sosyalizmin Sorunları böyle değil. Orada eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna
mücadelenin, sorunları tartışılacak. Tıpkı uygulamalı bilimler gibi. Sadece Marksistleri
kapsaması söz konusu değil, bu uğurda mücadele eden tüm görüşleri, Anarşizmden Ütopik
Sosyalizme veya Feminizme kadar kapsamak zorunda.
Bu ikisi birbirini tamamlayacaktır. Tarihsel Maddecilik, Sosyalizm Sorunları bağlamında ortaya
çıkar sorunlara bir cevap bulma çabasından itilimini alır ve diğer cevaplarla tartışma içinde,
mücadele içinde kendini geliştirebilir.
Burada, Tarihsel Maddecilik konusunda yaptığımız gibi, Sosyalizmin Sorunları’nın bir
bilançosunu çıkarmak gerekmiyor. Bunlar bizzat bu sitenin içeriğinde tartışılacaktır. Aslında
sorunların neler olduğunun kendisi, sorunların tanımlanmasıdır esas sorun ve ayrılık noktası. Bu
nedenle, bu sorunları açık bırakmak yerinde olacaktır.
*
Bu site de daha önce Kürdistanlı Sosyalist sitesinin çağrısında ifade edilen biçimde, bir tür Teorik
bir Linux gibi çalışacaktır. Forum ve e-Grup’taki tartışmalar sonunda ortaya çıkan en kaliteli
metinler, bir dergi biçiminde toparlanacaktır. Yazarlarının, tartışmalarının, yazı kurulunun
herkesin önünde tartıştıkları, herkesin katılabileceği katkı ve eleştiri sunabileceği bir ortam.
Siteye aktif olarak teknik veya yazı düzeyinde katılanlar, aynı zamanda onun düzenlenişini
yapma hakkına, yetki ve sorumluluğuna da sahip olacaklardır.
268
Belirsiz ve açıkta kalan noktalar varsa, bunlar bizzat bu metne yönelik eleştiriler çerçevesinde
açıklığa kavuşurlar.
Sitenin adresi alınmış olmakla birlikte, açılmadan önce bu duyurusunun yapılması ve bu
duyuruya göre aktif katılımcılar çıkarsa onlarla birlikte hazırlanması daha iyi olacaktır.
Demir Küçükaydın
Site Adresi şöyledir:
http. // www.tarihsel-maddecilik.net
Şimdilik İrtibat adresi:
demir@comlink. de
28 Ağustos 2003 Perşembe
269
Tarihsel maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının Neler Olduğuna Dair
Bir Soruşturma ve Anket İçin Davet
Bir süre önce Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları başlığını taşıyan bir site açıldı.
çıkış yazısında da belirtildiği gibi, bu sitenin bir amacı da, ziyaretçilerinin katkısıyla, sadece
zengin bir başvuru kaynağı olmak, bir tartışma platformu sağlamak değil, aynı zamanda
Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları üzerine bir dergi çıkarmaktır.
Bu derginin ilk sayısının ağırlıklı konusunun yine bizzat Sitenin ve Derginin adında ifade
edilen sorunlar olması en doğrusu olacaktır: yani Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin
Sorunlarının neler olduğu.
Niçin?
Çünkü, Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları’nın neler olduğunun tanımlanması, aynı
zamanda, bu tanımlamayı yapan bakımından, hem bir tarihsel maddecilik anlayışını ifade eder,
hem de bu anlayışa bağlı olarak bir gündem ve program demektir.
Diğer dergiler ya da siteler veya kişiler Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları üzerine
kendi anlayışlarını ve programlarını bir tartışma konusu yapmamakta, bunu veri alıp, yazıları ve
yazarları bu ifade edilmemiş ama fiilen egemen kılınmış anlayış içinde belirlemektedirler.
Elbette Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları sitesinin kuruluşunu ve onun görevlerini
açıklayan bildirge de belli bir Tarihsel Maddecilik anlayışına dayanmakta ve buna bağlı olarak
görevlerini ve programını belirlemektedir. Dolayısıyla bu sitenin problemleri, gündemi ve
hedefleri ile diğer dergi ve (eğer varsa) sitelerin veya kişilerin problemleri, gündemleri ve
hedefleri arasında bir çelişki, farklılık hatta uzlaşmazlıklar bulunmaktadır.
Ama bu Site ve Dergi ile diğerleri arasında temel fark şuradadır: Tarihsel Maddecilik ve
Sosyalizmin Sorunları Sitesi ve Dergisi bu fark yokmuş gibi davranmamakta, bunu açıkça ortaya
koymakta ve esas tartışmanın ağırlığını tam da bu noktaya çekmek istemektedir.
Farklı gündemlerin ortak kesişme noktası, bizzat bu gündemlerin farkının kendisidir. Yani
Tarihsel Maddeciliğin ve Sosyalizmin Sorunlarının neler olduğunun tanımlanmaları arasındaki
farklar ve bu farklılıkların tartışılması ile farklı Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizm Sorunlarının
farklı anlayışlarının ortak bir tartışma noktasında buluşmaları olanağı çıkar. Ancak bu takdirde,
sadece belli bir anlayış çerçevesindekilerin değil, farklı anlayışlardakilerin tartışması
gerçekleşebilir.
Yani konuyu, gündemi, Tarihsel Maddeciliğin ve Sosyalizmin sorunlarının neler olduğu
biçiminde tanımlamak., tam da gündem üzerine bir tartışmayı gündeme almak demektir. Şimdiye
kadar yapılmayan ve kendisinden kaçılan budur. Çünkü bunun yapılmaması, fiilen var olan
gündemlerin tartışılmaması , dolayısıyla egemenliklerinin sürmesi anlamına gelmektedir.
270
İşte bu nedenle, ilk sayının konusunu yine Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları olması
en doğrusu olacaktır. Yani Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının gündeminin ne
olması gerektiği üzerine bir tartışma açılmış olacaktır. Bu da tanımı gereği Tarihsel maddecilik
ve Sosyalizmin sorunları üzerine tüm anlayış, programları kapsar.
Bu durumda ortaya kapsamı ve muhatabı farklı iki anket konusu var demektir.
*
Birincisinin muhatabı, ister istemez, soru Tarihsel Maddeciliğin sorunları olduğu için,
Marksistler, yani Tarihsel Maddeciliği toplumu anlayabilmek için geçerli kavramsal ve
yöntemsel temel olarak görenlerdir.
Bütün Marksistlerin, ayrıntılı bir şekilde, Tarihsel Maddeciliğin, gerek tarih üzerine
bilgilerimizin artması nedeniyle, gerek ortaya çıkan yeni tarihsel ve toplumsal olgular
dolayısıyla ne gibi teorik sorunlarla karşı karşıya bulunduğu konusundaki görüşlerini yazmaları
bekleniyor.
Elbette bu sorunlar, niçin sorun oldukları hakkında gerekçelerle ve açıklamalarla ayrıntılı bir
biçimde ortaya koyulmalıdır.
Ve elbette, bu sorunlar içinde, hangilerinin öncelikli veya önemli olduğu belirtilmelidir.
Tarihsel Maddeciliğin sorunlarının neler olduğuna dair Marksistlerin cevaplarının böylesine bir
birikimi, bizzat Marksistlere, hem Marksistlerin sorunlar hakkındaki farklı anlayışlarının hem de
bizzat, o çok farklı anlayışlara bağlı olarak ifade edilmiş sorunların bir listesini, bir bilançosunu
çıkarma olanağı sunacak, dolayısıyla teorik çabanın nerelerde yoğunlaşması gerektiği konusunda
ip uçları verecektir.
Ama bunun bir yan ürünü de, her biri kendi içine kapalı Tarihsel maddecilik anlayışları arasında
bir diyalog ve tartışma ortamı yaratmak, surları yıkmak, kabukları parçalamak olacaktır.
Dolayısıyla Marksist gelenekten olan sosyalistler arasında tekrar canlı ve geniş bir tartışma
ortamı anlamına gelecektir.
*
Sosyalizmin Sorunları’nın neler olduğu, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna
mücadelenin nesnel ve öznel sorunlarının neler olduğu üzerine bir soruşturmanın muhatapları ise
elbette sadece Marksistler değildir. Bu sorun, tanımı gereği, bu amacı paylaşan bütün politik
gelenekleri kapsar. Yani Anarşistlerden, Ütopik Sosyalistlere, Feministlerden, Anarko
Sendikalistlere kadar çok farklı teorik ve politik gelenekler bu sorunun muhatabı durumunda
olurlar.
Aynı şekilde bu soru da, Marksistler, Anarşistler gibi büyük ölçüde kendi içine kapanmış; kendi
belirledikleri sorunlar ve gündemlerle meşgul farklı gelenekler arası bir tartışma ortamı sağlar.
Bu da yine farklı sosyalist gelenekler arasında fikir alışverişinin başlaması; onların surlarının
271
dışına çıkması ve yeni bir canlanmanın; temel sorunlara dönüşün koşullarının oluşması anlamına
da gelir.
O halde, ister anarşist, ister Marksist veya feminist olsun, bütün sosyalistleri, sosyalizm uğruna
mücadelenin bu gün karşı karşıya olduğu sorunların neler olduğu; gündemin özellikle hangi
sorunlarda yoğunlaşması gerektiği konusunda ayrıntılarıyla ve nedenleriyle görüşlerini yazmaya
çağırıyoruz.
Bunlar içinden de, Tarihsel Maddeciliği, toplumu anlayabilmek için kavramsal ve
metodolojik temel olarak görenleri, Tarihsel Maddeciliğin sorunlarının neler olduğu
konusunda görüşlerini yazmaya çağırıyoruz.
Bütün bu görüşler sitede yer alacak, Forum ve Mail grubunda eleştirilere açık olacaktır.
Eleştiriler ve tartışmalar sonunda, son şekli verilmiş metinler Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin
Sorunları dergisinin ilk sayısının içeriğini oluşturacaktır.
Kendini sosyalist ve Marksist gören herkes katılarak ortak bir tartışmanın oluşmasına katkıda
bulunmaya davetlidir.
[email protected]
http://www.tarihsel-maddecilik.net
08 Eylül 2003 Pazartesi
272
Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih
Dünyaya kendi köylerinin veya ülkelerinin; tarihe kendi hayatlarının ekseninden bakanların onun
ani dönüşlerini anlama şansı olmaz. Bu gün ne olduğunu anlayabilmek için ona dünya tarihsel bir
eksenden ve yüzlerce yılda ortaya çıkan genel eğilimlerden bakmak gerekir. Bizler için kural gibi
görünen çoğu kez bir istisnadır.
Evreni göz önüne getirelim. Evrende milyarlarce galaksi her galakside milyarlarca yıldız var.
Bunların bir çoğunda, en azından kendi benzerini üreten moleküllerin, yani canlıların yapı
taşlarının veya canlıların var olduğu düşünülebilir. Ama evrene onun tüm tarihi ve yapısı
açısından baktığımızda ortada adeta mucizevi denebilecek sayısız koşulun bir araya gelmesiyle
oluşmuş bir durum olduğunu görürüz. Örneğin, evren aşağı yukarı on beş milyar yıldır vardır.
Başlangıçta evren sadece hidrojen ve helyumdan oluşuyordu. Yani birinci kuşak yıldızlar ve
onların etrafında oluşması mümkün gezegenlerde bunlar dışında elementler olmayacağından canlı
yaşamın doğma olasılığı yoktur. Hayat, Phoeniks gibi ömrünü doldurmuş yıldızların küllerinden
doğar. Yani bu elementleri demire kadar yakan ve dönüştüren ve daha sonra da patlayan ve bu
patlama esnasında da diğer ağır elementleri yaratan yıldızların külleri belli bir yoğunluğa
ulaşmalıdır ki, hayatı oluşturan maddelerin belli bir yoğunluğu ortaya çıkabilsin. Olaya böyle
baktığımızda, evren tarihinin büyük bir bölümünde, hayatın ortaya çıkmasının en elementer
koşullarının olmadığı görülür.
Yani en azından ikinci ya da üçüncü kuşak yıldızlardan sonra, her hangi bir yıldızın etrafında
oluşabilecek bir gezegende hayatın ortaya çıkması için gerekli elementler bulunabilir. Yani
hayatın ortaya çkış koşul olarak, evren tarihinin on milyar yılını, yani en azından üçte ikisini ya
da dörtte üçünü bir çırpıda silmeniz gerekir.
Ama evrendeki yıldızların yüzde doksanı ortak bir eksen etrafında dönen çift yıldızlardır ve çift
yıldızların etrafında gezegen oluşamaz. Yani evrendeki yıldızların yüzde doksanının bir yana
atmanız gerekir. Tek yıldızlar içinde büyük ve küçük olanları bir kenara atmanız gerekir,
birincilerin ömrü; ikincilerin yaydığı enerji ve çekim gücü gezegenler oluşmuşsa bile orada
yaşamın ortaya çıkmasına el vermez. Ancak güneş gibi orta boy ve tek yıldızların etrafında ve ne
çok yakın ne çok uzak çok dar bir kuşakta bu olasılık vardır. Ama bu yıldızın galaksideki
yıldızların büyük bölümünün toplandığı merkezde veya spirallerin yoğun bölgelerinde de
olmaması gerekir, çünkü diğer yıldızlarla etkileşimler ve çarpışmalar, süpernova patlamaları vs.
hayatın ortaya çıkması için koşulları yok eder. Daha burada sayılmayacak kadar çok başka
koşullar da gerekir.
Böylece, ilk başta sanki evrimin zorunlu bir sonucuymuş gibi görünen, birden bire adeta mucize
denebilecek bir sırat köprüsünden geçiş gibi ortaya çıkar. Günümüzün bilimi ile on dokuzuncu
yüz yılın bilmi arasındaki temel fark da buradadir. On dokuzuncu yüzyılda, evren, doğa ve
toplum, canlılara insana ve sosyalizme giden zorunlu bir süreç gibi görünür. Günümüzün
273
astronomi ve paleontolojisinin ortaya çıkardığı ise, bunun bizlerin kültürel değer yargılarıyla dolu
olan bir tasavvur olduğunu gösterir. Böyle bir zorunlu gidiş yoktur. Eğer bir zorunlu gidişten söz
edilecekse, tam aksi yöndedir.
On dokuzuncu yüzyılda zorunlu gidiş gibi görünenler aslında olağanüstü rastlantılardır.
Astronomi ve paleontoloji, yani evrenin ve canlıların tarihinin bu günkü kavranışı, eski kavrayışı
çoktan havaya uçurdu. Ne var ki, sosyolojide, yani toplum tarihinde hala büyük ölçüde eski
anlayış egemenliğini sürdürüyor.
Bunun nedeni, tarih ve toplum hakkındaki bilgilerimizin yetersizliği değil, sosyolojik ya da
psikolojik ya da kültürel olgulardır. Örneğin, ezeli adaletin bir gün gerçekleşeceğine dair mesihçi
diyebileceğimiz kültürel yargılar veya bu kültürel yargılarla şekillenen insanların iyi bir gelecek
beklentisi olmadan mücadele etmeye eğilim göstermeyen psikolojileridir.
Tabii ayrıca bunun ardında, başarıya gör programlanmış, aslında sınıflı toplumdan ve özellikle de
kapitalizmden kaynaklanan bir ahlak, değer yargıları ve politika anlayışı da yatar. Hiçbir başarı
beklemeden bir mücadele ve politika anlayışı tasavvurun bile ötesindedir bu kültür ve dünya için.
Eğer bu kültürel, psikolojik yargılardan arınarak, tıpkı canlıların ya da evrenin tarihine baktığımız
gibi insanlığın tarihine bakabilmeyi öğrensek, yaşanmış ve yaşanan tarih bize olası tarihlerden
sadece biri olarak görünür.
(Ve yine o zaman tarih, sosyalizme doğru giden zorunlu bir süreç gibi değil, tıpkı evrenin varlığı,
tıpkı canlıların ortaya çıkması, tıpkı insanın ortaya çıkması gibi, olağanüstü koşulları gerektiren
bir mucize olarak görünür. O zaman sosyalizm uğruna mücadele, “tarihin gidişini hızlandırmak”
gibi bir anlam içinde değil, korkunç zayıf bir olasılığı gerçekleştirmek olarak ortaya çıkar.
Mücadeleye ve tarihe böyle baktığınız an ise, artık değer yargılarınız ve politika anlayışınız,
öncelikleriniz de değişir. Politika başarıya kenetlenmişlikten ziyade, uzun vadeli etkilere, gelenek
bırakmaya öncelik verir. Politikanız umuttan değil umutsuzluktan yola çıkar. Bu ise tam aksine
bir kültürle yoğrulmuş geniş insan yığınlarıyla korkunç bir uyumsuzluk yaratır vs..)
Örneğin ulusal hareketlerin kendileri, tarihin çok özel bir gidişini var sayarlar. Olası tarihlerden
sadece birinde mümkündür ulusal hareketler. Eğer yirminci yüzyılın başında veya yirmi dokuz
bunalımından sonra ABD, Almanya gibi ülkelerde sosyalist devrimler olsaydı, dünya tarihinde
ulusal kurtuluş savaşları diye bir olgu hiç olmayabilirdi. Nasıl bu tarihte bizler kapitalist olmayan
yoldan sosyalizme geçiş gibi bir şeyi yaşamadıysak ve bunun sorunlarını tasavvur edemiyorsak
öyle. Öyle bir tarihte de ulusal kurtuluş hareketlerinin var oluşun bile tasavvur edemeyecektik.
Bütün bunları niye yazıyoruz? Bu her alana aktarılabilir. Bizzat ulusal hareketlerin izlediği
yollara bile. Bir düşünün şöyle, 1960’ların dünyasında birisi çıksa, Sovyetlerin çökeceğinden,
kapitalizmin dünya tarihsel bir zafer kazanacağından söz etse, kim inanır ve böyle bir gidişi
tasavvur edebilirdi. Bunu tersine de çevirebiliriz. Kapitalizmin bu zaferinde, otuz yıl sonrasının
dünyasında kapitalizmin var olmayacağını biri söylese kim inanır. Onu deli diye tımarhaneye
274
tıkmaz mıyız veya rüya gördüğünü söylemez miyiz? Daha mı az olasıdır böylesine bir tarih gidişi
bu günü ortaya çıkaran gidişten? Değil.
Kürt Ulusal hareketi açısından düşünün yetmişli ya da doksanlı yılları. Barzani ABD tarafından
satılmış, on binlerce Kürt ölmüştür. Yetmişli yılların Kürt basınında çıkan yorumları okuyun o
zamanlardan. Ya da doksanlarda Talabani’nin Saddam ile şapur şupur öpüştüğü sahneleri göz
önüne getirin. Kim inanırdı o zaman birileri, yirmi yıl sonra ABD’nin yaptıklarını hiç kimsenin
hatırlamak bile istemeyeceğini söyleseydi? Kim inanırdı, Talabani Saddamı öptükten sonra, onun
politik ölümü bizzat Kürtlerce ilan edilmişken, şimdiki duruma.
1960’larda veya yetmişlerde diğer ulusların ve kendilerini ezen ulusların ezilenlerini kazanmak
biricik doğru strateji olarak görülüyordu Kürt ulusal hareketi için, hiç bir Kürt ABD’nin desteği
ile bir başarıyı tasavvur bile edemezdi. Şimdi ise tam tersi, diğer ulusların ezilenlerini kazanmaya
kalkmanın aptallık olduğu, bununla vakit kaybetmenin Kürtlerin davasına zarar vereceği
düşünülüyor. Günün kahramanları tekrar Talabaniler Barzaniler’in temsil ettiği çizgi. Öcalan’ın
temsil ettiği çizgi bu gün hiçbir başarı vaat eder görünmüyor. Tıpkı onbeş ya da yirmi beş yıl
önce Talabani ve Barzani çizgilerinin başarı vaat eder görünmediği gibi.
Ama on veya yirmi yıl sonra bu gün artık Kürtler tarafından bile artık hatırlanmak istenmeyen ve
tabulaştırılarak canlı canlı gömüldüğü İmralı’daki mezarında unutulmak istenen Öcalan’ın, kan
gölüne dönmüş bir Orta Doğu’da, biricik kurtarıcı olarak görülmeyeceğini; bu günün
kahramanlarının adını bile kimsenin hatırlamak istemeyeceğini kim garanti edebilir?
Hava ile iklimi karıştırmamak gerekir. Beş on yıl sıcak yazlar yaşayabilirsiniz. Ama iklim çok
uzun vadeli eğilimleri ifade eder. Bu gibi hava değişikliklerini iklim değişikliği olarak
tanımlamak yanlıştır. O iklimlere ise dünya tarihinden baktığımızda, şu an bir buzul çağında
yaşadığımız, yeryüzü tarihinin sadece yüzde onunu bu günkü gibi buzul çağlarının kapladığı,
dünya tarihinin yüzde doksanında buzulların olmadığı görülür. Yani istisnai olanın içinde istisnai
bir durumu genel bir eğilim gibi almamak gerekir.
Emperyalizmin karakteri, ABD’nin karakteri değişmedi. Yani iklim değişikliği yok. Geçici çıkar
çakışmalarını onun karakterinin değişimi gibi yorumlamak, büyük yanılgılara ve acılara yol açar.
Birdenbire yakıcı sıcakta susuz, dondurucu soğukta yorgansız kalabilirsiniz.
07 Ekim 2003 Salı
[email protected]
http://www.comlink.de/demir/
275
Negri’nin Görüşleri ve Dünya Çapındaki Mücadelenin Stratejisi
Çok uzun zamandır gündemimize koyduğumuz ve yapabilmek için uygun bir boşluk kolladığımız
projelerden biri de Negri’nin kitabını temel alarak ve onun eleştirisi biçiminde görüşlerimizi
açıklamaktı. Ama gündemin öylesine hızla değiştiği ve zamanın öyle azaldığı bir çağdayız ki,
anında yapılmamış ve ilerde şöyle derli toplu ve dört başı mamur olarak yapılması düşünülen her
iş yapılmadan kalmaya mahkum oluyor. Anlaşılan Negri’nin kitabıyla ilgili proje de öyle, hep bir
kenarda kendisine dönülmesini bekleyerek kalmaya mahkum.
Bu durumda, dört başı mamur bir çalışmadan ise, yeri geldikçe konuya dönerek tartışmaktan
başka çare yok gibi görünüyor.
Son birkaç haftada, “ABD’nin Dünya İmparatorluğu Projesi ve Ona Karşı Mücadelenin
Sorunları” başlıklı, biraz sesli düşünme biçminde, bir seri yazı yazdık. Bu yazılarda açmazları ele
alıp göstermeye çalıştıktan sonra, son bölümde, ne gibi program ve stratejilerle ezilenlerin ve
insanlığın bu açmazlardan çıkabileceğine ilişkin bir takım önerilerde bulunduk.
Bu öneriler elbette yeni değildir, aşağı yukarı 1990’ların başından beri geliştirilmiş görüşlerden
çıkarlar. Aslında Sovyetlerin çöküşünden beri içine girilmiş yeni döneme ilişkin önerilen bir
stratejinin, 11 Eylül, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi, ABD’nin bir dünya imparatorluğu için
giriştiği savaş ve işgaller bağlamında yeniden kontrolünü ve dakikleştirilmesini ifade
etmektedirler.
Dikkatli bir okuyucu, gerek İmparatorluk kavramına yüklenen içerik ve onun tanımlanması;
gerekse içinde bulunulan dönemde güçler, program ve strateji bağlamında çok farklı görüşleri
ifade etsek de, Negri ile benzer sorunlara dikkat çekildiğini ve onların tartışılmaya çalışıldığını
görebilir.
Görüşlerin Negri ile farklılık ve benzerlikleri, en iyi ve açık biçimde, somut program ve strateji
bağlamlarında daha iyi anlaşılabilir.
Negri ile çok temel bir noktada anlaşıyoruz. Bu kısaca en genel olarak şöyle özetlenebilir: Eski
program, dayanılacak güç ve strateji, örgüt ve mücadele biçimleri anlayışlarıyla bu günkü
dünyada sosyalist bir hareketin yeniden bir canlılık ve inisiyatif kazanması mümkün değildir.
Bu nedenle her şeyi, baştan sona gözden geçirmek gerektiğini söylüyoruz. Bunu yaparken benzer
olgulara dikkati çekiyor ve bunların öneminden, bunlara dayanılarak bir şeyler
yapılabileceğinden söz ediyoruz. Dolayısıyla bu belli bir ortaklık ve yakınlık yaratıyor.
Örneğin, Negri, uluslararası göç hareketinin öneminden, bunun devrimci mücadele için açtığı
perspektiflerden ya da “çokluk” dediği özneden (ki S. Savran bunun için “Yığın” sözcüğünün
daha doğru bir çeviri olabileceğini söylüyor.) ve eski özne kavramının gözden geçirilmesinden,
bunlara bağlı olarak mücadele ve örgütlenme biçimlerinin farklılaşması gerektiğinden söz ediyor.
Aşağı yukarı bütün bunlardan biz de söz ediyoruz ve bizim de somut önerilerimiz bulunuyor.
276
Bu da ister istemez, hala değişmeyene; gerek sistem, gerek özneler, gerek program, strateji,
mücadele ve örgüt biçimleri bağlamlarında vurgu yapanlara karşı Negri ile yakın veya benzer bir
konumda bulunmamız anlamına geliyor. Böylece, biz, değişmeyene vurgu yapanlar karşısında
değişene vurgu yapan Negri’nin yanındayız.
Aslında Negri’ye yapılan bütün eleştiriler gözden geçirildiğinde, bu eleştirilerin değişen
karşısında değişmeyene vurgu olduğu görülür. Merkezi olmayan imparatorluk ve ulusal
devletlerin işlevini yitirmesi mi? Eleştiri Ulusal devletin hala büyük politik önemine
yapılmaktadır. İmparatorluk artık Klasik Emperyalizme benzemiyor mu? Aksine klasik
emperyalizme has fenomenlere vurgu yapılmaktadır. Çokluk mu? İşçi Sınıfı hala yerinde
duruyor.
Böylece tartışma, yeni olguları anlamak isteyenler ve onların önemine vurgu yapanlarla, eski
olanın hala geçerliliğini sürdürdüğünü; yeni olanın bunları gözden geçirmeye yol açacak öze
ilişkin bir değişme anlamına gelmeyeceğini söyleyenler arasında bir tartışma biçiminde sürüyor.
Yeni olguların eskinin geçerliliğini yitirdiği anlamına gelemeyeceğini söyleyen kanatta esas
olarak kendilerini Marksist olarak tanımlayanlardır; yeni olana vurgu yapanlar ve Negri’nin
kitabını coşkuyla karşılayanlar ise, genellikle Marksist gelenekle ilişkisi olmayan veya bu ilişkiyi
koparmış, post modern durumun teorisyenlerinin kavram sistemine (Foucault, Deleuze –
Guattari) dayananlardır.
Eskinin geçerliliğini sürdürdüğüne vurgu yapanlar için her şey açıktır. İşte bu görüşlerin
revizyonist karakterinin en güçlü kanıtı, Marksizm gibi bir devrimci teorik geleneğe değil de Post
Modern geleneğe dayanmaları ve onların kavramlarıyla düşünmelerdir.
Yeni olgu ve sonuçlara vurgu yapanlar için de her şey açıktır. İşte yeni olanı anlamak
istemeyenler, ona gözlerini kapatanlar, hala geçen yüzyılın kavramlarıyla bu günün anlaşılacağını
savunan Marksistlerdir. Yani klasik dogmatik-revizyonist bölünmesi kerşısındayız. Böylece her
iki kanat da, kendini haklı kılacak anti tezini bulmuş olmaktadır.
Ancak bu bölünmeler her ne kadar birbirinin varlılığına haklılık kazandırsa ve varlıklarını
birbirlerine borçluysalar da, son derece yanıltıcıdırlar ve bu birbirinin zıddı gibi görünen taraflar,
var olan gerçek bölünmeyi gizleyen bir suç ve çıkar ortaklığı içindedirler.
Bu ortaklık içindeki zıtların karşısında birleştikleri ve kendisiyle bölündükleri üçüncü çizgi
nedir?
Bu çizgi, dış görünüşü itibariyle, yeniye vurgusu ile Post Moderniste; Marksizme dayanışıyla
dogmatiğe benzer. “Marksistlere” karşı yeni olanı; Post Modernistlere karşı Marksizmi savunur.
Ama yeni olanı, başka bir ışık altında görür; Marksizmi dogmatik Marksistlerinkinden başka bir
Marksizm’dir.
Bu çizgi iki cephede birden savaşmak zorundadır.
277
Kendi dogmatizmlerini ortaya çıkardığı için onu susuşa getirip gözden uzak tutmaya çalışan
dogmatik Marksistler, onu değişene vurgusu ve geliştirmeye çalıştığı yeni Marksist kavram
temeli nedeniyle, revizyonist post modernlerin arasına atarlar.
Buna karşılık, post modernistler, onun Marksizm’e sahiplenmesi ve eski olanın hala geçerliliğini
sürdüren yanlarına vurgusu nedeniyle, onu dogmatik Marksistler arasına atarlar.
Böylece, her iki taraf da, yani dogmatik Marksistler de; post modernistler de özden kendileriyle
ayrı olan karşısında, varlıklarını borçlu oldukları paradigmayı savunurken suç ortaklığı yaparlar.
Bunların bütün zıt duruşları, ancak onların ortak varsayımlarıyla mümkündür. Ortak varsayımları
şudur: değişiklikler ve yeni olan kabul edildiği takdirde, onlardan benzer sonuçlar çıkarılması
gerektiğini kabul etmektedirler Marksist veya dogmatik kanatta olanlar. Bu nedenle bütün
vurguları değişmeyen üzerinedir. Diğer kanat da, tam tersine, değişiklikler yok ise,
muhataplarının çıkarsamalarını kabul etmek gerektiğini düşünmektedirler. Bu nedenle bütün
vurgusu, değişen üzerinedir.
Dogmatik Marksizm ve post modernizm çok derinden aynı varsayımları paylaşan, aynı ufkun
içindeki görüşlerdir. Taraflardan biri diğerinin öne sürdüğü olgu ve sonuçları kabul ettiği takdirde
onun dayandığı teorik temeli de kabul etmesi gerekeceği var sayımına dayanmaktadırlar. Bu
nedenle tartışmaları olgular düzeyindedir.
Hâlbuki o olgular içinde, gerek yeni olandan post modernistlerin; gerek geçerliliğini sürdürenden
dogmatik Marksistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak gerektiği söylenemez.
Tartışılması gereken aslında onların çıkarsamalarının ardındaki gizli varsayımlardır. Ama bu gizli
varsayımların tartışılması onların var oluş temelinin havaya uçması demektir. Bu nedenle gizli
varsayımlarını tartışan her görüş karşısında bir suç ortaklığı içinde bir susuş kumkuması
uygulayacaklardır.
Negri ve onun eleştirmenlerini (veya post modernistleri ve dogmatik Marksistleri) dünya
çapındaki bir bölünmenin sembolleri olarak alırsak, yıllardır dile getirdiğimiz ve artık bir sistem
olmuş görüşlerin kaderi tam da böyledir.
*
Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz.
Örneğin, 1980’lerin ortalarında Avrupa’ya çıktığımızda, çok kısa sürede, hem de bütün diğer
akımlardan önce ve onlardan bağımsız olarak, Avrupa’daki göçmenler ve bir göçmen hareketinin
önemini gördük ve bunun sorunları üzerine yoğunlaştık. Bunu yaparken bütünüyle Marksizm’e
dayanıyorduk ve bizzat Markszmin bu yeni olguyu analiz etmeyi zorladığını ve bunun için
gerekli kavramsal araçları da sunduğunu söylüyorduk.
Bu arada, Dev-Yol’un Avrupa taraftarlarında bir bölünme oldu. Bir yanda Taner Akçam’ın başını
çektiği “Göçmen” ya da “Yönelimci”ler; diğer tarafta Ali Dayı’nın (İbrahim Sevimli) başını
çektiği “Devrimci İşçici”ler.
278
Taner Akçam ve taraftarları yeni olan Göçmenlik olgusuna dikkati çekerken doğru ve haklıydılar.
Ama buradan hareketle, gerek Marksizmi reddediyorlar ve günün moda akımlarından aldıkları
teorik cephaneliği kullanıyorlar; gerek politik sonuçları itibariyle de oldukça reformist ve sistem
içi bir muhalefet durumuna kayıyorlardı.
Diğer taraftakiler ise, tam anlamıyla dogmatik bir yaklaşım içinde bulunuyorlardı. Bir göçmenler
olgusunun varlığından söz etmek bile, yönelimcilerin revizyonizmi olarak algılanıyordu. Durum
öyle bir hale gelmişti ki, göçmenlerin bir mücadele öznesi olarak varlığını kabullenmek
otomatikman devrimciliğin ve Marksizm’in terki; bunu reddetmek de otomatikman devrimci
değerlere ve Marksizm’e bağlılık olarak anlaşılıyordu.
Gerçeğin özü böyle olmamakla birlikte, böyle bir anlayış yaygınlaşınca ve insanlar onu
sorgulamayı bile bırakıp öyle kabul edince, artık bu farklılığın başlangıcındaki sebep ve sonuç
ilişkisi de yer değiştiriyordu. İnsanlar başlangıçta, örneğin Marksizmi terk etmek veya sisteme
uyum sağlamak için değil, diyelim ki gerçek durumu daha iyi kavramak için göçmen olgusunun
varlığını kabul ediyorlardı. Bunun Marksizmi reddetmek veya sisteme uyum sağlamak anlamına
geldiği yargısının yaygınlaşmasıyla birlikte, artık gerçekten Marksizmi reddetmek için veya
gerçekten sisteme uyum sağlamak için göçmen hareketinden söz etmeye başlıyorlardı.
Başlangıçta nesnel bir sonuç olan, sonra artık bir seçim nedeni haline geliyordu.
Ama böyle olunca da karşı tarafın iddiasının da, yani onların kötü niyetle Marksizmi veya
devrimciliği terk etmek için göçmenlerden söz ettikleri iddiasının gerçekten somut örnekleri de
ortaya çıkıyordu. Yani iddianın yaygınlaşması kendi kanıtlarını yaratıyordu. Yani kendini
gerçekleştiren kehanet gibi bir durum oluyordu.
Aynı durum karşı taraf için de geçerlidir. İnsanlar sırf radikal ve devrimci bir politik çizgiyi
korumanın aracı olduğun düşündükleri için, göçmen olgusunun varlığına gözlerini kapıyorlar ve
onu reddediyorlardı. Böylece göçmen olgusunun reddi ile devrimci kaygıların ayrılmazlığı
yargısı kendi kanıtını da yaratıyordu.
Böyle bir durumda, sizin, hem göçmen olgusunun varlığını sorun etmeniz; bunu bizzat
Marksizm’le açıklamanız; devrimci politikanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu söylemeniz vs.
hiçbir alıcıya sahip olmayacaktır artık. Tam da doğruluğunuz görüşlerinizin etkisizliğinin ve
zayıflığının nedeni haline gelir. Taraflar sizi, karşı taraftan olarak prezante ederler. Göçmenler
dediğiniz için, revizyonist bir yönelimciden farkınız yoktur. Marksizm ve işçi sınıfı dediğiniz için
de dogmatiklerden farkınız yoktur.
Bu eğilimler karşısında ne kadar doğru olursanız olun ve ne kadar güçlü bir teoriye dayanırsanız
dayanın, bir kere o birbirine varlıklarında haklılık kazandıran anlayışlar egemenliklerini kurup
yaygınlaşınca, kendi büyük kütlelerinin çekim gücüne çekerler her şeyi. Ondan sonra onların
teorik olarak çürütülmüş ve aşılmış olmaları bilinmez kalmaya mahkûm olur. Yeni kuşaklar da
var olan durumu olası ve geçerli biricik tarihsel durum ve bölünme olarak algıladığından
sorgusuzca o bölünmeleri benimserler ve onun içinde tavırlarını alırlar.
279
Doğru görüşün bu yanlış görüşleri ortadan kaldırmak için bilinmesinin ve maddi bir güç haline
dönüşmesinin bütün yolları ortadan kalkar. Ama hiçbir etkisi olmasa da doğru görüş, o nesnel
eğilimlerin bir derin analizi de demektir. O saçma bölünmenin tarafları bir süre sonra, doğru
görüş tarafından fiilen ve pratik bir yenilgiye uğratıldıkları için değil, doğru görüşün ifade ettiği
nesnel toplumsal eğilimler tarafından tarihten ve toplumdan silinirler. Ama bu sefer de artık
olaylarca aşıldığı için o doğru görüşün yine ilgiyi çekme ve bulunma şansı olmaz.
İki tipik örnek verelim. Birisi yukarıda aktardığımız Göçmenler hareketidir. Bu gün ne göçmenci
yönelimciler ne de Ali Dayıcılar var artık. Bir zamanlar sizi Göçmen dediğiniz için, Marksizmi
terk etmekle suçlayan en dogmatik akımlar bile artık dünya çapındaki bu fenomenin varlığını
kabul etmektedirler. Ama bunun Markssit öğreti bakımından açıklanması ve savunulması kimseyi
ilgilendirmemektedir artık.
Böylece ilgi duyulmadığı için, bir zamanların tartışmasının yanlış varsayımlara dayandığı ve
sizin burada tek doğru çizgiyi temsil ettiğinizin bilinmesi şansı kalmıyor. Yani sizi doğrulayan
olaylar aynı zamanda doğruluğunuzu anlamsız hale getirmektedir.
Uluslar arası sosyalist hareketin tarihinden de bir örnek verilebilir. Örneğin Sovyetler Birliğinin
karakteri sorunu. Bunun bir sosyalist ülke olmadığını; tek ülkede sosyalizme geçilemeyeceğini;
Stalinizmin Marksizmin bir revizyonu olduğunu vs. yıllarca Marksistler söylediler. Hatta böyle
dedikleri için kitleler halinde katledildiler. Ama o devletler de kendilerinin sosyalist olduğunu
söyledi, kapitalist devletler de onların sosyalist olduğunu söyledi. Bir süre sonra, ilk kuşakların
anısı da iyice hafızalardan silinince, artık yeni kuşaklarca onların sosyalist olduğunu tartıştıracak
hiçbir fikir ve argümana ulaşma şansı bile kalmaz. İşin ilginci bundan şüphelenecek bir durum da
yoktur. Bir yanda ABD gibi bir emperyalist vardır diğer yanda Sovyetler. Birinden olmayan
diğerindendir. Yani artık insanlar, bir yanılsamanın ürünü olarak, sosyalizmle Sovyetleri
özdeşleştirdikleri için Sovyetçi olmaktadırlar ve Bürokrasinin yalanının yaygınlaşması onun
doğru gibi görülüşünün kanıtlarını yaratmaktadır. Aynı şey karşı tarafın propagandası için de
geçerlidir.
Ama tersi de doğrudur. Yanılsama sadece tek taraflı da değildir, O “sosyalist” ülkelerde
yaşayanlar da, bu sefer yaşadıklarının sosyalizm olduğuna hem o ülkelere egemen kastlar hem de
karşı taraf yemin ettiğinden, her ikisi de o ülkelerin sosyalist olmadığı gerçeğini savunan
Marksistlere karşı bir susuş komplosu içinde bulunduğundan, gerçekten yaşadıklarının sosyalizm
veya komünizm olduğundan kuşkulanmayı bile akıllarına getirmezler. Böylece eğer yaşadığımız
komünizm ise, kapitalizm veya ABD iyidir deyip, gerçekten komünizme karşı olmak amacıyla
Amerikancı ya da kapitalizm hayranı olmaya başlarlar.
Böylece aynı yalanın yaydığı yanılsama, kapitalist dünyadaki ezilenleri, Sovyetleri savunmaya,
“Sosyalist” dünyadaki ezilenleri kapitalizmi ve ABD’yi savunmaya iter. Bir süre sonra bu ülkeler
yıkıldığında, hem de yıkılış bunların sosyalist değil bürokratik ülkeler olduğu; tek ülkede
sosyalizm olmayacağı gibi görüşlerinizi kanıtlamış olmalarına rağmen, yani dile getirdiğiniz
nesnel eğilimler sonucu o ülkeler yıkılmış olmasına rağmen; hem bu bilinmediği için hem de
280
artık yıkılmış ve olaylarca aşılmış olan bu ülkelerin bürokratik diktatörlükler olup olmadığının
artık bir anlamı kalmadığı; kimse buna kafa yormadığı veya yormanın bir pratik anlamı olmadığı
için insanların bu görüşleri bilme ve tanımasının bütün yolları tıkanır.
Tarih böylesine korkunç adaletsizdir doğru görüşlere karşı. Tarih kendi sırrına erenleri ve o sırrı
açığa vuranları affetmez. Onları bilinmez kalmakla cezalandırır. Çünkü o tarihin cezası gibi
görünen aslında egemen sınıfların ezilenler karşısındaki suç ortaklığından başka bir şey değildir.
Bu nedenle, o tarihin cezalandırdığı ve bilinmez kalmaya mahkûm görüşlerle, ezilenlerin savaşı
ve başarısı arasında korkunç derinden işleyen kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenledir ki o geleneği
sürdürmek önemlidir. O bağ, Marks’ın Köstebek benzetmesi gibi, toprağın derinliklerinde sürer
ve Köstebek üste çıktığında apaçık ve bütün haşmetiyle kendini gösterir. Ama tarihte bu gibi
“yıldızın parladığı anlar” olağanüstü azdır.
(Aslında böyle bakıldığında insanlık tarihinin bir yanılsamalar tarihi olduğu görülür. Bütün
büyük dinlerde de benzer durumlar vardır. Aslında her görüşün en yaygın ve bilinen biçimleri
onun en oportünist çarpıtılmalara uğratılmış biçimleridir: Bizler bunları onun ta kendisi sanırız ve
onun kabulleri içinde tekrar kendi sınıfsal eğilimlerimizi ifadenin yollarını ararız. Ama bu aynı
toplumsal eğilimlerin farklı ön kabuller nedeniyle birbirlerine karşı mücadelesi demektir. Sınıf
egemenliğinin sürdürülmesinde ve ezilenlerin birbirine karşı kullanılmasında bunun korkunç
önemi vardır.)
*
Kaldığımız yere dönersek. Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz demiştik ve Avrupa’da Türk
solunun göçmenleri içindeki bir tartışmaya değinmiştik. İşte bu gün Negri ve Eleştirmenleri ile
bizim görüşlerimiz arasındaki ilişki, tıpkı “yönelimciler” ve “Devrimci İşçiciler” veya
“Tanerciler” ve “Ali Dayıcılar” bölünmesi karşısındaki ilişki gibidir.
O zamanların Taner Akçam’ı veya Yönelimcileri’nin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri veya
Post Modern görüşlerdir. O zamanki Ali Dayıcıların veya Devrimci İşçici’lerin bu günkü
dünyadaki karşılığı Negri’ye karşı çıkan marksistlerdir. Bu James Petras veya Sungur savran
veya Callinicos da olabilir. Biz yine bunların ikisinin de dışında ve ikisine de karşı konumdayız.
*
Kitaplarının Türkçe basımına Önsöz’de Negri şöyle yazıyor:
“Bu kitap çağdaş, küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor.
Son derece iddialı bir işe kalkıştığımızı ve en başta bilgimizin, deneyimlerimizin ve yetilerimizin
sınırlılığı yüzünden, tam bir başarı sağlamamızın imkânsız olduğunu gayet iyi biliyoruz.
Dolayısıyla bu birçok kişi tarafından ve birçok açıdan eleştirilecek, değiştirilecek ve
tamamlanacak bir kitaptır.”
Bu kitap 2000 yılında yayınlandı.
281
Biz de aşağı yukarı duvarın yıkılışından beri, yani aşağı yukarı 1990’ların başından beri, yani
Negri’nin kitabının çıkışından on yıl öncesinden beri dünyada durumun değiştiği ve dünya
çapında yeni bir stratejinin gerektiği üzerine yazılar yazıyoruz. Biz bunu “küreselleşmiş bir
dünya” kavramıyla değil; o küreselleşmiş dünyanın devrimci strateji açısından çok önemli özgül
bir eğilimine vurgu yaparak, “gezegen çapında Apartheit” kavramıyla ifade ediyoruz. Yani ilgi
alanımız ve sorunlarımız ortaktır.
Elbette bu yazılar “bilgimizin, deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden” tam bir
başarı ve çözüm değildir, bir ilk adımdır; tartışma için bir temeldir.
Negri’nin kitabı, bütün dünyada ve Türkiye’de hemen hemen herkes tarafından eleştirildi ve
tartışıldı. Bizim yazdıklarımız ise bu güne kadar hemen hemen hiçbir şekilde eleştirilmiş ve
tartışılmış değil?
Neden böyle?
Biraz bu sorunun cevabını arayalım.
Birincisi, biz bu görüşlerimizi, Negri gibi, sistematik ve büyük bir kitapla sunmadık.
İstemediğimizden değil, buna olanak bulamadık. Daha ziyade, gazete makaleleri ve küçük
denemeler biçiminde, İnternet sayfalarında ya da marjinal dergilerin sayfalarında; aktüel
gelişmelerin içinde o gelişmeleri yorumlayan açıklamaların arasında yer aldılar.
Bu yanıyla bir bakıma, Marks-Engels’in Tarihsel maddecilik teorisini açıklamaları ve
uygulamalarına benzer konumları. Onların teorisinin de sistemli, kalın bir kitap halinde bir
açıklaması yoktu. Teorinin açıklamaları ya Alman İdeolojisi gibi, hiç yayınlanmamış ve
“farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmıştır ya da kişisel mektuplara dağılmıştır. Tek doğru
dürüst bir açıklama, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın “Önsöz”ündedir ve birkaç sayfayı
geçmez. Bizimkiler de öyledir. Bu elbette onun anlaşılmasının ve sitemli bir şekilde
tartışılmasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Politik yazıların içeriğine yedirilmiş olarak
sunulduğundan, politik bağlamlarda değerlendirildiklerinden hemen hemen olanaksızdır da.
Yanı Negri’nin koca bir kitapta sistematize olarak ele aldığı teori bizde Marks-Engels’in teorisi
gibi sistematik bir açıklamadan yoksundur ve uygulamalar biçiminde dağınık olarak
bulunmaktadır. Bu tartışılmamasının önemli nedenlerinden biridir.
İkincisi, biz bu teoriyi, tam da en dibe vurulduğu noktada ortaya koymaya başladık. Yani duvarın
yıkılışının hemen ardından. Yani Teorik sorunlara ilginin en aza indiği; insanların genelleme
yeteneklerini en çok yitirdiği bir dönemde. Negri’nin kitabı ise, iyi kötü tekrar belli bir kitle
hareketlenmesinin olduğu bir dönemde yayınlandı. Bizzat kendisinin yayınlanışı ve okunuşu,
teorik sorunlara duyulan ilginin yeniden bir yükselişinin ifadesidir. Yani biz teoriyi yanlış
zamanda ifade ediyorduk.
Ama bu “yanlış zamanlılık” sadece Dünya çapındaki geri çekilişle ilgili bir yanlışlık değildi. Bu
görüşler Türkiye ve Kürdistan’da da yanlış zamandaydı.
282
Bu teorinin en önemli bileşenlerinden biri, dünya çapında apartheid kadar modern ulus teorisiydi
ve bu iki sorunu birbirine bağlıyordu. Ne var ki, dünyadaki gerileyiş sürerken, Kürt ulusal
hareketinin yükselişi sürüyordu. Daha sonra da Türk milliyetçiliğinin yükselişi ortaya çıktı.
Halbuki milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar. Yani Türkiye ve Kürdistan’daki
gelişmeler teorinin içeriğinin kavranması ve tartışılması bakımından yanlış zamanlılığı
katmerlendiriyordu. Milliyetçiliğin ezen ve ezilen ulus arasında muazzam bir yükseliş yaşadığı
bir zamanda, kim milliyetçilik teorisiyle ilgilenirdi ki?
Ama sadece yanlış zamanda değil, yanlış yerde de. Türkiye’de değildik. Yazılarımız esas olarak
Avrupa’da ama Türkçe yayınlanıyordu. Türkçe olduğu için Avrupa’nın düşünce ve toplumsal
hareket dünyasının dışında; Avrupa’da olduğu için de Türkiye ve Kürdistan’daki düşünce ve
toplumsal hareket dünyasının dışındaydı. Dolayısıyla ne Avrupa’da ne de Türkçede tartışılması
mümkün değildi.
Tartışılmasının önündeki bir diğer engel de onun içeriğinden gelir. Sosyalistler arasında her
zaman şu iki eğilim vardır. Bir yanda, eski formülleri tekrarlayan inancı sağlam, hatta radikal
dogmatik kanat. Diğer yanda yeni olana dikkati çeken ve unun için eski teorik veya siyasi
çerçevenin yeterli olmadığını söyleyen eleştirel veya revizyonist denebilecek kanat.
Bu iki kanatın birbirilerinin varlığına ihtiyaçları vardır. Kendi gerekçelerini diğerinde bulurlar.
Ama ortada, hem yeni olgulara dikkati çeken, hem eski teorik ve politik sistemlerin var olan
sorunları karşılayamayacağını söyleyen hem de bu değişikliği eski teorik ve politik sistemi
reddederek değil; içinde taşıyarak ve aşarak bir çözüm arayan bakış karşısında ikisinin de suç
ortaklığı ile sustukları görülür. Biz şahsen bütün hayatımız boyunca bunu yaşadık.
Görüşlerimizin tartışılmamasında bunun da çok önemli bir payı vardır.
Bizim bir açmazımız da şurada. Görüşlerimizin uluslar arası sosyalist ortamda tartışılması gerekir
ama onlar Türkçededirler ve bir üçüncü dünyalı tarafından ifade edilmişlerdir. Bu da onun
tartışılmasının önünde çok ciddi bir engel oluşturur.
Birinci engel, üçüncü dünyalı olmaktan gelen engeldir. Yani biz görüşlerimizi, Batı dillerinden
birinde ifade edebilseydik bile, batılı aydın ve sosyalistin latent ırkçılığının duvarına çarpması
kaçınılmazdır. Elbette bir üçüncü dünyalı olarak ciddi bir teorik katkıda bulunma şansımız hemen
hemen yok gibidir. Batılı aydın ve sosyalistlerin üçüncü dünyalılar karşısındaki latent ırkçılığı,
olgusal düzeyde temelsiz değildir. Gerçekten Üçüncü Dünya’dan bir teorik sentez çıkabilmesi
olasılığı çok zayıftır. Kültürel gerilik muazzam engeller yaratır.
Bu nedenle batılı zaten, ırkçı olmamak için ve nezaket gereği aksini söylese ve öyle davranmaya
çalışsa da, bir üçüncü dünyalıdan gelen bir görüşü ciddiye almaz. Dolayısıyla ne kadar doğru ve
yeni bir şeyler de söylerseniz söyleyin, onların kurunun arasında yaş olacakları kesin gibidir.
Ama buna ek olarak, bir de zaten bir taşra dili olan Türkçede ifade edildiğinden bilinmez ve bu
nedenle Avrupa’da tartışılması söz konusu değildir. Türkiye’de ise, nasıl firmalar ürettikleri
tekstil ürünlerine batı damgası vurarak satabilirlerse, bir fikir ancak Batı’da tanınmışsa
283
Türkiye’nin düşünce veya sosyalistler ortamında tartışılmaya değer bulunabilir. Dolayısıyla
Batı’da tartışılmadığı için de Türkiye’de tartışılmaz.
Ama bütün bunlar, 1990’ların başında formüle ettiğimiz ve bu arada sürekli geliştirdiğimiz
günümüz dünyasına ilişkin bir teori ve stratejiye ilişkin görüşlerimizin tartışılmaya değmeyecek
sıradan şeyler olduğu anlamına gelmiyor.
Bütün zaaflarına, kültürel arka planımızın yetmezliğine; dağınıklığına vs.ye rağmen bu görüşler
bir çok tesadüfün bir araya gelmesi sonucu çok sağlam bir teorik geleneğe dayanmaktadır. Bu
onun gerek dilden, gerek ifade edenin kültürel ve birey olarak sınırlılıklarından gelen
eksikliklerine rağmen diğerlerinde hiç bulunmayan çok gelişkin bir teorik ve kavramsal temele
dayanmasından kaynaklanmaktadır.
Klasik Marksizmin, Marks, Engels, Lenin geleneğinin yanı sıra Troçki-Mandel; Frankfurt Okulu
ve Batı Marksizmi ve nihayet Kıvılcımlı; bunlara ek olarak Yeni Sosyal Hareketler denen
hareketlerin katkıları; ve nihayet seksenli yıllarda ortaya koyulmuş modern ulus ve ulusçuluk
teorisi. Ve bütün bunların bir tek tutarlı bir teorik sistem içinde birleştirilmesi ona diğerlerinin hiç
birinde bulunmayan bir üstünlük kazandırmaktadır.
Bu somut üstünlüğü, Negri’nin kitabı bağlamında ele alalım.
*
Şimdi birkaç örnekle Negri gibi sorular sorduğumuzu, hem de ondan önce ve bağımsızca
sorduğumuzu yani alanlarımızın ortak olduğunu göstermeye çalışalım.
Örneğin biz, sürekli olarak ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini yok etmekten; “yeryüzü
ölçüsünde bir apartheid”ten; Ulusçuluğun artık zıddına dönüp ırkçılığın bir aracı olduğundan söz
ediyoruz.
Negri de bugünkü politikaların çıkışsızlığını görüyor ve bunları bambaşka bir konsept ve teori
bağlamında şöyle ifade ediyor:
“Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış
olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı
egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm
ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir
hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde
değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları
tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika
yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç
vardır.”
Şimdi buyrun en son yazdığımız yazıdan bir bölüm:
“Böyle bir strateji ve program değişikliği için, kafalarda tam anlamıyla bir devrim yapmak
gerekiyor. Artık geçen yüzyılın sömürgecilikten ya da emperyalizmden bağımsızlık kazanma ve
284
bir siyasi bakımdan bağımsız ulusal devlet kurma hedefi ve stratejisinin bu günkü dünyada,
zengin Emperyalist ülkelere karşı mücadelede anlamı ve işlevi yoktur. Hatta bu strateji bizzat var
olan sistemin onaylanması ve pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü nasıl tanımlanırsa
tanımlansın ulusal devletlere dayanan sistem artık dünya çapında ırkçılığın bir aracıdır. Ulusal
sınırlar sayesinde insanlığın büyük çoğunluğu bir rezervata kapatılmaktadır. Bu ulusal sınırları
savunmak, aslında insanlığın içine hapsedildiği hapishanenin duvarlarını savunmak demektir
artık. Eskiden emperyalist baskı ve sömürüden kurtulmak için her ülke bu duvarları örmeye
çalıyordu. Bu anlamda belli bir işlevleri de oldu. Ama diyalektik olarak dün olumlu olan bu gün
olumsuz hale gelmiş bulunuyor. Eskiden sömürü ve baskıya karşı olan bu duvarlar artık sömürü
ve baskının araçlarına; bir hapishanenin duvarlarına dönüşmüş bulunuyor. Bunu anlamak
gerekiyor. Solun bütün çaresizliği bunu anlamayışında ve anlamak istemeyişinde.”
Görüldüğü gibi çok farklı kavram sistemleri içinde de olsa, Negri ile aynı telden çalıyoruz.
Sadece bu değil. Örneğin Negri’den bizim dünyanın siyahları dediğimiz ile ilgili bazı alıntılar
yapalım:
“Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti.
Bugün ise dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden
21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini
sonuna kadar destekliyorum.
İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile
karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı
yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur.
Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde
şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve
göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik
sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon
yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz
yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.”
Şimdi aynı konuda bizim yazdıklarımıza bakın:
“Uygulanması gereken yeni stratejiyi dünyanın işçileri, yoksulları kendiliğinden uygulamaya
başlamış bulunuyorlar. Ne var ki, sosyalistler hala eski kavramlarla ve modellerle düşünmeye
devam ediyorlar ve gözlerinin önündeki bu yeni strateji ve programı görmüyorlar. Marks-Engels,
Manifesto’da komünistlerin var olan gerçek harekete dayandıklarını, ondan yola çıktıklarını
söylüyorlardı. Bu gün bu bağ yok ve yeniden yaratılması gerekiyor.
Dünyanın dört bir yanındaki ekmekçiler denizlerde gemilerle, dağların ıssız ve soğuk
doruklarında; çöllerde her Allah’ın günü bu stratejiye göre bireysel düzeyde bir mücadele
veriyor. Bunların onlarcası soğuk, sıcak, açlık susuzluktan ölüyor. Çok küçük bir bölümü ancak
285
Batı’nın zengin ülkelerine kapağı atabiliyor ve bunların büyük bir bölümü yine o hapishaneye
geri gönderiliyor.
Bu var olan hareket muazzam bir siyasi program ve mücadele stratejisi haline geldiği an,
sosyalizm tekrar ezilenlerin bir hedefi olarak eski itibarını kazanabilir ve emperyalist ve
kapitalist sistemin bütün ikiyüzlülüğü ve ırkçı karakteri açığa çıkar.”
Bizim yazdıklarımızda on yıldır böyle onlarca alıntı bulunabilir. Burada sadece son yazıdan bir tane aldık.
Yani Negri, yeni olanı görüyor ve onu anlamaya çalışıyor. Biz de aşağı yukarı doksanların
başından beri bu yeni olanı görüp anlamaya çalıştık. Ne var ki, Negri, ne bu yeni olanı
açıklayacak bir teorik donanıma sahip ne de ondan tutarlı stratejik, programatik ve politik
sonuçlar çıkarabiliyor. Çünkü ne Marks’ın temellerini attığı teoriye dayanıyor ne de onun
gelişmiş biçimlerine, sadece son derece eklektik, Spinoza’dan tutun Focault’a kadar başka teorik
geleneklere dayanıyor. Bu onun en büyük zaafını oluşturuyor. (Onun bu en zaaflı yanı aynı
zamanda çok tutulmasının da bir nedeni tabii. Moda ve zamanın ruhuna uygun bir söylemi var.
Merkezsizlik ve çokluk gibi örneğin.) Ama onun bu zaafı, diğer, ister Sungur Savran ister James
Petras, hatta nispeten daha kaliteli olan Callinicos olsun, dogmatik Marksistler karşısında onu ne
kadar zor durumlara düşürürse düşürsün, yeni olana, baştan aşağı bir değişiklik gerektiğine dair
görüşlerinin doğruluğuna zarar vermiyor.
Diğerleri korkak korkak sahilden gitmeye çalışıyorlar. Bildikleri toprakları gözlerden yitirmeye
cesaret edemiyorlar. Negri ise, sahilden gitmekle bir yere gidilemeyeceğini, tıkanmış ticaret
yollarının açılamayacağını görüyor; denize açılıyor; açılmak gerektiğini söylüyor. Ama elindeki
aletler ve gemi (yani dayandığı teorik arka plan ve kavramlar) onun yeni yollar bulmasına el
vermiyor. Korsanların (Ezilenlerin düşmanlarının) eline geçiyorlar. Öbürküler bağırıyorlar. “Bak
o yollar bir yere çıkmıyor, bu emin sahil yollarını terk edenin başına bunlar gelir işte”. Adamı
post modernizm öcüleri yiyiverir falan diyerek kendi korkaklıklarını gizlemenin zaaflarını fazilet
gibi göstermenin yollarını arıyorlar.
Şimdi Negri’nin nasıl bir sürü parlak formüllere rağmen pek bir şey söylemediğini ve teorik ve
kavramsal arka planının ne kadar zayıf olduğunu göstermeye çalışalım.
*
Birincisi, Negri, Modern Ulus teorisini bilmiyor ya da hiç kavramamış. Bu çok açık. Bu onun
siyasi strateji önermelerinde açıkça görülüyor.
Birkaç örnek verelim:
Şu soru ve cevabına bakalım:
“Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz?
“Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden
kastettiğimiz de zaten budur. Söz konusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri
286
konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir
küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını
savunmaktır.”
Dikkat edin, elbette bunlar doğrudur ama bütün bunlar da eni sonu sosyalistlerin “vatan millet
Sakarya”sı gibi sözlerdir. Daha çok adalet, daha çok demokrasi. Bu demokrasi ve adalet nasıl
olabilir.? Bu konuda hiçbir şey söyleyemiyor. Bir şeylerin yanlışlığının farkında ama doğrusunun
ne olduğunu söyleyemiyor.
Örneğin Fransa’ya ilişkin şöyle diyor:
“Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin
korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye
karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün
yapılabilecek en büyük hata budur”
Ama bu ulus devleti savunacak programa karşı ne savunulması gerektiğini söylemiyor.
Söyleyemiyor çünkü bütün zengin ülkelerin sosyalistleri gibi, gerçek sorunları koyduğu an
kendini çok kötü bir durumda bulacaktır.
Bütün söyleşide somut olarak önerebildiği bir tek şey var:
“Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi
şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası
kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.”
Şimdi Negri’nin neleri anlamadığını ve kaçtığı soruları görelim.
Bu en son somut önerisinden başlayalım. “Batı’dan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine
yardım etmektir.”
Dikkat edilsin, bunları Kürtler vesilesiyle söylüyorsa da, aslında bütün dünyanın siyahları için
Batı’da önerebileceği tek somut eylem ve örgütlenme biçimidir.
Ama bu birçok soruyu da beraberinde getirir. Bunlarla yüzleşmemektedir.
Birincisi, Negri’nin “biz”i sol aktivistleri kapsamaktadır. Hâlbuki İtalya’nın veya Batılıların
büyük çoğunluğu, bu göçe yardım etmek bir yana karşıdır. Bizzat İtalya’da Liga Nord gibi
örnekler var. Bunlar bizzat ülkenin kuzeyinin güneyinden bile ayrılmasını savunan bir refah
şovenizmi içinde.
Bu gün her hangi bir batılı veya zengin ülkeye giden şunu görür, bu ülkelerdeki nüfusun ezici
çoğunluğu ve özellikle de yabancı işgücüyle rekabet içinde bulunma durumunda olan işçilerin en
alt tabakaları ve işsizler, yabancıların gelmesine karşı en militan takımı oluşturmaktadırlar. Bu
sorunu nasıl çözecek? Bu çelişkinin varlığı ve çözümü konusunda tamamen susuyor.
287
Hâlbuki şunu bilmesi gerek, eğer bir sol hareket, zengin bir ülkede, sınırların kardırılmasını,
dünyada iş gücünün serbest dolaşımını isterse, hiçbir şekilde destek bulma şansı yoktur. Bu
Avrupa’da da, Japonya’da da Amerika veya Avustralya’da da böyledir.
Ama öte yandan, bu ülkelerden birinde, ama özellikle de Amerika’da nüfusun büyük çoğunluğu
buna kazanılmazsa, yani kapitalizme karşı yönelmezse, insanlığın bir şansı yoktur.
Negri bunun farkında, örneğin ABD’nin tayin önemini açıkça belirtiyor. Diyor ki:
“İnanıyorum ki, eğer sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır.”
Doğru ama biz istemlerden değil de gerçek durumdan yola çıkarsak, ABD’de solun
canlanmasının nasıl olabileceği üzerine kafa yormak zorundayız. Hâlbuki burada Negri, yukarıda
sözü edilen soruna gözlerini kapıyor. Yani ABD’deki ücretlilerin ezici çoğunluğunun iş gücünün
serbest dolaşımına karşı olduğu ve olacağı; sorunun bir ikna sorunu olmadığı, bütünüyle iktisadi
konumla ilgili olduğu konusunda susuyor. Yani Dünya proletaryasının fiili bölünmüşlüğünde
susuyor.
Bu sefer kendini zengin ülkelerdeki yoksullukla ve yoksul ülkelerdeki zenginlikle şöyle avutuyor:
“Üçüncü dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin sadece
coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı
yaşamaktadır.
Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da
bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana
çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor.”
Evet, dünyanın en büyük fakirliğini NewYork’ta ve en büyük zenginliğini yine o “Üçüncü
Dünya”da görebilirsiniz. Ama Üçüncü dünyanın zengini nüfusun yüzde onuysa zengin ülkenin
yoksulu da yüzde onudur. Bu yüzde onla ABD’de bir değişiklik mümkün değildir.
İşin daha kötüsü, bu yüzde on, göçmen ile en çok rekabet içinde bulunacağından, en çok
milliyetçi veya ırkçıdır da. Bu çıkmaz konusunda da hiç konuşmamaktadır.
Yani Negri’nin kavrayışında ekonomi politik, sınıfların nesnel durumları kavrayışı pek yoktur.
Sadece bu yok değildir, buna bağlı olarak dünya proletaryasının bölünmüşlüğü konusunda
susmakta ve onu görmezden gelmektedir. Dolayısıyla bu bölünmüşlüğün nasıl aşılacağı gibi bir
sorun da bulunmamaktadır.
Ama tam da bunu görmediği için, bu zengin ülkelerin işçilerinin veya hadi çokluğunun nasıl
kazanılabileceği sorusunu sormamaktadır.
Negri de olmayan bir diğer sorun, kapitalizme karşı mücadeleyi hala bir klasik sosyalist geleneğe
bağlı olarak bir üretim ve siyasi ilişkileri değiştirme olarak kavramasındadır.
Negri’nin gündeminde, burjuva uygarlığına karşı başka bir uygarlığın programlaştırılması gereği;
sadece devlet gibi siyasi araçların değil, maddi ve manevi araçların da tarafsız olmadığı ve
288
olamayacağı, dolayısıyla tıpkı burjuva devletinin sınıfsiz bir topluma gidişte bir araç olarak
kullanılamayacağı gibi, bu uygarlığın maddi ve manevi araçlarının da kullanılamayacağı gibi
sorunların en küçük bir izi bile bulunmamaktadır.
Aslında, Negri’nin daha demokratik ve eşitlikçi ve ulusal sınırları kaldırmış dünyada tüm iş
gücünün serbestçe dolaştığı sistem teorik olarak Kapitalizm ile çelişmez. Bu kapitalizm için ideal
koşullar sağlar. Yani, meta üretiminin tasfiyesinden hiçbir söz bulunmamaktadır.
Yani sadece sosyalist bir uygarlıktan söz etmemekle ve bunu problematize etmemekle
kalmamaktadır; en temel koşul bile, meta üretiminin tasfiyesi bile bir hedef olarak ortada
bulunmamaktadır. Dolayısıyla, programı ideal bir burjuva programıdır.
Yani bu gün, burjuvazinin küçümsenmeyecek bir kesimi, iş gücünün serbest dolaşımı; ulusal
sınırların kaldırılması; zenginlik farklarının azaltılmasına hiç de hayır demez. Bundan nesnel
olarak çıkarlıdır.
Bu şöyle bir duruma benzer: soyut olarak burjuvazinin toprağın kamusallaştırılmasıyla bir sorunu
yoktur. Ama somut tarihte bunu istemez. Ama kendine sosyalist diyen demokratların önemli bir
kısmı bu burjuva karakterdeki talebi savunur. Savunduğu aslında burjuvazinin bu nesnel
eğilimidir. Negri’nin durumu biraz böyledir.
Negri Modern ulus teorisini bilmediği için, bu günkü sistemin ırkçı karakterini kavramamakta ve
ulus devlet ile burjuva uygarlığı buna karşılık ulusun bir inanç sorunu yapılması ile sosyalist bir
uygarlık tasarımı arasındaki ilişkiyi de kavramamaktadır. Ulusçuluğun bir ırkçılığın aracı
olduğunu görmemekte ve bunu kavramsal bir açıklamaya kavuşturamamaktadır.
Örneğin şöyle şeyler diyor:
“Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün
ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.”
Biz ise bunu şöyle formüle ediyoruz: ulusal olanla politik olanın bağının koparılması; ulusun
kişinin bir seçim ve inanç sorunu olarak; kişisel bir sorun olarak alınması. Bizim önerimiz
Ulusçuluğu, her biçimiyle reddeder. Negri’nin önerisi ise, oldukça muğlaktır. Sorunu sanki
küresel bir ulusun yurttaşlığı gibi kavramaktadır. Burjuva uygarlığının dayandığı var oluş
biçimini sorgulamamakta, ama bu ulusu, küresel bir ulus olarak düşünmektedir. Küresel dahi olsa
o bir tek soyut küresel ulusla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamamaktadır. Yani başka bur
uygarlık nosyonundan yoksundur.
Ama Ulus ve Ulusçuluk konusundaki teorik eksiklik sadece burjuva uygarlığına karşı bir uygarlık
ve dünyayı bir apartheit olarak kavrama yeteneği göstermeme konusunda ortaya çıkmamaktadır.
Yani sadece ulusçuluğun bu günkü globalleşmede aslında aparthaitın, ırk ayrımcılığının bir aracı
olduğunu kavramıyor; aynı zamanda; hala belli ülkelerde ulusal baskıya karşı mücadele
konusunda kesin bir anlayışsızlık ve körlük olarak da ortaya çıkıyor.
Örneğin Kürt ulusuna ilişkin söylediklerini bir hatırlayalım:
289
“Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi
şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası
kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.”
Burada, Kürdistan’daki ulusal mücadeleye ilişkin bir tek söz yok ve kesin bir kavrayışsızlık var.
Hâlbuki ciddi bir devrimci stratejinin orta doğu gibi, dünyanın en kritik bölgesinde, Araplar
Farslar ve Türkler arasında bölünmüş bu ulusal hareketin potansiyelleri konusunda kafa yorması;
bu mücadelenin nasıl dünya çapındaki mücadeleye bağlanacağını sorması gerekir.
Tabii bunları sormadığı için, bu demokratik karakterli hareketin başarısının ister istemez ne gibi
sorunlarla karşılaşacağı gibi sorunlara da hiç değinmemektedir. Nasıl olacaktır da bu ezilen
ulusun hareketi, şu dünya vatandaşlığı projesiyle birleştirilebilecektir. Böyle bir sorun da yoktur
problem de.
Ama sadece bu kadar değil, ulusçuluğun karmaşık nitelikleri konusunda da son derece suskunluk
ve anlayışsızlık içindedir. Uluslar arası göçün nasıl ve hangi mekanizmalarla bir diyaspora
ulusçuluğu yarattığı; bunun uzaktan kumandalı ve çoğu kez anavatandakinden daha şoven ve
fosilleşmiş karakteri gibi sorunlar ve bunların politik mücadele bakımından yarattığı sorunlar
konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Yani göç olgusunun kendisi aynı zamanda
cemaatlerin içe kapanması gibi sonuçlar da doğurmaktadır. Bu sorun nasıl çözülecektir mücadele
bakımından.
Farklı ulusçuluklar konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Örneğin Kürt hareketi içinde, bir
yanda PKK’nın ifade ettiği, etniye dile dayanmayan, coğrafyayla sınırlı, etni, dil vs.’yi ulus
tanımının dışına iten, burjuvazinin devrimci dönemine has bir demokratik ve cumhuriyetçi
ulusçuluk ile Barzani ve Talabani’de ifadsini bulan etni ve dile dayalı ulusçuluklar ve bunlar
arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı sorunlar vs. konusunda da bir tek söz yok. Bütün bu
sorunlar onun ufkunun dışında kalıyor.
Elbet bu eleştiriler uzatılabilir. Negri’yi eleştirenler, onu edata fazla açılmakla, fazla ileri
gitmekle eleştiriyorlar. Biz ise onu, yeterince açılmamakla; sonuçlarından korkup tekrar gizlice
sahile dönmekle eleştiriyoruz.
Bu bölüne son verirken Negri’nin iki kavramına ilişkin birkaç söz edelim.
Negri’nin Roma’sız imparatorluk kavramının hiçbir karşılığı olmadığını düşünüyoruz. Aksine,
dünya ticareti ve globalleşme imparatorluğu zorunlu kılar. Bütün imparatorlukların esas işlevi
ticaret yollarının emniyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, globalleşme, Romalı bir
imparatorluk eğiliminin nesnel temelidir.
Bu imparatorluğun iki biçimi olabilir. Biri batı ortaçağında görülen, uygarlığın batıya yeterince
yerleşmemişliğiyle ilgili olan; eşitler arasında birinci, aslında tepedeki imparatorun fazla bir
gücünün olmadığı bir vasal ve süzerenler hiyerarşisi biçimindeki daha barbar ama tarihsel olarak
kapitalizme geçişe olanak sağlamış imparatorluk biçimi. Diğeri, doğu imparatorlukları gibi, bir
tek egemen sultanın mutlak merkezi biçimi altındaki imparatorluk.
290
Şimdilik gelişmeler birinci türden bir imparatorluğu zorluyor. Ama bu imparatorluk yerleştikçe
ikincisine giden yola girer. Bütün imparatorluklar bu yolu izlemişlerdir. Bu anlamda, Üstte ABD,
onun altında Avrupa ve Japonya, Onun altında Çin, Rusya gibi bir imparatorluk sistemi ilk elde
gerçekleşebilir.
Ama bu başka bir tartışmadır ve Negri’nin dediğiyle ilgisi yoktur. Ne var ki, Negri bu biçiminin
gevşekliğini Romasız Romanın kanıtı gibi kavrama eğilimi taşıyabilir. Bu yanlıştır.
Çokluğa gelince, bu tartışma başından yanlıştır. Biz, yeni sosyal hareketlerin çıktığından beri
“çokluğu” savunuyoruz. Ama çokluk aynı zamanda birliktir de. Bu bir yanda işçi sınıfı bir yanda
çokluk saçmalığı değildir.
İşçi sınıfı çokluk olduğunda işçi sınıfı olur. Çokluk ta ancak işçi sınıfı olduğunda Çokluk olur.
Bu saçma ikilemin dışındayız.
Bu çok farklı öznelerin varlığı ve b.unların programatik, stratejik ve örgütsel olarak ortaya
çıkardığı sorunlar da sosyalistler için bilinmez kalmaktadır. Negri ile bu bağlamda da buraya
kadar eleştirdiğimiz bir pozisyondayız.
Bir “çokluk”tan söz ederken haklıdır Negri. Ama bunu tanımlama, sorunları vs.de son derece
belirsiz ve yüzeysel kalmaktadır.
(Bu yazı burada yarım kalmış. Yarım kalan yazının altında Negri’den alıntılar ve kısa hotlar var.
Bunar aşağıda yer alıyor.)
Bu kitap, karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: İmparatorluk ve
çokluk.
Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış
olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı
egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm
ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir
hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde
değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları
tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika
yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç vardır.
Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin
korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye
karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün
yapılabilecek en büyük hata budur.
291
Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz?
Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden
kastettiğimiz de zaten budur. Sözkonusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri
konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir
küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.
*
İnanıyorum ki, eğer sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır. Şimdiye kadar sol
kendini hep emperyalizme karşı savaş ile ifade etti. Ama bence en önemli problem, sermayeye
karşı örgütlenmektir. Günümüzün proletaryasını, yani göçmenleri, kadınları, işçileri, işsizleri,
entelektüelleri örgütleyebilmek. Bunların ihtiyaçlarını, istemlerini organize edebilmek asıl
problem. Bu aynı zamanda sosyal bir sorundur da. Bence bugün solun en temel problemi, göç
hareketini takip etmemektir.
Bugün sol bununla kurulmalı, sol, sınırları ortadan kaldırabilme yeteneğiyle ölçülmelidir. Eğer
ürünlerin dünya çapında bir pazarı varsa, emek gücünün de ürünler gibi dolaşım serbestisine
sahip olmaması anlaşılmazdır. İşte, sol bunun üzerinde yükselmelidir. Sol sözkonusu işgücünün
dünyada yayılması için daha fazla göç hareketini örgütleme yeteneği üzerinden doğacaktır. Ve o
zaman bu hareketliliğin, bu hareketlerin teminatı olma gerçeğinden doğmalıdır.
*
Halkların mücadelesi devam ediyor. Bir defa yaşadığımız koşullardan sıyrılmalıyız ve Üçüncü
Dünya Teorisi’ni de artık terk etmemiz gerekiyor. Çünkü dünya düzeni sınırları buraya getirdi ve
ulusal kurtuluş mücadeleleri de bazı sınırlar koydu. Bu mücadeleler tek tek insanların, ulusların,
etnik grupların özgür olabilecekleri boşluklar yarattılar. Ama inanıyorum ki, bu eski bir teoridir,
eski bir yöntemdir. Bugün kendini özgürleştirmeden, kendisini efendisinden kurtaran etnik
gruplar bu kürenin içerisindedirler, dolayısıyla küreselleşmenin içerisindedirler. Üçüncü
dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin sadece coğrafik
çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı
yaşamaktadır.
Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da
bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana
çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor.
Sorunlarımız bazı kapitalistlerin bakış açısını önplana çıkarmak ya da Üçüncü Dünya’ya yardım
etmek değil. Sorunumuz sınırları açmak ve çokluklar arasında haberleşme ağını sonuna kadar
geliştirmektir.
*
Peki örgütlenemeyen, düşünce özgürlüğünden yararlanamayan kitleler nasıl haklarını
savunacaklar?
292
Kaçarak...
Nasıl yani?
Gemileri, göçmenlerle doldurup doldurup Türkiye’yi boşaltmak gerekir. Bütün Batılı ülkeleri de
bunu kabul etmeye zorlamak lazım. Şu anda devletler çok fazla güçlüler. Asalak halini almışlar.
Tümüyle saf ve kuru şiddetçiler. Ulus-devletler basılmak üzere yaratılmış birer böcektirler.
Ancak halkların reel ve aktif bir küreselleşme perspektifiyle modern olanı öldürüp yeni bir
döneme girebiliriz. Modern olandan bahsettiğimiz zaman, elbette ki ulus-devletten bahsetmiş
oluyoruz. Bugün ulus-devlet Ariel Sharon’dur. Filistin’de yaşananlar, çağımızın en korkunç
olaylarıdır. Biz bunu saf hassasiyet ve dayanışmadan dolayı reddediyoruz. Yapılanlar vahşiliğin
izleridir ve geçmişe aittir.
*
Kitabınızda ve konuşmalarınızda göç hareketinden sıkça bahsediyorsunuz. Mesela İtalya’da ve
diğer birçok ülkede göçler, neredeyse yüzyılın felaketi olarak görülüyor. Neden felaket? Göç neyi
tehdit ediyor?
Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti.
Bugün ise dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden
21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini
sonuna kadar destekliyorum.
İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile
karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı
yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur.
Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde
şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve
göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik
sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon
yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz
yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.
*
Kürt hareketine ilişkin neler söyleyebileceksiniz?
Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi
şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası
kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.
*
Negri: İmparatorlugun emperyalizmi uluslararası sistemin
örgütlenmesi açısından aştığı tezi bir eğilime dair bir tezdir.
Bazılarının "Irak'ta Amerikan emperyalizmi" olarak adlandırdıkları
293
şey İmparatorluk'un ilerlemekte olduğunun belki de en ikna edici
testidir. Amerikalılar Irak'ta kendi başına ayakta durabilecek bir
yönetim kurmada başarısız oldular. Birleşmiş Milletler "önleyici
savaş" üzerine bir karar almayı reddettikten sonra bile, yine bu
kuruma başvurmak zorunda kaldıkları görüldü. Uluslararası düzeyde
küçük düştüler. Bu savaş için gerekli parayı bile tahsil edemiyorlar.
Ortaçağda İngiliz kralının aristokratlarından krallık savaşlarını
finanse etmelerini istediğinde düştüğü duruma düştüler. O dönemdeki
gibi bugün de aristokratlar, "temsiliyet yoksa vergi de yok" ilkesine
göre, tam da Amerikalıların vermek istemediği bir şey istiyorlar:
Irak hükümetine katılım.
Bakın, ben Amerikalıları savunmuyorum. Söylediğim olan bitenin
Amerikalı, tek taraflı bir tepki, iflas etmiş emperyal modelleri
yeniden kullanma girişiminden ibaret olduğu. İmparatorluk'un oluşumu
eğilimi (açımlanırken - emrah) Amerikalılar askeri güçleri sayesinden
süreçten mükemmel bir şekilde fayda sağlayabilirlerdi. Ancak onları
durduran şey tam da bu eğilim oldu. İşaret ettiğiniz noktaları tekrar
ederken çok dikkat etmek gerekir. O noktaları teker teker bir daha
sayarsanız, size hepsini teker teker yanlışlayabilirim
*
Negri’nin sorunu şu, ulusal egemenlik ve ulus ilkesi yaşamak zorunda, çünkü, o bizzat dediği
sınırları yıkalım talebinin arında da bunun yaşatılması yatmaktadır.
*
Antik İmparatorlukların temelinde ticaret ve ticaret yolları vardır. Ticaretin emniyetli bir şekilde
yürüyebilmesi tüm imparatorlukların asli işidir. İmparatorluklar ticaret yolları boyunca oluşur ve
yayılırlar. Sadece ticaretten doğmazlar aynı zamanda onu gelişimi ve yaygınlaşmasına da belli bir
itilim verirler. Roma imparatorluğunun yaptığı yollar bu güne kadar gelmiştir. Osmanlı
Ordusu’nun sefere giderken aynı zamanda yollar yaptığı anlatılır.
Modern Kapitalizm için de durum farklı değildir. Britanya İmparatorluğu, her şeyden önce dünya
ticaretinin gerçekleştiği deniz yolları üzerinde Britanya’nın egemenliği demekti. Hem ticaret
yolları bir Britanya İmparatorluğunu gerekli ve olanaklı kılmıştı hem de bu imparatorluk dünya
ticaretinin gelişmesini.
Yirminci yüzyıl, bu gidişte bir duraklama ve gerileme olarak görülebilir. Şimdi Globalizm ile
birlikte kapitalizm tekrar eski yörüngesine girmiş demektir. Komünist Manifesto’nun son yıllarda
en çok aktarılan satırlarının bu globalleşme eğiliminin anlatıldığı satırlar olması bir rastlantı
değildir.
294
Ama Globalleşme demek her şeyden önce mal ve para ticaretinin dünya çapında büyümesi ve
gelişmesi demektir. Bu bakımdan, globalleşme, bu ticaretin emniyeti ve düzenli işlemesi ve
bunun için maddi ve manevi koşulların oluşturulmasını zorlar. Bu ise, farklı çıkarların ve güçlerin
olduğu bir dünyada, dünya çapında bir imparatorluğu zorunlu kılar. Yani kimilerinin sandığının
aksine imparatorluk globalleşme ile çelişmez, aksine onun gelişmesinin koşuludur.
295
Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi, Politika ve Kültür
Modern demek kapitalizm demektir. Kapitalizm ise her şeyden önce genelleşmiş bir Meta üretimi
demektir. Her şeyin bir meta halini alması demektir. Meta ise, çevremizdeki bütün var olan ürün
ve maddelerden, içindeki değişim değeri ile kendini ayırır. Bu değişim değeri ise, onun içinde
yoğunlaşmış emektir. Emeğin bir tek ölçüsü vardır: Zaman. Değer olarak yoğunlaşmış emeğin,
bir uzman işçinin ya da bir çocuğun, bir kadının, bir siyahın, bir Almanın, bir Kürdün emeği
olmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bu emeği yaratan şeyin kendisi de yine değişim değeriyle
tanımlanan bir metadır: İşgücü. Bu metanın bütün diğer metalardan farklı bir özelliği vardır.
Kendisinin tüketilmesi esnasında ortaya çıkan emek miktarı, onun kendisinin, yani iş gücünün
yeniden üretilmesi için gerekenden emek miktarından fazladır. Yani bu işgücü denen malı
kullandığınızda, artı değer denen bir artık elde edersiniz. Onun kullanım değeri budur.
Kapitalizmin özü burada gizlidir.
O halde, nasıl her hangi bir malın kullanım değerinin onun değişim değerini belirlemesi söz
konusu değilse, yani nasıl kar sağladıkça, bir at ya da otomobil satmanın hiçbir farkı yoksa; iş
gücü denen metaı satan işçinin, siyah ya da beyaz, kadın ya da erkek, Kürt ya da Arap, çocuk ya
da yaşlı olmasının hiçbir önemi yoktur.
Diğer bir deyişle, Kapitalizm saf haliyle ele alınırsa, tıpkı bir kilo pamuk ile bir kilo demirin
boşlukta aynı hızlarla düşmesi gibi, o cinsler, ırklar, uluslar, kullanım değerleri karşısında
nötrdür, tarafsızdır.
Ulusal baskılar, ırksal baskılar, kadın cinsi üzerindeki baskılar, çevre felaketleri vs. gibi, “Yeni
Sosyal Hareketleri” yaratan sorunlar ve çelişkiler, Kapitalin (Sermayenin) kendi iç mantığının, ya
da değer yasasının bir ürünü olarak ortaya çıkmazlar ya da onlar onun zorunlu bir koşulu değildir.
Örneğin, insanlar cinsiyetsiz olup, solucanlar gibi çift cinsiyetli yaratıklar olsalar ve bunun
sonucu olarak da, kapitalizmin doğduğu dünyada, geçmişten kalan bir cinsel farklılık ve baskı
olmasaydı, kapitalizm yine olurdu. Hem de bu günkü kapitalizmden daha mükemmel bir
kapitalizm olurdu bu. Sermaye saf hareketine daha da yakın bir biçimde bu hareketini
gerçekleştirirdi.
Örneğin “Irklar” olmasaydı ya da insanların hepsi aynı dili konuşsaydı, aynı toplumsal kültürel
kotlara sahip olsalardı, Kapitalizm her türlü ulusal ayrımdan sınırdan azade bir tek dünya
pazarında çok daha mükemmel ve hızlı gelişirdi. Böyle bir dünya kapitalizmin var oluşu ve
gelişmesi için bir engel teşkil etmez, aksine onun en ideal biçimde, en saf biçimde
gerçekleşmesinin koşullarını yaratırdı. Tıpkı, Marks’ın Kapital’inde ele aldığı gibi, saf bir
kapitalizmde olabileceği şekilde olurdu her şey.
296
Ya da kullanım değerlerinin fiziksel özellikleri çevreyi tahrip edecek nitelikte olmasaydı veya
dünya bu tahribatın önemsenmeyeceği kadar büyük olsaydı, bu kapitalizmin işleyişinde en küçük
bir değişiklik gerektirmezdi.
İşte kapitalizmin o muazzam esnekliğini yaratan da tamı tamına sermayenin, yani değişim
değerinin bu cinsler, ırklar, uluslar vs. karşısındaki nötr karakteridir.
Tabii burada otomatikman şu soru ortaya çıkıyor: sermaye bunlar karşısında nötr ise, kapitalizm
uluslar, ırklar, cinsler karşısında nötr ise, kapitalizm doğduğundan beri insanların
milyarlarcasının ölümüne ve acılar içinde bir yaşam sürmesine yol açan nedir? Eğer dendiği gibi
kapitalizm bunlar karşısında nötr olsaydı, ırkçılığın, ulusal ayrımcılığın vs. bu dünyadan şimdiye
kadar yok olması; kapitalizmin bunları tasfiye etmesi gerekirdi. Tarih ise tam aksini gösteriyor.
Böyle bir akıl yürütme, çocuksu bir akıl yürütmedir. Sermayenin saf hareketinin yasalarından
hareketle dünya tarihini açıklama çabasıdır. İşin ilginci, bizzat Das Kapital’in yazarı Marks’ın ve
arkadaşı Engels’in ilk eserlerinde de bu türden bir kestirmeden akıl yürütme vardır. O çok yerde
ifade edilen “Hindistan’da İngiliz Egemenliği” gibi makalelerde; Komünist Manifesto’da
ifadesini bulan tamı tamına bu akıl yürütmedir. Sermayenin gelişmesi ve yayılmasıyla birlikte bu
tür ayrımların ortadan kaldıracağı.
İşte kapitalizme o muazzam esnekliğini kazandıran da, Marks’ın Kapital’ine o eskimezliği ve
giderek artan bir tazeliği bahşeden de tamı tamına bu kapitalizmin bu nötral karakteridir. Ulusal,
cinsel, ırksal baskılara karşı mücadeleler veya çevreci hareketler başarılara ulaştıklarında eninde
sonunda kapitalizme sadece yeni bir dinamizm kazandırmaktan, onu daha
mükemmelleştirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Ama Marks’ın eserinde ele aldığı da işte saf ve mükemmel bir kapitalizmdir.
Yani, kapitalizm ne kadar gelişirse, genelleşmiş meta üretimi ne kadar dünyaya yayılır ve
yaşamın tüm alanlarını istila ederse, o kadar Marks’ın analiz ettiği, Kapitalizm’e yaklaşır.
Buna karşılık, Marksizm’in evrimi de, tam tersi yönde işler. Marksizm geliştikçe, şu var olan, hiç
de o Marks’ın ilk eserlerinde tahmin edilene uygun davranmayan ve Kapital’de ele alınmayan
somut ya da tarihsel kapitalizmi daha iyi anlayacak kavramsal araçlar geliştirir. Bu öyle bir
gidiştir ki, Kapitalizm ve Marksizm’in evrimlerinin yüz yıllar sürmesi halinde, Kapitalizm, tam
da Kapital’de çözümlenen saf bir Kapitalizm haline geldiğinde, Marksizm de onun tüm bu
noktaya gelinceye kadar kat ettiği somut ve karmaşık yolu açıklayacak kavramsal araçlara sahip
olacaktır. Ama bu sefer bu kavramsal araçlar, artık saf kapitalizmde işçi sınıfından, yani işgücünü
satanlar ve sermayedarlardan başka ciddiye alınabilir bir toplumsal güç olmayacağından
muhtemelen bir pratik ve politik bir işlevleri olmayacaktır. O zaman onunla mücadele için,
Marksizm’in doğuşundaki, Kapital’deki kavram ve çıkarsamalar gerekli teorik temeli rahatlıkla
sağlayacaklardır.
Bu bakımdan Kapital’in çok erken yazılmış bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Ve o tam da bu
nedenle, eskidikçe gençleşme ve tazeliği pekiştirme gibi bir özelliğe sahiptir.
297
Marks ve Engels’in başlangıçtaki ve daha sonraki kuşakların temel hatası, saf biçimiyle
sermayenin hareketinden somut tarihe ilişkin sonuçlar çıkarmadır. Hâlbuki sermayenin saf
hareketi başkadır, Somut veya gerçek tarihsel hareketi başkadır.
Kapital’in mantığından, bir kadın hareketinin, ulusal kurtuluş hareketlerinin, ırkçı hareketlerin,
çevre hareketlerinin ve bu hareketleri yaratan öznelerin varlığına dair bir sonuç çıkarılamaz.
Çünkü orada saf haliyle kapitalizm ele alınmaktadır. Kapitalizm evirildikçe, çok uzun bir zamana
yayılarak, hem de bu gibi sorunlardan çıkmış öznelerin mücadelelerinin sonucu, saf haline daha
yaklaşmakta, yani Kapital’de ele alınan kapitalizme benzemektedir.
Ama somut tarihte, kadın hareketleri, ulusal hareketler, köylü hareketleri vs. ortaya çıkarlar. Peki,
bunu yaratan nedir diye sorduğumuzda SERMAYENİN GERÇEK TARİHSEL HAREKETİ ile
karşı karşıya geliriz. Ve Marksizm’in evrimi, aslında Sermeyenin Gerçek Tarihsel
Hareketinin anlaşılmasının tarihidir.
Daha Marks’ın Kapital’inde bile bu yönde adım atılır. Marks’ın eseri, soyut bir kapitalizmden
somut bir kapitalizme doğru adım adım gidecek şekilde planlanmıştı. Ama Marks bu somuta
gidişin, sadece çok küçük bir bölümünü gerçekleştirebildi. Bunu Rant Teorisi alanında yaptı.
(Elbette Marks’ın eserinde Kadınların, çocukların, köylülerin, sömürgelerin ezilmesi,
sömürülmesi ve soyulması yönünde yüzlerce gönderme vardır. Ama bunlar tahlilin bir aracı
olarak ele alınmamakta, incelenen soyut süreci anlatmak için somut tarihsel örnekler işlevi
görmektedirler. Bu örnekleri çözümlemenin kendisi ve kavramsal aracı olarak görmek büyük bir
yanılgı olur.)
Örneğin Üçüncü ciltte Rant, (toprak geliri) ele alınır. Rant konusu tipiktir. Tıpkı yukarıda sözünü
ettiğimiz ayrımlar gibidir. Toprak üzerindeki mülkiyete, sermayenin ya da kapitalizmin kendi saf
mantığı bakımından bir gerek yoktur. Aksine toprak üzerinde özel mülkiyetin olmaması
kapitalizmin çok daha mükemmel ve iyi işlemesine yarar. Zaten tam da bu nedenle, en radikal
burjuva zümre ya da aydınları, toprakların kamulaştırılmasını talep ederler.
Ama gerçek hayatta ya da somut tarihte kapitalizm toprak üzerinde özel mülkiyetin olduğu bir
dünyada doğmuştur ve bu da kapitalistleri, büyük toprak sahiplerine artı değerden rant denen
haracı vermek zorunda bırakmıştır. Böylece Büyük Toprak Sahipleri ile Kapitalistler denen iki
farklı toplumsal sınıfın ilişkileri ortaya çıkmıştır. Ama bu sınıfsal ilişkiler, politika ve devlet
aracılığıyla ekonomi üzerinde bir karşı etkide bulunur ve kapitalizmin tarihsel hareketini ek
olarak çarpıtır.
Yani somut tarihsel harekette, örneğin toprak mülkiyeti analize katılınca, çok komplike süreçler
devreye girmektedir. Ama bunun politik mücadele bakımından en önemli sonucu, sınıf
ilişkilerinin değişmesidir. Burjuvazi, işçilerden korkusundan büyük Toprak sahipleriyle uzlaşır ve
hiç de o saf kapitalizmde sermayenin mantığının gerektiği gibi davranmaz.
Ama sadece toprak mülkiyeti bakımından böyle değildir, böyle yüzlerce faktör daha vardır o
somut tarihsel hareketi etkileyen.
298
Engels’ten bir örnek verelim. Engels, gençliklerinde yaptıkları metodolojik hatanın aynısını kadın
konusunda yapar. Kapitalizmin geliştikçe fiilen kadın erkek eşitliğini gerçekleştireceğini,
Aile’nin yok olacağını söyler. Dolayısıyla böyle bir analizde, Kadınların Kadın olarak
ezilmelerinden dolayı, bir mücadele öznesi olarak varlıkları ön görülmez. Sorunu zaten
kapitalizm bir biçimde halletmektedir.
Ama somut tarihte böyle olmadığı görülüyor. Evet, kapitalizm kendi saf mantığı bakımından
Aile’yi gerektirmez, kadın ya da erkek olmuş, iş gücünün cinsiyeti onu ilgilendirmez. Ama somut
kadınların altta ve ailenin olduğu bir dünyada, bunlar kapitalizmin hareketi üzerinde bir karşı
etkide bulunurlar; onlar kapitalizmi kapitalizm onları çarpıtır.
Aile içinde kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün fiyatının düşük olmasının bu da yine
kapitalizmin mantığı gereği, kar oranlarının yükselişinin bir koşuludur. Ayrıca ailenin birçok
başka boyutları da vardır. Örneğin, her şeyin metalaştığı bir dünyada, çıkara dayanmayan
ilişkinin son sığınağı, bu anlamda insanlar için ara sıra soluk alacak küçük bir deliktir. Örneğin
aile, ezilen erkek işçiye, ezilmesinin acısını çıkaracağı, bir başka ezilen bahşeder. Böylece
kadının ezeni olarak o kapitalizmin ezileni olarak başka türlü davranışlar göstermeye başlar.
Ezen sınıflar bunu kendi tecrübeleriyle bilirler. Örneğin Türk ordusu gibi ordularda, diğer
askerleri ezmek için en çok ezilmişler onbaşı ya da çavuş yapılır. Böylece kadının ezilmesi,
Erkek işçinin sömürü ve baskıya tepkisine karşı bir sibop işlevi görür. Kadını buna tepkisi ise,
kapitalizmi tehdit edici bir sosyal hareket dönüşemez. Örnekler cinsel hayatın ve bilinçaltının
psikolojik mekanizmalarından otoriter bir eğitime kadar çok geniş bir alana yayılabilir.
Böylece kapitalizmin soyut hareketi bakımından İşçi hareketi olup, kadın hareketi olmaması
gerekirken, aile yok olup fiili bir eşitleme ortaya çıkması gerekirken, bambaşka bir şey ortaya
çıkar. Aile yok olacağına kapitalistler ve burjuva hükümetler onu güçlendirmek için tedbirler alır.
Bu gibi nedenlerle, İşçi hareketi adeta kaybolur kadın hareketi ortaya çıkar. Bu Kapital’deki
resmin tam zıddıdır. Engels’in ön görüsünün tam zıddıdır.
Bu zıtlığı yaratan tam da sermayenin somut tarihsel hareketidir. Ve bu somut tarihsel hareket
sonucu ortaya çıkan hareketler ve özneler, kendi varlıklarını ve kendilerini yaratan sorunları
açıklamaya kalktığında, tamı tamına bu Sermayenin gerçek tarihsel hareketini analiz sorunuyla
karşılaşmakta ve bilmeden veya bilinçli, Marksizm’i bu yönde geliştirmektedirler.
Böylece Marksizm’e en büyük katkıların işçi hareketinin dışında, başka hareketler içinden, ya da
o hareketlerin içindeki işçi sınıfının eğilimlerine denk düşenlerden gelmesi gibi bir paradoks da
ortaya çıkar. Bu paradoksun açıklaması da bizzat bu somut tarihsel hareketin kendisindedir.
Öte yandan şu da görülür: kadın hareketinin elde ettiği başarılar (Ulusal, ırksal baskıya karşı
hareketler vs.de de durum aynıdır.) kapitalizmi sarsmak bir yana güçlendirir, ona bir dinamizm
ve tazelik kazandırır. Çünkü mücadelesinin sonuçları aslında kapitalizmi saf haline yaklaştırır.
Kadın hareketinin başarısından sonra, bu günün batı ülkeleri, Engels’in ön görüsüne yaklaşmıştır.
Gerçekten aile fiilen yok olur. Batı’nın büyük şehirlerinde nüfusun yarısından fazlası “single”
(tek) yaşar. “Aile” kaldığında bile artık, iş gücünün yeniden üretiminden ziyade, iş gücünün
299
yeniden üretiminin değil, tüm ilişkilerin metalaştığı bir dünyada bir parça yumuşaklık ve sıcak bir
kovuk, insani bir ilişki aramanın aracı olarak kalır.
Böylece Engels’in çıkarsaması saf kapitalizme dayandığından kadın hareketini öngörmez, ama
kapitalizmin somut tarihsel hareketin sonucu kadın hareketi var olup da belli bir başarı
kazandığında Engels’in kehanetini doğrular ya da var olan kapitalizmi o kehanete yaklaştırır
çünkü var olan kapitalizm daha çok saf kapitalizme benzemiş olur.
Ama bu bize aynı zamanda sosyal hareketlerin niçin ortaya çıktıkları mücadelelerin suyu
çekildiğinde kapitalizmin en iyi kadroları haline geldiğini de açıklar. Kapitalizm genel tarihsel
eğilimini uzun ve dolaylı bir yoldan gerçekleştirmekte ve bu sosyal hareketleri bu tarihsel
eğilimin gerçekleşmesi aracı olarak kullandığı gibi, bu sosyal hareketler aynı zamanda
kapitalizmin yeni halinin ihtiyaçlarına uygun kültürel dönüşümlerin aracı işlevi görmektedir.
Kişilerin niyetlerinden ve kendilerin tanımlamalarından öte nesnel bir süreçtir bu. Altmış
sekizlilerin dünyanın her yerinde kapitalizme esneklik kazandıran siyasi ve kültürlü kadrolar
olması bir rastlantı değildir. Ayrıca bu sadece sosyalizmi bayrak etmiş hareketlere has da
değildir. Kadın hareketi, ulusal hareketler, siyahların hareketleri, politik İslam vs. hep aynı
sonucu verirler, bayrak yaptıkları ideolojilerden ve kendileri hakkındaki nitelemelerinden
bağımsız olarak, yaptıkları son duruşmada her zaman kapitalizmi saf haline biraz daha
yaklaştırmak ama aynı zamanda bunun için gerekli kültürel dönüşümü sağlamak olmuştur.
Hareketlerin sosyal başarıları demek, ideolojik yenilgileri demektir. Aynı zamanda kendilerini
var eden temelin yok olması demektir. Irk ayrımcılığı giderilmiş bir kapitalizmde ırkçılığa karşı
bir hareketin maddi temeli olmaz. Irk ayrımcılığının bukağılarından kurtulmuş bir kapitalizm
ihtiyaç duyduğu, ırkçı yargılardan kurtulmuş insanları, politik ve kültürel kadroları, bizzat bu
hareketler hareket eğitirler.
Böylece, kültür ve politikanın yer değiştirmesine geliyoruz. Proletarya, politikayı, yani siyasi
iktidarın fethini, toplumsal zenginliklerin önemli bir bölümünü ezilen ve cahil bırakılmış geniş
yığınların kültürel gelişim veya bu gelişimin en temel maddi koşullarını sağlamak aracıyla
kullanmak zorundayken; Kapitalizm, politikayı, yani kendisinin gerçek tarihsel hareketinin ortaya
çıkardığı sorunlara karşı mücadele edenleri, kendisi için gerekli kültürel değişikliklerin aracı
olarak kullanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, politik hareketler kültürel modernleşmenin, yani
kapitalizme uygun insanların kültürel şekillenmesinin bir aracı olarak işlev görmektedirler.
Buradaki elbet bilinçli bir kullanma değildir, nesnel olarak böyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır.
Niçin böyle nesnel bir sonucun ortaya çıktığı ise zaten bu yazıda açıklanıyor. Çünkü saf
kapitalizm, işgücü sömürüsü hariç, bütün diğer baskı biçimleri karşısında özü itibariyle nötrdür.
Zaten sorun, somut tarihsel harekette hangi mekanizmalarla bu nötr oluşun kısa ve orta vadede
yok oluşudur.
06 Ocak 2004 Salı
300
Teori ve Politika
Teori demek, yüzey akıntısı değil dip akıntısı; görünen değil, görünenin zıttı biçimindeki özü;
birbiriyle ilgisiz görünen olgular arasındaki görünmez ortaklık demektir. Teori demek genelleme
demektir.
Gericilik dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler. Diğer bir deyişle teoriye olan
ilgi kaybolur. Kaybolur çünkü, bilimlerin ilerlemesine pratik ihtiyaçlar yüzlerce üniversiteden
daha büyük atılım verirler. Toplumsal bir hareketlenme, bir mücadele yoksa, teoriye ihtiyaç,
dolayısıyla genelleme yeteneği de yok olur.
Bu nedenle toplum bilimleri alanında bütün büyük ilerlemeler her zaman modern işçi sınıfının
hareketlerinin ayak izleri üzerinde gerçekleşir.
Marksizm, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki işçi hareketinin yükselişinin çocuğudur.
Bir benzeri hala gelmemiş, o her biri bir zirve ve teorisyen olan ve o zirvelerin içinden Lenin,
Troçki gibi daha büyük zirveleri çıkarmış Rus Devrimcileri kuşağı, Rusya’nın genç ve yükselen
işçi sınıfı ve onun hareketi olmadan tasavvur bile edilemezdi.
Türkiye sosyalist hareketinin hala aşılamayan iki önemli ismi olan Kıvılcımlı Hikmet ve Nazım
Hikmet, doğrudan 1917 – 23 dönemindeki dünyada bir eşi daha bulunmayan işçi hareketi
yükselişinin çocuğudurlar.
1960’larda önce DİSK’i, DİSK’ten önce TİP’i yaratan işçi hareketleri olmasaydı, Türkiye
tarihinde bir eşi benzeri daha gelmemiş, o altmışlı yılların teoriye olan açlığı ve teorik tartışmaları
düşünülemezdi bile.
Teori çoğu kez, ağzı laf yapma, entelektüalizm ve akademisyen kırkambarlığıyla karıştırılır.
Teori ancak bunlara karşı ve bunlarla mücadele içinde gelişir. Teori sadece pratikten beslenmez,
kendisi en can alıcı pratiktir; teorik pratiktir, praksistir.
Evet teori, modern işçi hareketinin ayak izleri üzerinde yürür ama, bir kere ortaya çıktı mı, onun
kendi bağımsız bir dinamiği de hükmünü icra eder. Walter Benjamin veya Adorno’nun katkıları,
yükselen bir işçi hareketinin değil, dünya tarihsel yenilgilerin damgasını taşırlar ve o yenilgilerin
sorularına cevap ararlar. Bu yenilgide yapılan katkılar, yeni yükselişlere maya olurlar. Yeni bir
yükseliş o gericilik dönemlerinde akıntıya karşı yapılmış birikimler ve geleneklere dayanarak
gerçekleşir.
1968 yükselişi örneğin, Almanya’da Frankfurt Okulu’nun bu gericilik dönemlerinde açılmış
teorik kanallarında birikti. Türkiye’de altmışlardaki hareket ilerledikçe, eski sosyalistlere yöneldi.
Öyle ki, 15-16 Haziran İşçi hareketi zirvesinden sonra örneğin, Kıvılcımlı gibi en eski ve en
teorik sosyalistin depolarda çürüyen kitapları birkaç haftada tükenip, yeni baskılar yaptı.
301
Bu gün zerrece bir teorik dinamizmin olmadığı; insanların genelleme yeteneklerini; teoriye olan
ilgilerini yitirdiği bir dönemde yaşıyoruz. İşçi hareketinin yeni bir yükselişi, nerede ve nasıl
gerçekleşir bilmiyoruz. Muhtemelen Uzak Doğu’da, Pasifik kıyılarında, bu günkü dünya
ekonomisinin en dinamik olduğu, dolayısıyla en genç ve dinamik işçi sınıfının en korkunç
sömürü altında şekillendiği bölgede. Uzak Doğu’nun elektronik aletleri evleri feth etmişken,
filmleri sinemaları yavaş yavaş feth ederken, bütün bunları yaratan milyonlarca işçinin hareketi
ve bunların teoriye getireceği dinamizm de er veya geç zamanla etkisini gösterecektir.
Ama ne olursa olsun, tarihin genel eğilimleri günün acil görevlerinin yerine geçirilemez. Ve
hiçbir hareket de gökten zembille inmez, daima var olandan yola çıkar.
O halde, bu gün giderek artan bir ihtiyaç kendini dayatmaktadır: bir zamanlar Adorno, Benjamin,
Troçki, Kıvılcımlı gibilerin yaptığını yapacak, Akıntıya Karşı yüzecek teorik ve ideolojik
mücadeleye müthiş bir gereksinim var.
Evet teori İşçi hareketinin ayak izlerinde yürür ama modern işçi hareketi ve diğer toplumsal
hareketler de, teorinin ışığı olmadan karanlıkta yola çıkmaya cesaret edemez.
Son yıllarda toplumsal hareketlerin bu kadar zayıf ve soluksuz kalışının bir nedeni de teorik ve
ideolojik zayıflıktır. Güçlü bir demokratik hareket için bile, güçlü bir teorik çabaya ihtiyaç var.
Teorinin gücü hiç küçümsenmeye gelmez. O tıpkı gravitasyon gibidir. Gravitasyon, atom
çekirdeğindeki güçler veya elektromanyetik güç karşısında neredeyse hiç denecek kadar zayıftır.
Ama uzak mesafeler ve büyük kütleler söz konusu olduğunda, evrenin kaderini o belirler. Teori
de öyledir, milyonlarca insanın eylemi ve uzun dönemler söz konusu olduğunda, son sözü teori
ve onun ifadesi olan programlar söyler.
05 Ekim 2004 Salı
[email protected]
http://www.comlink.de/demir/
302
Umutsuzluk İlkesi
İşçi Hareketi tarihindeki en büyük bozgunu yirmili ve otuzlu yıllarda yaşadı.
Bu dönemde, bütün işçi sınıfı içinde zaten çok ince bir katman oluşturan devrimci işçi hareketinin
son kalıntıları İspanya’da, Almanya’daki Konsantrasyon kamplarında ve Sovyetlerdeki
kamplarda fizik olarak yok oldu.
O zamandan beri dünyada devrimci bir işçi hareketi yok.
Bundan sonra işçi hareketi var olduğu kadarıyla, sendika bürokratlarının kontrolünde, insanlığın
önüne bir proje sunmaktan uzak bir burjuva sosyalizmi, bir tür bürokratik sosyalizm olarak var
oldu.
İşçi sınıfının daha alt kesimleri ise, radikal devrimci demokratik hareketler içinde kendilerini
ifade ettiler. Dolayısıyla, paradoksal görünebilir ama yirminci yüzyılın tarihi, devrimci bir işçi
hareketinin yok oluşunun ve yokluğunun tarihidir.
Yine paradoksal gelebilir ama devrimci bir işçi hareketinin fiilen yokluğu, devrimci
demokrasinin, yani köylülüğün, küçük burjuvazinin, ulusal hareketlerin var oluşunu mümkün
kılmıştır. Devrimci bir işçi hareketinin var olduğu bir dünyada, kapitalizm ve emperyalizm
ayakta duramazdı, kapitalizm ve emperyalizmin ayakta duramadığı bir dünyada, ulusal baskılar,
köylülük üzerindeki baskılar, anti demokratik rejimler var olamazdı. İşçi Hareketi devrimci
demokrasinin özlem ve taleplerini, kendi hedeflerinin bir yan ürünü olarak geçer ayak
gerçekleştireceğinden, bu hareketlerin var oluş koşulları ortadan kalkardı.
Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demokrasinin var oluşunun
koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendisini sosyalist bir hareketmiş gibi algılamasına
ve sosyalist ideolojiye sahip çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında olduğu gibi,
sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var olsaydı: devrimci
demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman soğuk ve bağışık kalırdı.
Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nedeniyle benimsenen sosyalizm,
artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokratik özünden soyulmuş, bir bürokratik kastın
çıkarlarını savunan sosyalizm olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin devrimci
demokrasisi bile değildi artık.
Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir özgürlüğü ve partiler; dil veya
etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulusların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci işçi
hareketini ezerek iktidar olmuş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle paradoksal gibi
görünebilir ama, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrimler ve hareketler
sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe dayanan) ama politik, programatik ve
ideolojik olarak demokratik bile olmayan hareketler ve rejimlerdir.
303
Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabilen ve kendilerini sosyalist
olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle devrimci demokratik değildirler. Ama bu devrimci
demokratik olmama, onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi hareketindeki anlamında
değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır.
Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yokluğu değil, gerçek
devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu da karakterize eder. Bu nedenle
yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri, sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik
olmaktan uzaktırlar.
Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün sosyalist hareketler,
yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin değil, bu yok oluş sayesinde var olup kendini
sosyalist olarak tanımlama olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir programı bile
olmayan bir hareketin kalıntılarıdırlar.
Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendika ya da parti
bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifadeleri ve kalıntılarındırlar.
Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sadece, burjuva kültürünü
özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci geleneğiyle tanışmış teorisyenlerin eserlerinde, bir
sosyal hareket değil, bir düşünsel hareket olarak varlığını sürdürebilmiştir.
Somut politik hareketten zorunlu ya da bilinçli olarak uzak olduğu, kendini anlaşılmazlığa ve
yalnızlığa mahkûm ettiği ölçüde devrimci işçi hareketinin devrimciliğini, eleştirelliğini ve
bağımsızlığını koruyabilmiştir (Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı, vb. )
Politik harekete enerjisini verdiğinde ise, devrimci demokrasinin ve burjuva sosyalizmlerinin
egemen olduğu dünyada, küçük grupların tüketici ve çürütücü dinamikleri altında enerjisinin
büyük bölümünü harcamak zorunda kalmıştır. (Troçki, Mandel ve yine bir anlamda Kıvılcımlı).
Bu gün var olan sosyalist parti, eğilim veya hareketlerin hiç birisi, yirminci yüzyılın ilk üçte
biri sonunda yok olmuş bu işçi hareketinin veya onun düşünsel geleneklerinin devamcısı ya
da kalıntısı değildirler. Reformistleri bürokrasinin veya burjuva sosyalizminin, radikalleri,
kendini sosyalist olarak tanımlayan devrimci demokrasinin kalıntılarıdırlar. Bu nedenle devrimci
işçi hareketini canlandırmaları söz konusu olamaz.
Geleceğin devrimci işçi hareketi, otuzlarda fiilen tasfiye olmuş, daha sonra düşünsel olarak
varlığını sürdürebilmiş bu geleneğe dayanarak ve onu aşarak var olabilir. Ortalıktaki sosyalist
hareketler ise, bu geleneğin yokluğu ve inkârı üzerinde var olabildiklerinden, böyle bir dönüşümü
gerçekleştirmeleri olası değildir. Zaten ancak onların yok oluşu ve dağılışı ve inkârlarıyla bu
geleneğe bağlanışlar ortaya çıkabilir.
Yükselen bir harekete dayanan devrimci demokratik hareketlerin, Sovyetlerin çöküşü, dolayısıyla
sosyalizm diye bildikleri bürokratik kastın ideolojisinin itibar yitirişi koşullarında, burjuva
devrimleri çağının devrimci demokratik ideallerine ve programına dönüşü gerçekleşebilir.
304
Ne var ki burjuva devrimlerinin ideallerin yarattığı bu uygarlığın, bu gün içinde bulunduğu çöküş
nedeniyle, sosyalist söylemli ve demokratik olmayan devrimci demokrasinin yerini, yine
demokratik bir programı olmayan, İslam radikalizminin alması veya kendisinin ona dönüşmesi
daha büyük bir olasılıktır.
Örgütlü işçi hareketi veya zengin ülkelerin işçi hareketi ise, giderek, daha Avrupa veya batı
merkezli olma, kendini radikal bir İslam biçiminde dışa vuran devrimci demokrasiye giderek
düşman bir tavra doğru kayma eğilimi gösterir.
Böylece İşçi hareketinin siyah ve beyaz bölünmesi; ya da burjuva reformizmi ve küçük burjuva
radikalizmi bölünmesi -ki hepsi aynı olgunun farklı görünüşleridir son duruşmada- tarihte aldığı
en keskin biçimi alarak, “radikal politik İslam” ve “laik sosyalizm” ayrılığı biçiminde ortaya
çıkabilir.
Bütün bu karmaşık Gordiyos düğümünü yaratan, tarihin yumağının tersinden çözülmesidir. İleri
ülkelerde sosyalist devrimlerin olmamasıdır. Ya da Rusya gibi geri bir ülkedeki devrimin,
Batı’nın zengin ülkelerinde devrimlere yol açmamasıdır. Tarihin bu yola gidişi, o zamanın hiç
olmazsa var olan bu nesnel olanağını giderek ortadan kaldırmaktadır. Devrimci işçi hareketi
tasfiye olduğu için, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki fark böylesine büyük ölçülere ulaşmıştır
ve artık böylesine büyük ölçülere ulaştığı için, devrimci bir işçi hareketinin yeniden doğuşu
giderek zayıflayan bir olasılık haline gelmektedir.
Ama bu olasılık ne kadar zayıflarsa zayıflasın, hep yine de bir olasılık olarak kalır. İşte bu
olasılıktır insanlık yaşarsa onu yaşatabilecek olan.
Evrenin kendisi de öyle değil midir? Dört temel kuvvetten birindeki küçücük bir farklılık bile bu
günkü evreni olanaksız kılardı. Evren son duruşmada, o bıçak sırtındaki küçük olasılığın
gerçekleşmesidir.
İnsan, evrimin zorunlu bir sonucu değil, küçük, küçücük bir olasılığın gerçekleşmesidir.
Sosyalizm de öyledir.
Eğer bir gün sosyalizm kurulursa bu yeryüzünde, bu tarihin zorunlu gidişinin bir ürünü değil,
açık uçlu bir tarihte, küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olabilir.
Bu paradigma değişikliği, adeta olanaksızlıktan hareket etmek, geleceğin devrimci işçi
hareketinin sosyalizminin ilk adımı olmak zorundadır. Böylesine bir umutsuzluk ancak gereken
eleştirelliği, radikalizmi, uzlaşmazlığı ve devrimciliği verebilir sosyalist harekete.
Ernst Bloch’un aksine: “Prinzip Hofnung” (“Umut İlkesi”) değil; Prensip Umutsuzluk.
Umut Umutsuzluktan doğabilir.
09 Nisan 2003 Çarşamba
305
Kadın Kurtuluş Hareketi ve Tarihsel Maddecilik (Marksizm)
Kadın hareketi aynı zamanda tüm tarihe başka bir ışık altında bakışın yolunu da açtı. Bu hem
tarihte unutulmuş olay ve kişileri tekrar gün yüzüne çıkarma, hem de bilinen olay ve kişileri bir
başka ışık altında görme biçiminde ortaya çıkmaktadır. Gerçi aslında unutulmuş olay ve kişileri
ortaya çıkarma da son duruşmada tarihi bir başka ışık altında görüşün bir sonucu olarak ortaya
çıkar ama yine de tek tek olgular veya kişiler söz konusu olduğunda böyle bir sınıflama yapmak
belli bir kolaylık sağlayabilir.
Tarihi ve dünyayı başka bir ışık altında görüş, sadece Kadın hareketinin bir sorucu değildir. Bu
hemen hemen bütün “Yeni Sosyal Hareketler”de görülür. Siyahların hareketi, tarihin beyaz
adama açısından, ırkçı bir bakışla yazıldığını göstermiştir bizlere; Kadın Hareketi erkek merkezli
ve seksist; Ulusal Kurtuluş Hareketleri, İlerlemeci ve Avrupa Merkezli yazıldığını göstermiştir.
Ekoloji hareketi, bazı uygarlıkların ve kültürlerin yok oluşunda ekolojik felaketlerin önemini
unutulmuşluktan kurtarmıştır.
İşçi hareketi de daha doğarken, tarihin unutulmuş başka bir zembereğine, sınıflar mücadelesine
dikkati çekmiş ve tarihi bu açıdan görüş ve yorumlayışın yolunu açmıştı.
Ne var ki, bir genel tarih teorisi, bu bakışların bir toplamı değildir ve olmamalıdır; o bu farklı
bakışların ve o bakışları yaratan öznelerin var oluşunu açıklamak, böyle bir açıklama
çerçevesinde onları bir tek tarih bakışı içinde özümlemek zorundadır.
İşti Tarihsel Maddecilik, namı diğer Marksizm, tam da bunun araçlarını sunar bize. Tarihi Sınıf
Mücadelesi olarak kavramak henüz Marksizm ya da Tarihsel Maddecilik değildir; tarihte
niçin sınıflar ve dolayısıyla sınıf mücadelesi olduğunu; dolayısıyla tarihin sınıf mücadelesi
olarak da kavrandığını açıklamaktır Tarihsel Maddecilik.
Benzer şekilde, bu bütün diğer Yeni Sosyal Hareketlere uygulanabilir, tarihe kadınların açısından
bakmak, ekolojik açıdan bakmak vs. henüz tarihsel maddecilik değildir. Tarihte niçin kadınların
alta düştüğünü ve niçin ve hangi koşullarda bir kadın hareketi oluştuğunu; dolayısıyla tarihe
kadınların açısından bakışın var olduğunu açıklamaktır Tarihsel Maddecilik.
Belki bunu şöyle bir analojiyle daha kolay açıklamak mümkündür.
Bu gün astronomi sadece görünen ışığın astronomisi değildir. Gamma, Radyo, Röntgen vs. gibi
farklı dalga boylarının astronomileri vardır. (Hatta örneğin bir notrino astronomisinin
“teleskopları” yerin altında terk edilmiş madenlere kurulmaktadır.) Ve bu dalga boylarının her
biri evrenin bambaşka bir görünümünü sunmaktadır. Görünür ışıkla bomboş ya da simsiyah
görünen yerlere örneğin bir radyo teleskopla bakıldığında muazzam radyo dalgaları yayan
kaynaklar görülebilmektedir.
306
Ama fizik, bu farklı dalga boylarındaki evren resminin bir mozayiğin parçaları gibi toplanması
değildir. Fizik, evrenin niçin ve nasıl olup bu farklı dalga boylarında ışınlar saçtığını ve onların
niçin var olduğun açıklamaktır.
İşte Marksizm’in, son yıllarda karşılaştığı en ciddi sorunlardan biri buydu. Onun kurucuları, tıpkı
sadece görünür ışıkla uzaya bakan Galile, Kopernik ya da Kepler gibi, sadece sınıfların var
oluşunun nedenlerini açıklamışlar ve tarihe sınıf mücadelesi açısından bir bakışı getirmişlerdi. Ve
bizzat kendileri sınıf mücadelesini ön görmüşler ve bunu veriyorlardı.
Ama o kurucular böyle “Yeni Sosyal Hareketler” denen başka özneleri öngörmemişlerdi,
dolayısıyla o öznelerin ışığından tarihe ve toplumlara bakışları da. O nedenle, Marksizm sadece
bu hareketleri öngörmemekle kalmamış, onlara karşı kör olmuş ve tarih ve topluma bakışta bir
bakıma, mor (kadın), yeşil (ekoloji) ve siyah (Irkçılık, sömürgecilik) renkleri görmeyen bir renk
körlüğü içinde kalmıştır.
Burada ortaya çıkan teorik sorun şuydu, bu hareketlerin ve o farklı dalga boylarından tarihin
niye var olduğunu açıklamak yetmezdi; bu açıklamanın aynı zamanda, Tarihsel
maddeciliğin, yani Marksizm’in kendi renk körlüğünü de açıklaması gerekiyordu.
Bu teorik sorun, yani tarihte sadece niçin farklı baskı biçimleri ve özneler olduğu değil, aynı
zamanda bu özneler açısından bakışın da (çünkü yine tarihin gösterdiği gibi bir baskı biçimi her
zaman o baskının nesnesini bir toplumsal özne kılmaz ve o özne açısından bir tarih kavramı
yaratmaz. Bu son derece modern bir fenomendir.) niçin var olduğun ve kendisinin bu özneler ve
bakışları konusundaki körlüğünü, bir tek kavram sistemi içinde açıklamak, çözülmez kaldığı
sürece Marksizm’in yeniden bir toplumsal değişim projesi ve bu öznelerin mücadelelerini bir
bütünsel sistem içinde toplaması mümkün olamaz.
Birçok Marksist teorisyen bu konunun önemini sezip bir şekilde ifade etmiş olmakla birlikte, bu
sorunu çözmeye yönelik olarak bir teorik varsayım bulunmamaktadır.
Bu konuda tek ciddi teorik açıklama denmesini biz yaptık. Bu hem hareketleri, hem farklı
bakışları hem de bizzat Marksist teorinin kendi körlüğünü açıklamakta ve Marksizm’in bir
Marksist eleştirisini sunmaktadır.
Bu konuyla 1980’lerin ortalarından sonra yeni sosyal hareketler bağlamında ilgilenmeye
başlamıştık ve seksenlerin ikinci yarısında teorik açıklama aşağı yukarı son biçimini almış
bulunuyordu.
Temel kavram, “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”dir ve bütünüyle Marks’ın Kapital’de
geliştirdiği kavramlara dayanmaktadır.
Marks’ın değer teorisinin en temel kavramı, İşgücü denen metadır. İşgücünün, kullanım
değerinin, yani artı değer üretme kapasitesinin işgücünün yaşı, cinsiyeti, dini, ırkı, soyu,
inancı ile ilgisinin bulunmamasıdır.
307
Aslında ırkçılık, seksizm, sömürgecilik saf olarak kapitalizmin kendisinden çıkmazlar.
Kapitalizm özünde seksist, ırkçı ya da sömürgeci değildir. Kapitalist artı değer üretiminin kendi
iç mantığı böyle bir zorunluluk içermez.
Ama “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”nde bu çarpılma ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla
farklı özneler de çıkmaktadır. Marksizm tam da saf bir kapitalizm analizine dayandığı; bu tarihsel
hareketi somut gerçekleşmesi içinde incelemediği için bu hareketleri ön görmemiş ve körlük
içinde bulunmuştur. Böylece hem hareketleri yaratan neden, hem o özneler hem de o özneler
konusundaki körlük ve öngörüsüzlük hepsi aynı, kavramla açıklanabilmektedir.
Tabii burada zorluk, eskiden kolayca açıklandığı sanılan, ulusal, sömürgeci, seksist baskıları
kapitalizmle toptan açıklama değildir: Kapitalizm’de bunların olmaması gerekirken, nasıl olup da
var olduğudur.
Eski vülger açıklama kolayca ve ajitatif olarak bütün bunları kapitalizme bağlıyordu. Marks ve
Engels’in aslında zayıflık gibi görünen, bu hareketleri öngörmemesi ve bu öznelerin ışığına
körlüğü, aslında bir teorik iç tutarlılığın sonucuydu. Engels, kapitalizmin normal işleyişi içinde,
işgücünün cinsiyetinin onun ürettiği artı değer üzerinde bir etkisi olmadığı gerçeğinden yola
çıkarak Kadın hareketini özel bir özne olarak öngörmüyordu örneğin. Ama teorik bakımdan bu
daha tutarlı bir duruştu, kadının emeğinin sömürüsünü yuvarlak hesap kapitalizme bağlayan
“açıklama”dan.
Sorun çok basittir. Eğer kapitalist kar ve artı değerin temeli olan iş gücünün kullanım değerinin,
yani onun ürettiği artı değerin, o iş gücünün dili, dini, cinsi, boyu, soyu, dili, etnisi, zevkleri vs ile
ilgisi yoksa, niçin ve nasıl olmaktadır da ulusal, cinsel, dinsel vs bölünmeler ve baskılar var
olmakta ve şiddetlenmektedir. Soru budur. Yani sorun bu yeni öznelerin, aslında var
olmamaları gerekirken, niçin var olduklarıdır. Başkaları için, kendiliğinden bir cevap gibi
görüneni anlaşılmaz bulmakta ve soruyu o noktada sormaktadır bizim yaklaşımımız klasik
Marksist geleneğe uygun olarak.
Bütün bu baskılardan kapitalizmi suçlamakla sıyrılan eleştiri, teorik bakımdan bir eklektisizmden
başka bir şey değildir. Yani Marks-Engels’in körlükleri ve bu hareketleri ön görememesi bir iç
tutarlılığı yansıtır, onların tam da en güçlü yanlarıdır bu.
Bunu da yine astronomiden bir örnekle açıklamayı deneyelim. Aslında fizik açısından zor olan,
Evren’in niye var olduğu? Nasıl olup ta var olduğudur? Bu açıklama aynı zamanda bu soruyu
soran fizik biliminin de varlığını, yani insanın varlığının da belli bir açıklamasını sunar. Çünkü
böyle bir evrenin var olmaması halinde insan dolayısıyla bu soruyu sorun fizik bilimi de var
olmaz.
Bilindiği gibi evrende bir simetri ilkesi vardır. Bu ilkeye göre de, evrenin başlangıcı olan o büyük
patlamasında, madde kadar anti madde oluşması ve bunların birbirini yok etmesi gerekir.
Dolayısıyla da evrenin olmaması. Dolayısıyla da bu soruyu soracak öznenin olmaması gerekir.
308
Bunun bir tek açıklaması olur bu günkü fizik bilgilerimizle, bir şekilde madde, antimaddeden
biraz daha fazla oluşmuş olmalıdır. Bu günkü evren, bu fazlalık maddedir, anti madde tarafından
yok edilemeyen. Yani ancak bir rastlantı, simetri ilkesinin bir bozulması ile vardır bu evren,
aslında olmaması gerekir.
Hadi bunu böyle kabul ettik diyelim. Ama sorun burada bitmemektedir. Bu fazlalık maddeden
oluşan evren, her yerde aynı özelliklere sahip olduğuna, ya da homojen bir yapıda olması
gerektiğine göre, zaman ve mekan kendisiyle oluştuğuna göre, her hangi bir yerde evrenin
genişlemesinin zıddı olan yoğunlaşmalar, yani galaksiler olmaması, yani evrenin kapkaranlık bir
boşluk olası, dolayısıyla bu sorunun sorulamaması gerekir.
Ama bu soruyu sorduğumuza göre, yani bu evren var olduğuna göre, nasıl olmuştur da, evrenin
belli bölgelerinde, madde yoğunlaşıp galaksileri ve yıldızları oradan giderek de bu soruyu sorun
canlıları ortaya çıkarmıştır?
Klasik fiziğin evren niye vardır diye bir sorunu yoktu, dolayısıyla bu soruyu soran özne fizik
biliminin kendisi nasıl oluyor da var oluyor diye sormuyordu? Bu konuları bir bakıma metafizige,
felsefeye bırakıyordu. Evrenin varlığından hareket ediyordu. Bu günkü fizik ise, tam tersi
noktadadır. Klasik fiziğin soru olarak sormayı aklından bile geçirmediği, aksine kendisinden
şüphelenmeye gerek duyulmayan bir varsayım olarak gördüğünü sorun olarak görür bu günkü
fizik.
Fiziğin buna cevabı, ilk patlamadan hemen sonra bazı bölgelerde ısı yani enerji farklılıkları
olduğu, buralarda evrenin petek gibi yapısının oluştuğu, bu düzensizliklerin ise, “Karanlık
Madde”yle ilgili olduğudur. Yani yine bir simetri ilkesinin kırılışı, bir “düzensizlik”, bir “sapma”
sonucu olarak evren vardır. Küçük de olsa ısı ve enerji farklılıkları, küçük de olsa sapmaların
sorucu olarak bu günkü biçimiyle bir evren var olmuştur.
Aslında canlılarda da benzer bir durum görülmez mi? Canlı kendinin tıpkısını yaratan bir
molekülden başka nedir ki? Eğer ilk kendisinin tıpkısı oarak atomları organize eden molekül, hep
kendi simetrik benzerlerini yapsaydı, bu gün bu muaazzam çeşitlilik ve insanlar var olamazdı.
“Kaza”lar, kopya hataları sonucu bu günkü milyonlarca canlı türü var olabilmiştidr; simetri
ilkesinin kırılmalarının ürünüdür bu çeşitlilik ve insanlar.
İşte biraz kapitalizm de böyledir. İdeal bir kapitalizmde, yani simetri ilkesinin bozulmadığı bir
evrende evren olamayacağı; yine simetri ilkesinin bozulmadığı bir dünyada bu günkü milyonlarca
canlı türü olamayacağı; yari evren ve canlıları bu sapmaların yaratması gibi, bu hareketleri de, saf
kapitalizmden sapmalar yaratmıştır.
Marksizm kuruluşunda bu kapitalizmin hareketini saf haliyle düşündüğü ve analiz ettiği için bu
hareketleri ön görmemiştir. Aslında bu hareketlerin varlığı ve Marksizm’in körlüğü, daha derin
düşünüldüğünde, Marksizm’in parlak bir kanıtlanışıdır. Tıpkı modern fizikte veya astronomide,
galaksilerin varlığını açıklamak esas sorun olduğu gibi, modern Marksizm’de de Yeni sosyal
hareketlerin ve bunları yaratan baskı biçimlerinin varlığını açıklamak sorundur.
309
Nasıl evrenin gerçek tarihsel hareketi, bir çarpılmaya., bir sapmaya, bir simetri ilkesinin kırılışına
uğrayarak bu evren var olabiliyorsa, yeni sosyal hareketler de, dolayısıyla bunların tarihe
bakışları da, sermayenin hareketinin gerçek tarihsel harekette bir çarpılmaya uğramasıyla
mümkün olmaktadır.
Ama bu çarpılmayı yaratan da bizzat kar ilkesinin kendisi ve bizzat kar eden sınıfın çıkarıdır.
Bu çarpılışın ortaya çıkışın ekonomik mekanizmasını açıklamakta, simbiyoz ya da eklemlenme
kavramını kullanıyoruz.
Sermaye, dinlere, soylara, boylara, cinsel eşitsizliklere bölünmüş bir dünyada hareketini
gerçekleştirdiğinden, azami kar ilkesi, onu bunlarla bir simbiyoz ilişkiye zorlar. Kadın emeği
örneğin, iş gücünün yeniden üretim masraflarını düşürür dolayısıyla kar oranlarını yükseltici bir
etki yapar vs.. Saf hareket bakımından kadının ödenmemiş emeğine gerek yokken, gerçek tarihsel
harekette bu emekle simbiyoz ilişkisine girer. Kadın hareketi de bunun sonucu olarak ortaya
çıkar.
Böylece “Simbiyoz” ya da “Eklemlenme” denen kavram bu gerçek tarihsel hareketi, yani
sermayenin gerçek tarihsel hareketini açıklayan temel bir kavram olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla
bu kavramlar, farklı özneleri de açıklar, Marksizm’in bunlardaki körlüğünü de açıklar; ve nihayet
bu körlüğün aşılması ve hepsinin bir bütün içinde açıklanmasını da sunar.
Ama bu sadece Yeni Sosyal Hareketler’i açıklamaz, Marksizmin başka bir eksiğini ve körlüğünü
de açıklama ve aşma olanağı sunar. Ulus ve Din teorileri de bizzat yine bu yaklaşımdan kolayca
çıkar.
Ulus fenomeni, İç Pazar gibi ulusçuların ulus teorilerinden kurtarılıp, yine bizzat Marksizm’in
temelindeki İşgücü kavramından ve bunun niteliklerinden hareketle açıklanır. Ulus teorisi, bir din
teorisi, din teorisi de bir üstyapılar teorisi içinde yeniden tanımlanır.
Burada da aynı şekilde zorluk, aslında uluslara bölünmüş bir dünyanın kapitalizm bakımından
olmaması gerekirken, niçin ve nasıl olup da var olabildiğinde toplanır; ulusun niye dine, dile,
etniye, soya, belli bir toprak parçasına göre tanımlandığı noktasında toplanır.
Cevap yine Yeni Sosyal Hareketler sorusunun cevabıyla aynıdır. Sermayenin Gerçek Tarihsel
Hareketi.
Böylece, Marksizm’in bir Üstyapılar teorisi, bir Ulus teorisi olmaması ve Yeni Sosyal Hareketleri
öngörmemesi ve bu alandaki renk körlüğü aslında bir tek kavram sistemi içinde açıklanmış olur,
bu birbiriyle ilgisiz gibi görünen alanlar aslında aynı teorik çözümün ve sorunun farklı
görünümleri olarak ortaya çıkarlar.
Bu yaklaşım ve açıklamayı iki yıl önce ilk kez Beşikçi Eleştirisi adlı kitapta sunduk. Şu ana kadar
hiçbir Marksist’ten bu teorik açıklamaya ilişkin hiçbir eleştir almadık. Kitapta ortaya konan ve
bütün bilinenleri bambaşka bir ışık altında ele alan; Marksizm’in Marksist bir eleştirisi; ya da
310
kendini eleştirerek geliştirmesi olarak ortaya konan görüşler, adeta yokmuş gibi bir muameleye
uğramış bulunuyor.
Bu yaklaşım, aynı zamanda Marksizm’in, başka bir uygarlığı taslaklaştırması gerektiğine bir
ihtiyacın anahtarlarını da sunar. Çünkü burjuva uygarlığının üstyapısının kapısını açar; onun
dininin de din olduğunu gösterir böylece başka bir uygarlığın; dinin, üstyapının dayanacağı ilkeyi
kurar: Özel, politik, ekonomik ayrımının aşılması. Çünkü burjuva uygarlığının dinin özü,
üstyapısının özü budur.
Ama bu yaklaşım sadece bir gelecek projesi kurmayı mümkün kılmaz, geçmişi de baştan aşağı
başka bur ışık altında görür; geçmişi de yeniden kurar. Çünkü geçmişe, burjuva uygarlığının
örgütlenme ilkesi bakımından, yani özel, politik, ekonomik ayrımı bakımından; burjuva
toplumunun dini bakımından bakılmıştır, böyle bakılarak dinler tıpkı bu toplumdaki gibi birer
inanç olarak görülmüşlerdir; dolayısıyla geçmiş anlaşılamamıştır. Böylece bu bakış aslında tüm
tarihi yeniden yazmayı zorunlu kılar.
Ve nihayet, çok farklı öznelerin varlığını açıklama ve kabul ediş, bu çok farklı özneler arasındaki
ilişki; yani devrimdeki güçler ve onların yer alışına ilişkin temel strateji sorununa yepyeni bir
boyut kazandırır. Dolayısıyla bu öznelerin ilişkisi ve dile, dine, etniye göre oluşmuş devletleri
sorgulama, bilinen bütün örgütlenme anlayışlarını alt üst eder.
Bütün bu muazzam alt üstlük tartışılmayı ve geliştirilmeyi bekliyor. Gelişme ancak tartışmayla
olur. Ne var ki, içinde bulunulan gericilik döneminde insanların Marksizm’e ve teoriye hiçbir
ilgilerinin bulunmadığı bir dönemde, tartışma olmadığı için geliştirme de mümkün olamıyor.
Tıpkı kendi yaydığı ışığı çeken bir kara delik gibi, çürüme o çürümeden çıkışın yollarını da
tıkıyor. Çürüme çürümeyi besliyor.
Ama evrende şunu da görüyoruz: hiçbir eğilim sonsuza dek öyle gitmez, bir noktadan sonra kendi
zıddını da yaratır.
Demir Küçükaydın
8 Mart 2006 Cuma
311
Dünyanın Temel Sorunu: Uluslar
Biliniyor dünyada ticaret üretimden hızlı artıyor. Üzerinizdeki, evinizdeki veya midenizdekilerin
nereden geldiğine bir bakın. Televizyon veya bilgisayarınız veya müzik dinleme aletiniz Uzak
Doğu’dan; midenizdeki yiyecek, Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda veya İsrail’den, Ayağınızdaki
ayakkabı Çin’den, Tekstil yine Çin’den veya Türkiye’dendir.
Böyle büyük bir global ticaret onu uygun bir üstyapı gerektirir.
Böyle bir üstyapı bir tek dünya toplumu olabilir. Bu günkü dünya ise, uluslar ve ulusal sınırlarla
birbirinden ayrılmış bir dünyadır. Bu tıpkı, kapitalizm çağında yüzlerce küçük prensliğe
bölünmüş Avrupa veya Muhammet zamanının Çin, Hint ve Akdeniz arasında o zamanın dünya
ticaretini yapan Arap Yarımadasının Aşiretler düzeni yaşaması ile kıyaslanabilir. Aydınlanma da,
İslamiyet de bir bakıma bu çelişkiyi çözmek için birer girişimdiler.
Bu günkü toplumun dini dinlere inanç der, yani dinlerin politika dışında olduğunu söyler. Ama
Dinlere inanç demenin kendisi de modern toplumun dinidir.
Dinin inanç olduğu iddiasının modern toplumun dininin bir kabulü olduğu görüldü mü, dinlerin
tıpkı bu modern toplumun dini gibi tüm üstyapının kendisi ve ifadesi oldukları görülür.
O zaman da, dünya tarihinde, her dinin ortaya çıkışı ve yayılmasının aslında üretici güçlerin ve
üretim ilişkilerinin o günkü düzeyine uygun bir üstyapı kurma denemesi olduğu, yani bir devrim
olduğu görülür. Gerçekten dinlerin ortaya çıkışı ve yayılması tam da Marksist devrim tanımının
karşılığıdır.
Dine ve tarihe bu tür bir yaklaşım, sadece modern tarihin ve o modern tarihin üstyapısı olan
ulusçuluğun veya modern toplumunun dininin ne olduğunu anlamamızı sağlamaz; kapitalizm
öncesi tarihin ve toplumun ve onun üstyapısı olan dinlerin de ne olduğunu anlamamızı sağlar.
Böylece tarih, İlkel, köleci, feodal deli gömleğinden; devrimleri sadece modern tarihle sınırlayan
saçmalıktan; tarihin ve toplumun en önemli konusu olan dini yani üst yapıyı inanç diye bir kenara
atıp dini ve tarihi anlaşılmaz kılmaktan kurtarır.
Tarih, son derece basit ve sade: Komün, Uygarlık ve Kapitalist Uygarlık gibi üç büyük üretim
biçimi ve bunların üstyapısı olan dinler olarak ortaya çıkar. O komünlerin ve uygarlıkların (yani
dinlerin) çeşitliliği; farklı aşamalardaki komünlerin farklı aşamalardaki uygarlıklara geçişleri ve
karşılıklı etkileri ışığında kolaylıkla anlaşılabilir. Sadece komünler uygarlıkları değiştirmez;
uygarlıklar da komünleri değiştirir.
*
Ama bu yaklaşım, yani dinin tümüyle üstyapı olduğu ve dine inanç demenin de bütünüyle
modern toplumun dini ve üstyapısı olduğu, sadece geçmişi ve bu günü anlamamızı sağlamaz,
Marksizm’in bir sürü sorununu, bir darbede çözüverir. Yeni bir uygarlık projesi gereği mi?
Ahlaki bir boyut ihtiyacı mı? İşçi hareketinin bu günkü milliyetçilik içinde boğulup tükenmesi
312
mi? Programsızlık mı? Yeni stratejiler mi? Hepsi bir vuruşta çözülürler. Böylece bu yaklaşımın
aynı zamanda sadece bu günü ve geçmişi değil, geleceği de daha iyi anlama ve şekillendirme
olanağı ortaya çıkardığı görülür.
Burada bir örnek olarak geçmiş, bugün ve gelecek bağlamında bunu somut olarak göstermeyi
deneyelim.
*
Ticaretin esas olarak lüks mallarla sınırlı olduğu kapitalizm öncesi çağlarda bile, Akdeniz
Ticareti, bu ticarete uygun bir çok üstyapılar, dinler kurmayı denedi. Uygarlık Komün’den
doğdu, komünün dini ise, totemlerdi. Komünlerin totemleri, yani dini, tanrıları, doğa karşısında
son derece güçsüz bir canlı olan insanın yaşamasını ve dayanışmasını mümkün kılıyordu ama
uygarlığın ve ticaretin ilişkileri söz konusu olunca, bir engel haline geliyordu. Her komün, her
tanrı, ayrı bir hukuk, ayrı bir üstyapı demekti.
Böylece komünün üstyapısıyla gelişmiş ticaret arasındaki çelişki önce tanrılar arasındaki ilişkiler
ve hiyerarşi ile çözülmeye çalışıydı. Birinci ve ikinci batın uygarlıkların, Sümer, mısır, Asur,
Yunan ve Roma’nın o bir yığın tanrısı, aslında, o dönemin uygarlıkları ve komünleri arasındaki
ilişkinin üstyapıda yansımasıydı.
Ne var ki, bu çözüm, bir bakıma, bu günkü bir tek dünya olmuş dünyada, bir tek dünya toplumu
ve dini (üstyapısı) ihtiyacının, Birleşmiş Milletler ile çözülmeye çalışılması gibidir. Zeus’un ve
en güçlü birkaç tanrının yerini bir bakıma ABD ve Güvenlik konseyi almıştır. O zamanın tanrıları
da tıpkı bu günün ulus totemleri olan bayraklar gibiydi bir bakıma.
Bu çelişki Roma’da en had safhasına ulaştı. Roma bir yandan, bütün Akdeniz ve Orta Doğu
bölgesini feth ederek bölgenin birliğini sağlamış oluyordu, ama feth ettiği yerlerde tek bir üstyapı
sistemini kuracak bir dinden yoksun bulunuyordu.
Hıristiyanlık bir bakıma bu çelişkiyi aşmanın dinidir. Hıristiyanlık bütün bu bölgedeki bütün
diğer tanrıları yani uygarlık ve komünlerin düzenlerini yok edip onları bir tek Allah’ın düzeni
içinde toplama girişimiydi. Kendisi başlangıçta böyle bir kaygıyla değil, sınıflı toplum içinde
ezilenlerin bir muhalefet hareketi olarak başlamış olsa da, gerçek tarihsel gelişimi böyle oldu.
Havariler o dönemin büyük ticaret yolları ve kavşaklarında yaşadılar. Baba-Oğul-Ruhülkudüs
aslında Arz-Talep ve Fiyat üçlüsünün tanrılaştırılmasıydı. Pazarı yöneten yasalar Allah adıyla
tüm o uygarlık alanının gerçek tanrısı (dini-Üstyapısı) oluyor ve bütün diğer tanrıları (dinleriüstyapıları) ortalıktan kaldırıyordu.
Hıristiyanlık belki Akdeniz ticaret alanında böyle bir birliği sağlayabilecek bir araç olarak ortaya
çıktı ama, bu arada Çin, Hint, İran ve Ortadoğu-Akdeniz arasındaki dünya ticareti gelişti.
Çürüyen Bizans ve Pers uygarlıkları bu ticaretin gelişmesi önünde bir engel haline gelmişler
böylece ticaret yolları, henüz uygarlığa yeterince bulaşmamış Güney’e, Arap yarımadasına
kaymıştı.
313
Böylece bir yandan Semitik gelenekler dolayısıyla eski orta doğu kervan yolları üzerinde ortaya
çıkmış İbraniliğin, diğer yanda yine ondan kaynaklanan, Roma İmparatorluğu topraklarında
yayılmış Hıristiyanlığın geleneklerini bilen; aynı zamanda o zamanın dünya ticaret yollarının
merkezinde bulunan; aynı zamanda putları ile henüz komün döneminde yaşayan, kan ve kabile
kardeşliğinden ötesini bilmeyen ama Kabe’ye topladığı putlar (Totemler, komün tanrıları)
aracılığı ile bu komünler arasındaki ilişkileri düzenlemeye çalışan Araplarda bu çelişki hem en
üst düzeyde bulunuyor hem de çözecek unsurları, ve çözmek için gerekli katalizatörleri de içinde
barındırıyordu.
Böylece Muhammet dini bir yandan, içinde doğduğu komünler, yani putlar düzenine karşı bir tek
Allah ile bir tek hukuk ve din kardeşliği üstyapısı kurarken, aynı zamanda bu din, sadece Araplar
için değil, o günkü Dünya Ticareti için de bir tek dünya hukuku üstyapısı oluşturacak bir anlayışı
içinde taşıyordu.
Örneğin, sosyalizm doğuşunda bulunan ve bu gün unutulmuş olan, emeğin kurtuluşunun ne
ulusal ne de yerel bir sorun olamayacağı önermesi, her hangi bir yerde sosyalizmin iktidara
gelmesi halinde bu ülkede veya yerde kurtuluş olamayacağından, bütün dünyadaki diğer yerler
kurtuluncaya kadar savaşı içerir. Bu kavrayış da keza, şu meşhur “Tek Ülkede sosyalizm Olmaz”
anlayışını içerir. Yani sosyalizm ancak dünya çapında kurulabilir. Yani sosyalizmin egemen
olmadığı her yer, ele geçirilmesi ve sosyalizmin egemen kılınması gereken bir savaş alanıdır. Bu
ele geçirme ille de dışarıdan fetihle olacak diye bir kural da yoktur.
Aynı anlayış İslam’da da vardır. “Darül Harb, Dar Ül İslam” kavramları, bir dünya devrimi, bir
sürekli devrim anlayışını tıpı tıpına içerir. Tanrının dışındaki bütün tanrıların, putların (yani başka
hukukların, başka dinlerin) egemen olduğu her yer bir savaş alanıdır, onların ele geçirilip orada
hak düzeninin kurulması; diğer tanrıların ortadan kaldırılması gerekir. “Kutsal Cihat”, bu
“sürekli devrim” savaşının ta kendisi olarak ortaya çıkar.
Müslümanların kardeşliği, Allah’ın birliğine inananların kardeşliği olduğundan, Müslümanlığın,
aslında tüm insanların kardeşliğini kabul edenlerin kardeşliğinin dini olduğu; bunu kabul
etmeyenleri ise, puta taparlık olarak yok etmeyi hedeflediği, yani bütün dünyada, bir tek hukuk
ve üstyapıyı kurmayı hedeflediği görülür.
Allah’ın birliği bir tek hukuk, bir tek devlet demekti aslında. Hazreti Muhammet de Çin, Hint ve
Akdeniz yollarının birliğini sağlamak için Tanrının birliğini savunurken, aslında bir tek hukuk ve
siyasi sistemi savunmuş oluyordu.
Ne var ki, Muhammet’in ya da İslam’ın bu Devrim’i ve yayılışı, bırakalım Çin ve Hint’i bir yana,
Pers ve Bizans’ı daha feth edemeden, Klasik ön Asya uygarlıklarının topraklarına yayıldığında,
bütün gençliğini ve dinamizmini daha sehabeler zamanında yitirdi. Feth ettiği uygarlıklar
tarafından fet edildi.
314
Bundan sonra sadece, Oğuzlar, Berberiler, Özbekler gibi henüz komün gelenekleri yaşayan yeni
Müslüman olmuş fatihlerin yaptıkları gençlik aşılarıyla, İberik (Endülüs Emevileri); Balkan ve
Anadolu (Osmanlı) ve Hint (Babür Şah) yarımadalarında yayılabildi.
Ama bu sefer, en azından Pers ve Akdeniz uygarlık alanını ele geçirmiş olan ve bir zamanlar
kendisi dünya ticaretine bir çözüm olarak ortaya çıkmış bulunan İslam Uygarlığının kendisi
bizzat bu ticaretin gelişmesinin önünde bir engel olarak ortaya çıktı. Tıpkı İslam’ın doğuşu
öncesinde Sasani ve Bizans’ın yolları tıkaması gibi, bu sefer Osmanlı ve İran’daki Müslüman (Şii
ve Sünni) imparatorluklar bu yolları tıkamış bulunuyordu. Ve tıpkı Bizans, Sasani döneminde,
ticaret yollarının güneye, kuş uçmaz kervan geçmez Hint denizine ve Arap yarımadasına kayması
gibi, o zamanlar dünyanın kuş uçmaz kervarn geçmez sapa köşesi olan, Batı Avrupa kıyılarına ve
Okyanuslara kaydı.
Önce İspanyol ve Portekizliler bu yolları açtı. Roma’nın kötü ruhunu yaşatan Katoliklik, onların
bu dünya ticaretine uygun bir üstyapı geliştirmesini olanaksızlaştırdı. Böylece ağırlık, daha az
Uygarlığa bulaşmış, Denizcilikte ve ticarette ustalaşmış, Püriten Hollanda ve İngiltere bayrağı ele
aldı.
Ne var ki, Püritenlik, Hristiyanlığa ve yani Uygarlığa, Roma’nın yaşayan Ruhuna karşı bir
komün geleneklerini savunma olanağı sağlasa ve oralarda ticaretin gelişmesine olanak sağlasa da,
dünya ticaretinin gelişmişlik düzeyine uygun dünya çapında bir üstyapı sunmaktan çok uzaktı ve
bir zamanların Müslümanlığı kadar olsun bir evrensellik çabası taşımıyordu. Hıristiyanlık
çerçevesinde reformlarla, belki yeterince uygarlığa bulaşmamış Hıristiyan ülkelerinde (Kuzey
Avrupa) bir ölçüde sorunlar çözülebilirdi ama dünya çapındaki ticarete uygun bir üstyapı
geliştirilemezdi.
Muhammet’in İslamiyet’iyle kıyaslanabilecek girişim, Kıta Avrupa’sından, Fransa’dan geldi.
Muhammet’in Müslim kavramıyla yaptığını bu sefer İnsan (veya Akıl) kavramıyla yapmayı
denedi aydınlanma. Yeni dinin Formülü, Muhammet’inkinden pek farklı değil, ama daha
akıllıcaydı.
Muhammet, bir tek dünya pazarı ve hukuku için, Allah’ın birliğini ve Allah’ın birliğine
inananların (Müslümanların) kardeşliğini savunmuştu. Aydınlanma, yeni dininde, bütün eski
dinlerin bir inanç olduğunu söyleyerek, dinler insanın özel sorunudur diyerek. Diğer dinleri,
kendisinin basit bir eklentisi haline getiriyordu. Aslında onları yok ediyor ama onlara karşı
toleranslıymış gibi ortaa çıkıyordu. Aslında bu din de diğer dinlere karşı, İslam’dan hiç de farklı
değildi. İslam diğer dinleri, sosyolojik olarak tamamen dosdoğru bir biçimde, tüm toplumu
örgütleyen bir üstyapı olarak gördüğü için, Allah’ın birliğini kabul etmeyen bir “kafir” oluyor
yani, insan olarak kabul edilmiyordu.
Ama modern toplumun dini, kendi kabulünü bir sosyolojik gerçek gibi koyarak bunu gayet ustaca
gizliyordu. Bütün dinlerin serbestliğinden söz ediyordu ama bu dinleri din olmaktan çıkararak.
Yani dinler kendilerinin inanç olduklarını; kişisele ait, özele ait olduklarını kabul ettikleri
315
takdirde; yani artık din olmadıkları; modern toplumun dininin bir bileşeni oldukları takdirde
serbesttiler. Hiçbir dinden kimse, benim dinime göre devlete vergi vermiyorum, askere
gitmiyorum, özel mülkiyeti tanımıyorum vs. diyemezdi. Bu noktada, Aydınlanma’nın, yani dinin
inanç olduğunu söyleyen dinin, bu dinlere davranışı hiç de İslam’ınkinden daha anlayışsız ve
daha az şiddetli olmamıştı ve olamazdı.
İslam ile Aydınlanma, yani modern toplumun dini arasındaki tek fark şuydu ve ikisi de birer
diktatörlüktü diğer dinler karşısında. Bu diktatörlüğü, biri (İslam) bunu Allah’ın birliğinin
kabulüyle; diğeri, dinin özele ait olduğunun kabulüyle kuruyordu. Ve kendi ilkesini kabul
etmeyenlere karşı biri diğerinden farklı davranmıyordu, davranamaz da. Dinin tümüyle üstyapı
olduğu sosyolojik gerçeği buna el vermez. Sadece İslam ve Hıristiyanlık değil, bütün dinler de
böyledir.
Ama bu Aydınlanma dini, böylece hem kendisinin bir din olduğunu; diğer dinlerden zerrece
farklı olmadığını gizliyor; hem de diğer dinlerin artık din olmadıklarını görme olanağını ortadan
kaldırıyordu.
Örneğin insanlar, dini artık tümüyle üstyapı olarak değil, bir inanç, epistemolojik veya kişisel bir
sorun olarak gördüklerinden, kendilerinin dinsiz olduklarını iddia edebiliyorlardı. Halbuki,
dinsizliğin kendisinin modern toplumun dininin din kavramını kabul anlamına geldiğini, aslında
kendilerinin dinsiz olduklarını söylerken, dinin özel veya inanç olduğunu söyleyerek; dinsizliğin
mümkün olamayacağını göremeyerek, modern toplumun dininin bir amentüsünü söylediklerini
göremiyorlardı.
Sadece dinsizler değil, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler, Aleviler vs. İnançlarının, Budizm,
İslamiyet, Hıristiyanlık, Alevilik vs. olduklarını söylerken aslında Modern toplumun dininin bir
amentüsünü söylediklerini, bunu söyledikleri an artık, Müslüman, Hıristiyan, Budist veya Alevi
olmadıklarını göremiyorlardı.
Bu “dinsizim” diyen bir ateist ile “benim inancım İslam”dır diyen bir Müslüman, ikisi de modern
toplumun dinindendir ve bu sözleriyle bu dinden olduklarını söylemiş olurlar. İkisi de modern
toplumun, dinin inanç olduğunu, özele ait olduğunu söyleyen dinindendirler.
Özetle, Aydınlanma filozofları’nın ticari kapitalizm döneminde, dünya ticaretinin ihtiyacı olan
din sorununu, Muhammet’in yaptığı gibi, bütün Allah’ları Öldürüp bir tek Allah’ın kabulüylü
değil; Allah’ın birliği ile değil, Allah’ı ve diğer Allah’ları, politik iktidardan uzaklaştırıp
insanların “özel” sorunu, inanç sorunu yapmakla çözdüler. Yeni Allah, İnancı, özel olarak
tanımlayan ve epistemolojik olarak akıl dışına atan Akıl ve bu dinden olan da İnsan oluyordu.
Bu dinden olanın adı da, İnsan oldu. İnsan kavramı aslında, tıpkı Müslüm kavramı gibidir.
Müslüm, Allah’ın birliğine inanan ise; İnsan da, dinin, soyun (ki komün’ün dinidir soy) özel,
hukuki veya politik bir farklılık yaratmadığını kabul edendir. Bütün insanlar, dini, soyu, sopu ne
olursa olsun eşittir inancından olandır insan. Ama hemen görüleceği gibi bu tanım aslında hukuki
bir tanımdır, dinin özel olduğu kavrayışına dayanır.
316
Müslüm de İnsan da, bir tek dünya pazarı ihtiyacına biri Semitik gelenekler içinde; diğeri,
Yunan ve Roma uygarlığının düşünce gelenekleri içinde verilmiş, özünde birbirinden farklı
olmayan iki cevaptır.
Aydınlanma’nın “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” sloganı, veya “bütün insanlar eşittir” bu
ticari kapitalizmin ve dünya ticaretinin bir tek siyasi üstyapıya ihtiyacının ifadesiydi, “Allah’tan
başka Tanrı yoktur” (la ilahe illallah) dan özünde hiçbir farkı yoktur.
Ne var ki, bu günkü dünyaya baktığımızda, tıpkı bir zamanların İslamiyet’i gibi, bu projenin de
korkunç bir başarısızlık ile sonuçlandığını görüyoruz. İslamiyet de bir Dünya Toplumu kuramadı;
Şam’ı Bağdat’ı feth ettikten sonra, devletleşti ve hızı kesildi.
Aydınlama da bir Dünya Toplumu kuramadı. Fransız devrimi ile birlikte, daha Fransa’nın
hudutlarında bütün gençliğini ve hızını yitirdi. Yurttaş, İnsan ile özdeş bir kavram olmaktan çıktı;
bir etni, dil, din, bölge ile tanımlanmış devlet veya ulustan olan insan anlamı kazandı. Dünya
toplumu ve devletinin yerini, yüzlerce küçük devlet aldı. İnsanlık sanki, dünyayı klanların,
aşiretlerin, putların, totemlerin, tanrıların kapladığı “Cahiliye” dönemine döndü. Ulusal bayraklar
bu modern aşiretlerin putları, tanrıları, totemleri gibidirler.
Muhammet veya Aydınlanma döneminde, yani ticaretin bu günküyle kıyaslanamayacak ölçüde
dar ve lüks mallarla sınırlı olduğu dönemde bile, bu günkü uluslardan çok daha geniş alanları ve
uygarlığın çoğunu kapsayan büyük dinler bile bir çözüm olamazken ve İslamiyet ve Aydınlanma
buna bir dünya Toplumu ile çözüm olarak ortaya çıkmışlarken; bu günün dünyasında ticaretin
böylesine muazzam yaygınlığı ve her şeyi kapsamasına rağmen, sayıları yüzleri aşan ulusal
devletler ve sınırlar, çağımızın bütün sorunlarının anasıdır ve en büyük çelişkisidir.
Sosyalizm her şeyden önce bütün büyük dinler, İslam ve Aydınlanma dinleri gibi, bu büyük
çelişkiye bir cevap olmak zorundadır. Bu cevabın ne olduğu ise çok açıktır: uluslara ve ulusal
devletlere karşı bir kutsal savaş. Aydınlanma nasıl, din özel bir sorun dediyse, ulusun da
özel bir sorun olmasını kabullenmek; İslam nasıl Allah’tan başka tanrı yoktur dediyse ve
bütün putları yakıp yıktıysa; bir tek insanın birliği ve kardeşliği diyerek; bütün ulusal
bayrakları; devletleri ve sınırları yakıp yıkmak.
Hasılı sosyalizm bu günün dini karşısında; politik olanın şu veya bu şekilde tanımlanmış ulusal
olanla tanımlanmasını kabul eden din karşısında; o ulusalı özel bir soruna indirgeyen bir DİN
olmak ve bir DİN olarak; yani yeryüzü ölçüsünde bir üstyapı tasavvuru olarak ortaya çıkmak
zorundadır. Tıpkı, İslamiyet veya Aydınlanma gibi.
Görüldüğü gibi geçmiş başka bir ışık altında çok daha net görüldüğü gibi gelecek projeksiyonları
da klasik yaklaşımlardan çok farklılaşmaktadır. Şimdi biraz da bu günün dünyasını ve nasıl böyle
olduğun ve bu ünün dünyasının temel sorunlarını bu ışık altında anlamayı deneyelim.
*
317
Dünya ticaretinin gereklerine uygun bir üstyapı projesi olan Hristiyanlık (Akdeniz bir dünya gibi
görülebilirdi o zaman), İslam ve Aydınlanma projelerin hepsi, daha ilk adımda başarısızlığa
uğradı.
Hıristiyanlık, başarıya ulaştığı noktada bir devlet dini haline geldi. Hristiyanlık Roma’yı feth
ettiğinde aslında artık eski uygarlıkların devletçiliğinin “Ruh Ül Habis”i (Kötü ruhu) Roma
tarafından feth edilmiş bulunuyordu.
Müslümanlık yayılmasını eski uygarlık beşiklerine doğru yaptığından, daha ilk eski ön Asya
uygarlıklarını feth ettiğinde, onlar tarafından feth edildi, Pers, Orta Doğu ve Roma uygarlıklarının
yoluna girdi. Daha bir kuşak geçmeden çürümeye başladı.
Aydınlanma, kapitalizm önce batı Avrupa’da, yani uygarlığa an az bulaşmış noktada doğup,
yayılmasını başlangıçta Akdeniz, İran, Hint ve Çin’e doğru değil, henüz uygarlığa geçmemiş ve
ya uygarlığın çok geri bir aşamasında bulunan toplumların yaşadığı Amerika, Afrika ve
Avustralya gibi kıtalara doğru yaptı. Bu onu klasik bezirgan uyarlığa dönüşmekten ve onlar
tarafından feth edilmekten nispeten kurtardı. Ve bu bileşimler üzerinden sanayi kapitalizmine
geçebildi.
Sanayi kapitalizminin sağladığı emek üretkenliği üstünlüğü, onu diğer uygarlıklar tarafından feth
edilme tehlikesinden kurtardı ama bu sefer başka güçlerin etkisi benzer gerici bir sonuca yol açtı.
Aydınlanma’nın bir dünya cumhuriyeti idealinden geri dönüşünü, klasik uygarlıklar tarafından
feth ediliş getirmedi İslam’da olduğu gibi. Ya da dünya ticaretinin daralması vs.. de yol açmadı
buna.
Aksine, Sanayi devrimi, modern kapitalist uygarlığa, klasik uygarlıklarda bulunmayan muazzam
bir zenginlik ve emek üretkenliği üstünlüğü veriyordu. Keza, Aydınlanmanın, dini İnanç ilen
eden dini de, uygun bir üstyapı sunuyordu. Niçin ve nasıl oldu da, tüm insanların dini, dili, etnisi,
soyu, sopu ne olursa olsun eşit yurttaşlar oldukları bir dünya cumhuriyetine doğru bir gidiş
olmadı. Dünya ticareti de Aydınlanma da bunun için gerekli alt ve üst yapıyı sunuyordu.
Bunun yerini niçin ulusal devletler aldı? Niçin insanların eşitliği ve kardeşliği idealinin yerini; bir
ulustan olanların eşitliği ve kardeşliği aldı?.
Elbet burjuvazinin İşçi Sınıfı karşısında gericileşmesi; feth edilen bölgelerin, eşit haklı yurttaşlar
yapılmasından ise, sömürge ahalisi olarak hiçbir hak olmadan sömürülmesi, yani sermayenin kar
hırsı bunda büyük rol oynadı. Ama aynı zamanda sanayi kapitalizminin, bu üretim yordamının
kendisinden gelen bir özellik de bunun için uygun bir koşul oluşturdu.
Sanayi kapitalizmi aynı zamanda eğitilmiş iş gücü, standartlaşma; bu da standart bir dil ve genel
eğitim, bu da fiiliyatta genellikle bir dil ile tanımlanmış bir ulusal devlet demek oldu. Böylece
burjuva uygarlığı, eski uygarlıklar tarafından feth edilemeyecek aksine onları feth edecek bir
teknik ve emek üretkenliği düzeyine geçmiş olmasına rağmen; dünya ticareti klasik uygarlıklarla
kıyaslanmayacak ölçüde yayılmasına ve derinleşmesine rağmen, üstyapı, klasik uygarlıklardan
318
bile daha dar kapsamlı bir şekillenmeye uğradı; bir dile, dine, etniye, soya, yere göre şekillenmiş
ulusal devletlere geçti.
“Vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin ve programının yerini; “insanlar dili, dini, ırkı,
soyu sopu ne olursa olsun eşittir” diyen evrenselciliğin ve humanizmin yerini; sadece şu ya da bu
ulustan olanlar, şu ya da bu devletinin yurttaşları eşittir diyen; insanlar değil; uluslar eşittir,
insanlar ancak uluslar aracılığıyla eşit olabilirler diyen bir ulusçuluğa geçildi. Ve insanların
eşitliği ve birliği unutuldu. Vurgu, özel politik ayrımından, ve bu ayrım aracılığıyla eski
uygarlıkların ve komünlerin bölücü dinlerinin özele atılmasından ve insanların eşitliği temelinde
bir dünya çapında birliğin savunulmasından; politik olanın (ulusun) belli bir dil, tarih, din kültür
ile tanımlanmasına kaydı. Bu aynı zamanda burjuvazinin devrimcilikten gericiliğe geçişi demek
oldu.
İşçi hareketi ve Marksizm tam da bu noktada doğdu. Bu çelişkiyi içinde taşıdı. Bir yandan,
Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm idealleriyle, Aydınlanma’nın bir tek dünya
projesini yaşatır ve savunurken; diğer yandan “Alman Birliği”ni savunmaktan “Ulusların Kendi
Kaderini Tayin Hakkı”na kadar, burjuvazinin dininin bu gerici biçimlerinin de savunucusu oldu.
Marksizm Aydınlanmanın çocuğu olduğu kadar sanayi devrimin de çocuğu idi. “Bütün ülkelerin
işçileri (ki burada ülkeler, ulusal devletlerin yurttaşları anlamına geliyordu) birleşiniz” şiarı;
Muhammet’in “Allah’tan Başka Tanrı Yoktur”undan veya “Vatanım yeryüzü Milletim İnsanlık”
şiarından daha fazla gerici milliyetçilikle damgalıydı.
Sosyalizmin ideali, yeryüzünün işçileri, tüm insanları birleştirmek ve onların eşitliğini sağlamak
için; yani “tüm dünyada arkaik (Soy), antik (Semavi) veya modern (ulus) dinlerinden olmayı özel
bir sorun yapınız, politik olmaktan çıkarınız; ulusları ve ulusal sınırları yıkınız” olmalıydı ve
olabilirdi. Böylece Marksizm ve sosyalizm daha doğarken uluslara karşı bir proje olarak doğabilir
ve milliyetçiliğe karşı daha baştan şerbetli olabilirdi. Onun içindeki aydınlanma kalıntıları bunu
engelledi ve sonunda milliyetçilik ve milletler tarafından teslim alındı. Bu günkü Marksizm’in,
Sosyalizmin, İşçi Hareketinin ve İnsanlığın krizinin özü burada yatmaktadır.
*
Bu arada dünyada ne oldu?
Ekonomi ve teknikte birbiri peşi sıra muazzam devrimler yaşanırken, üstyapı tam tersine, tarihin
hiçbir döneminde olmadığı kadar dar ve gerici biçimlere büründü. Bir yandan bir dünya pazarı
için üretim, diğer yandan bu dünya pazarına uygun bir dünya devleti yerine küçük ulusal
devletler.
Bütün dünya savaşlarının esas nedeni budur. Birinci ve İkinci dünya savaşlarını Emperyalist
savaşlar olarak tanımlamak bile onların özündeki bu çelişkiyi gizleyip; uluslara göre tanımlanmış
devletlerin varlığını olağan ve çağa uygun görür. Eleştirisini ulusal sınıra değil; bu sınırların
ihlaline yapar.
319
İnsanların niçin ele geçirilen ülkelerin eşit haklı yurttaşları yapılmadığında görmez akıl dışılığı;
ulusal devletlerin ele geçirilmesinde ve baskı altına alınmasında görür. Bu nedenle, var olan
sistem içinde, onu olumlayan gerici ulusları ve ulusçuluğu olumlayan bir hareket olarak kaldı
esas olarak sosyalist hareket.
Bu arada kapitalizm, var olan üretimin muazzam sosyal ve uluslar arası niteliği ile ulusal
devletlerin, farklı hukukların, gümrüklerin ve sınırların yarattığı sınırlamaları aşacak hiçbir köklü
ideoloji ve program geliştiremedi.
Aydınlanmaya dönemezdi, çünkü bu diğer ülkelerin yurttaşlarını kendi yurttaşları yapmak
anlamına gelir ve onları sömürme imkanını yok ederdi.
Böylece bu çelişkileri çözmenin yollarını aradı kapitalizm ve burjuvazi. Birleşmiş Milletler ve
bütün uluslar arası kurumlar hep bu çelişkiyi çözme ve uzlaştırma denemeleri oldular.
*
Bunu dünya ticaretinin ihtiyacı olan temel araçlardan biri olan para örneğinde görelim.
Dünya ticareti için örneğin dünya ölçüsünde bir ortak değişim aracı, bir para mı gerekiyordu? Bir
tek dünya cumhuriyeti bunu sağlayabilirdi. Ama bu olmayınca, bunu Dolar ile sağlamaya çalıştı,
en güçlü ve zengin ülkelinin parasını uluslararası ödeme aracı yaptı.
Ama sınırlı bir devletin parasının, dünya parası olması, tıpkı bir ülke içinde devletin para basma
tekelini elinde bulundurması sayesinde karşılıksız para basarak enflasyon yoluyla gizli vergi alıp
(ki bütün burjuva devrimleri aslında vergileri yurttaşların belirlemesi hakkı için yapılmıştı ve bu
fiilen bu hakkın da fiili yok edilmesi anlamına geliyordu. Enflasyon bu nedenle son derece anti
demokratiktir) yurttaşları sömürmesi ve zengin fakir farklarını arttırması gibi muazzam bir güç
sağlıyordu ABD’ye. O hiçbir karşılığı olmadan, tıpkı bir ülke içindeki bir devlet gibi, sadece
kağıt ve mürekkep masrafıyla istediği kadar para basabiliyordu. Böylece Dünyayı sömürüyordu.
Bir devlet yine de iyi kötü seçimler aracılığıyla yurttaşlar tarafından bir ölçüde olsun
denetlenebilir. Devlet masrafları için karşılıksız para basan bir iktidar, seçimlerle
uzaklaştırılabilir. Ama dünyadaki insanlar ABD’nin yurttaşları olmadığı için; ABD karşısında
böyle bir denetim mekanizması bile bulunmuyordu.
Ayrıca bir kere bu mekanizma oluşunca ABD’de toplumsal ilişkiler ona göre belirleniyor ve artık
o ilişkiye bağımlı hale geliyordu ekonomi. Yani ekonomi, dolar basarak dünyayı sömürmeye öyle
bağımlı hale gelir ki, ABD karşılıksız para basmayı durdurduğu an bu ekonomisinde muazzam
bir gerileme ve çöküş (ki bu da aynı zamanda kapitalist dünya ekonomisinde benzer etkiler
demektir); toplumsal ilişkilerdeki dengenin bozulması ve ezilen sınıfların bir radikalleşmesi hatta
kapitalizmin sonu anlamına bile gelir. Böylece çelişkiyi çözmek için bir tedbir olarak önerilen bir
ülkenin parasının uluslar arası rezerv para olması, giderek o ülkede bir tür bağımlılık yaratarak
kendi başına bir hedef haline geliyor. Bir sömürü ve iktidar aracı oluyor.
320
Ama bu ülke öylesine büyük ve güçlüdür ki, bu ülkedeki bir sarsıntı tüm dünyadaki kapitalizmi
de tehlikeye atacağından dünyanın diğer ülkelerinin kaderi ABD’nin gücüne ve istikrarına da
bağlanmış; ABD’nin gücü ve istikrarı Dolar’ın dünya parası olmasına ve bu da dünyanın ulusal
devletlere bölünük olarak kalmasına bağlı olmaktadır. Ama dünya ulusal devletlere bağlı
kaldıkça da bu sefer üretimin sosyal ve uluslararası niteliği ile bu ulusal devletler arasındaki
çelişki daha derinden bu sistemde tıkanmaya yol açmaktadır.
Bu çıkmazdan yani hem ulusal devletleri korumak hem de dünya ticaretinin önündeki engelleri
kaldırmak için “Globalizm” bir çözüm olarak geldi.
Buna göre. Ulusal devletler varlığını ve egemenliklerini sürdürüyorlar bu böylece ABD’nin her
türlü denetimden uzak olarak istediği gibi para basmasını sağlıyor ama aynı zamanda para ve
malların dolaşımı üzerindeki sınırlamalar kaldırılarak dünya ticaretinin büyümesinin olanakları
sağlanmış oluyordu: Ve bu sayede ABD ve kapitalizm bir taşta birkaç kuş vurmuş oluyordu.
Ticaretin büyümesi ister istemez uluslar arası para birimi olan dolara olan talebi arttırıyor, bu da
ABD’nin hiçbir karşılığı olmadan para basıp refahını sürdürmesine olanak sağlıyordu. ABD’nin
bu yüksek tüketimi aynı zamanda dünya ekonomisinin belli bir büyümede kalmasın sağlıyordu.
Ne var ki, ABD’nin karşısında Avrupa daha büyük bir üretkenlik ve sağlam para birimiyle
çıkıyordu. Bir süre sonra Çin’in de bir rakip olarak ortaya çıkacağı görülüyordu. ABD’nin bu
sistemi ekonomi gücüyle sürdürmesi olanaksızdır. O zaman hiç kimsenin kendisiyle baş
edemeyeceği silah gücüyle bu sistemi sürdürebilir olmaktadır. O halde, parasını uluslar arası para
olarak koruyabilmek için daha fazla silahlanmak. Daha fazla silahlandıkça, daha büyük açıklar
vermek, daha büyük açıklar verdikçe, parasının da rezerv para olmaktan çıkması tehlikesi
arttığından daha fazla silahlanmak ve işgaller yapmak, Dolar’dan en küçük bir yüz çevirmeyi en
ağır şekilde cezalandırmak zorundadır. Ama bunun için de gerekli masrafları karşılamak üzere
daha fazla karşılıksız para basmak.
Böylece ABD artık geri dönülmez ve sonunda kendini tüketecek bir yola girmiş bulunmaktadır.
Doların uluslar arası para birimi olmasını sağlamak ve korumak onun var olan düzenini koruması
ve sürdürebilmesi için hayati önemdedir. Bunu ekonomi gücüyle sağlayamaz ama silahların
gücüyle sağlayabilir en azından bir süre.
Ama ne var ki, sistem öyle kurulmuştur ki, bizzat rakipleri de sadece ABD’nin varlığına ve
gücüne değil; dolar egemenliğine bağımlı hale gelirler.
Para basmanın yolu da şudur. Borçlanmak. Bu da faizler yüksek tutularak, dünyadaki sermayenin
ABD’ye akmasını sağlamakla olur. Yani ticareti fazla veren ülkeler ABD’den kağıt parçaları
alırlar ABD’den alacakları karşılığında ellerinde birikmiş dolarlarla. Ama bu dolarları da
ABD’ye sattıkları mallar karşılığında almışlardır. Ama ellerindeki dolarlarla alabilecekleri tek
şey de ABD’nin borç senetleridir. ABD’den borç senedi alarak da ABD’nin daha çok dolar
basmasına böylece talebi yükselterek kendi ürettikleri malları almasına olanak sağlamış olurlar.
321
Böylece Ekonomisi ABD’den daha güçlü ülkeler bile, bir bakıma ABD’ye bağımlı hale gelir
ABD’nin onlara bağımlı hale geldiği gibi. ABD dolarının her düşüşü, veya ABD’nin borçlarını
ödeyemeyeceğini söylemesi bu ülkelerin alacaklarının da sıfır olması, ellerindeki milyarlarca
doların boş kağıt parçalarına dönmesi, onlarca yıllık birikimlerini bir dolandırıcıya kaptırıp
üzerine bir soğuk su içmeleri anlamına gelir. Böylece diğer ülkeler de bu borçlunun iflas
etmemesi için bir yandan dikkatli davranmak zorunda kalırlar.
Böylece Çin, Japonya ve diğer Asya ülkeleri gibi ticareti fazla veren ülkeler de, “Baba bir hırsız
tutum” durumundadırlar. Fazlaları ile ABD’den tahvil alırlar ya da Dolarları Rezerv olarak
tutarlar. Bundan kurtulmaya kalksalar, birden bire kendi alacakları ve dolarları da hiç kıymeti
olmayan kağıt parçalarına dönüşecektir. Bu nedenle hiç biri çıkıp da örneğin, ben dolar
kullanmıyorum diyemez.
Kaldı ki bu olmasa bile, bunu açıktan diyecek olanın başına gelecek ortadadır. Bunu diyen ülke
dediği an başına Atom bombası iner. Çünkü böyle bir karar ABD’nin sonu demek olur. Benden
sonra kıyamet. Bütün hazır yiyici egemenlerin değişmez parolasıdır. Dolar’ı bırakıp Euro’ya
geçen Irak örneği ortada.
Kaldı ki, Avrupa da dünya kapitalizminin yaşaması bakımından şimdi doların çökmesini istemez.
Euro dünya parası olabilir ve bu sefer ABD’nin avantajını Avrupa ele geçirebilir. Ama
Avrupa’nın ne ortak siyasi bir iradesi, ne de askeri gücü vardır. Bu dünya kapitalizmi için bir
“Fetret devri” gibi olur. Bir bakıma Bizans veya Selçuk devletinin yıkılmasından sonra ortaya
çıkan beylikler düzenine geri dönüş gibi olur.
ABD gerek askeri gücüyle, gerek borçlarıyla tüm dünya kapitalizmini kendi kaderine zincirlerle
bağlamış bulunmaktadır. Kendisinin çöküşü bütün sistemin çöküşünü getirebilir. Bu nedenle
ABD’nin rakiplerinin de şöyle bir açmazı bulunmaktadır.
Bir yandan onun bu egemenliğine son vermek, güneşin altındaki yerlerini almak isterler, ama bu
yönde fazla ileri gittiklerinde, onunla birlikte kendilerinin de yok olabileceğini görürler.
Çin ve Japonya’nın ABD’den muazzam alacakları vardır, muazzam döviz rezervleri vardır ama
Doları bırakamazlar ve ABD’den kağıt almaktan vaz geçemezler. Vaz geçtikleri an, iflas etmiş
bir ABD, tüm dünya ticaretinin da muaazzam bir darbe yemesi, tüm fabrikaların kapanması,
muazzam bir kaos olur. Bu kendi sonlarını da getirebilir.
Benzeri Avrupa için de geçerlidir. ABD’nin politik iradesine ve askeri gücüne karşı bir yandan
karşı güç oluşturmaya çalışırlar ama diğer yandan, bu güç çöküğü an kendilerinin de çökeceğini
bilirler ve bu nedenle aynı zamanda onu desteklemek zorundadırlar. Bu çelişkiyi en açık biçimde
Alman dış İşleri bakanı Fischer, Irak’a ABD saldırısı öncesinde ifade ediyordu: bir yandan
ABD’ye karşı Fransa’yı öne sürerek direniş cephesi oluşturuyor diğer yandan da “Saddam’ın bir
zaferinin düşünmek bile istemem” diyordu.
Böylece ABD ve diğer emperyalistler veya rakipleri arasındaki ilişki, Türkiye’deki Bürokratik
Oligarşi ile Burjuvazi arasındaki; Devlet ile Hükümet arasındaki ilişki gibidir. AKP veya
322
burjuvazi nasıl bir yandan gerçek iktidara gelmek ister ama diğer yandan bunun için gerekli
adımları atmaya kalktığı an kendi iktidarını ve varlığını yok etme tehlikesi ortaya çıkacağından
bu adımları atamaz ve o askeri bürokratik oligarşinin ayaklarına kapanır. Benzeri dünya için de
geçerlidir. ABD, benim sayım suyum yok, çekiliyorum dese, bunu dediği an, bütün rakipleri
ayağına kapanmaya hazırdırlar.
*
İşte bu dünyada, Sosyalizmin ve İşçi hareketinin bir projesi yok. Diğer emperyalistlerin de yok.
Ama ABD’nin bir projesi var.
“Benim egemenliğim altında, benim egemenliğimi tanıyarak, hepinize yer var” diyor bütün diğer
büyük güçlere (Avrupa, Rusya, Çin, Japonya gibi). Aksi diyor ABD, dünya ölçüsünde kaos olur.
ABD ulusal devletlere bölünmüş bir dünyada, Roma gibi tam bir merkezi İmparatorluk değil, O
imparatorluk sınırlarında yaşayanların Roma Yurttaşı olduğu bir imparatorluk değil; yani tüm
dünyayı feth edip, bütün dünyayı ABD yurttaşı yapmayı değil; Hitler’inki gibi feth ettiği ülkeleri
aşağı ırktan köleler yapmayı da değil ara bir çözümü öneriyor.
Kutsal Roma Germen imparatorluğu ile Roma İmparatorluğu arasında bir biçim öneriyor.
(Aslında Roma da denebilir. Çünkü bütün imparatorluklar aynı zamanda belli özerk bölgeleri de
tanırlar vergisini ve haracını düzenli ödediği veya otoritesini kabul ettiği sürece. Üçüncü Roma
İmparatorluğu, yani Osmanlı bile böyleydi örneğin.)
ABD’nin planı şu: Bütün ulusal devletler, hukuki bakımdan eşit haklı devletler olarak oldukları
yede dursunlar, kendi egemenlik alanları da olsun. Ama dünya ticaretinin büyümesine engel
olmasınlar, ABD’nin gücünü ve egemenliğini her hangi bir şekilde sorgulamaya kalkmasınlar.
Hiçbir gücün en üstte olmadığı devletler arası bir sistem, bir gücün üstte olduğu bir sistemden
daha iyi değildir. Birincisi eşit güçlerin birbiri aralarındaki savaşlara ve birbirlerini tüketmelerine
yol açar. İkincisinde ise, en üstteki bundan en fazla karlı çıkandır ama yine de bir düzen olur ve
herkes bundan karlı çıkar. Herkesin birbirini tükettiği durumdan daha karlı çıkar. Oyun Teorileri
bu yasallığın matematik kanıtlarını sunarlar.
Ve üstte olacaklar içinde de en iyisi benimdir diyor ABD.
Soru şudur ulusal devletlerin var olduğu dünyada. Bir sosyalist alternatif olmadığı sürece bütün
insanlar ve devletlerin karşı karşıya olduğu soru şudur: Eşit güçte emperyalist rakiplerin
bulunduğu bir dünya mı iyidir? Yoksa birinin hepsinden daha güçlü olduğu, diğerlerinin onun
otoritesini tanıdığı ama kendi egemenlik alanlarının da olduğu bir sistem mi daha iyidir?
ABD sorunu böyle koyuyor ve doğru cevabın ikincisi olduğun söyleyip “en güçlü ve üstte
olmaya en layık olan da, bunu en iyi yapacak olan da benim” diyor.
Ve işin kötüsü, kapitalizm ve ulusal devletlerin veri olduğu koşullarda dediği pek de haksız değil.
323
Bir Alman ırkçılığı ile bezenmiş Avrupa’nın egemen olduğu bir dünya, ABD’nin egemen olduğu
bir dünyadan daha iyi olmaz. Avrupa, ABD’nin aksine dile, dine, ırka dayanan bir ulusçuluğun
zehrini, ABD’den çok daha fazla taşır. ABD’nin gücünün Avrupa’da olması halinde, Avrupa,
dünyadaki diğer halklara ABD kadar geniş bir hareket alanı tanımaz ve onları açıktan
köleleştirebilir.
Bir Çin’in egemen olduğu bir dünya, ABD’nin egemen olduğu dünyadan daha iyi olmaz. Çin’in
ırkçılığı, binlerce yıllık devletçiliği vs. ABD’ninkinden bir kat daha korkunç bir dünya egemeni
demektir.
ABD ne de olsa kapitalizmin saf çocuğudur. Burjuva uygarlığının modeli ve idealidir. Daha
büyük bir esneklik taşır. Diğer emperyalistler karşısında ABD, Engels’in bir zamanlar, Alman
küçük burjuvası karşısında gerçek bir insandır, çünkü serfliği yaşamamıştır dediği Norveç’li
gibidir.
Biri yunker kapitalizminin ve gerici ulusçuluğun, diğeri şark devletçiliğinin bütün pisliğini
dünyaya bulaştırır. Bu bakımdan verili çerçevede, ABD’nin dünya imparatorluğu, olabileceklerin
en az kötüsü sayılabilir.
ABD’nin gücün yitirip, Çin, Japonya, Rusya, Avrupa gibi onlar ayrında onlara eşit güçte bir güç
haline geldiğini; her biri eşit güçte beş altı emperyalistin bulunduğu bir dünya düşünelim. Bu
dünya bu günkünden daha iyi olmazdı. İkinci dünya savaşının atom silahlı emperyalistlerin
yaptığını düşünmek ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını gösterir. Bırakalım daha iyi olmamayı bir
yana, bu olasılıkta insanlığın yaşama olasılığı bile sıfırdır. Sadece kapitalizm değil, insanlık da
yok olur eşit güçteki emperyalistlerin bulunduğu bir sistemde.
*
Elbette ABD bir yandan bu sistemi öneriyor ama bunu sadece bir proje olarak, ikna ve kabul için
sunmuyor. Böyle bir şey olmayacağını bilir. Projeniz, silahların gücüne dayanıyorsa ikna edici
olur ve kabul edilebilir.
İşte bunun için, ABD, özellikle bir yandan diğer emperyalistlerin kendisine askeri, ekonomik
bakımdan bir rekabet oluşturmasının yolunu kesmek; diğer yandan da var olan egemenliğin ve
dolar sistemini ve dünya ticaretinin büyümesini (globalizm) sürdürmek zorundadır.
Bunun için de dünya ticaretinin ana yollarını ve petrol ve gaz kaynaklarını kendisinin veya
etkisindeki güçlerin kontrolünde bulundurması gerekir.
Bu dünyada üç stratejik nokta demektir: Güneydoğu Asya (Dünyanın atölyesi Asya’nın pasifik
kıyılarına giden petrolün ve oradan dünyaya dağılan malların geçtiği dar boğaz. Yani şu
Tsunami’nin yıktığı yerler. Zaten bu paylaşım ve etki savaşı orada, Tsunami nedeniyle “yardım”
biçiminde gerçekleşiyor.) Orta Asya ve her şeyden önce Orta Doğu demektir. (Bu ikisine,
Akdenizin Güneyiyle birlikte “Büyük” veya “Genişletilmiş Ortadoğu” da deniyor.)
324
Orta Asya’ya Afganistan ile, Orta Doğu’ya Irak ile girdi. Şimdi Orta Asya ve Orta Doğu’nun
köprüsü olan İran’ın da bir şekilde saflara katılarak zincirin tamamlanması gerekiyor.
Ayrıca İran üzerindeki savaş aynı zamanda diğer muhtemel rakip emperyalistlerle bir savaş
anlamına gelecektir: bu bakımdan İran, Dünya’nın ve ABD’nin kaderini belirleyecektir.
İran’da bir yenilgi ABD’nin sonu olur. Bu dünya kapitalizminin de ciddi sarsıntılara girmesini
getirebilir. Ama İran’ın saf dışı edilmesi ABD’nin dünya egemenliği yolunda en zor adımı atıp
hedefine yaklaşması demektir. Ondan sonra İran, Orta Doğu ve Orta Asya’nın her biri dile, dine
dayanan küçük devletlere bölünmesi (bu arada sıra Türkiye’ye de gelecektir) aşamasına gelir.
Dünyaya egemen olabilmek için birbirine karşı kullanılabilecek böyle küçük devletler
zorunludur. Böylece her devletin içinde diğer devlette çoğunluk olan azınlıklar olacağından,
bunlar kolaylıkla birbirine karşı da kullanılabilir.
*
Ama İran bir Afganistan ya da Irak değil. İkisi de ekonomik olarak tükenmiş, askeri olarak hiçbir
gücü kalmamış; egemen olanların tecrit içinde sadece silah zoruyla egemenliklerini
sürdürebildiği ülkelerdi. Bunlar kolaylıkla topu topu bir kaç yüz ya da bin asker kaybıyla bir kaç
hafta içinde düşürüldüler.
Ama İran binlerce yıllık geleneği olan bir devletin bulunduğu, rejimin her şeye rağmen geniş bir
tabanı bulunduğu, eski Pers uygarlık alanında bu uygarlığın damgasını taşıyan Şiilik aracılığıyla
birliğini, (örneğin Türkiye’deki Türkçü Kemalist sistemden çok daha güçlü ve sağlam olarak)
sağlayan bir devlet.
Öte yandan kökleri binlerce yıllık Pers uygarlığına, ta Sümer zamanının Elamlılarına, Abbasilere,
Selçuklulara, Haçlı seferleri dönemlerine kadar giden etkileri var (Lübnan’daki ve Irak’taki, Arap
yarımadasındaki Şiiler).
Ve nihayet, yükselen petrol gelirleri nedeniyle ekonomik durumu düzelen ve petrolü ve gazı
bizzat bir silah olan İran var: İran da Rusya ve Çin’in belli ölçüde desteğine de sahip. Bu güce
karşı öyle kolayca, Afganistan veya Irak’ta olduğu gibi harekete geçilemez ve işgal edilemez.
İran’ın çökertilmesi, dize getirilmesi gerekir. İşgal İran için bir yol değildir. Atom bombası,
ekonomik ambargo, diplomatik ve politik tecrit ve tehditler veya bunları çeşitli kombinasyonları
gerekmektedir.
İşte İran insanlığın geleceğini tayin edecektir. ABD’nin egemen olduğu bir dünya mı, yoksa
başka bir gücün egemen olduğu veya eşit güçteki emperyalistlerin paylaştığı bir dünya mı?
ABD bu savaşı kazanabilmek için, güçlerin en irisini, düşmanın en yaralanabilir yerine yığmak
zorundadır. Yani İran’a karşı sefer, sadece Askeri olmaz ve olamaz. Tüm cephelerde, yani
diplomatik, kültürel, politik, askeri ve tüm silahlarla (psikolojik savaş yöntemlerinden Atom
silahlarına kadar) topyekün bir savaş olmak zorundadır.
325
Bunun için önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin de dünyanın da nabzı İran üzerinde atacak, ve tüm
gelişmeler bunlar ışığında okunup anlaşılabilecektir.
*
ABD’nin dışında bu dünyada, tek alternatif bir programı olan güç biziz. Bu program bütün
ulusların ortadan kaldırılması, ulusal devlet ve sınırlara karşı savaştır. Bir paradoksal ifadeyle
bütün dünyanın ABD vatandaşı olması da diyebiliriz.
Tüm insanlar ulusu, dili, dini, soyu sopu ne olursa olsun eşittirler. Ulus tıpkı soy, sop, din, inanç
gibi özel bir konudur ve inanç sorunudur.
Biz bir insanlık dini, bütün insanların birbirinden sorumlu olduğu hukuken eşit olduğu kadar
gerçekten de eşit olacağı bir din ve yeryüzü nizamı öneriyoruz. İnsanları Türk, Alman, ABD’li
vs. olmaktan çıkmaya ve İnsan olmaya; yani bu devletleri yıkmaya; Türklüğü, Almanlığı,
ABD’liliği özel bir sorun yapmaya çağırıyoruz. Nasıl Müslim, Hristiyan, Budist, Alevi vs.
olduğunuz sürece insan olamazsanız. Ancak bunları birer inanç olarak gördüğünüzde ve öyle bir
sistemde insan olabilirseniz. Bir Türk, Bir Alman, Bir Ermeni., Bir Kürt, Bir Arap olduğunuz
sürece de İnsan olamazsınız. Ancak, bunları kişilerin özel sorunu olarak gördüğünüzde ve böyle
bir sistem için mücadele ettiğinizde insan olabilirsiniz.
İşte, dinin özel değil, inanç değil bir üstyapı olduğu önermesi geçmişi, bu günü ve geleceği böyle
anlaşılır ve değiştirilebilir kılıyor.
Demir Küçükaydın
31 Mayıs 2006 Çarşamba
[email protected]
http://www.koxuz.biz