İndir

Transkript

İndir
DENEMELER
YAZAN:UÇAR DEMİRKAN
İLKEL TANRILAR
İlkel insanların tanrı anlayışı,”semavi” denilen,günümüzdeyse kozmik denilen(tanrı
göklerdedir-yedi kat arştadır) kitaplı dinlerinkinden daha doğru ve gerçekçidir.
İnsanlığın başlangıcında;kişiler tanrıyı bir “ulu tin” olarak algılıyor ve kendilerini bu ulu tinin
bir parçası sayıyorlardı.
Dolayısıyla;bu ulu tine tapınıyorlardı.Bu ulu tin,Amerikan kızıl derililerinde
Manitu;Vikinglerde ise Odin diye anılırdı.
Ulu tine yakın olmak için kişiler;onun totemlerini yaptılar ve ona tapındılar.En çok rastlanan
totem ise,güneş kursudur.Demek ki,başlangıçta insanlar güneşe taparlarmış.Tıpkı,günümüzde
de var olan ve ateşe ve güneşe tapan Zerdüştçüler gibi.
Gerçi;günümüzde hristiyanlar çarmıha gerilmiş İsa’ya,Yahudiler ise onüç kollu
şamdana,Müslümanlarsa Kabeye(beytullah-Allahın evi) ne bakarak ibadet etmektedirler.
Üstelik,Kabe’de hacerül evsedin –gök taşının-bulunduğu bilinmektedir.Sonuçta,gökten gelen
taşa ibadet yapılmaktadır.
Diğer yandan; Buda,Konfüçyüs ve Lao-Çe dinlerinde ise heykel tanrılara bakarak
tapınılmaktadır.
Demek ki,günümüz kişioğulları da tanrıyı bir biçimde somutlaştırmaktadır.
Diğer yandan;günümüzde birçok kişi,enerjinin tanrı olduğuna inanmaktadır.
Enerji öteden beri vardır ve yok olmamakta ve yok edilebilememektedir.Enerji,biçim
değiştirerek varlığını sürdürmektedir.
Her şey enerjiden ortaya çıkmıştır ve çıkmaktadır.İlk yaşam,enerjinin bir biçimde
yoğunlaşması ile oluşmuş ve günümüz yaşam biçimleri buradan gelişmiştir.
Her şey;”ondan gelir ona döner” dinsel kuralına göre,enerjiye
dönüşmektedir.Dervişlerin,öldüklerinde tanrı olmaları gibi.
Enerji yaratılamaz ve yok edilemez.Kalübeladan beri vardır ve yok olmayacaktır.
Aristo da bu gerçeğe yaklaşmıştır ve varlıkları,tanrının mağaranın duvarına vuran gölgeleri
olarak tanımlamıştır.Gölgeyi yaratan güneştir,yani enerjidir.
Günümüzün semavi-kozmik dinlerinde soyut bir tanrıdan söz edilmektedir.Oysa,
enerji somuttur ve görülmekte ve duyumsanmaktadır.
Enerji,cenneti de cehennemi de bu evrende yaratmaktadır.O nedenle,”öteki dünya”
yoktur.Varlıklar;atomlar ve atom parçacıkları olarak varlıklarını sürdürmektedir.Yalnızca
biçim değiştirmektedirler.
Bir tarihte,Bedri Ruhselman adlı bir araştırmacı tini “madde yaratma gücü olan bir madde”
olarak tanımlamıştır.Bu tanım;enerjiyi çağrıştırmaktadır.Ruh ya da tin,canlı denilen
varlıklardaki değişik davranışların ve yeteneklerin kaynağıdır.Enerjidir.
Böylece;tin ile madde arasında bir ayırım olmadığı
anlaşılmaktadır.Madde;enerjinin(tinin)dönüşmüş biçimidir.
Bazı dinsel inançlarda “tekamül-gelişme” kavramı vardır.Örneğin;önce kayalar,sular
vardı.Bunlar değişti ve bitkiler oluştu.Bitkiler değişti ve hayvanlar ortaya çıktı.Hayvanların en
gelişmişi insan oldu.Darvin de benzer bir kuram ileri sürmüştür.Bu gelişmeyi,tanrının yaptığı
söylenebilir.
1
Oysa;bu gelişmeleri,enerjinin yaptığı kanıtlanmıştır.Enerji,bir maddeyi bir başka maddeye
dönüştürmektedir.Hatta,bir maddenin yeniden enerjiye dönüşmesi de olanaklıdır.Hiroşima’ya
atılan atom bombasından sonra,bedenler yok olmuş,gölgeleri kalmıştır.
Sonuç olarak,tanrı enerjidir.Evrende yaşayanlar için ise;enerji kaynağı güneştir.O
nedenle,güneşi tanrı olarak algılamak doğru olmaktadır.
Dolayısıyla;atalarımız gibi,güneş kurslarına tapınmamız ve ibadetlerimizi güneşe yapmamız
anlamlı olmaktadır.Üstelik;bu türden tapınmalar için havraya,kiliseye,camiye ya da budist
tapınağına gereksinim yoktur.Yönünü,güneş batarken ya da doğarken ona döndürmek
yeterlidir.
Kişioğlu;güneşteki helyum patlamalarını evrende,denetimli laboratuarlardaki çalışmalarla
yaratmağa çalışmaktadır.Bunu başarırsa;güneş yaratmış olacaktır.İslam tasavvufundaki
“enelhak-ben tanrıyım” inancı gerçekleşecektir.
O zaman,tüm evren ve belki de diğer evrenler ve galaksiler;enerjiye dönüşeceklerdir
;tanrıya kavuşacaklardır.
Yok olacaklar ve tanrı olacaklardır.
Dervişlere göre de tanrı hiçliktedir.
RADYASYON OLGUSU
1632 yılında Londra’daki ölüm istatistiklerinde;çocuk hastalıkları arasında hiç bilmediğimiz
“ışıkların yükselişi”(radyasyon) ve “gezegene yenik düşmeden” 9.548 kişinin öldüğü
yazılıdır.
30 Haziran 1908 günü Rusya’da “Tunguska Olayı” diye bilinen olay yaşanmıştır.Gökten
gelen,alevler içindeki bir cisim 2000 km2 lik bir alanı kapsayan bölgeyi altüst etmiştir.
Bu olay;bir kuyruklu yıldız çarpması,küçük bir kara deliğin Sibirya’dan geçip gitmesi;bir anti
maddenin yeryüzündeki olağan maddeyle çarpışması sonucu gamma ışınları biçiminde
ortadan kaybolması olarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Kaza;dinazorlar çağının da,bir radyasyon olayı sonucunda yok olduğuna dair varsayımlar
bulunmaktadır.
Radyasyon sözcüğünün anlamı “ışıma-ışık saçma”dır.Yukarıdaki olaylarda da,bu türden
“ışıma”ların olduğu anlaşılmaktadır.
“Işık nedir” sorusuna iki yanıt verilmektedir.Dalga boyu varsayımı ve foton hareketleri
varsayımı.Ama;günümüzde “ışık”ın ne olduğu hala çözümlenememiştir.
Diğer yandan;Einstein da ışığın önemini kavramış ve onu (e=mc2)formülüne katmıştır.Buna
göre enerji,maddenin ışık hızının karesi ile çarpımına eşittir.Hiç şüphesiz;bu formülün
amacı,madde ile enerji arasında bir ilişkinin bulunduğunu belirtmektir.Bu ilişkiyi sağlayan ise
ışık(hızı) tır.
Formülü çözümlediğimizde;enerji ışık hızının karesine bölününce;madde ortaya
çıkmaktadır.Ya da,madde ışık hızına ulaşınca,bu hızla çarpılmakta ve enerjiye dönüşmektedir.
Bu durumda;Einstein’ın zamandan “tanrı” olarak söz etmesi,yanlış
olmaktadır.Zaman,yalnızca bir boyuttur.Asıl tanrının “ışık” olduğu
anlaşılmaktadır.Işık(hızı)enerjiyi maddeye,maddeyi enerjiye dönüştürebilmektedir.
Buna göre,”Big bang” olgusu;enerjinin (ışık hızı)na bölünmesi olgusudur.Bunun
sonucunda,tüm maddeler ortaya çıkmıştır.
Buna karşılık;atom bombasının ortaya koyduğu gibi;maddeyi ışık hızının karesiyle çarparsak
madde(uranyum) yok olmakta ve enerjiye dönüşmektedir.
2
Bu varsayıma göre;fizik biliminin tüm olanakları ile”ışık” üzerinde yoğunlaşması
gerekmektedir.Işık yaratılabilirse ya da ışık hızına egemen olunabilirse;(madde-enerji)
dönüşümü laboratuar koşullarında da olabilecektir.
Günümüzde;yapıları anlaşılamamakla birlikte;(x) ışınları,gamma ışınları nükleer çalışmalarda
kullanılabilmektedir.Bir yandan;kanser tedavisinde ve tıpta ışınlar kullanılırken;bir yandan da
nükleer çalışmalarda alfa,beta,gamma ışınları gibi ışınlar oluşturulmaktadır.Bu
ışınlar,maddeleri yok etmektedir.Kanser hastalığına yol açarak,kişi oğullarının mutasyonuna
neden olmaktadırlar.
Bu nedenle;nükleer ünitelerde çalışanlara “kısırlık” ya da “erken ölüm” tazminatı gibi
tazminatlar ödenmektedir.
Işınların,önemli rol oynadığı bir başka alan da;güneş ışınları aracılığıyla bitkilerin besin
maddeleri üretmesi olayıdır.Burada da;enerjinin ışınlar yoluyla maddeye dönüşmesi olgusu
bulunmaktadır.
Eski uygarlıklar;ışığın önemini çok iyi anlamışlardır.Tanrı olarak ışığa(güneşe)
tapmışlardır.Hititlerde “güneş kursları” na rastlanmaktadır.Bu nedenle;günümüzde de tanrı
kavramının soyut olmaktan çıkarılıp “somut”laştırılması gerekmektedir.Uygarlık,yeniden
tanrı olarak “ışık”ı almalı ve ona ulaşmaya çalışmalıdır.
Gerçekten de;nazari olarak,ışık hızının karesine ulaşılınca,kişioğlu maddesinden ayrılacak ve
“enelhak=ben tanrıyım” diyecektir.
Demek ki,başlangıçta enerji vardı.Işınlar enerjiyi böldüler ve uzaydaki tüm varlıklar
oluştu.Belki;başlangıçta tek bir madde oluşmuştu.Bu kez,bu ilk madde “ışın”dan etkilendi ve
başka maddeler oluştu. Günümüzde;kimyacıların ileri sürdüğü “zincirleme reaksiyon”
kavramı böyle bir olgu olabilir.Zincirleme reaksiyon “big bang” ile başlamıştır ve hiç
durmaksızın sürmektedir.Biz de o zincirleme reaksiyonun bir bölümünde var olmaktayızdır.
(Enerji-radyasyon-madde-radyasyon-enerji-radyasyon -madde)biçiminde durmadan süren bir
zincirleme reaksiyon olmakta ve yeni maddeler oluşmaktadır.
O nedenle;yapay olarak “zincirleme reaksiyon”lar oluşturmaktan kaçınılmamalıdır.Bizler
istemesek de “zincirleme reaksiyon” sürmektedir.
Belki de çözüm;evrendeki ve uzaydaki bu sürekli “zincirleme reaksiyon”u durdurmaktır.
Keza;belki de bu zincirleme reaksiyon “zaman” boyutudur.Durdurulduğunda,başka bir boyuta
geçilecektir.
Işık üzerinde daha çok çalışılmalıdır.
ZAMAN GEVŞEYEBİLİR-GEVŞETİLEBİLİR Mİ?
Acaba zamanı laboratuar koşullarında gevşetmek ya da sıkıştırmak olanaklı mıdır?
Kişioğlu,böyle bir deneyi yapmalı mıdır?
Kişioğlu bu deneyin bir benzerini,ses hızını aşan pilot ile yapmış;pilotun,uzun kulaklı,uzamış
yanaklı ve yassı burunlu bir başka uzay varlığına dönüştüğünü,önüne konulan kamera ile
saptamıştır.
Bizler,evrenin hızına göre biçimlenmekteyiz.Başka hızlarla dönen,başka evrenlere
gidersek,biçimimiz değişecektir.
Gerçekten de;günümüzdeki evrensel yaşam biçimleri 40.000 km/24X3600 saniye hızla ortaya
çıkmıştır.Dinazorların,dev kuşların ve ağaç boyunda eğrelti otlarının olduğu çağlarda evren
belki de 40.000km/12X3600 saniye hızla dönüyordu.
Hızda ortaya çıkan bir ani düşme,çeşitli yaşam biçimlerinin yok olmasına ve yeni yaşam
biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.Uzayı bir madde,evreni bu maddenin bir atomu
gibi algılayabilirsek;bu olayla evren atomunun ömrü yarılanmış ve yeni bir atom oluşmuştur.
Zaman gevşediğinde,enerji maddeye dönüşmekte;sıkıştığında ise madde enerjiye
dönüşmektedir.Bu dönüşümlere günümüzde karadelikler ya da big-bang denilmektedir.
3
Kişioğlu yoğun biçimde çalıştığında “zamanın hızla geçtiği” duygusuna kapılmaktadır.Buna
karşılık;kişioğlu,okyanustaki bir adada işsiz kalırsa,zamanın “yavaş” aktığını
düşünecektir.Keza;düşlerde zaman,günlük yaşamdakinden hızlı akmaktadır.Buradan;zamanın
hızlandırılabileceğini ya da yavaşlatılabileceğini düşünebiliriz.
Zamanı gevşetecek makinelerle,enerjiyi maddeye dönüştürmek olanaklıdır.Zamanı
sıkıştıracak makinelerle ise;maddeyi enerjiye dönüştürebiliriz.Günümüzde “tokomak”larla
yapılmak istenen budur.Zamanı sıkıştırarak maddeyi enerjiye dönüştürmenin yolları
aranmaktadır.Atomların yarı ömürlerinin hızlandırılmasına çalışılmaktadır.
Böyle bir makinenin çok iyi ve özenli kullanılması gerekmektedir.Karşıt durumda;denetimsiz
bir “tokomak”,çevresindeki her şeyi bir “karadelik”e dönüştürebilir.Bunun iyi ya da kötü bir
durum olacağı duygusal bir olaydır.
Belki de;maddenin enerjiye dönüşümü,otomatik bir olgudur.Belki de günümüzde de her
madde;zaman içinde enerjiye dönüşmektedir.Ancak;bu olgu,bizim algılayamayacağımız bir
zaman süreci içinde olmaktadır.
Tokomaklar,bu otomatikliği hızlandırabilir ve görülebilir kılabilir.Hiç istenmediği halde
“karadelik”e dönüşebiliriz.Yani;anti maddelerimize ulaşabiliriz.
Güneş,kocaman bir tokomak gibidir.Durmadan,enerjiyi maddeye ve maddeyi enerjiye
dönüştürmektedir.Ya da kimyasal bileşim ve ayrışımlar sonucunda;yeni atomlar oluşmakta ve
enerji açığa çıkmaktadır.
Bu nedenle;tokomak üretmeyi düşünmek yerine,güneşi bir tokomak olarak denetim altına
almanın yolları araştırılmalıdır.Gökyüzünde bu doğal tokomak,öylece durmakta;durmadan
çalışmakta ve bizim ondan yararlanmamızı beklemektedir.
Başka galaksilerdeki güneşler üzerinde “big-bang “deneyleri yapabiliriz.Zamanı gevşeterek
yeni maddeler yaratabilir;o güneşlerdeki enerjiyi yeni maddelere
dönüştürebiliriz.Keza;dilersek yeni “karadelik”ler oluşturabiliriz.Bunun için zamanı
sıkıştırmamız yeterli olacaktır.Zamanı sıkıştırmak için de en iyi yol,doğal tokomaklardan
yararlanmak olmalıdır.
Gerçekten de;başka bir galakside zamanı sıkıştırıp o galaksinin karadeliğe dönüşmesini
izlemek olanaklıdır.Ancak;karadeliğin yapısını incelemek;günümüz koşullarında olanaksız
görünmaktedir.
Şüphesiz;kişioğlunun “merak ve araştırma” dürtüsü;karadeliğin sonrasına da
yönelecektir.Anti maddeyi üretmek de olanaklı olacaktır.
O zaman,tanrılar olmayacaktır.Çünkü,kişioğlu galaksi yaratan,yok eden,maddeyi yaratan ve
yok eden bir konuma gelecektir.Kendisi,tanrı olacaktır.
Böylece;big-bang den önceki başlangıcına dönecektir.Kişioğlu ancak,o zaman,hiçlikte
duracaktır.
BİLİMİN TEMELİ
Bilimin temeli düş gücü ve kuşkudur.
Jules Vernes Aya Seyahat’i;;Deniz Altında Yirmi bin Fersah’ı düşlemeseydi,ne füzeler ne de
denizaltılar bu denli hızlı gelişecekti.
Füzeler,kişioğullarına uzay yolunu açarken;makro kozmosu düşünme ve inceleme olgusunu
hızlandırdılar.Denizaltılar ise;deniz tabanlarındaki mikro kozmosu incelememize önayak
olmuşlardır.
Her iki kozmosun incelenmesi;kişioğullarının nereden gelip yereye gittiği sorusuna yanıt
bulmayı hızlandıracaktır.
Günümüzde;kişioğullarını diğer varlıklardan ve türlerden ayıran en temelli özelliği,düş
kurabilme yeteneğidir.Merak;diğer varlıklarda da gözlenmektedir.Ancak;düş kurmak,yalnızca
kişioğullarına has bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır.
4
Bunun sonucunda;kişioğlu,ateşi,elektriği,tekerleği,buharlı makineyi ve taşıt araçlarını;salı ve
çağdaş gemileri bulmuştur.Kuşlar gibi uçabilmek için,uçağı ve füzeleri bulmuştur.
Bütün bu gelişmelerin sonucunda;kişioğlunun merak(ilgi) duyduğu konular ve olaylar
çoğalmış ve çeşitlenmiş;düşleri sınır tanımaz enginliklere ve uzaklıklara ulaşmıştır.
Başından beri,kişioğlunun bir tek düşü olmuştur:Ölümsüzlüğü gerçekleştirmek.
Diğer yanıyla söylenirse;tanrılaşmak.
Söylenceler,dinler,güzel sanatlar,bilim;hep ölümsüzlüğü anlatmışlar ve aramışlar ve
araştırmışlardır.Ölümsüzlük düşünü kurmuşlardır.
Ölümsüzlük düşü;kişioğlunda ölüm olgusuna da merak(ilgi) uyandırmıştır.Bunun
sonucunda;kişioğlu,ölümsüzlüğe ulaşmanın yollarını bulmak için,çevresindeki tüm varlıklara
ve olgulara ilgi duymuş;onları anlamağa,onları etkilemeğe,onları değiştirmeğe çabalamıştır.
Bunun çabalarıyla;matematik,fizik,kimya,biyoloji,jeoloji,psikoloji bilimlerini kurmuş ve
geliştirmiştir.
Günümüzde kişioğlu;bedeninin ,bu muazzam ve karmaşık makinenin nasıl
oluştuğunu,geliştiğini,çalıştığını ve sonunda durduğunu anlamaya çalışmaktadır.En büyük ilgi
alanı,bu konulardadır.
Bu soruların yanıtını;çevresinde,geçmişinde ve geleceğinde;mikro ve makro kozmoslarda
durmadan aramaktadır.
Bazı kez;toptan çözümler(din,felsefe,fizikötesi evren gibi)üretmekte;bazı kez ise,zor yol olan
bilime yönelmekte ve ölümsüzlüğü bilimle açıklamağa,bulmağa çabalamaktadır.Bütün bu
davranışların temelinde ise;”kuşku duymak” yatmaktadır.
Her tanrı tanımaz kendi kendisine(ya varsa)sorusunu;her dindar kişi de (ya yoksa) sorusunu
sormadan edemez.Kuşkuların en büyüğü;en tedirgin edeni de budur..Kişioğlu;bu kuşkusunu
aydınlatmak,gidermek için bilime daha çok sarılmakta ve bu temeldeki kuşku;her türden
bilimsel gelişmeler için,itici güç oluşturmaktadır.Özellikle;din adamları,kutsal kitaplardaki
söylenceleri ve istenenleri;bilimsel yollardan kanıtlama çabasına girişmiş görünmektedir.
Toptancı çözümlere her zaman ve her yerde karşı çıkılmalıdır.Çözümün bilimde
olduğu(postüla) olarak genç kuşaklara ve gelecek kuşaklara öğretilmeli ve aktarılmalıdır.Her
kuşak,bir öncekinden devraldığı bilimi;biraz daha ileri götürmeğe çabalamalıdır.Böylece
“beyin israfı” önlenmeli ve ölümsüzlüğe ulaşma yollarının aranması eylemleri
hızlandırılmalıdır.
Bilgisayarda ortaya çıkan gelişmeler;bu konudaki gelişmeleri hızlandırmıştır.Bilgiye ulaşmak
kolaylaştıkça;bilimin geliştirilmesi de daha hızlanmış olacaktır.Kuantum çözümlemelerinde
de oldukça yol alınmıştır.Bu iki olgu;ölümsüzlüğe ulaşmayı daha da hızlandıracaktır.
Hızlanma;geometrik diziyle olmağa başlamıştır.
Ölümsüz olunca ne yapacağız?Bu,ancak o zaman sorulacak “merak” sorusudur.O zamana dek
düş kurmalı;merak duymalı ve ölümsüzlüğü durmadan ve bilgiyi daha çok edinerek durmadan
aramalıyız.
BİLİMDE YOL ALMAMIZI TANRILAR İSTİYOR
Din adamlarına göre;bilimde ilerlemeye çabalamak tanrıya(ya da tanrılara)karşı çıkmak
demektir.Tanrıları kızdırmak demektir.Bunun sonucunda kişioğlu;birçok kez doğal yıkımlarla
cezalandırılmıştır ve cezalandırılmaktadır.
Dolayısıyla;bilimsel çalışmalar,dine ve ahlaka aykırı olmamalıdır.Örneğin;günümüzde DNA
ve kişioğlu kopyalama çalışmaları kınanmakta ve bu çalışmaların “tanrının etki alanına
girmek” anlamına geldiği ileri sürülmektedir.
Böyle bir düşünceye “evet” denildiğinde; tıpkı İslam dininde “Babı içtihadın kapatılması”
gibi,bilimsel çalışmalar sınırlanacak ve bilimsel gelişmeler yavaşlayacak ve belki de
duracaktır.
5
Her ne kadar;bilimsel çalışmalarımızla,bilgi denizinin kıyısına gelip ancak,ayağımızın baş
parmağını suya sokabildiğimiz düşünülürse de;bu da bir şeydir.Sonraları,denize boylu
boyunca dalıp yüzebiliriz.
Dolayısıyla;bilimsel çalışmalardaki(fizikte,kimyada,biyolojide,matematikte,jeolojide)sınırları
zorlamak ve bilgi denizine dalıp yüzmeyi öğrenmek zorundayız.Çünkü,bizler denizden geldik
ve oraya dönmeliyiz.
Tanrılar;kişioğlunun bilimsel çalışmalarına sınır koymuyorlar.Bunu isteselerdi;daha işin
başında böyle davranır ve bizlere “beyin” denilen şahane bilgisayarı vermezlerdi.
Kim bilir,belki de onu bize tanrılar vermediler.Bu sınırsız bellekli bilgisayarımızı da biz
kendimiz geliştirdik.
“Tanrıların arabaları” söylencesine inanılacak olursa;tanrıların da bilimde ilerlememizi
istediklerini benimsememiz gerekir.Ya da tanrıların;uzaydaki,bilgisayarla donatılmış diğer
varlıklar olduklarını düşünebiliriz.Böyle olunca da;tanrıların,bilimde sınırlamalar koymamış
olduklarını anlayabiliriz.
Keza;tanrının bir büyük bilgisayar ve bizlerin ve diğer uzaylıların da bu bilgisayar ağının
yerel üniteleri olduklarını düşleyebiliriz.
O ana bilgisayarı “kimin kurduğu” sorusuna yanıt aramak,beyin israfı olacaktır.Her
bilgisayar;başka bilgisayarları oluşturabilir.
Tanrılar isteselerdi;uzaydaki “büyük bilgisayar”a bizim ulaşmamızı önleyecek şifreler “pass
words” lar koyar ve işimizi güçleştirirlerdi.Oysa;işler hiç de öyle gelişmiyor.
Kişioğlu;doğanın,yaşamın,uzayın şifrelerini birer birer açıp;pass wordlara ulaşıp ölümsüzlüğe
ulaşmağa çabalıyor.
Kim bilir;belki de tanrı,kişioğlunun kendisidir ve tüm doğayı,uzayı ve zamanı yönetiyordur.
“Tanrılar” kavramı;bilimsel gelişmeye yararlı olmuştur.Çünkü;gelişmesi içinde
kişioğlu;tanrılarla yarışmış,onlarla bir arada yaşamağa çabalamış,tanrılara ulaşmayı
amaçlamıştır.Temelde;kişioğlunun yaptıkları ve istekleri,tanrıların amaçlarına ve isteklerine
aykırı değildir.Bir bakıma kişioğlu;bilimde daha da ilerledikçe ve bilimi geliştirdikçe tanrıya
daha çok yaklaştığını düşünmekte ve duymaktadır.
Gerçekten de;(E=mc2)formülüne ulaşan Einstein “Oh tanrım” diye bağırmıştır.Şüphesiz;bu
tanrı,Hristiyanlığın ya da kitaplı ya da kitapsız dinlerin tanrısı değildir.Onun tanrısı ”her şeyin
ona doğduğu,her şeyin onda yok olduğu,hep var olan ve hiç yok olmayacak olan” zaman
dediğimiz dördüncü boyuttu.
Görüldüğü gibi;Einstein,bilimsel çalışmalarının sonunda,din kitaplarında yer alan “soyut”
tanrı yerine “içinde yaşadığımız ve geçmekte olduğunu duyumsadığımız” somut ”zaman”
kavramını tanrı ilan etmiştir.
Şimdi;kişioğulları için amaç,zamana ulaşmak ve “ben tanrıyım-enelhak” demektir.Bazı bilim
adamları “zamanın ötesi”ne de geçilebileceğini;tanrının aşılacağını ileri sürmektedir.Bu
savlarını kanıtlamak için bilime,”arpa boyu” da olsa,ileri doğru yol aldırmağa
çabalamaktadırlar.
Tanrılar;kişioğlunun bilim okyanusuna dalmasına kızsalardı;şimdiye dek çoktan evreni yok
etmişlerdi.Çünkü;günümüzde kişioğlu,tanrılaşmak için epeyi yol almış görünmektedir.
İletişim teknolojilerindeki gelişmeler,DNA analizlerindeki yol almalar,kuantum
nazariyelerindeki gelişmeler bunu ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak;tanrılar,bilim denizine açılmamıza kızmıyorlar.Aksine;bize bu çabalarımızda
yol gösteriyorlar.Enerjiye egemen olmamızı kolaylaştırıyorlar.Bu yolla;zamana da egemen
olabiliriz.
Tokomaklarla güneş patlamaları yaratmayı ve bu enerjiden yararlanmayı düşlüyoruz.DNA ya
müdahale ederek;daha sağlıklı,daha akıllı,ölümsüz varlıklara dönüşmeyi istiyoruz.
Ölümsüzlük için;tüm bilimleri sonuna dek zorluyoruz;çabalarımızı giderek daha da
yoğunlaştırıyoruz.
6
Hızlandığımızı;zamanı yakalamağa başladığımızı düşünüyor ve tanrılardan
korkmuyoruz.Sonunda;(E=mc2)kanıtlayacak ve bu formülü günlük yaşamımıza
uyarlayacağız.Böylece;belki de tanrılaşacağız.
Sonra ne mi olacağız?Bu soru;o aşamaya gelinince sorulacak bir sorudur.
MEKAN ÖLÇÜSÜ
Fizik biliminin üzerinde yoğunlaşmadığı konulardan biri(hız)dır.Artık;ilk öğretim öğrencileri
bile(Hız=Yol/Sn) formülünü ezberlemekte ve bu formülle hızı,yolu,yolculukta geçen zamanı
hesaplamaktadır,ölçebilmektedir.
Oysa;hızın başka anlamları da olmalıdır.Çünkü,hız arttıkça,maddelerde yapısal değişiklikler
ortaya çıkmaktadır.Işık hızına ulaşılınca;maddenin dağılacağı,anti maddeye dönüşeceği ileri
sürülmektedir.Görüldüğü gibi;hız kavramı;uzayı,uzayın oluşumunu ve maddeleri açıklayacak
temel kavramdır.
Bir belgesel film izlemiştim.Bir üstü açık,küçük pilot koltuğuna oturtulmuş bir deneme
pilotu(ya da maketi);tek raylı bir yol üzerinde hızla hareket ettiriliyordu.Ses hızına yaklaştıkça
ve bu hız aşılınca;deneğin önüne konuluş bir kamere aracılığıyla;deneğin
kulaklarının,yanaklarının geriye doğru uzadığı;dudaklarının ve burnunun yassılaştığı ve
sonunda bir “uzay yaratığı” na dönüştüğü görülüyordu.Ya ışık hızında bu türden bir deney
yapılabilseydi,neler gözlenecekti kim bilir.
Işık hızında deneyde;maddenin dağılacağı,başka maddelere dönüşeceği ya da anti maddenin
ortaya çıkacağına dair;ses hızı deneyinden belirtiler bulmak olanaklıdır.
Bu olay nasıl olmaktadır?(Hız=Yol/Sn) formülünü başka biçimlerde ifade edebiliriz.
Gerçekten de
Hız=Yol/Sn demek;
Hız=Mekan/zaman demektir.
Hızı böyle tanımladığımızda;Einstein’ın çok önemsediği dördüncü boyutu fiziğe katmış
oluruz.
O zaman(ZamanXHız=Mekan) eşitliği de doğru olmaktadır.Bu eşitliğin iki yanındaki öğeleri
değiştirerek,varsayımlar yapabiliriz.
Örneğin;hızın sabit olduğu(ışık hızı) ortamda,zaman mekana eşit olacaktır.Ancak;ışık hızı
sabitesi(1) sayısını aşıp (1,2 ya da 0,8)olduğunda,eşitliğin sürmesi için ya zamanın azalması
ya da artması;ya da mekanın azalması ya da artması gerekecektir.Nitekim;buna ait bir
söylence bulunmaktadır.
Aya giden ve oraya ilk ayak basan astronot Armstrong’un kolundaki saatin;aya gidip
geldikten sonra bir miktar geri kalmış olduğu söylenmektedir.Von Braun,bu olguyu
açıklayamadan göçüp gitmiştir.Saat mi bozulmuştur?Yoksa zaman mı azalmıştır?Mekan ayni
kaldığına göre,zaman azalmış olmaktadır.
Zaman azalması ne demektir?Zaman azalması(zamanın gevşemesi) demektir.Bu
sayede,madde ortaya çıkmakta ve hız sabit kalmaktadır.Buna karşılık;hız sabit kalır ve zaman
gevşerse yine maddede(mekan)değişme gerekecek ve mekan(madde)küçülecektir.Karşıt
durumda;zaman sıkışırsa;hız sabit kaldığında,mekan(madde) artacaktır.
Buna göre;Big-Bang’in (zaman gevşemesi)olduğu söylenebilir.Zaman gevşeyince,mekan
oluşmuştur.Tersine;hız sabitken zaman sıkışırsa;mekan(madde) küçülecektir.Sonunda;zaman
sıfırlandığında madde iyice küçülecek ve maddenin yok olduğu,anti maddeye dönüştüğü
“kara delik olgusu “ortaya çıkacaktır.
7
Kutsal kitaplardaki kıyamet günü,zamanın durması(sıfırlanması) olacaktır.Zaman
sıfırlandığında;eşitliğin sağı da solu da sıfırlanmış olacaktır.Ne hız,ne zaman ne de madde
kalacaktır.
Hızın sıfırlanması durumunda da zaman ve mekan sıfırlanacak ve yok olacaktır.Hız
sıfırlanınca mekan(madde) yok olmaktadır.Ölüm bu olmalıdır.
Dolayısıyla;(var olan bir şeyin yok olmayacağı) varsayımı yanlıştır.Var olan bir şey yok
olabilir.Tersine,yoktan da bir şey var olabilir.Çünkü;hız kazanan her şey bir
mekana(maddeye)sahip olmaktadır.Buna göre Big-Bang;durağanlıktan kurtulup hız kazanmak
olmaktadır.Big-Bang’ın bir açıklaması da (hızlanma) olmaktadır.
Tersine göreyse kıyamet;(hızın sıfırlanması) ortaya çıkmaktadır.Böylece;her şey ve mekan ve
zaman;durağan duruma dönüşmektedir.
Eşitliğin(mekan) yanında değişiklik olabilir mi?Kişioğlu;var olan maddelerden
yararlanmadan(maddeye biçim değiştirmeden);yeni maddeler üretebilirse;bu olanaklı
görünmektedir.
Genelde kişioğlu;atomları,molekülleri,enerjiyi değiştirebilmekte ve
dönüştürebilmekte;ancak,yeni atom ya da enerji yaratamamaktadır.Bunun başarılması
durumunda;eşitliğin sol yanındaki hızın ya da zamanın ya da her ikisinin birden artacağını
düşünmek zorundayız.Hızın artması dermek(ışık hızı)ndan başka bir hız kavramına geçmek
demektir.Böyle bir hız kavramında;yeni bir mekan(madde) söz konusu olacaktır.
Zamanın artması ise;zamanın gevşemesi anlamına gelecek ve yeni bir Big-Bang olayı
yaşanacaktır.O zaman;uzayda,birden çok Big-Bang in izlerine rastlamak doğal olmaktadır.
Hız ve zamanın;mekandaki(maddedeki) artışı dengeler biçimde,ayni zamanda artmaları
durumunda;Big-Bang’in ya da kıyametin olmayacağını;yeni bir mekanda dengelenmiş
varlığın süreceğini kabul etmek uygun olacaktır.
Uzaya açılmak;uzayı öğrenmek için(hız-zaman-mekan)kavramları üzerinden yoğunlaşmakta
yarar bulunmaktadır.
Ölümsüzleşmek için de bu yöntem üzerinde çalışılabilir.Anti maddenin ne olduğu;ölümsüzlük
sorununun önemli bir öğesi gibi görünmektedir.O da hıza,zamana dayalı bir kavramdır.
UZAKLIK ÖLÇÜSÜ=IŞIK YILI
Uygarlığın başlangıcında uzaklık ölçüsüne gereksinim yoktu.Sonradan;ticaret ve savaşlar
ortaya çıkıp geliştikçe,uzaklık ölçüleri kavramları ortaya çıktı ve gelişti.
Başlangıçta;fersah(konaklama yerleri arasındaki uzaklık),ayak,metre gibi ölçüler
kullanıldı.Bunlar,evrendeki olayları(makro ve mikro kozmos olaylarını)ifade etmekte yararlı
olmuyordu.
Günümüzde;uzaklık ölçüsü olarak “ışık yılı” da kullanılmaya başlamıştır.galaksiler arasındaki
uzaklıklar,”parsek” denilen ışık yılı ile ölçülmekte ya da ifade edilmektedir.Mikro kozmos ile
ilgili ölçümlerde ise;mikronlar yetersiz kalmış olup nanonlar kullanılmaktadır.
Işık yılı nedir?Bir ışık ışınının bir yılda aldığı yoldur.Işın,saniyede yaklaşık 300.000 km hıza
sahip olduğuna göre;bir ışık yılı uzaklık (300.000X3600X24X365,25) km uzaklık olmaktadır.
Görüldüğü gibi;uzay o denli büyük ve geniştir ki,uzaydaki uzaklıkları tanımlamak için,ışık
hızı ölçü olarak alınmaktadır.Ancak;bu hız da,yine de metre olarak ifade edilmektedir.
Ayni biçimde;evrendeki başka uzaklıkları tanımlamak için de hızlardan
yararlanılmaktadır.Örneğin;ayın evrene şu kadar(mach) uzaklıkta olduğu söylenmektedir.Bir
(mach);sesin bir saniyede aldığı yol olup yaklaşık 340 metre olarak hesaplanmaktadır.
Keza;uzaklıkları meridyen arası uzaklıklarla da ifade etmek olanaklıdır.Türkiye’nin doğusu
ile batısı arasında 15 meridyen olduğu ifade edilmektedir.Meridyen hesabının
temelinde,evrenin çevre uzunluğu vardır.
8
Görüldüğü gibi;uzaklık kavramı,göreceli bir kavramdır.Çeşitli hızlara göre,değişik uzaklık
ölçüleri bulunmaktadır.Buradan ;uzaklıkların hızın göreceli kavramı olduğu(tersi de
doğrudur)olduğu sonucuna varılmaktadır.Meridyen hesabı da sonuçta,evrenin kendi ekseni
etrafındaki dönü hızıyla ilgilidir.
Diğer yandan;metre sistemi günlük yaşamı ifade etmeye yeterli iken,uzayı anlatmada ya da
mikro kozmosu tanımlamada yetersiz kalmaktadır.Uzay için “bir parsek” ölçüsü
kurulmuştur.Ayni şeyin mikro kozmos için yapılması da uygun olacaktır.Örneğin “bir kuark”
gibi yeni bir uzaklık ya da uzunluk ölçüsü kurulmalıdır.
Belki de;böyle bir ayırıma gerek yoktur.Kuarklar da ışık hızına göre hareket ediyorlardır.Bu
nedenle;makro kozmos için geçerli olan hız ve uzaklık kavramları,mikro kozmos için de
kullanılabilir olmaktadır.
Işık hızı göreceli bir kavram olduğundan;kişioğlunun ışık hızına ulaşıp ulaşamayacağı
tartışılmaktadır.Bazı düşünürlere göre bu olanaksızdır.Çünkü,ışık hızına ulaşılınca,uzaklık
kavramı kalmayacaktır.Bu durumda ise;kişioğlunun hele de bu ışık hızından daha hızlı bir
hıza ulaşması büsbütün olanaksızdır.
Ancak;kişioğlu giderek daha hızlı yol alan araçlar geliştirmeğe başlamıştır.Aya,ilk gidenler
Onbeş gün süren bir yolculuk yapmışlarsa,sonra gidenler bundan daha az sürede aya
ulaşmışlardır.Keza;kişioğlu,başka galaksilere füzeler yollayabilmektedir.Bu füzelerin kişioğlu
taşıyor olmaları da olanaklı olacaktır.
Bazı düşünürlere göreyse;ışık hızının aşılması olanaklıdır.O takdirde,başka bir
mekana(dördüncü boyut)ulaşılacaktır.Gelişmeler çok hızlanmıştır.Kişioğlu ses hızını aştığı
gibi;ışık hızını da aşacaktır.
Bundan sonraki varsayım alanı;”ışık hızı aşıldıktan sonra,yeniden ışık hızına ve bu hızın
altına inilebilecek midir?”konusu olmaktadır.Bazı düşünürlere göre;bu da
olanaklıdır.Kişioğlu;mekansızlığa ve zamansızlığa ulaşıp yeniden geriye,günlük yaşama
dönebilir.Bir anlamda,tanrılaşıp yeniden kişioğlu olabilir.
Kişioğlu ışık hızını aştığında;yeni hız ve buna bağlı olarak da yeni uzaklık kavramına
gereksinim duyacaktır.Bu nedenle;başka galaksilerde yaşayanların kullandığı başka uzaklık
kavramlarının bulunduğu da düşünülmelidir.Tıpkı günümüzde bazı uluslar mil ölçüsü
kullanırken bazıları metre ölçüsü kullanmaktadır.
YAŞAM VE CANLI KAVRAMLARI
Yaşam;canlı bir varlığın doğması,büyümesi,yaşlanması ve ölmesi sürecidir.Yaşam;canlı
varlıklarla ilgili bir kavramdır.Öyleyse “canlı” ne demektir?
Canlı-cansız varlıkların en önemli ayırıcı öğesi;hareketlilik olmaktadır.Canlı
varlıklar,hareketlidir.Bunun sonucunda canlı varlıklar değişebilmekte ve
gelişebilmektedirler.Canlı varlıklar,çoğalabilmekte ve üreyebilmektedirler.
Cansız varlıklar da hareket edebilmektedir.Ancak,hareketleri sınırlıdır.
Keza;cansız varlıklar da çoğalabilmektedir.Bu çoğalma ya kimyasal ya da fiziksel
yöntemlerle olmaktadır.Buna karşılık;canlılar,fiziksel ya da kimyasal olarak
çoğalamamaktadır.Canlılar için,biyoloji diye ayrı bir bilim geliştirilmiştir.Bu bilimin
temelinde,RNA lar ve DNA lar ve atom altı parçacıkları vardır.
Bu anlamları ile yaşam ve canlı kavramları;bilimin gelişmesine engel
oluşturmaktadır.Özellikle;makro ve mikro kozmoslarda yaşam ya da canlı varlık
açısından,çözümler üretmeğe çalışmak yanlış ve zor olmaktadır.
Neden;başka saman yolları yıldızlarında “yaşam” arıyoruz?Neden,ille de “canlı varlıklar” ı
bulmağa çabalıyoruz?Neden durmadan başka evrenlerde “yaşam” izi arıyoruz?Yaşam izafi bir
kavramdır.O zaman bu çabalar neden?
9
Güneş;yalnızca kişioğullarının yaşadığı bir gezegene yaşam vermiyor.Güneş sistemindeki her
gezegende yaşam vardır.Yaşamı “enerjinin yoğunlaşması ya da genleşmesi” biçiminde
tanımladığımızda;tüm gezegenlerde ve tüm saman yollarında ve galaksilerde de yaşamın
olduğu anlaşılır.Hatta;buna göre,güneşte de yaşam vardır.
Gerçekten de;her bir atom ya da atom alt parçacığı;enerjinin belli bir biçimde
yoğunlaşmasının sonucudur.Bu nedenle;insanın,hayvanın,bitkinin yanında
kayanın,suyun,gazların da bir yaşam biçimi olduğu düşünülmelidir.Çünkü;devinmekte ve
çoğalmaktadırlar.
Bilim;canlı-cansız ayırımını bırakma noktasına çoktan gelmiştir.Artık,nötronların bile canlı
oldukları,bilinçli devindikleri düşünülmektedir.Atom altı parçacıklar,tekdüze
devinmemekte;değişik devinimlerde bulunmaktadır.Bu da;canlı olduklarının bir belirtisi
olarak algılanmalıdır.
Sorun;”yaşam” kavramında da,buna koşut değişikliğin yapılmasıdır.Örneğin;tüm makro
kozmosun tek bir canlı olarak algılanması olanaklıdır.Bu durumda;her galaksi bu devingen ve
canlı varlığın çeşitli organları(gözü,beyni,midesi,yüreği-belki de hücreleri-)olarak
düşünülmelidir.Ya da;galaksilerin her birinin ayrı bir canlı varlık olduğu ve güneşlerin
organlar ve gezegenlerin de bu organların hücreleri olduğu düşünülmelidir.
Benzer düşünceler;mikro kozmosa da uyarlanabilir.
Böyle olunca;mikro ve makro kozmoslardaki araştırmalar daha kolay,anlaşılır ve sistematik
olacaktır.
Geriye “insan=kişioğlu” kavramı kalıyor.Günümüz yaşam biçimlerinden en iyisini(öyle mi
acaba)oluşturmuş olan bizler.Mikro ve makro kozmoslarda “insan” aramak da yanlış
olmaktadır.Gerçekten de;neden hep makro kozmosta kişioğlu arıyoruz?Neden,mikro
kozmosta “insan” aramıyoruz?
Şüphesiz;uzayın derinliklerinde de enerji “kişioğlu” ortaya çıkaracak hücreler olarak
yoğunlaşmış olabilir.Oralarda da Big-Bang ler yaşanmış olabilir.Bu olasılık çok
fazladır.Ancak;bu neyi kolaylaştıracak ve neye yarayacaktır?
Amaç;atomlarla ve atom altı parçacıklarla aynı dili kullanmak olmalıdır.Çünkü;başka
gezegenlere gidildiğinde,yapılacak olan “enerji iletişimi” ile haberleşme,çoğalma,var olma ya
da yaşama olacaktır.
Bu nedenle;yaşamın yeni tanımına göre;mikro ve makro kozmos çalışmalarına önem
verilmeli ve bu alanlardaki gelişmeler hızlandırılmalıdır.
ZAMAN SIKIŞMASI
Parlak gökyüzülü yaz gecelerinde,gökyüzüne baktığımızda sayısız yıldızlar görürüz.Bunların
birer evren,güneş ya da galaksi olduklarını,artık ilkokul çocukları da bilmektedir.
Bunların bir kesimi;mavi görünüşlü olup;bunların en genç yıldızlar oldukları
düşünülmektedir.Bazıları ise,sarı renkli görünürler.Bunların,orta yaşlı yıldızlar oldukları var
-sayılır.
Bazı yıldızlar ise,kırmızı görünüşlüdür.Bunlara “kızıl cüceler” denilmekte olup;bunlar
ölmekte olan ya da ölmüş,ışığı evrenimize yeni gelmekte olan yıldızlardır. Sonunda beyaz
yıldızlar ya da karayıldızlar(noktalar-delikler)durumuna gelmektedirler.Maddeler,enerjiye
dönüşmektedir.
Ayrıca;beyaz yıldızlar ve kara yıldızlar(delikler) vardır.Bunların da ölmekte olan(can çekişen)
yıldızlar oldukları varsayılmaktadır.
Görüldüğü gibi;yıldızların da tüm varlıklar gibi bir yaşam süreci(kimyasal periyodu)
vardır.Bir süreç varsa;bunun bir başlangıcının bir de sonunun olması gerekmektedir.Gerçi;bu
sürecin bir daire olduğunu varsayan görüşler vardır.O zaman başlangıç noktası ile bitiş
noktası ayni daire üzerinde ayni bir nokta olmaktadır.
10
Yıldızlar;Big-Bang denilen patlama ile ortaya çıkmış varsayılmaktadır.Big-Bang’in bir zaman
gevşemesi olduğu düşünülebilir.Başlangıçta yalnızca zaman ve enerji vardı.Birden zaman
gevşedi ve enerjiden mekan(maddeler)oluştu.O zaman,bunun tersinin de doğru olması
gerekir.Zaman sıkışması durumunda;maddenin yok olması ve enerjiye dönüşmesi gerekir.
Zaman sıkıştıkça;yıldızlar sarı yıldızlıktan kızıl cücelere dönüşmekte ve sonunda beyaz
yıldızlar ya da kara yıldızlar(noktalar-delikler)durumuna gelmektedirler.Maddeler enerjiye
dönüşmekte ve zaman yok olmaktadır.
Belki de kara delik’e dönüşen bir yıldız;öbür yanıyla yeni bir zaman gevşemesine neden
olmakta ve yeni bir Big-Bang ortaya çıkmaktadır.Nitekim;birçok dinsel söylence;bu alemlerin
yedi kez yıkılıp yeniden yaratıldığını belirtmektedir.Kutsal kitaplarda “Nuh Tufanı” denilen
söylencede yok olmak ve yeniden olmaktan söz edilmektedir.
Böylece;kozmosta birden çok Big-Bang’in izlerine rastlanması olası olmaktadır.
Kozmosun bir yanında zaman sıkışması olurken;başka bir yanında zaman gevşemesi ortaya
çıkıyor olabilir.O zaman;yeni galaksilerin(gök takım adalarının) doğumu;başka galaksilerin
ölümü,yok olması anlamına gelmektedir.Kozmos;bir yanardağın kraterinin içindeki lavlar
gibi;baloncuklar çıkararak kaynıyordur.Bir baloncuk patlardan;başkaları oluşuyordur.
Aya giden astronotların yolladığı televizyon resimlerinde evrenimiz “mavi yıldız” olarak
görünmektedir.Yani;uzaydaki genç yıldızlardandır.Bu nedenle de;üzerindeki uygarlığın en
çok 5000 yıllık bir tarihi vardır.
Buna karşılık ay(evrenin uydusu)sarı görünmekte;güneş ise kızıl görünmektedir.Acaba,güneş
bir kızıl cüceye mi dönüşmektedir?Güneş için;dolayısıyla onun bağımlısı olan evrenimiz için
geriye sayım başlamış mıdır?Zaman sıkışması sürecine mi girilmiştir?
Öyleyse;güneş ve evrenimiz yok olacak ve yeni bir zaman gevşemesi nedeniyle başka
evrenler,güneşler ve yıldızlar oluşacaktır.Bu,böylece sürüp gidecektir.
Belki de;gelecekte kişioğlu,zamana da egemen olacaktır.Zamanın sıkışmasını engelleyerek ya
da geciktirerek evrenin yok olmasını önleyecektir.Ya da,yeni zaman gevşemeleri yaratıp yeni
evrenler,güneşler,galaksiler oluşturacaktır.
Böylece;ölmek ve yok olmak anlamına gelen bu fasit daireyi kırabilecektir.Yok
olmadan,sürekli var olabilecektir.
SİSTEMLERİN ÇİFT OLMASI=MADDE VE ANTİ MADDE
Uzaydaki her yıldız;her sistem çifttir.Tıpkı,madde ve anti maddenin bir çift oluşturması
gibidir bu olgu.Nitekim;evrende her kişioğlunun ikizinin bulunduğuna dair boş inanışlar da
vardır.
Bazı kez,çift yıldızlar biri birlerine çok yakın olurlar.Bu durumları ile gözlemlenebilirler.
Doğal olarak;böyle bir durumda,ortalık toz duman olacaktır.
Yıldızlar çiftse,o durumda güneşlerin,saman yollarının,gökadaların da çift olması
gerekecektir.Bu doğruysa;bizim güneşimizin de bir eşi olmalıdır.Güneşimizin eşinin ille de
bizim güneş sistemimizde olması gerekmez.O nedenle,onu algılayamıyoruzdur.
Ancak;güneş sistemimizin dışına çıkıldığında,bu görülecektir.Giderek,güneş sistemimizin,
hatta saman yolumuzun da ikizlerinin bulunduğunu düşünebiliriz.Sonunda,gökadaların da
ikizlerinin bulunması gerekir.
Eğer;yıldızların,güneşlerin,galaksilerin ikizleri anti maddeden ise,o zaman bugünkü duyum
sistemlerimizle bunu algılamamız olanaksızdır.Bu sorunun çözümlenebilmesi için,önce anti
maddenin varlığının kanıtlanması gerekmektedir.
Anti maddenin kanıtlanması konusunda,çok az yol alınmıştır.Anti maddenin varlığı ile ilgili
olarak “kara delikler” varsayımları yapılmakta ve bazı kara deliklerin “gözlenebildiği” ileri
sürülmektedir.
11
Kara delikler ve anti madde kavramları;maddenin yok olmayacağı varsayımından ortaya
çıkmışlardır.Gerçekten de;”hiç bir şey yoktan var olmaz,var olan şey de yok olmaz” kuralı;bu
tür varsayımları ortaya çıkarmaktadır.Tüm varlıklar,enerjinin ,zamanın genleşmesi nedeniyle
yoğunlaşmasının bir sonucu ise;o zaman varlıklar yok olmayacaklar;bir enerji
yoğunlaşmasından başka bir enerji yoğunlaşmasına geçecekler ya da enerjiye
dönüşeceklerdir.Bu durum;varlıkların bir “kara delik”e dönüşmesine dek sürecektir.
Kara delik;enerjinin en yoğun olduğu(zaman sıkışması nedeniyle)an olmaktadır.Bu
yoğunluktan sonra madde,anti maddeye dönüşmekte ve madde yok olmaktadır.Bu,bizim
algıladığımız alemin dışında bir aleme(kozmos)geçiş olmalıdır.Bu kozmos ise,halen içinde
bulunduğumuz kozmosun ikizi olan kozmos olmalıdır.
Kuantumlar kuramında da paralel evrenler vardır.Gerçekten de;bir atom partikülü birden
yitmekte ve nerede olduğu anlaşılamamakta ve sonra yeniden başka bir yerde ortaya
çıkmaktadır.Bu arada bu partikülün,paralel evrene geçip geri döndüğü düşünülebilir.
Paralellik ve çift olma varsayımları eski felsefelerde de vardır.
Bektaşi inancına göre;tüm varlıklar tanrının aynadaki yansımasıdır.Paralel evrendeki
görünümüdür.Dolayısıyla tüm varlıkların asıl varlıkları tanrının kendisindedir.Onun
için;Bektaşiler ikilikten çıkıp bir olmağa çalışırlar.Tanrıya döneceklerine inanırlar.
Benzer bir varsayım,eski yunanda da vardır.Buna göre;tüm varlıklar,bir insanın bir mağaraya
girdiğinde duvara yansıyan gölgesi gibidir.Bizler,tüm varlıklar,tanrının mağara duvarına
yansıyan gölgeleriyizdir.O zaman,henüz ayna bulunmamış olmalı ki;mağara duvarındaki
gölge benzetmesi yapılmıştır.
Bu konuda son olarak yaptığım bir gözlemi anlatayım.
Astım denetimi için gittiğim hastanede doktoru beklerken;genç bir bayan sekreter,bir odaya
girdi ve kapıyı açık bıraktı.Gezinirken,kapının camından yansıyandan,orada bir bayanın cep
telefonu ile konuştuğunu algılıyor,onun varlığından bilgileniyordum.
Sonra,gelip kapıyı kapattı ve içeride çalışmasını sürdürdü.Artık,onu göremiyordum.Onun
varlığından bilgisizdim.Çünkü,onu algılayamıyordum.Biraz önce,camdan yansıyan
biçiminden dolayı,orada bir varlık olduğunu algılıyordum,o varlık var oluyordu.Kapı
kapanınca,varlık algılanamıyor,yok oluyordu.
Buna göre,tüm varlıklar da,bir büyük varlığın yansıması olmalıdır.Dinler,buna tanrı diyorlar.
Diğer yandan,Einstein tanrının zaman olduğunu ileri sürmüştür.Bu durumda,bizler zamanda
yansıyan varlıkları algılıyoruz.Bu neden le de onlar var oluyorlar.
Gerçekte,çevremizdeki tüm varlıklar,birer yansımadır.Biz,onları algıladığımız için var
oluyorlardır.Belki de,kuantumun demek istediği bu olmalıdır.Zamanda yansımak.
Varlıklar,madde olmaktan çıkıp anti madde olduktan sonra,yeniden maddeye dönüşebilir mi?
Yanıtın “evet” olması gerekir.O zaman;kozmosun anti madde kozmosundan ortaya çıktığını
ve yeniden anti madde kozmosu olabileceğini ve olacağını düşünmemiz gerekir.Madde;anti
maddeye dönüşüp yeni bir kozmosta yer aldığında;bu anti maddenin de ikizinin olması
gerekecektir.O zaman;anti madde,bu yeni oluştuğu kozmosun maddesi olacaktır.
Belki de Big-Bang,maddenin anti maddeye dönüşmesi olgusudur.Big-Bang kara deliğinden
sonra yeni bir madde oluşmuş ve bu maddenin ikizi olan anti madde de yeniden oluşmuştur.
Bu durumda da birden çok Big-Bang olasılığını düşünmek gerekmektedir.İkiz varlıklar
varsayımı,bunu gerektirmektedir.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere;”herkesin bir benzerinin mutlaka bulunduğu” na dair
halk söylenceleri doğru olmaktadır.Benim bir kopyam ya da anti maddem,kozmosta bir
yerlerde,belki de bizim evrenimizde yaşıyordur.Belki de,ikizim yanı
başımdadır.Ancak;algılama sistemlerimin yetersizliği nedeniyle,onu
göremiyor,duyamıyorumdur.Işık hızını aşarsam;belki de o zaman anti maddeme,ikizime
kavuşacağımdır.O zaman ”enelhak-ben tanrıyım” diyebileceğimdir.
12
Şimdiden,varlıkları kopyalamağa başlamış olan kişioğulları,ikizlerini yaratarak bu çabalara ön
ayak olmaktadırlar.
TAŞ CANSIZ MIDIR?
Günümüze dek;taş,toprak gibi maddeler cansız sayılmışlardır.Canlıların en temel göstergesi
hareketlilik ve üreme olarak alındığında;bu doğru olmaktadır.
Ancak;artık,taşın da canlı olduğu yavaş yavaş anlaşılmaktadır.Taş;sürekli bir devingenliğin
içindedir.Taşın,bir iç devinimleri bir de dış devinimleri bulunmaktadır.
Taşlar,mineraller,fosiller ve madenlerden oluşmaktadır.Bütün bu maddelerin tümünün
yapısında atom alemleri faaliyettedir.Bir çekirdeğin çevresinde elektronlar dönmekte ve bu
devingen ortamdan milyonlarcası,taşın yapısında bulunmaktadır.
Bazı kez;elektron alış verişleri sonunda,taşın şuradaki ya da buradaki yapısı
değişmektedir.Canlılar için DNA kırılması(mutasyon) ne ise;taş için de elektron alış verişi
sonucu değişim ayni anlama gelmektedir.Bunun sonucunda taşın yapısındaki bir metal başka
bir metale dönüşmektedir.Ya da atomlar bir araya gelip;yeni maddeler oluşturmaktadır.Bunun
sonucunda da “ışıyan taşlar” gözlenmektedir.Taşlar da canlılar gibi;yapılarını yenilemekte ve
geliştirmektedirler.
Taşın üremesine gelince..Taşlar da üremektedirler.Bir taş,birden çok parçaya
ayrıldığında;”bölünme yoluyla üreme” olgusu ortaya çıkmaktadır.Taşlar da;bir canlı hücresi
gibi bölünmekte ve bu yolla çoğalmaktadır.
Bu türden taş çoğalmasının,taşın dışındaki “dış etkiler” den ortaya çıktığını
düşünebileceğimiz gibi;taşın,bu ortamın olduğu yere ulaştığını var sayabiliriz.
Buna karşılık;taşın içindeki atomlar arası ilişkiler sonucu,yepyeni yapıda taş parçaları ya da
bölümleri oluşmaktadır.Bu olgunun da;tam bir üreme olgusu olarak algılanması olanaklıdır.
Taşların da ürüyor olması doğal olmaktadır.Çünkü;gerek makro kozmosta gerekse mikro
kozmosta durmaksızın bir şeyler yeniden ortaya çıkmakta,varlıklar üremektedir.
Yerkürenin kendisi canlıdır.Merkezinde magma fokurdamakta;orasında burasında yanardağlar
ortaya çıkmakta;tsunamiler,sel baskınları olmakta;buzullar oluşmakta ve buzullar
erimektedir.Anakaralar biri birine yaklaşmakta ya da uzaklaşmakta ve depremler
oluşmaktadır.
Bütün bu olgular,yerkürenin de canlı dediğimiz organizmalar gibi devindiğini göstermektedir.
Kişioğullarını diğer varlıklardan ayıran bir diğer özellik konuşma(iletişim kurma)
olmaktadır.Oysa,diğer hayvanlarda da ve diğer metallerde de iletişim kurma özelliği
bulunmaktadır.Eğer atomlar,diğer atomlarla iletişim kuramazlarsa,nasıl bir araya gelip
metalleri ve mineralleri oluşturabilirler?Nasıl olur da iki oksijen atomu bir hidrojen atomuyla
birleşir de su molekülünü oluşturur?Nasıl olur da diğer,demir sülfür gibi,DNA gibi moleküller
ortaya çıkar ve var olurlar?İletişimin ille de konuşma yoluyla olduğunu düşünmek yanlıştır.
Nitekim,sağırlar işaret diliyle iletişim kurmaktadırlar.
Bektaşilikte “Vahdeti vücud” kuramı vardır.Buna göre,tüm varlıklar tek varlıktır.O da
tanrıdır.Amaç,çokluktan tekliğe ulaşmaktır.
Gerçekte,güneş sistemindeki gezegenler de,güneş de canlıdır.
Bunun sonucunda;canlı-cansız ayırımının anlamsız olduğu ortaya çıkmaktadır.Kişioğlu ile taş
arasında;makro ve mikro kozmoslardaki ilişkiler açısından bir ayırım kalmamaktadır.
Gerçekten de;her şeyin sıkışmış enerjiler olduğu düşünüldüğünde;kuantum tartışmalarında da
ayni noktaya gelindiği görülmektedir.
Her şey durmaksızın başkalarına bilgi aktarmakta ve bu bilgi değişimi evreninde canlı cansız
ayırımı anlamsız olmaktadır.
13
TEKAMÜL NAZARİYESİ= GELİŞİM VARSAYIMI
Birçok dinsel öğretide;kişioğlunun doğrudan yaratıldığı ileri sürülür.Kitaplı dinlerde
kişioğlu;balçıktan,tanrı tarafından balçığa ruh üflenerek yaratılmıştır.Keza;yine birçok başka
dinsel öğretilerde ve Darvin nazariyesinde;kişioğlunun bir gelişim süreci sonunda ortaya
çıktığı belirtilir.
Darvin nazariyesine göre;tek hücreli canlılar,çok hücreli canlılar,sulardaki çok hücreli
canlılar,hem suda hem karada yaşayabilen canlılar,sürüngenler,omurgalılar biçiminde ortaya
çıkmış bir gelişme söz konusudur.
Bazı dinsel öğretilere göre ise;taş,bitki,hayvan,kişioğlu biçiminde bir gelişme söz konusudur.
Bu sürekli olmakta olan bir gelişmedir.
Oysa;sorun,bir zaman gevşemesi sorunudur.Zaman gevşediğinde,en basit atomlar ortaya
çıkmaktadır.Makro ve mikro kozmos ,bu türden atomlarla doludur.Yine zaman gevşemesi
olduğunda;moleküller,mineraller,elementler oluşmaktadır.Süren zaman gevşemeleri
sonucu;bu öğelerden taş,bitki,hayvan,kişioğlu oluşmaktadır.
Mikro kozmosta başlayan bu zaman gevşemesi sonucu;ortaya birçok organizma çıkaktadır.Bu
organizmalar;makro kozmosta evrenler,güneşler,aylar,kuyruklu yıldızlar,yıldız
sistemleri,galaksiler olarak görünmektedir.
Eğer;gerçekten de bir tekamül(gelişim)söz konusu ise;bunun mikro kozmostan makro
kozmosa olması gerekir.Bunun sonucu olarak;kimyadaki elementler tablosunun da sınırsız
olması gereklidir.Durmaksızın yeni elementlerin,yeni organizmaların,yeni galaksilerin
oluşması gerekmektedir.
Gerçekten de;galaksiler,evrenler,kişioğulları,hayvanlar,bitkiler,taşlar hep birer
organizmadır.Aralarında hiçbir ayırım yoktur.
Bu oluşum sonsuz mudur?Öyle anlaşılıyor ki;sonsuz değildir.Bir süre sonra;zaman gevşemesi
durmakta ve giderek zaman sıkışması başlamaktadır.O zaman ise;”kuasarlar” ve “kara
delikler” ortaya çıkmaktadır.
Kara delikler;atomdan bulutsulara dek,belli bir andaki tüm varlıkların yok olması;enerjiye
dönüşmesi,zamanda yitmesi olgusudur.Zaman sıkıştığında;bu varlıkların var olmasının nedeni
olan bir güç ortadan kalkmakta ve bunun sonucunda,enerji yoğunlaşması yani kara delikler
(çöküntüleri)ortaya çıkmaktadır.
Dinsel öğretideki kıyamet kavramı;zamanın sonsuz sıkışmasına ya da maddenin enerjiye
dönüşmesine karşılık gelmektedir.Evren ve tüm varlıklar ve zaman yok olmaktadır.
Zaman sıkışması ya da gevşemesi sonsuz olmamalıdır.Bu nedenle;gevşemeden bir süre
sonra,tepkime yoluyla zaman sıkışması başlamakta ve bu sıkışma sonsuza dek(kara deliklerin
ortaya çıkmasına dek)sürmektedir.
Kozmosun sabit olmadığı,bir balon gibi durmadan şişerek genleştiğine dair varsayım da;bu
modeldeki zaman gevşemesinin karşılığı olmaktadır.
Tekamül(gelişim) nazariyesinin doğru olmadığı;bunun yerine,zaman gevşemelerini izleyen
zaman sıkışmalarının söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla;dinlerin “kişioğlunun doğrudan ortaya çıktığı” varsayımı daha doğru
olmaktadır.Buna karşılık;elementler tablosunda,bir “tekamül(gelişme)”nazariyesinin var
olduğu gözlenmektedir.
Kişioğlu durmaksızın yeni elementler,maddeler yaratmaktadır.
Artık;evrende yeni bir tekamül(gelişim) ortaya çıkmıştır.Buna göre;kişioğulları makineleri
;makineler bilgisayarları yaratmaktadır.Bilgisayarlar;daha gelişmiş kişioğulları nı
yaratmaktadır.Kişioğulları daha gelişmiş makineler(robotlar) ve bilgisayarlar
yaratmaktadır.Bu sarmal gelişme durmaksızın sürmektedir.Şimdiden Saylonlar(makine
kişioğulları) ile yaşamağa başlamış bulunuyoruz.
14
YAŞAM DEDİR?
Son yıllarda merak edilen konulardan biri;Mars’ta yaşam olup olmadığı konusudur.Bu ilgiyle
birlikte,kişioğlu “yaşam nedir” sorusunu da sormalı ve buna yanıt aramalıdır.
Yaşam kavramının canlı varlıklarla ilgini olduğu açıktır.Yaşam ve ölümün,canlı varlıklara ait
özellikler olduğu ileri sürülür.O zaman yaşamı;karşıtı olan ölüme bakarak tanımlamak
gerekmektedir.
Ölüm;canlı varlıkların fiziksel,kimyasal,biyolojik devingenliklerinin son bulması olarak
algılanmaktadır.Bazılarına göre ise ölüm;bedeni canlı tutan tinin ya da madde yaratma
yeteneği olan maddenin(enerjinin),bedeni terk etmesidir.
Bazılarına göre ölüm bir sondur.Bazılarına göreyse;bir evrimin belirli bir aşamasıdır.
Görüldüğü gibi;ölüm kavramı izafi(göreceli) dir.Buna bakarak;yaşam kavramının da göreceli
olduğu ileri sürülebilir.
Yaşam;doğumla başlayan ve ölümle son bulan bir süreçtir.Yaşam;yemek,içmek
,eğlenmek,sağlıklı olmak,durmaksızın bilgi edinmektir.
Ölüm ve yaşam kavramlarının yalnızca canlılar için geçerli olduğunu varsaymak yanlış
olmaktadır.Uzayda;yıldızlar,güneşler,galaksiler doğmakta;yaşamakta ve ölmektedirler.Ayni
biçimde;mikro kozmosta da doğuşlar,yaşamlar ve ölümler söz konusudur.
Dolayısıyla;mikro kozmos,evren,makro kozmos bakımından farklı “yaşam” kavramları söz
konusu olmaktadır.Yaşam;göreceli bir kavramdır.
Yaşamı göreceli bir kavram olmaktan çıkarmak için;mikro kozmos,evren,makro kozmos için
ayni anlamı taşıyan bir yaşam kavramına gereksinim vardır.Yaşam,ölüm kavramları
derinlemesine incelendiğinde;bir “enerji değişimi” nin ortak öğe olduğu
gözlenmektedir.Öyleyse yaşam,enerjinin maddeye dönüşmesidir.Ölüm de,maddenin yeniden
enerjiye dönüşmesi olmaktadır.
Bu anlamdaki yaşama ve ölüme mikro kozmosta,evrende,makro kozmosta rastlamak
olanaklıdır.Nitekim;evrende yaşamın başlangıcında,suya düşen bir yıldırımın(enerjinin)rolü
olduğu ve bunun sonucunda (amino asit)adlı yeni bir oluşumun ortaya çıktığı
varsayılmaktadır.Amino asitlerin çeşitli bir araya
gelmelerinden(kombinasyonlarından)organik(canlı)diye anılan varlıklar ortaya
çıkmıştır.Amino asit içermeyen maddeler inorganik(cansız) olarak tanımlanmaktadır.
Bu ayrımın yapay olduğu açıktır.Çünkü;amino asit de sonuçta,atomların bir araya
gelmelerinden oluşmaktadır.Öyleyse;yaşamın başlangıcını amino asitlerin oluşumundan daha
önceye,ilk atomun oluşmasına kaydırmak zorundayız.
Enerjinin işe karışmasıyla atomlardan amino asitler ortaya çıkmışsa;yine enerjinin işe
karışması ile amino asitlerden daha gelişmiş oluşumların da ortaya çıkması,ayrıca
olanaklıdır.Kim bilir;belki de başka evrenlerde ya da galaksilerde,saman yollarında amino
asitlerden daha gelişmiş yapı taşları oluşmuştur.Evrendekinden çok ayrık bir yaşam
biçimi,oralarda egemendir.
Amino asitlerden oluşan bizler;diğer amino asitli varlıklarla ya da inorganiklerle ilişki
kurabiliyoruz.Dolayısıyla;amino asitlerden daha çok gelişmiş enerji yoğunlaşmalarına dayalı
diğer uzay yaşam biçimleri ile de ilişki kurabiliriz.Ya da,onlar bizlerle ilişki kurabilirler.
Yaşamı;enerjinin maddeye dönüşmesi olarak algılamak;evrendeki,makro kozmostaki,mikro
kozmostaki yaşam biçimleriyle iletişim kurmamızı kolaylaştıracaktır.
Yeni amino asitlerin laboratuar koşullarında üretilmesi ile;yeni yaşam biçimleri
oluşturulabilecektir.Bütün sorun;zamana ve enerjiye egemen olmakta ve bunları laboratuar
koşullarında kullanmamıza bağlı kalmaktadır.
15
ENERJİ-MADDE DEĞİŞİMİ
Einstein’ın ulaştığı çok basit görünen formüle göre(E=mc2)dir.Yani;enerji ile madde arasında
bir dönüşüm ilişkisi vardır.Enerji maddeye,madde de enerjiye dönüşmektedir.Bunu;Japon
kentlerine atılan atom bombaları gerçeği ile kişioğulları yakından
gözlemlemişlerdir.Kişioğullarının gölgeleri;yıkık duvarlarda kalmıştır.Bu dönüşümü
sağlayan,(c) sabit sayısıdır.(c) sabit sayısının,ışık hızı olduğu kabul edilmektedir.
Bu durumda;ışık hızının karesine eşit bir hıza ulaşıldığında(kısaca ışık
hızına)ulaşıldığında;enerji ile madde eşlenecektir.Yani madde enerjiye ya da enerji maddeye
dönüşebilecektir.Ya da böyle bir hızın bulunduğu ortamda durmaksızın enerji maddeye ve
madde enerjiye dönüşecek ve bu olgu,böylece sürüp gidecektir.Tıpkı;bir yandan milyonlarca
kişi ölürken,milyonlarca kişinin doğması gibi.
Belli hızlara ulaşıldığında;maddenin biçim değiştirdiği ya da özünü değiştirdiği günlük
yaşamda da gözlenmektedir.Ses hızını aşan pilotların,kulakları uzamakta,yanakları geriye
doğru gerilmekte,burunları yassılaşmaktadır.
Ya da;belli hızlarda yapılan atom bombardımanları ile maddelerin atom yapısı
değiştirilmekte;doğada olmayan ,yapay maddeler yaratılmaktadır.
Bu olguyu belirleyici öğe,ışık hızı,bir başka söylemle (zaman)denilen dördüncü boyut
olmaktadır.Dördüncü boyut olan zaman göz önüne alındığında mekanlar,bu mekanlardaki
maddeler ve dolayısıyla da varlıklar değişmektedir.
Zaman sıkıştığında enerji ortaya çıkmakta ve madde yok olmaktadır.Doğru deyişle
madde,enerjiye dönüşmektedir.Buna karşılık;zaman gevşediğinde,enerji yok olmakta ve
maddeye dönüşmektedir.
Sıkışmanın şiddetine göre;enerji farklı yoğunlaşmakta ve farklı maddeler ortaya
çıkmaktadır.Aslında;tüm maddeler,tek atomlu (oksijen)den ortaya çıkmaktadır.Oksijen
atomunun değişmesi ile (hidrojen-azot-demir-uranyum)ortaya çıkmaktadır.Bunların
molekülleri ya da bir araya gelişleri ile,evreni kaplayan maddeler oluşmaktadır.Örneğin,su,iki
hidrojen ve bir oksijen atomundan ortaya çıkmaktadır.Yaşamın da;bu basit atomlu
molekülden başladığı ileri sürülmektedir.
Önce;nötrinolar oluşmakta;sonra sırasıyla,atomlar,moleküller,molekül grupları,maddeler ve
organizmalar ortaya çıkmaktadır.Bu gelişmenin varlığının en belirgin göstergesi;(elementler
tablosu) ve biyolojideki (canlı türleri ve evrimleri)ile ilgili veriler olmaktadır.
Buna göre kişioğlu;zaman gevşemesi sonucu ortaya çıkmış çeşitli atomların moleküllerinden
oluşan bir madde kombinasyonu(bir araya gelişi)dur.E=mc2 formülündeki(m) dir.Bu madde
kombinasyonunun yapısı her an değişmekte,yenilenmekte ya da yok olmaktadır.Şüphesiz;bu
olguların tamamı;E=mc2 formülüne uygun gelişmektedir.
Zaman sıkıştığında;madde enerjiye dönüşmekte ve içimizdeki bu enerji(tin) başka maddeler
yaratmak üzere içimizden çıkmakta ve kişioğlunun bedeni(organizması) yok olmaktadır.Ayni
olgu;evrendeki ve mikro ve makro kozmoslardaki tüm varlıklar için de geçerlidir.Zaman
gevşemesinin ve sıkışmasının kesintisiz ve sürekli olduğu anlaşılmaktadır.
Uzayda durmaksızın zaman gevşemesi ya da sıkışması oluyor ve bunların sonucunda;yeni
saman yolları,gökadalar ya da kara delikler beliriyordur.Keza;uzayın altı bir yanında;yeni
organizmalar oluşuyor ya da yok oluyordur.
Evren de;bu anlamda,oluşmakta olan bir organizmadır.Uzayın büyüklüğü
düşünüldüğünde;evren belki de tek hücreli bir varlıktır.Şüphesiz;sonunda,bir zaman sıkışması
sonucu evren ve tüm varlıklar,enerjiye dönüşecekler ve bir enerji yutan kuyu olan bir kara
delikte yok olacaktır.
(E=mc2)formülünde E enerji;ışık hızının ve maddenin bağımlısı olarak görünmekte olup;bu
yanlış olmaktadır.Formülün c2=E/m olarak ifadesi daha anlamlı olmaktadır.Buna
göre;enerjinin maddeye bölümü,ışık hızının karesini vermektedir.Yani;ışık hızının egemen
16
olduğu,evrenimizin içinde bulunduğu zamanı vermektedir.Dolayısıyla;bu ışık
hızında,enerjinin ya da maddenin bir biçimde farklılaşması sonucunda,farklı enerji ya da
maddeler oluşacaktır.Enerji farklılıkları,farklı galaksileri ifade edecektir.Madde farklılıkları
ise;farklı evrenleri anlatacaktır.
Bu süreç;böylece sürüp gidecektir.
YAPAY VE DOĞAL AYIKLAMA
Japonya’da “Samuray yüzlü yengeçler” den söz edilir.Gerçekten der;sırtlarında Japon
filmlerinde görülen çekik gözlü,topuz saçlı savaşçı görüntüsü bulunan yengeçler vardır.Japon
balıkçılar;be yengeçleri yakaladıklarında yememekte;yeniden denize atmakta,yaşama geri
döndürmektedir.Bunların;kutsal olduklarına inanılmaktadır.
Benzer durum;Urfa’da gözlenmekte olup Aynzilha balıklı gölündeki balıklar kutsal
sayıldıklarından yenmemekte ve hızla büyümekte ve çoğalmaktadırlar.
Samuray yengeçleri nasıl ortaya çıkmıştır?Başlangıçta;kişioğlu yüzüne benzeyen çizgileri
sırtında taşıyan birkaç ya da bir tek yengeç vardı.Onu yakalayan Japon yemeyip denize
attı.Kalıtımla;ayni çizgileri taşıyan yengeçler üredi ve yenilmedikleri için çoğaldılar.Japon
samurayı çizgilerini taşımayan yengeçler ise yakalanıp yenildiler ve hızla azaldılar.
Bu olay;yapay ayıklamaya iyi bir örnek oluşturmaktadır.Yapay ayıklama;kişioğlunun bilinçli
davranışları sonucu doğal yapının ve yaşamın değişmesidir.
Gerçekten de;kişioğlu,doğal yaşamlarında hepsi de yabani olan kedi,köpek,koyun gibi
hayvanları;mısır başağı,tütün gibi bitkileri evcilleştirmiştir.Bu türler;doğal gelişmelerinden
sapmış ve bizlerin istediği evcil varlıklara dönüşmüştür.Bunun sonucunda da;kişioğlunun
yardımı olmadan yaşayamaz duruma gelmişlerdir.
Eğer kişioğlu;türleri değiştirebiliyorsa,doğa bunu neden yapmasın?Gerçekten de;bu
ayıklamayı doğa da yapıyor.O türden ayıklamaya “doğal ayıklama” diyoruz.
Çeşitli yörelerde bulunan bitki ve hayvan fosilleri;bize doğal ayıklamanın(belki de bununla
birlikte yapay ayıklamanın)varlığı için iyi bir kanıt oluşturmaktadır.Fosillerden;bir zamanlar
yer yüzünde çok sayıda bulunan,ama artık tümüyle yok olmuş yaratıklara ve varlıklara ait
bilgiler sağlanmaktadır.
Normal doğal ayıklamalarda;zayıflar yok olmaktadırlar.Dinazorların yok olduğu dönemdeki
gibi olağanüstü doğal ayıklamalarda ise;birçok canlı,ayni anda yok olmaktadır.
Keza;söylenceler de bu konuklarda önemli ip uçları taşıyorlar.Örneğin;Anadolu yarım
adasında kaplan bulunduğuna dair öyküler vardır.Son kaplanın Ege bölgesi dağlarında ve
ormanlarında 1940 lı yıllarda öldürüldüğünü zamanın yerel basını da
yazmıştır.Günümüzde,Anadolu’da kaplan türü yaşamamaktadır.Balinaların,fokların yok
olmak üzere olduklarından,günümüzde sık sık söz edilmektedir.
Bu gözlemler;ayni zamanda,evrimin de sosuz olmadığını;türlerin sona erebileceğini
göstermektedir.
Evcilleştirme süreci;hayvanların ve bitkilerin genetik yapılarının değişmesidir.Günümüzde;bu
türden gelişmelerin ve türlerin yok olmalarının oluşması için binlerce yıl beklemeğe gerek
kalmamış görünmektedir.
Gerçekten de;koyunlar kopyalanmış olup son zamanlarda kişioğlunun da kopyalandığı ileri
sürülmüştür.Ayrıca;koyun yüzlü olan ve tavşan bacakları bulunan yaratıklar da üretilmektedir.
Doğanın tüm gizleri;”genetik mühendisliği” nde yatmaktadır.Mikro kozmosta atılacak yeni
adımlarla,yaşamın kökenine her gün biraz daha yaklaşılmakta olduğuna dair izler
çoğalmaktadır.
Evrim mekanizması;doğal ayıklama olgusudur.Kalıtımda,ani değişikliklerin ortaya çıkması
demek olan “mutasyon”lar;evrimin temel yasasını oluşturmaktadır.Çevre;güçlülerin yararına
17
olan mutasyonlardan yanadır.Bunun sonucunda;bazı türler tükenmekte;bazı yeni türler ortaya
çıkmaktadır.
Yalnızca kişioğlu çevreyi bilinçsizce etkilediğinden;çevre de buna uyumlu türler
oluşturduğundan;her türden mutasyonun temelinde kişioğlunun yaptıklarımın bulunduğu
düşünülebilir.
Türlerin kökeninde;başkalaşım olgusu;var olma savaşımı;koşulara uyum sağlama;diğer
türlerle sürekli rekabet yer almaktadır.
Başlangıçta kişioğlu;her organizmanın bir büyük yaratıcı tarafından titizlikle yaratıldığımı
düşünmüştür.Çünkü;en basit bir organizma bile,sayısız atom ve moleküllerden;bunların
düzenli ve anlamlı birlikteliğinden ortaya çıkmaktadır.
Büyük yaratıcı kavramı;”evrim ya da doğal ayıklamaya” dek doğanın açıklanmasında yararlı
olmuştur.Ancak;zaman aktıkça;kişioğlu,kendisine verilmiş olduğu söylenen zekasını ve
gözlem gücünü kullanarak;varlıkları “büyük yaratıcı” kavramı ile açıklamadan
vazgeçmiştir..Fosillerde rastlanan kayıtlar;deneyler yapıldığını;değişimin o zamanki
canlılarca gerçekleştirildiğini göstermektedir.
Ama yine de;günümüzde doğal ya da yapay ayıklama ret edilip “Büyük yaratıcı”ya inanalar
vardır.Sayıları giderek azalsa da,hala çoğunluktadırlar.
Ancak;evrim ve doğal ve yapay ayıklamalar sürmektedir.Sonunda;genlere taşınacak bu
düşünme sistemi ile;”Büyük yaratıcı”ya dayananlar iyiden iyiye azalacaklardır.Belki de
biteceklerdir.Çünkü,bilim çok hızlı gelişmektedir.
Son olarak şu söylenebilir:Bizim evrenimizde görülen bu evrimleşme,başka evrenlerde ya da
kozmoslarda da olmalıdır.Oralarda da sürüp gidiyordur.Yapay ve doğal elemelerle
evrimleşme daha iyiye,güzele,güçlüye yönelmektedir.
YAŞAM VE ORGANİZMALARI
Bilim adamlarınca;yaşamın söz konusu olması için;su,atmosfer,oksijen,karbon,azot gibi bazı
elementlerin ve varlıkların olması gerekmektedir.Bu nedenle;Ay’da da ve Mars’ta da
su,atmosfer,oksijen araştırılmaktadır.Bunlara rastlanılmayınca,bilim çevrelerinde bir şaşkınlık
ve umutsuzluk oluşmuştur.
Oysa;yaşam,su,atmosfer,oksijen ve karbon bileşikleri ortaya çıktığı için var olan bir şey
değildir.Aksine;enerjinin maddeye ilk dönüşmesi anında ortaya çıkan maddelerin bir araya
gelmesi ile DNA ve RNA ların oluşması ve bir araya gelmeleri ile yaşam başlamış
görünmektedir.Çünkü;bu amino asitlerin oluşturduğu canlı hücre ya da hücreler;önce su
ortamına,sonra atmosfer ortamına uyum göstermişlerdir.Yani yaşam;var olan doğal koşullara
uyum gösteren kimyasal asitlerden oluşan hücrelerin eseridir.
Kişioğlu ise;bu uyumu en üst düzeyde gösteren biyolojik ve kimyasal
varlıktır.Bedenleri;su,karbon ve nitratlardan oluşmaktadır.İskelette ve kaslarda diğer
mineraller de bulunmaktadır.Yani;kişioğlu,evrenin koşullarına uymak için
oksijen,hidrojen,karbon ve azot kombinasyonlarından yararlanmıştır.
Bunun dışındaki bazı elementler;örneğin civa,kobalt gibileri,kişioğlu bedenine
girince;kişioğlunun yaşamsal uyumu bozulmaktadır.Kişioğlu;bu elementlerin dahil olduğu bir
yaşam biçimine uyum gösterememektedir.Belki de;uzun dönemde kişioğlu da mutasyona
uğrayıp bu elementlerle de yaşamayı başarabilir.
Dolayısıyla;cıva buharlı atmosferi bulunan ve karbon yerine kobalt bulunan bir evrende
kişioğlunun bugünkü beden kompozisyonu ile yaşayamayacağını;varlığını sürdüremeyeceğini
söylemek olanaklıdır.
Ancak;evrenimizde olduğu gibi,cıvalı atmosferli ve kobalta dayalı bir evrende de enerji
yoğunlaşıp DNA ve RNA ya benzer yapı taşlarını oluşturursa;o evrende de yaşamın başlaması
ve sürmesi olanaklıdır.Ancak;bu yaşam;su,oksijen,azot,karbona dayalı bir yaşam biçimi
18
değil;cıva buharına ve kobalta dayalı bir yaşam biçimi olacaktır.Dolayısıyla;kişioğlundan
farklı organizmalar olacaktır.
Bu nedenle;başka evrenlerde,saman yollarında bizim yaşam biçimimizi ve organizmamızı
aramak yanlış olmaktadır.Ya da bu türden yaşam biçimine rastlamak olanağı çok
düşüktür.Çünkü;elementler tablosunda yüzü aşkın element bulunmaktadır.Bu
elementler,bizim evrenimizdeki;bizim saman yolumuzdaki elementlerdir.Başka saman
yollarında,başka elementlerin de bulunacağı açıktır.
Bizim yaşam biçimimize benzer yaşamların uzayda olduğunu varsaysak bile;onlarla iletişime
geçmemiz olanaksız görünmektedir.Hele;organizmaların bütünüyle ayrık maddelere dayalı
olması durumunda iletişim daha da güç olacaktır.
Bütün bu sorunlara yaklaşım;başka maddelere dayalı,başka yaşam biçimlerinin bulunduğu
varsayımına göre yapılmalıdır.Yeni araştırma,iletişim kurma teknikleri bulunmalı
,geliştirilmeli ve uzayda kullanılmalıdır.
Evrenimizde;evrenimizdeki yaşam koşullarının dışındaki yaşam koşullarında yaşayacak
organizmalar geliştirilmelidir.DNA ve RNA mutasyonları ile bu yapılabilir.Ya da DNA ve
RNA nın yerine;yeni yaşam taşları üretmenin yolları aranabilir.Ortaya çıkacak yeni
organizmalar;komşu gezegenlere yollanabilir.
Bundan sonra kişioğlu;geçireceği mutasyonlarla evrenin her yerindeki koşullarda
yaşayabilecek duruma getirilmelidir.Hatta;kişioğlu;otomatik olarak mutasyon sağlayan DNA
ve RNA lara kavuşturulmalıdır.
Kişioğullarının bilimi;bunları gerçekleştirebilecek ölçekte gelişmektedir.Gerek mikro
kozmosa gerekse makro kozmosa açılabilmenin yolları ve gizleri;genlerde ve mutasyonlarda
yatmaktadır.Doğanın egemeni genlerdir;genlerin egemeni ise kişioğludur.
MUTASYON VE ÜREME OLGUSU
(TANRISAL EYLEM)
Üreme(seks) nin yaklaşık iki milyon yıl önce ortaya çıktığı anlaşılıyor.Bundan önce;yeni
organizma çeşitleri;yalnızca DNA da rastlantısal olarak oluşan genetik emirlerindeki harflerin
değiştirilmesi sonucu ortaya çıkıyordu.
Üremenin ortaya çıkışı ile;iki organizma,aralarında DNA kodlarının tam olarak birer
paragraflarını,sayfalarını ve giderek kitaplarını değiş tokuş edebilmeye başladırlar.İşte,bu
olgu;tanrısal bir eylemdi.Buradan;günümüzün en gelişmiş organizması olan kişioğluna
ulaşılmıştır.
Belki de,DNA daki mesajların içinde;bu da vardı.Yani,harflerin değil;metinlerin
birleştirilmesi olgusu.Bu mesajın çalışmaya başlaması ile,üreme olgusu başlamıştır.
Bu olgudan sonra;ayıklama olgusu,yeni bir öğe ile desteklenir duruma gelmiştir.Gerçekten
de;sekse ilgi duymayan organizmalar,çabucak yok olup gittiler.Günümüzde;pandaların da yok
olmakta olmaları,bu yolla açıklanmaktadır.
Dört milyar yıl önce;mikroskobik küçüklükteki mavi yeşil yosunlar,okyanusları
kaplamışlardı.Bu bitkiler;durmaksızın oksijen üretmeğe başladılar.Böylece;yeryüzünün
başlangıçta hidrojene doymuş atmosferinin yapısı değişti ve oksijen egemen bir yapı
oluştu.Evrenin güneşten koptuğu varsayıldığından;başlangıçta evrenin hidrojen egemen
atmosferinin olması gerekiyordu.Çünkü;güneşte günümüzde bile hidrojen patlamaları
sürmektedir.
Bu atmosfer değişimine uyum gösterenler yaşadılar.Uyamayanlar,yok olup gittiler.Yaklaşık
600 milyon yıl önce;ilk yaşam çeşitlenmesi patlaması ortaya çıktı.
19
Bu değişim;çok uzun sürmüştür.Mikroplardan sebze ve hayvanlara geçiş,çok zor olmuş ve
zaman almıştır.Ama;üreme süreciyle DNA değiş tokuşu sürdükçe,daha gelişmiş organizmalar
ortaya çıkmıştır.
Buna göre;günümüzde de ve gelecekte de daha iyi organizmaların ortaya çıkması söz
konusudur.
İlk iyi yapılanmış hayvanlar;trilobit sürüleri olup;günümüzde bu yaşam türleri
bulunmamaktadır.Yeryüzünde;günümüzde canlısı kalmamış olan bitkiler ve
hayvanlar,sayılamayacak kadar çoktur.
Diğer yandan;eski fosillerde bizim gibi yaratıklara,organizmalara ait bir ize
rastlanmamaktadır.Bu husus;evrimin diğer bir göstergesi olmaktadır.
Sanki;bir genel kuralmış gibi;türler bir ara belirdikten sonra;uzun ya da kısa süreler bu
gezegende oturuyorlar;sonra da ortadan kayboluyorlar.
Bu türden yitmelerin,iki açıklaması bulunmaktadır.
Birincisine göre;üremeyi durduran tür yok olmaktadır.
İkincisine göre ise;üremeyi sürdüren türler,durmaksızın evrimleşmekte ve evrimleşen bu
varlıkların ilkelleri,ayrı bir varlık(yaşama biçimi)durumunda kalmaktadır.
Çünkü,türler arasında da üreme(piçleşme)görünmektedir.At ile eşekten katır türü;deve ile
lamanın çiftleşmesinden ayrı bir tür ortaya çıkmaktadır.Biyolojideki Mendel yasaları;ayni tür
için olduğu kadar,türler arasındaki üremelerde de geçerli görünmektedir.
Ancak;günümüzde,bitkilerle hayvanların aralarında DNA değiş tokuşu yaptıklarına dair ize
rastlanılmamaktadır.Ama;bunun da olanaklı olması gerekmektedir.Belki de;bu türden DNA
değiş tokuşları,üremeler için zaman geçmesi gerekmektedir.Ya da bu türden üremeler,evrenin
geçmişinde kalmıştır.Böyle bir üreme sistemi sonunda;kişioğlunun oksijen üreten bir
organizma olması,ilginç olurdu.O zaman;başka evrenlere gitmek daha kolaylaşırdı.
Öyle anlaşılıyor ki;canlılar,işin başından beri,durmaksızın DNA değiş tokuşu ya da yaması
yaparak,yeni türler oluşturmaktadır.Keza;ayni bir türde bile;DNA ların yeni öğeler
oluşturması ve bunun sonucunda;değişik varlıkların belirmesi olanaklıdır.
Gerçekten de;günümüzün kişioğlunu,bir orta çağ kişioğlunun görmesi olanaklı
olsaydı;herhalde,bu kişinin günümüz kişioğlunun uzay yaratığı olduğunu düşünmesi
olanaklıydı.
Gerçekten de;mağara adamı ile,tunç çağı adamının;ilk,orta,yeni çağ kişilerinin ayni kişiler
oldukları ileri sürülemez.Keza;Japonya’daki nükleer patlamadan etkilenmiş kişilerden gelen
yeni kuşakların;bu etkiler altında kalmamış kişilerden farklı oldukları gözlenmektedir.Bu
ikinci olgu;olumlu DNA değiş tokuşu gibi düşünülmemektedir.DNA yapılarının değişmesi
sonucu gerilemiş bir tür ortaya çıkmıştır.Bu yaklaşımın doğruluğu tartışılmalıdır.
Türlerin ortaya çıkmasında üreme(seks)önemli olmuştur.Üremesini sürdüren varlıklar,
türlerinin yaşamlarını sürdürmekte;daha da gelişmiş türlerin ortaya çıkmasına neden
olmaktadır.Üremeyen türler ise;yok olmaktadır.Bu nedenle üreme;tanrısal bir eylem gibi
beliren bir mutasyon olmaktadır.
RUH VE BEDEN VAR MI?
Canlı varlık dediklerimiz;diğer varlıklardan protein kimyası ya da beyin nörolojisi ile
ayrılmaktadır.Keza;evrimleşme de,bu iki konuda ortaya çıkmaktadır.Ya da;işi bire
indirgersek;her şey protein kimyasında olmaktadır.
Yerkürenin,dört milyar altı yüz milyon yıl önce,yıldızlar arası gaz ve tozun yoğunlaşmasından
oluştuğu varsayılmaktadır.Bunu doğrulayacak bazı belirtiler ve gözlemler de bulunmaktadır.
20
Fosillerden elde edilen bilgilere göre yaşam;yerkürenin oluşması olayından az sonra ortaya
çıkmıştır.Dinlerin anlattığı gibi;topraktan gelmiyoruz.İlk yaşam biçimleri;su birikintilerinde
ve okyanuslarda belirdi ve gelişti.
Yaşam belirtisi taşıyan ilk varlıklar;tek hücrenin karmaşıklığından çok uzaktı.Çünkü;tek
hücreli bir organizmanın,oldukça gelişmiş bir yapısı ve yaşam biçimi vardır.
İlk yaşam,şöyle ortaya çıkmış olabilir:Şimşeklerden ya da güneşten gelen mor ötesi
ışınlar;ilkel atmosferin hidrojence zengin basit moleküllerini ayrıştırıyor;ayrışan parçalar,daha
karmaşık moleküllere dönüşüyordu.
Bu yeni çıkan moleküller okyanuslara karışıyor;orada çözülüyor ve bir kimyasal bulamaç
oluşuyordu.Bir gün;tümüyle rastlantı sonucu beliren bir molekül,bulamaçtaki öteki
molekülleri kullanarak,kendi kopyalarını yapabilmiştir.Bu molekül;DNA(deoksirinonükleik
asit)nın ilk atasıdır.Yeryüzündeki ilk yaşam;bir DNA dır.Yapısında;ateş,hava,su vardır.
DNA;bükülü pervane görünümünde bir merdiven gibidir.Merdivenin basamakları,dört ayrı
molekül halindedir ve evrendeki tüm yaşamların genetik kodunu bunlar
oluşturmaktadır.Basamaklara(nükleotid)denilmektedir.
Organizmaların(yani bedenlerin)ayrık,değişik olmalarının nedeni;nükleik asit talimatlarındaki
ayrılıklardır.
Nükleotidlerdeki değişimler;mutasyon sonucudur.Dolayısıyla;ruh(tin) diye adlandırılan
olgunun,nükleotid mutasyonu olduğunu düşünebiliriz.
Mutasyonlar,genelde zararlı ve öldürücüdürler.Kanser,bedenin direnme gücünü yok eden
hastalıklar bu türden mutasyonlar(değişimler-kırılmalar) sonucu olmaktadır.Ancak;örneğin
bin yılda bir(iyi huylu mutasyon)lar da ortaya çıkmaktadır.İşte;evrimi,bu türden
mutasyonların sağladıkları varsayılmaktadır.
Moleküller döneminde de üreme(kopyalama),mutasyon ve en çelimsizlerin,hastalıklıların
ayıklanması ve yok oluşu biçimindeki evrim sürüyordu.
Zamanla,bazı moleküller bir araya gelerek;bir tür molekül ortaklığı kurdular.Bu,ilk
hücreydi.Nitekim;günümüzde bitki hücreleri,küçük molekül
fabrikalarına(koroplastlara)sahiptir.Keza;bir damla kanda sayısız (mitokondriyon)
vardır.Bunlar da,molekül üretim merkezleridir.
Bu varsayımı benimsersek,o zaman atomların da ürediklerini benimsemiş olmaktayız ki;doğru
olan da budur.
Bedenimizdeki her hücre;bir zamanlar tek başlarına varlıklarını sürdüren parçaların,kendi
ortak çıkarları uğruna birleşip oluşturdukları bir topluluktur.Bizler;bu türden yüz trilyona
yakın hücreden oluşuyoruz.Keza;bu varsayımı benimseyecek olursak;her hücrenin
düşündüğünü ve kendi yararına göre davrandığını benimsemiş olmaktayız.
Beden;çeşitli organizmalara dağılmış;DNA larında ayrık(farklı) mesajlar bulunan trilyonlarca
hücreden oluşmaktadır.Tıpkı;kozmosun güneşler;onların çevresinde dönen evrenler ve onların
uyduları ile;güneşleri içeren samanyolları ve onları da içeren gökadalardan oluşması gibi..
Her hücre;DNA daki mesajların RNA ile hücre suyu ve çeperine iletilmesi ile enerji almakta
ve vermektedir.Bu olayın adı da ruh(tin) olmaktadır.
Gerçekten de;ruhun RNA (ribo nükleik asit) olduğu anlaşılmaktadır.RNA sı işlevini yitiren
hücre ölmektedir.Bedenin,bir organındaki RNA lar durunca;o organ durmakta;tüm bedendeki
RNA lar işlemez duruma gelince(ölüm)olayı ortaya çıkmaktadır.Yani;tin bedenden
ayrılmaktadır.
Ruhun bu türlü açıklanmasından;iki sonuç ortaya çıkmaktadır:
Reenkarnasyon(yeniden doğmak ve yaşamak) olanaklı değildir.
Buna karşılık;RNA değişimi;eksileninin tamamlanması;yenilenmesi ile ruhun hep olacağı ve
bedeni hiç terk etmeyeceği açıktır.Bu da ölümsüzlük anlamına gelmektedir.
21
Kişioğlu ölümsüz olmak istiyorsa;DNA dan çok RNA üzerinde yoğunlaşmalı ve RNA yı
laboratuar koşullarında yaratıp hücrelere vermenin yollarını bulmalıdır.Şüphesiz;RNA
araştırmaları yanında DNA araştırmaları da sürdürülmeli ve geliştirilmelidir.
VARLIĞIN TEMELİ ENERJİ
İlk kişioğullarının yaşam ortamı,ormanlardır.Çünkü;ağaçlar,fotosentez olayıyla enerjiyi
besine dönüştürürler.Hayvanlar ve kişioğulları bunu kendi yapılarında yapamazlar.
O nedenle de;hayvanlar bitkilerle beslenirler.Kişioğlu da hem bitkilerle,hem hayvanlarla
beslenirler.
Kişioğulları,doğadaki madenleri ve mineralleri de tüketir.Bütün bunları;yeniden enerjiye
dönüştürür.Bu işi başaran beden yapısı;ne büyük bir şaşkınlık yaratıcı bir olgudur.
Canlı,cansız tüm varlıklar arasında bir enerji tüketme savaşımı vardır.Her
varlık;organizma,hücre;diğerleri ile sürekli bir çekişme içindedir.Örneğin ağaçlar;hep
çevresindeki ağaçlardan daha yukarılara dal salarak güneşe ulaşmaya çalışırlar.
Daha çok enerji tüketmenin amaçlandığı bir çekişmedir yaşam dediğimiz şey.
Dikkatli bir gözlemci;uzun dönemde yan yana yetişen iki bitkinin biri birini ite dürte bir
yaşamda kalma savaşımına girişmiş olduklarını gözlemler.Çünkü ağaçlar;yaşamları için
gerekli olan enerjiyi güneş ışıklarından sağlayan kocaman ve iyi çalışan birer
makinelerdir..Bitki;oksijenle karbonu ve suyu birleştirip beslendiği karbon hidratı
oluşturur.Diğer tüm varlıklar ve bazı asalak bitkiler;bu karbonhidratı çalarlar ve bizler de öyle
yapıp karbonhidratı yeniden enerjiye dönüştürüp yaşamımızı sürdürürüz.
Kişioğulları karbondioksit çıkarırlar ve doğaya salarlar.Bitkiler;bu karbondioksiti;yüz elli
milyon kilometre uzaktaki bir yıldızdan edindikleri o yıldızın(güneşin) enerjisi ile
karbonhidrata dönüştürürler.Bu işlem sırasında;doğaya oksijen salarlar.Bizler ve hayvanlar;bu
oksijeni soluyarak yaşamımızı sürdürür ve bitkilerden elde ettiğimiz karbonhidratları
yakmada kullanırız.Böylece;bu oksijen aracılığıyla,güneşin enerjisini kanımızda yeniden
enerjiye dönüştürürüz.
Bunu;evrendeki tüm varlıklar(canlı olsun olmasın)yaparlar.Ayni düzenin mikro ve makro
kozmoslarda da var olduğu açıktır.Çünkü;kozmosun kendi,durmadan süren bir enerji-maddeenerji dönüşümüdür.Gerçekten de ;kozmosta süpernova patlamaları ile maddeler oluşmakta
ya da karadelikler yoluyla madde emilmekte ve enerjiye dönüşmektedir.
Günümüz uygarlığı;geçmiş yüzyıllardan getirdiği bir içgüdü ile enerjinin önemini kavramış
görünmektedir.Eski söylencelerde hiç sönmeyen ateş ve bu ateşin korunmasının yer alması
boşuna değildir.
Gerçektende;özellikle yirminci yüzyıl savaşlarının temelinde,enerjiye ve enerji kaynaklarına
egemen olmak;daha çok enerji tüketebilmek isteği yatmaktadır.
Günümüzde uygarlık;kişi başına tüketilen elektrik(enerji) ile ölçülmektedir.Bunun
yanında;uzaya açılmayı ve egemen olmayı tasarlayan kişioğluna,evrenimizdeki “katı yakıtlar”
a bağımlı enerji düzeni yetmemeğe başlamıştır.
Bunun sonucunda;kişioğlu,şimşeklerin ve yıldırımların,fırtınaların,dalgaların,güneşin,yer
çekirdeğinin enerjisini kullanmağa yönelmektedir.Keza;atom çekirdeği patlamaları ile uzayda
ortaya çıkan enerjiyi;evrenimizde ve denetimli biçimde üretmeyi düşünmektedir.
Uzaydaki diğer uygarlıklarla uzay enerjisinin paylaşımı ve tüketimi konularında “bilimkurgu” romanları yazılmakta ve filmleri çekilmektedir.
Kişioğlu;enerjinin yaşamının temel taşı olduğunu kavramış görünmektedir.Enerji
yoğunlaşması ya da ortaya çıkması ile madde arasındaki ilişki didik didik edilmektedir.
22
Varlığın,enerji yoğunlaşması ile ortaya çıktığı ve maddenin yoğunlaşması ile de açığa enerji
çıktığı;artık herkesçe bilinmektedir.Bu nedenle;ağır metaller,laboratuar koşullarında
bombardımana tabi tutularak başka metallere dönüştürülerek,kullanılabilir enerji elde
edilmeye çalışılmaktadır.
Günümüzde;nükleer santrallerle bu alanda ilk adımlar atılmıştır.Şimdi;laboratuar koşullarında
“güneş patlamaları” deneyleri düşünülmektedir.Belki de;gün gelecek “Big-Bang” patlaması
deneyleri düşünülecektir.
Çünkü;doğadaki varlıkların ve kişioğullarının enerji açlığı hiç
bitmeyecektir.Kişioğulları,evren,yıldızlar,tüm makro ve mikro kozmoslar;var olmak için hep
enerji tüketmek zorundadır.
Yaşamın ve varlıkların temel taşı;enerji olmaktadır.
TÜRLERİN YOK OLMASI
Günümüzde;yeryüzünde canlısının izine rastlanılmayan bitkiler ve hayvanlar oldukça
fazladır.Bunların içinde;en ünlü olanları ise,dinozorlardır.
Diğer yandan;bugün gezegenimizde var olan türlerin hepsi de,evren var olduğundan beri var
değillerdi.Eski tortul kayalarda;bizim gibi varlıkların izine rastlanılmamaktadır.
Gezegenimizdeki ilk yaşam türlerinin yapılarında,katı parçalar bulunmuyordu.Yumuşak yapılı
bu canlılardan geriye çok fosil kalmadığı da düşünülecek olursa;milyonlarca türün evrene
geldiği;yaşadığı;çoğaldığı ve yok olduğu anlaşılmaktadır.
Günümüzde;balinaların,kaplanların,pandaların ve sayısız bitki türünün yok olmak üzere
oldukları ileri sürülmekte ve gözlenmektedir.Bu gözlem;türlerin yok olması sürecinin en iyi
kanıtıdır.
Türlerin yok olması yanında;bazı uygarlıkların da yok olduklarına dair söylenceler ve kanıtlar
vardır.Başlıcaları olarak;Atlantis,İnka,Aztek,Mısır,Elam uygarlıklarının yok olmasından söz
edilir.
Uygarlıkların her birini,bir hayvan ya da bitki türü gibi algılayabiliriz.Bir Atlantisli ile bir
günümüz evrenlisi farklı varlıklardı herhalde.Atlantisliler;çok gelişmiş bir uygarlık kurdular
ve sonra yok oldular.Ayni biçimde;dinozorlar da evrene egemen olup bir tür dinozor
uygarlığı kurdular.Dinozorların ,kendi aralarında konuşmalarına dair bilim kurgu filmleri
vardır.Dinozorlar da bu evrende yok oldular.
Türler neden yok olmaktadır?Bu soruya verilecek ilk yanıt;doğal ayıklama kuralı
olmaktadır.Zayıf olan türler yok olmakta ya da güçlü türlerce yok
edilmektedir.Tıpkı;kişioğlunun balinaları yok etmesi gibi..Çünkü;daha güçlüler daha iyi
beslenmekte ve üremekte;zayıflar ise üreyememekte,ölmekte,güçlülere av olmakta ve tür
olarak yok olmaktadırlar.
İkinci neden;yapay ayıklamalardır.Doğaya egemen olan türler;doğal yapıya ve dengelere
karışmakta,onları bozmakta ya da değiştirmekte;bazen de yok etmektedir.Günümüzde;bu
işlevi kişioğulları yapmaktadır.Geçmişte ise;dinozorların bu türden bir işlevi yerine getirmiş
olduklarına dair belirtiler bulunmaktadır.Dinozorların,en azından “topluluklar” halinde
yaşadıkları anlaşılmaktadır.Otla beslendiği söylenen dinozorların,o devasa bedenleri ile aşırı
ot tüketmeleri sonucu;ot bulamamaktan öldükleri var sayılmaktadır.
Türlerin yok olmasının üçüncü nedeni;çevrede ,çeşitli nedenlerle ortaya çıkan “ani
değişmeler” olmaktadır.Türler;yavaş olan değişikliklere kendilerini
uydurabilmektedir.Ama;”ani değişim”lere uyum sağlamak zor olmaktadır.
Ani değişikliklerin nedenleri ise;savaşlar,üretimi arttırmak için doğaya verilen
zararlar,kentleşme ve doğal olan ve olmayan büyük yangınlar olarak belirmektedir.
23
Yapılan atom bombası denemeleri;salınan karbon dioksitlerin sera etkisi gibi olaylar da ,ani
değişikliklerden olmaktadır.
Türlerin yok olmasının bir başka nedenini ise;uzay kökenli varsayımlar
oluşturmaktadır.Gerçekten de;dinozor uygarlığının ve geçmişteki Atlantis gibi görkemli
uygarlıkların;uzaydan gelen diğer varlıklarca yok edildikleri ya da uzaydan gelen tehlikeler
nedeniyle(nedenleri çözümlenemeyen)yok oldukları belirtilmektedir.
Bu bağlamda;mikropların ve virüslerin uzaydaki diğer uygarlıklarca evrenimizin atmosferine
atıldıkları ya da evrenimize yollandıkları düşünülebilir.Keza;evrenin,birden çok kez tanrılar
tarafından yok edilip yeniden yaratıldığına dair dinsel söylenceler de;bu türden varsayımların
diğer bir kaynağını oluşturmaktadır.Nuh peygamber;kendi uygarlığını;bu tür yıkımların
birinden kurtarmış görünmektedir.
Gelişen ve uzaya açılıp diğer uzay uygarlıklarına tehlike oluşturacak uygarlıklar;uzaylılarca
yok edilmektedir.Atlantisin yok olması;dinozorların evrenin her yerinde ayni anda yok
olmaları;bu türden varsayımlara kaynaklık yapmaktadır.
Türlerin yok olmasının bir diğer nedeni de;her tür için ayrıca var olan “karadelikler”
olabilir.Gerçekten de;türlerin dayanıklılıkları;yaşam süreleri;koşulları biri birinden farklıdır.O
nedenle;belli bir türü bitirecek olan “zaman sıkışmaları” o türü yok
edebilmektedir.Kişioğulları için de mutlaka bir “karadelik” vardır.Belki de;bazı türler ışık
hızından daha düşük hızlarda karadelikten geçmekte ve yok olmaktadır.Dinozorlar,ışık
hızından daha düşük hızlarda bir karadelikten geçmişler ve yok
olmuşlardır.Çünkü;karadeliğin öbür yanında ortaya çıkan yeni evrene(anti evrene)uyum
sağlayamamışlardır.
Ayni alın yazısı;kişioğlunu da beklemektedir.Kişioğulları yok olmak istemiyorlarsa;ışık hızını
yakalamanın yolunu bulmalıdır.Yoksa;dinozorların başına gelen,onların da başına gelebilir.
Bu durumda;kişioğulları da,bu karadelikten geçme olgusunu iyi düşünmeli ve yok olmak
istemiyorlarsa;karadelikten geçerken yeterli hıza ulaşmalı ve karadeliğin ötesindeki yeni
evrende yaşamlarını sürdürmelidir.Ya da;başka bir evrende,başka bir varlık olarak ortaya
çıkmayı göze almalıdır.
DNA VE KUTSAL KİTAPLAR
Bir canlı hücresinde;yıldızlar ve gökadaları gibi karmaşık ve tam bir düzen vardır.Hücre
içinde;kendi öz yapısını koruyarak molekülleri değiştiren,enerji depolayan ve kendini
çoğaltma işlevini yerine getiren düzenli bir iş birliği ve iletişim yapısı vardır.
Bir hücredeki moleküllerin büyük çoğunluğu,proteinlerdir.En önemli
proteinlerse,enzimlerdir.Bunlar;hücrenin kimyasal tepkimelerini düzenleyen moleküllerdir.
Ancak;enzimler bu işlevlerini bir başına yerine getiremezler.Onlar;bir tarlanın ya da
fabrikanın çalışan işçileridir.Patron-molekül olarak düşünülecek moleküller ise;nükleik
asitlerdir.Bunlar;hücrelerin derinliklerindeki “yasak bölge”de,yani hücrenin çekirdeğinde
bulunur.Tıpkı;bilgisayarın hafızası gibi.
Görüldüğü gibi;nükleik asitler,atom çekirdeğindeki çekirdek parçacıkları
gibidirler.Nötronlara,protonlara benzerler.Ancak;onlardan ayrık olarak “sarmal merdiven”
biçiminde bulunurlar.
Düzensiz bir demir kangalı ve düz demirden tel çubuğu görünümünde olan bu sarmal
merdivenlerde,iki nükleik asit türü vardır.DNA emirleri verendir.RNA ise;DNA tarafından
verilen emirleri hücrenin geri kalan bölümüne iletmekle görevlidir.
Dolayısıyla;DNA lar,tüm tanrısal buyrukları içerdiği varsayılan kutsal kitaplara
benzerler.Hücrenin,dolayısıyla tüm yaşamın gerektirdiği tüm emirler;bu kitapta yer
24
almaktadır.DNA daki emirler;tanrısal(yaşamsal ve ölümsel)emirlerdir.DNA lar,bilgisayar
belleğindeki milyarlarca dosyalardır.
Gerçekten de;kişioğlunun DNA sı,dört milyar yıllık bir evrimin sonucunda ortaya çıkmış
olup;kişioğlu bedenindeki bir işlevin nasıl oluştuğunu içeren tüm bilgileri depolamıştır.Öyle
ki;kişioğlu DNA sında yazılı bilgi birikimi;kalın kalın yüz ciltlik kitaptan oluşan bir
ansiklopediye ancak sığardı.
Bu haliyle DNA ların,kutsal kitaplarda yer alan bilgilerden daha çok bilgi ve mesaj içerdikleri
anlaşılmaktadır.DNA kitabı;yaşamın,ölümün,gelişimin,değişimin,ilerlemenin gizlerini
taşımaktadır.Bunun sonucunda DNA lar;tanrısal bir işlevle kendilerini tekrarlayarak,tıpatıp
benzer kopyalarını çıkarabilmekte;yaratabilmektedirler.
Bu “benzerini yaratma” eylemi de;DNA daki bilgilerin kutsal kitaplardakilerden daha
geniş,kapsamlı ve bilimsel olduklarının bir belirtisidir.Üstelik;DNA kutsal kitabı;durmaksızın
gelişmekte ve genişlemektedir.Din kitapları gibi,statik yapıda değildir.Yeni bilgileri
depoladıkça;daha gelişmiş bir türün DNA sına dönüşmektedir.
Tıpkı metallerin gelişip daha ağır metallere dönüşmesi gibi;DNA lar da gelişip daha çok bilgi
ve mesaj içeren “daha ağır” DNA lara dönüşmektedir.
Kişioğlu;yirmi birinci yüzyılın eşiğinde;kutsal kitapların etkisinden ve baskısından giderek
kurtulmakta ve bilimsel kutsal kitap olan DNA yı okumayı öğrenmeye çabalamaktadır.Gide
rek DNA ya karışmaya ve onunla oynamağa başlamıştır.
Oluşun,yaşamın,ölümün,değişimin,gelişimin tüm gizleri DNA kutsal kitabında yazılı
olup;bizlerin onları çözmemizi beklemektedir.Bu kitaptaki bilgilerin çok küçük bir bölümünü
çözümlemiş olan günümüz uygarlığı;günümüzde,hayvanları kopyalamış ve kişioğlunu
kopyalamayı düşünmeye başlamıştır.
Nasıl ki;kutsal kitaplardaki kutsal emirler dinsel uygulamalar aracılığıyla uygulama alanına
girmekteyse;DNA kutsal kitabının emirleri de,deneylerle uygulanacaktır.Onlardaki bilgiler
değerlendirilecek;onlardan yararlanılacak ve çok daha üstün uygarlıklar ve yaşam biçimleri
geliştirilecektir.Belki de; kişioğulları bir karadelikten geçerek ölümsüzleşecektir;
zamasızlaşacaktır.
Evrenin tek kutsal kitabı;DNA ve RNA molekülleri olmaktadır.Herkes;bu kitabı okumayı
öğrenmelidir.
ORGANİK-İNORGANİK AYIRIMI GEREKLİ MİDİR?
Günümüzde bilinen organik molekül sayısının on milyonları aştığı söylenmektedir.Organik
moleküllerin en önemlileri proteinlerle kalıtsal özellikleri taşıyan nükleik asitlerden
oluşmaktadır.Bunlar;yaşamın temelinde yatan ve hücrenin kimyasal yapısını kontrol eden
moleküllerdir.
Çınar ağacı da;kişioğlu da ayni yapıdaki varlıklardır.Zamanda yeterince geri
gidildiğinde;ortak atalarımız ortaya çıkmaktadır.Bu nedenle de şairler;kişileri ağaca ve
toplumları korulara ve ormanlara benzetmektedir.
Nedir ortak atalarımız?Oksijen,azot,karbon atomlarıdır.Belki başka atomlar da söz
konusudur.Gerçekten de;sonuçta,moleküller atomlardan oluşmaktadır.Atomlar ise;atom
parçacıklarından ve atom altı parçacıklardan oluşmaktadır.
Görüldüğü gibi;temelde organik ve inorganik ayırımı yanlış olmaktadır.Temelde;varlıkları
biri birinden ayıran, o zamana dek yapmış oldukları bilgi birikimleri ve iletişim
yetenekleridir.
İnorganik maddeleri ve varlıkları oluşturan mineraller da atomlardan oluşmaktadır.Organik
maddeleri oluşturan moleküller de..Bu durumda;organik-inorganik ayırımı
yapaydır,sınırlayıcıdır.
25
Kişioğlunun ulu bir çınar ağacından olduğu kadar,yer altındaki bir demir filizinden de ayrık
yanı yoktur.Bunların hepsi;atom örüntüleri(pattern)nden oluşmaktadır.Kişioğlu en gelişmiş
organizma olduğundan;en çok ve çeşitli atomlardan oluşan bir örüntü(pattern) olmaktadır.
Dolayısıyla;organik-inorganik maddeler arasında,içerdikleri atomların sayısı ve çeşitliliği
açısından ayrılıklar vardır.Temelde;her iki gruptaki organizmalar da atomlardan oluşmaktadır.
Atomların partikülleri bir araya gelip bir atom oluşturduğunda;ortaya bir evren
çıkmaktadır.Gerçekten de en basit atomda ortaya çıkan bir çekirdek ve bunun çevresinde
dönen ve dolaşan elektronlar,bir küçük güneş ve gezegen sistemi oluşturmaktadır.
Ayni biçimde;değişik atomlar bir araya gelmekte ve molekülleri oluşturmaktadır.Yani;güneş
sistemlerinin birleşmesinden bir galaksi(gökada)ortaya çıkmaktadır.
Moleküller;kendilerini korumağa ve yenilemeğe yetenekli organizmalardır.
Yani;canlıdırlar.Tıpkı gökadalar gibi.Çünkü;gökadalarda da canlılık gözlenmektedir.
Çünkü;onlar da atomlardan,moleküllerden ve organizmalardan oluşmaktadır.
Moleküller bir araya gelip hücreleri oluşturmaktadır.Hücreler;uzaydaki takım
gökadaları;deniz takım adaları gibidir.
Sonuçta;hücreler organları;organlar da organizmaları oluşturmakta;ortaya çıkarmaktadır.Bu
oluşum;ana rahmindeki ceninde ve bebekte bilimsel olarak gözlenmektedir.
Organizmalar;çeşitli hücrelerin devinme yetenekleri ve iletişim yöntemleri ile hareket
etmekte,düşünmekte ve yaratmaktadırlar.Dolayısıyla;kuşaklar geçtikçe organizmalar daha
gelişmiş organizmalara dönüşmektedir.
Ama;temelde hep atom parçacıkları ve atomlar olduğundan;organik-inorganik ayırımı
anlamını yitirmektedir.İnorganik denilen varlıkların ya da organizmaların içinde de organik
varlıklardaki gibi atom ve atom altı parçacıklarının devinimleri ve iletişimleri söz konusudur.
Bu nedenle;bundan sonra bilimsel tartışmalarda ve öğretilerde,bu ayırımı bir yana bırakmak
yerinde olacaktır.Sonuçta;her iki grupta yer alan varlıklar;milyonlarca,milyarlarca atomun
durmadan devindiği bir uzay parçacığıdır.Uzay düşünüldüğünde;bir noktadan da küçük kalan
uzay parçacıkları..
Kişioğlu;milyarlarca atomdan oluşmakta;bu atomlar molekülleri,moleküller hücreleri,hücreler
organları,organlar ise kişioğlu denilen organizmayı ortaya çıkarmaktadır.Tüm organizmalar
ise;uzayın temel taşları olmaktadır.Onlar da uzayı oluşturmaktadır.
Dolayısıyla;uzay,organizmalar arasındaki iletişim akımının hiç durmadan sürdüğü bir
süreç,bir mekan olmaktadır.
O nedenle;kişioğlunun uzaya açılması;diğer organizmalarla bir araya gelmesi ve
birleşmesi(takma kol,bacak,diğer organlar) önemli bir olgu değildir.Biz ve var olan tüm
organizmalar;zaten uzayın bir parçası ve öğeleriyiz.
Organikler de inorganik maddelerdir.
İyisi mi;her şeye organizma diyerek tüm bu ayırımları ortadan kaldırmalıyız.
ÖLÜM YA DA MUTASYON
Tüm varlıkların temelinde atom parçacıkları bulunmaktadır.Bunların bir araya gelmeleri ile
atomlar,moleküller,organlar ,hücreler ve organizmalar oluşmaktadır.O zaman;atom
parçacıklarının ne olduğu;nasıl oluştuğu(kuantum mekaniği) önem
kazanmaktadır.Nitekim;kişioğlu şimdi tüm çabalarını bu alana yönlendirmiştir.
Diğer yandan;yüksek organizmaların(düşünen,iletişim kuran,yaratan)oluşmasında DNA ve
RNA adlı nükleotidlerin rolü olduğu anlaşılmıştır.
26
DNA;organizmanın bilgilerini saklamakta,yeni bilgileri sarmallarına
eklemektedir.Bunu;çeşitli enzimler aracılığıyla yapmaktadır.Enzimler;molekül makineleri
gibidir.
DNA;içerdiği bilgileri emirlere dönüştürmekte ve RNA da bu emirleri metabolizmaya
iletmektedir.Böylece;gelişmiş ve yüksek organizmaların;devinmesini,düşünmesini,duyumları
algılamasını,üretmesini sağlamaktadır.
Bu açıklamalara bakarak;ölüm ne olmaktadır?Dinlere göre ölüm,tinin bedeni terk
etmesidir.Bazı parapsikoloji önerilerine göre de bu böyledir.Yarı bilimsel görüşlere göre
ise;ölüm,bedendeki plazmanın(enerjinin) bedeni terk etmesidir.
Gerçekten de;ölüm sırasında bir şeyin ya da şeylerin bedeni (organizmayı)terk ettiği
anlaşılmaktadır.Çünkü;ölümle yüksek bir organizma mutasyona uğramakta ve başka
varlıklara dönüşmektedir.Toprak,sıvı,gaz olmaktadır.Ya da daha büyük ya da küçük
organizmalarca sindirilmekte ve değişime uğramaktadır.Kişioğlu;istemediği bir mutasyona
uğramaktadır.Tıpkı balık yediğimde;balığın mutasyona uğraması ve benim bedenimin bir
parçası olması gibi.
Öyle anlaşılıyor ki;ölümle sistem tersine işlemekte ve organizma organlara,hücrelere,atom altı
parçacıklara dönüşmekte ve yeni organizmalar oluşturulmasında kullanılmaktadır.Bu tersine
işleme neden olmaktadır?
Bu durumda;ölüm neden oluşmaktadır ve ortaya çıkmaktadır?Kişioğlunun DNA sındaki
bilgilerde kırılma ya da yıkılma(virüslerce yapılıyor olmalıdır)ortaya çıktığında;organın ve
organizmanın düzeni bozulmakta ve emirlerin iletilmesi sistemi bozulmaktadır.
RNA lar yanlış emirler taşımakta(kanser) ya da emirleri taşıyamamaktadır.Bu durumda;organ
paralizileri;sonuçta organizma paralizisi ortaya çıkmaktadır.
Tıpkı;virüs kapmış bir bilgisayar gibi;DNA sına virüs girmiş hücre,o hücrelerden oluşan
organ,organlardan oluşan organizma da işlevini yerine getiremez duruma düşmekte ve uzayla
olan iletişimini kesmektedir.
Bu varsayım doğruysa;o zaman evrenin egemeni kişioğlu değil,virüsler
olmaktadır.Keza;virüsler kişioğlundan üstün organizmalar olmaktadır.
Ölümle ilgili olarak;başka bir model de geçerli görülmektedir
DNA sağlamdır,virüs kapmamıştır.Ancak;bir biçimde RNA lar bozulmakta ve işlevini
yapamamaktadır.Bu kez;RNA virüs kapmıştır.Bunun sonucunda da;hücre ve
hücreler(organlar) ve giderek organizma mutasyona uğramakta ve ölüm denilen değişim
ortaya çıkmaktadır.Bu ikinci varsayım daha gerçekçi görünmektedir.
RNA nın işlevini ne bozmaktadır?Bu kez,virüsler RNA nın yapısını bozmakta ve RNA nın
başka bir kimyasal varlığa dönüşmesine yol açmaktadır.İşe enerji karışmakta ve madde,başka
bir maddeye dönüşmektedir.Tıpkı,sütün peynire dönüşmesi gibi.Keza;tıpkı iki hidrojen atomu
ile bir oksijen atomunun birleşip su oluşturması gibi.RNA,başka bir asite,ya da maddeye
dönüşmektedir.Mutasyona uğramaktadır.
Bu dönüşüme dayalı olarak;DNA daki bilgiler ve bunlara dayalı emirler RNA doğru
çalışmadığından, metabolizmaya iletilememekte ve bundan metabolizmanın “başkalaşması”
sorunu ortaya çıkmaktadır.Yani;hücre açısından bir mutasyon ortaya çıkmakta ve bunun
sonucunda organda ve belki de organın parçası olduğu organizmada “ölüm” denilen olgu
ortaya çıkmaktadır.
Kişioğlu;laboratuar düzeninde her türden mutasyonu sağlayacak düzeye gelmiş
görünmektedir.Şimdi sıra;istenmeyen mutasyonların önlenmesi çalışmalarındadır.Bu
mutasyonlar önceden önlenebilirse;ölüm denen olgu ortadan kalkacaktır.
Mutasyonlar;her zaman daha yüksek ve gelişmiş organizmalar elde etmek için
yapılacaktır.Bütün giz;enzimlerin yapısının,rollerinin ve işleyişlerinin iyi öğrenilmesinde
yatmaktadır.
27
Enzimlere egemen olduğumuzda,hücre içindeki her türden değişimi(mutasyonu)denetler
duruma geleceğiz.Nitekim;günümüzde genetiği değiştirilmiş organizmalar uygulamaları ile
bu yapılmaktadır.
O zaman;enzimler ve bunlara yapılacak müdahaleler yoluyla daima daha gelişmiş ve ölümsüz
organizmalar üretilebilecektir.
Kendi organizmalarımıza müdahale edip;mutasyonlarımızı denetleyebileceğiz.İstediğimiz
mutasyonları yapacak;istemediklerimizi önleyebileceğiz.
Bunun için;DNA çalışmalarından çok RNA çalışmalarına yönelinmesi gerekmektedir.
Kişioğlu;RNA yı öğrenip ona müdahale yöntemlerini geliştirdikçe;istenmeyen mutasyonları
denetlediğinde,ölümsüzleşecektir.
Ölüm;bir RNA mutasyonudur.
RNA VE YALVAÇLAR
RNA;hücrelerin bilincidir,enerji üretim kanallarıdır.Gerçekten de;yaşamın temelinde
hücreler;hücrelerin temelinde ise DNA ve RNA lar vardır.DNA emir vermekte;RNA ise bu
emirleri,hücrenin her yerine ulaştırmaktadır.
Bu durumuyla RNA;söylencelerdeki ve din kitaplarındaki yalvaçlara(peygamberlere)benzemektedir.
Gerçekten de;yalvaçlar,tanrısal emirleri biz tanrı kullarına tebliğ etmekle görevli
varlıklardır.Oysa;bazı felsefi ve dini tarikat inançlarına göre kullar(kişioğulları) tanrının
parçasıdırlar,hücreleridirler.Görüldüğü gibi;yalvaçların da RNA gibi,bir tebliğ etme görevleri
vardır.
Yalvaçlar;insanlığın yaşaması,daha uygar bir yaşam düzeyine ulaşması için gerekli tanrısal
emirleri,kutsal kitaplar aracılığıyla kişioğullarına bildirmişlerdir.Kutsal kitaplardaki tanrısal
mesajlar;hücrelerin DNA ları gibi;yalvaçlar ise RNA sı gibidir.
RNA;bulunduğu herhangi bir organizmanın herhangi bir hücresinde;DNA dan aldığı
emirleri,tıpkı bir yalvaç gibi,hücrenin her yerine tebliğ etmektedir.Bu emirler;hücrenin
beslenmesi,yanındaki hücrelerle haberleşerek uyum içinde yaşaması,çoğalması ve yapısını
geliştirmesi alanlarında olmaktadır.
Dolayısıyla;bir hücrenin canlı,sağlıklı kalmasını sağlayan,ona enerji veren RNA dır.RNA;yüz
kere yüz bin yüz yılların birikimi olan ustalığı ile;bir fabrikadaki ustabaşı gibi;hücrenin tüm
çalışmasını ve işlevlerini,düzenli ve ustalıklı bir biçimde yönetmektedir.
RNA;enerjiyi maddeye,maddeyi enerjiye dönüştüren kimyasal tepkimelerin
yapıcısı;denetleyicisi;geliştiricisidir.Dolayısıyla;bir hücrenin canlı kalması ve düzenli biçimde
devinmesi demek;RNA sının durmadan ve düzenli çalışması demektir.
Nasıl ki;yalvaçlara ve onların kutsal kitaplarla ilgili eylemlerine ve uygulamalarına
uymayanların cezalandırılacağı dinlerce ileri sürülüyorsa;RNA nın DNA dan alıp hücrenin
her bir yanına ilettiği mesajlara uyulmaması da cezalandırılmaktadır.RNA emirlerinin gerekli
yerlere taşınmaması ya da gittiği yerlerde uygulanmaması;hücrenin dengesizleşmesine
giderek mutasyona uğramasına ve bir atom patlaması ile yok olmasına(ya da başka maddeye
dönüşmesine) neden olmaktadır.
Bir organın tamamına yakın sayıdaki hücrelerdeki RNA ların benzer ve bu türden davranışları
sonucu;o organ hastalanmakta;mutasyona uğramaktadır.Gerçekten de her hastalık;bir
mutasyondur.Hasta kişioğlu;sağlıklı kişioğlundan başka bir organizmadır.Hasta
varlığın,sağlıklı olandan başka bir varlık olduğu laboratuarlarda gözlenmektedir.
Sonuçta;organizmanın diğer organlarındaki hücrelerde de RNA bozulması başlarsa;en büyük
mutasyon olan “ölüm” ortaya çıkmaktadır.Ölüm için;tüm organların mutasyona uğraması
28
gerekmektedir.O nedenle;ölüme kalp durması mı,beyin durması mı neden olmaktadır gibi
tartışmalar;bilimsel olma özelliğini yitirmiştir.
RNA lar DNA lardan aldıkları emirleri,hücrelerin her bir yerine nasıl iletmektedir?RNA nın
yerini alacak başka bir nükleik olan ya da olmayan asit de ayni işlevi görebilir mi?RNA
laboratuar koşullarında üretilebilir,saklanabilir ve kullanılabilir mi?
Bilgisayarlar düşünüldüğünde;RNA ların çalışmasının onlar gibi olduğu;RNA ların da (sıfır
ve bir)mantığı ile çalıştığını düşlemek olanaklıdır.Açıp kapamak yöntemi ile;RNA da hücre
içindeki enerji akımını değiştirmekte ve bu yolla mesajlar iletiliyor olabilir.Buradan
esinlenerek;günümüzde bilgisayarlarda (sıvı kristaller)kullanılmaktadır.Günü
geldiğinde;bilgisayarlarda “sıvı kristaller” yerine RNA kullanılamaz mı?Robotların
devinimleri;RNA lar ile sağlanamaz mı?
Diğer bir yaklaşımla;DNA nın bellek;RNA nın ise bilinç olduğu varsayılabilir.Böyle bir
durumda deliliğin,DNA daki bilgilerin bozulmasından ya da RNA mesajlarının iyi ve tam
iletilememesinden kaynaklandığı ve bir mutasyon olduğu düşünülebilir.Gerçekten de;tüm
sayrılıklar mutasyon olduğuna göre delilik görünümlü sayrılıklar da mutasyon
sonucudur.Diğer hastalıkların olduğu gibi;DNA ya da RNA ya müdahale ederek;her türden
deliliğin tedavisi de olanaklı olabilir.
RNA gerçekten de bir tür yalvaç ise;o zaman bu mucizeleri(yalvaçların yaptığı
gibi)gösterebilir.Hücredeki iletişim de sonuçta;atomlar arası bir iletişim,bir konuşmadır.
Dolayısıyla;RNA,emir taşıma görevini,metal robotların atomlarına da yapabilir.Ya da
;robotlar için,RNA benzeri uygun nükleik asitler üretilebilir.Sonraki aşamada;bu türden
nükleik asitlerle canlı kılınmış robotlar;kopyalanabilir.
Kişioğlu;RNA üzerindeki araştırmalarını daha da yoğunlaştırmalıdır.Ölümsüzlük;hastalıksız
bir yaşam;robotlarla iç içe bir yaşam RNA dadır.
KALITIM NEDİR?
Çinliler sarı benizli,Hindistanlılar esmer,İsveçliler sarışın,Afrikalılar siyahtır.Tüm
kişioğullarının yapısı birse(atomlar-atom altı parçacıkları)bu neden böyle olmaktadır?
Yüzeysel bir açıklama ile,bu durumun iklim değişikliklerinin ya da çevre koşullarındaki
ayrılıkların bir sonucu olduğu ileri sürülebilir.Ama;bu sorunun tam yanıtı
olmamaktadır.Sorunun yanıtı;”kalıtım” olgusu olmaktadır.
Kalıtım nedir?Taşın taş,incir ağacın ağaç,köpeğin köpek,kişioğlunun kişioğlu olarak ortaya
çıkmasını sağlayan olgu;kalıtımdır.
Kalıtımı bir tek mutasyonlar bozabilmektedir.
Madde;enerjinin yoğunlaşmış biçimi olduğuna göre,maddenin ortaya çıkması için enerjinin
nasıl yoğunlaşacağını belirleyen kurallar topluluğu “kalıtım olgusu” olmaktadır.
Bu kurallara bağlı olarak;taş taş biçiminde,bitki bitki durumunda,hayvan hayvan
olarak,kişioğlu kişioğlu olarak maddeye dönüşen enerjiler olmaktadır.Bu; evrenin
başlangıcındaki kalıtımdır.
Oysa;başlangıçtaki bu kalıtım olgusu;sonradan alt kalıtım olgularına da yol
açmıştır.Gerçekten de ;başlangıçta tüm kişioğulları aynı yapıdaydılar.Ancak;çeşitli nedenlerle
mutasyona uğradılar ve Çinliler Çinli oldu.Afrika’daki kişioğulları da mutasyona uğradı ve
kara derili oldu.
Bunu sağlayan nedir?Irklar arasındaki ayrılıklara neden olan olay;bir tek DNA mükteotidinde
ortaya çıkan değişikliktir.DNA şifresinde var olan proteinin tek bir amino asidindeki
değişiklik;ayrı türlerin ve ırkların oluşmasına neden olmaktadır.Yani;enerji bu değişik şifreye
göre yeniden değişik olarak yoğunlaşmakta ve değişik amino asitler belirmektedir.
29
Bilim evreni;böyle bir değişikliğin sonucunda,Avrupalıların küre biçimindeki
alyuvarlarının,Afrikalılarda orak biçimini aldığını saptamıştır.Böyle bir değişiklik
sonucu;Afrikalılarda anemi(kansızlık)görülürken;sıtmaya daha dayanıklı bir kişioğlu türü
ortaya çıkmaktadır.
İşte;Afrikalıların orak biçimindeki alyuvarları,yeni bir mutasyonla örneğin küp biçimini alana
dek;Afrikalılar anemik ve sıtmaya karşı dirençli;kara derili kişiler olacaklardır.Bu oluş;kalıtım
olgusudur.
Mutasyona yol açan neden;zaman gevşemesi ya da daralması olmaktadır.Bu nedenle;kalıtımın
da bir “zaman gevşemesi ya da daralması” olduğunu ileri sürmek olanaklıdır.Bu olaylar
sonucu;enerji-madde-enerji-madde…dönüşümleri ortaya çıkmaktadır.
Gerçekten de;zaman gevşemesi ya da daralması(sıkışması);karşıt devinimli enerji-madde
değişimi hareketleri ile ilgilidir.Bu nedenle;kalıtımın “güneş enerjisi” ile ilgili olduğu da
gözlenmektedir.Evrenin güneşli gün sayısının daha fazla olduğu yörelerinde yaşayanlarda deri
rengi koyulaşmakta;tersine durumda ise,İsveçliler gibi sarışın kişioğulları ortaya
çıkmaktadır.Keza;yaz günlerinde güneşte fazla kalan beyazların derileri de
siyahlaşmaktadır.Sonra;kış koşullarına dönüldüğünde yine bir enerji-madde-enerji dönüşümü
yaşanmakta ve beyaz derililer yine beyazlaşmaktadır.
Yani;mutasyona dayalı ırkların ortaya çıkmasının temelinde,”güneş enerjisi” nin olduğu
konusunda oldukça gözlem alanları bulunmaktadır.Kişioğlunun hücresindeki DNA sında on
milyara yakın nükleotid bulunduğu varsayılmaktadır.Dolayısıyla;bu nükleotidlerdeki
değişiklikler(mutasyonlar)çeşitli değişimlere yol açmaktadır.O nedenle de;evrende belki de
biri birinin aynı olmayan milyarlarca kişioğlu vardır.
Kişioğlu ile ağaç arasında pek büyük ayırım yoktur.Molekül yapıları incelendiğinde;yapıları
aynıdır.Keza;ağacın da kişioğlunun da kalıtım açısından nükleik asit kullandıkları da
bilinmektedir.
Kişioğulları;hücrelerinin kimyasal yapılarını denetleyici enzimler olarak,çeşitli proteinler
kullanmaktadır.Kişioğlu hücrelerinde,nükleik asit bilgisini protein bilgisine çevirmek için ayrı
bir şifre kitabı bulunmaktadır.Ağaçlarda da ayni şifre kitabı bulunmaktadır.
Üstelik ağaçların şifre kitabında;klorofille güneş enerjisini ve suyu ve topraktan alınan
maddeleri birleştiren ve hayvanların ve insanların besin maddesini oluşturan ve evrendeki
yaşamın temel taşı olan bir şifre de bulunmaktadır.Kişioğlu da hayvanlar da bunu
becerememektedir.
Şifre kitabı aynı ise;o zaman şunu söylemek doğru olmaktadır.Ağaç,kişioğlu,balık,salyangoz
ve diğer her varlık tek ve aynı yaşam başlangıcından kaynaklanmıştır.
Keza;atomlar,moleküllerden oluşan ve cansız dediğimiz varlıklar da aynı kaynaktan ortaya
çıkmışlardır.Atom altı parçacıklar da öyledir.
Bu ortak kaynağın adı;enerjidir.
Günümüzde;kalıtımdaki değişikliklere yol açan türden mutasyonlara rastlanmaktadır.Cansız
varlıklar radyasyona tabi tutulunca mutasyon geçirip canlanmakta;canlı denilen varlıklar
radyasyona tabi olunca cansız varlıklara dönüşebilmektedir.Görüldüğü gibi;Canlı-cansız
ayırımının en önemli öğesi olan devinebilme fiziği ile radyasyon fiziği alanı arasında yakın
bir ilişki bulunmaktadır.Yani;enerji bağlantısı vardır.
Eski felsefelerde de(cansız varlıklar-bitkiler –hayvanlar-kişioğulları-daha yüksek
varlıklar)sıralaması bulunmaktadır.Bu türden sıralamalar da;mutasyon ve kalıtımın felsefi
olarak belirtilmesi olmaktadır.Kuşkusuz,bu türden sıralanma,mutasyonlarla
bozulabilmekte,hayvanlar bitkiye,kişioğulları taşa dönüşmektedir.
Bütün bu açıklamaların temelinde yatan soru şudur:Yeryüzündeki bugünkü yaşamın ve
varlıkların oluşumunu hazırlayan temel moleküller,nasıl ortaya çıkmışlardır?Yanıt;”enerjinin
maddeye dönüşmesi yoluyla” olmaktadır.
30
Bir deney tüpüne doldurulan hidrojen,su,amonyak,metan ve hidrojen sülfite çok şiddetli
elektrik akımları(enerji) uygulandığında(şimşekler çaktırıldığında);tüp camında,pigmentler
oluşmaktadır.Bu deneyi;mor ötesi ışınlarla yapmak olanaklı olsaydı;yine aynı sonuç elde
edilecekti.
Tüpte oluşan,bir tür katranlı bulamaç;içinde protein ve nükleik asitler bileşimleri de dahil;çok
zengin,karışık ve karmaşık organik moleküllerle doludur.Bu bulamaç;evrenin ilk günlerinde
ortaya çıkmış benzeri gibi;bir tür “can suyu” dur.
Bu türden bir bulamacın;balık,ağaç,kişioğlu olması için;moleküllerin organizmalardaki yapıya
uygun olarak doğru bir biçimde bir araya gelmeleri ve dizilmeleri ve proteinleri oluşturmaları
gerekmektedir.
Daha temeldeki soru ise;hidrojenin,amonyağın nasıl ortaya çıktığıdır.Onu da Einstein
(E=mc2) formülü ile yanıtlamıştır.Yaşamın temelinde enerji ve zaman bulunmaktadır.
Enerji değişince maddeler oluşmakta;mutasyonlarla maddelerden organik maddeler ve
bunlardan DNA ortaya çıkmakta ve süregelen mutasyonlarla türler belirlenmekte ve yeni
mutasyonlara dek kalıtımla varlıklarını sürdürmektedir.
Buna göre kalıtım;yeni bir mutasyona dek süren,son mutasyon olmaktadır.Keza;uzay ve
evren,sürekli mutasyonların ortaya çıktığı bir büyük organizmadır.
ALEMLER NEDİR?
İslam tasavvufunda “yetmiş iki bin alem”den söz edilir.Şüphesiz;alemlerin sayısı tam olarak
yetmiş iki bin değildir.Ancak;bu ifade ile,alemlerin sayısının çok fazla olduğu anlatılmaktadır.
Alem nedir?Alem;içinde yaşanılan,olayların ortaya çıktığı ortamlardır.Madde
alemi(ortamı)içinde yaşadığımız evrendir.Mana alemi(ortamı) ise;gördüğümüz
düşlerdir,ölümden sonra yaşayacağımız varsayılan ortamlardır.Her durumda alem;evren
olmaktadır.
Diğer yandan;bu durumda gökyüzünde de sayısız alemlerin var olduğu düşünülmelidir.
Anlaşıldığına göre;kişi yaşamı,sürekli ortam(alem) değiştirilmesinden oluşmaktadır
Gerçekten de;bir sperm, erbezindeki ortamında yaşamaktadır.Kadının yumurtası da rahim
denilen başka bir ortamda yaşamakta ve ölmektedir.
Kim bilir;bu ortamlara da başka ortamlardan geliyorlardır belki de.
Sperm;bulunduğu ortamdan başka bir ortama fırlatıldığında,ortam değiştirmektedir.
Sperm;boşalma olgusu sırasında bulunduğu ortamdan,başka bir ortama fırlatılmaktadır.
Tıpkı;aya füze yollanması gibi.
Sperm bu yolla,başka alemlere gitmektedir.Rahmin dışındaki ortamlarda kalırsa sperm
ölmektedir.Değişime uğramaktadır.
Buna karşılık;rahim ortamında yaşayabilmekte ve bir tanesi dişinin yumurtasının içine
girmekte;yine başka bir ortama geçmektedir.
Sperm;bu son alemde yaşamını sürdürmekte ve dişi yumurta ile birleşip mutasyon
geçirmekte;bu yeni ortama uyum gösterip dölütü(cenin) oluşturmaktadır.
Dölüt;dokuz ayı aşkın süre rahim ortamında yaşamakta;sürekli mutasyona
uğramakta;sonunda,evren değiştirerek yeni bir ortama,bizlerin yaşadığı evrene
gelmekte;doğmaktadır.
Dölütün içinde geliştiği döş sıvısının içinde kişioğlu ya da sperm yaşayamazken;dölüt bu
ortamda yaşamaktadır.Döş sıvısı;dölütün alemi,evreni olmaktadır.
Doğan varlık;sperm değildir,dişi yumurtası da değildir.Bambaşka ve yeni bir oluşumdur.Bu
yeni oluşum;oksijen solumakta ve yiyip içmektedir.
Temelde;sperm de,dişi yumurtası da,dölüt de,bebek(daha sonra kişioğlu) de aynı şeyi
yapmaktadır.Enerjiyi maddeye ve maddeyi enerjiye çevirmektedirler.Daha sonra
31
kişioğlu,evrensel koşullarda yaşamakta ve ortalama yetmiş yıl sonra yeniden ortam
değiştirmektedir.Ölüm;bir alem değiştirme olgusudur.Madde aleminden,mana alemine
geçiştir.
Olaya böyle yaklaşıldığında;ölümün bir son olmadığı ve bir ortam(alem)değiştirme olgusu
olduğu anlaşılmaktadır.
Belki de bizler,ölümden sonraki alemin dölütleriyiz ve evren de ana rahmimizdir.
Bu olaylar;kaya için,su için ve bitki ve hayvanlar için de aynen olmaktadır ve geçerliliğini
korumaktadır.Ortam değiştirmek;yeni ortamlara uyum sağlamak,bu uzayın başlangıcından
beri var olan ve sonsuza dek var olacak olan temel kuraldır.
Dolayısıyla;(E=mc2)formülü bir kez daha önem kazanmaktadır.Uzaylarda;kozmoslarda her
an ve durmaksızın bu formülün sonucu gerçekleşmektedir.Enerji maddeye,madde enerjiye
dönüşmekte ve bu tür olaylar sonucu,bir şeyler ortam değiştirmektedirler.
İslam tasavvufuna göre bu değişim;basitten karmaşığa doğru olmaktadır.Gerçekten de (ateşhava-su-toprak)tan oluşan varlıklar;kayalar-bitkiler-hayvanlar-kişioğulları-daha yukarı
varlıklar olarak kademelenmekte ve her kademenin bir sonraki aleme geçtiği ve o
alemdekilere dönüştüğü benimsenmektedir.
Bitki toprağı,suyu kullanmakta ve besine dönüştürmekte;bitkileri yiyen hayvanlar bunları
hayvan hücrelerine dönüştürmekte,bitkileri ve hayvanları yiyen kişioğulları bunları kendi
bedenlerine dönüştürmektedirler.
Benzer dönüşüm;kimyadaki madenlerde ve minerallerde de ortaya çıkaktadır..Daha hafiften
daha ağırlara doğru sıralanan elementler tablosu ortaya çıkmaktadır.
Ancak;kişioğlundan sonraki aşama pek açık olarak görülmemekte ve belirtilmemekte;bu
aşamanın (tanrıya ulaşmak ve onda yok olmak)aşaması olduğu ileri sürülmektedir.Yani;bir tür
karadelikten geçme olayı söz konusudur ve bunun sonucunda kişioğulları başka bir aleme
geçmektedirler.
Görüldüğü gibi;İslam tasavvufunda kişioğullarının başka bir aleme(ortama)gidecekleri
benimsenmektedir.
O zaman,ölümden korkmak ve ölenler için üzülmek neden?Sperm-dölüt-çocuk-kişioğlu
gelişiminin sonraki ortamı;bu evrendekilerden daha gelişmiş ve daha iyi ve üstün bir ortam
olmaktadır.
Doğal olarak;o yeni ortama uyum gösterebilecekler için(cennet) böyle olacaktır.Uyum
gösteremeyenler ise;(cehenneme) düşmüş gibi olacaklardır.Onlar için yeniden,taş,bitki
hayvan ve kişioğlu gelişim çizgisi başlayacaktır.
Bütün sorun;sonraki gidilecek yeni ortamlara uyum gösterme yeteneğine bağlı
görünmektedir.O zaman kişioğlu;bu alemde bedensel ve zihinsel gelişimini tamamlamak ve
durmaksızın ileri götürmek zorundadır.
Yaşamın tüm çabaları;bu yönde olmalıdır.Bu alemden daha üstün alemlere geçişin ve o
alemlere uyum göstermenin kişioğlu için zaman anlamı değişik olmalıdır.Keza;kişioğlu ile
milyarlarca yıllık yaşamları olan güneşler ve yıldızlar düşünüldüğünde,zamanın anlamı
değişmektedir.
ZAMAN BOYUTU
Einstein;uzun yıllar süren çalışmaları soncunda E=mc2 formülüne ulaşmıştır.Bu formüle
göre;madde ile enerji arasında ışık hızının karesiyle belirlenen bir ilişki vardır.Enerji
maddeye,madde de enerjiye dönüşmektedir.
Einstein bu formüle ulaştığında “Ohh.My God-Aman tanrım” demiş ve sonradan,buradaki
tanrının kutsal kitaplardaki tanrı olmayıp;kendi anlayışına göre tanrı olan “zaman” olduğunu
ileri sürmüştür.Ona göre tanrı;dördüncü boyut da dediği “ zaman”dır.
32
Gerçekten de ;zamanda,kutsal kitaplarda anlatılan tanrıların tüm özellikleri vardır.Zaman
yaratılmamıştır,yok edilemez,her şey ona doğar ve onda son bulur.Önceliği ve sonralığı
yoktur.Zamanın özellikleri tanrı ile aynıdır.Ancak;kişioğulları zamanın ”geçtiğini” ve
“zamanın içinde yaşadığını” duyumsamaktadır.Bu nedenle zaman;daha gerçekçi bir tanrı
olmaktadır.
Zaman,her zaman vardır ve hep var olacaktır.
Bu noktaya gelen Einstein;bir eksiklik yapmış ve zamanı,ünlü formülüne eklememiştir.
Böylece;günümüzde,bu eksik formül üzerinde,eksik kalan tartışmalar yapıla gelmiştir.
Gerçi;ışık hızının karesini “zaman” olarak değerlendirmek olanaklıdır.Çünkü;hız,bir yönüyle
de zaman olmaktadır.
(E=mc2) formülünün doğrusu TxE=mc2 ya da E=mc2/T(T=time ,zaman olmaktadır)
Ya da E=MxC2/T olmalıdır.Zamanın formüle eklenmesi ile formül;daha anlamlı ve daha
anlaşılır olmaktadır.Formüle (T=zaman)eklenince;çeşitli yorumlar yapmak olanaklı
olmaktadır.
Zamanı iki türlü algılamak olanaklıdır.
Birincisine göre zaman,tüm varlıklar için aynıdır.İkinci anlayışa göreyse zaman,varlıklara
göre ayrıktır,değişiktir.
Gerçekten de;yaşamı iki gün süren bir kelebek ile yüzyıla yakın süren kişioğlu için zaman
anlamı değişik olmalıdır.Keza;kişioğlu ile milyarlarca yıllık yaşamı olan güneşler ve yıldızlar
düşünüldüğünde;zamanın anlamı ve kavranılması değişmektedir.
Bu durumda;her canlıyı ya da varlığı;kendi zamanında(aleminde)incelemek ve yorumlamak
gerekmektedir.Einstein’a göre;bizler için zaman,evrende anlaşılan zaman(yirmi dört saat bir
gün) olmaktadır.Bizim zaman boyutumuz;evrenin kendi eksenindeki dönüşüne göre kurulmuş
bir boyuttur.
E=mc2 formülü enerji-madde dönüşümünü gösterdiğine göre;buradaki c2 ile anlaşılan zaman
görsel zamandır.Bir de,Eistein’ın “tanrı” dediği geniş anlamlı zaman vardır.
Buradaki zaman dördüncü boyuttur.
E=mc2 formülü Big Bang denilen büyük patlama ile işlemeğe başlamıştır.Pekiyi ama,bu
patlama nerede olmuştu?.Bu patlama geniş anlamlı zaman olan dördüncü boyutta ortaya
çıkmıştır.O nedenle;tüm varlıklar tanrıdan olmuştur ve tanrının bir parçasıdırlar.
Einstein’ın E=mc2 formülünü bu boyutta değerlendirmek gerekmektedir.Enerji-madde
dönüşümü varsayımı da göz önünde tutulduğunda;bazı çözümlemeler yapmak olanaklı
olmaktadır.
E=mc2/T formülüne göre;enerji ve maddenin sabit olduğu bir ortamda (T) önemli olmaktadır.
(T) nin değerinin (1=bir) olduğu bir anda;E=mc2 formülü işlemeye başlamış ve enerji
maddeye dönüşmüştür.Formüle göre;maddeler ışık hızının karesi hızına ulaşınca,enerjiye
dönüşeceklerdir.Tersine;enerji ışık hızının karesinin etkisinde kalınca(böyle bir hız ortaya
çıkınca) enerji maddeye dönüşecektir.
Ancak;bütün bunlar,bizim evrenimizin zaman boyutunda ve bu boyut (1=bir)değerli iken
oluşacaktır.Oysa;evrenin dört milyar yüz milyon yıl önce ortaya çıktığı ve gerçekleştiği
varsayılmaktadır.Yani;günümüzde (T) nin değeri (1=bir) değildir.Bu ne anlama gelmektedir?
E=mc2/T biçiminde oluşturulacak formüle göre yorum yapıldığında(T) nin
değeri(300.000kmX300.000km=)90.000.000.000 sayısına ulaştığında(c2/T=1)
olacaktır.Yani;enerji madde olacaktır.Diğer yandan bakıldığında ise;madde enerjiye
dönüşecektir.Bu hesaba göre(90.000.000.000 – 4.100.000.000 –yerkürenin ortaya çıktığı
varsayılan tarih-)=85.900.000.000 yıl sonra;(enerji=madde) olacaktır.Madde,enerjiye
dönüşecektir.
Bunun anlamı;evrenin ve zamanının bu boyutundaki varlıkların,enerjiye dönüşmesidir.Bu
olgu;yeni bir zaman boyutuna geçme anlamına gelmektedir.
33
Ya da,enerjinin bütünüyle maddeye dönüşmesi ve yok olması demektir.Bu olguya günümüzde
“karadelik” denilmektedir.Yine,yeni bir zaman boyutuna geçilmesi söz konusudur.
Formülün açılımını E=mc2/T olarak algılarsak;o zaman enerji madde dönüşümünün olması
için,çok daha fazla zaman geçmesi gerekecektir.
Diğer yandan TxE=mc2 olmaktadır ki;bu formül kozmosun bir (balon) gibi,durmaksızın
genişlemesini de açıklamaktadır.Zaman geçtikçe;enerji ve ışık hızı sabit kaldığında;eşitliğin
sağlanması için (m) nin artması gerekmektedir.Bu ise;yeni gökadaları,yeni saman yolları,yeni
güneşler ve yıldızlar,evrenler;kişioğulları,bitkiler,hayvanlar,kayalar oluşması demektir.
Diğer yandan;ışık hızının aşılması durumunda da;enerji ve madde sabit kalırsa (T=zaman)ın
değişmesi gerekmektedir.Bu ise;başka bir zaman boyutuna geçmek anlamına gelmektedir.Bu
da;ışık hızıyla ilgili yorumlara uygun düşmektedir.
Son olarak;kitaplı dinlerdeki “sırat köprüsü” nün ya da eski yunandaki “ölüm ırmağının”
formüldeki (c2) olduğu;reenkarnasyon(yeniden doğma) olgusunun ise (c2) nin aşılması ve
yeniden bir başka zaman boyutundan bu zaman boyutuna dönülmesi olduğu varsayılabilir.
PARAPSİKOLOJİ VE BİLİM
Geçenlerde Werner Keller adlı bir psikiyatristin yazdığı “Parapsikoloji”adlı bir kitabı
okudum.
Kitap;yapılan ruhsal(tinsel) araştırmalar sonunda;yeni bir evrenin eşiğine gelindiğini
belirtiyor;Ancak,günümüzde hala tinsel olayların açıklamasız kaldığını ileri sürüyordu.
Kitaptaki görüşlere göre;tinlerle ilgili olaylar,fizik ve kimya bilimlerinden kanıtlarla
desteklenmeğe çalışılıyordu.
,Öte yandan;bir bilgisayar programcısı olan oğluma göre;yakın gelecekte,biyomekanik
varlıklar evrene ve uzaya egemen olacaktı.
Biyomekanik varlıklar;bilgisayarların biyolojik bir anatomik yapı kazanmasıyla ya da
kişioğlunun bilgisayar çipleri ile donatımı sonucu,ortaya çıkacak varlıklar olacaktı.
Bütün bunlar,bende,tinler(ruhlar) evreni ile ilgili bilgilerimi ,gözlemlerimi ve
çözümlemelerimi yazma isteği uyandırdı.
İşe,kendi gözlemlerimle girişmek istedim.Geçmişteki anılarımı tekrar gözden geçirme
gereksinimi duydum.
Bizim ailede medyumluk ya da medyumluğa yatkınlık var olmalı.Kız kardeşim,1950-1953
yıllarında,sekiz dokuz yaşlarında iken,medyumluk yapıyordu.
Evinde kiracısı olduğumuz Çeşmeli Hasan diye birisi vardı.Eşinin sağlığı yerinde değildi.Bu
nedenle,bir cami hocası,on beş günde bir onun iş yerine gelirdi.Kız kardeşimi çağırırlardı.
Hoca efendi,kız kardeşimi karşısına oturtur ve telkin ile uyuturdu.Çeşmeli Hasan da
yanlarında olurdu.,
Ben de;kız kardeşime kötülük yapmasınlar diye,iş yerinin dışında,uzaktan onları
gözlerdim.İşyerinin girişi camlı bir kapı ve duvarla kapalı olduğundan,her şeyi görür ama,bir
şey duymazdım.
Hoca efendi,kız kardeşimi uyuttuktan sonra,ona sorular sorar,kız kardeşim de uyku
durumunda ona yanıtlar verirdi.Her seans,yaklaşık yarım saat kadar sürerdi.Sonra,kız
kardeşimi uyandırırdı hoca efendi.Eline,o zamanın parasıyla yüklüce bir para verirlerdi.
Kız kardeşim,trans durumundayken konuşurdu.Bunu,dudaklarının devinmesinden
anlıyordum.Seanstan sonra,kız kardeşime düş görüp görmediğini sorardım.Görmediğini
söylerdi.İçeride,hoca efendiye bir şeyler anlattığını söylerdim.Hiç bir şey anımsamadığını
belirtirdi.
Kız kardeşimin bu özelliği,adet görmeğe başladıktan sonra kesildi.
34
Bu olay neydi?İlk akla gelen,bir telkinle uyutma ve yine telkinle Çeşmeli Hasan’ın duymak
istediği iyi şeyleri,kız kardeşime söyletme olabilirdi.
Nitekim;böyle bir olay,benim de başımdan geçmişti.
Yaklaşık,yirmi üç yaşlarındayken,1962 ya da 1963 yılında,İstanbul’a bir İtalyan psikiyatri
profesörü gelmişti.İtalyan isimli birisiydi.
Beyoğlu’ndaki bir sinemada bir toplu hipnoz gösterisi yapacaktı.Ben de,bir arkadaşımla
gittim.
Redingotlu bir adam sahneye çıktı.İtalyanca konuşuyor;yanındaki birisi söylenilenleri
Türkçeye çeviriyordu.
Önce,sinemadaki herkesin,oturdukları koltuklardan ayağa kalkmasını istedi.Hep birlikte
kalktık.Sonra,cebinden köstekli bir cep saati çıkardı.Sağa sola sallamağa başladı.
Bir süre sonra,çevirmen;herkesin koltuğuna oturabileceğini söyledi.Ben oturamadım.Benim
gibi;on kadar kadınlı erkekli izleyici de ayakta kalmıştı.
Psikiyatrist bizleri sahneye çağırdı.Ayakta kalan bizler,bu emre uyup sinema sahnesine
çıktık.Adam,bundan sonra,yaklaşık bir saati aşkın bir süre,bizlere değişik emirler verdi.Bizler
de o emirlere uyduk.,
Gösterisine başlamadan önce,ellerimizin bir parmağına toplu iğne batırdı.Kimse,acı
duymadı.Benim elime de toplu iğne batırdı.Parmağımın ucunun kanadığını gördüm,ama acı
duymadım.
Gösterinin sonunda,adam,havanın dayanılmaz derecede sıcak olduğunu,biraz daha arttı,daha
da arttı,daha da artıyor diyerek söyledi.Ben dahil sahnedekiler;iç çamaşırıyla kalıncaya dek
soyunduk.Kadınlar da soyundular.
Sonra;bizleri uyandırdı adam.Hemen üstümüzü giyindik ve sahneden indik.Çok utanmıştım.O
zamanlar,Maliye Müfettiş Muaviniydim.Bizim meslekte,böyle hafiflikler hoş
karşılanmazdı.Üstadlardan birisi oradaysa ve beni gördüyse diye çok korkmuş ve
paniklemiştim.
Tabii,sahneden soyunan kadınların eşleri ya da sevgilileri olan erkeklerin de suratları
asılmıştı.
İyi anımsıyorum.Sahneden iğne batırılınca,kanadığını gördüğüm parmağımda;sahneden
inince delik de kan da yoktu.Kanı,sahneden telkin altındayken görmüştüm.Kız kardeşim
de,cami hocasının telkinleri altında bir şeyler görüyordu.
İkinci yoruma göre;kız kardeşim de telkin altında,tinler evrenine gidip tinlerle ilişki
kuruyor;istenen bilgileri onlardan alıp aktarıyordu.Bu nasıl oluyordu?Okuduğum kitaba
göre;bu sorunun yanıtı hala bulunamamıştı.Benim olayıma gelince..Beni hipnotize den
adam,beni sahneden indirmeden önce,iğnenin açtığı küçük yaramı iyileştirmişti.Bu nasıl
oluyordu?
Okuduğum kitaba göre;bu sorunun da yanıtı yoktu.
O zaman;tinler evreniyle olan ilişkileri;bambaşka fizik kuramları ile açıklamağa yönelmek
gerekiyordu.Ben de;bundan sonraki yazılarımda,bunu yapmağa çabalayacağım.
Bunu yapmamı gerekli kılan bir başka olayı da,by pass ameliyatım sırasında yaşamıştım.
Ameliyatım çok ağır geçmiş ve yoğun bakımda yaklaşık bir gün(Belki de bundan fazla)
kalmışım.Daha önce de,böyle olaylar anlatanların olduğunu okumuştum.Aynısı,başıma geldi.
Kendimi;parlak bir tünelin içinde görüyordum.Tünelin bitiminde çok beyaz ve çok parlak bir
ışık kaynağı vardı.Ona doğru yürüyordum.
Birden ”Uçar bey,Uçar bey” diye tünelin öbür ucundan yükselen bir ses duydum.Yönümü,o
sese çevirip ilk andakine ters yöne yürümeğe başladım.
“Hah..Kendine geliyor” diyen doktorun sesiyle;kendimi yoğun bakım yatağında buldum.Bir
bakıma,ben de tinler evreninin kapısına dek gitmiş ve doktorun çağırmasıyla geri dönmüştüm.
35
Ruh(tin) denilen maddenin incelenmesinin,bilime katkı sağlayacağı açıktır.Çünkü;kuantumlar
kuramları ile bilim yolu tıkanmış görünmektedir.Bu yolu açacak olan;tin ile ilgili araştırmalar
olacaktır.
Parapsikolojinin ilgi alanına giren diğer bir olay da;hastaları bu yolla iyileştirme
olgusudur.Bunun en yaygın örneği;Fransa’nın Lourde kasabasındaki kilisedir.Buraya gelen
hastalar;dua edip iyileşmektedir.Ayrıca;tarihte de,çeşitli hasta iyileştirme olayları
saptanmıştır.
Orta Aysa’daki,Kızıl Derililerdeki,Afrika ülkelerindeki şamanların da,hastaları iyileştirdikleri
gözlenmektedir.
Benim bir arkadaşım da;Seyhan ilçesinde yedek subaylık yapıyormuş.Çevrede ”yılancı baba”
diye tanınan birisi varmış.Yılan ya da akrep sokanı,hemen ona götürürlermiş.Adam;parmağını
tükürükleyip sokulan yere bastırır ve yılan ya da akrep sokmaları,iyileşirmiş.
Bu olayları,gözleriyle görmüş.
Aynı biçimde;karnına şiş sokan Rufai dervişlerinin kanayan yerlerine Rufai dedesi ya da
babası parmağını tükürükleyip bastırırmış ve kan dururmuş.Bunu da babam,çocukluğunda
gözleriyle görmüş.
“Yılancı baba”yı duyan Adana’daki İncirlik üssünde çalışan Amerikalı doktorlar;bunun bir
şarlatanlık olduğunu kanıtlamak istemişler ve “yılanlı baba”yla buluşmuşlar.
Bir Amerikalı doktor kolunu bir engerek yılanına ısırtmış.Yılancı baba da onların getirdiği bir
başka engerek yılanına kolunu ısırtmış.
Yılancı baba;parmağını tükürüklemiş ve ısırığın üzerine bastırmış.Kola bir şey
olmamış.Amerikalı doktor;yılan zehirine karşı olan ilaçlarından içmiş,ama nafile.Adamın sol
kolu,omzuna doğru morarmağa başlamış.Yılancı babaya yalvarmışlar.Amerikalının kolundaki
ısırığa da tükürüklü parmağıyla bastırmış ve morluk giderek yitmiş.Amerikalı doktorun kolu
da iyileşmiş.
Her iki öyküyü de;buna tanık olan arkadaşımdan ve babamdan dinlemiştim.
Demek ki;tinsel güçleri ile hastalıkları iyileştirenler vardır.
Z A M A N D A Y O L C U L U K
Bir öykü anlatarak başlayacağım.
Bir kezinde;düşümde bir Asur askeri olduğumu gördüm.Bir büyük ırmağın(Fırat Nehri
olmalı) kıyısındaki bir savaşın tam ortasındayım.Bir düşman askeri;elindeki kargıyı sağ
baldırıma daldırıp çıkarıyor ve kan kaybından,oracıkta ölüyorum.
O arada;Asur diline olduğunu düşündüğüm sözcükler duydum.Bunları;uyanır uyanmaz,bir
şiire dönüştürdüm.
Bana uşta sevi sundum
Uşta pedi oğluma
İkisi yirmi beş kuruşa
Günümüzün parasıyla.
Bazı psikologlara göre;gerçek yaşamımız,uyurkenki yaşamımızdır.Günlük yaşamımız(işe
gitmek-çalışmak-eve dönmek-eğlenmek) ise,düşlerimizdir.
Ben de;gerçek yaşamımın,uyurkenki yaşadığım düşler alemi olduğuna inanıyorum.
Böyle düşünülecek olursa;ben,zamanda yolculuk yapmıştım.En azından,beş bin yıl geriye
gitmiş ve Asurlu bir savaşçı,bir asker olmuştum.
Tamam,bedenim,yatağımda uzanıyordu ve günümüzdeki alemdeydi.Ama ben,beş bin yıl
öncesine yolculuk yapmış ve geri dönmüştüm.
Bu türden olayların,bilinçaltı boşalması olduğunu sanmıyorum.Benim,Asurlu savaşçılarla
ilgili ne düşüncem olabilir?
36
Benim bedenimde sayısız alemler(evrenler) vardır.Oralarda;hücrelerim,onların
atomları,atomların atom altı parçacıkları(Zamanda ve mekanda)durmadan deviniyor ve
yaşıyorlar.Derviş inanışına yöre;benim bedenimde yetmiş iki bin alem vardır.
Benim tinim de;onlar gibi yaşıyor.Bedri Ruhselman hocanın dediği gibi ”Ruh(tin);bizim beşbelki de altı-duyumuzla algılayamadığımız bir maddedir” Aynı zamanda ”madde yaratma
yeteneği olan” bir maddedir.(Bu özelliği ile DNA ya benzemektedir)Böyle olunca;her madde
gibi;onun da devinmesi doğaldır.
Zaten;her gün zamanda yolculuk yapıyoruz.Uyuyunca başka bir evrene geçiyor ve zamanda
ileri ya da geri gidiyoruz.Uyanınca,yine zamanımıza dönüyoruz.
Tin(ruh) dediğimiz madde;tıpkı bedenim gibi;yolculuk yapabilmelidir.İleriye doğru
gidebildiği gibi;zamanda,geriye doğru da gidebilmelidir.
Nasıl ki;bedenim mekanda bir yere gidip geri geliyorsa;tinim de zamanda bir yere gidip
geriye gelebilir.Üstelik;bedenim yalnızca geleceğe gidebilmektedir.Oysa tinim;hem geleceğe
hem de geçmişe gidebilmektedir.
Parapsikoloji kitapları;bu türden tinsel yolculuk örnekleriyle doludur.
Zamanda yolculuk yapan en ünlü kişi;Nostradamus’tur.Neredeyse tüm evren,bu kişinin
geleceğe ait kehanetlerinin doğrulanması ile şaşkına dönmüştür.Nostradamus’un ünlü
kehanetlerinden bazıları şunlardır:
İkinci Henri’nin ölüm biçimi;On altıncı Louis’nin ve Marie Antoinette’in ölümleri;
Napolyon’un ortaya çıkışı;İkinci evrensel savaşın başlaması;Kendisinin ölüm tarihi ve
biçimi(Bunu Bedri Ruhselman hocanın da yaptığı söylenir.Şu gün,evimin merdivenlerinden
inerken yuvarlanacak ve öleceğim demiştir ve öyle olmuştur)
Bunların dışında;geleceğe yolculuk yapan başka tinler de vardır:
Amerika devlet başkanı Abraham Lincoln,öldüğünü önceden görmüştü.
Bavyera kralı İkinci Ludvigt de ölümünü önceden görmüştü.Yani,geleceğe yolculuk yapmıştı.
Avusturya –Macaristan veliahtı Franz Ferdinand da,kendi ölümünü önceden görmüştü.O da
geleceğe yolculuk yapmıştı.
Psikologlar buna,önceden sezme yeteneği demektedirler.Aynı yeteneğin,hayvanlarda da
bulunduğuna dair yüzlerce gözlem yapılmıştır.Hayvanların da tini olduğuna göre;bu doğal
olmaktadır.
Diğer yandan;bitkilerin,havanın,suyun,taşın da tininin olması doğaldır.Çünkü;onların da her
biri,birer alem(evren) dir.Hücreleri,atomları,atom altı parçacıkları zaman ve mekan içerisinde
devinim içindedirler.
Dolayısıyla;onların tininin de geleceğe ve geçmişe yolculuk yapabildiğini benimsememiz
gerekir.
Bunun yanında;tinin,geriye dönük zamanda yolculukları da bulunmaktadır.Parapsikoloji
kitaplarında yer alan örnekler şunlardır:
Fox kardeşler olayında;bunlar,geriye dönük zaman yolculuğu ile,bir tüccarın öldürülüp
gömüldüğünü saptamışlardır.
Masa başı tin çağırma seanslarında;tinler masaya gelmemekte;masadakilerin tinleri (belki de
birleşmiş tek tin) geçmiş zamana gitmektedir.
Parapsikolojide iki kavram precognition(geleceği görme) ve Retrocognition(geriyi görme)
kavramları;zamanda geleceğe ve geçmişe yolculuğun,bilimsel terimleri olmaktadır.
1884 yılında,bayan Piper’ın ölmüş kişilerin tinleri ile ilişki kurması;zaman içinde geçmişe
yolculuk olmaktadır.
Bu türden olayları,birçok medyum yaşamıştır.
Marthe Beraud adlı bir Fransız kadın medyum;üç yüz yıl önce yaşamış bir brahmanın ruhunu
maddeleştirmiştir.
Gerçekte;bu brahman, üç yüz yıl önceden günümüze zaman yolculuğu yapan bir brahmanın
tiniydi.Yani;tinler geçmişten günümüze de gelebilirler.
37
Diğer yandan;zaman içinde geleceğe ve geçmişe yapılan yolculuklar;bir tin tarafından
yapılabileceği gibi;değişik yerlerdeki değişik kişilere ait tinler tarafından da,aynı olaya ve
yere yapılabilir.
Son yıllarda;Avrupa’daki parapsikologlar;geleceği kestirme(tahmin etme)deneyleri yapma
olanağı bulmuşlardır.Deney sonucunda;atomsal olayların nasıl bir sıra
izleyeceğini;kişiler,önemli sayılacak bir oranla tahmin etmişler(önceden görmüşler)dir.
Aynı tür deneylerin,geçmişe gidip gelmelerle ilgili olarak yapılmasında da yarar
bulunmaktadır.
Hindistanlı Shanti Devi’nin ve başkalarının daha önceki yaşamına dair doğrulanan anlattıkları
da tinin geçmişe yolculuğuyla açıklanmalıdır.
Bitirmeden,benim başımdan geçmiş bir olayı anlatmak istiyorum.
1961 yılında;Diyarbakır’daydım.Gürcü Bacı diye;Türkiye’de ünlenmiş bir medyum
vardı.Çarpuk çurpuk bir bedeni olan şişman bir kadındı.Bilisizdi,okumamıştı.Bir de,kendisi
gibi bir kız kardeşi vardı.
Ona fal baktırmaya gittik.Aşağıdaki kız kardeşi,bir fincan suya şahadet parmağınızı
sokturuyor ve ne soracağınızı aklınızdan geçirmenizi istiyordu.Ben de öyle yaptım.
Sonra;ahşap evin merdivenlerinden çıkıp Gürcü Bacı’nın karşısına dikildim.Gözlerini kapatıp
konuşmağa başladı.,Evlenecektim(Evlendim)
Sarışın bir karım olacaktı(yapma sarışın bir eşim var)
İki oğlum,bir kızım olacaktı(Önce iki oğlum oldu.Eşimle artık çocuk yapmamağa karar
verdik.Ben,Gürcü Bacı’nın yanıldığını düşünüyordum.Biz üç kardeştik.İki oğlan,bir
kız.”Herhalde bizleri gördü,karıştırdı” diye düşünüyordum ki;on yıl aradan sonra bir de
kızımız oldu.Gürcü bacı,onu da bilmişti.)
Eşim tarafından zenginlik göreceğimi söylemişti.Öyle bir gelişme olmadı.Bunu eşimin “tinsel
zenginliği” olarak yorumladım.
Gürcü Bacı;geleceğe yolculuk yapmıştı.
Üç kişi gitmiştik Gürcü Bacı’ya.Erdoğan adlı bir arkadaşımız da fal baktırmıştı ve “Bir
benim,bir de Allahın bildiği bir konuyu bana anlattı” diyerek bizleri şaşırtmış,kendisi de şoke
olmuştu.
Gerçekten de;Gürcü Bacı ve benzerlerinin mutasyon geçirmiş tipler ve yeni biyoformlar
olarak düşünülmesi yerinde olacaktır.O zaman;bu kişilerinin DNA larının ve genlerinin gen
mühendislerince araştırılması yerinde olacaktır.Medyumluğu sağlayan genin ya da kırılmanın
bulunması;herkesin medyum yeteneklerine sahip olmasına yol açabilecektir.
Bir başka öykü de bir başka arkadaşıma(Ercan)aittir.
Evlendikten sonra;Eşi Birgili Hoca diye bir medyumun olduğunu;ona gidip fal baktırmak
istediğini söylemiş.Hafta sonu;Birgili kasabasına arabayla gitmişler.Köy meydanındaki
kahvede oturmuşlar.
Birgili Hoca’nın fal baktığı evi;yaklaşık elli metre yükseklikteki bir tepedeymiş.Tepeyi
tırmanmışlar.Kilolu olan arkadaşım yolda ”Oturacak başka yer bulamamış mı bu P…”diyerek
küfür etmiş.
Sıraları gelmiş;Birgili Hoca’nın evinden içeri girerken Birgili Hoca arkadaşa ”Sen içeri
giremezsin.Gelirken bana küfür ettin” demiş ve onu içeri almamış.
Bu olayların da;zamanda ileri ve geri yolculuklar olarak düşünülmesi uygun olacaktır.
Parapsikoloji incelemelerinin sonunda gelinen nokta şudur:
Çekirdek fiziği,yalnızca maddeyi darmadağınık etmekle kalmamıştır.Nükleer olaylarda
zaman,mekan ve nedensellik kavramlarının da artık geçerliolmadığı saptanmıştır.
Burada;zaman,mekan,nedensellik ilkesi yoktur.
Dolayısıyla;zamanda yolculuk yapılabilir.Bunun bir nedenselliğinin olması gerekmez.
38
MEKANDA YOLCULUK
Düşlerimizin tümü;aynı zamanda mekanda yolculuktur.Gerçekten de;bedenim yatakta
uzanmış yatıyorken,onun içindeki tinim;bedenimden çıkmakta ve başka mekanlara
gitmektedir.Bunların;evrensel bilinçaltının düşler yoluyla boşalması biçiminde
açıklanması,bugüne dek anlamlıydı.
Ancak;günümüzde,tinin bir madde olduğu ve yer değiştirdiğine dair bulgular elde edilmiştir.
Günümüzde;çekirdek fizikçileri;maddenin ötesinde bir mekan,zaman ve nedensellik
kavramlarının artık geçerli olmadığı bir aşamada çalışıyorlar.Bu ,fizik ve matematik
kurallarının alt üst olduğu bir evrende yapılmaktadır.Bunun için;en eski doğu dinlerinin
sufilerinin ve gurularının anlattıklarına ve yaptıklarına yöneliyorlar.Bu yeni evreni,tanımağa
ve öğrenmeğe çabalıyorlar.
Sırası gelmişken;bir Bektaşi dervişi olan babamın anlattığı iki öyküyü belirteyim.Bunlardan
birini,birinci ağızdan dinlemiştim.
Bir Bektaşi dervişi;İzmir’in yirmi kilometre kadar uzağındaki bir Bektaşi(müslümanlığın bir
koludur)babasını ziyarete gitmiş.İzmir’e dönmek üzere iken Bektaşi babası;seninle
Pasaport’taki kahvehanede nargile içip muhabbete devam ederiz demiş.
Derviş;”Yirmi kilometre yolu ben atla gideceğim,bu yaşlı kişi yayan gelecek,olacak iş değil”
diye düşünmüş ve atına binip hızla söylenen kahvehaneye gelmiş.Bakmış;Bektaşi babası,bir
dervişle nargile içiyor ve onu da yanlarına çağırıyormuş.Ondan hızlı devinimle,mekan
değiştirerek dervişten önce Bektaşi babası kahvehaneye gelmiş.
Başka bir öyküye göre;yine bir Bektaşi dedesi;İstanbul’dan Bağdat’taki bir Bektaşi babasına
armağan olarak pastırma yollamış.Derviş,atlanmış ve emaneti alıp yola düşmüş.Birkaç gün
sonra;canı çekmiş,pastırmadan biraz yemiş.
Bağdat’a gelip pastırmayı oranın Bektaşi babasına vermiş.Bektaşi babası ”Oğlum,bu pastırma
azalmış.Bu kadar değildi” demiş.Derviş “Bu kadardı” diye ısrar edince;Bektaşi babasının
yanında,İstanbul’daki Bektaşi dedesi belirmiş.Bektaşi babası ”İstersen ona soralım”
demiş.Bektaşi dedesi de “Evet,yolda pastırmanın bir bölümü yenmiş” demiş.
Bunun üzerine,derviş kızmış.Dedeye ”Madem bunu yapabiliyorsun,beni buraya kadar bu
denli yormasan ve pastırmayı da kendin getirip verseydin ya!”demiş.”Kızma oğlum,biz seni
sınamak için bunu yaptık” demişler.
Bektaşi dedesi,bir anda İstanbul’dan Bağdat’a gelebilmiştir.
Her iki öyküde de,tinin mekanda yolculuğu anlatılmaktadır.
Günümüzde,tinsel güçlerimizle düşünceyi okumak,bilinmeyeni sezmek,olacağı önceden haber
vermek,maddeyi gizemli biçimde etkilemek gibi olguları ortaya koyabilmekteyiz.
Parapsikoloji’de;mekan değiştirmeyle ilgili gözlemler ve olaylar da yer almaktadır.
Swedenborg adlı bir İsveçli bilgin;Göteborg kentinde yaşamaktadır.Bir gün;oturduğu yerde
Stockholm’de büyük bir yangın olduğunu anlatır.O zamanlar,telgraf,telefon yoktur.Ama;bu
kişi,yangın olduğunda Stockholm’deymiş gibi,detaylar anlatmıştır.Bu,bir tür tinin mekan
değiştirmesi olayıdır.
1936 yılında,İtalya’daki bir köy rahibi olan peder Pio;İngiltere kralı V.George ölürken,onun
yanında olduğunu,rahipliğini yapmış olduğu köydeki kiliseye gelenlere söyler.Ertesi
gün,kralın ölüm haberini,radyodan öğrenirler.
Kutsal kitaplarda;peygamberlerin ve azizlerin aynı anda değişik yerlerde görünmelerine
dair,çeşitli anlatılar da yer almaktadır.Keza;İslam peygamberi Muhammed’in tanrıyı görmek
için Araf’a(Başka bir aleme)çıktığı anlatılır.
Hindistan’da çok geliştirilmiş bir “prana” öğretisi vardır.Prana,tüm biyolojik ve fiziksel
varlıkların içinde ve ardında bulunan;incecik bir maddeden(tin dediğimiz maddeden)
oluşmuş,evrenin en eski enerjisinin adıdır.Bu enerjiye;Prana-Yoga denilen bir eğitimle
kişioğulları da sahip olabilir ve bu enerji kullanılabilir.
39
İşte;kuantum deneyleri ile bilim adamları,bu ilk enerjiye ulaşmaya çalışmaktadır.Çünkü,tüm
varlıkların başlangıcında bu enerji vardır.Big-Bang adlı enerji patlamasından,tüm varlıklar
oluşmuştur.
Babam bana;Bektaşi öykülerini anlatınca;ben de ona E=mc2 formülünden söz
etmiştim.Söylediklerinin bu formül yoluyla da gerçekleşebileceğini söylemiştim.Bana
“Olabilir,ama bilimle öğrenme yolu uzun bir yoldur,bizim öğrenme yolumuz daha kısa bir
yoldur” demişti.
Günümüzde;her iki yol da biri birinin içine girmiş durumda olarak
kullanılmaktadır.Nitekim;tinin zaman ve mekanda yolculuğu;durugörü gibi özelliklerden
yararlanmak için Avrupa’da ”manyetik uyku” yardımıyla deneyler ve araştırmalar yapılmakta
olup;bunlar hızlanmıştır.
Diğer yandan;mekandaki yolculuğun;şaşırtıcı bazı değişik örneklerine,parapsikolojik
olaylarda rastlanmaktadır.
Padualı Aziz Antonius;aynı anda iki ayrı kilisede dua ederken görülmüştür.
Keza;1967 yılında peder Pio da manastırdayken;aynı anda beş yüz kilometre ötede bir
hastanın evinde görülmüştür.
1850 yılında peder Lerdal adlı bir Lapon kişi;aynı anda Laponya’da başpiskoposun
yanındayken,başpiskoposun Uppsala’daki evinde de görülmüş ve eşinin yüzüğünü çalıp
saklamıştır.Yüzük,sonradan,onun dediği yerde bulunmuştur.Piskoposun eşi de;o sıralar bir
Lapon’un evinde görünüp kaybolduğunu belirtmiştir.
Bunlara ”eşbeden olayları” denilmekte olup bunun bir başka biçimi de,kişinin kendi
bedeninin dışına çıkıp bedenini gözlemesidir.
Bu çeşit olaylarda tin;artık hiçbir biçimde bedene bağlılık göstermez ve tin ”bedenden arınmış
bilinç” durumunda astral(yıldızsal) gezintiler yapar.
Günümüzde;televizyonda spiker haberleri okumakta ve biz odamızda onu
izlemekteyiz.Onunla karşı karşıyayız ve onunla konuşuyoruz.Bazı televizyon
firmaları;İstanbul’da haber okuyan spikerlerini,üç boyutlu olarak,Ankara’daki stüdyolarına
aktarabilmektedir.
Aynı durum;görüntülü telefonlar ve bilgisayarlar için de geçerlidir.
Bugün;bunu bazı aygıtların ve bazı fizik kurallarının yardımı ile gerçekleştiriyoruz.Yani;bu
yolla mekanda yolculuk yapıyoruz.Ben,İzmir’deyken,oğlumun telefonunda ya da
bilgisayarında görünerek;onun yanında oluyorum.
Şimdi sorun;bunu,herhangi bir araç kullanmadan yapabilmektir.
Parapsikolojide;bu konudaki gözlemlerden de söz edilmektedir.Kimi kişioğulları;
maddeleri,hiçbir yardımcı araç kullanmadan devindirebilmekte;biçimlerini değiştirebilmekte;
yerçekimini yenip havada asılı tutabilmektedirler.
Bunlar;işin başlangıcında edinilmiş yeteneklerdir.Bu yeteneklerin edinilmesi ve geliştirilmesi
yöntemleri(özellikle sufizm ve Brahmanizm düşünceleri ve uygulamaları yagınlaştırılarak)
bulunmalı ve uyarlanmalıdır.
Bugün;bu noktaya gelmemizde;Darwin’in seçilimli evrim teorisinin payı büyüktür.
Kişioğulları;yüzyıllardır biriktirdikleri bilgilerini ve deneyimlerini;sonraki kuşaklara
aktararak giderek daha çok kişide ortaya çıkan parapsikolojik yetenekler yaratmışlardır.Bu
olgu sürecek ve zamanda ve mekanda yolculuk gerçekleşecektir.
PARAPSKOLOJİ VE E=MC2
Parapsikolojide gözlenen,anlatılan,tartışılan olayların neredeyse tümü;ünlü E=mc2
formülünün uygulamalarıdır.
Artık,çocuklar,ilk öğretimde bile iki temek kural öğreniyorlar.Hiçbir şey yoktan var olmaz;var
olan bir şey yok olmaz.Madde ve enerji,durmaksızın biri birine dönüşür.Yani;E=mc2 dir.
40
Madde ve enerji bilgisinin,fizik yasalarıyla birleştirilmesi sonucu;bilgi ufkumuz alabildiğince
genişlemiştir ve genişleyecektir.Hertz dalgaları,Roentgen ışınları,Curie çiftinin radyasyon
çalışmaları ve Einstein’ın E=mc2foırmülü ile kişioğulları;yeni bir çağa girdiler.Günümüzde
bu çağa;bilgi ve iletişim çağı denilmektedir.
Sanayi devrimi;toplumları ve kişileri mutlu etmemiştir.Tüm teknolojik gelişmelere
karşın;kişioğlu,Maddeselin ötesini de öğrenmek ve bu alanı da çözümlemek zorundadır.
Günümüze dek;zaman ve mekan içinde sebep-sonuç yasasına göre işleyen bir evren tasarımı
egemen olmuştur.Bu evren;maddesel bir evrendir.Oysa;bazı bilim adamları;”fiziksel evren tek
evren değildir” ya da “fiziğin tanıdığı ve tanımadığı evren,tüm gerçekliğin yalnızca bir
kesimini yansıtır” savlarını ileri sürmeğe başlamışlardır.
Bütün bunların anlamı nedir?Yeni bir çağı yaşamağa mı başladık?Günümüzde
fizikçiler;maddenin ötesinde ve zaman,mekan ve nedensellik kavramlarının artık geçerli
olmadığı bir alanda çalışmaktadırlar.
Kuantum fiziğine göre;her şey dalgadır.Bu evrende,yalnızca olasılıklar vardır.
Elektronun enerji seviyeleri arasında yaptığı yer değiştirme,kendiliğinden ve aniden
olduğundan,bir büyü gibidir.Parapsikolojinin ilgileneceği bir olaydır.
Kuantum fiziğine göre;bir an önce belirli bir düzeyde ve yerde olan elektron;bir anda
kaybolup yeniden ancak başka bir enerji düzeyiyle,bambaşka bir yerde ortaya çıkar.Bir
tür,uzayda yolculuk yapar.Tinlerin de böyle yolculuk yaptıkları düşünülebilir.
Kişioğulları;tinsel-zihinsel bir değişim sıçramasının eşiğine gelmiş bulunmaktadır.Burada
da,en çok E=mc2 formülü işe yarayacaktır.Parapsikoloji çalışmaları da;maddesel evrenin
dışındaki,algılayamadığımız evreni tanımamızda yardımcı olmaktadır.
Maddesel evrenle ilgili fizik bilimi;doruklarına ve sınırlarına ulaşmış görünmektedir.
Şimdi;tini ve başka varlıkları işe katarak,yeni araştırmalar yapma çağı başlamış gibi
görünmektedir.
Parapsikoloji;akıl almaz yetenekleri incelemektedir.Medyumlar,geleceğe ait tahminde
bulunanlar,geleceğe(zaman içinde) yolculuk yapmaktadırlar.Oysa;fizik kurallarına göre bu
olanaksızdır.Ama,örnekler ortadadır.Bunu,nasıl başarmaktadırlar?
E=mc2 formülündeki dönüşümü kullanarak,önce maddelerini enerjiye dönüştürüp geleceğe
gitmekte ve yeniden maddeleşerek olacakları gözlemektedirler.
Sonra;bu kez geçmişe(zaman içinde)yolculuk yapıp;ayni yöntemle giderek ve geri
dönerek;önce enerjiye,sonra maddeye ve sonra yeniden enerjiye ve sonra maddeye
dönüşmektedirler.
Bir yerde otururken;başka bir yerde görülme olayı(eşbeden) de ayni yöntemle
gerçekleşmektedir.Keza;bir yerde bulunurken başka bir yerde olanları görmekte de,ayni
dönüşümlü işlem rol oynamaktadır.
Bu olanlar;tıpkı bir beden yatakta uyurken,kişinin düşünde yolculuk ya da gözlem yapması
gibi bir olgudur.Tüm sorun;bedenin devinimsiz kalmadan,uykuya geçmeden de,bu düşleri
görmesini,bu yolculukları yapmasını sağlamaktır.
Keza;parapsikolojide,doğa yasalarına aykırı görünen olaylar da gözlem altına alınmaktadır.
Yer çekimine karşı durmak ve eşyaları ya da kendi bedenini havaya kaldırmak,uçmak gibi
olaylar vardır.Keza;bir yerden bir başka yere inanılmaz hızlarla ulaşmak gibi durumlar
anlatılmaktadır.
Bunlar da;E=mc2 formülünün uygulamasının bir görüntüsü olarak açıklanabilecek
olaylardır.Madde enerjiye sonra enerji yine maddeye dönüşmektedir.
Bunun için gerekli hıza (Formüldeki c2=ışık hızının karesi)ulaşmak;fiziksel evrenin
yasalarına göre,olanaklı görünmemektedir.Ama;şimdiden,ses duvarı aşılıp aya ilk gidiş bir ay
sürmüşken;sonraki gidişlerde on gün yetmiştir.Yani;kişioğlu giderek daha büyük hızları
kullanmada da yol almıştır.Bunun sonucunda;evrenin başka galaksilerine sondalar
yollanabilmiştir.
41
Kişioğlu;kendisini fizik yasalarıyla bağlı duyduğundan(Çünkü,bu yönde eğitim
almaktadır,buna göre yetiştirilmektedir)kurgu bilimde,makinelerin yardımıyla
“ışınlanabilmek” i düşünebilmektedir.Oysa;ışık hızına erişecek ve bir ışın oku üzerinde
yolculuk yapabilecek yöntemler üzerinde düşünülmelidir.Bunun sonunda;ışınlanma(E=mc2)
formülüne göre atomlarına ayrılma ve sonra yine atomlarını birleştirme) olgusuna
ulaşılabilecektir.
Bir başka alan;iyileştirirci güçler alanı,olmaktadır.Bazı kişilerin canlıyken ya da öldükten
sonra bile;sayrılıkları iyileştirdiklerine dair olaylar gözlenmektedir.Keza;Müslüman
sufiler(Rufailer) bedenlerine iğneler ve şişler ve hatta kılıçlar saptarlar;bir damla kanları
akmaz.Bazı Hindular çivili tahtalar üzerinde yatarlar,cam kırıkları üzerinde tepinirler,ateşin
üzerinde yürürler ve hiçbir zarar görmezler.Burada da E=mc2 formülü çalışmaktadır.Bunu
yapanlar;maddelerini önce enerjiye sonra zarar görmeyecekleri maddeye dönüştürüp o
maddenin aynısı olmaktadırlar.Ya da;maddelerini enerjiye dönüştürüp;bunu diğer maddelere
aktarmaktadırlar.
E=mc2 formülünün kişilerce de,her zaman ve her yerde kullanılması olanaklıdır.Bunun için
önce,kişioğlunun “ben varlığını” tanıması ve çözümlemesi gerekmektedir.Bu,dinsel
öğretilerle olanaklı oluyor görünmektedir.Eflatun’un “Theia mania” dediği tanrısal olayların
yaşanması için;kişioğlunun bilinç durumundan çıkması;uyku,hastalık,travma,hipnotizmayla
uyuma gibi durumlara geçmesi gerekmektedir.Günü gelince kişioğlu bu olayları;bilinçli iken
de ve bilinci ile de yaratacaktır.
Şimdilik;Darwin’ci görüşe göre;birikimlerimizi DNA larımız yoluyla gelecek kuşaklara
aktararak bu alanda yol almaktayız.Diğer yandan da;beyinsel gelişmemizi
hızlandırıp;beynimizi daha çok kullanır duruma gelerek de bu olguyu
hızlandırmalıyız.Bunları yazarken;para psikolojik yazıları okurken de bunu yapıyoruz.
İbni Sina’ya göre;yalnızca uykuda değil;uyanıkken de mekanla ilgili bilinmeyenden haber
vermek olanaklıdır.Hatta,bu geleceğe de yöneltilebilir.Beden,tinin emirlerine uymak
zorundadır.Kişioğlu;bu yolla hasta olabilir,hastaysa iyileşebilir.
Ünlü ruhbilimci Bedri Ruhselman’a göre tin “madde yaratma gücü de olan özel bir
maddedir.”Bu tanımla hoca;tin ile madde arasındaki ikiliği ortadan kaldırmaktadır.Aynı
zamanda;tinin de(bir madde olduğuna göre) E=mc2 formülüne tabi olduğunu benimsemiş
olmaktadır.
Ancak;kişioğlunun E=mc2 formülünü uygulayabilmesi için;her türlü dinsel baskıdan uzak bir
ortamda yaşaması gerekmektedir.Hatta;kişioğlunun bu formülün temel alındığı bir eğitimden
geçmesi gerekmektedir.
Nitekim;Einstein da bu formüle ulaştığında “Aman tanrım” dediği için ,sonunda tanrıya
ulaştığı ileri sürülmüştü.O ise,verdiği yanıtta “laboratuarında bir kendisinin bir de kedisinin
bulunduğunu” belirtmiş;tanrının laboratuarına girmediğini ileri sürmüştür.Diğer
yandan;”aman tanrım” derkenki tanrının din kitaplarındaki tanrı olmayıp “zaman “olduğunu
belirtmiştir.
Parapsikoloji;manyetik uykular yardımıyla deneyler ve araştırmalar yapmağa
başlamıştır.Amaç;bedensel ve tinsel yeteneklerin ortaya çıkarılması ve uygulamalı olarak
kullanılmasıdır.Sonuçta;E=mc2 formülüne ulaşılması doğal olacaktır.
Diğer yandan;parapsikolojinin bu alanlardaki çalışmalarını;gen mühendisleri ile birlikte
yapması;gelişmeleri hızlandıracaktır.
Öyle anlaşılıyor ki;parapsikolojinin el attığı alanlardan en önemlisi;tinlerle
haberleşme(iletişim kurma) dir.Kişioğlu;bilgisayar ve internet sayesinde;her türden bilgiye
her an ulaşabilmekte ve bilgi aktarımı yapabilmektedir.
Bunun sonucunda;kişioğlunun ileri aşamalarda,tinsel iletişim yöntemi ile daha da gelişmesi ve
yeni bir varlığa dönüşmesi beklenebilir.
42
Bu konuda bir de deney yapılmıştır.Natulius adlı nükleer denizaltı Kuzey Kutbu’nun altından
geçerken;denizaltındaki bir askerle Washington’daki bir askerin önüne birer defter konulmuş;
biri birlerini düşünerek,akıllarına geleni yazmaları istenmiştir.Sonuçta;yazılanların yüzde
elliye yakın bir oranda(çok büyük bir oran) aynı olduğu saptanmış;bu deney,tinsel(ya da
beyinsel) iletişimin bir örneği olarak benimsenmiştir.
Parapsikolojide;tinlerin maddeleştiği,fotoğraflarının çekildiği ileri sürülmekte olup bu da
doğal olmaktadır.
Kişioğlunun(ve hayvanların ve bitkilerin ve taşların)yapılarında,sayısız evren ve sayısız
maddesel varlıklar vardır.O nedenle;tinin de bir madde(Atomlar,çekirdekler,çekirdek altı
varlıklar)den oluşması doğaldır.Nasıl ki bir varlığın fotoğrafı çekilebiliyorsa;tinin de fotoğrafı
çekilebilmelidir.
Nasıl ki;bizler,beş duyumuzla tini göremiyorsak,varlığını saptayamıyorsak;bizim evrenimizin
koşullarına göre yapılmış fotoğraf makinelerinin de,tinin resmini çekememesi doğal
karşılanmalıdır.Belki,özel ve çok geliştirilmiş(elektron mikroskobu gibi) araçlarla tinin resmi
çekilebilir.
Parapsişik olayların laboratuarlara alındığı;televizyonlarda tinlerin konuştuğu;tinsel güçlerin
etkisinin sınırlarının tartışıldığı günümüzde;tinsel araştırmalar sırasında E=mc2 formülünün
daima göz önünde bulundurulması gerekmektedir.Keza;tinin de bir madde olduğu kuramına
göre;bu incelemelere gen mühendisleri de katılmalıdır.
Öyle anlaşılıyor ki;Big-Bang denilen büyük enerji patlaması sırasında;fiziksel evrenimizde
yer alan maddelerin yanında;göremediğimiz DNA ve RNA gibi maddeler ve tin denilen
madde de evrenin dört bir yanına yayılmıştır.Tine böyle yaklaşmak,daha bilimsel olacaktır.
DALGALAR VE FREKANSLAR
Bir suya bir taş atılınca;taşın düştüğü yerde oluşan dalgalar,halka biçiminde suyun kabının
kenarına doğru yayılır ve kenara çarparak biter.Kenar olmazsa,varsayımsal olarak sonsuza
dek yayılma sürecektir.
Big-Bang diye anılan olayda da aynısı olmuştur.Boşluğa düşen bir şey;Big-Bang’ı oluşturmuş
ve kozmosta bir dalga oluşmuştur.
Bu dalga;halen halkalar biçiminde sürüp gitmektedir.Sonunda;bir kenara çarpıp durması
gerekmektedir.Ancak;kozmosun sınırları olup olmadığı bilinmemektedir.
Gerçekten de;kozmosta,halkalar biçiminde durmadan genişleyen samanyolları
vardır.Samanyollarında galaksiler(gökadalar),gökadalarda güneş sistemleri vardır.Bizim
güneş sistemimiz de bunlardan biridir.Bunlar da,kendi içlerinde,halklar biçimindeki dalgalarla
genişlemektedirler.
Bizim güneş sistemimiz de;durmaksızın genişlemektedir.
Uzayda dalgalar yalnızca sağa ya da sola doğru olmamakta;aşağıya ve yukarıya doğru da
olmaktadır.Uzay çağında artık,altı yön olduğunu anlamalı ve buna göre düşünmeliyiz.
Özetle kozmos;çeşitli boyutlardaki dalgalarla dolu,bir kaostur,bir boşluktur.
Kuantum fiziğine göre;her şey dalgadır.Dalgalar,partiküle dönüşerek somutlaşır.Bunu yapan
ise,gözlemdir.Buna göre,ben bir dalga boyuyumdur.Diğer kişioğulları beni gözlemleyerek,
beni partiküllere dönüştürmektedir.
İlk kez,Hertz,dalgaları bulmuştur.O nedenle;ses dalgaları,onun adıyla değerlendirilmektedir.
Ses dalgalarının boylarına,frekans denilmektedir.Eğer;bu frekansta olan bir aygıt ya da varlık
ortaya çıkarsa;ses dalgası,sese dönüşmektedir.Dolayısıyla;evrenimizin çevresi,sayısız
frekanstaki seslerle kaplanmıştır.Bu seslerin bir kesimini de bizler,kişioğulları
oluşturmaktayız.Belki;bu seslerin içinde başka evrenlerden ya da başka gökadalardan gelen
sesler de vardır.
Nitekim;bir Türk şairi
43
Avazeyi asumana billur gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.
Diyerek;seslerin bu kubbede(evrende ve uzayda)sürekli duracağını,hiç
yitmeyeceğini;genişleyerek yayılacağını belirtmiştir.
Diğer yandan ses;çok güçlü bir olgudur.O nedenle;bazı savaş birimlerince,bu yönüyle de
kullanılmak istenmektedir.
Bir keresinde;1958 yılındaydı galiba,Ankara Operası’nda Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma”
sını izliyorduk.Çok ünlü bir soprano;sesini öyle bir koyuverdi ki,operanın salonunun
tavanında asılı avizenin taşları;şıkır şıkır ses çıkardı.
Elektriği de dalga boyuyla açıklayan bir kuram vardır.Neyin dalga boyu olduğunu;kuantum
fizikçileri açıklayacaktır.Keza;radyasyon,ısı gibi olgularda da dalga boyu bulunmaktadır.Bu
dalga ve dalga boyu olayından yararlanılarak,günümüzde radyo,televizyon,telsiz
iletişimi,internet gibi,cep telefonu gibi olgular;günlük yaşamımıza girmişlerdir.
Ancak;günümüzde bu dalgaları,çeşitli aygıtların yardımı ile alabilmekte(dalgalar o aygıta-bir
kenara-çarpmaktadır)ve sese,görüntüye,bilgiye dönüştürmekteyiz.
Bu aygıtların içinde,en önemli olanı,bilgisayardır.Analog bilgisayarlar,(0-1)sistemi ile bu
dalgaları almakta ve yazıya,sese,görüntüye dönüştürmektedir.(0-1) mantığına sıkışıp kalmış
olan bilgisayar;(0-9) digital ortamına geçtiğinde;zaman ve mekan ortadan
kalkacak;nedensellik kuralı işlemez olacaktır.Elektronik beyin,gerçek bir beyin olacaktır.
Parapsikoloji de;kişioğlunun beyninden yararlanarak,benzer çalışmalar yapmaktadır.Bu
çalışmaların temelinde,şu gözlemler yatmaktadır.
Yolda yürürken ya da evde otururken;bir şarkı mırıldanırsınız.Biraz sonra;radyo ya da
televizyonu açtığınızda;aynı şarkının,sizin söylediğiniz andaki yerinden çalınmakta olduğunu
gözlersiniz.
Ya da;evde oturmuş bir yakınınızı düşünürken;kapı çalınır ve o kişi gelir.(O kişinin dalga
boyunu algılamışsınızdır)Ya da telefon çalar ve arayan odur(Sizin dalga boyunuz ona
ulaşmıştır.Sizi aramıştır)
En yaygın olan inanışlardan biri ise;kulak çınlamasıdır.Birisi sizi iyi anarsa,sağ kulağınız;kötü
anarsa sol kulağınız çınlar.İçinizden,adları sayarsınız.Bir tanıdığın adına sıra gelince,çınlama
durur.(Burada,ses dalgasını doğrudan algılamış olursunuz).Her ne kadar kulak-burunboğazcılar ,bu durumda,kulaklarınızda duyma bozuklukları başlamaktadır,diyerek yorum
yapsalar da,bu olgular,kulağı sağlam olanlarda da yaşanır.
O zaman;kişioğlunun beyni,hiçbir aygıtın yardımı olmadan bu dalgaları algılayamaz mı?
Algılama yeteneği edinirse;uzaydaki onca dalgayı aynı anda algılamak beyin açısından bir
felaket olmaz mı?
Burada,tinin görevi var mıdır?Yoksa,olay biyolojik bir olgu mudur?
Bunun için;kişioğlunun içinde bulunan bir dalga kaynağının olması gerekmektedir.Bu dalga
kaynağından ses,ışık,enerji dalgaları ortaya çıkacak ve diğer bir kişioğlu bu dalgaları
yakalayacaktır.Sesi kulaklarıyla;ışığı gözleriyle yakalayan kişioğlu;enerji dalgasını nasıl
yakalayacaktır?
Bu işi başaracak olan organ;beyin olmaktadır.Burada da;frekansların uyumlu olması
gerekmektedir.
Hind felsefesine göre;”Prana” biyolojik ve fiziksel varlıkların içinde ve ardında
bulunan,incecik bir maddeden oluşan evrenin en eski enerjisidir.Bu enerjiden
yararlanılarak,haberleşmek olanaklıdır.
Tanrı,peygamberler ve azizlerin çevresinde gösterilen haleler;bu enerjinin ifadesidir.
Keza;kişilerin de kendilerine has arkaları(haleleri)olduğu anlaşılmış ve bunların fotoğrafları
çekilmiştir.
Günümüzde;manyetik uyku yardımıyla tinsel deneyler ve araştırmalar yapılmakta olup
bunların temelinde de beyinden beyine haberleşme yatmaktadır.
44
Keza;ölmüş kişilerin tinleri ile ilişki kuran medyumlar da,beyinden beyine iletişimden
yararlanmaktadır.Hem de,zaman yolculuğu yaparak!..
Beyinden beyine iletişim ile;kişioğlunun dışındaki varlıklarla da haberleşmek olanaklıdır.Bu
yöntemle,hayvanlar,bitkiler ve maddeler;denetim altına alınabilmektedir.Masanın üzerindeki
varlıklar(Çatal,bıçak,tabak) hareket etmekte ve yer değiştirmektedir.Katie King adlı bir
tin;tinlerle ilişki kurma çalışmalarında,maddeleşmiş olarak da ortaya çıkabiliyordu.Bunun
da;ancak beyinden beyine haberleşme ile olanaklı olduğunu düşünmek gerekir.Hem de,zaman
yolculuğu sonunda.
Var olan her şeyin bir beyni vardır.Hayvanların,bitkilerin,kayaların,atomların,çekirdek
parçacıklarının bile beyni vardır.Kuşkusuz;onların beyni bizinkilerin yapısında
olmayabilir;ancak,bizim beynimizin işlevini yapan organları vardır.
Dolayısıyla;beyinden beyine iletişim tekniklerini geliştirmek önemli olmaktadır.O
zaman;kuantumlar aleminin tıkanmış görünen ortamını aydınlatmak ve çözümlemek de
olanaklı olacaktır.
Kişilerin;büyük tehlike anlarında,yakınlarına bu durumu haber verdikleri(saatin
durması,bardak kırılması)ne dair birçok gözlemler vardır.Bunların;bir düşünce aktarması
olduğunu düşünmek,yerinde olacaktır.Ne yazık ki;bu alanda,yeterince bilimsel çalışma
yapılamamaktadır.
İlk beyinden beyine iletişim konusundaki rapor;1882 yılında tinlerle ilgili olarak kurulmuş
örgüte(Society Psychial Research)sunulmuştur.Bu konuda deneyler de yapılmış ve bu raporda
yer almıştır.
İki genç kadının para psişik yetenekleri denenirken;resimleri,renkleri,sayıları
aktarıldı.Bunlardan ayrık olarak acı duyumları ve optik tasarımlar da aktarıldı.Bu
olaya,telepati denildi.
Telepati;bir kişiden başka bir kişiye tinsel içerikli şeylerin,beş duyunun dışındaki bir yoldan
aktarılmasıdır.Burada;iki kişioğlunun arasındaki uzaklık da önemli olmamaktadır.
1907 yılında;(SPR) de garip olaylar yaşandı.Ölmüş bilginlerden bildiriler,medyumlar
aracılığıyla gelmeğe başladı.Öte yandan;gelen bu bildiriler yoluyla,belirli özel konularda
bilgilerin arttırılması sağlanmıştır.
Buradan;beyinden beyine iletişimin,yalnızca mekan içinde değil;zaman içinde de olanaklı
olabileceği anlaşılmaktadır.Bugünkü bilgilerimizi;yüzlerce yıl öncesindeki bilgilerle
arttırabilir,kanıtlayabilir;yüzlerce yıl sonrasındaki çocuklarımıza,zamanda yolculuk ederek de
aktarabiliriz.
Keza;bu sıralarda,maddeleşme ve uzaktan hareket ettirme deneyleri de,her yerde yapılmağa
başlanmıştır.
Bu konulara ilgi duyan Upton Sınclair,1930 yılında “Tinsel radyo nasıl işler” adlı bir yapıt
yayınlamıştır.
1904 yılında,bir adamla köpeği arasında telepati olayı oluşmuştur.Verici olan köpek,bir tren
kazası sonucu ölümünü,sahibine aktarmıştır.
Artık günümüzde,beyinden beyine aktarım olayları,laboratuarlarda incelenmeğe
başlanmıştır.Bu konudaki en etkili araştırma,Joseph Banks Rhine adlı bir Amerikalı bilim
adamınınkidir.
Beyinden beyine düşünce aktarımının bir diğer alanı da;psikometri araştırmaları
olmaktadır.Bu olaylarda bir medyum;bir eşyaya dokunarak onun içindeki ve üstündeki
bilgileri aktarmaktadır.Birçok cinayet,bu yöntemle aydınlanmaktadır.
Laboratuarlarda yapılan araştırmalarda,kişioğlu beyninin arka kesimindeki elektrik
geriliminin,ön kesimdekinden 3-4 kez daha yüksek olduğu saptanmıştır.Bayan Kulagina adlı
bir medyumda ise,50 kat daha yüksek olduğu gözlenmiştir.
Kulagina;küçük eşyalarla beyinsel temas kurarak;elinde tuttuğu eşyaları havaya bırakıp yere
düşmemelerini sağlamıştır.
45
Keza;Amerika’da yapılan deneylerde “fotoğraf durumuna getirilmiş yüzlerce düşünce” ortaya
konmuştur.
1959 yılında Amerikalılar;Natulius adlı denizaltındaki bir askerle Washington’daki bir asker
arasında düşünce nakli deneyi yaptılar ve şaşırtıcı sonuçlara ulaştılar.
Ruslar ise;daha 1932 yılında telepati araştırmalarını başlatmıştır.Yapılacak iş ”beyin
radyosunu oluşturan elektromanyetik dalgaların nasıl bir dalga uzunluğuna sahip olduğunun”
saptanmasıdır.Bu,beyinden beyine iletişim olmaktadır.
Bu çalışmalar sırasında;”biyo plasmik” enerji diye bir enerji türü ve “psikotronik jeneratör”
diye bir aygıt geliştirilmiştir.
Para psikolog Dr.Milan Rysl’in görüşüne göre;sosyalist blok şu amaçlarla parapsikoloji
deneylerine girişmiştir.
Bu yöntemleri casuslukta kullanmak
Savaş sırasında,orduda kullanmak(Radyo dalgaları,su altında çalışmamaktadır)
Başka yıldız sistemlerindeki akıllı varlıklarla ilişki kurmak
Bilimin hızla gelişmesi için haber almada ve bilgi aktarmada yeni yöntemler bulmak.
Görüldüğü gibi;kişioğlunun beyni henüz keşfedilmemiş bir cangıl gibidir.Keza;dalga
mekaniği ve tinsel araştırmaların bir arada yürütülmesi gerekmektedir.Bu
yapıldığında;kişioğlunun beyinden beyine bilgi aktarımına ulaşması ve bilgisayarlarını devre
dışı bırakması beklenmelidir.
Her alanda olduğu gibi;bu alanda da fizikçiler,biyologlar ve psikiyatrlar ortaklaşa
çalışmalıdır.
BİYOMETRİK VARLIK
Bilgisayar programcısı olan oğluma göre;gelecekte biyometrik varlıklar olacak.Buna
göre;kişilerin eksilen organları,bilgisayar çipleri ile çalışan makinelerle tamamlanacaktır.
Daha şimdiden;beyinden gelen emirleri algılayan ,sinir sistemine benzer yapılarla takma kol
ve bacakların;beynin emirlerine göre çalışması sağlanmıştır.Pille çalışan yapay yüreklerin
kullanımı ya da etten yüreklerin pille çalıştırılması uygulamaları da yaygınlaşmaktadır.
Gelecekte;kişioğlu,cyborg denilen metalden yapılmış varlıklara dönüşecektir.Ya da,cyborglar
ile bir arada yaşayacaklar ve belki de özel bir teknikle biri birlerinden üreyeceklerdir.
Bunlar;biyometrik varlıklar olacaktır.
Bu görüşün yanında;parapsikoloji çalışmalarında alınmış yollar göz önüne
alındığında;kişioğlunun biyolojik bedeninin dışına çıkarak yaşamayı öğreneceği ileri
sürülmektedir.O zaman;metalden kişioğullarına gerek kalmayacaktır.
Bu konuda;kuantum fiziğinin de öngörüleri bulunmaktadır.Kuantum fiziğine göre;biz
gözlemlemedikçe enerji dalgalarının hiçbir cismi biçimi yoktur.Ses dalgaları gibi,görünmez
dalgalar halinde dolaşırlar.
Ancak;onların üzerine odaklanır ve konsantre olursak;(düşünce ile iletişim ve varoluş)onların
yoğunlaştığını görürüz.Bu biçimde,bir fiziksel maddenin partikülü olarak karşımıza
çıkarlar.Bu sonucu yaratan,gerçekte kişisel, bireysel gözlemleme seçimimizdir.
Kuantumdaki hologram teorisine göre;hem kişioğlu hafızası hem de kuantumda evren
kuramı;ortak bir özelliğe sahiptir.Her ikisinde de,her bir parça,büyük bir bütünden bilgiler
içerir.Bu bilgiler de Bing-Bang’den alınmıştır.İşte;kişioğlu,konsantre olunca kendi bedenini
de yaratabilir ya da gözlemleyebilir.
Buna göre;kişioğullları,biyolojik varlıklar olarak kalacaktır.
Kişioğlu;dişi yumurta ile spermin birleşmesi ve bölünerek çoğalması yoluyla bu evrene
gelmektedir.
46
Ana rahminde gelişen fetüsün(ilk kişioğlu yapısı) ilk olarak yüreğini oluşturduğu ve yüreğin
çarpmağa başladığı ve ölene dek yüreğin sürekli ve düzenli çalıştığı(Kan pompaladığı)
anlaşılmaktadır.
Doktorlar arasında;ölüm,tartışma konusudur.Yürek durunca mı ölür kişioğlu yoksa beyin
durunca mı?Bana göre;yürek durunca ölüm gerçekleşmektedir.
Fetüsün,ilk kez yüreğini oluşturmasının emrini kim vermektedir?Bölünerek çoğalan hücrenin
bizim anladığımız anlanda,beyni yoktur.Ancak;onu rahminde taşıyan annenin beyni vardır ve
fetüsün yüreğini oluşturması için hücreye emri bu beyin vermektedir.Beyin;fetüsün oluşması
emrini vermekte ve fetüs de;DNA daki mesajlara göre önce yüreği ve sonra diğer organları
oluşturmaktadır.
Yürek oluştuktan sonra;büyük bir olasılıkla fetüsün beyin hücreleri oluşmakta ve yavaş yavaş
fetüsün beynini ortaya çıkarmaktadır.Bu aşamadan sonra,artık fetüs,kendi organlarını,kendi
beyninden(ve DNA sından) alacağı emirlere göre oluşturacaktır.
Belki de;biyolojistler yanılmaktadır.Fetüs;önce beyin görevini üstlenecek hücreleri
oluşturmakta ve ilkel beynin verdiği emirlerle yürek oluşmaktadır.Sonrasında,ilkel beyin
hücreleri,diğer organları yapmaktadır.
Fetüsün organları oluşurken;beyinden beyine bilgi aktarımı da söz konusu olmaktadır.Fetüsün
beyni,organları oluşturacak hücrelerin beyinlerine(ya da annesinin beynine)mesajlar
yollayarak;”Sen kol olacaksın,sen bacak,sen karaciğer v.s olacaksın” demektedir.
Fetüs;bu emirlere göre,doğacak kişioğlunun tüm organlarını yapmaktadır.Doğal olarak;bunu
yaparken;hücrelerdeki DNA lardan gelen mesajlarla;ya da kendisini taşıyan annenin tinsel
durumuyla yakından ilgilenmekte ve etkilenmektedir.O nedenle;fetüsün;annesinin neşesini ve
acılarını duyumsadığı;dinlediği müziği dinlediği;algıladığı beş duyuyu aynen algıladığı
gözlenmektedir.
Diğer yandan fetüs;DNA lar yoluyla annesinin ve babasının özelliklerini de yeni kişioğlunda
oluşturmaktadır.
İşte;yaşamın gizi burada yatmaktadır.Fetüsün organlarını oluşturan beyin;kişioğlunun sonraki
yaşamında da ayni işlevi neden görmesin?Örneğin;kopan bir kolun yerine yenisini neden
yapmasın?Fetüsün yaptığı bu işi;yetişkin kişioğlu neden yapamamaktadır?
Parapsikolojide gözlenen,hastaları iyi etme,yaraları kapatma yetenekleri;beynin bu
faaliyetlerinin bir göstergesi gibi algılanmalıdır.Başkalarında bunu başaran
medyumların;kendilerinde de bu uygulamaları yapması olanaklıdır.
Kişioğlunun beynindeki hücrelerin onda birini kullanarak günlük yaşamını sürdürdüğüne dair
bulgular vardır.O zaman;kişioğlu beynindeki yeteneklerin onda dokuzunu halen
kullanamamaktadır.
Biyologlara göre;Avustralya’da bulunmuş ilk insanın beyninin 500 gram kadar
olduğu,kafatası yapısından varsayılmaktadır.Oysa,günümüzde ortalama kişioğlu beyni 1
kilogramın üstündedir.Bazı üstün zekalıların beyninin 2 kilograma kadar çıktığı
saptanmıştır.Bu olay;hem Darwin’in seçilimli evriminin kanıtı olmakta;hem de beynin
gelişmesi ile,normal kişilerin yaptıklarının çok fazlasının yapılabileceği ortaya çıkmaktadır.
Gerçekten de;Avustralya insanı;bir Boing 747 yi tasarlayamıyordu.Bizler,tasarlayabiliyoruz
ve yapabiliyoruz.O zaman;beynimizin günümüzdeki alışılmış kullanımının dışında,yeni
kullanım alanlarının olması ve gelişmesi doğaldır.
Beynin bir bilgisayar gibi çalıştığı varsayılırsa;kütükteki dalların çoğunun kullanılmadığı ve
dosyaların boş olduğu varsayılmaktadır.Bilim geliştikçe;beynin kütüğünün yeni dalları
devreye girmekte ve açılan program ve dosya sayısı giderek artmaktadır.Gerçekten
de;günümüz kişioğlunun mağarada yaşayan ilkel kişioğluna bakarak;beyninin yeteneklerini
daha çok kullanacağı açıktır.Bu gelişmenin sürmekte olduğu ve süreceği de açıktır.
Üstelik;kişioğlunun beyni (0-1)analog kuralına göre değil (0-9) dijital hesabına göre
çalışmakta olup;bilgisayarlardan daha yetenekli olduğu açıktır.
47
Beyinle ilgili biyolojik,fizyolojik ve kimyasal çözümlemeler sürmekte olup elde edilen
veriler,günlük yaşamda kullanılmağa başlanmıştır.Ancak;beynin parapsikolojik araştırmalar
açısından da araştırılması gerekmektedir.
Nitekim;önce parapsikolojide çalışan bilim adamları;tinsel iletişim yöntemiyle eskiden bu
alanda çalışmış ve ölmüş bilim adamları ile ilişki kurarak,bu bilim dalının gelişmesine katkı
sağlayan yeni bilgiler edinmiştir.
Özellikle Hind fakirleri;beyinlerinin verdiği emirlerle bedenlerini denetleyerek ölüm olgusunu
kısa sürelerle de olsa,durdurmaktadırlar.İleri aşamalarda;bu kişilerin kullandığı yöntemler
geliştirilerek;ölmeden yaşamanın yolu bulunacaktır.Zaten;parapsikolojinin yaptığı gözlemlere
göre;ölüm olayı yoktur.Tin,başka alemlerde yaşamını sürdürmekte ve bu alemle iletişim
kurabilmektedir.
Kendisi de madde yaratma yeteneği olan bir madde olan Tinin hiç ölmediğini ve yok
olmadığını benimsersek;(hiç bir şey yoktan var olmaz;var olan bir şey de yok olmaz kuralı);o
zaman biyometrik kişioğlu çalışmaları yerine parapsikoloji çalışmalarında yoğunlaşmalıyız.
Çünkü;tin,madde yaratma özelliği de olan bir maddedir.
Eğer;madde yoğunlaşmış enerji ise ve ölümle bedendeki enerji başka alemlere
gidiyorsa;ölümden korkmamak gerekir.Sonraki aşamada;ölüm sırasında ortaya çıkan,bu
maddenin enerjiye dönüşümü olayını,kişioğlu sağ iken de yapabilmelidir.
Nitekim;aynı anda kilometrelerce uzakta aynı kişinin başka kişioğulllarına
görünmesi;medyumlarca çağırılan tinlerin bedenlere bürünmesi gibi gözlemlenen
olgular;bunun olanaklı olduğunu göstermektedir.
Tüm sorun;bunu sağlayan ve beyinde yer alan dosyayı bulmak ve devreye sokmaktır.O
nedenle;beynin yapısı ve içeriği hakkındaki çalışmalar da hızlandırılmalıdır.
Parapsikolojideki gelişmeler,yavaş olmaktadır.Ancak;beynin kişioğlu yaşamındaki önemi
anlaşılmış ve beyinle ilgili araştırmalar,bu sayede yoğunlaşmıştır.
Kişioğlunun;bedenini kendi beynindeki yetenekleri kullanarak onarma aşamasına gelene
dek;biyometrik kişiler çalışmaları sürdürülmelidir.Ancak;en sonundaki amaç;biyometrik
varlıklar olmamalı;parapsikolojinin sözünü ettiği;gelişmiş tinsel yapılar olmalıdır.
Araştırmalarda öncelik;tinsel araştırmalara verilmelidir.Bu arada;beynin kullanılmayan
kapasitesini devreye sokacak yöntemler bulunmalıdır.Bunlar;başlangıçta biyometrik yapılar
olabilir.Ama;sonuçta,tinsel yeteneklere dayalı beyin araştırmaları yapılmalı ve beynin bu
alandaki yetenekleri,geliştirilmelidir.
Günümüzde;internet,kişioğulları açısından bir ”ortak beyin” işlevi görmekte olup bu yolla
kişioğulları kendi beyinlerinin değil ama;kişioğullarının ortak beynini durmadan
geliştirmektedirler.Bu nedenle;internet çok önemli bir olgudur.
Kişioğlu;maddeyi enerjiye,enerjiyi maddeye(istediği bir varlığa) dönüştürme yeteneğini
edinmelidir.Gerçekte kişioğlu bunu;üreme sırasında,bilinçsiz olarak yapmakta ve enerjinin
maddeye dönüşme olgusunu başlatmaktadır.Ya da;birisini ya da bir varlığı öldürdüğünde;
(kendi bedeni de dahil) maddeyi,enerjiye dönüştürmüş olmaktadır.
Bütün sorun;bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğinin araştırılmasında ve bulunmasında
yatmaktadır.Bu açıdan da,tinle ilgili araştırmalar ve çalışmalar önemli olmaktadır.
BİTKİLER VE İNSANLAR
Geçenlerde,televizyonda “Mars Mission” diye bir film izledim.Senaryoya göre
kişioğulları;Mars Gezegeni’ne yerleşmeden önce,gezegene alg(bitki) tohumu atıyorlar.Algler
yeşerince;atmosferdeki karbondioksit azalıyor,oksijen artıyor ve astronotlar başlıksız(özel
oksijen donanımları olmadan) Mars’ta yaşayabiliyorlardı.
Buradan yola çıkarak;bizim gezegenimizde de,ilk canlıların bitkiler olduğunu söyleyebiliriz.
48
Diğer yandan;Big-Bang ‘ten sonra;evrenimizin atmosferinde oksijen olmadığı
anlaşılmıştır.Belki de;filmdeki gibi,başka evrenlerden gelenler,bizim atmosferimize oksijeni
eklemiş(tohumlama);bundan sonra yaşam başlamıştır.
Diğer bir görüşe göre;oksijen tohumlamasını,bitkiler yapmıştır.Gerçekten de
;bitkiler,yapılarındaki klorofil ile güneş enerjisinden yararlanıp havadaki karbondioksiti
kullanarak(topraktan ya da çevreden) aldıkları su ve mineralleri kimyasal işlemlere tabi tutup
gereksinim duydukları besin maddelerini üretmekte ve karbondioksitteki oksijeni serbest
bırakıp atmosfere salmaktadırlar.
Bu olgudan sonradır ki;oksijen soluyan hayvanların ortaya çıkmış olması gerekmektedir.
Biz kişioğulları ve hayvanlar ve diğer canlılar;birer asalak olarak,bitkileri yiyerek
yaşayabilmekteyiz.Bu arada,diğer hayvanları(eskiden diğer kişioğullarını da) da yiyoruz.
Bizler ve hayvanlar;oksijen soluyup atmosfere karbondioksit salıyoruz.Bitkiler;bu
karbondioksiti özümseyip besine döndürüyorlar ve bizim gereksinim duyduğumuz oksijeni
atmosfere salıyorlar.
Böylece;doğal bir döngü ve denge içinde yaşayıp gidiyoruz.
Bizler,bir tür asalakız.Bitkiler ise,besin üretebilen canlılardır.O zaman,evrenimizde yaşamın
bitkilerle başlamış olmasını düşünmemiz doğaldır.
İlk aminoasit ya da tek hücreli yaşamın ortaya çıkmasına neden olan doğa olayı,
başlangıçta,bitkileri ortaya çıkarmıştır.
Kişioğullarının en baştaki ataları olan tek hücreliler;bitkilerden sonra ortaya çıkmışlar ve
bitkilerle beslenerek gelişmişlerdir,büyümüşlerdir,çoğalmışlardır.
Gerçekten de;dinozorlar döneminde evrenin her yerinin dev ağaçlar,devasa eyrelti otları ve
sınırsız çayırlarla kaplı olduğuna dair paleontolojik bulgular vardır.Dolayısıyla;evrenimizde
yaşamın çeşitlenmesinde ve yaygınlaşmasının temelinde bitkiler vardır.
İlk dinozorların otobur olduklarına dair de bulgular vardır.Sonraları;bitkiler azalmağa
başlayınca;etobur dinozorlar da oluşmuştur.
Gerek bitkisel gerekse hayvansal yaşamın;suda başladığına dair de bulgular vardır.Bitkiler ve
hayvanlar;evren soğudukça oluşan kara parçalarına dağılmışlar ve çoğalmışlardır.
Belki de;bitkilerin ve hayvanların birlikte yaşadıkları sular birden çekilmişler,kuraklık olmuş
ve bitki ve hayvanlar,toprakta yaşama uyum göstermişlerdir.Belki de her iki model de
işlemiştir.
Başlangıçta;evrenin her yerinin su olduğu;karaların sonradan oluştuğu;tek bir anakaranın
parçalanışı ile bugünkü anakaraların ve denizlerin ve akarsuların ve göllerin oluştuğu
bilinmektedir.Buna dair;Atlantis söylencesi ve Kızıl Deniz’in yarılması söylencesi vardır.
Sonuçta;bitkiler,kişioğullarından ve hayvanlardan daha yüksek canlılardır.Çünkü;kendi
besinlerini üreterek yaşamaktadırlar.Kişioğulları ve hayvanlar ise;bitkilere bağımlıdırlar.O
nedenle;evrenin bitki örtüsünü tahrip etmememiz gerekmektedir.
Dinozorlar gibi;bitkilerin herhangi bir nedenle bir anda yok olduklarını varsayalım;besinsizlik
ve oksijensizlik nedeniyle kişioğullarının yaşaması olanaksız olacaktır.Ya da kişioğulları
yapılarını değiştirip yeni yaşam biçimleri oluşturacaklardır.
Yine,kurgubilim romanlarında ve filmlerinde Marslılar ”Yeşil adamlar” olarak
belirtilmektedir.Bu demektir ki;Marslılar,klorofil taşımaktadırlar.Yani,kendi besinlerini
kendileri üretmektedirler.Bir tür bitki-insandırlar.
Bizim de;bu yolda çaba harcayıp bitki-kişioğlu olmanın yollarını bulmamız gerekir.O
zaman;bitkilerin asalağı olarak yaşamak yerine;bitki-kişioğlu denilebilecek yeni bir biyoform
oluşturmamız gerekecektir.
Bir de;”Mars Mission” filmini tersinden görmekte yarar vardır.Belki de Marslılar ya da başka
gezegenlerden gelenler;bizim yaşadığımız evrenimize bitki tohumları atarak;güneşten yeni
kopmuş atmosferimizi yaşanır kılmışlar ve kişioğulları ve hayvanlar,gelişmişlerdir.O
49
zaman;yaşamın başlangıcı ile ilgili dinsel ve bilimsel kuramlar;anlamını yitirmektedir.Bu
kuram;daha gerçekçi olmaktadır.
Big-Bang ile evren de oluşmuştur.Başlangıçta Mars gibi, bir kızıl gezegen olarak cayır cayır
yanıyordu.Sonra;bu yüksek ısıda iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu birleşti ve su
oluştu.Giderek artan su oluşumu;kızıl gezegen görünümünde olan evrenimizi;kocaman bir
okyanusa dönüştürdü.
Bu su evreninde,ilk bitki hücresi ortaya çıktı ve algler çoğaldı.Sonra;sular çekilip karalar
oluşunca,bitkiler karalarda da yaşamayı öğrendiler.Sonra,ilk terliksi hayvan,suda
oluştu,sürüngen oldu,karaya çıktı ve hayvanlar oluştu.Böylece,günümüz evreni doğmuş
oldu.Evrenin oluşumunun temelinde,bitkiler vardır.Kişioğlu,ne yapıp yapmalı bitki-kişioğlu
yaşam biçimini yaratmalıdır.
Bunun yolu;bizim bedenimizin de (ya da bazı organlarımızın)klorofil üretmesi ya da taşıması
olmaktadır.
RADYASYON FİZİĞİ VE HAREKET FİZİĞİ
Newton’un determinizm(gerekircilik) diye adlandırılan evren görüşüne göre,evrenin temeli
harekettir.Newton’a göre:
Hareket(devinim),düzgün ve akıcı bir biçimde gerçekleşir.Sürüp giden bir eylemler
bütünüdür.
Devinim,bir şey onun ortaya çıkmasına neden olduğu için oluşur.
Devinimin öğeleri vardır ve her öğenin bir işlevi vardır.Bu öğeler,sonuç olarak,fiziksel evreni
oluşturur.
Evrende gerçekliğe dair tek bir doğru vardır ve bu en son doğruyu hiç bir şey değiştirmez.
Kuantum teorileri ortaya çıkıp gelişene dek;fizik,bu temel kurallara göre anlatıldı ve gelişti.
Atom bombasından sonra;radyasyon fiziği(kuantum fiziği) ile ilgili çalışmalar başladı ve
günümüze dek hızla gelişti.
Cisimlerin alfa,beta,gamma ışınları yaydıkları ve bu ışınlardan sonra,radyo dalgalarının ortaya
çıktığı kanıtlanmıştır.Ayrıca;X ışınları vardır ve Roentgen tarafından röntgen cihazının
bulunmasına ve kullanılmasına yol açmıştır.
Evrenin her yerinde;radyasyon emiş ve yayılışında geçerli olan kuantum mekaniği (radyasyon
fiziği)aynıdır.
Uzay çalışmaları geliştikçe;başka evrenlere gitme ya da oradakilerle iletişim kurma istekleri
artmıştır.Gezegenler arasında ya da gökadalar arasında iletişimi sağlayacak;bu denli büyük
uzaklıklara uygun düşen bir iletişim yöntemi aranmış ve bulunmuştur.Her yerde bulunan,ucuz
olan,hızlı olan bu iletişim yöntemi;radyo dalgalarıdır.
Nitekim;böyle bir yöntem bulunmuş ve uygulamasına başlanmıştır.Bu yöntemin adı;radyo
astronomidir.
Radyo dalgaları;ışık hızında gitmektedir.Yıldızlar arası radyo mesajları;atmosferden ve
yıldızlar arası boşluktan(esirden) etkilenmemektedir.
Uzayda;bizim gibi akıllı varlıkların yaydığı radyo dalgalarının yanında;akıllı olmayan
varlıklardan ortaya çıkan birçok doğal,kozmik radyo dalgaları da vardır.Yani;başkaları da
radyo dalgaları yayınlamaktadır.Akıllı ya da akılsız varlıklar ayırımı,fazla önemli
olmamaktadır.
Atarcalar,kuasarlar,gezegenlerin radyasyon kuşakları ve yıldızların dış atmosferleri böyledir.
Radyo;elektro manyetik tayfın geniş bir bölümünü oluşturur.Herhangi bir dalga
uzunluğundaki radyasyonu saptayabilen bir teknoloji,kısa bir süre sonra,tayfın radyo
bölümüyle karşılaşır.
50
İkinci evrensel savaşta kullanılan ve sonrasında yapılan denemelerde patlatılan atom ve
hidrojen bombalarından sonra;radyasyonun,kişioğlunun bağışıklık sistemini zaafa
uğrattığı,bozduğu ve çökerttiği de gözlenmiştir.
Bu olgu,radyasyon incelemelerinin öncelik kazanmasına neden olmuştur.Keza;atom
santrallerinde çalışanlara ya da röntgen ışınlarına maruz kalanlara(buralarda çalışanlara)kısır
kalma ve erken ölüm tazminatı altında ödemeler yapılmaktadır.
Radyasyon fiziğindeki incelemeler sonucu;atomlar ve atom altı partiküller(parçacıklar)
bulunmuştur.Artık;en küçük varlıklar atomlar değildir.Atom altı parçacıklardır.
Işığın ne olduğu sorusuna yanıt aranırken;ışığın dalga olduğu ya da partiküllerden ortaya
çıktığı hakkında kuramlar üretilmiştir.Kuantum kuramı;dalga ile partikülün ayni olduğunu ve
dönüştüğünü ileri sürerek bu ikiciliğe son vermiştir.
Kuantum fiziği;Newton fiziğini tümüyle yadsımaktadır.Kuantum fiziğine göre;her şey
dalgadır.Dalgaları partiküllere dönüştürerek somutlaştıran ise;gözlemlerdir ve gözlemcilerdir.
Gözlemci kavramı ve gözlemleme;Einstein’ın E=mc2 formülünde de kullanılmaktadır.
Buna göre;kozmos çapında düşünüldüğünde küçücük olan ben,bir dalga boyuyum.Diğer
kişioğulları beni gözlemleyerek beni partiküllere dönüştürmekte ve somutlaştırmaktadır.
Kuantum kuramında;biz gözlemlemedikçe,enerji dalgalarının hiçbir cisim(Varlık) biçimi
yoktur.Ses dalgaları gibi;görünmez dalgalar biçiminde dolaşırlar.
Ancak;bu dalgaların üzerine odaklanırsak ve konsantre olursak;onların
yoğunlaştığını(somutlaştığını)görürüz.Bu;bir tür düşünce yolu ile iletişim ve var olma
olgusudur.Parapsikolojide,tüm çalışmalar,beyinden beyine iletişim üzerinde yoğunlaşmış olup
bu araştırmaların,kuantum fiziğine uygun olduğu anlaşılmaktadır.
Böylece;dalga boyları,bir fiziksel maddenin partikülleri olarak karşımıza
çıkarlar.Parapsikolojideki ruh(tin) kavramı da böyledir.Ancak;kendilerine odaklanan ya da
düşüncelerini onlara konsantre eden medyumlara görünmektedirler.Medyumlar;enerji
dalgalarını;partiküllere,onlar da tine dönüştürmekte,somutlaştırmaktadır.
Bu sonuçları yaratan gerçekse,bireysel ve kişisel gözlemleme seçimimizdir.Buna
göre;herkes,bir tür medyumdur.Ancak;medyum dediklerimiz,bu gözlemleme yetisini daha
etkili ve yoğun kullanan kişilerdir.
Kuantumdaki hologramlar kuramına göre;hem kişioğlu hafızası hem de kuantumda evren
kavramı;ortak bir özelliğe sahiptir.Her ikisinde de;her bir parça;bunlardan oluşan büyük bir
bütünden,bilgiler içerir.
Big-Bang olayı sırasında tinler de oluşmuştur ve Big-Bang’ın tüm özelliklerini
taşımaktadır.Tıpkı;diğer varlıklar gibi.
Yani;ben evrenin bir parçasıyım ve evren de benim bir parçamdır.
Kişilerde hafıza;lokalize beynin bir yöresine yerleşik değildir.Beynin içine dağılmış
durumdadır.Bu nedenle;beynin dalgalarının ve çalışmasının incelenmesi çok zordur.
Elektron;enerji dalgası olarak işlem yaptığında;evrenin içinde yerinin tespiti çok küçük bir
olasılığa dayanır.Diğer yandan;bu dalgalar çakışmaktadır.Yani,her şey biri birine çağırışım
yapar.Bir tür,kozmik iletişim söz konusudur.
Nitekim;tinlerle iletişim kurmada da aynı kural geçerlidir.Hangi tinle ilişki kurulacağı
önceden bilinmemektedir.
Yaşamı;sanki çevremizdeki her şey (evler-arabalar-kişioğulları)gerçek;kendi
duyumsamalarımız,düşüncelerimiz ve davranışlarımız gerçek değilmiş gibi algılarız ve
yaşarız.
Kuantum fiziği ise;bu görüşün tersine;duyumsamalarımız,düşüncelerimiz ve davranışlarımız
ve inandıklarımız (bilinçaltı dediğimiz ana bilgisayarımız) dışında;hiçbir şeyin kesin ve
gerçek olmadığını kanıtlamaktadır.Bu da;Newton fiziğinin kurallarının ölümü anlamına
gelmektedir.
51
Kuantum evreninde;yalnızca olasılıklar vardır.Elektronun enerji düzeyleri arasında yaptığı yer
değiştirmeler,kendiliğinden ve aniden olduğundan;bir sihirbazlık gösterisi
gibidir.Parapsikolojideki tinlerle ilişki kurma deneyleri de bu anlamda,sihirbazlık gibidir.
Biraz önce belirli bir yerde ve düzeyde olan elektron;bir anda kaybolup yeniden,ancak başka
bir enerji düzeyiyle,bambaşka bir yerde ortaya çıkar.Bazı kez;duvarı deler.Deyim yerinde
ise;bir tür uzayda yolculuk tekniği uygular.Parapsikolojide de,tinlerin bir tür astral gezinti
yaptığı ileri sürülmekte olup elektronlarla benzerlik açıktır.
Diğer yandan;zaman-mekan noktalarında oluşan patlamalar sonucunda,yarı atomik
olgular(partiküller-parçacıklar) enerjiden meydana gelir.Bu nedenle,parçacıklar(yarı atomik
olgular) zamanda geçmişe ve geleceğe hareket edebilirler.
Parçacıkların bu devinimleri;tinlerin zaman içinde geriye ve geleceğe gitmeleri ile benzerlik
taşımaktadır.
Günümüzde;Newton fiziği önemini yitirmiş görünmektedir.Onun koyduğu kurallardan
yanlıca bir tanesi(Hareketin öğeleri vardır ve her öğenin bir işlevi vardır ve öğeler sonuç
olarak fiziksel evreni oluştururlar)biçiminde olanı;kuantum fiziğine uygun görünmektedir.
Enerjinin dalga boyundan parçacığa geçmesinin şüphesiz bir nedeni ve işlevi
vardır.Eğer;bunu ben istediğim için bu oluyorsa;benimle dalga boyunu yayınlayanların
bilinçleri birleşiyor(dalgaların çatışması) demektir.
O zaman;benim düşlerimde yaşadıklarım;dalga boylarının çatışması sonucu ortaya çıkan
hologram(nesneler-varlıklar)lardan oluşmaktadır.Gerçek yaşam;düşlerim olmaktadır.
Daha doğrusu;çevremdeki evreni ben yaratıyorum ve ben nasıl istiyorsam öyle algılıyorum.
Nitekim;başkaları;benim gördüklerimi,başka türlü algılayabilmektedirler.Bu tür farklı
algılama olayları,trafik kazalarına ya da öldürme olaylarına tanıklık edenler arasında sık sık
gözlenmektedir.Her tanık;ayrı biçimde olayı anlatmaktadır.Buradan;olayı,değişik algıladıkları
sonucu ortaya çıkmaktadır.
Kuantum mekaniğinde(hareketinde)daha ileri adımlar atabilmek için;bilinçaltı
araştırmalarının,beyinle ilgili araştırmaların arttırılması ve bulguların kuantum
fiziği(mekaniği) ile değerlendirilmesi yerinde olacaktır.Ayrıca;parapsişik olayların
incelenmesinin de yararlı olacağı anlaşılmaktadır.
RNA ÜRETİLEBİLİR Mİ?
İslam felsefesine göre;evren “dört anasır”(dört öğe) dan;dört elemandan
oluşur.Bunlar;ateş,hava,su,topraktır.Ateş enerjiye,toprak maddeye,su mekana,hava zamana
karşılık gelmektedir.
Yine İslami görüşe göre;”cemreler”düşer.Cemre,enerjidir.Önce havaya,sonra suya ve sonunda
toprağa düşer.Bundan sonra;ilkyazın canlılığı ve yeniden var oluşlar başlamış olur.
RNA da ateşi,yani enerjiyi simgelemektedir.Gerçekten de;hücre çekirdeği ile hücre zarı ve içi
arasında iletişimi,RNA lar sağlar.DNA sabittir ve devingen değildir.Yapısında mutasyonlar
geçirebilir.RNA ise devingendir.
RNA,çağların kişioğlu DNA sında biriktirdiği bilgileri,hücrenin her yanına taşımaktadır.Buna
göre organlar,giderek organizmalar oluşmakta ve metabolizmalar çalışmaktadır.
O nedenle;çağlar boyunca kişilerce biriktirilmiş bilgilerin iletilmesi ve çoğaltılması
gerekmektedir.RNA lar bu bilgileri hücrelere iletip onların eylem ve düşünceye ve yeni
bilgilere dönüşmesini sağlamaktadır.Japonya’da görülen samuray suratlı Heike yengeçleri;bu
canlıların RNA larının bir sonucudur.Çağlar boyunca balıkçılarla bir arada yaşayan
yengeçler;balıkçıların suratıyla ilgili bilgileri biriktirmişler ve DNA ya naklederek mutasyona
yol açmışlar;bunun sonucunda yengeçler,samuraylara benzer duruma gelmişlerdir.
52
Kalıtımda,ani değişiklikler ortaya çıkmaktadır.Heike yengeçleri de böyledir.Bunu sağlayan
mutasyonlar olup bu mutasyonların emirlerini(ya da bilgilerini)DNA dan hücrelere RNA lar
taşımaktadır.
Prof.Dr.Carl Sagan’a göre “En basit yapılı,tek hücreli bir organizma bile,en mükemmel cep
saatinden daha karmaşık bir makinedir.”Bunu sağlayan ve makineyi durmadan
geliştiren,RNA dır.
Bitkileri ve hayvanları(bu arada kişioğullarını)diğer doğa varlıklarından ayıran
özellik;hücrelerdir ve hücrenin kimyasal yapısını denetleyen proteinlerle kalıtsal emirleri
taşıyan nükleik asitlerden oluşan moleküller;hem bitkilerde,hem hayvanlarda
aynıdır.Bitkilerin de hücrelerinde DNA ları ve RNA ları bulunmaktadır.
Diğer yandan;Bitkiler,hayvanların dışındaki doğa varlıklarında da DNA ya ve RNA ya
karşılık gelen mekanizmaların olması olasıdır.
Canlı hücrede;sürekli bir devinim vardır.(Atomlarda da ve parçacıklarda da sürekli bir
devinim vardır)Hücre;kendini koruyan molekülleri değiştirir,enerji depolar ve kendini
çoğaltır.(Atomlar da molekülleri,moleküller mineralleri oluşturur)Bunları,protein benekleri
yaparlar.Bunların en önemlileri,enzimlerdir.
Enzimler,emir kuludurlar.Patron moleküller,nükleik asitlerdir.Bunlar;hücrenin girilmesi yasak
bölgesinde;çekirdeğinde bulunurlar.
Nükleik asitler iki türlüdür.DNA emirleri verendir.RNA ise,DNA tarafından verilen
emirleri,hücrenin geri kalan bölümlerine iletendir.
Dolayısıyla ölüm;RNA ların yetmezliği ya da bozulmasının sonucudur.Emirler gelmeyince
hücre (giderek hücreler)durmakta ve organlar ya da tüm organizma devinimsiz kalmakta ve
başkalaşım(ölüm) başlamaktadır.
DNA lar kendilerini aynen kopyalayabilirler ve ortaya tıpatıp birer kopyalarını
çıkarabilirler.RNA da kendini kopyalayabilmekte midir?
Ölümün yenilmesi için;bu sorunun yanıtı çok önemli olmaktadır.DNA;çekirdeği,kendi
kopyasını üretmek(kalıtım) yanında;hücrenin faaliyetlerini de(metabolizma)yönetir.Hücrenin
faaliyetini yönetme işini RNA nükleik asit bileşimini yaparak sağlar.Temelde;RNA yı DNA
üretmektedir.Oysa;biyologlara göre;başlangıçta RNA vardı.Bazı tek hücreliler,yalnızca RNA
den oluşuyordu.Günümüzde de yalnızca RNA dan oluşan çok basit canlılar vardır..RNA
değişerek;ilk DNA yı oluşturdu.Bazı biyologlara göreyse;RNA yoktu;DNA vardı ve o RNA
yı üretti.RNA evrenin ilk oluşumunda vardı.
RNA laboratuar koşullarında üretilemez mi?
Ölümü yenmenin ikinci önemli sorusu bu olmaktadır.
RNA;hücrenin çeşitli faaliyetlerini sürdüren enzimlerin yapılışını denetler.
RNA yı laboratuar koşullarında yaratamıyorsak;enzimleri yapabilir miyiz?
Ölümü yenmenin üçüncü önemli sorusu bu olmaktadır.
Prof Carla Sagan da ”Nükleik asitleri,şimdiye kadarki herhangi bir insandakinden daha iyi
çalışmaları için bir araya getirmenin çeşitli yolları olmalıdır” dedikten sonra;”ileride
nükleotidleri istediğimiz biçimde bir araya getirerek,istenen nitelikleri olan kişioğulları
yaratmak olanaklı olabilir” görüşünü ileri sürmektedir.Prof.Dr.Carl Sagan bu görüşleri;DNA
ile ilgili olarak ileri sürmektedir.Oysa;RNA için de ayni biçimde düşünülebilir.
1950 lerin başında Stanley Miller,hidrojeni,suyu,amonyağı,metanı,sülfirik hidrojeni bir kaba
koyup karıştırmış ve kaba elektrik akımı vermiş(şimşek çaktırmış) ve kapta bir katranlı
bulamacın oluştuğunu gözlemiştir.
Bu deneye göre;yeryüzünde en bol bulunan gazları ve kimyasal bağlantıları çözücü herhangi
bir enerji kaynağını kullanarak,yaşamın temel yapı taşlarını (aminoasitleri)üretmek
olanaklıdır.
Bu yapılmıştır ve sonraki adımda aminoasitler,yeryüzünün o zamanki koşullarında proteinlere
benzeyen moleküllere dönüştürülmüştür.
53
Buna göre;RNA ların laboratuar koşullarında üretilmesi olanaklı görünmektedir.O zaman;bu
üretilen RNA ları,hastalanan organların hücrelerine yerleştirip hücrelerin
ölmelerinin,dolayısıyla organların ya da organizmaların(kişioğlunun) ölmesinin önüne
geçilebilir.
Ayrıca;bir başka RNA kaynağı da vardır.Bilinen en küçük canlılar olan Viroitler;virüslerin
aksine,yalnızca RNA ipliğinden oluşmaktadır.Her viroit;tek bir RNA ipliğinden başka bir şey
değildir.Dolayısıyla;RNA ları viroitlerden elde etmek olanaklıdır.
Diğer yandan;viroitler,bir hücrenin molekül mekanizmasında egemenlik kurarak,onu daha
çok sayıda hücre üreten bir fabrika durumundan çıkarıp;daha çok viroit üreten bir fabrika
durumuna sokmaktadır.O nedenle;RNA üretiminde kullanılacak bir sınırsız kaynağa
kavuşmak olanaklı görünmektedir.
Günümüzde;biyoloji biliminin;başka gezegenlerde ya da gökadalarında yaşam olup
olmadığını araştırmalarına öncelik verildiği anlaşılmakta olup bu yanlış yaklaşımdır.
Biyoloji;laboratuar koşullarında nükleik asitlerin,DNA ların,RNA ların,bunlara kaynaklık
edecek viroitlerin yaratılmasına ve çoğaltılmasına öncelik vermelidir.
Bu alanda sağlanacak başarılar;kişioğlunun mutasyonlarla daha gelişmiş varlıklara
dönüşmesine;RNA yenilemeleri ile organların ve giderek organizmaların,bu arada
kişioğullarının ölümsüzleşmesine,hasta olmamasına yol açacaktır.
Kendi evrenimizde bunları sağladıktan sonra;başka evrenlerdeki ve gökadalardaki yaşam
koşullarıyla ya da yaşamın (aminoasitlerin) oralarda yaratılmasına yönelebiliriz.
KÖR SAATÇİ VE YAŞAM
Richard Dawkins adlı bir biyolog “Kör Saatçi”adlı yapıtında,canlıları cansızlardan ayıran
özelliğin “önceden belirlenebilen ve tek başına gelişigüzel rastlantıyla edinilme olasılığı çok
düşük olan bir nitelik” olduğunu ileri sürer.Ya kuşlardaki gibi uçmak dediğimiz yetenek
konusundaki yeterlilik,ya balinalar için suda yüzme konusundaki yeterlilik,ya da
kişioğullarındaki ölümü bir süre engelleme veya üreme sürecinde genleri çoğaltma konusunda
ki gibi yeterlilikler söz konusudur.
Ölüm;çevreyle uyum yeteneğinin yitirilmesi ile olur.Örneğin bedenimin ısısı;belli santigrad
derecesinin üstüne çıkarsa ya da altına inerse;yaşam son bulur.
Kişioğlunun bedenindeki sıcaklık,asitlik oranı,su içeriği ya da elektriksel gerilim,kendine
karşılık gelen ölçümlerden ayrıktır.
Kişioğlunun sıcaklığı;çevre sıcaklığından farklıdır.Daha sıcaktır ya da soğuktur.Ancak;hangi
çevrede ölürse ölsün,çevreyle sıcaklık farkı azalır ve çevreyle aynı miktara gelir.
Diğer bitkiler ve hayvanlarda da,böyle yetenekler vardır.Örneğin;kurak yerlerdeki bitkiler ve
hayvanlar;bedenlerindeki suyun dış evrene çıkmasını engelledikleri sürece yaşarlar.Bu
yetenekleri yok olunca,ölürler.Ancak;DNA larda ortaya çıkan makro mutasyonlar
sonucu;hayvanlarda ve bitkilerde önemli yetenek değişiklikleri ortaya çıkabilir.Örneğin;bizim
gibi memeli olan balinalar ve yunuslar;böyle mutasyonlar geçirip;suda yaşar duruma
gelmişlerdir.
Kişioğlu;onlar kadar uzun süre su içinde kalamamaktadır.Onlar da kişioğlu kadar karada uzun
süre yaşayamamaktadır.
Boing 747 gibi kişioğlu yapısı makineler dışında;Ay gibi,Mont Blanc dağı gibi varlıklarda,bu
tür yetenekler yoktur.Bir canlının tersine;bir dağ aşındığında ya da yıprandığında,önlem
almaz.Devrildiğinde,düzelmeğe çalışmaz.Yalnızca,fizik yasalarına boyun eğer.Ay da öyle
yapar.Fizik yasaları gereği;evrenin çevresinde döner durur.Kişioğlu bunu,ancak yarımcı
makinelerle yapabilir.
54
Bu,kişioğlunun yapısının doğal yasalara uymadığını söylemek değildir.Kişioğlunun
parçaları;doğa yasalarına uyar ve bu parçaların uyumlu davranışlarından,devinimler ortaya
çıkar.Boing 747 de,kişioğlu gibi,her parçasının uyumlu davranışı sonucu,devinir.
Bu yorumlar;Newton yasalarına göre doğrudur.
Oysa,günümüzde artık canlı-cansız kavramları,anlamını yitirmiştir.Kuantum fiziğine
göre;kişioğlunun yapısı da dahil,varlıkların temel yapı taşı olanatomların,çekirdeklerinin,atom
altı parçacıklarının da canlı ve devingen ve yetenekli oldukları varsayılmaktadır.Karşıt
durumda;önce atom altı parçacıklar bir araya gelip hidrojen ve oksijen atomunu
oluşturamazdı.Sonra da,iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu birleşip “su” denilen
molekülü,maddeyi,varlığı oluşturamazdı.
Nasıl ki;kişioğlu milyonlarca parçayı birleştirip bir Boing 747 yapabiliyorsa;hidrojen ve
oksijen atomları da;bir araya gelip “su” denilen varlığı oluşturmaktadır.Tıpkı;iki kişioğlunun
bir araya gelip “çocuk” oluşturması gibi.
Diğer yandan;Mont Blanc dağı da,Ay da,magma da canlıdır.Çünkü;atomlardan oluşmaktadır
ve atomlar,canlıdır.
Dağdaki çığ olayları,toprak kaymaları,Ayın devinimleri,magmanın yer çatlaklarını bulup ya
da yerin mantosunu çatlatıp oradan yeryüzüne çıkmaları;hep atomsal anlamda canlı
olduklarının göstergesidir.Kuantum fiziğinde;her şey canlıdır.
Darwin’ci kurama göre yaşam “su ortamı” nda başlamış ve “türlerin gelişmesi” kavramına
göre,kişioğluna dek gelmiştir.
Bu nedenle;Venüs ve Mars gezegenlerinde su izi aranmaktadır ve bu mantıklı
olmaktadır.Çünkü;bu gezegenler de,güneşten bizimle aynı anda kopmuştur ve onlardaki
atomlar da canlıdır.Güneşin temelinde de;Big-Bang bulunmaktadır.
Demek ki;yaşamın temelinde su vardır ve su iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun
bilinçli olarak bir araya gelmesi ile olmuştur.Bu atomların(ve başka atomların)bir araya gelip
molekül oluşturmaları için,mutlaka bir yıldırım düşmesine;bir şimşek çakmasına gerek
yoktur.
O nedenle;günümüzdeki tokomaklar ve Cern gibi kuruluşların;oluşumu araştırırken enerjinin
gerekli olduğu varsayımı yanlıştır.
Türlerin ortaya çıkışı ve gelişimi;suyun ortaya çıkmasından sonra olmuştur.
Günümüzde;evrenimizde;suya dayalı bir yaşam biçimi görülmektedir.
Başka gezegenlerde ve başka uzaylarda;başka atomların bir araya gelmesi ile başka varlık
türleri oluşmuş ve gelişmiş olabilir.Ona uygun yaşamlar da oluşmuş olabilir.
Kör saatçinin haklı olduğu bir konu;yaşamımızın temelinde suyun olduğu
gerçeğidir.Hücrelerimizdeki suyu yitirdiğimizde;ölüm olayı ortaya çıkmaktadır.
Kişioğlu,neden çevreyle uyum yeteneğini yitirir de,ölüm denen olayla karşılaşır?
Burada da;atomların(ve atom altı parçacıkların)rolü ortaya çıkmaktadır.Oksijen atomları;bir
yandan hidrojen atomları ile birleşip suyu oluşturup bize yaşamı sunarken;bir yandan da
oksidasyon ile yaşamımızı sonlandırmaktadır.
Ölüm,bir oksitlenme olayıdır.Gerçekten de;demir oksitlendiğinde çürümekte,demir olma
yeteneğini ve özelliklerini yitirmekte;iki parmak arasında o dirençli maden,un ufak
olmaktadır.Açık havada kalan erik,oksitlenmekte,çürümekte ve ölmektedir.
Günümüz tıbbı da bu gerçeği yakalamış görünmektedir.Ölümü geciktirmek için;yaşlılara anti
oksidan diyetler ve haplar önerilmektedir.Kişi oğlu da;besinlerinin oksitlenmesini önlemek
için buz dolapları,deep freezler kullanmaktadır.Mikrop araştırmaları steril ”havasızoksijensiz” ortamlarda yapılmaktadır.
Sonuç olarak;tüm varlıkların ölümü;bir oksitlenme olayıdır.Yani;yaşam oksijenle
başlamakta,sürmekte ve yine oksijen nedeniyle sona ermektedir.Atomları oksitlenen hücre
değişmekte;su yitirmekte ve ölmektedir.Bu tür hücrelerin oluşturduğu organ;bu organların
55
oluşturduğu organizmanın çalışması bozulmakta ve ölüm denilen değişim
olmaktadır.Tıpkı;parçaları oksidasyona uğramış bir Boing 747 nin düşüp parçalanması gibi.
İşin garibi;kişioğlu,otomobiline kasko sigortası yaptırırken;kendisine yaşam sigortası
yaptırmamaktadır.Boing 747 leri sık sık elden geçirip oksidasyona uğramış parçalarını
değiştirirken;bunu kendi organizmasında uygulamamaktadır.
Ölümü yenmek için,oksidasyona engel olmamız(oksijensiz yaşamayı öğrenmemiz)ya da
oksidasyona uğramış parçalarımızı,yenileri ile değiştirmemiz gerekmektedir.
Canlı ile cansız ayırımı doğru olmayıp atom altı parçacıkların bile bilinçli davranışları
vardır(her ne kadar kuantumcular tersini söyleseler de)ve yetenek geliştirmişlerdir.
Makro kozmosun da atomlardan(ve atom altı parçacıklardan)oluştuğunu düşünecek
olursak;bundan sonra makro-mikro kozmos ayırımını da bırakmamız gerektiği noktasına
geliriz.Her varlık;bir kozmos oluşturmaktadır.Ya da tek bir kozmosun(Atomları ve atom altı
parçacıkları nedeniyle)parçasıdır.
Teolojiciler buna “tanrı” demektedirler.En azından islamın bazı kolları “enelhak” davasına
inananlar,böyle düşünmektedir.
D A R W İ N İ N E V R İ M İ S Ü R Ü Y O R M U?
Richard Dawkins’in “Kör Saatçi” kitabını okurken;şunları gözledim.
Bir kez;biyologlar hala canlı-cansız ayırımını sürdürüyorlar.O nedenle de;çözümlemelerini
getirip “hücre”de bağlıyorlar.Cansızlarda hücre yoktur diyorlar.
Diğer yandan;örneğin bir görme hücresinin çekirdekten,mitekondriyadan ve çeperden
oluştuğunu belirtiyorlar ve orada kalıyorlar.
Bunların da atomlardan ve atomların da atom altı parçacıklardan oluştuğunu
söylemiyorlar.DNA ve RNA deyip;orada duruyorlar.
Aynı durum;genetik biliminde de var.Sarmallardan,genomlardan söz ediliyor;bunların
atomlardan ve atom altı parçacıklardan oluştuğu belirtilmiyor.
Dolayısıyla;bir ikiciliktir gidiyor.Önce;bu ikiciliğin ortadan kaldırılması gerekiyor.
Neyse ki;evrimleşmenin soy ağacını kurmağa çalışan taksonomistler;araştırmalarında
moleküler biyolojiyi kullanmağa başlamışlardır.Hatta;bu alanda ;molekülleri farklılaştırarak
deneyler bile yapılmıştır.
Taksonomistler;ilk ilkel hücreden kişioğluna gelene dek olan evrimin soy ağacını çıkarmağa
çalışmaktadırlar.Moleküler biyoloji;bu alanda,hangi türün ne zaman ortaya çıktığını
saptamada şaşmaz bir saat görevini görmektedir.
Diğer yandan;fizikçiler mühendislere,biyologlar mimarlara benziyor.Bu nedenle
de;biyologlar,örneğin gözün nasıl evrimleştiğini(ve belki de evrimleşmesini nasıl
sürdüreceğini) düşünüyorlar.Fizikçiler ise;gözün ham maddelerini çözümlemeye çalışıyorlar.
Neyse ki;evrimleşmeyi sağlayan mutasyonların “bir bilgi aktarımı “ sonucu
olduğunu,biyologlar da belirtiyorlar.Böylece;kuantum fiziğinde parçacıkların devinimini
açıklayan “bilgi aktarımı” kuramı ile mutasyonların “bir bilgi aktarımı” olduğu kavramı
nedeniyle;sorunun temeline yaklaşmış oluyorlar.
İlk canlı,ilkel tek hücreli bir varlıktı.Çakan bir şimşeğin,suda oluşturduğu bir varlıktır.
Sonra;bu varlık bölünmeye ve bu yöntemle çoğalmağa başladı.Bunu yaparken;hep bilgi
birikimlerini bir sonraki kuşağa(giderek türe)aktarıyordu.
Burada da,bir ikicilik gözlenmektedir.Bölünerek üreme ile doğurarak üreme arasında ayırım
varmış gibi göstermektedirler.Oysa;ayırım yoktur.
Sonuçta;spermdeki ve dişi yumurtasındaki atomlar ve atom altı parçacıklar birleşip bir hücre
oluşturmakta;bu hücre bölüne bölüne fetüsü oluşturmaktadır.Üreme,yine bölünme ile
olmaktadır.
56
Biyologlar;kişioğlunun bu seçilimli doğal evrim sonunda milyarlarca kere milyarlarca yılda
ortaya çıktığını(Evrimin son basamağını oluşturduğunu)söylerler.
Aslında; burada da ikiciliğe bağlı kaldıkları için,temeldeki öğeyi görememektedirler.
Mağara adamı;ilk çağ adamı;orta çağ adamı;yeni çağ adamı;yakın çağ adamı;atom çağı
adamı;bilgi çağı(günümüz) adamı aynı varlık mıdır?Bu söylenebilir mi?Elbette hayır.
Bir ortaçağ adamı;aya gidebilir miydi?Gidemezdi.Yeterli bilgisi yoktu.Ataları;onun kuşağına
bu konudaki bilgileri aktarmamıştı.
Neyse ki;önemli sıçramalı bir mutasyon olmuş ve orta çağın adamı Leonardo Da Vinci(Bana
göre çağının Stephan Hawkins’i)ortaya çıkmış ve evrimleşme hızlanmıştır.Gerçekten
de;mağara çağından günümüze dek kişioğlu;yaşadığı her çağı;öncekiden kısa yaşamıştır.
Atom çağı yakın çağdan,yakın çağ yeni çağdan,yeni çağ orta çağdan,orta çağ ilk çağdan,ilk
çağ mağara çağından daha kısa olmuştur.Hele;atom çağından bilişim çağına geçiş iyice hızlı
olmuştur.
Deyim yerindeyse;burada da evrimleşme gözlenmektedir.Evrimleşmeye bundan daha güzel
bir kanıt olamaz.
Biyologlar evrim teorisini,basit tek hücrelilerden başlatmaktadır.Ancak;biliyoruz ki;bu varlık
da atomlardan ve atom altı varlıklardan oluşuyordu.
O zaman,şunu düşünmemiz gerekmektedir.Atomlar ve atom altı parçacıklar da
canlıdır,onların da genleri vardır ve bilgi depolamaktadır.Belki de bunlar;bu bilgileri BigBang patlamasından getirmişlerdir.Bu bilgilerin kullanımı ile,ilkel tek hücreli oluşmuştur.
Böyle düşününce;ikicilik ortadan kalkmaktadır.Evrimin temelinde,bilgi vardır.Kuşaklar ve
türler;bu bilgileri çoğaltarak ve yaygınlaştırarak;bilgi çağı kişioğlunu ortaya çıkarmıştır.
Big-Bang de ortaya çıkan atomlar ve atom altı parçacıklar da bu bilgiyi,kendilerini ortaya
çıkaran ve Big Bang’i oluşturan mutlak enerjiden almışlardır.Din adamları,mutlak enerjiye
“tanrı”diyorlar.
Doğruluğu hakkında epeyi yol aldığımız üç kuram vardır.Big-Bang kuramı;E=mc2
kuramı;Darwin’in evrim kuramı.
Big Bang;tüm varlıkların büyük bir patlamadan(Enerji sıkışmasından)ortaya çıktığını
varsaymaktadır.
Einstein’ın E=mc2 formülü ile;enerji-madde-enerji dönüşümünü ortaya koymuştur.
Darwin ise;bu varlığa dönüşen enerjinin evriminin kuramını belirtmiştir.
Günümüzde;CERN ile yapılan deneylerle;enerjiden ilk maddenin elde edilmesine
çalışılmaktadır.Çünkü;ilk atom bombasının patlatılması ile,maddenin enerjiye dönüştüğü
kanıtlanmıştır.Yani;E=Mc2 formülü doğrudur.Şimdi,enerjiden madde elde etmek deneyini
gerçekleştirmek gerekmektedir.Bu sağlanırsa yeni bir Big -Bang ve yeni bir evrimleşme de
başlayacaktır.
Burada,bir yanlışlık yapıldığı kanısındayım.Maddeye dönüşen enerji;mutlak
enerjidir.Oysa;kişilerin kullandığı enerji;bu mutlak enerjiden türettiğimiz yapay
enerjidir.Yapay enerji kullanılarak;Big-Bang yaratılamaz gibi gelmektedir bana.
Einstein’ın E=mc2 formülü üzerinde daha çok kafa patlatmamız ve madde yaratmak
istiyorsak;mutlak enerjiye ulaşmamız gerekmektedir.
Darwin’in doğal seçilimli evrim teorisini ise;bilgi çağı verileri ile gözden geçirmemiz
gerekmektedir.
En küçük atom altı parçacık ile kişioğlu ve makro kozmos;hepsi bir bilgisayar programının
parçasıdır.
Benim;elimi kaldırıp başımı kaşımam için;tüm organlarıma dahil tüm atom altı parçacıkların
bilgi aktarımı yapması gerekmektedir.
Benim bu hareketim;aynı zamanda;makro kozmostaki bir bilgi aktarımı olmakta ve bir şeyler
değişmektedir.
57
Sonuç olarak ben;büyük ve kendi kendini programlama yeteneği olan bir bilgisayarım.
Düşünmem,devinmem,yaratmam böyle olmaktadır.Tüm varlıklar da böyledir.
O zaman;kişioğlu,evrimin son ürünü müdür?Evrim;bilgi çağı kişioğlu ile tamamlanmış mıdır?
Bu sorunun yanıtı,hayır olmalıdır.Yeni bilgilerle;yeni mutasyonlar olacak ve kişioğlunun
evrimleşmesi sonsuza dek sürecektir.
Einstein,Stephan Hawkins,bu tür mutasyonların sonucudur.Buhar makinesini bulan James
Watt da öyledir.
Hawkins’in durumuna bakınca;evrimleşmenin yarı makine,yarı kişioğlu varlıklar olarak
süreceği anlaşılmaktadır.Çünkü o;öyle birisidir.
Nitekim;günümüzde yapay kollar,bacaklar,ve hatta yürekler(belki de beyinler)
kullanılmaktadır.
Geleceğin kişioğlu;uzay filmlerindeki gibi,Saylonlu makine adamlar olacaktır.Ondan sonra
da,evrim sürecektir.
Günümüzde;genetikçilerle bilgisayar programcıları bir araya gelip geleceğin mutasyonlarını
önceden planlamanın yollarını bulmalıdırlar ve böylece hızlanmış olan evrimi,daha da
hızlandırmalıdırlar.Yapay evrimi;doğal evrimin yerine koymalıdırlar.
Biyologların ileri sürdükleri bir başka husus da;ilk yaşamın suda başladığı;
sonra,memelilerin,böceklerin,sürüngenlerin,kuşların,balıkların evrimleştiği
olgusudur.Evrimleşme;basitten karmaşığa doğru olup halen sürmektedir.
Gerçek sorun üzerinde kafa yorulmamaktadır.
Su,nasıl ortaya çıkmıştır?Neden,iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu bir araya gelip suyu
oluşturmuştur?Bu atomların genleri(ya da gen benzeri yapıları)olmasa;bu genlerde bu
birleşmeye ait bilgiler olmasa,suyun ortaya çıkması olayı gerçekleşebilir miydi?
Sonra;bu su molekülü;şimşekteki enerjiyle(mutlak-doğal enerji)bir ilkel canlı hücreye
dönüşebilir miydi?Tüm varlıkların gizi;burada yatmaktadır.
Atomların ve atom altı parçacıkların da genlerinin olduğu ve bu genlerin bilgi içerdiğini
kabullenmekten başka çıkar yol görünmemektedir.
O zaman her şey;CERN de yapılmaya çalışılan deneye gelip dayanmaktadır.Bir yandan
da,doğal ve yapay yollarla evrimleşme de,sürüp gitmektedir.
Genlerin yerlerini;günümüzdeki iletişim araç ve gereçleri,almaktadır.İleride;bunlarla makine
adamlar ortaya çıkacaktır.
Ondan sonra da evrim sürecek midir?Elbette sürecektir.Big- Bang gibi,başlayan bir
süreç,bitmez;hep sürer gider.
BİYOLOGLARIN RNA SI VE DNA SI
Havada uçuşan,söğüt ağaçlarının pamuklu tohumları;o ağacın DNA sını taşımaktadır.O
nedenle;gökten DNA yağıyor benzetmesi,yanlış olmaz.
Gerçekte;gökyüzü,uzay ve tüm makro ve mikro kozmos DNA larla doludur.
Canlılarla cansızları ayıran,artık protoplazma değildir.Protoplazmanın flojiston ve uzayı
kaplayan esir(boşluk) kadar ölü olduğu anlaşılmıştır.Canlıların yapıldığı maddelerin;diğer
maddelerden bir ayırımı yoktur.
Canlılar da moleküllerden(onlar da atomlardan ve atom altı parçacıklardan)oluşur.
Biyologlara göre;canlılarda;bu moleküllerin(gerçekte atomların ve atom altı parçacıkların)bir
araya gelmelerini sağlayan;organizmaların,kendi içlerinde taşıdıkları,gelişimin nasıl olacağını
belirleyen programları bulunmaktadır.Biyologlar;bu programların nerede yazılı olduğunu
belirtmemektedir.Oysa;organizmanın en küçük birimi,atom altı parçacıklar olduğuna göre;bu
programların da,burada kayıtlı olmaları gerekir.
58
Çünkü;bu parçacıklar bir araya gelerek atomu oluşturacaklar;atomlar bir araya gelerek
molekülleri oluşturacak;moleküller de bir araya gelip DNA yı;plazmayı ve RNA yı ortaya
çıkaracaktır..
Dolayısıyla;biyologların bilişim teknolojilerini ve kuantum fiziğini çok iyi öğrenmeleri ve
uygulamaları gerekir.Yeni Darwinciliğin kurucusu olan R.A.Fisher; parçacıklı kalıtım
gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
Yalnız;biyologlar bir noktada yanılıyorlarmış gibi görünüyorlar.Onlara göre;bir erkek ve bir
dişi ebeveynden;bir dişi ya da bir erkek elde edilir.Bunları karıştırıp erdişi(hermafrodit) elde
edilemez.
Oysa;geçmişte ve günümüzde milyonda bir de olsa;erdişilere(hünsalar) rastlanmaktadır.
Bunlarda;hem erkek üreme organları hem dişi üreme organları bulunmaktadır.Beden yapıları
da;ortaklaşa olmaktadır.
Kuşkusuz;bu olay bir büyük mutasyon sonucudur.Bir sıçramadır.
Günümüzde;bu mutasyonun (iyi olmayan) mutasyon olduğu kanısı yaygındır.Bunda;
toplumun değer yargıları önemli olmaktadır.
Oysa;hermafrodizm olgusu;kişioğlu türünün iyiye yönelmiş bir sıçrama mutasyonu
olabilir.İleriki aşamada;hermafroditlerin kendi kendilerini dölleyip gebe kalmaları ve
doğurmaları sağlanırsa;bunu kişioğlu türü açısından,sıçramalı bir gelişim olarak
düşünmeliyiz.
Biyologlar;parçacıklı kalıtım görüşüne göre;kalıtımda bir sayısal yapının söz konusu
olduğunu belirtmektedir.Bu sayısal yapı;rastlantısal bir gerçek değildir.Sayısallık;
Darwinciliğin işlemesi için,bir ön koşuldur.Ancak;parçacıkların,hangi sayısal programa göre
davranacağı;önceden kestirilememektedir.
Biyologların,bu noktada yanıldıkları bir başka gözlem vardır.Bir beyazla bir siyah dişiden hep
melez(gri,esmer)kişioğulları ortaya çıkacaktır.Salt beyaz ya da siyah çocuk
olmayacaktır.Çünkü;bu türün başlangıcındaki ataya dönmek olur ki;Darwinciliğe göre bu
olanaklı değildir.Başlangıçtaki ata,yok olmaktadır.
Milyarda bir de olsa;bu olasılık vardır.Benim çocukluğumda;ikisi de esmer olan bir çiftin
birleşmesinden;marsık gibi,simsiyah bir bebek doğmuştur.Kadının ataları
arasında;Cumhuriyetten sonra,Osmanlı Saray’ından kovulmuş,Afrika kökenli kimseler vardı.
Kadının kökeni;büyük olasılıkla yüzlerce yıl önce Afrika’dan getirilmiş kölelere
dayanıyordu.Bunun sonucu olarak çocuk,simsiyah doğmuştu.
Keza;bir başka çelişkili yaklaşımları da şudur.DNA nın ve RNA nın artık;elektronik ortamda
(0ve 1) ile ifade edilen programlarla bir araya gelen parçacıklardan oluştuğu
düşünülmektedir.Ancak;bu parçacıkların ana kayıt ortamlarının;söğüt tohumu,karınca ve
diğer tüm canlılarda kimyasal;bizlerde ise(kişioğullarında)elektronik olduğu ileri sürülmekte
olup bu ikili görüş yanlış olmaktadır.Onlarınkine polimer;bizimkilere polinükleotit
denilmektedir.
Eğer;parçacıklarda bir elektronik programın varlığını benimsersek;o zaman,bu ayırım da
anlamlı olmamaktadır.Polimerler de,polinükleotitler de;aynı teknoloji ile üretilmektedir.O
nedenle;bu ayırım yapaydır.
Bilgisayardaki iki bellekten ROM(Ready only memory) DNA ya;RAM(Bir kez yaz birçok
kez oku) belleği ise;RNA ya karşılık gelmektedir.
DNA;bilgisayardaki Rom dur.Milyonlarca kez,okunabilir;fakat bir kez yazılabilir.Doğal
olarak;DNA nın yaşadığı mutasyonlar sonucu;yeni yazılımlar kazanması ya da eski
yazılımları değiştirmesi olanaklıdır.
DNA bir kez yazılır ve organizmanın(bizde bireyin) yaşamı boyunca değişmez.Ama;
kopyalanır.Yeni bir birey döllendiğinde;yeni bilgiler bu varlığın hücrelerine (ROM una ya da
DNA sına)yazılır.
59
Nitekim;günümüzde,bu bilgiden yararlanılarak;gelişmiş genetik teknolojileri ile;döllenmede
olduğu gibi;bitkilerin ve hayvanların tohumlarındaki genlere yeni eklemeler ya da var olan
genlerde değişiklikler,yapılabilmektedir.Bunlara (Genetiğiyle oynanmış organizmalar)
denilmektedir.İleride,belki de kişioğlunun genlerine de karışılabilecek ve eklemeler(belki de
çıkarmalar) yapılabilecektir.
ROM a yeni programlar eklenebilecektir.
Günümüzde;kişioğlunun hücrelerinin genetiğindeki bilgilerin yüzde beşinin kullanıldığı ileri
sürümektedir.Geri kalan yüzde doksan beşinin neden orada olduğu,neden kullanılmadığı
anlaşılmış değildir.
Genetikçilerin,bu alanda da çok çaba harcamaları gerektiği açıktır.Tıpkı;kişioğlunun beyninin
yüzde beşini kullanıyor olması olgusu gibi.
Belki de;bu iki eksiklik,biri birine bağlı tek bir olgudur.
DNA nın değişmesini sağlayan histon H4 belgesidir.Bu belgenin yaptığı değişikliklerden;kötü
mutasyonlara yol açanları saptamamız olanaklı değildi.Çünkü,yaşanmamışlardı.
Ancak;histon H4 ün yol açtığı;başarılı DNA değişimi geçirenlerin sonraki kuşakları
görülebilir.
Bu varsayıma göre;hermafroditlerin,başarılı değişim sonucu oluştuğunu benimsememiz
gerekmektedir.
DNA ların kopyalama mekanizması;ortaya çıkan yanlışlıkların(ve eksiklikleri de mi
acaba?)düzeltilmesini otomatik olarak yapmaktadır.Bunu;çeşitli “düzelti” yolları ile sağlar.
Her gün;her kişioğlu hücresinde,yaklaşık 5000 DNA harfi bozulmakta ve onarım
mekanizmaları tarafından anında,değiştirilmektedir.
Yani;ROM kendi programında ortaya çıkan yanlışları(ve eksiklikleri de mi acaba?)
düzeltmekte;kendi kendini onaran bir bilgisayar gibi görünmektedir.
Günümüzde;bu evrenin ve uzayın,gerçekte,sonsuz sayıda DNA lara ait olduğunu
varsayabiliriz.Çünkü;DNA moleküllerinin içerdiği iletilerin(Ve de DNA ların) ömrü;nereyse
sonsuzdur.Her organizma;DNA iletilerinin jeolojik ömürlerinin ufacık bir kesimini geçirdiği
bir araç olarak görülmektedir.(Richard Dawkins)Bu organizmada işi biten DNA lar,başka
organizmalara yönlenmektedir.
Bir maddenin canlı olması için;kendini kopyalaması gerekmektedir.Darwin’in birikimli
seçilim kuramının ana öğesi budur.Bunlar;DNA molekülleridir.
Pekiyi;DNA molekülleri nasıl oluştu?O zaman,ilk kopyalayıcıların DNA lar değil;daha yalın
ve kaba moleküller olduğunu varsaymalıyız.
Bunlara,kopyalayıcılar denilmektedir.Kopyalayıcılar,çevrelerindeki parçacıklardan yararlanıp
kendilerini kopyalamaktadır.Sayıları,giderek artmaktadır.Ancak;arada yanlış da
yapmaktadırlar.Bunun sonucu;doğru kopyalayıcıların yanı sıra yanış kopyalayıcıların da
sayısı artmaktadır.Yanlış kopyalayıcıların,bir süre sonra,seçenekli seçilim nedeniyle yok
olmaları kaçınılmazdır.
Ancak;iyi yönde yapılmış yanlışları barındıran yanlış kopyalayıcılar;atalarıyla birleşip
onlardan daha iyi kopyalayıcılar yaratmış olmaktadır.DNA da;böyle bir gelişim sonucu ortaya
çıkmış olmaktadır.
Gariptir ki;DNA nın ortaya çıkmasından önce;RNA ortaya çıkmaktadır.Gerçekten de,bazı
virüsler yalnızca RNA içermektedir.DNA ları yoktur.Buradan;RNA ların da kopyalama
özelliği olduğunu benimsememiz gerekmektedir.Keza;RNA ların DNA ların babası
olduklarını varsaymamız gerekmektedir.
Gerçek yaşamda;RNA lar kopyalamaz,DNA dan aldığı(kopyaladığı)bilgileri,hücrenin
enzimlerine taşır.
RNA lar kendilerini kopyalamayı sürdürdüklerinde;sayıları artmakta ve giderek kendilerini
kopyalama işinde “daha da iyi” olmaktadırlar.Kopyalayıcılar;kendi kendilerini kopyalama
olasılığını etkileyen nedensel bağlantılar zinciri ne denli uzun ve dolaylı olursa
60
olsun;yeryüzünü ve uzayı kapsayacaklardır.Bu nedensel zincirdeki bağlantılar,RNA dan ilk
DNA yı oluşturmuş varsayılmaktadır.
YAŞAMIN(İNSANLIĞIN) BAŞLANGICINDAKİ BALÇIK(BULAMAÇ) NEDİR?
İslam inancına göre tanrı;kişioğlunu balçıktan yarattı.Balçığa kişioğlu biçimi verdi.
Sonra,ağzından üfledi.Bu nefes ruh(tin) oldu ve Adem canlandı.
Adem;Cennette tek başına sıkıldı.Bu kez tanrı;onun bir kaburgasından Havva’yı yarattı.Tüm
kişioğulları;Cennetten kovulan Adem ile Havva’nın dölleri olarak ortaya çıktı ve
gelişti.Benzer öykü;İsa’nın dininde,Musa’nın dininde,Davud’un dininde de vardır.Belki
de;başka dinlerde de vardır.
Belki de;bu öykünün etkisinde kalmış kimyacılara göre;oksijensiz bir ortamda(Evrenin ilk
günlerinde)hidrojen,su(bu arada suda oksijen vardır),karbondioksit,amonyak,metan ve diğer
bazı gazların karışımına yıldırım düşmesi sonucu;ilk yaşam belirtileri olan varlık;ortaya çıktı.
Nitekim;laboratuar koşullarında yıldırım yerine lazer ışınları kullanılarak yapılan
deneylerde;DNA nın ve RNA nın yapı taşlarını oluşturan pürin ve primitinler ortaya
çıkmıştır.Keza;proteinlerin temel taşları olan aminoasitler de gözlenmiştir.
Henüz bilinmeyen bir bağlantı ile;bunlar arasında kopyalama başlamamıştır.Çünkü;laboratuar
koşullarında bu yapı taşları;RNA gibi kendini kopyalayan bir zincir yapmak
üzere,birleşmemişlerdir.
Kimyacıların,bu ilksel çorba kuramının yanında;biyologların “inorganik mineral” kuramı
vardır.Bu kuramı da;yine bir kimyacı olan Graham Cairns-Smith ortaya atmıştır.
Cairns-Smith’e göre DNA/protein makinelerine dayalı yaşam,üç milyar yıl kadar önce ortaya
çıkmıştır.Bundan önce;kendini kopyalayan farklı varlıkları temel almış birçok birikimli kuşak
vardır.
DNA düzeni;sonradan ortaya çıkmış;ana kopyalayıcıların yerini almıştır.Ana kopyalayıcı
da;büyük olasılıkla,kendinden önceki kopyalayıcıların yerini almıştı.
Kimyacılara göre;iki ana dal vardır.Organik kimya ya da karbon kimyası ve inorganik kimya
ya da diğer mineraller kimyası.
Günümüz evreninde;yaşam kimyası,tümüyle karbon kimyasıdır.Bizde,ilk canlı
varlık,karbondan oluşmuştur.
Başka gezegenlerde,başka minerallere dayalı yaşamlar olabilir.Belki de evrenimizde de;daha
önceleri karbon dışı elementlere dayalı bir yaşam gelişmiş olabilir.
Cairns-Smith’e göre;gezegenimizde ilk yaşam,kendinin aynısını yapabilen inorganik
kristaller-örneğin silisyum-üzerine kurulmuştur.(Karbon da kopyalayıcılardandır.)
Organik kopyalayıcılar ve DNA;bu rolü sonradan devir almışlardır.
Başlangıçtaki kopyalayıcılar;kil ve çamurda bulunanlara benzeyen inorganik maddelerin
kristalleriydi.Kristal,katı halde bulunan,büyük ve düzenli atom ya da molekül kümeleridir.
Sodyum iyonları ile klorür iyonları serbestçe dolaşırken,bir araya gelip bir biri ardınca dik açı
yaparak,tuz kristalini oluşturdular.Bundan sonra,suda yüzmekte olan iyonlar,kristalin sert
yüzüne vurup oraya yapışırlar ve ilk kristale benzer bir tabaka oluştururlar.Kristaller,böyle
oluşur.
Her yeni tabaka,bir alttakine benzeyecek biçimde,büyümeğe başlar.
Kristaller ya düz kristaller(Grafitte böyledir) ya da kristal topakları(elmas gibi) olarak
kümelenirler.Böyle bir bulamaca,bir düz,bir de topak kristal eklenirse;kristallerin
büyüdükleri,arada sırada parçalandıkları ve parçaların da büyüdükleri görülür.Eğer;kristal
türlerinden biri,diğerinden daha hızlı parçalanıyorsa ve büyüyorsa;basit bir doğal seçilim
ortaya çıkmış demektir.
61
Yalnızca,iki tür kristal yerine,ayrık,çeşitli kristaller dizisi varsa;bunlar,kendilerine benzer
soylar oluşturuyorsa;hele mutasyon geçirip yeni biçimleri ortaya çıkarıyorsa;o zaman,orada
yaşam var demektir.Gerçek kristallerde,kalıtsal mutasyona karşılık gelen bir olgu var mıdır?
Kil kristalleri üzerine kurulu bir kurama göre;kristaller sularda çoğalmakta;sular kuruyunca
yellerle,fırtınalarla savrulup başka sulara gitmekte ve oralarda da yeni mutasyonlar ve giderek
gelişen kopyalamalar yapmaktadır.
Kristaller;baraj yapma-kuruma-aşınma-yellerle savrulma-parçalanma(üreme) süreçlerinden
geçerek,bir tür “yaşam döngüsü” oluşturmaktadır.
U açıklamalara göre;kristallerin de canlı olduklarını biyolojistler de benimsemektedir.
Yine dinlerin çoğunda;yaşamın başlangıcında ve kişioğlunun ortaya çıkışında dört anasır(dört
öğe) nin bulunduğu belirtilir.Bunlar;ateş,hava,su,toprak olmaktadır.Biyologların kristallere
dayalı yaşamın oluşması kuramında da;bu dört öğeye rastlanmaktadır.
Silisyum topraktır.Silis kristalleri,suda bir araya gelerek değişim geçirmekte ve
gelişmektedir..Güneş suları kurutmakta;silisyum toz olmakta ve yellerle başka sulara
savrulmakta ve orada kopyalamayı ve gelişmesini;kurmuş olduğu basit ”yaşam döngüsü” nü
sürdürmektedir.
Dolayısıyla;yaşamın nasıl başladığı ve temelinde nelerin olduğu konusunda;dinlerle bilim
arasında koşutluk(paralellik) bulunmaktadır.
Diğer yandan;Bektaşi(islamın bir kolu) inanışına göre;gelişim beş kademelidir.
Cemadat(toprak ve mineraller);Nebatat(Bitkiler alemi);Hayvanat(hayvanlar
alemi);insanat(kişioğulları) ve sonunda (enelhak) tanrı olmaktır.Bu görüşler de;evrim
teorisine uymaktadır.Bektaşilikte de;seçilimli evrim gözlenmektedir.
Başlangıçta;silikatlar vardı.Sonra;ilk RNA lı varlıklar(virüsler) ve sonra DNA lı
varlıklar(bitkiler-hayvanlar-kişioğulları);sonra beyni gelişmiş kişioğulları ve son(beşinci)
aşamada tanrılaşma vardır.
Gerçekte;bütün bu açıklamalar yanlış olmaktadır.Çünkü;temelinde canlılar ve cansızlar
ayırımı vardır.Bu ikicilikten(düalizm) kurtulmak gerekmektedir.
Nitekim;Einstein;başlangıçta enerji vardı.Enerji maddeye dönüştü.Her türden varlık,bu arada
biz kişioğulları da olduk” demektedir.
Big Bang kuramı da;büyük bir enerji patlaması olduğunu;tüm varlıkların buradan ortaya
çıktığını ve geliştiğini söylemektedir.
O zaman;Big Bang ile ortaya çıkan atomlar ve atom altı parçacıklar evrimleşmiş ve
evrimleşme günümüzdeki (bilişim adamı) aşaması ile sürmektedir.DNA da RNA da
atomlardan oluştuğuna göre;ben de bir atom yumağıyım.O nedenle;benim,atomlardan ayrık
bir yanım olmamak gerekir.
Darwin’in evrim kuralına göre;atomlardan evrimleşip;bugünkü durumuma
geldim.Dolayısıyla;Darwin’in evrim kuralını;canlıların ortaya çıkması ve gelişmesi ile
sınırlamak da yanlış olmaktadır.
Darwin’in evrimleşme(doğal seçilim olsun olmasın)kuramı;evrimleşmenin Big Bang’de
başladığını ve sürdüğünü ortaya koymaktadır.Biyologlar;bizim de yapımızda minerallerin
(atomların)olduğunu varsaymaktadır.
Önemli olan;bundan sonraki evrimleşmenin nasıl süreceğidir.
Var olan çeşitli kuramlara göre;atomlardan ve parçacıklardan silisler;onlardan yapı
taşları;RNA ların bu yapı taşlarını kullanmaları ile DNA lar;bunların kopyalanması ve
mutasyonları sonucu;çeşitli hayvanlar ve sonunda kişioğlu ortaya çıkmıştır.Günümüz
kişioğullarına;kişioğlu(insan) demek de,yanlış olmaktadır.
Mağara adamı kişioğlu ise;ben başka bir varlığım.Belki de bana(Tanrı eşdeşi) gibi bir terimle
seslenmek gereklidir.Çünkü;DNA nın yaptığı kopyalamaların hızını,sonsuz olarak
arttırıyorum.Mağara adamından,ben oldum.Benim on kuşak sonram;benden bütünüyle ayrık
varlıklar ve organizmalar olacaktır.
62
Evet;yaşamın ve kişioğlunun başlangıcında çamur(bulamaç) vardır.Evrimleşirken;suyu,güneşi
ve havayı(yel) da kullandım.Şimdi;gelişmemi hızlandırmam için evrimleşmeye hız vermem
gerekmektedir.
Bunun için de;canlı-cansız ayırımına son vermem ve evrimleşmeyi Big-Bang’den başlatmam
gerek.
A D I S U O L A N M U C İ Z E
Bilim adamlarının hiç sevmedikleri bir sözcüktür ,mucize.
Bir mermer heykel kolunu oynatamaz,konuşamaz.Bunlar olursa;o olay mucizedir.Mucize,
olasılığı sıfır olan olaydır.
Mucize sözcüğünü,din adamları ve sanatçılar severler.Nitekim;Leonardo Da Vinci Musa’nın
yontusunu yapmış ve karşısına geçip “Konuşsana” diye bağırmış;beklediği mucize
gerçekleşmeyince ve yontu konuşmayınca da elindeki çekici atıp Musa’nın kolunu kırmıştı.
Bilimde;milyar kere milyarda bir de olsa,bir rastlantının ortaya çıkması mucize değil;bir
olasılıktır.
Ancak;suyun oluşması,bir mucize gibi bir olasılıktır.
Gerçekten de;iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomu birleşip su molekülünü
oluşturmaktadır.Neden üç hidrojen atomuyla değil?Ya da neden iki (bunu biz yapıyoruz ve
oksijenli su diyoruz) ya da üç oksijen atomu değil?
Su molekülleri bir araya gelip su damlasını;damlalar pınarları;pınarlar ırmakları ve
nehirleri;bunlar da gölleri ve denizleri oluşturmaktadır.
Su;gerek bilimsel kuramlarda;gerekse dinsel inançlarda (Balçık sulu topraktır) yaşamın
başlangıcıdır.
Asıl mucize denilecek olay;suyu oluşturan oksijenle ilgilidir.
Big Bang’de oluşan patlama sonucu;bizim evrenimizde bulunan gazların arasında oksijenin
olmadığı anlaşılmaktadır.Evrenin ilk günlerindeki atmosferinde hidrojen,su(bunun içinde
oksijen vardır),karbondioksit,amonyak,metan ve diğer gazlar varken;ilk yaşam,bu bulamaçtan
başlamıştır.
Demek ki;evrenin ilk oluşumunda evrenin atmosferinde oksijen yoktu.Oksijen;uzayın bir
yerlerinden evrenimize gelmiş(Belki de,bir tohumlama işlemi için yollanmıştır) iki hidrojen
atomuyla birleşip su molekülünü oluşturmuştur.İşte,bu olay da bir mucize gibidir.
Gerçi;büyük patlamadan sonra evrenimiz de güneşten kopmuş;eriyik halinde mineraller ve
gazlardan oluşmaktadır.Milyarlarca yıllar içinde,su olayında olduğu gibi;sodyumla klor
atomları birleşip tuz molekülünü oluşturmuştur.Demir,kükürtle birleşmiş;demir sülfür
olmuştur.Hidrojenle kükürt birleşip hidrojen sülfür oluşturmuştur.
Demek ki;atomların,başka atomlarla birleşmelerini sağlayan bir bilgi;bu atomların yapısında
vardır.
Tıpkı suda olduğu gibi;diğer minerallerin atomları da birleşip moleküller oluşturduktan
sonra,oluşan moleküller birleşip tabakalar oluşturmuş;tabakalar birleşip kayaçları
oluşturmuştur.
Yaşam;kayaçlara girmiş minerallerin kendilerini kopyalama özelliğini kazanmalarından
sonra;suda ortaya çıkan bir aşırı enerji yüklenmesi sonucu;bu kendini kopyalayan mineraller
RNA ya dönüşmüş;RNA da giderek kendini daha yüksek düzeyde kopyalayarak DNA lar
oluşmuş ve DNA ve RNA nın;kopyalayıcı mineralleri plazmaya dönüştürmesi sonucu;ilkel
tek hücreli canlılar ortaya çıkmıştır.Diğer yandan;yalnızca RNA lardan oluşan virüsler de
oluşmuştur.
Bilim adamlarına göre;bundan sonra Darwin’in seçilimli evrim süreci başlamıştır.Bu
evrim;günümüzde de sürmektedir.
63
Suyun bizim açımızdan önemi;yaşamımızın temel taşlarından biri
olmasıdır.Kişioğlu;beslenmezse ölür.Bunun gibi;belli dönemi aşan süreler kadar susuz
kalırsa,yine ölür.
Su;yaşamın başlangıcı olduğu gibi;yaşamın sürmesinin temel taşlarından biri de olmuştur.O
nedenle atalarımız ”Su gibi aziz ol” söylemini geliştirmişlerdir.
Suyun olmadığı metabolizmalarda;DNA ve RNA işlevini yitirmekte ve canlı organizma;biçim
değiştirmek(Ölmek)zorunda kalmaktadır.Belki de;önce RNA lar ve DNA lar ölmekte;sonra
canlı organizmanın ölümü gerçekleşmektedir.DNA nın ve RNA nın ölmesi demek;yapılarının
bozulması(değişmesi)demektir.Canlı metabolizmanın susuz kalması olayı da;bu sonucu
doğurmaktadır.
Yaşamın başlangıcını açıklamağa çalışan kuramlara inanırsak,o zaman,Darwin’in seçilimli
evrim süreci;Big-Bang ile başlamış olmaktadır.
İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun birleşip su molekülünü oluşturması olayı;ilkel tek
hücreli canlının ortaya çıkmasından daha önemli görünmektedir.Bu atomların içinde;bu
birleşmeyi sağlayacak bir bilgi taşıyıcı mekanizmanın olması gerekmekte olup bu,anladığımız
anlamıyla DNA dan başka bir şey olamaz.
Canlı ile cansız arasındaki ayırımın;devingenlik olduğu düşünülürdü.Bunun doğru olmadığı
anlaşılmıştır.Atomlar(hatta atom altı parçacıklar);moleküller de devinmektedir.
Canlı ile cansızlar arasındaki farkın,konuşmak olduğu söylenmiştir.Ancak;atomların da
konuştuğu anlaşılmaktadır.Konuşmayı,bir iletişim yolu olarak algılarsak;çeşitli atomlar;kendi
aralarında iletişim kurabilmektedirler.
Son olarak;canlı ile cansızı ayıranın beyin(düşünce ve emir verme)olduğu
söylenmektedir.Hatta,günümüzde,canlıların düşüncenin de ötesine geçip beyin-bilgisayarbeyin iletişimini kurdukları;bunu cansızların yapamadıkları söylenmektedir.Bunu;bitkiler ve
hayvanlar da yapabilememektedir.
Oysa;bilgisayarda düşünceyi ve iletişimi;atomlar(belki de atom altı
parçacıklar)sağlamaktadır.Bilgisayar bir makinedir ve onu oluşturan maddelerin atomları
vardır ve işlemi bu atomlar sağlamaktadır.Dolayısıyla;bu ayırım da yanlış olmaktadır.Canlı
cansız varlıklar değil;Big Bang de oluşmuş varlıklar vardır.
Biyologlara göre evren;bir DNA lar evrenidir.DNA lar;kişioğlu,aslan,zeytin ağacı,amipi
oluşturmaktadır.Bu,mineraller için de geçerlidir.Silisyumun,DNA gibi kendisini
kopyaladığına dair kuramlar vardır.O zaman,minerallerin (cansızlar) de DNA ları olduğunu
varsayabiliriz.
O zaman;DNA nın ve RNA nın nasıl ortaya çıktığını araştırmada;Big Bang’e
odaklanmalıyız.Big Bang’de enerji maddeye dönüşürken;diğer element,mineral ve moleküller
yanında;DNA ve RNA moleküllerine de dönüşmüştür.Gerçekten de;Evrenin ilk oluşumunda
atmosferinde oksijen olmadığı;buna karşılık su buharı olduğu anlaşılmaktadır.Demek ki;su
molekülü,Big Bang ile ortaya çıkmıştır.Onun gibi;başka moleküllerin de Big Bang ile ortaya
çıkması olasıdır.
Big Bang ile ortaya çıkmış olan ve kozmosun her yanına yayılmış olması gereken DNA
ların,başka galaksilerde,başka güneş sistemlerinde,hatta bizim güneş sistemimizdeki diğer
gezegenlerde değişik minerallerle birleşip değişik yaşam biçimlerini başlattıklarını varsaymak
yanlış olmamaktadır.
Bundan sonra;evrenimizde biyologların ve kimyacıların kurguladıkları yaşam ve Darwin’in
seçilimli evreni başlamıştır.
Su mucizesini iyi anlayabilmemiz için;moleküller evrenine daha çok bakmamız
gerekmektedir.Ancak;bu yolla DNA ve RNA moleküllerinin nasıl oluşabildiğini ve giderek
nasıl oluşturulabileceğini anlayabiliriz.
64
Suyun bir diğer mucize yönü de;kendi içinde kurduğu döngüdür.Sıcakta buharlaşır;atmosfere
karışır,soğuk tabakalarda yine suya dönüşür ve kar,dolu,yağmur biçiminde evrenimizdeki
sulara geri döner.
Acaba;su molekülleri,evrenimizin atmosferini aşıp atmosfer dışı ortama;belki de komşu
gezegenlere gidiyor mudur?Ya da ;bu,bilimsel yöntemler ve uygulamalarla sağlanabilir mi?
Uydumuz olan aya;yakın gezegenlere su taşısak ve döksek;(yaşam tohumlama) gibi bir işlem
yapmış olabilir miyiz?Madem ki;ilk yaşam su ortamında gelişti;o zaman bu yolda çaba
harcanmalıdır.
Diğer yandan;RNA ve DNA nın Big Bang’de ortaya çıktığını var sayarsak;uzayın başka
gökadalarında da bizdekine benzer biyoform türleri(kişioğulları,hayvanlar,bitkiler) olması
gerekir.
Yaşamın başlangıcını ya CERN’deki gibi deneylerle kanıtlayabiliriz ya da laboratuar
koşullarında RNA ya da DNA oluşturarak kanıtlayabiliriz.Bir tane tek hücreli canlı
yaratabilsek;laboratuar koşullarında hazırladığımız DNA ve RNA lar çalışsa,sorunu çözmüş
oluruz.
Öyle anlaşılıyor ki;her iki deneyde de;Big Bang’deki patlamayı sağlayan enerji kadar enerjiye
gereksinim vardır.Günümüzde kullandığımız ya da evrenimizin atmosferinde oluşturduğu
enerji(yıldırım ve şimşek)nin yeterli enerjiyi sağlamadığı anlaşılmaktadır.Bir tür süpernova
patlamasında ortaya çıkacak enerjiyi kullanabilmenin yollarını bulmalıyız.
Dolayısıyla;kimyacıların bulamaca yıldırım düştü kavramı da doğru olmamaktadır.Doğru
kuram;yaşamın Big Bang’de başladığı kuramıdır.
Nitekim;biyologistlerin ortaya attığı görüşleri belirten
Darvinciler;Lamarkçılar;mutasyoncular;değişimciler ve yaradılışçıların hepsi; yaşamın
başlangıcını ve türlerin gelişmesini;açıklamada;bedenlerden,hücrelerden,en fazla
moleküllerden söz etmektedirler.
Darwin’e göre seçilimli evrim söz konusudur.
Lamarkçılara göre;kalıtımla aktarım ve kullanılmayanın yok olması kuralları
geçerlidir.Aktarım kuramına inananlar iki gruptur.Spermciler ve kadın yumurtacıları.Onlara
göre;bu yapılarda,zaten küçük bir “kişioğlu” yatmakta ve fetüs ile gelişerek kişioğlu
olmaktadır.Kullanılmayan organlar yok olmaktadır.
Değişimciler;her şeyin değişim ile ortaya çıktığını savunmaktadırlar.
Mutasyoncular;her şeyi mutasyonla açıklamaktadırlar.Ancak;mutasyonların iyi ya da kötü
olanları vardır.Genel olarak mutasyonlara doğumsal bozukluklar denilmektedir.Benim de
mutasyon geçirdiğim;bir tomografi sırsında ortaya çıkmıştır.Kişioğlunun ensesindeki son
omur;kafatasındaki bir yarığa bağlıdır.Bende;bunun böyle olmadığı tomografi sarasında
ortaya çıkmıştır.Bana imzalatılan bir izin belgesi ile;kafatasım,doğum anomalisi olarak o
üniversite derslerinde gösterilmektedir.Bunun;bir mutasyon sonucu olduğu açıktır.
Yaradılışçılar ise;hepsine karşı çıkıp bir ulu varlığın yaşamı kurduğunu ve işlettiğini ileri
sürmektedirler.
Öyle anlaşılıyor ki;bazı biyolojistler,bu görüşlerin dışında,yaradılışı ve türlerin gelişimini
atomist denilen bir görüşle açıklamak eğilimindedirler ve Darwinciler;bunlarla alay
etmektedirler.
Oysa;su mucizesinde olduğu gibi;kişioğlu yapısı mucizesinde de çözüm;atomların yapısındaki
bilgilerden kaynaklanmaktadır.
Atomlar üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir..
65
K Ö R S A A T Ç İ N İ N Ç Ö Z Ü M Ü
Richard Dawkins’in “Kör saatçi” kitabını okumayı tamamladım.Kitabın sonunda;Darwin’in
seçilimli evrimine karşı çıkanların görüşleri de belirtilmiştir.Kendisinin de gözlediği
gibi;evrimle ilgili rakip görüşler,onu yok saymıyor,belki de tamamlıyorlardır.
Einstein,E=mc2 ye ulaştığında kendisinin çok büyük bir buluşta bulunduğunu ileri
sürmüşler.O ise;bunu benimsememiş ve “Ben yeni bir şey bulmadım.Benden önce
bulunanları,söylenenleri sınıflandırıp formüle bağladım” demiştir.
Öyle anlaşılıyor ki,Einstein’ın yaptığının benzerini,birisinin Darwin’in seçilimli evrim kuramı
için yapması gerekmektedir.
Birilerinin bunu denemesi gerekmektedir.
Darwin’in seçilimli evrim kuramı,kabaca şöyle özetlenebilir.
Hepimiz,aynı tek hücreli canlı olan bir tek ortak atadan geldik.Bitkiler,hayvanlar ve
bizler,kişioğulları.
Bu,seçilimli evrim yoluyla gerçekleşti.Önce;basit organizmalar,sonra kişioğlu gibi karmaşık
organizmalar ortaya çıktı.Evrim sürüyor;kişioğlundan daha gelişmiş organizmalar(belki de
türler)ortaya çıkacaktır.
Evrim,DNA daki mesajların ve bilgilerin,farklılaşması ile olmaktadır.İleri doğru evrimler
sürmekte,geriye doğru olan bilgi değişimleri,o türlerin yok olmasına neden olmaktadır.
Evren ve kozmos var olduğundan bu yana,milyonlarca tür yok olmuş,milyonlarca yeni tür
evrimleşmiştir.
Seçilimli evrimin nasıl işlediği konusunda(kerteciler)ve (noktacılar) grupları
bulunmaktadır.Bunlar,jeoloji yardımıyla,tek hücreli atadan çoğalan türlerin soy ağacını
oluşturmağa çalışmaktadırlar.
Moleküler biyolojinin yardımıyla,seçilimli evrimin oluşmasını ve sürmekte olmasını
kanıtlamaya yarayacak bulgular araştırılmaktadır.
Darwin’in sözünü ettiği seçilim,doğal seçilim olmaktadır.Kişioğlunun yol açtığı ya da yaptığı
seçilimler(genetiği değiştirilmiş organizmalar),evrim kuramına dahil değildir.
Özetle;ben,eğrelti otu,saka kuşu,kefal balığı,çekirge;aynı tek hücreli ilk canlıdan türedik ve
evrimleştik.
Evrimin soy ağacını ortaya koymak için taksonomistler(sınıflandırmacılar)ortaya
çıkmıştır.Darwin’e karşı çıkan biyolojistler de,bunların arasından
çıkmıştır.Taksonomistler;çoğunlukla bitkileri ve hayvanları inceler ve sınıflandırırlar.
Evrim düşüncesinin sonuçlarından biri;canlıların soy ağacında,tek bir doğru dallanma
olduğudur.Sınıflandırmanın,bu dallanmayla çakışması gerekmektedir.
Dallanmacı taksonomide;canlıların gruplandırılmasındaki tek ölçüt;kuzenliğin ne kadar yakın
olduğudur.Her türden organizmalar;gerçekte biri biriyle ilişkisiz olamaz.Çünkü,evrende
yaşam bir kez ortaya çıkmıştır.Her şey ilişki içinde ve akrabadır.
Nitekim,bir derviş olan ve bunları öğrenmiş bulunan babam,balık yediğinde ”Haydi
bakalım,sevin ey balık,bak şimdi kişioğluna dönüşüyorsun,insan oluyorsun” derdi.
Dallanmacı taksonomi,son derece hiyerarşiktir.Bu görüşün,ikinci önemli özelliği,mükemmel
yerleşim olmaktadır.
Şempanzelerle bizim genlerimizin yüzde doksan dokuzu ortaktır.Kişioğullarıyla
şempanzelerin en son ortak atası,beş milyon yıl gibi kısa bir süre önce yaşamıştır.Burada;hem
hiyerarşi (Şempanze-kişioğlu) hem de mükemmel yerleşim (memeliler içinde yer alma)
öğeleri bulunmaktadır.
Moleküler biyolojinin gelişmesinden sonra taksonomistler,daha rahat çalışmaya
başlamışlardır.
Moleküler düzeye inildiğinde;tüm hayvanlar,bitkiler ve bakteriler,bir örnektirler.Genetik
kodları aynı olup her biri üç harften oluşan 64 DNA sözcüğü vardır.
66
Türleri farklı kılan;bu sözlükteki sözcükleri kullanarak,değişik tümceler kurmaktır.
Bunun sonucu;taksonomistlerin elinde,türlerin soy ağacını hazırlarken kullanacakları bir
“moleküler saat” bulunmaktadır.
Darwinciliğe ve seçilimli evrim kuramına,çeşitli saldırılar olmaktadır.Şimdi,bunları
inceleyelim.Başlıcaları:Lamarkçılık,yansızlık,mutasyonculuk ve yaradılışçılıktır.
Lamarkçılık ortaya çıktığında,Darwin ve Darwincilik daha ortada yoktu.Lamarkçılığın üç
temel kuralı vardır.
Varlıklar,yaşam merdiveninde ilerlerler.En üstte,kişioğlu vardır.Hayvanlar,bilinçli olarak
evrimleşmek istemektedir.
Türlerde,edinilmiş özelliklerin kalıtımı vardır.
Kullanılan organ gelişir,kullanılmayan organ körelir ve yok olur.Dolayısıyla,başına bu olay
gelen tür yok olur(ya da ilerler).
Lamarkçılıkta,kalıtımla ilgili olarak embriyoloji önem kazanmış ve ön oluşmacılık ve
epigenesis adlı iki alt kuram gelişmiştir.
Ön oluşumculara göre spermin içinde (başka bir görüşe göre ise kadın yumurtası
içinde)minyatür bir kişioğlu,bir homonculus vardır.Döllenmeden sonra,fetüs durumuna,bebek
durumuna gelir ve kendisini kurar.
Günümüzde;döllenmiş yumurtaların içindeki DNA da,yetişkin bedenin planının olduğuna
inanılmaktadır.Gerçekte;hayvanların döllenmiş yumurtadan nasıl geliştiği konusundaki her
şeyi kavramış durumda değiliz.
Özetle;bu durumuyla Lamarkçılık,Darwinciliği desteklemektedir.
Türler arasında bir hiyerarşi vardır.
Türlerin değişmesi ve yeni türlerin ortaya çıkması,edinilmiş yeteneklerin genlerle aktarımı ile
olmaktadır.
Kullanılmayan organ yok olur ve yeni bir tür ortaya çıkar.Kullanılan organ gelişir.Bunun en
iyi örneği kişioğlunun beynidir.Kişioğlunun beyni;ortaçağdaki bir kişioğlunun beynine
bakarak çok gelişmiştir.Mutasyon geçirmiş varlıklar,bunun dışındadır.
Yansızcılar diye anılanlar;görüşlerini,moleküler biyolojiye dayandırmaktadırlar.Bir
molekülün değişik uyarlamaları,biri birinden daha iyi değildir.Dolayısıyla;evrimsel
değişimlerin büyük çoğunluğu,moleküler genetik açısından yansız;doğal seçilim açısından
gelişigüzel olmaktadır.
Özetle;mutasyonların,yansız olduğunu savunmaktadırlar.O zaman,doğal seçilimli evrimdeki
hiyerarşiye karşı çıkmış olmaktadırlar.
Öyle anlaşılıyor ki,yansızlar,Darwinciliğe temelde karşı çıkmıyorlar.Üstelik,moleküler
biyolojiye öncelik vererek,onu güçlendiriyorlar.
Gelelim mutasyonculara.
Mendel’den sonra ortaya çıkan bu görüşe göre;türler,her zaman tek bir mutasyondan
kaynaklanmıştır.Onlara göre,seçilim önemli değildir.
Onları,Darwincilerden ayıran özellikleri,mutasyonların,Darwincilerin inandığı gibi,gelişigüzel
olmamasıydı.Mutasyoncular,bedenin belirli yönlerde değişmek için “içsel bir eğilimi”
olduğunu düşündüler.Böyle bir eğilim varsa;bunun da DNA da yer alması doğal
olmaktadır.Son zamanlarda ileri sürülen “moleküler itki” kuramına göre;doğal
seçilim,mutasyona dayalı evrimi,uyum sağlayıcı yönde itebilir.
Görüldüğü gibi;mutasyoncular da,Darwin’in seçilimli evrimini ret etmiyorlar. .Aksine,
anlaşılmasını kolaylaştırıyorlar.
Yaradılışçılara gelince;onlara göre yaşam,bilinçli bir tasarımcı tarafından yaratılmıştır ve eğer
Darwin’in evrimi varsa,bunu da o tasarımcı kurmakta ve yönetmektedir.Ancak,bu inançlara
göre;kimilerinin dediği gibi,kişioğlu balçıktan yaratılmıştır,kimileri ise kişioğlunun
karıncaların dışkısından yaratıldığını ileri sürmektedir.
67
Düğer yandan;günümüzde yaratılışçılar “anlık yaratılış” öykülerinden vaz
geçmişlerdir.Ancak,onlara göre “yönlendirilmiş bir evrim” vardır.
Keza;yaratılışçılar da Darwin’in seçilimli evrim kuramına karşı çıkmıyorlar;evrimin “tanrının
işi” olduğunu söylüyorlar.
Bu arada;Darwincilerin “atomistler”diye alaya aldıkları bazı biyolojistler;yaşamın
başlangıcının ve evrimleşmenin,atomlardaki(belki de atom altı parçacıklardaki) bilgilerde
yattığını söylemektedirler.
Moleküler biyolojistler bile,bir silisyum atomunun evrimleşerek ilk canlı hücreyi ortaya
çıkardığını anlatırken;DNA nın gelip bu silisyum atomuna yapıştığını ve canlı gibi görünen
silisyumu “canlandırdığını” ileri sürüyorlar.
Diğer yandan;evrenin ve uzayın DNA larla kaplı olduğunu;bunların istedikleri canlıyı ortaya
çıkardıklarını ileri sürüyorlar.
Sonuçta;DNA da atomlardan oluştuğundan,atomistlerin görüşlerinin doğru olduğunu
düşünmek yerinde olur.
Big Bang adlı büyük patlamada oraya çıkan varlıklar,atomlar(belki de atom altı
parçacıklar)dır.Hiç kuşkusuz,bunların içinde depolanmış “bilgiler” de vardı.O bilgilerden
yararlanarak H2O yu,yani suyu ya da demir sülfürü yaratmak için atomlar bilinçli olarak bir
araya gelmişlerdir.Aynı biçimde,DNA yı ortaya çıkarmak için de atomların bir araya
geldikleri anlaşılmaktadır.
Suyu,demir sülfürü yaratmak için birleşen atomların,bir organik kimya ürünü olan DNA yı da
bir araya gelerek yaratmaları,tutarlı olmaktadır.Zaten,kimse de DNA larda atomlar yoktur
diyememektedir.
Sonuç olarak;Darwincilerin ileri sürdüğü doğal seçilimli evrim kuramı
doğrudur.Ancak,evrimin evrenimizde başladığını ve sürdüğünü varsaymak,yanlış olmaktadır.
Ayrıca,günümüzde,kişioğlunun bilinçli karışmalarıyla da evrimleşmeler olmaktadır.Seçilimli
evrim,doğal olmaktan çıkmıştır.
Eğer kozmos ve evren Big Bang den ortaya çıkmışsa;o zaman evrim Big Bang ile başlamış
olmaktadır.
Bu durumda;H2O(su) daki atomlarla DNA daki atomlar arasında bir ayırım olamayacağına
göre;canlı-cansız ayırımı da yanlış olmaktadır.
Doğal ya da yapay seçilimli evrimleşme kuramı;bu ayırım olmadan incelenmeli ve
geliştirilmelidir.
Z İ N C İ R L E M E R E A K S İ Y O N S Ü R Ü Y O R M U
En basit bilim ansiklopedilerindeki anlatıma göre zincirleme reaksiyon şudur:
Ağır atom(uranyum 235 gibi)çekirdekleri sabit değillerdir ve
bölünebilirler.Çekirdeklerin,kendiliğinden bölünmeleri,çok az gerçekleşen bir olaydır.
Bu bölünmeyi,yapay olarak gerçekleştirmek için,çekirdekten bir nötron alınır.Bu nötron
salınır;bir,ki,üç…nötronu serbest bırakarak iki parçaya ayrılır.
Serbest kalan nötronlar,komşu çekirdeklere saldırırlar.Aynı olgu,durmadan
yinelenir.Bu,zincirleme reaksiyondur.
Bu olaydan;büyük bir ısı,bir enerji ortaya çıkar.Belki de,güneşte olduğu gibi;büyük bir ısı
kaynağı bu tür bir olayı ortaya çıkarabilir.
Nükleer parçalanma,başka alanlarda da kullanılarak,nükleer enerji elde edilmektedir.Fizyon
enerjisi denilen bu enerji;hidrojen izotoplarının –döteryum ve trityum okyanuslarda bol
miktarda bulunurlar-çok yüksek derecede ısıtılmasıyla elde edilmektedir.
1934 yılında Enrico Fermi;çekirdeklerin bombardımana tabi tutulmasında,nötronları mermi
gibi kullandı.
68
İlk olarak Almanlar,bir nükleer bomba yapmağa çalışmışlardır.Ancak;Manhattan Projesi ile
ilk atom bombasını ABD yapmış ve Hiroşima ve Nagazaki’de kullanmıştır.İkinci evrensel
savaşı sonlandırmıştır.
Ancak;bu bombayı yapan bilim adamları;bombanın yol açacağı zincirleme reaksiyonu
görmüşler ve başka bombaların yapımına ve yayılmasına engel olmağa çabalamışlardır.
Nükleer bombanın etkisi;çok güçlü şok dalgası ve fırtına gibi yayılan alevler,gamma ışınları
ve geçtiklerinin içlerini yakan,kebap eden serbest kalmış nötronlardır.
Bikini adasında patlatılan bir atom bombasının etkileri çok korkunç olmuş ve oluşan
radyoaktif bulut,yakındaki resif adalarına dek yayılıp kar gibi yağmıştır.
Benzer olay;Çernobil nükleer santralindeki patlama sonucu yaşanmış ve Türkiye’nin
kuzeyi,oluşan radyasyon bulutundan etkilenmiştir.Kanser olayları,birden artmış,patlamıştır.
Radyoaktif döküntüde ortaya çıkan stronsiyum doksan altı yılda,sezyum yüz yılda erimekte
ve kişilerin sağlıklarını etkilemeyi sürdürmektedir.
Nükleer bir savaşın sonunda;şunların olacağı var yasılmaktadır.
Yüksekteki havanın nitrojeni yanacaktır.Nitrojen,nitrojen oksitlerine dönüşecek bu da yukarı
atmosferdeki ozonun önemli bir miktarını yok edecektir.
Nükleer savaş olmadan;yapılan denemelerde patlatılan nükleer bombaların,bu etkisinin ortaya
çıktığı anlaşılmaktadır.Ozon tabakası;kuzey ve güney kutuplarında ve Avrupa üzerinde
delinmiş durumdadır.
Ozonun yok olması sonucu;güneşten gelen mor ötesi ışınlar,yoğun biçimde atmosferden
aşağıya sızacaktır.Bunun sonucu;cilt kanseri(özellikle cildi ince olanlarda)yaygınlaşacaktır.
Günümüzde,bu olgu da yaşanmaktadır.Cilt kanseri olayları yaygınlaşmıştır.Doktorlar,güneşte
kalınmamasını önermektedir.
Nükleer savaşın,havayı toza boğması sonucu,toz tabakası güneş ışınlarını geri
yansıtacağından,yerküre soğuyacaktır.Bunun sonucu;tarımsal üretim düşecek ve kıtlık baş
gösterecektir.
Uzmanlar;bu kıtlığın tehlike çanlarını da çalmağa başlamışlardır.Sorunu çözmek için
GDO(Genetiği değiştirilmiş organizmalar)lar üretilmeye başlanmıştır.
Bir nükleer savaşın getireceği radyasyon;kişioğlu bedeninin bağışıklık sistemini de zaafa
uğratır ve hastalıklara karşı direncini azaltır.
Günümüzde;bu olgu da yaşanmaktadır.Aids,Parkinson,alzaymer hastalıkları;özürlü
doğumları artmaktadır.
Diğer yandan;uzun dönemde radyasyona bağlı mutasyonlar ortaya çıkacaktır.Ortaya yepyeni
bir kişioğlu çıkacaktır.
Yeni yeni hastalıklar,radyoaktif bulaşıkla ölü doğumlar,sakat doğanlar olacaktır.
Bazı bitki ve hayvan türleri yok olacak;bazı yeni türler belirecektir.
Günümüzde;bu durumun da belirtileri vardır.Toplu balina,yunus ölümleri;kuş ölümleri;özürlü
doğum artışları böyledir.
Bunların yanında;kutuplardaki ozon delikleri nedeniyle buzullar erimeye başlamıştır.Bunun
sonucunda;okyanusların ve denizlerin düzeyleri yükselecektir.Bu olgu da yaşanmaktadır.Son
elli yılda,benim yaşadığım kentte deniz düzeyi,elli santim kadar yükselmiştir.Bu bir gel-git
olayı değildir.
Öyle anlaşılıyor ki;bir nükleer savaştan sonra ortaya çıkacağı varsayılan olgular;zaten ortaya
çıkmıştır.
Çünkü;1945-1970 yılları arasında ABD,Avrupa ülkeleri;SSCB(Bugünkü Rusya) tarafından o
kadar çok nükleer bomba(denemeler için) patlatılmıştır ki;zaten bir nükleer savaş yaşanmış
gibi olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki;1945 yılında patlatılan ilk atom bombası ile başlamış olan zincirleme
reaksiyon sürmektedir.
69
Bu nedenle;Amerikalılar ve Ruslar;Ay’a gitmeyi;Venüs ya da Mars gezegeninde yeniden
yaşam kurmayı planlamaktadırlar.
Bu projelerin;zincirleme reaksiyonun başladığı ve süreceği varsayımına dayanabileceğini
gösteren çok belirtiler vardır.
Bu bir kurtuluş olacak mıdır?Başlamış olduğu varsayılan zincirleme reaksiyon,yalnız bizim
yerküremizin mi sonunu getirecektir?Yoksa;güneş sistemimiz etkileyebilecek bir zincirleme
reaksiyonla mı karşı karşıyayız?Başlamış olan bir zincirleme reaksiyon durdurulamaz mı?
Nitekim;bir yandan CERN de denetimli zincirleme reaksiyon yaratmanın yolları
araştırılmaktadır.Bu sağlanırsa;o zaman,başlamış olan bir zincirleme reaksiyonu durdurmanın
Yolları da araştırılacak ve kıyametin yolu böylece kesilmeğe çalışılacaktır.
70

Benzer belgeler