(«cnç Felsefeciye Mektuplar h ristopher Hitchens

Transkript

(«cnç Felsefeciye Mektuplar h ristopher Hitchens
Genç Felsefeciye Mektuplar
Christopher Hitchens
Kariyer yerine yaşanmış bir hayat yaşa. Doğru olanın korunmasında
al. Yaşanan özgürlük, yaşadığın birkaç kaybı telafi edecektir.
tarzını beğenmiyorsan,
sohbetlerde
kendininkini
geliştir. Çoğalmanın
kendini ortaya koy ve o zaman çalışmanın
yer
Diğerlerinin
hilelerini
keyfi
bil,
günlerini
doldurur.
Yukarıdaki alıntının yer aldığı Genç Felsefeciye
Mektuplar çok satan ve
dünya çapında bir provokatör olan Christopher Hitchens'in radikal, at
sineği, başına buyruk, asi ve sabırsız genç bay ve bayanlardan oluşan
gelecek kuşaklara ilham verdiği sıra dışı bir çalışma.
Asil ruhlu muhaliften, baş belası gereksiz kişilere kadar tüm "muhalif
konumlan" inceleyen Hitchens, sonraki kuşaklara kendisine ilham veren
zihinleri ve aykırı kişileri tanıtıyor; Emile Zola, Rosa Parks ve George
Orwell gibi yol göstericilerden faydalanıyor.
Genç Felsefeciye
Mektuplar
kendine güvenen siyasetçilerin suyunu
çıkarırken, samimiyetsiz aydın sınıfının hâkimiyetinde paha biçilmez
kıymetteki bir korkusuzlukla, kabul görmüş fikirleri ve basındaki görüş
birliğini lime lime eden harikulade bir eser.
POPÜLER BİLİM
(«cnç Felsefeciye Mektuplar
h ristopher Hitchens
CHRISTOPHER HITCHENS popüler bir yazar, köşe yazarı, editör ve kitap eleştirmenidir. The Atlantic Monthly, Vanity Fair,
Granta ve Harper's gibi çeşitli yayınlar için düzenli olarak yazmaktadır. Son çıkan kitapları arasında Btood, Class, and Empire ve A Long Short War yer almaktadır. Yazar Washington,
DC'de yaşıyor.
GENÇ FELSEFECİYE
MEKTUPLAR
Christopher Hitchens
Çeviri: Zeynep Ertan
EDREMİT
MUZAFFER AKPINAR
H*LK KÜTÜPHANESİ
Demifbaş No: 2 3 5 - 1 1
Tasnif
NÇ '• S 2 6 H
PROFİL
în
© C h r i s t o p h e r Hitchens, 2 0 0 5
© Basic Books
© PROFİL YAYINCILIK
Vazar/Christopher Hitchens
Orijinal Adı/
Letters
Türkçe Adı /Genç
to a Young
Contrarian
Felsefeciye M e k t u p l a r
Münir Üstün
Genel Koordinatör/
Genel Yayın Yönetmeni/Cem
Küçük
Çeviri I Z e y n e p E r t a n
Kapak
Tasarım/Yunus
İç Tasarım
Baskı-Cilt
Karaaslan
/ Adem Şenel
/ Kitap M a t b a a s ı
Davutpaşa Cad. No: 123 Kat: 1
Topkapı -istanbul Tel: 0 212 482 99 10
1. B A S K I E K İ M 2 0 0 8
978-975-996-175-6
P R O F İ L : 12ü
P O P Ü L E R - B İ L İ M : 04
PROFİL YAYINCILIK
Ç a t a l ç e ş m e S k . No:52 K.3
Cağaloğlu - İ S T A N B U L
www.profilkitap.com / bilgiQprofilkitap.com
Tel. 0212. 514 45 11 F a k s . 0212. 5 1 4 4 5 12
Profil Yayıncılık M a v i a ğ a ç K ü l t ü r S a n a t Yayıncılık Tic.Ltd.5ti m a r k a s ı d ı r .
© Bu kitabın Türkçe yayın hakları Nurcihan Kesim
®
Literary Agency aracılığıyla Profil
Yayıncılık'a aittir. Yayıncının izni olmadan herhangi bir formda yayınlanamaz, kopyalanamaz ve
çoğaltılamaz. Ancak kaynak gösterilerek alınlı yapılabilir.
Peter Sedgwick'in
anısına
•
Önsöz
Sevgili X,
Artık bu küçük kâğıttan gemiyi akıntıya bırakma zamanı
geldiğine göre, sana bu kapanış mektubunu başlangıç olarak
yazmayı düşündüm. Kitap, editörler ve matbaacıların elinde olduğu sırada bildiğin gibi ben de başka cephelerde meşguldüm.
Sana ait bazı sorular bana ulaştı/Yolundan sapmış bazı soruların
kulağıma geldi: Kendimin veya çalışmalarımın kötüye kullanıldığım ya da halka yönelik yayınlarda yanlış biçimde sunulduğunu gördüğümde nasıl tepki veriyordum?
Bunun kısa yanıtı, bu duruma umursamazlığa kapılmadan
alışmış olmamdır. Ben insanlara saldırıyor ve onları eleştiriyorum; bunun karşılığında insanlardan hoşgörü beklemeye hakkım yok. Ayrıca eleştiri veya haberleri umursamadığını söyleyen
yazarlara da inanmıyorum. Ancak daha önceki eleştiri veya haber kupürlerine dayanan eleştiri ve haberleri tekrar tekrar okumaktan yoruluyorum. Nitekim her zaman, "Daha önceki hedefleri arasında Bili Clinton'ın yanı sıra Rahibe Teresa ve Prenses
Diana da bulunan Hitchens'ın şimdiki hedefi..." diye başlayan ve
ödünç alınmış sözcüklerden oluşan standart biçimde yazılmış
bir paragraf başlangıcı mutlaka bulunur.
Genç Felsefeciye Mektuplar
Tahmin edeceğin gibi bu elbette insanın keyfini kaçıran
bir durum. Öncelikle, "mesleğim"in tekrara düştüğünün farz
edildiğini görmek canımı sıkıyor. Hiç kimse, "Rahibe Teresa'yı
Haiti'deki Duvalier rejimini sıcak karşıladığı için eleştiren
Hitchens," demek gibi bir orijinallikte bile bulunmuyor. Muhalif
görüşlerin bir kenara atılması veya ölüme terk edilmesinin gizli
kapaklı yolu bu. Ancak beni yazmaya teşvik eden şey kendime
acımam değildi. 2001 yılının Mayıs ve Haziran ayları arasındaki
bir aylık dönemde başıma gelenleri sana anlatayım.
Vatikan'ın doğrudan bir isteği üzerine, Rahibe Teresa'nm
yakında gerçekleşecek olan azizlik mertebesine çıkarılışıyla ilgili oturumlarda karşı taraf için kanıt sunmaya davet edildim.
Gerçek anlamıyla Şeytanın Avukatını oynamak şaşırtıcı bir fırsattı ve şunu da söylemeliyim ki, Kilise benim liberal eleştirmenlerimden çok daha dikkatli ve vicdanlı davrandı. Kapalı bir oda,
bir İncil, bir kasetçalar, bir Monsenyör, Bir Papaz ve Yardımcısı
(diyakoz) - dinsel bir ortamda almıyordu ifadem ve bütün bulgu ve fikirlerimi sunmam isteniyordu. Bununla ilgili ayrıntıları
başka zaman anlatacağım; burada önemli olan bu kaydın şimdi
kökten dincilerin tekelinde olmaması.
İngiliz televizyonu Prenses Diana ile ilgili geniş kapsamlı
bir belgesel yayımlıyor ve ona rağbet etmeyenlerimize (sonunda)
uygun yer ve zamanı ayırıyor. Benimle oldukça uzun süren bir
görüşme yapıldı ve kısa bir süre öncesine kadar mesleki bir tehlike olan isterik mektuplardan bana bir pay düşmedi. Bir keki kim
ikinci defa kabartabilirdi ki?
Slobodan Miloseviç mahkeme önüne çıkmak üzere Lahey'e
götürüldü. Mali yardım vaatleri karşılığında Sırbistan'dan etkili
bir biçimde "satın alınmasına tam olarak sevindiğimi söyleyemem ama Dayton'da mahkemeyle işbirliği içine girmeyi taahhüt
etmesinden bu yana yıllar geçti ve bu kadarı yeterdi. Srebrenika
ve Saraybosna ve Kosova ile ilgili bulunduğum bütün iddiala9
Christopher Hitchens
rı ve Sırp faşizmini durdurmak için hiçbir şey yapmadığımdan
dolayı sunulan bütün saçma bahaneleri ve Bosna'da durumun
ümitsiz göründüğü bütün o zamanı düşündüm ve yaptığım o az
şeylerle gurur duymam için kendime izin verdiğim gibi, yaptığım şeylerin azlığından da utanç duydum.
Bili Clinton'ın bir uyuşturucu satıcısı için af almaya çalışan ve aynı zamanda tuğla kalınlığındaki bir seyahat çekini
nasıl edindiğini açıklayan üvey kardeşi Roger tarafından yazılı
bir notta Başkanın onaylayıcı parafı bulunmuştu. Her zamanki
gibi "kanıtlanan bir bedel yok" ifadesiyle ilgili gizlilik sürmüştü,
ancak Rich affından sonra Clinton'ın ucuz bir sahtekâr olup olmadığına dair bir kavgaya girebilmemin üzerinden aylar geçmiş
olduğunu fark ettim. İnanın bana, bunun başka türlü olduğu zamanı hatırlıyorum...
Savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlarla sorumlu olduğuna dair suçlamamı karşılamak üzere televizyonda meydan
okuduğum Henry Kissinger konuyu değiştirmek için çılgınca ve
umutsuzca bir çaba içine girdi ve beni Nazi Katliamını inkâr
etmekle suçladı. (Ayrıca Rahibe Teresa'dan ve her nedense Jackie
Kennedy'den bahsetme geleneğini de sürdürdü.) Bu da hem karalama nedeniyle hem de gerçeklerin araştırılması yoluyla onun
yetenekli ve bunu âdet haline getirmiş bir yalancı olduğunu göstermek için kendisine karşı yasal işlemleri başlatmama neden
oldu. Daha önce onun hakkında yazılı olarak ifade ettiklerim
sayesinde benim onu dava etmemle onun beni dava etmesi arasındaki uygunsuzluk açıkça görülüyordu. Ancak benim tek kanıtlayabildiğim kendi söylediklerimin doğru olmasıyken, o kendi söylediklerinin doğruluğunu kanıtlayamadı, ki bu da önemli
bir farklılık yaratıyor. (Adlai Stevenson bir defasında Richard
Nixon'a şöyle demişti: "Benim hakkımda yalan söylemeyi bırakırsan ben de senin hakkında doğrulan söylemeyi bırakırım."
Buradaki ses uyumu çok hoşuma gitse de Kamboçya ve Kıbrıs
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
ve Şili ve Doğu Timor'u mahveden adamla böyle bir pazarlığa
girmeye hakkım yok.)
Dolayısıyla bu benim için şaşırtıcı ve harikulade bir ay oldu;
belki de hayatımın en güzel ayı. (Aynı dönemde George Orwell'le
ilgili yüzüncü yıl çalışmamı bitirdim. Onunla ilgili yazarken
yukardakilerin hepsinden daha medeniydim.) Bunu sadece kendimle övünmek için anlatmıyorum, ama yine de övündüğümü
gizleyemem. Şöhret kültürü ve bir grup ayaktakımı ve sahtekâr
avukatlar ve sahte devlet adamları ve papazlar her şeyi kendilerine göre yorumlarken bunların etkisini gidermek için aylar,
aylar geçti. Elbette geri döneceklerdi. Onlar her zaman "geri"
dönerler. Asla bırakıp gitmezler. Ama zafer kazanacakları kesin
değil. Ayrıca iyi haberler veya "iyi bir basın"ın oluşturduğu cafcaflı ve aldatıcı bir görüntüde yer alan her şeyden çok daha tatlı
aklamalar var.
Bu konulardan bazlarını ilerleyen sayfalarda pekiştireceğimi umut ediyor ve bu nedenle beni yazmaya teşvik ettiğin için
sana bir kez daha teşekkür ediyorum.
- Christopher Hitchens
Stanford, Kaliforniya
Bağımsızlık Günü 2001
•
Giriş
İlerleyen sayfalarda 2000 yılının ilk aylarında bana karşı yapılan meydan okumanın geçici kabulünü bulacaksın. Kıpır kıpır
gençlere bir tavsiyede bulunabilir miydim; onları hayal kırıklığına uğramaktan kurtaracak bir tavsiye? New York'ta bulunan
New School'daki öğrencilerim ve diğer kampüslerin bar ve kafelerinde konuştuğum öğrenciler arasında birçoğu dünyayı daha
iyi bir hale getirmek ve mümkün olduğunca kendi belirledikleri
bir hayatı yaşamak (tam olarak aynı şey değil) konusunda modası geçmiş ümitleri hâlâ koruyordu. Bu sohbetler zaman içinde
birçok farklı şekil alarak sonunda beni, '68 kuşağının kır saçlı
bir üyesi ya da kısmen sona eren, kısmen de seksen dokuz olaylarında doruğa çıkan son devrimci ayaklanma döneminden sağ
kalan biri olarak damgalayan her milisaniyenin ağırlığını üzerimde hissetmeye başladım. Ardından bu konuyu mektup tarzında, yani daha açık belirtmek gerekirse, Genç Şaire Mektuplar
kitabındaki Rainer Maria Rilke tarafından ortaya atılan biçimde
açıklamam ve tartışmam için bir teklif geldi. İlk tepkim Byron'un
Yunanlıların köle gibi kullanılmasını kınayan şiirinde söylediklerini hatırlamak oldu:
Ve bu kadar zamandır kutsal olan liriniz
Benimkiler gibi ellere mi düşmeliydi?
10
Genç Felsefeciye Mektuplar
Ancak çoğu öğrencim bunun zaman ayırmaya değer ya da
en azından eğlenceli olabileceğini düşündü ve ilerleyen sayfalardaki mektuplar elenerek, bütün öğrencileri temsil ediyormuşçasına içlerinden birine yazıldı.
m i
Sevgili X,
Radikal ya da "karşıt" bir hayatın nasıl yaşanacağını bana
sorarken hem benim gururumu okşamış hem de beni utandırmış oluyorsun. Gururumu okşuyorsun çünkü, tanım olarak bir
varlık tek başına bir model sunamayacağı halde (ve görüş ayrılığı içinde yaşanıyorsa taklit de edilmemelidir) birinin "modeli"
olabileceğimi ima ediyorsun. Utanmamın nedeni ise öne sürdüğün ünvan. Çok tuhaf bir durum ama dilimiz ve kültürümüzde
söylemek istediğini tam olarak karşılayacak bir sözcük olmadığı
bir gerçek. Soylu "muhalif" ünvanı iddia edilmekten çok kazanılmalıdır; sadece fikir uyuşmazlığından çok özveri ve riski de
ifade eder ve örnek gösterilen ve cesur pek çok erkek ve kadına
verilen bir ünvandır. "Radikal" faydalı ve onur verici bir terimdir - birçok yönden benim tercih ettiğim bir sözcüktür - ancak
başka bir mektupta tartışacağım gibi çeşitli sağlık uyarılarım da
beraberinde getirir. Geriye kalan ifadelerin - "başına buyruk",
"serseri mayın", "asi", "sabırsız genç adam", "at sineği" - hepsi
de duygu içerikli ve hor gören ve belki de bu nedenle biraz küçük düşürücü sözcüklerdir. Bunlardan toplumun, şefkatli bir
aile gibi, tuhaflıkları hoşgördüğü ve hatta takdir ettiği anlaşılabilir. "İkonoklast" terimi bile nadiren olumsuz anlamda, daha
çok imgelerin kırılmasının zararsız bir enerji boşaltımı olduğunu anlatmak için kullanılır. Hatta bu eğilimi onaylayan resmî
12
Genç Felsefeciye Mektuplar
ifadeler de bulunur ve bunlardan sonuncusu da övülmeye değer
olduğu düşünülen "kutunun dışında düşünmek "tir. Umuyorum
ki "kötü ç o c u k l u k t a n mezun olup "huysuz ihtiyar" olana kadar
uzun yaşarım. Daha sonra "soyumuzun müthiş tenezzülü" - ben
daha küçük bir çocukken öğretilere karşı gelen tecrübeli bir kişi
olan E.P. Thompson'm oluşturduğu manalı bir ifadedir - kemiklerimin etrafını sarabilir.
Eğer " k u t u n u n çok fazla dışına çıkarsanız bu dtfa daha
az "hoşgörülü" bir dille karşılaşırsınız. Buradaki anahtar sözcükler "fanatik," "baş belası", "uyumsuz" ya da "hoşnutsuz"dur.
Bunların arasında Akıntıya Karşı ya da Akıma Karşı gibi başlıklarla kendinden hoşnut birçok biyografi bulmak da mümkündür.
("New York entelektüelleri" arkadaşlarıyla ilgili yazan Harold
Rosenberg bir defasında bu okula topluca "bağımsız zihinler sürüsü" adını vermişti.)
Bu arada eğlence endüstrisinin bitmeyen talepleri de bizi
diğer eleştiri stillerinden ve bunları takdir etme yollarından
mahrum bırakmakla tehdit ediyor. "Hicivli" ya da "alaycı" olmak artık başka şekilde ele almıyor; hicivci hızlı konuşan bir sinik olurken, alaycı yalnızca iğneleyici ya da kendini düşünen ve
gözü açık oluyor. "Alay'Vİroni gibi değerli ve yeri doldurulamaz
bir sözcük "anomi" için tembel bir eşanlamlı sözcük haline geldiğinde, orijinallik için çok az yer kalıyor.
Yakınmayı bir kenara bırakalım. Görüş ayrılığına gerçekten
elverişli bir devirde yaşamayı beklemek fazla olur. Ve çoğu insan,
çoğu zaman onay veya güvence aramayı tercih eder. Bu da bizi
şaşırtmamalıdır (ve bu arada, bunlar kendi içlerinde aşağılanacak istekler de değildir). Yine de her dönemde kendilerini bir
şekilde farklı hisseden insanlar vardır. İnsanlık bunu kabul etse
de etmese de bu tür insanlara çok şey borçlu olduğunu söylemek
yanlış olmaz. (Bu arada teşekkür beklemeyin. Bir muhalefetçinin hayatının zor olması beklenir.)
U
Christopher Hitchens
Bazı dinî ve tarikatlarla ilgili çağrışımları olmasa şimdi bir
tanım olarak işe yarayabilecek "karşıt görüşlü" ifadesini kullanırdım. Aynı sorun "özgür düşünceli" ifadesinde de var. Ama bu
terim muhtemelen daha iyi, çünkü insanın kendi için düşünmesi konusunda önemli bir noktaya değiniyor. Bağımsız zihnin özü
ne düşündüğünde değil, nasıl düşündüğünde yatar. "Entelektüel"
terimi başlangıçta Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un suçluluğuna inanan Fransa'dakiler tarafından uydurulmuştur. Nihilizme karşı
koruduklarının yaşayan, uyum ve düzen içinde bir toplum olduğunu düşünüyorlardı ve bu küçümseyici sözcüğü hastalıklı,
iç dünyasını inceleyen, hain ve güçsüz olduğunu düşündükleri
kişilere karşı kullandılar. Sözcük bugün bile bu çağrışımı tam
anlamıyla kaybetmemiştir ancak bir hakaret olarak çok daha az
sıklıkta kullanılır. (Ve hepsi de hakaret ya da aşağılamak üzere
oluşturulan "Tutucu", "empresyonist" ve "kadın haklan savunucusu" gibi, hedefleri tarafından alınarak gururla taşınmışlardır.)
İnsan "entelektüel" olduğunu iddia ederken, bir muhalif olma iddiasındayken hissettiğine benzer bir utanç duyuyor, ancak Emile
Zola figürü insana cesaret veriyor ve adalet için verdiği benzersiz
mücadelesi tek bir kişi tarafından nelerin başarılabileceğine dair
ölümsüz örneklerden birini teşkil ediyor.
Aslında Zola, haksızlığa uğramış bir adamın savunmasını
yapmak için çok fazla entelektüel kapasiteye gerek duymamıştı,
önce, romanlarının sosyal arka planı için de kullanmaya alışık
olduğu hitap ve gazetecilik becerilerini uyguladı. Bunlar onu
tartışılmaz gerçeklerin sahibi yaptı. Ama gerçekler tek başına
yeterli değildi, çünkü Dreyfus karşıtları gerçek davalarını sanığın gerçekten suçlu ya da suçsuz olması üzerine kurmamışlardı.
Açıkça devletin çıkarları için davanın yeniden açılmamasının
daha iyi olacağını savunuyorlardı. Davanın yeniden açılması ancak kurumlara ve düzene olan kamu güvenini sarsmaya yarardı.
Neden bu risk alınsındı ki? Ve bu neden bir Yahudi için yapılsın-
1 FI
Genç Felsefeciye Mektuplar
dı? Bu nedenle Dreyfus taraftarları gerçeklerle ilgili yanıldıkları
konusunda değil, tehlikeli, vatan haini, din düşmanı oldukları
konusundaki suçlamalara göğüs germek zorunda kaldılar; bazı
sağgörülü kişileri kavgadan uzak tutmaya çalışan suçlamalardı
bunlar.
Antik Roma zamanlarından kalma bir deyiş vardır: Fiat
justitia - ruat caelum. "Siz adaleti uygulayın, bırakın gökyüzü
yerle bir olsun." Her devirde, kabile dayanışması ya da sosyal birleşme gibi "daha önemli" menfaatlerin adalet taleplerinden önce
geldiğini savunanlar olmuştur. Birey ya da gerçeğin, "düzen"
gibi farazi çıkarlar için kurban edilemeyeceği, "Batı" medeniyetinin bir aksiyomu sayılıyor. Ama aslında bu tür kurbanlar sıkça
verilmekte. Bu ideale en azından sahte bir bağlılık gösterildiği
kadarıyla, bu sonuç sakin bir yaşam için var olan toplu içgüdüye
karşı bireysel mücadelelerin bir sonucudur. Emile Zola herhangi
ciddi ve hümanistik bir radikal için model oluşturabilir; çünkü
sadece bireyin elinden alınamaz haklarını savunmakla kalmamış, yaptığı hücumu klerikalizm, ırkla ilgili nefret, militarizm
ve "ulus" ve devlet fetişizmi ile oynanan aşağılık rolü de kapsayacak şekilde genelleştirmiştir. Onun 1897 ve 1898 yıllarına ait
mektup halindeki sert ve zekice hazırlanan kampanyası, gelecek
yirminci yüzyılı bulandıran büyük mücadelelerin çoğu için bir
açılış oyunuymuş gibi okunabilir.
En ünlü mektubu olan J'Accuse'u (Suçluyorum) ülkenin
cumhurbaşkanına yazmadan önce Zola'nm Fransa'nın gençlerine ve Fransa'nın kendisine de açık mektuplar sunduğunu
insanlar unutuyor. Kendisini bozulan elit kesimi eleştirmekle
sınırlamamış, kamuoyuna ayna tutarak kendi çirkinliklerinin
yansımasını görmelerini sağlamıştı. Gençlere, Latin Quarter'm
Polonya ve Yunanistan için anlayışla dolu olduğu cesur günleri
hatırlattıktan sonra, Dreyfus taraftarlarına karşı gösteriler yapan öğrencilere duyduğu tiksintiyi yazmıştı:
17 103
Christopher Hitchens
Gençlerimiz arasında Yahudi aleyhtarları var, öyle mi? Bu
aptalca zehir onların zihinlerini harap edip ruhlarını mı
çürüttü şimdiden? Doğmaya yüz tutmuş yirminci yüzyıl
için ne kadar üzücü, ne kadar endişe verici bir durum.
İnsan Hakları Bildirisinden yüz yıl sonra, üstün hoşgörü
ve özgürlük yasasından yüz yıl sonra, din savaşına, bağnazlıkların en nefret uyandıran ve en aptalcasına geri dönüyoruz!
Bozulan ahlaki atmosferi anlatan Zola çarpıcı bir imge kullanıyor:
Utanç verici bir terör hüküm sürüyor, en cesurlar korkağa
dönüşüyor ve vatan haini ya da rüşvet alıcı olarak suçlanmak korkusuyla kimse düşündüklerini söylemeye cesaret
edemiyor. Başta adalet için ortaya çıkan birkaç gazete de
şimdi okuyucularının önünde çamur içinde sürünüyor...
Vatandaşlardan şunları düşünmesini istediği Fransız ulusuna yazdığı mektubunda bu konuya tekrar değiniyor:
Tehlikenin tam da kamuoyunun bu koyu inatçılığında
yattığının farkında mısınızP Yüz kadar gazete her gün kamuoyunun Dreyfus'un suçsuz bulunmasını istemediğini,
suçlu bulunmasının ülkenin güvenliği için gerekli olduğunu tekrar ediyor. Ve eğer yetkili kişiler böyle bir aldatmacanın gerçeği bastırmasından faydalanırsa, sizin de ne
kadar suçlu olacağınızı biliyor musunuz?
Toplumu analiz ederken asla soyut olmayan Zola, kendine
güveni olmayan kalabalık ile onların göklere çıkardığı "güçlü
adamlar" ve orduyla aralarında var olan neredeyse sadomazoşist
ilişkiyi ortaya çıkarmıştı:
Genç Felsefeciye Mektuplar
Vicdanınızı bir yoklayın. Gerçekten istediğiniz ona saldıran hiçbir şey yokken savunma yapan bir Ordu muydu?
Birden överek göklere çıkarma ihtiyacı duyduğunuz kılıç
değil miydi yoksa?
hitap ederken yalnızca itham belgesinin ayrıntılarını tamamlıyor ve gericilerden oluşan bir grubu çifte suç işlemekle itham
ediyordu - suçsuz bir adamı suçlu göstermek ve suçlu birini aklamak. (Yetkililerin tarafsız ve tuhaf bir biçimde adlî "hata" olarak
Aslında sizdeki henüz gerçek cumhuriyetçi kanı değil; tüy-
adlandırmaktan hoşlandıkları durumları düşünürken, suçsuz
lü bir miğfer görüntüsü sizi hâlâ daha çok heyecanlandı-
olanın mahkûmiyetinin, suçlu olanın kendiliğinden aklanması-
rıyor, aramıza bir kral geldiği an ona âşık oluyorsunuz...
nı da içerdiğini unutmamak gerekir. Buradaki, çocuğun düşme-
Düşündüğünüz
si değil, kürtaj edilmesidir.)
Ordu değil, görünüşe göre hayallerinizi
süsleyen General.
Bana göre içlerinde en iyisi Zola'nm Kilisenin suç ortaklığı
konusundaki doğrudan ve ölçülü ithamdı:
Nereye doğru yürüdüğünü biliyor musun Fransa? Roma
Kilisesine doğru gidiyorsun, en önemli çocuklarının ona
karşı savaştığı geçmişteki hoşgörüsüzlük ve teokrasiye dönüyorsun... Bugün Yahudi aleyhtarlarının taktikleri çok
basit. İnsanları etkilemek için boş yere kürek çeken Katolik
kilisesi, işçi kulüpleri kurdu ve hacıların sayısını katladı;
onları geri kazanmayı ya da yeniden sunağın etrafında
toplamayı başaramadı. Sorun kesin olarak halledildi,
kiliseler boş kaldı, insanlar inançlarını kaybetti. Ve işte,
onlara Yahudi aleyhtarı öfkeyi bulaştırmayı mümkün kılan şartlar oluştu ve bu bağnazlık virüsü ile zehirlenenler
sokaklarda "Kahrolsun Yahudiler! Yahudilere ölüm!" diye
bağırmaya başladılar... Fransa halkı bağnaz ve işkenceci
insanlara dönüştürüldükten sonra, bu kadar zorluk karşısında yenik düşen insan haklarına duydukları sevgi ve
cömertlikleri kalplerinden söküp atılınca, şüphesiz Tanrı
gerisini halledecektir.
Bu, Svvift'ten beri görülmemiş şiddette bir öfkeydi. O kadar
ki Zola L'Aurore'un ön sayfasında Cumhurbaşkanı Felix Faure'a
18
Christopher Hitchens
Zola'yı dikkatle okuduğunuz zaman daha
sonrasında
l-'ransa'yı - Verdun'dan Vichy'e- ve aslında göstermelik mahkemeleri ve kampları ve askerî alayları ve yanılmaz liderleri ile
bütün Avrupa'yı bastıran delilikler ve suçlar karşısında daha az
şaşırırsınız. Ayrıca günümüzde her gün denemelerini sürdürdüğü görülen papalığın neden Yahudiler, Protestanlar ve inanmayanlarla olan geçmişi hakkında hiçbir zaman açık ve dürüst bir
.ıçıklama oluşturamadığını da daha iyi anlayacaksınız. Ve bütün bunların hepsi hayır deme hakkını kullanan ve zamanında,
yine basit şekilde söylediğimiz gibi "mahkemede" değil de sanık
sandalyesinde ısrarlarına devam eden (Zola'nın başarıyla yaptığı
gibi) kararlı ve prensipli tek bir bireyden edinilebiliyor.
Eski zamanlardan yapılabilecek bir başka gözlem, cesaretin kendi başına en önemli erdemlerden biri olmasa da erdemlerin uygulanmasını mümkün kılan vasıf olduğudur. Yine, bu
onun katı "entelektüel" bölgesinin dışında kalmasına neden
ulur. Galileo, Kilise papazlarının benimsedikleri evren bilimi alt
ııst eden bir keşifte bulunmuş olabilir, ancak işkence âletleriyle
tehdit edildiğinde çabucak fikrinden caymıştır. Elbette ki güneş
ve gezegenler bu inkârdan etkilenmemiştir ve Vatikan ne derse desin gezegenler güneşin etrafında dönmeye devam etmiştir.
(Galileo nin kendisi de inkârını bitirirken belli belirsiz "epur si
ıııuove" - "Ama dönüyor," diye mırıldanmış olabilir.)
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
Ama o bize kabul edilmiş öğretilere karşı çıkan bir cesaretten çok, amaçsız bir sorgulama örneği sunuyor. Onun adına
başkalarının cesur olması gerekti, tıpkı Zola'nın Dreyfus adına
olması gerektiği gibi. (Bu arada, şimdi Zola'nm yanlış yakılan
bir ateş ve tıkanan bir baca yüzünden kazara boğulmaktan ziyade, yatağında öldürülmüş olması gittikçe daha muhtemel görünüyor; büyük adamların kendi zamanlarında ya da ülkelerinde
pek sık onurlandırılmadığınm bir başka kanıtı daha.)
Christopher Hitchens
kalkarsanız, karşınızda önce beni bulursunuz." Genelde olduğu
gibi bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti. Ama şunu unutma, o önemli an gelene
kadar bu şekilde davranacağına dair hiçbir fikri yoktu.
Hayatım boyunca birçok ülkede ve toplumda çok sayıda
cesur muhalifle tanışma ve konuşma şansına ve şerefine sahip
oldum. Büyük çoğunlukla (onlar tarafından seçilmekten çok
kısmen onları "seçmiş" olan) kariyerlerinin başlangıç noktası-
Vietnam'da Amerikalı bir asker olduğu sırada My Lai'deki
nı yaşamlarının ilk dönemlerinde kendilerini bir görüşte bu-
köylülerin 1968 yılında korkunç bir şekilde katledilmesine dair
lunmak ya da bir görüşü savunmak zorunda hissettikleri bir
kanıtları toplayıp açığa çıkardığı zaman kısa bir süreliğine ünlü
olayda buluyorlar. Bazen dışardan bir fikrin sunulduğu ve bu-
olan arkadaşım Ron Ridenhour'u sık sık düşünürüm. Bir insan
nun kök saldığı da oluyor. Bertrand Russel
için yüzleşmesi en zor olan şeylerden biri de savaştayken "kendi"
biraz korku veren bir Püriten olan büyükannesinin kendisine
tarafının yanlış taraf olduğu sonucuna varmasıdır. Sessiz kalmak
"boş sayfalarını en sevdiği metinlerle doldurduğu bir İncil ver-
ve "takım oyuncusu" olmak konusundaki baskı, karşıt görüşe
diğini" söylüyor. "Bunların arasında 'Kötülük için kalabalığın
sahip olanlara hemen yapıştırılacak korkaklık ya da ihanet suç-
peşinden gitmemelisin' de yer alıyordu. Onun bu metni vurgu-
lamaları ile daha da güçlenir. "Sırtından vurmak" ya da "düşma-
laması hayatımın daha sonraki döneminde küçük azınlıklara
na cephane vermek" gibi baskıya yol açan ifadelerin kökeni de bu
ait olmaktan korkmamamı sağladı." Hıristiyanların ilerde baş-
ikilemden gelir ve her zaman ittifak olmaya zorlamada yardımcı
larına inecek olan çekicin bu şekilde "onaylandığını" görmek
olmak üzere oradadır. Buna direnmek ve Amerikalı subayların
çok etkileyici.
ve askerlerin geleneksel savaş kanunlarına tabi olduğu konusunda ısrar etmek için Ron Ridenhour pek çok insanı utanacakları
kadar güvenli konumlara yerleştirdi/kıyaslandığında çok daha
güvenli yerlere getirdi.Bir defasında bana söylediği gibi muhtemelen, bir kitap düşkünü ya da yüreği acıma dolu sivri akıllı
birinin değil de, fakir beyaz Arizonalı iyi bir ailenin oğlu olması
da kendisine yardımcı oldu. Hatırladığına göre her şey, eğitimsiz
bir er olarak ranzasında uzanmış, bir grup askerin kulübedeki
sadece siyah olan askerlere bir gece saldırısı planladıklarına kulak misafiri olmasıyla başlamıştı. Ron ranzasının üzerinde oturup ağzından şu sözcüklerin çıktığını söylüyor, "Bunu yapmaya
20
Otobiyografi'sinde
Genellikle gelecekteki bir muhalifin "vaftiz" edilmesi bir
kabadayılık ya da bağnazlık olayına karşı kendiliğinden gelişen
direnme ya da bir parça pedagojik aptallığa karşı meydan okuma gibi planlanmayan bir şekilde gerçekleşir. Bu tür tepkilerin
sonradan öğretilmiş bir şeyden çok, doğuştan gelen bir şeyden
kaynaklandığını düşünmek için yeterince sebep vardır. Nickleby
kriz anına kadar zavallı Smike'ı savunacağını bilmez. Noam
Chomsky genç bir delikanlıyken Hiroshima'nm yok oluş haberlerini dinlediğini ve konuşabileceği kimse olmadığını düşündüğü için uzaklaşıp yalnız kalmak istediğini hatırlıyor. Bu tür
tepkilerin doğuştan olduğuna inanmak yüreklendirici olurdu;
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
çünkü o zaman bunların orada olmaya devam edeceklerinden
emin olur ve varlıkları için iyi örneklerin ya da erdem hikâyelerinin aktarılmasına bağlı olmazdık.
Belki de sevgili X, bu örneklerde kendinden bir şeyler bulabilirsin; keyfî otoriteye ya da kitlelerin aptalca fikirlerine karşı az
da olsa direnme eğilimi veya özgür bir zihinden çıkan incelikle
•
II
işlenmiş bir deyişle karşılaştığında bir şeylerin farkına varma
heyecanı. Öyleyse, yazışmaya devam edelim ki benim deneyimlerimden faydalanmak istediğini söyleyerek beni onurlandırmış
olsan da, ben de senin deneyimlerinden faydalanabileyim. Şu an
için siniklerin "profesyonel hayır deyiciler'den bahsederken bir
noktada, bir anlamda haklı olduklarını aklında tut. Muhalefet
olmak nihilist olmak değildir. Ve bundan geçimini kazanmanın
makul veya belirli bir yolu yoktur. Bu, yaptığın bir şey değil, olduğun bir şeydir.
Bence Rilke tarafından sunulan öneri çok hoş, çünkü beni üzerinde hak talep edemeyeceğim ve normalde sahip olmadığım kişilerle aynı yola çıkartıyor. Aynı zamanda tepki göstereceğim bir
şey veriyor bana. Elbette Rilke'nin mektuplarının ince zevkini
çok beğeniyorum, ama yine de cilalı üslupları ve saygılı, nazik
tonu bana fazla yumuşak geliyor. (Ona gösterilen şiirlerin çok
da iyi olmadığı oldukça açık ve bunu daha vurgulayarak söyleyebilirdi.) Ayrıca mektuplar, 1914 yılının hemen öncesindeki
günlerden bize doğru esen hafif hastalıklı bir masumiyet havasını veriyor. (George Dangerfield, size hararetle önerebileceğim
müthiş kitabı The Strange Death of Liberal England'dz, özellikle
cinsiyetsiz Rupert Brooke tarzında, bunu sert bir şekilde ele alıyor.)
En titiz ellerde bile şüpheli bulduğum Alman romantizm ve
idealizm türlerini sergileyen Rilke'nin bazı şiir ve düz yazılarına
ela benzer bir itiraz sunulabilir. Örneğin insanlar ırklardan ve
uluslardan sanki bunlar kişilikmiş ve ruhları ve kaderleri varmış gibi ya da buna benzer şekilde konuştuklarında mutlaka ve
.ıııında savunmaya geçerim. Ayrıca Rilke'nin dinsel-ruhani yaşama tarzı bana aşırı duygusal geliyor. Ustası Auguste Rodin'den
sanatın dinî bir faaliyet olabileceğini ve şiirin heykel kadar kesin
77
Genç Felsefeciye Mektuplar
olmayı hedefleyebileceğini öğrendiği doğrudur. Ancak bu biraz
kıymetli ikinci el versiyonuyla tatmin olmaktansa, geriye dönüp
Spinoza'yı orijinalinden okumak daha iyi olacaktır.
Kendi yaşamında Rilke romantik idealizmin bazı kötü taraflarım örneklendirmiştir. Örneğin D'Annunzio ve Marinetti
ve diğer sözde estetler gibi Mussolini'nin cazibesine kapılmıştır. Psikoanalizi sevmemiş ve özellikle Freud'dan nefret etmiştir
(şahsi mektupları onun bir filosemit-yahudisevere yakın olduğunu gösteriyordu). Hepsinden önemlisi - ve benim için en zorlu
testtir - ironiye kuşkuyla bakardı. Tıpkı mektuplaştığı bir gence
yazdığı gibi:
Özellikle yaratıcı olmadığın anlarda seni kontrol etmesine izin verme. Tam anlamıyla yaratıcı olduğunda, sanki
hayatı yakalamanın bir başka yoluymuşçasına onu kullanmaya çalış. Safça kullanıldığında, o da saftır ve ondan
utanmaya gerek yoktur; ama onunla çok yakınlaştığını
hissedersen, bu artan yakınlıktan korkarsan o zaman
önünde küçük ve çaresiz hissedeceği büyük ve ciddi konulara dön. İşlerin derinliğine in-, orada ironi asla saldırmaz
- ve büyüklüğün kenarına geldiğinde, dünyayı bu şekilde
algılamanın varlığının bir gerekliliğinden
kaynaklanıp
kaynaklanmadığını bul. Çünkü ciddi İşlerin etkisi altındayken ya senden uzaklaşacaktır (eğer kazara gelişmişse)
ya da (gerçekten içindeyse ve sana aitse) güçlenecek ve ciddi bir araç haline gelerek sanatını oluşturabileceğin enstrümanların arasında yerini alacaktır.
İngilizlik yapıyor olabilirim ama bu Alıntıdaki Büyük harflerle yazma tarzı ve gereksiz tekrar yapma eğilimi beni hemen,
Evelyn Waugh'un kısa romanı The Loved One'da geçen, öğüt
veren bir köşe yazarına tırnak yemekle başa çıkması için istenen yardım üzerine köşe yazarının asistanına, "Geçen sefer ona
2A
Christopher Hitchens
ne demiştik?" diye sorması ve "Güzel üzerine Meditasyon," cevabı üzerine, "Ona meditasyona devam etmesini söyle," dediği
anı hatırlatıyor. İroni yapmak bu kadar kolay değil. (Rilke daha
sonra asla ayrı tutulmadığı iki eserle ilgili bize kurnazca açılmaya devam ediyor: "İncil ve büyük Danimarkalı şair Jens Peter
Jacobsen'in kitapları." Bu dindarlık Jacobsen'in Freud ve Thomas
Mann tarafından hakkıyla takdir edilen ve bir çeşit Danimarkalı
Genç Werther olan muhteşem romanı Niels Lyhne önerisini biraz
bozuyor.)
Buna karşı olarak elimizde Rilke'nin, azimli yazara biraz fazla heyecanlı da olsa şaşırtıcı biçimde zekice tavsiyesi bulunuyor:
Yapman gereken tek bir şey var. Kendi içine dön. Seni yazmaya iten nedeni bul; köklerini yüreğinin derinliklerine
salıp salmadığına bak; yazman yasaklansa ölmek zorunda
kalıp kalmayacağım kendine itiraf et. Hepsinden önemlisi; gecenin en sessiz saatinde kendine şunu sor: yazmalı
mıyım? Derin bir cevap için kendi derinliklerine dal: Ve
eğer bu cevap onaylayacak şekilde çınlıyorsa, bu soruyu
güçlü, basit bir "Yazmalıyım" ile karşılıyorsan, o zaman
hayatını bu gerekliliğe göre oluştur...
Çok daha az etkili sözlerle olmakla birlikte, yıllardır
yazı derslerimde benim de söylemeye çalıştığım şey buydu.
İstediğinizi değil mecbur olduğunuzu hissetmelisiniz. Bunu vurgulamak çok önemli, çünkü tam olarak emin olmasak da, bu
istek ya da ihtiyaç ile içsel sürgün ya da fikir ayrılığına dayanma
tutkusu, topluma biraz dar bir açıda yaşama kararı arasında bir
ilişki bulunuyor.
Rilke'deki diğer olumlu ve onaylayıcı bir unsur da Erosa
yaklaşımıdır. Hem özgürleştirici bir güç hem de ölümü çağrıştıranlara en iyi cevap olarak cinsellikle ilgili yüksek bir önsezisi
25
Genç Felsefeciye Mektuplar
vardı. Fallik Şiirler denilen yedi şiiri, cesur Marvell ve Metafizik
günlerinden bu yana aşk konulu olmayan en iyi şiirler arasındadır; sevişmenin gerekçesini kendi içinde barındırdığını açıkça
ilan ederler. Letters eserinde buna karşı ihtiyatlıdır, ancak Rodin
mutlaka gurur duyardı; bu şiirlerde heykeltıraşlık vardır. Birinci
Dünya Savaşının ikinci kışında yazılmış olmaları tesadüf değil; Thanatos o günlerde çok yaygındı (Rilke'nin anladığı şekliyle savaşın gelişini, medeniyet için bir felaket olarak görmek)
ve bununla ilgili bir şeyler söylenmeli ve yapılmalıydı. Bulduğu
çözüm, hem Prag'da doğan bir Alman olarak Slav kimliğini hem
de Fransa'nın itibarını yitiren dilinde yazarak Uhland tiplerini
öfkelendi rebilen bir Alman olarak kozmopolit kimliğini doğrulamak için cinsel arzuyu hem gizlice hem de açıkça ifade etmekti. Bu onun faşizmle ilgili daha sonraki aptallıklarına dayanmayı
daha da zorlaştırıyor.
Ancak işin özü çelişkide yatıyor: İngiliz dilinde Kipling'den
Larkin'e kadar en sevdiğim şairlerin çoğu bazı zamanlarda radikal biçimler alan etik konservatizme yakınlıklarıyla, ve aynı
zamanda buna rağmen, büyük ve muhteşem etkiler yarattılar.
Rilke'nin yalnızlık ile ilgili yazdıkları nedeniyle dolaylı olarak
bulunduğu bütün meydan okumaları ve korkulmasından çok
kucak açılması gereken tarzını kabul ediyorum. Radikal ya da
eleştirel bir kişiliğin zihinsel ve ahlaki donanımında bu tahakkuk büyük önem taşıyor. Rilke aynı zamanda din ve ibadetin kaçınılmaz hayal kırıklığı, dilin tanımlayıcı önemi, kabile ve kozmopolit arasındaki mücadele, MittelEuropamn kaderi, Birinci
Dünya Savaşının hâlâ zehirleyici etkisi, Freud'un etkisi ve ironinin yinelenen önemi gibi konulara da değinmemi sağlıyor.
Devam etmek için şimdilik bu kadarı yeterli.
a
m
Son mektubun bana ulaştığında "Cesur Yeni Dünya" kavramının
yaratıcısı Aldous Huxley'in makalelerini okuyordum. Okurken
işaretlediğim bir paragrafı iletmeme izin ver:
"Homer yanılıyordu," diye yazdı Efesli Heraklitus.
"Homer, 'Tanrılar ve insanlar arasındaki bu çekişme ortadan
kalkabilir mi!' derken yanılıyordu. Evrenin yok olması için dua
ettiğini görmüyordu; yakarışı duyulsaydı, her şey sona ererdi."
Bunlar süperhümanistlerin üzerinde durması gereken sözler.
Sağlam bir mükemmelliği hedef alırken yok oluşu hedefliyorlar aslında. Hindular gerçeği duyurma zekâsına ve cesaretine
sahipti; Nirvana, yani çabalarıyla ulaşmaya çalıştıkları hedef,
lıiçliktir. Yaşamın olduğu yerde tutarsızlık, bölünme ve çekişme de vardır.
Görünüşe göre uzlaşmanın (dokuz başlı hayvana verilen
isimlerden biridir) en tepedeki iyi olduğuna inananlarda bir aptallık olduğu konusunu kavramışsın. Neden "aptallık" gibi bir
hakaret sözcüğü kullanıyorum? İki nedenle bu bana doğru görünüyor; bunlardan ilki insanların aslında mücadelelerinin sonunun geldiği ve genel bir memnuniyet ve mutluluk hissinin yaşandığı zihnin Disneyland'mda yaşamak istemediğine dair olan
inancım. Bu, kendi aşağılayıcı bağlamında bir aptallık olurdu;
Atinalılar başlangıçta bu terimi daha hafif bir anlamda kullan-
29
Genç Felsefeciye Mektuplar
mışlardı. İditois sözcüğünü kamu işleriyle ilgilenmeyen kişiler
için kullanırlardı.
İkinci nedenim daha az sezgisel. Bu isteği gerçekten içimizde beslesek bile, neyse ki elde edemezdik. Bir tür olarak elbette
ki savaş ve diğer rekabet ve kıskançlık biçimlerinin neden olduğu dehşet ve zarardan esef duyabiliriz. Ancak bu, yaşamımızda
anlaşmazlıklarla ve zihinsel yaşamımızda tartışma ve münakaşalarla ilerlediğimiz gerçeğini değiştiremez. Diyalektik kavramına onu savunanların duyduğu güven kısmen sarsılmış olabilir
ancak bu, onu reddetmemize müsaade etmez. Kıvılcımların
yanması için çatışma ve karşıtlıklar olmalıdır. Kendinden emin
bir bilirkişiden, tartışmanın "ışıktan daha çok ısı" oluşturduğu
görüşünü muhtemelen duymuşsundur. Mutlaka gerçeğin o ya da
bu kutupta değil de "arada bir yerde" yattığı sana söylenmiştir.
Ve sanırım maddelerin siyah ya da beyaz değil, grinin farklı tonları olduğu sonucuna varan eski, güzel sözü duyduğundan da
emin olabilirim.
Buna karşılık olarak sana bazı gözlemlerimi sunmama izin
verir misin? Bir fizik kanunu olarak ısının tek olmasa da ışığın
Christopher Hitchens
Gereksiz tekrarlar pusuda, çevreni kuşatmak için bekliyor. Yunan kâhin, üstün bilgeliği "Çok Bir Şey Değil" şeklinde
duyurmuştu; günümüzün tembel çevirisi, tam olarak aynı şeyi
ifade etmeyen "Her Şeyde Ölçülülük". Yunan stilinin simetri ve
dengeyi sessizce vurgulaması takdir ediliyor; peki ya bu denge
alt üst olur ve zaman dağılırsa? O zaman "ölçülülüğün" ne anlamı kalır? Uzlaşmayı itibardan düşmek olarak gören John Brown
gibi fanatikler ve mutlakiyetçiler olmasaydı, Gettysburg'daki Gri
üniformalar kullanılmayabilir ya da yenilmeyebilirdi. Şüphesiz
sen de kendi örneklerini bulabilirsin.
Anlaşma ve nezaket hususlarına önem veriyorsan, tartışma
ve kavga hususlarıyla ilgili de iyi bir donanıma sahip olmalısın;
çünkü aksi takdirde "orta nokta" işgal edilecek ve senin bu kararda ya da bunun ne ve nerede olduğunu belirlemede hiçbir
yardımın olmadan tanımlanmış olacaktır. Yani, Huxley'inkine
paralel olarak eserlerini okuduğum Dalai Lamanın üstün zekâsına güvenmediğin sürece. İşte aydınlanmış kişinin kendi sözlerinin kapsamlı ve çok satan çevirisi olan The Art of Happiness: A
Handbook for Living (Mutluluk Sanatı: Yaşam için Elkitabı) adlı
kitabın girişinde konuşmayı yaptığı kişiye söyledikleri:
başlıca kaynağı olduğunu biliyoruz. Güneşi oda sıcaklığına düşürmek kesin bir soğuk oluşturmanın yanı sıra ışığı da hiçe indirecektir. Gerçek yalan söyleyemez, ama söyleyebilseydi, arada
bir yerde söylerdi. Bazı ciddi sorulara göre, ikiye ayıracak bir
farklılık yoktur; gerçeklik ve yalan arasında bir sentez aranmaz;
güneş bir gün doğuda ve bir gün batıda doğmaz. Chiarascuro ya
da aydınlık ve karanlığa gelecek olursak karşımıza çıkan basmakalıp deyiş biraz daha sanatsaldır. (Birkaç yıl önce Gettysburg'da
yeniden sahneye koyulan İç Savaş'ı izlerken defterime, Gri giyenlerin siyah ve beyazların adına düşünmeye koşullandığını
yazmıştım.) Ne siyah ne de beyaz gerçek bir renktir, ama ikisi
de gri değildir.
Hayatımızın gerçek amacının mutluluğu aramak olduğuna inanıyorum. Bu açık. îster bir dine inanalım ister
inanmayalım ya da ister şu dine ister bu dine inanalım,
hepimiz hayatta daha iyi bir şeyi arıyoruz. Bu nedenle,
bana göre, hayatımızın gerçek yönü mutluluğa doğrudur.
Dalai Lama "Arizona'da büyük bir kitleye" hitap ettiği söylevine bu şekilde başlıyor. Söylenebilecek en iyi şey, bir dizi saçmalıktan bahsettiğidir. Nedeni sonuca bağlayan bir parça sakız
bile bulunmuyor; konuşmacı kanıtlamak zorunda olduğu şeyi
varsayıyor. Tuhaf olansa son cümlesinde, insan beyninin söyleyecek bir sözü olabileceğine dair eski moda ve materyalist kav103
Genç Felsefeciye Mektuplar
ramı övercesine "bana göre" ifadesinin eklenmiş olmasıdır. Bir
zamanlar Bombay dışındaki Poona'da bir aşramda biraz vakit
geçirmiştim. Kendisine zengin Batılılar ve azınlık Avrupalı kraliyet ailesi arasında kârlı ve büyük bir icraat oluşturan o zamanın gurusu Bhagwan Shree Rajneesh hakkında bir BBC belgeseli
yapmak amacıyla rahip yardımcısı rolü yapıyordum. Her şey bir
düzendi elbette - disko felsefesinin kutsal tedarikçisi dünyanın
en büyük ve özel Rolls Royce koleksiyonuna sahipti - ama en
iyi hatırladığım bilginlerle birlikte yapılan sabah darshan'ıydı.
Toplantıya gidilen yolda, alev kırmızısı-turuncu renkte kimonolor içinde acı verecek kadar güzel iki Kaliforniyalı kız tarafından tepeden tırnağa koklanmak zorundaydmız. Bunun nedeni
Bhagwan'ı, müritlerinin diliyle "vücudunun bazı alerjileri" olması gibi maddi bir gerçekten korumaktı. Bu güzel koklayıcılarm bütün alkol veya tütün izlerini saptaması bekleniyordu. Ve
her sabah, olmam gerektiği gibi keskin kokulu halimle bu titiz
testi geçiyordum. Kişisel olarak bana alerji yapansa gül rengindeki her şafak vaktinde, ayakkabıların çıkartılması gereken yerde duran büyük levhaydı. Levhada şöyle yazıyordu, "Ayakkabılar
ve zihinler, kapıda bırakılmalıdır." Gülünç olduğu kesin ama uygulanabilirse zararlı da aynı zamanda; ki bir putun ayakları altında aklı yok etmek gibi haddini bilmez ve isterik bir istek olan
Loyola'nın Cizvit emri Dei sacrificum intellectus (Aklın kurban
edilişi) için de bu genel olarak böyleydi.
Önemli dinlerin Cennet ile ilgili ikna edici bir açıklama
yapamaması sıkça gözlemlenen bir durumdur. Cehennemi tasvir etmekte daha iyilerdir; ilk Hıristiyan dogmatistlerinden
Tertullian, Cenneti anlatmak için Cehennemin canlılığından faydalanmıştır. Lanetlilere işkence edildiği düşüncesinin,
Cennetteki hazlar arasında olacağına karar vermiştir. Bu antropomorfizmin en azından biraz olsun etkisi olmuştur. Diğer
durumlardaki sorun kimsenin ciddi biçimde aklın ölümünü
30
Christopher Hitchens
isteyemeyeceğidir. Ve akim sağladığı haz ve ödüller endişe, belirsizlik, çatışma ve hatta umutsuzluktan ayrılamaz.
Seni nereye götürmeye çalıştığımı eminim anlamışsındır.
Din ve inanç sorusunu daha sonraki bir yazışmamıza saklamak
istiyorum ancak benden, son mektubumdan sonra, daha önce
bununla ilgili biçimlendirici bir deneyimden geçip geçmediğimi
anlatmamı istemişsin. Yaşadığım olay önemsiz de olsa bu sorunun yanıtı evet. Yaklaşık on yaşımdayken bir incil dersinde
bulunduğum sırada ("ilahiyat" adını verdiğimiz bu olay günlük
kilise ziyaretleri gibi zorunluydu ve şimdiki gibi o zaman da en
sevdiğim konulardan biriydi) öğretmen Tanrının Doğadaki
eserlerini ilahî olarak okumaya başladı. Ne kadar muhteşem,
diyordu, ağaçların ve bitkilerin yeşil olması; gözlerimiz için en
dinlendirici renk. Onun yerine ağaçlar ve çimenlerin mor ya da
turuncu olduğunu bir hayal edin. O yaşta klorofil veya fototropizmle ilgili hiçbir fikrim yoktu; Tasarım Kanıtı ya da Evrime
Karşı Yaratılış ile ilgili pek bilgim olduğu da söylenemezdi.
Sadece çocuksu ve henüz biçimlenmemiş korteksimle şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Ah, aptal olma.
Bu nedenle iki şeyden tamamen eminim. Bunlardan ilki,
ister geçmişin teokratik despotizmine, ister günümüzün daha
modernleştirilmiş totalitarizmine gömülmüş olsun (ya da istersen sırayı değiştirebiliriz) eğitimsiz insanların bile içsel bir
direnme kapasitelerinin olduğu ve kendileri düşünmeseler bile
akıllarına gelen düşüncelere sahip olduklarıdır. Bunu tecrübelerimizle de biliyoruz, çünkü despotizm düştüğü anda mutlaka bu
tür insanlar yerden bitmiş gibi çıkarlar ortaya. Ama bunu tümevarım yoluyla da bilebileceğimize inanıyorum.
İlkinin bir sonucu olan ikincisi ise doğal olarak, eleştirel ya
da ironik yetilerimizin bize hiçbir faydasının dokunmayacağı
puslu ve uyuşturucu bir Nirvana'ya ulaşmayı amaç edinmememiz. Ahitlerin bize sürekli olarak yapmamızı söylediği gibi son103
Genç Felsefeciye Mektuplar
suz şükür, minnettarlık ve tapınma halini hayal ettiğiniz zaman,
cehennem kadar korkunç bir hiçlik ve konformizm dünyasıyla
karşılaşırsınız. Neşe ve sürekli bir mutluluk ve uyum halini hayal ettiğiniz zaman Huxley'in bütün yeteneklerini kullanarak
resmedebildiği can sıkıntısı, amaçsızlık ve tahmin edilebilirlik
dünyası gelir gözünüzün önüne. Sadece bir başka kutsal metin,
"mutluluktan utanç duymadan bahseder. Ama 1776 yılında bile
bu kavramdan yalnızca zorlu bir mücadelenin sonucunda bahsedilebileceği, ancak o zaman başlanabileceği düşünülüyordu.
Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, şu güzel "peşinde olma" ifadesi diğer bütün bağlamlarda anlamsız kalacaktır.
Bu vesile ile şunu söyleyerek bitiriyorum mektubumu: Dile
her zaman dikkat et.
T;
B
IV
Mektubunu alınca çok sevindim. Aptallık veya batıl inanç ya
da kontrol edilmeyen yetki ihtimalinin insanın gözünü korkuttuğu ve harcanan bunca uzun zamanın görünüşe göre bu
tür şeylere karşı hiçbir başarı getirmediği doğru. Ancak bu zalim koşulların ötesini ya da içini görmek için yok edilemez bir
içgüdü olduğu da doğru. Bunu bir başka deyişle haksızlık ve
mantıksızlığın insan halinin kaçınılmaz parçaları olduğu, ancak bunlara meydan okunmasının da kaçınılmaz olduğu şeklinde söylemek de mümkün. Sigmund Freud'un Viyana'daki
anıtında şöyle yazıyor: "Mantığın sesi az ama ısrarcıdır."
Filozof ve ilahiyatçılar bunu farklı şekillerde düşünmüş veya
açıklamış ve bize ilahî bir biçimde aşılanan bir "vicdan'a karşılık verdiğimizi ya da -Adam Smith'in düşündüğü gibi - yanımızda düşündüklerimize ve yaptıklarımıza görünmez bir tanık
taşıdığımızı ve saygıdeğer seyircide iyi bir izlenim bırakmaya
çalıştığımızı varsaymışlardır. İki varsayımın da doğru olması
gerekmiyor; doğuştan gelen bu ruhun var olduğunu bilmemiz
yeterli. Ancak bu özelliğin hepimizin içinde gizli olduğu farz
edilse bile bunun genellikle bu şekilde - yani gizli kaldığını eklememiz lazım. Varlığı tek başına hiçbir şeyi garanti etmiyor ve
o katalitik veya Prometheusçu an, yalnızca bir birey bu sesin
pasif dinleyicisi olmayı bırakıp konuşmacı ya da temsilci olmaya hazır olduğunda gerçekleşiyor.
Genç Felsefeciye Mektuplar
Benden cesaret verici örnekler istemişsin. Eğlenceli bir
posterde görebileceğin ya da insanın neşesini yerine getiren
bir parola olarak kullanılabilecek türde bir slogan vermek istemiyorum. Yine, önemli olan birinin ne düşündüğü değil, nasıl
düşündüğüdür. Ancak insan zekâsının sadece karşıt olanın tamamen üzerine çıkan ve atalarımızın şu an karşılaştığımızdan
daha şiddetli muhalefetle nasıl baş ettiklerini gösterebilecek bazı
parlak anları vardır.
Martin du Gard'ın Lieutenant Colonel Maumort (Yarbay
Maumort) adlı eserinde Alain, birinci kuralın - buna kuralların kuralı diyor - çekici olana meydan okuma sanatı olduğunu
söylüyor. Bunu bir "sanat" olarak tanımladığı fark ediliyor: bir
insanın kendisini sadece prensip ya da belki kibir nedeniyle çoğunluğun beğenisine güvenmeyen bir kişi olarak ortaya koyması yeterli değildir; bu züppeliğe ve duygusuzluğa kayar. Ancak
insanların sık sık yanılsamalara ve ön yargılara bağlandığını ve
yalnızca dogma veya ortodoksluğun sessiz kurbanları olmadıklarını görmek mümkündür. Örneğin, dinine çok bağlı bir kimseyle tartıştıysan, bu anlaşmazlığa onun kendine saygısı ve gururunun da dahil olduğunu ve ondan tartıştığınız bir noktadan
çok daha fazlasından vazgeçmesini istediğini fark edeceksin.
Candan yurtsever ya da monarşi ve aristokrasinin hayranları
için de aynı şey geçerli. Bağlılık insanlarla ilgili durumlarda çok
etkili bir güç; köleliğinin şerefli ve gönüllü olduğuna ikna edilen birine zihinsel köle muamelesi edebilirsiniz/etmenizde bir
sakınca yoktur.
Bu uyarıyı yaptıktan sonra, kendisi tartışmanın hükümdarı olabilecekken tartışmanın kendi için değerli, hatta gerekli olduğunu fark eden Sör Kari Popper ile ilgili bir gözlemime
geçmek istiyorum. Onun da fark ettiği gibi, bir tartışmada aynı
derecede muhalif iki kişiden herhangi birinin diğerini gerçekten
ikna etmeyi ya da "fikrini değiştirmeyi" başarması çok nadir
34
Christopher Hitchens
rastlanan bir durumdur. Fakat hakkıyla yürütülen bir tartışmada iki muhalifin de tam olaak başladıkları yerde bitirmeleri de
aynı derecede nadir rastlanan bir durumdur. Tavizler, rötuşlar
ve düzeltmeler yapılacaktır, ve her başlangıç noktası görünüşte
"aynı" kalsa bile değişimden geçmiş olacaktır. En sağlam görünen "sistem" bile bu kuraldan muaf değildir. (Isaac Deutscher'm
eski ve kireç tutmuş Sovyetler Birliği ile ilgili ileri görüşlü bir
biçimde söylediği gibi, "Plus c'est la meme chose, plus ca change"
[Değiştikçe aynılaşır].)
Bu sanatın ustalarının birbirinin keşiflerini ne kadar sık
tekrar ettiklerini görmek şaşırtıcı. George Orvvell, asıl sorumluluğun insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmekte
yattığını söylemişti. John Stuart Mili (hoş bir tesadüftür ki, kendisi Bertrand Russell'ın vaftiz babasıdır) herkes temel bir önerme
üzerinde uzlaşsa bile, insanlar ilk baştaki iddialarını nasıl savunacaklarını unutmasınlar diye, uzlaşma göstermeyen o tek kişiye
kulak vermek gerektiğini söylemiştir. En sevdiği nükteyi söylemesi istenen Kari Marx, de omnibus disputandum demiştir ("her
şeyden şüphe etmek gerekir"). Onun hayranlarının çoğunun
bu deyişin özünü unutmuş olmaları ne yazık. Rosa Luxemburg
şiddetle, özgürlüğün her şeyden önce farklı düşünenler için özgürlük olduğunu savunmuştur. Areopagitica adlı eserinde John
Milton, biri neyin doğru olduğuna inanırsa inansın, bunun yanI ışın iddialarına maruz kalması gerektiğini, çünkü ancak dürüst
ve açık bir dövüşte doğru olanın haklı olduğunu iddia edebileceğini ya da umabileceğini ifade etmiştir. Frederick Douglass, mücadele etmeden gerçeği ya da adaleti bekleyenlerin tıpkı fırtına
olmadan denizi hayal edebilenlere benzediğini söylemiştir.
Farkına vardığım bu noktaları sana, bunların önemini henüz anlamamış olanlar faydalansın diye sunmuyorum. De tefabula narratur. İşte senin hikâyen şöyle: kendini tehlikeye atarak
bu tür bir görüşü benimsediğinde öğretmekten ziyade ne kadar
Genç Felsefeciye Mektuplar
çok öğrenmen gereken şey olduğunu unutuyorsun. Varsayılan
eğitici eğitimli olmalıdır. Ve bize üç (oldukça hizipçi ama tanımını kendi içinde barındıran) "mono"teizmin "evi" olma gibi
nahoş konumundan daha iyi olmayan sebeplerle sık sık "kutsal"
olarak önümüze sunulan Kudüs'te, doğruluk ve kesinliğin evinde, sevdiğim bir arkadaşım bulunuyor. Adı Dr. Israel Shahak;
uzun yıllar boyunca İsrail İnsan ve Sivil Haklar Derneğinin
başkanı olarak örnek teşkil edecek hizmetlerde bulundu. 1940
öncesi Polonya'sında Yahudi bir genç olma ve sonrasında tarif
edilemez yokluk ve kayıpların neticesinde sağ kalması gibi hayatındaki hiçbir şeyin onu, yıkıcı olan şeyi hoş karşılamasına
neden olması beklenemez. Yine de bazı olaylarla ilgili fikrini
sorduğumda, soğukkanlı ve kasıtlı bir biçimde şu cevabı verdi:
"Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var." Bu ifadesinde
saygısızlık sayılabilecek hiçbir şey yok; uzun ve tehlikeli bir hayat onu, fikir ve prensipler açıkça çatıştığı zaman netliğin söz
konusu olabileceğine inandırmıştı. Çatışma sancılı olabilir ama
hiçbir durumda sancısız çözüm var olmaz ve bunu aramak bizi
akılsızlık ve anlamsızlık gibi sancılı sonuçlara, yani deve kuşunun tanrılaştırılmasına götürür.
Bunu bir de akılsızların bize her gün sunduğu utanmaz
önerilerle karşılaştır. Dürüst tartışmalar yerine bize sunulan
"iyileşme" ile ilgili basmakalıp sözler. "Birlik" fikrine, herhangi
bir "bölünme" veya daha da kötüsü "bölücülük" kavramına göre
çok daha fazla imtiyazlar tanınıyor. Ne zaman "bölücü politikaların" suçlandığını duysam olduğum yerde büzülürüm - sanki
politikanın kendisi tanımı itibariyle bölünmek demek değilmiş
gibi. Yarı eğitimli insanlar, bütün amacı düşünmenin sancısını
hafifletmek olan tarikatlara katılıyor ya da endişeyi ortadan kaldırdığı iddia edilen ilaçlar alıyor. Nirvana ve kaderciliği vurgulayan doğulu dinler, Batılılar için terapi olarak yeniden paketleniyor ve basmakalıp sözler ve gereksiz tekrarlar bunları bilgelikle
37 103
Christopher Hitchens
maskeliyor. (Anthony Povvell, muhteşem roman dizisi A Dance
to the Music of Time da kötü niyetli Dr. Trelawney'in taraftarlarını tanımlarken bu tür mantralarm barındırdığı aptallıkları
çok iyi yakalıyor. Tarikatın üstatları birbirlerini şu selamlama
ve cevap şekliyle tanıyorlar: "Her şeyin özü, gerçeğin tanrısıdır"
ve "Hayallerin hayali görmenin körlüğünü iyileştirir." Ne zaman
Son, Mutlak, Sınırın Ötesi ve serebral korteksin kendini sefahate
teslim ettiği diğer alanlarla ilgili bir gevezeliğe şahit olsam, aklıma bu gelir.)
Ütopyayı içermeyen bir dünya haritası, der Oscar Wilde,
bakılmaya değmezdir. Asil bir duyarlılık ve Gradgrind ve faydacılara duyulan güven. Ama unutma ki, Ütopyanın kendisi
de zorbalıktır ve ılıman ve çatışmasız idealle ilgili konuşulanların çoğu da aynı şekilde göründüğünden daha tehditkârdır. Bu
Sonlar ve Mutlaklar, Mükemmelik girişimleridir, ki bu da - tabiri caizse - gizliden Mutlakiyetçi bir düşüncedir. (Budist bir rahip
tarafından olduğu gibi yazılan ve Zen itaati ve disiplininin savaş
öncesi Japon emperyalizmi biçiminde oynadığı müthiş rolü gözler önüne seren Brian Victoria'nın Zen at War adlı muhteşem
kitabına bir göz atmalısın.)
Mükemmelliyetçiliği reddederken, insan doğasını sadece
olduğu haliyle almak gibi bunun tersi bir hataya düşmeni istemiyorum. Balkanlarda anti-Nazi taraftarı savaşçılarla geçirdiği
yıllara dair fevkalade bir biyografi yazmış olan arkadaşım Basil
Davidson, tecrübelerinden "İnsan doğasını değiştiremezsiniz,"
diyen tembel önermeyi desteklemenin yanlış olduğu sonucuna
varmıştı. Dediğine göre bunun - daha kötüye- değiştiğini birinci
kaynaktan görmüştü. Bundan şu sonucu mu çıkarmalı - bir yöne
doğru değiştirilebiliyorsa, diğer yöne de değiştirilebilir? Tam
olarak değil: biz memeliyiz ve prefrontal lobumuz (en azından
genetik mühendislik yeterince ilerleyene kadar) çok küçük ve
adrenalin bezi çok büyük. Yine de, uygarlık artırılabilir ve bazı
Genç Felsefeciye Mektuplar
zamanlarda uygarca davranmanın cazibesi gerçekten artmıştır.
Tek sorun insanları dönüştürmeyi umut eden ve sonuçta onları
başarısız bir deneyin atık ürünüymüşçesine yakanlardır.
Mükemmelliyetçiler ve bağnazlar kırılabilir ama bükülemezler; benim deneyimlerime göre, azalan gelir veya başka bir
şey nedeniyle tükenebilirler; Santayana'nm fanatik tanımını
ödünç alacak olursak, sonlarını göremedikleri zaman çabalarını iki misline çıkartıyorlar. Kendini, Basil Davidson gibi, nefret
dolu yabancı işgalindeki ölümcül bir fikir çatışması içinde bulursan, o zaman bir bağnaz olduğun için affedilebilir ve hatta
olmadığın için eleştirilebilirsin. Bu tür zalimce imtihanlar nadir
olur ancak karşılığında dehşet sunabilirler. Uzun bir süre içerde
kalmak ve senin ürettiğin ya da benimsediğin hayallerden uzak
bir hayat sürmek istiyorsan o zaman sana bağnazlık ve haklı olduğunu bilen kişi semptomlarını fark edip bunlardan kaçınmanı öneririm. Muhalif için şüpheci bir zihniyet, en az herhangi bir
prensip zırhı kadar önemlidir.
m
v
Şimdi bana, böyle bir hayatın hangi amaca adanması gerektiğini soruyorsun. Bir anlamda asıl noktayı kaçırmışsın demektir, çünkü ben böyle bir hayatın kendi içinde yaşanmaya değer
olduğuna inanıyorum (ve bunu savunduğumu umuyorum).
Ama belki de bu, sadece işin üzerimdeki yaşlandırma etkisini
gösteriyordur. Daha önce sözünü ettiğim sinir bozucu "Sabırsız
Genç Adam" terimi ya da etiketiyle acemi tipler, bir "evre"den
geçen tecrübesiz genç isyankârlar olarak yerlerini bulurlar. John
Osborne'un sıradan oyunu Look Back in Anger da başkahraman
Jimmy Porter, bir keresinde oldukça etkili bir biçimde "geriye
iyi, cesur hiçbir davanın kalmadığını" haykırdığında kendisiyle
ilgili monologlarından birini gerçekleştiriyordu. Bu söz, varlıksal ümitsizliğin bedelinin kabardığı bir dönem olan 1950'li yılların ortalarındaki bilinçlilikte hedefini bulmuştu.
Birkaç yıl içinde, eklememe gerek yok ki, milyonlarca genç
insan Vatandaşlık Hakları hareketi, termonükleer statizme karşı mücadele ve Çinhindi'deki haksız savaşın bitmesi gibi, aynı
derecede cesur olmasa da iyi davalarla uğraşmak için Anlamsız
olandan vazgeçmiştir. Ben de bizzat bu dönemden olduğumu ve
gerçekten müthiş bazı anlara ilk elden şahit olduğumu söyleyebilirim. (Sen özel olarak istemedikçe sana kendi hikâyelerimi
unlatmamalıyım; altmışlı yıllardan kalma bir radikalin cephe
anılarından daha sıkıcı hiçbir şey olmadığını biliyorum.)
Genç Felsefeciye Mektuplar
Sözde zengin ve hayal kırıklığı içindeki ellili yıllardaki hiç
kimse, bütün bunların gelişini görmemişti; yüksek ideallere ya
da herhangi bir ideale sahip insanlar için gelecekte fırsatlar olacağından oldukça eminim. Ancak 1968 ile 1989 yılları arasındaki
oldukça uzun dönemde - diğer bir deyişle tüketici kapitalizmine
karşı olan çoğu devrimcinin birer "sivil toplum" insan hakları
eylemcilerine başkalaştığı dönemde - önemli sayıda dinginlik
ve durma fasılları olmuştur. Önemli birçok muhalifin hayatta
kalmak için bir strateji geliştirmesinin amacı da bu eylemsizlik
ve realpolitik yıllarında hayatta kalabilmekti. Kısaca, "mış gibi"
yaşamaya karar vermişlerdi.
Kulağa ılımlı gelmekle birlikte aslında derinden yıkıcı ve
ironik olan bu kararı alma sorumluluğunu hangi yazarın üstlenebileceğinden emin değilim. O zamanlar Anlamsız ünvanmı
gerçekten hak eden bir toplum ve ülkede marjinal bir oyun yazarı ve şair olarak çalışan Vaclav Havel, orijinal isyancı ve kavgacı
bağlamında "direniş"in, zamanın Orta Avrupa'sında imkânsız
olduğunu fark etmişti. Bu nedenle sanki özgür bir toplumun bir
vatandaşı olarak yaşıyormuş "gibi"; sanki yalan söylemek ve korkaklık, vatanseverliğin zorunlu görevleri değilmiş "gibi"; sanki
hükümeti gerçekten, evrensel insan haklarını saygın bir yere koyan çeşitli sözleşme ve anlaşmaları imzalamış "gibi" (ki gerçekten imzalamıştı) yaşamaya çalıştı. Bu taktiğe "Güçsüzün Gücü"
adını verdi çünkü, anlaşmazlık neredeyse yasaklanabilir olmakla birlikte, gerçekte mecburi bir uzlaşmada ısrar eden bir devletin aptal görünmesi oldukça kolaydır. İnsanlar üzerinde yüzde
100 kontrol elde edemezsiniz ve edebilseniz bile, bunu sürekli
yapamazsınız. Neyse ki, herhangi bir insanın üstlenemeyeceği
kadar fazla sorumluluk gerektirir - yine de bu, kontrol düşkünlerinin bunu denemeye devam etmesini engellemez.
Yaklaşık aynı zamanlarda ve çoğu aynı şeyden farklı bir
biçimde korkmuş halde (Soğuk Savaş'ın nükleer silah yarışıy-
40
Christopher Hitchens
la ürkütücü ilişkisi), sana daha önce tavsiye etmiş olduğum
Profesör E. P. Thompson, sanki özgür ve bağımsız bir Avrupa
varmış "gibi" yaşadığımızı öne sürdü. Bazı insanlar bu iki
adamdan aynı cümlede bahsedildiğinde hâlâ rahatsız olabiliyorlar - ve Thompson asla ikisinin de aynı riskleri aldığını
söylemezdi - fakat aslında insan hakları ve silahsızlanma hareketlerinin ikisi başlangıçta gizli bir sembiyotik ilişkiye sahip
olup sonunda oldukça yakın ilişki içine girdiler. Dönemin bazı
"devlet adamlarının" anılarından da kesin olarak bildiğimiz
gibi, onların varsayımlarını yenilemeye sevk eden şey, o yılların inatçı, vahşet içermeyen, kültürel ve politik isyanlarıydı. Bu
süreç genellikle, gerçek anlamla ironi arasındaki olağan ilişkide bir ters yüz olma durumunu gerektirmiştir. Tüm popülasyonların gereksiz yöneticilerini arm-folding ve istihza eylemi
ile indirdikleri 1989 yılının "Halk Gücü" hareketinin temeli
kısmen, diktatör Marcos'un fırsatçı bir "erken seçim" istediği
ve seçmenlerin de onu ciddiye aldığı 1985 yılındaki Filipin'de
yatıyordu. Sanki oylar serbest ve adilmiş "gibi" davranmışlar
ve bunu o hale getirmişlerdi. (Sovyetler Birliğinin Manila büyükelçisinin Marcos'un tarafını tutmuş olduğu unutulmuş gerçeği de aynı türde bir göstergeydi.)
Yine, bu efsanevi anları sanki, çoğu zaman yaptıkları gibi,
aykırı düşüncelere sahip olanları haklı çıkarmış ve çoğu zaman
oldukları gibi, "iyi, cesur nedenler" oldukları aşikârmış gibi aktarmaya soyundum. Ancak zafer ihtimalinin elde edilemez göründüğü uzun, hazinli yılları da hatırlamak gerekir. O yılların
her gününde, "mış gibi" tavrının sürdürülmesi gerekti, ta ki çoğalan etkisi görülene kadar. En önemli "mış gibi" uygulayıcılarının çoğu - Thompson'm kendisi ve o zaman Çekoslovakya'da
olan Frantisek Kriegel gibi adamlar dahil - iyimser ancak soğukkanlı provalarını sürdürmüş oldukları büyük eseri görecek
kadar uzun yaşamadılar.
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
Buna daha başka örnekler de eklenebilir. Victoria döneminin sonlarında, bu numaranın ustası olan ama sadece numaracı
olmayan Oscar Wilde, sanki ahlâki ikiyüzlülük hüküm sürmüyormuş "gibi" yaşamaya ve hareket etmeye karar verdi. 1960'h
yılların başlarında Deep South'ta Rosa Parks (kendi yorucu kıyafet provalarından sonra) sanki çalışkan siyah bir kadın işten
sonra bir otobüste oturabiliyormuş "gibi" davranmaya karar
vermişti. 1970'li yıllarda Moskova'da, Aleksandr Solzhenitsyn,
sanki bireysel bir araştırmacı kendi ülkesinin tarihini araştırabilir ve bulgularını yayımlayabilirmiş "gibi" yazmaya karar verdi. Bunların hepsi, gerçeğe uygun davranarak, ironik hareket etmişlerdir. Her durumda da, artık bildiğimiz gibi otoriteler önce
duygusuz davranmaya, sonra duygusuz görünmeye zorlanmış
ve sonunda da gelecek nesillerin katı fikirlerine kurban olmuşlardı. Ancak bu, hiçbir şekilde garanti edilen bir sonuç olmayıp
mutlaka "mış gibi" tarzının sürdürülmesinin çok zor olduğu
günler olmuştur.
Bu nedenle tek önerebileceğim (bu ve diğer iyi örneklerin
incelenmesinin dışında) bu tutumun bir kısmını geliştirmeye
çalışmandır. Olağan bir günde, sen de çeşitli kabadayılık veya
bağnazlık türleriyle ya da genel iradeye yanlış bir şekilde başvurulması veya yetkinin ufak tefek suistimaliyle karşılaşabilirsin.
Eğer siyasi bir bağlılığın varsa, kısa dönemli bir amaca hizmet
eden bir yalan veya yarı gerçeği kabul etmen için sana gölgeli bir
neden sunulabilir. Herkes bu tür anlardan geçmek için taktikler
geliştirir; sanki bunların hoş görülmesi gerekmiyormuş ve bunlar kaçınılmazmış "gibi" davranmaya çalış.
•
VI
Yukarıdakilere eklenecek bir not: bu tür bir davranış tarzına
karşı (kendi zihninde bile) duyacağın tartışmalara hazırlıklı ol.
Bunlardan bazıları çok ayartıcıdır. Bunun ne fark yarattığını
sana sorabilirler (veya sen kendine sorabilirsin). Göreceğin gibi
bu soruya güzel bir cevap yok. Evren Anlamsız olabilir ve insan hayatı her halükârda kısadır. Ancak bu, "anlamsız" terimini
mantıksız veya gereksiz olduğu açık şeylere saklamadığımız anlamına gelmez. İnsan doğasını ya da İnsan Doğasını değiştirmeyi umamazsın; gereksiz tekrar olsa da yeterince doğrudur, çünkü
I )oğa belirlenmiştir. Ancak hiç kimse bütün insan davranışı ya
ila insan tavrını bu temelde değiştirilemez olarak kabul etmez.
Pasiflik ve kabullenmeye yapılan diğer çağrılar daha kurnazdır; bazıları kişiyi alçak gönüllülüğe davet eder. Sen kimsin
di' yargıçlık yapıyorsun? Sana soran kim? Her neyse, şimdi karşı
çıkmanın zamanı mı? Belki daha uygun bir zamanı beklemeliyi/.. Ve - işte - düşmana cephane verme tehlikesi yok mu?
Bu tür ayartmaları defetmek için yanımda bulundurduğum
ıkı favori metnim vardır. Bunlardan biri George Orvvell taralından Kasım 1945 tarihinde yazılan ve "Bir Camdan İçeriye,
İyimserlikle" başlıklı makaledir. Kızıl Ordu'nın Nazi işgalindeki
Avrupa'nın çoğunu kısa süre önce "kurtarmış" olduğu ve kurtaı ıı ılarla ilgili herhangi bir eleştiride bulunmanın bazı çevrelerde
Christopher Hitchens
Genç Felsefeciye Mektuplar
kötü olduğunun düşünüldüğü bir dönemde yazıyordu. Ancak
Orv/ell'in çalıştığı sosyalist haftalık yayın olan Tribune'ün
Viyana muhabiri, Sovyet güçlerinin şehirde gerçekleştirdikleri
zorlama ve yağmalamalardan bahsetmeyi gerekli görmüştü:
Tribüne ün Viyana muhabirinin son makalesi, onu aptal
ve yalancı olarak nitelendiren ve başkalarının rutin olduğunu söyleyebilecekleri diğer suçlamalarda
bulunmanın
yanı sıra gerçekleri söylediğini bilse bile sessiz kalması gerektiğine dair ciddi imalarda bulunan pek çok öfkeli mektuba yol açmıştır.
Kötü niyetle söylenen bir gerçek
Uydurabileceğin bütün yalanları yener
ve kendi açıklamalarının
Axis
radyosunda
kendisine
geri döndüğünü gören herkes bunun gücünü hissedecektir. Aslında popüler olmayan davaları savunacak şekilde
yazan ya da tartışmaya yol açması muhtemel
olayların
şahidi olan herkes, sadece dürüst açıklamalar
prensipten
yoksun rakipler tarafından kullanılabilecek ifadeler içereceği için, gerçekleri bastırmak ya da çarpıtmak
korkakça ayartılma durumunu
bilir. Ancak
yönündeki
düşünülmesi
gereken, uzun dönemli etkilerdir.
Ne zaman A ve B birbirine karşı durumlarda olsalar, her
kim A'ya saldırır ya da onu eleştirirse, B'ye yardım etmek
ve suç ortaklığında bulunmakla suçlanır. Ve genellikle,
tarafsız ve kısa süreli bir analizde görüleceği gibi, işleri
B için kolaylaştırdığı doğrudur. Bu nedenle A'nın destekçilerine susup eleştirmemelerini söyle: ya da en azından
"yapıcı" eleştiride bulunmalarını, ki bu pratikte her zaman olumlu eleştiri anlamına gelir. Ve buradan bilinen
gerçeklerin bastırılması ve çarpıtılmasının bir gazetecinin
en önemli görevi olduğunu savunmaya geçmek için geriye
sadece küçük bir adım kalır.
hin hiçbir şey yapmamanın
Sürecin etki ettiği mükemmel bir örneği sunmak gerekirse,
Taş balta, Cilalı Taş Devri'nin sonunda
Uzun dönemli
bu sonuçları
düşünüp
aynı
zaman-
da kısa dönemli sonuçları da dikkate alan bir kişi F.M.
('ornford, yani olası her türlü Yüksek Masa örtmecesine
ve Öğretmenler Odası perdelemesine alışık, Edward dönemindeki nüktedan
bir Cambridge akademi
üyesiydi.
l
I )()8 tarihli tezi Microcosmographia Academica da bunların hepsini dikkatle incelemişti. Sana vereceğim pasaj,
İddialar" başlıklı bölüm 7'den:
Kir şeyi yapmak için yalnızca bir iddia vardır; geriye kaiddialarıdır.
kullanımdan
Orwell henüz bitmiş olan savaştaki Nazi propagandasının akıl
kalktığı için, diğer iki evrensel uygulama iddiası, insan-
lılığından bahsetmiştir:
lığın mahareti ile retorik cephaneye eklenmiştir.
Bunlar
t ok benzerdir; ve taş balta gibi, Politik Güdüye yöneliktir.
Diğerlerinin yanında E.M. Forster'ın Hindistan'a Bir
Geçit kitabını yayımlıyorlar. Ve şimdiye kadar bildiğim
kadarıyla doğru olmayan alıntıya başvurmaları bile gerekmedi. Kitap sadece esasen doğru olduğu için, Faşist
propagandanın amaçlarına hizmet etmek amacıyla kullanılabilirdi. Blake'e göre,
UU
Ituıılara Kama ve Tehlikeli Emsal denir. Çok tanıdık gelseler de içerdikleri hareketsizlik kuralları ya da prensipler
nadiren tam olarak açıklanır. Bunlar şöyledir:
Kaıııa Prensibi, gelecekte daha da adil davranmanız
yö-
nünde beklentiler oluşur korkusuyla şimdi adil davran-
45
Genç Felsefeciye Mektuplar
Christopher Hitchens
mamanız
gerektiğidir - bunlar karşılama
olmayacağından
korktuğunuz
cesaretinizin
beklentilerdir. Biraz dü-
şünülünce Kama iddiasının, bunu kullanan
ne yazık ki, tek hayatım olduğunu ve bunun bir dakikasını bile
kabul ettiği
umutsuz uzlaşmalara harcamayacağımı söylemeyi faydalı bulu-
Kanıtlayabilirlerse
rum. Sonra şu düşünce gelir kendiliğinden: tek bir ömre sahipken
bu, bunu yapmamak için tek ve yeterli bir neden olacaktır
bu önemsiz mücadeleyi suya batırarak biraz zaman kazanamaz
ve bu iddia lüzumsuz
mıyım? Ölümden sonraki yaşamı umut edenlerin de aynı şekil-
olacaktır.
Tehlikeli Emsal Prensibi ise, sen ya da senin eşit derecede
de ancak başka bir deyimle ayartıldıklarını tahmin ediyorum;
korkak haleflerinin ex hypothesi (düşünülemez)
çoğu, sub specie aeternitatis/sonsuzluk açısından bakıldığında
anlamda
esasen farklı, ancak görünüşte şimdikine benzeyen ilerdeki bir durumda doğruyu yapma cesaretinin
olmaması
korkusuyla şu anda doğru olduğu kuşkusuz bir eylemde
bulunmamanız
gerektiğidir. Alışılmış olmayan her kamu
eylemi ya yanlıştır ya da doğru ise, tehlikeli bir emsaldir.
Bunun sonucunda hiçbir şeyin ilk olarak yapılmaması gerektiği anlamı çıkar.
Başka bir iddia da "Vakit Gelmedi"dir. Vaktinden Önce
Prensibi, insanların şu anda, şu anda doğru olduğunu düşündükleri şeyi yapmaması gerektiği, çünkü bunun doğru
olduğunu düşündükleri anın henüz gelmediğidir.
Hayatının ilerleyen kısmında bu tür iddia ve kaytarma durumlarının bir kombinasyonu ile karşılaşacağından emin olabilirsin ve sana bunu garanti ediyorum. Her seferinde bunların her
biriyle mücadele etme enerjisini bulamayabilirsin; kaynaklarını
bunlar için kullanmayıp daha iyi ya da uygun bir güne saklamayı istediğini görebilirsin. Kendindeki bu eğilime dikkat et.
Özellikle - bunu yapmayı amaçlamasan bile - bu tür avutucu ve
ayartıcı formüllerden birini kendin dile getirmiş olduğunu gördüğün o korkunç güne karşı tetikte ol.
46
işe yaramadığı bir örnek vermek istiyorum. Ara sıra yaşayacak,
insanların
eylemin adil olmadığını kanıtlayamayacağmı
anlamını içerdiği açıkça görülecektir.
(Aklıma gelmişken sana, ne dinî ne de dünyevi unsurların
önemsiz görünen prensip meseleleridir.)
•
VII
Microcosmographiayı beğenmene sevindim. Başlı başına bir keyif elbette, ancak onu aynı zamanda çoğu sorunun aslında oldukça basit olduğunu hatırlattığı için de yanımda saklıyorum.
Burada küçük bir paradoks yatıyor; sözde entelektüellerin işi,
aşırı basitleştirme veya sadeleştirmeyle mücadele etmek ve aslında, bundan daha karmaşıktır. En azından işin bir kısmı budur.
Ancak, "karmaşıklıkların" ne kadar sıklıkla perdeleme yolu olarak kullanıldığını fark etmiş olmalısın. Burada Occam'ın ünlü
usturasını memnuniyetle kullanmak, gereksiz varsayımlardan
kurtulmak ve aslında, her şeyin göründüğünden daha az karmaşık olduğunu bildirmek gereklidir. Kendi deneyimlerimde
çok sık olarak, temel bir adalet ya da prensip meselesi söz konusu olduğunda dıştan gelen ya da ilgisiz karmaşıklıklar işin içine
sokulur.
Burada vereceğim en iyi örnek, sevgili arkadaşım Salman
Kııshdie'nin durumu olacaktır. Belki de, 1989 yılında teokratik
l>iı fetva ile kendisine saldırıldığında yazar arkadaşlarının onu
•..ıvıınmaya koşmuş olacaklarını düşüneceksin. Burada, bir cömertlik teklifinin eşlik ettiği ve söz konusu teokrasinin bir val.ındaşı bile olmayan bir kurgu yazarına yönetilen cinayete açık
İm teşvik vardı. Devam eden mırıltı ve tereddütlerin miktarını
görsen şaşırırdın. Romanı biraz "saldırı" mı içeriyordu yoksa?
Aı aba dini bütün Müslümanların duyguları dikkate alınmaya-
Genç Felsefeciye Mektuplar
cak mıydı? Belasını aramıyor muydu? Muhakkak ne yaptığını
biliyordu ve buna benzer şeyler. Genellikle yasa ve düzen ve "terör karşıtı" okulundan olan çeşitli kıdemli Batılı devlet adamları
benzer kaçamak formüllere sığınmıştır.
Romandaki kâfirce veya dünyevi unsurdan endişe duyan ya
da duyduğunu söyleyenlerle yapılan halka açık münazaralarda
her zaman, bakın, bir şeyi ihtimal dışı bırakalım diye başlardım.
Edebî bir figür pahasına cinayetin kışkırtılmasına şüphe duymadan karşı çıktığınızı varsayabilir miyim? Güven verici bu sözün
nasıl çabucak kapıldığını ya da kaliteli bir biçimde sunulduğunu
görmek çok eğiticiydi. Bu tür durumlarda daha fazla tartışmazdım. Yani o durumda bir basitleştiriciydim ve saflığımla gurur
duyuyordum.
Yine deneyimlerimden bir başka örnek daha. 1968 yılında
Küba'ya gittim. Devrim çok yeniydi; Che Guevara'nın ölümü
henüz birkaç aylık bir anıydı; Castroitler kendi sosyalizm türlerinin kasvetli Rusya örneğini model almayacağını iddia ettiler;
çok fazla oyun ve hoşgörü vardı. Bunu hindsight/öngörü ile seninle ilişkilendirmek istemiyorum, çünkü o zaman "Fidelizm"
ile ilgili güçlü tereddütleri bulunan Marksist bir grubun üyesiydim (ve istersen sana politik oluşumumun öyküsünü bir başka
mektupta anlatırım). Her neyse, tartışmalar ve iddialar yoğundu
ve Vietnam ve Paris ve Prag yılında görünüşe göre - ve bazen de
öyleydi - gerçekten önemliydi. Özellikle Küba sinemasına önemli katkıda bulunmuş Santiago Alvarez ile yapılan bir semineri
anımsıyorum. Film, Küba devriminin özel bir aracıydı ve bize
onun zincirsiz olduğunu garanti ediyordu. Tamamen zincirsiz?
Şey, dedi hafifçe gülümseyerek, yapılmayan bir şey var. Liderin
hicivli betimlemesine izin verilmeyecek. (Hafif gülümsemesinin
nedeni aslında herhangi birinin böyle bir şeye niyet etmeyi bile
düşünmesi fikriydi.) Oldukça basit bir dille, Castro ile ilgili ana
konu yasak bölgeye giriyorsa, zaten gerçek bir hiciv ya da eleşti51 103
Christopher Hitchens
rinin olamayacağını söyledim. "Karşı devrimci" terimini daha
önce duymuş ve görmüştüm ama tüm ciddiyetiyle uygulandığını ilk defa duyuyordum. Yine, böyle temel bir noktayı vurgulamak cesaretine sahip olduğumu iddia etmiyorum ve mevcut
olanlardan bazılarının kötülenme riskini de üstlenmiyorum.
Ancak düşüncemi sunduğum sırada oluşan ölüm sessizliğini
unutamam. Tıbbi bakım ve okuryazarlıktaki ilerlemelerle ilgili - bazıları samimi olan - birçok övgü duyduğumuz başka bir
toplantıda Kübalı bir vatandaşın kendi dergisini kurabilip kuramayacağını ya da ülkesinin dışına seyahat edip tekrar ülkesine dönüp dönemeyeceğini sordum. Yine, sanki böyle bir soruyu
ancak narsist ve sağlıksız biri dile getirebilirmiş gibi bir sahne
oluştu. O zamandan bu yana Küba'ya pek çok defa gittim ve bu
ve bunun gibi soruların acilen cevaplanması gerektiğini (ve ertelenmelerinin toplum için kesinlikle ölümcül olduğunu) gördüm.
O zamanlar, sadece açıkça ortada olanı soruyor ve belki de sonuçta Anglo-Sakson ampirizmi için söylenecek bir şey olduğunu
keşfediyordum.
Küçük çocukla çıplak kralın hikâyesini övmemiz boşa değil. Halk bilgeliğinin savunucusu değilim ama bu hikâye testi
geçmiştir, çünkü Orwell'in bir zamanlar başka bir bağlamda
söylediklerini vurguluyor: görülmesi en zor olan şey, genellikle burnunuzun ucunda olandır. Ve ayrıca, çok nadir olmamak
üzere, açıkça ortada olanı fark etmeme konusunda önemli bir
toplumsal baskı da vardır. Her anne-baba, çocuklarının "neden"
sözcüğünü öğrenip kullanmaya başladığı anı bilir. Gökyüzünün
neden mavi olduğunu hâlâ bilmiyorum (bir zamanlar biliyordum ama unuttum), fakat "Baba, bu adam neden sokakta yatıyor?" sorusuna ve fazla alıştığım olgulara açıklamalar bulmak
zorunda kaldım. Irkçılık zehri bulaşmış toplumlarda örnek
davranışlar sergileyen (enfeksiyondan doğuştan etkilenmeyen)
çocuklar olmuştur. Elbette çocukları idealleştirmemek gerekir,
Genç Felsefeciye Mektuplar
çünkü kolaylıkla etki altında kalırlar ve beyin yıkamanın kolay
hedefleridir. Ve elbette masumiyet de sizi aynı yere götürecektir.
Örneğin bir termonükleer savaşı başlatmanın yanlış olduğunu
ama imha silahlarını hazırlamanın yanlış değil, aslında yalnızca
tedbir için olduğunu savunmanız için yeterince büyüyene kadar
deneyimle bilgilenmiş olmanız gerekir. Ya da bir birey tarafından işlense iğrenç bulunacak bir suçun bir devlet tarafından
işlendiğinde affedilebilir olduğunu. Ancak bunlar olgunluğun,
keyfini düşerken çıkaracağımız ödülleridir.
Biz uyum sağlayabilen bir türüz ve bu özelliğimiz hayatta
kalmamızı sağlamıştır. Ancak bu özellik bir tehdit de oluşturabilir; bazı tehlikelere alışabilir ve çok geç olana kadar onları
fark edemeyebiliriz. Nükleer silahlar buna en bariz örnektir; sen
bunu okurken gerçekte askerî bir üniforma giyiyor ve korunmasız kalan bir siperde bulunuyorsun. Gücü senin rızandan kaynaklanmayan ve seni harcanabilir, atılabilir olarak gören insanların hevesinden dolayı varsın. Sadece askere alındığın anı fark
edemedin. "Normal" bir hayat, gerçeklerin içindeki bu en çok
göze çarpan hiç de gerçek değilmiş gibi yaşamaya bağlıdır.
Kendime her gün beni bu konuma koyan bir hükümetin
meşruluğunu onaylamadığımı söylüyorum. Hepsini de bir kalemde yok etme hakkını kendilerinde buldukları bütün mevcut,
gelecek ve geçmiş yaşam biçimlerini bırakın, benim üzerimde
yaşam ve ölüm gücünü "seçilmiş" liderlerime bile vermiyorum.
Bu gücü verip vermeyeceğim de, bir an için bunu başkalarının
adına verme hakkım olduğunu düşünsek bile, ki buna sahip olduğuma bir an için bile inanmıyorum, bana sorulmadı.
Ancak, bir bakanla ya da bu rejimin kıdemli bir görevlisiyle buluştuğumda, ki sık sık fırsat bulduğum bir ayrıcalıktır,
Caligula'nın kanlı elleriyle tokalaşıyormuşum gibi davranmıyorum. (Ara sıra kalbimde ve zihnimde olanı bilselerdi, lanetlenmiş gibi oldukları yerde büzüleceklerini düşünerek kendi ken-
Christopher Hitchens
dime eğlenirim.) Böylece bilişsel ve duygusal bir uyumsuzluk
yaşıyorum. En fazla söyleyebileceğim, daha iyi günleri beklerken
bunu bilinçli yapıyor olduğum.
Körelme durumları ve alışılmış olanla mücadele etmek için
elinden geleni yap. Aşikâr ve belirli olanı sorgulamak, de omnibus dubitandum (her şeyden şüphe edilecektir) deyişinin önemli
bir öğesidir.
•
VIII
Körelme durumları ve alışılmış olandan nasıl kaçınacağını soruyorsun. Sana küçük ve belki de gülünç bir örnek verebilirim. New
York Times gazetesi her gün, ön sayfasındaki bir kutunun içinde
bir parola yayımlıyor. "Basılmaya Uygun Bütün Haberler," yazıyor. Bunu yıllardır her gün söylüyor. Kurallara uygun bu sayfanın çoğu okuyucusunun, bu manşetlenmiş ve gösterişli zihinsel
malzeme simgesini fark etmeyi çoktan bıraktığını düşünüyorum.
Ben de bu parlak, şıklık meraklısı, debdebeli, budalaca iddianın
hâlâ orada olup olmadığını her gün kontrol ediyorum. Sonra da
beni hâlâ sinir edip etmediğini kontrol ediyorum. Sonra, sadece
kendi duyacağım bir sesle, neden bana hakaret ediyorlar ve beni
neyle karıştırıyorlar ve göründüğü kadar kendini beğenmiş ve
eleştirici ve şıklık meraklısı değilse ne gibi bir anlama geldiğini
hâlâ haykırabiliyorsam, o zaman en azından kalbimin hâlâ attığından emin oluyorum.
Daha sıkı bir zihinsel idman seçmeyi isteyebilirsin ama ben
bu günlük sıkıntı infüzyonunun ömrümü uzattığına inanıyorum.
m
ıx
Fark etmeden ettiğim bazı sözlerden dindar bir inanç sahibi olmadığımı tahmin etmiş görünüyorsun. Tam anlamıyla dürüst
olmak için, kültürümüzün genelleşen bilinmezciliğinin parçası
olduğum izlenimini bırakmamam gerekir. Antiteist olduğum
kadar bile bir ateist değilim; yalnızca bütün dinlerin aynı yalanın versiyonları olduğunu iddia etmekle kalmıyorum, aynı
zamanda kiliselerin ve dinî inancın etkisinin gerçekten zararlı
olduğunu savunuyorum. Dine dair yanlış iddiaları incelerken,
bazı duygusal maddecilerin istiyormuş gibi/görünüşte yaptığı
gibi/bunlar doğru olsaydı demiyorum/. Yaptığı biçimde bunların doğru olmasını istemiyorum. İnanç sahiplerini inançlarından ötürü kıskanmıyorum. Tüm hikâyenin kötü bir peri masalı
olduğunu düşünürken rahatım; inanç sahiplerinin iddiaları gerçekten doğru olsaydı, hayat çok üzücü olurdu.
Bunu neden söylüyorum? Hayatlarını beşikten mezara kadar ilahî bir denetim altında yaşamak isteyen insanlar olabilir;
daimî bir gözetim ve takip. Ama ben bundan daha korkunç ya
da acayip bir şey düşünemiyorum. Bu denetim, yumuşak huylu
ise bir anlamda daha kötü olurdu. (Sonuçta bu konuda yanıldığım ortaya çıkarsa cevabım hazır: mahkeme huzurunda inançsızlığa dair dürüst bir inanç nedeniyle güveni hak ettiğimi ve her
şekilde ikiyüzlülük veya dalkavukluk suçlamasından aklanmam
gerektiğini iddia ederdim. Her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen
Genç Felsefeciye Mektuplar
bir varlık müşfik türdense, bu savunmanın Blaise Pascal tarafından popülerleştirilen türde değersiz herhangi bir safsatadan
daha yararlı olmasını beklerim. Ayrıca Bertrand Russell'ın sunduğu daha az prensipli ve daha aldatıcı, deneysel savunmadan
da faydalanmak da mümkündür: "Ah Tanrım, bize yeterince kanıt vermedin.")
Sanırım bu inanç, insan özgürmüş "gibi" yaşamayı umut
ederse gerekli olan zihinsel ve ahlaki kaynaklarla ilgilidir.
Amerika'nın doğuştan günahı üzerine sıklıkla tekrar eden bir
düşüncede Thomas Jefferson şöyle dedi: "Tanrının adil olduğunu hatırlayınca ülkem adına içim titriyor." Ancak bir tanrı varsa
ve gerçekten adilse, o zaman inanç sahiplerinin titremesi için
pek neden olmazdı; bu, akla gelebilecek bütün dünyevi kaygılara
ağır basacak bir avuntu olurdu.
Sıkıntı durumunda güçlerini inançlarından alan ve ahlâkça
benden üstün pek çok cesur erkek ve kadınla tanıştım. Ancak ne
zaman bununla ilgili yazmak veya konuşmak isteseler, kendimi
onların zihinsel ve ahlaki standartlarının ani düşüşüyle sarsılmış bulurum. Tanrıyı kendi taraflarında istiyor ve işini yaptığını
düşünüyorlar - peki bu, en iyi ihtimalle, aşırı bir tekbencilik değil de nedir? Sonuçtan kanıta varıyorlar; en büyük kaynağımız
zihnimizdir ve zihin, kanıtlanması gereken şeyin varsayılması
öğretilerek eğitilemez.
Bu kibir ve mantıksızlık, en alçakgönüllü ve özverili dinî
olumlamalardan bile ayrılamaz. Gerçek bir inanç sahibi, burada bir amaç için bulunduğuna ve Üstün bir Varlığın gerçek bir
ilgi konusu olduğuna inanmalıdır; ayrıca bu Üstün Varlığın ne
istediğine dair en az bir işarete sahip olduğunu iddia etmelidir.
Kendime de zamanında kibirli dediğim olmuştur ve bu iinvanı
yeniden kazanacağımı umuyorum, fakat evrenin ve yaratıcısının
sırlarının ortağı olduğunu iddia etmek - bu kibirin de ötesinde
bir şey. Bu nedenle en alçakgönüllü inanç sahibinde bile, bıra59
Christopher Hitchens
km sürülerinin/cemaat (ve bu ne kadar da açıklayıcı bir sözcük)
bir parçasını oluşturdukları büyük kanun koyucuları ve ferman
buyurucuları, şüpheli bir şey bulmaktan başka seçeneğim kalmıyor.
Monoteizm ve politeizmlerin en insani ve merhametli olanları bile bu dingin ve mantıksız sıkı idarecilikte suç ortağıdır:
Fulke Greville'in "Hasta yaratıldık - Sonra da iyi olmamız buyuruldu," diyen unutulmaz satırında bize gösteriyorlar. Eğer çekiciliğini kaybedecek olursa bunu destekleyecek totaliter sözler de
vardır. Örneğin Hıristiyanlar, ben doğmadan binlerce yıl önce
gerçekleşen bir insanın kendini feda etmesiyle günahlarımın
bedelinin ödendiğini söylüyorlar. Ben bunu istemedim ve bana
sorulsaydı seve seve bu hakkımdan vazgeçerdim ama işte durum
bu: istesem de istemesem de bana sahip çıkılmış ve kurtarılmışım. Peki ya talep edilmemiş bu hediyeyi reddedersem? Bu nankörlüğüm yüzünden ebedî bir işkence çekeceğime dair hâlâ bazı
belirsiz mırıltılar var. Bu da Büyük Birader devletinden daha kötüdür; çünkü sonunda geçeceğine dair hiçbir ümit olamaz.
Her halükârda, başkası için yapılan kurtarma fikrinde itici bir şey buluyorum. Sayısız günahımı bir günah keçisine atıp
bunlardan kurtulmayı bekleyemem; bu tatsız olayı gerçek anlamında uygulayan barbar toplumlara haklı olarak dudak büküyoruz. Başkasının yerine yapılan bir jestte ahlaki bir değer olamaz. Thomas Paine'nin de işaret ettiği gibi, dilerseniz bir başka
adamın borcunu üstlenebilir ve hatta onun hapishanedeki yerini
almayı teklif edebilirsiniz. Bu fedakârlık olurdu. Ancak onun
gerçek suçlarının size ait olduğunu varsayamazsınız; birincisi
onları siz işlemediniz ve bunu yapmaktansa ölmeyi yeğlerdiniz;
ikincisi de bu imkânsız eylem onu bireysel sorumluluktan mahrum bırakacağı için. Bu nedenle bütün bu affedilme ve aklanma
donanımı bana çok ahlaksızca gelirken, açığa çıkan gerçek kavramı kendimiz için etik prensipleri keşfetmek gibi zor bir görev103
Genç Felsefeciye Mektuplar
den bizi muaf tutarak özgür akıl kavramının değerini düşürür.
Hıristiyanlığın suç ve cezaya bakışında da aynı ahlaksızlığı
ya da ahlaka aykırılığı görebilirsin. İkisi de son derece ve karşılıklı olarak tutarsız yalnızca iki ayet bulunuyor. Eski Ahit'in
öğüdü göze göz ve dişe diş şeklindedir (karşılıklı öküz boynuzlatmanın idare edilişiyle ilgili tüm kuralların tüm ayrıntısıyla anlatıldığı bir pasajda geçer; geçtiği bağlama bakmalısın). İkincisi
İndilerde geçip yalnızca günahsız olanların ilk taşı atabileceğini
söyler. Birincisi ölüm cezası ve diğer barbarlıklar için ahlaki bir
temel oluşturur; ikincisi ise o kadar göreci ve "yargıdan uzaktır"
ki, Charles Manson'ın yargılanmasına izin vermeyecektir. Aşırı
kincilik ve aşırı merhamete dair bu anlamsız kurallara rağmen,
birkaç adalet kavramımızın da geliştirilmesi gerekmiştir.
Hıristiyan propagandası ile ilgili oldukça fazla deneyimimle konuşabilirim, çünkü bir Anglikan olarak vaftiz edildim, zorunlu dinî eğitim verilen bir Metodist yatılı okulunda eğitim
gördüm (çok keyif aldım ve bana çok şey öğretti) ve şimdi konumuzla ilgili olmayan nedenlerle bir defasında Yunan Ortodoks
Kilisesine kabul edildim. Ancak aynı zamanda Yahudi bir annem vardı ve bir zamanlar seçkin bir hahamla evliydi (onun gizli
bir Einsteincı agnostik olduğundan şüphelenirdim). Museviliğin
Hıristiyanlığa göre bazı üstünlükleri vardır; örneğin, Yahudiler
hariç, insanları kendi dinine çevirmeye çalışmaz ve Mesih'in
göründüğünü söylemek gibi akılsız bir hatada bulunmaz.
(Maimonides Mesih'in geleceğini ancak "gecikebileceğini" söylediğinde, Spinoza'dan Woody Allen'a bütün Yahudilerin neden
omuz silktiğini görebiliyoruz.) Ancak İslam ve Hıristiyanlıkta,
oldukça sıradan insanlar tarafından yazıldığı açık, abartılı ve
çelişkili ve bazen kötü niyetli ve çılgınca bazı ayetlerin aslında
tanrının kelamı olduğunda ısrar ediliyor. Herhangi bir zihinsel
o/gürlüğün vazgeçilmez koşulunun böyle bir şey olmadığını
kıvırmak olduğunu düşünüyorum.
/,ıı
•
X
Bana pek çok örnek insanın inançlarıyla ayakta kaldıklarını
hatırlatıyorsun. (Aslında seninle açık konuşacak olursam, bana
bu gerçeği sen hatırlatmıyorsun. Ben zaten bunun farkındayım. Ve ben, sözünü ettiğin Dr. Martin Luther King ve Dietrich
Bonhoeffer ve diğer birçok kişi hakkında çok şey okudum.) O
zaman sana bir şey sormama izin ver: Onların dinî inançlarının ahlaklı eylemlerinin yeterli ya da gerekli bir koşulu olduğunu mu söylüyorsun? Diğer bir deyişle, böyle bir inançları olmasaydı, ırkçılığa ya da Nazizme karşı gelmeyecekler miydi? Ben
bu iki adamın bundan daha önemli olduklarını düşünüyorum.
Dinî anlamda etkili söz söyleyebilmeleri onlara yardımcı olmuş
olabilir ve taraftar edinmelerinde de kesinlikle yardımcı olmuştur. (Bu arada her zaman, kürsünün rahat ya da dokunulmazlığa
sahip tek çıkış olduğu toplumlar da olmuştur.) Laplace mahkemede güneş sistemi modelini anlatırken Ana Kuvvetin nerede
olduğu sorulduğunda söylediği iddia edildiği gibi: "Bu varsayım
olmadan da çalışabilir."
Biraz daha ileri gidip Köleliğin Kaldırılması Hareketinin
babası William Lloyd Garrison gibi bazı kahraman figürlerinin de dindar inanç sahipleri olduğunu söyleyebilirdin. Ancak
bu, Garrison'ın Amerika Birleşik Devletleri'nin yapmış olduğu
"Ölümle Sözleşme" ile ilgili gerçek teolojisinin, şimdi lan Paisley
tarafından öne sürülenle aynı koldan olduğunu (ve bu arada,
Genç Felsefeciye Mektuplar
Birleşik Devletler ve anayasanın korunmasını değil yok edilmesini istediğini) kabul etmeni gerektirir. Diğer bir deyişle, onun
örneğini saygıyla karşılayıp dünya görüşünü bir kenara bırakabildiğimiz için şanslıyız. Aynı zamanda üzerinde düşünmeden
İslam dinine kendini adamış ya da Komünizme sorgulamadan
inanmış birçok cesur ve özgeci asilerle de tanıştım. Bu insanlar,
benim kararımca, muhalif ya da aykırı görüşlü ünvanını gerçekten hak etmiyorlar, çünkü düşünce şekillerinde şimdiden yazılı
gelecek baskıları görmek mümkündür. Kimse, öne süreceği bir
çözümün istenmeyen sonuçlarla kendi acı ve sıkıntısını içermeyeceğinden tam anlamıyla emin olamaz. Ancak açık ve muhtemel sonuçlar gerçekte planlandığı zaman şöyle bir geri çekilmek
gereklidir; hiçbir şey bunu, inançla ilgili makalelerin yayımlanmasından daha kesin kılamaz.
Elbette inanç, oldukça "basit" olabilir. Ve saflığın dindarlar
tarafından yüceltilme şekline güvenmemekle birlikte, bunun da
kendine has bir çekiciliği olabiliyor. Third Reich ordusuna alınmayı reddetmiş Franz Jagerstatter adında Avusturyalı Katolik bir
çiftçi vardı. Neden olarak daha yüksek emirlerin altında olduğuna dair çıldırtıcı derecede basit inancını öne sürdü - komşusunu
da kendisi gibi sevmek emri. Küstahlığı yüzünden başını kestiler. Pekâlâ - şapkamı çıkartıyorum. (Herr Jagerstatter, Vatikan'ın
1980'li yıllarda acil olarak bir Holocaust şehidi aradığı ve bulmakta zorluk çektiği bir dönemde azizilik mertebesine yükseltilmek için düşünülüyordu. Ancak sonuçta, papazlarının ona Nazi
üniformasını giydirtmeye ve kanuna uymasını sağlamaya çalıştıkları ortaya çıktı, ki bu da bütün büyüyü bozmuştur.)
Ancak saflık bana göre, sık sık safdillikle bir araya gelir. Ve
safdiller, özellikle bir araya geldiklerinde, güven veren bir görüş
sergilemezler. Büyük Eugene Debs'in 1912 seçim kampanyasında sosyalist seçmenlerine söylediği gibi, elinden gelse bile onları
Vaat Edilmiş Topraklara götürmezdi; çünkü oraya götürülecek
Christopher Hitchens
kadar güven duyuyorlarsa, oradan çıkartılacak kadar da güvenebilirlerdi. Onları bir anlamda, kendi başlarına düşünmeye
zorladı. O nedenle G.K. Chesterton ve diğer savunucular temcit pilavı gibi şu sözü tekrarladıklarında hiç etkilenmiyorum:
"Eğer insanlar Tanrıya inanmayı bırakırlarsa, hiçbir şeye değil
herhangi bir şeye inanırlar." Bana göre orijinal inanç, önermenin ikinci yarısının iki parçası için de kanıt sunar: hem sırf öyle
söyledikleri için var olmaması nedeniyle hiçbir şeye inanmamak
hem de bir inancın başka bir inançla değişmesi çok muhtemel
diye herhangi bir şeye inanmak konusundaki isteklilik.
Tekrar ediyorum: bir bireyle ilgili gerçekten önemli olan ne
düşündüğü değil, nasıl düşündüğüdür. Konuşmamız bağımsız
ve sorgulayıcı bir kişiyi hazırlayacak öğelerle ilgili oldu; aykırı görüşlü ve özgür düşünceli biri. Bu proje diz çökerek ya da
yere uzanarak ele alınamaz ya da üstlenilemez. Dindarların her
zaman bununla görünüşte kibar önerileriyle destekledikleri cehennem tehdidinden bahsettim, ancak bir an için cennetin neye
benzediğini düşün. Sonsuz şükür ve tapınma, sınırsız feragat
ve kendini aşağılama; kutsal bir Kuzey Kore. (İşleri biraz daha
renklendirmek için bazı dinler, bedensel mutluluk da vaat ediyor
ve sanırım daha önce sözünü etmiş olduğum Kilise babalarından Tertullian da lanetlenenlere edilen işkenceleri görmek gibi
cazip bir seçenek sunuyor. Bunun tek kanıtladığı, dinin insan
yapımı olduğu ve insanların tanrıları kendi imgelerinde yarattığı ve bunun başka türlü olamayacağıdır. Ancak espri anlayışından yoksun zalim bir hükümdar, ona yaratıcısının verdiği,
sonsuz döngü, övgüyle yıkanmış doğuştan erdem ve ihtişamdan
oluştuğunu varsaymaktan başka seçenek bırakmayan sürekli
övgülerden oluşan ilahiler isteyebilir!)
Ayn Rand stilinde materyalist bir bireyci değilim, Nietzcheci
bir statüyü de arzulamıyorum. Ancak dinî zihniyette küçümsenemez bir kölelik ve mazoşistik durum var. Eleştirel ve kar-
Genç Felsefeciye Mektuplar
şı tutum sonuçta bireyin kapasitesi ve gururuna dayanırken
din bunu, hastalıklı bir kolektivizm biçimine sokmaya çalışır
("sürü'yü hatırla). En güzel şekilde ifade edildiğinde bile zorlayıcı bir imayı içerir; insan dayanışmasına ne kadar inanırsanız
inanın, aslında zil her zaman senin için çalmaz. Din bir kontrol
aracıdır ve her zaman da öyle olmuştur. Dini önerenlerden bazıları - Leo Strauss okulu geliyor aklıma - bu noktayı açıkça vurgulayacak kadar dobradır: bir mit ya da saçmalık olabilir ancak
düzeni sağlamak için çok faydalı. Görüş birliğinin sıradanlığı ve
güvenliği çerçevesinde yaşayabilmek istersen, ilk önermelerinden birini kabul ederek başlamazsan başarılı olursun.
Sigmund Freud, en azından ölümden ve karanlıktan korktuğumuz sürece dinî hurafenin içimizden sökülemez olduğu sonucuna vardığında kesinlikle haklıydı. Irkımızın çocukluğuna
aittir ve çocukluk her zaman - Freud'un da anlamamıza yardımcı olduğu gibi - en güzel veya masum dönemimiz olmayabilir.
Neredeyse dünyevi hümanizmin ahlaki üstünlüğünü savunabilirim; en azından herhangi bir oportünist bir hüsnükuruntu
izini içermiyor. (Yok olma düşüncemden zevk almıyorum ve
David Hume'un doğmadan önce hiçbir şey olmadığımı belirten
stoik düşüncesiyle bile teselli bulmuyorum.) Ancak dinî baskı
yapanlardan da her şekilde kaçınılmalıdır. Antigone bize, kutsal
olana saygısızlığın ayaklandırdığı içgüdüye güvenmemizi öğretti. Resim ve mimar ve şiire ait muhteşem eserler, benim naçizane fikrime göre, bir yanlış anlama ile çalışan kişiler tarafından
yapılmıştı (dinî liderlerinin kutsal olana saygısızlık, kitap yakmalar, "haçlı seferleri" ve engizisyonlarıyla dolaylı olarak onaylamış oldukları gibi). Sana önerdiğim şey, sahip olunamayacak
şeylere sahip olduklarını düşünenlerle sürekli olarak bağlantıda
olmandır. İnançlı olanla tartışarak harcanan zaman, tuhaftır ki,
neredeyse hiçbir zaman boşa harcanmaz. Tartışma, tüm tartışmaların kaynağıdır; kişinin sürekli olarak onu derinleştirmeye
65
Christopher Hitchens
ve iyileştirmeye çalışması gerekir; Marx 1844 yılında, "din eleştirisi, bütün eleştirinin öncülüdür," derken haklıydı.
Ona verdiğimiz adıyla "bilim," ya da ona verilmesi gereken
ismiyle tarafsız ve önyargısız araştırma, dini ve kaba Yaratıcılığı
kontrol altında tutup ehlileştirmeye yardımcı olmakla birlikte
onu tahttan indirmeyi asla başaramayacaktır. Evrenin başlangıcının en azından potansiyel olarak bilinebildiği ve insanlığın doğasının - ilkkodlaması ve diğer türlerle ilgisi - gittikçe daha fazla
açıklığa kavuştuğu bir dönemde yaşıyoruz. Yine de, tasarımdan
kaynaklanan tartışma hâlâ, tekrar eden sözcükler ve sonsuz bir
döngüden oluşan kombinasyona dayanmakla birlikte (veya belki
de bu nedenle) kutudan fırlamak üzere olan bir palyaço gibi tekrarlanmayı sürdürüyor. Bir bakıma bunda gizemli bir taraf yok.
Sonuçta, insan hayatının olası rastgeleliği ile ilgili olarak benim
inandığım şeye inanırken, düşündüğüm şeyin Promotheusçu
ayaklanmanın zaferi ve septik sorgulamanın keyfi olduğunu savunarak bunun gibi bir broşür yazmak benim için neden önemli
olsun ki? Amaç nedir? Cevapsız olduğunu düşündüğüm bu soruya bir cevabım yok ve bir cevabı olduğunu iddia edenlere bu
kadar güvenmememin su götürmez bir nedeni de budur.
Sana nutuk çekmeye yeltenmem bile hata olur, ancak bir
" iç sürgüne" çıkabileceğini ve akıntıya karşı gelerek yaşayabileceğini hissediyorsan, - pekâlâ - ruhun bazı karanlık geceleriyle
yüzleşmeyi beklemen konusunda seni uyarıyorum. Ancak buna
girişip sonra da dışardan ya da görünmeyen bir yardım aramak
kesinlikle amaçtan sapmak olacaktır. Başlangıç olarak bir dereceye kadar yalnızlık ve feragat gereklidir. Bazı insanlar, cennetlerin boş olduğu ve sağırlıklarını faydasız çığlıklarımızla bile
ı ahatsız etmeyi başaramadığımız fikri şöyle dursun, yalnızlığın
I i krine bile dayanamazlar. Uzak bir sahilde bir sürgün ya da toplum dışına atılmış biri olmak - birçok kafa korku içinde başka
yöne bakar ve herhangi bir rahatlık kaynağı arar. Şunu söyleye 103
-ZS3/<<
Genç Felsefeciye Mektuplar
bilirim ki, sadece Sonsuz Paternalizmin korkunç görünümüyle
karşılaştırıldığında değil, yalnızlık ve sürgün ve kendi kendine
yetme kavramı beni her zaman yüreklendirir. (Ve insan ayrıca,
bu abartısız gerçeklikle yüzleştiğinde, sürgün arkadaşlarına da
daha dikkatli ve saygılı davranmayı öğrenebilir. Ancak beklentiler konusunda da abartmamak gerekir.)
•
XI
Senin de takdir edeceğin gibi, tek okuduğum mektup seninki
değil ve bazen çekilmez ve sinir bozucu görünebildiğimi biliyorum. Daha da kötüsü, aslında istemeden çekilmez ve sinir bozucu
görünebildiğimi biliyorum. (Centilmenin eski bir tanımı: kasıtlı olarak asla kabalık yapmayan biri.) Görünüşe göre bu testten
kaldım; sevdiğim bir arkadaşım bir keresinde bana dudağımın
- sanırım üst dudağım olduğunu söyledi - zaman zaman gülünç
ve alaycı bir görünüş sergilediğini söyledi ve eşim de dudağımın
bu görünümü, bunun çok da farkında olmadığım zamanlar aldığını ekledi. Bu eleştiri ve gözlemlerden son derece rahatsızlık
duyduğumu açıkça kabul ediyorum ve ne kadar zamandır kasıtlı
olarak değil de kazara bu kabalığı yaptığımı merak ederek bayağı zaman geçirdim. Peki ya kendimi en tepede hissedip rakiplerimi hırpalayıp boynuzladığım, hazır cevaplarla dolu konuşmalarda yolumu açarken sıkıcı ve aciz bir öfkeden başka hiçbir etki
yaratmamam?
Bu can sıkıcı konuyu değiştirmeden, benzer eleştiriler arkadaşlarım ya da sevdiklerim haricindeki kişilerden geldiğinde
umursamadığımı söylemek zorundayım. Posta kutum ve elektronik postalarım genellikle övgü (gerçeği neden saklayayım ki?)
ve hatta hayranlık içerir; fakat mesaj düşmancaysa genellikle bir
kilit noktada düşmancadır. Kelimeler farklı biçimde sınıflandırılır ve - pekâla, bunun için kendime izin vereceğim - sıklıkla
66
Genç Felsefeciye Mektuplar
yanlış kullanılır ya da yanlış yazılır. Ancak "elitist" sözcüğüyle
yapılan yuhalama hemen hemen asla ihmal edilmez.
Bu suçlama neden incitsin ki, diye düşünüldüğünü biliyorum. (Bunu bilmemin nedeni kısmen benim de kullanmış olmamdır.) Ve bu suçlamadan kaçınmak ya da onu terslemek için
her çareye başvuran insanlar gördüm. Ancak artık benim canımı
acıtacak güce sahip değil. Nedenini açıklayayım. Geçmişte birçok saygın asi ve aykırı görüşlü insan sanki söz hakkı olmayan
ve temsil edilmeyenler admaymış gibi konuşuyorlar ve hareket
ediyorlardı. Bu "elitist"lik olmakla birlikte - zirve noktalarından
birine aslında kitlelerin yerini alacak öncü bir parti düzeniyle
sahip oldu - yine de "insanlara" gönderme yaparak kendini kutsallaştırdı. Diğer insanları mülk olarak gören insanların yazdığı
Birleşik Devletler Anayasasının giriş kısmı bile, "Biz İnsanlar..."
ifadesiyle başlıyor. Bundan önceki ve sonraki birçok ifadenin
içinde bu övgü, güçlü bir motif teşkil etmiştir. "İnsanlarım" hakkında konuşan iktidarlar bile yarı bilinçli olarak aynı düşünceye
işaret ediyorlar. İşte sorun da tam burada başlıyor.
Gerçeği söylemeye çalışanlarla kalabalık tarafından alay
edildiği ya da bunların kamuoyu tarafından susturulduğu noktada başka bir aykırılık hikâyesi daha/aykırılığın alternatif bir
açıklaması vardır. Kendine ait bir favori örneğin vardır, yoksa da
mutlaka olmalı. Beni hâlâ en çok etkileyen olay - hatta Zola'dan
bile daha fazla etkiliyor - Birinci Dünya Savaşı bildirisine karşı çıkan medeni ve zeki (ve demokratik) insanların hikâyesidir. Onlar haklı ve kibarlardı, aynı zamanda ileri görüşlülerdi.
Geçmişe bakıldığında "ileri görüşlü" teriminin etkisi hafifletilebilir, çünkü meydana gelen korkunç şeyler onların önceden
tahmin ettiklerinden çok daha büyüktü. Ancak kayıtlara bakar
ve onlara ne olduğunu görürsen - Jean Jaures bir fanatik tarafından vuruldu, Kari Liebknecht prensipleri yüzünden hapse atıldı,
Bertrand Russell susturuldu - bir uygarlığın intiharını görebilir69
Christopher Hitchens
sin. Ve çoğu zaman, mutlu ve yurtsever kalabalık, onların resminin yakılmasıyla eğlenecekleri kadar canlı canlı yandıklarını
görmekten de memnun olurlardı.
1914 yılında savaş için de kalabalık bir çoğunluk bulunmuş
olabilir. Bu önermeyi test etmemizin bir yolu yok ama görünüşe göre öyleydi. Ancak benim dikkati çekmek istediğim nokta,
normalde oy hakkından şüphe duyan devletlerin bu durumda
halkın sesini hakkın sesi olarak almaya karar vermiş olmasıdır
(bu kararda ilgili tanınmış kiliseler ve tarafsız yüksek öğrenim
kurumlarınca desteklendiklerini eklememe gerek yok sanırım).
Halkın ilgisi "kibirli" ve süslü ve müşkülpesent olana yöneltilebilirken aynı halk tahtın ve sunağın önünde güçsüzdü. Susan
Sontag, The Volcano Lover adlı o güzel romanında eski bir çağda etkili olan bu zihniyetin sözcüklerle resmini çiziyor. Sahne,
Amiral Horatio Nelson'ın kışkırttığı kanlı bir monarşist programı sırasında Napoli'de geçiyor (sana okulda anlatmadıkları
bir başka olay daha). Tahtta hak iddia eden bu kişi, kalabalığı
aydınların üzerine salıyor:
Avcı bir kalabalık, Jacobin kimliğinin açığa vurulan
belirtilerinin peşinde (çalmaya değer bir şeyi olmak bir
yana): saçı pudralanmamış ciddi giyimli bir adam; pantolonlu biri; gözlüklü biri... Çünkü bu, bilindiği gibi, kendi çıkarlarına göre davranmayan ya da doğru ayırımlar
yapmayan doğa gibi bir şey. Bu enerji kendi kendini tüketmeden önce, onu onaylayan yöneticiler
tarafından
dizginlenecektir.
O dönemde, popülizmin elitizmle manipülasyonu pek
de planlanmamıştı. George İngiltere'sinde otoritelerin saldığı "Kilise ve Kral" kalabalıkları - abarttığımı düşünmüyorum
aksi takdirde enerjinin Kilise ve Krala yönelebileceği çıkış
yollarıydı. Onun yerine, okuyamayanlara İnsan Haklan kop103
Genç Felsefeciye Mektuplar
yalarından yakılacak yığınlar oluşturmaları için kek ve bira verildi. Dickens'ın Barnaby Rudge'daki Gordon Ayaklanmalarını
tarifini okuduysan, sen de hemen hemen aynı fikre ulaşacaksın.
Düzen için mutlaka düzensizliğin kullanıldığı yerler olmuştur.
"Genel irade" adına konuşma hakkına sahip olduğunu iddia
edenler, yalnızca reformcu ve devrimciler değildir.
Edebî ve bilimsel ve hatta tıbbi konular için de hemen hemen aynı şey söylenebilir. Ayıplanan Socrates zamanından yasaklanan Ulysses zamanına kadar bir zamanlar yasaklanmış ya
da alay konusu olmuş ya da ikisine de maruz kalmış kitaplar,
kalabalık tarafından değil kalabalıktan korunmak zorundaydı.
Evrimimizin kanıtı insanlara çok nazik uygulanmak zorundaydı; çünkü Hazreti İsa'nın taş devrine tercih edildiğine dair bazı
aptalca sloganlar bulmalarından korkuluyordu. (Bu noktada,
körpe zihinlerle uğraşırken de hâlâ dikkatli olunmalıdır.) Çoğu,
fikirleri sorulmuş olsaydı yakıp küle dönecek ancak şimdi halk
kütüphanelerinde bulunan dâhilerin eserleridir. Sana bu noktada takılıp kalmış gibi görünmekle birlikte, dindarlık güçlerinin
her zaman ve her yerde açık fikrin ve açık kitabın yeminli düşmanı olduğunu bir kere daha hatırlatmakla saygını kaybetmeyeceğime inanıyorum. Bu nokta üzerinde fazla durduğumu bir an
bile düşünme!
Günümüzde "halkın fikri" daha sorunsuz ve kolayca dile
getiriliyor. Eminim ki senin de, bir soruyla ilgili kafa yorduğun
ve sonra da, aynı günün akşam haberlerinde insanların yalnızca yüzde 23.6'sının seninle aynı fikirde olduğunu keşfettiğin olmuştur. Ortak zihnin bu korkunç derecede kesin bölünmesiyle
moralinin bozulması ya da altüst oman mı gerekir? Yalnızca yeterince yeteneği olmayan ama fazlaca para ödenen sözde bilim
adamlarından oluşan bir grubun bu sonuca doğrulukla ve kanıtlanabilir bir şekilde vardığına inanıyorsan. Ve belki de - aslında
her durumda bunu tartışırdım - o zaman bile gerekmez.
70
Christopher Hitchens
Eminim ki çoğu zeki insan gibi bu tür bir şeye karşı kısmen
donanımlısmdır. Herkes sorunun "hileli" olabileceğini bilir;
herkes örneğin "ayarlanmış" olabileceğini bilir; herkes soruların
anlaşılabilirliğinin sıradan ve yaygın varsayımlara bağlı olduğunu bilir. Bunları anlamak ve zaman zaman da bunlara güvenmediğini ya da bunlardan şüphe duyduğunu söylemek bilgi ve
kültür belirtisidir.
Ancak bu kuşkular ciddi bir eleştiri etmez. İlk dikkat edilmesi gereken, kesinlikle, halkın zihin okyanusuna yapılan bu
yolculukların, paralarını sırf meraklarını tatmin için harcamayacak olan zengin ve güçlü organizasyonlar tarafından gerçekleştirilip desteklendiğidir. Taktikler piyasa araştırmasmmkiyle
aynıdır; amaç dünyayı yorumlamak değil değiştirmektir. Bir
ürünü diğerine tercih etme eğilimi, pasif olarak keşfedilecek ve
gözlemlenecek bir şey değil, beslenecek, teşvik edilecek ve istifade edilecek bir şeydir.
Bu nedenle tüketici için "anket" - bu arada çok manalı bir
kelimedir ve eski ve geçmişte kalmış "nüfus sayımı" vergisinden
türetilmiştir - var olan fikrin bir aynası gibi görünebilir. Ancak
bunu yapan için anket, üzerinde çalışılacak hammaddenin şipşak bir resmidir. Popüler fikrin elitler tarafından her zaman ve
aynı şekilde ele alınmadığını fark etmişsindir. Sürekli olarak test
de edilmez: Merkez Bankasının sıkı para politikası ile ilgili bir
anketin bulgularını okuduğumu hiç hatırlamıyorum. Böyle bir
şey için kim para öder ki (düzgün yapılan bir anket oldukça pahalı bir iştir)? Hayır, "halkın fikri" genellikle işlenene kadar hazır hale gelmez. Ancak o zaman insanlar fikirlerinin çoğunluk
veya onaylanan olmasının keyfini çıkartıp çıkaramayacakları
konusunda bilgilendirilirler. Edilgen değil de etken şekilde oylamayı içermesi beklenen genel seçimler bile, edilgen kostümlü
provalarla gittikçe daha fazla tehlikeye girmektedir: anketler anketi, koşullar/oylar oyıarı getirir.
71
Genç Felsefeciye Mektuplar
Bu nedenle insanların, buradaki edilgen katılımcıların genellikle saf olduğunu ve gösteriyi yönetenlerin genellikle gerçek
elitistler olduğunu söylemesi için "elitizm" suçlamasını göze almaya istekli olması gerekir. Kitle veya toplamı oluşturan insanlar
genellikle, onları oluşturan parçalardan daha az zekâya sahiptir.
Böyle olmasaydı "demagog" kelimesi anlamsız olurdu. Birkaç yıl
önce, Birleşik Devletler'in o zamanki başkanının, çoğu dogmatik
ideolojik rakiplerinin iddia ettiğinden daha düzenbaz ve yalancı
olduğuna karar verdim. Bu sorunun tamamı olmasa da bir kısmı, samimi olmayanla adi olanı nadir bulunacak bir kombinasyonda birleştiren kendi "şahsi" ahlakına döndü. Bu başkanla ilgili iğrenç açıklamalar selinden sonra çok zaman geçmemişti ki,
Kaliforniya'da olduğum bir gün arabamın radyosunda "hızlı bir
anket"in sonuçlarını duydum. Yeni açıklamaların ışığında, insanlardan kendi ahlaki standartlarının başkamnkinden (a) daha
yüksek veya (b) yaklaşık aynı veya (c) daha düşük mü olduğunu söylemeleri isteniyordu. Yaklaşık yüzde 20'si "daha yüksek"
olduğunu söylemişti ve kendimi en çok eleştirdiğim bir anda
bile aynı şeyi söyleyebileceğimi düşündüğümü hatırlıyorum.
Ortadaki geniş bir yüzde ise kendilerini ne daha iyi ne de daha
kötü olarak ifade etmişlerdi; bu ülke bize "yargısız" terimini verirken haklıydı. Sonra yüzde 20'nin kendi ahlaki standartlarının
Clinton'ınkinden daha aşağı olduğunu düşündükleri bildirildi!
(Bu arada, başkanın adı buydu.) İlk düşüncem, seçmenler arasındaki mazoşizm ve kölelik derecesindeki bilinmezlikti. İkinci
düşüncem ise - tesadüfen ileri görüşlü olduğu ortaya çıktı - liderin ahlaki sağlamlığıyla ilgili bir tartışmada bunu tebaasının
ahlakı üzerinde bir halk oylamasına çevirmenin nasıl bir dâhilik
gerektirdiği oldu.
Christopher Hitchens
anket kuruluşunun kendilerine danıştığını söyleyen ya da kendisini ahlaki anlamda başkandan aşağı gören yaşayan ve nefes
alan bir bireyle de tanışmadım. Yanıldığımı hiç düşündüm mü?
Evet, ara sıra ve kısaca. Ancak hiçbir zaman bana karşı olduğu
söylenen kalabalık nedeniyle değil.
Şimdi, yukardaki satırları hayal kırıklığına uğramış bir siyasetçi olarak yazıyorsam, seçmenlerinin tembelliği veya öngörüsüz oluşlarını ya da hedonizmini affedemeyerek homurdanan
megalomanyaklarından biri gibi görünebilirim. Brecht 1953
yılında, Berlinlileri Stalinizme karşı düşüncesiz ayaklanmaları
nedeniyle azarlayan Komünist bir broşürü fark ettiğinde bu tutumu çok iyi ayırt etti ve sert bir biçimde belki de Partinin halkı feshedip yeni bir tane seçmeleri gerektiğini önerdi. Züppelik
ve nefretten kaçınmalıdır. Ancak aynı zamanda en düşük ortak
paydaya ulaşanları ve bazen de bunu bulanları eleştirmekten
korkmamalıdır. Böyle bir çağrıyı bekleyen bir "halk" yoksa bu
eleştiri zahmetsiz olurdu. Herhangi bir budala, bir kralı ya da bir
piskoposu ya da bir milyarderi yerebilir. Ne istediğini bildiğine
karar vermiş olan ve bunu almaya yetkili bir kalabalığı, hatta bir
stüdyo dinleyici kitlesini sindirmek için daha sağlam bir trifle
gereklidir. Ve kralların ve piskoposların ve milyarderlerin kalabalığın iştahını ve duygularını kabartmak için söyleyecek daha
fazla şeyi olduğu gerçeği de konuyla pek ilgisiz sayılmaz.
O zamandan sonra, o adamla ilgili görüşümü başka insanların yanında ya da özel olarak her dile getirdiğimde, kamuoyunun fikrini paylaşmadığım söylendi. Ancak hiçbir zaman bir
72
103
•
XII
Elitizm ve popülizm konusunda iki olanağı da elimin altında tutmak isterdim (nadiren tatmin olduğu için daha da güçlü olan bir
istek). Bence tekrardan kaçınmayı başardım. Ancak bana, bizim
zamanımızda "aykırılık"ın birçok insan trafaından bir şekilde
"Sol'un mülkü olduğunun düşünüldüğünü yeniden vurgulamamı söylüyorsun. Birçok yanlış anlama, bu tek yanlış anlamadan
doğar ve bunlardan birisi popüler akıl ya da popüler kültürü eleştirme konusundaki isteksizlikle ilgilidir. Fikir oylama dünyasından daha da saçma bir örnek vereyim. Başkan Reagan'ın kolon
kanseri olduğu keşfedildiğinde, önemli bir gazete insanlara bu
kanserin iyileşeceğini, nüksedeceğini yoksa hafifleyeceğini mi
düşündüklerinin ciddi ciddi sorulduğu bir oylama yayımladı.
Şimdi, ultrademokrasi meraklıları bile Reagan'ın bağırsaklarında olan bitenle ilgili popüler bir görüş olabileceğini savunamaz.
(Aslında o günlerdeki önemli bir gerçek de otoritenin başkanın
gerçek fiziksel ve zihinsel durumunu kamudan ne dereceye kadar gizleyebildiğiydi.) Ancak bir kere daha kendilerine danışıldığı yönünde bir yanılsama ya da gösterişi söz konusuydu.
Bu bir aldatmacaydı ve aldatmacalara kananlar safdillik ünvanını hak ederler. Sevgili arkadaşım lan McEwan, The Child in
Time adlı romanında, yaşadığı trajedi ve kayıp sonucu yaşadığı
üzüntüden gün boyu televizyondaki şans programlarına takılan bir adamı anlatıyor. Kendi cinslerinin kendilerini aşağılık ve
Christopher Hitchens
Genç Felsefeciye Mektuplar
utanç verici durumlara düşürmeye bu kadar istekli olduklarını
gördükçe, bunları izlemek için bir isim geliştirerek "demokratın
pornografisi" adını veriyor. O zaman kalabalıkları da bireyleri yargılayacağımız gibi yargılamayı ve kendimize yönelmesine izin vermeyeceğimiz hiçbir eleştiri standardını kullanmamayı kabul edelim. (Bu arada Reagan'ın zamanında liberaller
ve Demokratlar, "insanların" bir hokkabaz ve basit bir Halkla
İlişkiler makinesi ile aptal yerine koyulabileceği ya da gerçekten
koyulduğu öne sürdüklerinden beri daha az seçicilerdi.)
Milton Friedman, az ücretle işçi çalıştıran yerler ve serbest
piyasa fırsatları ile ilgili yanılmış olabilir, ancak bir kişi artı doğru bir fikrin bir çoğunluğu azınlıkta bırakacağını söylerken yanılmıyordu. Pyotr Kropotkin oldukça seçkin bir anarşist olabilir
ancak yalnızca bir kişi doğruya sahipse, bunun yeterli olacağını
söylerken haklıydı. Bilim de aynı ahlaki ölçütle ilerler; tek başına
deney yapan bir Marie Curie elbette istisnaidir, ancak düzgün
bir biçimde test edilen bir dizi tez veya deneye sahip bireysel bir
araştırmacı bir grup tanınmış uzmanı ya da şüpheci bir kalablığı
şaşırtabilir ve zaman zaman da şaşırtacaktır. Machiavelli veya
Houdini gibi, gizli bilgi ve uygulamayı inceleyip sonra da bulgularını kamuya açıklayarak sırların çözümüne katkıda bulunan
görünürde elitistlere çok şey borçluyuz.
Bazen kişiye "hangi hakla" yargılamada bulunacağını sandığı sorulur. Hangi yetkiyle? çok eski ve haklı bir sorudur. Ancak
bireysel bir eleştiri sahibinin hak ve yetkisinin, bir güç sahibininkiyle aynı şekilde kanıtlanması gerekmez. Çoğu açıdan kendi
kendini haklı çıkarır. Çoğu sinir bozucu muhalifin düşmanları
tarafından "kendi kendini atamış" denmesinin nedeni budur.
(Bir kere daha, elitizm ve kibirlilik önermesini görebilirsin.)
"Kendi kendini atamış" ifadesi bana uyar. Kimse benden bunu
yapmamı istemedi ve istemiş olsalardı da aynı şey olmazdı.
Ancak terfi edilebileceğim kadar kovulabilirim. Kendi kendi77
mi işe almış olmaktan memnunum. Aptalsam veya yetersizsem,
bundan sıkıntı yaşayacak olan sadece benim. Kim olduğunu
sanıyorsun? sorusunda, şu soğukkanlı yanıtı verebilirim: Bunu
kim bilmek istiyor?
Sonra, yüksek atıma bir kez daha biniyorum (Gore Vidal'ın
bir defasında söylediği gibi, kişinin uygun şekilde ulaşılabilecek
alan içinde tutulması gereken bir hayvan). Başka bir zaman ve
yerde sana Kari Marx ile ilgili ilişkilerimden bahsetmeyi teklif
etmiştim ve bu teklifimi henüz kabul etmediğini görüyorum.
Ancak en çok bilinen "deyişlerinden" birinin aslında onun bir
deyişi olmamasını her zaman çok ilginç ve üzücü bulmuşumdur. Dinin toplumların afyonu olduğunu söylemiş ve hatta buna
inanmamıştır. Contribution to the Critique ofHegel's Philosophy
of Right eserinde söylediği aslında şudur:
Dinî sıkıntı, aynı zamanda gerçek sıkıntının da ifade edilmesi ve gerçek sıkıntıya karşı yapılan protestodur. Din,
baskı altındaki varlığa, kalpsiz bir dünyanın kalbine ve
ruhsuz bir durumun ruhuna işarettir. Toplumların afyonudur.
Toplumların
aldatıcı mutluluğu
olarak dinin ortadan
kaldırılması, onların gerçek mutlulukları
Aldatmacaları
için gereklidir.
bırakma talebi, aldatmacaları gerektiren
bir durumu bırakma talebidir. Din eleştirisi bu nedenle
daha en başta, hâlesi din olan bir ıstıraplar vadisidir.
Eleştiri, insanların zinciri hiçbirfantazi veya teselli olmadan giymesi için değil, zincirden kurtulup gerçek çiçeği
seçmesi için hayali çiçekleri zincirden çekip almıştır.
Bu oldukça farklı cümlelerle bunların tutarlı, değişmeyen
tek taraflı basitleştirilmiş hali arasındaki farkı fark edeceksindir. Sana sütünlükle ilgili olan tartışmamızda açıklamayı en çok
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
istediğim şeyi özetliyorlar. İnsanlara aldatmacaları için izin verilirken, bunlardan sınırsız keyif almalarına ve bunları başkalarına kabul etmelerine izin verilmediğini iddia etmek için kişinin
çok cesur olması gerekir. Bir arkadaşının sahte bir prospektüse
ya da yanlış bir vaade inanmasına izin ver ve kısa bir süre sonra
artık arkadaş değil olmadığınızı görürsün. Ne cesaretle müdahal edersin? diye soranlar, Ne cesaretle müdahal etmezsin? diye
de sorarlar. Sen daha iyisini bildiğinden emin misin? Bu soruyu
kendine binlerce defa sor, ancak eminsen, bunu söylemek için
gerekli güven ve asalete sahip ol. Hiçbir şey söylememenin de
bir karar olduğunu ve göreciler ve "kararsızların da, aynı sağlamlıkta olmasa da, kendi kararlarını verdiklerini unutma. Bu
sana, hüküm vermeye ve eleştiri yapmaya ve taraf tutmaya karar
verirsen seninle ilgili toplanılacak birkaç oturumun olması seni
şaşırtmasın. Olası bir ihtimal olduğuna inanıyorum. Tartışma
sanatı ve biliminin aramızda sönmesini kesinlikle engelliyor.
•
XIII
Sorduğun soru - ne okumalı ve kimi incelemeli - sıkça rastladığım bir sorudur. Basit bir araştırmayla cevaplanabilmelidir.
Ama öyle değildir ve bunun birden fazla nedeni vardır. İlki ve
en açık olanı bir otoritenin iddialarını aramaman gerektiğidir.
Alıntı ve özetleri özgürce kullandığımı fark etmişsindir, ve bunu
sadece okuduklarımla gösteriş yapmak için değil aynı zamanda
metnimi canlandırmak ve düşüncelerimi benden daha iyi ifade
edebilenlerden faydalanmak için yapıyorum. Yani sana aleyhine
öğüt verdiğim zayıflıktan muaf değilim. Yinelediğim bazı ilham
kaynaklarım var, ancak bana yaptıkları anlama neden geldikleri
her zaman açık olmayacaktır.
Sonra ruhsal durum sorunu vardır. Muhalif ve eleştirel zihnin illa ki taahhüt ve prensipten biri olması gerekmez; önemli ölçüde cesaretsizlikle uğraması gerekir ve Diogenes'in Wilde'dan
daha cazip geldiği günler, hatta yıllar vardır. Doğu Avrupa uyuşmazlığı geleneğinden iki büyük yazar geliyor aklıma, kötümserliğin kullanımının geliştirilmesinden fazlasıyla faydalanan
Czeslavv Milosz ve Milan Kundera. The Captive Mind'da Milosz,
kendi atalarına ait sevdiği Litvanya'yı içeren Baltık ülkeleri hakkında, sanki Kızılderililerin kökünün, Avrupa'nın art arda fetihleriyle kazınması gibi bu ülkeler de Stalinizm ile tamamen silinmiş gibi yazmıştı. En dikkat çekeni The Book ofLaughter and
Forgetting romanının girişinde olmak üzere birçok makalesinde
78
Christopher Hitchens
Genç Felsefeciye Mektuplar
Kundera, Çekoslovakya ve eskiden Orta Avrupa denilen diğer
ulusların Ruslaştırılmasını açıklarken aynı ses tonunu kullanmıştır. Mevcut olan korkunç durumun kalıcı ve değiştirilemez
olduğunu düşünmüştür. Sonuçta ikisinin düşüncesinden de ayrıldım - Milosz ile bizzat ve Kundera ile yazılı olarak - ve zamanla
herkes bu kültürlerin hayatta kaldığını ve yenilendiğini yaşayıp
gördü. Ancak ben, umarım, onların eserlerindeki temel Stoacılığı
yanlış anlamadım; davanın umutsuz göründüğü ve yine de bundan vazgeçmedikleri zamanlar olmuştu. Bu imkânsız durumla
yüzleşmenin bir yolu mümkün olduğunca katı olmak ve bütün
umutlara hayal muamelesi etmekti. Uzun bir yolculuk ve bir dizi
yenilgiyle karşılaşanlar için karamsarlık bir dost olabilir. (Diğer
her şeyin dışında, bazı Kızılderililerin de keşfetmiş olduğu gibi,
olası en kasvetli ve çıplak resmin sunulması, duyguları ve zihni
harekete geçirmek için çelişkili bir etki yaratabilir.)
Kendimi açıkça umutsuz bir baskı altında hissettiğim bir
duruma hiç düşmedim ya da bu tür bir duruma direnmek için
kişisel bir cesaret göstermem gerekmedi. Ama bunu yapanlarla
ilgili gözlemlerimden, umutsuzluğa yaklaştığınız anın genellikle, teslimiyet yerine cesaretten hemen önce gelen an olduğu sonucuna vardım. Bir anlamda, sırtınız duvara dayanmış ve ölüm
ya da teslimiyetten başka çıkışınız olmadığında, seçenekler bire
iniyor. Bu düşüncede kurtarıcı bir şeyler bile olabilir. "Burada
duruyorum, başka bir şey yapamam." Özellikle Martin Luther'i
önermiyorum - çözülemez olanı kendilerine ilahî bir emir verildiğine karar vererek çözen tiplerden biri - ancak deyişinin hatırlanmasının bir nedeni var.
Çok seçkin bir entelektüel ve prensip sahibi bir muhalif olan
Noam Chomsky bir defasında, "güçlü olana doğruyu söylemek"
ile ilgili eski deyişe gereğinden fazla önem verildiğini yazmıştı.
Onun da işaret ettiği gibi güçlü olan, muhtemelen gerçeği zaten
biliyordur ve bunu baskılamak veya sınırlamak ya da çarpıtmak81 103
la ilgileniyordun Bu nedenle güçsüz olana yol göstermeyi denersek daha iyi ederiz. Bu ayrımda gerçek bir farklılık olduğundan
emin değilim. Güç küstah ve acımasız görünebilmekle birlikte,
yalnızca salgı salgılayan ve arzu duyabilen ve uykusuzluk ve
güvensizlikten çeken memeliler tarafından sahip olunabilir. Bu
memeliler iter istemez en uç noktada kendini beğenmiştir ve genellikle neredeyse kendilerinden korkulmasını istedikleri kadar
sevilmeyi de isterler. Zamanımızın ahlaklı ve önemli kişilerinden Aleksandr Solzhenitsyn ulusunun gizli tarihini yazmaya
karar vermiş ve zahmetleri için küfre uğramış, hapse atılmış ve
sınır dışı edilmiştir. Ancak 1987 yazı itibariyle, Sovyet yetkilileri
devlet okullarındaki var olan tarih müfredatını iptal edip yeni
kitaplar oluşturulana kadar yeniden başlatmamaya karar vermiştir. Eminim ki Solzhenitsyn, mezarına hiç beklemediği bu
aklama olmadan da oldukça memnun bir biçimde gidebilirdi.
İstediği şeyi zaten yapmıştı. Yine de "tarih" onun sadece okuyucularını değil aynı zamanda önemli sayıdaki eski gardiyanlarını
da aydınlatabileceğine karar vermişti. Elbette ki bu, herhangi bir
kitleye ya da yetkililere ulaşamadan zalimce öldürülen birçok
eğitimli Rus'u telafi etmez ama yine - bir biçimde - en azından
bunun telafi edilmesine yardımcı olur.
Tarih ve ona inanlara yaptıklarıyla ilgili çok hoş ve etkileyici bir şiirde Peter Porter şöyle yazmıştır:
TARİH
Freidrich Kutsky, 'Mac' olarak bilinirdi,
bir avukatın oğluydu
Rus askeri istihbaratı için çalışıyordu
Ve onlara İngiltere'nin
Çekoslovakya için savaçmayacağı
uyarısını gönderdi,
Christopher Hitchens
Genç Felsefeciye Mektuplar
bir asansör tamircisi kılığına girmiş
grubun "Yaşlı Büyükbabası",
bir NKVD adamı tarafından bir tahıl ambarından
Anschluss'tan önceki gün kendini
Superiou Gölüne itildi;
bir Viyana tramvayının önüne attığında
Manfred
ayakkabılarında Hitler'in katliam planları vardı -
Löwenherz,
Marksist Üniversitesindeki çevrede 'Tom olarak bilinirdi
kimse hangi Parti örgütünün onun ölmesini
Barcelona'da POUM'un yok edilmesinin
emrettiğini bilmiyor. Irkların karışık olduğu
örgütlenmesine yardım etti (Orwell adını duymuş
bir Galicia şehrinden altı orta sınıf çocuğu,
ama onunla tanışmamıştı) ve
üçü Yahudi ve yalnızca biri
Katalonya teslim olduktan
bir New England Kolejinde bir dula sahip.
üç hafta sonra Moskova'da
Onların hikâyesini
tutuklandı:
anlatmayacağım.
hapishanede ölmüş olduğu sanılıyor;
Pek olası olmayan adı yüzünden
"İngiltereli" denen Frank Marshall,
doğrudan Comintern Merkezine gitti ve
'36 ve '37'nin göstermelik mahkemelerinde
hayatta kaldı
Molotov/Ribbentro Paktı akşamında
evinden kaçmak için: adı
Yezhov'un ofisinden sağ kalmayı başaran
birkaç güvenilir gazetede sık sık geçer:
Szymanovvski kardeşler, Andrew ve jerzy,
Zemylaya bir Sovyet keşif yolculuğu
düzenlediler
ve nikel yatakları raporlarının doğruluğunu
ispatladılar-
tekneleri Bering Boğazı'ndaki bir yolculuk srasında
bilinmeyen bir uçak tarafından
bombalandığında
ikisi de öldü:
1940'ta Moskova'da,
MVD'nin buz kıracağından fazlasını kullandığı
söylenmişti;
Tarihimizin en ilginç anlarından biri Nelson Mandela, kendisini çeyrek yüzyıl boyunca hapiste tutan yetkililer tarafından
ziyaret edildiğinde gerçekleşmiştir. Uluslararası bir kınama ve
baskı altındakilerin genel ayaklanması ile silkelenmişlerdi. Uzun
ve sert bir mahkumiyetle derinlere gömülmüş olması beklenen
Mandela adı bütün dudaklarda geziniyordu. Pekâlâ, dediler ona
kaygılı bir biçimde, artık gidebilirsin. Serbestsin. Cevabı şöyle
oldu - gitmiyorum. Beni serbest bırakma gücüne sahip değilsiniz, özellikle de bunu kendinizi tatmin etmek için yapıyorsanız.
Diğer herkesin de serbest bırakıldığını ve bütün zorbalık kanunlarının kitaplardan çıkarıldığını duyana kadar bu hücreyi terk
etmeyeceğim. O anda, anahtarların kimin elinde olduğu açıkça
belli oldu. (O ana kadar, her türlü sözde diplomatik uzlaşmanın,
ırkçı gaspçıları yağmacıların en azından bir kısmını tutmak ve
yüzlerinin bir kısmını korumalarına izin vermesi için önerilmiştir.)
Hayatımın en büyük keiyflerinden ve ilerleyen yaşımın ayrıcalıklarından biri, ilk olarak politik mahkûm, sürgün ya da
mülteci olarak tanıştığım ya da tanıdığım insanları yeniden zi-
son olarak Willy Marx, nam-ı diğer Oskar Odin,
82
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
yaret etmek olmuştur. Şu anda Güney Afrika'nın başkanı olan
Thabo Mbeki ile ilk tanıştığımda, 1970'li yılların başlarında
Londra'daki kirli bir radikal partide yerde oturuyordu (aslında, kendisi hiç de kirli değildi). Babası ülkesinde müebbet hapis yatıyordu ve ikisi için yaşıyordu. Şu anda Güney Kore'nin
Başkanı ve Nobel Barış Ödülü sahibi olan Kim Dae Jung ile ilk
tanıştığımda, Reagan yönetiminin kınaması altında Virginia'da
sürgün olarak yaşıyordu. Güney Kore cuntasının onu öldürme
girişimi ve bir de kaçırma girişiminden - bir seçimde neredeyse
ikinciliğie yaklaşma cüretini gösterdiği içindi - hayatta kalmayı
başarmış ve ülkesine gidip hayatını yeniden riske atmaya karar
verme sürecindeydi. (Ülkesine giderken, ben de uçakta onunlaydım ve yeniden tutuklandığında yanında olduğum gerçeği
ile hâlâ gurur duyarım.) Sürgündeki Çek arkadaşlarımdan biri
ülkesinin dışişleri bakanı oldu; tıpkı bir zamanlar Oxford'da bir
protesto mitingi düzenlemesine yardımcı olduğum Zimbabweli
arkadaşım gibi. O etkinlikteki kadınlardan biri de çeyrek yüzyıl
sonra Güney Afrika parlamentosunun sözcüsü oldu. Kendisiyle
1975 yılında tanıştığımda Stalinist sansürcülerini geride bırakan zeki bir Polonyalı muhalif olan Adam Michnik, şimdi
Varşova'nın önemli gazetelerinden birinin yayına hazırlanmasına yardım ediyor. Ben büyürken hepsi de NATO'nun desteklediği diktatörlükler olan Yunanistan, İspanya ve Portekiz'de, o
zaman gizlenmekte ya da kaçmaktayken daha sonra bakan, parti
lideri, diplomat, kamu entelektüelleri olan erkek ve kadınlarla
görüşmeler yaptım. İlk olarak Washington'daki Şili elçiliğinin
dışında muhalif şiirlerini okuduktan sonra tanıştığım Şilili arkadaşım Ariel Dorfman, on dört yıl sonra aynı elçilikte benim
de katıldığım bir resepsiyonda onur konuğuydu. Buna eşdeğer
bir heyecan ya da tatmin olamaz. Ve sanırım dürüstlükle şunu
söyleyebilirim ki, bu arkadaşlardan hiçbirisi - tarihte sıklıkla
olduğu gibi - kendi sıraları geldiğinde bir sansürcü, polis, gar-
8A
Christopher Hitchens
diyan ya da demagog olmadılar. Simone Weil'in "Adalet"i, "galiplerin kampından kaçmak" şeklinde tanımlayan ünlü pesimist
aforizmasını ispat edecek bir demir kanun yoktur. Ya da belki
şunu söyleyemem veya söylememeliyim: cesur demiryolu işçileri
birliği lideri ve Hindistan Sosyalist Partisinin başkanı George
Fernandez, Indira Gandhi'nin "olağanüstü hal yönetimi" yılları
sırasında yaşadığı yenilgi ve mahkûmiyetten sağ kalmayı başardıktan sonra bir Hindu yandaşı hükümette savunma bakanı ve
Hindistan'ın felaket getiren nükleer politikasının savunucularından biri oldu. İnsan kendisini korumalı: Thabo Mbeki cumhurbaşkanı olduğunda AİDS ile ilgili bazı aptalca açıklamalarda
bulundu. Nelson Mandela, Kenyalı aşağılık Danel Arap Moi'yi
sömürgeci propagandanın bir kurbanı olarak savunduğu bir
konuşma yaptı. Aleksandr Solzhenitsyn Moskova'ya geri döndü
ve çılgınca tutucu bir televizyon şovunun evsahipliğini yaptı.
Kafka-komünistlerinden zorla almış olduğu anlamsız ve korkutucu Prag "Kalesi'nin ayaklarında birlikte öğle yemeği yediğim
Vaclav Havel, çingenelere yapılan muameleyle ilgili sorduğum
her soruda mahcup oldu.
Ancak doğru yerden bakarsan bunda da bir teselli bulabilirsin. Dr. Martin Luther King, doktora tezinde intihal yapmış ve
yeryüzündeki son gecesini zina ile geçirmişti. İkincisi için onu
suçlamak zor; her an ölüm tehdidi ile yaşıyordu ve Rilke, Erosun
Thanatos'u savuşturmak için tasarlanan en iyi yol olduğunu fark
eden ne ilk ne de son kişiydi. İlkiyle ilgili olarak; en önemli konuşması, dâhice bir sentez elde ettiği alıntı ve özetlerden oluşan
uydurulmuş bir nakarattı. Onun da gizli kusurları ve sindirim
sistemi ve üreme organlarına sahip olması gerçeği hoşuma gidiyorum: bütün insan başarısı da memeliler tarafından elde
edilmelidir ve bu başarı (ilginç bir biçimde cinsiyetsiz alçıdan
azizler ve melek resimleri ile inkâr edilir) bizi faydalı bir konuma yerleştirir. Kahramanların yaptıklarını herkesin yapabilece-
85
Genç Felsefeciye Mektuplar
ğini güçlü bir biçimde savunur. "Rol model" kavramını aptalca
vurgulayan mevcut kültürümüz, yaşamları - bana göre neyse ki
- içeriği itibariyle taklit edilemeyecek olan süperstar ve prenses
ve diğer sözde yükseklerdeki diğer insanların yaşamlarını örnek
olarak sunuyor.
İçlerinden birini Amerika'da çeşitli büyük kitlelerin önünde
bizzat denediğim anekdot niteliğinde iki örnek sunuyorum sana.
Karma bir gruba Nobel Barış Ödülünü kazanan son Amerikalıyı
sorun. Nobel ödülleri yaygın bir şekilde bildirilir, özellikle de bu
kategoride. Kimsenin cevap veremeyeceğini göreceksin. (Cevap,
1997'de kara mayınlarının yasaklanması için uluslararası bir
kampanya ile Jody VVilliams'tır.) Peki bir de Prenses Diana'nm
bir mayın tarlasının yanında çektirdiği fotoğrafı bilmeyen birini
bulmayı dene. Bu tür şeylerdeki standardımız, kendi Gresham
kanununa tabidir: yalnızca sahte olanı takdir etmekle kalmaz
aynı zamanda gerçek olanı da görmezlikten gelir ve dışlar. (Bu
tür meselelerde balık baştan kokar: Başkan Clinton eşini prensesin cenazesine gönderdi ancak kendisini halkın önünde kara
mayınları anlaşmasından süper devlet imzasını esirgediği için
eleştiren Bayan Williams'a alışılmış başkanlık tebriğinde bulunmamıştır.)
Christopher Hitchens
rinin böyle bir terör altında, hiçbir direnç hareketinin mümkün
olmadığına dair süregelen bahaneleriyle binlercesinin de ahlaklı
mazeretlerini baltalamış olduğunu fark etmesi biraz zaman aldı.
Bu can sıkıcı keşif, herkesin bir şey yapabileceği ve muhalifin rolünün azizlerden oluşan bir grubun üyesi olduğunu iddia etmek
olmadığı ve olmaması gerektiğine dair gerçek ahlaka gözlerimizi kapamamızı gerektirmez. Diğer bir deyişle, memeli ne kadar
çok hataya düşerse, örnek o kadar doğru olur. Bu durum ara sıra
moralimi düzeltir.
Berlin yaşamının büyük romancı tarihçisi arkadaşım Peter
Schneider bir defasında, savaş zamanı geçen bir olayı araştırarak
hakkında gerçek bir hikâye yazmıştı. Arilerle evlenerek Nazi ırk
kanunlarım ihlal etmiş olan Berlin Yahudilerinin korunmasını
içeriyordu. Bu insanlardan yüzlercesi, gayri resmi bir düzenleme
ile kurtarılırken sıradan Berlinlilerden binlercesi, yatak ve erzak
karnesi sağlamıştı. Peter bu hikâyenin yayımlanmasının kabul
göreceğini düşündü; temiz Almanlarla ilgili hikâyeler için her
zaman rağbet vardır. Bunun yerine tepkiler çok öfkeli oldu. Bu
kadar vatandaşın cesur ve cömert ancak düşük düzeyde ve kahramanca olmayan davranışını açıklayarak, kendi eylemsizlikle110
87
m
xıv
Okuduğunu umduğum ve bundan emin olduğum Joseph
Heller'm Catch-22 kitabında, anti-kahraman Yossarian ile askeri
otoritenin beyni arasındaki şu diyalog geçer:
Binbaşı Danby, dudaklarında mağrur bir gülümsemeyle
hoşgörülü bir tavırla, "Ama Yossarian, ya herkes böyle
hissettiyse?" diye cevap verdi.
"O zaman başka türlü hissetsem lanet olası bir budala
olurdum, öyle değil mi?"
Bunu ilk okuduğumda, erkek öğretmen ve papazların şimdi olduğundan çok daha fazla insafına kaldığım ve "bir örnek
oluşturmak" ile ilgili sıkıcı itirazlarına karşı savunucu cevaplara
daha çok ihtiyaç duyduğum bir dönemdeydim. Heller absürd biçimde yıkıcı diyalektiği ile bütün bunları doğrudan hallediyordu; elbette ki aykırı ve şüpheci kimseler çoğunluğun arasında olsalardı aykırı ve şüpheci olmazlardı. Ve elbette, kimsenin bu tür
insanlardan fazlaca olacağından endişelenmesi gerekmez. Kendi
başlarına düşünme ihtiyacı duyan ya da bunu isteyenler her zaman azınlık olacaktır; insan ırkı doğuştan bireysel ve hatta narsist olabilir ancak kalabalık içinde kontrol etmesi oldukça kolaydır. İnsanlar güvene ve ait olma duygusuna ihtiyaç duyarlar. Bu
zıtlık bazen kendisini bakı altında ortaya koyar: Albert Camus
Genç Felsefeciye Mektuplar
ve E.M. Forster'ın klasik anlamda "muhalif" ve oldukça ünlü iki
sözünü düşün. Baş kaldıranların işgalci bir askeri öldürebileceği gibi kolaylıkla kendi yaşlı annesini de öldürebileceği rastgele
bombalar patlattıkları memleketi Cezayir'de haksız bir sömürge
savaşıyla karşı karşıya olan Camus, Adalet ve annesi arasında
seçim yapmak zorunda kalsa, annesini seçmek zorunda kalacağı
gözlemini yapmıştı. Forster ise, ülkesine ya da dostlarına ihanet
etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalsa, ülkesine ihanet
edecek kadar cesur olmayı umduğunu söylemişti. Bu iki sözün
de bağlamlarına dikkat etmek gerekir - Forster bunu "Kral ve
Ülke'nin budalaca bir aşırı milliyetçilikle eşanlamlı olduğu bir
dönemde yazmıştı - ancak her iki durumda da bulunan çarenin
sırf itaatsizlik değil ancak sadakat ve bağlılığın farklı bir biçimi
olduğuna dikkat etmelisin; birisinde aile değerleri ve diğerinde
de zümreye aidiyet.
Burada önemli bir çelişki yatıyor: karşı çıkan bir etkinlik ya
da zihniyete yönelen insanlarla ilgili olarak bunların genellikle isyankâr ya da bağımsız tipler olduğu gözlemlenebilir. Ancak
bunların çoğu başkaları ile ilgili endişeleri tarafından ve kendilerinden daha büyük dava ve hareketler için eyleme geçerler.
On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın büyük bir
bölümünde, önemli Prometheusçu bireycilerin çoğu sosyalizmin rasyonelliği ve adaletinden emin olan erkek ve kadınlardan
oluşuyordu. (Antonio Gramsci, Kari Liebknecht, Jean Jaures,
Dimitri Tucovic, James Connolly, Eugene Debs ve diğerlerinin
konumundaki ahlakli ve entelektüel figürleri düşünüyorum.
Eğer onların hayatlarını ve çalışmalarını bilmiyorsan, senin için
büyük bir kayıp.) Hayatımın büyük bir bölümünde, kendimi bu
davada alçakgönüllü bir savaşçı olarak görüyorum ve bunu bu
şekilde ifade etmemin iki nedeni bulunuyor; bunlardan ilki herşeyin vaktinin gelmiş olduğunu fark etmek zorunda kalmamdır.
91 103
Christopher Hitchens
İkinci neden ise - burada bahsedilen noktaya daha yakındır - bu
tür bir bağlılığın kendinizi daha büyük bir iyiye tabi tutmayı öğretmeniz gerektiğidir.
Bu hiçbir şekilde mutlak bir çelişki sayılamaz. Sosyalizm
düşmanları, denetime ve tekbiçimliliğe varsayılan bağlılığını
küçük görmekten hiç vazgeçmezken gerçek tarihi, insanlara aslında makinelermiş gibi muamele edildiği yerler olan fabrika ve
gecekondu semtlerinden oluşan "kışla" sistemlerini zorla açtığı önemli anlarla doludur - insanları mülk olarak ya da büyük
deneylerde denekler olarak kullanırken insanları düzene sokup
askere almayı içeren eski dünyanın iki diğer özelliği olan militarizm ve emperyalizme karşı oluşundan bahsetmeye gerek yok.
Sosyalist hareket evrensel oy hakkını, sömürüye sınır koyulmasını ve sömürge altındaki ve bağımlı popülasyonlarm bağımsızlığını sağladı. Başarılı olduğu noktalarda gurur duyulabilir,
başarılı olamadığı noktalarda - Birinci Dünya Savaşını durdurma ve daha sonra faşizmin büyümesini durduma teşebbüsünde
olduğu gibi - başarısızlığından onurlu bir biçimde üzüntü duyulabilir.
Ancak herkes, genellikle bu şekilde ortaya koyulmamakla
birlikte, Birinci ve İkinci Enternasyonellerin Üçüncüye dejenerasyonuna işaret eden diğer isim (ve tarih ve yer) listesini biliyor.
Bazı romantikler ve dogmatistler - istersen iki tanımın herhangi
birine dahil olabilirim - bütün bunların Dördüncüsüyle ilişkisini bile biliyor. Burada bir başka kitap daha gerekli olacaktır;
şu an için görüş ayrılıkları ve dirençleri daha çok, genel olarak
anlaşıldığı şekliyle "Sol" içinde ve hatta ona karşı gerçekleştirilmiş olan kayıp bir nesli temsil eden Andreu Nin'den Victor
Serge ve C.L.R. James'e kadar seçkin isimlerden oluşan gizli bir
liste olduğunu söylemekle yetinelim. (Bunu da sana okulda öğretmezler ancak George Orwell ve Leon Trotsky'ın en iyi yazıları
ancak bu kapalı geleneğin parçası olarak anlaşılır olabilir.) Ve
Genç Felsefeciye Mektuplar
kendilerini cezbeden prensipleri ilk anda mücadeleye teslim etmeyecek olan bu inanlar, daha sonra "tarih"e direnmeye cesaret
eden gösterişçi "bireyler" olarak silinerek karalandılar. "Tarih"
kısmını şimdilik bir kenara bırakalım: çünkü işkencecileri ve
cellatları ile çok kaba bir biçimde muamele ettiği her şeyde öznel
bir güçtür. Akılda tutulması gereken nokta, bu kahramanların
yeri geldiğinde Karanlık Çağ'daki atalarından daha güçlü bir
ahlaki pusulalarının olmaması ve tarihi materyalist herhangi bir
kurala olduğu kadar, daha fazla olmasa da, kendi vicdanlarına
güvenmek zorunda bırakılmalarıdır.
Etik ve sosyal meselelere uygulandığı gibi tarihi materyalizmin esas unsuru şöyleydi (ve aslında hâlâ da öyledir): mutsuzluk
ve adaletsizlik ve mantıksızlığın ne kadar çoğunun insan yapımı olduğunu gösterdi. Tanrı vergisi olduğu söylenen koşulların
oluşturduğu sis ortadan kalktığında, bu tür koşulları tolere etme
kararı tam olarak bu - yani bir karardı. En azından "Batı", bu
keşiften sonra neyse ki asla kendine gelmedi; yalnızca bir yüzyıl
öncesinin kitapları ve yorumlarına baksan ve Marksist akınından önce nelerin gözü kapalı kabul edildiğini görürsen şaşırırsın. Kadercilik ve dindarlık bunların içinde en önemsizleriydi;
faydacılıkla birleştirililen sinizmdi. Bunu asla unutma ancak
aynı zamanda eski koşullarla mücadele edenlerin zorlu deneyimlerinden de faydalanmaya çalış ve, tek bir cümleyle, hiçbir
parti ya da grubun, ne kadar yüce gönüllü olursa olsun, senin
adına düşünmesine izin verme. "Biz" ile ilgili olarak güvenle
konuşan ya da "bizim" adımıza konuşan kimseye güvenme. Bu
tür bir tonlamanın kendi üslubuna sinsice girdiğini duyarsan
kendine de güvenme. Güvenlik ve çoğunluk arayışı her zaman
dayanışma ile aynı şey olmayabilir; fikir birliği ve zorbalık ve
tribalizmin başka bir adı olabilir. Şunu asla unutma, başvuracak
"kitleler" ya da takdir edilecek "halklar" olsa bile, bunlar yapı
itibariyle bireylerden oluşmak zorundador. İçindeki Yossarian
ile iyi geçinmeye çalış.
93
Christopher Hitchens
Birkaç mektup önce, "radikal" ünvanıyla ilgili bir şeyler
söyleyeceğime söz vermiştim. Kullanılmaktan biraz yıpranmış
olan bu ünvanın soyağacı oldukça eskiye uzanır; büyük Thomas
Paine "baltayı köküne i n d i r m e k t e n bahsetmişti ve radikal tanımının özü de "kök" sözcüğünde yatar. Paine bir anlamda bunun
mükemmel bir örneğidir; on üç kolonideki sıkıntının kökeninin
Hanover monarşisi olduğunu gördü ve, gelecek Amerikan liderliğinin çoğunluğunun hâlâ monarşist ve Britanya ile olan bağı
koruma yanlısı olduğu bir zamanda, tüm gücüyle bağımsızlığı
savundu. Bu, Fay YVray'in otobiyografisinin başlığı olarak kullanılmasının haricinde çok sevdiğim bir ifade olmamakla birlikte diğer yandan, Fransız Devrimi ile olan ilişkilerinde fanatisizm ve fanatikler ile gerçeğe ve bunu kabul ettirme hakkına
sahip olduklarından emin insanların tehlikelerini öğrenmişti.
Aslında Paine ile ilgili en soylu fikir, Fransız Devriminin daha
ılıman ve insani olmasını ve Amerikan Devriminin (köleliği
kaldırıp Kızılderililere iyi davranarak) daha dikkatli ve derin olmasını istediğidir. Ancak bazı açılardan - Burke ile mücadelesi
tarafından gölgelenmiştir - bu onu daha çok muhafazakâr bir
figür yapar. "Merkezi hükümer idaresi" kavramının kesinlikle ömür boyu karşısında olmuş ve bu yalnızca monarşik ya da
dini biçimlerinde olmamıştır. Burke ise, Tory ve kraliyet çıkarı
ile tanımlanmış olmakla birlikte, Amerika kolonilerinin hakları, Doğu Hindistan Şirketi tarafından soyulan ve zorbalık gören
Bengalliler ve İrlandalı arkadaşlarının çok güçlü bir savunucusuydu. Devrimin katmanları arasında gizlenen karşı devrimciler
görüntüsü, pek çok tasfiye ve göstermelik yargılamalardan, tanıdıktır. Ancak karşı devrim kampında bulunabileceklerin çoğu
saygın radikal ve devrimcilerdir.
Gençken Vietnam Savaşına karşı dolup taşıyordum ve buna
karşı harekete yardımcı olacak daha fazla şey yapmış olmayı
isterdim. Üniversitedeki arkadaşlarım arasında mecburi asker103
Genç Felsefeciye Mektuplar
likten dolayı sıkıntı çeken pek çok genç Amerikalı vardı; onların direnişine ben de katıldım ve biliyorum ki onların en başta
derilerinin bütünlüğü ile ilgili endişelendiklerini söylemek tamamen iftira olur. (Yani, neredeyse tamamen iftira olur; benim
grubumdaki genç Amerikalılardan biri yalnızca kendi çıkarını
gözeten hilekâr Bili Clinton'dı.) Mecburi askerlikle ilgili önemli nokta, pek çok kişinin de bildiği gibi, teorik olarak evrensel
olması ve bu nedenle bu yükümlülükten kaçan veya kurtulan
herkesin aslında yerlerine bir başkasını gönderiyor olmalarıydı.
Bu düşünce en çok daha şanslı konumda olanları etkiledi, çünkü savaşa karşı olmaları Sivil Haklar hareketi ve "Yoksullukla
Savaş" ile ilgili desteklerinin bir parçasıydı. Bunu o zaman bu
şekilde ifade edemesek de aslında vicdanlarını bir araya getiren
toplumdu. Mecburi askerlik kartlarını yakarak veya hapse ya da
sürgüne giderek direnenlerin tamamen haklı olduğunu düşünmüştüm ve hâlâ da öyle düşünüyorum. "Sizin" devletiniz adil
olmayan ve hileli bir savaşta yer alıyorsa, buna karşı çıkmak ve
bunu engellemek ve kurbanların tarafını tutmak yükümlülüğü
oluşur.
Ancak - ben de bunu çok sonralara kadar fark etmemiştim
- savaşa o kadar da karşı olmayan bazı insanların iddiaları nedeniyle mecburi askerlik kaldırıldı. Başkan Nixon konuyu incelemesi için bir komisyon kurdu; komisyonun üyeleri arasında
Profesör Milton Friedman - Capitalism and Freedom kitabının
ünlü yazarı - ve daha sonra Merkez Bankasının başkanı ilan
edilen ancak o zaman en çok ultra-özgürlükçü Ayn Rand'm
yardımcısı olarak bilinen Alan Greenspan vardı. Komisyonun
içinden bu iki adam, diğer üyeleri mecburi askerliğin devlet
gücünün makul olmayan bir uzantısı, açıklaması olmayan bir
vergilendirme biçimi ve (Friedman'm bunun seçtiği bir terimdi)
"kölelik"in bir türü olduğu konusunda ikna etti. Ben ve diğerleri
kızıl bayrak ve NLF (Ulusal Kurtuluş Cephesi) bayrağı ile sokak-
94
Christopher Hitchens
larda mücadele verirken serbest piyasanın önderleri içerde bizim
taleplerimizi bastırıyordu. Buradaki ironi muhtemelen ikimizin
de aleyhine: buna dikkatini çekiyorum, çünkü hâlâ mecburi
askerliği sosyal programın bir biçimi olarak, ruha iyi gelen ve
düzenleme ve karıştırma ve sosyal mühendisliğe faydalı gören
liberaller ve sosyal-demokratlar bulunuyor.
Bu nedenle "radikal" olmak için kişi, kendi temel varsayımlarının yanlış yorumlanma ihtimaline açık olmalıdır. Sorduğun
için söylüyorum, Solun bütün ilkelerinden vazgeçmedim. Hâlâ
materyalist tarih kavramının meselelerin analizinde bir araç
olarak geride klmadığmı düşünüyorum; hâlâ karşı çıkan sınıf
çıkarları olduğunu düşünüyorum; hâlâ tekel kapitalizminin serbest piyasadan ayrılabileceğini ve ayrılması gerektiğini ve hem
kısa hem de uzun vadede belirli ölümcül eğilimler olduğunu düşünüyorum. Ancak bu dünya görüşünün özgürlükçü eleştirisiyle
çok şey öğrendim ve bunun beraberinde hâkim bütün varsayımların neredeyse hepsinin devletçi olduğu bir zaanda bu eleştiriyi
savunanlara saygı duydum.
Daha önce 1970'li yılların ortalarında tanıştığım Polonyalı
muhalif arkadaşım Adam Michnik'ten bahsetmiştim. Çoğu
Polonyalı anti-Komünist gibi politik Sağda değildi ve aslında
daha geleneksel Avrupa Sol ile olan temasları ve Trotskyist arkadaşları vardı (ben de onunla öyle tanışmıştım). Ancak zaman
içinde hayatımı değiştirecek bir açıklama yaptı. Sistemler arasındaki çok önemli bir ayırımın, artık ideolojik olmadığını söyledi.
Başlıca politik farklılık, vatandaşın "devletin mülkü" olabileceği
ya da olması gerektiğini düşünenler ile düşünmeyenler arasındaydı. Thomas Paine'in köleliğe yaptığı saldırının hoş bir yansıması gibiydi - "İnsanın insanda mülkiyeti olmaz." Ayrıca tebaasını kullandıktan sonra atılabilir olarak gören termonükleer
ulusal güvenlik devletine olan itirazıma da uyuyordu. Gerçekten
radikal sonuçlara ulaşmak istiyorsan, Adam'ın bu zekice açık103
Genç Felsefeciye Mektuplar
lamasının açtığı yolu takip etmeni öneririm. O zamanki küçük
eleştirmen grubunu gölgede bırakan Leviathan'ı kolaylıkla yenmişti; belki de hepimizin çok şanslı olabileceği bir çabayla.
D i p n o t : Dille ilgili bir not. "Biz" ya da "bizi" t e r i m i n i s e n i n iznin o l m a -
•
XV
d a n k u l l a n a n h e r k e s t e n , s a n a ö n c e d e n s ö y l e d i ğ i m d e n d a h a da fazla
ş ü p h e duy. Bu m e c b u r i askerliğin, " b i z " i m yine " b i z i m " çıkarlarım ı z ve k i m l i ğ i m i z k o n u s u n d a u z l a ş t ı ğ ı m ı z ı öne s ü r m e k için tasarl a n m ı ş başka bir biçimidir. Popülist otoriterler b u n u s a n a a t m a y a
çalışırlar; edebi eleştirilerde b u l u n m a y a çalış ("hassasiyet d u y d u ğ u m u z konular...") Bu " b i z " i n k i m o l d u ğ u n u m u t l a k a sor; genellikle gelenekler yoluyla t r i b a l i z m i g e t i r m e girişimidir. A b s ü r d anc a k u ğ u r s u z bir f i g ü r olan Ron " M a u l a n a " K a r e n g a - bize E b o n i c s
ve Kvvanzaa k a v r a m l a r ı n ı ve b i r ç o k f o l k l o r i k ulusal z ı r v a l ı k l a r ı
k a z a n d ı r a n a d a m - bir z a m a n l a r "US"* a d ı n d a p o l i t i k bir k ü l t ü
y ö n e t t i . C a h i l c e o l m a k l a birlikte t u h a f bir şekilde kolayca a k ı l d a
k a l a n sloganı "US n e r e d e y s e Biz o r a d a y ı z " ş e k l i n d e y d i . H i k â y e n i n
asıl n o k t a s ı bu o l m a m a k l a birlikte, gizlice FBI t a r a f ı n d a n desteklendiği ortaya çıktı, f o s e p h Heller, ait o l m a ve g ü v e n l i k i h t i y a c ı n ı n
i n s a n l a r ı n ö l d ü r ü c ü ve aptalca k o ş u l l a r ı k a b u l edip s o n r a da b u n l a rı kendileri k a b u l e t m i ş gibi d a v r a n m a l a r ı n a nasıl yol açabildiğini
biliyordu.
* U S ö r g ü t ü n ü n açılımı U n i t e d Slaves o l u p Birleşik Köleler a n l a m ı n a gelir. Aynı z a m a n d a US bir s ö z c ü k o l a r a k İngilizcede "bizi, bize" gibi
bir a n l a m taşır.
I layır, aidiyetin getirdiği dayanışmanın çok da bir ödül sayılabileceğini düşünmüyorum. Bir kıvanç sağlayabileceğini ve karşılıklı yardım ve hatta kardeşlik sağlayabileceğini kabul ediyorum
ancak çok fazla boğucu nitliği vardır ve hepsi olmasa da avantajlarının çoğu başka şekillerde de elde edilebilir.
Senin de belirttiğin gibi, bunu söylemek benim için oldukça
kolay. Sonuçta, İngiltere'de doğmuş ve onun eğitimli sınıfında
yetişmiş olmak, doğuştan kazanılmış bir hak şeklinde bana belirli güvenceler sağlamıştır. Ancak bir zamanlar çok doğru bir
şekilde söylendiği gibi: "Yalnızca İngiltere'yi bilenler, İngiltere
hakkında ne bilirler ki?" Bu soru, uygun değişiklikle bütün ülke
ve kültürlere uygulanabilir. Mümkün olduğunca çok seyahat etmen ve kendini bir enternasyonalist tarafından geliştirmeni şiddetle salık veriyorum. Bir radikal olarak eğitiminde, herhangi
bir kitabı okuman kadar önemi var.
Yaklaşık otuz yaşımda Amerika'ya gitmek için ayrılmadan önceki eğitim yıllarımda Britanya, homojen ve sömürgeci
bir toplum olmaktan, çok kültürlü ve sömürgecilik sonrası bir
lopluma geçiş yapıyordu. İmparatorluğa uzun zaman hizmet
vermiş denizci ve asker bir aileden geliyorum; hatırladığım ilk
anım, Malta'nm hâlâ bir İngiliz sömürgesi olduğu bir zamanda
Valetta'da gemiyle Grand Harbor'u geçişimizdi. Yaşım ilerledik-
9A
Genç Felsefeciye Mektuplar
çe, arka fondaki seslerin bir kısmını Süveyş Kanalı, Kıbrıs, Aden
ve Afrika'daki İngiliz imparatorluğu düzenlemelerinin çöküş
sesleri doldurmaya başladı; bu seslere daha sonra İngiliz deniz
üslerinde ve etrafında yetişmiş olmamdan kaynaklanan öfkenin hırıltıları katıldı. Büyükbabam Birinci Dünya Savaşında
Hindistan'da görev yapmıştı, babam Çin'in kıyı bölgeleri, Ümit
Burnu ve Falkland Adalarına'da kadar uzak mesafelerde denişaşırı İngiliz "egemenlikleri'nde görev yapmak üzere gönderilmişti. (1981 yılında Kıbrıs'ta evlendiğimde, yarım yüzyıl kadar
önce bir ayaklanmayı bastırmaya yardım ettiğinden beri adayı
ilk defa ziyaret ediyordu.) Güney Afrika'daki arada bizi ziyarete
gelen ve her zaman belli belirsiz bir "savunma" durumunda olan
amcalarım, halalarım ve kuzenlerimden mektup gelmesi normal
bir olaydı.
Yetiştirilirken çirkin bir söz duyduğumu ya da aklımdan
geçtiğini söylemiyorum - ailem önyargılar içinde boğulmayacak
kadar zekiydi - ancak yabancılara karşı yaygın tutum "cüzdanını kolla, suyu içme" tarzındaydı ve bu tutum birçok politikacı ve
İngiliz bulvar basını tarafından da destekleniyordu. Yirmili yaşlarımda, genellikle bir zamanlar İngiliz sömürgesi olan ülkelere
seyahat etmeye başladığımda, sosyalist fikirlerimi de yanıma almıştım ancak örneğin pazara gitmek için mide bulantısı ve gerginliğe yol açan bir isteksizlikle baş etmem gerekiyordu genellikle. (1993 kadar yakın bir tarihte, dergim için Afrika'ya uzun bir
yolculuğa çıktığımda, Washington'da bana "en karanlık Afrika"
"karanlığın kalbi" "karanlık kıta"da şans dilemeyen tek bir kişi
bile kalmadı. Afrika'ya gittiğinde göreceğin gibi, dikkatini çeken
ilk şey göz kamaştırıcı ışık olacaktır.)
Bir açıdan seyahat etmek zihnimi daralttı. Keşfettiğim şey,
çok sıradan ve heyecan verici olmayan bir şey: insanların her
yerde aynı olduğu ve türümüzün üyeleri arasındaki farklılık derecesinin çok az olduğu.Bu elbette ki umut verici bir bulgudur;
98
Christopher Hitchens
.eni fanatik ya da uyuşuk insanlardan oluşan öfkeli ya da gurursuz toplulukları gösteren yeni programlara karşı donatmaya yarıl ı mcı olur. Bir başka açıdan da can sıkıcı bir bulgudur; insanların
kavga etmesine ve aptallaşmalarına neden olan şeyler her yerde
.iyilidir. En kötü iki şey, insanın evinden ayrılmadan da tahmin
edebileceği gibi, ırkçılık ve dindir. (Bir araya geldiklerinde bu
ikisi, bana göre faşizmin hissettirdiklerine yaklaşıyor.) Freud
"küçük farklılıkların narsizmi'nden bahsederken çok haklıydı:
ziyaretçi için önemsiz görünen farklılıklar yerel zihinlerin saplantı halindeki ilgili alanıdır. Orada yeterince uzun vakit geçiı irsen, Belfast'ta kimin Protestan kimin Katolik olduğunu ya da
Sri Lanka'da kimin Tamil kimin Singala olduğunu içgüdülerinle
talimin etmeyi öğrenebilirsin. Ve bağnaz kimselerin "diğerleıı" hakkında konuşmalarını duyduğunda, onların sömürgeci
|>atronlarnın da onlarla ilgili konuşurken kullandıkları tonda
okluğunu görürsün. (Kirli, suça eğilimli, tembel, kadınlar konusunda güvenilmez ve - bu özellikle zehirleyicidir - hızla üremeye
eğilimli.) Bildiğim ve sevdiğim bir yer olan Kıbrıs'ta, iki taraf
.ıı asındaki neredeyse bütün iletişim, askeri işgal ve bölünme ket
vuruyordu. Ancak yerel ırk ayrımını aşan Rum-Türk işbirliğinin bulunduğu belirli bölgeler de var. Birisi bölünmüş başkentteki kanalizasyon sistemi, çünkü kanalizasyon sınır tanımıyor.
I »iğeri ise iki topluluğu da etkileyen, talasemi adı verilen bölgesel bir orak hücre kan hastalığı. Bir gün, bu ortak hastalıkla ilgili olarak Türk meslektaşlarıyla ortak bir çalışma yürüten
Kıbrıs Rumlu bir doktorla konuşuyordum. Bana ilginçtir ki, bir
kan numunesine baktığınızda kimin Türk kimin Rum olduğunu bilemiyorsunuz, dedi. Ona bir tıp adamı olmadan önce, iki
ulusun farklı genetik materyalden oluştuklarını mı düşündüğünü sormak istedim.
Halen ırkımızın tarih öncesinde yaşıyoruz ve kendi doğamız ve evrenin doğası ile ilgili uçsuz bucaksız keşiflere yetişmiş
oo
Genç Felsefeciye Mektuplar
değiliz. Genom dizisinin elde edilmiş olması ırkçılık ve yaratılışa etkili bir biçimde ket vurmuş ve Hubble ve Havvking'in şaşırtıcı buluşları evrenin kökenini tahmin etmemize izin vermiştir.
Ancak çok daha fazla alışkanlık yaratan şey, kabile ve ulus ve
inanç gibi bildik eski zırvalardır.
Bütün suçu onun üzerine atamasam da, İngiliz imparatorluğunun miraslarından biri olarak, bölünme çalışmamdan
ufak bir uzmanlık elde ettim ve yeri ve zamanı geldiğinde aptallık ve nefreti donduran sınırların çoğunu geçtim. Lefkoşe'deki
Ledra Palace Otel kontrol noktası, Ürdün'deki Allenby Köprüsü,
Kore'deki "askersiz bölge" (iki taraftan görmüş olsam da hâlâ geçilemiyor), Amritsar ve Lahor arasındaki Grand Trunk Yolunu
kesen Atari sınırı ve Hindistan ve Pakistan arasında geçiş yapmak için tek bölge olan ve bölünen köylülerin Golan Tepeleri'nde
(yine iki tarafından da gördüm) iletişim kurabildikleri "The Hill
of Shouts", çok kültürlü Bosna'nın etrafında beliren ve engellenmekle tehdit edilen kontrol noktaları, Gazze'yi Kudüs'ten ayıran "gümrük" noktası... Bütün bunlar sırasında güneşte ya da
yağmurda kaldım, asık suratlı korumalar benden rüşvet istedi
ya da acıklı bir şekilde yalvaranların aşağılanmasını izledim.
Berlin'deki Kontrol Noktası Charlie ya da Derry ve Donegal
arasındaki İngiliz ordusunun yeraltı sığınağı veya Hong Kong
ile Macao'yu Çin'den ayıran sınır gibi diğer bazı sınırları yıkıldı veya kısmen buharlaştı ve pasaportumdaki işaretler olarak
kaldı. Diğerleri de bir gün yıkılacak ya da kaybolacaktır. Ama
bunları ayakta tutmak için harcanan hayat ve enerji ve sonuçta
ortaya çıkan zihniyetin sefaleti... Bazı açılardan ırkçılar ve dini
fanatikler için üzülüyorum, çünkü insan olmanın anlamını gözden kaçırıyorlar ve acınmayı hak ediyorlar. Ancak sonra kalbimi
soğutuyorum ve çektirdikleri acılar ve bunu yapmak için öne
sürdükleri alçakça mazeretler yüzünden hepsinden daha da çok
nefret emyete karar veriyorum. Özellikle ırkçılar "ayrımcılık"
101 103
Christopher Hitchens
ile suçlandığında çok sinirleniyorum. Ayrım yapabilmek değerli
bir yetenektir; bir "ırk"m bütün üyelerinin aynı olacağına karar
veren ırkçılar kesinlikle bu ayrımı yapamadıklarmı/yapma yeteneğinden yoksun olduklarını göstermiş oluyorlar.
Genom sonrası dünyada ırkçılığa karşı olmak, kavramın
kendisine karşı olmaktır. Bu farkmdalık gerçekliğin arkasından
yavaşça gelir. 10 ile "ırk" arasındaki korelasyona dair öne sürülen
"kanıtlar" üzerinde çalışan sözde bilim adamları, kesirin "bölüm" kısmındaki varsayılan ve değişken değerin yanında "zeka"
tanımının belirsizlik ve rastgele oluşu nedeniyle haklı olarak
eleştirilmektedir. Ancak bir insanın "ırk"ınm herhangi bir kusursuzluk içinde tanımlanabileceği varsayımlarıyla eleştirilere
kesinlikle çok daha açıklar. Ben bunu yazdığım sırada, sabahki
New York Times gazetemde bir zamanlar "ırklar arası flörtü"
yasaklayan bir güney "üniversitesi"nden fahri paye alan yeni bir
başsavcıyla ilgili ciddi bir haber var. Bazıları bu "üniversite'nin
geride kalmış olduğunu söylerken daha müsamahakâr olan diğerleri, üniversitenin artık ebeveynlerin izni olduğunda ırklar
arası flörte izin verdiğine dikkati çekiyor. Bense herhangi iki
insan arasındaki kız-erkek ilişkisini tanımlarken "ırklar arası"
terimini kullanan herkesle tartışırım. Ya da konu buraya gelirse,
ki kesinlikle gelecektir, erkek-erkek veya kız-kız ilişkisi.
Yıllar boyunca Birleşik Devletler Senatosuna yıllık pasaportumu yenilemek için gittiğimde bana iki form doldurttular.
Birincisi benden hayat hikayemle ilgili ayrıntılar isterken ikincisi
ise önceki formu yalan yere yemin etme cezası çerçevesinde imzalamış olduğumu şart koşuyordu. İkinci forma minnettardım,
çünkü "ırk"ımı yazmam gereken kutucuğa her zaman "insan"
yazıyordum. Bu ise bir yıllık uzamaya neden oluyordu. Bir keresinde Afrikalı-Amerikalı bir görevli bana "'Beyaz' yaz" dedi. Ben
de ona beyazın bir ırk olmak bir yana, bir renk bile olmadığını
açıkladım. Ayrıca beni sadece gerçeği söylemek zorunda bırakan
Genç Felsefeciye Mektuplar
Christopher Hitchens
yalan yere yemin etme maddesine de dikkati çektim. Bir başka
ateş açmış ve pek çok sivili öldürmüştü. O anda Rakiya'nm
durumda "Kafkasyalı' yaz" dendi. Ona Kafkasya ile ilgili hiçbir
telefon santrali, bütün Belçikalı haber masasının aramasıyla
bağlantım olmadığını ve bu kategorinin oluşmasına neden olan
anında yandı. Ne yazık ki bu muhabir ve editörler yalnızca
modası geçmiş etnolojiye de inanmadığımı söyledim. Bu böyle,
tek bir şeyi bilmek istiyorlardı. Belçikalı askerler Flaman mı
bir yıl sonra formda ırk için hiçbir boşluk olmayana kadar devam
yoksa Valon muydu? Bu önemsiz soruya şöyle cevap verdi -
etti. Bundan kendime pay çıkarmak isterdim ama yapamam. Bu
bunu keyif almadan yaptığından şüpheliyim - k u r u m u n u n
hikâyeyi sana ayrıca, tuhaf olan tercih edilir olduğunda ve hatta
Belçika'daki tribal rekabette yer almadığını söyledi. Bu ha-
bazen olmadığında bile kişinin inatçı davranması gerektiği öne-
tıra bana, sana mizahın önemiyle ilgili bir mektup borcum
rimin parçası olarak sunuyorum: iyi bir egzersiz.
olduğunu hatırlattı.
Sanırım sana dengeleyici ve pozitif bir unsur olan seyahat
etmekten yeterince bahsetmedim. Aptallık ve zalimliğin her
Not: Bu genellikle r a d i k a l t a r z d a t a r t ı ş m a l a r d a g ü n d e m e geldiği için,
yerde olduğunu keşfettiğinde, hümanizmin başlıca öğelerinin
sana y o l c u l u k l a r ı m d a n bir ü r ü n d a h a s u n a c a ğ ı m . K i m l i k politika-
de her yerde aynı olduğunu bulursun. Amritsar ve Lahor'daki
larına karşı d i k k a t l i ol. B u n u yeniden s ö y l ü y o r u m : k i m l i k politika-
Pencaplılar, eşit derecede hoşgörülü ve açık fikirlidir, ancak
larıyla hiçbir işin yok. "Kişisel Olan Politiktir" deyişini ilk d u y d u -
bölünme alt kıtanın yanı sır Pencap'ın da kesilip atılması de-
ğ u m z a m a n ı çok iyi h a t ı r l ı y o r u m . 1968 yılını izleyen yenilgi ve dü-
mektir. Kuzey İrlanda'nın altı ilçesinde cesaret verici sayıda
şüşlere bir çeşit tepki o l a r a k başladı: o yılı k a ç ı r a n i n s a n l a r için bir
ateist ve agnostik bulunur, ancak Ulster de İrlanda da bölün-
çeşit teselli ö d ü l ü . G e r ç e k t e n Kötü bir F i k r i n söyleme g i r d i ğ i n d e n
müştür. Hepsinden önemlisi, adalet ve özgürlük içgüdüsü içi-
e m i n d i m . Y a n ı l m ı y o r d u m da. İ n s a n l a r t o p l a n t ı l a r d a ayağa k a l k a -
mizde, tribalizm ve cinsel yabancı korkusu ve batıl inançlar
r a k ne ya da nasıl d ü ş ü n d ü k l e r i değil, nasıl hissettikleri h a k k ı n d a
kadar "doğuştan"dır. İnsanlar kendilerine yalan söylendiğinde, yöneticileri saçmaladığında bunu biliyorlar, zincirlerini
sevmediklerini biliyorlar; bir Bastil her düştüğünde, ne kadar
çok aklı başında ve nazik inanın da orada bulunduğuna insan
ve (varsa) ne y a p m ı ş o l d u k l a r ı ya da neyi s a v u n d u k l a r ı değil, k i m
o l d u k l a r ı h a k k ı n d a n u t u k ç e k m e y e başladılar. H e r k i m l i k g r u b u
k e n d i alt g r u p l a r ı n ı ve " ö z g ü n l ü k l e r i n i " başlattığı için k ü ç ü k farklılıkların n a r s i z m i gibi d a h a az ilginç bir b i ç i m d e de y a n k ı b u l d u .
Bu eğilim sık sık y e r i l m i ş olsa da - C h e r o k e e t r a n s e k s ü e l engelli
şaşırıyor. Boş midelerin mi dolu midelerin mi rahatlığa ya da
lezbiyen g r u b u toplantısı ihtiyaçları için bir o t u r u m i s t e m e k t e d i r
isyana yol açtığı konusunda eski bir tartışma vardır: bu zaman
- hiçbir z a m a n y e t e r i n c e y e r i l m e m i ş t i r . B u n u n gerçekten o l m u ş
harcamaya değmeyecek bir tartışmadır. En önemli organ be-
o l d u ğ u n u g ö r m e n lazım. Bir r a d i k a l o l m a y o l u n d a n ç o k hızlı bir
yindir, mide değil.
1992 yılında mutsuz ülkesine yapılan Batı müdahalesi
b i ç i m d e gerici o l m a y o l u n a d ö n m ü ş t ü r ; Clarence T h o m a s o t u r u m ları b u n u en k a i m kafalı ve sıkıcı ve bencil o l a n l a r a g ö s t e r m i ş t i r
sırasında, insan haklarına dair bilgi için bir çeşit takas nok-
a n c a k , d a h a s o n r a k i m l i k p o l i t i k a l a r ı m en b ü y ü k şansları o l a r a k
tası haline gelen Somalili bir arkadaşım var. Bir noktada, bir
görenler de en kalın kafalı ve sıkıcı ve benciller o l m u ş t u r .
grup Belçikalı asker çılgına dönerek Somalili bir kalabalığa
102
103
Genç Felsefeciye Mektuplar
Neyse, kendi yakın mahalleniz ve çevrenizin duvarlarının
ötesine bakıp seyahat ederseniz, çabucak fark edeceğiniz şeylerden ilki doğdukları şekille ilgili ya da içlerine doğdukları grupla
ilgili hiçbir şey değiştirmeyecek fazlaca insan olduğunu ve ikincisi de "insanlığın" (ve değişim fikrinin) en iyi şekilde bu şekilde
düşünmeme ya da hissetmeme zekâsına sahip olanlar tarafından temsil edilmektedir.
m xvı
Pekâlâ, hayatımı riske atıp mizah hakkında yazmaya söz verdim.
"Kıvrak zekâ" ifadesiyle başlayacak olursam, doğuştan gelen
zekâ ya da kavramada ustalık/kurnazlık anlamına gelir. Birinin
kurnazlıkla geçimini sağladığını söylerken, onun komedi gösterilerinden gelir sağladığını söylemek istemiyoruzdur, ve birine
geri zekâlı dediğimizde, o insanın komik bir tarafının olmadığını söylemek istemeyiz. Ancak zekâ ile mizah arasında bir ilişki
vardır ve bunu tanımlamaya çalışmak pek zekice olmasa da, şu
anda yapmaya niyet ettiğim şey bu.
Başlamak için iyi bir nokta arkadaşım Martin Amis, tüm
işi yüksek zekâ seviyesi gerektiren sürekli, canlı bir komedi
dehasının sergilenmesidir. Experience adlı biyografisinde, bir
budaladan intikamını alırken onu mizah anlayışından yoksun
olarak tanımlıyor ve onu bu şekilde nitelerken kasıtlı olarak
onun ciddiyet anlayışını eleştirdiğini ekliyordu. Radikalizm hümanizm ya da hiçbir şeydir; insanlığın en doğru inceleme alanı
insandı ve gülme yeteneği insanı tanımlayan ve onu diğer hayvanlardan ayıran yetilerden biridir. (Hiçbir şekilde küçükseme
niyetim olmayan diğer üst düzey memelilerde, yüksek düzeyde
oyun sevme ve hatta bazı pratik şakalar bile olabilir ama ironi
yoktur.) Mizah anlayışında bireysel bir noksanlık, normalin al-
Genç Felsefeciye Mektuplar
tında zekâya sahip bir insandan çok insana dair fikrimizi zorlar;
Anthony Powell'ın Widmerpool'u gibi karakterlerle karşılaştığımız zaman psikopatlık ve sürüngenlikten korkarız.
Kahkaha bazen en rahatsız edici ses olabilir; kalabalık
hareketinin vazgeçilmez bir unsuru ve linç ve idam etme durumlarında arka fondaki alay içeren gürültünün bir parçasıdır.
Genelde, kalabalıklar veya dinleyiciler, sadece işin esprisini nasıl
"gördüklerini" ve hep bir arada olduklarını göstermek için suç
ortaklığı ya da teslimiyet içinde gülerler. (Buradaki en kötü şey
hiç komik olmayan ırkçı şakasıdır; bir kahkaha tepkisine neden
olmak için en az çabayı gerektirir. Ancak aynı zamanda görüş
birliği içindeki o kadar kötü komediler vardır ki, post Pavlovcu
bir biçimde arka fona "gülme efektinin" koyulmasını gerektirir.)
Bu nedenle bazı iyimserlerin yaptığı gibi mizahın esasen yıkıcı
olduğunu söylemek doğru değildir. Bilinen ve klişe olana çekici
gelebilir, paylaşılan neşe yoluyla bir güvence kaynağı. Reader's
Digest, kıvrandırıcı bir başlık olan "Kahkaha - En İyi İlaç" ile
acı veren aylık bir makale yürütüyordu - belki de hâlâ yürütüyordun
Mizahtaki ince unsur tam olarak onun şaşırtma, şok
etme ya da istemeden meydana gelmesi olduğu için kendiliğinden geriye dönük olacaktır. Freud, Wit and Its Relation to
the Unconscious eserinde ve düş çalışmalarında bunun incelenmeye değer olduğunu düşünüyordu; kocası karısına şöyle
diyordu: "İkimizden biri ölürse, Paris'e taşınacağım." Freud'un
Anschluss tarafından Viyana'da kapalı kaldığında Nazilerden
bir geçiş izni istediği söylenir. Kendisine iyi davranıldığmı ifade eden bir açıklamayı imzalaması koşuluyla bunu verdiler.
Fazladan bir cümle eklemek için izin isteyip herkesi şaşırtarak şöyle yazdı: "Gestapo'yu kesinlikle herkese tavsiye ederim."
Ancak Profesör Frederic Crews böyle bir şeyin ne yazık ki olmadığı konusunda beni temin etti.
1 ru
Christopher Hitchens
Böyle yapmış olsaydı, baskıcı yetkinin duygusuz, asık suratlarının yanı sıra amansız kader karşısında bir kaynak olarak
mizah kayıtlarının bir parçasını oluştururdu. Eski Doğu Avrupa
rejimleriyle dalga geçen espri örneklerinden herkeste mutlaka
vardır; Milan Kundera yanlış zamanda yanlış espriyi yapmak
sonucunda ortaya çıkabilecek sorunlar ve - en kötü kısmı - bunu
açıklamak ya da gerekçe bulmak zorunda kalmakla ilgili The
Joke adında bir roman yazmıştı. Hatta Hitler ve Stalin kâbuslarının ilk aşamalarından bile bazı şakalar duydum, yine de Shoah
veya Gulag mizahı kadar olamaz. Ancak binlerce yıl öncesine
kadar giden ironik Yahudi kaderciliğine dayanan ve, başka bir
bağlamda bahsetmiş olduğum gibi, Mesih beklenmekle birlikte
gecikebileceğini söyleyen Maimonidlerin abartılı ilgiye kadar izi
sürülebilir. Not This Way adlı şiirinde Czeslaw Milosz'un söylediği gibi ironi, "kölelerin gururudur": keskin söz ve nükteli nüans, kaybedenlerin tesellisi ve debdebe ve gücün hakkında hiçbir
şey yapamayacağı bir şeydir. Yalın zihin, espriyi ancak yoğunlaştıran açıklamalar isteyen ironik zihin karşısında şaşırır. Buna
seçkin ve gerçekten olmuş bir örnek, 1940 yılında Fransa'nın
Almanya tarafından işgali sırasında kazara yakalanan P. G.
Wodehouse'dır, Josef Goebbels'in propaganda bürokratları ondan, tedbirsiz bir biçimde kabul ettiği gibi, Berlin radyosunda
yaym yapmasını istediler ve ilk yayını şöyle başladı:
Hayata atılan genç delikanlılar sık sık bana şunu sorar "Nasıl gözaltına alınır?" Bunun birçok yolu vardır. Benim
yöntemim kuzey Fransa'da bir villa edinmek ve Alman
ordusunun gelmesini beklemek oldu. Bu muhtemelen en
basit plan. Villayı alıyorsun ve gerisini Alman ordusu hallediyor.
Birisi - kim olduğunu bilmek hoş olurdu, umarım
Goebbels'tir - bunu incelemiş ve Alman serbest fikirliliğinin
107
Genç Felsefeciye Mektuplar
iyi bir reklamı olacağını düşünmüş olmalı. "Komik" olansa bu
yayının Wodehouse'u, kendisiyle her şeyden çok mizah anlayışı
ile övünen bir ulus olan İngiliz yetkililerle başını belaya soktu.
Lodwig The Joke'da bu hissi anlamış olmalı. Namuslu bir tip ve
erdemli bir vatandaş olan kız arkadaşı Marketa yüzünden canı
sıkılan ve onunla uçarı bir hafta geçirmektense katıldığı bir
Parti okulu ile ilgili "sağlıklı bir atmosfer" övgüsüne sinirlenen
Ludwik üzerinde şunlar yazan fevri bir kart gönderir: Optimizm
halkın afyonudur! Sağlıklı atmosfer çok kötü kokuyor! Çok yaşa
Trotsky! ve altına imzasını atar. Tek gereken budur.
Radikal bir bakış açısından, bununla ilgili zorluk şudur.
Mizah, bir eleştiri ya da yıkma silahı kadar kolay tanımlanabilirdir, ancak çoğunlukla yalnızca bir rahatlık ya da hayatta kalma
tekniğidir. Eski çağlardaki yöneticiler bunu çok iyi anlıyorlar,
tebaalarını eğlendirmek için kötü yönetim şenlikleri düzenliyor
ve pazarlığa işinin ehli soytarılar ve budalaları da katıyorlardı.
Nietzsche'nin bir espriyi, bir duygu üzerine yazılan mezar taşı
yazısı olarak tanımlamasının nedeninin bu olduğunu düşünmüşümdür hep; duygu, bir neşe ya da sıradaklık patlaması içinde
çözüldüğü ya da dağıldığında ancak ortaya çıkmıştır. Doctor
Zhivago daki unutulmaz bir an sinik Komarovsky'i normale
döndürüyor: bir salon dolusu burjuva takımı, balkonun altında
devrim marşını okuyan bir işçi kalabalığını duyduklarını rahatsız olup sessizleşiyorlar; bu gerilimin anlamsızlığını şöyle ortaya
koyar: "Belki devrimden sonra uyumlu söylemeyi öğrenirler!"
Genellikle radikallerin mizah anlayışından yoksun oldukları söylenir; bu kesinlikle, görünüşlerindeki ciddiyete bir iltifat
olarak söylenmemiştir. Bu suçlama ne kadar yaralayıcıdır ya da
ne kadar yaralayıcı olması beklenebilir? Daha çok iğnelemeye başvuran Zola'da pek espri bulamazsın. George Orwell'in
çalışmaları da pek komik değildir, ama kendi çapında oldukça
nüktedan olabilmştir. (Bu arada, radikallerin öne sürülen mi
Christopher Hitchens
zahtan yoksun olmalarıyla genellikle kastedilen kendilerine gülme konusundaki öne sürülen yeteneksizlikleridir. Ama neden
kendi sergiledikleri görüntünün gülünç olduğunu düşünmeyi
kabul etsinlerdi ki?) Marx sık sık komik olabilirdi; Gramsci ya da
Luxemburg esprisi hatırlamıyorum; 1915 yılında solun en aşağı
noktasında, Zimmerwald'daki baskı altında yapılan savaş karşıtı
bir konferans için geri kalan birkaç delegeyi bir araya getirmeye
çalışan Trotsky, Avrupa'daki tüm enternasyonalistlerin üç posta
arabasına sığdırılabileceğini gözlemlemeye vakit bulmuştu.
Ben de profesyonel-nükte grubunun bir taraftarıyım ve bu
nedenle Oscar Wilde'a hayranlık duyuyorum (Zola kendisine eziyet edenlerden diğer yöne doğru kaçmaya çalışırken o da
Fransa'da sürgün ve ölüme doğru yol alıyordu). Ancak itiraf etmeliyim ki bu bizi, Wilde'ın bile inatçı bulacağı türden bir paradoksla karşı karşıya bırakıyor. Bu paradoks en gergin biçimde,
lean-Paul Sartre'ın Baudelaire ile ilgili bir makalesinde açıklanıyor. (Evet, Monty Python ekibi L'etre et Le Neant'ın daha hafif tarafına yoğunlaşmaya karar verene kadar genellikle doğal komik
bir malzeme olarak düşünülmeyen Sartre.) Sartre isyankârlarla
devrimciler arasında bir ayrım yapıyordu. İsyankârların gizliden
gizliye dünyanın ve sistemin olduğunu gibi kalmasını istediklerini söylüyor. Sonuçta bunun devam etmesi, onun da "isyan etme"
yeteneğini sürdürmesini garanti ediyor. Bunun tersine devrimci,
gerçekten var olan koşulları devirip değiştirmeyi istiyor. İkincisi
elbette gülünecek bir konu değil. Bunları yazdığım sırada,
Dreyfus meselesi zamanında komedyenlerin olmadığına memnun olduğumu fark ediyorum. İnsanın toplumun ayaklarını ateşe sokmak ve bir yüzleşmeyi mecbur kılmak ve her zaman herkesi "aydınlanmaya" çağıranların aldatmaca sözlerinden kurtulup
konuyu değiştirmek istediği zamanlar vardır. Birçok önemli ve
sert radikalin mizah anlayışından yoksun olmadığını düşünüyorum - örneğin Kralcı grubun Cromwellci Parlamenterlerle ilgili
Genç Felsefeciye Mektuplar
söylemekten hoşlandıkları gibi - öyle ki kendilerini ciddi olmak
zorunda hissediyorlardı. (Sonuçta Cromwell, Püriten savaşçılarına tanrıya inanmalarını ve her ihtimale karşı hazır olmalarını söyledi, ki bu da bir çeşit çarpıklıktı.) Ve Tom Lehrer, Henry
Kissinger Nobel Barış Ödülünü kazandığında, "hicvin öldüğü"
gerekçesiyle şarkı söylemeyi bıraktı. Ne zaman sessiz kalacağını
bilmek konusunda çoğu komedyenin olmadığı kadar akıllıydı.
Bu önemli meselenin iki tarafında da olduğum için, bulunduğum yerde kalsam iyi olur. Mizah anlamlı - nükte ile ilişkisini korumalı - ve korkusuz olmalıdır. En kolay aldığı biçim
karikatürler (zeki politikacı, iyi yürekliliği ve hoşgörüsünün bir
göstergesi olarak, orijinal karikatürü sipariş edecek kadar bilgi
sahibidir) ve bununla ilişkili taklit biçimleridir. Aldığı iğneli
biçimlerse ironik ve müstehcendir. Bazı kirli politikacılar ya da
time serverlar kendilerini bayan personeline kampanya bağışıymış gibi davranıken gösteren bir karikatürün orijinalini elbette
satın almak istemeyecektir, bu da bu tür gerçekçi karikatürlerin neden asla ortada görünmediğini gösterir. Bir kral da, dört
direkli bir yatakta acizce sağa sola dönerken temsil edildiği ya
da kral tuvaletinde çömelip etrafa gaz yayarken gösterildiği bir
espriye katılmayacaktır. Geçmişin önemli karikatüristleri, başta
bulunanların da bizimle aynı balçıktan yapıldığı gerçeğini göstererek insanları akim ötesinde şaşırtmaya hazırdı: bu nedenle
(Daumier gibi karikatüristler) sık sık hapse gidiyordu. Sana pratik bir kural; çok ileri gittiğin konusunda endişeliysen, yeterince
ileri gitmemişsindir. Eğer herkes gülüyorsa, başarılı olmamışsındır.
Christopher Hitchens
lamıyla konumlandırılabilmesidir. Örneğin Voltaire, Gerçek
Haç'm iddia edilen bütün parçalarını, Hıristiyanlık mahfazasında gösterildikleri gibi bir araya getirmiştir ve böyle büyük insan
yapımı bir şeyden bir zamanlar asılmış olan bir adamın bir dev
olması gerektiği sonucuna varmıştır. Kutsal saygısızlığının "işe
yaramış" olmasının nedeni kendi değerinde güven bulmasıdır.
İroni her zaman, yüksek bir görevde bulunan birinin planlarını bozmaya ve onu dirtmeye hazır olduğu ve her yerde saptanabildiği için, parmak izleri tarihte de bulunabilir, "tarih"in
kendi tarafında olduğunu iddia eden herkese sert ama dikkatle
söyleyecek bir sözü olacaktır. Herhangi yeni, büyük bir çağın hoş
sesli habercilerini duyduğunda bunu mutlaka hatırla ve aklında
tut. Bu arada, gerçekten ciddi bir dava ya da derin bir konuyla
ilgileniyorsan, bununla ilgili can sıkıcı olmaya hazır olman gerektiğini de aklında tutman yerinde olur.
İronik için burada bir tanım yapmaya kalkışmayacağım.
Campari'deki cin, x faktörü, satranç tahtasmdaki atm hareketi,
kedinin mırıltısı, halıdaki düğümdür. Tarifi zor ve imalı yapısı,
onu yakalamayı ya da bastırmayı imkânsız kılar. Planlanmayan
sonuçla ilişkisi vardır. En keyifli yanlarından biri, gerçek an110
111
Genç Felsefeciye Mektuplar
ilgili bir ya da iki köşe yazısı yazdım ve bir cevap alabileceğimi
umdum. Ancak her zamanki kurbanların yanında olan liberal
tiplerin bu acımasızlık karşısında sessiz kalacakları belli oldu;
çünkü başkanlık için ihtiyaçlarını karşılayacak bir aday bulduklarını düşündüler. Ben de can sıkıcı olmaya karar verdim. Ben de
(başkan olmayı başaran ve beni hayal kırıklığına uğratmayan)
valiyle ilgili ne zaman bir şey yazsam bu konudan bahsettim
ve ne zaman radyo ve televizyonda bir röportaj yapsam ya da
herhangi bir denizaşırı haber kuruluşu muhabiri tarafından görüşlerim sorulsa bu konuyu vurgulayarak konuştum. Kendime,
unutulan Bay Rector u, tipik bir yasa ve düzen Cumhuriyetçisi
tarafından idam edilmiş olsa olacağı kadar ünlü yapmaya söz
vermiştim. Amacıma ulaşamadım - oy arayan bir Sağ kanat üyesi tarafından idam edilmiş olsa, zaten dünyaca ünlü olurdu - ancak sekiz yıllık bir süre içinde, insanların hikâyeyi duymuş gibi
tepki vermeye başladıklarını gördüm. Aslında, zaman zaman
"Ah, yine mi bu," ya da "Buna kafayı takmış gibisin" veya - en
sevdiğim - "Başka konuya geçemez miyiz?" gibi ifadelerle karşılandığım oldu. Ancak can sıkıntısı bunun ödülüdür ve 2000 yılında, seçimlerde bir televizyon panelinde yer aldığımda, George
Bush'un korkunç bir biçimde Teksas'taki öldürücü iğnelere izin
vermiş olmasından bahsettim. Beni çok az tanıyan ve politika
bilmeyen başkan araya girip şöyle dedi: "Peki bu, Clinton'un sakat siyah adam Bay Rector'u idam ettirmesinden nasıl daha kötü
olur?" Televizyoncuların konuştuğu gibi, sanki herkes ne demek
istediğini anlayacak gibi konuşuyordu. Ağzım açık kalmakla
birlikte bahşiş atla ilgili öğüdü hatırlayarak tekrar kapatmayı
akıl edebildim.
Bu yüzden senden rica ediyorum; sabit fikirli olduğunun
düşünülmesinden korkma. (Böyle olduğunu en kendin yakalarsan, durum farklı olabilir). Yetersiz bir vicdanın ya da ken-
11/,
Christopher Hitchens
dileriyle ilgili rahat olanların diğer tarafı iğnelemesini ele veren
hakaretlerden biridir. Kendi tarafında söylemine devam etmen
için cesaret gerekir.
Savaşla ilgili hatıralarını anlatmaktan kaçınmaya kendi çapında çlaışan ancak pek başarılı olamayan savaşçı babam bir defasında bana, savaşın kısa dehşet anlarıyla işaretlenen uzun can
sıkıntısı dönemlerinden oluştuğunu söylemişti. O andan sonra
bunun pek çok gazi tarafından da onaylandığını duydum ve kısa
ziyaretlerde bulunduğum birkaç savaş bölgesinde, bu gerçeği
kendim de keşfetme şansını buldum. O yüzden işin çoğu, sıkıcı
kısmı nasıl geçirdiğinize bağlıydı. Bir radikalık hayatı da farklı
değildir; barikatlar ve Bastil her gün olan olaylar değildir. Kritik
anlar gerçekleştiğinde bunu fark edip yakalamak önemlidir, ancak çoğu zaman kişi günlük görev ve rutinlerle karşı karşıyadır.
Bunlarda sanat ve bilim söz konusudur; sanat, bir sessizliği bozmanın daha yaratıcı yollarını uydurmaya çalışmayı içerirken bilim de, sessizlik dönemlerini dayanılır hale getirmeye çalışmayı
içerir. Çok az şey, örneğin, yanlış yere mahkûm edilen davayı
sürdürmek gibi birincil bir vatandaşlık görevinden daha tehlikelidir. Hapishane ziyaretleri, umursamaz seçilmiş memurlara
mektuplar yazmak, morali bozuk ya da paronayak akrabalarla
buluşmak, avukatlarla oturumlar... O Dreyfus anı neredeyse hiç
gelmeyecek gibidir. Birçok sınıf savaşı da aynı olabilir; hiçbir
birikimi olmayan grevcilerin moralini yüksek tutmak, şirketin
parasını nerede sakladığını bulmak için iç karartıcı ve karmaşık kayıtları incelemek, muhabirin hikâyeyi dürüstçe anlatması
konusunda ilgisini çekmeye çalışmak. Bastırılmış ve etnik anlamda temizlenmiş uzak bir ülke durumunda, ilgisiz insanlara bunu haritada nerede olduğunu ve onlar için neden önemli
olabileceği ya da duymak istemeyebilecekleri bir biçimde, neden
onların sorumluluğ u olabileceği konusunda açıklama yapmak
Bunların hiçbirinin ruh köreltici görünmesine neden olmaya ça-
115
Genç Felsefeciye Mektuplar
lışmıyorum; sadece acele sonuçları umut ediyor gibi görüneceksin. Büyük ödül, eğer doğru ifadeyse, aynı işle meşgul olduğunda
karşılaşacağın insanlar, alacağın dersler ve diğer birçok kişinin
kabul edilmiş ya da üçüncü el fikirlerine karşı oluşturacak kendi
inanç ve bazı deneyimlerinden edineceğin güvendir.
•
XVIII
Dante bir mezhepçi ve bir mistikti ancak, ahlaki bir kriz durumunda, cehenneminin en ateşli köşelerinden birini tarafsız kalmaya çalışanlara ayırmakta haklıydı. O yüzden, benden sakallı
bir gazi gibi devam etmemi istemediğin için ve bilimden çok sanattan bahsetmemi istediğin için, deneyip daha yardımcı olmaya çalışacağım. Yine, kendi sınırlı deneyimimden bazı örnekler
vereceğim. Bunu yaparken biraz mahcup düşüyorum ama en
azından hikâyeler ilk el ve diğer yazarların çalışmalarını okurken, otobiyografileri hiç kıskanmadığımı fark ettim. Bu yüzden
sahte/taklit olan da dahil olmak üzere tüm alçakgönüllülük biçimlerine yabancıymış gibi görünmeliyim.
Çeşitli ülkelerde birkaç defa tutuklandım ve birkaç defa da
hırpalandım ve bir defasında da Stalinist rejimin son günlerinde
Prag'da bir hapishanede kısa bir süre geçirdim. Öfkeyle açılan
ateşin sesini de duydum. Ancak dürüst olmam gerekirse bunların çoğu, kendimi içine dahil etmeyi seçtiğim oldukça önemsiz
ya da marjinal olayların/çarpışmaların sonucuydu. (Bir defasında bir sokak mitinginde ırk ayrımı dönemine ait Güney Afrika
kriket takımına karşı bir konuşma yapmıştım ve İngiliz polisi
beni isyana teşvik suçuyla yakalamıştı. Bu suçlama düştüğünde
rahatladığım kadar hayal kırıklığına da uğradığımı çok net hatırlıyorum; burada güzel ve etkili söz söyleme becerime bir övgü
de vardı. Yani görüyorsun - daha çok yaz askerliği yapmışım.)
1
Christopher Hitchens
Genç Felsefeciye Mektuplar
2.
Bosna, Müslüman çoğunluğa sahip olmakla birlikte uzun zamandır çok kültürlü bir devletti; birçok
Müslüman laikti; başkent Saraybosna Sırplar, Hırvatlar,
Yahudiler ve Boşnaklardan oluşan büyük toplulukların
bir arada bulunmaktan fazlasını yaptıkları bir karışım
ve sentez yeriydi.
3.
Balkan savaşlarındaki iki ana rakip taraf olan Sırbistan
ve Hırvatistan'dan farklı olarak Bosna hiçbir zaman bir
başkasının topraklarında hak iddia etmedi. Bosna'ya
yapılan saldırı ve Saraybosna ve Mostar'ın vahşice kuşatılması görünüşteki iki anlaşma ile önceden tertiplenmişti: nostaljik faşist Bay Tudjman ve yeniden doğmuş
"nasyonel sosyalist" Bay Miloseviç. Bu küçük HitlerStalin paktından NATO haberdardı ve katılımcıların
sakladığı kayıtlarla da doğrulanabilir.
4.
Bosna'ya yapılan saldırı, topraklara karşı bildirilen bir
istek ve var olan sakinlere karşı bildirilen bir nefret
içerdiği için, kendini bir katliam savaşı olarak açıkça
ortaya koydu; toprakları istiyor ama insanları istemiyoruz. Dile her zaman dikkat et: "temizleme" terimi,
Drina Nehri boyundaki şehirleri boşaltma ve tahrip
etme sürecini tarif etmek için Belgrad televizyonunda kullanılmıştı. Ayrıca estetiğe de mutlaka dikkat et:
Bosna'nın cami ve mezarlık ve kültürel yerlerine yapılan yıkım ve saygısızlıkların çoğu, "ikincil hasar" kılığını küçümseyecek bir silme planının parçası olarak
"ateşkesler" sırasında gerçekleşti.
1990'h yılların başlarında Bosna-Hersek'teki savaş ben ve
tanıdığım diğer birçok kişi için her şeyi değiştirdi. Bunu söylemek kulağa taşralı ya da (aman Tanrım) Avrupa-merkezci gelebilir ancak silahlanma yarışı ve Soğuk Savaş hakkında en ümitsiz/karanlık görüşe sahip olanlarımız bile Avrupa'da enterne
kampları, sivillerin kitle halinde öldürülmesi, politika hareketi
olarak sürgün ve tecavüz ve işkencenin tam anlamıyla geri gelişini beklemiyordu. Bunlar yaklaşık altmış yıl öncesinden okuduğumuz türde şeylerdi; bazılarımız (ben de dahil) o dönemden
hayatta kalmayı başarmış olanlarla tanışmış ve tanımıştık. Ve
elbette, zihnimizin kuytu köşelerinde şu hayali oyunu oynadık:
bir gün kapımı biri vurduğunda ne yapardım; komşularım istasyona götürülüyor olsa nasıl tepki verirdim?
Bu yorucu benzerlik sonuçta rahatsız edici biçimde faydalı
oldu, çünkü tüm bu korkunçluk yeniden başladığında Avrupa
ve Amerika'daki politik sınıf daha çok, Faşizm ilk olarak kapıyı
çaldığında sergiledikleri gönül rahatlığı ve suç ortaklığı ile hareket ettiler. Sana burada hikâyenin tamamını anlatacak kadar
yerim yok ancak ana başlıkları tartışmalı maddeler halinde sunacağım:
1.
"Soykırım" sözcüğünün uydurulmasına neden olan yirminci yüzyılda, Osmanlı Türkleri Hıristiyan Ermenileri
yok etmiş ve Nazi Almanları da tüm Yahudileri ortadan
kaldırmaya çalışmıştı. Bu iki zulüm de daha büyük bir
savaş başlığı altında ve çok az bağımsız şahidin olduğu işgal edilmiş ya da tartışmalı bölgelerde gerçekleşti.
Bosna Müslümanlarını yok etme girişimi, gün ışığında
gerçekleşmiş, filmi çekilmiş ve savaşın sebebi değil bir
alt metni olmuştu.
5.
Topraklarını geri isteyen Sırplar ve Hırvatlar ile temizleyiciler, ilgili Hıristiyan Ortodoks ve Roma Katolik
inançlarının bayrağı altında savaşmış ve sık sık papaz
ve piskoposlar tarafından kutsanmışlardır. Bosnalılar
daha çok Bosnalı olarak direnmişlerdir; hiçbir yayında
1 10
Genç Felsefeciye Mektuplar
"bugün Katolik güçler Mostar'daki köprüyü yıktı," ya
da "Ortodoks bombardımanı Saraybosna'daki ulusal
Bosna kütüphanesini ateşe verdi" gibi bildirilerde bulunmazken onlar sonuçta "Mülümanlar" olarak tarif
ediliyordu.
6.
Avrupa ve Balkanlar ve Kafkasya'da sınırlar ve popülasyonların gerçekte çok değişken olan kesişme şekilleri
düşünüldüğünde, "ırk" ve "devlet" arasında uyum olacağına dair zorbaca bir kavramı kabul ettirmeye çalışan demagojik ve diktatörce bir rejimin etkili zaferine
izin vermek intihar etmek olurdu. Hem uygarlığı hem
de tüm Avrupa fikrini boşa çıkarır ve ancak daha fazla
savaşa ve despotizme yol açabilirdi.
Bu benim için 1992 yılında açıktı ve bugün daha da açık ve
net görünüyor.
Bütün bunlarla ilgili ne yapmalı? Seçilmiş bir hükümeti ama
pek bir ordusu olmayan ve başkan yardımcılığı Müslümanlar,
Hırvatlar ve Sırplar arasında değişen Bosna, uluslararası koruma
istemiş ve bu olmayınca, kendini savunma hakkının tanınmasını istemişti. İki öneri de, eski Yugoslav Ulusal Ordusunun cephaneliğine Sırbistan tarafından el koyulmasını göz ardı eden iki
yüzlü "silah ambargosu" koşulları altında reddedilmişti. (Yine
yaklaşık aynı biçimde, uluslararası güçler İspanya Cumhuriyetini
silahlandırmayı reddederek onu hitler ve Mussolini karşısında
savunmasız bırakmış ve tesadüf eseri olmadan, onu Stalin'in
kardeşçe ve boğucu kucağına dönmek zorunda bırakmıştı.)
Yani, diğer birçok insan gibi, Saraybosna'ya gitmeye karar
verdim. Bunu gülünç bir figür sergileyebileceğimin farkında
olarak yaptım. Bunu bu tür olaylara vekâleten katılımın birazcık kötü olduğu kadar birazcık da gülünç bir geçmişinin
120
Christopher Hitchens
olduğu bilinciyle vardım. Ancak bütün bunları ve birkaç şeyi
daha incelediğim zaman, gitmemek için bir bahanem olmadığını fark ettim. Hiçbir işe yaramayacaksam, bu belli olacaktır.
Kendimi gülünç duruma düşürüyorsam ya da bir şeylere engel
oluyorsam, bazı insanların bunu bana söyleyeceğine güvenebilirdim. Sonuçta, hayatımda kendimle en çok gurur duyduğum
andır.
Bununla ilgili başka yerlerde de elimden geldiğince çok
şey yazdım ve bütün hikâyeyi sana yeniden anlatmayacağım.
(Ancak girişini yazarak katkıda bulunmakla onur duyduğum Joe
Sacco'nun çizgi roman-tarih türündeki Safe Area Gorazde kitabını bulup okumalısın. Bay Sacco'nun ahlaklı bir teknik ressam
ve keskin bir gözlemci olarak resimli üslubu bir gün ünlü olacaktır; bunu sana kesinlikle temin edebilirim. Sanatsal kaydın yeni
biçimleri, o gerçek anın yanılmaz işaretlerinden biridir.)
Gece gündüz bombalanmakta olan ve ancak Luftwaffe yardım uçuşunda yer bularak ulaşabildiğim Saraybosna'da, ki bunu
merhum babama açıklamak zorunda olduğuma memnunum - en
iyi halleriyle insanlara, en kötü halleriyle insanlar tarafından eziyet edildiğini gördüm. Nüfus inatla şovenlerin öğretmen olmasını reddediyordu; köken ve din adı altında hakarete ve zorbalığa
uğrayanlar aynı şekilde cevap veriyordu. Bosna silahlı kuvvetlerinin yardımcı komutanı, General Jovan Divjak adındaki cesur
asker bir Sırptı. Onunla ateş altındayken bir görüşme yaptım.
Önemli bir günlük gazete olan Oslobodjenjei'nin ("Özgürlük")
yardımcı editörü Gordana Knesevic adında bir Sırptı: binaları
kasıtlı bombardımanla yerle bir edildikten sonra bu cesur gazete
için para topladım; bir baskı bile atlamadı. Ayrıca ırkçılık ve kabilecilikten gerçek bir tutkuyla nefret eden Müslüman editörüyle
de arkadaş oldum.
Onların söyledikleri şekliyle, "içeri girmeyi" Boşnakları
aşırı idealleştirmekten kaçınmak ve kendi içimde ve diğerleri121
Genç Felsefeciye Mektuplar
nin içindeki Ütopyacı turistten şüphelenmek olarak anlıyordum. Burada örnek olabilecek bir metin Orwell'in Homage to
Catalonia dır; bunun tartışmalarda ne kadar sıklıkla gündeme
geldiğini görmek şaşırtıcı ve onaylayıcı olmuştur. Bosnalı resmi
propaganda, enternasyonalist bir nitelik almıştı; Miloseviç'in
ordusu ve yardımcı ölüm mangalarını "Sırplar" yerine eskibi
antifaşist terimi olan "Çetnikler" olarak ifade ediyor. "Faşizme
Ölüm" - fena bir slogan değildir - her yerdeki posterlere yazılıydı.
Duvarımda hâlâ, bir duvar posteri olmak için fazla karışık olan
ve ben oradan ayrıldıktan sonra bir havan mermisinin isabet ettiği bir devlet bürosunda bulduğum mütevazı bir poster çerçeveli
olarak asılıdır. Üzerinde Gens Una Summus ("Biz tek halkız")
yazılıdır. Altında ise Katolik ve Ortodoks mezheplerine ait çarmıha gerilmiş İsa resimlerini, Davut Yıldızı ve Hilali birleştiren
bir tasarım bulunur. Sadece bir defalığına, çeşitli halkları dini
sembollerle temsil etmenin bir zararı olmadığını düşündüm.
Sahnede birkaç sıska ve mezhepçi ve aşırı tutucu tip vardı
ve bazı organize suç ve yozlaşmalar da vardı ancak bunlar açıkça
tartışılmış ve daha çok eleştirilmiştir ve örnek teşkil etmekten
çok davayı kirlettiği düşünülmüştür, yine de daha önemlisi, bir
anlamda, "kendi" toplumlarında batıl inanç ve yabancı düşmanlığı zehriyle yarı bastırılan Sırplar ve Hırvat muhalefetçi ve demokratların Bosna'nın savunmasına kendi davaları için de bir
hayatta kalma meselesi olarak bakmalarıydı.
Ben yine de, bunun önemli olmadığını düşünenlerin iddialarım hatırladığımda kızıyorum. İngiliz Yabancı Bürosu ve
Fransız başkanlığı ve Yeltsin rejiminin ortaya çıkan Çarlarının
hepsi de, "Büyük Sırbistan" gibi çılgınca, kötü niyetli bir planı
yatıştırmaktı. Yatıştırmak diyorum, çünkü "bastırmak" terimi
kullanıla kullanıla yıprandı. Amerikan müessesesinin çoğunluğu da aynı şekilde düşünüyordu. Resmi "Sol'un büyük bir parçası da aynı durumdaydı, belki Tito'nun Yugoslavya'sı için nos120
Christopher Hitchens
taljik olduğundan ya da - Amerika durumu böyleydi - "müdahaleye" neden olabilecek her şeye koşullu bir yanıtı olduğundandı.
Uzun yıllar süren caydırma ve ihtiyattan oluşan yorgun ve resmi
konuşma sanatı, "Bir Daha Asla" ile ilgili bütün propaganda ve
yarım yamalak düşünülmüş yalnızcılık temasının tek bir örtmece ve kaçamak ve ikiyüzlülük akımında buluştuğu görülüyordu.
Hatırlayabileceğin gibi, Srebrenica'nın teslim edilmesinden sonra 10,000 kadar adam ve çocuğun katledilmesiyle sonuçlanırken
süper devletlerin uyduları, gelişmeleri yukardan kaydediyor ve
planlı katliamcıların başkomutanı Batı ve Rus diplomasisi tarafından "barış ortağı" olarak kabul ediliyordu. Kusacak kadar
yiyemeyeceğimi gördüm.
Bu anı üzerinde durmamın, ilişkimizle ilgili iki nedeni var.
İlki, sıkıcı olduğun kadar havalı da olmak zorunda kalabileceğin. O zamanlar Bosna Hersek'in bir uygarlık sorunu olduğunu ; eğer Bosna ve kültürü ve uygarlığının yok edilmesine izin
verirsek içi boş ve değersiz kalacağımızı düşünüyordum ve hâlâ
da öyle düşünüyorum. Bunu kayıtsız bir kitleye anlatmayı dene,
kim olduğunu sandığını merak edecekler ve - eğer gerçekten
iyiysen - sen de bunu merak edeceksin. Ancak buna inanırsan,
o zaman bunu söyle ve görece ya da kıyasla ne kadar küçük bir
riske girdiğini unutma.
İkincisi, arkadaşlarının kim olduğu ya da etrafındakilerin
senin üzerindeki etkileri hakkında fazla kafa yorma. Kişinin
kendi iradesiyle savaşmasına değecek her dava birçok insanı peşinden sürükler: Komünisterle Güney Afrika ve "Soğuk
Savaşçılarla" Çekoslovakya hakkında konuştuğum platformlar
oldu; Bosna olayında benimle Salman Rushdie hakkında anlaşmazlığa düşen Müslümanlarla ve Filistinlilerin devlet olmasını
desteklediğim için benden şüphe duyan Yahudilerle konuştum.
Bu anlaşmazlıkların üstünü örtmeye de çalışmadık, bazen de
bunları daha yüksek bir düzleme taşıdık. (Susan Sontag'ın çok
123
Genç Felsefeciye Mektuplar
cesurca, ağırlıklı olarak Türklerin yer aldığı Bosna yanlısı bir
kitlenin önünde Ermenistan'la paralellik konusunda ısrar ettiğini hatırlıyorum.) Etrafındakiler nedeniyle seni kınamaya ya da
utandırmaya çalışanlar, genellikle asıl kendi etrafındaki insanlar
yetersiz olanlardır; ne olursa olsun, bir zamanlar bana öğretildiği gibi, onlar topla değil adamla oynuyor. Aslında kendimi hiçbir
zaman, tam anlamıyla bir faşistle aynı zümrede hissetmedim ve
yeni muhafazakarlarla ortak bir davayı savunurken bile, Henry
Kissinger ile aynı kampta olduğumu düşünmedim. Bu yüzden
kişiyi en kötüsünden kurtaran ve görünmeyen bir pusula gibi
hareet eden platonik bir ayrım olabilir.
Bosna, mektuplarımızın başında bahsettiğim bir konuya değinen bir şey daha yaptı. Altmış Sekizli ve Seksen Dokuzluların
en iyilerini bir araya getirdi ve bu ikisinin her zaman potansiyel
bir sembiyozu olduğunu gösterdi. Saraybosna ve Motar ve Tuzla
ve Zagreb ve Dubrovnik'te, bunun için hiçbir ayarlama yapmamama rağmen, tekrar tekrar, daha önceki savaşlardan hatırladığım ve karşılaşmayı ummuş olabileceğim insanlarla karşılaştım.
Bunu da idealleştirmemeliyim (bazı önemli insanlar eksikti) ancak yıllar boyunca bir tartışma ya da diyalog tutuşturmak umuduyla Eski Avrupa'nın taşlaşan sınırlarının karşısından birbirilerine el kol hareketleri yapan ve nükleer ilganın toz edici korkusu
ve blok politika ve ruhsuz dile karşı etkili söz söyleyen yazar ve
militanlar Saraybosna'dan sinyalleri duymuştu. Değerli bir toplumun Tudjman ve Miloseviç arasındaki Hitler-Stalin paktından sağ kalmasına ve Tudjman ve Miloseviç'in kendisinden de
sağ kalmasına yardım ettiler. Hegel, Minerva'nın baykuşunun
yalnızca alacakaranlkta kanatlandığını söyler. Bununla söylemek istediği, tarihi bir dönemin ancak sonuna yaklaştığında değerlendirilebileceğidir. Kanlı Bosna'da bazılarımızın daha önce
katılmış olduğu farklı ve gelişigüzel mücadelelerin, bir dayanak
ya da dönüm noktasının fark edilmesiyle, geçmiş ile ilgili ol-
120
Christopher Hitchens
maktan daha fazla anlam taşıyabileceğini fark ettim. Bir sonraki
aşama ya da devir şimdiden görülebilir; evrensel insan hakları
kavramının genişletilmesi ve üretimin "globalleşmesi"nin adalet
ve etik için ortak bir standardın globalleşmesiyle eşleşmesi için
savaşmaktır. Otoburlar açısından kulağa ılımlı gelebilir: hiçbir
şekilde ılımlı bir girişim olmayacağını sana temin edebilirim.
En hırslı radikal için gereğinden fazla saha sağlayacaktır.
Bosna'daki durum bir süre için belirsizdi; sonuşta örneğin
gücü, Birleşmiş Milletler ve eski kançılaryaların büyük diplomasisinin mırıldanıp harekete geçmesine yetmiştir. Bu müdahale
kendi problemlerini ve sinizmini de beraberinde getirmiştir, ancak William Morris'in The Dream of John Ball'da çok güzel bir
şekilde ifade ettiği gibi:
İnsanlar savaşır ve kaybederler ve uğruna savaştıkları şey
yenilgiye rağmen olagelir ve gerçekleştiğinde aslında istedikleri şeyin bu olmadığını anlarlar ve diğer insanlar asıl
istedikleri şey için başka bir isim altında savaşmak zorunda kalırlar.
Bu Hegel ya da Marx'ta olduğu kadar "diyalektik" ve George
Eliot'taki kadar ironiktir. (Bu arada, bu bir okuma kitabı ya da
okuma listesi değildir; William Morris ve çevresinin sosyal ve
estetik meselelerle ilgili çalışmaları, radikalizm geçmişinde en
kahramanca ve güzel bölümlerden biridir ve incelemenin karşılığını kat kat fazlasıyla verecektir. Kelimenin en cömert anlamıyla ülküseldir.)
Tek başına bir tarihçi ve doğrucu olan ve hepimizi kendine borçlu bırakan eski akıl hocam ve arkadaşım Robert
Conquest, acılarımızın çoğunun idealistler, sosyal mühendisler
ve Ütopyacılardan kaynaklandığını öne sürerken bence hâlâ yanılıyor. Kendi açısından haklı olabilir ve acımasız bir cerrah ya
125
Genç Felsefeciye Mektuplar
da merhametsiz bir mühendis gibi davrandığını iddia eden türde
bir radikale bir daha hoşgörüyle bakamayabiliriz. Ancak çoğu
durumda - şatafatlı görünen bahane ne olursa olsun - en kötü
suçların hâlâ eski geleneksel saçmalıkların adıyla işlendiğini göreceksin: ulusa sadakat ya da "düzen" ya da liderlik veya kabile ya
da inanç. Suçu Ütopyacılara atmak tarihi noktayı kaçırmak olur
(diğerlerinin arasında Hayvan Çiftliğinde vurgulanan nokta)
çünkü Ütopyacılar eski efendilerini taklit etmeye başladıklarında kendileri de zorbalaşırlar. Bir şekilde sürekli bir hoşnutsuzluk
darbesini hissetmeye hazır olduğumuz gibi teolojik bir noktayı
da kaçırmak olur; insanları olağanüstü bir değişim ümdine karşı
bağışık hale getirmek imkansızdır. (Conquest'in çok iyi bildiği
gibi, Sovyet psiko-cerrahlar, muhalifleri deliler koğuşuna yerleştirir ve onlara "reformist yanılsama için" zorla ilaç verirlerdi; bu
nedenle toplumdaki yalnızca aklı başında insanlar deli ve antisosyal olarak sınıflandırılmıştı; bu uygulama saf ya da tutkulu
Ütopyacılarm işi değildi.)
Bu nedenle bana göre asıl amaç şu gibi geliyor: Kişi maksimum sabırsızlığı maksimum septisizmle; adaletsizlik ve mantıksızlığa karşı maksimum nefreti, maksimum ironik bir öz eleştiriyle birleştirmeye çalışmalıydı. Bu da gerçekten, tarihe başvurup onu sloganlaştırmaktan çok ondan ders almayı öğrenmeye
karar vermek olurdu.
il
SONSÖZ
Unutulmayan küçük kitabı Minima Moralia'da Theodor
Ardorno, Hays Office'in (zamanın Hollywood sansürü) koyduğu
bütün koşul ve sınırları karşılayan sanatsal açıdan tatmin edici
bir filmin, bir Hays Office olmadığı sürece şüphesiz yapılabileceğini yazmıştı. Bu dâhiyane veciz gözlemi şu iki şeyi anlatırken
kullanırım: İlki, erdem ve fazilet zorlandığı ya da mecbur tutulduğunda zıt hale gelebilirler. İkincisi, hiçbir öz açıklama ya da
tanımlamaya güvenilmez. (Bir Senato oturumu tarafından sendikasının gerçekten güçlü olup olmadığı sorulan Taşıma İşçileri
Sendikasından bir görevli, ihtiyatlı ama zarifçe, güçlü olmanın
biraz da kadınca olduğu cevabını verdi: "Öyle olduğunu söylemek zorunda kalırsan, muhtemelen öyle değilsindir.")
Yazışmalarımız boyunca, hafif bir hilekârlık hissinden
kurtulabilmiş değilim. Beni radikallik üzerine bir otorite olarak tanımlıyorsan, yanılsama içindesindir; görünüşteki değerine kanıp davetini kabul edersem kendimi aptal yerine koymuş
olurum. Radikal gazetecilikle ilgili eski bir öğretmenim, merhum James Cameron, bir defasında, daktiloya her yöneldiğinde
kendi kendine şunu düşündüğünü itiraf etmişti: "Bugün beni
keşfedecekleri gün." (Hindistan'ın bağımsızlığının önemli bir
tarihçisiydi ve öldüğünde üç nükleer patlamayı görmüş olan tek
126
Genç Felsefeciye Mektuplar
adamdı.) Ben de bu aynı endişeyi yaşadığımda, papa ve kraliçe
ve cumhurbaşkanının da her sabah aynı korkuyla uyandığını
düşünüp rahatlıyorum. Ya da, öyle değilse bile, onlardan şu anda
şüphelendiğim ve inanmadığımdan daha çok şüphelenilmeyi ve
inanılmamayı, eğer mümkünse, hak ediyorlardır.
Yani sözlerimi bitirebileceğim bir kapanış notum yok. Ne
kadar ayartıcı olursa olsun mantıksız olandan sakın. "Üstün"
olandan ve seni boyun eğmeye ya da kendini imha etmeye davet
eden herkesten uzak dur. Merhamete güvenme; kendin ve diğerleri için itibarı tercih et. Küstah ya da bencil olduğunun düşünülmesinden korkma. Bütün bilirkişilerin memeliler olduğunu
canlandır gözünde. Haksızlık ya da aptallık karşısında asla seyirci kalma. Tartışma ve münakaşalara kendi isteğinle ulaş; mezarında sessizlik için bolca vaktin olacak. Kendi güdülerinden ve
bütün bahanelerden şüphe duy. Başkaları için, onların senin için
yaşamalarını bekleyeceğinden daha fazla yaşama.
Sana alacakaranlık zamanlardan dürüst olarak kalmayı başarmış ve Antipolitics ve The Loser ve birçok kıymetli makale ve
kurgular yazar kendisine eziyet edenleri geride bırakan Macar
muhalif George Konrad'dan birkaç sözcük ileteceğim. (Ülke ve
toplumunun kurtuluşundan sonra, ona gelip başkanlık teklif ettiklerinde, "Hayır, teşekkürler," demişti.) Bunu 1987 yılında, tan
vaktinin çok uzakta görüldüğü bir zamanda yazmıştı:
Kariyer yerine yaşanmış bir hayat yaşa. Doğru olanın korunmasında yer al. Yaşanan özgürlük, yaşadığın birkaç
kaybı telafi edecektir... Diğerlerinin tarzını beğenmiyorsan, kendininkini geliştir. Çoğalmanın hilelerini bil, sohbetlerde kendini ortaya koy ve o zaman çalışmanın keyfi
günlerini doldurur.
Bu senin için de böyle olabilir ve elindeki güçleri önündeki
savaşlara saklayabilir
racağmı bilebilirsin.
^MUtMft^
<No : j
^ y f
C,

Benzer belgeler