İskender Öksüz - 21. Yüzyıl Dergisi

Transkript

İskender Öksüz - 21. Yüzyıl Dergisi
1989 ve 1991:
Rus İmparatorluğu’nun
“İkinci Viyana”sı
İskender ÖKSÜZ*
Bu yazı hazırlanırken İngilizce yazan basın “nine-eleven” yani “dokuz-onbir” ile dolu
günleri henüz geride bırakıyordu. Onlarda tarih ay – gün sırası ile söylendiğinden, 11
Eylül’ün onuncu yılını kastediyorlardı. Dünya tarihinin dönüm noktası değil herhalde.
Ama özellikle Amerikanlar için önemli. İlk kez, 11 Eylül 2001’de bir hasım, ABD’nin
içini vurmuştu. Pearl Harbor sayılmaz; çünkü 1941’de Hawaii ABD eyaleti değildir.
Dünya tarihi için daha büyük önem taşıdığına inandığım bir başka “dokuz-onbir”
var. Hem bu sefer bizim kullandığımız tarihle dokuz-on bir: 9.11.1989. Berlin
Duvarı’nın yıkıldığı gün. O duvarın sarsıntısı, iki yıl sonra, Aralık 1991’de, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ni göçürttü ve Türkistan Türk Cumhuriyetleri’nin
bağımsızlığına yol açtı. 21 Yüzyıl Dergisi’nin bu sayısı o göçüşün ve bağımsızlığın 20.
yıldönümüne odaklı. Dünya tarihi için daha büyük önem dedim... Bu hükmümün tek
dayanağı, ikinci dokuz-onbirin Sovyet komünizminin sonunu işaretlemesi değil. Bu
ikinci dokuz-onbir, 16. asırda Kazan Hanlığı’nı ilhakı ile başlayan, Urallar’ın Batısı ve
Sibir tamamlandıktan sonra Türkistan’a yönelen ve 19. asırda Asya Türklüğü’nü yutan
Rus genişlemesinin ilk geri adımıdır. Bir bakıma Rus İmparatorluğu’nun İkinci
Viyana’sıdır.
Türkiye’nin başına SSCB’ye dost bir hükümet
O tarihten daha on yıl önce, dünyada da Türkiye’de de birisine “Sovyetler on yıl
sonra yok” diyemezdiniz; derseniz, aklınızın bütünlüğünden şüphe edilirdi. 1970’lerdeki esprilerden biri, iyimser Amerikanların Rusça, kötümserlerinin Çince öğrendiğiydi.
Standart ekonomi ders kitaplarından Samuelson’da, SSCB’nin ABD’yi şu kadar yıl
sonra geçerek dünyanın bir numarası olacağını gösteren grafik bulunurdu.
Ya Türkiye? O günlerde, Turancılık suçlamasına hedef olmayı göze almış ender Türk
vatandaşının Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilgisi, belki benim yaptığım gibi, çatı katına
çıkıp uzun dalga Bakü Radyosu’nu, biraz nemli gözlerle dinlemekle sınırlıydı.
1970’lerde basın ve akademi dünyasında bir anket yapsanız, Türkiye’nin yakın
zamanda sosyalist bloka dahil olacağına inananların hiç de az olmadığını görürdünüz.
Türkiye’deki hal hiç lâtife kaldıracak gibi değildi. SSCB’nin Türkiye stratejisi, “Başa dost
bir hükümet geçirmek”ti. Afganistan’da Babrak Karmal yönetimindeki dost hükümet,
Sovyet işgal kuvvetlerinin personel taşıyıcısı içinde gelmişti. NATO üyesi Türkiye’de bu
*
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi, [email protected]
Kasım’11 • Sayı: 35
21. YÜZYIL
[53]
İskender Öksüz
metotla çalışmak mümkün değildi. Türkiye’de dost hükümet temini için strateji, mevcudun destabilize edilmesi ve Türkiye’nin zinde güçlerinin özellikle üniversitelerin sosyalist fikir ve eylem disiplinine alınmasıydı. Bu saldırıya Türk Milliyetçileri direndi. Bu
direnç olmasaydı tarih nasıl yazılırdı? Cevabını belki hiç öğrenemeyeceğimiz bir soru
bu. Kanunî İtil-Don kanalını açabilseydi; Hint Okyanusu’na hâkim olabilseydi;
Osmanlı Amerika’ya gemi gönderebilseydi ne olurdu cinsi sorulardan. Türkiye’nin sosyalist kampa transferi belki de duvarın yıkılmasını, SSCB’nin de çöküğün altında kalmasını önlerdi. Tarihte mağlubiyetlerin başarısız saldırıların hemen ardından gelmesine
sık rastlıyoruz. Az önce sözünü ettiğimiz bizim ikinci İkinci Viyana’mız veya Birinci
Dünya Harbi’nde İtilaf devletlerinin başarısız son taarruzu veya Yunanistan’ın
Sakarya’ya gömülen taarruzu gibi.
Bir iniltiyle
Derken bir gün Berlin Duvarı ve iki yıl içinde SSCB yıkılıverdi.
Hem de sessiz sedasız. İnsanın aklına, ister istemez, Engels’in devletin yok oluşunu
tasviri geliyor: “Wither away: Yitip gitmek” İronik bir çağrışım. İsterseniz T. S. Eliot’un
şiirini de hatırlayabilirsiniz. “İşte dünya böyle son bulur/ Patlamayla değil, bir iniltiyle”.
1969’da ODTÜ’de öğretim üyesiydim. Türkiye’ye dost bir hükümet getirme saldırısının karargâhlarından biri de bu üniversite idi. Duvarlarımız orak-çekiç, Lenin, Çe
posterleriyle kaplıydı. Tam o yıl, Polonya’da bilimsel bir kongreye davet edildim. Bizim
[54]
21. YÜZYIL
Kasım ’11 • Sayı: 35
1989 ve 1991: Rus İmparatorluğu’nun “İkinci Viyana”sı
komünist çevreden oradaki komünist çevreye bu yolculuk beni epey heyecanlandırmıştı. Bir gün, iki gün... Hiç de ODTÜ gibi değildi Polonya. Üçüncü gün olmalı, meslektaşım Prof. Yanoş Ladik, koluma girerek beni bahçeye sürükledi. Sonra “Buraları dinlenir de...” diye açıkladı. “Sana birkaç gündür dikkat ediyorum” dedi, “Burada komünist
arıyorsun. Hiç arama, bulamazsın. Bütün komünistler, sizin tarafta. Burada kalmadı.
Macaristan Komünist Partisi Genel Sekreteri dostumdur. O bile komünist değildir. Mecbur
kalıp komünist gibi konuştuğunda utanır.”
Belli ki bizim Nazım Hikmet’in hür ağaçlarını içten termitler sarmıştı. O günlerin
önemli kalemlerinden Raymond Aron, 1980’li yıllarda yaptığı bir konuşmada,
Makyavel’in ancak silahlı peygamberlerin başarılı olabileceği fikrine atıfla, şunu soruyordu, “Ya o silahlı peygamber, silah gücüyle bir süre
hüküm sürdükten sonra kendi dinine imanını kaybederse ne
SSCB’nin çöküşü, 16.
olur?” Aron’a göre, Sovyet sisteminin geleceği bu sorunun
asırda Kazan Hanlığı’nı
cevabına bağlıydı.
ilhakı ile başlayan ve
Ladik’in utanan Genel Sekreteri’nin bir başka türünü,
Prag Baharı’nı ezmeye gelen Rus askerleri ifade ediyordu:
“İnsanların yüzüne bakamıyorduk.”
Asya Türklüğü’nü yutan
Rus genişlemesinin ilk
geri adımıdır.
Ve bir gün duvar, iki yıl sonra da SSCB bir iniltiyle yıkıldı. Peki bizim taraftaki
komünistlere ne oldu? Çoğunluk, baskı kalkınca, olumlu tutum ve tavırlara yöneldiler.
Emperyalizm karşıtı yapıları yeni dönemde bilhassa gerekliydi.
Fakat içlerinden bir azınlık, tuhaflaştı.
Epey dindar bir arkadaşım, yıllar önce Türkiye’de kurulması düşünülen Yeşiller
Partisi’ne dair bir haberi gazeteden yüksek sesle okuyordu: “Partiye ateistlerin, homoseksüellerin ve çevrecilerin ilgi göstereceği düşünülüyor.” Bir an için, sanki mutasavver
Yeşiller’e katılmak şartmış gibi hissetmiş olmalı ki boynunu hafifçe büktü ve ağzından
şu cümle dökülüverdi, “Eh ne yapalım, biz de çevreci oluruz bari.” İllâ bir şey olmak gerekince bizim bir takım eski bilimsel sosyalistin Marksist-Liberal olmalarını anlayabiliyorum. Bu ilgi çekici fikir yapısı, “Marksist-Liberal”, galiba yüzde yüz yerli ve bize ait. Her
ne kadar AB’den, ABD’den destek alsalar da kökü içerde. Tıpkı Nescafe gibi. Dünyanın
başka hiçbir ülkesinde dört yıldızlı otellerde, seçkin lokantalarda veya misafirlikte
Nescafe ikramına rastlayamazsınız! Marksist-Liberal’e de.
Başka bir şey olmaları gerekiyordu ve benim arkadaşımın ateistler ve homoseksüeller yerine çevrecileri seçmesi gibi onlar da böyle bir seçim yaptılar. Birbirleriye gönül,
örgüt, kabile bağları baki kalmak kaydıyla Marksist-Liberal oldular.
Yine gönüller ve zihinler
Apaçıktır: SSCB, komünist bloktaki insanların gönüllerinde ve zihinlerinde bitmişti. Gönüller ve zihinlerde mağlup olununca, harpte de sulhte de, iç siyasette de, dış siyasette de artık ayakta duramazsınız.
Peki bizim gönüllerimiz ve zihinlerimiz?
Kasım’11 • Sayı: 35
21. YÜZYIL
[55]
İskender Öksüz
Şüphe yok ki Rusya’nın Türkistan’ı işgali, herkesten çok biz Türkler’i ilgilendirirdi.
On dokuzuncu asrın ortalarından beri Türkiye, tıpkı Türkistan gibi, Rus tehdidi altındaydı. Slav ilerlemesi hem doğuda, hem batıda, tarihçi Justin McCarthy’nin deyimiyle
ölümler ve sürgünlerle devam ediyordu. Birinci Dünya Harbi yıllarında devletin resmî
politikası ve arzusu Rusya’nın mağlubiyeti ve Türkistan’ın hürriyeti idi. Tabiî, “mübarek
Rumeli”nin de geri alınması. Fakat tarih başka bir yola girdi. Komünist ihtilal oldu,
Rusya düşman kamptan ayrıldı. Türkiye harpten mağlup çıktı, işgal edildi ve kendimizi Rusya ile ittifak halinde bulduk.
Mustafa Kemal, şüphesiz Türkistan’ı düşünen bir devlet adamıdır. Ama bunun açıktan yapılacağı zaman değildi. 1921’de Rusya ile Türkiye anlaştı. Onlar bize komünizm
ihraç etmeye çalışmayacak, bizim de Aras’ın doğusuna
bir müdahalemiz olmayacaktı. Türkiye buna uydu ama,
70’lerde Turancılık
bu uyuşun Mustafa Kemal’li yıllarında, Turan fikrinin ve
suçlamasına hedef olmayı
Türk Milliyetçiliği’nin itibarı yüksekti. Dış politikada da
göze almış ender Türk
vatandaşlarının Asya Türk dış Türkler her zaman hassas konumuzdu. Mustafa
Kemal zamanında Afgan subaylarını eğitmek için
Cumhuriyetleri ile ilgisi,
Türkiye’den subay gitmesi bu tutumun tezahürlerindençatı katına çıkıp uzun
dir.
dalga Bakü Radyosu’nu,
biraz nemli gözlerle
dinlemekle sınırlıydı.
1944 Turancılık davası 1990’a kadar sürdü
Bütün ülkeler, sınırlarının dışındaki millettaşlarıyla ilgilenir. Birçok ülkenin kanunlarında, hatta anayasalarında bu ilgiyi bir görev olarak hükümetlere emreden maddeler
vardır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Türklerinin dünyadaki diğer Türklerle ilgilenmesi olağandır. Bu son derece normal hal, İsmet İnönü’nün 1944 saldırısına kadar
devam eder.
1944’teki “Irkçılık-Turancılık” davası ve Cumhurbaşkanı’nın 19 Mayıs 1944 nutku
ile iktidar Türk Milliyetçiliği’ne cephe alır. Bu cephe alış sonraki on yıllar boyunca devlet politikası haline gelecek ve Türk dış politikasını ve Türkiye’nin menfaatlerini sakatlayacaktır. Aslında Mustafa Kemal’in düşünce ve davranışlarına yüz seksen derece zıt
olan bu tutumu bazı resmî ağızlar “Atatürk Milliyetçiliği” diye etiketlemişlerdir. Tarihçi
Yılmaz Öztuna, 1944 ve sonrasını Atatürk ile ilişkilendirirken “İsmet İnönü revizyonizmi” ifadesini kullanır.
Bazıları, SSCB’nin İkinci Dünya Harbi’nde Almanlar karşısında ilerlemesi ile çakıştığını göz önüne alarak İnönü’nün bu tutumunu Rusya endişesiyle izah ederler. Fakat
sebebi ne olursa olsun, Irkçılık-Turancılık ithamı ve bu ithama dayalı siyaset,
Sovyetlerin yıkılışına kadar sürmüş; Türk dış politikasını zaman zaman tuhaf açmazlara
sürüklemiştir.
Bu konuda hatırladıklarım arasında 1960’lardan kalma bir Metin Toker yazısı var.
Bilindiği gibi Metin Toker İsmet Paşa’nın damadıydı ve gazeteciydi. Toker, Akis
Dergisi’inde Alparslan Türkeş’e yükleniyor ve onun Turancı olduğunu söylüyordu. Bu
bir küçümseme ifadesiydi ve Türkeş’in Turancılığı cehaletinden kaynaklanıyordu. Toker
mealen, “Hangi dünyada yaşıyoruz? Hangi milletlerarası konjonktürdeyiz? Bunlardan
[56]
21. YÜZYIL
Kasım ’11 • Sayı: 35
1989 ve 1991: Rus İmparatorluğu’nun “İkinci Viyana”sı
habersiz bir Anadolu tosunu.” diyordu Alparslan Türkeş’e! Tarih, yaşadığımız dünyanın
ve konjonktürün ne olduğunu gösterdi... Şimdi o yazıları Türk siyasetinin içine sokulduğu miyopluğun ve garabetin misalleri olarak kullanıyoruz.
Bir başka hatıram, Bağdat Sefaretimizde istihbarat ile görevli bir memurun merkezine gönderdiği raporla ilgilidir. (Memur sefarettedir ama söz konusu merkez Dış İşleri
değildir.) Bir Irak Türkü bu memura düzenli rapor vermekte, Irak’taki durumu anlatmaktadır. Memur, istihbaratı merkeze geçerken kaynak hakkında şöyle bir not düşer:
“Bu bilgileri bana getiren Türkmen’in Turancı eğilimleri vardır. Bu hususa dikkat edilmelidir.” O Irak Türkü gayet tabiî Turancı eğilimleri olduğu için o raporları getirmekteydi
ve o her normal insan gibi, Türkiye’nin Bağdat sefaretinin de Turancı eğilimleri olduğunu düşünürdü. Anormal olan bizim memurumuzun, 1944 İnönü kafasıyla yazdığı rapordur. İnönü o tarihte haklı bile olsa, ki değildi, 1960’larda, 70 ve 80’lerde hâlâ o davranışı sürdürmek ancak maymun ve soba hikâyesiyle izah
edilebilir.
Irak’ın bizim
Bu şaşkınlığa, Cumhurbaşkanı Özal’ın, Sovyet tankları Baku’ya girdiğinde söylediği söz de eklenebilir. Yıl
1990’dı. Duvar yıkılmıştı ama Moskova’nın, “Baku nispeten daha risksiz bir yerdir” diye yaptığı hesap yanlış
çıkmıştı. İnsanlar azatlık için kendilerini tankların önüne
atıyordu. Bir yıl sonraki finalde Baku direnişinin rolü
vardır muhakkak.
İşte tam o sırada, Çankaya’dan, hepimizin ağzını açık
bırakan bir yorum çıktı, “Onlar Şii. Onlar İran’a daha
sınırlarımızın dışına
çıkartılmasının
üzerinden henüz bir asır
geçmedi. Fakat bir gün
uyandığımızda gördük ki
binlerce kilometre
ötedeki güçlerin orada
Barzanileri var,
Talabanileri var ve bizim
ilaç için kimsemiz yok.
Kasım’11 • Sayı: 35
21. YÜZYIL
[57]
İskender Öksüz
yakındır.” Herhalde gaflar tarihinde yer alacak bir cümleydi bu. Fakat itiraf edelim ki
bu söz tek başına İnönü etkisi ile açıklanamaz. Bunda bizim İslamcıların millet kavramından yoksunluklarının dahli vardır.
Nihayet 1991 Aralık ayı geldi ve Türk Cumhuriyetleri bağımsızlığa kavuştu. Erken
tarihlerde yapılan olumlu işlerden biri, TRT’nin bunlardan birkaçına yönelik yayına
başlamasıydı. O zamanlar TRT yönetimine haber gönderebilecek imkânlara sahiptim ve
gönderdim, “Oralarda resmî propagandadan insanlara gına gelmiştir. Resmi geçitlere filan
karınları toktur. Bunlarla etki yapamazsınız. Türk filmi oynatın ve ne olur bizde yayınlanan reklamları orada da yayınlayın.” O tarihlerde Türkiye, Türkistan cumhuriyetlerine
göre çok zengin bir ülkeydi. Bu olumlu farkı en güzel aksettirecek şey de reklamlarımızdı. Aldığım cevap can sıkıcı idi: “O ülke için parası ödenmemiş reklamı niçin yayınlayalım?” Ve Türkistan’a yöneBirinci Dünya Harbi
lik yayınlarda kovboy filmi oynatmaya devam ettiler.
yıllarında devletin resmî
Halbuki bizde ABD lehine en büyük etkiyi oradaki hayat
politikası ve arzusu
tarzını abartarak yansıtan filmler ve bir de Sears katalogRusya’nın mağlubiyeti
larındaki, Amerikan dergilerindeki reklamlar sağlamıştı.
ve Türkistan’ın hürriyeti
idi. Fakat tarih başka
bir yola girdi.
Neticede, 1944’te başlayan Irkçılık-Turancılık davası,
Türk bürokrasisinin gönlünde ve zihninde 1990’a kadar
sürdü ve o bürokrasi Türk entelektüellerinin büyük
çoğunluğuyla birlikte SSCB’nin çöküşüne hazırlıksız yakalandı. Birkaç inatçı Turancı
hâriç. Kültür merkezleri, okulları ve öğrenci hizmetleri ile Prof. Dr. Turan Yazgan ve
onun Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı bu birkaç istisnaya örnektir.
Sovyetlerle birlikte “Hür Dünya” da sona erdi
Türkistan, hatta Azerbaycan’la ilgilenmek “bunlarda Turancı eğilimler var” şuursuzluğuyla karşılaşırken, müttefiklerimizin de bizim Türk Cumhuriyetleri ile ilgilenmemize çok sıcak bakmadıklarını gözledik. Gerçi bir süre Batı, Türkiye üzerinden Orta
Asya’ya açılır teması duyuldu ama o ne yapacağını bilmeyen aracıyı aradan kaldırmak
belki daha avantajlı idi. 1991’in arifesinde, Amerika’nın Sesi Radyosu’nda çalışan bir
arkadaşım, yayında “Orta Asya Türkleri” ifadesini kullandığı için yediği fırçayı anlatıyordu: “Orta Asya Türkleri ifadesi politikamıza aykırıdır. Bir daha kullanmayacaksınız.
Orta Asya Müslümanları diyeceksiniz!”
Gerçek şuydu ki, Berlin Duvarı ve SSCB ile birlikte yıkılan bir başka şey daha vardı,
“Hür Dünya” kavramı. Samuel Huntington yıllara göre “hür dünya” ibaresinin ABD
başkanlarınca söylenme frekansını izlemiş; meşhur “Medeniyetler Çatışması”nda yayınladı. Eisenhover, Kennedy, Carter, Reagan hiç ihmal etmemiş. Hatta bu başkanlar, “hür
dünyanın lideri” diye takdim edilmiş. 1989’dan sonra bir bakıyoruz, “hür dünya” yok
artık! Hiç kullanılmıyor. Dünya siyasetinde sobalar sadece kışın yakılıyor.
SSCB’nin yıkılışından sonra Amerikan iş dergisi Business Week’in bir sayısının
kapağı Orta Asya idi ve “Genç iş adamlarımız bu yeni serhatte!” ifadesi kullanılmıştı.
Amerikan kültüründeki “frontier” kelimesi en iyi bizim “serhat”, “serhat boyları” tabirleriyle karşılanabilir. Gönülsüz aracıların serhat boylarında işi yoktu.
[58]
21. YÜZYIL
Kasım ’11 • Sayı: 35
1989 ve 1991: Rus İmparatorluğu’nun “İkinci Viyana”sı
Milletler oyunu uzun solukludur. İnsanların, siyasî liderlerin ömürlerini aşar. Irak’ın
bizim sınırlarımızın dışına çıkartılmasının üzerinden henüz bir asır geçmedi. Fakat
“Turancı eğilimli Türkmen” raporu yazan zihniyet sayesinde bir gün uyandığımızda gördük ki binlerce kilometre ötedeki güçlerin orada Barzanileri var, Talabanileri var ve
bizim ilaç için kimi kimsemiz yok. Bu hamakatın tekrarını göze alamayız.
Dilde fikirde işte birlik
Türkiye, dünya Türklüğü için tabii cazibe merkezidir. Türkiye Türkistan’da, oyuna,
dünya siyasetinin birçok oyuncusundan birkaç adım önde başlamaktadır. Fakat bu cazibe merkezini canlı bir realite haline getirebilmek için önce Türkiye’deki Türklerin
gönülleri ve zihinlerinin doğru hedeflere odaklanması gerekir.
Millî hedefler uzun vadeli stratejiler gerektirir. Strateji ise düşman listesi, tehdit listesi hazırlamaktan ibaret değildir. Türk dünyası için Gaspıralı İsmail Bey’in geçen asırda vaz’ettiği “Dilde, fikirde, işte birlik” hâlâ geçerli bir hedeftir. Hatta haberleşmenin,
iletişimin, ulaşımın binlerce defa daha kolay ve ucuz olduğu bu çağda, Tercüman’ın
yayınlandığı yıllardan daha geçerli ve daha gerçekçidir. Hedef ifadesindeki sıraya dikkatinizi çekmek isterim: Önce dil, sonra fikir ve sonra iş. Görev, en az siyasiler kadar ve
belki onlardan çok entelektüellere ve hocalara düşmektedir. Turan Yazganlarımızı
çoğaltmak zorundayız. Gaspıralı’nın hedefi aslında hem Türkiye Cumhuriyeti’nde hem
Türk Dünyası’nın geri kalanındaki gönüller ve zihinlerdir. Gönüller ve zihinler doğruyu görüyor, engellenmiyorlarsa eller, ayaklar gerekeni zaten yaparlar. Gönüller ve zihinleri hedef alıyorsanız, gönülleriniz ve zihinlerinizle işe başlamak doğru stratejidir.
21. YÜZYIL
Kasım’11 • Sayı: 35
21. YÜZYIL
[59]