kudema-meclisi

Transkript

kudema-meclisi
Kudemâ Meclisi
Hüküm Kitap 4
İhsan Şenocak Kitaplığı 4
ISBN: 978-605-66081-3-1
Editör
Cihad AYAN
Tashih
Abdülhamid KILIÇ
Kapak ve Tasarım
Muhammed Fatih DEMİRTÜRK
Yayın Evi
Erdal Ulu - Hüküm Basın Yayın Dağıtım Pazarlama
Adres: Ali Kuşçu Mah.Fatih Cad. No: 15/2
Fatih / İstanbul
İletişim
Murat TÜRK +90 536 476 37 20
e-mail: [email protected]
www.hukumdergisi.com
Baskı
Matsis Matbaa Hiz. San. Tic. Ltd. Şti.
Matbaa Adresi
Tevfik Bey Mah. Doktor Ali Demir Cad. No: 51/1
Küçükçekmece/İstanbul
Matbaa Sertifika No: 20706
Bütün hakları saklıdır.
İÇİNDEKİLER
TAKDİM 12
BATI BAŞKENTLERİNDE GAZZÂLÎ’NİN ÇOCUKLARI »» Bir Putu Kırarken, Diğerini Dikmek »» Kapitalizma Putu da Sekerât Halinde »» Kriz Döneminde İslâm
»» Batı Başkentlerinde Yeniden Gazzâlî »» Salih Bir Babanın Duası »» İlim Yolunda »» Ehl-i Sünnet’in İlim Karargâhı: Nizamiye »» Düşünce Krizi ve Çıkış Yolu »» Akla Duracağı Yeri Göstermek »» Haşhaşileri Arşive Kaldırdı »» İhsan Yolunu Hurafelerden Arındırdı »» Kudüs Fatihi’nin Hocası »» Bir Dervişin İki Oğlu »» Allah Rasûlü’nün Tasdiki »» İlahi Lütuf »» Hülâsa 15
16
16
17
18
19
20
21
22
23
23
24
25
25
26
27
28
MUKAVVADAN MÜNEKKİDLER ve MUTASAVVIF MÜZİS29
YENLERİN ZULMETTİĞİ BÜYÜK VELİ: MEVLÂNÂ »» Ebû Cehil Parlamentosu 30
»» Uzun Soluklu Ezanlar 30
»» Sadece Onların Sesi Duyuldu 31
»» Felsefe-Kelâm Hesaplaşması 31
»» Mevlânâ ve Yeni Kelâm 33
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
“Bîzârım” dedi Mevlânâ İnsanlığın Hikayesi Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek Semâ mı, Dans mı? Hakk’la Beraber Olmak Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar Aşktır Köleyi Efendi Yapan Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var Büyük Mağdur Zındıkların Tahrif Hamleleri Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu Mukavvadan Münekkidler Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine Hâricî Yaklaşımlar Hülâsa 33
34
35
36
36
37
37
38
39
40
41
43
45
45
46
47
DİNLE EY ANADOLU! ŞEYHÜ’L-İSLÂM MUSTAFA SABRİ
49
KONUŞUYOR »» Zindanda Yazılan Reddiye 50
»» Vahdeddin’e Rica 50
»» Açlık ve Satılan Kitaplar 50
»» Yarın Gazetesi 51
»» Hristiyan Mezarlığına Defnedilme Endişesi 52
»» Hasan el-Bennâ 52
»» Muhammed Abduh 53
»» Gandi ve Şeyhü’l-İslâm 53
»» “Yüksek Dünyanıza Lanet Ederim” 54
»» Habertürk 55
»» İade-i İtibar »» Sahte Kahramanlar 56
56
REİSÜ’L-KURRA MEHMET RÜŞTÜ AŞIKKUTLU 58
»» İlmî Nesebi 61
»» Hâl tercemesi 62
»» Talebeleriyle Münasebeti ve 65
Onlar Üzerindeki Etkisi »» Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve 68
Anlaşılmasına Verdiği Önem »» Sabır ve Tahammülü 70
»» Hakkında Talebelerinin Şehadeti 72
»» Bir Müşâhade 73
»» Vefatı 74
OSMANLI OLMAKLA İFTİHAR EDEN ŞAMLI ALLÂME:
MUHAMMED SAİD TANTÂVÎ »» Hayatı »» Zekası »» İlmî Yönü »» Eğitimciliği »» Kıyafe İlminin Son Temsilcisi »» Özel Hayatı »» Müstakim Duruşu »» Ehl-i Sünnet Hassasiyeti »» Eserleri »» Osmanlı Muhabbeti »» Hülâsa 75
77
78
81
82
83
83
84
87
88
89
90
FATİH’İN SON DERSİÂM’I:
92
MUHAMMED EMİN SARAÇ »» Emin Saraç Hoca ile Yakın Dönem
94
İlim ve Fikir Atlası Üzerine »» Hafızlık 94
»» Soru: İstanbul’a ne zaman geldiniz? 95
»» İstanbul’un İlmî Durumu 95
»» Üç Baş Medresesi 97
»» Şifâ Dersleri 99
»» İSTANBUL’DA HâLİDîLİK 100
»» İsmet Efendi Tekkesi 101
»» Kaşgarî Tekkesi 101
»» Gümüşhanevî Tekkesi 106
»» Kelâmî Tekkesi 106
»» Ali Haydar Efendi’nin Eseri 108
»» Osmanlı Ulemâsı 110
»» Sultan Abdülhamid 113
»» Muhammed Zâhid Kevserî 115
»» “Cebr” Meselesi 117
KADÎM DURUŞLU BİR HÂLİDÎ ŞEYHİ:
MAHMUD EFENDİ »» HâLİDîLİK »» Abdullah Mekkî »» Yanyalı Mustafa İsmet Efendi »» İstanbul’daki Hâlidî Şeyhler »» FİKİR HAYATINDA MEŞÂYIH »» İSMET EFENDİ TEKKESİ »» ALİ HAYDAR EFENDİ 122
124
129
130
130
131
132
133
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
İLK BULUŞMA 136
MAHMUD EFENDİ ve HâLİDîLİK 139
HAYATI 139
TAHSİLİ 140
HOCALARI 142
Mehmed Rüştü Aşıkkutlu 142
Çalekli Dursun Efendi 144
TASAVVUFÎ YÖNÜ 147
EĞİTİM HİZMETLERİ 150
1. Muhalled Usûlü Esas Alan Eğitim Sistemi 151
2. Cemaat Eğitimi 153
3. Tasavvufî Eğitimi 155
CEMAATLERLE MÜNASEBETİ 156
NÜFûZU 157
HAYATINDAN FASILLAR 157
Geçerken Uğramış Olmayayım 158
“Bizim Bölüğün Karavanası” 159
Kul Hakkı 159
Arabada Unutulan Bardak 159
Nasıl Kur’ân-ı Kerîm Okurdu? 160
İSTİKÂMET ANLAYIŞI 161
EKONOMİK TOPLULUK MU, 162
İRFANÎ OLUŞUM MU? TEKKE’NİN KİLİSEYLE MÜCADELESİ 163
YÜZBAŞI: “ASKERLİĞİ BİZDEN İYİ BİLİYOR” 164
“BİZ BUNU ALLAH RIZASI İÇİN SARIYORUZ” 166
“MİSAFİRİME NİÇİN BUYUR DEMEDİN? 167
İSMAİLAĞA’DA 24 SAAT 169
“MAHMUD EFENDİ’Yİ TANIYOR MUSUNUZ?” 173
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
SIRADAN BİR İNSAN GİBİ YAŞARDI 176
“ONU TANIYINCA NİÇİN YAŞADIĞIMI 176
ANLADIM” 176
“OKUYUNUZ” 179
NEYİN HELAL ya da HARAM OLDUĞUNU 180
FIKIH BELİRLER DÜNYA MÜSLÜMANLARI 180
ESERLERİ 181
1. Rûhu’l-Furkân 181
2. Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi 183
3. Sohbetler 184
4. Mektûbât-ı Rabbânî Şerhi 185
Hülâsa 186
İMAN ve FİKİR ATLASIMIZIN BÜYÜK MUZDARİBİ: 189
MEHMED AKİF »» Siyaset Tarzları 194
»» İstanbul 195
»» Acının ve Gurbetin Şehri 196
»» Fatih’in İlhamıyla Büyüyen Çocuk 197
»» Said Paşa İmamı 198
»» Kur’an-ı Kerîm’in Gölgesinde 200
»» Esas Fark 201
»» İman Cepheleri 202
»» Batıcılar ve Müslümanlar 203
»» Akif’in Ufku 203
»» Millete Vefa 205
»» Sükût Orucu ve Tâceddin Dergâhı 206
»» Yetim Mâbedler 207
»»
»»
»»
»»
»»
Yeninin Kadîmi İnkarı Mısır Kur’an-ı Kerîm ve Âkif Sessiz Izdırap Tasavvuf ve İhvan HASAN EL-BENNÂ ve SEYYİD KUTUB’U
NASIL ANLAMALIYIZ? »» İmam-ı Rabbânî’nin Ufku 207
208
209
211
213
213
214
FÎ ZİLÂL DE OKU EY MEDRESE! 217
»» Fî Zilâl 219
»» Sosyalizma Yalan, Gerçeği Sosyal Adalet 219
»» “On Beş Yıl Bugünü Bekledim” 221
»» Medresenin Mahrumiyeti 224
»» İmam-ı Rabbânî’nin Harekette Şakirdi: 225
Seyyid Kutub »» Büyük Doğu Mimarı ve Seyyid Kutub 226
MÜSLÜMAN GENÇLİĞİN AĞABEYİ
-ADNAN DEMİRTÜRK- 227
MEVZİSİNİ TERKETMEYEN BİR MÜSLÜMAN:
ÖMER AMCA »» Nöbetteyiz »» Karakoldaki Kur’an Talebeleri »» Şubat Zulmü »» Ateşe Su Taşıyan Karıncalar »» Besmele Seferleri 229
229
230
230
231
233
O GECE ABDULKÂDİR MOLLA KİMLERLE GÖRÜŞTÜ? »» Her Yerde Gök Işığı »» Dar Ağacına Yürüyüş »» Demir Nikabını Kaldır Mezâr-ı Pakinden »» İlahî Himaye 236
236
237
238
239
243
YAVUZ SULTAN SELİM’DEN İRAN’A: EVİNE DÖN; ÂLEM-İ
243
İSLÂM’A: TOPARLANIN, GELİYORUZ! »» Selime’den Sultan Selim’e 244
»» Hz. Musa Gibi 245
»» Ümmetin Umudu, Hakk’ın Matlûbu 246
»» Ehl-i Sünnet’in En Zor Zamanları 246
»» İman ve İrade Anıtı 247
»» Cihad Fetvası 248
»» Çaldıran’da Bir Şecaat Abidesi 249
»» Safevi-Memlüklü Koalisyonu 250
»» Sâhibu’l-Haremeyn’den, Hâdimu’l-Haremeyn’e 251
»» İslâm’a Adanmış Ömür 252
»» Ümmet’in Medâr-ı İftiharı 252
»» Ezân-ı Muhammedî 253
»» Hasan Can! 254
»» ABD, ŞİA ve Yavuz Sultan 254
»» Yavuz Sultan Çağına Doğru 255
SİYASET SARAYIMIZIN CÜMLE KAPISI:
ABDÜLHAMİD 258
Kudemâ Meclisi
TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI TABELASI: ‘‘ULU HAKAN
263
ABDULHAMİD HAN’’ »» Hilafet’in Siyasî Gücü 264
»» Enver Paşa’nın Abdülhamid İtirafı 264
»» Yalanlar Üzerine Yükselen Politik Ehram 266
»» Komitacıların Kızıl Ateşi ve Tekbir Sesleri 266
»» Heykellerin Ardında Saklanan Hakikat 268
»» Ümmet Bizi Hâlâ Abdulhamid’le Anıyor 268
GÖLGESİ İSLÂM COĞRAFYASINA DÜŞEN BİR DAĞ
270
GİBİYDİ -NECMEDDİN ERBAKAN- »» BİBLİYOGRAFYA 273
11
Kudemâ Meclisi
*
‫هو ب ح ص س‬
TAKDİM
Kimi makam, kimi itibar, kimi şöhret, kimi de Allah rızası için okudu. Kimi, hükümdarlara yakın olmak, hediyeler almak için çabaladı. Bu uğurda methiyeler yazdı, mersiyeler karaladı. Saray sofralarında
şiirleri okundu. Dünyalıklar ona, o da hükümdara
yaklaştı. Kısa süreli başarılar kazandı. Ne var ki iktidar için yazanların sonu hep hüsran oldu. Bazı alimler de saraylara gitmeyi reddetti. Gelen hükümdarı ya
huzuruna almadı ya da avamdan biri gibi ağırlayıp,
uğurladı. Dünyevî makamlarına bakmadan, müca* Kudema, kağıdın yere atılması endişesiyle mektuplarında Allah
Teâlâ’yı “‫ ”هو‬zamiri, besmeleyi “‫”ب‬, hamdeleyi “‫”ح‬, Efendimiz’e
salâtı “‫”ص‬, selamı ise “‫ ”س‬harfleri ile remz ederdi.
12
Kudemâ Meclisi
mele yapmadan onlara hakkı söyledi. Çoğu defa hediyeleri geri çevirdi, yerine izzet ve şeref aldı. Kimi de
Ebû Yusuf gibi adalete en uzakken en yakın, zulme de
en yakınken en uzak durdu. Devlette en üst seviyede
görev aldı. Hakyolda, Hak rızası için, hakkı söyledi.
Doğrulara motor, yanlışlara fren oldu.
Hakyoldan taviz vermeyenler hayatı bir gergef gibi ördü, olması gereken her yerde oldu. İslam
Ümmeti’nin her bir ferdinin kemalinin cemiyet içerisinde milletle birlikte olması gerektiğini söyledi.
Kudema, ne çöllere çekilip münzevi bir hayat yaşadı, ne de insanların yaşamasına müsaade etti. Yesrib’i Medine yapan Peygamber-i Ekber’in ufkunda,
Uygarlığı, Umran’a dönüştürdü. Allah Rasûlü’nün
başlattığı büyük insanlık yürüyüşünü, nebevî kodlarını muhafaza ederek sürdürdü. Varoluş sebebinin
kulluk olduğu şuuruyla hareket etti. Alemin insan,
insanın da Allah için yaşadığını ilan etti. Şimdi üzerinde onlarca devletin kurulu olduğu İslam Devleti
sınırları içinde bir muhaddis bir hadisi almak için
bir şehirden bir başka şehre rıhle yaptı. Kışta, yazda
haftalarca yollarda kaldı ehl-i hadis.
İlimle, siyaset; ilimle sanat; ilimle iktisat etle tırnak
gibi iç içeydi. Medreseden hayatın bütün şubelerine
kapılar açılırdı. İlmi, rıza-i İlahi için tahsil edenler,
onu dünya kefesinde değil, dünyayı onun kefesinde
tartardı. İnsanı, kametine göre değil, kıymetine göre
değerlendirdi ulemâ. Harun Reşid yemekten sonra
muhaddis Muaviye ed-Darîr’in ( kendisi âmâ idi) eli13
Kudemâ Meclisi
ne su dökerken “Üstad! Elinize kim su döküyor, biliyor musunuz?” diye sordu. “Hayır” cevabını alınca,
“Ben” dedi. Bu ameliyeye alimlerden başka herkes taaccüb etti. Muaviye ed-Darîr ise hükümdarın “Estağfirullah zahmet buyurdunuz.” gibi bir cevap beklediği
bir zamanda “Aferin” der gibi “İlme hizmet ettiniz.”
buyurdu ve ellerini yıkamaya devam etti.
Yeryüzünde hergün iki pazar kurulur. Birinde dünyalıklar, diğerinde ise uhrevî mallar satılır. Kudema
hayatın merkezine kurduğu uhrevî mallar çarşısından dünyaya ayar verdi. Sultanlar, insanlara ordularla, onlar da kalemle hükmetti. Sultanların okları beş
on metre, onların dua okları ise Arş-ı A’lâ’ya yükseldi.
Hükümdarların kazandığı zaferler, bir başka ordunun
zaferiyle hezimete uğrarken, onların kalemle kazandığı fetihler gök kubbede hep bâki kaldı.
Bu kitapta -farklı vesilelerle- âhir zaman’da yaşayan ya da âhir zaman’da da okunan “kudema” ya da
kudemaya müntesip zatlar hakkında kaleme alınan
yazıları bulacaksınız. Bütün bunlardan gaye ise onları sûret ve sîretleriyle tanıyıp davalarına hayru’l-halef
olmaktır.
‫ال حول وال قوة إال بالله العيل العظيم‬
‫ والرأي يخطىئ ويصيب‬٬ ‫هذا رأيي‬
İhsan ŞENOCAK
Şubat 2016
14
Kudemâ Meclisi
BATI BAŞKENTLERİNDE
GAZZÂLÎ’NİN ÇOCUKLARI *
K
arl Marks adında biri çıkar “Das Kapital”i, komünizmaya yeniden hayat verecek şekilde şerh eder, Hristiyanlığı nazara
alarak da “din afyondur” derse, Das Kapital çok satan
kitaplar listesine girer, komünizma da en popüler ideolocya olur mu?
Birkaç “tarihi vâkıa”, olacağını iddia etse de, küresel güçler “mühür bizde, olamaz” derler. Ne var ki
onların, komünizma adına verdiği hüküm bir gün
kendileri için de söz konusu olacak; küfür şafağında
bir gökkuşağı gibi gördükleri idelocyaları kaybolacak.
Çünkü anlık zuhûrlar ya da sahte kurtarıcı, sahte peygamber ve sahte veliler bir defalıktır. Saman alevi gibi
bir anda insanlık için umut olur, gençleri sokağa dö*Ayet-i Kerîme’lerin bir kısmının manası, Tefsirli Meal şeklinde verilmiştir. Bazı hadîs-i Şerîf ve kelâm-ı kibâr da bu şekilde
tercüme edilmiştir.
15
Kudemâ Meclisi
ker, tufan gibi bütün şehirleri kuşatır, hayatın sevap ve
günahını dosyalar; düşeni kaldırır, kırığı sarar, yaraya
merhem olur gibi görünür. İdeolocya rüşveti, talanı,
fuhşu önleyemeyince bir daha indirilmemek üzere
arşive kaldırılır. Dünya siyaset ve tefekkür tarihinin
ideolojiler ve rejimler mezarlığı olması ya da düşen
rejimlerin sadece birkaç vefalı oğul tarafından yıldan
yıla anılması rafa kaldırılanların aynı zamanda yüreklerden de silindiğinin ispatıdır. Çöken her ideolocya
geride günahlar ve mutsuz yığınlar bırakır. Varılmayan ufuklar, sönen umutlar, istismar edilen idealler...
Bir Putu Kırarken, Diğerini Dikmek
“Her yeni eskiyi mahkum eder” kaidesi gereği Karl
Marks’ın çapına ulaşan her cins kafada yeninin hâkimiyeti, şehveti uyanır ve her ideolog kendi Das Kapitali’ni yazar. Onun üzerinden kitleleri kışkırtır; bir
putu indirirken, bir başkasını diker. Bu yüzden uygarlıklar tarihi aynı zamanda kırılan ve dikilen putların
tarihidir. Tahterevallinin iki ucu gibi, bir put düşerken
diğeri yükselir.
Kapitalizma Putu da Sekerât Halinde
Artık Batı’nın sokaklarında eski ihtişamından eser
yok. Kapitalizma putu sekerât halinde ölümü bekliyor. Batılılar, yaşadığımız bu iktisâdî ve ruhi kriz ya
uygarlığımızın sonu olacak ya da kıtamız dışında büyük bir savaş çıkarıp, muhariplere silah satarak eko16
Kudemâ Meclisi
nomik dengeyi kuracağız diyorlar. Ya ölecekler ya da
yaşamaları için başkalarını öldürecekler. Vahyin terbiyesinden mahrum bir uygarlığın hayat kriterleri canavarlarınkiyle ayniyet arz ediyor.
Şehvetine ve aklına pranga vurduğu için kiliseyi
gömen Kapitalizma’nın, eğer hayatta kalma projesi
gerçekleşmezse defnedilmek için geri sayım devam
edecek. Bir farkla ki kiliseyi modern hayat çökertmişti, Kapitalizma ise kendi putunu kendi kırıyor.
Allah’a secde etmenin manasından mahrum olduğundan dolayı kendisi için yaratılan kıymetli herşeye
ya da onların ihtişamına secde eden Batı, girdiği ölüm
yolunda ürettiği tanrısıyla birlikte ölecek.
Kilise çökerken, Kapitalizma umut olmuştu. Şimdi
ise umutlarının, yerine bir halef bırakmadan intihar
edecek olmasına ağlıyor Kilise’nin çocukları. Ortada
kalan milyonlar kime sığınacak?!
Kriz Döneminde İslâm
İslâm, her kriz döneminde yaşanan sarsıntıları
alimlerin irşadıyla aştı. Köklerine çekilerek yenilendi Müslümanlar. Öz suyuyla yeniden hayata döndü.
Yürekler, evler, şehirler ve sokaklar için can oldu bu
öz suyu. Müslümanlar arasında dolaşan, onlar gibi
sarık takan fakat akşamdan sabaha kadar hadis uydurup onları pazarlayan zındıkların “kültürler atlası” haline getirdiği Kûfe şehrinde 83.000 problemi
çözen Ebû Hanife’ye İmam-ı Azam; Felsefî, Bâtinî,
17
Kudemâ Meclisi
Fâtimî ve sapık sufilerin İslâm’ın etrafındaki kuşatmalarını yaran Gazzâlî’ye Huccetü’l İslâm; Tanrısal Dinin yüreklerden imanı silmeye çalıştığı Hind
Coğrafyasında insanları İslâm’la yeniden telif eden
Ahmed Faruk Serhindî’ye “İmam-ı Rabbânî” dendi.
Batı Başkentlerinde Yeniden Gazzâlî
Müslüman Gençler, bir tarih gittiğim Batı başkentlerinden birinde hem kendileri, hem de aynı havayı
soludukları insanlar için bir umut olsun, imanla inkarın hesaplaşmasında yol göstersin diye “Gazzâlî’yi”
konuşmayı teklif etti. Gazzâlî’yi tanıdıktan sonra değişecek yeni hayatın istikâmetine itiraz etmesinler diye
çoğu, konferansa babasını da getirdi. Çünkü Gazzâlî
olmak, Allah’ın rızasına ulaşmak için gerektiğinde
herşeyi terk etmek demekti.
Gazzâlî hâla bütün ihtişamıyla “istikâmet üzere”
hem aklın, hem de ruhun kapısının nasıl açılacağı,
onlardaki sırlara nasıl varılacağını göstermekte. Bu
yüzden Vatikan kaldırımlarında dolaşan âteşîn zekalı
papaz adayları da gizli gizli onu okumakta. Kilisede
arayıp da bulamadıkları irfanı onlara Gazzâlî bahşetmişti. Kim bilir kaç kilise şakirdi onunla Müslüman
olup engizisyona sevk edilmişti.
Bir zamanlar Batı’da kitapları en az “Kitab-ı Mukaddes” kadar okunan, yün eğiren dervişin oğlu Gazzâlî, asırlar sonra yine okunuyor. Bir farkla ki bu defa
onu Kant değil, Alman ve Fransız üniversitelerinde
18
Kudemâ Meclisi
Kant okuyan Müslümanlar okuyor.
Salih Bir Babanın Duası
Künyesi Ebû Hâmid... Adı Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî... Babası yün eğirmekten vakit buldukça ulemâ meclislerinde kurulan irfan
halkalarına devam eder, aşkla halkaya çöker, derin
bir dikkatle ulu hocaları dinlerdi. Onların ihlasla İslâm’ı anlatmalarına gıpta eder, “Beni de vâiz ve fakihler kadrosuna al da İslâm’a hizmet edeyim Ya Rabbi!”
diye niyazda bulunurdu.
Muhammed b. Muhammed alim olamayacağını
anlayınca, dualarını şu şekilde değiştirdi: “Ya Rabbi! Bana vâiz ve fakih çocuklar ver de onlar İslâm’a
hizmet etsin.” O bir oğul istedi, Allah Teâlâ muhlis
dualarına iki oğulla icabet etti: Muhammed ve Ahmed... Muhammed b. Muhammed dünyalıklarını
iki oğlun adanmışlığı için vasıta olarak kullandı. Erken yaşta kendine dünya’dan sefer emri gelince bir
taraftan henüz tahsilin başında istikbal vaadeden
iki yavrusuna, diğer taraftan ise ahiret haline baktı,
ayakları birbirine dolandı. Tam bir metanet içerisinde bir derviş arkadaşına bütün mallarını şöyle diyerek vasiyet etti: “Okuma yazmayı bilmemek, içimde
büyük bir ukde olarak kaldı. Ben İslâm’a ilimle hizmette muvaffak olamadım. Yapamadığımı oğullarım
yapsın istiyorum. Malımın tamamını son kuruşuna
kadar oğullarımın tahsili için harca.” Derviş emaneti
19
Kudemâ Meclisi
son kuruşuna kadar harcayıp tüketince iki kardeşe,
“Ben fakir bir adamım, malım yok ki size bakayım.
Sizin için en doğru tercih bir medreseye intisap etmektir. Medresede ümmet size bakar” der ve onlara
gurbet’in yol’unu gösterir.
İlim Yolunda
Berlindeki Gazzâlî meclisinde, Ebû Hâmid’in babasının hikayesini dinleyen babaların yüzlerinde derin bir ürperti ve haya hali zahir oldu. Gazzâlî’nin
babası karşısında utandılar, “Ah adanmış hayatlar...
Biz dünyada çer çöp; Gazzâlî ise hem itibar, hem de
ecir kazandı” dediler. Gazzâlî Tus’tan Cürcan’a gider.
Cürcan dönüşü yolunu kesen eşkıya taifesi herşeyini alır. Reisten, “Aldıklarınız arasında tahsil hayatım
boyunca elde ettiğim ilmî hâsılamın kayıtlarını ihtiva eden defterler var. Onları geri verseniz” deyince,
eşkıya başı: “Sen nasıl ilim iddiasında bulunuyorsun
ki defterlerini kaybetmen durumunda bütün bildiklerin zâil olacak” der. Gazzâlî o anı kıymetlendirirken
şöyle der: “ُ‫ َهذَا َر ُج ٌل أَنْطَ َق ُه اللَّه‬/ Bu Allah’ın konuşturduğu
bir adam.” Döner defterlerinde neler varsa hepsini
ezberler. Bu hal onu ayaklı bir kütüphane yapar ve
eserlerin terkip ve telifinde büyük bir adım olur.
Gazzâlî, hafızasına aldığı metinlerle meselelere
muhafız olabilmek için “hafız” da oldu. Bütün müktesebatı flaş belleğe yüklenen eserlere ulaşabilmekten
ibaret olan akademisyenlerin, ulemâ kabul edildiği
20
Kudemâ Meclisi
bir ortamda Gazzâlî’yi anlamak elbette güç olacaktır.
Onun için Gazzâlî pek çok yerde ilahiyat dışında daha
muteberdir. Onu okuyanlar her fasılda Gazzâlî’nin ufkunda dev adımlar atabileceklerini keşfederler.
Gazzâlî Neysâbûr’a gidip orada ma’kulat alanındaki ilimlerin en büyük isimlerinden olan Cüveynî’nin medresesine intisap eder. Ölünceye kadar
Hocası’nın yanında kalır. Bu dönemde, Cüveynî gibi
başka büyük alimler var fakat Şeriat’la tasavvufu İslâm ölçeğinde terkip edip tehlikeleri izale edecek derinlikten mahrumlar.
Ehl-i Sünnet’in İlim Karargâhı: Nizamiye
Şeriat’la tasavvuf ’un, menkulâtla bozulan muvazenesini tesis etmek için Bilge devlet adamı Nizâmülmülk devre’ye girer; ilmin “sırat-ı mustakîm” merkezli
yeniden yapılanmasıyla bizzat alakadar olur. Şiiler tarafından Mısır’da açılan Ezher’e karşı Nizamiye Medreselerini kurarak kriz döneminin kurtarıcı metinlerini yazacak alimleri burada yetiştirmeyi hedefler. Ehl-i
Sünnet’i çökertmek için kurulan ittifakın saldırılarını
püskürtecek ilim ordusunu bu karargâh eğitir, bu karargâh idare eder.
Nizamülmülk Gazzâlî’yi keşfedince önünü sonuna kadar açar. Artık o Nizamiye’nin içinde tek başına
Nizamiye çapında ilmi bir kudrete mâlik, Ehli Sünnet’in en büyük medresesinin yaşta en küçük ilimde
ise en büyük hocasıdır. Bütün öğrenciler tarafından
21
Kudemâ Meclisi
tek başına bütün kuşatmaları yaracak bir ilme sahip
bir allâme olarak görülür.
Düşünce Krizi ve Çıkış Yolu
Ne var ki iki yıl sonra derin bir düşünce krizine
yakalanır Gazzâlî. Herşeyi sorgular. Ağzına aldığını
yutamaz, suyu içemez hale gelir. Halçaresi için on yıl
devam edecek bir yolculuğa çıkar. Şam-ı Şerîf ’ten Kudüs’e geçer, oradan Hicâz’a yönelir. Tek başına çağının
sorunlarını çözecek ilmi ve fikri derinliğe sahip olan
Gazzâlî sorunlar yumağına dönen kalbine yenik düşünce, akıl, alem, ruh, var oluş gibi derin mevzulara
dair sadra şifa cevaplara ulaşabilmek için bizzat Allah
Rasûlü’nün huzuruna Medine’ye gider. Bu halden
ancak ona teslim olarak kurtulabileceğini idrak etmenin heyecanıyla, (belki de) Sudanlı’nın yakarışına
benzer ifadeler dökülür dudaklarından:
Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın.
Büyük akıllar diz çökünce onları ancak peygamberler ayağa kaldırabilir. Bu yüzden Gazzâlî de, Allah
Rasûlü’ne sığındı. Ona kayıtsız şartsız bağlandıktan
sonra “İhyâ’yı” yazdı, kendi yüreği gibi insanlığın yüreğini de ihyâ etti. Zamana yenilmeyen bu eseriyle,
zamanın öldüremediği nesiller yetiştirdi. Ulemâ bezminde onu okumayan “Ahyâdan/Gerçek anlamda dirilerden” kabul edilmedi.
Gazzâlî, Hacc’dan dönünce sevenlerinden ısrarla
22
Kudemâ Meclisi
ders okutmaya dönmesi yönünde davetler aldı. Bir
ara sadece “İhyâ” okuttu. Cümleler yazılış gayesi çerçevesinde satırlardan sadırlara iltica etti; “En pak yol
mutasavvıfların yolu” dedi. “Eskiden makam için, kazanmak için, şimdi ise Allah yolunda harcamak için
okuyoruz” dedi.
Akla Duracağı Yeri Göstermek
Felsefeye duracağı yeri Gazzâlî gösterdi. “Makâsidu’l-Felâsife” ile filozofların kodlarını çözdü, anlaşılmamaktan kaynaklanan yalancı itibarlarına son
verdi. Mevzuları ulemânın anlayacağı bir dile aktardı. “Tehâfütü’l-Felâsife”de mevzuları en hassas şer’î
ölçülere arz ederek değerlendirdi. Filozofları üç meselede tekfir etti, on sekiz mevzuda ise Ehl-i Bidat
olduklarını söyledi. Felsefe, Gazzâlî’den aldığı ağır
darbelerle geri çekilmek zorunda kaldı. Medresenin yolu açıldı. Akıldan korkulmayacağını, aklı bilgi
üretme vasıtası olarak ilk defa peygamberlerin kullandığını, Hz. İbrahim kıssasıyla Kur’an’dan anlattı.1
Usûl kitabı “el-Mustasfâ”ya, mantık ilmine dair geniş
malumat vererek başladı.
Haşhaşileri Arşive Kaldırdı
Bu dönemde siyasî tehlikelerin en büyüğü Fâtımiler ve onların ifsada ilmi bir kimlik kazandırmak için
kurdukları Ezher’in faaliyetleriydi.
1
En’âm: 74-80
23
Kudemâ Meclisi
Fâtımiler medreseleri kapattı, kadıları görevden
aldı, ulemâ’yı hapsetti. Dayatmalarına rağmen Teravih
kıldıran bir imamı şehit etti. İslâm şehirlerinde onları
tenkit eden ulemâyı haşhaşilere katlettirdi. Nizamülmülk’ü de oğlu Fahrülmülk’ü de onlar şehit etti. Başbakan düzeyinde iki cinayet işlediler. Bir anda Ehl-i
Sünnet coğrafyada, korku imparatorluğu kuruldu.
Alimlerin yanı sıra adı Ömer diye, Ebû Bekir diye çocuklar da öldürüldü. Ulemânın korkudan sükût orucuna büründüğü bir zamanda Gazzâlî Bâtınîlere karşı
beş tane reddiye kaleme alarak onların belini kırdı.
O, bu haliyle “ölümü düğün gecesi kabul edeni hangi
güç sindirebilir ki?” diyordu. Ahiretle kendisini tehdit edenlere sistemlerini parçalayacak kurucu eserler
yazarak cevap verdi. Gazzâlî ölüm korkusuna yenilmediği gibi ölümüyle de zamana yenilmedi. Vefatının
üzerinden asırlar geçti fakat; ders halkasının başında
o var gibi kitapları okunmaya devam ediyor. Ölüm
tehdidinden ürkmeyen İmam Râzî de, Gazzâlî’nin
sekerâta soktuğu Bâtınîliği, bir daha çıkmamak üzere
düşünce makberine defnetti. İlim dünyası da, siyaset
dünyası da onun ilmi hamleleriyle nefes aldı.
İhsan Yolunu Hurafelerden Arındırdı
Ulemânın medreseye çekilmesiyle tekke ilim/irfan
mecrasından ; ihsan üzerine ibtina eden tasavvuf da
hakikati arama cehdinden sapmıştı.Böyle bir ortamda zuhur eden Gazzâlî ise gerçek İslâm yolu dediği
24
Kudemâ Meclisi
sûfî hayatın önündeki bütün şer’î manileri kaldırdı.
“Ashâbu’l-Akvâl” dediği satıh üstü kopyacıların yanlış yolda olduğunu “Erbâbu’l-Ahvâl’in” yanında yer
alarak gösterdi. Ulemâyı İslâm’ı zevk boyutuyla da yaşamaya davet etti. İhyâ’dan sonra yazılan eserler hem
yürekleri, hem de tekkeleri Şeriat’a muhalefet masiyetinden temizledi.
Gazzâlî, durduğu yer bütün herkes tarafından
görülsün diye hayatını şekillere aktardı. Ahir ömründe Tus’da bir medrese ve tekke bina ederek ikisinin bir arada nasıl yaşaması gerektiğini gösterdi.
Kudüs Fatihi’nin Hocası
Haçlı seferleri onun zamanında başladı. Çok cepheli bir meydan muharebesinde ağır ruhi darbeler
yiyen ümmet, Haçlı saldırılarına karşı Kudüs’e muhafız olamadı. Kudüs düştü. Anadolu’nun, Şam’ın, Kudüs’ün kanını emdi, derisini yüzdü haçlı haydutlar.
Ne var ki ulemâ müteessir olmaktan başka pek bir şey
yap(a)madı. Sürekli akan Müslüman kanı durdurulamadı. Gazzâlî eserleriyle Kudus’ü fethedecek nesilleri
yetiştirdi. Selahaddin Eyyûbî’nin elinde onun kitapları vardı.
Bir Dervişin İki Oğlu
Namsız nişansız dervişin iki oğlu da alim oldu.
Ahmed hatt-ı müdafaa yaptı. Muhammed Gazzâlî
ise Âlem-i İslâm’ı nazara alarak sath-ı müdafaada
25
Kudemâ Meclisi
bulundu. Tekke, medrese, cemiyet onunla ihyâ oldu.
İhyâ’yı yazdı, çağının tanıkları gibi gelecek nesilleri
de ihyâ etti. Elli dört yaşında Rabbine irtihal ettiğinde “İhyâ” ders halkalarında birkaç defa hatmedilmişti. Zamanla bütün şehirlere yayıldı. İlim talebeleri
akın akın ona koştu. Kitaplarının etrafında halkalar
kuruldu. Onun öğrencileri, korkusuz alimler olarak
şehirlere güven aşıladı. İslâm yeniden çizgi çizgi, desen desen sokaklarda, çarşılarda, medreselerde inkişaf etti. Ayet ve hadisler sanatçı ruhları tahrik etti,
“hakikat” taşa, mermere aksetti.
Allah Rasûlü’nün Tasdiki
“İslâm’a karşı İslâm” geliştiren kaba softa, Ebû
Hanife’yi sorguladığı gibi Gazzâlî’yi de ağır bir dille
tenkit etti. Ebu’l-Hasan adında biri kitabını toplatıp
yakmak istedi. Ne ki yakacağı gece rüyasında yanında
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Gazzâlî de olduğu halde
Allah Rasûlü’nü görür. Gazzâlî, Ebu’l-Hasan içeri
girince ‘Bundan müştekiyim, İhyâ’yı yakacak ya Rasûlallah!’ der. Allah Rasûlü eseri baştan sona inceledikten sonra Ebu’l-Hasan’ı tecziye eder. Ebu’l-Hasan,
beş sopa yiyince, Hz. Ebû Bekir devreye girer ve “Ya
Rasûlallah! Bu da İhyâ’yı Şeriat’ı korumak için yakmak
istemişti” deyince Efendimiz Ebu’l-Hasan’ı affeder.2
Ebu’l-Hasan uyanınca tövbe eder, İhyâ okutmaya başlar. O da Gazzâlî’nin öğrenci kadrosuna katılır. Fakat
Rüyanın İslâm’daki yeriyle alakalı bk. Müslim,Rü’ya,1; Müslim,Salat,41.a
2
26
Kudemâ Meclisi
ölene kadar sopaların acısını hisseder.
İlahi Lütuf
İmam-ı Gazzâlî İslâm Medeniyetinin Yunan aklı,
Bâtınî sapması ve mistik hareketlerle karşılaşması sürecinde yaşanan sorunları çözmesi için gönderilen
ilahi bir armağandı. İslâmî düşünce, asıl kaynağı ile
irtibatına zarar vermeden uygarlıklarla nasıl bir irtibat içerisinde hesaplaşacağını ondan öğrendi. Felsefeyi kendi silahlarıyla vurdu. Entelektüel tehlikeyi
eb’âd-ı selâsesiyle tanıdıktan sonra, onu tanımadığını
ilan etti. İslâm’ın ferde hitap eden Şeriat ve tasavvuf
cephesini, en hassas İslâmî ölçülerle yeniden aslına
göre terkip etti. Tasavvufla felsefenin iki ayrı dünyaya
aidiyetini, birinin gündüzü, diğerinin ise geceyi temsil ettiğini ve bu yüzden aynı karede olamayacaklarını söyledi. İslâm’ı asıl mecrasına çevirdi. İlmi ve fikri
zemindeki sapmaları halkın damarlarına karışmadan
önledi. Zihinleri arındırdı.
İbnü’l-Arabî onun bir bütün olarak anıtlaştırdığı
Şeriat-Tasavvuf ehramını yeniden okudu. Hakikati
idrakte çok derinlere inince, sidre-i müntehaya keşifle
ulaşma noktasında önemli mesafeler katetti. Ne var
ki gördüğü hakikati kelama dökerken zorlandı ya da
muhatapları onu anlamada problem yaşadı. İmam-ı
Gazzâlî’nin kaideleştirdiği şekilde tasavvufun en güzel
anlatımını İmam-ı Rabbânî yaptı. Yaşanan ve yaşanacak mutlak hakikati açık bir lisanla anlattı.
27
Kudemâ Meclisi
Hülâsa
Sokakta, üniversitede, fabrikada “sadece İslâm”
diyen Müslüman gençler Gazzâlî devrine benzer bir
kuşatılmışlığın içinde olduklarını babalarından daha
iyi hissettiklerinden diriliş mücadelesini Gazzâlî ile
yürütmek istiyorlar. Projenin mimarı Gazzâlî olursa
Kant da öğrenci olur, Hristiyanların zeki gençleri de
tekrar İslâmî metinler okur. Siz Gadamer okuyun!
Batının başkentlerinde müslüman gençler Gazzâlî’yi
yeniden keşfediyor.
***
28
Kudemâ Meclisi
MUKAVVADAN MÜNEKKİDLER ve
MUTASAVVIF MÜZİSYENLERİN
ZULMETTİĞİ BÜYÜK VELİ: MEVLÂNÂ
A
klın ve ruhun fecr-i sâdıkı İslâm, ezanı
Kur’an-ı Kerîm, Müezzin-i Ekberi ise
Hz. Muhammed’tir. Kainattaki bütün
mahlukat bu Müezzin-i Ekber’in ezanını derin bir
huşû içerisinde dinledi, doğuyu batıyı onunla nur kuşattı, fesad yuvaları sarsıldı. Ebû Cehil’in mâbedinde
çanlar çalmaya başladı. Bir anda ideolojilerin sesleri
karanlığa gömüldü. Endülüs’ten Türkistan’a kadar,
Müezzin-i Ekber’in Safa tepesinden okuduğu, Hakk’a
kulluğa çağıran ezanlar duyuldu: “Uyanınız, yalnız
Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ellerinizle yaptığınız
putlara secde etmeyiniz, Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasûlüllah deyiniz, kurtulunuz.”
29
Kudemâ Meclisi
Ebû Cehil Parlamentosu
Ebû Cehil ilk sarsıntının etkisiyle panikledi, Kureyş’in uluları “acil” koduyla toplandı, İblis’in parlamentosu Dâru’n-Nedve’de toplantılar üstüne toplantılar yaptı. Her nasıl olursa olsun Müezzin-i Ekber’in
susturulması kararı çıktı bu toplantılardan... Müslümanlara sokaklar yasaklandı, bu yüzden Müezzin-i
Ekber ezanları -bir süre- sadece Dâru’l-Erkam’da
okudu. Muhataplarından kimi Hz. Ebû Bekir gibi ilk
ezanla, kimi de Ebû Süfyan gibi bin bir ezandan sonra
uyandı. Sonunda Ebû Süfyan da inandı fecr-i sâdıkın
girdiğine, o da anladı insanların uyanmasına Ebû Cehil parlamentosunun engel olmayacağını…
Uzun Soluklu Ezanlar
Müezzin-i Ekber , Âleme nûr ve surur veren
kulluk çağrılarını hep ilk ezan heyecanıyla okudu.
Arab’a, Acem’e, çölde vur ha vur su arayan bedevinin
bulduğu “su” gibi can verdi ezanlar. “Hz. Adem’in,
Musa’nın, İsa’nın, Hz. Muhammed’in
imanıyla
mayalanan yer yüzü toprağında İslâm ulu bir çınar,
inkar ise yerde kalmaya mahkum ayrık otu gibidir”,
dedi ezanlar. Kureyşli Hz. Ebû Bekir’le, Habeşli köle
Bilal’i ümmet yapısında bir araya getirerek dünyaya,
“Müslümanın ülkesi sınır, ufku hudut kabul etmez.
İmanı ise, en batıdaki mazlumlar gibi, en doğuda
Çin’in esaretinde yaşayan Türkistanlı’ları da kuşatır”
dedi. Ezanlar can verdi insanlığın kuruyan damarla30
Kudemâ Meclisi
rına. 23 yıl sağanak halinde yüreklere yağan yağmurdu fecr-i sâdık ezanları… Allah Rasûlü Kur’an-ı
Kerîm’i mürekkeple sahifelere değil, nurla yüreklere
yazdı. Hâdiseleri son haliyle düşünmeye, akletmeye
çağırdı insanları. Akla ve ruha diriliş aşısı yaptı. Birine “Sen düşün ve yaşa”, diğerine ise “Sen zevk derecesinde yaşa” talimatını verdi. Mücadelede muvazeneyi tesis etti. İnsanlığın en uzun soluklu ezanlarını
okurken ne ruhtan akla, ne de akıldan ruha bir pay
verdi.
Sadece Onların Sesi Duyuldu
Ondan sonra, Ona bağlı büyük müezzinler geldi. Kimi Gazzâlî gibi Meşşâî, Bâtınî, kimi de İmam-ı
Rabbânî gibi “Tanrısal Din” uykusundan uyanmaya
çağırdı muhataplarını. Yüksek yerlerde, yüksek tizden
öyle ezanlar okudular ki “Allah-u Ekber” nidaları diğer bütün çağrıları bastırdı, bir anda âlemde sadece
onların sesi duyuldu.
Allah Teâlâ, dininin Hakk’a kulluk yolunu açık tutmak için, çağının insanını uyutan sebepleri yakından
tespit eden, ona göre ezanlar okuyan büyük müezzinler gönderdi. Allah Rasûlü’nün ve getirdiği Kur’an-ı
Hakîm’in bir mucizesi olarak her dönemde Fahreddin
Râzîleri, İmam Rabbânîleri oldu bu yolun.
Felsefe-Kelâm Hesaplaşması
Felsefe, Müezzin-i Ekber’in uyandırdığı İslâm ak31
Kudemâ Meclisi
lıyla (kelâm) zaman zaman büyük hesaplaşmalara girişti. “Kazandı” gibi göründüğü zamanlarda da büyük
darbeler alıp kendi karargâhına çekilmek zorunda
kaldı. Ne var ki Moğol ve Haçlı istilası sonrasında, yaşanan hesaplaşmadan zaferle çıkan Kelâm alimlerinin üzerine kan, ter sıçradı. Felsefî akıldan bir parça
da olsa Kelâm’a sirayet etti. Yüzlerce delille Allah’ın
varlığını ispat eden kelâmcılar, zevk derecesinde bir
imana mâlik olamadı. Müslümanlar kelâmla felsefenin girdiği savaşta büyük acılar çekti, büyük ızdıraplar yaşadı. Kelâm İslâm’a yönelen saldırıları bertaraf
etti fakat saldırı sonrasında yaraları saramadı, kalbi
teskin edemedi. Varlıkta yokluk yaşadı. Allah Rasûlü’nün ezanlarıyla uyanan akıl, kelamcılarla birlikte
Aydınlanma’nın münkir aklından çok önce akılcılık
denizinin dibini gördü. Gazzâlî en derin noktalardan
Hz. Ali’ye nisbet edilen “Anlamayı anlamaktan aciz
olmak, anlamaktır” sözünü tekrar etti. Ondan bir asır
sonra, yani kilisenin “Atın ağzındaki dişler şu kadardır” şeklindeki dogmasına itiraz eden düşünürleri astığı zamanlarda gelen Fahreddin Râzî de “Akılların en
son geldiği yer, tutukluktur” dedi. Aklın sidre-i müntehasına ulaşan büyük kelâmcılar, “Mütefekkir, aklı
Hz. Muhammed’in önünde paspas yaparsa yaratılışın sırrına erer, büyük bilmeceleri çözer” dedi. Aklın
tutulduğu yerden ötesinde aşk konuşur. Allah, alem,
ruh gibi temel meselelere aşkla cevap verilir. Aşka dayalı kelâm, sorun çözerken “sorun” olmaz.
32
Kudemâ Meclisi
Mevlânâ ve Yeni Kelâm
Her yerde kelâmcıların sesinin duyulduğu, avam
arasında dahi kelâmî mevzuların konuşulduğu bir zamanda Âlem-i İslâm’ın, felsefenin derinliklerine ulaşıp onun, cahillerin “su” zannettiği bir serap olduğunu
gören ve oradan yara almadan çıkan bir ulu hocaya
ihtiyâcı vardı.3 Bu ulu hoca kelâmcıların yaptığı gibi
muhalifleri susturmakla iktifa etmeyecek, fikri bütün
düğümleri çözecek, kalbi sekinet ve imanla dolduran
bir kelâmın temellerini atacaktı. Mevlanâ Celaleddin
er-Rûmî böyle bir asırda, bu ödevi yerine getirmek
üzere zuhûr etti ve mücadelesinin esaslarını “Mesnevi” diye meşhur olan muhalled eserinde belirtti.
“Bîzârım” dedi Mevlânâ
Kelâm felsefeyi, aşka dayalı kelâm da mücerred
kelâmı gölgede bıraktı. Moğollarla gelen hezimeti
yaşayan Âlem-i İslâm’a hem taziye, hem teselli oldu
Mesnevî. Onlarca delille Allah Teâlâ’nın varlığını isbat
eden fakat müminin zevk derecesinde bir imana nasıl malik olacağına dair kayda değer bir çözüm ortaya
koyamayanların ortamında da itibar gördü Mesnevi.
Yeni kelâmın omurgasını neyin oluşturduğu, zındıklar tarafından daha sonra kendisine nisbet edilecek
sözlerin kendi beyanlarına karışması durumunda
nasıl bir yol izleneceği, hangi ölçülere uyması durumunda bir sözün Ona ait olacağı gibi hususları ifade
3
Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr-u İbn-i Kesîr, 2007, I, s.371.
33
Kudemâ Meclisi
noktasında şunları söyledi Mevlânâ:
Men bende-i Kur’anem eğer candârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem,
Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem,
Bîzârem ezû ve zân sühun bîzârem.
Mevlânâ, “Mesnevi mısra mısra Kur’an-ı Hakîm’i
anlatır, ben de Kur’an’ın bendesiyim/kölesiyim, Muhammed-i Muhtâr Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum, dedi. Kim benden bundan başkasını nakleder
ya da bana isnad ederse; ondan da bîzârım, o sözden
de bîzârım” dedi. Mevlânâ, yolunun ney ve sema ile
kapatılacağını, Mesnevi’nin mesajının bu iki unsurla gölgeleneceğini görmüştü de sanki şöyle demişti:
“Ömrümü vererek ortaya koyduğum hakikatimi, Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun tozu olmamdan başka
bir hassasiyetle her kim anlatırsa, ondan da bîzarım.
Eğer birileri beni ‘ney’e mahkum edip, mesajımı, bendesi olduğum Kur’an vadisinden koparır, Mesnevi’nin
nağmelerini ‘ney’ sesine kurban ederse; onlardan
usandım Allah’ım! Kur’an’a ‘bende’ bir Müslümanın
kabrinde Kelamullah’ı okuma yerine ‘ney’ çalan anlayıştan bîzârım.”
İnsanlığın Hikayesi
Mevlânâ ‘’bişnev/dinle’’ diye başladığı Mesnevi’sinde insanın Cennet’ten dünyaya düşmesini ve
tekrar buradan oraya yükselmesini anlatır. Hâdiseyi kamışlıktan koparılan, bir ustanın elinde delinen
34
Kudemâ Meclisi
sonra da neyzenin nefesiyle sürekli inleyen kamışa
benzetir. Ney, neyzenin ağzında inleyerek, koparıldığı vatanı olan kamışlığa özlemini, ailesine, arkadaşlarına hasretini dile getirir. İnsan da tıpkı ney gibi,
“Oradan hepiniz inin”4 ayetiyle düştüğü Cennet’i arzular. Onun için dünyada bir güler, on ağlar. Çünkü
burası elem ve imtihan yurdudur. Ne var ki insan bu
mihnet yurdundan Rabbi’ne ulaşacak. Dünya, Cennet’in zorunlu güzergahıdır. Bu yüzden Allah Rasûlü
son anlarında şifa bulması için kendisine dua eden
Hz. Aişe’ye “Allahümme’r-Refîka’l-a’lâ” diye müdahale eder. Yüce dosta ya da asıl vatanına dönmek
istediğini belirtir. Bu yüzden ölüm Mevlânâ’da “Şeb-i
Arûs/Düğün Gecesi”dir.5 Çünkü ölüm gurbeti bitirir,
vuslatın kapısını açar.
Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek
Mevlânâ, insana hayat hikayesini hatırlatır, kurtulmak için, “Hz. Ahmed’e yapış, aklı onun önünde
kurban et, Hasbiyalllahu virdin olsun, kula Allah yeter” der. Dünyayı kuyuya, insanı da ona atılan Hz.
Yûsuf (a.s.)’a benzetir, kurtuluşun da Hablullah olan
Kur’an-ı Kerîm’e yapışmak olduğunu söyler. Hz. Muhammed’e muhatab olabilmek için görmek yetmez,
hakla batılı ayıracak “basîret” şart, der Mevlâna: “Aynı
merada otlayan iki ceylanın yediği birinde ‘misk’ diğeBakara: 38.
Aşkı şehvet olarak anlayanda Şeb-i Arûs Leyla’ya; Hubbu’l-likâ’
olarak gören evliyada ise Mevla’ya kavuşmaktır.
4
5
35
Kudemâ Meclisi
rinde ‘gübre’ olur. Ağaçlardan ve çiçeklerden toz alan
iki arıdan birinde toz, bal; diğerinde zehir olur.” Ebû
Bekir gibi basiretle bakan Allah Rasûlü’nde “risaleti”, basarla bakan ise Ebû Cehil’de olduğu gibi “sadece
insaniyeti” görür.
Semâ mı, Dans mı?
Uzaklardan Allah Rasûlü’nü görmek için yola revan olan, görünce de atının üzerinden düşüp, yere yığılan, orada ruhunu teslim eden sahabi gibi Mevlânâ
da vecd halinde varlıklardan habersiz bir muvahhid
olarak kendinden geçip semâ etti. Bazen derste, bazen sokakta, bezen evde yakalandı “vecd” sağanağına. Onun “bîzârım” dedikleri içerisinde semâ’ını bir
sanatsal gösteriye çeviren, dervişliği bir kavuk ve hırkaya indirgeyen ashâb-ı arz-ı endâm da var. Mevlânâ
vecde geldi, döndü. Erbab-ı sanat ise Mesnevi’nin ruhundan habersiz icra- i sanat ya da tahsili ücret için
dönüyor. Aradaki fark geceyle gündüz gibi zahirdir,
göremeyen ise kördür.
Hakk’la Beraber Olmak
Mevlânâ insanları, yaşadığı İslâm’ı hayat nizamı
olarak tanımaya çağırdı. Mesnevi’de âbid bir kulun
Allah’a kurbet hallerini, zâhidin zühdünü yazdı.
Mevlânâ’nın dünya malına alakasızlığı o derece
ileri bir noktadaydı ki, kendisine hediye gelince sevinmez bilakis onları Hüsameddin Çelebi’ye verince
36
Kudemâ Meclisi
mesrur olurdu. Ancak evindeki yokluk açlık derecesine ulaşınca, oğlu Sultan Veled’in gelen hediyelerden bir miktar ev için ayırmasına müsaade ederdi.
Evde yiyecek bir şey olmadığı gün fevkalede sevinir,
“Şimdi bu evden Hak’la beraber olmanın kokusunu
alıyorum” derdi.
Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi
Ma’rûfu emretmeye, münkerden alıkoymaya, yüreklere “sekinet”, bakışlara “muhabbet” aşılamaya
adanmış bir hayat yaşadı Mevlânâ. Dar bir sokakta
uyuyan bir köpek, yürüdüğü yolu kapatınca, ona rahatsızlık vermemek için durup bekledi.
Mevlânâ ile sokağa “kardeşlik” geldi. Bir gün yol
üzerinde, biri diğerine, “Ey melun! Bana bir dersen on
işitirsin” diye bağıran iki kişinin münakaşa ettiğine tanık oldu. Yanlarına yaklaşıp, bire onla mukabele edeceğini söyleyen adama, “Kardeşim! Söyleyecek sözün
varsa bana söyle. Çünkü bana bin söz söylesen de sana
bir sözle karşılık vermem” dedi. İkisi de Mevlânâ’nın
ellerine kapandı. Hem sözü, hem de haliyle irşad etti.
Çünkü o, yaşadığı dünyaya en yüksek tizden Hz. Muhammed’in diriliş ezanlarını okuyordu: “‫َو كُونُوا ِعبَا َد اللَّ ِه‬
ً‫إِ ْخ َوانا‬/ Kardeşler olunuz Ey Allah’ın kulları” diyordu.
Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar
Mevlânâ namaz vakti gelince kıbleye döner, yüzünün rengi değişir, geceler boyu ibadet ederdi. Uzun
37
Kudemâ Meclisi
yıllar kendisiyle aynı ortamı paylaşan Sipehsâlâr,
“Onu hiç gece elbisesiyle görmedim. Odasında ne yatak, ne de yastık vardı. Uyku bastırınca oturduğu yerde şekerleme yapardı. Sabaha kadar namaz kılardı.”6
Bir şiirinde namazı şu şekilde vasfetmişti:
“Gözyaşıyla abdest alınca namaz ateş gibi hararetli
olur.”
Şiddetli soğuğun olduğu bir kış günü namazda
öyle ağladı ki gözyaşlarıyla yüzü ve sakalları ıslandı,
yanak ve sakalları buz tuttu7 fakat yine de namazını
bozmadı, kıraatini azaltmadı. Çünkü gözünün nuru
namazdı. Hayatını Allah Rasûlü’nün “‫ َس ِّددُوا َوقَا ِربُوا‬/
Takatiniz nisbetinde ibadet edin ve orta yoldan ayrılmayın”8 talimatı üzerine kurguladı.
Kâlden hâle, kelimeden manaya, cümle şehrinden kelâm şehrine geçti. Beş hâsse ile hakikat aramak
Mu’tezile yoludur; ey tuzlu suda yaşayan adam, nereden bilebilirsin ki Ceyhan ve Fırat Nehirlerini, dedi.
Aşktır Köleyi Efendi Yapan
Hicri 7. asırda esen akılcılık kasırgası ve Moğol istilasıyla sönen yüreklerdeki kora aşkla, imanla üfledi
Mevlânâ. Gök gibi gürledi, yağmur gibi boşaldı Doğuya. “Aşk acıyı tatlı, toprağı altın, kederi safa, elemi
şifa, zindanı gülistan, hastalığı nimet, kahrı rahmet
yapar. Demiri inceltir, taşı eritir, ölüye can verir, köleNedvî, a.g.e., I, s.379.
Nedvî, a.g.e., I, s.379.
8
Ahmed, Müsned, II, 166.
6
7
38
Kudemâ Meclisi
yi efendi yapar” dedi Mevlânâ.9
İnsanlığın dev sorunlarını ancak Muhammed-i
Muhtâr’ın yolunun tozu olan aşk adamlarının çözebileceğini söyledi:
“Biz hak ve hakikatin öğrencileri olan doktorlarız.
Bizi Kızıl Deniz görünce ortadan yarıldı,
Onlar kalbe nabız yoluyla ulaşırlar.
Biz vasıtasız ve aracısız kalbe gideriz.
Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız” dedi
Mevlânâ.
Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var
Bu dinde “Rabbânîlik” var “Rahbânîlik” yok10 fakat
eline bir tesbih ya da Mesnevi alıp münzevi bir hayat yaşamak da “Rabbânîlik olamaz”, dedi Mevlânâ.
Günde beş defa farzı, haftada bir cumayı bir cihetiyle
gönüllü, bir cihetiyle de zorunlu ümmet ictiması olarak değerlendirdi. Bu ictimanın öneminden dolayı öz
kardeşiyle haftada bir görüşürken, mümin kardeşleriyle günde beş defa bir araya gelir Müslüman. Beş vakit namaz, her Müslümana mensubu olduğu ümmet
yapısına sahip çıkmayı emreder.
Hakikati layık olduğu makama; ruhu aklın seviyesine çıkardı, muvazeneyi yeniden kurdu Mevlânâ.
“Eşyaya akıl ve ruh muvazenesinin tesis edildiği noktadan bakın” dedi. Kelâmcıların elinden tuttu, onlar
9
Nedvî, a.g.e., I, s.406.
Hadîd: 27.
10
39
Kudemâ Meclisi
için yeni bahisler, yeni başlıklar açtı. Allah’a ulaşırken
aklın yanına aşkı da koyalım dedi. Mesnevi asırlarca
edebiyat meclislerinin baş yapıtı oldu. Sûfîler seyr-u
sülûkte Mesnevi’yi kendilerine azık yaptı.
Büyük Mağdur
Mevlânâ’nın dirilten soluklarından korkanlar,
onunla insanlar arasına maniler koydu. Şekle, sûrete, çalgı aletlerine bürünen muharref tasavvufla, ruha
sekînet, akla istikâmet veren tasavvufun yolunu kestiler. Sûrette halk, hakikatte ise Hak ile olmaya çağıran
tasavvufu, bir cübbe, bir hırka, bir neye indirgediler.
Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünneti’ne uymayan
herşeyin put olduğunu söyleyen:
“Bizim Mesnevimiz vahdet dükkanıdır,
Onda Allah’tan başka ne görürsen bil ki o puttur”
diyen Mevlânâ’yı konser salonlarına mahkum ettiler. Mevlânâ bu beytiyle belli amaçlar doğrultusunda
Mesnevi’ye bir takım ilaveler yapılacağını ima ederek,
Müslümanlara neyin kendisine ait olduğu belirleme
noktasında ölçüler verdi. Tevhide uymayan her ne
varsa puttur ve benimle alakası yoktur, dedi. Ne var
ki Mevlânâ’dan 366 yıl sonra Mesnevi’nin, içinde garip ifadeler yer alan 7.cüzünün olduğu söylendi. Daha
sonra bu cüz İsmail-i Ankaravî (v.1041/1631) başta
olmak üzere bazı şarihler tarafından şerh edilerek
meşrulaştırıldı.
Pek çok ulu hoca gibi Mevlânâ da eserleri üzerinde
40
Kudemâ Meclisi
oynama yapılabileceğini tahmin ettiğinden talebelerine neyin kendine ait olduğunu belirleme noktasında
Kur’an ve Sünnet’i şahit bıraktı.
7. cüz üzerine yapılan münakaşalar Ahmed Cevdet
Paşa gibi Şeriat’tan taviz vermeyenlerle, yanlışta hikmet arayanlar arasında uzun yıllar devam etti. Hadiseyi doğru bir şekilde anlayabilmek için muteber alim
ya da mürşidlere isnat edilen belli eser ya da ifadelerle
nasıl bir oyun oynandığını izah edelim:
Zındıkların Tahrif Hamleleri
İslâm tarihinde meydana gelen fikrî ya da ictimâî
krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan
zındıklar müslüman kimliği altında, özellikle nüfuz
sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonra da onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yazdırmışlardır.
Zındıkların böyle bir usûl benimsemelerinin arka
planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle, sapık akidevi
görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer
icâzetli talebeleri Onun sağlam akidesini bilmiyor olsaydı, yastık altında buldukları metinle pekala yanlış
bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebû Hanife’yi ret
ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebû Bekir el-Hayyâd’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyâd,
41
Kudemâ Meclisi
Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama
kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyâd’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha
sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o, düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebû Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi, O’nu anlatan bir ciltlik bir eser de telif ettim.” Zındıklar İmam
Gazzâlî’nin “İhyâ”sına da bazı meseleler eklemişlerdir.
Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhyâ nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rânî, “el-Bahru’l-Mevrûd” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.11
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla
tahrifat yapılan müelliflerin başında Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî gelir. İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem adlı eserleri başta olmak üzere
pek çok kitabına zındıklar tarafından ilaveler yapılmak istenmiştir. Konu ile alakalı İmam Şa’rânî şöyle bir hadise nakletmektedir: “Yahyâ b. Muhammed
el-Mağribî ile karşılaşınca Ona Fütûhât’taki Ehl-i
Sünnet akidesine uymayan bazı konulardan sordum.
El-Mağribî, İbnü’l-Arabî’nin Konya’da kendi el yazısı
ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı
çıkardı; Fütûhât’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin
hiç birisi el-Mağribî’nin nüshasında yoktu”.12
Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003, s.16.
12
Bk. eş-Şa’rânî, a.g.e., s.16; eş-Şa’rânî Fütûhât’ı, “Levâkıhu’l-En11
42
Kudemâ Meclisi
Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu
Mevlânâ’nın eserlerine de bu noktada ilaveler
yapılmış, müstakil bir eser olarak 7. cild uydurulmuştur. Nitekim Mesnevi’nin altı cildinden icâzet
alan Ahmed Cevdet Paşa, Âbidîn Paşa’ya yazdığı
mektupta, bayağı üslubu ile iştihar eden 7. cildin
Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını, ondan 363 yıl sonra
(1035) kaleme alındığını ifade eder. Bu hususu isbat
noktasında da 6. cildin sonundaki tamamlanamayan
hikayeyi, önceki ciltlerde övülen İbnü’l-Arabî’nin
uydurulan ciltte “Şeyh-i Ekfer” olarak zikredilmesini, Mevlânâ’nın tenkit ettiği Fahruddin-i Râzî’nin
7. ciltte dinin reisi olarak geçmesini nazara verir.
Ahmed Cevdet Paşa devamla şunları söyler: “Daha
önce Dersaâdet’te iki önemli Mesnevîhân vardı ki,
biri Hüsamüddîn Efendi diğeri ise, Mir’ât-ı Molla
dergahı şeyhi idi. Hüsamüddîn Efendi’nin dersini
dinlemiştim ve Şeyh Efendiden hayli tedris eylemiştim. Hatta Şeyh Efendi, Dâru’l-Mesnevî’yi inşa
etmiş ve 1260 senesi Muharremin 9. günü merasim
ile, eski talebelerine Mesnevi’den icâzet verdiğinde
bendeniz dahi icâzet alanlar arasında bulunmuştum. O gün Mesnevîhânların mesut bir günü idi ki,
Cennetmekan Sultan Abdülmecîd Han Hazretleri,
Dâru’l-Mesnevî’ye teşrif ile onları taltif buyurmuştu. İşte o gün bizim aldığımız icâzet, şeş-cihet-i manevî olan altı Mesnevi defterine münhasır idi. Zira
vâri’l-Kudsiyye” ve “el-Kibrîtu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı
kitapta ihtisar etmiştir.
43
Kudemâ Meclisi
Şeyh Efendi, 7. cildi inkâr edenlerdendi. Hüsameddîn Efendi ise, “Mesnevi 7 cilttir” diyenleri “6 cilttir” deyinceye kadar dövmelidir derdi. Hasılı, bu bir
eski mâceradır. Bazıları “7. cilt” isimli manzumenin
Mesnevi’yi tamamlayan cüzlerden biri olduğunu iddia etmişlerdir. Mesnevîhân ve Mevlevî meşâyıhı ise,
onun enfâs-ı mevleviyeden olduğunu katiyen inkar
ederek ondan uzak durmuşlardır. Zira Mevlânâ’nın
çağdaşlarından Sipehsâlâr, telif ettiği “Menâkıb”da Mesnevî-i Şerîf ’in yalnız 6 cilt olduğunu zikretmiştir. Sadreddîn Konevî Hazretlerinin takriz ettiği
Mesnevî-i Şerîf de yalnız 6 ciltten ibarettir.13 Muallim
Naci (v.1310/1890) “Esâmi” adlı eserinde 7. cildin
Mevlânâ’ya ait olmadığından dolayı, Ankaravî’nin 7.
cilde ait şerhinin itibar görmediğini söyler.14
Mehmed Akif de Mesnevi’nin 7. cildinin Mevlânâ’ya aidiyetiyle alakalı bir soruya muhatap olduğunda şunları söyler: “Ben bu konuda salahiyet
sahibi değilim. Fakat lisan itibariyle adı geçen cild
Mevlânâ’dan iki yüz sene sonraki zamanlara aittir.
Sırf lisan bakımından bile Mevlânâ’nın değildir diyebilirim.”15 Devlet-i Aliyye zamanındaki meşâyıh-ı
kirâm da Ahmed Cevdet Paşa’nın farklı vurgularla
Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya
Yazdığı Mektup”, Mekteb, c.III, yıl.4, sy.33, 1311, s.308-313.
14
Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308,
s.58.
15
Mithat Cemal, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmed Akif, Ankara,
1986, s.194.
13
44
Kudemâ Meclisi
naklettiği gibi, “Kim Mesnevi’nin 7. cildi de var diyerek, uydurulan bir eseri Hz. Mevlânâ’ya isnad ederse
müfteri kabul edilip te’dib edilmelidir” derdi. Bütün
bunlara rağmen İsmail Ankaravî gibi bazı Mesnevi
şarihleri yanlışlarda ya da iftiralarda hikmet arayan
bir üslup ve zorlama tevillere yedinci cildi şerhetmiştir.
Mukavvadan Münekkidler
Tasavvufu tenkit etmek için fırsat kollayan mukavvadan münekkidler, tahkik zahmetinde bulunmadan Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî ile alakalandırılan
her konu ve metin üzerinden tekfire varacak derecede ağır eleştiriler yapmaktadırlar. Bir cildi uydurulabilen ve bu uydurmanın da bazı şarihler tarafından
fark edilemeyip şerh edildiği zahirken Mesnevi’deki,
iki ya da üç hikayeyi bahse medar yapıp Hz. Mevlânâ’ya saldırmak insafsızlıktır. Aynı şekilde Mesnevi’deki bir kaç meseleyi Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i
Seniyye’ye arz edip onlara muvafık değilse reddetme
ve bu reddedişle Mevlânâ’yı iftiradan kurtarma cihetine gitmemek de gaflettir.
Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine
İşgal, bazen silah, bazen de sanatla olur. Mevlânâ
üzerinden tasavvufu müzik şölenine çevirenler, evliya yoluna arzularının kirini dökmektedir.
Eline bir defa bile ney almayan Mevlânâ’yı, Mes45
Kudemâ Meclisi
nevi yerine çalgı aletleriyle anmak ve anlatmak bir
sanat darbesidir. İş bu darbenin etkisinden dolayıdır
ki Mevlânâ, neyle arz-ı endâmı Mevlevilik zanneden
semâzen ve neyzenlerin hurafelerine mahkum oldu.
İkinci mahkumiyet ise onun sanatsal tasavvuftan
“bîzâr” olmasını dikkate almadan, uydurulan ve ona
isnad edilen hurafeleri esas kabul edip Mevlânâ’ya
şirk isnadında bulunacak kadar ileri giden “hâricî”
akılla olmuştur. Her iki tarz da doğu ve batıda İslâm’ı
anlatmanın en etkili isimlerinden olan Mevlânâ’yı
gereksiz tartışmalara çekip onun Allah’a davet yolunu kesmeye matuftur.
Hâricî Yaklaşımlar
“Rabb”, “Mevlânâ” gibi kelimeleri insanlar için
kullanmanın şirk olduğunu savunan hâricî anlayış maalesef ki “Kur’an Müslümanlığı” adı altında
Kur’an’a kasdetmektedir. “Rabb” kelimesi “mutlak
olarak kullanıldığında Allah’a mahsus iken, diğer şekillerde ise insanlar için de kullanılmaktadır.”16 Nitekim Hz. Yûsuf “rabb” kelimesini, birinde “mütekellim yâsı”na, diğerinde ise “hitab kâfı”na izafe ederek,
(“‫”ريب‬17 ve ‫”إيل ربك‬18) “efendi” anlamında kullanmıştır.
“Mevla” kelimesi ise Arap dilinde en geniş kullanımı
olan kelimelerdendir. Bir tarafta tahrif eden, Mesnevi’nin mesajını gölgede bırakan “neyzenler”, diğer
Nesefî, Medârik, I, s.30.
Yûsuf: 23.
18
Yûsuf: 50.
16
17
46
Kudemâ Meclisi
tarafta ise “Mevlânâ” kelimesinin pek çok anlamı olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık
için kullanılamayacağını söyleyen ve bu söylem üzerinden şirk ithamında bulunan hâricîler. Mevlânâ
her ikisinden de bîzârdır.
Hülâsa
Mesnevi’de -Osmanlı ulemâsının belirttiği gibisonradan farklı amaçlarla yapılan ilaveler olduğu ve
bunların da Mevlânâ’ya ait olmadığı zahir olduğuna
göre, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’i hakem kabul edip,
muhalif olanları atmak Mevlânâ’ya sadakatin bir gereğidir. Mektuplarının üçte birini tasavvuf çevrelerine
yazan İmam-ı Rabbânî de aynı yöntemi uygulayarak,
tekkelerde içerden bir tasfiye, umumi anlamda da bir
tecdit yapmıştır.
Bütün meşâyıh gibi Mevlânâ da mutlak doğru olarak Kur’an ve Sünnet’i kabul etmiş, buna şahid olarak
da “Men bende i Kur’anem eğer candârem” demiştir.
O, bu haliyle sanki şunu demiştir : “Senin kitabına
uymayan, daha sonradan eserlerime ilave edilen neler varsa, kimler onları bana aitmiş gibi isnad ederse, elindeki ‘ney’le kadın-erkek bir arada Mevlevilik
zarfı içinde eğlenirse, hakikatimi konser salonlarına
kurban ederse, şahid ol ki, ben bunlardan uzağım Allah’ım.”
Muhaddisler hurafeyi reddederken müsamaha
göstermediler; her ne kadar bir hadis halk arasın47
Kudemâ Meclisi
da muteber olsa da ona, “zayıf ”sa zayıf, “mevzu” ise
mevzu demekten imtina etmediler. Rivayet senediyle
gelen hadisler dışındaki bütün eserleri de Kur’an ve
Sünnet mizanında değerlendirdiler. Tecdid yolunu
açık saklayarak eserleri öz-posa ayrımına tabi tuttular.
Mesnevi yazılış gayesi doğrultusunda okunduğunda görülecektir ki, derin uykulara çekilen insanlığa;
“Sabah oldu uyan” diyen Müezzin-i Ekber Hz. Muhammed’in müezzinlerinden Celaleddin’i Rûmî’ye
ait bir ezandır. İnsanlığın en büyük müezzini Hz. Muhammed’in buyruklarına tercüman olan bir ezan…
Doğunun, batının kentlerinde on binlerin hidayetine
vesile olan bir ezan…
***
48
Kudemâ Meclisi
DİNLE EY ANADOLU! ŞEYHÜ’L-İSLÂM
MUSTAFA SABRİ KONUŞUYOR
M
ustafa Sabri Efendi zaman olarak âhire, tefekkür ve ilim olarak ise kadîm
zamanlara mensuptu. Zalimlere meydan okuyan yönüyle asrının İz b. Abdisselâm’ıydı.
Hayatın her şubesinde mücadele etti, hakikat namına beyanda bulundu. Yirmi iki yaşında Fatih Medresesi dersiâmları arasına katıldı. Mehmed Zihni Efendi gibi allâmelerin takdirine muhatap oldu. İslâm’a
kayıtsız şartsız bağlılığı, önce ittihatçıların sonra da
Kemalistlerin gazabını üzerine çekti. İstanbul’da ittihatçılara, Mısır’da Abduh başta olmak üzere Meraği,
Ferid Vecdi gibi yenilikçilere karşı aşılmaz bir dağ
gibi durdu, reddiyeler kaleme aldı. Fikrinin takipçisi
oldu.
49
Kudemâ Meclisi
Zindanda Yazılan Reddiye
Sahte kahramanlar bir gölge gibi peşinden gitti.
Çarşamba’da Molla Murat Kütüphanesi yanındaki
evine İttihatçılar bir gece baskın yapınca yandaki eve
geçerek kurtulabildi (1913). Gemiyle Mısır’a intikal
etti. Orada bir müddet kaldıktan sonra sırasıyla Bosna’ya ardından Paris’e gitti. Bir müddet Romanya’da
kaldı.19 Romanya’da sahipsiz kalan Müslümanları imkân nisbetinde bir araya getirdi. İlme meraklı evlatlarına usûl ve belağat okuttu. Tutuklandı, Tatar asıllı baş
müftü Salih Efendi’nin ricası üzerine hapiste Musa
Carullah’a reddiye yazdı. İnce kağıtlar üzerine telif ettiği eserini ibrik içerisinde sakladı, zayi olmaması için
ibriği sürekli yanında taşıdı. Daha sonra İstanbul’a
götürüldü. İdamla yargılandı. Bilecik’e sürgün edildi.
Vahdeddin’e Rica
İstiklal mücadelesinin bidayetinde, mücadelenin
lider kadrosunu tayin noktasında Sultan Vahdettin’e
saatlerce ricada bulundu. Tembihatı dikkate alınmadı.
Maalesef ki herşey yazdığı gibi oldu. “Saltanat giderse
yerine yenisi ikame edilir fakat İslâm sarsılırsa yerine
yenisi gelemez” dedi, fakat kimselere anlatamadı.
Açlık ve Satılan Kitaplar
Oğlu İbrahim’le birlikte 150’likler listesine alındı,
1922’de tutuklanacağı sırada Sultan Vahdeddin’le İs19
Müferrih b. Süleyman el-Kavsî, Mustafa Sabrî, 2006, s.136.
50
Kudemâ Meclisi
tanbul’dan ikinci defa ayrılmak zorunda kaldı. Bir gemiyle İskenderiye’ye gitti. Ankara’nın emriyle hareket
eden konsolosun maharetiyle rıhtımda toplanan ayak
takımı tarafından çürük yumurta ve domates yağmuruna tutuldu. Kahire sokaklarında sözlü sataşmalara
muhatab oldu, müstağrib gazeteciler tarafından alaya
alındı. Önce dersiâmlık maaşı kesildi (1924), ardından da vatandaşlıktan çıkarıldı20 Bu süre zarfında açlık çekti. Kitaplarını satmak zorunda kaldı. Fakat hakikati beyan vazifesinden hiç ödün vermedi.
Yarın Gazetesi
Mısır’dan sınırdışı edileceği sırada Mekke’ye gitti. Şerif Hüseyin’in, kendisi üzerinden ümmeti vesayet altına alma planını fark edince her nevi yardım
teklifini reddederek Mekke’den ayrıldı. Tekrar Romanya’ya döndü. Oradan beş yıl kalacağı Gümülcine’ye geçti. Yarın gazetesini çıkardı. Türkiye’deki
hadiseleri tahlil ve tenkit ettiği gazeteden Kemalistler rahatsız oldu. Yunan Hükümet başkanı Venizelos Türkiye’ye davet edildi. İstiklal mücadelesinin
üzerinden henüz birkaç yıl geçmişti ki, Sabri Efendi
korkusu, ilgilileri eski düşmanla dost olmaya mecbur etti. Merkezinde Sabri Efendi’nin olduğu bir
anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre gazetenin yayını
durdurulacak, Mustafa Sabri de Yunanistan’dan çı-
20
el-Kavsî, a.g.e., s.135.
51
Kudemâ Meclisi
karılacaktı.21 Anlaşma maddeleri vakit geçirilmeden
yürürlüğe kondu. Gazetenin yayını durduruldu. Gümülcine valisi, şehri terk etmesi için Mustafa Sabri
Efendi’ye tebligatta bulundu. Patras’a gönderildi.
Geldiğini öğrenen Hristiyan din adamları yollara
dökülüp onu istikbal etti.22
Hristiyan Mezarlığına Defnedilme Endişesi
Aylarca Patras’ta kaldı. Elem duydu, acı çekti.
Orada vefat edip Hristiyan makberine defnedilmekten endişelendi. Bunun için Osmanlı Parlamentosundan tanıdığı Müslüman dostlarına, hatta İslâm
coğrafyasındaki devletlerin başkanlarına kendisine
vize vermeleri için defalarca mektup yazdı, ricada
bulundu. Ne var ki Ankara’nın baskısıyla bütün kapılar yüzüne kapatıldı. 1932’de Mısır Konsolosundan
vize aldı ve bir daha dönmemek üzere bu ülkeye gitti.23
Hasan el-Bennâ
Mustafa Sabri Efendi küfrün İslâm’a karşı yürüttüğü çok cepheli, ilim, fikir ve siyaset muharebesinin
en ön safında yer aldı. Kalemi Allah yolunda çekilmiş bir kılıç gibiydi. “Mevkif ’ul Akl” adlı muhalled
eseri, küfür selleri önünde bina edilen muazzam bir
bentti. Hem müdâfaa etti, hem beyanda bulundu.
el-Kavsî, a.g.e., s.118.
el-Kavsî, a.g.e., s.146.
23
el-Kavsî, a.g.e., s.147-8.
21
22
52
Kudemâ Meclisi
Mustağrib ve mustamir bloğa ağır darbeler indirdi.
Muhammed Heykel, “Hayat-u Muhammed”i yazıp mucizeleri inkâr edince, Mısır ulemâsı kendisine
gelip, “Eserde felsefi bahisler var, biz reddiye yazarsak tam çürütemeyebiliriz, bunu sizden bekliyoruz”
deyince, “el-Kavlu’l-Fasl”ı kaleme aldı. Fakat eseri
basmaya parası yoktu. Hadiseden haberdar olan Şehidu’l-İslâm Hasan el-Bennâ ziyaretine gidip kitabı
basmasını, iki yüz adedi de kendisinin alacağını söyledi.
Muhammed Abduh
Sahte kahramanlara ve onlara aldananlara içerlendi. Muhammed Abduh’un kıymet ölçüsünü tayin
ederken şöyle dedi: “Şurada gözünün önünde duran
Mekke’ye ömründe bir defa gidemedi fakat yılda iki
defa Paris’e gitti.”
Gandi ve Şeyhü’l-İslâm
Suffe Ashâbı gibi izzetli yaşadı. Yoksulluğunu izmar, izzetini izhâr etti. Dünya basınının Gandi’nin
İngilizlerin Hindistan politikasını protesto için başlattığı açlık grevine odaklandığı günlerde kendi haliyle Gandi’yi kıyas etti; O varlıkta, kendisi ise yoklukta oruç tutuyordu. Ayrıca Gandi’nin orucu bütün
insanların dilindeydi fakat onun Allah yolunda tuttuğu orucu ise sadece kendisi biliyordu.24 Gandi için
Ebû Ğudde Abdulfettah, Safahât min Sabri’l-’Ulemâ, Beyrût,
1997, s.228-9.
24
53
Kudemâ Meclisi
ağlayan, fakat evinde ekmek bulamayan Şeyhü’l-İslâm’dan habersiz yaşayan ümmet adına hüzünlendi.
Sözsüz ve sessiz bir muzdarib olarak ruhunu gurbette Rabbine teslim etti (1954).
“Yüksek Dünyanıza Lanet Ederim”
Modernistlerin ümmeti içinden çıkılmaz bir anafora sürüklediğini yüksek sesle duyurdu: “...Ben Müslümanların maddeten ve ahlâken inhitatını ve belki
kısmen iflasını inkâr edenlerden ve buna çare olacak uyanış ve teceddüt yollarının önüne set çekmek
isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye
açıktan veya gizliden İslâm dininin tahrip veya tahrif edilmesine lüzum görülürse o zaman ben, Müslümanların bu sefalette kalmalarını haklarında daha
hayırlı görürüm.”
“Müslümanların mes’ûd bir dünya yüzüne çıkmasını vicdanî samimiyetimle arzu ettiğim hâlde
dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek
dünyanıza lanet ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman İslâmîyet de ona sımsıkı sarılan elimizle
başımızın üstünde hürmetle bulunmalıdır. Hem bu
şekilde hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken
bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımızdan muvaffakiyet daha ziyade kesindir. Aksini yaparsak daha
yükselme hareketinde melezleşmiş olan bizler, çıkacağımız noktaya ulaşmadan kuvvetimizi kaybetmiş olacağımız gibi, olmaz ya, arzumuzun en üst mertebesine
54
Kudemâ Meclisi
yükselmek mümkün olsa bile, o yükselenler artık biz
değil, bizden tenasüh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı
olan o insanların dünyalık saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretteki mesuliyetlerine iştirak
etmek de hiç işimize gelmez”.
Habertürk
Geçen yıllarda Habertürk adındaki bir gazete Mustafa Sabri Efendi hakkında ısmarlama olduğu her yönüyle zahir olan bir haber yaptı. “Habertürk 87 yıllık gizli belgeye ulaştı!” başlığıyla duyurulan yalanın
hulasası, “Şeyhü’l-İslâm, Papa’dan hilafetin kurulması
için yardım istedi” şeklindeydi. Habertürk’ün uydurma haberini ciddiye alanlar ya da almak isteyenler,
“Milli mücadele düşmanı olan Şeyhü’l-İslâm, Papa’ya
yaslandı” diye müzahrafat kustu. Bu hususta gizli bir
belgeye ulaştığını iddia eden yönetmen ya da ilgili o
derece hadiseye yabancıydı ki, Şeyhü’l-İslâm’ın adının
olduğu yere Muhammed Zahid Kevserî’nin resmini
koydu.
Şerif Hüseyin’in aşırı ilgisinin, İngilizler adına
kendisi üzerinden ümmeti vesayet altına alma hamlesi olduğunu fark edince, Hicaz’dan ayrılan, bu süreçte açlık çeken, kitaplarını satmak zorunda kalan,
Patras’taki zorunlu ikametinde Hristiyan mezarlığına gömülme endişesiyle ağlayıp Cenab-ı Hakk’a
“Beni burdan çıkar Ya Rabbi” diye niyazda bulunan,
yoksulluğunu izmar, izzetini izhar eden Şeyhü’l-İs55
Kudemâ Meclisi
lâm’a atılan bu son iftira, umud ederiz ki bazı Müslümanların diyalog gibi fasid ameliyelerine mesnet
teşkil etsin diye yapılmamıştır.
İade-i İtibar
İhanetin her nevisine misal olabilecek insanlara iade-i itibar yapıldı. Mustafa Sabri Efendi ise hâlâ maznunlar ve mahkumlar listesinde.
Herşeye rağmen biz onu İFAM’da “muteber kullar,
muzdarib alimler” listesinin üst tarafına yazdık. Hani
eğer “Serahsî’nin yanında bana âlim denmesinden
hayâ ediyorum” demeseydi, adını müctehit ve müceddit âlimler kadrosundan hemen sonra gelen “mütefekkir âlimler cemaati”nin en başına da yazardık .
Sahte Kahramanlar
Artık sahte kahramanlar çağının sonuna doğru
geldik. Yakında yeniden İslâm çağı başlayacak. O zaman Şeyhü’l-İslâm’ın Allah Teâlâ’ya gönderdiği fakat
tersi dönmüş ahmakların “papa’ya gönderilen mektup” diye haber yaptığı niyaz cümleleri karşılık bulacak. Kemalistlere mi yoksa milli mücadeleye mi karşı
olduğu ortaya çıkacak.25 İşte o zaman, Onu süflî bir
nazarla değerlendirip Milli mücadele muarızı olarak
gösteren DİA da kendini tashihe mecbur kalacak.26
Müslüman Gençler yakın bir zamanda Şeyhü’l-İs25
26
el-Kavsî, a.g.e., s.117.
DİA, Mustafa Sabri, XXXI.
56
Kudemâ Meclisi
lâm adına muhteşem bir iade-i itibar merasimi yapacak. En önemli eseri “Mevkiful-Akl” başta olmak
üzere bütün kitapları millet evlatlarının irfan dünyasına kazandırılacak. İzzetin ne olduğu, mütefekkirin
fikrine nasıl sahip çıkacağı, açlığın âlimi niçin dilenci yapamayacağı onun şahsında yeniden anlatılacak.
Ey Koca Şeyhü’l-İslâm! Hani, “Dinle Ey Mısır!”
demiştin ya. Şimdi de, “Dinle Ey Anadolu, dinle Ey
Âlem-i İslâm” de. Zira Anadolu seni dinlemeye hazırlanıyor. Söz de sizde, ilim de. Buyurunuz Efendim.
***
57
Kudemâ Meclisi
REİSÜ’L-KURRA MEHMET
RÜŞTÜ AŞIKKUTLU
A
llah Teâlâ “seçilmiş kulları”27 vasıtasıyla
insanları İslâm’a davet etti, Cenneti gösterip müjdeledi, azabı hatırlatıp uyardı.
Bu “seçilmiş kullar” silsilesinin son halkası olan Hz.
Muhammed de , peygamber selefleri gibi insanların önüne geçip onlara Cennetin ufuklarını gösterdi. Yaşayan ve yaşayacak insanların gözlerine ve
gönüllerine hitap eden bir “üsve-i hasene/en güzel
örnek” olarak vazifesini kâmil manada îfâ etti.
Allah Rasûlü’nün aydınlattığı ufku zaman zaman
kara bulutlar kapladı. Fakat en “seçkin kul”un ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren “Kitab’ın vârisi bazı seçilmiş kullar”28, bu kara bulutlar arasından
27
28
Mukayeseli olarak bk. Sa’d: 47, Neml: 59.
Fâtır: 32.
58
Kudemâ Meclisi
Cennete uzanan yolda gerektiğinde canları ve malları
pahasına birer kandil oldular. Ebû Hanife, Malik, Şafî
ve Ahmed b. Hanbel (rahimehumullah) gibi ilmiyle
âmil imamlar, ilimleri yanında diğergam duruşlarıyla Hz. Peygamber’e vâris, bu ümmete selef olmanın
gereğini yerine getirdiler; saf ve berrak haliyle İslâmî
düşüncenin tabii mecrasında akıp gitmesine öncü oldular. Meşşâî ve Batınî hareketlerin zihinleri bulandırdığı bir zamanda mevcut ilmî ve fikrî problemleri
çözerek İslâmî düşünceyi tasalluttan kurtaran İmam
Gazzâlî de bu “seçilmiş kullar” kervanına katıldı. Bu
durum, kendisine verilen “Huccetü’l-İslâm” payesiyle
de tevsik edildi.
Dinî değerlerin hayattan tecrit edilmeye çalışıldığı,
bu çerçevede İslâmî ilimlerle meşgul olanların aşağılandığı bir devirde ise İmam-ı Rabbânî hazretleri
zuhûr etti. O, “ortada sahipsiz kalan şu şer’î ilimlere
sahip çıkın” çağrısı ile müslümanlar üzerinde o derece etkili oldu ki, İslâmî ilimleri tahsil etmeye yönelen
nesiller, kısa zamanda ilimde yükselmekle kalmayıp
kurulu düzenleri İslâm’a göre yeniden şekillendirmede de rehberlik görevi yaptılar.
Kısaca, İslâm’a yönelen tehditler hangi noktalarda
yoğunlaşmışsa Allah Teâlâ kendi izniyle hayırda yarışan “seçilmiş kullarını” bu tehditleri etkisiz hale getirip ortadan kaldıracak vasıflarla donattı, her birine
farklı bir hizmet alanı nasip etti.
Bilindiği gibi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden iti59
Kudemâ Meclisi
baren İslâmî ilimlerin öğrenimi ve öğretimine karşı takınılan olumsuz tavır, zaman içinde Kur’an’ı
öğrenme ve öğretme faaliyetlerine getirilen ciddî
kısıtlamalarla o derece dayanılmaz bir hal aldı ki,
baskıcı ve dayatmacı icraatlar, milleti çocuklarına Kur’an öğretebilmek için ahırları medrese olarak kullanmaya mecbur etti. “Allah” demenin neredeyse suç sayıldığı, Kur’an-ı Kerîm okutanların
takiplerle, baskılarla hatta hapislerle yıldırılmak
istendiği o zor zamanlarda, millet dinî eğitimden
o derece yoksun kaldı ki, insanlar ölen bir yakınını
defnedebilmek için “Subhaneke’yi” doğru-dürüst
okuyabilecek imam bulamaz hale geldi. İşte böyle
bir ortamda Allah Teâlâ, Of ’un Uğurlu (eski ismiyle Çıfaruksa) beldesinde Kur’an-ı Kerîm’i bütün
kıraat vecihleriyle bilen, okuyan ve bu milletin nasibli çocuklarına da öğretip okutan bir âlim kulunu
“Kur’an ve ilim hâdimi” seçti, yeniden umutların
yeşermesine vesile kıldı.
Kur’an hizmeti için seçilen bu ”nasipli” beldenin
bir dağ köyü olması, Allah Rasûlü’ne
ilk vahyin
Hira dağında gelip İslâm nurunun bu dağdan dünyayı
aydınlatmaya başlaması ile kıyas edildiğinde, yapılan
hizmete farklı bir anlam kazandırmaktadır. İslâmî
ilimlerde adeta bir fetretin yaşandığı bu dönemde
Uğurlu, bir Kur’an-ı Kerîm eğitim-öğretim üssü oldu.
Civar bölge ve beldelerden Mekke’ye/Medine’ye gelip
İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrenenler gibi Anadolu’nun muh60
Kudemâ Meclisi
telif yerlerinden yola çıkan Kur’an ve ilim aşığı talebeler de Of ’un yollarını tuttular, Uğurlu’ya koştular ve
merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun rahle-i
tedrisinde halka halka oldular, Kur’anî ilimleri tahsil
ettiler.
İlmî Nesebi
Eğitimde asıl olan ilmin müşâfehe yoluyla yani
alimlerden bizzat işitilerek alınmasıdır. Aksi takdirde ilim -belki bazı konularda bilgi sahibi olmalarına rağmen- “zarûriyyât-ı dîniyye”den habersiz, ilmî
emanet ve ehliyetten yoksun insanların elinde oyuncak olur. Böylece yarım hoca diye tabir edilebilecek
kimseler, insanların dimağlarına ilim diye cehaleti
zerk ederler. Bu nedenle, tıpkı insanların nesepleriyle bilindiği ve neseplerin meşruiyeti nikâhla korunduğu gibi, ilimde de nesep sistemi vardır ve meşruiyeti “icâzet” ile kayıt altına alınır. Bir hocanın muciz
(icâzet veren) olabilmesi için mücâz (icâzet almış)
olması gerekir. Hele bu ilmin konusu Kur’an-ı Kerîm
olursa icâzetin önemi daha da artar. Çünkü Kur’an,
tilâvetiyle ibadet olunan “vahy-i metlüv” bir kitaptır
ve anlamı bozulacak şekilde okunması ibadeti ifsat
eder. Bu ise insanı, yaratılışının gereğini hakkıyla îfâ
etmekten alıkoyar. Bu nedenle eski âlimlerimiz, “ َ‫ل‬
‫ ”تَأْ ُخ ْذ ال ُق ْرأ َن ِم َن امل ُْص َح ِفيِّ َني‬/ “Kur’an’ı kendiliğinden öğrenenlerden almayınız” buyurmuşlardır.
61
Kudemâ Meclisi
Hâl tercemesi
Üstad, 1901 yılında Of ’un Uğurlu Beldesinde
dünyaya geldi. İlk tahsilini, 40 yıl dönemin Maarif
Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bünyesinde öğretmen olarak hizmet veren babası Ahmet Cemaleddin
Efendi’den yaptı. Hafızlığını köyünde yaptıktan sonra,
Arapça ve İslâmî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü yine köyünde, yörenin meşhur âlimlerinden
Çalık zâde Tahir Efendi (v.1924), Kâsımzâde Hasan
Efendi ve İstanbul Dârulfünûn dersiâmlarından “Çalekli Hacı Dursun Efendi” diye bilinen Dursun Feyzi
Güven’den (v.1977) yaptı. Vârisler arasında mal taksimini ve verâset intikalini konu edinen Ferâiz İlmi’ni
Uğurlu’da otuz yıl müderrislik yapan Paçanlı Bakkal
zâde İsmail Efendi’den öğrenip icâzet aldı. İmtihanla
köyündeki Dâru’l-Hilâfe medresesinin dördüncü sınıfına kaydoldu. Altıncı sınıftayken Tevhid-i Tedrisat
kanunuyla birlikte medreseler lağvedilince, yarıda kalan tahsilini yukarıda mezkûr Dursun Efendi’den özel
olarak Tefsîr, Hadis, Fıkıh, Akâid, Kelâm ve Meânî
gibi dersleri okuyarak ikmal etti.
Merhum Üstad 1930 yılında İstanbul’a giderek Sirozlu Hacı Hafız Ahmed Şükrü (v.1932) ve bu zatın
“kesik bacaklı” lakabıyla tanınan yeğeni Hafız İsmail
Hakkı Bayri (v.1972) ile Varnalı Hocazâde Hafız Ahmed Hamdi Hoca Efendilerden Aşere-Takrib ve Tayyibe ilimlerini okuyup icâzet aldı. 1932 yılında Of ’a,
köyüne döndü ve Of müftülüğünün şifahi izni ile
62
Kudemâ Meclisi
Kur’an tedrisatına başladı. Bu izin, 1936 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi imzasını
taşıyan bir belgeyle resmiyet kazandı. Bu belgeye dayanılarak açılan Kur’an kursunda talim, tashîh-i hurûf
ve mehâric dersleri verdi, çok sayıda hâfız yetiştirdi.
Bunlar arasında durumu müsait, istekli ve kabiliyetli
olanlara Aşere-Takrib ve Tayyibe dersleri okuttu. Bununla da yetinmeyip Tefsîr, Hadis, Fıkıh, Akâid gibi
“âlî” ilimler ile Sarf-Nahiv gibi âlet ilimlerine dair ders
halkaları oluşturdu. Ayrıca, Ferâiz İlmi’ne derin vukufiyetinden dolayı bu alanda haklı bir şöhret kazandı.
Bu durum, özellikle 1950’li yıllarda yapılan müftülük
ve vâizlik sınavlarında Ferâiz konusunda çokça soru
sorulması sebebiyle bu alanda vazife yapmak isteyen
birçok adayın yine onun rahle-i tedrisinden geçmesine vesile oldu.
Diğer taraftan merhum Üstad Aşıkkutlu on yıllarca Of ’ta vaaz ve irşad hizmetinde bulundu. 1941
yılında Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir
yazıyla atandığı Of vâizliği görevine 1976 yılında bu
görevden emekliye ayrılmasına kadar devam etti.
Merhum Aşıkkutlu, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1968 yılında Türkiye’de ilk defa açılan Aşere-Takrib ve Tayyibe İhtisas Kursu’nu kendi gayretleri
ve köylüsünün katkılarıyla Uğurlu’da başarıyla gerçekleştirdi. 1974-1975 yıllarında Ankara’da, 1976-1979
yılları arasında İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde
açılan benzer ihtisas kurslarında Aşere-Takrîb ve Tay63
Kudemâ Meclisi
yibe dersleri okuttu. Ömrünün sonuna kadar İslâm ve
Kur’an hizmetine devam etmeye azmeden Üstadımız,
İstanbul-Haseki’deki Kırâat ihtisas kursunda yeni bir
dönemin hazırlıkları ile meşgul iken 28 Ağustos 1980
Perşembe günü tedavi maksadıyla Trabzon’dan İstanbul’a götürülürken uçakta rahmet-i rahmana kavuştu.
Allah rahmet eylesin.
Merhum Aşıkkutlu, başta Kırâat ilmi olmak üzere
okuttuğu gerek âlet ilimlerin gerekse âli ilimlerin icâzetini zamanının ehil hocalarından almış “mücâz” bir
Üstad idi. Bu icâzet yetkisine dayanarak sayısı binlerle
ifade edilen talebelerinden hak edenlere derecelerine
göre kurs diploması veya icâzetnâme vermiştir. Özellikle Kur’an kırâatinde mahir olan bu diplomalı veya
icâzetli talebeler, Kur’an okuma ve okutmada ciddî sıkıntı yaşandığı dönemde ve sonrasında tilâvetin hakkını vererek güzel Kur’an okuyan birer “fem-i muhsin” hocalar olarak ülkenin dört bir tarafında sessiz
sedasız büyük hizmetler îfâ ettiler; Allah Rasûlün’den
asrımıza kadar devam eden Kur’an kırâatini doğru
bir şekilde hafızalara nakşederek günümüze taşıdılar.
Cenab-ı Hakk “seçtiği kullarını Kitab’a (Kur’an’a)
vâris kıldı.”29 Hayırda yarışan bu kullar, ömür boyu
Kur’an’a nasıl daha iyi hizmet edebiliriz, mücadelesi
içinde oldular. Bunu yaparken de bütün bir insanlığa
Kur’an’ı öğretmekle memur kılınan Allah Rasûlü’nü
kılavuz edindiler, O’nun talim ve terbiye usûlü neyi,
29
Fâtır: 32.
64
Kudemâ Meclisi
nasıl gerektiriyorsa, onu benimseyip tatbik ettiler.
Hz. Aişe’ye Efendimiz’in ahlâkı sorulduğunda,
“Onun ahlâkı Kur’an’dı” buyurmuştu. Allah Teâlâ’nın
Kur’an’a dolayısıyla da Sünnet’e vâris kıldığı o ulu hocaların ahlâkının da Kur’an’a uygun olması gerekirdi.
Çünkü onlardan, Efendimiz’in siretinde “fenâ” olup
ondaki güzel vasıflarda “bekâ” bulmaları beklenirdi.
Merhum Aşıkkutlu hocamızın hayatına bakıldığında da, gerçekten onun Kur’an’la bütünleştiği ve Allah
Teâlâ’nın Kur’an’a vâris kıldığı kullar arasında olmayı
hakettiği görülmektedir. Burada merhum Aşıkkutlu’nun Allah Rasûlü’nün eğitici ve öğretici vasıflarıyla nasıl bütünleştiğini, bu bütünleşmenin neticesinde
ne derece Hz. Peygamber’e vâris olmayı hakettiğini
1952 yılından 1960’a kadar yanında kalmış bir talebesi olan Kamil Şenocak Hoca Efendi ile ilgili bazı hatıralardan hareketle tespit etmeye çalışacağız.
Talebeleriyle Münasebeti
ve Onlar Üzerindeki Etkisi
Malumdur ki, Efendimiz Suffe’deki ilim aşıklarını yakından takip eder, bazen akşam yemeklerinde
onları Ashâb arasında dağıtır, geriye kalanları ise bizzat kendisi alıp evine götürürdü.
Benzer bir durum Uğurlu’da da vardı. Çünkü Merhum Üstad’ın talebeyle münasebeti bu sünnete muvafıktı. Köyde yatakhanesi, yemekhanesi olan düzenli
bir medrese yoktu. Zaten o yıllarda böyle bir medrese
65
Kudemâ Meclisi
tesis etmeye ne şartlar ne de imkanlar müsaitti. Fakat
bu durum öğrenciler için çok da önemli değildi. Çünkü Üstad’ın onlara karşı yakın alâkası, sıkıntılarıyla
bizzat ilgilenmesi, uzaktan gelenlerin memleket hasretini onlarla şakalaşarak gidermesi öğrencilerin zor
şartlarda rahat etmelerini temin ederdi.
Üstad, okumaya gelen talebelere, barınmaları için
öncelikle kendi evini açardı. Öğrenci sayısı fazla olduğundan ev yeterli olmaz, gelenlerin önemli bir kısmı
köydeki boş ev ve odalarda veya durumu müsait olan
ailelerin yanlarında kalırdı. Üstad imkanı nisbetinde
buralardaki talebelerin iaşe ve ibatesine bizzat yardımcı olurdu. Evinde ekmek ve yemek pişirir, talebeye
meccanen ikram ederdi.
1940’lı yıllarda yaşanan kıtlık döneminde, ekmek
yapmak için un bulmak güç hale gelince millet, mısırı
koçanı ile birlikte öğütür öyle ekmek yapardı. Üstad
bu zor şartlar altında bile ekmeğini talebeleriyle paylaşmaktan kaçınmazdı.
Kıtlık zamanında bir gün bir talebe medreseye bir
kilometre kadar uzaklıkta bulunan Hoca Efendi’nin
evine ekmek almak için gider. Ekmeği alıp evden
çıkarken mahalle sakinlerinden birisi kapıdan içeri
girer ve Hoca Efendi’ye, “Hoca Efendi! Kendi köyünün çocukları aç dururken bu ekmeği öğrencilere
nasıl verirsin” der. Bunun üzerine Hoca Efendi, hanımı Ayşe Anne’ye çuvalda kalan unu gelen kişiye
vermesini söyler. Fakat hanımı, kıtlık sebebiyle bu
66
Kudemâ Meclisi
emri yerine getirmede isteksiz davranır. Hoca Efendi ikinci defa çuvaldaki unu vermesini söyler. Bunun
üzerine Ayşe Anne Hoca Efendi’nin talebini yerine
getirir. Köylü aldığı unla evden ayrılmamıştı ki, kapıdan içeriye elinde zarf olan birisi girer. Hoca Efendi zarfı açar bakar ki, köye bir saat kadar mesafedeki
Taşhanpazarı nahiyesinden bir esnaf, şu notu göndermiştir: “Hoca Efendi, Bafra’dan zat-ı âlînize bir
çuval un geldi. Yed-i emin birisini gönderin de çuvalı gelsin alsın.” Hoca Efendi bu kez hanımına döner
ve “Eğer o unu verirken zorlanmasaydın, belki de iki
çuval un gelecekti” der.
Allah Teâlâ, merhum hocamızın Kur’an’a hizmetteki ihlâs ve samimiyeti sebebiyle Of ’un dağında ilim
tahsil eden talebeleri yemeksiz, ekmeksiz bırakmadı.
Zor şartlarda Kur’an okuyanları koruyup, muhtaç oldukları aşı-ekmeği çeşitli vesilelerle onlara ihsan etti.
Üstad’ın öğrencileri, ondan gördükleri bu sıcak ilgi
ve alakadan dolayı, olumsuz bir durum sebebiyle huzuruna çıkmaktan büyük hicap duyar ve şiddetle kaçınırdı. Öyle ki, oyun oynarken bile onunla karşı karşıya gelmeyi mahcubiyet sebebi sayar, bu nedenle oyun
mahalline onun gelişini haber vermek üzere nöbetçi
dikerlerdi. O ise, öğrencilerin yaşları veya öğrencilik
gereği yaptıkları hata ve yaramazlıkları anlayışla karşılardı. Bununla birlikte talebeler içinde zaman zaman
çok tembellik yapıp dersini ihmal eden veya ciddî yaramazlıklar yapanları ikaz ederdi. Uyarılan öğrenciler
67
Kudemâ Meclisi
aynı şeyleri tekrar yapınca yine ikazda bulunur, bütün
bunlara rağmen talebe tembellik ve yaramazlıkta ısrar
ederse, asla onu dövmez, fakat ona, “Sen memleketine
dön; sana bu kadar okumak yeter. Ailenin işlerine yardım edersin veya baban seni başka bir mesleğe versin.
Senin yerine de başka bir öğrenci alalım” derdi. Mecbur edildiğinde ise sözlü hafif azarlamalarla yetinirdi.
Bu tür ikazlar öğrenci için dayaktan çok daha tesirli
olurdu. Öğrenciyi geri gönderirken dahi ona lütufkâr
davranır; böylece onun içinde, hocasının şahsında
bütün hocalara, dolayısıyla da dine karşı oluşabilecek
muhtemel kin ve nefretin önüne geçerdi.
Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve Anlaşılmasına
Verdiği Önem
Üstad dersle ilgilenirken adeta dünyadan kopar,
bütün dikkatini ilme verirdi. Gün boyu okutmakla
meşgul olduğu Kur’an, gece rüyalarına da girerdi. Bazen onunla aynı odayı paylaşan Kamil Hoca Efendi,
Üstad’ın Kur’an’la olan münasebetine dair şu hatırasını anlatır: “Hocamız gündüz talim üzere okuttuğu
ayetleri bazen rüyasında derste olduğu gibi okurdu.
Mesela bir gece rüyasında ‘Hicr Sûresi’nden on beş
ayet tilâvet etmişti. Sabah olunca kendisine ‘Hocam!
Gece falanca sûreyi okuyordunuz’ dediğimde, mütevazi bir şekilde ‘İnsan gündüz ne ile meşgul olursa,
gece rüyasında da onunla uğraşır’ demişti.”
İlginçtir ki, merhum Aşıkkutlu’nun bu rüyada oku68
Kudemâ Meclisi
duğu sahifedeki bir ayette, Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz!
Onun koruyucusu da elbette biziz.”30
Kur’an’ın 114 sûresi içinden Hicr sûresinin 9. ayetinin okunmasının herhalde bir anlamı vardı. Adeta
Üstad rüyadaki bu tilavetiyle, “acaba bu sıkıntılı günler aşılır mı?” diyen talebelerine, Kur’an’ın Allah’ın
koruması altında olduğunu ve ezelden ebede kadar
korunaklı muhkem bir kale gibi ayakta kalacağını ve
sığınanları dalâletten koruyacağını haykırıyordu.
Üstad, Kur’an-ı Kerîm’in doğru okunmasına olduğu gibi, anlaşılmasına da ziyadesiyle önem verirdi.
Aşere-Takrib ve Tayyibe tedrisinin yanı sıra, diğer
İslâmî dersleri de okuturdu. Kur’an’ı okuyup anlama
konusunda derin bir vukûfiyete sahipti. İmam-Hatiplik görevini yürüttüğü Uğurlu Merkez Camii’nde,
adeti olduğu üzere Cuma günleri Cuma namazından
önce hafızlara aşr-ı şerîfler okutur, en son okuyan talebenin tilavet ettiği ayetleri hiçbir esere bakmadan
tefsîr eder, onlardan hareketle cemaate va’z-u nasihatte bulunurdu.
Bir hac yolculuğunda Mekke’de şöyle bir hadise
vuku bulur: Hoca Efendi, talebeleri Kamil Şenocak
ve Mustafa Kılıç Hocalarla birlikte, “İthâf ” adlı Kıraât kitabı’nı almak için bir kitapçıya girer. Kitapçıya
hangi amaçla geldiklerini söylediklerinde adam şöyle
der: “Aradığınız kitap bizde mevcuttur; fiyatı ise 50
30
Hicr: 9.
69
Kudemâ Meclisi
riyaldir. Yalnız siz Türkler’e hayret ettiğimi bildirmek
isterim. Gelen-giden kırâat kitabı soruyor. Kur’an’ın
tilâvetiyle uğraştığınız kadar niçin tefsîriyle meşgul
olmuyorsunuz?”
Hoca Efendi gayet vakur bir şekilde:
- Efendim! Biz tefsîr de okuruz.
- O halde açacağım bir sahifeyi tefsîr edin de göreyim. Hem tefsîr etmede muvaffak olursanız kitapları
size 30 riyalden vereceğim.
- Peki, aç bakalım.
Dükkan sahibinin açtığı yer Âl-i İmrân Sûresi’nin
ikinci sahifesidir. Muhterem Üstad “İnnellezîne keferû len tuğniye anhum…”31 diye başlayan sahifeyi
okuyup ortasına kadar tefsîr eder. Hem öyle ki, tefsîr
ettiği her kelimede birkaç mesele izah eder. Şaşkınlığını gizleyemeyen kitapçı: “Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Üçünüzün kitaplarını da otuzar riyale indirdim.
Fakat yanınızdaki talebeleriniz de tefsîr edebilirlerse
fiyatı daha da indireceğim” der. Bunun üzerine Kamil
Efendi, “zuyyine linnâsi…” diye başlayan ayeti tefsîr
eder. Kitapçı, fiyatı 20 riyale indirir. Mustafa Efendi de
son ayeti izah edince adam kitapları 10 riyale düşürür.
Böylece Hoca Efendi ve talebeleri kitapları onar riyal
ödeyerek satın alırlar.
Sabır ve Tahammülü
Merhum Üstad, sakin ve sabırlı bir mizaca sahip31
Âl-i İmrân: 10-15.
70
Kudemâ Meclisi
ti. Öğrencilere karşı gösterdiği sabır ve tahammülü
başkalarından da esirgemezdi. Ders esnasında yanına
gelip oturan, hatta bazen yatan köylülere hoşgörü ile
muamele eder, onların olur olmaz, yerli yersiz itirazlarına kızmadan, sabırla karşılık verirdi.
Üstad, kitap bitirme esasına dayalı olan medrese
usûlüne göre ders verir, malum kitapları sırasına göre
okuturdu. Bir gün, bu eserler arasında önemli bir yere
sahip olan Birgivî’nin İzhar isimli nahiv kitabından
“Zeydun kâimun/Zeyd ayaktadır” örnek cümlesi çerçevesinde mübteda ve haber bahsini anlatırken, zaman zaman yanında oturan ve bu örneği ezberleyen
bir köylü, “Yahu hocam, bu Zeyd hep ayakta mı durur,
hiç oturmaz mı?” deyince, merhum Üstad, “Evet efendi; bizim Zeyd bu meselede hep ayakta durarak vazife
görür” der.32
Yine merhum Hoca Efendi, Haseki’de Kırâat dersi
okuttuğu yıllarda bir gün İsmailağa Camii’ne, talebesi
Muhterem Mahmud Efendi’yi ziyarete gider. Şadırvanda rastladığı bir derviş, Hoca Efendi’ye, sakalın
fazileti ve nasıl olması gerektiğinden bahseder, sakalının kısa olması hasebiyle de onu azarlar. Hoca Efendi
bu cahil dervişe kızmak şöyle dursun onu tasdik eder
mahiyette, “Efendi doğru söylüyorsun, sakal dediğin
gibi olmalıdır” der. Sonra bu derviş camiye girer ve
Muhterem Mahmud Efendi’nin ders halkasına oturur.
Erbabına malumdur ki, bir mesele anlatılırken verilen örnekler
genelde aynı ya da birbirine yakın olur ki, bu örnekler kolay ezberlensin, böylece anlatılan mesele rahat anlaşılsın.
32
71
Kudemâ Meclisi
Bir müddet sonra merhum Üstadın geldiği Mahmud
Efendi’ye haber verilir, hemen ayağa kalkar, büyük
bir hürmetle hocasını karşılar, elini öper ve oturduğu
yeri ona takdim eder. Bu duruma hayretle şahit olan
derviş, Mahmud Efendi’nin karşıladığı, elini öpüp yer
verdiği kişinin şadırvanda azarladığı şahıs olduğunu
anlayınca utancından ne yapacağını bilemez. Namazdan sonra Hoca Efendi’nin yanına yaklaşır, elini öper
ve kendisini affetmesini istirham eder. Merhum Üstad
bir baba şefkatiyle, “Efendi, söyledikleriniz doğru idi;
sakalım uzun olsa daha iyi olurdu” diye mukabelede
bulur.
Hakkında Talebelerinin Şehadeti
Merhum Üstad, Peygamber ahlâkını hayatına hakim kılan bir ilim adamıydı. Ömrü boyunca, zor şartlar altında yılmadan, yıkılmadan Kur’an-ı Kerîm hizmetine devam etti; Allah Teâlâ’nın kitabına vâris oldu
ve vâris olacak binlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerin her biri, onun nasıl bir alim olduğunun şahididir.
Onların hizmet ve himmeti Üstadın kadr-ü kıymetine
ve manevi makamına işaret etmektedir.
Onun İslâm ve Kur’an uğruna yaptığı hizmetlerin
önemine dikkat çeken muhterem Mahmud Efendi,
hakkında şunları söylemektedir: “Biz ona öğrenci olmakla şereflendiğimizde hafızdık, ama Kur’an-ı Kerîm
nasıl okunur, doğru dürüst bilmiyorduk. O yetişinceye kadar birçok hafız, “ve in yesteğîsû yuğâsû”yü “ve
72
Kudemâ Meclisi
in yesteğîşû yuğâşû” diye, yani “peltek se” harfini “şin”
olarak okurdu. Hafızlar, Kur’an-ı Kerîm’i bihakkın
doğru okumayı ondan öğrendi. Onun üzerimizde büyük emeği vardır.”
Muhterem Mahmud Efendi devamla şöyle demektedir: “Vefatından sonra bir gece onu rüyamda
gördüm, başında büyük bir sarık, üzerinde Osmanlı
cübbesi vardı. Bu durum beni ziyadesiyle memnun
etmişti. Merhum Hocam, bu kıyafetiyle alakalı olarak,
“Kur’an-ı Kerîm’e yaptığımız hizmetten dolayı Allah
Teâlâ Ahirette de bize bu sarığı hediye etti. ‘Burada sarıkla dolaşacaksın, kimse karışamaz’ buyurdu” dedi.
Bir Müşâhade
Üstad’la altı defa hacca giden Kamil Efendi, hacıların hizmeti dışında kalan zamanlarda Üstad’la birlikte
olmaya gayret ederdi. Böyle bir esnada Üstad, Kamil
Efendi’ye beraber tavaf etmek istediğini söyler. Tavaf
mahalline inerler ve birlikte tavaf ederler. Üstad’ın
bir kolunda rahatsızlık olduğundan dolayı tek başına
Haceru’l-Esved’e gitmekte güçlük çeker, bir talebesi
ile birlikte orayı ziyaret ederdi. Kamil Efendi Haceru’l-Esved’e doğru Üstad’a yol açmak isterken bir de
ne görsün, Haceru’l-Esved’e üç-dört metre kala önleri
açılmış, diğer taraflarda ise izdiham devam etmektedir. Üstad yaklaşıp Haceru’l-Esved’i öper, ardından
tekrar bölge eski kalabalık haline döner.33
Benzer durum, başka talebeleri tarafından da müşahede edilmiştir.
33
73
Kudemâ Meclisi
Vefatı
Üstad, 1980 yılının 28 Ağustos Perşembe günü
Hakk’a yürüdüğünde, geride Ehl-i Kur’an ve ilim sahibi binlerce talebe bırakmıştı. 31 Ağustos Pazar günü
Of/Uğurlu’daki cenaze merasimine eski başbakanlardan muhterem Necmeddin Erbakan gibi dönemin
önemli bazı siyasetçileri de dahil olmak üzere, Türkiye’nin her yanından akın eden on binlerce kişi iştirak
etti. Cenaze namazını talebesi muhterem Mahmud
Efendi kıldırdı. Cenazesi yarım asır civarında görev
yaptığı Uğurlu Merkez/Büyük Camii avlusuna defnedildi. Allah Teâlâ kabrini Kur’an’ın nuruyla pürnûr,
mekânını Cennet, makamını âlî eylesin. Âmin.34
***
Yazıya katkıda bulunan Merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun yeğeni Emin Aşıkkutlu Bey’e teşekkür ederiz.
34
74
Kudemâ Meclisi
OSMANLI OLMAKLA İFTİHAR EDEN ŞAMLI
ALLÂME: MUHAMMED SAİD TANTÂVÎ35
İ
lim, insanı dünyadan tecrit eder. Bu yüzden
ulemânın hayatında yemek ve uyumak gibi
fıtrî ihtiyâçlar dahi asgari düzeydedir. “Geldim, geliyorum” derken bazen bir iki öğün geçer,
sofralar kurulur, kaldırılır; fakat onların mütalaaları
bitmez.
Ulemânın kitaplarla olan münasebetine tanık
olanlar, Ebû Yûsuf ’un ölen çocuğunun tekfin ve tecDers aralarında zaman zaman Tantâvî ile alakalı hatıra ve gözlemlerini öğrencilerine aktaran, özel olarak müracaat ettiğimde
ise Hoca ile alakalı mesmuatımı tevsik eden muhterem hocam
35
Mehmet Savaş’a ve uzun bir zaman Tantâvî ile aynı odada birlikte çalışan, bu süre zarfında Hoca’ya dair çok sayıda hatıraya
muttali olan, bunları bizimle paylaşırken de son derece cömert
davranan, yeni dökümanlara ve ilim adamlarına ulaşmamıza
yardımcı olan muhterem Dr. Necati Öztürk Bey’e teşekkürü, ifası
gerekli bir vazife addederim.
75
Kudemâ Meclisi
hiz işlerini komşu ve akrabaya havale edip derse gitmesini36 yadırgamadıkları gibi anlamsız da bulmazlar.
Az yemek, az konuşmak, az uyumak sûfinin olduğu
gibi alimin de şiarıdır. Az yemekle iktifa etmek kolaydır, çünkü sofradan kalkınca yemekle irtibat kesilir.
Fakat uyku öyle değildir. Siz ayrılsanız da, o sizi bırakmaz. Bazen dakikada bir gözlerinizi yoklar. Bu yüzden âdâb kitaplarında talebelere uykunun giderilmesi
ile alakalı bir dizi tavsiyelerde bulunulur.37
Yemeği ve uykuyu azaltarak kazandıkları zamanı
ilmin hanesine ekleyen alimler, insanlarla konuşma
noktasında da titiz davranmış, saniyelerin dahi hesabını yapmışlardır. Amir b. Abdi Kays, kendisi ile sohbet etmek isteyen kişiye “Seninle ancak güneşi dönmekten alıkor, zamanı da durdurursan konuşurum”
demiştir.
Yitirdiği yavrusundan başka çocuğu olmayan annenin evladını araması gibi ilmi arzulayan, bulduğunda da bütün uzuvları ile ona kulak kesilen ulemâ,
en sadık dost olarak kitapları görmüştür. Ahmed b.
Yahyâ eş-Şeybânî (v.291) misafirlikte dahi yanından
ayırmadığı kitaplarını sokakta mutalaa ederken bir
atla çarpışmış, yaralı halde kaldırıldığı evinde bir gün
Abdulfettah Ebû Ğudde, Kıymetu’z-Zamân, Beyrût, 2002, s.31.
Bunların en etkilileri şunlardır: Kapalı mekandan açık alana
çıkmak, bir odadan diğerine geçmek, soğuk su ile duş almak, bir
şeyler içmek ya da yemek, arkadaşlarla sohbet etmek, yüksek
sesle Kur’an-ı Kerîm tilavet etmek, oturuş şeklini değiştirmek,
şiir okumak, okunan kitabı ya da mevzuyu değiştirmek.
36
37
76
Kudemâ Meclisi
sonra vefat etmiştir.
Ölüm döşeğinde dahi öğrencileri ile ilgilenen, gündüzlerini ilme, gecelerini ise ibadete ayıran ulemâ, az
zamanda uzun mesafeler kat etmiştir. 39 yaşında vefat
eden Leknevî geride 110’dan fazla eser bırakmıştır.38
Zamanını, tüccarın veresiye sattığı malın ücretini
kıymetlendirmesinden daha titiz kullanan ve bu yüzden kısa zamanda çok sayıda eser telif eden ulemânın
başarısı zaman mefhumuna yüklediği anlamda mündemiçtir. Onların gündüzünde ders ve mütalaa, gecelerinde ise telif ve ibadet vardır.
“Lisân-ı hâlin lisân-ı kâlden entak” olduğuna inanan, bu yüzden sözleri yerine yaşantılarıyla fakih ya
da müfessir olan ulemâ, İslâm toplumu için ciddi bir
kazanım olmuştur. Halen Mekke’de ikamet eden Said
Tantâvî bu nevi kazanımların en önemlilerindendir.
Hayatı
Eskiler “ilmin başı zor, sonu tatlıdır” derler. Fakat kimi alimler için bu istisnadır. Hicri 1347 yılında Şam’da dünyaya gelen Said Tantâvî hayatın her iki
ucunda da zoru yaşayan istisna şahsiyetlerdendir. 80
yıllık yaşamının başlangıcı ile sonu arasında gözle görülür bir fark yoktur.
Üç yaşında annesini kaybeden Tantâvî, çocukluk
ve yetişkinlik devresini zor şartlar altında ağabeyi Ali
Ebû Ğudde, Kıymetu’z-Zamân, Beyrût, s.82. Daha sonra basılan eserleriyle bu sayı 120 olmuştur.
38
77
Kudemâ Meclisi
Tantâvî’nin yanında geçirir.39 Hayatını okumaya adayan Tantâvî gündüzün olduğu gibi gecenin de önemli
bir bölümünü mütalaa ve ibadete hasreder.40 Bir çok
şehirde öğrenci, araştırmacı ve hoca olarak bulunan
Tantâvî ahir ömründe Mekke’ye yerleşir.
Zekası
Zeka ve hafızasının gücü ile dikkat çeken Tantâvî
okuduğu hemen her kitabı ezberler. Henüz 16 yaşında iken hafızasında 20 binin üzerinde beyit vardır.41
Tantâvî ailesi biri kız olmak üzere beş kardeştir. Erkek kardeşlerin isimleri şu şekildedir: Ali, Naci, Muhammed, Abdulgani ve
Said Tantâvî’dir.
40
Mütalaa esnasında kendisini yoklayan uykuya direnebilmek
için kısa aralıklarla ağabeyinin evinin bahçesindeki havuzda duş
alır.
41
Tanışınca adınızı söylüyorsunuz, yıllar sonra karşılaştığınızda
hiçbir şey söylemeden adınızı ve nereli olduğunuzu hatırlıyor.
Misafirlerinin adlarını oturdukları yerle birlikte ezberliyor. Meclis süresi içerisinde konuklarından birisi yer değiştirirse isimleri
tadat ederken “Yahya nerede, Yahya! Senin yerin şurası değil
mi?” diye ikaz ediyor
Bir ikindi sonrası Fakih Mescidi’nde karşılaştığımızda aslen
Of’lu, ikameten de Samsun’lu olduğumu söylediğimde Samsun
ve Trabzon’da yetişen ürünleri tek tek saydı İki ay sonra Fakih
Mescidi’nde tekrar karşılaştığımızda Hocaya hayatı ile alakalı bir
yazı kaleme almayı düşündüğümü söyleyince “benim değil alimlerin hayatını yaz” dedi. Siz de alimsiniz dediğimde O yine “alimlerin hayatını yaz” diyerek önceki cevabını tekrar etti. “Peki ya
siz alim değilseniz alim kimdir?” dediğimde, “iyiler gitti, en hayırlılar toprağın altında” manasına gelen bir şiir okudu. Bir hafta
kadar sonra Hoca’yı tekrar ziyaret ettim. Uzun uzun Osman’lı
Devleti’nden bahsetti. Nureddin Mahmud Zengi zamanında iki
Hrısitiyan’ın Efendimiz’e karşı yürüttükleri komployu anlattı. Ko39
78
Kudemâ Meclisi
Tantâvî’nin zekası ve hadiseler karşısındaki sürat-i intikali kısa zamanda keşfedilir ve lise yıllarında hocalarının fevkalade alakasına mazhar olur. Okuduğu ve
duyduğu bir metni bir daha unutmamak üzere hafızasına kaydetmesi bu alakanın artmasında etkili olur.
Şu hadise onun bir lise talebesi iken sahip olduğu
tahlil ve terkip cehdini gözler önüne sermektedir:
Şam Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenleri öğrencilere
‘yaptığı işin sonunu düşünmeyen bir gün pişman
olur’ cümlesi etrafında bir deneme yazmalarını söylerler. Kağıtlar dağıtılır, denemeler telif edilir, daha
sonra değerlendirilmek üzere geri toplanır. Kağıtlar
arasında bir tane vardır ki hocalar onun hakkında
ihtilâf ederler. -Öğrencinin isminin yazılı olduğu
bölüm kapalı olduğundan tartışılan yazının kime
ait olduğu tartışma esnasında bilinmemektedir-.
Tantâvî tartışmaya sebep olan yazısında Taberî Tarihi’nde geçen Haccâc ile ilgili bir hikayeyi konu edinir. Taberî’nin rivayetine göre Haccâc düşünmeden
atadığı bir yetkiliden dolayı daha sonra pişmanlık
duymuştur.
Denemeye müsbet ve menfi not verme noktasında
öğretmenler ikiye ayrılır. Bir grup, öğrencinin son derece donanımlı olduğunu mevzuyu yerinde bir örnekle detaylandırdığını savunurken diğer grup, bu tarz
bir cevabın edebe aykırı olduğunu iddia eder.
Lisede edebiyat öğretmenliği yapan ve aynı zanuşma arasında kendisi ile alakalı yazıyı kaleme aldığımı söyledim; tebessüm etti.
79
Kudemâ Meclisi
manda da Tantâvî’nin dayısı olan Sa’dul Afgânî
akşam eve döner ve övgü ile söz konusu kağıttan
bahseder. Afgânî bunları söylerken diğer kağıtlara
göre sıradışı olan bu eserin yeğeni Tantâvî’ye ait olduğundan henüz habersizdir. Tantâvî lise yıllarında “Kudema” kitaplarını okuyan, yaşıyla olmasa
da müktesebatıyla “şeyh” olmaya namzet bir talib-i
ilimdi. Hayatının erken yıllarında zekasının parlaklığı ile temayüz eden Tantâvî, yakın dönem ilim ve
fikir adamları tarafından da dikkatle izlenmiştir.
Nitekim ağabeyi Ali Tantâvî ölümünden kısa bir
süre önce Mekke’deki evinde ağırladığı Mahmud
Mîra, Hatîb el-Accâc, Ebû Ğudde ve Edip Salih gibi
ilim heyetinin huzurunda kardeşinin kendisinden
daha alim olduğunu itiraf etmiştir. Davette ağabey
bir beyit okumuş, kardeş Tantâvî ise o beytin öncesini sonrasını ve benzerlerini söyleyerek haziruna
bir edebiyat ziyafeti sunmuştur. Onun bu haline tanıklık eden Ali Tantâvî “annem vefat ettiğinde Said
küçüktü, ‘anne, anne’ diye ağlar, yüreğimi yakardı.
Sonra yetişti, ilim adamı oldu, şimdi ise bizi geride
bıraktı” demiştir.
Tantâvî ile yapılan sohbetlerde O’nun edebî derinliğini görmek hiç de zor değildir. Konuştuğu bir konu
ya da cevapladığı bir soru ile alakalı onlarca beyit
okuyabilen Tantâvî, muhataplarına “sonu ‘h’ ya da ‘b’
harfi ile biten bir şiir oku” diyerek onları da edebiyat
meclisine dahil eder.
80
Kudemâ Meclisi
İlmî Yönü
Tantâvî lisans eğitimini kimya alanında yaptı fakat
Suriye’de çok sayıda alimden İslâmî İlimler alanında
özel dersler aldı. Sabah ve yatsı namazları sonrasında meşhur alimler etrafında kurulan halkalara devam
etti. Gençlik yıllarında “Kudurî” ve “Vikâye” gibi metin kitaplarını ezberledi.
Hoca’nın kimyacı olması fakih ya da müverrih olmasına engel olmadı. Öğrencileriyle ders arkadaşlığı
yaptı. Lise yıllarında öğrencisi olan Üstad Mehmed
Savaş’la birlikte, Abdulvahhab el-Hafız’ın derslerine
katıldı, birlikte Nûru’l-İzâh’ın şerhi Merâki’l-Felâh’ı
okudu.
İslâmî ilimlerin hemen tamamında behresi olan
Tantâvî, matbu eserlere olduğu gibi mahtûtâta da vakıf bir alımdır. Yakın dostu Necati Öztürk Hoca’nın
tesbitine göre kendisine bir mesele sorulduğunda cild
ve sayfa numarasına varıncaya kadar onun kitaplardaki yerini söyleyebilmektedir.
Şu anekdot Hoca’nın birikimini müşahhas bir
mikyasta ortaya koymaktadır. Bediuzzaman Said
Nursi’nin (rahimehullah) eserleri Arapça’ya tercüme edilirken mütercim, risalelerde şairi tasrih edilmeyen beyitlerin bir kısmının kime ait olduklarını
tesbit edemez. Konu ile alakalı uzman bir isim araştırılırken Tantâvî’ye ulaşılır. Şeyh, hiçbir esere bakmadan söz konusu beyitlerin kimlere ait olduklarını
söyler.
81
Kudemâ Meclisi
Tantâvî, misafirlerine Said Nursi’nin kim olduğunu
sorduğunda “Fîruzâbâdi’nin Kâmûsu’l-Muhît’ini ‘sin’
maddesine kadar ezberleyen bir ilim adamı” cevabını alır. Bediuzzaman’ın üstünlüğünü Kamus örneği
ile anlatan muhataplarına Tantâvî şöyle der: “Ben de
ez-Zebîdî’nin Tâcu’l-’Arûs’unu ezberlemiştim.”42
Hoca, teracim alanında da eşine az rastlanır bir derinliğe sahiptir. Nitekim sohbet esnasında adı geçen
her ilim adamının yaşadığı şehri, hocalarını, eserlerini, ne zaman doğup, ne zaman vefat ettiğini, zamanındaki olayları ayrıntısına kadar anlatabilmektedir.
Fakih, muhaddis, müfessir ya da mütekellim vasfıyla onu dinleyen herkes söylediklerinden müstağni
olmadıklarını yakinen idrak ederler.
Eğitimciliği
Tantâvî müktesebatını öğrencileri ile paylaşma
noktasında da fevkalade başarılıdır. Üstad Mehmet
Savaş’ın anlattığına göre, Şam’da ki İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciler tarafından en fazla takdir edilen
Hoca, Tantâvî idi. Hoca’ya öğrencilerin ayrı bir ilgisi vardı. Okulun en başarılı öğretmeni O kabul edilir, her ders ile alakalı müşkil sorular O’na sorulurdu.
Masasına oturmadan ders anlatır, talebelerin seviyeleSöz konusu lügatın farklı baskıları vardır. Dâru’l-Fikr’den çıkan
nüshası 20 cilttir. Bk. ez-Zebîdî, Tâcu’l-’Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs,
Dâru’l-Fikr, Beyrût, 2005, I, XX. Bu ifade, Bediuzzaman Hazretleri
42
için bir noksanlık vesilesi olamayacağı gibi, Tantâvî adına da kesinlikle bir üstünlük göstergesi kabul edilemez.
82
Kudemâ Meclisi
rini dikkate alarak konuşurdu.
Hoca geliştirdiği eğitim nazariyeleri ile bir çok
İslâm ülkesindeki okulların kurulması ve müfredatlarının hazırlanmasında aktif olarak görev almıştır.
Özellikle Rus işgalinden sonra mücahitler tarafından
kurulan Afgan Devleti’nin açtığı okullara fikirleriyle
ciddi anlamda katkıda bulunmuştur.
Kıyafe İlminin Son Temsilcisi
Tantâvî İslâm toplumunda önemli bir yere sahip
olan Kıyafe ilminin son temsilcilerindendir. Şeyh, insanların vücut yapılarından hareketle karakterlerinin
okunmasına ve neseplerinin tesbit edilmesine yardımcı olan bu ilim dalında oldukça mahirdir.
O bunun da ötesinde karşılaştığı bazı kişilerin yüzlerinden nereli olduklarını tespit edebilmektedir. Necati Hoca’nın naklettiğine göre ilk defa karşılaştığı bir
Konyalı’ya “yüzün Mevlânâ Celaleddin’in diyarından
geldiğini söylüyor” demiştir.
Özel Hayatı
Tantâvî, ilmi evliliğe tercih eden “‫اَلْ ُعل ََم ُء ال ُع َّزاب‬/bekar
alimler” zümresindendir. İmam-ı âzam Ebû Hanife,
Ebû Yûsuf ’a yaptığı vasiyyetinde, önce ilim talep etmesini, sonra helal yoldan mal kazanmasını, bunlar
gerçekleştikten sonra evlenmesini telkin etmiştir.43
Zira aksi bir sıralama kişinin ilim öğrenmesine en43
İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Beyrût, 1999, s.380.
83
Kudemâ Meclisi
gel olur. Nitekim Bişr el-Hafî “‫ضاَ َع ال ِعلْ ُم بَ ْ َي أَفْخَا ِذ ال ِّن َسا ِء‬/ilim
kadınların baldırları arasında yok oldu” demektedir.44
Üstad Mehmet Savaş, Tantâvî’nin bekarlığı ile alakalı şöyle demektedir: “Mizacı, mizacına uygun bir
eş bulamadığından evlenip kimseye eza vermek istememiştir.”
Hoca’nın yakın çevresi onu evlendirebilmek için
zaman zaman teşebbüslerde bulunmuş; fakat hepsi
neticesiz kalmıştır. Necati Hoca konu ile alakalı şunları söylemektedir: “Hoca’nın eş seçimi ile alakalı özel
şartları vardı; yerde yatacak, yerde yemek yiyecek, dışarda çalışmayacak gibi. Bir defasında O’nun bütün
şartlarını kabul eden bir hanım bulundu. Fakat üniversite mezunu olduğu öğrenilince Hoca vazgeçti.”45
Müstakim Duruşu
Tantâvî, Mekke’de mütevazi bir evde gösterişten
uzak bir hayat yaşamaktadır. Mutfak dahil üç odası olan evinde buz dolabı, masa, klima, pervane, yer
minderleri, kitaplar ve boş şişelerden başka kayda değer bir şey gördüğümü hatırlamıyorum.
Yaşlılık ve hastalıktan dolayı oturup kalkması hayli
güç olmasına rağmen evinde ağırladığı misafirlerine
bizzat kendisi hizmet etmektedir. İlk ziyaretimizde 9
Abdülfettah Ebû Ğudde, el-Ulemâu’l-‘Uzzâb, Beyrût, 1999,
s.26.
45 Esas olan Müslüman bir erkeğin saliha bir kadınla evlenmesidir. Elbette üniversite mezunu bir kadın da saliha olabilir.
Fakat bu Hoca’ya ait bir tercihtir.
44
84
Kudemâ Meclisi
kişiden oluşan grubumuza ayrı ayrı dondurma kaseleri ikram etmesi, kalabalık misafirler için önceden
hazırlıklı olduğunu göstermektedir.
Hoca, modern zamanda Hacc’a yürüyerek giden
eşine az rastlanır Müslümanlardandır. Taif ’ten Arafat’a defalarca yaya olarak gitmiştir. Necati Hoca’nın
naklettiğine göre 1985 yılının Ağustos ayına tekabül
eden hacc mevsiminde güneş çarpmasından dolayı
ağır bir şekilde rahatsızlanmış, hastaneye kaldırılarak
buz tedavisine tabi tutulmuştur. Bu durum Tantâvî’yi
azimet telakkisinden vazgeçirememiştir.
Zor yürümesine, oturunca kalkmakta güçlük
çekmesine rağmen, cemaatle namaz devam etmekte, günde beş defa eviyle “Fakih Mescidi” arasındaki
500 metrelik mesafeyi kat etmekte ve nafile namazları
dahi ayakta kılmaktadır.
Tantâvî yaklaşık 60 yıldır tuttuğu “Sıyam-ı Davûd”
orucuna hala devam etmektedir.
Tantâvî, imam olmaktan ziyade cemaat olmayı tercih etmektedir. Hindistan ziyaretinde garda tren beklerken yöre halkı vakit namazını kıldırması için ona
ısrar eder, ısrarları kıramayan Tantâvî, imameti kabul
eder, namazın ilk rekatında Bakara Sûresi’ni okur.
Selam verdiğinde trenin hayli zaman önce gara girip
çıktığı öğrenilir.
Tantâvî, Hanefi imamın arkasında namaz kılmaya
özen gösterir, bunun için bazen yarım saatlik bir mesafeyi kat etmeyi göze alır.
85
Kudemâ Meclisi
Tantâvî’nin evinde televizyon olmadığı gibi, konuk olduğu yerlerde de televizyona mesafeli durur.
Gözlerinden ameliyat olmak için gittiği hastanedeki
odasından televizyon kaldırıldıktan sonra orada yatmayı kabul etmiştir. Merhum Ağabeyi Ali Tantâvî
televizyonlarda program yapınca 27 yıl ona mesafeli
durmuştur.
Medresetü’l-Felâh’ta hocalık yaptığı yıllarda okulun bahçesinde öğrencileri dizden yukardaki şortlarla top oynarken görünce okul müdürü İshak Azuz’a;
“okulda kaç Hristiyan var?” diye sorar; müdürden
“okulda Hristiyan öğrenci yok, hepsi Müslüman” cevabını alınca okuldaki görevinden ayrılır.
Üstad hayvanların sûreti noktasında da hassastır.
Üzerinde hayvan resmi olan süt paketlerini kesinlikle
almaz. Yemeğini kendisi yapar. Et yemez. Fakat karnıyarık gibi et kullanılarak yapılan yemekleri iyi bilir.
Onunla birlikte çalışanlar da güzel yemek yaptığını
söylemektedirler.
Tantâvî inandığı gibi yaşayan, hakikati söylemekten çekinmeyen bir ilim adamıdır. Makam-ı İbrahim’in bugünkü yerinden daha gerilere nakledilmesi
ya da üstü camla örtülü olduğu halde metaf alanının
altına gömülmesi tartışıldığında ilgili heyetin başkanı -yanında danışman olarak çalıştığı- Ummül’-Kura
Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Raşid’e, “Makam-ı İbrahim babanızdan size kalan bir miras olsa idi bunu
tartışabilirdiniz. Siz de biliyorsunuz ki ayet Makam-ı
86
Kudemâ Meclisi
İbrahim’in bulunduğu yer ile alakalıdır. Bugünkü yeri
hakkında da Hz. Ömer’in iradesi ve Sahâbenin icmaı
vardır. Böyle bir tartışma abestir” der. Tantâvî’nin bu
çıkışı söz konusu tartışmayı bitirir.
Tantâvî, kul hakkı ve devlet malı noktasında da
çok hassastır. Çalışma saatinde şahsi işleriyle ilgilenmediği gibi çay, kahve gibi içecekler almayı da uygun
görmez. Ayrıca çalışma saatlerinde çay içerken, gazete
okurken gördüğü dostlarına da sitem ederdi.
Tantâvî bir gün mesai arkadaşı olan Necati Hoca’dan hususi notlarını yazmak için bir kağıt ister.
O da enstitüde kullandıkları fişlere benzer bir kağıt
uzatır. Tantâvî, “bu devletin malı, ona özel notlar yazılmaz” diyerek kağıdı iade eder. Necati Hoca, fişleri
parayla satın aldığını söyleyince kabul eder.
Ehl-i Sünnet Hassasiyeti
Ehl-i Sünnet Akidesi’ne bağlılığı ile dikkat çeken
Tantâvî, selefe karşı fart-ı muhabbet beslemektedir.
Evindeki sohbet esnasında İslâm’ın ameli boyutunun anlaşılabilmesi için mezhepleri taklit etmenin
gerekli olduğuna vurgu yapan Tantâvî, İmam Kevserî’nin “el-Lâmezhebiyye Kantaratun Lâdîniyye” başlıklı makalesi ile Said Ramazan el-Buti’nin “el-Lâmezhebiyye” adlı kitabının önemine dikkat çekti.
Tantâvî’ye, “Bazıları Ebû Hanife hakkında bir takım ithamlarda bulunuyor. Bu konuda ne buyurursunuz?” diye sorulduğunda sert bir ses tonuyla İmam
87
Kudemâ Meclisi
Şâfii’ye ait olan şu şiiri okudu:
Seninle tartışıldığında sustun dediler,
Onlara, cevabın kötülük kapısının anahtarı olduğunu söyledim.
Cahile ya da ahmağa karşılık vermemek şereftir.
Böyle davranmada itibarı korumak ve hali ıslah
vardır.
Arslanları görmüyor musun, sustuklarında onlardan korkulur.
Yemin olsun ki köpek de havladığında taşlanır.46
Eserleri
Hocanın en büyük iki eseri destanlaşan hayatı ve
yetiştirdiği öğrencileridir. Müslüman gençlik için “üsve-i hasene” olan hayatının önemli bir bölümünde
öğrencileri vardır. Üstad Mehmet Savaş, öğrencileriyle olan münasebetini anlatırken şöyle demektedir:
“Maaşını alır birkaç parçaya böler, durumlarına göre
talebelerine dağıtırdı.”
Necati Hoca’nın tesbitine göre Tantâvî’nin telif ve
tahkik kabilinden 150’nin üzerinde basılmamış eseri vardır. Bunlar içerisinde Benu Şeybe Kabilesi’nin
nesebini anlatan ve 15 defterden oluşan orijinal çalışmalar da mevcuttur. Ne var ki Tantâvî şöhret olmak
endişesiyle eserlerinin hiçbirisinin vefatına kadar basılmalarına müsaade etmemektedir.
46
Bedi’ Yakub, Dîvânu’l-İmâmi’ş-Şâfii, Beyrût, 2004, s.63.
88
Kudemâ Meclisi
Osmanlı Muhabbeti
Suriye ulemâsının Osmanlı muhabbeti herkesçe
zahirdir. Şam’da hazırlanan bir televizyon programına konuk olan ak sakallı bir imama “Osmanlı nasıldı?” diye sorulduğunda yaşlı gözleriyle çevresindeki
Osmanlı eserlerini göstererek “İşte Osmanlı! Eserleri
kim olduklarını anlatıyor” demişti.
Onlar, Osmanlı olmakla gurur duyuyorlar. Aslen
Suriyeli olan Tantâvî’de de Osmanlı’ya aidiyetin izzeti var. Şu hatıra, bu duygunun onda ne kadar yoğun
olduğunu resmetmektedir: “Geceleri uykumu giderip
daha fazla çalışmak için ağabeyimin evinin bahçesinde ki havuzda duş alırdım. Şiddetli fırtınanın olduğu
bir kış gecesinde duş almak için bahçedeki havuza
doğru ilerlerken soğuktan titremeye başladım. Sıtmanın etkisiyle bir adım atamaz hale geldim. Tam bu esnada Osmanlı tebası olduğum aklıma geldi, kendimi
toparlayıp yüksek sesle “‫أَنَا ُعث َْمنِيُّون‬/ Ben Osmanlı’yım”
diye haykırdım. Vücuduma derman geldi, yürüdüm,
duş aldım ve sapasağlam eve döndüm.”
Tantâvî’nin Osmanlı muhabbeti duygusal değil,
ilmi bir zemine oturmaktadır. Zira Hoca bizdeki tarih
profesörlerine taş çıkartacak derecede Osmanlı Tarihi
uzmanıdır. Kılcal damarlarına varıncaya kadar tarihe
vakufiyeti vardır. Osmanlı Hanedanının bütün fertlerini; sultanları, eşlerini, evlatlarını isim ve künyeleri
ile bilir.
Onu defaatle evinde ziyaret etme şerefine nâil ol89
Kudemâ Meclisi
duk. Birkaç defa da evle mescid arasında yürüyüşte Ona refakat ettik. Tantâvî ile Fakih Mescidi’nden
evine doğru yürürken bir defa Osmalı Devleti’nden
bahsetmişti. Abdulhamid’in yaptığı hizmetleri ve hasımlarının desiselerini anlattı. Bir ara Enver Paşa’dan,
eşinden, Çandarlı Halil’den, Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin ifta yönteminden söz etti. Kızılbaş kelimesini
tahlil etti. Kızıl kelimesinin sonundaki “ıl” eki atıldığında Arapça “bint” kelimesinin karşılığı “kız” olduğunu, fakat kelimenin “ıl” ile “kızıl” şeklinde telaffuz
edilmesi gerektiğini bu durumda anlamın Arapça “ahmer” yani kırmızı anlamına geldiğini söyledi. Benzer
şekilde daha başka kelimelerin de tahlillerini yaparak
ihtiyâcı kadar Türkce bildiğini gösterdi.
Tantâvî bir hakikat müdafiidir. Arap milliyetçisi
olması ile dikkat çeken Satı el-Huserî’nin kaleme aldığı “el-Arab ve’d-Devletu’l-’Usmâniyye” adlı esere karşı
yazdığı reddiye, kitabın tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını ispat etmiş ve reddiyenin etkisiyle eserin Suudi
Arabistan okullarında ders kitabı olarak okutulması
kararından vazgeçilmiştir.
Hülâsa
Onu tanıyanlara “Said Tantâvî kimdir ve nasıl yaşar?” diye sorulsa zannediyorum şu hususlarda herkes
ittifak eder: Okumak, yaşamak ve yazmak temelleri
üzerine ibtina eden müstakim bir duruş… Üç yaşında
kaybedilen anne ile başlayan ve hala devam eden ıztı90
Kudemâ Meclisi
rablar… Bir kilim, birkaç minder ve yataktan oluşan
ev gereçleri arasındaki mütevazi bir hayat…
O, bütün bunlarla dünya sevgisi ile ilim bir arada
yaşamaz diyen ve bu deyişi “Allah hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır”47 ayeti ile tevsik eden büyük
ruhlu ulemâyı hatırlatıyor.
Tantâvî’den günümüz müslümanlarının öğreneceği çok şey var. Şöhret olmak için okuyan, yazan,
boyundan büyük işlere tevessül eden, sünnet namaz
kılmayı zaid gören, geçmişinde Osmanlı Devleti’nin
olmasından rahatsızlık duyan, kaleme aldığı birkaç
kitapçığı kütüphane çapındaymış gibi büyük gösteren, kendinden başka adam tanımayan ve onun olmadığı yerde hiçbir şeyin düzgün yürümeyeceğini düşünen günümüz akademisyeni ıslah-ı hâl için Tantâvî’yi
mutlaka yakından tanımalıdır.
***
47
Ahzâb: 4.
91
Kudemâ Meclisi
FATİH’İN SON DERSİÂM’I:
MUHAMMED EMİN SARAÇ
K
adîm zamanlardan geçen asra kadar çocuklar erken yaşta medreseye kaydolur,
İslâm harflerini öğrenir, her fenden kitaplar okur, metinler ezberlerdi. Ezberlenen metinler,
hoca huzurunda takrir edilir, unutmamak için belli
aralıklarla tekrar edilirdi. Bunları ezberleyerek yetişenler, icâzet alır, icâzet verir, zamanla halk nazarında
ayaklı kütüphane olarak kabul görürdü.
Her soruya, bizzat ezberledikleri ibareyi okuyarak
cevap vermeleri soranlar nezdinde güvenirliklerini
artırırdı. Çok okur, çok düşünür, az yazarlardı. Yazdıklarından çok daha fazlasını bilirlerdi. Bu durum
kendilerine soru sorulduğunda daha da zahir olurdu.
Talebenin kaynağa ulaşmasını kolaylaştırmak için
92
Kudemâ Meclisi
cevap verirken kitapların baplarını, fasıllarını hatta
sayfalarını da zikreden alimler vardı. Eğitimde kitabî
kültür yanında şifahî mirasın da önemli bir yeri vardı.
Medreseler kapatılıp, alimlere okutma yasağı getirilince ilimdeki tevârüs durdu. İlim, sonraki kuşaklara
taşınamadı. Tedrisattan uzaklaştırılan alimler evlerine çekildi, çocukları, sıra kitaplarını okumadığından
babalarının dünyalarına giremedi, onları anlayamadı. Bu yüzden sadece onların züht ve takvalarından
bahsettiler, babalarını farklı kılan ilimlerini sonraki
nesillere aktaramadılar. Medresenin ilgası bizi İslâm
dünyasından kopardığı gibi medeni birikimimizden
de uzaklaştırdı. Birkaç ferdî zuhûr dışında ilimde
tevârüs tarih oldu.
Emin Saraç Hocamız büyük hocaların ders halkalarından nasibdâr oldu. Ulemâ’yı hem kendi, hem de
gelecek nesiller adına dinledi. Vâris oldu. Vâris olabilecek hocalar yetiştirdi. Yıllarca Fatih Camii’nde kudema usûlü üzere dersler okuttu. Fatih Medresesi’nin
son fahri dersiâmı olarak iştihar etti.
Filistinli mücahid alim Muhammed Nemr elHatîb’i Medine-i Münevvere’ye her gidişimde ziyaret
ederdim. Bir defasında kendisine İnkişaf mecmuasından bahsettim, söyleşi yapmak istediğimi söyledim.
Soruların bir kısmını dinleyince gözleri doldu: “Bu
soruları bana on beş yıl önce sormalıydın. Şimdi zihnimi toparlayamıyorum” demişti. Kitabî bilgisi gibi
şifahî müktesebatı da senet olan Emin Saraç Hocamı93
Kudemâ Meclisi
za daha çok sorular yöneltmeli ki vakit geç olmadan
“türâs” tevârüs etsin. Okuyacağınız söyleşi bu amaca
mütevazi bir katkı sunma gayesini gütmektedir.
Emin Saraç Hoca ile Yakın Dönem İlim
ve Fikir Atlası Üzerine
Hafızlık
Soru: Hocam uygun görürseniz ilk olarak İstanbul öncesi tahsil hayatınızdan başlayalım?
İlk olarak memleketimizde hafızlık yaptık. Biz dört
kardeş hafızlığı babamızda ikmal ettik. Doğrusu babamın o zamanki gayreti fevkalade bir hadiseydi. O
günkü şartlarda jandarmaların baskısı vardı. Babamı
kaç defa alıp götürmüşlerdi. Fakat O hapisten gece
yarısı gelir-gelmez bizi kaldırır Kur’an okutmaya devam ederdi. Bizi evimizin yüksekçe yerinde yorganlara sarıp da hafızlık yaptırırdı. Çünkü dışarıdan birisi
geldiğinde Kur’anlarımızı göğsümüzün üstüne koyup
yorganın içinde uyuyor gibi yapardık.
Evimizin hemen üst tarafından yukarı doğru ormanlık gidiyor oralarda, dağlarda hafızlık çalışırdık.
Babam hem fevkalade gayret gösterir hem de gözyaşları içinde dua ederdi: “Ya Rabbi evlatlarımızı din-i
Mübîn-i İslâm’dan ayırma.” Bunları yapmak kolay
işler değildi. Ben maalesef çocuklarımın hiçbirisini
hafız yapamadım. Bu benim için bir yürek yarasıdır,
inşallah torunlarım hafız olsunlar da hafız dedesi ola94
Kudemâ Meclisi
yım diye niyaz ediyorum, beni sevenlerden bu hususta dua etmelerini istirham ediyorum.
Soru: İstanbul’a ne zaman geldiniz?
Kırk üç senesinde İstanbul’a geldik. O tarih harp
henüz bitmemişti.
İstanbul’un İlmî Durumu
Soru: O yıllar itibariyle İstanbul’un ilmi durumu
nasıldı, hala Osmanlı bakiyesi alimler tedrisata devam
ediyorlar mıydı?
Efendim Fatih Camii’nde hocalar arasında konuşulurken birkaç defa işitmiştim. Dersiâmlardan sağ olan
60 kişi kaldı diye. Onların hepsi Sultan Abdülhamid
devrinden kalan zevat olması hasebiyle senede 5-10
tanesi hocalıklarına işaret olarak tabutlarının üzerine
sarık konularak ahirete gittiler. En son olarak Dersiâmlardan Bekir Hâki Efendi ahirete gitmiştir. Bekir
Haki Efendi’den daha kuvvetli daha kudretli allâmeler
geçmiştir bu diyardan. Bu konuda şunu da söylememiz gerekir: Dersiâmlar iki çeşitti. Mucîz dersiâmlar
ve mücâz dersiâmlar. Nitekim mezar taşlarında görürüz, müciz dersiâm diye. Mucîz ne demektir? İcâzet
vermiş olan dersiâm demektir ki bir icâzet asgari 15
senede verilir. Hoca Efendi “Nasara” (İslâmî tedrisatın
ilk kitabı olan ‘Emsile’de çekimi yapılan fiil) ile başlar
derse, devam eder, “Şerh-i akâid” bittikten sonra icâzet verir. En kısa zaman olarak Mustafa Sabri Efendi
95
Kudemâ Meclisi
12 senede icâzet vermiştir. İcâzet alan (mücaz) 51 talebenin merasimi 1321 senesinde, Fatih Camii Şerîfinde yapılmıştır. Onun bu talebelerinin en sonuncusu
Niksar Müftüsü Said Efendidir, ondan çok malumat
almıştım. Mucâz (icâzetli) dersiâmları ikinci tabaka
olarak düşünürlerdi. Çünkü bir alim icâzet aldıktan
sonra tedris yapıp da icâzet vermediyse onun fetvasıyla amel edilmeyecek kadar zayıf görürlerdi. Onlar
ikinci tabaka alimlerdi, ta ki aradan zaman geçip de
ilimleri artıncaya kadar. Çünkü ilim zamanla tekevvün eder. Ali Haydar Efendi Hocamız, Kudûrî’den
“rehin bahsini” çok güzel, inceden inceye anlatmıştı,
baktı bana ve dedi ki: “Sen şimdi ‘bu adam bu meseleleri bu ibarelerden nasıl çıkardı’ dersin, biz de sizin
gibiyken böyle düşünürdük, hatta Fatih Camii’nde bu
dersleri okuttuğum zaman bu gün anladığım kadar
derin ve dakik anlayamıyordum. İlim zamanla tekevvün eder.”
Ali Haydar Efendi şu sözü her zaman söylemiştir:
“Ben 6 yaşındayken okumaya başladım, okumaya da
çok harisim, o günden beri günüm geçmemiştir ki,
5-6 saat derse bakmayayım kitap okumayayım. Buna
rağmen her gün bir cehlimi keşfediyorum, her gün
bir cehaletimi görüyorum, bu cehalet bitmeyen bir
şeymiş.” O cehaletten bahseder, etrafına gelen insanları devamlı sûrette okumaya teşvik ederdi. Huzuruna gelen hoca efendilere sualler sorar, bilemedikleri zaman da “niye mütalaanızı zayıf tutuyorsunuz,
96
Kudemâ Meclisi
niçin okumuyorsunuz?” diye serzenişte bulunurdu.
Fakat bunu gayet güzelce yapardı. Geçenlerde yaşlı
bir zat olan Mehmed Ali Bey’i ziyaret etmiştim, dedi
ki, ben Onun meclisine gittiğim zaman hocalara öyle
sert konuşurdu ki adeta kendi çocukları gibi, “niye
okumuyorsunuz, niye gayret etmiyorsunuz” diye.
Tabi ki onlara böyle hitab ederken onun neyi kasdettiğini onlar da gayet iyi biliyorlardı. Hatta Ömer Nasuhi Efendiyle nasıl konuştuklarını bilirim, “Ömer
Efendi evladım, Ömer Efendi evladım” deyişini çok
iyi hatırlıyorum. Çünkü onun “Heyeti Te’lifiyye”de
reis olduğu dönemde Ömer Nasuhi Efendi Kalem-i
mahsûs’u yani başkatipi olarak çalışıyorlardı. Ali
Haydar Efendi hocamızın riyasetinde ki heyet, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi tekmil ve tanzim üzerine
çalışıyordu. Çok esef ederdi, “O menkûlâtımızı ne
ettiler, nerede zayi ettiler... O zaman çok şeyler ortaya koymuştuk, ne oldu o birikim” derdi.
Üç Baş Medresesi
Soru: Ali Haydar Efendi’den okuduğunuz yıllar
onun ahir ömrüne tekabül etmekte idi, yaşlılıktan
dolayı ders verirken zorluk çeker miydi?
Ali Haydar Efendi hocamız sesi, sözü, neşesi yerinde bir insandı. Dersi tane tane anlatırdı, yüksek sesle
konuşurdu, hatta biz herhalde kulakları duymuyor da
onun için böyle yüksek sesle konuşuyor derdik.
Biz yazları birkaç ay memlekete giderdik. Mesela
97
Kudemâ Meclisi
Ramazandan sonra gider kurbandan sonra geri gelirdik. Bir defasında biraz gecikmiştim, bana “niçin
böyle haylazlık yapıyorsun talebe böyle haylazlık yapar mı” diye biraz kızmış ve tembihte bulunmuştu.
Bir defasında -hangi seneydi bilmiyorum-, memleketten döndükten sonra yine derse gittim, “hocam
derse başlayacak mıyız?” diye sordum, ellerini şöyle
yana açaraktan, “halimi görüyorsun ya, artık çok yaşlandım nefesim yetmiyor, bu sene ders okuyamayacağız” dedi, ben de boynumu büktüm, cevap vermedim,
döndüm. Ertesi gün, -bu günkü gibi hatırlarım- Üç
Baş Medresesi’nde minarenin dibindeki odamızdayken, Hocamızın hanımı annemiz sabahın saat sekizinde kapıyı çaldı, “Efendi baban seni çağırıyor” dedi.
“Ne zaman geleyim” deyince “her zaman geldiğiniz
gibi öğlen namazında gelirsiniz” dedi. Gittim. Hocamız -ellerini dizlerine vurarak- “ Dün akşamdan beri
uyuyamadım, ben nasıl tâlib-i ilim olan bir kimseyi geri çevirdim, bu nefes bu bedende var iken nasıl
talib-i ilmi reddettim” diye esef ediyor ve “Her kim
ki, kendisine bildiği bir mesele sorulur da cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teâlâ ona kıyamet günü
ateşten bir gem vurur.” hadisini okuyor, üzüntüsünü
izhar ediyordu. “Hadi derse başlayacağız ve bu nefes
bu bedende varken derse devam edeceğiz, ne kadar
nefesimiz varsa bu yolda sarf edilecektir” buyurdu.
Eşhedü billah (Allah şahittir ki ) böyle. Tek kişiye
ders okuturken elli kişiye, yüz kişiye ders okutur gibi
98
Kudemâ Meclisi
dikkat ve itina gösterirdi. Bu da bize bir misaldir. Biz
bu fani hayata bir daha gelecek değiliz, ilim yolunda
olan kimseler daima bildiklerini sarf etmekle mükelleftirler, yoksa Allah’tan çok büyük ‘itâb alırlar. Bizim en büyük vazifemiz ilmi neşretmektir, kainatın
nizamı bu tedris meselesi üzerine bina edilmiştir.
Kitabullah’ın Sünnet-i Rasûlüllah’ın neşri bunları
bilen, okuyan kimselerin bu hususta mesai sarf etmesiyle mümkündür. Milletimizi ikaz etmek, onlara
emanet-i ilahiyi ulaştırmak zarureti vardır, bundan
dolayı herkesin kendi vazifesini bilmesi, okutmaya
çalışması lazımdır.
Şifâ Dersleri
Soru: Bir dersinizde Ali Haydar Efendi’nin Kadı
İyaz’ın “Şifâ-i Şerîf ’ini” ağlayarak okuttuğundan
bahsetmiştiniz, şimdilerde ise bazı ilahiyatçılar
Şifâ üzerine reddiyeler kaleme almaktalar. Ulemâ
nezdinde Şifâ niçin yüksek bir değere sahipti ya da
bu gün Müslüman modernistler niçin onu tenkit etmektedirler?
Ben tenkit ettiklerini duydum, ama nasıl tenkit
ettiklerini okumadım, bilmiyorum. Herkes bir şeyler
söylüyor. Ancak şunu söyleyebilirim; Buhârî, Müslim
ve Şifâ, Kur’an-ı Kerîm’den sonra Müslümanların ellerinde en çok bulunan ve Hindistan’dan Magrib’e kadar
her yerde okunan bir kitaptır. Mesela Mısır’da görmüştüm, Cami-i Hüseyni’de Mısır Müftüsü Haseni
99
Kudemâ Meclisi
Mahluf gibi bir zat muayyen günlerde kürsüde Şifâ’dan
okurdu. Medine-i Münevvere’de Babü’s-selâm’da Cafer
Fakih Efendi’nin babası da Şifâ okuturdu. Yine Şifâ-i
Şerîf İstanbul’umuzun her bir camiinde ders olarak
okutulurdu. Fatih Camii Şerîfinde Hüsrev Efendi muayyen günlerde bu dersi verirdi.
Bu kitap ulemâ’nın elinden düşmemiştir. Bu eser,
üzerine pek çok şerhler yazılmıştır. Ulemâ bu kitabı,
Rasûlüllah Efendimiz’in muhabbetini Müminlerin
kalbinde canlı tutmak için en büyük amil olarak görmüşlerdir. Üzerinde ittifâk edilmiştir. Bizim bugünkü insanlarımız, Ulemây-ı İslâm’ın ittifâk ettikleri
hususları batıl üzerinde yapılan ittifâklara mı benzetiyorlar?! Bunu nasıl söylüyorlar. Hayret ediyorum.
Soru: İstanbul’da başka kimlerden ders okudunuz?
Mısır’a gitmeden evvel Silistreli Süleyman Efendi’den bir hafta okuduk. Fakat Onu takibata aldıklarından ders dağıtıldı. Sonra Gümülcineli Mustafa
Efendi’den çok şeyler okuduk. Bu sırada Fatih Camii
Şerîfi baş imamı Ömer Efendi’den, Husrev Efendi’den
dersler aldık. Bu zatlar en çok ders okuduğumuz Hoca
Efendilerdir. Allah hepsinden de razı olsun.
İSTANBUL’DA HâLİDîLİK
Soru: Sizin okuduğunuz yıllardan geçmişe doğru bakıldığında İstanbul’un sûfî yapısı nasıldı? Os100
Kudemâ Meclisi
manlı’nın son anları ve Cumhuriyet’in ilk yılları
itibariyle Nakşî-Hâlidîliğin İstanbul’da ki meşhur 4
tekkesinin konumundan bahseder misiniz?
İsmet Efendi Tekkesi
Dört tekke deyince şunu anlayalım: Bunlar Nakşilerin Halidiyye kolu için adeta yeniden canlanma
ve tecdid safhasıdır. Bu dört taneden birincisi Mustafa İsmet Yanyavi tekkesidir. Bu zat Yanya kadısı
iken hacca gider orada, Mekke-i Mükerreme’de aslen
Erzincanlı olan Abdullah-i Mekki ünvanıyla ma’rûf
olan zata intisab eder. Abdullah-i Mekki, Mevlânâ
Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin Halifesidir. Kendisi,
Mustafa İsmet Efendi’ye lazım gelen seyr-u sülûkünü yaptırır ve kendilerine “kadılıkla değil, irşadla
meşgul olacaksın” diyerek Onu İstanbul’a sevk eder.
İstanbul’a ayağını ilk basan Hâlidî odur.
İsmet Efendi Tekkesi’nin devamı İsmail Ağa Cemaatidir. Mahmud Efendi’nin âl-i himmeti ve hizmetleriyle devam etmektedir. Hele şu camilerin mihrabına
imam yetiştirme babındaki hizmetleri çok takdire ve
tebcile şayan bir manzara arz etmektedir. Kadınların
tesettüründeki dikkatleri, sünnet-i seniyyeye temessükteki dikkatleri, cidden memleketimiz için manevi
bir destektir, Allah saylerini meşkur etsin derim.
Kaşgarî Tekkesi
Halidilerin ikinci kolu Eyüp’teki Kaşgari tekkesi101
Kudemâ Meclisi
dir. Tekkenin postnişini Abdülhakîm Arvasî hazretleri idi. Tekkeler seddedildiği (kapatıldığı) zaman orada
O vardı. Bu zat da ulemâ arasında şanı çok yaygın bir
vaziyette idi. Hocalarımız kendisinin Bayezid Camii’ndeki tefsîr derslerinde gösterdiği kudret-i ilmiyeyi medh-u senâ etmekle bitiremezlerdi. Zaten medariste (medreselerde) ve mütehassisin medresesinde
tasavvuf hocalığı yapmıştı.
Abdülhakîm Arvasî’nin tefsîr dersleri ile alakalı
elimde bir yazı var. Bu yazı Hoca Efendinin hizmet
için neler yaptığını, nasıl gayret gösterdiğini görmek
ve ibret almak açısından çok mühimdir. Yazıda şunlar
yazılı: “1337 senesi Receb’inde Bayezid Camiinde tefsîre Fatihâhan olduk. Sırf bu derse mahsus olarak vaz’
olunan kürsüde 1348 ve 1349 seneleri Ramazan ayları
ile, -bir iki ders müstesna olmak üzere- her hafta Pazar,
Salı ve Perşembe günleri bila fasıla (aralıksız) devam
ederek işte biinayetillahi Teâlâ (Allah Teâlâ’nın yardımıyla) 1356 sene-i hicriyyesinde ki cem’an (toplam)
yekün yirmi senenin ikmaline karib bir zamanda hâtime-i han ve’n-nâs olduk. Sûre-i Bakara’nın nihayetine
kadar Ebûssuud Efendi Tefsîrinden, onu müteakib
Kehf sûresi’nin başına kadar ibaresi selis ve leziz olan
Nimetullah tefsîrinden, ondan sonrasını da tefâsîrin
en makbul ve müşkili olan Beyzavi tefsîrinden okutulmuş ve hitama erilmiştir ki, bu sûretle tefsîrin kıraati
pek az kimselere nasib ve müyesser olmuştur.
Bir müddet zarfında devam eden zevat sıcak ve so102
Kudemâ Meclisi
ğuk demeyerek, bir kısmı hemen hemen yüzde doksanına, bir kısmı nısfına (yarısına), diğer bir kısmı da
sülüsüne (üçte birine) devam etmişlerdir. Bu müddet
zarfında bundan başka olarak Fatih Camii Şerîfinde
birkaç sene Nimetullah, Ebûssuud ve Tâcü’t-Tefâsîr
olan Huseyn-i Kâşifî’nin tefsîrlerinden ve yine Sinan
Paşa Camii Şerîfi’nde birkaç sene Şir’atü’l-İslâm, Şifâ-i
Şerîf ve Hulâsatü’l-vefâ fî ahbâri dari’l-Mustafa ve Üsküdar’da Yeni Cami’de birkaç sene ba’de’z-zuhr (öğleden sonra) muhtelif tefsîrler, Eyüp Cami-i Kebîrinde
her Cuma ba’de’z-zuhr ve Ağa Camiinde her Cuma
ba’de’l-asr (ikiden sonra), Arab Cami-i Şerîfinde birkaç ay, Yer altı Cami-i Şerîfinde bir iki ay, Kasımpaşa
Cami-i Şerîfinde bir iki sene, Kadıköy ve Bakırköy
camilerinde birkaç sene muhtelif tefsîrlere devam
edilmiştir.” Bu yazı, Eyüp Sultan civarındaki Kaşgari
Tekkesi son Postnişini olan es-Seyyid Abdülhakîm
Arvasî Hazretlerinin İstanbul Cevamii (camilerindeki) şerîfesindeki hademât-ıı merğûbe (saygıdeğer
hizmetleri) ve meşkûresinin vesikasıdır. Hemşiresinin mahdûm-u mükerremi Ahmed Tevfik Bey Efendi
bendelerine hediye etmiştir. Allah cümlesini garîk-i
rahmet eylesin.
Bu yazıdan ibret alınacak husus şudur ki; bir hoca
efendi başladığı bir hizmete kendisini nasıl veriyor
ve bu kadar camileri ihyâ etmek gibi çok büyük bir
vazifeyi ifa edebiliyor. Bizim eski hocalarımız vazifelerini işte böyle yapıyor ve camilerimiz onlarla böyle
103
Kudemâ Meclisi
mamur oluyordu. Heyhat! Nerede şimdi…. Maalesef
şimdikiler kısa mevzularda şuradan buradan birkaç
kelimeyi alıp da kürsüde söylemeyi marifet sanıyorlar.
Elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa milletimizin seviyesi o zaman yükselir.
Milletimizin ilmi seviyesi çok düştü. Hele bu günkü Türkçe ki maalesef, ne edebiyat kaldı ne ilmi bir
üslup; o kelimelerle dini meseleler konuşulamaz. Yeterli olmazlar.
Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin Ayasofya Camii
Şerîfi’nin kürsüsünde ilka ettiği vaazlarını Eşref Edip
neşretmiştir ki, o vaazlara bir bakalım da görelim güzel bir vaaz nasıl yapılır. “Ol evvelü Allah ol Ahiru Allah” diye başlar, zaman zaman veciz güzel beyitleri de
tuluatından (aklına geldiği şekilde, hazırlanmadan)
söylerdi. Yine Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın
hutbe kitabını alın da bir bakın. Mübarek her hutbe
için o konuya uygun bir “hamdele” ve “salvele” okurdu şimdi ise bütün hutbeler aynı hamdele ile başlıyor,
bu bile bizim ne derece iflas ettiğimizin göstergesidir.
Şu uydurma kelimelerle bu yüksek mevzular nasıl anlatılabilir?! Hal böyle olunca milletin de seviyesi
düştükçe düşüyor. Zaten gazete lisanıyla vaaz da olmaz. Oranın kendisine has kelimât-ı merğûbesi/kelimât-ı kayyimesi vardır, kıymetli, edebi, zarif ifadeleri vardır, bunlara dikkat edilmesi lazım. Perişan hali
gördükçe insanın yüreği sızlıyor.
Bahsettiğim ilmi güzellikler benimde şâhid oldu104
Kudemâ Meclisi
ğum hususlardandır, bunlar camilerimizde oluyordu,
bunları elli sene öncesine kadar görüyorduk.
Soru: Siz Abdülhakîm Arvasî hazretlerine yetiştiniz mi?
Ben Abdülhakîm Efendi’nin kendisini görmedim
ama mahdûm-u mükerremleri merhum Mekki Efendi’ye yetiştim. Kendileri çok faziletli, çok haluk, çok
kıymetli bir zât-ı mükerrem idi. Fatih Camii Şerîfinde
“Kâdî Tefsîri’ni” okutan zevattan, son dersiâmlardan
olan muhterem bir zattır. Kudret-i ilmiyesi babasından da aldığı ders ve tahsilden dolayı kuvvetli idi.
Nitekim kayınpederimin vefatından sonra taziyede
bulunmak üzere -kendisi Kadıköy Müftüsü iken- bize
uzunca bir mektup yazmıştı ki arabiyyül-ibâre (Arapça) olan bu mektup da kendisinin kudret-i ilmiyesini
gösteriyordu. (Onun kayınpederim hakkında yazdığı
taziye mektubunu da bulur yayımlarız inşaallah.) Ben
onun torunu yaşında olmama rağmen bana o kadar
iltifat ve ihtiram gösterirdi ki, bilmiyorum artık kayınpederimden dolayı mı, Ali Haydar Efendi Hocamızdan dolayı mı, veyahut ta Mısır’da tahsil gördüğümüzden dolayı mı? O, tevazu misali, zarafet timsali
bir zât-ı muhterem ve mükerrem idi.
Arvasî ailesinden bir de Seyyid Şefik Efendi vardır ki, İstanbul’da Sultan Ahmed Camii Şerîfinde son
hayatını imamlık yaparak bitirmiştir, o zatı da çokça
ziyaret ederdik. Eyüp’te otururdu. O da meşâyihten,
105
Kudemâ Meclisi
muhterem, mübarek, fazilet timsali bir kimseydi. Evet
bu zevat, işte o devrin muhterem, mübarek insanlarındandır. Kaşgarî Tekkesi, tekkelerin kapatılmasıyla
birlikte son bulmuştur.
Gümüşhanevî Tekkesi
İstanbul’daki üçüncü Halidi Tekkesi Gümüşhanevi dergâhıdır. Şam’dan Şeyh Ahmed b. Süleyman
el-Huseynî el-Ervadî ismindeki zat İstanbul’a gelmiş ve Ahmed Ziyaüddîn Gümüşhanevî’yi irşad
etmiş ve onu irşatla görevlendirmiştir. Nakşî tarikatının üçüncü Hâlidî kolunun kapısını açmıştır.
İşte bu zât-ı muhteremin açtığı yol da İskender Paşa
Camii İmamı Merhum Mehmed Zâhid Koktu Efendi ile devam ede gelmiştir. Bizim yetiştiğimiz Hasib
Efendi, Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zâhid Koktu
Efendi ile devam eden ve Elhamdülillah hala müntesipleri ve cemaati bulunan üçüncü tarik de budur. Su kesilmiş değildir hala bu çeşmeler açıktır.
Kelâmî Tekkesi
Dördüncü Halidi Tekkesi şeyhi ise Erbil’den gelen
Esad Efendi’dir. O zât-ı muhterem ki vaktiyle Şeyhul-İslâmlık makamında Meclis-i Meşâyihan reisi idi.
Çünkü tasavvuf-tarikat, konularının bir nizamı, intizamı, usûlü, erkanı vardır. Esad Efendi hazretleri 48
Bildiğimiz “Gönül Nur-i cemâlinden habibim bir ziya ister”
diye şâheser bir kasidesi ve daha nice güzel kasideleri vardır
ve bunlar onun vukufiyyetini ve kudret-i ilmiyesini gösteren
48
106
Kudemâ Meclisi
Kelâmî Dergâhı’nda Postnişin idi.
Halidi kolunun dördüncüsü de işte budur. Bu
yolun devamının da Sami Efendi, daha sonra Musa
Efendi ondan sonra da Osman Efendi ile olduğunu
görmekteyiz. İstikâmetli bir yol takib ettiklerini görmekteyiz. İnşallah füyuzatları müzdad olur.
Soru: Mahmud Sami Efendi ile alakalı hatıralarınızı da paylaşır mısınız?
Sami Efendi Merhum Kayınpederim Ali Yekda
Efendiyle Kelami dergahında buluşmuşlar. Kayınpederim daha önce oradayken Sami Efendi, o zamanki
eski usûlde Dâru’l-Fünûn’un Hukuk Mektebini bitirdikten sonra oraya gelmiş ve bir müddet orada kalmıştır. Bu sebepten kayınpederimle aralarında çok
derin ve samimi bir meveddet (sevgi) vardı. Hayatları
boyunca da bu meveddet devam etmiştir. Sami Efendi, bizim evimize zaman zaman gelirdi. Hatta geldiği
zaman arkadaşlarını Fatih Camiinde bırakır, yalnız
başına gelirdi. Zaman zaman cemaatle geldiği de olurdu. Mesela bayramlarda geldiğinde cemaatle gelirdi.
Geldiği zaman her ikisi de kanepenin üzerine diz üstü
oturur, sessizce, yavaş yavaş, güzel güzel konuşurlardı.
Sami Efendi hazretleri kayınpederimin vefatından
sonra da lütfen ve tenezzülen bize ziyarete devam
etmişlerdir. Kendileri Medine-i Münevvere’de vefat
etmişlerdir. Vefatından bir hafta önce hacc için Mekkelimâttandır (eserlerdendir).
107
Kudemâ Meclisi
ke’ye gitmeden biz kendisini ziyarete gitmiştik, hatta
elimi iki elinin arasına almış ve çok güzel sözler söylemişti. Allah o zât-ı muhteremle Cennette buluştursun
derim.
Soru: Mehmet Zâhid Kotku Hazretleri ile alakalı
neler söyleyeceksiniz?
Hepsinin de ayrı ayrı meziyetleri vardı. Zâhid Kotku Merhumun da bize bu yolu sevdirecek iltifatları
olduğunu biliyoruz. Bizdeki meziyetten değil de, onların bizi bu iyi yollara sevketmek için çok güzel taltiflerini, bu yola dair teşviklerini, terğîblerini gördük,
hepsinden Allah razı olsun derim. Bunlar sözlerle bitecek hususlar değildir.
Ali Haydar Efendi’nin Eseri
Malum Ali Haydar Efendi’den başlayıp buralara
geldik. Ali Haydar Efendi hocamıza yaşadığı devrin
meşayıhı çok hürmet gösterirdi. Sami Efendi defalarca ziyaretine gelir, saygıda kusur etmezdi. O da Sami
Efendi’yi çok severdi. Hatta benim namazımı o kıldıracak diye çok ısrarla vasiyet etmişti öyle de oldu. Cenaze namazını Sami Efendi kıldırdı.
Abdülhakîm Efendi, Ali Haydar Efendi’yi ziyaret
ederdi, Seyyid Şefik Efendi de ziyaret ederdi. Gerek
Sami Efendi, gerek Mehmet Zâhid Efendi, gerekse
Seyyid Şefik Efendi birbirlerini, özellikle de (yaşı , kemali ve fekâheti itibariyle)Ali Haydar Efendi’yi ziyaret
108
Kudemâ Meclisi
ederlerdi. Bir de şunu söyleyelim ki fakihlikle sûfilîği
bir arada cem eden Ali Haydar Efendi Hocamız bu
yönüyle işin hâtimesidir diyebiliriz.Bu zatların her
birinin üstün meziyetleri müsellemdir, fakat ondaki
hususiyet bambaşkadır. Çünkü fekahat ilmî sahada
en yüksek makamdır ki Ali Haydar Efendi o makamdaydı. Bugünkü insanlar iki kitap yazıp yazmadığını düşünüyorlar. Halbuki bir çok ulemâmız da âsâr
(eserler) bırakmamıştır. Onun eseri olarak sözlerinin
tahakkuk ettiğini görüyoruz. O ilme teşvik ederdi,
onun devamı olan İsmail Ağa Cemaati’nin de ilme temessük ettiklerini, ibadet ve taatlerine, istikâmetlerine ehemmiyetli bir şekilde ısrarla devam ettiklerini,
seyr-u sülûklerini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu,
onun için hem en büyük eserdir, hem de en büyük
keramettir. Bir kişilik yemeği on kişinin yemesi bir
kerametse de tek keramet bunlar değildir. Asıl insanları irşad edip hak yolda bir istikâmet vermektir. Bu,
Allah’ın Ona olan ikramıdır. Yani Allah’ın ikramı olaraktan Onun sözleri havada kalmamıştır. Öyle olmasa
ne o zaman ne de şimdi İsmail Ağa civarında bu kadar
cemaat göremezdik.
47 senesinde ilk hacca gidenlerdendir Ali Haydar
Efendi Hocamız. Hacdan geldikten birkaç gün sonra
hocamızı emniyete götürdüler, sabaha kadar hesaba
çektiler; “ İnsanlar niye senin etrafına geliyor, toplanıyor?” diye. O zaman bu da hesap mevzuu olmuştu.
Neler geçirdi, ne haddelerden geçti bu yolun insanları.
109
Kudemâ Meclisi
Çook gönülleri kırıldı … Çook rencide edildiler çook.
Osmanlı Ulemâsı
Soru: Hocam Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye
Medreseleri’nden, oralarda ki alimlerin ilmi yeterliliklerinden bahsedersek neler söylersiniz? Onları, günümüz ilahiyatları ile kıyaslayabilirmiyiz?
Malum-u âlîleriniz Mustafa Sabri Efendi “Mevkifu’l-Akl”in mukaddimesinde, Fatih’in âlimlerinin
Ezher’in ulemâsından çok daha üstün olduklarını belirtir. Bir devlet son anlarını yaşarken İslâmî
ilimlerde bu derece başarılı ise bunun öncesi nasıldır? İlimde bu derece bir ihtişama nasıl ulaşmışlardı?
Bizim yetiştiğimiz alimleri, bugünkü gibi hatırlıyorum, onları temsil edecek hiçbir vasıf gösteremem.
Sadece kendi şehadetimi söylüyorum ki, o medrese
tedrisindeki kuvvet-i ilmiyeyi maalesef gösterememiştir bugünkü modern tedris. Bazı filizler görüyoruz, onların da zamanla birer çınar olmalarını arzu
ederiz, temenni ederiz. Fakat bizim gördüğümüz,
göçüp giden o alimlerin yerleri boştur. Yeni neslimiz
darılmasın ama eslafımızda görülen kudret-i ilmiye
bugünkülerde henüz görülmekte değildir.
İlmin iki ciheti vardır, birincisi kesb ile olur ki,
bununla belli bir hadde kadar varılır, ikincisi ise
kesbî ilimde gösterilen ihlasın semeresi olarak Allahü Teâlâ tâlib-i ilme vehbî bir ilim nasib eder ki
110
Kudemâ Meclisi
bu ikisini de cem etme şerefi her zaman herkese
müyesser olmaz. Nasib etmesini Cenab-ı hakktan
niyaz ederiz. Çünkü bu memleket hakikaten fakihten mahrum, insan bila tereddüt (tereddüt etmeden) sözüyle amel edecek fakih bulmakta çok
müşkilat çekiyor. Hele eskisi gibi İslâmî bir tatbikat
olsa, İslâm hukuku tatbik ediliyor olsa eski kadıları
bulacak imkanımız var mı? Bunlar birer yürek yarasıdır ama ümitsiz de olmayacağız.
Bekir Haki Efendi; “Ümidimizi kesmeyelim, bu
millet velüddür, velüddür kardeş” cümlesini söylerdi
hep. İnşallah Rabbimin inayetiyle bu milletin bu gün
yetişmekte olan gençleri, ulemâmızın yerini doldurmaya muvaffak olurlar. Şahsen ben kendi çocuklarıma dua ettiğim gibi bu memleketteki ulûm-ü şeriyye
tahsiline çıkmış insanların muvaffak olması için canı
gönülden dua ediyorum. Allahım kabul eylesin, hatta
Arafat’ta bile buna dua etmişimdir:
“Ya Rabbi memleketimizdeki ulûm-u şer’iyye taliplerinin her birisini razı olacağın şekilde ilim tahsil
etmeye, tedris etmeye ve neşretmeye muvaffak kıl”
diye. Hep duamız budur.
Soru: Hocam İsterseniz birazda Osmanlı’daki devlet adamı-ulemâ münasebeti hakkında konuşalım. Mesela Molla Gürani’nin, İbn Kemal’in
zaman zaman Fatih ve Yavuz’a muhalefet ettikleri
biliniyor. Bundan hareketle İlim adamları siyasî
111
Kudemâ Meclisi
irade karşısında mutlak bir hürriyete sahiptiler
diyebilir miyiz?
Elbette, elbette sultanların nezdinde ulemânın yeri
o kadar mümtazdır ki ulemânın sözü önüne hiçbir
zaman geçilmezdi. Onlar, ulemâ’nın kadr-u kıymetini
bilirlerdi. Yavuz Sultan Selim ki sözünü ikiletmeyen
birisi, iktidar yıllarında 120 kişinin idamına hükmetmişti. Zannederim “Şekâiku’n-Nu’mâniyye”de geçiyor
bu hadise. Bunu, Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemâl duyar
duymaz Sultan’ın kapısını çalıyor ve “Sultanım böyle
bir karar vermişsiniz” diyor. Yavuz, “Bunlar idari işlerdir, sizi alakadar etmez hazret” deyince İbn-i Kemâl,
“Zaten beni onlar alakadar etmiyor, beni sultanımın
ahiret alemindeki durumu alakadar ediyor, ben ahiretin için geldim” deyince bu söz derhal Onun önüne
geçiyor.
Yine Muhammed Zâhid Efendi’nin bir münasebetle yazdığı gibi, Sultan Abdülhamid zamanında bir
kitabın toplatılmasına karar verilmiş, derhal Fatih’in
iki tane hoca efendisi -ki birisi Tikveşli Yusuf Efendi,
diğeri de Ahmed Ferhad-ı Rizevî. Bu yaşlı ulemâ- Sultan’ın yanına gidip “Efendim! Kitap halkın elinde yayılmış, bunu nasıl toplatırsınız” deyip, bunu güzelce
izah edince Sultan Abdülhamid onların bu itirazını
derhal itibara alıp o emri yürürlükten kaldırmış, böyle bir kararın çıkmasına sebep olanları da sürmüştür.
Sultan Abdülhamid ulemâya son derece ihtiram etmiş, onların sözlerine kıymet vermiştir. Hatta şunu da
112
Kudemâ Meclisi
söyleyeyim ki, bu da Bekir Haki Efendi’nin sözüdür;
“Yemin edebilirim ki, Hulefây-ı Râşidîn’den sonra bu
Makam-ı Hilâfet’te Osmanlı hulefâsı kadar Rasûlüllah Efendimiz’in makamını temsil eden olmamıştır.
Hatta buna Abbasi halifeleri de dahildir. Zira İmam
Ahmed b. Hanbel bizim halifelerimiz zamanında yaşasaydı dayak mı yerdi, İmam Azam olsaydı hapse mi
atılırdı? Onlar o alimlerin kıymetini bilmezler miydi?
Abbasiler onların kıymetini bilemediler. Benim sultanlarımsa ulemâya azami derecede ihtiram ettiler”.
Sultan Abdülhamid
Soru: Söz Abdülhamid’e gelmişken, malum-u
âlîniz ki Hazret, ümmetin irfanını yüceltme adına
etraflı çalışmalar yaptı. Bu çerçevede okullar açtı,
bazı İslâm Klasiklerini tercüme ettirdi… Bu çalışmalar beklenen neticeyi vermiş midir?
Elbetteki onun bıraktığı miras, o büyük harp olup
ta o büyük tahribat meydana gelmeseydi nasıl netice
vermezdi? Bu büyük harp ve büyük tahribatın olması
ve Devlet-i Aliyyey-i Osmâniyye’nin perişan edilmesi,
onun hazırladığı temelleri altüst etmiştir. O çalışmalar
tam semerelerini vereceği zamanda bunlar olmasaydı
bu gün dünyadaki inkişaflar elbetteki bizde herkesten
evvel ortaya çıkardı, zira çok kuvvetli eserler ortaya
koymuştur, bunu çok defa ehlinden dinledik.
Soru: Sultan Abdülhamid’in Ehl-i Sünnet akide113
Kudemâ Meclisi
sine sahip bazı alimler tarafından tenkit edilmesini
neye bağlıyorsunuz?
Mahza gaflete
Soru: Mustafa Sabri Efendi gibi allâmelerin İttihatçıların lokallerinde konuşmalarını, kısa bir
müddet de olsa onlara taraftar olmalarını nasıl değerlendirmeliyiz? Aldatılmışlar mıdır?
Efendim Mustafa Sabri Efendi, çok kısa bir devre
(o da gençliğin saikasıyla) hürriyet sevdasına heves
ettiyse de çok kısa zaman sonra işi fark edip ittihatçılardan uzaklaşmış, uzaklaşmakla da kalmayıp onlara
muhalif olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası diye bir parti
de kurmuştur ki ömrü boyunca ittihatçılara karşı mücadele etmiştir.
Soru: Cemaleddin AfgAnî’nin İstanbul macerası
ve Sultan Abdulhamid’in onu göz hapsinde saklaması hakkında neler söyleyeceksiniz?
Bu zat İslâm aleminin bir fitnesidir. Mısır’da Onun
hakkında söylenenlerin ülkemizdeki ilim erbabı tarafından dinlenmesini isterdim. Onun hakkında
Mısır’da çok şeyler söylenmiştir. Yakın zamanlarda
Muhammed Kutup’tan işittim, dinler arası diyalog
hakkında dermiş ki: “Üç tane din ‘ihvetün eşikka’ yani
öz kardeştirler, birbirinden istifade etmelidirler.” İşte
bu fikirleri dile getiren kişilerden biridir. Çok zeki bir
insan olduğu muhakkak ama zekasını şeytani işlerde
114
Kudemâ Meclisi
kullanmıştır. Onun üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, çok şeyler söylendi, hatta “Cemaleddin Afgânî fî
Mizâni’l-İslâm” isminde bir doktora tezi hazırlandı ve
neşredildi.
Soru: Müsteşriklerin ulemâyı etkileme noktasında Mısır’dakine benzer bir başarıyı İstanbul’da gösterememelerinin sebebi ne olabilir?
İslâm düşmanları her memlekete ayrı bir plan tatbik etmişlerdir. Mısır’da ilmi cihete çok ehemmiyet
vermişler, burada ise idari, nizami işleri karmakarışık
etmeye özen göstermişlerdir. İslâm düşmanları hilelerini çeşitli yerlerde çeşitli renklerde tatbik etmişlerdir.
Muhammed Zâhid Kevserî
Soru: Son devir Osmanlı alimlerinden Zâhid
Kevserî, İslâm Aleminde yeterince tanınıyor mu?
Şunu bilesiniz ki, bugün İslâm aleminde bizim son
devir ulemâmızdan en çok tanınan Zâhidü’l-Kevserî
ile Mustafa Sabri Efendi’dir. Zâhid Efendi hocamız
sebebiyle beni arayan insanları bir saymaya kalksam
hayret edersiniz. Bu yakınlarda Riyad’dan, Sana’dan,
Mısır’dan, Suriye’den Cidde’den birçok telefon geldi.
Bunlar hep Zâhid Efendi’nin talebesi olmamız münasebetiyle onun hakkında bilgi almak istiyor, Ulûm-u
Nakliyye hususunda eserler bıraktığı için onu ve eserlerini tanımak murad ediyorlar. Daha geçen hafta Zâhid Efendi aşıklarından İyad Ahmed Kuş isminde bir
115
Kudemâ Meclisi
zat geldi ve bir hafta kaldı. Zâhid Efendi hocamız öyle
feyyaz bir allâme idi.
Soru: Zâhid Kevserî’nin Te’nîbu’l-Hatîb’i, İhkâku’l-Hakk’ı, Fıkh-u Ehli’l-Irak’ı ve Hanefî imamlarıyla alakalı biyografi kitapları selefilerin iddia
ettiği gibi mutaassıp bir Hanefî olmasına mı, yoksa
Ehl-i Sünnet’in büyüklerine yapılan tahkir ve tezyife kayıtsız kalamayıp İhkak-ı hak talebinde bulunmasına mı hamledilmelidir?
Efendim o mutaassıp mıdır, değimlidir? Bu hususun anlaşılması için, vefatından sonra Muhammed
Ebu Zehre’nin, Makâlâtül-Kevserî’nin başında onunhakkında yazdığı uzunca mukaddime okunmalıdır.
Ebu Zehre yazısında yirmiden fazla yerde “el-İmâm”
tabirini kullanmaktadır. Yine meşhur alimlerden Yusuf Musa “Târîhu’l-Fıkhi’l-İslâmî” adlı eserinde Zâhid
Efendi’den bahsederken taassup ne demek olduğunu
açıklar. Taassup kelimesinin onun için kullanılması
hiçbir sûrette mümkün değildir.
Devlet-i Osmâniyye’nin yıkılmasından sonra herkes ağzına geleni söylüyordu. Hatta “Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının sebeplerinin başında onların Hanefî mezhebine olan sımsıkı bağlılıkları gelmektedir”
diyenler vardı. Zâhid Efendi, bu nevi yayınların yapıldığı bir devirde Hanefî Mezhebi’nin müdâfaasını yapmış, bu konuda her şeyi yerli yerince söylemiş, çok
mühim bir vazife ifa etmiştir. Zâhid Efendi o sözleri
116
Kudemâ Meclisi
söylemeseydi, malum herifleri susturmasaydı belki
daha çok sözler söyleyeceklerdi. O bu konuda aksi söz
söyleyen Mısır ulemâsını da susturmuştur.
Eşhedü billah bugünkü gibi hatırlarım; eş-Şeyh
Muhammed Abdülvehhab Buhayri Hocamızın meclisindeyken hocalardan bir tanesinin “Hayır cemiyetlerine verilen zekat, yerine ulaşmıştır, pekala verilebilir”
diye yazdığı bir makale okundu. Hocamız da kütüphanesindeki Makâlâtü’l-Kevserî’yi işaret etti, ‘getir’
dedi ve getirdim. Orada “Fî Sebîlillah” mevzuunda
bir makale var, onu açtı okuttu. Arkadaşlar makaleyi
okuduktan sonra hocamız “Bakınız şu makale ancak
otuz tane mercii (kaynağı) hakkıyla mütalaa edip, onların hülâsasını meydana getirmek sûretiyle hazırlanabilir. Bu makaleyi yazabilecek ikinci bir kişi şu diyarda yoktur” dedi ve şunu ilave etti -Eşhedü billah
bu tabir Abdülvehhab Buhayri hocamıza aittir- “Dört
yüz senedir yakın tarihimizde böyle muhakkik bir
alim görmüyoruz.”
İşte Zâhid Efendi’yi vefatından sonra ehl-i ilim
olan zatlar böyle anlatıyor, onların sözleri kafidir.
“Cebr” Meselesi
Soru: Zahid Efendi’nin Mustafa Sabri Efendi ile
münasebetinden bahseder misiniz? Mesela “Nazratun âbire” adlı eserinde yer yer ona iltifat eder fakat bir de hadisenin “cebr” boyutu var. Bu hususu
istismar edenler, onları iki hasım gibi göstermek
117
Kudemâ Meclisi
istemektedirler. Aralarında ki münasebet hakkında
neler söyleyeceksiniz?
Son hayatlarında, arkadaşlar içinde onların arasında en fazla dolaşanlardan birisiyim elhamdülillah. O
zaman Zâhid Efendi “el-İstibsâr” mevzuunu yazmıştı.
Eserinde Mustafa Sabri Efendi’yi hem medh-ü senâ
etti, hem de “cebr” mevzuunda onunla münakaşa etti.
Din meselelerinde ahbablık olmaz. “Hakikat olduğu
gibi anlatılır” diye bir tabir vardır. Bu meseleler bu şekilde yazılmıştır.
O günlerdeydi ki Mustafa Sabri Efendi’nin ailesi
vefat etmişti. Rahmetli Ders vekili Ahmed Asım Efendi’nin kerîmesiydi. İskenderiye’de defnedildi. Mustafa Sabri Efendi torunlarının ve gelininin hizmetine
kalmıştı. Osmanlı hanedanından Sultan Abdülaziz
Hanın torunu Şehzâde Şevket Efendi vardı. Şevket
Efendi Onu alır götürür, evladıyla beraber haftalarca
evinde bakarlardı. Hatta -ben görmedim ama- Ali Yakup Efendi, “Şevket Efendi’nin çocuklarının Mustafa
Sabri Efendi’nin el ve ayak tırnaklarını kestiğini gördüm” demişti. Öyle hizmet ederler, onu çok severlerdi. Zaten nur parçası gibi bir kimseydi sevilmeyecek
bir insan değildi, çok hoş güzel bir insandı.
O günlerde ben Mustafa Sabri Efendi’yi ziyaret için
Şehzâde Şevket Efendi’nin evine gittim. Oturduk şuradan buradan konuştuk. Beni görünce sözler Tokat’a,
Erbaa’ya, Niksar’a intikal ederdi. Bu minval üzere
memleket konuşmaları yaptık. Ondan sonra dedi ki:
118
Kudemâ Meclisi
“Zâhid Efendi’yi görüyor musun?” Dedim ki “Cuma
günleri saat 9’da görüşüyoruz. O vakit benim mev’idim (onunla buluşma saatim) dir.” O gün günlerden
Çarşambaydı. Bana, “Yarın git Ona söyle ki, ben torunum Muvahhid ile beraber -ki torunu, Mimarizâde
Muhammed Ali’nin oğludur- arabayla kapısının önüne kadar geleceğim fakat merdiven çıkamadığımdan
evine giremem. (Çünkü o esnada seksen sekiz yaşında
idi.) Zâhid Efendi teşrif etsin aşağıya da, Nil kenarına
bir yere gidelim, konuşalım, muhabbet edelim istiyorum, sen git söyle” dedi. Hemen gittim söyledim, Zâhid Efendi de memnuniyetle karşıladı. Ben de buna
vesile oldum.
İşte (ihtilafa sebep olan) o kitaplar çıktıktan, konuşulanlar konuşulduktan sonra hepsinden sonra ben
böyle bir şeye şâhidim. Allah için bunu söylüyorum.
Ondan sonra Zâhid Efendi de çok yaşamadı, zaten
Zâhid Efendi, Mustafa Sabri Efendi’den önce vefat
etti. Bu hadise böyle iken onlara kavga yaptırmanın
manası nedir Allah aşkına? Günahtır.
Soru: İsterseniz biraz da Sabri Efendi ve Zâhid
Kevserî’nin Mısır’daki ders halkalarından konuşalım, Onların derslerine kimler iştirak ederdi?
Biz her ikisinin de ahir ömürlerine eriştik. Onlar tedris için Ezher kürsüsüne çıkmadılar. (Çeşitli
nedenlerden dolayı Ezher’de ders okutmayı uygun
görmediler). Onların meclisleri tam bir ilim halkası
idi. O meclislere gidenler onların ağzından çıkanları
119
Kudemâ Meclisi
kati bir huccet sayarlar, kemal-i ihtiram ile derslerini dinlerlerdi. Zâhid Efendi bana Cuma günleri vakit
ayırmıştı. Saat 9’dan Cuma namazına yakın bir vakte
kadar muhtelif kitaplardan okurduk.
Soru: Sabri Efendi ve Zâhid Kevserî’nin Ali Haydar Efendi ile ne derece bir dostlukları vardı?
Burada iken bir araya geldiklerini bilmiyorum ama Mısır’dan döndüğümde Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Efendi’den çok sorardı, onların halini öğrenmek isterdi.
Soru: “Cemaleddin Afgânî-Muhammed Abduh
ve Reşid Rıza çizgisini etkisiz hale getiren ve Ehl-i
Sünnet ulemâsının önünü açan ikili Zâhid Efendi
ile Mustafa Sabri Efendi’lerdir” dersek mübalağa
olur mu?
Haşa, elbetteki olmaz. Mustafa Sabri Efendi o kimselerden bahsederken şunu da işittik: “Ben Türkiye’deyken bunları takdir ediyordum fakat buraya geldikten sonra Allah bir şerh-i sadr ihsan etti. Bu şerh-i
sadr sayesinde çok ince şeylere muttali oldum. Allah’a
hamd-ü senâlar olsun.” Bu konu daha uzun konuşulacak bir mevzudur ama ben buna girmek istemiyorum. Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Efendi’nin onlar
hakkında yazdıkları başkalarınınkilerden çok daha
mühimdir. Bu konuda yazan başkaları da var, İskenderiye Üniversitesi hocalarından Muhammed Huseyn
120
Kudemâ Meclisi
başta olmak üzere daha bir çok kimsenin onlar aleyhinde yazdıkları var ama Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Efendi’nin yazdıkları hepsinin üstündedir. Onlar
işi daha ince, daha mühim noktalardan yakalamışlardır. Son anlarını bilemiyoruz ama bu kişiler insanlara
yazdıklarıyla çok yanlış şeyler bırakmışlardır. Mesela Muhammed Abduh’a kadar nasslar üzerinde çok
uzak teviller hiç kimse tarafından yapılmamıştır. O
öyle teviller yapmıştır ki onların hiç kimse tarafından
kabul edilebilecek tarafı yoktur. Şunu söyleyelim ki ;
kudret-i ilmiyyesi ve kalemiyyesi vardır fakat bunları
çok yanlış şekilde kullanmıştır. Oradakileri bir kenara bırakalım bizim buradaki müfessirlerden Hamdi
Efendi’nin Fil sûresi tefsîrinde Muhammed Abduh’u
yerden yere çaldığını görmüyor muyuz?
Hocam ilim-irfân dolu bir konuşma oldu, bize
vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim
***
121
Kudemâ Meclisi
KADÎM DURUŞLU BİR HâLİDî ŞEYHİ:
MAHMUD EFENDİ
T
asavvuf, ruhu “mâsivâ”dan arındırma ve
İslâmî değerlerle donatma yoludur. Tarikatlar ise bu faaliyetleri gerçekleştirmek
için tarihi süreç içerisinde oluşan irfan ocaklarıdır.
Tasavvuf, ferdin şahsında düşünüldüğünde onu
seyr-u sülûk ile Allah Teâlâ’ya yaklaştıran bir saika,
cemiyet çapında dikkate alındığında ise, tarikatlarla sistemli bir şekilde insanlara yön veren bir kurum
olarak karşımıza çıkar.
Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’ten beslenen sûfi telakkiler, İslâm’ın erken dönemlerinden günümüze kadar
geniş kitleler tarafından benimsenmiş, farklı nisbeler
altında idârî, ictimâî ve ilmî kurumların oluşum ve
devamında önemli roller üstlenmişlerdir.
122
Kudemâ Meclisi
Anadolu’nun İslâmlaşmasında tarikatların üstlendiği rol en az orduların zaferleri kadar önemlidir. Tarikatlar, insanları İslâm’la tanıştırdıkları gibi,
onlara İslâm’a göre nasıl yaşanılabileceğini de göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güçlü bir ictimâî
yapıya sahip olması tarikatların varlığıyla doğrudan
ilişkilidir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden günümüze kadar Anadolu ve çevresinde etkin olan Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolu sahip olduğu ümmet
telakkisi ile ayrılıkçı akımları etkisiz hale getirmiş ve
bu yolla adeta Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmıştır. Geniş bir coğrafyada irşad faaliyetinde bulunan
Mevlânâ Ziyâuddîn Hâlid b. Hüseyn el-Bağdâdî’ye
(v.1242/1827) nisbet edilen Hâlidiyye kolu, Osmanlı topraklarında millet-devlet dayanışmasının tesis
edilmesinde çimento vazifesi görmüştür. Ayrıca tekke ile medrese, uzun yıllar devam eden husumetten
sonra Mevlânâ el-Bağdâdî’nin gayretleriyle birbirlerini tamamlayan kurumlar olduklarını fark etmişlerdir. Çok sayıda âlim Hâlidiyye Tarikatı’na intisap
etmiştir. Bu yüzden Hâlidiyye’ye “ilmiye sınıfının tarikatı” da denmektedir.
Abdullah Mekkî vasıtasıyla Mevlânâ el-Bağdâdî’ye
dayanan, günümüzde ise Mahmud Ustaosmanoğlu
Hoca Efendi ile temsil edilen İsmailağa Cemaati, Hâlidîliğin kolları içerisinde muhalled yapıyı ilk haliyle
koruması ile temayüz etmektedir.
123
Kudemâ Meclisi
HâLİDîLİK
Hâlidîlik, Nakşibendiyye Tarikatı’nın önemli bir
koludur. Bu kolun nasıl bir temelde yükseldiğini anlayabilmek için Nakşibendiyye Tarikatı’nın doğuşunu
ve tarihi gelişimini bilmek gerekir.
Nakşibendiyye, Buhârâ’ya 9 km mesafede yer
alan Kasr-ı ârifân Köyün’de dünyaya gelen Behâuddîn Nakşibend Muhammed el-Buhârî (v.791/1389)
Hazretleri adına nisbet edilen bir tarikattır.49 Muhammed Behâuddîn tarîkatı zahirde Muhammed
Baba Semmasî (v.740/1239)’den almış, sonra Onun
talebesi Seyyid Emir Külâl’e öğrencilik yapmıştır.
Gerçekte ise O bir “üveysidir”. Yani eğitimini manevi
yolla Abdulhalik Gücdüvânî’den almıştır.50
Behâuddîn Nakşibend Hazretleri vefatından bir
gün önce, yetiştirdiği müritlerine Muhammed Parsa
(v.822/1419)’ya tabi olmalarını vasiyet etmiş51, Muhammed Parsa ve diğer halifeler vasıtasıyla Nakşibendiyye Tarikatı geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.
İmam-ı Rabbânî (v.1035/1626)’nin etkisiyle îonun “Müceddidiyye” diye de anılmasına zemin hazırlamıştır.
Nakşibendiyye Tarikatı’nın Müceddidiyye koluna
Refîk el-Acem, Mevsû’at-u Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslâmî,
Mektebet-u Lübnan, Beyrût, 1999, s.991.
50
Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî, el-Kevâkibu’d-Dürriyye
ale’l-Hadâiki’l-Verdiyye, Dâru’l-Beyrûtî, Beyrût, ty., s.392.
51
el-Hânî, a.g.e., s.434.
49
124
Kudemâ Meclisi
mensup olan Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî,52 Nakşibendîliğin özellikle Osmanlı topraklarında yayılmasında etkili olmuştur.
Mevlânâ el-Bağdâdî, ümmet bilincini aşıladığı
yüzlerce halife ve müridi ile Osmanlı topraklarında
emperyalizma’ya karşı hilafetin müdâfaasını yapmıştır. Dağıstan’dan Sumatra’ya kadar yayılan talebeleri
bulundukları bölgelerde Osmanlı Devleti’nin gönüllü
neferleri olarak çalışmışlardır. 53
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî siyasî faaliyetlerinin
yanı sıra akîde alanında da yoğun bir gayret içerisinde olmuştur. Gerek kendisi, gerekse de halifeleri bulundukları bölgelerde kurdukları medreselerde Ehl-i
Sünnet akidesinin temel kitaplarını okutmuşlar, çok
sayıda ilim adamı yetiştirmişlerdir.
Mevlânâ el-Bağdâdî bir çok defa Şii alimlerle münazara yapmış, özellikle Şîa’nın yayılma gösterdiği
bölgelerde Ehl-i Sünnet akdesinin güç kazanmasına
büyük katkıda bulunmuştur. Onun irşadı neticesinde
Şîa’nın Anadolu ve Irak’taki nüfuzu etkisiz hale getirilmiştir.
Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Osmanlı sevgisi ve Şîa
karşıtlığı öğrencileri üzerinde o derece etkili olmuştur
ki halifelerinden Taha el-Hakkârî, gördüğü bir rüya
neticesinde Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen İran
hükümdarı Mehmed Şah’ın gönderdiği hediyeyi Os52
53
el-Hânî, a.g.e., s.434.
Hamid Algar, “el-Bağdâdî”, D.İ.A., VI, s.284.
125
Kudemâ Meclisi
manlı Devleti’ni incitmemek için geri çevirmiştir.54
Mevlânâ el-Bağdâdî yaşadığı dönemdeki alimlerden büyük saygı görmüştür. Muhammed Emin adıyla
bilinen İbn-i Âbidîn, Rûhu’l-Me’ânî adlı tefsîrin sahibi Mahmud el-âlûsî, II. Mahmud’un Şeyhü’l-İslâm’ı
Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi onun allâme müritlerinden birkaçıdır.55
Mevlânâ el-Bağdâdî’nin itibarı ulemâ nezdinde o
derece kabul görmüştür ki, muasırları tarafından kendisine yöneltilen tenkitlere cevap bizzat söz konusu
alimler tarafından verilmiştir. Nitekim Abdulvahhab
es-Sûsî’nin Hâlid el-Bağdâdî aleyhindeki ifadelerine
dönemin büyük fakihi İbn Âbidîn tarafından yazılan “Sellü’l-Husâmi’l-Hindî li-Nusrat-ı Mevlânâ Şeyh
Hâlid en-Nakşibendî”56 adlı eser ilim çevrelerince
Hadise şu şekildedir: Şah, Taha el-Hakkârî’ye yetiştirdiği talebeler ve yaptığı hizmetlerden dolayı Türk sınırına yakın bir
yerde iki köy bağışlar. Fakat el-Hakkârî hediye’yi kabul etmez.
Bunun üzerine Şah köyleri vakfedip el-Hakkârî’ye bir âsâ ile bir
cübbe gönderir. Sultan Abdülmecîd Han duruma vakıf olunca
Taha el-Hakkârî’ye bağlılık ve ihtiramını bildirir. Bk. Abdurrahman Memiş, Hâlid-i Bağdâdî ve Anadolu’da Hâlidîlik, İstanbul,
2000, s.211.
55
Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi üç ayrı devrede 17 yıl şeyhü’lislâmlık makamında bulunmuştur. Hâlid el-Bağdâdî kendisine
iki ayrı mektup göndermiş, bağlılığına işaret etmiştir. Bk. Es’ad
Sâhib, Buğyetu’l-Vâcid fî Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, Dimeşk,
1334, s.10, 70, 92.
56
Algar, “el-Bağdâdî”, VI, s.284; Bu Risale, İbn-i Âbidîn’e ait Risaleleri hâvî “Mecmû’at-u Resâil-i İbn-i Âbidîn” başlıklı kitab’ın
bazı nüshalarından selefi zihniyete sahip yayıncılar tarafından
çıkartılmıştır. Bk. Muhammed Emin İbn-i Âbidîn, Mecmû’at-u
54
126
Kudemâ Meclisi
hala takdirle karşılanmaktadır.
Mevlânâ el-Bağdâdî ile birlikte tarikat Nakşibendiyye-Halidiyye diye anılmaya başlamıştır. Halidiyye
yeni bir tarikat olmaktan ziyade bir kolbaşı işlevi görmüştür.
Mevlânâ el-Bağdâdî Nakşibendilik içerisinde
İmam-ı Rabbânî’den sonra en etkin olan ikinci adam
olmuştur. Onun vesilesiyle Osmanlı topraklarında,
özellikle de İstanbul’da farklı tarikatlar ve değişik
Nakşibendi kolları ciddi anlamda nüfuz kaybına uğramış ve 1826 yılında kapatılan Bektâşî tekkeleri Halidi şeyhlere verilmiştir.
Hâlidiyye’nin İslâmî esaslara uygun olması ve
mürşitlerinin ulemâ sınıfından gelmesi, tarikatın
İstanbul ulemâsı tarafından kabul görmesinde etkili
olmuştur. Kısa zamanda Nakşibendîlik ilim ve devlet adamları nezdinde ciddi bir saygınlığa ulaşmıştır. Tarikatın İstanbul halifesi İzmirli Ahmed Eğribozî’nin faaliyetleri neticesinde şeyhü’l-islâmlar
Mekkîzâde Mustafa Asım ve Mehmed Refîk Efendi,
Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Said, Davud, Gürcü
Necip, Namık Paşalar ve Musa Saffetî Hâlidiyye’ye
intisap etmiştir. Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Osmanlı
sınırları içerisinde bulunan Suriye’de ikâmet etmesi ve halifelerinin Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları,
devlet adamlarının tarikata ilgisinin artmasında etkili olmuştur.
Resâil-i İbn Âbidîn, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, ty.
127
Kudemâ Meclisi
Mevlânâ el-Bağdâdî’nin yaşadığı Süleymaniye,
Bağdat ve Şam bölgelerindeki farklı tarikatlar, müntesiplerinin Nakşibendî olmaları üzerine yöresel
ağırlıklarını kaybetmişlerdir. Kâdirîlerin yoğunlukta
olduğu Kuzey Irak Bölgesi, Hâlidiyye’nin doğuşuyla
yerini Nakşibendîliğe bırakmıştır. Berzencî ve Sâdât-ı
Nehrî gibi şeyh ailelerinin çoğu Kâdiriyye’den Nakşibendîliğe geçmiştir. Zamanla Kürt kimliği bir dereceye kadar Hâlidiyye ile bütünleşmiştir.
Hâlidiyye’nin siyasî açıdan etkin olduğu bölgeler
arasında Kuzey Kafkasya’nın ayrı bir yeri vardır. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin önde gelen halifelerinden
İsmail Şirvânî XIX. yüzyılın ilk on yılında Halidiyye’nin Kuzey Kafkasya’da yayılmasını sağlamıştır.
İsmail Şirvânî’nin silsilesi Has Muhammed Şirvânî, Muhammed Yerâğî, Cemaleddin Gazi-Gumükî
ve onun müridi Şeyh Şamil ile bölgede en etkin tarikat haline gelmiştir. Şeyh Şamil önderliğinde yürütülen bağımsızlık mücadelesi Ruslara karşı önemli
zaferler kazanmıştır. Kuzey Kafkasyalı Hâlidî şeyhler siyasî ve tasavvufî faaliyetlerin yanı sıra yargı ve
eğitim alanında da etkili olmuşlardır. Örf ve adetlerin yerine İslâmî hükümlerin uygulanması ve açılan
medreselerde İslâmî ilimlerin okutulması noktasında önemli başarılar elde etmişlerdir.57
Hâlidiyye’nin Arap dünyasında en yaygın olduğu ülke ise Suriye’dir. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin
57
Algar, “Halidiyye”, D.İ.A., XV, s.295.
128
Kudemâ Meclisi
hayatının önemli bir bölümünü Şam’da geçirmesi
ve orada vefat etmesi tarikatın Suriye’deki nüfuzunun başlıca nedenidir. Bu bölgede ikâmet eden Hânî
Ailesi Hâlidiyye’nin, Hâlid el-Bağdâdî sonrasında
Suriye’de kök salmasında önemli rol üstlenmiştir.
Tarikatın temel kitapları “el-Behcetu’s-Seniyye fî
Adâbi’t-Tarîkâti’l-Âliyyeti’l-Hâlidiyyeti’n-Nakşibendiyye’nin” yazarı Şeyh Muhammed b. Abdullah
el-Hânî (v.1862) ile “el-Hadâiku’l-Verdiyye fî Ecillâi’s-Sâdâti’n-Nakşibendiyye’nin” müellifi Şeyh Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî (v.1900) bu ailenin
önemli simalarındandır.58
Abdullah Mekkî
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin Mekke’ye gönderdiği halifelerinden Abdullah Mekkî (Erzincani)
vasıtasıyla Hâlidiyye, İslâm coğrafyasının ücra köşelerine kadar ulaşmıştır. Onun müritleri arasında
Türkler, Kırım ve Kazan Tatarları’nın yanı sıra Güneydoğu Asyalı Müslümanlar da vardır. Sumatralı Şeyh İsmail Minangkabavi Singapur, Malezya ve
Riau Saltanatı’nın merkezi Penyangat adasında oldukça etkili olmuştur. Minangkabavi’nin irşad faaliyetleri neticesinde Riau sultanı Muhammed Yusuf
Halidiyye’ye intisap etmiştir.59
1900 yılında İstanbul’da vefat edip Nişantaşı kabristanlığına
defnedilen el-Hânî’nin hayatı için Bk. el-Hânî, a.g.e., s.7-8.
59
Algar, “Halid el-Bağdâdî”, D.İ.A., VI, s.296.
58
129
Kudemâ Meclisi
Yanyalı Mustafa İsmet Efendi
Abdullah Mekkî’nin Anadolu’daki başlıca halifeleri
“Terzi Baba” olarak bilinen Muhammed Vehbi Efendi (v.1848), Mustafa Hüdâvendi ve Yanyalı Mustafa
İsmet Efendi’dir (v.1872).60 Mustafa İsmet Efendi’nin
irşad merkezi İstanbul’da kurulan en eski Hâlidî tekkesidir.61
İstanbul’daki Hâlidî Şeyhler
Hâlidî şeyhler hilafetin merkezi İstanbul’da devlet
ve siyaset çevreleriyle girdikleri yakın ilişkiler sayesinde -ıslahat hareketlerinin gündemde olduğu yıllarda- İslâmî değerlerin korunması noktasında önemli
başarılara imza atmışlardır. Jön Türklere karşı II. Abdulhamid’i desteklemişlerdir.
İstanbul’daki Hâlidî şeyhler -bütün bu hizmetlerinin yanında- eğitim faaliyetlerinde de bulundular.
Özellikle 1924 yılında medreselerin kapatılmasından
sonra İstanbul, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde İslâmî ilimler tedrisatının önemli bir bölümü
Hâlidî şeyhler eliyle yürütüldü. Hâlidî şeyhlerin murakabesinde İslâmî ilimleri okuyan birçok kişi Cumhuriyet dönemi dini hayatında müftü, vaiz ve imam
olarak vazife aldı.
1946 yılında çok partili siyasî hayata geçilince Hâlidî’ler Türk siyasî hayatında yeniden etkin oldular.
Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ’yı Ebrâr ve Şerh-i Esmâ’ı Esrâr,
Süleymaniye Kütüphanesi, No: 2305-2309, II, s.212.
61
Süleyman Uludağ, “Anadolu’da Halidilik”, D.İ.A., XV, s.299.
60
130
Kudemâ Meclisi
Siyasî partiler, halkın oylarını alabilmek için Hâlidî
şeyhlerin çocuk ya da torunlarını listelerinden meclise taşıdılar. Kasım Kufralı, Şeyh Salahaddin’in oğulları Kamran İnan, Âbidîn İnan, Şeyh Muhammed
Masum’un oğlu Muhittin Mutlu, Şeyh Said’in torunu
Abdulmelik Fırat, Şeyh Fethullah’ın torunu Gıyâseddin Emre, Şeyh Ali es-Sebtî’in torunu Ali Rıza Septioğlu gibi isimler çeşitli dönemlerde Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde görev yaptılar.
Siyasî hayatta en etkili olan Hâlidî şeyh ise Ahmed
Ziyâuddîn Gümüşhanevî (v.1893) ve Ahmed el-Ervadî (v.1857) yoluyla Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşan Mehmet Zâhid Kotku’dur (1980). Kotku’nun tekkesinde 1
cumhurbaşkanı, 2 başbakan, çok sayıda bakan ve bürokrat yetişmiştir.
FİKİR HAYATINDA MEŞÂYIH
Hâlidî şeyhler Cumhuriyet dönemi fikir hayatında
da etkin oldular. Hareket Dergisi ve Hareket düşüncesinin mimarı Nureddin Topçu Gümüşhanevî Tekkesi
şeyhlerinden Abdülaziz Bekkine’nin (v.1952) müritlerindendir. Yine yakın dönem fikir ve sanat dünyasının
etkin siması Üstad Necip Fazıl da, silsilesi Seyyid Taha
Hakkârî vasıtasıyla Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşan Abdülhakîm Arvasî’ye (v.1943) intisab etmiştir.
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî yaşamında olduğu gibi
öldükten sonra da Osmanlı Devleti tarafından saygıyla yâd edildi. Sultan Abdulmecîd, Necip Paşa’ya emir
131
Kudemâ Meclisi
vererek Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Şam’daki kabrine
masrafları kendi özel bütçesinden karşılanmak üzere
türbe yaptırdı. 62
İSMET EFENDİ TEKKESİ
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin Anadolu’nun farklı
bölgelerine dağılan çok sayıda halifesi vardı. Bunların önemli bir bölümünün ulemâ sınıfından olması
İslâm’ın zahir ve batın birlikteliğinin yeniden tesis
edilmesinde etkili oldu. İstanbul’da olduğu gibi, Anadolu’da da çok sayıda ilim adamı Nakşibendîliğe intisab etti.
Hâlidiyye’nin İstanbul ve Anadolu’da etkin olmasında Abdullah Mekkî’nin yanında 20 yıl kalan Yanyalı Mustafa İsmet Efendi’nin rolü büyüktür.
İsmet Efendi, Abdullah Mekkî’den icâzet aldıktan
sonra Edirne’de irşad vazifesi ile görevlendirildi. Abdulmecîd Han’ın saygınlığını kazanan İsmet Efendi,
belli bir süre sonra İstanbul’a davet edildi. Fener-Rum
Patrikhanesi’nin yüksek miktarda para teklif etmesine rağmen arsa sahibinden alamadığı Fatih-Çarşamba’daki Katip Muslihiddin Mahallesi İsmailağa Caddesi Mercimek ve Kara Davud Sokaklarının çevirdiği
arsa üzerine 1853 yılında kendi adıyla anılan bir tekke
inşa etti.
İsmet Efendi, İstanbul’da kısa zamanda büyük saygınlık kazandı. Memduh Paşa gibi devlet adamları
62
Memiş, a.g.e., s.212.
132
Kudemâ Meclisi
Ona intisap etti. Abdulmecîd Han, her cuma gecesi
türbesinin girişinde İsmet Efendi’nin 10 müridi ile
Hâlidî adabı üzerine hatm-i hacegân yapmalarını vasiyet etti.63 II. Abdülhamid de belli aralıklarla İsmet
Efendi’yi ziyaret ederdi.
İstanbul’un en gözde irfan merkezleri arasında yer
alan tekke, İsmet Efendi’den sonra sırasıyla Halil Nurullah, Ali Rıza Bezzâz ve Ahıskalı Ali Haydar Efendi
ile irşad faaliyetlerine devam etti.
Halil Nurullah Efendi, irşad hizmetlerini bizzat
tekke’de yürütürken, Ali Rıza Bezzâz Efendi ikâmet
ettiği şehir Bandırma’da kalmayı tercih etti.
ALİ HAYDAR EFENDİ
Ali Rıza Bezzâz Efendi’nin vasiyeti gereği İsmet
Efendi Tekkesi’nin başına geçen Ahıskalı Ali Haydar
Efendi, irşad silsilesinde İsmet Efendi’den sonra en
etkin ikinci isim olur. İsmailağa’nın doğru bir şekilde
anlaşılabilmesi için Muhterem Mahmud Efendi’nin
şeyhi olan Ali Haydar Efendi’nin âlim ve sûfî kimlikleriyle bilinmesi zaruret arz eder.
Hem Osmanlı Devleti (1914), hem de Cumhuriyet
döneminde (1960) İsmet Efendi Tekkesi’nin şeyhlik
makamında bulunan Ali Haydar Efendi, 1914 yılından 1919’a kadar irşad faaliyetlerini evinde ya da camii köşelerinde yürütmek zorunda kalır.
Fatih Dersiâmlarından olan Ali Haydar Efendi,
İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri,
İstanbul, 1989, s.248.
63
133
Kudemâ Meclisi
Osmanlı Devleti’nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir
vazife olan “Te’lîf-i Mesâil Heyeti” reisliğinde bulunmuştur. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali
Haydar Efendi’nin diğer Hâlidî şeyhler gibi Sultan II.
Abdulhamid’den yana tavır alması ve İttihatçıların
şeyhü’l-islâmlık teklifini geri çevirmesi, tekkesinin işgal edilmesi başta olmak üzere pek çok hususta mağduriyet yaşamasına yol açmıştır.
İsmet Efendi’nin icâzetine, tekke vakfiyesinin “tekke’ye bağlı halife ve müritlerin seçeceği post-nişinin
şeyh olarak tayin edilmesi” şartına rağmen Meclis-i
Meşâyıh, İttihatçıların baskısıyla vakıf şartını ve kendi nizamnamesini ihlal ederek Ali Haydar Efendi’nin
makamına Mustafa Hâki Efendi adında Tokatlı bir İttihatçıyı atamıştır. Tekke ile alakalı müzakerelere Tokat Mebusu sıfatıyla Mustafa Hâki Efendi katılmıştır.
Tekke’nin müritleri Meşihat makamına ve Meclis-i
Meşâyıh’a defaatle mektup yazarak durumun düzeltilmesini talep ettiler; fakat netice alamadılar. Nihayet
Ali Haydar Efendi’nin müritlerinden Hafız Halil Sami
Efendi 1919 yılında işgalin öyküsünü anlatan bir dilekçe kaleme alıp padişaha gönderir. Padişah’ın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan
tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi’ye iade edilir. 64
Ali Haydar Efendi tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi’nde irşad faaliyetlerine
Ahmet Açıkgöz, “Tekkesi İşgal Edilen Şeyh”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.2, Şubat-Nisan 2005, s.70.
64
134
Kudemâ Meclisi
devam eder. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camii formatında yürütür.
Ali Haydar Efendi, medreselerin kapatılmasından
sonra tekke hizmetlerinin yanı sıra islâmî ilimlerin
tedrisatıyla da ilgilenir. Bu hizmeti, hayatının sonlarına kadar sürdürmüştür. Ahir ömründe ders halkasına
katılan Emin Saraç Hoca Efendi’nin anlattığı şu olay
Halidi şeyhlerin ilme verdikleri önemi göstermesi
açısından da önemlidir: “Ali Haydar Efendi’den Molla Hüsrev’in ‘Mir’ât’ını okuyordum. Ders için her gün
Tekke’ye giderdim. Yine bir gün gitmiştim ki, Üstadımı aşırı derecede yorgun buldum. Konuşmaya, ders
takrir etmeye mecalleri yoktu. Bu yüzden ‘Evladım!
Bundan sonra ders okutamayacağım, senin de gördüğün gibi sağlığım buna müsait değil’ dedi. Ses tonundan, ders okutamamaktan dolayı son derece muzdarip olduğu anlaşılıyordu. Öyleki zindan, zulüm ve
tecritler Ona ders okutamamak kadar ağır gelmemişti. Ali Haydar Efendi’nin bu hal beyânı üzerine ‘peki’
dedim ve müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım.
Doğruca ikâmet ettiğimiz ‘Üçbaş Medresesi’ne gittim.
Hadiseden bir gün sonraydı, saat sabahın sekizi, medresenin o ilk odasında dersimi mütalaa ediyordum.
Arkadaşlardan biri yanıma gelip dışarıda bir yaşlı
kadının benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşmek için dışarıya çıktım, bir de ne göreyim! Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin Hanımı… Hocamın beni
135
Kudemâ Meclisi
istediğini söyledi. “Ne zaman geleyim” deyince “her
zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz”
dedi. Gittim. Hocamız: ‘Evladım! Seni gönderdikten
sonra halim daha da ağırlaştı. Öyle ki gözlerime uyku
girmedi. İlmini ketmedenlerden olmaktan korktum.
‘Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulur da
cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teâlâ ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur’ hadisine muhatab
olmaktan korktum. Ders okut(a)mamanın hesabını
verememekten korktum. Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim! Binaenaleyh,
ahir nefesimize kadar derse devam edelim. Bu can bu
yola adanmıştır.”65
Ali Haydar Efendi Cumhuriyet Döneminde uzun
yıllar perşembe günleri Sultan Selim, salı günleri de
Nişanca Camileri’nde vaaz vermiştir. Vaazlarında
Ehl-i Sünnet Akidesi ve Ameli meseleler üzeride dururdu. Meselenin doğrusunu anlatır, yanlışın tahlil ve
tenkidini dinleyicilere bırakırdı.
İLK BULUŞMA
Ali Haydar Efendi, uzun mücadele hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı bir şiirinde şöyle dua etmiştir:
“Silsilemizi müselsel eyle Ya Rabb’el-En’âm
Yürüsün böyle müselsel ta ol yevme’l kıyam.”
Talebelerinin anlattığına göre ömrünün son on
Açıkgöz, “Huzur Derslerinde Sistemi Sorgulayan Allâme”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.4, Eylül-Kasım 2005, s.102-103.
65
136
Kudemâ Meclisi
yılında en fazla düşündüğü mesele, irşad yolunun
devam edip-etmeyeceği idi. Derin düşüncelere daldığı bir gün mana aleminde Şeyhi Ali Rıza Bezzaz
Efendi’yi görür. Şeyh Efendi kendisine Bandırma’da
askerlik yapan Mahmud Efendi’yi gösterir ve “Bu
bizimdir! Bunu teslim al” diye emreder. Ali Haydar
Efendi rüyada teslim aldığı zatı, gerçekte de görebilmek için Bandırma’ya gitmeye karar verir. Yakın çevresine, “Hazırlanın, Bandırma’ya gidiyoruz” diye emreder. Talebeleri “Aman efendim! Rahatsızlığınız yola
çıkmanıza müsaade etmez, seferi te’hir etseniz, aksi
halde rahatsızlığınız artar” türünden cümleler sarf
ederek onu kararından caydırmaya çalışırlar. Fakat o
kararını vermiştir.
Ali Haydar Efendi, Bandırma’ya gider ve ilk olarak
Ali Rıza Bezzaz Efendi’nin kabrini ziyaret eder. Oradaki talebeleri ile görüşür. Cuma namazı için Haydar
Çavuş Camii’ne geçer. Sünnet namazları, caminin son
cemaat mahallinin sağ tarafında kılar. Bandırma’da
askerlik yapan Mahmud Efendi de o vakit camidedir.
Çıkarken Ali Haydar Efendi’yi görür. İsmet Efendi irşad merkezinin halef-seleflerinin bu ilk karşılaşmalarıdır. O anı Muhterem Mahmud Efendi şöyle anlatır:
“Cuma namazını kıldım, camiden çıkarken sağ tarafta Ali Haydar Efendi’yi gördüm. Bana padişah gibi
heybetli göründü. Cemaate kim olduğunu sordum,
tanımadıklarını söylediler. İmama sordum, ‘Osmanlı
ulemâsından Dersiâm Ali Haydar Efendi’ dedi. Onun137
Kudemâ Meclisi
la görüşmek istediğimi söyleyince İmam ‘Durum sıkı,
sürekli takip ediliyor, görüşmek istiyorsan akşam gel’
dedi. Akşam gittim fakat Ali Haydar Efendi camiye gelememişti. Çünkü şartlar müsait değildi. İmam
‘Yarın Eskici Abdullah Efendi’nin evinde olacak oraya gel’ dedi. Sabah olunca Abdullah Efendi’nin evine
gittim, kendileri oradaydı. İlk görüşmemiz o zaman
gerçekleşti. Buyurdular ki: ‘Ne olaydı biraz daha erken
kavuşsaydık Mahmudum’. İlk buluşmamızda başlayan
muhabbet hep artarak devam etti.”
“Ali Haydar Efendi ile görüşünceye kadar bana mesele sorarlar diye şeyhlerle görüşmekten imtina ederdim. Fakat O, beni öylesine etkilemişti ki huzurundan
hiç ayrılmak istemezdim”.66
Bu görüşmeden birkaç ay sonra bölükte dağıtım
yapılır ve Mahmud Efendi İstanbul Selimiye Kışlası’na
sevk edilir. Buradan da, önce Gebze’ye ardından Sirkeci’ye gönderilir. Daha sonra emir eri olarak sırasıyla Sultanahmet, Ahırkapı, Bandırma ve Zonguldak’ta
bulunur. 1954 yılında Davutpaşa kışlasında askerlik
vazifesini bitirir. İstanbul’da kaldığı süre zarfında çarşı
izinlerini İsmet Efendi Tekkesi’nde Ali Haydar Efendi’nin yanında geçirir. Askerlik vazifesi bitince bir ara
Of ’a döner. Ali Haydar Efendi üst üste yazdığı mektuplarında “Dost bahşişi Yusufum!” diye hitap ettiği
Mahmud Efendi’yi İstanbul’a davet eder. Davet üzerine İstanbul’a gelen Mahmud Efendi, 1954 yılında Ali
Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.5, Ocak-Mart 2006, s.73.
66
138
Kudemâ Meclisi
Haydar Efendi’nin tavassutuyla İsmailağa Camii’nde
İmam Hatip olarak vazifeye başlar.
MAHMUD EFENDİ ve HâLİDîLİK
Ali Haydar Efendi 1960 yılında Ahiret’e irtihal
edince -vasiyyeti gereği- talebelerinin başına Mahmud Efendi geçer. İsmet Efendi irşad merkezinin yeni
şeyhi, merkeze yerleşmek yerine İmam Hatip olarak
görev yaptığı İsmailağa camiinde kalmayı tercih eder.
HAYATI
1929 yılında Trabzon/Of ’ta dünyaya gelen Mahmud Efendi, Ali Efendi ve Fâtıma Hanım çiftinin hayatta kalan ilk çocuğudur. Çocukları yaşamayan Ali
Efendi, meccanen İmam Hatiplik yaptığı caminin minaresinde okuduğu her ezandan sonra “Ya Rabbi bana
hayırlı bir evlat nasib et!” diye dua ederdi. Bir gece
Fâtıma Hanım rüyasında Ay’ın koynuna indiğini ve
Dünya’yı aydınlattığını görür. Rüyadan kısa bir zaman
sonra hamile kalır ve bir erkek çocuk dünyaya getirir.
Ali Efendi yeni doğan çocuğunu alır, civarda
Kal-Ömer Mahmud Efendi diye bilinen âlim/velâ zata
götürür. Kal-Ömer Mahmud Efendi, Ali Efendi’nin
oğlunu kucağına alır ve şunları söyler: “Adın benim
adım olsun, ilmin benim ilmim olsun, takvân benden
fazla olsun.”
Kal-Ömer Mahmud Efendi’nin iltifatına nail olan
Küçük Mahmud, yetişkin kişilerde görülebilecek ta139
Kudemâ Meclisi
vırlarıyla dikkat çeker, arkadaşları arasında farklılığı
ile temayüz eder.
Duruşlarında “büyük oluş”un kodlarını gören köylüler, çocuklarına ona benzesinler diye “Mahmud”
adını koyarlar. O daha çocukken, doğduğu Miçço
(Tavşanlı) köyünde yaşça kendinden küçük 40 tane
Mahmud olur.
TAHSİLİ
Mahmud Efendi erken yaşlarda Kur’an-ı Kerîm
okumayı öğrenir. Babası Ali Efendi’nin nezaretinde,
validesi Fâtıma Hanım’ın hocalığında hafız olur. Balaban Köyü’nde ikâmet eden Hoca Abdulvahhab Efendi’den “Emsile” ve “Bina” kitaplarını, Mustafa ve Hasan İbrahimoğlu’ndan Yâsîn Sûresi’nin tefsîrini okur.
Ramazan ayında Kayseri’ye gider. Orada Tesbihçizâde
Hacı Ahmed Efendi’den Farsça ve Arapça dersleri alır.
Arap diliyle alakalı İmam Birgivi’nin meşhur kitapları
Avamil ve İzhar başta olmak üzere klasik usûlde takip
edilen diğer metinleri okur. Kayseri’de 1 yıl kadar kaldıktan sonra Of ’a geri döner Süleymaniye Medresesi
dersiâmlarından Çalekli Dursun Efendi’nin medresesinde tahsiline devam eder.
Dursun Efendi’nin ilk talebelerinden olan Muhterem Mahmud Efendi, Osmanlı medreselerinde takip edilen kitapları sırasıyla okur. Sarf, nahiv, me’ânî,
beyân, bedî’, Fıkıh, Usûl-u fıkıh, Usûl-u fetva, Hadis,
Usûl-u hadis, Tefsîr, Ulûm-u Kur’an, Akâid, Kelâm,
140
Kudemâ Meclisi
Mantık, Siyer, İslâm Tarihi ile alakalı mübtedi ve
müntehi kitaplarını bitirir/ikmal eder.
Muhterem Mahmud Efendi tek bir hoca ile gayrı
resmi olarak eğitime devam eden medresenin ilk talebelerinden olması hasebiyle kendinden sonra gelen
öğrencilerin dersleri ile de ilgilenir. “Emsile” kitabı
ile başladığı Arapça tahsilini Dursun Efendi’den aldığı genel icâzetle noktalar. İcazet aldığında yaşı henüz
16’dır.
Daha sonra Kur’an-ı Kerîm kıraatini ilerletmek ve
Aşere ilmini okumak için Mehmed Rüştü Aşıkkutlu’nun Çifaruksa/Uğurlu Köyü’ndeki Kur’an Kursu’na
gider. Burada teorik ve pratik açıdan kıraat ilmini tahsil eder.
Belli bir süre Of ’tan ayrılır ve farklı hocaların ders
takrirlerini dinlemek ve yeni terkipler oluşturmak
için çeşitli şehirleri dolaşır. Askerliğe kadar devam
eden bu ilk tahsil döneminde kitap okumaya dayalı
eğitim alır. 1950’de Askerde tanıştığı ve yaklaşık 8 yıl
yanında bulunduğu Ali Haydar Efendi’den ise meseleler üzerine dersler okur. Çeşitli konularda müzakerelerde bulunur. Çok defa Ali Haydar Efendi’nin iltifatlarına muhatap olur.
Muhterem Mahmud Efendi tahsil hayatında gece
geç saatlere kadar mütalaa eder, bazen birkaç saatlik
uykuyu bile kendine çok görürdü. Bir gece Onu kitaplar arasında gören Ali Haydar Efendi, has talebesinin
bu halini tasvib ettiğini şu cümlelerle dile getirir: “Oğ141
Kudemâ Meclisi
lum Mahmud! Şimdi çok çalış, ileride kitap okumaya
vakit bulamayacaksın”.
Mahmud Efendi’nin talebeleri hocalarının sürekli
kitap mütalaa ettiğini, kış gecelerinde kucağında kitaplarla birlikte çok defa battaniyelere sarılıp sabahladığını gördüklerini söylemektedirler. Onun kitap
mutalaası ile alakalı kardeşi merhum İsmail Ustaosmanoğlu şunları nakletmektedir: “Evde sofra kurulunca ağabeyimi çağırmaya giderdim. ‘Geliyorum’
derdi, aradan birkaç saat geçer sofra kalkar, o hâlâ kitaplarını mütalaaya devam ederdi.”
Muhterem Mahmud Efendi, okurken okutmaya
başladığı öğrencilerine askere gitmeden icâzet verir.
Erken yaşta mucâz (icâzetli) ve mucîz (icâzet veren)
ünvanlarına sahip olarak pek az alime nasib olan bir
nailiyete mazhar olur.
HOCALARI
Muhterem Mahmud Efendi, babası Ali Efendi başta olmak üzere birçok hocadan ders almış, fakat onun
tahsil hayatında üç isim çok etkili olmuştur. Bunlar
Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, Çalekli Dursun Fevzi (Güven) Efendi ve Ali Haydar Efendi’dir.
Mehmed Rüştü Aşıkkutlu
1901 yılında Of ’un Uğurlu (Çifaruksa) Beldesinde
dünyaya gelen Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, ilk tahsilini
40 yıl maarife hizmet eden babası Ahmet Cemalettin
142
Kudemâ Meclisi
Efendi’de yaptı. Hafızlığını köyünde ikmal etti. Arapça ve İslâmî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü
Çalıkzâde Tahir Efendi’de yaptı. Bir müddet medreselere devam etti. Medreseler lağv edilince yarıda kalan tahsilini Dersiâm Dursun Efendi’de tamamladı,
ondan icâzet aldı. İstanbul’a gidip Hacı Hafız Hamdi
Şükrü, Hafız İsmail Hakkı Bayrı ve Varnalızâde Hafız
Ahmed Hamdi’den “aşere”, “takrib” ve “tayyibe” derslerini okudu. Ardından Of ’a geri döndü. 1932 yılında Devlet’ten şifahi olarak Kur’an kursu açma yetkisi
aldı. Bu yetki 1936 yılında Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir yazıyla resmiyet kazandı.
Merhum Aşıkkutlu, kursunda yıllarca meccanen
“aşere”, “takrib” ve “tayibe” derslerini okuttu. Fıkıh,
tefsîr gibi “âlî” ilimlerin yanı sıra sarf-nahiv gibi alet
ilimlerini de tedris etti. “Feraiz” ilmine derin vukufiyeti Onu bu ilimde eşsiz bir konuma getirdi.
Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla
Of Vaizliği’ne atandı. Yıllarca Of ’ta irşad hizmetinde
bulundu. 1976 yılında emekli oldu. Fakat Kur’an-ı Kerim hizmetine yine devam etti. D.İ.B. Haseki Eğitim
Merkezinde 1976’dan itibaren “aşere”, “takrib” ve “tayyibe” derslerini okuttu.
Aşıkkutlu “mucâz” bir Kur’an-ı Kerîm üstadı olarak yıllarca ders verdi ve yüzlerce talebe yetiştirdi.
İcazet verdiği talebeler Kur’an okumanın kısıtlandığı yıllarda “fem-i muhsinler” (güzel okuyan ağızlar)
olarak Türkiye’nin farklı şehirlerinde Kur’an-ı Kerîm
143
Kudemâ Meclisi
okuttular; Allah Rasûlü’nden günümüze kadar devam eden Kur’an-ı Kerîm kıraatini mevcut vecihleriyle günümüze taşıdılar.
Muhterem Mahmud Efendi, Arapça tahsilinden
sonra tashîh-i hurûf ve kıraat ilmini tahsil için Çifaruksa’ya gidip uzun bir zaman merhum Aşıkkutlu’nun
yanında kalır.
Mahmud Efendi, üstadının hizmetini ve Kur’an
kıraatindeki yerini anlattığı bir konuşmasında şunları
söylemiştir: “Biz Ona öğrenci olduğumuzda hafızdık,
fakat Kur’an nasıl okunur bunu tam olarak bilmiyorduk. İçimizde öyleleri vardı ki “…testeğîsûne…”yi
“testeğîşûne” şeklinde okurdu. Kur’an-ı, hakkını vererek okumayı ondan öğrendik.”
Aşıkkutlu, kıraat ilmi ile alakalı irili ufaklı çok sayıda eser kaleme aldı. Bunların bir kısmı öğrencilerinin şahsi kütüphanelerinde mevcuttur.
Hoca Efendi 1980 yılında vefat ettiğinde geride
binlerce talebe bıraktı. Köyündeki cenaze namazını
talebesi Muhterem Mahmud Efendi kıldırdı.
Çalekli Dursun Efendi
Merhum Dursun Efendi 1299/1883 yılında Of ’un
Çalek köyünde dünyaya geldi. Köyüne nisbetle Çalekli
Dursun Efendi diye meşhur oldu. Babası Yakub Efendi’dir. Hafızlık yaptığı yıllarda (7 yaşında iken) babasını kaybetti. 9 yaşında Hemşinli Ahmed Efendi’nin
yanında hafızlığını bitirdi. Aynı yıl Karakaş Ahmed
144
Kudemâ Meclisi
Efendi’den Arapça okumaya başladı. Hocasının vefatı
üzerine Çaykara’ya gidip Tayyib Zühdü Efendi’de tahsiline devam etti. Bir ara İstanbul’a gidip, çeşitli medreselerde okudu. Ardından memleketine geri döndü.
Hocası Tayyib Zühdü Efendi’de derslerini ikmal edip,
icâzet aldı. Velizâde Hasan Hilmi Efendi’den Ferâiz
okudu, sonra tekrar İstanbul’a döndü. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi’ne girerek Medrese-i Sahn’ı bitirdi. Girdiği sınavı kazanarak (1334/1918) Süleymaniye
Medresesi Kelam ve Hikmet Şubesi’nde okumaya başladı. 17 Nisan 1338/1922 tarihinde Süleymaniye Medresesi’nin ilgili bölümünden mezun olarak “Dersiâm”
ünvanını aldı. 67
Bir süre Meşihat Dairesi’nde çalıştı. Medresetu’l-Kudât’a kayıt yaptırıp buradan da mezun oldu.
Mezuniyetini müteakip Karadeniz Bölgesi’ndeki medreselerin müfettişliğine tayin edildi. 23 Ekim 1923
yılında kaleme aldığı ve bölgedeki ulemâ ve eşrâfın
hissiyatını yansıtan yazısında, Cumhuriyet’in milleti
İslâmî değerlerden uzaklaştırma vasıtası olarak uygulanmaması gerektiğini beyân etti.68
Medreselerin kapatılmasından sonra Of ’ta açılan
İmam Hatip okulunda müdürlük yaptı (1925). İki yıl
sonra bu görevinden alındı, rejime muhalefetten dolayı hakkında yakalama kararı çıkarıldı, Havza’nın bir
Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, İ.B.B.K.İ.D.B., İstanbul, 1996, I, s.404; Yunus Şevki Yavuz, “Güven, Dursun Nuri
Fevzi”, D.İ.A., XIV, s.328.
68
Albayrak, Yürüyenler ve Sürünenler, İstanbul, 1991, s.154-5.
67
145
Kudemâ Meclisi
dağ köyünde uzlete çekildi.
Af Kanunu’nun çıkması üzerine (1933) Karadeniz bölgesinde kısmi dolaşma salahiyetine kavuşan
Dursun Efendi, 1938 yılında Of ’a dönerek Hayrat’a
bağlı Hundez’de (Güneşli) hocası Tahir Efendi’den
kalma medresede gayri resmi olarak ders okutmaya
başladı.
Arapça kaleme aldığı eserlerini bastırabilmek ve
Hac ibadetini yapabilmek için 1950 yılında Haremeyn’e doğru yola çıktı. Hac ibadetini yerine getirdi,
kitaplarının bir kısmını tab’ edip bir kısmını da kaybederek geri döndü. 69
Uzun yıllar tedrisata devam eden Dursun Efendi
yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebeleri içerisinde ilim
itibariyle en ileri derecede olanı ise Muhterem Mahmud Efendi’dir.
Dursun Efendi, rahlesinde yetiştirdiği Mahmud
Efendi’ye daha sonraları intisab ederek irşad halkasına dahil olmuştur. 23 Şubat 1977’de köyü Çalek’te
vefat ettiğinde de cenaze namazını ilim ve takvasına
hayran olduğu öğrencisi Muhterem Mahmud Efendi
kıldırmıştır.
Muhtâru’l-Ehâdîs Tercümesi, (İstanbul, 1964),
Münkizu’l-Felâsife ve Müzhiru’l-Hakîka (Mekke,
1949), Tevhîd ve İşrâk (İstanbul, 1920), Ahiret Hakikatleri ve Dirilmek Hikmetleri (Trabzon, 1970), eserlerinden bazılarıdır.
69
Yavuz, a.g.m., D.İA., XIV, s.329.
146
Kudemâ Meclisi
TASAVVUFÎ YÖNÜ
Muhterem Mahmud Efendi henüz çocukken sûfî
meşreb bir hayat yaşamakta idi. Erken yaşlarda iç içe
olduğu bu “manevi hayat’ı” disiplinize edebilmek için
bir mürşid arayışına girişti. O yıllardaki ruh halini
anlatırken şunları söylemiştir: “Çocukken geceleri
başımı yastığa koyduğumda kendi kendime şöyle seslenirdim: ‘Dünyanın bir ucunda kâmil bir mürşid olsa
yalın ayak, aç ve susuz hemen yola koyulur yine de o
mürşidi bulurum.”
Muhterem Mahmud Efendi bu arayışların neticesinde ilk olarak Of ’ta Mapsinolu Ahmed Efendi diye
bilinen yörenin meşhur Nakşibendî Şeyhi’ne intisapb
edip, askere kadar onun murakabesinde seyr-u sülûküne devam etti. Askerde Ali Haydar Efendi ile tanışıp ona talebe oldu.
Askerliğini tamamlayıp yeni şeyhinin yanına gittiğinde O’nun şu meyandaki ifadelerine muhatap olur:
“Oğlum Mahmud! Seninle ilk görüşmemden üç gün
sonra şeyhim (Ali Rıza Bezzaz) zuhur etti, elini tutup
elime verdi ve ardından şöyle dedi: ‘Bunu al, bizimdir’.
Oğlum! 50, 60 mandayı birbirine bağlasalar, beni senden ayırmak isteseler yine de başaramayacaklar.”
Muhterem Mahmud Efendi, askerden sonra şeyhinin irfan meclislerine daha fazla katılma imkanı buldu. İlerleyen yıllarda ise yanı başından hiç ayrılmadı.
Bu birliktelikle alakalı Ali Haydar Efendi’nin küçük
oğlu şunları söylemektedir: ”Babam, muhterem Mah147
Kudemâ Meclisi
mud Efendi ile kuşluk vaktinden sonra baş başa kalır,
uzun uzun sohbetler yapardı. Derdi ki: ‘Oğlum! Görüyorsun ki bende olan her şeyi Ona aktarıyorum. Fakat
Onu müşahede altında tutabilmem için bunu tedrîcen
yapıyorum. Zira manevi âleme ait malumâtın birden
kazanılmasına hiçbir zihin tahammül edemez.’70
Ali Haydar Efendi bu birliktelik esnasında tasavvuf
literatürüne ait zengin birikimini Muhterem Mahmud Efendi’ye aktardı. Ona Mesnevi, Mektûbât-ı
Rabbânî, Reşahât, Risâle-i Kudsiyye gibi sûfi eserlerin
tasavvuf disiplini içerisinde ne anlam ifade ettiklerini de öğretti. Literatür içerisinde İmam-ı Rabbânî’nin
Mektubât’ının yerini belirlerken ise şöyle derdi: “Evladım Mahmud! Mektûbât o kadar büyük bir kitaptır ki,
Reşahât ona ancak elif-ba olabilir.”71
Mahmud Efendi gün içindeki bütün zamanını Ali
Haydar Efendi’ye göre ayarlardı. Hususi sohbetlerinin
dışında genel meclislerinde de onun yanı başında yer
alırdı. Şu ifadeler de bu hükmü desteklemektedir: “İstanbul’da iken Ali Haydar Efendi ile birlikte yanımızda dört-beş kişi olduğu halde hatm-i hâce okurduk.
Ali Haydar Efendi’yi sürekli takip ederlerdi. Bu yüzden hatmeler küçük gruplar halinde yapılırdı.”72
Ali Haydar Efendi, vefatından kısa bir süre önce
Muhterem Mahmud Efendi’yi huzuruna alıp şu şekilde bir vasiyette bulunur: “Evladım! Artık emr olunAçıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, s.73.
Açıkgöz, a.g.e., sy.5, s.73.
72
Açıkgöz, a.g.e., sy.5, s.73.
70
71
148
Kudemâ Meclisi
dum. Emaneti size bırakıyorum.” Onun, müridânına
hitaben yaptığı şu konuşma da İsmet Efendi irşad
merkezinin yeni şeyhinin Mahmud Efendi olduğunu
tescil etmektedir: “Mahmud’un elinden tutan benim
elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; bu fakirin elinden
tutan Ali Rıza Bezzâz Hazretleri’nin elinden tutmuş
olur. Böylece halka halka silsile ta Peygamber Efendimiz’e dayanır. İşte buna “sahîh yed” diyoruz.”
Ali Haydar Efendi söz konusu konuşmasında tasavvuftaki bu “sahîh yed” sisteminin müritlerin yetişmesinde ne derece önemli olduğunu anlatabilmek
için şöyle bir örnek verir: “Dağda bulunan bir su
menbâının köye gelebilmesi için, köye kadar uzanan
birbirlerine ekli su künklerinin döşenmesi gerekir. Bu
künklerden biri eksik olduğunda nasıl köye su ulaşmıyorsa tıpkı bunun gibi meşâyıh silsilesinden biri
düştüğünde de Feyz-i İlahi müridin kalbine gelmez.”73
İsmet Efendi Tekke’sinin kurucusu Mustafa İsmet
Efendi, Risâle-i Kudsiyye’de “sahîh yed” ile alakalı
şunları söylemektedir:
Sahîh yed yok ise nisbet olur sed
Sahîh yed ile Aziz Hakk’a gidelim
Cemali bâ kemâle seyredelim.74
Muhterem Mahmud Efendi, şeyh olduktan sonra devraldığı sûfî geleneğe sıkı sıkıya bağlı kaldı.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi ve
Şerhi, Ahıska Yayınevi, İstanbul, c.1, s.356.
74
Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, sy.5, s.73.
73
149
Kudemâ Meclisi
Behâuddin Nakşibend Hazretleri ve diğer Nakşi
meşâyıhının virtlerinden oluşan hatm-i haceganı olduğu gibi icra etti.
Ona göre tasavvuf, İslâm’ın tahsiniyyat boyutudur.
Zaruriyyat ve haciyyatı ihmal edenler öncelikle işe
İslâm’ın zahir boyutuyla başlamalıdırlar. Ameli noktada ciddi problemleri olan kişiler, ilk olarak İslâm’ın
emir ve yasaklarını öğrenmelidirler. İnsanlar, tarikata
değil, mükellef oldukları meseleleri îfa etmeye davet
edilmelidirler. Tasavvufi hayat ise kişilerin tercihlerine bırakılmalıdır.
EĞİTİM HİZMETLERİ
Muhterem Mahmud Efendi’nin eğitim hizmetlerini üç başlık altında incelemek, Onun özde aynı fakat
yöntemde farklı olan eğitim tarzının anlaşılmasına
yardımcı olacaktır.
Muhterem Mahmud Efendi, irşad faaliyetlerine
ilk olarak Of ’un Yaranoz/Kavakpınar köyünde başlamıştır. Dursun Efendi’de okurken söz konusu köyde
imamlık yapmıştır. İmamlığı esnasında çok sayıda talebe de yetiştirmiştir.
Yaşı 15-16’larda olmasına rağmen yaşantısıyla köylü üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Organize ettiği
köylüye o günün şartlarında büyük kabul edilecek bir
camii de yaptırmıştır.
Kavakpınar sakinleri köylerinde imamlık yapan
Muhterem Mahmud Efendi ile alakalı şunları söy150
Kudemâ Meclisi
lemektedirler: “O, köyümüze geldiğinde henüz çok
gençti. Fakat hareketleriyle olgun bir insandan daha
kamil görünürdü. Abdest alırken üzerine “ma-i musta’mel/kullanılmış su” sıçramasın diye bir taşın üzerine çıkması, yürüdüğü sokakta oyun oynayan çocuklar
kendisini gördüklerinde oyunlarını bozmasınlar diye
yolunu değiştirmesi, imamlıktan dolayı ücret almaması gibi hareketleri ile kısa zamanda gönüllerde taht
kurdu.”
1. Muhalled Usûlü Esas Alan Eğitim Sistemi
Askerlikten sonra İstanbul’a yerleşen Mahmud
Efendi’nin sade bir talebe olarak sürdürdüğü İstanbul
yaşamı, Ali Haydar Efendi’nin “İsmailağa Camii’ne
imam olacaksın” emri ile yeni bir boyut kazanır. Onun
İsmailağa Camii’ne imam olması ile alakalı şöyle bir
olay anlatılmaktadır: Ali Haydar Efendi’nin büyük
oğlu Şerif Efendi rüyasında İsmailağa Camii müştemilatında yer alan kabristanlıktan bir elin zuhur edip,
“Ne duruyorsunuz, bu camiyi niçin tamir etmiyorsunuz!” dediğini görür. Rüya üzerine Ali Haydar Efendi İsmailağa Camii’ni tamir ettirir ve Mahmud Efendi’nin orada imam olmasına tavassut eder. 75
Muhterem Mahmud Efendi, Ali Haydar Efendi’nin
vefatından sonra İsmet Efendi Tekkesi’ne gitme yerine hocası’nın görevlendirdiği camide kalıp eğitim
hizmetlerini oradan yürütmeyi daha uygun görür. Bu
İstanbul depreminde hasar gören camii 80 yıl virane bir halde
kalır. İçerisi kalaycıların barınma yeri olur.
75
151
Kudemâ Meclisi
durum İsmet Efendi Tekkesi’nin İsmailağa adıyla tanınmasına yol açar.
Mahmud Efendi, İsmailağa Camii’ni bir açıdan
tekke, bir açıdan da muhalled usûlde ders okutulan
medrese olarak kullanır. Yüzlerce kişiye Osmanlı
medreselerinde takip edildiği şekilde dersler okutup
icâzet verir.
Süleymaniye Dersiâmlarından Dursun Efendi
ile Fatih Dersiâmlarından Ali Haydar Efendi’nin
ders usûllerini günün şartlarını dikkate alarak yeniden terkib eden Muhterem Mahmud Efendi, selefin
okuttuğu kitapları terk etmeyi, onlara karşı vefasızlık olarak algıladığından kitap bitirmeye dayalı muhalled eğitim sisteminden ödün vermez. Bu yüzden
Nahiv’de Molla Cami, Fıkıh usûlünde Mir’atu’l-usûl,
Furû’da Mülteka, el-Hidâye, Tefsîrde Kâdâ Beydâvî,
Nesefî gibi lâyemût usûlün vazgeçilmez eserlerine
öncelik verir. Bu ve benzeri disiplinlerde daha birçok eser okutur; fakat bahsi geçen kitapları elinden
hiç düşürmez.
Muhterem Mahmud Efendi, zor şartlar altında
sürdürdüğü eğitim faaliyetleri esnasında talebelerinin özel sorunlarıyla da ilgilenirdi. 1962 yılında
ders halkasına katılan Konyalı bir öğrencisi şunları
anlatmaktadır: “Fatih’te müezzindim. Sabah namazından sonra İsmailağa’ya gider öğleye kadar Hoca
Efendi’den ders okurdum. Öğleden sonra da müzakere ve mutâlaa ile ilgilenirdim. O gün itibariyle 5
152
Kudemâ Meclisi
tane çocuğum vardı. Kirada duruyordum. Evin kirasını ödemekte de zorlanıyordum. Ek işte çalışmaya
karar verdim. Bunun için ders okumayı bırakmam
gerekiyordu. Bir gün dersten sonra Hoca Efendi’ye
durumu arz ettim. Çok müteessir oldu. Bana beklememi söyleyip, kendisi kalkıp evine gitti, hanımının
bileziklerinden 3 tane alıp geldi. ‘Al, bunlar sana hediyemizdir. Bozdur kiranı öde. Lakin dersten geri
kalma’ dedi.
Mahmud Efendi tedris hayatında ilmin amel için
okunmasına ve mutlaka ilim adamlarının ihlas sahibi
olmaları gerektiğine vurgu yapmıştır. Talebeleri, birçok dersten sonra hocalarının “Arkadaşlar! Bugünkü
derslerimiz ameli hayatımızda nasıl bir etki yapacaktır?” şeklinde ikazlarına muhatap olduklarını nakletmektedirler. Öğrencilerinin namaz kılarken sarık
sarmaları, setr-i avret noktasında titiz davranmaları/
geniş elbiseler giymeleri, sakal bırakmaları, Onun
ilim-amel-ihlas vurgusu bağlamındaki hassasiyetinin
tezahürüdür.
Çeşitli rahatsızlıklarından ve meşguliyetinden dolayı ders okutmaya ara veren Mahmud Efendi son 1520 yıla kadar yanında okunan muhalled metinleri tercüme ve şerh etmekte, bulunduğu meclislerde okunan
ayetlerin tefsîrini yapmaktaydı.
2. Cemaat Eğitimi
Muhterem Mahmud Efendi, 1997’ye kadar yılda
153
Kudemâ Meclisi
bir defa bazı talebeleri ile birlikte Anadolu gezisine
çıkardı. İstanbul’dan başlayan seyahat Karadeniz bölgesini içine alır, Trabzon üzerinden Erzurum’a, oradan İç Anadolu’daki vilayetlere kadar uzanırdı. Gittiği yerlerde camilerde vaaz verir, insanları okumaya,
Kur’an-ı Kerîm’i Sünnetle birlikte anlayıp yaşamaya
çağırırdı. Sabah namazından gece geç saatlere kadar
insanlarla birlikte olur, onlara nasihatte bulunurdu.
Bu yüzden geziyi maksadına uygun olarak “Emr-i
bi’l-ma’rûf ” diye isimlendirmişti.
Muhterem Mahmud Efendi’nin “Emr-i bi’l-ma’rûf ”
olarak tanımladığı, kitleleri eğitme faaliyetinin mekan
ve muhatap olarak sınırı yoktur. Bu yüzden o, gerek
İstanbul’da gerekse Anadolu’daki şehirlerde dolaşırken cami vaazlarının yanında, karşılaştığı kişilere İslâm’a dair ayak üstü sohbetler de yapardı.
Muhterem Mahmud Efendi, bütün bir milletin eğitimi olarak kabul ettiği “Emr-i bi’l-ma’rûf ” faaliyetlerini, en az muhalled usûldeki eğitim kadar önemli
görmüştür. Çarşıda, camide, sokakta eğitim demek
olan “Emr-i bi’l-ma’rûf ”un, milletin dini hayatında
birçok olumlu tesiri olmuştur.
Mahmud Efendi gerek İstanbul Sultan Selim Camii’nde gerekse de Anadolu’daki muhtelif meclislerde yaptığı sohbetlerde -Ali Haydar Efendi tarafından uygulanan- şöyle bir usûl izlemiştir: Sohbet
meclisinde hazır bulunan bir Hoca Efendi Kur’an-ı
Kerîm’den bir aşır okur, Mahmud Efendi de okunan
154
Kudemâ Meclisi
ayetleri tefsîr ederdi. Ardından İmam-ı Rabbânî’nin
Mektubât’ından her hangi bir mektubu okutur, onu
tercüme ve şerh eder, Risâle-i Kudsiyye’den okunan
beytlerin de açıklamasını yapardı.
Muhterem Mahmud Efendi sohbetlerinde tarikattan ziyade, Şeriat’ı anlatırdı. Nitekim haftalık Sultan
Selim vaazlarını içeren “Sohbetler 1-4” kitabı Onun
tarikattan çok, Şeriat’a önem verdiğinin müşahhas
örnekleriyle doludur. Zira söz konusu vaazlarında insanları tarikata değil, Şeriat’a çağırmaktadır.
Mahmud Efendi’nin bu tarz bir üslup benimsemesi insanlar ve cemaatler nezdinde saygınlığını artırmıştır. Bu yüzden Mehmed Zahid Kotku’dan, Salih
Efendi’ye, Dursun Efendi’den Aşıkkutlu’ya, Muzaffer
Ozak’tan meşhur vaiz Timurtaş Uçar’a kadar birçok
ilim, fikir ve irşad adamının cenaze namazını ya vasiyetleri ya da talebelerinin davetiyle O kıldırmıştır.
Muhterem Mahmud Efendi, uzun yıllar vaazlarında mikrofon kullanmadı. Fotoğrafının ya da konuşmalarının kayda alınmasına da müsaade etmedi.
Önde olmaktan rahatsızlık duydu. Ona göre şeyh
insanların içinde kaybolan kişi olmalıydı. Söyleneni daha öne çıkarmak için söyleyeni gizledi. Şöhret
olmak için konuşanlara inat, şöhretten kaçmak için
mikrofonsuz ve kamerasız konuşmayı tercih etti.
3. Tasavvufî Eğitimi
Muhterem Mahmud Efendi’nin eğitim faaliyetleri155
Kudemâ Meclisi
nin üçüncü alt başlığı tasavvufi hizmetleridir. Onun
benimsediği sûfî eğitimin nihai noktasında Behâuddin Nakşibend’in şu ifadesinde kendisini bulan kişiliği inşa etmek vardır: “Mutasavvıf, sûrette insanlarla,
hakikatte ise Allah Teâlâ ile beraber olandır.”
Sûfi olmak isteyen kişi istihare ederek Allah
Teâlâ’dan yeni yola dair işaret buyurmasını niyaz eder.
İstiharede müspet bir işaret alan kişiye özel virdlerden oluşan ve her yıl değişen bir ders programı verilir.
Derslerin içeriği Hadis-i Şerîflerden ve Nakşi meşâyıhına ait farklı dualardan oluşmaktadır.
Nakşibendîler bu tarz bir ibadetle Allah Rasûlü’nün
gün içerisinde farklı zamanlarda söylediği duaların
müritler tarafından tekrar edilmesini ve onların Sünnetle bütünleşmesini hedeflemektedirler.
Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın mutlaka mesnûn (sünnete uygun) yollarla olmasının gerekliliğine vurgu
yapan Muhterem Mahmud Efendi, konuyu örneklendirme sadedinde İmam-ı Rabbânî’den ödünç aldığı şu
örneği kullanır: “Birisi dağ başında yüz yıl ibadet etse
fakat ibadet şekilleri Sünnet’e muvafık olmasa, birisi
de öğle vaktinde Rasûlüllah uyudu diye uzanıp kaylule yapsa, ikincisi ilkinden daha fazla ecir alır.”
CEMAATLERLE MÜNASEBETİ
Muhterem Mahmud Efendi, sohbet ve derslerinde
ümmet bilincine sürekli vurgu yapar, muhataplarına
daha çok İslâm’ın ameli boyutunu anlatır, cemaatler
156
Kudemâ Meclisi
arası dayanışmaya da önem verir. Nitekim gençlik yıllarında farklı cemaatlerin lider kadrolarıyla çok defa
görüşmeler yapmıştır. Mehmed Zahid Efendi, Sami
Efendi Onun belli periyotlarla ziyaret ettiği rabbânî
alimlerin başında gelirdi.
NÜFûZU
Mahmud Efendi en az Türkiye kadar İslâm dünyasında da tanınmaktadır. Çağımızın meşhur müfessirlerinden “Safvetu’t-Tefâsîr” adlı eserin sahibi
olan Muhammed Ali es-Sâbûnî ve meşhur muhaddis
Muhammed Avvâme başta olmak üzere İslâm Coğrafyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fakih
düzeyinde seveni vardır. İsmailağa Camii merhum
Muhammed b. Alevî gibi muasır alimlerin İstanbul’da
ilk uğrak yeri olmuştur. Amerikan asıllı mühtedi Şeyh
Nuh Kelir’in 2000 yılında gerçekleştirdiği İstanbul
ziyaretini değerlendirirken kullandığı şu ifadeler, İsmailağa’nın ulemâ ve evliya için niçin bir çekim merkezi olduğunun cevabı niteliğindedir: “Eyüp’ten sonra
İstanbul’da iki yerde çok yüksek maneviyat gördüm;
Aziz Mahmud Hüdayi’nin kabriyle, Mahmud Efendi’nin camiinde.”
HAYATINDAN FASILLAR
Bir insanın kişiliği de, irfanî derinliği de çevresindeki şahısların gözlemlerinde saklıdır. Mahmud
Efendi’nin kişiliği ile alakalı en doğru tespitler de yıl157
Kudemâ Meclisi
lardır Onunla birlikte olan öğrencilerinin gözlemlerinden hareketle yapılabilir. Yıllarını Onunla birlikte
geçirenler, kişiliği ile alakalı şunları söylemektedirler:
“Bir Sünnet’in îfası için bütün dünyasını verir. Onda
kibir, gurur gibi kötü hasletleri hiç görmedik. Şöhreti
afet olarak telakki eder. Konuşurken ifadelerinin herkes tarafından anlaşılmasına özen gösterir. Emanet,
doğruluk, vefa gibi insani ve İslâmî mefhumlar Onda
etle-tırnak gibidir. İkramda bulunmayı sever, sağlığı
yerinde olduğu zamanlarda evinde ağırladığı misafirlerinin hizmetlerini bizzat kendisi yapar.”
Geçerken Uğramış Olmayayım
Talebeleri Onun adeta bir edep ve ahlak kitabı olduğunu söylemektedir. En yakınında yer alan bir öğrencisi Onun edep ve ahlak anlayışını örneklendirirken şunları söylemektedir: “Edirnekapı’da medfun
olan Ali Haydar Efendi’nin kabrini ziyaret ettikten
sonra evinde üç-beş dakika dinlenir sonra Mustafa
İsmet Efendi’nin kabrini ziyaret ederdi. Kendisine
niçin Edirnekapı’dan dönerken uğramadığı sorulduğunda ise ‘Geçerken uğramış olmayayım diye böyle
yaptım’ demiştir.”
“Devlet malını şahsı adına kullanmamaya aşırı
özen gösterirdi. Sağlığı bozulana kadar her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi. Ramazan
kış aylarına dönünce geceleri cami çok soğuk olurdu.
O ise ısınma ve aydınlanma için camideki elektriği
158
Kudemâ Meclisi
kullanmayıp, evinden camiye kablo çekmişti”.
“Bizim Bölüğün Karavanası”
Hayatının ilk yıllarından itibaren kul hakkını ihlal etmeme noktasında son derece titiz davranmıştır.
Mevzuyla alakalı asker arkadaşlarından Bolvadinli
Ahmet Akşahin ile Bayburtlu Bekir Efendi şunları
nakletmektedir: “Mahmud Efendi istirahat saatinde
öncelikli olarak mescide giderdi. Abdest, namaz derken genellikle yemek ictimalarına yetişemezdi. Geç
kaldığı günler ona yemek ayırırdık. Yemeği alınca
‘Bu bizim bölüğün karavanasından mıdır?’ diye sorar,
‘Hayır’ deyince, Başka bölüğün istihkakı bana helal
olmaz der, yemeği yemez, aç beklerdi.”
Kul Hakkı
“1998 yılında Onunla birlikte Medine’de ikâmet
eden Buhârâlı merhum Zekeriyya Efendi’yi ziyarete
gitmiştik. Ziyaret sonrası hatim okuduğumuz odadan
ayrılıp iç avludan Zekeriyya Efendi’nin özel odasına
geçmemiz gerekti. Mahmud Efendi dışarıya çıkınca
terliklerini bulamadı. Karşı tarafa geçene kadar giymesi için başka bir terlik vermek istediğimde kul hakkı olur endişesiyle kabul etmedi. Çoraplarını çıkarıp
öyle yürüdü.”
Arabada Unutulan Bardak
“Emanete riayeti çok önemserdi. Tekirdağ’a emr-i
159
Kudemâ Meclisi
bi’l ma’rûf ’a gitmiştik. Seyahat esnasında yanımızda
götürdüğümüz nevaleleri yiyorduk. Tencere, tabak
türü gereçler de almıştık. Ne ki bardak almayı unutmuştuk. Su içmek için bardak lazım oldu. Vaaz ettiğimiz caminin imamından bardak istedik. Sağolsun getirdi. Hizmet bitti, ayrıldık, geri dönüyoruz. İstanbul
sınırları içerisine girince Mahmud Efendi: ‘Bardağı
Hoca Efendi’ye verdiniz mi?’ diye sordu. Kimse de ses
yok. Tahkikat neticesinde öğrendik ki bardak arabada
unutulmuş. Şoför arkadaşa ‘Hemen dönüyorsun, Tekirdağ’a gidiyoruz’ dedi. Evlerimize girmeden gittik.
Bardağı verdik, sonra İstanbul’a geri döndük.”
Nasıl Kur’ân-ı Kerîm Okurdu?
“Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hem fart-ı muhabbeti, hem
de muazzam bir hürmeti vardır. Rahatsız olduğu
dönemlerde konuşmaktan ve oturmaktan dermansız kalır fakat bu durumlarda dahi her gün Kur’ân-ı
Kerîm’den ezbere bir cüz okur, cüzü okurken ise yerde
diz üstü otururdu. Zor nefes aldığından dolayı ayetleri ancak kelime kelime tilavet eder, cüzü bitirmek bir
saati bulur fakat yine de dizüstü oturma halini bozmazdı.”
Şöhreti afet olarak gören ve bu yüzden medya kuruluşlarına fotoğraf ve demeç vermeye sıcak bakmayan bu Hâlidî şeyhinin, tasavvuf disiplini bağlamında
düşünüldüğünde keramet olarak değerlendirilecek
çok sayıda söz ve ameli vardır. Fakat kendisinin
160
Kudemâ Meclisi
Behâuddin Nakşibend’den naklen söylediği “En büyük keramet Hz. Rasûlüllah’ın sünnetine tabi olmaktır” ifadesine saygı gösterip -en azından hayatta
iken- kerametlerini yazmayı uygun görmedik.
İSTİKÂMET ANLAYIŞI
Nakşibendiyye’nin özünde “istikâmet” vardır. İstikâmet te Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’e ittibâ ile olur.
Bir talebesinin Muhterem Mahmud Efendi’den naklettiği şu ifadeler O’nun istikâmet anlayışının ibtina
ettiği çerçeveyi gözler önüne sermektedir: “Bu Mahmud, Rabbimin izni ile ömründe Kur’an’dan başka bir
şeyle uğraşmamıştır”; “Gayr-ı müekked bir nafile olan
ikindinin sünneti fevt olacağına Mahmud ölsün daha
iyidir.”
Nakşibendiyye meşâyıhı gerek müekked, gerekse
de gayr-ı müekked olsun, Sünnet’in hiçbir çeşidinin
terkine rıza göstermemiştir. Onlar, zor zamanlarda
Sünnet’in ihyâsı adına fedakâr ameliyelerde bulunmuşlardır. İslâm’ı çağrıştıran giyim tarzının yasaklandığı dönemlerde Ali Haydar Efendi, önemli bir sünnet
olan sarığı başından indirmemiş, Mahmud Efendi’ye
de bu yönde telkin ve ikazda bulunmuştur. Bir defasında Şeyhinin yanına sarıksız girince şu ifadelere
muhatap olmuştur: “Oğlum Mahmud! Bir daha yanıma sarıksız gelirsen seni kovarım.” Mahmud Efendi
Allah Rasûlü’ne ittibâyı o derece içselleştirmiştir ki
şeyhinin sarık noktasındaki sert ikazını her hatırlayı161
Kudemâ Meclisi
şında içinin sürurla dolduğunu bildirmektedir: “Efendi Babamın o sözü bana öyle tatlı gelmişti ki, onun
lezzet ve tadını bugün bile hissediyorum.”
Edirnekapı’da medfun olan Ali Haydar Efendi’yi
bir ziyaretinde şöyle buyurmuştu: “Şayet sarığımı İsmail Efendi (İsmailağa) Camii’nde unutsaydım onu
almak için geri döner, yine de Efendi Babamın (Ali
Haydar Efendi) huzuruna sarıksız çıkmazdım.”
EKONOMİK TOPLULUK MU, İRFANÎ OLUŞUM
MU?
Nakşibendiyye/Hâlidiyye de şeyh merkezli bir yapılanma vardır. Şeyhin halifeleri bulundukları bölgelerde irşad faaliyetlerini yürütürler. Şeyh ve halifeleri
cemaatlerde olduğu gibi hiyerarşik bir yapılanmadan
uzak dururlar.
Hâlidî şeyhler müritlerinin siyasî, ictimâî ve iktisadî meselelerini programlama ya da geliştirme yerine,
onlara işlerini İslâm’a göre ayarlayabilmeleri için nasıl
bir duruş belirlemeleri gerektiğini söylerler. İctimâî
hayatın kurum ve kuruluşlarını değil o kurumların
başlarındaki insanların kalplerini önemserler. Dağınık gibi görünen bu yapılanma hayatın içine girmeden hayatı idare etmeyi hedeflediğinden cemaat yapılanmalarından daha kalıcı etkiler bırakmıştır.
Mahmud Efendi Nakşibendiyye/Hâlidiyye’deki
klasik yapılanmayı olduğu gibi korumuştur. Modern
dünya içerisinde İslâm Medeniyeti’nin tüm renkle162
Kudemâ Meclisi
rini koruyan bir cemaat oluşturması, klasik yapılanmanın etkinliğini gözler önüne sermesi açısından
önemlidir.
Ali Haydar Efendi gibi, Mahmud Efendi de müritlerinin ticari ortaklıklarına sıcak bakmamıştır. Ona
göre tarikat ekonomik bir topluluk değil, bütün toplulukları idare eden irfani bir oluşumdur.
Tarikatı, cemaatlerde olduğu gibi organize bir yapıya dönüştürüp hizmeti daha etkin hale getirmeyi
hedefleyen tekkeler zamanla dağılmışlardır.
TEKKE’NİN KİLİSEYLE MÜCADELESİ
Osmanlı Devleti’ne karşı sadakatleriyle temayüz
eden Hâlidî şeyhler, ülke müdâfaası adına önemli
hizmetler îfa etmişlerdir. Batılı devletlerin siyasî dayatmalarının had safhada olduğu ve azınlıkların kabul edilemez taleplerde bulunduğu bir sırada Sultan
Abdulmecîd’in davetiyle İstanbul’a gelen İsmet Efendi’nin, tekkesini Fener-Rum Patrikhanesi’nin üst kısmında yer alan Çarşamba semtinde inşa etmesi bu
sadakatin bir göstergesidir.
Osmanlı Devleti’nin zafiyetinden istifade ederek,
üzerinde nüfuz kurmanın gayreti içerisine düşen kiliseye, tekkesini Çarşamba’da inşa eden bu Hâlidî şeyhin verdiği mesaj açıktır: “Batılı devletleri arkanıza
alarak yürüttüğünüz sinsi çalışmalarınıza, siyaseten
zayıflayan devletimiz engel olamasa da millet iradesi
size geçit vermeyecektir”.
163
Kudemâ Meclisi
Ali Haydar Efendi de Osmanlı Devleti’nin müdâfaasında fiili olarak görev almıştır. Uzun bir zaman
bulunduğu Çanakkale Cephesi’nde askerin moralman diri kalmasında etkili olmuş, tesirli konuşmalar
yapmıştır.
YÜZBAŞI: “ASKERLİĞİ BİZDEN İYİ BİLİYOR”
Mahmud Efendi de sohbetlerinde sık sık Âlem-i
İslâm’ın müdâfaasından bahseder, gençleri askerliğin
manasını idrak etmeye çağırırdı. Bir hutbesinde şunları söylemektedir: “Askere gidenler illa Allah rızası
için gitsinler. Giderken de şöyle niyet etsinler: “Ben
askere nice canları, namusları korumak için, İslâm’ı
müdâfaa etmek için gidiyorum”.
“Askere giderken Buhârî’deki askerlikle ilgili Hadis-i Şerîfleri okumuştum. Yemin ederim size, ne zaman gideceğim diye sabırsızlanıyordum.”
“Bulunmuş olduğum bölükteki asker arkadaşlarım
hoca olduğum için bana hürmet gösterdiler. Askerlikte yapılan her çalışmanın çok büyük ecirlere sebep
olacağını bildiğim için arkadaşlara derdim ki: ‘Arkadaşlar! Gece nöbetine, gündüz nöbetine, mıntıka nöbetine, hatta temizlik işlerine de beni yazın.”76
Askerde iken tavır ve konuşmaları bölükteki erler
üzerinde azim tesirler bırakır. Öyle ki, onun bölüğünde hiç vukuat olmaz. Bölük yüzbaşısı, merak ettiği bu
durumu bir gün Başçavuşla paylaştığında, Başçavuş
76
Bk. Mahmut Ustaosmanoğlu, Sohbetler, III, s.374.
164
Kudemâ Meclisi
şunları söyler: “Komutanım! Bölükte Mahmud isminde bir er var. Sivil hayatında hoca imiş. Müsaade ettim, akşamları askere sohbet ediyor. Bölük ondan çok
etkilendi. Vukuat olmamasında onun etkisi büyüktür.”
Yüzbaşı, Mahmud Efendi’nin ne konuştuğunu merak
eder, bir akşam sohbet ederken kapı arkasından onu
dinler, sonra Başçavuşa dönüp der ki: “Bu hoca askerliği bizden iyi biliyor.”
İsmailağa Camii minberinden gençlere askerliğin
Allah Azze ve Celle’nin emrettiği büyük bir vazife olduğunu anlatır, askere gidilmediği takdirde din ve milletin düşman askerlerinin postalları altında pâyimâl
edileceğini söylerdi. Konuşmasını Allah Rasûlü’nün
şu hadisiyle de desteklerdi: “Ümmetime zorluk getirmeyeceğini bilseydim hiçbir cihat müfrezesinden geri
kalmazdım. Yemin olsun ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim isterdim”.
“Efendimiz , Allah yolunda öldürülüp diriltilmeyi temenni ediyor. Demek ki bir kimse Allah Teâlâ’nın
rızasını umarak askere gidecek olsa, orada tarla kazması dahi ibadet olur. Eğer memleketimizin müdâfaası uğrunda askerlik yapmanın ne kadar büyük olduğunu anlatmaya devam etsek bu, bir günden az bir
sürede bitmez.”
Mahmud Efendi, askerde yapılan ibadetin öneminden de bahsettiği hutbesini şu ayetin meal/tefsîriyle
bitirir: “Ey İman edenler! (Savaş için) bir topluluk ile
165
Kudemâ Meclisi
karşılaştığınızda artık sebat edin ve Allah Teâlâ’yı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.”77 “Zikir sadece halıların, seccadelerin, postların üzerinde yapılmaz, her
yerde düşman ile savaşırken dahi yapılır.”78
Askerlikle alakalı ifadelerinde, bu vazifeyi îfa ederek Müslüman gençleri bu ülkeyi korumaya, sonra
da İslâm’ı onun her noktasına tatbike etmeye davet
vardır.
“BİZ BUNU ALLAH RIZASI İÇİN SARIYORUZ”
28 Şubat’ın en fazla etkisinin hissedildiği, mağduriyetlerin yaşandığı, (faili mechul) cinayetlerin işlendiği, bedellerin ödendiği cemaat şüphesiz ki İsmailağa’dır. Darbeden önce Çarşamba’da pek çok apartman
ya medreseydi ya da içerisinde medreseye dönüştürülen daireler vardı. 28 Şubat süreciyle birlikte sürekli
ihbarlar, baskınlar, gözaltılar yaşanırdı. Kapatılan bir
medrese, rica-minnet bir mülk sahibinden daire kiralar, öğrenciler birisi görüp ihbar etmesin diye günlerce dışarı çıkmaz, dairenin yola bakan çerçeveleri,
dışarıya ışık yansımasın diye Medefe’yle kapatılırdı.
Fakat Mahmud Efendi ne idamla yargılandığı 1980
darbesinde, ne de 28 Şubat’ta kendini gizlemek ya da
karşı tarafa şirin göstermek için değiştirmedi. Mahkeme solanlarına cübbesiyle, takkesiyle gitti. Hayatına sanki darbeler olmamış gibi devam etti. Bu hali
77
78
Enfâl: 45.
Bk. Mahmut Ustaosmanoğlu, Sohbetler, III, s.375.
166
Kudemâ Meclisi
inatlaşma olarak kabul edenlere bir sohbetinde şöyle
cevap verdi.
“Sarık sarmamızı inatlaşmak olarak anlayanlar var.
Halbuki Rabbimin emri diye sarık takıyorum. Ayet-i
Kerîme’de de bildirildiği gibi Bedir muharebesinde
inen melekler sarıklı idiler.79 Eğer sarık örf olsaydı,
melekler sarık takarlar mıydı? Rasûlüllah’da sarıklıydı. Namazda, seferde mübarek başlarında hep sarık
olmuştur. Fetih esnasında Mekke’ye girerken miğferinin üzerine bile sarık vardı. Ecdadımız da sarıklıydı.
Sarık gökten inmiştir, ben sarık sarıyorsam kimsenin
inadına sarmıyorum ki. Allah’ımın emri, Efendimiz’in
Sünneti olduğu için sarıyorum. Biz inatlaşmaya değil, husumetleri ortadan kaldırmaya memuruz. Bilmiyorlar… Bilmediklerinden dolayı sarığa karşı gelenlere hakikati görmeleri için daha çok dua etmeliyiz.”
“MİSAFİRİME NİÇİN BUYUR DEMEDİN?
1970’li yıllarda birkaç öğrencisiyle birlikte Hacc’a
gider. Mekke dönüşü Medine’ye uğrar. Günümüzde olduğu gibi o yıllarda konaklama yerleri Diyanet
İşleri Başkanlığı ya da turizim şirketleri tarafından
ayarlanmadığından hacılar kendi gayretleriyle yer
temin etmekteydiler. Bu yüzden öğrencileri ile birlikte kalabilecekleri bir yer arayışına girer. Bu esnada tevafuken Osmanlı’dan kalma ribattaki bir odada
yaşayan Buhârâlı alim merhum Muhammed b. Zeke79
Âl-i İmrân: 125.
167
Kudemâ Meclisi
riyya Efendi’ye uğrarlar. 1905 yılında Buhârâ’da dünyaya gelen, komünizmanın zulmünden dolayı annesiyle birlikte hicret yurdu olan Medine’ye iltica eden
Zekeriyya Efendi, annesinin vefatından sonra da bu
tek odada kalmaya devam eder. Zekeriyya Efendi
imkansızlıktan dolayı, Hoca Efendi ve arkadaşlarını ağırlayamaz; onlara “buyurunuz” diyemez. Biraz
sonra uykuya dalar ve rüyasında Allah Rasûlü’nü
görür. Efendimiz , “Benim misafirime niçin buyur
demediniz?” diyerek onu ikaz eder. Zekeriyya Efendi
hemen kalkar ve ribatın etrafında Allah Rasûlü’nün
“benim misafirim” dediği Mahmud Efendi’yi aramaya başlar. Buluştuklarında odasında kalması için ona
ricada bulunur. Muhterem Mahmud Efendi konaklamak için bir yer bulduklarını söylese de Zekeriyya
Efendi birlikte kalmaları için ısrar eder. Medine’de
kaldığı sürece içerisinde aynı odayı paylaşırlar.
Mahmud Efendi’nin, rahatsızlığından dolayı son
yıllarda hacca gidememesi Zekeriyya Efendi’nin ona
olan muhabbetini de, hasretini de artırır. 2001 yılında Medine-i Münevvere de kendisini ziyaret eden
Kamil Hoca Efendi’ye, Mahmud Efendi’ye dair şöyle
bir rüyasını anlatır: “Mahmud Efendi’ye karşı büyük
bir sevgim vardı, geçenlerde gördüğüm bir rüya bu
sevgiyi bağlılığa dönüştürdü: “Medine’deyiz. Ravza’ya
doğru uzanan geniş bir caddenin kenarlarında sağlı
sollu insan kümeleri halinde Allah Rasûlü’nün varisinin gelişini bekliyoruz. Bir de ne göreyim. Başında
168
Kudemâ Meclisi
ki bembeyaz sarığıyla kenarları insan dolu olan yolun
başından bize doğru gelen zat Muhterem Mahmud
Efendi…. ”
Medine ziyaretçilerinin, özellikle de ilim adamlarının elini öpüp, duasını almayı bahtiyarlık kabul
ettikleri ilim ve gönül adamı Zekeriyya Efendi 2004
yılında Medine’de vefat etmiştir.
İSMAİLAĞA’DA 24 SAAT
Mahmud Efendi’nin rahatsızlığına kadar vakit namazlarını eda ettiği İsmailağa Camii ve çevresinde hayat, sabah namazıyla başlar; Güneşin doğuşu seccadenin üzerinde seyredilirdi. Bu sürede belli dualardan
oluşan tesbihat yapılır. Sonra “işrak namazı” kılınırdı.
Namazın ardından cemaat dağılır. Kuşluk vakti camide yine bir hareketlenme görülürdü. Sarıklar sarılır “kuşluk namazı” kılınırdı. Fakat Nafile namazları
evde ya da işyerlerinde kılmak daha faziletli olduğundan bu vakitte farz namaz vakitlerinde olduğu gibi bir
hareketlilik görülmezdi. Öğle ve ikindi namazlarını
cemaatle eda etmek isteyen çevre sakinleri yine camiyi doldururlardı. Farz namazların edasından sonra işlerine dağılan cemaat, akşam namazı için tekrar
saf olurdu. Sünnet’ten sonra 6 rekatlık bir nafile daha
kılınır ki bunun adı “evvabin namazı”dır. Akşamdan
sonra cemaatin bir kısmı camide kalır ,“hususi dünyasında” günün muhasebesini yapar, bir kısmı da yatsı
vaktinde geri gelmek üzere evlerine giderdi. Cemaa169
Kudemâ Meclisi
tin neredeyse tamamı pazartesi ve perşembe günleri
nafile oruç tuttuğundan bugünlerde akşamdan sonra
camide pek kalan olmazdı. Mahalle sakinleri evlerine giderlerken genellikle yanlarında birkaç misafir
de götürürdü. Bir çoğumuzun sadece Ramazanlarda
yaşadığı bu manzarayı İsmailağa’da her perşembe ve
pazartesi günü görmek hala mümkündür.
Yatsıya doğru evlerde abdest hazırlıkları başlar,
dış elbiseler giyilir ve sokaklar yeniden hareketlenir.
Lebâleb dolu saflarda “huşu” ile günün son farz namazı kılınırdı. Namazdan sonra herkes evine çekilirdi. Zira Mahmud Efendi, Sünnet’e muhalif olduğun için yatsı sonrasında ayakta kalmayı pek uygun
görmez. Bir sohbetinde bunun gerekçesini şu şekilde
izah eder: “Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları yatsı namazını kılıp evlerine giderken sokakta dış elbiselerini
çözmeye başlarlardı. Neden böyle yaparlardı? Çünkü
gece ‘teheccüd namazına’ kalkacaklardı. Bu yüzden
hemen yatmaları gerekirdi.” İsmailağa’da teheccüd o
kadar yaygındır ki bu namazı kılanlar, kılmayanlardan çok fazladır dense mübalağa olmaz. Teheccüd
sonrası sabah namazına kadar seccadenin üzerinde
beklenilirdi.
Mahmud Efendi’nin rahatsızlığından dolayı camiye gelememesi ve camide şehid edilen Hızır ve Bayram hocaların katillerinin bulunamaması gibi olaylar
İsmailağa’yı etkilemiş olsa da, bir asır önceki İstanbul
ya da Anadolu camilerine hiç de yabancı olmayan gü170
Kudemâ Meclisi
zellikler80 belli oranda orada hala devam ediyor.
İsmailağa’da namaz vaktinde her şey durur, bütün
kapılar camiye açılır. Manzara, Üstad Necip Fazıl’ın şu
dizesini şerh eder niteliktedir: “Dünyaya kapalı, Allah’a açık.”
Namaz öncesi ve sonrası sokaklardaki insan manzaraları 14 asır öncesinin Medine’sinden alınan fotoğraf karelerini anımsatır.
Çarşamba sokaklarında bir namaz vakti, seller
gibi İsmailağa’ya akan insanlar arasına karışıp camide saf olduysanız, ruhunuz sizi sürekli zorlayacak ve
“Hadi bir daha, bir daha İsmailağa’da namaz kılalım”
diyecektir.”
Siz unutsanız bile ruhunuz bu şehrâyini unutamayacaktır. Yıllar sonra olsa bile ayaklarınız sizi alıp eski
İstanbul camilerindeki bu muhteşem manzaranın bir
parçası olmaya götürecektir.
Modern zamanın camiden ve gelenekten kopardığı, hatta karşıt bir düşünceyle yetiştirdiği nesillerin
ızdırabına çaresiz bir halde tanıklık ederken, Yahya
Kemal’in şu hatırasını düşünün ve bir anlık da olsa
yüreğinize su serpin: “… Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde
doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördü1927 yılında Konya’dan Of’a gönderilen bir asker mektubunda Konya camilerine dair şöyle bir kayıt vardır: “Kuşluk vaktinde
bütün camiler nafile namaz kılmak isteyen insanlar tarafından
tıklım tıklım doldurulur.”
80
171
Kudemâ Meclisi
ler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini işittiler; bir raf üzerinde
duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar
gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar.
İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandillerini yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına
babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenîleşen üst
tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga
terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.”
“… Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum,
bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim,
fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece
hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu.
… İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz
çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatın arasında yalnız
benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu
nazarlarını hissediyordum”.
“… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra
ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete
172
Kudemâ Meclisi
tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk (Müslüman)
çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”81
Bugünün aydını belki babalarının kollarında gittikleri camilerde ak sarıklarıyla saf tutan müminlerin aralarında bayram namazları kılmış olacak kadar
yaşlı değillerdir. Fakat bir çoğunun babası Fatih’te,
Süleymaniye’de ak sarıklı İstanbullular arasında namaz kılmış, onlarla aynı mahalleri hatta evleri paylaşmıştır. Belki de bir çoğunun dedesi sünnet diye
sarık sarmıştır.
Çok değil 80 yıl öncesinin İstanbul manzaralarını hatırlayabilenler ya da babalarının, ak sakallı
dedelerinin kollarında camilere gidişini tasavvur
edebilenler, İsmailağa’yı anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. İşte o zaman görecekler ki İsmailağa;
Cumhuriyet döneminin büyük fakihi Ömer Nasuhi
Bilmen gibi bir alimin katiplik yaptığı dersiâm (ordinaryüs profesör) Ali Haydar Efendi ile, milletin
ruh köküne sadakatin gereği olarak ilim ve irfan
hizmetine devam ediyor.
Mahmud Efendi, kökleri Osmanlı’ya; oradan da
Saadet Asrı’na uzanan bu ilim-irfân yolunun, muasır
yolcusudur.
“MAHMUD EFENDİ’Yİ TANIYOR MUSUNUZ?”
Tasavvuf büyükleri cemiyeti, yazılarından ziyade
Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, ‘Aziz İstanbul içerisinde’,
İstanbul, 1974, s.121-124.
81
173
Kudemâ Meclisi
yaşantılarıyla etkilemişlerdir. Onların hâl dilleri, konuşma dillerinden daha etkili olmuştur. Çünkü hayatlarıyla insanlara yaptıklarını anlatmışlardır. Sadaka verdikten sonra sadaka vermeye, gece namazı
kıldıktan sonra teheccüde kalkmaya çağırmışlardır.
Bu yüzden çevreleri uçsuz bucaksız çöllerdeki vahalar gibi yeşermiştir.
Mahmud Efendi’nin hayatında tasavvuf büyüklerinin geleneksel yaşantısını bütün güzellikleriyle
görmek mümkündür. O, adeta bir edep ve merhamet
kitabıdır. İsmailağa Camii’nin kapıları sadaka taşlarını andırırdı. Paraya ihtiyâcı olanlar İstanbul’un uç
semtlerinden kalkıp oraya gelirdi. Onun “Sizden sadaka isteyen kişi, atın üzerinde dahi olsa yine ona
tasaddukta bulununuz” buyruğunu sürekli hatırlatması cemaatin hayır duygularını diri tutar, alanın
kimliği, kim olduğu sorgulanmazdı.
Bir sohbetinde dinleyenlerine camii kapısında
bekleyen dilencilere nasıl davranılması gerektiğini
anlatırken, cemaatten birisi kalkıp, “Efendim! Onlar
burayı istismar ediyorlar. Ahlaki açıdan da kötü bir
hayat yaşıyorlar. Mehmet Ağa Camii’ne kadar açık
geliyor, orada tesettüre bürünüyorlar. Bunlara bu
halde sadaka verilir mi?” diye sorduğunda, Hoca
Efendi kızdığını ihsas eder bir ses tonuyla “Onların
da sizin de sahibiniz Cenab-ı Hakk’tır. Mevla Teâlâ
o halde onlara müsaade ediyor, rızık veriyor da siz
ne hakla onlara engel oluyorsunuz. Sadaka vereme174
Kudemâ Meclisi
yeceklerin ne yapacakları Kur’an-ı Hakîm’de bildirilmiştir: ‘Gönül alıcı biz söz.’ Eğer yanlış bir durum
varsa o kolluk kuvvetlerinin işidir. Onlara havale
ediniz. Kardeşlerim! Bizim dilenciye karışma yetkimiz yok. Onu azarlayamayız. Böyle bir durum o
dilencinin de Rabbi olan Allah Teâlâ’nın gayretine
dokunur.”
Hoca Efendi’nin sadaka konusundaki hassasiyetinden haberdar olanlar camiye giriş-çıkış saatlerini iyi
bilir, güzergahında sağlı sollu beklerlerdi.
Muhterem Mahmud Efendi’nin dilencilerin onurunu koruyan bu duruşu, Sulukule gibi vukuatın bol
olduğu semtlerin kapısını irfana açmıştır. Bir zamanlar Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, onun
vazından istifade etmek için gelen Sulukulelilerce
doldurulurdu.
Onu en iyi tanıyan milletlerin başında Afganlılar gelir. Uzun yıllar devam eden savaşların getirdiği
ekonomik yıkım bellerini büktüğünden hacca gidebilenlerinin birçoğu otellerde barınma imkanı bulamaz, cami köşelerinde kalırdı. Hoca Efendi sevenlerini, el açıp dilenmeyen bu onurlu Müslümanların
ihtiyâçlarını karşılamak için seferber eder, maddi
imkanlarını onlarla paylaşmaya davet ederdi.
Son 10 yıla kadar muhtaçlar kendilerinden önceki Haremeyn misafirlerinden Hoca Efendi’nin giyim
tarzıyla alakalı bilgiler almış olmalılar ki başında sarık, sırtında cübbe olan bir Türkiyeli gördüklerinde
175
Kudemâ Meclisi
“Şeyh Mahmud, Türkiye” der, eksik kalan kelimeleri
masum bakışlarıyla tamamlarlar: “Bizden öncekilerin
sürekli bahsettiği fakirlerin dostu olan Türkiyeli bir
Mahmud Efendi varmış, gördünüz mü ya da tanıyor
musunuz, bize yardımcı olur musunuz?”
SIRADAN BİR İNSAN GİBİ YAŞARDI
Muhterem Mahmud Efendi sıhhatli olduğu yıllarda Çarşamba pazarına gider, pazarlıkları satın
alır, evinde ağırladığı misafirlerin sofrasını kendisi
kurardı. Musafaha yaptığı kişiler ellerini çekinceye
kadar da elini çekmezdi. Hoca Efendi aşkını, ruhunu kaybeden modern zamana söz ve aksiyonuyla
İslâm’ın güzelliklerini anlatan büyük bir öğreticidir.
Camisi, maddi ve manevi fakirlik çekenler için umut
kaynağı olmuştur. İnsanlar onun bakışlarında Medine’nin sıcaklığını hissetmişlerdir.
Okulda, sinemada, gazetede anlatılan hoca tiplemelerinden ürken Anadolu çocukları, bir gün yolları
Fatih Çarşamba’ya düştüğünde anlatıldığı gibi müstebid bir hoca ile değil “Ak sakallı, nurani yüzlü bir sevgi
dağı” ile karşılaşırlardı.
“ONU TANIYINCA NİÇİN YAŞADIĞIMI
ANLADIM”
1988 yılında Müslüman olup Naim Abdulwali adını alan bir Amerikalı, dinini öğrenmek için Medine’ye
176
Kudemâ Meclisi
gider. Medine hayatının üçüncü yılında Muhterem
Mahmud Efendi ile tanışır, ondan etkilenir ve okuduğu fakülteden ayrılıp onunla birlikte İstanbul’a gelir.
10 yıl Hoca Efendi’nin çevresinde ilim tahsil eder.
Abdulwali, İstanbul’a gelişini şu gerekçelere bağlamaktadır: “Batılıların aklında değil, ruhunda problem
var. Hristiyanlık Batı’yı tatmin etmiyor. Bu yüzden
önemli bir bölümü ateizme yönelmektedir. Ben de her
Batılı gibi uzun yıllar Hristiyanlık’la ateizm arasında
med-cezir yaşadım. Ruhumdaki hafakanlar dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, üniversite kütüphanesinde gördüğüm bir tasavvuf kitabı imdadıma yetişti.
onunla İslâm’ı tanıdım, Müslüman oldum.
Dinimi öğrenmek, imanımı daha da güçlendirmek
için gittiğim camilerdeki Müslümanlar bana sürekli
İslâm’ın akıl dini olduğundan bahsettiler. Elbette İslâm, akl-ı selîme muvafıktır. Buna bir itirazım yoktu. Ama ben aklı değil, ruhu arıyordum. Ben ekmek
istiyordum onlarsa bana su veriyordu. Okumak için
Medine’ye gittim, orada ise kendilerini dinin resmi
temsilcileri zanneden insanlarla karşılaştım.
Söylemek istediğim şu ki; Batı’nın akılda bir sorunu yok. İşte uzaydalar. Bu yüzden onları İbn Sina
ile etkileyemezsiniz. Batının yüreği kanıyor. Onlara
Şah-ı Nakşibend gibi tasavvuf büyüklerini anlatmalıyız. Hoca Efendi, diğer Müslümanların aksine yüreğime müdahale etti, ruhuma konuştu. Sohbetleri
yarama merhem oldu. O anlattıkça niçin yaşadığımı
177
Kudemâ Meclisi
anladım. Bu yüzden İslâm’ı tebliğ etmek için Batı’ya
gidenler mutlaka tasavvuf okumalılar. Batı’nın kararan ruhunu İslâm’a açacak anahtar tasavvufun hikmet
ve marifet dolu dünyasında mündemiçtir.”
Abdulwali, Mahmud Efendi’nin öğretici yönüyle
alakalı olarak da şunları söylemektedir: “Öğrencilerine karşı müşfik bir babadan daha merhametlidir. Şahsen her tür sorunumla bizzat ilgilenmiştir. Bunun içerisine hayatımın maddi boyutu da dahildir. Yabancı
olduğumdan, Türklerin geleneklerini bilmediğimden
zaman zaman intibak sorunum olurdu. Üzüldüğümü
hissettiğinde “Sen bizim Selmânımızsın” diyerek bana
moral verirdi.
İstanbul’da fıkıh, tefsîr, hadis gibi temel İslâmî
ilimlerin yanı sıra Mektûbât dersleri de aldım. Hoca
Efendi tasavvuf derslerinde tedriciliğe riayet etmemi ister, özellikle İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ından daha kolay olmaları nedeniyle ameli mektupları
okumamı isterdi. Fakat benim merakım ‘derin tasavvufi birikim’ gerektiren sûfi mektupları okumaktan
yanaydı. Israrım üzerine ders okuduğum Hoca bu
tür mektupları okutmayı kabul etti. Fakat meseleleri
anlamakta zorlanıyordum. Galiba bu yüzdendir ki
Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’ye buradan ötesi seni
aşar, deyip tasavvufun ancak yaşanılınca anlaşılabilecek bahislerini ona anlatmamıştır. Derin mektuplar gün geçtikçe ruhi bir krize sürüklenmeme
yol açtı. Zihnimde beliren sorunları gidermem için
178
Kudemâ Meclisi
acilen Hoca Efendi ile görüşmem gerekiyordu. Fakat rahatsız olduğundan hasbihal edecek genişlikte
görüşme imkanı bulamadım. O sıkıntılı günlerde tasavvufu bırakmaya karar verdim. Bir ikindi namazı
sonrası huzuruna varıp, yıllar önce bana hediye ettiği tesbihi kendisine uzatarak ‘Efendim buyurun, bu
tesbihi bana yıllar önce hediye etmiştiniz. Ben dersleri bırakmak istiyorum’ dedim. Hoca Efendi şefkatle elini omzuma koydu ve şu dörtlüğü okudu:
İven kişi (acele eden) yol bulamaz,
Maksûduna tez varamaz.
Bekle ârif dergâhını
Yüz göstere irfan sana.
Eli omzuma değince zihnimdeki bütün soru işaretleri koyboldu. Sanki yeniden doğmuştum. Fakat
büyük bir mahcubiyet içerisindeydim. Bana daha
sonraları okumamı tembihlediği mektupları okumuş
ve bu yüzden de krize girmiş olduğum halde “Niçin
yapma dediğimi yaptın” türünden tek kelime sarf etmedi.
İslâm’ın güzelliklerini onda gördüm. Şimdi aramızda binlerce kilometrelik bir mesafe var. Fakat O,
hasta yatağında, bembeyaz sarığıyla hala beni irşad
ediyor, yüreğimin yaralarına merhem oluyor.”
“OKUYUNUZ”
Muhterem Mahmud Efendi her yaştan insanın
eğitim görmesini ister, 60 yaşına gelen kişilere dahi
179
Kudemâ Meclisi
okumayı tavsiye ederdi. Muhatapları “Efendim! Yaşımız anlamamıza engel oluyor” dediklerinde “Yine de
okuyun. Size ‘nasara’ kelimesini sorduklarında ‘mazi
fiil’ yerine ‘mastar’ derseniz bu bile bir şeyler okuduğunuza, ilim yolunda olduğunuza işaret eder” derdi.
İlim talebelerine Abdulhalik Gücdüvani’nin şu vasiyetini kendi vasiyeti gibi de nakleder, söyleyeceklerime bağlı kalmanızı istirham ediyorum, derdi: “Fıkıh
ve hadis ilmini öğren, cahil sûfilerden uzak dur, malın, fıkıh kitapları olsun. Birisi medh ettiği zaman gururlanma, kınayınca da üzülme. İnsanlardan dünyevi
bir şey isteme, fütüvvet ehli ol. Allah Teâlâ’nın sana
verdiklerini, sen de halka dağıt.”
NEYİN HELAL ya da HARAM OLDUĞUNU FIKIH
BELİRLER
Muhterem Mahmud Efendi tasavvufun sınırlarını
anlattığı bir vaazında Üstadı Ali Haydar Efendi’den
şöyle bir nakilde bulunur: “İnsanoğlu helal ile haramı
ağzıyla ayırt edemez. İnsan için helalinden pişirmiş
olduğu tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır.
Haram ile helal arasını ancak fıkıh ayırır.”
DÜNYA MÜSLÜMANLARI
Medyayı takip etmez fakat öğrencileri düzenli olarak günlük haberleri ona aktarırdı. Sıcak çatışma ortamlarından günlük haberler alırdı. Afganistan, Çeçenistan ve Bosna cihadıyla yakından alakadar olmuştu.
180
Kudemâ Meclisi
Sevenlerini mustazaf ve mücahid müslümanlara
madden ve manen yardım etmeye çağırır, toplanan
yardımları ilgili kuruluşlar vasıtasıyla mahalline ulaştırırdı. Çeçenistan Müslümanları onun bu yönünü
iyi bilirler. Bu yüzdendir ki Selim Han Yandarbiyev
Cumhurbaşkanı iken İstanbul’a kadar gelip Hoca
Efendi’yi ziyaret etmişti. Diğer Çeçen komutanlarının
da İsmailağa, Eyyûb el-Ensârî’den sonra ilk ziyaret ettikleri yerdi.
ESERLERİ
Tasavvuf literatüründe zâhir ve bâtın ilmine sahip
olan şeyhlere “zü’l-cenâheyn/çift kanatlı” denir. Hâlidî şeyhleri, diğer irfan merkezlerinin mürşitlerinden
ayıran en temel özellik de bu yönleridir. Diğer tekkelerde zaman zaman zü’l-cenâheyn mürşitler irşad makamına otururken Halidi şeyhlerin neredeyse tamamı
“zü’l-cenâheyn”dir.
Mahmud Efendi bu geleneğin muasır örneğidir. Bu
yüzden onun irşad faaliyetleri kadar, tedris ve telif çalışmaları da dikkate alınmalıdır. Telif ettiği eserlerin
bir kısmı bizzat kendi kaleminden çıkarken bir kısmı
da öğrencilerinin onun ders ve sohbetlerinden derledikleri notlardan oluşmaktadır.
1. Rûhu’l-Furkân
Mahmud Efendi’nin en hacimli eseri, Rûhu’l-Furkân adlı nâtamam tefsîrdir. Tefsîr “rivayet”
181
Kudemâ Meclisi
usûlüne daha yakındır. Fakat eserde yer yer “işâri”
manalara da rastlanmaktadır. Rûhu’l-Furkân, içerisinde fıkhî meseleleri barındırması cihetiyle “ahkam
tefsîri” özelliğini de taşımaktadır.
Tefsîrde önce ayetlerin kelime anlamları verilmekte, sonra mealleri, ardından da tefsîrleri yapılmaktadır.
Rûhu’l-Furkân’da fıkıh, kelam, tasavvuf gibi temel
İslâmî disiplinlerle alakalı meselelerin ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmesi, Mahmud Efendi’nin İslâmî ilimlerdeki derinliğini ortaya koyması açısından ayrıca
önemlidir.
Muhterem Mahmud Efendi, tefsîrinin mukaddimesinde niçin böyle bir çalışmaya başladığını açıklarken şunları söylemektedir: “Kur’an-ı Azimu’ş-şân’ın
manasının kelime kelime anlaşılmasına çok hevesli
olduğumuz sohbetlerimize iştirak eden kardeşlerimiz
tarafından yakinen bilinmektedir.
Nice büyük alimler, Kur’an-ı Kerîm’i Türkçe tefsîr
ederek, bu büyük kitabın manasını anlama hususunda milletimizin ihtiyâçlarını karşılamışlardır. Bu yüzden ziyade aciz olan bu kardeşiniz böyle büyük bir işe
girişmeyi bu zamana kadar düşünmüş dahi değildi.
Ancak hicri 1407 senesi Şaban ayının Beraat Gecesi’nde Ravza-i Mutahhara’da bulunduğumuz sırada
Efendimiz tarafından vaki olan manevi bir işaretle,
bu mühim işe başladık ve yukarıda geçtiği gibi kelime
kelime mana verilmesine ziyade ihtimam göstererek
182
Kudemâ Meclisi
yola çıktık.”82
Tefsîr yazımının tedris ve irşad faaliyetleri ile birlikte yürütüleceğini, bu yüzden eserin tamamlanmasının uzun bir zaman alacağını söyleyen müellif,
okurlarından bu özrünün kabulünü istirham eder.83
Halen yazımı devam eden tefsîr’in 2015 yılı itibariyle 18. cildi basılmıştır. Son ciltte Yunus Sûresi’nin
tefsîr edildiği dikkate alındığında eserin 50 cildi aşacağı kuvvetle muhtemeldir, lakin eserin son ciltlerinde rahatsızlığından dolayı muhterem Mahmud Efendi’nin katkısı yoktur.
2. Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi
Risâle-i Kudsiyye, İsmet Efendi Tekkesi’nin kurucusu Mustafa İsmet Efendi tarafından kaleme alınan
manzum bir eserdir. Eserde Nakşibendiyye-Hâlidiyye
tarikatının zikir usûlleri, prensip ve kaideleri anlatılmakta, İslâm Akâidi ile alakalı temel meseleler işlenmektedir. Sûfî bir cemaatin bilmesi gereken konuları
hikmetli bir dille anlatan eser, İsmet Efendi’den sonra
gelen tekke’nin şeyhleri tarafından müracaat kaynağı
olarak görülmüştür.
Muhterem Mahmud Efendi, her sohbetinde Risâle-i Kudsiyye’den bir beyt okur ve şerh ederdi. Öğrencileri de O’nun bu açıklamalarını yazıya aktarıp eseri 2 cilt halinde Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi
Mahmud Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, İstanbul, 1991, I,
s.9-10.
83
Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, I, s.10.
82
183
Kudemâ Meclisi
başlığıyla basmışlardır. Nakşibendiyye-Haliddiyye tarikatıyla alakalı temel meselelerin ayrıntılı bir şekilde
işlendiği bu eser, farklı isimler altında birkaç defa tab’
edilmiştir. 84
3. Sohbetler
Mahmud Efendi, İmam-Hatip olarak görev yaptığı İsmailağa Camii başta olmak üzere birçok camide
vaaz etmiştir. Pazar günleri sabah namazından sonra
Sultan Selim Camii’nde yaptığı sohbetler ise irşad tarihinde ayrı bir yere sahiptir. Sohbetler, sabah namazından sonra olmasına rağmen camii erken saatlerde
dolar, geç kalanlar vaazı çevredeki camilerden dinlerlerdi.
Misafir Hoca Efendilerden birinin okuduğu aşr-ı
şerîfin tefsîr edilmesiyle akdedilen sohbetler, işrak
vaktine kadar devam ederdi. Sohbetlerde öğrencilerin
aldığı notlar 1995 yılından itibaren kitaplaştırıldı. 3
yılda hacimli 6 ciltlik bir eser ortaya çıktı. 1998 yılında
sona eren sohbetler Hoca Efendi’nin rahatsızlığından
dolayı bir daha başlayamadı. 85
Konuların vaaz üslubuyla işlendiği ve iknaî yolla
anlatıldığı “Sohbetler” kitabı, evlerde her aile reisinin
ders kitabı olarak takip edebileceği içeriktedir.
Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi, İstanbul,
1998, I-II.
85
Ustaosmanoğlu, Sohbetler, İstanbul, 1995, I-IV.
84
184
Kudemâ Meclisi
4. Mektûbât-ı Rabbânî Şerhi
Nakşibendiyye tarikatında Behâuddin Nakşibend
Hazretlerinden sonra en etkin olan ikinci isim İmam-ı
Rabbânî diye şöhret bulan Ahmed Faruk es-Serhindî’dir (v.1624). 86
İslâm’ın Endülüs sendromu yaşadığı bir zamanda
meydan yerine çıkıp, yaşamış olduğu çağda Bangladeş’ten Afganistan’ın Batısına kadar uzanan büyük
bir coğrafyada etkin olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri
çağdaşlarına davet ve cihad içerikli çok sayıda mektup
göndermiştir. Onun mektup yazdığı şahısları, devlet
başkanları, ilim adamları, mutasavvıflar ve avam olmak üzere dört sınıfa ayırabiliriz.
Mektuplarda Nakşibendiyye tarikatının esasları,
Ehl-i Sünnet akidesinin temel meseleleri, âlimlerin
çözemediği çeşitli konuların izahı gibi cemiyetin her
tabakasına hitap eden zengin bir muhteva vardır.
Birçoğu Farsça kaleme alınan mektuplar İmam
Rabbânî’nin halifeleri tarafından üç cüz halinde toplanmıştır. Cüzlerin ilki 313, ikincisi 99, üçüncüsü ise
122 mektuptan oluşmaktadır. Mektuplar Muhammed
Murad Kazani tarafından 1887 yılında Arapça’ya tercüme edilmiş, Müstakımzâde Süleyman Sa’deddin
Efendi ise 1751 yılında Mektubât’ı Osmanlıcaya çevirmiştir. Fakat eser çevrildikten bir asır sonra (1854)
basılmıştır.
Mektûbât, Nakşibendîlerin Şeriat-Tarikat münase86
el-Hânî, a.g.e., s.533.
185
Kudemâ Meclisi
beti, tarikat adabı gibi konularda ilk müracaat ettiği
kaynaktır.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin mutasavvıflara ya
da halifelerine gönderdiği mektuplar dil, içerik ve anlatım özellikleri bakımından diğerlerinden daha derin
ve daha ıstılahîdir. Bu mektupların anlaşılabilmeleri
için tasavvuf literatürüne vakıf kişilerin nezaretinde
okunmaları kaçınılmazdır. Muhterem Mahmud Efendi onlarca yıl devam eden sohbetlerinde Mektubât’ın
tamamını birkaç defa tercüme ve şerh etmiştir. Mektubât’ın anlaşılabilmesi için Onun yaptığı bu açıklamalar şüphesiz ki önemlidir. Bu önemi fark eden öğrencileri farklı zamanlarda yapılan açıklamaları bir
araya getirmişler, fakat henüz bu notlar kitap halinde
tab’ edilmemiştir.
Mahmud Efendi’nin sohbet ve derslerinde tutulan
notlardan oluşan daha bir çok kitap mevcuttur.
Hülâsa
İhsan, zühd ve takva gibi Kur’anî kavramların ferdî telakkilere ve insan hayatına yansımasından ibaret
olan tasavvuf, tarikatlarla kurumsal bir yapıya kavuşmuş ve milyonları etkilemiştir. Mürşidlere ve onların
irşad tarzlarına göre farklı isimler altında vücut bulan
tarikatlar içerisinde müntesipleri itibariyle en önde
olanı ise Nakşibendiyye tarikatıdır. “İlmiye sınıfının
tarikatı” olarak da bilinen Nakşibendiyye, Mevlânâ
Hâlid el-Bağdâdî’nin etkisiyle kısa zamanda Osmanlı
186
Kudemâ Meclisi
Devleti sınırları içerisinde en etkin tarikat konumuna
gelmiştir.
Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî, ayrılıkçı akımların
siyasî güce dönüştüğü bir dönemde ümmet bilincini
öne çıkararak birlik ve beraberliğin tesisi ve tebaa’nın
Osmanlı Devleti’ne bağlanması noktasında ciddi başarılara imza atmıştır. Mevlânâ Hâlid’in nüfuzunu
fark eden devlet yöneticileri de Ona karşı ilgisiz kalmamış, akâdevi açıdan problem teşkil eden tekkeleri
Onun halifelerine tahsis etmiştir. Hâlidi şeyhler halk
ve siyasî otorite nezdinde öylesine yüksek bir itibar
kazanmışlardır ki, çalışmalarıyla Osmanlı Devleti’nin
ömrünü uzatmışlardır denilse mübalağa olmaz.
Silsilesi Abdullah Mekkî yoluyla Hâlid el-Bağdâdî’ye uzanan Muhterem Mahmud Efendi, Nakşibendiyye/Hâlidiyye öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalması
ve muhalled yapıyı olduğu gibi muhafaza etmesiyle
dikkat çekmektedir.
Hâlidiyye’nin davet usûlünden ödün vermeyen
Muhterem Mahmud Efendi, (cemaat bilincinden ziyade) her türlü etnik yapıyı ve İslâmî meşrebi kucaklayan, ümmet kimliğini öne çıkaran bir muhtevada
hizmet etmiştir. Onun bu duruşu, nüfuzunu kamuoyunda “İsmailağa Cemaati” olarak tanınan kitlenin
çok ötelerine taşımış ve millet vicdanında büyük bir
saygınlık kazanmasına vesile olmuştur.
Tarikatı, İslâmî esaslara bağlı bir alt birim olarak
telakki eden Mahmud Efendi, irşad çalışmalarında
187
Kudemâ Meclisi
İslâmî eğitime öncelik tanımıştır. 1980’lere kadar devam eden tedris hayatında yüzlerce öğrenciye icâzet
vermiştir.
İslâm Dünyası’nın, Osmanlı’nın son dönemlerinde görülen yıkıcı akımlara benzer taifelerin tehdidiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde Hâlidîliğin
tabi dokularını olduğu gibi koruyan ve kamuoyunda
da saygınlığı ile dikkat çeken Muhterem Mahmud
Efendi’nin, ümmet şuurunun yüreklerde yeniden
karılması noktasında önemli roller îfa ettiği ve edeceği kesindir.
***
188
Kudemâ Meclisi
İMAN ve FİKİR ATLASIMIZIN
BÜYÜK MUZDARİBİ: MEHMED AKİF
U
lu Mücahitlerin mirasını ehliyetsiz
ellere teslim ettiğimiz yıllar… İhtişamıyla “Beyazıd” ayakta fakat kürsüde
“Ebûssuud” yok. Sokaklarda ‘’zafer tabur’’larımız
yerine hezimet haberleriyle sarsılan mazlum millet
yürüyor…
Bir tarafta omuzlarında “mushaf ” asılı çocukların
ve sarıklı gençlerin gittiği medreseler; diğer tarafta
ise millet bünyesine mikrobun sirayet noktaları olarak faaileyet gösteren “Ecnebî Okulları”… Medrese,
“özden kopma”, “kültürel dönüşüm” gibi ameliyelerle zemin kaybederken, “ecnebî okulları” devletin en
mahrem bölgelerinde “ayrık otları” gibi çoğalıyor. O
kadar ki, 1905 yılında Devlet tarafından tesbit edi189
Kudemâ Meclisi
lebilen yabancı okul sayısı 600’e ulaşır. Bu sayıya
ruhsatsız faaliyet gösteren okullar da eklendiğinde
rakam daha da artmaktadır.
1 Aralık 1833 tarihinde Amerika’dan Anadolu’ya
gönderilen misyonerlere verilen talimatta da belirtildiği gibi bu okulların esas gayesi, “Mukaddes ve
vaad edilmiş Anadolu topraklarının silahsız bir haçlı
seferiyle geri alınmasıdır.”87 İlk açıldığı yıllarda Müslümanlar tarafından “gavur okulları”88 olarak nitelenen ve bu yüzden itibar görmeyen ecnebî okulları,
zamanla ilgi odağı haline gelmiş, devlet yapısı içerisinde “farklılık psikolojisi” ve “isyan kültürü” sahip nesillerin yetişmesine öncülük etmiştir. Ecnebî
okulları, Batılı ülkelere ait sefaretlerin açık ve gizli
faaliyetleri, dış memleketlelerde okuyan öğrencilerin “zihniyet dönüşümü” ile birlikte değerlendirildiğinde siyasî, ictimâî ve iktisadî sorunların buhrana
dönüşmesinin esas nedeni de ortaya çıkmaktadır.
Ecnebî okullarının niçin ve nasıl kurulduğunu,
gönüllü işbirlikçilerinin kimlerden oluştuğunu müşahhas bir örnek çerçevesinde görebilmek için konuyu “Robert Koleji” özelinde tahlil edelim. İlk olarak
16 Eylül 1863 tarihinde İstanbul Bebek’te bir misyoUygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika,
Arba Yay., İstanbul, 1991, s.33; Şamil Mutlu, Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, Gökkubbe Yay., İstanbul, 2005.
88
Bk. Gökhan Bolat, MF. MGM. 7-39-40, Numaralı Defterlerin
Transkripsiyonu ve Suriye’de Faaliyet Gösteren Yabancı Okullar,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2006, s.23.
87
190
Kudemâ Meclisi
ner evinde kurulan ve günümüze kadar devam eden
“Amerikan Koleji”nin başında, misyoner Cyrus Hamlin vardır. Hamlin, kuruluş gerekçesini çocuklarını
denizaşırı ülkelere göndermeyen babaların yavrularını Hristiyan ahlakına göre eğitmek olarak açıklar.
Hamlin’in şu ifadeleri bu tarz okulların nihaî hedeflerini de resmetmektedir: “Okulu, Müslümanlığın İstanbul’a giriş noktası olan Rumeli Hisarı’na taşımak
istiyorum. Burada kurulacak bir okul Hristiyanlığın
İstanbul’a giriş kapısı olacaktır.”89
Mezun ettikleri öğrencilerden bu okulların küfür fidelikleri olduklarını fark eden millet, yüksek
fiyatlar teklif edilmesine rağmen mütevellilere okul
binası için arsa satmamakta ısrar eder. Cahil halkın bu mustakîm duruşuna rağmen kimi müstağrib
devlet ricali bu okullara her nevî yardımda bulunur.
Bu çerçevede Ahmet Vefik Paşa, Rumeli Hisarı’nda
“malum gaye” için kurulması planlanan okul için
iki aşamada arsasını satar.90 Vezir Ali Paşa, Ahmet
Vefik’e, satış akdini feshetmesi durumunda her nevi
ihtiyâcının karşılanacağını taahhüt etmesine rağmen
Paşa, satıştan vazgeçmez. Okul çeşitli yardım kuruşlarının katkılarıyla bir protestan koleji olarak yapılır
ve Boğaziçi Üniversitesi’nin olduğu yerde eğitime
Necdet Sevinç, Ajan Okulları, İstanbul, 1974, s.40; Şaban Ulusoy, Robert Koleji, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Van, 2005,
s.29.
90
Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, II, s.783.
89
191
Kudemâ Meclisi
başlar.91 Ahmet Vefik Paşa’nın tasarrufundan ziyadesiyle müteessir olan II. Abdülhamid, Paşa öldüğünde (1891) nereye gömülmesi kendisine sorulunca;
“Kayalar Kabristanı’na defnediniz. Robert Koleji’nde
çalınan çan sesleri kıyamete kadar kulaklarında çınlasın”92 der.93
Robert Kolejini 1901’de AB (en yüksek ikinci
not) derecesiyle bitiren, feminist yazar Halide Edip
Adıvar’ın94 İslâm kadının modernleşmesindeki rolü
ve Kurtuluş Savaşı esnasında ısrarla Amerikan mandasını savunması95, ecnebî okulların etkisini resmetmesi açısından önemlidir. Bu okulların millet
bünyesindeki tahribatı o yılların medyasında geniş
bir şekilde yankı bulmuştur. Kızını Amerikan Kız
Kolejine veren Müslüman bir baba okul yıllarında çocuğunda meydana gelen değişimi Resimli Ay
Mecmuası’nda şu ifadelerle anlatmıştır: “Evvela çocuk evdeki şeyleri beğenmez oldu. Kızımda bu değişikliği görünce mektep hakkında tetkîkâta başladım.
Amerikan Koleji olarak açılan okulun ismi, servetinin beşte birini okulun giderlerinin karşılanması için vasiyyet eden Newyork
tüccarlarından Christopher Rhinelander Rabbit’in adıyla 1878
yılında değiştirilmiştir.
92
Ergin, a.g.e., Dip not: 1, II, s.783.
93
Nazırlar, başvekiller, devlet adamları büyük camilerin hazirelerinde defnedilirken Vefik Paşa’nın naşı merasimsiz, kayalar
mezarlığına götürülüp defnedilmiştir. Ergin, a.g.e., Dip not: 1,
II, s.783.
94
Roderic H. Davison; Osmanlı Türk Tarihi, s.237-238.
95
Bolat, a.g.e., s.24.
91
192
Kudemâ Meclisi
Mektebe gidip hocalarla temasa geçtim… Bütün bu
tetkikat bana şu neticeyi verdi: Amerikan Koleji denilen bu yer, muhteşem binalar içine gizlenmiş bir
manastırdan başka bir şey değildir. Muallimleri âli
tahsil görmemiş, pedagoji nedir anlamamış, cahil ve
zavallı bir takım rahiplerdir... Bütün emelleri çocuklara Hristiyanlık telkin etmek, onlara Protestanlığı
sevdirmektir. Bunun için her hafta Hristiyan ahlakına ait konferanslar verirler... Çocuk bu kozmopolit arkadaşlar arasında yavaş yavaş kendi benliğini
kaybeder... Kızım mektebe girerken Türk’tü fakat
çıkarken kozmopolit olmuştu...Amerikan kolejlerinde okuyan Türk çocuklarından Hristiyan olanlar
bile vardır. Hatta bazen çocuklar imtihanlarda sınıf
geçmek için kendilerini Hristiyanlığı kabul ediyor
gibi gösterirler...”96
Ecnebî okullar, hariçte okuyan öğrenciler ve Batılı
devletlerin sefaretlerinden oluşan üçlünün, “medeniyetten uzaklaşarak muasırlarlaşma” şeklinde tezahür eden etkisi, Batı’nın kültür ve ahlak sistemine
göre yaşayan fakat “kafa kağıdı” itibariyle kendini
Müslüman kabul eden bir neslin yetişmesine yol açmanın yanında, siyasî, ictimâî ve ahlakî buhranlara
da zemin hazırladı. Yakın geçmişte aynı değerlere
sahip insanlar yollarını ayırdı. Krizler içerisinde varlık mücadelesi veren millet, farklı siyaset tarzlarıyla,
birbirinden uzaklaştı.
Bk. “Kızımı Amerikan Kolejine Ne Halde Verdim Ne Halde Aldım?”, Resimli Ay, Mayıs, 1929, s.4.
96
193
Kudemâ Meclisi
Siyaset Tarzları
Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe dört ayrı siyaset tarzı oluştu. “Tahsili Hasıl” eden hocalara bakıp
İslâm’ı mahkum eden “münevverler”in kimi Batıcı,
kimi Turancı oldu. Zahirde birbirine zıt gibi görünen bu iki hareket, İslâm’a muhalefet noktasında
ittifak halindeydi. Bir üçüncü tarz olan İslâmcılık
ise, çareyi İslâm’da aradığını zanneden fakat sorun
çözmeden ziyade İslâm’ı ideolojik bir içerikte sorun
haline getirmekle meşguldü. Keşf-i kadîme çağıran
ulemâ ise, Kitap, Sünnet ve müctehit imamların ictihatlarını esas alarak hayatı İslâm’a göre yeniden tayin
etmeye davet etti. O yıllardaki manzara’yı şu şekilde
hülâsa etmek mümkündür: Özden kopuşu anlatan
‘’üç tarz-ı siyaset’’e karşı ulemâ keşf-i kadîm yoluyla “istikâmet”e; Batıcılar, çağdaşlığı esas alarak özümüzü değiştirmeye, Turancılar ise ‘’ümmet’’ yerine
“millet” ruhunu kuşanmaya çağırmaktaydı. Her iki
akımın da kendine göre bir tabanı vardı ve o taban
avamdan ziyade öğrencilerden ve bürokratlardan
oluşuyordu. İslâmcılık ise, Batı’yı esas alarak oluşturduğu anlama usûlüyle “muhalled nizama” kısmi
reddiyelerde bulunmaktaydı.
Devlet-i Aliyye’nin muhteşem zamanlarında,
ilmî mubahaselerin yapıldığı ulu çınarların altında artık ne aşk, ne umut, ne de heyecan kalmıştı.
Büyük meselelerin görüşüldüğü devlet daireleri dedikodu kulislerine dönmüştü. Sahte kahramanlar,
194
Kudemâ Meclisi
“çürük ipliklere hülyalar” dizmekle meşguldü.
İstanbul
Kahire, Şam, Bağdat gibi İstanbul da “muhalled
nizama” ait kıymet ölçülerini yitirmişti. İstanbul, ne
irfânı ne de ârifiyle eski İstanbul’du. Berlin, Paris ve
Londra yeni cazibe merkezleri olmuş, hayatın olduğu
gibi tefekkürün de “üsve-i hasene”si değişmişti. Yeni,
eskiden çok farklıydı. Zihniyet dönüşümü öncesi, İstanbul’a gelen sefir ve seyyahlar şehre hayran olurdu.
Yeni dönemde ise İstanbul’dan giden elçiler Avrupa
Başkentlerine meftun olmaktaydı. İstanbul’u öve öve
bitiremeyen Batılı tarihçiler, ressamlar gitmiş, onların
yerine Paris’i, Berlin’i takdis eden Batıcı ve Turancı
“münevverler” gelmişti.
Ecnebî okullarında ya da Avrupa Başkentlerinde
okuyan pek çok zeka özürlü, muharrir olmuş hale dair
çözüm ve çareler öneriyordu. Okuduğu mekteplerin
niçin kurulduğunu, hangi amaca hizmet ettiğini, kendisine neden ilgi duyulduğunu bir defa dahi düşünemeyenler; mesailerinin tamamını medeniyet sarayını
yıkıp, yerine gece kondular kurmaya adamıştı. Niçin
eleştirdiğini ya da neyi önerdiğini bilmeden yazıyor,
tartışıyorlardı. Ne var ki tarih şuurundan ve medeniyet bilincinden mahrum bu ameliyeler dikkatle izleniyor, zaman zaman en muteber tasarruflar olarak
addediliyordu.
195
Kudemâ Meclisi
Acının ve Gurbetin Şehri
Kenar mahalleleriyle İstanbul; sefaletin yani yüreği yaralı insanların şehri olmuştu. İstanbul artık acıyı, gurbeti ve ihaneti yaşayanların yurduydu. Sırtında ‘’küfe’’ taşıyan yetim çocuklar, mahalle
kahvehanesinde ağlayan aksakallılar, başı yerden
kalkmayan anneler… Ecdadları gibi onlar da namaz kılıyordu, ibadetleri, hayırları vardı. Fakat Süleymaniye’ye baktıklarında yüreklerine azamet dolmuyordu. Fetih, hayallerinden bile silinmişti. Çünkü
“adam olsun” diye Batı’ya gönderdikleri çocukları,
Süleymaniye’den ve Fatih’ten nefret eden bir ruh haletiyle geri gelmişlerdi.
Millet, ulu hocaların iftihar edilecek bir maziye
sahip olduklarını biliyordu fakat diploması yoktu ki
dinlenecekti. Muzdarib coğrafya, vicdanına tercüman
olacak, söylemek isteyip de ifade edemediği hakikati
gür bir seda ile haykıracak bir yürek arıyordu; Acısını,
sevincini, dostunu, düşmanını, medresesini, tarihini,
medeniyetini ve muhalled nizamını yazacak ve savunacaktı o yürek. Halkın sesi olacak ve Süleymaniye
Kürsüsünden ona seslenecek, “Mefahirin” kaynağını
gösterecekti:
Hani binlerce mefahirdi senin her adımın?
Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın?
Hani asker, hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehid?
Ah o kurban-ı zafer nerde bugün?
Nerede o iyd?
196
Kudemâ Meclisi
Fatih’in İlhamıyla Büyüyen Çocuk
Fatih Camii, Süleymaniye, mefahir, aksakallılar…
Ve erdemli insanların semti Fatih… Fatih: İslâm’ın
Batı’yı dize getiriş sembolü… İstanbul içindeki İstanbul… Fethin erdemlerini, Fatih’in şuurunu kuşanacak, Ecnebî okullarının tahribatına karşı “mustakîmler’in” safında yer alıp “medeniyet”i savunacak “Şair”
orada (1873) dünyaya geldi.
Babası İpekli Tahir Efendi, Nakşî ve mucâz bir
alim… Annesi Emine Şerife Hanım ise Buharalı tacir
Mehmed Efendi’nin kızı.97 Akif, ilk tahsilini evinde
yapıyor:
Çocukluğumda, evet, bahtiyar idim cidden,
Harim-i ailenin farkı yoktu Cennetten.
Emîr Buhârî Mahalle Mektebi, ibtidaiye, rüşdiye,
mülkiye, Esad Efendi’nin ikindi sonrası cami dersleri
(Hafız Divanı, Gülistan, Mesnevî)98, kubbeler, minareler, iffetli insanları ağırlayan ve tarihe tanıklık eden
sokaklar… Akif, ilhamını bu bütünden aldı. Tarihi ve
geleceği Mushaf ’a göre okumayı, aşkının, ahlakının,
sanatının temeline Kur’an-ı Kerîm’i koymayı oralarda öğrendi. Tıpkı doğum sancıları çekerken ölen bir
ananın göğüslerinden beslenerek hayata tutunan çocuk gibi, Akif ’de II. Abdülhamid’le yeniden diriliş hesapları yaparken tarihe bir ara noktası düşen büyük
devletin bakiyesinden beslendi.
Ömer Rıza Doğrul, Mehmed Akif’in Hayatı, (Safahâtı’nın mukaddimesi), İstanbul, 1975, s.1-2.
98
Doğrul, a.g.m., XIV.
97
197
Kudemâ Meclisi
Akif ’in çocukluğunda İstanbul iki kutuplu bir şehre dönüşmüştü. Bir tarafta sefaret binaları ve ecnebî
okulları, diğer tarafta ise medrese ve onun yanında
yer alanlar… Akif, medreseyi tercih ederek atalarının
safında kaldı. İdeallerini İslâm’a göre belirledi. Kilise kaldırımlarına çömelenleri ibretle seyretti. Zafer
tanklarımızın altından geçmeyi zül sayanların papazlar karşısında eğilmelerine hayıflandı. Öfkesini söze
taşıyıp uyarılarda bulundu. Süleymaniye Kürsüsünde,
Fatih’te konuştu, kiliseye ‘’zangoç’’ olanları hidayete
çağırdı.
Said Paşa İmamı
Akif, erdemiyle, düşüncesiyle sorunlara İslâmî çözümler arayan ulemâ ile aynı saftaydı. Yanına aldığı
Eşref Edip’le “Sırat-ı Mustakîm”i çıkardı ve İslâm’ın ne
olduğunu, İslâm dünyasına anlatmaya çalıştı. Dinin,
Batıcıların iddia ettiği gibi terakkiye mani olmadığını bizzat terakkiyi teşvik ettiğini söyledi. Krizlerin
İslâm’dan değil, İslâm’ı temsil davasındaki insanların
yanlış icraatlarından kaynaklandığını ifade etti. “Bir
kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onu değişitirmez ya da bir kavim kendini değiştirirse Allah da
onu değiştirir” diyordu. Sadi’yi ve İmam Gazzâlî’yi
tezinin doğruluğuna şahit yaptı. İslâm düşmanı olan
“erâzîl”i hicvetti, medreseyi metin tercüme merkezine
dönüştüren hocaları da eleştirdi.99
Ne var ki Akif yanlış bir algı neticesinde Afganî ve Abduh’a
muhabbet beslemiştir. (Bk. Akif, Âsım, s.441), Fakat Mısır’da bu
99
198
Kudemâ Meclisi
Şiiri, davasının ifade vasıtasıydı.Hayatı olduğu gibi
fotoğrafladı; ızdırabı, sefaleti ve dirilişi şiirle anlattı.
İlk şiirlerinde realistti fakat realizmi Emile Zola realizminden farklıydı. “Sanat için sanat” diye bir endişesi olmadı. Sonsuz’a giden yolu tekrar nasıl gösterebilir
ve diriliş kalelerini nasıl inşa edebilirimin derdine sahipti. Hayata küsen insanlara maziyi hatırlatıp:
“Madem ki Hakk’ın bize vadettiği haktır.
Şarkın ezeli fecri yakındır, doğacaktır”100 diye çağrıda bulundu.
Tevfik Fikret gibi, “mağruriyet kulelerinde”, “Aşiyan şiirleri” yazmadı. Halkın içine girdi. Büyük mazlumların konuşan dili, gören gözü, tutan eli oldu.
Millet-i İslâm’a olan merhameti, ona şahsi acılarını
unutturdu. “Said Paşa İmamı”, Akif ’teki merhametin
en açık fotoğraflarından biridir. Akif aşkın, sanatla
etle tırnak gibi olduğu ‘Said Paşa İmamı’nda, boğazdaki bir sultan yalısında “mevlid” okumaya beklenen
fakat gelirken yolda, “Azıcık dursana oğlum!” diye
seslenen, sonra da “ Ben bir Perişan anayım, dağ gibi
evlad gömdüm bu gece, kızımın canı için bir mevlit
okutmak istiyorum” diyen kadının davetine icabet
eden, bu yüzden saraya gecikmeli olarak gelen bir
mevlit handan ve Valide Sultan’dan bahseder.101 Şiirde
mevzu edilen hocanın ve Valide Sultan’ın, ‘dağ gibi evlat gömen’ yaşlı anaya duydukları merhamet, İslâm’ın
hareketi yakından tanıyınca onlarla arasına mesafe koymuştur.
100
Akif, Gölgeler, s.472.
101
Akif, a.g.e., s.504-7, s.473-4.
199
Kudemâ Meclisi
büyük insanlık tablolarından biri sayılsa yeridir. Sultanı, aciz bir kadına; sarayı da fakirhaneye tercih etmek; ancak mü’mince bir ruhun ameliyesi olabilir.
Akif yol ayrımındaki yeni kuşaklara, o aziz ruhları
anlatır. Onları, “Said Paşa İmamı”nın ruhuyla bütünleşmeye çağırır.
Kur’an-ı Kerîm’in Gölgesinde
Anma toplantılarında Akif için, “Büyük şairdir”,
“Aruzun zirve isimlerindendir” gibi ifadeler sarf edilerek, şiirinin fonetiğine takılıp, mesajı perdelenir.
Akif, bütün bunlara sahiptir fakat onun bunların ötesinde bir yeri vardır. Sanatla birliktedir fakat o bir ruh
adamıdır. Rodin gibi, Mikelanj gibi sanatından ruh
almaz, bizzat ruhunu sanatında konuşturur. Sonsuz’u
terennüm eder. Kur’an’ın gölgesinde safha safha hayatı
tefsîr eder. Tarihin en büyük devletinin yaşadığı ızdırabı Kur’an’la gidermeye çalışır. Bazen şair, bazen komutan, bazen halk olur. Bazen tek kalır, bazen ihanete
uğrar ama hep ayakta durur. Doğruluğundan emin
olduğu yolda yürümeye devam eder. “Virane yurduna” bakar, üzülür, hayıflanır:
Eşin var, âşiyânın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
Hayır matem senin hakkın değil… Matem benim
hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım!
200
Kudemâ Meclisi
Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda;
Bugün bir hânümânsız serseriyim öz diyarım da!
Ne hüsrandır ki; Şark’ın ben vefasız kansız evladı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-ı ecdadı!102
Ulu hocaların ve Akif ’in sa’y-u gayretine rağmen
mustağribler kendi medeniyet havzalarını terketmeye
devam etti. Zira onlara göre İslâm; klasikti ve bu yüzden günümüze dair söyleyecek sözü olamazdı. Eski
haldi İslâm, hayat ve umut ise eskiye bağlanamayacak
kadar önemliydi:
Hani insan sesi çağlardı şu vadilerde…
Sor ki afâka, o âlemler, o demler nerede?103
Esas Fark
Akif ’in, Kuyucu Mustafa gibi kafa koparmayı ya da
Deli Petro gibi, sakal kesmeyi inkılap zanneden aydınlarla arasında esasta fark vardı. Çünkü herşey yıkıldığında da ayakta kalabilen kaya gibi bir imana sahipti.
İmanı, karanlık gecelerde istikâmetini tayin eden bir
yıldız gibiydi. Akif, herşeye rağmen müstağriblerle
konuşmayı, asgari müştereklerde birlikte hareket etmeyi arzuladı. Ziya Gökalp’e; gazete köşelerinde birbirlerini eleştirmenin, millet vicdanını yaralayacağını, bu yüzden meseleleri özel mekanlarda tartışmaları
gerektiğini, bu durumun birbirlerini anlamaya daha
uygun olacağını söyledi fakat olumlu yanıt alamadı.
102
103
Akif, Âsım, s.473-4.
Akif, a.g.e., s.432.
201
Kudemâ Meclisi
Çünkü onlar milletin derdini çözmeden ziyade ikbal
peşindeydi. Kimi masonların, kimi dönmelerin, kimi
de kapitalistlerin sözcüsüydü. Sadece kendilerine söylenilenleri tekrar ediyorlardı.
Hali islah edecekler, diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir?
Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu.
Bir selamet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak,
Dini kökten kazımak sonra evet Rus’laşmak!104
Akif, zalimi alkışlamadı, zulmü desteklemedi. İslâm düşmanlarıyla dost olmadı. Birgün Babıali’de
yürürken kendine selam veren bir mustagribe şöyle
dedi; “Artık sizinle konuşacak bir şeyimiz kalmadı.”
İman Cepheleri
Akif, ruhlarıyla göklerde, bedenleriyle kabirlerde
yaşayan “gerçek müslümanları” aradı. Toprağı dinledi, gördü ki, Anadolu bütünüyle onların yurdu:
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
“Tek dişi kalmış canavara” İslâm yurdunu çiğnetmeyecek yeni nesli, o müslümanların ruhlarıyla cesaretlendirdi. Bütün umudunu, “Asrın idrakini İslâm’ın
emrine verecek” bu nesle bağladı. Şiirlerini, makalelerini adeta onu uyandırmak için yazdı. Ümmetin
ittihâdı davasına İstanbul dışından da ortaklar aradı. Anadolu’yu dolaştı. Batıya-Doğuya seferler yaptı.
104
Akif, Süleymaniye Kürsüsünde, s.166-7.
202
Kudemâ Meclisi
Gördü ki, kendisi gibi sabahı bekleyen yüzbinlerce
yürek var. Onlarla bir oldu, mücahitlerin muharebe
cephelerinin arkasında iman ve dua cepheleri kurdu.
Batıcılar ve Müslümanlar
Müslümanlarla batıcılar arasında esasta fark vardı. Zira Batıcıların bir elinde millete gösterdikleri
muasırlaşma sopası, diğer ellerinde ise muharebede
kazanan tarafa uzatacakları “zeytin dalı” vardı. Eğer
Devlet-i Aliyye muzaffer olursa bütün millet gibi onlar da kazanacaktı. Fakat kaybederse, onlar yine kazanacaktı. Çünkü onların milleti nev’i beşer, vatanı
ruy’i zemin, Kitab’ı sahn-ı tabiat, hak dini ise din-i
hayat’tı.”105 Müslümanları temsilen Akif ’in Asım’ı Çanakkale’de savaşırken, Batıcıların mümessili Fikret’in
Haluk’u ise İsviçre’de “Akvam-ı beşer’in” papazlarıyla
dostluk üzerine konuşmalar yaptı. Ne var ki savaştan
önce konuşan, muharebe esnasında susan Batıcılar,
savaş sonrası dönemde “müsteşar” oldu, itibar gördü.
Muharebe ve dua cephelerinin en etkin isimleri ise ya
dışlandı ya sürgüne ya da darağaçlarına gönderildi.
Akif’in Ufku
Akif ’in yüreğindeki vatan hatırasının sınırları yani
misak-ı millisi, İslâm coğrafyasının tamamını ihata
etmekteydi. Asım’a o coğrafyayı herşeyiyle koruma
ödevi verdi. Asım, tarihin muhteşem anlarıyla zamaTevfik Fikret’e ait ifade için bk. İhsan Şenocak, Hal Muhasebesi, Yedibeyza Dergisi, Samsun, 1999, sy.3, s.1.
105
203
Kudemâ Meclisi
nı birleştirecek, Fatih’in ruhunu istikbale taşıyacaktı.
Yarınlara kendi kimliğiyle yürüyecekti:
‘‘Haydi fethet, senindir istikbal!’’
Akif, Asım’ı, muhteşem İslâm erlerinin yeniden
başbuğu olmaya çağırıyordu. Çünkü düşman hattı
yalnız onun yürekli taarruzlarıyla yarılabilirdi. Her
ne kadar “ehl-i salib’in” filoları sahillere demir atmış,
teyyareleri kara bulutlar gibi semayı kaplamış; topları, tüfekleri göğsüne çevrilmiş olsa da o, azimle yoluna devam etmeliydi. İşte o zaman İngiliz Generalin
söylediği yeniden tahakkuk edecekti: “Dünya ordularının savunmayı bile göze alamadığı durumlarda
Müslüman’ın taarruzu başlar.” Asım, Anadolu’da ve
Çanakkale’de bütün bir millet-i İslâm adına o muazzam taarruzlardan birine hazırlanıyordu. “Çanakkale
mahşeri” Akif ’in tebcil ettiği yiğitlerin destanıdır:
Asım’ın Nesli diyordum ya nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek!
Asım göğsünden vuruldu, yere düştü fakat Haluk
gibi ehl-i salibin ayağına yığılmadı. Mukeddesatı çiğnemedi, çiğnetmedi. Kitab’ı, Fatih’i, Süleymaniye’yi,
minareyi, kubbeyi, türbeyi, namusu, ahlakı hasılı bütün mukaddesatı yekpare gördü. Birinin kaybını hepsini yitirmek gibi addetti. Fatih’in kabrini korumayı
evini korumaktan daha önemli saydı. Çünkü evi çiğnenirse, bir ocak çiğnenecekti fakat Fatih’in kabri çiğnenirse bin yıllık tarih ayaklar altına alınacaktı:
Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer,
204
Kudemâ Meclisi
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer!
Dışı baştan başa bir nesl-i Kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehid ecsâdı.
Öyle meşbü-u şehadet ki bu öksüz toprak; Oh,
bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!106 Ayrılık vakti
gelince de Allah Rasûlü’nün kucağına yürüdü: Ey
şehit oğlu şehit, isteme benden makber sana ağuşunu
açmış duruyor Peygamber.
Millete Vefa
Akif, tarihe vefa gösterdi. Çünkü onu bütün renkleriyle koruyacağına dair söz vermişti. Halkın sesi
oldu, ızdırap duydu, acı çekti, ihanete uğradı, mürteci
olmakla itham edildi. Bazen şair bile kabul edilmedi.
İnkılabı anlayamamakla suçlandı fakat o susmadı.
“Zangoçlar” konuştu fakat milletin hissiyatının tercümanı olarak kendisi susturulmak istendi. Resmi
ideoloji adına yazıp çizenler Ona en galiz ifadelerle
sövmekten utanmadı:
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenahi gazete,
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gayet munbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it.
Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor;
Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!107
106
107
Akif, Süleymaniye Kürsüsünde, s.180.
Akif, a.g.e., s.178.
205
Kudemâ Meclisi
Sükût Orucu ve Tâceddin Dergâhı
Akif, Anadolu’nun istiklal ezanlarını daha yakından dinleyebilmek umuduyla ilk mecliste görev aldı.
Derdine ortak olacak simalar aradı fakat seksen âlimin vekil olduğu Meclis’te sadece birkaç kişi bulabildi.
İlmiyeden gelen vekillerin hakikatte su-i niyetleri
yoktu, samimiydiler. Maddi kurtuluşun, manevi dirilişi de getireceğini düşünüyorlardı. Geleceğin maziye ihanetle şekilleneceğini tahmin bile etmiyorlardı.
Bu yüzden bütün bir ümmeti ilgelendiren “Hilafet”
gibi mevzuların seccadenin üzerindeki sineğin kanından daha ehemmiyetli olduğunu anlayamadılar.
Akif, mecliste muhalif kabul edilen birkaç kişiden biriydi. Anadolu’da halkla kucaklaşan “millet
büyüğü”; Ankara’da yalnızdı. Hüseyin Avni ve daha
bir kaç kişiyle İslâm’ın mudafaasını yapmaktaydı.
Bir zaman sonra, Taceddin Dergahı’na çekildi, orada Destan’ın, en heyecanlı yerinde niçin kesildiğini
düşünmeye koyuldu. Bu, destana düşülen bir ara
noktası mıydı, yoksa tarihe dair herşey bitmiş miydi? Niçin böyle olmuştu? Bu millet neyin mücadelesini vermişti? İslâm, öz yurdunda garip mi olacaktı?
Süleymaniye, Fatih kapanacak, Robert Koleji mi bu
milletin evladını hayata hazırlayacaktı? Izdırap en
samimi dostu olmuştu. “Bülbül” niçin matem tutardı
ki; matem tutacak birisi varsa o da kendisiydi.
206
Kudemâ Meclisi
Yetim Mâbedler
Fatih’e hüzün, Beyazıd’a sessizlik çökmüştü. Ne
Süleymaniye’de Ebûssuud, ne de saflarda o derin
mü’minler vardı. Ulu mâbedler yetim düşmüş, eşikler
yosun tutmuş, şadırvanlar akmaz olmuştu. İslâm, öz
yurdunda sahipsizdi. Fatih Camii’nde, Esad Dedeler
yoktu artık. İkindi sonraları Hafız Divanı, Gülistan,
Mesnevi okunmuyordu. Faziletli ‘Köse İmamlar’, ruh
terbiyesi veren ‘Tekkeler’ tarih olmuştu. Sanki gökten
yasak yağıyordu.
Büyük ızdırablarla kazanılan zaferden Akif ’in
payına da “sükût etmek” düşmüştü. O da Taceddin
Dergahı’nda “Sükût orucu”na girdi. Maddi planda
kurtuluşunu gördüğü milletinin ruh planında helak
oluşuna kahırlandı. Bu manzarayı daha fazla seyredemeyeceğini anlayınca hicret etme kararı aldı:
Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol ne de yar;
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyâr.
Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer;
Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder.108
Yeninin Kadîmi İnkarı
Akif, Müslümanların şark’ı çiğnetmeyeceğine inanıyor, ona güveniyordu. Onu hep bu heyecanla izlemişti. Büyük milletin evlatları toparlanacak, yeniden
“İslâm Birliği”ni kuracaktı. Mazlum ümmetin makus
talihini onlar yenecekti. Fakat öyle olmadı. Yeni, eski108
Akif, Âsım, s.379.
207
Kudemâ Meclisi
yi inkar etti. O da bir köşede bütün çocuklarını kaybedip, yalnız başına kalan ve kendi gibi yalnız olan
“hilal”le dertleşen adam gibi ağladı durdu: “Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz.” Göz yaşlarını Asım
görüp üzülmesin, Zangoç’un çocukları da sevinmesin
diye uzaklara gidip, oralarda kimsenin görmediği diyarlarda ağlamak istiyordu.
Mısır
Akif, 1923’de Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine
sadece kışı geçirmek üzere Mısır’a gitti. Yazın İstanbul’da, kışın Mısır’da ikamet edecekti. Ne var ki gelişen olaylar uzun zaman dönmemek üzere Mısır’a
hicret etmesine yol açtı.109 Akif bir sonbahar hüznüyle
gidiyordu… Kalması için kendisine ısrar eden dostlarına şöyle demişti: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Vatanımı satmış ve memlekete ihanet etmiş
adamlar gibi muamele görmeye daha fazla tahammül
edemem’.’
Anadolu’nun suyunu içmeyi, havasını teneffüs
etmeyi çok görmüşlerdi ona. “Canı, canânı, bütün
varımı alsın da Hüda, etmesin tek vatanımdan beni
dünyada cüdâ” diyen Akif, vatanına elveda diyordu.
Mustafa Sabri Efendi, Muhammed Zahid Kevserî gibi
büyük muhâcirler kadrosuna Akif de katılmıştı.
Mısır’da on yıl kaldı. Maddi anlamda sefalet çekti.
Fakat ızdırabını yalnız Allah Teâlâ’ya arz etti. İnsanlar
109
Doğrul, a.g.m., XX.
208
Kudemâ Meclisi
fakirliğini görüp de yardım teklifinde bulunmasınlar
diye, bir kaç parça eşyadan oluşan evini bir yerden
başka bir yere geceleri taşıdı.
Akif hicret edince, ardından “Mısır’a, para kazanmak, şöhret olmak için gitti” demişlerdi. Onlara
en müdellel cevabı ise bir seccade, iki kanepe, yatak,
masa, …. ve hasırdan oluşan ev eşyaları vermekteydi.
Yalnızlığın kucağında, “Mutlak Hakikat”e daha
yakın olmanın bahtiyarlığına erdi. Metafizikle iç içe
oldu. İşte ”Gölgeler”110 böyle bir iklimde Sonsuz’u temaşanın manzum halidir.
Kur’an-ı Kerîm ve Âkif
Akif, Mısır’da Kur’an-ı Kerîm’i daha yakından tanıdı. Her gün birkaç cüz okudu, hafızlığını teravih’i
hatimle kıldıracak kadar güçlendirdi.
1925’de Büyük Millet Meclis’i kararıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Akif ’e Meal, Elmalılı Hamdi
Efendi’ye de tefsîr yazma görevi verildi. Meal ve Tefsîr
birlikte basılacaktı. Akif, teklifi önce reddetti. Fakat
yakın dostları Ahmet Hamdi Akseki ve Ahmet Naim
beylerin ısrarıyla kabul etti. Mısır’da Meal çalışmasına devam ederken İstanbul’daki gazetelerde Kur’an-ı
Kerîm’in tercemesiyle namaz kıldırılacağı haberleri
yayınlandı. Ardından da Göztepe ve Ayasofya camilerinde meal okunarak namaz kılınınca Akif görevden
feragatini istedi.
Gölgeler ilk olarak 1933’te İslâm harfleriyle Mısır’da
basılmıştır: Akif, Gölgeler, s.445 vd.
110
209
Kudemâ Meclisi
Mısır’da maddi sefalet içinde yaşayan Akif, meal
için almış olduğu parayı geri iade etti. Ankara, Akif ’in
kararının İstanbul camilerindeki uygulamadan kaynaklandığını bilmesine rağmen konuyu farklı bir
noktaya çekti. Onun Meal yazmaktan vazgeçmesinin
arkasında, Mısırlı muslihlerin bu işin küfür olduğu
yönündeki fetvalarının etkili olduğunu söyledi. Hakikatte ise Afgânî ile başlayıp Muhammed Abduh ve
Reşid Rıza ile devam eden hareket, bu nev’i ameliyeleri teşvik etmekteydi. Eğer bu hareketin temsilcileri başarabilselerdi Akif ’e tercemeyi yaktırmaz, bizzat
yayınlatırlardı. Zira o çizginin devamı olan Meraği ve
Ferid Vecdi ile Mustafa Sabri Efendi bu meselede birbirlerine karşılıklı reddiyeler yazmışlardı. Meraği ve
Ferid Vecdi, Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesini
ısrarla savunurken, Sabri Efendi bunun câiz olmadığını ifade etmekteydi.111
Akif, meal çalışmasının dini tahrif etme faaliyetinde vasıta yapılacağını anlayınca eserini bir şekilde
imha etti. Bu ameliyesiyle devrin Diyanet İşleri Reisi
Rıfat Börekçi’nin şu meyandaki ifadelerine alet olmamış oldu: “…Kur’an-ı Kerîm’in tercemesinden sonra,
namazlarda kıraaat Türkçe olarak eda edilecektir.’’
Akif, Kur’an-ı Kerîm’le olan “tedebbür” merkezli
birlikteliğini hayatının son anına kadar devam ettirSabri Efendi konuya dair yazdığı makalelerini “Meselet-ü Tercemeti’l-Kur’an” başlığı altında kitaplaştırdı. Ayrıca bk. Yahya
Arslan, Akif Kur’an Meali ve Yenilikçiler, İnkişaf, Ocak-Mart 2006,
sy.5, s.81.
111
210
Kudemâ Meclisi
di. Rahatsızlığı ilerleyip eskisi kadar okuyamaz olunca
Hafız Necati okudu, o dinledi.
Sessiz Izdırap
Akif, Çanakkale’de şehitlerle kucaklaştı, Tâceddin
Dergâhı’nda Bülbül’le dertleşti. Necid çöllerini aşıp
Allah Rasûlü’nün türbesine kapanan Sudan’lı sûretinde önce sefalete, sonra vefasızlığa ağladı. Izdırabını
bizzat Peygamber ’in huzurunda Allah Teâlâ’ya arz
etti:
Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için;
Bütün solukları feryad olan şu mahşer için;
Harîm-i Kâben için; sermedi Kitab’ın için;
Avâlimindeki âyât-ı bî-hesabın için;
Nasib-i daimi hüsran kesilmiş ümmet için;
Şu hâk-i pâke bürünmüş semayı rahmet için.
Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslâm’ın
Hududu yok mu bu bitmez, tükenmez âlâmın?112
Akif, vefatının yaklaştığını hissedince, vefasızlığı, kırgınlığı ve de hakkında söylenen herşeyi unutup Anadolu yollarına düştü. İstanbul topraklarında
Fatih’le kucak kucağa yatmayı arzuluyordu. 10 yıllık
gurbetten sonra İstanbul’a döndü. Hasta yatağında
Süleymaniye’nin gözyaşlarına eşlik etti. 27 Aralık 1937
yılında 63 yaşında ebediyete intikal etti.113 Akif ’in
umudu Asım, büyük destana düşülen ara noktasını
112
113
Akif, Hatıralar, s.358.
Doğrul, a.g.m., XXII.
211
Kudemâ Meclisi
yeniden kaldıracak... Rumeli Hisarı’nda rahlesinde
Mushaf-ı Şerîf, omuzunda Buhârî, sırt çantasında Safahat ve İdeolocya Örgüsü olduğu halde zuhûr edecek, Hamlin’in “Robert Koleji’ni” inşa ettiği noktada
ümmetin “zafer kürsüsü” olan İstanbul’a bakacak,
mevcudu mütalaa, hali de muhasebe edecek ve işte
orada “büyük fetih nizamnamesi”ni yazacak. Asım,
ecnebî okulları ve Batı ülkelerinde okuyan ya da okumadığı halde onlarla gönül birlikteliği olan kuşağın
faaliyetiyle kaybettiğimiz herşeyi, silahsız bir fetih
harekatıyla yeniden geri alacak. İşte millet, bu “derviş
mütefekkiri” bekliyor.
***
212
Kudemâ Meclisi
HASAN EL-BENNÂ ve SEYYİD
KUTUB’U NASIL ANLAMALIYIZ?
H
asan el-Bennâ ve Seyyid Kutub’un nasıl
anlaşılması gerektiği, bunların tasavvuf
karşıtı ya da mezhepsiz oldukları yönündeki ifadelerin doğru olup-olmadığı en çok merak edilen meselelerdendir.
Tasavvuf ve İhvan
Evvela bilinmeli ki, İhvan-ı Müslimîn bir fıkıh ya
da hadis mektebi değil, bir İslâmî harekettir. İçerisinde farklı mezheplere mensup Müslümanlar olduğu
gibi “selefî” diyebileceğimiz bir grup da vardır. Fakat
İhvan’a, “tasavvuf karşıtı, yenilikçi, mezhepsiz bir hareket” demek doğru değildir. Zira Hasan el-Bennâ’nın
bizzat kendisi Şâzelî tarikatına mensup, babası Ab213
Kudemâ Meclisi
durrahman el-Bennâ da hem büyük bir muhaddis,
hem de tarikat şeyhi idi.114
Hasan el-Bennâ, İhvan adına çıkan ilk dergide “tasavvuf ” köşesi açmış, yazıları da bizzat kendisi kaleme
almıştır.115 Bu köşede tasavvufa yöneltilen eleştirilere
cevap vermiş, tevesssül gibi itiraz edilen mevzuların
İslâm’da olduğunu belirtmiştir.116 Tasavvufun etkisi,
ilerleyen yıllarda da İhvan’da devam etmiştir. Nitekim İhvan’ın umumi virdine göre, evrad bitene kadar
Allah Rasûlü’ne rabıta yapılır.117 Ayrıca Ehl-i Sünnet’in geçen asırdaki en büyük isimlerinden, “Mezhepsizlik dinsizliğe uzanan köprüdür.” başlıklı makalesiyle neyin, nasıl anlaşılması gerektiğini ifade eden
Muhammed Zahid Kevserî’nin talebesi Abdulfettah
Ebû Ğudde de bir dönem Suriye’de İhvan’ın liderliğini
yapmıştır.
İmam-ı Rabbânî’nin Ufku
İmam-ı Rabbânî Hazretleri ikinci bin yılın ilim,
fikir ve hareket planındaki imamıdır. Onun bu yönü
Nakşibendîler tarafından müsellem olduğu gibi, Bediuzzaman gibi ulu hocalar tarafından da teslim edilmiştir. İhvan-ı Müslimîn’i de İmam-ı Rabbânî’nin
imametinden ayrı düşünmemek gerekir. Zira Hasan
el-Bennâ, Mısır’da Mustafa Sabri Efendi’ye sahip çıel-Kaddûmî, Hasan el-Bennâ, 2011, s.124.
el-Kaddûmî, a.g.e., s.123.
116
el-Kaddûmî, a.g.e., s.85-6.
117
Cum’a Emîn, Silsiletu’l-Evrâk, II, s.1110.
114
115
214
Kudemâ Meclisi
karak hem modernistlere karşı Ehl-i Sünnet şuuruyla mücadele eden ulemânın yanında yer aldı; hem
de imam-ı Rabbânî gibi mürşidlerin izinde, İslâm’ın
hayatın bütün şubelerine hakim olması için gayret
sarf etti. Onun zühd hayatı, esas itibariyle Müceddidiyye’den farklı değildir. Bunun en büyük şahitlerinden biri de aynı zamanda bir mutasavvıf olan Hakîmül-Ümme Ebu’l-Hasan en-Nedvî’nin, el-Bennâ’ya
dair ifadeleridir.
İhvan’ın daha çok tefekkür boyutunu resmeden
Seyyid Kutub’un hareket planında yaptıkları da
imam-ı Rabbânî’ye aidiyet kabul edilebilir. “Azamet
Allah Teâlâ’ya aittir” diyerek Sultan’a secde etmeyi
reddeden, Hindistan’daki “Tanrısal Din” projesini her nevi zorluğa göğüs gererek çökerten imam-ı
Rabbânî Hazretleri ile Nasır’dan özür dilemeyi reddedip şehadeti tercih eden Seyyid Kutup aslında aynı
yolun yolcusudur.
İmam-ı Rabbânî, söyledikleri ümmet için buyruk olan bir mürşittir. Seyyid Kutub ise mücahit bir
mütefekkirdir. Kutub, Müslümanların çağdaş küfür
yobazlarını nasıl anlamaları ve onlarla hangi ölçüler
çerçevesinde mücadele etmeleri noktasında önemli
tespitlerde bulunmuş, bu uğurda da şehit olmuştur. O
ne bir fakih, ne de bir muhaddistir. Böyle bir iddiası
da olmamıştır. Zaman zaman yaptığı fıkhî mütaalalarda ümmet için ufuk açan beyanlarda bulunduğu
gibi, birkaç mevzuda da hata yapmıştır. Ulemâ tara215
Kudemâ Meclisi
fından ikaz edilince de, hatasından dönmüştür. Eğer
fıkhî bir mütaalası, fıkıh kitaplarındaki hükümlerle
çelişirse, Müslümanlar fıkıh kitaplarını esas alarak,
onlardaki hükümlerle amel etmişlerdir. Seyyid Kutup
fikrinin takipçisi bir mütefekkir olarak kendi mevzisinde kıymetlendirilip okunursa özellikle medrese talebeleri için büyük bir inkişafa vesile olacaktır. Ona
yakın olduğunu iddia eden bazı grupların mezhepsiz
olması, onun da mezhep düşmanı olduğu anlamına
gelmez.
Devlet-i Aliyye’nin inkırazından sonra kurulan ve
esas amacı “ittihâd-ı İslâm” olan İhvan-ı Müslimîn’i,
“Dinin başını dinin kılıcıyla kesme” hareketi olarak
isimlendirilebilecek Afgânî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza çizgisinde görmek, büyük bir haksızlık olur.
Çünkü Seyyid Kutub’un tefsîrinde yukarıdaki üçlünün yoluna yönelik yer yer ağır eleştiriler vardır.
***
216
Kudemâ Meclisi
FÎ ZİLÂL DE OKU EY MEDRESE!
B
eşeri sistemler her dönemde ideolojilerini belamlar vasıtasıyla geniş kitlelere
taşımış, midelerini sisteme kaptıran bu
adamlar vasıtasıyla halk nezdinde gönüllüler güruhu oluşturmuş, bu güruha katılmayan ya da onlara
muhalefet eden alimler üzerinde baskı kurmayı ise
bekâları için “kutsal vazife” addetmiştir. Nitekim
Ebû Hanife (rahimehullah) sistemin yanlışlarına ortak olmamak için kendisine teklif edilen kadılık görevini reddedince hapsedildi, zindanda kırbaç yedi.
İmam Malik (rahimehullah) Abbasi Devleti’nin zorla aldığı biatın muteber olmadığını söyleyince, Medine valisinin işkencesine maruz kaldı, darptan kolu
sakatlandı. İmam Şafi (rahimehullah) zincire vuru217
Kudemâ Meclisi
lup bir katırın üzerinde Yemen’den Bağdat’a götürüldü.118 Ahmed b. Hanbel (rahimehullah) Kur’an-ı
Kerîm’i beşeri hukukla aynı seviyeye indirgemek
için onun yaratılmış olduğunu iddia eden Mu’tasım’a
karşı direnince işkence gördü. Fakat onların hiç biri
Allah’a isyan olan yerde siyasî otoriteye itaat etmedi.
Müctehitler acı çekti, hakarete uğradı fakat her durumda “lâ ilahe illellah”a sadakat gösterdiler.
Alim ve mütefekkirler, bazen de “Şeriat’ı koruma
adına Şeriat’a karşı çıkma ameliyesi” olarak niteleyebileceğimiz bir reflekse, kendilerinden pek de farklı
düşünmeyen Müslümanlar tarafından mahrumiyete
mahkum edildi. İmam Gazzâlî (rahimehullah) bu
mahrumiyeti yaşayanların en önemlilerinden biridir. İhyâ’yı yazınca Ebu’l Hasen adındaki bir Alim
sırf isminden dolayı kitabı okumadan yaktı. Müslim
Şarihi ve aynı zamanda Maliki fakihi olan Mâzirî de
Mağribli diğer fakihler gibi İhyâ’yı yakmak istedi.
Gerekçe olarak da, “Bu kendi dini ilimlerini ihyâya
talip bir kitaptır. Bizim dinimize ait ilimlerin ihyâsı
kitap ve sünnetle olur” demişti.119
Seyyid Kutup da pek çok mütefekkir davetçi gibi
bu türden mahrumiyetlere mahkum edildi. Çağının
tanıklarını, Kur’an’ın gölgesinde, cahiliyenin değerlerinden uzak bir hayatı yaşamaya çağırınca siyasî
linçe uğradı, hapsedildi. Kitapları üniversite kütüp118
119
İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n Nihâye, 1997, XI, s.14.
İbn Kesîr, a.g.e., XIV, s.15.
218
Kudemâ Meclisi
haneleri dahil her yerde yasaklandı, toplatılıp yakıldı. Evinde Onun kitaplarını bulunduranlar cezalandırıldı. Fakat bu durum kitaplarının okunmasını
engelleyemediği gibi, daha büyük kitlelere ulaşmasına da zemin hazırladı.
Fî Zilâl
Mısır Rejim’i, zorbalıkla Seyyid Kutub’un önünü
keseceğini zannetmişti. Fakat icbari ameliyeler ümmetin vicdanına giden yolları açtı. Dışarıda başlayıp
zindanda tamamladığı muhalled eseri Fî Zilâl’de İslâmî davetin esaslarını tayin etti. Kardeşi Muhammed Kutub’ un ifadesiyle, “Fî Zilâl, müellifinin ruhu,
fikri, şuuru ve bütün varlığıyla yaşadığı kitaptı. Müellif onu saniye saniye, fikir fikir, kelime kelime yaşadı. Sonra da iman ve fikir cephesinde yaşadıklarıyla
örgüleştirdi.120 Seyyid Kutup Fî Zilâl’i biri mütefekkirin mürekkebi, diğeri ise şehidin kanıyla olmak
üzere iki defa yazdı. İkinci yazım birincisinden daha
müessir oldu. Fî Zilâl pek çok esere nasip olmayan
bir şöhrete ulaştı. Dâru’ş-Şurûk, altı ciltten oluşan
tefsîri hacimli haliyle onlarca defa bastı.
Sosyalizma Yalan, Gerçeği Sosyal Adalet
Seyyid Kutup, kapitalist ya da komünist yaşam
tarzlarından birini kabul etmeye zorlanan İslâm
ümmetine tek kurtarıcı nizamın İslâm olduğunu
120
Muhammed Kutub, Fî Zilâl’in takdimi, I, s.9.
219
Kudemâ Meclisi
haykırdı. Aklını, kalemini, varlığını bu haykırışa
adadı. Onun bu bâbda kaleme aldığı ve kendisini
edebiyatçı kimliğinden davetçi/mütefekkir konumuna yükselten “el-Adâletü’l-İctimâ’iyye fi’l-İslâm/
İslâm’da Sosyal Adalet” adlı eseridir. Kitabın telif
edildiği yıllarda ikinci dünya savaşı sona ermiş, Mısır siyasî, ictimâî ve iktisadî anlamda derin bir krizin içerisine gömülmüştü. Faruk gibi fasid bir devlet
adamı, şürekâsı ve bütün bunlara bağlı olarak sistemin ürettiği Karunlarla halka zulmediyor, tam bir
sefalet içerisinde yaşamaya mahkum edilen mazlum
Mısır milleti ise oynanan oyunlardan habersiz bir
felaketten diğerine sürükleniyordu. Komünist ve
sosyalist propagandistlerin nüfuzu her geçen gün
artıyor, Das Kapital’deki yalanlarla halkı, sefaletin
ancak komünizma ya da sosyalizma ile biteceğine
inandırmaya çalışıyorlardı.
Seyyid Kutup, “el-Adâletü’l-İctimâ’iyye fi’l-İslâm’ı” kaleme alınca kendisini çok cepheli bir mücadelenin içerisinde buldu. Rejim, İhvan-ı Müslimîn’i
desteklediğinden, diğerleri ise ideolojilerinin İslâm
nazarında ne kadar sığ ve basit olduğunu ortaya çıkardığından onu düşman ilan etti. Kitap Komünizma’nın vaat ettiği sistemin İslâm’ın nizam sarayı karşısında mağara hükmünde bile olamayacağını ispat
ettiği gibi, Kapitalizma’nın sefalete mahkum ettiği
yığınların da gözünü açtı, halkı çözüm ve çarenin
sadece İslâm nizamında olduğuna ikna etti. Sosya220
Kudemâ Meclisi
lizma’ya karşı ilk olarak “sosyal adalet” kavramını o
kullandı ve ümmeti sosyal adaleti sadece İslâm’ın tesis ettiğini ve edeceğini ikrar etmeye davet etti.
Seyyid Kutub, bu kitapta geçen Hz. Osman ve
Hz. Muaviye
ile alakalı ifadelerinden dolayı başta Mahmud Şakir olmak üzere İslâmî çevreden pek
çok isimden eleştiri aldı. “el-Adâletü’l-İctimâ’iyye
fi’l-İslâm”in “Dâr-u İhyâ-i Kütübi’l-Arabiyye”den
1964 yılında çıkan gözden geçirilmiş altıncı baskısında alimlerin eleştirdiği Hz. Osman ve Hz. Muaviye ile alakalı bölümü çıkardı.121 İslâm noktasındaki
sadakatini şehadetiyle mühürleyen Seyyid Kutub, bu
ameliyeyle şunu da itiraf etmiş oldu: “Ben muhaddis
ya da müverrih değilim, hata ettiğimde ehl-i ilmin
beyanını dikkate alırım. Nitekim Mahmud Şakir’in
tembihatını dikkate alarak Hz. Osman’la alakalı görüşlerimden rucu ettim.” Hal bu iken onu terk ettiği
görüşünden dolayı yargılamak, en hafif ifadeyle Cenab-ı Hakk’ın affetme yetkisine müdahale etmektir.
Seyyid Kutub, “Hâza’d-Dîn” ile Şeriatın nasıl anlaşılması gerektiğine, “Me’âlim fi’t-Tarîk” ile yoldaki
işaretlere dikkat çekti, sair eserleriyle de İslâm davetçilerine “modern zamanda İslâmî tasavvur” un nasıl
inşa edileceğini anlattı.
“On Beş Yıl Bugünü Bekledim”
Rejimin meddahları, Seyyid Kutub’la idam edilel-Hâlidî Abdulfettah, Seyyid Kutub mine’l-Mîlad ile’l-İstişhâd,
Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1994, s.540.
121
221
Kudemâ Meclisi
meden önce davasını terk etmesi hususunda defalarca pazarlık yaptı. Ona “Kurtulman için Abdunnasır’dan özür dileyen iki satırlık bir yazı kaleme alman
kafi” dediler. Pazarlık idamdan önceki son geceye
kadar devam etti. İkna edemeyeceklerini anlayınca
kız kardeşi Hamide Hanım üzerinden ona baskı yapmayı denediler. Hapishane müdürü Hamide’yi bürosuna çağırıp ona, Seyyid Kutub’un idam hükmünü
gösterdi, sonra da “hükümet bu hükmü hafifletmeye
hazır fakat tek şartı Seyyid Kutub’un onun isteğine
cevap vermesi, özür dilemesi” dedi. Seyyid Kutub
bu haberle kendisine gelen kardeşi Hamide’ye: “...
Kardeşim! Ömürler Allah Teâlâ’nın tasarrufundadır.
Onlar hayatıma hükmedemez, ne ömrümü uzatmaya, ne de kısaltmaya kadirdirler. Herşey Onun kudret elindedir. Bütün bunların hesabını soracak olan
Allah Teâlâ onları çepeçevre kuşatmıştır.”122
O, şehadetinden önceki son sözleriyle büyük ruhlu alimlerin yolunda olduğunu bir kez daha ispat etti:
“Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yaptıklarımdan dolayı asla özür dilemem, batıldan merhamet
dileyecek kadar küçülemem.” İdam kararı yüzüne
okunduğunda ise şöyle dedi: “Elhamdülillah, buna
nail olabilmek için tam on beş yıl çalıştım.”123
Seyyid Kutub, İslâm davasına yaptığı mütevazi
Zeynep el-Gazzâlî, Eyyâmun min Hayâtî, Kahire, 1999, s.18384; el-Hâlidî, a.g.e., s.471-3.
123
el-Hâlidî, a.g.e., s.473; el-Beyyûmî, en-Nahdatu’l-İslâmîyye,
Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1995, III, s.150.
122
222
Kudemâ Meclisi
katkı izzetle yaşasın diye şehid oldu. 1966 Ağustosu’nun bir pazartesi sabahı ruhunu melekler istikbal
etti. Şehadet haberi üzerine yüzlerce yerde gıyabi cenaze namazı kılındı. Yer-gök şehadetini ve sadakatini konuştu. Ebu’l-Hasan en-Nedvî, “Allah Teâlâ’nın
Seyyid Kutub gibi büyük bir kalemi Müslümanlara
ihsan etmesi, onun bize büyük bir nimetidir”124 dedi.
Seyyid Kutub ümmetin yüreğine Allah’ın boyasını
vurdu, muzdariblere cesaret aşısı yaptı. Emperyalizma’nın sistem değişikliğine gittiğini, ferdi kölelikten
toplumsal kölelik rejimine geçtiğini, bu yüzden ümmeti âgâh olmaya, toptan siyasî, iktisâdî ve ictimâî
alanda bağımsızlık mücadelesi vermeye davet etti.
Seyyid Kutub’u okuyanlar, İslâm’ın sadece ilmihal
dini olmadığını anladı. Eserleri, büyük bir uyanışa
vesile oldu. Bu yüzden emperyalizma, Onu birinci
derecede tehlike olarak algıladı. İktidara getirdiği
yöneticiler vasıtasıyla ona zulmetti. Bunda başarısız
olduğunu fark edince Onunla mücadelede yeni bir
cephe daha açtı. Şehîdu’l-İslâm’ı Müslümanlar nazarında itibarsızlaştırmaya çalıştı. Bu stratejiyi de iki
başlık altında yürüttü. Marka Müslümanları Onu,
yazdıklarını yaşamamakla itham etti. Bunda bazen
o kadar ileri gittiler ki, zaman zaman haberin yalan
olduğu, söylendiği ilk anda zahir oldu. Mesela hiç
evlenmediği halde Kahire sokaklarında, tesettürsüz
124
el-Hâşimî, el-Vakafâtu’l-Fikriyye, 2007, s.8.
223
Kudemâ Meclisi
eşiyle ve büyük kızıyla dolaştığı haberi yayıldı.125
İkinci olarak da Emperyalizma bazı samimi Müslümanları dikkate alarak onu Ehl-i Sünnet’e muhalif
olmakla itham etti. Okumadan değerlendiren bazı
kültür ve ilim adamlarının da katkısıyla bu plan
amacına ulaştı ve Seyyid Kutub en doğru anlaşılabileceği medreseye giremedi.
Medresenin Mahrumiyeti
Emperyalizma, İslâmî çevrelerin hassasiyetine göre
değişen çok yönlü bir Seyyid Kutub algısı oluşturdu.
Tasavvufa karşı rezervi olana Arabistan’da mutasavvıf
olarak tanıtıldı. Devlet mutasavvıf olmasını gerekçe
göstererek kitaplarını yasakladı. Aldıkları eğitimin
tabii bir yansıması olarak tasavvuftan nefret eden bir
selefi, Seyyid Kutub’u okumaya değer görmedi. Mutasavvıflar da, bağlamından koparılan, çoğu defa da
tahrif edilen ifadelerinden dolayı onu tasavvuf münkiri olarak tanıdı. Yani selefilerin mutasavvıf olma
iddiasıyla reddettiği Seyyid’i, Sufiler de Ehl-i Sünnet
muhalifi olduğu zannıyla okumadı.
Medrese zor metinler okudu, zor ibareler çözdü.
Tefsîr derslerini Beydâvî’den, Nesefî’den takip etti.
Fakat Firavun’un günümüzde hangi siyasal zihniyette temsil edildiğini, ondan nasıl korunacağını, Hz.
Yûsuf ’u bekleyen çağdaş tehlikelerin neler olduğunu
külli bir nazarla ifade etmede yetersiz kaldı. Oku125
el-Hâlidî, a.g.e., s.247.
224
Kudemâ Meclisi
duğu metinde yaşadığı hayatın çarelerini de arayan
öğrencileri kaybetti. Bu durum hitap ettiği alanı sınırladı. Öğrenci sayısı azaldı. İçine kapandı.
İmam-ı Rabbânî’nin Harekette Şakirdi: Seyyid
Kutub
Eğer medrese ibarelerdeki işkalleri çözme hassasiyetini, ideologların safsatalarını izale etmede gösterse, İmam Rabbânî gibi büyük ruhlu mürşitlerin
muasır “hareket şakirtleri” olmaya namzet Hasan
el-Bennâ gibi davet, Seyyid Kutub gibi mütefekkir,
Ebû’l-Hasan en-Nedvî gibi alimleri okusaydı, medeni birikimini güncelleyecek ve bu topraklarda kabul
gören komünizma, kapitalizma gibi ideolojilere en
esaslı reddiyeleri yazacak, küfrün belini kıracaktı.
Bunu yapamadığından komünizma kendi tabi ortamında mutat ömrünü yaşadı ve öldü. Kapitalizma da
aynı rahatlık içerisinde, ecelini beklemekte...
Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub muhterem Mahmud Efendi’yi tanıyınca ona hayranlığını
izhar etmiş ve şöyle demişti: “Eğer ağabeyim rejimle
işbirliği yapan müteşeyyihleri değil de sizi tanımış
olsaydı, tasavvufi hareketlere karşı hükmü çok daha
farklı olacak, belki de sizinle birlikte yürüyecekti. Ağabeyimin reddettiği mutasavvıflar, tağutların
memnuyetini Allah’ın rızasına önceleyen müteşeyyihlerdir.”
İhvan-ı Müslimîn’in önemli isimlerinden Libya
225
Kudemâ Meclisi
asıllı Prof. Muhammed el-Bîre de yukarıdaki ifadeleri destekler mahiyette şunları söylemişti: “Muhammed Kutup İstanbul’da Mahmud Efendi’yi ziyaret
edince bir an kendini Devlet-i Âliyye’nin muhteşem
zamanları içinde yaşıyor zannederek şöyle dedi;
“Hocam! Burada öyle bir dünya inşa ettiniz ki, sanki
şu kadar devrim bu coğrafyada hiç yaşanmamış.”
Büyük Doğu Mimarı ve Seyyid Kutub
Üstad Necip Fazıl, Seyyid’i Kutub’u Sahte Kahramanlar Konferansında gerçek bir kahraman olarak zikreder: “... Kendisinden af dilemesini isteyen
yakışıklı orangutan maymunu Nasır’a ‘Bir mümin
bir münafıktan af dilemez!’ cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı ... gerçek kahraman
olarak göstermiştim”. Üstad, Hz. Osman’la alakalı
ifadelerinden dolayı ise onu tenkit eder ve eğer idam
edilmeden önce bu görüşlerinden istiğfar ettiyse bu
durumda “tam kahraman ve şehittir” der.126 Seyyid
Kutub’un, Hz. Osman’la alakalı ifadelerinden döndüğünü ilgili ifadeleri kitabından hazfederek göstermiş olması, Üstad’ın “İstiğfar ettiyse” kaydıyla birlikte değerlendirildiğinde, Büyük Doğu Mimarı’nın
Seyyid Kutub hakkında ki son hükmü; “öyleyse tam
bir kahraman ve şehit” şeklindedir.
***
Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları, Büyük Doğu Yayınları,
Istanbul, s.157.
126
226
Kudemâ Meclisi
MÜSLÜMAN GENÇLİĞİN AĞABEYİ
-ADNAN DEMİRTÜRK-
A
srın O’na verdiği ödev büyüktü. Damar
damar bütün Anadolu’ya ulaşacak, yüreklere vahyin ışığını taşıyacaktı. Bunun
için plakası 55 olan şehirde lebâleb dolu bir salonda
elli beşinci konferansını veriyordu.
Kardeşlerine yol açabilmek için buzdağlarının
önünde derin nefes alışları vardı. Yürümek ve kardeşlerini yürütmek için meydan okuyurdu dağlara.
28 Şubat soğunun dondurduğu bir Mayıs ayının on
beşinde Samsun onunla, o da ölüm meleğiyle buluştu.
Adnan Demirtürk ödevini, Ölüm Meleği ise görevini
îfâ etti. Göklerin kapısı açıldı ve Milli Gençlik Vakfının Ağabeyi/müslüman gençlerin ağabeyi Rabbi’ne
yürüdü. Bundan ötesine bizim karışma hakkımız yok.
Kefenini Hz. Mus’ab versin, kanadını Hz. Cafer
227
Kudemâ Meclisi
taksın, biz namazını kılalım amînleri melekler okusun. Yaz yağmurları onu, gözyaşları bizi ıslatsın.
Şehid düştüğü gece Havza’da Metin Yüksel’e haber
gitti, “MGV’nin reisi geliyor” dendi. Sonra Mekke’den
Medine’den güller döküldü doğduğu şehir Vakfıkebir’e... Komşu dağlardaki şehidler bile imrendi bu
manzaraya...
Gözyaşlarının ıslattığı yollar, küfür yobazlarının
barikatlarını yıkıp-dağıtacak. Daralan yürekler vuslata giden kapıyı aralayacak. Ötedeki buluşma buraya
da yansıyacak; kucağına aldığı Adnanlarla, Metinlerle
dönecek dünyamıza Peygamber-i Ekber . Bir kapının kapandığı yerde bin kapı açılacak, bir ölüm bin
diriliş armağan edecek bize.
Millî Gençlik, Vakfıkebir sokaklarında “Reis”inin
tabutunu taşırken tekbir sesleri arasında şöyle diyordu:
“Bize ne uzak ölüm, bize ne yakın ölüm, ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.”
Dün “Muhterem Erbakan” diye dinleyen; âbid,
zâhid, mücahid diye ardında yürüyen; bugünse tabutunu taşıyan Yasirler, Ammarlar yarın da bıkmadan
usanmadan sevdasını, kavgasını taşıyacaklar. Ne onu,
ne Lütfi Doğan Hoca’nın dört tekbirini, ne de hıçkırıklarla okunan Ahzâb 23’ü unutacaklar.
***
228
Kudemâ Meclisi
MEVZİSİNİ TERKETMEYEN BİR MÜSLÜMAN:
ÖMER AMCA
M
evzisini bekleyen bir asker büyük bir
tehlikeye sebep olacak bir sızmaya
mani olduğunda bir ordu komutanından daha büyük bir vazife görür. Muvaffakiyetlerin
de, hezimetlerin de temelinde mevzilerinde duran ya
da durmayan neferler vardır. Bir nefer, bir ordunun
galibiyetine de, mağlubiyetine de sebep olur.
Bedir’deki muvaffakiyetin arkasında, “Denize girsen de ardından geliriz. Biz Yahudilerin Hz. Musa’ya,
‘Sen ve Rabbin git, savaş’ dediği gibi demeyiz” diyen
Sahâbe iradesi, Uhut’ta ki hezimetin sebep planında
ise, “ganimet, ganimet” diyerek mevziyi terk edenlerin “dünya muhabbeti” vardır.
Nöbetteyiz
İslâm-küfür savaşında adı duyulmadık kaç yüz bin
229
Kudemâ Meclisi
namsız-nişansız nefer var ki onlar sarsılmadan, usanmadan, yağmur, çamur demeden mevzilerinde bekler. Seksen beş yıllık hayatının son kırk yılını masonlarla mücadele ile geçiren Ömer Amca, “Nöbetteyiz
Evladım! Vazife namustur” diyen Müslümanlardandı.
Kolay olana meyletmedi, ubudiyet sancağı altındaki
ictimayı hiç terk etmedi, ahde vefa gösterdi, “Mühim
olan, saldırı esnasında da mevzide durmaktır” dedi.
Karakoldaki Kur’an Talebeleri
12 Eylül İhtilalinde rütbeli zevat yeni yeni canlanan Kur’an Kursları’na baskın yapar, öğrencilere,
“Fatiha’ya mana verebilir misin? Hadi ver de göreyim
seni” diye tuzak bir soru sorarak kursta Arapça okunup-okunmadığını öğrenmeye çalışırdı. İthamlar ya
da ucuz bahanelerle kamyon kasalarına doldurulan
öğrenciler, gece yarılarında karakol önüne yığılırdı. Ömer Amca o günlerde Kur’an Kursu kapısında
nöbette, mahkemede savunmadaydı. Kenan Evren’e,
“Millete zulmetme, başörtüsüne elini uzatma!” diye
mektuplar yazmıştı. Ömer Amca’yı nöbet hassasiyetinden dolayı alıp götürdüler, sorguladılar fakat cihadın en efdali olan, zalim sultan huzurunda hakkı
söylemesine mani olamadılar.
Şubat Zulmü
Kur’an-ı Kerîm mizanında, fetihten önce malını
Allah yolunda harcayıp, cihad edenlerle, fetihten son230
Kudemâ Meclisi
ra mücahid olanlar aynı değil; nimet anında gelenle
nikmet vakti meydan yerine çıkanı ayırıyor Kur’an.127
Zira biri, İslâm’ın yanında durmanın bedel istediği bir
zamanda, Hz. Ebû Bekir gibi dünyevi bir beklentiye
kapılmadan malından infak edip, cihad etti. Hz. Bilal
gibi işkence görürken “Allah-u Ekber” dedi, diğeri ise
Müslüman olmanın dünyevi açıdan da itibar sağladığı
bir zamanda “muhâcir” oldu. Bu yüzden Allah Rasûlü , Mekke fethinden sonra hicret etmek isteyenlere,
“Bundan sonra hicret yok. Cihad ve niyet var” buyurdu. Kişi, Kelime-i şahadet getirerek Müslüman olur
fakat sözle “muhâcir” olamaz. Kişi ancak malını ve
canını İslâm’ın yolunda bezlederek “muhâcir” olabilir. Bunun için Allah Teâlâ’nın rızasına muhatap olma
noktasında ilk muhâcirlerle ensarın ilk kuşağı sonrakilerden ayrı zikredilir.128
Ateşe Su Taşıyan Karıncalar
Babalar, çocuklarına Ebû Bekir, Ömer adını ya da
başka bir ismi koyarken, o isimle şöhret bulanların
şahsiyetlerinden etkilenmelerini de amaçlar. Kâmeti
nisbetinde her Ömer de, Hz. Ömer’den pay alır. Ömer
Amca da Hz. Ömer’in cesaretinden nasibdar olan
bahtiyarlardandı. 28 Şubat’ın en sert günlerinden
biriydi... Samsun’da kısa adı İKDAV olan İslâm Kültür ve Dayanışma Vakfı’nın yurt binasında vakıfların
127
Tevbe: 100.
231
Kudemâ Meclisi
“hâle dair” bir toplantısı vardı. Bir anda yurdun etrafı
birkaç minibüse dolup gelen kolluk kuvvetleri ile sarıldı. Biz silahları ve ayakkabılarıyla içeriye girmeye
çalışan memurlarla tartışırken Ömer Amca geldi. Hz.
Ömer’in azametli bedeninin içerisindeki muhteşem
yüreğinden nasibdar olmanın bereketiyle, kapı önünde dikildi ve “Bu halinizle, bu bedeni çiğnemeden
içeriye giremezsiniz” dedi. Müslüman, mevzide durmakla mükelleftir; mevziyi ve menzili korumak ise
Allah’ın tasarrufundadır. Allah bizden zafer değil, sefer istiyor. Karıncaların suyunu küçümsemeyin. Ateşi
karıncalar da söndürür. Ebabil’le Ebrehe’nin ordusunu hâk ile yeksan eden, karınca’nın suyuyla da ateş
söndürmeye kadirdir. Ateşe, “İbrahim için serinlik ve
selamet ol” diye O diyecek, yanmama kararını O verecek, kuralları O değiştirecek, sabahı O getirecek bizdense karınca gibi ateşe su taşımayı, tarafımızı izhar
etmeyi istiyor. Eğer her Müslüman namazda Hakk’ın
huzurunda durduğu gibi, zalimlerin karşısında durabilse, İmam-Hatiplerin, medreselerin kapısında bekleyebilseydi 28 Şubat’ın tahribatı bu kadar derin ve
sarsıcı olur muydu?
Mevzide durmak, mücerret olarak bir noktada
beklemekten ibaret değildir. Mevzide durmak, müslümanca yaşamanın gereğini yapmaktır. Hayatın bütün
şubelerini istila eden riddete karşı da çare aramaktır.
Asırlık yanlışları tashihe doğru yerden başlamak, sonra da insanları doğru yerden başlamaya çağırmaktır.
232
Kudemâ Meclisi
Besmele Seferleri
Kur’an-ı Kerîm “besmele” ile başlar, Allah Rasûlü
de, “Besmele ile başlamayan her mesele ebter olmaya mahkumdur” buyurur. Müslüman “besmele”
ile kan gibi, can gibi beraberdir. Sofraya oturur “bismillah”, kapıyı açar “bismillah”, adım atar “bismillah”,
kalemi eline alır “bismillah”, derse başlar “bismillah”.
Milleti riddete zorlayanlar,, devlet dilinden de, kitaptan da “Bismillah”ı çıkaranlar, “Bismillah”sız bir nesil
var edecek, ülkeyi Allah’a değil kendine güvenen insanlarla kalkındıracaklardı. “Özgüven” yalanıyla “Bismillah”ı kayıtlardan çıkaran, telaffuzunu yasaklayan
irade, Allah’ın adı yerine kendi ismini koydu. Ömer
Amca böyle bir zamanda, “Bizim bir ‘Bismillah’ davamız var. Bize ait herşey gibi “Bismillah”ı da geri verin”
dedi. Ne var ki, Onun “Bismillah”la başlayan dilekçeleri işleme alınmadı. Fakat usanmadı. Dava Allah’ın
davasıydı. 1990 yılında kurulan İslâm Kültür ve Dayanışma Vakfı’nın tüzüğüne “Bismillahirrahmanirrahim” yazınca dilekçeleri gibi tüzüğü de onaylanmadı.
Gerekçe aynıydı: “Bir metin Allah’ın adıyla başlayamaz.”
Ömer Amca “Bismillah” için Samsun’dan Ankara’ya onlarca sefer yaptı, ilgili müesseseler arasında
kapı kapı dolaştı, sonunda muvaffak oldu, Türkiye
Cumhuriyeti’nde ilk defa Allah’ın adıyla başlayan bir
vakıf tüzüğü onaylandı.
İhtilalin malum şeklinde de, post-moderninde
233
Kudemâ Meclisi
de, “Ben müslümanım. Çiğnerim, çiğnenirim Hakkı
tutar kaldırırım” diyen Ömer Amca, çocukken bize,
“Müslüman, Allah’tan başka kimseden korkmaz. Otoritenin gücüne, maruz kalacağınız zararın şiddetine
bakmadan hakkı söyleyeceksiniz” derdi.
Şeriat ölçüsü dahilinde ulemâya sınırsız hürmeti
vardı. Muhterem Mahmud Efendi Samsun’a geldiğinde muhabbetten onda bir telaş olurdu. 1991 yılıydı.
Muhterem Mahmud Efendi’nin o yıl ki “emr-i bilma’rûf seferi” seçim arafesine denk düşmüş, bu yüzden Onu bir siyasî parti’ye yakın zanneden güruh ta
rahatsızlık olmuştu. Müftülükten müsaade alınmış,
Abdulhamid’in validesi tarafından yaptırılan “Büyük
Cami”de vaaza başlamıştı. Öğle Ezan’ı okunurken,
“Efendimizden de bir Hadis-i Şerîf okuyayım, Allah
Rasûlü’nün hatırı kalmasın, bilahare sohbeti sonlandırayım” derken içeriye Samsunlular tarafından
yakından tanınan, İslâm kıyafetiyle temayüz eden biri
girdi, Muhterem Mahmud Efendi’yi kürsüde görünce,
“İn aşağıya, millet seni mi dinleyecek” diyerek bağırmaya başladı. Cami karışıyordu ki, Mahmud Efendi,
muarıza tek cümle ile cevap vermeden cemaati teskin
etti, biri salat-u selam getirdi, cemaat öğlenin sünnetine kalktı. Hadisenin yaşandığı gün orada olamayan
Ömer Amca meseleyi öğrenir-öğrenmez, malum şahsın işyerine giderek, Muhterem Mahmud Efendi’ye
söylediği cümleleri aynısıyla ona iade etti. Aradan çok
zaman geçmedi, bu şahıs iflas etti, işini de, itibarını da
234
Kudemâ Meclisi
kaybetti.
Ömer Amca, seksen beş yıllık hayatının sonunda
dilinde sabır ve tevekkül cümleleriyle, gök kubbede
hoş sadalar bırakarak ruhunu Rabbi’ne teslim etti.
***
235
Kudemâ Meclisi
O GECE ABDULKÂDİR MOLLA
KİMLERLE GÖRÜŞTÜ?
O
gece bütün zalimler gibi Bangladeş’in tağutları da bekliyordu; Abdulkadir Molla
önüne konulan evrakı imzalayarak “küresel ittifak”tan özür dileyecek, böylece İslâm gençlerinin onurlu yürüyüşüne “ara noktası” düşülecekti.
Bangladeş’te başlayacak “özür kırılması” bütün İslâm
Dünyası’na yayılacak, her şekliyle İslâmî direniş büyük bir darbe yiyecek; küresel ittifak kazanacak, bütün ideolojileri hükümsüz kılan İslâm kaybedecekti.
İslâm’ın aynı zamanda “şüheda tarihi” olduğundan
habersiz olanlar, sonuç alacaklarına dair çok umutlanmışlardı. Fakat “Lâ ilahe illellah”ın tekabül ettiği
manaya bütün varlığıyla iman eden Abdulkadir Molla, küresel güçlerin onun şehadetiyle neyi hedeflediklerini iyi biliyordu. O gece “büyük bilinç” “büyük
236
Kudemâ Meclisi
oyun”a meydan okudu. Molla, gece boyu dua eden
kardeşleriyle zaman ve mekan mefhumu olmadan irtibat kurdu, onlarla direnmeye dair ahitleşti.
Her Yerde Gök Işığı
Karanlık bastırıp yıldızlar ortaya çıkınca Abdulkadir Molla, uzun bir süre göklerdeki ihtişamı seyretti.
Allah’a yükselen yolların güzelliğine takıldı gözleri.
Dolunay bir şehrayin aydınlığı veriyordu Bangladeş’e.
Her yerde gök ışığı, her yerde nur vardı. Belki de Hz.
Sa’d’ta olduğu gibi meleklerin izdihamından Arş titriyordu. Eşyadaki ihtişam, muhteşem bir buluşmaya
hazırlanıyordu. “Hayat süren leşlerin” dışındaki herşey ve herkes o gecenin bir şehadet gecesi olduğunu
farketmişti. Molla, bir ağlayan eşini, bir de kurtulması
için seccadeleri üzerinde sabaha kadar dua eden İslâm
gençlerini düşündü. Kağıdı imzalarsa belki bedenini
kurtaracaktı fakat Hama’da, Halep’teki mazlumların
yüreğine umutsuzluk salacaktı. Sabaha kadar Şam’da,
Kahire’de, Gazze’de nefesler tutuldu, herkes Bangladeş’ten gelecek habere yoğunlaştı.
Abdulkadir Molla, küresel ittifaka meydan okuyarak adını “Büyük Muzdaribler” kadrosuna yazma arzusundaydı fakat ortada en aziz varlığı olan canı ve
Şeriat’ın “İkrah-ı Mülci” durumunda “ruhsatla” amel
edip durumu kurtarma kolaylığı da vardı. Yıldızların altında bir ara gözleri, Habibu’n-Neccar’ın şehrin
en uzak noktasından şehadete doğru koşmasına ta237
Kudemâ Meclisi
kıldı. Dolunay ışığı Onu oradan ‘Ashâb-ı Uhdûd”un
coğrafyasına götürdü. Bir taraftan Burûc Sûresi’ni”
okudu diğer taraftan “Rabbimiz Allah’tır” sözüne sadakat gösterdiklerinden dolayı diri diri içi ateş dolu
hendeklere atılan Müslümanların, ruhlarıyla Cennet’e
yükselişlerini seyretti. Her biri “şeb-i arûs” iştiyakıyla
ölüme koşuyor, içlerinde ne bir tane ayak sürçen ne de
“kelime-i tevhid”i söylemekten pişman olan vardı. Bir
ara kundaktaki yavrusuyla birlikte ateşe sürüklenen
bir kadın gördü Ashâb’ı Uhdûd arasında. Kadın, tam
ateşe atılacakken yavrusuna olan şefkatine yenilip kafirlerin inkar talebine olumlu cevap verecekti ki, Allah Teâlâ çocuğa konuşmasını emretti, çocuk: “Sabret
Anneciğim! Seni Cennette görüyorum” dedi. Gözleri
doldu Molla’nın; Gök yolunda kadın ve kundakta ki
çocuk bile sendelemedi, yıkılmadı. “Madem ki bu yol
Allah yoludur, o halde benim yüreğime de o çocuk
gibi semadan sabır yağdır Ya Aziz!” diye yalvardı.
Dar Ağacına Yürüyüş
Mushaf-ı Şerîf ’i açtı Hz. Zekeriyya ve şehid oğlu
Yahyâ’ya dair olan ayet-i kerîmeleri okudu. İslâm’ın ilk
şehidi Hz. Sümeyye’nin naif bedeniyle küfre meydan
okumasına ve şehadetine tanıklık etti. Mekke’den ayrılırken Tenim’e uğradı. Harem’in bittiği noktada Allah Rasûlü’nün öğrencilerinden Hubeyb b. Adi’nin
hatırası istikbal etti onu. Hubeyb’in ruhaniyetini, şehadetten önce ilk defa namaz kılan müslüman olarak
238
Kudemâ Meclisi
selamladı. Duadan sonra müşriklere, “Eğer korktu
da namazı uzattı demeyeceğinizi bilseydim daha da
uzatırdım” dedikten sonra, kalkıp darağacına yürüdü
Hubeyb. İp boynuna geçirilince yüzünü Medine’ye
doğru döndü: “Ya Rabbi! Allah ve Rasûl davasını tebliğ ederken esir düştüm. Ben İslâm’ı tebliğ ettim, sen
de şu halimi Medine’de Allah Rasûlü’ne ulaştır!”
diye niyazda bulundu.
Demir Nikâbını Kaldır Mezâr-ı Pâkinden
Bir müddet daha Mekke’de kaldı. Ebû Süfyan’ın,
Zeyd b. Desine’ye “Şimdi orada senin yerinde Muhammed’in olmasını ister miydin?” ifadesine, Zeyd’in:
“Değil benim yerimde Onun olmasını istemek, ayağına bir diken batmasına bile razı olmam” şeklindeki cevabını duyunca kendini tutamayıp, şehadete “Ya
Lebbeyk” dedi. Gardiyanlar olağanüstü bir hal var
diye koşup geldi, sonra biri diğerlerini “Son gece Müslümanlar da böyle garip haller olur” dedi. Gardiyanlar
gibi hayatında ilk defa böyle bir söze muhatap olan
Ebû Süfyan da sarsıldı. Ayakta kalabilmek için bir payanda aradı. Kendini bir parça toparladıktan sonra
da ancak şunları mırıldanabildi: “Allah’a yemin olsun
ki yeryüzünde Muhammed’in Ashâbının onu sevdiği
gibi, birinin bir başkasını sevdiğini görmedim.” Ebû
Süfyan’ın ilk defa gördüğü bu ittiba hali, daha sonra tarihçilerin, siyaset bilimcilerin de üzerinde icma
edeceği bir İslâmî duruşa dönüştü. Hz. Zeyd’in Allah
239
Kudemâ Meclisi
Rasûlü’ne
bağlılığı Abdulkadir Molla’yı derinden
etkiledi, Sudanlı gibi şu mısraları mırıldandı;
Demir nikabını kaldır mezâr-ı pakinden!
Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden!
Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Rasûlallah!”
Kabe’nin avlusunda annesi Esma’nın gözleri önünde asılan Abdullah b. Zübeyr’i de gördü o gece. Adını
Allah Rasûlü’nün koyduğu, ağzına tahnik yaptığı,
dedesi Hz. Ebubekir’in rahmetinin kuşattığı Abdullah’ın şehadeti ona ayrı bir heyecan verdi. Abdullah,
hayvanların bile güvende olduğu Harem’de İ’lâ-i Kelimetullah’a sadakatten ölüm cezasına çarptırıldı ve
asılarak şehid edildi.
O gece dolunayın nuru sanki bütün şüheda meşhetlerine akmaktaydı. Yer-gök şehit doluydu. Aslında
Abdulkadir Molla her meşhede uğrayıp selam vermek
istiyordu. Bu yüzden hızlı adımlarla yoluna devam
etti. Said b. Cübeyr’i gördü. Hanımıyla vedalaşamadan evinden alınan Said’in şehadeti yüreğini burktu.
Hz. Said’in, şehadetten önce namaz kılmak istediğinde, “Onu Hristiyanların kıblesine çevirin” talimatına
maruz kalması ve metanetini bozmadan: “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın zatı oradadır”129 ayetiyle zalimlere karşılık vermesi kalbine “sekînet” oldu.
Hindistan’ın İngilizler tarafından işgali sırasında
savaş meydanlarında çarpışarak şehid olan alimleri,
Ömer Muhtâr’ı, Abdülkâdir el-Cezairî’yi düşündü.
129
Bakara: 115.
240
Kudemâ Meclisi
Hasan el-Bennâ ’nın vurularak, Seyyid Kutub’un da
asılarak şehid olması canlandı hayalinde... Şehadet
haberi evine ulaşınca kızı aklını kaybeden büyük
mazlum İskilipli Atıf Hoca’yı selamladı. Her asırdan,
her yaştan yol arkadaşları olduğunu gördü ve hamdetti. Bütün bunlar olurken Bangladeş’te fecir doğmaya yaklaşıyor, dolunay semadan çekilmeye hazırlanıyordu. Dakikalar sonra Bangladeş’te sabah ezanı
okunmaya başladı. Molla son defa müezzinlere eşlik
etti. Allah Rasûlü için de vesileyi istedi. İbrikteki
sudan abdest aldı, seccadesini serdi, son sabah namazını kıldı.
Gün ağarınca içi surûrla doldu. Demir kapılar açıldı, bir gardiyan kağıdı almaya geldi; boş olduğunu
görünce, dönüp askerleri aradı, yine kapılar açıldı, bu
defa askerler gelip Abdulkadir Mollayı aldı, meşhede
götürdü. Orada en son namazını kıldı. Hz. Hubeyb
gibi o da namazını uzatmak istedi fakat “korktu da
namazı uzattı” demesinler diye “Evsât-ı Mufassal”den
tilavet etti. Kalktı “Allah-u Ekber” diyerek darağacına
yürüdü. ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn’.
Abdulkadir Molla kürsüde de, darağacı kurulduğunda da “Allah-u Ekber” diyerek ölüme nasıl müstakim bir halde yürüneceğini gösterdi. Şehadeti farklı
meşreblere sahip kardeşlerinin yürekleri gibi saflarını
da birleştirdi. İstanbul başta olmak üzere bütün İslâm
şehirlerinde gıyabî namaz için toplanan Müslümanlar küresel güçlere karşı omuz omuza durma iradesi
241
Kudemâ Meclisi
gösterdi. İslâm gençleri Mollanın zalimler karşısında
eğilmeyen iradesiyle iftihar etti.
Toplumsal köleliğin, dolayısıyla da yaşanan bütün
acıların müsebbibi olan ABD’den “Özgürlük Madalyası”, müseccel katil Sovyetler’den de “Lenin Nişanı”
alan Mandela’nın ölümü üzerine methiyeler düzme
yarışına giren Müslümanlar, “Rabbim Allah” dediğinden dolayı asılarak şehit edilen Abdulkadir Molla’nın
şehadetini ya unuttu ya da “Bir idamlık Ali vardı asıldı. Kaydını düştüler, mühür basıldı. O da geçti gitti,
birkaç günlük fasıldı” sıradanlığında haber yaptı.
Ey ümmetin iftihar abidesi! Şehadetin mebrûr
olsun.
***
242
Kudemâ Meclisi
YAVUZ SULTAN SELİM’DEN İRAN’A:
EVİNE DÖN; ÂLEM-İ İSLÂM’A:
TOPARLANIN, GELİYORUZ!
Y
avuz Sultan Selim, Ehl-i Sünnet’i himaye ve “İttihâd-ı İslâm”ı tesis etme ödevlerine memur olması itibariyle “matlûb”
bir devlet başkanıdır. Siyasette olduğu gibi, velayette
de ehramın zirve noktasıdır. Eğer Sultan Fatih, Allah
Rasûlü’nün methine muhatab olmasaydı şüphesiz
ki Devlet-i Aliyye’nin en ulu Sultanı O olurdu.
İlahî Himaye
Sultan Selim, hayatının her aşamasında ilahî himayeye muhatab olan, Hz. Musa gibi korunan bir
devlet başkanıdır. Hz. Musa, gördüğü bir rüyadan
hareketle Benî İsrail’e mensup bütün erkek çocukları
katleden Firavun’un iktidar yıllarında doğmuş, onun
243
Kudemâ Meclisi
sarayında büyümüştü. Yavuz da, babası Bâyezîd’ın
“veliyyul’ahd” olarak atadığı büyük oğlu Ahmed’in
müstakbel devlet başkanlığı, kardeşler arasında
zuhûr edecek muhtemel bir taht kavgasıyla siyasî bir
krize mahkum olmasın diye doğacak erkek çocuklarının boğulmasını emrettiği bir zamanda dünyaya
gelmişti. Yavuz’a kadar emri titizlikle yerine getiren
“ebe”, Sultan Selim dünyaya gelince Bâyezîd’in emrini yerine getirme noktasında tereddüt yaşar. Boğmak için Yavuz’u defaatle kucağına alır fakat her defasında Onun sevgisi kalbine akar, Ahiret’teki hesabı
düşünür, elleri titrer ve “Allah’a yemin olsun ki bunu
öldüremeyeceğim” der, vazgeçer. Annesiyle anlaşıp
babası Sultan Bâyezîd’e çocuğun kız olduğunu söyler. Bâyezîd de adını, “Selime” koyar. Yavuz sarayda
uzun zaman “Selime” olarak bilinir. Ne var ki büyüdükçe kendisinde zahir olan erkek alametleri, kız
kardeşlerinin ondan korkması, zaman zaman onları
tokatlaması ve her durumda şecaat arz etmesi görenlerde, “Bu nasıl bir kız?” diye merak uyandırır.
Selime’den Sultan Selim’e
Bâyezîd, bir bayram günü bütün kızlarını toplar,
ilgili saray memuruna onlara helva ve meyva ikram etmesini emreder. Bu esnada, bütün kızların
“Selime/Yavuz”dan tedirgin olduğunu, onun kız elbisesi içerisinde herkese meydan okuduğunu görür
ve taaccüb eder. Selime, mutad hareketlerine devam
244
Kudemâ Meclisi
ederken, bir anda bir arı zuhûr eder ve diğer kızlar etrafında dönmeye başlar. Kızlar, arıdan korkar,
kaçar. Selime ise, elini uzatır ve uçan arıyı yakalar.
Hadise karşısında Bâyezîd’ın hayreti daha da artar.
Çevresindekilere, “Bu, kız olamaz” der. Tam bu sırada ebe söze girip, “Evet Sultanım! Bu kız değil,
erkektir” der. Bâyezîd ebeye, “Peki neden emrime
muhalefet ettin, niçin onu öldürmedin” deyince; ebe,
“Alemlerin Rabbinden korktum. Seni de, kendimi de
masum bir çocuğu öldürme vebalinden kurtardım”
şeklinde karşılık verir. Bunun üzerine Bâyezîd; “Allah Teâlâ’nın takdir ettiği mutlaka olacak, bundan
kaçış yok” der ve terbiyesiyle ilgilenilmesini ayrıca
ona erkek kıyafetleri giydirilmesini emreder. Adını
da Selim olarak değiştirir.130
Hz. Musa Gibi
Annesinin kucağında, sandukanın içerisinde,
Nil’in sularında, Firavun’un sarayında korunan Hz.
Musa, asırlar boyu devam eden Firavnî düzeni yıkmıştı; Yavuz Sultan’da sarayda, “Selime” adıyla korunacak, sultan olacak, sekiz yıllık saltanat hayatında
seksen yılda başarılamayacak icraatlara nâil olacak;
Ehl-i Sünnet coğrafya’sını sarıp kuşatan Şia çemberini kırıp parçalayacak, İslâm birliğini yeniden tesis
edecekti. Osman Gazi ile başlayan ikinci Sahâbe dönemi, onunla bütün bir ümmeti kucaklayan bir yapı130
Bk. Zeynî Dahlan, el-Futûhâtu’l-İslâmîyye, II, s.139-140.
245
Kudemâ Meclisi
ya kavuşacaktı. Bu yüzden Hz. Musa’yı himaye eden
“kudret eli” onu da korudu.
Ümmetin Umudu, Hakk’ın Matlûbu
Bâyezîd yaşlanınca planladığı gibi devlet idaresini
en büyük oğlu Ahmed’e bırakıp çekilmek ister; vezirlerini ve devlet adamlarını çağırıp onlara Ahmed’in
“Veliyyul’ahd” olduğunu söyler fakat buyruğunu icrada muvaffak olamaz. Ne Bâyezîd’in, ne de Şehzâde
Ahmed’in istediği olur. Mülkün sahibi, saltanatı sarayda “Selime” adıyla koruduğu Yavuz’a nasib eder.
Çünkü o, ümmetin umudu; Hakk’ın matlubûdur.
İran’da, Irak’ta, Anadolu’da Şia’nın baskısı altındaki
bütün mazlumlar onun İslâm Ordusuyla muhteşem
yürüyüşünü beklemektedir. Parçalanmış ümmet yapısı onunla yeniden yekvucut olacaktır.
Ehl-i Sünnet’in En Zor Zamanları
Bâyezîd zamanında, İslâm ümmeti tarihinin en
zor zamanlarını yaşamaktaydı. Endülüs göz göre
göre tarih olmuş, binlerce Müslüman zorla Hristiyan yapılmış, direnenler ise şehid edilmişti. Endülüs’e, ne Memlükler, ne de Şah İsmail tehdidi altındaki Osmanlı ciddi anlamda yardım yapabilmişti.
İslâm, şarktan Şia, garptan da Haçlılar tarafından
kuşatılmıştı. Şah İsmail idaresinde yürütülen Ehl-i
Sünnet’i çökertme hareketi ise, tahrib gücü itibariyle
Haçlılarınkinden daha yıkıcıydı. Ehl-i Sünnet’e men246
Kudemâ Meclisi
sub Müslümanların yaşadığı şehirler Şah tarafından
işgal ediliyor, Şialaşmaya direnenler ağır cezalara
çarptırılıyordu. Mazlum halk can ve ekmek korkusuyla kalabalıklar halinde Ehl-i Sünnet’i terk edip
Rafizi oluyordu.
Şah İsmail, istila ettiği bölgelerdeki Sünnî alim ve
devlet adamlarına hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği
şekil ve sûrette zulmetmekteydi. Şah Şirvan, mağlub
bir halde, Şah İsmail’in yanına getirildiğinde onu canlı canlı büyük bir kazana koydurup pişirdi, etini de
askerlerine yedirdi.
Şah İsmail, ilahlık iddiasında bulundu, askeri zorla
kendisine secde ettirdi. Devlet adamı, ulemâ ve halktan çok sayıda Müslümanı öldürdü. Manzara o derece
dehşet vericiydi ki; Müslümanlarda, acem yurdunda
Ehl-i Sünnet’e mensup tek bir alim kalmayacak diye
bir endişe hakim olmuştu.
Şah, nebbaşlık yaptı; ulemâ ve meşayıh’ın kabirlerini açtırıp kemiklerini yaktırdı. Adamları -Trabzon’un
nüfusunun on bin olduğu bir zamanda- Anadolu’da
elli bin Müslüman katletti. Bâyezîd’in Vezir-i Azam’ı
Ali Paşa, Şah İsmail’in adamlarıyla girdiği bir savaşta
şehid oldu. Ez cümle Şah, söndürülemeyen bir ateş
gibi İslâm coğrafyasını yakıp kavuruyordu.131
İman ve İrade Anıtı
Müslümanların İslâm’ın geleceğine dair umutları131
Dahlan, a.g.e., II, s.136-143.
247
Kudemâ Meclisi
nın tükendiği, Ehl-i Sünnet olmanın suç kabul edildiği bir zamanda Sultan Selim, devlet başkanı oldu.
Trabzon valisi iken, Şah İsmail’in gerek kendi şiirleri, gerekse de alevi şair ve propagandistlerle Anadolu’da büyük bir nüfuz kazandığını gözlemlemiş,
kendi çapında önleyici tedbirler almış, zaman zaman
da akınlar düzenleyip, zaferler kazanmıştı. Şimdi,
bütün bu tecrübeyi, muazzam bir iman ve iradeyle
İslâm Çağı’nın başlamasına vesile kılacaktı.
Cihad Fetvası
Ulemâ, Şah İsmail’e karşı cihadın farz olduğunu
bildiren bir fetva kaleme alınca Sultan Selim, Ebû
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ve Meşayih’ın türbelerini
ziyaret edip, dört yüz alimin huzurunda cihad fetvasının okunmasının ardından İstanbul’dan Şah’a
karşı sefere çıktı. Yolda yakalanan Şah’ın casusu
Kılıç’la, İslâm düşmanına karşı savaşmanın farz olduğunu bildiren fetvayı, bir harb ilanı olarak Şah’a
gönderdi.
Mazlum Müslümanlar Sultan Selim’in muzafferiyeti için dua ederken, Şialar da bütün fırkalarıyla
Şah’ın etrafında toplanmış, kimi casusluk yaparak,
kimi Şah’ın ordusuna adam toplayarak, kimi de Alevi Türkmenler gibi Yavuz’un komuta ettiği Osmanlı-İslâm ordusunu iaşesiz bırakmak için güzergah
üzerindeki herşeyi yakıp harabeye çevirerek ona
yardımcı olmaktaydı. Yavuz’un iman ve iradesiyle
248
Kudemâ Meclisi
ilerleyen ordu iaşeyi ancak deniz yoluyla Trabzon
üzerinden temin edebildi.132
Çaldıran’da Bir Şecaat Abidesi
Osmanlı İslâm ordusu Erzurum’a kadar ulaştı.
Şah, Yavuz’un karşısına çıkmaya cesaret edemedi
fakat ordu içerisindeki Türkmen Aleviler vasıtasıyla askeri kışkırtıp Yavuz’u İstanbul’a dönmeye
zorladı. Şii eşkiyalar, Sultan Selim’in çadırı önünde tezahüratta bulunup, gece de çadırına ok attılar.
Allah Teâlâ’nın bir şecaat abidesi olarak yarattığı
Yavuz, derhal çadırından çıkıp atına bindi, askerin
içine girip şunları söyledi: “Zayıflar, aile hasretine
dayanamayanlar geri dönsün. Erkek olanlar benimle gelsin. Yalnız da olsam giderim.”133 Bu konuşma
üzerine asker toparlandı. Bu arada Şah’a ikinci bir
mektup yazarak onu tahrik etti; “Ülkeler sultanların
namusudur. Sultanlar yabancıların memleketlerine
izinsiz girmesine müsaade etmez.” Nihayet iki ordu,
Tebriz yakınlarında Çaldıran ovasında karşılaştı (23
Ağustos 1514). İslâm Ordusu, her yerde Şah İsmail
ve ordusunu aramaktan yorgun düşmesine rağmen
büyük bir zafer kazandı. Şah kaçtı, zevcesi esir oldu.
Sultan Selim, Tebriz’e girdi, Şah’ın yıktığı medrese ve
camileri yeniden yaptırdı. Ehl-i Sünnet’i vesayet altına alan Şia tehdidini büyük oranda ortadan kaldırdı.
132
133
Osman Turan, T. C. H. Mefküresi Tarihi, II, s.74.
Turan, a.g.e., II, s.74.
249
Kudemâ Meclisi
Sultan Selim Tebriz’de uzun süre kalıp bütün bölgeyi Osmanlı coğrafyasına katmak istedi fakat Şah
İsmail’le ittifak halinde olan Memluk sultanının saldırıları üzerine, “Ol mülhidi yok etmeden İran’dan ayrılmak zorunda kaldı.”134
Safevi-Memlüklü Koalisyonu
İslâm’a karşı organize edilen Haçlı saldırılarını durduran, garpta yeni İslâm şehirleri inşa eden Osmanlı,
bütün İslâm aleminin muhafızıydı. Ne var ki onun
bu konumu Müslüman halk nezdinde surûr’a sebep
olurken, Safevi Devleti gibi, Memlükler’i de endişelendirmekteydi. Batı’da küffara karşı cihad eden Osmanlı İslâm Devleti, doğuda Safevi-Memlüklü koalisyonunun tehdidi altındaydı. Koalisyon, Anadolu’da
müşterek katliamlar yaptı. Sultan Selim, Osmanlı’nın
küfür diyarında ilerlemesine mani olan bu duruma
çare bulabilmek için ulemâ meclisinde Memlükler’in
siyasî hamlelerini müzakereye açtı. Alınan karar gereği önce Bursa Kadısı Memlükler’e elçi olarak gönderildi fakat hükümdar tam bir diplomatik nezaketsizlik
göstererek elçiyi hapsetti. Sultan Selim, hadise üzerine, ulemâyı tekrar toplayıp Memlükler’e karşı seferin
câiz olup olmadığını sordu, fetva istedi. Zenbilli Ali
Cemali Efendi, “Mülhidlere yardım eden cezalandırılır” şeklinde fetva verdi. Bunun üzerine Yavuz, ikinci
büyük sefer için İstanbul’dan ayrıldı. Meselenin cid134
Reisu’l-Küttâb Hüseyin, Bedâyi’ul-Vakayi, s.435a.
250
Kudemâ Meclisi
diyetini anlayan Memlük Hükümdarı Sultan Gavri
barış görüşmeleri için elçi gönderdi. Yavuz, Mısır elçisine Gavri’nin Mercidabık’ta (24 Ağustos 1916) hazır
olmasını söyleyip, yola devam etti.
Sâhibu’l-Haremeyn’den, Hâdimu’l-Haremeyn’e
Sultan Selim, Mercidabık ve Ridaniye (26 Mart
1517) zaferleriyle Hilafet’in kapısını araladı. Mısır’ın
fethiyle bütün Arap ülkeleri Osmanlı Devleti’ne dahil oldu, İslâm birliği yeniden kuruldu. Mekke ve
Medine emiri de mukaddes şehirlerin anahtarını Sâhibu’l-Haremeyn ünvanı ile Yavuz’a teslim etti. Fakat
Yavuz, “Sâhibu’l-Haremeyn” ünvanını sû-ii edeb olarak telakki etti ve onu, “Hâdimu’l-Haremeyn” olarak
değiştirdi.
Kendini, İslâm’ın emir eri olarak kabul eden Yavuz,
İttihâd-i İslâm’ı tesis ettikten sonra ikinci hamle olarak bütün himmetini cihana İslâm’ı hakim kılma noktasında topladı. Bu çerçevede Avrupa’nın fethi için
hazırlıklara başladı. Böylece Osmanlı, yeniden asıl
mecrası olan küffara karşı cihad vadisine yöneldi.
Sultan Selim’in kendini bütün yeryüzü İslâm yurdu oluncaya kadar cihadla mükellef gördüğünün en
güzel ifadesi, Rodos seferine teşvik edilme sürecinde
söylediği şu cümlede saklıdır: “Cihangirliğe alışmış
iken siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.”135
135
Turan, a.g.e., II, s.79.
251
Kudemâ Meclisi
İslâm’a Adanmış Ömür
Sultan Selim, İslâm’a adanmışlığın sembolüdür.
Bir gün Şeyhü’l-İslâm Zenbilli Ali Cemali’ye, “Bütün dünyayı fethetmekten ya da İslâmlaştırmaktan
hangisi daha makbuldür” diye sormuş, “Müslüman
yapmak makbuldür” cevabını alınca, vezirine, bütün
Hristiyanların Müslüman, kiliselerin de cami yapılması emrini verir. Şeyhü’l-İslâm, emirden haberdar
olunca Yavuz’a, fetvanın bu şekilde yorumlanamayacağını zira icbari olarak din değiştirmenin câiz olmadığını136 ayrıca bu durumun Fatih’in ahidnamesine de aykırı olduğunu söyler.
Ümmet’in Medâr-ı İftiharı
Yavuz Sultan, İslâm’ı çepeçevre saran çok yönlü
kuşatmayı yarıp, dağıttı. İran’ı tabi sınırlarına çekilmek zorunda bıraktı. İslâm âlemini tek sancak altında topladı. Onun bu hamleleri şarkta büyük bir
sevince vesile olurken, Kuzey Afrika’da da makes
buldu. Kabileler, devletçikler, İstanbul’a gelip Osmanlı Hâkimiyetine girdiklerini bildirdi. Cezayir’de
Hızır Reis/Barbaros Hayreddin Paşa, Yavuz adına
para bastırıp hutbe okuttu. Daha sonra Cezayir Beylerbeyliği’ni bırakıp İstanbul’a geldi, bir nefer olarak
Osmanlı donanmasına katıldı. Barbaros, bu ameliyle
dünyaya, “ümmeti himaye etme gibi ulvi bir vazifeye
memur olan Osmanlı Donanması’nda nefer olmak
136
Bakara: 256.
252
Kudemâ Meclisi
bir devlete başkan olmaktan daha mühimdir” mesajını verdi.
Sultan Selim’le, İslâm coğrafyası özgür sabahlara doğdu. Mekke, Medine, Bağdat, Şam ve İstanbul
onun zaferiyle bayram yaptı. Fakihler, müfessirler,
muhaddisler onun muvaffakiyetiyle şükür secdelerine kapandı. Onu tebcil eden şiirler inşad edildi.
Şah’ın gadrine uğrayan Hâce-i İsfehanî Farsça ve Çağatayça kaleme aldığı şiirlerinde onunla iftihar etti:
“Ey sevinç haberi getiren elçi! Muzaffer sultana
şunu söylemeni dilerim: Ey alemin Padişahı! Sen
Mustafa’nın Şeriatı’nı dirilttin; dünya senin minnetin
altında kaldı.
Şeriat, Sultan Selim’in devleti sayesinde yoluna girdi. Bugün Allah’ın ve Muhammed’in halifesi gibi kudsi sıfatlar ancak sana layıktır. Şah İsmail’i kahramanlık
gününde çökertmez ve başını almazsan Kıyamet günü
eteğine yapışırım. Ey Dinin Yardımcısı! Gel ve putları
kır. Rum tahtına acem ülkesini de kat.”137
Ezân-ı Muhammedî
Sultan Selim, bütün bunları sekiz yıla sığdırdı. Bu
haliyle, onlarca kerameti yanında herkese her an zahir olacak bir “tayy-i zaman” kerameti izharında da
bulundu. Yavuz Sultan’a karşı hayranlığını gizlemeyen Yahyâ Kemal, “Ezân-ı Muhammedî” de İslâm’ın
bütün cihana hakim olamamasını onun erken yaşta
137
Hüseyin, a.g.e., s.426b.
253
Kudemâ Meclisi
vefatına bağlar:
Emr-î bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna Cihân-ı Muhammedî
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyüp ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.
Hasan Can!
Sultan Selim, İslâm cihan hâkimiyetinin yeni bir
halkası olacak büyük bir sefer için Ebû Eyyûb elEnsârî’yi ziyaret eder, ardından yola revan olur fakat
hastalık müsaade etmez, geri döner. Son anlarında yanında Yâsîn-i Şerîf okuyan nedimi Hasan Can’a, “Bu
ne haldir” diye sorar, Hasan Can’ın, “Şimdi Hakk’a teveccüh etme vaktidir” demesi üzerine, “Hasan Can!
Bunca zamandan beri beni kiminle biliyordun. Cenab-ı Hakk’a teveccühümüzde bir kusur mu fehm eyledin” der ve Hasan Can, “Selamun Kavlen...”138 ayetine gelince ruhunu teslim eder.
ABD, ŞİA ve Yavuz Sultan
Siyasî ve iktisâdî birlikteliğini kaybeden, her gün
yeni bölünmelerle savrulan İslâm ümmeti, ABD işgalleriyle oluşan kaosta zaman zaman büyük çaplı
Şia tehlikesine maruz kaldı. Irak’ta başlayan Şia katliamları, Suriye’de vakay-ı âdiye haline geldi. Adı
Ömer, adı Osman diye küçücük çocukların boğazları kesilmekte.
138
Yâsîn: 58.
254
Kudemâ Meclisi
Bugün İran’ın Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan üzerinde kurduğu hâkimiyet, Bâyezîd zamanında Şah
İsmail’in kuşatmasıyla ayniyet arz etmektedir. Dinî
olmaktan daha ziyade siyasî bir teşekkül gibi faaliyet
gösteren Şia, İran’ın siyasî gücünü de arkasına alarak
hâkimiyet alanını her nevi cinayete başvurarak genişletme kararlığı içerisindedir.
Yavuz Sultan Çağına Doğru
Anadolu’yu Rumeli’ye bağlayan köprüye “Yavuz
Sultan Selim” adının verilmesiyle oluşan rahatsızlık
ve akabinde yaşanan hadiseler, yapılan hakaretler,
atılan iftiralar Sultan Selim adının bugün hala ne kadar derin siyasî manalar taşıdığını göstermektedir.
Sultan Selim ismi İran’a; “Artık Bâyezîd dönemi bitti;
Yavuz çağına girildi. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet coğrafyasındaki katliamlara son ver ve derhal tabii sınırlarına çekil” demekte; İslâm Âlemi’ne de, “Yakında Müslümanlar İttihâd-ı İslâm çerçevesinde önemli
adımlar atacak, hazır ol” mesajı göndermektedir.
İslâm coğrafyasını Şia vesayetinden kurtaran ve
tek bir sancak altında toplayan Sultan Selim, bu fevkalede ameliyelerinden dolayı Devlet-i Aliyye’nin
perdelenmesiyle birlikte oluşan yeni dönemde ya
muhtelif iftiralara maruz kaldı ya da nisyana terk
edildi. Nitekim Cumhuriyet’in erken yıllarında İstanbul imar planı çizilirken yollar Sultan Selim Camii ve Türbesi’nin önünden ya da yakınından geç255
Kudemâ Meclisi
meyecek şekilde hazırlandı. Çünkü Sultan Selim,
sürekli canlanan bir tarih, bir irade ahlakı, bir şecaat
abidesi, bir fitne imha istidadı, bir İttihâd-ı İslâm
çağrısıdır. Ümmetin yeniden toparlanması onun
manevi imametiyle olacaktır. Bu yüzden, şarktan
garba kadar bütün Müslümanların çektiği acıları yüreğinde taşıyan, ömrünü onların selameti davasına
adayan; “Bana, Sen, şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın
var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri
beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış;
ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu
küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de…”
diyen Bediuzzaman, bu hususta ona ittiba etmiş,
“Elhasıl, Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihâd-ı
İslâmdaki fikrini kabul ettim.” demiştir.139
Osmanlı’yı bütün şekil ve ruh haliyle muhafaza
eden cemaatin imamı Mahmud Efendi de, her Pazar
sabahları “diriliş sohbetleri”ni Sultan Selim Camii’nde
yapmış ve her defasında sarahaten, “Bizler dedemiz
Sultan Selim’in manevi ordusunda birer neferiz” diyerek onun müebbed imametine işaret etmiştir.
Yavuz Sultan Selim adının beklenen iman, fikir
139
Tarihçe-i Hayatı, s.67.
256
Kudemâ Meclisi
ve siyaset inkılabının muharrik ismi olması, küfür
cephesini rahatsız ettiği kadar Müslümanlara ufuk
vermekte, neyi, nasıl yapmaları gerektiği noktasında
onlara yol göstermektedir. Garpzedelerin İstanbul
nazım planıyla kör bir noktaya hapsettiği Yavuz Sultan Selim, idealleriyle yakın bir gelecekte Üsküb’ten
Cava Adaları’na kadar uzanan İslâm Âlemi’ni birbirine bağlayan yürek yollarının adı olacaktır. İşte o
zaman küfür cephesinin mevcut nazım planlarıyla
itibarsızlaştırdığı şekil ve sûretler bütün ruh ve manalarıyla yeniden İslâm Âlemi’nin alâmât-ı fârikası
olacaktır.
***
257
Kudemâ Meclisi
SİYASET SARAYIMIZIN CÜMLE KAPISI:
ABDÜLHAMİD
Ş
am, Bağdat, Kahire, Gazze Abdulhamid düşünce düştü. Çünkü O, küresel güçlere karşı
durmanın sarsılmaz rüknüydü. O, İstanbul’lu kadar Çadlı’nın, Hindli’nin, Bosnalı’nın da halifesiydi. Afrika’nın susuz Müslüman köylerinde Onun
muvazzafları su kuyuları açar, İstanbul’u Medine’ye
bağlayan Hicaz Demir Yolu’nda onun memurları çalışır, İngiliz oyunlarını onun siyasî dehası bozardı. O,
tek başına küfür yobazlarına karşı savaşan “pençeleri
sökülmüş bir arslandı”. O, tarihin dönüm noktasında
Allah’ın bu mazlum ümmete bir hediyesiydi.
Abdülhamid, müseccel düşmanlarını dahi en fazla sürgüne göndererek cezalandıran “merhamet”in;
yataktan kalktığında abdestsiz yere basmamak için
258
Kudemâ Meclisi
başucunda sakladığı tuğlayla teyemmüm alıp abdest
yerine gidecek kadar “vera”nın; Medine’ye ulaşacak
trenin Allah Rasûlü’nü
rahatsız etmemesi için
rayların üzerine keçe döşenmesi talimatını verecek
kadar “Muhammedî Muhabbet”in; kendisine suikast planlayan komitanın başkanı Edward Jorris’i,
yakalandıktan sonra Devlet-i Aliyye adına Batıda
ajan olarak kullanacak kadar “siyasî feraset”in; Yıldız Cami çıkışında patlayan bomba karşısında dimdik ayakta durup, “Korkmayınız, korkmayınız!” diye
milletini teskin eden “cesaret”in, cenazesinin ardından milletinin, “Ey fukaraya ekmek dağıtan Sultan;
bizi bu halde bırakıp da nereye gidiyorsun” diye ağladığı “hamiyet”in adıydı.
O Gazze’nin, Trablusgarb’ın, Haremeyn’in “kilit
taşı”ydı. O, düşünce bütün siyasî sütunlarımız yerle
bir oldu. Debisi yükselen Batının sömürü mecrası,
Âlem-i İslâm’ı ondan sonra istila etti. Süleymaniye,
Beyazıd, Fatih gibi ilim saraylarımız öksüz kaldı. Aş
evleri, yetimhaneler, dârulacezeler kapandı. Kardeşler
arasına suni sınırlar kondu.
O, dünyamızdan ayrılalı neredeyse bir asır oldu.
Onun gidişiyle yetim kalan ümmet, sahipsizlik diyarında serseri kuşlar gibi vur ha vur bir öteye bir beriye sürekli kanat vurdu; haline çare aradı. Yıllar sonra
Merhum Necmeddin Erbakan’ı buldu; O, başbakan
olunca Âlem-i İslâm bayram yaptı, Şam’da, Bağdat’ta,
Kahire’de bayrağı alanlar sokaklara indi. Yer-gök tek259
Kudemâ Meclisi
bir ve tehlillerle inledi. Osmanlı gelecek, “İttihâd-ı İslâm” hasreti de, siyasî kölelik de bitecekti. Fakat sunî
Yahudiler (masonlar) hakiki Yahudilerin desteğini
arkalarına alarak Abdülhamid devrinde olduğu gibi
yine bütün güçleriyle ümmetin hamisinin yoluna çıktılar; zorunlu olarak destana bir defa daha ara noktası
düşüldü.
Yine Abdulhamid korkusu ve yine Mısır’da, Gazze’de, Türkiye’de eski amaca mebni yeni tarz oyunlar
var sahnede. Sadece aktörlerin değiştiği bu kadîm
oyunda ümmetin yeni mağlubiyetler yaşamaması,
Sultan Abdülhamid’i ve onun düşmanlarını iyi tanımasıyla mümkün olacaktır. Bunun içindir ki Üstad
Necip Fazıl, “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han”
adlı kitabını şu cümle ile noktalar: ABDÜLHAMİD’İ
ANLAMAK HERŞEYİ ANLAMAK OLACAKTIR.”
Sultan anlaşılınca Büyük Destan’a düşülen ara noktası
kalkacak ve yeniden ümmet “kimse”sine kavuşacaktır.
Sultan’ın anlaşılmasını temin eden şu dua, destan’ın
yeniden nereden başlayacağını da göstermektedir:
Allahım helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi
bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! Beni,
benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi
koparsalar, sarayımı yaksalar, hânümânımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili’nin yolunda yürüdüğüm için beni bu hâle getiren ve milletimi ateşe atan
insanlara hakkımı helal etmem!
260
Kudemâ Meclisi
Allahım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum
Allahım! Ya Âdil! Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve
devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri,
şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun! Bu cellatları
da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın? Fakat yâ Rahman!.. Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz!
Bize acı! Rasûlü’nün , Sevgili’nin, Kâinatın Efendisi’nin nurunu kaybeder gibi olduğu için bu hâle
gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!
Yâ Kadir! Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak
Senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında
kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!
Ya Mâbûd!.. Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum! Ama tek vakit namazım
olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!..
Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada
ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana
kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!
Eğer, yılları tespih dizisince süren hükümdarlığımda seni bir kere anabildim, Rasûlü’ne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu
hürmetine kabul et!
Yâ Sübhân! Şu titrek elleri, kıyamet gününde sana,
“Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibi’nin eteğinde, şimdi ‘Milletim, milletim!’ diye dilenen bu ihtiyârın duasını geri çevirme! Milletimi
evvelâ ‘Ba’sü ba’de’l-mevt’siz bir ölümle yok etmeye
261
Kudemâ Meclisi
götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan
kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek
kurtuluşu nasip eyle!..
Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felâketi olsun bana
daha fazla gösterme Allah’ım! Ayakta duramaz haldeyim! Vadem ne gün dolacak Allahım?..”
***
262
Kudemâ Meclisi
TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI TABELASI:
‘‘ULU HAKAN ABDULHAMİD HAN’’
S
anayi devrimiyle birlikte daha çok hammadde ve pazar bulabilmek için İslâm coğrafyasına saldıran, iffetleri kirleten, şehirleri
soyan Batı, bir taktik hatası yaparak Ümmet’in uyanmasına, Yavuz Sultan’la Osmanlı’ya intikal eden Hilafet’in Sultan II. Abdulhamid’in gayretleriyle yeniden
büyük bir siyasî güce dönüşmesine zemin hazırladı.
Küfür cephesi saldırdıkça, Müslümanlar Osmanlı’ya
daha da yakınlaştı. Sultan Abdülhamid, tebasının
önemli bir kısmı Gayr-i Müslümlerden oluşmasına rağmen bütün siyasî hamlelerini “İttihâd-ı İslâm”
çerçevesinde yaptı. Müslümanların kurtuluşlarının
yalnızca İslâm Birliğinde olduğunu söyledi. Âlem-i
İslâm’daki ulu hocaların, başımıza gelen bütün sıkıntı263
Kudemâ Meclisi
ların İslâm’ı yaşamadığımızdan kaynaklandığını tespit
etmeleri, hâlçaresi olarak da İslâm’ın yeniden hayatın
bütün şubelerinde yaşanması gerektiğini söylemeleri, Sultan Abdülhamid’in İslâm merkezli hamlelerine
güç kattı.
Hilafet’in Siyasî Gücü
Sultan Abdülhamid, İttihâd-ı İslâm’ı sadece fikir
planında telaffuz etmedi, bizzat eyleme taşıdı; bu
çerçevede Âlem-i İslâm’dan meşayıh-ı kiramla yakın ilişkiler kurdu, heyetler gönderdi, heyetler kabul etti, onlarla ümmetin yol haritasını belirleme
noktasında önemli toplantılar yaptı, fiilen Osmanlı
idaresinde olmayan Cava, Hindistan, Türkistan gibi
İslâm beldeleriyle diplomatik ilişkiler kurdu, İstanbul’a binlerce km uzaklıkta olan Pekin’de üniversite açtı. Hicaz Demir yolunu inşa ederek İstanbul’u
Medine’ye bağladı. Böylece müslümanların her Hac
mevsiminde Haremeyn’de bir araya gelip meselelerini konuşup, birlikte kararlar almalarının önünü açtı.
Sultanın bu hamleleri Ümmet üzerinde çıkar hesapları yapan Batı’yı ürküttü. Çünkü Abdülhamid’le Hilafet, hesap edemedikleri büyüklükte siyasî bir güç
olarak karşılarına çıktı.
Enver Paşa’nın Abdülhamid İtirafı
Dava, Sultan Abdülhamid etrafında şekillendiğinden dolayı, küresel güçler tarafından yok edil264
Kudemâ Meclisi
mesi öncelikli hedef olarak ilan edildi. İlk olarak
Ermeniler tarafından kullanılan sonra ise bütün İslâm düşmanları vasıtasıyla zihinlere çivilenen “Kızıl
Sultan” terkibiyle tahkir edildi; en azılı düşmanlarını
bile öldürmeye kıyamadığından dolayı kendisine kıyılan bir Sultan olmasına rağmen dünyaya hukuk tanımayan bir katil olarak anlatıldı. Yıllar sonra Enver
Paşanın, Talat Paşa’ya, “Öyle zannediyorum ki başımıza ne geldi ve gelecekse Abdülhamid’e yaptığımız
zulüm sebebiyledir. Bütün dünyayı parmağı ucunda
çeviren bir grup bizi de aldattı. Meğer biz vatan kurtarıyoruz zannıyla Yahudi ve Masonların kuklası olmuşuz” itirafıyla dile getirdiği hakikat, yıllarca sahte
kahramanlara ait dev heykellerin, siyasî komploların
ve onların ardında kurulan darağaçlarının arkasında
gizlendi. Böyle yapılarak yalanlar üzerine yükselen
politik ehramın altüst olmasının önüne geçildi.
31 Mart hadisesinde tek bir emirle ihtilalci şebekeyi ortadan kaldırmaya muktedir olmasına rağmen
daha fazla kan akmasın diye devlete ve millete su-i
kast düzenleyenlere kahredici darbeler indirmeyen
bir Sultana, müstebid iftirası hiçbir dönemde tedavülden düşmedi. İslâm’a sadakatiyle ma’rûf olanların
ifade ve itirazlarını dikkatle dinleyip, değerlendiren
Abdülhamid, küresel güçlerin işbirlikçileri tarafından “kimden gelirse gelsin hiçbir itirazı dinlemeyen
kibirli bir adam” olarak anlatılarak millet nezdindeki
itibarı yok edilmek istendi.
265
Kudemâ Meclisi
Yalanlar Üzerine Yükselen Politik Ehram
Sultan Abdülhamid, siyasî anlamda o kadar
önemli bir yere sahipti ki, İttihat ve Terakki zihniyeti varlık zeminini kaybetmemek için onun etrafında uydurulan yalan tarihten beslendi; sövmeye ya
ilk olarak ondan başladı ya da ona hususi bir bölüm
ayırdı. Bir devleti mevcut halinden en az on kat küçültmeyi zafer olarak ilan edenler; insanlar, hürriyetin ne demek olduğunu öğrenmesin diye Abdülhamid’i “kızıl sultan” terkibiyle anmak ve anlatmaktan
hiçbir zaman taviz vermedi. Her kitap, her seminer
sahte kahramanlara methiyelerle başladı, milletin
iman ve ahlakına kastedenler büyük kahramanlar
olarak anıldı, adlarına ihtifaller tertiplendi. Millet
sevgisi, sahte kahramanlara düzülen methiyelerle
ölçüldü. Yalan tarihi sorgulayanlar, Abdülhamid’e
Uluhakan, Vahidüddin’e büyük vatan dostu demenin
bedelini ödedi.
Komitacıların Kızıl Ateşi ve Tekbir Sesleri
Ermeni komitacıların yoğun kampanyası ile alevlenen daha sonra ise Batı’nın tazyiki ve mustagriblerin hohlarıyla sönmeyen kızıl ateş, mukaddesatımıza
dair pek çok şeyi yaktıktan sonra şimdilerde içerden
yükselen tekbir sesleriyle sönmeye başladı. Allah
Rasûlü’nün
ifadesiyle cenazesine 70 bin meleğin
iştirak ettiği Sad b. Muaz
kabre konulup üzeri
toprakla örtülünce, Efendimiz de yüksek sesle uzun
266
Kudemâ Meclisi
süre “Subhanallah” diyerek Allah Teâlâ’yı tenzih etmiş, onu bu halde gören Sahâbe de koro halinde Allah Rasûlü’ne iştirak edip “Subhanallah” demişti.
Daha sonra ise Allah Rasûlü tekbir getirdi, Sahâbe
de “Allah-u Ekber” diyerek Efendimiz’e eşlik etti.
Sahâbe, “Niçin tesbih ve tekbir getirdiniz Ya Rasûlallah” diye sorunca, Allah Rasûlü , kabir bu salih kul
üzerine daralınca, Allah Teâlâ onu o darlıktan kurtarıncaya kadar tekbir getirdim ve tesbih ettim buyurdu.140 Peygamber ve Ashâbı Allah-u Ekber dedikçe
Müslümanlar için yeryüzü genişliyor; insanları ilah
edinip onların heykellerini dikenler için ise daralıyor. Çünkü “Allah-u Ekber” tek sermayeleri olan kızıl ateşlerini söndürüyor.
Allah Rasûlü’nün ilahi gazabı söndürme bağlamında tekbir getirmesini esas alan ulemâ, yangın
görüldüğünde tekbir getirmeyi müstahab olarak
kıymetlendirdi.141 Anadolu’da salih anneler ormanda çıkan bir yangının köye doğru ilerleyişini çaresiz
bir halde izlerken masum yavrularına ezan okutur ve
Allah’ın inayetiyle yangın olduğu yerde durur, sonra
gerilemeye başlardı. Önce Anadolu çapında yükselen daha sonra ise İmam Hatipler vasıtasıyla okullara
yeniden taşınan tekbir sesleri mana cephemizi yakıp
kül eden İttihat Terakki yangınının genişleme alanına sed olmaya başladı.
140
141
Ahmed, Müsned, II, 360.
Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, I, s.330.
267
Kudemâ Meclisi
Heykellerin Ardında Saklanan Hakikat
Eğer biz küfür ateşini kahreden bu ezanları, dilimizden önce yüreğimize, sonra da hayatımıza taşıyabilirsek “Allah-u Ekber” yalan ateşini bütünüyle
söndürecek, heykellerin kasvetli dumanları arkasında
gizlenen her nevi hakikat gibi, Sultan Abdülhamid
gerçeği de ortaya çıkacaktır. Bunun için okul kitaplarında Sultan Abdülhamid’e dair bahisler, tarihçiler
tarafından yeniden kaleme alınmalı, hatalar tashih
edilmeli, öğrenciler “gerçek tarih”le tanışmalı, yangın
sonrası büyük ıslah hareketi için hazır hale getirilmeli.
Ümmet Bizi Hâlâ Abdülhamid’le Anıyor
Çökmekte olan bir devleti tam 33 yıl ayakta tutabilen bir siyasî şuurun avdet etmesi, İslâm birliğine/
Hilafete giden yolun önündeki en önemli engelleri
kaldıracaktır. Abdülhamid’le kaybettiğimiz değerler,
Abdülhamid’le tekrar dünyamıza dönecektir. Büyük
bir istila dalgasına maruz kalan Ümmet, Abdülhamid’le bilkuvve biten Hilafet’in mana ve mefhumu etrafında yeniden toparlanacaktır. Çünkü İslâm dünyasında hala onun zamanından kalma hutbe metinleri
nesilden nesile intikal etmekte, Abdülhamid ümmetin
beşer planındaki son hamisi olarak anılmaktadır. Eğer
bizler bugün Âlem-i İslâm’da hiçbir şekilde samimiyet
testine tabi tutulmadan büyük bir teveccühe mazhar
oluyorsak bilinmelidir ki bu, Abdülhamid’e verasetle
doğrudan alakalı bir durumdur. Madem ki Ümmet
268
Kudemâ Meclisi
bizi hala Abdülhamid’le seviyor, onun açtırdığı su kuyularıyla hatırlıyor; o halde onun adı öyle bir noktaya yazılmalıdır ki, bu topraklara gelen her Müslüman
Onun ülkesine gelmenin heyecanını yaşasın. Âlem-i
İslâm’ın başkenti İstanbul’un en yeni havaalanının
adı “Ulu Hakan Abdulhamid Han” olursa, İstanbul’a
inen her Müslümanın yüzünde hilafetin merkezine
gelmenin süruru, ayrılanda ise hüznü olacaktır. İşte
o zaman, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprüye Yavuz
Sultan adını koymak, Türkiye’ye hakettiği manayı kazandıracaktır.
***
269
Kudemâ Meclisi
GÖLGESİ İSLÂM COĞRAFYASINA
DÜŞEN BİR DAĞ GİBİYDİ
-NECMEDDİN ERBAKAN-
O
, savaşın sonuna doğru ufukta görünen
ve muharebenin seyrini değiştiren İslâm süvârisiydi. Elindeki hakikat mızrağıyla inkar bentlerini yara yara ilerledi. Medeniyet
sarayımızın kapısına vurulan mührü ilk O kırdı. İlk
O girdi mukaddesatımızın defnedildiği odaya. İlk
Onun sesi geldi: “Herşey Allah’ın vaat ettiği gibi...
İslâm ölmedi, ölmeyecek de, eğer hazırsanız kölelikten kulluğa yürüyüş destanını yeniden başlatıyoruz”
dedi.
Yıllar sonra siyasetin merkezinde ilk O açtı Mushaf-ı Şerîfi ve ilk O okudu cihat ayetlerini. Damar damar, tabaka tabaka Anadolu’ya iman ve umut taşıdı.
Gölgesi coğrafyamızın tamamına düşen azametli bir
270
Kudemâ Meclisi
dağ gibiydi; Gazze’ye, Arakana cesaret muştulayan bir
dağ.
Güneş görmeyen bitkiler gibi mahzenlerde büyüyen Muhammedlere, Zeyneplere evliya nefeslerinden
nurlar taşıdı. Devrim yobazlarının kirlettiği alınları
Allah Rasûlü’ne teslimiyetle aydınlattı.
Onun haritasında Buhara, Şam, Bağdat ve İstanbul aynı ülkenin şehirleriydi. Ulu Hocalar, “Kumandan bu olmalı” dedi. Anadolu’nun muazzez evlatları
da ardına düşüp, “İşte fetih ordusu, işte kumandan”
diyerek yürüdü. Allah’a inanmanın ve herşeyi yalnız
Ondan beklemenin ders olarak okutulduğu iman ve
umut ocaklarını yeniden O açtı.
Ulu Hocaların söyleyemediğini -Onlar adına- O
söyledi. Yüzyılın en onurlu konuşmalarını O yaptı.
Dev dalgalara karşı kollarını gerdiğinde yanında birkaç kişi vardı fakat tereddüt etmedi. “Allah Teâlâ imanımıza göre imkanlar yaratacaktır” dedi.
Abdülhamid’den sonra siyaset kürsülerinde küresel güçlere, “Haddinizi bilin” dediğinde marka Müslümanlarının yürekleri ağızlarına geldi. Ahiretle tehdit edildiğinde, “Ölümü düğün gecesi olarak görene
ölüm ne yapabilir ki?” diye karşılık verdi. Ümmetin
yıkıldığı her cepheye ilk O koştu.
Allah’tan bahsetmenin yasak olduğunu bir yazıyla bütün bir Anadolu’ya bildiren Başvekâlet’te, yıllar
sonra bir Başvekil olarak ilk toplantısına, “Allah’ın
adıyla” başladı. Saman pazarında asılan bütün Ulu271
Kudemâ Meclisi
canlar adına bir Ramazan günü ulu hocaları başvekâlette bir iftar sofrasında ağırlayarak, devlet iade-i itibarda bulundu.
İslâm’ın devlet nazariyesini, “Baş Yücelik” başlığı
altında Üstad Necip Fazıl telif etti, O da siyasî hayata taşıdı. Kendisiyle birlikte yürüyenlere şeref verdi.
Çağın Ebû Cehillerine İslâm’ın izzetiyle karşı koydu.
Yoruldu, yıkıldı fakat nefesi durana kadar cihat meydanından çekilmedi. Bir Şubat günü O durunca zaman da durdu. Gökler sevindi. Bosna, Kahire, Şam,
Bağdat, Doğu Türkistan ağladı. Çad’da çobanların,
Gazze’de mücahitlerin, Çeçenya’da Kafkas kartallarının gözleri doldu. Göklerin kapısı açıldı ve yarım asır
küfre karşı direnen süvari geride bir kabir, hafızalarda
silinmez izler, yüz binlerce talebe bırakarak sonsuza
gitti.
***
272
Kudemâ Meclisi
BİBLİYOGRAFYA
Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî, el-Kevâkibu’d-Dürriyye ale’l-Hadâiki’l-Verdiyye, Dâru’l-Beyrûtî, Beyrût, ty.
Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit
ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003.
Abdurrahman Memiş, Halid-i Bağdâdî ve Anadolu’da Halidilik, İstanbul, 2000.
Ahmed b. Muhammed el-Meydânî, Mecma’ul-Emsâl, Beyrût, 2002.
Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yazdığı Mektup”, Mekteb, 1311.
Ahmet Açıkgöz, “Huzur Derslerinde Sistemi Sorgulayan Allâme”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.4, Eylül-Kasım 2005.
Ahmet Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.5, Ocak-Mart 2006.
Ahmet Açıkgöz, “Tekkesi İşgal Edilen Şeyh”, İnkişaf
Dergisi, İstanbul, sy.2, Şubat-Nisan 2005.
Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, Dâru’l Kütübi’l
‘Ilmiyye, Beyrût, 2001.
Bedi’ Yakub, Dîvânu’l-İmâmi’ş-Şâfî, Beyrût, 2004.
Dahlan Zeynî, el-Futûhâtu’l-İslâmîyye, Müessese273
Kudemâ Meclisi
tü’l Celbî, Kahire, 1968.
Ebû Ğudde Abdulfettah, el-Ulemâu’l-‘Uzzâb, Beyrût, 1999.
Ebû Ğudde Abdulfettah, Kiymetu’z-Zamân, Beyrût, 2002.
Ebû Ğudde Abdulfettah, Safahât min Sabri’l-’Ulemâ, Beyrût, 1997.
el-Beyyûmî, en-Nahdatu’l-İslâmîyye, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1995.
el-Gazzâlî Zeynep, Eyyâmun min Hayâtî, Kahire,
1999.
el-Hâlidî Abdulfettah, Seyyid Kutub mine’l-Mîlad
ile’l-İstişhâd, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1994.
el-Hâşimî, el-Vakafâtu’l-Fikriyye, Dâru’l Beşâiri’l
İslâmîyye, Beyrût, 2007.
el-Kaddûmî, Hasan el-Bennâ, Dâru’l Feth, Amman, 2011.
el-Kavsî Müferrih b. Süleyman, Mustafa Sabrî,
2006.
en-Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr Ibn Kesîr, Beyrût,
2007.
Es’ad Sâhib, Buğyetu’l-Vâcid fî Mektûbât-ı Mevlânâ
Hâlid, Dimeşk, 1334.
ez-Zebîdî, Tâcu’l-’Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 2005.
274
Kudemâ Meclisi
Gökhan Bolat, Suriye’de Faaliyet Gösteren Yabancı Okullar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri,
2006.
İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n Nihâye, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, 1997.
İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Beyrût, 1999.
İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul, 1989.
Kısakürek Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları,
Istanbul.
Kısakürek Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları,
Büyük Doğu Yayınları, Istanbul.
Kısakürek Necip Fazıl, Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul.
Kısakürek Necip Fazıl, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul.
Kur’an-ı Kerîm.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerh
ve Tercümesi, İstanbul, 1998.
Mahmud Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, İstanbul, 1991.
Mithat Cemal, Ölümün’ün Ellinci Yılında Mehmed
Akif, Ankara, 1986.
Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308.
275
Kudemâ Meclisi
Muhammed Emin İbn Âbidîn, Mecmû’at-u Resâil-i
İbn Âbidîn, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, ty.
Necdet Sevinç, Ajan Okulları, İstanbul, 1974.
Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977.
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmîyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, ty.
Ömer Rıza Doğrul, Mehmed Akif ’in Hayatı, (Safahâti’nın mukaddimesi), İstanbul, 1975.
Refîk el-Acem, Mevsû’at-u Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslâmî, Mektebet-u Lübnan, Beyrût, 1999.
Roderic H. Davison, Osmanlı Türk Tarihi, (ter.
Mehmet Moralı), Alkım, Istanbul, 2004.
Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, İ.B.
B.K.İ.D.B., İstanbul, 1996.
Şaban Ulusoy, Robert Koleji, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Van, 2005.
Şamil Mutlu, Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, Gökkubbe Yay., İstanbul, 2005.
Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, Arba Yay., İstanbul, 1991.
Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, ‘Aziz İstanbul içerisinde’, İstanbul, 1974.
276
Katolisizmi Olmayan İslâm’ın
Protestanca Okunuşlarına Karşı
Büyük Doğu Çağına Doğru

Benzer belgeler