E.Ü. HYO Dergisi Cilt 21 - Sayı 1 - 2005 - Hemşirelik Fakültesi

Transkript

E.Ü. HYO Dergisi Cilt 21 - Sayı 1 - 2005 - Hemşirelik Fakültesi
EGE ÜNİVERSİTESİ
HEMŞİRELİK YÜKSEK OKULU
DERGİSİ
Cilt: 21
Sayı: 1
V
2005
ISSN – 1300 – 3046
Cilt 21, Sayı 1
2005
Yayın Sahibi
Prof. Dr. Zeynep CONK
Hemşirelik Yüksek Okulu Adına
Sorumlu Müdür
Prof. Dr. Ahsen ŞİRİN
Yayın Alt Komisyonu
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Çiçek FADILOĞLU (Başkan)
Gülümser ARGON
Alev DIRAMALI
Zeynep CONK
Ayla BAYIK TEMEL
Dergi Yayın Kurulu
Prof. Dr. Zeynep CONK (Editör)
Prof. Dr. Ahsen ŞİRİN
Doç. Dr. Olcay ÇAM (Editör Yrd)
Doç. Dr. Zümrüt BAŞBAKKAL
Doç. Dr. Leyla KHORSHID
Doç. Dr. Süheyla Altuğ ÖZSOY
Yrd. Doç. Dr. Şenay ÖZEN KAYMAKÇI
Basım Yeri
Ege Üniversitesi Basımevi
Bornova – İzmir
Baskı Tarihi
17.03.2006
Yönetim Yeri
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu (EÜHYO) tarafından
yılda iki sayı/bir cilt olarak yayınlanır.
VII
AÇIKLAMALAR
Bu dergi 22 Ekim 1984 gün ve 18553
sayılı Resmi Gazetede yayınlanan "Üniversitelerde Ders Aracı Olarak Kullanılan Kitaplar, Teksirler ve Yardımcı Ders
Kitapları Dışındaki Yayınlarla İlgili
Yönetmelik" bağlamında yayınlanmaktadır.
Yayın Türleri
Adı geçen yönetmeliğin 2. ve 3. maddeleri uyarınca dergide eğitim ve araştırma çalışmalarına paralel olarak orjinal
araştırma raporları, bilimsel tarama
yazıları, yeni bir yöntem veya teknik
tanımlayan kısa bildiri yazıları ve çok
önemli bilimsel çeviriler yayınlanabilir.
Yayın Hakları
Yayınlanacak yazıların bilim dil bakımından sorumluluğu yazarlara aittir.
Yayın Kurulu gerekli değişiklik veya
kısaltmaları yazardan isteyebilir veya
yazarın izni alınarak içeriği bozmayacak
değişiklikler yapabilir. Basılmayacak
yazılar için bir ay içinde yazara bilgi
verilir.
HEMŞİRELİK YÜKSEK OKULU DERGİSİ
DANIŞMA KURULU ÜYELERİ
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Dr.
Alev DRAMALI
Zeynep CONK
Çiçek FADILOĞLU
Ayla BAYIK TEMEL
Gülümser ARGON
Aynur ESEN
Ayfer KARADAKOVAN
Ahsen ŞİRİN
Gülseren KOCAMAN
Zuhal BAHAR
Gülümser KUBİLAY
Semra ERDOĞAN
Seçil AKSAYAN
Ümit SEVİĞ
Nimet KARATAŞ
Hatice PEK
Sevim SAVAŞER
Hicran ÇAVUŞOĞLU
Nuran AKDEMİR
Zehra DURNA
Tülin BEDÜK
Nermin OLGUN
Sevgi HATİPOĞLU
Fethiye ERDİL
Deniz ŞELİMEN
Nevin KANAN
Güler AKSOY
Neriman AKYOLCU
Nalan Özhan ELBAŞ
Hülya OKUMUŞ
Hediye ARSLAN
Hacer KARANİSOĞLU
Ayşe ÖZCAN
Prof. Dr. Filiz ULUSOY
Prof. Dr. Kamerya BABADAĞ
Prof. Dr. Gülsün TAŞOCAK
Prof. Dr. Güler ÇİMETE
Prof. Dr. Fatma ÖZ
Prof. Dr. Nalan AKBAYRAK
Prof. Dr. Nuran KÖMÜRCÜ
Prof. Dr. Nesrin AŞTI
Doç. Dr. Günsel BAŞER
Doç. Dr. Zümrüt BAŞBAKKAL
Doç. Dr. Leyla KHORSHID
Doç. Dr. İsmet EŞER
Doç. Dr. Ümran SEVİL
Doç. Dr. Süheyla Altuğ ÖZSOY
Doç. Dr. Olcay ÇAM
Doç. Dr. Lale ALGIER
Doç. Dr. Sebahat GÖZÜM
Doç. Dr. Nursen NAHÇİVAN
Doç. Dr. Oya Nuran EMİROĞLU
Doç. Dr. Suzan YILDIZ
Doç. Dr. Firdevs ERDEMİR
Doç. Dr. Ayşe OCAKÇI
Doç. Dr. Nuray ENÇ
Doç. Dr. Fatma ETİ ASLAN
Doç. Dr. Türkan PASİNLİOĞLU
Doç. Dr. Ferda ULUFER ÖZBAŞARAN
Doç. Dr. Sevim BUZLU
Doç. Dr. Kadriye BULDUKOĞLU
Doç. Dr. Selma DOĞAN
Doç. Dr. Besti ÜSTÜN
Doç. Dr. Şule ECEVİT ALPAR
Doç. Dr. Süheyla ABAAN
İÇİNDEKİLER
Editörden
Araştırmalar
- Çocuklarda İntravenöz Girişimlerden Önce Lokal Anestetik Etkili Krem
Emla Uygulanması İle Eğitim Verilerek Yapılan Hazırlığın Ağrı Üzerine
Etkilerinin İncelenmesi
Yelda CANDAN, Şenay KAYMAKÇI ..........................................................1-11
- Kemoterapi Tedavisi Alan Hastaların Tedaviye Bağlı Yaşadıkları
Semptomlar Ve Yaşam Kalitesine Olan Etkisinin İncelenmesi
Öznur USTA YEŞİLBALKAN, Asiye DURMAZ AKYOL,
Yurdanur ÇETİNKAYA, Tülay ALTIN, Deniz ÜNLÜ ..................................13-31
- Diyaliz Hastalarında Progresif Gevşeme Yöntemlerinin Kaygı Düzeyi
Ve Yaşam Kalitesine Olan Etkisinin İncelenmesi
Yasemin KUZEYLİ YILDIRIM, Çiçek FADILOĞLU ...................................33-45
- Hemşirelerin İndirekt Arteriyel Kan Basıncı Ölçümüne İlişkin Teorik
Ve Uygulamaya Yönelik Bilgilerinin Değerlendirilmesi
Hilal UYSAL, Nuray ENÇ .......................................................................47-61
- Kalp Yetmezliğinde Sağlık Davranışları, Sağlığa Verilen Önem Ve
Yaşam Kalitesi İlişkisinin İncelenmesi
Serap ÖZER, Gülümser ARGON .............................................................63-77
- Kadın Sağlığı Ve Hastalıkları Hemşireliği Dersini Güz Dönemi
Ve Yaz Okulunda Alan Lisans Öğrencilerinin Kendilerini Yeterli
Bulma Durumlarının Karşılaştırılması
Ümran SEVİL, Aynur SARUHAN, Gül ERTEM, Oya KAVLAK,
Ayden ÇOBAN, Şenay ÜNSAL ATAN .....................................................79-90
- İzmir Mesleki Eğitim Merkezinde Eğitim Gören Çocuk İşçilerin
Sağlık, Sosyal Ve Kültürel Durumlarının Belirlenmesi
Zümrüt BAŞBAKKAL, Nesrin ŞEN, Zeynep CONK .................................91-101
- Koah (Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı)’In Pulmoner
Rehabilitasyon İle Yönetimi
Ayşe ÇİL, Nermin OLGUN ................................................................. 103-113
- Gebelerin Ruhsal Belirti Dağılımlarının İncelenmesi ve Hemşirelik Bakımı
Şeyda Dülgerler, Esra Engin, Gül Ertem ............................................ 115-126
- Ogilvie's Sendromu Ve Hemşırelık Bakımı
Hafize ÖZTÜRK .................................................................................. 127-134
- Akut Graft Versus Host Hastalığı Olan Çocuklarda Hemşirelik Yaklaşımı
Hüsniye ÇALIŞIR, Zeynep GÜNEŞ ..................................................... 135-144
- Hekim Ve Hemşirelerin Hastaların Yaş Ve Cinsiyetine Göre
Ağrıya Verdikleri Yanıtlara İlişkin İnanışları
Ülkü YAPUCU GÜNEŞ, İsmet EŞER, Leyla KHORSHID....................... 145-156
VII
Derleme Yazılar
- Halk Sağlığı Hemşireliği’nin Dünü, Bugünü Ve Geleceği
Şafak ERGÜL..................................................................................... 157-166
- Yaşlı İstismarı Ve Önlenmesi
Yasemin KUZEYLİ YILDIRIM .............................................................. 167-174
- Affektif Bozukluklarda Psikoterapötik Girişimler Ve Psikiyatri
Hemşireliği
Gülseren ÜNAL, Olcay ÇAM ............................................................... 175-187
- Öfke, Öfke Kontrolü Ve Hemşirelik Yaklaşımı
Ayşegül BİLGE, Gülseren ÜNAL ......................................................... 189-196
- Çocuklarda Ölüm Kavramı ve Yas Sürecinde Psikiyatri Hemşiresinin Rolü
Şeyda DÜLGERLER, Esra ENGİN, Olcay ÇAM.................................... 197-209
EDİTÖRDEN
Sevgili Meslekdaşlarım
Daha iyi bir gelecek yaratmak için bilim ve teknoloji politikalarına
nitelikli yatırımların şart olduğu, araştırma-geliştirmeye ayrılan payın
artırılması gerektiği genellikle kabul gören bir hedeftir. Bu hedefe ulaşmanın yolu özgürce düşünen, sorgulayan, tartışan, yaratıcı nesillerin ve
bilimsel düşünceyi benimsemiş araştırmacıların yetiştirilmesinden
geçer. Bu da ancak laik bir eğitim ortamında gerçekleşebilir.
Küreselleşen yeni bir şekil alan Dünya ülkeleri arasında güçlü bir
yer edinmek için çabalayan ülkemizde insan, hayvan, bitki sağlığı, çevre
sağlığı ve ulusal güvenlik konularında zorunlu standart ve
düzenlemelerin sürdürülmesi kaçınılmazdır.
İnsan sağlığını merkez alan hemşirelik mesleği son 50 yıl içinde,
1955 yılında Ege Üniversitesinden başlayarak ülkemizin öncü üniversitelerinde giderek sayıları artan, bu gün 9 gelişmiş üniversitede lisans,
yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim öğrenimlerini
yürüten
yüksek öğrenim kurumları olarak, değişen hemşirelik anlayışı doğrultusunda gelişmiş ülkelerin ulaştığı mesleki birikimleriyle etkin ve öncü
rollerini sürdürmektedirler. Bu mesleki birikim, Sağlık Bakanlığı ve YÖK
arasındaki bir protokolle üniversitelere devredilen 76 sağlık kolejinin,
sağlık yüksek Okulları olarak Yüksek Öğrenimde yer almasıyla
yayılmaya başlamış, ancak bazı Sağlık Yüksek Okulları dışında pek
çoğunda eğitim, meslek dışı eğitimcilerle yürütülmekte ve hızla hemşire
olmayan
öğretim
elemanlarıyla
hemşire
yetiştirmeye
devam
edilmektedir.
Hemşirelik eğitiminin lisans düzeyine yükseltilmesi açısından işe
yarayan bu uygulama, eğitimci hemşirelerin sayısal açığı nedeniyle
çıkmaz hale gelmiş, dolayısıyla eğitim dengelerinin bozulmasına yol
açmıştır.
Yüksek öğretim Kurumunca bu konuya acilen çözüm bulunmalı,
yükseköğrenimde kalite ve nitelik, niceliğin önünde tutulmalıdır.
Bu yıl 50. kuruluş yılını kutlayan Ege Üniversitesiyle birlikte Ege
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, hemşirelik eğitimi yanı sıra
hemşirelikte araştırma ve yayına da önem vermiştir. Sürekliliğini 1985
yılından itibaren sürdüren dergimizin de bu sayıyla 20. yaşını gururla
kutluyoruz. Dergimizin 2005 yılı 1.sayısını sizlerle paylaşmaktan
IX
mutluluk duyuyorum. Hakemli dergi olarak 1997 yılından itibaren
giderek artan bir ilgiyle takip ettiğiniz ve beslediğiniz bu bilimsel yayını
daha ileri hedeflere ulaştırmanın ortak beklentimiz olduğu bilinciyle,
sizlere farklı hemşirelik alanlarında önemli bulduğumuz araştırma ve
derleme makaleleri sunuyoruz.
Daha mutlu, umutlu günlere hepberaber,
Sevgilerimle
Prof. Dr. Zeynep CONK
EDİTÖR
İletişim Adresi:
Ege Üniversitesi
Hemşirelik Yüksek Okulu
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı
35100 Bornova-İZMİR
Tel
: 0.232.388 11 03/112
Fax
: 0.232.388 63 74
E-mail : [email protected].
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21 (1) : 1-11, 2005
ÇOCUKLARDA İNTRAVENÖZ GİRİŞİMLERDEN ÖNCE LOKAL
ANESTETİK ETKİLİ KREM EMLA UYGULANMASI İLE EĞİTİM
VERİLEREK YAPILAN HAZIRLIĞIN AĞRI ÜZERİNE ETKİLERİNİN
İNCELENMESİ*
THE EFFECT OF THE PREPARATION ON PAIN, DONE BY GIVING
TRAINING AND BY EMLA CREAM WHICH HAS LOCAL ANAESTHETTICS
EFFECT APPLICATION
IN CHILDREN BEFORE INTRAVENOUS APPLICATIONS
YELDA CANDAN
ŞENAY KAYMAKÇI
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Cerrahi Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı.
Bornova - İZMİR
Anahtar Sözcükler: Çocuk, intravenöz girişim, ağrı
Key Words: Children, intravenous application, pain
* Bu çalışma Yüksek Lisans tezi (Şubat 2000) olup I. Uluslararası & VIII. Ulusal
Hemşirelik Kongresi’nde (29 Ekim-2 Kasım 2000 Antalya) Poster Bildirisi olarak
sunulmuştur.
ÖZET
Bu araştırma 7-12 yaş grubu çocuklarda intravenöz girişim öncesi krem
EMLA uygulaması ile eğitim verilerek yapılan hazırlığın ağrı üzerine etkisini
incelemek amacıyla yapılmıştır. Deneysel olarak yapılan araştırma 01 Mart
1999-31 Haziran 1999 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalında yürütülmüştür.
Araştırma kapsamına, ailelerinden izin alınan toplam 50 çocuk alınmış, 25’şer
kişilik 2 grup yapılmıştır. Birinci gruba intravenöz girişim öncesi eğitim
verilerek, ikinci gruba ise lokal anestetik etkili krem EMLA kullanılarak
intravenöz girişim uygulanmıştır.
Verilerin analizi Ege Üniversitesi Bilgisayar Merkezi’nde SPSS programı
kullanılarak yapılmıştır. Verilerin değerlendirilmesi sonucunda, birinci ve ikinci
grupta bulunan çocukların ağrı puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak
anlamlı fark bulunmuştur (p < 0.05).
İntravenöz girişim öncesi hemşirenin yapacağı eğitimin ağrıyı azaltmada
etkili olduğu, ancak intravenöz girişim öncesi krem EMLA uygulamasının ağrıyı
anlamlı derecede azalttığı saptanmıştır. Ancak krem EMLA uygulamak kadar
hemşirenin yapacağı eğitim, enjeksiyon nedeniyle oluşan ağrının azaltılmasında
önem taşımaktadır.
1
SUMMARY
This research was accomplished in order to study the effect of the
preparation on pain, done by giving training and by EMLA cream application on a
group of children aged between 7 to 12, prior to intravenous attempt. The study
which was done as experimentally, was conducted in Ege University Medical
Faculty Hospital Children Healthy and Disease Service, between the dates of 01
March 1999 and 31 June 1999. Totally 50 children involved in the extent of
research. Definitive data related to children registered in the data collection form
developed by the researcher.
As a result of assessment of data, a significant correlation (p < 0.05) was
found between the two groups.
It was determined that the effective training to be conducted by the nurse
prior to intravenous attempt was effective in alleviating the pain whereas
application of cream EMLA prior to intravenous attempt considerably reduced the
pain. However, the training to be conducted by the nurse as well as cream EMLA
application is also important in palliation of pain occurred due to injection..
GİRİŞ
Hastaneye yatan hastaların çoğu hastalıkları nedeniyle veya bazı
girişimler sonucu ağrı yaşamaktadır. Ağrı, karmaşık bir konudur. Ağrı
herkes için farklı bir anlam taşıdığından tanımlamak zordur. Hasta
bakım sorumluluğunun temeli hastanın rahatının sağlanmasıdır. Bu
amaçla ağrının en iyi şekilde giderilmesi gerekir. Enjeksiyonlar
hastanede sık uygulanan ve oldukça ağrı verici uygulamalardır (2,4).
Enjeksiyon uygulanmasına karşı hemen hemen her insan ağrı ve
huzursuzluk yaşar. Bu konuda yapılan çalışmalarda, özellikle aşı ve
enjeksiyon uygulamalarının çocuğa en çok ağrı veren işlemler olduğu
belirtilmektedir (6, 9, 10).
Çocuklarda ağrının giderilmesi için yapılan uygulamalar, işlem
sırasındaki ağrıyı gidermenin yanı sıra işlem öncesi ve sonrası
hazırlıkları da içermelidir (4).
Ekici’nin (1992) yaptığı bir çalışmada, hemşirenin intramüsküler
enjeksiyon uygulaması öncesi çocuğa ve ailesine zaman ayırması,
çocukların gelişim düzeylerini dikkate alarak uygulamalar hakkında
çocuğa ve ailesine açıklamalar yapması, çocuğa ilgi ve sevgi göstermesi,
onunla güvene dayanan ilişki kurmasının, hastanede yatmaya bağlı
korku ve endişelerinin azaldığını belirtmiştir(3).
Harrison’ın (1991) bir çalışmasında, venöz kan örneği alınan
çocuklar için hazırlanan bir öykü kitabı, girişimlerden önce çocuklarla
2
birlikte okunmuştur. Sonuçta çocuklarda ağrının anlamlı olarak
azaldığı görülmüştür(8).
Thompson (1994), çocuklara işlemle ilgili şekillerin ve açıklamaların bulunduğu renkli bir kitapçık hazırlamanın ve işlem öncesi çocuğa
okutulmasının yararlı olduğunu göstermiştir. Ayrıca çocuğun kendisinin bebek üzerinde işlemi yapmasına olanak verildiğinde psikolojik
rahatlama sağlandığı da görülmüştür(12).
Yapılan çalışmalarda, çocukların dikkati başka yöne çekme,
düşleme, gevşeme, kendi kendine telkinde bulunma gibi ağrı ile baş
etme tekniklerinden bir kaçını birden kullandıkları gösterilmiştir(2,5).
Ağrılı işleme hazırlanmamış çocukların işlemden sonra radial
nabızlarında artış olduğu, yüzlerinin kızarmış, ürkmüş, korkmuş ve
heyecanlı oldukları gözlenmiştir. Çocuklar ağlayarak, çığlık atarak,
gözlerini kapatarak, dudaklarını ısırarak, karşı koyarak tepki
göstermişlerdir(8,13).
Ağrılı işlemlerden önce çocuklara uygulanabilecek diğer bir
yöntemde lokal anestetik etkili kremlerin uygulanmasıdır. Topikal
anestetik olan EMLA (Eutectic Mixture Of Local Anaestetics), iki lokal
anestetiğin (prilocain ve lidocain) eutectic (maximum erime yeteneğinde
olan) karışımından oluşur. Bunlar hem çocuklarda hem de yetişkinlerde etkin topikal dermal anestezi sağlamaktadır. EMLA kremin
intravenöz uygulamalarda, sünnet girişimlerinde, lomber ponksiyonlarda, aşı uygulamalarında, dermatolojik işlemlerde ve deri transplantasyonlarında ağrıyı azalttığı yapılan çalışmalarla saptanmıştır. Özellikle
birçok çalışma çocuklarda damar yolu açılırken EMLA’nın çok yararlı
olduğunu bildirmektedir (1,7, 11,14).
Bu araştırma; çocuklarda intravenöz girişim öncesi eğitim verilerek işleme hazırlama ile lokal anestetik etkili krem EMLA kullanılarak
yapılan hazırlığın ağrıyı azaltmadaki etkilerini karşılaştırmak amacıyla
yapılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırma 01.03.1999-31.06.1999 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim
Dalı’nda 7-12 yaş grubu, kliniğe ilk kez yatan ve ilk kez intravenöz
girişim uygulanacak olan çocuklarla yapılmıştır. Eğitim verilecek grup
25 (I. grup), EMLA uygulanacak grup 25 (II.grup) olmak üzere toplam 50
çocuk araştırma kapsamına alınmıştır. Araştırmada, sınırlamalara
uygun olarak alınan ilk 25 çocuk 1. grubu, sonraki 25 çocuk 2. grubu
3
oluşturmuştur. I. ve II. gruplar yaş, cinsiyet, intravenöz enjeksiyonun
yapıldığı gün (hastaneye yatıştan sonra ilk 3 günde intravenöz
enjeksiyon yapılan çocuklar alınmıştır) yönünden eşleştirilmiştir.
I. Grup: 25 çocuktan oluşmaktadır. Çocuklara işlem öncesi eğitim
verildikten sonra intravenöz uygulama Kiwanis Bebek üzerinde
uygulatılmış ve daha sonra intravenöz girişim işlemi uygulanmıştır.
Kiwanis Bebek; enjeksiyon uygulamasından önce çocuğa verilecek olan
bu bebek Kiwanis Derneği’nindir. Kiwanis Bebek, bezden yapılmış bir
bebektir. Çocuğa yapılacak olan işlemlerin bu bebeğin üzerinde çizilerek
anlatılabilmesi için Kiwanis Bebeğin üzerinde kaş, göz, saç vb. hiçbir
şey bulunmamaktadır. Çocuğun kendi bebeğine kaş, göz, saç vb.
çizmesi amacıyla bu şekilde hazırlanmıştır.
II. Grup: 25 çocuktan oluşmaktadır. Çocuklara intravenöz girişim
öncesi lokal anestetik etkili krem EMLA uygulandıktan sonra intravenöz
girişim uygulanmıştır. 2,5 gramlık krem EMLA bölgeye sürülerek ve deri
üzeri plastik bandajla kapatılarak 1 saat bekletilmiştir. Kremin
silinmesinden sonra deri dezenfeksiyonu % 70’lik alkol uygulanarak
işleme hemen başlanmıştır.
Veriler, araştırmacı tarafından ilgili literatür incelemesi sonucu
geliştirilen veri toplama formuna kaydedilmiştir. Bu form üç bölümden
oluşmaktadır. Birinci, bölümde, araştırma kapsamına alınan çocuklarla
ilgili tanıtıcı bilgiler bulunmaktadır. Tanıtıcı bilgiler çocuğun yaşını,
cinsiyetini, tanısını, eğitimini, hastaneye yatış tarihini kapsamaktadır.
Ayrıca birinci bölümde, intravenöz girişim öncesi çocuğa hangi
yöntemin uygulandığı kaydedilmiştir. İkinci bölümde, ağrı şiddetini
değerlendirmek için kullanılacak olan vizuel analog skala (VAS) yer
almıştır. Bir ucunda ağrısızlık diğer ucunda en şiddetli ağrı yazan 10 cm
uzunluğunda dikey bir cetvel üzerinde çocuk kendi ağrısını
işaretlemiştir. Bu yöntemde çocuğa iki uç nokta olduğu söylenmiştir. Bu
skala 7 yaş ve üzeri çocuklarda kullanılmaktadır (4, 9, 14). Çocukların
yatay bir çizgide ağrı şiddetinin artışını kavraması zor olabileceğinden,
dikey bir cetvel kullanılmıştır. Üçüncü bölümde çocuğa her üç
uygulama sonunda elde edilen ağrı puanları ve ağrı puan ortalamasının
kaydedildiği bölüm bulunmaktadır. Verilerin analizi, Ege Üniversitesi
Bilgisayar Merkezi’nde SPSS programı kullanılarak yapılmıştır. Verilerin
değerlendirilmesinde; sayı, yüzde, ki-kare, student t ve varyans analizi
kullanılmıştır.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimliği’ den
araştırma izni alınmıştır. Etik Kurul izninin alınmasına Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimliği’nce gerek görülmemiştir.
4
BULGULAR VE TARTIŞMA
Araştırma Kapsamına Alınan Çocuklara İlişkin Tanıtıcı Bilgiler
Tablo 1. Grupların Yaşlara Göre Dağılımı
Yaş Grubu
7 - 8 Yaş
9 - 10 Yaş
11 - 12 Yaş
TOPLAM
X² = 0.942
SD = 2
I . GRUP
Sayı
%
8
32
9
36
8
32
25
100
II .GRUP
Sayı
%
8
32
8
32
9
36
25
100
TOPLAM
Sayı
%
16
32
17
34
17
34
50
100
p > 0.05
Tablo 1’ de görüldüğü gibi I . gruptaki çocukların % 32’ si (8 kişi)
7-8 yaş grubunda, % 36 ’ sı (9 kişi) 9-10 yaş grubunda, % 32’ si (8 kişi)
11-12 yaş grubundadır. II . gruptaki çocukların ise % 32’ si (8 kişi) 7-8
yaş grubunda, % 32’ si (8 kişi) 9-10 yaş grubunda, % 36’ sı (9 kişi) 1112 yaş grubundadır. Yapılan Ki-Kare(X²) testi ile gruplar arasında yaş
grupları açısından istatistiksel yönden anlamlı bir fark bulunmamıştır
(X² = 0.942, SD = 2, p > 0.05 ).
Tablo 2. Grupların Cinsiyetlere Göre Dağılımı
Cinsiyet
Kız
Erkek
TOPLAM
X² = 0.776
SD = 1
I .GRUP
Sayı
%
12
48
13
52
25
100
II . GRUP
Sayı
%
11
44
14
56
25
100
TOPLAM
Sayı
%
23
46
27
54
50
100
p > 0.05
Tablo 2’de araştırma kapsamına alınan I. grup ve II. gruptaki
çocukların cinsiyetlerine göre dağılımları görülmektedir. I. gruptaki
çocukların % 48’ini (12 kişi) kız, % 52’ sini (13 kişi) erkek çocuklar
oluşturmaktadır. II. gruptaki çocukların % 44’ünü (11 kişi) kız, % 56’
sını (14 kişi) erkek çocuklar oluşturmaktadır. Yapılan Ki-Kare (X²) testi
ile gruplar arasında cinsiyetlere göre istatistiksel açıdan anlamlı bir fark
bulunmamıştır (X²=0.776, SD=1, p>0.05).
Tablo 3. Grupların Hastaneye Yatıştan Sonra İlk Uygulamanın Yapılış Günlerine Göre
Dağılımı
Hastaneye
Yatıştan
Sonra
1 . Gün
2 . Gün
3 . Gün
TOPLAM
X² = 0.945
SD = 2
I . GRUP
II . GRUP
TOPLAM
Sayı
%
Sayı
%
Sayı
%
9
9
7
25
36
36
28
100
8
10
7
25
32
40
28
100
17
19
14
50
34
38
28
100
p > 0.05
5
Tablo 3’de görüldüğü gibi I. gruptaki çocukların hastaneye
yatıştan sonra 1. günde % 36’ sı (9 kişi), 2. günde % 36’ sı (9 kişi), 3.
günde % 28’ ine (7 kişi) ilk uygulama yapılmıştır. II . grupta çocukların
hastaneye yatıştan sonra 1. günde % 32’ sine (8 kişi), 2. günde % 40’
ına (10 kişi), 3. günde % 28’ ine (7 kişi) ilk uygulama yapılmıştır.
Yapılan Ki-Kare (X²) testi ile gruplar arasında ilk uygulamanın yapılış
günü açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (X² =
0.945, SD= 2, p> 0.05).
Araştırma Kapsamına Alınan Çocukların Ağrı Puan Ortalamaları
ve Değişkenlere Göre Dağılımları
Tablo 4. Grupların Ağrı Puan Ortalamalarına Göre Dağılımı
Gruplar
I . GRUP
N
25
x
3.18
±Ss
2.23
II . GRUP
25
0.58
1.39
t
0.00
p
<0.05
Tablo 4’ de I. ve II. gruptaki çocuklar ağrı puan ortalamalarına
göre değerlendirilmiştir. Buna göre; I. gruptaki çocukların ağrı puan
ortalaması x=3.18, II. gruptaki çocukların ağrı puan ortalaması x=0.58
olarak saptanmıştır. I. ve II. grubun ağrı puan ortalamaları arasındaki
fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur ( t=0.00, p < 0.05 ).
Koçyiğit (1997) çocuklarda intramüsküler enjeksiyon öncesi lokal
anestetik etkili krem EMLA uygulaması ile eğitim verilerek yapılan
hazırlığın ağrıyı azaltmadaki etkinliklerini karşılaştırmıştır. Enjeksiyon
öncesi krem EMLA uygulaması (Ağrı puan ortalaması x=1) ve eğitim
verilmesinin (Ağrı puan ortalaması x=1) ağrıyı azaltmada her ikisinin
aynı düzeyde etkili olduğunu ve ağrılı işlemler öncesinde bu yöntemlerin
çocuklarda kullanılabileceğini belirtmiştir (10).
Bu çalışmada, intravenöz girişim öncesi hemşirenin yapacağı
eğitimin ağrıyı azaltmada etkili olduğu, ancak intravenöz girişim öncesi
krem EMLA uygulamasının ağrıyı anlamlı derecede azalttığı saptanmıştır. Ancak krem EMLA uygulamak kadar hemşirenin yapacağı
eğitim, enjeksiyon nedeniyle oluşan ağrının azaltılmasında önem
taşımaktadır.
Literatürde, krem EMLA' nın çocuklarda özellikle intravenöz girişimlerde, lomber ponksiyonlarda, subkutan enjeksiyonlarda, deri transplantasyonlarında, sünnet girişimlerinde ve aşı uygulamalarında ağrıyı
azaltmada etkili olduğu belirtilmektedir (7,14).
6
Tablo 5. I. ve II. Grubun Ağrı Puan Ortalamalarının Yaş Gruplarına Göre Dağılımı
Yaş
Grupları
7- 8 Yaş
9- 10 Yaş
11- 12 Yaş
7- 8 Yaş
9- 10 Yaş
11- 12 Yaş
N
X
Ss
Varyasyon
kaynağı
Kareler
Toplamı
SD
Kareler
ortalaması
8
9
8
8
8
9
4.06
3.22
2.25
0.62
0.12
0.94
2.19
2.50
1.79
0.95
0.35
2.14
GENEL
GRUPLARASI
GRUP İÇİ
GENEL
GRUPLARASI
GRUP İÇİ
119.44
13.16
106.27
46.84
2.86
43.97
24
2
22
24
2
22
--6.58
4.83
--1.43
1.99
F
0.27
0.49
p
>0.05
>0.05
Tablo 5’ de I. gruptaki çocukların ağrı puan ortalamalarının yaş
gruplarına göre dağılımı görülmektedir. I. gruptaki çocukların ağrı puan
ortalamaları ile yaş grupları arasında yapılan varyans analizinde
istatistiksel yönden anlamlı bir fark saptanmamıştır (F = 0.27, p>0.05).
Tablo 5’ de II . gruptaki çocukların ağrı puan ortalamalarının yaş
gruplarına göre dağılımı görülmektedir. II. gruptaki çocukların ağrı
puan ortalamaları ile yaş grupları arasında yapılan varyans analizinde
istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (F=0.49, p>0.05).
Farımaz ve Atalay (1990) 6-12 yaş grubu çocukların intramüsküler ve intravenöz enjeksiyona gösterdikleri tepkileri saptamak amacıyla bir çalışma yapmışlardır. Çalışmanın sonucuna göre, 6-7 yaş
grubu çocukların intramüsküler ve intravenöz enjeksiyona gösterdikleri
tepkiler ile daha üst yaş gruplarındaki çocukların aynı işlemlere gösterdikleri tepkiler arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Hemşirelerin çocuğun gelişim dönemleri ve bu dönemlerde
çocuklardan beklenen davranışların farkında olarak; yapılacak tüm
uygulamalarda çocuğun anlayabileceği düzeyde, açıklayıcı, ve tanıtıcı
bilgiler vermesinin çocukta ağrı eşiğinin yükselmesine ve korkularının
azalmasına neden olacağı saptanmıştır (6).
7-11 yaşları (somut işlemsel dönem), arasındaki çocuklarda mantıksal düşünme başlar. 11 yaş sonrası (Formel işlemsel dönem), mantıksal düşünmenin yetişkinler düzeyine eriştiği dönemdir. Hemşireler bu
dönem çocukları ile iyi ve sıcak ilişkiler kurarak güven duygusunu
geliştirir. Böylece çocukların tedaviye katılımları kolay olmaktadır(4).
Tablo 6’ da araştırma kapsamına alınan I. gruptaki çocukların ağrı
puan ortalamalarının cinsiyetlere göre dağılımı verilmiştir. Buna göre;
kız çocukların ağrı puan ortalamasının x=4.08, erkek çocukların ağrı
puan ortalamasının x=2.34 olduğu saptanmıştır. I. grubun ağrı puan
ortalaması ile cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak fark anlamlı
bulunmuştur (t = 0.04, p < 0.05).
7
Tablo 6. I. ve II. Grubun Ağrı Puan Ortalamalarının Cinsiyetlere Göre Dağılımı
Cinsiyet
N
x
±Ss
Kız
12
4.08
1.8
Erkek
13
2.34
2.25
Kız
11
0.31
0.60
Erkek
14
0.78
t
p
0.04
< 0.05
0.41
>0.05
1.79
Tablo 6’ da II. gruptaki çocukların ağrı puan ortalamalarının
cinsiyetlere göre dağılımı görülmektedir. Kız çocukların ağrı puan
ortalaması x = 0.31, erkek çocukların ağrı puan ortalaması x = 0.78
olarak bulunmuştur. Bu fark istatistiksel olarak anlamsız bulunmuştur
( t = 0.41, p > 0.05 ).
Çocukların cinsiyetlerine göre en çok korktukları ve endişe
ettikleri durumlar araştırıldığında, her iki cinsiyette de ameliyat, acı ve
ağrı çekmek, ölmek, vücuda zarar verilebileceği gibi bedensel korkuların
en üst düzeyde olduğu görülmüştür. Ayrıca kız çocukların doğa üstü
güçlerden, erkek çocukların ise kan görmekten daha çok korktukları
saptanmıştır (3).
Tablo 7’ de uygulamaların ağrı puan ortalamalarının hastaneye
yatıştan sonra ilk uygulamanın yapıldığı güne göre dağılımı
görülmektedir. Uygulamaların ağrı puan ortalamaları ile çocukların
hastaneye yatıştan sonra ilk uygulamanın yapıldığı gün arasında
yapılan varyans analizinde istatistiksel yönden anlamlı bir fark
saptanmamıştır (F = 0.47, p > 0.05).
Ekici (1992) hastanede yatan 6-12 yaş grubu çocuklarda
uygulamaların yaratabileceği korku ve endişenin azaltılmasında
hemşirenin yapacağı eğitimin etkinliğini araştırmıştır. Bu çalışmanın
sonucuna göre, okul çağı çocuğu hastaneye yatışta çeşitli korku ve
endişelere sahiptir. Çocuk hastanede ister uzun kalsın, isterse kısa süre
kalsın, hastane ortamı çocuk üzerinde olumsuz etki yapar. Çocuk
hastanede yatış süresine bağlı olarak anksiyete, umutsuzluk, içe
kapanma ve depresyon gibi değişik tepkiler gösterir. Bu tepkiler
çocuğun yaşı, hastalığın ciddiyeti, ailenin çocuğa verdiği destek ve
çocuğun daha önceki hastane deneyimine göre değişiklik gösterir (3).
8
Tablo 7. Ağrı Puan Ortalamalarının Uygulamanın Yapıldığı Güne Göre Dağılımı
Hastaneye Yatıştan
Varyasyon
Kareler
kaynağı
Toplamı
2.43
GENEL
250.78
49
---
1.50
2.22
GRUPLARARASI
7.78
2
3.89
1.75
2.13
GRUP İÇİ
242.99
47
5.17
N
X
Ss
1. Gün
17
2.41
2. Gün
19
3. Gün
14
Sonra
SD
Kareler
ortalaması
F
0.47
p
>0.05
9
SONUÇ VE ÖNERİLER
Çocuklarda intravenöz enjeksiyon öncesi Krem EMLA uygulaması
ile işlem öncesi eğitim verilerek yapılan hazırlığın ağrıyı azaltmadaki
etkinliklerini incelemek amacıyla yapılan bu araştırmanın sonucunda;
intravenöz girişim öncesi eğitim verilen I. gruptaki çocukların ağrı puan
ortalaması ile krem EMLA uygulanan II. gruptaki çocukların ağrı puan
ortalaması arasındaki ilişki incelendiğinde, eğitim verilen I. gruptaki
çocukların ağrı puan ortalamalarının krem EMLA uygulanan II. Gruptaki çocukların ağrı puan ortalamasından daha yüksek olduğu görülmüştür. İntravenöz girişim öncesi hemşirenin yapacağı eğitimin ağrıyı
azaltmada etkili olduğu ancak krem EMLA uygulamasının ağrıyı anlamlı
derecede azalttığı saptanmıştır (p<0.05). Ancak krem EMLA uygulamak
kadar hemşirenin yapacağı eğitimde önem taşımaktadır.
Çalışmadan elde edilen bu verilere göre;
• Çocukların ağrılı işlemlere (intravenöz ve intramüsküler enjeksiyon,
lomber ponksiyon gibi) lokal anestetik etkili krem EMLA kullanılarak
ve eğitim verilerek hazırlanması,
• Hemşirelerin, çocukları ağrılı işlemlere hazırlarken çocuğun yaşını,
eğitimini, hastanede yatma ve enjeksiyon deneyimini göz önünde
bulundurmaları,
• Hemşirelerin, çocukların gelişim dönemlerini, bu dönemlerdeki ağrı
algılamalarını ve buna yönelik yapılması gerekenleri bilmeleri
önerilebilir.
KAYNAKLAR
1. Calamandrei M, Messeri A, Busoni P Et al. (1996). Comparison of two application
techniques of EMLA and pain assessment in pediatric oncology patients.
Resuscitation Anesthesia, Nov.-Dec., 21(6), 557-560.
2. Cimete G (1992). Adölesanların ağrı ile baş etme durumları. III. Ulusal Hemşirelik
Kongresi Kitabı, Sivas, Esnaf Ofset Matbaacılık, 143-149.
3. Ekici B (1992). Hastanede yatan 6-12 yaş grubu çocuklarda uygulamaların
yaratabileceği korku ve endişenin azaltılmasında hemşirenin yapacağı eğitimin
etkinliğinin araştırılması. III. Ulusal Hemşirelik Kongresi Kitabı, Sivas, Esnaf Ofset
Matbaacılık, 375-378.
4. Erdal E (1991). Çocuklarda ağrının değerlendirilmesi. Ege Üniversitesi Hemşirelik
Yüksek Okulu Dergisi, 7(2), 69-75.
5. Fanurik D, Zeltzer L K, Roberts M C Et al. (1993). The relationship between children’s
coping styles and psychological interventions for cold pressor pain. Pain, 53, 213-222.
6. Farımaz F, Atalay M (1990). Cumhuriyet Üniversitesi Hastanesi, Numune, SSK, DDY
Hastanesi pediatri servislerinde yatan 6-12 yaş grubu çocukların intramüsküler ve
10
intravenöz enjeksiyona tepkilerinin saptanması. II. Ulusal Hemşirelik Kongresi Kitabı,
Atatürk Kültür Merkezi, İzmir, Ege Üniversitesi Basımevi, 560-567.
7. Farrington E (1993). Lidocaine 2.5 %, prilocaine 2.5 % EMLA cream. Pediatric
Nursing, 19 (5), Sept.-Oct, 484-486.
8. Harrison A (1995). Preparing children for venous blood sampling. Pain, 45, 299-306.
9. Kocaman G (1990) Ağrı, Saray Kitabevi, İzmir, 119-159.
10. Koçyiğit A (1997). Çocuklarda intramüsküler enjeksiyonlardan önce lokal anestetik
etkili krem EMLA uygulaması ile eğitim verilerek yapılan hazırlığın ağrıyı azaltmadaki
etkinliklerinin karşılaştırılması. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, Ege
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü.
11. Soliman I E Et al. (1998). Comparison of the analgesic effects of EMLA to intradermal
lidocaine infiltration prior to venous cannulation in unpremedicated children.
Anaesthesiology, 68, May., 804-806.
12. Thompson V (1994). An I.V. therapy tool for children. Pediatric Nursing. 20(4), JulyAugst., 351-357.
13. Tiryaki A R (1996). Çocuklarda enjeksiyon korkusu yerleşmesinde payımız var mı?
Sürekli Tıp Eğitimi Dergisi, 5 (5), Mayıs, 154-155.
14. Uyar M (1997). Pediatrik hastalarda ağrı tedavi yöntemleri. Galenos Aylık Tıp Dergisi,
5(1), Kasım, 38-42.
11
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21 (1) : 13-31, 2005
KEMOTERAPİ TEDAVİSİ ALAN HASTALARIN TEDAVİYE BAĞLI
YAŞADIKLARI SEMPTOMLAR VE YAŞAM KALİTESİNE OLAN
ETKİSİNİN İNCELENMESİ*
STUDYING THE SYMPTOMS THAT ARE BEING EXPERIENCED DUE TO
TREATMENT BY THE PATIENTS WHO RECEIVE CHEMOTHERAPHY AND
THEIR EFFECTS ON THE QUALITY OF LIFE
Öznur USTA YEŞİLBALKAN**
Asiye DURMAZ AKYOL**
Yurdanur ÇETİNKAYA***
Tülay ALTIN ***
Deniz ÜNLÜ***
** Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu İç Hastalıkları Hemşireliği Ana Bilim Dalı
*** Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Dahiliye Kliniği
Anahtar Sözcükler: yaşam kalitesi, semptomlar, kemoterapi
Key Words: quality of life, symptoms, chemotheraphy
* Bu çalışma 9 Nisan 2004 I. Sağlıkta Yaşam Kalitesi Sempozyum’unda poster bildiri
olarak sunulmuş ve daha önce herhangi bir yerde yayınlanmamıştır.
ÖZET
Bu araştırma kemoterapi tedavisine bağlı olarak ortaya çıkan semptomları ve bu semptomların yaşam kalitesine olan etkisini belirlemek amacıyla
planlanan betimsel bir çalışmadır. Araştırmaya 1 Ocak–29 Ağustos 2003
tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ayaktan kemoterapi
ünitesinde tedavi gören 103 hasta alınmıştır. Veri toplama aracı olarak; anket
formu, Rotterdam Semptom Checklisti (RSC) ve WHOQOL BREF 27 yaşam
kalitesi ölçeği (WBYKÖ) kullanılmıştır. Veriler; t testi, tek yönlü varyans analizi ,
Tuckey Post Hoc testi ile değerlendirilmiştir. Araştırmada yer alan 103 hastanın
sosyo-demografik özellikleri incelendiğinde; % 54.4’ünü kadın, % 74.8’ini evli
hastalar oluşturmaktadır. Hastaların % 31.1’i 60 yaş ve üzeri, % 27.2’si 40-49
yaş grubunda yer alıp, hastaların yaş ortalaması 50.02 ± 14.60 olarak belirlenmiştir. Hastaların eğitim durumu incelendiğinde ise % 28.2’inin ilkokul mezunu
olduğu görülmektedir. Araştırma kapsamına alınan hastaların tedavi süre
ortalamasının 19.67 ± 25.11 (2-70) ay, % 86.4’ünün kemoterapi , % 3 6.9’unun
ise 6 kür ve üzeri tedavi aldıkları saptanmıştır. Hastaların % 34’ünün meme,
%18.5’nin hematolojik malignansi hastalığı olduğu, %51.5’nin hastalığının
primer, % 24.3’ünün sekonder odaklı olduğu saptanmıştır. Tedavi süresince
hastaların % 39.8’i “biraz” düzeyinde iştahsızlık, % 45.6’sı “biraz” düzeyinde
kızgınlık yaşadığını bildirmişlerdir.Hastaların genel yaşam kalitesi ile tedavi
boyunca karşılaştıkları fiziksel (r=-.2292) ve psikolojik (r=-.2379) semptomlar
arasında zayıf ve negatif yönde bir ilişki olduğu saptanmıştır. Hastaların
13
tedaviye bağlı yaşadıkları hem fiziksel hem de psikolojik semptomların yaşam
kaliteleri üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak için hemşire; kanserli
bireylerin tedaviye bağlı yaşadıkları semptomları değerlendirmeli ve kayıt etmeli,
semptom yönetiminde bireye uygun hemşirelik girişimlerini planlamalı,
uygulamalı, sonuçlarını değerlendirmeli, hasta ve ailesine eğitim yapmalıdır.
SUMMARY
This research was a descriptive study which was planned to determine
those symptoms that emerge due to chemotheraphy treatment and their effects on
the quality of life. Total 103 patients who were treated in out- patient
chemotheraphy unit of the Ege University Medical Faculty Hospital between the
dates of 1 January- 29 August 2003 were enrolled in research.As data collection
tools; a survey form, Rotterdam Symptom Checlist (RSC) and WHOQOL BREF-27
quality of life scale (WBOLS) were used. Data were evaluated through t test, oneway variance analysis and Tuckey post hoc test.When the socio-demographic
characteristics of 103 patients who participated in the research were studied it
was discovered that 54.4% were women and 74.8% were married. Of these
patients 31.1% were 60 years of age or older, 27.2% were in 40-49 age group,
mean age of patients was found as 50.02 ± 14.60.When the education levels of
patients were studied it was observed that 28.2% of them were elemantary school
graduates. Mean length of treatment of the patients included in the scope of
research was 19.67±25.11 (2-70)months, 36.9% received 6 or more cures. It was
also detected that 34% of the patients had breast, 18.5 % had hematological
malignancy diseases and 51.5 % of them were primarily and 24.3%were
secondarily focused. During course of the treatment “a little” anorexia in 39.8 % of
the patients and “a little” anger in 45.6% of them were observed. A weak and
negative relationship was found between patients’ overall quality of life and
physical (r=-.2292) and psychological (r=-.2379) symptoms that they encountered
throughout the course of treatment.
In order to reduce the adverse affects of both physical and psychological
symptoms that patients experienced associated with treatment, on the quality of
life, a nurse should evaluate and document the symptoms that cancer patients
experienced due to treatment, should plan, implement and assess the results of
the nursing attempts appropriate to each individual within the symptom
management and should provide training to the patient and the family.
GİRİŞ
Kanser günümüzde tüm dünyada ve ülkemizde önemli bir sağlık
sorunudur. DSÖ’nün 2001 kayıtlarına göre dünyada her yıl 10 milyon
kişi kanser tanısı almakta ve 6 milyon kişide kanserden ölmektedir
(Pınar 2003). Gelecek 20 yıl içinde kanserden ölümlerin 6 milyondan 10
milyona çıkacağı tahmin edilmektedir. Kanser kalp hastalıklarından
sonra ölüme yol açan ikinci hastalık grubudur. Ülkemiz’de yeterli kayıt
sistemi olmaması nedeniyle, kanserin insidansı konusunda kesin bilgi
14
bulunmamaktadır. Kanser kayıtları incelendiğinde; 1995 yılında ilk
sırada; erkeklerde akciğer kanseri, kadınlarda ise meme kanseri olduğu
saptanmıştır (Fadıloğlu 2003 b).
“Kanser” sözcüğü; genellikle yaşamı tehdit eden tedavisindeki
önemli gelişmelere rağmen tüm hastalıklar arasında en korkulan
hastalık anlamını ifade etmektedir (Oflaz 2002).
Kanserli hastalar hastalık sürecinden kaynaklanan semptomlar
kadar kemoterapi ve radyoterapinin yan etkileri nedeni ile ağrı, anoreksiya, kaşeksi, tat değişiklikleri alopesia, bulantı, kusma, dehidratasyon,
mukozit, yorgunluk, dispne, kemik iliği supresyonu, depresyon,
anksiyete gibi fiziksel ve emosyonel semptomları yoğun bir şekilde
yaşamaktadırlar (Stein et al 2003, Fadıloğlu 2003 b, Fillion et al 2003,
Graydon et al 1995, Akdemir 2003). Bu gibi semptomlarla ilişkili
rahatsızlıkların kanserli hastaların yaşam kalitesi üzerinde olumsuz bir
etki yarattığı, ve tedavi önerilerine uyumu azaltabildiği saptanmıştır
(Stein et al 2003).
Kanser tedavisinde primer amaç hastalığın kontrol altına alınması
olmasına rağmen, günümüzde sağlık bakım profesyonelleri hastaların
yaşam kalitelerini arttırmanın tedavinin önemli bir bölümü olduğunun
farkındadırlar. Ancak kanser tedavisinin bazı yan etkileri, sağlık bakım
ekibinin zamanının kısıtlı olması, hastanın bu konuyu konuşmada
yaşadığı rahatsızlıklar, bu yan etkileri ifade etmedeki yetersizlikleri
nedeni ile gözden kaçırılabilmekte ya da yeterli değerlendirilememektedir (Youngblood et al 1994). Oysa ki hastalarda görülen bu önemli
semptomlar ve yan etkiler sürekli değerlendirme ve tedavi yolu ile
azaltılabilmektedir (Fortner et al 2003) .
Kanserin ilerlemesine ve uygulanan tedavi yöntemlerine bağlı
olarak ortaya çıkan semptomlar morbiditeyi, tedaviyi etkin bir şekilde
sürdürmeyi ve yaşam kalitesini etkileyebileceği için kanserli hastaya
bakım veren sağlık bakım profesyonellerinin ve özellikle hemşirenin bu
semptomları erken dönemde saptama, önleme ve kontrol etme sorumluluğu bulunmaktadır. Bunun yanında hemşire hem hasta ve ailenin
kanser tanısı hem de tedaviye bağlı gelişen yan etkiler ile baş
etmelerinde önemli rol oynamaktadır. Bu yüzden hemşirenin kanser
tedavisine devam eden hastalarda semptomları tam ve zamanında sistematik olarak değerlendirmesi; uygun tedavinin yapılabilmesini, hemşirelik girişimlerinin uygulanabilmesini ve hastaların kaliteli bir yaşam
sürdürebilmesini sağlamaktadır (Youngblood et al 1994, Fadıloğlu
2003).
Kanser tanısının konması ve tedaviye başlanması; birey ve ailenin
fiziksel, emosyonel, sosyal ve ekonomik dengelerini alt üst etmekte
15
yaşamdan doyum
azaltmaktadır.
almalarını
engellemekte
ve
yaşam
kalitesini
Yaşam kalitesi kavramı ilk kez Thorndike (1939) tarafından
tanımlanmış olup, bireyin kendisini nasıl hissettiği, günlük yaşam
aktivitelerini nasıl ve ne yeterlilikte yapabildiğini ifade eden bir
kavramdır. Hastaların mevcut fonksiyonel düzeyine karşın, algılarının
değerlendirilmesi ve bunlardan aldığı “doyum” şeklinde de yorumlanan
yaşam kalitesi çok boyutlu kavram olup bireyin fiziksel, hastalık yada
tedavi ile ilgili hastalık semptomları, psikolojik ve sosyal yönlerine
ilişkin yorumlar, değerlendirmeler gerektirmektedir (Akyol 1993a, 1993
b).
Kanser tedavisinde amaç; bireyin ve ailenin yaşamı tehdit eden
hastalıkla ve tedaviye bağlı olarak ortaya çıkan semptomları kontrol
etmek, en aza indirmek ve yaşam kalitesini arttırmaktır. Tüm bu görüşlerden yola çıkılarak planlanan araştırmada; kemoterapiye bağlı olarak
ortaya çıkan semptomları ve bu semptomların yaşam kalitesine olan
etkisini belirlemek, kanserli hastaya bakım veren sağlık profesyonellerine klinik alanda bir rehber oluşturmak amacıyla planlanmıştır.
GEREÇ- YÖNTEM
Araştırmanın Yeri Ve Süresi: Araştırma 1 Ocak-29 Ağustos 2003
tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ayaktan
kemoterapi ünitesinde yürütülmüştür. Araştırmanın yapılabilmesi için
yukarıda adı geçen kurumdan gerekli yazılı izin alınmıştır.
Araştırmanın Örneklemi: Araştırmanın örneklemini belirtilen
tarihler arasında adı geçen kuruma başvuran, araştırmaya katılmayı
kabul eden, olasılıksız rastgele örneklem tekniği ile seçilen gönüllü 103
hasta oluşturmuştur.
Araştırmanın Sınırlılıkları: Araştırmaya kanser tanısını almasının üzerinden en az 6 ay geçen, iletişim kurmada güçlüğü olmayan,
araştırmaya katılmaya istekli 18 yaş ve üzeri tüm hastalar alınmıştır.
Veri Toplama Tekniği Ve Veri Toplama Araçları: Araştırmanın
verileri; sosyo-demografik ve hastalığa ilişkin değişkenlerin yer aldığı
anket formu, Rotterdam Semptom Checklisti (RSC) ve WHOQOL BREF
27 yaşam kalitesi ölçeği (WBYKÖ) olmak üzere toplam üç form ile
toplanmıştır.
Anket Formu: Araştırmacılar tarafından geliştirilen anket formu
bireye ilişkin sosyo-demografik (17 soru) ve hastalığa ilişkin değişkenleri (10 soru) içeren toplam 27 sorudan oluşmaktadır.
16
Rotterdam Semptom Checklisti (RSC): Rotterdam Semptom
Checklisti; kanserli hastaların yaşadıkları semptomlara bağlı gelişen
sıkıntıyı değerlendirmek için kullanılmaktadır. Psikolojik ve fiziksel
rahatsızlık olmak üzere iki alt boyuttan oluşmaktadır. Ölçek maddeleri
1’den 4’e kadar değişen likert tipi puanlanmaktadır. Ölçek psikolojik
semptom rahatsızlık alt boyutu 8 madde , fiziksel rahatsızlık alt boyutu
19 madde olmak üzere toplam 27 maddeden oluşmaktadır. Psikolojik
sıkıntı alt ölçeği en düşük 8 puan, en yüksek 32 puan, fiziksel sıkıntı alt
ölçeği en düşük 19 puan en yüksek 76 puandır. Ölçekten alınan puan
arttıkça yaşanan sıkıntı daha büyük olmaktadır. Orijinal çalışma-da
Rotterdam semptom checklist’inin geçerlik ve güvenirliği 0.88 olarak
belirlenmiştir (Stein et al 2003).
Can tarafından (2001) Türkiye’de meme kanserli hastalarda
Rotterdam semptom checklist’inin geçerlik ve güvenirliği yapılmıştır.
Fiziksel rahatsızlık alt boyutunun alfa değeri 0.75, psikolojik semptom
alt boyutu alfa değeri 0.79 olarak belirlenmiştir (Can 2001).
Araştırmada Rotterdam Semptom Checklist’inin fiziksel rahatsızlık alt boyutunun alfa değeri 0.86, psikolojik rahatsızlık alt boyutunun alfa değeri ise 0.81 olarak hesaplanmıştır.
WHOQOL BREF 27 Yaşam Kalitesi Ölçeği (WBYKÖ): Türkçe
yaşam kalitesi ölçeği kısa formu (WHOQOL BREF-TR) Dünya Sağlık
Örgütü tarafından geliştirilmiş ve ülkemizde Eser ve arkadaşları (1999)
tarafından geçerlik ve güvenirliği yapılmıştır. WHOQOL 100 içinden
seçilen 27 soru dört alandan oluşmaktadır. Bu dört alan bedensel,
ruhsal,sosyal ilişkiler ve çevre alanlarıdır (Eser ve ark 1999). WHOQOL
BREF-TR pearson katsayıları bedensel alan için 0.62, ruhsal alan için
0.40, sosyal alan için 0.30, çevre alanı için 0.25 olarak bulunmuştur.
Ölçek maddeleri 1’den 5’e kadar değişen likert tipi puanlama ile
puanlanmaktadır. Ölçekten elde edilen puan arttıkça yaşam kalitesi de
artmaktadır.
Araştırmada alfa değeri bedensel alan için 0.53, ruhsal alan için
0.63, sosyal alan için 0.56, çevre alanı için 0.77 olarak bulunmuştur.
Verilerin Değerlendirilmesi: Anket formundaki sosyo-demografik ve hastalığa ilişkin değişkenlerin sayı ve yüzde dağılımları ve
WBYKÖ ve RSC’nin güvenirliğini değerlendirmek için cronbach alfa
katsayısına bakılmıştır. RSC’nin ve WBYKÖ’nin alt boyutlarının toplam
puan ortalamaları ile sosyo-demografik ve hastalığa ilişkin bağımsız
değişkenlerde gruplararası farklılığı hesaplamak için iki ortalama arasındaki farkın önemlilik testi (t testi) ve varyans analizi, ileri analiz için
de Tuckey Post Hoc testi kullanılmıştır. WBYKÖ ve RSC toplam puan
17
ortalamaları arasındaki ilişki Pearson Korelasyon katsayısı ile değerlendirilmiştir.
Bağımlı-Bağımsız Değişkenler
Bağımlı Değişkenler: WHOQOL BREF-TR yaşam kalitesi ölçeğinin alt boyut puan ortalamaları ve Rotterdam Semptom Checklistinin
alt boyutlarının puan ortalamasıdır.
Bağımsız Değişkenler: Yaş, cinsiyet, medeni durumu, eğitim
durumu, mesleği, oturduğu yer, yaşam şekli, (yalnız, eşi ile birlikte, eş
ve çocuklarla birlikte), gelir durumu, çalışma durumu, hastalık tanısı,
hastalığın odağı, metastaz durumu, var olan diğer kronik hastalıklar,
hastanede yatma durumu, tedavi türü, tedavi kür sayısı, ve tedavi
süresidir.
BULGULAR
Sosyo–Demografik
Değerlendirilmesi
ve
Hastalıkla
İlişkili
Özelliklerin
Araştırmada yer alan 103 hastanın sosyo-demografik özellikleri
incelendiğinde; % 54.4’ünü kadın, % 74.8’ini evli olanlar oluşturmaktadır. Hastaların % 31.1’i 60 yaş ve üzeri, % 27.2’si 40-49 yaş grubunda
yer alıp, hastaların yaş ortalaması 50.02 ± 14.60 olarak belirlenmiştir.
Hastaların eğitim durumu incelendiğinde ise; %28.2’ini ilkokul mezunu
olanlar oluşturmuştur. Ayrıca hastaların % 79.6’sı herhangi bir işte
çalışmadığını ifade etmişlerdir.
Araştırma kapsamına alınan hastaların tedavi süre ortalamasının
19.67 ± 25.11 (2-70) ay, % 86.4’ünün kemoterapi, % 36.9’unun ise 6
kür ve üzeri tedavi aldıkları saptanmıştır.
Hastaların % 34’ünün meme, % 18.5’nin hematolojik malignansi
hastalığı olduğu, % 51.5’nin hastalığının primer, % 24.3’ünün sekonder
odaklı olduğu saptanmıştır. Hastaların var olan hastalıkları dışında
metastaz durumlarını belirlemek için hastaların dosyaları incelendiğinde; % 36.9’unun vücudun değişik bölgelerinde metastaz olduğu
görülmüştür.
Araştırma kapsamında yer alan hastaların % 79.6’sında kanser
dışında kronik bir hastalık yok iken, % 20.4’ünde kronik bir hastalık
olduğu belirlenmiştir. Tablo 2 incelendiğinde; kronik hastalığı olan
hastaların % 42.9’unun hipertansiyonu, % 21.7’sinin endokrin sistem
hastalığı olduğu görülmektedir.
18
Tablo 1. Kanserin Yer Aldığı Organa Göre Dağılımı
HASTALIK
Meme kanseri
Hematolojik sistem
Gastrointestinal sistem
Solunum sistemi
Primeri belli olmayan
Lenf kanseri
Genitoüriner sistem kanseri
Kemik kanseri
Yumuşak doku kanseri
Toplam
N
35
19
13
10
8
6
6
3
2
103
%
34.0
18.5
12.6
9.7
7.8
5.8
5.8
2.9
1.9
100
Tablo 2. Hastaların Var Olan Diğer Kronik Hastalıklarının Dağılımı
HASTALIK
Hipertansiyon
Endokrin sistem
Solunum sistemi
GIS
Kas iskelet sistemi
Nörolojik sistem
Dermatolojik
Toplam
Hastaların Tedavi
Değerlendirilmesi
N
12
6
4
2
2
1
1
28
Süresince
Yaşadıkları
%
42.9
21.7
14.2
7.1
7.1
3.5
3.5
100
Semptomların
Araştırmada hastaların RSC puan ortalaması 54.73± 14.24,
fiziksel semptom puan ortalaması (36.50±9.55), psikolojik semptom
puan ortalaması 18.23±5.46 olarak belirlenmiştir.
Fiziksel Semptomlar
Tedavi süresince hastaların yaşadıkları fiziksel semptomların
dağılımı Tablo’3 te yer almaktadır. Tablo 3 incelendiğinde hastaların;
iştahsızlık (% 39.8) yorgunluk (% 39.8), enerjide azalma (% 38.8) semptomlarını “biraz” düzeyinde yaşadıkları görülmektedir. Hastaların gözde yanma (% 100), ağız kuruluğu (% 62.1), baş dönmesi (% 50.5),
ellerde ve ayaklarda karıncalanma (% 44.7) semptomlarını ise tedavi
süresince “hiç” yaşamadıkları belirlenmiştir. Hastaların % 50.5 oranı
ile saç dökülmesi semptomunu “çok fazla” yaşadıkları saptanmıştır.
Psikolojik Semptomlar
Hastaların tedavi süresince yaşadıkları psikolojik semptomlar
değerlendirildiğinde; tedavi süresince % 45.6’sı “biraz” düzeyinde
kızgınlık yaşadığını, % 35.9’u “biraz” düzeyinde sinirli olduğunu,
%22.3’ü “hiç” anksiyete yaşamadıklarını bildirmişlerdir.
19
Tablo 3. Hastaların Tedavi Süresince Yaşadıkları Semptomlara Göre Dağılımı
SEMPTOM
İştahsızlık
Kızgınlık
Yorgunluk
Endişeli/üzgün olma
Kas ağrısı
İçe dönük olma
Enerjide azalma
Sırt ağrısı
Sinirlilik
Bulantı
Gelecek hakkında ümitsiz olma
Uyku uyumada güçlük
Baş ağrısı
Baş dönmesi
Seksüel ilgide azalma
Gergin olma
Karın ağrısı
Anksiyete
Mide ekşimesi/geğirme
Titreme/üşüme
Ellerde ve ayaklarda karıncalanma
Konsantre olmada güçlük
Ağızda ağrılı yara
Saç dökülmesi
Gözde yanma kaşıntı
Nefes darlığı
Ağız kuruluğu
HİÇ
N
27
25
15
25
30
28
20
36
27
33
30
39
35
52
28
29
39
23
30
44
46
41
64
103
20
64
Psikolojik semptom alt boyutu
20
%
26.2
24.3
14.6
24.3
29.1
27.2
19.4
35.0
26.2
32.0
29.1
37.9
34.0
50.5
27.2
28.2
37.9
22.3
29.1
42.7
44.7
39.8
62.1
100
19.4
62.1
BİRAZ
N
41
47
41
37
34
33
40
30
37
29
31
24
25
24
31
34
27
27
28
18
24
25
18
40
18
%
39.8
45.6
39.8
35.9
33.0
32.0
38.8
29.1
35.9
28.2
30.1
23.3
24.3
23.3
30.1
33.0
26.2
26.2
27.2
17,5
23,3
24.3
17.5
38.817.5
NADİREN
N
%
19
18.5
17
16.5
22
21.4
27
26.2
25
24.3
31
30.1
25
24.3
26
25.2
21
20.4
22
21.4
26
25.1
23
22.3
26
25.3
18
17.5
31
30.1
17
16.5
25
24.3
33
34
29
28.2
25
24.2
19
18,4
17
16.5
11
10.7
51
49.5
25
24.3
11
10.7
Fiziksel semptom alt boyutu
ÇOK FAZLA
N
%
16
15.5
14
13.6
25
24.3
14
13.6
14
13.6
11
10.7
18
17.5
11
10.7
18
17.5
19
18.4
16
15.5
17
16.5
17
16.5
9
8.7
13
12.6
23
22.3
12
11.7
19
18.4
16
15.5
16
15.5
14
13.6
20
19.4
10
9.7
52
50.518
17.5
10
9.7
TOPLAM
N
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
103
%
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
100
Hastaların ROTTERDAM SEMPTOM CHECKLİSTİ Alan Puan
Ortalamaları İle Sosyo-Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Araştırma kapsamına alınan hastaların Rotterdam Semptom
Checklisti puan ortalamaları ile cinsiyet (p>0.05), çalışma durumu
(p>0.05), medeni durum (p>0.05), öğrenim durumu (p>0.05), sosyal
güvence (p>0.05), birlikte yaşadığı kişi (p>0.05), ekonomik durum
(p>0.05) ve meslek arasında (p>0.05) anlamlı bir farklılık olmadığı
saptanmıştır.
Tablo 4 incelendiğinde; hastaların Rotterdam Semptom checklisti
alt boyut puan ortalamaları ile yaş grupları arasında anlamlı farklılık
olduğu ve yapılan ileri analizde 50-59 yaş grubundaki hastaların 60 yaş
ve üzeri hastalara göre psikolojik semptom puan ortalamalarının
(20.60±6.1) daha yüksek olduğu belirlenmiştir (F= 2.7237, p<0.05)
(Tablo 4).
Tablo 4. Hastaların Rotterdam Semptom Checklisti Alan Puan Ortalamalarının Yaş
Gruplarına Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
Yaş Grupları
39 yaş ve altı
40-49 yaş
50-59 yaş
60
yaş
ve
üzeri
Toplam
* p< 0.05
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
ROTTERDAM SEMPTOM CHECKLİSTİ
Fiziksel
Psikolojik
Rahatsızlık
Rahatsızlık
N
Sd
N
Sd
Χ
Χ
23
34.26
88
23
17.95
53
28
38.32
98
28
18.85
50
20
40.00
97
20
20.60
61
32
34.25
90
32
16.40
50
N
23
28
20
32
Χ
52.21
57.17
60.70
50.65
Sd
13.25
14.00
15.15
13.42
103
36.49
F= 2.3945
p=.0729
103
54.72
F=2.6878
p=.0505
14.23
95
103
18.23
F= 2.7237
p=.0483*
54
Toplam Puan
Hastaların ROTTERDAM SEMPTOM CHECKLİSTİ Alan Puan
Ortalamaları İle Hastalığa İlişkin Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Araştırma kapsamına alınan hastaların Rotterdam Semptom
Checklisti puan ortalamaları ile başka kronik hastalığı olma (p>0.05),
hastanede yatma (p>0.05), hastalık tanısı (p>0.05) ve hastalık odağı
(p>0.05) arasında anlamlı farklılık olmadığı saptanmıştır.
Hastaların Rotterdam Semptom Checklisti alt boyut puan
ortalamaları ile tedavi süresi karşılaştırıldığında; 13 ay ve üzeri tedavi
gören hastaların (19.5±6.2) 1 ay tedavi gören hastalara (14.7±3.5) göre
psikolojik semptom puan ortalamalarının daha yüksek olduğu ve bu
21
farklılığın istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlenmiştir (F= 2.3936,
p< 0.05) (Tablo 5).
Tablo 5. Hastaların Rotterdam Semptom Checklisti Alt Boyut Puan Ortalamalarının
Tedavi Süresine Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
Tedavi Süresi
1 ay
2 ay
3 ay
4-12 ay
13 ay ve üzeri
TOPLAM
* p< 0.05
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
ROTTERDAM SEMPTOM CHECKLİSTİ
Fiziksel Rahatsızlık
Psikolojik
Rahatsızlık
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
16
31.0
8.4
16
14.7
3.5
7
33.85 7.3
7
17.1
4.3
10
34.40 8.3
10
18.4
5.4
38
37.81 9.4
38
18.7
5.1
32
38.9
10.0
32
19.5
6.2
103
36.4
9.5
103
18.23 5.4
F=2.3651
F= 2.3936
p=.0557
p=.0481*
Toplam Puan
N
Χ
16
45.75
7
51.00
10
52.8
38
56.5
32
58.4
103
54.7
F= 2.6164
p=.0397*
Sd
11.2
10.9
12.9
13.8
15.5
14.2
Tablo 6’da hastaların Rotterdam Semptom Checklisti puan
ortalamaları ile tedavi kürleri arasındaki dağılım görülmektedir. 5. kür
tedavisini gören hastaların fiziksel puan ortalamalarının (44.7±8.1) 2.
kür tedavisini gören hastalara (34.0±9.8) göre daha yüksek olduğu ve
bu farklılığın istatistiksel olarak anlamlı olduğu belirlenmiştir
(F=1.3518, p< 0.05) (Tablo 6).
Tablo 6. Hastaların Rotterdam Semptom Checklisti Alan Puan Ortalamalarının Tedavi
Kürüne Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
Tedavi Kürü
1. kür
2.kür
3. kür
4. kür
5. kür
6. kür ve üzeri
Toplam
* p< 0.05
22
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
ROTTERDAM
Fiziksel
Rahatsızlık
N
Χ
10
34.7
19
34.0
21
36.6
12
36.1
12
44.7
29
35.3
103
36.4
F=1.3518
p=.0469*
SEMPTOM CHECKLİSTİ
Psikolojik
Rahatsızlık
Sd
N
Χ
Sd
10.2
10
17.7
4.9
9.8
19
16.9
5.3
9.2
21
18.4
6.6
9.0
12
18.5
6.6
8.1
12
21.7
5.3
8.9
29
17.5
3.8
9.5
103
18.23
5.4
F= 2.3449
p=.2493
Toplam Puan
N
Χ
10
52.4
19
51.0
21
55.0
12
54.6
12
66.5
29
52.8
103
54.8
F= 2.1711
p=.0623
Sd
14.3
14.7
15.4
14.9
12.2
11.9
14.2
Hastaların WHOQOL BREF-TR Yaşam Kalitesi Ölçeği Alan
Puan Ortalamaları İle Sosyo-Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Araştırmaya katılan hastaların toplam yaşam kalitesi puan
ortalamaları ile yaş (p>0.05), cinsiyet (p>0.05) ve öğrenim durumları (p
>0.05) arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığı
belirlenmiştir.
Araştırmadaki hastaların yaşam kalitesi alt boyut puan ortalamaları ile medeni durumları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
farklılık olduğu belirlenmiş (p<0.05) olup evli olan hastaların (21.6 ±
3.6) dul olan hastalara (18.4± 3.2) göre bedensel alanda yaşam kalitesi
puan ortalamalarının yüksek olduğu ve bu farklılığın istatistiksel olarak
anlamlı olduğu saptanmıştır. (F= 2.9485, p < 0.05) (Tablo 7).
Hastaların ruhsal, sosyal ve çevresel alandaki yaşam kalitesi
puan ortalamaları ile medeni durumları arasında anlamlı bir farklılık
olmadığı belirlenmiştir (p > 0.05) (Tablo 7) .
Araştırmada eşi ile birlikte yaşayan hastaların bedensel alan
(22.0±3.3), ruhsal alan (20.0 ± 3.1), sosyal alan (10.8±2.0), ve çevresel
alan (34.3±4.8) yaşam kalitesi puanlarının bekar veya dul olan
hastalara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu belirlenmiştir (p<
0.05) (Tablo 8).
Araştırma kapsamında yer alan hastaların büyük bir çoğunluğunun (% 70.8) ekonomik durumunun orta düzeyde olduğu saptanmıştır.
Araştırmadaki hastaların toplam yaşam kalitesi puan ortalamaları ile
ekonomik durumları arasında anlamlı bir farklılık olduğu belirlenmiştir.
(p<0.05). Ekonomik durumu iyi düzeyde olan hastaların toplam yaşam
kalitesi puan (94.0±10.2) ortalamalarının diğer ekonomik düzeyde olan
hastalara göre anlamlı olarak yüksek olduğu belirlenmiştir (F= 6.5446,
p < 0.05) (Tablo 9). Hastaların yaşam kalitesi alt boyutlarından çevresel
alan ile ekonomik durum arasında anlamlı bir farklılık olduğu ve
ekonomik düzeyi iyi olan hastaların çevresel alandaki yaşam kalitesi
puan ortalamalarının (37.0 ± 3.7) yüksek olduğu belirlenmiştir.
(F=9.2153, p<0.05) (Tablo 9).
23
Tablo 7. Hastaların Yaşam Kalitesi Puan Ortalamalarının Medeni Durumlarına Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
Medeni
durum
Evli
Bekar
Dul
Toplam
* p< 0.05
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
WHOQOL BREF YAŞAM KALİTESİ ÖLÇEĞİ
Bedensel Alan
Ruhsal Alan
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
77
21.6
3.6
77
19.7
3.1
17
21.4
4.0
17
19.1
3.4
9
18.4
3.2
9
18.3
4.9
103
21.3
3.7
103
19.5
3.3
Sosyal
N
77
17
9
103
F= 2.9485
p=0.041*
F=6884
p= .5047
F= 93791.37
p=.3949
Alan
Χ
10.6
10.0
10.3
10.5
Sd
3.1
3.4
4.9
3.3
Çevresel Alan
N
Χ
77
33.8
17
31.9
9
32.0
103
33.0
Sd
4.9
7.1
3.5
5.3
F=1.2094
p= .3072
Toplam
N
77
17
9
103
Puan
Χ
88.4
85.23
82.00
87.34
Sd
11.3
14.5
9.9
11.9
F= 1.5170
p=.2244
Tablo 8. Hastaların Yaşam Kalitesi Puan Ortalamalarının Birlikte Yaşadığı Kişilere Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
Birlikte
yaşadığı
kişiler
Yalnız
Eş
Çocuk
Bakıcı
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
WHOQOL BREF YAŞAM KALİTESİ ÖLÇEĞİ
Bedensel Alan
Ruhsal Alan
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
5
16.2
4.4
5
15.6
4.2
38
22.0
3.3
38
20.0
3.1
8
21.0
4.1
8
21.0
3.6
1
26.0
1
22.0
-
Sosyal
N
5
38
8
1
Alan
Χ
8
10.8
11.7
13.0
Sd
1.5
2.0
7
-
Çevresel Alan
N
Χ
5
26.4
38
34.3
8
35.7
1
39.0
Sd
5.8
4.8
4.1
-
Toplam
N
5
38
8
1
Diğer
Toplam
51
103
51
103
10.3
10.5
2.0
2.0
51
103
5.2
5.3
51
103
* p< 0.05
F=3.3152
p=. 0136*
24
21.2
21.3
3.6
3.7
51
103
19.2
19.5
F= 2.7538
p=.0332*
3.1
3.2
F=3. 6615
p= .0080*
32.8
33.3
F=3.6266
p= .0084*
Puan
Χ
69.4
89.8
91.3
102.0
Sd
14.5
10.6
8.4
11.5
86.9
87.3
11.9
11.2
F=4.5396
p=.0021*
Tablo 9. Hastaların Yaşam Kalitesi Puan Ortalamalarının Ekonomik Durumuna Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
WHOQOL BREF YAŞAM KALİTESİ ÖLÇEĞİ
Ekonomik
Durum
Bedensel Alan
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
N
Χ
Sd
İyi
Orta
Kötü
Toplam
17
73
13
103
22.7
21.3
19.3
21.3
3.8
3.4
4.7
3.720.7
17
73
13
103
20.7
19.5
17.9
19.5
2.9
3.1
4.2
3.3
17
73
13
103
11.1
10.5
9.9
10.5
2.0
2.0
2.3
2.0
17
73
13
103
37
33.2
29.2
33.2
3.7
5.0
5.5
5.3
17
73
13
103
94.0
87.2
79.0
87.3
10.2
11.0
13.7
11.9
* p< 0.05
F= 3.0454
p=.520
Ruhsal Alan
F= 2.362
p=.0766
Sosyal Alan
F= 1.2306
p= 0.2965
Çevresel Alan
F=9.2153
p=.0002*
Toplam Puan
F= 6.5446
p=.0021*
25
Tablo 10. Hastaların Yaşam Kalitesi Puan Ortalamalarının Başka Kronik Hastalığın Olma Durumuna Göre Dağılımı
BAĞIMSIZ
DEĞİŞKEN
Başka
kronik
hast.olma
durumu
Var
Yok
* p< 0.05
BAĞIMLI DEĞİŞKEN
WHOQOL BRIEF YAŞAM KALİTESİ ÖLÇEĞİ
Bedensel Alan
Ruhsal Alan
N
Sd
N
Sd
Χ
Χ
Sosyal Alan
N
Χ
20.5
28
75
21.6
t: 1.17
p=0.045*
28
10.4
75
10.5
t : .26
p= .252
4.5
3.4
19.25
28
75
19.66
t : .48
p=.038*
4.2
2.9
Sd
2.4
1.9
Çevresel Alan
N
Sd
Χ
Toplam Puan
N
Χ
28
33.5
75
33.2
t : .21
p= .807
28
58.4
75
53.3
t=1.82
p=.043*
6.1
5.0
Sd
11.6
14.9
Tablo 11. Hastaların Yaşadıkları Semptomlar İle Yaşam Kalitesi Arasındaki İlişki
WHOQOL
Ruhsal Alan
WHOQOL
Sosyal Alan
WHOQOL
Çevresel Alan
WHOQOL
Toplam Puan
ROTTERDAM
Psikolojik Alan
ROTTERDAM
Fiziksel Alan
ROTTERDAM
Toplam Puan
**p< 0.01
26
WHOQOL
Bedensel
Alan
.5359**
WHOQOL
Ruhsal Alan
.5784**
.6022**
.5290**
.6078**
.6481**
.8081**
.8065**
.7948**
.8737**
-.1002
-.2548**
-.2378*
-.2763**
-.2379*
-.1600
-.2299*
-.2720**
-.2051*
-.2292*
.7838**
-.1457
-.2519*
-.2736**
-.2435*
-.2449*
.9091**
*p< 0.05
WHOQOL
Sosyal Alan
WHOQOL
Çevresel
Alan
WHOQOL
Toplam Puan
ROTTERDAM
Psikolojik Alan
ROTTERDAM
Fiziksel Alan
.9713**
Hastaların WHOQOL BREF Yaşam Kalitesi Ölçeği Alan Puan
Ortalamaları İle Hastalığa İlişkin Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Araştırmadaki hastaların toplam yaşam kalitesi puan ortalamaları
ile kanser tipi, hastalık odağı, metastaz durumu, hastanede yatma
durumu, tedavi biçimi, tedavi kür sayısı ve tedavi süresi arasında
anlamlı farklılık olmadığı saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 10).
Tablo 10 incelendiğinde; kronik hastalığı olanların olmayanlara
göre toplam yaşam kalitesi puan ortalamalarının (58.4±11.6) anlamlı
olarak yüksek olduğu belirlenmiştir (t=1.82, p<0.05). Hastaların yaşam
kalitesi alt boyut puan ortalamaları ile kronik hastalık olma durumu
arasında farklılıklar değerlendirildiğinde ise kronik hastalığı olanların
bedensel (20.5± 4.5)(t:1.17, p<0.05) ve ruhsal alandaki (19.2± 4.2) (t:.48,
p<0.05) yaşam kalitesi puanlarının düşük ve bu farklılığın anlamlı
olduğu saptanmıştır.
Tablo 11’de görüldüğü gibi hastaların yaşam kalitesi ile
yaşadıkları semptomlar arasında zayıf ve negatif yönde bir ilişki olduğu
belirlenmiştir.
TARTIŞMA
Araştırmanın amacı kanserli bireylerin tedaviye bağlı yaşadıkları
semptomları belirlemek ve bu semptomların yaşam kalitesi üzerine olan
etkisini incelemekti.
Hastaların sosyo-demografik durumları değerlendirildiğinde;
çoğunun kadın hasta olduğu ve eğitim düzeylerinin Türk toplumunun
genel eğitim düzeyini yansıtan rakamlarla uyumlu olduğu görülmektedir (TNSA 1998).
Araştırma kapsamındaki hastaların % 34 oranında meme kanseri
olduğu belirlenmiştir. Yıldırım tarafından (2003) yapılan çalışmada
hastaların büyük bir çoğunluğunun (% 47.6) meme kanseri tanısı aldıkları belirlenmiştir 1995-1999 yılları GATA kayıtlarına göre Türkiye’de en
fazla oranla kadınlarda meme kanseri (% 23.5) olduğu bildirilmektedir
(Fadıloğlu 2003 b). Araştırmadan elde edilen çalışma sonuçları
Türkiye’de yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlarla paralellik
göstermektedir.
Kemoterapi tedavisi alan bireyler tedavileri süresince ağrı, yorgunluk, kas ağrısı, bulantı, baş ağrısı, alopesi, ağız kuruluğunun yer
aldığı gibi fiziksel semptomlar; ve kızgınlık, sinirlilik, gelecek hakkında
ümitsiz olma, konsantre olmada güçlük gibi psikolojik semptomlar
yaşayabilirler (Fadıloğlu 2003 b, Akdemir 2003,Ferrell et al 1997, Stein
2003).
27
Araştırmada hastaların tedavileri süresince; % 39.8’inin biraz
yorgunluk ve iştahsızlık, % 38.8’inin enerjide azalma ve % 30.1’i seksüel
ilgide azalma gibi fiziksel semptomları yaşadıkları saptanmıştır. Moeney
ve arkadaşları tarafından (2002) yapılan çalışmada ise hastaların %
85’inin yorgunluk yaşadığı bildirilmektedir. Fadıloğlu’nun çalışmasında
(1992) hastaların % 67.9 oranında ağrı, % 56.2 oranında iştahsızlık, %
56.7 oranında ise yorgunluk yaşadıklarını saptanmıştır. Can (2001)
meme kanserli hastalarla yaptığı çalışmasında hastaların en çok ağrı
semptomunu yaşadıklarını saptamıştır.
Hastaların yaşadıkları psikolojik rahatsızlıklar incelendiğinde;
hastaların yarıya yakının (% 45.6) biraz kızgınlık yaşadığı, % 30.1’nin
gelecek hakkında ümitsiz oldukları belirlenmiştir.
Araştırmada bireylerin tedavi süresince yaşadıkları semptomların düzeyi
genel olarak değerlendirildiğinde; büyük bir çoğunluğunun semptomları
“biraz” ↓ düzeyinde yaşadıkları belirlenmiştir.
Hemşire; kanserli bireylerin yaşam kaliteleri üzerinde önemli bir
etkiye sahip olan bu semptomların subjektif ve objektif bulgularını, bu
semptomları etkileyen faktörleri sürekli olarak değerlendirmeli ve
semptom yönetiminde uygun hemşirelik girişimlerini planlayarak hasta
ve ailesine bu konuda eğitim yapmalıdır.
Araştırmada hastaların tedavileri sürecince yaşadıkları semptomlar ile sosyo-demografik ve hastalığa ilişkin özellikleri değerlendirilmiştir. İleri yaştaki hastaların genç hastalara göre daha fazla psikolojik
semptom yaşadıkları belirlenmiştir. İlerleyen yaş ile birlikte bireylerin
hem psikososyal hem de sosyal destek gereksinimleri artmaktadır. Yaşlı
hastaların beklentilerinin yüksek düzeyde olması ve bu gereksinimlerin
karşılanamamasının daha fazla psikolojik semptom yaşamasında etken
olduğu düşünülmüştür. Hemşire bu tür sorunları olan bireyleri belirlemeli, yaşlı bireylerin psikolojik gereksinimlerini saptamalı, gerekli girişimleri planlayarak bireyleri destek alabileceği uzman kişilere yönlendirmelidir. Bireylere sağlanacak uzman desteği daha az psikolojik
semptom yaşamasına ve dolayısı ile tedaviye olan uyumu kolaylaştıracaktır. Bunun dışında araştırmadan elde edilen bu sonuç; yaşlı
bireylerin fiziksel gereksinimden çok psikolojik desteğe ve danışmanlığa
gereksinimleri olduğunu da vurgulamaktadır.
Araştırmada hastaların tedavi sürelerine göre yaşadıkları semptomların farklı ve uzun süredir tedavi gören hastaların psikolojik
semptom puanlarının yüksek olduğu belirlenmiştir. Uzun süreli
tedaviye bağlı gelişen vücut görüntüsündeki değişiklik, başkalarına
bağımlı olma, benlik imajında ve benlik saygısında değişiklik bireylerin
psikolojik durumunu olumsuz yönde etkilemektedir. Bunun dışında
28
hastaların büyük çoğunluğunun (% 34) meme kanseri tanısı almış
olması ve tedaviye bağlı yukarıda belirtilen sorunların psikolojik
semptom yaşamalarına yol açtığı düşünülmüştür.
Araştırmada kür sayısı arttıkça bireylerin yaşadıkları fiziksel
semptomların da arttığı belirlenmiştir. Uzun süreli tedavilerde bunun
beklenen bir sonuç olduğu düşünülmektedir.
Araştırmada hastaların bedensel alan puan ortalaması 21.31 ±
3.79, ruhsal alan puan ortalaması 19.55±3.35, sosyal alan puan
ortalaması 10.55±2.08, çevresel alan puan ortalaması 33.36 ± 5.31
olarak belirlenmiştir.
Araştırmaya katılan hastaların yaşam kaliteleri ile sosyodemografik özellikleri değerlendirildiğinde; hastaların yaş, cinsiyet ve
öğrenim durumları ile yaşam kaliteleri arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık olmadığı belirlenmiştir (p > 0.05). Araştırmada 40-49
yaş grubundaki hastaların toplam yaşam kalite puan ortalamasının
diğer yaş gruplarına göre daha yüksek olduğu ancak bu farklılığın
anlamlı olmadığı saptanmıştır (p> 0.05). Pınar tarafından (2003) yapılan
çalışmada yaş ile yaşam kalitesi arasında negatif yönde bir ilişki olduğu
belirlenmiştir. Cimprick, Ranis ve Ramos çalışmalarında (2002) yaşlı
bireylerin orta yaş grubundaki bireylere göre fiziksel iyilik alan
puanlarının daha düşük, genç bireylerin ise; yaşlı bireylere oranla
sosyal alan puanlarının düşük olduğunu belirlemişlerdir.Bu araştırma
sonuçlarına göre hastaların yaşları ve yaşam kaliteleri arasındaki ilişki
değişiklik göstermektedir. Bu sonuç; yaş ile yaşam kalitesi arasındaki
ilişkinin değerlendirilmesinde daha büyük gruplar ile çalışmaların
yapılması gerekliliğini düşündürmüştür.
Hastaların medeni durumunun bedensel alandaki yaşam kalitelerini olumlu yönde etkilediği ve evli olan hastaların bu alandaki yaşam
kalitesi puanlarının yüksek olduğu belirlenmiştir. Konu ile benzer
çalışmalarda ise evli olan bireylerin fiziksel alandaki yaşam kalitesi
puanlarının daha yüksek olduğu belirtilmektedir (Cimprich, Ronis,
Ramos 2002, Schultz, Winstead 2001).
Ekonomik durum ile toplam yaşam kalitesi puanı arasında pozitif
yönde bir ilişki olduğu belirlenmiştir (Tablo 9). Ekonomik durumu iyi
olan hastaların çevresel ve toplam yaşam kalitesi puanlarının yüksek
olduğu saptanmıştır. Schultz ve Winstead (2001) tarafından yapılan
çalışmada; araştırma sonuçlarımıza benzer sonuçlar elde edilmiştir.
Araştırmada kanser dışında kronik hastalığı olan hastaların
toplam yaşam kalitesi puan ortalamasının yüksek olduğu belirlenmiştir.
Yaşam kalitesi alt boyutları ile kronik hastalık olma durumu
29
değerlendirildiğinde ise kronik hastalığı olan bireylerin hem bedensel
hem de ruhsal alandaki yaşam kalitesi puan ortalamalarının anlamlı
olarak düşük olduğu belirlenmiştir. Kronik hastalığı olan bireylerin
yaşam kalitelerinin düşük olması beklenen bir sonuçtur.
Kronik hastalıklar bireylerin yaşamını doğrudan etkilemesinin
yanı sıra, yol açtığı iş gücü kaybı, getirdiği fiziksel, emosyonel,
psikososyal ve ekonomik sorunlar nedeni ile bireyin yaşam kalitesi
üzerinde olumsuz etki yaratmaktadır (Fadıloğlu 2003).
Hastaların genel yaşam kalitesi ile tedavi boyunca karşılaştıkları
fiziksel (r=-.2292) ve psikolojik (r =-.2379) semptomlar arasında zayıf ve
negatif yönde bir ilişki olduğu saptanmıştır.Bu sonucun hastaların
büyük çoğunluğunun tedavi süresince semptomları “hiç” yaşamamalarından ve “biraz” yaşamalarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu
sonuç doğrultusunda hastaların yaşadıkları semptomlar ne kadar az
olursa yaşam kalitelerinin de o kadar daha iyi olabileceği düşünülmüştür.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Araştırma kapsamına alınan hastaların tedavi süresince yaşadıkları semptomlar genel olarak değerlendirildiğinde; büyük çoğunluğunun
semptomları “biraz” yaşadıkları ve yaşanan bu semptomlar ile yaşam
kalitesi arasında negatif bir ilişki olduğu saptanmıştır.
Hastaların tedaviye bağlı yaşadıkları hem fiziksel hem de psikolojik semptomların yaşam kaliteleri üzerindeki olumsuz etkilerini
azaltmak için hemşire;
•
Kanserli bireylerin tedaviye bağlı yaşayabileceği semptomları
mümkünse önlemeli, yaşadıkları semptomları değerlendirmeli ve kayıt
etmeli,
•
Semptom yönteminde bireye uygun hemşirelik girişimlerini planlamalı,uygulamalı ve sonuçlarını değerlendirmeli, hasta ve ailesine eğitim
yapmalıdır.
KAYNAKLAR
1. Akdemir N (2003). Kanser Tedavileri ve Hemşirelik Bakımı, İç Hastalıkları ve
Hemşirelik Bakımı, I Baskı, İstanbul, 265.
2. Akyol A (1993a). Yaşam Kalitesinin Hemşirelik Yönünden Önemi, EÜHYO Dergisi,
9(3): 71-76.
3. Akyol A (1993b). Yaşam Kalitesi Ve Yaklaşımlar, EÜHYO Dergisi, 9(2): 75-80.
30
4. Can G (2001). Meme Kanserli Hastalarda Yorgunluğun Ve Bakım Gereksinimlerinin
Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi.
5. Cimprich B, Ronis D L, Ramos G M (2002). Age At Diagnosis And Quality Of Life
Breast Cancer Survivors, Cancer Practice,10(2): 85-93.
6. Eser Ve Ark (1999). WHOQOL–100 Ve WHOQOL BREF’in Psikometrik Özellikleri, 3p
Dergisi, 7: 23-40.
7. Fadıloğlu Ç (2003). Kronik Hastalıklar, II Ege Dahili Tıp Günleri, Kronik Hastalıklarda
Bakım II, 26-29 Mart, Atatürk Kültür Merkezi, Meta Basım Matbaacılık, İzmir, 2-21.
8. Fadıloğlu Ç (1992). Kanserli Hastada Yaşam Kalitesi, Bornova/İzmir.
9. Fadıloğlu Ç (2003b). Kanser Ve Bakım, II Ege Dahiliye Günleri, 26-29 Mart, Atatürk
Kültür Merkezi, Meta Basım Matbaacılık, İzmir,123.
10. Ferrell B R, Grant M, Funk B, Green S O, Garcia N (1997). Quality Of Life In Breast
Cancer, Cancer Nursing, 20(6): 398-408.
11. Fillion L, Gelinas C, Sımard S, Sowerd J, Gagn P (2003). Validation Evidence For The
French Canadian Adaptation Of The Multidimensional Fatigue Inventory As A
Measure Cancer Related Fatigue, Cancer Nursing, 26(2): 143-154.
12. Fortner B, Okon T, Schwartzberg L, Taver K, Houts A C (2003). The Cancer Care
Monitor: Psychometric Content Evaluation And Pilot Testing Of Computer
Administered System For Symptom Screening And Quality Of Life In Adult Cancer
Patients, Journal Of Pain And Symptom Management, 26(6): 1077-1091.
13. Graydon J E, Bubela N, Irvine D, Vincent L (1995). Fatigue Reducing Strategies Used
By Patients Receiving Treatment For Cancer, Cancer Nursing, 18(1): 23-28.
14. Mooney K H, Beck S L, Friedman R H, Farzanfar K (2002). Telephone Linked Care For
Cancer Symptom Monitoring, Cancer Practice, May-Jun, 10(3):147-154.
15. Oflaz F (2002). Onkoloji Kliniğinde Yatan Kanser Hastalarının Psikiyatrik Semptom
Düzeyleri Ve Destek Gereksinimlerinin Saptanması, Hemşirelikte Araştırma Dergisi,
65-72.
16. Pınar R (2003). Assessment Of Quality Of Life In Turkish Patients With Cancer,
Turkish Journal Of Cancer, 33(2): 96-101.
17. Schultz A A, Winstead P (2001). Predictors Of Quality Of Life In Rural Patients With
Cancer, Cancer Nursing, 24(1): 12-19.
18. Stein K D et al (2003). Validation Of Modified Rotterdam Symptom Checklist For Use
With Cancer Patients In The United States, Journal Of Pain And Symptom
Management, 26(5): 975-989.
19. Türkiye Sağlık ve Nüfus Araştırması 1998, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri
Enstitüsü, Ankara, Türkiye, 1999, p: 17.
20. Yıldırım S (2003). Kanser Hastalarına Dinletilen Müziğin Kemoterapi Yan Etkilerine ve
Durumluluk Sürekli Kaygı Düzeylerine Etkisinin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi,
Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, İzmir.
21. Youngblood M, Williams P D, Eyles M, Warning J, Runyon S (1994). A Comparision Of
Two Methods Of Assessing Cancer Theraphy- Related Symptoms, Cancer Nursing,
17(1): 37-44.
31
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 33-45, 2005
DİYALİZ HASTALARINDA PROGRESİF GEVŞEME YÖNTEMLERİNİN
KAYGI DÜZEYİ VE YAŞAM KALİTESİNE OLAN
ETKİSİNİN İNCELENMESİ*
TO EXAMINE THE IMPACT OF THE PROGRESSIVE RELAXATION
METHODS ON ANXIETY LEVELS
AND QUALITY OF LIFE IN DIALYSIS PATIENTS.
Yasemin KUZEYLİ YILDIRIM
Çiçek FADILOĞLU
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu İç Hastalıkları Hemşireliği Anabilimdalı
Anahtar Sözcükler: Diyaliz, Gevşeme, Progresif Gevşeme Egzersizleri, DurumlukSürekli Kaygı, Yaşam Kalitesi.
Key Words: Dialysis, Relaxation, Progressive Relaxation Training, State-Trait Anxiety,
Quality of Life.
*Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Bilim Uzmanlığı Tezi, 2002 (Danışman:
Fadıloğlu, Ç)
**13. Ulusal Böbrek Hastalıkları Diyaliz Ve Transplantasyon Hemşireliği Kongresi (Sözel
Sunu Birincilik Ödülü Almıştır)
***34th EDTNA/ERCA International Conference, 10-13 September 2005-Vienna (Sözel
Sunu)
ÖZET
Bu çalışma, diyaliz hastalarında progresif gevşeme yöntemlerinin kaygı
düzeyi ve yaşam kalitesine olan etkisini incelemek amacıyla deneysel olarak
yapılmıştır. 05 Şubat-05 Ağustos 2001 tarihleri arasında, Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi Diyaliz Ünitesi’ nde kronik diyaliz tedavisi gören 46 hasta
araştırmanın örneklemini oluşturmuştur.
Verilerin toplanmasında; “Hasta Tanıtım Formu”, “Durumluk-Sürekli
Kaygı Envanteri”, “Yaşam Kalitesi İndeksi” kullanılmıştır. Birinci aşamada;
anketler tüm hastalara uygulanmıştır. Daha sonra tüm hastalara progresif
gevşeme egzersizleri eğitimi uygulanmıştır. Eğitim materyali olarak Gevşeme
Egzersizleri El Kitapçığı ve Türk Psikologlar Derneği tarafından hazırlanmış olan
Gevşeme Egzersizleri Kaseti kullanılmıştır. İkinci aşamada; eğitimin bitiminden
altı hafta sonra “Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri” ve “Yaşam Kalitesi
İndeksi” hastalara tekrar uygulanmıştır.
Çalışma sonucunda; Hastaların durumluk kaygı puanı ortalaması
progresif gevşeme egzersizleri öncesi, 43.41; progresif gevşeme egzersizleri
33
sonrası ise 28.98 olarak saptanmıştır (P< 0.001). Hastaların sürekli kaygı puanı
ortalaması progresif gevşeme egzersizleri öncesi 43.63, progresif gevşeme egzersizleri sonrası 31.09 olarak saptanmıştır (P< 0.001). Progresif gevşeme egzersizleri öncesi yaşam kalitesi toplam puan ortalaması 28, 65, progresif gevşeme
egzersizleri sonrasındaki toplam puan ortalaması 29.61 olarak saptanmıştır
(P<0.01). Araştırmadan elde edilen bulgular sonucunda; progresif gevşeme
egzersizlerini uygulamanın diyaliz hastalarının kaygı düzeyini azalttığı ve yaşam
kalitesini olumlu yönde etkilediği ortaya konmuştur.
SUMMARY
This study has been planned as an experimental research in order to
determine the impact of a progressive relaxation training on anxiety levels and
quality of life in dialysis patients. Fourty six patients who had been treated with
dialysis in the Dialysis Unit Ege University Faculty of Medicine between 05
February-05 August 2001 composed the sampling of study.
The data was collected by means of a questionnaire. Patients Recognition
Form, State-Trait Anxiety Inventory, Quality of Life Index for dialysis patients
were used to collect the necessary data. All of forms were applied to all patients
prior to progressive relaxation training. Then, progressive relaxation training were
given to the all patients by investigator. As training materials; a Relaxation
Training Hand Book which written by investigetors and Cassette were used. Six
weeks after, progressive relaxation training, State-Trait Anxiety Inventory and
Quality of Life Index were reapplied to all patients.
As a result of this research; before progressive relaxation training, the
mean score for State Anxiety was found as 43.41; mean score after progressive
relaxation training State Anxiety was found as 28.98. Before progressive
relaxation training, trait anxiety mean score was found as 43.63 mean score after
progressive relaxation training trait anxiety was found as 31.09. When the total
quality of life score was examined; it was found as 28.65 before progressive
relaxation training, and it was found as 29.61 after progressive relaxation
training. The result of the study imposed that; progressive relaxation training for
dialysis patients decreased State-Trait Anxiety levels and has a positive impact on
the quality of life.
GİRİŞ
Kronik böbrek yetmezliği (KBY) renal fonksiyonun geri dönüşsüz
kaybı ile karakterize bir hastalıktır. Son dönem böbrek yetmezliği
(SDBY) geliştiğinde hastaya hemodiyaliz, periton diyalizi veya böbrek
transplantasyonu gibi renal replasman tedavilerinden birisi uygulanmaktadır (Kaya, 1998). KBY sağaltımı, hastalar için her zaman stres
verici bir yaşam deneyimi olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle, bu
hastalar diğer kronik hastalıkları olan bireyler gibi, bir takım ruhsal
sorunlarla karşı karşıya kalırlar (Kumbasar, 1997). Hemodiyalize giren
hastalarda görülen ruhsal sorunlarla ilgili yapılan çalışmalarda en fazla
ortaya çıkan sorunun depresyon ve kaygı olduğu bildirilmiştir (Akıncı,
34
2000; Özkan, 1993). Bunlar fiziksel hastalıkların en yaygın görülen
psikolojik sonuçlarıdır (Kumbasar, 1997).
Günümüzde diyaliz tedavisi gören kronik böbrek hastalarının
tedavisi ile ilgili yaklaşımlarda artık hastaları sadece sağaltmak değil,
aynı zamanda kaliteli bir yaşam sürmelerini sağlamak da amaçlanmaktadır (Kumbasar, 1997). Hemodiyaliz ve sürekli ayaktan periton diyalizi
hastalarının yaşam kalitelerini karşılaştıran çalışmalarda bu iki grup
arasında yaşam kalitesi bakımından bir fark saptanamamıştır (Wang ve
ark, 1993; Waiser ve ark, 1998; Monns ve ark, 2003).
Yaşam kalitesi fiziksel sağlığı, fonksiyonel durumu, ruhsal iyilikhalini ve sosyal fonksiyonu kapsayan çok boyutlu ve dinamik bir kavramdır (Merkus ve ark 1997). Evans ve arkadaşları (1990), yaşam kalitesinin objektif ve subjektif göstergeler olarak iki bölümde incelenmesini önermişlerdir. Yaşam kalitesinin objektif göstergeleri temel olarak
fiziksel iyilik hali ile açıklanmakta olup, fiziksel aktiviteleri yapabilme
yetisi, fonksiyonel yeterlik, çalışma durumu, hastalık semptomları,
sağlık durumu ile ilgili konuları kapsamaktadır. Subjektif göstergeler
ise, temelde psikolojik iyilik halini yansıtmaktadır ve duygusal iyilik
hali, yaşam doyumu, psikolojik etki ile ilgili konuları içermektedir (Akyol
1992). Son dönem böbrek yetmezliği gibi kronik bir hastalığa sahip olma
ve düzenli diyaliz tedavisine devam etme, hastanın yaşamını fiziksel ve
psikososyal boyutta etkilemektedir (Lindquist ve Sjoden 1998). Yaşanan
sorunlar incelendiğinde;
1. Haftada üç gün ve ortalama 4-6 saat süren diyaliz uygulamaları ile
yaşamın diyaliz makinesine, sağlık ekibine ve aileye bağımlı hale
gelmesi,
2. Üreminin artmasıyla bulantı, yorgunluk, uyku hali ve dikkat
azalması, diyaliz uygulamasının hemen ardından sıvı elektrolit
dengesindeki ani değişime bağlı baş ağrısı, bulantı, kas krampları gibi
fiziksel değişikliklerin olması,
3. Sıvı ve gıda alımında büyük kısıtlamalar getiren diyet tedavisini
uygulama güçlüğü,
4. Uzun süreli diyaliz uygulamalarına bağlı olarak bilişsel işlevlerin
giderek bozulabilmesi,
5. Başka bedensel hastalıkların da eklenebilmesi (anemi, hipertansiyon
gibi), beden imajında ve cinsel fonksiyonda bozulma,
6. Diyalizde geçirilen zamana, diyaliz dışındaki zamanlarda da fiziksel
yakınmalara ve ruhsal sorunlara bağlı olarak iş veriminin düşmesi,
sosyal yaşamın yoksullaşması, aile düzeninde bozulmalar,
35
7. Diyaliz personeli, ailenin
başaçıkamama korkusudur.
beklentileri
ve
diyalizin
stresi
ile
Bu ağır fiziksel ve psikolojik stres etkenlerinin altında kalan
hastalar, çoğu zaman kaygı yaşayabilmektedir. Ayrıca, kronik bir
hastalığın ve düzenli diyaliz tedavisinin ortaya çıkardığı bu zorluklar
hastanın yaşam kalitesini fizyolojk, psikolojik ve sosyal alanlarda
olumsuz olarak etkilemekte ve yaşam doyumunu azaltmaktadır (Bekki
1998, Hastaoğlu 1995, Kaya 1998; Sağduyu; LukSuet-Ching 2001).
Stresin etkilerini ve kaygıyı azaltmayı, ilgiyi ağrıdan başka yöne
çekmeyi, iskelet kası gerginliğini ve kasılmalarını hafifletmeyi ve uykuyu kolaylaştırmayı içerdiği için son yıllarda gevşeme yöntemlerinin kullanımı kronik hastalığı olan bireylerin bakımının ayrılmaz bir parçası
haline gelmiştir (Lark, 2001; Taylor, Lillis, Lemone, 1989). Amerika
Birleşik Devletleri’ nde 1970 yıllarından beri bulantı/kusma, kaygı veya
kemoterapinin yan etkilerini azaltmada gevşeme egzersizlerinin kullanılmakta olduğu ve olumlu etkilerinin saptandığı bildirilmektedir
(Arakowa, 1997). Progresif gevşeme egzersizleri (PGE) Jacobson tarafından 1920’li yıllarda geliştirilmiştir (Arakowa, 1997; Baltaş, Baltaş,
1986). PGE insan vücudundaki elden ayaklara kadar büyük kas gruplarının istemli olarak gerilmesini ve gevşetilmesini içeren bir egzersiz
türüdür (Arakowa, 1997).
Gevşeme egzersizlerinin; farklı hasta gruplarında kaygı düzeyini
azalttığını saptayan bir çok çalışma bulunmaktadır (Knox, 1980; Spoth,
1981; Alarcon ve ark, 1982; Warner ve ark, 1992; Weber, 1996; Rasid,
1998; Lang, 2000; Lark, 2001; Cheung, Molassiotis, Chang, 2003).
Benzer şekilde; gevşeme egzersizlerinin yaşam kalitesinin öğeleri olan
fiziksel, psikolojik iyilik hali ve yaşam doyumu üzerine olumlu etkileri
olduğu da değişik hasta grupları üzerinde gösterilmiştir (Kim&Lee,
1989; Lerman ve ark, 1990; Trzcieniecka-Green, Steptoe, 1994; Cheung,
Molassiotis, Chang, 2001; Sloman 2002; Molassiotis ve ark, 2002;
Cheung, Molassiotis, Chang, 2003). Ancak, diyaliz tedavisi gören
hastalarda gevşeme tekniğinin yaşam kalitesi üzerine olan etkisini
araştıran çalışmalara literatürde rastlanmamıştır.
Kaygısı olan ve yaşam kalitesinin tüm yönleri etkilenmiş olan
bireylerde; öğrenme, sorun çözme, sağlıklı gelişimi sürdürme ve tedaviye olan uyum yanıtı olumsuz olarak etkilenmektedir. Sağlık bakım
profesyonelleri arasında özellikle hemşirelerin hastada var olan kaygının olası belirtilerini saptayarak ortaya çıkmasını önlemede, uygun
davranışsal yöntemleri uygulayarak, gevşeme egzersizlerini ele almada
ve hemşirelik bakımını uygulayarak sorunların giderilmesinde sorumlulukları bulunmaktadır. Hemşirelerin, gevşeme egzersizlerini bakım pla36
nının bir parçası haline getirerek hastalara uygulamaları ve hastalara
stres düzeyleri arttığı zaman bu egzersizleri uygulamaları konusunda
eğitim vermeleri gerekmektedir.
Bu araştırma, diyaliz tedavisi gören son dönem böbrek yetmezliği
hastalarında, progresif gevşeme tekniklerinin durumluluk-sürekli kaygı
ve yaşam kalitesi düzeyleri üzerine olan etkisini incelemek amacı ile
deneysel olarak planlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırmanın örneklemini; Şubat 2001-Ağustos 2001 tarihleri
arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Diyaliz Ünitesi’nde
kronik olarak tedaviye devam eden, altı aydan daha uzun süre diyaliz
tedavisi gören, 18 yaş ve üzeri olan, en az okur yazar olan, iletişim
kurmada güçlüğü ve zihinsel problemi bulunmayan, araştırmaya katılmayı ve gevşeme egzersizlerini uygulamayı kabul eden 19 hemodiyaliz
ve 27 sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) hastası olmak üzere
toplam 46 hasta oluşturmuştur. 18 (7 HD, 11 SAPD) hasta araştırma
sınırlılıklarına uymadığı, 14 (8 HD, 6 SAPD) hasta da araştırmaya katılmayı istemediği için araştırma kapsamına alınmamıştır. Araştırmanın
yürütülebilmesi için Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Başhekimliği’nden ve Diyaliz Ünitesi’nden izin alınmıştır. Anket formu uygulanmadan önce hastalara araştırmanın amacı ve formların içeriği hakkında açıklamalarda bulunulup, katılımları için onamları alınmıştır.
Araştırmada kullanılan veri araçları;
Hasta Tanıtım Formu: Bu form sosyo-demografik özelliklerle
birlikte hastalığa ve tedavi yöntemine ilişkin özelliklerinin yer aldığı 36
sorudan oluşmaktadır.
Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri: Bu ölçek Spielberger ve
arkadaşları tarafından 1970 yılında geliştirilmiş, Öner ve Le Compte
tarafından 1977 yılında Türkçe’ye uyarlanmış ve Türk toplumu için
geçerlik ve güvenirliği belirlenmiş olan bir öz değerlendirme anketidir.
Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri toplam 40 maddeden oluşan iki ayrı
ölçeği içerir. Her bir ölçekten elde edilen toplam puan değeri 20 ile 80
arasında değişmektedir. Puanın yüksek olması kaygı düzeyinin yüksek
olduğunu göstermektedir (Öner, Le Compte, 1985).
Yaşam Kalitesi İndeksi: Araştırmada kullanılan Padilla ve
ark’larının 1983 yılında diyaliz hastaları için geliştirdiği Yaşam Kalitesi
İndeksi; fiziksel ve sosyal aktiviteyi ve yaşam memnuniyetini içeren
toplam 14 madde ve üç bölümden oluşmaktadır. İndeksin toplam puan
37
değeri 14-42 arasında değişmektedir. Toplam puanın yüksek olması
yaşam kalitesinin iyi olduğunu göstermektedir (Lok, 1996). Yaşam
Kalitesi İndeksi geçerlik ve güvenirliği saptandıktan sonra çalışmada
kullanılmıştır. Yaşam Kalitesi İndeksi’nin geçerlik incelemesine yönelik
olarak; dil geçerliği, içerik geçerliği, iç tutarlık hesaplanmıştır. İndeksin
güvenirliğini belirlemek için; ayrıca belirlenen örneklem grubu (Sosyal
Sigortalar Kurumu İzmir Eğitim Hastanesi Diyaliz Ünitesi’ndeki kronik
böbrek yetmezliği tanısı konmuş, araştırma örneklemine benzeyen
diyaliz tedavisi gören 30 hasta)’na 15 gün ara ile test-tekrar test
yöntemi uygulanmıştır. İndeks güvenirliğini test etmek için kullanılan
bu örneklem grubunun verileri araştırma kapsamına alınmamıştır.
Yaşam Kalitesi İndeksinin test-tekrar test güvenirlik katsayısı 0. 92
olarak; birinci uygulama için cronbach alfa değeri 0.78 ve ikinci
uygulama için cronbach alfa değeri 0.75 olarak bulunmuştur .
Gevşeme Egzersizleri Eğitim Kitapçığı ve Kaseti: Diyaliz
hastasına yönelik Gevşeme Egzersizleri ile ilgili hazırlanan el kitapçığı
araştırmacı tarafından toplanan literatür bilgileri ışığında geliştirilmiştir
(Baltaş, Baltaş, 1986; Boyacıoğlu, Kabakçı; KottLee, Filehmann, 1990;
Kumbasar, 1997).
Hastalara Gevşeme Tekniklerinin öğretilmesi için Türk Psikologlar
Derneğinin hazırladığı kaset doğrultusunda eğitim verilmiştir. Kaset
Psikolog Elif Kabakçı’nın sesinden gevşeme egzersizleri talimatlarını
içermektedir ve fonda hastayı rahatlatacak müzik bulunmaktadır.
Anket Formunun Uygulanması: Örnekleme alınan hastaların
tümüne Hasta Tanıtım Formu, Durumluluk-Sürekli Kaygı Envanteri ve
Yaşam Kalitesi İndeksi uygulanmıştır. Bu anketlerin uygulanışı
bittikten sonra, araştırmacı tarafından hastalara 30-40 dakikalık
Progresif Gevşeme Egzersizleri ile ilgili bir eğitim programı uygulanmıştır. Bu çalışmada Progresif Gevşeme Egzersizleri Tekniği olarak
hasta uyumunun daha iyi olması nedeniyle teyple olan gevşeme egzersizleri tercih edilmiştir. Gevşeme egzersizlerine yönelik olarak verilen
eğitim hasta eğitim kuralları ve bu konudaki literatür dikkate alınarak
hazırlanmıştır (Arakowa, 1997; Lerman et al, 1990). Hastalar diyaliz
ünitesinde sessiz bir odaya alınıp, araştırmacı tarafından sağlanan mini
teyp ile Gevşeme Egzersizleri Kaseti dinlettirilmiş ve gerekli açıklamalar
yapılmıştır. Önce araştırmacı tarafından bu kasetteki egzersizler yapılmış ve sonra hastalardan bunları uygulamaları istenmiştir. Hastalar
arasındaki bireysel farklılıklar göz önüne alınarak gerektiğinde tekrarlar
yapılmış, soru ve endişelerini sormaları için fırsat verilmiştir. Hastalara,
eğitim sonrası kaset ve kitapçık verilmiştir ve Gevşeme Egzersizlerini
evde altı hafta boyunca günde iki kez veya en az bir kez teypteki
komutlar doğrultusunda dinlemeleri ve uygulamaları istenmiştir
38
(Lerman et al, 1990). Gevşeme egzersizleri uygulaması bittikten altı
hafta sonra hastalara Durumluluk-Sürekli Kaygı Envanteri ve Yaşam
Kalitesi İndeksi tekrar uygulanmıştır.
Verilerin değerlendirilmesi için istatistiksel analizler SPSS 10.00
paket programında yapılmıştır. Hastaların gevşeme egzersizleri öncesi ve
sonrası durumluk-sürekli kaygı düzeyi puan ortalamaları ve yaşam
kalitesi puan ortalaması arasındaki farkı değerlendirmede Student t
testi kullanılmıştır. Gevşeme egzersizleri öncesi ve sonrası durumluk
kaygı düzeyi, sürekli kaygı düzeyi ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkiyi
değerlendirmek için Pearson’s Moment Product Correlation Analizi
kullanılmıştır (Sümbüloğlu, Sümbüloğlu, 1993).
BULGULAR VE TARTIŞMA
Araştırmaya katılan hastaların % 52.17’si 25-44 yaş grubundan
olup, yaş ortalaması 38.74 olarak bulunmuştur. Araştırma kapsamındaki hastaların % 58.70’i erkek, % 60.87’si evli, %36.96’sı lise mezunu,
% 21.74’ü emeklidir. Hastaların % 67.39’nun para getiren bir işinin
olmadığı, % 35.48’nin hastalık nedeni ile çalışmadıkları saptanmıştır.
Hastaların hastalığa ilişkin verileri incelendiğinde; %86.96’sının ailesinde başka böbrek hastası bulunmadığı, % 50’sinin 73 ay ve üzeri hastalık yaşına sahip olduğu saptanmıştır. Hasta dosyalarından alınan verilere göre; hastaların % 30.42’sinin kronik böbrek yetmezliğine neden
olan hastalığın belli olmadığı, % 21.73’ünün ise kronik glomerulonefrit
tanısı aldığı saptanmıştır. Diyaliz yeterliliğini gösteren Kt/V değerleri
incelendiğinde, hastaların % 67.39’unda yeterli düzeyde (HD hastaları
için > 1.6, SAPD hastaları için >2.1) olduğu; sıvı yüklenmesi durumunu
gösteren kardiyotorasik indeks (KTI) değerinin ise % 67.4’ünde kötü
(KTI> 0.46) olduğu saptanmıştır.
Progresif Gevşeme Egzersizlerinin Durumluk-Sürekli Kaygı
Düzeyi ve Yaşam Kalitesine Olan Etkisinin İncelenmesi:
Tablo 1. Hastaların Progresif Gevşeme Egzersizleri Öncesi ve Sonrası Durumluk-Sürekli
Kaygı ve Yaşam Kalitesi Puan Ortalamalarının Dağılımı
DURUMLUK KAYGI PUAN
ORT
SÜREKLİ KAYGI PUAN
ORT
––
Gevşeme
Egzersizleri
Öncesi
Gevşeme
Egzersizleri
Sonrası
YAŞAM KALİTESİ PUAN
ORT
––
––
n
46
X
43,41
SD
4,33
n
46
X
43,63
SD
9,48
n
46
X
28,65
SD
3,247
46
28,98
2,78
46
31,09
6,48
46
29,61
2,285
t=11.96
P<0.001
t=11.60
P<0.001
t= -3.28
P< 0.01
39
Durumluk-Sürekli Kaygı:
Tablo 1‘de hastaların progresif gevşeme egzersizleri öncesi ve
sonrası durumluk kaygı puanları gösterilmektedir. Gevşeme egzersizleri
öncesi durumluk kaygı puanı ortalamasının 43.41, progresif gevşeme
egzersizleri sonrasında ortalamanın 28.98 olduğu saptanmıştır
(p<0,001). Durumluk kaygı puanında 14.43’ lük bir azalma saptanmıştır. Progresif gevşeme egzersizlerinin hastaların durumluk kaygı
düzeyini azalttığı görülmektedir; bu sonuçlar beklenen sonuçlardır ve
araştırmanın progresif gevşeme yöntemlerinin durumluk kaygı düzeyini
azaltacağı hipotezini desteklemektedir.
Kronik hastalıkların bir çoğunda olduğu gibi, diyaliz tedavisi gören
hastalarda da kaygı en yaygın yakınmadır. Progresif gevşeme
egzersizlerinin kaygı düzeyini azalttığı çeşitli araştırmalarla saptanmıştır. Kim & Lee (1992) progresif gevşeme egzersizlerinin kaygı düzeyine
olan etkisini saptamak amacıyla yaptığı çalışmada; hastaların gevşeme
egzersizleri öncesi durumluk kaygı düzeyini 54.2 egzersiz sonrası ise
41.8 olarak saptamıştır. Çalışmamızda da bu değerlere yakın oranda bir
azalma saptanmıştır. Alarcon ve ark. (1982) da hemodiyaliz tedavisi
gören hastalarda yaptıkları çalışmada deney grubundaki hastalara
diyaliz öncesi 30 dakikalık progresif gevşeme egzersizleri uygulamışlar
ve deney grubunda durumluk kaygı puanın kontrol grubuna oranla
anlamlı düzeyde azaldığını saptamışlardır.
Progresif gevşeme egzersizleri öncesi sürekli kaygı puanı ortalaması 43.63, progresif gevşeme egzersizleri sonrası puan ortalaması
31.09 olarak saptanmıştır (P<0.001) (Tablo 1). Sürekli kaygı puanında
12.54’ lük bir azalma saptanmıştır. Progresif gevşeme egzersizleri
sonrası sürekli kaygı puanının, gevşeme egzersizlerinden önceki puana
göre daha düşük bulunması beklenen bir sonuçtur ve hastalara verilen
progresif gevşeme egzersizlerinin olumlu etkisini göstermektedir.
Progresif gevşeme egzersizlerinin hastaların sürekli kaygı puanını
azalttığı saptanmıştır. Çalışmamıza karşıt olarak; Stoudenmire (1975)
progresif gevşeme egzersizlerinin sürekli kaygı düzeyini etkilemediğini
saptamıştır.
Gevşeme yanıtı, gerginlik veya stresten mental ve fiziksel olarak
kurtulmayı sağlamaktadır. Gevşemenin olumlu etkileri stresin etkilerini
azaltmayı, kaygıyı azaltmayı, ilgiyi ağrıdan başka yöne çekmeyi, iskelet
kası gerginliği ve kasılmalarını hafifletmeyi ve uykuyu kolaylaştırmayı
içerir (Lark, 2001; Taylor, Lillis, Lemone, 1989).
Yaşam Kalitesi:
Tablo 1’de hastaların progresif gevşeme egzersizleri öncesi ve
sonrası yaşam kalitesi puan ortalamaları görülmektedir. Gevşeme
40
egzersizleri öncesi yaşam kalitesi puan ortalamasının 28.65; gevşeme
egzersizleri sonrasında ise 29.61 olduğu saptanmıştır (P<0.01). Progresif gevşeme egzersizleri sonrası yaşam kalitesi puan ortalamasının
gevşeme egzersizlerinden önceki puana göre yüksek bulunması
beklenen bir sonuçtur ve uygulanan gevşeme egzersizlerinin hastaların
yaşam kalitesini arttırdığı görülmektedir.
Yaşam kalitesinin arttırılması sağlık bakımında ve kronik hastalıkların tedavisinde önemli ve istenilen bir sonuçtur. Cheung, Molassiotis, Chang (2001) stomalı hastalarda progresif gevşeme egzesizlerinin
yaşam kalitesi üzerine etkisini saptamak üzere yaptıkları çalışmada;
progresif gevşeme egzersizlerinin yaşam kalitesini yükselttiğini saptamışlardır. Sipirito, Russo, Masek’in (1984) sonuçları da bu çalışma ile
uyumludur. Çeşitli çalışmalarda progresif gevşeme egzersizlerinin yaşam kalitesini yükselttiği, baş etme yöntemlerini değiştirdiği bildirilmektedir (Cheung, Molassiotis, Chang, 2001). Bu elde edilen sonuçlarla
mevcut çalışma sonuçları paralel niteliktedir.
Gevşeme Egzersizleri Öncesi ve Sonrası Durumluk Kaygı
Puanı, Sürekli Kaygı puanı ve Yaşam Kalitesi Puanının
Karşılaştırılması
Gevşeme egzersizleri öncesi ve sonrası durumluk kaygı puanı,
sürekli kaygı puanı ve yaşam kalitesi puanının karşılaştırılması Tablo 2’
de gösterilmektedir.
Gevşeme egzersizleri öncesi; sürekli kaygı puanı ile durumluk
kaygı puanı arasında önemli bir ilişki saptanamamıştır (p>0.05). Bu
sonuca karşıt olarak; Öner (1977) durumluk ve sürekli kaygı puanları
arasında önemli ve korelatif bir ilişkinin bulunduğunu saptamıştır
(Kaya 1998).
Progresif gevşeme egzersizleri öncesi; yaşam kalitesi puanı ile
durumluk kaygı puanı arasında istatistiksel olarak önemli bir ilişki
saptanamamıştır (p>0.05). Diyaliz tedavisi gören hastaların yaşam kalitelerinin hastaların durumluk kaygılarından etkilenmediği görülmektedir. Durumluk kaygı bireyin içinde bulunduğu ve bilmediği stresli
durumdan dolayı hissettiği subjektij korkudur (Öner&Le Compte, 1985).
Bu nedenle diyaliz tedavisi gören hastaların diyaliz tedavisine ilişkin
aldıkları eğitim ile bu duruma daha kolay uyum sağladıkları ve bireyin
yaşam kalitesini etkilemediği düşünülmektedir.
Gevşeme egzersizleri öncesi; sürekli kaygı puanı ile yaşam kalitesi
puanı arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki saptanmıştır (p< 0.05).
Araştırma kapsamındaki hastaların sürekli kaygıları arttıkça yaşam
kalitelerinin azaldığı görülmektedir. Bu beklenen bir sonuçtur, bireyle41
rin sürekli olarak kaygı yaşamalarının yaşam kalitesini azaltacağı
düşünülmektedir.
Gevşeme egzersizleri sonrası; sürekli kaygı puanı ile yaşam kalitesi puanı arasında anlamlı bir ilişki saptanamamıştır (p> 0.05). Gevşeme egzersizleri öncesi sürekli kaygı puanı ile yaşam kalitesi arasında bir
ilişki saptanırken; gevşeme egzersizileri sonrası böyle bir ilişki
görülmemektedir. Gevşeme egzersizleri sonrası yaşam kalitesi sürekli
kaygı puanından etkilenmemektedir. Hastaların gevşeme egzersizlerine
başlamadan önce diyaliz seansı öncesi kaygı düzeylerinin yüksek olması ve eğitim sonrası hastaların artık daha az kaygı hissetmelerinin nedeni gevşeme egzersizleri ile kendilerini rahatlatmalarına bağlanabilir.
Gevşeme egzersizleri sonrası; durumluk kaygı puanı ile sürekli
kaygı puanı arasında pozitif anlamlı bir ilişki saptanmıştır (p<0.01).
Gevşeme egzersizleri sonrası durumluk kaygı puanı azaldıkça sürekli
kaygı puanı da azalmıştır. Böylece, gevşeme egzersizlerinin hem
durumluk hem de sürekli kaygı düzeyini azalttığı saptanmıştır. Kaya
(1998) da yaptığı çalışmada SAPD hastalarında durumluk kaygı puanı
ile sürekli kaygı puanı arasında anlamlı bir ilişki saptamıştır (p<0.05).
Gevşeme egzersizleri öncesi sürekli kaygı puanı ile gevşeme
egzersizleri sonrası yaşam kalitesi toplam puanı arasında negatif
anlamlı bir ilişki saptanmıştır (r=-0.3707, p<0.05). Böylece, sürekli
kaygı puanı arttıkça yaşam kalitesinin düştüğü söylenebilir.
Tablo 2. Progresif Gevşeme Egzersizleri Öncesi ve Sonrası Durumluk Kaygı Puanı,
Sürekli Kaygı Puanı ve Yaşam Kalitesi Puanının Karşılaştırılması
Gevş Eg.
Önce
Durumluk
Kaygı
Gevş Eg. Sonra
Durumluk Kaygı
Gevş Eg. Öncesi
Sürekli Kaygı
Gevş Eg. Sonra
Sürekli Kaygı
Gevş Eg. Öncesi
Yaşam Kalitesi
Gevş Eg. Sonra
Yaşam Kalitesi
Gevş Eg.
Sonra
Durumluk
Kaygı
Gevş Eg.
Önce
Sürekli
Kaygı
Gevş Eg.
Sonra
Sürekli
Kaygı
Gevş Eg.
Önce
Yaşam
Kalitesi
,1844
,0702
,3921**
-,0526
,6458**
,6364**
,2328
-,2253
-,4652**
-,2686
,2206
-,1541
-,3707*
-,1146
,7989**
* p < 0.05, ** p < 0.01
SONUÇ VE ÖNERİLER
Gevşeme egzersizlerini uygulamanın, diyaliz hastalarının kaygı
düzeyi ve yaşam kalitesine olan etkisini saptamak amacıyla yürütülen
42
bu çalışmadan elde edilen bulgular ve sonuçlar doğrultusunda,
uygulanan progresif gevşeme egzersizleri eğitiminin durumluk-sürekli
kaygı düzeyini azalttığı ve yaşam kalitesini yükselttiği saptanmıştır.
Araştırmadan elde edilen bu sonuçlara göre, şu önerilerde
bulunulmaktadır:
1. Hastanın “Gevşeme Egzersizlerini” rahatça uygulayabilmesi için
diyaliz ünitelerinde uygun bir ortam ve zaman ayarlanması, ayrıca
hastaların motivasyonlarını arttırmak amacı ile bu egzersizleri toplu
olarak uygulamalarının sağlanması,
2. Gevşeme Egzersizlerinin, çalışan hemşire ekibine de öğretilerek hasta
bakım planının bir parçası haline getirilmesi ve hemşirenin bağımsız
bir fonksiyonu olarak hastalara bu egzersizlerin uygulanmasının
sağlanması,
3. Diyaliz tedavisi uygulanan hastaların kaygı düzeylerini ve yaşam
kalitelerini etkileyen durumları ortaya çıkaracak kapsamlı bilgi için,
daha geniş sayıdaki hasta grubu ve değişik Diyaliz Merkezleri ile
araştırmanın tekrarlanması önerilebilir.
KAYNAKLAR
1.
Akıncı F (2000). Hemodiyalize Giren Hastaların Psikososyal Sorunları ve Hemşirelerin
Sorumlulukları. Hemşirelik Forumu, Diyaliz ve Transplantasyon Özel Sayısı, 3(2),
1-5.
2.
Akyol (Durmaz) A (1992). Hemodiyalize Giren Hastaların Yaşam Kalitesinin
Saptanması ve Bilgilendirici Hemşirelik Yaklaşımlarının Yaşam Kalitesine Olan
Etkisinin İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, Ege Üniversitesi.
3.
Alarcon RD, Jenkins CS, Heestand DE, et al (1982 ). The Effectiveness of Progressive
Relaxation in Chronic Hemodialysis Patients. Journal of Chronic Disease, 35(10),
797-802.
4.
Arakowa S (1997). Relaxation To Reduce Side Effects of Chemotherapy. Cancer
Nursing, 20(5), 342-348.
5.
Baltaş A, Baltaş Z (1986). Bedenle İlgili Teknikler. Stres ve Başa Çıkma Yolları, 162176. Cenkler Matbaacılık.
6.
Bekki Z (1998). Kronik Böbrek Hastalığı ve Dializde
Psikolojisinin Yeri ve Önemi. Çınar Dergisi, 4(4), 96-100.
7.
Boyacıoğlu G, Kabakçı E, Gevşeme Egzersizleri Kaseti. 3. Baskı, Türk Psikologlar
Derneği, Ankara.
8.
Cheung YL, Molassiotis A, Chang AM (2001). A Pilot Study On The Effect Of
Progressive Muscle Relaxation Training Of Patients After Stoma Surgery. European
Journal Of Cancer Care, 10, 107-14.
Konsültasyon-Liyezon
43
9.
Cheung YL, Molassiotis A, Chang AM (2003). The effect of progressive muscle
relaxation training on anxiety and quality of life after stoma surgery in colorectal
cancer patients. Psychooncology, Apr-May; 12(3): 254-66.
10. Hastaoğlu Ş (1995). Diyaliz Hastalarının Psikolojik Sorunları. Çınar Dergisi, 1(3), 2123.
11. Kaya B (1998). Sürekli Ayaktan Periton Dializi uygulayan Hastaların Kaygı
Düzeylerini Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İzmir, Ege Üniversitesi.
12. Kim DS, Lee GJ (1992). The Effect Of Muscle Relaxation Training On Patients With
İnsomnia Complaints. Kanho Hakhoe Chi, Aug 19(2), 191-202.
13. Knox WJ (1980). An Exploratory Study of State-Trait Anxiety As a Function of
Automoted Relaxation Training, Desired Changes And Drinking Behavior. J Clin
Psychol, Jan 36(1), 332-7.
14. KottLee FJ, Filehmann, J (1990). Therapeutic Exercise to Develop Neuromuscular
Coordination. Krusen’s Handbook of Physical Medicine and Rehabilitation, 4.
Edition, W.B. Sounders.
15. Kumbasar H (1997). Kronik Böbrek Yetmezliği, Diyaliz ve Psikososyal Sorunlar. Ege
Psikiyatri Sürekli Yayınları, 2(1), 69-74.
16. Lang V E (2000). Relaxation Technique Reduces Patient Anxiety Before Surgery.
http//www.findarticles.com/cf_dls/m325/1061/62829128/p1/article.jhtml,
Erişim Tarihi: Şubat 2002.
17. Lark M S (2001). Relaxation Techniques for Relief of Anxiety & Stress.
http//www.findarticles.com/cf_ dls/m3225/10_61/62829128/p1/article.jhtml,
Erişim Tarihi: Şubat 2002.
18. Lerman C, River B, et all(1990). Effects of Coping Style And Relaxation on Cancer
Chemotherapy Side effects And Emotional Responses. Cancer Nursing, 13(5), 308315.
19. Lindquist R, Sjoden PO (1998). Coping Strategies And Quality Of Life Among Patients
On Continuous Ambulatory Peritoneal Dialysis (CAPD). Adv. Nurs., Feb 27(2), 312-9.
20. Lok P (1996). Stressors, Coping Mechanisms and Quality of Life Among Dialysis
Patient in Australia. Journal of Advanced Nursing, 23, 873-881.
21. LukSuet-Ching W (2001). The Quality of Life For Hong Kong Dialysis Patients,
Journal Of Advanced Nursing, July, 35(2): 218-27.
22. Monns B, Johnson JA, Taub K, Mortis G, Ghali WA, Donaldson C (2003). Quality of
Life in Patients Treated With Hemodialysis or Peritoneal Dialysis: What Are The
Important Determinants? Clin Nephrol, Nov; 60(5): 341-51.
23. Merkus MP, et al (1997). Quality of Life in Patients On Chronic Dialysis: Self
Assesment Three Months After The Start Of Treatment. The NECOSAD Study Group.
Am J Kidney Dis, Apr; 29(4): 584-92.
24. Molassiotis A, Yung HP, Yam BM, Chan FY, Mok TS (2002). The effectiveness of
progressive muscle relaxation training in managing chemotherapy-induced nause
and vomiting in Chinese breast cancer patients: A randomised controlled trail”,
Support Care Cancer, Apr ,10(3): 237-46.
44
25. Öner N, Le Compte A (1985). Durumluk ve Sürekli Kaygı El Kitabı, 2. Baskı,
İstanbul, Boğaziçi Matbaası.
26. Özkan S (1993). Kronik Böbrek Hastalığı ve Dializde Psikiyatrik Morbidite 1.
Psikiyatrik Tıp:Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi, 187-190.
27. Rasid M Z (1998). The Effects of Two Types of Relaxation Training on Students Levels
of Anxiety. http://www.findarticles.com/cf_dls/m2248/n129_v33/20740161/p2/
article.htm, Erişim Tarihi: Mart 2002.
28. Sağduyu A, Ertan Y (1988). Hemodiyalize Giren Kronik Böbrek Hastalarında Ruhsal
Bozukluklar. Türk Psikiyatri Dergisi, 9; 11: 13-22.
29. Sloman R (2002). Relaxation and imagery for anxiety and depression control in
community patients with advanced cancer. Cancer Nurs, Dec; 25(6): 432-5.
30. Spirito A, Russo DC, Masek BJ (1984). Behaviorl Interventions And Stress
Management Training For Hospitalized Adolescents And Young Adults With Cystic
Fibrosis. Gen Hosp Psychiatry, July 6(3), 211-8.
31. Spoth R, Meade C (1981). Differantial Application of Cue-Controlled Relaxation in The
Reduction of General Anxiety. J Behav Ther Exp Psyhiatry, Mar 12(1), 57-61.
32. Stoudenmire J (1975). A Comparision Of Muscle Relaxation Training And Music In
The Reduction Of State And Trait Anxiety. J Clin Psychol, Jul 31(3), 490-2.
33. Sümbüloğlu K, Sümbüloğlu V (1993). Bioistatistik, Ankara, 3. Baskı, Hatipoğlu
Yayınevi.
34. Taylor C, Lillis C, Lemone, P (1989). Stress and Adaptation. Fundamentals of
Nursing The Art and Science of Nursing Care, Philadelphia, J.B. Lippincott
Company.
35. Trzcieniecka-Green A, Steptoe A (1994). Stress Management In Cardiac Patients: A
Preliminary Study Of The Predictors Of Improvement In Quality Of Life. J Psychosom
Res, May 38(4), 267-80.
36. Waiser J, Budde K, Schreiber M, Peibst O, Koch U, Bohler T, Hoffken B, Hauser I,
Neumayer HH. (1998) The Quality Of Life End Stage Renal Disease Care. Transpl Int,
11(1), 42-5.
37. Wang T, Liu B, Ye RG (1993). Comparision Of Quality Of Life In Continıous Peritoneal
Dialysis And Hemodialysis Patients. Chung Hua Nei Ko Tsa Chih, Nov 32(11), 7546.
38. Warner CD, et al (1992). The Effectiveness of Teaching a Relaxation Technique to
Patients Undergoing Elective Cardiac Catheterization. Cardiovasc Nurs, Jan 6(2), 6675.
39. Weber S (1996). The Effects of Relaxation Exercises on Anxiety Levels in Psyhiatric
Inpatients. J Holist Nurs, Sep 14(3), 196-205.
45
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 47-61, 2005
HEMŞİRELERİN İNDİREKT ARTERİYEL KAN BASINCI ÖLÇÜMÜNE
İLİŞKİN TEORİK VE UYGULAMAYA YÖNELİK BİLGİLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİ
EVALUATION OF NURSES ABOUT ORIENTED TOWARDS; THEORETICAL
AND APPLICATION KNOWLEDGES
Hilal UYSAL
Nuray ENÇ
İ.Ü. Florence Nightingale Hemşirelik Yüksek Okulu İç Hastalıkları Hemşireliği ABD
Anahtar Sözcükler: Kan Basıncı, Kan Basıncı Ölçümü, Öğrenci Hemşire
Key Words: Blood Pressure, Blood Pressure Measurement, Nursing Student
ÖZET
Kan basıncı ölçümü fiziksel muayenenin gerekli bir parçasıdır ve klinik
uygulamada yaygın olarak kullanılır. Kan basıncının doğru ölçülmesi önemlidir
(Bolander 1994, Brunner 1989, McAlister 2001). WHO, AHA, BHS, The
İnternational Society of Hypertension ve The US Joint National Committee, Türk
Kardiyoloji Derneği (TKD) Ulusal Hipertansiyon Tedavi ve Takibi gibi çeşitli
mesleki kuruluşların yüksek kan basıncının tespiti, değerlendirilmesi ve
tedavisi hakkındaki yayınlarına rağmen, hala hekimler, hemşireler ve diğer
hastane çalışanları arasında kan basıncı ölçümü tekniği konusunda çok fazla
karışıklık ve kararsızlıklar vardır (El Bagir ve Ahmet 1997).
Araştırma, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İstanbul Tıp
Fakültesi ve Kardiyoloji Enstitüsündeki diplomalı hemşireler ile Florence
Nightingale HYO 2. ve 4. sınıf öğrenci hemşirelerinin, indirekt arteriyel kan
basıncı ölçümüne ilişkin teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerinin
değerlendirilmesi amacıyla tanımlayıcı olarak planlandı.
Araştırmanın verileri, çalışma kapsamına alınanların tanıtıcı özelliklerini
değerlendirmek için bilgi formu ve kan basıncı ölçümü ile ilgili teorik ve
uygulamaya yönelik bilgi ve uygulama becerilerini değerlendirmek için
araştırmacı tarafından literatür doğrultusunda geliştirilen görüşme formu
kullanılarak toplandı.
Verilerin analizi SPSS paket programında, frekans dökümleri, yüzdelik
değerleri ve iki yönlü anlamlılık (Ki-kare) testi ile yapıldı.
Araştırmamızda,
hemşireler görevine, deneyim
sürelerine göre
incelendiğinde kan basıncı ölçümü konusunda teorik ve uygulama bilgisi
seviyeleri, ölçümde hata yapılmasını önlemek açısından yetersiz bulundu.
Eğitim durumuna göre ise, üniversite mezunlarının (%53.3), SML’si
47
mezunlarına göre (%26.7) daha iyi teorik ve uygulama bilgisine sahip oldukları
görüldü (p=0.05).
Araştırma verilerinin ışığında, 2. ve 4. sınıf öğrencilerin kan basıncı
ölçümü konusundaki teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerinin hemşirelere göre
daha iyi olduğu ve kan basıncı ölçümünün doğru uygulanması konusunda 4.
sınıf öğrenci hemşirelerin diplomalı hemşirelere ve 2. sınıflara göre daha iyi
oldukları görüldü.
Sonuç olarak, hemşirelerin kan basıncı ölçümü konusundaki bilgilerinin
uygulamada hata yapılmasını önlemek açısından yetersiz olduğu söylenebilir.
SUMMARY
Blood pressure measurement is a required part of the physical examination
and has widespread use in clinical practice. The correct measurement of blood
pressure is important (Bolander 1994, Brunner 1989, McAlister 2001). In spite of
various guidelines published by medical organizations such as WHO, AHA, BHS,
the International Society of Hypertension and the US Joint National Committee,
Turkish Cardiology Society (TCS), there is confusion and indetermination among
physicians, nurses and other hospital staff about blood pressure measurement (El
Bagir ve Ahmet 1997).
Research, Istanbul University, Istanbul and Cerrahpaşa Medical Faculties,
Institute of Cardiology, second-fourth grade students of Istanbul University
Florence Nightingale Advanced Nursing School which has been planned to provide
the main aim about measure method of indirect arteries blood pressure to
evaluate oriented towards; theoretical and application knowledges as a defined
by nurses.
The data of the study was based on the characteristics of participants and
their knowledge and skill evaluated by on interview form prepared by the
researcher in accordance to the literature.
The data was analyzed at the SPSS packet programme with statistic
frequency additions, percentage values and ambiguous meaningful (Ki-kare) test.
Theoretical and application knowledge of nurses on indirect arterial blood
pressure measurement was found to be insufficient. When educational status was
taken into consideration it was found that advanced nursing school graduates
(53,3%) were more informed then nursing school graduates (26,7%) (p=0,05).
The study showed that both second and fourth-grade nursing students
were more informed then licensed nurses and fourth-grade students had better
oriented towards; theoretical and application knowledges and second-grade
students.
So to sum up, knowledge of nurses about measure of blood pressure may
be told insufficient to prevent the fault at the side of the application of the
procedures.
48
GİRİŞ
Kan basıncı ölçümü, yaygın olarak kullanılan bir işlemdir. Ölçüm
işleminin doğru ve güvenilir yapılması uygulamada yaşamsal önem taşır
(Little 2002, Matta 2002, Netea ve ark. 1999, Ulusoy ve Görgülü 1995).
Kan basıncı ölçümü, sağlık çalışanları arasında genellikle hemşireler
tarafından uygulanan bir işlemdir (Karaöz 1995).
Kan basıncı ölçümünün, kılavuzlar tarafından belirlenen ölçütler
doğrultusunda uygulanması önemlidir. Aksi taktirde ölçümde yapılan
hatalar, kan basıncının yetersiz kontrolüne, yanlış tanı konulmasına ve
uygunsuz tedaviler yapılmasına neden olur (NHBPEP ve AHA 2002,
Potter ve Pery 1997, WHO 1993, Taylor ve ark. 2001). Sistolik ve diyastolik kan basıncının beklenenin üstünde olması, hastanın hastanede
yatma veya iş kaybından dolayı maddi durumunda, yaşam kalitesinde,
o anki sağlığında sorunlara neden olabilir. Hatalı kan basıncı ölçümü
kardiyak, serebral ve vasküler komplikasyonlara yol açabilir (Armstrong
2002).
Kan basıncı ölçümü için uygun kol seçimi, uygun manşon seçimi,
kol pozisyonu, istirahat periyodu, steteskopun pozisyonu, manşonu
şişirme seviyesinin ve indirme hızının belirlenmesi gibi ölçütler,
ölçümden doğru sonuç elde edilmesini etkileyen ölçütlerdir (NHBPEP ve
AHA 2002, Potter ve Pery 1997, WHO 1993).
Kan basıncı ölçümünü uygulayacak olan hemşire, doğru sonuç
elde etmeyi engelleyen durumların neler olduğunu bilmeli ve büyük bir
dikkatle bütün doğru adımları yerine getirmelidir. Bunun yanında doğru
kan basıncı ölçümünün sürekliliğinin sağlanması için de, uygulamayı
yapan kişinin hemşirelik eğitimi süresince ve mezuniyet sonrası belirli
aralıklarla ölçüm tekniği ile ilgili eğitim programlarına tabi tutulması
yerinde olacaktır (Karaöz 1995).
Bu nedenle, araştırmada hemşirelerin indirekt arteriyel kan
basıncı ölçümüne ilişkin teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerinin
değerlendirilmesi amaçlandı.
MATERYAL VE METOD
Araştırma, hemşirelerin indirekt arteriyel kan basıncı ölçümüne
ilişkin teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerinin değerlendirilmesi
amacıyla tanımlayıcı olarak planlandı ve gerçekleştirildi.
49
Araştırmanın evreni ve örneklemini, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İstanbul Tıp Fakültesi ve Kardiyoloji Enstitüsünde;
Kardiyoloji ve Cerrahi Servislerinde ve Koroner Yoğun Bakım
Ünitelerinde çalışan 120 hemşire ve Florence Nightingale Hemşirelik
Yüksek Okulu 2. ve 4. sınıf öğrenci hemşirelerinden 120 kişi olmak
üzere toplam 240 kişi oluşturdu. Örneklem sayısına, araştırma kapsamına alınan ünitelerde bulunan tüm çalışanlar dahil edilmiştir.
Örneklem sayısının belirlenmesinde bir sınır belirlenmedi. 2. ve 4. sınıf
öğrenci hemşirelerinin hepsi örnekleme dahil edildi.
Örnekleme alınan klinik hemşireleri, sağlık meslek lisesi ve
üniversite mezunu, yatak başı hemşiresi ve sorumlu hemşirelerden
seçildi ve örnekleme alınan gruplara görüşme formu uygulandı.
Görüşme formu uygulanan öğrencilerden, 60 kişi 2. sınıfta, 60 kişi de 4.
sınıfta eğitimini sürdürmekteydi.
Araştırma öncesi seçilmiş olan kliniklerden gerekli kurum izni
alınarak, bilgi formu ve görüşme formu, çalışmaya katılmayı kabul eden
bireylere araştırmacı tarafından yüz yüze görüşülerek uygulandı.
Araştırmacı tarafından 2 tip bilgi formu hazırlandı. Birincisinde,
çalışmaya katılan diplomalı hemşirelerin yaşı, cinsiyeti, çalıştığı bölümü, eğitim durumu, çalışma yılı, görevi ve kan basıncı ölçüm yöntemi
konusunda mezuniyet sonrası eğitim alma durumu, öğrenciler için ise
mezun olduğu okul, şu anda okuduğu sınıf ve klinik uygulamaya çıktığı
servisler sorgulandı.
Görüşme formu, araştırmacı tarafından literatür bilgisine dayanılarak teorik içerikli (doğru kan basıncı için gerekli olan ölçütler, korotkof seslerinin fazlarına göre diyastolik kan basıncının değerlendirilmesi)
ve uygulamaya yönelik (kan basıncı ölçümü yapılırken hatalı sonuç
veren durumlar) sorulardan oluşturuldu.
Araştırmadan elde edilen veriler, istatiksel olarak frekans
dökümleri, yüzdelik değerleri ve iki yönlü anlamlılık (Ki-kare) testi ile
değerlendirildi.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Bulgular ve tartışma bölümünde, hemşirelerin tanıtıcı özellikleri
ve diplomalı hemşireler ile 2. ve 4. sınıf öğrenci hemşirelerin kan basıncı
ölçümü ile ilgili teorik ve uygulamaya yönelik hazırlanan sorulara
verdiği cevapların değerlendirilmesi tablolar halinde verildi ve tartışıldı.
50
Tablo 1. Diplomalı Hemşirelerin Tanıtıcı Özelliklerine Göre Dağılımları (N= 120)
TANITICI ÖZELLİKLER
EĞİTİM
SML**
DURUMU
ÜNİVERSİTE MEZUNU ***
KARDİYOLOJİ
SERVİSİ ve
BÖLÜMÜ
KORONER YOĞUN BAKIM
ÜNİTESİ
CERRAHİ SERVİSİ ve KALP
DAMAR CERRAHİSİ SERVİSİ
YATAK BAŞI HEMŞİRESİ
GÖREVİ
SORUMLU HEMŞİRE
2 YILDAN AZ
ÇALIŞMA
YILI
2 YIL VE DAHA FAZLA
MEZUNİYET
EĞİTİM ALAN
SONRASI
EĞİTİM
ALMA
EĞİTİM ALMAYAN
DURUMU
Sayı (n)
15
105
%*
12.5
87.5
61
50.9
59
49.1
101
19
18
102
84.2
15.8
15
85
18
15
102
85
*Yüzdeler sütun toplamlarına göre alınmaktadır
**Sağlık Meslek Lisesi
***Ön Lisans + Lisans + Yüksek Lisans
Tablo 2. 2. Sınıf ve 4. Sınıf Öğrenci Hemşirelerin Mezun Olduğu Okula Göre Dağılımı
TANITICI ÖZELLİKLERİ
MEZUN
OLDUĞU
OKUL
Lise
Sağlık Meslek
Lisesi
2. SINIFLAR (N=60)
Sayı (n)
%*
59
98.3
1
1.7
4. SINIFLAR (N=60)
Sayı (n)
%*
28
46.7
32
53.3
* Yüzdeler sütun toplamlarına göre alınmaktadır.
Tablo 1 ve 2, diplomalı hemşireler ile 2. ve 4. sınıf öğrenci
hemşirelerin tanıtıcı özelliklerinden oluşmaktadır. Tablo 1’de diplomalı
hemşirelerin eğitim durumu, bölümü, görevi, çalışma yılı ve mezuniyet
sonrası eğitim alma durumuna göre dağılımları, tablo 2’de ise, 2. ve 4.
sınıf öğrenci hemşirelerin mezun olduğu okula göre dağılımları verildi.
Tablo 3’ten 8’e kadar diplomalı hemşirelerin eğitim durumu,
görevi, çalışma yılının teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerinin
karşılaştırılması; tablo 8 ve 9’da ise, diplomalı hemşireler ile 2. ve 4.
sınıf öğrenci hemşirelerin teorik ve uygulamaya yönelik sorulara verdiği
doğru cevaplarının karşılaştırılması ve korotkoff seslerinin fazlarına
göre diyastolik kan basıncı değerlendirmesi yer almaktadır.
Kan basıncı ölçümünde kullanılacak araçların güvenilir olması,
onu kullanacak kişinin bilgi ve uygulaması ile birleştiğinde bir anlam
taşır. Bu nedenle, ölçüm tekniğe uygun yapılmalıdır. Tekniğin anahtar
noktalarından biri olan manşon seçiminde hatalar yapılması doğru
51
olmayan kan basıncı ölçümüne neden olur. Uygun ölçüde kol manşonu
seçimi önemlidir (Clark ve ark. 2002).
AHA ve BHS (British Hypertension Society) manşon genişliğinin,
kol çevresinin % 40’ı ve uzunluğunun kolun en az % 80’ini çevreleyecek
şekilde olması gerektiğini vurgulamıştır (Bakx ve ark. 1997, Clark ve
ark. 2002, Junqueira ve ark. 2002, NHBPEP ve AHA 2002, Potter ve
Pery 1997, Potter ve Pery 1985 ).
Türk Kardiyoloji Derneğinin Ulusal Hipertansiyon Tedavi ve Takip
Kılavuzu (2000)’nun önerisine göre, normal bir yetişkin için sfigmomanometrenin şişme kesesinin doğru ölçüsü; 12-13 cm genişliğinde ve 23
cm uzunluğunda, kol çevresi ise 35 cm olmalıdır (Armstrong 2002, El
Bagir ve Ahmet 1997, Tımby 2003).
Tablo 3. Diplomalı Hemşirelerin Eğitim Durumuna Göre Doğru Kan Basıncı Ölçümü İçin
Gerekli Olan Ölçütlerin Karşılaştırılması (N=120)
ÖZELLİKLER
2-Palpasyon vasıtasıyla
şişme seviyesinin
önceden tespit edilmesi
DURUMU
SML**
MEZUNU
Sayı
%*
(n)
ÖLÇÜTLER
1-Uygun manşon seçimi
EĞİTİM
ÜNİVERSİTE
MEZUNU ***
Sayı
%*
(n)
İKİ YÖNLÜ
ANLAMLILIK
Doğru 4
Yanlış 11
26.7
73.3
56
49
53.3
46.7
X2= 3.73
sd= 1
p= 0.05
Doğru 2
Yanlış 13
13.3
86.7
13
92
12.4
87.6
sd= 1
p=1.000****
*Yüzdeler sütun toplamlarına göre alınmaktadır
sd serbestlik derecesi
**Sağlık Meslek Lisesi
***Ön Lisans + Lisans + Yüksek Lisans
****Fisher’s kikare
Armstrong (2002)’un hemşirelerin kan basıncı ölçümünde hataya
neden olan konular hakkındaki bilgisini ortaya koymak için yaptığı
çalışmaya katılan 78 hemşirenin sadece % 27’si doğru kan basıncı
ölçümü için kola uygun manşon ölçüsünün gerekli olduğunu söylemiştir. Çalışmada, SML ’si mezunu hemşirelerin %26.7’ sinin, üniversite
mezunu hemşirelerin de % 53.3’ünün uygun manşon ölçüsünün
önemini kavradıkları anlaşılmaktadır (Tablo 3). Ancak bu sayı doğru
kan basıncı ölçümü yapabilmek için yeterli bir sayı değildir.
Drevenhorn ve ark. (2001), kan basıncı ölçümü konusunda 21
toplum sağlığı hemşiresi ile yaptığı çalışmasında, bütün hemşirelerin
kan basıncı ölçümü için uygun manşonu seçtiği sonucuna varmış.
52
Ancak, bununla birlikte Drevenhorn ve ark. (2001) doğru manşon
ölçüsü seçiminin nasıl yapılacağı konusunda hemşirelerin ilk ve
öncelikli bilgi almaya ihtiyaçları olduğu üzerinde durmuştur.
Araştırmada, hemşireler eğitim durumlarına göre değerlendirildiğinde her iki grubun bilgi düzeyleri arasında belirgin farklılıkların
olmadığı görüldü. Kan basıncı ölçümü için uygun manşon seçimi
konusunda üniversite mezunu hemşirelerin bilgi düzeylerinin SML’si
mezunlarına göre biraz daha iyi olduğu saptandı (Tablo 3).
Manşonun şişme seviyesi işleme başlamadan önce palpasyon
vasıtasıyla belirlenir. Palpasyon yöntemi, oskültatuar gapı olan hastalarda yetersiz şişirmeyi; düşük kan basıncı olan hastalarda da aşırı
miktarda şişirerek kişinin ağrı çekmesini önlemek için özellikle
yararlıdır (Bolander 1994, Manley ve ark. 2000, Potter ve Pery 1997,
Taylor ve ark. 2001).
Bunun yanında, Drevenhorn ve ark. (2001)’nın çalışmasında,
sadece 2 toplum sağlığı hemşiresinin kan basıncı ölçümü öncesinde
palpasyonla manşonun şişme seviyesini tespit ettiği görülmüştür.
Araştırmada, SML’si mezunu hemşirelerden 2 kişi (%13.3’ü) üniversite
mezunu hemşirelerden ise 13 kişi (%12.4’ü) kan basıncı ölçümünden
önce palpasyonla manşonun şişme seviyesinin belirlenmesi gerektiğini
belirtmişlerdir (Tablo 3). Drevenhorn ve ark. (2001)’nın çalışmasına
benzer olarak bizim çalışmamızda da manşonun şişme seviyesinin nasıl
tespit edileceği konusunda hemşirelerin bilgiye ihtiyaçları olduğu
saptanmıştır.
Çalışmada, kan basıncı ölçümü yapılırken hatalı sonuç veren
durumlarla ilgili olarak sorumlu hemşirelerin yatak başı hemşirelerine
göre doğru cevap yüzde oranlarının daha fazla olduğunu görmekteyiz.
Yani, sorumlu hemşirelerin bu konudaki bilgi düzeyleri yatak başı
hemşirelerine göre daha iyidir (Tablo 4).
Buradan yatak başı hemşirelerinin hastadan birinci derecede
sorumlu olan kişiler olmasına rağmen kan basıncının doğruluğunu
etkileyen konulara karşı daha az duyarlı ve dikkatsiz oldukları
sonucunu çıkarabiliriz.
Literatürde ve DSÖ / Ulusal Hipertansiyon Topluluğunun (1983)
önerilerine göre hasta ölçümden önce en az 5 dk istirahat ettirilmelidir.
Çünkü istirahat ettirme periyoduna uyulmadığı taktirde hatalı bir
şekilde yüksek kan basıncı elde edilebilir (Drevenhorn ve ark. 2001).
Tablo 5’te doğru kan basıncı ölçümü için istirahat periyodunun
gerekliliği konusunda, yatak başı hemşirelerinin (% 48.5) sorumlu
hemşirelere (% 73.7) göre teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerini
geliştirmeye ihtiyaçları olduğu görüldü.
53
Tablo 5’te görüldüğü gibi, doğru kan basıncı ölçümü için gerekli
olan kol pozisyonunu (kalp seviyesinde 450), sorumlu hemşirelerin
doğru cevaplama oranı %63.2 iken, yatak başı hemşirelerinin % 57.4’
tür. Yine aynı şekilde tablo 5’ te, kan basıncı ölçümünde hatalı sonuç
veren durumlardan biri olan kolun kalp seviyesinin üzerinde olması
ölçütünü sorumlu hemşirelerin doğru cevaplama oranı (% 47.4) yatak
başı hemşirelerine göre (% 26.7) daha iyidir. Kan basıncı ölçümünün
doğru şekilde elde edilmesi için kolun kalp seviyesinde tutulması ve
istirahat periyotları, temel ve doğru işlemlerdir (Veiga ve ark. 2003).
Tablo 4. Diplomalı Hemşirelerin Görevlerine Göre Kan Basıncı Ölçümü Yapılırken Hatalı
Sonuç Veren Durumların Karşılaştırılması (N=120)
ÖZELLİKLER
ÖLÇÜTLER
YATAK BAŞI
HEMŞİRESİ
Sayı
%*
(n)
GÖREVİ
SORUMLU
HEMŞİRE
Sayı
%*
(n)
1. Yemekten hemen
sonra ölçülmesi
Doğru
Yanlış
29
72
28.7
71.3
5
14
26.3
73.7
2. Aktiviteden hemen
sonra ölçülmesi
Doğru
Yanlış
61
40
60.4
39.6
12
7
63.2
36.8
Doğru
Yanlış
4
77
23.8
76.2
6
13
31.6
68.4
Doğru
Yanlış
27
74
26.7
73.3
9
10
47.4
52.6
5. Arızalı ekipman
kullanılması
Doğru
Yanlış
53
48
52.5
47.5
10
9
52.6
47.4
6. Ölçümün çok hızlı
yapılması
Doğru
Yanlış
18
83
17.8
82.2
6
13
31.6
68.4
7. Hastanın anksiyeteli,
stresli olması
Doğru
Yanlış
19
82
18.8
81.2
5
17
26.3
73.7
Doğru
Yanlış
25
76
24.8
75.2
9
10
47.4
52.6
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
13
88
7
94
12.9
87.1
6.9
93.1
2
17
2
17
10.5
89.5
10.5
89.5
3. Manşonun tam
inmeden şişik
durumda kola
takılması
4. Kolun kalp
seviyesinin üzerinde
olması
8. Antihipertansif
ilaçları verildikten
sonra ölçülmesi
9. Manşonun sıkı veya
gevşek olması
10. Ölçen kişiden
kaynaklanması
*Yüzdeler sütun toplamlarına göre alınmaktadır
sd
54
serbestlik derecesi
**** Fisher’s kikare
İKİ YÖNLÜ
ANLAMLILIK
X2=0.05
sd= 1
p= 0.832
X2=0.05
sd= 1
p= 0.82
X2=0.19
sd= 1
p= 0.67
X2=3.24
sd=1
p= 0.07
X2=0.000
sd= 1
p= 0.990
X2=1.13
sd= 1
p= 0.29
X2=0.19
sd= 1
p= 0.66
X2=4.03
sd= 1
p= 0.05
sd=1
p=1.000 ****
sd= 1
p=0.633 ****
Tablo 5. Diplomalı Hemşirelerin Görevlerine Göre Doğru Kan Basıncı Ölçümü İçin Gerekli
Olan Ölçütlerin Karşılaştırılması (N=120)
GÖREVİ
ÖZELLİKLER
YATAK BAŞI SORUMLU
HEMŞİRESİ
HEMŞİRE
Sayı
(n)
ÖLÇÜTLER
1. Kol pozisyonu
(Kalp seviyesinde 450)
2. İstirahat periyodu
%*
Sayı
(n)
İKİ
YÖNLÜ
ANLAMLILIK
%*
Doğru
Yanlış
58
43
57.4
42.6
12
7
63.2
36.8
Doğru
Yanlış
49
52
48.5
51.5
14
5
73.7
26.3
X2=0.22
sd=1
p= 0.64
X2=4.06
sd=1
p= 0.04
Tablo 6. Diplomalı Hemşirelerin, Deneyim Sürelerine Göre Kan Basıncı Ölçümü
Yapılırken Hatalı Sonuç Veren Durumların Karşılaştırılması (N=120)
ÖZELLİKLER
ÇALIŞMA YILI
2 YILDAN AZ
2 YIL VE DAHA
FAZLA
Sayı (n) %*
Sayı (n)
ÖLÇÜTLER
İKİ
YÖNLÜ
ANLAMLILIK
%*
27
73.5
1-Yemekten hemen
sonra ölçülmesi
Doğru
Yanlış
7
11
38.1
61.1
27
75
2-Kolun kalp
seviyesinin üzerinde
olması
Doğru
Yanlış
7
11
38.9
61.1
29
73
28.4
71.6
3-Ölçümün çok hızlı
Yapılması
Doğru
Yanlış
5
13
27.8
72.2
19
83
18.6
81.4
4-Manşonun sıkı veya
gevşek olması
5-Ölçen kişiden
kaynaklanması
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
5
13
3
15
27.8
72.2
16.7
3.3
10
92
6
96
9.8
90.2
5.9
94.1
X2= 1.2
sd=1
p= 0.28
X2= 0.8
sd=1
p= 0.4
X2= 0.33
sd=1
p= 0.6
sd=1
p=0.04 ****
sd=1
p=0.13
Literatürde, hemşirelerin belirli düzeye ulaşabilmeleri, gerekli
uygulama becerisini kazanabilmeleri için en az 2 yıl deneyimli olması
gerektiğini vurgulanmaktadır (NHBPEP ve AHA 2002). Bu verinin aksine
araştırma sonuçlarına göre (Tablo 6), deneyim süresi arttıkça hatalı
ölçüm oranının arttığı söylenebilir.
Tablo 6’ da, hatalı sonuç veren durumlar konusunda deneyim
süresi 2 yıldan az olan hemşirelerin doğru cevap oranları, 2 yıl ve daha
fazla çalışma yılı olanlara göre daha fazladır.
55
Tablo 7. Diplomalı Hemşirelerin Deneyim Sürelerine Göre Doğru Kan Basıncı Ölçümü
İçin Gerekli Olan Ölçütlerin Karşılaştırılması (N=120)
ÇALIŞMA YILI
2 YIL VE
2 YILDAN AZ
DAHA FAZLA
Sayı
Sayı
%*
%*
(n)
(n)
ÖZELLİKLER
ÖLÇÜTLER
1- Kol pozisyonu (Kalp
seviyesinde 450)
Doğru
Yanlış
13
5
72.2
27.8
57
45
55.9
44.1
2- Brakiyal arter alanının
palpe edilmesi
Doğru
Yanlış
12
6
66.7
33.3
61
41
59.8
40.2
3- Brakiyal arter üzerinde
steteskopun pozisyonu
Doğru
Yanlış
11
7
61.1
38.9
57
45
55.9
44.1
4-Manşonun havasının 2-3
mm Hg/sn hızda
boşaltılması
Doğru
Yanlış
13
5
72.2
27.8
64
38
62.7
37.3
5-İkinci ölçüm için 30- 60 sn
bekleme aralığı
Doğru
Yanlış
6
12
33.3
66.7
18
84
17.6
82.4
6-İkinci ölçüm için
manşonun havasının tam
olarak boşaltılması
Doğru
Yanlış
12
6
66.7
33.3
40
62
39.2
60
*Yüzdeler sütun toplamlarına göre alınmaktadır
sd
İKİ YÖNLÜ
ANLAMLILIK
X2= 1.7
sd=1
p= 0.2
X2= 0.3
sd=1
p= 0.58
X2= 0.2
sd=1
p= 0.68
X2= 0.6
sd=1
p= 0.4
X2= 1.5
sd=1
p= 0.23
X2= 4.7
sd=1
p=0.30
serbestlik derecesi
Tablo 7’de doğru kan basıncı ölçümü için gerekli olan ölçütlerden,
kol pozisyonu, brakiyal arter alanının palpe edilmesi, steteskopun
pozisyonu, manşonun havasını indirme hızı ve ikinci ölçüm için bekleme aralığı gibi noktalarda 2 yıldan az çalışma yılı olan hemşirelerin
diğer gruba göre daha başarılı oldukları görüldü. Bu veriler ışığında
deneyim süresi arttıkça kan basıncının doğru ölçülmesine yönelik
bilgilerin güncellenmesi gerektiğini söyleyebiliriz.
Veiga ve ark. (2003)‘nın 105 hemşirenin çalışma kapsamına
alındığı kan basıncı ölçüm tekniğinin değerlendirilmesi konulu çalışmasında, ölçümler arasında 30-60 sn’lik bekleme aralığı konusunda
hemşirelerin % 25.7’sinin teorik ve uygulama bilgisine sahip olduğu
görülmüş. Çalışmamızda 120 mezun hemşireden 2 yıldan az çalışma yılı
olanların % 33.3’ünün ölçümler arasında 30-60 sn’lik bekleme aralığı
konusunda teorik ve uygulama bilgisine sahip olduğu görüldü. Bu değer
2 ve daha fazla çalışma yılı olan hemşirelere göre daha yüksek bir değer
olmasına rağmen beklenen bir sonuç değildir (Tablo 7).
56
Tablo 8. Diplomalı Hemşireler, 2. ve 4. Sınıf Öğrenci Hemşireler İle, Doğru Kan Basıncı Ölçümü İçin Gerekli Olan Ölçütlerin Karşılaştırılması
ÖZELLİKLER
ÖLÇÜTLER
1. Doğru çalışan manometre
2. Uygun manşon seçimi
3. Kol pozisyonu (Kalp seviyesinde 450)
4. İstirahat periyodu
5. Manşonun çıplak kol üzerine
yerleştirilmesi
6. Brakiyal arter alanının palpe edilmesi
7. Brakiyal arter üzerine steteskopun
pozisyonu
8. Steteskop manşonun altına
yerleştirilmemeli
9. Palpasyon vasıtasıyla şişme seviyesinin
önceden tespit edilmesi
10. Manşonun havasının 2-3 mm Hg/sn
hızla boşaltılması
11. İkinci ölçüm için 30- 60sn bekleme
aralığı
12. İkinci ölçüm için manşonun havasının
tam olarak boşaltılması
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
Doğru
Yanlış
* Yüzdeler sütun toplamlarına göre alınmaktadır
Hemşireler
(N=120)
Sayı
%*
(n)
18
15
102
5
50
50
60
50
70
58.3
50
41.7
63
52.5
57
47.5
54
45
66
55
73
60.8
47
39.2
68
56.7
52
43.3
86
71.7
34
20.3
15
12.5
105
87.5
77
64.2
43
35.8
24
20
96
80
52
43.3
68
56.7
2. Sınıflar
(N=60)
Sayı %*
(n)
15
25
45
75
28
46.7
32
53.3
50
83.3
10
16.7
39
65
21
35
14
23.3
46
76.7
45
75
15
25
35
58.3
25
41.7
29
48.3
31
51.7
5
8.3
55
91.7
40
66.7
20
33.3
9
15
51
5
24
40
36
60
4. Sınıflar
(N=60)
Sayı
%*
(n)
9
15
51
5
36
60
24
40
43
71.7
17
28.3
49
81.7
11
18.3
16
26.7
44
73.3
45
75
15
25
41
68.3
19
31.7
52
86.7
8
13.3
8
13.3
52
86.7
35
58.3
25
41.7
10
16.7
50
3.3
23
38.3
37
61.7
İKİ YÖNLÜ
ANLAMLILIK
X2=3.12, sd=2
p= 0.21
X2= 2.40, sd=2
p= 0.30
X2= 11.99, sd=2
p= 0.002
X2= 14.7, sd=2
p= 0.001
X2= 10.7, sd=2
p= 0.005
X2= 5.53, sd=2
p= 0.063
X2= 2.36, sd=2
p= 0.307
X2=21.32, sd=2
p= 0.000
X2= 0.89, sd=2
p= 0.64
X2= 0.97, sd=2
p=0.62
X2=0.77 , sd=2
p= 0.68
X2= 0.46, sd=2
p= 0.79
sd serbestlik derecesi
57
Tablo 8’de, 2. sınıf öğrencilerin % 83.3’ ünün kol pozisyonu
ölçütünü doğru cevapladığı görülmektedir. Burada 2. sınıf öğrencilerin
temel eğitimlerini yeni almış olmaları avantajını kullandıklarını
söyleyebiliriz. Hemşirelerin (% 58.3) ise öğrencilere göre bu konuda
yetersiz bilgiye sahip oldukları söylenebilir. Araştırma sonucuna göre,
genel olarak öğrencilerin hemşirelere göre teorik ve uygulama bilgisi
açısından daha başarılı oldukları saptandı.
Çalışmada, doğru kan basıncı ölçümü için önemli olan kol pozisyonu (kalp seviyesinde 450) ölçütü, hemşireler ve öğrenciler arasındaki
değerlendirmede anlamlı bulundu (p=0.002) (Tablo 9). Kan basıncı
ölçümü sırasında kol pozisyonunun önemi konusunda 2. ve 4. sınıf
öğrenci hemşirelerin mezun hemşirelere göre daha iyi düzeyde bilgiye
sahip oldukları görüldü.
DSÖ’ nün önerisine göre kan basıncı ölçümü sırasında, hasta
oturuyorsa kola sandalyenin kenarından destek alınarak pozisyon
verilmeli, yatıyorsa kol desteklenerek yaklaşık 4. İnterkostal alan
hizasında kalp seviyesinde tutulmalıdır. Bu öneriler dikkate alınmazsa,
kolun kalp seviyesinin altında durduğu her 5 cm için kan basıncı 3-4
mmHg artış gösterebilir (Armstrong 2002, Netea ve ark. 2002, Netea ve
ark. 1999, O’Brien ve ark. 2002).
Armstrong (2002)’un hemşirelerin kan basıncı ölçümünde hataya
neden olan konular hakkındaki bilgisini ortaya koymak için yaptığı
çalışmasında olduğu gibi bizim çalışmamızda da, olguların tümünün
palpasyonla şişme seviyesinin tespiti konusunda bilgi düzeylerinin
düşük olduğu saptandı (Tablo 8).
Tablo 9. Diplomalı Hemşirelerin, 2. Ve 4. Sınıf Öğrenci Hemşirelerin, Korotkoff Seslerinin
Fazlarına Göre Diyastolik Kan Basıncı Değerlendirmesi
HEMŞİRELER
(N=120)
Korotkoff
Sesleri
Sayı (n)
%
Sayı (n)
%
FAZ V
87
72.5
42
70
FAZ I
17
14.2
-
-
YANIT YOK
15
12.5
16
26.7
sd serbestlik derecesi
58
GRUP
2. SINIFLAR
(N=60)
4. SINIFLAR
(N=60)
İKİ YÖNLÜ
ANLAMLILI
Sayı (n)
%
K
X2=0.67
46
76.7 sd=2
p=0.706
X2=9.332
8
13.3 sd=2
p=0.009
X2=7.96
6
10 sd=2
p=0.02
Çalışmada, toplam 120 hemşirenin (n=87) % 72.5’inin, diyastolik
basınç için Faz V’i seçtiği görüldü (Tablo 9). Armstrong (2002)’un
hemşirelerin kan basıncı ölçümünde hataya neden olan konular
hakkındaki bilgisini ortaya koymak için yaptığı çalışmasında, diyastolik
kan basıncının tespiti konusunda sorulan soruya bizim çalışmamıza
yakın bir değer olarak, 78 hemşirenin % 71’inin doğru cevapladığı
saptandı. Bu değer tatmin edici düzeyde bulunmuştur.
Çalışmada, diplomalı hemşirelerin % 72.5’inin, 2. sınıfların %
70’inin, 4. sınıfların da % 76.7’sinin diyastolik basıncı Faz V olarak
kayıt ettikleri saptandı. İstatiksel açıdan anlamlılık olmamasına rağmen, bu bulgular ışığında mezun hemşireler, 2. ve 4. sınıf öğrenci
hemşireler arasında korotkoff seslerini ve diyastolik basıncı tanıma
konusunda önemli bir fark olmadığı görüldü (Tablo 9).
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu çalışmadaki amacımız, hemşirelerin indirekt arteriyel kan
basıncı ölçümüne ilişkin teorik ve uygulamaya yönelik bilgilerinin
değerlendirilmesiydi.
Sonuç olarak, hemşirelerin kan basıncı ölçümü konusundaki
bilgilerinin uygulamada hata yapılmasını önlemek açısından yetersiz
olduğu söylenebilir.
Kan basıncı ölçümünün doğru uygulanması, birey hakkında
verilecek klinik kararlara temel oluşturarak tedavi ve bakımın doğru
yönlendirilmesini sağlar. Kan basıncı ölçüm tekniğine uygun olmayan
ölçüm yapmanın temelinde, bilgi-deneyim eksikliği ve yanlış alışkanlıkların gelişmesi yer almaktadır. Hemşirelerin öğrencilik yıllarında bu
konuda iyi eğitilmeleri ve mezuniyet sonrası belirli aralıklarla kan
basıncı ölçümlerinin gözden geçirilmesi ve eğitimin tekrarlanması
yararlı olabilir.
Bu nedenle;
•
Hemşire eğitimcilerin, klinik uygulamalar sırasında öğrencilerin kan
basıncı ölçüm uygulamalarını gözleyerek, hataların düzeltilmesini
sağlamaları,
•
Diplomalı hemşirelerin, kan basıncı ölçüm uygulamalarının gözden
geçirilerek hatalı uygulamaların saptanması ve belirli sürelerde kan
basıncı ölçüm tekniği konusunda eğitimden geçirilmeleri,
•
Sorumlu hemşirelerin, teorik ve uygulamaya yönelik bilgi ve becerisini
paylaşımcı ve lider özelliği olan kişilerden seçilmesi önerilebilir.
59
KAYNAKLAR
1. Armstrong R S (2002). Nurses’ knowledge of error in blood pressure measurement
technique. İnternational Journal of Nursing Practice, 8: 118-126.
2. Bakx C, Oerlemans G, Vanden Hoogen H ve ark. (1997). The influence of cuff size on
blood pressure measurement. Journal of Human Hypertension, 11, 439-445.
3. Bolander V R (1994). Sorensen and Luckmam’s Basic Nursing. Third Edition,
Philadelphia: WB. Saunders Company, 616-620.
4. Brunner L S, Suddarth D S (1989). Medical Surgical Nursing. Second Edition,
Philadelphia: The Lippincott Manual, 356-7.
5. Clark A J, Lieh-Lai M W, Sarnaile A ve ark (2002). Discrepancies between direct and
indirect blood pressure measurement using various recommendations for arm cuff
selection. Pediatrics, 110: 5, 920-23.
6. Craven R F, Hırnle C J (2000). Fundamentals of Nursing Human Health and
Function. Third Edition, Philadelphia: By Lippincott Williams & Wilkins, 432-45.
7. Drevenhorn E, Hakansson A, Petersson K (2001). Blood pressure measurement- an
observational study of 21 public health nurses. Journal of Clinical Nursing, 10: 2,
189-194.
8. El Bagir M, Ahmet K (1997). Knowledge of blood pressure measurement among a
teaching hospital staff in adeveloping nation. Journal of Human Hypertansion, 11,
495-499.
9. Junqueira SM, Oliveira V, Arcuri AMA ve ark (2002). Cuff width influence on blood
pressure measurement during the pregnant-puerperal cycle. Juornal of Adveanced
Nursing, 38: 2,180-189.
10. Karaöz S (1995). Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümü
Öğrencilerinin Kan Basıncı Ölçümü Sırasında Yaptıkları Tekniğe Uygun Olmayan
Uygulamalar. 4. Ulusal Hemşirelik Kongresi Bildiri Özet Kitapçığı, Ankara: 88-90.
11. Little P, Barnet J, Barnsley L ve ark (2002). Comparison of acceptabilitiy of and
preferences for different methods of measuring blood pressure in primary care. BMJ,
325, 7358.
12. Manley K, Bellman L, Lumby J (2000). Surgical nursing, advancing practice.
Edinburg: Churchill Livingstone.
13. Mattoo T K (2002). Arm Cuff in the Measurement of Blood Pressure. AJH, 15, 675685.
14. McAlister F, Straus SE (2001). Measurement of blood pressure=An evidence basced
review. BMJ, 322, 908-11.
15. National High Blood Pressure Education Program (NHBPEP)/National Heart, Lung
And Blood Instıtute (NHLBI) and American Heart Association (AHA) (2002). Working
Meeting on Blood Pressure Measurement, Bethesda, 9-19.
16. Netea R T, Elving L D, Lutterman J A & Thien TH (2002). Body position and blood
pressure measurement in petients with diabetes mellitus. Journal of İnternal
Medicine, 251, 393-399.
17. Netea RT, Lenders JWM, Smits P ve ark (1999). Arm position is important for blood
pressure measurement. Journal of Human Hypertension, 13, 105-109.
60
18. O’Brien T, Picking G F, Asmar R ve ark (2002). Working group on blood pressure
monitoring of the european society of hypertansion international protocol for
validation of blood pressure measuring devices in adults. Blood Pressure Monitoring,
7, 3-17.
19. Petrie J C, O’Brien E T, Littler WA ve ark (1986). Recommendations on blood
pressure measurement. British Medical Journal., 293.
20. Potter P A, Pery A G (1997). Canadian Fundamentals of Nursing. St Louise: MosbyYear Book, 629-35.
21. Potter P A, Pery A G (1985). Fundamentals of Nursing Concepts, Process and
Practice. St Louis: Mosby Company.
22. Summary of 1993 WHO-international society of hypertansion guidelines for the
management of mild hypertansion (1993). BMJ, 307, 1541-6.
23. Saydanlı Ş (1999). Arter Kan basıncı Ölçümü. Yoğun Bakım Hemşireleri Dergisi, 3: 1,
27-30.
24. Taylor C, Lillis C, LeMone P (2001). Fundamental of Nursing the art & Science of
Nursing Care. Fourth Edition, Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins, 432-50.
25. Tımby B K (2003). Fundamental skills and consepts in patient care. Seventh Edition,
Philadelphia: A Wolters Kluwer Company, 152-8.
26. Türk Kardiyoloji Derneği (2000). Türk Kardiyoloji Derneği Ulusal Hipertansiyon
Tedavi ve Takip Kılavuzu, 1-5.
27. Ulusoy M F, Görgülü R S (1995). Hemşirelik Esasları, Temel, Kuram, Kavram, İlke ve
Yöntemler. Ankara: Çağın ofset, 1: 154-162.
28. Veiga E V, Noqueira M S, Carnio E C (2003). Assessment of the techniques of blood
pressure measurement by health professonals. Sao Paulo: Arq. Bras. Cardiol, 80: 1,
1-9.
61
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 63-77, 2005
KALP YETMEZLİĞİNDE SAĞLIK DAVRANIŞLARI, SAĞLIĞA VERİLEN
ÖNEM VE YAŞAM KALİTESİ İLİŞKİSİNİN İNCELENMESİ
EXAMINING RELATIONSHIP AMONG HEALTH BEHAVIOURS,
IMPORTANCE OF HEALTH AND QUALITY OF LIFE IN HEART FAILURE
Serap ÖZER
Gülümser ARGON
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu İç Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı
Anahtar Sözcükler: Kalp Yetmezliği, Sağlık Davranışları, Sağlığa Verilen Önem,
Yaşam Kalitesi
Key Words: Heart Failure, Health Behaviours, Importance of Health, Quality of Life.
*Bu çalışma 5. Ulusal İç Hastalıkları Kongresinde sözel bildiri olarak sunulmuş ve en iyi
birinci bildiri ödülü kazanmıştır
*Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Bilim Uzmanlığı Tezi, 2002 (Danışman:
Gülümser ARGON)
ÖZET
Bu araştırma, kalp yetmezlikli hastalarda sağlık davranışları, sağlığa
veri-len önem ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla analitik
bir çalışma olarak planlanmıştır.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kardiyoloji Servisine ve Kalp
Yetmezliği Polikliniğine Mayıs 2001-Kasım 2001 tarihleri arasında başvuran ve
kalp yetmezliği tanısı alan 102 hasta araştırma kapsamına alınmıştır.
Araştırmadan veriler, Hasta Bilgi Formu, Sağlık Davranışları Ölçeği,
Sağlığın Önemi Ölçeği ve Yaşam Kalitesi Ölçeği kullanılarak toplanmıştır.
Elde edilen verilerin değerlendirilmesinde, yüzdelik, tek yönlü varyans
analizi (ANOVA) ve Pearson’un Moment Çarpımı Korelasyon Analizi
kullanılmıştır.
Araştırmanın sonuçlarına göre; hastaların % 73.5’inin erkek olduğu, %
37.3’ünün 60 yaş ve altı grupta yer aldığı ve % 57.8’inin 25 aydan fazla süredir
kalp yetmezliği ile yaşadığı belirlenmiştir. Hastaların sağlık davranışlarının
(puan ortalaması 59.2549) ve yaşam kalitelerinin (puan ortalaması 50.3431)
orta düzeyde olduğu, cinsiyet ve eğitim durumundan etkilendiği saptanmıştır.
Sağlığa verilen önem (puan ortalaması 8.75) ise ortalama değerin üzerinde
bulunmuştur. Hastaların yaşam kalitesi ile sağlık davranışları arasında da
pozitif bir ilişki saptanmıştır.
63
SUMMARY
This research was planned to examine the relationship between health
behaviours and importance given to health and quality of life in patients with
heart failure, as an analytic study.
102 patients who referred to Cardiology Service and Heart Failure
Polyclinic of Ege University Medical Faculty Hospital between the dates of May
2001-November 2001 and had diagnosis of heart failure were enrolled in this
research.
In the research, researcher collected the data by using following tools;
Patient Information Form, Health Behaviours Scale, Importance of Health Scale,
Quality of Life Scale.
In the assessment of data obtained, percĞntage, One-Way Variance
Analysis (ANOVA) and Pearson’s Moment Product Correlation Analysis were used.
According to the results of the research the followings were determined;
73.5 % were male, 37.3 % were sixty years and lower, 57.8 % living with heart
failure over twenty five month of the patients. It was determined quality of life
(mean score= 50.3431) and health behaviours (mean score=59.2549) of the
patients were in intermediate level, was affected from gender and education. The
importance given to health (mean score= 8.75) was found above the mean value. It
was established that there was a positive relationship between quality of life and
health behaviours of patients.
GİRİŞ
Hemşireliğin kuramsal ve kavramsal çatısı “sağlık” üzerine odaklanmıştır. Bu nedenle son yıllarda hemşire kuramcılar ve araştırıcılar,
sağlık davranışları, sağlığa verilen önem ve insan sağlığını etkileyen
faktörler ile ilgili çalışmalara yönelmişlerdir. Bu çalışmaların amacı,
bireyin yaşamı boyunca kendi yaşam davranışları ile sağlıklı kalmasını
sağlamaktır (Esin, 1997).
Sağlığın tanımı gerçekten karmaşık olup farklı açılardan incelenebilir ve farklı tanımlara rastlanabilir (Akça, 1998). Literatürde sağlığın
kelime anlamını açıklayan yaklaşık bin tanım bulunabileceği bildirilmektedir (Esin, 1997). Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre sağlık, “sadece hastalığın veya sakatlığın olmaması değil, kişinin fiziksel, sosyal ve
psikolojik açıdan tam bir iyilik hali içinde olması” şeklinde tanımlanmaktadır (Akça, 1998; Birol, Akdemir, Bedük, 1995; Potter, Perry,
1985). Özetle bireyin günlük yaşamındaki kişisel ihtiyaçlarını ve tutkularını da gerçekleştirmesine olanak tanıyan bir kaynaktır (Enç, 1998).
Sağlık davranışı ise bireyin sağlıklı olmak için inandığı ve yaptığı
herhangi bir faaliyeti; sağlıklı olduğu zaman hastalığı önleyici davranışı
olarak tanımlanmaktadır (Walker, Sechrist, Pender, 1987).
64
İnsanların sağlıklarında herhangi bir sapma olduğunda, yaşamdan aldıkları doyum azalabilir. Bu noktada hemşireliğin rolü ve amacı;
bireye kendi bakımını yapar hale gelinceye dek yardımcı olmak; en kısa
zamanda bireyin kendi bakımını üstlenmesini, gereksinimlerini karşılayabilmesini sağlamak ve tüm bu süreçlerde yaşam doyumunu en üst
düzeye çıkarmaktır (Pınar, 1995).
Kronik hastalıklar arasında, insidans ve prevelans oranları açısından önemli bir yere sahip olan konjestif kalp yetmezliği (KKY), sık acil
yardım ve hastane tedavisi gerektiren bir hastalıktır. Neden olduğu
fiziksel ve psikososyal sorunların özelliği ve yoğunluğundan dolayı,
KKY’nin tedavisi karmaşık ve zor olmaktadır (Durademir, 1999).
KKY’li bir hastada fonksiyonel kapasite sınırlandığı ve çok sayıda
semptom bulunduğu için yaşam kalitesi bozulmaktadır (House-Fancher,
Griego, 1996). Yapılan bir çalışma KKY nedeniyle hastaların cinsel
aktiviteleri de dahil olmak üzere birçok aktivitesinin kısıtlandığını
göstermiştir (Jaarsma, Dracup, Walden, et all, 1996). KKY prognozu
kötü olabilen bir hastalık olduğu için günümüzde önemli bir klinik ve
sağlık bakım sorunu olarak düşünülmektedir (House-Fancher, Griego,
1996).
Kalp yetmezliğinin başarılı bir şekilde yönetimi, hastaların ve ailelerinin büyük ölçüde yaşam şekli değişikliklerine uyumunu gerektirmektedir. İlaç tedavisi hastaların günde birçok kez kullanmaları gereken ilaçları içerebilir. Diyet ve günlük yaşam aktiviteleri hastaların arzu
ettikleri, gelenekleri ve kültürel yapıları ile çatışmalar yaratabilecek
değişiklikler gerektirebilir. Hastalar yeni kısıtlamalarla, sınırlılıklarla
yaşama fikrine ve sorumluluğuna psikolojik olarak uyum sağlamalıdır.
Bu önlem ve gerekliliklerden herhangi birini başarmada yetersizlik
yaşam kalitesinde düşmeye, gereksiz hastane yatışlarına ve erken
ölümlere yol açmaktadır. Bu nedenle hastalarda yaşam kalitesini
yükselten ve semptomları düzelten farmakolojik olmayan girişimlerin
geliştirilmesi gerekmektedir (Enç, 1998).
KKY’li hastalarda yaşam kalitesinin arttırılması; hastanın hastalık
hakkında bilgilendirilmesini, davranış değişikliği başlatılmasını, hastaların değerlerinin, inançlarının, amaçlarının, sağlıklarına verdikleri önemin ve bunları etkileyen faktörlerin değerlendirilmesini, hastaların hastalığa uyum sağlamasını ve yaşam şeklinde değişiklikler yapmasını,
planlanan bakıma aktif olarak katılımını ve işbirliğini gerektirmektedir.
Hem hastalığın ortaya çıkardığı sorunların belirlenmesi ve izlenmesinde
hem de karmaşık tedavi protokollerinin uygulanmasında hasta ve
ailesinin aktif katılımı ve uyumu önem taşımaktadır (Durademir, 1999).
65
Bu bilgilerin ışığı altında planlanan bu araştırmanın amacı; kalp
yetmezlikli hastaların, sosyo-demografik ve hastalıkla ilgili özelliklerini,
sağlık davranışlarını, sağlığa verdikleri önemi, yaşam kalitelerini ve
bunları etkileyen etmenleri belirlemek, sağlık davranışları, sağlığa verilen önem ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkiyi incelemektir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Tanımlayıcı ve analitik türde olan araştırma kapsamına; Mayıs
2001–Kasım 2001 tarihleri arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi Kardiyoloji Servisi ve Yoğun Bakım Ünitesinde yatan ve Kalp
Yetmezliği Polikliniği’ne kontrole gelen, durumu stabil, kalp yetmezliği
tanısı en az altı ay önce konmuş, son altı ay içinde çekilen
ekokardiyogramda ejeksiyon fraksiyonu (EF) % 40 ve altında olan, son
bir yıl içinde myokard infarktüsü geçirmeyen, iletişim kurmada güçlüğü
olmayan ve araştırmaya katılmayı kabul eden, rastgele örnekleme
tekniği kullanılarak seçilen 102 kalp yetmezlikli hasta alınmıştır.
Dolayısıyla araştırma sonuçları Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi
Kardiyoloji Kliniği’ne kalp yetmezliği nedeniyle başvuran hastalarla
sınırlıdır.
Araştırmada veri toplama aracı olarak; birey ve hastalığa ilişkin
bilgileri içeren Soru Formu, Kalp Yetersizliği Sağlık Davranışları Ölçeği,
Sağlığın Önemi Ölçeği ve Yaşam Kalitesi Ölçeği olmak üzere dört
formdan yararlanılmıştır.
I. Soru Formu
Kalp yetmezliği ile ilgili benzer çalışmalar göz önüne alınarak
hazırlanan soru formu, birey ve hastalığa ilişkin hastadan ve dosyadan
alınan tanımlayıcı bilgileri, aile ve arkadaş ilişkileri gibi kişiler arası
etkileşimi gösteren iki soruyu, sağlık durumunun nasıl algılandığını
belirleyen bir soruyu içermek üzere dört bölümden oluşmaktadır.
II. Kalp Yetersizliği Sağlık Davranışları Ölçeği
Ölçek; 1998 yılında Nuray Enç tarafından konu ile ilgili literatür
taramaları yapılarak hazırlanmış olup; kalp yetmezliği olan bireylerin
sağlık davranışlarını saptamaya yönelik olarak toplam 24 madde
içermektedir (Enç, 1998). Ölçeğin tüm maddeleri olumludur. Puanlama
1’den 4’e kadardır. “Hiçbir zaman” yanıtı için 1, “Bazen” yanıtı için 2,
“Sık sık” yanıtı için 3, “Düzenli olarak” yanıtı için 4 puan verilerek
sayısal değerler elde edilmektedir. Böylece ölçekten en düşük 24, en
yüksek 96 puan alınmaktadır. Değerlendirmede düşük puanlarda kalp
yetmezliği sağlık davranışlarının yetersiz olduğu, yüksek puanlarda ise
66
kalp yetmezliği sağlık davranışlarının yeterli olduğu şeklinde yorum
yapılmaktadır.
III. Sağlığın Önemi Ölçeği
Wallston ve arkadaşları tarafından geliştirilen ölçek Esin (1997)
tarafından İngilizce’den Türkçe’ye uyarlanarak geçerlilik ve güvenilirlik
çalışmaları yapılmıştır; Enç (1998) tarafından da kalp yetmezlikli hastalara uygulanmıştır. Ölçekte 10 madde bulunmaktadır (Esin, 1997).
Bireyden 10 maddeyi önem derecesine göre; her bir maddenin sol başına 1’den 10’a kadar sayılar yazarak sıralandırması istenmektedir. Sağlık maddesinin başına yazılan sayı 11’den çıkarılarak ölçeğin puanı elde
edilmektedir. Ölçekten en düşük 1, en yüksek 10 puan alınmaktadır.
Yüksek puan yüksek sağlık değerine sahip şeklinde yorumlanmaktadır.
IV. Yaşam Kalitesi Ölçeği
Araştırmada kullanılan Yaşam Kalitesi Ölçeği (Sol Ventrikül
Disfonksiyonu Anketi-LVD-36), kalp yetmezlikli hastalarda sol ventrikül
disfonksiyonunun günlük yaşam ve iyilik hali üzerine etkisini ölçmek
amacıyla Leary ve Jones tarafından (2000) yılında geliştirilmiştir. Bu
ölçek aynı zamanda hastalığın etkisini, tedavinin etkinliğini değerlendirmeyi amaçlamaktadır ve 36 soru içermektedir. Sorular iki seçenekli
(Doğru/Yanlış) bir dizide hastalara sunulmaktadır. Doğru cevaplar
toplanıp, toplam yüzde olarak ifade edilmektedir. Ölçekten 0-100 arası
puan alınmaktadır. Ölçekten elde edilen puan arttıkça yaşam kalitesi
azalmaktadır.
Bu ölçeğin, Türk hastalara uygulanabilirliğini belirlemek üzere
geçerlilik ve güvenilirlik çalışmaları yapılmıştır. Geçerlilik çalışmasına
yönelik olarak; dil geçerliliği ve içerik geçerliliği (Kendall İyi Uyuşum
Katsayısı: W(35)=0.2356, p<0.05) çalışmaları yapılmış, güvenilirlik
çalışmasına yönelik olarak ise; zamana karşı değişmezlik için Pearson’un Moment Çarpımı Korelasyon Katsayısı (r= 0.8759), İki Yarım Test
Güvenilirliği, Cronbach Alfa Katsayısı (0.90-0.75), iç tutarlılık için
Pearson’un Moment Çarpımı Korelasyon Katsayısı hesaplanmıştır.
Araştırmanın yürütülebilmesi için Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi Başhekimliği’nden, Kardiyoloji Anabilim Dalı’dan ve ölçekleri
kullanmak için de geliştiren kişilerden yazılı izin alınmıştır. Soru formu
kalp yetmezliği polikliniğine haftanın bir günü randevu ile gelen
hastalara (yaklaşık 3-5 hasta), hekim kontrolünden ve poliklinik dosya
kayıtlarının incelenmesinden sonra araştırmacı tarafından soru cevap
yöntemi ile uygulanmıştır. Uygulamadan önce, hastalara araştırmanın
amacı ve formların içeriği hakkında açıklamalarda bulunulmuş, katılımları için onayları alınmıştır. Hastaların soruları yanıtlaması yaklaşık
67
30-40 dakika sürmüştür. Hasta ile ilgili bazı bilgiler hasta dosyasından
ve hekiminden alınmıştır.
Araştırmanın amacına uygun olarak toplanan verilerin değerlendirilmesinde SPSS paket programı versiyon 10.0 kullanılmıştır. Hastalarla ilgili verilerin sayı ve yüzde dağılımları elde edilmiş, Tek Yönlü
Varyans Analizi (ANOVA), Pearson’un Moment Çarpımı Korelasyon
Analizi ve Tukey testinden yararlanılmıştır.
BULGULAR
Hastalara ve Hastalığa İlişkin Bulgular
Araştırma kapsamına alınan hastaların % 73.5’i erkektir, % 37.3’ü
60 yaş ve altı grupta yer almaktadır. Tüm hastalar için belirlenen yaş
ortalaması 63.78±11.45’dir. Hastaların % 83.3’ü evli, % 31.4’ü ilkokul
mezunu ve % 92.2’si çalışmamaktadır. Sosyal güvence açısından
dağılımlar incelendiğinde; % 69.6’sının emekli sandığı, % 11.8’inin de
SSK’dan yararlandığı saptanmıştır.
Hastaların hastalık süreleri incelendiğinde; % 28.4’ünün 6-12 ay,
% 13.7’sinin 13-24 ay, % 57.8’inin ise 25 aydan fazla süredir kalp
yetmezliği tanısı ile yaşadıkları belirlenmiştir. Hastaların % 30.5’inde
kalp yetmezliği dışında hipertansiyon, % 25.8’inde diabetes mellitus, %
8.6’sında solunum sistemi hastalığı, % 3.9’unda gastrointestinal sistem
sorunları saptanırken, % 28.1’inde kalp yetmezliği dışında başka bir
hastalığın olmadığı belirlenmiştir. Hastaların hastanede yatma durumları incelendiğinde; % 70.6’sının kalp yetmezliği nedeniyle daha önceden hastanede yattığı ve % 34.7’sinin tanı aldıktan sonra hastaneye
yatış sayısının dörtten fazla olduğu saptanmıştır.
Araştırma kapsamına alınan 102 hastanın rahatsızlık duyduğu
semptomlar incelendiğinde; % 50.7’sinin solunum sıkıntısından, % 14.0’ının
fiziksel aktivitelerdeki zorluktan, % 9.9’unun yorgunluk/ güçsüzlükten,
% 7.0’ının sıkıntılı uykudan, % 9.2’sinin ödemden, % 5.6’sının ise göğüs
ağrısından rahatsızlık duyduğu saptanmıştır.
Araştırmaya katılan hastaların % 94.1’ine doktor tarafından bir
diyet önerildiği; hastaların % 39.2’sinin önerilen bu diyete aynen uyduğu, % 37.3’ünün kısmen uyduğu, % 23.5’inin ise önerilen diyete uymadığı saptanmıştır. Hastaların % 50.0’ına egzersiz önerildiği; egzersiz
önerilen hastaların % 46.1’inin bu egzersizi yaptığı, % 53.9’unun ise
yapmadığı belirlenmiştir.
Hastaların kalp yetmezliği ciddiyetlerini belirlemek için New York
Kalp Derneği (NYHA) sınıflaması kullanılmıştır. Bu sınıflamaya göre %
68
50.0’ının II. grupta, % 34.3’ünün III. grupta yer aldığı saptanmıştır.
Hastaların EF değerleri incelendiğinde; % 4.9’unda EF’nin % 19 ve
altında, % 64.4’ünde % 20-30 arasında, % 31.7’sinde ise % 31-40
arasında olduğu belirlenmiştir.
Hastalar aile ilişkileri açısından incelendiğinde; çoğunluk (% 57.8)
aile ilişkilerinin iyi olduğunu belirtmiştir. Hastaların % 31.4’ü arkadaş
ilişkilerini çok iyi, % 63.7’si ise iyi olarak değerlendirmiştir. “Şu anki
sağlık durumunuzu nasıl değerlendiriyor sunuz?” sorusuna, hastaların
çoğunluğu (% 58.8) iyi yanıtını vermiştir.
Sağlık Davranışlarına İlişkin Bulgular
Araştırmaya katılan kalp yetmezlikli hastaların sağlık davranışları
puan ortalaması 59.25 olarak bulunmuştur.
Cinsiyet ve sağlık davranışları arasındaki ilişki incelendiğinde;
sağlık davranışları erkeklerde kadınlara oranla daha yeterli düzeyde
bulunmuştur (F=11.394; p< 0.05) (Tablo 1).
Araştırmaya katılan hastaların yaş grupları ile sağlık davranışları
toplam puan ortalamaları arasındaki ilişki incelendiğinde; yaş grupları
ile sağlık davranışları puan ortalaması arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (F=0.197; p> 0.05) (Tablo 1).
Sağlık davranışları puan ortalamasının okur yazar ve ilkokul
mezunu olan hastalarda okur yazar olmayanlara göre, yüksekokul
mezunu olanlarda ortaokul ve lise mezunlarına göre anlamlı derecede
yüksek olduğu saptanmıştır (F=12.097; p< 0.05) (Tablo 1).
Hastaların kalp yetmezliği tanısının belirlenme zamanı ile sağlık
davranışları puan ortalaması arasındaki ilişki incelendiğinde; aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (F=2.404; p>
0.05) (Tablo 1).
Hastaların hastanede yatma durumu ile sağlık davranışları puan
ortalaması arasındaki ilişkiye bakıldığında; hastanede yatan ve yatmayan hastaların ortalama puanları arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (F=1.240; p> 0.05) (Tablo 1).
Araştırma kapsamına alınan hastaların kalp yetmezliği sınıfı ile
sağlık davranışları toplam puanı arasındaki ilişki incelendiğinde;
istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (F=1.781; p>
0.05) (Tablo 1).
Hastaların EF değerleri ile sağlık davranışları toplam puanı
arasındaki ilişki incelendiğinde; EF ile sağlık davranışları puanı
69
arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmamıştır
(F=1.160; p> 0.05) (Tablo 1).
Sağlığa Verilen Öneme İlişkin Bulgular
Sağlığa verilen önem (puan ortalaması 8.75) ortalama değerin
üzerinde bulunmuştur ve sağlığa verilen önem ile sosyo-demografik ve
hastalıkla ilgili özellikler arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır.
Yaşam Kalitesine İlişkin Bulgular
Araştırmanın örneklemini oluşturan kalp yetmezlikli 102 hastanın ortalama yaşam kalitesi puanı 50.34 olarak saptanmıştır. Hastaların yaşam kalitesi puanları ile bağımsız değişkenler arasındaki ilişki
Tablo 1’de gösterilmiştir.
Hastaların cinsiyetlerine göre yaşam kalitesi toplam puan ortalamalarının dağılımı incelendiğinde; erkek hastaların puan ortalamasının
kadın hastaların puan ortalamasından daha yüksek olduğu ve aradaki
farkın istatistiksel açıdan anlamlı olduğu saptanmıştır (F=10.148;
p<0.05).
Hasta yaşının yaşam kalitesi toplam puanı üzerine etkisi incelendiğinde; hastaların yaşı ile yaşam kalitesi puan ortalaması arasında
istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (F=1.039; p>
0.05).
Eğitim durumu ile yaşam kalitesi arasındaki ilişki incelediğinde
ise; eğitim durumu ile yaşam kalitesi puan ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık olduğu ve bu farklılığın okur yazar
olmayanlar ile lise-fakülte mezunları arasında ve okur yazar olanlar ile
fakülte mezunları arasında olduğu saptanmıştır (F=3.853; p< 0.05)
Kalp yetmezliği tanısının belirlenme zamanı ile yaşam kalitesi puan ortalaması arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (F=3.447;
p> 0.05).
Araştırmaya katılan hastaların hastanede yatma durumu ile
yaşam kalitesi puan ortalamaları arasındaki ilişki incelendiğinde; hastanede yatan hastaların yaşam kalitelerinin yatmayanlara göre daha iyi
olduğu ve aradaki farkın istatistiksel açıdan anlamlı olduğu saptanmıştır (F=8.982; p< 0.05).
Hastaların kalp yetmezliği sınıfı ile yaşam kalitesi arasındaki ilişki
incelendiğinde; kalp yetmezliği sınıfı ile yaşam kalitesi toplam puanı
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık olduğu saptanmıştır.
Bu farklılığın NYHA VI. grup hastaları ile NYHA II. ve I. grup hastaları,
NYHA III. grup hastaları ile NYHA II. ve I. grup hastaları arasında
olduğu bulunmuştur (F=15.799; p< 0.05).
70
Tablo 1. Hastaların Sağlık Davranışları, Sağlığa Verdikleri Önem ve Yaşam Kalitesi Puan
Ortalamaları İle Bağımsız Değişkenler Arasındaki İlişki
Bağımsız Değişkenler
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Yaş Grubu
60 yaş ve altı
61-70 yaş
71 yaş ve üstü
Eğitim Durumu
Okur-yazar değil
Okur-yazar
İlkokul mezunu
Ortaokul mezunu
Lise mezunu
Fakülte/yüksekokul
mezunu
Tanının Belirlenme
Zamanı
6-12 ay
13-24 ay
25 ay ve üstü
Hastanede Yatma
Durumu
Yatan
Yatmayan
Kalp Yetmezliği Sınıfı
(NYHA)
NYHA I
NYHA II
NYHA III
NYHA IV
Ejeksiyon Fraksiyonu
% 19 ve altı
% 20-30
% 31-40
Sağlığa Verilen Önem
Puan ortalaması
F=10.148 ; p< 0.05
46.2593
51.8133
F=1.039 ; p> 0.05
51.4474
48.6333
50.6176
F=3.853; p< 0.05
42.8750
44.8571
50.3438
49.0667
52.2593
55.3846
Sağlık
Davranışları
Puan ortalaması
F=11.394; p< 0.05
53.5185
61.3200
F=0,197; p> 0.05
60.0526
58.4000
59.1176
F=12.097; p< 0.05
46.8750
51.2857
56.0313
56.9333
64.5556
70.7692
F=3.447; p> 0.05
51.7586
54.2857
48.7119
F=2.404; p> 0.05
60.7586
63.7857
57.4407
F=1.138; p> 0.05
8.76
9.00
8.69
F=8.982; p< 0.05
48.8472
53.9333
F=1.240; p> 0.05
58.4861
61.1000
F=0.711; p> 0.05
8.79
8.67
F=15.799; p< 0.05
66.5000
53.8235
47.0857
43.5000
F=1.781; p> 0.05
71.0000
60.6078
56.6286
59.2143
F=0.720; p> 0.05
9.00
8.67
8.80
8.93
F=1.094; p> 0.05
49.7500
51.0462
48.5000
F=1.160; p> 0.05
65.7500
58.2462
60.3437
F=0.288; p> 0.05
8.50
8.77
8.75
Yaşam Kalitesi
Puan ortalaması
F=0.742; p> 0.05
8.85
8.72
F=1.482; p> 0.05
8.61
8.83
8.85
F=0.345; p> 0.05
8.88
9.00
8.78
8.73
8.67
8.69
Araştırmaya katılan hastaların EF değerleri ile yaşam kalitesi
toplam puan ortalamaları karşılaştırıldığında; gruplar arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark olmadığı saptanmıştır (F=1.094; p> 0.05).
Sağlık Davranışları, Sağlığa Verilen Önem ve Yaşam Kalitesi
Arasındaki İlişki
Sağlık davranışları, sağlığa verilen önem ve yaşam kalitesi
arasındaki ilişki Tablo 2’de gösterilmiştir. Tabloda görüldüğü gibi,
hastaların sağlık davranışları ve yaşam kalitesi arasında pozitif bir ilişki
bulunmuştur (r= 0.31, p< 0.05).
71
Sağlığa verilen önem ile yaşam kalitesi (r= -0,028, p> 0,05) ve
sağlık davranışları (r=-0.122, p> 0.05) arasında anlamlı bir ilişki
bulunmamıştır.
Tablo-2. Sağlık Davranışları, Sağlığa Verilen Önem ve Yaşam Kalitesi Arasındaki İlişki
Sağlık Davranışları
Sağlığa Verilen Önem
Yaşam Kalitesi
0.310 * (p<0.05)
-0.028 (p>0.05)
Sağlık Davranışları
-0.122 (p>0.05)
* Pozitif ilişki
TARTIŞMA
Hastalara ve Hastalığa İlişkin Bulguların İncelenmesi
Hastaların çoğunluğunun (% 70.6) hastaneye yatmış olmasının
nedeni olarak, kalp yetmezliği semptomlarının diğer bütün kronik hastalıkların semptomlarında olduğu gibi değişik zaman periyotları içerisinde tekrar ortaya çıkışı gösterilebilir.
Bu araştırmada hastaların en fazla rahatsızlık duyduğu
semptomun Bennet, Cordes, Westmoreland ve arkadaşlarının (2000)
çalışma sonuçlarına paralel olarak solunum sıkıntısı olduğu
bulunmuştur.
Bu araştırmadan elde edilen sonuçlara göre, hastaların %
39.2’sinin diyetine uyması sevindirici bir sonuç olarak kabul edilebilir.
Hastaların diyet rejimlerine uymamalarının kalp yetmezliğini kontrolden
çıkaran etkenler arasında yer aldığı literatürde belirtilmektedir
(Andreoli, Bennet, Carpenter ve ark. 1993). Evangelista, Berg ve Dracup
(2001) çalışmalarında hastaların % 71.0’ının diyetine zayıf uyum
gösterdiklerini belirlemişlerdir.
Hastaların çoğunluğunun 20-30 arasında EF değerine sahip
olması Dayi, Akbulut, Akköz ve arkadaşlarının (2001) çalışma sonuçları
ile benzerlik göstermektedir.
Hastaların büyük bir kısmının aile ilişkilerinin iyi olmasına ilişkin
sonuç Enç’in (1998) çalışma sonuçlarına paralellik göstermektedir.
Sağlık durumunu “iyi” olarak algılayanların olumlu davranış kazanma düzeyinin “çok iyi”, “kötü” ve “çok kötü” algılayanlara göre daha
yüksek bulunduğu Esin’in (1997) çalışmasında belirtilmektedir. Bu
araştırmada hastaların çoğunluğunun (% 58.8) sağlık durumlarını “iyi”
olarak algıladıklarını belirtmeleri literatüre uygunluk gösteren sevindirici bir sonuçtur.
72
Sağlık Davranışlarına İlişkin Bulguların İncelenmesi
Hastaların sağlık davranışlarının (puan ortalaması 59.25) orta
düzeyde olduğu ve sağlık davranışlarının cinsiyet ve eğitim durumundan etkilendiği, buna karşılık yaş grubu, tanının belirlenme zamanı,
hastanede yatma durumu, kalp yetmezliği sınıfı ve EF değerinden
etkilenmediği belirlenmiştir. Araştırmanın cinsiyet ve sağlık davranışları
arasındaki ilişkiyi gösteren bu bulguları Enç’in (1998) sonuçları ile
paralellik göstermektedir.
Hastaların yaş grupları ile sağlık davranışları puan ortalaması
arasında anlamlı bir farklılık olmamasına karşın 60 yaş ve altı grupta
yer alan hastaların sağlık davranışlarının (puan ortalaması 60.05) daha
yeterli düzeyde olduğu söylenebilir. Bu sonuç 60 yaş ve altı grupta yer
alan hastaların sağlıklarına daha fazla dikkat ettiklerini düşündürmektedir.
Enç’in (1998) çalışma sonuçlarına paralel olarak elde edilen diğer
bir sonuca göre de; eğitim düzeyi hastaların sağlık davranışlarını
etkilemekte ve eğitim düzeyi arttıkça sağlık davranışlarının yeterlilik
düzeyi de artmaktadır.
Araştırma sonuçları; kalp yetmezliği tanısının belirlenme zamanı
ile sağlık davranışları arasındaki ilişki açısından da Enç’in (1998)
sonuçları ile aynı paraleldedir.
Araştırmada kalp yetmezliği sınıfının sağlık davranışları üzerinde
istatistiksel olarak etkili olmadığı sonucu elde edilmesine karşın, sağlık
davranışları puan ortalamalarına bakıldığında NYHA I. grupta yer alan
hastaların sağlık davranışlarının diğer gruplara oranla daha yeterli
düzeyde olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda kalp yetmezliği daha az
ciddi olan hastaların olumlu sağlık davranışı geliştirme düzeyi daha
iyidir yorumu getirilebilir.
EF değeri düşük olan hastaların aktivitelerinin kısıtlanması
yaşam kalitesinde düşmeye neden olacağından özellikle bu gruptaki
hastaların olumlu sağlık davranışları geliştireceği düşünülmektedir.
Nitekim bu çalışmada EF değeri ile sağlık davranışları arasında anlamlı
bir ilişki bulunamamasına karşın, düşük EF’ye sahip hastaların sağlık
davranışları daha yeterli düzeyde bulunmuştur.
Yaşam Kalitesine İlişkin Bulguların İncelenmesi
Araştırmada hastaların yaşam kalitesinin orta düzeyde olduğu
(puan ortalaması 50.34) ve yaşam kalitesinin cinsiyet, eğitim durumu,
hastaneye yatma durumu, kalp yetmezliğinin sınıfından etkilendiği,
buna karşılık yaş grubu, tanının belirlenme zamanı ve EF değerinden
etkilenmediği saptanmıştır.
73
Araştırmadan elde edilen sonuçlara göre; erkek hastaların kadın
hastalara oranla yaşam kalitelerini daha düşük olarak algıladıkları
söylenebilir. Yapılan birçok çalışmada ise erkeklerin yaşam kalitesinin
kadınlara oranla daha iyi düzeyde olduğu saptanmıştır (Chin, Goldman,
1998; Cline, Willenheimer, Erhardt ve ark. 1999; Petrie, Dawson,
Murdoch ve ark. 1999; Rector, Francis, Cohn, 1987). Bu araştırmada
erkek hastaların yaşam kalitelerinin daha düşük olması; hastalığa iyi
uyum sağlayamadıklarını ve baş etme düzeylerinin yeterli olmadığını
düşündürmektedir.
Araştırma sonuçları doğrultusunda; eğitim durumu yükseldikçe
hastaların yaşam kalitelerinin azaldığı söylenebilir. Durna’nın (1994)
farklı bir kronik hastalık grubunda yaptığı çalışmasında da bu sonuçlara paralel sonuçlar elde edilmiştir.
Araştırmaya katılan hastaların hastanede yatma durumu ile
yaşam kalitesi puan ortalaması karşılaştırıldığında; hastanede yatma
deneyimi yaşayan kalp yetmezlikli hastaların yaşam kalitelerini (puan
ortalaması 48.84) daha iyi algıladıkları söylenebilir. Bu sonuç hastanede yatma deneyiminin hastaların optimal sağlık seviyesine ulaşma
çabalarını olumlu yönde etkilediği şeklinde yorumlanabilir.
NYHA IV. grupta yer alan hastaların yaşam kalitelerinin daha
düşük olması beklenirken, bunun tersi bir sonuç elde edilmiştir. Bu
sonuç, ciddi kalp yetmezliğine sahip hastaların hastalığa iyi uyum sağladıklarını bunun da kabullenmenin bir göstergesi olduğunu düşündürmektedir. Rector, Kubo ve Cohn (1987), Riedinger, Dracup ve Brecht
(2000) çalışmalarında NYHA sınıfı arttıkça yaşam kalitesinin azaldığını
saptamışlardır.
Hastaların yaşlarının yaşam kalitesi puanlarını etkilememesi, kalp
yetmezliğinin ve semptomlarının tüm hastalarda aynı etkiyi yaptığı
şeklinde yorumlanabilir.
Durademir (1999) de çalışmasında bu araştırma bulgularına
benzer şekilde kalp yetmezliği tanısının belirlenme zamanı ile yaşam
kalitesi puan ortalaması arasında anlamlı bir ilişki olmadığını
belirtmektedir.
Bu araştırmanın sonuçlarına paralel olarak Dracup, Walden,
Stevenson ve ark., (1992), Rector, Kubo ve Cohn (1987) da yaptıkları
çalışmalarda hastaların EF’si ile yaşam kalitesi arasında bir ilişki olmadığını saptamışlardır.
74
Sağlık Davranışları, Sağlığa Verilen Önem ve Yaşam Kalitesi
Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Araştırmada hastaların yaşam kalitesi ile sağlık davranışları
arasında pozitif bir ilişki olduğu, hastaların yaşam kalitesi puanı
arttıkça sağlık davranışları puanının da arttığı saptanmıştır. Hastalığa
ilişkin sağlık davranışlarının yeterlilik düzeyi arttıkça yaşam kalitesi
düşmektedir. Bireylerin hastalıkları nedeniyle normalde belki de
yapmadıkları beslenme ile ilgili önlemler, ilaç kullanma, tansiyon ve
nabız kontrolü, laboratuvar tetkikleri gibi bazı sağlık davranışlarını
düzenli olarak yapmak durumunda olmaları nedeniyle, yaşam
kalitelerinin azaldığı şeklinde bir algılamaları olduğu söylenebilir. Yaşam
kalitesi ve sağlık davranışları üzerine cinsiyet, eğitim durumu,
hastanede yatma durumu ve hastalık sınıfı değişkenleri de benzer etkiye
sahip değişkenler olarak saptanmıştır. Bu bulgulardan sağlığa verilen
önemin yaşam kalitesini ve sağlık davranışlarını etkilemediği sonucu
çıkarılabilir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Kalp yetmezliği olan hastalarda sağlık davranışları, sağlığa verilen
önem ve yaşam kalitesi arasındaki ilişkinin incelendiği bu araştırmada;
hastaların yaşam kalitesinin orta düzeyde olduğu (puan ortalaması
50.34) ve yaşam kalitesinin cinsiyet, eğitim durumu, hastanede yatma
durumu ve kalp yetmezliği sınıfından etkilendiği, sağlık davranışlarının
(puan ortalaması 59.25) orta düzeyde olduğu, cinsiyet ve eğitim durumunun sağlık davranışları üzerinde etkili olduğu belirlenmiştir. Sağlığa
verilen önem (puan ortalaması 8.75) ise ortalama değerin üzerinde
bulunmuş olup ve sağlığa verilen önem ile sosyo-demografik ve
hastalıkla ilgili özellikler arasında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır.
Diğer yandan yaşam kalitesi ve sağlık davranışları arasında pozitif bir
ilişki olduğu bulunmuştur.
Elde edilen bu sonuçlar doğrultusunda;
•
Hastalara hastalık, hastalığa bağlı oluşabilecek şikayetler, ilaçların
etki ve yan etkileri, düzenli aralıklarla nabız sayma, tansiyon, kan
kolesterol düzeyini ölçtürme, düzenli kilo kontrolünün önemi ve
aşılanma gibi konularda eğitim yapılması,
•
Hastalarda, sağlık davranışlarının amacının yaşam kalitesini azaltmak
değil, yaşamlarına daha kaliteli yaşam yılları katmakla ilgili olduğu
konusunda inanç geliştirilmesi,
•
Hasta eğitiminin hastanın hastaneye yatması ile birlikte başlatılması
ve taburculuk eğitiminin planlanıp uygulanması,
75
•
Yapılan eğitimin etkililiğinin değerlendirilmesi,
•
Farklı uzmanlık alanlarındaki bilgilerin aktarımı için disiplinler arası
işbirliği ve ekip yaklaşımının sağlanması,
•
Kalp yetmezlikli hastaların
araştırmalarının arttırılması,
•
Kalp yetmezlikli hastalara bakım veren hemşirelerin, yaşam kalitesi ve
yaşam kalitesini etkileyen faktörler konusunda bilgilendirilmesi ve bu
bilgileri hemşirelik uygulamalarına yansıtması için desteklenmesi,
•
Hemşireler tarafından hastaların yaşam kalitelerinin düzenli olarak
değerlendirilmesi önerilebilir.
yaşam
kalitesi
ile
ilgili
hemşirelik
KAYNAKLAR
1. Akça A Ş (1998). Üniversite Öğretim Elemanlarının Sağlığı Geliştirme Davranışları ve
Bunu Etkileyen Etmenlerin İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir,
E.Ü. Sağlık Bilimleri Enstitüsü.
2. Andreoli T E, Bennet J C, Carpenter C J ve ark/Türkçe Çeviri: Çalangu S. Gündoğdu
S, Paker T ve ark (1993) Dolaşım Yetersizliği, Cecil Essentials of Medicine Türkçesi,
34-43.
3. Bennet S J, Cordes D K, Westmoreland G ve ark (2000). Self-Care Strategies for
Symptom Management in Patients with Chronic Heart Failure, Nursing Research, 49:
3, 139-145.
4. Birol L, Akdemir N, Bedük T (1995). Temel Kavram ve Konular, İç Hastalıkları
Hemşireliği, Vehbi Koç Vakfı Yayınları, No.6, Ankara, 1-7.
5. Chin M H, Goldman L (1998). Gender Differences in 1-year Survival and Quality of
Life Among Patients Admitted with Congestive Heart Failure, Med. Care, Jul; 36: 7,
1033-46.
6. Cline C M, Willenheimer R B, Erhardt L R ve ark (1999). Health-Related Quality of
Life in Elderly Patients with Heart Failure, Scand, Cardiovasc J, 33: 5, 278-285.
7. Dayi Ş Ü, Akbulut T, Akköz H ve ark (2001). Sol Ventrikül Sistolik Fonksiyon
Bozukluğu Olan Olgulara Uygulanan LVD-36 Testinin Yanıtlarının Kardiyopulmoner
Egzersiz Testi ile Karşılaştırılması, Türk Kardiyoloji Derneği Arşivi, XVII. Ulusal
Kardiyoloji Kongresi Bildiri Özetleri, 13-16 Ekim, İzmir.
8. Dracup K, Walden J A, Stevenson L W Ve ark (1992). Quality of Life in Patients with
Advanced Heart Failure, Heart Lung Transplantation, Mar-Apr; 1 (2 pt 1), 273-9.
9. Durademir A (1999). Kronik Kalp Yetmezlikli Hastaların Yaşam Kaliteleri ve Öz Bakım
Davranışları, Yoğun Bakım Hemşireleri Dergisi, 3: 1, 16-20.
10. Durna Z (1994). Kanserli Hastada Yaşam Kalitesinin ve Bakım Gereksinimlerinin
Saptanmasına İlişkin Bir Çalışma, İ.Ü. Florence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu,
Doçentlik Çalışması, İstanbul.
11. Enç N (1998). Kalp Yetersizliği Olan Bireylerin Sağlığı Geliştiren Davranışlarının
Değerlendirilmesi, Doçentlik Çalışması, İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale
Hemşirelik Yüksek Okulu, İstanbul.
76
12. Esin M N Ö (1997). Endüstriyel Alanda Çalışan İşçilerin Sağlık Davranışlarının
Saptanması ve Geliştirilmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, İ.Ü. Sağlık
Bilimleri Enstitüsü.
13. Evangelista L S, Berg J, Dracup K (2001). Relationship Between Psychosocial
Variables and Compliance in Patients with Heart Failure, Heart Lung, 30: 6, 476-8.
14. House-Fancher M A, Griego L (1996). Congestive Heart Failure and Cardiac Surgery,
Medical Surgical Nursing Assessment and Management of Clinical Problems, Fourth
Edition, 932-948.
15. Jaarsma T, Dracup K, Walden J ve ark (1996). Sexual Function in Patients with
Advanced Heart Failure, Heart Lung, 25: 4, 262-270.
16. Leary C J O, Jones P W (2000). The Left Ventricular Dysfunction Questionnaire (LVD
36): Reliability, Validity and Responsiveness, Heart, 83: 6, 634-639.
17. Petrie M C, Dawson N. F, Murdoch D R ve ark (1999). Failure of Women’s Hearts,
Circulation, 99, 2334-2341.
18. Pınar R (1995). Diabetes Mellituslu Hastaların Yaşam Kalitesi ve Yaşam Kalitesini
Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, İ.Ü. Sağlık
Bilimleri Enstitüsü .
19. Potter A P, Perry G A (1985). Health and Illness, Fundamentals of Nursing Concepts,
Process and Practice, 37-51.
20. Rector T S, Francis G S, Cohn J N (1987). Patients’ Self-Assessment of Their
Congestive Heart Failure: Part 1: Patient Perceived Dysfunction and Its Poor
Corelation with Maximal Exercise Tests, Heart Failure, October/November, 192-195.
21. Rector T S, Kubo S H, Cohn J N (1987). Patients’ Self-Assessment of Their Congestive
Heart Failure: Part 2: Content, Reliability and Validity of a New Measure The
Minnesota
Living
with
Heart
Failure
Questionnaire,
Heart
Failure,
October/November, 198-209.
22. Riedinger M S, Dracup K A, Brecht M L (2000). Predictors of Quality of Life in Women
with Heart Failure. SOLVD Investigators. Studies of Left Ventricular Dysfunction,
Heart Lung Transplantation, Jun; 19 (6), 598-608.
23. Walker S N, Sechrist K R, Pender N J (1987). The Health Promoting Lifestyle Profile
Development and Psychometric Characteristics, Nursing Research, 36: 2, 76-80.
77
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 79-90, 2005
KADIN SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI HEMŞİRELİĞİ DERSİNİ GÜZ
DÖNEMİ VE YAZ OKULUNDA ALAN LİSANS ÖĞRENCİLERİNİN
KENDİLERİNİ YETERLİ BULMA DURUMLARININ
KARŞILAŞTIRILMASI
COMPARING THE STATUSES OF FINDING THEMSELVES ADEQUATE OF
GRADUATE STUDENTS WHO RECEIVED THE COURSE OF WOMAN
HEALTH AND DISEASES NURSING IN AUTUMN SEMESTER
AND IN SUMMER SCHOOL
Ümran SEVİL*
Aynur SARUHAN*
Gül ERTEM**
Oya KAVLAK*
Ayden ÇOBAN****
Şenay ÜNSAL ATAN***
*E.Ü. Hemşirelik Yüksekokulu Öğretim Üyesi
**E.Ü. Ödemiş Sağlık Yüksekokulu Öğretim Üyesi
***E.Ü. Hemşirelik Yüksekokulu Araştırma Görevlisi
****Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Araştırma Görevlisi
Anahtar Sözcükler: Yaz okulu, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Dersi,
öğrenci hemşire.
Key Words: Summer school, Women Health and Diseases Nursing Course, Nursing
student.
ÖZET
Amaç: Bu araştırma, yaz okulu programının hemşirelik eğitiminde de
uygulanıp uygulanamayacağı konusunda, Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini güz dönemi ve yaz okulunda alan lisans öğrencilerinin, bu dersle ilgili kendilerini yeterli bulma
durumlarını karşılaştırmak amacı ile tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Araştırmanın evrenini 2001-2002 öğretim döneminde,
yaz okulunda okuyan 52 ve güz döneminde okuyan 88 öğrenci oluşturmuştur.
Örneklemin seçiminde, örnekleme seçim tekniği kullanılmamış ve toplam 140
öğrencinin tamamı örnekleme alınmıştır. Veriler her iki grupta da teorik dersler
ve pratik uygulamalar bittikten hemen sonra toplanmıştır. Verilerin analizinde
sayı, yüzde dağılımları ve Ki-Kare analizleri kullanılmıştır.
Bulgular: Araştırma kapsamına alınan yaz okulu öğrencilerinin %57.7’si,
güz dönemi öğrencilerinin %95.5’inin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği
dersini ilk kez aldıkları saptanmıştır. Her iki grup arasında, öğrencilerin Kadın
Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini almadan önce korku ve heyecan
hissetme durumlarına göre dağılımları incelendiğinde, istatistiksel olarak
79
anlamlı bir fark saptanmıştır (X²=4.795 SD=1 P=0.029<0.05). Yaz okulu
öğrencilerinin %86.5’i, güz dönemi öğrencilerinin ise %89.6’sı dersin müfredat
programını yeterli buldukları belirlenmiş, fakat yapılan istatistiksel analiz sonucunda bu iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmamıştır (X²=0.338, SD=1,
P=0.561>0.05). Yaz okulu öğrencileri güz dönemi öğrencilerine göre Kadın
Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinde kendilerini daha yeterli buldukları
saptanmıştır (P<0.05).
Sonuç: Hemşirelik öğretiminde teorik ve uygulamalı eğitim, birbirine
paralel olarak yaz okulunda da verilebilir.
SUMMARY
Objective: This research was descriptively carried out to determine whether
summer school program can be applied to nursing education and to compare the
statuses of finding themselves adequate of graduate students who received the
Woman Health And Diseases Nursing course of Ege University Higher School of
Nursing in autumn semester and in summer school.
Materials and Methods: The scope of research comprised of 52 students
attending to summer school and 88 students attending to autumn semester during
2001-2002 academic year. In sample selection the random selection technique
was not utilized and total 140 students included in the sample. In both groups
data were collected immediately after the theoretical courses and practical
applications are completed. In analyses of data the number, percentage
distributions and Chi-Square analyses were used.
Findings: It was identified that of the students includede in the scope of
research 57.7% of summer school and 62.9% of autumn semester students
received the Women Health and Diseases Nursing course for the first time. When
the distribution of statutes of students to feel fear and agitation prior to receive
Woman Health and Diseases Nursing course is investigated a statistically
significant difference was found between groups (X2 = 4.795, SD=1, P=0.029,
<0.05). 86.5 % of summer school students and 89.6 % of autumn semester
students found curriculum program of the course efficient whereas as a result of
statistical analysis performed a significant difference was not found between two
groups (X2 = 0.338, SD=1, P=0.561,> 0.05). It was observed that summer school
students found Woman Health and Diseases Nursing course more efficient
compared to autumn semester student (P<0.05).
Conclusion: In nursing education the theoretical and hands-on training can
be provided in summer school in line with each other.
GİRİŞ
Hemşirelik mesleğinin seçimini pek çok faktör etkiler. Bunlar
hizmet motivasyonu, kişisel ilgi ve alanla ilgili bilgiye sahip olma ve
geleceğe hazırlık olmak üzere üç ana başlık altında toplanabilir. Hizmet
motivasyonu başkalarına hizmet etmek, hastaya bakmak, hastaların
80
iyileşmesine yardımcı olmaktır. Kişisel ilgi ve alan hakkında bilgi ise,
insanları tanıma ve tanışma fırsatı, başkaları üzerinde etkili olma, çok
erken yaşlarda hemşire olmaya karar verme gibi nedenlerle özetlenebilir. Gelecek için hazırlanma ise, güvenlik, evliliğe ve anneliğe
hazırlık, mezunlara çeşitli olanakların bulunmasıdır (Yıldız 1995).
Hemşireliğin rolü, son 20 yıl içinde sağlık sistemindeki gelişmelere paralel olarak gelişmiş ve kapsamı genişlemiştir. Sağlık bakımındaki köklü ve hızlı değişiklikler sağlık kuruluşları ve teknolojideki
gelişmeler hemşirenin çağdaş bilgiler ve uygulama ile ilgili esasları
kavramasını, yaşam boyunca öğrenim ilkesini benimsemesini ve yeni
bilgi ve becerilerini birey, aile, toplumun sağlık bakımında kullanabilmesini gerektirmektedir. Şüphesiz bu değişiklikler müfredat ders programının içeriği, klinik öğretim alanının çeşidi, yeni uzmanlık alanları
hakkındaki bilgi ve sorumlulukların niteliğini etkileyerek onlara
yansımaktadır (Ok 1995).
Hemşirelik hizmetlerinin etkin şekilde yürütülmesinde eğitimin
önemli bir yeri vardır (Bilen 1990, Ertürk 1991, Kuzu 2003). Hemşirelik
eğitimi teorik ve uygulamadan oluşan bir sağlık disiplinidir. Hemşirelik
eğitiminin yapısı öğrencilerin sınıfta, hastanede ya da toplumda gerekli
bilgi, beceri ve tutumlar edinmesini gerektirmektedir. Uygulamaya
dayalı tüm disiplinlerin eğitim programlarında olduğu gibi, hemşirelik
programının iki temel öğesi olan teorik bilgi ve uygulama birbirini
tamamlamalıdır (Fındık 2003, Kuzu 2003, Uyer 1992).
Eğitimin kalitesini artırmak için ders programlarının toplumun
bilinçsel, teknolojik, sosyal, kültürel ve ekonomik gereksinimleri doğrultusunda sürekli gözden geçirilerek düzenlenmesi, öğrenci yapısının
araştırılması, öğrencinin eğitimi ile ilgili görüş ve beklentilere değinilmesi, onunla bütünleşmesi gelecek dönemlerin daha iyi olmasını
sağlayacaktır (Bahçecik 1999).
Yaz okulu, üniversitenin eğitim öğretim olanaklarını yaz aylarında
da kullanarak öğrencilerin akademik programlarında meydana gelen
düzensizlikleri gidermeyi, çok sayıda öğrenci tarafından alınan derslerde yığılmayı önlemeyi, diğer üniversite öğrencilerine de üniversitedeki
dersleri izleme fırsatı vermeyi, kendilerinden ancak yaz aylarında yararlanılabilecek üniversite dışındaki akademik elemanların üniversiteye
katkısını sağlamayı, tekrarı mümkün olan derslerde düşük not ortalaması ile geçen öğrencilere notlarını yükseltme imkanını tanımayı, herhangi bir dersten sınıfta kalan öğrencilerin başarısız oldukları dersleri
yaz döneminde tekrardan alabilmelerini, gelecek öğretim döneminde
alınması gereken temel ve yardımcı derslerden bazılarının yaz döneminde alınarak eğitim-öğretim süresini kısaltmayı ve öğrencilerin daha kısa
81
sürede mezun olmalarını sağlamayı amaçlayan bir eğitim programıdır
(Ege Üniversitesi 2004).
AMAÇ
Hemşirelik mesleği diğer mesleklerle kıyaslandığında çok yönlü ve
çok ayrıcalıklı bir özellik taşıması, bu mesleğin adaylarının çok büyük
bir özenle yetiştirilmesini zorunlu kılmaktadır (Uyer 1992). Çalışma
hemşirelik eğitiminde kazandırılması gereken bilgi, beceri ve davranış
beklentileri göz önüne alınarak, yaz okulu programının hemşirelik eğitiminde de uygulanıp uygulanamayacağı konusunda, Ege Üniversitesi
Hemşirelik Yüksekokulu Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini güz dönemi ve yaz okulunda alan lisans öğrencilerinin, bu dersle
ilgili, kendilerini yeterli bulma durumlarını karşılaştırmak amacı ile
tanımlayıcı olarak yapılmıştır.
GEREÇ YÖNTEM
Araştırmanın evrenini 2001-2002 öğretim döneminde, yaz okulunda okuyan 52 ve güz döneminde okuyan 88 lisans öğrencisi oluşturmuştur. Örneklemin seçiminde örnekleme seçim tekniği kullanılmamış
ve toplam 140 öğrencinin tamamı örnekleme alınmıştır. Kadın Sağlığı ve
Hastalıkları Hemşireliği dersinin güz dönemi teorik uygulama saati
haftada 5 saat, pratik uygulama saati haftada 14 saat olmak üzere
toplam 14 haftadır. Yaz okulunda teorik uygulama saati haftada 10
saat, pratik uygulama saati haftada 28 saat olmak üzere toplam 7
haftadır (Ege Üniversitesi 2004). Veriler her iki grupta da teorik dersler
ve uygulamalar bittikten hemen sonra toplanmıştır. Verilerin analizinde
sayı, yüzde dağılımları ve χ² analizleri kullanılmıştır.
Araştırmanın uygulanabilmesi ve verilerin toplanabilmesi için Ege
Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’ndan yazılı izin alınmıştır. Veri
toplamaya başlamadan önce öğrencilere, araştırmanın amacı ve veri
toplama araçlarının içeriği hakkında açıklamalarda bulunulmuş ve
katılım için sözlü onayları alınmıştır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Araştırma kapsamına alınan öğrencilerin yaş gruplarına göre
dağılımlarına bakıldığında, yaz okulu öğrencilerinin %88.5’inin, güz
dönemi öğrencilerinin % 79.5’inin 21-23 yaş grubunda olduğu
belirlenmiştir. Araştırma kapsamına alınan yaz okulu öğrencilerinin
%82.7’sinin düz lise mezunu, % 5.8’inin Sağlık Meslek Lisesi mezunu
olduğu, güz dönemi öğrencilerinin % 55.7’sinin ise düz lise, % 34.1’inin
82
sağlık meslek lisesi mezunu olduğu saptanmıştır. Yaz okulu ve güz
dönemi öğrencilerinin hastanede çalışma durumuna göre dağılımları
incelendiğinde; yaz okulu öğrencilerinin % 7.7’sinin, güz dönemi öğrencilerinin ise % 19.3’ünün hastanede çalıştığı saptanmıştır.
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini alma sayılarına göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin % 57.7’sinin bu dersi ilk kez, % 42.3’ü
nün ise ikinci ve üçüncü kez aldıkları saptanmıştır. Güz dönemi
öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini alma
sayılarına göre dağılımlarına bakıldığında, öğrencilerin % 95.5’inin bu
dersi ilk kez, % 4.5’inin ise ikinci ve üçüncü kez aldıkları saptanmıştır.
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin hemşirelik mesleğini isteyerek seçme durumlarına göre dağılımları incelendiğinde; yaz okulu
öğrencilerinin %50.0’sinin, güz dönemi öğrencilerinin %59.1’inin hemşirelik mesleğini isteyerek seçtiği saptanmıştır. Her iki grup arasında
öğrencilerin hemşirelik mesleğini isteyerek seçme durumları arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır (X²=1.095 SD=1
p=0.295>0.05). Araştırma kapsamına alınan hem yaz okulu hem de güz
dönemi öğrencilerinin yaklaşık olarak yarısı bu mesleği isteyerek seçmiştir. Erdemir’in, hemşirelik yüksekokulu birinci sınıf öğrencileri ile
yaptığı çalışmada, öğrencilerin % 86.4’ünün hemşirelik mesleğini istemeden seçmelerine karşın, öğrenciler hemşirelik yüksekokulunu
kazandıklarını öğrendiklerinde % 45.5’i olumsuz duygular, % 36.8’i
olumlu duygular, % 18.7’si ise karmaşık duygular yaşadıklarını belirtmişlerdir (Erdemir 1997).
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin mesleklerini sevme
durumlarına göre dağılımları incelendiğinde; yaz okulu öğrencilerinin %
76.9’unun, güz dönemi öğrencilerinin ise % 87.5’inin şu anda mesleklerini sevdikleri saptanmıştır. Her iki grup arasında öğrencilerin mesleklerini sevme durumlarına göre dağılımlarında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark saptanamamıştır (X²=2.663 SD=1 p=0.103>0.05).
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi almadan önce korku ve heyecan hissetme
durumlarına göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin
%63.5’inin, güz dönemi öğrencilerinin % 44.3’ünün korku ve heyecan
hissettiği saptanmıştır. Her iki grup arasında, öğrencilerin Kadın Sağlığı
ve Hastalıkları Hemşireliği dersi almadan önce korku ve heyecan
hissetme durumlarına göre dağılımları incelendiğinde istatistiksel olarak
anlamlı bir fark saptanmıştır (X²=4.795 SD=1 p=0.029<0.05). Dersi
almadan önce korku ve heyecan hisseden yaz okulu öğrencilerinin oranı
güz dönemi öğrencilerinden daha yüksektir. Bu durum yaz okulu
83
öğrencilerinin daha önce bu dersten başarısız olması sonucunda dersi
ikinci ve üçüncü kez alma oranları güz dönemi öğrencilerinden daha
fazla olmasından kaynaklanabilir.
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi almadan önce hissettikleri endişenin çeşidine
göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin % 39.4’ünün
başaramama kaygısı yaşadıkları, % 33.3’ünün Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini zor bir ders olarak düşündükleri, % 15.2’sinin
uygulamadan, doğum olayından, öğretim elemanlarından korktukları,
%12.1’inin zamanın kısıtlı olduğunu düşündükleri saptanmıştır. Güz
dönemi öğrencilerinin hissettikleri endişenin çeşidine göre dağılımlarına
bakıldığında % 18.0’inin başaramama kaygısı yaşadıkları, % 53.8’inin
Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini zor bir ders olarak
düşündükleri, % 25.6’sının uygulamadan, doğum olayından, öğretim
elemanlarından korktukları saptanmıştır. Her iki grup arasında, öğrencilerin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi almadan önce
hissettikleri endişenin şekline göre dağılımları incelendiğinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmıştır(X²=7.947 SD=1 p=0.047
<0.05). Araştırma sonucunda başaramama kaygısı yaşayan yaz okulu
öğrenci oranının güz dönemi öğrenci oranından daha yüksek olduğu
saptanmıştır. Bu sonuç, yaz okulu öğrencilerinin bu dersi ikinci kez
almaları, kayıt ücretinin daha yüksek olması ve ailevi yükümlülükten
dolayı başarısız olma kaygısı yaşadıklarını düşündürebilir.
Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinden sonra, yaz
okulu ve güz dönemi öğrencilerinin hemşirelik mesleği hakkında
düşüncelerinin etkilenme durumlarına göre dağılımları incelendiğinde,
yaz okulu öğrencilerinin % 40.4’ünün, güz dönemi öğrencilerinin ise
%37.5’inin düşüncelerinin etkilendiği saptanmıştır. Her iki grup arasında, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinden sonra, hemşirelik mesleği hakkında düşüncelerinin etkilenme durumlarına göre
dağılımlarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır
(X²=0.184, SD=1, p=0.668>0.05). Bu ders sonunda her iki grupta da
öğrencilerin meslek hakkındaki düşüncelerinin etkilenme ve etkilenmeme oranı aynıdır.
Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinden sonra, hemşirelik mesleği hakkında düşünceleri değişen yaz okulu ve güz dönemi
öğrencilerinin etkilenme yönüne göre dağılımlarına bakıldığında, yaz
okulu öğrencilerinin % 23.8’inin olumsuz yönde, %76.2’sinin ise olumlu
yönde düşüncelerinin değiştiği saptanmıştır. Güz dönemi öğrencilerinin
etkilenme yönüne göre dağılımları incelendiğinde %9.1’inin olumsuz
yönde, % 90.9’unun ise olumlu yönde düşüncelerinin değiştiği belirlenmiştir. Hemşirelik eğitimi insan sağlığı ile doğrudan ilgili olduğundan
84
öğrencinin fiziksel, zihinsel ve ahlaksal varlığında bir değişikliği ve
gelişmeyi gerektirecek eylemleri ortaya koyan, mesleğe bakış açısında
olumlu ve ileriyi gören meslek üyelerini yetiştirecek biçimde olmalıdır
(Bahçecik 1999). Genel olarak bu ders hem güz dönemi hemde yaz
okulu öğrencilerini, hemşirelik mesleği açısından olumlu yönde
etkilemesine karşın, güz dönemi öğrencilerinin ders sonunda hemşirelik
mesleği hakkındaki olumlu düşüncelerinin gelişme oranı yaz okulu
öğrencilerinden daha fazladır. Bu sonuç yaz okulu öğrencilerinin bu
dersi güz dönemi öğrencilerinden daha kısa sürede almasından
kaynaklanabilir.
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin ileride kadın-doğum
kliniklerinde çalışmayı isteme durumlarına göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin % 46.2’sinin, güz dönemi öğrencilerinin ise % 53.4’ünün çalışmayı istedikleri saptanmıştır. Her iki grubun,
kadın-doğum kliniklerinde çalışmayı isteme durumlarına göre
dağılımları karşılaştırıldığında, iki grup arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark bulunamamıştır (X²=0.688, SD=1, p=0.407>0.05).
Dersin sonunda her iki grupta da kadın doğum hemşiresi olma isteği
eşit orandadır.
Müfredat, her bir derste öğretilecek içeriği, dersin hedeflerini,
öğretim stratejilerini, dersin değerlendirme metotlarını ve dersin hedeflerini, öğretim stratejilerini, dersin değerlendirilme metotlarını ve mesleki dersler dışındaki derslerin, mesleki gelişime etkisini içerir (Cimete
1995). Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinin müfredat programını yeterli bulma durumlarına göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin % 86.5’
inin, güz dönemi öğrencilerinin ise % 89.6’sının müfredat programını
yeterli bulduğu saptanmıştır. Her iki grubun, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinin müfredat programını yeterli bulma durumuna göre dağılımları karşılaştırıldığında, iki grup arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır (X²=0.338, SD=1, p=0.561>
0.05). Her iki gruba da aynı müfredat programı aynı saat süresince
uygulanmasına karşın müfredat programının uygulanma süresi haftalık
ders saati olarak farklıdır.
Demirkıran ve arkadaşlarının (1998) hemşirelik ve ebelik öğrencileri aldıkları eğitimi değerlendiriyor isimli çalışmasında, hemşirelik
öğrencileri Doğum ve Kadın Hastalıkları Hemşireliği dersinin
içeriğindeki bilgi yeterliliğinin % 41.7’sinin “iyi”, % 27.8’inin “orta” ve
%30.6’sı “kötü” olduğunu belirtmişlerdir (Demirkıran ve ark 1998).
85
Tablo 1. Yaz Okulu ve Güz Dönemi Öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları
Hemşireliği Dersinin İşleniş Şeklini Yeterli Bulma Durumlarına Göre
Dağılımları
İşleniş Şeklini Yeterli
Bulma Durumları
Evet
Hayır
TOPLAM
Yaz Okulu
Sayı
%
39
75.0
13
25.0
52
100.0
X²=1.269
Güz Dönemi
Sayı
%
58
65.9
30
34.1
88
100.0
SD=1
Genel
Sayı
97
43
140
p=1.269
%
69.3
30.7
100.0
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve
Hastalıkları Hemşireliği dersinin işleniş şeklini yeterli bulma durumlarına göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin % 75.0’inin,
güz dönemi öğrencilerinin ise %65.9’unun işleniş şeklini yeterli bulduğu
saptanmıştır. Her iki grubun, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği
dersinin işleniş şeklini yeterli bulma durumuna göre dağılımları
karşılaştırıldığında, iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
fark bulunamamıştır (X²=1.269, SD=1, p=1.269>0.05) (Tablo 1).
Demirkıran ve ark. (1998) çalışmasında, hemşirelik öğrencileri
Doğum ve Kadın Hastalıkları Hemşireliği dersinin işleniş şeklinin
değerlendirmesinde % 36.1’inin “iyi”, % 27.8’inin “orta” ve % 36.1’inin
“kötü” olduğunu belirtmişlerdir (Demirkıran ve ark 1998 ).
Eğitim kalitesinin yükseltilmesi öğretim yöntemlerinin doğru
seçimi ve kusursuz uygulanması ile mümkün olabilir. Yöntemin seçimindeki esas unsur ise öğrencilerin arzu ve istekleri doğrultusunda
olmalıdır (Bilgin 1995). Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın
Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi işlenirken kullanılan araç gereci
yeterli bulma durumuna göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu
öğrencilerinin % 90.4’ünün, güz dönemi öğrencilerinin ise % 81.8’inin
kullanılan araç gereci yeterli bulduğu saptanmıştır. Her iki grubun,
Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi işlenirken kullanılan araç
gereci yeterli bulma durumuna göre dağılımları karşılaştırıldığında, iki
grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır
(X²=1.881, SD=1, p=0.170>0.05). Demirkıran ve arkadaşlarının (1998)
çalışmasında, hemşirelik öğrencilerinin, Doğum ve Kadın Hastalıkları
Hemşireliği dersinde kullanılan araç gereci yeterli bulma durumları
incelendiğinde; %36.1’inin “iyi”, %22.2’sinin “orta” ve %41.7’sinin “kötü”
olarak değerlendirdiği belirlenmiştir (Demirkıran ve ark 1998).
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinin pratik uygulamalarını yeterli bulma durumuna göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin % 88.5’
inin, güz dönemi öğrencilerinin ise % 88.6’sının dersin pratik uygulama-
86
larını yeterli bulduğu saptanmıştır. Her iki grubun, Kadın Sağlığı ve
Hastalıkları Hemşireliği dersinin pratik uygulamalarını yeterli bulma
durumuna göre dağılımları karşılaştırıldığında, iki grup arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır (X²=0.001, SD=1,
p=0.975>0.05) (Tablo 2). Bu sonuç yaz okulu öğrencilerinin ve güz
dönemi öğrencilerinin pratik uygulama saatlerinin eşit olmasından
kaynaklanmaktadır.
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinin değerlendirilmesinde kullanılmasını istedikleri yöntemlere göre dağılımları incelendiğinde, yaz okulu öğrencilerinin
% 26.9’unun teorik sınav, % 19.2’sinin Checklist, % 34.6’sının ise iki ve
daha fazla yöntem kullanılmasını istedikleri saptanmıştır. Güz dönemi
öğrencilerinin verdikleri yanıtlar incelendiğinde, öğrencilerin % 36.4’
ünün teorik sınav, %17.0’sinin Checklist, ve %28.4’ünün ise iki ve daha
fazla yöntem kullanılmasını istedikleri belirlenmiştir. Her iki grubun,
Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersinin değerlendirilmesinde
kullanılmasını istedikleri yöntemlere göre dağılımları karşılaştırıldığında, iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
bulunamamıştır (X²=1.803, SD=5, p=0.87>0.05) (Tablo 3).
Tablo 2. Yaz Okulu ve Güz Dönemi Öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları
Hemşireliği Dersinin Pratik Uygulamalarını Yeterli Bulma Durumuna Göre
Dağılımları
Pratik Uygulamalarını
Yeterli Bulma Durumu
Evet
Hayır
TOPLAM
Yaz Okulu
Sayı
%
46
88.5
6
11.5
52
100.0
X²=0.001
Güz Dönemi
Sayı
%
78
88.6
10
11.4
88
100.0
SD=1
Genel
Sayı
124
16
140
p=0.975
%
88.6
11.4
100.0
Tablo 3. Yaz Okulu ve Güz Dönemi Öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Dersinin Değerlendirilmesinde Kullanılmasını İstedikleri Yöntemlere
Göre Dağılımları
Değerlendirmede
Kullanılmasını İstedikleri
Yöntem
Teorik sınav
Checklist
Seminer/Rapor/Rol play
Diğer*
TOPLAM
Yaz Okulu
Sayı
%
Güz Dönemi
Sayı
%
Genel
Sayı
14
10
10
18
52
X²=1.803
32
15
16
25
88
SD=5
46
25
26
43
140
p=0.87
26.9
19.2
19.2
34.6
100.0
36.4
17.0
18.1
28.4
100.0
%
32.9
17.9
18.6
30.7
100.0
*2 veya daha fazla yöntem isteyenler
87
Tablo 4. Yaz Okulu ve Güz Dönemi Öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları
Hemşireliği Dersi İçin Kendilerini Yeterli Bulma Durumuna Göre Dağılımları
Öğrencilerin Kendilerini
Yeterli Bulma Durumu
Evet
Hayır
TOPLAM
Yaz Okulu
Sayı
%
46
88.5
6
11.5
52
100.0
X²=7.311
Güz Dönemi
Sayı
%
60
68.2
28
31.8
88
100.0
SD=1
Genel
Sayı
106
34
140
p=0.007
%
75.7
24.3
100.0
Yaz okulu ve güz dönemi öğrencilerinin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi için kendilerini yeterli bulma durumuna göre
dağılımlarına bakıldığında, yaz okulu öğrencilerinin % 88.5’inin, güz
dönemi öğrencilerinin ise % 68.2’sinin kendilerini yeterli buldukları
saptanmıştır. Her iki grubun, Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği
dersi için kendilerini yeterli bulma durumuna göre dağılımları karşılaştırıldığında, iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
saptanmıştır (X²=7.311, SD=1, p=0.007<0.05) (Tablo 4). Yaz okulu öğrencilerinin güz dönemi öğrencilerine göre Kadın Sağlığı ve Hastalıkları
Hemşireliği dersinde kendilerini daha yeterli bulmalarının nedeni, yaz
okulu öğrencilerinin hemen hemen yarısının dersi ikinci kez alması; yaz
okulu öğrenci sayısının azlığı nedeniyle öğretim elemanına düşen öğrenci sayısının az olması, yaz okulunda uygulamanın tüm gün olması, yaz
okulu öğrencilerinin yalnızca bu dersi almaları nedeni ile bir tek bu
derse odaklanmaları ile açıklanabilir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bugün dünyada ve ülkemizde hemşireliğin sağlık bakımı sistemi
için önemli bir unsur olduğu tartışmasız kabul edilen bir gerçektir. Bu
nedenle, hemşirelik eğitiminde standardizasyon ve kaliteye gereken
önem verilmelidir.
Sonuçlar;
•
Araştırma kapsamına alınan yaz okulu öğrencilerinin % 57.7’si, güz
dönemi öğrencilerinin % 95.5’inin Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersini ilk kez aldıkları saptanmıştır.
•
Araştırmada, yaz okulu öğrencilerinin %50.0’sinin, güz dönemi
öğrencilerinin % 59.1’inin hemşirelik mesleğini isteyerek seçtiği
belirlenmiştir.
•
Araştırmada, yaz okulu öğrencilerinin % 76.9’unun, güz dönemi
öğrencilerinin ise % 87.5’inin şu anda mesleklerini sevdikleri bulunmuştur.
88
•
Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği dersi almadan önce, yaz
okulu öğrencilerinin % 63.5’inin, güz dönemi öğrencilerinin % 44.3’
ünün korku ve heyecan hissettiği saptanmıştır.
•
Araştırmada, yaz okulu öğrencileri ve güz dönemi öğrencileri arasında, müfredat programını yeterli bulma, dersinin işleniş şeklini yeterli
bulma, kullanılan araç gereci yeterli bulma, dersin pratik uygulamalarını yeterli bulma durumları karşılaştırıldığında, iki grup arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır.
•
Yaz okulu öğrencilerin, güz dönemi öğrencilerine göre Kadın Sağlığı ve
Hastalıkları Hemşireliği dersinde kendilerini daha yeterli buldukları
saptanmıştır.
Sonuç olarak hemşirelik öğretiminde, teorik ve uygulamalı eğitim
birbirine paralel olarak yaz okulunda da yürütülebilir.
KAYNAKLAR
1. Bahçecik N ve ark. (1997). Marmara Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu
Öğrencilerinin Eğitimle İlgili Görüş ve Beklentileri. IV. Ulusal Hemşirelik Eğitimi
Sempozyumu Kitabı, Kıbrıs: Çelik Matbaacılık, 24-29.
2. Bilen M (1990). Plandan Uygulamaya Öğretim. 2. Baskı, Ankara: Sistem Ofset.
3. Bilgin N D (1995). Sağlık Meslek Lisesindeki Dördüncü Sınıf Öğrencilerinin
Okullarındaki Öğretim Yöntemleri Hakkındaki Düşüncelerinin Belirlenmesi. Türk
Hemşireliğinde Yüksek öğrenimin 40. Yılı Sempozyumu Kitabı, İzmir: Ege Üniversitesi
Basımevi, 113-116.
4. Cimete G (1995). Hemşirelik Müfredatına İlişkin Öneriler. Türk Hemşireliğinde
Yüksek Öğrenimin 40. Yılı Sempozyumu Kitabı, İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi, 123126.
5. Demirkıran F, Ok Ş, Genç M (1998). Hemşirelik ve Ebelik Öğrencileri Aldıkları Eğitimi
Değerlendiriyor. Uluslararası Katılımlı VI. Ulusal Hemşirelik Kongresi Kitabı, Ankara:
Damla Matbaacılık, 206-214.
6. Ege Üniversitesi Yaz Dönemi Eğitim-Öğretim Yönetmeliği, http:///www.ege.edu.tr/
kayit/docs/yaz_donemi.doc, 23.07.2004.
7. Erdemir F (1997). H.Y.O. 1. Sınıf Öğrencilerinin Hemşirelik Yüksekokulu’nu Tercih
Etme, Okula Başlamaya Karar Verme Özellikleri ve Okulu Devam Etmede Etkili
Faktörler. IV. Ulusal Hemşirelik Eğitimi Sempozyum Kitabı, Kıbrıs: Çelik Matbaacılık,
322-328.
8. Ertürk S (1991). Eğitimde Program Geliştirme. Ankara: Meteksan Yayınları.
9. Fındık Yıldız Ü, Ünsar S, Süt N (2003). İç Hastalıkları ve Cerrahi Hastalıkları
Hemşireliği Dersi Yaz Uygulaması Etkinliğini Belirlemeye İlişkin Bir Çalışma.
Hemşirelik Forumu Dergisi, 6:2, 62-70.
10. Kuzu N ve ark. (2003). Sağlık Yüksekokulu Hemşirelik ve Sağlık Memurluğu
Öğrencilerinin Eğitimlerine ve Geleceklerine İlişkin Düşünceleri. Hemşirelik Forumu
Dergisi, 6:5, 40-44.
89
11. Ok Ş, Babacan S (1995). Gelecekte Hemşirelik Eğitiminden Beklentilerimiz.. Türk
Hemşireliğinde Yüksek öğrenimin 40. Yılı Sempozyumu Kitabı, İzmir: Ege Üniversitesi
Basımevi, 71-75.
12. Uyer G (1992). Hemşirelikte Klinik Öğretim. Ankara: Hatip Oğlu Yayınları.
13. Yıldız D ve ark. (1996). Lise Son Sınıf Öğrencilerinin Hemşireliği Bir Meslek Olarak
Algılanmalarının İncelenmesi. Türk Hemşireliğinde Yüksek öğrenimin 40. Yılı
Sempozyumu Kitabı, İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi, 65-67.
90
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 91-101, 2005
İZMİR MESLEKİ EĞİTİM MERKEZİNDE EĞİTİM GÖREN ÇOCUK
İŞÇİLERİN SAĞLIK, SOSYAL VE KÜLTÜREL DURUMLARININ
BELİRLENMESİ*
TO DETERMINE OF HEALTH, SOCIAL AND CULTURAL ISSUES THE
CHILD LABOURS WHO HAVE BEEN EDUCATED IN IZMIR
OCCUPATIONAL EDUCATION CENTER
Zümrüt BAŞBAKKAL**
**Ege
Üniversitesi
Hemşirelik
Nesrin ŞEN***
Zeynep CONK**
Yüksekokulu,
Sağlığı
Çocuk
ve
Hastalıkları
Hemşireliği Anabilim Dalı
***Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hemşireliği Anabilim Dalı
Anahtar Sözcükler: Çocuk işçi, Sağlık durumu, Hemşirelik
Key Words: Child labour, Health status, Nursing
*II.Ulusal İşçi Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Günleri 22-24 Mart 2002, İZMİR-(Sözel Bildiri
Olarak Sunulmuştur)
ÖZET
Çocukluk yaşlarında çalışma, çocuk ve gençlerin büyüme ve gelişmesinin
normalden sapmasına neden olan bir sosyal sorundur. Erken yaşta çeşitli
sağlık sorunlarının da ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Tanımlayıcı ve analitik olarak düzenlenen alan araştırması 11-15 Şubat
2002 tarihleri arasında İzmir Merkezi Eğitim Merkezinde (İMEM) yapılmıştır. Bu
merkezde eğitim gören 14-18 yaş grubundaki çocukların sağlık, sosyal ve
kültürel durumlarının belirlenmesi amacıyla araştırmacılar tarafından
hazırlanan anket formu uygulanmıştır. Araştırmanın evrenini 3849 çocuk işçi
oluşturmuştur. Örneklemi, “Tabakalaştırılmış Rastgele Örnekleme” yöntemi ile
evrendeki birey sayısı dikkate alınarak örneklem seçim formülü uygulanarak
saptanmış, 349 çocuk işçi araştırmanın örneklemini oluşturmuştur.
Araştırma bulgularının analizinde, çalışan çocuklara ilişkin tanıtıcı
bulguların sayı ve yüzde dağılımları ile sağlık ve sosyo-kültürel sorunlara ilişkin
verileri X²(Ki-kare) Önemlilik Testi, Fisher Kesin Ki-kare Testi, Tek Yönlü
Varyans Analizi (ANOVA), Dunkan Testi ve Student t-testi kullanılmıştır.
Araştırma sonucunda, çocuk işçilerin %93.1’nin haftada 45 saatten fazla,
% 52.5’nin günde 12 saatten fazla ve % 47.9’nun sigortasız çalıştıkları, çocukların çalışma nedenleri arasında babanın işsiz ve ailenin kalabalık olmasının
91
etkili bir faktör olduğu, bir kısmının işe bağlı sağlık sorunları olduğu, en sıklıkla
ağrıdan yakındıkları, bir kısmının sigara gibi kötü alışkanlıklarının olduğu ve iş
ortamlarında işveren tarafından rahatsız edildikleri, zorunlu ücretsiz fazla
mesai yaptıkları bulunmuştur.
SUMMARY
Child labour has become a social problem by effecting the young population
development. In addition it creates health problems in early ages.
This study has been conducted in Izmir Occupational Education Center in
11-15 February 2002. A questionnaire has been given to children between the
ages of 14-18 in this center for the purpose of determinate of health, social and
cultural issues. Within all children 3849, sampling has been done by Stratified
Random Sampling technique, resulting the selection of 349 children for this study.
The results of this study has been analysed by several statistical metods
such as Khi-square, Fisher, ANOVA and Student-t tests, to establish corelation
between health and social, cultural issues.
The study revealed that of children working percentage of 93.1 more than
45 hours a week, percentage of 52.5 more than 12 hours a day and percentage of
47.9 without social security. These children working under difficult conditions and
the reasons for the children to work found to be father out of job and /or large
family needs. Some of the children have health problems related to work,
complain about frequent pain, addiction to cigarette smoking. Most of them
experience unfair treatment by their employeer and over time working without
payment.
GİRİŞ
Son yıllarda yaşanan ekonomik kriz, işsizlik, büyük kentlere göç,
kentteki yaşam koşullarının zorluğu ve pahalılığı çocuk işçiliğini günden güne arttırmaktadır. Anne- babaları ekonomik kriz nedeniyle işten
ayrılan çocuklar daha fazla çalışmak zorunda kalmaktadırlar.
Yoksulluk, çocuk işçiliğinin en büyük nedenidir. İlkokula giden bir
çocuğun masrafları yoksul bir ailenin gelirinin üçte birini
oluşturmaktadır. Bu durum çalışmayı tek seçenek haline getirmektedir
(Emlek 1998, Güneş 2001, http://yunus.hacettepe.edu.tr/hergen/
edusos/cocuk_isgucu.htm, http://wwwchp.org.tr/trrapor/emek7.htm,
Warshaw 2001).
Günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde milyonlarca
çocuğun tehlikeli koşullarda ve yasalara uygun olmayan bir şekilde
çalıştığı bilindiği halde, ne çalışan çocukların profili ne de çocuk
işçiliğinin yapısı çözümlenebilmiş değildir (Baybuğa 2000, Emlek 1998,
Warshaw 2001).
92
Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde çocukluk yaşlarında çalışma, çocuk ve gençlerin büyüme ve gelişmesinin normal yoldan sapmasına neden olan bir sosyal sorundur. Erken yaşta çeşitli sağlık sorunlarının da ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Baybuğa 2000, Emlek
1998, Ekonomi Gazetesi 2001, Güneş 2001, http://yunus.hacettepe.
edu.tr/hergen/edusos/cocuk_isgucu.htm, Ocakçı 2000, Sonmaz ve ark.
2000).
Devlet İstatistikleri Enstitüsü (DİE) 1998 Nisan ayı Hanehalkı
İşgücü Anketine göre 15-19 yaş grubunda işgücüne katılma oranı
%34,8’dir (Okuyan 1999). DİE 1999 Çocuk İşgücü Anketine göre ise 617 yaş grubunda bulunan 16 milyon 88 bin çocuğun % 10,2’si (1milyon
635 kişi) ekonomik bir faaliyette bulunduğu saptanmıştır (Devlet
İstatistik Enstitüsü Başkanlığı 1999).
Çocuklar nadiren asgari ücret düzeyine yakın bir gelir elde
edebilirler, ve daima aynı işte çalışan erişkinlerden az kazanç sağlarlar.
Çoğunlukla sosyal yardım ve sigorta ödentisi almazlar. Bu nedenle
işverenler için çocuk işçi çalıştırma bir maliyet unsurudur (Kutluay
1993, Ocakçı 2000, Warshaw 2001).
Çalışma Yaşantısının Çocukların Sağlık, Sosyal ve Kültürel
Durumları Üzerindeki Etkisi: Çocuk işçiler, fiziksel ve zihinsel olarak
henüz gelişimini tamamlamamış bir popülasyon olmaları nedeniyle,
kendilerine uygun olmayan sağlıksız ve ağır iş koşullarına erişkinlerden
daha duyarlıdır. Uygunsuz çalışma koşulları, çocuklarda kalıcı bedensel
ve ruhsal rahatsızlıklara neden olmaktadır (ÇSGB 1995, Güneş 2001,
Fırat 1998
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı
(1999) bedensel ve ruhsal gelişimlerini tamamlamadan çalışma yaşamına giren çocukların her bakımdan “risk” altında olduğunu belirterek
riskli iş kollarını şöyle sıralamıştır: metal iş kolunda sıcak ve soğuk
metal işleri, oto kaporta tamir ve bakım işleri, polisaj işleri, ağaç iş
kolunda mobilya ve üst yüzey işleri, deri iş kolunda ayakkabıcılık–saya
işleri, dokuma iş kolunda konfeksiyon işleri (ÇSGB 1995, Ekonomi
Gazetesi 2001, Ocakçı 2000, Warshaw 2001).
Yapılan çalışmalar, çocuklarda ağır yük taşımanın, şekil bozukluğu ve deformitelere yol açtığını ve büyüme-gelişmelerini durdurduğunu
göstermektedir. Aşırı yorgunluk ve sağlıksız ortam koşulları, kötü beslenme sonucu yetersiz protein alımı ve iş gereği uzun saatler fazla enerji
kullanımı vücut direncinin düşmesine neden olmaktadır. Direncin
düşmesi, hijyen eksikliği, aşırı ısı, kötü hava koşulları, tozlar ve
kimyasal ajanlarla uzun süre temasta bulunma çocuklarda enfeksiyon
ve bulaşıcı hastalıkların görülme riskini arttırmaktadır. Uzun süreli,
93
gürültülü ve ağır işlerde çalışan çocuk işçilerin %36’sında fiziksel rahatsızlıklar oluştuğu saptanmıştır (Emlek 1998). Bunun dışında; çocuklarda, en sık görülen sağlık sorunları tüberküloz, bronşit, anemi, hepatit,
cilt ve paraziter hastalıklar olduğu bildirilmiştir (Ekonomi Gazetesi
2001, Fırat 1998, Güneş 2001, Yeşilleten 1998, http://yunus.
hacettepe.edu.tr/hergen/edusos/cocuk_isgucu.htm).
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları alanında deneyimli hemşireler,
koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında Mesleki Eğitim Merkezlerinde
çocukların yılda bir kez yapılması gereken periyodik sağlık muayenelerinin izleminde önemli bir role sahip olabilecek iken, yapılan çalışmalar
bu periyodik muayenelerin yapılmadığını ve bu kurumlarda hemşire
istihdam edilmediğini ortaya koymuştur (ÇSGB 1995).
Türkiye’de sekiz yıllık zorunlu eğitimin 1998 yılında kabulünden
sonra, okullaşma oranını arttıracağı ve çocuk işçiliğini azaltacağı
düşünülürken, ekonomik kriz nedeniyle okuyan çocukların okuldan geri
kalan zamanda çalışması çocukların kendi akranları gibi oyun ve
eğlenceye zaman ayıramamalarına neden olmaktadır. Uzun saatler ve
hafta sonlarında çalışmanın çocuğun psiko-sosyal yönden gelişimini ve
sosyal faaliyetlere katılımını engeller. Bazı çocuklar işi, okulu, eğlenceyi
birleştirmeyi becerirken, ağır iş yükü altında çalışan çocukların okul
için bile çok az enerjileri kalır. Gelişmekte olan ülkelerde çalışan çocukların oynamaya zaman bulamadıkları ve yapabildikleri etkinliklerde ise
kişiliklerine ve gelişimlerine katkıda bulunabilecek yaratıcılık ve
hayallere yer olmadığı görülmüştür (Ocakçı 2000, http://yunus.
hacettepe.edu.tr/hergen/edusos/cocuk_isgucu.htm).
AMAÇ
Bu araştırma, İzmir Mesleki Eğitim Merkezinde eğitim gören 1418 yaş grubundaki çocukların sağlık, sosyal ve kültürel durumlarının
belirlenmesi amacıyla planlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu çalışma, tanımlayıcı ve analitik olarak düzenlenmiş bir alan
araştırmasıdır. Araştırma, 3308 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim
Kanuna uygun olarak Mesleki Eğitim ve faaliyet gösteren İzmir Mesleki
Eğitim Merkezinde (İMEM) yürütülmüştür.
Araştırmanın evrenini, İMEM’de eğitim gören 14-18 yaş grubundaki 3849 çocuk işçi oluşturmuştur. Araştırmanın örneklemi, amaca
yönelik “Tabakalaştırılmış Rastgele Örnekleme” yöntemi ile evrendeki
94
birey sayısı dikkate alınarak örneklem seçim formülü uygulanarak
saptanmıştır (Sümbüloğlu ve Sümbüloğlu 1988). Örneklem grubuna, 14
yaş grubundan 3 çocuk, 15 yaş grubundan 31 çocuk, 16-18 yaş
grubundan 315 çocuk alınmıştır, toplam 349 çocuk işçi araştırmanın
örneklemini oluşturmuştur.
İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gerekli izinler alındıktan sonra,
araştırmanın verileri araştırmacılar tarafından geliştirilen bir anket
formu ve görüşme yöntemi ile toplanmıştır. 11-15 Şubat 2002 tarihleri
arasında İMEM’e devam eden öğrencilerin meslek ve yaş gruplarına göre
sınıf listelerinden seçilen ve araştırmaya katılmaya istekli olan
öğrencilere anketler dağıtılarak doldurulmuştur. Veri toplamada
“İMEM’de Eğitim Gören Çocukların Sağlık, Sosyal ve Kültürel
Durumlarının Belirlenmesi Anket Formu” kullanılmıştır. Konu ile ilgili
uzmanların görüşüne dayanarak anket formu hazırlanmıştır. Anket
formu, öğrencilerin sosyo-demografik, sağlık, sosyal ve kültürel
durumlarını inceleyen 56 sorudan oluşmaktadır. Literatür bilgilerine
dayanarak hazırlanan anket formunun 10 işçi çocukta ön uygulaması
yapılarak uygulanabilirliği sınanmıştır.
Araştırma bulgularının analizinde, çalışan çocuklara ilişkin
tanıtıcı bulguların sayı ve yüzde dağılımları ile sağlık ve sosyo-kültürel
sorunlara ilişkin verileri Ki-kare (X²) Önemlilik Testi, Fisher Kesin Kikare Testi, Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) Duncan Testi ve Student
t-testi ile analiz edilmiştir (Akgül 1997).
BULGULAR
Araştırma kapsamına alınan çocukların; %83.0’ü erkek, %16.6’ sı
kızdır. Çocukların, %68.8’nin aile şeklinin çekirdek aile yapısında,
annelerinin %59.6’sının ilkokul mezunu, %73.4’nün ev hanımı; babalarının %61.3’nün ilkokul mezunu, %67.3’nün çalıştığı, %43.6’sının işçi
olarak çalıştığı, %65.9’nun sosyal güvencesi olduğu saptanmıştır.
Çalışmaya katılan çocukların, %67.1’nin en son ortaokul bitirdiği ve
sadece %3.7’sinin eğitime devam edebildiği bulunmuştur. Çocukların
%46.1’nin okula ilgi duymama, %37.5’şinin okul masraflarının yüksek
olması, %8.3’nün uygun okul bulunmaması ve %4.3’nün ailesinin izin
vermemesi nedeniyle okulu bıraktıkları saptanmıştır.
Araştırmaya alınan çocuk işçilerin %93.1’nin haftada 45 saatten
fazla, %52.5’nin günde 12 saatten fazla ve %47.9’nun sigortasız
çalıştıkları bulunmuştur.
95
Tablo 1. Evde Yaşayan Kişi Sayısı Ortalamasına Göre Çocuğun Çalışma Nedenlerinin
Dağılımı
Evde Yaşayan Kişi Sayısı Ortalaması
N
X
Ss
p
77
5.08
1.80
6
5.83
2.56
0.059
4
5.75
0.96
252
4.70
1.33
3
4.67
0.58
7
4.00
1.29
Çocuğun Çalışma Nedenleri
Aile gelirine katkı yapmak için
Aile istediği için
Para biriktirmek için
İş ve meslek edinmek için
Ailenin borcunu ödemek için
Kendi gereksinimini karşılamak için
Tablo 2. Babanın Çalışma Durumuna Göre Çocukların Çalışma Nedenlerinin Karşılaştırılması
Çocuğun Çalışma
Nedenleri
Aile gelirine katkı yapmak
için
Aile istediği için
Para biriktirmek için
İş ve meslek edinmek için
Ailenin borcunu ödemek
için
Kendi gereksinimini
karşılamak için
TOPLAM
Babanın Çalışma Durumu
Çalışıyor
Çalışmıyor
Sayı
%
Sayı
%
42
54.5
35
45.5
TOPLAM
Sayı
%
77
100.0
2
4
181
1
33.3
100.0
71.8
33.3
4
71
2
66.7
28.2
66.7
6
4
252
3
100.0
100.0
100.0
100.0
5
71.4
2
28.6
7
100.0
235
100.0
111
31.8
349
Fisher Kesin Testi,
100.0
p=0.011
Tablo 1’de Evde yaşayan kişi sayısına göre çocuğun çalışma
nedenleri incelendiğinde, kalabalık ailelerde, “Kendi gereksinimini
karşılamak” ve “Aile istediği için” çalışan çocukların oranları anlamlı
olarak arttığı saptanmıştır (Duncan, p<0.05).
Tablo 2’de Çocukların çalışma nedenleri incelendiğinde, babası
çalışmayan çocukların yüksek oranda “Aileleri istediği” ve “Ailenin
borcunu ödemek için“ çalıştıkları saptanmıştır. Yapılan incelemede,
çocukların çalışma nedenleri ile babanın çalışma durumu arasında
anlamlı bir ilişki bulunmuştur (Fisher, p<0.05).
Çocuklarda İş kollarına göre, çalışmaya başladıktan sonra görülen
sağlık sorunları incelendiğinde (Tablo 3), en fazla sağlık sorunu görülen
çocukların "Bayan berber” ve “Kaynak” iş kollarında çalıştıkları
bulunmuştur. Ancak, yapılan analizde, çocukların değişik İş kollarında
çalışmalarının sağlık problemi görülmesini etkilemediği saptanmıştır
(Ki-kare, p>0.05).
96
Tablo 3. Çocukların İş Kollarına Göre Çalışmaya Başladıktan Sonra Sağlık Sorunu
Ortaya Çıkma Durumlarının Karşılaştırılması
Sağlık
Var
Sayı
1
1
3
9
3
2
2
2
1
1
25
İş Kolu
Otomotor Tamiri
Dış Giyim
Diş Protez
Bayan Berber
Elektrik Tesisatı
Erkek Berber
Kaynak
Radyo,TV Tamirciliği
Torna
Soğuk Demir
Aşçı, Pasta, Fırıncı
Mobilya
TOPLAM
Sorunu
%
4.0
5.0
9.4
13.4
6.8
13.3
8.7
5.0
8.3
7.7
7.8
Yok
Sayı
24
19
29
58
16
41
13
21
38
11
12
12
294
%
96.0
95.0
90.6
86.6
100.0
93.2
86.7
91.3
95.0
91.7
100.0
92.3
92.2
TOPLAM
Sayı
%
25
100.0
20
100.0
32
100.0
67
100.0
16
100.0
44
100.0
15
100.0
23
100.0
40
100.0
12
100.0
12
100.0
13
100.0
319
100.0
X²=7.28
SD=11
p=0.775
Tablo 4. Haftalık Çalışma Süresine Göre Çocuklarda Sağlık Sorunu Olma Durumunun
Karşılaştırılması
Haftalık Çalışma
Süresi
45 saatten az
45 saat
45 saatten fazla
TOPLAM
Sağlık Sorunu
Var
Sayı
%
1
11.1
2
13.3
60
18.5
63
18.1
Yok
Sayı
8
13
264
285
%
88.9
86.7
81.5
81.9
X²=0.565
TOPLAM
Sayı
%
9
100.0
15
100.0
324
100.0
348
100.0
SD=2
p=0.754
Tablo 5. Çocukların Hafta Sonu Tatili Kullanma İle Sosyal Aktiviteye Katılma Durumunun Karşılaştırılması
Sosyal Aktivite
Sinema
Tiyatro
Müzik
Spor
Katılmayanlar
TOPLAM
Hafta Sonu Tatili
Kullanıyor
Sayı
%
48
88.9
4
66.7
51
83.6
121
85.8
72
82.8
296
84.8
Kullanmıyor
Say
%
6
11.1
2
33.3
10
16.4
20
14.2
15
17.2
53
15.2
X²=2.695
TOPLAM
Sayı
%
54
100.0
6
100.0
61
100.0
141
100.0
87
100.0
349
100.0
SD=4
p=0.610
Çalışan çocuklardan haftasonu tatili kullanabilenlerin çok yüksek
oranlarda sosyal aktivitelere katıldıkları Tablo 5’de görülmektedir.
Ancak yapılan analizde, çocukların haftasonu tatili kullanabilme
durumları ile sosyal aktivitelere katılmaları arasında anlamlı bir ilişki
bulunmamıştır (Ki-kare, p>0.05).
97
Çocukların çalıştıkları iş sektörlerinde iş saatleri içerisinde
rahatsızlık duydukları durumlar incelendiğinde, Sanayi ve Hizmet
sektörlerinde çalışan çocukların %24.4’ünün çalıştıkları iş yerlerinde
kendilerini rahatsız edecek durumlarla karşılaştıkları saptanmıştır
(n=85). Çocukların en yüksek oranda, işveren tarafından “Yalan
söyleme, güvensizlik” biçiminde rahatsız edildiği belirlenmiştir.
TARTIŞMA
İMEM’e devam eden 14-18 yaş grubu çocuklar üzerinde yapılan
araştırma sonucunda çocukların en son bitirdikleri okul (%67.1)
ortaokuldur. Çocukların okulu bırakma nedenleri arasında %46.1 ile
“Okula ilgi duymama” ve %37.5 ile “Okul masraflarının yüksek olması”
en sıklıkla görülmektedir. Emlek (1998) yaptığı bir çalışmada, çalışma
ortamının olumsuz etkileri nedeni ile çocukların %56.5’nin fırsat
verilirse okula geri dönmek istediklerini saptamıştır. Özşahin ve ark.
(1998) yaptıkları bir araştırmada ise çalışan çocukların %66.8’nin kendileri okumak istemediklerini, ancak %51.6’sı aynı nedenlerle tekrar
öğrenimlerine devam etmek istediklerini belirttikleri saptanmıştır.
Çalışmamızda, İMEM’e devam eden çocukların %58.2’si kendi istekleri
ile bu kuruma başvurduklarını belirtmişlerdir. Bu sonuç, yaşam
koşullarının zorluğunun çocuk işçiliğini günden güne arttırdığını
göstermektedir.
Çocukların çalışma nedenleri incelendiğinde, çocukların çoğu
(%72.2) “İş ve meslek edinmek için” çalıştıklarını belirtmişlerdir, Türkiye
genelinde ise bu oran %18’dir (Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanlığı
1999). Araştırmada, çalışan çocukların genellikle kalabalık ailelerde
yaşadığı, babalarının çalışma durumları ile çocukların çalışma nedenleri
karşılaştırıldığında da babası işsiz olan çocukların, “Ailenin isteği” ve
“Ailenin borcunun ödenmesi için” çalıştırıldıkları saptanmıştır. Emlek’in
yaptığı araştırmada, çocukların %37.6’sı ailesine katkı için çalışmakta
iken sadece %14.1’nin iş ve meslek edinmek için çalıştığı ortaya
çıkmıştır. Baybuğa (2000) ise, çocukların %41.1’nin ekonomik
nedenlerle, %13.3’nün ise ailesi istediği için çalıştığını belirtmiştir.
Burada 8 yıllık zorunlu eğitimin çocuk işçiliğini geciktirmede önemli bir
katkısı olduğu söylenilebilir.
Araştırma sonucunda tüm çocuklar arasında sağlık sorunu görülme oranı %18.1 olarak bulunmuştur. Çocukların %7.4’de çeşitli beden
bölgelerinde ağrı, %6’sında solunum sistemi hastalıkları, %1.7’sinde cilt
sorunu, %1.4’ünde travma, %0.9’unda psikolojik sorunlar ve %0.3 gibi
aynı oranda dolaşım, gastrointestinal ve ürogenital sistem hastalıkları
saptanmıştır. Emlek (1998) ise çalışmasında çocuk işçilerde genel sağlık
98
sorunlarını %41.2 olarak bulmuştur. Çocukların İş kollarına göre
çalışmaya başladıktan sonra görülen sağlık sorunları incelendiğinde, en
fazla sağlık sorunu görülen çocukların "Bayan berber” ve “Kaynak” iş
kollarında çalıştıkları bulunmuştur. Fırat’ın (1998) okuyan ve çalışan
çocukları karşılaştırdığı araştırmada, çalışan çocuklarda deri, kulak, diş
ve boğaz hastalıkları ve kardiyolojik problemlere daha çok rastlanmıştır. Yeşilleten ve ark. (1998)’nın yaptığı çalışmada 18 yaş altında ve
ağır ve tehlikeli işlerde çalışan çocuklarda polinöröpati, kurşun intoksikasyonu ve solvent etkilenmesi saptanmıştır. Özşahin ve ark. (1998)’nın
yaptığı çalışmada, mobilya ve metal eşya imal eden atölyelerde çalışan
çocukların %33.9’nun en az bir kaza sonucu travma geçirdiği
saptanmıştır.
Araştırmada çocukların kötü alışkanlığı olma durumu incelenmiş
ve %22.6’sının sigara, %6.9’nun sigara ve alkol ve %0.09’nun sigara+
alkol+uyuşturucu kullandığı saptanmıştır. Emlek (1998) aynı oranda
sigara içmeyi %10.6, alkol kullanmayı da %10.6 olarak bulmuştur.
Bahçecik ve ark. (2000)’nın yaptıkları çalışmada ise işçi çocukların
%24.4’nün sigara, %4.2’nin alkol alışkanlığı olduğu belirlenmiştir.
Araştırmada sağlık sorunu olduğu saptanan çocukların çoğunluğunun haftada 45 saat ve üzerinde çalıştığı saptanmıştır. Özşahin ve
ark. (1998) yaptıkları araştırmada %83.3’nün haftada 6-7 gün çalıştıklarını belirlemiştir. Emlek (1998) çocukların %62.4’nün haftada 6 gün
ve %38.9’nun günde 12 saat üzerinde çalıştığını ve haftalık çalışma
günleri ile sağlık bakım davranışları arasında anlamlı bir ilişki bulunduğunu belirtmiştir. Fırat (1998) ise haftalık ortalama çalışma sürelerinin ortalama 50-60 saat olduğunu ve uzun süre, kötü koşullarda
çalışmanın çocuk sağlığı açısından olumsuz olduğunu belirtmiştir.
Bahçecik ve ark. (2000) tarafından işçi çocukların %86.1’nin haftada 6
gün ve %41.4’nün günde 8 saat ve üzerinde çalıştığı saptanmıştır.
Çalışmamızda, çocukların günlük çalışma süre ortalaması 11.38±2.08
saat olarak bulunmuştur.
Araştırma sonucunda çalışma saatleri az olan ve haftasonu tatili
kullanabilen çocukların yaşlarına uygun sosyal aktivitelerde bulunduğu
saptanmıştır. Çalışan çocukların çoğunlukla spor aktivitelerini tercih
ettikleri görülmüştür. Fırat (1998) da benzer şekilde çalışan çocukların
boş zamanlarını daha çok açık alanlarda ve kendini daha özgür
hissettiği ortamlarda değerlendirdiğini belirtmiştir. Bahçecik ve ark.
(2000)’nın yaptıkları çalışmada da işçi çocukların %50.1’nin spor yapma, %34’nün sinema, %10.6’nın kitap okuma, %6.3’nün tiyatro, %1’nin
kütüphaneye gitme alışkanlığı olduğu, %21.2’nin ise sosyal alışkanlığı
olmadığı belirlenmiştir.
99
Araştırmada çalışan çocukların %24.4’nün çalıştıkları ortam
koşullarında “Yalan söyleme, güvensizlik”, “Kavga, uyum problemi” ve
“Zoraki fazla mesai” gibi çeşitli rahatsızlıklar hissettikleri saptanmıştır.
Çocuklar kendilerine rahatsızlık verenlerin %11.7 ile işveren, %9.7 ile iş
arkadaşı ve %3.4 ile usta ve kalfalar olduğunu belirtmişlerdir. Bahçecik
ve ark. (2000)’nın yaptıkları çalışmada da çalışan çocukların %24.4’nün
dayak yediği, %12.7’nin dayağı iş yerinde ve iş sahibinden, %7.4’nün
evde ailesinden dayak yediği saptanmıştır.
Araştırmada çocukların %90’nın fazla mesai yaptığı, ancak %24.4’
nün fazla mesai ücreti alabildiği ve %52.1’nin sosyal güvencesi olduğu
saptanmıştır. Fırat’ın (1998) çalışmasında ise çocukların %41’nin
işveren ve iş yerindeki diğer kişilerle anlaşamama ve kötü davranışlarla
karşılaşma nedeni ile işlerini değiştirdikleri belirlenmiştir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Sonuç olarak, çocuk işçilerin çoğunun çalışma saatlerinin günlük
yaklaşık 12 saat ve haftalık 45 saatten fazla olduğu, sigortasız ve ağır
şartlarda çalıştıkları, çocukların çalışma nedenleri arasında babanın
işsiz ve ailenin kalabalık olmasının etkili bir faktör olduğu, bir kısmının
işe bağlı sağlık sorunları olduğu, en sıklıkla ağrıdan yakındıkları, bir
kısmının sigara gibi kötü alışkanlıklarının olduğu ve iş ortamlarında
işveren tarafından rahatsız edildikleri, zorunlu ücretsiz fazla mesai
yaptıkları bulunmuştur.
Bu sonuçlar doğrultusunda Mesleki Eğitim verilen okullarda İşçi
sağlığı ve Okul sağlığı alanlarında uzmanlaşmış hekim ve hemşirelerin
çalıştıkları sağlık bakım merkezlerinin kurulması, okula devam eden
çocuk ve gençlerin sağlık kontrolleri ve eğitimlerinin bu merkezde
yapılması, aynı zamanda bu kurumlarda bir psikoloğun da
görevlendirilerek çocuklara rehberlik ve danışmanlık yapması, okul
yöneticileri tarafından koruyucu sağlık taramalarının teşvik edilmesi
önerilmektedir.
KAYNAKLAR
1. Akgül A (1997). Tıbbi Araştırmalarda
Uygulamaları. Ankara: YÖK Matbaası, 77.
İstatistiksel
Analiz
Teknikleri,
SPSS
2. Bahçecik N, Polat O, Pek H, (2000). İstanbul İlinde Bir Bölgede Çalışan Çocukların
Durumlarının Saptanması. Birinci Çocuk Kurultayı Araştırma Kitabı. İstanbul
Çocukları Vakfı Yayınları, 4. İstanbul Çocukları Kurultayı Yayınları Dizisi:4. İstanbul:
Umut Matbaası, 389-399.
100
3. Baybuğa SM (2000). Sokakta Çalışan Çocukların Psiko-Sosyal ve Sağlık Durumlarına
Bir Bakış. Çocuk Forumu Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 3: 3, 36-40.
4. Birleşmiş Milletler (1999). Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme Ulusal
İlk Rapor–Türkiye”, Ankara.
5. …… (2001). Çocuk İşgücü. http://yunus.hacettepe.edu.tr/hergen/edusos/cocuk_
isgucu.htm.
6. ÇSGB (1995). Çalışan Çocukların Korunması İçin Politika ve Eylem Programı Yöntem
Önerisi. Çalışma ve Güvenlik Bakanlığı Yayını, Ankara.
7. Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanlığı (1999). Ekim 1999 Çocuk İşgücü Anketi
Sonuçları. http://www.die.gov.tr/TURKISH/SONIST/ISGUCU/060900.htm.
8. Emlek Z (1998). Çalışan Çocukların (12-18 yaş) Kendi Sağlıklarını Yükseltmedeki
Sağlıkla İlgili Davranış Biçimlerinin Saptanması. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İzmir: Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü.
9. Fırat M (1998). Çalışan Çocukların Durumu ve Bulgular, Öneriler. III.Ulusal İşçi
Sağlığı Kongresi Kitabı 2.Cilt, 357-369.
10. Güneş T (2001). Çalışan Çocuklar. Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Nisan, 6-8.
11. ……(2001). Çocuk Çalıştırılmasının Önlenmesi ve Genç İşgücünün Korunması.
http://www.chp.org.tr/trrapor/emek7.htm.
12. Kutluay B (1993). Çocuk Emeğinin Sona Erdirilmesi Programı (IPEC). Çalışma
Ortamı, 8-41.
13. …… (2001). Küçük Çocuklar Ağır İşçi. Ekonomi Gazetesi, 31 Mart .
14. Ocakçı A (2000). Türkiye’de Çalışan Çocukların Durumu. Hacettepe Üniversitesi HYO
Dergisi.
15. Okuyan Y (1999). Dünyada ve Türkiye’de Çocuk İşgücü. http://www.byegm.gov.tr/
yayinlarimiz/TURKHABER/1999/01Ekim/T6.htm
16. Özşahin A, Bostacı M, Zencir M (1998). Denizli Vali Necati Bilican ÇEM’de Okuyan
Çırakların Çalışma Yaşamlarına İlişkin Özellikler. III.Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi
Kitabı 2.Cilt, 648.
17. Sonmaz S, Varol N, Karabayır E (2000). Çalışan Çocuklara Yönelik Rehberlik
Hizmetleri. Çocuk Forumu Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık, 3: 4, 29-34.
18. Sümbüloğlu K, Sümbüloğlu V (1988) Sağlık Bilimlerinde Araştırma Yöntemleri.
1.Basım, Ankara: Hatiboğlu Yayınevi, 46-70.
19. Warshaw LJ, Çev. Gelegen DG (2001). Çocuk Emeği. Mesleki Sağlık ve Güvenlik
Dergisi, Nisan, 42-46.
20. Yeşilleten N, Hamşioğlu F, Uyar F (1998). Çocuk İşçilerin Sağlık Sorunları ve Meslek
Hastalıkları. III.Ulusal İşçi Sağlığı Kongresi Kitabı 2.Cilt, 670.
101
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 103-113, 2005
KOAH (KRONİK OBSTRÜKTİF AKCİĞER HASTALIĞI)’IN PULMONER
REHABİLİTASYON İLE YÖNETİMİ
COPD (CHRONIC OBSTRUCTIVE PULMONARY DISEASE) MANAGEMENT
WITH PULMONARY REHABILITATION
Ayşe ÇİL
Nermin OLGUN
Marmara Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu İç Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı
Üsküdar/İSTANBUL
Anahtar
Sözcükler:
Kronik
Obstrüktif
Akciğer
Hastalığı
(KOAH),
Pulmoner
(COPD),
Pulmoner
Rehabilitasyon, Kendi Kendine Yönetim
Key
Words:
Chronic
Obstructive
Pulmonary
Disease
Rehabilitation, Self Management
ÖZET
KOAH prevelansı artmakta olan kronik, progressif ve irreversibl bir hastalıktır. Hastalık nedeniyle yaşamın ilerleyen dönemlerinde çeşitli semptomlar
ortaya çıkmakta ve bu semptomlar nedeniyle yetersizlikler oluşmaktadır.
Sonuçta ise hastaların yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. Kronik
hastalıklarda uygulanan rehabilitasyon programları hastaların hastalıklarına
uyumunu arttırarak yaşam kalitesini yükseltir. Rehabilitasyon uygulamalarının
en önemli amacı hastaların hastalıkları üzerinde kontrol sahibi olmaları ve
fonksiyonel bir yaşam sürmeleridir.
SUMMARY
COPD is a chronic, progressive and irreversible disease which prevalence is
getting increase. This disease causes variety symptoms at proceeding period of
life and this symptoms causes limitations. In consequence patient’s quality of life
effected negatively. Rehabilitation programs which are used in chronic diseases
increase patient’s quality of life by increasing patient adaptation to the disease.
The most important aim of a rehabilitation program which used in patients with
COPD is to ensure control on disease and maintanence a functional life.
GİRİŞ
Günümüzde teknoloji ve tıp alanındaki gelişmeler, kronik hastalıkların artması, yaşam süresinin uzaması, fiziksel yetersizliği olanlarda
103
yaşam süresinin uzaması, yaralanma ve kazaların artması rehabilitasyon gereksinimini arttırmıştır (Akdemir 2003).
Rehabilitasyon; bireyin sakatlık veya hastalıkları nedeniyle gelişen
sınırlılıklarına rağmen, yeteneklerini en üst düzeyde kullanmasına
olanak sağlayan aktif bir süreçtir. Rehabilitasyon hizmetleri pulmoner
hastalıklarda, kardiyak sorunlarda, ortopedik olgularda, amputasyonlarda, serebrovasküler olaylarda, ağrı yönetiminde, yanıklarda,
travmatik beyin yaralanmalarında, kanserlerde, yaşlılarda kullanılmaktadır (Akdemir 2003).
Son yıllarda pulmoner hastalıkların özellikle de KOAH’ın insidans
ve prevalansı gittikçe artmaktadır. Bu da pulmoner rehabilitasyon
programlarına yönelik ihtiyacı arttırmaktadır.
PULMONER REHABİLİTASYONUN TARİHSEL GELİŞİMİ
Pulmoner rehabilitasyonun tarihsel gelişimi yaklaşık 40 yıl öncesine dayanmaktadır. Başlangıçta uygulanması zor bir program olarak
görülen pulmoner rehabilitasyon programı bu gün solunum sıkıntısı
nedeniyle fonksiyonlarını yeterli derecede sürdüremeyen kronik ve
ilerleyici hastalığı olan bireylere etkin bir şekilde sunulmaktadır (Tiep
1997).
Başlangıçta pulmoner rehabilitasyonun kapsamında solunum sıkıntısı olan hastalara dinlenme ve inaktiviteyle solunum rahatsızlıklarını önlemek için tavsiyelerde bulunan, sezgiye dayalı bir anlayış vardı.
İlerleyen dönemlerde pulmoner rehabilitasyon programı sayesinde
hastalar dispneleriyle baş edebildikleri aktif bir yaşam sürdürmeye
başladılar (Tiep 1997).
PULMONER REHABİLİTASYON
a- Tanım
Fiziksel aktivite, eğitim, beslenme, psikososyal destek ve tıbbi
girişimi içeren;
Yetersizlikleri azaltmayı ve hasta katılımını arttırmayı amaçlayan;
Oldukça geniş bir ekip tarafından yürütülen multidisipliner bir
yaklaşımdır (Clini ve ark 2003, Meek ve ark 2003).
b- Pulmoner Rehabilitasyon Ekibi; Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanı, Göğüs Hastalıkları Uzmanı, Solunum Terapisti, Fizyoterapist, Rehabilitasyon Hemşiresi, İş-Uğraş Terapisti, Egzersiz Fizyoloğu,
104
Psikiyatrist, Psikolog, Sosyal Hizmet Uzmanı, Danışman ve Diyetisyen’den oluşur (Köseoğlu ve ark 1996, Sindel 2000). Sağlık ekibinin bir
üyesi olan hemşire holistik bir yaklaşım doğrultusunda hasta ve
ailelerinin sosyal, emosyonel ve ruhsal iyilik hallerinin geliştirilmesinde
sorumluluk üstlenir (Jeanne ve ark 1995).
c- Rehabilitasyon Hemşiresinin Görevleri
•
Hastanın gereksinimleri doğrultusunda açıklamalar yapmak,
•
Tedavi ve bakıma hastanın maksimum katılımını sağlamak,
•
Hastanın sınırlılıkları nedeniyle gelişebilecek deformite ve komplikasyonları önlemeye yönelik uygulamalarda bulunmak,
•
Günlük yaşam aktiviteleri (GYA)’inde maksimum bağımsızlığa yönelik
bakım uygulamalarını yapmak,
•
Hastanın pozitif baş etme yeteneklerini geliştirmek,
•
Hasta ve ailesinin sağlık eğitimini yapmak,
•
Hastanın gelecek yaşantısına ve olası sorunlarına yönelik danışmanlık
yapmak,
•
Hastalara toplumsal kaynaklar, sağlık hizmetleri ve destek hizmetler
konusunda danışmanlık yapmak olarak özetlenebilir (Akdemir 2003).
Ülkemizde rehabilitasyon hemşireliği adı altında bir uzmanlık
alanı bulunmamaktadır. Hemşire ekip içerisinde hasta/aile ve sağlık
ekibinin gereksinimleri doğrultusunda görevler üstlenmektedir. Rehabilitasyonun ülkemizde yeni bir kavram olması nedeniyle rehabilitasyon
ekibi içerisindeki hemşirenin görev, yetki ve sorumlulukları henüz net
olarak belli değildir.
d- Pulmoner Rehabilitasyon Programının Yararları
•
Semptomlar azalır.
•
Anksiyete ve depresyon azalır.
•
(GYA) ‘ni yapma yeteneği artar.
•
Egzersiz toleransı artar.
•
Hastanede kalma süresi azalır, bakımın maliyeti azalır.
•
Yaşam kalitesi artar (Kunter ve ark 1999, Tucker ve ark 2000, Uzaslan
2000).
KOAH’DA REHABİLİTASYON
Bir çok ülkede ve ülkemizde önemli bir sağlık sorunu olan KOAH
sigara içme ve hava kirliliğine maruz kalma sonucu oluşan, amfizem ve
kronik bronşiti kapsayan, erkeklerin % 6’sını kadınların % 3’ünü
105
etkileyen kronik bir hastalıktır. KOAH’lı hastalarda hastalık nedeniyle
yaşamın ilerleyen dönemlerinde havayollarında oluşan değişiklikler
nedeniyle solunum fonksiyonları düşer; dispne, öksürük ve balgam üç
önemli belirti olarak ortaya çıkar. Solunum fonksiyonlarındaki düşme
ve hastalığın neden olduğu belirtiler hastalarda periferik kas zayıflığı,
egzersiz intoleransı, yaşam kalitesinde azalma, depresyon ve anksiyete
gibi fiziksel ve psikolojik rahatsızlıklara neden olur (Borak 1989, Erk
2001, Ferrari ve ark 2004, Spruit ve ark 2004).
KOAH’da tedavi ve bakımın amacı; progresyonu önlemek,
semptomları azaltmak, tekrarlayan akut atakları önlemek ve/veya
tedavi etmek, uzun süreli olarak solunum fonksiyonlarını korumak ve
fonksiyonlardaki düşüşü engellemek, egzersiz kapasitesini arttırmak,
komplikasyonları azaltmak ve yaşam kalitesini koruyup yükseltmektir
(Erk 2001, Kunter 1999). Bu amaçlara ulaşmada ilaç tedavisi tek başına
yetersiz kaldığından ilaç tedavisi yanında rehabilitasyon hizmetlerinin
de sunulması gerekmektedir.
KOAH’da Rehabilitasyon Programı Kapsamındaki Konular
Pulmoner rehabilitasyona aday olan hasta egzersiz programı,
eğitim ve öğrenme için bilişsel olarak uygun nitelikte olmalı ve programa
katılma konusunda istekli olmalıdır. Hastanın egzersiz kapasitesi ve
bilişsel değerlendirme yanında uzun dönemde ailenin hastaya destek
olma kapasitesi değerlendirilmelidir (Tiep 1997).
KOAH’da rehabilitasyon programında ele alınan konular:
A-Önleme
Sigarayı bırakma, immunizasyonu sağlama,
önlemeyi kapsar (Barnes 1998, Tiep 1997, Worth 1997).
alevlenmeleri
B-Hastalık Yönetimini Geliştirme
İlaç eğitimi (oral, nebulizer, inhaler), bronşiyal hijyen, nefes alma
eğitimi, oksijen tedavisi, uygun beslenme, aile eğitimi, hekim ve sağlık
ekibi ile işbirliği hastalık yönetiminde ele alınan konulardır. Alevlenme
durumlarında ise kendi kendine değerlendirme, kendi kendine uygulama ve hekime başvuru önemlidir (Barnes 1998, Tiep 1997, Worth 1997).
C-Dispneyi Rahatlatma
Dispne; farklı disiplinlerin bir arada çalışması, eğitim ve ilaçların
kullanılmasıyla etkin bir şekilde yönetilir (Meek ve ark 2003, Tiep 1997).
Dispneyi kontrol altına almak amacıyla hastalara pursed lips solunum
ve diyafragmatik solumun gibi nefes alıp verme yöntemlerinin
öğretilmesi gerekmektedir.
106
1) Pursed Lips Solunum
Pursed lips solunum; kollaps nedeniyle soluk verme sırasında
küçük havayollarında hava birikmesini önler ve alveollerdeki gaz değişimini arttırır. Pursed lips solunum diyafragmatik solunum ile birlikte
günlük yaşam aktiviteleri sırasında etkin bir şekilde birlikte kullanılır
(Kozakçıoğlu 1995).
Şu şekilde uygulanır: Ağız kapalı olacak şekilde burundan hava
alınır, dudaklar ıslık çalar-öper gibi büzülerek hava ağız yolu ile verilir.
Hava dışarı verilirken kullanılan süre havayı inhale ederken kullanılan
zamanın iki katı olacak şekilde ayarlanır. Hava 2 saniyede alınır, 4
saniyede verilir (Tucker ve ark. 2000).
2) Diyafragmatik Solunum
Diyafragma inspiryumun en önemli kasıdır. Eğer diyafragma
dışındaki kaslar solunumda daha fazla rol alıyorlarsa tedavinin amacı
diyafragmatik solunumu arttırmak olmalıdır. Diyafragmatik solunumda
amaç inspirasyon sırasında diyafragmanın aşağı inmesi, ekspirasyon
sırasında yukarı çıkmasıdır (Sindel 2000).
Teknik olarak: Bir el göğsün üzerine bir el de abdomene yerleştirilir. Yavaşça burundan nefes alınır. İnhalasyon sırasında hava akciğerlere doldukça abdomendeki elin yukarı doğru yükselmesi gerekir.
Göğüsteki elin altında fazla hareket olmaması gerekir. Pursed lips
olacak şekilde hava dışarı doğru verilir ve abdominal bölgedeki elin içeri
doğru hareketi sağlanır. İnhalasyon yaparken abdominal bölgeye
uygulanan basınç azaltılır. Göğüsteki elin olduğu gibi kalması önerilir.
Egzersiz doğru ve yardımsız bir şekilde yapılıncaya kadar tekrarlanır
(Sindel 2000, Tucker ve ark. 2000, Kozakçıoğlu 1995).
Egzersiz yapma, havayolu obstrüksiyonunu azaltan ilaçları
kullanma, bronşiyal hijyeni sağlama, anksiyete ve depresyonu azaltma
da dispneyi rahatlatmada etkilidir (Tiep 1997).
D-Oksijen Sağlama
Hastanın ihtiyaç duyduğu oksijen; bronşiyal hijyenin eksik olduğu durumlarda bronşiyal hijyenin sağlanması ile, hipoksemik durumlarda oksijen tedavisiyle karşılanır.
1) Oksijen Tedavisi
KOAH’lı olgularda uzun süreli oksijen tedavisi ile egzersiz
performansı, günlük yaşam aktiviteleri artmakta; polisitemi, kardiyak ve
nöropsikolojik problemler düzelmekte, olguların vücut ağırlığı artmakta
ve yaşam süreleri uzamaktadır (Uzaslan 2000). Hipoksemik KOAH
107
hastalarında yaşamı uzattığı kanıtlanmış tek tedavi yöntemi oksijen
tedavisidir. Parsiyel arteryel basıncının 55 mmHg altında olan tüm
hastalarda sürekli oksijen tedavisi endikedir. Parsiyel oksijen basıncı
55-59 mmHg arasında, ancak polisitemi, pulmoner hipertansiyon, kor
pulmonale bulguları varsa yine oksijen tedavisi verilir (Blovis ve ark.
2002, Selçuk 1998). Hastaların oksijen tedavisinden yarar görmeleri için
günde en az 18 saat, mümkünse sürekli oksijen almaları gerekir.
Oksijen tedavisinin amacı PaO2’yi 50-60 mmHg’de sürdürmektir.
Genellikle başlangıçta litre akımı 1-3 l/dk’dır (Uzaslan 2000, Weg ve
ark. 1999).
2) Bronşiyal Hijyenin Sağlanması
Bronşiyal hijyeni sağlamak amacıyla postural drenaj ve kontrollü
öksürme tekniği kullanılmaktadır.
a- Postural Drenaj
Postural drenaj hastaya çeşitli pozisyonlar vererek yerçekimi
etkisiyle tıkanmış olan havayollarındaki sekresyonların uzaklaştırılması
anlamına gelir. Pozisyonlar trakeobronşial yolların anatomisine uygun
olarak seçilir ve akciğerlerin spesifik alanlarındaki sekresyonların uzaklaştırılması sağlanır. Sekresyonların bronşiollerden bronşlara ve trakeaya doğru ilerlemesi sağlanır. Postural drenaj sırasında sekresyonların
atılmasını kolaylaştıran bazı özel teknikler bulunmaktadır. Bu teknikler; derin solunum, kontrollü öksürme, perküsyon ve vibrasyondur
(Kozakçıoğlu 1995).
b- Kontrollü Öksürme Tekniği
Havayollarını temizleyen en etkili mekanizma öksürüktür. Bu
nedenle sekresyonları çıkarmak amacıyla kullanılır. Kontrollü öksürme
tekniği şu şekilde uygulanır:
1. Maksimal inhalasyon yapmak: Etkili bir öksürükle mukusu hareket
ettirmek distal havayolları ve akciğerlerin hava ile doldurulmasına
bağlıdır. Böylelikle havanın güçlü bir şekilde dışarı verilmesi sırasında mukus havayollarından yukarı doğru ilerleyecektir.
2. Nefesi 2 saniye tutmak: Bu basamak hastayı exhalasyon için hazırlamaya yardım eder ve inhale edilen havanın akciğerlerin uç kısımlarına dağılmasına olanak sağlar.
3. İki kere öksürmek: İlk öksürük mukusu çözecektir, ikinci öksürük
mukusu ileri doğru hareket ettirecektir. Daha fazla öksürük aşırı
oksijen ve enerji kullanımına neden olur.
4. Durmak: Yeniden kontrolü kazanmak için bir süre durulur.
108
5. Havayı burundan inhale etmek: Ağız yolu ile alınan derin bir inhalasyon çözünmüş olan mukusu tekrar havayollarından aşağı doğru
hareket ettirecektir. Bu nedenle hastanın burundan soluk alması
sağlanır.
6. Dinlenmek (Tucker 2000).
c- Perküsyon: Parmaklar birleşik ve avuç içleri hafif çukur olacak
şekilde sırta ritmik vurularak uygulanır. Bu sırada el ve göğüs duvarı
arasındaki havanın oluşturduğu kaba titreşimler gevşeyen sekresyonların hareketlenmesine yardımcı olur (Akdemir 2003).
d- Vibrasyon: İki el üst üste konularak göğse hafif ve orta derecede basınç uygulanması ve daha sonra ellerin vücuttan hızlı bir şekilde
çekilmesidir. Bu sırada oluşan çok ince titreşimler ile sekresyonlar
hareket kazanır (Akdemir 2003).
E- Egzersiz Programı
Nefes alma eğitimi ile birleştirilmiş egzersiz programı hastanın
hareket etme konusunda öz-güveni sağlar, anksiyete, depresyon ve
korkuyu azaltır. Hastanın günlük yaşam aktivitelerini daha fazla tolere
etmesini sağlayarak yaşam kalitesini arttırır. Alt ve üst ekstremite kas
gruplarının her ikisinin de eğitimi günlük yaşam aktiviteleri sırasında
oluşan dispneyi azaltır. Egzersiz hastanın dispne hissini tolere etmesi
için olanak sağlar ve hastanın dispneye bağlı ölüm korkusunu ortadan
kaldırır. Egzersiz; aynı zamanda daha aktif olmayı engelleyen dispne
korkusunu ortadan kaldırır. Egzersiz programı fizyoterapistin yapacağı
egzersiz testi sonuçlarına göre fizyoterapist tarafından planlanır (Tiep
1997).
Egzersiz testi, yaygın olarak egzersiz programının güvenliğini
değerlendirmek amacıyla yapılır. Özellikle farklı egzersiz seviyelerinde
ortaya çıkabilecek kardiyak aritmileri tanımlamada yararlıdır. Test aynı
zamanda hastanın bir iş yaparken ortaya çıkan oksijen gereksinimini
araştırmak açısından önemlidir. Yapılan öneriler normalde hastalara
tolerans gelişinceye kadar yürümeyi öğretmek olmasına rağmen egzersiz testi önerilerin temelini oluşturabilir. Test şekli; artan bir bisiklet
ergometrisi, treadmill testi, 6-12 dakikalık yürüme uzaklığı testinden
düz alanda yürümeye kadar değişik formatları içerebilir. Genellikle kalp
atım hızı, EKG, kan basıncı ve pulseoksimetri ile ölçülen arteriyal
oksijen saturasyonu izlenir. Egzersizle artan aritmiler, anormal vital
bulgular, oksijen desaturasyonu, kardiyopulmoner durumun daha
ayrıntılı bir şekilde izlenmesi gerektiğini gösteren bulgulardır.Egzersiz
programı haftada 3-5 gün, en az 20 dakika (tercihen 30-60 dakikalık
109
devamlı egzersiz olmalı) ve 6-10 hafta süreyi kapsayacak şekilde
olmalıdır (Köseoğlu 1996, Tiep 1997)
Egzersiz Çeşitleri
1. Hareket Kasları Egzersizleri: Yüzme, yürüme, koşma, merdiven çıkma, bisiklet binme gibi aktiviteler önerilir.
2. Solunum Kasları Egzersizleri: Solunum kaslarının kuvvet, dayanıklılık ve egzersiz kapasitesini artırmak için yapılan egzersizlerdir.
3. Üst Ekstremite ve Omuz Kuşağı Egzersizleri: Yüzme, kano gibi aktivitelerle üst ekstremite kaslarının eğitimini kapsar. Bu egzersiz ile
dispne ve dakika ventilasyonu azalır.
4. Gevşeme Egzersizleri: Çeşitli tekniklerle rahat pozisyonda uzanan
veya oturan bir hastaya önce çeşitli kas gruplarında kasılma hissi,
daha sonra gevşeme hissi öğretilir. Böylelikle kas gerginliği, anksiyete ve enerji harcaması azalır (Köseoğlu 1996).
F- Fonksiyonel Eğitim
Fonksiyonel eğitim kapsamında ele alınan konular; öz bakım, evin
bakımı, boş zaman uğraşıları, çalışma (uygunsa), aktif yaşam şekli,
alışveriş, seksüel danışmanlığı kapsar (Tiep 1997).
KOAH’lı hastanın aktif katılımını gerektiren kendi kendine yönetim ile hastalığa bağlı rahatsızlıklar azaltılır (Worth1997). Eğitim
programının amacı KOAH’ı etkin bir şekilde yönetmektir. KOAH’lı bireyler için hazırlanan eğitim ve tedavi programı hastalık hakkında bilgi,
alevlenmelerin önlenmesi ve tedavisi, bronşiyal infeksiyonlar, fizyoterapi, hastalığın kendi kendine yönetimi ve hasta eğitimini içermelidir
(Worth 1997). Eğitim sayesinde hastaların kendi kendine yönetim
davranışları gelişir ve böylelikle hastalığın neden olduğu rahatsızlıklar
azaltılabilir (Worth ve ark 2004). Watson ve arkadaşları, KOAH’lı bireyler için bir eylem planı hazırlayıp bu eylem planına göre bireyleri eğitmiş ve bu eğitim sonrasında hastaların kendi kendine yönetim yeteneklerinin arttığını saptamışlardır (Watson ve ark 1997). Yapılan bir başka
çalışmada ise sağlık profesyonelleri tarafından sağlanan kendi kendine
yönetim ile, KOAH’lı bireylerde sağlık bakım servislerini kullanma
sıklığının azaldığı ve bireylerin sağlık düzeylerinin artığı saptanmıştır
(Bourbeau ve ark. 2003). Sağlık eğitimi sonrası KOAH’lı bireylerin bilgi
düzeylerinin arttığı ülkemizde yapılan bir çalışmada ortaya konmuştur
(Güner ve ark. 2002).
Kendi kendine yönetimin başarılı olması için hastalara hastalıkları ile ilgili bilgileri öğretmenin yanında davranış değişikliği oluşturmak
gerekmektedir (Bourbeau ve ark 2004).
110
Davranış değişiklikleri öncelikle şu konularda olmalıdır.
a) Hastaların üst ekstremite hareketi, kuvveti ve dayanıklılığı
değerlendirilmeli, evde kendi kendine izlem ve uygulamaları geliştirmek
amacıyla egzersiz programı oluşturulmalı, hastaların öz bakım aktiviteleri değerlendirilmeli; giyinme, hijyen, banyo yapma, yemek hazırlama
ve diğer öz bakım aktivitelerini karşılamada bağımsızlıkları arttırılmalı,
b) Hastalara enerji koruma teknikleri ve işi kolaylaştırma teknikleri öğretilmeli,
c) Hastanın ev ortamı değerlendirilmeli ve çalışma alanı düzenlenmesi ile ilgili önerilerde bulunulmalı, Hastalara gevşeme egzersiz eğitimi
verilmelidir. Fonksiyonel eğitim alan hastalar; yeni yeteneklerini günlük
yaşam aktiviteleriyle birleştirir ve böylelikle taburculuk sonrası hastalık
üzerinde kontrollerini geliştirmiş olurlar (Kozakçıoğlu 1995, Tiep 1997).
G- Ekip Desteği
Ekip desteği kapsamında ele alınan konular; hastalığın kabul
edilmesi, başa çıkma yetenekleri, cesaretlendirme, pozitif düşünce, öz
saygı ve yaşam kalitesine odaklanma şeklinde sıralanabilir.
Hasta hastalığını ve hastalığın ilerleyişini kontrol altında tutmada
sorumludur. Tıbbi bakım ekibi hastayı bu rolü başarılı bir şekilde
üstlenmesi için desteklemelidir. Bu destekleme alevlenme dönemlerini
de içine alacak şekilde planlanmalıdır. Yapılan tavsiyeler hastaların
gereksinimlerini karşılayacak şekilde planlanmalıdır (Tiep 1997).
KAYNAKLAR
1. Akdemir N (2003). Rehabilitasyon. (içinde) Akdemir N, Birol L. İç Hastalıkları ve
Hemşirelik Bakımı, 1. Baskı, İstanbul: Vehbi Koç Vakfı SANERC Yayın No: 2. 71-84.
2. Barnes P, Godfey S, Yılmaz GK (1998). Kronik obstrüktif akciğer hastalığı. Boehringer
Ilgelheim, Martiın Dunitz Ltd, 30-38.
3. Blovis B, Brigham K (2002). Obstrüktif akciğer hastalığı. (içinde) Andreoli T,
Carpenter C, Griggs R, Loscalzo J (ed). Cecil Essentials of Medicine. Beşinci Edisyon,
Philadelphia: W.B Saunders Company, 187-189.
4. Borak J (1989). Psychological state of patient with chronic obstructive pulmonary
disease. Pneumol Pol, 57: 6 (Abst), 346.
5. Bourbeau J, Julien M, Maltais F ve ark (2003). Reduction of hospital utilization in
patients with chronic obstructive pulmonary disease. Archives of Internal Medicine
163: March 10, 585-591.
6. Bourbeau J, Nault D, Dang-Tan T (2004). Self management and behaviour
modification in COPD. Patient Education and Counseling, S.52, 271-277.
111
7. Clini E, Costi S, Lodi S, Rossi G (2003). Non-pharmacological treatment for chronic
obstructive pulmonary disease. Med Sci Monit, 9:12, 300-305.
8. Çelikoğlu S (1988). Dispnenin tanısı. (içinde) Göğüs Hastalıkları Klinik Muayene ve
Tanı. İstanbul, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları, 83-88.
9. Demir G, Akkoca Ö, Doğan R, Saryal S, Karabıyıkoğlu G (2003). KOAH’da dispne ve
yaşam kalitesinin değerlendirilmesi. Tüberküloz ve Toraks, 51: 4, 365-372.
10. Erk M (2001). Kronik obstrüktif akciğer hastalığı. Göğüs Hastalıkları. 2.Cilt, İstanbul:
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayın No: 237, 663-689.
11. Ferrari M, Vangelista A, Vedovi E, Falsom SC, Brotto E, Brigo B, Locascio V (2004).
Minimally supervised home rehabilitation improves exercise capacity and health
status in patient with COPD. Am J Phys Med Rehabil, 83: 5, 337-43.
12. Güner A, Atak N (2002). KOAH’lı hastalarda sağlık
değerlendirilmesi. Tüberküloz ve Toraks, 50: 4, 451-461.
eğitiminin
etkisinin
13. Jeanne CS, Barbara KT (1995). Current trends in nursing and health care.
Introductory Medical Surgical Nursing. Sixth Edition, Philadelphia: JB Lippincott
Company, 3-8.
14. Kozakçıoğlu M (1995). Rehabilitation of the patient with pulmonary disease. (içinde)
Kayhan Ö (ed). Lectures and Seminars in Physical Medicine and Rehabilitation.
İstanbul: Marmara Üniversitesi Yayın No: 571, 539-559.
15. Köseoğlu F, Saryal S, Ertürk Ç, Karabıyıkoğlu G, Yorgancıoğlu R (1996). Kronik
obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) rehabilitasyonu. Tüberküloz ve Toraks, 44: 4,
223-229.
16. Kunter E, Piran G (Mart 1999). Kronik obstrüktif akciğer hastalığı, bronşiyolitler ve
kistik fibrozis. Aktüel Tıp Dergisi Solunum Hastalıkları Sayısı, 4: 3, 124-137.
17. Meek P, Lareau SC (2003). Critical outcomes in pulmonary rehabilitation: assessment
and evaluation of dyspnea and fatigue. Journal of Rehabilitation Research and
Development, 40: 5 (Supp 2), 13-24.
18. Selçuk T (1998). Bronş astması, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve bronşektazi.
(içinde) Kadayıfçı A, Karaaslan Y (ed). İç Hastalıkları El Kitabı. Ankara: Hekimler
Yayın Birliği, 128-145.
19. Sindel D (2000). Akciğer hastalıklarında rehabilitasyon. (içinde) Fiziksel Tıp ve
Rehabilitasyon. İsatanbul: Nobel Tıp Kitabevleri, s: 491-507.
20. Spruit MA, Troosters T, Trappenburg JCA, Decramer M, Gosselink R (2004). Exercise
training during rehabilitation of patient with COPD: a current perspective. Patient
Education and Counseling, S. 52, 243-248.
21. Tiep BL (December 1997). Disease management of COPD
rehabilitation. Chest, 112:6, 1630-1656.
with pulmonary
22. Tucker S, Canobbio M, Paquette E, Wells M (2000). Chronic obstructive pulmonary
disease, chronic obstructive lung disease. (içinde) Patients Care Standarts. Seven
Edition, St Louis: Mosby, 241-250.
23. Uzaslan E (Haziran 2000). Kronik obstrüktif akciğer hastalığında genel tedavi ilkeleri.
Akciğer Arşivi. 1: 2, 105-117.
112
24. Watson PB, Town GI, Holbrook N, Dwan C, Toop LJ, Drennan CJ (1997). Evaluation
of a self management plan for chronic obstructive pulmonary disease. Europian
Respiratory Journal, S. 10, 1267-1271.
25. Weg J. Haas C (Ocak 1999). KOAH’da uzun süreli oksijen tedavisi,Sendrom, 11: 1,4347.
26. Worth H, Dhein Y (2004). Does patient education modify behaviour in the
management of COPD?, Patient Education and Counseling, S.52, 267-270.
27. Worth H (1997). Self Management in COPD: One Step Beyond. Patient Education and
Counseling, S.32, 105-109.
113
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 115-126, 2005
GEBELERİN RUHSAL BELİRTİ DAĞILIMLARININ İNCELENMESİ
INVESTIGATION OF PREGNANTS’ PSYCHIATRIC SYMPTOMS
Şeyda Dülgerler
Esra Engin
Gül Ertem
*Ege Üniversitesi Hemşirelik Y.O., Psikiyatri Hemşireliği Anabilim Dalı.
**Ege Üniversitesi Ödemiş Sağlık Y.O., Doğum Kadın Sağlığı Ve Hastalıkları
Hemşireliği Anabilim Dalı
Anahtar Sözcükler: Gebelik, Ruhsal belirti, Kısa Semptom Envanteri (KSE)
Key Words: Pregnancy, Psychiatric symptoms, Brief Symptom Inventory (BRI)
*Çalışma VI. Ulusal- Uluslararası katılımlı Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi Kongresi’
nde (14- 16 Kasım 2002 İstanbul) sözel bildiri olarak sunulmuştur.
ÖZET
Bu çalışmada gebelerde ruhsal belirtiler ve bu belirtileri etkileyebilecek
faktörler araştırılmıştır.Tanımlayıcı tipte olan bu çalışma gerekli izinler
alındıktan sonra, Kasım 2001- Ocak 2002 tarihleri arasında Ege Üniversitesi
Hastanesi Obstetri Polikliniği ve Prof. Dr. Hayri Üstündağ Kadın Hastalıkları ve
Doğum Hastanesi Obstetri Polikliniğine başvuran 94 gebede yapılmıştır. Veri
toplama aracı olarak gebelerin tanıtıcı özelliklerini içeren “Bireysel Bilgi Formu”
ile ruhsal belirtileri değerlendirmek amacıyla Hisli ve Durak tarafından (1994)
geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılan Kısa Semptom Envanteri (KSE) kullanılmıştır. Araştırma kapsamındaki gebelerin yaş ortalaması 26,36 ± 5,93, gebelik
sayısı ortalaması 2,26 ± 1, 70’dir. Gebelerin %51’ i okuryazar yada ilk okul
mezunu, %90,4’ ü resmi nikahlı ve %54,3’ ünün büyük şehre göç ettiği belirlenmiştir. Gebelerin %11,7’ sinin fiziksel, %7,4’ ünün ruhsal bir hastalığı olduğu
saptanmıştır. Gebelerin %69,1’ i gebelik sırasında en fazla desteği eşlerinden
aldıklarını, %22,3 ünün gebelik sırasında eşiyle olan ilişkinin iletişim yönünden
etkilendiğini düşündüklerini belirtmişlerdir. Gebelerin, KSE Puan ortalamaları
44,78 ±27,26dir. Bu çalışmada gebelerde KSE toplam puan ortalamalarını
etkilemeyen faktörler göç etme durumu, ruhsal bir hastalığın bulunuşu, eş ile
ilişkinin etkilendiğinin düşünülmesi, eğitim, medeni durum, gelir, fiziksel
hastalık hikayeleri olarak belirlenmiştir.
SUMMARY
This study investigated psychiatric symptoms and effective factors of this
symptoms in pregnancy. Between november 2001 and january 2002, 94 pregnant
115
women which were admitted Ege University Hospital obstetry polyclinic and
Professor doctor Hayri Üstündağ obstetry and gynecology hospital obstetry
polyclinic investigated as a descriptive study under their permission. Data was
collected by “Individual Knowledge Form” that was included pregnancy women’s
descriptive characteristics which was developed by researchers and “Brief
Symptom Inventory “(BRI) for evaluating of psychiatric symptoms which validity
and reliability tests was made by Hisli and Durak (1994). Mean age of pregnant
women was 26,36 ± 5,93 and mean pregnancy rate was 2,26 ± 1,70. More than
half of pregnant (51%) graduated primary school or only literate, the most of the
pregnant married and more than half immigrated small to big city. Eleven point
seven percent of pregnant had physical, 7,4% of pregnant women had
psychological disorders. The most of pregnant women (69,1%) taken mainly
psychological support from their husbands, 22,3% of pregnant women considered
to change of relation with their husbands. BRI mean score of pregnant women
was 44,78 ± 27,26. This result was considered to decreasing of distribution rate
of psychological symptoms. BRI mean sore was not affected by immigration, had
psychological disorders, communication with her husband, income, marital status,
history of physical disorders in this study.
GİRİŞ
Çocuk doğurma ve anne olma kadınların en önemli özelliğidir.
Doğurganlıkları ile neslin devamını sağlayan kadınların yaşamında
gebelik önemli bir yer tutar. Her gebelik sağlıklı kadınlar için bile risk
yaratır. Döllenme ile başlayan ve doğumla sona eren gebelik periyodu,
gebe ve fetüste fizyolojik, psikolojik değişikliklerin meydana geldiği doğal
bir süreçtir. Gebelik, kadın rolünün ötesinde anne rolüne ilişkin tüm
duygusal, yaşamsal, ruhsal, davranışsal beklenti, çatışma, umut ve
arzuları ön plana çıkaran bir dönemdir. Kadının ruhsal durum ve
yaşantısı, gebeliğin gidişini etkilediği gibi; gebeliğin kendisi de ruhsalduygusal yaşantılar üzerinde önemli yansımalar yaratır. Bazı gebelerde
daha önceki yaşamlarına ilişkin nörotik belirti ve kaygılar azalır. Gebelik kadınlara bir kendine güven, varlığını ortaya koyma, seçkinlik ve
değer duygusu verir. Bu dönem bazı gebeler için bağımlılık gereksinimlerini, çevreden ilgi, destek ve yardım beklentilerini daha kolay ortaya
koyabilecekleri bir zamandır. Bir kısım gebe ise panik ve korku yaşar.
Doğumda sakat kalacakları veya ölecekleri endişesine kapılırlar.
Gebenin bu ruhsal reaksiyonları çocuğuna ilişkin endişeleri, sakat
kalma gibi korkuları gebelik komplikasyonlarının seyrini etkiler. Kişilik
ve duygu yaşantısı bozuk, yetersiz kadınlar, bedensel ve ruhsal açıdan
çocuksu kadınlar ya da mazoistik eğilimli kadınlarda bu dönemler daha
güç yaşanmaktadır (Özkan 1993).
Gebeliği kadın yaşamında değişik ve yeni rollere uyum gerektiren
bir kriz dönemi olarak da görmek mümkündür. Yeni içsel ve kişilerarası
116
yapılanmalara götüren ve nihayet yetişkin ebeveyne uyumu gerekli kılan
bir fizyolojik, psikofizyolojik, psikososyal bir süreçtir (Appleby 1989).
Temel gelişimsel ve psikolojik zorluklar gebeliğin evrelerine göre
değişiklik gösterebilir. Gebe kadın özellikle ilk trimestrde bir dizi ruhsal
ve duygusal süreçleri yaşar. Bu dönemde yorgunluk, bulantı ve kusma
gibi fizyolojik belirti ve bulgulara paralel olarak oral döneme gerileme
özellikleri ortaya çıkar. Sıklıkla hafif düzeyde de depresif ruh hali ortaya
çıkar. ancak bu durum ikinci ve üçüncü trimestrlere kadar devam
etmez. Gebenin kendi vücudunda taşıdığı bebekle olan ilişkisi, geçmişte
kendi annesi ile ve ailesiyle yaşadığı duyguları ortaya çıkarır. Kendisi
anne rolüne uyum sağlarken kendi annesiyle yaşadığı özdeşleşmeye
ilişkin duygular ön plana çıkar. Bazı kadınlar bu dönemde destek
bulacakları yada özdeşleşecekleri anne modeli ararlar. Vücut imajı
değiştikçe yakın çevrede eşin ve aile bireylerinin ve sosyal çevrede diğer
insanların tutumlarıyla karşılaşırlar. Hamile bir kadın bir çok kişide
kendi anıları ve özlemleri ile bağlı güçlü duygular ortaya çıkarır. İnsan
hayatında cinselliğin ve yaşam planlanmasının en yoğun konuşulduğu
dönem kuşkusuz gebeliktir (Özkan 1993).
Gebelik ilerledikçe doğum, bebeğin sağlığı ve anneliğe ilişkin kaygılar ortaya çıkar. Bebeğin zedelenmesi ve ölümüne ilişkin ya da kendi
sağlığına ilişkin korkular yaşanan fiziksel huzursuzluğu da ha arttırır.
Huzursuzluk, uykusuzluk, sabırsızlık, kaygılı bekleyiş, doğumla bebekten ayrılmayı daha da güçleştirir. Gebe kadın genel olarak biraz çocuklaşır, duyarlı hale gelir ve derinliklerdeki ruhsal yaşantılar ve çatışmalar
su yüzüne çıkar. Tüm bunlar daha sonraki anneliğe uyumu etkiler.
Hamilelikte diğer önemli faktör, kadının içsel duygu durumunu doğrudan etkileyen eşin tutumu ve içinde yaşadığı psikososyal çevredir
(Santiago et al 2001, Szigethy Ruiz. 2001, Hendrick 2002).
Kadının hamileliği evlilik ilişkisinde yeni değişiklikleri gündeme
getirir ve müstakbel babaya belirli görevler yükler. Erkek bir taraftan
eşindeki fiziksel ve ruhsal değişikliklerden etkilenir. Diğer taraftan kendisinin ilk çocukluk yıllarından bu yana annesi babası ve kardeşleri ile
yaşadıkları ilişki biçimi ve eşlik eden duygu durumları su yüzüne çıkar.
Kadının duygusal olarak kendi içine kapanması erkekte ihmal edildiği
düşüncesini ortaya çıkarabilir. Diğer yandan kadının çalışıyor olması ile
işinden ayrılmak zorunda kalması hem doğrudan hamile kadın üzerinde
hem de eşinde sosyal ve ekonomik endişeler yaratır. Erkeğin destek ve
güven ve yakın ilgisi ikisinin de yaşadığı ruhsal karmaşayı azaltır. Erkek
çeşitli zorlanmalarla ne kadar başarılı biçimde baş edebilirse kadının
uyum sağlamasını o kadar cesaretlendirebilir. Öte yandan daha önceki
kişisel ve eşler arasındaki çatışmalar çözümlenmemiş ise veya erkeğin
yapısı ve olgunluğu, yardımcı olmaya, paylaşmaya, destek olmaya
117
uygun değilse kadının baş edebilmesi ve yükü ağır olacaktır. Bu
kapsamda erkeğin de müstakbel baba olarak baştan itibaren kadının
hamileliğinin takibinde ve doğumda birlikte olması, hamilelik ve
doğumun ilişkilerini derinleştirmesi ve birlikte ebeveyn rolüne
hazırlanmaları yönünde çok önemli katkı sağlar. Bunun yanında
ailedeki diğer çocukların kadın ve erkeğin anne, babasının, aileyi
etkileyen diğer kişilerin tutum, yaklaşım ve arzuları kadının uyumunu
destekleyici olabileceği gibi güçleştirici de olabilir. Fakat hamile kadın ve
eşi bilmelidir ki tüm bu insanların davranış ve yönelimlerini belirleyen
faktörler çoğunlukla kendi geçmişleri ve görüşlerine ilişkindir (Kumar
1984, Rosenthal 1994, Karanisoğlu 1991).
Gebelik süresince ve doğumda gebe ile sağlık ekibi arasındaki
ilişki çok önemlidir. Genellikle gebe kadın hekimine, hemşiresine, ebesine olumlu duygularla bağlanır ve transferans yaşar. Sağlık ekibinin
ilgisi, yaklaşımı ve açıklamalarıyla gebe kadının bir çok kaygı ve endişesi
giderilebilir (Özkan 1993).
Ekip üyeleri arasında bu anlamda etkin bir yeri olan hemşirelerin
anneye duygusal destek verebilmesi için , gebeliğin kadının ve ailenin
yaşamındaki yerini araştırması,olumlu ve olumsuz duyguların
açıklanması için anneyi desteklemesi, ambivalan duyguları arttıran
olguları belirlemesi, kadının, gebeliğin sorunlarını ve sorumluluklarını
paylaşmak istediği kişiyi belirlemesi, yaşanan anksiyetenin derecesini
belirlemesi gerekir.
Bu bilgiler doğrultusunda planlanan bu araştırma, gebelerde
ruhsal belirtileri ve ruhsal belirtileri etkileyebilecek faktörleri saptamak
amacıyla yapılmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Bu çalışma, gebelerin ruhsal belirti dağılımları ve bu belirtileri
etkileyebilecek faktörleri saptamak amacıyla planlanmış tanımlayıcı ve
kesitsel türde bir araştırmadır. Araştırma, E.Ü.T.F. Hastanesi Obstetri
Polikliniği ve Prof. Dr. Hayri Üstündağ Kadın Hastalıkları ve Doğum
Hastanesi Obstetri Polikliniği’nde Kasım 2001 -Ocak 2002 tarihleri
arasında yapılmıştır.
Araştırmanın evrenini, her iki hastanenin obstetri polikliniğine
başvuran gebeler oluşturmuştur. Araştırmada ayrıca bir örneklem
seçimi yöntemine başvurulmamış olup, 6 Kasım 2001-31 Ocak 2002
tarihleri arasında rutin kontrolleri için bu polikliniklere başvuran ve
araştırmaya katılmayı kabul eden gebeler araştırmanın örneklemini
oluşturmuştur (n=94).
118
Araştırmada gerekli verileri toplayabilmek için 2 tür soru formu
kullanılmıştır. Bunlardan ilki araştırmacılar tarafından geliştirilen ve
gebelerin tanıtıcı özelliklerini içeren “Bireysel Bilgi Formu” dur. Bu form
gebelerin yaş, eğitim durumu, medeni durum, ailelerinin kaç kişiden
oluştuğu, göç etme durumu, gelir durumu, fiziksel ve ruhsal hastalık
bulunma durumu, gebelik sayısı, gebelik sırasında geçirilen önemli bir
rahatsızlık olma durumu, gebelik sırasında en fazla destek aldığı
yakın/yakınları, gebeliğin eşiyle ilişkisini etkilemesini düşünme durumu, eş ile ilişkinin ne yönden etkilendiğini düşünme olmak üzere
toplam 14 sorudan oluşan bir soru formudur. Araştırmada kullanılan
ikinci form ise Kısa Semptom Envanteri (KSE)’dir. KSE, Ruhsal
belirtileri değerlendirmek amacıyla Hisli ve Durak tarafından (1994)
geçerlik ve güvenirlik çalışması yapılan 53 madde ve 10 alt ölçekten
oluşan bir formdur. Ölçeğin puan aralığı “0-212” arasında değişmektedir. Puan yükseldikçe ruhsal semptomların sıklığının arttığı şeklinde
değerlendirme yapılmaktadır. Alt ölçek puanları, her alt ölçeği oluşturan maddelere verilen puanların toplamının madde sayısına bölünmesiyle elde edilir. Alt ölçek puanları 0,00 ile 4,00 arasındaki değerlerde
olabilmektedir. Bu değerlendirmenin yanı sıra, KSE’ nin asıl işlevselliğini gösteren değerlendirmeler Rahatsızlık Ciddiyeti İndeksi (RCİ)dir.
Rahatsızlık ciddiyet indeksi puanının 1.00’ın altında olması, belirtilerdeki psikopatolojik bir durumun varlığını göstermektedir.
Araştırmadan elde edilen verilerin değerlendirmesi SPSS 10.00 for
Windows paket programında yapılmıştır. Veriler kodlanıp min –max
tutarlık kontrolü yapıldıktan sonra, gebelerin tanıtıcı özelliklerine ilişkin bulguların sayı ve yüzde dağılımları, KSE ve alt ölçek puan
ortalamaları ve standart sapmaları hesaplanmıştır. Gebelerin KSE ve alt
ölçek puan ortalamalarının gebelerin tanıtıcı özelliklerine göre dağılımları arasında fark olup olmadığını test etmek için ise t test ve ANOVA
yapılmıştır. İleri analizler için ise Scheffe testi kullanılmıştır.
BULGULAR ve TARTIŞMA
Gebelerin tanıtıcı özellikleri incelendiğinde;
Çalışma kapsamındaki gebelerin yaş ortalamalarının 26,36 ± 5,93
olduğu saptanmıştır. Öztürk ve Şirin (2000) tarafından yapılan doğum
yapan annelerde algılanan sosyal destek faktörlerinin ve bunlara etki
eden faktörlerin incelenmesi konulu çalışmada da annelerin yaş
ortalamalarının 26.22 ± 4,32 olarak bulunduğu belirtilmiştir. Bu bulgu,
şimdiki çalışma bulgusuyla benzerlik göstermekte olup, anne olma
yaşının genç yetişkinlik dönemi olduğu söylenebilir.
119
Gebelerin yarısının (% 51,1) okur yazar/ilk okul mezunu olduğu
saptanmıştır (Tablo1). Bu bulgu, Öztürk ve Şirin’ in (2000) çalışmasındaki kadınların eğitim durumlarıyla paralellik göstermektedir.
Gebelerin büyük çoğunluğunun (% 90,4) resmi nikahlı olduğu,
gebelerin yarısının İzmir iline başka bir yerleşim yerinden göç ettikleri
saptanmıştır (Tablo 1).
Tablo 1. Gebelere Ait Tanıtıcı Özelliklerin Dağılımı (n=94)
Tanıtıcı özellikler
Eğitim
Okur yazar değil
Okur yazar/ilkokul mezunu
Orta ve lise mezunu
Yüksekokul /Fakülte mezunu
Medeni durum
Bekar /Ayrı yaşıyor/Dul/ Boşanmış
Resmi nikah
İmam nikahlı
Göç etme durumu
Göç eden
Göç etmeyen
Gelir durumu
Gelir gidere göre yüksek
Gelir ve gider dengeli
Gelir giderden az
Fiziksel hastalık olma durumu
Fiziksel hastalığı olan
Fiziksel hastalığı olmayan
Ruhsal hastalık olma durumu
Ruhsal hastalığı olan
Ruhsal hastalığı olmayan
Gebelikte önemli rahatsızlık geçirme durumu
Hastalık geçiren
Hastalık geçirmeyen
Gebelik sırasında en fazla destek olan/ yakınlık
gösteren
Eş
Kendi ailem (anne, baba, kardeş)
Arkadaş
Diğer (komşu, sağlık per. , vs.)
Gebeliğin eşle ilişkisini etkilediğini düşünme
Gebeliğin ilişkisini etkilediğini düşünen
Gebeliğin ilişkisini etkilediğini düşünmeyen
Eş ile olan İlişkinin etkilenme yönü
Etkilenmeyen
Cinsel yönden
İletişim yönünden
Sayı
%
7
48
23
16
7.4
51.1
24.5
17.0
4
85
5
4.3
90.3
5.3
51
43
54.3
45.7
2
49
43
2.1
52.2
45.7
11
83
11.7
88.3
7
87
7.4
92.6
12
82
12.8
87.2
65
12
4
13
69.1
12.8
4.3
13.8
31
63
33.0
67.0
63
10
21
67.0
10.6
22.3
Gebelerin yarısı (% 52,2) gelirlerinin gidere göre dengeli olduğunu
belirtmişlerdir. Gebelerin % 88,3’ ünün fiziksel bir hastalığı olmadığı,
tamamına yakınının (% 92,6) ruhsal bir hastalığı olmadığı saptanmıştır
120
(Tablo 1). Araştırma kapsamına alınan gebelerin bir fiziksel ya da ruhsal
hastalık açısından risk taşımadıkları söylenebilir.
Gebelerin yarısından fazlası (% 69,1) gebelikleri sırasında en fazla
yakınlık ve desteği eşlerinden aldıklarını belirtirken, yine yarısından
fazlası (% 67) gebelik sürecinin eşi ile olan ilişkisini etkilemediğini ifade
etmiştir (Tablo 1).
Gebelerin % 10,6’ sı gebelikleri sırasında eşleriyle ilişkilerinin
cinsel yönden etkilendiğini belirtirken, % 22,3’ ü eşleriyle ilişkilerinin
iletişim yönünden etkilendiğini belirtmiştir (Tablo 1).
Gebelerin ruhsal belirti dağılımları incelendiğinde;
Puan ranjları göz önüne alındığında (0-13) gebelerin anksiyete ve
paranoid düşünce alt ölçekleri puan ortalamalarının orta düzeye yakın
oldukları görülmektedir. Araştırma kapsamındaki gebelerin son trimestrda olmaları, doğum, bebek bakımı ve doğumdan sonra değişecek yaşam düzenleri ile ilişkili endişe taşımaları, anksiyete ve paranoid düşünce belirtilerinin diğer belirtilerden fazla olma nedeni olabilir. Gebelerin
diğer ruhsal belirti dağılımları sırasıyla somatizasyon, OKB, depresyon,
hostilite, kişilerarası duyarlık, fobik anksiyete, psikitozisizm olarak
belirlenmiştir (Tablo 2). Gebelerin KSE Ölçeği toplam puan ortalamalarına bakıldığında, puan aralığı ile değerlendirildiğinde bu puanın
oldukça düşük bir değer olduğu söylenebilir. Ancak gebelerin rahatsızlık
ciddiyet indeki puan ortalamaları 1.00’ in altında bir değerdedir. Dolayısıyla gebelerin var olan psikiyatrik semptomlarının psikopatolojisinin
ciddi olduğu söylenebilir.
Tablo 2. Gebelerin Kısa Semptom Envanteri Puan Ortalamaları (n=94)
KSE ölçek ve alt ölçekleri
Kısa semptom toplam
Rahatsızlık ciddiyet indeksi
Somatizasyon alt ölçeği
OKB alt ölçeği
Kişilerarası duyarlık alt ölçeği
Depresyon alt ölçeği
Anksiyete bozukluğu alt ölçeği
Hostilite alt ölçeği
Fobik anksiyete alt ölçeği
Paranoid düşünceler alt ölçeği
Psikotisizm alt ölçeği
Ek maddeler
X
S.s.
44.78
0.77
5.84
5.72
3.80
5.09
5.36
4.25
2.75
5.01
2,.4
3.60
27.66
0.46
4.08
4.31
3.15
4.21
3.62
3.41
2.59
3.53
3.03
3.03
Ölçek
Min-max
0-212
0-3,62
0-28
0-24
0-16
0-24
0-24
0-20
0-20
0-20
0-20
0-16
İşaretlene
Min- max
27.26-44.78
0.08- 1.93
0-15
0-17
0-15
0-18
0-13
0-16
0-13
0-13
0-13
0-12
Gebelerin Kısa Semptom Ölçeği toplam puan ortalamalarının bazı
değişkenlere göre dağılımları incelendiğinde, gebelerin yaş, gebelik sayısı, medeni durumları, tedavi gerektiren fiziksel bir hastalığı olma durumu, tedavi gerektiren ruhsal hastalık olma durumu, göç etme, eğitim
121
durumları, gelir durumları, eş ile olan ilişki durumu ve bu ilişkinin
gebelik nedeniyle etkilenme durumuna göre dağılımları istatistiksel
olarak farklı olmadığı saptanmıştır (p>0,05).
Gebelerin Kısa Semptom Alt Ölçekleri puan ortalamalarının bazı
değişkenlere göre dağılımları incelendiğinde; gebelerin eğitim durumlarına göre paranoid düşünceler alt ölçeği puan ortalamaları dağılımlarında anlamlı bir fark olduğu saptanmıştır (F=3,272 p=0,025). Okur
yazar olmayan gebelerin paranoid düşünce puan ortalamalarının diğerlerine göre daha düşük olduğu saptanmıştır (scheffe). Bu bulgu, okur
yazar ya da daha eğitimli gebelerin gebelik ve doğum süreci ile ilgili
bilgileri okuma yoluyla öğrendiklerini ve bu öğrenmenin paranoid düşünceleri arttırdığını, buna karşılık okur yazar olmayan gebelerde böyle
bir öğrenme olmadığı için paranoid düşüncelerin olmadığını düşündürmüştür.
Gebelerin medeni durumlarına göre fobik anksiyete puan ortalamaları (F=4,592 p=0,013) ve psikotisizm puan ortalamaları (F=5,561
p=0,005) dağılımlarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu
saptanmıştır. Resmi nikahı olan gebelerin fobik anksiyete puan ortalamaları diğerlerine göre daha düşük iken, imam nikahlı olan gebelerin
psikotisizm puan ortalamalarının anlamlı düzeyde yüksek olduğu
saptanmıştır.
Gelir durumuna göre gebelerin kişilerarası duyarlık (F=4,080
p=0,020), depresyon (F=5,096 p=0,008), anksiyete (F=3,178 p=0,046),
paranoid düşünce (F=3,479 p=0,035), psikotisizm (F=4,467 p=0,014)
puan ortalamaları dağılımlarının anlamlı düzeyde farklı olduğu saptanmıştır. Gelirlerinin giderlerinden az olduğunu ifade eden gebelerin
kişilerarası duyarlık, anksiyete, paranoid düşünce puan ortalamalarının
istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanırken,
depresyon ve psikotisizm puan ortalamaları dağılımlarının farkının
hangi gruptan kaynaklandığı istatistiksel olarak saptanamamıştır.
Tedavi gerektiren bir fiziksel hastalığa sahip olma durumuna göre
KSE alt ölçek puan ortalamalarına bakıldığında; fiziksel bir rahatsızlığı
bulunduğunu ifade eden gebelerin somatizasyon (t=3,560 p=0,001),
kişilerarası duyarlık (t=2,632 p=0,010), rahatsızlık ciddiyet indeksi puan
ortalamalarının (t=2,795 p=0,006) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde
yüksek olduğu saptanmıştır.
Gebelik sırasında geçirilen önemli bir rahatsızlık olma durumuna
göre KSE puan ortalamaları incelendiğinde; gebelik sırasında rahatsızlık
yaşayan gebelerin somatizasyon(t=2,314 p=0,023), OKB (t=2,141
p=0,035), paranoid düşünce (t=2,795 p=0,006) alt ölçeği puan ortalamalarının dağılımlarının anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır.
122
Gebelikleri sırasında eşleriyle ilişkilerinin etkilendiğini ifade eden
gebelerin somatizasyon (t=2,478 p=0,015) ve anksiyete bozukluğu
(t=2,274 p=0,025) alt ölçekleri puan ortalamalarının anlamlı düzeyde
yüksek olduğu istatistiksel olarak saptanmıştır.
Gebelerin gebelikleri sırasında en fazla destek aldıkları kişi/ kişilere göre KSE alt ölçek puan ortalamaları dağılımları incelendiğinde ise;
gebelikleri sırasında en fazla desteği kendi ailelerinden aldıklarını ifade
eden gebelerin rahatsızlık ciddiyet indekslerinin anlamlı düzeyde yüksek
olduğu (F=3,103 p=0,031), arkadaşlarından ve kendi ailelerinden destek
aldıklarını ifade eden gebelerin depresyon (F=4,561 p=0,005) ve
paranoid düşünce (F=3,156 p=0,029) puan ortalamalarının istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır. Gebelik her kadın
için kriz durumu oluşturması ile birlikte bu durumun üstesinden
gelmesi kadının yaşı, sosyal statüsü, algıladığı sosyal destekle yakından
ilişkilidir. Kendi arkadaşlarından ve ailesinden destek aldığını ifade eden
gebelerin evlilik ve eşleriyle olan ilişkileri sorgulanmamıştır. Ancak bu
gebelerin eşlerinden destek alamamaları, yaşamlarıyla ilgili daha
endişeli olmaları nedeniyle depresif semptomlarının daha fazla olduğu
şeklinde yorumlanabilir. Tortumluoğlu ve ark (2003) çalışmalarında
gebelerin içinde yaşadıkları aile tipinin aile ortamının denetim ve birlikberaberlik içinde algılamaları arasında anlamlı fark oluşturduğunu
saptamışlardır. Bu bulguyla birlikte düşünüldüğünde eşleriyle birlikberaberlik yada sağlıkları konusunda eşlerinin denetimini hissedemeyen
gebelerin paranoid düşünceleri de artmakta, dolayısıyla güven duygusundan yoksun anne adayları olmalarına nedeni olduğu şeklinde
yorumlanabilir.
Gebelerin göç etme durumlarına göre kısa semptom alt ölçek puan
ortalamaları dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde
fark olmadığı saptanmıştır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Çalışma kapsamındaki gebelerin yaş ortalamalarının 26,36 ± 5,93
olduğu, yarısının (%51,1) okur yazar/ ilk okul mezunu olduğu, büyük
çoğunluğunun (%90,4) resmi nikahlı olduğu, gebelerin yarısının İzmir
iline başka bir yerleşim yerinden göç ettikleri, yarısının (%52,2)
gelirlerinin gidere göre dengeli olduğu, %88,3’ ünün fiziksel bir hastalığı
olmadığı, tamamına yakınının (%92,6) ruhsal bir hastalığı olmadığı saptanmıştır. Gebelerin yarısından fazlası (%69,1) gebelikleri sırasında en
fazla yakınlık ve desteği eşlerinden aldıklarını belirtirken, yine yarısından fazlası (%67) gebeliğin eşi ile olan ilişkisini etkilemediğini ifade
etmiştir. Gebelerin %10,6’ sı gebelikleri sırasında eşleriyle ilişkilerinin
123
cinsel yönden etkilendiğini belirtirken, %22,3’ ü eşleriyle ilişkilerinin
iletişim yönünden etkilendiğini belirtmiştir.
Gebelerin anksiyete ve paranoid düşünce alt ölçekleri puan
ortalamalarının orta düzeye yakın oldukları görülmektedir. Araştırma
kapsamındaki gebelerin son trimestrda olmaları, doğum, bebek bakımı
ve doğumdan sonra değişecek yaşam düzenleri ile ilişkili endişe taşımaları, anksiyete ve paranoid düşünce belirtilerinin diğer belirtilerden fazla
olma nedeni olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Gebelerin diğer ruhsal
belirti dağılım sıklıkları sırasıyla somatizasyon, OKB, depresyon,
hostilite, kişilerarası duyarlık, fobik anksiyete, psikitozisizm olarak
belirlenmiştir (Tablo 2). Gebelerin KSE Ölçeği toplam puan ortalamalarının ise oldukça düşük bir değer olduğu söylenebilir.
Gebelerin kısa semptom ölçeği toplam puan ortalamalarının,
gebelerin yaş, gebelik sayısı, medeni durumları, tedavi gerektiren fiziksel
bir hastalığı olma durumu, tedavi gerektiren ruhsal hastalık olma durumu, göç etme, eğitim durumları, gelir durumları, eş ile olan ilişki
durumu ve bu ilişkinin gebelik nedeniyle etkilenme durumuna göre
dağılımlarının istatistiksel olarak farklı olmadığı saptanmıştır (p>0,05).
Gebelerin Kısa Semptom Alt Ölçekleri puan ortalamalarının bazı
değişkenlere göre dağılımları incelendiğinde; Okur yazar olmayan
gebelerin paranoid düşünce puan ortalamalarının diğerlerine göre daha
düşük olduğu, resmi nikahı olan gebelerin fobik anksiyete puan ortalamaları diğerlerine göre daha düşük iken, imam nikahlı olan gebelerin
psikotisizm puan ortalamalarının anlamlı düzeyde yüksek olduğu,
gelirlerinin giderlerinden az olduğunu ifade eden gebelerin kişilerarası
duyarlık, anksiyete, paranoid düşünce puan ortalamalarının istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanırken, depresyon ve
psikotisizm puan ortalamaları dağılımlarının farkının hangi gruptan
kaynaklandığı istatistiksel olarak saptanamamıştır. Fiziksel bir rahatsızlığı bulunduğunu ifade eden gebelerin somatizasyon, kişilerarası duyarlık, rahatsızlık ciddiyet indeksi puan ortalamalarının istatistiksel olarak
anlamlı düzeyde yüksek olduğu, gebelikleri sırasında rahatsızlık yaşayanların somatizasyon, OKB, paranoid düşünce alt ölçeği puan ortalamalarının dağılımlarının anlamlı düzeyde yüksek olduğu, gebelikleri
sırasında eşleriyle ilişkilerinin etkilendiğini ifade eden gebelerin somatizasyon ve anksiyete bozukluğu alt ölçekleri puan ortalamalarının
anlamlı düzeyde yüksek olduğu, gebelikleri sırasında en fazla desteği
kendi ailelerinden aldıklarını ifade eden gebelerin rahatsızlık ciddiyet
indekslerinin anlamlı düzeyde yüksek olduğu, arkadaşlarından ve kendi
ailelerinden destek aldıklarını ifade eden gebelerin depresyon ve
paranoid düşünce ortalamalarının istatistiksel olarak anlamlı düzeyde
yüksek olduğu saptanmıştır.Gebelerin göç etme durumlarına göre kısa
124
semptom alt ölçek puan ortalamaları dağılımları arasında istatistiksel
olarak anlamlı düzeyde fark olmadığı saptanmıştır.
Tüm bu bulgular doğrultusunda gebeliğin hem kadın hem bebek
hem de aile için kriz dönemi olduğu, bu dönemde kadının olabildiğince
profesyonel destek ve sosyal destek alabilmesinin sağlıklı bir gebelik
süreci geçirmesinde etkili olabileceği söylenebilir. Dolayısıyla sağlık
profesyonellerinin gebelik sürecinde anne adaylarının, hem fiziksel sağlık hem de ruhsal sağlıklarının tam bir iyilik halinde olabilmesi için
gerekli değerlendirmeleri yapmaları, bu değerlendirmelerin sadece riskli
gebeliklerde değil tüm anne adayları ile yapılması, yeni bir yaşamın
vereceği kaygı nedeniyle kadınların gebelikleri sırasında ruhsal bir
takım problemler yaşayabilmeleri ve bu problemlerin erken tanınmaması nedeniyle psikiyatrik semptomların artarak ciddi boyutlara ulaşmasını önleyebilmek ve lohusalık döneminde görülebilecek ruhsal sıkıntıları engelleyebilmek için anne adaylarının gebelik süreciyle beraber
ruhsal yönden de izlenmesi, bu izlemin ve değerlendirmenin rutin bir
uygulama olması, gebelerin ruhsal yönden değerlendirilebilmesi için
disiplinler arası liyezon oluşturulması, bu alanda çalışabilecek uzman
konsültasyon liyezon psikiyatri hemşirelerinin doğum ve kadın sağlığı ve
hastalıkları alanında görev yapmaları, ülkemizde benzer çalışmaların
daha büyük popülasyonlarda yapılması önerilebilir.
KAYNAKLAR
1. Appleby L, Fox H, Shaw M, Kumar R (1989). The Psychiatrist In The Obstetric Unit
Estabilishing, A Liasın Service: Br. J. Psychiatry, 154: 510-515.
2. Kumar R, Robson K M (1984). A Prospective Study Of Emotional Disorders In Child
Besring Women. Br. J. Psychiatry 144: 35- 47.
3. Rosenthal M B, Benson R C (Çev: Selahattin Kükner) (1994)” Obstetrik Ve
Jinekolojide Psikolojik Problemler”. Çağdaş Obstetrik Ve Jinekolojik Teşhis Ve Tedavi,
Cilt 2. Barış Kitabevi, İst., 1403-1428.
4. Öztürk H, Şirin A (2000). “Doğum Yapan Annelerde Algılanan Sosyal Destek
Faktörlerinin Ve Bunlara Etki Eden Faktörlerin İncelenmesi”. Ege Üni. Hemşirelik
Yüksekokulu Dergisi, Cilt: 16, Sayı: 2-3.31- 40.
5. Tortumluoğlu G, Okanlı A, Erci B (2003). “Gebelerin Aile Ortamını Algılamaları İle Öz
Bakım Gücü Arasındaki İlişki”. Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Dergisi, Cilt: 6 Sayı: 1,24- 36.
6. Karanisoğlu H (1991). “Riskli Gebeliklerde Ruhsal Durum Ve Hemşirelik Yaklaşımı”.
Hemşirelik Bülteni. Cilt V, Sayı: 19.47-51.
7. Szigethy E.M, Ruiz P (2001). “Depression Among Pregnant Adolescents: An Integrated
Treatment Approach”. Am J Psychiatry 158: 1 January. 22- 27.
125
8. Santiago J R, Nolledo S M, Kınzler W, Santiago T V (2001). “Sleep And Sleep Disorders
İn Pregnancy”. American College Of Psysicians-American Society Of Internal Medicine.
396- 408.
9. Hendirick V, Altshuler L (2002). “Management Of Major Depression During
Pregnancy”. Am J Psychiatry 159: 10, October 2002. 1667-1673.
10. Özkan S (1993). Kadın Hastalıkları Ve Doğumun Psikiyatrik Yönleri. Psikiyatrik Tıp:
Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi. Roche Müstahzarları Sanayi A.Ş. Yayını, İst. 201220.
11. Savaşır I Şahin N H (1997). Bilişsel Davranışsal Terapierde Değerlendirme. Sık
Kullanılan Ölçekler. Türk Psikologlar Derneği Yayınları No: 9, Ankara. 115-123.
126
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 127-134, 2005
OGİLVİE'S SENDROMU VE HEMŞIRELIK BAKIMI
OGILVIE’S SYNDROME AND NURSING CARE
Hafize ÖZTÜRK
Ege Üniversitesi İzmir Atatürk Sağlık Yüksekokulu Bornova/İzmir
Anahtar Sözcükler: Ogilvie's Sendromu-Hemşirelik Bakımı
Key Words: Ogilvie’s syndrome-Nursing care
ÖZET
Ogilvie's Sendromu, mekanik olmayan tıkanma ile meydana gelen, ağır
şekilde kolonun genişlemesiyle karakterize bir durumdur. Sendromun gelişimi
1-2 günden daha çabuk oluşabilir, fakat ilerleme genellikle daha yavaştır.
Hemşirelik yaklaşımlarının planlanması ve uygulanmasında, gastrointestinal
sistem problemleri için risk faktörlerinin gözden geçirilmesi, abdominal
distansiyon ve duyarlılığın belirlenmesi, erken mobilizasyonun sağlanması
önemlidir.
SUMMARY
Acute colonic pseudo-obstruction (Ogilvie’s syndrome) is characterized by
abdominal distention and massive colonic dilatation without any mechanical
cause obstruction. The development of Ogilvie’s Syndrome can be rapid over 1-2
days, but more commonly progresses slowly. Nursing assessment and practice is
reviewed history for risk factors for gastrointestinal system problems and
assessment abdominal distention and tenderness and encourage ambulation in
patients.
I. OGİLVİE’S SENDROMU (O.S)
Bu sendrom ilk kez, 1948'de Sir Heneage Ogilvie tarafından; mekanik tıkanma olmaksızın; akut, kolon dilatasyonu ile karakterize
olarak tanımlamıştır. O.S, akut kolonik yalancı tıkanma (acut colonic
pseudo-obstruction) olarak isimlendirilir. Kadınlarda ve gençlerde de
görülmekle birlikte daha sıklıkla erişkinlerde ve erkeklerde görülen bir
durumdur. Tablo 1’de O.S. yol açan hastalıklar ve durumlar görülmektedir (Carol 2000; Carpenter 2002; Çakır et all 2001; De Giorgio et all
2001; Patty et all 2000; Tsoutsos et all 1999).
127
Tablo 1. Ogilvie’s Sendromu’nun Oluşmasına Neden Olan Durumlar
Sistemik
Hastalıklar
• Metabolik hastalıklar
• Elektrolit
dengesizlikler
• Alkolizm, ilaçlar
• Enfeksiyon, sepsis
• Gebelik ve doğum
• Yaşlılık
• Kanser
• Hipotroidzm
• Üremi
Yanıklar
Nörolojik
Hastalıklar
• Parkinson Hastalığı,
Demans
• Multiple skleroz
• Spinal kord hastalıkları
• Beyin tümörleri
• Meninjit
Kardiyovasküler
Hastalıklar
• Myokard enfarktüsü
• Kalp yetmezliği
• Pulmoner embolizm
Retroperitoneal
•
•
•
•
Post-Operative
Durumlar
•
•
•
Travmatik
Durumlar
• İntra veya extra
abdominal
• Otonom sinir fonksiyon
bozuklukları yaratan,
operatif olmayan
travma
Abdominal
Enfeksiyonlar
•
•
Hemoraji
Piyelonefrit
Sezeryan operasyonu
Spinal kord
operasyonları
Ortopedik
operasyonlar
İntraabdominal
operasyonları
Kalça ve pelvis
operasyonları
Pankreatit
Safra kesesi
enfeksiyonları
1. Patogenezi:
O.S.'nun patogenezi açık değildir. Çoğunlukla kolonu inerve eden
parasempatik sinirler ile sempatik sinirler arasındaki bir dengesizlik
vardır. O.S.'da, sempatik sinir fonksiyonunun artması veya parasempatik sinir fonksiyonlarında aksama ile oluşan otonomik dengesizlik
olabilir. Buna, rektum ve sol kolonu inerve eden (2-2 ve 4-4) sakral
parasempatik sinir fonksiyon bozukluklarına yol açan cerrahi girişimler
de neden olabilir (Carol 2000; Carpenter 2002; Çakır et all 2001; De
Giorgio et all 2001; Patty et all 2000; Tsoutsos et all 1999).
2. Semptomlar:
O.S. belirtileri, abdominal distansiyon, barsak seslerinin fazla
olması ve hiperaktivitedir. Distansiyondan daha az kusma, bulantı ve
abdominal duyarlılık olabilir. Abdominal duyarlılık artışı ve ağrıdaki
artma, kolonun perfore olmasına yakın artar. Lokositlerde artma ve ateş
görülebilir, fakat perforasyon oluşur ise hipertermi ve lokositoz
128
görülebilir (Carol 2000; Carpenter 2002; Patty et all 2000; Tsoutsos et
all 1999).
3. Tanılama:
•
Tanılamada en etkili yöntem, abdominal X-Ray dir. Çekumda, kolonun distansiyonunu göstermektedir. Tedavi alanının dikkate alınmasında; barsak genişliğinin çapının ölçümünün önemli olduğunu birçok
uzman desteklemektedir (Çekal genişleme, 9-12 cm. ve daha fazla veya
konservatif tedaviden 48 saat sonraki başarısızlıkta invasive tedaviye
gereksinim duyulmaktadır) (Carol 2000; Çakır et all 2001).
•
Tanılama, kolonoskopi veya lavman solüsyonuyla da yapılabilmektedir. Ancak, kolonoskopinin, O.S. belirtilerini daha da arttırmada
riskli olabileceği ve X-Ray kullanımından daha az yararlı olduğu
belirtilmektedir (Carol 2000; Carpenter 2002; Schermer et all 1999).
O.S. gelişimi 1-2 günden daha çabuk oluşabilir, fakat ilerleme
genellikle daha yavaştır. Bazı vaka çalışmalarında, kolon perfore olmadan da, peritonitin geliştiği belirtilmiştir. İskemik kolondan ortaya çıkan
transuda, bu bulgunun mekanik sorumlusu olabilmektedir. Sendrom,
genellikle yeterli tedavi ile 3-6 günde tamamıyla tedavi edilebilmektedir
(Carol 2000).
4. Tedavi:
4.1. Konservatif tedavi; Konservatif tedavinin yararları ile ilgili az
bilgi vardır. Buna karşın, sendromun tedavisi genellikle hastalığın
altında yatan nedeni düzeltme ve basit destekleyici bakımdan oluşmaktadır. Konservatif tedavi ve bakım şu basamakları içermelidir;
•
•
•
•
•
•
•
•
Nazogastrik sakşın kullanılmalı ve ağızdan bir şey verilmemeli,
Elektrolit ve sıvı kaybı yerine konulmalı,
Barsak fonksiyonlarını bozan diğer ilaçlar ve narkotikler kesilmeli,
Gazın barsaklardan geçişini kolaylaştırmak için, aralıklı rektal muayene dikkatli yapılmalı veya rektal tüp yerleştirilmeli. Ancak, kolonun
dilate olmasına karşı dikkatli olunmalı,
Gazın barsaktan geçişini kolaylaştırmak için, hasta düz pozisyonda
yatırılmamalı,
Pelvisin altına yastık konularak rektum yükseltilmeli,
Lavman ile tedavi edilebilir ve lavman dikkatli yapılmalı,
Hava yutması nedeniyle artan distansiyonun hastadaki riski sebebiyle dikkatli değerlendirilmeli ve sonra aralıklı pozitif basınçla tedavi
veya spirometre kullanımına motive edilmeli (Carol 2000; Carpenter
2002; De Giorgio et all 2001; Kammen et all 2000; Patty et all 2000,
Schermer et all 1999; Tsoutsos et all 1999).
129
4.2. Tıbbi Tedavi:
a) İlaç tedavisi: O.S. için çeşitli ilaç tedavileri bulunmaktadır.
Bunlar;
•
•
•
•
•
•
Cisapride; Gastrointestinal sistem motilitesini arttıran prokinetik bir
ajandır. Bu ilacın I.V. kullanımını rapor eden vakalar, sonuçlarının
karışık olduğunu göstermektedir (Carol 2000).
Eritromicin kullanımının, O.S.'li hastada yararı olduğu belirtilmiştir.
Barsak motilitesinde uyarıcı etkisi olabilmektedir (Carol 2000).
Guanethidine; I.V. ile kullanımında, değişik derecelerde etkililik rapor
edilmiştir (Carol 2000).
Parasemptomomimetik ilaç olan Neostigmine ile tedavi de başarılı
olunmuştur (Carol 2000; Çakır et all, 2001; De Giorgio et all 2001;
Patty et all 2000; TureganoFuentes et all 1997).
I.V. Guanethidine ile, sempatik blok etkili neostigminenin kombine
kullanıldığı bir çalışmada, 11 hastanın sekizinde çok kısa sürede kesin sonuçlar bildirilmiştir (Carol 2000).
Akut psöde-obstriksiyonlu bir vaka çalışmasında, prostoglandin seviyesinde artma olduğu ve Prostoglandin inhibitörü olan İndomethacin
kullanımının başarılı olduğu ileri sürülmüştür (Carol 2000).
Konservatif tedavinin etkisi, sadece peritonial bulgu olmaksızın
hafif abdominal rahatsızlığı olan hastaya bağlıdır. Ve ilaç kullanımı ile
önleyici faktörler tersine çevrilebilir.
b) Eğer, konservatif tedavi etkili değilse, dekompresyon için kolonoskopi, genellikle ilk invasive terapidir. Tanı amaçlı kolonun dilate
kısmına, kolonoskopi işlemi için girildiğinde, kısmen havanın indirildiği
fakat bu prosedürün, %15-20 gibi yüksek oranda etkisiz olduğu veya
kolonoskopiyi takiben semptomların tekrar ettiği rapor edilmiştir (Carol
2000; Carpenter 2002; De Giorgio et all 2001; Patty et all 2000;
Tsoutsos et all 1999).
4.3. Cerrahi Tedavi: Çekostomi ve muayene için cerrahi laparaskopi desteklenmektedir. Genellikle, laparotomi, perforasyon varsa
barsakları tamir etmek için gerekli olmaktadır (Carol 2000; Carpenter
2002).
5. Komplikasyonları:
O.S’nin ciddi komplikasyonları;
perforasyon,
peritonit ve
• şokdur (Carol 2000; Carpenter 2002; Kammen et all 2000).
•
•
130
Cerrahi tedavi gerektiren O.S. vakaları için mortalite oranı, perforasyon olmayan vakalarda % 12-30 kadar yüksek olabilir ve perforasyonlu vakalarda % 43-50 dir. Şiddetli ve birdenbire gelişen abdominal
ağrı sebebiyle olan perforasyon; şok ve peritonit belirtilerini takiben
oluşur. Cerrahi müdahale bu noktada gerekebilir (Carol 2000).
Gebelikte ortaya çıktığında anne ölüm oranı %6-20 arasında
değişmektedir. Perinatal ölüm gerçekleşme nedeni prematüre doğum ve
fetal hipoksidir. Fetal ölüm oranı %26-50 dir (Walker et all 1997).
O.S., barsak torsiyonu, barsak tıkanması, paralitik ileus, akut
gastrik distansiyon, akut abdomen ve iskemik barsak ile sıklıkla karıştırılmaktadır. Tanılama da bu durumlardan ayırt edilmesi gerekmektedir (Carol 2000; Tsoutsos et all 1999). Tablo 2’de O.S. En sıklıkla
karıştırıldığı paralitik ileus ile karşılaştırılması görülmektedir.
Tablo 2. Paralitik İleus ve O.S. Karşılaştırılması
Başlama:
İlişki (Karışma):
Belirti ve Bulgular:
• Barsak sesleri
• Distansiyon
• Abdominal
Duyarlılık
• Bulantı-Kusma
• Barsak Aktivitesi
Tedavi:
Paralitik İleus
• Hızlıdır, 1-2 gün
• Özefagus dışında barsak
parçaları.
•
•
•
•
•
Yok,
Var
Var.
Var.
Yok.
• Ağızdan bir şey verilmez,
• Tıbbi tedavi (yararı açık
değil)
• Nazogastrik tüp,
• Mobilizasyon.
Sınırlı Tutum:
• Abdominal cerrahi,
• Künt travma,
• Abdominal olmayan
hastalıklar,
• Enfeksiyon.
* Genellikle evet
Morbitite:
Mortalite:
• Düşük
• Düşük
Neden
Durumlar:
Olan
Ogilvie's Sendromu
• Yavaş, 3-5 gün
• Sadece kolonda.
• Hiperaktif veya yüksek
düzeyde,
• Var
• Var, perforasyona yakın
artar.
• Sıklıkla az
• Konstipasyon veya diyare
• Ağızdan bir şey verilmez.
• Tıbbi tedavi (yararı açık
değil)
• Nazogastrik tüp,
• Pozisyon,
• Rektal tüp, lavman,
• Kolonoskopi, tüp ile
• Cerrahi girişim.
• Cerrahi, pelvis-kalça
operasyonları, sezeryan,
• Yanık gibi çeşitli operatif
olmayan travma
• Erkekler
• Yaşlı popülasyonda
• Sık değil,
* Yüksek.
(Carol AR (2000) Ogilvie's Syndrome after cesarean delıvery: JOGNN, 29(39, May/June:
239-245).
131
II- HEMŞİRELİK BAKIMI
Sempatik sinir fonksiyonlarının artması veya parasempatik sinir
fonksiyonlarında aksama ile oluşan otonomik dengesizlik, sakral
parasempatik sinir fonksiyonlarında bozukluklara neden olan cerrahi
işlemler sonucu oluşan O.Sendromu’nda, etyolojik faktörlere bağlı
hemşirelik tanıları konulabilir. Hemşirelik tanıları North American
Nursing Diagnosis Association (NANDA)/ Kuzey Amerikan Hemşirelik
Tanıları Derneği tarafından geliştirilen tanılar doğrultusunda aşağıda
verilmiştir.
Tablo 3. Hemşirelik Tanıları ve Tanılarla İlişkili Faktörler
HEMŞİRELİK
TANISI
Fiziksel
mobilitede
bozulma:
TANIM:
İmmobil olmayan ancak,
fiziksel olarak hareket etmekte
bir sınırlılığı olan ya da bu
riski taşıyan bir bireydeki
durumdur.
Kolonik
konstipasyon:
Kuru,sert gaitaya yol açacak
şekilde, barsaktaki besinlerin
geçişinde bir gecikme olan ya
da bu riski taşıyan bireydeki
durumdur.
Rahatta
Değişim:
İstenmedik bir uyarana tepki
olarak bir rahatsızlık yaşayan
bir bireydeki durumdur.
Akut ağrı:
Bir saniyeden uzun, 6 aydan
kısa bir süre, bir rahatsızlık
duygusu ya da şiddetli
rahatsızlığı olduğunu bildiren
ve bunu yaşayan bireydeki
durumdur
132
İLİŞKİLİ FAKTÖRLER
Aşağıdaki durumlara sekonder,
dayanıklılık ve gücün azalmasına
bağlı;
• Otoimmün değişimler (Örn:Multiple
Sklerozis),
• Sinir sistemi hastalıkları
(Örn:Parkinsonizm, Myasteniagravis)
• Musküler distrofi
Aşağıdaki durumlara sekonder olarak;
immobilite, pelvik kaslarda zayıflık ve
sinir inverasyonunda eksikliğe bağlı
fizyopatolojik olarak;
• Spinal kord lezyonları,
• Spinal kord travması,
• Nörolojik hastalıklar
Durumsal olarak;
• Gebelikte sekonder, barsak boşaltım
zamanında uzama ve demir
preparatlarına bağlı,
• Labor ve doğuma sekonder
sıvı/besin kısıtllaması, barsak
hareketlerinde azalma ve abdominal
tonüste gevşemeye bağlı
Aşağıdaki durumlara sekonder, doku
travması ve refleks şeklindeki kas
spazmlarına bağlı biyopatofizyolojik
olarak;
• Spinal kord travmaları
• Doğum eylemi süresince uterus
kontraksiyonlarına bağlı gelişir.
Tedavi ile ilgili olarak;
• Cerrahi,
• Kazalar,
• Yanıklar neden olabilir.
Ogilvie’s Sendromu’nda;
•
Fiziksel mobilitede bozulma
•
Kolonik konstipasyon
•
Rahatta değişim,
•
Akut ağrı,v.b tanılar yer almaktadır (Birol 2002; Carpenito 1999).
Tanılara ilişkin faktörlerin patofizyolojisi ve tanımları (Birol 2002;
Carpenito1999) tablo 3’de verilmiştir.
Hastaların
bakımında,
GIS
antroin
durumun
dikkatli
değerlendirilmesi esastır. GIS. durumunun tanılaması; problemin erken
belirlenmesinde hastalar için en iyi sonuçları desteklemede ve
problemlerin erken tanılanmasında önemlidir.
Postoperatif GIS hemşirelik değerlendirilmesi;
Postoperatif hastaların GIS fonksiyon bakımı şunları içermelidir;
1. GIS problemleri için risk faktörlerinin gözden geçirilmesi,
2. Normal barsak sesleri duyulana kadar ilk 24-48 saat için her 4
saatte ve sonra her 8-12 saatte barsak seslerini dinlenmesi,
3. Dışkının geçişini ve/veya gaz geçişinde ferahlama olup olmadığının
ve miktarının belirlenmesi,
4. Bulantı-kusmanın belirlenmesi,
5. Abdominal distansiyon ve duyarlılığın belirlenmesi,
6. Erken mobilizasyon için cesaretlendirilmesi ve sıklıkla pozisyon
değiştirilmesi,
7. Ağrı kesicilerin, narkotiklerin kullanımının monitörize edilmesi ve
ağrı kesicilerin miktarının dikkatlice gözlenmesi,
8. Diyetle ilgili durumun belirlenmesi,
9. Uzayan bulantı-kusma, anormal barsak sesleri, artmış distansiyon
gibi anormal bulguların dikkatle değerlendirilmesi,
10. Hastanın gereksinimlerinin ve durumunun kayıt edilmesi (Carol
2000; Carpenter 2002).
KAYNAKLAR
1. Birol L (2002). Hemşirelik Süreci, Hemşirelik Bakımında Sistematik Yaklaşım,
Genişletilmiş 5. Baskı, Bozyaka Matbaacılık, İzmir, sy: 183-305.
2. Carol AR (2000). Ogilvie's Syndrome after cesarean delıvery: JOGNN, 29(39).
May/June: 239-245.
133
3. Carpenito LJ (1999). Hemşirelik Tanıları El Kitabı, Çev: Erdemir F., 7. Baskı, Nobel
Tıp Kitabevler, İstanbul, sy:182-186,225-226,259-267.
4. Carpenter S (2002). Ogilvie Syndrome, http://www.emedicine.com/med./topic2699.
htm, Ulaşma tarihi:17.04.2005.
5. Çakır E, Baykal S, Usul H et all (2001). Ogilvie’s Syndrome after cervical discectomy:
Clinical Neurology and Neurosurgey, 103: 232-233.
6. De Giorgio R, Barbara G, Stanghellini V et all (2001). The pharmacological treatment
of acute colonic pseudo-obstruction, Review article: Alimentary Pharmacology&
Therapeutics, 15(11), November: 1717.
7. Kammen BF, Levine MS, Rubesın SE et all (2000). Adynamic ileus after caesarean
section mimicking intestinal obstruction: findings on abdominal radiographs, The
British Journal Of Radiology, 73, 951-955.
8. Patty l, Tenofsky PL, Beamer L et all (2000). Ogilvie Syndrome as a postoperative
complication: Archives of Surgery; Jun., 135,6; ProQuest Medical Library: 682-687.
9. Schermer CR, Hanosh JJ, Davis M et all (1999). Ogilvie’s syndrome in the surgical
patient: A new therapeutic modality: Journal Of Gastrointestinal Surgery, 3(2): MarApr, 173-177 .
10. Tsoutsos D, Tsakou EG, Lykoudis E et all (1999). Acute colonic pseudo.obstruction
(ogilvie’s syndrome)-a rare complication of severe thermal injury. Report on two cases:
Annals of Burns and Fire Disasters-vol.XII-June; 175(3): 679-82.
11. TureganoFuentes F, MunozJimenez F, DelValleHernandez E et all (1997). Early
resolution of Ogilvie’s syndrome with intravenous neostigmine-A simple, effective
treatment. Diseases Of The Colon&Rectum, Nov; 40(11): 1353-1357.
12. Walker M, Sylvain J, Stern H (1997). Bowel obstruction in a pregnant patient with
Ileal Pouch-Anal Anastomosis, Canadizn Journal of Surgery; Dec; 40(6), 471-473.
134
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 135-144, 2005
AKUT GRAFT VERSUS HOST HASTALIĞI OLAN ÇOCUKLARDA
HEMŞİRELİK YAKLAŞIMI
NURSING APPROACH IN CHILDREN WITH ACUTE GRAFT-VERSUS-HOST
DISEASE
Hüsniye ÇALIŞIR*
*Adnan Menderes
Zeynep GÜNEŞ**
Üniversitesi Aydın Sağlık
Yüksekokulu
Çocuk Sağlığı ve
Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı/AYDIN
**Adnan Menderes Üniversitesi Aydın Sağlık Yüksekokulu İç Hastalıkları Hemşireliği
Anabilim Dalı/AYDIN
Anahtar Sözcükler: Akut graft versus host hastalığı, Hemşirelik bakımı, Hemopoetik
kök hücre transplantasyonu
Key Words: Acute graft-versus-host disease, Nursing care, Hemopoietic stem cell
transplantation
ÖZET
Graft versus host hastalığı (GVHH), allojenik hemopoetik kök hücre
transplantasyonu uygulanan hastaların öncelikle hızlı hücre çoğalması gösteren
organlarında hasar meydana getiren bir komplikasyondur.
GVHH’nın yaptığı hasarlar hafiften, hastanın ölümüne yol açabilen şiddetli dereceye kadar farklılık göstermektedir.
Akut graft versus host hastalığı olan hastanın nitelikli hemşirelik bakımının planlanması ve uygulanması hastanın yaşam kalitesini ve prognozunu
olumlu yönde etkilemektedir.
Bu makalede hemopoetik kök hücre transplantasyonu ekibi içerisinde
önemli role sahip olan hemşirenin, akut graft versus host hastalığı gelişmesi
sonrası bakım verme rolünden söz edilmektedir.
SUMMARY
Graft-Versus-Host Disease (GVHD) is a complication that firstly damages
organs with rapid cellular reproduction. It is seen on patients who are treated by
allogenic hemopoietic stem cell transplantation.
Damages that are caused by GVHD vary from light to severe damages that
can cause death of the patient.
135
Planning high quality nursing care after acute graft-versus-host disease
has developed and practicing this plan improves the life quality and prognosis of
the patient.
This paper mentions nurses’ role, which is important in hemopoietic stem
cell transplantation team, in taking care of the patient after the development of
acute graft versus host disease.
GİRİŞ
Graft Versus Host Hastalığı (GVHH) allojenik hemopoetik kök
hücre transplantasyonu uygulaması sonrası gelişen yaygın bir komplikasyondur. GVHH allojenik hemopoetik kök hücre transplantasyonu
uygulanan hastalarda değişik derecelerde ortaya çıkmakta, mortalite ve
mobiditeyi olumsuz yönde etkilemektedir (Daly 1999, Nortlander ve ark.
2004).
GVHH, vericinin kemik iliği ya da kan kök hücresinde bulunan T
lenfositlerle, alıcının doku grubu antijenleri arasındaki etkileşim sonucu oluşmaktadır. GVHH’nda immünolojik olarak yeterli olan vericinin
(donör) T lenfositleri, alıcıyı (host) yabancı olarak algılamakta ve immün
hücrelerinde hasar meydana getirmektedir (Maningo 2002, Maurice ve
Senner 2001, Edwards 1989, Parker ve Cohen 1983, Uysal 1989,
Gulanick ve ark. 1992).
GVHH akut yada kronik olarak sınıflandırılmaktadır. GVHH allojenik hemopoetik kök hücre transplantasyonundan sonraki ilk 100
günde gelişirse Akut Graft Versus Host Hastalığı (AGVHH), 100. günden
sonra meydana gelirse Kronik GVHH olarak adlandırılmaktadır (Daly
1999, Edwards 1989, Parker ve Cohen 1983, Uysal 1989, Barret 1992,
Blair ve ark. 1991, Pinkerton ve ark. 1994). Akut GVHH’nın görülme
insidansı %19-66, kronik GVHH’nın görülme insidansı % 33-64
arasındadır. Alıcı ile verici arasında doku grubu antijen uygunluğu
azaldıkça GVHH görülme insidansı artmaktadır (Mandanas 2002).
AGVHH allojenik hemopoetik kök hücre transplantasyonundan
sonra genellikle 10.-100. günler arasında ortaya çıkmaktadır (Daly
1999, Barret 1992). GVHH gelişen hastaların %15-40’ında primer yada
sekonder ölüm nedenini akut GVHH oluşturmaktadır. Mortalite oranı
akut GVHH’nın şiddetine bağlı olarak değişiklik gösterir, hastalığın şiddeti ve yayılımı arttıkça mortalite oranı artar. Akut GVHH’ında primer
ölüm nedeni sepsistir (Kuechle 2005). AGVHH vücuttaki her organa
zarar vermesine rağmen, daha çok hücre çoğalmasının hızlı olduğu cilt,
136
gastroinestinal yol ve karaciğeri tutmakta ve bu organlarda hasara yola
açmaktadır (Daly 1999, Maurice ve Senner 2001, Edwards 1989, Parker
ve Cohen 1983, Blair ve ark. 1991, Pinkerton ve ark. 1994). Örneğin;
ciltte
döküntü,
ülserasyon;
gastrointestinal
yolda
diyare,
malabsorbsiyon ve karaciğerde fonksiyon bozukluğu görülebilir.
AGVHH’nın yaptığı hasarlar hafiften, hastanın ölümüne yol açabilen
şiddetli dereceye kadar farklılık göstermektedir (Nortlander ve ark.
2004, Maurice ve Senner 2001, Pinkerton ve ark. 1994). AGVHH tanısı
klinik semptomlarla ve ciltten, oral mukozadan, karaciğer ve barsaktan
alınan kültür örnekleri incelenerek konur (Nortlander ve ark. 2004).
AGVHH’nın tedavisinde çoğunlukla prednisolon, metilprednisolon,
antitimosit globülin veya azathioprine kullanılır (Nortlander ve ark.
2004, Pinkerton ve ark. 1994).
Nitelikli hemşirelik bakımı GVHH’nın tanılanması, şiddetinin
azaltılması ve tedavisinin zamanında başlatılmasına katkı sağlar. Ayrıca, hasta çocuk ve ailesinin hastalığa ve tedaviye uyumunu ve katılımını kolaylaştırır.
Hemşirelerin, GVHH’ını önleme ve hastalık geliştiğinde çocuğun
bakımını en iyi şekilde yürütebilmeleri için bu alanda yeterli bilgi ve
beceriye sahip olmaları gerekmektedir (Pinkerton ve ark. 1994). Transplantasyon uygulanan çocuğun bakım sorumluluğunu yürüten hemşire
GVHH’nın erken belirti, bulguları ve immünsüpresif ilaçların yan
etkilerini gözlemler. Hemşire GVHH’nın organ ve sistemlerde meydana
getirdiği hasarlar sonucu oluşan rahatsızlıkları azaltmak amacıyla
hemşirelik girişimlerini planlar ve destekleyici bakım sağlar. Planlı
hemşirelik girişimlerinin uygulanması, hastanın prognozunu olumlu
yönde etkiler ve yaşam kalitesini arttırır. Ayrıca hemşire, GVHH gelişmeden önceki ve sonraki süreçte düzenlenen tedavinin uygulanmasından sorumludur (Edwards 1989).
Hemşire hastalığın gidişi, oluşabilecek komplikasyonlar ve ilaç yan
etkileri konusunda çocuk ve/veya ailesini bilgilendirir. GVHH’ında
oluşan hızlı değişiklikler çocuk ve ailesinde endişe ve umutsuzluk
yaratabilir. Bu konuda hemşire çocuk ve ailesine psikolojik destek
sağlar (Edwards 1989, Parker ve Cohen 1983).
Bu makalede Akut Graft Versus Host hastalığının cilt, gastrointestinal yol ve karaciğerde yaptığı hasarlar sonucu gelişen sorunlara
yönelik hemşirelik bakımından söz edilmektedir.
137
AKUT GRAFT VERSUS HOST HASTALIĞI (AGVHH)’NIN CİLT,
GASTROİNTESTİNAL YOL VE KARACİĞER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Cilt GVHH
AGVHH genellikle ciltte kızarıklık ve makulopopüler döküntü ile
başlar. Döküntü; yüz, boyun, kulaklar, el içi, ayak tabanı ve parmaklarda eritem tarzında görülür (Daly 1999, Maurice ve Senner 2001,
Edwards 1989, Barret 1992, Pinkerton ve ark. 1994, Randolph ve ark.
1995, Hofmeister ve ark. 2004). Ciltteki döküntülerin nedeninin ilaç
reaksiyonu, viral enfeksiyon veya GVHH'na bağlı olup olmadığının tespiti için cilt biyopsisi yapılır. İleri evrelerde tüm vücutta kırmızı papüler
liken planus şeklinde döküntü, yaygın eritem, yaş deskuamasyon ve
büller oluşabilir. Cildin süperfisial tabakası soyulup dökülebilir. Hiper
veya hipopigmantasyon oluşur. Bu aşamada hastalık tedavi edilmezse
veya tedaviye cevap vermezse, cilt elastikiyetini kaybeder. Ciltte ülserasyon ve yırtık oluşur (Pinkerton ve ark. 1994, Randolph ve ark. 1995,
Hofmeister ve ark. 2004).
Gastrointestinal Yol GVHH
Gastrointestinal yol tutulumu genellikle cilt tutulumundan birkaç
hafta sonra başlar. Başlangıçtaki belirti ve bulgular; bulantı, kusma,
iştahsızlık ve hafif derecede diyaredir (Daly 1999, Edwards 1989, Barret
1992, Pinkerton ve ark. 1994, Randolph ve ark. 1995).
Diyare yeşil, sulu karakterdedir ve miktarı mukozal hasarın
derecesine paralel olarak artış gösterir. Dışkıda mukus, protein, doku
artıkları ve sıklıkla kanama bulunur. Protein içeriği fazla olduğu için
plazma protein düzeyi hızla düşer. Abdominal kramp, ağrı, ileus
diyareye eşlik edebilir ve dışkı miktarı 500 ml ile birkaç litre arasında
değişebilir(Edwards 1989, Barret 1992). Gastrointrestinal yol GVHH’nın
tanısı rektal biyopsi ile konur (Maurice ve Senner 2001). Ciddi diyareli
çocukta dehidratasyon gelişebilir ve çocuğun genel durumu hızla
kötüleşebilir. Barsak mukozasında deskuamasyon olduğu için kanama
riski yüksektir ve melena görülebilir (Edwards 1989, Barret 1992).
Karaciğer GVHH
Karaciğer tutulumunun başlangıçtaki belirti ve bulguları, sağ üst
kadranda ağrı, karaciğer enzimleri ve bilirubinde hafif yükselmedir
(Daly 1999). Normal karaciğer fonksiyonlarında bozulma sonucu
koagulasyon etkilenir ve kanama riski artar. Karaciğerdeki hasarın
138
artması sonucu hepatomegali gelişir. Enzimlerdeki ve bilirübindeki
artışla hastalığın şiddeti artar ve sarılık gelişir. Karaciğer GVHH’nın
tanısı karaciğer biyopsisi ile konur. Ciddi karaciğer GVHH’nda karında
sıvı toplanması ve sonunda ensefalopati gelişmesi ile hastalığın fatal
dönemi başlar (Parker ve Cohen 1983, Pinkerton ve ark. 1994).
SONUÇ
Kök hücre transplantasyonu çocuklarda çoğunlukla kanser
tedavisinde kullanılan bir yöntemdir. Kök hücre transplantasyonu
öncesi ve sonrası dönemde çocuğun hastanede kalma süresi yaklaşık
30-90 gün arasında değişmekte; bu süre komplikasyonların gelişimine
ve tedavi yan etkilerine bağlı olarak uzayabilmektedir. Bu süreci uzatan
komplikasyonların başında GVHH gelmektedir. GVHH nedeniyle uzayan
tedavi süreci aile bütünlüğünü olumsuz yönde etkilemekte; ailede
strese, krize ve ekonomik kayba neden olmaktadır. Kök hücre
transplantasyonu sonrası gelişen komplikasyonlar çocuğun yaş ve
gelişimsel düzeyine bağlı olarak büyüme-gelişmesini, yaşam kalitesini,
sağaltımını ve psikososyal durumunu olumsuz etkilemektedir. Çocuk ve
ailenin hastalığa tepkisi ve hastalıkla baş etme becerileri, çocuğun
gelişimsel düzeyine, kişiliğine, mevcut baş etme mekanizmalarına, aile
ilişkilerine, hastalığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişmektedir.
Kök hücre transplantasyonu ekibinin önemli bir üyesi olan
hemşire, transplantasyonun her aşamasında yüksek düzeyde beceri ve
bireysel bakım sunar. GVHH tanısı konduktan sonra çocuğa ve ailesine
hastalığın önemi, uygulanacak tedavi ve yan etkilerine ilişkin gerekli
bilgileri verir. Çocuk ve aile ilişkisinin önemi nedeniyle hemşire, sıklıkla
hastaya karşı sorumluluğunu yerine getirebilmesi için ebeveynlerle
işbirliği yapar. Hemşirelik bakımının öncelikli amaçları; komplikasyonların ve yan etkilerin gelişmesini önlemek, şiddetini azaltmak,
çocuğun hastalığa uyumunu kolaylaştırmak ve yaşam kalitesini arttırmaktır. Ayrıca çocuğun büyüme-gelişmesine, aile ve çocuğun stresle baş
etmesine yardım edecek profesyonel desteği sağlamaktır.
Aşağıda en fazla etkilenen organlardaki sorunlara ve hasta çocuğun öncelikli gereksinimlerine yönelik hemşirelik bakımından söz
edilmektedir (Edwards 1989, Parker ve Cohen 1983, Gulanick ve ark.
1992, Pinkerton ve ark. 1994) (Tablo 1).
139
Tablo 1. Akut Graft Versus Host Hastalığı Olan Çocuğun Hemşirelik Bakımı
Sorun /Hemşirelik Tanısı
- Cilt tutulumuna bağlı cilt
bütünlüğünde
bozulma/riski
-Enfeksiyon riski
140
Amaçlar /Beklenen sonuçlar
Amaçlar:
-Hastanın rahatının artması
-Cildin elastikiyetinin sürmesi
-Cilt bütünlüğünün sürmesi
-Enfeksiyon oluşmaması
Beklenen sonuçlar:
-Ciltte enfeksiyon belirtileri
görülmeyecek
-Çocuk cildinde kaşıntı hissinin
azaldığını ifade edecek
-Ciltte kuruma ve çatlaklar
oluşmayacak
-Çocuk rahatladığını ifade edecek
Hemşirelik Girişimleri
Çocuk ve/veya ailesine ciltteki değişiklikler, tedavisi ve bakımı ile ilgili
açıklama yapmak
Ilık su ile günlük banyo yaptırmak
Cilde günde en az iki kez nemlendirici krem uygulamak
Kuruma devam ederse nemlendirici krem uygulama sıklığını arttırmak
Isı değişikliklerine hassasiyet fazla olduğu için oda ısısını 18-22°C
arasında ayarlamak
İrritan olmayan ve parfüm içermeyen sabunlar kullanmak (bebe
sabunlarının kullanılması daha uygundur)
Pamuklu iç çamaşırı ve giysi giymesini sağlamak
Kaşıntı olduğunda istemlenen antihistaminik ilaçları uygulamak
Cilt biyopsisi sırasında lokal anestetik ilaç uygulamak ve hekime yardım
etmek
Lezyonlar oluşmuşsa yanık tedavisinde kullanılan kremleri kullanmak
(örn; Silverdine, Flamazine vb.)
Ciltteki bulguların özelliğini ve yaygınlığını takip etmek ve değişiklikleri
kaydetmek
Ciltte herhangi bir anormal lezyon gelişmişse, bakteriyolojik inceleme için
kültür örneği almak
Yaşam bulgularını düzenli aralıklarla takip etmek ve anormal sonuçları
hemen bildirmek
Hipertermi geliştiğinde tüm vücut çıkartılarından ve boğaz, burun, anüs
ve santral venöz kataterden kültür örneği almak
Koruyucu izolasyon kurallarına uymak (tek kişilik odada ve odaya her
girişte maske, bone, önlük, eldiven kullanmak ve el yıkamak)
Aile ve çocuğa enfeksiyon belirtileri, önlenmesi ve izolasyon kuralları
konusunda bilgi vermek
Ziyaretleri kısıtlamak
Taburculuktan sonra çocuğun cildinin güneş ışığından korunması
hakkında (aile ve çocuğa) bilgi vermek
En az bir yıl süreyle güneş ışığından korunmak için, yüksek koruma
faktörlü cilt losyonları kullanmasını sağlamak
Cilt bütünlüğünde
bozulmaya ve diyareyle
ilişkili abdominal krampa
bağlı ağrı
Amaçlar:
-Ağrının hafiflemesi
-Hastanın rahatlaması
Beklenen sonuçlar:
-Ağrıyla baş edebildiğini
sözlü/sözsüz ifade edecek
-Günlük yaşam aktivitelerini yerine
getirebilecek
-Rahatladığını ifade edecek
-Hasta ağrısının azaldığını ifade
edecek
Ciltteki bül ve
veziküllerdeki
eksuda/akıntı, kusma ve
diyareye bağlı sıvı volüm
azlığı / riski
Amaçlar:
-Sıvı-elektrolit dengesinin sürmesi
-Dehidratasyonun gelişmemesi
Beklenen sonuçlar:
-Kilo kaybı olmayacak
-Dehidratasyon bulguları
görülmeyecek
Gastrointestinal
inflamasyon ve
ülserasyona bağlı diyare
Amaçlar:
-Diyarenin hafiflemesi
-Dehidratasyon gelişmemesi
Ağrının yeri ve ne zaman başladığını saptamak
Ağrının şiddetini belirlemek için çocuğun yaşı ve gelişim düzeyine uygun
ağrı skalası kullanmak
Ağrıyı azaltan ve arttıran faktörleri değerlendirmek ve izlemek
Çocuğun ağrıya karşı duygusal tepkilerini ve baş etme şeklini
değerlendirmek ve izlemek
Havalı yatak kullanmak
Ağrıyı azaltacak gevşeme tekniklerini kullanmak ve pozisyon
değişikliklerini yapmak
Hekim istemine uygun analjezikleri (örn: diamorfin hidroclorid)
uygulamak
Ağrıyı azaltmak için kullanılan non-farmakolojik yöntemlerin ve verilen
ilaçların hastadaki etkilerini değerlendirmek.
Çocuğun yaşını ve gelişimsel düzeyini değerlendirmek
Laboratuar bulgularını değerlendirmek
2-4 saat aralarla yaşam bulgularını takip etmek ve anormal sonuçları
hemen hekime bildirmek
Saatlik, dört saatlik veya günlük olarak aldığı-çıkardığı sıvı takibini
yapmak
Günlük veya gerektiğinde daha sık aralarla kilo takibi yapmak
Çocuğun hidrasyon durumunu ( örn:cilt turgoru ve mukoz membranlar)
değerlendirmek
Ünite protokolüne uygun insensibl kayıpların yerine sıvı replasmanı
yapmak
Ciltteki bulguların özelliğini ve yaygınlığını sıkı takip etmek ve
değişiklikleri kaydetmek,
Lezyonlara yanık tedavisinde kullanılan ve istemlenen kremleri (örn;
Silverdine, Flamazine vb.) sürmek
Bül veya veziküllerden akan eksudayı emmesi için köpük tabakası
kullanmak
Hekim istemine uygun antiemetik tedavi uygulamak
Dışkı miktarı, sıklığı ve özelliğini takip etmek
Dehidratasyon bulgularını izlemek
Kan biyokimyasını izlemek
Hekim istemine uygun antidiyareik ilaçları uygulamak
141
Diyare ve kusmaya bağlı
vücut gereksiniminden az
beslenme
Beklenen sonuçlar:
-Dışkı miktarı ve sıklığı azalacak
-Dehidratasyon bulguları
görülmeyecek
-Kilo kaybı olmayacak
Amaçlar:
-Vücut gereksinimine uygun
beslenmenin devam etmesi
-Vücut için gerekli besin öğelerini
dengeli alabilmesi
Beklenen Sonuçlar:
- Kilo kaybı olmayacak
- Malnütrisyon bulguları
görülmeyecek
Hastalığın gidişindeki hızlı
değişiklikler, yapılan
işlemler ve ağrı nedeniyle
anksiyete/endişe
Amaçlar:
- Etkili baş etme yöntemlerini
geliştirebilmesi
Beklenen Sonuçlar:
- Anksiyete ile baş edebildiğini
sözlü/sözsüz ifade edecek
- Tedavi ve bakım uygulamalarına
katılabilecek
Ortak sorun:
Barsak mukoza hasarı,
karaciğer fonksiyonlarında
Amaçlar:
-Kanamanın olmaması
-Ağır anemi gelişmemesi
142
Günde en az iki kez ağırlık kontrolü yapmak.
Dışkıdan haftada en az iki kez kültür örneği almak
Yaşam bulgularını en az dört saat ara ile kontrol etmek
Aldığı-çıkardığı sıvı takibi yapmak
Günlük ağırlık takibi yapmak
Günlük besin alımını gözlemek ve kaydetmek
İstemlenen antiemetikleri uygulamak
Hastanın oral sıvı ve gıda alımını durdurmak Aldığı-çıkardığı sıvı izlemini
yapmak
Günlük sıvı ve kalori gereksinimini değerlendirmek
İsteme uygun şekilde parenteral beslemeye geçmek
Parenteral beslenmeye bağlı gelişebilecek yan etkiler açısından hastayı
izlemek
Parenteral beslenmenin düzenli ve aynı hızda infüzyonunu sağlamak
Hastada parenteral beslenmenin komplikasyonlarını değerlendirmek için
rutin kan örneklerini almak
Hastalığın gidişi, oluşabilecek komplikasyonlar ve ilaç yan etkileri
konusunda çocuk ve/veya ailesini bilgilendirmek
Çocuk ve ailenin baş etme mekanizmalarını belirlemek
Anksiyete ile ilgili sözel ve davranışsal ifadeleri kaydetmek
Çocuk ve aileyi bakıma katılması konusunda cesaretlendirmek
Ailenin kendi anksiyetelerinin ve bu anksiyetenin çocuğun anksiyetesini
arttıracağının farkına varmalarına yardım etmek
Çocuğun anksiyetesini arttırabilecek çevresel uyaranları azaltmak (ses,
ısı, ışık ve eşyalar vb.)
Hasta ve ailesine psikolojik destek sağlamak sorunların çözümünde
psikolog ile işbirliği yapmak.
Her defekasyonda dışkının içeriğini müküs, yağ ve kanama açısından
kontrol etmek ve anormal değişiklikleri hemen hekime bildirmek
Cilt ve mukozaları kanama belirtileri açısından kontrol etmek
bozulma ve
trombositopeniye bağlı
kanama riski/şiddetli
gastrointestinal sistem
kanaması
-Hipovolemik şok gelişmemesi
Beklenen sonuçlar:
-Trombosit sayısı 50x109/L
üzerinde olacak
-Ciltte, burunda, ağız içinde ve/veya
gastrointestinal sistemde kanama
görülmeyecek
-Şok belirti ve bulguları
görülmeyecek
-Anemi belirti ve bulguları
görülmeyecek
İdrar ve varsa kusmuğu kanama açısından kontrol etmek
Günlük veya daha sık aralarla kan trombosit düzeylerini takip etmek
Çocuk büyükse traş bıçağı yerine elektrikli traş makinası kullanmasını
sağlamak
İM enjeksiyon yapmamak
Rektal termometre ve süpposituar kullanmamak
İnvazif girişimlerden kaçınmak
İstemlenen trombosit süspansiyonunu uygulamak
Gerektiğinde taze donmuş plazma ve pıhtılaşma faktörleri transfüzyonu
yapmak
(Geliştiyse) melena miktarına göre kaybedilen kanı yerine koymak
Hastada şok belirti ve bulgularını izlemek
143
KAYNAKLAR
1.Barrett J (1992). Graft-versus-host disease. Edited by: Jennifer Treleaven, John
Barrett, Bone Marrow Transplantation in Practice, Churchill Livingstone, London.
2.Blair S, Stuart J, Minto L ve ark. (1991). A patient's guide to bone marrow
transplantation. London.
3.Daly L (1999). Haemopoietic cell transplantation. Australian Nursing Journal, 6(6),14.
4.Edwards J (1989). Nursing patients having bone marrow transplantation. Edited by:
Robert Tiffany and Derryn Borley, Oncology for Nurses and Health Care Professionals,
Harper & Row Publishers, 2nd ed., London,, 543-553.
5.Gulanick M, Puzas MK, Wilson CR (1992). Nursing care plans for newborns and
children. Mosby Year Book Inc. 36-40.
6.Hofmeister CC, Quinn A, Cooke KR ve ark. (2004). Graft-versus-host disease of skin:
Life and death on the epidermal edge. Biology of Blood and Marrow Transplantation
10,366-372.
7.Kuechle MK (updated: 2005). Graft versus host disease. http://emedicine.com/
DERM/ topic478.htm (eriş. tarih: 18.04.2005)
8.Mandanas RA (2002). Graft versus host disease. http://www.emedicine.com/MED/
topic926.htm (eriş.tarihi:16.04.2005)
9.Maningo J (2002). Peripheral blood stem cell transplantation: easier than getting
blood from a bone. Nursing, 32(12), 52-55.
10. Maurice L, Senner A (2001). Stem cell transplantation in children. Australian Nursing
Journal 8(11), 1-4.
11. Nortlander A, Mattsson J, Ringden O ve ark. (2004). Graft-versus host disease is
associated with a lower relapse incidence after hematopoietic stem cell
transplantation in patients with acute lymhoblastic leukemia. Biology of Blood and
Marrow Transplantation, 10,195-203.
12. Parker N, Cohen T (1983). Acute graft-versus-host disease in allogeneic marrow
transplantation. Nıırsing Clinics of North America, 18(3), 569-577.
13. Pinkerton CR, Cushing P, Sepion B (1994). Childhood cancer management. Chapman
& Hall Medical, 1st ed., London, 106-125.
14. Randolph S, Leum E, Buchsel P (1995). Long-term complications of BMT. Edited by:
Patricia Corcoran Buchsel, Maria Balcitas Whedon, Bone Marrow Transplantation
Administrative and Clinical Strategies, Jones and Bartlett Publishers, 1st ed., London,
323-347.
15. Uysal VA (1989). Graft-versus-host hastalığı. Türkiye Klinikleri, 9(4), 313-318.
144
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 145-156, 2005
HEKİM VE HEMŞİRELERİN HASTALARIN YAŞ VE CİNSİYETİNE
GÖRE AĞRIYA VERDİKLERİ YANITLARA İLİŞKİN İNANIŞLARI
THE BELIEFS OF NURSES AND PHYSICIANS’ ABOUT PATIENTS’
RESPONSES TO PAIN RELATED TO THEIR AGE AND GENDER
Ülkü YAPUCU GÜNEŞ
İsmet EŞER
Leyla KHORSHID
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu, 35100, Bornova/İZMİR
Anahtar Sözcükler: ağrı, yaş, cinsiyet, hemşirelerin inanışları, hekimlerin inanışları
Key Words: pain, age, gender, nurses’ beliefs, physicians’ beliefs
ÖZET
Ağrı, hastayı sağlık çalışanlarından yardım almaya yönlendiren en sık
başvuru nedenlerinden biridir. Hekim ve hemşirelerin hastanın ağrıya ilişkin
yanıtları konusundaki inanışları onların ağrı kontrolündeki kararlarını
etkileyebilir.
Bu tanımlayıcı çalışma, hekim ve hemşirelerin hastaların yaş ve cinsiyetine göre ağrıya verdikleri yanıtlara ilişkin inanışlarını incelemek amacıyla
yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Ege Üniversitesi Araştırma ve Uygulama
Hastanesi’nin Ortopedi ve Travmatoloji, Üroloji, Genel Cerrahi kliniklerinde ve
Tülay Aktaş Onkoloji ve Transplantasyon Hastanesinde çalışan 62 asistan/
uzman hekim ile 135 hemşire oluşturmuştur.
Hastaların yaş ve cinsiyetinin, hekim ve hemşirelerin hastaların ağrıya
yanıtları konusundaki inanışlarını etkilediği ancak bu inanışlar konusunda
hekim ve hemşireler arasında fark olmadığı saptanmıştır. Hastaların yaş ve cinsiyetinin, hekim ve hemşirelerin hastaların ağrıya yanıtlarına ilişkin inanışları
konusunda ileri araştırmaların yapılmasına gereksinim vardır.
SUMMARY
Pain is one of the most frequent reason that patients seek help from health
care professionals. The nurses’ and physicians’ beliefs about the patients’
responses to pain may effects their decisions regarding pain control. The aim of
this descriptive study was to explore the effect of the patients’ age and gender on
nurses’ and physicians’ beliefs about the patients’ responses to pain. The sample
of the study consisted of 62 physicians and 135 nurses working in Urology,
Orthopedics and Traumatology, Internal Medicine, and General Surgery Clinics at
Ege University Research and Practice Hospital and Tülay Aktaş Oncology and
Transplantation Hospital.
145
It was determine that patients’ age and gender affect of nurses’ and
physicians’ beliefs about the patients’ responses to pain, but there was no
significant difference between nurses’ and physicians’ beliefs. Further studies
are needed to evaluate the impact of age and gender of the patients on nurses’
and physicians’ beliefs about the patients’ responses to pain.
GİRİŞ
Ağrı duyusal, duygusal, bilişsel, fizyolojik ve davranışsal unsurlara sahiptir (Elbi 1993, Gelinas ve ark. 2004). Ağrısı olan hastalarda
fizyolojik ve davranışsal belirtiler görülür. Akut ağrısı olan hasta ağrısını sözel olarak ifade edebileceği gibi, ağlar, yüzünü buruşturur, iskelet
kasları gerilir veya ağrılı bölgeyi ovalar. Bazı hastalar ise “iyi hasta”
olma kaygısıyla ağrılarını olabildiğince ifade etmemeye çalışırlar. Bu
nedenle ağrının değerlendirilmesinde hastanın sözsüz ifade belirti-leri
de dikkate alınmalıdır (Kocaman 1994). Hastayı hekime getiren
nedenlerin başında gelen ve insan yaşamında çok önemli olumsuz
etkileri olabilen ağrının ortak bir dil ile ölçülebilmesi, ağrı ve ağrı tedavi
yöntemlerinin değerlendirilmesi açısından önemlidir (Türkoğlu 1993).
Ağrının ağrı ölçekleri ile ölçülmesi ağrının sadece şiddetinin
değerlendirilmesini sağlar. Oysa ağrının duyusal emosyonel, motivasyonel, bilişsel ve davranışsal boyutları vardır. Bu nedenle ağrı çok
boyutlu olarak değerlendirilmelidir. Ağrının değerlendirilmesinde kullanılan temel ögeler: hastanın sözel ifadesi, hasta yakınları ve diğer yakınlarının ifadesi, hastanın davranışları (yüz ifadesi, vücut hareketleri,
ağlama vb.), fizyolojik ölçümler (nabız hızı, kan basıncı)dir (Gelinas ve
ark. 2004).
Ağrı çok boyutlu bir sendrom olduğu için birçok disiplini ilgilendirir. Ancak hemşire ve hekimler ağrısı olan hastalara daha fazla zaman
ayırırlar. Bu nedenle ağrı kontrolünde üç önemli hasta, hemşire ve
hekimdir. Bu ekip içinde ağrıyı hisseden sadece hastadır. İdeal koşullarda hasta ağrısı için bu iki görevli ile iletişim kurar. Önce hekim ağrıyı
değerlendirir ve analjezik yazar. Daha sonra ilacı uygulayan hemşirenin
tedavinin etkisini doğru değerlendirmesi koşuluyla ağrı tedavisi güvenli
ve etkili olabilir(Olgun ve Eti Aslan 1998). İyi bir ağrı kontrolü, hastayı
rahatlatma ve yaşam kalitesini yükseltmenin yanı sıra, komplikasyon
insidansını ve hastanede yatma süresini azaltmada önemli bir etkiye
sahiptir (Kocaman 1994). Literatürde belirtildiğine göre, sağlık bakım
ekibinin hastaların ağrılarını onlardan daha düşük olarak tahmin
ettikleri, hatta hemşirelerin %54’ünün hastaların ağrılarını onlardan
daha düşük tahmin ettikleri belirlenmiştir (Olgun ve Eti Aslan 1998).
146
Ağrı aynı zamanda, sosyal sistemler içinde deneyimlenen psikofizyolojik bir fenomendir (Kocaman 1994, Elbi 1993). Sosyal ve kültürel
tutumlar hasta, yakınları ile hekim ve hemşirelerin ağrıya tepkilerini ve
ağrı yaşantılarını etkiler. Kişiler, kendi öğrendikleri ağrı tepkileri dışında kalanları mantıksız, anormal olarak nitelemeye eğilimlidirler (Elbi
1993). Hastanın, hekimin ve hemşirenin inanışları, ağrı yönetimi ile
ilgili klinik karar vermeyi etkileyen önemli etmenlerdir (Ferrell ve ark.
1991). Hemşire ve hekimlerin inanışları hastanın ağrı yoğunluğunu
algılamalarını ve hastaya verilecek olan analjeziğin dozunu etkilemektedir (McCaffery ve Ferrell 1992). Ferrell ve arkadaşlarının(1991), yaptığı
çalışmada hemşirelerin % 91’inin ağrı şiddetini hastaya ağrısı olup
olmadığını sorarak, %87’sinin hastanın hareketlerini/hareketliliğini
gözlemleyerek, %81’inin hastanın davranışlarını gözlemleyerek değerlendirdikleri, ancak yalnızca %20’sinin ağrı yoğunluğunu tanılamada en
etkili yöntemin hastanın aktivitelerini gözlemek, %24’ünün ise
davranışlarını gözlemek olduğunu belirttikleri saptanmıştır (Ferrell et
all. 1991).
McCaffery ve Ferrell’in (1992) belirttiğine göre; 1980 yılında ameliyat ağrısı veya terminal dönemde kanser ağrısı çeken kadın ve erkek
hastaların öyküleri kullanılarak yapılan bir araştırmada hemşirelerin
kadın hastaların ağrısını daha az tedavi etme eğiliminde oldukları
saptanmıştır. Literatürde hemşirelerin kadın ve erkek hastaların ağrıları arasında fark olmadığını belirttikleri, kanserli erkek hastaların
ağrılarını daha düşük tedavi etme eğiliminde oldukları saptanmıştır
(McCaffery ve Ferrell 1992). McCaffery ve Ferrell (1991) yaptıkları bir
çalışmada hastaların yaşının hemşirelerin ağrı kontrolü ile ilgili
kararlarını etkilediğini saptamışlardır. Hastaların yaş ve cinsiyetinin
hemşirelerin ağrı değerlendirilmesinde ve kararlarında önemli olduğu
görülmektedir. Olgun ve Eti Aslan, hemşirelerin genellikle hastanın
davranışsal tepkilerine göre ağrılarını değerlendirdikleri ve hastanın
gözle görülür ağrı şikayeti yoksa “gerekirse” verilmesi gereken analjezikleri daha az verdiklerini saptamışlardır (Olgun ve Eti Aslan 1998) Bu
konuda hekimlerle yapılan çalışma bulunmamaktadır.
Ağrılı hastalara ait bireysel özelliklerin, hekim ve hemşirelerin ağrı
kontrolü ile ilgili kararlarını etkilediği bilinmektedir. Bu konuda yapılmış çok az sayıda çalışma bulunması nedeniyle bu çalışmanın yapılmasına gerek duyulmuştur. Çalışma hemşire ve hekimlerin hastaların yaş
ve cinsiyetine göre ağrıya verdikleri yanıtlara ilişkin inançlarını
incelemek amacıyla tanımlayıcı olarak planlanmıştır.
147
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırmanın evrenini, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne
her iki cinsiyette hastaların yattığı ve hastaların yaygın olarak ağrı
deneyimledikleri Ortopedi ve Travmatoloji, İç Hastalıkları, Üroloji, Genel
Cerrahi Kliniklerinde ve Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi’nde çalışan 126
uzman ve asistan hekim ve 140 hemşire oluşturmuştur. Araştırmaya
katılmayı kabul eden 62 asistan/uzman hekim ve 135 hemşire
araştırmanın örneklemini oluşturmuştur.
Araştırma verilerinin toplanmasında araştırmacılar tarafından
McCafferry ve Ferrell’in (1991, 1992) çalışmalarından yararlanılarak
geliştirilen anket formu kullanılmıştır. Anket formunda hekim ve hemşirelere ilişkin tanıtıcı bilgilerin yer aldığı yedi soru ve araştırmacılar
tarafından geliştirilen “hekim ve hemşirelerin ağrılı hastanın yanıtlarına
ilişkin inançları” ile ilgili 12 soru yer almaktadır.
BULGULAR VE TARTIŞMA
Tablo 1. Hekim ve Hemşirelerin Sosyo-demografik Özelliklerine Göre Dağılımı
Sosyo-demografik özellikler
YAŞ GRUBU
20-25
26-30
31-35
36 ve üzeri
CİNSİYET
Kadın
Erkek
EĞİTİM DÜZEYİ
Sağlık Meslek Lisesi
Ön lisans
Lisans
Yüksek lisans/doktora
ÇALIŞMA SÜRESİ
1 yıldan az
1-5 yıl
6-10 yıl
11 yıl ve üzeri
ÇALIŞTIĞI KLİNİK
Genel Cerrahi
Ortopedi ve Travmatoloji
Üroloji
Dahiliye
Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi
KURSA KATILMA DURUMU
Katılan
Katılmayan
TOPLAM
148
HEKİM
S
%
HEMŞİRE
S
%
7
44
11
-
11.3
71.0
17.7
-
40
42
30
23
29.6
31.1
22.2
17.1
12
50
19.4
80.6
135
-
100.0
-
62
100.0
17
5
111
2
12.6
3.7
82.2
1.5
56
4
2
90.3
6.5
3.2
2
44
43
46
1.5
32.6
31.8
34.1
13
12
9
23
5
21.0
19.4
14.5
37.1
8.1
40
13
17
53
12
20.3
6.6
8.6
26.9
6.1
53
9
62
85.5
14.5
100.0
48
87
135
35.5
64.5
100.0
Araştırma bulgularının sayısal ve yüzdelik dağılımları verilmiş,
verilerin analizinde ki-kare önemlilik testi kullanılmıştır. Araştırmanın
yapıldığı kurumlardan ve Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Bilimsel Etik Kurulu’ndan yazılı izin alınmıştır. Araştırmaya katılan
hekim ve hemşirelerden sözlü onay alınmıştır.
Araştırmanın örneklemini oluşturan hemşirelerin %31.1’i 26-30,
%29.6’sı 20-25 yaş grubunda yer alırken, hekimlerin ise %71’i 26-30
yaş grubunda yer almaktadır. Hekimlerin %80.6’sı erkek, %19.4’ü ise
kadınlardan oluşmaktadır. Hemşirelerin %82.2’si lisans, %12.6’sı ise
sağlık meslek lisesi mezunudur. Hemşirelerin %34.1’i 11 yıl ve daha
uzun süre çalışırken, hekimlerin ise %90.3’ü 1-5 yıldır çalışmaktadır.
Hemşirelerin %29.6’sı, hekimlerin ise %37.1’i İç Hastalıkları Kliniğinde
çalışmaktadır. Hemşirelerin %64.5’i ağrı ile ilgili kurs ve panele
katılmazken, hekimlerin %85.5’i katılmıştır (Tablo 1).
Hastaların ağrıya ilişkin yanıtları altı başlık altında toplanarak
sonuçlar bu doğrultuda sunulmuştur.
Ağrıya duyarlılık: Araştırmaya katılan hemşirelerin %37’si,
hekimlerin ise %41.9’u “Kadınlar erkeklerden daha fazla ağrı hisseder”
görüşüne sahiptir. Yine hemşirelerin %53.3’ü, hekimlerin ise %51.6’sı
“Yaşlılar gençlerden daha fazla ağrı hisseder” görüşündedir. Hemşire ve
hekimlerin çoğunluğu hastanın cinsiyetinin ve yaşının ağrıya karşı
duyarlılığını etkilediğine inanmaktadır. Bu sonuç fiziksel özelliklerinden
dolayı kadınların erkeklerden, yaşlıların gençlerden daha hassas
oldukları düşüncesinden kaynaklanabilir. McCaffery ve Ferrell (1992)
hemşirelerin %63’ünün kadın ve erkeklerin ağrıya duyarlılıkları
arasında fark olmadığını düşündüklerini saptamışlardır (McCaffery ve
Ferrell 1992). Bu sonuç aynı zamanda hastaların cinsiyet ve
yaşlarından dolayı fazla veya eksik dozda analjezik alma olasılığını
düşündürmektedir.
Middleton’un (2004) belirttiği üzere; araştırma sonuçları, erkek ve
kadınların ağrı deneyimlerinde çok az farklılık olduğunu, geçmiş deneyimin ve ağrı süresinin cinsiyetten daha etkili olduğunu öne sürmektedir. Aydın (2002) ve Kocaman ile Karayurt (2001)’da benzer şekilde
hastaların yaş ve cinsiyetlerinin ağrı algısını etkilemediğini, kadın ve
erkeklerin ağrıya tepkileri arasında fark olmadığını saptamışlardır.
Literatürde yaşla birlikte ağrı eşiğinin yükseldiği. kasiskelet sistemi
hastalıklarından kaynaklanan ağrının yaşlı olgularda daha kolay tolere
edildiği belirtilmektedir ( Doğanavşargil 1993).
149
Tablo 2. Hastaların Yaş ve Cinsiyetine Göre Hekim ve Hemşirelerin Ağrıya Verdikleri Yanıtlara İlişkin İnanışları
HEKİM VE HEMŞİRELERİN HASTALARIN AĞRIYA
VERDİKLERİ YANITLARA İLİŞKİN İNANIŞLARI
Ağrıya karşı Erkekler kadınlardan daha fazla ağrı hisseder
duyarlılık
Kadınlar erkeklerden daha fazla ağrı hisseder
Kadın ve erkeklerin ağrıya karşı olan duyarlılıklarında fark
yoktur.
Yaşlılar gençlerden daha fazla ağrı hisseder
Gençler yaşlılardan daha fazla ağrı hisseder
Yaşlıların ve gençlerin ağrıya karşı olan duyarlılıklarında fark
yoktur.
Ağrı
Erkekler kadınlara göre daha şiddetli ağrıyı tolere eder.
toleransı
Kadınlar erkeklere göre daha şiddetli ağrıyı tolere eder.
Kadın ve erkeklerin ağrı toleransları arasında fark yoktur.
Yaşlılar gençlere göre daha şiddetli ağrıyı tolere eder.
Gençler yaşlılara göre daha şiddetli ağrıyı tolere eder.
Ağrıdan
duyulan
ızdırap
Ağrıyı ifade
etme
eğilimi
150
Hemşireler
n
%
45
33.3
50
37.0
Hekimler
n
%
19
30.6
26
41.9
Toplam
n
%
64
32.5
76
38.6
x²
SD
p
40
29.6
17
27.4
57
28.9
72
31
53.3
23.0
32
18
51.6
29.0
104
49
52.8
24.9
32
23.7
12
19.4
44
22.3
X²=1.01, SD=2, p=0.60
50
47
38
43
62
37.0
34.8
28.1
31.9
45.9
18
28
16
22
29
29.0
45.2
25.8
35.5
46.8
68
75
54
65
91
34.5
38.1
27.4
33.0
46.2
X²=2.06, SD=2, p=0.35
Yaşlıların ve gençlerin ağrı toleransları arasında fark yoktur.
30
22.2
11
17.7
41
20.8
Erkekler ağrıdan kadınlara göre daha fazla ızdırap duyarlar.
Kadınlar erkeklere göre daha fazla ızdırap duyar.
Kadın ve erkeklerin ağrıdan duydukları ızdırap arasında fark
yoktur
Yaşlılar gençlere göre ağrıdan daha fazla ızdırap duyar.
Gençler yaşlılara göre ağrıdan daha fazla ızdırap duyar.
Yaşlıların ve gençlerin ağrıdan duydukları ızdırap arasında
fark yoktur
Erkekler kadınlara göre ağrıya daha çok katlanma ve
ağrılarını daha az ifade etme eğilimindedir.
Kadınlar erkeklere göre ağrıya daha çok katlanma ve
ağrılarını daha az ifade etme eğilimindedir.
40
50
29.6
37.0
15
29
24.2
46.8
55
79
27.9
40.1
45
33.3
18
29.0
63
32.0
63
34
46.7
25.2
25
23
40.3
37.1
88
57
44.7
28.9
38
28.1
14
22.6
52
26.4
39
28.9
19
30.6
58
29.4
55
40.7
27
43.5
82
41.6
X²=0.43, SD=2, p=0.80
X²=0.58, SD=2, p=0.74
X²=1.70, SD=2, p=0.42
X²=2.96, SD=2, p=0.22
X²=0.43, SD=2, p=0.81
Kadın ve erkeklerin ağrıya katlanma ve ağrılarını ifade etme
eğilimleri arasında fark yoktur.
Ağrıyı
abartma
Ağrının
sözsüz
ifadesi
TOPLAM
Yaşlılar gençlere göre ağrıya daha çok katlanma ve ağrılarını
daha az ifade etme eğilimindedir.
Gençler yaşlılara göre ağrıya daha çok katlanma ve ağrılarını
daha az ifade etme eğilimindedir.
Yaşlıların ve gençlerin ağrıya katlanma ve ağrılarını ifade
etme eğilimleri arasında fark yoktur.
Erkekler ağrılarını abartma eğilimindedir.
Kadınlar ağrılarını abartma eğilimindedir.
Kadın ve erkeklerin ağrıyı abartma eğilimleri arasında fark
yoktur
Yaşlılar ağrılarını abartma eğilimindedir.
Gençler ağrılarını abartma eğilimindedirler
Yaşlıların ve gençlerin ağrıyı abartma eğilimleri arasında fark
yoktur
Erkeklerin ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma
eğilimleri kadınlardan fazladır.
Kadınların ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma
eğilimleri erkeklerden fazladır.
Kadınların ve erkeklerin ağrılarını sözel olmayan ifadelerle
anlatma eğilimleri arasında fark yoktur.
Yaşlıların ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma
eğilimleri gençlerden fazladır.
Gençlerin ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma
eğilimleri yaşlılardan fazladır.
Yaşlıların ve gençlerin ağrılarını sözel olmayan ifadelerle
anlatma eğilimleri arasında fark yoktur.
41
30.4
16
25.8
57
28.9
45
33.3
15
24.2
60
30.5
55
40.7
29
46.8
84
42.6.
35
25.9
18
29.0
53
26.9
40
52
29.6
38.5
18
25
29.0
40.3
58
77
29.4
39.1
43
31.9
19
30.6
62
31.5
73
29
54.1
21.5
27
22
43.5
35.5
100
51
50.8
25.9
33
24.4
13
21.0
46
23.4
45
33.3
19
30.6
64
32.5
45
33.3
25
40.3
70
35.5
45
33.3
18
29.0
63
32.0
66
48.9
24
38.7
90
45.7
23
17.0
19
30.6
42
21.3
46
34.1
19
30.6
65
33.0
135
68.5
62
31.5
197
100.0
X²=1.68, SD=2, p=0.43
X²=0.06, SD=2, p=0.97
X²=4.36, SD=2, p=0.11
X²=0.92, SD=2, p=0.63
X²=4.80, SD=2, p=0.09
151
Kadın ve erkeklerin ağrı algılamaları arasında fark olmadığını
gösteren çalışmaların aksini belirten araştırma sonuçları da bulunmaktadır. Ağrının algılanmasının ve analjeziklere karşı alınan cevabın
hastanın cinsiyetine ve yaşına göre farklılıklar gösterdiği saptanmıştır
(Sun 1998). Kadın ve erkek popülasyonun ağrı algılanmasındaki
farklılığın en önemli nedeni ağrının oluşum mekanizmasında önemli yeri
olan nöroaktif maddelerin cinsiyete ve hormonlara bağımlı olarak her iki
cinste farklı üretilmesidir (Gökoğlu ve ark. 2001). Yapılan bazı
çalışmalarda ise kadınların ağrılı işlemlere karşı daha duyarlı oldukları
saptanmıştır (Edwards ve ark. 1999, Eli ve ark. 2000). Özer ve Bölükbaş
(2001) hastaların yaşı ile postoperatif ağrı puan ortalaması arasında
ilişki olmadığını belirtmektedirler (Özer ve Bölükbaş 2001).
Cinsiyet ağrının subjektif olarak değerlendirilmesinde önemli bir
etkiye sahiptir (Eli ve ark. 2000). Kadınların ağrı eşiği daha düşüktür ve
erkeklere göre ağrıya karşı toleransları daha azdır, cerrahi bir işlemden
sonra ağrı yoğunluğunu daha üst düzeyde yaşarlar. Kadınların
erkeklere göre ağrı prevalansları daha yüksektir (Vallerand ve Polomano
1995).
Ağrı toleransı: Hemşirelerin %37’si erkeklerin, hekimlerin ise
%45.2’si kadınların daha şiddetli ağrıyı tolere ettiklerine inanmaktadırlar.Yine hemşirelerin %45.9’u, hekimlerin ise %46.8’i “Gençlerin ağrı
toleransı yaşlılardan daha yüksektir” görüşüne sahiptirler. McCaffery ve
Ferrell (1992) ise hemşirelerin %47’sinin kadınların daha şiddetli ağrıyı
tolere ettiklerini düşündüklerini saptamışlardır (McCaffery ve Ferrell
1992). Hekimlerin inanışı ile McCaffery ve Ferrell’in araştırma bulguları
arasında paralellik bulunmaktadır. Dao & LeResche’nin (2000) yapmış
oldukları çalışmalarda da benzer sonuçlar bulunmuştur. Bireyin dayanabileceği ağrının süresini ve şiddetini gösteren ağrı toleransı bireysel
bir yanıttır. Genellikle yüksek ağrı toleransı takdir edilir. Ağrıyı erkeklerin kadınlardan erişkinlerin de çocuklardan daha iyi tolere etmeleri
beklenir (Kocaman 1994). Bu bulgular doğum ağrısını yaşamış olan ve
günlük yaşamda birçok güçlüğe göğüs geren kadınların ağrı konusunda
da benzer davranışı göstereceği ve fiziksel olarak daha güçlü olan
gençlerin fiziksel ve psikolojik olarak daha çok yıpranmış olan yaşlılara
göre ağrıyı daha iyi tolere edeceği düşüncesinden kaynaklanıyor olabilir. Araştırmada tümü kadın olan hemşirelerin erkeklerin, çoğu erkek
olan hekimlerin ise kadınların daha şiddetli ağrıyı tolere ettiklerine
inanmaları ilginç bir bulgudur.
Ağrıdan ızdırap duyma: Araştırmaya katılan hemşirelerin
%37’si, hekimlerin ise %46.8’i “Kadınlar, ağrıdan erkeklere göre daha
fazla ızdırap duyarlar” görüşüne sahiptirler. Yine hemşirelerin %46.7’si,
hekimlerin ise %40.3’ü “Yaşlılar gençlere göre ağrıdan daha fazla ızdırap
152
duyarlar” görüşündedir. Izdırap yaşam kalitesindeki global bozulmayı
yansıtır. Ağrı, bu bozulmayla birliktedir veya değildir. Kişinin
bütünlüğünü tehdit eden olaylarla birlikte ciddi sıkıntıların toplamı
olarak ızdırap ağrıdan farklıdır (Türkoğlu 1993). Bu bulgunun kadınların ve yaşlıların fiziksel ve psikososyal özelliklerinden dolayı ağrının
yaşam kalitelerini daha fazla düşürdüğü düşüncesinden kaynaklandığı
düşünülebilir. Bu sonuç hekim ve hemşirelerin ağrıya karşı kadınların
erkeklerden ve yaşlıların gençlerden daha duyarlı oldukları inancı ile
paralellik göstermektedir. Literatürde kadınların ağrı eşiklerinin daha
düşük olduğu bildirilmektedir (Dao ve LeResche, Vallerand 1995, Vallerand ve Polomano 2000). Ağrı eşiklerinin daha düşük olması ağrıdan
erkeklere göre daha fazla ızdırap duyabileceklerini düşündürmektedir.
Ağrıyı ifade etme eğilimi: Hemşirelerin %40.7’si, hekimlerin ise
%43.5’i kadınların, erkeklere göre ağrıya daha çok katlanma ve
ağrılarını daha az ifade etme eğiliminde olduklarına, yine hemşirelerin
%40.7’si, hekimlerin ise %46.8’i gençlerin yaşlılara göre ağrıya daha çok
katlanma ve ağrılarını daha az ifade etme eğiliminde olduklarına inanmaktadırlar. Hastaların ağrıyı ifade etme eğilimi ile ilgili sonuçların ağrı
toleransı ile paralel olduğu görülmektedir. McCaffery ve Ferrell (1992)
erkeklerin %53’ünün erkeklerin ağrıyı daha az ifade etme eğiliminde
olduklarına inandıklarını saptamışlardır. Ferrell ve arkadaşları (1991),
hemşirelerin %45’inin hastanın ağrısını sözel olarak ifade etmesinin ağrı
değerlendirmesindeki kararlarını etkilediğini saptamışlardır (Ferrell ve
ark. 1991). Bazı bireyler kültürel değerlere bağlı olarak ağrıya katlanırlar (Acello 2001). Yaş, ağrı deneyimi ve ağrının ifade edilmesini güçlü
bir şekilde etkileyebilir. Yaşlılar ağrı ile ilgili duygularını sözel olarak
ifade etmeyebilirler (Middleton 2004). Sözel iletişim kuramayan hastalarda ağrıyı saptamak ve girişimleri değerlendirmek için bu yol izlenebilir. Ancak, iletişim kurulabilen hastaların yüz ifadesi ya da postürü
sadece ağrının varlığının göstergesi olarak kullanılmalıdır, genel bir
gösterge değildir (Kocaman 1994).
Ağrıyı abartma: Araştırmaya katılan hemşirelerin %38.5’i,
hekimlerin ise %40.3’ü “kadınlar ağrılarını abartma eğilimindedir”
görüşüne sahiptir. Yine hemşirelerin %54.1’i, hekimlerin ise %43.5’i
“yaşlılar ağrılarını abartma eğilimindedir” görüşündedir. Bu sonuçlar
kadınların ve yaşlıların ağrı tedavilerinin ihmal edilebileceğini düşündürmektedir. McCaffery ve Ferrell’in (1992) yapmış oldukları çalışmada
da hemşirelerin %25’inin kadınların ağrılarını abarttıklarını, %52’sinin
ise kadın ve erkekler arasında fark olmadığını düşündüklerini saptamıştır. Bu durumun ülkeler arasındaki kültürel farklılıklardan kaynaklandığı düşünülmektedir. (McCaffery ve Ferrell 1992). Ağrı yaşlılarda da
sık karşılaşılan karmaşık bir sorundur. Yaşlanma süreci ile ağrının
algılanması da değişebilmektedir (Gökoğlu ve ark. 2001). Ağrının bir
153
yardım arayışı olduğu unutulmamalıdır. McCaffery’nin yaptığı tanıma
göre; ‘Ağrı hastanın söylediği şeydir, eğer söylüyorsa vardır’. Bu tanım
sözlü veya sözsüz ağrı ifadesini yeterince kapsamakta ve ağrı yönetiminde çok önemli olan güven duygusunu geliştirmek için hastaya
inanılması gerektiğini göstermektedir (Kocaman 1994).
Ağrının subjektif ve bireye özgü olması nedeniyle ağrı değerlendirmesinin hastanın kendisinden alınan bilgilere göre yapılması gerekir.
Hastanın belirttiği ağrı şiddetine inanmak ve ağrı değerlendirilmesini sık
aralıklarla yapmak tedavinin başarısı için önemlidir. Ağrı değerlendirilmesinde en güvenilir gösterge bireyin ağrısını ifade etmesidir
(Gelinas ve ark. 2004).
Ağrının sözsüz ifadesi: Hemşirelerin %33.3’ü, “Kadınların ve
erkeklerin ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma eğilimleri arasında
fark yoktur” görüşüne katılırken, yarısından çoğu ise kadınların ve
erkeklerin ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma eğilimleri arasında
fark olduğuna inanmaktadır. Hekimlerin ise %40.3’ü “Kadınların ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma eğilimleri erkeklerden fazladır”
görüşüne sahiptirler. Hekim ve hemşirelerin çoğu yaş ve cinsiyetin
hastaların ağrı davranışlarını etkilediğine inanmaktadır. McCaffery ve
Ferrell (1992) hemşirelerin %48’inin kadınların ağrılarını sözel ifadelerle
anlatma eğiliminde olduklarına inandıklarını saptamıştır (McCaffery ve
Ferrell 1992). Olgun ve Eti Aslan (1998) Donovan ve arkadaşlarının
dahiliye ve cerrahi kliniklerinde yaptıkları bir çalışmada son 72 saatte
hastaların %78’inin şiddetli ağrısının olduğu ve bu hastaların %55’inin
ağrısını hemşireye haber vermediklerini belirtmektedir (Olgun ve Eti
Aslan 1998).
Yine hemşirelerin %48.9’u, hekimlerin ise %38.7’si “Yaşlıların
ağrılarını sözel olmayan ifadelerle anlatma eğilimleri gençlerden fazladır” görüşündedirler. Ferrell ve arkadaşları (1991) hastanın aktivite/
mobilitesini gözlemenin, hastanın davranışlarını gözlemenin ve diğer
etmenlerin hemşirelerin yarısından çoğunun ağrı değerlendirmesindeki
kararlarını etkilediğini saptamışlardır (Ferrell ve ark. 1991). Bazı
hastalar ağrının yaşlılığın doğal bir sonucu olduğunu düşünebilir
(Kocaman 1994). Yaşlılar ağrı ile ilgili duygularını sözel olarak ifade
etmeyebilirler (Middleton 2004). Bu nedenle yaşlılarda ağrının değerlendirilmesinde sözel olmayan ifadelerin dikkate alınması önemlidir.
Araştırmada, hekim ve hemşirelerin yaklaşık yarısının bu konudaki
inançları literatür bilgileri ile paralellik göstermektedir. Ağrıyı ifade
etmeme eğilimi kültürel özelliklerle de ilgili olabilir. Yaşlanma süreci ile
ağrının algılanması da değişebilmektedir (Gökoğlu ve ark. 2001).
Yapılan analizde, hekim ve hemşirelerin, hastaların cinsiyetlerine
ve genç ve yaşlı olmalarına göre hastaların ağrıya karşı duyarlılıkla154
rının, ağrı toleransının, ağrıdan duydukları ızdırabın, ağrıyı ifade etme
eğiliminin, ağrıyı abartma eğiliminin ve ağrıyı sözsüz ifade etme eğilimlerinin farklılık gösterdiğine ilişkin inançlarının, hekim ve hemşireler
arasında farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0.05) (Tablo 2).
Hekim ve hemşirelerin çoğunluğunun hastaların yaş ve cinsiyetinin ağrıya yanıtlarını etkilediğine inandıkları ve inanışlarının birbirine
benzer olduğu bulunmuştur (Tablo 2). Hastaların olduğu kadar, hekim
ve hemşirelerin kültürel özellikleri, ağrı deneyimleri de hizmet verdikleri
hastaların ağrıya ilişkin yanıtları konusundaki inançlarını etkileyebilir.
Bu durumun hekim ve hemşirelerin aynı çalışma ortamında benzer ağrı
deneyimleri yaşamaları ile ilgili olduğu düşünülmektedir. Bu çalışma ile
McCaffery ve Ferrell’in (1992) araştırma sonuçları arasında farklılık
olduğu görülmektedir. Bu durumun hemşirelerin kültürel, eğitim ve ağrı
deneyimleri arasındaki farklılıktan kaynaklandığı düşünül-mektedir.
Hekim ve hemşirelerin bu konudaki inanışları ağrılı hasta ile
iletişimlerini, ağrı ile ilgili kararlarını (analjezik türü, dozu ,veriliş yolu
vb.) etkiler. Bu nedenle inanışların özellikle hemşirenin “gerekirse”
şeklinde verilen analjezik istemlerini uygulamasında kararı etkileyeceği
düşünülmektedir. Hemşire ve hekim ağrılı hastaya karşı tutumunu
değerlendirmelidir. Hekim ve hemşirenin ağrıya karşı tutumu, tedavinin
başarısında çok önemlidir. Hekim ve hemşire, yaşamın ve ağrı gibi
yaşam deneyimlerinin kendisi için taşıdığı anlamları düşünmelidir.
Ağrının kaçınılmaz, tolere edilmez olduğu inancı, ağrısı olan hastanın
bakımında yardımcı olabilir (Kocaman 1994).
SONUÇ VE ÖNERİLER
Cinsiyetin ağrı toleransına etkisi dışında hekim ve hemşirelerin
çoğunluğunun hastaların yaş ve cinsiyetinin ağrıya yanıtlarını etkilediğine inandıkları ve inanışlarının birbirine paralel olduğu bulunmuştur.
Araştırma sonuçları doğrultusunda şu önerilerde bulunulabilir:
•
Terapötik bir tutum oluşturmak için hekimlerin ve hemşirelerin ağrı
konusunda kendi duygularının ve inançlarının farkında olmaları
sağlanmalıdır.
•
Araştırma farklı örneklemlerle tekrarlanmalıdır.
•
Ağrı bireysel bir deneyimdir ve birçok etmen ağrıyı etkiler. Bu nedenle
ağrı çok boyutlu olarak değerlendirilmeli, hasta davranışlarının yanı
sıra ağrının objektif değerlendirilmesi için ağrı ölçekleri kullanılmalıdır.
155
KAYNAKLAR
1. Acello B (2001). Controlling Pain, Breaking down cultural barriers. Nursing, 31(2):
26.
2. Aydın H (2002). Hemşirelerin ve kanserli hastaların ağrı değerlendirmesinin karşılaştırması, Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Hemşirelik
Programı, İzmir.
3. Dao TT, LeResche L (2000). Gender differences in pain. J Orofac Pain, 14(3): 165
4. Doğanavşargil E (1993). Romatolojik hastalıklarda ağrı” Ağrı ve tedavisi Ed: İbrahim
Yegül, Yapım Matbaacılık, 84-94.
5. Elbi H (1993). “Kronik ağrının psikiyatrik özellikleri” Romatolojik hastalıklarda ağrı”
Ağrı ve tedavisi Ed: İbrahim Yegül, Yapım Matbaacılık, 135-152
6. Eli I, Baht R, Kozlovsky A et al. (2000). Effect of gender on acute pain prediction and
memory in peridontal surgery. Eur J Oral Sci 108:99-103.
7. Ferrell BR, McCaffery M, Grant M (1991). Clinical decision making and pain. Cancer
Nursing, 14(6): 289-297.
8. Gelinas C, Fortier M, Vievs C et al (2004). Pain assesment and management in
critically ill intubated patients:A retrospective study-Pain Management .Am J Crit
Care, March. http:www.findarticles.com/p/articles/mimONUB/is213/a:11 448
7375. erişim tarihi 17.7.2004.
9. Gökoğlu F, Erdem R, Ceceli E ve ark. (2001). Yaşlı populasyondaki basınç ağrı
eşiğinin analizi. Geriatri 4(3): 113-115.
10. Kocaman G (1994). Ağrı, Hemşirelik Yaklaşımları. Kanyılmaz Matbaası, İzmir, 38-39.
11. Kocaman G, Karayurt Ö (2001). Ağrının hasta ve hemşireler tarafından değerlendirilmesi.3. Ulusal Cerrahi Kongresi, İstanbul.
12. McCaffery M, Ferrell BR (1991). How would you respond to these patients in pain?
Nursing 91, 21(6):34-37.
13. McCaffery M, Ferrell BR (1991). Patient age: Does it effect your pain-control
decisions. Nursing 91, 21(9):44-48.
14. McCaffery M, Ferrell BR (1992). Patient gender: Does it effect your pain-control
decisions. Nursing 92, 22(8):49-51.
15. Middleton C (2004). The assesment and treatment of patients with chronic pain.
Nursing Times 100(18):40-41.
16. Özer N, Bölükbaş N (2001). Postoperatif dönemdeki hastaların ağrıyı tanımlamaları
hemşire ve hemşirelerin ağrılı hastalara yönelik girişimlerinin incelenmesi .Atatürk
Üniversitesi Hemş.Yük .Okulu Dergisi,4:1, 7-16.
17. Sun LS (1998). Gender differences in pain sensitivity and responses to analgesia. J
Gens Specif Med. 1(1):28-30.
18. Türkoğlu M (1993). Ağrının tanımlanması ve ölçümü. Ağrı ve tedavisi Ed: İbrahim
Yegül, Yapım Matbaacılık, 19-20.
19. Vallerand AH (1995). Gender differences in pain. Image J Nurs Sch, 27(3):235-7.
20. Vallerand AH, Polomano RC (2000). The relationship of gender to pain. Pain Manag
Nurs. 1(3 suppl 1):8-15.
156
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 157-166, 2005
HALK SAĞLIĞI HEMŞİRELİĞİ’NİN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ
YESTERDAY, TODAY AND FUTURE OF PUBLIC HEALTH NURSING
Şafak ERGÜL
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Halk Sağlığı Hemşireliği Anabilim Dalı
Anahtar Sözcükler: halk sağlığı hemşireliği, değişim
Key Words: public health nursing, change
ÖZET
Sağlık hizmetlerinin sunumunda halk sağlığı hemşiresi anahtar kişidir.
Halk sağlığı hemşireliği, ailelerin ve toplumun ihtiyaçları etrafında yoğunlaşmıştır ve bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bir uygulamadır. Tarihsel
süreçte halk sağlığı hemşiresinin rolleri toplumun yaygın sağlık sorunlarına
etkili bir şekilde yanıt verebilmek için değişim göstermiştir. Bu değişim
günümüzde de, özellikle gelişmiş ülkelerde halk sağlığı hemşirelerinin dinamik,
çok yönlü ve bütüncül sağlık bakımı sunma çabalarıyla devam etmektedir
SUMMARY
The public health nurse is the key person in delivering health services.
Public health nursing is intensified around the requirements of families and
community and is a practice toward fulfillment of those requirements. Throughout
history the roles of the public health nurse have changed to respond effectively to
prevailing public health problems. Today’s the change continues with by public
health nurses’ effort, which is dynamic, multiface and holistic delivering health
care, especially in developed countries
HALK SAĞLIĞI HEMŞİRELİĞİ’NİN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ
Günümüzde, sağlıklı toplumların yaratılması; birey, aile ve toplum gruplarına, birçok alanda bütüncül bir sağlık bakımının sunulması
ile mümkün olmaktadır. Ekip yaklaşımıyla sunulan sağlık bakımında,
halk sağlığı hemşiresinin etkin olarak görev alması gerektiği görüşü,
1978 yılında Kazakistan’ın Alma-Ata kentinde yapılan Temel Sağlık
Hizmetleri konferansında vurgulanırken, son yıllarda gelişmiş ülkelerde
yapılan maliyet etkinlik çalışmaları ile de açıkça ortaya konmaktadır
(Saltmon ve Figueras 1998, Thomas 2003). Bu makalede amaç; birinci
157
basamak sağlık hizmetleri içinde önemli bir ekip üyesi olan halk sağlığı
hemşirelerinin tarihsel süreçteki mesleki gelişimlerini ve yirmibirinci
yüzyıldaki vizyonunu ortaya koymaktır.
Halk sağlığı hemşireliğinin hizmet hedefi “sağlıklı nüfus”, hizmet
alanı “bu nüfusun yaşadığı her yer”, hizmet biçimi ise “bu nüfusa
sunulan her türlü çağdaş hizmet” yaklaşımıdır. Amerikan Halk Sağlığı
Derneği’nin (APHA) tanımına göre halk sağlığı hemşireliği, halk sağlığı
bilimi ve profesyonel hemşirelik teorilerinden oluşan bir sentezdir
(Smith ve Maurer 1995, Stanhope ve Lancester 2000). Uluslar arası
Hemşireler Birliği’ne (ICN) göre halk sağlığı hemşireliği, hem profesyonel
hemşirelik hem de kurumsallaşmış belli başlı halk sağlığı uygulama
alanları içinde bir uzmanlık alanıdır. Profesyonel hemşireliğin bilgi ve
becerilerini, halk sağlığının yöntemlerini içerik ve felsefesini kullanır.
Sağlık ocağı, sağlık evi, sosyal hizmet üniteleri ile evde, iş yerinde,
okulda, birey ve gruplara verilecek hemşirelik hizmetlerinden sorumludur (Aksayan ve ark. 1998, Tuncel ve ark. 1996).
İngiltere’de halk sağlığı hemşireliği
Tarihsel süreçte, dinlerin ortaya çıkması ve yayılması halk sağlığı
hemşireliği için yararlı atılımları başlatmıştır. Kilisenin rehberliği
altında sosyal yardım örgütleri ve bu örgütlerin önderliğinde evde hasta
bakımı gelişmiştir. Ancak modern anlamda halk sağlığı hemşireliğinin
kuruluşu 19. yüzyılda olmuştur. Bu gelişmenin sağlanmasında en
önemli etkiyi hemşireliğin temellerinin atıldığı ülke olan İngiltere yapmıştır. 1859’da William Rathbone ve Florence Nightingale’nin ortaklaşa
çabaları ile Liverpool kenti 8 bölgeye ayrılarak her birine bir bölge
hemşiresi atanmış, böylece bölge hemşirelik sisteminin temeli atılmıştır
(Öztek ve Kubilay 1994). Aynı zamanda W. Rathbone’nin girişimi ve F.
Nightingale’in önderliğinde evlerde hasta bakacak ziyaretçi hemşireleri
yetiştiren ve bir buçuk yıllık eğitim veren ilk okul 1862 yılında Liverpool’da açılmıştır. Bu okuldan mezun olanlara “Halk Sağlığı Hemşiresi”
ünvanı verilmiştir. Bu hemşireler örgün eğitimlerinde hem hasta bakımına ilişkin bilgileri ve becerileri hem de koruyucu sağlık hizmetlerine
yönelik bilgi ve becerileri kazanmışlardır. Bu girişimin sonuçları başarılı
olmuş ülkenin farklı bölgelerinde ziyaretçi hemşirelik servisleri ve okulları açılmıştır (Uyar ve Eren 1989, Portnay ve Dumas 1994). İngiltere’de
I. Dünya savaşı sonrasında pek çok diplomalı hemşire halk sağlığı çalışmalarında görev almış, 1919 yılında halk sağlığı hemşirelerinin eğitimleri ile ilgili ilk yönetmelik yapılmıştır. Bu gün İngiltere’de “bölge hemşiresi”, “okul sağlığı hemşiresi”, “pratisyen hemşire”, “toplum sağlığı
hemşiresi”, “hasta çocuk hemşiresi”, “iş sağlığı hemşiresi”, “ziyaretçi
hemşire” ve “öğrenme güçlüğü olan kişilere yardımcı olan hemşire”
158
olmak üzere 8 farklı alanda halk sağlığı hemşiresi görev yapmaktadır
(Billingham 2000).
Amerika’da halk sağlığı hemşireliği
Nightingale’in vizyonu ve hemşirelik modeli Amerika’da da halk
sağlığı hemşireliğinin gelişmesinde rehber olmuştur. Amerika’da ilk
bölge hemşireliği dernekleri 1885 yılında Boston ve Filadelfiya’da
açılmıştır. Bu derneklerde çalışan hemşireler evlerde hastalara bakım
verirken, aynı zamanda sağlığın korunmasına yönelik eğitim de veriyorlardı. Daha sonra 1893 yılında eğitimli bir hemşire olan Lilian Wald ve
arkadaşı Mary Brewster NewYork’da hasta ve yoksullar için ilk bölge
hemşireliği hizmetini kendi olanakları ile kurmuşlardır. Ayrıca L.Wald
ilk kez “halk sağlığı hemşiresi” terimini kullanarak, Amerika’da modern
halk sağlığı hemşireliğinin önderi olmuş ve aile merkezli çalışma,
hastalıkları önlemede sağlık eğitiminin önemi ve sağlığı geliştirmeye
yönelik düşüncelerin liderliğini yapmıştır (Wilkerson 1993, Stanhope ve
Lancester 2000). Yine 1902 yılında L. Wald’ın fikriyle Henry Street’te
(NewYork) Lina Rogers tarafından okul hemşireliği uygulaması gerçekleştirilmiştir. 1911 yılında Amerikan Hemşireler Derneği ve Amerikan
Hemşirelik Okulları Derneği birleşerek hastane dışında sağlık hizmetlerini organize edecek bir komite oluşturmuşlardır. Bu komitenin çalışmaları sonucu halk sağlığı hemşireliği için toplumun sağlık gereksinimlerini karşılayacak kendine özgü bir organizasyon kurulması kararlaştırılmış ve bunun sonucunda L. Wald başkanlığında Ulusal Halk Sağlığı
Hemşireliği Organizasyonu kurulmuştur (Thomas 2003, Abrams 2004).
Tarihsel süreçte Halk sağlığı hemşireliği kavramı, halk sağlığı kavramının, “toplum sağlığı”na dönüşümüne paralel olarak değişim göstermiştir. Halk sağlığı hemşiresi, halk sağlığı felsefesi ile “nüfusa odaklı”
hemşirelik uygulamaları kapsamında sağlığı geliştirme, hastalık ve
sakatlığı önlemede, bireyler, aileler ve toplumla çalışırken, bu amaçlara
ulaşmada toplumla işbirliğinin yanısıra nüfus politikalarını da
kullanmaktaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ekonomik ve
politik değişimler sonucu halk sağlığı kavramı giderek toplum sağlığı
yönünde değişim gösterdi (Abrams 2004). Bu kavramsal değişim içerik
olarak, nüfusa odaklı hizmetin, birey ve grup düzeyinde daha dar kapsamlı bir alana indirgenmesi ve aynı zamanda sorunların çözümünde
benimsenen nedensel düşünce ve buna bağlı sosyal, politik çok boyutlu
çözüm yaklaşımının yerine birey, aile, grup düzeyinde çözümlere
yönelinmesi anlamına gelmekteydi (Thomas 2003). Amerika’da özellikle
1960-1970’li yıllarda sağlık bakım sistemindeki devrim niteliğindeki
değişimler Halk sağlığı hemşireliği’ni de etkiledi. 1970’li yıllar süresince
hemşireler özellikle ana çocuk sağlığı hizmetleri başta olmak üzere
hospis bakımı, yaşlı bakımı gibi alanlarda hizmeti taşıyan itici güç
159
olarak görüldüler. Bu alanlara ayrılan finansal kaynaklar arttı ve
başlangıçta bu hizmetlerde halk sağlığı hemşireleri görev alırken,
sonrasında daha esnek biçimde klinik alanlardan da hemşireler görev
almaya başladılar. 1980’li yıllarda ise artan sağlık bakım harcamaları
nedeniyle halk sağlığı hemşirelerine hem politik hem de finansal destek
azaldı. 1990’larda tüm dünyadaki değişim süreciyle beraber Amerika’da
da sağlık bakım sistemi içinde, maliyet etkinlik, kalite gibi kavramlar
öncelik kazandı ve ekonomik kazançlar doğrultusunda evde bakım
hizmetleri, ambulatuar hizmetler gibi daha spesifik alanlarda çalışan
hemşirelerin sayısı artış gösterdi. Özetle; Halk sağlığı hemşireliği başlangıçta, tüm nüfusu hedef alan ve epidemiyolojik bir bakış açısıyla
hizmet yaklaşımlarını planlarken, özellikle 1970’li yıllar ve sonrasında
değişen sağlık politikaları ve ekonomik yaklaşımların bir sonucu olarak
müşteri/hizmet alıcısına odaklı toplum sağlığı hemşireliği olarak varlığını sürdürmüştür. Bazı ülkelerde hem halk sağlığı hem de toplum sağlığı
hemşireliği eş anlamda düşünülse de temelde bu bakış açısı göz önüne
alınmalıdır (Stanhope ve Lancester 2000, Abrams 2004). Bu gün
Amerika’da 250.000’den fazla halk sağlığı/toplum sağlığı hemşiresi okul
sağlığı, iş sağlığı, evde bakım hizmetleri ve diğer alanlarda hizmet
vermektedir. 1988 ve 1992 yılları arasında hastanede çalışan hemşire
sayısı %11 artarken halk sağlığı alanında bu oran %30, 1992-2000
yılları arasında ise %36 olmuştur. Halk sağlığı hemşirelerinin büyük bir
bölümü (%37) artan evde bakım hizmet gereksinimlerine yanıt vermek
için bu alanda çalışırken, yaklaşık olarak her 4 halk sağlığı hemşiresinden birisi de bölgesel sağlık merkezlerinde veya toplum sağlık
merkezlerinde, sağlığın geliştirilmesi, hastalıkların önlenmesi amacına
yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinde görev almaktadır. Diğer halk
sağlığı hemşireleri ise; çalışan çocuklar, üniversiteli gençler, yaşlılar gibi
riskli yaş grupları ile çalışmaktadır (Smith ve Maurer 1995, McEwen
2002).
Türkiye’de ve Avrupa’da halk sağlığı hemşireliği
Ülkemizde halk sağlığı hemşireliği ile ilgili ilk çalışmalar 1934
yılında başlamıştır. Dr. Refik Saydam, sosyal hekimlik konusunda
girişimlerde bulunarak, çeşitli konularda ihtisas yapmak üzere bir grup
hekim ve iki hemşireyi Amerikan Rockfeller Vakfı tarafından sağlanan
bursla Amerika’ya göndermiştir. İlk halk sağlığı hemşiresi Fatma
Acar’dır. Türkiye’de ziyaretçi hemşire kavramı ilk kez 1943 yılında yayınlanmış olan Trahom Savaş Talimatnamesi’nde geniş şekilde yer
almıştır. Bu yönetmeliğin pek çok maddesinde trahom bölgelerinde
ziyaretçi hemşirelerin nasıl görev yapacakları ayrıntı ile tanımlanmaktadır. 1943 yılında Verem Savaş Dispanserine bağlı olarak açılmış olan
Erenköy Sosyal Hemşire Okulu da, halk sağlığı alanında çalışacak
160
hemşireler yetiştirmeyi amaçlayan bir okuldur. Nitekim buradan mezun
olanlar “sosyal hemşire” diploması alarak, Verem Savaş Dispanserleri,
Ruh ve Akıl Sağlığı Dispanserleri, Ana Çocuk Sağlığı (AÇS) Merkezleri ve
diğer sosyal hemşirelik alanlarında görevlendirilmişlerdir (Öztek ve
Kubilay 1994, Tuncel ve ark.1994). “Halk Sağlığı Hemşiresi” görev
ünvanı, ilk defa 1963 yılında yürürlüğe giren 224 sayılı yasaya dayalı
“Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirildiği Bölgelerde Hizmetin Yürütülmesi
Hakkında Yönerge” de yer almıştır (Seviğ 2002). Bu yönergede halk
sağlığı hemşiresinin görev yetki ve sorumlulukları şu şekilde
açıklanmıştır;
•
Halk sağlığı hemşiresi köy ebelerinin yardımı ile ana çocuk sağlığı ve
aile planlaması hizmetlerini yürütür. Halk sağlığı hemşiresi köy
ebelerini denetler ve onları hizmette eğitir,
•
Halk sağlığı hemşiresi köy ebelerinin yaptıramadığı doğumlara gerekli
müdahaleyi yapar,
•
Topluma ve bireylere halk sağlığı ve toplum kalkınması konularında
eğitim yapar,
•
Halk sağlığı hemşiresi gezi programları içinde gittiği köylerde evde
hasta izleme ve bakımında köy ebelerinin yapamadığı hizmetleri
sağlar,
•
Halk sağlığı hemşiresi özel programlar gereği yapılan gıda
yardımlarının dağıtımını hekimin direktifine göre düzenler, ebenin
yardımı ile dağıtır,
•
Kronik ve bulaşıcı hastalıkların bakımını sağlar,
•
Gereken durumlarda ilk ve acil yardım yapar
Yönergede “halk sağlığı hemşiresi; ocak hekimine karşı sorumlu
olarak ve köy ebelerinin yardımı ile ana ve çocuk sağlığı hemşirelik ve
ebelik hizmetlerini yürütür” şeklinde belirtilmiştir. Bu yönergede belirtilen Halk Sağlığı Hemşiresi ünvanı çalıştığı sağlık örgütünün özelliği
nedeniyle verilmiş bir ünvandır. Yasanın yürürlüğe girdiği tarihlerden
bu yana, bu ünvanın gerektirdiği eğitime sahip hemşire yetiştirilmemiştir. Bir çok ülkede olduğu gibi, “Halk Sağlığı Hemşiresi” ünvanının,
hemşirelikte lisans üstü eğitimle ya da sertifika programları ile kazandırılan bir unvan olması gerekmektedir (Tuncel ve ark.1996, Aksayan ve
ark.1998). Ülkemizde mezun hemşirelerin 27.000’i Sağlık Bakan-lığına
bağlı kurumlarda tedavi edici hizmetlerde görev alırken, koruyu-cu
sağlık hizmeti sunmakta olan sağlık ocaklarında sadece 10.712 hemşire
görev yapmaktadır ve bunların da çok azı lisans mezunudur.
(http://www.saglik.gov.tr/extras/istatistikler 2003). Uygulanan sağlık
sistemi içinde halk sağlığı hemşiresinin görevini, ya sağlık ocakları ve
sağlık evlerinde bakmakla yükümlü olduğu nüfusa doğrudan sağlık
161
hizmeti götüren ebeler ya da sağlık ocakları ve sağlık grup başkanlıklarında görev alan hemşireler yerine getirmektedir (Kocaman 1985,
Hanoğlu 1999). Oysa ülkemizde 1955 yılından bu yana üniversitelerin
Hemşirelik Yüksekokullarında halk sağlığı hemşireliği alanında lisans
dersleri, yüksek lisans ve doktora programları yürütülmektedir.
Bu gün, ülkemizde 1980’li yıllarda başlayan Sağlık Reformu adı
altındaki düzenlemeler ve son olarak Sağlıkta Dönüşüm Programı adı
altındaki uygulamalar birinci basamak sağlık hizmetlerini Aile hekimliği
modeli çerçevesinde ele almaktadır. Oysa bu uygulama, halk sağlığı felsefesine ters düşecek şekilde salt tedaviye yönelik olup, topluma yönelik koruyucu hizmetleri gözardı etmektedir. Bu model; hizmet sunumunun nüfus tabanlı olmaması nedeniyle, düzenli sağlık kayıtlarının
tutulması, bölgede sağlık hizmetlerinin planlanması, önceliklerin
belirlenmesi gibi hizmet gerekliliklerini de karşılayamamaktadır. Halk
sağlığı hemşireliği açısından bakıldığında, aile hekimliği modeli ekip
anlayışına aykırı, bireysel çalışan bir hekim olarak karşımıza çıkmaktadır. Aile hekimi genellikle muayenehanesinde ya da evinde bireysel
olarak çalışır. Bu modelde belirtildiği şekliyle, aile hekimi yanında
“yardımcı” olarak bir hemşire çalıştırabilmektedir. Bu noktada, hemşirenin sadece hekime bağımlı olarak, sınırlı işlevleri yerine getirecek bir
yardımcı eleman olarak görülmesi düşündürücüdür (Sağlıkta Dönüşüm
Programı 2004).
Genel olarak Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrupa bölgesinde
Halk sağlığı hemşireliğinin bu günkü durumuna baktığımızda; hemşirelerin sağlığı koruma alanındaki rollerinin, 1950’lerde hasta bakımında
oynadıkları rol kadar önemli kabul edildiğini görmekteyiz. Bu anlamda
halk sağlığı hemşiresi fikri de artan bir şekilde kabul görmektedir.
Ancak Avrupa ülkelerinden bazı örneklere baktığımızda felsefe ve
yaklaşımlardaki geniş çeşitlilik dikkati çekmektedir. Orta Avrupa, Doğu
Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde genellikle birinci
basamak sağlık hizmetlerinde çalışan sağlık uzmanlarının sayısı azdır.
Hemşirelik rolünün anlaşılamaması veya geliştirilememesine bağlı
olarak, özellikle kırsal alanlarda halk sağlığı hemşirelerinin sayıları
yetersizdir. Bu alanda çalışan hemşireler için, uygun bir eğitimin
olmaması, düşük statü, kötü çalışma şartları, düşük maaşlar söz konusudur. Topluma hizmet veren hemşirelerin çoğu, tıbbi tedavi ve prosedürleri uygulayarak, hekim yardımcılığı görevini yerine getirmektedirler.
Hemşirelik hizmetlerine yenilik getiren örnekler çok azdır. Macaristan’da, ilçe hemşireleri bazı bölgelerde ev hemşireliği hizmeti sunmakta
ve ana-çocuk sağlığı hemşireleri, aile planlaması ve sağlık eğitimini
içeren toplum ebeliği görevini üstlenmektedirler (Saltmon ve Figueras
1998).
162
Batı Avrupa’da Yunanistan, Malta, Türkiye gibi ülkelerde hemşirelerin rolü hala hekim yardımcılığı şeklinde düşünülse de Danimarka
Finlandiya, İzlanda, Hollanda gibi ülkelerde toplum hemşireliği bir çok
değişik rolü üstlenmektedir. İlçe hemşireliği, sağlık ziyaretçiliği, okul
hemşireliği, iş sağlığı hemşireliği, sağlık eğitimi, toplum ruh sağlığı
hemşireliği gibi roller bunlara örnektir. Ev ziyaretini de içeren halk
sağlığı hemşireliği bir çok ülkede öncelikli olarak kabul görmektedir
(Saltmon ve Figueras 1998).
Halk sağlığı hemşireliği Kuzey Avrupa ülkelerinde gelişmiştir.
Örneğin Norveç’te yataklı kurumlar hemşirelik hizmetleri dışında ayrı
yasa ve örgütlenmeleri bulunan “halk sağlığı hemşireliği”, “bölge ebelik
hizmetleri” ve “ev hemşireliği”nden oluşan üç ana hemşirelik hizmeti
vardır. Bunlardan bölge ebeleri, üst düzeyde antenatal bakım ve doğum
hizmeti verirler, en üst eğitim düzeyinde uzmanlaşmış kişilerdir. Ev
hemşireleri yerel yönetim görevlileridir. Daha çok yaşlıların evde bakımında görev alırlar. Halk sağlığı hemşireliği bölge düzeyinde, hemen
hemen bağımsız çalışan bir gruptur. Halk sağlığı hemşireleri sağlık
ocaklarında hekimlerle birlikte görev alırlar, ancak görev alanları
oldukça farklıdır. Hekim iyileştirici hizmetleri yürütürken, hemşire
koruyucu hizmetlerde yer alır. Bu işlev hemşireye sağlık ocağının
yönetimi sorumluluğunu da getirir. Halk sağlığı hemşirelerinin en
önemli görevleri ana ve çocuk sağlığı hizmetleridir. Kırsal alanda çevre
sağlığı hizmetlerini (kamplarda sağlık koşulları denetimi, kuaförlerin
denetimi ve gıda kontrolleri gibi..) de üstlenirler. Kentlerde bu konuda
kendilerine yardımcı olmak üzere çevre sağlığı teknisyenleri bulunur.
Okul sağlığı hizmetleri de hemşirelerin yönetimi ve denetiminde yapılır
(Aksakoğlu 1995, Saltmon ve Figueras 1998).
Tüm bunlar gösteriyor ki; Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrupa
bölgesinde ve tüm dünyada sağlık hizmetlerindeki değişen yapı, halk
sağlığı hemşirelerinin rollerinde de değişikliklere neden olmakta,
mesleki rol ve fonksiyonlarda yeni kavramlara ve yeni yaklaşımlara
olanak sağlamaktadır.
Halk sağlığı hemşireliğinin geleceği
21. yüzyılın henüz başlangıcında olduğumuz şu günlerde, toplumları etkileyen ekonomik, çevresel, teknolojik ve sosyal değişiklikler
sağlık alanında da etkili olmaktadır (Anderson 2002). Toplumların
değişen yaşam biçimleri, aile yapıları, kadınların iş gücüne daha etkili
katılımı, kırsal alandan kentlere göçler, gelir dağılımındaki eşitsizlikler
gibi pek çok ekonomik ve sosyal faktörler belirlenmiş sağlık ihtiyaçlarının dışında yeni sağlık sorunlarını ve ihtiyaçlarını da ortaya çıkarmaktadır. (Thomas 2003). Toplumsal alandaki yeni sağlık ihtiyaçlarına,
163
hizmet alanında yanıt verilebilmesi beraberinde sağlık hizmetlerinde
değişimi getirirken, bu değişim sağlık ekibi içinde önemli bir yere sahip
halk sağlığı hemşirelerini de doğrudan etkilemektedir. Günümüzde
genel olarak kabul gören sağlık hizmet anlayışı, öncelikle toplumun
sağlık düzeyinin yükseltilmesi bu kapsamda koruyucu sağlık, erken tanı
ve tedavi hizmetlerine ağırlık verilmesi olarak ifade edilmektedir
(http://www.nih.gov). Bunun yanısıra toplum sağlığının geliştirilmesinde benimsenecek yaklaşımlar, Dünya Sağlık Örgütü’nün herkese sağlık
eyleminin bir parçası olarak 1986 yılında Kanada’nın Ottawa şehrinde
düzenlediği I.Uluslararası Sağlığın Geliştirilmesi Konferansın’da kısaca
özetlenmiştir. Buna göre; sağlık hizmetlerinin sunumunda, toplumla
işbirliğinin güçlendirilmesi, destekleyici bir çevrenin yaratılması, kişisel
becerilerin geliştirilmesi temel yaklaşımlar olarak ele alınırken, sağlık
çalışanlarının özellikle de hemşirelerin toplum sağlığının savunucusu ve
değişimin aracısı olmaları gerektiği önemle vurgulanmıştır (Lemon
Projesi Bölüm I 1998). Tüm bu yaklaşımlar doğrultusunda, 21. yüzyılda
halk sağlığı hemşirelerinin rol ve fonksiyonlarında da değişimin yaşanması gerektiği kaçınılmaz olmaktadır. Toplumla çalışan hemşireler,
değişen sağlık bakım ihtiyaçları karşısında, eğitim, danışmanlık,
savunuculuk, liderlik ve araştırma fonksiyonlarını daha etkili ve geniş
kapsamlı olarak yerine getirmek zorundadır (http://jan.ucc.nau.edu).
Sağlıklı beslenme, egzersiz, günlük yaşamın dengeli ve stressiz
hale getirilmesi, alışkanlık yapan maddelerden kaçınma gibi konuları
içeren sağlığın geliştirilmesi çalışmalarında eğitim ve danışmanlık yapan hemşireler bu yolla bireylerde sağlık bilinci gelişmesinde rehberlik
etmektedir. Kişilerde sağlık bilinci gelişmesi sonucu daha sağlıklı
davranışlar ve daha sağlıklı yaşam koşullarını arama isteğinin ortaya
çıkacağı da kaçınılmaz bir gerçektir. Kişilerin kendi bakım sorumluluklarını üstlenmeleri sağlık hizmetlerinde yeni bir aşamaya geçilmesini
zorunlu kılmaktadır. Bu da sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliği arttırmanın ötesinde, sağlık hizmetlerinde kaliteyi ön plana çıkarmaktadır. 21
yüzyılda toplum daha kaliteli ve daha etkili bir sağlık hizmeti istemektedir (Bertan 1995, Anderson 2002). Halk sağlığı hemşireleri toplum
sağlığını etkileyen her türlü konu ile yakından ilgilenirken, bu konuların çözümünde kendi rol ve fonksiyonlarını geniş bir bakış açısı ile
değerlendirmelidir. Örneğin, günümüzde öncelikli sorunlar içerisinde
yer alan, çevre sorunlarına yönelik yaklaşımlar çerçevesinde, halk sağlığı hemşireleri bireysel olarak, kitle iletişim araçlarını kullanarak, halk
eğitimleri düzenleyerek çevre ve sağlık arasındaki ilişkiyi dile getirip,
toplumu çevrenin korunması konusunda bilinçlendirebilir, duyarlı hale
getirebilirler. Ayrıca yerel gazetelere yazılar yazarak, politikacılarla iletişim kurarak çevre ile ilgili konuların toplumda gündeme getirilmesine,
tartışılmasına olanak sağlayabilirler.
164
Halk sağlığı hemşireleri sosyokültürel ve epidemiyolojik değişimler
sonucunda oluşan sağlık önceliklerinin saptanması ve toplum ihtiyaçlarının belirlenmesi konusunda toplumdaki bireylerle en sık karşılaşan
ekip üyesidir ve bu konuda önemli bir veri kaynağıdır. Bu özelliğinden
dolayı mevcut sağlık ihtiyaçlarına yönelik oluşturulacak hizmet yaklaşımlarının belirlenmesinde ve yapılacak toplumsal ve politik değişikliklerde etkin rol almalıdırlar. Yaşlı sağlığı, adölesan sağlığı, kadın sağlığı
gibi öncelikli konular başta olmak üzere her yaş grubunda sağlığı
koruma, geliştirme ve sağlık sorunlarının çözümüne yönelik toplum
destekli, multidisipliner yaklaşımlı proje ve programlar oluşturmalıdırlar (Drennan 1990, Thomas 2003). Sağlık hizmetlerinin finansmanındaki yetersizlikler ve değişikliklere paralel olarak gelişen yeni sağlık
bakım hizmetlerinde, bireyin haklarının korunması ve ihtiyacı olanların
sağlık hizmetine uygun şekilde ulaşması için etik yaklaşım içinde bireye
rehberlik etmeli, bireylerin kültürel farklılıklarını, inançlarını dikkate
alarak bakım vermelidirler (Thomas 2003, Anderson ve ark 2002 ).
Sonuç olarak; Bu yüzyılın başından beri varolan halk sağlığı
hemşireliği’nin gelecekteki çizgisini dünyadaki demografik değişiklikler,
sosyal ve politik eğilimler belirleyecektir. Şüphesiz, dünya nüfusunun
hızla arttığı, artan nüfusun sosyal ve ekonomik kalkınmayı tehdit ettiği,
işsizlik, iç ve dış göçler, alt yapı hizmetlerinden yoksun çarpık kentleşme, beslenme yetersizliği, ana ve çocuk ölümlerinin çoğunlukla önlenebilir hastalıklardan olduğu, çevre sorunlarının artan bir biçimde sağlığı
tehdit eder boyutlara ulaştığı, kronik sağlık sorunları nedeniyle tıbbi
bakımın maliyetinin arttığı çağımızda, halk sağlığı hemşirelik hizmetlerinin önemi tartışılmaz. O halde; 21. yüzyılda halk sağlığı hemşireleri,
geçmişteki ve şimdiki bilgilerini kullanarak, değişimleri göz önüne
alarak gelecek için gerçekçi bir plan yapmalı, kendi statülerini ve
uygulamadaki etkinliklerini arttırmanın anahtarını ellerinde tutarak,
yeni bir yaklaşımla düşündüklerini gerçekleştirmelidirler.
KAYNAKLAR
1. Abrams S E (2004). From function to compotency in public health nursing 1931 to
2003, Public Health Nursing, 21(5), 507-510.
2. Aksakoğlu G (1995). Norveç sağlık sistemi, Toplum ve Hekim, 9(64-65): 113-121
3. Aksayan S (1998). Toplum sağlığını koruma ve geliştirmede halk sağlığı hemşiresinin
temel işlevleri, (içinde) Halk Sağlığı Hemşireliği El Kitabı.Erefe İ (Ed), Vehbi Koç
Yayınları, No:14, 12-18.
4. Anderson D, Guthrie T, Schirle R (2002). A Nursing model of community
organization for change, Public Health Nursing, 19(1), 40-46.
5. Bertan M, Güler Ç (1995). Halk sağlığında temel bilgiler, Güneş Kitapevi, Ankara,
323-325.
165
6. Billingham K (2000). Nursing and midwifery a force for health 21, International
Public Health Congress Working Groups, Tuesday 10, October, İstanbul.
7. Community Based Health Care, http://www.nih.gov/ninr/indew.html, erişim: 10
Haziran 2004
8. Drennan V (1990). Gathering ınformation from the field, Nursing Times, 86(39), 4648. erişim:26 Temmuz 2004.
9. Hanoğlu Z.U (1999). Koruyucu sağlık hizmetlerinde çalışan hemşirelerin görevlerini
algılamaları ve gerçekleştirebilme durumlarını etkileyen etmenlerin incelenmesi,
Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, İzmir.
10. Kocaman G (1985). Hemşireliğin konumunun temel sağlık hizmetleri açısından
incelenmesi, I. Ulusal Hemşirelik Kongresi Bildiriler Kitabı, İzmir, 20-22.
11. McEwen M (2002). Community Based Nursing, Second edition, W. B. Saunders
Company, 7-8.
12. Öztek Z, Kubilay G (1994). Toplum Sağlığı ve Hemşireliği, Somgür Yayıncılık, Ankara
13. Portnay F, Dumas L (1994). Nursing for the public good, Nursing Clinics of North
America, 29(3), 371-457.
14. Sağlık Bakanlığı İstatistik Yıllıkları (2003). Yataklı Tedavi Kurumları İstatistik Yıllığı
ve Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü Çalışma Yıllığı,
15. http://www.saglik.gov.tr/extras/istatistikler/ytkiy2003/GR7.htm, erişim; 21.02.2005.
16. Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü (1998) Lemon Projesi Bölüm I:
Yaşam, Sağlık ve Çevre, Seviğ Ü (Ed), I.Basım, Ankara, 31-33.
17. Sağlıkta Dönüşüm Programı (2004). 2003 Türkiye’sinde halka, hekimlere, sağlık
personeline ne getiriyor?, TTB Kocaeli Tabip Odası, II.Baskı, Kocaeli, 47-54.
18. Saltmon RB, Figueras J (1998). Avrupa sağlık reformu mevcut stratejilerin analizi,
Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü, Ankara, 65-245. Seviğ Ü (2002). Sağlık
hizmetleri ve hemşirelik, Toplum ve Hekim, Mayıs-Haziran, 5(13), 162-165.
19. Smith C, Maurer F (1995). Community Health Nursing Theory and Practice, WB
Saunders Company, London, 4-15.
20. Stanhope M, Lancester J (2000). Community & Public Health Nursing, The C.V
Mosby Company, 20-39.
21. Thomas SA (2003). Chapter 2:Historical Development of Community Health Nursing,
(in) Hitchcock J and et al. (ed) Community Health Nursing Caring ın Action, Second
Edition, 19-40.
22. Tuncel N, Şanlı T, Müeyyet P (1996). Halk sağlığı hemşireliği, Anadolu Üniversitesi
Yayınları, No:568, Açık Öğretim Fakültesi Yayınları, No:266, Eskişehir, 8-73.
23. Uyer G, Eren N (1989). Sağlık meslek tarihi ve ahlakı, Hatipoğlu Yayınevi, Ankara,
52-56.
24. Vision Towards the 21st Century, http://jan.ucc.nau.edu/~pgl/nur400/class/
nurses/.
25. Wilkerson K.B (1993) Public Health then and now: Bringing care to people: Lilian
Wald’s Legacy to Public Health Nursing, American Journal of Public Health,
83(12);Health Module, 1778-1786.
166
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 167-174, 2005
YAŞLI İSTİSMARI VE ÖNLENMESİ
ELDER ABUSE AND PREVENTION
Yasemin KUZEYLİ YILDIRIM
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu İç Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı
Anahtar Sözcükler: Yaşlı istismarı, yaşlı ihmali, yaşlı istismarı tipleri, yaşlı
istismarını önleme
Key Words: Elder abuse, elder neglect, types of elder abuse, elder abuse prevention
ÖZET
Yaşlılar dünya popülasyonunun en hızlı artan bölümüdür. 2020 yılına
kadar tüm popülasyonun % 22’sinin 65 yaş üzerinde olacağı tahmin edilmektedir. Yaşlı istismarı her yıl yaşlıların büyük çoğunluğunu etkileyen ciddi ve
kompleks bir sağlık konusu olarak tanınmaktadır. Eş ve çocuk istismarı yıllardır tanınmasına rağmen, yaşlı istismarı son 25 yıldır dikkati çeken bir fenomendir. Yaşlıların yaklaşık olarak %3-4’ü, yaşlı istismarı ve ihmalinin kurbanıdır.
Sağlık bakım profesyonelleri-özellikle hemşireler-yaşlı istismarını ortaya çıkarma, yönetme ve önlemede anahtar bir role sahiptir. Bu makalenin amacı; yaşlı
istismarı risk faktörleri ve istismarının önlenmesi konusunda bilgi vermektir.
SUMMARY
The elderly are the fastest growing segment of the population in the world.
It’s estimated that by the year 2020, a full 22% of the population will be aged 65
or older. Elder abuse has been recognized as a serious an complex health issue
affecting large numbers of elders each year. Although sposual and child abuse
have been recognized for many years, abuse of elderly people is a phenomenon
that has attracted interest for the last 25 years. Approximately %3 to %4 of the
elder are victims of elder abuse and neglect. Health care professionalsparticularly nurses-have a key role to recognize, manage and prevent elder abuse.
The purpose of this articles, provides information about the risk factors for elder
abuse and gives information about the prevention for abuse.
GİRİŞ
Dünyada yaşlı nüfus giderek artmakta olup 2020 yılına kadar
toplam popülasyonun %22’sinin 65 yaş ve üzerinde olacağı tahmin edilmektedir (Bird et al 1998). Günümüzde, yaşlı bireylerin sayısının
167
toplum içinde artmasına paralel olarak yaşadıkları sorunlar da farklı
boyutlarda kendini göstermektedir (Çiçek ve Biçer 2002). Yaşlı istismarı
ve ihmali her yıl bir çok yaşlıyı etkileyen ciddi ve kompleks bir konudur
(Cowen&Cowen 2002). Sağlık çalışanlarının çoğunluğu çocuk istismarına karşı uzun zamandan beri duyarlı olurken, yaşlıların istismarı ancak
1970'li yıllarda toplumun dikkatini çekmiştir (Saveman& Sandvide
2001). Devlet düzenleyicilerinin bu konu ile ilgilenmesi ise ilk kez 1979
yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nde özel yaşlı istismarı
yasasının oluşturulmasıyla gündeme gelmiştir (Uysal 2002, Ayres
&Woodtli 2001).
Sağlık personelinin yaşlı istismarını tanımlamada, yönetmede ve
önlemede ideal bir pozisyona sahip olduğu bildirilmektedir (Carney et al
2003). Hemşireler çalışma ortamı gereği, risk altındaki yaşlılar ile sık
olarak karşılaşmaktadırlar. Olayın tıbbi, psikolojik, yasal ve etik yönü
olduğu düşünüldüğünde hemşirenin diğer meslek grupları ile ekip
anlayışı içinde çalışması gerekir. Ekip içerisindeki hemşirenin sorumlulukları; şiddet ve istismar konusunda risk altındaki aileleri gözlemlemek, şüpheli travmaları değerlendirmek, ailenin sağlık bakımı ile birlikte sosyal açıdan desteklenmesi için uğraş vermek, sağlıklı aile bütünlüğünün sağlanması için çaba göstermek, hukuk sistemlerijnin işbirliğini
sağlayacak kilit kişilerle etkileşimde bulunmaktır (Sevil&Ünsal 2003).
YAŞLI İSTİSMARI
İstismar genel anlamda “bir diğer kişiyi kötüye kullanma veya zarar verme niyeti, girişimidir”. Yaşlı istismarının en kısa tanımı “yaşlı
bireye zararla sonuçlanan herhangi bir görev ve eksiklik davranışıdır
(Canadian Medical Association 1994). “Yaşlı bireyin sağlık veya iyilik
halini tehdit eden veya zarar veren herhangi bir davranış” olarak da
tanımlanabilmektedir (Uysal 2002). Yaşlı istismarı dört şekilde incelenmektedir (Uysal 2002, Pillemer&Finkelher 1988, Carney et al 2003,
Kahan &Paris 2003, Hirsch&Loewy 2001). Bunlar:
Fiziksel İstismar: Yaşlı bireye bakan veya yaşlının güvendiği bir
konumda olan birisi tarafından yaşlıya kasıtlı olarak ağrı, acı verici her
tür bedensel uygulama fiziksel istismar olarak kabul edilir. Kısaca, diğer
bir kişiye karşı güç kullanmadır.
Psikolojik/Duygusal İstismar: Yaşlının güvendiği konumda olan
birisi tarafından kasıtlı olarak ruhsal açıdan acı verme psikolojik/
duygusal istismar olarak kabul edilir.
168
Mali (Ekonomik) İstismar: Güvendiği bir konumda olan birisi
tarafından yaşlı bireyin para veya malının kötüye kullanılması veya
çalınması ekonomik istismar olarak kabul edilir.
İhmal: Hastanın temel bakımını karşılamada bakım vericinin
sorumluluğunu yerine getirmede yetersizliktir.
Yaşlı bireylerin bir kısmı istismar için çeşitli risk faktörlerinden bir
veya birkaçını taşıyor olabilirler. Yaşlı istismarı için ileri sürülen risk
faktörleri Tablo 1’de gösterilmiştir (Carney et al 2003, Paris et al 1995,
Kobbe 2002, Abrams et al 1995, Swagerty et al 1999, Cammer Paris
1996).
ABD Ulusal Yaşlı İstismarı Merkezi tarafından, yaşlı istismarına
ait ilk istatistiklerin toplandığı 1986 yılında ev içi istismar ve ihmal
vakalarının sayısının 117.000 iken bu sayının giderek arttığı ve 1994
yılında 818000’e ulaştığı bildirilmiştir (Thobaben 1996). Yakın zamanda
yapılan çalışmalarda ise ABD’de her yıl 1.5-2 milyon yaşlı bireyin
istismara maruz kaldığı bildirilmektedir (Bird et al 1998, Carney et al
2003).
Tablo 1. Yaşlı İstismarı Risk Faktörleri
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Genellikle kadınlar
75 yaş veya üzerindekiler
Dul/boşanmış olanlar
Sağlığının kötü olması ve fonksiyonel yetersizliği olanlar
Bilişsel yetersizliği olanlar
İstismar eden bireyin madde istismarı veya mental hastalığının olması
İstismara uğrayan kişinin istismarcıya bağımlılığı
İstismarcı genellikle kurbanın akrabasıdır (çoğunlukla oğlu veya kızı)
İstismarcı kişi ile birlikte yaşama
Strese neden olan dış faktörler
Sosyal izolasyon
Ailesinde/İlişkilerinde şiddet öyküsü
Sosyal destek eksikliği
Kaynak: Carney et al 2003,Paris et al 1995, Kobbe 2002, Abrams et al 1995, Swagerty et
al 1999, Commer Paris 1996
Yaşlı istismarı ve ihmali vakalarının artmasının belki de en önemli
olası nedeninin yaşlıların yaşam sürelerinin uzamasına bağlı olarak
yaşlı sayısının artması olduğu bildirilmektedir (Abrams et al 1995).
Endüstrileşme de yaşlı istismarı için bir risk faktörü olarak bildirilmektedir. Hem kurban hem de istismar eden kişinin olayı ihmal etmesi,
sağlık bakım profesyonelleri tarafından şikayetlerin azaltılması ve bu
olayı bildirmede isteksiz olmaları, istismara uğrayan bireylere inanmama ve klinisyenlerin yaşlı istismarı belirtileri konusunda bilgi sahibi
olmaması gibi nedenler yaşlı istismarı insidansı ve prevalansının tam
olarak elde edilmesini engellemektedir (Levine 2003). Toplumda yaşayan
169
yaşlı bireylerde, yaşlı istismarının prevalansını saptamak amacıyla
çeşitli çalışmalar yapılmıştır. New Jersey’de yaşayan 65 yaş üzeri 342
bireyde yapılan çalışmada yaşlıların % 1’inin istismarın herhangi bir
türünü yaşadığı kabul edilmiştir (Canadian Medical Association 1994,
Abrams et al 1995). Boston’da yaşayan 65 yaş üzerindeki 2020 yaşlının
bulunduğu örneklemde, tüm istismar tiplerinin prevalansı %3.2 olarak
saptanmıştır. Görüşülen bireylerin %2’sinin fiziksel şiddete, %1.1’inin
uzun dönem sözel saldırganlığa, % 0.4’ünün ihmale maruz kaldığı,
düşük sayıda bireyin ise istismarın çeşitli tiplerini yaşadığı bildirilmiştir
(Pillemer&Finkelher 1988). Podnieks (1992), kendi özel evlerinde
yaşayan 2000 yaşlıyı incelediği çalışmasında; katılımcıların yaklaşık
%4’ünün kötü davranmanın bazı türlerine (mali istismar, madde
istismarı, uzun dönem sözel istismar, aile şiddeti ve ihmal) maruz
kaldıklarını saptamıştır (Podnieks 1992). Hollanda’da; Comijs ve ark
(1998) tarafından yapılan Amsterdam Yaşlı çalışmasında, 1797 yaşlı
birey araştırma kapsamına alınmış ve çalışma sonucunda 1 yıllık yaşlı
istismarı prevalansı %5.6 olarak saptanmıştır (Comijs et al 1998). Ueda
ve ark (1998) evlerinde yaşayan ve yetersizliği olan 42 yaşlı birey
üzerinde yaptıkları çalışmada; yaşlıların maruz kaldığı en yaygın
istismar tipinin %69’la sözel istismar olduğu, bu istismar tipini %61.9’la
fiziksel istismarın, %57.1’le pasif ihmalin, %50 ile aktif ihmalin
izlediğini bildirmişlerdir (Uede et al 1998).
YAŞLI İSTİSMARININ ÖNLENMESİ
Yaşlı istismarı önlenebilir bir durumdur. Sıklıkla, yaşlı ile temasta
bulunma ve yaşlıların sağlık durumunu, bakım kalitesini ve duygusal
olarak iyi olmalarını değerlendirmede aile üyelerine yardım edilebilmektedir. Bazı durumlarda günlük olarak telefon etme veya personel
ziyaretleri gerekli olabilir (Kobbe 2002).
Yaşlılar, yaşlı istismarının ne olduğunu anlamaya gereksinim
duyarlar ve temel hakları konusunda bilgilendirilmelidirler (İstismar
riskine karşı korunma bilgisi gibi). Sağlık personelinin yaşlı istismarı
konusunda eğitilmesi, özellikle zararlı olduğu pek bilinmeyen gizli istismar konusunda yararlı olabilir. Personelin yaşlı istismarının bir suç
olduğunu ve suçluların cezalandırılabileceğini bilmesi gerekir (Uysal
2002). Avustralya’da yapılan bir çalışmada; sağlık bakımı veren bireylere yaşlı istismarının tanımı, tipleri, nedenleri ve yapılabilecek girişimler
hakkında bazı sorular sorulmuştur. Çalışmaya katılan sağlık personelinin büyük çoğunluğunun, yaşlı istismarının farkında olmadığı görülmüştür (Saveman&Sandvide 2001). Aslında, sağlık personelinin yaşlı
istismarını tanımlamada, yönetmede ve önlemede ideal bir pozisyona
170
sahip olduğu bildirilmektedir (Carney et al 2003). Sağlık bakım personeli tarafından, yaşlı istismarına yol açabilecek risk durumlarının
tanımlanması gerekmektedir. Çünkü risk kategorisinde olan yaşlılara
yardım edilmesi gerekli olacaktır. Bu doğrultuda sağlık bakım personelinin de yaşlı istismarının erken tanınması ve gerekli girişimlerin uygulanması konusunda yeterli düzeyde bilgiye sahip olması gerekmektedir
(Saveman&Sandvide 2001). Bunun yanı sıra, çalışanlar yaşlı bakımı konusunda karşılaşabilecekleri güçlüklerle nasıl başedebilecekleri konusunda eğitilmeli ve esnek olmaları öğretilmelidir. Böylece zor durumlara
yanıt verme azaltılabilir. Örneğin; kurumda kalan yaşlılar kurumun
işlemlerine itiraz ettiği zaman (duş almaya zorlama gibi) personel,
değişik seçenekler (duş için başka zaman belirleme) araştırmalıdır
(Uysal 2002).
Birçok yaşlının incindiği bir durum olan yaşlı istismarının bildirimi zorunlu olmalıdır. Genellikle yaşlılar, istismara uğradıklarını bildirmezler. Çünkü bunu söylerlerse; tekrar şiddete maruz kalacaklarını,
aile üyeleriyle bağlarının kopacağını ve yakınmanın verdiği suçluluk
duygusuyla baş edemeyeceklerini düşünürler. Ayrıca, bu durumu
bildirmeleri halinde aileden ayrılıp sosyal bir kuruma gideceklerinden ve
polisin bu durumu yeterince önemli bulamayacağından korkarlar. Oysa
yaşlı istismarı çok önemli bir sosyal, psikolojik ve tıbbi konudur ve
bildirimi yapılmalı ve istismar durdurulmalıdır (Uysal 2002).
Yaşlı bireylerin veya yetersizliği olan yetişkin bireylerin istismar
edildiği veya uygun bakım almadığı anlaşıldığında veya bu durumdan
kuşkulanıldığında gerekli kurumlara bildirilmelidir (Kobbe 2002). Yaşlı
istismarı durumlarında, bu olaya ilgili kurumların ne zaman ve nasıl
karışacakları hakkındaki kararlar bu kurumları güç durumda bırakmaktadır. İstismarın nedenleri karmaşıktır ve her vakada nedenler ve
risk faktörleri hakkında çok az şey bilinmektedir. Yasal ve etik konular
bu karmaşıklığı daha da arttırmaktadır. Bir yandan yaşlı birey zarardan
korunurken diğer yandan da karar verme otonomisine saygı
duyulmalıdır.
Yaşlı istismarını önlemede girişimlerin amacı; istismar edilen
bireyi korumak ve daha ileri istismarı önlemektir. Bu konu ile ilgili
literatürde genellikle üç model benimsenmiştir. Bunlar; eş-istismarı
modeli, destekleyici model ve yetişkin koruma modelidir (Canadian
Medical Association 1994).
• Eş-istismarı
modelinde; istismara uğrayan birey çatışma çözülene
kadar istismar edilen ortamdan uzaklaştırılmaktadır. Buna rağmen bu
model, özellikle istismara uğrayan yaşlı birey kendi evinde yaşıyorsa,
yaşlı bireyin ihtiyacını karşılayamaz.
171
• Destekleyici
modelde; istismar eden ve istismara uğrayan yaşlı birey ile
ilişkisi olmayan bir kişi yaşlı bireye yardım etmektedir. İstismara
uğrayan yaşlı birey, destekleme yoluyla hakları ve seçenekleri
konusunda bilgilendirilir. Bu modelde, istismara uğrayan bireylerin
hakları daha az ihlal edilir.
• Yetişkin-koruma
modeli; istismar zorunlu olarak bildirilir. Bu modelde,
istismara uğrayan yaşlı bireylerin hakları daha fazla ihlal edilmektedir.
Her model problemin tanımlanması, bilgi sağlanması, yaşlı bireyin
karar verme kapasitesinin ve seçim yapma amacının değerlendirilmesini içermektedir (Tablo 2). Buna rağmen, destekleme modeli genellikle en uygun seçimdir. Yaşlı istismarı konusunda girişimlerin sonucu
henüz çalışmalarla değerlendirilmemiştir (Canadian Medical Association
1994). Ülkemizdeki sağlık sisteminin işleyişi içerisinde bu modellerin
kullanımı mümkün olmamaktadır. Yaşlı istismarının bildirileceği
kurumların oluşturulması ile bu modeller de uygulama alanına
geçirilebilir.
Yaşlı istismarı bildirimlerinin yanı sıra, yaşlı istismarı önlenebilir
bir durumdur ve yaşlılar incitilmeden önce bu durumu hazırlayan
koşullar düzeltilebilir. Örneğin, yaşlı istismarı daha çok aşırı gerilim
altındaki ailelerde olmaktadır, bu gerilimli durumun giderilmesiyle
yaşlının istismar edilmesi önlenecektir (Uysal 2002). Yaşlı istismarı
hakkındaki toplumsal gerçekler öğrenilmelidir.
Tablo 2. Yaşlı İstismarını Yönetme
Tanılama ve Risk Değerlendirmesi
• İstismarın tipi, istismarın ciddiyeti ve sıklığı; istismara uğrayan bireyin tehlike
durumu, suçu işleyenin niyeti ve stresinin düzeyi saptanır,
• Diğer profesyonellerin (sosyal hizmet uzmanı, ziyaretçi hemşire ve geriatrik
değerlendirme ekibi) katılımını gerektirir,
• Yaralanmalar belgelenir (fotoğraf çekerek),
• İstismara uğrayan bireyin sağlığı, fonksiyonel durumu, sosyal ve mali durumu
değerlendirilir.
İstismara Uğrayan Bireyin Karar-Verme Kapasitesini Değerlendirme
• Bilişsel durumu ve duygusal sağlığı değerlendirilir.
İstismara Uğrayan Birey Yetkili Olduğunda Önlemler
• İstismara uğrayan bireye bilgi sağlanır,
• Ana hatlarıyla seçimler açıklanır (ör: geçici yerleştirme, ev desteği, toplum
kuruluşları, ceza değişiklikleri)
• İstismara uğrayan bireyin kararı desteklenir.
İstismara Uğrayan Birey Yetkili Olmadığında Önlemler
• İstismara uğrayan birey ve suçu işleyen ayrılır.
• İstismara uğrayan birey bir kuruma yerleştirilir.
• İstismara uğrayan birey için destekleme hizmetleri düzenlenir.
Kaynak: Canadian Medical Association 1994
172
Sonuç olarak; sosyal destek ağını geliştirmede yaşlı bireyler
cesaretlendirilmeli, aileleri, arkadaşları veya komşuları ile günlük temasları ve yakınlaşmaları sağlanmalıdır. Ayrıca, yaşlı bireyler benimsenmeli, onlarla temas korunmalı, ziyaret edilmeli ve yaşlıların toplum
ile ilişki içinde olmasına yardım edilmelidir (Kobbe 2002). Bunlara ilave
olarak, hemşirelerin yaşlı bireyleri, aileleri ve toplumu eğitim yoluyla
bilgilendirip, bilinçlendirmeleri gereklidir (http://www.20.uludag.edu.
tr/nazan/ders5.html). İstismarın belirti ve bulgularının bilinmesi, istismarın tanınmasını ve önlenmesini sağlayacaktır (Çiçek ve Biçer 2002,
http://www.20.uludag.edu.tr/nazan/ders5.html).
KAYNAKLAR
1. ............... Yaşlılara yönelik şiddet. http://www.20.uludag.edu.tr/nazan/ders5.html,
Erşim tarihi: Ekim 2004.
2. Abrams WB, Beers MH, Berkow R (Eds). Elder abuse and neglect. The Merck Manual
of Geriatrics. Second Edition. Merck Research Laboratories. NY, USA, 1995; pp 14081416.
3. Ayres MM, Woodtli A Concept analysis: Abuse of ageing caregivers by elderly care
recipients. Journal of Advanced Nursing 2001; 35(3): 326-333.
4. Bird PE, Harrington DT, Barillo DJ, McSweeney A, Shirani KZ, Goodwin CW. Elder
abuse: a call to action. J Burn Care Rehabil 1998 Nov-Dec;19(6): 522-7.
5. Cammer Paris BE. Violence againts elderly people. Mt Sinai J Med 1996 Mar;63(2):
97-100.
6. Canadian Medical Association. Periodic health examination, 1994 update: 4.
Secondary prevention of elder abuse and mistreatment. Canadian Medical Association
Journal 1994; 151: 1413-1420.
7. Carney MT, Kahan FS, Paris BEC. Elder abuse: Is every bruise a sign of abuse? The
Mount Sinai Journal of Medicine 2003 March;70(2): 69-74.
8. Comijs HC, Pot AM, Smit JH, Bouter LM, Jonker C Elder abuse in the community:
prevalence and consequences. J Am Geriatr Soc 1998 Jul; 46(7): 885-8.
9. Cowen HJ, Cowen PS Elder mistreatment: Dental assesment and intervention. Spec
Care Dentist 2002 Jan-Feb; 22(1): 23-32.
10. Çiçek HS, Biçer T Yaşlı istismarının farkında mıyız? I. Ulusal Geriatri Kongresi 30
Ekim-3 Kasım 2002; Limak Atlantis, Belek Antalya: 178.
11. Hirsch CH, Loewy R. The management of elder mistreatment: The physician’s role.
Wien Klin Wochenschr. 2001 May;113(10): 384-92.
12. Kahan FS, Paris BEC Why elder abuse continues to elude the health care system. The
Mount Sinai Journal of Medicine 2003 Jan;70(1): 62-68.
13. Kobbe AM. Preventing abuse and neglect of the elderly. http://www.utextension.utk.
edu/pbfiles/pb1414.pdf, Aralık, 2002.
173
14. Levine JM, Elder neglect and abuse. A primer for primary care physicians. Geriatrics
2003 Oct; 58(10): 42-4.
15. Paris BE, Meier DE, Goldstein T, Weiss M, Fein ED Elder abuse and neglect: how
recognize warning sings and intervene. Geriatrics 1995 Apr; 50(4): 47-51.
16. Pillemer K, Finkelhor D The Prevalence of elder abuse: A random sample survey.
Gerontologist 1988; 28: 51-57.
17. Podnieks E National survey on abuse of elderly in Canada. J Elder Abuse Neglect
1992; 4: 5-58.
18. Saveman BI, Sandvide A Swedish general practitioners’ awareness of elderly patients
at risk of or actually suffering from elder abuse. Scand J Caring Sci 2001: 244-249.
19. Sevil Ü, Ünsal Ş Yaşlılık, yaşlı istismarı ve ihmali. Adli Bilimler Dergisi Aralık 2003:
2(4);17-22.
20. Swagerty DL Jr, Takahashi PY, Evans JM Elder mistreatment. Am Fam Physician
1999 May: 15; 59(10): 2804-8.
21. Thobaben M Elder abuse and neglect. Home Care Provid 1996 Sep-Oct; 1(5): 267-9.
22. Ueda T, Minase F, Ohshio M, Hashimoto M, Kosaka M, Fukuma K et al. Study on
abuse and neglect of the disabled elderly living at home. Nippon Koshu Eisei Zasshi
1998 May; 45(5): 437-48.
23. Uysal A Dünyada yaygın bir sorun: Yaşlı istismarı ve ihmali. Aile ve Toplum Dergisi
Nisan-Haziran 2002: 43-49.
174
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 175-187, 2005
AFFEKTİF BOZUKLUKLARDA PSİKOTERAPÖTİK GİRİŞİMLER VE
PSİKİYATRİ HEMŞİRELİĞİ
PSYCHOTHERAPEUTICS INTERVENTION AND PSYCHIATRIC NURSING
IN AFFECTIVE DISORDER
Gülseren ÜNAL*
Olcay ÇAM**
*Ege Üniversitesi Atatürk Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu
**Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
Anahtar Sözcükler: affektif bozukluk, psikoterapötik yaklaşım, psikiyatri hemşireliği
Key Words: affective disorder, psychotherapeutics approach, psychiatric nursing
ÖZET
Mental bozuklukta psikolojik tedavilerden yararlanımın artması ile bipolar affektif bozuklukla ilgili uygulamalarda psikoterapilerin rolüne ilgi artmıştır.
Bipolar affektif bozuklukta semptomlarla başetme, yaşamını idame ettirmede
pek çok farklı terapötik metod vardır. Bu makale, affektif bozuklukta psikoterapi ve psikiyatri hemşiresinin psikoterapötik bakım girişimlerini irdeler. Psikiyatri hemşireleri affektif bozuklukta, hastalıkla ilgili eğitim, bireylere destek, aile
terapisi, kognitif davranışsal terapi, kişiler arası ilişkiler terapisi, grup ve
psikodinamik terapi yaklaşımlarından yararlanırlar. Affektif bozukluğu olan
hastalara uygulanacak psikoterapi ile semptomların önlenmesi, sosyal uyum ve
girişimlerin arttırılması, relapsların ve hospitalizasyonun önlenmesi sağlanabilir. Psikoterapötik yaklaşımları iyi kullanabilen psikiyatri hemşireleri hastalığın tedavisinde önemli katkılar sağlayabilirler.
SUMMARY
The increased acceptance of brief evidence-based psychological treatments
in mental disorders treatment has finally led to increased interest in the role of
psychotherapies in affective disorders practice. There are different many
psychoterapy methods to help have affective disorder patients cope with their
symptoms and manage their lives.This article provides a review of commonly
encountered affective disorders in psychoterapy and primary psychiatric nursing
psychotherapeutics care interventions. Psychiatric nurses are skilled to run
common intervention strategies for the treatment of affective disorders that
include education about affective disorder, and supportive individual and family
therapy, cognitive behavioural therapy, interpersonal relationship therapy, group
and psychodinamic therapy. The evidence suggests that the addition of a
175
psychoterapy may significantly reduce symptoms, enhance social adjustment and
functioning, and reduce relapses and hospitalizations in patients with affective
disorders. Psychiatric nurse who use well psychotherapeutics approach, may be
important help on affective disorders treatment.
GİRİŞ
Terapötik girişim, sağaltım işini yürütmek üzere, hasta ve klinisyen arasında kurulan bir ortak çalışma ilişkisidir. Klinisyenin terapötik
işbirliği kurma becerisi ise, sorunları/bulguları ayırt etme, tanıma ve en
yararlı sağaltımı düşünme sürecine hastayı etkin olarak katabilme becerisi olarak basitçe tanımlanabilir. Psikiyatride terapötik girişim olarak
iki farklı yöntem kullanılır. Farmakoterapi ve psikoterapi. Sıklıkla bu iki
tedavi yöntemi birbirine yardımcı olurlar ve birlikte uygulanırlar (Öztürk
1997).
Ancak klinik olarak psikiyatrik bir rahatsızlığı olan hastaların
hepsinin psikoterapiye ihtiyaçlarının olup olmadığı sorusu sık sık gündeme gelir. Eğer bu soru hastalık hakkında bilgilendirmenin gerekip gerekmediği anlamında soruluyorsa, cevabı evettir. Eğer bazı gizli psikolojik nedenlerin ortaya çıkarılması ve çözümlenmesi için yapılandırılmış
bir danışmanlık anlamında soruluyorsa, cevabı hayırdır. Kısaca psikoterapi gereksinimi her hastaya göre değişir. Bazen yalnızca ilaçla tedavi
yeterli olurken bazı hastalarda hem psikoterapi hem de ilaç kullanılabilir. Bazen de tek başına psikoterapötik yöntemler kullanılır (Tangör
1997, Güleç , Köroğlu 1997)
Psikoterapi geniş anlamda, ruhsal yollarla yardım ve iyileştirme
demektir. Bu tanım her türlü yardım yollarını kapsamaktaysa da psikiyatride psikoterapi, belli bir kurama dayalı, belirlenmiş bir yönteme
uygun olarak yapılan tedaviler anlamındadır (Güleç , Köroğlu 1997).
Benzer bir diğer tanımda ise; psikoterapi, hastanın varolan semptomlarını gidermek, değiştirmek ve geriletmek, davranışın bozuk yönlerini değiştirmek, kişiliğin olumlu yönde büyümesi ve gelişmesini sağlamak amacıyla, eğitimli bir kişiyle, psikolojik anlamda ve de özellikle
duygusal alanda yürütülen profesyonel bir tedavidir (Öztürk 1997).
Psikoterapiye ihtiyaç duyan kişi, psikoterapiste daha olgun bir
kişilik örgütlenmesine ulaşmak ve kendi kendisini daha iyi anlayabilmek için gelmiştir. Terapistten beklediği iki unsur vardır. Birincisi,
kişiliğinin dinamik örgütlenmesi ve yapısını iyi değerlendirilebilmesidir.
İkinci unsur ise, bu bilgi ve değerlendirmeyi, anlayabileceği ve yararlanabileceği bir tarzda ona aktarabilmesidir. Davranış örüntülerinin
hastaya entelektüel bir biçimde aktarılması ve açıklanması, o kişide
176
herhangi bir değişiklik yaratmamaktadır. Kalıcı bir değişikliğin oluşabilmesi için bu bilgilerin hasta tarafından duygusal düzeyde de anlaşılıp
yaşanması gerekir (Tangör 1997, Öztürk 1998).
Psikoterapötik yaklaşım tüm tıp alanı için hasta ile ilişkinin başlangıcında olması gereken ilişkidir. Bundan farklı olarak psikoterapi
uygulama alanlarının ve şeklinin tanımlandığı düzenli bir ilişkidir.
Anksiyete bozukluklarında, somatoform bozukluklarda, duygudurum
bozukluklarında, cinsel fonksiyon bozukluklarında, kişilik bozukluklarında, uyum bozukluğunda mevcut rahatsızlığın derecesiyle orantılı
farklı türden psikoterapiler tek veya birlikte uygulanabilir (Öztürk
1997, Güleç , Köroğlu 1997).
Psikoterapide hasta seçimi oldukça önemlidir.Hastanın ancak
tanısı konulduktan sonra ne tür ve ne yoğunlukta psikoterapiye devam
edeceği kararlaştırılmalıdır. Hastanın tedaviye kendisinin geliyor olması
önemlidir. Çünkü ailesinin zoruyla ya da başka nedenlerle tedaviye
devam etmek zorunda olan bir hastanın psikoterapiden faydalanması
güçtür. Hastanın en azından normal zekalı ve sorunlarını anlatabilecek
bir konuşma yetisinin bulunması gerekir. Hastanın kendisini tanımaya,
incelemeye ve değiştirmeye içten ilgisinin bulunuşu önemli bir seçim
ölçütüdür. Psikoterapi uzun zaman alan ve büyük emek isteyen bir
sağaltım türüdür. Bunun için hastanın ekonomik yönden psikoterapiye
devam edecek gücü olmalıdır. Hastanın yaşam koşuları psikoterapiye
devam etme bakımından uygun olmalıdır. Terapi süresince alkol ya da
uyuşturucu madde almaya devam edenlerin psikoterapiden faydalanmaları güçtür. Psikoterapiye devam edebilmek için hastanın bir miktar
sıkıntısı olması ve sıkıntıya katlanabilmesi gerekir (Court, Nelson 1996,
Öztürk 1998)
Psikoterapötik
(Öztürk O 1998).
Profesyonelin
hastaya yanaşma
biçimi ve
tutumuna göre
a.Bastırıcı
B.Destekleyici
C.Derinliğine
araştırıcı
girişimler
aşağıdaki
gibi
Ruhsal bozukluk anlayışı ve kuramsal
çıkış noktasına göre ise;
a. Psikodinamik temellere dayananlar
b. Öğrenme ilkelerine dayanan davranışçı psikoterapi türleri
c. Bilişsel psikopatoloji, bilgi işlemleme,
sosyal psikoloji ilkelerine dayananlar
d. Varoluşçu ve olgu bilimsel (phenomenologic) temellere dayananlar
sınıflandırılabilirler
Sağaltım
durumunun biçimi
ve yapısına göre:
a. Bireysel
b. Grup
c. Psikodrama
d.Oyun
e. Aile
Hemşirenin terapi yapabilmesi için psikiyatri hemşireliği dalında
master ya da doktora derecesine sahip olması gerekmektedir.
Psikoterapi konusunda doğrudan hastalarla birebir geçirilmiş 800 terapi
saatinin deneyimlenmiş olması gerekmektedir. Bu 800 saatin 100 saati
177
supervizyon alınarak sağlanmalıdır. Yurt dışında bu sertifika, Amerikan
Hemşireler Birliğinin onayı ile alınabilmektedir. (Harrison 1998,
Stevens, Manglass 2004). Türkiyede psikoterapist hemşire yüksek
hemşirelikten mezun olduktan sonra, master veya klinik doktora
yapmakta ve üzerine hangi kuramı seçmiş ise (Örneğin varoluşçu,
Cognitif, aile ve çift terapisi, çocuk terapisi gibi) o alanda eğitim
almaktadırlar. Daha sonra süpervizyon çalışmalarına katılarak coterapist daha sonra da terapist olabilmektedirler.
Duygulanım bozukluğu olan hastalarla çalışırken sıklıkla karşılaşılan sorunlar şöyle sıralanabilir; öfke, yadsıma, gerek hastalık gerek
tedavi ile ilgili ambivalan duygular, toplum tarafından etiketlenme, sağaltımın başarısının beklenilenin altında olması nedeniyle düş kırıklığı
ve engellenme duyguları, duygu durum düzenleyicilerine bağlı yitimler,
yineleme korkuları, normal ve anormal duygu durumu birbirinden
ayırmayı öğrenme çabaları gelişimsel sorunlar (ergenlik, karşı cinsle
ilişkiler, mesleki kimlik, mesleki başarı sorunları, evlilik, çocuk sahibi
olma, emeklilik, akraba ve yakınların ölümleri, eş ölümleri vb.) aile ve
ilişkilerle ilgili kaygılar, hastalığın genetik yönüyle ilgili kaygılar
(Feinman et all 2000, Schärer et all 2002 ).
Hastalığın akut epizot ve koruma tedavilerinde farmakoterapi
temel araçtır. Ancak, özellikle belli olgularda psikoterapötik girişimlerin
önemli etkileri olabilir. Bu hastalar geçirilmiş epizotların psiko sosyal
sonuçlarıyla karşılaşır, bu hastalığın tekrarlaması eğilimini arttırabilir.Üstelik süresi bilinmeyen uzun bir tedavide üstesinden gelmek için
ekiple işbirliğinin sürdürülmesi gerekir. Yıllardır hastalanmayan bir
olguda iyileşmesine karşın neden tedaviye devam etmesi gerektiği bir
sorun iken, bazı hastalarda epizotlar arasında süren duygudurum
dalgalanmaları da bir başka sorundur (Güleç, Köroğlu 1997, Hirschfeld
et all 2002).
Duygulanım bozukluğu olan hastalar psikoterapiden fayda görürler. Psikoterapide hedeflenen hastadaki huzursuzluğu azaltmak, işbirliğini artırmak ve gelecekteki epizotların frekansını düşürmeye çalışmaktır. Duygulanım bozukluklarında başlıca sorun kaynakları şöyle
sıralanabilir: (l) Bir majör duygu durum bozukluğu geçirmiş ve kronik
bir akıl hastalığı tanısı almış olmanın duygusal tepkileri, (2) geçirilmiş
epizotların yarattığı gelişimdeki aksamalar, (3) etiketlenmeye bağlı
sorunlar, (4) benlik değeri duygusunun etkilenmesine bağlı sorunlar, (5)
nüks korkusu ve buna bağlı olarak normal işlevselliğin kısıtlanması, (6)
kişiler arası ilişki sorunları, (7) evlilik, aile, çocuk sahibi olma, ana
babalık rolüne ilişkin sorunlar, (8) akademik ve iş yaşamına ilişkin
sorunlar, (9) epizotlar sırasında sergilenen davranışlarla ilgili diğer
yasal, sosyal ve duygusal sorunlar. Bu sorunları çözme amacıyla
178
bireysel terapiler olarak psikodinamik, kişiler arası, davranışsal ve bilişsel terapiler uygulanabilir. Ayrıca evlilik, aile ve grup terapileri de gereksinime göre seçilebilir (Arıkan 1999, Can Saka 2001, Güleç, Köroğlu
1997, Stephen 2002)
Emosyonel ve davranışsal disfonksiyonları olan hastalara psikoterapi uygulanabilir. Ancak hastanın psikoterapiye gelirken kendisi ile
ilgili farkındalığı olması gerekir.Psikoterapi pek çok ruh sağlığı çalışanı
tarafından değişik yöntemler seçilerek uygulanabilir.Ancak psikoterapi
yapabilecek kişinin öncelikle bu konu ile ilgili yetkinliği olması gerekir.
Ardından teorik oryantasyon, kişisel özellikler açısından yeterliliğe sahip
olmalıdır. Ruh sağlığı alanında çalışan uzmanlaşmış hemşire
psikoeğitim ile hastanın hastalığa ve çevreye uyumunda ve psikoterapi
ile hastada pozitif yönde kalıcı davranım değişikliğinde önemli bir yere
sahip olabilir (Sharma et all 1997, Holmes et all 1994)
Psikoterapi yapabilmek için uzun süreli uygulamalı eğitim görmek, analizden geçmek, psikoanalitik kuramı iyi bilmek, sağaltım yöntem ve kuramlarını iyi kullanabilmek gereklidir. Ülkemizde henüz etkin
olarak hemşireler tarafından psikoterapi yapılamıyor olmasına karşın,
yurtdışında hemşirelik tedavi hizmetleri içerinde psikoterapi yer
almaktadır. Gelecekte ülkemizdeki psikiyatri hemşirelerine ışık tutması
amacı ile bu gözden geçirme yazısı yazılmıştır.
PSİKİYATRİ HEMŞİRESİNİN PSİKOTERAPİDE YER ALABİLECEĞİ
TERAPİ ALANLARI
A. PSİKODİNAMİK TERAPİ
Psikodinamik terapi Freud’ un psikoanalitik modelinden ortaya
çıkmıştır.Psikodinamik teoriye göre depresyon erken dönem çocukluk
çağındaki sevilen objenin kaybı, objelerle ilgili ambivalan duygular,
libidoda yaşanan azalma nedeniyle egoya yönelen öfke, oral-anal
psikoseksüel gelişimde çözümlenmemiş intrapsişik çatışmalar nedeni ile
ortaya çıkmaktadır (Berry 2002).
Berry (2002) ve Manning ve arkadaşları (1997) tarafından belirtildiği üzere, Melanie Klein, manik-depresif durumları, bebeklik döneminde olumlu nitelikli içleştirilmiş objeler geliştirememiş olmanın bir
yansıması olarak kabul eder. Bir başka deyişle, depresif kişiler bebeklik
döneminde olağan ve geçici olarak yaşanan depresif konumlarını aşamamış insanlardır. Bu nedenle, bebeklik döneminde kendi yıkıcılıkları
ve hırsları sonucu yok ettiklerine inanmış oldukları olumlu ve sevilen
objelerin yasını sürdürürler. Bu yıkıcılıkları sonucu, bir yandan yitirdikleri objenin özlemini yaşarken, diğer yandan geriye kalan içleştiril179
miş olumsuz objeler tarafından kovuşturulmakta olduklarına inanırlar.
Bir başka deyişle, depresif kişiler, içleştirilmiş olumlu ebeveyn imgelerini kendi yıkıcı dürtüleri ve düşlemleri sonucu kovuşturucuya
dönüştürmüş olmaktan ötürü kendilerini değersiz hissederler. Klein'a
göre, manide görülen omnipotans, yadsıma, küçümseme ve idealize
etme gibi savunmalar, yitirilmiş olan sevilen objelere duyulan özlemin
acısına karşı geliştirilmiş tepkilerdir. Bu tepkiler üç yönden kişiye
rahatlık sağlayabilir: (l) Yitirilen sevgi objelerinin kurtarılması ve onarılması, (2) Olumsuz objelerle bağların reddedilmesi, (3) Sevgi objelerine
yönelik aşırı bağımlılığın yadsınması. Manik savunmalar yoluyla diğer
insanlara yönelik saldırgan ve yıkıcı eğilimlerini yadsımaya çalışan kişinin, bu çabaları sonucu yarattığı neşeli ve mutlu görüntü, aslında yaşamındaki gerçeklerin karşıtıdır. Birilerini idealize etme ya da başkalarına karşı küçümseyici ve aşağılayıcı tutumlar gösterme ise ilişkiye
olan ihtiyacın reddedilmesini sağlar. Klein'a göre manik savunmalar,
ebeveyne karşı zafer kazanma ve ebeveyn-çocuk ilişkisini tersine çevirme isteğini simgeler. Bu zafer kazanma isteği ise suçluluk duygularına
ve depresyona yol açar. Başarı ve terfilerden sonra bazen yaşanan
depresyonun nedeni de budur (Berry 2002, Beech 2000, Manning et all
1997).
Forchuk ve arkadaşları(2000) tarafından belirtildiği üzere; Bibring,
her biri çok yoğun yaşanan üç ayrı tür narsisistik beklentinin depresif
kişinin davranışlarında ölçüt olarak kullanıldığından söz eder Değerli ve
sevilen biri olmak, güçlü ve üstün biri olmak, iyi ve seven biri olmak.
Ancak egonun bu ölçütlere ulaşamayacağının da farkında olması,
kişinin kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmesine ve depresif durumun
egemenliğine girmesine neden olur. Bibring, bazı durumlarda
çaresizliğin kendine dönük bir saldırganlığa neden olabileceğini, ancak
bunun yalnızca ikincil bir durum olarak ortaya çıkabileceğini
açıklamıştır. Ona göre kişinin kendine olan saygısını sarsan herhangi
bir narsistik engellenme ya da zedelenme klinik depresyonun ortaya
çıkmasına neden olabilir. Bibring, depresyonun psikodinamiği üzerinde
çalışmış olanlar arasında süperegonun rolünden söz etmeyen tek
kişidir. Ona göre gerilim egoyla bir başka ruhsal bölüm arasında değil,
egonun kendi yapısı içinde yaşanır. Depresyon, egonun kendine olan
saygısının, kendi beklentilerini karşılayamaması sonucu kısmen ya da
tümden çökmesine rağmen, beklentilerin aynı yoğunlukta sürmekte
olmasının sonucu yaşanır. Bibring'e göre mani, depresyona karşı
ödünleyici ikincil bir tepki ya da narsistik beklentilerin düş gücüyle
karşılanma çabalarının bir anlatımıdır (Forchuk et all 2000).
Manning ve arkadaşları (1997) ile Mohit (2000) tarafından
aktarıldığına göre; Gabbard'a göre, depresif kişi, ulaşılması mümkün
180
olmayan bir amaç karşısında çaresizlik yaşayan biri olarak
değerlendirilir. Bu insanlar öylesi katıdırlar ki egemen amaçlarının
dışında bir başka seçeneği düşünemez ya da kabul edemezler. Bir
başkası için yaşamanın kendileri için iyi olmadığını görseler bile bu
tutumlarından vazgeçemezler. Egemen kişiden umdukları tepkiyi
alamadıkça ya da imkansız amaçları gerçekleşmedikçe yaşamlarının
değeri olamayacağına inanırlar yıkım yaşam boyunca yaşanan
kayıplarla ilişkilendirilmiştir (Mohit 2000, Manning et all 1997).
Terapi sırasında, hastanın bastırılmış, henüz ortaya çıkarılmamış
yaşam deneyimleri irdelenir. Duygularda katarsis yaşanması hedeflenir.
Ancak çok ciddi durumlarda (aktif dönem mani ve major depresyon)
hastalar böyle bir uygulamaya aktif olarak katılamayabilirler (Manning
et all 1998,Beech 2000, McMahon 2002).
B. AİLE TERAPİSİ
Duygulanım bozukluğu epizotları sırasında aile üyeleri birbirlerine yabancı gibidirler.Aile ilişkilerinde dezorganizasyon ve korku
hakim olur.Bazı durumlarda aile üyeleri hostil duygular taşıyor olabilirler. Kendilerinden utanç duyarlar. Aile terapisi mani ve depresyon
epizotları sonrasında sağlıklı ilişkiler geliştirmeye odaklıdır.Akut epizotları tetikleyebilecek stresli durumların bilinerek dikkatli olunmaya
çalışılır.Hasta ve ailesi şiddetli bir atak sonrasında uzun dönem kişisel
sorunlar yaşarlar.Bazen hastalığın biyolojik sürecini öğrendikten sonra,
aile üyeleri hastalığı inkar etmeye başlarlar.Bazen de aşırı derecede
tetikte davranabilirler (Goldstein, Miklowitz 1994).
Miklowitz ve Goldstein tarafından geliştirilen bu sağaltım programı, duygulanım bozukluğunun gidişinin, aile ortamındaki sorunlardan etkilendiği bulgusu üzerine temellenmiştir.Milkowitz ve Goldstein, bipolar hastalar ve aileleri ile yaptıkları iki çalışmadan hareketle,
bu tedavi programını geliştirmişlerdir (Miklowitz, Goldstein 1990). Bu
çalışmalarda, ailede eleştiri (beğenmeme, kızgınlık gibi) ve/veya fazla
üzerine düşme (aşırı koruma, aşırı ilgi, aşırı fedakarlık ve abartılmış
duygusal tepkiler) içeren duyguların ifade edilme düzeylerinin (expressed emotion-EE-), alevlenme oranı ile ilişkili olduğu bulunmuştur.
Alevlenme, özellikle epizot ardından hastaya eleştiri yönelten ve hastayla duygusal ve zihinsel olarak sürekli meşgul olduğunu bildiren
ailelerde, olumlu duygular ifade eden ailelere göre daha yüksek oranda
görülmüştür. Bu bulgu araştırmacılara, alevlenmeyi önlemek için hastaları olumsuz psikososyal etmenlere karşı korumak gerektiğini düşündürmüştür (Miklowitz, Frank 1999).
Aile terapisi, davranışçı aile modeli tekniklerini kullanarak, hastayı ve aileyi duygulanım bozukluğu hakkında bilgilendirmeyi, iletişim ve
181
sorun çözme becerilerini geliştirmeyi amaçlar. Davranışçı Aile Modelinde davranışlar üzerinde yoğunlaşmaktadır (Pektaş ve ark 2004). Pozitif davranışlar güçlendirilmeye, negatif davranışlar ortadan kaldırılmaya
çalışılır. Toplam dokuz ay süren program, akut epizot (manik, depresifya da karma) sırasında başlatılır, stabilizasyon ve sürdürüm sağaltımı sırasında yoğunlaşarak devam eder. Sağaltıma ailenin derinlemesine değerlendirilmesiyle başlanır. Bu aşamada, öncelikle hasta ve
aile ile iyi bir ilişki kurulur. Aile işlevleriyle ilgili bilgi toplanır. Terapist,
son hastalık epizoduna ilişkin, aile bireylerinin hastaya ne kadar eleştiri
yönelttiğini veya ne kadar üzerine düştüğünü, yani aile içinde duyguların ifade edilme düzeyini değerlendirir. Aile içinde bu duyguların
ifadesi, hastalığın alevlenme riski ve aile tedavisinde ele alınması gereken temel konular hakkında terapisti aydınlatır. Terapist ayrıca, aile
bireylerinden bir sorunu kendi aralarında konuşarak çözümlemeye
çalışmalarını ister. Bu süreç boyunca ailenin iletişim ve sorun çözme
biçimleri hakkında bilgi toplar ve ailenin gereksinimlerini belirler.Hasta
stabilizasyon dönemindeyken programın bilgilendirme aşaması başlatılır, hasta ve aile bireylerine duygu durum bozukluğu hakkında bilgi
verilir. Mani ve depresyonun belirtileri, hastalığın etyolojisiyle ilgili kuramlar, epizotları tetikleyebilecek psikososyal etkenler, ilaç sağaltımları,
prognozu etkileyebilecek etkenler (sağaltıma uyumsuzluk, aile çatışması, madde kullanımı vb.), psikiyatrik hasta olarak etiketlenme ile baş
etmenin yolları, aile bireylerinin hasta için neler yapabilecekleri gibi
konular açıklanır. Bu aşamada, hastanın ya da aile bireylerinin hastalığın başlaması ile ilgili olarak, kendilerini suçlanmış hissetmemelerine
dikkat etmek gerekir. Bunu sağlamak için bu bozukluğun diyabet ya da
hipertansiyon gibi biyolojik temelli ve uzun süreli sürdürüm sağaltımı
gerektiren bir bozukluk gibi olduğu vurgulanabilir (Rea et all 2003).
Bilgilendirme aşamasında, hastalık alevlendiği takdirde her aile
bireyinin ne yapacağının işlendiği "alevlenme çalışması" da yaptırılır.
Bunlar arasında hekime haber vermek, hastanın uykusunu düzenlemeye çalışmak, gerekirse hastaneye yatışı sağlamak gibi işler yer alır.
İletişimi zenginleştirme ve sorun çözme eğitimleri, stabilizasyon ve
sürdürüm dönemleri boyunca uygulanır. Aile bireylerinin iletişim becerilerini geliştirmek için, etkin dinleme, geribildirim verme, istenmeyen
davranışların değiştirilmesini isteme gibi alıştırmalar uygulanır. Bu
aşamada yapılandırılmış rol oynama teknikleri uygulanır. İletişim
becerileri güçlendirildikten sonra, ele alınacak sorunlar belirlenir ve
"beyin fırtınası" yöntemiyle çözüm yolları aranır. Ardından aile bireyleri
buldukları çözüm yollarını değerlendirir, seçer ve uygulamaya geçer.
Sorun çözme aşamasında terapist, aile için çözüm üreten kişi olmaktan
kaçınarak bir yönlendirici gibi çalışır (Kim , Miklowitz 2004, Miller et all
2004).
182
C. BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİ
Duygulanım bozukluğu olan hastalarla yapılan çalışmalar, gerginlik veren yaşam olaylarının hastalığın gidişinde önemli bir rol oynadığını
göstermiştir ve alevlenmelerin ya da depresyon/maninin yinelenmesinin
stres kontrolü ile önlenebileceği ileri sürülmüştür. Bu terapi programında, duygulanım bozukluğundaki bilişler, duygu durumdaki değişiklikler ve sorun yaratan davranışlar arasındaki döngüye müdahale
edilerek hastanın yaşamında olumlu değişiklikler yaratılması amaçlanır
(Beech 2000, Richards et all 2003, Hovey, McEnany 1996).
Bilişsel terapi unipolar,ılımlı depresyonda oldukça etkilidir.Terapi
uygulanan hastalarda semptomların daha az şiddetli yaşandığı gözlenmektedir.Terapinin hedefinde bilişsel bozukluğun düzeltilmesi yer alır.
Hastanın otomatik düşünce yapısı,negatif düşünceleri, sessiz kaldığında gösterdiği davranışlar incelenir. Duygulanım bozukluğu olan hastalar için Bilişsel-Davranışçı Terapi programı da diğer psikososyal girişimlerle benzer bir şekilde, hastayı bilgilendirmeyi, sağaltıma uyumu arttırmayı, gerginliklerle baş etmeyi öğretmeyi amaçlar.Davranışçı terapist
kişinin yaşamını yönlendiren ve pekiştirilen davranışlar üzerine çalışır.
Hastalık sırasında ortaya çıkan maladaptif davranışlar ve bunların negatif sonuçlarından kaçınma davranışı gözlenir.Rol model, rol playing,
durumsal analiz teknikleri kullanılır. Bilişsel davranışçı terapi depresyonda ve manide tekrarlayan negatif düşüncelerin değerlendirilmesi ve
ciddi semptomların önlenmesine yönelik stratejilerin geliştirilmesini
hedefler (Calvert, Palmer 2003, Perry, Anderson 1992).
D. GRUP TERAPİSİ
Grup terapisi aynı ya da benzer problemleri yaşayan kişilerin bir
arada olduğu, profesyonel terapist rehberliğinde yapılan terapi şeklidir.
Grup terapisi içerinde hastalar birbirlerine ve kendilerine yardım
ederler. Son yıllarda grup terapisi yolu ile hastaların affektif bozukluğun komplikasyonları hakkında eğitildikleri ve böylece relapsların
%15 oranında azaldığı ortaya çıkmıştır.Hastalardan grup terapisi alanların, almayanlara oranla hastalık sürecinde hastalığın olumsuz etkilerinden daha az etkilendikleri ve aile ve evlilik ilişkilerinde olumlu
gelişmeler olduğu görülmüştür (Abraham et all, 1992).
Grup terapisinde hastalığın sosyal uyuma olan etkileri, kişisel baş
etme mekanizmaları irdelenir.Hastanın kişisel hedefleri belirlenir.
Hastanın sosyal izolasyonu ve ümitsizliği üzerine odaklanılır (Pollack,
Cramer 1999).Grup terapisi güvenli ve kontrollü bir atmosfer içerisinde
gerçekleşir ve terapi sırasında stresli dönemlerdeki davranışlar tartışılır,
hastanın inkar mekanizması üzerinde yoğunlaşılır. Grup terapisi içerinde hastalığın doğal süreci ile ilgili hastaya eğitim verilir.Hastanın kişisel
183
özellikleri ve baş etme mekanizmaları ve çatışmalarının psikodinamiği
üzerine konuşmaya hastalar cesaretlendirilir. Terapi sırasında grup
yaklaşımı belirlenir (Feinman et all 2000).Dikkat edilmesi gereken konu
manik hastalar hiperaktif ve ajite oldukları durumlarda grup ortamında
sürekli tartışma ve gerginlik yaratabilirler, major depresyonu olan
hastalar ise psikomotor retardasyonları ve kognitif yıkımları nedeni ile
grup içerisinde yeterince etkinlik gösteremeyebilirler.Bu gruplar etkinliği
sınırlı gruplar olarak adlandırılır (Hovey, McEnany 1996).
E. KİŞİLERARASI VE TOPLUMSAL RİTM TERAPİSİ (KTRT)
Frank ve arkadaşlarının geliştirdiği KTRT'nde, duygulanım bozukluğu olan hastayla bireysel olarak çalışılır ve hastanın toplumsal ilişkilerine odaklanılır. KTRT, evlenmek gibi olumlu, iş kaybı gibi olumsuz
yaşam olaylarının hastanın günlük ve sirkadiyen ritimlerini bozarak
hastalığın gidişini etkilediğini savunur. İki yıl süren KTRT, dört
aşamadan oluşur ve haftada birle başlayan görüşme sıklığı giderek
seyrekleşir. KTRT, hasta akut epizottan çıkarken ya da remisyonda iken
başlar. Terapist öncelikle, hastanın duygu durum epizotlarını tetikleyen
yaşam olaylarını, toplumsal ritmindeki (örneğin, düzenli çalışma
saatleri, aile bireylerinin sürekliliği) değişiklikleri ve ilaca uyumsuzluğunu araştırarak derinlemesine bir psikiyatrik öykü alır. Ayrıca,
hastanın aile ve sosyal ilişkilerine yönelik bir "kişiler arası envanter"
uygulanır ve ilişkilerindeki sorunlar belirlenir (Stephen 2002). KTRT'nin
amaçlarından biri, hastaya toplumsal ritmini ve uyku-uyanıklık döngüsünü düzenlemeyi öğretmektir. Bu amaçla, terapi programında, hastadan genel duygu durumunu günlük olarak "Toplumsal Ritm Ölçeği"ne
kaydetmesi istenir. Hasta bu ölçeğe uyanma, yatma, gezme gibi işleri
kiminle, ne zaman yaptığını kaydeder. Hasta bu ölçeği uygulamayı sürdürdükçe, günlük düzeni, toplumsal etkileşimleri ve duygu durumundaki dalgalanmalar arasındaki ilişkiyi kavramaya başlar. Ayrıca, hastanın günlük düzenini bozabilecek çevresel etkenler (örneğin, vardiyalı
çalışma saatleri) ve riskler ele alınır. Duygulanım bozukluğu olan
hastalar, çeşitliliği ve spontanlığı özledikleri için günlük düzenlerinin
stabilize edilmesine ya da duygu durumlarının ilaçla kontrol altına alınmasına itiraz edebilirler. Bu özellik dikkate alınarak, hastanın günlük
düzeni, etkinlikleri ve duygu-durumu arasında sağlıklı bir denge sağlanmaya çalışılır. KTRT, hastaların kişiler arası ilişkilerindeki sorunların, toplumsal ritmi bozabileceğini ve semptomları tetikleyebileceğini
savunur. Bu nedenle terapinin ikinci amacı, hastanın ilişkilerindeki
sorunları belirleyerek çözümlemeye çalışmaktır. Duygulanım bozukluğu
olan hastalar, hastalık öncesindeki sağlıklı durumlarını, yaşam
biçimlerini, becerilerini, ilişkilerini kaybettikleri için yas tutarlar. Bazı
hastalar da hastalıklarını inkar ederek ilaçlarını almayıp, hastalık
184
öncesi yaşam biçimine dönmeye çalışırlar (Hummelvoll, Severinsson
2002). Bu nedenle KTRT'nin bir diğer amacı, hastaların kayıpları,
ilişkilerindeki çatışmaları ve hastalık sonrası rollerindeki değişikliklerle
baş etmelerinde yardımcı olmaktır. Terapist, hastanın yeni yaşam
biçimine, rollerine ve günlük düzenine uyum sağlamasına yardımcı olur
ve ilişkilerindeki çatışmaları çözmesi için yeni yollar öğretir. Sürdürüm
aşamasında, KTRT seansları ayda bire indirilir. Bu aşamada, hastanın
toplumsal ritmini ve ilişkilerini korumaya yönelik çalışılır. Terapist
hemşire ve hasta, yakın gelecekte hastaya zarar verebilecek olaylar (örn.
yaklaşan bir tatil) karşısında günlük ritmini nasıl sürdüre-bileceğini
tartışır. Ayrıca hastanın ilişkilerini düzenlemeye yönelik çalışmalar
sürdürülür (Zaretsky 2003).
Sonuç olarak psikoterapi, özünde hasta ile ilişki kurarak etkileme
sanatıdır. Bilimsel ve teorik bir donanım gerektirdiği yadsınamaz sanatsal bir yanı da olan etkinliktir. Psikoterapi sürecinde hastayı ya da ailesini dinleyebilmek, eş duyum yapabilmek, yargılamamak, esnek olabilmek oldukça önemlidir. Psikiyatri hemşiresinin de bu konuda yetkinliğinin olması gerekmektedir. Psikiyatri hemşiresi tarafından bilinçli
olarak uygulanabilecek süreç sonrasında, affektif bozukluğu olan hasta
ile verimli bir psikoterapi sürecine girilebilecek ve hasta bundan fayda
görecektir.Yukarıda belirtilen terapi çeşitleri ve genel olarak psikoterapi
konusunda iyi eğitilmiş olan, bilgi ve becerisini hastalarla ilişkilerinde
profesyonel bir biçimde kullanabilen psikiyatri hemşirelerinin tüm
ruhsal hastalıklarda olduğu gibi, affektif bozukluğu olan hastalarla da
çalışırken, hastanın iyileşme sürecinde olumlu ve hızlandırıcı süreci
olacaktır. Ayrıca verilen ruh sağlığı hizmetinin kalitesi de artacaktır.
KAYNAKLAR
1. Arıkan K (1999). Konsülatasyon Liyezon Psikiyatrisinde Depresyon Tanısı Ve Ayırıcı
Tanısı. İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Sürekli Tıp Eğitimi Etkinlikleri Depresyon
Somatizasyon Ve Psikiyatrik Aciller Sempozyumu. 2-3 Aralık. S: 35-45.
2. Abraham Il, Neundorfer Mm, Currie L (1992). Effects Of Group Interventions On
Cognition And Depression In Nursing Home Residents. Nurs Res. Jul-Aug;41(4): 196202.
3. Beech BF (2000). The Strengths And Weaknesses Of Cognitive Behavioural
Approaches To Treating Depression And Their Potential For Wider Utilization By
Mental Health Nurses. J Psychiatr Ment Health Nurs. 2000 Aug; 7(4): 343-54.
4. Berry D (2002). Does Religious Psychotherapy Improve Anxiety And Depression In
Religious Adults? A Review Of Randomized Controlled Studies. Int J Psychiatr Nurs
Res. Oct; 8(1): 875-90.
5. Calvert P, Palmer C (2003). Application Of The Cognitive Therapy Model To Initial
Crisis Assessment. Int J Ment Health Nurs. Mar; 12(1): 30-8.
185
6. Can Saka M, Özer S, Uluşahin A (2001). Bipolar Bozukluk Bir Yıllık İzlem Çalışması.
Türk Psikiyatri Dergisi. 12(4): 283-292.
7. Court BL, Nelson GE (1996). Bipolar Puzzle Solution: A Mental Health Client's
Perspective. Taylor & Francis.: 10-67.
8. Feinman JA, Cardillo D, Palmer J, Mitchel M (2000). Development Of A Model For The
Detection And Treatment Of Depression In Primary Care. Psychiatr Q. Spring; 71(1):
59-78.
9. Forchuk C, Westwell J, Martin Ml Et All (2000). The Developing Nurse-Client
Relationship: Nurses’ Perspectives. Journal Of The American Psychiatric Nurses
Association, 6, 3-11.
10. Goldstein MJ, Miklowitz DJ (1994). Family Intervention For Persons With Bipolar
Disorder.New Dir Ment Health Serv. Summer; (62): 23-35.
11. Güleç C, Köroğlu E (1997). Psikiyatrinin Temel Kitabı.Hekimler Yayın Birliği. Ankara.
Ss: 442-448.
12. Harrison KA (1998). Sibling rivalry in nursing and the role of nurse psychotherapist.
Perspect Psychiatr Care. Oct-Dec; 34(4): 32-9.
13. Hirschfeld RMA, Bowden CL, Perlis RH, Et All. (2002). Practice Guideline For The
Treatment Of Patients With Bipolar Disorder (Revision). American Journal Of
Psychiatry, 159, 1-50.
14. Holmes H, Ziemba J, Evans T (1994). Nursing Model Of Psychoeducation For The
Seriously Mentally Ill Patient.Issues Ment Health Nurs. Jan-Feb; 15(1): 85-104
15. Hovey J, Mcenany G (1996). Psychobiologic Knowledge And Prescriptive Authority:
Rx For Change in Nursing Practice. Journal Of The American Psychiatric Nurses
Association, 2, 164-166.
16. Hummelvoll JK, Severinsson E (2002). Nursing Staffs' Perceptions Of Persons
Suffering From Mania in Acute Psychiatric Care.J Adv Nurs. 2002 May; 38(4): 416-24
17. Kim EY, Miklowitz DJ (2004). Expressed Emotion As A Predictor Of Outcome Among
Bipolar Patients Undergoing Family Therapy.J Affect Disord. Nov 1; 82(3): 343-52
18. Manning, J S, Connor Pd, Sahai A (1998). The Bipolar Spectrum: A Review Of Current
Concepts And İmplications For The Management Of Depression İn Primary Care.
Archives Of Family Medicine, 7, 63-71.
19. Manning JS, Haykal RF, Connor PD, Et All. (1997). On The Nature Of Depressive And
Anxious States in A Family Practice Setting: The High Prevalence Of Bipolar And
Related Disorders in A Cohort Followed Longitudinally. Comprehensive Psychiatry,
38, 102-108.
20. Mcmahon B (2002).Time-Limited Psychotherapy in The Community Mental Health
Team. Prof Nurse. 2 Aug;17(12):722-4.
21. Miklowitz DJ, Goldstein MJ (1990). Behavioral Family Treatment For Patients With
Bipolar Affective Disorder.Behav Modif. Oct; 14(4): 457-89.
22. Miklowitz DJ, Frank E (1999). New Psychotherapies For Bipolar Disorder: In J. F.
Goldberg, M. Harrow (Eds.), Bipolar Disorders: Clinical Course And Outcome Pp. 5784. Washington, Dc: American Psychiatric Press.
186
23. Miller IW, Solomon DA, Ryan CE Et All (2004). Does Adjunctive Family Therapy
Enhance Recovery From Bipolar Mood Episodes?J Affect Disord. Nov 1; 82(3): 431-6.
24. Mohit D (2000). Psychiatric Home Care And Family Therapy: A Window Of
Opportunity For The Psychiatric Clinical Nurse Specialist. Arch Psychiatr Nurs. Jun;
14(3): 127-33.
25. Öztürk O(1997).Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları. Hekimler Yayın Birliği. Ankara.Ss.517540.
26. Öztürk O (1998). Psikanaliz Ve Psikoterapi. Bilimsel Tıp Yayınevi. 3 Baskı. Ankara.
27. Pektaş Ö, Mırsal H, Kalyoncu A vee ark (2004). Alkol Bağımlılığında Nüks Ve Eş
Tutumları. Bağımlılık Dergisi. 5(1): 9-12.
28. Perry MV, Anderson Gl (1992). Assessment And Treatment Strategies For Depressive
Disorders Commonly Encountered in Primary Care Settings. Nurse Pract. Jun; 17(6):
25, 29-30, 33-6.
29. Pollack LE, Cramer RD (1999). Patient Satisfaction With Two Models Of Group
Therapy For People Hospitalized With Bipolar Disorder.Appl Nurs Res. Aug; 12(3):
143-52.
30. Rea MM, Tompson MC, Miklowitz DJ Et All (2003). Family-Focused Treatment Versus
Individual Treatment For Bipolar Disorder: Results Of A Randomized Clinical Trial.J
Consult Clin Psychol. Jun; 71(3): 482-92.
31. Richards A, Barkham M, Cahill J (2003). A Randomised, Controlled Trial Of
Supervised Self-Help Cognitive Behavioural Therapy in Primary Care. Br J Gen Pract.
Oct; 53(495): 764-70.
32. Schärer S, Walser DM, Hörn L.(2002). Comparison Of Long-Term Monitoring Methods
For Bipolar Affective Disorder. Waldenbipolar Disorders 45,1: 70-74.
33. Sharma V, Parikh S, Kusumalar V, Et All (1997). Psychosocial Interventions As An
Adjunct To Pharmacotherapy in Bipolar Disorder.Can J.Psychiatry 42, 2,: 74-78.
34. Stephen L (2002). Bipolar Disorder. Tempering The Mania Of Manic Depression.
Erişim Adresi Www.Have-A-Heart.Com/Bipolar-Depression.Html-23k Erişim Tarihi:
16.5.2004.
35. Stevens S, Manglass L(2004). Nurse-Psychotherapist Council American Psychiatric
Nurses Assocıation. Erişim Adresi. http://66.102.9.104/search?q=cache:lTTCAO3A
_lsJ:www.apna.org/membership/NursePsycho.html
psychotherapist+nurse+&hl=tr
Erişim tarihi:10.1.2005
36. Tangör A (1997). Psikoterapiler El Kitabı. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları.
37. Zaretsky A (2003). Targeted Psychosocial İnterventions For Bipolar Disorder: Bipolar
Disorders. December 5(2):80.
187
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 189-196, 2005
ÖFKE, ÖFKE KONTROLÜ VE HEMŞİRELİK YAKLAŞIMI
ANGER, ANGER CONTROL AND NURSING APPROACH
Ayşegül BİLGE*
Gülseren ÜNAL**
*E.Ü. İzmir Atatürk Sağlık Yüksekokulu (Öğr.Gör) Bornova/İZMİR
**E Ü. Atatürk Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu (Öğr.Gör.) Bornova/İZMİR
Anahtar Sözcükler: Öfke, kontrol, hemşirelik yaklaşımı
Key Words: Anger, control, nursing approach
ÖZET
Öfke diğer duygular gibi duygusal, bilişsel ve fizyolojik olarak çoğu sistemi etkileyen bir duygudur. Olumsuz bir duygu olarak bilinir ancak olumsuz
değildir ve evrenseldir.
Bazı insanlar öfke kontrol problemi yaşarlar. Her zaman sıkıntılı görünürler. Bu nedenle sağlık ekibi halka; bilişsel, iletişim, davranışsal ve duygusal
metodları olan öfke kontrolü hakkında bilgi vermelidir. Bu rol, toplum ruh
sağlığı açısından önemlidir.
Bu makale öfke, öfke kontrolü ve hemşirelik yaklaşımını açıklamaktadır.
SUMMARY
Anger is an emotion, which like another emotion, affects many systems
(emotional, cognitive and physiological). Anger is known as a negative emotion,
but it is not dysfunctional. In the other word, it is universal.
Some people, however, have ‘’anger control problems". In addition, they just
seem to be always angry. Because of this, health team must teach puplic about
anger control which is the method of cognitive, communication, behavioural,
emotional. This role is important as far as community mental health.
In this article, explaing anger, anger control and nursing approach
GİRİŞ
Öfke, insanın mutluluk, üzüntü, korku ve nefretten oluşan beş
temel duygusundan biridir. Ayrıca, günlük yaşamda bir çok kişinin
çoğu zaman yaşadığı bir duygudur. Öfke, bu alanda çalışmalar yapan
189
psikolog Dr. Charles Spielberg’e göre “hafif bir rahatsızlıktan, şiddetli
kızgınlık ve hiddete kadar değişebilen bir duygudur”. Diğer duygular gibi
bu duyguda fizyolojik ve biyolojik değişimlerle karakterize bir durumdur
(Bilgin 2000, Morgan 1999). Ayrıca, öfke sadece insanlarda varolan bir
duygu değil, her canlı organizmanın tehdit karşısında olaylara gösterdiği
doğal bir tepkidir (Türk Psikologlar Derneği 2004 ).
Bugüne kadar algılandığı biçimin aksine, öfke saldırganlık ve
düşmanlık gibi olumsuz bir duygu değil, bizzat olumlu, sağlıklı ve enerji
veren bir duygudur. Öfke hem içsel hem de dışsal nedenlerden kaynaklanarak gelişir. Belirli bir insana veya bir olaya yönelik olduğu gibi,
genel kişisel sorunlardan da kaynaklanıyor olabilir. Anılar, travma
yaratan ya da travmayı canlandıran olaylar da öfke duygularını harekete geçirebilir. Bir çok insanın öfkeleri yüzünden başları derde girmekte ve bir dizi problemlerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bunun sonucu
olarak ve sahip olunan kültürel yapının etkisiyle de, bireyler öfkelenmekten korkar veya öfkelerini gösteremez hale gelirler. Oysa öfkenin
bastırılması, varolan enerjinin içe döndürülmesidir ve bu da bireyin
kendisine ve çevresine zarar vermesine neden olmaktadır (Bilgin 2000,
Morgan 1999).
Bazı kimseler başkalarına göre daha öfkeli olabilmektedirler. Bu
durumun bir nedeni, genetik veya fizyolojik olabilir. Çocukların huysuz,
alıngan ve çabuk kızan özelliklerle doğduğuna ve bu işaretlerin çok
erken yaşlardan beri mevcut olduğuna dair bulgular vardır (Kökdemir
2004).
Öfkeye yol açan faktörlerden biri de sosyokültürel olabilir. Öfke
çoğunlukla olumsuz olarak algılanır; bireylere kaygı, depresyon ve diğer
duyguları ifade etmenin normal olduğu, öfkeyi ifade etmenin ise doğru
olmadığı öğretilir. Bu yüzden de öfkeyle nasıl başa çıkabileceği ya da
onu ne şekilde yapıcı yollara kanalize edebileceği öğretilmemiştir. Araştırmalar aile yaşantısının da rolü olduğunu göstermiştir. Buna göre
çabuk öfkelenen insanların, tipik olarak yıkıcı, kaotik ve duygusal iletişimi iyi olmayan ailelerden geldiği bildirilmiştir (Türk Psikoloji Bülteni
1999). Buna göre; öfke, kişilerarası iletişimi etkileyebilen bir duygudur,
bu nedenle bireylerin kendi öfke durumlarını tanıyabilmeleri ve öfkelerini kontrol edebilmeleri önemlidir.
Öfkenin Belirtileri ve Birey Sağlığına Etkisi
Öfke bir davranış değil, bir duygudur. Ancak toplumda ifade ediliş
biçimine bağlı olarak bireyler tarafından farklı yaşanmaktadır. Öfke
yaşamda evrensel bir duygu olduğu için, toplumun öfke ile baş
edebilmeyi öğrenmesi önemlidir. Birey öfkelendiğinde enerji dolar ve 4
boyut birbiriyle ilişkili ve eşzamanlı olarak aktif olur. Bu boyutlar;
190
Biliş-O andaki düşüncelerdir.
Duygu-Öfkenin yol açtığı bedensel ve ruhsal uyarılmadır.
İletişim-Öfkeyi çevredekilere yansıtma biçimidir.
Davranış-Öfkeli olduğunda sergilenen davranışlardır (Kökdemir
2004, Türk Psikoloji Bülteni 1999, Türk Psikologlar Derneği 2004).
Öfke durumunda bedensel tepkiler; diğer duygular gibi fizyolojik
ve biyolojik değişimlerle birlikte hissedilir. Öfkenin fiziksel işaretlerinde:
Uyaran duyguyu harekete geçirir, stres ve gerginlik başlar, enerjiyi
arttıran adrenalin salgısı artar, nefes alıp verme sıklaşır, kalp atışları
hızlanır, kan basıncı artar, böylece vücut ve zihin, savaş ya da kaç
tepkisi için hazırdır (Morgan 1999).
Öfke ve Hastalık İlişkisi
Öfke bireyin ruh halini gösteren duygulardan biridir. Bireyde içe
dönük öfke ve dışa dönük öfke şeklinde yaşanabilir. Bireyin ruh sağlığı,
sağlıklı olsun yada olmasın öfkenin yaşamına yansıması bu şekilde
olabilmektedir (Gabbard 1994, Gabbard 1995).
Klasik psikanalitik görüşe göre; içe dönük öfke, depresyonun
ruhsal etiyolojisinde rol oynayan bir etkendir. Freud; yas ve melankoliyi
gerçek veya simgesel kayıpların tetiklediğini öne sürerek, depresif
hastalardaki suçlanma ve intihar düşüncelerini kaybedilen nesneye
karşı duyulan öfkenin, kendine zarar verme isteği şeklinde kişinin
kendisine yöneltmesiyle açıklamıştır (Gabbard 1994, Gabbard 1995).
Depresyonu olan hastaların yaklaşık %30-40’ında öfke atakları görüldüğü, bu oranın anksiyete bozukluğu olan hastalara göre iki kat fazla
olduğu ve öfke atakları olan anksiyete bozukluğu hastalarının daha
çökkün olduğu bildirilmektedir (Fava M, Rosenbaum JF 1999). Moreno
JK, Fuhriman A, Selgy MJ (1993) araştırmalarında, öfkenin depresyon
için olduğu kadar intihar için de belirgin bir tanısal işaret olduğunu
saptamışlardır. Tschannen ve arkadaşları (1992) yaptıkları çalışmada,
başağrısı yakınmasıyla başvuran hastalarda özellikle içe yönelmiş öfke
ile depresyon arasında güçlü bir ilişki bildirmişlerdir. Tedlow ve arkadaşları (1999), depresif hasta grubunda gerçekleştirdikleri bir çalışmada, depresyon şiddetli öfke atakları olan grupta, olmayanlara göre
küçük ama anlamlı düzeyde yüksek bulmuşlardır. Ayrıca öfke atakları
olan hastalarda bağımlı, kaçıngan, narsistik, borderline ve antisosyal
kişilik bozukluğu ek tanısı anlamlı olarak yüksek saptanmıştır.
Öfke Kontrolü
nir.
Öfkeyi doğru ifade etme becerisini kazanmaya öfke kontrolü deÖfke kontrolünde temel amaç; saldırganlıktan uzak, şiddet
191
içermeyen, kişinin kendisine ve çevresindekilere zarar vermeyecek
şekilde öfke duygusunu ifade etme becerisini kazanmasıdır (Türk
Psikoloji Bülteni 1999).
Öfke kontrolünü öğreten pek çok yöntem olduğu gibi doğru yöntem kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Doğru yöntemi belirlerken; kişinin kendi kişiliğine, yaşam tarzına uygun olanı seçmesi ve seçtiği yöntemi uygularken günlük yaşamında fazladan sıkıntı hissetmemesi göz
önüne alınması gereken temel faktörlerdir ( Kökdemir 2004).
Genel olarak öfke kontrol yöntemleri; bilişsel, duygusal, iletişim ve
davranışsal boyutları içerir (Kökdemir 2004, Mırsal ve ark. 2004, Türk
Psikoloji Bülteni 1999).
Bilişsel Boyuttaki Yöntemler
Öfkenin kontrol edilmesinde bilişsel yöntemlerde ilk adım olarak
öfkenin bedensel, ruhsal, davranışsal belirtilerinin fark edilmesi gerekmektedir. Diğer adımda ise öfkeye neden olan etmenleri ve bireyin öfke
nedeniyle kendisine ve çevresine sergilediği davranışları farketmesi
gerekmektedir (Mırsal ve ark. 2004).
Öfkeye neden olan durumlarla yüzleşme, bunlardan kaçınma,
olaya değişik açıklamalar getirme ve farklı bakış açıları düşünme, bireyi
bu durumlarda daha doğru tepkiler vermeye yönlendirebilir. Ayrıca
birey “Öfkenin seni ele geçirmesine izin verme”,“derin bir nefes al”gibi
kendi yönerge cümleleriyle öfkeyi kontrol etmeye çalışmalıdır. (Türk
Psikoloji Bülteni 1999, Türk Psikologlar Derneği 2004 ) .
Öfke durumunda genellikle düşünceler gerçeği yansıtmaktan çok,
olay birey tarafından abartılmış ve çarpıtılmış bir şekilde algılanır. Bu
tür düşünceleri fark edip, yerine daha mantıklı olanları yerleştirmek gerekmektedir. Örneğin; “Eyvah! Şimdi her şey mahvoldu!” gibi bir cümle
kullanmak yerine, “Evet, çok can sıkıcı! Neden kızdığımı çok iyi anlıyorum. Ama dünyanın sonu değil ve buna kızmam, bu olayı olmamış hale
getirmeyecek.” Şeklindeki bir hazırlık daha uygun olacaktır. Öfke
yaşandığında tepki vermeden önce 5 kere nefes alıp vermek ya da 10’a
kadar saymak, bu arada olaya olumlu bakma konusunda bireyin kendisini uyarması uygun olacaktır. Tepki vermeden önce, 15 saniyede hızlı
bir değerlendirme yapılmalıdır. Değerlendirme sürecinde birey kendisine
bilişsel anlamda öfkeyi tanımlayacağı sorular yöneltebilir. Bunlar:
Nerdeyim?, Kimlerleyim?, Neler oluyor?, Zihnimden neler geçiyor?,
Olaya nasıl bir anlam verdim?, Beklentilerim neler?, Neler yapıyorum?.
Böylece birey bilişsel farkındalık kazanacak kendisini böyle durumlara
hazırlayacaktır (Türk Psikologlar Derneği 2004).
192
Duygusal Boyuttaki Yöntemler
Öfkenin kontrol edilmesinde duygusal uyarılma üç adımda
olmaktadır (Kökdemir 2004).
•
Biofeedback uygulayarak öfke durumunda vücudun nasıl tepkiler verdiğini keşfedip, fiziksel uyarılmayı azaltmak, düşünce ve davranışları
değiştirmek için öfkeyi bir ipucu olarak kullanmak yararlı olmaktadır.
•
Alternatif uyarılma oluşturarak, öfke ya da fiziksel uyarılmaya muhalif başka bir uyarılma (örneğin, gevşeme ve espri) oluşturmak için
öfkeyi bir ipucu olarak kullanmak gerekmektedir.
•
Uyarılmanın yönünü değiştirerek, öfke yaşandığında, gelişen fiziksel
uyarılmanın yarattığı enerjiyi, üretime dönüşebilecek önemli bir
kaynak olarak kullanmak önemlidir.
İletişim
Öfkeyi kontrol etmek için yaşama geçirilmesi gereken bazı iletişim
teknikleri vardır. Bunlar; (Kökdemir 2004, Türk Psikoloji Bülteni 1999)
•
Atılganlık (kendini uygun ifade etme)
•
Dinleme
•
Tartışma (İki insan arasındaki çatışmayı fikir birliğine vararak çözme)
•
Eleştirme (Yapıcı eleştiri yapabilme ve alabilme becerisi)
•
Yansıtma (Kişinin, davranışının kabul edilemez olduğunu algılama
sorumluluğunu alma becerisi)
Davranışsal Boyuttaki Yöntemler
Öfkenin kontrol edilmesinde davranışsal boyutta saldırgan davranışları önlemek için bazı adımlar önerilmektedir. Bunlar; kendi öfke
davranışını öğrenme, uygun öfke ifade etme biçimi oluşturma, uygun
olmayan davranışı uygun olanla değiştirme, öfkelenmeye yol açan
sebepleri, davranışları ve davranışların sonuçlarını gözden geçirme ve
yeniden değerlendirme şeklindedir (Kökdemir 2004).
Öfkeyi Minimumda Tutma Stratejileri
Rahatlama Egzersizi
Derin nefes alma veya rahatlatan hayaller kurma gibi basit
rahatlama araçları öfke duygusunu yatıştırmaya yardımcı olabilir. Bu
teknikler ihtiyaç duyulduğu taktirde gün içinde uygulanmalıdır
(Ködemir2004, Türk Psikologlar Derneği 2004).
193
Rahatlama Egzersizi Adımları;
•
Diyaframdan derin nefes alınır,
•
Derin nefes alırken “rahatla”, “umursama” gibi sakinleştirici
yavaşça söylenir,
•
Hayal gücünü kullanarak ve hayal ya da gerçek olan rahatlatıcı bir
sahne düşlenir.
sözler
Böylece yavaşça rahatlamaya başlanır
Mizah kullanımı
Mizah, çeşitli yollarla öfkenin yoğunluğunun azalmasına yardımcı
olabilir. Herşeyden önce daha dengeli bir bakış açısı sağlar. Birine
öfkelenip de belli sıfatlarla etiketler takmaya başlanıldığında, bir an
durup ve o insanın gerçekten o “şey” ya da “öyle” olduğunu düşünmek
mizahsal düşünmeyi getirir. Örneğin birine, “muşmula” ya da “odun
kafalı” gibi sıfatlarla saldırıldığında, o kişiyi gerçekten bir muşmulaymış
ya da odundan bir kafası varmış gibi hayal edip ve gündelik işlerini o
şekilde yaptığını düşünmek rahatlatıcı bir etki yapabilir. Çünkü mizah
sırasında yaşanılan duygularla, öfkenin birarada bulunması mümkün
değildir (Kökdemir 2004).
Öfkesi çok yoğun olan kişinin davranışlarının altındaki temel
mesaj “Her şey benim istediğim gibi olmalı!” dır. Öfkeli insanlar kendilerinin ahlaken haklı ve doğru olduklarına inanırlar. Planlarını değiştirmelerine ya da engellenmelerine yol açan her türlü olay/durum, onlar
için dayanılmaz bir aşağılanma gibi algılanır (Sezer 2004).
Mizah kullanırken iki noktada çok dikkatli olmak gerekir:
•
Öncelikle mizah kullanmanın, sorunların gülerek geçiştirmek demek
olmadığını, tersine onlarla yapıcı bir şekilde yüzleşebilmek olduğunu
bilmek,
•
Mizah kullanayım derken, alaycı ve aşağılayıcı mizaha başvurmaktan
kaçınılmalıdır. Çünkü bu da sağlıksız öfke ifadesinin bir başka
yoludur.
Öfke Kontrolü ve Hemşirelik Yaklaşımı
Öfke kontrolünün öğretilmesi ve sağlanması bir toplum ruh sağlığı
hizmetidir. Hemşireler insanlarla sürekli, kesintisiz ve doğrudan hizmet
veren bir sağlık ekip üyesidir. Bu durumlarını avantaj olarak görerek
bireylere öfke ve kontrolü ile ilgili eğitim verebilirler. Bu bağlamda
yayımlanan hemşirelik girişimleri sınıflandırması (Nursing İnterventions
194
Classification: NİC) kitabında öfke kontrolü için önerilen hemşirelik
girişimleri aşağıda belirtilmiştir (McClosky, Bulechek 2000). Bunlar;
•
Bireyin öfkelenmesine neden olan durumları tanımlamasına yardım
edilmesi,
•
Uygun olan öfke ifade biçimi oluşturulana kadar bireyin kontrolsüz
olan davranışlarına sınır konması,
•
Geriliminin arttığı durumlarda, hemşire ya da ekibin diğer üyelerinden yardım alma konusunda bireyin cesaretlendirilmesi,
•
Öfke kendine ya da diğerlerine fiziksel zarar verme şeklinde kendini
gösterdiğinde gerekli olan önlemlerin alınması (Tehlikeli araçların
ortamdan uzaklaştırılması),
•
Sinirlilik ya da öfkenin görüldüğü durumlarda uygun olan fiziksel
davranışların uygulanmasınınn sağlanması (spor yapma, gazete
okuma, çamur oynama, boş çuvalı tekmeleme),
•
Kontrolün kaybedilmesinden önce bireyin davranışlarına yönelik uygun hemşirelik girişimlerinin yapılacağı konusunda hastaya teminat
verilmesi,
•
Gerektiğinde bireye fiziksel ortamdan uzaklaştırma, izolasyon gibi
kontrollerin kullanılması,
•
Öfke oluşumundaki etmenlerin tanımlanması konusunda bireye
yardımcı olunması,
•
Uygun olmayan öfke şeklinin sonuçlarının tanımlanması,
•
Şiddet içermeyen uygun olan öfke şeklinin gösterilmesinin yararlarının birey ile birlikte tanımlanması,
•
Bireyin kontrol edilebilecek davranışlarının oluşturulması,
•
Sakinleştirme yöntemlerinin oluşturulması (zaman kullanımı, derin
soluk alma egzersizleri),
•
Uygun öfke modellerinin oluşturulması,
•
Uygun öfke ifade şeklinin pekiştirilmesinin sağlanmasıdır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Öfke birey tarafından kontrolsüz yaşandığında, bireyin kendisine
ve çevresine zarar verici bir boyuta gelen önemli bir duygudur.
Bireylerin bu duygusunun kontrol edilmesi kişilerarası ilişkilerinin
sağlıklı sürmesine yardımcı olur. Bu nedenle; öfkenin kontrol edilmesi
için,
•
Birinci basamak sağlık hizmetlerinde çalışan sağlık personellerinin bu
konuda eğitilip bilginin ailelere aktarımının sağlanması,
195
•
Her bireyin öfke ve kontrolü takiplerinin yapılması,
•
Ulaşılamayan bireylere, dernekler vasıtasıyla ulaşılması, öfke ve
kontrolü ile ilgili seminerler düzenlenmesi,
•
Toplumun yaşam olaylarını olumlu taraftan görebilmesi için bedensel
ve zihinsel egzersizleri yaşamlarına geçirmeleri için bu merkezler
tarafından uygulamalı eğitim verilmesi önerilmektedir.
KAYNAKLAR
1.Bilgin N (2000). Sosyal Psikolojiye Giriş .Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
No: 48.
2.Fava M Rosenbaum JF (1999). Anger attacks in patients with depression. J Clin
Psychiatry, 60, 21-24.
3.Gabbard GO (1994). Psychodynamic Psychiatry in Clinical Practice. 2. baskı,
American Psychiatric Press, Washington DC, 224.
4.Gabbard GO (1995). Mood disorders: Psychodynamic etiology Comprehensive.
Textbook of Psychiatry/VI Editors: HI Kaplan, BJ Sadock Williams & Wilkins. New
York, 116-1123.
5.Kökdemir H (2004). Öfke ve öfke kontrolü. Pivalko, 3(12), 7-10.
6.McClosky J, Bulechek G (2000). Nursing Interventions Classification (NIC),3th
edi.,Mosby Companny.
7.Mırsal H, Kalyoncu A, Pektaş T. Alkol bağımlılığında nüks Erişim adresi: www.
bagimlilik. net/sayi1/alkol_bagimliliginda_nuks.pdf erişim tarihi:28.07.2004.
8.Moreno JK, Fuhriman A, Selby MJ (1993). Measurement of hostility, anger and
depression in depressed and nondepressed subjects. J Pers Asses, 61: 511-523.
9.Morgan CT (1999). Psikolojiye Giriş (Çeviri yayın Sorumlusu: Karakaş S) Hacettepe
Psikoloji Bölümü Yayınları Yayın No:1.
10. Sezer TD.Şiddet ve Hukuk . Erişim adresi: http://www.metu.edu.tr/~psi/opanel.htm
Erişim tarihi: 19.7. 2004.
11. Tedlow J, Leslie V, Keefe BR ve ark (1999). Axis I and Axis IIdisorder comorbidity in
unipolar depression with anger attacks. JAffect Dis, 52: 217-223.
12. Tschannen TA, Duckrao PN, Margolis RB ve ark (1992). Therelationship of anger,
depression, and perceived disability among headache patients. Headache, 32: 501503.
13. Türk Psikoloji Bülteni. Öfke: O sizi kontrol edeceğine siz onu kontrol edin 3 (7), 79-85.
14. Türk Psikologlar Derneği. Erişim adresi:http://medline.superonline.com/kategori.
php?sayfa=5&yazi=646 Erişim tarihi:19.7. 2004.
196
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu Dergisi 21(1) : 197-209, 2005
ÇOCUKLARDA ÖLÜM KAVRAMI VE YAS SÜRECİNDE PSİKİYATRİ
HEMŞİRESİNİN ROLÜ
ROLE OF PSYCHIATRIC NURSING IN DEATH CONCEPT AND GRIEF
PROCESS OF CHILDREN
Şeyda DÜLGERLER
Esra ENGİN
Olcay ÇAM
Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Bornova/İZMİR
Anahtar Sözcükler: Çocuk, Ölüm, Yas, Psikiyatri Hemşiresi
Key Words: Child, Death, Grief, Psychiatric Nursing
ÖZET
Çocukların ölümü anlama yetilerinin gelişimi, genel bilişsel gelişimlerine
bağlı olmakla birlikte aynı zamanda çocuğun ölüm olayıyla ilgili yaşantılarını da
yansıtır. Kayıp ve yas sürecini yaşayan çocuğa yönelik hemşirelik bakım
hizmetleri ise çocuğun temel gereksinimleri, günlük yaşam aktiviteleri ve çocuk
ruh sağlığı ve hastalıklarına yönelik hemşirelik uygulama standartlarına uygun
olarak bağımsızlığı arttırıcı, işlevselliği sürdürücü, güvenliği sağlayıcı, tedavi
edici ve komplikasyonları önleyici girişimleri içermektedir. Bu yazıda çocukların
ölüm karşısında tepkileri ve yas süreciyle ilgili psikiyatri hemşireSinin rolü
tartışılmıştır.
SUMMARY
The development of the death concept’s appreciate depends on progress of
the cognitive ability in children, it also reflects experiences of the death. Nursing
care of the child who exposed a death event were included increasing of
independence, maintaining of functionality, obtaining of safety, therapy and
preventing of complications according to basic requirements and daily activity of
the child and nursing care standards of the child mental health and disorders. In
this paper, the role of psychiatric nursing in death concept and grief process of
children were discussed.
GİRİŞ
Yaşam içinde bir çok stresli durumla karşılaşılmasına rağmen
bunların çoğu, birey tarafından travma gibi algılanmayabilir. Bir olayı
travma olarak tanımlayabilmenin bazı ölçütleri vardır. Birey kendisinin
ya da başkalarının bütünlüğünü tehdit eden, ölüm ya da olaylar dizisi
197
yaşamış veya başkalarının
(Dyregrov 2000).
bu tür
yaşantılarına
tanık olmuştur
Travmatik olaylar insanların yaşamlarını alt üst edebilir. Travmalar bireylerin kendileri, başkaları ve yaşadıkları dünya ile ilgili düşünce
ve duygularını olumsuz bir biçimde etkiler. Ani bir travmanın ardından
bireyler olağanüstü bir şaşkınlık ve korku hissetmeleri yanı sıra, kendi
duygu ve davranışlarını anlayabilmekte güçlük çekerler. Bireyler
tarafından yaşanan bu güçlüğün şiddeti olayın ya da durumun travmatik etkisini belirler (Dalkanat 2004, Dyregrov 2000).
Yakın arkadaş ya da akrabanın ölümü yaşamdaki “en zor ve stres
dolu” olaylardan biridir. Ana-baba kaybı nedeniyle yas yaşayan bir
çocuk söz konusu olduğunda, bu deneyim daha da güçleşebilir. Çocuk
anne ve babasına sadece duygusal olarak değil, maddi olarak da
bağımlıdır. Bu nedenle ana-babasının kaybında yaşanan duygusal ve
maddi güçlükler çocuğun gelişimini etkiler (Dyregrov 2000,
http://www.okak.essortmant.com/childrengrie.rdfk.htm 2004).
Ani ölümler daha fazla kaygı yaratır ve üstesinden gelinmesi güç
tepkilere yol açar. İnsanların ve doğanın yol açtığı afetler genellikle bir
çok kişinin yaşamını tehdit eder ve çok sayıda insanın ölümüne neden
olabilir. Böyle olaylar hemen her zaman çocuklarda iz bırakır. Ölen kişi
bir çocuk olduğunda, ölüm olayının akran grubunu,okulu veya oyun
arkadaşlarını etkileme olasılığı yüksektir (http://www.aacap.org/
publications/factsfam/grief.htm 2004).
Çocuklar farklı ölüm olaylarından farklı biçimde etkilenirler. Ölen
kişi her kim olursa olsun, çocukları anlamak ve korumak için
çocukların tepkileri hakkında bilgi sahibi olmak ve durumu gerektiği
gibi ele almanın yollarını bilmek gerekir. Çevredeki yetişkinler, çocuğun
başına gelen olayları kavrayıp, anlamasına yardımcı olabilirlerse,
çocuklar bu zor dönemleri daha kolay atlatırlar (Dalkanat 2004,
Dyregrov 2000).
Psikiyatri hemşireleri böyle bir kayıp yaşayan çocuğa yardımcı
olabilmek için farklı gelişim düzeylerindeki çocukların ölümü nasıl
kavradıklarını, nasıl tepkiler gösterdiklerini ve ortaya çıkabilecek bazı
belirtileri çok iyi bilmeli ve çocuğa doğru yaklaşımların gösterilmesi
konusunda duyarlı olmalıdırlar.
Farklı Yaşlardaki Çocukların Ölüm Hakkındaki Değerlendirmeleri
Farklı gelişimsel dönemdeki çocukların ölümün anlamına ilişkin
kavramsal anlayışları değişiklik gösterir. Yasın görünümü ve sonuçları,
çocuğun ölüm anında ölümle ilgili kavramlarının gelişimine bağlıdır.
198
Bebekler ve okula gitme yaşı gelmiş çocuklar arasında ölüm kavramını
anlamaları bakımından büyük farklılıklar vardır. Çocuğun ölüm olayını
kavrayabilmesi için öncelikle ölüm olayına ilişkin açıklama yapmada
kullanılan kavramları bilmesi gerekmektedir. Tam olarak anlaşılması
çocuktan çocuğa değişmekle birlikte ölüm kavramının gelişiminde
izlenen sıra aynıdır (Dyregrov 2000, http://www.hospicenet.org/html/
factsfam/children.htm 2004).
Beş yaşından küçük olanlarda; İki-iki buçuk yaşındaki çocukların ölümle ilgili düşünceleri çok belirsizdir. Buna karşılık iki yaşından
küçük bebekler ise ölümle ilgili herhangi bir kavramı anlayamazlar. Çok
küçük çocuklar için ölüm gündelik hayatta var olan birinin artık orada
olmaması kadar basit bir anlama gelmektedir. Beş yaşından küçük
çocuklar ölümün bir son olduğunu anlamazlar ve bunu ölüm
hakkındaki konuşmalarında açıkça ortaya koyarlar. “Mezarından
kalkması için ona yardım edemez miyiz?”, “Kardeşim ne zaman
dönecek?” gibi ifadelerle ölümün geri dönüşü olan bir olay olduğunu
düşündüklerini gösterirler. Ölüm olayı ile yaşamın tüm işlevlerinin
durduğunu kavrayamazlar. Küçük çocuklar ölüm sözcüğünün, anlamını
tam olarak bilmeden kullanabilmektedirler. Bu dönemde çocuk ölüme
ilişkin soyut açıklamaları anlamakta güçlük çeker. Bu yaşlarda çocuklar
çok somut düzeyde düşünürler. Soyut açıklamalar yapmaktan ya da
olayı söylendiği gibi algılayacağı için, ölü kişinin uyuduğu ya da bir
yolculuğa çıktığı şeklinde mistik ve üstü örtük sözler söylemekten
kaçınmak daha iyi olur. Ölüm, bu şekilde açıklandığında çocuklar, anababaları uyuduğunda, korkuya kapılabilir veya ayrılmalara son derece
duyarlı olduklarından, bu duyarlık üstü örtük açıklamalar yapıldığı
zaman daha da artacağından, biri yolculuğa çıkarken buna şiddetle
karşı
koyabilirler
(Dalkanat
2004,
Dyregrov
2000,
http://www.aacap.org/ publications/factsfam/grief.htm 2004).
Küçük çocuklarda ölüm kavramı tam olarak gelişmiş olmasa da
bu yaşta sevdikleri birini kaybetmeye aşırı tepki göstermelerini
beklemek doğaldır. İki yaşından küçük çocuklar bile sevdikleri kişinin
artık var olmadığını anladıklarını ifade edebilirler (http://www.aacap.
org/publications/factsfam/grief.htm 2004).
Günlük yaşantıları düzenli olarak tekrar eden faaliyetlerden
oluştuğu için okul öncesi yıllarda çocuklar zamanı döngüsel olarak
algılarlar. Onlara göre, ölümde böyledir; yaşarız, söyleriz, ölürüz ve
sonra tekrar yaşarız. Çocuklar kendilerini her şeyin merkezinde olarak
algılarlar. Kendi duygu ve düşüncelerinde olağan üstü sihirli bir güç
olduğuna inanırlar. Bu nedenle kendilerinin ve başkalarının başına
gelen olaylara kendi düşüncelerinin, duygularının, isteklerinin ve
eylemlerinin yol açtığına inanabilirler. Gerçek yaşamda böyle olmasa da
199
çocuktaki bu düşünce biçiminin ölüm olayından kendisini sorumlu
görmesine yol açabileceğini unutmamak gerekir (http://www.
hospicenet.org/html/factsfam/children.htm 2004).
Beş Yaşından On Yaşına Kadar; 5-10 yaş arasındaki dönemde
yer alan çocuklar zamanla ölümün geri dönülmez oluşunu ve tüm
yaşam işlevlerinin durduğunu anlamaya başlarlar. Çocukların “Ölünce
ölünür” ifadesi buna örnek olarak gösterilebilir. Yedi yaş civarında
ölümün engellenemez ve evrensel bir olgu olduğu artık kavranmaya
başlanır, ancak bunun kendileri içinde geçerli olabileceğini düşünmeye
karşı hala direnç gösterirler. Küçük çocuklarda olduğu gibi bu yaş
çocuklarının da düşünceleri somut düzeydedir ve yas olgusunu
anlamaları için somut ifadelere gereksinim duyarlar. Ölüm nedenlerine
ilişkin düşünceleri somut düzeydedir. Ölümün hem kazalar ve şiddet
gibi dışsal nedenlerden kaynaklandığını hem de hastalık ya da yaşlılık
gibi içsel süreçlerin bir sonucu olduğunu anlayabilirler. İlgileri; ölüm
süreci, bedenin çürümesi ve ölüm nedeni üzerinde toplanmaya başlar.
Sihirli öğeler hala düşlerinin bir parçası olmaya devam eder. Ölülerin
yaşayanları gördüğünü ya da işittiğini var sayarlar ve bunun bir sonucu
olarak öleni memnun etmek için çabalarlar (Dyregrov 2003,
http://www.okak.essortmant.com/childrengrie.rdfk.htm 2004).
Bu yaş dönemindeki çocuklar kendilerini evrenin merkezine daha
az yerleştirirler ve başkalarının bakış açısını anlayabilme yetileri artar.
Bu nedenle ana-babalarını veya kardeşlerini kaybeden arkadaşlarına
daha fazla merhamet duyarlar. Son araştırmalar, çocukların erken
yaşlardan itibaren kendilerini başkalarının yerine koyabildiklerini
göstermiştir(http://www.hospicenet.org/html/factsfam/children.htm
2004).
Çocuklar yaşları ilerledikçe, olayların neden ve sonuçları
arasındaki ilişkiyi daha fazla anlamaya başlar. Onlara ilişkin haklılık ve
haksızlık konularıyla daha fazla ilgilenerek düşüncelerini “Kötü şeyler
iyi kişilerin başına gelir”, “Bu olayın onun başına gelmesi haksızlık, her
zaman öyle iyiydi ki” ifadesiyle yansıtırlar. Çocukların çoğu, olayın farklı
yönleri hakkında ayrıntılı bilgi verildiğinde olayla daha iyi başa çıkarlar
(http://www.okak.essortmant.com/childrengrie. rdfk.htm 2004).
Okul çağına yeni girmiş çocuklar duygularını ifade etmede
isteksizleşebilirler. Özellikle erkek çocuklar, diğer erkek çocuklarının ve
yetişkinlerin davranışlarına bakarak veya doğrudan kendi deneyimlerine bağlı olarak, duygularını bastırmaya başlarlar.
On Yaşından Ergenliğin Sonuna Kadar; On yaşından sonra
çocuğun ölüm kavramı giderek daha soyut hale gelir ve bir kayıp
olgusunun uzun vadedeki sonuçlarını daha iyi görebilirler. Bu yaşta
200
haklılık ve haksızlık, kader ve mistik olaylar üzerine daha çok eğilirler.
Bu yaşlarda ortaya çıkan hızlı ve yoğun biyolojik, psikolojik ve sosyal
değişmelerin yanı sıra ölümlerde şiddetli tepkilere yol açar. Ölümü soyut
bir düşünce olarak kavrayabildikleri gibi, bunu evrensel ve kaçınılmaz
olarak algıladıkları için kendilerinin başına da gelebileceğini kavrarlar.
Bu nedenle ölüm düşüncesini kendilerinden uzak tutmaya gereksinim
duyarlar (http://www.hospicenet.org/html/factsfam/ children.htm 2004).
Ergenlik sırasında bir olayın çeşitli yönlerini dikkate almayı mümkün kılan soyut düşünme yeteneği gelişir. Ergenler olaylar arasında
paralellik kurabilirler ve bir olaya ilişkin bilgideki tutarsızlıkları daha iyi
görebilirler (Dyregrov 20003).
Çocuk ölüm olayı ile karşılaşmadan gelişim düzeyine uygun olarak
ölüm kavramlarının gelişmesi ve normal yaşam döngüsünün bir parçası
olarak algılanmasına çalışılmalıdır. Günümüzde çocukların TV
dizilerinde ve çizgi filmlerde gördükleriyle ölümü geçici bir durum olarak
algılamakta oldukları görülmektedir. Ölümlerin daha çok hasta-nelerde
olmaya başlamasıyla da ölümü normal bir yaşamın bir parçası olarak
algılamakta güçlükleri olduğu düşünülmektedir. Ölüme, travma-nın
neden olabileceğini çağrıştıran filmler ve haber programlarının yanı sıra
yayınlarda ölüm sonrası, ailelerin hatta çocukların üzüntü ve isyan dolu
yaşantılarının ve ayrıntılı bir şekilde gömülme törenlerinin, cenazelerin
gösterilmesi çocuklarının zihninde karmaşaya yol açmakta ve ölüm ile
ilgili endişeleri artmaktadır.
Çocukların ölümü anlama yetilerinin gelişimi genel bilişsel
gelişimlerine bağlı olmakla birlikte aynı zamanda çocuğun ölüm olayıyla
ilgili yaşantılarını da yansıtır. Eğer ölümü yakından yaşamışsa ve
kendisine olayla ilgili uygun ve yeterli açıklamalar yapılmışsa, yaşamın
bu gerçeğini diğer çocuklara kıyasla daha kolay kavrayabilir (Dalkanat
2004).
Çocukların Kayıplar Karşısındaki Yas Tepkileri
Bir ölüm olayı beklendiğinde, çocukların gösterdikleri tepkiler,
yaklaşmakta olan ölüm hakkında nasıl bilgilendiklerine bağlı olarak
değişir. Zihinsel olarak hazırlıklı olma ve vedalaşma fırsatı, onları yas
yaşantısına hazırlar ve böylece ani bir ölümden sonra ortaya çıkabilecek
şok tepkisi yerini daha hafif bir tepkiye bırakır. Ancak çoğu ölüm olayı,
“zihinsel hazırlık” için zaman ayrılmış olsa bile, çocukta yas tepkilerinin
açığa çıkmasına neden olacaktır (Cimete 2002, Dalkanat 2004).
201
Çocuklarda yetişkinler gibi tek tip tepki göstermez. Birinin
öldüğüne ilişkin bir habere gösterdikleri tepkiler arasında pek çok
farklılıklar vardır. İlk anda gösterilen en yaygın tepkiler; şok ve
inanama, korku ve itiraz, hissizlik ve dona kalma ve her zamanki
etkinliklere devam etme gibi tepkilerdir (http://www.aacap.org/
publications/factsfam/grief.htm2004)
Çocuklar, “Bu doğru olamaz”, “Yanılıyorsun, sana inanmıyorum”
gibi sözel ifadelerle yaşadıkları şok ve inanamama durumunu
gösterirler. Yaşça daha büyük çocuklar özellikle bu şekilde tepki
gösterirler ve olaydan sonra donup kalırlar. Ölümü kabullenmeyi
reddedebilirler ve acı veren gerçeği kendilerinden uzak tutabilmek için
bu davranışı ısrarla sürdürebilirler.
Çocukların ilk anda güçlü tepki göstermemeleri, ana-babaların ve
diğer yetişkinlerin akıllarını karıştırır. Çocuklarının ağlamamasından
endişe duyarlar, ancak bu, yetişkinler içinde tipik olan doğal bir şok
davranışıdır. Olay, adım adım kabul edilecek ve böylece bu mekanizma
çocuğun duygusal olarak aşırı etkilenmesini önlemede yararlı olacaktır.
Bu süreç, aşırı durumlarla başa çıkmamızı kolaylaştırmada yararlı ve
gerekli bir koruyucu mekanizmadır (Dyregrov 2003, http://www.okak.
essortmant.com/childrengrie.rdfk.htm 2004).
Bazı çocuklar hemen korku ve itirazda bulunarak tepki gösterirler
ve yatıştırılmaları pek kolay olmaz. Bazı çocuklar ise, sanki duyguları
donmuş gibi hissizleşebilirler. Sayıca çok az olan kimi çocuklar ise sanki
hiçbir şey olmamış gibi, sanki devreye otomatik pilot girmiş gibi
yaşantılarına devam ederler. Örneğin, “Artık dışarı çıkıp oynayabilir
miyim?” diye sorarlar. Gece olunca da, “Babam neden evde değil?”
sorusunu sorabilirler. Bu durum çocuklar için, dünya karmakarışık ve
güvensiz bir hal aldığında, farklı tepki bekleyen yetişkinleri kızdırsa bile
alıştığı ve iyi bildiği etkinlikleri sürdürmelerine olanak sağladığı için
daha güven vericidir (http://www.aacap.org/publications/factsfam/
grief.htm2004,
http://www.hospicenet.org/html/factsfam/children.
htm 2004).
Çocuklarda en sık görülen diğer yas tepkileri ise kaygı, canlı
anılar, uykuya dalmada güçlük, üzüntü ve özlem, öfke ve dışa vurma
davranışları, suçluluk, kendini kınama ve utanç, okul sorunları ve
fiziksel şikayetlerdir (http://www.okak. essortmant.com /childrengrie.
rdfk .htm 2004).
Çocuklarda kaygı, sevilen birinin ölümünden sonra sık gözlenen
bir tepkidir. Onlara yakın biri öldüğünde, çocukların temel güven
duyguları çok sarsılır. Çocukların duyduğu kaygı büyük ölçüde, sağ
kalan ana-babanın veya kendilerine bakım veren kişinin de başına bir
202
şey gelebileceğidir. Korku ve kaygı tepkileri çeşitli biçimlerde ortaya
çıkabilir. Küçük çocuklar daha ısrarcı ve sürekli birtakım şeyler isteyen
bir hale gelirler. Ana-babalarının sürekli yanlarında olmasını isterler ve
ayrılmalarına karşı aşırı tepki gösterirler. Söyledikleri sözler ve
sordukları sorularla ana-babalarının veya sağ kalan ebeveynin başına
bir şey gelebileceği konusunda endişe duyduklarını gösterirler (Dalkanat
2004, Dyregrov 2000, Cimete 2002).
Kriz durumlarında alışılmış bellekten farklı bir “üst bellek” oluşur.
Duyu organlarına gelen bilgilerin alışılmış olandan farklı biçim-de
kaydedildiği, işlendiği ve tutulduğu bir tür başkalaşmış bilinç hali söz
konusudur. Ölümle ilgili tüm görüntüler güçlü anılar oluşturur. Bu
canlı anılar bazen hayal gücüyle üretilir ve zihinde canlandırılırlar.
Çocuk bu tür istenmeyen tekrarlayıcı düşünce ve görüntülerden
kaçınmak için genellikle farklı etkinliklere başvurur. Huzursuzluk ve
tedirginlik, istenmeyen bu canlı anıları kontrol etmeye çalışmanın
doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilmelidir (http://www. aacap.
org /publications /factsfam / grief.htm 2004).
Hem uykuya dalma hem de uykunun kesintiye uğraması şeklinde
gözlenen uyku sorunları yas tutan çocuklarda yaygındır. Eğer “uyku”
sözcüğü ölümü anlatmada kullanıldıysa, çocuklar uyumaktan korkabilir ve ana-babaları uyurken tetikte olurlar. Uyuma güçlüğü artan
kaygıyla ve yatağa yatınca olup biteni düşünmek için daha çok zaman
olmasıyla ilişkilidir. Eğer ölüme ilişkin güçlü anıları varsa, bunlar,
çocuğun başka şeyleri düşünmediği akşam saatlerinde daha çok aklına
gelme eğilimindedir. Kötü rüyalar ya da kabuslardan uyanma durumuna sık olarak rastlanabilir. Çocuklar tekrarlayan rüyalardan korkmaya
başlayabilir ve bu nedenle uyumaya direnç gösterebilirler (Dyregrov
20003, http://www. aacap.org/publications/factsfam/grief.htm 2004).
Öfke ve dışa vurma yas tutan çocuklarda yaygın olan başka bir
tepkidir. Küçük çocuklar duydukları derin üzüntüyü doğrudan ve açık
biçimde gösterirler. İtip kakarlar, tekme atarlar ve kötü sözler söylerler.
Çocuklar ölümü kişileştirerek sevdiklerini aldığı için ölüme, bu olayın
olmasına izin verdiği için Tanrı’ya, yaslarına katılmadıkları, üzüntülerini paylaşmadıkları için yetişkinlere, bu olayı engelleyemedikleri için
diğer yetişkinlere, kendilerine ve ölen kişiye kızarlar (http://www.
hospicenet.org/html/factsfam/children.htm 2004).
Suçluluk, kendini kınama ve utanç çocukların ölüm olayının
ardından yaşadıkları yas duygusunun bir parçası olabilir. Çocuklar ben
merkezci ve kendilerinin olağanüstü güçlere sahip olduklarına ilişkin
inançları nedeniyle, olan bitenden kendi davranışlarını sorumlu tutma
eğilimindedirler. Çocukların suçluluk tepkileri genellikle ölüm olayından
203
önce
yaptıkları
veya
düşündükleri
şeylerle
ilişkilidir
(http://www.hospicenet.org/html/factsfam/children.htm 2004).
Çocukların Kayıplar Karşısındaki Olası Yas Tepkileri
Genel yas tepkilerini daha seyrek rastlananlardan ayırmak güçtür.
Çocuklarda bir kaybın ardından daha az sıklıkla ortaya çıkabilecek olan
bu tepkiler “Olası yas tepkisi” ifadesi ile açıklanabilir. Bu ifade,
çocuklarda görülen genel yas tepkilerinden farklı olarak daha seyrek
görülen yada görülmesi beklenen tepkilerdir. Olası yas tepkileri
arasında şunlar yer alır; yaşça daha küçükmüş gibi davranma, sosyal
açıdan yalnızlaşma, hayaller, kişilik değişikliği, gelecek hakkında
kötümserlik, nedensellik ve anlam hakkındaki düşüncelerle aşırı
uğraşma, yaşça daha küçükmüş gibi davranma, olgunlaşma ve büyümedir (http://www.okak.essortmant.com/childrengrie.rdfk.htm 2004).
Her yaştaki çocuk farklı gerileme davranışları gösterebilir. Küçük
çocuklar yataklarını ıslatmaya başlayabilir, daha bağımlı hale
gelebilirler. Daha büyük olanlar yetişkinlere yakın olmak isterler ve
kendi tarzlarında bağımlı hale gelebilir ve bir süre çocukça davranarak
“bebek” diliyle konuşabilirler (Dalkanat 2004).
Bazı çocuklar bir kayıp olayından sonra kendilerini yaşıtlarından
ve diğer kişilerden ayrı tutarlar. Bu sosyal yalnızlık, bazen akrabalarının ve arkadaşlarının, çocuğun durumunu anlamamasından kaynaklanabilir. Kimi ailelerde çocuklar, bir ölüm olayı yaşandığında, arkadaşlarının veya başka akrabalarının yanına gönderilir. Hatta bazen
başka yere taşınılır. Bu, çocuğun arkadaş çevresinin bozulmasına yol
açar ki, sözü edilen durumların tümü, bazı çocukların neden ailedeki
ölüm olayından sonra sosyal anlamda daha da yalnız hale geldiklerini
açıklar (http://www.okak.essortmant.com/childrengrie.rdfk.htm2004,
http://www.aacap.org/publications/factsfam/grief.htm 2004).
Çocuklar ölüm veya ölen kişi hakkında çeşitli hayaller kurarlar.
Bunlar genellikle yetişkinlerin verdiği yetersiz bilgiye dayalı yanlış
algılardan kaynaklanır. Bu tür hayaller kolaylıkla korkutucu hale gelebilir. Bu hayaller, ölümün nedeni, ölen kişinin nasıl gözüktüğü ile
ilgilidir.Çocuklar o ana kadar bildikleri şeylerle, ölüme ait bilgi parçacıklarını bir araya getirirler ve bu şekilde ölümü kavramaya ve anlamlandırmaya
çalışırlar
(http://www.hospicenet.org/html/factsfam/
children.htm 2004).
Yakın birinin ölümünden sonra çocuğun karakteri değişebilir. Bu
tür kişilik değişiminin dikkat çekici olması gerekmez; çocuk daha sessiz
ve yalnız veya daha kaygılı ve korkulu hale gelebilir. Travmatik
204
ölümlerden, özellikle ana-babadan birinin ölümünden sonra çocuklara
bu travmayla başa çıkmada yeterli yardım sağlanmazsa kalıcı bir kişilik
değişimi olasıdır (Dalkanat 2004).
Aşırı stres yaşayan çocuklar gelecekten ümitlerini keserler.
Büyüme, evlenme ve çocuk sahibi olma konularında plan yapma ve
hayal kurmaları çok güç hale gelir. Bu tür kişilik değişimi ve gelecek
hakkında böyle bir karamsarlık, çocuklarda sevilen birinin ölümünden
sonra sık rastlanan bir tepki değildir. Bu tepki şiddet gibi travmatik
koşullar sonucu olan ölüm olayının ardından ortaya çıkar. Karamsarlık,
bir çocuğun ölüm sonrasında yaşadığı yıpratıcı belirsizlik durumunun
veya aşırı duyarlılığın sonucu olabilir. Travma yaşamış çocuk her yeni
ve belirsiz olayın geleceğe gölge düşüreceğini varsaydığından gelecekle
ilişkili olarak karamsardır (Dyregrov 2003, http://www.aacap.org/
publications/factsfam/grief.htm 2004).
Çocuklar ailedeki bir ölümden sonra büyüyebilir ve giderek
olgunlaşabilirler. Başkalarına merhamet duyabilir, onları gözetebilir,
ana-babalarını daha iyi anlayabilir ve yardım etmekten gurur duyabilirler (Cimete 2002, Dalkanat 2004).
Yas tutan çocuklarda baş ağrılarının, karın ağrılarının veya
kaslardaki gerginliğin artması türünden bedensel yakınmalar görülür.
Bu tür yakınmalar yetişkinlerin ilgisini çeker ve çocukların ulaşmak
istedikleri amaçlara yönelik belirtileri pekiştirirler (http://www.aacap.
org/publications/factsfam/grief.htm 2004).
Çocuğun yaşadığı yas tepkilerini ve yas sürecinin çözümlenmesini
daha zor hale getiren çeşitli etkenler de vardır. Bunlar arasında yetişkinlerin ölüm olayına yaklaşımları, ölüm biçimi, ölen kişiyle ilişkinin
niteliği,ebeveynin yerine geçebilecek başka bir kişinin varlığı,hayaller ve
nedensellik düşünceleri, kişilik özellikleri ve önceki yaşantılar
bulunmaktadır (http://www.okak.essortmant. com /childrengrie.
rdfk.htm2004, http://www.hospicenet.org/html/factsfam/children.htm
2004).
Yas Sürecinde Psikiyatri Hemşirelerinin Yeri
Çocuğun mutlu, üretken ve uyumlu olabilme yetilerini bozan yas
sürecinin tanınması ve sağaltımı çocuğun sağlıklı gelişimi ve sağlıklı bir
yetişkin olabilmesi için oldukça önemlidir. Çocuğun fizik ve ruh sağlığı,
işlevselliği ve sağlıklı gelişimi üzerinde duran, çocuğun sağlığının
korunması, sürdürülmesi ve çocuğun önemli bir kayıp yaşaması ile
ortaya çıkan hastalıkların tanı, tedavi, bakım ve rehabilitasyonu ile
ilgilenen psikiyatri hemşirelerinin bu alanda yapacakları hizmetin
205
kalitesi önemlidir. Kayıp ve yas sürecini yaşayan çocuğa yönelik hemşirelik bakım hizmetleri çocuğun temel gereksinimleri, günlük yaşam
aktiviteleri ve çocuk ruh sağlığı ve hastalıklarına yönelik hemşirelik
uygulama standartlarına uygun olarak bağımsızlığı arttırıcı, işlevselliği
sürdürücü, güvenliği sağlayıcı, tedavi edici ve komplikasyonları önleyici
girişimleri içermektedir (Beck 1984, Taylor 1990, Varcolis 1990).
1987 yılında Amerikan Hemşireler Birliği, çocuk ruh sağlığı ve
hastalıklarına yönelik hemşirelik bakımının kalitesini belirleyici
standartlar geliştirmiştir. Her profesyonel hemşire gibi psikiyatri
hemşireleri de kayıp ve yas sürecini yaşayan çocuğa bu standartlar
doğrultusunda bilgi ve becerilerini kullanarak gereken bakım ve hizmeti
vermektedir (Taylor 1990, Varcolis 1990).
Kuzey Amerika Hemşirelik Tanı Birliği- North American Nursing
Diagnosis Association (NANDA) (2002)’ nin geliştirdiği tanı sınıflamaları
arasında çocuklarda görülen yas tepkilerine ilişkin hemşirelik tanıları
yer almaktadır. Psikiyatri hemşireleri, çocukların yas ve ölüme olan
tepkileri ile çalışırken bu tepkileri nedene yönelik yaklaşımlarla
değerlendirip, sistematik bir problem çözme yöntemi olan hemşirelik
süreci doğrultusunda hemşirelik tanılarını kullanarak, uygulamalarını
yaparlar. Yas süreci yaşayan bir çocuk için en sık kullanılan hemşirelik
tanılarıdır şunlardır(Johnson 2000, Mc Closky 2000, Erdemir 1999);
•
“Çocuğun geleceğe yönelik olumsuz ifadeleri ve kötümserliğine bağlı
umutsuzluk duygusu”,
•
“Nedensellik ve anlam hakkında aşırı uğraşmaya bağlı düşünce
sürecinde değişiklik” ya da “bireysel başetmede yetersizlik”,
•
“Öfke ve öfke dışavurumuna bağlı kendine ya da başkalarına zarar
verme potansiyeli”,
•
“Kendini kınama ve utanca bağlı benlik saygısında azalma”
•
“Kayba bağlı öfkeyi kendisine yöneltmeyle ilişkili suçluluk duygusu”
Psikiyatri hemşirelerinin yas süreci yaşayan çocuğa yönelik
oluşturdukları bu hemşirelik tanılarına uygun hemşirelik girişimlerini
planlayıp, uygulama sürecinde doğru yaklaşımları göstermeleri çok
önemlidir. Bu girişimler, çocuğun yaşına ve gelişim dönemine uygun
olarak, hemşirelik girişimleri sınıflandırma sistemi(Nursing İntervention
Classification-NIC)’ nde belirtilen girişimler listesi kullanarak seçilir. 0-3
yaşları arasındaki çocuklarda yas geçici bile olsa yakın izleme ve
kapsamlı bir değerlendirme gerektirir. Çocukla ölüm hakkında genelde
psikiyatri hemşiresi konuşur. Beklenmedik ölümlerde çocuğa alıştırarak haber verilmesi, yanında yaşayan ebeveynin bulunması oldukça
önemlidir. Çocuğa soru sorabileceği, duygularını ve düşüncelerini
206
paylaşabileceği sıcak bir konuşma ortamının yaratılması çok önemlidir
(Beck 1984, Mc Closky 2000).
İlk zamanlarda yadsımayı çok sık kullanan çocuk üzgün
görülmediği için suçlanmamalı ya da eğlendirilmeye çalışılmamalıdır.
Özellikle küçük çocuklarla konuşurken ölümü uykuya benzetmemek
çok önemlidir, çünkü çocuk uyursa kendisinin de öleceğinden
endişelenmeye başlar. Dolaylı yoldan ölümü anlatmaya çalışmak
çocuğun kafasını daha da çok karıştırabilir ve hemşireye olan güvenini
zedeleyebilir. Örneğin, ölümü uzun bir yolculuğa benzetmek ya da
hastaydı, yaşlıydı gibi açıklamalarda da bulunmak çocuğun
yolculuklardan, hastalıktan ve doktor randevularından korkmasına yol
açabilir (Beck 1984, Taylor 1990).
Altı yaşından önce yapılan dini açıklamaları, çocuk genellikle
yorumlamakta güçlük çeker ve daha da korkabilir. Dini kavramlar,
çocuğun günlük yaşantısının bir parçası ise, hemşire bunları uygun bir
şekilde kullanabilir. Ölümü bedensel aktivitelerin son bulması şeklinde
anlatmak iyi bir açıklama sayılabilir. Ölümü normal yaşamın bir parçası
gibi göstermek önemlidir ve eğer çocuk yaşayan ebeveyninde ölüp
ölmeyeceğini sorarsa, bunun çok uzun zaman sonra olacağı, uzun
zaman çocuğun yanında olacağı söylenebilir (Varcolis 1990).
Ölümün yaşamın sonu olduğu ve ölen birinin hiçbir şekilde geri
dönemeyeceği çocuğa uygun basit bir dille anlatılmalıdır. Çocuğa ölen
birinin bütün vücut fonksiyonlarının durduğunu, yani ölen birinin nefes
alamayacağı, yemek yiyemeyeceği, bir şey içemeyeceği, oyun
oynayamayacağı, düşünüp hissedemeyeceği hemşire tarafından söylenebilir. Çocuk aynı zamanda ölümün gerçek nedenini de öğrenmelidir.
Haber çocuğa açık olarak iletilmelidir. Çocukların habere ilk tepkileri
çok farklı olabilir. Yüksek sesle inkar etme, açıkça reddetme, ağlama,
ümitsizliğe kapılma gibi çeşitli tepkiler olabilir. Ortam, çocukla birlikte
rahatsız edilmeden bir süre daha oturabilmeye uygun olmalıdır. Çocuk
çok fazla ağladığında buna izin verilmeli, hiç kimse çocuğun kendisini
toparlamasını ve susmasını söylememelidir. Çocuk tepkisini yaşarken
onu yatıştıracak şekilde hemşirenin sarılması da iyi olabilir (Beck
1984,Varcolis 1990).
Çocuklar, ölüme kendilerinin neden olduklarını da düşünebilirler.
Aynı şeyin kendilerine ve yaşayan ebeveynlerine de olacağından
endişelenirler ve “bana kim bakacak” kaygısı yaşayabilirler. Hemşirenin
çocuğun bu duygularını sözcüklere dökmesi için cesaretlendirmesi ve
kendisinin ona yardımcı olacağı güvencesini vermesi kaygılarla baş
etmesinde yardımcı olur (Beck 1984).
Bir ebeveynini kaybeden çocuk birden fazla ebeveynini kaybetmiş
gibidir, çünkü yaşayan ebeveyn kendi matemine düşmüştür ve bu
207
nedenle çocuğun gereksinimlerini karşılayacak durumda değildir.
Ebeveyn sorumluluklarına dönebilecek hale gelene kadar hemşire diğer
aile üyelerinden çocuğa duygusal ve fiziksel bakım verebilecek bir
erişkin belirlenmesi sürecinde aileye yardımcı olmalıdır. Çocuğun
önceden tanıdığı bir ebeveyn olması tercih edilirken, başka bir şehre
gönderilmemesi konusunda duyarlı davranılmalıdır. Yas sürecinde
çocuk sıklıkla kendini suçlar ve “eğer kendisi daha iyi olabilseydi O
(annesi/babası) ölmeyecekti” diye düşünür. Çocuğa bu konu hakkında
bilgi verilmesi ve kaybı konusunda hissettiklerini açıkça ifade etmesi
için cesaretlendirilmesi yas sürecini daha sağlıklı geçirmesine olanak
verir (Beck 1984, Varcolis 1990).
Hemşirenin girişimlerini değerlendirebilmesi ve çocuğun yas
sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlayabilmesi için çocuğun durumuna
ve gelişimine uygun, ulaşılabilir, zaman sınırı konulmuş hedefler
belirlenmelidir.
Bu standardize edilmiş bakım modelinde psikiyatri hemşireleri,
çocuğun yaşadığı yas tepkilerine ve gereksinimlerine ilişkin belirledikleri hemşirelik tanılarına yönelik hemşirelik girişimlerinin hangi düzeyde etkili olduğunu saptamak amacıyla da hemşirelik sonuç kriterlerini
(Nursing Out-Come Criteria- NOC) kullanırlar.
Sonuç olarak, yaşamın kabullenilmesi güç, kaçınılmaz bir sonu
olan ölümle karşılaşmak yetişkinlerin bile baş etmekte güçlük çektikleri
bir gerçektir. Bu sıkıntıları anlamakta daha fazla güçlük çekecek olan
çocuklar açısından ise bu gerçeğin daha karmaşık, ruhsal yönden
zorlayıcı ve kalıcı izler bırakmayacak şekilde atlatılması önemlidir.
Psikiyatri hemşireliğinin profesyonel yaklaşım alanlarından biri
olan ölüm ve yas sürecindeki yetişkin ve çocuklara yönelik yaklaşımları, esas olarak yaşam kadar gerçek olan ölümün öncelikle yetişkinler
tarafından kabul edilmesini, daha sonrada yetişkinlerin aktarımı ve
çocukların gelişim düzeyine göre çocuklar tarafından da en az zararla
kabul edilmesini sağlamayı içerir.
Ölüm ve yas sürecindeki yetişkinlere ve çocuklara profesyonel ve
insani bir bakım veren psikiyatri hemşireliğinin emekleri, yaşamın en
zor gerçeği olan ölümle birlikte, insanların kayıpları ile ilgili duygularını
bağırlarına basarak, bu acı yaşantılardan yaşama dair anlamlar çıkararak, kendileriyle barışık bir şekilde yaşamı daha fazla yaşanası bir halde
görmelerine hizmet etmektedir. Taşıdığı bu anlamıyla psikiyatri
hemşireleri tarafından sarf edilen emekler, ayrı bir değer taşıyarak
çocuğa verilen bakımın kalitesini de arttırır.
208
KAYNAKLAR
1. Beck C M, Rawlins R P, Williams S R (1984). Mental Health Psychiatric Nursing A
Holistic Life Cycle Apporach. The C.Y. Mosby Comp., Toronto. Ss. 955-978.
2. Cimete G (2002). Yaşam Sonu Bakım- Ölümcül Hastalarda Bütüncül Bakım.
Marmara Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Hemşireliği Anabilim dalı, Nobel Tıb Kitabevleri, İstanbul.
3. Dalkanat N (2004). “Çocuklarda Ölüm Kavramı Ve Yas” http://www.gata.edu.tr/
dahilibilimler/çocukruh/yas.htm.
4. Dyregrov, A (2000). Çocuk, Kayıplar Ve Yas Yetişkinler İçin El Kitabi. Çev: Güvenç G,
Türk Psikologlar Derneği Yayınları, No:20, 1. Basım, Ankara, ss. 1-27.
5. Erdemir F (1999). Hemşireik Tanıları El Kitabı, Abant İzzet Baysal Üniversitei, Boluı
Sağlık Yüksekokulu, Nobel Tıb Kitabevi, İstanbul.
6. ………..(2004). “How To Talk To Your Child About Lost And Grief”.
7.
http://okok.essortmant.com/childrengrie_rdfk.htm.
8. …..(2004).“Children And Grief”http://www.aacap.org/publications/factsfam/grief.htm.
9. …..(2004) “Children And Grief”http://www.hospicenet.org/html/children.html.
10. Johnson M, Maas M, Moorhead S (2000). Nursing Outcomes Classification (NOC), 2nd
Edit. Mosby. Comp, Toronto. Ss. 198-200.
11. Kubler-Ross E (1995). Sorular ve Cevaplarla Yaşamın Son Günleri. Çev: Terakye G.,
II. Baski, Hacettepe Yayınları, Ankara. Ss. 31-41.
12. Mc Closky J, Buleck G (2000). Nursing Interventions Classification (NIC), 3rd Edit.
Mosby Comp., Toronto. Ss. 289/359.
13. Taylor C M, (1990). Essentials Of Psychiatric Nursing” 13th Edit. The C.V. Mosby
Comp., Philedelphia. Ss. 231/408-410.
14. Varcorolis E M (1990). Foundations Of Psychiatric Mental Health Nursing Philedelphia
Ss. 173-178.
209
2004 YILI İKİNCİ SAYIDA YAYINLANAN MAKALELER
Araştırmalar
- Korozif Madde İçen Çocukların Değerlendirilmesi Ve Ailelerinin Hastaneye
Başvurana Kadar Uyguladıkları Yöntemlerin Saptanması
Zeynep CONK, Hatice BAL YILMAZ. Dilek ŞEN, Meltem ERDOĞDU ........... 1-9
- Tip 2 Diabetli Hastaların Kendi Kendine Bakımlarındaki Öz Yeterlilikleri, Öz
Bakım Güçleri Ve Bunları Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi
Öznür Usta YEŞİLBALKAN ....................................................................11-29
- İlköğretim Okulu Öğretmenlerinde Somatizasyon Ölçeğinin
Geçerlik Ve Güvenirliği
Şeyda DÜLGERLER, Gönül ÖZGÜR.......................................................31-44
- Yoğun Bakım Hemşirelerinin Uyku Düzen Özelliklerinin
İş Doyumu İle İlişkisi
Esra ENGİN, Gönül ÖZGÜR...................................................................45-55
- Çocuk Sağlığı Hemşireliğinde Entegre Bakım
Ayşe OCAKCI, Tülay KUZLU AYYILDIZ ...................................................57-64
- Obezitenin Psikososyal Yönü
Leyla KHORSHID ...................................................................................65-77
- Cerrahi El Yıkama Uygulamaları
Şenay KAYMAKÇI, Fatma DEMİR .....................................................79-86
- Resüsitasyon Esnasında Aile Hastanın Yanında Olmalı Mı?
Ülkü YAPUCU GÜNEŞ ........................................................................... 87-92
- Postnatal Depresyon Tanılamada Kullanılan Ölçekler
Ve Hemşirelik Bakımı
Sibel KARACA SİVRİKAYA, Seher ERGÜNEY ........................................ 93-104
Derleme Yazılar
- İlköğretim Okulu Öğretmenlerinde Ruhsal Belirtilerin Değerlendirilmesi
Şeyda DÜLGERLER ...........................................................................105-116
- Sünnet Ve Sünnet Sonrası Bakımın Çocuk Sağlığı Açısından Önemi
Hatice BAL YILMAZ ........................................................................... 117-125
- Ölüm Sürecindeki Hastaya Ve Yakınına Psikiyatri Hemşiresinin
Terapötik Yaklaşımı
Ayşegül BİLGE, Olcay ÇAM ................................................................ 127-136
XIII
DERGİ YAZIM KURALLARI
Yayının Kabulü: Basılması istenen yazılar, aşağıda belirtildiği
şekilde, 3 kopya halinde hazırlanıp dergi editörlüğüne gönderilecektir.
Adres: Ege Üniverstesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi Editörlüğü,
Ege Üni. Hemşirelik Yüksekokulu, 35100 Bornova/İZMİR. Makaleler
üç bağımsız hakem tarafından incelenip, onayları alındıktan sonra
yayınlanabilir. Hakemler, gerekli gördükleri yazılara değişiklik önerebilirler. Makalenin yayınlanmasında son karar, editör görüşü ile Yayın Alt
Kuruluna aittir. Dergiye gönderilen yazılar geri gönderilmez. Dergide
yayınlanan yazılar için, herhangi bir ücret yada karşılık ödenmez. Gönderilen yazıların kabul edilip edilmeyeceği yazarlara bildirilir. Makalenin
kabulü halinde, başlıkların altına yazar ad(lar) ı eklenip diskete
kaydedilerek gönderilmelidir.
Makalenin Hazırlanışı: Makale A4 boyutlarında beyaz kağıda
yazılmalıdır. Macintosh bilgisayarda Design Studio programında, satır
aralığı 13, paragraf aralığı 7'e ayarlanmalı, üstten 4, soldan 4, en az
12.5, boy 20 olacak şekilde formatlanarak; başlık 10 punto Bookman,
Özet 9 punto Bookman, ana metin 10 punto, tablo ve kaynaklar 8 punto
olacak şekilde yazılmalıdır. IBM formatlı bilgisayarda yazılması halinde;
Ms Office Version 5.0'da üst-alt boşluklar 2.54 cm, sağ-sol boşluklar
3.17 cm, en az 19 cm, boy 26.5 olacak şekilde formatlanarak; başlık 10
punto bold, özetler 9 punto bold, ana metin 10 punto, tablo ve
kaynaklar 8 punto olacak şekilde hazırlanmalıdır. Araştırma raporları
16, derleme ve olgu sunumları 10 sayfayı (kaynakça dahil)
geçmemelidir.
Makalenin yazılışı şu sırayı izlemelidir:
1. Başlık Sayfası
* Türkçe başlık (Büyük harf ile),
* İngilizce başlık (Büyük harf ile),
* Yazar (lar) ın ad ve soyad (lar) ı, (Soyadı büyük harf ile),
* Yazar(lar) ın yazışma adres (ler) i;
* Makale bir kongrede bildiri olarak sunulmuş ise, sunulduğu
toplantı ve yılı belirtilmelidir.
2. Özet Sayfası
*
Türkçe başlık (Büyük harf ile),
*
İngilizce başlık (Büyük harf ile),
*
Anahtar söcükler (2-5 sözcük),
XV
*
Keywords (2-5 words)
*
Özet (50-200 sözcük)
*
Summary (50-200 words)
Araştırma türü makale özetlerinde, amaç, yöntem, ana bulgular ve
sonuç kısaca belirtimiş olmalıdır.
3. Metin
Dil ve biçem (üslup): Yayınlarda;
* Açık, güncel ve rahat anlaşılır Türkçe kullanılmış,
* Gramer ve yazım kurallarına uyulmuş,
* Yeni, alışılmadık ve yabancı terimler kullanılmışsa yanlarında
Türkçe eşanlamlarına yer verilmiş,
* Kısaltmalar kullanılmışsa, ilk kullanımda terimin
parantez içinde kısaltması belirtilmiş olmalıdır.
yanında
Derlemeler: Konuyu yeterince irdeleyen kapsamlı literatür
taramasına dayandırılmış olmalı; giriş anlatımını izleyen alt başlıklarda
toplanmış ve uygun bir sonuç anlatımıyla bağlanmış olmalıdır.
Kaynakça kullanım kurallarına uyulmalıdır.
Araştırma Raporları: Giriş, gereç ve yöntem, bulgular, tartışma,
sonuç ve öneriler, kaynakça başlıklarını taşıyan bölümlerden oluşmalıdır. Araştırmaya katılmamış, ancak destek sağlamış olan kişi ve
kuruluşlara teşekkür başlığı altında teşekkür edilebilir. Verilerin
toplanmasında, örneklem gruplarının haklarının korunması açısından
etik kurallara uyulduğu açıkça belirtilmeli, kritik gruplarla yürütülen
çalışmalarda etik kurul veya kurum izin belgelerinin fotokopileri
eklenmelidir.
Tablo ve şekiller: (Grafik, fotoğraf ve çizimler) ‘e sıra numarası
verilmelidir. Her tablonun üstünde ve şekillerin altında sıra numarası ve
şekilleri kısaca açıklayan bir anlatım bulunmalıdır. Araştırma raporları,
derleme ve olgu sunumları için en çok 4 şekil kabul edilmektedir. Tablo,
şekil ve grafikler, bilgisayarda çizilip metin içinde olması gereken yere
yerleştirilmelidir. Başka bir kaynaktan alınan tablo ve şekillerin altına,
alındığı kaynak şu şekilde belirtilmelidir.
Güvenç B (1970) Kültür kuramında bütüncülük sorunu üzerine
bir deneme. Ankara, s. 51'den alındı.
Fotoğrafların eni 11 cm. boyu 15 cm.’i aşmamalı, metin içinde
fotoğrafın yerleştirileceği yer boş bırakılıp fotoğraf altına gerekli
açıklama yapılmalıdır. Fotoğrafın dergide basım ücreti, yazara aittir.
4. Kaynak Kullanımı
Metin içinde: Yazarın soyadı ve yazının yayın tarihi ile birlikte
belirtilmeli, yazar ve tarih arasına virgül konmamalıdır. İki yazarlı kaynaklarda, yazarların her ikisinin soyadı, ikiden fazla yazarlılarda ise,
birinci yazarın soyadı ve “ve ark.” şeklinde belirtilmelidir.
Örnekler
Graydon (1988), depresyonun...
Sarna ve Mc Corkle (1996), araştırmalarında...
Lasry ve ark. (1987), yaptıkları çalışmada...
... saptanmıştır (Graydon 1988).
... ortaya çıkarmışlardır (Bard ve Sutherland 1955).
Aynı yazarın, aynı yıldaki değişik yayınları (Bayık 1996 a, Bayık
1996 b) şeklinde belirtilmelidir.
Birden çok yazar aynı anda gösterileceği zaman, aynı parantez
içinde virgülle ayrılarak gösterilmelidir.
Örnek: (Argon 1992, Karadakovan 1992).
Kaynakçada: Kaynaklar, alfabetik sıra ile dizilmelidir. Yazar ad
(lar) ının baş harfleri arasına noktalama işaretleri konulmamalıdır. Üç
yazara kadar çoğul yazarlı kaynaklarda, yazar soyadı ve adının baş
harfini izleyerek aralarına virgül konulmalıdır. Üçten fazla yazarlı
kaynaklar, ilk üç isimden sonra “ve ark.” şeklinde belirtilmelidir.
Dergi isimleri, Index Medicus’a uygun olarak kısaltılmalıdır. Dergi
makalesi, kitap isimleri yazılırken, ilk kelimenin baş harfi büyük, diğerleri küçük harfle yazılmalıdır.
Kaynakların Yazılışı ile İlgili Örnekler
Dergi Makalesi
Lorig K, Gonzales VM, Ritter P ve ark. (1997). Comparison of three
methods of data collection in an urban Spanish-speaking population.
Nurs Res, 46: 4, 230-234.
Dergi Eki (Supplement)
Weiss ME (1991) Tympanic infrared thermometry for fullterm and
preterm neonates. Clin. Pediatr, 30 (Suppl. 4), 42-45.
XVII
Kitap
Karasar N (1995) Araştırmalarda rapor hazırlama. 8. Basım,
Ankara: 3A Araştırma Eğitim Danışmanlık Ltd., 101-112.
Kitap Bölümü
Kaufman CA, Wyatt RJ, (1987). Neuroleptic malignant Syndrome.
(içinde) Melszer HY (ed). Psychopharmacology. New York: Raven Press,
1421-31.
Kitap Çevirisi:
Bauer M, Bosh G, Freyberger H ve ark. (1985). Psikiyatri. Koptagel
G (çev)., 3. Baskı, Kırklareli: Sermet Matbaası, 75-83.
Yazar Adı Olmayan Yayınlar
American Heart Association (198). Recomendations for human
blood pressure determination by sphygomomanometers: Report of a
special task force appointed by the steering committee. American Heart
Assosciation, Circulation, 77, 501, 514.
Kongre Bildirileri
Kayır A (1986). Tek ve kardeşli ergenlerde şahsiyet yapısı. XXI.
Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi Kitabı, İstanbul:
Mimeray Ofset, 546-52.
Kongre bildirileri kitap haline getirilmemişse, sunulduğu kongrenin adı, yeri, yılı ve sözel ya da poster bildiri olduğu belirtilmelidir.
Yayınlanmamış Tez
Yavaş Ö (1993). Bir üniversite hastanesinde çalışan hemşirelerin
iş doyumu ve örgütsel gereksinimlerine ilişkin bir inceleme. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir: Ege Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 53-55.
Yazarı Editör Olan Yayınlar
Uyer G (Ed) (1986). Yeni bir birimin planlanması ve organizasyonu. (içinde) Hemşirelik hizmetleri yönetimi el kitabı. 1. Baskı, İstanbul:
Birlik Ofset Ltd. şti., 52-61.
Basılmamış Yayınlar:
Gordes G, Cole JO, Haskell D ve ark. The naturel history of
tardive dyskinesia. J. Clin Psychophormacol, (Baskıda).
Gazete Makalesi
Akbal O (1992). Bilimin özgürlük savaşı. Milliyet Gazetesi, 7
Temmuz, 12.

Benzer belgeler

E.Ü. HYO Dergisi Cilt 22 - Sayı 2 - 2006 - Hemşirelik Fakültesi

E.Ü. HYO Dergisi Cilt 22 - Sayı 2 - 2006 - Hemşirelik Fakültesi sayılı Resmi Gazetede yayınlanan "Üniversitelerde Ders Aracı Olarak Kullanılan Kitaplar, Teksirler ve Yardımcı Ders Kitapları Dışındaki Yayınlarla İlgili Yönetmelik" bağlamında yayınlanmaktadır. Ya...

Detaylı

Bu PDF dosyasını indir

Bu PDF dosyasını indir Bu dergi 22 Ekim 1984 gün ve 18553 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan "Üniversitelerde Ders Aracı Olarak Kullanılan Kitaplar, Teksirler ve Yardımcı Ders Kitapları Dışındaki Yayınlarla İlgili Yönetmel...

Detaylı

Hemşirelerde Problem Çözme Becerileri: Öz Değerlendirme

Hemşirelerde Problem Çözme Becerileri: Öz Değerlendirme intravenöz girişim uygulanmıştır. Verilerin analizi Ege Üniversitesi Bilgisayar Merkezi’nde SPSS programı kullanılarak yapılmıştır. Verilerin değerlendirilmesi sonucunda, birinci ve ikinci grupta b...

Detaylı