Merhaba Adalet Sarayları diyorlar yaptıkları binalara

Transkript

Merhaba Adalet Sarayları diyorlar yaptıkları binalara
01 merhaba_sablon 2/5/15 1:55 AM Page 9
Merhaba
Sahibi
Tavır Yayınları adına
Bahar Kurt
Genel Yayın Yönetmeni
Gamze Mimaroğlu
Yayın Danışmanı
Veysel Şahin
Yazışma Adresi
İstanbul
Mahmut Şevket Paşa Mah.
Mektep Sk. No: 4-B
Okmeydanı - Şişli / İstanbul
İletişim
Tel-Faks: (212) 238 81 46 - 238 82 49
[email protected]
[email protected]
www.tavirdergisi.org
Ankara
İdilcan Kültür Merkezi
General Zeki Doğan Mah.
İmam Alim Sultan Cad. No: 12/19
Mamak
Tel: 0 312 391 37 75
Hesap no (TL)
1043-0784672
Gizem İbak
İş Bankası Paşabahçe/İST
Hesap No (EURO)
1043-0539521
Gizem İbak
İş Bankası Paşabahçe/İST
Fiyatı (DÖVİZ)
Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro
Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro
İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin
Posta Çeki Hesap No
Gizem İbak
1195 28 23
Baskı: Yediz Ofset
Yayın Türü: Yerel Süreli
Adalet Sarayları diyorlar yaptıkları binalara ve Avrupa’nın en büyük adalet saraylarını yapmakla övünüyorlar. Soruyoruz bir kez daha hangi saraydan adalet çıkmış şu vakte kadar? Çıkar mı daha da? Çıkmaz!
Dalından çiçeği koparır gibi kopardılar en gençlerimizi ve şimdi saraylarında mahkemeler kuruluyor. Yargılayan da yargılanan da aynı soydan ve haykırıyor oğulları öldürülen analar adalet diye. Peki adalet nerede? Adalet ellerimizdedir diyoruz, biz varsak bizim bitmek tükenmek bilmeyen adalet özlemimiz varsa işte ellerimizdedir ve yetmez güçleri bu özlemi dindirmeye..
Haykırıyor Abdocan’ın ağabeyi adalet sarayında ‘nasıl keseceğiz bu hakimin göbek bağını Aksaray’dan’ diye.. Evet onlar göbekten bağlı Aksaray’a.. Saraydaki soytarıya.. Fakat biz de varız ve biz göbekten bağlıyız gelecek güzel günlere, gelmesi mutlak!
Dergimiz sayfalarında Ulaş Bardakçı’dan Hrant Dink’e, Ali İsmail Korkmaz’dan, Muaviye’nin Yeşil Sarayı’na, Charlie Hebdo’ya kadar birçok konuya değiniyoruz.
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere
Dostlukla..
02 icindekiler_29-30 ellerimi tut 2/5/15 1:57 AM Page 30
3
6
8
10
12
14
15
17
19
21
22
24
MAKALE
fazıl aktaş
charlie hebdo katliamı ve gerçekler
DENEME
hazal kara
yenemezsek ölürüz ne çıkar?
DENEME
deniz ekin
başkan babamızın sonbaharı
ÖYKÜ
levent navruz
muaviye’nin yeşil sarayı ile erdoğan’ın aksarayı
MAKALE
sevgi yüksel
emperyalizmin sanatı da işkencedir!
KELİMELERİN DİLİ
fazıl aktaş
insanlığından utanmak
DEĞERLERİMİZ
ayşenur yayla
hakları için savaşan geleceğin yasasını belirler
DENEME
mehmet özer
partili şair nazım hikmet
ÖYKÜ
deniz ekin
kaç seferde teşekkür edilir size?
ŞİİR
nazım hikmet
fevkalede memnunum dünyaya geldiğime
ÖYKÜ
gebze hapishanesi
kızıllığın büyüttüğü yılmaz
ŞİİR
civan ekberad
ağlama çocuk
25
26
27
29
30
33
34
36
39
42
43
45
46
DENEME
hazal kara
ali ismail’e atılan son tekme
YILDÖNÜMÜ
tavır
ulaş bardakçı
ÖYKÜ
gebze hapishanesi
silahımız, tarihimiz kadar eskidir
AYIN FOTOĞRAFI
ANI
ankara fosem
suçumuz çok fotoğraf çekmek!
BİLDİRİ
basın emekçileri
basın emekçileri manifestosu
GÜNCEL
deniz ekin
atilla taş üzerine
TARTIŞMA
deniz korcan
beynimizdeki çöplük: televizyon
ANI
mehmet esatoğlu
oyuncu ile mimcinin kesişen yolları
TELEVİZYON
derya doğan
gözüm üstünde
KİTAP
eren buğlalılar
bir kitabın öyküsü...
SİNEMA
leyla güney
camp x ray
HABERLER
makale
makale
charlie hebdo katliamı
ve gerçekler
fazıl aktaş
Dünya üzerinde korkunç bir yağma ve
talan var. Yağmacılar, talancılar belli:
Başta ABD olmak üzere tüm emperyalistler… Hiç doymayacakmış gibi sömürüyorlar kaynakların tümünü. İliğini,
kemiğini kuruturcasına sömürüyorlar
ezilen yoksul halkları… Doymayacaklar da; tarih sahnesinden silinene, o beğenmedikleri yoksullar onları ortadan
kaldırana kadar doymayacaklar… Özel
mülkiyet ortaya çıktığı, sınıflar belli olduğu andan beri ezen-ezilen, sömüren-sömürülen adı verilen bu uzlaşmaz
çelişki bugün tüm hızıyla sürüyor.
Sömürenin olduğu yerde sömürülenin
direnmesi kadar meşru ve haklı bir gerçek yoktur. Çünkü adalettir bu kavganın aslı astarı ve adalet su gibi, ekmek
gibi hayatın kendisi olmuştur ezilenler,
sömürülenler için. Kavga her dilde, her
renkte sürmüştür bugüne kadar. Dengesiz de olsa sürmüş, ezilenler adaleti
sağlamak için zalime kafa tutmaktan
korkmamıştır. Dünyanın tüm ezilenleri,
deyim yerindeyse kanlarıyla beslemiş-
3-5 charlie 2.indd 1
tir bu koca gezegeni. Bugün hala oluk
oluk kan akıyor dünyanın tüm topraklarına. Ezilenin, mazlumun, halk olmaktan başka bir “suçu” olmayanların kanı
dökülüyor emperyalist katiller ve işbirlikçileri tarafından.
Dedik ya, sömürene dur demek, direnmek hak! Bu hakkı kullanıyor ezilen
halklar. Yaşananlara bakıp bir sorumlu
ararsak, adımlarımız bizi emperyalistlere ve işbirlikçilerine götürür. En yakın
örnekten yola çıkalım. Paris’te, Charlie
Hebdo adlı mizah dergisinin bürosu,
El Kaide’nin Yemen Kolu tarafından
görevlendirilen Said Kouachi ve Chérif
Kouachi adlı iki kardeş tarafından basıldı ve ikisi polis olmak üzere 12 kişi bu
saldırıda hayatını kaybetti. El Kaide’nin
başta ABD olmak üzere emperyalist
güçler tarafından sosyalist ülkelere ve
kendilerine direnen halklara karşı kullanılmak için korunup kollanan bir örgüt olduğunu hatırlatarak başlayalım
analize…
Charlie Hebdo, kendisine İslam da dahil olmak üzere tüm dinlere karşı olmak gibi bir misyon biçmiş bir mizah
dergisi. Sınıfsal kökenleri ve savundukları düşüncelere derinlemesine dalmadan yaptıkları “mizahı” savunduğumuzu söyleyemeyiz, bu ayrı bir tartışma
konusudur. Ancak ne olursa olsun, bir
karikatürün karşılığı böyle bir katliam
olamaz, olmamalıdır! Charlie Hebdo
çalışanları, küçük burjuva kimlikleri
ve Avrupalı kibirleriyle, hep savunalgeldikleri “Özgürlük, hem de sınırsız!”
anlayışından hareket etmiş ve Müslümanların kutsallarına dokunmuşlardır.
Hiçbir şey nedensiz değildir!
Sovyetler Birliği’nin ve buna bağlı olarak sosyalist bloğun arka arkaya çöküşünden sonra ortaya atılan tez, Amerikalı siyaset bilimci Fukuyama’nın dile
getirdirdiği “Tarihin, yani ideolojilerin
sonu geldi, artık, liberalizm her yerde
ve her şeye egemendir” anlayışıydı. Fukuyama, insanlararası farklılıkların artık ideolojilerde değil başka alanlarda
2/4/15 11:17 PM
aranacağını belirtiyordu. Sonradan, bir
başka Amerikalı siyaset bilimci, Samuel
P. Huntington, Fukuyama’nın bıraktığı
yerden aldı ve 21. yüzyılın din ve kültür
ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini söyledi. Yapılmak istenen
bellidir: Sınıfsal çelişkileri yok saymak
ve halkları birbirine düşmanlaştırarak sömürü düzenlerini baki kilmak!
11 Eylül sonrası Huntington’un tezini
doğrulamak adına Amerika’nın ve digger emperyalistlerin İslam dünyasına,
Müslümanlara yönelik saldırılarını, körüklenen İslam düşmanlığını hatırlayın.
Bir taşla binlerce kuş vurmak diye buna
deniyor işte. Hedef şaşırtılıyor, halklar
birbirine düşman ediliyor, birbirine kırdırılıyor ve emperyalist sömürü meşrulaştırılıyor. Burjuva ideologları hiç boş
durmuyor.
Charlie Hebdo katliamı, şimdi Huntington’un tezini yeniden doğrulayacak(!)
bir saldırı dalgasına zemin hazırlamış
görünüyor. Emperyalistler mal bulmuş Mağribi gibi atıldılar El Kaide’nin
eyleminin üzerine. El Kaide, anlamını
3-5 charlie 2.indd 2
bulan deyimle, ekmeklerine yağ sürdü
emperyalistlerin. Şim di gelsin Müslüman halklara yönelik saldırılar, İslam
düşmanlığı… Yalanların bini bir para.
Sözde herkes gerçek Müslümanların
böyle bir katliam yapmayacağını savunuyor, buna Obama, Holland, Merkel de dahil. Ama Afrika’yı kana boğan
Fransa, Irak açıklarına bir uçak gemisini
gönderdi bile, Irak’taki halkların üzerine bombalar yağdırmak için. Adına
PEGİDA denilen ırkçı örgütlenme, hayatında görmediği bir kalabalığa ulaşıp
20 bin ırkçıyı sokağa dökmeyi başardı.
Başta Almanya olmak üzere camilere
ve mescidlere yönelik saldırılar giderek
yoğunlaşıyor.
Yaşananların nedenlerine ve sonuçlarına birlikte bakmak gerekiyor. Ana halkayı yakalamak ancak böyle mümkün
olabilir ve bu yakalanmadıkça da politik bir değerlendirme yapmanın olanağı yoktur. Emperyalizm kriz içerisinde.
Sosyalist bloğun dağılması, yeni pazarların ortaya çıkması onları krizden
çıkaramadı, sonuç bekledikleri gibi ol-
madı. Rusya ve özellikle Çin’in emperyalist kampta kendilerine önemli yerler edinmesiyle kriz giderek derinleşti.
ABD ve AB emperyalistleri önce Irak,
ardından da Libya’yı sömürgeleştirerek
nisbeten “rahatladı” iseler de, yine de
krizden tam anlamıyla çıkmaları mümkün olmadı. Bu zaten hiç mümkün
olmayacak, kapitalizmin yapısal krizden çıkmasının olanağı yok ne yazık
ki! Şimdi sırada Suriye ve İran var yeni
düşmanlar olarak emperyalist kamp
için. Suriye’de baltayı taşa vurmaları ile
dengeler altüst olmuş durumda. Silahlı
İslami güçlerin emperyalistlerin tetikçiliğiyle beraber, bazen -El Kaide ve IŞİD
gibi- denetimden çıkmaları da emperyalistlerin planlarını dönemsel olarak
bozuyor.
İslami örgütlerin adalet anlayışları,
emperyalistler tarafından körüklenen
İslam düşmanlığı, daha doğru deyimle
halklar arası düşmanlğın güçlenmesine
ne yol açacak kadtar sakattır. Hedef
Hedefler muğlak ve uygulanan şiddet öz ve
biçim olarak yanlıştır. Kafa kesmeler,
2/4/15 11:17 PM
binalardan atmalar, diri diri yakmalar,
taşlayarak öldürmeler ve buna benzer
şiddet politikaları, emperyalistlerin elini güçlendirecek boyutta uygulanıyor
İslamcılar tarafından. Adalet isteyenler, bunu İslamcılarda bulamayacaktır,
çünkü İslam’da kapitalizm dışında bir
ekonomik düzen yoktur; kapitalizm de
sömürü üzerine kurulu bir düzendir. İslamcı örgütlerin çok önemli bir toplamı
bizzat emperyalistler tarafından kurulmuştur ve hala da içli dışlıdırlar. İşbirlikçiliği meslek edinmiş onlarca İslamcı
örgüt bugün mazlum halklara yönelik
katliam saldırılarını sürdürüyorlar. İşte
IŞİD… Bugün Suriye’yi kana buluyor,
erkek kadın çocuk yaşlı demeden herkesi kurşuna diziyor, her gün onlarca
kafa kesiyor. “Makul ve liberal” İslamcılar da aynıdır. Onlar da hırsız, arsız
ve halk düşmanıdır. AKP gibi… Diğer
Müslüman ülkelerdeki liberal İslami
iktidarlar gibi… Hemen hepsi emperyalislerin işbirlikçisidir ve onların politikalarını uygulamakta, onların sömürü
3-5 charlie 2.indd 3
ve baskı rejimlerinin devamı için canla
başla çabalamaktadırlar.
Sonuç olarak;
Charlie Hebdo katliamının da, dünya
üzerindeki tüm katliamların da en büyük sorumlusu emperyalistlerdir. Başka suçlu arayan yalan söylüyor, hedef
şaşırtıyordur veya apolitik değerlendirme yapıyordur. Dünya bugün kan
gölüne dönmüşse bu emperyalistlerin
eseridir.
Dünyayı kana bulayanların hiç kimseyi eleştirmeye, kınamaya ve mahkum
etmeye zerre hakları yoktur. Onlar işledikleri suçların karşılığını mutlaka göreceklerdir başta Fransız emperyalizmi
olmak üzere…
Emperyalistler halklar arası düşmanlığı körükleyerek, bu katliamın zemini
hazırlamıştır ve bu politikaya devam
ederek olası katliamlara davetiye çıkarmaktadır.
İslamcı örgütlerin adalet ölçüsü yoktur,
olmayacaktır da. Katliamda emperyalistlerin eline su dökemeyecek durumda olsalar da, adaletsizlikleriyle ve kör
şiddetleriyle suç işlemekte masumların
kanını dökmektedirler. Emperyalistlerle girdikleri ilişkiler boyutuyla da suçlarını büyütmektedirler.
AKP iktidarı, katil IŞİD’e ve muadillerine
verdiği destekle, bu katliamdan birinci
derece sorumlular arasındadır. Tarih ve
halklar bu suçu hiçç unutmayacak, af
affetmeyecektir.
Dünyada adaleti sağlayacak tek güç
devrimcilerdir. İnançların özgürce yaşamak isteyenlerin yeri, din tüccarlarının veya emperyalistlerin kucağındaki
İslamcı örgütlerin yanı değil, devrimcilerin omuz başıdır. Baskı, yasak ve sömürüden başka bir kurtuluş yolu yoktur, var diyen yalan söylüyordur!
2/4/15 11:17 PM
deneme
deneme
yenemezsek ölürüz ne çıkar!
hazal kara
Her günün bir hikayesi var. Her hikayeninse bir anlatıcısı... Kimi zaman hep
aynı hüzünlü haberi veriyor anlatıcının
sesi... Üzülün istiyor belli ki. Bağrınıza
taş basın, sakın ses çıkarmayın, yüreğinizin kuşu bırakın o kafeste kalsın ve
unutsun uçmayı. Uçmak kuşun yaradılışında var demeden kapatın onu o
kafese... Anlatıcının ses tonundan anladığımız bu.
Oysa bizim kuş kırıp atar o kafesi de uçmak ister. Açıp kanatlarını yıllardır aradığı adaletin izini sürer. Kimi zaman yorulur göğe bakan kanatları, kimi zaman
tehlikeli yerlerden geçer. Mesela yırtıcı
kuşların arasından... yine de bakmadan
açılan yaralarına devam eder yoluna.
Sanki güç alır açılan yaralarından... Kuşun içini bilmeyiz ama gözündeki öfkeden anladığımız budur, kanadını daha
sert çırpar usanmaz düşer yola.
Bugün Pazartesi... Ve aylardan ocak,
ocak 19, yıl olmuş 2015. Kalabalık bir
sokak var bir gazetenin önüymüş orası.
Evet hatırladınız o caddeyi, Halaskargazi. Bundan sekiz yıl önce yerde biri
boylu boyunca serilmiş, vurulup düşmüş bir gazeteci, adı Hrant Dink.
Hrant Dink, Türkiye Ermenisi gazeteci.
6-7 hrant 2.indd 2
19 Ocak 2007 tarihinde saat 15:00 sıralarında, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskârgazi
Caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda katlediliyor.
Hrant yüreğinin kuşunu uçurmuş ve
vurulmuş. Faşizm elindeki kanı damlata damlata geziyor ortalıkta. Doymak
bilmiyor, elinin kanı kurumuyor. Hrant
yere düşünce ayakkabısının altını görüyoruz. Tablo hiç değişmiyor. Anadolunun bir başka kentinde bu Hrant’tan
yaşça büyük bir amcamız, onun d
ayakkabısının altı delik. Eminim unutmamışsınızdır Ermenek’teki amcamızı.
Lastik ayakkabısı delinmiş onunda.
Bir de katiller ve hırsızlar var... Hrant
Dink’e silahını doğrultup tetiği çeken
eller var. amcamızın ekmeğini çalan
hırsızlar var ki onlar saraylarına konuk
edecekleri saygıdeğer misafirleri için
1000 liralık bardaklar düzerler ve elbet
ipek dokuma halılara basar ayakları.
Yüzme bilmeyen yavrularımızı bir madenin en karanlık yerinde suda boğarlar. Sonradan duyarız analarımızın
“benim oğlum yüzme bilmez ki” nidalarını... o ananın yüreğindeki kuş şimdi
durur mu yerinde?
Bir bir göğe doğru havalandı kuşlarımız... Hrant’ı vuran, o tetiği çeken ele
bakıyorum şimdi. O el faşizmin eli, tetiği çeken elin adının Ogün Samast
olduğuna bakmayın. O el faşizmin eli
daha kanı kurumadan bir başkasına
cellat olan. O el bundan sekiz yıl önce
Hrant Dink’e nişan aldı, bugün ise Berkin Elvan’ın kafasına.
Berkin’imizin kara gözlerini, kara kaşlarını çizdik aklımıza... Berkin’e ağlayanların yası bitecek. O anne ve babanın
acıları dinecek. Açlık, sefalet hayatı
kaldığı yerden devam etmeyecek artık.
Yeni Berkinlerin, Hrantların, Uğurların,
Feritlerin ölüm haberiyle uyanmayacağız güne... Ve sadece böyle anlarda dökülmeyeceğiz sokaklara... Çünkü artık
uçmak ister yüreğindeki kuş.
“Hadi gidelim dostum, öcünü almak
için haksızlıkların. Asi yıldızlar parlasın alnımızda yenemezsek ölürüz ne
çıkar.” * diyerek düşeceğiz yollara... yol
ki yürüyenindir, biz koşacağız, uçup konacağız hainin yuvasına. Varıp dayanacağız sarayların kapılarına! Bin odanın
birinde bulacağız katili...
2/4/15 11:18 PM
6-7 hrant 2.indd 3
2/4/15 11:18 PM
deneme
deneme
başkan babamızın sonbaharı*
deniz ekin
Başkan Babamızın Sonbaharı diye bir
kitap vardır bilir misiniz? Gabriel Garcio Marquez tarafından kaleme alınmış
olan bu kitap, bir türlü ölmek bilmeyen
bir diktatörün başından geçenleri anlatır.
Bizim yazımızın girişte anlattığımız kitapla ve kitaptaki karakterle herhangi
bir ilişiği yok. Yalnızca böyle de bir kitap var demek için bahsettik. Biz yazımızda, bizim güzel memleketimize
armağan edilen Aksaray’dan ve bizi
dünya ülkeleriyle yarışacak konuma
getiren yeniliklerden bahsedeceğiz.
Bildiğiniz gibi Aksaray’da bin küsür oda
var ve reisicumhurumuz her gece bir
başka odada yatıyor. Bu bizi elbette ki
ilgilendirmez. Biz bu durum karşısında
elbette ki yalnızca kıvanç duyarız çünkü ülkemizin en başındaki insan dünya
standartlarında bir yaşama kavuşmuştur ve elbette ki bizim sıramız gelince
bizi de bu konfora ulaştırmaktan geri
durmayacaktır.
Recep Tayyip Erdoğan bizim başkan babacığımızdır ve her şeyin en iyisini hak
etmektedir. Ve o konuklarının da her
şeyin en iyisini hak ettiğini düşünen,
düşünceli bir insandır. Mesela geçenlerde Filistin Devlet Başkanı Mahmud
Abbas’ı Cumhurbaşkanlığı Saray’ın da
ağırladı ve hatta ona bir karşılama töreni düzenledi. Bu tören için belki de ge-
8-9 2.indd 2
celerce sabahlayıp, ülkemizi en iyi nasıl
temsil edeceğini düşündü. Bu törende
on altı türk devletini temsil eden askerler yer aldı. Başkan babamız kesinlikle
çok güzel bir mizansen tasarlamıştı ve
sahiden de bu karşılama bir ilk olarak
çoktan tarihe geçti. Başkan babamızın
bu tasarımına Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı ön ayak oldu. Bu askerler;
Osmanlı, Göktürk, Timur Hanlığı, Hazar
Kağanlığı, Uygur Kağanlığı, Gazneliler,
Altınordu Devleti ... toplam on altı türk
devletini temsil ediyordu.
Bu fotoğrafın internette yayılmasıyla kıvanç duyan cumhur, bir kez daha
geçmişini anımsamış oldu. AKP’nin
milletvekilleri tarafından da ‘’ 90 yıllık
reklam arası sona eriyor. Osmanlı yeniden...’’ gibi açıklamalar yapınca elbette
bütün bir hafta heyecanlı bir bekleyişle
geçti durdu. Ardından Sinan Çetin, Türkiye’nin adının Osmanlı olarak değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Elbette ki
bu da bir heyecan kattı... Aynı günlerde
oyuncu Tamer Karadağlı verdiği röportajla, ‘’hepimiz cumhurbaşkanımızdan
korkuyoruz’’ diyerek duygularımıza tercüman oldu. Karadağlı, cumhurbaşkanımızın herkesin hayatı hakkında söz
söyleme hakkının olduğunu ve hepimiz ondan korktuğu için sustuğumuzu
söyledi. Elbette ki haklı! Hem o başkan
babamız, kızsa da sövse de bizi sever
sayar. Biz bunu biliriz.
Başkan babamızın büyük emeklerle
düşündüğü karşılama törenine dair
bir fotoğraf paylaşıp, üzerinde bornoza benzer bir kıyafet olan asker için
‘’bu asker de duşakabinoğullarından
mı’’ diye soran, Pamukkale Tıp Fakültesi Dekanı Hasan Herken yaptığı espri
başkan babamızı güldürmeyince istifa
etmek durumunda kaldı. Elbette ki layığını bulmuş oldu.
Biz üç tarafı denizlerle, dört tarafı hırsızlarla kaplı bir memlekette gül gibi
yaşayıp gidiyoruz. Başkan babamızın
icraatlarıyla dünya bizden haberdar
oluyor. Bizim kendimizi, kendi bedenimizi, soyumuzu, sopumuzu düşünmemize gerek kalmadan başkan babamız
bizim için de düşünüyor. Sanatçılarımız başkan babamızdan korktuğunu
dile getiriyor. Dekanlarımız, yaptıkları
espriler başkan babamızı güldürmeyince makamlarını devrediyor. Hak, hukuk, adalet dediğimizde adeta sinkaf
yapmışız gibi başkan babamız elimize
cetvelle vurmaktan geri durmuyor.
Çünkü o en çok bizi düşünüyor.. Biz çok
güzel bir memlekette yaşıyoruz mesela, hırsız katil diyorsun herkes kimden
bahsettiğini anlıyor.
*gabriel garcio marquez
2/4/15 11:20 PM
8-9 2.indd 3
2/4/15 11:20 PM
öykü
öykü
muaviye’nin “yeşil saray“ı ile
erdoğan’ın “aksaray“ı
levent navruz
Havanın yağmurlu olduğu bir gündü.
Ara ara normal yağan yağmur bazen
de karla karışık olarak düşüyordu toprağa. İş paydosuna az bir zaman kalmıştı. Şemsiyesi yoktu, sevmiyordu da
kullanmayı. Beresini taktı, sıkıca giyinip
çıktı. Büyük bir alışveriş merkezindeydi
işyeri. İşyerinde dışarı görmüyorlardı.
Dışarıdaki havadan bir haberdi. Bunun
için dışarı çıkınca yağmura yakalandı.
Hızlı adımlarla yürüdü. Metrobüse binecek, Altunizade’ye geçecek, oradan
da otobüse binip evine gidecekti. Metrobüs ile Altunizade’ye geçmesi kolay
oldu. Altunizade de durakta beklemeye koyuldu. Trafik durmuş vaziyetteydi. Durak da insanlarla dolup taşmıştı.
Yarım saat olmuştu bekleyeli ama daha
bir tek otobüs gelmemişti. Geleceği
de yoktu. Yağmur da biraz duraklayıp,
tekrar yağmaya başlamıştı. Sesli olarak
isyan etti ‘’Bu nasıl bir devlet; bu nasıl
belediye? Bir damla yağmur yağınca
trafik alt üst oluyor.’’ Yanına bir vatandaş yanaştı..
-Öyle düşünme... Hükümetimiz de, belediyemiz de çok iyi çalışıyor.
-Bu nasıl çalışma! Şu insanların çekti çileye bak.
-Buna da şükür etmeliyiz. Herkes mutlu. Çalışıyor para kazanıyor insanlar.
Bak metrolar,metrobüsler yaptılar.
Hepsini Tayyip Erdoğan yaptı. Haksızlık
yapmayalım. Yukarıda Allah var!
-Herkesin mutlu olduğunu kim söyledi? Askeri ücretin 800-900 TL olduğu
bir ülkede insanlar nasıl mutlu olur? İn-
10-11 ak saray 2.indd 2
sanlar çöplerden artık şeyleri toplayıp
yaşıyor. Evet mutlu bir kesim var. Onlar
da ayakkabı kutularına milyon paraları
saklarken yakalandı. Senintanıdığın birinin hiç evinden para sayma makinesi
çıktı mı? Çıkmaz, bir tane değil birkaç
para sayma makinesi, birkaç para kasası çıktı onların evinden. Ne oldu, savcıları sürdüler ve kendilerini akladılar.
Ama aklayamazlar ... Bu ülke insanın
yarısından fazlası ‘’hırsız’’ diye sesleniyor senin Tayyip Erdoğan’a. Katil diye
sesleniyor.
-Tamam ben de çalmadılar demiyorum. Çaldılar ama sen de kabul et, hizmet de yapıyorlar.
-Gerçeklere gözlerinizi kapatmış görmüyorsunuz. Tayyip Erdoğan ne dese
ona inanıyorsunuz. Sana bir hikaye anlatacağım..
-Anlat anlat dinlerim...
-Daha samimiyet olsun diye, adın neydi? Benim adım Fırat...
-Benim adım Ahmet.
-Peki Ahmet, vaktiyle padişahın biri
düşmanlarıyla kavgaya girer. Bir sürü
hakaret ve küfürler ederler birbirlerine.
Düşmanlarından biri, padişah ‘’senin
ağzın da çok kokuyor...’’ der. O kadar
küfür ve hakaret zoruna gitmez ama
bu sözler padişahın zoruna gider. Padişah, ağzımın koktuğunu bilse bilse kırk
yıllık karım bilir diyerek kavgayı bırakıp
koşarak karısının yanına gider. Kızgınlıkla sorar padişah: ‘’Hanım, hanım ağzımın pis koktuğunu söylüyorlar... Sen
niye bana söylemedin daha önce....’’
Padişahın karısı: ‘’Beyim ben nerede bi-
leyim. Ben tüm erkeklerinin ağzının pis
koktuğunu sanıyordum... ‘’
Ahmet anlamayan gözlere bakındı Fırat’a... Fırat da kafasını salladı anlamadın mı diye sorarcasına.
-Kadın burada ne demek istedi anlamadım Fırat, gerçekten anlamadım
niye öyle bakıyorsun... Tamam, ben
de söyledim. Çaldıklarını ben de kabul
ediyorum. Ama siz de iyi şeyler yaptığını hiç kabul etmiyorsunuz.
-Yaptığı hangi iyi iş var Allah aşkına...
Metro yapmış, metrobüs yapmış değil
mi? İnsanların açılığa ve ölüme mahkum olduğu bir ülkede her yer metro
olsa ne olur? Bu ülkede açlıktan insanlar öldü biliyorsun değil mi?
- Evet, gazetede okumuştum. Bir çocuk
ölmüştü.
-İşçiler iş kazası denilen katliamlarla
katlediliyor. Soma’yı duydun değil mi?
-Soma? Evet...
-Ama Cumurbaşkanının oğlunun gemicikleri var. Dinden imandan bahseder...Ondan daha iyi Müslüman yoktur.
Peki, Ebû Zerr el-Gifârî’yi bilir misin?
-Yok ismini hiç duymadım.
-Anlatmazlar sizlere. ‘’İki gömleği olan
bizden değil...’’ demiş zamanında. O
dönem de insanlar da bez parçaları ile
örtünürlerdi. Ebû Zerr el-Gifârî İslamiyeti kabul eden ilk dört kişiden biri...
Hz. Muhammed onun için, ‘’Gökte ve
yerde ondan daha değerlisi yoktur.’’ der.
Peki, İslamiyeti ilk kabul eden sahabi-
2/4/15 11:21 PM
lerden Ebû Zerr el-Gifârî’yi neden bilmiyorsunuz? Neden İslam tarihçileri
söz etmez? Ebû Zerr el-Gifârî İslam dininin tüm dinler gibi yoksulların dini
olduğuna inanır ve haksızlıklara karşı
çıkardı. Bunun için sürgünlere gönderildi. Bir gün Mekke’nin büyük zenginlerinden biri ölür. Geriye altınlar
hanlar ve saraylar bırakmıştır. Şaşalı
bir cenaze töreni ile defnedilir. Ebû
Zerr el-Gifârî de, topladığı yoksullarla
çıkar Muaviye’nin huzuruna. Der ki: ‘’
Muaviye, sen ölen bu adamın ardından Allah rahmet eylesin dedin mi?”
Muaviye “dedim” der. ‘’Bu ayakları
ve baldırları çıplak insanları görüyor
musun? Onların hakkı var. Ben Allah
rahmet etsin demiyorum’’
Ebû Zerr el-Gifârî her gün büyüyen
bu zenginliklere karşı çıkar ve yoksulların yanında yer alırdı. Ölmeden
önce Hz Ömer tarafından ailesiyle
Rebeze Çölü’ne sürülmüştür. Çölde
yiyecek bulamazlar. İlkin kızı hastalanır, ölür. Kendisinin öleceğini hisseder,
karısını çağırır ‘’Ben öleceğim, yoldan
geçen haram ekmeği yememiş, devlet
görevlisi olmayan biri varsa, çağır gelsin birlikte mezarımı kazın... ‘’
Karısı yoldan geçenlere sorar, gelenler
devlet görevlileri değildir ve Ebû Zerr
el-Gifârî’nin mezarını birlikte kazarlar
ve Ebû Zerr el-Gifârî oracıkta ölür. Ebu
Zerr düşmanına mezarını bile kazdırmaz. Hz. Muhammed’in dediği gibi
‘’Ebu Zerr yalnız yaşar, yalnız ölür ve
yalnız haşredilecektir*...’’
Bir gün Ebû Zerr el-Gifârî Muaviye’nin
Yeşil Sarayı’nın önünden geçer ve seslenir:
‘’Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yaptırıyorsan, israftır. Eğer halkın
parasıyla yaptırıyorsan bu ihanettir. ‘’
-Sen şimdi Aksaray’a lafı getiriyorsun.
Kötü mü böyle bir sarayın olması? Bak
bizim ülke de büyük Avrupa devletleriyle yarışıyor. Siz bunu görmek istemi-
10-11 ak saray 2.indd 3
yorsunuz.
-Saray yaparak mı yarışacaklar? Bu sarayları da başlarına yıkarlar. Bu halkın
evlatları ellerini kollarını sallayarak
gider, o sarayı onların başlarına yıkar.
Duydun mu, geçen günlerde...
-Evet, gazetelerde okudum. Televizyonda da izledim...
-Ben kimsenin ölmesini istemiyorum.
Kimse kimseyi öldürmesin.
-İstemiyorsan bu adaletsizliğe sen de
karşı çık. Senin çocuk var mı?
-Var Fırat, Allah bağışlasın iki çocuğum
var.
-Uzun ömürleri olsun. Senin iki çocuğun var tırnağına zarar gelsin istemezsin ama bu memlekette çocuklar on
dört yaşında katlediliyor o çocuğu on
dört yıl büyüten ana, binlerce insana
yuhalatıyor. Bir düşün...
Sustu konuşmadı Ahmet. Sohbet ederken zaman da akıp gitmişti. Saate baktı, tam bir buçuk saat olmuş durakta
otobüs bekliyorlardı.
-Ahmed biz daha çok bekleriz. Burada
minibüsler de geçmiyor ne oldu? Dur
bak, minibüsler alt yoldan dönüp gidi-
yorlar baksana Ahmet. Gel gidelim yoksa sabaha kadar bekleriz.
-Dur 15-20 dakika da bekleyelim gideriz olmazsa…
-Tamam bari bekleyelim biraz daha...
Ebû Zerr el-Gifârî... Bu sahabenin hayatını araştır öğren Ahmet... Yarın cuma,
sen cuma’ya gideceksindir sor bakalım
camii hocanıza o da bilmiyor mu?
-Tamam soracağım, söz soracağım.
-Ahmet gel gidelim.
-Benim akbilim var, biraz daha bekleyelim
-Ahmet, herhal senin cebinde para yok.
-Doğrusunu söylemem gerekirse yok.
-Dert etme Ahmet, ama bak cebinde
minibüs paran bile yok ama halen Tayyip Erdoğan’ı savunuyorsunuz. O hırsızı
ve katili savunuyorsun...
Fırat ile Ahmed bir süre sessiz kaldıktan sonra birlikte yürümeye başladılar.
Ahmet düşünceli gözlerle hem Fırat’ı
inceliyor hem de uzun uzun yola bakıyordu. Fıratsa susmuş düşüncelere
dalmıştı.
2/4/15 11:21 PM
makale
makale
emperyalizmin sanatı da
işkencedir!
sevgi yüksel
CIA’nin Guantanamo’da uyguladığı işkenceleri rapor halinde haberlere konu
oldu geçtiğimiz günlerde.
Raporu açıklayan ABD Senatosu İstihbarat Komitesi. Rapor CIA’nin “sorgulama yöntemleri’” adı altında tutuklulara
sistematik olarak işkence yapıldığını
ortaya koyuyor. Bu durum bilmediğimiz bir durum değil, Amerika işkenceci
yüzünü ne kadar kapatmak isterse istesin Irak’ı, Afganistan’ı ve Guantanamo
Hapishanesi’nde daha önce ortaya çıkan işkenceleri unutmuş değiliz. Ki bu
raporu hazırlayan da işkenceleri yapan
da aynı, ABD kendini aklamak için bu
yollara başvuruyor. Güya bu işkenceler
bilgisi dışında yapılıyor.
Raporun tümü de açıklanmıyor. Bir
kısmı açıklanan raporda tutuklulara
matkapla, Rus Ruleti oynatarak, yakınlarına tecavüz tehdidi yönelterek, kaba
dayakla ve hatta rektum*dan besleyerek sorgulama yapıldığı, yüksek sesle
saatlerce müzik dinletildiği yer alıyor.
Ki psikologlardan işkence yöntemleri
12-13 cia 2.indd 2
konusunda bilgi aldıkları ve psikologların danışmanlığında belli işkence
yöntemleri uyguladıkları da ortaya çıkmıştı daha evvelinden.
Tüm bu işkence yöntemleri arasında
dikkatimizi çeken bir yöntem müzikle
işkence yapılması oldu. Hatta hangi
şarkıları işkence aracına dönüştürdükleri de raporda not olarak geçiyor.
Bu noktaya değinmeden evvel önemi
üzerinde duracağımız en temel konu,
müziğin işkence yöntemi olarak kullanılması oluyor.
Çünkü, burada belki diğer işkence yöntemlerine göre bir insana bir şey dinleterek işkence edilmesi yönteminin tercihi daha masum durabilir fakat durum
hiç de öyle değildir. Bu psikolojik, ideolojik ve kültürel saldırının üst boyutudur. Çünkü burada emperyalizmin sanatı da kendi çıkarları doğrultusunda
güdümlemesi söz konusu.
Sanat insan ruhunu yenileştirici, şekillendirici etkiye sahiptir. Yazımız özne-
linde değineceğimiz müzik de insan
ruhuna hitap eder, insanın kendini
ifade etme aracıdır, yaşamı farklı boyutlarıyla farklı şekillerde anlatır. Tüm
sanatlar gibi insan ruhunu besler, insanı geliştirir ve belli noktalarda yönlendirir. İnsanı bir boyutuyla beslemek
ve geliştirmek gibi işlevi olan sanat
bugün tamamiyle bu işlevlerinin dışında ele alınmaktadır. Sanat kültürel
yozlaştırma aracı olarak kullanılmakta,
günümüz sömürü sisteminin devam
edebilmesi için var olmaktadır. Halktan
kopuk, ne anlattığı belli olmayan eserler sanat eserleri olarak önümüze konulmaktadır. Gerçekte neyi anlattığını
anlamadığınız bir tablo milyon dolarlara satılmaktadır. Kapitalizm sanatın da
içini boşaltmıştır.
Peki, neden işkence aracı olarak müzik?
Müziğin doğrudan duyguları harekete
geçirmesi onun bu şekilde kullanılmasına da yol açmıştır. Müziğin insanlar
üzerinde psikolojik etkileri vardır, bu
etkiler araştırılmakta yapılan araştırmalar sonucunda müziğin etkileri
2/4/15 11:21 PM
ortaya konmaktadır. Bitkisel hayatta
olan bir insana yaşama tutunması için
sevdiği şarkıların dinletilmesi ya da bir
çatışmanın ortasında en umudumuzu
kaybettiğimiz anda duyacağımız bir
marşın yaratacağı motivasyon müziğin
etkilerine örnek olarak verilebilir.
Tabi farklı müzik türlerinin farklı etkileri
vardır. Yapılan araştırmalar hangi müzik türünün insanda nasıl bir uyarıda
bulunduğunu, neye yönlendirdiğini
ortaya koymaktadır. Örneğin arabesk
müziği dinleyenlerin genelde bunalımlı bir havada olmaları, heavy metal
dinleyenlerin agresif, tepkili olmaları
gibi.
Müziğin doğrudan duyguları harekete
geçirmesi onu daha önemeli bir yere
koymaktadır. Bir müzik eseri duyulduğu an itibariyle; sevinç, hüzün, kızgınlık, umut, coşku gibi duyguları yaratmaktadır.
Müziğin insan psikolojisini bu denli
etkilemesi onu işkence aracı haline de
getirmiştir. Guantanamo’da dinletilen
şarkılar, artık birer masum şarkı değil
birer işkence aracıdır. Ve o şarkılarla işkenceye maruz kalanlar artık sonsuza
12-13 cia 2.indd 3
değin o şarkıları duyduklarında o anları
anımsayacak ve acısını yaşayacaktır.
Bu bizim ülkemizde de uygulanan bir
yöntemdir. 1980 askeri-faşist cuntasından hemen sonra tutuklanan devrimci
demokrat insanlara Ayten Alpman’ın
“Bir Başkadır Benim Memleketim” şarkısı Gayrettepe işkencehanelerinde,
Ziverbey Köşkleri’nde dinletilmiş, işkence esnasında İstiklal Marşı açılmış
ve gözaltındakilerin söylemediği an da
işkencenin dozu arttırılmıştır.
Ya da F Tipi tecrit hücrelerine geçildiği
2000’li yılların başında tüm hapishane hücrelerine, o dönemlerin meşhur
pop frekansları merkezi yayın yapılır
ve tüm gün sabahtan akşama kadar
dinletilmiştir. 1980’de de 2000’ler de
bu müzikli işkenceye maruz kalanların
ortak bir yanı hayatın hangi evresinde
o şarkıya maruz kalırlarsa kalsınlar işkenceyi anımsamaları, yarattığı duygu
durumuna tekrar girmeleri anlamına
geliyordu. Türkiye’de devrimciler müziğin düşman tarafından işkence aleti
olarak kullanılmasını devrimci yaratıcılıkları ve iradeleriyle aştılar. Düşmanın
müziği karşısında kendi devrimci şarkılarını, marşlarını yarattılar ve düşmanın
şarkıları merkezi sistemlerle haykırılsa
da küçücük hücrelerde kendi marşlarını türkülerini söylemekten geri durmadılar.
İşte bu çizdiğimiz tablo kapitalizmin
vahşetine örnektir. Kapitalizm bu kadar acımasızdır ve her şeyi acımasızca tüketir. Her şeyin içini boşaltır, var
olduğu işlevinden farklı bir işlev için
kullanır, anlam karmaşası yaratır, insanı
insan olmaktan çıkarır.
Bu kültüre karşı çıkmadıkça tükenecek
ve kaybedeceğiz, yaşamımıza farklı boyutlar kattığını düşündüğümüz her şey
bir gün karşımıza bir işkence aracı olarak çıkmaya devam edecek. Yani mesele sadece CIA’nin birkaç şarkıyı işkence
aracı olarak kullanması değil bunun bir
kültür olması ve müziğe, sanata biçilen
rolün açık olarak ortaya konması.
Müzik halkları umudunu büyütmeye,
onların şarkılarını, acılarını, sevinçlerini,
hüzünlerini söylemeye devam edecek,
ne kadar sanatı çıkarları uğruna kullanabilecekleri bir araç halline getirmeye
çalışırlarsa çalışsınlar onlara karşı halk
için sanat yapmaya devam edenler olacak, bedeli ne olursa olsun.
2/4/15 11:21 PM
kelimelerin dili
kelimelerin dili
insanlığından utanmak
fazıl aktaş
Utanmak insanlıktır, insani bir duygudur yani. Yaptığın bir yanlıştan
dolayı kendini sorguladığını, kendini ayıpladığını gösterir. Sorgulamak, kendini ayıplamak, doğruları
hala savunduğunu ve yapılan yanlışı bir daha tekrarlamayacağına dair
atılan adımları somutlar. Kısacası insana hastır utanmak.
Utanılacak çok şey yaşanıyor dünya üzerinde. Ama bunları yapanlar
ne yazık ki utanmıyor, yapılanlarda
hiçbir dahli olmayanlar utanıyor
nasıl oluyorsa. Açlıktan ölüyor insanlar yüzer yüzer örneğin; açlığın,
yoksulluğun tek sorumlusu olan
emperyalistler değil, kar hırsıyla
gezegende ne kadar toprak varsa
parselleyenler, tıka basa doydukları halde hiç doymayacakmış gibi
tıkınanlar değil bizim “aydınlarımız”
utanıyor insanlıklarından. O yüzden
“insanlığımdan utanıyorum” cümlesi sık sık dökülüyor ağızlarından.
Tamam kaybetmesinler utanma
duygularını, tamam sorumlu hissetsinler insanların hala acılar içinde
yaşıyor oluşlarından ama bu emperyalistlerin suçunu üstlenmeyi
14 kelimelerin dili 2.indd 2
gerektirmeden elbette. Niye biz sorumlu olalım insanların açlığından,
acılar içinde kıvranmalarından, bir
aşı bulamadığı için ölmelerinden,
maden göçüklerinde katledilmelerinden... Bunlardan utanması gerekenler bizler değiliz, aydınlar değil,
halk değil. Kimin sorumlu olduğunu herkes biliyor, bir bizim aydınlar,
tatlı su solcuları, burjuva hümanistleri, kendilerini sol zanneden aklı
evveller bilmiyor! Emperyalistler de
bu durumdan ziyadesiyle memnun
elbette... Taş atıp kolu yorulmadan
hedef şaşırılmış oluyor çünkü ve
bunu solcular yapıyor herkesten
evvel. Adam işkence görüyor, kendisine yapılan işkenceler için işkenceciler adına utanç duyuyor insanlığından. Madenlerde göçüklerde,
grizularda yüzlerce madenci ölüyor,
kalkıyor o madencilerin insani koşullarda çalışmadıkları için utanıyor
insanlığından. Kara Afrika’da toplu
kıyımlar misali aç biilaç patır patır
ölüyor el kadar bebekler, görüntülerine bakamıyor ve yine insanlığından utanıyor. Yalnız insanlar için değil, mesela balıklar ölüyor kimyasal
atıklardan, batan tankerlerden sı-
zan petrollerden bizim solcularımız
hemen insanlıklarından utanmaya
hazır.
Hayır! İnsanlığından utanacak olanlar bizler değiliz. Para uğruna, siyasi erk uğruna dünyayı kana, acıya,
yoksulluğa bulayanlar utansınlar.
Hoş utanılacak insanlıkları kalmadığı için utanmıyorlar zaten. İşte
bu nedenledir ki onların suçlarını
üstlenmeye, onlar adına utanmaya
ne niyetimiz var ne de eylemimiz.
Utanılacak belki tek bir nedenimiz
olabilir, o da bu dünyayı ve dünya
halklarını neden hala emperyalist
haydutların elinden kurtaramadığımızdır. Ama mücadele ediyor,
direniyorsan zaten sorumluluğunu
yerine getiriyorsundur, “utanılacak”
bir şeyin yoktur!
Hiç kimsenin insanlığından utanmayacağı bir dünya özlemiyle zalime karşı direnmek, yaşananlar karşısında “insanlığından utanmak”tan
evladır ve dahi insanlık için daha
yararlıdır!
2/4/15 11:22 PM
değerlerimiz
değerlerimiz
hakları için savaşan
geleceğin yasasını belirler
ayşenur yayla
İyiden, gerçekten ve gelecekten yana
ne varsa onun mücadelesini veriyoruz
bu topraklarda. Ve yalnız olmadığımızı
biliyoruz; bu mücadelenin yalnızca bu
topraklarla sınırlı kalmadığını görüyoruz. Bu mücadele ki artık dilleri, dinleri, renkleri aşıyor ortak bir kardeş sofrasında buluşuyor. Uğruna ölüp ölüp
dirildiğimiz, bizim olanı kazanmak ve
büyütmek için giriştiğimiz bu mücadelede en değerli yanlarımızdan biri de
haklarımız için savaşmamızdır.
Peki, nedir haklarımız? Hak sahiden de
içi boşaltılıp ağızlara sakız yapılacak
kadar basit bir kavram mıdır yoksa uğrunda yüzlerce kez ölünebilecek kadar
dolu, gerçek midir?
Hak, niteliği belirleyici olmayan herhangi bir varlığın kanuni ve ahlaki engellerle karşılaşmadan sahip olabileceği ve yapabileceği olağan şeyler olarak
tanımlanıyor. Özünde, önünde ahlaki,
kanuni engel olmayan her durum bir
hak doğuruyor. Bizler bunun çerçevesini ise halktan, gerçekten, gelecekten
15-16 degerler 2.indd 1
yana olarak çiziyoruz.
Evet okula başladığımız andan itibaren “anayasal haklar” ve “haklarımızın
anayasa ile güvence altına alınması”
durumları çeşitli dönemlerde aktarılır.
İktidarlar ne kadar haklardan bahsederlerse o kadar ihlal ediyorlardır. Ve
bu ihlallerini, gasplarını sonsuz özgürlükler varmış gibi göstererek gizleme
yolunu seçerler. Anayasal olarak birçok
hakkımız sahiden de vardır. Bunlara
ilk anda verebileceğimiz örnekler; barınma hakkı, eğitim hakkı, düşünceyi
açıklama ve yayma hakkı, düşünce ve
kanaat hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, hak arama hürriyeti...
Anayasal olarak ifadelendirilen haklarımızı biraz daha sayarsak sahiden de
yaşadığımız toplumun sonsuz özgürlükler içerisinde olduğunu ve üç beş
delinin, yalnızca eğlence ve macera
için bu sistem karşısında mücadele etttiğini düşünmeye başlayacağız. Şimdi,
yukarıda sıraladığımız anayasal haklarımızı ve doğduğumuzdan bu yana
içinde yaşadığımız toplumda bunlardan hangilerine sahip olabildiğimizi
düşünelim ve evet, şimdi anayasayı
kaldırıp bir kenara bırakabiliriz.
Bu andan itibaren onurlu, namuslu ve
insan kalabilmenin koşulu olarak savaşmak çıkıyor karşımıza. Biz haklarımız için savaştığımız doğrultuda “yaşadım” diyebilir ve değerli kalabiliriz.
Anayasa ve Gerçekler
Anayasa da yaşam hakkı kavramı vardır. Her doğan canlı büyüme, gelişme
ve yaşama hakkına sahiptir. Kimse bir
başka kişinin yaşamına kasti olarak göz
koyamaz, yaşama haline engel olamaz,
ortadan kaldıramaz. Elbette ki, bu kitabi cümlelerin karşılığı bu topraklarda
güçlü olanın iki dudağının arasındadır.
Fakat güçlü olanın iki dudağının arasından çıkan daima duvarlara çarpmıştır. İktidar YAŞATMAYACAĞIM! dedikçe,
YAŞAYACAĞIM! denmiştir bu topraklarda. Açlıktan erirken hücre hücre ve
yahut, direnirken bir hastane odasında
2/4/15 11:23 PM
ölüme YAŞAYACAĞIM denmiştir ve iktidarın yaşama hakkını sonsuz bir öldürme hakkına çevrilmesi karşısında bu
hak için mücadele edilmiştir. Yaşadım
diyebilmek için ölenlerin memleketinde, yaşama hakkını gasp etmek hiç de
kolay olmamıştır.
Belki hakikat için savaşanlar olmasa
bizden birkaç asır sonra kitapları açıp
okuyanlar bu topraklarda sonsuz özgürlükler olduğunu sanacaklar. Fakat,
gerçekler o kadar keskindir ki, hiçbir
yalan yetmez ortadan kaldırmaya.
Anayasa da seyehat özgürlüğü ulaşım
hakkı olduğundan bahsedilir. Ama
metroya parası olmadığı için akbil basmadan geçmek isteyen Aykut Kelek
metronun güvenliği tarafından katledilir. Fakat, iktidarın herhangi bir mitingi olduğunda bütün ulaşım araçları
ücretsiz oluverir.
Hatırlarız hepimiz üç buçuk yaşındaki
Muharrem’in cenazesini babasının sırtında bir çuvalla taşıdığı görüntüleri..
Fakat, Fatih Terim’in kopan parmağı
15-16 degerler 2.indd 2
bir uçakla götürülür hastaneye...
Tüm bu anlattıklarımızın özeti mahiyetinde ülkemizde barınma hakkına
bakılabilir. Örneğin İstanbul’un yoksul
gecekondu mahallelerinden Küçükarmutlu Mahallesi her dönem de yıkım
tehditi altındadır. Burada yaşayan halkın barınma hakkı yok mudur? Elbette
ki, bunu söylediklerine anayasa ile çelişmiş olacaklardır. Fakat Küçükarmutlu Mahallesi’nin bir manzarası, değerli
bir konumu vardır. İşte iktidar tam da
bu noktada “siz gidin, onlar gitsin! Orada bizim çocuklar oturacak. Siz de işte
köyünüze dönün, orada da oturursunuz siz hem ne var” demektedir..
Eğer hak ihlallerini sayacak olursak
dergimiz sayfalarının tümünü bu yazıya ayırmamız dahi yeterli olmayacaktır.
Bunlar ülkemiz gerçekleridir. Birr taraf
taraftan böyle gelmiş böyle gider diye yaşamak vardır bir de hakları için ölümü
bile göze alarak yaşamak vardır. Anayasa tarafından “güvence” altına alınmış haklarımız için ölüyoruz.
Devrimcilerin bulunduğu birçok mahallede okulda “söz yetki karar hakkı
halkındır” diyerek Halk Meclisleri kuruluyor. Tarih boyunca süregelen birşeydir, örgütsüz halk güçsüzdür. Ne
zaman ki halklar birleşir, sırt sırta verir
o zaman hakkı olanı kazanabilir.
Kazanılmış olan haklara baktığımız zaman bedelsiz kazanılan bir hak olmadığını görebiliriz. Biz onlardan dilenmedik, onlar vermedi haklarımızı bize.
Biz bizim olanı aldık. Bir “sohbet hakkı”
için yedi yıl hücre hücre eriyip, ölümü
122 kere haykırdık..
Biz bizim olanı, bize ait olanı, iyiden,
güzelden, gelecekten yana olanı asla
ve asla onlara teslim etmeyeceğiz. Biliyoruz, bu toprakların tarihi, okul kitaplarında yazmayacak; hücre hücre
eriyenlerin, ölüme gülerek gidenlerin,
bütün bir ömrünü hak ve adaletten
yana geçirenlerin onurlu, namuslu, tertemiz gelenekleriyle yazılacak.
2/4/15 11:23 PM
deneme
deneme
partili şair
nazım hikmet
mehmet özer
Herkesin bir Nazım Hikmet’i var. Vatan
şairi Nazım, devrimci Nâzım Hikmet,
partili şair Nâzım Hikmet, yurtsever
şair Nâzım Hikmet. Sadece bu kadar
mı? Hayır. Devrimci bir şair çoğaltarak
söyleyebileceğiniz her şeydir. Çünkü
hayatın tüm akarsuları dolaşır onların
bilincinde.
Burjuvazi örgütlü mücadeleye ve onun
örgütlü sanatçılarına karşı uzlaşmaz
sınıf tavrını sürdürüyor ve sınıf kini
azalmadan devam ediyor. Yenemediği,
etkisini kıramadığı ya da satın alamadığı örgütlü aydınları örgüt bilincinden kopartarak sadece “sanatın” içinde
değerlendirmeye ve öyle anlamamızı
sağlamaya çalışıyor.
Sınıf aydını olmak egemenlerin tahammül edemediği bir durumdur. Çünkü
kitlelerin bilincinde, yaşamın soluk aldığı her yerde üretilen değerler hayatı
örgütlemeyi sürdürüyor.
17-18 nazim 2.indd 1
Nâzım Hikmet’in partili bir aydın olması çok da dillendirilmiyor. Burjuvazini
korkusu aydının örgütlü olmasıdır. Muhalif olması değil. Örgütlü mücadeleye
uzak durarak örgütlü olmanın sanatçı
yaratıcılığı baskı altına aldığını, yaratıcılığın engellendiği, örgütlü olarak sadece bir çevreye seslendikleri oysa ki,
örgütsüz olarak söyledikleri ve yazdıklarının daha geniş kitlelerle kabul gördüklerini durmadan söylerler. Bunlar
burjuvaziden ödünç alınmış safsatalardır. Gerçek durum bu değildir. Kavganı
getirdiği yükleri taşıyamama, kendisi
için bencil küçük dünyalar yaratma, sorumluluk duygusunun feda ruhunun
zayıflayarak “eski solcu” olmayı seçmişlerdir. Bu telaş kendi korkularını gizleme telaşından başka bir şey değildir.
Örgütlü aydınlar küçümsendikleri gibi
kendileri de bu çemberin dışında dururlar. Oysa geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran aydınlar, sanatçılar, şairler
örgütlü partili sanatçılardır. Herkes Nâzım Hikmet’ten bahsederken onun bir
partili aydın olma özelliğine vurgu yapmaktan kaçınırlar. Çünkü bu kendi konumlarını yadsıyan bir durumdur. Nâzım Hikmet birçok şiirinde partisinden,
yoldaşlarından söz eder. TKP tarihi bir
anlamda Nâzım Hikmet’i kavranarak
anlaşılabilir. Nâzım Hikmet’in eksikleri,
hataları ve başarıları şiir serüveni bu
partili süreç içinde değerlendirilmelidir. Bu bahiste Nazımın sanat parti ile
ilgili düşüncelerini aktarmak istiyorum.
Nâzım Hikmet’in şiirlerini tahlil ederek
değil doğrudan doğruya kendi söyledikleri aktararak yapacağım bunu. Bunun için başvurduğum kaynak; Nâzım
Hikmet, “Sie Haben Angst vor Unseren
Liedern”. “ Türkülerimizden Korkuyorlar” kitabından yararlanacağım. Bu kitabın 1. Baskısı 1977 yılında yapılmış
ve Kitap, Türkischer Akademiker und
Künstlerverein e.v”, “ Türkiye Akade-
2/5/15 12:29 AM
mikerler ve Sanatçılar Derneği” tarafından hazırlanmış. Derneğin başkanı
Mehmet Aksoy kitabın editörlüğünü
yapmış. Aslında kitabı yeniden basılmak gerekiyor. Nazım Hikmete adanmış bu çalışmanın içinde Nâzım Hikmet tüm yönleriyle incelenmiş. Değerli
bir çalışma Nâzım fotoğrafları, desenler
ve afişler fotoğraflarla şiirle görselliğin
öne çıktığı bir çalışmaya dönüşmüş.
Almancaya çevrilen şiirlerin yanı sıra
birçok yazarın Nâzım’ın ölümü ve kavgasıyla ilgili değerlendirmeler sunuyor
bize. Bu çalışma içinde benim açımdan
öne çıkan 1958 yılında Paris’te Charles
Dobzynski’nin Nâzım Hikmet’le yaptığı söyleşi öne çıkıyor. Söyleşi çeşitli
konularda derinlikli bir tartışmadan
sonra siyaset ve ozan tavrına geliyor ve
Charles Dobzynski soruyor;
“- Az önce, aynı zamanda ozan da olan
siyasal bir yöneticinin, özel bir yazınsal
sorun karşısındaki tutumundan söz
ediyordunuz. Tersine, size göre siyasal
sorunlar karşısında ozanın tutumu ne
olmalı? Onun da oynayacak bir rolü,
yerine getirilecek bir görevi olduğunu düşünür müsünüz? Kısacası, haksız
olarak “bağlanma”
ğlanma” (engagement) adı
verilen şeyin zorunluluğuna inanır mısınız?
-Biliyorsunuz, 1923’ten beri Komünist
Partisi üyesiyim. ÖVÜNDÜĞÜM TEK
ŞEY BU. Bana öyle geliyor ki, devletler
arasındaki ilişkilerde yansızlık politikası yararlı ve etkili olabilir, ama yazarlarda olmaz. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve
ediğin kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız
olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama
nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Bana gelince ben kesinlikle yan
tutmayı yeğlerim.
Evet doğru, geçtiğimiz yüzyıla damgası vuran şairler, ressamlar, müzisyenler,
edebiyatçılar bilim sanat insanlarının
hepsi de örgütlü bir kavganın aydınlarıdır. Elbette ki onları büyük kılan sadece yetenekleri değildir, örgütlü olmak
yaratıcılıklarını geliştirdiği gibi, insanın
özgürleşme mücadelesi sanatlarını
yeni içerikler kazandırarak biçimlendirir de aynı zamanda.
Söyleşi sürüyor ve birçok konu yalın biçimde yanıtlanırken Nâzım “ kendime
payıma ben kesinlikle bir parti edebiyatından yanayım” diyor ve Charles
Dobzynski son sorusunu soruyor;
“-Parti edebiyatından ne anlıyorsunuz?”
Nazım yanıtlıyor:
“-Ben konuyu Lenin’in anladığı gibi düşünmeye çalışıyorum. İşte bu da çok
güç; çünkü tüm derin düşünceler gibi,
Lenin’in düşüncesi görünüşte çok yalı.
Önce yazar olarak, Parti üyesi olarak,
parti ile benim aramda kurulan bağ,
hiç de edilgin değil, ama etkin bir bağ
var. Bir değişim var: Parti bana bir şeyler verir ve sıram gelince ben de ona
bir şeyler vermeliyim.
Ben partiye Kongre tarafından onaylanmış bulunan tüzük ve programı ile
bağlıyım. Bu belli ilkeler dışında kimseden buyruk almam. Kuşkusuz partinin
belgilerinden, tüm belgilerinden, onları halka yaymak için, esinlenirim: ama
onları gerçekten sanatsal bir düzeye
yükseltmeye çalışarak.
Öte yandan Partinin halkımın ruhunu
benim yapıtlarımdan öğrenip kavrayabileceği bir biçimde yazmaya çalışırım.
“ozanlar geleceği önceden sezerler”
diyordu Engels eğer onlar geleceği önceden sezmeye yetenekli iseler, o zaman bugünün sorunlarını hayd
haydi haydi
sezinleyeb
nleyebilirler. Parti tarafından önerilen genel konular ile ozanın duyduğu
şey
ey arasında çel
çelişki olamaz.”
Yasadır bu, yeryüzünün her yer
yerindedalgalar kıyıları dövmeye, aaşındırmaya devam ed
ediyor. Biz de karanlığın
kapılarını dövmeye devam edece
edeceğiz, kapılar kırılana kadar.
ği
Doğum günün kutlu olsun ustam.
17-18 nazim 2.indd 2
2/5/15 12:29 AM
öykü
öykü
kaç seferde
teşekkür edilir size?
deniz ekin
Kendi kendine son bir kez düşündükten sonra önünde duran derginin tam da o sayfasını açtı. Açık olan
sayfaya birkaç saniye bakıp hemen
geri kapattı ve odadan hızlıca kaçtı.
Ve Deniz o gün hiç kimseyle konuşmadı.
-Sen hiç uçan balık gördün mu Deniz?
-Merak etmiyorum!
Deniz o gün daha evvelden ilgilendiği hiçbir şeye yüz vermedi ve de
hiçbir şey yapmadı. Deniz o zamanlar yalnızca yedi yaşında, yaşıtlarına
göre çok daha çelimsiz bir çocuktu. Sessiz sakin halleri daima hayal
dünyasında bir yerlerde olduğunun
işaretçisiydi.
Deniz’in babası tır şoförüydü ve karların çok yağdığı bir vakit yine uzun
yola çıkacaktı. Yola çıkmadan evvel
evlerinin bahçesinde Deniz’le uzun
uzun kartopu oynadı. Deniz de o
zamanlar küçük bir kartanesi kadardı. Deniz, babası kendisini havaya
fırlattıkça güler ve o dakikaların hiç
bitmemesini dilerdi. Bir süre sonra
Deniz’in babası yola çıkmak üzere
evden ayrıldı. Babası ne zaman yola
çıkacak olsa Deniz bir kenardan onu
izler bakışlarıyla sarılırdı boynuna
ve babası en son onun yanına ge-
19-20 gizem oyku 2.indd 1
lir onu uzunca göğsüne yaslardı ve
Deniz daha gitmeden babası, özlemeye başlardı.
sormuyordu. Murat bir gün Deniz’e
bir kitap aldı ve bunu birlikte okuyabileceklerini söyledi. Bir kartanesi
kadar küçük olan Deniz artık küçüKara kışa rağmen yola çıktı Deniz’in cük bir kara balık olmanın hayaliyle
babası. Tırı zorlamıştı bu kez onu, yatıp kalkıyordu. Ve sahiden de küyol boyu defalarca lastiğindeki zin- çük kara balığın sonunu artık o da
cir çıktı ve ilk vardığı dinlenme nok- merak ediyordu.
tasında sıcak bir demli çay içerken
dönüp arkadaşlarına “tam beş defa Deniz bir sabah aniden uyandı. Gözdeğiştirdim zinciri, beş defa” dedi... lerini tavana dikti ve hiç kırpmadan
Yorgundu ve yürürken zorlandığı- uzun süre öyle kaldı. Babasını hanın o esnada orada olan tüm şoför- tırladı. Neden ölmüştü babası, kar
ler farkındaydı. Yürüyordu Deniz’in yağarken kar topu oynamak varken
babası arabasına doğru biraz din- neden yola çıkmıştı, neden yorlenmek umuduyla ama düştü elin- muslardı babasının kalbini... Soğukden çay bardağı ve Deniz’in düşle- lardan nefret ediyordu. Kesinlikle
rinde kaldı babası.
soğuklar ve kar çirkindi. Bir anda o
dergi sayfasını hatırladı. Ee öyleyse
Deniz balıkların uçabildiğini, herke- sıcaklar da kötüydü. Sıcaklar insanı
sin eşit olması gerektiğini ve daha yakardı ve yanan insanlar o dergi
birsürü şeyi babasından öğrenmiş- sayfasındaki gibi olurdu. Deniz kenti ve şimdi ilk kahramanını kaybet- dini çok çaresiz hissetti ve kafasını
mişti. Hayata karşı çok savunmasız yastığın altına alıp hıçkıra hıçkıra
kaldığını düşünüyordu Deniz. Artık ağlamaya başladı. Sonra ağlamakhayal dünyasından başka bir dün- tan vazgeçmeye karar verdi ve gözyası yoktu. Deniz artık kardan ve so- yaşlarını silip hemen aşağı indi.
ğuktan nefret ediyordu ama sıcaktan da korkuyordu. Aklına o dergi Bu esnada Murat da evdeydi. Deniz
Murat abisini görünce koşup boysayfası geliyordu Deniz’in.
nuna sarıldı ve uzunca süre başını
Murat Deniz’in bu halleri karşısında göğsüne yaslayıp sessizce durdu.
çözümler arıyordu. Onun güçsüz bir Murat Deniz’e ne olduğunu sormaçocuk olmasını istemiyordu fakat dı ve onun anlatmasını bekledi. DeDeniz Murat abisine artık soru bile niz uzun süre Murat’ın göğsünde
2/5/15 12:32 AM
kartoplarını ve o dergi
sayfasını hiç hafızasından çıkarmadı. Deniz
öğreniyordu. Yaşamın
bir sanat eseriymiş
gibi titizlikle işlenmesi gerektiğini, yaşadım diyebilmek için
de mücadele etmek
gerektiğini. Deniz her
öğrendiği gerçek karşısında kendini biraz
daha büyümüş hissediyor ve karlı bir yolda
hiç düşmeden yürüyormuş gibi geliyordu.
durduktan sonra kafasını kaldırıp
kendisinin hemen büyümesi gerektiğini söyledi. Bu talep karşısında
şaşıran Murat bunun nedenini öğrenmek istedi. Deniz ise anlamadığı
şeyleri anlayabilmek için büyümek
istediğini söyledi.
Deniz hayata dair sorular biriktire
biriktire büyüyordu. Son derece zor
geçen zamanların ardından “hayat
mücadelesi” denilen bir kavramın
gerçekliğine inanmıştı. Deniz yaşıtlarına göre çelimsiz bir gençti. Gücünün yetmediği işlerde gücünün
isterse yetebileceğini, başarısızlıklarını isterse başarıya çevirebileceğini, emek vermeyi, değer vermeyi, değer görmeyi ve de üretmeyi
öğreniyordu Deniz ve her yeni öğrendiği şeyde kendine olan güveni
artıyor artık geceleri gözünü tavana dikip düşünürken çoğunlukla
umutsuzluğa kapilmiyordu.
Deniz büyüdükçe küçük kara balığı,
19-20 gizem oyku 2.indd 2
Deniz çocukluk yıllarındaki sorularından
şimdi gençliğine uzanan yolun nasıl bu kadar çabuk geçebildiğini düşündükçe şaşırıyordu. O hoşuna gitmeyen
gerçekler karşısında hayal dünyasına kaçan ve orada yaşayan bir çocuktan, hoşuna gitmeyen gerçekleri değiştirme mücadelesi veren bir
gence evrilmişti ve Deniz sordukça
soru, aldıkça cevap büyüdükçe büyüyordu ve Deniz insanların neden
aç olduğundan, babasının neden
ölmek zorunda kaldığına kadar uzanan ve daima birkaç damla gözyaşıyla biten sorgulama süreçlerini artık ağlamadan, kendinden emin ve
geleceğin güzel olacağına inanarak
cevaplandırdığı için çok mutluydu.
Deniz öğrenen insandı ve öğrendikçe büyüyebilendi.
Deniz Murat’ı hiç unutmadı. Onu
yıllar boyunca görmese de onun
söylediklerini, anlattıklarını hiç aklından çıkarmadı ve hayatı boyunca
onun anlattıklarını, öğrettiklerini
kendisine klavuz olarak kabul etti.
Yıllar sonra birgün Murat çıkageldi-
ğinde yine koşarak onun boynuna
sarıldı ve uzunca süre göğsüne başını yaslayarak durdu.
Murat Deniz’i bu kadar büyük hayal etmemişti fakat Deniz öfke, özlem, umut ve daha adı konulmamış
birçok duygu ve düşünceyle yoğrulmuş olgunlaşmıştı vaktinden
evvel... Deniz ve Murat yıllar sonra
kavustuklarından konuşacak çok
şey vardı fakat ikisi de çok uzun süre
konuşmadan öylece kaldı. Ve Deniz
kaldırıp başını dikti dolu dolu gözlerini Murat’in gözlerinin ta içine,
“binlerce kişiye kaç kerede teşekkür edilir” diye sordu usulca. Murat
her zaman ki sakinliğinde anlamak
için dinlemeye koyuldu Deniz’i ve
Deniz devam etti cümlesine “Ben
kuşlardan bile küçükken hani o dergi sayfasında gördüğümde diri diri
yananları sıcaktan nefret etmişken,
ölünce babam karlı bir havada kinlenince soğuklara kalmıştım çaresiz.
Neden diye sora sora ya ağlardım
ya öfkelenir ve hayrandım küçük
kara balığa nasıl da kararlıydı ama...
Elimden tutup büyüttüğün için, hayatı yaşanabilir kıldığın, ağız dolusu
yaşadım diyebilmemi sağladığın
için kişiliğimi yarattığın için, beni
gerçekle tanıştırdığın için teşekkür
ederim sana. Ama yalnız değilsin biliyorum ve ben işte bu yüzden soruyorum nasıl teşekkür edilir binlerce
insana ve biliyorum öğrenmekten
vazgecmezsem asla yarın teşekkür
edilen binlerin arasında olacağım
ben de”
Ve cümlesinin sonlarına doğru sesi
titredi Deniz’in dayadı burnunu
Murat’ın göğsüne ve derin bir nefes
aldı ve Murat sustu gözlerinden birkaç damla yaş boşaldı.
2/5/15 12:32 AM
şiir
şiir
fevkalade memnunum
dünyaya geldiğime
nazım hikmet
Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,
toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.
Kutrunun ölçüsünü santimine kadar bilmeme rağmen
ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı dünya,
inanılmayacak kadar büyüktür benim için.
Dünyayı dolaşmak,
görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları
görmek isterdim.
Halbuki ben
yalnız yazılarda ve resimlerde yaptım
Avrupa yolculuğumu.
Mavi pulu Asya’da damgalanmış
bir tek mektup bile almadım.
Ben ve bizim mahalle bakkalı
ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika’da.
Fakat ne zarar,
Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan
Alaska’ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.
Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar
kanlarına susamışım.
Benim kuvvetim:
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
Dünya ve insanları yüreğimde sır
ilmimde muamma değildirler.
Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
açık ve endişesiz
girdim safıma.
Ve dışında bu safın
toprak ve sen
bana kâfi gelmiyorsunuz.
Halbuki sen harikulâde güzelsin
toprak sıcak ve güzeldir.
21siir 2.indd 1
2/5/15 12:43 AM
öykü
öykü
kızıllığın büyüttüğü yılmaz...
gebze hapishanesi
Karlı soğuk bir okul gününün sonuydu.
Şubat tatilinin son ders saati. Çantalarını takmışlar, montlarını giymişler öğretmenin karnelerini vermelerini bekliyorlardı. Acaba derslere kaç vermişti
öğretmen, matematiğe kaç vermişti
acaba... Akıllarından böyle onlarca soru
geçiyordu. En son öğretmen gelince
dikkat kesilip sustular. Hepsinin gözleri öğretmenin elindeki karnelerdeydi.
Ayağa kalktı öğretmen, anlatmaya başladı. “Bu dönemin sonuna geldik, eksikleri düzeltme, iyi yaptıklarımızı devam
ettirme zamanı. İyi bir tatili hakettiniz.
Gönül isterdi ki herbiriniz güzel yerlere
tatile gidin ama hepiniz bu mahallenin
çocuklarısınız. Anneniz babanız yoksul.
Yine de çok iyi değerlendirin. Bol bol
okuyun tatil kitaplarınızı, bol bol oyun
oynayın” dedi. Hepsi birden alkışlamaya başladılar öğretmenlerini. Sırayla
tüm öğrencilerin isimleri okundu. İsmi
okunan öğretmeninin elini öpüp karnesini aldı.
Öğretmen nihayet onun da adını okudu; “Yılmaz Koru”... Yılmaz kalktı, öğretmenin elini öptü, karnesini aldı. Eh
matematiğe bir not fazlasını vermiş,
bunu görünce gözlerinin içi sevinç pınarı, baktı öğretmeninin yüzüne. Anlamıştı öğretmen bu sevincin kaynağını,
“İkinci döneme bir not fazlasını sen alacaksın, ben vermem ona göre” diyerek
güldü başını okşarken Yılmaz’ın. Yılmaz
sırasına oturdu. Hepsinin karnesi bitince öğretmen kapıda bekledi. Her çıkan
öğrencinin başını okşadı.
Yılmaz arkadaşlarıyla karların içinden
oynayarak eve geldi. Anası, babası
hepsi, karnesinin iyi olduğunu görünce öptüler Yılmaz’ı.
Yılmaz ertesi gün arkadaşlarıyla akşama kadar karda oynadı. Leğenlerin
içinde kaydılar, birbirlerine kartopu attılar, kardan adam yaptılar. Sonra tekrar leğenleri kapıp yokuşa tırmanarak
kaymaya başladılar. Birinci olanlar her
seferinde sevinç çığlıkları içinde tırmanmaya başlayanların başını çekiyordu. Akşama kadar çocuk çığlıkları böyle doldurdu durdu mahelleyi. Anneler,
işsiz babalar, neneler, dedeler camlardan çocukları izlediler gün boyu. Çocuk neşesi, çabuk bulaşan bir hastalık
gibi bu seyredenlerin de hepsini sardı,
gülümsemelerine neden oldu. Hava
kararmaya yakın da birer ikişer evlerine dağıldılar. Yılmaz eve gidince, annesi hemen sobanın yanına aldı onu. Hemen üstün değiştirdi. Yılmaz hiç aldırış
etmeden, gün içinde kaç kez kayak
birincisi olduğunu, kimlerle oynadığını
anlatıp durdu. Eldivenleri, pantolonu,
çorapları sırılsıklamdı. Annesi üstünü
değiştirdikten sonra sıcağın da etkisiyle uyuyup kalıverdi orda. Annesi üstünü örterken içinden geçirdi “nasıl da
huzurlu uyuyor”...
Neden sonra çorbanın keskin kokusunu duymaya başlayınca uyandı. Yere
serilen sofradan gelen tabak-kaşık seslerine doğru yüzünü çevirince annesinin gülümserken okşayan gözleriyle
karşılaştı. “Hadi sen de gel” dedi, “baban geldi, ellerini yıkıyor şimdi.” Oturdukları yerden sininin üzerindeki çorba
ve ortadaki bulgur pilavına iştahla baktılar. Gün boyu o kadar acıkmışlardı ki...
Babası da çok yorgundu. İşten gelip
yemeğini yedikten sonra telvizyonun
karşısında uyuya kalırdı çoğu zaman.
Yemekleri bitince sofra toplandı, hep
birlikte oturma odasında oturdular.
Yılmaz salonun ortasında bilyeleriyle
oynamaya başladı.
Tam bu anın içinde dışardan bir takım
sesler gelmeye başladı. Önce kulak
kabartıp dinlediler, sonra pencereden
bakıp balkona çıktılar annesiyle babası, Yılmaz da onların peşinden usulca
balkona süzüldü. Sokakta, yüzlerinde
kızıl maskeleri ve ellerinde çeşitli büyüklükte silahları olan 5-6 kişi gördüler.
Yılmaz hepsinin erkek olmaları gerektiğini düşündü bir an. Bu silahlı adamların yanında yüzü açık ama kanlar içinde, iri yarı, siyah sakallı bir adam daha
vardı. Takım elbisesinin üzerine siyah
bir pardesü giymişti. Adamın elleri arkadan bağlıydı ve kızıl maskelilerden
biri bu adamı tutuyordu. Bir diğer kızıl
maskeli de elindeki silahı yukarı kaldırdığı haliyle konuşuyordu. Yalnızca sesi
duyuluyordu. Bir de biraz bakınca gözleri ışıldıyordu, o kadar. Yılmaz bu siyah
pardesü giymiş adamı anımsar gibi
oldu. Arada okulun önünde gördüğü
adama benziyordu. Bazen de köşedeki
büfede tost-ayran alırken görmüştü.
Silahını havaya kaldırmış olan kızıl
maskeli konuşmaya devam ediyordu.
“Bu adam küçücük çocuklarımızın çevresinde dolaşıp onlara hap satıyor. Şu
biraz önce yakılan, okulun karşısındaki
büfeye hap, bonzai bırakıp çoluğu çocuğu zehirliyor. Torbacılık yaptığını itiraf etti. Biz Cephe milisleri olarak şimdi-
lik onu döverek cezalandırarak uyardık.
Bu suçlarını bir kez daha tekrarlaması
durumunda hak ettiği kurşun olacaktır.
Hepiniz görün, iyi tanıyın bu zehir tacirini, kim ki bu suçları işlemeye devam
ettiğini görür, gelsin hemen bize haber
versin ki verelim yine cezasını...” derken
bir alkış koptu sokakta toplanan kalabalık ve balkonlarında izleyenlerin arasından.
Bu arada siyah pardesülü adama vurmak, taş atmak isteyenler oldu. Bu durumun bir lince yol açacağı bilinciyle
engellediler kızıl maskeliler kalabalığın
bu isteğini. Ağzı burnu zaten kan içinde kalmış adamın ellerini çözerek gitmesine müsade ettiler. Başı neredeyse
boynunun içine gömülü, sendeleyerek
uzaklaştı adam. Kızıl maskelelerden biri
topalanan kalabalığa seslenmeye devam etti bu ara; “Mahallemizde uyuşturucuya, torbacılara izin vermeyeceğiz...”
Sözlerini diğer kızıl maskelilerin sloganı kesti; “Yaşasın halkın adaleti!” Bu
arada silahını havaya doğrultmuş olan
kızıl maskeli balkondan bakanlara göz
gezdirdi. Balkondan artık beline kadar aşağıya sarkmış olan Yılmaz’la yüz
yüze geldi. Yılmaz kızıl maskelinin ona
göz kırptığını hissetti. O da göz kıprtı.
Toplanıp, alkışlar arasında sloganlarını
atmaya devam ederek uzaklaştı kızıl
maskeliler. Sokağın başına geldiklerinde birkaç el silah sesi duyuldu karanlığın içinden. Onlar gidince de alkışlayan kalabalık onları konuşarak dağılıp
yittiler karanlığın içinde, balkondakiler
girdiler evlerine.
Kar yağmaya devam ediyordu. İstanbul’un mahallelerinin beyaz örtüsü en
çok çocukların sevinciydi. Sabahtan
akşama sokaklar sömestr tatilindeki
çocukların meskeniydi. Burunları kızarır, akar, saçları, eldivenleri ıslanmış
onlarca çocuk iki yanı iki-üç katlı bitişik evlerle sıralı sokaklarda şendir. Kar,
beyazlığı bu çocuğun neşesine katık
edince sokakların gelinliği olur. Öyle
şen ve kaygısız. Yılmaz da müdavimidir
gelin olmuş sokakların. Düğünü çocuk
oyunuysa bu merasimin Yılmaz en coskulusudur.
Günlerdir, oynadığı sokağın her sözcüğünün kulak misafiridir çocuklar. Şeker
için gidilen bakkalda, akşama eve götürülecek ekmek için gidilen fırında,
balkondan balkona, kapı önlerinde,
otobüs duraklarında en baş konudur
kızıl maskeliler. “İyi yaptılar, hakkettiydi”, “Soysuz adam, çoluk çocuğun başbelası”, “Sahipsiz sanıyorlar ya, en çok
ona delleniyorum”, “Ah bırakaydı gençler bana, bak bir daha yapıyor mu?”
cümleleri büyüklerin dilinden çocukların kulağına, belleğine akıyordu.
Okul zamanı çabuk geldi. Erkenden
okula giden Yılmaz, öğretmeni beklerken arkadaşlarıyla heyecanlı bir oyun
oynuyordu. Bir arkadaşını kolundan
çekti kendisi ve diğer arkadaşının yanına koydu, diğerlerini ona göre yerlere
yerleştirdi. Sonra ortalarına aldıkları
çocuğa; “Bak şimdi, sen kötü adamsın”
dedi. Yanındakine de; “Sen de onun
elinden tutacaksın” dedi. Sonra eline
aldığı cetveli havaya kaldırarak, “Bu
pis adam çocuklara hap satıyor” dedi.
Ardı sıra önce kendisi sonra kalabalıkla beraber “yuuuuhhh, tühhh” diye
bağırmaya başladılar. “Şimdi onu dövelim, bir daha yaparsa vururuz” dedi
Yılmaz. Cetvelini silah yapıp doğrulttu.
Hep birden ortadaki çocuğa vurmaya,
takılmaya başladılar. Ortadaki çocuk
da onlara vurmaya, boğuşmaya başladı. Onlar bu haldeyken öğretmen
geldi. Yılmaz’ın kulağından tuttu; “Ne
yapıyorsunuz” dedi kızarak. “Miliscilik
oynuyoruz öğretmenim” dedi Yılmaz,
sonra göz kırptı. Öğretmen ensesine
bir tokat indirdi yavaşça, gülerek. Hepsi yerine oturdu.
Bembeyaz karlara gömülmüş İstanbul’un yoksul mahallerinde bir kardelen boyverdi. Rengi kızıl... Gören maske
sandı onu. Oysa hayattı; adı belki Hasan belki Ferit... Buzları kırıp çatlatan
gündüzün güneşi değil, Ferit’in alnında ve sadece geceleri parlayan yıldızın
ateşi idi...
şiir
şiir
ağlama çocuk
civan ekberad
İnanma çocuk, inanma öldü derlerse
Kalbini ümitle besle, döneceğim
Güzel günleri doldurup ceplerime
Geleceğim
Üşüyen sırtına parka olmaya
Yağmalanan sofrana ekmek olmaya
Geleceğim
Islak yanaklarına gülüş olmaya
Gözü yaşsız sabahlarla geleceğim
Zafer içmiş bayraklarla geleceğim
Alnımda yıldız, dudağımda şarkılarla
Döneceğim
Bekle çocuk, bekle…
24 2.indd 2
2/4/15 11:26 PM
deneme
deneme
ali ismail’e atılan son tekme
hazal kara
Hepimiz tanıyoruz Ali İsmail’i... Haziran
Ayaklanması’nda devletin katlettiği evlatlarımızdan birisi o. Eskişehir’de Haziran Ayaklanması sırasında döve döve
canına kastettiler ve kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi Ali İsmail Korkmaz. Henüz 19 yaşında bir üniversite
öğrencisiydi.
cağını... Biliyorduk ki sadece para çalmıyordu bu hırsızlar... Ömrümüzden
ömür çalıyorlardı aynı zamanda, bir de
analarımızın gözyaşlarını...
Önce Ali İsmail döküldü sokaklara binlerce insanla birlikte sokaklara, adaletin
olmadığı bu ülkede adalet umuduyla.
Sonra ise ‘Ali İsmail’in hesabı mahşere
kalmaz’ diyenler.
Aylardır devam ediyordu dava. Önce
Kayseri’ye taşıdı mahkemeyi. Aylarca
devam etti Emel Anne’nin adalet arayan mücadelesi. Ve en sonunda Ali İsmail’in davası da sonuçlandı. Davada
polisler Mevlüt Saldoğan ve Yalçın Akbulut’a 10 yıl hapis cezası verildi. Üç fırıncı da 6’şar yıl 8’er ay ceza aldı. Üç kişi
ise beraat etti.
Onların adaletinden hiç medet ummadık zaten. Biliyorduk kan kokan o
ellerin yine bizim boğazımıza yapışa-
Bir ananın isyanını dinledik o gün ekranlarda “19 yaşında bir çocuğu döve
döve öldürüyorlar ve 10 yıl hapis cezası
25 ali 2.indd 1
veriyorlar. Bu mu bu ülkenin adaleti?
Bütün dünya gördü Ali’nin nasıl katledildiğini… Bütün dünya şahit oldu ben
bakamadım. Bugüne kadar bakamadım. Bu kadar ucuz olmamalıydı oğlumun canı.” Ve tüm ülke yine sokaklarda…
Biz biliyoruz Emel Anne Ali’nin canı bu
kadar ucuz değil. Katillere ceza mı istiyorsun? Cezasız kalmayacaklar… Ne o
ilk tekmeyi atan katiller ne de 10 yıllık
cezaları verenler…
Canımızı tenimizden söküp alanları unutmaz bu halk… Ali İsmail’i ne o
katillerin vurduğu tekmeler öldürür ne
de son tekmeyi atan gerçek katiller.
2/5/15 12:51 AM
yıldönümü
yıldönümü
* yaşar kemal
26 ulas 2.indd 2
2/4/15 11:26 PM
öykü
öykü
silahımız,
tarihimiz kadar eskidir
gebze hapishanesi
Sobanın yüzü kızardı içindeki yangından. O ateş, sobanın boyunca kazanı
soluğuyla kaynattı. Evin içini yumuşak
bir sıcaklık doldurdu. Yaşlı kadın iki
büklüm bir halde kucağına doldurduğu odunlarla içeri girdi. Biraz gürültülü bir şekilde odunları sobanın
yanına döktü. Yaşlı adam bu gürültüyle uyandı. Kaşlarını çattı, gerindi. “Ne
yapıyorsun kadın” dedi. Kaşları çatıktı
ancak sesi sevecendi. Yaşlı kadın zor
doğruldu, ellerini beline koyup derin
bir soluk alarak cevapladı ömürlük hayat arkadaşını; “Suyu kaynattım, odayı
ısıttım, suya tarhanayı da salarım, belki
akşama bizim çocuklar gelir. Bu ayazda
kışta, ısınlar.” Daha anlatacaktı ki yaşlı
adam kuru bir gülüşle kadının sözünü
kesti. “Kaç akşamdır böyle hazırlanıyorsun kadın”. Bu kez de beraber güldüler.
Tütün sardı yaşlı adam, tütünden artık
iyice sararmış parmaklarıyla. Derin bir
soluk almasıyla öksürmesi bir oldu.
“İçme şu zıkkımı adam” dedi kadın.
Öksürüğün arasından gülümseyerek
cevapladı yaşlı adam eşini; “Sen benim
öksürüğümden mi telaş yaptın?” Sevimliydiler beraber.
Karanlık, evin ufak pencerelerine abandı. Garip, kıvrılıp sokuldu evin yamacına. Az sonra yanına konulacak sıcak
yal(*)ı düşünerek yalandı. Sonra da
gözlerini dört döndürdü. Köyün birkaç
evi kalmıştı içinde ışık yanan. Onlar da
geceye sıcak sıcak açıldılar.
Köyün etrafının karlarla kaplandığı çok
27-28 2.indd 1
oluyordu. Kar soğuk ve sessizdi. Ama
içindeki yıldızlarıyla kıpır kıpır şenlenmeyi bekliyordu. Tıpkı yaşlı karı kocanın beklediği gibi. İzsiz bir yol vardı
köyü kucaklayan dağın yamacında.
Dersim’in dağları pek bir dikbaşlıdır.
Kar kondurmaz başına. Gündüz güneşe, gece yıldızlara değsin ister başı.
Köyü kucaklayan dağın yamacından
aşağı yıldızların altından gizli bir nehir
gibi incecik süzülüp köye vardılar. Garip çoktan yalını yemiş bir güzel yalanıyordu, ağzından buharlar çıkara çıkara.
O tanıdık barut kokusu dolunca burun
deliklerine, güçlü ön ayaklarının üzerine doğruldu. Bir iki nazlandı, süzüldü
koştu gitti. Önden gelene süründü,
etrafında dolandı. O bildik ellerin sıcaklığını sırtında hissedene kadar süründü onlara, vazgeçmedi. Karın içinden,
dağların doruklarından gelmişlerdi.
Ama hepsinin elleri sıcaktı. Yürüdün
mü ısınırsın, ateş gibi. Garip’ten iyi kim
bilir ki bunu?
Yaşlı kadın iyice doğruldu. Yaşlı adamın
gözlerinin feri parladı. Evin içine köyde
kalan bir kaç genç ve yaşlılar da toplandı. Soğuktan gelenler sıcacık sohbetlere karıştılar. Yaşlı karı kocarnın asırlık
damı yeniden şenlendi. Kaç zamandır
gözleri yolda bekliyorlardı. Ne odunları ne de meyve kurularını esirgediler.
Yaktılar, kaynattılar. Evlerini, yüreklerini
ısıtıp beklediler.
Bir yandan sofrayı kurdular, bir yandan
da Tuncay’ı dinleyenlerin sayısı çoğal-
dı. Tuncay mavzerini dimdik yanında tutuyordu. Onun yakışıklı edasına
mavzerin endamı da pek yakışıyordu.
Piro Amca, gözleriyle mavzerini süzdü
namludan dipçiğe doğru. Bir iki öksürüp söze girdi Piro Amca, “Oğul, bu senin silah, bildiğin mavzer. Çok eski değil mi, ne iş görür bu silah?” Tuncay, bu
soruya alınmış gibi, silahı sıkıca kucakladı, “Ne diyorsun Piro Amca, bu silah
var ya bu silah, ‘38’in emanetidir. ‘38’de
atalarım bu silah üzerinde can verdiler.
Pir aşkına, oniki imamlar akına. Bu silah vurmaz mı hiç?” Tuncay iyice coştu,
coştukça anlattı. Dinleyenler şaşkınlık
içindelerdi. Bu hikayeyi Tuncay’dan
ilk kez dinliyorlardı. Yaşlılar ise Tuncay
“oniki imamlar aşkına...” dedikçe, ellerini yüreklerinin üstüne iyice bastırıyordu.
Tuncay daha yirmisinde ya vardı ya yoktu. Genç bir savaşçıydı ancak heybeti,
öfkesi, coşkusu saki ‘38’den kalmaydı.
“Bu mavzer isyandır Piro Amca. İsyan
eskir mi hiç, savaş eskir mi? Bu mavzeri
ilk 1800’lerde icat ettiler. Yaşlı değildir,
tecrübelidir. Gökte patpatik(**), bizim
delikanlı mavzeri bir doğrulttun mu,
delersin bağrını, patpatik tepetaklak
yere çakılır.” Tuncay dedesinin mavzerini, ‘38’i öyle bir anlattı ki, herkes bu isyan mirasına, bu mavzerin kutsallığına
ant içecek denli kendilerinden geçeceklerdi. Hayran hayran, bir mavzerine
bir Tuncay’a baktılar sesiszce. Herkes
kendi aralarında konuşuyordu. “Şimdi
düşman bilse elimde elimde mavzer
2/5/15 12:54 AM
var, küçümser, önemsimez ha. Onlar
tarihin gücünü bilmezler, silahımız tarihimizdir. Düşmanın çok modern silahları olsa ne olacak sanki.”
Mavzer sofrada da baş köşeye kuruldu.
Bir yandan yenilip içilirken bir yandan
da hala yan gözlerle mavzeri süzüyorlardı. Piro amca ise, özür diler gibi baktı
mavzere. eski bir yoldaşına güvenmemiş gibi utangaçlaştı. Gözleri dolu dolu
oldu, sonra birden yakalanmış gibi
utandı da “istendir isten, sigara isindendir” dedi kendi kendine içinden.
Acıyı öfkeyi tam da bu dağın koynunda
yaşayanlardı onlar, anadan, babadan,
atadan yadigar. Şimdi aynı isyanı Tuncay’ın gözlerinde, sözlerinde, mavzerinde gördüler.
“Kardır kıştır, aman ha dikkatli olun, gözümüzü yollarda komayın.” Ağız birliği
yapmış gibi böyle konuşup, sonra da
sımsıkı kucaklaştılar. Vedalaşıp yollara
düştüler. Kar beyazı, yıldız ışığı yollara
düştüler.
Naylonları bir güzel gerdiler. Köz sıcağıyla naylon çadırı ısıttılar. Tek tek silah-
27-28 2.indd 2
larını parlattılar. Tuncay sırtını çantasına dayamış, kulaklıkları takmış BBC’den
haberleri dinliyordu. Gözleri yarı kapalı
dinlerken birden öfkeyle doğruldu. “Arkadaşlar, İstanbul’da eylememiz var!”.
Sessiz ama coşkulu ve öfkeli. Çadır kaynaştı. Nöbetçiler dışındaki tüm gerillalar haberi duyup çadıra aktılar.
Tuncay eylemi anlatırken kendinden
geçmiş, sanki oradan yeni gelmiş gibiydi. “Bak yahu, bir de kullandığı silaha eski diyorlar”. Böyle deyip o eski
mavzerine sarıldı sımsıkı bir şekilde. O
geceyi düşündü, gülümsedi. O gecenin hesabını nasıl vereceğini şaşırmıştı. Mavzer hikayesi gerçek miydi. “İllegalite gereği anlatılar yalan sayılmaz.
Ayrıca benim mavzerimin örgütlenme
gücü var” diyerek konuyu güzel bağladığını düşünerek sevindi.
“Ne daldın Tuncay Yoldaş? Yoksa mavzerine yeni hikayeler mi uyduruyorsun? Bak onun kuzenlerinden biri haramilere korku saldı.?”
Tuncay dinlerken bir yandan gülümsüyor, bir yandan da elindeki yağlı bezle silahının namlusunu parlatıyordu..
“Ben var ya ben, burada kuzenime de
türküler yakarım”
Durup biraz düşünür gibi yaptı Tuncay,
sonra kleşiyle mavzerini karşı karşıya tutarak konuşmaya-konuşturmaya
başladı.
Kleş; “Duydun mu abi, bizim kuzen İstanbul’u sallamış”
Mavzer; “Evet evet kardeşim, duymam
mı hiç. Bir de yaşlı demişler. O tecrübeli
savaşçı. Onu tutan el, o tetiği çeken bilinçte iş, bilmiyorlar bunu.”
Kleş; “Bizim delikanlı asırlık kuzenin hiçbir yerde kaydı da yokmuş, helal olsun”
Mavzer; “Helal olsun beklenir tabi.”
Tuncay silahları konuşturmaya devam
etti. O devam ettikçe, gerillalar karşısına dizildiler. İyi bir izleyici kitlesi topladı. Sessiz gülüşmelerin arasından korsan kahkahalar duyuldu...
(*) Yal: Köpek yiyeceği, sıcak hazırlanıp
verilen bir karışımdır
(**) Patpatik: Helikopterin Dersim köylülerinin dilindeki adı.
2/5/15 12:54 AM
ayın fotoğrafı
ayın fotoğrafı
29 ayin foto 2.indd 1
2/4/15 11:30 PM
anı
anı
suçumuz çok fotoğraf çekmek!
fosem
Suçum ne?.
-Çok fotoğraf çekmişsin!..
Yıllar önce, “Karanlık Oda, Sosyalizme Giden Yolu Aydınlatacak..” başlıklı bir yazı okumuştum Tavır’da.
“...Fotoğraf sanatının sınıfsal niteliğini gözardı edenler, burjuva ideolojisine denk düşen kaygılarla, anlaşılmaz görüntülerin elde edildiği,
estetik kaygıların ön plana geçtiği,
iletilmek istenen herhangi bir mesajı olmayan ürünler ortaya koymaktadırlar...” diyordu yazının bir
yerinde.
anlayış olan burjuva beğeni ve dünya görüşünden kurtarmanın yolu,
onu sınıfsal niteliğiyle değerlendirmekten geçer. Her gün yeni bir
katliamın, direnişin yaşandığı, Gezi
Halk Ayaklanması’nda örneğini yaşadığımız milyonların onurlu direnişini, Soma’da, Ermenek’teki işçi
katliamlarını, Kürdistan’daki devlet
terörünü milyonlara anlatmak, tarihe not düşmek için, fotoğraf sanatını sınıfsal temelde değerlendirmek
gerekir.
Fosem olarak bizim de temel aldığımız bakış açısı bu temelde şekilleniyor. Ülkemizde yaşanan direnişleri,
baskıları, halkımızın çektiği acıları,
zulmü, sevinçleri, grevleri, işgalleri
en çıplak haliyle milyonların görmesini sağlamak... Bunu yaparken de
estetik kaygılara kapılmadan, yaşanılanları olduğu gibi yansıtmak...
Fotoğrafçılığa adım attığım zaman,
bu yazıyı tekrar tekrar okudum.
Bana yol gösteren, ufkumu açan bir
yazı oldu. Fotoğraf sanatı, ülkemiz
koşullarında çok daha büyük bir
özveriyle üzerine düşülmesi gereken bir konu. Yıllar önce okuduğum Halkların isyanını, direnişini katliyazıda da aynı şeylerden bahsedi- amlarla bastırmaya, toplumsal muliyordu. Fotoğraf sanatını egemen halefetin yükseldiği dönemlerde,
30-32 fosem 2.indd 2
daha da fazla baskı uygulayan, yeni
baskı yasaları yayınlayan katliamcı
devlet anlayışı, halkların onurlu direnişinin her zaman yanında olan
biz fotoğraf ve sinema emekçilerine
de aynı şekilde baskı uygulamaya,
çalışmalarımızı yaptırmamaya, yaptıkları baskı ve zulmün günyüzüne
çıkmasını engellemeye çalışmakta.
Bunu, kimi zaman fotoğraf çekimi
için gittiğimiz bir eylemde bize çıkarılan engellerle, kimi zaman çalışma yaptığımız kurumları basıp,
ekipmanlarımıza el koyarak, çalarak, kullanılmaz hale getirerek, kimi
zamansa evlerimizi basıp gözaltına
alarak yapıyor. Bunları yaparken
amaçlarının, bize baskı uygulayıp,
fotoğrafçılığı sadece çiçek böcek
çekmeye indirgememizi sağlamak
olduğunu bilmekle birlikte, gerçekte olanın onların korkuları olduğunu da biliyoruz.
Bunun en son örneğini geçtiğimiz
Aralık ayında Ankara’da evi basıla-
2/5/15 12:56 AM
rak gözaltına alınan Fosem üyesi bir
arkadaşımızın gözaltında yaşadıklarını anlattığında gördük. Arkadaşımızın yaşadıklarını kısaca sizlerle
paylaşıyoruz...
“...Ankara’nın aşina olduğu “Salı
gözaltıları” nın bir yenisini daha
yaşadık geçtiğimiz günlerde. Ankara-Tuzluçayır’da ailemle birlikte
oturduğum ev, 9 Aralık Salı günü
sabah 06:00 sıralarında, ellerinde
otomatik silahlar bulunan yaklaşık
15 polis tarafından basıldı. Daha
önceden de defalarca gözaltına
alındığım için, ne yapacağımı ve ne
yapabileceklerini biliyordum. Evde
annem ve babamla birlikte toplam
üç kişi kalıyoruz. Operasyonun gerekçesinin, 2012 yılında başlatılan
bir soruşturma olduğunu, ellerinde-
30-32 fosem 2.indd 3
ki gözaltı ve arama kararından öğreniyorum. Benimle birlikte başka
arkadaşlar hakkında da yakalama
kararı çıkarılmış. Toplamda 5 kişi
gözaltına alındık o gün. Ankara’da
çalışmalarımızı yürüttüğümüz, Tuzluçayır’da bulunan İdilcan Kültür
Merkezi ve Hüseyingazi’de bulunan
Hüseyingazi Kültür Araştırma Derneği içinde arama kararı çıkarılmış.
Arama kararlarına rağmen bu kurumlara yönelik herhangi bir baskın
yaşanmadı. Gözaltından bırakıldığımızda öğrendiğimize göre, haklarında arama-baskın kararı olan bu
kurumlara, bu kararlardan haberdar
oldukları halde çok fazla insanın
gelmesi ve kurumları sahiplenmesi
olmuş. Amaçlarına ulaşamadıklarının en büyük göstergesi olan bu
olay, bizi daha çok mutlu etti.
Polisler kibar görünmeye çalışıyorlar evde. Yaptıklarının göstermelik
olduğunu, gerçekte kim olduklarını
evdeki herkes ve aramaya şahit olmaları için sabahın o saatinde uyandırılarak evimize getirilen apartman
sakinlerinden iki kişi de biliyor. Sabahın o saatinde onca polisle evimi
basmaları da yaptıkları hukuksuzluğun en büyük kanıtı zaten.
Evin diğer bölümlerinde “aramalarını” bitirdikten sonra, benim odama girdiler. Fotoğrafçı olduğum ve
Anadolu Üniversitesi’nin “Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümü”
nde öğrenci olduğum için, odamda
ağırlıklı olarak fotoğrafla ilgili kitaplar ve yayınlar var. Odamdaki arama
sırasında Tavır Yayınları’ndan çıkan
ve hakkında herhangi bir toplat-
2/5/15 12:56 AM
ma kararı olmayan “İdil” adlı kitaba,
Boran Yayınları’ndan çıkan ve yine
hakkında her hangi bir toplatma
kararı olmayan “Mahir Yürekliler”
adlı kitaba, farklı sayılardan oluşan
20 adet Tavır dergisine, üç adet başka kitaba, Hasan Selim Gönen’in ve
Mahir Çayan’ın fotoğraflarına da el
koydular. Kitaplar ve Tavır dergilerini almalarının hukuksuz olduğunu, keyfi olduğunu, sadece dosyayı şişirmek amaçlı olduğunu, hem
ben hem ailem yüzlerine söyledik.
Hasan Selim’in fotoğrafını gördüklerinde suratlarının şekli değişti.
Hasan Selim ve Hasan Selim’ler her
zaman korkuları olmaya devam ediyor-edecek...
Evdeki arama yaklaşık 3,5 saat sürdü. Aramanın her anını ellerindeki
kamera ile kaydettiler. Biz, halkın
acılarını, direnişlerini, umutlarını,
sevinçlerini kaydediyoruz kamera
ile, onlarsa kendi hukuksuzluklarını, baskılarını, katliamlarını. Kamera
kullananın eline göre onuru yada
onursuzluğu temsil ediyor bir kez
daha...
Evden çıkarılıp, sağlık kontrolünden
sonra tek tek emniyete getiriliyoruz. Hiç bir yaptırımlarına uymuyoruz. TMŞ hücrelerini türkülerimizle,
marşlarımızla, şiirlerimizle inletiyoruz. Halkın avukatları bizi hiç yalnız
bırakmıyor. Hücrelere getirilmemizden yarım saat sonra ziyaretimize geliyorlar. Getirdikleri şeker ve
suyla açlığımızı gideriyoruz. Neyle
“suçlandığımızı” da onlarla yaptığımız görüşmede öğreniyoruz. Suçlarımız oldukça büyük!.. İbrahim
Çuhadar’ın cenazesine ve anma yemeğine katılmak, Hasan Ferit Gedik
için düzenlenen yürüyüşe katılmak,
pikniğe, konsere gitmek, basın açık-
30-32 fosem 2.indd 4
lamalarına katılmak, Soma katliamı
ve Berkin için düzenlenen eylemlere katılmak, ODTÜ’deki ağaç katliamı ve yol inşaatını protesto etmek...
Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Emniyetteki sorguda susma hakkımızı
kullanıp, ifade vermedik. Savcılığa
çıkarıldığımızda ise savıyla aramda
şöyle bir diyalog geçti:
-Mesleğin ne?
-Fotoğraf sanatçısıyım.
-Ankara - Tuzluçayır’da yapılan ve
“Milyonlarca Hasan Ferit Gedik
Olup, Bataklığı Kurutacağız!..” adlı
yürüyüşte, kitlenin içinde-yanında-önünde elinizde fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekerken görülmüşsünüz. Bunu yaparken amacınız
neydi, anlatır mısınız?..
üç, yedi, kırk ve yıl yemeği vardır. Biz
geleneklerimizi uyguladık. Bundan
sonra da uygulayacağız. Bunu suç
olarak önümüze getirmekten vazgeçin artık!..
...
...”
Gözaltındaki diğer arkadaşlarıma
da benzer sorular soruluyor. Onlardan aldıkları cevaplar da aynı.
Hepimiz de meşruluğumuzu ve değerlerimizi savunuyoruz. Ben dahil
üç arkadaş savcılıktan, diğer iki arkadaş ise tutuklanma istemiyle sevk
edildikleri nöbetçi mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Mahkeme
salonu ve adliye önünde dostlarımız, ailelerimiz karşıladı, sımsıkı kucakladı bizleri. Hep birlikte Karanfil
Sokak’a gidip, bizim için kurdukları
- Mesleğimi sorduğunuzda da söy- halaya katıldık, omuz omuza verdik
ledim. Fotoğraf sanatçısıyım ben. dostlarımızla... Bizim için en güzel
O günde oraya bunun için gittim. hediye de bu oldu...”
Elimde fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekerken görülmüşüm işte. Arkadaşımızın anlatımları bu şeKendiniz cevaplıyorsunuz soruyu. kilde. Dün olduğu gibi bugün de,
Fotoğraf çekmek suç mu?. Suç aleti yarın da halkın yanında olmaya,
olarakta fotoğraf makinelerimizi ge- onların acılarına, sevinçlerine ortak
olmaya, yaşanılan katliamları, diretirin o zaman...
nişleri tarihe not düşmeye devam
-Evinde çok sayıda Tavır Dergisi bu- edeceğiz. Fotoğraf makinelerimiz,
lunmuş. Bunun için ne diyeceksin?. kameralarımız bir yüzü her zaman
-Evet. Tavır dergileri benim evim- halka ve haklıya, diğer yüzü ise hakdeydi. Daha da çok vardı aslında sız ve yenilmeye mahkum olanlara
ama o gün sadece 20 tanesi orday- dönük olacak.
dı. Tavır dergisi okumakta mı suç?..
Yasal olarak basımı ve dağıtımı yapı- Yazımızı, alıntı yaparak başladığımız
lan, gazete bayileri ve kitabevlerin- “Karanlık Oda Sosyalizme Açılan
de bulunan bir dergiye el koymak Yolu Aydınlatacak!..” yazısından bir
ve bunu suç unsuru olarak göster- cümle ile bitirelim...
mek hangi hukuka sığıyor?..
“...Fotoğraf sanatı, karanlık odanın
Ayrıca siz sormadan ben söyleyim. karanlığından yayılan bir ışığa döİbrahim Çuhadar için yapılan et- nüşmelidir. Sömürüsüz topluma gikinliklere katıldım. Kendisi benim den yolu aydınlatmalıdır...”
arkadaşımdı. İbrahim’de ben de
Alevi’yiz. Alevi geleneklerinde de
2/5/15 12:56 AM
bildiri
bildiri
basın
emekçileri
manifestosu
basın emekçileri
Gerçeklik ile toplum arasında, kritik bir
yerde durur gazeteci; bundan dolayı da
toplum ve gerçeklik arasındaki ilişkinin
nasıl olacağını önemli ölçüde etkiler.
Olgular, yaşanan gerçekliktir. Algılar ise
o gerçekliğin hangi bağlama oturtulacağı, nasıl çözümleneceği ve topluma
“ne” olarak verileceğidir. Bir gerçeğin
topluma sunuluş biçimi, toplumda
yaşanan gelişmeler üzerinden yeni hareketlilikler oluşturabilir. Bir gazetenin
manşeti, bir televizyon kanalının haberi o gün tüm ülkenin gündemini belirleyebilir, insanları harekete geçirebilir.
Bu sebeple bir olayın nasıl haberleştirilip halka ulaştırıldığı önemlidir.
Haberciler, ilk toplumlardan bu yana
tarihin tanığı olmuştur. Tanıklık eder ve
tarih için müsvedde tutarlar. Dolayısıyla hem kamuya hem de tarihe karşı sorumlulukları vardır. Firavunların, kralların, sultanların efsane yazıcıları vardır.
Halkların ise habercileri.
Kitle iletişim aracı olarak tanımlanan
basın-yayının kapitalizm koşullarında
iktidarlarla olan çıkar bağları bu basın
yayın kuruluşlarının toplumu ilgilendiren haberlerde taraflı davranarak
gerçekleri halktan gizlemeye hizmet
eden bir habercilik politikası izlemelerine neden olur. Basın kuruluşları söyledikleri gibi en doğru, en gerçek haberi
halka ulaştırabilirler mi? Medya kuru-
33 basin 2.indd 1
luşları belli tekellerin elindedir ve bu
tekeller kendi çıkarları doğrultusunda
algı oluşturmaya çalışırlar. Egemenlerle kol kola olan bu kuruluşlara ait
televizyon, gazete, radyo veya haber
sitelerinde gerçeğe olduğu gibi ulaşmamız çok zordur. Oysa haberciliğin
belli değerleri vardır.
Halkı bilgilendirmeye çalışan bizleriz
ancak iktidarın ve medya patronlarının
iki dudağı arasında habercilik yapıyoruz. Ola ki çalıştığımız kurum çıkarına
ters söz söyleyelim, iktidarı eleştirelim
tehditler alıyoruz. Yetmiyor işimize son
veriliyor, olmuyor gözaltına alınıp, tutuklanıyoruz, haber peşinde koşarken
ölüyoruz, öldürülüyoruz. İktidarlarını
devam ettirebilmek için bizim yaptığımız haberler üzerinden halkı aldatmaya, kandırmaya çalışıyorlar. Ülkeyi
kasıp kavuran tüm halkı ilgilendiren
haberleri sansürlüyor, onlar hakkında
konuşmamızı yasaklıyorlar. Dilimize
kement takmak, kalemimizi kırmak istiyorlar. Her şeyin ötesinde emeğimiz
üzerinden bu kadar kirli politikalar geliştirilirken, çoğu zaman emeğimizin
karşılığını da alamıyoruz. Bir garantimiz
yok, her an işten çıkarılabiliyoruz. Mesleki haklarımız çok geri, mesleki koşullarımızdan memnun değiliz. Tüm halk
gibi biz de azgın sömürüden payımıza
düşeni alıyoruz. Haklarımızı korumak
için örgütlenemiyoruz, sendikalaşmak
yasak. Bir sendikaya üye olduğumuzda
işten atılma tehdidiyle karşı karşıya kalıyoruz. Onca soruna rağmen medyayı
ayakta tutan bizler haber olamıyoruz.
Peki, ne yapacağız? Haberlerimizin iktidarların çıkarlarını korumasına izin mi
vereceğiz? Adaletsizliklere ve haklarımızın gasp edilmesine göz mü yumacağız?
HAYIR!
İşten atılmalara, görev yaparken dövülmelere, sessiz sedasız ölümlere
izin vermeyeceğiz! Üniversitelilerden,
stajyerlere, amatör gazetecilerden,
profesyonellere, eskiden yeniye, deneyimli deneyimsiz basın-yayın alanında
nerede kim varsa bir araya gelecek ve
örgütleneceğiz. Gerçekleri olduğu gibi
halk yararına alternatif alanlarımızı ve
olanaklarımızı yaratarak anlatacağız.
Üreteceğiz, doğruya sahip çıkacağız.
Emeğimize sahip çıkıp faşizme karşı
gerçeği savunacağız.
İletişim: 0536 585 14 60
[email protected]
2/5/15 1:32 AM
deneme
deneme
atilla taş üzerine
deniz ekin
Atilla Taş 90’lı yılların başında Ham Çökelek isimli türküyü düzenleyip yorumlamasıyla bir anda meşhur olmuştu. O
yıllarda herkes Ham Çökelek şarkısı,
şarkının klibini ve Atilla Taş’ı konuşuyordu. Çok da bilinmeyen bir türküye
yaptığı düzenlemeyle bir anda ünlü
olan Atilla Taş daha sonrasında birkaç
şarkı daha yaptı ve fakat ikibinli yılların
hızlı manevrasında savrularak o ilk yakaladığı şanı, şöhreti bir daha yakalayamayıp “gündem”den düştü.
Milenyum rüzgarıyla yeni yetme popçular empoze edilirken halka, Atilla Taş
ve muadili birçok popçu, arabeskçi vb.
bir anda ekranlardan silindi. Artık televizyona çıksalar dahi kimse yüzlerine
bakmıyor, kaldı ki kimse televizyona
çıkarmıyor, adeta kullanıp kullanıp bir
kenara bırakıyordu. Atilla Taş’ı ikibinli
yılların başında çeşitli sansasyonal haberlerle televizyonda gördük fakat bu
da tutmayınca bir süre sonra tamamen
ortadan kayboldu. Çünkü tekelci medyanın kullanabileceği malzemesi kalmamıştı artık Atilla Taş’ın.
Bu yok oluş ta ki 2012 yılına, Atilla Taş’ın
Gangnam Style şarkısına rakip olarak
Yamyam Style isimli bir şarkı yapmasına kadar sürdü. Bu şarkıyla aniden
internet ortamında kendinden söz ettirmeye başlayan Atilla Taş için o dö-
34-35 2.indd 2
nemler mizahi kampanyalar başlatıldı.
“Atilla Taş Türk değil Yunan’dır” şeklinde
ki “Atilla Taş’ı Yunanistan’a itekliyoruz”
isimli kampanyalar karşısında Atilla
Taş’ın da kendisiyle alay etmesi internet kullanıcıları arasında bir sempati
kazanmasını sağladı.
Bu noktaya kadar çizdiğimiz tablonun
dergimiz sayfalarıyla ne alakası olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Evet tam
da bu noktada başlıyor zaten. Atilla
Taş artık bir twitter kullanıcısıydı ve
değişip gelişen gündemler karşısında
hiç durmadan, yazıyor, eleştiriyor, taşı
gediğine koyuyor ve kendiyle de alay
etmekten geri durmuyordu.
Evet Atilla Taş, yıllarca tekelci medyanın, burjuvazinin, kirli kar ilişkileriyle
dönen müzik sektörünün kendisini
kullanıp bir kenara atması karşısında
adeta herkesten intikam alıyordu. Kendisine sunulmayan televizyon ekranlarına ihtiyacı olmadığını, yüzbinlere
ulaşan takipçileriyle twitter üzerinden
gösteriyordu. Atilla Taş’ı incelememize
neden olan yanı twitter’da gündelik
yazdığı mesajlar değil çok ciddi bir iktidar eleştirisi yapması, bunu korkusuzca yapmasıydı.
Atilla Taş aslında şuan bir sanatçının sahip olması gereken duruşu gösteriyor-
du. Verdiği bir röportajda “artık maymunluğu bırakıp, gözlerimi gerçeklere
açıyorum” demişti ve sahiden de sanatıyla ulaşamadığı kitleye, koyduğu tavırlarla ulaşıyordu. Ve son olarak kendi
deyimiyle ilk pop-protest şarkıyı yaptı
ve youtube’dan paylaştı. “Hırsız” isimli
şarkının bazı sözleri şöyle: bitmedi yemeleri/maduruz demeleri/yedi de bitirdi beni/arsızca gülmeleri/para dolu
kara dolu ayakkabı kutuları/ama bunu
bana/bunu bana yapma/beri bak beri
bak/bi yerine kına yak/yandaşa akrabaya hep kıyak/hep para hep para hep
para seni gidi hırsız!
Evet, hırsıza hırsızdan başka bir şey denilemeyecek memlekette, birçok kişi
susup sinerken Atilla Taş bunu yapmadı.
Yaptığı şarkının sanatsal yönü ne kadar
doludur tartışılır. Atilla Taş’ın duruşu
şu vakte kadar ne kadar doğruydu ve
şuan yaptıkları evvelden yaptığı hataları kapatmaya yeter mi bu da tartışılır
fakat biz yazımızda son olarak Taş’ın
twitter’dan yazdığı mesajlara yer veriyoruz ve sanat yaptığını iddia edip
de bugün hiçbir şeye ağzını açmayan
sanatçıların gereken mesajı almalarını
umut ediyoruz.
2/5/15 1:08 AM
34-35 2.indd 3
2/5/15 1:08 AM
eleştiri
eleştiri
beynimizdeki çöplük:
televizyon
deniz korcan
kanala geziyoruz. Aslında rastgele gezmiyoruz. Her kanalda hangi
dizinin başlayacağı belli. Onları biliyoruz ve çeviriyoruz kanalları. Bazen de utangaç bir edayla. “Amaan
bu televizyonda da hiç bir şey yok.”
Diyoruz. Eee yok biliyoruz da o zaman ne arıyoruz. Hiç. Kocaman bir
hiç. Aman işte can sıkıntısı. Günlük
maişet derdinden biraz kopuş...
Yorgunca koltuğa bir uzanış. Ne yapalım başka. Ne var ki hayatımızda
eğlencelik? Böyle mi diyoruz... Kendimizi mi kandırıyoruz? Kimi kandırıyoruz?
Hepimizin evinde baş köşede oturuyor. Bir aile büyüğü gibi. Önemli
bir yerde duruyor baş köşede. Saygıdeğer bir kişi gibi oturuyor. Hani
eskilerde sözü dinlenen kişilere
çevrilirdi ya bütün başlar, öyle yani.
Etrafına diziliveriyoruz. Başlarımız
36-38 beynimdeki copluk 2.indd 2
Aslında durum bazen daha vahim.
ona çevirili. Söyleyeceklerini dinli- Her bir odada bir televizyon ve
yoruz. Kim mi? TELEVİZYON.
karşısında bir aile bireyi. Herkesin
dizisi kendi beğenisine göre. Aile
Elimizde kumanda. İşimize geleni bireylerinin beğendiği diziler farkdinliyoruz izliyoruz. Tabii ki o hep lılaşınca farklı odalara çekiliveriyor.
aynı şeyleri söylüyor aslında ancak Eskiden evlerimizde
zde kurulan o sof
sofbiz farklı sanıyoruz. O kanaldan bu
2/4/15 11:32 PM
ralarda yenilen yemekleri ve mutlu
aile görüntülerini sadece margarin,
ramazanlarda (Ramazanla ne alakası varsa)iftar sofralarınd Koka kola
reklamlarında görüyoruz. İşte böyle
aramıza giriveriyor televizyon babamızın metresi gibi. Ağır mı oldu bu
laf. Ama cuk oturdu... Kusura bakmasın Tavır okurları daha iyi oturan
bir deyim bulamadım. Aynen böyle
ailemizi bölüveriyor tıpkı o yazdıysa bozsun yuva dağıtan kötü kadın
gibi. Yalan mı? sürekli fitne fesat yayıyor. Dedikodu kıskançlık entrika...
Ne ararsan var yani. Aslında hep
böyleydi bu fitne fesat aygıt ama
biz farkında değildik.
Bu yazıyı yazarken çocukluğumu
hatırladım. Benim gibi kırklı yaşlarda birinin çocukluğunda televizyon
yeni yeni yaygınlaşıyordu.. Bir memur ailesinin çocuğu olarak eve ilk
televizyon giren şanslı kişilerdendim. Köyde yaşamayı tercih etmişti
ailem. Daha doğrusu memuriyet
ve mecburiyet meselesi... Köyde ilk
televizyon bizim eve gelmişti.
36-38 beynimdeki copluk 2.indd 3
Tek kanal vardı ve hani Vizontele
filminin meşhur sorusunu sorduğumuz yıllardı “Zeki Müren’ de bizi
görecek mi?” Zeki Müren ve Zeki
Mürenler bizi çok iyi görüyordu aslında o televizyon ekranından. Bizi
görüyorlardı. Beynimizi aklımızın
içini okuyorlardı. Bu konuya parantez açıyorum tekrar döneceğim.
İşte biz o meşhur soruyu soranların
saflığı ve temizliğinde televizyon
ekranının başına dizilirdik menemen bardağı gibi. Ancak o kadar
severdim ki ben o kalabalığı. Evimize bir sürü insan toplanırdı. Beyaz
başörtülü köylü kadınlar. Ellerinde
danteller Türk filmi izlerlerdi. Hem
dantel örer hem TV ekranına bakar.
Annem de elinde tepsi ile bütün
salonu kaplamış bu misafirlerimize çay ikram ederdi. Pamuk tarlası
gibiydi duruşları. Ben de her birinin
kucağına otururdum. Şımarırdım.
Ancak öyle bir doyar-
dım ki sevgiye. Televizyon bi
bizii bir araya geti
getirirdi.
irdi
Velhasıl herkes birbirini görür toplaşılırdı bir evde ve sessizce o masum
“zengin kız fakir oğlanlı” filmleri
izleyip hayaller kurardı. Üvey anne
Aliye Rona’ya lanet okur, Hüseyin
Baradan’a söver, Erol Taş’tan tiksinir, Türkan Şoray ile Kadir İnanır’ın
aşkına inanırdı. O zamanlar hakim
Hulusi Kentmen’di ne “Paralel Yapının” ne “Tayyip’in” hakimiydi. Adaleti uygulardı o. Münir Özkul yoksul
ama şerefli babamızdı. Zenginlerin
içinde de iyiler vardı. İyi kalpliler
olurdu. Sarışın kadınlar yuva yıkardı
hep. Bizim esmer kadınlarımız namusluydu. Her şey daha masumdu
o ekranda. Hayatta masum değildi
hiç bir şey bu kadar. Ve biz o filmlere inanırdık. Sonra Amerikan filmleri gençliğimizin vazgeçilmezi oldular. Bol bol kola içtik hamburger
yedik. Bencilleştik. İngilizce aksanla
Türkçe konuşan bir kuşak yaratıldı
bizden.
Televizyon... Damarlarımıza zerk
edilen bu zehir bugün televizyonda
zyonda gördü
gördüğümüz
dizilerden, yarışma programlarından ibaret değil
sadece. Yan
Yani yukarda açtığ
ğım ve kapattığım paranteze tekrar dönmek
ist
stiyorum. Zeki Müren
biizi hep görmüş. O televizyonda bizler için
lev
her dönem b
bir program
ççizilmiş. Zenginlerin iyi
olduğuna yoksul olsak
oldu
bile bu durumu kabul
etmemiz gerektiğine
inandırıldık. Bak biz
yoksuluz ama böyle
kalalım. Parayla saadet olmaz. Para
adamı bozar... En iyisi yoksul olmak
zaten kaderimiz böyle herkes şanslı
değildir eşit değildir. İçten içe nele-
2/4/15 11:32 PM
re inandırıldık nelere kandık kimbi- Bizi bağımlı hale getiriyor televizlir.
yon. Dizilerdeki karakterler ile bağ
kuruyor onlara kızıyor onlar için
‘80 sonrası fuhuşun patlama yaptığı üzülüp öfkelenebiliyor taraf olabiyıllardır. Ekonomik kriz beraberinde liyoruz. Kim haklı kim haksız.. kim
yozlaşmayı da getirmiştir. Fuhuş ve şurada nasıl davranmalıydı...
uyuşturucu kumar her türlü yozlaşma Özal iktidarı tarafından kö- Efsun... tam bir şeytan. Görmemiş
rüklenmiştir. Sanat ve edebiyat ala- işte ne olacak. Ne kadar cahil kaba
nında yozlaşma yaratılmış. Sanatçı bencil kıskanç. Hiç te şu zengin eve
halka umut vermek yerine kendi iç yakışmıyor. Efsun kapıcı kadının kızı
dünyasına gömülmüş hayal kırıklık- aslında ama iyi bir hayat yaşasın
ları içinde bireyciliği övüp yılgınlık varlıklı olsun diye kapıcı kadın zenyaymaya başlamıştır. Örgütsüzlü- gin ailenin kızını kendi alıyor kendi
ğün yılgınlığın teorisini yapanlar kızını da zengin aileye veriyor. Türgazetelerde köşeleri kapmış dönek lü türlü entrikalar oyunlar yalanlar
solcular yeni düzenin reklamcıları dolanlar hırs kıskançlık...her gün
olmuştur. da ‘80 sonrası Ahu Tuğ- her saat evde Efsun. Topu topu üç
ba’lı, Serpil Çakmaklı’lı filmler hat- mekanda geçen bir dizi ve mantar
ta sinema alanını bizzat porno film gibi bitiveriyor. Her saat var sanki...
furyası esir almıştır. Sinema sanatçı- Nurgül... ayıp ettiler Nurgül’e o naları bu filmlerde oynamıştır. 37 ek- muslu bir kadın adamın parasında
ran ekrandan akmıştır bütün pislik gözü yok. O sadece kızını seviyor
evlerimize.
evladına sahip çıkıyor. Birazcık hoşlandı mı adamdan ne.. ama kocasını
Bugün de yine evimizin baş köşe- görmüyor terketiş gitmiş adam Alsinde oturuyor işte.
manyalara yıllar önce.. öbür adam
zengin ama namuslu. Karısı çok
Sadece bu mu? Evlendirme yarış- sosyete. Nurgül temiz. Nurgulu sevmaları, karı koca yarışmaları, yete- mesi lazım. Karısını hemen aldatsın
nek yarışmaları...
ne olacak ki gerçek aşkı bulmuş. Bu
karı da bi ömür çekilmez ki. EvimiBir şeyleri kanıksıyoruz zamanla zin içinde burnumuzun dibinde...
olabilir ve meşru görmeye başlıyo- her türlü dizi hayatımızı parçalara
ruz. 80 yaşında bir insanın televiz- bölüyor. Kara para aşk, Paramparyon şovunda evlenmek istemesini ça... Şeref meselesi... vb vb.. adını
anlaşılır bulabiliyoruz. Ne dersiniz saysak sayfalar dolacak kadar dizi...
yozlaşıyor muyuz? Kabul etmekte bizim namuslu hayatlarımızdan çalzorlanıyor muyuz. Evet. Böyle. Önce dıklarını tekrar bize satıyorlar.
kanıksıyoruz sonra yozlaşıyoruz.
Metropol gençlerine hitap etmiyor Üç dizide evlat karışması... zenginletelevizyon. Onların ellerinde akıllı rin dramları. Yoksulların cahillikleri
telefonları var. İnternetle beyinle- hırsızlıkları... zengin ve orta ve küçük
ri esir alınmış. Onların Zeki Müren’i burjuvaların dramları. Bize ne bunayrı yani.
lardan... Neden iradi olamıyoruz.
36-38 beynimdeki copluk 2.indd 4
Onlar çok iradi ama... Bu ülkede kan
oluk oluk akarken bizim önümüze
penguen belgeselleri çıkarıveriyorlar. Medya tekellerinin bu yaptıklarına şaşırmıyoruz. Ancak o fikirleri o
kadar çabuk benimsiyor düşünmüyoruz bile üzerinde. Hepsinde ince
ince bir politika yürütülüyor. Bizim
hayatımızın en namuslu yanı bize
pazarlanıyor tekrar. Çünkü burjuvazinin bir değeri yoktur. O her şeyi
pazara çıkarmış ve satmıştır çoktan.
Her şeyin bir ederi vardır onun için.
Bizim değerlerimizi de tüketmektedir. Ondan da para kazanmaktadır.
Hayatın gerçekleri ustalıkla manipüle edilmekte ve tekrar bize sunulmaktadır. Yalan dolan ve çürümenin
kokusu sarmıştır etrafı.
Aileler ergenliğe geçmiş çocuklarıyla iletişim kuramazlardı eskiden.
Şimdi ise ilkokula giden çocukları
ile iletişim kuramamaktalar. Çocuklar kendi dünyalarında, gençler
bunalımda, anne babalar ise ekran
başında kendi dizisini programını
kovalamaktalar...
Çare ne? Çare belli. Önce o televizyonun düğmesini kapatmak ve aile
bireyleri arasında başlayıp bütün
mahalleye yayılan ortaklıklar kolektif sanat eğlence üretimleri yaratmak. İnanın çok zor bir şey değil.
Gerçek bir dünyanın samimi çıkarsız
ilişkilerini yaratmak çok zor değil.
Bu düzendeki her şeyin bir alternatifi vardır. Gerisi yozlaşmadır çürümedir.
2/4/15 11:32 PM
anı
anı
oyuncu ile mimcinin
kesişen yolları
mehmet esatoğlu
Sahne sanatları içinde
nde sözsüz oyun
(Pantomim) ikinci Dünya Payla
Paylaşım savaşı öncesi ve sonrasında dünyada ve
ülkemizde
zde sahne anlatımında de
değişik
yankılar uyandırmış, tiyatro,
yatro, ssinema ve
dansı etkilemiş birr sanat dalı.
Sözsüz oyun benim
m sanat ya
yaşamımda
da ilginç izler bırakmış birr sahne sanatı.
Önceki ay ülkemizde
zde sözsüz oyun ala
alanına gönül vermiş birr sanat insanı Ulvi
Arı, sağlık sorunları yaşamaya
amaya ba
başladı.
Hiç sosyal güvencesi olmadı
olmadığından sıkıntılı durumlarla yüz yüze geld
geldi. Ancak
sanatçı dostlarından 50 tanes
tanesi onunla
dayanışmak için bir etkinlik gerçekleştirdiler.
Etkinlikte benden de birr konu
konuşma istemişlerdi.. Bende sözsüz oyunun ben
benim
sanat yaşamımdan
amımdan geçen izlerini anlattım. Geceye katılan yazar, ö
öğretim
üyesi Prof. Semih
h Çelenk’
Çelenk’in önerisiyle
de yaptığım konuşmayı bir yazıya döktüm.
Yıl 1968. İstanbul’un
stanbul’un Aksaray’ının orta
yerinde bir lisede
sede okuyorum. B
Biraz ilerde üniversite binaları
naları var. Tam okulun
yanında Türkiye Öğretmenler
retmenler Send
Sendikası (TÖS). Bizz tam ortadayız.
39-41 tiyatro 2.indd 1
2/4/15 11:56 PM
İstanbul kaynıyor. Hem politik olarak
hem de sanatsal olarak. Biz liseli gençler olarak her birine ayrı ayrı koşturuyoruz.
(Meraklısına not: Lisenin yanı başında
TÖS salonunda yazar, yönetmen Sermet Çağan yeni yazdığı oyunu “Ayak
Bacak Fabrikası”nı sahneliyor. Oyun
dış emperyalist güçler tarafından ekonomisi abluka altına alınan bir ülkede
insanların önce nasıl kötürüm edildiğini ardından da orada dış sermayenin
nasıl ayak-bacak fabrikaları kurduğunu
anlatıyor. Yönetmen Çağan oyunu var
edebilmek için evinden eşya satıp o
parayla dekor ve kostümleri var ediyor)
Bizim okuduğumuz lisenin ise bir tiyatro kolu var. Sınıfların en iyi taklitçileri
orada. Kolda öğretmen taklitçileri çok
gözde. Anadolu’da konuşulan değişik
şive taklitçileri de çok ilgi topluyor. Bir
de eşcinsel, fahişe taklidi yapanlar gibi
uç örnekler var.
Tiyatro kolu haftanın hemen hemen
her günü toplanıyor. Eğitim çalışması
için kulaktan dolma bilgilerle ilerlenmeye çalışılıyor.
Her gün çalışma öncesi oyunculardan
biri gördüğü oyundaki bir anı önümüzde canlandırıyor. Büyük bir heyecanla
izliyoruz. Tam alkışlarken o oyunu daha
önce görmüş biri o sahneyi oynamaya
koyuluyor. İki oynayan arasında sürekli
“öyle değildi”, “böyle değildi” diyerek o
sahne üzerine yoğun bir çekişme yaşanıyor.
O günlerde hepimizi heyecanlandıran
bir oyun var. Ulvi Uraz topluluğu Rıfat
Ilgaz’ın “ Hababam Sınıfı” nı sahneliyor.
Sahnede Zeki Alasya, Metin Akpınar,
Ahmet Gülhan, Ercan Yazgan, Suzan
Uztan var. Uztan “İnek Şaban” rolünde.
(Meraklısına not: Sahnede ilk kez eğitim sistemine yönelik eleştiriler var.
İstanbul’da öğrenci gençlik oyunu iz-
39-41 tiyatro 2.indd 2
leyerek önce çok eğleniyor ardından
okul sıralarında ülkedeki eğitim sistemini sorgulayan tartışmalar yapıyor. Bir
başka yanıyla da ülke gençliği 40’kuşağı yazarlarından Rıfat Ilgaz’la tanışarak
onun hiç bilmediği diğer yapıtlarını da
okumaya yöneliyor. )
Bilecik günlerini anlattı bize. Bir kasap
vitrinine girip mahalledekilere gösteriler yapma serüvenini dinledik.
Bir kadının erkeği oynayışı bizi çok güldürüyor. Defalarca oyunu izlemeye gidiyoruz. Oyundaki tiplemeleri sahnede
yineliyoruz. Herkes rollerden biri üzerine uzmanlaşıyor.
Biz de kendi okulumuza özgü bir hababam sınıfı yapmak istiyoruz. Ancak bizi
çalıştırmak için sonradan aramıza katılan Aytekin abi bunun yanlış olduğunu
söylüyor, taklitçilikle bir yere varılamayacağı konusunda bizi ikna ediyor.
Özellikle Bico’nun bir kadınla buluşma
serüveni tümü erkek öğrencilerden
oluşan bir lisede pornografik bir şova
dönüşüverdi.
Sean O ‘ Casey’in “Sağlık Yurdu” adlı
metni o günlerde yeni basılmış. Onunla başlamamızı öneriyor.
Tam bu kargaşanın ortasında okuldan
bir genç prova öncesi salona dalıyor ve
bize bir önceki gün izlediği bir gösteriden söz ediyor.
Çocuk “bir oyun gösterisi ama hiç söz
yok” diye başlıyor anlatmaya. Hepimiz
“haa biliyoruz” havasındayız ama bir
yandan da çocuğu dinliyoruz.
Çocuk gittikten sonra herkes birbirine
bakıyor. Bu işi kurcalamaya karar veriyoruz. Onun anlattıklarından kafamızda kalan iki isim var biri Ergin Kolbek
diğeri ise oynadığı tip; Bico.
Koca kentte Güzel Sanatlar okulunu
arayıp tarıyoruz. Öğrencilere Kolbek’i
soruyoruz. Hemencecik de buluveriyoruz. Boş bir derslikte prova yapıyor.
Sessizce provayı izliyoruz. Kafamız allak bullak oluyor. Karşımızda bir oyuncu var. Söz kullanmadan oynuyor ve
biz onun anlattıklarını algılıyoruz.
Prova bitimi Kolbek’le sohbet ettik.
Okulda günlerce “Sağlık Yurdu” provası
öncesi Kolbek’in yaptıklarını yineleyip
durduk.
Bizim aramızda “pantomim” diye bir
kavram yoktu. Biz Ergin’in yaptıkları,
ettikleri diye aramızda konuşup duruyorduk.
Bir gün Ergin Kolbek’in kendini akademinin damından attığı haberini duyduk. Okuldan kaçtık. Onu bulduğumuz
okula koştuk. Bahçesinde dolandık.
Prova yaptığı sınıfa baktık. Yoktu. Okuldaki öğrenciler de olup bitenle ilgili
pek bir şey söylemediler bize. Yalnızca
yerde gördüğümüz belli belirsiz kırmızı lekelere bakıp kalakaldık öylece.
Kimbilir belkide o lekelerin Kolbek’le
bir ilgisi yoktu.
Dünyalar başımıza çökmüştü. Sahnede
sözsüz harikalar yaratan biri vardı ve
uçup gidivermişti aramızdan.
Okul bittikten sonra birbirimizden
kopmamak için Fatih Halkevi’ne gidip
lisede yaptığımız çalışmaları orada sürdürüyorduk. O günlerde halkevi Fatih
Camii’nin içindeydi. Yaz geceleri caminin avlusunda oyun gösterileri yapılırdı.
Bizim aklımıza Kolbek düştükçe onun
hareketlerini yinelerdik.
1974 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nın “Deneme Sahnesi” çağrısıyla düştük yollara.
Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nun
yangından kurtulmuş marangozhanesinin kapısında bizi çok yakışıklı bir
2/4/15 11:56 PM
adam karşıladı; Adı Beklan Algan’dı.
Beklan Algan’ın çevresinde toplanmış
İstanbul’un amatör tiyatrolarından 60
gençtik. Algan bize yapılacak çalışmaları anlattı.
Bir yıl değişik eğitmenlerle çalışmalar
yapacaktık. Bu çalışmaların sonunda
“Adsız Oyun” adlı gösteriyi sergileyecektik.
Çalışmalar başladı. Eğitmenlerimizden
biri de Taner Barlas’tı. Barlas’ın ilk çalışmasında heyecanla birbirimize baktık.
Karşımızda yeni bir Ergin Kolbek duruyordu. Biz Kolbek öldü. O yaptıkları da
yok olup gitti diye hüzünlenirken şimdi
karşımızda bir başka Kolbek vardı.
Önceleri onunla konuşmaya cesaret
edemedik. Bir süre sonra aramızda
sıcak bir dostluk oluşunca ona Kolbek’ten söz ettik.
Barlas bizim heyecanlı konuşmalarımızı dinledi. O gün çalışmadan sonra bize
uzun uzun mim sanatını anlattı.
Pantomim’in dünyadaki ve ülkemizdeki ustalarından Marcel Marceau’dan,
Erdinç Dinçer’den söz etti.
Deneme Sahnesi’nde Pantomim sohbetleri aylar süren seminerlere dönüştü. Pantomim artık yaşamımızın
bir parçası olmuştu. Barlas o günlerde
Şehir Tiyatroları bünyesinde “ Sırtımızdakiler” adlı tek kişilik bir mim gösterisi
hazırlıyordu. Oyunda Barlas’ın sözsüz
anlatımı çok çarpıcıydı. Bu çalışmanın
ardından Oben Güney’in “Yük” adlı
gösterisi geldi.
Deneme Sahnesi günlerinde oradaki
oyunculardan bazılarıyla amatör bir
grup oluşturup adına da “Yol Oyuncuları” dedik.
Yol Oyuncuları topluluğu o günlerde
genç bir tiyatro öğrencisi olan Ayşın
Candan yönetiminde Bertolt Brecht’in
39-41 tiyatro 2.indd 3
“Kural ve Kuraldışı” oyununu çalışmaya
başladı. Ekipte Vecihi Ofluoğlu adlı bir
oyuncu yer almakta ve “Kılavuz” rolünü
oynamaktaydı.
(Meraklısına not: Bertolt Brecht’in öğretici oyunları içinde yeralan “Kural
ve Kural Dışı” adlı yapıtı 1962 yılında
Sahne Kapısı yayınları tarafından yayınlandı. Oyun sınıfsal yaklaşımından
ötürü mahkemece yasaklandı. Büyük
şirketlere petrol alanları bulmak için
yarış halindeki tüccarların kapitalist
acımasızlığını konu alan yapıt, 60’lı yıllarda ülkemizde sahnelenen ilk Brecht
oyunlarından biridir.)
Provalar sırasında Vecihi’nin gövde kullanımı dikkatimizi çekiyordu. Süreçte
yeni bir pantomimci bulmuştuk.
Vecihi Ofluoğlu ile Yol Oyuncuları sürecinde başlayan dostluğumuz uzun
yıllar sürdü gitti.
Vecihi mim sanatı için gövdesini uzun
süre eğitmiş bir sanatçıydı. Gösterileri
salt bir mim gösterisinden öte belli bir
politik içerik de taşıyordu. Mim gösterilerinde değişik ışık biçimleri ve dia
kullanıyordu.
sahneledi.
Pantomim son 45 yılda kimi zaman
ortadan kaybolarak kimi zaman ilginç
sahnelemeler yaparak ilerledi.
Oktay Anılanmert’ten Oğuz Aral’a,
Sedat Küçükay, Ulvi Arı,Yaşar Nezih
Eyüboğlu’na bir dolu insan bu alana
önemli katkılar sundular.
Onca serüvenin ardından 1991’de bir
tiyatro semineri için gittiğimiz Zonguldak’ta bir maden işçisi ile karşılaştık.
Gövdesine renkli boyalar çizerek sözsüz oyunlar oynuyordu. Adı Fahri Bozbaş’tı. Pantomim diye bir sanat dalından haberdar değildi. Ama sahnede
yerin binlerce metre dibinde madencilerin dünyasında olup bitene dair inanılmaz öyküler anlatıyordu.
Üzerinde yaşadığımız toprak böyleydi
işte. Kökü binlerce yıl öncesine dayanan bir temaşa geleneği vardı. Bu toprağın çocukları da el yordamıyla onu
bir yerlerden bulup çıkarıp keşfediyorlardı.
Barlas ve Ofluoğlu 70’lerin ortasında
bambaşka bir politik dili pantomim içine sokmayı başardılar.
Gösterilerinde emek-sermaye ilişkisi,
ezilen insanın çaresizliği, egemenlerin
toplum düzeninde insanın düştüğü
açmazları bir yanıyla eğlenceli bir dille
anlatan öte yanıyla zihinsel bir faaliyeti
kafamızda harekete geçiren Barlas ve
Ofluoğlu Kolbek’ten aldıkları bayrağı
başka bir zirveye taşımayı başardılar.
Ofluoğlu bireysel gösteriler ve tiyatro çalışmalarıyla ilerlerken Barlas 80’li
yılların ortasında bir pantomim topluluğu kurup 1989’a kadar Richard
Bach’tan Kafka’ya bir dolu yazarın
metninden yola çıkan mim gösterileri
2/4/15 11:56 PM
televizyon
televizyon
gözüm üstünde
derya doğan
Dergimiz sayfalarında ısrarla yer verdiğimiz ve hiç aksatmadan yazmaya
özen gösterdiğimiz bir köşe televizyon köşesi. Daha evvelinden dergimizi
okumayanlar, bu köşede televizyonda
izlenilecek herhangi bir dizi, program
önerdiğimizi düşünebilir.
Hayır tam aksine biz yaklaşık iki yıldır
televizyon köşesinden siz okuyucularımıza sesleniyoruz, o televizyon kutusuna hapsolmayın diye. Belki de çok
net ifade ettiğimiz bir cümle olarak geçiyor bu dergimiz arşivine. Bir televizyon programı üzerinden gidelim yine:
Gözüm Üstünde.
Gözüm Üstünde yarışma programı, İngiltere’de yayınlanan Gogglebox adlı
yarışmanın Türkiye formatıdır. Bu format da, siz televizyon izlerken, televizyon da sizi izliyor. On iki aile normal ev
hayatlarındaki halleriyle izledikleri televizyon programlarını, dizileri yorumluyor. Bu on iki aile televizyon izlerken,
kendi evlerinde kendi yaşam alanlarındalar. Ve doğal olarak yaşam alanları ve
özelleri de artık bir televizyon ekranında yer alıyor.
Gözüm Üstünde programı bize Jim
Carrey’in başrolünde oynadığı The Truman Show isimli filmini anımsatmaktadır. Filmde Carrey tam otuz yıldır yapay
bir hayatı yaşayan ve yirmi dört saati
dizi olarak yayımlanan bir adamın, etrafındaki her şeyin sahte olduğunu ve
tüm hayatının aslında bir dizi olduğunu öğrenmesini konu alır.
Bu yarışma programı da yukarıda anlattığımız filmden çok da farklılık gös-
42 tv 2.indd 2
termemektedir. İnsanlar televizyon
izliyor ve izlediklerini değerlendirirken
aslında bir televizyon programındalar.
Ve aslında olay bu kadar çelişkiyle de
sınırlı kalmıyor. Bu program için tercih
edilen aileler de emperyalizmin yaratmak istediği toplumun prototipini
oluşturuyor. Sorgulamayan, koşullara
teslim olmuş, geri yanlarıyla var olan
bir insan tipi. Evet, bize reva görülen...
Programda çok çarpıcı detaylar var.
Örneğin televizyon izleyen ailedeki
kızlardan birinin, makyaj üzerine bir
değerlendirmesi var. Tam olarak şöyle
aktarıyor: “Ben ergenlikte Adana’nın
en çirkin kızıydım. Şişmandım da 60
kiloydum. Yüzümdeki sivilcelerden
gözlerim zor seçiliyordu. Kıvırcık saçlarla geziyordum tabi. O zamanlar saç
düzleştiricisiyle tanışmamıştık. Annem
de hiç makyaj malzemesi almamış. Bir
insan nasıl böyle bir şey yapabilir çocuğuna ya? Erkeklerin de ölümüne kankasıydım”
Burada dikkat çeken durum bir annenin kızına makyaj malzemesi almamış
olmasının ölümcül olarak tanımlanması. Evet, her gün gözümüze gözümüze
sokulan “sen her şeyin en iyisine layıksın” “değişime hazır ol, bir dokunuşla
bambaşka olacaksın” ve daha binlerce
örnek verebileceğimiz sloganlar dünyamıza giren makyaj genç bir kadının
hayatında ergenlik evresinde annesinin kendisine attığı bir “kelek” olarak
tanımlanıyor işte. Aslında bu cümleleri
kuran kişi farkında olmasa da o esnada
konuşan kendisi değil, konuşan emperyalizm.
Programda hiç kimse doğal davranmıyor. Yarışmayı kazanmak için daha
dikkat çekici ama birbirinden
nden alakasız
cümleleri hiç çekinmeden kurabiliyorlar. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu program bir günah keçisi midir?
r? Elbette tek
başına değil. Çünkü televizyonun içerisinde bulunan en iddialı kanallar dahi
en büyük “günahkar”lardır.
Televizyon, insanın benliğini çalıyor.
Halkı, gerçekliğinden
nden koparıyor. Yapay
bir dünya yaratıp o dünyayı beyninin
n
içine kazıyor. Bu programda da gördüğümüz üzere bir evin içerisinde televizyon varsa koltukların konumu bile
le
televizyona uygun olarak belirleniyor.
yor.
Televizyon izlenilen bir ortamda kimse
mse
kimsenin yüzüne bile
le bakmıyor. Hatta
birisi birr cümle kuracak olsa, aklından
örneğin gün içinde yaşadığı bir an
geçse ve onu paylaşacak
acak olsa hemen
susturuluyor ve televizyona olan odağı
kırması engelleniyor.
Halkın kültüründe televizyon izleme
kültürü diye bir şey yok. Bizler iyi birer
hikaye anlatıcılarıydık, Anadolu topraklarında sözlü anlatımların değeri
tartışmasızdır. Bizler iyi birer manicilerdik, birbirimize maniler okur, şarkılar
arkılar
söyler, bilmeceler sorardık. Buydu bizim kültürümüz... Ve şimdi, ancak elektirikler kesilirse aklımıza geliyor
yor evde
başka birilerinin de olduğu ve televizyon kapanınca aklımıza geliyor
yor sohbet
etmenin kıymeti harbiyesi..
2/5/15 1:25 AM
kitap
kitap
bir kitabın öyküsü...
eren buğlalılar
2010 yılında Türkiye’deki politik tiyatrolar üzerine çalışmaya başladığımda,
ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisiydim.
Zamanımı Milli Kütüphane arşivlerinde, odaklandığım dönem olan
1960-1972 yılları arasındaki politik tiyatrolara ilişkin araştırmalar yaparak
geçiriyordum. Öğle molalarında Milli
Kütüphane’nin kantininden kurumuş
tavuk ızgara yiyor, benim gibi araştırma yapan birkaç sosyal bilimciyle kısa
sohbetler ediyordum.
Teorik çerçevenin oluşturulması, literatür ve arşiv taraması, yazım aşaması
derken tezin yazılması iki yılımı aldı.
İngilizce yazılan tezin Türkçeye çevrilip
kitap formatına getirilmesi de yaklaşık
bir altı ay sürdü. Tabii tüm bunlar bir
yandan da para kazanmak için tercümeden tercümeye koştururken yapıldı.
Türkiye’de sosyalizmin tarihini araştırırken insanın devlet bursu alası gelmiyor
sevgili okur. İşte araştırma bittikten
yaklaşık iki yıl sonra, kitabım nihayet
yayımlandı.
43-44 2.indd 1
Sosyal bilimciler olarak tezlerimize başlık bulmak konusunda çok iyi olmadığımız doğrudur. Bu tezin de kuru, akademik bir başlığı vardı. “Kadife Koltuktan
Amele Pazarına” isminin ilhamını bana
yine arşivler verdi. Bunların ilki Haziran
1969 tarihli Milliyet gazetesi haberiydi.
Devrim İçin Hareket Tiyatrosu (DİHT)
isimli kumpanyanın İstanbul’un amele
pazarlarında verdiği temsil Akal Atillâ
isimli gazeteci tarafından haberleştirilmişti:
Başlığın “kadife koltuk” kısmına ise
DİHT’in kurucularından olan değerli
tiyatrocu Mehmet Ulusoy‘un bir yazısı
ilham verdi. 1970 Şubat’ında Tiyatro 70
dergisine yazdığı yazıda Ulusoy şöyle
diyordu:
Devrimci bir tiyatro yapıyoruz diyebilmek ancak devrimi yapabilecek sınıfların yanında, onun kavgasında yer almakla olanaklıdır. Bu insanları da ancak
gecekondularda, fabrika kapılarında,
çamurlu sokaklarda bulabiliriz, ücreti
10-15 lira olan kadife koltuklarda değil.
Gerçekten de Türkiye’deki politik ti-
yatronun tarihi, tiyatrocuların kadife
koltuklu salonları terk edip, köylünün,
emekçinin ayağına giderek, onlar için
tiyatro yapmasının bir tarihidir. Tiyatro
ve mekanın birbiriyle ne kadar ilişkili
olduğuna bir örnek.
Ben de bu dönüşümü anlatabilmek
için kitaba “Kadife Koltuktan Amele Pazarına” ismini verdim.
Kitabın gecikmesinin sorumlusu faşizm... Tavır Yayınları‘ndan dostlarım
kitabı basmak istediklerini söylediğinde gerçekten çok heyecanlandım. Bu
benim ilk kitabım olacaktı ve 30 yıllık
tarihini, geleneğini bildiğim Tavırdergisinin kitabı sahiplenmesi benim gibi
bir sosyalist araştırmacıya verilebilecek
en güzel onurlardan biriydi.
Faşizm bu heyecana gölge düşürdü.
Ocak 2013’te İdil Kültür Merkezi’ne yapılan polis baskınında, kitapla ilgilenen
Tavır Dergisi editörlerin de bulunduğu
devrimci gazeteciler, aydınlar, sanatçılar gözaltına alındı, bazıları bir yılı aşkın
süre tutuklu kaldı. Okmeydanı’ndaki
2/5/15 2:19 AM
Baskı sadece devlet tiyatrolarıyla sınırlı
değil. Haziran Ayaklanması’na destek
veren sanatçılara sayısız baskı uygula
uygulanıyor. Özel tiyatrolar ödenek alamıyor,
ttiyatrocular tehdit edilip yurtdışına
çıkmaya zorlanıyorlar. Müzisyenlerin
sözsüz eserlerine dahi sansür uygulayan, gem
gemi azıya almış bir düzenle karşı
karşıyayız.
Faşizmin sanattaki sansürü, kadrolaşması ya da baskıları Türkiye tarihinde
yeni değil. Ancak 2000’lerden bu yana
yen
yeni olan ilginç bir şey var: Sanatçıların
yen
sessizliği, eylemsizliği.
Oysa bu kitabın gösterdiği üzere, Türkiyeli tiyatrocuların bir direniş geleneği
var. 1960’lar boyunca Türk
Türkiyeli tiyatrocular baskılara karşı grevler örgütlemişler, demokratik haklarını talep etmişler ve kazanmışlardı.
Dünyanın en uzun tiyatrocu grevini yapan Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları
buna bir örnektir. tiyatro oyuncuları ve
yazarları, kend
kendilerine getirilen sansür
karşısında geniş çaplı bir boykot örgütlemiş, İstanbul Şehir Tiyatrosu’na sahip
çıkmışlardı. Halk Oyuncuları da 1969
yılında pol
polis işkencesine maruz kalmış,
sonrasında bunu ülke çapında teşhir
ederek büyük bir etki yapmışlardı.
İdil Kültür Merkezi’nin duvarları yıkıldı,
bilgisayarlarına ve kitaplarına el konuldu. Bunun ardından Tavır Yayınları’nın
çıkarmayı planladığı bazı kitaplarla birlikte bu kitabın basılması da ertelendi.
2014 TÜYAP Kitap Fuarı gelip kapıya
dayanınca yoğun bir çalışmayla, karşılıklı görüş alışverişleriyle birlikte birkaç
hafta içerisinde kitaba son şekli verildi
ve yayımlandı.
Kitabın başında sabahlara kadar uğraşan tüm Tavır emekçilerine, dostlarına
teşekkür ediyorum.
Tiyatrocuların bir direniş geleneği var
43-44 2.indd 2
Sendikalı devlet tiyatrocuları 1965 yılında Ankara’da grev yapmışlardı. 1960
ve 1972 yıllarında olan bitenleri anlatan bir kitap bizi neden ilgilendirsin
diye sorabilirsiniz. Bence tiyatrocularımızın bir an evvel geçmişi hatırlamaya
ihtiyacı var. Geçen hafta Ankara’daki
Akün ve Şinasi sahnelerinin satıldığı,
yerlerine otel yapılacağı haberini aldık.
Devlet Tiyatroları’nın özelleştirileceği,
proje bazlı çalışan hükümet uydularına dönüştürüleceği söylentileri var.
Geçtiğimiz ay DT Genel Müdürü olarak
atanan hükümet yanlısı Nejat Birecik’in
ilk icraatı, nedense, Macbeth oyununa
sansür uygulamak oldu.
Sanatçıların günümüzdeki eylemsizliğini işte bu nedenle yadırgıyorum.
Kendi haklarını, sanatlarını savunmak
konusunda hiç de yoksul bir tarihleri
yok. Tek yapmaları gereken bu tarihe
şöyle bir göz gezdirip onu hatırlamak,
üzerlerindeki toprağı silkeleyip işe koyulmak.
Umarım kitabımın buna bir katkısı olur.
Yoksa bir sürü tiyatrosuz tiyatrocumuz
olacak.
2/5/15 2:19 AM
sinema
sinema
camp x ray
leyla güney
Guantanamoyu duymamış olamazsınız. Hani şu “özgürlükler ülkesi” Amerika’nın ünlü işkence merkezi Guantanamo. 180 saat uykusuz bırakılan
tutsaklarla, çırılçıplak soymalarla, kafaya kukuleta geçirmelerla, kırbaçlamalarla, tecavüzlerle, dışkı yedirmelerle
ve daha akla hayale gelemeyecek nice
işkence yöntemleriyle anılan Guantanamo...2002 yılında açılan Guantanamo”da islami örgütlere mensup
tutukluların kaldığı ve bu tutuklulara
fiziki işkence yapıldığı yaygın bilinen
bir gerçek. Camp X Ray filmi ise Guantanamo’nun yaygın bilinen yüzünün
dışındaki bir yüzünü hatırlatıyor. “Film
Guantanamo’yu anlatıyor” dendiğinde,
“Şimdi bir sürü işkence sahnesi izleyeceğiz” diye düşünüyor insan. Ama beklenilen kanlı sahneler yok filmde. Tecrit
var, psikolojik savaş var… Emperyalizmin kendine muhalif her insana, her
örgüte, her ülkeye karşı yürüttüğü terörize etme, yalnızlaştırma politikası
var. Akıl almaz işkencelerle amaçlananın aslında beyinleri teslim almak olduğunu hatırlatıyor film.
Peter Sattler’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 2014 yapımı Camp
X Ray, Guantanamo’nun “Camp Delta”
bölümünde geçen bir hikayeyi anlatıyor.
Hikaye, Guantanamo’daki tutsak Ali
Amir ile askeri hapishanede gardiyan
olarak görevlendirilen kadın asker Amy
Cole arasında geçiyor. Ali Amir Alman-
45 film 2.indd 1
ya’da yaşarken El Kaide üyesi olduğu
gerekçesiyle CIA tarafından kaçırılıp
Guantanamo’ya getirilmiştir.
Ali’nin Camp Delta’da tutulduğu bölüm, hiç bir şekilde uzlaşmayı kabul
etmeyenlerin, direnenlerin tutulduğu
bölümdür. Tutsakların dinlerini, kişiliklerini aşağılıyorlar ve her şeye boyun
eğmelerini istiyorlar. Bu aşağılamalara
boyun eğmeyip kimliğini koruyanları diğerlerine örnek olmaması için ve
daha özel bir tecrit uygulamak için ayrı
bir bölüme koyuyorlar. Amy Cole ise
hayatında değişiklik yapmak isteyen
Amerikalı bir kadın. Bu yüzden, Irak’a
gitme hayaliyle orduya katılıyor. Ancak
umduğu gibi Irak’a değil,Guantanamo’ya gönderiliyor. Amy, Camp Delta’ya geldiğinde Amarikan ordusunun
kendisine verdiği eğitimin doğal sonucu olarak tutsaklara tiksinerek bakıyor
ve onları terörist olarak görüyor. Amy,
Ali’nin bulunduğu hücrenin küçücük
mazgalından her gün usanmadan kendisini anlatması ve onların işkenceci
olduğunu yüzüne vurmasına başlarda
kulak asmasa da, zamanla kendisine
öğretilenin dışında bir şeyler anlatan
bu adamın sözlerine duyarsız kalamıyor ve onunla gizli gizli sohbet etmeye
başlıyor.
Neredeyse filmin tamamını oluşturan
Ali ile Amy arasındaki diyaloglar Amerika’nın işkenceci, yalancı yüzünü anlatıyor izleyiciye.
Film boyunca vurgu yapılan bir kaç
nokta var. Birincisi; emirlere uymayan
tutsağın saat başı hücresinin değiştirilerek cezalandırılması. Yani uykusuz
bırakma işkencesi. Günlerce bir insanı
5-6 saat kesintisiz uykudan mahrum
bırakarak beynini sarhoş etmek, düşünemez hale getirmek amaçlanıyor.
İkincisi; Kütüphaneden okumak için kitap alan tutsaklara, cilt halindeki kitapların son cildi verilmiyor. Hiç bir kitabın
sonunu getirmelerine izin vermiyorlar.
Üçüncüsü; vardiya şeklinde çalışan nöbetçi askerler bir yıldan fazla kampta
kalmıyor. Her yıl eskiler gidip, yeni askerler geliyor. Es kaza, askerlerden biri
tutsakların kendilerine anlatıldığı gibi
korkunç yaratıklar olmadığını görüp
insani ilişki kurmuşsa da, bir kaç ay
sonra gidiyor ve yerine, tutsaklara karşı
öfkeyle doldurulmuş yeni askerler geliyor.
Bu üç nokta bize şunu anlatıyor aslında; hayatta her şeyi yarım bıraktırılarak
dipsiz bir kuyuda olduğun hissettiriliyor. Sonu merak edilen bir kitap, tamamlanamayan uyku, belirsiz bir gelecek... Bilinmezlikle kafayı yedirtmek
istiyorlar tutsaklara. Hayata tutunacak
her dalı kesiyor, yaşamanın coşkusunu
öldürüyorlar. Fiziki işkenceyle teslim
alamadıklarının, sistemli bir politikayla
beyinlerini ele geçirmek istiyorlar.
Amerika’nın beyinleri teslim alma politikasını nasıl ince ayrıntıları düşünerek
ele aldığını gösteren çarpıcı bir film.
2/4/15 11:34 PM
haberler
haberler
Hollanda, Grup Yorum Konserini Yasakladı
Acizliktir.
Ahlaksızlıktır.
Avukat dostlarımızla yaptığımız baskı sonucu Amsterdam polisi geri adım attı fakat salon sahibini korkutmayı başarmışlardı.
Bütün bunların üzerine enstrümanlarımızı alarak sokağa, konseri bekleyen insanlarımızın yanına indik. Burada bir açıklama yaparak Avrupa’da grubumuz üzerinde
yoğunlaşan baskılara karşı boyun eğmeyeceğimizi,
Türkiye’de faşizmin benzer yöntemlerini nasıl alt ettiysek burada da yasakları, engellemeleri yok edeceğimizi
belirttik.
Hollanda polisinin yasadışı yollarla salon sahiplerini nasıl korkuttuğunu, tehdit ettiğini anlattık.
Grup Yorum’un 24 Ocak’ta Hollanda’da yapacağı konser
iki gün içerisinde üç kez yasaklandı. Konserlerin yasaklanmasına gerekçe olarak Grup Yorum’un yasadışı örgütlerle
bağlantısının olabileceği gösterildi. Grup Yorum elemanları konser günü ve saatinde konserin yasaklandığı salonun
önünde dinleyicilerine bir açıklama yaptı ve şarkılarını söyledi. Konuya ilişkin Grup Yorum’un açıklaması şöyle:
Hollanda konserimiz iki gün içinde polis tarafından üçüncü
kez engellendi! Biz de türkülerimizle sokağa çıktık!
Bu durum Hollanda devletinin ve polisinin acizliğini gözler
önüne sermektedir.
Bu durum Hollanda’nın hukuk devleti değil polis devleti olduğunu göstermektedir.
Polis, Hollanda’da telefonla insanları tehdit etmekte, eşkıyalık yapmaktadır.
Engellenen konserimiz için yeni bir salon bulduğumuzu,
konserimizi ücretsiz olarak bu yeni salonda yapacağımızı
duyurmuştuk. Salonda hazırlıklarımız sürerken polis konseri
engellemek için bu salonu da aradı. Salon sahibini ‘’konser
yapılırsa ruhsatınızı iptal ederiz’’ diyerek tehdit etti.
Bugün konserimizin engellendiğini fakat yakında daha büyük konserlerde beraber olacağımızı söyleyerek sözü türkülere bıraktık. Hep bir ağızdan söyledik türkülerimizi.
Tekrar ediyoruz.
Hollanda ya da başka bir ülke... Mafyavari, haydutça yöntemler işe yaramayacak. Çünkü biz bu yöntemleri Türkiye’de
çoktan yere serdik. Gözaltılar, tutuklamalar pahasına yendik
faşizmin yasakların.
Türkiye’de nasıl yüz binler olup stadyumları doldurduysak
Avrupa ülkelerinde de stadyumları doldurup taşacağız.
Irkçılığa maruz kalan, ezilen, sömürülen insanlarımız için
konserler vermeye devam edeceğiz.
Avrupa’da yükselen ırkçılığa ve yozlaşmaya karşı çıkmaya
devam edeceğiz.
Türküler Susmaz Halaylar Sürer!
Grup Yorum
Polisin bu tehditleri yasadışıdır.
46 haber.indd 2
2/4/15 11:35 PM
47-48 haber_29-30 ellerimi tut 2/5/15 2:13 AM Page 1
GRUP YORUM GÜNCE
GRUP YORUM DUYURU
!31 Aralık
Halk Cephesi’nin Okmeydanı Altınsaray Düğün Salonu’nda düzenlediği yılbaşı etkinliğine katıldı.
!27-28 Şubat-1 Mart
Lübnan-Beyrut Uluslararası Tecrite Karşı Mücadele Platformu’nun
sempozyumunda sahne alacak.
!4 Mart
Hasan Ferit Gedik’in Kartal Adliyesi’nde görülecek duruşmasına katılacak.
!6 Mart
Venezuella Büyükelçiğiyle İdil Kültür Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği Chavez Anması’nda, Fulya Sanat Merkezi’nde sahne alacak.
!3 Ocak
Eskişehir Gar Düğün Salonu’nda düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi.
!10 Ocak
Berlin’de Rosa Luxemburg etkinliklerine katıldı.
!11 Ocak
Almanya Mannheim’da düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi.
!18 Ocak
Almanya Dortmund’da düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi.
!24 Ocak
Hollanda’da yapılmak istenen konser toplam üç defa engellendi, yasaklandı. Bunun üzerine Grup Yorum üyeleri konserini dinleyicileriyle birlikte yasaklanan salonun önünde, sokakta gerçekleştirdi.
İdil Halk Tiyatrosu’ndan
İdil Halk Tiyatrosu Şeyh Bedreddin ve Berkin Elvan’ı tarih sahnesinde karşılaştırdığı iki perdelik tiyatro oyununda oynamak üzere, tiyatroya gönül veren herkesi davet ediyor.
Bilgi için: 0 212 238 81 46
[email protected]
www.facebook.com/idilhalktiyatrosu
İdil Halk Tiyatrosu’ndan Açıklama
İdil Halk Tiyatrosu, Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz’in ölümü üzerine Türkiye’de bir
günlük yas ilan
edilmesine ve
Şehir ile Devlet
Tiyatroları’nın perde kapatmasına ilişkin bir basın açıklaması kaleme aldı. Açıklamada şöyle denildi:
lenen, kendi de ömrü boyunca hırsızlık, katillik yapmış
olan Kral Abdullah için ülkemizde yas ilan edilmesi aslında AKP’nin bu katille olan kökten bağlarını ortaya koymuştur.
Biz devrimci tiyatro sanatçıları olarak bu yasın karşılığında ülkemizdeki devlet ve şehir tiyatrolarının
perde kapatmasının bir acziyet olduğunu savunuyoruz. Ve buna tepki gösteren sanatçıların da bir elin parmağını geçmemiş olmasını üzüntü ile takip ediyoruz.
Fakat umutsuz değiliz, tiyatro sanatçıları, şehir tiyatroları, devlet tiyatroları oyuncuları olarak böylesi baskılar
karşısında ancak örgütlenerek sözümüzü söyleyebiliriz.
Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz’in ölümü
sonrasında Türkiye’de bir günlük milli yas ilan edildi. Ve
bu milli yas sonucunda Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları perdesini kapattı. Peki, kendi ülkesinde dahi yas Savaş koşullarında dahi devam eden tiyatro, bir hırsızın,
ilan edilmemesine rağmen bizim ülkemizde yas ilan et- bir katilin ölümüyle perde kapatmamalı. Örgütlenelim
tirecek kadar önemi nedir Kral Abdullah’ın?
ve sözümüzü söyleyelim. !
Bütün soyu halkların emeğini sömürmek üzerine şekil!UBAT 2015 | TAVIR | 47
47-48 haber_29-30 ellerimi tut 2/5/15 2:13 AM Page 2
haberler
haberler
kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa...
! Fosem, Berkin Elvan İçin Resim Şenliği
Düzenledi
İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten FOSEM'in (Fotoğraf ve Sinema Emekçileri) hazırladığı resim şenliği 1 Şubat'ta Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda yapıldı. "Berkin
İçin Çiziyoruz, Adalet İstiyoruz" başlığıyla çocuklar için hazırlanan şenlik gün boyu sürdü.
Kimi zaman çocukların yanı sıra aileler de boyaları eline aldı ve Berkin'i, onun hayal ettiği
dünyayı, yaşadığı mahalleyi resmetti. FOSEM
ekibi çocuklarla ilgilenip onlarla birlikte sohbet ederek resimler yaptı.
Çocuklar da büyükler de en çok Berkin'in resimlerini yaptılar ve onun katillerinin bulunması için taleplerini de kâğıda döktüler. Günün sonunda çocuklar hep birlikte "Berkin İçin Adalet İstiyoruz" yazılı bir pankartı boyayarak Sibel Yalçın Parkı'nda bulunanlara sergilediler.
Resim Şenliği’ne Umudun Çocukları Orkestrası da katıldı. Onlar da hem resimler yaptılar
hem de yanlarında getirdikleri enstrümanlarıyla küçük bir dinleti verdiler.
Elvan'ı tarih sahnesinde karşılaştıran iki perdelik oyunlarının provasına başladı. Yaklaşık dört
ay sürecek olan prova sürecinden sonra oyun
Anadolu ve Avrupa turnesine çıkacak. İdil
Halk Tiyatrosu, tiyatroya gönül vermiş herkesi Şeyh Bedreddin oyununda oynamaya davet
ediyor. Ayrıntılı bilgi için: 0 212 238 81 46
!Yaşar Kemal Yoğun Bakımda
Yaşar Kemal İstanbul Üniversitesi Hastanesi yoğun bakım servisinde 14 Ocak’tan bu yana tedavi görüyor. Doktorlarının açıklamasına göre
çoklu organ yetersizliği ile karşı karşıya olan Kemal yapay solunum desteği ile hayata tutunuyor. Yoğun bir ziyaret akışının gerçekleştiği hastanede Grup Yorum elemanları da ziyarette bululndu.
!Boran Yayınları’ndan “15’inde Bir Fidan
Berkin Elvan” Kitabı
Boran Yayınları Berkin Elvan’ın vurulduğu andan bu yana yayımlanan tüm yazı ve belgeleri derleiği 15’inde Bir Fidan Berkin Elvan isimli kitabını yayımladı. Kitabın dağıtımı mahallelerde gerçekleşirken polis kitabı dağıtanlara defalarca kez saldırdı ve gözaltına aldı.
Şenlikte yapılan tüm resimler sergilenmek
üzere toplandı.
!R.Tayyip Erdoğan “Sanatçıları”nı
Ağırladı
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29
Aralık’ta "bazı sanatçıları" Ak Saray'da ağırladı. Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda ağırlanan
isimler arasında Muazzez Ersoy, Hülya Koçyiğit, Zerrin Özer, Burak Kut, Demet Akalın ve eşi
Okan Kurt, Metin Özülkü ve eşi Eda Özülkü, Hakan Peker ve Esra Erol yer aldı.
!113. yaşında Nazım Hikmet'in ilk defa yayınlanan yazısı: ''Hayal ediyorum''
Doğumunun 113. yıldönümü vesilesiyle mimarlar Nazım Hikmet için özel bir kitap hazırladı. Kitapta Nazım Hikmet'in Sovyet Mimarlığı dergisine yazdığı ve Türkçe'de ilk defa yayımlanan bir yazısı da bulunuyor. Yazıda Nazım
Hikmet, "Sosyalist mimari her şeyden önce insanın içinde bir sevinç duygusu uyandırmalıdır demek istiyorum" diyor.
!İdil Halk Tiyatrosu Şeyh Bedreddin
Oyunu’nun Provalarına Başladı
İdil Halk Tiyatrosu Şeyh Bedreddin ve Berkin
!Ataol Behramoğlu 50. Sanat Yılı’nı Kutladı
48 | TAVIR | !UBAT 2015
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var, Aşk
İki Kişiliktir, Kızıma Mektuplar gibi şiirleriyle tanınan 72 yaşındaki şair Ataol Behramoğlu’nun
50. sanat yılı okuyucuları ve arkadaşları tarafından Beşiktaş Belediyesi Fulya Kültür Sanat
Merkezi’nde kutlandı. Fuayede okuyucularıyla sohbet eden Ataol Behramoğlu daha sonrasında şiirlerini konuklarla paylaştı. Geceye ayrıca Grup Yorum, Tavır Dergisi, İdil Halk Tiyatrosu da katıldı.
!Tarihi Rumeli Açık Hava Tiyatrosu’nun Yerine Mescit Yapıldı
Rumeli Hisarı'nda başlayan restorasyon çalışmaları kapsamında konserlerin verildiği tiyatro alanına mescit yapıldığı ortaya çıktı.
Koruma Kurulu projeyi onaylarken sanat tarihi uzmanları ve mimarlar ise bakımsızlık nedeniyle burç ve surları ziyarete kapatılan tarihi yapıda önceliğin mescit yapımına verilmesini
eleştirdi.
!Emek Sineması'nda Yürütmeyi Durdurma
Kararı Verildi
Hukuki süreç devam ederken yerine AVM yapılmak üzere Kamer İnşaat tarafından 2013'te
yıkılan 100 yıllık tarihi Emek Sineması'yla ilgili İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, Serkildoryan ve Emek projesiyle ilgili 'kamu yararı olmadığı' gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı verdi. Mahkeme ayrıca, aralarında Beyoğlu
Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın
da olduğu dört yetkili hakkında soruşturma
açtı. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen Emek’teki inşaat hızlanarak sürüyor.
!Cumhuriyet Gazetesi’ne Tehdit
Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürleri yayımlaması üzerine tehdit edilen Cumhuriyet
Gazetesi’ni basın emekçileri ve İdil Kültür
Merkezi çalışanları ziyaret etti. !

Benzer belgeler