Sion`dan Geçenler - Notre Dame de Sion

Transkript

Sion`dan Geçenler - Notre Dame de Sion
söyleşİ: NEVRA sEREZLİ - Ezgi Ezencİ
4
Nevra Serezli, kuşkusuz
hepimizin küçüklük
kahramınıdır. Küçükken,
Neredeyse hepimiz Sihirli
Annem izlemiyor
m u yd u k ?   O y u n l a r ı n ı
oynayıp, oyuncuları taklit
etmiyor muyduk? İşte biz
de, Gazetecillik Kulübü
olarak, en çok taklit
ettiğimiz oyuncunun
nasıl biri olduğunu merak ettik ve onunla bir
söyleşi yapalım dedik. Biz, «Dudu teyze»mizi
soru bombardımanına tuttuk, okumak da size
kalıyor. İyi tanışmalar!
Oyuncu olmaya ne zaman karar verdiniz? Sizi
buna yönelten şey neydi?
Öyle pat diye, haydi ben karar vereyim artık deyip
karar vermedim tabii ki. Ama nasıl ki müzik kariyerine
başlayacak olan bir insan, küçükken bir müzik aleti
çalmaya başlar veya şarkı söyler, benim de öyleydi.
İlkokulda müsamerelere, ortaokulda tiyatro oyunlarına
katılmam ve tüm kolej hayatım boyunca en az iki üç
piyeste rol almam, beni bu yola götürdü. Zaten o sahneye
ilk adımı attığınız andan itibaren o heyecan içinizden
gitmiyor ve oradan heveslenerek, oyunculuğu istediğinizi
hissediyorsunuz, biliyorsunuz. Benim de aynen böyle
oldu. Kendi kendime sadece istedim. O anda aldığım keyif
bu kararı vermemde yeterli olmuştu. Hâlâ da öyle, keyif
aldığım için bu işi yapıyorum.
Tiyatrolarda, dizilerde ve filmlerde rol almışsınız.
Set ortamlarında ne gibi farklılıklar vardı?
Hangisinden en çok keyif aldınız?
Hiç alakaları yok birbirlerinden. Örneğin tiyatro provaları
belirli saatlerdedir, asla şaşmaz. Size belli bir saat aralığı
söylerler ve mesainiz söylenen saatte biter. Ancak
sinema ve dizilerde öyle değil. Çağırılırsınız, gidersiniz ve
artık sizin ne zaman eve döneceğiniz belli değildir. Belli
bir disiplin yoktur. Ancak tiyatro disiplinin ta kendisidir.
Hangisinden daha çok keyif
aldığım sorusuna gelirsek,
bir ayrım yapamam. Hepsi
oyunculuktur.
Reklam
çeviriyor bile olsam
oyunculuktur. Hepsinden
en
yüksek
seviyede
keyif alıyorum. Ancak
tiyatronun yeri ayrıdır
bende. Çünkü seyirciyle
canlı yayında, burun burunasınız. Ama sinema öyle
değil. Piyasa çıkması zaman alıyor. Dizide ise haftada
bir görünebiliyorsunuz. Bu ikisinde oyunu bir kere
oynadığınız zaman, yaptığınız hataları düzeltme
şansınız da olmuyor. Ancak tiyatroda ertesi gün aynı
hatayı yapmıyorsunuz.
Her mesleğin zorlukları vardır. Oyunculuğun
da var mı? Varsa bu zorlukları aşmak için
sırlarınız neler?
Oyunculuğun zorlukları...Bir kere oyunculuk hiç bitmiyor.
Yani, üniversiteden mezun oldum, derecemi aldım, bitti
diyebilirsiniz çoğu meslekte. Ama bence bir sanatçılıkta,
bir de doktorlukta eğitim bitmiyor. Çünkü örneğin
yeni çıkan ilaçları, aletleri, tarzları takip etmezseniz,
doktorlukta başarılı olamazsınız. Aynı şey oyunculuk için
de geçerli. Yeni bakış açılarını, yeni oyunculuk dillerini
öğrenmezseniz, yeni piyesleri okumazsanız, dünya
görüşünüz olmazsa, yelpazenizi geniş tutmazsanız, hiçbir
şekilde ilerleyemezsiniz. Bin sene öncesinde kalmış eski tarz
bir oyunculukla devam edersiniz. Halbuki oyunculuk da
kendini geliştiren bir şey. Benim kırk sene önce oynadığım
oyunla veya çevirdiğim filmle, şimdiki oyunculuğumun
arasında dağlar kadar fark var. Ben bunu kendi filmlerimi
seyrettiğim zaman da görüyorum ve şimdi olsa öyle
oynamazdım diyorum. Şimdiki oyunculuğumu çok daha
fazla beğeniyorum.
Tüm bu zorlukları aşmak için de okuyorum,
seyrediyorum, keşfediyorum, konuşuyorum,
gözlemliyorum. Tüm sırlarım bunlar.
Sizce başarmak mı önemlidir yoksa başarmak için
çabalamak mı?
Zaten çabaladığınız zaman başarırsınız. Ama
hangisinden keyif alıyorsun derseniz, ben
çabalamaktan keyif alıyorum. Bunu da şöyle
örnekleyeyim: Bir piyese çıktığımda çalışma sürecim,
sahneye çıkma anımdan her zaman daha fazla keyif
vermiştir bana. Yani benim o oyunu ve o karakteri
çıkarmaya çalışırkenki sarfettiğim çaba, prova süreci,
beni daha çok mutlu ediyor.
Oyuncu olmak için yetenek gerekli midir yoksa
sadece eğitim yeterli midir?
Oyuncu olmak, yetenekli olmaktır. Tabii ki öğrenimle
desteklenmesi gerekir. Bilgi önemlidir. Fakat, yeteneğiniz
yoksa ve ben size beş yüz sayfalık bir kitap vereyim
okuyun, yarına kadar ezberleyin ve yarın da çıkın şu
piyesi oynayın desem, hiçbir şekilde yapamazsınız. Sırf
yetenek olursunuz, hiç kimse size bir şey göstermez,
öğretmez; bugün çıkıp oynarsınız. Fakat eğer bilgi
birikiminiz yoksa, o meslek için de kendinizi kültürel
açıdan hazırlamadıysanız, ikinci piyeste bitersiniz. Yani
ikisi birbirini dengeliyor ama, sırf okumayla, oyuncu
olunabileceğini düşünmüyorum. Aynı, sırf yetenekle de
olunamayacağını düşündüğüm gibi.
Hiç «Keşke başka bir meslekle uğraşsaydım»
dediğiniz oldu mu?
Hayır hayır, asla olmadı. Yani bugün dünyaya
gelsem, yine oyuncu olurdum. Belki bazı oyunlarımı
oynamazdım, bazı işleri yapmazdım veya bazı teklifleri
kabul ederdim ama, yine de oyuncu olurdum.
Açıkçası bence oyunculuğun en zor yönü,
sayfalarca senaryo ezberlemek. Siz ne dersiniz?
En zor kısım sizce ne?
Her röportajımda muhakkak bu soru sorulur ve ben de
tiyatrocu olarak tek bir cevap veririm: Bu mesleğin en
kolay yanı, ezberlemektir.
Sizi «Sihirli Annem» dizisiyle tanıdım ben.
Küçüklüğümün kahramanlarından biriydiniz.
Sihirli bir rol oynamak zor olmalı. Sihirli bir
karakteri gözlemleyemezsiniz, hareketlerini
analiz edip taklit edemezsiniz. Nasıl başardınız?
Doğru bir soru. Her rolü gözlemleyemezsiniz:
o ana kadar gördüğünüz filmleri, okuduğunuz
kitapları, duyduğunuz masalları yani her şeyi... Bir
gece yatıyorsunuz, sabaha kadar veya iki üç saat,
gözünüzün önüne getiriyorsunuz. Hayallerinizde
dolaşıyorsunuz. Çocukluğumda Atlas Sinemasının
balkonunda, annemin götürdüğü müzikal filmlerin,
o suyun içinden çıkan Esther Williams’ın, yüzerkenki
filmlerindeki kostümler ve o şaşa... Hepsi gözümün
önüne geliyor. Bilmem ne kadar sene önce seyrettİğim
bir filmdeki, bulutların üstünde uçan bir prenses.
Hepsini, kek yapar gibi mikserle karıştırıyorsunuz ve
diyorsunuz ki: Ben böyle bir kek yaptım. O keki kendiniz
pişiriyorsunuz. Ben o keki sunuyorum, beğenen beğeniyor,
beğenmeyense beğenmiyor. Ama kimse de diyemez ki,
hiç kimse böyle bir kek yapamaz. Böyle bir kek yoktur
dünyada diyemez kimse. Çünkü ben keşfetmişim o keki.
Yani Dudu karakterini ben yarattım ve kimse o var mı yok
mu ispat edemez. O benim hayal dünyamdan gelmiş biri.
Tabii ki bunu yaparken, senaryomda yazılı kelimelerden,
başkalarına söylediğim laflardan faydalanıyorum.
Mesela kötü kraliçe olarak başladı Dudu rolü. Yani hep
kötülük yapan, kızlarını sürekli damatlarından ayırmaya
çalışan, herkesi kıskanan, herkese kötü büyüler yapan
bir cadı tiplemesiydi. Sonra yazarın arada bir yazdığı,
kızını ne kadar sevdiğini, torununa ne kadar düşkün
olduğunu anlatan cümleler geçince, aslında yüreğinde
iyi olan, ama birtakım şeylerden dolayı hıncını almak
için böyle davranan bir kadın havasına girdi ve bir sıcak
kişiliği ortaya çıktı. Sonra onu biraz kostümle, biraz renkle
tamamlayınca, sevilebilen, kızılabilen, nefret edilebilen
ve âşık olunabilen bir kadın haline getirdik. Yani biraz
kelimelerle oynamamız sayesinde bu hale geldi. Ondan
sonra da çocukların sevgilisi oldu.
Her insanda aslında iyilik vardır. Dünyaya o kadar
karamsar bakmamak lazım. Herkes kötü değildir, herkes iyi
de değildir. Ama kötünün içinde de iyiliği aramakta fayda
var. Aynı Dudu’da olduğu gibi, her an her şey olabilir.
Dudu karakterinin size benzeyen yönleri var mı?
Doğruyu söylemek gerekirse yok. Dudu, kararsız ve
sürekli bocalayan bir insan tiplemesi. Benimle pek
alakası olduğunu söyleyemem. Zaten bir rolü yaratırken
illaki kendinizden bir şey katmanız gerekmez. Size çok
aykırı gelen birini de oynayabilirsiniz. Yeter ki o rolü
sevin. Rolü sevmekle başlar çalışma. O yüzden de
bugüne kadar hiç ısınmadığım, sevmediğim bir rolü
zorla oynamadım. Seçme şansım hep oldu.
Zaman ayırdığı için Nevra Serezli’ye ve onunla
söyleşi yapabilmemize büyük katkısı olan Esra
Elbeyli hocamıza sonsuz teşekkürler!
PAS-Sİ N
Sion’dan Geçenler
Özel Notre Dame de Sion Fransız Lisesi Yıl : 2 Sayı : 2.1
Sorumlu : Hande AKTAYCA Baskı : Christine Duquenne
Editörler : Beliz BASİÇ - Ezgi Ezencİ - Su Harma - Yaprak Akçİçek - Taylan TOPÇUOĞLU - Ece Telyakar Sevim Öner - Yonca akkaş - Çağla Satı
Edİtör’den - Hande AKTAYCA
Herkese, yeniden merhaba...
2012-2013’ün ilk sayısıyla sizlerleyiz.Aslında geçen
yılın ‘’NEDENSİZ’’ine yerleştirmeyi arzu ettiğimiz
dosyalar, fotoğraflar, söyleşiler vb. bir iki sayı
boyunca ‘’Pas-sion’’u oluşturacak. O nedenle şimdilik
bir önceki yılın yazar kadrosunu okuyacaksınız.
Az önce etkinlik tanıtımından geldik, şunu paylaşmak
isterim sizlerle; geçen yılın hemen hemen hiçbir üyesi
bizimle olmayacak bu yıl ama yeni gelecek gazeteci,
yazar adayları -bazılarının şiirlerini yayımlamıştık-
çok hevesliler, umarız yeni kalemlerle daha da ilgi
çekici sayıları sizinle buluşturacağız.
Bu yıl, ‘’Pas-sion’’u 3 haftalık aralıklarla çıkarmak
niyetindeyiz, inşallah gerçekleşir bu dilek.
Yazarlarımızın kalemlerine kuvvet... Bu arda,Türkçe
Gazetecilik ’te olmasanız bile yazılarınızı,
fotoğraflarınızı, karikatürlerinizi her zaman bize
ulaştırabilirsiniz.
Peki bu ilk sayımızda neler var? 3 sayfa tamamen
söyleşilere ayrılmış durumda:M. de Lansalut’yü yakından
tanımaya ne dersiniz? (Yaprak ve Su, bu söyleşinin
metnini kayıt cihazından deşifre ettiler, hatalarımız varsa
affola!) Eski öğretmenlerimizden Mme. Berry, meslek
ve Sion deneyimlerini paylaştı son öğrencileriyle... Ece,
Özgür Şef’i tanıttı bize, artık okulumuzda olmayan
Ezgi de Nevra Serezli’yi. Taylan sahaflara gitti ve güzel
fotoğrafları aracılığıyla yeniden canlandırılmaya çalışılan
bu geleneneği, tanıttı bizlere...
Her zamanki tek dileğimiz bizi okumanız,
okumanız...
Beyoğlu’ndaki Sahaflar Çarşısı’ndan içeri girdiğiniz
andan itibaren o eski Türk filmlerini hatırlatan soluk
pasaj havası size modern dünyadan uzaklaştığınızı
hissettiyor. Sağlı sollu dizilmiş kitap yığınları, kitap
bolluğundan satıcısı gözükmeyen dükkânlar ve bu
dükkânların bazılarının önünde bulunan kutulardaki
kime ait olduğu belli olmayan özel gün fotoğrafları,
sonbaharda yapraklarını döken ağaçlar gibi sararmış
ve yıpranmış, yaşanmışlıkları örtmek istercesine
tozlu olmasına rağmen saatlerin nasıl geçtiğini
anlayamayacağınız büyülü bir dünyaya yapılacak
görkemli bir yolculuğa bir kapı aralıyor... Siz zamanı,
zaman ise sizi bırakıp gidiyor.
Sessiz ve üzüntülü bir hava hakim genelde bu
ufak dükkânlarda. Kitaplarla, fotoğraflarla,
kartpostallarla birlikte insanlarda eskimiş gibi...
Eskimiş olarak adlandırılmanın kırgınlığı var adeta
üzerlerinde. Fakat bir zaman sonra alışıyorsunuz bu
duruma ve bu sessizliğin bir üzüntü, bir kırgınlıktan
kaynaklanmadığını anlıyorsunuz.
70’ler, 80’ler kokan kitapları, plakları almak için
satıcılarla yaptığınız fiyat pazarlığı, insana köy
esnaflarını anımsatıp -bu kaos şehrinde bile- insanın
ruhunu okşayabiliyor.
Sahaflar farklıdır, ölümsüzdür.
Binlerce yaşama tanıklık etmiş plaklar, mektuplar,
kitaplar ve fotoğraflar her notada, her satırda, her
karede farklı şeyler düşündürüyor insana. Dünü ve
bugünü sorgulatıyor bir nevî. İnsanı, kendi hayatı
ile gördüğü, okuduğu arasında bir karşılaştırma
yapmaya itiyor. Bu şekilde, tecrübelerin aktarımında
bir köprü görevi gören Sahaflar’ın modası hiçbir
zaman geçmiyor. Günümüze de uyum sağlamayı
başaran bu mesleğin mensuplarının çoğu, satışlarını
internet üzerinden de yapıyor ve bu şekilde oradaki
büyüleyici atmosferi yaşama şansı bulamayan
insanları da bu zevkten mahrum bırakmıyor. Sahaflar
en çokta bu yönüyle diğer kitapçılardan ayrılıyor.
Eski bir sahaf olan Muzaffer Ozak: «Sahaflık,
ölenlerin kitaplarını alıp ölecek olanlara satma
sanatıdır.» diyerek sahaflığın, bir ülkenin kültür
mirasının yaşatılmasında önemli bir rol oynadığını
vurgulamıştır.
Fakat, son zamanlarda gördüğü taleple piyasası
genişleyen korsan kitapların ve ucuza satılan ders
kitaplarının kendisine ‘sahaf’ diyen kitapçılarda
satılmaya başlanması, günden güne ‘sahaf’ teriminin
ve değerinin içinin boşaltılmasına neden olmaktadır.
Her şeye rağmen, hayatını bu işe adamış olan ve
bu işi ruhuna uygun şekilde yapan sahaflar halen
mevcuttur. İstediğiniz kitabı size kitabın tarihi,
çevirmeni gibi yan bilgileriyle tanıtarak, bir ayaklı
kütüphane edasıyla sizi bilgilendirebilecek, aldığı
kitapları onaran, yeniden ciltleyen, işine tutkuyla
bağlı olan bu insanlar var oldukça, her insanın en
az bir kere, birkaç saatliğine bile olsa, hissederek
yaşaması gerektiğini düşündüğüm bu büyülü
atmosferi insana yaşatan bu dünyanın kapıları hiçbir
zaman kapanmayacaktır.
SAHAFLAR - Taylan Topçuoğlu
«Öyle yıpranmış ki
Bir forması eksik içinden,
Sahafa düşmüş bir kitap
Gibi sararmış üzüntüsünden.
Bir ay doğuyor usul usul
Karanlığın göğsüne,
Dünden bugüne kendini
Biraz daha eksilterek getiren
Küsmüş göğüne besbelli
Geleceği göremediğinden
Taşıyor oysa hüzünlü bitişinde
Doğuşunu yeniden...»
Sahaflar... Bugünde geçmişten izler arayan
insanların mutlaka günün birinde uğraması gereken
duraklardan biri...
Dört asırlık bir geleneğin tıpkı kitaplar gibi yorgun ve
zorlu temsilcileri olan sahaflar günümüzde ne yazık
ki sayıca az bir kesim tarafından rağbet görmektedir.
1
söyleşİ: Monsieur de Lansalut - Yaprak AKÇİÇEK ve Su HARMA
Dergimiz, yaptığı söyleyişilere
bir yenisini daha ekledi ve
okulumuzun Fransız müdürü M. de
Lansalut’ye sorular yöneltti. Bazen
istediği cevapları alamadı bazense
cevaplar, istenenden fazlasını
verdi. Umarız eğlenceli ve tanıtıcı
bir görüşme olmuştur. Keyifli
okumalar dileriz!
2
Nedensiz: Ne zaman doğdunuz?
Monsieur de Lansalut: 1954 yılında doğdum.
NDS: Kaç kilo doğdunuz?
MdL : Efendim?
NDS: Doğduğunuzda kaç kiloydunuz?
MdL : Ha ha ha! Maalesef küçüklüğümden kalan hiçbir anım yok.
NDS: Burcunuz nedir?
MdL : Iııı burcum... Eylül ayında doğdum, Fransızca’da «la vierge», Türkçede de
terazi mi? Ya da başak? Aa evet, başak.
NDS : Sizinle aynı günde doğmuş ünlüler var mı?
MdL : Benimle aynı günde doğmuş ünlüler mi? Ha ha ha... Bilmiyorum.
NDS: Doğum tarihiniz, Fransa’da önemli bir tarihe denk geliyor mu?
MdL : Fransa... 18. yüzyıldan önce kültürel ve ekonomik açıdan önemli bir bölgeydi.
NDS: Doğum yeriniz neresi?
MdL : Doğduğum şehir Bourg-en-Bresse, Lyon’dan çok uzak değil...
NDS: Sevmediğiniz renk?
MdL : Pembe ha ha ha!
NDS: Eğer tek başınıza bir adaya düşseydiniz yanınıza almayacağınız üç şey ne olurdu?
MdL : Bir adaya mı düşseydim? Hımm... Kayak takımımı almazdım. Araba, müzik,
kitap ve bilgisayar almazdım.
NDS: En sevdiğiniz şarap?
MdL : Türk mü Fransız mı?
NDS: Fransız, Monsieur...
MdL : Bourgogne şarabı.
NDS: Türkiye’de?
MdL: Kavaklıdere’nin füme şarabı.
NDS: Herhangi bir şeye alerjiniz var mı?
MdL: Gürültüye.
NDS: Gürültü mü? Bir okulda? 
NDS: Eğer Fransız olmasaydınız, hangi ülkenin vatandaşı olmayı seçerdiniz?
MdL: Türkiye’de kendimi Türk gibi hissediyorum, o kadar zaman geçti ki! Onun dışında
dünya vatandaşı olurdum.
Nedensiz: Tatlı mı tuzlu mu?
MdL: Tuzlu.
Nedensiz: Çay mı kahve mi?
MdL: Kahve.
Nedensiz: Bir şiir okuyabilir misiniz?
MdL: Bir şiir okumak... (90 saniyelik bekleyiş)
Nedensiz: Eğer çok özel olmayacaksa, eşinize nerede evlenme teklif etmiştiniz?
MdL: Türkiye’de evlendik, İzmir’e yakın bir yerde.
Nedensiz: Türkçede öğrendiğiniz ilk kelime neydi?
MdL: Günaydın 
NDS : Bir yemek tarifi verebilir misiniz?
MdL : Yemek tarifi, evet. Fransız mı Türk mü?
NDS : Bir yemek tarifi! 
MdL : Bir yemek tarifi… (uzun süren bir sessizlikten sonra Mösyö, cevap verir.)
Elmalı tart var. Natürel elmalar ve biraz şekerle yapılıyor.
NDS : Asla yemeyeceğiniz bir yemek söyleyebilir misiniz ?
MdL : Kokoreç 
NDS : Akıllı bir düşmanı mı tercih edersiniz yoksa aptal bir arkadaşı mı?
ML : Akıllı arkadaşı tercih ederim tabii ki.
NDS : Ama öyle bir şık vermedik Mösyö! 
NDS : Bir fobiniz var mı?
MdL : Fobi? Hayır, yok.
NDS : En son okuduğunuz kitap neydi?
MdL : Ah kitap! «Savaşları, Kralları, Filleri Anlat Onlara.»
NDS : Bu okulun kaçıncı müdürüsünüz?
MdL : Çok güzel bir soru, ben de bilmiyorum.  Laik müdür olarak ikinciyim ama
öncekiler hakkında bir bilgim yok. Sör Monique biliyordur ama ben bilmiyorum.
NDS : İlk müdürün ismini biliyor musunuz?
MdL : Kitaba bakmam lazım 
NDS : Kantinimizin lezzetlerini tatma onuruna eriştiniz mi?
MdL : Evet.
NDS : Peki en unutulmaz lezzet hangisiydi?
MdL : Peynirli tostları var, güzel kokuyor.
NDS : Kabusunuz olan ders hangisiydi?
MdL : Lisede, üniversitede… Üniversitede kesin şeydi… Aslında sevmediğim bir
ders yoktu.
NDS : Bir ders söylemek zorundasınız
MdL : Ne dersi? Tarih, geometri severdim bunları. Fen bilimlerini severdim.
NDS : Beden eğitimi?
MdL : Yo, beden eğitimini de severdim. İngilizce falan, severdim galiba.
NDS : Mükemmel bir öğrenciydiniz yani
MdL : Hayır, mükemmel öğrenci değildim, sadece sevmediğim ders pek yoktu.
NDS : En azından zorlandığınız?
MdL : Zorlandığım, cebirde zorlanıyordum belki.
NDS : Şimdi size bazı kelimeler söyleyeceğiz ve siz de bize kelimenin size ne
çağrıştırdığını söyleyeceksiniz.
NDS:Kıvılcım
MdL: Işık
NDS: Kırmızı
MdL: Tutku
NDS: Kauçuk
MdL: Toka
NDS: Döngü
MdL: Akıl yürütme
NDS: Sarkozy
MdL: Fransız politikası
NDS: Zekâ
MdL: Büyük adamlar
NDS: Mavi
MdL: Deniz
NDS: Carla Bruni
MdL: Modern kadın
NDS: Siyah
MdL: Karanlık
NDS: Le Canard Enchaîné
MdL: Provokasyon
NDS: Gökyüzü
MdL: Sonsuzluk
NDS: Beyaz
MdL: Uzay
NDS: Sakinlik
MdL: Yaşlılık
NDS: Evren
MdL: Madde
NDS: Çip
NDS:Bu güzel söyleşi için Türkçe Gazetecilik Kulubü adına teşekkür ediyoruz.
GASTRONOMİ - Ece Telyakar
Bilimsel anlamıyla gastronomi, kültür ve yemek
arasındaki ilişkiyi inceleyen bir çalışmadır. Yenilebilir
tüm maddelerin, hijyenik olan ama sağlığa uygun
olması gerekmeyen şekilde azami damak ve göz
zevkini amaçlayarak sofraya, yenmeye hazır hale
getirilmesine kadar olan süreç gastronominin
çalışma konusudur.
Türkiye’de ilk olarak Tuğrul Şavkay önderliğinde
Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü kurulmuş
ve geçtiğimiz senelerde dünyanın en iyi aşçılık
okulları arasında gösterilen Mutfak Sanatları
Akademisi açılmıştır.
Tuğrul Şavkay, Galatasaray Lisesindeki eğitimini
tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesinde
Sosyoloji Bölümünden mezun olmuş; fakat küçük
yaşlardan beri içinde olduğu turizm sektörüyle
birlikte mutfağa olan merakını keşfetmiştir.
Tuğrul Şavkay, «Dünyanın Tadı» başlığı altında
Hürriyet gazetesinde yazdığı yazılar Türkiye’de
gastronomiyle ilgili ilk yazılardır ve onun
sayesinde pek çok kişi mutfağın sadece yemek
yapılan yer olmadığını, aynı zamanda hakkında
kültür yazıları yazılabilecek kocaman bir evren
olduğunu öğrenmiştir. Pek çok kişi gastronomi
denen bu evrenin kapıları önünde açıldığında biraz
şaşırmış ama sonraları, onun yazıları sayesinde
bilmediklerini öğrenmiş, yanlış bildiği pek çok şey
olduğunu anlamışlardır.
Tuğrul Şavkay, mutfağı algılanması gerektiği
gibi, sanat olarak algılamış ve bunun sonucu
olarak da Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi’nin bir bölümü olarak Mutfak Sanatları
Bölümünü kurmuştur. Bölüm kurulduktan sonra,
sadece üniversitede ders verdiği öğrencilere değil,
yazılarını okuyan, konferanslarına katılan herkese
mutfağın, kültürün ve tarihin vazgeçilmez parçası
olduğunu öğretmeye çalışmıştır.
Aynı zamanda, yeme-içme kültürüyle ilgili pek çok
çalışma yapmış ve Mutfak Dostları, Şarap Dostları
gibi derneklerin kurulmasına önayak olmuştur.
Tuğrul Şavkay, 29 Eylül 2003 yılında hayatını
kaybetmiştir ama hala Türkiye’de gastronomi
denildiğinde akla ilk gelen isimdir.
Yani gastronomi, insanın kendine yakışanı
yemesidir…
Ülkemizde gastronomi; Yeditepe Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Gastronomi Bölümü
kurulduktan sonra ilgi görmeye başlamış,
Yemekteyiz programıyla da herkeste merak
uyandırmış, kültür ve yemek arasındaki
ilişkiyi inceleyen bir çalışmadır. Bugün
Türkiye’de “gastronomi” dendiğinde akla
gelen ilk aşçı olan Özgür Şef, sorularımızı
yanıtladı :
Bu işe nasıl başladınız?
15-16 yaşlarında aşçılığa merak sardım. Turizm/Otelcilik
okuduktan birçok yerde aşçılık yaptım ve sonunda kendi
restoranımı açtım.
Kaç senedir bu işin içindesiniz?
16 yıldır çalışıyorum.
Bu süreçte hiç bırakmayı düşündünüz mü?
Hayır, hiç aklımdan bile geçmedi, işimden zevk
alıyorum gayet mutluyum.
Neden kasap açmayı seçtiniz?
Tamamen analiz ve gözlemlerime dayanarak. Türk
insanları genel olarak et severler ve kendi restoranımı
açmaya karar verdiğimde de uzun bir süre sadece gözlem
yaptım. Fazla marjinal olmaya çalışmamak lazım bence.
İnsanlar değişikliğe alışamayabiliyor, özellikle de yemek
konusunda.
İş güç nasıl gidiyor?
Güzel gidiyor çok şükür, zaten parasını veren her
müşteriyi severim ben. Restoranının telif haklarını
sattım bir süre önce, artık her yerde bir Özgür Şef Steak
House & Kasap olabilecek.
Çok keyifli bir programınız var, özellikle de
kızınız Özce ile çıktığınız bölümler...
Programı uzun süredir yapıyorum ve kızımla vakit
geçirmek hoşuma gidiyor. İşim gereği kızımın
doğumundan sonra iki sene yurt dışında kaldım,
kızımın ilk yıllarını göremedim. Şuanda onunla vakit
geçiriyor olmak benimle önemli. Programa bazen
beraber çıkıyoruz çünkü o da mutfakta vakit geçirmeyi
seviyor, resim yapmak kadar olmasa da...
Yaptığım işten ve çalışma hayatımdan memnunum.
Umarım bu memnuniyetim ben emekli olana kadar
devam eder ama aklımda emeklilikte yok açıkçası. 
23
söyleşİ : Marie Berry - Beliz Basiç ve Ece Telyakar
Okulumuzda on altı yıl öğretmenlik yapan
Madam Marie’nin geçen yıl okulumuzdaki
son senesiydi ! Biz de kendisinin son
öğrencileri olarak onu hiç rahat bırakır
mıyız ? Aklımıza takılan soruları, merak
ettiklerimizi kendisiyle küçük bir söyleşi
yaparak cevaplandırdık.
Neden bu mesleği seçtiniz?
Bu mesleği seçmemin nedeni çocuklara bir bilgi aktarımı
yapmak istememdi ama özellikle de evrensel değerler;
saygı, dürüstlük ve dayanışma gibi... Ve bu değerleri de
genç yaşlarda öğrenebiliyoruz.
Mesleğinize devam etmek için Türkiye’ye
geldiniz, neden?
Türkiye’ye çocuklarım özgür olduğunda gelmeye karar
verdim. Yurtdışında meslekî bir deneyim yaşamak
istiyordum. Türkiye’yi seçtim çünkü daha önce birçok
kez tatil için gelmiştim ve çok güzel bir ülke olduğunu
düşünüyordum.
Fransa’ya döneceksiniz. Neler düşünüyorsunuz?
Aileme ve arkadaşlarıma geri döneceğim için
memnunum ama Türkiye’yi çok özleyeceğim. Fransa’ya
döndüğümde tüm bu izdihamı, gürültüyü ve kalabalığı
unutacağım ama halkın kibarlığı, Boğaz’da içtiğim
‘’çay’’, Adaları gezmemi sağlayan ‘’vapur’’ ve duaya
çağıran ‘’müezzin’’ hep aklımda kalacak.
Burada geçirdiğiniz yıllar içinde unutamadığınız
kişiler veya olaylar yaşadınız mı?
Burada geçirdiğim 16 yılı ve beni bazen sinirlendiren
öğrencilerimi hiç unutmayacağım! Aynı zamanda
beni güldüren, hararetli tartışmalar yaptığım
öğrencilerim... Bana Türk kültürünü öğreten, ihtiyacım
olduğunda yanımda olan, öğrencilerin söylediği
kelimeleri bana anlatan ve de bana yemek tarifleri
veren Türk arkadaşlarımı asla unutmayacağım!
Tüm bu arkadaşlarımı unutmayacağım gibi tekrar
görmeye geleceğim ve onların da beni ve yaşadığım
görkemli bölgeyi ziyaret etmeye gelmesini isterim.
Onların bana öğrettiği gibi, kendi kültürümü de
onlara tanıtmak isterim.
Öğrencilere kendi dilinizi ve kültürünüzü
öğretiyorsunuz. Bunda yaşadığınız zorlukları
anlatır mısınız?
Yaşadığım en büyük zorluk; öğrencilerde merak
duygusu uyandırmak, onların kültürlü, sorumluluk
sahibi ve eleştirel bir yöne sahip olan birer birey
olmalarını sağlamaktı.
Burada geçirdiğiniz yıllarda, Fransa’ya dönmeyi
düşündünüz mü?
Hayır, kesinlikle hayır. Burada, İstanbul’da, çok
mutluyum. Burada çalışmaktan zevk aldım hatta
okulla olan sözleşmemi 2 yıl uzatmıştım! Benim için
bu, unutulmaz bir deneyimdi.
Mme. Marie’nin son öğretmenlik yılında iki öğrencisi
olan Ece’yle ben, Mme. Marie’ye bize vakit ayırdığı
için teşekkür ediyor ve kendisine bundan sonraki
hayatında başarılar ve mutluluklar diliyoruz.

Benzer belgeler