İndir - Sorun Polemik

Transkript

İndir - Sorun Polemik
SORUN
Polemik
MARKSİST
İNCELEME
ARAŞTIRMA
ELEŞTİRİ
DERGİSİ
23
KASIM 2006
www.sorunpolemik.com e.posta: [email protected]
Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır
Sayı: 23 (2006)
Fiyatı: 4 YTL (KDV Dâhil)
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk
Yönetim Yeri ve İletişim:
Çatalçeşme Sokak, No: 46, K/3, D/6 Cağaloğlu-İstanbul-34110
Telefon : (0212) 511 08 29 Fax : (0212) 519 05 60
Posta Çeki No: 98213
Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835
Abonelik Yurtiçi yıllık 6 sayı - 24 YTL. Yurtdışı dört katı
Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez.
Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta),
Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya
Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir.
Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro
Baskı: Huzur Ofset
Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 336/1
Tel: 0212 544 70 36-Topkapı-İstanbul
Yayın Türü: Yerel Süreli
Baskı Tarihi: 15 Kasım 2006
ISSN 1303-2402
2
S.P. F/1
1
İÇİNDEKİLER
● Hıdır Diren
Militarizmin Panzehiri II. TTKK ve Birleşik İşçi Cephesi
● Suha Bulut - Karikatür
● İsmail Arguvanlı
Fındık… Linç… II. TTKK Bilinci
● Ali Özdoğu
Pratik-Eleştirel Faaliyet ve Faşizm Nasıl Yargılanır?
● Nazire Işıklı
Emperyalizmin Gündemindeki TC Devleti ve
TC’nin Gündemi
● Suha Bulut
Türkiye’nin Küçük Asya Tarihi ve Kürtler
● Ahmet Temizel
Altemperyalist Bir Ülkede Yurtseverlik Nedir?
● İsa Gözaçtı
Yakındoğuya Emperyalist Müdahale ve Bölgesel Güç Odakları
● Serhat Munzur
Bilim, Üniversite ve Gerçekler -1
● Tolga Ersoy
Resmî Tarih Polemikleri -7
● Hakan Mertoğlu
Ütopyacı Kurgu!... Masal, Ütopya ve Fantastik Edebiyat
● Kemâl Kök
Dönem/Kuşak Edebiyatı ve 12 Eylül
● Kemâl Kök - Şiir
● Sabahattin Ali Tayır
Tecrit, Hayat ve Sanat
● Sanat Cephesi
Sanatçılar da Tecritte
● Ertan Taşdelen - Şiir
● S.P.
Dergi’mize Yöneltilen Eleştiriler Üzerine
● Turgay Ulu
Bir Kitap “Gün Ağarmasa”
● Sırrı Öztürk
Dersim… Dersim… -2
● Turgay Ulu - Şiir
● Sanat Cephesinden Haberler
● H. Ali Selvi - Şiir
● Azimet Ceyhan - Karikatür
● Bizden Haberler
2
3
10
Hıdır Diren
Militarizmin Panzehiri II. TTKK ve
Birleşik İşçi Cephesi
-Polemik-
11
16
22
26
32
37
46
53
78
84
89
90
92
94
95
101
103
120
121
122
124
126
TC Devletinin kuruluşunda askerlerin büyük bir rolü var. 86 yıldır
askerler politikada söz, yetki ve karar mekanizmalarına sahip. TSK, izlenecek politikalarda belirleyicilik vasfını korumak azminde. TSK, aynı
zamanda finans kapitalin önemli bir gücüdür. Bankası, sigortası, sınaî
kompleksleri olan biricik güçtür. Uluslarötesi tekelci sermayenin yerli-iç
ortağı sermaye sınıfı ile TSK hemen hemen her alanda ve konuda içli
dışlıdır. TSK’nın elindeki finans kuruluşlarının TÜSİAD, MÜSİAD ve
Anadolu Kaplanlarının elindekilerden geri bir yanı yoktur. TC Devleti
ABD ve AB’ye bağımlıdır. NATO-PENTAGON-CIA-MOSSAD, vb. ittifak ve ilişkiler içindedir.
TSK’nın yetiştirdiği emekli-emeksiz paşalar, hemen her alan ve
kurum da “köşe taşı” misali el üstünde tutulmaktadır. Siyasî partilerde,
bankalarda, holdinglerde, fabrikalarda, basında, Tv’lerde, anılan ve
anılmayan istihbarat birimlerinde, "derin" diye anılan kimi ilişkilerde,
vakıflarda, dernek ve spor kulüplerinde, üniversitelerde, elçiliklerde birinci sırayı daima askerlerin aldığı bilinmektedir.
Emekli-emeksiz paşaların yurtiçi ve yurtdışı eğitimlerinde edindikleri bilgi ve bilinç düzeylerinin test edilmesi aktüel olaylar karşısında
verdikleri beyanlardan anlaşılmaktadır. Basında, Tv’lerde kendilerine
uzatılan mikrofonlara verilen mesajlara bakıldığında ideolojik, teorik,
kültürel birikimlerinin çok geri bir düzeyde seyrettiği görülüyor.
Emekli-emeksiz paşaların biricik ideolojik gıdası resmî tarih anlayışına ve resmî ideolojiye (Kemalizme) dayalıdır. Militarist, ırkçı ve şoven ögeler tüm söylemlerine egemen durumda. Sosyal bilimler, tarih,
felsefe, siyasal-ekonomi, sanat, kültür ve estetik gibi dal ve alanlarda,
eğitim-öğrenim ve konumları gereği, daha ilerde ve yetkin olmaları da
zaten kendilerinden beklenmiyor.
Devrimci, demokrat, ilerici, sosyalist, Marksist düşünce akımlarına
karşı ve kapalı biçimde yetiştirilen askerler arasından bu çemberi kırıp
aşmaya yönelen askerler TSK camiasında asla barınamaz, tasfiye edilirler. En somut biçimiyle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî faşist
darbeler sürecinde TSK’nın Kara, Deniz, Hava, Jandarma kuvvetlerinde ve çeşitli kademelerinde görevli askerler arasında sistemi devrimci
yol ve yöntemlerle dönüştürmek isteyenler çıkmıştır. TSK bünyesinden
çıkan bu askerler arasından yargılanıp idam edilenler, ordu bünyesin3
den ihraç edilenler, ağır hapis cezasıyla hüküm giyenler, ordudan firar
edip yurt dışına siyasî mülteci olarak gidenler de bulunmaktadır.
gibi bir kalkışma olduğu zaman" biçiminde bir cevap vermekte/verebilmektedir.
TSK bünyesi, tıpkı üniversiteler gibi bilimsel bilgi ve bilinç veren
bir kurum işleyişine sahip değildir. Olamaz. Irkçı, militarist, şoven ve
Türkçü akımlarla beslenen kurumlardan yetişip de ilerici ve dönüştürücü fikirlerle tanışan TSK mensuplarının sayısı da parmakla sayılacak
kadar azdır.
Emekli-emeksiz paşalar gayet normal biçimde ve kendilerini
layusel addederek 15/16 Haziran Hareketi’ni sistemi yıkmaya karşı bir
"kalkışma" olarak değerlendirmektedir. Onların bu türden bir literatür
kullanarak Darbe-Cunta yapma haklarını savunması karşısında yine
"doğal" olarak hiç bir savcı mevcut Anayasa ve Yasa'lara dayanarak
asla soruşturma açmayacaktır. Niçin açsın ki? Adliye binalarında "Adalet Mülkün Temelidir" diye yazmıyor mu? Devlet tekelci kapitalizmi sistemin, rejimin, düzenin tek egemen gücü değil mi?
Emekli-emeksiz paşalara mikrofon uzatmak artık bir moda oldu.
Onlar da mevcut Anayasa ve Yasa'lar karşısında "doğal" bir koruma
zırhına sahip olduklarından her konuda destursuz söz etmek hakkını
kendilerinde görmektedirler.
Örneğin Nâzım Hikmet’in Kore’ye gönderilen Türk askerlerine bu
haksız savaşa karşı barışı ve insanlığın sosyal kurtuluşunu açıklayan bildirileri Kore’deki Türk askerine havadan atılışına tepki gösteren bir emekli
paşa, Kore'ye asker gönderilmesini siyasî ve etik açıdan içine sindirebilmekte fakat Nâzım’ı etik açıdan çok çirkin bir üslupla suçlayabilmektedir!
Nâzım’ın siyasî, sanatsal, estetik ve etik açısından eleştirisi, ırkçı,
militarist, gerici ve faşist düşünce akımlarına girip çıkmış kimselerin işi
değildir. Bu görev, ancak ve ancak Devrimci ve Marksist Kadro olmayı
hakedenlere aittir. "İç meselemizdir." Yeri gelmişken söylemek durumundayız: Anılan Kadrolarla "iç meselemizi" olması gereken yerde tartışamadık. Eloğulları, bizim insanlarımızı mevcut yasal düzenlemeleri
de çiğneyerek paşa gönüllerine göre yargılamak hakkını kendilerinde
görebiliyorlar. Bu bir yana Nâzım’ın şiirlerini sömürücü çıkarlarına alet
edip parselasyona tabî tutabiliyorlar…
Aynı ağızlar yine mevcut Anayasa ve Yasa'ları hiçe sayıp açıkça
darbeyi savunabiliyorlar. Darbe savunuculuğunu “İç Hizmet Yasası"na,
"sistemi koruyup-kollama" şiirsel dizelerine dayandırabilmektedirler.
Emekli-emeksiz paşaların bu konular üzerindeki "yüksek performansı"nı sollayıp darbe ve cunta gibi kalkışmaların "bir hak" olduğunu çok
üstün belagatıyla ileri süren üniformasız gazeteciler de vardır. De
Gaulle’ün V. Fransız Cumhuriyeti’ni kurmasına imkân tanıyan Fransız
paraşütçü birliklerinin Paris'e çıkarma yapması olayını "örnek" gösterip
“Ordu-Asker Partisi”ne trenin makasını açan gazeteci, eski Harici Büro
"TKP”si, Barış Derneği kurucusu zat, hayatı boyunca işçi sınıfına,
emekçi halklara güvenen bir konumda olmamıştır. Cuntacı-Darbeci
seçimleri böylelerinin ekmek parası olmuştur.
Yine emekli-emeksiz paşalardan biri (adlarını, kimliklerini anmak
istemiyoruz, beIgelidir.), Tv’lerin birinde kendisine uzatılan mikrofonda
ve sorulan "Asker ne zaman darbe yapar?" sorusuna, "15/16 Haziran
4
İdeolojik ve sınıfsal seçimleriyle bu sistemin çıkarlarını koruyupkollamaya koşullu olanlar 15/16 Haziran’a "kalkışma" diyor, böyle bir
literatür kullanıyor. Sol cenahtan kimileri de fukara Sırrı Öztürk'ün
15/16 Haziran Hareketi’ni diyalektik tarihsel materyalist yönteme uygun olarak her açıklayışında O’na saldırıyorlar, sataşıyorlar... En son
örneğini Almanya’daki bu konuda yapılan etkinliklerde gördük. Hayatları boyunca ne askerlik bilimi, ne fizik bilimi, ne de diyalektik yasallıkları okuyup özümleyememiş olanlar 15/16 Haziran Hareketi'nin “kendiliğindenliği”(!)ni akıllarınca öne çıkarıp bizleri vurmayı denemiştir. İşin
özüne inmeden hemde… Kimileri de en keskin bir literatürü kullanarak
emekli-emeksiz paşaların kullandığı literatürü sollamak istemiştir. Ne
mi demişlerdir? “Ayaklanma, başkaldırı, vs.” Oysa ayaklanan, başkaldıran, isyan eden, darbe ve cunta yapan emekli-emeksiz paşalar olmuştur. Kime karşı? İşçi Sınıfı ve emekçi halkların haklı talep ve ihtiyaçları uğruna ayağa kalkmalarına karşı.
Devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyup-kollama
aşkına! avantalar ve yağmalar düzeninin korunup-kollanması için de
militarist baskı ve teröre ihtiyaç duyulmaktadır. Sistemin mantığına uygun olarak da ırkçı, kara gerici, şoven, sosyalşoven, Türkçü, “Türkİslâm Sentezci", faşist akımlar doğrudan ve dolaylı biçimde desteklenmektedir. Devlet destekli çete ve mafyatik örgütlenmeler, kapitalist
anarşinin doğal bir bölümü olarak tüm süreçlerde sotada hazır tutulacaktır. Sosyal muhalefet olaylarının kabardığı, siyasal-ekonomik krizlerin derinleştiği süreçlerde anılan gizli örgütler işbaşı yapmaktadır.
"Linç" girişimlerini salt bir siyasî eğilimin "vukuatı" olarak anmak doğru
olmayacaktır. Faşist, faşizan yöntemler arasındaki “Linç” olayının da
bir açıklaması vardır.
*
*
*
"Siyasî İslâm" AKP iktidarının dördüncü yılını ikmal ederek beşinci
yılına (seçim yılına) girmesiyle birlikte, sosyal olaylarda bir hareketlilik
gözlenmiştir.
5
Toplumdaki olay, olgu, süreç, veri vb.'lerini somut şartları içinde
değerlendiren ve kitlelerin talep ve ihtiyaçlarına doğru teşhis koyup onlara yol gösteren örgütlerden yoksun bulunmaktayız. Sağlı “sol”lu burjuva partileri, sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halk gerçekliği üzerine
oturtulması gereken gündemi, bilinçli çarpıtmalarla “laik-şeriat”gibi sunî
ve sahte bir gündeme kaydırmak istemektedir.
Laik-şeriat, irtica-mürteci, dinci-atatürkçü, ilerici-gerici, vb, isim ve
nitelemelerle yapılmak istenen tartışmaların bilimsel bir yanı yoktur.
Tartışmayı bilimsel temellerine oturtmak isteyen Devrimci ve Marksist
Kadrolar, sistemin baskı ve terörü altındadır. Onların düşünce, ifade ve
örgütlenme özgürlüklerini kullanmaları keyfî ve fiilî kuşatmalarla ellerinden alınmak istenmektedir. Anılan özgürlüklerimizi kullanıyoruz, buna cüret ediyoruz. Fakat çok büyük bedeller de ödüyoruz. İşlevsel olmamızın önü binbir cezaî, hukukî, maddî, manevî, moral tehditlerle
kesilmek isteniyor.
Yukarıda sıralanan sahte ve sunî gündem maddelerini anlatan literatürlere bakarak bir kere daha tekrarlamak ihtiyacını duyuyoruz: TC
Devleti ne laik, ne demokratik, ne cumhuriyet, ne sosyal, ne de hukuk
devletidir. “İrtica, mürteci, dinci, gerici" tanımlamaları yalnızca ve sırasıyla DP, MP, CKMP, AP, DYP, ANAP ve AKP gibi partiler için değil,
ilerici ve atatürkçü geçinen CHP ve öteki partiler için de söylenecektir.
Bu partiler de sosyalizme karşı gerici, tepkici ve tutucu birer rol oynayan partilerdir. Burjuva partilerinin tamamı bilim ve akıl dışı yol ve yöntemlerle sosyal sınıfları ve emekçi halkları dışlayıp büyük demagojilerle onların talep ve ihtiyaçlarını sis perdesiyle karartmaktan yanadırlar.
Hatta burjuva demokrasisi(!)ni fazlaca idealize ederek açık faaliyet
alanlarında güvencesiz, kabak çiçeği misali açılıp, sisteme kalp ilacı
olan işçi ve komünist isimli örgütler de birer "resmî" ya da "muvazaa"
partileri olarak “Demokrasimizin” nezaketini korumaktadırlar…
AKP'nin iktidara gelişi, tekelci sermayenin programını uygulayışı,
ABD ve AB’ye kölece bağımlı oluşu, emperyalizmin Yakın Doğu’ya
müdahalesi sürecinde, Bölge halklarının ABD’ye karşı eylemli kalkışması, kimilerinin ise, ABD-AB ile sarmaşıp işbirlikçilik yapması, pek
çok sorunu tartışmaya ve çözüm yöntemi üretmeye çalışanları düşündürmeye itmiştir.
TC Devleti, NATO’cu, PENTAGON’cu, ABD’ci ve AB'ci konumuyla
asla ilerici, antiemperyalist bir konumda değildir. Olamaz. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, TBMM Başkanı, Kuvvet Komutanları, Siyasî
Partiler, Basın ve Yayın kuruluşları, Tv’ler, Üniversiteler, sahte ve suni
gerekçelerle, ayrıca kapitalizme bizzat karşı çıkmadan sözde antiemperyalist görünmeye büyük bir özen göstermektedirler.
6
Son ayların gündemini belirleyen beyanatların hiç birinde ABD ve
AB’yi işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal çıkarları doğrultusunda karşıya alan bir tavıra rastlanmamaktadır. İdeolojik-sınıfsal seçimini, uluslar ötesi tekelci sermayenin ve O’nun yerli ortaklarının düzeninden, sisteminden ve rejiminden yana yapanların sözde antiemperyalizmi kimseyi yanıltmasın. Tutarlı bir antiemperyalist duruşun, mutlaka kapitalizme karşı çıkılarak olabileceğini unutmayalım. Devrimci ve Marksist
Kadrolar dışında tutarlı bir antiemperyalist aramanın saçmalık olduğunu bilince çıkaralım.
TC. Devletinin her 30 Ağustos dizaynında ve özellikle de burjuva
ve küçükburjuva kimi kesimlerinde "darbe-cunta" tartışmaları öne çıkarılır. Terfi sırası gelen paşaların söylemlerine, biyografilerine bakılarak
gündeme taşınır.
Bu 30 Ağustos’ta işbaşına gelen paşalar sözleşmişçesine çeşitli
beyanatlarıyla "siyasî islâm" AKP iktidarını top ateşine tuttu. Paşalar
âdeta birer politikacı gibi konuştu. Zaten "Ordu-Asker Partisi” denilmesinin maddî bir zemini yok değil. TC. Devletinde Devrimci ve Marksist
Kadrolar dışında herkes, her kurum doğrudan siyasetle iştigal etmektedir. Sistemin; hakikî Komünistleri "resmî" ve "muvazaa" partileriyle
kuşatarak, artık biçimsel kaba güce başvurma yöntemlerine iltifat etmediği anlaşılıyor. Fakat, "hini hacette" cezaî, hukukî, keyfî ve fiilî baskı ve terör uygulamaktan da geri durmuyor.
“Siyasî İslâm”ı ilkin Cumhurbaşkanı Meclisi açış konuşmasıyla topa tuttu. "Darbe-Cunta" heveslileri bu topa tutuşa büyük anlamlar verdi. Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların açılışlarında da benzeri sahneler görüldü. Cumhurbaşkanı, sistemi
koruyan bir konumdadır. O'nun sistemi koruma aşkına söylediklerine
farklı nitelikler yüklemeye kalkanların perişanlığını da unutmamak durumundayız. "Gerekirse Laik Cumhuriyet’i korumak için temel hak ve
özgürlükler sınırlandırılabilir." diyen Sezer, bu türden tavrıyla hemen
12 Mart 1971’in ilk başbakanı Nihat Erim’in "gerekirse demokrasinin
üzerine bir şal örtülür…" özdeyişini(!) hatırlatmıştır. Sezer, Anayasa
Mahkemesi Başkanlığı, Erim, Üniversite öğretim üyesi Prof. kimliği ile
bu sözleri sarf ediyor! Emekli-emeksiz paşalar zaman zaman ve çok
açık biçimlerde "şu insan hakları, demokrasi olmayacaktı ki, biz iki haftada hallederiz" diyerek bilinçlerini(!) konuşturmuştur. 12 Mart "ara rejim" dedikleri süreçte, zaten faşist yasalar yürürlükteyken, bir de "makabline şamil" yasal düzenlemelerin uygulanacağını da çok işitmiş
idik...
30 Ağustos dizaynı sonucunda işbaşı yapan generallerin çıkışını
burjuva basını "askerin yeniden siyasete dönüşü" ya da "askerin, siya7
sî rolünün kısıtlanmasına direnişi" biçiminde değerlendirdi. Yeni bir "28
Şubat postmodern darbesi"nin çeşitli versiyonlarının deneneceğini
söyleyenler de çıktı.
cektir. Düzen içi ve uzlaşır çelişkileri yeniden dizayn ve telif edilecektir.
Sonuçta da "kabak" ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve
Marksist cenahımızın başında patlayacaktır.
Laik-şeriat, ilerici-gerici, irtica-mürteci, dinci-atatürkçü gibi bir literatürü bilimsel tanımı yerine herkesin işine geldiği biçimde kullandığı
bir ortamda (çünkü bu ortamı tersyüz edecek ne İSP ne de TKP gibi
bir PARTİ'miz vardı.), bu süreci ayakları üzerine oturtacak bir kurumsal
düzeneğimiz henüz işbaşı yapamamıştı.
"Ordu-Asker Partisi" kılıcını atmış "Rejimle ilgili bazı endişelerimizden rahatsızlık duyanlar varsa bu onları bağlar.”diyordu, Büyükanıt
paşa. KKK İlker Başbuğ, "TSK başka ordulara benzemez...’iç mihraklarla’ mücadelesini 'tavizsiz’ yürütecektir.” diyordu. HKK Faruk Cömert
"Çatı yıkılırsa herkes altında kalır.” diyerek amaçlarını dillendirirken,
DKK Yener Karahanoğlu: “Bu mihraklar ya ülkeyi terk edecekler ya da
Anadolu denizinde boğulacaklar!” demek ihtiyacını duymuştur.
Faşist ve faşizan unsurları sürekli biçimde bağrında taşıyan sistemin militarizme ihtiyacı vardır. Faşizmin-Militarizimin panzehiri de
"Birleşik İşçi Cephesi"nin örülmesi ve İşçi Sınıfı Partisi’nin işbaşı yapmasındadır.
Bu türden söylemleri faşist partiler zaten her vesileyle "ya sev, ya
terk et", “türksen öğün, değilsen itaat et” diyerek dillendirmekteydiler.
Duvar yazıları bu türden “vecize”lerle doludur.
Cumhurbaşkanı, bürokrasinin kimi kurumları, TSK ve onların işaret ettiği hedefe yönelen gerici CHP vb. siyasî partilerin, 30 Ağustos
sonrası "Cumhurbaşkanı dizaynı" kavgasında AKP’yi iyice köşeye sıkıştıran bir yöntemi uygun buldukları anlaşılıyor.
Sözde laikler, Köşk’te frak giyen, batılı görünümlü, kokteyllerde
kadehini kaldıran, devlet tekelci kapitalizminin işleyen çarkına biçimsel
anlamda çomak sokmayacak birini Cumhurbaşkanı olarak görmek istemektedir. "Siyasî İslâm"cılar ise, sözde laiklerin yerine sözde dindarların Cumhurbaşkanı olarak devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarının daha iyi kollanacağını iddia etmektedir. Yaptığı “hizmet”lerle de
bunu kanıtlamaktadır.
Bu tartışmalarda galiba en anlamlı sözü "Allahın dediği olur" özdeyişindeki gibi TÜSİAD ileri gelenleri söylemiştir: "Demokrasimizin ve
ekonomimizin sürekliliği ve güven ortamının devamı için uygun bir
formül bulunacaktır."
Devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyup-kollama
işinde ne "yasal" parti AKP’nin, ne de "yasal olmayan" "Ordu-Asker
Partisi" nin dediği olacaktır. Öteki burjuva partilerinin de dediği olmayacaktır. Uluslar ötesi tekelci sermayenin ve yerli ortaklarının dediği
olacaktır. Finans oligarşisinin hegemonyasındaki bir sözde demokraside "yasal" parti AKP, "yasal olmayan" ve doğrudan politika ile uğraşan
emekli-emeksiz paşaları ne kızağa çekebilecektir, ne de emekliye sevk
edebilecektir. Taraflar arasındaki kayıkçı dövüşü karakolda bitmeye8
ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi, generallerin çıkışını soran gazetecilere verdiği cevabında "bunlar kuru gürültü" diyor/diyebiliyor. ABD,
Yakın Doğu’ya müdahalesinde belli ve bilinen projesini uyguluyor. "Kürt
Sorunu" nun çözümünde ise, emperyalizme zarar vermeyen uğursuz bir
projeyi mek parmak mek parmak ilerletiyor. Bölgeye "genel müfettişler"
ve "koordinatörler" gönderiyor. TC Devletine "işte muhatabınız" bunlar
diye tebligatını yapıyor. Öte yandan da AKP'nin seçim öncesi büyük ihtiyaç duyduğu ABD desteğini almanın görüntülerinde, emperyalizmin en
iğrenç sözcüsü, haksız savaşların ve tekellerin baş temsilcisi konumundaki bir adamın icazetini almak için G. W. Bush’un ayağına gidiyor. Fukara Müslüman emekçilerin değil, emperyalizmin dostu olduğunu
Bush’un ağzından kanıtlamış oluyor: "Dostum ve barış adamı Tayyip!...
" sözleri AKP'ye de yaramayacaktır. Daha önceleri İnönü’ye, Demirel’e,
Özal’a, Ecevit’e yaramadığı gibi Tayyip'e de yaramayacaktır.
Seçim hesaplaşması sürecinde kullanılacak argüman şimdiden
belli olmuştur: Kürt realitesi, Ermeni sorunu ve Kıbrıs. Seçimlerde tüm
siyasî partiler milliyetçi bir söyleme gelmiştir. Sarı ve kirli sollar da "darbe-cunta" çağrışımlarından medet ummaktadır. Nasyonal sosyalistler,
her boydan ve soydan faşistler de aynı ata oynamaktadır. Dünyanın
pek çok bölgesinde olduğu gibi "gericilik dalgası" bulunduğumuz bölgeyi ve coğrafyayı da etkisine almıştır.
"Ezeceğiz, yok edeceğiz, savaşacağız" söyleminden gayri niyeti
olmayanlardan ülke ve bölgenin sorunlarına çözüm üretilmesini beklemek, siyaseten intihar demektir.
İktidarın paylaşımındaki çıkar çelişki ve çatışkıları devam edecektir. 12’li darbeler yerine 28 Şubat’ınkinden daha farklı bir darbe beklentisi kimi çevrelerce açıkça (alenen) telaffuz edilmektedir. TCK’ya göre
"Anayasal suç" işlenmekte ve fakat sonu "kahrolsun" ile biten nakaratlarla Devrimci ve Komünistlerin yanı sıra Kürt düşmanlığı körüklenmektedir.
Sistemin temel direkleri çatırdıyorken, "kuru gürültü" çıkararak varlıklarını sürdürmekten yana olanların suni ve sahte gündemlerine aldanarak rehavete, korkuya ve sömürücüye biat etmeye dayalı projeler
açığa düşürülmüştür. Cenahımızın anlamlı ve ileri bir adım atmasıyla
9
açığa düşürülenler arasına, çatlağı derinleştirilebilecek kamaların sokulması kolaylaşacaktır.
Tarihsel haklılıklarıyla işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluşundan yana olan tüm güçlerle; baskı, terör ve sömürü uygulayan
güçler karşı karşıya gelmiştir. Cenahımız bir çetin sınavın eşiğindedir.
Yapılacak iş, tutulacak yol-yöntem bellidir:
İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketi buluşturup bütünleştirecek ve böylelikle ancak Devrimci ve Marksist olabilmeyi hak edecek bir
inisiyatifi hareketlendirmek. ‘Partileşme Sorunu’nu gündemleştirip
PARTİ'nin oluşturulması yolunda çeşitli istişari toplantı, konferans ve
kurultaylar düzenlemek. Bu sürecin doğal uzantısında II. Tüm Türkiye
Komünistleri Kongresi’ni (II.TTKK) gerçekleştirip tarihsel hesaplaşmada belirleyici yığınağı yapabilmek…
PARTİ'nin oluşturulması, Birleşik İşçi Cephesi’nin örülmesi sürecin en anlamlı adımıdır. Bu görevin gereğini yapanlar sistemin uygulaya geldiği baskı, terör ve sömürüyü anladığı dilde karşıya alabilir ve
sıçramalar yapabilir. Yoksa? Yoksası-moksası da kalmadı gayri.
15 Ekim 2006
İsmail Arguvanlı
Fındık… Linç… II. TTKK Bilinci
-Polemik-
“Senin her tanende zeytin
İnsanlığın kahrını görüyorum
Senin her tanende zeytin
Ölüyorum diriliyorum...”
Sabri Soran
Fındık sorunuyla ilgili bazı değinmelere başlarken Sabri Soran'ın
‘Zeytin’ isimli şiiriyle konuya girmeyi uygun bulduk. Yeni nesiller Sabri
Soran ismini tanımazlar. Nasıl tanısınlar ki, liberal, postmodern, tasfiyeci solların, sanat ortamımızı tekelci sermayenin güdümünde yorumlayanların kuşattığı bir süreçte TKP’li Sabri Soran'ı kim anar? Onun biyografisi, sanat anlayışı, mücadelesi ve şiirlerinden nesnel gerçeklikle
sözeden ciddî ve güvenilir bir kaynağımız, arşivimiz var mıdır? Yoktur.
TKP derken resmî işçi ve komünist partileri kastetmiyoruz. Resmîlerle bir işimiz yoktur. Tarihî TKP’yi, 10 Eylül 1920'lerin devrimci geleneklerini sürdürenleri kastediyoruz.
“Kara zeytin” üzerine pek çok öykü, şiir, vb. çalışma vardır. Fukara
insanımızın sofrasından eksik olmayan zeytin... Şimdilerde yenilebilinir
bir zeytini soframıza 10-18 YTL karşılığında getirebiliyoruz.
Kontrgerilla hücrelerinde de her sabah beş adet zeytinin asker tayını ile birlikte kapı altından bakır tabaklarla sürüldüğünü hatırlıyoruz.
Atın önüne ot, itin önüne et daha edebiyle atılırdı, Anadolu kültürel geleneğinde… Her zeytin yiyişimizde bunu unutmuyor ve hatırlıyoruz.
Peki ya fındık? Fındığın anılan şiir ve zeytin ile ne bağı var? Fındık fukara insanımızın sofrasının bir ürünü değil ki... Fındığı ancak
maddî durumu uygun olanlar alabiliyor. Herkes fındığı alıp zeytin misali ekmeğe katık yaparak yiyemiyor.
Grev çadırlarında zeytin, helva, üzüm, ekmek yerdik. Fındık yemek ihtiyacı duymazdık. Elbette fındık yemek isterdik, fakat alamazdık.
Grev çadırlarının yer sofralarındaki ağız tadını; “Grev hakkımızı Şale
Köşkünde havyarla yiyen”lerin ağız tadından üstün görüyoruz. O dönemlerin anılarını da bir türlü unutamıyoruz.
Suha Bulut - Manisa
10
Fındık, Karadeniz ve Marmara bölgesinin küçük üreticisinin en
önemli geçim kaynaklarından birisidir. Bölgeye has iklimi nedeniyle
fındık dünyanın pek çok yerinde üretilemiyor. Fındık ürününün kaymağını küçük üretici değil, onun sırtından geçinen aracı, tefeci, tüccar ve
tekelci efendiler takımı yiyor.
11
Fındık fiyatlarının ayarı iktidar partilerince yapılıyor. İktidar partileri
ise, üreticiden sadece oy alıyor, onları sömürenlerden yana bir politika
izliyor. Üretici her yıl hiç sektirmeden fındık sorunu ile ilgili politikalara
karşı çıkıyor. Bazen seçim vaatleriyle bir miktar yüzü gülüyor gibi oluyor. Fakat banka, faiz, aracı, tefeci sömürüsünün altında elinde avucunda olanı da kaptırıyor. Bu durumda üretici başlıyor yakınmaya.
Üreticinin yakınması karşısında sağlı “sol”lu burjuva partilerinin zaman
zaman “halk dalkavuğu” kimlikleriyle, yer yer de üreticiyi azarlayan
yöntemleriyle onlara “akıl” verdiği görülüyor!
AKP lideri R.T.Erdoğan, bu yılki ürün fiyatlarının açıklanması sürecinde Kasımpaşalı üslubuyla üreticiyi bayağı azarlayınca iktidarüretici bağı koptu. Fındık üreticisi, ABD ve AB’ye kölece bağımlı bir iktidarın geçmiştekiler gibi “onlar üç veriyorsa ben beşe alırım” diyeceğini sanıyordu. Yanıldılar. Fındığın kilosunu 2-2.5 YTL'ye kapattılar. Üretici malını bu fiyatla sattığında, işleme, gübre, çapa, toplama, vb. girdilerini dahi karşılayamadı. Üreticinin yakınması basının da ilgi odağı oldu. Üreticiler sesini yükseltmeye başladı.
“Teşkilâtsız halk köle halktır.” (Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın kulakları
çınlasın) özdeyişindeki gibi fındık üreticisinin feryadını duyan herkes,
tabiî bu arada bizim Sol cenahımız da bölgeye akın etti. Burjuva partileri çeşitli uyutma ve vaatleriyle üreticiyi yatıştırma numaraları çekerken, “sol”larımız da kaba, vulger, örgütsüz ajitasyon yöntemleriyle hareket etmeye başladı. Fındık üreticisi içinde Sol'umuzun kayda değer
işçi-kitle ve köylü-kitle çalışması yoktur.
Burada bir parantez açarak 1962-1970 döneminde tutarlı işçi-kitle,
köylü-kitle ve gençlik-kitle çalışmalarından bir örnek vermek durumundayız. O dönem işçiler, emekçiler, işsizler, küçük üreticiler, yoksul köylülük,
ilerici gençlik büyük bir hareketlilik dönemi yaşamaktaydı. İşçi, aydın ve
gençlik etle tırnak misali kaynaşmaya adaydı. I.TİP bu türden kitle çalışmalarına sıcak bakmıyordu. TİP’in merkez oportünist kliği “aman faşizm gelir”
gerekçesiyle(!) kitle hareketlerine karşıydı. Devrimci mücadele TİP'in inisiyatifinden kayıp Dev-Genç'in cılız omuzlarına yüklenmek istenmişti. Türkiye'nin bütün yörelerinde yerel inisiyatifleriyle dernek adı altında örgütlenmelere gidilmişti: Kars’da süt üreticileri birliği, G.Antep’de fıstık üreticileri
birliği, Adana’da köylü birlikleri, Eyüp, Kartal, Kocaeli’nde işçi birlikleri, Karadeniz’de fındık üreticileri birlikleri, tütün üretici birlikleri, Amasya, Merzifon, Tokat, vb. illerde üzüm üreticileri birlikleri, gibi yüzlerce yerel örgütlenme aracıyla kitlelerin talep ve ihtiyaçlarını dile getiriyor, kütlesel çıkışlarla
alanlar sarsılıyordu. Sol’umuz bu türden ve kendiliğinden yer yer devrimci
müdahalelerle biçimlendirilip-oluşturulan bu örgütlenmelerin manasını ve
nereye evrilmesi gerektiğini bir türlü anlayamadı. Sık sık tekrarladığımız gibi, bu türden yerel inisiyatifler coğrafyamızda birer Devrim Ocağı, Şura,
12
Komün ya da Sovyet demek oluyordu. Sol’umuz bu inisiyatiflerde DevGenç’in çabalarını “Partileşme Sorunu” yöntemiyle işçi sınıfı güvencesine
çekemedi. Yerli iç deneyim birikim ve zenginliğimiz üzerine temellenecek
bir örgütlenmenin pek çok şeyi değiştirip dönüştüreceğini bizler kavradık,
inisiyatif kullandık, ama kimilerine kavratamadık. Dönemin kadrolarındaki
militanlık, heyecan, coşku ve korkusuzluk karşısında sistem korkuya kapıldı. 15/16 Haziran Hareketi’nden büyük ölçüde ders çıkaran burjuvazi, 12’li
darbeler sürecinde de intikamını aldı. Devrimci fidanlarımız darağaçlarını
süsledi. Kırım ve kıyımlar hükmünü sürdürdü… “Gençliğin yolu işçi sınıfının yoludur.” diyerek bu inisiyatifleri İSP ya da TKP disiplinine kazandıramadık. Bu görev başarılamadığı için 'devrim ihracı’ ve 'devrim simyacılığı’nda yetenekli görevliler Latin Amerika, Orta Doğu, Çin, Vietnam ve Sovyet deneyimlerinden eklektik uyarlamalarla kafaları iyice karıştırdılar. “Tercüman civanlar” (Dr. Hikmet' in yine kulakları çınlasın), Marksizmin temel
bilgileri dururken gerillanın günlüğünü, gecelerini, gündüzlerini ve delikli kitaplarını tercümeye koyuldular. Bu “görevi” bihakkın yerine getirenler günümüzde “davadan dönmüş”, “yorgun demokrat” olmuş, esnaf ve tüccar
kimlikleriyle tekelci sermayenin çizmelerini cilalamakla meşguldür. Kimileri
Tusiad'ın, Tv’lerin, tekelci basının, her boydan ve soydan politikanın, hatta
üniversitenin “aranan köşe taşı” olmuştur. Kimileri de AB’den, Kopenhag
kriterleri bütçesinden ve Soros'dan aldığı dolar ve eurolarla icra-i zenaat
etmektedir!
Dönemin örgütlenme anlayışlarını sırasıyla THKO, THKP-C, TİİKP,
TKP(M-L) yerine, hayatı ve mücadeleyi kucaklamaya aday bir PARTİ'nin
inşaası görevini sonuçlandıramadığımız için son derece kusurluyuz. Devrimci ve Marksist Kadroların en onulmaz hatası, en utanılacak yanı(mız)
buradadır. Bu düğüm günümüzde de çözüm beklemektedir. Birlikçi geleneklerimizle II.TTKK yöntemini boşuna telaffuz etmiyoruz.
Dev-Genç'in Karadeniz’deki gençlik-kitle çalışmalarının özgün örneğini veren bir kitabın okunmasını öneriyoruz (Hüseyin Yavuz, İsyan
Günleri-I, BAK yayınları).
Fındık üreticileri tutarlı bir örgütlenmeye önayak olacak ilerici bir inisiyatiften yoksun olmasına rağmen, yine de sisteme kafa tutmada gecikmediler. 70-80 bin üretici Ordu'da yolları kesti. İktidar bu kitlesel eylemden sonra kimi tavizler verdi ve fındık alım fiyatını 4 YTL’ye çıkardı.
Üreticiden 4 YTL’ye alınan fındık dükkanlarda alıcısına 25-30 YTL’den
satılmaktadır. Aynı işleyiş öteki ürünlerde, özellikle de buğdayda da uygulanmaktadır. Üreticinin talep ve ihtiyacını karşılamayan bu fiyat ayarlamaları kitlesel eylemlerin dozunu ve yaygınlaşmasını hafifletmiş oldu.
Fındık üreticisi donanımlı bir PARTİ'nin güvencesiyle örgütlü olsaydı,
fındık meselesi AKP'nin başını yemeye yeter de artardı bile.
13
Evet, fındık üreticilerinin kitlesel eylemlerinde de görüldü: Bizim anladığımız düzeyde küçük üretici de, tıpkı işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket ve ilerici gençlik hareketi gibi örgütsüz ve güvencesizdir. Devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyup/kollayan iktidarların baskı,
kaba güce başvurma ve sömürüsü karşısında Sol cenahımız 'öndersizlik
krizi'ni aşmak durumundadır. Sol, özellikle de Devrimci ve Marksist Kadrolar, herkes/hepimiz sayı hesabıyla kendimize gelmeliyiz!..
Adapazarı ve Akyazı yöresinde fındık toplamak için her yıl ailece
Kürt illerinden kopup gelen yoksul köylülük ve öteki fındık toplayıcı
emekçilerin konumu ve karşılaştıkları güçlükler üzerine de cenahımızı
sorgulamak durumundayız. Anılan yörede yerli fındık toplayıcı emekçilerin günlük ücreti 25-30 YTL. Kürt illerinden gelenlerin ise 15-20 YTL.
Akyazı’da binlerce kişiyi kışkırtarak Kürt emekçilerin üzerine sürdüren
faşist çeteler sınıfsal çelişkileri dahi “Kürt düşmanlığı” meselesine dönüştürmekte bayağı becerili olmuştur. Yörenin mülki, askeri ve polis
güçleri bu türden kışkırtmaları önlemede çaresiz, hatta yer yer “linç”
etmeye niyetli kesimlerin yanında yer almıştır.
Liberal sol kesimin gazetesi (Sakarya'da dört Kürt işçi linçten zor
kurtuldu -Tehlikeli tırmanış- Radikal, 9 Eylül 2006), bu “linç” girişimini
ilginç biçimde başlık yapmıştır. Aynı gazetenin genel yayın yönetmeni
İsmet Berkan “Polisin düşmanı olursa...” başlıklı yazısında ise, bu türden “linç” olaylarının mevcut polisin eğitimiyle ilgili(!) olduğunu palyatif
bir önlem olarak ileri sürmüştür. TC Devletinin ideolojik, sınıfsal konumunu ve devlet tekelci kapitalizmin mantığını sorgulamadan “linç” olayını, polisin faşist milisleri koruyan tavrını salt “eğitim” sorununa indirgeyişi kaba bir demagojidir, ikiyüzlülüktür. Aldatmacadır. Polis sistemin
polisidir. Kim kimi ve hangi amaçla eğitmektedir? A’dan Z'ye kadar güvenlik güçleri ya ülkücü faşist ya da hocaefendi hazretlerinin tarikatına
uygun seçilmiş ve eğitilmiştir. Bu işleyiş sistemin mantığına uygundur.
Bu kesimin eğitimi ile toplumun tümünün egemen eğitim anlayışı
“Türk-İslâm Sentezi” görüşüne endekslidir. Sahte gündemler yaratarak, sınıfsal olguları “laik-şeriat” eksenine oturtan tüm anlayışlar, TürkKürt karşıtlığı-kışkırtıcılığının manüpülasyonu son tahlilde sistemin
sömürücü mantığına uygundur.
Devlet tekelci kapitalizmi, kitlelerin talep ve ihtiyaçlarını karşılayamadığı için (karşılamaya niyetli olmadığı için) faşist milisleri “hini hacette” kullanmak üzere koruyup kollamaktadır. Devletin yapısı ve sınıfsal kimliği neyi gerektiriyorsa sistemin tüm (sivil-resmî) kurum ve kuruluşları da aynı mantığın uzantısında örgütlüdür. “Komünizm” artı “Kürt
düşmanlığı”na endeksli bir sosyoekonomik formasyon, tarihinin en tehlikeli bir politik dönemecindedir. Bu tehlikeli gidişin panzehiri İSP ya da
TKP’nin hızla örgütlenmesidir. Baskıya, zora, kaba güce, inkâr, imha
ve asimilasyona başvuran iktidarlar güçsüz iktidarlardır. Bu yöntemlere
başvuran iktidarların yıkılması da mukadderdir. AKP’nin yıkılışını sağlayacak alternatif sosyalizmdedir. Sahte ve sanal gündem yaratan “laik”lerde değil. Kaldı ki, TC Devleti hiç bir zaman laik bir yapıya dahi
ulaşamamıştır. Sözde laik geçinenlerin ürünü olan “siyasî islâm” sosyalist alternatiflerin üretilmesiyle etkisiz kalacaktır. Kemalist, nasyonal
sosyalist (faşist) akımların AKP’yi iktidardan indirme projeleri son tahlilde uzlaşmaya adaydır. Aralarındaki çekişme “kayıkçı kavgasıdır.” Sınıflar mücadelesi şiddetlendikçe; geçmişte yaptıkları gibi birleşip cenahımızın üzerine çullanacaklardır. “Kürt” artı “Komünizm düşmanlığı”na endeksli “linç” girişimleri altındaki sınıfsal mantığı iyi okumak/görmek zorundayız.
Faşist darbe girişimlerinde olduğu gibi, bir kez daha fenersiz yakalanmamak için ne yapmalıyız? Marksist bakış açısı ve deneyimlerimizden çıkardığımız ders ve sonuçlara bakarak çıkış hattını II.TTKK yönteminde görüyor ve sürekli tekrar ediyoruz, etkinliklerimizle bunu bilince taşıyoruz. Faşist tırmanışlar karşısında militanca direnen, tecritlere
karşı çıkan, sistemin devrimci yol ve yöntemlerle dönüşmesini düşünen her kesimin inisiyatiflerine sahipleniyoruz. Bilmem ki, sizler ne diyorsunuz?
10 Eylül 2006
Asıl sorun, sosyal-sınıfsal meseleleri, bir zamanlar “Komünizm
düşmanlığı”na, günümüzde ise, buna eklenen “Kürt düşmanlığı”na çekerek kitlelerin sosyal uyanışını perdelemektir. Asıl tehlike, kitlelerin talep ve ihtiyaçları için alanlara çıkması karşısında tekelci efendilerin tavize zorlanmasıdır ve bu önlenmelidir!.. “Barış, demokrasi” terennüm
ederek, sömürücü sınıfların merhamete gelmesini beklemek ise bir
hayaldir.
14
15
Ali Özdoğu
Pratik-Eleştirel Faaliyet ve
Faşizm Nasıl Sorgulanır?
-Polemik-
Bulunduğumuz coğrafyada hâkim gerici sınıfların uygulayageldiği
çok yönlü baskı ve terör tırmanıyor.
Devlet tekelci kapitalizmi 86 yılda tahkimatını daha da artırdı.
“Komünizm heyulası”nın bilincinde olan sermaye sınıfı artık “özgürlük,
demokrasi” telaffuz ederek faşizmin sürekliliğini sağlamaya çalışıyor.
2l. yüzyılın faşizmi evrensel ve ulusal ölçekte artık bu ikiyüzlü argümanıyla işbaşı yapmakta ve sömürüsünü sürdürmektedir. Hâlbuki Hitler,
Mussolini, Salazar, Franko, vb. faşizm uygulamalarında daha net bir
tavır sergilemiş olan liderler ve partiler daha “erkekçe” davranmayı ilke
edinmişlerdi. Açıkça “biz faşistiz” demekten utanıp sıkılmamışlardı.
Faşizm tehlikesini sürekli biçimde üzerinde hisseden örgütler keyfî
bir tercihle illegal, gizli ya da yeraltı faaliyetini boşuna seçmemiştir.
Sol’un bu biçimde konuşlanışı elbette tartışılacaktır. Tartışılmaktadır.
“Legalite-İllegalite Nedir?”, “Gizli ya da Yeraltı Faaliyeti Nedir” ve “Nasıl Olmalıdır?” Bu sorular can alıcı mahiyettedir.
Burjuvazinin baskı ve terörünü karşıya alıp sorgulamadan Sol’un
“vukuatını” (hepimizin vukuatını) öne çıkaramayız.
Sol’umuzun tüm kadroları “bilimsel bilgi-bilinçlenmenin devrimci
pratik ile kazanılır” olduğunu bilmek durumundadır.
Marksizmi doğru dürüst etüd etmemiş, lafzen okumuş “elit aydınlar” sosyalizmi asıl sahibi olan işçi sınıfına taşıyamazlar. Taşıyamamışlardır. Pek çok örgüt anılan üniversite okumuş yarım-aydınların fiilî
kuşatması altındadır.
Marksist aydın, pratik-eleştirel faaliyetini ve katkısını işçi sınıfının
militan gücüyle buluşturma eylemi içinde ise aydındır. Bu türden organik bir ilişki ve örgütsel işleyiş içinde olmayan ve de Marksist geçinenler aydın değildir.
Kolektifimiz çalışanları da ne için mücadele ettiğimizi somutlamak
yolunda Marksist eleştiriye-polemiklere ihtiyaç duyuyoruz. Bu yüzdende bilinçli bir seçimle sosyal-pratikten kopuk ve aşırı teorisizme, entelektüalizme, dogmatizme ve doktrinerliğe karşı boşuna mücadele etmiyoruz.
16
Şiddetle karşıya aldığımız bu akımlarla mücadeleyi öne alışımızın
gerekçelerini bıkıp usanmadan yaptığımız tekrarlarla bilince taşıyışımız da boşuna değildir. Bu alana girenler hayatı ve mücadeleyi anlayamazlar. Çürümüş, çözülmüş toplumsal ilişkilerin nasıl aşılarak yıkılacağını ne bilirler ne de görürler… Görmeye çalışanlar da özümleyemedikleri için anlayamazlar…
Sol cenahımızda yaşananların bu düzeyde ve işlevsiz seyretmesinden rahatsızlık duymayanlara, “çıkış hattı” aramayanlara da ne sosyalist ne de komünist sıfatını yakıştırabiliriz.
İşte, pratik-eleştirel faaliyete yol göstermek, tezlerimizi senteze
kavuşturup sosyal-pratikte yeniden sınamak için bu türden bir faaliyet
içindeyiz. Bu türden bir faaliyet içinde iç eğitimimizi de sağlayacağımıza inanıyoruz.
“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!” diyen bir şiarın bilinçli ve samimi taraftarları, çağımızda işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluşunu gerçekten istiyorsa, yaşamlarını bu yola adadıklarını göstermek durumundadır. “Pratik-eleştirel faaliyetlerimiz” pratikörgütçü faaliyetlerimizle bir bütünlük ve tutarlılık gösteriyorsa, sosyalizmin asıl kadrosunun toplumu dönüştürebilmesinin yolu da ancak
böylelikle açılacaktır.
Buna bağlı olarak burjuvazinin “rahatlıkla” uygulayageldiği baskı
ve terör yöntemleri de günümüzdeki örnekleri gibi olmayacaktır.
Sol cenahımızda fiilen “birer gerçeklik” olarak tanımlanan hareketler, pratik-eleştirel katkılarla yeniden şekillenecektir. Şekillenmek
zorundadır.
Devrimcilerin, Komünistlerin gözlerinin önünde cereyan eden olay,
olgu, süreç, veri ve koşulları doğru biçimde saptayarak işçi sınıfı ve
emekçi halkların sözcüsü olmayı haketmemiz gerekir/beklenir...
Sol’un bazı kesimlerinin sosyal-pratikteki yanılgı ve yenilgiler karşısında “genel bir iç kritik” yapmak yerine, kendilerine uyarı, öneri ve
eleştirel katkı sunan kadroları şiddetle eleştirdikleri görülmektedir. Hâlbuki sosyal-pratikte konuşlanmış örgütlerimizin teori-pratik duruşları
aşılmadan, pratik-eleştirel faaliyet olmadan ne siyasal-sosyal devrime
uzanmak mümkündür ne de “Marksist Sol’un öndersizlik Krizi” aşılabilir.
“Marksist Sol’un Öndersizlik Krizi”nin aşılabilmesi için hem sosyal
-pratikte devrimci iş yapılacaktır hem de pratik-eleştirel faaliyetin neden öne çıkarıldığı bilince çıkarılacaktır.
Burjuvazinin baskı ve terörü karşısında gardını alan hiçbir grup,
çevre ve örgütün darbe alışı karşısında aklı başında hiçbir sosyalistkomünist “oh olsun, görsünler günlerini” diyemez.
S.P. F/2
17
Devrimciler, Komünistler bu durumlarda öncelikli olarak sistemi ve
onun mantığını karşıya alır. Burjuvazinin baskı ve terörü karşısında
kombine çıkışları örgütleyebilmek esastır. Darbe alan ve anılan “yapı”ların teori-pratiğinin eleştirisi, Komünist Kadroların “bir iç meselesi”dir. Ya da olmalıdır. “İç meselelerimizi” tartışmaktan korkuyor muyuz? Devrimci ve Komünist tavırın böyle olması gerekirken sorunlarımızı bir türlü olması gereken yerde tartışamıyoruz. Niçin? Hangi inandırıcı gerekçelerle? Kadroların olması gereken tartışma yeri “Devrimci
Oturum”lardır.
Bu türden oturumları bir türlü düzenleyemiyoruz. Sorumlulukla tartışamıyoruz. Tartışmanın sonuçlarına katlanamıyoruz. Neden? Nedeni, niçini malûm, ama yaraya neşteri vuran yok.
Hangi örgütlenme biçimi, hangi teori-pratik Sol cenahımızı bir
adım ileri sıçratacaktır? Yapılan eylemler sisteme “kalp ilacı” mı olmaktadır? Yoksa “örgütler anarşisi”ne dönüşen Sol ortamımızda devrimci
bir aşı mı olacaktır?
Sorulacak soru o kadar çok ki…
Kolektifimiz’e kadar gelerek “Komünistlerin Birliği” davamızın nasıl
seyrettiğini “merak eden” bir aydın şunları söylemekten kendini alamamıştır: “Yahu, samimi olarak üç yıllığına faşizmin en koyusunun işbaşı yapmasını istiyorum!..” diyebilmiştir.
12’li faşist uygulamalardan sonra “genel bir iç kritik” yapamayan,
tutulacak “Ana Halka”yı bir türlü göremeyen, süreçten çıkarılan ders ve
sonuçları görüp “Komünistlerin Birliği” davasının arkasını dolduramayan vb. Sol’umuzun yeniden faşist bir darbe uygulamasıyla kendine
geleceğini söyleyebilmek ancak içki masalarında dillendirilen kaçamak
bir “aydın” tavrıdır.
Faşist darbeler devlet tekelci kapitalizminin diktatörlüğünü iyice
perçinlemek amacıyla yapılmıştır. Faşist darbeler Sol’umuzun bilinçlenip kendine gelmesini, örgütlerin-kadroların yeni nitelikler kazanmasını
getirmemiştir. Daha da parçalanmasını, giderek kapitalist yabancılaşmayı, kitlelerin dejenerasyonunu getirmiştir. Sistemin uygulayageldiği
her baskı ve terör her zaman bilinçlenmeyi, yeniden toparlanmayı getirmiyor. Kitlesel kırım ve kıyımlar karşısında nitelikli, güvenilir, ciddî ve
donanımlı örgütlerin işbaşı yapmasını isteyen kadroların sayısı oldukça azdır. Faşizm uygulamalarından geleceği kazanmaya aday kadrolar
da öyle kolayca yetişmemektedir. Mücadelenin ateşinden gelerek devrimci hareketi merkezî bir otoriteye -disipline- getirmeyi hedefleyen
kadroları da bir yandan sistem binbir kuşatmayla sindirmeye çalışıyor.
Diğer yandan sistemin koruyucubaşılığına soyunmuş her boydan ve
soydan “resmî” partiler, “barış, demokrasi, özgürlük” taleplerini burju18
vaziden talep eden “sol”lar BİRLİK sorunumuzun en büyük düşmanı
kesilmiştir.
“Üç yıllığına faşizmin işbaşı yapmasını” istemek, fantezi yapmak
bir yana, Marksist geçinip açık faaliyet alanlarında reyting yapan “aydın”lara has bir tutumdur. Bu türden kaçış teorilerini genelleştirenlerin
“vukuat”ını faşizmin en koyu ve açık renklerinin uygulandığı dönemlerde yeterince sınamış olduğumuzu da hiç unutmuyoruz.
Geçmiş tarihlerdeki faşist baskı ve terör dönemlerinin kritiğini bir
yana bırakır, son yılların siyasal-ekonomik kriz dönemlerindeki bazı
örgütsel yapıların karşılaştıkları baskıları özetlersek:
12 Eylül 1980 askerî faşist cuntasının zayıf karnında hayat bulan
PKK ile devletin sıcak savaş ilişkisi, 40 bin insanımızın kaybı, Kuzeyli
Kürtlerin göçe zorlanması, üretim faaliyetinin durması, inkâr, imha ve
asimilasyon politikalarının daha da resmîyet kazanması, yaşanan “iç
savaş” sonunda kimi haklı taleplerin gerçekleşmeyişini, sistemin bu süreçten “zafer” ile çıkmasını getirdi. İşçi sınıfı ve emekçi halkların ulusal-sosyal kurtuluşunu dillendirenlerin burjuvaziden daha ilerde birer
“barış, demokrasi, özgürlük” elçisi kesilişini de unutamayız.
MKP MYK’sından 17’lerin Dersim kırsalındaki toplantıdayken katledilmesini, ardından gerçekleştirilen tevkifatları unutamayız.
Güncelliğinde MLKP’nin “Gaye Operasyonu” ile aldığı darbeyi ve
gerçekleştirilen tevkifatları ve bu özet örneklere eklenecek onlarca olguyu örnekleyebiliriz ve de unutamayız.
Kısaca değindiğimiz bu olgular tüm Sol’u ilgilendirir.
Devrimci ve Komünist teori-pratiklerin burjuvazinin baskı ve terör
altında tutulmak istendiği bir toplum düzeninde yaşamaktayız. Her eğilimin “Devrimci ve Marksist” teori-pratiği tüm süreçlerde sınanıyor. Eğrilerle doğrular giderek ayıklanıyor. Bu süreç artıları ve eksileriyle gerekli bir hesaplaşmayı da bağrında büyütüyor.
Faşizmin âdeta “süreklilik” arzettiği bir sosyoekonomik formasyonda herkesin/hepimizin sorumlulukları da sınanıyor. “Sosyalizmden
haberli” birey, grup, çevre ve örgütsel yapılar, sırf eğitim ve ajitasyon
faaliyetleriyle “dava”larını götüremez durumdadır. Her Sol eğilim dergi
çıkarıyor. İnternet sitesini kullanıyor. “Panel-Söyleşi” etkinliklerinde bulunuyor. Tutarlı bir İşçi-Kitle, Köylü-Kitle, Gençlik-Kitle çalışmasının
uzağındayız. Kadrolar arası enformasyon ağını bile oluşturamıyoruz.
Nihai amacı bir, fakat farklı formasyonlarda durmayı “uygun” bulan
kadrolar birbiriyle yaratıcı diyaloga girmiyor. En basitinden bir “protokol
dergi gönderme” inceliğini dahi göstermiyor. Açık ve kapalı alan çalış19
malarında darbe alanların duruşmalarına dahi gitmiyor. Organlarında
haber bile yapmıyor!?...
Hâkim gerici sınıfların faşist baskı ve terör yöntemlerini aşınmış
sistem eleştirileri ve vulger ajitasyonlarla aşamayız. Kapitalist sistem
bu yöntemlerimizle devrilmez.
Başta PKK ve DTP olmak üzere kitle tabanı bulunan örgüt kadrolarının bunca olup bitenlerden, hapislik ve tecritten sonra kapitalizmiemperyalizmi bir türlü öğrenemeyişi oldukça düşündürücüdür.
Kapitalizmde “barış, demokrasi, özgürlük olur mu?” sorusunu ilkeli
biçimde cevaplayamayan örgütler giderek daha çok savrulmaktan kurtulamayacaklardır.
Gündemine “tutarlı bir demokrasi mücadelesi”nin ve “tutarlı bir iktidar mücadelesi”nin ne demek olduğunu (ne olduğu ve olmadığı, farklılıkları, ilişkileri, yöntemleri vb. anlamında) bir türlü alamayanlar hem
örgütlerine hem de kitlesine zarar vermiştir/vermektedir.
Üretim, mülkiyet ve paylaşım-bölüşüm ilişkilerine dokunmadan
kapitalizmin iyileştirilmesini düşünmek yarışına kendilerini “78’liler” olarak tanımlayanlar da katıldı. Ne diyorlar: “Faşist cuntacılar yargılansın!..” Fıstık gibi bir slogan! Peki kim kimi yargılayacak? Belli değil.
Devlet tekelci kapitalizminin bugünkü konumunu ve daha da tahkimatını sağlayan 12’li darbeleri, ABD ve AB’nin arabasına binen partilerin
iktidarı nasıl ve niçin yargılayacaktır? Faşist cuntacılarla günümüzdeki
baskı ve terör ortamının politikacıları aynı hamurun bileşimidir. NATO’cu, Pentagoncudur. Faşist darbe yapan Yunanistan ve Şili örneklerini sunarak, faşist cuntacıların yargılanmasını talep etmek nasıl bir
mantığın ürünüdür? Anılan ülkelerdeki işçi sınıfı ve emekçi halkların
tarihsel deneyimlerini, örgütsel arayışlarını hesaba katmadan kaçamak
bir “aydın” sunumuyla Türkiye’de de benzeri bir yargılanmanın gerçekleşmesini talep etmek havada kalan bir taleptir. Burjuvazi, kitlesel talepler, örgütlü güçler karşısında ancak bu türden bir işe girişebilir.
Uluslarötesi tekelci sermayenin yer yer yerli bir ortağı ve altemperyalist
bir taşeronu olan bir sistem ancak ve ancak, işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketi buluşturup bütünleştirme başarısını göstermiş bir TKP
ya da İSP’nin kurmaylığında gerçekleştirilen teori-pratikler karşısında
geri adım atmak durumunda kalabilir. Yunanistan emekçi halkı, bir iç
savaş deneyimi yaşamıştır. Bu deneyimin kitle bağı olan partileri, devrimci gelenekleri, işçi sınıfı, aydın ve gençlik hareketlerinin birliği, vb.
kökleri vardır. Şili’de de ha keza…
zanabilmek için öncelikli olarak “Komünistlerin Birliği” davasını ete kemiğe büründürmek gerekir. Kitlelere rehberlik edebilecek bir TKP ya
da İSP güvencesi yoksa, “faşist cuntacıların yargılanması” davası ancak siyasal-sosyal devrime ve Halk Mahkemesi’ne kalmış demektir.
Bu türden fiyakalı sloganlarla reyting yapanlar ve birilerinden “barış, demokrasi ve özgürlük” bekleyenler, ancak sistemin koruyuculuğunu yanına alırlar. Hepsi o kadar.
Hâkim gerici sınıfların faşist ve faşizan uygulamaları bu türden yol
ve yöntemlerle geriletilemez. Kapitalizm bu yol ve yöntemlerle devrilmez. İnsanların, toplumların ve kapitalizmi aşma iddiasında bulunan
örgütlerimizin topyekûn ölçülerde değişim ve dönüşüme ihtiyacı vardır.
Bu sürece katkı sunmak amacıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız pratikeleştirel faaliyetlerimiz ile polemiklerimizin ne denli haklı ve doğru bir
zeminde olup-olmadığını biz de sorguluyoruz. Hayat ve mücadele bunlara gecikmeden cevabını vermektedir.
Pratik-eleştirel faaliyetimizi bilince taşıyabilmek için II.TTKK yöntemini kadroların tartışmasına sunuşumuzun nedenlerini bıkıp usanmadan bu vesileyle de tekrar etmeyi yararlı buluyoruz. Sol’da, özelliklede Devrimci ve Marksist Kadrolar arasında yaşanan sorunlar giderek
rayına oturacak diye düşünüyoruz. Sosyalizm-Komünizm adına yapılan olumsuzluklar bu süreçte aza inecektir.
Pratik-eleştirel faaliyet, siyasal-sosyal devrimi amaçlayan bilinçli
eğitim faaliyetiyle atbaşı gidecektir. Devrim telaffuz eden kimi “yapı ve
aydın”lar kapitalist yabancılaşmadan kurtulamadıkları için anılan söylemlere başvurmaktadır. İşçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketin buluşturulup bütünleştirilememesi onların sosyal rahatsızlıkları yüzündedir. Emekçi halkların sosyal kurtuluş davasının darbe alışı da onların
donanımsızlıkları yüzündendir.
“Pratik-yeniden üretim” gibi bir sorunsalı ve görevi böylelerinden
bekleyen de zaten yoktur.
5 Ekim 2006
Peki Türkiye’de Yunanistan ve Şili’dekilerle eşdeğer PARTİ ve kurumsallaşma disiplinleri var mıdır? Yoktur. O halde “demokrasi için”
koşul ileri sürülen “faşist cuntacılar yargılansın” diyebilmek hakkını ka20
21
Nazire Işıklı
-DeğerlendirmeEmperyalizmin Gündemindeki TC Devleti
Ve TC'nin Gündemi!
TC Devleti emperyalist sistem içinde yeniden şekillendirilmeye ve
konumlandırılmaya çalışılıyor. ABD, Avrupa Birliği ülkeleri, TC ordusu,
hükümet, muhalefet partileri, sermaye çevreleri kendi politikalarını gerilimi artan bir tonda ifade ediyorlar. Talabani, Barzani, Öcalan ve buna
bağlı olarak KKK’ da Kürt cephesinden bu tartışmaya müdahiller.
Bilindiği gibi, KKK (halen PKK olarak isimlendirilse de doğrusu
KKK'dır), Abdullah Öcalan'ın İmralı’dan yaptığı “ateşkes çağrısı”na
beklenen karşılığı vererek resmen “ateşkes” ilan etti. Daha önce ilan
edilen dört “ateşkesin” ardından gelen bu “ateşkes” ilanı, KKK Yürütme
Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın basın toplantısında belirttiği gibi,
ABD'nin 15 Ağustos'ta “silahları bırakın” çağrısının ardından gelişen
bir dizi çağrıya da bir yanıttı.
Bu arada Türkiye'de Kuvvet Komutanları birbiri ardına konuşmalar
yaptılar. Türkiye Başbakanının ABD'de görüşmelere başladığı gün ise,
Genel Kurmay Başkanı, Harp Akademileri'nin yeni öğretim dönemine
başlangıç vesilesiyle yaptığı konuşmada Kuvvet Komutanlarının konuşmalarına sahiplenerek temel noktaların altını çizdi.
TC Başbakanı ve ABD Başkanı görüşme sonrası basın mensuplarına görünüşte bir uyum fotoğrafı verdiler. Tayyip Erdoğan Beyaz Saray'da ayrıca yaptığı basın toplantısında da bu fotoğrafı netleştirmeye
özen gösterdi. Kuzey Afrika'dan Asya'ya kadar geniş bir yelpazede
ABD ile yapacakları daha birçok işin olduğunu, ABD için TC'nin öneminin halen çok önemli olduğunu vurguladı.
Bu arada operasyonlar ve çatışmalar devam ediyordu.
Gelinen aşamada önemli bir yol ayrımı ve karar noktasında olanlar
TC Devletini yönetenlerdir. Doğal olarak tartışılan esas nokta da budur.
da değildir. Öcalan'ın 1999'da İmralı'ya getirilişi sonrasında şekillendirilen konsepte uygun taleplerdir bunlar.
Öcalan, İmralı'da 7.6.1999 tarihinde yaptığı görüşme notlarında
(daha sonra da bir çok defa belirttiği gibi), ABD'ye şu mesajların iletilmesini istemiştir: “a- Bu girişim, Ortadoğu'da demokratikleşmeye hizmettir. Bunun gelişmesine karşı değiliz. Irak'da, Balkanlar'da geliştiyse
ABD'nin öncülüğünde gelişimine karşı değiliz. b- Güvenceler verilirse
bu demokrasi blogu içinde rolümüzü oynamaya çalışırız. Demokratik
bir blok şeklinde gelişeceğine inanıyoruz. c- Arabuluculuğunuzla Türkiye'de silahları bırakmaya hazırız. d- PKK, kendi program ve eylem
yapısını değiştirerek, yasal-siyasal oluşuma kendisini hazırlamak istemektedir. Bunun için Türkiye'den beklentiler, bölgede bazı demokratikleşme adımları atmasıdır.(Koruculuğun lağvedilmesi, OHAL'in kaldırılması vb.) e- Toplumsal barış için silahsızlanmayı sağlamak için af gereklidir, f- Hızlı hareket edilmeli, sınırlar değişmeden güneye siyasal
himaye (güvence verilmelidir). NOT: Ev gözaltısı gibi statü yaratmalısınız.
Birkaç arkadaş da yanımda olmalıdır. Türkiye'ye kendileri beni
teslim etmiştir. Kendileri tarihi en büyük zararı görür. Olumsuz yaklaşım olursa, ABD 21.yüzyılı sadece bizimle savaşarak geçirecektir. Bu
konsepte PKK’de dahildir. Hızlı adımlar atılsın. Pratik sonuçları İmralı
duruşmalarına yansımalıdır. İngiltere ve Almanya'ya da bu projeyi sunun. Süleymaniye'de ABD ile görüşsünler. Türkmenler ile ilişkileri düzeltin. Talabani ile görüşün, benden de selam söyleyin. Yardım etsin
size. 93'deki yapıcı yardımını sürdürsün...”
Öcalan 10.6.1999 tarihli görüşme notlarında ise şunları söylüyor:
“Çözüm-pazarlık ABD ile yapılacak, Avrupa ile değil. Beni canlı tabuta
koyarak, PKK'de alternatif bekliyorlardı, olmadı. (ABD'de yayınlanan
bir strateji dergisinin yazısı okundu, beğendi.) Bu ABD'nin resmî görüşü, yazıda orta vadeli bir çözüm düşünülüyor. Bence protokole bağlamışlar. Buradaki tavrımla birlikte benim üzerimde karar verdi. Büyük
ihtimalle. Ben biraz hızlandırıyorum.”
Sorun, Öcalan ve partisinin TC tarafından muhatap alınıp alınmaması değil, TC Devletinin ABD'nin Ortadoğu politikası içinde eski
kalıbından çıkıp yeniden biçimlendirilmeye hangi şartlarda ve nasıl gelip gelmeyeceğidir. Elbette ki bu çerçevede “Kürt sorunu” en hassas ve
temel bir noktadır,
İmralı duruşmalarından bu yana yaklaşık yedi yıl geçti. Şüphesiz
bu az bir zaman değil. Bu arada PKK İmralı'ya bağlı olarak ideolojisini,
programını, stratejisini, adını değiştirdi, ateşkesler ilan etti, eğitimini bu
konsepte göre geliştirdi. Yeni adıyla KKK, Öcalan'ın 1999'da söylediği
gibi “ABD öncülüğünde geliştirilen demokrasi bloku” içinde kendisine
yer verilmesi halinde “rolünü oynamaya hazır” olduğunu ortaya koymuş durumda.
KKK son “ateşkes ilanı”nda kendini sistem içine dahil etmek isteyen talepler dışında hiçbir talepte bulunmamıştır. Ve bu yeni bir durum
Bunca yıl sonra ABD ilk defa “ateşkes” konusunda TC üzerinde
açık baskı oluşturdu. PKK koordinatörü adı altında doğrudan ve açıkça
22
23
müdahil oldu. Talabani'nin ABD ziyareti sırasında söylediği sözler de
bu kapsam dahilindeydi.
KKK nerede konumlandığını ve ne istediğini net bir biçimde ortaya
koymuş durumda. Kendisini emperyalist sistemin kabulüne uygun biçimde değiştirip, dönüştürmüş ve taleplerini de bu çerçevede şekillendirmiştir.
ABD'de en somut ifadesini bulduğu gibi, emperyalizm, 1990'ların
sonu ve 2000'li yıllarda tüm dünyaya, ya sistemin merkezine tam anlamıyla “itaat et ya da kendi kaosunda yok ol” politikasını dayatmıştır.
Irak buna en somut ve yakın örneklerden biridir. “İtaat ettiğin kadar var
olacaksın!” “Çeliştiğin kadar kaosa mahkûmsun!” Yani “istikrar” denilen
şey, emperyalizme itaatten geçiyor!
TC Devleti açısından ise aynı şey söylenemez. TC'nin kafası karışık. Korkuları derin. Yarını konusunda emin değil. Başta Kürt halkı olmak üzere halkların inkârı ve imhasına, emekçi sınıf haklarının inkâr ve
gaspına dayalı temeller üzerinde inşa edilmiş devlet yapısı, bu iki temel
korkusuyla (ne yazık ki sosyalizmin aynasında değil) emperyalist sistemin aynasında yüzleşme gücünü bile gösteremiyor. “Kürt sorunu” sosyalizm mecrasından emperyalist sistem içine akıtıldığı, bu temelde halklar sorunu sistem içi bir sorun olarak AB ve ABD tarafından önüne konulduğu biçimiyle bile devlet tüm yapısıyla korku refleksleriyle hareket
ediyor. Kürt ve Ermeni sorunu buna en çarpıcı örnekleri oluşturuyor.
TC Devleti şimdi bu ikisi arasında tercihini yapmak zorunda. Tarihle değil, daha çok önündeki kârlarla ilgili olan tekelci burjuvazi “istikrar”
diyor ve esnek bir dönüşümle devletin yeniden yapılandırılmasında
kendisi açısından zarar değil yararları önde görüyor. Avrupa Birliği ile
uyum tartışmalarına da bu damgasını vuruyor. Ordu ise devletin esas
sahibi olma iddiasıyla bunun karşısına esas ve yapay korkuları körükleyerek çıkıyor. Devlet ve toplum içindeki örgütlenmesi orduyu aşılması güç bir engel haline getiriyor. Ordu merkezli devlet ve ulus örgütlenmesi şimdi TC'yi sistem içinde aşılması gereken bir problem haline
getirmiş bulunuyor.
Yani, TC Devleti sadece ABD'nin yeni Ortadoğu politikasında yer
alsak mı, nasıl yer alsak noktasında tereddütler yaşamıyor. Bu tereddütlerinin gerisinde kendi tarihinden gelen çok derin korkuları bulunuyor. Bu korkuyu en somut ve yükse sesle dillendiren ise TC ordusu.
PKK bunu geçmişte sosyalizmi esas alarak halklar cephesiyle
aşmayı hedeflemişti. Bugün ise, “ABD öncülüğünde demokrasi bloku”
dediği emperyalist cephe içinde yer tutma çabasıyla yapmak istiyor,
“ideolojik takılmıyor, politika yapıyoruz!” derken bu iddialarını dillendirmiş oluyorlar.
Aynı zamanda kendi eserleri olan TC Devletinin temel korku ve
reflekslerini çok iyi bilen emperyalist güçler, bu korkuları hafifletmek ve
kırılma noktasına getirmeden esnetmek için gerçekten önemli bir çaba
sergiliyorlar. Elbette bu kendi politik çıkar ve amaçlarıyla bağlantılı biçimde gelişiyor. Ama buna rağmen, PKK üzerinde gösterdikleri başarıyı TC üzerinde henüz sağlayamamış bulunuyorlar.
İşte tam da bu noktada, Türkiye'de bir kez daha çarpık ve tümüyle
yanıltıcı bir antiemperyalizm görüntüsü ortaya çıkıyor. TC Devletinin
korkularına dayalı diretmesi, ABD ve AB'ye karşı bir direnme gibi yansıtılarak, antiemperyalizm gerçek temellerinden kopartılıp, TC'nin inkârcılık ve imha siyasetinin savunulmasına indirgeniyor.
Emperyalizmin böyle bir antiemperyalizmden korku duymayacağı
açık. Tam tersine bu, emperyalizmin halkları ve sosyalist güçleri “cephesizleştirme ve silahsızlandırma” politikasında ne ölçüde başarılı olduğunun göstergesidir. Nitekim şu aşamada KKK'ya “silahları bırak”
dayatması son derecede teknik bir olaydır. Çünkü PKK, esas olarak
1999’da ideolojik ve siyasal olarak zaten silahsızlandırılmış ve cephesi
dağıtılmıştır. Türkiye işçi sınıfı açısından da bir direnme cephesinden
ne yazık ki söz edilemez. Sınıf ideolojik öncülükten yoksun, örgütsüz,
güvencesiz, cephesiz ve dağınıktır. Böyle olduğu için de ağırlıklı olarak
egemen sınıf ideolojisinin yönlendirmesi altındadır.
24
TC Başbakanı Erdoğan'ın ABD ziyareti sırasında TC Devleti'nin
bütün kurum ve kuruluşlarıyla teyakkuz halinde bulunuşu, ErdoğanBush görüşmesi sonrası basın önünde sergilenen “rahat” görüntü nasıl
izah edilmeli sorusunun cevabı acaba bu noktada yatmıyor mu?
ABD, kendisine kölece bağımlı uşaklarını biçimlendirmeyi en iyi
bilen güçlerdendir. Korkut..., yumuşat…, esnet...! ABD yine, çıkarları
gerektirdiğinde dünkü işbirlikçilerini acımasızca terk etmeyi ve yok etmeyi bilen güçlerdendir. Bunları söylemek Amerikanın yeniden keşfi
de değildir, bilinen gerçeklerdir.
TC Devleti de hem bu gerçeği, hem de buna bağlı olarak önünde
iki yol olduğunu bilmektedir: Ya esneyerek büyüyecek ve emperyalizmin yeni Ortadoğu politikasının içinde önemli bir yer tutacak. Ya da, kırılarak küçülecek ve tam bir kaos alanı haline gelecek.
TC Devletinin önüne konulan bu tercihlerden hangisini yapacağı
kendi bileceği iş. Bize düşen her iki durumda da, emekçi sınıf ve halkların lehine en doğru politikalarla hem kendi egemenlerimiz ve hem de
emperyalizm karşısına çıkabilmek ve yepyeni bir yolu açabilmektir.
3 Ekim 2006
25
Suha Bulut
-İncelemeTürklerin Küçük Asya Tarihi ve Kürtler
Türklerin Ortadoğu’ya (İran-Irak-Türkiye-Mezopotamya’sı) gelerek
Selçuklu Sultanlığı altında egemen devletler kurdukları Miladi 11. yüzyıldan başlayarak Vezirden tahsildara kadar uzanan zincirdeki “memurlar aristokrasisinin hep İranlı ya da İranîleşmiş unsurlar olduğu konu ile ilgili tüm toplumsal tarih araştırmalarında görülen ortak bir sap1
tamadır. (C.Cahen, F.Sümer, S.Yerasimos, E.Werner, Gordlevski )
Kimlerdir bu “Türk” devletleri olan İran-Selçuklu ve Anadolu (Rum)
Selçuklu Sultanlıklarında idarî-yönetsel, kültürel-edebî, ideolojik ve daha az ölçekte askerî egemenler olan İranî unsurlar? Hangi tarihsel
sosyo-ekonomik koşulların ürünü olarak ortaya çıkmışlardır? Daha
doğrusu tabanlarının Türk/Türkmen karakterine karşılık, daha sonra
tam tersine bu tabana yabancılaşıp başta İranî olmak üzere kozmopolit yapıya evrilme süreci hangi tarihsel gelişimin ürünüydü?
Araştırmacılar, bu konuda nesnel yapıya bağlı olarak toplum dinamiğini değerlendiren tutarlı görüşler getirmişlerdir. Bunlardan birine,
15. yüzyılın Kuzey Afrika Mağrib’li ünlü İslâm bilgini İbni Haldun’a verilen referans; çözümleme yapmak açısından ilgi çekicidir. İlk kez Tarih
sosyoloji bilimini kurduğu kabul edilen İbni Haldun’un “Mukaddime” adlı eserindeki büyük imparatorluk kuran hükümdarların çok güç bir görevle insanların kendine yöneltmeye zorladığı, bunun için de kendi kabilesine sanki yabancı bir halka boyun eğdiriyormuş gibi davranmaya
zorlandığı, öylece kendi yurttaşlarını düşmanlaştıracağından kendi savunmasını ve devletini “yabancı dostlara” emanet etme durumunda kalacağı şeklindeki kuramsal belirlemesi bu konuyu açıklamak için refe2
rans yapılıyor. Teknik açıdan ise, Sultanlara devleti nasıl yöneteceği
konusunda ıslahat projeleri sunan Miladi 11. yüzyıl Selçuklu-Fars devletinin ünlü veziri Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sine gönderme yapanlar da var.
Ama daha doğru bir açıklamanın, Miladi 11-14 yüzyıllar arasında
dalga dalga göçlerle giren bu yarı yerleşik/göçebe tarım-çoban ekonomili Oğuz-Türk kütlelerin, geldikleri yerlerin ihtişamlı Sasani-Doğu
Roma-Arap topraklı-kentsoylu uygarlığını yönetecek devlet mekanizmasına ve kadrolarına yabancı oldukları gerçeğidir ki, bu nesnellik
Selçuklu askeri Aristokrasisinin “kendi” kandaş kardeş Oğuz-Türk tabanından kopuş sürecini başlatacaktır. Onun içindir ki, gerek İran ve
Anadolu (Rumî) Selçuklu Sultanlığı gerek Beylikten Sultanlığa dönü26
şüm geçirince Osmanlı devletindeki üst yönetici sınıfları içinden çıktıkları “kendi” Türklüklerine karşı tarihi boyunca hor, aşağılayıcı, tacizkâr
olarak hep “Etrak” sıfatlar eşliğinde saldırmış ve de Rumi ya da Müs3
lüman tabirini kendine yakıştırmıştır.
Çünkü Selçuklu aristokrat-egemen sınıfın girdiği Sasani-BizansArap topraklarındaki “feodalite zenginlik dünyası”nda artık-emek/artıkürün üzerinden sağlayacağı rantçı birikimi güvenceye alma politikası,
“gaza” yolundaki Türkmenlerin anarşist yağmasına karşı çıkmalarını
gerektiriyordu.
Tarihin diyalektik özdekçi yorumlanmasının getirdiği bu açıklama
bize özgü değil, yeni de değil.
Burada yeni olan şey ise, Selçuklu-Osmanlı’daki sivil-yönetsel sınıfın ana gövdesi olan bu Müslüman-İranî unsurların kimliklerini deşifre
amacıyla sorgulamamız olacaktır.
Türk Devletlerini Yöneten İranîler
Hemen bir açıklama yaparak başlayalım. Bizans-Sasani egemenlik dönemlerinde İran, kültürel-politik coğrafya olarak bu günkü Türkiye
ve Irak sınırları içindeki kimi yöreleri de kapsıyordu. En azından kültürel sınırlar iç içe geçmiş durumdaydı. Bu yörelerde Kürt Mervani ve
Eyyubi hanedanlık egemenlikleri malumumuz.
Asıl olarak İran’da yaşayan halkları ise Farslar ve Kürtler başta
olmak üzere Acemi, Nebati, Deylemi, Gürcü, Ermeni etnik unsurlar
4
oluşturmaktaydı. Bizi bu yazının esprisi içinde asıl ilgilendiren ise, Selçuklu ve Osmanlı’da yönetim, idare, kültür, politika, ordu-silahlı kuvvetler içinde erke (iktidar) odağı olarak Kürtlerin yeri sorunudur. Böyle bir
denklemin unsuru olarak Kürtler mevcutsa, çıkar özlemlerini gözetecek
politik organizasyonu da (illegalite de olsa) meşru bir güç olarak saltanatta (devlet ve toplum) kabul görecekti şüphesiz ki.
Konuyu ustaca toparlayan araştırmacılardan biri olan Nejat
Birdoğan’a bakarsak, Türkmenlerin 11. yüzyılın ilk yarısında Batı İran’a
doğru genişlemeleri sırasında Kürtlerle karşılaştıklarını, devlet nedir
bilmeyen bu göçebe Türk ve Kürt oymaklarının dağı-taşı doldurduklarını, Anadolu’ya (Mezopotamya üzerinden, S.B.) giren bu Oğuz-Türk
kitlelerin Harezm bölgesinde yanlarına aldıkları Kürtlerle yürürken yazgı birliği yaptıklarını, kız alıp verdiklerini, ortak müzikleri-dansları olduğunu vb. okuyoruz. Ancak bu bilgilerin Türklerin ve Kürtlerin “alttabakaları” (yani Etrak ve Ekrat taifesi) için geçerliliğini unutmamalıyız.
Selçuklu Sultanlığında yönetici askerî-sivil Kürt unsurlar kendilerinin
27
“ayak takımı” Ekrat olarak değil de, tersine mal-paracı ve topraklı aristokrat “İranî sınıf” tan görmekteydiler.
İşte, İran-Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin yanından ayırmadığı
Hezaresb gibi Kürt komutanları, Alparslan’ın 1071 de Bizans’a karşı
Malazgirt savaşında ordusundaki Kürt ganimet “gönüllü” süvarileri,
Ravadi Kültlerinden Ahmedil gibi Tebriz-Selçuklu emirlerini “İranı ana5
sır” içinde mütalaa etmeliyiz.
edilmelerinin kaçınılmazlığı. Çok çarpıcı anlaşılması için işte “paranın
yazı turasının” tarihi toplumsal bir olguda nasıl göründüğüne bakalım,
1237’de nasıl ki Babai-köylüler toplumsal kalkışmasında bu “ezilenlerin
ordusu”nun bileşimini Türkmenler yanında Kürtler ve Hıristiyan (RumErmeni-Gürcüler) oluşabiliyorsa, onu bastıran Selçuklu ezenlerin ordusunda da aynı Türkmen, Kürt vs. ile Hıristiyan “paralı” askerleri görmekteyiz (Doğan Avcıoğlu, Faruk Sümer)
Tersinden okursak Kürt Eyyubi ordusunun Kürtler ve daha çokta
Türkler, yani “Türk Kölemen” askerler oluşturmaktaydı.
Osmanlı biraz farklı. 1300’lerde, sıradan bir Türkmen aşiretinin
çeşitli ırk, din ve kültürlerin mozaik halinde yaşadığı Bizans-Selçuklu
uç bölgesi olan Bitinye’de (Balıkesir-Bursa vb.) bir “Gaziler, Ahiler ve
Dervişler” beyliğine dönüştüğü Osmanlının da kurucu ve sürükleyici
unsurlarına baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Bizzat Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’nin, ilk “padişahlar” olan I. Orhan ve I.
Murat’ın, keza Osman’ın kayınpederi olan Ahi-piri şeyh Edebali’nin,
gazi dervişleri olan Geyikli Baba ve Abdal Musa’nın Tac’al-Arifin Ebu’l
Wefai-Kürdi öğretisine ve Wefaiye yolakına bağlı olduklarını görüyo8
ruz.
“Paralı” Kölemen (Memluk) askerlerin iktidar denkleminde fonksiyonları büyüktü. Saray entrikalarına karışabiliyorlar, Hükümet
(Vüzerat) devirebiliyorlar, erke’ye tekelci el koyabiliyordu. Eyyubi saltanatında Çerkez ve Türk gulamlar (kul askerler) bu gibi yöntemle Mısır Memluk devletini kurmuşlardı.
Anılan Ebu’l-Wefa başlıca olarak Cemşit Bender’in, Nejat
Birdoğan’ın, Mehmet Bayrak’ın ve Ahmet Yaşar Ocak’ın tarihsel belge
ve bulgulara dayalı araştırma sonucu eserlerinde “Anadolu AleviBektaşiliği”inin ilk kilometre taşı, fikirsel-kültürel banisi “Bilad-ı Ekrad”
dan (Doğu Anadolu) bir Kürt eren olarak tanıtılmaktadır hep.
Selçuklu-Osmanlı İktidar Blok’unda Kürt Anasır!
Bunlardan, Geyikli Baba ve Abdal Musa’nın ise “Kuzey Batı
İran”‘dan Hoy kasabasından olduğunu görüyoruz.
Bunun gibi Konya merkezli Rumî Selçuklu sultanlığı kozmopolit
askeriye yapısı içinde Kürt paralı-kul askerler görüyoruz ki, “gulam” tabiri bu kategoriyi tam içeremez. Nasıl ki Bağdat’a giren Selçuklu ordusunda Oğuzlar yanında İranlılar (Farslar-S.B.), Kürtler, Deylemliler, bulunuyorsa, Konya Selçuklu ordusunda da Türkmenler yanında Kürtler,
Harezmler, Ermeni, Rum, Gürcü, Frenk, Rus ve Kıpçak unsurlarda bu6
lunuyordu.
Burada hemen bir parantez açayım. Sivil asker idarî cihazda İranîKürt unsurların mevcudiyetine parmak basarken, Selçuklu-Osmanlı
döneminde Mezopotamya’da kendi kendine yeterli dukalıklar misali
“bağımsız” Kürt yönetimlerinin (emaret devletlerin) varlıklarını konu dışı etmemiştim. Meselâ 10-11. yüzyıldaki Meyyafarkin (Silvan) merkezli
olup, Amed’i ( Diyarbakır) de kapsayan Mervaniler olsun, özellikle Miladi 16. yüzyıl’ın ilk çeyreğinde Kürt Mir’i olan İdris-i Bitlisi’nin gayretiyle Osmanlı merkez’e gevşek tabiiyet bağı ile bağlı olarak kurulan yurtluk-ocaklık Ekrat sancakları böyle Kürt feodal-beylik organizasyonları7
dır.
Osmanlı’nın genişleme, daha doğrusu para-malcı bazergan ekonomi ile örülerek “İmparatorluk”a evrilme sürecinde ise işbu ilk “Asr-ı
Saadetçi” Bektaşi ögeler de yavaş yavaş İslâm Ortodoksisince kuşatılacaktır. Ama ne gam! Sünni-Osmanlı yönetimle ideolojik aygıtta da
“İranî” Kürtlerden Ümera ve Ulema ögeleri olarak önemlerinden vazgeçilmeyecektir.
Bunlar Kürt tarihinde birer realite. Benim bu yazıda vurgulamak istediğim farklı bir düzlemde bakış, bir belirleme olacak. Yani İranMezopotamya ve Küçük Asya’da kurulan başlıca “Türk devletleri” olan
iki Selçuklu ve bir Osmanlı devletinde bile Kürtlerin ezilen bir unsur
olarak yerlerinin ethnique (bugünkü deyimle ulusal) zeminde tanımlanmalarının abesliği. Ezme-ezilme ilişkisini açığa çıkarmak istiyorsak
Kürt’lerin de tarihi düzlemde bile sınıfsal parçalara ayırarak kategorize
Fatih Sultan Mehmet’in hocası olup, daha sonra medrese müderrisi ve kazaskerlik yapan Molla Gurani, İran-Gurani Kürtlerindendir ki,
İslâm Ansiklopedisi’den yazan Ahmet Ateş belirtiyor.(C.8) Medrese
deyip geçmeyin. Ne tür “İlim” öğretildiği ayrı bir konu, ama Selçuklu ve
Osmanlı medreselerinde hep Arapça, Arapça-Farsça karışık Osmanlıca ve Kürtçe tedrisat yapılırken Türkçe’nin “yasaklı” olduğunu biliyoruz. Boşuna mı, 1277’de Fars kültür ve dilinin hâkim olduğu Selçuklu
28
Ordu Hıristiyan devşirme askerlere ve Tımar (kamu) arazisini reaya’ya işlettiren Sipahi’nin gelir üzerinden çıkartacağı cebeli süvariye
bakıyor en başta. Burada Kürt görülmüyor. Ama ya yönetim aygıtında,
tonla. Kataloglayabiliriz.
29
Konya’sında kısa bir süre iktidarı ele geçiren “kızıl külahlı, siyah libaslı
(yoksul giyimli), ayağı çarıklı” Babai-Türkmenleri, “Bundan sonra sarayda, konakta, divanda ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” ferman eylemişlerdi. Arap kaynaklarının diyar-ı Rum’un
alimi “dediği” Molla Gurani’nin başına buyruk atamalar yaptığı, saray
ve divanı bu yüzden rahatsız ettiği ve taşrada pasif bir göreve çekildiğini görmekteyiz ki, Osmanlı’da merkezi yönetimde de Kürt anasır’ın
iktidar bloğundaki yerini tahkim etme mücadelesini göstermiyor mu bu
durum?
Ya Padişah Yavuz Sultan Selim’le Kürt mefkuresi adına 24 Kürt
emaretini “bağlayan” ünlü egemen-mir İdris-i Bitlisi, yazdığı Farsça
“Heşt Behişt”(Sekiz Cennet) eseri ile Osmanlı’nın -kendine kadar ki- ilk
sekiz padişahına methiyeler düzen, padişah meclisinin nedimelerinden
ve Mısır seferinde neferlerinden olan Mevlana İdris!
Ya da, 50 bin Türkmen ve Kürt köylüsü Alevi-Kızılbaş’ın Osmanlı
tarafından katledilmesi fermanını veren, bütün tarihlerin en bağnaz ve
gerici “alim”‘i olan “Kuzey Irak’ın” Amadiye Kültlerinden şeyhülislam
Ebussuut Efendi!
Ya da Osmanlı padişah’ı Mehmet Han III’ü “Her iki karanın her iki
deniz’in sultanı, Ömer’in-Büyük İskender’in ikincisi” diye övgülere gark
eden Farsça Şarafname (Kürt emaretler tarihi konulu) eser’in sahibi
“Bitlis emiri” Şaraf Han! Bunlar başlıcaları, daha kataloglanacak niceleri de var. Kürt partisinin “Osmanlı oğulları Cumhuriyetinde” nelere kadir
olduğunu göstermek için yeter bu üç tipolojik örnek.
Osmanlı’dan Cumhuriyete
Türkleri” asimilasyon “orjinalitesi” idi ki, şaşılacaktır belki ama, saldırgan-ırkçılığa değilde “Türklerin kendilerinden bir bileşen” varsaydığı
Kürtleri severek “Kürt-Türk kardeştir” ülküsüne yolu açıyordu. (Şimdi
bilmem ama yaklaşık çeyrek yüzyıl önce Yalçın Küçük ve Halil Berktay
da bu meyanda değerlendirmeler yapmışlardı, sanırım). İşte son olarak Şemdinli kalkışmasını da, Türk tarihi boyunca devlet iktidar bloğunda bir bileşen olmuş olan Kürtlerin Cumhuriyet rejiminin bu halkayı
koparmada zorlanma girişimine süre gelen tepki ile, hemen yanı başlarındaki İdris-i Barzani devletine ya da nam-ı diğer Amerika Bitlis’i devletine rağmen, Türkiyelileşme çabalarını ısrarlı olarak değerlendirmek
istiyorum.
Kapitalizmin hem Metropol’deki hem Mezopotamya’daki “Kürt toplumu”nu emekdar/sermayedar şeklinde sınıfsal olarak parçalayalı on
yıllar oluyor. Ek olarak Mezopotamya-Güney’deki küreselci-emperyalizmin jandarması pozisyonunda duran A. Barzani D.’nin kaçınılmaz
etkilediği/etkileyeceği de dikkate alınmalıdır. Türkiye Komünist hareketi
“sorun”a sosyal kurtuluş perspektifiyle yaklaşıyorsa eğer, tek başına
“Kürt Ulusal Hareketi”nden devrimci dinamik beklentisinin çöldeki serap olduğunu artık görmelidir.
Manisa-12 Eylül 2006
Dipnotlar:
1
Şüphe yok ki, Fransız Devrimi’nin “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” şiarlarınca da esinlendirilen 19. yüzyıl sonlarında başlayan “Kürt ulusçu
hareketleri’’realitesini ayrı bir düzemde tartışmalıyız.
Ama şu da bir realiteydi ki, Osmanlı’da da Kürtler, hem Konstantinopolis merkezli yönetim bloğunda bir bileşen olarak yer alıyorlar, hem
de Fırat-Dicle’nin Ekrad sancaklarında tekelci iktidarıyla merkezi unsurlar bağı oluşturuyorlardı. Bu iktidar pozisyonları Cumhuriyet Türkiye’sinde ethnique düzlemde asimilasyon-eritilme politikalarıyla aşındırılırken, toplumsal-ekonomik ve hukukî düzlemde Türkler ile “yurttaş
eşitliği” nedeni ile sürmekteydi ki, doğruluğunu ölçmek için “Sosyaliste
Kürd” yazar S. Çiftyürek’in “Ulusal Sorunda Somut ve Tarihsel Yaklaşım” adlı hacimli eserine bakılabilir (Gün yn.).
Şüphesiz ki Kürt realitesidir, mızrak çuvala sığmayacağından
asimilasyonu kaldırmazdı. Kaldıramadı da. Ancak bu öyle bir “Kürt
30
2
3
4
5
6
7
8
Claude Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi, Belleten/201; Claude
Cahen, Osmanlıdan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yn., İst. 2000, s.108 b ve
213; S. Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, Kitap 1, Belge Yn.,
İst., 1986, s.110, 112, 121, 122, 129; E. Werner, Büyük Devletin Doğuşu,
Alan Yn., İst. 1986, s.56, 58; Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti, Onur
Yn., Ank., 1988, s.252-254.
S. Yerasimos, age, s.109-110.
F. Werner, age, s.151, Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Kitap 1, Tekin
Yn., İst., 1979, s.134-135.
Mesalâ Bkz. Faik Bulut’un iki taksitle saptadığı İranî halklarının kimliği için
İslâm Komüncüleri, Doruk Yn., Ank., 1997, s.131 ve 176.
Nejat Birdoğan, Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, Mozaik Yn., İst.,
1995, s.97, 106, 110.
Doğan Avcıoğlu, age, s.131; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yn., İst., 1993, s. 388, 389.
Mesalâ, İ. Hakkı, Uzunluçarşılı’ya refaransla Yerasimos, age, s.209-210.
Erdoğan Aydın, Nizam-ı Alemin Gayri Resmî Tarihi-Osmanlı Gerçeği, Su
Yn., İst., s.66, 78, 90, 97.
31
Ahmet Temizel
Altemperyalist Bir Ülkede
Yurtseverlik Nedir?
-Polemik-
Emperyalizmin Yakındoğu’ya müdahalesi sürüyor; bu müdahale
coğrafyamızı alabildiğine etkiliyor. Burada hamasi nutuklarla emperyalist kapitalizmin bir gün yenileceğine ilişkin sözler kaleme almayacağız.
Bunu yapanlar var; ne yazık ki bunu yapanların teorik ve pratik sefaleti hem tarihsel hem de bilimsel bir öngörünün önünde ayakbağı oluyor.
Öncelikli olarak yaratılan tüm dezenformasyonların önünü alacak
olan yöntemden bahsetmek istiyoruz. Mekanik kavrayışlarla, yenilgiyi
kabullenmiş ve düzen içinde kendine yer açan anlayışlarla hesaplaşmanın önünü açmak gerekiyor. Altemperyalizm kavramı bildiğiniz üzere bir çok unsur tarafından kullanıldı ve kullanılmaya devam ediliyor.
Bu kavramı kullananların büyük bir çoğunluğu iddialarının arkasını
dolduracak bir profil sergileyemedi, düşmanın darbeleriyle dağıldı, tasfiyeci rollere büründü, bir kısmı nehrin öbür yakasına geçti. Bizler onların uğursuz kimliklerine takılmayacağız. Bu kavramı işlemeye devam
edeceğiz. Bu kavramı işlememizin temel nedeni diğer yaklaşımlarda
cevaplanmamış sorular bırakan, coğrafyamızda ve benzeri coğrafyalardaki egemen sınıf burjuvazinin konumu ve birbirleri arasında çelişkili
gibi görünen ilişkilerdir.
Emperyalist kapitalizm bir hiyerarşinin üzerine kurulmuş durumda,
biz bu hiyerarşinin bir güçler savaşı üzerinde kurulduğunu net bir biçimde biliyoruz. Doğası gereği bu örgütlenme büyük ve küçük ortakların
(sermayelerin) uzlaşma ve çatışmalarına dayanıyor. Emperyalistler büyük ortağın arkasında bir dizi halinde sıralanıyorlar ve emperyalist birliğin bütününü oluşturuyorlar. Uzlaşmaları emekçi ve yoksul halk kitleleri
üzerindeki sömürünün varlığına, çatışmaları ise, bu parsayı kimin toplayacağına dair kendi doğalarından gelen acımasız rekabete bağlıdır.
Kimilerinin kör biçimde kalçadan salladığı; “artık Lenin’in tespit ettiği emperyalist kapitalizm yok” hezeyanlarına inanmamız için somut,
gerçekten elle tutulur nedenler yok. Evet emperyalistler kendi aralarında sıcak biçimde çatışmıyorlar, ama bunun nedeni Lenin’in tespitinin
eskimesi, Ultra emperyalizmin, “imparatorlukların” varolması değildir.
Emperyalistlerin sıcak çatışmaya girmesi, büyük krizler ortamında belirginleşir. Emperyalistlerin kaygısı: Sıcak çatışmaların ve büyük paylaşım savaşlarının proleterya devrimlerine yolaçmasıdır. Emperyalistler
çatışmalarına daha sinsice ve terörist yöntemlerle halen devam etmek32
te olup şimdilik mümkün olduğu kadar haksız savaşları yerelliklerde tutuyorlar ve Birleşmiş Milletler denilen iki yüzlü kurumun noterliğinde
bunu gerçekleştiriyorlar. Bunun en bariz örneğini Lübnan’ın işgal edilmesinde açıkça görebiliriz. Büyük ortak en büyük payı, kalanlar da büyüklüklerine göre küçük payları alıyorlar ve sürekli olarak birbirlerine
bel altından vuruyorlar. Yugoslavya’nın çözülüşü sürecindeki emperyalist ablukanın sonuçlandırılmasında, Somali’deki Birleşmiş Milletler
müdahalesinde çok net hatırlayacağımız üzere büyük ortağın işi kolay
değil. Ama onunda parsayı kaptırmaya hiç niyeti yok.
Ortada sadece ABD veya Avrupa emperyalizmleri yok. Birilerinin
çok sevdiği biçimde sadece Yahudi sermayesinin “şer birliği” de yok
karşımızda. Kimisi emperyalist kapitalizmin maskesini indirme iddiasıyla bir yerinde boncuk bulmuş gibi Yahudi sermayesi arıyor. Emperyalizmin gündemini hatta Amerikayı bile Yahudilerin yönettiğini savlıyor
(bunun yetkin örnekleri için bakınız: Cumhuriyet gazetesi BOP yazı dizisi Ağustos 2006) Oysa ki, tüm bu magazinleşme faaliyetleri tek bir saptırmaya yarıyor. Emperyalist kapitalizmin iktidarını uzatmak, karşıt güçlerin bilincini bulandırmak. Bazılarının daha başat, daha kanlı bir rol aldıkları ortadadır. Ancak egemen sınıfların emperyalist birliğini ve gizli
açık teşkilâtlarıyla gündemini bir bütün olarak kavramak gerekiyor. Biz
bu bütünü cisimleştirdikten sonra bu bütünün parçalarına daha rahat
gidebiliriz.
Günümüzde yine iki kutuplu bir dünya vardır. Ancak sanıldığının
aksine kutuplardan biri ABD-Avrupa-Japonya, diğeri de Çin-RusyaHindistan vb. değildir. Bunu böyle şekillendirmek tarihsel materyalist anlayışı reddetmektir. Bugün de kutubun biri komünizm (sosyalizm) dir.
Karşı cephesi ise, emperyalist kapitalizmdir. Modern sınıflar tarih sahnesine çıktığından beri böyledir ve böyle devam edecektir. Varsın gözü
dönmüş kapitalizmin uşakları, mevcut görüntülerden gözleri boyanan
üniversite okumuş cahiller, kendi varlığını idealize eden “Marksizmde
kriz arama” müptelası yaratıklar bunu saptırmaya çalışsın.
Halen Sosyalizm türü sıfatları ülke isimlerinde bulunduran ülkelerin Komünist bir Enternasyonalin varlığından ve rehberliğinden yoksun
olduklarını biliyoruz. Bunların büyük bölümünün çok büyük hatalar ve
sapmalar içinde debelendiğini de görüyoruz. Ancak bu yoksunluk ebedi değildir. Savaş ancak karşı tarafın iradesi kabul edildiğinde kaybedilir. İki irade varolduğu sürece çatışma devam eder. Bugün sanılanın
tersine ilerici insanlık teslimiyet geriliğinden uzaktadır, ama iradesini
kabul ettirme noktasının da çok çok gerisindedir.
Emperyalist hiyerarşide yeralan her ülke egemen sınıfları varlığını
sürdürmek için iki temel unsuru sürekli olarak beslemek durumundadır.
S.P. F/3
33
Bunlardan birincisi milliyetçilik, ikincisi dindir. Kapitalin enternasyonalleşmesini (küreselleşmeyi) bunun zıttı şeklinde algılayan bir beyin doğru analiz edemez. Bu bir diyalektik çelişkidir. Çelişkinin özü ancak bu çözümsüzlüğün bir toplumsal-siyasal devrimle aşılabileceği sorununda belirginleşir.
Coğrafyamız özelinde ve tüm coğrafyalarda milliyetçiliği ve dini
destekleyen her gerici iktidar ancak ve ancak toplumsal-siyasal bir
devrimle aşılabilir.
Buraya kadar söylediklerimizi yeniden tekraralamak gerek bir
şarttır; ancak yeter şart değildir. Okuyanlarda yukarıda yazılanlar temel doğrular, bunları bir çok yerde gördük kanısı da oluşabilir. Ancak
temel doğruların bu kadar çok söylendiği ama bu kadar çok temel yanlış yapılan bir yerde yaşıyoruz. Sorun temel doğruları ne kadar içselleştirdiğimize ilişkindir. Sorun Devrime dair söylediklerimizdedir. Misal,
Fikret Başkaya’nın Radikal gazetesi ekinde de yayınlanan yazısında
(30 Temmuz 2006 Radikal İki s.6) belirttiği gibi “Emperyalizme ve onun
bölgedeki uzantısı siyonizme karşı mücadelenin başarısı, söz konusu
mücadelenin gerçekten tutarlı bir antiemperyalist dolayısıyla antikapitalist muhtevaya sahip olduğunda mümkündür.” demek gerektir, ancak
bu saptama yeterli değildir. Bu antikapitalist antiemperyalizmin nasıl
örgütlerek aşılıp gerçekleşeceğini söylemekte gerekir. Tutarlı bir tavır
almayan ve yalnızca “saptama”larla uğraşan aydınları anlamaya çalışıyoruz.
Biz bu söyleme işinde yetkinliğimizi arttırmaya çalışacağız, bunu gerçek yığınların gövdesinde de şekillendireceğiz. Yakın tarihe okuyucuyu
sıkacak tekrarlarda bulunma pahasına da olsa bir daha bakalım. Çünkü
bu yurtseverlik zortlamasının düğümlerinin bazıları orada saklıdır.
Coğrafyamızda bulunan egemen sınıf iktidarı tarihsel olarak bir
mirasın üzerinde bulunmaktadır. Bu miras önceki asırları saymazsak,
Bizanstan Osmanlıya oradan T.C. ye birikimlerini üzerinde taşımaktadır. Lozan ile şekilenen süreç bu hiyerarşik emperyalist yapılanmanın
içinde yeniden yer almanın adıdır.(Konuyla ilgili detaylı bir çalışma için bakınız: Tolga Ersoy, Lozan Bir Antiemperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı?)
1930’ların yıkıcı ekonomik koşulları ve takip eden II. Paylaşım Savaşının sonuçları; 1923’le kabul edilen liberalizmin devlet eliyle korunmasını getirmiş, bu da son yirmi yılda yeniden yerli yabancı müteşebbislere devredilen KİTlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu arada yerli sermaye
başından itibaren sürekli olarak korunmuş ve beslenmiştir. Kadrocuların başını çektiği ve sonrasında ikinci dönem kadrocular diyebileceğimiz Avcıoğlu ve benzerlerinin ideolojik şekillenmelerinde önemli rol
oynayan bu devletçilik zokası (Sovyetlerin uzay yarışında önde olması,
34
ulusal kurtuluş hareketlerinin yaygınlığı, kapitalist ülkelerde yaşanan
büyük ekonomik kriz, Keynesyen ekonomi politikaları gibi olgularla birlikte) kapitalist ilişkileri makyajlayarak emperyalist kapitalizmin az gelişmişlik üzerinden bir eleştirisinin yapılabileceği savını getirmiştir. Ancak bilindiği üzere bu sav hem öncelikle 12 Mart hem 12 Eylül sürecinde hem de son yaşanan özelleştirmeler sürecinde sınıfta kaldı.
“Millicî güçler” nedense emperyalist ajanların ihanetlerine hatta işkencelerine maruz kalmıştır. Şimdilerde “millicî güçlerin” bazıları özel Tv
kanallarında kim en harbi Kemalist, kim en harbi cuntacı, gibi tartışmalarıyla iştigal etmektedirler. Yaşadıkları yenilginin arkasındaki temel
neden olan emperyalist kapitalist ilişkileri bir türlü görmeyip içlerinden
bazılarının satılmış olduğunu söylemektedirler. Bu satılmışları satın
alan mutlaka birileri vardır. Bir de doğası gereği satın alınamayacak
olanlar. Ama “millicî güçlerin” bunu görebilmeleri için artık “millicî güç”
olmamaları gerekiyordu. Bu da onlar için imkânsızdı.
Gelelim 2000 sonrası “antiemperyalist” milliyetçi sol hareketlere;
bunların temel özelliği mevcut mülkiyet, paylaşım, ilişkilerine yönelik
temel ve hatta hiçbir değişiklik taleplerinin bulunmamasıdır. KİT’ler bürokrasi kastının altında yönetilmeye (kapitalist pazara ham madde
üretmeye) devam etmelidir. Sosyal devlet bu şekilde korunmalıdır.
Türkiye “Kuzey Irak-Kürdistan konusunda, Kıbrıs konusunda karşı tarafa aman vermemeli, yaşam alanını sonuna dek ne pahasına olursa
olsun cansiperane savunmalıdır.” (Burada en solda gözükenler bile en
şoven roller alabileceklerini sürekli olarak yukarıya, askerlere göstermektedirler). Dünyada bir antiemperyalist dalga yükselecektir. Bu dalgaya yurtseverlik kisvesinde katılınıp (bazıları antiemperyalizmin altını
doldurmak diyorlar, herhalde gerçekten kelimenin öteki anlamını kastediyorlar) işçiler, emekçiler milliyetçi cephelerde yurtseverce örgütlenmelidir. Chavez, Moralez türü liderlerin; ülkelerinde yaşanan sınıf
mücadelelerinin birer denge unsuru olarak iktidarda bulundukları gerçeği atlanarak, kişilikleri yüceltilmeli ve örnek gösterilmelidir! Resmî
ideoloji ile kitlelerin çatışma noktalarının üstü güzelce örtülmelidir. Gerici iktidarların işçi sınıfını bölmek için kullandığı ikinci silahı dine karşı
küçükburjuva radikalizminin “ilericilik-gericilik” ikilemi kullanılmalı, gerçek gericiliğin sermaye iktidarının egemenliği olduğu temel bilimsel
gerçeği gözlerden saklanmalıdır. Emekçi sınıfların kızılbaş-müslüman,
kürt-türk (diğer etnisiteler de sayılabilir) olarak bölünmesine katkı sunulmalıdır.
Toplumda oluşan linç kültürü hemen her gün kanıksanan ve burjuva güdümlü medyanın “aman bu provokasyonlara meydan vermeyelim” şeklinde yansıttığı mahalle kavgaları, alacak verecek münakaşaları, Devrimci ve Marksist Sol yapıların mevcut hukuk çerçevesin35
de doğal hakları olan basın açıklamaları, bildiri dağıtmalarına karşı
olan faşist parti-kolluk güçleri organizasyonundaki saldırılar nedensiz
ortaya çıkmadı.
Hemen her büyük fabrikada, her köşebaşında metrelerce yükseklikte devasa bayrak direkleriyle süslü, bütün diğer bakanlıkların bütçesini
aşan dine (Diyanet İşleri Başkanlığına) ayrılan bütçesi bulunan, üç milyonu aşkın kaçak yabancı işçi çalıştıran, on milyonu aşkın yedek işgücü
rezervi bulunan dünya ekonomisinde büyüklük açısından 13. sırada ve
hiyerarşik emperyalist birliğin mağrur üyesi Türkiye, yıllardır özgürlük ve
demokrasi taleplerini en sert biçimde boşuna bastırmamaktadır. Altemperyalist basamaklarda bulunan bir ülke için işler kolay değildir; hemen her konuda büyük ortaklara bağımlılık, sınırlandırılmış pazar ve rekabet ortamı. Bu ortamda tutarlı bir tarih ve sınıf bilincine sahip burjuvazi
oyunun kuralını uygulamaktadır. Kent küçükburjuvazisinin toplumsal tabanı kesik kesimlerinin ulusal ekonomiyi (ulusal patronları) koruyan “antiemperyalist” söylemi tekellerin çok işine gelir; hele birde bunlar işçi sınıfını yurtseverlik maskesiyle örgütleyebilmişlerse.
Tekellerin işini bozan ise, işçi ve emekçi kitlelerin Birleşik İşçi
Cephesi altında kendi kavgası için örgütlenmesidir. Bunun araçları
ise, işçi sınıfının mutlak yüzde yüz bağımsız tavrı ile gerçekleşebilir.
Toplumda yaratılan etnisite temelli ayrılıklar; din ve mezhep kavgaları;
sınıf eksenindeki çabalarla ancak bıçak gibi kesilebilir. Bunun yol ve
araçları sanıldığından daha kolaydır. İşçi ve emekçiler kanlarını verdikleri ama bir türlü sahibi olamadıkları vatanın selameti için değil kendi
yaşamları için örgütlendikleri mücadeleye sahip çıkarlar. Kısacası
altemperyalist bir ülkede antiemperyalizm kisvesindeki şoven ve sosyalşoven yurtseverlik anlayışları faşizme kapı aralar. İşçi sınıfı ve
emekçilerin kendi kavgaları için mücadelesi ise, özünde antiemperyalist bir işlev taşır. Şovenizmin ve sosyalşovenizmin yenilgiye uğratıldığı
bir sınıf mücadelesi emperyalistlerin-tekellerin uykularını kaçırır.
Emperyalist kapitalizmin gündeminin bilinmesi, coğrafyamız özelinde Devlet Tekelci Kapitalizminin tahlili, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin gerçek iktidarının yaratılması için bizler II. TTKK Yöntemini öne
çıkarıyoruz. Varsın tezlerimiz doğru mecralarda doğru biçimde tartışılsın. PARTİ’nin yokluğunda kendi derme çatma örgütünün çatısı altında kapitalizme kan verecek tezleri gündeme getirip tartıştıranların
mumu Komünist tezlerin kitlelerde vücut bulmasıyla ancak ve ancak
sönecektir.
13 Ağustos 2006
36
İsa Gözaçtı
-DeğerlendirmeYakındoğu’ya Emperyalist Müdahale ve
Bölgesel Güç Odakları -1
Emperyalist kapitalizmin tarihine baktığımızda, Yakındoğu’ya çoğu kereler emperyalist müdahaleleri görebiliriz. Emperyalist müdahalelerin özü, kapitalist pazarın kontrolü, enerji-hammade kaynaklarının
kontrolü, hegemonya kurma, emperyalist sömürü önündeki engellerin
kaldırılması ve kapitalist sisteme entegre etme üzerine kuruludur.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar emperyalist müdahale İngiltere emperyalizminin liderliğinde yapılıyordu. İkinci Emperyalist
Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalist liderlik Amerika Birleşik Devletleri’ne geçti. 1990 yılından günümüze kadar Yakındoğu’ya-Körfez’e
yapılan emperyalist müdahaleler ABD emperyalizminin önderliğinde ve
emperyalist devletlerin koalisyonuyla gerçekleştirildi. Günümüzde ise
Yakındoğu’ya yapılan emperyalist müdahale halen sürmektedir.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında İngiltere emperyalizminin liderliğinde çizilen Yakındoğu’nun sınırları, çok büyük değişikliklere uğramadan neredeyse aynen kaldı (Yakındoğu’nun haritası,
emperyalist politikanın temsilcileri olan Lloyd George ve Winston
1
Churchill tarafından çizilmiştir). Çelişki-çatışma-işbirlikçilik üzerine kurulan sınırlar bölgede savaşları eksik etmemiş ve emperyalist müdahalenin gerekçelerini-bahanelerini yaratmıştır. Örneğin Arap ulusu, farklı
kültürel, mezhepsel, inanç farklılıklarından dolayı paramparça edilmiş,
emperyalist müdahalelerle onlarca devlete bölünmüştür. Yine Kürt ulusunun coğrafyası emperyalist müdahalelerce parçalanmış, bölgesel
güç odaklarına pay edilmiştir.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Yakındoğu’daki
2
tek sınır değişikliği siyonist-İsrail Devleti’nin kurulması oldu . Bölgedeki
işbirlikçi devletler yetmezmiş gibi bölgenin çatışmalı ve gerginlik ortamına ABD emperyalizminin önderliğindeki emperyalist koalisyonun
Truva Atı siyonist-İsrail devleti etkeni de savaş sarmalına eklenmiş,
savaş bölgenin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Günümüzü Anlamanın İki Ana Halkası:
1. Sosyalist Blok’un Çözülüşü ve Tasfiye Edilmesi
1917 Proleter Ekim Devrimi ve sonrasında emperyalizmin zayıf
halkaları kopmaya başladı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda
37
(emperyalist savaş, aynı zamanda SSCB’yi tasfiye etmeyi de içeriyordu. Böylelikle emperyalist zincirden kopan ilk zayıf halka, yeniden sisteme entegre edilmiş olacaktı.) Hitler Faşizmini yenen SSCB, emperyalizmin zayıf halkalarının kopmasını hızlandırdı ve dünyanın yaklaşık
olarak üçte birinde sosyalist deneyimlerin oluşmasına katkıda bulundu.
Sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri gelişti, yeni bağımsız
devletler kuruldu. Emperyalizme karşı bir kutup oluşturuldu. Artık dünyada ortaya çıkan sorunlar/krizler bu iki kutbun mücadelesi ve hegemonyası altında şekillenmeye/çözülmeye başladı. Kapitalist ve sosyalist sistem arasındaki hegemonya mücadelesi hiç durmadı. Görünürde
statükonun korunması biçiminde tezahür eden bu hegemonya mücadelesi silahlanma, teknolojik savaş, soğuk savaş, her iki sisteme de
mesafeli ve pragmatik yaklaşan ‘Bağlantısızlar’ olarak kendilerini tarif
eden ‘devlet kapitalizmi’ niteliğindeki devletleri etkileme ya da dengede
tutma ve ekonomik yardımlarla devam ediyordu. Kapitalist ve sosyalist
kampın hegemonya mücadelesini 1989 yılında kapitalist kamp kazandı. Sosyalist kampın çözülmesi, çökmesi ve tasfiye edilmesi dünyayı
tek bir kapitalist pazara dönüştürdü. O güne kadar iki kutbun hegemonya politikasına göre şekillenen dünya, kutbun bir yanının tasfiye
edilmesiyle birlikte kaosa dönüştü. Kapitalist kampta rafa kaldırılan
kamp içi hegemonya mücadelesi yeniden gündeme geldi. Kapitalist
kampta yarıklar ve çatlaklar ortaya çıktı. Kamp içinde yeni kümelenmeler oluştu. ABD’nin kamp liderliği tartışılır hale geldi. Ayrıca tasfiye edilen sosyalist kamp paylaşılacak yeni pazar alanlarına dönüştü. Bu durum kapitalist kamptaki hegemonya krizini derinleştirdi. Kapitalist
kamptaki emperyalist güçlerin hegemonya didişmeleri dünyanın bölgesel krizlerinin çözülmesinde kendini gösterdi.
İki kampın ilişkisine göre kendini konumlandıran ülkeler, tek kutuplu düzene geçişle birlikte sisteme entegrasyon konusunda sorunlar
yaşamaya başladı. Sosyalist kampla ekonomik ve askeri işbirliği geliştiren ülkeler, yeni durumda yalnızlaşmaya başladılar. Bu durum bölgesel çatışma dinamiklerini tetiklemeye başladı.
Kapitalist kampın hegemonya krizine, kapitalizmin yapısal krizi de
örtüşmeye başlayınca ortaya çıkan çatlak ve yarıklardan bölgesel güç
odakları (altemperyalist ülkeler) hareket alanlarını genişletmeye başladılar.
Kapitalist kampın liderliğini elinden kolay kolay bırakmaya yaklaşmayacak olan ABD emperyalizmi Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Yakındoğu’daki krizlerin çözümünde liderliğin kendisinde olduğunu muhataplarına (AB emperyalizmine, Japon emperyalizmine, Rusya’ya,
Çin’e, Hindistan’a, altemperyalist ülkelere…) kabul ettirmeye çalıştı.
38
2. 11 Eylül Müdahalesi-Darbesi
Sosyalist sistemin çözülüp tasfiye edilmesinden sonra ortaya çıkan kaosun uzun süreli belirsizliklere yol açacağının bilinciyle hareket
eden ABD emperyalizmi, rakiplerinin hareket alanlarını daraltmak ve
kriz yerlerine yapılan müdahalelerin maliyetini emperyalist koalisyona
fatura etmek için geniş çaplı girişimlerde bulundu (Körfez’e yapılan 1.
3
Emperyalist müdahale). 11 Eylül Müdahalesi-Darbesi ile dünyada
‘neo-faşist’ bir dönemi başlattı. ABD emperyalizmi bütün dünyaya ‘ya
benden yanasın, ya düşmanımsın’ ikilemini dayattı. Hem içte hem dışta geniş bir emperyalist terör dalgası başlatıldı. Birleşmiş Milletler
“Nato’nun siyasî organına dönüştürüldü.” 11 Eylül Müdahalesi-Darbesine kadar izlenen strateji ‘ABD karşıtlarını zayıflatma’ temelinde yürütülüyordu. 11 Eylül sonrası bu strateji ‘ABD karşıtlarını yok etme” eksenine oturtuldu. Afganistan’a ve Körfez’e yapılan 2. Emperyalist müdahalede bu strateji test edilmektedir.
ABD emperyalizmi, iki kutuplu dünyada, kapitalist kutbun liderliğini
yürütürken, emperyalist koalisyon, ABD emperyalizminin liderliğine rıza gösteriyordu. Tek kutuplu dünyada ise, ABD emperyalizminin liderliğine rıza gösterilecek bir nesnelliğin bulunmadığının farkında olarak
hareket eden emperyalist koalisyon, ABD emperyalizminin liderliğine
karşı seslerini yükseltmeye başlamıştır.
Günümüzde dünya tek bir pazara dönüşmüştür. Bu tek pazarı
ABD emperyalizmi denetlemek ve yönlendirmek istemektedir. Bu kapitalist tek dünya pazarında söz sahibi olmak isteyen diğer emperyalist
güçler çeşitli ittifak ve birlik arayışlarına girişmişlerdir. Ayrıca bölgesel
güç odakları da (altemperyalist ülkeler), emperyalist merkezlerin çelişki
ve çatışmalarının yarattığı gerilimler sonucu oluşan boşluklardan yararlanarak, bir yandan emperyalist güç odaklarıyla stratejik işbirliğini
geliştirirken, diğer yandan bölgesel birlik arayışlarını hızlandırmışlardır.
Yeni dönemin en önemli özelliğini şöyle saptayabiliriz: Sosyalizm
uygulamaları tarih sahnesinden geriye çekilmiş, iki kutuplu dünyadan
tek kutuplu dünyaya geçilmiş, kapitalist blokta sosyalist uygulamalara
karşı mücadele etmek için geçici olarak rafa kaldırılan hegemonya
mücadelesi tekrar gündeme alınmış, 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın nesnelliği ortaya çıkmış, enternasyonal ölçekte sosyalist hareket
ve işçi sınıfı 1. raundu kaybetmiştir.
Yakındoğu’nun Yakın Döneminde Yaşanan Önemli Olaylar
Şah Vakası
İran İslâm Cumhuriyeti öncesinde, emperyalizmin bölgedeki en
önemli ayağı Şah (Rıza Pehlevi) idi. Şah’ın petrol fiyatlarıyla oynama
39
ve yeniden düzenleme girişimi kapitalist blokta tepki ile karşılandı. Bu
durum emperyalist metropollerde petrol şoku yarattı. Emperyalist met4
ropoller, yeni bir petrol şoku yaşamaktansa, Şah’ın tasfiyesini tercih
ettiler. Şah gitmezse emperyalist metropollerde yaşanacak olan petrol
şoku, kapitalizmin yapısal krizini derinleştirebilir, daha büyük sarsıntılara yol açabilirdi. Üstelik sosyalist blok da halen ayakta idi.
Ayrıca, Şah’ın muhalefetindeki ağırlığı antiemperyalist güçler
(Ayetullahlar-Sol ittifak) oluşturuyordu. Bu yetmezmiş gibi bir de Şah’ın
ABD’de 200 milyar dolarlık yatırımı vardı. Buna rağmen Şah gözden
çıkarılabildi. Yeni bir petrol şoku yaşamaktansa Şah kurban edilebilirdi.
Nitekim edildi de.
Şah’ın tasfiyesinin önemli bir nedeni de İran devlet tekelci kapitalizminin bölgede altemperyalist politikalara yönelmesidir. Şah’ın Şat-ül
Arap suyolundaki (petrol kuyuları ve zengin petrol rezervlerinin bulunduğu bölge) yayılmacı politikası, Şah’ın OPEC’deki girişimleri, emperyalistlerin yaşadığı 1. Petrol şokunda Şah’ın rolü, emperyalist merkezlerde Şah’ın güvenilirliğini azalttı. Ayrıca İran’dan yükselen antiemperyalist dalga, Şah’ın gitmesiyle kalmayacak, emperyalistlerin çıkarlarını
da tasfiye edebilecek bir yönelime girebilirdi.
Emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarının Şah sonrası dönemde de
korunması için, Şah tasfiye edilmeden önce, emperyalistler Ayetullahlarla ilişkilerini geliştirdiler. Bu ilişkiler ağı, Ayetullahlar-Sol ittifakının
bozulmasında önemli roller oynadı. Antiemperyalist mücadeleyi, antikomünist mücadeleye dönüştürdü.
Şah sonrası Ayetullahlar-Sol ittifakı uzun sürmedi. Bu ittifak politikası devam ederken, emperyalistlerin silahlandırdığı ve kışkırttığı
Saddam Hüseyin (Irak) İran’ın (antiemperyalist ittifakın) üzerine gönderildi (Eylül 1980). Emperyalistlerin Saddam Hüseyin’i İran üzerine
göndermelerinin en önemli nedeni antiemperyalist ittifakı ortadan kaldırmaktı. Irak ordusunun İran’da ilerlemesinin durdurulmasında Sol’un
askeri gücü önemli roller oynadı. Irak’a yönelik karşı saldırı başlatıldığında Ayetullahların sağ-gerici kanadı harekete geçirildi/geçti. Antiemperyalist ilerici Ayetullahlar bir toplantı esnasında topluca katledildiler.
Sağ-gerici Ayetullahlar TUDEH dışındaki Solla yapılan antiemperyalist
ittifakı bozdular. Her alanda Sol ile savaş açtılar. Antiemperyalist savaş iç savaşa dönüştü.
TUDEH Sovyetler Birliği dış politikası (proletarya enternasyonalizmi ilkesinden hareket etmeyen, tamamen konjonktüre uygun davranan pragmatist bir yaklaşım) gereği İran Solu’nun tasfiyesine göz
yumdu. TUDEH, İran Solu tasfiye edilirken sağ-gerici Ayetullahlarla
yaptığı ittifakı bozmadı. İran Solu tasfiye edildikten iki yıl sonra sağ40
gerici Ayetullahlar, TUDEH ile yaptıkları ittifakı da bozdular (1983). Sıra TUDEH’in tasfiyesine geldi. TUDEH’in trajik tasfiyesinin sonu, aynı
zamanda Sovyetler Birliği dış politikasına endeksli KP’lerin de politikalarının iflasının ön habercisi niteliğindeydi.
Sağ-gerici Ayetullahlar Irak’la savaşın finansmanı konusunda zorlanmaya başladılar. Antiemperyalist bir karakter taşımadıkları için IMF
ile masaya oturup kredi görüşmelerine başladılar. IMF, sağ-gerici Ayetullahlara kredi vermeyi kabul etti. Kredi borçlarının ödenmesi petrol
satışları ile karşılandı. Sağ-gerici Ayetullahlar, hem savaşın finansmanı, hem silahlanmayı sağlamak konusunda iç emek-sömürü ağını yoğun olarak işlettiler.
Sağ-gerici Ayetullahlar, iç kamuoyuna ve İslâm dünyasına verdikleri mesajlarda söylem düzeyinde emperyalizme-şeytana lanet okuyorlardı. Perde arkasında ise şeytanla anlaşıp işbirliği yapıyorlardı.
Savaş sona erdiğinde 1.250.000 ölü, yüzbinlerce sakat, yıkılanharabeye dönen kentler, yüklü dış borçlar İran’ın devlet tekelci kapitalizmine çözmesi gereken önemli sorunlar bıraktı.
Yeni dönemde ABD emperyalizmi-İran devlet tekelci kapitalizmi
çelişkisi: emperyalist ittifak lideri ABD emperyalizmi Sosyalist Sistem’in
çözülmesi-11 Eylül darbesi/müdahalesi sonrasında yeni güvenliktehdit konseptini oluşturdu. Yeni konseptte ‘komünizmin’ yerini ‘siyasî
İslâm ve terör’ aldı. Sosyalist Sistemin emperyalist kuşatma politikasında, emperyalistler tarafından örgütlendirilip yönlendirilen ve kullanılan ‘siyasî islâm’ , yeni güvenlik konseptinde ‘tehdit’ unsuru olarak görülmekte ve kontrol altına alınmak istenmektedir. Özellikle merkezinde
İran tekelci devlet kapitalizminin bulunduğu ‘Şii hilali’, ABD egemenliğinin Yakındoğu’ya yerleştirilmesinin önündeki en büyük engeli teşkil
etmektedir. İran devlet tekelci kapitalizmi, bölgede altemperyalist bir
politika izleyerek, ‘Şii hilali’nin hamiliği girişimini sürdürmekte; bölgenin
altemperyalist hegemon gücü olmak istemektedir. Kuzey Afrika’dan
Yakındoğu’ya, Yakındoğu’dan Hazar havzasına ve İç Asya’ya uzanan
‘Şii hilali’ bağlantı koridorunu İran tutmaktadır. Hegemonya mücadelesinde önemli bir koridoru tutan İran’ın bu koridordan boşaltılması, emperyalist hegemonya için zorunludur. ABD emperyalizmi İran’ı bu koridordan çıkartabilmek için İran’ı yalnızlaştırma ve tecrit politikası uygulamaktadır. İran devlet tekelci kapitalizmi, ABD emperyalizminin uyguladığı politikayı etkisiz hale getirmek için AB, Rusya, Çin ile ilişkilerini
geliştirmeye çalışmaktadır.
Saddam Hüseyin Vakası
Arap ülkelerinin çoğunda Nasyonalsosyalist kimlikli Baas partileri
bulunmaktadır. Baas partilerinin ortak özelliklerini milliyetçilik, milita41
rizm, yayılmacılık oluşturmaktadır. Pan Arabist söylem ise, bölgesel
yayılmacılığın ideolojik silahı olarak kullanılmaktadır.
bir politika izleyen Saddam Hüseyin’i Kuveyt ‘tuzağına’ iten bu manipülasyon oldu.
Saddam Hüseyin de Irak Baas Partisi’nin bir unsuru ve ürünü olarak ortaya çıkmış; partinin içindeki farklı eğilimleri tasfiye etmiş; antikomünist ve anti-kürt bir politika izlemiş; partiyi, devleti, toplumu ve
bölgeyi militarize etmiş; farklılıklara tahammül edemeyen, hatta burjuva demokratik muhalefete dahi izin vermeyen kişi kültü yaratmış; Irak
coğrafyasını büyük bir toplama kampına çevirmiştir.
Siyonist İsrail Faktörü
Saddam Hüseyin, Şah sonrası İran’daki antiemperyalist dalgayı
kendi lehine değerlendirmesini bilmiş, bu sayede emperyalist kampla
ilişkilerini geliştirmiş, yoğun bir silahlanma sürecine girmiş, yayılmacıaltemperyalist bir politika yürütmüştür. Saddam Hüseyin şahsında bölgesel hegemonik bir güç olmak isteyen Irak devlet tekelci kapitalizmi,
emperyalist blokun onayını ve desteğini de alarak İran’ı işgale başlamıştır. ABD, Fransa, İngiltere emperyalizminin, Irak’ı desteklemelerinin
en önemli nedeni, İran’da Şah’a yönelik muhalefetin aynı zamanda antiemperyalist bir dalgaya dönüşmesi; dalganın giderek anti-kapitalist
bir dalgaya dönüşmesi eğiliminin güçlenerek, emperyalizmin zayıf halkası İran’ın zayıf halkadan kopmasının engellenmesidir. Bu sayede
emperyalizmin en önemli silah müşterisi haline gelen Irak, İran-Irak
savaşı sırasında manevra yeteneklerini geliştiren bölgenin önemli bir
savaş aygıtına dönüştü.
Emperyalizmin zayıf halkası İran’ın halkadan kopması, İran-Irak
savaşı ile engellenince, savaş aygıtı Saddam Hüseyin’in dizginlenmesi
emperyalist ittifakın gündemini işgal etmeye başladı. Savaş sırasında
silahlanma için emperyalistlerin mali kurumlarına ve emperyalist silah
tekellerine yoğun borçlanan Saddam Hüseyin, dış borç ödemeleri konusunda çok sıkıştırıldı. Saddam Hüseyin borçların ödeneceği konusunda güvence verdi. Bu güvenceden hareketle Irak’ın dış borçları taksitlendirildi. Saddam Hüseyin’in dış borç ödemelerindeki tek koşulu,
ödemelerin OPEC’in varil başına belirlediği fiyattan yapılması idi. Emperyalistlerin yönlendirmelerindeki Arap şeyhlikleri, petrol fiyatlarını
OPEC’in belirlediği fiyatın çok çok altlarına çektiler. Bu durum, Saddam Hüseyin ve Irak devlet tekelci kapitalizmi için kabul edilebilecek
bir durum değildi.
Emperyalistler Kuveyt’i, Saddam Hüseyin’i ‘tuzak’a düşürmek için
kullandılar. Kuveyt, ham petrol fiyatlarını, OPEC’in belirlediği fiyatların
altına çekmekle kalmadı. Irak’la sorun yaşadığı sınır bölgesindeki petrol kuyularını üretime açtı. Oysa bu kuyular, Irak’la yapılan anlaşma
gereği açılmayacak ve petrol üretimi yapılmayacaktı. Zaten yayılmacı
42
İran-Irak savaşından sonra güç ilişkileri ve denge değişmeye başladı. Siyonist İsrail’in aleyhine işleyen bu süreç, İsrail’i önlem almaya,
emperyalist metropollerdeki lobi faaliyetlerini artırmaya yöneltti. Özellikle ABD’deki Yahudi lobileri, ABD’yi ikna etme konusunda çok yoğun
faaliyette bulundu. Yakındoğu’daki dengenin yeniden İsrail’in lehine
döndürülmesi konusunda emperyalist güçler anlaştı.
Bölgedeki hiçbir güç, emperyalist ittifakın çok yoğun biçimde silahlandırdığı ve bir savaş aygıtına dönüştürülen Irak’ı durdurabilecek güçten yoksundu. Siyonist İsrail Devleti’nin bölgede yalnızlığı ve yayılmacı, saldırgan bir politika izlemesi de Irak’ı durdurabilecek durumda değildi. Ayrıca Saddam Hüseyin’in Filistin Sorununda taraf olup İsrail’in
zayıflatılmasında rol alma olasılığı da İsrail’i iyice köşeye sıkıştırabilirdi. Ayrıca Saddam Hüseyin’in yayılmacı Baas politikasında, Hafız
Esad ve Hüsnü Mübarek’ten daha aktif politika izliyor olmasından dolayı emperyalist ittifak’ın ileri karakolu siyonist İsrail’i savunmacı bir
çizgiye zorlayabilirdi. İleri karakolun geri çekilmesi yerine, büyütülmüş
canavarın küçültülerek zararsız hale getirilmesi, ardından canavarın
yok edilmesi emperyalistlerin bölgedeki çıkarları için daha uygundu.
Bu durum emperyalist politikanın yüzbir yüzlü olduğunu da gösteriyordu.
Emperyalistler Saddam Hüseyin’i bizzat silahlandırdıkları için
Irak’ın silah gücünü biliyorlardı. Kendi elleri ile silahlandırdıkları canavarı, kendi elleriyle etkisiz hale getireceklerdi. Ayrıca bu emperyalist
müdahale sayesinde çözülen ve çökme sürecine giren Ssosyalist Sistemin gücü de test edilmiş olacaktı.
Bölgeye emperyalist müdahale hazırlıkları yapıldı ve müdahale
için gerekçe-bahane aranmaya başlandı. Saddam Hüseyin’i Kuveyt’le
manipüle ederek, Kuveyt’e sürükleyen emperyalist ittifak müdahale gerekçesini de “meşrulaştırdı.”
Yakındoğu’ya Emperyalist İttifakın Müdahalesi
Emperyalist ittifak gücü, Saddam Hüseyin’i devirebilecek güçte
olduğu halde Saddam Hüseyin’i devirmedi; zayıflatmayı tercih etti.
Saddam Hüseyin’in Baas Partisi, devlet ve orduda kendisine bağımlı
mekanizmalar yaratmasından dolayı kendi yerine geçebilecek ve onun
boşluğunu doldurabilecek, aynı zamanda emperyalist ittifakla işbirliği
yapabilecek onun muhalifi örgütlü güç yoktu. Şii ve Kürt dinamiğinin
43
örgütlülük düzeyi de Saddam Hüseyin sonrası doğacak boşluğun nasıl
doldurulacağı noktasında yeterli “olgunluk ve işbirliği”ne hazır değildi.
Emperyalist ittifak, “olgunlaşma ve işbirliği” hazır olana kadar zayıflatılmış ve kontrol altına alınmış bir Irak’ı tercih etti.
Emperyalist ittifak, Saddam Hüseyin’in gitmesi sonucu oluşacak
boşluğu dolduracak dinamiklerin “rüştünü ispatlayıp, olgunluk ve işbirliği” kapasitelerini geliştirdikten sonra, ikinci bir müdahale ile Saddam
Hüseyin’i tamamen tasfiye etmiştir.
Zayıflatılmış ve kontrol altına alınmış, emperyalist ittifakın borç
sarmalına takılmış bir Irak da emperyalist ittifakın kabul edebileceği bir
durum iken, emperyalist ittifakın lideri ABD emperyalizmi, tek kutuplu
dünya gerçeğini çok iyi “kavradığından” olsa gerek, 1. Emperyalist
Paylaşım Savaşı sonrası çizilen sınırları yeniden çizmek; statükoyu
değiştirmek istemektedir. ABD emperyalizmi açısından “Yeni Dünya
Düzenine yeni statüko” gereklidir. Yine ABD emperyalizmi açısından
“yeni statüko, bölgedeki yeni aktörlerle” oluşturulacaktır. Ya yeni statükoya uyum sağlanır, ya yeni statükonun oluşturulmasında görev alınıp
aktör olunur, ya da tasfiye olunur. İttifak politikası da yeni statükonun
oluşturulmasına göre yapılacaktır. ABD emperyalizminin bu politikası
bölgede test edilmeye başlamıştır.
Irak, ABD emperyalizminin yeni politikası gereği fiilen üçe bölünmüş durumdadır. Sünni Irak (işgale karşı direnişin olduğu bölge), Şii
Irak, Otonom Kürdistan. Irak’ta denenen yeni statüko oluşturma girişimlerinin, bölgenin diğer devletlerine doğru genişletileceğinin işaretleri
yapılan manevralardan ortaya çıkmaktadır. En son siyonist İsrail’in
Lübnan’ı işgal provası, Suriye ve İran’ın arasına tampon çekme girişimi, yeni statüko oluşturma alanlarını göstermektedir.
İttifak Politikaları
6
1. Körfez Savaşı sonrasında yeni ittifak politikaları şekillendi. Körfez Savaşı Irak’taki statükoyu sarstı ve zayıflattı. Sosyalist Sistemin
bölgede gerçekleştirdiği ittifak politikaları ve ağırlığı-dengesi ortadan
kalktı. ABD emperyalizmi Yakındoğu’nun merkezini kontrol altına aldı.
Bu durum, yeni ittifak arayışlarını ve bölgedeki stratejik yönelimleri tetikledi.
Yönelimlerin netleşmesinde Kafkaslar’daki, Balkanlar’daki, İç Asya’daki gelişmeler de etkili oldu. Belirginleşen ittifakları şöyle sıralayabiliriz:
a. Yunanistan, Bulgaristan, Güney Kıbrıs, Suriye, İran, Irak, Ermenistan, Rusya Federasyonu, Çin.
44
b. ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün, FKÖ, Mısır, Körfez ülkeleri.
c. Türkiye, İsrail, Ürdün, Filistin Özerk Yönetimi.
En önemli gelişmelerden birisi de Türkiye-İsrail Askeri Eğitim ve
İşbirliği Anlaşmasıdır (22 Şubat 1996).
2. Körfez Savaşı’ndan sonra ise Irak tasfiye edildiği için ittifak politikalarından çıkmak zorunda kaldı.
ABD, İsrail, Türkiye, Ürdün, Filistin Özerk Yönetimi, Körfez ülkeleri
bloğuna Özerk-Federatif Kürdistan da katıldı.
Emperyalist İttifak Lideri ABD Emperyalizminin Müdahalesi
İle Uluslararası Nitelik Kazanan “Filistin-Kürdistan Sorunu”
1. Körfez Savaşı sonrasında “Filistin Sorunu”, 2. Körfez Savaşı
sonrasında “Kürdistan Sorunu” burjuva çözümü çerçevesinde, ABD
emperyalizmi tarafından uluslararası gündeme taşındı. Ulusal sorunun
çözüm yöntemlerinden biri olan ‘burjuva çözümü’ ABD emperyalizminin kontrolünde bölgede gerçekleştirilme sürecine sokulmuştur.
Her iki sorun da çözülmemiş geç-ulusal sorunlardır. İki kutuplu
dünyada çözülemeden tek kutuplu dünyaya taşınan bu ulusal sorunları, tek kutuplu kapitalist dünyanın lideri ABD emperyalizmi müdahale
ederek çözmek istemektedir. Her iki ulusal sorunun çözümü, bölgedeki
statükoyu etkileyeceğinden ve statükoyu değiştireceğinden dolayı İran,
Türkiye, Suriye gibi ülkelerin tepkileriyle karşılaşmaktadır. Özellikle
“Kürdistan Sorunu”nun çözümü ‘burjuva çözüm’ çerçevesinde olsa bile
Kürtlerin yaşadığı diğer coğrafyaları da etkileyeceği düşüncesinden
hareketle bölgedeki bölgesel güç odakları, bu çözümün kendi topraklarına sıçramasından çekinmektedirler.
12 Ekim 2006
(Devam Edecek)
Dipnotlar:
1
2
3
4
5
6
Yavuz Gökalp Yıldız, Global Stratejide Ortadoğu, Der Yayınları, 2000, s.
VIII.
Veysel Çamlıbel, Kürt Solu-Newroz Kitap Dizisi 10, ABD’nin Irak Operasyonu, Kürtler ve Düşündürdükleri, s. 18.
İsa Gözaçtı, SORUN Polemik Sayı:1, Kapitalist-Emperyalizmin Yapısal ve
Hegemonya Krizi Derinleşiyor III.
Orhan İyiler, Körfez’in Kutsal Adakları, Akyüz Kitabevi, Mart 1991, s. 4958.
Coşkun Adalı, Emperyalizmin Ortadoğu’ya Müdahalesi, Sorun Yayınları,
Ekim 1991, s. 9
Yavuz Gökalp Yıldız, Global Stratejide Ortadoğu, Der Yayınları, 2000, s.
159.
45
Serhat Munzur
Bilim Üniversite ve Gerçekler -1
-Değerlendirme-
“Bilimsel bilgi” olarak adlandırılan terim, elbetteki farklı bilim disiplinlerinin bütününü içerisine almaktadır. Bilim, yaşamı bir bütün olarak
algılama işi ise eğer -ki bilim insanları bu gün bunu söylüyor:- “Bilim,
yaşamı kucaklayan bütün alanlarda bir gelişim sağlama ve bu alanları
birer araç biçiminde kullanarak bunu yapma işidir” deniyor. O halde;
sosyal, kültürel, politik, felsefî, antropolojik, tarihî, coğrafik, teknik, tıbbi
vb. alanlarda elde edilen veri ve bilgileri sistemleştirerek yeni veri ve
bilgilere ulaşma biçiminde bir gelişim sağlama ve bu alanları gelişimin
sağlanması için birer araç olarak kullanma, bu yöntemle toplumsal gelişimin önünü açma çabasıdır bilim.
Üniversitelerde Bilimsel Eğitim
Bugün TC devleti sınırları içerisindeki herhangi bir üniversitede bilimsel bir eğitimin var olduğunu söylemek son derece saçma bir belirleme olsa gerek. Üniversitede okuyan aklı başında her öğrenci, eğitim
sistemindeki bozukluğun, üniversitedeki yansıması olarak açığa çıkan
ezberci, mistifikasyona dayanan, idealizme bulaşmış, resmî ideoloji ve
onun tarih anlayışı olan resmî tarih anlayışına dayalı, Türk-İslâm sentezci, destansı, kelimenin gerçek anlamıyla masalımsı özelliklere sahip
bir eğitimin var olduğunu bilmektedir.
Sonuç itibariyle, üniversite öncesinden başlayarak, bilimsel olmayan bu türden bir eğitimden geçen ve kapitalist anarşinin yönlendirmesi sonucu, para kazanma hırsı ve amacı ile üniversiteye gelebilmiş birey, üniversitede beynine yerleştirilenlerle birlikte iyice gerçek bilgiden
uzaklaşmış, böylelikle de üniversite okumuş cahil yığını içerisindeki
yerini almış oluyor.
Kabaca tanımlamaya çalıştığımız bilim, üniversiteler vasıtasıyla
topluma yön vermek ve toplumsal gelişimi sağlamak amacı ile kullanılmaktadır. Üniversiteler, bilindiği üzere bilgi üretme ve bilim alanında
çalışmalar yürütme merkezleri olarak tanımlanırlar. Bir üniversitenin
varlık nedeni de budur zaten. Yani bilim alanında uğraş vermek, bilimsel bilgiyi sistematize etmek biçiminde kullanarak toplumsal ilerlemeyi
sağlamak. Bu yönü itibari ile üniversiteler ilk varoluş dönemlerinden
günümüze kadar toplumsal ilerlemenin manivelası görevini görmüşlerdir. Zira üniversitenin varlık nedeni olarak yaşam bulan, bilimsel bilgi
üretim sürecinde, fikirlerin kendilerini özgür bir şekilde ifade etmesi durumu ve buna bağlı olarak farklı düşüncelerin çarpışması sonucu ortaya çıkan yeni fikirler, toplumu, içinde bulunduğu iktisadî, sosyalkültürel, politik vb. konumlanışından daha ileri bir aşamaya sıçratma
özelliği taşımaktadır.
Bunun sonucunda ise Neruda’yı tanımayan edebiyatçılar, İzafiyet
teorisini açıklayamayan fizikçiler, Adem ve Havva’dan türediğine inanan hekimler ve öğretmenler, Klimanjaro’nun Latin Amerika’da olduğunu zanneden coğrafyacılar vb. üniversite okumuş cahil sürüsünün
parçası olarak her geçen gün çoğalarak toplumsal yaşamdaki yerlerini
almaktadırlar. Bu türden bir bilgi derinliğine(!) sahip bireylerin, toplum
içerisinde sosyal, kültürel ve siyasal alanda söz sahibi olduğu düşünülürse, üniversitenin varlık nedeni olan toplumsal gelişimi sağlama çabasının ne kadar vahim sonuçlara yol açtığı görülecektir. Hele birde bu
bilgi derinliğine(!) sahip bireylerin, kendi alanlarında, okullarda eğitim
veren öğretmenler oldukları düşünülürse, durumun vahamiyeti daha iyi
anlaşılacaktır.
Denilebilir ki, üniversitenin, temel uğraş alanı olan bilim disiplinlerinin gelişimine yönelik yoğun çabası nedeniyle, üniversiteyle ilişkilenmiş her bireyi ilişkilendiği oranda bilgi sahibi eden, geniş düşünmeye
iten ve yerel ölçekte, yaşadığı coğrafyanın toplumsal yapısının gelişimini, evrensel ölçekte ise tarihsel mirasıyla insanlığın gelişimini hedefleyen bilinçli bireyler yaratma gibi bir misyonu vardır.
Sınıf sömürüsüne dayalı kapitalist sistemin varolduğu her alanda
olduğu gibi, üniversitelerde ve üniversite eğitiminde de eşitsizlik kapitalist sistemin varlık nedeni olarak yaşam bulmak zorundadır. Üniversite
eğitiminde eşitsizliği koşullayan temel öge, yine ekonomi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bilim ve üniversitenin yukarıda açıklanan bu misyonunun, bugün
ülkemiz üniversiteleri için geçerli olduğunu ileri sürmek gerçekçi bir belirleme olmasa gerek. Üniversitelerin bugün içinde bulunduğu duruma
ilişkin bir saptama yapmak için, öncelikle üniversitelerin genel yapısı
hakkında bilgi edinmemiz gerekmektedir. Bu temelde ülkemiz üniversitelerinin yapısı hakkında ana başlıklara değinmek gerekirse:
46
Üniversitelerde Eşit ve Parasız Eğitim
Ağırlıkla emekçi sınıf ailelerinden gelen bireylerin eğitim gördüğü
devlet üniversiteleri, eğitim kalitesi, sosyal ve kültürel yaşantıdaki aktiviteleri ve koşulları, yurtları, yatakhaneleri, yemekhaneleri, öğrenci evleri, bilgi edinme sürecinde kullanılması gereken her türden materyali,
sağlık koşulları vb. bakımından, üniversiteye bilgi birikimi ve emeği ile
değil de parasıyla girebilen öğrencilerin varolduğu özel üniversitelerle
karşılaştırılamayacak boyutlarda eşitsiz bir durumdadır.
47
Özel üniversitelerde, sosyal ve kültürel aktiviteler için gerekli olan
tüm koşullar, tam teçhizatlı olarak hazırlanmıştır. Ancak sistem bu koşullardan yararlanma fırsatını sadece parası olanlara tanımaktadır. Zira özel üniversitelere sadece parası olanlar gidebilmektedir. Emekçi
halk çocukları, okumaya zorunlu bırakıldıkları devlet üniversitelerinde
tüm bu sosyal ve kültürel aktiviteleri gerçekleştirmek için gerekli olan
altyapıdan yoksundur. Bununla birlikte parası olanların okuduğu üniversitelerin yurtlarında, tek kişilik, son derece lüks ve konforlu, duşu,
mutfağı, kliması ile dört dörtlük odalara aylığı bin dolarlarla ödemeler
yapılırken, emekçi halk çocuklarının okumaya zorunlu oldukları devlet
üniversitelerindeki yurtlarda ise on, on altı kişilik odalarda son derece
elverişsiz koşullarda, ortak tuvalet, ortak duş kullanılmakta ve cezaevleri özentili sözde disiplin uygulamaları bulunmaktadır. Gene aynı şekilde parası olanların gidebildiği üniversitelerde okuyan öğrenciler ile
devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin beslenme, sağlık, bilgi
edinme sürecinde yararlanılması gereken materyal ve araçların kullanımı konusunda derin uçurumlar bulunmaktadır. Bir tarafta altlarında
pahalı arabalarla paralı üniversitelerin öğrencileri diğer tarafta ise belediye otobüslerini kullanmak zorunda olan devlet üniversitelerinin
emekçi halk çocukları.
Temelde sınıflı toplum yapısının, özelde ise paralı eğitim sisteminin bir sonucu olan özel üniversitelerin varlığı, eğitimde ve eğitim sonrasındaki yaşantıda büyük bir eşitsizliği yaratmaktadır.
Bununla birlikte devlet üniversitelerinin parasız olduğu söylenir.
Oysa her kayıt döneminde harç adı altında tüm öğrencilerden haraç
alınmaktadır. Alınan bu para ise üniversitelerde eğitim kalitesinin yükseltilmesi için kullanılmamaktadır. Her kayıt döneminde yüz binlerce
öğrenciden alınan bu paranın eğitime değil de militarist devlet yapısının daha da güçlendirilmesi amacıyla silaha ve savaşa aktarıldığı bilinen bir gerçektir.
Anadilde Eğitim
Anadil, adından da anlaşılacağı üzere, bireyin ebeveynlerinden
öğrendiği dil manasında kullanılır. Bununla birlikte çeşitli nedenlerden
kaynaklı olarak ebeveynlerin çocuklarına öğretemedikleri bir dil olarak
da varolabilir. Elbette ki bu nedenlerin başında, çokça karşılaşılan bir
uygulama olarak, dillerin, faşizan uygulamaların hüküm sürdüğü ülkelerdeki yasakçı ve baskıcı rejimler tarafından yasaklanması ve yok
edilmeye çalışılması gelmektedir. O halde anadil üzerine yapılacak bir
tanımlamada, bireyin o dili bilip bilmemesi her hangi bir belirleyici ölçüt
olarak değerlendirilemez. Son belirlemede anadili, -birey onu bilsin ya
48
da bilmesin- bireyin etnik ya da ulusal dili olarak adlandırmak mümkündür.
Yukarıda adı geçen, faşizan uygulamalarda bulunarak dilleri yasaklama yöntemini uygulayan, resmî dil olarak kabul edilen ezen ulus
dilinden başka tüm dilleri yasaklayan bir devlet mekanizması içerisinde
bulunmaktayız. Bu devlet mekanizması, kuruluşundan günümüze, dilleri sadece resmî alanda değil sosyal yaşantıda dahi kısıtlamıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, resmî dil Türkçe’yi bilmeyen vatandaşların
alış verişte dahi farklı dil kullanmalarına, rejim, çoğu zaman para, kimi
zamanda hapis cezası vermiş bu yöntemle rejim, resmî dilin dışında
her hangi başka bir dilin kullanılmasının sosyal yaşantıda da yasaklanmasını hedeflemiştir.
Anadilini, dünyayı tanımaya ve anlamlandırmaya başladığı dönemde öğrenen her hangi bir bireyin, zihinsel, kültürel, bilimsel ve sosyal gelişiminin ileriki aşamalarında farklı bir dille eğitim görme zorunluluğunda bırakılması, bireyin öğrenme ve bilgi edinme sürecini yavaşlatıcı bir etken olma özelliğini taşır. Bu da bireyin zihinsel, kültürel, bilimsel ve sosyal gelişimini olumsuz etkiler.
Eğitim ve üniversiteler ölçeğinde düşünüldüğünde, ana dille eğitimi iki biçimde ele alarak değerlendirmek durumundayız. İlk olarak bireyin gelişimi üzerindeki etkisini, bireyin kendi dilinde almış olduğu eğitimin daha verimli bir eğitim olacağı gerçeğini ve her bireyin kendi ana
dilinde almış olduğu eğitimin, farklı bir dilde eğitim görmenin yaratacağı öğrenme zorluğu nedeniyle eşitsizliği ortadan kaldıracağı gerçeğini
göz önünde bulundurmalıyız. Ülkemiz ölçeğinde düşünüldüğünde
resmî dil olarak adlandırılan zorunlu dil Türkçe’yi anadil olarak kullananların yanında, ilk öğrendikleri dil Kürtçe, Lazca, Dersimce, Arapça
vb. olan bireylerin Türkçe eğitim görme zorunluluğunda olmaları, daha
baştan, Türkçe dışında farklı bir dil kullanan bireylerin eşitsiz koşullarda -en azından dil alanında- eğitim gördüğü gerçeğini yansıtmaktadır.
Sıkça karşılaşılan bir örnek olarak vurgulamak gerekirse, Türkçe bilen
öğrenciler, ilkokul yıllarında, ilkokulda almaları gereken bilgileri edinme
çabasında iken, başta Kürt köylerinde olmak üzere Dersim ve Laz köylerinde Türkçe bilmeyen ilkokul öğrencileri, ilkokul yıllarının tamamını
bilgi edinmek yerine Türkçe öğrenmek zorunda bırakılarak geçirmektedirler. Bu durum ise anadilde eğitim almamış farklı etnik ve ulusal
yapıdaki öğrencilerin, kendi ana dillerinde eğitim almış Türk öğrenciler
karşısında hayata yenik başlamalarını yaratmıştır.
Anadil eğitiminin ele alınması gereken ikinci boyutu ise daha çok
toplumsal-evrensel ilişkisi eksenindedir. Anadilin kullanımını, sadece o
dili kullanan bireylerin kişisel gelişimlerini daha rahat sağlayabilmeleri
S.P. F/4
49
için değil, bununla beraber, politik, insanî, etik bir bakış açısı ile yaklaşmamız durumunda ortaya çıkacak olan, her ulusun her dilin kendisini yaşatma ve özgür bir şekilde yaşamın her alanında kullanma özgürlüğünün varolması içindir.
Yukarıdaki belirlemeler ışığında düşünüldüğünde görülecektir ki,
toplumsal gelişimin önündeki kanalları açmakla görevli olan üniversiteler ülkemizde bu kanalları açmak bir yana, toplumsal gelişimin önüne
set çekme amacıyla hareket etmektedirler. Her dilin kendini özgürce
ifade ettiği, dillerin eşit kullanım koşullarının yaratıldığı bir ortam toplumsal gelişkinliğin bir göstergesi ve aynı zamanda toplumsal gelişimi
hızlandıracak bir durumdur. Burjuva ideologları, bize, üniversitelerin
toplumun önünü açabilecek yegâne kurum olduğunu anlatadursunlar,
üniversite yönetimleri de anadilde eğitimin ve bu türden bir istemde bulunmanın suç olduğunu ileri sürsün. Bilindiği üzere yakın geçmişte -iki
binli yıllarda!- tüm burjuva yasallığı içerisinde anadilde eğitimin seçmeli
ders olarak, dilekçe verme yöntemiyle oldukça kibar bir istemi, üniversite yönetimleri, okuldan ve hatta YÖK’ten atma biçiminde cezalar vererek karşılamıştır.
Tüm bu koşullarda, “üniversitede anadilde eğitim için ne yapılabilinir” sorusuna verilecek en anlamlı yanıt, yan yana durarak BİRLİK
oluşturmamız gerektiğidir.
Üniversite-Polis-Ülkücü İşbirliği ve Ortak Saldırıları
Eğitim alanında varolan tüm bu çarpıklıkların yanında, üniversitelerin demokratik ve politik tutumları da sınıf sömürüsüne dayalı toplum
düzeninde sistemi yani sınıflı toplumu koruma adına hareket etmekte
ve bu yolda her türden antidemokratik ve faşizan uygulamalarda bulunmak biçiminde olmaktadır. Üniversitelerde, düşünen, sorgulayan,
üreten öğrencilere ve öğretim üyelerine karşı baskıcı uygulamalarda
bulunmaktan çekinmeyen üniversite yönetimleri bu uğurda öğretim
üyeleri ve öğrencileri okuldan atmakta, uzaklaştırma cezaları vermekte, soruşturmalar açmakta, üniversitelere giriş ve çıkışlarda cezaevi
uygulamalarını aratmayan kimlik kontrolleri, üst aramaları yapmakta,
bilim üretmekle görevli olan üniversiteye kimi zaman kitap, dergi vb. girişini yasaklamakta, toplumun ve gençliğin içinde bulunduğu çürümüşlüğe dur diyebilmek için politika yapan öğrencilere sert önlemler alarak
karşı durmakta, toplumsal gelişimin manivelası olarak adlandırdıkları
üniversitelere afiş sokmayı yasaklamakta, gençliğin kendi imkânları ile
gerçekleştirmeye çalıştığı etkinlikleri, şenlikleri, konserleri ve her türden sosyal aktiviteyi yasaklamakta, üniversitelere her an polis eşliğinde ülkücü faşistleri sokmakta, üniversite içerisindeki hemen her ilerici
50
etkinliğe polisi saldırtmakta, polis üniversite içlerine girerek üniversite
kantinlerinde öğrencileri bayılıncaya kadar gaz bombaları, kalaslar ve
coplarla dövebilmekte (İst. Üniv. Edebiyat Fak. 2006), tüm bunların yanında üniversite önlerinde bekleyen ülkücü güruhu üniversite yönetiminin ve polisin gözleri önünde devrimci öğrencilere saldırırken hiç bir
müdahalede bulunulmamakta âdeta üç maymunlar oynanmaktadır.
Üniversite öğrencileri içeri girişlerde zorla aranıp kimlik kontrollerinden
geçirilirken, üniversitelerle hiçbir bağlantısı olmayan tamamı ülkü ocakları gibi faşist kurumlardan gelen bir kısmı orta yaşlı olan faşist güruh
rahat bir şekilde üniversiteye girebilmekte ve üniversite içerisindeki polislerle ahbap çavuş ilişkisi sergiledikten sonra ellerinde kılıç kalkanlarıyla öğrencilere saldırabilmekte, gene ülkücü olarak bilinen üniversite
öğrencisi okulda silahını çekerek tehdit savurabilmekte (İst. Üniv. 2005)
ancak buna karşı hiçbir soruşturma açılmayabilmektedir. Yine üniversite polisi üniversite içerisinde bir öğrenciye ölüm tehdidinde bulunabilmekte (İst. Üniv. Edeb. Fak.2004), tüm bu antidemokratik uygulamalara
karşı geliştirilen en demokratik bir eyleme dahi üniversite yönetimi tarafından, polislere verilen direktifler doğrultusunda, öğrencilerin kafaları
yarılarak saldırılabilinmektedir. Bununla beraber, ülkücü faşistlerin denetiminde olan birçok taşra üniversitesinde faşist uygulamalar Nazi Almanya’sını ya da molla rejimlerini aratmayacak boyutlara varmıştır. Birçok taşra üniversitesinde saçı sakalı uzun olduğu için birçok erkek öğrenci dövülmüş, satırlanmış ve hatta ağır yaralanmıştır. Yine birçok öğrencinin saçları ülkücüler tarafından zorla kesilmiş, küpe taktığı için birçok öğrenci adı geçen güruh tarafından dövülmüş, insanların çenesindeki sakala tahammülü olmayan bu ülkücü faşistler el ele tutuşan sevgililere de tahammül gösterememiş ve bu nedenden kaynaklı olarak
birçok öğrenciye saldırılmış, Türkçe dışında (Kürtçe, İngilizce) konuşulduğu ve müzik dinlenildiği için birçok öğrenci dövülmüştür.
Tüm bu uygulamaların varolduğu ülkemiz üniversitelerinde hâlâ
bilimsel, demokratik ve eşit bir eğitimin varolduğunu söylemek ne kadar gerçekçi bir belirlemedir? Burjuva ideologları tarafından ortaya konulan üniversite tanımının ülke ölçeğinde bir karşılaştırma yapılması
durumunda ne kadar asılsız olduğu görülecektir.
Toplumsal duyarlılığı yüksek olması gereken her üniversite öğrencisi başta içerisinde yaşadığı toplumun sonraki aşamalarda ise
farklı toplumların ve insanlığın sorunlarına çözüm aramakla mükelleftir.
Sorunlara yaklaşım önceliğini belirlerken tümevarım yönteminin kullanılması uygun bir çözüm yolu olabilir. Son çözümlemede toplum sorunlarına cevap olabilmek amacı ile hareket eden her birey ya da daha
özel bir vurgulamayla her üniversite öğrencisi, başta doğru bilgi alınması durumunda toplumun dönüştürülüp-devrimcileşeceği gerçeğin51
den hareket ederek, toplumun içinde bulunduğu çürümüşlüğe kendi
içinde bulunduğu cepheden öğrenci cephesinden bakmak durumundadır.
Bilinen bir gerçektir toplumsal duyarlılığı olan her bireyin, toplumsal gelişimin sağlanması için yine toplumsal bir mekanizmada yani bir
örgütlenme içerisinde olması zorunludur. Bunun dışındaki her türden
bireysel çaba belli bir sınırı aşamayacak ve gerçek anlamda sorunların
çözümüne katkıda bulunamayacaktır. Ve belirli bir aşamadan sonra
sadece bireysel vicdanı tatmin etme aracı olarak varlığını sürdürecektir.
13 Ekim 2006
(Devam Edecek)
Tolga Ersoy
Resmî Tarih Polemikleri -7
-Polemik-
Birkaç yıl önce yaptığım bir çalışmaya, Martin Bernal’den alıntılayarak “tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” sözleriyle
başlamış ve naçizane bir eklemede bulunmuştum: “üstelik maaşlı tarihçilere hiç...” Son günlerde meydana gelen kimi tartışmalarla birlikte
bir boş zaman değerlendirmesi olarak gördüğüm maaşlı tarihçileri
okuma işi, üsteki aforizmaları yeniden sorgulamama aracılık etti. Acaba onlara haksızlık mı yapıyorduk? Ellerinden geldiğince yazmışlar,
çizmişler, ancak daha önemlisi hak etmeye çalışmışlar; bu kesin olan
bir şey! Uzun sıcak yaz sona erdiğinde bu okumalardan onlarca sayfalık notla -daha fazla değil- karşı karşıya kaldığımda, kendime boşa
zaman harcayıp harcamadığımı sordum, bugünkü polemik yazımız bu
öznel soruya aranacak bir yanıt olarak da ele alınabilir, bir antoloji denemesi olarak da. Yazının farklı bir yöntemle kaleme alındığını ve farklı bir okumaya hazır olunması gerektiği konusunda önceden bir uyarı
yapmakta yarar var. Bir diğer uyarımız ise bu kez biraz daha tehlikeli
sularda dolaşacağımız hakkında; tabii ki ucuz kahramanlık yapmamaya ve birazcık da pragmatik davranmaya dikkat edeceğiz. Şimdiden
eleştirmeye başlayabilirsiniz.
Yolculuğumuz 1913’e Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle -ya
da öldürerek- iktidara doğrudan ve açık bir şekilde gelen İttihat Terakki’nin üzerinden gizlilik perdesinin kalkmasa da aralandığı nadir tarihsel süreçlerden biri ile başlayacaktır. Biliyorsunuz ki, “merkez-i umumi”
adı verilen gizli, açık olmayan, geçirimli ve değişken bir yapının yönetim erkini tümüyle elinde tutması temel siyasî geleneğimizi oluşturmaktadır. İşte 1913’de bu yolla iktidara gelen parti/merkez-i umumi 1915
yılında en güçlü günlerini yaşamış, ardından on üç yıl süreyle merkezi
umumi=devlet hedefli bir iktidar mücadelesi yapılmıştır, bu bir iç mücadeledir. Anılan dönemde dahi gizliliğin temel siyasî yöntem olarak
sürdürülmesine azami özen gösterecektir ve bu on üç yıllık süreçte iktidar militer olduğu kadar paramiliter kurumlar aracılığıyla idame ettirilecektir.
1915 önemlidir. Çünkü partinin gizli yönetim aygıtı merkez-i umumi tümüyle meydanda görünmektedir, çünkü parti kendisini çok güçlü
hissetmektedir, güçlülüğün birçok argümanına sahip görünmektedir.
Diğer taraftan 1915’de olanların üstünün kapatılması, yok sayılması ve
dezenformasyonu için zor kullanımlı çaba gösterilmesinin ardında ya-
52
53
tan unsurlardan birisinin de bu yılda yaşanan olaylar nedeniyle gizli
merkezi umumi ilişkilerinin deşifre olmasının oluşturduğunu unutmayalım. Yönetim ve hükmetme “geleneğinin” deşifre olduğu ender tarih süreçlerinden birisini tanımlar 1915.
Bu bölümde, 1915’i kısaca değerlendireceğiz ve daha önceki yazılardan farklı olarak, resmî tarihin kendi içinde saklı olan polemik unsurlarını okumaya çalışacağız. İlginç ve eğlenceli ve daha önemlisi öğretici bir yöntem: resmî tarihin kendisini yeterince ele verdiğini göreceğiz, özellikle de erkini huzurlu hissettiği anlarda...
Okumaya geçmeden önce “yöntemimiz” ve tanımlamamız hakkında kısa bir açıklamada bulunmamız gerekiyor; herhangi bir kitabevi
ve kütüphaneye gidip ilgilendiğimiz konuyu kapsayan “resmî tarih külliyatı” arasından rast gele seçtiğimiz kitaplarda, kimi zaman açık bir şekilde dile getirilmiş, kimi zamansa metinlerin, paragrafların arasına
saklanmış, gizlenmeye çalışılmış düşünce ve niyetleri saptamaya çalıştım.
Raflardaki diziliş sırası rast gele seçimimize kolaylık sağladı; sıradan, seçtiğimiz bir sayı kadar atlayarak elimize gelen kitapları gözden
geçirdik ve Ermeni mevzuuna az ya da çok değinenleri ayıkladık ve
okuma zorluğunu da düşünerek kitap sayısının da zorunlu olarak az
olmasına özen gösterdik. Doğal olarak konuyla ilgili daha derin çalışmalar taramamızın dışında kalabildi, bunda yöntemimizle birlikte kitabevi portföyünün de etkili olduğu düşünülebilir. Ancak yeterliydi!... Sadece tanımla ilgili bir sorun çıkıyordu; “Ermeni” girişinin arkasına eklenecek tanımlayıcı kelime; onu da resmî tarih yazımına bıraktık: mevzu,
sorun, tehcir, mezalim en çok kullandıklarıydı. Hukukun sakıncalı gördüğü diğer tanımlamaları kullanan yoktu! Bizde onların diliyle yola devam edip mevzuu ya da sorun demeyi deneyeceğiz.
Diğer taraftan Ermeni sorununun yalnızca resmî ideolojinin değil,
yakın zamanlara kadar kendini resmî ideoloji/resmî tarih tezlerinden
bağımsızlaştıramamış “sol”un tabu konularından biri belki de en önemlisi olduğu anımsanırsa “resmî tarih” başlığı altında irdeleyeceğimiz ve
ismini vereceğimiz kitaplar arasında kendisini sosyalist sayan ya da
sanan yazarların çalışmalarının da bulunmasının kaçınılmaz olacağı
kabul edilmelidir. Hatta, resmî tarihten beslenen bazı “batılı” tarihçilerin
yazdıklarının da çok farklı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Rastlantıların bu çalışmada bize öğrettiği budur, diğer taraftan bu saptamamız
bizi “beslenme sorunları” üzerine araştırma yönünde kışkırtıyor. Farklılıklar yalnızca tonlamadadır. “Sol”dan sağ’a doğru gidildikçe tehcirin,
dolayısıyla bu süreçte olup bitenlerin reddine yönelik vurgu artmakta
ve Türklere yönelik katliamlar ritüellere/gösteriye dönüşen toplu mezar
54
açma seanslarıyla bu yaklaşım desteklenmeye çalışılmaktadır. Sol’da
ise durum “yaşanan an’ın koşulları” ya da “her iki tarafında mağduriyeti” gibi özgül olamayan yaklaşımlar arasında sıkışıp kalmış gibi gözükmekte, var olanın kabulüne ya da bu bağlamda resmî ideolojinin
tartışılmasına yönelik cesaretsizlik göze çarpmaktadır. Kaldı ki, döneme ait arşivlerin açılmaması ve bu durumunda son derece doğal karşılanması anılan tarihçilerin konumunu daha da tartışılır hale getirmektedir. Çoğu zaman arşivlerin açılma tartışması bile görünmez bir el tarafından engellenmekte ve -sözde- bilim ortamını derin bir sessizlik
kaplamaktadır. Kuşkusuz, geçmişinden korkan erk tarafından beslenenlerin -bu beslenme durumu yalnızca dünyevi değil manevi de olabilir- aynı korkuyu duyması da kaçınılmazdır. İncelediğimiz dönem 20.
yüzyılı içeriyor. Ancak bu yaklaşım, “zorla göçertme” olgusunun bu
yüzyıla özgü bir durum olmadığı, hep bir köprü olduğu iddia edilen
Anadolu topraklarının binlerce yıllık kaderi olduğu gerçeğinden bizi
uzaklaştırmamalıdır.
Yirminci yüzyılın başlarında yaşanan iki olayı, Ermeni ve Rum sorununu tarihçiler genel olarak “tehcir” başlığı altında inceler. Arapça
“hicret” kelimesinden köken alan tehcir bir yerden bir yere göç ettirme
anlamına gelmektedir. Ne var ki bu, göç olayının zorla oluştuğunu tümüyle vurgulayan, içeren bir tanımlama değildir. Oysa olay, bir halkın
yaşadığı topraklardan “bir başka yere” zorla göçertilmesi ve gerekli görülen tedbirlerin alınmasını ya da alınmamasını içermektedir! Tehcir bu
bağlamda önceden planlanmış, programlı ve sistemli bir harekettir.
Önce konuyla ilgili yaptığım okumalardan genel bir değerlendirme
yapılmasını gerekli görüyorum; Resmî tarihte “Ermeni Tehciri” olgusunu incelemeden önce, bu olguyla ilgili olarak bazı önemli noktaları kısaca belirtmek gerekiyor. Ermeni Sorunu’nun kanlı bir süreci olan zorla göç ettirmeyi, soruna bakışın merkezine yerleştirmek bizi bazı yanılgılara sürükleyebilir. Bunlardan belki de en çok gözardı edileni olgunun yalnızca 1915 yılına indirgenmesi ve soruna, bu nedenle oldukça
dar bir perspektiften bakılmasıdır.
Oysa anılan “sorun” ne yalnızca 1915’e, ne de 20. yüzyıla aittir.
Daha önceki yüzyıllardan itibaren başlayan, anılan tarihte oldukça kanlı ve acı bir dönemeçten geçen süreç, şu anki yaklaşımlar korunmaya
devam ederse bir yüzyıl daha maaşlı ve maaşsız “tarihçileri” oyalayacaktır! Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, büyük bir titizlikle korunan
ve saklanan döneme ait Osmanlı arşivlerinin açılması sorunun çözülmesi için bilimsel bir müdahale ortamının oluşmasını kısmen sağlayabilir. Hatta “iyi niyetli bir adım” gibi gözükebileceğinden kimilerine prestij bile sağlayabilir!
55
İttihat Terakki’nin yapılanması ve işin bu yapıyla -yüz yıllık merkezi umumi geleneği- olan ilişkisi göz önüne getirildiğinde arşivler konusunda da fazla iyimser olunmaması gerektiği düşünülebilir. Ancak tarihçilerin resmî tarihin dışına çıkacak cesaretten yoksun oluşları ve şovenizmle, geri dönüşüm yollarını tümüyle kapatacak şekilde beslenen
önyargıları, bu tartışılır bulduğum “bilimsel adım” yolunun tümüyle tıkanmasına neden olmaktadır.
1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren Ermeniler üzerine uygulan şiddet ve yağma hareketleri, imparatorluğun çöküş sürecine girmesinin de itelemesiyle sistemli bir politikaya dönüştürülmüştür. Abdülhamit’in “Hamidiye Alayları” bu politikanın çok belirgin bir örneğidir ve
bu yıllarda yaşananlar 1915-16 yıllarının habercisidir. Abdülhamit yıllarında ilgili sorunların çözümü, Kürt aşiretlerinin oluşturduğu “çeteler”
aracılığıyla sağlanıyor, Hamidiye Alayları adı verilen bu hukuki çeteler
yetersiz kaldığında Osmanlı ordusu devreye sokularak sorun hallediliyordu. Bu durum hükümete dış politikada da bazı kolaylıklar sağlıyordu. Ancak bölgesel çıkarlar -bunu “emperyalist politikalar” şeklinde
okumakta olanaklı- gündeme geldiğinde Ermenileri anımsayan “batı”,
vicdanını rahatlatma yolunu Osmanlı üzerinden sağlıyordu, bu da emperyalizmin bu bağlamdaki pragmatik yaklaşımını örneklemektedir. Bu
örnek devamlılık göstermektedir.
Genellikle bir provokasyonu takiben başlayan yağma ve katliamlar
hızla bölgeden bölgeye yayılıyor, zaman zaman ilginç bir şekilde şiddeti azalıyor sonra yine provokasyon olduğu kuşku götürmez bir olayın
ardından tekrar ve daha şiddetli bir şekilde başlıyordu. Burada okuyucuyu yanılgıdan kurtaracak bir diğer unsuru anımsatmak zorunlu oluyor. Bu yanılgı, Ermeni Sorunu’nun tümüyle Doğu Anadolu’ya hapsedilmesiyle ilgili.... Gerek anılan yıllarda gerekse ele alacağımız “tehcir”
yıllarında Anadolu’nun birçok ilinde Ermeni nüfus bulunmaktaydı.
Trabzon’dan Erzurum’a, Sivas ve Diyarbakır’dan Ankara, Kastamonu, Bursa’ya dek tüm illerdeki Ermeni halkı bu şiddetten payına düşeni alıyordu. İstanbul ve Trakya illerinde yaşayanlar ise, elçiliklere ve
“Avrupa”ya yakınlıkları nedeniyle ve konjonktürel durumun kendilerine
sağladığı şanstan zaman zaman yararlanıyorlardı!
Abdülhamit “istibdadına” karşı ortaya çıkan ve imparatorluğu kurtarma sloganı etrafında örgütlenen Jön Türk hareketi ve 1908 darbesi
ile rahatlamayı uman Ermeniler bu umutlarının kısa bir süre sonra
söndüğünü gördüler. Çöküşe “pan-türkizm”le karşı koyma hezeyanına
kapılan İttihat ve Terakki yönetimi, iktidara gelişinin ardından Anadolu’daki Ermenileri gündemine aldı, Ermeniler pan-türkizm ile KafkasyaOrta Asya arasında, üstelikte müslüman olmayan bir halk olarak varlık56
larını sürdürmeye çalışıyorlardı. Emperyalist paylaşım savaşının sonucunda ortaya çıkan kaotik ortam, uzun zamandan beri düşünülen planın uygulamaya sokulması için eşi bulunmaz bir fırsat yaratıyordu. Ve
böylece kimi yazarlara göre üç yüz bin kimilerine göre ise bir buçuk
milyon Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanacak süreç başladı.
Bugün birçok yazar ulusal kimliklerin oluşmasında bir başka ulusu
“düşman” olarak görüp mücadelede hedef olarak seçmenin önemi konusunda çeşitli teoriler ortaya sürerler. Bunun doğru olduğunu kabul
edersek, Türkler için 20. yüzyılın başlarında ve devamında Rum ve
Ermenilere duyulan nefretin realizasyonunu, daha kolay yapmak olanaklı hale gelir.
Batı’da sürekli toprak kaybeden bitik Osmanlı için kurtuluş Doğu’ya, Orta Asya’ya açılmaktan geçiyordu. Bu yaklaşımın realizasyonu
ise “Türkçülük” ideolojisiyle yerine getiriliyordu. Kuşkusuz yüzyıllardır
“ümmet” kavramı ile yetişmiş Osmanlı “aydını” için Türkçülük ideolojisinin de somut bir çıkış noktası bulması zorunlu hale gelmişti. Bu nedenle “Türk Yurdu” ve “Türk Ocağı” kavramları “Hıristiyan unsurlardan
arındırılmış bir toprak parçasını” dayatmaktaydı. Ve artık iş sadece
eyleme kalmıştı!
Ana konu ya da metin arasında Ermeni Tehcirine değinen resmî
tarih kitapları gözden geçirilirken dikkati çeken bir diğer unsur da konuya ait yaklaşımların belli başlı tezler etrafında dönüp durmasıdır. Ve
bu yaklaşımların tümü ya resmî görüşü doğrudan desteklemekte ya da
resmî görüşteki kimi çelişkileri onarma-kapama işlevine yardım etmektedir. Bu yaklaşımlar, ana hatlarıyla şu biçimlerde sınıflandırılabilir:
1) Süre giden Ermeni isyanları ve Ermenilerin 1. Dünya Savaşı
yıllarında ve öncesinde Ruslarla ittifak yaparak Osmanlıyı zayıflatan
-Osmanlı ordusunu arkadan vuran- hainlikler yapmaları... Bu şekliyle
Ermenilere bir müdahalenin kaçınılmazlığı ve meşruluğu. (Ermenilerin
askerden kaçtıkları şeklindeki söylemler bu bağlamda bireysel ayrıntılara kadar inebilmekte ve neredeyse Osmanlı ordusundaki tek tek Ermeni askerlerin bireysel ihanetlerinin orduyu zayıflatarak yenilgiye sürüklediği görüşü satır aralarında sık sık dile getirilmektedir.) Diğer taraftan birçok resmî tarih kitabında bu tezlerle çelişen bir şekilde “savaştan önce Osmanlı ordusundaki Ermeni askerlerin tümüyle silahsızlandırıldığı” bilgisi yer almaktadır. Ermenistan “hayali” ile Ermeni halkının kandırılıp ülkeyi bölmek için Türklere saldırdıkları ve hainlik yaptıkları, böylesine emperyalist oyunlara gelinmemesi, tüm “bölücü” hareketlerin aslında emperyalistlerin birer oyunu olduğu tezleri ise en çok
kendisini antiemperyalist ve solcu sanan “sol Kemalist” yazarlar tarafından dile getiriliyor.
57
2) Ermenilerin bulundukları topraklarda özellikle de Doğu Anadolu’da, Türk ve diğer Müslüman halklara karşı sürekli ve sistemli katliam
girişimlerinde bulunması... Bu, özellikle şovenistlerin en fazla etrafında
dönüp durdukları ve toplu mezar gösterileriyle kitleye yönelik propagandayı aktif -ve isterik- bir şekilde yaptıkları konudur. Dönemi inceleyen birçok çalışmada “Ermeni mezalimine” ait sayfalar dolusu bilgi
bulunurken tehcir olayına hemen hemen hiç yer verilmemesi de bu
yaklaşımın uç bir noktasını oluşturur.
3) Rusların Anadolu’da yayılmak amacıyla Ermeni aydınları kullanma düşüncesi... Rusya’da gelişen “yeni” düşünce akımlarının Ermeniler arasında filizlenerek Osmanlı’da bölünmeye yol açacağı korkusu kuşkusuz ilk iki yaklaşıma göre daha entelektüel düzeyde tartışılmaktadır! Diğer taraftan bugünün tarihçisinin hâlâ Osmanlının parçalanmasının nedenlerini anlayamadığı ya da onu yeterince analiz yapamadığı düşünülebilir; hadi onların bilgi ve birikimlerine bu kadar da
haksızlık yapmayalım ve durumun bir hazımsızlıktan kaynaklandığını
ya da tümüyle psikolojik bir sorun olduğunu da not edelim!
4) Olayı salt 1915-16 yılları ile sınırlama yaklaşımı... Bu yaklaşımla Ermeni Sorunu bir savaş psikozu olgusuna indirgenmek istenmektedir. Böylece savaş yılları karmaşasında meydana gelen “üzücü”
olayların bir sorumlusunun olamayacağı görüşü empoze edilmeye çalışılmaktadır. Bu yaklaşımın kendisini sosyal-demokrat olarak tanımlayan yazarlar arasında fazlasıyla yer bulması oldukça ilgi çekicidir. Böylece, önceki yüzyıllardan başlayıp 1915-16 dönemecinden geçen ve
“Varlık” vergisi ile günümüze uzanan “sorunun” tartışılması oldukça sığ
bir ortama çekilmektedir.
5) Haksız kazançla zenginleşen, bunun sonucunda da Türk halkının yoksullaşmasına neden olan Ermenilerin mallarına el koyulmasının
meşruluğu... Böylece gerek Ermeni gerekse Rum tehciri sırasında yapılan mülkiyet devirleri/kamulaştırmalar ya da “sermayenin Türkleştirilmesi” yasallaşmakta ve günümüzdeki, Kuvayı Milliye/Müdafaa-i Hukuktan beslenen birçok sermaye grubunun haklılığı da böylece kanıtlanmış olmaktadır!
6) Ulus-devlet anlayışının gelişmesine paralel olarak Ermenilerin
yetki alanlarının kısıtlanmasının zorunluluğu... Bu yaklaşımda Osmanlının varlığını sürdürebilmesi için “kısıtlamanın” meşruluğuna vurgu
yapılmaktadır.
7) Ermenilerin doğuda zaten azınlıkta olduğu... Böylesine garip bir
yaklaşımın etrafında katliamı onamaya çalışma hakkında fazla bir söz
söylenemiyor. Nüfus çalışmaları ile bu tez doğrulanmaya çalışılıyor.
Açılmayan arşivlerden her nasılsa nüfus kısmı cımbızlanıyor.
58
8) Uçlarda bir diğer yaklaşımı ise “yok sayma” oluşturmakta... Sorunu “tümüyle yok sayma” eğilimi içine girilebiliyor. Bu yaklaşım sonuçta; “sol”da bildiğimiz-gördüğümüz sularda gezinirken, “orta”da Ermeni
tehciri diye bir şey olmadığı, “sağ”da ise Ermenilerin olmadığı noktasına varabiliyor.
9) Emperyalist tuzak tezleri... Bu tezlerin ulaştığı noktada, yeryüzündeki “dost” ya da düşman tüm ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti’nin
büyümesinden korkup sürekli olarak bölücüleri destekledikleri ve bununda önemli örneklerinden birinin “Ermeni Sorunu” olduğu sanrısına
kapılana biliniyor.
10) Resmî tarih yazılarında konunun tartışıldığı bir diğer ekseni
ise tehcir kararını alan kişi ya da kurumun kimliği oluşturuluyor. Sonuçta karşımıza Talat Paşa ve Enver Paşa ile başlayıp İttihat ve Terakki’nin ismi çoktan unutulmuş üyelerine varabilen bir isim listesi çıkıyor.
Kuşkusuz, toplamda böyle bir listenin hazırlanmış olması uygulamanın
ve benzeri uygulamaların bir devlet politikası-geleneği olduğu gerçeğini de gizlemeye yarıyor. Asıl ilginç olan nokta ise İttihat Terakki ve partinin lider kadrosunu neredeyse tümüyle olumsuzlayan Kemalist tarih
yazını bu konuda onları suçlamaktan özenle kaçınmasıdır. Gerek Lozan yazışmalarında gerekse Nutuk’ta Osmanlıya ait birçok “şey” reddedilirken, ısrarla korunan unsurların başında “Ermeni Sorunu” geliyor.
11) İletişim sorunları... Olup bitenlerden merkezi idarenin haberinin sonradan olduğu ve yerel yöneticilerin insafsız ve başıbozuk davranışlarının ölümlerin başlıca nedeni olduğu şeklindeki yaklaşım resmî
ideolojinin olayı de facto kabullenmemesinin araçlarından birisi oluyor.
Yerel çete ile “merkezin” çatışması ya da kimi zamanlarda çatışıyor gibi görünmesi bir gelenek mi?
12) İlginç bir tez... Ermenilerin vesaire nedenlerle değil göç sırasında ortaya çıkan hastalıklar nedeniyle, olumsuz iklim koşulları nedeniyle vb. öldükleri ortaya sürülmektedir. Bu yaklaşımın en şovenist
ucunda ise Ermenilerin bu göçe kendi istekleriyle başladıkları gibi son
derece şaşırtıcı görüşler yer almaktadır.
Buraya kadar sıraladığımız, resmî tarihin konuya bakışını özetleyen yaklaşımların birbirine göre ağırlığı ve üstünlüğü bulunmamaktadır. Sadece yazarın siyasî kimliğindeki farklılıklar ağırlığın göreceli olarak birinden bir diğerine geçmesine yol açmakta çoğu kez de yukarda
sıraladığımız “tezler” bir arada ve karışmış bir şekilde dile getirilmekte
ya da konjonktürel olarak bu yaklaşım ya da tezlerden birine, birkaçına
ağırlık verilebilmektedir.
Yazımızın bundan sonraki bölümünde birçok “popüler” yazar ve
araştırmacıdan alacağımız örneklerle bu bakış “itiraf ve iftira” eksenin59
de sorgulanmaya çalışılacaktır. Konuyla ilgili tüm yazın dünyasının taranmasının olanaksızlığını hatta gereksizliğini okuyucu kabul eder
kuşkusuz; tekrarlarsak, söz ettiğim tarzda rastlantıların kaderine sığınarak seçilmiş on yedi kitap alıntılarıyla ele alınırken birçoğunun sadece yazar ismi verilecektir.
“Birinci Dünya Harbi içindeki karşılıklı Türk-Ermeni boğuşması ve
hesaplaşması, öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinin unutulması daha iyi
olacak bir sayfasıdır. Bunun ilk ve asıl sorumlusu hangi taraftı? Kimlerdi? Gene sanıyorum ki, bu suallerin cevaplarını araştırmamak ve hikayeyi ebediyen unutmak daha doğrudur.”
T.C. tarihinin ünlü döneklerinden ve Kemalizmin “kadro”lu ideologlarından Şevket Süreyya Aydemir, “kızıl elma” peşine takılıp çıktığı “turan” yolculuğunda, Suyu Arayan Adam adlı anı kitabının Erzurum durağını yazarken, tarihe ve dolayısıyla gelecek kuşaklara unutmayı dayatıyor. Unutma olgusunun geleneksel eğilimlerimizden olduğu anımsanırsa Aydemir fazla yadırganmayacaktır. Nitekim birkaç satır sonra
da resmî tarihin konuyla ilgili temel tezlerinden birisini ilginç bir şekilde
kurgulamaktan geri kalmıyor: “Tarihte kısa süreli bir Ermeni devleti izlenebilmektedir. Ama daha ziyade Asurîler, İranlılar, Romalılar arasında bocalayan, şu veya bu devlete haraç veren birtakım beyliklerin hikayeleri, yarı aydın bir kısım Ermenilerin elinde bir ihtilal edebiyatına
daima konu olabilmişti.
Birinci Dünya Harbi ile beraber Anadolu’nun öyle yerlerinde Ermeni isyanları olmuştu ki, etrafları Türk halkıyla çevrilen, hiç bir yabancı memleketle bitişiği olmayan bu iç bölgelerde, orduya isyan edebilmek için bir cemaatin, düşünce ve mantıktan ne derece uzaklaşması
lâzım geldiğine insan hakikaten şaşardı.”
Aydemir, kan, ölü, çürüyen ve yanan insan eti kokuları arasında
“turan yolculuğuna” devam eder. Bu haliyle bile anılarını anlattığı bu kitap “iddialı” diğer biyografi çalışmalarından daha dürüst ve hiç kuşkusuz daha nesneldir. Örneğin “Tek Adam” adlı Mustafa Kemal Atatürk
biyografisinde Ermeni sorununa hiç değinmezken, “Enver Paşa”da sorunun anlatımında resmî tarih kendisini tüm tutuculuğuyla hissettirmektedir. Bu kitapta Enver Paşa’nın yaşamından çok “Türkçülüğü” bir kişide fetişe etmeye yönelik çaba olarak göze çarpmaktadır. Gittikçe küçülen imparatorluk, yazarın deyimiyle “Türklüğün dahi kaybolması”
tehlikesini ortaya çıkarmıştır ve tarih bundan böyle, Türklüğü her ne
pahasına olursa olsun koruma tarihine dönüşecektir. Dolayısıyla Aydemir’in Enver Paşa’da anlattığı gibi, Talat Paşa’nın Berlin’e kaçarken
önemli bir kısmının Ermeni tehciri ile ilgili olduğu düşünülen bavullar
dolusu belgeyi imha etmesi bu bağlamda kolayca anlaşılabilir bir hare60
ket olmaktadır. Diğer taraftan bölgede yaşananlar, Aydemir’in deyişiyle
“Halk arasında Ermeni Kırımı şeklinde yerleşmesine vesile verecek
uygulamalar”, yapılanların satır aralarına gizlenmeye çalışılmış izleri
olarak değerlendirilebilir. Unutulması gereken olaylar tanımlaması, “ön
yargı” ve “söylenti” metaforuna uğramıştır. Aslında değişen belki de
Aydemir’in “devlet”le olan ilişkisidir.
Yazdıklarıyla “Atatürk’ün eşsiz takdirlerini kazanan” Aydemir’den
çok sonra, onun ekolünden yetişen ve kendisini birçok platformda solsosyal demokrat olarak tanımlayan en son olarak da “en eski” siyasî
partimizin “tarih bilirkişiliğini” yapan Tevfik Çavdar ise, bu Türkiye
“sol”unun tabu konusuna yaklaşmakta Aydemir kadar bile cesaretli
olamamaktadır. Bugün artık adı Ermeni Tehciri ile özdeşleşmiş olan
Talat Paşa’yı anlattığı kitabında, Ermeni hareketlerini emperyalist bir
planın parçası olarak gösterme eğilimi ilgili bölümlerde “sorun” Çavdar’ı zorlama bir yazım üslubuna götürür. Anılan bölümün kitabın tümü
içindeki ayrıksılığı hemen duyumsanabilmektedir.
“Tehcir” başlığı altında konuyu incelerken tehciri anlatmak yerine
Anadolu’daki Ermeni hareketlerini anlatmayı tercih etmesi, sebebi ne
olursa olsun yüz binlerle ifade edilen ölümleri açıklamakta kuşkusuz
yetersiz kalmaktadır: “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki değişik etnik gruplarda olduğu gibi Ermeni topluluğunun savaşımı da emperyalist ülkelerin istekleri doğrultusunda düzenlenmiş ve gelişmiştir.” diyen Çavdar
daha sonra Ermenilerin bölgede zaten azınlıkta olduğunu iddia eder ve
ilginç bir noktaya ulaşır: “...Doğu Anadolu’ya yönelik reform önerilerinde sivil ve askeri yönetimde Ermenilere Müslümanlarla eşit temsil hakkının sağlanması da istenmekteydi ki, azınlıkta olan bir halk için bu,
demokratik olmanın da ötesinde bir istekti.” Konunun tümüyle dışına
çıkalım bir “komünist” parti yazarının “yerel ölçekli eşit temsil hakkını”
tanımlamasını ve bu isteme karşı duruşunu not edelim! “Tehcir” başlığı
altında tehciri anlatmama ısrarı Çavdar’ın bildik tezler etrafında dolaşmasına neden olmaktadır.
Bu yaklaşım genel olarak “sol” kimliğinde tartışılması gereken bir
yönünü oluşturur ve “sol”un resmî ideolojinin tabu konularına yaklaşımındaki tutarsızlıkları örnekler.
Çavdar’ın yazıları nesnel bir tarih çalışmasından çok, günümüze
aktarım yapmak amacıyla tarihi kullanma amacı gütmektedir. Bu çabanın ulaştığı nokta daha da ilginçtir. Döneme ve konuya ait tek bir orijinal kaynağın referans gösterilmediği çalışmada Ermeni hareketi ile
Filistin’deki Yahudi kolonizasyonunun başlaması özdeşleştirilmeye çalışılır. Ermenistan devleti kurulmasının bölgede yalnızca İsrail devletini
rahatlatacak emperyalist bir plan olduğunu ileri süren -ya da paragraf61
taki betimlemeyle “gören”- Çavdar şöyle devam eder: “Bu görülüp,
kamuoyu aydınlatıldığı anda Ermeni Özgürlük hareketinin temel dayanakları ortadan kendiliğinden kalkacaktır.” TKP’nin de arasında olduğu
“ulusalcıların” özgürlük kavramına yaklaşımını anlayabilmek için ilginç
bir örnek; özgürlük hareketinin temel dayanaklarını uzaktaki bir başka
devletin oluşumuna bağlayabilen Çavdar, tehcir olayına ilginç bir şekilde çok daha sonra yayınladığı geniş kapsamlı bir başka çalışmasında
yer verir: Türkiye’nin Demokrasi Tarihi adlı çalışmasında olayı şu sözlerle ele alır: “Savaş döneminde bugün dahi büyük tartışmalara neden
olan Ermeni tehciri yaşandı.
Özellikle doğuda cephe arkasında Ermenilerin Türk ordusunu arkadan vurma çabaları bu kararın alınmasında en büyük etkendir. Gerçek olan şudur ki, Rus ordularının ileri harekatı sırasında Erzurum’da,
Van’da ve Doğu Anadolu’da Ermeniler büyük zulümler yapmışlardır.
Tehcir olayı da çok acıklı sonuçlar veren bir mecburi göç olayıdır. Yani
terazinin iki kefesi de acıyla, ölümle doludur. Bu konunun ayrıntısına
kitabın dar çerçevesi içinde girmek istemiyoruz.”
Burada bir soru daha sormak zorunlu oluyor. Çavdar haklı olarak
1839’dan 1950’ye kadar geçen “demokrasi” tarihimizi anlatırken “bu konuya” girmeyebilir. Ancak Talat Paşa’yı ve “Tehcir’i” anlattığı geniş hacimli kitabında “konuya” niçin girmemiştir? Çavdar sol’un savruluşuyla
paralel olarak Ermeni tehciri tezlerinde de bulanıklık yaşamaktadır.
Yazıya anı ve biyografilerden yaptığımız örneklemelerle devam
edelim. Eski İttihatçı, sonra Kuvayı Milliyeci Celal Bayar’ın da konuya
yaklaşımının diğerlerinden farklı olmadığı düşünülebilir. Tehcir ve taktil
gibi suçlamalarla doğrudan karşı karşıya kalan Bayar’da benzer yaklaşımlarla kendini savunmaya çalışır. Ve savunmasının ana eksenini
Ermenilerin, savaş sırasında Osmanlı ordusuna karşı ayaklanmaları
oluşturur. Bu durumu doğrudan “vatana hıyanet” olarak değerlendiren
Bayar, Türk’e düşman olan dış devletlerin (!) tahriklerini de sıkça savunmasına dayanak yapar.
Bunun yanında birkaç sayfa arayla birbiriyle çelişen ifade ve notların aktarımı da ilginçtir. Ben’de Yazdım/Milli Mücadeleye Giriş başlıklı
anı kitabında önce bir emir verildiği taktirde buna uyacağını söyler, ancak sözleri süre giden tehdidi de göstermektedir: “Umumi merkezden
Ermenilerin tehcir veya öldürülmeleri için emir aldığımız veya böyle bir
karar olduğu keyfiyetine gelince: Merkezin böyle bir kararı olduğunu
bilmiyorum. İttihat ve Terakki disiplini olan bir kuvvetti. Eğer dediğiniz
gibi, bir karar olsaydı ve bize bildirilseydi, düşünmeden itaat eder, tatbikine geçerdik. O zaman da, hiç olmazsa, yaptıklarımızın izleri kalırdı.”
62
Bu ifade 1919 yılında verilmektedir ancak Bayar birkaç sayfa sonra geriye döner ve Doğu Anadolu’da meydana gelen olayları anlattıktan sonra 14 Mayıs 1915 tarihli bir hükümet kanunundan bahseder. Bu
kanunun birinci maddesinde, silahlı saldırı ve direnme halinde karşılık
verilmesi emredilmekte ve bu karşılığın ne olabileceği 2. madde ile
tamamlanmaktadır: “Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka (tümen) kumandanları askeri icaplara mebni veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahalisini münferiden (birer birer)
veya toplu olarak diğer mahallelere sevk ve iskan ettirebilirler.”
Bayar bu emre uyulduğunu ve savaş bölgesi ile stratejik bölgelerden Ermenilerin uzaklaştırıldığını ve bu süreçte görevlerini kötüye kullananların idam cezasına çarptırıldığını söylemekten de geri kalmaz.
Bu nedenle hapsedilen Vali Doktor Reşit Bey’in intiharına da yer verirken sözlerini şu şekilde sonlandırır: “Ailesine bıraktığı evrak arasında
Ermeni meselesine ait vesikalarla bağlı olduğu makamdan aldığı emir
ve talimat da vardı. Bugün tarih için değer olan bu belgeleri ilerde kendisini müdafaa için saklamış olması hatıra gelir.” Ancak, niçin kendisini
müdafaa etme gereği duyabileceğinden -kime karşı? Neyi göstererek?- söz edilmez.
Siyasî yaşamındaki zigzagları ve “USA” patentli “vatanseverliğini”
çok iyi bildiğimiz Celal Bayar’ın kapsamlı anıları konumuzla ilgili birçok
ip ucunu daha içermekte ancak onun “Ermenileri ‘Hıristiyan’ oldukları
için toptan kılıçtan geçirtmekle” suçlanan Abdülhamit için yaptığı birkaç satırlık övgüsü, anıların diğer bölümleri için de fikir verecektir: “Abdülhamit’e gelince, rahmetli hakan en kuvvetli tarafından vurulmak istenilmiştir. Onun yaptığı, her devlet başkanı, her kral ve imparator gibi
memleketini, baş kaldırmakla, ayaklanmalarla parçalamak isteyen siyaset zorbalarını tenkil etmekten ibaretti.”
Anı-biyografilerden son örneği, son zamanların Türkçüsü/Kızıl
Elma ideologu cuntacı Kemalistlerimizden İlhan Selçuk’un “bestseller”
olan “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” adlı çalışması. Suyu Arayan
Adam’a benzer şekilde bir arayış anlatısı olan kitapta Yüzbaşı Selahattin’in savaş anılarına yer verilir. İlginçtir ki Yüzbaşı Selahattin Bey,
1915 yılında doğu cephesinde Ruslara ve Ermenilere karşı savaşmasına, ardından da Kütülammare ve Bağdat’ta bulunmasına yani neredeyse Ermeni tehcir yolunu izlemesine rağmen -Atay’ın “Zeytindağı”nı
anımsayın- anılarında tehcir olayına hiç yer vermez. Bu durum olayı
“yok sayma” eğiliminin güzel bir örneğidir.
Kitapta yalnızca bir dipnotta kıyım hakkında küçük bir ipucu vardır. Savaşın başladığı günlerde İstanbul Merkez Komutanı Binbaşı Halil hükümet adına Ermeni patrikliğine iki maddeden oluşan bir nota ve63
rir: “1. Biz savaşta ya galip geleceğiz ya da yenileceğiz. Eğer bu dönemde siz bize kötülük yapmazsanız ve biz galip gelirsek, merkezi
Erivan olmak üzere bir Ermenistan kurulmasını (Türk-İran-Rus topraklarında) kabul ederiz. Yok yenilirsek zaten büyük devletler bunu yapacaklardır. 2. Ermeniler düşmanlarımıza yardım ederlerse, o vakit Türkiye’deki bütün Ermenileri mahvederiz. Galip gelir ve Kafkasya’ya geçersek orada aynı davranışı devam ettiririz. Yenilsek dahi Ermeniler
için kazanç yoktur.” Kuşkusuz Ermenilerle savaşların anlatılıp, tehcir
olayının yok sayılması-anlatılmaması, bu dipnotla birlikte daha anlamlı
olmaktadır ve İlhan Selçuk’un bugünkü -aslında her günkü- duruşu
anımsandığında bu yaklaşım fazla yadırgatıcı olmayacaktır.
Bundan sonra da Ermeni Tehciri sırasında hükümet olan İttihat ve
Terakki’yi anlatan kitaplarda olayı izlemeye çalışalım. İttihat Terakki
üzerine belgelere dayalı ayrıntılı bir kitap yazan Tarık Zafer Tunaya,
Türkiye’de Siyasal Partiler-İttihat ve Terakki adlı kitabında Ermeni Sorunu’nu emperyalistlerin oyunu, Ermenilerin ayaklanması ve Rusya’nın
kışkırtması ana eksenlerinde anlatır. Yaklaşık yedi yüz sayfalık incelemede Ermeni Sorunu’na yalnızca üç sayfa ayrılması da bu genel tavrı destekleyen bir yaklaşımdır. Önce “Ermenilerin, bitmek bilmeyen ıslahat isteklerinden ötürü sürüldüğü”nden söz edilir.
Bir başka ulus için, örneğin Türkler için en doğal hak olarak görülen ıslahat ve özgürlük isteğinin başka bir ulus tarafından istenmesinin
yadırganması, bu “ünlü” tarihçimizin ve onun izinden giden diğerlerinin
mentalitesini özetler. Birkaç sayfa sonra konu “Ermeni Sorunu”na gelir.
Önce Rusların desteği ile Ermenilerin Doğu Anadolu’da bazı hak istemlerinden söz edilir, ardından savaş yılları içinde Ermeni-OsmanlıRus ilişkilerine kısaca değinilir: “Ermeniler ittihatçılar tarafından, Rusya’ya karşı ihtilalci bir tavır alma önerisini “hıyanet” olarak tanımlıyorlar
ve böylece Rusya’yla savaşa girmiş Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi
ülkesinde Rusya lehine hareketlerle yenilgiye sürüklemek istiyorlardı.
“Tehcir” denen olay bu karışık durum içinde görülmektedir.” Yazar
sonraki sayfada bağımsız Ermenistan kurma girişimlerinden söz eder
ve: “Ermeni meselesi, Umumi Harp sonuna bırakılmış bir çözümsüzlük
içinde gösterilse de aslında yüzyıllarca bir arada iç içe, dost yaşamış
iki milletin arasını açmış olan emperyalist devletlerin karışmasıyla tamamen ters bir yöne döndürülmüştür...” der, tehcir olayına yalnızca
yukarda gösterdiğimiz kadar değinir!
ginç bölümler içerir: “...Erzurum’da ordunun hareketlerini zorlaştıran
Ermeni çeteleri vardı. Bunlar başları sıkıştıkça Ermeni köylerinden
yardım ve himaye görüyorlardı. Kiliseler silah deposu halindeydi. Tehcir çaresizdi. Her yerde intizamlı bir şekilde kalındığını ve zaruretin
icaplarının dışına çıkılmadığını iddia edecek değilim. Birçok yerde
düşmanlıklar bu münasebetle patlak verdi. Hiçbir suretle istemediğimiz
kötülükler oldu.
Birtakım memurlar haddinden ziyade zulüm ve şiddet göstermişler, bir hayli masum haksızca kurban olmuştur...” Tunaya’nın çalışmasının bu bölümünde Ermeni Sorunu birçok şekilde, özellikle mütareke
döneminde kurulan çeşitli parti ve derneklerin tüzüklerinde dile gelir.
Bunların birçoğu Ermeni tehciri konusunda doğrudan İttihat ve Terakki’yi suçlarken, bir kısmı da Ermenice yayın yapmayı doğrudan programına koyar. Tunaya tarafından yayınlanan Hürriyet ve İtilaf partisinin
programında İttihat Terakki’ye yönelik suçlama son derece açıktır.
Parti tehcir ve taktille (öldürme) suçlanmakta ve sorumluların cezalandırılması istenmektedir. Tunaya’nın ilgili kitabının bir başka baskısında ise konunun “yanlış anlatıldığı” düşüncesine yer verilir: “1914
Ağustosunda, Erzurum’da toplanan Taşnaksütyun kongresi, Rusya’ya
aleyhtar cephe alınmasını reddetmiş, Ermeniler Rus ordularında Türkler aleyhine vazife almışlardır. Bu sırada, sonsuz bir dava olarak ortaya atılan ve Avrupa efkarına sebeple netice karıştırılarak yanlış anlatılan tehcir hadisesi cereyan etmiştir.” Aynı çalışmanın farklı basımları
arasındaki belge tutarsızlığının bilinçli olduğu düşünülmeli ve böylesine duyarlı bir konuda oldukça anlamlı bir tavır olarak değerlendirilmelidir.
Ele aldığımız ya da elimize geliveren bir diğer kitap ise Sina
Akşin’e ait Jön Türkler ve İttihat ve Terakki başlıklı çalışma... Bu çalışmasında Akşin, olay yok sayma anlamında Tunaya’nın neredeyse
birebir izinden gitmeye özen göstermektedir. Akşin’de hacimli çalışmasının çok az bölümünde, ancak iki sayfada olaydan söz eder. Ama önce iki itirafa yer verecektir. İttihatçılara Rumeli günlerinin öğrettikleri
arasında “pek yaman bir milliyetçilik eğitimi”de vardır. Ve bu, kuşkusuz
Yunan bağımsızlık savaşının yarattığı psikolojide gelişen eğitim, bir
başka “düşman”a karşı pratiğini bulacaktır:
Diğer taraftan Tunaya daha sonraki dönemi anlattığı Türkiye’de
Siyasî Partiler-Mütareke Dönemi adlı kitabında yayınladığı belgelerde
“tehcir gerçeğini” fazla gizleyemeyecektir. Kitapta yer alan, Talat Paşa’nın İttihat ve Terakki Cemiyetinin son kongresindeki konuşması il-
“...İttihatçılar Rumeli’de yalnız komitacılığı öğrenmediler. Milliyetçilik uğruna aynı dinden bile olanların kanlı bıçaklı olduklarını ve en kirli,
insanlığa en aykırı davranışlarda bulunduklarını yakından görerek ve
bu kavgaya katılarak pek yaman bir milliyetçilik eğitimi görmüş oldular.
Bu yaşantıların sonradan Ermeni tehciri gibi olaylarda İttihatçıların karar ve davranışlarını etkilediği apaçık ortadadır...” ve aynı kitabın baş-
64
S.P. F/5
65
ka bir yerinde: “Burjuvalaşma sürecinin savaş içinde hızlı olmasının bir
başka nedeni, Anadolu’daki Rum ve Ermeni nüfusundaki büyük azalmadır. Aşağıda anlaşılacağı üzere, Anadolu’daki Ermenilerin pek çoğu
tehcir ettirilmiş, yani göç etmek zorunda bırakılmıştı...” Kuşkusuz burada tehcirin “geride kalanlara” bir başka katkısından da söz edilmektedir!
Anadolu’da çoğu ticaretle uğraşan Rum ve Ermeni nüfusun göçünden sonra geride kalan mal varlıklarının yağması ve bu yağmayı
simgeleyen örgüt isminin burada anımsanması gerekmektedir. Örneğin bugün statünün en muhafazakar savunucularından olan geçmişin
sözde ilerici bir gazetesi varlığını bu yağmaya borçludur. Bu yağmanın
günümüze kalan artık izini ise bir bağımlılık haline gelen “hazinecilik
mesleği” oluşturur. Hazinecilerin ya da define arayıcılarının bugün en
yoğun bir şekilde “çalıştıkları” bölgeler, “göç olayının” yaşandığı bölgelerdir.
Kitabın “Ermeni Tehciri” başlıklı bir sayfadan oluşan bölümünde
ise, yine diğerlerinden farksız olarak Ermenilerin “özgürlük” istemlerinden, Ruslarla olan ittifaklarından ve savaş yıllarındaki “isyanlarından”
söz edilir. Tehcir ise sayfanın geri kalanındaki iki paragrafa sığdırılacaktır. İşte bu paragraflardan birkaç cümle: “...Türkiye bu ölüm kalım
mücadelesindeyken Ermenilerin bu davranışları, savaşın başarılması
için onların zararsız hale getirilmesi gerektiği kanısını verdi... böylece...
tehcir tedbirine başvurulmaya başlandı... Ermeni tehcirinin en kötü yanı, yolda başlarına gelenlerdi. Açlık, hava şartları, hastalık, sefalet yüzünden ölenler oldu. Ayrıca, yağmacılık ve intikam gibi amaçlarla bazı
yerlerde kendilerine kötülükler yapıldı, öldürüldüler.”
İttihat Terakki’nin 1918 sonrasını inceleyen Hollanda’lı araştırmacı
Zürcher’de birçok konuda geri dönüşlere yer vermesine rağmen Ermeni sorununa, Milli Mücadelede İttihatçılık adlı kitabında “milli mücadele” yıllarında Anadolu’da kurulan örgütleri anlatırken yalnızca bir satırda yer verir. Burada da konu, “Ermeni katliamı ile ilgili Türk aleyhtarı
propaganda” şeklinde yer alacaktır. Bu tavra Türkiye tarihi üzerine çalışma yapan batılı tarihçilerde sıkça rastlanılır. Kuşkusuz bunun en tanınmış örneği en “tüm özellikleriyle” Zürcher’den farklı bir yerde duran
(!) resmî batılı tarihçi olan ve sıkışılan tüm durumlarda başvurulan,
zamanla devletin batıda sözcüsü durumuna gelen ve bu nedenle de
devlet tarafından ödüllendirilen Bernard Lewis’tir. Lewis ayrı bir araştırma konusu olmayı hak eder nitelikteki bir tarihçimizdir.
Şimdide kısaca genel tarih kitaplarından elimize geçen birkaç örneğe kısaca bakalım. Tarih Kurumu tarafından basılan Yusuf Hikmet
Bayur’un Türk İnkılabı Tarihi adlı kitabının üçüncü cildinin üçüncü
66
kısmında ele aldığımız “göç” olayına tarihsel sürecin anlatımı içinde
zaman zaman yer verilir. “Kafkas Cephesi Vuruşmaları” başlığı altında
önce Rusların bu cephede ilerlemeleri ve Osmanlı ordusunun yenilgileri, başarısızlıkları Ermenilere bağlanır. Yazar, diğer bazı örneklerde
olduğu gibi Ermenileri bir bütün olarak ele almaktan kaçınmaz. Ermeni
ayaklanmasının ve onun bastırılma biçimini tarihte Hitler ya da “Sovyetlerde, diğer bütün unsurlara” karşı girişilen hareketlerin yanında
önemsizleştirme girişimi yazarın temel çabasını oluşturur. Bunun hemen ardından bu “ayaklanmanın” bastırılmasının haklı gerekçeleri
aranmaya başlanır.
Sağ kulvarda bir devlet memuru olmaktan öteye gidemeyen bu
“bilim adamının” temel savı, belirttiğimiz gibi Ermenilerle Rusların işbirliği yapmış olduğudur. Dolayısıyla “tehcir” devlet için olduğu kadar, ona
bilim yapar yazar için de bir zorunluluktur: “Ermeni ayaklanması ve
tehciri Osmanlı ordusunun en sıkışık bir durumda bulundukları bir sırada yapılmıştır.
Hiçbir hükümet kendisi bu derece tehlikelerle kuşatılmış olduğu
sıralarda, kendi isteği ile Ermeni tehciri gibi bin bir tehlike ile dolu bir işi
yoktan ortaya çıkaramazdı... ancak Ermenilere durup dururken zulüm
edildiği yolundaki iddialar baştan başa yalandır.” Durup dururken görülmeyen bir zulüm! Yazara göre, durup dururken böyle bir uygulamayla karşı kalınmayacağına göre, yazarın mentalitesini izlersek “hakkedilmiş zulüm” gibi bir kavrama ulaşmak ta olanaklı olabiliyor! Yazar
daha sonra bugünlerde fazla yabancısı olmadığımız bir yaklaşımla bağımsız bir Ermenistan’a Ruslarında izin vermeyeceği görüşünü dile getirir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise savaş ortamının şiddetinden
Ermenilerinde payını aldığı şeklinde, birincisini destekleyen ikinci bir
yaklaşıma yer verilir.
Diğer taraftan müttefik Almanların Ermenilere olumlu yaklaşımları
da ulusu bölmeye yönelik Emperyalist taktikler arasında kısaca anılır.
Ermeni tehcirinde Enver Paşanın sorunun “kökünden yok edilmesini
önemli gördüğü” ve bu nedenle üçüncü orduya bağlı özel bir kuvvetin
görevlendirildiği bilgisi ile Talat’ın “herhangi bir kanun çıkarmadan Ermeni tehcirini başlattığı” böylece bu büyük sorumluluğu “vatanın esenliği için tek başına sırtlandığı” gibi bilgilerde Bayur tarafından kaleme
alınan resmî tarihin bu versiyonunda, resmî tarihin üstü kapalı itirafları
arasında yer alır.
Ve bu türden satırlar resmî tarih yazımı içindeki çelişkileri de örnekler. Şu satırları sanırım bu itirafları-çelişkileri daha açık bir şekilde
dile getirmektedir: “Artık Ermeni tehciri yapılmıştır. Doğu ve OrtaAnadolu’da Ermeni kalmamış denecek bir durum vardır... Sason ayak67
lanmasından 1915 yılı sonlarına kadar akmış olan Ermeni kanı bu ulusun durumunu hiçbir bakımdan iyileştirmiş değildi. Ermenilik bakımından boşu boşuna akmıştı... 1915’te Ermeniler bazı kışkırtıcılara uyarak
ayaklanacakları yerde uslu dursalardı Anadolu’nun büyük devletler
arasında paylaşıldığı sırada çok daha iyi bir durum ve büyük menfaatler sağlarlardı. Onlar ayaklanıp kendilerini kırdırmak ve sürdürmekle
göz diktikleri bölgelerde varlıklarını hiçe indirgemişlerdir.” “Uslu durmak”, “varlığın hiçe indirgenmemesi için” gerekliyse kuşkusuz haklı zulüm de vardır; “kendilerini kırdırmak” durumu da. Ve üzücüde olsa ülkemizde bilim adamı olarak anılan birçokları gibi Bayur’un da vardığı
nokta budur. Ancak hakkını da teslim etmek gerekir ki Bayur yol arkadaşlarına göre daha cesur bir yazım/üslup benimsemiştir.
Resmî tarihin ve tarihe yönelik duruştaki resmîyetin/resmî ideolojinin dışında kalmaya özen gösteren Mete Tunçay, Türkiye Tarihi/Çağdaş Türkiye adlı ortak bir çalışmada 1915 yılını anlatırken tehcir
nedenini “cephe gerisinde karışıklık çıkmasının önlenmesi” olarak gösterir. Konuya benzer bir şekilde uzak duruş “sol” kulvarın bir diğer yazarı Doğan Avcıoğlu’nda da görülebilir. Birbirine oldukça yakın sözleri
tekrarlamanın gereği yok. Farklı kulvarlardan birkaç isim okuyucuya
örnek olarak verilebilir; Enver Ziya Karal, Bülent Oral, Falih Rıfkı Atay,
Türkkaya Ataöv...
Sorunun niteliği ve Türkiye’nin özellikle uluslararası arenada bu
mevzuu nedeniyle sık sık başının ağrıması birçok araştırmacıyı doğrudan “Ermeni Sorunu” üzerine yazılar yazmaya yöneltmiştir. Tabii ki bu
çalışmalar Türk tezlerinin doğrulanmasına, tekrarlanmasına yönelik
olup, beklenen nesnelliği sağlamaktan uzaktır.
Bu haliyle de bu çalışmaların yurtdışında beklenen etkiyi yapmış
olduğu düşünülemez bile. Sanırım buna en güzel örneğini etkin bir
devlet adamı olarak tanıdığımız Kamuran Gürün’ün “Ermeni Dosyası”
adlı çalışması oluşturur. Çalışmasında kendisine yüklenen bu sıfatın
hakkını fazlasıyla veren önce Anadolu’daki Ermeni nüfusun varlığını
ve nüfus sayıları arasındaki çelişkiyi tartışan yazarın asıl niyetinin ilerleyen sayfalarda da görüleceği gibi tehcir sırasında ölen Ermeni sayısının azlığını ortaya çıkarmaktır. Daha sonra Ermeni bağımsızlık hareketlerini ve 1.Dünya Savaşı yılları içinde Ermeni-Rus ilişkilerini özetler.
Satır aralarındaki yorumlar yazarın tezinin oluşumunun da işaretlerini vermektedir: “Harp halinde bir devletteki kanun kaçakları (bunlar
asker kaçağıdır) konusunda misyonerler anlaşma teminine çalışıyorlar, onları besledikleri ve sakladıkları belli ailelerin Maraş’a sevkini
misyonerlerin menfaatine bir darbe sayıyorlar. Bu kanun kaçakları silahla mücadele ederlerken ölürlerse, bu da Ermeni katliamı oluyor...
68
Bir savaş halinde her devlet kendi topraklarında bulunan düşman ülke
tabiiyetindeki kişileri toplama kamplarına gönderir, bu yerleşmiş ve ülkede tatbikat görmüş bir usuldür.” Düşman ülke tabiiyeti kavramını daha sonra tartışan yazar bunun kolay yanıtlanmayacak bir soru olduğunu belirtip ileri sayfalarda Osmanlı yazışmalarını örnek gösterip tehcirin hukukiliğini ve insancıllığını kanıtlama çabası içine girer. Gürün’ün
konuya yaklaşımındaki temel tez “Osmanlının Ermeni katliamı yapmadığıdır”. Gürün’e göre katliam olmayıp her nedense meydana gelen
göç sırasında olan ölümler vardır. “Göç” olayını nedensellik ilişkileri
içinde hiç sorgulamayan yazar bu süreçte ortaya çıkan hastalıkları,
olumsuz iklim şartlarını ya da çocuk ve yaşlıların bu yolculuğa dayanamayışını ya da göçenlerin eşkıya saldırılarına karşı iyi korunmayışını ölümlerin nedeni olarak gösterir.
Kuşkusuz zorla göç yok sayılırsa bunların hepsi ölüm nedeni olabilir. Hatta yazar daha da ileri giderek bu kişilerin evlerinde, köylerinde
dahi kalsa salgın hastalıklara yakalanıp ölebileceğini de söyler. Bu
arada kendisiyle de tartışarak nesnelliğini kanıtlama yoluna gider!
Evet, kuşkusuz göç etmeselerdi, örneğin iklim şartlarından dolayı ölmeyeceklerdi. Sivillerin her savaşta öldüğünü atom bombası ile örnekleyen yazar şöyle devam eder: “Türkiye’nin maksadı öldürmek değil,
göç ettirmekti. O günün imkânlarına göre daha mükemmeli temin edilemediği için yol meşakkatine tahammül edememiş oldukları için ölenlerin Türkler tarafından katledildiğini kabul etmeye imkân yoktur... Geriye sadece yolda müdafaasız durumda öldürülenler kalıyor.
Bunların mesuliyeti, korunmadıkları için yahut öldürülmelerine göz
yumulduğu için hükümetindir... Ancak unutulan bir husus var(dır). Türkiye’nin Birinci Cihan Harbinde savaştığı milletlerin arasında Ermeniler
de vardır. Hem de Türkiye’de yaşayan, Türk vatandaşı Ermeniler...
Ermenilerin göç ettirilmesi düşman cephesine mensup oluşları sebebiyledir. Sivil olmaları durumu değiştirmiyor” Gürün’ün çalışmasında
verdiği ve katliam olmadığı iddiasında olduğu ölü sayısı ise
300.000’dir. Sanırım fazla yoruma gerek yok! Yazarın tüm çalışması,
kendi verdiği kadarıyla bile korkunç bir boyutta olan bu rakamın aklanma çabasıdır. Ve yazarın yaklaşımıyla tüm sebeplerden olan ölümler bu sayının altında kalmak zorundadır!
Görülen odur ki, yazarın kafasında bir olaya “katliam” denebilmesi
için belirli bir sayı vardır ve 300.000 sayısı bu sayının altında kalmaktadır. Böyle bir tartışmanın ölen insan sayısı üzerinden yürütülmesinin
en azından etik olmadığını belirtmek zorundayız tabii ki bilimsel hiç
değil. Gürün’ün ölümleri saptadıktan ve saydıktan sonraki çabası ise
hep reddedilen İttihat Terakki hükümetini aklamaya yöneliktir: “Katil katildir, mazur görülmez. Biz, Ermenilerin Türkleri katletmiş olmalarını
69
nasıl maruz görmüyorsak, Türklerin Ermenileri katletmelerini de mazur
görmemekteyiz. Ancak, bu katledilen Ermeniler, Hükümetin emri üzerine katledilmiş değildirler. Yakalanabilen suçlular yukarda belirttiğimiz
gibi mahkemeye verilmiş ve idam dahil mahkum edilerek cezaları infaz
olunmuştur.” “Türklerin Ermenileri katletmesinin mazur görülmemesinin” nadir rastlanan bir durum olduğunu da belirtmek gerekmektedir.
Ancak bir tekrar zorunlu oluyor; Gürün’ün yaklaşımındaki en önemli
unsur “kendi topraklarında yaşayanların “Ermeni vatandaşlarının”
“düşman ülke tabiyetinde” değerlendirilmesidir ki, bu resmî ideolojiyi
örnekleyen bir diğer yaklaşımdır.
Benzer çalışmalar diğer birçok “araştırmacı-yazar” tarafından da
yapılmıştır. Burada ilginç olan, konu spesifikleştikçe ya da minimalize
oldukça, tehcir olgusunun neredeyse tümüyle reddedilir hale gelmesidir.
Yukarda yaptığımız gibi, aynı yolu izleyen birkaç ismi anmak okuyucular için yol gösterici olacaktır: Bilal Şimşir, İlhan Akbulut, Niyazi
Ahmet Banoğlu... Okuma yapılabilir... Bu yazarlar arasında sayabileceğimiz Mim Kemal Öke’nin, Ermeni Sorunu 1914-1923 (Devletin Dış
Politika Araç Alternatifleri Üzerine Bir İnceleme) adlı kitabı da iddialı (!)
adına rağmen, doğal olarak genel kabul gören tezlerin içindedir. Önce
Ermenilerin uluslararası bir sorun haline gelme sürecini özetleyen Öke,
ardından 1.Dünya Savaşı yıllarında Ermeni Rus ilişkilerini ve Ermenilerin İttihat-Terakki hükümetine karşı muhalefetini anlatır. Ana eksen budur ve “tehcir” bu anlatımda oldukça küçük bir yer kaplar. Gelinen yer
ise “emperyalist tuzak” tezleridir: “Ermeni sorununun aslında pek bağımsızlık ihtiyacına dayalı bir self-determinasyon mücadelesi değil de;
Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorluğu’nu azınlıklar-ayrılıkçı akımlar
kanalıyla çökertmek, parçalamak ve aralarında paylaşmak hedefine
yönelik proje demetlerinin bütünü olarak tanımlayacağımız “Şark Meselesi”nin bir boyutu olduğu ortaya çıkmaktadır.” Yazara göre Ermeni
iç dinamikleri oldukça zayıftır, bağımsızlık talepleri samimi değildir.
Ancak bu kadarıyla bir “Büyük Güçler”in maşası olmalarına yeterlidir: “Büyük Güçlerin sunduğu tarzda Ermeni Sorunu”, bir “hürriyet”
vaadi değil de, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Türkiye’sindeki bazı toprakları “ilhak” etme emellerini içermektedir... Ermeni Sorunu sadece Osmanlıları tedirgin eden bir azınlık meselesi değil, Ortadoğu’da çıkar ve
emelleri olan devletlerin hepsini birden ilgilendiren uluslararası nitelikte
bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yazar Osmanlıların Türkleşme sürecinde Ermenilerdeki karşıkültür zıtlığını bir türlü eritememesinin bu soruna neden olduğu gibi
asimilasyoncu-ırkçı bir çizgide görüşlerini aktarmaya devam eder. Em70
peryalist tuzak tezini tamamlayan bu ırkçı yaklaşımda aslında nadir
olarak ifadesini bulabilmektedir. Yazara göre Ermeniler ulusal düşmanımız olmaya devam etmektedirler ve çok sayıdaki düşmanımızdan
yalnızca birisidir. Buna karşılıkta Türkler, düşmanlarını ve düşmanlarından biri olan Ermenileri ve Ermenileri destekleyen dünyadaki diğer
devletleri -giderek yeryüzündeki tüm devletleri-düşmanları- iyi tanımak
zorundadırlar.
Ermeniler ve tehcir gibi konuları inceleyen benzer çalışmalar özellikle Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi ve Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi tarafından desteklenmekte ve “yerel” çalışmalar mezar açma
ritüelleriyle onurlandırılmaktadır. Okuyucu her yıl özellikle mart-nisan
aylarında bir toplu mezar haberiyle mutlaka karşılaşmıştır. Konunun bu
şekilde yerelleştirilmesi, örneğin “Van’da Ermeni Mezalimi” ya da “Erzurum Köylerinde Ermenilerin Yaptığı Katliamlar” gibi başlıklarda sunulan yazılarda tutucu, giderek ırkçı-faşist yan ağırlık kazanmakta ve
tehcir tümüyle yok sayılarak aslında Ermenilerin “Müslümanları” ve
Türkleri öldürdüğü tezleri kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Birçok kitabın
bulunmadığı kütüphanelerimizde bu çalışmaların eksiksiz bir şekilde
yer alması ve kitap basmakta oldukça cimri davranan üniversitelerimizin bu ve benzeri konularda kitapların basımına bonkörce yaklaşması
önemlidir.
Azmi Süslü kitabına tüm benzerlerinde olduğu gibi Ermenilerce
katledilen bir milyondan fazla “şehidimizin aziz ruhlarına” bir ithafla
başlıyor. Yazara göre Ermeniler, bin yıldır müreffeh yaşadıkları bir ülkeyi bağımsızlık adına parçalamaya yönelmişler bunun üzerine de
Osmanlı son derece insancıl olan bir çareye başvurarak Ermenileri ülkenin emniyetli bölgelerine tehcire tabi tutmuştur! Sadece bu başlangıç
bile yazarın nesnelliği hakkında bir bilgi vermektedir. Kitabın önemli
bölümünde Ermenilerin Doğu Anadolu’da azınlıkta olduğu kanıtlanmaya çalışılır.
Verilen nüfus sayılarının kendi içlerinde tutarsızlığı bir yana, kaynakçada önemli bir yer tutan Gürün’ün kitabıyla da uyumsuzluk ve çelişki göze çarpmaktadır. Yazar, tehcir nedeni olarak 1.Dünya Savaşı
yıllarında Ermenilerin yaptığı Müslüman katliamı ile Ermenilerin İtilaf
devletleri adına casusluk yapmalarını gösterir. Tehcir sırasında meydana gelen ölümlere ise neredeyse hiç yer verilmez. Kitabın arka sayfalarını ise yine benzerlerinde olduğu gibi, “Ermenilerin yaptığı” Müslüman katliamlarına ait fotoğraflara yer verilir. Tıpkı mezar açma törenlerinde olduğu gibi fotoğraflarda da tarih belirsizliği vardır. Bu olaylar
1915 ve öncesine mi yoksa 1919 sonrasına mı aittir, saptamak zordur,
diğer taraftan söylenmez...
71
Yöntemimiz bize iki savunmayı değerlendirme fırsatı verdi; bunlardan birincisini, mütareke döneminde yurt dışına kaçmamış ya da
kaçamamış ittihatçıların “Divan-ı Harb-i Örfi’deki yargılanmaları sırasında söyledikleri -ya da söylemedikleri- oluşturuyor. İkincisi ise Fransız bir avukatın resmî görüş savunusu! Emperyalist paylaşım savaşından taraflardan biri olan Osmanlının yenik çıkması, İttihatçı geleneğin
kısa bir süre iktidardan uzaklaşmasına neden olmuş dönem hükümetlerince kurulan mahkemelerde ele geçirilebilen İttihatçılar yargılanmışlardır. Bu dava ve soruşturmalar söylenenler kadar söylenmeyenleriyle
de konumuz bağlamında, tehciri doğrulayan kimi zamanlarda da onu
savunan ifadelerin gün ışığına çıkmasını sağlamıştır. Selim Kocahanoğlu’nun İttihat Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması başlıklı kitabından birkaç satır savunma... Said Halim Paşa’nın Meclis-i
Mebusan Tahkikatı sırasında tehcir kanununun varlığı tartışılırken üyeler ve Paşa arasında geçen konuşma ilginçtir: “Tehcir Kanunu vardır.
Fakat ordu komutanlarının asıp kesmeleri hakkında kanun gelmedi.
- O kanun da geldi. Kumandanlar, o kanuna müsteniden istediği
cezayı tatbik edebilir.
-...Fakat kadın ve çocukların bulundukları yerlerden çıkarılıp idam
ettirilmesi için kanunda bir sarahat var mı?
Said Halim Paşa: İdam için olmaz, fakat kanunun tatbiki keyfiyeti
var.”
Daha sonra Paşa Ermenilerin çeteler oluşturarak Osmanlı ordusunu arkadan vurmaya çalıştığını, kanunun bunun için çıktığını söylemekte “fakat maalesef icrasına memur olanlar kanunu fena bir halde
tatbik eylediler” diyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışmaktadır. Adliye
Nazırı (Adalet Bakanı) İbrahim Bey’de hemen hemen benzer yaklaşımla kanunun zorunlu olduğunu vurguladıktan sonra kanunun suiistimal edildiğinden söz eder. Soruşturmanın bir yerinde ise “tehciri ordunun güvenliği için mi yaptınız” şeklindeki bir soruyu, “Biz yapmadık,
esbab-ı mucibe olarak askerler öyle söylediler” diye yanıtlayarak siyasî
ve cezaî sorumluluğu reddeder konuma gelmektedir. Maarif Nazırı
Ahmed Şükrü Bey’in de söylemi İbrahim Bey’inkine yakındır; ordunun
emniyeti için ordunun isteği üzerine kanun düzenlenmiş ve tehcir ordu
kumandanlarının karargah raporlarıyla yapılmıştır. Tehcir sırasında
meydana gelenler hakkında ise o da diğer birçoğu gibi konuşmamayı
ya da geçiştirmeyi tercih etmektedir. Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey
ise Ermeni tehcirinin nedenini Rusların kışkırtmalarına bağlamakta ve
Ermenilerin yaptıkları katliamlar nedeniyle ortaya çıkan “zorunluluğa”
dikkat çekmekte ve bazı itiraflarda bulunmaktadır:”...meşhur meseledir
tabii İsa’yı gücendirdiler, Muhammed’i de memnun etmediler. Esas
72
tehcirin, buyurdukları gibi olduğuna Heyet kanidir. Ancak bugün nasıl
bir kabine çekiliyorsa orduyu tehlikeden kurtarmak için ahalinin tehcirine karar verirken hükümet, senelerden beri o havalide kalan unsuru,
ahaliyi nazar-ı itibare almadı, düşünmedi.” Soruşturmada Abbas Halim
Paşa “Tehcir meselesi bulunduğunuz vaziyette zannetmem ki büyük
bir hata olsun.” derken daha sonradan hükümette yer almış birçok milletvekili tehcirden çok sonraları haberdar olduklarını söylemektedirler
ki, “merkezi umumi” olgusu düşünüldüğünde gerçek olma olasılığı bir
hayli yüksektir. Yapılan sorgulamalar sonucu oluşan “Divan-ı Harb-i
Örfi Muhakemesi”nde ise tehcir sırasında meydana gelen olayların
“münferit vakıalardan ibaret olmayıp, isimleri zikredilen kişilerden mürekkep bir merkezin kuvvetleri tarafından tertip olunan ve icraatının şifahi ve hafi emir talimatlar vermek suretiyle” oluştuğu söylenmektedir.
Raporun geri kalan kısımları acı verici sahneleri açık bir şekilde yansıtır. Kastamonu halkının Vali Reşit Paşa’ya verdiği dilekçe halklar arası
düşmanlık olmayacağının da bir göstergesidir: “Civar vilayetlerden
Ermenileri mezbahaya sevk eder gibi çoluk-çocuklarıyla dağ başlarına
çıkartarak katlediyorlarmış, biz memleketimizde böyle şey istemeyiz.
Gazabı ilahiden korkarız. Küfr ile hükümet payidar olur. Zulümle hükümet payidar olmaz.” Bunun yanında Teşkilat- Mahsusa’dan Bahattin
Şakir Mamuretü’l-aziz valisine çektiği telgrafta sorduğu sorulardan birisi de şudur: “Sürüp yağmalandığını bildirdiğiniz muzır kişiler imha ediliyor mu? Yoksa yalnızca sevk ve izam mı olunuyor?” Mahkeme yargısı, ilginç bilgilerle devam ediyor ve katliamların Talat, Enver, Cemal
Beylerin emirleri dahilinde yapıldığına ulaşıyor. Bu kişilerin özellikle
“kanıtların”, cesetlerin imhasına ya da gözden uzaklaştırılmasına özel
bir önem verdikleri görülüyor. İttihat ve Terakki önderliğinin emirleriyle
gerçekleştirilen katliam, imha ve malların yağma ve gasbedilmesi “işi”
ise başta Bahattin Şakir olmak üzere bölge Teşkilat-ı Mahsusa’cıları
tarafından yürütülüyor. Bir konuşma tutanağı daha: “Agah Bey: Senin
için 10.000 Ermeni imha etti diyorlar...
Zeki Bey: Benim namusum var, on bine tenezzül etmem, daha çık
bakalım...”
Yargı şöyle devam ediyor: “İstanbul’da bu meselenin mahzurlarını
Talat ve Nazım’a anlatırken, bu işin lüzum ve faydasına inandıklarını
ve Dr.Nazım’ın daha da ileri giderek “bu teşebbüsün Şark Meselesini
halledeceğini söylediğine...”
Galiba en “cesur ve tarihi” ifadeyi 17 Mayıs 1919’daki celsede Ziya Gökalp veriyor: “Milletimize iftira ediyorsunuz. Türkiye’de bir Ermeni
katliamı değil bir Türk-Ermeni mukabelesi olmuştur. Bizi arkadan vurdular, bizde vurduk.”
73
“Eski” olarak tanımlanan İttihatçılar kadar bile net olamayan bir tarih yazını ile karşı karşıya olduğumuzu okuyucu sanırım kabul edecektir. Bu bölümde son olarak Georges de Maleville isimli Fransız avukatın Ermeni tezlerine karşı Türkiye’yi savunduğu kitabını ele alacağız.
Kitap ya da savunma tümüyle resmî tarih tezlerinin özet halinde tekrarından oluşuyor. Öyle ki bu tekrarlar yayınevi tarafından yetersiz bulunmuş olacak ki, bir başka resmî tarihçiye, Çetin Yetkin’e bir giriş
“not”u yazdırılarak bu yetersizlik giderilmeye çalışılmış. “Tarihinde
soykırımcılık şöyle dursun, etnik ayrımcılık yapmayan bir-iki ulustan biri Türk ulusu” diyen Yetkin, olayı tümüyle yadsıyan bir tavır içinde
“eğer arkadan vurunca soykırım yapılsaydı önce Rumlar bundan payını alırdı” şeklinde örtülü bir gözdağı vermeyi de ihmal etmiyor. Türk
unsurunu tümüyle olayların dışında tutma eğilimi yazarda giderek başkalarını suçlamaya dönüşüyor. Kürtlerle Ermenilerin bir arada yaşadıklarını söyledikten sonra Kürtleri kastederek, ilgili bağlamda resmî tarihin yaklaşımlarına yeni bir madde daha ekliyor:
“Göç sırasında kıyıma uğrayan Ermenilere bu kıyımı kimlerin en
yüksek oranda ve en büyük olasılıkla gerçekleştirdiği açık olsa gerekir.” Maleville kısa bir tarihçenin ardından tehciri neredeyse es geçerek
1916-17 yıllarında Doğu cephesinde Ermenilerin durumu hakkında bilgi veriyor, kuşkusuz bu “Ermenilerin Osmanlıyı arkadan vurduğu” tezine de dayanak yapılmak isteniyor ve ardından bu süreçte anıldığı
kadar ölüm olmadığı görüşüne ulaşılıyor.
Yazara göre Ermenilerin tehcir sırasında “sağ kalmış olsalar bile,
savaşta kaybolanlar arasında sayılmış olma” olasılığı mevcut. Ve bugün Doğu Anadolu’da Ermeni olmamasının nedenini de onların geri
dönmeyi istememelerine bağlıyor. Soykırım yapılmadığı tezine bir diğer dayanağı bu konuda düzenli bir planın varlığının kanıtlanmamasına bağlayan yazar, olayların kronolojik incelenmesinin bunu göstereceğini söylerken her nedense kendisi kronolojik anlatımı tercih etmiyor
ve satır aralarında tarihsel çarpıtmayı da ihmalden uzak durmuyor. Ve
bu durum itirafı beraberinde getiriyor: “Osmanlılar bunun yerine, beceriksizce- en insancıl çözümü, yani cephe gerisine gönderme yöntemini seçtiler. Bu çözüm daha da beceriksizce gerçekleştirildi ve bir
dram oldu.” Yazara göre Osmanlı, Rusların yaptığı gibi, savaş alanı
ilan ederek Ermenileri kurşunlayarak öldürebilseydi, becerikli bir yöntem seçmiş olacaktı.
Diğer taraftan Osmanlı kendisine sadık halkında güvenliğini kuşkusuz sağlamak zorundaydı! Osmanlı Yunanlıları gibi rahat dursalardı;
“Eğer Ermeniler aynı şeyi yapmış olsalardı, kısacası sürgün ve bununla gelen katliam olgusu gerçekleşmeyecekti.”
74
İtiraflarını tezleriyle dengeleyen yazar batılı bir avukat olmanın verdiği rahatlıkla konu hakkında söylenen olumsuz her şeyin Ermeni propagandası olduğunu da ilan etmekten geri kalmıyor. Ölümler hakkında
yapılan göstermelik kovuşturmalar ise bu durumda karşı tezin birer kanıtı olabiliyor. Aynı zamanda İttihat-Terakki ile Teşkilat-ı Mahsusa Örgütlenmesini katliamla ilişkilendirmeme gibi bir tavır içine girmesi savunuyu
daha da çelişik kılabiliyor. Konu hakkında yazılı bir evrakın olmamasını,
mütareke döneminde İttihatçıların bu suçla da yargılanmasını ve bu yargılamanın sonuçlarını kendi tezlerine dayanak yapabiliyor.
Maleville’in Osmanlı arşivlerinin önemli bir kısmının açılmadığını,
diğer taraftan hükümetler değişse bile değişmeyen “derin devlet” gerçeğini bilmediği ya da bilmezliğe geldiği bu gibi iddiaların dayandığı
tezler ve yaklaşımlarda açıkça ortaya çıkıyor.
Maleville’in diğer tezleri ise; Ermenilerle Osmanlı arasında hiçbir
sorun olmadığı, hatta ulusal ve dini ırkçılığın olmadığı; bu kadar yaygın
bir Ermeni ayaklanmasının örgütsüz ve dış desteksiz olamayacağı
şeklinde özetlenebilir. Birincisi, kendisinin birkaç sayfa öncesinde sunduğu tarih özetiyle çelişirken ikincisi geleneksel “Türk ideolojisiyle”
doğrudan örtüşüyor. Yazının devamında yazardan yapacağımız birkaç
alıntı içerdiği şaşırtıcı yaklaşımlarla kendi kendini yalanlayan bir savunma -daha doğrusu bir itiraf- örneği olarak önümüzde duruyor: “Bu
kurbanlardan bazıları varacakları yere vardıklarında, güçsüzlükten ölmüşlerdir. Ötekiler yolculuk sırasında ölmüş, diğerleri de sadece normal olarak kaybolmuşlardır... Gizlice hazırlanan bütün bu saçma ayaklanmalar o anda sadece gereksiz ölümlere neden olmakla son bulmuştur... Cinai sorumluluk tüzel değil, (hükümete ait değil) kişiseldir...
İstanbul’u savunan Türk ordusunun, yiyecek olmaması nedeniyle
açılıktan ölmesine izin veriliyordu. Bu koşullar altında, Suriye’nin kuzeyine nakledilen zavallı sivil Ermeni nüfusunun başına ne gelmesi gerekirdi acaba?” Tümüyle ilginç, ancak ben daha çok “normal olarak kaybolma” ifadesine takıldım!
Bütün komşularını, hatta “anavatanının” sözünü dinlemeyen Kıbrıs’lı Türkleri dahi düşman sayabilen bir söylemle karşı karşıyayız. Kuşkusuz bu ideolojik yaklaşım birden oluşmadı. Yunanlıların doğrudan
Osmanlıya karşı baş kaldırıp bağımsızlık savaşı sonunda yeni bir devlet
kurmalarının yarattığı etki günümüze dek sürdü. O tarihten sonra Yunanlılar kalıcı düşmanımız oldu. Toprak kayıpları birbirini izledi. Ruslara
kaybedilen her toprak parçası düşmanlarımızın sayısını arttırdı. Birçok
resmî tarihçinin deyimiyle “Müslüman unsurların” tam ortasında, üstelik
Türklerin eski ve gelecekteki (!) dünyası Orta Asya’ya açılan yolda yaşayan Ermenilerin özgürlük, reform gibi taleplerine göz yumulması ise,
75
artık gelinen çöküş noktasında neredeyse olanaksızdı ve bir şekilde bu
sorunun çözümlenmesi gerekiyordu. O gün çöküşün önlenmesinin gereği olan “çözüm arayışı” bugün yarattığı söylemle resmî ideolojinin en
önemli dayanak noktalarından birisini oluşturdu. Yakın ve uzak tüm
komşularını düşman sayan devlet, -genel kriterlerin ve somut durumun
aksine- güçlenmesinin önünde engel oluşturmak isteyen “dış mihrakların” kendisini parçalayıp böleceği paranoyasını toplumuna aktararak otoritesini güçlendirmeye çalıştı.
Burada bir ara not olarak her nedense gölgede kalmış ve geniş kesimlerce pek bilinmeyen, bilinse de dile getirilmeyen iki olaydan söz etmek istiyorum. Bunlarda ilki Pontus Rum tehciri. Rus ordularının Doğu
Karadeniz’in bir kısmını işgal etmesi ve işgal altındaki bölgede kısa sürede bağımsızlık hareketlerinin filizlenmesi üzerine, ordunun güvenliği,
düşman hattındaki Türk olmayan unsurların temizlenmesi vs. benzer
nedenlerle, özellikle Trabzon’un batısında yaşayan Rum yerleşimleri
boşaltılarak geçici denilen (!) “tehcir” hareketi başlatıldı.
Ancak yola çıkışın hemen ardından onlara ait tüm izlerin yağmalanması ve yok edilmesi işin geçici olmadığını gösteriyordu ve bu hareketlere katılan “çete”lerden en önemlisinin her devrin tetikçisi Topal Osman’a ait olması işin hiyerarşik niteliğini de ortaya koyuyordu. On binlerce kayıpla İç Anadolu’ya ulaşan göçmenlerin çok azı o da turistik olarak
doğdukları topraklara geri dönebileceklerdir.
Diğer taraftan, 1.Dünya Savaşı yıllarında Hicaz başta olmak üzere
çeşitli bölgelerde meydana gelen İngiltere destekli Arap ayaklanmaları
ve “özerklik” hareketleri üzerine Arap nüfusunun yaşadığı bölgelerde de
çeşitli göç hareketlerinin uygulamaya sokulduğu bilinmektedir. Elen bağımsızlığı ile başlayan sürecin Arap ve Ermeni virajlarından sonra bugün geldiği noktayı tartışmak bu kısa “derlemenin” amacını aşıyor. Ancak anılan halklarla ilgili olarak paranoid bir sendrom yaşandığı da ortada. Konumuz bağlamında bir örnek verebiliriz. Her yıl nisan ayında dünyanın çeşitli ülkelerinde, özellikle de Ermeni toplulukların yaşadıkları ülkelerde “tehciri” anma toplantıları düzenlenir. Bu toplantılar resmî ideolojiyi doğal olarak rahatsız eder ve hemen karşı atağa geçilir. 1915’in tartışılmasından özenle kaçınılarak Ermenilerin Doğu Anadolu’da “Müslüman unsurlara” karşı giriştikleri katliamların anma törenleri başrolü oynar. Birkaç maaşlı bilim adamı uzun ve sıkıcı sohbet programlarında
Ermenilerin haksızlığını uzun tartışır ve sorun yeniden alevlenene kadar
unutturulmaya çalışılır.
sözde- bilimsel gerçeklerle “aslında olayın öyle olmadığı” propagandası
sürekli yapılır. Ne var ki bu duruş en önemli somut desteğinden yoksundur. Çünkü döneme ait Osmanlı arşivleri açılmamıştır ve açılması yasaktır, Tapu kayıtları bile emir ve komuta zinciri içinde zapturapt altına
alınmak istenmektedir. Bu şartlarda bilim yaptığını savunanlar, arşivlerin
kapalı tutulması konusunda her nedense sessiz kalırlar ve ilginç bir şekilde hiçbir -resmî- tarihçimizin bu arşivlerin açılmasına yönelik bir talebi
de yoktur. Böylece gerçeğin ortaya çıkışı bir şekilde engellenmek istenmektedir. Ve kuşkusuz bu şartlarda eski tip propagandaya istenildiği gibi
devam edilebilecektir; olay yok sayılıp sorumluluk konusu tartışmaya
dahi sokulmayacaktır. Bir diğer ilginç nokta ise 1923’te kurulan ve dönem dönem Osmanlıyı tümüyle reddeden devletin bu olaya karşı gösterdiği muhafazakâr tutumdur. Diğer taraftan İttihat ve Terakki’yi ve onun
önderlerini tümüyle olumsuzlayan Kemalist geleneğin, bu sorun tartışılmaya açıldığında onları özenle ve inatla savunur olmasıdır. Bunu “resmî
ideoloji” mantığı açıklar. Kendisini “sol” olarak tanımlayan tarihçi ve
araştırmacıların da bu ideolojik yaklaşımdan kendilerini kurtaramadıkları
görülür. Hatta resmî ideolojik söylemin yarattığı bulanıklıktan en çok
sol’un etkilendiğini söyleyebiliriz. Bunun en önemli nedeni resmî ideolojinin ve bunun devamında Kemalist tarih söyleminin etkisinden kurtulamamış olmalarıdır. Bu konudaki nesnellik ölçüsü, kendisini “sol” olarak
tanımlayan tarihçiler için ayırıcı bir katalizör işlevi görür. Kişinin kendisini
tanımlayışından çok yaptıkları-yazdıkları onun tanımlanışını belirler. Ve
bu duruşlarıyla bu kişiler sağ tarihçilerden daha geri bir konuma da sürüklenirler.
Soluklanıp sorumuzu yineleyelim “tarihi meselelerin tartışılmasını
tarihçilere bırakalım” mı?
7 Ekim 2006
(Devam Edecek)
Aslında sorunu unutturma, onu yok saymanın en önemli gerçekleştirme yollarından birisidir. Genel tavır yüz binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bu acı olayı hiçbir şekilde tartışmama yönündedir. Birtakım 76
77
Hakan Mertoğlu
Ütopyacı Kurgu!..
Masal, Ütopya ve Fantastik Edebiyat
-Deneme-
“Kaçınılmazlıklara bir kere meydan okuduktan sonra
1
umuda yolculuk için erzak toplamaya başlarız.”
Dünya üzerinde yaşamış bütün toplumlarda iyi ve kötünün karşılaşmasında/karşılaştırmasında iyi olanın kazandığı ya da hüküm sürdüğü bir dünyaya özlemi anlatan kurgulanmış anlatı zenginliği mevcuttur. Bu zenginlik ister yazılı isterse sözlü olsun toplumların içinde yaşadığı çağın karşısına o toplumun umutlarını çıkarır. Anlatı, kurgulandığı zaman ve mekândan bağımsız (evvel zaman içinde/bir varmış bir
yokmuş) olarak yüzünü şimdiden sonraya döner. Kurgulanan ister kahramanın erdemli davranışları olsun, isterse geçmişte yaşamış bir toplumun bolluk ve zenginliklerinin betimlemesi olsun, özde istenen kurgulanan erdemli davranışların şimdiden sonrada tekrarını dilemek veya bu davranışların tekrarını sağlamaktır. Toplumların içinde yaşadıkları toplumsal ilişkilerinin karşısına koyduğu, geleceğe yönelik umut ve
özlemlerinin ifadesi olan bu zengin anlatı biçimi, biz bunu çok genel
anlamıyla sözlü ya da yazılı edebiyat olarak algılayabiliriz, insan soyut
düşüncesinin birçok alanına referans kaynağı olmuştur. Din, Siyaset,
Tarih, Felsefe, vb.
Din, Binyılcılık ve Mehdi inancıyla; siyaset, Altın Çağ
idealizasyonuyla; tarih ise daha önce yaşamış müreffeh toplumların
izini sürerek toplumların geleceğe dönük umutlarını canlı tutmayı istemişlerdir.
Modernizmin içine çekilmediği geçmiş zamanlarda Doğunun sözlü
edebiyatında masalın önemli bir yeri vardı. Cinli perili fantastik düşünce akışında kurgulanmış masallarda Beylerine, Padişahlarına başkaldıran halkın kahramanları daha iyi bir düzenin umutlarını halklara taşımışlardır. Her dönem ve zamanda gündelik halkın arzularını içine
kattığı kendi anlatıcısıyla ve zamanıyla özdeşleşmiş, anonimleşmiş ve
bireye değil topluma yönelen, zamandan zamana sıçrayan bu sözlü
edebiyat biçimi “hayal oyunlarıyla yalanın perdesi arkasından gerçeği
2
görmeye bir davettir.”
Masalın çeşitliliği içinde fantastik daha çok erdemli davranışları
övülen bir kahramanın gündelik yaşamdaki iyi, doğru düşünce davranış çizgisini gelecek kuşaklara belletmek için etkiyi artırmakta kullanıl78
mıştır. Masalın içine efsanevi tarihsel olay, olgu ve süreçler girdikçe
içindeki fantastik öge gücünü gerçeğe bırakmış efsane masalda yeniden kurgulanmıştır. Masalın içindeki bu efsanevi tarihsellik halklara
kendi toplumlarındaki kötülükle, adaletsizlikle mücadele direncini kuşaktan kuşağa taşıma işlevini görmüştür. Çoğu zaman halklar beylerine ve padişahlarına cedlerinin anlattığı masallardaki biçimle karşı
koymuşlardır.
Modernizmin kuşattığı Doğu’da masal bu etki gücünü kaybetmiştir. Beylerin, padişahların kahramanın karşısına çıkarttığı ejderhalar
halkların gözünde cisimleşmiş artık bu ejderhalar tanka, helikoptere
dönüşerek büyüyü bozmuşlardır. Artık bunların gözünü kör etmek için
kahramanın kılıcı etkili değildir… Ancak Doğu halkları her daim kendi
kahramanlarını yeniden ve yeniden üretebilmektedir. Örneğin kapısına
Kur’an’dan bir ayet asan (müslümanlar kendinizi şûralarla yönetin) I.
Doğu Halkları Kurultayı’nda müslümanlar şûrayı mehdi olarak görmüşlerdir.
Batı’da Reform ve Rönesans akımlarıyla modernizmin doğuşu aklı
ön plana çıkararak anlatı biçimlerindeki fantezi ögelerini törpüledi. “Her
şey, ya us mahkemesi önünde varlığını doğrulamak, ya da varlığından
vazgeçmek zorunda kaldı. Düşünen us, her şeye uygulanacak tek ve
3
eşsiz ölçü oldu.” Batı’nın akılcılığı Doğu’nun masal’ının etkisini kırdı.
Ancak modernizm kendisini yaratırken kendi karşıtını da yarattı. Masal
kendisine, akılcılıkla harmanlanan yeni biçimini buldu. Artık “bir varmış
bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken,” diye başlamayan ancak zamansız ve
mekânsız yeni anlatı biçimleri ilk temsilcilerini edebiyat sahnesine çıkardı. Thomas More’un Utopia’yası bu yeni anlatı biçiminin ilk temsilcisidir.
Ütopya ve Masal diğer bütün edebiyat alanlarından daha fazla
birbirine kardeştir. İki türün de kurgulanmış bir ürün olması bu iki türün
diğerleriyle ortak yanı olmasına rağmen birbirleriye temel ortak yanları
farklılıklarından daha etkilidir. En büyük farklılıkları zaman algısı olarak
belirse de masalın geçmişi kurgulaması aslında şimdiden sonraki zamana yani geleceğe yüzünü dönmesi açısından bu farkı etkisizleştirmektedir. En önemli ortak yanları olan toplumsal dertleri, yani daha iyi
bir gelecek kurgusu, şimdiki zamana muhalif olma, erdemli olanı bu
güne taşıma konusunda toplumların umutlarını canlı tutma istenci bu
iki türü birbirine sıkı sıkıya bağlamaktadır.
Modernizmin us mahkemesi karşısında masal zaten eski biçimiyle
varlığını koruyamazdı. Bunun için yazıya döküldü, cinlerinden ve peri79
lerinden kurtuldu ama iyiye ve doğruya olan umudundan bir şey kaybetmedi. Aynı zamanda bilimlerin felsefeden ayrılması ve varlığını hissettirmesinin yanında insan toplumunun doğa karşısındaki özgürlük
alanının artmasıyla gelecek kurguları insanların kafasında daha fazla
yer etmeye başladı, bu nedenle masal geçmişin sınırlarını kaldırma
yoluna girdi. Modern biçimine kavuşan masalın tarihi aslında Ütopyanın tarihidir.
Edebiyat bir duyuş biçimi olarak toplumların içine hapsolduğu üretim ilişkilerinden kaynaklanan sorunları ve bu sorunların aşılma yollarına dair özlemleri, umutları betimler. Modernizm çağında bu betimlemenin en etkili biçimi Ütopya olmuştur.
Ütopya hem modernizmin kendisi hem de onun bir eleştirisi olarak
çeşitli tarihsel evreler geçirmiştir. Batı akılcılığının doğum sancıları
çektiği bir evrede akılcılığın tarafında olarak Hıristiyan dininin ortaçağ
bağnazlığıyla mücadele içine girmiştir. 17. yy.’da insancıl komünizm
olgunlaşmaya başladığında komün toplumunun ideal düzenini anlatmakta teorik düzlemin kuruluğunu aşarak canlı ve yaşayan soyutlamalar üreterek komün fikrinin kitleler içinde yayılmasını sağlamıştır.
Tıpkı masalda olduğu gibi iyi ve doğruyu toplumların zihninde
somutlayarak bu kavramları yaşayan kavranabilen bir düzeye çekerek,
yeni mücadele biçimlerinin kapılarını aralamıştır. Örneğin “Utopia’daki
yaşamı tüm yoğunluğu ve somut özgünlüğüyle anlatmak, dolambaçlı
mantıksal irdelemeler isteyen teorik konuları ikna edici bir şekilde işlemenin yöntemi olmaktadır. Başka herhangi bir yöntemle bu meseleler ön yargı ve belirsizlik içinde darmadağın olur. Mülkiyette ortaklaşmak insanı çalışmaktan caydırır ve yoksullaştırır diye Hyhloday’e itiraz
edildiğinde, teoriye değil, deneyimlediği ve gözlemlediği Utopialıların
gündelik yaşamına atıf yaparak cevap verir: “Benimle Utopia’da olmalıydınız ve davranışlarını ve adetlerini benim gibi gözlerinizle görmeliy4
diniz…” Bu haliyle ütopyacı kurgu Fransız Sosyalizmine etki ederek
Marksizm’in de kaynaklarından olan Fransız Sosyalizmini geliştirmiştir.
Bunun dışında İngiliz iktisadına ve Alman materyalizmine de ütopyacı
kurgunun yeni düşünce biçimlerini esinlemek bakımından katkısı vardır.
lamaya yeğ tutmuşlardır. 19. yy.’da ütopyacı kurgu yerini ütopyacı teo5
riye bırakmıştır. Anadolu’daki anlayışa benzer “Yol cümleden uludur”
anlayışıyla Batı toplumlarında yeni bilimin olanaklarıyla harmanlanmış
geçmiş toplumların komünlerine öykünen komünler pıtırak gibi çoğal6
mışlardır. Bu hareketin öncüleri Saint-Simon ve Owen’dır. Modern
kapitalizmle kuşatılmış bu denemeler başarılı olamayınca ve kapitalizmin toplumlara gelecek için zengin, barış içerisinde bir toplumu müjdelemediği anlaşılınca 19. yy. sonları ütopya anti ütopya biçimine dönüşerek muhalefet silahlarını kuşanmıştır. Ancak kapitalizmin ortaya
çıkardığı yeni sınıf olan işçi sınıfı gelecek için yeni özlem ve umutları
bu sefer bilimsel ütopya biçiminde toplumların belleğine ekmiştir. 19.
yy. ortalarından 20. yy. başlarına kadar geçen süre anti-ütopya ve
ütopyanın çarpışmasıyla geçer.
Devrimler çağı olarak başlayan 20. yy. Bolşevik Devrimi ile ütopyanın bayrağını Doğu toplumlarına geçirmiştir. Ancak Batıdan bir devrimin gelmediği koşullarda buna bir de Sovyetlerin içerden ve dışardan
çözülüşü eklenince Batı ütopyayı anti-ütopya olarak kurgulamış, ütopya Sovyetlerin eleştirisine dönüşmüş toplumların gelecek umutları ve
özlemleri karartılarak ütopya asıl işlevinden saparak yönünü kaybetmiştir.
Yeniden Ütopya
Batı uzun zamandır toplumsallık derdinden, halkların zihinlerinde
gelecek özlemlerini ve umutlarını yeşertmek olan ütopyalar üretme iddiasından vazgeçmiştir. Bu olanak Bolşevik Devrimiyle çoktandır Doğuya geçmesine rağmen Doğuda bu türden bir Modern Utopia üretme
uğraşısı bulunmamaktadır. Batının penceresinden Doğu’ya bakanlar
7
için bu gerçeklik Doğuda ütopya yoktur tespitine kadar varmıştır. Halbuki Doğu’nun masalları bu tespite en güzel cevaptır. Ayrıca
Utopia’dan anlaşılan ideal bir toplum ve yönetim kurgusu ise Yusuf
Has Hacip’in Kutadgu Bilik’i bu anlayışın karşısında durmaktadır.
18-19. yy.’da manifaktürün gelişimi sonrasında da sanayinin gelişmesiyle, bilimin olanaklarının artması, insanın doğa ve geçmiş toplum düzenlerinden kaynaklanan boyunduruğunu kırmasıyla önceki
yüzyıllarda yazılan ütopyaların gerçekleşmesi insan toplumuna bir o
kadar yakınlaşmıştır. Ütopyacılarının hayalleri gerçekleşmenin eşiğine
geldiğinde aydınlar toplumsal teoriyi geliştirmeyi ışıklı ütopyalar kurgu-
Postmodern çağda Batının müreffeh toplumlarında şu sıralar moda olan edebiyat akımı salt iyinin ve kötünün savaşının fantastik nosyonla kurgulandığı Fantastik Edebiyattır. Bu edebiyat zamansız ve
mekânsız olmasıyla ütopyaya ve masala benzemesine rağmen hiçbir
toplumsal kaygı taşımaz; kahramanları iyinin, doğrunun ve erdemlinin
savaşını vermektedirler, ancak bu savaş ne için verilmektedir belirsizdir. Kahramanlar kendi serüvenlerinin peşinden giderler. Hiçbir toplumsal mesajı içinde bulunulan çağa taşıma kaygıları yoktur, olan bi-
80
S.P. F/6
81
tenlerin bu dünya ile hiçbir ilişkisi kurulamaz, kurulursa büyü bozulur.
Kahramanlarının kendi pisikolojik oluşumlarında hiçbir toplumsal
ögenin yeri yoktur. Verilen mücadele bir belirsizliğin içine hapsolmuştur. Mistisizm ve mitoloji ögeleri doğu masalları kahramanın arzularına
tutsak edilmiştir.
Bu edebiyat biçimi Batı açısından sınıfsal bir tercihtir. O toplumsal
olanı ve çağını sorgulamadığı gibi halklara daha iyi bir gelecekte vaat
etmez. O okurlarını bu dünyadan uzaklaştırarak okuyucusuna her defasında katarsist yaşatır, onun sorguladığı uygarlık değil bireydir.
Tam da bu nedenle Doğu Batı’nın karşısına Utopia ile çıkmalıdır.
Doğu tüm sömürülmüşlüğü ile daha iyi bir dünyaya inancını kendi modern masallarını yani Ütopialarını yaratarak geleceğe dönük özlemlerini ve umutlarını canlı tutmalıdır. Bu olanak çoktandır Doğunun elindedir.
Marksizmin Ütopyaya Bakışı
Ütopyacı toplumsal teorinin 19. yy.’da gelişmesi ütopyanın bir toplumsal dönüşüm projesi olarak ortaya çıkmasına neden oldu.
Marksizmin eleştirisi ise, bir eylem klavuzu olarak ütopyacı toplumsal
teoriyedir. Marx ve Engels her seferinde komünist toplumu betimlemekten kaçınmışlardır. Marx’a göre bu iş edebiyatçıların işidir. Bunu
da en güzel “Benim teorimin gelecekteki lokantalara güzel tarifler hazırlamakla ilgisi yoktur.” diyerek açıklamıştır. Ancak Marx ve Engels bir
edebiyat biçimi olarak ütopyayı ve fantastik kurguyu kullanmışlardır.
Örneğin Komünist Manifesto “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içersine girdiler …” seklinde başlamaktadır. Marx ve
Engels’in bir çok yazısında dönemin mitoloji, ütopya, falb türündeki
edebi eserlere atıflar vardır. Engels Marksizmin ütopyacı teoriye bakışını “Marx’da, ütopyalar icat etmek, bilinmeyecek bir şey üzerine boş
şeyler tasarlamak girişiminin izi bile bulunmaz. Marx, komünizm sorununu, örneğin bir doğa bilimcisinin kökeni ve değişikliklerinin yönü bilinen, yeni bir biyolojik türün evrimi sorununu ortaya koyacağı gibi koyar” şeklinde betimlemiştir. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm broşürü ile edebi bir tür olan ütopyadan ziyade ütopik toplumsal
teoriyi eleştirmiştir. Marksizmin temel metinlerindeki bu tutum Devrimci
ve Marksist Sol tarafından yanlış anlaşılarak Utopia edebiyatına karşı
bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur. Bunda Utopia edebiyatının
kendisini toplumsal teori gibi lanse etmesinin de payı vardır. Ancak
82
Utopia özü itibariyle toplumsal sorumlulukları nedeniyle bir sistem
eleştirisi olmaya en uygun edebiyat türüdür. Bu gerçeklik Marksist
edebiyatçılar tarafından gözden kaçırılmaktadır. Özellikle edebiyatta
postmodernizmin ve fantastik kurgunun ağırlığının hissedildiği bu çağda sosyalist gerçekçiliğin, içine masal ve ütopya gibi türleri de alarak
yeniden kurgulanmaya ihtiyacı vardır. Ütopyanın yapısı itibariyle toplumsal teorileri somutlaştırarak kitlelerin nezdinde cisimleştirmesi gibi
bir işlevi de vardır. Bu işlevden sosyalist gerçekçi edebiyatın yararlanamayacağını düşünmek önemli bir edebi biçimin işlevlerini düşman
eline teslim etmek olur.
Bu arada biraz yapıştırma gibi dursa da belirtmekte yararını gördüğümüz bir noktada; şu an kendi parçalanmışlığını mutlaklaştırmış
Devrimci ve Marksist Sol’umuzun bulunduğu ütopik konumu kırmanın,
kendi biçimlerini toplumsal teori diye ortaya atmalarının önüne geçmede sosyalist gerçekçilikle yeniden kurgulanmış ütopya edebiyatının
yeni ufuklar açacağını düşünmek hiç de yabana atılmayacak bir düşünce olur kanısındayız.
14 Ekim 2006
Dipnotlar:
1
2
3
4
5
6
7
R. Williams, Yıl 2000, Pantheon Books, New York, 1983, s.268.
Pertev Naili Boratav, Zaman Zaman İçinde, İstanbul, Adam Yayınları, s.33,
Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Ankara, 1998,
Sol Yayınları, s.37. Ayrıca Ütopyacı düşüncenin kısa bir tarihçesi için Bkz.
s.36-52.
Aktaran, Krishan Kumar, Ütopyacılık, Çev. Ali Somel, İmge Kitabevi, 1.
Baskı, Ankara, s. 42.
Bir Alevi deyişi.
A.g.e., s.96-99. Ayrıca Bkz. Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel
Sosyalizm, Ankara, 1998, Sol Yayınları.
A.g.e.
83
Kemâl Kök
Dönem/Kuşak Edebiyatı ve 12 Eylül
-Eleştiri-
“Biz Marksistler bu değişikliklerin, ulusal ruh, dönem gibi berrak olamayan kavramlarla değil, sınıflar
arasındaki karşılıklı ilişkiyle belirlenen toplumsal düzene
bakılarak açıklanabileceğini biliriz.”
Lunaçarski, 1918
Sanatsal yönelişler tasnif edilirken çoğu zaman kuşak ve dönemler bazında ayrıştırılır. “40 Kuşağı”, “70 Kuşağı”, “12 Eylül Dönemi” vb.
gibi. Kuşak/dönem tasniflemesi genelin yönelişini ve belirli bir zaman
kesiti içindeki baskın renkleri anlatır. Ancak salt kuşak/dönem tasniflenmesi içinde kalarak düşünmek, sanatsal etkinliklerin sınıfsal/ideolojik/örgütsel boyutunu gizlemeye yarar. Böylelikle toplumdaki temel
sınıfsal çelişki ve çatışkıların sanatla olan bütünselliği ve sanatsal
ürünlere olan yansıması sakatlanmış olur.
Bizde de yaygın olan kuşak/dönem tasniflendirmesi bu açıdan
sağlıksızdır. “Kuşak çatışması” olarak adlandırılan, bireyler arasındaki
yaş dönemlerinin, sanatsal yönelişlerde de dönem olarak düşünülmesi
bilimsel yöntemle yapılmış bir tasnifleme olamaz, aksi takdirde kuşaklar sanki sınıflar mücadelesinin üstünde/dışında gibi algılanır ki, çoğu
zaman da salt gizlenmek için kuşak/dönem kavramı kullanılır. Aynı
burjuva zihniyetinin tasnif anlayışı siyasal mücadeleyi de kuşak/dönem
kısırlığı içinde tutarak çarpıtır. Öyle ki, bu “sol”un içinde bile “68’liler”,
“78’liler” gibi anlatımlarla yaygınlık hatta “meşruluk” kazanmıştır.
Batı’daki sanat akımlarının sınıflar mücadelesi içindeki değişimgelişim evreleri bilinir ancak aynı şeyin bizde de olacağı inatla düşünülmez. Batı’daki sanat akımlarının bize eklektik biçimde yansımaları
“genel kabul” görmesine karşın, bizde de bu sanat akımları arasında
mücadele olduğunun görülmek istenmemesinin nedeni; “ülkede sınıflar
mücadelesinin Batı’daki gibi billurlaşmadığı” çarpık görüşü ve resmî
ideolojiyle/iktidarla sanatçıların fazla haşır neşir olmasıdır. Burada vurgulanması gereken nokta şudur: Sanat eylemliliklerindeki yönelişleri,
sınıflar mücadelesi ekseninde değerlendirmeme alışkanlığının/yanılgısının kemikleşmiş bir düşünce biçimi olarak “sol”da da hâlâ yaygın
olmasıdır.
Bu ülkede neredeyse kaç dergi varsa o kadar sanat akımı iddiasında olan çevrenin olması, üstelik kültürel çürümenin böylesine boyutlandığı bir dönemde ilginçtir. Aslında bir taraftan iyidir de, çıkış yolu
arandığını gösterir. Ancak diğer yandan ortalıkta onlarca eklektik sanat
84
“manifesto”sunun dolaşması sanat tarihinin sınıflar mücadelesi içinde
oluştuğu fikrinin henüz beyinlerde billurlaşmadığını gösterir. Üstelik bu
çevrelerin çoğu da kendisini “özgün sanat akımı” saymakta ve oluşturduğu elitizmle kendilerine yeni yeni fildişi kuleleri yaratmakla meşguldür. Ancak iddialar ne yönde olursa olsun, yapılanlar genel olarak çağımızdaki sınıflar mücadelesi ekseninde, temel uzlaşmaz sınıflar olan
burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji doğrultusundadır.
Burjuva sanat anlayışının temel özelliği, sınıflar mücadelesini perdeleme amaçlı asimilasyon ve inkâr politikaları üzerinden sanatsal
ürünleri toplumsal ilişkilerden yalıtarak soyut birey eksenli düşünmesidir. Bireyi toplumsal/sınıfsal konumundan yalıtma anlayışı, birbirinden
farklı gibi duran ancak özünde aynı olan birçok sanat kümelenmesini/dükkânını/tekkesini üretmiştir. Bu kümelenmeler finansmanını tekellerin yaptığı vakıf, dernek, dergi vb. gibi zeminlerde “sivil toplum” masalının uygulayıcısı olarak burjuvazinin “edebiyat komiserliği”ni yapma
yarışındadır.
Kaldı ki, bu ülkede ta en baştan itibaren sanatçı-iktidar ilişkisi incelendiğinde vurgulanmak istenen amaç açıkça görülecektir. “Bürokrat” kimliğiyle Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Tecer, Orhan Seyfi Orhon,
Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafız Çamlıbel, M. Şevket Esendal, …
gibilerinin hayat öyküleri iktidarın sanat politikasını nasıl yürüttüğünü
gözler önüne serer. Sanatsal alanı Sol’dan temizleme operasyonları
sistematik bir bütünlük gösterir. Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden tutun da Cahit Sıtkı Tarancı’ya CHP Şiir Ödülü verilmesi, Necip Fazıl Kısakürek’in “Ağaç” dergisi için Celal Bayar’ın sponsor olması, Nazım
Hikmet’in cezaevinde tutulması egemenlerin sanat politikasının bir
ürünüdür.
Sanatın kitlelerle kurduğu etkileyici bağın ne anlama geldiğini bilen egemen sınıf, Sol’un etki alanını kırmak için her türlü yöntemi denemekten çekinmemiştir. 12 Eylül’de kitap ile silahı özdeşleştiren sahneler beyinlerde canlılığını korumaktadır. Kitapların toplatılması, yazar,
yayıncı ve evinde “sakıncalı” kitap bulunanların sorgulanması boşuna
değildir.
Askerî darbeler Türkiye egemen sınıfının istediği yönde siyasal/sanatsal üretimlerin rotasını da çizmiştir. Tekeller adına “24 Ocak
kararları”nın uygulayıcısı faşist apoletlerin bizzat desteğiyle, tıpkı
Cumhuriyet dönemindeki gibi, kimi sanatçıların önü açılmış muhalif
olanlar ise tarifsiz acılara mahkûm edilerek yaşama alanından mahrum
bırakılmıştır.
85
12 Eylül faşist askerî darbesinin sosyalistler üzerinde dolayısıyla
tüm toplum üzerindeki olumsuz etkisi büyüktür. Öyle ki tüm ilerici kültürel birikim çeşitli kıyım ve kırımlardan geçirilerek budanmak, yok edilmek istenmiştir. Kitapların kışlalarda yakılışı, yakılan kitapların ışığında
gencecik bedenlere kurulan darağaçları, zindanların tıka basa dolduruluşu ve kitabın yıllarca suç aleti olarak gösterilişi sosyalist mücadeleye
dolayısıyla sosyalist gerçekçiliğe ciddî darbeler vurmuştur. Örgütsel
sürekliliği, yani dernek, sendika, parti çatıları elinden alınan emekçi
halka karşı uygulanan baskı, içe çekilmeyi, melankoliyi, inkârı, bilinemezciliği, idealizmi, kültürel çözülmeyi ve dolayısıyla burjuva sanat anlayışının hâkimiyetini üretmiştir. Askerî darbeye karşı koyuş deneyimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından dolayı ilerici bir “karşı kültür” atılımı gerçekleştirilememiştir. Aksine küçükburjuva ideolojisi, 12 Eylül öncesi popülist solun vulger sanat anlayışı, feodal kültür kalıntıları ve yenilginin verdiği serzenişi de yanına aldığında sanatta “sol arabesk”
doğmuştur. Böylelikle örgütsel ve kültürel geleneği parçalanan Sol,
“sol arabesk” anlayışıyla sırtına yeni bir kambur ekleyerek süreci bu
noktalara getirmiştir.
12 Eylül’ün siyasal hayata müdahalesi kültürel/sanatsal alanın gerici dalgaya teslimiyetini getirdi. Özellikle 12 Eylül’de çözülüp sistemle
bütünleşenler bir Cumhuriyet geleneği olarak sanatta belirleyicilik noktasında bu iş için görevlendirildiler. Basın-yayın tekellerinde istihdam
edilerek burjuvazinin “edebiyat komiseri” oldular. Sosyalist düşüncenin
sanatsal alandaki etkisini kırmayı başardılar. Süreç Sovyetlerin çözülmesiyle katmerleşince Sol, sanatta belirleyiciliğini/etkisini kaybetti.
Kaybetmesinde Sol’un da kapsamlı bir proje üretememesi önemli bir
nedendir. Ve zamanla proleterleşme ve resmî ideoloji dışına çıkma
korkusu altında küçükburjuva şizofrenik itiraflarının medya holdinglerinin pazarlamasıyla sanat olarak sunulması ‘90’lardan itibaren kanıksanır duruma geldi.
“12 Eylül kuşağı”, “12 Eylül dönemi sanatı/şiiri” kavramlaştırılması
üzerinden edebiyat/sanat incelemesinde bulunanlar, kasten böyle davrananlar hariç, faşist askerî darbeyi alttan alta ve üstü örtülü cümlelerle olumladıklarının farkında dahi değildir. ‘70’li yıllarda edebiyatın Sol’a
yönelmesini içine yediremeyenler, dönemin küçükburjuva radikalizmindeki slogancı/vulger eserlerini öne çıkararak 12 Eylül’ün “gerçek
sanatın” önünü açtığını kulaktan kulağa fısıldamakta ve böylelikle sosyalist gerçekçiliğe olan içlerindeki kini kusmaktadır. “Gerçek sanat”
dedikleri burjuva bireyciliği ve mistisizminin çöküntüleridir. Sözüm ona
sanatları “ideolojiler üstüdür”, “politik şiirin kabalığını taşımaz” ve “ideo86
loji sanatı öldürdüğü” için “imge” ve “poetika” her şeydir. Hatta “şiir tek
1
insansal yaratılıştır” diyen şamanlarla “politika veya dünya görüşü
2
merkezli değerlendirmelerin bir eseri kavramada yeterli olmadığı” nı
yumurtlayan narsistler bile var. Aynı zihniyet 12 Eylül sonrası sanatı/şiiri (dolayısıyla faşist darbeyi) kutsayarak “80 darbesinin, 80 şairine
3
olmasa bile, 80 şiirine etkisi sıfıra yakın” gibi toplum/birey/sanatçı bütünlüğünü inkâr eden havada cümleler bile yazalabilmektedir.
12 Eylül ile öne fırlayan ve burjuvazinin edebiyata kapsamlı bir
müdahalesinin basit birer figüranı olan sanatçıların temel kozu “imge”dir. İmgeye olan kutsal atıftır. Bu kutsal “imge” kavramı üzerinden
sosyalist gerçekçiliğe olan düşmanlıklar açığa çıkar. Oysa onların yaptığı imgeler gerçeğin atomik olarak parçalanması ve bütünün reddi
üzerinden üretilir. Kapitalist anarşide parçalanan bilinçler zamandan ve
mekândan münezzeh bir şekilde öne çıkarılır, bireyin yaşadığı girdaplar ayrıntılandırılır. Soyut bireyin abartılı öne çıkması ya içe kapanarak
varoluşsal çöküntüyü, kötümserliği, bunalımı ya da madalyonun diğer
yüzü olan ırkçılığa dayalı sanal kahramanlığı doğurur. Böylelikle sanatçı mevcut statüko içinde kalır. Durağanlaşıp çaresizleşir ve hırçınlaşır. Sanatçının içinde olduğu girdap, bütünü reddettiği için her geçen
gün derinleştirilir. Bu sanatçının sosyal olaylara karşı ilgisizliğini ve küçümsemesini doğurur. Sanatçı gizemlileşir ve artık sanatsal ürünler
gerçekdışı, parçalı ve çelişkilidir. Çünkü temel problem onun içinde
yaşadığı travmatik fırtınalardır. Sanatçı için oluşturulan bu durum tekeller tarafından ödül, transfer ücreti, popülerleştirme gibi yöntemlerle
hemen kutsanır. Kutsanan sanatçı bulunduğu fildişi kulesini kaybetme
korkusuyla terbiye edilerek sosyal değişimden nefret eder hale getirilir.
Böylelikle imgeler arasında organik bütünlük sağlamak isteyen sosyalist gerçekçilik anlayışı baş düşman olur. Çünkü sosyalist gerçekçi sanatçılar, sosyal hayatın değişimini, bu değişime katılmayı ve dönüştürücü aktiviteleri savunur. Oysa burjuvazi kendi sistemini nihaî olarak
görür ve devrimci değişime/dönüşüme şiddetle karşı çıkar. Bu açıdan
toplumsal değişimlerin ana karakterini görmeyerek tarihi ve toplumu
tersten, birey eksenli okumak, ne kadar iyi niyetli olursa olsun yapıtların gerçeklik dışında idealist/fantastik düzeyde kalmasını doğurur ve
burjuva ideolojisini pekiştirmeye hizmet eder.
12 Eylül darbesiyle 650 bin kişi gözaltına alındı, 7 bin kişi idamla
yargılandı, 50 kişi idam edildi ve binlerce insan siyasî göçmenliğe zorlandı, vatandaşlıktan çıkarıldı. Tüm sanatsal/kültürel etkinlikler apoletlerin denetimine girdi. Sansür ve yasaklama ile kitaplar toplatıldı ve
yakıldı, ilerici yayınevleri kundaklandı, dergiler kapatıldı, filmler yasak87
landı. Toplum bitkisel hayata sürüklenerek bellek yitimine uğratıldı. Bütün bunları görmezden gelip “12 Eylül’ün sanata etkisi olmamıştır” demek, faşist darbenin zulmünü olumlama anlamına gelir. Yine 12 Eylül
sonrasının sanatsal eğilimlerini dönem/kuşak sığlığı içinde tahlile
kalkmak, sanatın sınıfsal mücadele içinde kendine has silahları ve
yöntemleri olan bir alan olduğunu inkâr anlamına gelir.
Bu yazı, amacındaki derinliklerin görülmesi açısından Lunaçarski’nin 1918’de 1. Proleter Kültür ve Aydınlanma Örgütlerinin Tüm
Rusya Konferansı’na sunulan rapordan bir bölümle başladı, yine aynı
raporun devamıyla sonlanacak: “Sanat şu veya bu sınıfın ideolojisinin
saf ifadesi olabileceği gibi, bir dizi sınıfın karşılıklı etkisi altında da durabilir; fakat sanat eserlerinin incelenmesinin en verimli yöntemi sınıfsal analizdir.”
13 Ekim 2006
12 EYLÜL
1.Sarsılır Yeryüzü
Bağlamışlar parmak uçlarına
hayalarına
meme uçlarına telleri
dokunurlar başka bir telle
diline
Sarsılır yeryüzü
bir tek sözcük için
Yükselir voltaj
sarsılır yeryüzü
Lâl olur dil
bir tek sözcük için
vermez kimseye düşlerini
2.Sorguda
Duvarların elleri bağlı arkadan
kucaklayamaz
gözlerinde bant
dili lâl
konuşamaz
Yaslanacak bir omuz istesen
sağ omzuna
sol omzun var
buluşamaz
Duvarların türküsü
ince ince
sızı sızı
gökyüzüne açılamaz
Dipnotlar:
1 “Bağımlılık Şiir Bildirgesi”, Şiiri Özlüyorum dergisi, s.5, Mart-Nisan 2006.
2 80’li Yılların Şiirine Dair Soruşturma Dosyası, Mühür dergisi, s.10, EylülEkim 2006.
3 80 Şiiri Ne’dir Ne Değildir, Mühür dergisi, s.18, Eylül-Ekim 2006.
88
— adımı koy karıcığım
karnındaki çocuğa
belki bana koşamaz
Kemâl Kök
(Barış ve Başak, Sorun Yayınları, s.32)
89
Sabahattin Ali Tayır
Tecrit, Hayat ve Sanat
-Deneme-
Tecrit, insanı toplumsallığından, insanlığından, onurundan soyma
girişimidir. Sistemin, iletişim tekellerinin, büyük sermaye gruplarının,
emperyalizmin, “işine gelmediği” noktada insan bireylerini yalnızlaştırmak, psikolojik olarak çökertmek, fiziksel ve ruhsal anlamıyla teslim
alabilmek için uyguladığı “ince” işkence yöntemidir. Özellikle siyasî tutsaklardan başlanarak uygulanan bu “hiçe sayma” yöntemleriyle, konuşmak, mektuplaşmak, doğadan herhangi bir ses duymak ya da günler boyu faşist marşlar dinlemek zorunda kalmamak, bir insan yüzü
görmek … gibi en temel insan hakları bile, “disiplin kuralları” bahanesiyle engellenebilmektedir. Tutuklu ve hükümlü ayrımı bile yapılmadan,
fiziksel ve psikolojik saldırılara karşı savunmasız bırakılan insanların
durumu sıkı bir sansürün yaşandığı duvarları ve boyalı holding basınını aşıp insanlara ulaşamamaktadır.
Dürüst, namuslu birçok bilim adamı ve sosyoloğun kabul ettiği gibi, birey ve grup tecridi toplumsal bir varlık olarak yaşayabilen normal
bir insanı önünde sonunda psikolojik ve fiziksel yıkıma sürükler… Hapishanelerde, F tiplerinden beri fiziksel ve psikolojik hastalıklarda, intihar oranlarındaki gözle görülür artış bir yana, altı yıldır dünyanın hiç bir
yerinde görülmemiş şekilde 122 devrimcinin ölümü, 400’ü aşkın kişinin
kalıcı sakatlıklara uğramasıyla süren açlık grevi-ölüm orucu direnişleri,
artık insanlığı harekete geçirmelidir. Artık, dünya çapında birleşmiş küresel gericilik düzenine karşı, “kurtuluş yok tek başına/ya hep beraber
ya da hiç birimiz” deme zamanıdır…
Yalnız hapishanelerde değil, kanıksama ve duyarsızlığa paralel
olarak hayatın her alanına taşınmakta olan tecrit uygulaması, azınlık
durumuna düşürülen ve genellikle ayrı ayrı davranmakta ısrar eden sol
kesimlere karşı linç girişimlerine kadar vardırılmakta, düzmece gerekçelerle insanlar suçlanmakta, baskı ve şiddete maruz bırakılmaktadır.
Bu grup tecridinin meşru gösterilebilmesi için holding basın ve televizyonları büyük bir serbestlik içinde gerçekleri eğip bükmekte, toplumu
yanıltmaktadır. “Demokratikleşme Süreci” boyunca yaşanan ve onlarca insanın gözaltına alınıp baskı gördükten sonra “pardon” denilip serbest bırakıldığı “operasyon”lar yoksul yaşantılarımızdan bugün de eksik olmamaktadır…
Kuşkusuz ki asıl amaç, F Tipi’ni insanların beyinlerine inşa etmek,
tecridi içeride ve dışarıda toplumu denetlemenin, kendi çıkarlarına göre
yönlendirmenin başlıca araçlarından biri hâline getirmektir. Kendi yaşamına müdahil olabilen, özgür iradesiyle örgütlenebilen bireyler yerine,
90
bencilliği bayrak edinmiş bireyci felsefî sefaletler 12’li darbelerden beri
bu yüzden desteklenmekte, sanat-edebiyat ve basın-iletişim alanlarına
sermayeciler tarafından bu yüzden “büyük yatırım”lar yapılmaktadır.
Günümüzde insanın insanla, işçi ve emekçi sınıfların benzeşleriyle, ezilen-sömürülen halkların birbirleri ve ilerici insanlığın tüm
ögeleriyle haberleşmesi ve dayanışması önüne dikilmiş başlıca engellerden biridir tecrit. Emperyalizm “iletişim devrimi” derken, hayatın her
alanındaki haberleşmeyi kendi süzgecinden geçirmeyi, toplumu uyuşturucu-hap bilgilerle “beslemeyi” kastetmekte, buna büyük önem vermekte, bu yolda sayısız adım atmaktadır.
Amaç, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun devrimci düşünceler
ve bilimsel dünya görüşüyle kaynaşmasını engellemek; devrimci etkinliği sendikalar ve emekçi örgütlerinden tecrit ederek toplumun her kesimini ayrı ayrı davranmaya zorlamaktır. Bu ise, tam da emperyalizmin
“böl ve yönet” ilkesinin yaşamı kuşatması anlamına gelir.
Burjuvazi, solun kendi içinde düşman kardeşlere bölünmesini, bir
demokratik tepki için on siyasetin bin kişi toplayamamasını; dışarıdakilerin içeridekilere, işçinin köylüye, Türk’ün Kürt’e, Kürt’ün Arap’a …
karşı duyarsız davranmasını körüklemekte ve alkışlamaktadır…
Hayatın her alanındaki yabancılaşma ve tecrite karşı söyleyerek,
yazıp çizerek, eylemde bulunarak dayanışma içine girmek günümüzde
asgari düzeyde “insan” kalabilmenin tek yoludur. Cumartesi Anneleri,
gözaltında kaybedilen yüzlerce çocukları için: “SUSMA, SUSTUKÇA
SIRA SANA GELECEK” sloganını üretmişlerdi:
Habersizlik, tepkisizlik, kendine ve ötekine yabancılaşma, yüreğin
nasırlaşması gibi nedenlerin sonucu palazlanan faşist eğilimlerin, Devrimcilerin, Marksistlerin kanıyla yetinmeyeceğini, “demokratlara”, “ilericilere”, “çevrecilere”, “liberallere” hatta yalnızca görünüşü kurtaran “entel-dantellere” bile yöneleceğini görmek için biraz tarih ve sınıf bilgisi
ve linç tertiplerinde bulunduğu halde korunup kollanan, “millî hassasiyet” gösterdiği söylenen faşist gruplara bakmak yeterlidir.
Tecrit, ister birey, ister grup tecriti olsun bir insanlık suçudur!
Toplumun tüm ezilen-sömürülen kesimlerinin ve ilerici insanlık ailesinin birbirleriyle dayanışması olmadan kırılamaz!
Yabancılaşma, duyarlılık yitimi ve tepkisizliğe karşı sanattan, bunalımcı, bencilce bireyci kulvarlarda değil, yaşamın orta yerinde canlı,
sağlıklı soluklarda olması beklenir…
Hiçbir riski göze alamayan sanat, daha baştan ölüdür…
12 Eylül 2006
91
Sanat Cephesi
SANATÇILAR DA TECRİTTE
-Basın Açıklaması-
Yaşadığımız her alan modern toplama kampı görünümündeki F
Tipi hücre tecridi ve uluorta yapılan linç politikaları altında. Artık hapishanenin içerisi gibi dışarısına da hapishane koşuları getirilmek üzeredir. Tecrit ve linç politikalarıyla yaşam damarlarımız kesilmeye çalışılıyor, yaşantılarımız denetim altına alınarak geleceğimiz emperyalist
yoz kültüre köle edilmek isteniyor.
İçerideki hapishanede bulunan devrimci-siyasî tutsaklar F Tipi yaşama karşı yıllardır çeşitli yöntemlerle direniyor, yaşamını kaybediyor.
Beraberinde “Tecridi Kaldırın” sloganı altında Ölüm Orucu’na başlayarak bu konuda bir duyarlılık/eylemlilik yaratmak isteyen Avukat Behiç
Aşçı eyleminde 175 günü çoktan geride bıraktı.
Toplumsal muhalefetin en duyarlı kesimlerine uygulanan tecrit politikası, duyarsızlığın arttığı oranda toplumun bütününe yönelik olarak
uygulanmak istenmektedir. İçerideki hapishaneyi yeniden dizayn ettiğini düşünen egemenler, şimdi dışarıdaki hapishaneyi dizayn etmeyi
gündemine almış bulunmaktadır. Egemenler içerideki hapishanede
edindiği deneyimleri toplumun tümüne yaymak için elindeki tüm araçları kullanıyor. Kültürel hayatta yaşanan yozluğun artmasına paralel dayanışma, birlik, hak arama gibi davranışlarının her geçen gün kaybolması bunun en açık göstergesi.
Sanatçıları ve aydınları fildişi kulelere hapseden egemenler bunun
dışına çıkmak isteyenlere TMY yaptırımları ve açık fiilî baskılarla müdahale ediyor. Mahkeme kapılarında, sokakta korku toplumu yaratma
aracı olarak linç girişimleri deneniyor, muhalif ve farklı sese gözdağı
veriliyor. Linç ve tecrit uygulamaları medya ile beyinlere zerk edilerek
meşrulaştırılmaya ve böylelikle yaşamın tüm alanlarında uygulanmaya
çalışıyor. Faşist-ırkçı-asimilasyoncu eğitim-kültür-sanat politikalarıyla
faşist nitelikte tek tip insan ve toplum yaratılmak isteniyor.
lumsal muhalefetin en ileri unsurlarından izole etmek politikasına da
karşı çıkmak anlamına geliyor.
Sanat Cephesi Geçici Komitesi olarak, ilerici, muhalif ve etnikmillî farklılığı olan tüm insanlara yönelik saldırıyı içeren böylesine kapsamlı bir politikanın durdurulup geriye püskürtülmesi, ancak bu saldırılara karşı olanların topyekün birlikte karşı koyuşuyla mümkün olacağını düşünüyoruz.
Bilindiği gibi içerideki hapishanelerin yıkılmasının, ancak dışarıdaki “emekçi halklar hapishanesi”nin yıkılmasıyla mümkündür. Bu açıdan
dışarıdaki hapishanede çok yönlü ve kitlesel karşı duruşların, karşı koyuşların örgütlenmesi gerektiğini savunuyor; bu yolda üzerimize düşecek olan sorumluluğu yerine getireceğimizi belirtiyoruz.
Sanat Cephesi Geçici Komitesi olarak biz sanatçılar, içerideki ve
dışarıdaki hapishanede ayrımsız bütün devrimcilere, aydın ve sanatçılara yönelik olarak uygulanan tecrit-linç politikasını kınıyor ve protesto
ediyoruz.
Sanatçıların “sanatçı olmaları” nedeniyle göstermeleri gereken “sanatsal duyarlılıkları”nı “tecrit” konusunda yeterince gösteremedikleri kanısındayız. Toplumun en duyarlı kesimi olması gereken tüm sanatçıları sorumlu olmaya ve “Sanatçılar da Tecritte” isimli kampanyayı destekleyerek
bu konuda bir bilinç ve birlikte karşı koyuş oluşturmaya çağırıyoruz.
28 Eylül 2006
Sanat Cephesi Geçici Komitesi
İsmail Hardal, Ruhan Mavruk, H.Ali Selvi, Kemâl Kök,
Nevzat Oğuz, Sait Oral Uyan, Meral Kaşoturacak
Sanatçıların yaşanan gerçeklere duyarsızlaştırılarak gözleri ve beyinlerinin resmî ideoloji ile bağlandığı bir dönemde artık sanatçıların da
tecritte olduğunu düşünüyoruz. Çünkü tecridin amacı olan duyarsızlaştırma, korkutma, itaat ettirme, tek tipleştirme, yozlaştırma, yaşadığı toplumun gerçeklerine yabancılaştırma gibi özelikler kimi sanatçılarda olağan görülen özellikler haline gelmiş; neredeyse kanıksanır olmuştur.
Tecrit politikası toplumsal muhalefetin en ileri unsurlarını işçi sınıfı-geniş emekçi kitlelerden ve emekçi halklardan uzaklaştırmayı içeriyor. Tecrit politikasına karşı çıkmak işçi sınıfı ve emekçi halkları, top92
93
Dergi’mize Yöneltilen Eleştiri Üzerine
FOTOĞRAF
hamur teknelerinde saklarız göz yaşlarımızı
keser Osmanlının öfkesi tandır ekmeklerimizi
boğazımızda bırakır katıksız gecelerimizi
çığdan fenerler yaparız ulaşmaz dağlarımıza
Beethoven’in sağır senfonileri
uyuyamaz kıvranır Mezopotamya
durup mağrur hatırlar o günleri
Aras nehrinden geçer altun üzengili Ermeni beyleri
Haşmayan ağa gezinir kartal başlı kalelerin önünde
ve kendisine ve karısına ve çocuklarına ve düşlerine
bulaşmadan Enver Paşa’nın öfkesi
kehribar tespihler çeker Şiraz işlemeli
eşlik eder bakır semaverler
tutsak ve mülteci bir ömre
hikayeler dinleriz Mem ile Zin’den
Yusuf Peygamber kör kuyulara atılır
Züleyha dişi peygamber devesi
tezek kokan öpüşlerle sarılırız
gümüş hızmalı kadınlarımıza
koca yürekli Nazım’ın unuttuğu
oynak ağır kalçalı
irkiliriz birden
aşiret töresi bu beklemez
sararmış altın dişli ağalar
koynuna alır her gece ülkemin kardelenlerini
dökülür birer birer Afrodit’in kirpikleri
kıl çadırlar tirer sarsılır Sarıgöl
isyan eder Zeus, Meleke Tavus
Nemrut utanır nemrutluğundan
kesilir koları Munzur’un
geçirir dişlerini yüreğine
puslanır düşer gümüş Kofiler
mişli geçmiş zamandır gelir
toplu mezarlara gömer Berfin
geceden siyah umutlarını
Ertan Taşdelen
(Eylül Fırtınası, Sorun Yay. S. 67-68.)
94
Eleştiri: SORUN Polemik Dergisi üretim faaliyetini yoğunluklu
olarak II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II. TTKK) yöntemini
bilince çıkarmaya odaklamıştır. ‘Komünistlerin Birliği’ davasını dile getiren bazı siyasî eğilimlerin çabaları geçmişte de, günümüzde de hiç
bir başarı sağlamamıştır. Yer yer birer söyleme ya da grupsal duruşlara neden olmuştur. Kolektifiniz, TKP’nin ve 15/16 Haziran’ın bir hizibi
midir? Sol’un günümüzdeki konuşlanışı bir gerçekliktir. II. TTKK yönteminin bu gerçekliği aşıp vücut bulması biraz ‘ütopik’ bir yönelişi andırmaktadır. Kolektifiniz, bu gerçekliği nasıl kırıp aşacak ve II.TTKK
yöntemini gerçekleştirecektir?
Ayrıca, Kolektifiniz’in son aylardaki etkinliklerinden nasıl bir sonuç
çıkarmaktasınız? II.TTKK’nın maddî altyapısının hazırlanması konusundaki görüş, öneri, izlenim, gözlem ve nesnel gerçekliği yansıtan bir
değerlendirmeyi yapabilir misiniz?
Cevap: Eleştiri ve sorularınız Kolektifimiz’i yeterince tanıyamamaktan ileri geliyor. İlginizi bilince taşıyacak maddî bilgiler belgelenmiştir. Bir yandan bunları ayrıntılı inceleyerek, öte yandan yazılı eleştiri ve soru sormak yöntemi yerine bizzat ‘gezegenimize’ gelerek kadrolarımızla tanışıp tartışabilirsiniz. Ayrıca, düzenlediğimiz etkinliklere katılarak dinleyenlere verilen söz hakkınızı da özgürce kullanabilirsiniz.
Bazı zorunlu tekrarları içerse de Kolektifimiz:
a) Kolektifimiz, Tarihî TKP’nin, yani 10 Eylül 1920 geleneğinin günümüzde doğal bir uzantısı olabilecek tarihî bir sürecin yeniden örgütlenmesinden yanadır. Kolektifimiz, bir Yayın Kurulu disipliniyle çalışan
bir Kurum’dur.
b) Tarihî TKP’nin isim, sıfat ve devrimci geleneklerini sömürenlerden biri değiliz. Adına ve geleneklerine layık bir TKP’nin oluşturulmasından yanayız. PARTİ ve ‘Partileşme Sorunu’ gibi konuları Bilimsel
Sosyalizm-Komünizm davasını belirleyen temel ilkeler uzantısında değerlendirmekteyiz. Türkiye’de Marksizm-Leninizm ve Proletarya Enternasyonalizmine sıkıca bağlı bir PARTİ’miz yoktur. TKP’nin adını sorumsuzca kullanmaya yeltenenler birer “resmî” ya da “muvazaa” partisi görünümündedir. Parti değil, örgüttürler.
95
c) Devrimci ve Marksist Kadro olmayı hakkeden herkesin grup
kurma özgürlüğü vardır. Kolektifimiz, anılan hiziplerden, hizipçi duruşlardan biri değildir. Allah yazdıysa bozsun. Grup kurma özgürlüğü devrimci bir maya çalabiliyorsa bu çok faydalıdır. Grup (hizip) devrimci
mücadeleye zarar veriyorsa, yani hizayı bozuyorsa, devrimci bir maya
çalamıyorsa çok zararlıdır. Kolektifimiz tarihî TKP ile 15/16 Haziran
Hareketi geleneklerimize zarar veren hizipçi, hizayı bozucu bir işleyişe
sahip değildir. Aksine böylelerini teşhis, tedavi, teşhir ve tecrit edici bir
konumdadır. Marksizm-Leninizm ve Proletarya Enternasyonalizmi davasına zarar verenlerle araya kama sokmakla gerekli bir ayrışmabütünleşme işlevini yerine getirmektedir,
ç) “Komünistlerin Birliği” davası Kolektifimiz’in bir keşfi değildir.
Evrensel düzeyde tüm komünist kadroların birleşme, ayrışma ve bütünleşme süreçlerinde denenip-sınanmış bir yöntemdir. Lenin’in
RSDİP’in oluşturulmasında, Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının 19191920’lerde I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (I.TTKK)’nde gerçekleştirdiği Marksist bir yöntemdir. Kolektifimiz’in “Komünistlerin Birliği” davasını lâfzen zikreden, fakat sosyal-pratikte pratik örgütçü çalışmalardan, yaratıcı diyaloglardan kaçan ve de aşırı teorisizme, entelektüalizme kaymış kesimlerden değildir. Aşırı teorisizm, entelektüalizm, dogmatizm ve sekterizm Marksizm dışı akımlardır. Türkiye’de
üniversite okumuş yarım-aydınların temsil ettiği bu türden duruşlarla
entelektüel birikime sahip yeni nesillerin temsil ettiği duruşlar sosyalpratikte yeterince sınanmıştır. Yine de sınanmaktadır. Kolektifimiz’in
duruşu geçmişteki ilkesiz birlik çabalarıyla asla örtüşmez. Devrimci ve
Marksist birikimi olan ve mücadelenin ateşinden gelen kadrolar
II.TTKK’nın ne denli hayatî ve acil bir sorun olduğunun farkındadır. Kolektifimiz’de doğallıkla kadro olmayı hakedenlere hitap etmektedir, şu
aşamada.
d) II.TTKK yöntemi asla ‘ütopik’ (ham hayalci) bir yaklaşım değildir. Devrimciler, Komünistler doğallıkla ve zaman zaman devrimci
ütopyacı, devrimci romantik ve dönüştürücü niteliklere sahiptir. Zaten
devrimci ütopyası olmayana komünist denilmez. Devrimci hülyası,
coşkusu, heyecanı, tarihsel iyimserliği ve dinamizmi olmayanlara nasıl
devrimci diyeceğiz? II.TTKK yöntemi sonuç alıcıdır ve hareketimizin
“örgütler anarşisi”nden kurtarılmasıdır. Siyasal ve sosyal devrimin yolunun döşenmesidir. Mevcut şu engin potansiyel birikimin enerjiye çevrilmesidir. Sosyal kurtuluşumuzun, güvenilir araçlarımızın işbaşı yapmasıdır… Ve onlarca bilimsel gerekçemizin özüdür.
96
e) Burjuvazinin sağlı “sol”lu binbir kuşatmasını nasıl mı aşacağız?
Kapitalist anarşinin yabancılaştırdığı insanlarımızın en ileri unsurlarını
yeniden kazanarak, doğruların ve hakikatin kavgasını vererek, ayağımızı bulunduğumuz coğrafyanın gerçekliğine sağlam basarak, özel
hayatı, işi ve üretimi bütünsellik gösteren bütün birimleri sevip-sayarak,
onlara büyük değerler vererek, yok saymayarak, kucaklayıcı, çeşitli ve
çok yönlü iştişarî toplantılar düzenleyerek, bu amaca yönelik konferans
ve kurultaylar örgütleyerek, hayatın ve mücadelenin tüm alanlarında
birlikte iş yapılmasını gündeme taşıyıp bazı zorlamalarda bulunarak,
sanat, estetik ve politikanın aynı yerde olduğunun kavgasını vererek,
düzenle arayı açmaya aday bütün birimlerle dostluk ve dayanışma yaparak, Bilimsel Sosyalizm-Komünizm davasına bağlı herkesle iletişim
kurarak, yaratıcı diyalogları gerçekleştirerek, işçi sınıfının sendikal ve
siyasal birliğinin ne demek olduğunu bilince çıkararak… Bilmem daha
sayalım mı? Yolu açacak onlarca konu ve iş var.
Kolektifimiz’in konumuna gelince:
1. Kolektifimiz, özgürce birleşmiş birimlerden oluşturulmuş bir Kurum’dur. Yayın Kurulu disipliniyle çalışmaktadır.
2. Birlikte tespit ettiğimiz plâna-projeye uygun ve bilinçli üretim;
faaliyetinde bulunmaktadır.
3. Nasıl mı ayakta kalmaktayız? diyorsunuz. Temel ilkelere, ideolojik-siyasî ve ahlâkî değerlere tutunarak. Ayrıca maddî üretim sürecine dayalı ve sıkıca bağlı kurumsal bileşimlerin yaşam süreci, bir yandan iş ve emek sevgisinin geliştirilmesine bağlıdır. Diğer yandan bütün
ilkelerde birleşmiş birimlerin, sistemin sağlı “sol”lu binbir kuşatma ve
baskısından kurtularak işlevsel olabilmesi, bir dizi sancılı gelişmelerin
ve bizleri vareden koşulların hazırlanmasına bağlıdır. Bilincimizden ve
emek gücümüzden başkaca bir umarımız yoktur.
4. Devrimci ve Marksist kadroların kendilerini sarıp kuşatan kapitalist yabancılaşmadan kurtulmasına karşı durmak tek tek örgütlerin,
kurumların disiplinleriyle gerçekleşemez. Nihaî amacı insanın ve insanlığın evrensel sosyal kurtuluşunu gerçekleştirmek olan “Komünistlerin Birliği” davasını gündem yapmak zorundayız.
5. Hayatın ve mücadelenin reddettiği aşınmış ve aşılmış düşüncedavranışlar yerine, çok zor ve çetin süreçlerden geçecek olan “Komünistlerin Birliği” davası gibi bir mücadele yöntemini benimsediğimiz için
kimilerine benzeyen bir işleyişten yana değiliz. Kimi iyi niyetli fakat
Marksist donanımı eksik birimlerin yadırgayarak bir türlü anlamak istemediği bu türden duruşların ne demek olduğu gecikmeden kavranıS.P. F/7
97
lacak bir süreçtir. Mevcutların dışında yüzde yüz bağımsız ve yüzde
yüz işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal kurtuluş mücadelesinin içindeyiz. Bu bağlamda anılan-anılmayan etkinliklerimizi kavramak ve bilince çıkarabilmek için teori-pratiğimizle yeterince tanışmalısınız. Bunun yolu da açıktır.
6. “Komünistlerin Birliği” davasının hazır bir reçetesi yoktur. Kolektifimiz’in dışımızdaki kadrolarla tartışmaya aday hazırlık çalışmaları
vardır. Fakat tek başımıza hazırlanmış dayatmacı bir programımız
yoktur. Olacaksa, kadrolarla tartışılacak ve birlikte üretilecek programlardan yana olmak durumundayız. Devrimci yasallığı ve sosyal meşruiyeti olan kurumsallaşmaların yolu buradan geçer. Bu dava; sağda ve
“sol”da oldukça egemen olan bilcümle ‘resmî’ ritüel, mistik ve meta
ilişkilerinin kırılıp aşılması bilimsel bilgi ve bilinçlenmeyi öne çıkararak
ilerleyecektir.
7. “Komünistlerin Birliği” davası; Devrimci ve Marksist kadroların
iletişim kurmasına, yaratıcı diyalogların önünün açılmasına ve bu yolda bir iklim ve altyapının hazırlanmasına bağlıdır. Öte yandan “Devrimci Oturum” düzenleme, sonuçlarına katlanma disiplinleri kazanmamıza, demokratik tartışma, ikna ve sosyalist demokrasiyi uygulama ve
devrimci normları bütün süreçlerde işletmemize bağlı bir süreçtir.
Amaç, hareketimizi düzeyli bir ortama kavuşturmaktır.
8. “Komünistlerin Birliği” davası konusundaki etkinliklerimizin dostdüşman herkesin gözünün önünde cereyan ettiğini görüyorsunuz. Bu
etkinliklerden ve süreçten çıkardığımız sonuçları ilgili bütün kesimlerde
paylaşmak için Dergi’mizi ve telif çalışmalarımızı ayrıntılı inceleyebilirsiniz. Bu konular yörüngesinde soru ve eleştiri yönelten herkesi anlamak için bizler, sizler /onlar/ kadar “şanslı” sayılmayız. “Komünistlerin
Birliği” davasına duyulan ilgiyi dergi ve internet sayfalarından çıkarıp
ayakları üzerine oturtmak gerekiyor.
Eleştiri: Resmî tarih anlayışları ile resmî ideolojiler üzerine yaptığınız eleştirileri ilgi ile izliyorum. Bu konular hakkındaki görüşlerinize
de katılıyorum. Fakat Dergi’nin yazım kurallarında inceltme işaretlerinin kullanışını da bir resmî ideolojiyi olumlama olarak görüyorum.
Türkçe yazım kurallarında artık bunlar kullanılmamaktadır. TDK’nın
yazım klavuzunu neden örnek almıyorsunuz?
Cevap: Bulunduğumuz coğrafyada kullandığımız türkçe lisanı
resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojiler tarafından âdeta köreltilmiştir.
TDK ve TTK (Türk Dil Kurumu-Türk Tarih Kurumu) bütün resmî anla98
yışların merkezidir. Sistemin; Anadolu ve Mezopotamya emekçi halklarının dil, tarih, kültür, gelenek, görenek, inanç, müzik, folk, vb. zenginliklerimizin geliştirilip güçlendirilmesi konusunda hiç bir ciddî ve bilimsel bir çalışması yoktur. Sistemin mantığı baskı, inkâr, imha ve asimilasyona dayalıdır. TDK’nın öztürkçecilik akımı ya da “dilde devrim” gibi bilimsel olmayan yaklaşımı emekçi halkların geçmişiyle olan bütün
bağlarını koparmış, uyduruk, köksüz ve özsüz bir dil (lisan) anlayışını
egemen kılmak istemiştir. “Dilde devrim” üretim, mülkiyet ve paylaşım
ilişkilerinin işçi sınıfı ve emekçi halkların yararına dönüştürüldüğü süreçlerde gerçekleşir. Emir-komuta ya da başka dillerden aşırma uydurmalarla gerçekleşmez. Günümüzdeki Türkçe ile tanışan nesiller
arasındaki kopukluk buradan kaynaklanıyor. Kapitalist batıdan tartışmasız biçimde alınan yoz ve kozmopolit bütün akımlar bu zeminde ve
birazda TDK ile TTK’nın asla bilimsel olmayan çalışmalarından ileri geliyor. Türkçe yazım konusunda inceltme işareti kullanılması konuşma
aracının hakkını vermektedir. Ayrıca, bu konuda daha doğru bir çaba
içindeki kesimlere (kara gerici ve ırkçı) doğru yazım kullanma fırsatını
vermemeliyiz. Resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojilere gerçekten karşı isek, sistemin dayattığı uyduruk yazım kurallarına, alfabenin, gramerin tahrifatına da karşı çıkmak durumundayız. Coğrafyamızdaki bütün
emekçi halkların (Türk, Kürt, Laz, vb. ) resmî tarih anlayışı ve resmî
ideolojilerin inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına temelden karşı
çıkmak gerekiyor. Özgür, demokratik bir toplumun altyapısı böylece
döşenir.
Eleştiri: Kolektifiniz’in oluşumunda emeği geçenlerden Sırrı
Öztürk’ün adını internette her tıklayışımızda şu bilgilerle karşılaşıyoruz: “Sırrı Öztürk 1975’de TKP’den ayrıldı Sorun Yayınlarını kurdu.”
Dergi’nizdeki yazılara ve Sırrı Öztürk’ün imzasını taşıyan telif çalışmalar bakıyoruz, TKP denilince 10 Eylül 1920’nin kastedildiğini görüyoruz. Bu türden internet yayınlarına niçin doğrusunu belirten bir açıklama göndermiyorsunuz?
Cevap: Gerek Kolektifimiz, gerekse Sırrı Öztürk hakkında yalnızca internet sitelerinde değil, kitap, dergi ve gazetelerde de kasıtlı, yalan yanlış bilgiler yazılagelmektedir. Deveye sormuşlar “neden boynun
eğri” diye, O’da “nerem düzgün ki” cevabındaki gibi, bizde bu türden
kasıtlı bilgileri verenlerin “hangi birini düzeltelim?” demekten kendimizi
alamıyoruz. Dikkatli ve bilinçli okurlarımız CIA-MOSSAD-MİT’in destekleyip manipüle ettiği internet kanallarıyla bilerek/bilmeyerek (fark
etmiyor) onlara yardımcı olanların yayınlarını ayırt etmekte bir güçlükle
99
karşılaşmaz. Okurlarımızın bilimsel bilgi ve bilinçlenmesine paralel olarak bu konulardaki tahrifatların aza ineceğine inanıyoruz. Yanlış, kasıtlı
ve kışkırtıcı yayınlar karşısında Sol’un ortak bir hafızaya ve her alanda
kurumsallaşmaya adım attığında kasıtlı bilgilerin de hem sayısı azalacak hem de içeriği değişecektir. Bunların izole edilmesine gücümüz
yetmiyor. Tekrarında yarar olduğu için bir kez daha ifade ediyoruz:
Sırrı Öztürk Harici Büro “TKP”sine hiç bir zaman girmedi. PARTİ denilince 10 Eylül 1920 geleneğinin dışında bir örgütlenmeyi asla düşünmedi. Yüzde yüz bağımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halkların
sosyal kurtuluşundan yana tavrıyla bu geleneğin yeni nitelikler kazanmasının mücadelesini verdi. İyi niyetlerle sorduğunuz bu türden sorularınızın cevabı II.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II.TTKK) yazılarımızda verilmiştir. İnceleyebilir, ayrıntılı bilgi için de ‘gezegenimize’
kadar gelebilirsiniz.
SORUN Polemik
Web ve e.posta adreslerimiz değişikliğe uğradı.
Yenilerini lütfen not ediniz.
☼
SORUN Polemik
Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi:
www.sorunpolemik.com
[email protected]
☼
Sanat Cephesi:
www.sanatcephesi.org
[email protected]
☼
Sorun Yayınları Kolektifi:
www.sorunyayinlari.net
[email protected]
☼
Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu:
www.avnimemedoglu.8m.net
[email protected]
100
Turgay Ulu
Bir Kitap : "Gün Ağarmasa"
-Kitap-
Kitabın yazarı olan Osman Akınhay, yaklaşık sekiz yıl hapishanede yatmış. 1991 “Genel Affı” ile birlikte çıkmış hapishaneden. O.
Akınhay, bu kitabın basıldığı Everest Yayınları'nın editörüydü aynı zamanda. Değişik dergi ve kitabevinde yayın yönetmenliği gibi görevlerde bulunmuş.
"Gün Ağarmasa", anı-roman özelliği taşıyan bir kitap. Romanın
baş karakteri Celal'dir. Sanırız kitapta anlatılan anılar, aynı zamanda
yazarın kendi hayatından kesitleri oluşturmaktadır.
Yazar, kitabını kaleme aldığı dönem olan 2000'li yıllarda amaç ve
iddialarını kaybetmiş durumdadır. Bu türden duruşu tüm süreç değerlendirmelerine ve bakış açısına yansımıştır. Lâkin, Mamak hapishanesinde yattığı süreçte de öyle davaya sonuna kadar bağlı kalmış bir
profil çizmiyor.
19 Aralık hapishane katliamlarını izlerken, ekranda gördüğü sahneler yazarın kendi anılarını canlandırmış kafasında...
Celal adını verdiği baş karakter, hapisten çıktıktan sonra gündelik
"aşklar" ve tüketim toplumunun değer yargılarıyla uyumlu bir yaşam
sürdürmektedir. Bunca yıl içerde kalan pek çok insanın da bu türden
bir "yolu" seçtiğine ilişkin pek çok örneğe rastlanmaktadır. Barlarda,
alışveriş merkezlerinde geçen bir yaşam, bireyci, aldatma üzerine kurulu "aşk" ilişkileri...
Bir nostalji olarak, geçmişte hapishanede yaşadığı acılı günleri
anımsıyor. Örgüt içi çatışmalar ve eylemler eleştirel bir değerlendirmeyle aktarılıyor okuyucuya. Şimdiki zamanda izlediği hapishane olaylarında, "ölümün yüceltilmesi"ni eleştiriyor. Diğer yandan, devletin
ölüm oruçları ve Devrimci tutsaklarla ilgili olarak yapageldiği karşıpropogandanın gerçek dışı olduğunu da vurguluyor arada bir de olsa...
Bu kitapta bir amaç ve iddia olmadığı gibi, herhangi bir ideolojik
bakış da bulunmuyor. İş böyle olunca, derinlikten yoksun, toplum yapısını ve insanı çozümleyemeyen, âdeta bir askerlik anılarını anlatma niteliğindedir kitap. Umutsuz, ufuksuz, gelecek yoksunluğu, gerçeklikten
uzak bir hümanizm ve duygusallıktan öteye varamamayı beraberinde
getirmiş.
Tam bir yenilgi ve teslimiyet havası estiriyor kitap. Tüm olumsuz
dünya koşullarına rağmen, insanımızın nasıl bir bağlılık ve feda örnekleri sergiledikleri görmezden gelinmiş âdeta. Yazar bunca hapislik ya101
şamına rağmen, bilimsel bilgi ve bilinçlenme yolunda hiçbir şey öğrenmeden olay, olgu, süreç ve verileri koşulları içinde yerli yerine koyamamış. Bu eksikliğinin karşısında "ölümün yüceltilmesi ve örgüt içi arası- çatışmalar" öne çıkarılmak istenmiş!..
Devrimci cenahımızda bu ve benzeri konulu kitap yazımı yeterli
olmadığından, yüzeysel, hiçbir derinliği ve inandırıcılığı olmayan, oluşan bu boşluk; iddiasını yitirmiş (daha doğrusu ruhsal ve ideolojik sağlığını zedelemiş) eski solcu, yeni liberal "sivil toplumcu" yazarlar tarafından da anında dolduruluyor!..
Yazar, verilmekte olan devrimci mücadelenin ve devrimci hareketin aleyhine çok fazlaca söz söylememiş olmasına karşın, kitapla okuyucu devrimci uğraşın bir zaman kaybı olduğunu düşünmeye yönlendirilmektedir. İktidar perspektifli devrim mücadelesi, anlamsız ve kişilerin
yaşamına zarar veren bir uğraş olarak lanse edilmektedir.
Yazarın içinde yer aldığı kuşağın ve özellikle de 1991 "Genel Affı"
ile tahliye olan solcuların çoğu (1970 sonrasındaki örnekleri gibi), sistemin çeşitli kademelerinde yer tutarak, çevrelerine devrimci bir umut
yayma yerine (ki, bu görev bunların işi değildir, bunun bilincindeyiz)
düzene uygun adımlarla bağlanmanın yolunu işaret etmişlerdir. BU
gerçek durum; öznel ve nesnel etkenleriyle birlikte çözümlenip değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
Tekelci sermayenin, Sorosların her açıdan kesenin ağzını açarak
desteklediği yayınevleri ve yazarların karşısına uygun bir barikat oluşturmak, Devrimci ve Marksist birikimli insanlarımızın biricik görevleri
arasındadır.
12 Mart 2006
2 Nolu F Tipi Cezaevi-Kandıra/Kocaeli
Sırrı Öztürk
Dersim. . . Dersim. . . -2
-Gezi Notları-
Rayber ve Rayberlik Kurumu
Sözcüklerde Rayber: Dinî yol gösterici, yol açan olarak kullanılıyor. Dersim üzerine yazılan hemen hemen bütün anı, roman, şiir, inceleme ve araştırma kitaplarında bir “Rayber” tipolojisine rastlanır. Bölge
halkı bir zamanlar yaygın biçimde “Rayber” ismini çocuklarına verirlermiş. Osmanlı’nın Dersim’e uygulayageldiği baskı, terör, kırım ve kıyıcılığı artırılarak Cumhuriyet dönemine aktarılmış. TC Devleti’nin de
devlet tekelci kapitalist dönemine evrilmesi aşamasıyla birlikte, Bölge
halkını içinden vurmak, zayıf düşürülmüş karakterli kimseleri para ve
altın karşılığında kullanmak düşüncesi hâkim bir uygulama olarak varlığını korumuş. Bu uygulama yeni nitelikler kazanarak sürdürülmüş.
Özellikle 1938’deki kırım ve katliamlarda Seyyid Rıza, Seyyid Hüseyin
ve Alişer’lerin öldürülmesi gibi olaylarda “Rayber” isimli birinin Ocağına, aşiret, inanç, kült ve kültürel geleneğine karşı ihbar, jurnal, ispiyon
ve adı ne olursa olsun Kızılbaşlık birikimlerine aykırı kullanılmasıyla
birlikte artık bu ismi hiç kimse çocuklarına koymamaktadır. Gezilerimiz
sırasında da Rayber isimli birine rastlamadık. Bu ismi duyan herkes
Seyyid Rıza ile Alişer’in dram ve trajedisini anmadan edemiyor. Buruk
bir kasvete bürünerek konuşmak bile istemiyor.
Rayber’in Alişer’in öldürülmesini gerçekleştirdikten sonra O’nun
adına türküler ve ağıtlar söylenmiştir. Destansı direngenliği ile kurmaylığı kitaplaştırılmıştır. Kızılbaşlık geleneğinde, günümüzde de sahipleneceğimiz dürüstlük, mertlik, erdemlilik gibi nitelikler doğallıkla karşıtını
da yaratmıştır. Dersim halkının haklı talepleri karşısında daima inkâr,
imha ve asimilasyon uygulanırken, Dersim direngenliğini içinden vurmak yöntemi de ihmal edilmemiştir. En büyük ihanetler, sistemle çelişen ve asla uzlaşmayan bu türden niteliklerinden ötürü, Dersim Harekâtı içindeki çürük insan malzemesinden çıkmış/çıkarılmıştır. “Biz düşmanı içimizde ararız.” devrimci özdeyişimiz, içimizdeki eloğulları ve
“Rayberlik Kurumu” için de geçerliliğini korumaktadır.
Salt bu olgu bile; üzerinde bilimsel bir inceleme yapılamayan ya
da bu yoldaki çalışmalar henüz daha yeterlilik, yaygınlık ve etkinlik kazanmadan Kızılbaşlık, Anadolu Aleviliği, Kadın-Ata, vb. konuların irdelenmesinin ne denli önemli olduğunu işaret ediyor. Onbinlerce yıldır
kimi geleneklerini ve varlıklarını korumaya çalışan bir halkın bu türden
bir duyarlılığı beni de düşündürdü. Günümüzün hâkim gerici sistemi
artık “Rayber” isminin nüfus kütüklerinden fiilen silinmesi karşısında
102
103
pek çok “şeytanlıklar” düşünmüş, çete mantığına ve işleyişine dayalı
teşkilâtına bir de “Rayberlik Kurumu”nu oluşturmuş, hatta kökleştirmiştir.
Sistemin “rahatlıkla” uygulayageldiği baskı, terör, inkâr, imha ve
asimilasyon politikası karşıtını yaratmakta gecikmemiştir. TC Devleti
“Rayberlik Kurumu”nu yalnızca Dersim’de değil her yerde ve politikasının bir “temel direği” olarak kullanagelmiştir.
Yalnızca Bölge halkı Kızılbaş kült ve geleneğinin bir gereği olarak
değil, Dünyamızın ezilmiş, sömürülmüş bütün emekçi halklarında
“Rayber” ve “Rayberlik Kurumu” gibi olay ve olgular karşısında, tek
yanlı olarak halkına ihanet edenler suçlanmamıştır. Onları buna zorlayan, para ve bazı vaadlerle insanı düşkünleştiren rejim ve sistemler de
hak ettikleri ölçüde şiddetle eleştirilmiş, açığa vurulmuştur.
Emekçi halkların her şeye rağmen koruduğu, korumak istediği bu
türden değerlerine bağlı kalışını anlamaya çalışmalıyız. Kapitalist
anarşiye karşı Dersim halkının direnişi ve hak arama konusundaki kararlılığını anlayabilmek için Kızılbaşlık, Anadolu Aleviliği, Kadın-Ata
kültünü iyi incelemek lâzımdır.
Sol’umuzun ayağını bastığı, üzerinde yaşadığı coğrafyayı yeterince tanımadığı bu minicik, fakat bizce çok anlamlı örnekler karşısında
takındığı tavırlarından da açıkça anlaşılmaktadır.
Sol’un ve özellikle de Devrimci ve Marksist Sol Kadroların hızla
düşünce hamallığından kurtularak bu konulara kafa yorması gerekiyor.
Tutarlı bir tarih ve sınıf bilinci kazanarak politika üretebilmek için öncelikle yaşadığımız coğrafyanın tarihini, efsanelerini, mitolojisini, masallarını, din ve inanç sistemlerini, gelenek, görenek, töre, din, dil, kült, kültür, folklör, müzik, vb. etmenleri incelemek durumundayız. Orijinal sınıf
ve emekçi halk ilişki ve çelişkilerini, kadını-erkeği bu çerçevede ele
alıp doğru tahlil yapabilenler politikada başarı sağlayabilecektir. Yoksa,
söze “dedi ki” diye başlayıp bitmez tükenmez üniversite okumuş yarım-aydın tekerlemeleriyle, “Mao dedi ki”, “Troçki dedi ki”, “Che Guevera dedi ki” gibi eklektik, pragmatik söylemlerle yapılmaya çalışılan
politikalar bu coğrafyanın emekçi halklarına büyük zararlar
veregelmiştir. Dersim bölgesi bu türden geçersiz politikaların âdeta bir
laboratuvarı olma niteliğini sergilemiştir.
Dersim’in tüm yerleşim birimleriyle kırsalında daima “Rayberlik
Kurumu”nun elemanlarıyla karşılaştık, şu kısacık gezimizde…
Nasıl olmasın ki? Kuruluşundan bu yana yüzde yüz bağımsız ve
yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal kurtuluşundan yana olan Kolektifimiz’i Devrimci ve Marksist Kadroları baskı, terör, tehdit
altında tutan bir sistem, elbette ve doğallıkla benim Dersim’e gelece104
ğimden ve geldiğimden haberdar olacaktı. Adım adım da izlenecektik.
Tunceli’nden bir ilçeye her gidiş-gelişimizde en az üç yerdeki askeri
karakolların sıkı kontrol ve denetiminden geçiyorsun. Çifter çifter namluların burnuna dayatıldığı bu kontrollerde kimliklerimiz BİM işleminden
geçiriliyor. Ovacık’a daha gelir gelmez gece yatısı için kalacağımız
“Öğretmenevi” ne yerleşirken “Rayberlik Kurumu”nun bir elemanı ile
yüzyüze gelmiştik. Şunları dile getiriyordu: “Efendim, Dersimli bir
hemşehrimiz, yazarımız gelmiştir. Şimdi istirahat edin. Yarın birlikte bir
kahvaltı ederiz. Benim misafirimizsiniz. Sonra da Kaymakam beyi,
Emniyet Müdürünü, Jandarma Komutanını ziyarete gideriz...” Bu önerinin hangi manaya geldiğini kavramakta gecikmedik. “Neden?” diye
karşılık verince, “efendim âdettendir, bir yazarımız gelmiştir...” yine aynı tekerlemeleri öne süren zata bizde şu karşılığı vermek durumunda
kaldık: “O sözünü ettiğin kimseler benimle konuşmak-görüşmek ihtiyacını duyuyorsa, onlar gelsin... Niçin onların ayağına gidecekmişim?”
Sonradan soruşturdum. Bu işe âlet edilen zat, biraz saf, herkes tarafından kullanılmaya aday zavallı biriydi. Kimliği ve kişiliği ağır tahribatlar geçirmişti. Zaten ahmakça yaklaşmasından da belliydi. Yaptığı
zevzekliklerinden ötürü bir zamanlar Partizan gerillaları, son dönemlerde de PKK gerillaları bu zatı “Rayber” kimliğinden dolayı sorgulamış, tehdit etmişti. Bölge halkı böyle söylüyordu. Araya “etkili” kimselerin girmesiyle ilk gecemizde, Ovacık’a gelir gelmez karşılaştığımız bu
insana bizler de Kızılbaş geleneğine uygun biçimde davrandık. O’na
kem söz söylemedik. Yaptığı işin onurlu bir şey olmadığını hatırlatmak
gereğini dahi duymadık.
Dersim’de Zevzeklik İnsanın Başına İş Açar
Dersim’e eşim ve ben, Bölge halkından “mihmandar” bir yol arkadaşım ve eşi ile birlikte gitmiştik. Bölgeyi iyice tanımıyorduk. Halkın
kullandığı lisanı, Dersimceyi bilmiyorduk. Yalnızca da gidebilirdik. Kızılbaşlık geleneğine göre her gittiğimiz evde konuk edilirdik. Dostluk ta
görürdük. Fakat Ovacıklı “mihmandar” yol arkadaşım ve eşi de memleket özlemi ile doluydu. Uzun bir zamandır da buralara gelememişlerdi. O’nun da atalarının topraklarını görmek, gezip tozmak, yörenin mahalli yemeklerini hasretle tadmak, otuz yıldır tahrip edilerek göçe zorlandıkları köyünü ziyaret etmek, akrabalarıyla görüşüp koklaşmak, birde buralara gelemeyenlerin özlemini duyduğu görüntüleri kameraya
kaydedip onların izlemelerini sağlamak gibi insanî-duygusal düşünceleri vardı. Onları bu türden bir ziyarete yıllardır zorlayan da ben idim.
“Yahu, terk-i dünya etmeden şu Dersim’i bir görelim. Bizimkilerin Ata
topraklarını, Bölgenin günümüzdeki durumunu yakından izleyelim...”
105
diyerek önerilerde bulunuyordum. Derken yıllar öncesi bir özlemimiz
bu yıl gerçekleştirilmiş oldu.
“Mihmandar” yol arkadaşım da, ailesi de bizim Aile Kolektifi’mizin
başından geçenler gibi bir serüveni yaşamıştı. Dersim ile organik bağı
ve halen orada bulunan akrabaları vardı. Üstelik Dersimce’yi de iyi biliyordu. Onlar da ailece her “ara-rejim” döneminin büyük sıkıntılarını
(hapis, işkence, yokluk, işsizlik, vb. ) çekmişti. Aile fertlerinden herbiri
bu sürecin maddî, manevî ve moral tahribatından büyük ölçüde “nasibini” almıştı, Kafa dengi insanlardı. Aramızda kayda değer bir çelişki
yoktu. Kendilerini ailecek tanıyor ve seviyorduk. Çeyrek yüzyıllık bu
tanışıklığı ilkeli ve temiz tutmaya özen gösteriyorduk. İlle de düşüncedavranışta tıpa tıp aynı şeyleri söylemek gibi bir sıkıntımız da yoktu.
En azından “birlik, zıtların birliğidir” denilmesini içimize sindirmeyi biliyorduk. “Herkesin yeteneği ölçüsünde, herkesten ihtiyacı kadar” Komünist ilkeselliğini sınıflı toplumların bütün pisliklerine rağmen, işimizde, özel yaşamımızda ve üretimimizde göstermeye çalışıyorduk. Kızılbaşlık kültü birlik ve dayanışmayı, paylaşmayı, ortaklaşmayı gerektiriyordu. Sınıflı toplum ve kapitalist anarşi kadın-erkek ve çocuklarımızı
büyük ölçülerde yabancılaştırmanın ağına düşürmüş olsa da Kızılbaşlığın bozulup dejenere olmamış, yer yer temiz ve diri kalmış geleneklerini de birlikte koruyor ve seviyorduk. Bu hazır insan malzemesinin
üzerine Komünizmin, çok sağlam bir bina inşaa edebileceğini düşünüyorduk.
Dersim’deki bütün diyaloglarımız, kurduğumuz ilişkiler, tanıklıklar,
sohbetler, gözlem ve izlenimlerimiz bu noktalarda düğümleniyordu.
Olabildiği kadar da gerçekçiydik. Kapitalist yabancılaştırmanın insanımızı ne derece kuşattığını burada da görüyorduk. Nasıl olmasın ki?
Dersim, bütün hayatı boyunca hâkim gerici sınıfların çok yönlü baskı,
terör ve kuşatması altındaydı. Kızılbaşlık kültünden geriye bir iki sağlam öge kalmışsa ona da “şükür” demek gerekiyordu.
Arkadaşım ilerici, demokrat ve dürüst bildiği bazı kimselere bendenizin hayat öyküsünü, hapishane deneyimimi, işimi, iyi niyetlerle de olsa
bazı abartılarla anlatmadan edemiyordu. Özellikle de “Mahir, Ulaşlarla
hapis yatmıştır...” gibi anlatımları Bölge’de aleyhte yankı yapabilecek ölçüye varabilirdi. Eşi ise, Kadın-Ata kültünden olsa gerek, daha gerçekçiydi. Kocasına itidal ve denge tavsiye ediyordu. Sık sık “zevzeklik insanın başına iş açar” uyarısında bulunmaktan edemiyordu.
Bölge halkı yüzlerce yıllık deneyimiyle dikkatli ve dengeli olmayı
yeğliyordu. “İç Savaş” yaşamıştı son olarak... Hâlâ da askeri timlerin,
helikopterlerin, savaş uçaklarının, namluların ucundaki demokrasimizde nasıl ayakta kalabilirim’in kavgasını veriyordu. Kuzeyli Kürtlerin ve
106
Dersimlilerin, özellikle de yoksul köylülüğün, emekçilerin ekmeğini kazanırken nelere katlandığını, ne yiyip içtiğini, hangi şartlarda üretim
yapmaya çalıştığını herkes bilemez. Bunları bilebilmek için bizzat yaşamak ya da Devrimci ve Komünist olmak mı gerekiyor?
Tunceli’de bir parkta oturuyoruz. “Bu parkın adı nedir?” sorumuza
Bölge halkı “İsmet Paşa Parkı” dediğinde, bu ismin parka verilişini yadırgadığımızı hissettiriyoruz, fakat halk temkinli, “tahrik” dolu eleştirimize hemen cevap vermiyor, gülümseyerek, sağına soluna bakarak cevap vermeyi yeğliyor. Bölgenin tüm sokak, cadde, okul, meydan, park,
hastane, vb. resmî ideolojinin ve resmî tarih anlayışının uzantısında
isimlendirilmiştir. Çoğu Ermenice ya da sonradan Dersimce konulan
köy, mezra, dere, geçit, mağara isimleri de öztürkçeleştirilmiş...
Öztürkçeciliğin büyük bir zevkle tadını çıkaranların hâkimiyetindeki bir bölgede elbette şaka yollu da olsa asla zevzeklik yapamazsın.
“Eline, Diline, Beline Sahip ol!” öğretisine sahip olamazsan, “Rayberlik
Kurumu”nun işbaşında olduğunu unutursan, başına iş açarsın!..
Kültürel Erozyonun Çocuklardaki Yansıması
Çok sık uğradığımız Ovacık’ın yakın köylerinden birindeyiz. Bu
gezi notlarında gerekmedikçe yer ve isim zikretmemeyi uygun buluyoruz. Bölge halkının bu nedenle rahatsız edilmemesini ve olmamasını
düşünüyoruz. Ana babası iyi-kötü asgari ücretin de altında bir iş bulabilen bir ailenin en küçük çocuğu 8 yaşlarında bir kız. Görünüşü, davranışları ve konuşmalarıyla 8 yaşında değil de sanki ergenlik çağındaki
bir kız görünümünde. Dış görünüşü ve giysileriyle Batı kentlerinde görülen çırıl çıplak kızlar gibi giyinmiş, ya da ailesi O’nu öylesine giydirmiş. Yüzü ve omuzları güneşin etkisiyle yanmış, âdeta simsiyah olmuş. Eşim O’na, başını ve omuzlarını güneşten koruyucu bir şapka
armağan etti. O, bu şapkayı da aynı genç kız imajlarıyla giyiniyordu.
Daha çok kendinden büyük oğlan çocuklarıyla oynamayı seviyor. Onlara bağırıp çağıran, oyun kuran, kurduğu oyunu istediği gibi yönetemeyince bozuk çalan bir yaradılışa sahipti. Sevimli mi sevimli. Yaşına
göre çok ta cılız. Yemesine, içmesine, uykusuna, kılık kıyafetine pek
dikkat etmiyor. Ana-baba emekçi olarak çalışınca, O’da yakınlarının
evinde, kırda, tarlada, orada burada gezinip duruyordu.
Çok bilmiş bir insan hâliyle Ovacık dışından yaz aylarında gelen,
iyi-kötü bir mekân kuran, tatil yapan akrabalarının yanından hiç ayrılmıyor. Onlar da seviyorlar bu büyümüşte küçülmüş insan yavrusunu...
“Bu yonca tarlasının tapusu benim, onun yanındaki bostanın da
tapusu benim. Şu yazlık evlerin, bu kavaklıkların, yolun, arkadaki gölün, köyde Nenemin oturduğu evin hepsinin tapusu benim...” diye her107
kese diskur çekip duruyor. “Ne yapacaksın bunca mülkü?” diye takılıyoruz, çok şımarık pozlarıyla omuz silkiyor, sesini yükseltiyor ve kavga
çıkarıyor. Elinden gelse ya da fırsat verseler bu yüzden herkesi yumruklayacak kadar gözü mülk hırsıyla dolmuş ya da doldurulmuş.
Tv.’lerin ve boyalı basının propoganda ettiği boyalı şeker, sakız,
gofret, krem, krema, şokellasından ne varsa işi gücü onları yemek.
Köyde bol bulunan süt, kaymak, yumurta, yoğurt ve et yemiyor. Fakat
saçına, tokasına, tuvaletine ve süsüne de pek düşkün. Yakınlarına saçını tarattırıyor, kılıktan kılığa giriyor, kendisine yakıştırılan saç modelini beğenmiyor. Sinir krizi geçiren hâllere giriyor. Sesini yükseltikçe tiz
ve cırlak sesler çıkarıyor, boyun damarları oklava kalınlığında şişiyor,
terliyor... ve Bölge halkının konuşma, ses ahengini bozan yapmacık bir
ağzı deniyordu.
tanların yerini bu kerata kız çocukları alacaktı. Sistem bu yabancılaştırmadan ötürü memnundu. Çocuklar ise, kimliksiz, kişiliksiz, ruh ve
beden sağlıklarını yitirmiş garip yaratıklar olarak toplumdaki yerini alıyordu...
Kadın-Ata Geleneği’nden Üç Örnek
O’nu birgün çağrılı olduğumuz bir düğünde gördük. Özlemini duyduğu bir kıyafete bürünmüş, koluna yıldız bir dövme yaptırmış, saçını
berbere ya da ailenin biçimlendirmesine göre taratmıştı. Genç kızlar
gibi halay çekenlerle yarışa hazırdı. Yanağını okşadık, sevdik, iltifatlar
yağdırdık hepsi o kadar.
Bir yandan Arap İslâm’ın, bunun üstüne Osmanlı’nın, bunun da
üzerine TC Devletinin Kızılbaşlık geleneği üzerine sistemli biçimde
uygulayageldiği baskı, terör, kuşatma, kıyım ve kırımlar Dersim’deki
Kadın-Ata geleneğinin etkisini kırmayı denemiştir. Özellikle Kızılbaşlığa, Anadolu Aleviliğine, Batınî bütün düşünce-davranış çizgilerine karşı düşmanlık ilk komünal toplum yapılarının tek tanrı dinleriyle, devletin
mülkiyeti koruma anlayışlarıyla taban tabana zıt olması yüzündendir.
İlk komünal toplum yapılarında Anaerkil ilişkilerin egemenliği, ancak;
Dersim gibi düşmana karşı korunaklı bir tabiat harikasında barınabilecekti. Bölgenin dağlık yapısı, mağaraları, çılgın akan Munzur’u, iklimi
Kızılbaşlığın Arap İslâm’a, Osmanlı kıyıcılığına ve TC Devleti’nin politikalarına karşı bir “müstahkem mevki” konumundaydı. Dersim halkı özgürlüğüne düşkündü. Kılıç zoruyla kabul edilen Arap İslâma karşıydı.
Devlet anlayışına, vergi vermeye, askere gitmeye, nüfus kütüğüne
kaydolmaya karşıydı. Halkın isyan, başkaldırı ve hak arama yolundaki
direngenliğinin çok yönlü nedenleri ve tartışılan haklı gerekçeleri vardı.
Bu türden bir direngenlik, isyan ve başkaldırı Devrimci ve Marksist Sol
Kadroların siyasal-sosyal devrim ütopyasıyla örtüşüp çakışıyordu. Kapitalist özel mülkiyetin, paranın ortadan kaldırılmasıyla hem insanlık
hem de kadın-erkek tüm insanlar eşit, özgür, adil ve demokratik bir
düzene kavuşacaktı. Nihai amacı üretim mülkiyet ve paylaşım ilişkilerinin sermayenin elinden alınıp işçi sınıfı ve emekçi halkların elinde
dönüştürülmesiyle, devletin sönümlenmesi, savaşların, militarizmin, artı-değer sömürüsünün, sınırların kalkmasıyla insanlık kurtulacaktı. İdeolojik, teorik, örgütsel ve kültürel yaklaşımımızla Sosyalist-Komünist
topluma ulaşmanın kavgasını verirken, onbinlerce yıllık insanlık tarihindeki Anaerkil gelenekler hâliyle dikkatimizi çekiyor. Dersim halkının,
Kızılbaşlığın kültü bu açıdan incelenmelidir. Hâkim gerici sınıfların Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği hakkındaki bilim ve akıl dışı karalamalarına karşı cenahımızın da sistemli biçimde bu saçmalıklara karşı çıkıp
görevini yapması gerekir ve beklenir.
Kızılbaşlık geleneğinin bu tekne kazıntısı çocuklar giderek büyük
bir dejenerasyonun kucağına itiliyordu. Tv. ve kapitalist tüketim propagandası çocukları hipnotize ederek ağına çekiyor ve erozyona uğratıyordu. Pek çok olguda korunan, yer yer kimi Kadın-Ata figürünü yaşa-
Cenahımızın bu konu hakkındaki “vukuatı” (hepimizin vukuatı) affedilir cinsten değildir. Konuya kafa yoran bilim insanlarımız son yıllarda oldukça artmıştır. Roman ve öyküleriyle konu kapsamlı biçimde işlenmeye başlamıştır. Anaerkil geleneğe kafasını yoran insanlarımızın
Çocuk eğitiminde bildiklerimizi ve bu yoldaki bütün belagatimizi
kullanıyoruz, ne mümkün kızımızı ikna etmenin hiçbir yolu yok. O, sevildiğinin farkında, bunu bir silah olarak çok güzel biçimde kullanıyor.
Nasıl olsa gelenler misafirdir, onların yanında kimse de O’na karışamaz havalarında... Bu keratanın hangi dilden anladığını biliyorduk, eğitici yöntemlere başvurduk, fakat bu da para etmedi.
Ailesi ile tanışarak çocuk eğitimiyle ilgili bazı uyarılarda bulunmak
istedik, o da olmadı. Çalışan Ana-Baba bu konuyu görüşmek üzere
yanımıza kadar gelemedi.
Birgün kızımız her günkü saçmalıklarına bir yenisini ekleyerek
şunları söyledi: “Ben intihar edeceğim.” “Niçin” diye sorunca yine şımarık pozlarıyla “Kafamı keseceğim. Sonra kafamı alıp masanın üstüne
koyacağım...” “Sonra ne yapacaksın?” sorumuza cevap yok. O’nun
kurgusunu mantıksal bir çerçeveye oturmak için, “Kafasını kesen biri,
onu nasıl kalkıp masanın üzerine koyabilir?” dediğimizde ise, “Olsun,
ben koyabilirim” deyip kestirip atıyordu.
Kulağına küpe, hem de sıra sıra kulağını delerek takmayı, göbeğine küpe takmaya özendiğini, dövme yaptırmayı düşündüğünü, gelinlik elbiselere büyük merakı olduğunu söyleyip duruyordu.
108
109
eserleri okunmayı ve tartışmayı bekliyor. Arap İslâm ve tek tanrı dinlerinin tuzaklarına düşmeden Osmanlıya, Cumhuriyete ve her türden
resmî tarih anlayışına ve resmî ideolojilere prim vermeden konuyu incelemek durumundayız. İslâmcı, Türkçü veya her ikisini sentezci düşünce akımlarına üstü örtük mesaj vererek konuya saptırmamak ta gerekiyor.
Öte yandan sosyalist ya da radikal sol argümanlarıyla “Alevicilik”
yaparak politikasızlık güzergahında kılıktan kılığa girenlere de bir çift
sözümüz olacaktır. Böylelerinin “encamını” 27 Mayıs, 12 Mart ve 12
Eylül sürecinde çokça görmüştük. Devrimciler ve Marksistler teoripratik duruşlarıyla işçi sınıfına ve emekçi halklara zarar veren bir pozisyona asla giremezler. Girenleri hayat ve mücadele açığa düşürür.
Dersim’de de bu konu enine-boyuna tartışılmaktadır.
İlerleyen konu başlıklarıyla sorunu daha da açacağız.
Ovacık’ın kırsalında ve bazı köylerinde Kadın-Ata geleneğinin
uzantılarını aradık. Bulduğumuz örneklerden biri Mıkıko köyü yıkıntılarının yanıbaşındaki yaylada 85-90 yaşlarındaki karı-koca örneğinde ortaya çıktı. Kadın-Ata âdeta bir heykel gibi dimdikti. Uzun boylu ve soylu bir Kızılbaş geleneğinin bir parçasıydı. Kızılbaş Ana-Ata’larla karşılaştığımızda ellerinin içi ve omuzları öpülüyor (niyaz ediliyor)du. Kızılbaş Ana-Ata kadınlarımızdan özellikle 1938’i dinledik. Sorunlarını öğrendik. Böyle bir karşılaşmada “mihmandar” yol arkadaşımıza (ki ağır
şaka yapmasını sever) bizlerin kim olduğumuzu sorduklarında: “Bunlar
Tırkî (Türk)” dediğinde uzattıkları ellerini hemen geri çekmiş bizlerle
tokalaşmamışlardı. Dersimceyi bilmeyişimiz “mihmandar” arkadaşımızın muzipliğini kolaylaştırmış ve zor bir sahnenin yaratılmasını tetiklemişti. Sonradan kimlik ve kişiliklerimizi ve aile kolektifimizin 120 yıllık
serüvenini anlatınca sıkılmayan eller daha sıcak bir kabule dönüşmüş
birbirimize sarılmış, kucaklaşmıştır. Kadın-Ata örneğindeki Ana’lar
gözyaşlarını tutamamıştı. “Bize otuzsekizi hatırlattınız. Yaralarımız derindir. Sen bizim aşirettensin. Koçgirilisin. Sen bizim Alişer’imizsin. Ne
iyi ettiniz de geldiniz. Lisanımızı konuşamasanız da simanızdan (cemalinizden) bellidir. İyi ki kendinizi korumuş, bu günlere gelmişsiniz”
diyen Kadın-Atalar ile bizim hanım (eşim, hayat arkadaşım) da kırk yıllık Kızılbaş gibi kaynaşmış gözyaşı selinde kucaklaşıp hemhal oluvermişti.
İkinci Kadın-Ata örneğini torunu dünyaya yeni gelen yoksul bir
emekçinin evinde görmüştük. O da heykel gibi duruyordu. Dışarıda 4045 derece sıcaklık vardı, fakat O mahalli giysileri içinde çok rahat ve
gururluydu. Hane’nin direği ve sözü geçeniydi. Geleneklerin durumu
hakkında pek az şey konuştuk. Giyim ve kuşamı dışında, görsel mal110
zemelere hayranlığımız dışında konuya derinliğine giremedik. Torununun doğumunu kutladık, görevimizi yerine getirdik ve Hane’sinden ayrıldık.
Üçüncü Kadın-Ata örneğini yılın altı ayı kış, altı ayı yaz Ovacık
kırsalında, kışı İstanbul’daki oğlunun yanında, yazı ise burada geçiren
bir Ana’da gördük. Ovacık’a gelir gelmez Kadın-Ata giysileriyle kurum
kurum kuruluyordu. Kendisini bu türden giysiler içinde çok daha rahat
hissettiğini söylüyordu. O’na da sormuştuk: “İstanbul’da da bu giysilerinle mi dolaşıyorsun?” sorusunu “Evet” diye cevaplamıştı.
Kadın-Ata örneklerinin nisbeten bozulmamış olan günümüzdeki
uzantısı Analarımızla her karşılaştığımızda sordukları şu soru dikkatimizi çekmişti. Benzeri soruları erkekler de ezberlemiş gibi tekrar ediyordu: “Merhaba, Durumlar Nasıl?” Bu soruyu bilmem ki nasıl cevaplamalıyız? Aynı soruyu Sol cenahımıza sormak lâzım: “Durumlar nasıl?” Bu hatır sorusu sosyal bir içeriğe sahiptir. Öyle “keyfin nasıl,
anan, baban, çocuklar iyi mi?” gibi bir soru değildi. Yahut “Allah iyilik
versin” türünden her işi Allaha yükleyen “yasak savar” ve geleneksel
bir soru yerine daha somut, konkre ve içeriği doldurulmaya değer böyle bir soru daha anlamlıdır: “Arkadaş Durumlar Nasıl?” denilmesi çok
hoşumuza da gitti. Oradan aldığımız “feyz” ile biz de cenahımızı sorgulayalım: “Arkadaşlar Durumlar Nasıl? Ne yiyip içiyorsun? Nerede
oturuyorsun? Nasıl geçiniyorsun? Kapitalist anarşiden memnun musun? İçimizdeki eloğullarıyla beraber nasıl yıkacağız sermayenin padişahlığını? İçerideki-dışarıdaki hapishaneden ve tecritlerden memnun
musun? Olup bitenler karşısında geceleri nasıl uyuyorsun? Uyuyabiliyor musun? ‘Komünistlerin Birliği’ sorunsalının çözüme kavuşturulması
için neler düşünüyorsun? Kitap-Dergi okuyor musunuz? Kurumlarımızı
niçin ziyarete gelmiyorsun? Yayınlarımızın daha da okunması için niçin elinizi cebinize sokmuyorsunuz? Cebinizde akrep mi var yoksa?
Cenahımızda neden herkes kendine müslüman, neden herkes kendi
amentüsünü okuyor/okuyabiliyor? Kızılbaşlık geleneğindeki gibi bir ortaklık/ortaklaşacılık’tan da mı daha gerilerdeyiz? Kolektif aklı, bilinci ve
eylemi örmemizin önündeki engel nedir?”
İnsanın aklına çok soru geliyor, fakat burada uygun da düşmüyor.
Dersim’de diyalog kurduğumuz, ilişkiye girdiğimiz ilerici, demokrat insanlarımızla (daha çok ta kadınlarımızla) “Durumlar Nasıl?” sorusunun
cevaplarını uzun uzadıya konuştuk. Bunun imkân ve fırsatlarını arayıp
bulmuştuk. “Durumlar” iyi değildi. Sistem krizdeydi.
Bu türden diyaloglara hasrettik. Onlar da bizler de hasretimizi gidermeye koyulmuştuk.
111
Diyaloğa, iletişime, ilkeli tartışmaya, enformasyon ağı kurmaya ya
da “Devrimci Oturum” gelenekleri yaratıp tartışmanın sonuçlarına katlanma gibi konularda üniversite okumuş yarım-aydınlarla bir türlü müşerref olamıyorduk. “Durumlar Nasıl?” diye sorgulayan emekçi halkımız bize kentlere yuvalanmış küçükburjuva avantüryeden daha yakın
ve sevimli geliyordu. Sosyalist-Komünist toplumun insan malzemesi de
buradaydı. Taksim-Kadıköy solculuğunda değil.
Arap İslâm-Kızılbaş Karşıtlığı
Aile Kolektifimiz’in bütün canları Arap İslâm’ın etkisinde kalmamıştır. Düşünce-davranış çizgilerimizi besleyen ilerici akımlar ve geleneklerin yüzü gözü hürmetine gerici fikir akımları Hane’mize hiç uğramamıştı. Çocukluğumuzda da çevrenin binbir kuşatmasına karşı mistisizmin etkisinde kalmamayı başarmıştık. “İsa Bu Köye Uğramadı” isimli bir kitap okumuştum. Kitabın içeriği bir yana ismini çok beğenmiştim.
Bundan esinlenerek sık sık şu sözleri tekrar eder dururduk: “Hane’mize, Musa, İsa, Muhammed uğramadı.” Hane’mize bulaştırılmaya
çalışılan Arap İslâm etkileri de şaka ile karışık bir yöntemle savuşturulurdu.
Kızılbaş-Müslüman karşıtlığı ve çelişkisi üzerine bilimsel bilgilere
dayalı olarak fazla bir şey söylemeyi uygun bulmuyorum. Bu konudaki
uzmanların daha fazla söz hakkı vardır diye de düşünüyorum.
Son yıllarda Alevi-Bektaşi inanç, kültür ve gelenekleri üzerine oldukça fazla yayın yapıldı. Bu yayınların bence en ilginci Alev Yayınları
arasında çıkan Haşim Kutlu’nun yazdığı ‘Kızılbaş Kadın’ isimli incelemesidir. Bu türden yayınlara ilgi duyarak sorumlulukla yayımlayan Alev
Yayınlarını ve değerli yazarını kutlamak gerekir. Bu türden yayınlarla
hem bizim insanımızın bilinçlenmesi sağlanacaktır, hem de Kızılbaşlığı
Arap İslâmın etkisine almak isteyenlerin çabası, bir ölçüde de olsa, kırılmış olacaktır. Alev Yayınları bu konular üzerindeki kitaplarının yanı
sıra ‘Serçeşme’ isimli aylık bir Dergi de yayımlamaktadır. ‘Serçeşme’
öteki Alevi-Bektaşi yayın organlarından ayrılmaktadır. ‘Serçeşme’ Dergisi “Alevicilik” yapmıyor. Bulunduğumuz coğrafyadaki emekçi halklarımızın tarihi, kültürü, ilerici gelenekleri, inanç, kült, folklör, vb. birikimlerini tahlil etmek istiyor. Kızılbaşlığı kuşatmak isteyen akımları ve etkilerini açığa vurmaya çalışıyor.
Anadolu Kızılbaş geleneğinin yoz ve kozmopolit düşüncedavranış çizgilerinden etkilenmemesi yolunda çok sağlam yanları bulunmaktadır. Kapitalist yabancılaşmanın yıkıcı etkileri Kızılbaş insanını
da büyük ölçülerde kuşatmıştır. Kızılbaşlık, Zerdüştlük ve Mazdeizm
gibi ilk komünal toplum biçimlerinden oldukça etkilenmiştir. İlk komünal
112
kültlerden çok fazla etkilenmiştir. Etkilenmelerini günümüze değin bünyesinde taşımıştır.
Anadolu Kızılbaşlığı, yoğunluklu olarak Dersim ve Yukarı Mezopotamya’da varlığını yer yer korumaya çalışmıştır. Kızılbaşlık kültü ile yetişen kuşaklar, âdeta, sosyalizmin altyapısını oluşturmaktadır. Böylesine hazır bir altyapıya proje üretmek Sosyalist-Komünist Kadroların görevleri arasında olmalıdır.
Yalnızca Kızılbaşlık kültü değil, emekçi halkların dil, tarih ve geleneklerini günümüze taşıyan öykü, masal, mitoloji ve dinlerin incelenmesi de gerekiyor. Bulunduğumuz coğrafyada devrimci politika üretebilmek ve kitleleri sosyalizm yoluna kazanabilmek açısından da bu türden inceleme ve araştırmalara büyük bir ihtiyaç vardır. Emekçi halkları
vareden bu kültün coğrafyamızda geleneğini sürdürüyor oluşu da
önemlidir. Devrimci ve Marksist bilim insanları bu mirası ilerici, iyimser,
dinamik ve yaratıcı bir yöntemle yorumlayarak (diyalektik ve tarihsel
materyalist yöntemle) yorumlayarak, açıklamakla yükümlüdür.
Bu görev yapılmadığı veya yeterince yerine getirilemediği zaman,
kara gerici, ırkçı, şoven ve sosyalşoven görüşlerin işi kolaylaştırılmış
olacaktır.
Munzur Baba’yı ziyaretimizde, O’nu anlatan kocaman tabeladaki
Türkçe-İngilizce sunumları okuyunca çok irkildik. Munzur Baba, yok
şöyle yapmış da… Okuyup üflemiş de… Kâbe’de sıcak helva yedirmiş
de… türünden sunumlar Kızılbaşlığın kültü ile ters orantılıdır. Kızılbaşlığın kültü ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle (Marksist
yöntem) yorumlanmadığı/yorumlanamadığı koşullarda mistisizm, Arap
İslâm ve Devlet bu alana kama sokup gerici-idealist yorumlarla bizim
insanlarımızı uyutmak istemektedir. Bu taktirde Kızılbaş ve Anadolu
Aleviliğinin egemen olduğu yörelerdeki köylere cami yaptırılması, zorunlu din dersi okutulması ve Cemevi kurumsallaşmasına karşı girişimler-saldırılar geri püskürtülemeyecektir.
Son yıllarda Cemevi kurumsallaşması çalışmaları büyük gelişmeler gösterdi. Türkiye’de ve dışarıda Kızılbaşlar, Alevi-Bektaşiler
Cemevlerinde “cemmolma” çalışmalarının yanı sıra Tv. kurumsallaşmalarına da hız vermiştir. Kara gerici, dinci, ırkçı, faşist, şoven,
sosyalşoven, liberal ve postmodern Tv.lerin ilerici düşünce-davranış
akımlarına karşı gözetilen “sinsi kuşatma” ve “yok sayma” gibi tekelciburjuva politikaları, görece “demokrat” bir ölçü gözeten Su Tv. gibi kanalların yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Roj Tv. İle Mezopotamya Tv.ler de Kürt ulusal hareketinin ihtiyaç
duyduğu haber, yorum, müzik, vb.’lerini yansıtmaya çalışmaktadır. Bu
Tv.ler de ilgi ile izlenmektedir. Roj Tv. İle Su Tv. Liberal, postmodern
S.P. F/8
113
solların sunumlarına da açıktır. Devrimci ve Marksist Sol Kadrolara ise
oldukça ‘mesafeli’, hatta âdeta ‘neredeyse kapalı olan’ bu Tv. kanallarının işlevselliği, ayrı bir tartışmanın konusudur.
Dersim’deki gezilerimizde: Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği inanç,
kültür ve geleneğine bağlı olanlar ve bunu sürdürenlerin büyük bir çoğunluğunda sezgisel aklın (yer yer de mantığın) öne çıktığını gözlemledik. İnsana ve insanlığa ilişkin mistik ve dogmatik olmayan bu akım,
Devrimci ve Marksist Sol Kadrolarca geliştirilip güçlendirilmeye adaydır. Bu akım, mantık, bilimsel bilgi ve bilinçlenme süreciyle buluştuğunda pek çok dönüşüme-değişime hazırdır diye düşünüyoruz. Elbette
bunun kimi işaretlerini çeşitli olay, olgu, veri ve süreçlerde aldığımız
için bu türden bir değerlendirme yapmayı uygun buluyoruz.
İnsanın sosyal bir varlık olarak kendi özüne, doğaya dönüşümü
Marksizmin temel referanslarına uygundur. Kapitalist anarşinin yeryüzünden kökten kazınması sürecinde, kapitalist yabancılaştırma da ortadan kalkacak ve insanın bütünlüklü insanîleşmesi gerçekleşecektir.
Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği, tarihsel seyri içinde kendi ürettiği
araçları doğrultusunda hareket etmiştir. İnanç, kültür ve geleneklerinin
günümüze kadar taşınmasında “Dedelik Kurumu” önemli bir rol oynamıştır. Bu kurum aynı zamanda ve doğallıkla sınıflı toplumlardaki sömürü ilişkilerini de bağrında taşıyagelmiştir. Kapitalist yabancılaşmadan önemli oranda etkilenen “Dedelik Kurumu” geleneği de bazı istisnaları dışında yozlaşmıştır.
Bölgede gerilla faaliyetinde bulunan örgütler, bu yozlaşmış “Dedelik Kurumu”na karşı mücadelede bazı ilginç yaptırımlarda bulunmuştur.
Bu yozlaşmalara yaptırım olarak bazı “Dede”ler şiddetle uyarılmış, bazıları da yargılanmıştır.
“Dede”lerin de, kapitalist yabancılaşma koşullarında iradî müdahaleden yana, ütopik sosyalizm anlayışına ve “devrimci romantizme”
yer yer bürünmüş gerilla faaliyetinden, ayrıca kendilerine karşı yapılan
uyarı ve yargılamalardan son derece rahatsız oldukları da açıktır. Bu
rahatsızlıklarını kendileriyle yaptığımız söyleşilerde ifade etmekten çekinmiyorlar. Özellikle de bazı ‘gerillalar’ın kadın-erkek ilişkileri konusundaki “özgürlük”lerini “Eline, Diline, Beline, Sahip Ol” gelenek ve kültü gereği şiddetle eleştirmekten geri durmuyorlar.
Bu konuyu, biz bize bir ortamda konuştuğumuzda bir dostumuz,
bize şu değerlendirmeyi yaptı: “PKK, kadın-erkek evliliğini gerillaya
resmen yasaklamıştır. Bazı istisnalar dışında bu uygulama sürdürülmüştür. Kadın gerillanın cinselliği, vb. konuları yenerek dağa çıktığını
yakın örnekleriyle biliyoruz. TKP (ML) ise, bu konuda özgürlük tanıyan
114
bir yapıya sahiptir. Onlar herhalde cinsel özgürlükler konusunda
Kollantay’dan fazlaca esinlenmiş olsa gerek!..”
Kır faaliyetindeki gerilla, Latin-Amerika örneğinde çokça görülen
kilise ve bazı rahiplerin devrimcilere verdiği aktif destek, Bölge’de ne
yazık ki, yoktur.
Köy gezilerimizde “Dede” olduğu her halinden belli olanlarla konuşma fırsatı yakalamaya çalıştık. Fakat yararlı bir diyaloga giremedik.
Hasan Hüseyin Kormazgil’in bir dizesinde belirttiği gibi, yalnızca “bıyıklarımız konuştu”, mesajlarımızı bu düzeyde ilettik…
Söylemek zorundayız: Babaî’ler, Hacı Bektaş’lar ve Pir Sultan’lardan süzülüp gelen inanç, kültür, gelenek ve erdemler günümüzdeki “Dede”lerde yoktu. Yeni nesillerin de “Dede”lik geleneğine bir ihtiyacı yoktu. Paranın, serbest pazarın tahakkümü altında bulunan insanın insan olması düşünülemezdi. İnsanın insan olması, evrensel ölçekte kapitalizmin tüm ilişkileriyle yıkılıp, kapitalizmin yerine, üretici
modern örgütlü (sınıf bilinçli) işçilerin-emekçilerin bu sömürgen gidişe
dur demesi, el koyması, devirmesi ve devrimci işçi iktidarını kurması
gerekmektedir.
Üretim sürecindeki ücretli emek-sermaye ilişkisi, insanın insan olmasını, ihtiyaçlarının karşılanmasını değil, parayı, mübadeleyi, rekabeti, kapitalist özel mülkiyeti, kârı (artı-değeri), serbest pazarı, sömürüyü
(artı-değer sömürüsü ve emperyalist sömürüyü) esas alır. Bu ilişkiler
işçi sınıfı tarafından ve onun genel çıkarına göre ters yüz edilmeden,
insanın gerçek anlamda insan olması asla düşünülemez.
İlksel komün kültürü olan Kızılbaşlık ile, modern komün kültürü
olan bilimsel sosyalizmi buluşturup bütünleştirmeden; insanı özne yapan Kızılbaşlık kültü de çürümemiş ögelerini de uzun süre koruyamaz.
İlksel ‘komünizmin’ modern-bilimsel sosyalizme ihtiyacı vardır. Bu
ihtiyacı hisseden komünistlerin ilksel ‘komünizmle’ buluşmaları zorunludur!
Definecilik...
Yer-Gök Kültü ve Ermeni Mezarlıkları
Anadolu halklarının çeşitli tarihlerdeki tehciri ve kırımkıyımlarından sonra onların geride bıraktığı mal, mülk ve kültürel birikiminin nasıl yağmalandığını biliyoruz. Bu konuyu dillendirip gündeme
bilinçle sunan değerli insanlarımızın eserlerinden de konuyu ayrıntılı
öğreniyoruz, Bu gezimizde de kitaplardan öğrendiklerimizi gözlemlerimizle doğruluyoruz. Tehciri çok büyük acılar ve kayıplarla yaşayan
Ermeni, Rum ve Kürt halkları olmak üzere Anadolu halklarının yaşadığı dram ve trajedileri bizler de irkilerek anıyoruz.
115
Göçe zorlanan halkların mal ve mülklerine konan yerli eşraf, mütegallibe takımının gelirlerinin arttığı belgelerle sabittir. Dersim'de de
Ermeni mal ve mülklerinin yağmalanışında bazı aşiretler arasında büyük paylaşım kavgalarının yaşandığını ve bu arada Ermeni tehcirinin
desteklendiğini de biliyoruz. Dersimli Kızılbaşların yerleşim bölgelerinde Ermenilerin de yaşadığını ve iki halkın birlikte yaşarken aralarında
kayda değer bir sürtüşmenin asla meydana gelmediğini de biliyoruz.
Dersimli insan tipolojisini ve kimliğini yansıtan -karakterize edenbazı eserlerin de kaydettiği gibi, tehcire karşı çıkan Dersimliler çoğunluktadır. Bu olguyu atadan aktarımlarla bizlere de anlatanlardan öğreniyoruz. Kara gerici, ırkçı ve faşist anlayışların bu coğrafyada çimlenemediği de bir gerçekliktir. Kızılbaşlık kültü bu açıdan da doğru olarak
incelenmelidir diye de düşünmekten, ayrıca bu düşüncelerimizi sıkça
tekrarlamaktan kendimizi bir türlü alamıyoruz. Bölge halkı Ermeni halkını seviyor ve tehciri şiddetle reddediyor. Ermeni halkından bölgede
kalan kimseler yoktur. Ancak, pek çok yörelerde olduğu gibi Dersimliler
de bazı güzel Ermeni kadınlarını alıkoymuş ve onların asimilasyonunda önemli bir rol oynamıştır. "Ben Ermeni halkının asimilasyonundan
dördüncü kuşaktanım" diyenlere de rastlamıştık. Ancak, bu "itirafı" yapan insanlarımız ilerici düşünce akımlarıyla yeterince tanışmış kimseler idi. "Ermeni düşmanlığı"nın yaygın biçimde propoganda edildiği dönemlerin estirdiği ırkçı-faşist dalganın korkusu yüzünden Ermeni kimliğini ve kökenini saklayan kimseler de vardır. Ermeni tehcirinde, Ermeni mallarına el koyma yarışında, Osmanlı ordusunun yanında yer alan
bazı Şafi Kürt aşiretler, mal-mülk hırsıyla çok kan döktü. Akan kanlarla
canlar alındı, canlar verildi... Osmanlı kıyımına karşı Kızılbaşlarla Ermeniler akıl edip birlikte hareket edemedi. İki halk da bu kıyıma "karşı
koyma" konusunda yeterli örgütsel güvencelerden yoksundu.
Oynanan oyununun nelere gebe olduğunu göremediler. Tehcirden
sonra da Ermeni mallarına el koyma yarışında aşiretler birbirlerine iyice
düşman oldu. Bu düşmanlıklar. 1915'lerden 1938'lere kadar artarak devam etti. “Zololardan sonra sıranın Lololara” geldiğini fark edildiğinde,
1938'de de Dersim'liler birlikte hareket edemedi. Tarihsel süreçten ders
ve sonuçlar çıkaran önder kadroların izinden gidemedi. O'nları koruyamadı. "Koruyabilir miydi?" Koruyamazdı. "Rayberlik Kurumu"nun oyununa geldi, bu tuzağı aşamadı. "Aşabilir miydi?" Aşamazdı. Bu ve benzeri
soruların cevabını ancak Devrimci ve Marksist Kadrolar verebilirdi. Anılan Kadroları hayat ve mücadele üretecekti/üretiyordu...
Resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojiler Kızılbaşlık gelenek ve kültünü Ermeni, Rum ve Kürt halklarının düşmanlığından ayırmadığı da
tarihsel olarak belgelidir. Kızılbaşlığın gavurlukla suçlanışı ve giderek
"cihat hükümlerine" uğratılışı elbette nedensiz değildir.
116
Tarihi boyunca Kızalbaşları "kafir, dinsiz ve sapık" olarak değerlendiren görüşler, ne hazin günümüzde de yaygındır. "Siyasî İslâm"ın
sözcüleri politikacılar, Din ve Diyanet yetkilileri, dinci, ırkçı, faşist ve
"Türk-İslâm Sentezci"ler de çeşitli vesilelerle ve gerekçelerle bu bilim
ve akıl dışı saçmalıkları tekrar etmekten bir türlü geri durmuyor. Cenahımızdan Haşim Kutlu gibi araştırmacı, dilbilimci insanlarımızın bu türden ırkçı, faşist zihniyetleri karşıya alıp sorgulayışını doğru değerlendirmeliyiz ve bu çabaları yalnız bırakmamalıyız. Âdeta kemikleşmiş durumda olan bu türden "yargı"ları açığa vurmak zorundayız.
Kızılbaşların "cümlesinin katli vaciptir" fetvası Osmanlıdan günümüze tüm süreçlerde "olağan" suçlama ve saldırı olmuştur. Bu fetvalar, Kızılbaş Batınîlerin katline, mallarına el koymaya, ailelerinin yağmalanmasına endekslidir. Bu mantığın manası-tercümesi- budur.
Resmî devlet dininin sözcülerinin "cihat" anlamına gelen uygulamaları K. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında, doğallıkla işbaşı yapmakta gecikmedi... Dersim'in insansızlaştırılması, Arap, Osmanlı ve
TC'nin resmî anlayışlarının süregen bir yönelişidir.
Kızılbaş Batınî kült ve geleneğine olan süregen saldırı ve katliamlar karşısında kimileri susmayı tercih etmiş, kimileri korkmuş, "bizde
müslümanız" diyerek bilinçli karşı koymayı göze alamamıştır. Resmî
din saldırıları karşısında "Öz-Müslüman" savunuculuğuna soyunmuş
Kızılbaş aydınlar, bu türden "arguman"larıyla tarihsel-sosyal-kültürel
haklılıklarını bir türlü savunamamıştır.
* * *
"Definecilik... Yer-Gök Kültü ve Ermeni Mezarlıkları" ara başlığından sonra konuyu dağıtmayalım. İlerleyen gezi notlarımızda konuya
yer yer göndermeler yapacağız. Çünkü konu çok kapsamlıdır. Sorunlarımızın kökeni derinlerdedir.
Orta Asyalı Türk boylarına atfedilen "Yer-Gök kültü" ilk komünal
toplumların hepsinde görülmektedir. O günkü sınırlı bilgileriyle insanoğlu çok tanrılı veya "totem" dönemlerinde Güneş, Ay, Yer, Gök, Su,
Ateş, Rüzgar, Toprak, vb.leri üzerine son derece "sevimli" şeyler
söyleyegelmiştir. Bilinçli üretim faaliyetlerinin gelişimi, bilimde, teknikte,
sanat ve estetikteki keşif ve ilerleyişlerden sonra o dönem insanlarının
ilk gözlemleri ve değer yargıları bilimsel temellerine dayandırılmıştır.
Yalçın Küçük gibi Profların ise, bir türlü yerli yerine oturtamadığı bilimsel bilgi ve bilinçlenme sürecinde, fiziksel, ruhsal ve ideolojik sağlıklarını zedelediğini görmekteyiz. Kimyasal bileşimi bozulmuş bu aydınlardan Yalçın Küçük'ün de "Yer-Gök" gibi bir "tanrısal" literatür çağrışımı
yaptığını görüyoruz, yazılarında. İlk komünal toplum insanlarının "YerGök" diyerek tanrısal arayışlarını, aradan bunca yüzyıl geçtikten sonra
117
titreyip kendine dönen üniversite okumuş yarım-aydınların mistisizme
kayan görüşlere ulaşmasını son derece doğal karşılıyoruz. Çünkü onlar, lafzen diyalektik materyalist söylemlerine rağmen, başından beri
idealist, metafizik orijinalitelerin peşindeydi. Kırk boya küpüne girip çıkışları da bir türlü aydın olamadıklarının işaretiydi.
Dersim'deki "Yer-Gök" kültü konusu nereden çıktı diyeceksiniz?
Anlatayım: Bazı Ermeni mezarlıklarını görmeye gitmiştik. Çoğunun
kırmızı kiremit rengindeki haç simgeli mezar taşları kırılmış ve tahrip
edilmişti. Bu tahriplerin ana nedeni, definecilik olayıydı. Define arayıcıları çocuk mezarlarını değil, haçı büyük yapılmış mezarları soymuştu.
Soyulan mezarlardan ne çıkmıştı? Bilen yok. Belki bir iki takı, bilezik
metalden başka ne olabilirdi ki? Bu konuyu bilen Ermeni bir arkadaşa
sorduk, O'da Ermeni halkının geleneğinde hazinesiyle birlikte gömülme geleneğinin olmadığını söyledi.
Ermeni mezarlığındaki mezar taşları Doğu-Batı yönündeydi. Bu
mezarlıkların hemen yanındaki Kızılbaş mezarları da aynı, Doğu-Batı,
yönündeydi. Kızılbaşlar aynı mezarlığa defnedilmeyi Müslümanlar gibi
ayrı bir mezarlığa gömülme gibi algılamamaktadır. Bu olgu da ErmeniKızılbaş halklarının birlikte yaşama, paylaşma, bölüşme gibi ortaklık
anlayışını simgeleyen bir işaret idi.
Kızılbaşlar neden mezarlıklarını Doğu-Batı yönünde kazmıştır?
sorumuza hiç bir "tahsili ve tetebbusu" olmayan bir emekçi Kızılbaş şu
karşılığı vermiştir: "Yahu bu ne biçim sorudur? Yani bizimkiler fena mı
yapmıştır Doğu-Batı istikametinde mezar kazmakla? Atalarımız işte
Dersime gelmiştir. Ermenilerle yan yana durmuşlardır. Onlardan bağbahçe işleri ve çeşitli zenaatlar öğrenmişlerdir. Mezarlarını da Ermenilerinki gibi kazmışlardır. Yer-Gök arasında Doğu-Batı istikametini de
tabiata uygun biçimde seçmişlerdir. Yani illâ, bizim yönümüzü güneydeki Arap İslâma çevirmenin manasını bir türlü anlamıyorum. Şahsen,
ben de "terk-i dünya" ettiğimde mezarımın Doğu-Batı istikametinde
olmasını isterim. Tıpkı Ermeni-Kızılbaş geleneğindeki gibi..."
Böyle bir değerlendirmeyi yapan bizim insanımız -canlarımız- üniversite okumuş yarım-aydınlardan bize çok daha yakın idi. Sosyalizm,
işte bu türden insanlarımızın emek güçleri üzerinde inşaa edilecekti."Yer-Gök" telaffuz eden Yalçın Küçük gibi her şeyi zedelenmiş
Prof.ların inşaa edecekleri bir şey kalmamıştır. Hele bu saatten sonra?
Sol, eğer ve hâlâ anılan Prof.lara biat ediyorsa tümünün aklî ve ideolojik kimyası hepten bozulmuş demektir!
eden Anadolu uygarlıklarını egemen oligarklar yağmalamışken, bu ana
yağmadan geriye "birşeyler kalmış mı?" sorusunu soran fukara insanlarımız da defineciliğe merak salmış olsa gerek. Ermeni, Rum ve öteki
halkların mal ve mülküne el koyan eşraf, mütegallibe ve aşiretlerin ardından fukara Anadolu halkları da defineciliğe soyunarak, mezarlıkları,
kilise ve mabetleri ve anılan uygarlıkların bütün kalıntılarını tahrip etmeye koyulmuştur. Defineciliği eleştirenler, Emperyalist sömürgenlerin
Batı'dan gelip tarihsel-kültürel kalıtları tahrip ederek alıp götürmelerine
karşı Anadolu tarihinden yok etme; silme girişimine çıktıktan sonra bu
soruna parmak basmalıdır.
Dersim'e geliş nedenlerimizi sık sık anlatmamıza rağmen, defineciliğe kafayı takmış olan kimileri de bizi şu şekilde izah etmeye kalkışmıştır, Ovacık'n işsizliğin kol gezdiği 18 adet kahvehanelerinde: "Bunlar Ermenidir. Mutlaka dedelerinin gömdüğü altınları almak için gelmişlerdir. Ne işleri vardır, kalkmış kır bayır geziyorlar. Yok efendim, Dede'leri Mıkıko'dan 120 yıl önce göç etmiş de... Mıkıko'ya gitmek bile zor,
hem yolu yok, hem de oralara izinsiz gitmişler... Orada ne yaptıkları da
bilinmiyor... Mutlaka define aramışlardır!.."
Bu türden zırvaları yapan kişinin, bir zamanların TÖS/TÖB-DER
üyeliğinde bulunmuş bir emekli öğretmen olduğunu öğrenince hem çok
şaşırdık hem de üzüldük. Demek ki, bu öğretmen eskisine TÖS/TÖBDER süreci hiçbir bilimsel bilgi ve bilinç aşılayamamış. Günümüzdeki
kamu emekçilerinin önemli bir bölümünü oluşturan öğretmen örgütlerine bakınca aynı şeyi söylemek geçiyor içimizden. PARTİ kurumsallaşması düşüncemizin ne denli isabetli olduğunu bu olay karşısında da
test etmekten kendimizi alamıyoruz. Demek ki, "sendika kültürü" işe
yaramıyor.
Bu öğretmen eskisinin saçmalıklarını işitip sinirlenen bir arkadaş
şunları söylemekten kendini alamamıştır: "Sırrı Öztürk'ün kimliği,
kişiligi ve günümüzdeki arayışlarını yansıtan kitaplarını şu adamın kafasına taş gibi vurmak lâzım...
Evet, kitaplarımız kimi üniversite okumuş yarım-aydınların kafasına vurulmuş bir taş işlevini görmüştür. Onlara söylenecek söz kalmamıştır. Günümüzdeki sözümüz devrimci dönüşümleri birlikte gerçekleştireceğimiz konusunda asla bir kuşkumuz olmayan bizim insanlarımıza
olacaktır.
* * *
Definecilik Anadolu'da çok yaygın bir uğraştır. Hastalık derecesinde herkesi etkilemiştir. Nasıl olmasın ki, pek çok uygarlıklara beşiklik
118
(Devam Edecek)
119
Sanat Cephesi’nden Haberler
BULUŞMA
● “Sanatçılar da Tecritte” Basın Açıklaması
Yağmurla toprağın
Muhteşem buluşmasıydı
Bizimkisi
28 Eylül günü Ölüm Orucu’nun 177. gününde olan avukat Behiç
Aşcı’yı Sanat Cephesi adına Ruhan Mavruk, İsmail Hardal, Kemâl
Kök ve Nevzat Oğuz ziyaret etti.
Ziyaretlerinde Sanat Cephesi Geçici Komitesi “Sanatçılar da Tecritte” yazılı pankart açarak bir basın açıklaması okudular. Bu metni
Dergi’mizin 92 ve 93. sayfalarında okuyabilirsiniz.
Rüzgârlı bir dansın
İlk adımları
Sen topraktın
Ben yağmur
● Arnavutköy Halkevi’nin Düzenlediği "Ortadoğu’da Süren Emperyalist Savaş ve Çözüm Önerileri" Konulu Panele Katıldık.
Kopardılar bizi
Aşilin topuğu gibi
Ayağım kesildi yerden
Toprağın olmadığı
Beton yığınının içine
Hapsedildim
Dikdörtgen bir
Gökyüzü parçasına
Haykırıyorum hasretimi
80 kişinin katıldığı ve yaklaşık 4 saat süren Arnavutköy Halkevi
önderliğinde düzenlenen panele Köz gazetesi, Çağrı dergisi, Demokratik Toplum Partisi, Halk Kültür Merkezi ve Sanat Cephesi’nden İsmail Hardal konuşmacı olarak katıldı.
Sanat Cephesi Geçici Komitesi sözcüsü olarak İsmail Hardal’ın konuşmasında, Sanat Cephesi’nin burjuva sanatçılarından farklılıkları vurgulanarak, Türkiye’de Komünistlerin dağınıklığı ve merkezileşememesi
yüzünden savaş meselesinde bu kadar farklı görüş olabileceği ve savaş
karşısında sanatçıların tutarlı bir davranış gösteremediği anlatıldı.
Ve düşlerimi
Sen depremle gösteriyorsun
● Sanat Cephesi’nden İki Yeni Kitap Daha Yayınlandı.
Zaptedilmez kızgınlığını
Sanat Cephesi Kemâl Kök’ün Barış ve Başak adlı şiir kitabi ile Ertan Taşdelen’in Eylül Fırtınası adlı şiir kitabını yayınladı. Böylelikle Sanat Cephesi’nin yayınladığı kitap sayısı beş oldu.
Açık tut gerdanını
Birgün mutlaka
Yağacağım sağanak olup
Buluşup ilkbaharda
Yeniden dansa tutuşacağız
Taze güller saçılacak
Turgay Ulu
12 Eylül 2005
120
121
BİR YERYÜZÜ PARÇASI
Postmodern bombalarla parçalanıyor
esmer yürekli, ağrıyan yurdum:
Biz kazanacağız…
Avrupalı kimyasallarla yakıldı
solgun ciğerlerimizdeki hava
ölüm kasırgaları estiriyor azgın kukla:
Biz kazanacağız…
Seçmece hedefleri vuruyormuş düşman:
(öyle anlatıyor haber merkezleri)
yani hastaneleri, yolları
suyu,elektriği ve ambulansları
hareket eden her şeyi ve duranları
silah satışlarında ucuz Amerikan pazarı
bu kefen bolluğunda, bu hayvanlıkta
parça parça kopacaksa etimiz:
Biz kazanacağız…
Yıkıntılarda ezik bıraktım
ablamı, annemi, iki amcamı
bir de canım, ciğerim kardeşim Ahmad’ı
fosfor bombası değdi kavurdu bedenimi
korudum gözlerimi
bitmeyen çocuk çığlıkları kulaklarımda
kendi utancı içinde bırakarak dönek dünyayı
şimdi fısıldıyorum ya şunu
yarın haykıracağım sizlerle yine:
Biz kazanacağız!
122
Düşman kaybedecek:
o en üstün teknolojisi, bombalarıyla
o en aşağılık kültürü, siyasetiyle
yaşanılan her bir günü kaplayan yalanları
uyduları, atomları, ticari gökdelenleriyle
Ömrümüzün hırsızları kaybedecek
Çığlık çığlığa haykırsa da kemiklerimiz
koyun koyuna yatılan toplu mezarlarda
taşın, kömürün sabrıyla
ateşin, aşkın diliyle
bilimle, sanatla, sevgiyle, hınçla
kaç bin yıllık köklerimiz dal budak
biz kazanacağız:
yoksulların birliğiyle . . .
Hüseyin Ali Selvi
Temmuz--2006
123
Sorun Yayınları Kolektifi
ve
Sanat Cephesi’nden
Yeni Kitaplar
Azimet Ceyhan
1Nolu F Tipi Cezaev- Kandıra
124
125
Bizden Haberler
● Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi
Kitabımızın Yargılanmasına Devam Ediliyor.
TCK’nın 301/2. Mad.’since Yazar Osman Tiftikçi ve Sorun Yayınları Sahibi olarak Sırrı Öztürk’e açılan davanın duruşmasına İstanbul
2. Asliye Ceza Mahkemesinde 5.12.2006 günü saat 09:30’da devam
edilecektir. Daha önce 26 Eylül 2006 günü yapılan duruşmada Savcı
Esas Hakkındaki mütealasını vermek üzere süre istemişti.
● “Kültürel Çürümeye Karşı Sanatçının Sorumluluğu”
4 Kasım 2006 günü saat 11:15-12:45 arasında 25. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda Sanat Cephesi’nin katkıları doğrultusunda Kolektifimiz’in düzenlemiş olduğu “Kültürel Çürümeye Karşı Sanatçının Sorumluluğu” isimli panel-söyleşimize; Konuşmacı olarak İsmail Hardal,
Sabahattin Ali Tayır, Ruhan Mavruk, Kemâl Kök, Nevzat Oğuz katılmış, etkinliği Kemâl Kök yönetmiştir.
● “Düşünce-İfade-Örgütlenme Özgürlüğü ve
Yayıncılıkta Sol’un Sorumluluğu”
5 Kasım 2006 günü saat 16:45-18:15 arasında 25. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda, Kolektifimiz’in düzenlemiş olduğu “Düşünce-İfadeÖrgütlenme Özgürlüğü ve Yayıncılıkta Sol’un Sorumluluğu” isimli panel-söyleşimize konuşmacı olarak: Sırrı Öztürk, Tolga Ersoy, İsmail
Hardal, Yakup Akbaş katılmış, etkinliği Sırrı Öztürk yönetmiştir.
126
127
128

Benzer belgeler