kudema-meclisi
Transkript
kudema-meclisi
Kudemâ Meclisi Hüküm Kitap 4 İhsan Şenocak Kitaplığı 4 ISBN: 978-605-66081-3-1 Editör Cihad AYAN Tashih Abdülhamid KILIÇ Kapak ve Tasarım Muhammed Fatih DEMİRTÜRK Yayın Evi Erdal Ulu - Hüküm Basın Yayın Dağıtım Pazarlama Adres: Ali Kuşçu Mah.Fatih Cad. No: 15/2 Fatih / İstanbul İletişim Murat TÜRK +90 536 476 37 20 e-mail: [email protected] www.hukumdergisi.com Baskı Matsis Matbaa Hiz. San. Tic. Ltd. Şti. Matbaa Adresi Tevfik Bey Mah. Doktor Ali Demir Cad. No: 51/1 Küçükçekmece/İstanbul Matbaa Sertifika No: 20706 Bütün hakları saklıdır. İÇİNDEKİLER TAKDİM 12 BATI BAŞKENTLERİNDE GAZZÂLÎ’NİN ÇOCUKLARI »» Bir Putu Kırarken, Diğerini Dikmek »» Kapitalizma Putu da Sekerât Halinde »» Kriz Döneminde İslâm »» Batı Başkentlerinde Yeniden Gazzâlî »» Salih Bir Babanın Duası »» İlim Yolunda »» Ehl-i Sünnet’in İlim Karargâhı: Nizamiye »» Düşünce Krizi ve Çıkış Yolu »» Akla Duracağı Yeri Göstermek »» Haşhaşileri Arşive Kaldırdı »» İhsan Yolunu Hurafelerden Arındırdı »» Kudüs Fatihi’nin Hocası »» Bir Dervişin İki Oğlu »» Allah Rasûlü’nün Tasdiki »» İlahi Lütuf »» Hülâsa 15 16 16 17 18 19 20 21 22 23 23 24 25 25 26 27 28 MUKAVVADAN MÜNEKKİDLER ve MUTASAVVIF MÜZİS29 YENLERİN ZULMETTİĞİ BÜYÜK VELİ: MEVLÂN »» Ebû Cehil Parlamentosu 30 »» Uzun Soluklu Ezanlar 30 »» Sadece Onların Sesi Duyuldu 31 »» Felsefe-Kelâm Hesaplaşması 31 »» Mevlânâ ve Yeni Kelâm 33 »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» “Bîzârım” dedi Mevlânâ İnsanlığın Hikayesi Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek Semâ mı, Dans mı? Hakk’la Beraber Olmak Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar Aşktır Köleyi Efendi Yapan Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var Büyük Mağdur Zındıkların Tahrif Hamleleri Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu Mukavvadan Münekkidler Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine Hâricî Yaklaşımlar Hülâsa 33 34 35 36 36 37 37 38 39 40 41 43 45 45 46 47 DİNLE EY ANADOLU! ŞEYHÜ’L-İSLÂM MUSTAFA SABRİ 49 KONUŞUYOR »» Zindanda Yazılan Reddiye 50 »» Vahdeddin’e Rica 50 »» Açlık ve Satılan Kitaplar 50 »» Yarın Gazetesi 51 »» Hristiyan Mezarlığına Defnedilme Endişesi 52 »» Hasan el-Bennâ 52 »» Muhammed Abduh 53 »» Gandi ve Şeyhü’l-İslâm 53 »» “Yüksek Dünyanıza Lanet Ederim” 54 »» Habertürk 55 »» İade-i İtibar »» Sahte Kahramanlar 56 56 REİSÜ’L-KURRA MEHMET RÜŞTÜ AŞIKKUTLU 58 »» İlmî Nesebi 61 »» Hâl tercemesi 62 »» Talebeleriyle Münasebeti ve 65 Onlar Üzerindeki Etkisi »» Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve 68 Anlaşılmasına Verdiği Önem »» Sabır ve Tahammülü 70 »» Hakkında Talebelerinin Şehadeti 72 »» Bir Müşâhade 73 »» Vefatı 74 OSMANLI OLMAKLA İFTİHAR EDEN ŞAMLI ALLÂME: MUHAMMED SAİD TANTÂVÎ »» Hayatı »» Zekası »» İlmî Yönü »» Eğitimciliği »» Kıyafe İlminin Son Temsilcisi »» Özel Hayatı »» Müstakim Duruşu »» Ehl-i Sünnet Hassasiyeti »» Eserleri »» Osmanlı Muhabbeti »» Hülâsa 75 77 78 81 82 83 83 84 87 88 89 90 FATİH’İN SON DERSİÂM’I: 92 MUHAMMED EMİN SARAÇ »» Emin Saraç Hoca ile Yakın Dönem 94 İlim ve Fikir Atlası Üzerine »» Hafızlık 94 »» Soru: İstanbul’a ne zaman geldiniz? 95 »» İstanbul’un İlmî Durumu 95 »» Üç Baş Medresesi 97 »» Şifâ Dersleri 99 »» İSTANBUL’DA HâLİDîLİK 100 »» İsmet Efendi Tekkesi 101 »» Kaşgarî Tekkesi 101 »» Gümüşhanevî Tekkesi 106 »» Kelâmî Tekkesi 106 »» Ali Haydar Efendi’nin Eseri 108 »» Osmanlı Ulemâsı 110 »» Sultan Abdülhamid 113 »» Muhammed Zâhid Kevserî 115 »» “Cebr” Meselesi 117 KADÎM DURUŞLU BİR HÂLİDÎ ŞEYHİ: MAHMUD EFENDİ »» HâLİDîLİK »» Abdullah Mekkî »» Yanyalı Mustafa İsmet Efendi »» İstanbul’daki Hâlidî Şeyhler »» FİKİR HAYATINDA MEŞÂYIH »» İSMET EFENDİ TEKKESİ »» ALİ HAYDAR EFENDİ 122 124 129 130 130 131 132 133 »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» İLK BULUŞMA 136 MAHMUD EFENDİ ve HâLİDîLİK 139 HAYATI 139 TAHSİLİ 140 HOCALARI 142 Mehmed Rüştü Aşıkkutlu 142 Çalekli Dursun Efendi 144 TASAVVUFÎ YÖNÜ 147 EĞİTİM HİZMETLERİ 150 1. Muhalled Usûlü Esas Alan Eğitim Sistemi 151 2. Cemaat Eğitimi 153 3. Tasavvufî Eğitimi 155 CEMAATLERLE MÜNASEBETİ 156 NÜFûZU 157 HAYATINDAN FASILLAR 157 Geçerken Uğramış Olmayayım 158 “Bizim Bölüğün Karavanası” 159 Kul Hakkı 159 Arabada Unutulan Bardak 159 Nasıl Kur’ân-ı Kerîm Okurdu? 160 İSTİKÂMET ANLAYIŞI 161 EKONOMİK TOPLULUK MU, 162 İRFANÎ OLUŞUM MU? TEKKE’NİN KİLİSEYLE MÜCADELESİ 163 YÜZBAŞI: “ASKERLİĞİ BİZDEN İYİ BİLİYOR” 164 “BİZ BUNU ALLAH RIZASI İÇİN SARIYORUZ” 166 “MİSAFİRİME NİÇİN BUYUR DEMEDİN? 167 İSMAİLAĞA’DA 24 SAAT 169 “MAHMUD EFENDİ’Yİ TANIYOR MUSUNUZ?” 173 »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» SIRADAN BİR İNSAN GİBİ YAŞARDI 176 “ONU TANIYINCA NİÇİN YAŞADIĞIMI 176 ANLADIM” 176 “OKUYUNUZ” 179 NEYİN HELAL ya da HARAM OLDUĞUNU 180 FIKIH BELİRLER DÜNYA MÜSLÜMANLARI 180 ESERLERİ 181 1. Rûhu’l-Furkân 181 2. Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi 183 3. Sohbetler 184 4. Mektûbât-ı Rabbânî Şerhi 185 Hülâsa 186 İMAN ve FİKİR ATLASIMIZIN BÜYÜK MUZDARİBİ: 189 MEHMED AKİF »» Siyaset Tarzları 194 »» İstanbul 195 »» Acının ve Gurbetin Şehri 196 »» Fatih’in İlhamıyla Büyüyen Çocuk 197 »» Said Paşa İmamı 198 »» Kur’an-ı Kerîm’in Gölgesinde 200 »» Esas Fark 201 »» İman Cepheleri 202 »» Batıcılar ve Müslümanlar 203 »» Akif’in Ufku 203 »» Millete Vefa 205 »» Sükût Orucu ve Tâceddin Dergâhı 206 »» Yetim Mâbedler 207 »» »» »» »» »» Yeninin Kadîmi İnkarı Mısır Kur’an-ı Kerîm ve Âkif Sessiz Izdırap Tasavvuf ve İhvan HASAN EL-BENN ve SEYYİD KUTUB’U NASIL ANLAMALIYIZ? »» İmam-ı Rabbânî’nin Ufku 207 208 209 211 213 213 214 FÎ ZİLÂL DE OKU EY MEDRESE! 217 »» Fî Zilâl 219 »» Sosyalizma Yalan, Gerçeği Sosyal Adalet 219 »» “On Beş Yıl Bugünü Bekledim” 221 »» Medresenin Mahrumiyeti 224 »» İmam-ı Rabbânî’nin Harekette Şakirdi: 225 Seyyid Kutub »» Büyük Doğu Mimarı ve Seyyid Kutub 226 MÜSLÜMAN GENÇLİĞİN AĞABEYİ -ADNAN DEMİRTÜRK- 227 MEVZİSİNİ TERKETMEYEN BİR MÜSLÜMAN: ÖMER AMCA »» Nöbetteyiz »» Karakoldaki Kur’an Talebeleri »» Şubat Zulmü »» Ateşe Su Taşıyan Karıncalar »» Besmele Seferleri 229 229 230 230 231 233 O GECE ABDULKÂDİR MOLLA KİMLERLE GÖRÜŞTÜ? »» Her Yerde Gök Işığı »» Dar Ağacına Yürüyüş »» Demir Nikabını Kaldır Mezâr-ı Pakinden »» İlahî Himaye 236 236 237 238 239 243 YAVUZ SULTAN SELİM’DEN İRAN’A: EVİNE DÖN; ÂLEM-İ 243 İSLÂM’A: TOPARLANIN, GELİYORUZ! »» Selime’den Sultan Selim’e 244 »» Hz. Musa Gibi 245 »» Ümmetin Umudu, Hakk’ın Matlûbu 246 »» Ehl-i Sünnet’in En Zor Zamanları 246 »» İman ve İrade Anıtı 247 »» Cihad Fetvası 248 »» Çaldıran’da Bir Şecaat Abidesi 249 »» Safevi-Memlüklü Koalisyonu 250 »» Sâhibu’l-Haremeyn’den, Hâdimu’l-Haremeyn’e 251 »» İslâm’a Adanmış Ömür 252 »» Ümmet’in Medâr-ı İftiharı 252 »» Ezân-ı Muhammedî 253 »» Hasan Can! 254 »» ABD, ŞİA ve Yavuz Sultan 254 »» Yavuz Sultan Çağına Doğru 255 SİYASET SARAYIMIZIN CÜMLE KAPISI: ABDÜLHAMİD 258 Kudemâ Meclisi TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI TABELASI: ‘‘ULU HAKAN 263 ABDULHAMİD HAN’’ »» Hilafet’in Siyasî Gücü 264 »» Enver Paşa’nın Abdülhamid İtirafı 264 »» Yalanlar Üzerine Yükselen Politik Ehram 266 »» Komitacıların Kızıl Ateşi ve Tekbir Sesleri 266 »» Heykellerin Ardında Saklanan Hakikat 268 »» Ümmet Bizi Hâlâ Abdulhamid’le Anıyor 268 GÖLGESİ İSLÂM COĞRAFYASINA DÜŞEN BİR DAĞ 270 GİBİYDİ -NECMEDDİN ERBAKAN- »» BİBLİYOGRAFYA 273 11 Kudemâ Meclisi * هو ب ح ص س TAKDİM Kimi makam, kimi itibar, kimi şöhret, kimi de Allah rızası için okudu. Kimi, hükümdarlara yakın olmak, hediyeler almak için çabaladı. Bu uğurda methiyeler yazdı, mersiyeler karaladı. Saray sofralarında şiirleri okundu. Dünyalıklar ona, o da hükümdara yaklaştı. Kısa süreli başarılar kazandı. Ne var ki iktidar için yazanların sonu hep hüsran oldu. Bazı alimler de saraylara gitmeyi reddetti. Gelen hükümdarı ya huzuruna almadı ya da avamdan biri gibi ağırlayıp, uğurladı. Dünyevî makamlarına bakmadan, müca* Kudema, kağıdın yere atılması endişesiyle mektuplarında Allah Teâlâ’yı “ ”هوzamiri, besmeleyi “”ب, hamdeleyi “”ح, Efendimiz’e salâtı “”ص, selamı ise “ ”سharfleri ile remz ederdi. 12 Kudemâ Meclisi mele yapmadan onlara hakkı söyledi. Çoğu defa hediyeleri geri çevirdi, yerine izzet ve şeref aldı. Kimi de Ebû Yusuf gibi adalete en uzakken en yakın, zulme de en yakınken en uzak durdu. Devlette en üst seviyede görev aldı. Hakyolda, Hak rızası için, hakkı söyledi. Doğrulara motor, yanlışlara fren oldu. Hakyoldan taviz vermeyenler hayatı bir gergef gibi ördü, olması gereken her yerde oldu. İslam Ümmeti’nin her bir ferdinin kemalinin cemiyet içerisinde milletle birlikte olması gerektiğini söyledi. Kudema, ne çöllere çekilip münzevi bir hayat yaşadı, ne de insanların yaşamasına müsaade etti. Yesrib’i Medine yapan Peygamber-i Ekber’in ufkunda, Uygarlığı, Umran’a dönüştürdü. Allah Rasûlü’nün başlattığı büyük insanlık yürüyüşünü, nebevî kodlarını muhafaza ederek sürdürdü. Varoluş sebebinin kulluk olduğu şuuruyla hareket etti. Alemin insan, insanın da Allah için yaşadığını ilan etti. Şimdi üzerinde onlarca devletin kurulu olduğu İslam Devleti sınırları içinde bir muhaddis bir hadisi almak için bir şehirden bir başka şehre rıhle yaptı. Kışta, yazda haftalarca yollarda kaldı ehl-i hadis. İlimle, siyaset; ilimle sanat; ilimle iktisat etle tırnak gibi iç içeydi. Medreseden hayatın bütün şubelerine kapılar açılırdı. İlmi, rıza-i İlahi için tahsil edenler, onu dünya kefesinde değil, dünyayı onun kefesinde tartardı. İnsanı, kametine göre değil, kıymetine göre değerlendirdi ulemâ. Harun Reşid yemekten sonra muhaddis Muaviye ed-Darîr’in ( kendisi âmâ idi) eli13 Kudemâ Meclisi ne su dökerken “Üstad! Elinize kim su döküyor, biliyor musunuz?” diye sordu. “Hayır” cevabını alınca, “Ben” dedi. Bu ameliyeye alimlerden başka herkes taaccüb etti. Muaviye ed-Darîr ise hükümdarın “Estağfirullah zahmet buyurdunuz.” gibi bir cevap beklediği bir zamanda “Aferin” der gibi “İlme hizmet ettiniz.” buyurdu ve ellerini yıkamaya devam etti. Yeryüzünde hergün iki pazar kurulur. Birinde dünyalıklar, diğerinde ise uhrevî mallar satılır. Kudema hayatın merkezine kurduğu uhrevî mallar çarşısından dünyaya ayar verdi. Sultanlar, insanlara ordularla, onlar da kalemle hükmetti. Sultanların okları beş on metre, onların dua okları ise Arş-ı A’lâ’ya yükseldi. Hükümdarların kazandığı zaferler, bir başka ordunun zaferiyle hezimete uğrarken, onların kalemle kazandığı fetihler gök kubbede hep bâki kaldı. Bu kitapta -farklı vesilelerle- âhir zaman’da yaşayan ya da âhir zaman’da da okunan “kudema” ya da kudemaya müntesip zatlar hakkında kaleme alınan yazıları bulacaksınız. Bütün bunlardan gaye ise onları sûret ve sîretleriyle tanıyıp davalarına hayru’l-halef olmaktır. ال حول وال قوة إال بالله العيل العظيم والرأي يخطىئ ويصيب٬ هذا رأيي İhsan ŞENOCAK Şubat 2016 14 Kudemâ Meclisi BATI BAŞKENTLERİNDE GAZZÂLÎ’NİN ÇOCUKLARI * K arl Marks adında biri çıkar “Das Kapital”i, komünizmaya yeniden hayat verecek şekilde şerh eder, Hristiyanlığı nazara alarak da “din afyondur” derse, Das Kapital çok satan kitaplar listesine girer, komünizma da en popüler ideolocya olur mu? Birkaç “tarihi vâkıa”, olacağını iddia etse de, küresel güçler “mühür bizde, olamaz” derler. Ne var ki onların, komünizma adına verdiği hüküm bir gün kendileri için de söz konusu olacak; küfür şafağında bir gökkuşağı gibi gördükleri idelocyaları kaybolacak. Çünkü anlık zuhûrlar ya da sahte kurtarıcı, sahte peygamber ve sahte veliler bir defalıktır. Saman alevi gibi bir anda insanlık için umut olur, gençleri sokağa dö*Ayet-i Kerîme’lerin bir kısmının manası, Tefsirli Meal şeklinde verilmiştir. Bazı hadîs-i Şerîf ve kelâm-ı kibâr da bu şekilde tercüme edilmiştir. 15 Kudemâ Meclisi ker, tufan gibi bütün şehirleri kuşatır, hayatın sevap ve günahını dosyalar; düşeni kaldırır, kırığı sarar, yaraya merhem olur gibi görünür. İdeolocya rüşveti, talanı, fuhşu önleyemeyince bir daha indirilmemek üzere arşive kaldırılır. Dünya siyaset ve tefekkür tarihinin ideolojiler ve rejimler mezarlığı olması ya da düşen rejimlerin sadece birkaç vefalı oğul tarafından yıldan yıla anılması rafa kaldırılanların aynı zamanda yüreklerden de silindiğinin ispatıdır. Çöken her ideolocya geride günahlar ve mutsuz yığınlar bırakır. Varılmayan ufuklar, sönen umutlar, istismar edilen idealler... Bir Putu Kırarken, Diğerini Dikmek “Her yeni eskiyi mahkum eder” kaidesi gereği Karl Marks’ın çapına ulaşan her cins kafada yeninin hâkimiyeti, şehveti uyanır ve her ideolog kendi Das Kapitali’ni yazar. Onun üzerinden kitleleri kışkırtır; bir putu indirirken, bir başkasını diker. Bu yüzden uygarlıklar tarihi aynı zamanda kırılan ve dikilen putların tarihidir. Tahterevallinin iki ucu gibi, bir put düşerken diğeri yükselir. Kapitalizma Putu da Sekerât Halinde Artık Batı’nın sokaklarında eski ihtişamından eser yok. Kapitalizma putu sekerât halinde ölümü bekliyor. Batılılar, yaşadığımız bu iktisâdî ve ruhi kriz ya uygarlığımızın sonu olacak ya da kıtamız dışında büyük bir savaş çıkarıp, muhariplere silah satarak eko16 Kudemâ Meclisi nomik dengeyi kuracağız diyorlar. Ya ölecekler ya da yaşamaları için başkalarını öldürecekler. Vahyin terbiyesinden mahrum bir uygarlığın hayat kriterleri canavarlarınkiyle ayniyet arz ediyor. Şehvetine ve aklına pranga vurduğu için kiliseyi gömen Kapitalizma’nın, eğer hayatta kalma projesi gerçekleşmezse defnedilmek için geri sayım devam edecek. Bir farkla ki kiliseyi modern hayat çökertmişti, Kapitalizma ise kendi putunu kendi kırıyor. Allah’a secde etmenin manasından mahrum olduğundan dolayı kendisi için yaratılan kıymetli herşeye ya da onların ihtişamına secde eden Batı, girdiği ölüm yolunda ürettiği tanrısıyla birlikte ölecek. Kilise çökerken, Kapitalizma umut olmuştu. Şimdi ise umutlarının, yerine bir halef bırakmadan intihar edecek olmasına ağlıyor Kilise’nin çocukları. Ortada kalan milyonlar kime sığınacak?! Kriz Döneminde İslâm İslâm, her kriz döneminde yaşanan sarsıntıları alimlerin irşadıyla aştı. Köklerine çekilerek yenilendi Müslümanlar. Öz suyuyla yeniden hayata döndü. Yürekler, evler, şehirler ve sokaklar için can oldu bu öz suyu. Müslümanlar arasında dolaşan, onlar gibi sarık takan fakat akşamdan sabaha kadar hadis uydurup onları pazarlayan zındıkların “kültürler atlası” haline getirdiği Kûfe şehrinde 83.000 problemi çözen Ebû Hanife’ye İmam-ı Azam; Felsefî, Bâtinî, 17 Kudemâ Meclisi Fâtimî ve sapık sufilerin İslâm’ın etrafındaki kuşatmalarını yaran Gazzâlî’ye Huccetü’l İslâm; Tanrısal Dinin yüreklerden imanı silmeye çalıştığı Hind Coğrafyasında insanları İslâm’la yeniden telif eden Ahmed Faruk Serhindî’ye “İmam-ı Rabbânî” dendi. Batı Başkentlerinde Yeniden Gazzâlî Müslüman Gençler, bir tarih gittiğim Batı başkentlerinden birinde hem kendileri, hem de aynı havayı soludukları insanlar için bir umut olsun, imanla inkarın hesaplaşmasında yol göstersin diye “Gazzâlî’yi” konuşmayı teklif etti. Gazzâlî’yi tanıdıktan sonra değişecek yeni hayatın istikâmetine itiraz etmesinler diye çoğu, konferansa babasını da getirdi. Çünkü Gazzâlî olmak, Allah’ın rızasına ulaşmak için gerektiğinde herşeyi terk etmek demekti. Gazzâlî hâla bütün ihtişamıyla “istikâmet üzere” hem aklın, hem de ruhun kapısının nasıl açılacağı, onlardaki sırlara nasıl varılacağını göstermekte. Bu yüzden Vatikan kaldırımlarında dolaşan âteşîn zekalı papaz adayları da gizli gizli onu okumakta. Kilisede arayıp da bulamadıkları irfanı onlara Gazzâlî bahşetmişti. Kim bilir kaç kilise şakirdi onunla Müslüman olup engizisyona sevk edilmişti. Bir zamanlar Batı’da kitapları en az “Kitab-ı Mukaddes” kadar okunan, yün eğiren dervişin oğlu Gazzâlî, asırlar sonra yine okunuyor. Bir farkla ki bu defa onu Kant değil, Alman ve Fransız üniversitelerinde 18 Kudemâ Meclisi Kant okuyan Müslümanlar okuyor. Salih Bir Babanın Duası Künyesi Ebû Hâmid... Adı Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî... Babası yün eğirmekten vakit buldukça ulemâ meclislerinde kurulan irfan halkalarına devam eder, aşkla halkaya çöker, derin bir dikkatle ulu hocaları dinlerdi. Onların ihlasla İslâm’ı anlatmalarına gıpta eder, “Beni de vâiz ve fakihler kadrosuna al da İslâm’a hizmet edeyim Ya Rabbi!” diye niyazda bulunurdu. Muhammed b. Muhammed alim olamayacağını anlayınca, dualarını şu şekilde değiştirdi: “Ya Rabbi! Bana vâiz ve fakih çocuklar ver de onlar İslâm’a hizmet etsin.” O bir oğul istedi, Allah Teâlâ muhlis dualarına iki oğulla icabet etti: Muhammed ve Ahmed... Muhammed b. Muhammed dünyalıklarını iki oğlun adanmışlığı için vasıta olarak kullandı. Erken yaşta kendine dünya’dan sefer emri gelince bir taraftan henüz tahsilin başında istikbal vaadeden iki yavrusuna, diğer taraftan ise ahiret haline baktı, ayakları birbirine dolandı. Tam bir metanet içerisinde bir derviş arkadaşına bütün mallarını şöyle diyerek vasiyet etti: “Okuma yazmayı bilmemek, içimde büyük bir ukde olarak kaldı. Ben İslâm’a ilimle hizmette muvaffak olamadım. Yapamadığımı oğullarım yapsın istiyorum. Malımın tamamını son kuruşuna kadar oğullarımın tahsili için harca.” Derviş emaneti 19 Kudemâ Meclisi son kuruşuna kadar harcayıp tüketince iki kardeşe, “Ben fakir bir adamım, malım yok ki size bakayım. Sizin için en doğru tercih bir medreseye intisap etmektir. Medresede ümmet size bakar” der ve onlara gurbet’in yol’unu gösterir. İlim Yolunda Berlindeki Gazzâlî meclisinde, Ebû Hâmid’in babasının hikayesini dinleyen babaların yüzlerinde derin bir ürperti ve haya hali zahir oldu. Gazzâlî’nin babası karşısında utandılar, “Ah adanmış hayatlar... Biz dünyada çer çöp; Gazzâlî ise hem itibar, hem de ecir kazandı” dediler. Gazzâlî Tus’tan Cürcan’a gider. Cürcan dönüşü yolunu kesen eşkıya taifesi herşeyini alır. Reisten, “Aldıklarınız arasında tahsil hayatım boyunca elde ettiğim ilmî hâsılamın kayıtlarını ihtiva eden defterler var. Onları geri verseniz” deyince, eşkıya başı: “Sen nasıl ilim iddiasında bulunuyorsun ki defterlerini kaybetmen durumunda bütün bildiklerin zâil olacak” der. Gazzâlî o anı kıymetlendirirken şöyle der: “ُ َهذَا َر ُج ٌل أَنْطَ َق ُه اللَّه/ Bu Allah’ın konuşturduğu bir adam.” Döner defterlerinde neler varsa hepsini ezberler. Bu hal onu ayaklı bir kütüphane yapar ve eserlerin terkip ve telifinde büyük bir adım olur. Gazzâlî, hafızasına aldığı metinlerle meselelere muhafız olabilmek için “hafız” da oldu. Bütün müktesebatı flaş belleğe yüklenen eserlere ulaşabilmekten ibaret olan akademisyenlerin, ulemâ kabul edildiği 20 Kudemâ Meclisi bir ortamda Gazzâlî’yi anlamak elbette güç olacaktır. Onun için Gazzâlî pek çok yerde ilahiyat dışında daha muteberdir. Onu okuyanlar her fasılda Gazzâlî’nin ufkunda dev adımlar atabileceklerini keşfederler. Gazzâlî Neysâbûr’a gidip orada ma’kulat alanındaki ilimlerin en büyük isimlerinden olan Cüveynî’nin medresesine intisap eder. Ölünceye kadar Hocası’nın yanında kalır. Bu dönemde, Cüveynî gibi başka büyük alimler var fakat Şeriat’la tasavvufu İslâm ölçeğinde terkip edip tehlikeleri izale edecek derinlikten mahrumlar. Ehl-i Sünnet’in İlim Karargâhı: Nizamiye Şeriat’la tasavvuf ’un, menkulâtla bozulan muvazenesini tesis etmek için Bilge devlet adamı Nizâmülmülk devre’ye girer; ilmin “sırat-ı mustakîm” merkezli yeniden yapılanmasıyla bizzat alakadar olur. Şiiler tarafından Mısır’da açılan Ezher’e karşı Nizamiye Medreselerini kurarak kriz döneminin kurtarıcı metinlerini yazacak alimleri burada yetiştirmeyi hedefler. Ehl-i Sünnet’i çökertmek için kurulan ittifakın saldırılarını püskürtecek ilim ordusunu bu karargâh eğitir, bu karargâh idare eder. Nizamülmülk Gazzâlî’yi keşfedince önünü sonuna kadar açar. Artık o Nizamiye’nin içinde tek başına Nizamiye çapında ilmi bir kudrete mâlik, Ehli Sünnet’in en büyük medresesinin yaşta en küçük ilimde ise en büyük hocasıdır. Bütün öğrenciler tarafından 21 Kudemâ Meclisi tek başına bütün kuşatmaları yaracak bir ilme sahip bir allâme olarak görülür. Düşünce Krizi ve Çıkış Yolu Ne var ki iki yıl sonra derin bir düşünce krizine yakalanır Gazzâlî. Herşeyi sorgular. Ağzına aldığını yutamaz, suyu içemez hale gelir. Halçaresi için on yıl devam edecek bir yolculuğa çıkar. Şam-ı Şerîf ’ten Kudüs’e geçer, oradan Hicâz’a yönelir. Tek başına çağının sorunlarını çözecek ilmi ve fikri derinliğe sahip olan Gazzâlî sorunlar yumağına dönen kalbine yenik düşünce, akıl, alem, ruh, var oluş gibi derin mevzulara dair sadra şifa cevaplara ulaşabilmek için bizzat Allah Rasûlü’nün huzuruna Medine’ye gider. Bu halden ancak ona teslim olarak kurtulabileceğini idrak etmenin heyecanıyla, (belki de) Sudanlı’nın yakarışına benzer ifadeler dökülür dudaklarından: Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın. Büyük akıllar diz çökünce onları ancak peygamberler ayağa kaldırabilir. Bu yüzden Gazzâlî de, Allah Rasûlü’ne sığındı. Ona kayıtsız şartsız bağlandıktan sonra “İhyâ’yı” yazdı, kendi yüreği gibi insanlığın yüreğini de ihyâ etti. Zamana yenilmeyen bu eseriyle, zamanın öldüremediği nesiller yetiştirdi. Ulemâ bezminde onu okumayan “Ahyâdan/Gerçek anlamda dirilerden” kabul edilmedi. Gazzâlî, Hacc’dan dönünce sevenlerinden ısrarla 22 Kudemâ Meclisi ders okutmaya dönmesi yönünde davetler aldı. Bir ara sadece “İhyâ” okuttu. Cümleler yazılış gayesi çerçevesinde satırlardan sadırlara iltica etti; “En pak yol mutasavvıfların yolu” dedi. “Eskiden makam için, kazanmak için, şimdi ise Allah yolunda harcamak için okuyoruz” dedi. Akla Duracağı Yeri Göstermek Felsefeye duracağı yeri Gazzâlî gösterdi. “Makâsidu’l-Felâsife” ile filozofların kodlarını çözdü, anlaşılmamaktan kaynaklanan yalancı itibarlarına son verdi. Mevzuları ulemânın anlayacağı bir dile aktardı. “Tehâfütü’l-Felâsife”de mevzuları en hassas şer’î ölçülere arz ederek değerlendirdi. Filozofları üç meselede tekfir etti, on sekiz mevzuda ise Ehl-i Bidat olduklarını söyledi. Felsefe, Gazzâlî’den aldığı ağır darbelerle geri çekilmek zorunda kaldı. Medresenin yolu açıldı. Akıldan korkulmayacağını, aklı bilgi üretme vasıtası olarak ilk defa peygamberlerin kullandığını, Hz. İbrahim kıssasıyla Kur’an’dan anlattı.1 Usûl kitabı “el-Mustasfâ”ya, mantık ilmine dair geniş malumat vererek başladı. Haşhaşileri Arşive Kaldırdı Bu dönemde siyasî tehlikelerin en büyüğü Fâtımiler ve onların ifsada ilmi bir kimlik kazandırmak için kurdukları Ezher’in faaliyetleriydi. 1 En’âm: 74-80 23 Kudemâ Meclisi Fâtımiler medreseleri kapattı, kadıları görevden aldı, ulemâ’yı hapsetti. Dayatmalarına rağmen Teravih kıldıran bir imamı şehit etti. İslâm şehirlerinde onları tenkit eden ulemâyı haşhaşilere katlettirdi. Nizamülmülk’ü de oğlu Fahrülmülk’ü de onlar şehit etti. Başbakan düzeyinde iki cinayet işlediler. Bir anda Ehl-i Sünnet coğrafyada, korku imparatorluğu kuruldu. Alimlerin yanı sıra adı Ömer diye, Ebû Bekir diye çocuklar da öldürüldü. Ulemânın korkudan sükût orucuna büründüğü bir zamanda Gazzâlî Bâtınîlere karşı beş tane reddiye kaleme alarak onların belini kırdı. O, bu haliyle “ölümü düğün gecesi kabul edeni hangi güç sindirebilir ki?” diyordu. Ahiretle kendisini tehdit edenlere sistemlerini parçalayacak kurucu eserler yazarak cevap verdi. Gazzâlî ölüm korkusuna yenilmediği gibi ölümüyle de zamana yenilmedi. Vefatının üzerinden asırlar geçti fakat; ders halkasının başında o var gibi kitapları okunmaya devam ediyor. Ölüm tehdidinden ürkmeyen İmam Râzî de, Gazzâlî’nin sekerâta soktuğu Bâtınîliği, bir daha çıkmamak üzere düşünce makberine defnetti. İlim dünyası da, siyaset dünyası da onun ilmi hamleleriyle nefes aldı. İhsan Yolunu Hurafelerden Arındırdı Ulemânın medreseye çekilmesiyle tekke ilim/irfan mecrasından ; ihsan üzerine ibtina eden tasavvuf da hakikati arama cehdinden sapmıştı.Böyle bir ortamda zuhur eden Gazzâlî ise gerçek İslâm yolu dediği 24 Kudemâ Meclisi sûfî hayatın önündeki bütün şer’î manileri kaldırdı. “Ashâbu’l-Akvâl” dediği satıh üstü kopyacıların yanlış yolda olduğunu “Erbâbu’l-Ahvâl’in” yanında yer alarak gösterdi. Ulemâyı İslâm’ı zevk boyutuyla da yaşamaya davet etti. İhyâ’dan sonra yazılan eserler hem yürekleri, hem de tekkeleri Şeriat’a muhalefet masiyetinden temizledi. Gazzâlî, durduğu yer bütün herkes tarafından görülsün diye hayatını şekillere aktardı. Ahir ömründe Tus’da bir medrese ve tekke bina ederek ikisinin bir arada nasıl yaşaması gerektiğini gösterdi. Kudüs Fatihi’nin Hocası Haçlı seferleri onun zamanında başladı. Çok cepheli bir meydan muharebesinde ağır ruhi darbeler yiyen ümmet, Haçlı saldırılarına karşı Kudüs’e muhafız olamadı. Kudüs düştü. Anadolu’nun, Şam’ın, Kudüs’ün kanını emdi, derisini yüzdü haçlı haydutlar. Ne var ki ulemâ müteessir olmaktan başka pek bir şey yap(a)madı. Sürekli akan Müslüman kanı durdurulamadı. Gazzâlî eserleriyle Kudus’ü fethedecek nesilleri yetiştirdi. Selahaddin Eyyûbî’nin elinde onun kitapları vardı. Bir Dervişin İki Oğlu Namsız nişansız dervişin iki oğlu da alim oldu. Ahmed hatt-ı müdafaa yaptı. Muhammed Gazzâlî ise Âlem-i İslâm’ı nazara alarak sath-ı müdafaada 25 Kudemâ Meclisi bulundu. Tekke, medrese, cemiyet onunla ihyâ oldu. İhyâ’yı yazdı, çağının tanıkları gibi gelecek nesilleri de ihyâ etti. Elli dört yaşında Rabbine irtihal ettiğinde “İhyâ” ders halkalarında birkaç defa hatmedilmişti. Zamanla bütün şehirlere yayıldı. İlim talebeleri akın akın ona koştu. Kitaplarının etrafında halkalar kuruldu. Onun öğrencileri, korkusuz alimler olarak şehirlere güven aşıladı. İslâm yeniden çizgi çizgi, desen desen sokaklarda, çarşılarda, medreselerde inkişaf etti. Ayet ve hadisler sanatçı ruhları tahrik etti, “hakikat” taşa, mermere aksetti. Allah Rasûlü’nün Tasdiki “İslâm’a karşı İslâm” geliştiren kaba softa, Ebû Hanife’yi sorguladığı gibi Gazzâlî’yi de ağır bir dille tenkit etti. Ebu’l-Hasan adında biri kitabını toplatıp yakmak istedi. Ne ki yakacağı gece rüyasında yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Gazzâlî de olduğu halde Allah Rasûlü’nü görür. Gazzâlî, Ebu’l-Hasan içeri girince ‘Bundan müştekiyim, İhyâ’yı yakacak ya Rasûlallah!’ der. Allah Rasûlü eseri baştan sona inceledikten sonra Ebu’l-Hasan’ı tecziye eder. Ebu’l-Hasan, beş sopa yiyince, Hz. Ebû Bekir devreye girer ve “Ya Rasûlallah! Bu da İhyâ’yı Şeriat’ı korumak için yakmak istemişti” deyince Efendimiz Ebu’l-Hasan’ı affeder.2 Ebu’l-Hasan uyanınca tövbe eder, İhyâ okutmaya başlar. O da Gazzâlî’nin öğrenci kadrosuna katılır. Fakat Rüyanın İslâm’daki yeriyle alakalı bk. Müslim,Rü’ya,1; Müslim,Salat,41.a 2 26 Kudemâ Meclisi ölene kadar sopaların acısını hisseder. İlahi Lütuf İmam-ı Gazzâlî İslâm Medeniyetinin Yunan aklı, Bâtınî sapması ve mistik hareketlerle karşılaşması sürecinde yaşanan sorunları çözmesi için gönderilen ilahi bir armağandı. İslâmî düşünce, asıl kaynağı ile irtibatına zarar vermeden uygarlıklarla nasıl bir irtibat içerisinde hesaplaşacağını ondan öğrendi. Felsefeyi kendi silahlarıyla vurdu. Entelektüel tehlikeyi eb’âd-ı selâsesiyle tanıdıktan sonra, onu tanımadığını ilan etti. İslâm’ın ferde hitap eden Şeriat ve tasavvuf cephesini, en hassas İslâmî ölçülerle yeniden aslına göre terkip etti. Tasavvufla felsefenin iki ayrı dünyaya aidiyetini, birinin gündüzü, diğerinin ise geceyi temsil ettiğini ve bu yüzden aynı karede olamayacaklarını söyledi. İslâm’ı asıl mecrasına çevirdi. İlmi ve fikri zemindeki sapmaları halkın damarlarına karışmadan önledi. Zihinleri arındırdı. İbnü’l-Arabî onun bir bütün olarak anıtlaştırdığı Şeriat-Tasavvuf ehramını yeniden okudu. Hakikati idrakte çok derinlere inince, sidre-i müntehaya keşifle ulaşma noktasında önemli mesafeler katetti. Ne var ki gördüğü hakikati kelama dökerken zorlandı ya da muhatapları onu anlamada problem yaşadı. İmam-ı Gazzâlî’nin kaideleştirdiği şekilde tasavvufun en güzel anlatımını İmam-ı Rabbânî yaptı. Yaşanan ve yaşanacak mutlak hakikati açık bir lisanla anlattı. 27 Kudemâ Meclisi Hülâsa Sokakta, üniversitede, fabrikada “sadece İslâm” diyen Müslüman gençler Gazzâlî devrine benzer bir kuşatılmışlığın içinde olduklarını babalarından daha iyi hissettiklerinden diriliş mücadelesini Gazzâlî ile yürütmek istiyorlar. Projenin mimarı Gazzâlî olursa Kant da öğrenci olur, Hristiyanların zeki gençleri de tekrar İslâmî metinler okur. Siz Gadamer okuyun! Batının başkentlerinde müslüman gençler Gazzâlî’yi yeniden keşfediyor. *** 28 Kudemâ Meclisi MUKAVVADAN MÜNEKKİDLER ve MUTASAVVIF MÜZİSYENLERİN ZULMETTİĞİ BÜYÜK VELİ: MEVLÂN A klın ve ruhun fecr-i sâdıkı İslâm, ezanı Kur’an-ı Kerîm, Müezzin-i Ekberi ise Hz. Muhammed’tir. Kainattaki bütün mahlukat bu Müezzin-i Ekber’in ezanını derin bir huşû içerisinde dinledi, doğuyu batıyı onunla nur kuşattı, fesad yuvaları sarsıldı. Ebû Cehil’in mâbedinde çanlar çalmaya başladı. Bir anda ideolojilerin sesleri karanlığa gömüldü. Endülüs’ten Türkistan’a kadar, Müezzin-i Ekber’in Safa tepesinden okuduğu, Hakk’a kulluğa çağıran ezanlar duyuldu: “Uyanınız, yalnız Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, ellerinizle yaptığınız putlara secde etmeyiniz, Lâ ilâhe illallah Muhammedu’r-Rasûlüllah deyiniz, kurtulunuz.” 29 Kudemâ Meclisi Ebû Cehil Parlamentosu Ebû Cehil ilk sarsıntının etkisiyle panikledi, Kureyş’in uluları “acil” koduyla toplandı, İblis’in parlamentosu Dâru’n-Nedve’de toplantılar üstüne toplantılar yaptı. Her nasıl olursa olsun Müezzin-i Ekber’in susturulması kararı çıktı bu toplantılardan... Müslümanlara sokaklar yasaklandı, bu yüzden Müezzin-i Ekber ezanları -bir süre- sadece Dâru’l-Erkam’da okudu. Muhataplarından kimi Hz. Ebû Bekir gibi ilk ezanla, kimi de Ebû Süfyan gibi bin bir ezandan sonra uyandı. Sonunda Ebû Süfyan da inandı fecr-i sâdıkın girdiğine, o da anladı insanların uyanmasına Ebû Cehil parlamentosunun engel olmayacağını… Uzun Soluklu Ezanlar Müezzin-i Ekber , Âleme nûr ve surur veren kulluk çağrılarını hep ilk ezan heyecanıyla okudu. Arab’a, Acem’e, çölde vur ha vur su arayan bedevinin bulduğu “su” gibi can verdi ezanlar. “Hz. Adem’in, Musa’nın, İsa’nın, Hz. Muhammed’in imanıyla mayalanan yer yüzü toprağında İslâm ulu bir çınar, inkar ise yerde kalmaya mahkum ayrık otu gibidir”, dedi ezanlar. Kureyşli Hz. Ebû Bekir’le, Habeşli köle Bilal’i ümmet yapısında bir araya getirerek dünyaya, “Müslümanın ülkesi sınır, ufku hudut kabul etmez. İmanı ise, en batıdaki mazlumlar gibi, en doğuda Çin’in esaretinde yaşayan Türkistanlı’ları da kuşatır” dedi. Ezanlar can verdi insanlığın kuruyan damarla30 Kudemâ Meclisi rına. 23 yıl sağanak halinde yüreklere yağan yağmurdu fecr-i sâdık ezanları… Allah Rasûlü Kur’an-ı Kerîm’i mürekkeple sahifelere değil, nurla yüreklere yazdı. Hâdiseleri son haliyle düşünmeye, akletmeye çağırdı insanları. Akla ve ruha diriliş aşısı yaptı. Birine “Sen düşün ve yaşa”, diğerine ise “Sen zevk derecesinde yaşa” talimatını verdi. Mücadelede muvazeneyi tesis etti. İnsanlığın en uzun soluklu ezanlarını okurken ne ruhtan akla, ne de akıldan ruha bir pay verdi. Sadece Onların Sesi Duyuldu Ondan sonra, Ona bağlı büyük müezzinler geldi. Kimi Gazzâlî gibi Meşşâî, Bâtınî, kimi de İmam-ı Rabbânî gibi “Tanrısal Din” uykusundan uyanmaya çağırdı muhataplarını. Yüksek yerlerde, yüksek tizden öyle ezanlar okudular ki “Allah-u Ekber” nidaları diğer bütün çağrıları bastırdı, bir anda âlemde sadece onların sesi duyuldu. Allah Teâlâ, dininin Hakk’a kulluk yolunu açık tutmak için, çağının insanını uyutan sebepleri yakından tespit eden, ona göre ezanlar okuyan büyük müezzinler gönderdi. Allah Rasûlü’nün ve getirdiği Kur’an-ı Hakîm’in bir mucizesi olarak her dönemde Fahreddin Râzîleri, İmam Rabbânîleri oldu bu yolun. Felsefe-Kelâm Hesaplaşması Felsefe, Müezzin-i Ekber’in uyandırdığı İslâm ak31 Kudemâ Meclisi lıyla (kelâm) zaman zaman büyük hesaplaşmalara girişti. “Kazandı” gibi göründüğü zamanlarda da büyük darbeler alıp kendi karargâhına çekilmek zorunda kaldı. Ne var ki Moğol ve Haçlı istilası sonrasında, yaşanan hesaplaşmadan zaferle çıkan Kelâm alimlerinin üzerine kan, ter sıçradı. Felsefî akıldan bir parça da olsa Kelâm’a sirayet etti. Yüzlerce delille Allah’ın varlığını ispat eden kelâmcılar, zevk derecesinde bir imana mâlik olamadı. Müslümanlar kelâmla felsefenin girdiği savaşta büyük acılar çekti, büyük ızdıraplar yaşadı. Kelâm İslâm’a yönelen saldırıları bertaraf etti fakat saldırı sonrasında yaraları saramadı, kalbi teskin edemedi. Varlıkta yokluk yaşadı. Allah Rasûlü’nün ezanlarıyla uyanan akıl, kelamcılarla birlikte Aydınlanma’nın münkir aklından çok önce akılcılık denizinin dibini gördü. Gazzâlî en derin noktalardan Hz. Ali’ye nisbet edilen “Anlamayı anlamaktan aciz olmak, anlamaktır” sözünü tekrar etti. Ondan bir asır sonra, yani kilisenin “Atın ağzındaki dişler şu kadardır” şeklindeki dogmasına itiraz eden düşünürleri astığı zamanlarda gelen Fahreddin Râzî de “Akılların en son geldiği yer, tutukluktur” dedi. Aklın sidre-i müntehasına ulaşan büyük kelâmcılar, “Mütefekkir, aklı Hz. Muhammed’in önünde paspas yaparsa yaratılışın sırrına erer, büyük bilmeceleri çözer” dedi. Aklın tutulduğu yerden ötesinde aşk konuşur. Allah, alem, ruh gibi temel meselelere aşkla cevap verilir. Aşka dayalı kelâm, sorun çözerken “sorun” olmaz. 32 Kudemâ Meclisi Mevlânâ ve Yeni Kelâm Her yerde kelâmcıların sesinin duyulduğu, avam arasında dahi kelâmî mevzuların konuşulduğu bir zamanda Âlem-i İslâm’ın, felsefenin derinliklerine ulaşıp onun, cahillerin “su” zannettiği bir serap olduğunu gören ve oradan yara almadan çıkan bir ulu hocaya ihtiyâcı vardı.3 Bu ulu hoca kelâmcıların yaptığı gibi muhalifleri susturmakla iktifa etmeyecek, fikri bütün düğümleri çözecek, kalbi sekinet ve imanla dolduran bir kelâmın temellerini atacaktı. Mevlanâ Celaleddin er-Rûmî böyle bir asırda, bu ödevi yerine getirmek üzere zuhûr etti ve mücadelesinin esaslarını “Mesnevi” diye meşhur olan muhalled eserinde belirtti. “Bîzârım” dedi Mevlânâ Kelâm felsefeyi, aşka dayalı kelâm da mücerred kelâmı gölgede bıraktı. Moğollarla gelen hezimeti yaşayan Âlem-i İslâm’a hem taziye, hem teselli oldu Mesnevî. Onlarca delille Allah Teâlâ’nın varlığını isbat eden fakat müminin zevk derecesinde bir imana nasıl malik olacağına dair kayda değer bir çözüm ortaya koyamayanların ortamında da itibar gördü Mesnevi. Yeni kelâmın omurgasını neyin oluşturduğu, zındıklar tarafından daha sonra kendisine nisbet edilecek sözlerin kendi beyanlarına karışması durumunda nasıl bir yol izleneceği, hangi ölçülere uyması durumunda bir sözün Ona ait olacağı gibi hususları ifade 3 Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr-u İbn-i Kesîr, 2007, I, s.371. 33 Kudemâ Meclisi noktasında şunları söyledi Mevlânâ: Men bende-i Kur’anem eğer candârem, Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem, Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem, Bîzârem ezû ve zân sühun bîzârem. Mevlânâ, “Mesnevi mısra mısra Kur’an-ı Hakîm’i anlatır, ben de Kur’an’ın bendesiyim/kölesiyim, Muhammed-i Muhtâr Hz. Muhammed’in yolunun tozuyum, dedi. Kim benden bundan başkasını nakleder ya da bana isnad ederse; ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” dedi. Mevlânâ, yolunun ney ve sema ile kapatılacağını, Mesnevi’nin mesajının bu iki unsurla gölgeleneceğini görmüştü de sanki şöyle demişti: “Ömrümü vererek ortaya koyduğum hakikatimi, Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun tozu olmamdan başka bir hassasiyetle her kim anlatırsa, ondan da bîzarım. Eğer birileri beni ‘ney’e mahkum edip, mesajımı, bendesi olduğum Kur’an vadisinden koparır, Mesnevi’nin nağmelerini ‘ney’ sesine kurban ederse; onlardan usandım Allah’ım! Kur’an’a ‘bende’ bir Müslümanın kabrinde Kelamullah’ı okuma yerine ‘ney’ çalan anlayıştan bîzârım.” İnsanlığın Hikayesi Mevlânâ ‘’bişnev/dinle’’ diye başladığı Mesnevi’sinde insanın Cennet’ten dünyaya düşmesini ve tekrar buradan oraya yükselmesini anlatır. Hâdiseyi kamışlıktan koparılan, bir ustanın elinde delinen 34 Kudemâ Meclisi sonra da neyzenin nefesiyle sürekli inleyen kamışa benzetir. Ney, neyzenin ağzında inleyerek, koparıldığı vatanı olan kamışlığa özlemini, ailesine, arkadaşlarına hasretini dile getirir. İnsan da tıpkı ney gibi, “Oradan hepiniz inin”4 ayetiyle düştüğü Cennet’i arzular. Onun için dünyada bir güler, on ağlar. Çünkü burası elem ve imtihan yurdudur. Ne var ki insan bu mihnet yurdundan Rabbi’ne ulaşacak. Dünya, Cennet’in zorunlu güzergahıdır. Bu yüzden Allah Rasûlü son anlarında şifa bulması için kendisine dua eden Hz. Aişe’ye “Allahümme’r-Refîka’l-a’lâ” diye müdahale eder. Yüce dosta ya da asıl vatanına dönmek istediğini belirtir. Bu yüzden ölüm Mevlânâ’da “Şeb-i Arûs/Düğün Gecesi”dir.5 Çünkü ölüm gurbeti bitirir, vuslatın kapısını açar. Aklı Hz. Ahmed’in Yolunda Kurban Etmek Mevlânâ, insana hayat hikayesini hatırlatır, kurtulmak için, “Hz. Ahmed’e yapış, aklı onun önünde kurban et, Hasbiyalllahu virdin olsun, kula Allah yeter” der. Dünyayı kuyuya, insanı da ona atılan Hz. Yûsuf (a.s.)’a benzetir, kurtuluşun da Hablullah olan Kur’an-ı Kerîm’e yapışmak olduğunu söyler. Hz. Muhammed’e muhatab olabilmek için görmek yetmez, hakla batılı ayıracak “basîret” şart, der Mevlâna: “Aynı merada otlayan iki ceylanın yediği birinde ‘misk’ diğeBakara: 38. Aşkı şehvet olarak anlayanda Şeb-i Arûs Leyla’ya; Hubbu’l-likâ’ olarak gören evliyada ise Mevla’ya kavuşmaktır. 4 5 35 Kudemâ Meclisi rinde ‘gübre’ olur. Ağaçlardan ve çiçeklerden toz alan iki arıdan birinde toz, bal; diğerinde zehir olur.” Ebû Bekir gibi basiretle bakan Allah Rasûlü’nde “risaleti”, basarla bakan ise Ebû Cehil’de olduğu gibi “sadece insaniyeti” görür. Semâ mı, Dans mı? Uzaklardan Allah Rasûlü’nü görmek için yola revan olan, görünce de atının üzerinden düşüp, yere yığılan, orada ruhunu teslim eden sahabi gibi Mevlânâ da vecd halinde varlıklardan habersiz bir muvahhid olarak kendinden geçip semâ etti. Bazen derste, bazen sokakta, bezen evde yakalandı “vecd” sağanağına. Onun “bîzârım” dedikleri içerisinde semâ’ını bir sanatsal gösteriye çeviren, dervişliği bir kavuk ve hırkaya indirgeyen ashâb-ı arz-ı endâm da var. Mevlânâ vecde geldi, döndü. Erbab-ı sanat ise Mesnevi’nin ruhundan habersiz icra- i sanat ya da tahsili ücret için dönüyor. Aradaki fark geceyle gündüz gibi zahirdir, göremeyen ise kördür. Hakk’la Beraber Olmak Mevlânâ insanları, yaşadığı İslâm’ı hayat nizamı olarak tanımaya çağırdı. Mesnevi’de âbid bir kulun Allah’a kurbet hallerini, zâhidin zühdünü yazdı. Mevlânâ’nın dünya malına alakasızlığı o derece ileri bir noktadaydı ki, kendisine hediye gelince sevinmez bilakis onları Hüsameddin Çelebi’ye verince 36 Kudemâ Meclisi mesrur olurdu. Ancak evindeki yokluk açlık derecesine ulaşınca, oğlu Sultan Veled’in gelen hediyelerden bir miktar ev için ayırmasına müsaade ederdi. Evde yiyecek bir şey olmadığı gün fevkalede sevinir, “Şimdi bu evden Hak’la beraber olmanın kokusunu alıyorum” derdi. Onunla Sokağa da Muhabbet Geldi Ma’rûfu emretmeye, münkerden alıkoymaya, yüreklere “sekinet”, bakışlara “muhabbet” aşılamaya adanmış bir hayat yaşadı Mevlânâ. Dar bir sokakta uyuyan bir köpek, yürüdüğü yolu kapatınca, ona rahatsızlık vermemek için durup bekledi. Mevlânâ ile sokağa “kardeşlik” geldi. Bir gün yol üzerinde, biri diğerine, “Ey melun! Bana bir dersen on işitirsin” diye bağıran iki kişinin münakaşa ettiğine tanık oldu. Yanlarına yaklaşıp, bire onla mukabele edeceğini söyleyen adama, “Kardeşim! Söyleyecek sözün varsa bana söyle. Çünkü bana bin söz söylesen de sana bir sözle karşılık vermem” dedi. İkisi de Mevlânâ’nın ellerine kapandı. Hem sözü, hem de haliyle irşad etti. Çünkü o, yaşadığı dünyaya en yüksek tizden Hz. Muhammed’in diriliş ezanlarını okuyordu: “َو كُونُوا ِعبَا َد اللَّ ِه ًإِ ْخ َوانا/ Kardeşler olunuz Ey Allah’ın kulları” diyordu. Soğuk Konya Gecelerinde Buz Tutan Sakallar Mevlânâ namaz vakti gelince kıbleye döner, yüzünün rengi değişir, geceler boyu ibadet ederdi. Uzun 37 Kudemâ Meclisi yıllar kendisiyle aynı ortamı paylaşan Sipehsâlâr, “Onu hiç gece elbisesiyle görmedim. Odasında ne yatak, ne de yastık vardı. Uyku bastırınca oturduğu yerde şekerleme yapardı. Sabaha kadar namaz kılardı.”6 Bir şiirinde namazı şu şekilde vasfetmişti: “Gözyaşıyla abdest alınca namaz ateş gibi hararetli olur.” Şiddetli soğuğun olduğu bir kış günü namazda öyle ağladı ki gözyaşlarıyla yüzü ve sakalları ıslandı, yanak ve sakalları buz tuttu7 fakat yine de namazını bozmadı, kıraatini azaltmadı. Çünkü gözünün nuru namazdı. Hayatını Allah Rasûlü’nün “ َس ِّددُوا َوقَا ِربُوا/ Takatiniz nisbetinde ibadet edin ve orta yoldan ayrılmayın”8 talimatı üzerine kurguladı. Kâlden hâle, kelimeden manaya, cümle şehrinden kelâm şehrine geçti. Beş hâsse ile hakikat aramak Mu’tezile yoludur; ey tuzlu suda yaşayan adam, nereden bilebilirsin ki Ceyhan ve Fırat Nehirlerini, dedi. Aşktır Köleyi Efendi Yapan Hicri 7. asırda esen akılcılık kasırgası ve Moğol istilasıyla sönen yüreklerdeki kora aşkla, imanla üfledi Mevlânâ. Gök gibi gürledi, yağmur gibi boşaldı Doğuya. “Aşk acıyı tatlı, toprağı altın, kederi safa, elemi şifa, zindanı gülistan, hastalığı nimet, kahrı rahmet yapar. Demiri inceltir, taşı eritir, ölüye can verir, köleNedvî, a.g.e., I, s.379. Nedvî, a.g.e., I, s.379. 8 Ahmed, Müsned, II, 166. 6 7 38 Kudemâ Meclisi yi efendi yapar” dedi Mevlânâ.9 İnsanlığın dev sorunlarını ancak Muhammed-i Muhtâr’ın yolunun tozu olan aşk adamlarının çözebileceğini söyledi: “Biz hak ve hakikatin öğrencileri olan doktorlarız. Bizi Kızıl Deniz görünce ortadan yarıldı, Onlar kalbe nabız yoluyla ulaşırlar. Biz vasıtasız ve aracısız kalbe gideriz. Çünkü biz ferasetimizle yükseklere bakarız” dedi Mevlânâ. Rahbanilik Yok, Rabbânîlik Var Bu dinde “Rabbânîlik” var “Rahbânîlik” yok10 fakat eline bir tesbih ya da Mesnevi alıp münzevi bir hayat yaşamak da “Rabbânîlik olamaz”, dedi Mevlânâ. Günde beş defa farzı, haftada bir cumayı bir cihetiyle gönüllü, bir cihetiyle de zorunlu ümmet ictiması olarak değerlendirdi. Bu ictimanın öneminden dolayı öz kardeşiyle haftada bir görüşürken, mümin kardeşleriyle günde beş defa bir araya gelir Müslüman. Beş vakit namaz, her Müslümana mensubu olduğu ümmet yapısına sahip çıkmayı emreder. Hakikati layık olduğu makama; ruhu aklın seviyesine çıkardı, muvazeneyi yeniden kurdu Mevlânâ. “Eşyaya akıl ve ruh muvazenesinin tesis edildiği noktadan bakın” dedi. Kelâmcıların elinden tuttu, onlar 9 Nedvî, a.g.e., I, s.406. Hadîd: 27. 10 39 Kudemâ Meclisi için yeni bahisler, yeni başlıklar açtı. Allah’a ulaşırken aklın yanına aşkı da koyalım dedi. Mesnevi asırlarca edebiyat meclislerinin baş yapıtı oldu. Sûfîler seyr-u sülûkte Mesnevi’yi kendilerine azık yaptı. Büyük Mağdur Mevlânâ’nın dirilten soluklarından korkanlar, onunla insanlar arasına maniler koydu. Şekle, sûrete, çalgı aletlerine bürünen muharref tasavvufla, ruha sekînet, akla istikâmet veren tasavvufun yolunu kestiler. Sûrette halk, hakikatte ise Hak ile olmaya çağıran tasavvufu, bir cübbe, bir hırka, bir neye indirgediler. Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün Sünneti’ne uymayan herşeyin put olduğunu söyleyen: “Bizim Mesnevimiz vahdet dükkanıdır, Onda Allah’tan başka ne görürsen bil ki o puttur” diyen Mevlânâ’yı konser salonlarına mahkum ettiler. Mevlânâ bu beytiyle belli amaçlar doğrultusunda Mesnevi’ye bir takım ilaveler yapılacağını ima ederek, Müslümanlara neyin kendisine ait olduğu belirleme noktasında ölçüler verdi. Tevhide uymayan her ne varsa puttur ve benimle alakası yoktur, dedi. Ne var ki Mevlânâ’dan 366 yıl sonra Mesnevi’nin, içinde garip ifadeler yer alan 7.cüzünün olduğu söylendi. Daha sonra bu cüz İsmail-i Ankaravî (v.1041/1631) başta olmak üzere bazı şarihler tarafından şerh edilerek meşrulaştırıldı. Pek çok ulu hoca gibi Mevlânâ da eserleri üzerinde 40 Kudemâ Meclisi oynama yapılabileceğini tahmin ettiğinden talebelerine neyin kendine ait olduğunu belirleme noktasında Kur’an ve Sünnet’i şahit bıraktı. 7. cüz üzerine yapılan münakaşalar Ahmed Cevdet Paşa gibi Şeriat’tan taviz vermeyenlerle, yanlışta hikmet arayanlar arasında uzun yıllar devam etti. Hadiseyi doğru bir şekilde anlayabilmek için muteber alim ya da mürşidlere isnat edilen belli eser ya da ifadelerle nasıl bir oyun oynandığını izah edelim: Zındıkların Tahrif Hamleleri İslâm tarihinde meydana gelen fikrî ya da ictimâî krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında, özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonra da onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yazdırmışlardır. Zındıkların böyle bir usûl benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle, sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer icâzetli talebeleri Onun sağlam akidesini bilmiyor olsaydı, yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebû Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebû Bekir el-Hayyâd’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyâd, 41 Kudemâ Meclisi Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyâd’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o, düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebû Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi, O’nu anlatan bir ciltlik bir eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazzâlî’nin “İhyâ”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhyâ nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rânî, “el-Bahru’l-Mevrûd” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.11 Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî gelir. İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem adlı eserleri başta olmak üzere pek çok kitabına zındıklar tarafından ilaveler yapılmak istenmiştir. Konu ile alakalı İmam Şa’rânî şöyle bir hadise nakletmektedir: “Yahyâ b. Muhammed el-Mağribî ile karşılaşınca Ona Fütûhât’taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konulardan sordum. El-Mağribî, İbnü’l-Arabî’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütûhât’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribî’nin nüshasında yoktu”.12 Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003, s.16. 12 Bk. eş-Şa’rânî, a.g.e., s.16; eş-Şa’rânî Fütûhât’ı, “Levâkıhu’l-En11 42 Kudemâ Meclisi Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mesnevi” Mektubu Mevlânâ’nın eserlerine de bu noktada ilaveler yapılmış, müstakil bir eser olarak 7. cild uydurulmuştur. Nitekim Mesnevi’nin altı cildinden icâzet alan Ahmed Cevdet Paşa, Âbidîn Paşa’ya yazdığı mektupta, bayağı üslubu ile iştihar eden 7. cildin Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını, ondan 363 yıl sonra (1035) kaleme alındığını ifade eder. Bu hususu isbat noktasında da 6. cildin sonundaki tamamlanamayan hikayeyi, önceki ciltlerde övülen İbnü’l-Arabî’nin uydurulan ciltte “Şeyh-i Ekfer” olarak zikredilmesini, Mevlânâ’nın tenkit ettiği Fahruddin-i Râzî’nin 7. ciltte dinin reisi olarak geçmesini nazara verir. Ahmed Cevdet Paşa devamla şunları söyler: “Daha önce Dersaâdet’te iki önemli Mesnevîhân vardı ki, biri Hüsamüddîn Efendi diğeri ise, Mir’ât-ı Molla dergahı şeyhi idi. Hüsamüddîn Efendi’nin dersini dinlemiştim ve Şeyh Efendiden hayli tedris eylemiştim. Hatta Şeyh Efendi, Dâru’l-Mesnevî’yi inşa etmiş ve 1260 senesi Muharremin 9. günü merasim ile, eski talebelerine Mesnevi’den icâzet verdiğinde bendeniz dahi icâzet alanlar arasında bulunmuştum. O gün Mesnevîhânların mesut bir günü idi ki, Cennetmekan Sultan Abdülmecîd Han Hazretleri, Dâru’l-Mesnevî’ye teşrif ile onları taltif buyurmuştu. İşte o gün bizim aldığımız icâzet, şeş-cihet-i manevî olan altı Mesnevi defterine münhasır idi. Zira vâri’l-Kudsiyye” ve “el-Kibrîtu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir. 43 Kudemâ Meclisi Şeyh Efendi, 7. cildi inkâr edenlerdendi. Hüsameddîn Efendi ise, “Mesnevi 7 cilttir” diyenleri “6 cilttir” deyinceye kadar dövmelidir derdi. Hasılı, bu bir eski mâceradır. Bazıları “7. cilt” isimli manzumenin Mesnevi’yi tamamlayan cüzlerden biri olduğunu iddia etmişlerdir. Mesnevîhân ve Mevlevî meşâyıhı ise, onun enfâs-ı mevleviyeden olduğunu katiyen inkar ederek ondan uzak durmuşlardır. Zira Mevlânâ’nın çağdaşlarından Sipehsâlâr, telif ettiği “Menâkıb”da Mesnevî-i Şerîf ’in yalnız 6 cilt olduğunu zikretmiştir. Sadreddîn Konevî Hazretlerinin takriz ettiği Mesnevî-i Şerîf de yalnız 6 ciltten ibarettir.13 Muallim Naci (v.1310/1890) “Esâmi” adlı eserinde 7. cildin Mevlânâ’ya ait olmadığından dolayı, Ankaravî’nin 7. cilde ait şerhinin itibar görmediğini söyler.14 Mehmed Akif de Mesnevi’nin 7. cildinin Mevlânâ’ya aidiyetiyle alakalı bir soruya muhatap olduğunda şunları söyler: “Ben bu konuda salahiyet sahibi değilim. Fakat lisan itibariyle adı geçen cild Mevlânâ’dan iki yüz sene sonraki zamanlara aittir. Sırf lisan bakımından bile Mevlânâ’nın değildir diyebilirim.”15 Devlet-i Aliyye zamanındaki meşâyıh-ı kirâm da Ahmed Cevdet Paşa’nın farklı vurgularla Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yazdığı Mektup”, Mekteb, c.III, yıl.4, sy.33, 1311, s.308-313. 14 Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308, s.58. 15 Mithat Cemal, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmed Akif, Ankara, 1986, s.194. 13 44 Kudemâ Meclisi naklettiği gibi, “Kim Mesnevi’nin 7. cildi de var diyerek, uydurulan bir eseri Hz. Mevlânâ’ya isnad ederse müfteri kabul edilip te’dib edilmelidir” derdi. Bütün bunlara rağmen İsmail Ankaravî gibi bazı Mesnevi şarihleri yanlışlarda ya da iftiralarda hikmet arayan bir üslup ve zorlama tevillere yedinci cildi şerhetmiştir. Mukavvadan Münekkidler Tasavvufu tenkit etmek için fırsat kollayan mukavvadan münekkidler, tahkik zahmetinde bulunmadan Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî ile alakalandırılan her konu ve metin üzerinden tekfire varacak derecede ağır eleştiriler yapmaktadırlar. Bir cildi uydurulabilen ve bu uydurmanın da bazı şarihler tarafından fark edilemeyip şerh edildiği zahirken Mesnevi’deki, iki ya da üç hikayeyi bahse medar yapıp Hz. Mevlânâ’ya saldırmak insafsızlıktır. Aynı şekilde Mesnevi’deki bir kaç meseleyi Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye arz edip onlara muvafık değilse reddetme ve bu reddedişle Mevlânâ’yı iftiradan kurtarma cihetine gitmemek de gaflettir. Tasavvuf Meclislerinden Müzik Şölenine İşgal, bazen silah, bazen de sanatla olur. Mevlânâ üzerinden tasavvufu müzik şölenine çevirenler, evliya yoluna arzularının kirini dökmektedir. Eline bir defa bile ney almayan Mevlânâ’yı, Mes45 Kudemâ Meclisi nevi yerine çalgı aletleriyle anmak ve anlatmak bir sanat darbesidir. İş bu darbenin etkisinden dolayıdır ki Mevlânâ, neyle arz-ı endâmı Mevlevilik zanneden semâzen ve neyzenlerin hurafelerine mahkum oldu. İkinci mahkumiyet ise onun sanatsal tasavvuftan “bîzâr” olmasını dikkate almadan, uydurulan ve ona isnad edilen hurafeleri esas kabul edip Mevlânâ’ya şirk isnadında bulunacak kadar ileri giden “hâricî” akılla olmuştur. Her iki tarz da doğu ve batıda İslâm’ı anlatmanın en etkili isimlerinden olan Mevlânâ’yı gereksiz tartışmalara çekip onun Allah’a davet yolunu kesmeye matuftur. Hâricî Yaklaşımlar “Rabb”, “Mevlânâ” gibi kelimeleri insanlar için kullanmanın şirk olduğunu savunan hâricî anlayış maalesef ki “Kur’an Müslümanlığı” adı altında Kur’an’a kasdetmektedir. “Rabb” kelimesi “mutlak olarak kullanıldığında Allah’a mahsus iken, diğer şekillerde ise insanlar için de kullanılmaktadır.”16 Nitekim Hz. Yûsuf “rabb” kelimesini, birinde “mütekellim yâsı”na, diğerinde ise “hitab kâfı”na izafe ederek, (“”ريب17 ve ”إيل ربك18) “efendi” anlamında kullanmıştır. “Mevla” kelimesi ise Arap dilinde en geniş kullanımı olan kelimelerdendir. Bir tarafta tahrif eden, Mesnevi’nin mesajını gölgede bırakan “neyzenler”, diğer Nesefî, Medârik, I, s.30. Yûsuf: 23. 18 Yûsuf: 50. 16 17 46 Kudemâ Meclisi tarafta ise “Mevlânâ” kelimesinin pek çok anlamı olmasına rağmen Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık için kullanılamayacağını söyleyen ve bu söylem üzerinden şirk ithamında bulunan hâricîler. Mevlânâ her ikisinden de bîzârdır. Hülâsa Mesnevi’de -Osmanlı ulemâsının belirttiği gibisonradan farklı amaçlarla yapılan ilaveler olduğu ve bunların da Mevlânâ’ya ait olmadığı zahir olduğuna göre, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’i hakem kabul edip, muhalif olanları atmak Mevlânâ’ya sadakatin bir gereğidir. Mektuplarının üçte birini tasavvuf çevrelerine yazan İmam-ı Rabbânî de aynı yöntemi uygulayarak, tekkelerde içerden bir tasfiye, umumi anlamda da bir tecdit yapmıştır. Bütün meşâyıh gibi Mevlânâ da mutlak doğru olarak Kur’an ve Sünnet’i kabul etmiş, buna şahid olarak da “Men bende i Kur’anem eğer candârem” demiştir. O, bu haliyle sanki şunu demiştir : “Senin kitabına uymayan, daha sonradan eserlerime ilave edilen neler varsa, kimler onları bana aitmiş gibi isnad ederse, elindeki ‘ney’le kadın-erkek bir arada Mevlevilik zarfı içinde eğlenirse, hakikatimi konser salonlarına kurban ederse, şahid ol ki, ben bunlardan uzağım Allah’ım.” Muhaddisler hurafeyi reddederken müsamaha göstermediler; her ne kadar bir hadis halk arasın47 Kudemâ Meclisi da muteber olsa da ona, “zayıf ”sa zayıf, “mevzu” ise mevzu demekten imtina etmediler. Rivayet senediyle gelen hadisler dışındaki bütün eserleri de Kur’an ve Sünnet mizanında değerlendirdiler. Tecdid yolunu açık saklayarak eserleri öz-posa ayrımına tabi tuttular. Mesnevi yazılış gayesi doğrultusunda okunduğunda görülecektir ki, derin uykulara çekilen insanlığa; “Sabah oldu uyan” diyen Müezzin-i Ekber Hz. Muhammed’in müezzinlerinden Celaleddin’i Rûmî’ye ait bir ezandır. İnsanlığın en büyük müezzini Hz. Muhammed’in buyruklarına tercüman olan bir ezan… Doğunun, batının kentlerinde on binlerin hidayetine vesile olan bir ezan… *** 48 Kudemâ Meclisi DİNLE EY ANADOLU! ŞEYHÜ’L-İSLÂM MUSTAFA SABRİ KONUŞUYOR M ustafa Sabri Efendi zaman olarak âhire, tefekkür ve ilim olarak ise kadîm zamanlara mensuptu. Zalimlere meydan okuyan yönüyle asrının İz b. Abdisselâm’ıydı. Hayatın her şubesinde mücadele etti, hakikat namına beyanda bulundu. Yirmi iki yaşında Fatih Medresesi dersiâmları arasına katıldı. Mehmed Zihni Efendi gibi allâmelerin takdirine muhatap oldu. İslâm’a kayıtsız şartsız bağlılığı, önce ittihatçıların sonra da Kemalistlerin gazabını üzerine çekti. İstanbul’da ittihatçılara, Mısır’da Abduh başta olmak üzere Meraği, Ferid Vecdi gibi yenilikçilere karşı aşılmaz bir dağ gibi durdu, reddiyeler kaleme aldı. Fikrinin takipçisi oldu. 49 Kudemâ Meclisi Zindanda Yazılan Reddiye Sahte kahramanlar bir gölge gibi peşinden gitti. Çarşamba’da Molla Murat Kütüphanesi yanındaki evine İttihatçılar bir gece baskın yapınca yandaki eve geçerek kurtulabildi (1913). Gemiyle Mısır’a intikal etti. Orada bir müddet kaldıktan sonra sırasıyla Bosna’ya ardından Paris’e gitti. Bir müddet Romanya’da kaldı.19 Romanya’da sahipsiz kalan Müslümanları imkân nisbetinde bir araya getirdi. İlme meraklı evlatlarına usûl ve belağat okuttu. Tutuklandı, Tatar asıllı baş müftü Salih Efendi’nin ricası üzerine hapiste Musa Carullah’a reddiye yazdı. İnce kağıtlar üzerine telif ettiği eserini ibrik içerisinde sakladı, zayi olmaması için ibriği sürekli yanında taşıdı. Daha sonra İstanbul’a götürüldü. İdamla yargılandı. Bilecik’e sürgün edildi. Vahdeddin’e Rica İstiklal mücadelesinin bidayetinde, mücadelenin lider kadrosunu tayin noktasında Sultan Vahdettin’e saatlerce ricada bulundu. Tembihatı dikkate alınmadı. Maalesef ki herşey yazdığı gibi oldu. “Saltanat giderse yerine yenisi ikame edilir fakat İslâm sarsılırsa yerine yenisi gelemez” dedi, fakat kimselere anlatamadı. Açlık ve Satılan Kitaplar Oğlu İbrahim’le birlikte 150’likler listesine alındı, 1922’de tutuklanacağı sırada Sultan Vahdeddin’le İs19 Müferrih b. Süleyman el-Kavsî, Mustafa Sabrî, 2006, s.136. 50 Kudemâ Meclisi tanbul’dan ikinci defa ayrılmak zorunda kaldı. Bir gemiyle İskenderiye’ye gitti. Ankara’nın emriyle hareket eden konsolosun maharetiyle rıhtımda toplanan ayak takımı tarafından çürük yumurta ve domates yağmuruna tutuldu. Kahire sokaklarında sözlü sataşmalara muhatab oldu, müstağrib gazeteciler tarafından alaya alındı. Önce dersiâmlık maaşı kesildi (1924), ardından da vatandaşlıktan çıkarıldı20 Bu süre zarfında açlık çekti. Kitaplarını satmak zorunda kaldı. Fakat hakikati beyan vazifesinden hiç ödün vermedi. Yarın Gazetesi Mısır’dan sınırdışı edileceği sırada Mekke’ye gitti. Şerif Hüseyin’in, kendisi üzerinden ümmeti vesayet altına alma planını fark edince her nevi yardım teklifini reddederek Mekke’den ayrıldı. Tekrar Romanya’ya döndü. Oradan beş yıl kalacağı Gümülcine’ye geçti. Yarın gazetesini çıkardı. Türkiye’deki hadiseleri tahlil ve tenkit ettiği gazeteden Kemalistler rahatsız oldu. Yunan Hükümet başkanı Venizelos Türkiye’ye davet edildi. İstiklal mücadelesinin üzerinden henüz birkaç yıl geçmişti ki, Sabri Efendi korkusu, ilgilileri eski düşmanla dost olmaya mecbur etti. Merkezinde Sabri Efendi’nin olduğu bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre gazetenin yayını durdurulacak, Mustafa Sabri de Yunanistan’dan çı- 20 el-Kavsî, a.g.e., s.135. 51 Kudemâ Meclisi karılacaktı.21 Anlaşma maddeleri vakit geçirilmeden yürürlüğe kondu. Gazetenin yayını durduruldu. Gümülcine valisi, şehri terk etmesi için Mustafa Sabri Efendi’ye tebligatta bulundu. Patras’a gönderildi. Geldiğini öğrenen Hristiyan din adamları yollara dökülüp onu istikbal etti.22 Hristiyan Mezarlığına Defnedilme Endişesi Aylarca Patras’ta kaldı. Elem duydu, acı çekti. Orada vefat edip Hristiyan makberine defnedilmekten endişelendi. Bunun için Osmanlı Parlamentosundan tanıdığı Müslüman dostlarına, hatta İslâm coğrafyasındaki devletlerin başkanlarına kendisine vize vermeleri için defalarca mektup yazdı, ricada bulundu. Ne var ki Ankara’nın baskısıyla bütün kapılar yüzüne kapatıldı. 1932’de Mısır Konsolosundan vize aldı ve bir daha dönmemek üzere bu ülkeye gitti.23 Hasan el-Bennâ Mustafa Sabri Efendi küfrün İslâm’a karşı yürüttüğü çok cepheli, ilim, fikir ve siyaset muharebesinin en ön safında yer aldı. Kalemi Allah yolunda çekilmiş bir kılıç gibiydi. “Mevkif ’ul Akl” adlı muhalled eseri, küfür selleri önünde bina edilen muazzam bir bentti. Hem müdâfaa etti, hem beyanda bulundu. el-Kavsî, a.g.e., s.118. el-Kavsî, a.g.e., s.146. 23 el-Kavsî, a.g.e., s.147-8. 21 22 52 Kudemâ Meclisi Mustağrib ve mustamir bloğa ağır darbeler indirdi. Muhammed Heykel, “Hayat-u Muhammed”i yazıp mucizeleri inkâr edince, Mısır ulemâsı kendisine gelip, “Eserde felsefi bahisler var, biz reddiye yazarsak tam çürütemeyebiliriz, bunu sizden bekliyoruz” deyince, “el-Kavlu’l-Fasl”ı kaleme aldı. Fakat eseri basmaya parası yoktu. Hadiseden haberdar olan Şehidu’l-İslâm Hasan el-Bennâ ziyaretine gidip kitabı basmasını, iki yüz adedi de kendisinin alacağını söyledi. Muhammed Abduh Sahte kahramanlara ve onlara aldananlara içerlendi. Muhammed Abduh’un kıymet ölçüsünü tayin ederken şöyle dedi: “Şurada gözünün önünde duran Mekke’ye ömründe bir defa gidemedi fakat yılda iki defa Paris’e gitti.” Gandi ve Şeyhü’l-İslâm Suffe Ashâbı gibi izzetli yaşadı. Yoksulluğunu izmar, izzetini izhâr etti. Dünya basınının Gandi’nin İngilizlerin Hindistan politikasını protesto için başlattığı açlık grevine odaklandığı günlerde kendi haliyle Gandi’yi kıyas etti; O varlıkta, kendisi ise yoklukta oruç tutuyordu. Ayrıca Gandi’nin orucu bütün insanların dilindeydi fakat onun Allah yolunda tuttuğu orucu ise sadece kendisi biliyordu.24 Gandi için Ebû Ğudde Abdulfettah, Safahât min Sabri’l-’Ulemâ, Beyrût, 1997, s.228-9. 24 53 Kudemâ Meclisi ağlayan, fakat evinde ekmek bulamayan Şeyhü’l-İslâm’dan habersiz yaşayan ümmet adına hüzünlendi. Sözsüz ve sessiz bir muzdarib olarak ruhunu gurbette Rabbine teslim etti (1954). “Yüksek Dünyanıza Lanet Ederim” Modernistlerin ümmeti içinden çıkılmaz bir anafora sürüklediğini yüksek sesle duyurdu: “...Ben Müslümanların maddeten ve ahlâken inhitatını ve belki kısmen iflasını inkâr edenlerden ve buna çare olacak uyanış ve teceddüt yollarının önüne set çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden İslâm dininin tahrip veya tahrif edilmesine lüzum görülürse o zaman ben, Müslümanların bu sefalette kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm.” “Müslümanların mes’ûd bir dünya yüzüne çıkmasını vicdanî samimiyetimle arzu ettiğim hâlde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyanıza lanet ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman İslâmîyet de ona sımsıkı sarılan elimizle başımızın üstünde hürmetle bulunmalıdır. Hem bu şekilde hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımızdan muvaffakiyet daha ziyade kesindir. Aksini yaparsak daha yükselme hareketinde melezleşmiş olan bizler, çıkacağımız noktaya ulaşmadan kuvvetimizi kaybetmiş olacağımız gibi, olmaz ya, arzumuzun en üst mertebesine 54 Kudemâ Meclisi yükselmek mümkün olsa bile, o yükselenler artık biz değil, bizden tenasüh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı olan o insanların dünyalık saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretteki mesuliyetlerine iştirak etmek de hiç işimize gelmez”. Habertürk Geçen yıllarda Habertürk adındaki bir gazete Mustafa Sabri Efendi hakkında ısmarlama olduğu her yönüyle zahir olan bir haber yaptı. “Habertürk 87 yıllık gizli belgeye ulaştı!” başlığıyla duyurulan yalanın hulasası, “Şeyhü’l-İslâm, Papa’dan hilafetin kurulması için yardım istedi” şeklindeydi. Habertürk’ün uydurma haberini ciddiye alanlar ya da almak isteyenler, “Milli mücadele düşmanı olan Şeyhü’l-İslâm, Papa’ya yaslandı” diye müzahrafat kustu. Bu hususta gizli bir belgeye ulaştığını iddia eden yönetmen ya da ilgili o derece hadiseye yabancıydı ki, Şeyhü’l-İslâm’ın adının olduğu yere Muhammed Zahid Kevserî’nin resmini koydu. Şerif Hüseyin’in aşırı ilgisinin, İngilizler adına kendisi üzerinden ümmeti vesayet altına alma hamlesi olduğunu fark edince, Hicaz’dan ayrılan, bu süreçte açlık çeken, kitaplarını satmak zorunda kalan, Patras’taki zorunlu ikametinde Hristiyan mezarlığına gömülme endişesiyle ağlayıp Cenab-ı Hakk’a “Beni burdan çıkar Ya Rabbi” diye niyazda bulunan, yoksulluğunu izmar, izzetini izhar eden Şeyhü’l-İs55 Kudemâ Meclisi lâm’a atılan bu son iftira, umud ederiz ki bazı Müslümanların diyalog gibi fasid ameliyelerine mesnet teşkil etsin diye yapılmamıştır. İade-i İtibar İhanetin her nevisine misal olabilecek insanlara iade-i itibar yapıldı. Mustafa Sabri Efendi ise hâlâ maznunlar ve mahkumlar listesinde. Herşeye rağmen biz onu İFAM’da “muteber kullar, muzdarib alimler” listesinin üst tarafına yazdık. Hani eğer “Serahsî’nin yanında bana âlim denmesinden hayâ ediyorum” demeseydi, adını müctehit ve müceddit âlimler kadrosundan hemen sonra gelen “mütefekkir âlimler cemaati”nin en başına da yazardık . Sahte Kahramanlar Artık sahte kahramanlar çağının sonuna doğru geldik. Yakında yeniden İslâm çağı başlayacak. O zaman Şeyhü’l-İslâm’ın Allah Teâlâ’ya gönderdiği fakat tersi dönmüş ahmakların “papa’ya gönderilen mektup” diye haber yaptığı niyaz cümleleri karşılık bulacak. Kemalistlere mi yoksa milli mücadeleye mi karşı olduğu ortaya çıkacak.25 İşte o zaman, Onu süflî bir nazarla değerlendirip Milli mücadele muarızı olarak gösteren DİA da kendini tashihe mecbur kalacak.26 Müslüman Gençler yakın bir zamanda Şeyhü’l-İs25 26 el-Kavsî, a.g.e., s.117. DİA, Mustafa Sabri, XXXI. 56 Kudemâ Meclisi lâm adına muhteşem bir iade-i itibar merasimi yapacak. En önemli eseri “Mevkiful-Akl” başta olmak üzere bütün kitapları millet evlatlarının irfan dünyasına kazandırılacak. İzzetin ne olduğu, mütefekkirin fikrine nasıl sahip çıkacağı, açlığın âlimi niçin dilenci yapamayacağı onun şahsında yeniden anlatılacak. Ey Koca Şeyhü’l-İslâm! Hani, “Dinle Ey Mısır!” demiştin ya. Şimdi de, “Dinle Ey Anadolu, dinle Ey Âlem-i İslâm” de. Zira Anadolu seni dinlemeye hazırlanıyor. Söz de sizde, ilim de. Buyurunuz Efendim. *** 57 Kudemâ Meclisi REİSÜ’L-KURRA MEHMET RÜŞTÜ AŞIKKUTLU A llah Teâlâ “seçilmiş kulları”27 vasıtasıyla insanları İslâm’a davet etti, Cenneti gösterip müjdeledi, azabı hatırlatıp uyardı. Bu “seçilmiş kullar” silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed de , peygamber selefleri gibi insanların önüne geçip onlara Cennetin ufuklarını gösterdi. Yaşayan ve yaşayacak insanların gözlerine ve gönüllerine hitap eden bir “üsve-i hasene/en güzel örnek” olarak vazifesini kâmil manada îfâ etti. Allah Rasûlü’nün aydınlattığı ufku zaman zaman kara bulutlar kapladı. Fakat en “seçkin kul”un ümmetine dahil olma bahtiyarlığına eren “Kitab’ın vârisi bazı seçilmiş kullar”28, bu kara bulutlar arasından 27 28 Mukayeseli olarak bk. Sa’d: 47, Neml: 59. Fâtır: 32. 58 Kudemâ Meclisi Cennete uzanan yolda gerektiğinde canları ve malları pahasına birer kandil oldular. Ebû Hanife, Malik, Şafî ve Ahmed b. Hanbel (rahimehumullah) gibi ilmiyle âmil imamlar, ilimleri yanında diğergam duruşlarıyla Hz. Peygamber’e vâris, bu ümmete selef olmanın gereğini yerine getirdiler; saf ve berrak haliyle İslâmî düşüncenin tabii mecrasında akıp gitmesine öncü oldular. Meşşâî ve Batınî hareketlerin zihinleri bulandırdığı bir zamanda mevcut ilmî ve fikrî problemleri çözerek İslâmî düşünceyi tasalluttan kurtaran İmam Gazzâlî de bu “seçilmiş kullar” kervanına katıldı. Bu durum, kendisine verilen “Huccetü’l-İslâm” payesiyle de tevsik edildi. Dinî değerlerin hayattan tecrit edilmeye çalışıldığı, bu çerçevede İslâmî ilimlerle meşgul olanların aşağılandığı bir devirde ise İmam-ı Rabbânî hazretleri zuhûr etti. O, “ortada sahipsiz kalan şu şer’î ilimlere sahip çıkın” çağrısı ile müslümanlar üzerinde o derece etkili oldu ki, İslâmî ilimleri tahsil etmeye yönelen nesiller, kısa zamanda ilimde yükselmekle kalmayıp kurulu düzenleri İslâm’a göre yeniden şekillendirmede de rehberlik görevi yaptılar. Kısaca, İslâm’a yönelen tehditler hangi noktalarda yoğunlaşmışsa Allah Teâlâ kendi izniyle hayırda yarışan “seçilmiş kullarını” bu tehditleri etkisiz hale getirip ortadan kaldıracak vasıflarla donattı, her birine farklı bir hizmet alanı nasip etti. Bilindiği gibi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden iti59 Kudemâ Meclisi baren İslâmî ilimlerin öğrenimi ve öğretimine karşı takınılan olumsuz tavır, zaman içinde Kur’an’ı öğrenme ve öğretme faaliyetlerine getirilen ciddî kısıtlamalarla o derece dayanılmaz bir hal aldı ki, baskıcı ve dayatmacı icraatlar, milleti çocuklarına Kur’an öğretebilmek için ahırları medrese olarak kullanmaya mecbur etti. “Allah” demenin neredeyse suç sayıldığı, Kur’an-ı Kerîm okutanların takiplerle, baskılarla hatta hapislerle yıldırılmak istendiği o zor zamanlarda, millet dinî eğitimden o derece yoksun kaldı ki, insanlar ölen bir yakınını defnedebilmek için “Subhaneke’yi” doğru-dürüst okuyabilecek imam bulamaz hale geldi. İşte böyle bir ortamda Allah Teâlâ, Of ’un Uğurlu (eski ismiyle Çıfaruksa) beldesinde Kur’an-ı Kerîm’i bütün kıraat vecihleriyle bilen, okuyan ve bu milletin nasibli çocuklarına da öğretip okutan bir âlim kulunu “Kur’an ve ilim hâdimi” seçti, yeniden umutların yeşermesine vesile kıldı. Kur’an hizmeti için seçilen bu ”nasipli” beldenin bir dağ köyü olması, Allah Rasûlü’ne ilk vahyin Hira dağında gelip İslâm nurunun bu dağdan dünyayı aydınlatmaya başlaması ile kıyas edildiğinde, yapılan hizmete farklı bir anlam kazandırmaktadır. İslâmî ilimlerde adeta bir fetretin yaşandığı bu dönemde Uğurlu, bir Kur’an-ı Kerîm eğitim-öğretim üssü oldu. Civar bölge ve beldelerden Mekke’ye/Medine’ye gelip İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrenenler gibi Anadolu’nun muh60 Kudemâ Meclisi telif yerlerinden yola çıkan Kur’an ve ilim aşığı talebeler de Of ’un yollarını tuttular, Uğurlu’ya koştular ve merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun rahle-i tedrisinde halka halka oldular, Kur’anî ilimleri tahsil ettiler. İlmî Nesebi Eğitimde asıl olan ilmin müşâfehe yoluyla yani alimlerden bizzat işitilerek alınmasıdır. Aksi takdirde ilim -belki bazı konularda bilgi sahibi olmalarına rağmen- “zarûriyyât-ı dîniyye”den habersiz, ilmî emanet ve ehliyetten yoksun insanların elinde oyuncak olur. Böylece yarım hoca diye tabir edilebilecek kimseler, insanların dimağlarına ilim diye cehaleti zerk ederler. Bu nedenle, tıpkı insanların nesepleriyle bilindiği ve neseplerin meşruiyeti nikâhla korunduğu gibi, ilimde de nesep sistemi vardır ve meşruiyeti “icâzet” ile kayıt altına alınır. Bir hocanın muciz (icâzet veren) olabilmesi için mücâz (icâzet almış) olması gerekir. Hele bu ilmin konusu Kur’an-ı Kerîm olursa icâzetin önemi daha da artar. Çünkü Kur’an, tilâvetiyle ibadet olunan “vahy-i metlüv” bir kitaptır ve anlamı bozulacak şekilde okunması ibadeti ifsat eder. Bu ise insanı, yaratılışının gereğini hakkıyla îfâ etmekten alıkoyar. Bu nedenle eski âlimlerimiz, “ َل ”تَأْ ُخ ْذ ال ُق ْرأ َن ِم َن امل ُْص َح ِفيِّ َني/ “Kur’an’ı kendiliğinden öğrenenlerden almayınız” buyurmuşlardır. 61 Kudemâ Meclisi Hâl tercemesi Üstad, 1901 yılında Of ’un Uğurlu Beldesinde dünyaya geldi. İlk tahsilini, 40 yıl dönemin Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bünyesinde öğretmen olarak hizmet veren babası Ahmet Cemaleddin Efendi’den yaptı. Hafızlığını köyünde yaptıktan sonra, Arapça ve İslâmî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü yine köyünde, yörenin meşhur âlimlerinden Çalık zâde Tahir Efendi (v.1924), Kâsımzâde Hasan Efendi ve İstanbul Dârulfünûn dersiâmlarından “Çalekli Hacı Dursun Efendi” diye bilinen Dursun Feyzi Güven’den (v.1977) yaptı. Vârisler arasında mal taksimini ve verâset intikalini konu edinen Ferâiz İlmi’ni Uğurlu’da otuz yıl müderrislik yapan Paçanlı Bakkal zâde İsmail Efendi’den öğrenip icâzet aldı. İmtihanla köyündeki Dâru’l-Hilâfe medresesinin dördüncü sınıfına kaydoldu. Altıncı sınıftayken Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birlikte medreseler lağvedilince, yarıda kalan tahsilini yukarıda mezkûr Dursun Efendi’den özel olarak Tefsîr, Hadis, Fıkıh, Akâid, Kelâm ve Meânî gibi dersleri okuyarak ikmal etti. Merhum Üstad 1930 yılında İstanbul’a giderek Sirozlu Hacı Hafız Ahmed Şükrü (v.1932) ve bu zatın “kesik bacaklı” lakabıyla tanınan yeğeni Hafız İsmail Hakkı Bayri (v.1972) ile Varnalı Hocazâde Hafız Ahmed Hamdi Hoca Efendilerden Aşere-Takrib ve Tayyibe ilimlerini okuyup icâzet aldı. 1932 yılında Of ’a, köyüne döndü ve Of müftülüğünün şifahi izni ile 62 Kudemâ Meclisi Kur’an tedrisatına başladı. Bu izin, 1936 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir belgeyle resmiyet kazandı. Bu belgeye dayanılarak açılan Kur’an kursunda talim, tashîh-i hurûf ve mehâric dersleri verdi, çok sayıda hâfız yetiştirdi. Bunlar arasında durumu müsait, istekli ve kabiliyetli olanlara Aşere-Takrib ve Tayyibe dersleri okuttu. Bununla da yetinmeyip Tefsîr, Hadis, Fıkıh, Akâid gibi “âlî” ilimler ile Sarf-Nahiv gibi âlet ilimlerine dair ders halkaları oluşturdu. Ayrıca, Ferâiz İlmi’ne derin vukufiyetinden dolayı bu alanda haklı bir şöhret kazandı. Bu durum, özellikle 1950’li yıllarda yapılan müftülük ve vâizlik sınavlarında Ferâiz konusunda çokça soru sorulması sebebiyle bu alanda vazife yapmak isteyen birçok adayın yine onun rahle-i tedrisinden geçmesine vesile oldu. Diğer taraftan merhum Üstad Aşıkkutlu on yıllarca Of ’ta vaaz ve irşad hizmetinde bulundu. 1941 yılında Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla atandığı Of vâizliği görevine 1976 yılında bu görevden emekliye ayrılmasına kadar devam etti. Merhum Aşıkkutlu, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1968 yılında Türkiye’de ilk defa açılan Aşere-Takrib ve Tayyibe İhtisas Kursu’nu kendi gayretleri ve köylüsünün katkılarıyla Uğurlu’da başarıyla gerçekleştirdi. 1974-1975 yıllarında Ankara’da, 1976-1979 yılları arasında İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde açılan benzer ihtisas kurslarında Aşere-Takrîb ve Tay63 Kudemâ Meclisi yibe dersleri okuttu. Ömrünün sonuna kadar İslâm ve Kur’an hizmetine devam etmeye azmeden Üstadımız, İstanbul-Haseki’deki Kırâat ihtisas kursunda yeni bir dönemin hazırlıkları ile meşgul iken 28 Ağustos 1980 Perşembe günü tedavi maksadıyla Trabzon’dan İstanbul’a götürülürken uçakta rahmet-i rahmana kavuştu. Allah rahmet eylesin. Merhum Aşıkkutlu, başta Kırâat ilmi olmak üzere okuttuğu gerek âlet ilimlerin gerekse âli ilimlerin icâzetini zamanının ehil hocalarından almış “mücâz” bir Üstad idi. Bu icâzet yetkisine dayanarak sayısı binlerle ifade edilen talebelerinden hak edenlere derecelerine göre kurs diploması veya icâzetnâme vermiştir. Özellikle Kur’an kırâatinde mahir olan bu diplomalı veya icâzetli talebeler, Kur’an okuma ve okutmada ciddî sıkıntı yaşandığı dönemde ve sonrasında tilâvetin hakkını vererek güzel Kur’an okuyan birer “fem-i muhsin” hocalar olarak ülkenin dört bir tarafında sessiz sedasız büyük hizmetler îfâ ettiler; Allah Rasûlün’den asrımıza kadar devam eden Kur’an kırâatini doğru bir şekilde hafızalara nakşederek günümüze taşıdılar. Cenab-ı Hakk “seçtiği kullarını Kitab’a (Kur’an’a) vâris kıldı.”29 Hayırda yarışan bu kullar, ömür boyu Kur’an’a nasıl daha iyi hizmet edebiliriz, mücadelesi içinde oldular. Bunu yaparken de bütün bir insanlığa Kur’an’ı öğretmekle memur kılınan Allah Rasûlü’nü kılavuz edindiler, O’nun talim ve terbiye usûlü neyi, 29 Fâtır: 32. 64 Kudemâ Meclisi nasıl gerektiriyorsa, onu benimseyip tatbik ettiler. Hz. Aişe’ye Efendimiz’in ahlâkı sorulduğunda, “Onun ahlâkı Kur’an’dı” buyurmuştu. Allah Teâlâ’nın Kur’an’a dolayısıyla da Sünnet’e vâris kıldığı o ulu hocaların ahlâkının da Kur’an’a uygun olması gerekirdi. Çünkü onlardan, Efendimiz’in siretinde “fenâ” olup ondaki güzel vasıflarda “bekâ” bulmaları beklenirdi. Merhum Aşıkkutlu hocamızın hayatına bakıldığında da, gerçekten onun Kur’an’la bütünleştiği ve Allah Teâlâ’nın Kur’an’a vâris kıldığı kullar arasında olmayı hakettiği görülmektedir. Burada merhum Aşıkkutlu’nun Allah Rasûlü’nün eğitici ve öğretici vasıflarıyla nasıl bütünleştiğini, bu bütünleşmenin neticesinde ne derece Hz. Peygamber’e vâris olmayı hakettiğini 1952 yılından 1960’a kadar yanında kalmış bir talebesi olan Kamil Şenocak Hoca Efendi ile ilgili bazı hatıralardan hareketle tespit etmeye çalışacağız. Talebeleriyle Münasebeti ve Onlar Üzerindeki Etkisi Malumdur ki, Efendimiz Suffe’deki ilim aşıklarını yakından takip eder, bazen akşam yemeklerinde onları Ashâb arasında dağıtır, geriye kalanları ise bizzat kendisi alıp evine götürürdü. Benzer bir durum Uğurlu’da da vardı. Çünkü Merhum Üstad’ın talebeyle münasebeti bu sünnete muvafıktı. Köyde yatakhanesi, yemekhanesi olan düzenli bir medrese yoktu. Zaten o yıllarda böyle bir medrese 65 Kudemâ Meclisi tesis etmeye ne şartlar ne de imkanlar müsaitti. Fakat bu durum öğrenciler için çok da önemli değildi. Çünkü Üstad’ın onlara karşı yakın alâkası, sıkıntılarıyla bizzat ilgilenmesi, uzaktan gelenlerin memleket hasretini onlarla şakalaşarak gidermesi öğrencilerin zor şartlarda rahat etmelerini temin ederdi. Üstad, okumaya gelen talebelere, barınmaları için öncelikle kendi evini açardı. Öğrenci sayısı fazla olduğundan ev yeterli olmaz, gelenlerin önemli bir kısmı köydeki boş ev ve odalarda veya durumu müsait olan ailelerin yanlarında kalırdı. Üstad imkanı nisbetinde buralardaki talebelerin iaşe ve ibatesine bizzat yardımcı olurdu. Evinde ekmek ve yemek pişirir, talebeye meccanen ikram ederdi. 1940’lı yıllarda yaşanan kıtlık döneminde, ekmek yapmak için un bulmak güç hale gelince millet, mısırı koçanı ile birlikte öğütür öyle ekmek yapardı. Üstad bu zor şartlar altında bile ekmeğini talebeleriyle paylaşmaktan kaçınmazdı. Kıtlık zamanında bir gün bir talebe medreseye bir kilometre kadar uzaklıkta bulunan Hoca Efendi’nin evine ekmek almak için gider. Ekmeği alıp evden çıkarken mahalle sakinlerinden birisi kapıdan içeri girer ve Hoca Efendi’ye, “Hoca Efendi! Kendi köyünün çocukları aç dururken bu ekmeği öğrencilere nasıl verirsin” der. Bunun üzerine Hoca Efendi, hanımı Ayşe Anne’ye çuvalda kalan unu gelen kişiye vermesini söyler. Fakat hanımı, kıtlık sebebiyle bu 66 Kudemâ Meclisi emri yerine getirmede isteksiz davranır. Hoca Efendi ikinci defa çuvaldaki unu vermesini söyler. Bunun üzerine Ayşe Anne Hoca Efendi’nin talebini yerine getirir. Köylü aldığı unla evden ayrılmamıştı ki, kapıdan içeriye elinde zarf olan birisi girer. Hoca Efendi zarfı açar bakar ki, köye bir saat kadar mesafedeki Taşhanpazarı nahiyesinden bir esnaf, şu notu göndermiştir: “Hoca Efendi, Bafra’dan zat-ı âlînize bir çuval un geldi. Yed-i emin birisini gönderin de çuvalı gelsin alsın.” Hoca Efendi bu kez hanımına döner ve “Eğer o unu verirken zorlanmasaydın, belki de iki çuval un gelecekti” der. Allah Teâlâ, merhum hocamızın Kur’an’a hizmetteki ihlâs ve samimiyeti sebebiyle Of ’un dağında ilim tahsil eden talebeleri yemeksiz, ekmeksiz bırakmadı. Zor şartlarda Kur’an okuyanları koruyup, muhtaç oldukları aşı-ekmeği çeşitli vesilelerle onlara ihsan etti. Üstad’ın öğrencileri, ondan gördükleri bu sıcak ilgi ve alakadan dolayı, olumsuz bir durum sebebiyle huzuruna çıkmaktan büyük hicap duyar ve şiddetle kaçınırdı. Öyle ki, oyun oynarken bile onunla karşı karşıya gelmeyi mahcubiyet sebebi sayar, bu nedenle oyun mahalline onun gelişini haber vermek üzere nöbetçi dikerlerdi. O ise, öğrencilerin yaşları veya öğrencilik gereği yaptıkları hata ve yaramazlıkları anlayışla karşılardı. Bununla birlikte talebeler içinde zaman zaman çok tembellik yapıp dersini ihmal eden veya ciddî yaramazlıklar yapanları ikaz ederdi. Uyarılan öğrenciler 67 Kudemâ Meclisi aynı şeyleri tekrar yapınca yine ikazda bulunur, bütün bunlara rağmen talebe tembellik ve yaramazlıkta ısrar ederse, asla onu dövmez, fakat ona, “Sen memleketine dön; sana bu kadar okumak yeter. Ailenin işlerine yardım edersin veya baban seni başka bir mesleğe versin. Senin yerine de başka bir öğrenci alalım” derdi. Mecbur edildiğinde ise sözlü hafif azarlamalarla yetinirdi. Bu tür ikazlar öğrenci için dayaktan çok daha tesirli olurdu. Öğrenciyi geri gönderirken dahi ona lütufkâr davranır; böylece onun içinde, hocasının şahsında bütün hocalara, dolayısıyla da dine karşı oluşabilecek muhtemel kin ve nefretin önüne geçerdi. Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve Anlaşılmasına Verdiği Önem Üstad dersle ilgilenirken adeta dünyadan kopar, bütün dikkatini ilme verirdi. Gün boyu okutmakla meşgul olduğu Kur’an, gece rüyalarına da girerdi. Bazen onunla aynı odayı paylaşan Kamil Hoca Efendi, Üstad’ın Kur’an’la olan münasebetine dair şu hatırasını anlatır: “Hocamız gündüz talim üzere okuttuğu ayetleri bazen rüyasında derste olduğu gibi okurdu. Mesela bir gece rüyasında ‘Hicr Sûresi’nden on beş ayet tilâvet etmişti. Sabah olunca kendisine ‘Hocam! Gece falanca sûreyi okuyordunuz’ dediğimde, mütevazi bir şekilde ‘İnsan gündüz ne ile meşgul olursa, gece rüyasında da onunla uğraşır’ demişti.” İlginçtir ki, merhum Aşıkkutlu’nun bu rüyada oku68 Kudemâ Meclisi duğu sahifedeki bir ayette, Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”30 Kur’an’ın 114 sûresi içinden Hicr sûresinin 9. ayetinin okunmasının herhalde bir anlamı vardı. Adeta Üstad rüyadaki bu tilavetiyle, “acaba bu sıkıntılı günler aşılır mı?” diyen talebelerine, Kur’an’ın Allah’ın koruması altında olduğunu ve ezelden ebede kadar korunaklı muhkem bir kale gibi ayakta kalacağını ve sığınanları dalâletten koruyacağını haykırıyordu. Üstad, Kur’an-ı Kerîm’in doğru okunmasına olduğu gibi, anlaşılmasına da ziyadesiyle önem verirdi. Aşere-Takrib ve Tayyibe tedrisinin yanı sıra, diğer İslâmî dersleri de okuturdu. Kur’an’ı okuyup anlama konusunda derin bir vukûfiyete sahipti. İmam-Hatiplik görevini yürüttüğü Uğurlu Merkez Camii’nde, adeti olduğu üzere Cuma günleri Cuma namazından önce hafızlara aşr-ı şerîfler okutur, en son okuyan talebenin tilavet ettiği ayetleri hiçbir esere bakmadan tefsîr eder, onlardan hareketle cemaate va’z-u nasihatte bulunurdu. Bir hac yolculuğunda Mekke’de şöyle bir hadise vuku bulur: Hoca Efendi, talebeleri Kamil Şenocak ve Mustafa Kılıç Hocalarla birlikte, “İthâf ” adlı Kıraât kitabı’nı almak için bir kitapçıya girer. Kitapçıya hangi amaçla geldiklerini söylediklerinde adam şöyle der: “Aradığınız kitap bizde mevcuttur; fiyatı ise 50 30 Hicr: 9. 69 Kudemâ Meclisi riyaldir. Yalnız siz Türkler’e hayret ettiğimi bildirmek isterim. Gelen-giden kırâat kitabı soruyor. Kur’an’ın tilâvetiyle uğraştığınız kadar niçin tefsîriyle meşgul olmuyorsunuz?” Hoca Efendi gayet vakur bir şekilde: - Efendim! Biz tefsîr de okuruz. - O halde açacağım bir sahifeyi tefsîr edin de göreyim. Hem tefsîr etmede muvaffak olursanız kitapları size 30 riyalden vereceğim. - Peki, aç bakalım. Dükkan sahibinin açtığı yer Âl-i İmrân Sûresi’nin ikinci sahifesidir. Muhterem Üstad “İnnellezîne keferû len tuğniye anhum…”31 diye başlayan sahifeyi okuyup ortasına kadar tefsîr eder. Hem öyle ki, tefsîr ettiği her kelimede birkaç mesele izah eder. Şaşkınlığını gizleyemeyen kitapçı: “Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Üçünüzün kitaplarını da otuzar riyale indirdim. Fakat yanınızdaki talebeleriniz de tefsîr edebilirlerse fiyatı daha da indireceğim” der. Bunun üzerine Kamil Efendi, “zuyyine linnâsi…” diye başlayan ayeti tefsîr eder. Kitapçı, fiyatı 20 riyale indirir. Mustafa Efendi de son ayeti izah edince adam kitapları 10 riyale düşürür. Böylece Hoca Efendi ve talebeleri kitapları onar riyal ödeyerek satın alırlar. Sabır ve Tahammülü Merhum Üstad, sakin ve sabırlı bir mizaca sahip31 Âl-i İmrân: 10-15. 70 Kudemâ Meclisi ti. Öğrencilere karşı gösterdiği sabır ve tahammülü başkalarından da esirgemezdi. Ders esnasında yanına gelip oturan, hatta bazen yatan köylülere hoşgörü ile muamele eder, onların olur olmaz, yerli yersiz itirazlarına kızmadan, sabırla karşılık verirdi. Üstad, kitap bitirme esasına dayalı olan medrese usûlüne göre ders verir, malum kitapları sırasına göre okuturdu. Bir gün, bu eserler arasında önemli bir yere sahip olan Birgivî’nin İzhar isimli nahiv kitabından “Zeydun kâimun/Zeyd ayaktadır” örnek cümlesi çerçevesinde mübteda ve haber bahsini anlatırken, zaman zaman yanında oturan ve bu örneği ezberleyen bir köylü, “Yahu hocam, bu Zeyd hep ayakta mı durur, hiç oturmaz mı?” deyince, merhum Üstad, “Evet efendi; bizim Zeyd bu meselede hep ayakta durarak vazife görür” der.32 Yine merhum Hoca Efendi, Haseki’de Kırâat dersi okuttuğu yıllarda bir gün İsmailağa Camii’ne, talebesi Muhterem Mahmud Efendi’yi ziyarete gider. Şadırvanda rastladığı bir derviş, Hoca Efendi’ye, sakalın fazileti ve nasıl olması gerektiğinden bahseder, sakalının kısa olması hasebiyle de onu azarlar. Hoca Efendi bu cahil dervişe kızmak şöyle dursun onu tasdik eder mahiyette, “Efendi doğru söylüyorsun, sakal dediğin gibi olmalıdır” der. Sonra bu derviş camiye girer ve Muhterem Mahmud Efendi’nin ders halkasına oturur. Erbabına malumdur ki, bir mesele anlatılırken verilen örnekler genelde aynı ya da birbirine yakın olur ki, bu örnekler kolay ezberlensin, böylece anlatılan mesele rahat anlaşılsın. 32 71 Kudemâ Meclisi Bir müddet sonra merhum Üstadın geldiği Mahmud Efendi’ye haber verilir, hemen ayağa kalkar, büyük bir hürmetle hocasını karşılar, elini öper ve oturduğu yeri ona takdim eder. Bu duruma hayretle şahit olan derviş, Mahmud Efendi’nin karşıladığı, elini öpüp yer verdiği kişinin şadırvanda azarladığı şahıs olduğunu anlayınca utancından ne yapacağını bilemez. Namazdan sonra Hoca Efendi’nin yanına yaklaşır, elini öper ve kendisini affetmesini istirham eder. Merhum Üstad bir baba şefkatiyle, “Efendi, söyledikleriniz doğru idi; sakalım uzun olsa daha iyi olurdu” diye mukabelede bulur. Hakkında Talebelerinin Şehadeti Merhum Üstad, Peygamber ahlâkını hayatına hakim kılan bir ilim adamıydı. Ömrü boyunca, zor şartlar altında yılmadan, yıkılmadan Kur’an-ı Kerîm hizmetine devam etti; Allah Teâlâ’nın kitabına vâris oldu ve vâris olacak binlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerin her biri, onun nasıl bir alim olduğunun şahididir. Onların hizmet ve himmeti Üstadın kadr-ü kıymetine ve manevi makamına işaret etmektedir. Onun İslâm ve Kur’an uğruna yaptığı hizmetlerin önemine dikkat çeken muhterem Mahmud Efendi, hakkında şunları söylemektedir: “Biz ona öğrenci olmakla şereflendiğimizde hafızdık, ama Kur’an-ı Kerîm nasıl okunur, doğru dürüst bilmiyorduk. O yetişinceye kadar birçok hafız, “ve in yesteğîsû yuğâsû”yü “ve 72 Kudemâ Meclisi in yesteğîşû yuğâşû” diye, yani “peltek se” harfini “şin” olarak okurdu. Hafızlar, Kur’an-ı Kerîm’i bihakkın doğru okumayı ondan öğrendi. Onun üzerimizde büyük emeği vardır.” Muhterem Mahmud Efendi devamla şöyle demektedir: “Vefatından sonra bir gece onu rüyamda gördüm, başında büyük bir sarık, üzerinde Osmanlı cübbesi vardı. Bu durum beni ziyadesiyle memnun etmişti. Merhum Hocam, bu kıyafetiyle alakalı olarak, “Kur’an-ı Kerîm’e yaptığımız hizmetten dolayı Allah Teâlâ Ahirette de bize bu sarığı hediye etti. ‘Burada sarıkla dolaşacaksın, kimse karışamaz’ buyurdu” dedi. Bir Müşâhade Üstad’la altı defa hacca giden Kamil Efendi, hacıların hizmeti dışında kalan zamanlarda Üstad’la birlikte olmaya gayret ederdi. Böyle bir esnada Üstad, Kamil Efendi’ye beraber tavaf etmek istediğini söyler. Tavaf mahalline inerler ve birlikte tavaf ederler. Üstad’ın bir kolunda rahatsızlık olduğundan dolayı tek başına Haceru’l-Esved’e gitmekte güçlük çeker, bir talebesi ile birlikte orayı ziyaret ederdi. Kamil Efendi Haceru’l-Esved’e doğru Üstad’a yol açmak isterken bir de ne görsün, Haceru’l-Esved’e üç-dört metre kala önleri açılmış, diğer taraflarda ise izdiham devam etmektedir. Üstad yaklaşıp Haceru’l-Esved’i öper, ardından tekrar bölge eski kalabalık haline döner.33 Benzer durum, başka talebeleri tarafından da müşahede edilmiştir. 33 73 Kudemâ Meclisi Vefatı Üstad, 1980 yılının 28 Ağustos Perşembe günü Hakk’a yürüdüğünde, geride Ehl-i Kur’an ve ilim sahibi binlerce talebe bırakmıştı. 31 Ağustos Pazar günü Of/Uğurlu’daki cenaze merasimine eski başbakanlardan muhterem Necmeddin Erbakan gibi dönemin önemli bazı siyasetçileri de dahil olmak üzere, Türkiye’nin her yanından akın eden on binlerce kişi iştirak etti. Cenaze namazını talebesi muhterem Mahmud Efendi kıldırdı. Cenazesi yarım asır civarında görev yaptığı Uğurlu Merkez/Büyük Camii avlusuna defnedildi. Allah Teâlâ kabrini Kur’an’ın nuruyla pürnûr, mekânını Cennet, makamını âlî eylesin. Âmin.34 *** Yazıya katkıda bulunan Merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun yeğeni Emin Aşıkkutlu Bey’e teşekkür ederiz. 34 74 Kudemâ Meclisi OSMANLI OLMAKLA İFTİHAR EDEN ŞAMLI ALLÂME: MUHAMMED SAİD TANTÂVÎ35 İ lim, insanı dünyadan tecrit eder. Bu yüzden ulemânın hayatında yemek ve uyumak gibi fıtrî ihtiyâçlar dahi asgari düzeydedir. “Geldim, geliyorum” derken bazen bir iki öğün geçer, sofralar kurulur, kaldırılır; fakat onların mütalaaları bitmez. Ulemânın kitaplarla olan münasebetine tanık olanlar, Ebû Yûsuf ’un ölen çocuğunun tekfin ve tecDers aralarında zaman zaman Tantâvî ile alakalı hatıra ve gözlemlerini öğrencilerine aktaran, özel olarak müracaat ettiğimde ise Hoca ile alakalı mesmuatımı tevsik eden muhterem hocam 35 Mehmet Savaş’a ve uzun bir zaman Tantâvî ile aynı odada birlikte çalışan, bu süre zarfında Hoca’ya dair çok sayıda hatıraya muttali olan, bunları bizimle paylaşırken de son derece cömert davranan, yeni dökümanlara ve ilim adamlarına ulaşmamıza yardımcı olan muhterem Dr. Necati Öztürk Bey’e teşekkürü, ifası gerekli bir vazife addederim. 75 Kudemâ Meclisi hiz işlerini komşu ve akrabaya havale edip derse gitmesini36 yadırgamadıkları gibi anlamsız da bulmazlar. Az yemek, az konuşmak, az uyumak sûfinin olduğu gibi alimin de şiarıdır. Az yemekle iktifa etmek kolaydır, çünkü sofradan kalkınca yemekle irtibat kesilir. Fakat uyku öyle değildir. Siz ayrılsanız da, o sizi bırakmaz. Bazen dakikada bir gözlerinizi yoklar. Bu yüzden âdâb kitaplarında talebelere uykunun giderilmesi ile alakalı bir dizi tavsiyelerde bulunulur.37 Yemeği ve uykuyu azaltarak kazandıkları zamanı ilmin hanesine ekleyen alimler, insanlarla konuşma noktasında da titiz davranmış, saniyelerin dahi hesabını yapmışlardır. Amir b. Abdi Kays, kendisi ile sohbet etmek isteyen kişiye “Seninle ancak güneşi dönmekten alıkor, zamanı da durdurursan konuşurum” demiştir. Yitirdiği yavrusundan başka çocuğu olmayan annenin evladını araması gibi ilmi arzulayan, bulduğunda da bütün uzuvları ile ona kulak kesilen ulemâ, en sadık dost olarak kitapları görmüştür. Ahmed b. Yahyâ eş-Şeybânî (v.291) misafirlikte dahi yanından ayırmadığı kitaplarını sokakta mutalaa ederken bir atla çarpışmış, yaralı halde kaldırıldığı evinde bir gün Abdulfettah Ebû Ğudde, Kıymetu’z-Zamân, Beyrût, 2002, s.31. Bunların en etkilileri şunlardır: Kapalı mekandan açık alana çıkmak, bir odadan diğerine geçmek, soğuk su ile duş almak, bir şeyler içmek ya da yemek, arkadaşlarla sohbet etmek, yüksek sesle Kur’an-ı Kerîm tilavet etmek, oturuş şeklini değiştirmek, şiir okumak, okunan kitabı ya da mevzuyu değiştirmek. 36 37 76 Kudemâ Meclisi sonra vefat etmiştir. Ölüm döşeğinde dahi öğrencileri ile ilgilenen, gündüzlerini ilme, gecelerini ise ibadete ayıran ulemâ, az zamanda uzun mesafeler kat etmiştir. 39 yaşında vefat eden Leknevî geride 110’dan fazla eser bırakmıştır.38 Zamanını, tüccarın veresiye sattığı malın ücretini kıymetlendirmesinden daha titiz kullanan ve bu yüzden kısa zamanda çok sayıda eser telif eden ulemânın başarısı zaman mefhumuna yüklediği anlamda mündemiçtir. Onların gündüzünde ders ve mütalaa, gecelerinde ise telif ve ibadet vardır. “Lisân-ı hâlin lisân-ı kâlden entak” olduğuna inanan, bu yüzden sözleri yerine yaşantılarıyla fakih ya da müfessir olan ulemâ, İslâm toplumu için ciddi bir kazanım olmuştur. Halen Mekke’de ikamet eden Said Tantâvî bu nevi kazanımların en önemlilerindendir. Hayatı Eskiler “ilmin başı zor, sonu tatlıdır” derler. Fakat kimi alimler için bu istisnadır. Hicri 1347 yılında Şam’da dünyaya gelen Said Tantâvî hayatın her iki ucunda da zoru yaşayan istisna şahsiyetlerdendir. 80 yıllık yaşamının başlangıcı ile sonu arasında gözle görülür bir fark yoktur. Üç yaşında annesini kaybeden Tantâvî, çocukluk ve yetişkinlik devresini zor şartlar altında ağabeyi Ali Ebû Ğudde, Kıymetu’z-Zamân, Beyrût, s.82. Daha sonra basılan eserleriyle bu sayı 120 olmuştur. 38 77 Kudemâ Meclisi Tantâvî’nin yanında geçirir.39 Hayatını okumaya adayan Tantâvî gündüzün olduğu gibi gecenin de önemli bir bölümünü mütalaa ve ibadete hasreder.40 Bir çok şehirde öğrenci, araştırmacı ve hoca olarak bulunan Tantâvî ahir ömründe Mekke’ye yerleşir. Zekası Zeka ve hafızasının gücü ile dikkat çeken Tantâvî okuduğu hemen her kitabı ezberler. Henüz 16 yaşında iken hafızasında 20 binin üzerinde beyit vardır.41 Tantâvî ailesi biri kız olmak üzere beş kardeştir. Erkek kardeşlerin isimleri şu şekildedir: Ali, Naci, Muhammed, Abdulgani ve Said Tantâvî’dir. 40 Mütalaa esnasında kendisini yoklayan uykuya direnebilmek için kısa aralıklarla ağabeyinin evinin bahçesindeki havuzda duş alır. 41 Tanışınca adınızı söylüyorsunuz, yıllar sonra karşılaştığınızda hiçbir şey söylemeden adınızı ve nereli olduğunuzu hatırlıyor. Misafirlerinin adlarını oturdukları yerle birlikte ezberliyor. Meclis süresi içerisinde konuklarından birisi yer değiştirirse isimleri tadat ederken “Yahya nerede, Yahya! Senin yerin şurası değil mi?” diye ikaz ediyor Bir ikindi sonrası Fakih Mescidi’nde karşılaştığımızda aslen Of’lu, ikameten de Samsun’lu olduğumu söylediğimde Samsun ve Trabzon’da yetişen ürünleri tek tek saydı İki ay sonra Fakih Mescidi’nde tekrar karşılaştığımızda Hocaya hayatı ile alakalı bir yazı kaleme almayı düşündüğümü söyleyince “benim değil alimlerin hayatını yaz” dedi. Siz de alimsiniz dediğimde O yine “alimlerin hayatını yaz” diyerek önceki cevabını tekrar etti. “Peki ya siz alim değilseniz alim kimdir?” dediğimde, “iyiler gitti, en hayırlılar toprağın altında” manasına gelen bir şiir okudu. Bir hafta kadar sonra Hoca’yı tekrar ziyaret ettim. Uzun uzun Osman’lı Devleti’nden bahsetti. Nureddin Mahmud Zengi zamanında iki Hrısitiyan’ın Efendimiz’e karşı yürüttükleri komployu anlattı. Ko39 78 Kudemâ Meclisi Tantâvî’nin zekası ve hadiseler karşısındaki sürat-i intikali kısa zamanda keşfedilir ve lise yıllarında hocalarının fevkalade alakasına mazhar olur. Okuduğu ve duyduğu bir metni bir daha unutmamak üzere hafızasına kaydetmesi bu alakanın artmasında etkili olur. Şu hadise onun bir lise talebesi iken sahip olduğu tahlil ve terkip cehdini gözler önüne sermektedir: Şam Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenleri öğrencilere ‘yaptığı işin sonunu düşünmeyen bir gün pişman olur’ cümlesi etrafında bir deneme yazmalarını söylerler. Kağıtlar dağıtılır, denemeler telif edilir, daha sonra değerlendirilmek üzere geri toplanır. Kağıtlar arasında bir tane vardır ki hocalar onun hakkında ihtilâf ederler. -Öğrencinin isminin yazılı olduğu bölüm kapalı olduğundan tartışılan yazının kime ait olduğu tartışma esnasında bilinmemektedir-. Tantâvî tartışmaya sebep olan yazısında Taberî Tarihi’nde geçen Haccâc ile ilgili bir hikayeyi konu edinir. Taberî’nin rivayetine göre Haccâc düşünmeden atadığı bir yetkiliden dolayı daha sonra pişmanlık duymuştur. Denemeye müsbet ve menfi not verme noktasında öğretmenler ikiye ayrılır. Bir grup, öğrencinin son derece donanımlı olduğunu mevzuyu yerinde bir örnekle detaylandırdığını savunurken diğer grup, bu tarz bir cevabın edebe aykırı olduğunu iddia eder. Lisede edebiyat öğretmenliği yapan ve aynı zanuşma arasında kendisi ile alakalı yazıyı kaleme aldığımı söyledim; tebessüm etti. 79 Kudemâ Meclisi manda da Tantâvî’nin dayısı olan Sa’dul Afgânî akşam eve döner ve övgü ile söz konusu kağıttan bahseder. Afgânî bunları söylerken diğer kağıtlara göre sıradışı olan bu eserin yeğeni Tantâvî’ye ait olduğundan henüz habersizdir. Tantâvî lise yıllarında “Kudema” kitaplarını okuyan, yaşıyla olmasa da müktesebatıyla “şeyh” olmaya namzet bir talib-i ilimdi. Hayatının erken yıllarında zekasının parlaklığı ile temayüz eden Tantâvî, yakın dönem ilim ve fikir adamları tarafından da dikkatle izlenmiştir. Nitekim ağabeyi Ali Tantâvî ölümünden kısa bir süre önce Mekke’deki evinde ağırladığı Mahmud Mîra, Hatîb el-Accâc, Ebû Ğudde ve Edip Salih gibi ilim heyetinin huzurunda kardeşinin kendisinden daha alim olduğunu itiraf etmiştir. Davette ağabey bir beyit okumuş, kardeş Tantâvî ise o beytin öncesini sonrasını ve benzerlerini söyleyerek haziruna bir edebiyat ziyafeti sunmuştur. Onun bu haline tanıklık eden Ali Tantâvî “annem vefat ettiğinde Said küçüktü, ‘anne, anne’ diye ağlar, yüreğimi yakardı. Sonra yetişti, ilim adamı oldu, şimdi ise bizi geride bıraktı” demiştir. Tantâvî ile yapılan sohbetlerde O’nun edebî derinliğini görmek hiç de zor değildir. Konuştuğu bir konu ya da cevapladığı bir soru ile alakalı onlarca beyit okuyabilen Tantâvî, muhataplarına “sonu ‘h’ ya da ‘b’ harfi ile biten bir şiir oku” diyerek onları da edebiyat meclisine dahil eder. 80 Kudemâ Meclisi İlmî Yönü Tantâvî lisans eğitimini kimya alanında yaptı fakat Suriye’de çok sayıda alimden İslâmî İlimler alanında özel dersler aldı. Sabah ve yatsı namazları sonrasında meşhur alimler etrafında kurulan halkalara devam etti. Gençlik yıllarında “Kudurî” ve “Vikâye” gibi metin kitaplarını ezberledi. Hoca’nın kimyacı olması fakih ya da müverrih olmasına engel olmadı. Öğrencileriyle ders arkadaşlığı yaptı. Lise yıllarında öğrencisi olan Üstad Mehmed Savaş’la birlikte, Abdulvahhab el-Hafız’ın derslerine katıldı, birlikte Nûru’l-İzâh’ın şerhi Merâki’l-Felâh’ı okudu. İslâmî ilimlerin hemen tamamında behresi olan Tantâvî, matbu eserlere olduğu gibi mahtûtâta da vakıf bir alımdır. Yakın dostu Necati Öztürk Hoca’nın tesbitine göre kendisine bir mesele sorulduğunda cild ve sayfa numarasına varıncaya kadar onun kitaplardaki yerini söyleyebilmektedir. Şu anekdot Hoca’nın birikimini müşahhas bir mikyasta ortaya koymaktadır. Bediuzzaman Said Nursi’nin (rahimehullah) eserleri Arapça’ya tercüme edilirken mütercim, risalelerde şairi tasrih edilmeyen beyitlerin bir kısmının kime ait olduklarını tesbit edemez. Konu ile alakalı uzman bir isim araştırılırken Tantâvî’ye ulaşılır. Şeyh, hiçbir esere bakmadan söz konusu beyitlerin kimlere ait olduklarını söyler. 81 Kudemâ Meclisi Tantâvî, misafirlerine Said Nursi’nin kim olduğunu sorduğunda “Fîruzâbâdi’nin Kâmûsu’l-Muhît’ini ‘sin’ maddesine kadar ezberleyen bir ilim adamı” cevabını alır. Bediuzzaman’ın üstünlüğünü Kamus örneği ile anlatan muhataplarına Tantâvî şöyle der: “Ben de ez-Zebîdî’nin Tâcu’l-’Arûs’unu ezberlemiştim.”42 Hoca, teracim alanında da eşine az rastlanır bir derinliğe sahiptir. Nitekim sohbet esnasında adı geçen her ilim adamının yaşadığı şehri, hocalarını, eserlerini, ne zaman doğup, ne zaman vefat ettiğini, zamanındaki olayları ayrıntısına kadar anlatabilmektedir. Fakih, muhaddis, müfessir ya da mütekellim vasfıyla onu dinleyen herkes söylediklerinden müstağni olmadıklarını yakinen idrak ederler. Eğitimciliği Tantâvî müktesebatını öğrencileri ile paylaşma noktasında da fevkalade başarılıdır. Üstad Mehmet Savaş’ın anlattığına göre, Şam’da ki İmam Hatip Lisesi’nde öğrenciler tarafından en fazla takdir edilen Hoca, Tantâvî idi. Hoca’ya öğrencilerin ayrı bir ilgisi vardı. Okulun en başarılı öğretmeni O kabul edilir, her ders ile alakalı müşkil sorular O’na sorulurdu. Masasına oturmadan ders anlatır, talebelerin seviyeleSöz konusu lügatın farklı baskıları vardır. Dâru’l-Fikr’den çıkan nüshası 20 cilttir. Bk. ez-Zebîdî, Tâcu’l-’Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 2005, I, XX. Bu ifade, Bediuzzaman Hazretleri 42 için bir noksanlık vesilesi olamayacağı gibi, Tantâvî adına da kesinlikle bir üstünlük göstergesi kabul edilemez. 82 Kudemâ Meclisi rini dikkate alarak konuşurdu. Hoca geliştirdiği eğitim nazariyeleri ile bir çok İslâm ülkesindeki okulların kurulması ve müfredatlarının hazırlanmasında aktif olarak görev almıştır. Özellikle Rus işgalinden sonra mücahitler tarafından kurulan Afgan Devleti’nin açtığı okullara fikirleriyle ciddi anlamda katkıda bulunmuştur. Kıyafe İlminin Son Temsilcisi Tantâvî İslâm toplumunda önemli bir yere sahip olan Kıyafe ilminin son temsilcilerindendir. Şeyh, insanların vücut yapılarından hareketle karakterlerinin okunmasına ve neseplerinin tesbit edilmesine yardımcı olan bu ilim dalında oldukça mahirdir. O bunun da ötesinde karşılaştığı bazı kişilerin yüzlerinden nereli olduklarını tespit edebilmektedir. Necati Hoca’nın naklettiğine göre ilk defa karşılaştığı bir Konyalı’ya “yüzün Mevlânâ Celaleddin’in diyarından geldiğini söylüyor” demiştir. Özel Hayatı Tantâvî, ilmi evliliğe tercih eden “اَلْ ُعل ََم ُء ال ُع َّزاب/bekar alimler” zümresindendir. İmam-ı âzam Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ’a yaptığı vasiyyetinde, önce ilim talep etmesini, sonra helal yoldan mal kazanmasını, bunlar gerçekleştikten sonra evlenmesini telkin etmiştir.43 Zira aksi bir sıralama kişinin ilim öğrenmesine en43 İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Beyrût, 1999, s.380. 83 Kudemâ Meclisi gel olur. Nitekim Bişr el-Hafî “ضاَ َع ال ِعلْ ُم بَ ْ َي أَفْخَا ِذ ال ِّن َسا ِء/ilim kadınların baldırları arasında yok oldu” demektedir.44 Üstad Mehmet Savaş, Tantâvî’nin bekarlığı ile alakalı şöyle demektedir: “Mizacı, mizacına uygun bir eş bulamadığından evlenip kimseye eza vermek istememiştir.” Hoca’nın yakın çevresi onu evlendirebilmek için zaman zaman teşebbüslerde bulunmuş; fakat hepsi neticesiz kalmıştır. Necati Hoca konu ile alakalı şunları söylemektedir: “Hoca’nın eş seçimi ile alakalı özel şartları vardı; yerde yatacak, yerde yemek yiyecek, dışarda çalışmayacak gibi. Bir defasında O’nun bütün şartlarını kabul eden bir hanım bulundu. Fakat üniversite mezunu olduğu öğrenilince Hoca vazgeçti.”45 Müstakim Duruşu Tantâvî, Mekke’de mütevazi bir evde gösterişten uzak bir hayat yaşamaktadır. Mutfak dahil üç odası olan evinde buz dolabı, masa, klima, pervane, yer minderleri, kitaplar ve boş şişelerden başka kayda değer bir şey gördüğümü hatırlamıyorum. Yaşlılık ve hastalıktan dolayı oturup kalkması hayli güç olmasına rağmen evinde ağırladığı misafirlerine bizzat kendisi hizmet etmektedir. İlk ziyaretimizde 9 Abdülfettah Ebû Ğudde, el-Ulemâu’l-‘Uzzâb, Beyrût, 1999, s.26. 45 Esas olan Müslüman bir erkeğin saliha bir kadınla evlenmesidir. Elbette üniversite mezunu bir kadın da saliha olabilir. Fakat bu Hoca’ya ait bir tercihtir. 44 84 Kudemâ Meclisi kişiden oluşan grubumuza ayrı ayrı dondurma kaseleri ikram etmesi, kalabalık misafirler için önceden hazırlıklı olduğunu göstermektedir. Hoca, modern zamanda Hacc’a yürüyerek giden eşine az rastlanır Müslümanlardandır. Taif ’ten Arafat’a defalarca yaya olarak gitmiştir. Necati Hoca’nın naklettiğine göre 1985 yılının Ağustos ayına tekabül eden hacc mevsiminde güneş çarpmasından dolayı ağır bir şekilde rahatsızlanmış, hastaneye kaldırılarak buz tedavisine tabi tutulmuştur. Bu durum Tantâvî’yi azimet telakkisinden vazgeçirememiştir. Zor yürümesine, oturunca kalkmakta güçlük çekmesine rağmen, cemaatle namaz devam etmekte, günde beş defa eviyle “Fakih Mescidi” arasındaki 500 metrelik mesafeyi kat etmekte ve nafile namazları dahi ayakta kılmaktadır. Tantâvî yaklaşık 60 yıldır tuttuğu “Sıyam-ı Davûd” orucuna hala devam etmektedir. Tantâvî, imam olmaktan ziyade cemaat olmayı tercih etmektedir. Hindistan ziyaretinde garda tren beklerken yöre halkı vakit namazını kıldırması için ona ısrar eder, ısrarları kıramayan Tantâvî, imameti kabul eder, namazın ilk rekatında Bakara Sûresi’ni okur. Selam verdiğinde trenin hayli zaman önce gara girip çıktığı öğrenilir. Tantâvî, Hanefi imamın arkasında namaz kılmaya özen gösterir, bunun için bazen yarım saatlik bir mesafeyi kat etmeyi göze alır. 85 Kudemâ Meclisi Tantâvî’nin evinde televizyon olmadığı gibi, konuk olduğu yerlerde de televizyona mesafeli durur. Gözlerinden ameliyat olmak için gittiği hastanedeki odasından televizyon kaldırıldıktan sonra orada yatmayı kabul etmiştir. Merhum Ağabeyi Ali Tantâvî televizyonlarda program yapınca 27 yıl ona mesafeli durmuştur. Medresetü’l-Felâh’ta hocalık yaptığı yıllarda okulun bahçesinde öğrencileri dizden yukardaki şortlarla top oynarken görünce okul müdürü İshak Azuz’a; “okulda kaç Hristiyan var?” diye sorar; müdürden “okulda Hristiyan öğrenci yok, hepsi Müslüman” cevabını alınca okuldaki görevinden ayrılır. Üstad hayvanların sûreti noktasında da hassastır. Üzerinde hayvan resmi olan süt paketlerini kesinlikle almaz. Yemeğini kendisi yapar. Et yemez. Fakat karnıyarık gibi et kullanılarak yapılan yemekleri iyi bilir. Onunla birlikte çalışanlar da güzel yemek yaptığını söylemektedirler. Tantâvî inandığı gibi yaşayan, hakikati söylemekten çekinmeyen bir ilim adamıdır. Makam-ı İbrahim’in bugünkü yerinden daha gerilere nakledilmesi ya da üstü camla örtülü olduğu halde metaf alanının altına gömülmesi tartışıldığında ilgili heyetin başkanı -yanında danışman olarak çalıştığı- Ummül’-Kura Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Raşid’e, “Makam-ı İbrahim babanızdan size kalan bir miras olsa idi bunu tartışabilirdiniz. Siz de biliyorsunuz ki ayet Makam-ı 86 Kudemâ Meclisi İbrahim’in bulunduğu yer ile alakalıdır. Bugünkü yeri hakkında da Hz. Ömer’in iradesi ve Sahâbenin icmaı vardır. Böyle bir tartışma abestir” der. Tantâvî’nin bu çıkışı söz konusu tartışmayı bitirir. Tantâvî, kul hakkı ve devlet malı noktasında da çok hassastır. Çalışma saatinde şahsi işleriyle ilgilenmediği gibi çay, kahve gibi içecekler almayı da uygun görmez. Ayrıca çalışma saatlerinde çay içerken, gazete okurken gördüğü dostlarına da sitem ederdi. Tantâvî bir gün mesai arkadaşı olan Necati Hoca’dan hususi notlarını yazmak için bir kağıt ister. O da enstitüde kullandıkları fişlere benzer bir kağıt uzatır. Tantâvî, “bu devletin malı, ona özel notlar yazılmaz” diyerek kağıdı iade eder. Necati Hoca, fişleri parayla satın aldığını söyleyince kabul eder. Ehl-i Sünnet Hassasiyeti Ehl-i Sünnet Akidesi’ne bağlılığı ile dikkat çeken Tantâvî, selefe karşı fart-ı muhabbet beslemektedir. Evindeki sohbet esnasında İslâm’ın ameli boyutunun anlaşılabilmesi için mezhepleri taklit etmenin gerekli olduğuna vurgu yapan Tantâvî, İmam Kevserî’nin “el-Lâmezhebiyye Kantaratun Lâdîniyye” başlıklı makalesi ile Said Ramazan el-Buti’nin “el-Lâmezhebiyye” adlı kitabının önemine dikkat çekti. Tantâvî’ye, “Bazıları Ebû Hanife hakkında bir takım ithamlarda bulunuyor. Bu konuda ne buyurursunuz?” diye sorulduğunda sert bir ses tonuyla İmam 87 Kudemâ Meclisi Şâfii’ye ait olan şu şiiri okudu: Seninle tartışıldığında sustun dediler, Onlara, cevabın kötülük kapısının anahtarı olduğunu söyledim. Cahile ya da ahmağa karşılık vermemek şereftir. Böyle davranmada itibarı korumak ve hali ıslah vardır. Arslanları görmüyor musun, sustuklarında onlardan korkulur. Yemin olsun ki köpek de havladığında taşlanır.46 Eserleri Hocanın en büyük iki eseri destanlaşan hayatı ve yetiştirdiği öğrencileridir. Müslüman gençlik için “üsve-i hasene” olan hayatının önemli bir bölümünde öğrencileri vardır. Üstad Mehmet Savaş, öğrencileriyle olan münasebetini anlatırken şöyle demektedir: “Maaşını alır birkaç parçaya böler, durumlarına göre talebelerine dağıtırdı.” Necati Hoca’nın tesbitine göre Tantâvî’nin telif ve tahkik kabilinden 150’nin üzerinde basılmamış eseri vardır. Bunlar içerisinde Benu Şeybe Kabilesi’nin nesebini anlatan ve 15 defterden oluşan orijinal çalışmalar da mevcuttur. Ne var ki Tantâvî şöhret olmak endişesiyle eserlerinin hiçbirisinin vefatına kadar basılmalarına müsaade etmemektedir. 46 Bedi’ Yakub, Dîvânu’l-İmâmi’ş-Şâfii, Beyrût, 2004, s.63. 88 Kudemâ Meclisi Osmanlı Muhabbeti Suriye ulemâsının Osmanlı muhabbeti herkesçe zahirdir. Şam’da hazırlanan bir televizyon programına konuk olan ak sakallı bir imama “Osmanlı nasıldı?” diye sorulduğunda yaşlı gözleriyle çevresindeki Osmanlı eserlerini göstererek “İşte Osmanlı! Eserleri kim olduklarını anlatıyor” demişti. Onlar, Osmanlı olmakla gurur duyuyorlar. Aslen Suriyeli olan Tantâvî’de de Osmanlı’ya aidiyetin izzeti var. Şu hatıra, bu duygunun onda ne kadar yoğun olduğunu resmetmektedir: “Geceleri uykumu giderip daha fazla çalışmak için ağabeyimin evinin bahçesinde ki havuzda duş alırdım. Şiddetli fırtınanın olduğu bir kış gecesinde duş almak için bahçedeki havuza doğru ilerlerken soğuktan titremeye başladım. Sıtmanın etkisiyle bir adım atamaz hale geldim. Tam bu esnada Osmanlı tebası olduğum aklıma geldi, kendimi toparlayıp yüksek sesle “أَنَا ُعث َْمنِيُّون/ Ben Osmanlı’yım” diye haykırdım. Vücuduma derman geldi, yürüdüm, duş aldım ve sapasağlam eve döndüm.” Tantâvî’nin Osmanlı muhabbeti duygusal değil, ilmi bir zemine oturmaktadır. Zira Hoca bizdeki tarih profesörlerine taş çıkartacak derecede Osmanlı Tarihi uzmanıdır. Kılcal damarlarına varıncaya kadar tarihe vakufiyeti vardır. Osmanlı Hanedanının bütün fertlerini; sultanları, eşlerini, evlatlarını isim ve künyeleri ile bilir. Onu defaatle evinde ziyaret etme şerefine nâil ol89 Kudemâ Meclisi duk. Birkaç defa da evle mescid arasında yürüyüşte Ona refakat ettik. Tantâvî ile Fakih Mescidi’nden evine doğru yürürken bir defa Osmalı Devleti’nden bahsetmişti. Abdulhamid’in yaptığı hizmetleri ve hasımlarının desiselerini anlattı. Bir ara Enver Paşa’dan, eşinden, Çandarlı Halil’den, Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin ifta yönteminden söz etti. Kızılbaş kelimesini tahlil etti. Kızıl kelimesinin sonundaki “ıl” eki atıldığında Arapça “bint” kelimesinin karşılığı “kız” olduğunu, fakat kelimenin “ıl” ile “kızıl” şeklinde telaffuz edilmesi gerektiğini bu durumda anlamın Arapça “ahmer” yani kırmızı anlamına geldiğini söyledi. Benzer şekilde daha başka kelimelerin de tahlillerini yaparak ihtiyâcı kadar Türkce bildiğini gösterdi. Tantâvî bir hakikat müdafiidir. Arap milliyetçisi olması ile dikkat çeken Satı el-Huserî’nin kaleme aldığı “el-Arab ve’d-Devletu’l-’Usmâniyye” adlı esere karşı yazdığı reddiye, kitabın tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını ispat etmiş ve reddiyenin etkisiyle eserin Suudi Arabistan okullarında ders kitabı olarak okutulması kararından vazgeçilmiştir. Hülâsa Onu tanıyanlara “Said Tantâvî kimdir ve nasıl yaşar?” diye sorulsa zannediyorum şu hususlarda herkes ittifak eder: Okumak, yaşamak ve yazmak temelleri üzerine ibtina eden müstakim bir duruş… Üç yaşında kaybedilen anne ile başlayan ve hala devam eden ıztı90 Kudemâ Meclisi rablar… Bir kilim, birkaç minder ve yataktan oluşan ev gereçleri arasındaki mütevazi bir hayat… O, bütün bunlarla dünya sevgisi ile ilim bir arada yaşamaz diyen ve bu deyişi “Allah hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır”47 ayeti ile tevsik eden büyük ruhlu ulemâyı hatırlatıyor. Tantâvî’den günümüz müslümanlarının öğreneceği çok şey var. Şöhret olmak için okuyan, yazan, boyundan büyük işlere tevessül eden, sünnet namaz kılmayı zaid gören, geçmişinde Osmanlı Devleti’nin olmasından rahatsızlık duyan, kaleme aldığı birkaç kitapçığı kütüphane çapındaymış gibi büyük gösteren, kendinden başka adam tanımayan ve onun olmadığı yerde hiçbir şeyin düzgün yürümeyeceğini düşünen günümüz akademisyeni ıslah-ı hâl için Tantâvî’yi mutlaka yakından tanımalıdır. *** 47 Ahzâb: 4. 91 Kudemâ Meclisi FATİH’İN SON DERSİÂM’I: MUHAMMED EMİN SARAÇ K adîm zamanlardan geçen asra kadar çocuklar erken yaşta medreseye kaydolur, İslâm harflerini öğrenir, her fenden kitaplar okur, metinler ezberlerdi. Ezberlenen metinler, hoca huzurunda takrir edilir, unutmamak için belli aralıklarla tekrar edilirdi. Bunları ezberleyerek yetişenler, icâzet alır, icâzet verir, zamanla halk nazarında ayaklı kütüphane olarak kabul görürdü. Her soruya, bizzat ezberledikleri ibareyi okuyarak cevap vermeleri soranlar nezdinde güvenirliklerini artırırdı. Çok okur, çok düşünür, az yazarlardı. Yazdıklarından çok daha fazlasını bilirlerdi. Bu durum kendilerine soru sorulduğunda daha da zahir olurdu. Talebenin kaynağa ulaşmasını kolaylaştırmak için 92 Kudemâ Meclisi cevap verirken kitapların baplarını, fasıllarını hatta sayfalarını da zikreden alimler vardı. Eğitimde kitabî kültür yanında şifahî mirasın da önemli bir yeri vardı. Medreseler kapatılıp, alimlere okutma yasağı getirilince ilimdeki tevârüs durdu. İlim, sonraki kuşaklara taşınamadı. Tedrisattan uzaklaştırılan alimler evlerine çekildi, çocukları, sıra kitaplarını okumadığından babalarının dünyalarına giremedi, onları anlayamadı. Bu yüzden sadece onların züht ve takvalarından bahsettiler, babalarını farklı kılan ilimlerini sonraki nesillere aktaramadılar. Medresenin ilgası bizi İslâm dünyasından kopardığı gibi medeni birikimimizden de uzaklaştırdı. Birkaç ferdî zuhûr dışında ilimde tevârüs tarih oldu. Emin Saraç Hocamız büyük hocaların ders halkalarından nasibdâr oldu. Ulemâ’yı hem kendi, hem de gelecek nesiller adına dinledi. Vâris oldu. Vâris olabilecek hocalar yetiştirdi. Yıllarca Fatih Camii’nde kudema usûlü üzere dersler okuttu. Fatih Medresesi’nin son fahri dersiâmı olarak iştihar etti. Filistinli mücahid alim Muhammed Nemr elHatîb’i Medine-i Münevvere’ye her gidişimde ziyaret ederdim. Bir defasında kendisine İnkişaf mecmuasından bahsettim, söyleşi yapmak istediğimi söyledim. Soruların bir kısmını dinleyince gözleri doldu: “Bu soruları bana on beş yıl önce sormalıydın. Şimdi zihnimi toparlayamıyorum” demişti. Kitabî bilgisi gibi şifahî müktesebatı da senet olan Emin Saraç Hocamı93 Kudemâ Meclisi za daha çok sorular yöneltmeli ki vakit geç olmadan “türâs” tevârüs etsin. Okuyacağınız söyleşi bu amaca mütevazi bir katkı sunma gayesini gütmektedir. Emin Saraç Hoca ile Yakın Dönem İlim ve Fikir Atlası Üzerine Hafızlık Soru: Hocam uygun görürseniz ilk olarak İstanbul öncesi tahsil hayatınızdan başlayalım? İlk olarak memleketimizde hafızlık yaptık. Biz dört kardeş hafızlığı babamızda ikmal ettik. Doğrusu babamın o zamanki gayreti fevkalade bir hadiseydi. O günkü şartlarda jandarmaların baskısı vardı. Babamı kaç defa alıp götürmüşlerdi. Fakat O hapisten gece yarısı gelir-gelmez bizi kaldırır Kur’an okutmaya devam ederdi. Bizi evimizin yüksekçe yerinde yorganlara sarıp da hafızlık yaptırırdı. Çünkü dışarıdan birisi geldiğinde Kur’anlarımızı göğsümüzün üstüne koyup yorganın içinde uyuyor gibi yapardık. Evimizin hemen üst tarafından yukarı doğru ormanlık gidiyor oralarda, dağlarda hafızlık çalışırdık. Babam hem fevkalade gayret gösterir hem de gözyaşları içinde dua ederdi: “Ya Rabbi evlatlarımızı din-i Mübîn-i İslâm’dan ayırma.” Bunları yapmak kolay işler değildi. Ben maalesef çocuklarımın hiçbirisini hafız yapamadım. Bu benim için bir yürek yarasıdır, inşallah torunlarım hafız olsunlar da hafız dedesi ola94 Kudemâ Meclisi yım diye niyaz ediyorum, beni sevenlerden bu hususta dua etmelerini istirham ediyorum. Soru: İstanbul’a ne zaman geldiniz? Kırk üç senesinde İstanbul’a geldik. O tarih harp henüz bitmemişti. İstanbul’un İlmî Durumu Soru: O yıllar itibariyle İstanbul’un ilmi durumu nasıldı, hala Osmanlı bakiyesi alimler tedrisata devam ediyorlar mıydı? Efendim Fatih Camii’nde hocalar arasında konuşulurken birkaç defa işitmiştim. Dersiâmlardan sağ olan 60 kişi kaldı diye. Onların hepsi Sultan Abdülhamid devrinden kalan zevat olması hasebiyle senede 5-10 tanesi hocalıklarına işaret olarak tabutlarının üzerine sarık konularak ahirete gittiler. En son olarak Dersiâmlardan Bekir Hâki Efendi ahirete gitmiştir. Bekir Haki Efendi’den daha kuvvetli daha kudretli allâmeler geçmiştir bu diyardan. Bu konuda şunu da söylememiz gerekir: Dersiâmlar iki çeşitti. Mucîz dersiâmlar ve mücâz dersiâmlar. Nitekim mezar taşlarında görürüz, müciz dersiâm diye. Mucîz ne demektir? İcâzet vermiş olan dersiâm demektir ki bir icâzet asgari 15 senede verilir. Hoca Efendi “Nasara” (İslâmî tedrisatın ilk kitabı olan ‘Emsile’de çekimi yapılan fiil) ile başlar derse, devam eder, “Şerh-i akâid” bittikten sonra icâzet verir. En kısa zaman olarak Mustafa Sabri Efendi 95 Kudemâ Meclisi 12 senede icâzet vermiştir. İcâzet alan (mücaz) 51 talebenin merasimi 1321 senesinde, Fatih Camii Şerîfinde yapılmıştır. Onun bu talebelerinin en sonuncusu Niksar Müftüsü Said Efendidir, ondan çok malumat almıştım. Mucâz (icâzetli) dersiâmları ikinci tabaka olarak düşünürlerdi. Çünkü bir alim icâzet aldıktan sonra tedris yapıp da icâzet vermediyse onun fetvasıyla amel edilmeyecek kadar zayıf görürlerdi. Onlar ikinci tabaka alimlerdi, ta ki aradan zaman geçip de ilimleri artıncaya kadar. Çünkü ilim zamanla tekevvün eder. Ali Haydar Efendi Hocamız, Kudûrî’den “rehin bahsini” çok güzel, inceden inceye anlatmıştı, baktı bana ve dedi ki: “Sen şimdi ‘bu adam bu meseleleri bu ibarelerden nasıl çıkardı’ dersin, biz de sizin gibiyken böyle düşünürdük, hatta Fatih Camii’nde bu dersleri okuttuğum zaman bu gün anladığım kadar derin ve dakik anlayamıyordum. İlim zamanla tekevvün eder.” Ali Haydar Efendi şu sözü her zaman söylemiştir: “Ben 6 yaşındayken okumaya başladım, okumaya da çok harisim, o günden beri günüm geçmemiştir ki, 5-6 saat derse bakmayayım kitap okumayayım. Buna rağmen her gün bir cehlimi keşfediyorum, her gün bir cehaletimi görüyorum, bu cehalet bitmeyen bir şeymiş.” O cehaletten bahseder, etrafına gelen insanları devamlı sûrette okumaya teşvik ederdi. Huzuruna gelen hoca efendilere sualler sorar, bilemedikleri zaman da “niye mütalaanızı zayıf tutuyorsunuz, 96 Kudemâ Meclisi niçin okumuyorsunuz?” diye serzenişte bulunurdu. Fakat bunu gayet güzelce yapardı. Geçenlerde yaşlı bir zat olan Mehmed Ali Bey’i ziyaret etmiştim, dedi ki, ben Onun meclisine gittiğim zaman hocalara öyle sert konuşurdu ki adeta kendi çocukları gibi, “niye okumuyorsunuz, niye gayret etmiyorsunuz” diye. Tabi ki onlara böyle hitab ederken onun neyi kasdettiğini onlar da gayet iyi biliyorlardı. Hatta Ömer Nasuhi Efendiyle nasıl konuştuklarını bilirim, “Ömer Efendi evladım, Ömer Efendi evladım” deyişini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü onun “Heyeti Te’lifiyye”de reis olduğu dönemde Ömer Nasuhi Efendi Kalem-i mahsûs’u yani başkatipi olarak çalışıyorlardı. Ali Haydar Efendi hocamızın riyasetinde ki heyet, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi tekmil ve tanzim üzerine çalışıyordu. Çok esef ederdi, “O menkûlâtımızı ne ettiler, nerede zayi ettiler... O zaman çok şeyler ortaya koymuştuk, ne oldu o birikim” derdi. Üç Baş Medresesi Soru: Ali Haydar Efendi’den okuduğunuz yıllar onun ahir ömrüne tekabül etmekte idi, yaşlılıktan dolayı ders verirken zorluk çeker miydi? Ali Haydar Efendi hocamız sesi, sözü, neşesi yerinde bir insandı. Dersi tane tane anlatırdı, yüksek sesle konuşurdu, hatta biz herhalde kulakları duymuyor da onun için böyle yüksek sesle konuşuyor derdik. Biz yazları birkaç ay memlekete giderdik. Mesela 97 Kudemâ Meclisi Ramazandan sonra gider kurbandan sonra geri gelirdik. Bir defasında biraz gecikmiştim, bana “niçin böyle haylazlık yapıyorsun talebe böyle haylazlık yapar mı” diye biraz kızmış ve tembihte bulunmuştu. Bir defasında -hangi seneydi bilmiyorum-, memleketten döndükten sonra yine derse gittim, “hocam derse başlayacak mıyız?” diye sordum, ellerini şöyle yana açaraktan, “halimi görüyorsun ya, artık çok yaşlandım nefesim yetmiyor, bu sene ders okuyamayacağız” dedi, ben de boynumu büktüm, cevap vermedim, döndüm. Ertesi gün, -bu günkü gibi hatırlarım- Üç Baş Medresesi’nde minarenin dibindeki odamızdayken, Hocamızın hanımı annemiz sabahın saat sekizinde kapıyı çaldı, “Efendi baban seni çağırıyor” dedi. “Ne zaman geleyim” deyince “her zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz” dedi. Gittim. Hocamız -ellerini dizlerine vurarak- “ Dün akşamdan beri uyuyamadım, ben nasıl tâlib-i ilim olan bir kimseyi geri çevirdim, bu nefes bu bedende var iken nasıl talib-i ilmi reddettim” diye esef ediyor ve “Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulur da cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teâlâ ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur.” hadisini okuyor, üzüntüsünü izhar ediyordu. “Hadi derse başlayacağız ve bu nefes bu bedende varken derse devam edeceğiz, ne kadar nefesimiz varsa bu yolda sarf edilecektir” buyurdu. Eşhedü billah (Allah şahittir ki ) böyle. Tek kişiye ders okuturken elli kişiye, yüz kişiye ders okutur gibi 98 Kudemâ Meclisi dikkat ve itina gösterirdi. Bu da bize bir misaldir. Biz bu fani hayata bir daha gelecek değiliz, ilim yolunda olan kimseler daima bildiklerini sarf etmekle mükelleftirler, yoksa Allah’tan çok büyük ‘itâb alırlar. Bizim en büyük vazifemiz ilmi neşretmektir, kainatın nizamı bu tedris meselesi üzerine bina edilmiştir. Kitabullah’ın Sünnet-i Rasûlüllah’ın neşri bunları bilen, okuyan kimselerin bu hususta mesai sarf etmesiyle mümkündür. Milletimizi ikaz etmek, onlara emanet-i ilahiyi ulaştırmak zarureti vardır, bundan dolayı herkesin kendi vazifesini bilmesi, okutmaya çalışması lazımdır. Şifâ Dersleri Soru: Bir dersinizde Ali Haydar Efendi’nin Kadı İyaz’ın “Şifâ-i Şerîf ’ini” ağlayarak okuttuğundan bahsetmiştiniz, şimdilerde ise bazı ilahiyatçılar Şifâ üzerine reddiyeler kaleme almaktalar. Ulemâ nezdinde Şifâ niçin yüksek bir değere sahipti ya da bu gün Müslüman modernistler niçin onu tenkit etmektedirler? Ben tenkit ettiklerini duydum, ama nasıl tenkit ettiklerini okumadım, bilmiyorum. Herkes bir şeyler söylüyor. Ancak şunu söyleyebilirim; Buhârî, Müslim ve Şifâ, Kur’an-ı Kerîm’den sonra Müslümanların ellerinde en çok bulunan ve Hindistan’dan Magrib’e kadar her yerde okunan bir kitaptır. Mesela Mısır’da görmüştüm, Cami-i Hüseyni’de Mısır Müftüsü Haseni 99 Kudemâ Meclisi Mahluf gibi bir zat muayyen günlerde kürsüde Şifâ’dan okurdu. Medine-i Münevvere’de Babü’s-selâm’da Cafer Fakih Efendi’nin babası da Şifâ okuturdu. Yine Şifâ-i Şerîf İstanbul’umuzun her bir camiinde ders olarak okutulurdu. Fatih Camii Şerîfinde Hüsrev Efendi muayyen günlerde bu dersi verirdi. Bu kitap ulemâ’nın elinden düşmemiştir. Bu eser, üzerine pek çok şerhler yazılmıştır. Ulemâ bu kitabı, Rasûlüllah Efendimiz’in muhabbetini Müminlerin kalbinde canlı tutmak için en büyük amil olarak görmüşlerdir. Üzerinde ittifâk edilmiştir. Bizim bugünkü insanlarımız, Ulemây-ı İslâm’ın ittifâk ettikleri hususları batıl üzerinde yapılan ittifâklara mı benzetiyorlar?! Bunu nasıl söylüyorlar. Hayret ediyorum. Soru: İstanbul’da başka kimlerden ders okudunuz? Mısır’a gitmeden evvel Silistreli Süleyman Efendi’den bir hafta okuduk. Fakat Onu takibata aldıklarından ders dağıtıldı. Sonra Gümülcineli Mustafa Efendi’den çok şeyler okuduk. Bu sırada Fatih Camii Şerîfi baş imamı Ömer Efendi’den, Husrev Efendi’den dersler aldık. Bu zatlar en çok ders okuduğumuz Hoca Efendilerdir. Allah hepsinden de razı olsun. İSTANBUL’DA HâLİDîLİK Soru: Sizin okuduğunuz yıllardan geçmişe doğru bakıldığında İstanbul’un sûfî yapısı nasıldı? Os100 Kudemâ Meclisi manlı’nın son anları ve Cumhuriyet’in ilk yılları itibariyle Nakşî-Hâlidîliğin İstanbul’da ki meşhur 4 tekkesinin konumundan bahseder misiniz? İsmet Efendi Tekkesi Dört tekke deyince şunu anlayalım: Bunlar Nakşilerin Halidiyye kolu için adeta yeniden canlanma ve tecdid safhasıdır. Bu dört taneden birincisi Mustafa İsmet Yanyavi tekkesidir. Bu zat Yanya kadısı iken hacca gider orada, Mekke-i Mükerreme’de aslen Erzincanlı olan Abdullah-i Mekki ünvanıyla ma’rûf olan zata intisab eder. Abdullah-i Mekki, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretlerinin Halifesidir. Kendisi, Mustafa İsmet Efendi’ye lazım gelen seyr-u sülûkünü yaptırır ve kendilerine “kadılıkla değil, irşadla meşgul olacaksın” diyerek Onu İstanbul’a sevk eder. İstanbul’a ayağını ilk basan Hâlidî odur. İsmet Efendi Tekkesi’nin devamı İsmail Ağa Cemaatidir. Mahmud Efendi’nin âl-i himmeti ve hizmetleriyle devam etmektedir. Hele şu camilerin mihrabına imam yetiştirme babındaki hizmetleri çok takdire ve tebcile şayan bir manzara arz etmektedir. Kadınların tesettüründeki dikkatleri, sünnet-i seniyyeye temessükteki dikkatleri, cidden memleketimiz için manevi bir destektir, Allah saylerini meşkur etsin derim. Kaşgarî Tekkesi Halidilerin ikinci kolu Eyüp’teki Kaşgari tekkesi101 Kudemâ Meclisi dir. Tekkenin postnişini Abdülhakîm Arvasî hazretleri idi. Tekkeler seddedildiği (kapatıldığı) zaman orada O vardı. Bu zat da ulemâ arasında şanı çok yaygın bir vaziyette idi. Hocalarımız kendisinin Bayezid Camii’ndeki tefsîr derslerinde gösterdiği kudret-i ilmiyeyi medh-u senâ etmekle bitiremezlerdi. Zaten medariste (medreselerde) ve mütehassisin medresesinde tasavvuf hocalığı yapmıştı. Abdülhakîm Arvasî’nin tefsîr dersleri ile alakalı elimde bir yazı var. Bu yazı Hoca Efendinin hizmet için neler yaptığını, nasıl gayret gösterdiğini görmek ve ibret almak açısından çok mühimdir. Yazıda şunlar yazılı: “1337 senesi Receb’inde Bayezid Camiinde tefsîre Fatihâhan olduk. Sırf bu derse mahsus olarak vaz’ olunan kürsüde 1348 ve 1349 seneleri Ramazan ayları ile, -bir iki ders müstesna olmak üzere- her hafta Pazar, Salı ve Perşembe günleri bila fasıla (aralıksız) devam ederek işte biinayetillahi Teâlâ (Allah Teâlâ’nın yardımıyla) 1356 sene-i hicriyyesinde ki cem’an (toplam) yekün yirmi senenin ikmaline karib bir zamanda hâtime-i han ve’n-nâs olduk. Sûre-i Bakara’nın nihayetine kadar Ebûssuud Efendi Tefsîrinden, onu müteakib Kehf sûresi’nin başına kadar ibaresi selis ve leziz olan Nimetullah tefsîrinden, ondan sonrasını da tefâsîrin en makbul ve müşkili olan Beyzavi tefsîrinden okutulmuş ve hitama erilmiştir ki, bu sûretle tefsîrin kıraati pek az kimselere nasib ve müyesser olmuştur. Bir müddet zarfında devam eden zevat sıcak ve so102 Kudemâ Meclisi ğuk demeyerek, bir kısmı hemen hemen yüzde doksanına, bir kısmı nısfına (yarısına), diğer bir kısmı da sülüsüne (üçte birine) devam etmişlerdir. Bu müddet zarfında bundan başka olarak Fatih Camii Şerîfinde birkaç sene Nimetullah, Ebûssuud ve Tâcü’t-Tefâsîr olan Huseyn-i Kâşifî’nin tefsîrlerinden ve yine Sinan Paşa Camii Şerîfi’nde birkaç sene Şir’atü’l-İslâm, Şifâ-i Şerîf ve Hulâsatü’l-vefâ fî ahbâri dari’l-Mustafa ve Üsküdar’da Yeni Cami’de birkaç sene ba’de’z-zuhr (öğleden sonra) muhtelif tefsîrler, Eyüp Cami-i Kebîrinde her Cuma ba’de’z-zuhr ve Ağa Camiinde her Cuma ba’de’l-asr (ikiden sonra), Arab Cami-i Şerîfinde birkaç ay, Yer altı Cami-i Şerîfinde bir iki ay, Kasımpaşa Cami-i Şerîfinde bir iki sene, Kadıköy ve Bakırköy camilerinde birkaç sene muhtelif tefsîrlere devam edilmiştir.” Bu yazı, Eyüp Sultan civarındaki Kaşgari Tekkesi son Postnişini olan es-Seyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin İstanbul Cevamii (camilerindeki) şerîfesindeki hademât-ıı merğûbe (saygıdeğer hizmetleri) ve meşkûresinin vesikasıdır. Hemşiresinin mahdûm-u mükerremi Ahmed Tevfik Bey Efendi bendelerine hediye etmiştir. Allah cümlesini garîk-i rahmet eylesin. Bu yazıdan ibret alınacak husus şudur ki; bir hoca efendi başladığı bir hizmete kendisini nasıl veriyor ve bu kadar camileri ihyâ etmek gibi çok büyük bir vazifeyi ifa edebiliyor. Bizim eski hocalarımız vazifelerini işte böyle yapıyor ve camilerimiz onlarla böyle 103 Kudemâ Meclisi mamur oluyordu. Heyhat! Nerede şimdi…. Maalesef şimdikiler kısa mevzularda şuradan buradan birkaç kelimeyi alıp da kürsüde söylemeyi marifet sanıyorlar. Elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa milletimizin seviyesi o zaman yükselir. Milletimizin ilmi seviyesi çok düştü. Hele bu günkü Türkçe ki maalesef, ne edebiyat kaldı ne ilmi bir üslup; o kelimelerle dini meseleler konuşulamaz. Yeterli olmazlar. Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin Ayasofya Camii Şerîfi’nin kürsüsünde ilka ettiği vaazlarını Eşref Edip neşretmiştir ki, o vaazlara bir bakalım da görelim güzel bir vaaz nasıl yapılır. “Ol evvelü Allah ol Ahiru Allah” diye başlar, zaman zaman veciz güzel beyitleri de tuluatından (aklına geldiği şekilde, hazırlanmadan) söylerdi. Yine Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın hutbe kitabını alın da bir bakın. Mübarek her hutbe için o konuya uygun bir “hamdele” ve “salvele” okurdu şimdi ise bütün hutbeler aynı hamdele ile başlıyor, bu bile bizim ne derece iflas ettiğimizin göstergesidir. Şu uydurma kelimelerle bu yüksek mevzular nasıl anlatılabilir?! Hal böyle olunca milletin de seviyesi düştükçe düşüyor. Zaten gazete lisanıyla vaaz da olmaz. Oranın kendisine has kelimât-ı merğûbesi/kelimât-ı kayyimesi vardır, kıymetli, edebi, zarif ifadeleri vardır, bunlara dikkat edilmesi lazım. Perişan hali gördükçe insanın yüreği sızlıyor. Bahsettiğim ilmi güzellikler benimde şâhid oldu104 Kudemâ Meclisi ğum hususlardandır, bunlar camilerimizde oluyordu, bunları elli sene öncesine kadar görüyorduk. Soru: Siz Abdülhakîm Arvasî hazretlerine yetiştiniz mi? Ben Abdülhakîm Efendi’nin kendisini görmedim ama mahdûm-u mükerremleri merhum Mekki Efendi’ye yetiştim. Kendileri çok faziletli, çok haluk, çok kıymetli bir zât-ı mükerrem idi. Fatih Camii Şerîfinde “Kâdî Tefsîri’ni” okutan zevattan, son dersiâmlardan olan muhterem bir zattır. Kudret-i ilmiyesi babasından da aldığı ders ve tahsilden dolayı kuvvetli idi. Nitekim kayınpederimin vefatından sonra taziyede bulunmak üzere -kendisi Kadıköy Müftüsü iken- bize uzunca bir mektup yazmıştı ki arabiyyül-ibâre (Arapça) olan bu mektup da kendisinin kudret-i ilmiyesini gösteriyordu. (Onun kayınpederim hakkında yazdığı taziye mektubunu da bulur yayımlarız inşaallah.) Ben onun torunu yaşında olmama rağmen bana o kadar iltifat ve ihtiram gösterirdi ki, bilmiyorum artık kayınpederimden dolayı mı, Ali Haydar Efendi Hocamızdan dolayı mı, veyahut ta Mısır’da tahsil gördüğümüzden dolayı mı? O, tevazu misali, zarafet timsali bir zât-ı muhterem ve mükerrem idi. Arvasî ailesinden bir de Seyyid Şefik Efendi vardır ki, İstanbul’da Sultan Ahmed Camii Şerîfinde son hayatını imamlık yaparak bitirmiştir, o zatı da çokça ziyaret ederdik. Eyüp’te otururdu. O da meşâyihten, 105 Kudemâ Meclisi muhterem, mübarek, fazilet timsali bir kimseydi. Evet bu zevat, işte o devrin muhterem, mübarek insanlarındandır. Kaşgarî Tekkesi, tekkelerin kapatılmasıyla birlikte son bulmuştur. Gümüşhanevî Tekkesi İstanbul’daki üçüncü Halidi Tekkesi Gümüşhanevi dergâhıdır. Şam’dan Şeyh Ahmed b. Süleyman el-Huseynî el-Ervadî ismindeki zat İstanbul’a gelmiş ve Ahmed Ziyaüddîn Gümüşhanevî’yi irşad etmiş ve onu irşatla görevlendirmiştir. Nakşî tarikatının üçüncü Hâlidî kolunun kapısını açmıştır. İşte bu zât-ı muhteremin açtığı yol da İskender Paşa Camii İmamı Merhum Mehmed Zâhid Koktu Efendi ile devam ede gelmiştir. Bizim yetiştiğimiz Hasib Efendi, Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zâhid Koktu Efendi ile devam eden ve Elhamdülillah hala müntesipleri ve cemaati bulunan üçüncü tarik de budur. Su kesilmiş değildir hala bu çeşmeler açıktır. Kelâmî Tekkesi Dördüncü Halidi Tekkesi şeyhi ise Erbil’den gelen Esad Efendi’dir. O zât-ı muhterem ki vaktiyle Şeyhul-İslâmlık makamında Meclis-i Meşâyihan reisi idi. Çünkü tasavvuf-tarikat, konularının bir nizamı, intizamı, usûlü, erkanı vardır. Esad Efendi hazretleri 48 Bildiğimiz “Gönül Nur-i cemâlinden habibim bir ziya ister” diye şâheser bir kasidesi ve daha nice güzel kasideleri vardır ve bunlar onun vukufiyyetini ve kudret-i ilmiyesini gösteren 48 106 Kudemâ Meclisi Kelâmî Dergâhı’nda Postnişin idi. Halidi kolunun dördüncüsü de işte budur. Bu yolun devamının da Sami Efendi, daha sonra Musa Efendi ondan sonra da Osman Efendi ile olduğunu görmekteyiz. İstikâmetli bir yol takib ettiklerini görmekteyiz. İnşallah füyuzatları müzdad olur. Soru: Mahmud Sami Efendi ile alakalı hatıralarınızı da paylaşır mısınız? Sami Efendi Merhum Kayınpederim Ali Yekda Efendiyle Kelami dergahında buluşmuşlar. Kayınpederim daha önce oradayken Sami Efendi, o zamanki eski usûlde Dâru’l-Fünûn’un Hukuk Mektebini bitirdikten sonra oraya gelmiş ve bir müddet orada kalmıştır. Bu sebepten kayınpederimle aralarında çok derin ve samimi bir meveddet (sevgi) vardı. Hayatları boyunca da bu meveddet devam etmiştir. Sami Efendi, bizim evimize zaman zaman gelirdi. Hatta geldiği zaman arkadaşlarını Fatih Camiinde bırakır, yalnız başına gelirdi. Zaman zaman cemaatle geldiği de olurdu. Mesela bayramlarda geldiğinde cemaatle gelirdi. Geldiği zaman her ikisi de kanepenin üzerine diz üstü oturur, sessizce, yavaş yavaş, güzel güzel konuşurlardı. Sami Efendi hazretleri kayınpederimin vefatından sonra da lütfen ve tenezzülen bize ziyarete devam etmişlerdir. Kendileri Medine-i Münevvere’de vefat etmişlerdir. Vefatından bir hafta önce hacc için Mekkelimâttandır (eserlerdendir). 107 Kudemâ Meclisi ke’ye gitmeden biz kendisini ziyarete gitmiştik, hatta elimi iki elinin arasına almış ve çok güzel sözler söylemişti. Allah o zât-ı muhteremle Cennette buluştursun derim. Soru: Mehmet Zâhid Kotku Hazretleri ile alakalı neler söyleyeceksiniz? Hepsinin de ayrı ayrı meziyetleri vardı. Zâhid Kotku Merhumun da bize bu yolu sevdirecek iltifatları olduğunu biliyoruz. Bizdeki meziyetten değil de, onların bizi bu iyi yollara sevketmek için çok güzel taltiflerini, bu yola dair teşviklerini, terğîblerini gördük, hepsinden Allah razı olsun derim. Bunlar sözlerle bitecek hususlar değildir. Ali Haydar Efendi’nin Eseri Malum Ali Haydar Efendi’den başlayıp buralara geldik. Ali Haydar Efendi hocamıza yaşadığı devrin meşayıhı çok hürmet gösterirdi. Sami Efendi defalarca ziyaretine gelir, saygıda kusur etmezdi. O da Sami Efendi’yi çok severdi. Hatta benim namazımı o kıldıracak diye çok ısrarla vasiyet etmişti öyle de oldu. Cenaze namazını Sami Efendi kıldırdı. Abdülhakîm Efendi, Ali Haydar Efendi’yi ziyaret ederdi, Seyyid Şefik Efendi de ziyaret ederdi. Gerek Sami Efendi, gerek Mehmet Zâhid Efendi, gerekse Seyyid Şefik Efendi birbirlerini, özellikle de (yaşı , kemali ve fekâheti itibariyle)Ali Haydar Efendi’yi ziyaret 108 Kudemâ Meclisi ederlerdi. Bir de şunu söyleyelim ki fakihlikle sûfilîği bir arada cem eden Ali Haydar Efendi Hocamız bu yönüyle işin hâtimesidir diyebiliriz.Bu zatların her birinin üstün meziyetleri müsellemdir, fakat ondaki hususiyet bambaşkadır. Çünkü fekahat ilmî sahada en yüksek makamdır ki Ali Haydar Efendi o makamdaydı. Bugünkü insanlar iki kitap yazıp yazmadığını düşünüyorlar. Halbuki bir çok ulemâmız da âsâr (eserler) bırakmamıştır. Onun eseri olarak sözlerinin tahakkuk ettiğini görüyoruz. O ilme teşvik ederdi, onun devamı olan İsmail Ağa Cemaati’nin de ilme temessük ettiklerini, ibadet ve taatlerine, istikâmetlerine ehemmiyetli bir şekilde ısrarla devam ettiklerini, seyr-u sülûklerini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu, onun için hem en büyük eserdir, hem de en büyük keramettir. Bir kişilik yemeği on kişinin yemesi bir kerametse de tek keramet bunlar değildir. Asıl insanları irşad edip hak yolda bir istikâmet vermektir. Bu, Allah’ın Ona olan ikramıdır. Yani Allah’ın ikramı olaraktan Onun sözleri havada kalmamıştır. Öyle olmasa ne o zaman ne de şimdi İsmail Ağa civarında bu kadar cemaat göremezdik. 47 senesinde ilk hacca gidenlerdendir Ali Haydar Efendi Hocamız. Hacdan geldikten birkaç gün sonra hocamızı emniyete götürdüler, sabaha kadar hesaba çektiler; “ İnsanlar niye senin etrafına geliyor, toplanıyor?” diye. O zaman bu da hesap mevzuu olmuştu. Neler geçirdi, ne haddelerden geçti bu yolun insanları. 109 Kudemâ Meclisi Çook gönülleri kırıldı … Çook rencide edildiler çook. Osmanlı Ulemâsı Soru: Hocam Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye Medreseleri’nden, oralarda ki alimlerin ilmi yeterliliklerinden bahsedersek neler söylersiniz? Onları, günümüz ilahiyatları ile kıyaslayabilirmiyiz? Malum-u âlîleriniz Mustafa Sabri Efendi “Mevkifu’l-Akl”in mukaddimesinde, Fatih’in âlimlerinin Ezher’in ulemâsından çok daha üstün olduklarını belirtir. Bir devlet son anlarını yaşarken İslâmî ilimlerde bu derece başarılı ise bunun öncesi nasıldır? İlimde bu derece bir ihtişama nasıl ulaşmışlardı? Bizim yetiştiğimiz alimleri, bugünkü gibi hatırlıyorum, onları temsil edecek hiçbir vasıf gösteremem. Sadece kendi şehadetimi söylüyorum ki, o medrese tedrisindeki kuvvet-i ilmiyeyi maalesef gösterememiştir bugünkü modern tedris. Bazı filizler görüyoruz, onların da zamanla birer çınar olmalarını arzu ederiz, temenni ederiz. Fakat bizim gördüğümüz, göçüp giden o alimlerin yerleri boştur. Yeni neslimiz darılmasın ama eslafımızda görülen kudret-i ilmiye bugünkülerde henüz görülmekte değildir. İlmin iki ciheti vardır, birincisi kesb ile olur ki, bununla belli bir hadde kadar varılır, ikincisi ise kesbî ilimde gösterilen ihlasın semeresi olarak Allahü Teâlâ tâlib-i ilme vehbî bir ilim nasib eder ki 110 Kudemâ Meclisi bu ikisini de cem etme şerefi her zaman herkese müyesser olmaz. Nasib etmesini Cenab-ı hakktan niyaz ederiz. Çünkü bu memleket hakikaten fakihten mahrum, insan bila tereddüt (tereddüt etmeden) sözüyle amel edecek fakih bulmakta çok müşkilat çekiyor. Hele eskisi gibi İslâmî bir tatbikat olsa, İslâm hukuku tatbik ediliyor olsa eski kadıları bulacak imkanımız var mı? Bunlar birer yürek yarasıdır ama ümitsiz de olmayacağız. Bekir Haki Efendi; “Ümidimizi kesmeyelim, bu millet velüddür, velüddür kardeş” cümlesini söylerdi hep. İnşallah Rabbimin inayetiyle bu milletin bu gün yetişmekte olan gençleri, ulemâmızın yerini doldurmaya muvaffak olurlar. Şahsen ben kendi çocuklarıma dua ettiğim gibi bu memleketteki ulûm-ü şeriyye tahsiline çıkmış insanların muvaffak olması için canı gönülden dua ediyorum. Allahım kabul eylesin, hatta Arafat’ta bile buna dua etmişimdir: “Ya Rabbi memleketimizdeki ulûm-u şer’iyye taliplerinin her birisini razı olacağın şekilde ilim tahsil etmeye, tedris etmeye ve neşretmeye muvaffak kıl” diye. Hep duamız budur. Soru: Hocam İsterseniz birazda Osmanlı’daki devlet adamı-ulemâ münasebeti hakkında konuşalım. Mesela Molla Gürani’nin, İbn Kemal’in zaman zaman Fatih ve Yavuz’a muhalefet ettikleri biliniyor. Bundan hareketle İlim adamları siyasî 111 Kudemâ Meclisi irade karşısında mutlak bir hürriyete sahiptiler diyebilir miyiz? Elbette, elbette sultanların nezdinde ulemânın yeri o kadar mümtazdır ki ulemânın sözü önüne hiçbir zaman geçilmezdi. Onlar, ulemâ’nın kadr-u kıymetini bilirlerdi. Yavuz Sultan Selim ki sözünü ikiletmeyen birisi, iktidar yıllarında 120 kişinin idamına hükmetmişti. Zannederim “Şekâiku’n-Nu’mâniyye”de geçiyor bu hadise. Bunu, Şeyhü’l-İslâm İbn-i Kemâl duyar duymaz Sultan’ın kapısını çalıyor ve “Sultanım böyle bir karar vermişsiniz” diyor. Yavuz, “Bunlar idari işlerdir, sizi alakadar etmez hazret” deyince İbn-i Kemâl, “Zaten beni onlar alakadar etmiyor, beni sultanımın ahiret alemindeki durumu alakadar ediyor, ben ahiretin için geldim” deyince bu söz derhal Onun önüne geçiyor. Yine Muhammed Zâhid Efendi’nin bir münasebetle yazdığı gibi, Sultan Abdülhamid zamanında bir kitabın toplatılmasına karar verilmiş, derhal Fatih’in iki tane hoca efendisi -ki birisi Tikveşli Yusuf Efendi, diğeri de Ahmed Ferhad-ı Rizevî. Bu yaşlı ulemâ- Sultan’ın yanına gidip “Efendim! Kitap halkın elinde yayılmış, bunu nasıl toplatırsınız” deyip, bunu güzelce izah edince Sultan Abdülhamid onların bu itirazını derhal itibara alıp o emri yürürlükten kaldırmış, böyle bir kararın çıkmasına sebep olanları da sürmüştür. Sultan Abdülhamid ulemâya son derece ihtiram etmiş, onların sözlerine kıymet vermiştir. Hatta şunu da 112 Kudemâ Meclisi söyleyeyim ki, bu da Bekir Haki Efendi’nin sözüdür; “Yemin edebilirim ki, Hulefây-ı Râşidîn’den sonra bu Makam-ı Hilâfet’te Osmanlı hulefâsı kadar Rasûlüllah Efendimiz’in makamını temsil eden olmamıştır. Hatta buna Abbasi halifeleri de dahildir. Zira İmam Ahmed b. Hanbel bizim halifelerimiz zamanında yaşasaydı dayak mı yerdi, İmam Azam olsaydı hapse mi atılırdı? Onlar o alimlerin kıymetini bilmezler miydi? Abbasiler onların kıymetini bilemediler. Benim sultanlarımsa ulemâya azami derecede ihtiram ettiler”. Sultan Abdülhamid Soru: Söz Abdülhamid’e gelmişken, malum-u âlîniz ki Hazret, ümmetin irfanını yüceltme adına etraflı çalışmalar yaptı. Bu çerçevede okullar açtı, bazı İslâm Klasiklerini tercüme ettirdi… Bu çalışmalar beklenen neticeyi vermiş midir? Elbetteki onun bıraktığı miras, o büyük harp olup ta o büyük tahribat meydana gelmeseydi nasıl netice vermezdi? Bu büyük harp ve büyük tahribatın olması ve Devlet-i Aliyyey-i Osmâniyye’nin perişan edilmesi, onun hazırladığı temelleri altüst etmiştir. O çalışmalar tam semerelerini vereceği zamanda bunlar olmasaydı bu gün dünyadaki inkişaflar elbetteki bizde herkesten evvel ortaya çıkardı, zira çok kuvvetli eserler ortaya koymuştur, bunu çok defa ehlinden dinledik. Soru: Sultan Abdülhamid’in Ehl-i Sünnet akide113 Kudemâ Meclisi sine sahip bazı alimler tarafından tenkit edilmesini neye bağlıyorsunuz? Mahza gaflete Soru: Mustafa Sabri Efendi gibi allâmelerin İttihatçıların lokallerinde konuşmalarını, kısa bir müddet de olsa onlara taraftar olmalarını nasıl değerlendirmeliyiz? Aldatılmışlar mıdır? Efendim Mustafa Sabri Efendi, çok kısa bir devre (o da gençliğin saikasıyla) hürriyet sevdasına heves ettiyse de çok kısa zaman sonra işi fark edip ittihatçılardan uzaklaşmış, uzaklaşmakla da kalmayıp onlara muhalif olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası diye bir parti de kurmuştur ki ömrü boyunca ittihatçılara karşı mücadele etmiştir. Soru: Cemaleddin AfgAnî’nin İstanbul macerası ve Sultan Abdulhamid’in onu göz hapsinde saklaması hakkında neler söyleyeceksiniz? Bu zat İslâm aleminin bir fitnesidir. Mısır’da Onun hakkında söylenenlerin ülkemizdeki ilim erbabı tarafından dinlenmesini isterdim. Onun hakkında Mısır’da çok şeyler söylenmiştir. Yakın zamanlarda Muhammed Kutup’tan işittim, dinler arası diyalog hakkında dermiş ki: “Üç tane din ‘ihvetün eşikka’ yani öz kardeştirler, birbirinden istifade etmelidirler.” İşte bu fikirleri dile getiren kişilerden biridir. Çok zeki bir insan olduğu muhakkak ama zekasını şeytani işlerde 114 Kudemâ Meclisi kullanmıştır. Onun üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, çok şeyler söylendi, hatta “Cemaleddin Afgânî fî Mizâni’l-İslâm” isminde bir doktora tezi hazırlandı ve neşredildi. Soru: Müsteşriklerin ulemâyı etkileme noktasında Mısır’dakine benzer bir başarıyı İstanbul’da gösterememelerinin sebebi ne olabilir? İslâm düşmanları her memlekete ayrı bir plan tatbik etmişlerdir. Mısır’da ilmi cihete çok ehemmiyet vermişler, burada ise idari, nizami işleri karmakarışık etmeye özen göstermişlerdir. İslâm düşmanları hilelerini çeşitli yerlerde çeşitli renklerde tatbik etmişlerdir. Muhammed Zâhid Kevserî Soru: Son devir Osmanlı alimlerinden Zâhid Kevserî, İslâm Aleminde yeterince tanınıyor mu? Şunu bilesiniz ki, bugün İslâm aleminde bizim son devir ulemâmızdan en çok tanınan Zâhidü’l-Kevserî ile Mustafa Sabri Efendi’dir. Zâhid Efendi hocamız sebebiyle beni arayan insanları bir saymaya kalksam hayret edersiniz. Bu yakınlarda Riyad’dan, Sana’dan, Mısır’dan, Suriye’den Cidde’den birçok telefon geldi. Bunlar hep Zâhid Efendi’nin talebesi olmamız münasebetiyle onun hakkında bilgi almak istiyor, Ulûm-u Nakliyye hususunda eserler bıraktığı için onu ve eserlerini tanımak murad ediyorlar. Daha geçen hafta Zâhid Efendi aşıklarından İyad Ahmed Kuş isminde bir 115 Kudemâ Meclisi zat geldi ve bir hafta kaldı. Zâhid Efendi hocamız öyle feyyaz bir allâme idi. Soru: Zâhid Kevserî’nin Te’nîbu’l-Hatîb’i, İhkâku’l-Hakk’ı, Fıkh-u Ehli’l-Irak’ı ve Hanefî imamlarıyla alakalı biyografi kitapları selefilerin iddia ettiği gibi mutaassıp bir Hanefî olmasına mı, yoksa Ehl-i Sünnet’in büyüklerine yapılan tahkir ve tezyife kayıtsız kalamayıp İhkak-ı hak talebinde bulunmasına mı hamledilmelidir? Efendim o mutaassıp mıdır, değimlidir? Bu hususun anlaşılması için, vefatından sonra Muhammed Ebu Zehre’nin, Makâlâtül-Kevserî’nin başında onunhakkında yazdığı uzunca mukaddime okunmalıdır. Ebu Zehre yazısında yirmiden fazla yerde “el-İmâm” tabirini kullanmaktadır. Yine meşhur alimlerden Yusuf Musa “Târîhu’l-Fıkhi’l-İslâmî” adlı eserinde Zâhid Efendi’den bahsederken taassup ne demek olduğunu açıklar. Taassup kelimesinin onun için kullanılması hiçbir sûrette mümkün değildir. Devlet-i Osmâniyye’nin yıkılmasından sonra herkes ağzına geleni söylüyordu. Hatta “Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının sebeplerinin başında onların Hanefî mezhebine olan sımsıkı bağlılıkları gelmektedir” diyenler vardı. Zâhid Efendi, bu nevi yayınların yapıldığı bir devirde Hanefî Mezhebi’nin müdâfaasını yapmış, bu konuda her şeyi yerli yerince söylemiş, çok mühim bir vazife ifa etmiştir. Zâhid Efendi o sözleri 116 Kudemâ Meclisi söylemeseydi, malum herifleri susturmasaydı belki daha çok sözler söyleyeceklerdi. O bu konuda aksi söz söyleyen Mısır ulemâsını da susturmuştur. Eşhedü billah bugünkü gibi hatırlarım; eş-Şeyh Muhammed Abdülvehhab Buhayri Hocamızın meclisindeyken hocalardan bir tanesinin “Hayır cemiyetlerine verilen zekat, yerine ulaşmıştır, pekala verilebilir” diye yazdığı bir makale okundu. Hocamız da kütüphanesindeki Makâlâtü’l-Kevserî’yi işaret etti, ‘getir’ dedi ve getirdim. Orada “Fî Sebîlillah” mevzuunda bir makale var, onu açtı okuttu. Arkadaşlar makaleyi okuduktan sonra hocamız “Bakınız şu makale ancak otuz tane mercii (kaynağı) hakkıyla mütalaa edip, onların hülâsasını meydana getirmek sûretiyle hazırlanabilir. Bu makaleyi yazabilecek ikinci bir kişi şu diyarda yoktur” dedi ve şunu ilave etti -Eşhedü billah bu tabir Abdülvehhab Buhayri hocamıza aittir- “Dört yüz senedir yakın tarihimizde böyle muhakkik bir alim görmüyoruz.” İşte Zâhid Efendi’yi vefatından sonra ehl-i ilim olan zatlar böyle anlatıyor, onların sözleri kafidir. “Cebr” Meselesi Soru: Zahid Efendi’nin Mustafa Sabri Efendi ile münasebetinden bahseder misiniz? Mesela “Nazratun âbire” adlı eserinde yer yer ona iltifat eder fakat bir de hadisenin “cebr” boyutu var. Bu hususu istismar edenler, onları iki hasım gibi göstermek 117 Kudemâ Meclisi istemektedirler. Aralarında ki münasebet hakkında neler söyleyeceksiniz? Son hayatlarında, arkadaşlar içinde onların arasında en fazla dolaşanlardan birisiyim elhamdülillah. O zaman Zâhid Efendi “el-İstibsâr” mevzuunu yazmıştı. Eserinde Mustafa Sabri Efendi’yi hem medh-ü senâ etti, hem de “cebr” mevzuunda onunla münakaşa etti. Din meselelerinde ahbablık olmaz. “Hakikat olduğu gibi anlatılır” diye bir tabir vardır. Bu meseleler bu şekilde yazılmıştır. O günlerdeydi ki Mustafa Sabri Efendi’nin ailesi vefat etmişti. Rahmetli Ders vekili Ahmed Asım Efendi’nin kerîmesiydi. İskenderiye’de defnedildi. Mustafa Sabri Efendi torunlarının ve gelininin hizmetine kalmıştı. Osmanlı hanedanından Sultan Abdülaziz Hanın torunu Şehzâde Şevket Efendi vardı. Şevket Efendi Onu alır götürür, evladıyla beraber haftalarca evinde bakarlardı. Hatta -ben görmedim ama- Ali Yakup Efendi, “Şevket Efendi’nin çocuklarının Mustafa Sabri Efendi’nin el ve ayak tırnaklarını kestiğini gördüm” demişti. Öyle hizmet ederler, onu çok severlerdi. Zaten nur parçası gibi bir kimseydi sevilmeyecek bir insan değildi, çok hoş güzel bir insandı. O günlerde ben Mustafa Sabri Efendi’yi ziyaret için Şehzâde Şevket Efendi’nin evine gittim. Oturduk şuradan buradan konuştuk. Beni görünce sözler Tokat’a, Erbaa’ya, Niksar’a intikal ederdi. Bu minval üzere memleket konuşmaları yaptık. Ondan sonra dedi ki: 118 Kudemâ Meclisi “Zâhid Efendi’yi görüyor musun?” Dedim ki “Cuma günleri saat 9’da görüşüyoruz. O vakit benim mev’idim (onunla buluşma saatim) dir.” O gün günlerden Çarşambaydı. Bana, “Yarın git Ona söyle ki, ben torunum Muvahhid ile beraber -ki torunu, Mimarizâde Muhammed Ali’nin oğludur- arabayla kapısının önüne kadar geleceğim fakat merdiven çıkamadığımdan evine giremem. (Çünkü o esnada seksen sekiz yaşında idi.) Zâhid Efendi teşrif etsin aşağıya da, Nil kenarına bir yere gidelim, konuşalım, muhabbet edelim istiyorum, sen git söyle” dedi. Hemen gittim söyledim, Zâhid Efendi de memnuniyetle karşıladı. Ben de buna vesile oldum. İşte (ihtilafa sebep olan) o kitaplar çıktıktan, konuşulanlar konuşulduktan sonra hepsinden sonra ben böyle bir şeye şâhidim. Allah için bunu söylüyorum. Ondan sonra Zâhid Efendi de çok yaşamadı, zaten Zâhid Efendi, Mustafa Sabri Efendi’den önce vefat etti. Bu hadise böyle iken onlara kavga yaptırmanın manası nedir Allah aşkına? Günahtır. Soru: İsterseniz biraz da Sabri Efendi ve Zâhid Kevserî’nin Mısır’daki ders halkalarından konuşalım, Onların derslerine kimler iştirak ederdi? Biz her ikisinin de ahir ömürlerine eriştik. Onlar tedris için Ezher kürsüsüne çıkmadılar. (Çeşitli nedenlerden dolayı Ezher’de ders okutmayı uygun görmediler). Onların meclisleri tam bir ilim halkası idi. O meclislere gidenler onların ağzından çıkanları 119 Kudemâ Meclisi kati bir huccet sayarlar, kemal-i ihtiram ile derslerini dinlerlerdi. Zâhid Efendi bana Cuma günleri vakit ayırmıştı. Saat 9’dan Cuma namazına yakın bir vakte kadar muhtelif kitaplardan okurduk. Soru: Sabri Efendi ve Zâhid Kevserî’nin Ali Haydar Efendi ile ne derece bir dostlukları vardı? Burada iken bir araya geldiklerini bilmiyorum ama Mısır’dan döndüğümde Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Efendi’den çok sorardı, onların halini öğrenmek isterdi. Soru: “Cemaleddin Afgânî-Muhammed Abduh ve Reşid Rıza çizgisini etkisiz hale getiren ve Ehl-i Sünnet ulemâsının önünü açan ikili Zâhid Efendi ile Mustafa Sabri Efendi’lerdir” dersek mübalağa olur mu? Haşa, elbetteki olmaz. Mustafa Sabri Efendi o kimselerden bahsederken şunu da işittik: “Ben Türkiye’deyken bunları takdir ediyordum fakat buraya geldikten sonra Allah bir şerh-i sadr ihsan etti. Bu şerh-i sadr sayesinde çok ince şeylere muttali oldum. Allah’a hamd-ü senâlar olsun.” Bu konu daha uzun konuşulacak bir mevzudur ama ben buna girmek istemiyorum. Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Efendi’nin onlar hakkında yazdıkları başkalarınınkilerden çok daha mühimdir. Bu konuda yazan başkaları da var, İskenderiye Üniversitesi hocalarından Muhammed Huseyn 120 Kudemâ Meclisi başta olmak üzere daha bir çok kimsenin onlar aleyhinde yazdıkları var ama Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid Efendi’nin yazdıkları hepsinin üstündedir. Onlar işi daha ince, daha mühim noktalardan yakalamışlardır. Son anlarını bilemiyoruz ama bu kişiler insanlara yazdıklarıyla çok yanlış şeyler bırakmışlardır. Mesela Muhammed Abduh’a kadar nasslar üzerinde çok uzak teviller hiç kimse tarafından yapılmamıştır. O öyle teviller yapmıştır ki onların hiç kimse tarafından kabul edilebilecek tarafı yoktur. Şunu söyleyelim ki ; kudret-i ilmiyyesi ve kalemiyyesi vardır fakat bunları çok yanlış şekilde kullanmıştır. Oradakileri bir kenara bırakalım bizim buradaki müfessirlerden Hamdi Efendi’nin Fil sûresi tefsîrinde Muhammed Abduh’u yerden yere çaldığını görmüyor muyuz? Hocam ilim-irfân dolu bir konuşma oldu, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim *** 121 Kudemâ Meclisi KADÎM DURUŞLU BİR HâLİDî ŞEYHİ: MAHMUD EFENDİ T asavvuf, ruhu “mâsivâ”dan arındırma ve İslâmî değerlerle donatma yoludur. Tarikatlar ise bu faaliyetleri gerçekleştirmek için tarihi süreç içerisinde oluşan irfan ocaklarıdır. Tasavvuf, ferdin şahsında düşünüldüğünde onu seyr-u sülûk ile Allah Teâlâ’ya yaklaştıran bir saika, cemiyet çapında dikkate alındığında ise, tarikatlarla sistemli bir şekilde insanlara yön veren bir kurum olarak karşımıza çıkar. Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’ten beslenen sûfi telakkiler, İslâm’ın erken dönemlerinden günümüze kadar geniş kitleler tarafından benimsenmiş, farklı nisbeler altında idârî, ictimâî ve ilmî kurumların oluşum ve devamında önemli roller üstlenmişlerdir. 122 Kudemâ Meclisi Anadolu’nun İslâmlaşmasında tarikatların üstlendiği rol en az orduların zaferleri kadar önemlidir. Tarikatlar, insanları İslâm’la tanıştırdıkları gibi, onlara İslâm’a göre nasıl yaşanılabileceğini de göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güçlü bir ictimâî yapıya sahip olması tarikatların varlığıyla doğrudan ilişkilidir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden günümüze kadar Anadolu ve çevresinde etkin olan Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolu sahip olduğu ümmet telakkisi ile ayrılıkçı akımları etkisiz hale getirmiş ve bu yolla adeta Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmıştır. Geniş bir coğrafyada irşad faaliyetinde bulunan Mevlânâ Ziyâuddîn Hâlid b. Hüseyn el-Bağdâdî’ye (v.1242/1827) nisbet edilen Hâlidiyye kolu, Osmanlı topraklarında millet-devlet dayanışmasının tesis edilmesinde çimento vazifesi görmüştür. Ayrıca tekke ile medrese, uzun yıllar devam eden husumetten sonra Mevlânâ el-Bağdâdî’nin gayretleriyle birbirlerini tamamlayan kurumlar olduklarını fark etmişlerdir. Çok sayıda âlim Hâlidiyye Tarikatı’na intisap etmiştir. Bu yüzden Hâlidiyye’ye “ilmiye sınıfının tarikatı” da denmektedir. Abdullah Mekkî vasıtasıyla Mevlânâ el-Bağdâdî’ye dayanan, günümüzde ise Mahmud Ustaosmanoğlu Hoca Efendi ile temsil edilen İsmailağa Cemaati, Hâlidîliğin kolları içerisinde muhalled yapıyı ilk haliyle koruması ile temayüz etmektedir. 123 Kudemâ Meclisi HâLİDîLİK Hâlidîlik, Nakşibendiyye Tarikatı’nın önemli bir koludur. Bu kolun nasıl bir temelde yükseldiğini anlayabilmek için Nakşibendiyye Tarikatı’nın doğuşunu ve tarihi gelişimini bilmek gerekir. Nakşibendiyye, Buhârâ’ya 9 km mesafede yer alan Kasr-ı ârifân Köyün’de dünyaya gelen Behâuddîn Nakşibend Muhammed el-Buhârî (v.791/1389) Hazretleri adına nisbet edilen bir tarikattır.49 Muhammed Behâuddîn tarîkatı zahirde Muhammed Baba Semmasî (v.740/1239)’den almış, sonra Onun talebesi Seyyid Emir Külâl’e öğrencilik yapmıştır. Gerçekte ise O bir “üveysidir”. Yani eğitimini manevi yolla Abdulhalik Gücdüvânî’den almıştır.50 Behâuddîn Nakşibend Hazretleri vefatından bir gün önce, yetiştirdiği müritlerine Muhammed Parsa (v.822/1419)’ya tabi olmalarını vasiyet etmiş51, Muhammed Parsa ve diğer halifeler vasıtasıyla Nakşibendiyye Tarikatı geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. İmam-ı Rabbânî (v.1035/1626)’nin etkisiyle îonun “Müceddidiyye” diye de anılmasına zemin hazırlamıştır. Nakşibendiyye Tarikatı’nın Müceddidiyye koluna Refîk el-Acem, Mevsû’at-u Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslâmî, Mektebet-u Lübnan, Beyrût, 1999, s.991. 50 Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî, el-Kevâkibu’d-Dürriyye ale’l-Hadâiki’l-Verdiyye, Dâru’l-Beyrûtî, Beyrût, ty., s.392. 51 el-Hânî, a.g.e., s.434. 49 124 Kudemâ Meclisi mensup olan Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî,52 Nakşibendîliğin özellikle Osmanlı topraklarında yayılmasında etkili olmuştur. Mevlânâ el-Bağdâdî, ümmet bilincini aşıladığı yüzlerce halife ve müridi ile Osmanlı topraklarında emperyalizma’ya karşı hilafetin müdâfaasını yapmıştır. Dağıstan’dan Sumatra’ya kadar yayılan talebeleri bulundukları bölgelerde Osmanlı Devleti’nin gönüllü neferleri olarak çalışmışlardır. 53 Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî siyasî faaliyetlerinin yanı sıra akîde alanında da yoğun bir gayret içerisinde olmuştur. Gerek kendisi, gerekse de halifeleri bulundukları bölgelerde kurdukları medreselerde Ehl-i Sünnet akidesinin temel kitaplarını okutmuşlar, çok sayıda ilim adamı yetiştirmişlerdir. Mevlânâ el-Bağdâdî bir çok defa Şii alimlerle münazara yapmış, özellikle Şîa’nın yayılma gösterdiği bölgelerde Ehl-i Sünnet akdesinin güç kazanmasına büyük katkıda bulunmuştur. Onun irşadı neticesinde Şîa’nın Anadolu ve Irak’taki nüfuzu etkisiz hale getirilmiştir. Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Osmanlı sevgisi ve Şîa karşıtlığı öğrencileri üzerinde o derece etkili olmuştur ki halifelerinden Taha el-Hakkârî, gördüğü bir rüya neticesinde Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen İran hükümdarı Mehmed Şah’ın gönderdiği hediyeyi Os52 53 el-Hânî, a.g.e., s.434. Hamid Algar, “el-Bağdâdî”, D.İ.A., VI, s.284. 125 Kudemâ Meclisi manlı Devleti’ni incitmemek için geri çevirmiştir.54 Mevlânâ el-Bağdâdî yaşadığı dönemdeki alimlerden büyük saygı görmüştür. Muhammed Emin adıyla bilinen İbn-i Âbidîn, Rûhu’l-Me’ânî adlı tefsîrin sahibi Mahmud el-âlûsî, II. Mahmud’un Şeyhü’l-İslâm’ı Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi onun allâme müritlerinden birkaçıdır.55 Mevlânâ el-Bağdâdî’nin itibarı ulemâ nezdinde o derece kabul görmüştür ki, muasırları tarafından kendisine yöneltilen tenkitlere cevap bizzat söz konusu alimler tarafından verilmiştir. Nitekim Abdulvahhab es-Sûsî’nin Hâlid el-Bağdâdî aleyhindeki ifadelerine dönemin büyük fakihi İbn Âbidîn tarafından yazılan “Sellü’l-Husâmi’l-Hindî li-Nusrat-ı Mevlânâ Şeyh Hâlid en-Nakşibendî”56 adlı eser ilim çevrelerince Hadise şu şekildedir: Şah, Taha el-Hakkârî’ye yetiştirdiği talebeler ve yaptığı hizmetlerden dolayı Türk sınırına yakın bir yerde iki köy bağışlar. Fakat el-Hakkârî hediye’yi kabul etmez. Bunun üzerine Şah köyleri vakfedip el-Hakkârî’ye bir âsâ ile bir cübbe gönderir. Sultan Abdülmecîd Han duruma vakıf olunca Taha el-Hakkârî’ye bağlılık ve ihtiramını bildirir. Bk. Abdurrahman Memiş, Hâlid-i Bağdâdî ve Anadolu’da Hâlidîlik, İstanbul, 2000, s.211. 55 Mekkîzâde Mustafa Asım Efendi üç ayrı devrede 17 yıl şeyhü’lislâmlık makamında bulunmuştur. Hâlid el-Bağdâdî kendisine iki ayrı mektup göndermiş, bağlılığına işaret etmiştir. Bk. Es’ad Sâhib, Buğyetu’l-Vâcid fî Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, Dimeşk, 1334, s.10, 70, 92. 56 Algar, “el-Bağdâdî”, VI, s.284; Bu Risale, İbn-i Âbidîn’e ait Risaleleri hâvî “Mecmû’at-u Resâil-i İbn-i Âbidîn” başlıklı kitab’ın bazı nüshalarından selefi zihniyete sahip yayıncılar tarafından çıkartılmıştır. Bk. Muhammed Emin İbn-i Âbidîn, Mecmû’at-u 54 126 Kudemâ Meclisi hala takdirle karşılanmaktadır. Mevlânâ el-Bağdâdî ile birlikte tarikat Nakşibendiyye-Halidiyye diye anılmaya başlamıştır. Halidiyye yeni bir tarikat olmaktan ziyade bir kolbaşı işlevi görmüştür. Mevlânâ el-Bağdâdî Nakşibendilik içerisinde İmam-ı Rabbânî’den sonra en etkin olan ikinci adam olmuştur. Onun vesilesiyle Osmanlı topraklarında, özellikle de İstanbul’da farklı tarikatlar ve değişik Nakşibendi kolları ciddi anlamda nüfuz kaybına uğramış ve 1826 yılında kapatılan Bektâşî tekkeleri Halidi şeyhlere verilmiştir. Hâlidiyye’nin İslâmî esaslara uygun olması ve mürşitlerinin ulemâ sınıfından gelmesi, tarikatın İstanbul ulemâsı tarafından kabul görmesinde etkili olmuştur. Kısa zamanda Nakşibendîlik ilim ve devlet adamları nezdinde ciddi bir saygınlığa ulaşmıştır. Tarikatın İstanbul halifesi İzmirli Ahmed Eğribozî’nin faaliyetleri neticesinde şeyhü’l-islâmlar Mekkîzâde Mustafa Asım ve Mehmed Refîk Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Said, Davud, Gürcü Necip, Namık Paşalar ve Musa Saffetî Hâlidiyye’ye intisap etmiştir. Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Osmanlı sınırları içerisinde bulunan Suriye’de ikâmet etmesi ve halifelerinin Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları, devlet adamlarının tarikata ilgisinin artmasında etkili olmuştur. Resâil-i İbn Âbidîn, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, ty. 127 Kudemâ Meclisi Mevlânâ el-Bağdâdî’nin yaşadığı Süleymaniye, Bağdat ve Şam bölgelerindeki farklı tarikatlar, müntesiplerinin Nakşibendî olmaları üzerine yöresel ağırlıklarını kaybetmişlerdir. Kâdirîlerin yoğunlukta olduğu Kuzey Irak Bölgesi, Hâlidiyye’nin doğuşuyla yerini Nakşibendîliğe bırakmıştır. Berzencî ve Sâdât-ı Nehrî gibi şeyh ailelerinin çoğu Kâdiriyye’den Nakşibendîliğe geçmiştir. Zamanla Kürt kimliği bir dereceye kadar Hâlidiyye ile bütünleşmiştir. Hâlidiyye’nin siyasî açıdan etkin olduğu bölgeler arasında Kuzey Kafkasya’nın ayrı bir yeri vardır. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin önde gelen halifelerinden İsmail Şirvânî XIX. yüzyılın ilk on yılında Halidiyye’nin Kuzey Kafkasya’da yayılmasını sağlamıştır. İsmail Şirvânî’nin silsilesi Has Muhammed Şirvânî, Muhammed Yerâğî, Cemaleddin Gazi-Gumükî ve onun müridi Şeyh Şamil ile bölgede en etkin tarikat haline gelmiştir. Şeyh Şamil önderliğinde yürütülen bağımsızlık mücadelesi Ruslara karşı önemli zaferler kazanmıştır. Kuzey Kafkasyalı Hâlidî şeyhler siyasî ve tasavvufî faaliyetlerin yanı sıra yargı ve eğitim alanında da etkili olmuşlardır. Örf ve adetlerin yerine İslâmî hükümlerin uygulanması ve açılan medreselerde İslâmî ilimlerin okutulması noktasında önemli başarılar elde etmişlerdir.57 Hâlidiyye’nin Arap dünyasında en yaygın olduğu ülke ise Suriye’dir. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin 57 Algar, “Halidiyye”, D.İ.A., XV, s.295. 128 Kudemâ Meclisi hayatının önemli bir bölümünü Şam’da geçirmesi ve orada vefat etmesi tarikatın Suriye’deki nüfuzunun başlıca nedenidir. Bu bölgede ikâmet eden Hânî Ailesi Hâlidiyye’nin, Hâlid el-Bağdâdî sonrasında Suriye’de kök salmasında önemli rol üstlenmiştir. Tarikatın temel kitapları “el-Behcetu’s-Seniyye fî Adâbi’t-Tarîkâti’l-Âliyyeti’l-Hâlidiyyeti’n-Nakşibendiyye’nin” yazarı Şeyh Muhammed b. Abdullah el-Hânî (v.1862) ile “el-Hadâiku’l-Verdiyye fî Ecillâi’s-Sâdâti’n-Nakşibendiyye’nin” müellifi Şeyh Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî (v.1900) bu ailenin önemli simalarındandır.58 Abdullah Mekkî Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin Mekke’ye gönderdiği halifelerinden Abdullah Mekkî (Erzincani) vasıtasıyla Hâlidiyye, İslâm coğrafyasının ücra köşelerine kadar ulaşmıştır. Onun müritleri arasında Türkler, Kırım ve Kazan Tatarları’nın yanı sıra Güneydoğu Asyalı Müslümanlar da vardır. Sumatralı Şeyh İsmail Minangkabavi Singapur, Malezya ve Riau Saltanatı’nın merkezi Penyangat adasında oldukça etkili olmuştur. Minangkabavi’nin irşad faaliyetleri neticesinde Riau sultanı Muhammed Yusuf Halidiyye’ye intisap etmiştir.59 1900 yılında İstanbul’da vefat edip Nişantaşı kabristanlığına defnedilen el-Hânî’nin hayatı için Bk. el-Hânî, a.g.e., s.7-8. 59 Algar, “Halid el-Bağdâdî”, D.İ.A., VI, s.296. 58 129 Kudemâ Meclisi Yanyalı Mustafa İsmet Efendi Abdullah Mekkî’nin Anadolu’daki başlıca halifeleri “Terzi Baba” olarak bilinen Muhammed Vehbi Efendi (v.1848), Mustafa Hüdâvendi ve Yanyalı Mustafa İsmet Efendi’dir (v.1872).60 Mustafa İsmet Efendi’nin irşad merkezi İstanbul’da kurulan en eski Hâlidî tekkesidir.61 İstanbul’daki Hâlidî Şeyhler Hâlidî şeyhler hilafetin merkezi İstanbul’da devlet ve siyaset çevreleriyle girdikleri yakın ilişkiler sayesinde -ıslahat hareketlerinin gündemde olduğu yıllarda- İslâmî değerlerin korunması noktasında önemli başarılara imza atmışlardır. Jön Türklere karşı II. Abdulhamid’i desteklemişlerdir. İstanbul’daki Hâlidî şeyhler -bütün bu hizmetlerinin yanında- eğitim faaliyetlerinde de bulundular. Özellikle 1924 yılında medreselerin kapatılmasından sonra İstanbul, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde İslâmî ilimler tedrisatının önemli bir bölümü Hâlidî şeyhler eliyle yürütüldü. Hâlidî şeyhlerin murakabesinde İslâmî ilimleri okuyan birçok kişi Cumhuriyet dönemi dini hayatında müftü, vaiz ve imam olarak vazife aldı. 1946 yılında çok partili siyasî hayata geçilince Hâlidî’ler Türk siyasî hayatında yeniden etkin oldular. Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ’yı Ebrâr ve Şerh-i Esmâ’ı Esrâr, Süleymaniye Kütüphanesi, No: 2305-2309, II, s.212. 61 Süleyman Uludağ, “Anadolu’da Halidilik”, D.İ.A., XV, s.299. 60 130 Kudemâ Meclisi Siyasî partiler, halkın oylarını alabilmek için Hâlidî şeyhlerin çocuk ya da torunlarını listelerinden meclise taşıdılar. Kasım Kufralı, Şeyh Salahaddin’in oğulları Kamran İnan, Âbidîn İnan, Şeyh Muhammed Masum’un oğlu Muhittin Mutlu, Şeyh Said’in torunu Abdulmelik Fırat, Şeyh Fethullah’ın torunu Gıyâseddin Emre, Şeyh Ali es-Sebtî’in torunu Ali Rıza Septioğlu gibi isimler çeşitli dönemlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görev yaptılar. Siyasî hayatta en etkili olan Hâlidî şeyh ise Ahmed Ziyâuddîn Gümüşhanevî (v.1893) ve Ahmed el-Ervadî (v.1857) yoluyla Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşan Mehmet Zâhid Kotku’dur (1980). Kotku’nun tekkesinde 1 cumhurbaşkanı, 2 başbakan, çok sayıda bakan ve bürokrat yetişmiştir. FİKİR HAYATINDA MEŞÂYIH Hâlidî şeyhler Cumhuriyet dönemi fikir hayatında da etkin oldular. Hareket Dergisi ve Hareket düşüncesinin mimarı Nureddin Topçu Gümüşhanevî Tekkesi şeyhlerinden Abdülaziz Bekkine’nin (v.1952) müritlerindendir. Yine yakın dönem fikir ve sanat dünyasının etkin siması Üstad Necip Fazıl da, silsilesi Seyyid Taha Hakkârî vasıtasıyla Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşan Abdülhakîm Arvasî’ye (v.1943) intisab etmiştir. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî yaşamında olduğu gibi öldükten sonra da Osmanlı Devleti tarafından saygıyla yâd edildi. Sultan Abdulmecîd, Necip Paşa’ya emir 131 Kudemâ Meclisi vererek Mevlânâ el-Bağdâdî’nin Şam’daki kabrine masrafları kendi özel bütçesinden karşılanmak üzere türbe yaptırdı. 62 İSMET EFENDİ TEKKESİ Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin Anadolu’nun farklı bölgelerine dağılan çok sayıda halifesi vardı. Bunların önemli bir bölümünün ulemâ sınıfından olması İslâm’ın zahir ve batın birlikteliğinin yeniden tesis edilmesinde etkili oldu. İstanbul’da olduğu gibi, Anadolu’da da çok sayıda ilim adamı Nakşibendîliğe intisab etti. Hâlidiyye’nin İstanbul ve Anadolu’da etkin olmasında Abdullah Mekkî’nin yanında 20 yıl kalan Yanyalı Mustafa İsmet Efendi’nin rolü büyüktür. İsmet Efendi, Abdullah Mekkî’den icâzet aldıktan sonra Edirne’de irşad vazifesi ile görevlendirildi. Abdulmecîd Han’ın saygınlığını kazanan İsmet Efendi, belli bir süre sonra İstanbul’a davet edildi. Fener-Rum Patrikhanesi’nin yüksek miktarda para teklif etmesine rağmen arsa sahibinden alamadığı Fatih-Çarşamba’daki Katip Muslihiddin Mahallesi İsmailağa Caddesi Mercimek ve Kara Davud Sokaklarının çevirdiği arsa üzerine 1853 yılında kendi adıyla anılan bir tekke inşa etti. İsmet Efendi, İstanbul’da kısa zamanda büyük saygınlık kazandı. Memduh Paşa gibi devlet adamları 62 Memiş, a.g.e., s.212. 132 Kudemâ Meclisi Ona intisap etti. Abdulmecîd Han, her cuma gecesi türbesinin girişinde İsmet Efendi’nin 10 müridi ile Hâlidî adabı üzerine hatm-i hacegân yapmalarını vasiyet etti.63 II. Abdülhamid de belli aralıklarla İsmet Efendi’yi ziyaret ederdi. İstanbul’un en gözde irfan merkezleri arasında yer alan tekke, İsmet Efendi’den sonra sırasıyla Halil Nurullah, Ali Rıza Bezzâz ve Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile irşad faaliyetlerine devam etti. Halil Nurullah Efendi, irşad hizmetlerini bizzat tekke’de yürütürken, Ali Rıza Bezzâz Efendi ikâmet ettiği şehir Bandırma’da kalmayı tercih etti. ALİ HAYDAR EFENDİ Ali Rıza Bezzâz Efendi’nin vasiyeti gereği İsmet Efendi Tekkesi’nin başına geçen Ahıskalı Ali Haydar Efendi, irşad silsilesinde İsmet Efendi’den sonra en etkin ikinci isim olur. İsmailağa’nın doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Muhterem Mahmud Efendi’nin şeyhi olan Ali Haydar Efendi’nin âlim ve sûfî kimlikleriyle bilinmesi zaruret arz eder. Hem Osmanlı Devleti (1914), hem de Cumhuriyet döneminde (1960) İsmet Efendi Tekkesi’nin şeyhlik makamında bulunan Ali Haydar Efendi, 1914 yılından 1919’a kadar irşad faaliyetlerini evinde ya da camii köşelerinde yürütmek zorunda kalır. Fatih Dersiâmlarından olan Ali Haydar Efendi, İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul, 1989, s.248. 63 133 Kudemâ Meclisi Osmanlı Devleti’nde, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu başkanlığı görevine muadil bir vazife olan “Te’lîf-i Mesâil Heyeti” reisliğinde bulunmuştur. Yüksek derecede bir ilme sahip olan Ali Haydar Efendi’nin diğer Hâlidî şeyhler gibi Sultan II. Abdulhamid’den yana tavır alması ve İttihatçıların şeyhü’l-islâmlık teklifini geri çevirmesi, tekkesinin işgal edilmesi başta olmak üzere pek çok hususta mağduriyet yaşamasına yol açmıştır. İsmet Efendi’nin icâzetine, tekke vakfiyesinin “tekke’ye bağlı halife ve müritlerin seçeceği post-nişinin şeyh olarak tayin edilmesi” şartına rağmen Meclis-i Meşâyıh, İttihatçıların baskısıyla vakıf şartını ve kendi nizamnamesini ihlal ederek Ali Haydar Efendi’nin makamına Mustafa Hâki Efendi adında Tokatlı bir İttihatçıyı atamıştır. Tekke ile alakalı müzakerelere Tokat Mebusu sıfatıyla Mustafa Hâki Efendi katılmıştır. Tekke’nin müritleri Meşihat makamına ve Meclis-i Meşâyıh’a defaatle mektup yazarak durumun düzeltilmesini talep ettiler; fakat netice alamadılar. Nihayet Ali Haydar Efendi’nin müritlerinden Hafız Halil Sami Efendi 1919 yılında işgalin öyküsünü anlatan bir dilekçe kaleme alıp padişaha gönderir. Padişah’ın devreye girmesiyle 13 Kasım 1919 tarihinde yayınlanan tezkere ile tekke Ali Haydar Efendi’ye iade edilir. 64 Ali Haydar Efendi tekke ve zaviyeler kapatılıncaya kadar İsmet Efendi Tekkesi’nde irşad faaliyetlerine Ahmet Açıkgöz, “Tekkesi İşgal Edilen Şeyh”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.2, Şubat-Nisan 2005, s.70. 64 134 Kudemâ Meclisi devam eder. Söz konusu kapatma kanunu çıkınca tekkeye bir minare ekleyerek hizmetlerini camii formatında yürütür. Ali Haydar Efendi, medreselerin kapatılmasından sonra tekke hizmetlerinin yanı sıra islâmî ilimlerin tedrisatıyla da ilgilenir. Bu hizmeti, hayatının sonlarına kadar sürdürmüştür. Ahir ömründe ders halkasına katılan Emin Saraç Hoca Efendi’nin anlattığı şu olay Halidi şeyhlerin ilme verdikleri önemi göstermesi açısından da önemlidir: “Ali Haydar Efendi’den Molla Hüsrev’in ‘Mir’ât’ını okuyordum. Ders için her gün Tekke’ye giderdim. Yine bir gün gitmiştim ki, Üstadımı aşırı derecede yorgun buldum. Konuşmaya, ders takrir etmeye mecalleri yoktu. Bu yüzden ‘Evladım! Bundan sonra ders okutamayacağım, senin de gördüğün gibi sağlığım buna müsait değil’ dedi. Ses tonundan, ders okutamamaktan dolayı son derece muzdarip olduğu anlaşılıyordu. Öyleki zindan, zulüm ve tecritler Ona ders okutamamak kadar ağır gelmemişti. Ali Haydar Efendi’nin bu hal beyânı üzerine ‘peki’ dedim ve müsaade isteyerek huzurundan ayrıldım. Doğruca ikâmet ettiğimiz ‘Üçbaş Medresesi’ne gittim. Hadiseden bir gün sonraydı, saat sabahın sekizi, medresenin o ilk odasında dersimi mütalaa ediyordum. Arkadaşlardan biri yanıma gelip dışarıda bir yaşlı kadının benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşmek için dışarıya çıktım, bir de ne göreyim! Ali Haydar Efendi Hazretleri’nin Hanımı… Hocamın beni 135 Kudemâ Meclisi istediğini söyledi. “Ne zaman geleyim” deyince “her zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz” dedi. Gittim. Hocamız: ‘Evladım! Seni gönderdikten sonra halim daha da ağırlaştı. Öyle ki gözlerime uyku girmedi. İlmini ketmedenlerden olmaktan korktum. ‘Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulur da cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teâlâ ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur’ hadisine muhatab olmaktan korktum. Ders okut(a)mamanın hesabını verememekten korktum. Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim! Binaenaleyh, ahir nefesimize kadar derse devam edelim. Bu can bu yola adanmıştır.”65 Ali Haydar Efendi Cumhuriyet Döneminde uzun yıllar perşembe günleri Sultan Selim, salı günleri de Nişanca Camileri’nde vaaz vermiştir. Vaazlarında Ehl-i Sünnet Akidesi ve Ameli meseleler üzeride dururdu. Meselenin doğrusunu anlatır, yanlışın tahlil ve tenkidini dinleyicilere bırakırdı. İLK BULUŞMA Ali Haydar Efendi, uzun mücadele hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı bir şiirinde şöyle dua etmiştir: “Silsilemizi müselsel eyle Ya Rabb’el-En’âm Yürüsün böyle müselsel ta ol yevme’l kıyam.” Talebelerinin anlattığına göre ömrünün son on Açıkgöz, “Huzur Derslerinde Sistemi Sorgulayan Allâme”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.4, Eylül-Kasım 2005, s.102-103. 65 136 Kudemâ Meclisi yılında en fazla düşündüğü mesele, irşad yolunun devam edip-etmeyeceği idi. Derin düşüncelere daldığı bir gün mana aleminde Şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendi’yi görür. Şeyh Efendi kendisine Bandırma’da askerlik yapan Mahmud Efendi’yi gösterir ve “Bu bizimdir! Bunu teslim al” diye emreder. Ali Haydar Efendi rüyada teslim aldığı zatı, gerçekte de görebilmek için Bandırma’ya gitmeye karar verir. Yakın çevresine, “Hazırlanın, Bandırma’ya gidiyoruz” diye emreder. Talebeleri “Aman efendim! Rahatsızlığınız yola çıkmanıza müsaade etmez, seferi te’hir etseniz, aksi halde rahatsızlığınız artar” türünden cümleler sarf ederek onu kararından caydırmaya çalışırlar. Fakat o kararını vermiştir. Ali Haydar Efendi, Bandırma’ya gider ve ilk olarak Ali Rıza Bezzaz Efendi’nin kabrini ziyaret eder. Oradaki talebeleri ile görüşür. Cuma namazı için Haydar Çavuş Camii’ne geçer. Sünnet namazları, caminin son cemaat mahallinin sağ tarafında kılar. Bandırma’da askerlik yapan Mahmud Efendi de o vakit camidedir. Çıkarken Ali Haydar Efendi’yi görür. İsmet Efendi irşad merkezinin halef-seleflerinin bu ilk karşılaşmalarıdır. O anı Muhterem Mahmud Efendi şöyle anlatır: “Cuma namazını kıldım, camiden çıkarken sağ tarafta Ali Haydar Efendi’yi gördüm. Bana padişah gibi heybetli göründü. Cemaate kim olduğunu sordum, tanımadıklarını söylediler. İmama sordum, ‘Osmanlı ulemâsından Dersiâm Ali Haydar Efendi’ dedi. Onun137 Kudemâ Meclisi la görüşmek istediğimi söyleyince İmam ‘Durum sıkı, sürekli takip ediliyor, görüşmek istiyorsan akşam gel’ dedi. Akşam gittim fakat Ali Haydar Efendi camiye gelememişti. Çünkü şartlar müsait değildi. İmam ‘Yarın Eskici Abdullah Efendi’nin evinde olacak oraya gel’ dedi. Sabah olunca Abdullah Efendi’nin evine gittim, kendileri oradaydı. İlk görüşmemiz o zaman gerçekleşti. Buyurdular ki: ‘Ne olaydı biraz daha erken kavuşsaydık Mahmudum’. İlk buluşmamızda başlayan muhabbet hep artarak devam etti.” “Ali Haydar Efendi ile görüşünceye kadar bana mesele sorarlar diye şeyhlerle görüşmekten imtina ederdim. Fakat O, beni öylesine etkilemişti ki huzurundan hiç ayrılmak istemezdim”.66 Bu görüşmeden birkaç ay sonra bölükte dağıtım yapılır ve Mahmud Efendi İstanbul Selimiye Kışlası’na sevk edilir. Buradan da, önce Gebze’ye ardından Sirkeci’ye gönderilir. Daha sonra emir eri olarak sırasıyla Sultanahmet, Ahırkapı, Bandırma ve Zonguldak’ta bulunur. 1954 yılında Davutpaşa kışlasında askerlik vazifesini bitirir. İstanbul’da kaldığı süre zarfında çarşı izinlerini İsmet Efendi Tekkesi’nde Ali Haydar Efendi’nin yanında geçirir. Askerlik vazifesi bitince bir ara Of ’a döner. Ali Haydar Efendi üst üste yazdığı mektuplarında “Dost bahşişi Yusufum!” diye hitap ettiği Mahmud Efendi’yi İstanbul’a davet eder. Davet üzerine İstanbul’a gelen Mahmud Efendi, 1954 yılında Ali Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.5, Ocak-Mart 2006, s.73. 66 138 Kudemâ Meclisi Haydar Efendi’nin tavassutuyla İsmailağa Camii’nde İmam Hatip olarak vazifeye başlar. MAHMUD EFENDİ ve HâLİDîLİK Ali Haydar Efendi 1960 yılında Ahiret’e irtihal edince -vasiyyeti gereği- talebelerinin başına Mahmud Efendi geçer. İsmet Efendi irşad merkezinin yeni şeyhi, merkeze yerleşmek yerine İmam Hatip olarak görev yaptığı İsmailağa camiinde kalmayı tercih eder. HAYATI 1929 yılında Trabzon/Of ’ta dünyaya gelen Mahmud Efendi, Ali Efendi ve Fâtıma Hanım çiftinin hayatta kalan ilk çocuğudur. Çocukları yaşamayan Ali Efendi, meccanen İmam Hatiplik yaptığı caminin minaresinde okuduğu her ezandan sonra “Ya Rabbi bana hayırlı bir evlat nasib et!” diye dua ederdi. Bir gece Fâtıma Hanım rüyasında Ay’ın koynuna indiğini ve Dünya’yı aydınlattığını görür. Rüyadan kısa bir zaman sonra hamile kalır ve bir erkek çocuk dünyaya getirir. Ali Efendi yeni doğan çocuğunu alır, civarda Kal-Ömer Mahmud Efendi diye bilinen âlim/velâ zata götürür. Kal-Ömer Mahmud Efendi, Ali Efendi’nin oğlunu kucağına alır ve şunları söyler: “Adın benim adım olsun, ilmin benim ilmim olsun, takvân benden fazla olsun.” Kal-Ömer Mahmud Efendi’nin iltifatına nail olan Küçük Mahmud, yetişkin kişilerde görülebilecek ta139 Kudemâ Meclisi vırlarıyla dikkat çeker, arkadaşları arasında farklılığı ile temayüz eder. Duruşlarında “büyük oluş”un kodlarını gören köylüler, çocuklarına ona benzesinler diye “Mahmud” adını koyarlar. O daha çocukken, doğduğu Miçço (Tavşanlı) köyünde yaşça kendinden küçük 40 tane Mahmud olur. TAHSİLİ Mahmud Efendi erken yaşlarda Kur’an-ı Kerîm okumayı öğrenir. Babası Ali Efendi’nin nezaretinde, validesi Fâtıma Hanım’ın hocalığında hafız olur. Balaban Köyü’nde ikâmet eden Hoca Abdulvahhab Efendi’den “Emsile” ve “Bina” kitaplarını, Mustafa ve Hasan İbrahimoğlu’ndan Yâsîn Sûresi’nin tefsîrini okur. Ramazan ayında Kayseri’ye gider. Orada Tesbihçizâde Hacı Ahmed Efendi’den Farsça ve Arapça dersleri alır. Arap diliyle alakalı İmam Birgivi’nin meşhur kitapları Avamil ve İzhar başta olmak üzere klasik usûlde takip edilen diğer metinleri okur. Kayseri’de 1 yıl kadar kaldıktan sonra Of ’a geri döner Süleymaniye Medresesi dersiâmlarından Çalekli Dursun Efendi’nin medresesinde tahsiline devam eder. Dursun Efendi’nin ilk talebelerinden olan Muhterem Mahmud Efendi, Osmanlı medreselerinde takip edilen kitapları sırasıyla okur. Sarf, nahiv, me’ânî, beyân, bedî’, Fıkıh, Usûl-u fıkıh, Usûl-u fetva, Hadis, Usûl-u hadis, Tefsîr, Ulûm-u Kur’an, Akâid, Kelâm, 140 Kudemâ Meclisi Mantık, Siyer, İslâm Tarihi ile alakalı mübtedi ve müntehi kitaplarını bitirir/ikmal eder. Muhterem Mahmud Efendi tek bir hoca ile gayrı resmi olarak eğitime devam eden medresenin ilk talebelerinden olması hasebiyle kendinden sonra gelen öğrencilerin dersleri ile de ilgilenir. “Emsile” kitabı ile başladığı Arapça tahsilini Dursun Efendi’den aldığı genel icâzetle noktalar. İcazet aldığında yaşı henüz 16’dır. Daha sonra Kur’an-ı Kerîm kıraatini ilerletmek ve Aşere ilmini okumak için Mehmed Rüştü Aşıkkutlu’nun Çifaruksa/Uğurlu Köyü’ndeki Kur’an Kursu’na gider. Burada teorik ve pratik açıdan kıraat ilmini tahsil eder. Belli bir süre Of ’tan ayrılır ve farklı hocaların ders takrirlerini dinlemek ve yeni terkipler oluşturmak için çeşitli şehirleri dolaşır. Askerliğe kadar devam eden bu ilk tahsil döneminde kitap okumaya dayalı eğitim alır. 1950’de Askerde tanıştığı ve yaklaşık 8 yıl yanında bulunduğu Ali Haydar Efendi’den ise meseleler üzerine dersler okur. Çeşitli konularda müzakerelerde bulunur. Çok defa Ali Haydar Efendi’nin iltifatlarına muhatap olur. Muhterem Mahmud Efendi tahsil hayatında gece geç saatlere kadar mütalaa eder, bazen birkaç saatlik uykuyu bile kendine çok görürdü. Bir gece Onu kitaplar arasında gören Ali Haydar Efendi, has talebesinin bu halini tasvib ettiğini şu cümlelerle dile getirir: “Oğ141 Kudemâ Meclisi lum Mahmud! Şimdi çok çalış, ileride kitap okumaya vakit bulamayacaksın”. Mahmud Efendi’nin talebeleri hocalarının sürekli kitap mütalaa ettiğini, kış gecelerinde kucağında kitaplarla birlikte çok defa battaniyelere sarılıp sabahladığını gördüklerini söylemektedirler. Onun kitap mutalaası ile alakalı kardeşi merhum İsmail Ustaosmanoğlu şunları nakletmektedir: “Evde sofra kurulunca ağabeyimi çağırmaya giderdim. ‘Geliyorum’ derdi, aradan birkaç saat geçer sofra kalkar, o hâlâ kitaplarını mütalaaya devam ederdi.” Muhterem Mahmud Efendi, okurken okutmaya başladığı öğrencilerine askere gitmeden icâzet verir. Erken yaşta mucâz (icâzetli) ve mucîz (icâzet veren) ünvanlarına sahip olarak pek az alime nasib olan bir nailiyete mazhar olur. HOCALARI Muhterem Mahmud Efendi, babası Ali Efendi başta olmak üzere birçok hocadan ders almış, fakat onun tahsil hayatında üç isim çok etkili olmuştur. Bunlar Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, Çalekli Dursun Fevzi (Güven) Efendi ve Ali Haydar Efendi’dir. Mehmed Rüştü Aşıkkutlu 1901 yılında Of ’un Uğurlu (Çifaruksa) Beldesinde dünyaya gelen Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, ilk tahsilini 40 yıl maarife hizmet eden babası Ahmet Cemalettin 142 Kudemâ Meclisi Efendi’de yaptı. Hafızlığını köyünde ikmal etti. Arapça ve İslâmî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü Çalıkzâde Tahir Efendi’de yaptı. Bir müddet medreselere devam etti. Medreseler lağv edilince yarıda kalan tahsilini Dersiâm Dursun Efendi’de tamamladı, ondan icâzet aldı. İstanbul’a gidip Hacı Hafız Hamdi Şükrü, Hafız İsmail Hakkı Bayrı ve Varnalızâde Hafız Ahmed Hamdi’den “aşere”, “takrib” ve “tayyibe” derslerini okudu. Ardından Of ’a geri döndü. 1932 yılında Devlet’ten şifahi olarak Kur’an kursu açma yetkisi aldı. Bu yetki 1936 yılında Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir yazıyla resmiyet kazandı. Merhum Aşıkkutlu, kursunda yıllarca meccanen “aşere”, “takrib” ve “tayibe” derslerini okuttu. Fıkıh, tefsîr gibi “âlî” ilimlerin yanı sıra sarf-nahiv gibi alet ilimlerini de tedris etti. “Feraiz” ilmine derin vukufiyeti Onu bu ilimde eşsiz bir konuma getirdi. Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla Of Vaizliği’ne atandı. Yıllarca Of ’ta irşad hizmetinde bulundu. 1976 yılında emekli oldu. Fakat Kur’an-ı Kerim hizmetine yine devam etti. D.İ.B. Haseki Eğitim Merkezinde 1976’dan itibaren “aşere”, “takrib” ve “tayyibe” derslerini okuttu. Aşıkkutlu “mucâz” bir Kur’an-ı Kerîm üstadı olarak yıllarca ders verdi ve yüzlerce talebe yetiştirdi. İcazet verdiği talebeler Kur’an okumanın kısıtlandığı yıllarda “fem-i muhsinler” (güzel okuyan ağızlar) olarak Türkiye’nin farklı şehirlerinde Kur’an-ı Kerîm 143 Kudemâ Meclisi okuttular; Allah Rasûlü’nden günümüze kadar devam eden Kur’an-ı Kerîm kıraatini mevcut vecihleriyle günümüze taşıdılar. Muhterem Mahmud Efendi, Arapça tahsilinden sonra tashîh-i hurûf ve kıraat ilmini tahsil için Çifaruksa’ya gidip uzun bir zaman merhum Aşıkkutlu’nun yanında kalır. Mahmud Efendi, üstadının hizmetini ve Kur’an kıraatindeki yerini anlattığı bir konuşmasında şunları söylemiştir: “Biz Ona öğrenci olduğumuzda hafızdık, fakat Kur’an nasıl okunur bunu tam olarak bilmiyorduk. İçimizde öyleleri vardı ki “…testeğîsûne…”yi “testeğîşûne” şeklinde okurdu. Kur’an-ı, hakkını vererek okumayı ondan öğrendik.” Aşıkkutlu, kıraat ilmi ile alakalı irili ufaklı çok sayıda eser kaleme aldı. Bunların bir kısmı öğrencilerinin şahsi kütüphanelerinde mevcuttur. Hoca Efendi 1980 yılında vefat ettiğinde geride binlerce talebe bıraktı. Köyündeki cenaze namazını talebesi Muhterem Mahmud Efendi kıldırdı. Çalekli Dursun Efendi Merhum Dursun Efendi 1299/1883 yılında Of ’un Çalek köyünde dünyaya geldi. Köyüne nisbetle Çalekli Dursun Efendi diye meşhur oldu. Babası Yakub Efendi’dir. Hafızlık yaptığı yıllarda (7 yaşında iken) babasını kaybetti. 9 yaşında Hemşinli Ahmed Efendi’nin yanında hafızlığını bitirdi. Aynı yıl Karakaş Ahmed 144 Kudemâ Meclisi Efendi’den Arapça okumaya başladı. Hocasının vefatı üzerine Çaykara’ya gidip Tayyib Zühdü Efendi’de tahsiline devam etti. Bir ara İstanbul’a gidip, çeşitli medreselerde okudu. Ardından memleketine geri döndü. Hocası Tayyib Zühdü Efendi’de derslerini ikmal edip, icâzet aldı. Velizâde Hasan Hilmi Efendi’den Ferâiz okudu, sonra tekrar İstanbul’a döndü. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi’ne girerek Medrese-i Sahn’ı bitirdi. Girdiği sınavı kazanarak (1334/1918) Süleymaniye Medresesi Kelam ve Hikmet Şubesi’nde okumaya başladı. 17 Nisan 1338/1922 tarihinde Süleymaniye Medresesi’nin ilgili bölümünden mezun olarak “Dersiâm” ünvanını aldı. 67 Bir süre Meşihat Dairesi’nde çalıştı. Medresetu’l-Kudât’a kayıt yaptırıp buradan da mezun oldu. Mezuniyetini müteakip Karadeniz Bölgesi’ndeki medreselerin müfettişliğine tayin edildi. 23 Ekim 1923 yılında kaleme aldığı ve bölgedeki ulemâ ve eşrâfın hissiyatını yansıtan yazısında, Cumhuriyet’in milleti İslâmî değerlerden uzaklaştırma vasıtası olarak uygulanmaması gerektiğini beyân etti.68 Medreselerin kapatılmasından sonra Of ’ta açılan İmam Hatip okulunda müdürlük yaptı (1925). İki yıl sonra bu görevinden alındı, rejime muhalefetten dolayı hakkında yakalama kararı çıkarıldı, Havza’nın bir Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, İ.B.B.K.İ.D.B., İstanbul, 1996, I, s.404; Yunus Şevki Yavuz, “Güven, Dursun Nuri Fevzi”, D.İ.A., XIV, s.328. 68 Albayrak, Yürüyenler ve Sürünenler, İstanbul, 1991, s.154-5. 67 145 Kudemâ Meclisi dağ köyünde uzlete çekildi. Af Kanunu’nun çıkması üzerine (1933) Karadeniz bölgesinde kısmi dolaşma salahiyetine kavuşan Dursun Efendi, 1938 yılında Of ’a dönerek Hayrat’a bağlı Hundez’de (Güneşli) hocası Tahir Efendi’den kalma medresede gayri resmi olarak ders okutmaya başladı. Arapça kaleme aldığı eserlerini bastırabilmek ve Hac ibadetini yapabilmek için 1950 yılında Haremeyn’e doğru yola çıktı. Hac ibadetini yerine getirdi, kitaplarının bir kısmını tab’ edip bir kısmını da kaybederek geri döndü. 69 Uzun yıllar tedrisata devam eden Dursun Efendi yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebeleri içerisinde ilim itibariyle en ileri derecede olanı ise Muhterem Mahmud Efendi’dir. Dursun Efendi, rahlesinde yetiştirdiği Mahmud Efendi’ye daha sonraları intisab ederek irşad halkasına dahil olmuştur. 23 Şubat 1977’de köyü Çalek’te vefat ettiğinde de cenaze namazını ilim ve takvasına hayran olduğu öğrencisi Muhterem Mahmud Efendi kıldırmıştır. Muhtâru’l-Ehâdîs Tercümesi, (İstanbul, 1964), Münkizu’l-Felâsife ve Müzhiru’l-Hakîka (Mekke, 1949), Tevhîd ve İşrâk (İstanbul, 1920), Ahiret Hakikatleri ve Dirilmek Hikmetleri (Trabzon, 1970), eserlerinden bazılarıdır. 69 Yavuz, a.g.m., D.İA., XIV, s.329. 146 Kudemâ Meclisi TASAVVUFÎ YÖNÜ Muhterem Mahmud Efendi henüz çocukken sûfî meşreb bir hayat yaşamakta idi. Erken yaşlarda iç içe olduğu bu “manevi hayat’ı” disiplinize edebilmek için bir mürşid arayışına girişti. O yıllardaki ruh halini anlatırken şunları söylemiştir: “Çocukken geceleri başımı yastığa koyduğumda kendi kendime şöyle seslenirdim: ‘Dünyanın bir ucunda kâmil bir mürşid olsa yalın ayak, aç ve susuz hemen yola koyulur yine de o mürşidi bulurum.” Muhterem Mahmud Efendi bu arayışların neticesinde ilk olarak Of ’ta Mapsinolu Ahmed Efendi diye bilinen yörenin meşhur Nakşibendî Şeyhi’ne intisapb edip, askere kadar onun murakabesinde seyr-u sülûküne devam etti. Askerde Ali Haydar Efendi ile tanışıp ona talebe oldu. Askerliğini tamamlayıp yeni şeyhinin yanına gittiğinde O’nun şu meyandaki ifadelerine muhatap olur: “Oğlum Mahmud! Seninle ilk görüşmemden üç gün sonra şeyhim (Ali Rıza Bezzaz) zuhur etti, elini tutup elime verdi ve ardından şöyle dedi: ‘Bunu al, bizimdir’. Oğlum! 50, 60 mandayı birbirine bağlasalar, beni senden ayırmak isteseler yine de başaramayacaklar.” Muhterem Mahmud Efendi, askerden sonra şeyhinin irfan meclislerine daha fazla katılma imkanı buldu. İlerleyen yıllarda ise yanı başından hiç ayrılmadı. Bu birliktelikle alakalı Ali Haydar Efendi’nin küçük oğlu şunları söylemektedir: ”Babam, muhterem Mah147 Kudemâ Meclisi mud Efendi ile kuşluk vaktinden sonra baş başa kalır, uzun uzun sohbetler yapardı. Derdi ki: ‘Oğlum! Görüyorsun ki bende olan her şeyi Ona aktarıyorum. Fakat Onu müşahede altında tutabilmem için bunu tedrîcen yapıyorum. Zira manevi âleme ait malumâtın birden kazanılmasına hiçbir zihin tahammül edemez.’70 Ali Haydar Efendi bu birliktelik esnasında tasavvuf literatürüne ait zengin birikimini Muhterem Mahmud Efendi’ye aktardı. Ona Mesnevi, Mektûbât-ı Rabbânî, Reşahât, Risâle-i Kudsiyye gibi sûfi eserlerin tasavvuf disiplini içerisinde ne anlam ifade ettiklerini de öğretti. Literatür içerisinde İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ının yerini belirlerken ise şöyle derdi: “Evladım Mahmud! Mektûbât o kadar büyük bir kitaptır ki, Reşahât ona ancak elif-ba olabilir.”71 Mahmud Efendi gün içindeki bütün zamanını Ali Haydar Efendi’ye göre ayarlardı. Hususi sohbetlerinin dışında genel meclislerinde de onun yanı başında yer alırdı. Şu ifadeler de bu hükmü desteklemektedir: “İstanbul’da iken Ali Haydar Efendi ile birlikte yanımızda dört-beş kişi olduğu halde hatm-i hâce okurduk. Ali Haydar Efendi’yi sürekli takip ederlerdi. Bu yüzden hatmeler küçük gruplar halinde yapılırdı.”72 Ali Haydar Efendi, vefatından kısa bir süre önce Muhterem Mahmud Efendi’yi huzuruna alıp şu şekilde bir vasiyette bulunur: “Evladım! Artık emr olunAçıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, s.73. Açıkgöz, a.g.e., sy.5, s.73. 72 Açıkgöz, a.g.e., sy.5, s.73. 70 71 148 Kudemâ Meclisi dum. Emaneti size bırakıyorum.” Onun, müridânına hitaben yaptığı şu konuşma da İsmet Efendi irşad merkezinin yeni şeyhinin Mahmud Efendi olduğunu tescil etmektedir: “Mahmud’un elinden tutan benim elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; bu fakirin elinden tutan Ali Rıza Bezzâz Hazretleri’nin elinden tutmuş olur. Böylece halka halka silsile ta Peygamber Efendimiz’e dayanır. İşte buna “sahîh yed” diyoruz.” Ali Haydar Efendi söz konusu konuşmasında tasavvuftaki bu “sahîh yed” sisteminin müritlerin yetişmesinde ne derece önemli olduğunu anlatabilmek için şöyle bir örnek verir: “Dağda bulunan bir su menbâının köye gelebilmesi için, köye kadar uzanan birbirlerine ekli su künklerinin döşenmesi gerekir. Bu künklerden biri eksik olduğunda nasıl köye su ulaşmıyorsa tıpkı bunun gibi meşâyıh silsilesinden biri düştüğünde de Feyz-i İlahi müridin kalbine gelmez.”73 İsmet Efendi Tekke’sinin kurucusu Mustafa İsmet Efendi, Risâle-i Kudsiyye’de “sahîh yed” ile alakalı şunları söylemektedir: Sahîh yed yok ise nisbet olur sed Sahîh yed ile Aziz Hakk’a gidelim Cemali bâ kemâle seyredelim.74 Muhterem Mahmud Efendi, şeyh olduktan sonra devraldığı sûfî geleneğe sıkı sıkıya bağlı kaldı. Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Tercümesi ve Şerhi, Ahıska Yayınevi, İstanbul, c.1, s.356. 74 Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, sy.5, s.73. 73 149 Kudemâ Meclisi Behâuddin Nakşibend Hazretleri ve diğer Nakşi meşâyıhının virtlerinden oluşan hatm-i haceganı olduğu gibi icra etti. Ona göre tasavvuf, İslâm’ın tahsiniyyat boyutudur. Zaruriyyat ve haciyyatı ihmal edenler öncelikle işe İslâm’ın zahir boyutuyla başlamalıdırlar. Ameli noktada ciddi problemleri olan kişiler, ilk olarak İslâm’ın emir ve yasaklarını öğrenmelidirler. İnsanlar, tarikata değil, mükellef oldukları meseleleri îfa etmeye davet edilmelidirler. Tasavvufi hayat ise kişilerin tercihlerine bırakılmalıdır. EĞİTİM HİZMETLERİ Muhterem Mahmud Efendi’nin eğitim hizmetlerini üç başlık altında incelemek, Onun özde aynı fakat yöntemde farklı olan eğitim tarzının anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Muhterem Mahmud Efendi, irşad faaliyetlerine ilk olarak Of ’un Yaranoz/Kavakpınar köyünde başlamıştır. Dursun Efendi’de okurken söz konusu köyde imamlık yapmıştır. İmamlığı esnasında çok sayıda talebe de yetiştirmiştir. Yaşı 15-16’larda olmasına rağmen yaşantısıyla köylü üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Organize ettiği köylüye o günün şartlarında büyük kabul edilecek bir camii de yaptırmıştır. Kavakpınar sakinleri köylerinde imamlık yapan Muhterem Mahmud Efendi ile alakalı şunları söy150 Kudemâ Meclisi lemektedirler: “O, köyümüze geldiğinde henüz çok gençti. Fakat hareketleriyle olgun bir insandan daha kamil görünürdü. Abdest alırken üzerine “ma-i musta’mel/kullanılmış su” sıçramasın diye bir taşın üzerine çıkması, yürüdüğü sokakta oyun oynayan çocuklar kendisini gördüklerinde oyunlarını bozmasınlar diye yolunu değiştirmesi, imamlıktan dolayı ücret almaması gibi hareketleri ile kısa zamanda gönüllerde taht kurdu.” 1. Muhalled Usûlü Esas Alan Eğitim Sistemi Askerlikten sonra İstanbul’a yerleşen Mahmud Efendi’nin sade bir talebe olarak sürdürdüğü İstanbul yaşamı, Ali Haydar Efendi’nin “İsmailağa Camii’ne imam olacaksın” emri ile yeni bir boyut kazanır. Onun İsmailağa Camii’ne imam olması ile alakalı şöyle bir olay anlatılmaktadır: Ali Haydar Efendi’nin büyük oğlu Şerif Efendi rüyasında İsmailağa Camii müştemilatında yer alan kabristanlıktan bir elin zuhur edip, “Ne duruyorsunuz, bu camiyi niçin tamir etmiyorsunuz!” dediğini görür. Rüya üzerine Ali Haydar Efendi İsmailağa Camii’ni tamir ettirir ve Mahmud Efendi’nin orada imam olmasına tavassut eder. 75 Muhterem Mahmud Efendi, Ali Haydar Efendi’nin vefatından sonra İsmet Efendi Tekkesi’ne gitme yerine hocası’nın görevlendirdiği camide kalıp eğitim hizmetlerini oradan yürütmeyi daha uygun görür. Bu İstanbul depreminde hasar gören camii 80 yıl virane bir halde kalır. İçerisi kalaycıların barınma yeri olur. 75 151 Kudemâ Meclisi durum İsmet Efendi Tekkesi’nin İsmailağa adıyla tanınmasına yol açar. Mahmud Efendi, İsmailağa Camii’ni bir açıdan tekke, bir açıdan da muhalled usûlde ders okutulan medrese olarak kullanır. Yüzlerce kişiye Osmanlı medreselerinde takip edildiği şekilde dersler okutup icâzet verir. Süleymaniye Dersiâmlarından Dursun Efendi ile Fatih Dersiâmlarından Ali Haydar Efendi’nin ders usûllerini günün şartlarını dikkate alarak yeniden terkib eden Muhterem Mahmud Efendi, selefin okuttuğu kitapları terk etmeyi, onlara karşı vefasızlık olarak algıladığından kitap bitirmeye dayalı muhalled eğitim sisteminden ödün vermez. Bu yüzden Nahiv’de Molla Cami, Fıkıh usûlünde Mir’atu’l-usûl, Furû’da Mülteka, el-Hidâye, Tefsîrde Kâdâ Beydâvî, Nesefî gibi lâyemût usûlün vazgeçilmez eserlerine öncelik verir. Bu ve benzeri disiplinlerde daha birçok eser okutur; fakat bahsi geçen kitapları elinden hiç düşürmez. Muhterem Mahmud Efendi, zor şartlar altında sürdürdüğü eğitim faaliyetleri esnasında talebelerinin özel sorunlarıyla da ilgilenirdi. 1962 yılında ders halkasına katılan Konyalı bir öğrencisi şunları anlatmaktadır: “Fatih’te müezzindim. Sabah namazından sonra İsmailağa’ya gider öğleye kadar Hoca Efendi’den ders okurdum. Öğleden sonra da müzakere ve mutâlaa ile ilgilenirdim. O gün itibariyle 5 152 Kudemâ Meclisi tane çocuğum vardı. Kirada duruyordum. Evin kirasını ödemekte de zorlanıyordum. Ek işte çalışmaya karar verdim. Bunun için ders okumayı bırakmam gerekiyordu. Bir gün dersten sonra Hoca Efendi’ye durumu arz ettim. Çok müteessir oldu. Bana beklememi söyleyip, kendisi kalkıp evine gitti, hanımının bileziklerinden 3 tane alıp geldi. ‘Al, bunlar sana hediyemizdir. Bozdur kiranı öde. Lakin dersten geri kalma’ dedi. Mahmud Efendi tedris hayatında ilmin amel için okunmasına ve mutlaka ilim adamlarının ihlas sahibi olmaları gerektiğine vurgu yapmıştır. Talebeleri, birçok dersten sonra hocalarının “Arkadaşlar! Bugünkü derslerimiz ameli hayatımızda nasıl bir etki yapacaktır?” şeklinde ikazlarına muhatap olduklarını nakletmektedirler. Öğrencilerinin namaz kılarken sarık sarmaları, setr-i avret noktasında titiz davranmaları/ geniş elbiseler giymeleri, sakal bırakmaları, Onun ilim-amel-ihlas vurgusu bağlamındaki hassasiyetinin tezahürüdür. Çeşitli rahatsızlıklarından ve meşguliyetinden dolayı ders okutmaya ara veren Mahmud Efendi son 1520 yıla kadar yanında okunan muhalled metinleri tercüme ve şerh etmekte, bulunduğu meclislerde okunan ayetlerin tefsîrini yapmaktaydı. 2. Cemaat Eğitimi Muhterem Mahmud Efendi, 1997’ye kadar yılda 153 Kudemâ Meclisi bir defa bazı talebeleri ile birlikte Anadolu gezisine çıkardı. İstanbul’dan başlayan seyahat Karadeniz bölgesini içine alır, Trabzon üzerinden Erzurum’a, oradan İç Anadolu’daki vilayetlere kadar uzanırdı. Gittiği yerlerde camilerde vaaz verir, insanları okumaya, Kur’an-ı Kerîm’i Sünnetle birlikte anlayıp yaşamaya çağırırdı. Sabah namazından gece geç saatlere kadar insanlarla birlikte olur, onlara nasihatte bulunurdu. Bu yüzden geziyi maksadına uygun olarak “Emr-i bi’l-ma’rûf ” diye isimlendirmişti. Muhterem Mahmud Efendi’nin “Emr-i bi’l-ma’rûf ” olarak tanımladığı, kitleleri eğitme faaliyetinin mekan ve muhatap olarak sınırı yoktur. Bu yüzden o, gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’daki şehirlerde dolaşırken cami vaazlarının yanında, karşılaştığı kişilere İslâm’a dair ayak üstü sohbetler de yapardı. Muhterem Mahmud Efendi, bütün bir milletin eğitimi olarak kabul ettiği “Emr-i bi’l-ma’rûf ” faaliyetlerini, en az muhalled usûldeki eğitim kadar önemli görmüştür. Çarşıda, camide, sokakta eğitim demek olan “Emr-i bi’l-ma’rûf ”un, milletin dini hayatında birçok olumlu tesiri olmuştur. Mahmud Efendi gerek İstanbul Sultan Selim Camii’nde gerekse de Anadolu’daki muhtelif meclislerde yaptığı sohbetlerde -Ali Haydar Efendi tarafından uygulanan- şöyle bir usûl izlemiştir: Sohbet meclisinde hazır bulunan bir Hoca Efendi Kur’an-ı Kerîm’den bir aşır okur, Mahmud Efendi de okunan 154 Kudemâ Meclisi ayetleri tefsîr ederdi. Ardından İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ından her hangi bir mektubu okutur, onu tercüme ve şerh eder, Risâle-i Kudsiyye’den okunan beytlerin de açıklamasını yapardı. Muhterem Mahmud Efendi sohbetlerinde tarikattan ziyade, Şeriat’ı anlatırdı. Nitekim haftalık Sultan Selim vaazlarını içeren “Sohbetler 1-4” kitabı Onun tarikattan çok, Şeriat’a önem verdiğinin müşahhas örnekleriyle doludur. Zira söz konusu vaazlarında insanları tarikata değil, Şeriat’a çağırmaktadır. Mahmud Efendi’nin bu tarz bir üslup benimsemesi insanlar ve cemaatler nezdinde saygınlığını artırmıştır. Bu yüzden Mehmed Zahid Kotku’dan, Salih Efendi’ye, Dursun Efendi’den Aşıkkutlu’ya, Muzaffer Ozak’tan meşhur vaiz Timurtaş Uçar’a kadar birçok ilim, fikir ve irşad adamının cenaze namazını ya vasiyetleri ya da talebelerinin davetiyle O kıldırmıştır. Muhterem Mahmud Efendi, uzun yıllar vaazlarında mikrofon kullanmadı. Fotoğrafının ya da konuşmalarının kayda alınmasına da müsaade etmedi. Önde olmaktan rahatsızlık duydu. Ona göre şeyh insanların içinde kaybolan kişi olmalıydı. Söyleneni daha öne çıkarmak için söyleyeni gizledi. Şöhret olmak için konuşanlara inat, şöhretten kaçmak için mikrofonsuz ve kamerasız konuşmayı tercih etti. 3. Tasavvufî Eğitimi Muhterem Mahmud Efendi’nin eğitim faaliyetleri155 Kudemâ Meclisi nin üçüncü alt başlığı tasavvufi hizmetleridir. Onun benimsediği sûfî eğitimin nihai noktasında Behâuddin Nakşibend’in şu ifadesinde kendisini bulan kişiliği inşa etmek vardır: “Mutasavvıf, sûrette insanlarla, hakikatte ise Allah Teâlâ ile beraber olandır.” Sûfi olmak isteyen kişi istihare ederek Allah Teâlâ’dan yeni yola dair işaret buyurmasını niyaz eder. İstiharede müspet bir işaret alan kişiye özel virdlerden oluşan ve her yıl değişen bir ders programı verilir. Derslerin içeriği Hadis-i Şerîflerden ve Nakşi meşâyıhına ait farklı dualardan oluşmaktadır. Nakşibendîler bu tarz bir ibadetle Allah Rasûlü’nün gün içerisinde farklı zamanlarda söylediği duaların müritler tarafından tekrar edilmesini ve onların Sünnetle bütünleşmesini hedeflemektedirler. Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın mutlaka mesnûn (sünnete uygun) yollarla olmasının gerekliliğine vurgu yapan Muhterem Mahmud Efendi, konuyu örneklendirme sadedinde İmam-ı Rabbânî’den ödünç aldığı şu örneği kullanır: “Birisi dağ başında yüz yıl ibadet etse fakat ibadet şekilleri Sünnet’e muvafık olmasa, birisi de öğle vaktinde Rasûlüllah uyudu diye uzanıp kaylule yapsa, ikincisi ilkinden daha fazla ecir alır.” CEMAATLERLE MÜNASEBETİ Muhterem Mahmud Efendi, sohbet ve derslerinde ümmet bilincine sürekli vurgu yapar, muhataplarına daha çok İslâm’ın ameli boyutunu anlatır, cemaatler 156 Kudemâ Meclisi arası dayanışmaya da önem verir. Nitekim gençlik yıllarında farklı cemaatlerin lider kadrolarıyla çok defa görüşmeler yapmıştır. Mehmed Zahid Efendi, Sami Efendi Onun belli periyotlarla ziyaret ettiği rabbânî alimlerin başında gelirdi. NÜFûZU Mahmud Efendi en az Türkiye kadar İslâm dünyasında da tanınmaktadır. Çağımızın meşhur müfessirlerinden “Safvetu’t-Tefâsîr” adlı eserin sahibi olan Muhammed Ali es-Sâbûnî ve meşhur muhaddis Muhammed Avvâme başta olmak üzere İslâm Coğrafyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fakih düzeyinde seveni vardır. İsmailağa Camii merhum Muhammed b. Alevî gibi muasır alimlerin İstanbul’da ilk uğrak yeri olmuştur. Amerikan asıllı mühtedi Şeyh Nuh Kelir’in 2000 yılında gerçekleştirdiği İstanbul ziyaretini değerlendirirken kullandığı şu ifadeler, İsmailağa’nın ulemâ ve evliya için niçin bir çekim merkezi olduğunun cevabı niteliğindedir: “Eyüp’ten sonra İstanbul’da iki yerde çok yüksek maneviyat gördüm; Aziz Mahmud Hüdayi’nin kabriyle, Mahmud Efendi’nin camiinde.” HAYATINDAN FASILLAR Bir insanın kişiliği de, irfanî derinliği de çevresindeki şahısların gözlemlerinde saklıdır. Mahmud Efendi’nin kişiliği ile alakalı en doğru tespitler de yıl157 Kudemâ Meclisi lardır Onunla birlikte olan öğrencilerinin gözlemlerinden hareketle yapılabilir. Yıllarını Onunla birlikte geçirenler, kişiliği ile alakalı şunları söylemektedirler: “Bir Sünnet’in îfası için bütün dünyasını verir. Onda kibir, gurur gibi kötü hasletleri hiç görmedik. Şöhreti afet olarak telakki eder. Konuşurken ifadelerinin herkes tarafından anlaşılmasına özen gösterir. Emanet, doğruluk, vefa gibi insani ve İslâmî mefhumlar Onda etle-tırnak gibidir. İkramda bulunmayı sever, sağlığı yerinde olduğu zamanlarda evinde ağırladığı misafirlerinin hizmetlerini bizzat kendisi yapar.” Geçerken Uğramış Olmayayım Talebeleri Onun adeta bir edep ve ahlak kitabı olduğunu söylemektedir. En yakınında yer alan bir öğrencisi Onun edep ve ahlak anlayışını örneklendirirken şunları söylemektedir: “Edirnekapı’da medfun olan Ali Haydar Efendi’nin kabrini ziyaret ettikten sonra evinde üç-beş dakika dinlenir sonra Mustafa İsmet Efendi’nin kabrini ziyaret ederdi. Kendisine niçin Edirnekapı’dan dönerken uğramadığı sorulduğunda ise ‘Geçerken uğramış olmayayım diye böyle yaptım’ demiştir.” “Devlet malını şahsı adına kullanmamaya aşırı özen gösterirdi. Sağlığı bozulana kadar her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi. Ramazan kış aylarına dönünce geceleri cami çok soğuk olurdu. O ise ısınma ve aydınlanma için camideki elektriği 158 Kudemâ Meclisi kullanmayıp, evinden camiye kablo çekmişti”. “Bizim Bölüğün Karavanası” Hayatının ilk yıllarından itibaren kul hakkını ihlal etmeme noktasında son derece titiz davranmıştır. Mevzuyla alakalı asker arkadaşlarından Bolvadinli Ahmet Akşahin ile Bayburtlu Bekir Efendi şunları nakletmektedir: “Mahmud Efendi istirahat saatinde öncelikli olarak mescide giderdi. Abdest, namaz derken genellikle yemek ictimalarına yetişemezdi. Geç kaldığı günler ona yemek ayırırdık. Yemeği alınca ‘Bu bizim bölüğün karavanasından mıdır?’ diye sorar, ‘Hayır’ deyince, Başka bölüğün istihkakı bana helal olmaz der, yemeği yemez, aç beklerdi.” Kul Hakkı “1998 yılında Onunla birlikte Medine’de ikâmet eden Buhârâlı merhum Zekeriyya Efendi’yi ziyarete gitmiştik. Ziyaret sonrası hatim okuduğumuz odadan ayrılıp iç avludan Zekeriyya Efendi’nin özel odasına geçmemiz gerekti. Mahmud Efendi dışarıya çıkınca terliklerini bulamadı. Karşı tarafa geçene kadar giymesi için başka bir terlik vermek istediğimde kul hakkı olur endişesiyle kabul etmedi. Çoraplarını çıkarıp öyle yürüdü.” Arabada Unutulan Bardak “Emanete riayeti çok önemserdi. Tekirdağ’a emr-i 159 Kudemâ Meclisi bi’l ma’rûf ’a gitmiştik. Seyahat esnasında yanımızda götürdüğümüz nevaleleri yiyorduk. Tencere, tabak türü gereçler de almıştık. Ne ki bardak almayı unutmuştuk. Su içmek için bardak lazım oldu. Vaaz ettiğimiz caminin imamından bardak istedik. Sağolsun getirdi. Hizmet bitti, ayrıldık, geri dönüyoruz. İstanbul sınırları içerisine girince Mahmud Efendi: ‘Bardağı Hoca Efendi’ye verdiniz mi?’ diye sordu. Kimse de ses yok. Tahkikat neticesinde öğrendik ki bardak arabada unutulmuş. Şoför arkadaşa ‘Hemen dönüyorsun, Tekirdağ’a gidiyoruz’ dedi. Evlerimize girmeden gittik. Bardağı verdik, sonra İstanbul’a geri döndük.” Nasıl Kur’ân-ı Kerîm Okurdu? “Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hem fart-ı muhabbeti, hem de muazzam bir hürmeti vardır. Rahatsız olduğu dönemlerde konuşmaktan ve oturmaktan dermansız kalır fakat bu durumlarda dahi her gün Kur’ân-ı Kerîm’den ezbere bir cüz okur, cüzü okurken ise yerde diz üstü otururdu. Zor nefes aldığından dolayı ayetleri ancak kelime kelime tilavet eder, cüzü bitirmek bir saati bulur fakat yine de dizüstü oturma halini bozmazdı.” Şöhreti afet olarak gören ve bu yüzden medya kuruluşlarına fotoğraf ve demeç vermeye sıcak bakmayan bu Hâlidî şeyhinin, tasavvuf disiplini bağlamında düşünüldüğünde keramet olarak değerlendirilecek çok sayıda söz ve ameli vardır. Fakat kendisinin 160 Kudemâ Meclisi Behâuddin Nakşibend’den naklen söylediği “En büyük keramet Hz. Rasûlüllah’ın sünnetine tabi olmaktır” ifadesine saygı gösterip -en azından hayatta iken- kerametlerini yazmayı uygun görmedik. İSTİKÂMET ANLAYIŞI Nakşibendiyye’nin özünde “istikâmet” vardır. İstikâmet te Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet’e ittibâ ile olur. Bir talebesinin Muhterem Mahmud Efendi’den naklettiği şu ifadeler O’nun istikâmet anlayışının ibtina ettiği çerçeveyi gözler önüne sermektedir: “Bu Mahmud, Rabbimin izni ile ömründe Kur’an’dan başka bir şeyle uğraşmamıştır”; “Gayr-ı müekked bir nafile olan ikindinin sünneti fevt olacağına Mahmud ölsün daha iyidir.” Nakşibendiyye meşâyıhı gerek müekked, gerekse de gayr-ı müekked olsun, Sünnet’in hiçbir çeşidinin terkine rıza göstermemiştir. Onlar, zor zamanlarda Sünnet’in ihyâsı adına fedakâr ameliyelerde bulunmuşlardır. İslâm’ı çağrıştıran giyim tarzının yasaklandığı dönemlerde Ali Haydar Efendi, önemli bir sünnet olan sarığı başından indirmemiş, Mahmud Efendi’ye de bu yönde telkin ve ikazda bulunmuştur. Bir defasında Şeyhinin yanına sarıksız girince şu ifadelere muhatap olmuştur: “Oğlum Mahmud! Bir daha yanıma sarıksız gelirsen seni kovarım.” Mahmud Efendi Allah Rasûlü’ne ittibâyı o derece içselleştirmiştir ki şeyhinin sarık noktasındaki sert ikazını her hatırlayı161 Kudemâ Meclisi şında içinin sürurla dolduğunu bildirmektedir: “Efendi Babamın o sözü bana öyle tatlı gelmişti ki, onun lezzet ve tadını bugün bile hissediyorum.” Edirnekapı’da medfun olan Ali Haydar Efendi’yi bir ziyaretinde şöyle buyurmuştu: “Şayet sarığımı İsmail Efendi (İsmailağa) Camii’nde unutsaydım onu almak için geri döner, yine de Efendi Babamın (Ali Haydar Efendi) huzuruna sarıksız çıkmazdım.” EKONOMİK TOPLULUK MU, İRFANÎ OLUŞUM MU? Nakşibendiyye/Hâlidiyye de şeyh merkezli bir yapılanma vardır. Şeyhin halifeleri bulundukları bölgelerde irşad faaliyetlerini yürütürler. Şeyh ve halifeleri cemaatlerde olduğu gibi hiyerarşik bir yapılanmadan uzak dururlar. Hâlidî şeyhler müritlerinin siyasî, ictimâî ve iktisadî meselelerini programlama ya da geliştirme yerine, onlara işlerini İslâm’a göre ayarlayabilmeleri için nasıl bir duruş belirlemeleri gerektiğini söylerler. İctimâî hayatın kurum ve kuruluşlarını değil o kurumların başlarındaki insanların kalplerini önemserler. Dağınık gibi görünen bu yapılanma hayatın içine girmeden hayatı idare etmeyi hedeflediğinden cemaat yapılanmalarından daha kalıcı etkiler bırakmıştır. Mahmud Efendi Nakşibendiyye/Hâlidiyye’deki klasik yapılanmayı olduğu gibi korumuştur. Modern dünya içerisinde İslâm Medeniyeti’nin tüm renkle162 Kudemâ Meclisi rini koruyan bir cemaat oluşturması, klasik yapılanmanın etkinliğini gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Ali Haydar Efendi gibi, Mahmud Efendi de müritlerinin ticari ortaklıklarına sıcak bakmamıştır. Ona göre tarikat ekonomik bir topluluk değil, bütün toplulukları idare eden irfani bir oluşumdur. Tarikatı, cemaatlerde olduğu gibi organize bir yapıya dönüştürüp hizmeti daha etkin hale getirmeyi hedefleyen tekkeler zamanla dağılmışlardır. TEKKE’NİN KİLİSEYLE MÜCADELESİ Osmanlı Devleti’ne karşı sadakatleriyle temayüz eden Hâlidî şeyhler, ülke müdâfaası adına önemli hizmetler îfa etmişlerdir. Batılı devletlerin siyasî dayatmalarının had safhada olduğu ve azınlıkların kabul edilemez taleplerde bulunduğu bir sırada Sultan Abdulmecîd’in davetiyle İstanbul’a gelen İsmet Efendi’nin, tekkesini Fener-Rum Patrikhanesi’nin üst kısmında yer alan Çarşamba semtinde inşa etmesi bu sadakatin bir göstergesidir. Osmanlı Devleti’nin zafiyetinden istifade ederek, üzerinde nüfuz kurmanın gayreti içerisine düşen kiliseye, tekkesini Çarşamba’da inşa eden bu Hâlidî şeyhin verdiği mesaj açıktır: “Batılı devletleri arkanıza alarak yürüttüğünüz sinsi çalışmalarınıza, siyaseten zayıflayan devletimiz engel olamasa da millet iradesi size geçit vermeyecektir”. 163 Kudemâ Meclisi Ali Haydar Efendi de Osmanlı Devleti’nin müdâfaasında fiili olarak görev almıştır. Uzun bir zaman bulunduğu Çanakkale Cephesi’nde askerin moralman diri kalmasında etkili olmuş, tesirli konuşmalar yapmıştır. YÜZBAŞI: “ASKERLİĞİ BİZDEN İYİ BİLİYOR” Mahmud Efendi de sohbetlerinde sık sık Âlem-i İslâm’ın müdâfaasından bahseder, gençleri askerliğin manasını idrak etmeye çağırırdı. Bir hutbesinde şunları söylemektedir: “Askere gidenler illa Allah rızası için gitsinler. Giderken de şöyle niyet etsinler: “Ben askere nice canları, namusları korumak için, İslâm’ı müdâfaa etmek için gidiyorum”. “Askere giderken Buhârî’deki askerlikle ilgili Hadis-i Şerîfleri okumuştum. Yemin ederim size, ne zaman gideceğim diye sabırsızlanıyordum.” “Bulunmuş olduğum bölükteki asker arkadaşlarım hoca olduğum için bana hürmet gösterdiler. Askerlikte yapılan her çalışmanın çok büyük ecirlere sebep olacağını bildiğim için arkadaşlara derdim ki: ‘Arkadaşlar! Gece nöbetine, gündüz nöbetine, mıntıka nöbetine, hatta temizlik işlerine de beni yazın.”76 Askerde iken tavır ve konuşmaları bölükteki erler üzerinde azim tesirler bırakır. Öyle ki, onun bölüğünde hiç vukuat olmaz. Bölük yüzbaşısı, merak ettiği bu durumu bir gün Başçavuşla paylaştığında, Başçavuş 76 Bk. Mahmut Ustaosmanoğlu, Sohbetler, III, s.374. 164 Kudemâ Meclisi şunları söyler: “Komutanım! Bölükte Mahmud isminde bir er var. Sivil hayatında hoca imiş. Müsaade ettim, akşamları askere sohbet ediyor. Bölük ondan çok etkilendi. Vukuat olmamasında onun etkisi büyüktür.” Yüzbaşı, Mahmud Efendi’nin ne konuştuğunu merak eder, bir akşam sohbet ederken kapı arkasından onu dinler, sonra Başçavuşa dönüp der ki: “Bu hoca askerliği bizden iyi biliyor.” İsmailağa Camii minberinden gençlere askerliğin Allah Azze ve Celle’nin emrettiği büyük bir vazife olduğunu anlatır, askere gidilmediği takdirde din ve milletin düşman askerlerinin postalları altında pâyimâl edileceğini söylerdi. Konuşmasını Allah Rasûlü’nün şu hadisiyle de desteklerdi: “Ümmetime zorluk getirmeyeceğini bilseydim hiçbir cihat müfrezesinden geri kalmazdım. Yemin olsun ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra tekrar öldürüleyim isterdim”. “Efendimiz , Allah yolunda öldürülüp diriltilmeyi temenni ediyor. Demek ki bir kimse Allah Teâlâ’nın rızasını umarak askere gidecek olsa, orada tarla kazması dahi ibadet olur. Eğer memleketimizin müdâfaası uğrunda askerlik yapmanın ne kadar büyük olduğunu anlatmaya devam etsek bu, bir günden az bir sürede bitmez.” Mahmud Efendi, askerde yapılan ibadetin öneminden de bahsettiği hutbesini şu ayetin meal/tefsîriyle bitirir: “Ey İman edenler! (Savaş için) bir topluluk ile 165 Kudemâ Meclisi karşılaştığınızda artık sebat edin ve Allah Teâlâ’yı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.”77 “Zikir sadece halıların, seccadelerin, postların üzerinde yapılmaz, her yerde düşman ile savaşırken dahi yapılır.”78 Askerlikle alakalı ifadelerinde, bu vazifeyi îfa ederek Müslüman gençleri bu ülkeyi korumaya, sonra da İslâm’ı onun her noktasına tatbike etmeye davet vardır. “BİZ BUNU ALLAH RIZASI İÇİN SARIYORUZ” 28 Şubat’ın en fazla etkisinin hissedildiği, mağduriyetlerin yaşandığı, (faili mechul) cinayetlerin işlendiği, bedellerin ödendiği cemaat şüphesiz ki İsmailağa’dır. Darbeden önce Çarşamba’da pek çok apartman ya medreseydi ya da içerisinde medreseye dönüştürülen daireler vardı. 28 Şubat süreciyle birlikte sürekli ihbarlar, baskınlar, gözaltılar yaşanırdı. Kapatılan bir medrese, rica-minnet bir mülk sahibinden daire kiralar, öğrenciler birisi görüp ihbar etmesin diye günlerce dışarı çıkmaz, dairenin yola bakan çerçeveleri, dışarıya ışık yansımasın diye Medefe’yle kapatılırdı. Fakat Mahmud Efendi ne idamla yargılandığı 1980 darbesinde, ne de 28 Şubat’ta kendini gizlemek ya da karşı tarafa şirin göstermek için değiştirmedi. Mahkeme solanlarına cübbesiyle, takkesiyle gitti. Hayatına sanki darbeler olmamış gibi devam etti. Bu hali 77 78 Enfâl: 45. Bk. Mahmut Ustaosmanoğlu, Sohbetler, III, s.375. 166 Kudemâ Meclisi inatlaşma olarak kabul edenlere bir sohbetinde şöyle cevap verdi. “Sarık sarmamızı inatlaşmak olarak anlayanlar var. Halbuki Rabbimin emri diye sarık takıyorum. Ayet-i Kerîme’de de bildirildiği gibi Bedir muharebesinde inen melekler sarıklı idiler.79 Eğer sarık örf olsaydı, melekler sarık takarlar mıydı? Rasûlüllah’da sarıklıydı. Namazda, seferde mübarek başlarında hep sarık olmuştur. Fetih esnasında Mekke’ye girerken miğferinin üzerine bile sarık vardı. Ecdadımız da sarıklıydı. Sarık gökten inmiştir, ben sarık sarıyorsam kimsenin inadına sarmıyorum ki. Allah’ımın emri, Efendimiz’in Sünneti olduğu için sarıyorum. Biz inatlaşmaya değil, husumetleri ortadan kaldırmaya memuruz. Bilmiyorlar… Bilmediklerinden dolayı sarığa karşı gelenlere hakikati görmeleri için daha çok dua etmeliyiz.” “MİSAFİRİME NİÇİN BUYUR DEMEDİN? 1970’li yıllarda birkaç öğrencisiyle birlikte Hacc’a gider. Mekke dönüşü Medine’ye uğrar. Günümüzde olduğu gibi o yıllarda konaklama yerleri Diyanet İşleri Başkanlığı ya da turizim şirketleri tarafından ayarlanmadığından hacılar kendi gayretleriyle yer temin etmekteydiler. Bu yüzden öğrencileri ile birlikte kalabilecekleri bir yer arayışına girer. Bu esnada tevafuken Osmanlı’dan kalma ribattaki bir odada yaşayan Buhârâlı alim merhum Muhammed b. Zeke79 Âl-i İmrân: 125. 167 Kudemâ Meclisi riyya Efendi’ye uğrarlar. 1905 yılında Buhârâ’da dünyaya gelen, komünizmanın zulmünden dolayı annesiyle birlikte hicret yurdu olan Medine’ye iltica eden Zekeriyya Efendi, annesinin vefatından sonra da bu tek odada kalmaya devam eder. Zekeriyya Efendi imkansızlıktan dolayı, Hoca Efendi ve arkadaşlarını ağırlayamaz; onlara “buyurunuz” diyemez. Biraz sonra uykuya dalar ve rüyasında Allah Rasûlü’nü görür. Efendimiz , “Benim misafirime niçin buyur demediniz?” diyerek onu ikaz eder. Zekeriyya Efendi hemen kalkar ve ribatın etrafında Allah Rasûlü’nün “benim misafirim” dediği Mahmud Efendi’yi aramaya başlar. Buluştuklarında odasında kalması için ona ricada bulunur. Muhterem Mahmud Efendi konaklamak için bir yer bulduklarını söylese de Zekeriyya Efendi birlikte kalmaları için ısrar eder. Medine’de kaldığı sürece içerisinde aynı odayı paylaşırlar. Mahmud Efendi’nin, rahatsızlığından dolayı son yıllarda hacca gidememesi Zekeriyya Efendi’nin ona olan muhabbetini de, hasretini de artırır. 2001 yılında Medine-i Münevvere de kendisini ziyaret eden Kamil Hoca Efendi’ye, Mahmud Efendi’ye dair şöyle bir rüyasını anlatır: “Mahmud Efendi’ye karşı büyük bir sevgim vardı, geçenlerde gördüğüm bir rüya bu sevgiyi bağlılığa dönüştürdü: “Medine’deyiz. Ravza’ya doğru uzanan geniş bir caddenin kenarlarında sağlı sollu insan kümeleri halinde Allah Rasûlü’nün varisinin gelişini bekliyoruz. Bir de ne göreyim. Başında 168 Kudemâ Meclisi ki bembeyaz sarığıyla kenarları insan dolu olan yolun başından bize doğru gelen zat Muhterem Mahmud Efendi…. ” Medine ziyaretçilerinin, özellikle de ilim adamlarının elini öpüp, duasını almayı bahtiyarlık kabul ettikleri ilim ve gönül adamı Zekeriyya Efendi 2004 yılında Medine’de vefat etmiştir. İSMAİLAĞA’DA 24 SAAT Mahmud Efendi’nin rahatsızlığına kadar vakit namazlarını eda ettiği İsmailağa Camii ve çevresinde hayat, sabah namazıyla başlar; Güneşin doğuşu seccadenin üzerinde seyredilirdi. Bu sürede belli dualardan oluşan tesbihat yapılır. Sonra “işrak namazı” kılınırdı. Namazın ardından cemaat dağılır. Kuşluk vakti camide yine bir hareketlenme görülürdü. Sarıklar sarılır “kuşluk namazı” kılınırdı. Fakat Nafile namazları evde ya da işyerlerinde kılmak daha faziletli olduğundan bu vakitte farz namaz vakitlerinde olduğu gibi bir hareketlilik görülmezdi. Öğle ve ikindi namazlarını cemaatle eda etmek isteyen çevre sakinleri yine camiyi doldururlardı. Farz namazların edasından sonra işlerine dağılan cemaat, akşam namazı için tekrar saf olurdu. Sünnet’ten sonra 6 rekatlık bir nafile daha kılınır ki bunun adı “evvabin namazı”dır. Akşamdan sonra cemaatin bir kısmı camide kalır ,“hususi dünyasında” günün muhasebesini yapar, bir kısmı da yatsı vaktinde geri gelmek üzere evlerine giderdi. Cemaa169 Kudemâ Meclisi tin neredeyse tamamı pazartesi ve perşembe günleri nafile oruç tuttuğundan bugünlerde akşamdan sonra camide pek kalan olmazdı. Mahalle sakinleri evlerine giderlerken genellikle yanlarında birkaç misafir de götürürdü. Bir çoğumuzun sadece Ramazanlarda yaşadığı bu manzarayı İsmailağa’da her perşembe ve pazartesi günü görmek hala mümkündür. Yatsıya doğru evlerde abdest hazırlıkları başlar, dış elbiseler giyilir ve sokaklar yeniden hareketlenir. Lebâleb dolu saflarda “huşu” ile günün son farz namazı kılınırdı. Namazdan sonra herkes evine çekilirdi. Zira Mahmud Efendi, Sünnet’e muhalif olduğun için yatsı sonrasında ayakta kalmayı pek uygun görmez. Bir sohbetinde bunun gerekçesini şu şekilde izah eder: “Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları yatsı namazını kılıp evlerine giderken sokakta dış elbiselerini çözmeye başlarlardı. Neden böyle yaparlardı? Çünkü gece ‘teheccüd namazına’ kalkacaklardı. Bu yüzden hemen yatmaları gerekirdi.” İsmailağa’da teheccüd o kadar yaygındır ki bu namazı kılanlar, kılmayanlardan çok fazladır dense mübalağa olmaz. Teheccüd sonrası sabah namazına kadar seccadenin üzerinde beklenilirdi. Mahmud Efendi’nin rahatsızlığından dolayı camiye gelememesi ve camide şehid edilen Hızır ve Bayram hocaların katillerinin bulunamaması gibi olaylar İsmailağa’yı etkilemiş olsa da, bir asır önceki İstanbul ya da Anadolu camilerine hiç de yabancı olmayan gü170 Kudemâ Meclisi zellikler80 belli oranda orada hala devam ediyor. İsmailağa’da namaz vaktinde her şey durur, bütün kapılar camiye açılır. Manzara, Üstad Necip Fazıl’ın şu dizesini şerh eder niteliktedir: “Dünyaya kapalı, Allah’a açık.” Namaz öncesi ve sonrası sokaklardaki insan manzaraları 14 asır öncesinin Medine’sinden alınan fotoğraf karelerini anımsatır. Çarşamba sokaklarında bir namaz vakti, seller gibi İsmailağa’ya akan insanlar arasına karışıp camide saf olduysanız, ruhunuz sizi sürekli zorlayacak ve “Hadi bir daha, bir daha İsmailağa’da namaz kılalım” diyecektir.” Siz unutsanız bile ruhunuz bu şehrâyini unutamayacaktır. Yıllar sonra olsa bile ayaklarınız sizi alıp eski İstanbul camilerindeki bu muhteşem manzaranın bir parçası olmaya götürecektir. Modern zamanın camiden ve gelenekten kopardığı, hatta karşıt bir düşünceyle yetiştirdiği nesillerin ızdırabına çaresiz bir halde tanıklık ederken, Yahya Kemal’in şu hatırasını düşünün ve bir anlık da olsa yüreğinize su serpin: “… Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördü1927 yılında Konya’dan Of’a gönderilen bir asker mektubunda Konya camilerine dair şöyle bir kayıt vardır: “Kuşluk vaktinde bütün camiler nafile namaz kılmak isteyen insanlar tarafından tıklım tıklım doldurulur.” 80 171 Kudemâ Meclisi ler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandillerini yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.” “… Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. … İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum”. “… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete 172 Kudemâ Meclisi tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk (Müslüman) çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”81 Bugünün aydını belki babalarının kollarında gittikleri camilerde ak sarıklarıyla saf tutan müminlerin aralarında bayram namazları kılmış olacak kadar yaşlı değillerdir. Fakat bir çoğunun babası Fatih’te, Süleymaniye’de ak sarıklı İstanbullular arasında namaz kılmış, onlarla aynı mahalleri hatta evleri paylaşmıştır. Belki de bir çoğunun dedesi sünnet diye sarık sarmıştır. Çok değil 80 yıl öncesinin İstanbul manzaralarını hatırlayabilenler ya da babalarının, ak sakallı dedelerinin kollarında camilere gidişini tasavvur edebilenler, İsmailağa’yı anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir. İşte o zaman görecekler ki İsmailağa; Cumhuriyet döneminin büyük fakihi Ömer Nasuhi Bilmen gibi bir alimin katiplik yaptığı dersiâm (ordinaryüs profesör) Ali Haydar Efendi ile, milletin ruh köküne sadakatin gereği olarak ilim ve irfan hizmetine devam ediyor. Mahmud Efendi, kökleri Osmanlı’ya; oradan da Saadet Asrı’na uzanan bu ilim-irfân yolunun, muasır yolcusudur. “MAHMUD EFENDİ’Yİ TANIYOR MUSUNUZ?” Tasavvuf büyükleri cemiyeti, yazılarından ziyade Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, ‘Aziz İstanbul içerisinde’, İstanbul, 1974, s.121-124. 81 173 Kudemâ Meclisi yaşantılarıyla etkilemişlerdir. Onların hâl dilleri, konuşma dillerinden daha etkili olmuştur. Çünkü hayatlarıyla insanlara yaptıklarını anlatmışlardır. Sadaka verdikten sonra sadaka vermeye, gece namazı kıldıktan sonra teheccüde kalkmaya çağırmışlardır. Bu yüzden çevreleri uçsuz bucaksız çöllerdeki vahalar gibi yeşermiştir. Mahmud Efendi’nin hayatında tasavvuf büyüklerinin geleneksel yaşantısını bütün güzellikleriyle görmek mümkündür. O, adeta bir edep ve merhamet kitabıdır. İsmailağa Camii’nin kapıları sadaka taşlarını andırırdı. Paraya ihtiyâcı olanlar İstanbul’un uç semtlerinden kalkıp oraya gelirdi. Onun “Sizden sadaka isteyen kişi, atın üzerinde dahi olsa yine ona tasaddukta bulununuz” buyruğunu sürekli hatırlatması cemaatin hayır duygularını diri tutar, alanın kimliği, kim olduğu sorgulanmazdı. Bir sohbetinde dinleyenlerine camii kapısında bekleyen dilencilere nasıl davranılması gerektiğini anlatırken, cemaatten birisi kalkıp, “Efendim! Onlar burayı istismar ediyorlar. Ahlaki açıdan da kötü bir hayat yaşıyorlar. Mehmet Ağa Camii’ne kadar açık geliyor, orada tesettüre bürünüyorlar. Bunlara bu halde sadaka verilir mi?” diye sorduğunda, Hoca Efendi kızdığını ihsas eder bir ses tonuyla “Onların da sizin de sahibiniz Cenab-ı Hakk’tır. Mevla Teâlâ o halde onlara müsaade ediyor, rızık veriyor da siz ne hakla onlara engel oluyorsunuz. Sadaka vereme174 Kudemâ Meclisi yeceklerin ne yapacakları Kur’an-ı Hakîm’de bildirilmiştir: ‘Gönül alıcı biz söz.’ Eğer yanlış bir durum varsa o kolluk kuvvetlerinin işidir. Onlara havale ediniz. Kardeşlerim! Bizim dilenciye karışma yetkimiz yok. Onu azarlayamayız. Böyle bir durum o dilencinin de Rabbi olan Allah Teâlâ’nın gayretine dokunur.” Hoca Efendi’nin sadaka konusundaki hassasiyetinden haberdar olanlar camiye giriş-çıkış saatlerini iyi bilir, güzergahında sağlı sollu beklerlerdi. Muhterem Mahmud Efendi’nin dilencilerin onurunu koruyan bu duruşu, Sulukule gibi vukuatın bol olduğu semtlerin kapısını irfana açmıştır. Bir zamanlar Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, onun vazından istifade etmek için gelen Sulukulelilerce doldurulurdu. Onu en iyi tanıyan milletlerin başında Afganlılar gelir. Uzun yıllar devam eden savaşların getirdiği ekonomik yıkım bellerini büktüğünden hacca gidebilenlerinin birçoğu otellerde barınma imkanı bulamaz, cami köşelerinde kalırdı. Hoca Efendi sevenlerini, el açıp dilenmeyen bu onurlu Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamak için seferber eder, maddi imkanlarını onlarla paylaşmaya davet ederdi. Son 10 yıla kadar muhtaçlar kendilerinden önceki Haremeyn misafirlerinden Hoca Efendi’nin giyim tarzıyla alakalı bilgiler almış olmalılar ki başında sarık, sırtında cübbe olan bir Türkiyeli gördüklerinde 175 Kudemâ Meclisi “Şeyh Mahmud, Türkiye” der, eksik kalan kelimeleri masum bakışlarıyla tamamlarlar: “Bizden öncekilerin sürekli bahsettiği fakirlerin dostu olan Türkiyeli bir Mahmud Efendi varmış, gördünüz mü ya da tanıyor musunuz, bize yardımcı olur musunuz?” SIRADAN BİR İNSAN GİBİ YAŞARDI Muhterem Mahmud Efendi sıhhatli olduğu yıllarda Çarşamba pazarına gider, pazarlıkları satın alır, evinde ağırladığı misafirlerin sofrasını kendisi kurardı. Musafaha yaptığı kişiler ellerini çekinceye kadar da elini çekmezdi. Hoca Efendi aşkını, ruhunu kaybeden modern zamana söz ve aksiyonuyla İslâm’ın güzelliklerini anlatan büyük bir öğreticidir. Camisi, maddi ve manevi fakirlik çekenler için umut kaynağı olmuştur. İnsanlar onun bakışlarında Medine’nin sıcaklığını hissetmişlerdir. Okulda, sinemada, gazetede anlatılan hoca tiplemelerinden ürken Anadolu çocukları, bir gün yolları Fatih Çarşamba’ya düştüğünde anlatıldığı gibi müstebid bir hoca ile değil “Ak sakallı, nurani yüzlü bir sevgi dağı” ile karşılaşırlardı. “ONU TANIYINCA NİÇİN YAŞADIĞIMI ANLADIM” 1988 yılında Müslüman olup Naim Abdulwali adını alan bir Amerikalı, dinini öğrenmek için Medine’ye 176 Kudemâ Meclisi gider. Medine hayatının üçüncü yılında Muhterem Mahmud Efendi ile tanışır, ondan etkilenir ve okuduğu fakülteden ayrılıp onunla birlikte İstanbul’a gelir. 10 yıl Hoca Efendi’nin çevresinde ilim tahsil eder. Abdulwali, İstanbul’a gelişini şu gerekçelere bağlamaktadır: “Batılıların aklında değil, ruhunda problem var. Hristiyanlık Batı’yı tatmin etmiyor. Bu yüzden önemli bir bölümü ateizme yönelmektedir. Ben de her Batılı gibi uzun yıllar Hristiyanlık’la ateizm arasında med-cezir yaşadım. Ruhumdaki hafakanlar dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, üniversite kütüphanesinde gördüğüm bir tasavvuf kitabı imdadıma yetişti. onunla İslâm’ı tanıdım, Müslüman oldum. Dinimi öğrenmek, imanımı daha da güçlendirmek için gittiğim camilerdeki Müslümanlar bana sürekli İslâm’ın akıl dini olduğundan bahsettiler. Elbette İslâm, akl-ı selîme muvafıktır. Buna bir itirazım yoktu. Ama ben aklı değil, ruhu arıyordum. Ben ekmek istiyordum onlarsa bana su veriyordu. Okumak için Medine’ye gittim, orada ise kendilerini dinin resmi temsilcileri zanneden insanlarla karşılaştım. Söylemek istediğim şu ki; Batı’nın akılda bir sorunu yok. İşte uzaydalar. Bu yüzden onları İbn Sina ile etkileyemezsiniz. Batının yüreği kanıyor. Onlara Şah-ı Nakşibend gibi tasavvuf büyüklerini anlatmalıyız. Hoca Efendi, diğer Müslümanların aksine yüreğime müdahale etti, ruhuma konuştu. Sohbetleri yarama merhem oldu. O anlattıkça niçin yaşadığımı 177 Kudemâ Meclisi anladım. Bu yüzden İslâm’ı tebliğ etmek için Batı’ya gidenler mutlaka tasavvuf okumalılar. Batı’nın kararan ruhunu İslâm’a açacak anahtar tasavvufun hikmet ve marifet dolu dünyasında mündemiçtir.” Abdulwali, Mahmud Efendi’nin öğretici yönüyle alakalı olarak da şunları söylemektedir: “Öğrencilerine karşı müşfik bir babadan daha merhametlidir. Şahsen her tür sorunumla bizzat ilgilenmiştir. Bunun içerisine hayatımın maddi boyutu da dahildir. Yabancı olduğumdan, Türklerin geleneklerini bilmediğimden zaman zaman intibak sorunum olurdu. Üzüldüğümü hissettiğinde “Sen bizim Selmânımızsın” diyerek bana moral verirdi. İstanbul’da fıkıh, tefsîr, hadis gibi temel İslâmî ilimlerin yanı sıra Mektûbât dersleri de aldım. Hoca Efendi tasavvuf derslerinde tedriciliğe riayet etmemi ister, özellikle İmam-ı Rabbânî’nin Mektubât’ından daha kolay olmaları nedeniyle ameli mektupları okumamı isterdi. Fakat benim merakım ‘derin tasavvufi birikim’ gerektiren sûfi mektupları okumaktan yanaydı. Israrım üzerine ders okuduğum Hoca bu tür mektupları okutmayı kabul etti. Fakat meseleleri anlamakta zorlanıyordum. Galiba bu yüzdendir ki Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’ye buradan ötesi seni aşar, deyip tasavvufun ancak yaşanılınca anlaşılabilecek bahislerini ona anlatmamıştır. Derin mektuplar gün geçtikçe ruhi bir krize sürüklenmeme yol açtı. Zihnimde beliren sorunları gidermem için 178 Kudemâ Meclisi acilen Hoca Efendi ile görüşmem gerekiyordu. Fakat rahatsız olduğundan hasbihal edecek genişlikte görüşme imkanı bulamadım. O sıkıntılı günlerde tasavvufu bırakmaya karar verdim. Bir ikindi namazı sonrası huzuruna varıp, yıllar önce bana hediye ettiği tesbihi kendisine uzatarak ‘Efendim buyurun, bu tesbihi bana yıllar önce hediye etmiştiniz. Ben dersleri bırakmak istiyorum’ dedim. Hoca Efendi şefkatle elini omzuma koydu ve şu dörtlüğü okudu: İven kişi (acele eden) yol bulamaz, Maksûduna tez varamaz. Bekle ârif dergâhını Yüz göstere irfan sana. Eli omzuma değince zihnimdeki bütün soru işaretleri koyboldu. Sanki yeniden doğmuştum. Fakat büyük bir mahcubiyet içerisindeydim. Bana daha sonraları okumamı tembihlediği mektupları okumuş ve bu yüzden de krize girmiş olduğum halde “Niçin yapma dediğimi yaptın” türünden tek kelime sarf etmedi. İslâm’ın güzelliklerini onda gördüm. Şimdi aramızda binlerce kilometrelik bir mesafe var. Fakat O, hasta yatağında, bembeyaz sarığıyla hala beni irşad ediyor, yüreğimin yaralarına merhem oluyor.” “OKUYUNUZ” Muhterem Mahmud Efendi her yaştan insanın eğitim görmesini ister, 60 yaşına gelen kişilere dahi 179 Kudemâ Meclisi okumayı tavsiye ederdi. Muhatapları “Efendim! Yaşımız anlamamıza engel oluyor” dediklerinde “Yine de okuyun. Size ‘nasara’ kelimesini sorduklarında ‘mazi fiil’ yerine ‘mastar’ derseniz bu bile bir şeyler okuduğunuza, ilim yolunda olduğunuza işaret eder” derdi. İlim talebelerine Abdulhalik Gücdüvani’nin şu vasiyetini kendi vasiyeti gibi de nakleder, söyleyeceklerime bağlı kalmanızı istirham ediyorum, derdi: “Fıkıh ve hadis ilmini öğren, cahil sûfilerden uzak dur, malın, fıkıh kitapları olsun. Birisi medh ettiği zaman gururlanma, kınayınca da üzülme. İnsanlardan dünyevi bir şey isteme, fütüvvet ehli ol. Allah Teâlâ’nın sana verdiklerini, sen de halka dağıt.” NEYİN HELAL ya da HARAM OLDUĞUNU FIKIH BELİRLER Muhterem Mahmud Efendi tasavvufun sınırlarını anlattığı bir vaazında Üstadı Ali Haydar Efendi’den şöyle bir nakilde bulunur: “İnsanoğlu helal ile haramı ağzıyla ayırt edemez. İnsan için helalinden pişirmiş olduğu tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır. Haram ile helal arasını ancak fıkıh ayırır.” DÜNYA MÜSLÜMANLARI Medyayı takip etmez fakat öğrencileri düzenli olarak günlük haberleri ona aktarırdı. Sıcak çatışma ortamlarından günlük haberler alırdı. Afganistan, Çeçenistan ve Bosna cihadıyla yakından alakadar olmuştu. 180 Kudemâ Meclisi Sevenlerini mustazaf ve mücahid müslümanlara madden ve manen yardım etmeye çağırır, toplanan yardımları ilgili kuruluşlar vasıtasıyla mahalline ulaştırırdı. Çeçenistan Müslümanları onun bu yönünü iyi bilirler. Bu yüzdendir ki Selim Han Yandarbiyev Cumhurbaşkanı iken İstanbul’a kadar gelip Hoca Efendi’yi ziyaret etmişti. Diğer Çeçen komutanlarının da İsmailağa, Eyyûb el-Ensârî’den sonra ilk ziyaret ettikleri yerdi. ESERLERİ Tasavvuf literatüründe zâhir ve bâtın ilmine sahip olan şeyhlere “zü’l-cenâheyn/çift kanatlı” denir. Hâlidî şeyhleri, diğer irfan merkezlerinin mürşitlerinden ayıran en temel özellik de bu yönleridir. Diğer tekkelerde zaman zaman zü’l-cenâheyn mürşitler irşad makamına otururken Halidi şeyhlerin neredeyse tamamı “zü’l-cenâheyn”dir. Mahmud Efendi bu geleneğin muasır örneğidir. Bu yüzden onun irşad faaliyetleri kadar, tedris ve telif çalışmaları da dikkate alınmalıdır. Telif ettiği eserlerin bir kısmı bizzat kendi kaleminden çıkarken bir kısmı da öğrencilerinin onun ders ve sohbetlerinden derledikleri notlardan oluşmaktadır. 1. Rûhu’l-Furkân Mahmud Efendi’nin en hacimli eseri, Rûhu’l-Furkân adlı nâtamam tefsîrdir. Tefsîr “rivayet” 181 Kudemâ Meclisi usûlüne daha yakındır. Fakat eserde yer yer “işâri” manalara da rastlanmaktadır. Rûhu’l-Furkân, içerisinde fıkhî meseleleri barındırması cihetiyle “ahkam tefsîri” özelliğini de taşımaktadır. Tefsîrde önce ayetlerin kelime anlamları verilmekte, sonra mealleri, ardından da tefsîrleri yapılmaktadır. Rûhu’l-Furkân’da fıkıh, kelam, tasavvuf gibi temel İslâmî disiplinlerle alakalı meselelerin ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmesi, Mahmud Efendi’nin İslâmî ilimlerdeki derinliğini ortaya koyması açısından ayrıca önemlidir. Muhterem Mahmud Efendi, tefsîrinin mukaddimesinde niçin böyle bir çalışmaya başladığını açıklarken şunları söylemektedir: “Kur’an-ı Azimu’ş-şân’ın manasının kelime kelime anlaşılmasına çok hevesli olduğumuz sohbetlerimize iştirak eden kardeşlerimiz tarafından yakinen bilinmektedir. Nice büyük alimler, Kur’an-ı Kerîm’i Türkçe tefsîr ederek, bu büyük kitabın manasını anlama hususunda milletimizin ihtiyâçlarını karşılamışlardır. Bu yüzden ziyade aciz olan bu kardeşiniz böyle büyük bir işe girişmeyi bu zamana kadar düşünmüş dahi değildi. Ancak hicri 1407 senesi Şaban ayının Beraat Gecesi’nde Ravza-i Mutahhara’da bulunduğumuz sırada Efendimiz tarafından vaki olan manevi bir işaretle, bu mühim işe başladık ve yukarıda geçtiği gibi kelime kelime mana verilmesine ziyade ihtimam göstererek 182 Kudemâ Meclisi yola çıktık.”82 Tefsîr yazımının tedris ve irşad faaliyetleri ile birlikte yürütüleceğini, bu yüzden eserin tamamlanmasının uzun bir zaman alacağını söyleyen müellif, okurlarından bu özrünün kabulünü istirham eder.83 Halen yazımı devam eden tefsîr’in 2015 yılı itibariyle 18. cildi basılmıştır. Son ciltte Yunus Sûresi’nin tefsîr edildiği dikkate alındığında eserin 50 cildi aşacağı kuvvetle muhtemeldir, lakin eserin son ciltlerinde rahatsızlığından dolayı muhterem Mahmud Efendi’nin katkısı yoktur. 2. Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi Risâle-i Kudsiyye, İsmet Efendi Tekkesi’nin kurucusu Mustafa İsmet Efendi tarafından kaleme alınan manzum bir eserdir. Eserde Nakşibendiyye-Hâlidiyye tarikatının zikir usûlleri, prensip ve kaideleri anlatılmakta, İslâm Akâidi ile alakalı temel meseleler işlenmektedir. Sûfî bir cemaatin bilmesi gereken konuları hikmetli bir dille anlatan eser, İsmet Efendi’den sonra gelen tekke’nin şeyhleri tarafından müracaat kaynağı olarak görülmüştür. Muhterem Mahmud Efendi, her sohbetinde Risâle-i Kudsiyye’den bir beyt okur ve şerh ederdi. Öğrencileri de O’nun bu açıklamalarını yazıya aktarıp eseri 2 cilt halinde Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi Mahmud Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, İstanbul, 1991, I, s.9-10. 83 Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, I, s.10. 82 183 Kudemâ Meclisi başlığıyla basmışlardır. Nakşibendiyye-Haliddiyye tarikatıyla alakalı temel meselelerin ayrıntılı bir şekilde işlendiği bu eser, farklı isimler altında birkaç defa tab’ edilmiştir. 84 3. Sohbetler Mahmud Efendi, İmam-Hatip olarak görev yaptığı İsmailağa Camii başta olmak üzere birçok camide vaaz etmiştir. Pazar günleri sabah namazından sonra Sultan Selim Camii’nde yaptığı sohbetler ise irşad tarihinde ayrı bir yere sahiptir. Sohbetler, sabah namazından sonra olmasına rağmen camii erken saatlerde dolar, geç kalanlar vaazı çevredeki camilerden dinlerlerdi. Misafir Hoca Efendilerden birinin okuduğu aşr-ı şerîfin tefsîr edilmesiyle akdedilen sohbetler, işrak vaktine kadar devam ederdi. Sohbetlerde öğrencilerin aldığı notlar 1995 yılından itibaren kitaplaştırıldı. 3 yılda hacimli 6 ciltlik bir eser ortaya çıktı. 1998 yılında sona eren sohbetler Hoca Efendi’nin rahatsızlığından dolayı bir daha başlayamadı. 85 Konuların vaaz üslubuyla işlendiği ve iknaî yolla anlatıldığı “Sohbetler” kitabı, evlerde her aile reisinin ders kitabı olarak takip edebileceği içeriktedir. Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi, İstanbul, 1998, I-II. 85 Ustaosmanoğlu, Sohbetler, İstanbul, 1995, I-IV. 84 184 Kudemâ Meclisi 4. Mektûbât-ı Rabbânî Şerhi Nakşibendiyye tarikatında Behâuddin Nakşibend Hazretlerinden sonra en etkin olan ikinci isim İmam-ı Rabbânî diye şöhret bulan Ahmed Faruk es-Serhindî’dir (v.1624). 86 İslâm’ın Endülüs sendromu yaşadığı bir zamanda meydan yerine çıkıp, yaşamış olduğu çağda Bangladeş’ten Afganistan’ın Batısına kadar uzanan büyük bir coğrafyada etkin olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri çağdaşlarına davet ve cihad içerikli çok sayıda mektup göndermiştir. Onun mektup yazdığı şahısları, devlet başkanları, ilim adamları, mutasavvıflar ve avam olmak üzere dört sınıfa ayırabiliriz. Mektuplarda Nakşibendiyye tarikatının esasları, Ehl-i Sünnet akidesinin temel meseleleri, âlimlerin çözemediği çeşitli konuların izahı gibi cemiyetin her tabakasına hitap eden zengin bir muhteva vardır. Birçoğu Farsça kaleme alınan mektuplar İmam Rabbânî’nin halifeleri tarafından üç cüz halinde toplanmıştır. Cüzlerin ilki 313, ikincisi 99, üçüncüsü ise 122 mektuptan oluşmaktadır. Mektuplar Muhammed Murad Kazani tarafından 1887 yılında Arapça’ya tercüme edilmiş, Müstakımzâde Süleyman Sa’deddin Efendi ise 1751 yılında Mektubât’ı Osmanlıcaya çevirmiştir. Fakat eser çevrildikten bir asır sonra (1854) basılmıştır. Mektûbât, Nakşibendîlerin Şeriat-Tarikat münase86 el-Hânî, a.g.e., s.533. 185 Kudemâ Meclisi beti, tarikat adabı gibi konularda ilk müracaat ettiği kaynaktır. İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin mutasavvıflara ya da halifelerine gönderdiği mektuplar dil, içerik ve anlatım özellikleri bakımından diğerlerinden daha derin ve daha ıstılahîdir. Bu mektupların anlaşılabilmeleri için tasavvuf literatürüne vakıf kişilerin nezaretinde okunmaları kaçınılmazdır. Muhterem Mahmud Efendi onlarca yıl devam eden sohbetlerinde Mektubât’ın tamamını birkaç defa tercüme ve şerh etmiştir. Mektubât’ın anlaşılabilmesi için Onun yaptığı bu açıklamalar şüphesiz ki önemlidir. Bu önemi fark eden öğrencileri farklı zamanlarda yapılan açıklamaları bir araya getirmişler, fakat henüz bu notlar kitap halinde tab’ edilmemiştir. Mahmud Efendi’nin sohbet ve derslerinde tutulan notlardan oluşan daha bir çok kitap mevcuttur. Hülâsa İhsan, zühd ve takva gibi Kur’anî kavramların ferdî telakkilere ve insan hayatına yansımasından ibaret olan tasavvuf, tarikatlarla kurumsal bir yapıya kavuşmuş ve milyonları etkilemiştir. Mürşidlere ve onların irşad tarzlarına göre farklı isimler altında vücut bulan tarikatlar içerisinde müntesipleri itibariyle en önde olanı ise Nakşibendiyye tarikatıdır. “İlmiye sınıfının tarikatı” olarak da bilinen Nakşibendiyye, Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’nin etkisiyle kısa zamanda Osmanlı 186 Kudemâ Meclisi Devleti sınırları içerisinde en etkin tarikat konumuna gelmiştir. Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî, ayrılıkçı akımların siyasî güce dönüştüğü bir dönemde ümmet bilincini öne çıkararak birlik ve beraberliğin tesisi ve tebaa’nın Osmanlı Devleti’ne bağlanması noktasında ciddi başarılara imza atmıştır. Mevlânâ Hâlid’in nüfuzunu fark eden devlet yöneticileri de Ona karşı ilgisiz kalmamış, akâdevi açıdan problem teşkil eden tekkeleri Onun halifelerine tahsis etmiştir. Hâlidi şeyhler halk ve siyasî otorite nezdinde öylesine yüksek bir itibar kazanmışlardır ki, çalışmalarıyla Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatmışlardır denilse mübalağa olmaz. Silsilesi Abdullah Mekkî yoluyla Hâlid el-Bağdâdî’ye uzanan Muhterem Mahmud Efendi, Nakşibendiyye/Hâlidiyye öğretilerine sıkı sıkıya bağlı kalması ve muhalled yapıyı olduğu gibi muhafaza etmesiyle dikkat çekmektedir. Hâlidiyye’nin davet usûlünden ödün vermeyen Muhterem Mahmud Efendi, (cemaat bilincinden ziyade) her türlü etnik yapıyı ve İslâmî meşrebi kucaklayan, ümmet kimliğini öne çıkaran bir muhtevada hizmet etmiştir. Onun bu duruşu, nüfuzunu kamuoyunda “İsmailağa Cemaati” olarak tanınan kitlenin çok ötelerine taşımış ve millet vicdanında büyük bir saygınlık kazanmasına vesile olmuştur. Tarikatı, İslâmî esaslara bağlı bir alt birim olarak telakki eden Mahmud Efendi, irşad çalışmalarında 187 Kudemâ Meclisi İslâmî eğitime öncelik tanımıştır. 1980’lere kadar devam eden tedris hayatında yüzlerce öğrenciye icâzet vermiştir. İslâm Dünyası’nın, Osmanlı’nın son dönemlerinde görülen yıkıcı akımlara benzer taifelerin tehdidiyle karşı karşıya olduğu bir dönemde Hâlidîliğin tabi dokularını olduğu gibi koruyan ve kamuoyunda da saygınlığı ile dikkat çeken Muhterem Mahmud Efendi’nin, ümmet şuurunun yüreklerde yeniden karılması noktasında önemli roller îfa ettiği ve edeceği kesindir. *** 188 Kudemâ Meclisi İMAN ve FİKİR ATLASIMIZIN BÜYÜK MUZDARİBİ: MEHMED AKİF U lu Mücahitlerin mirasını ehliyetsiz ellere teslim ettiğimiz yıllar… İhtişamıyla “Beyazıd” ayakta fakat kürsüde “Ebûssuud” yok. Sokaklarda ‘’zafer tabur’’larımız yerine hezimet haberleriyle sarsılan mazlum millet yürüyor… Bir tarafta omuzlarında “mushaf ” asılı çocukların ve sarıklı gençlerin gittiği medreseler; diğer tarafta ise millet bünyesine mikrobun sirayet noktaları olarak faaileyet gösteren “Ecnebî Okulları”… Medrese, “özden kopma”, “kültürel dönüşüm” gibi ameliyelerle zemin kaybederken, “ecnebî okulları” devletin en mahrem bölgelerinde “ayrık otları” gibi çoğalıyor. O kadar ki, 1905 yılında Devlet tarafından tesbit edi189 Kudemâ Meclisi lebilen yabancı okul sayısı 600’e ulaşır. Bu sayıya ruhsatsız faaliyet gösteren okullar da eklendiğinde rakam daha da artmaktadır. 1 Aralık 1833 tarihinde Amerika’dan Anadolu’ya gönderilen misyonerlere verilen talimatta da belirtildiği gibi bu okulların esas gayesi, “Mukaddes ve vaad edilmiş Anadolu topraklarının silahsız bir haçlı seferiyle geri alınmasıdır.”87 İlk açıldığı yıllarda Müslümanlar tarafından “gavur okulları”88 olarak nitelenen ve bu yüzden itibar görmeyen ecnebî okulları, zamanla ilgi odağı haline gelmiş, devlet yapısı içerisinde “farklılık psikolojisi” ve “isyan kültürü” sahip nesillerin yetişmesine öncülük etmiştir. Ecnebî okulları, Batılı ülkelere ait sefaretlerin açık ve gizli faaliyetleri, dış memleketlelerde okuyan öğrencilerin “zihniyet dönüşümü” ile birlikte değerlendirildiğinde siyasî, ictimâî ve iktisadî sorunların buhrana dönüşmesinin esas nedeni de ortaya çıkmaktadır. Ecnebî okullarının niçin ve nasıl kurulduğunu, gönüllü işbirlikçilerinin kimlerden oluştuğunu müşahhas bir örnek çerçevesinde görebilmek için konuyu “Robert Koleji” özelinde tahlil edelim. İlk olarak 16 Eylül 1863 tarihinde İstanbul Bebek’te bir misyoUygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, Arba Yay., İstanbul, 1991, s.33; Şamil Mutlu, Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, Gökkubbe Yay., İstanbul, 2005. 88 Bk. Gökhan Bolat, MF. MGM. 7-39-40, Numaralı Defterlerin Transkripsiyonu ve Suriye’de Faaliyet Gösteren Yabancı Okullar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2006, s.23. 87 190 Kudemâ Meclisi ner evinde kurulan ve günümüze kadar devam eden “Amerikan Koleji”nin başında, misyoner Cyrus Hamlin vardır. Hamlin, kuruluş gerekçesini çocuklarını denizaşırı ülkelere göndermeyen babaların yavrularını Hristiyan ahlakına göre eğitmek olarak açıklar. Hamlin’in şu ifadeleri bu tarz okulların nihaî hedeflerini de resmetmektedir: “Okulu, Müslümanlığın İstanbul’a giriş noktası olan Rumeli Hisarı’na taşımak istiyorum. Burada kurulacak bir okul Hristiyanlığın İstanbul’a giriş kapısı olacaktır.”89 Mezun ettikleri öğrencilerden bu okulların küfür fidelikleri olduklarını fark eden millet, yüksek fiyatlar teklif edilmesine rağmen mütevellilere okul binası için arsa satmamakta ısrar eder. Cahil halkın bu mustakîm duruşuna rağmen kimi müstağrib devlet ricali bu okullara her nevî yardımda bulunur. Bu çerçevede Ahmet Vefik Paşa, Rumeli Hisarı’nda “malum gaye” için kurulması planlanan okul için iki aşamada arsasını satar.90 Vezir Ali Paşa, Ahmet Vefik’e, satış akdini feshetmesi durumunda her nevi ihtiyâcının karşılanacağını taahhüt etmesine rağmen Paşa, satıştan vazgeçmez. Okul çeşitli yardım kuruşlarının katkılarıyla bir protestan koleji olarak yapılır ve Boğaziçi Üniversitesi’nin olduğu yerde eğitime Necdet Sevinç, Ajan Okulları, İstanbul, 1974, s.40; Şaban Ulusoy, Robert Koleji, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Van, 2005, s.29. 90 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, II, s.783. 89 191 Kudemâ Meclisi başlar.91 Ahmet Vefik Paşa’nın tasarrufundan ziyadesiyle müteessir olan II. Abdülhamid, Paşa öldüğünde (1891) nereye gömülmesi kendisine sorulunca; “Kayalar Kabristanı’na defnediniz. Robert Koleji’nde çalınan çan sesleri kıyamete kadar kulaklarında çınlasın”92 der.93 Robert Kolejini 1901’de AB (en yüksek ikinci not) derecesiyle bitiren, feminist yazar Halide Edip Adıvar’ın94 İslâm kadının modernleşmesindeki rolü ve Kurtuluş Savaşı esnasında ısrarla Amerikan mandasını savunması95, ecnebî okulların etkisini resmetmesi açısından önemlidir. Bu okulların millet bünyesindeki tahribatı o yılların medyasında geniş bir şekilde yankı bulmuştur. Kızını Amerikan Kız Kolejine veren Müslüman bir baba okul yıllarında çocuğunda meydana gelen değişimi Resimli Ay Mecmuası’nda şu ifadelerle anlatmıştır: “Evvela çocuk evdeki şeyleri beğenmez oldu. Kızımda bu değişikliği görünce mektep hakkında tetkîkâta başladım. Amerikan Koleji olarak açılan okulun ismi, servetinin beşte birini okulun giderlerinin karşılanması için vasiyyet eden Newyork tüccarlarından Christopher Rhinelander Rabbit’in adıyla 1878 yılında değiştirilmiştir. 92 Ergin, a.g.e., Dip not: 1, II, s.783. 93 Nazırlar, başvekiller, devlet adamları büyük camilerin hazirelerinde defnedilirken Vefik Paşa’nın naşı merasimsiz, kayalar mezarlığına götürülüp defnedilmiştir. Ergin, a.g.e., Dip not: 1, II, s.783. 94 Roderic H. Davison; Osmanlı Türk Tarihi, s.237-238. 95 Bolat, a.g.e., s.24. 91 192 Kudemâ Meclisi Mektebe gidip hocalarla temasa geçtim… Bütün bu tetkikat bana şu neticeyi verdi: Amerikan Koleji denilen bu yer, muhteşem binalar içine gizlenmiş bir manastırdan başka bir şey değildir. Muallimleri âli tahsil görmemiş, pedagoji nedir anlamamış, cahil ve zavallı bir takım rahiplerdir... Bütün emelleri çocuklara Hristiyanlık telkin etmek, onlara Protestanlığı sevdirmektir. Bunun için her hafta Hristiyan ahlakına ait konferanslar verirler... Çocuk bu kozmopolit arkadaşlar arasında yavaş yavaş kendi benliğini kaybeder... Kızım mektebe girerken Türk’tü fakat çıkarken kozmopolit olmuştu...Amerikan kolejlerinde okuyan Türk çocuklarından Hristiyan olanlar bile vardır. Hatta bazen çocuklar imtihanlarda sınıf geçmek için kendilerini Hristiyanlığı kabul ediyor gibi gösterirler...”96 Ecnebî okullar, hariçte okuyan öğrenciler ve Batılı devletlerin sefaretlerinden oluşan üçlünün, “medeniyetten uzaklaşarak muasırlarlaşma” şeklinde tezahür eden etkisi, Batı’nın kültür ve ahlak sistemine göre yaşayan fakat “kafa kağıdı” itibariyle kendini Müslüman kabul eden bir neslin yetişmesine yol açmanın yanında, siyasî, ictimâî ve ahlakî buhranlara da zemin hazırladı. Yakın geçmişte aynı değerlere sahip insanlar yollarını ayırdı. Krizler içerisinde varlık mücadelesi veren millet, farklı siyaset tarzlarıyla, birbirinden uzaklaştı. Bk. “Kızımı Amerikan Kolejine Ne Halde Verdim Ne Halde Aldım?”, Resimli Ay, Mayıs, 1929, s.4. 96 193 Kudemâ Meclisi Siyaset Tarzları Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe dört ayrı siyaset tarzı oluştu. “Tahsili Hasıl” eden hocalara bakıp İslâm’ı mahkum eden “münevverler”in kimi Batıcı, kimi Turancı oldu. Zahirde birbirine zıt gibi görünen bu iki hareket, İslâm’a muhalefet noktasında ittifak halindeydi. Bir üçüncü tarz olan İslâmcılık ise, çareyi İslâm’da aradığını zanneden fakat sorun çözmeden ziyade İslâm’ı ideolojik bir içerikte sorun haline getirmekle meşguldü. Keşf-i kadîme çağıran ulemâ ise, Kitap, Sünnet ve müctehit imamların ictihatlarını esas alarak hayatı İslâm’a göre yeniden tayin etmeye davet etti. O yıllardaki manzara’yı şu şekilde hülâsa etmek mümkündür: Özden kopuşu anlatan ‘’üç tarz-ı siyaset’’e karşı ulemâ keşf-i kadîm yoluyla “istikâmet”e; Batıcılar, çağdaşlığı esas alarak özümüzü değiştirmeye, Turancılar ise ‘’ümmet’’ yerine “millet” ruhunu kuşanmaya çağırmaktaydı. Her iki akımın da kendine göre bir tabanı vardı ve o taban avamdan ziyade öğrencilerden ve bürokratlardan oluşuyordu. İslâmcılık ise, Batı’yı esas alarak oluşturduğu anlama usûlüyle “muhalled nizama” kısmi reddiyelerde bulunmaktaydı. Devlet-i Aliyye’nin muhteşem zamanlarında, ilmî mubahaselerin yapıldığı ulu çınarların altında artık ne aşk, ne umut, ne de heyecan kalmıştı. Büyük meselelerin görüşüldüğü devlet daireleri dedikodu kulislerine dönmüştü. Sahte kahramanlar, 194 Kudemâ Meclisi “çürük ipliklere hülyalar” dizmekle meşguldü. İstanbul Kahire, Şam, Bağdat gibi İstanbul da “muhalled nizama” ait kıymet ölçülerini yitirmişti. İstanbul, ne irfânı ne de ârifiyle eski İstanbul’du. Berlin, Paris ve Londra yeni cazibe merkezleri olmuş, hayatın olduğu gibi tefekkürün de “üsve-i hasene”si değişmişti. Yeni, eskiden çok farklıydı. Zihniyet dönüşümü öncesi, İstanbul’a gelen sefir ve seyyahlar şehre hayran olurdu. Yeni dönemde ise İstanbul’dan giden elçiler Avrupa Başkentlerine meftun olmaktaydı. İstanbul’u öve öve bitiremeyen Batılı tarihçiler, ressamlar gitmiş, onların yerine Paris’i, Berlin’i takdis eden Batıcı ve Turancı “münevverler” gelmişti. Ecnebî okullarında ya da Avrupa Başkentlerinde okuyan pek çok zeka özürlü, muharrir olmuş hale dair çözüm ve çareler öneriyordu. Okuduğu mekteplerin niçin kurulduğunu, hangi amaca hizmet ettiğini, kendisine neden ilgi duyulduğunu bir defa dahi düşünemeyenler; mesailerinin tamamını medeniyet sarayını yıkıp, yerine gece kondular kurmaya adamıştı. Niçin eleştirdiğini ya da neyi önerdiğini bilmeden yazıyor, tartışıyorlardı. Ne var ki tarih şuurundan ve medeniyet bilincinden mahrum bu ameliyeler dikkatle izleniyor, zaman zaman en muteber tasarruflar olarak addediliyordu. 195 Kudemâ Meclisi Acının ve Gurbetin Şehri Kenar mahalleleriyle İstanbul; sefaletin yani yüreği yaralı insanların şehri olmuştu. İstanbul artık acıyı, gurbeti ve ihaneti yaşayanların yurduydu. Sırtında ‘’küfe’’ taşıyan yetim çocuklar, mahalle kahvehanesinde ağlayan aksakallılar, başı yerden kalkmayan anneler… Ecdadları gibi onlar da namaz kılıyordu, ibadetleri, hayırları vardı. Fakat Süleymaniye’ye baktıklarında yüreklerine azamet dolmuyordu. Fetih, hayallerinden bile silinmişti. Çünkü “adam olsun” diye Batı’ya gönderdikleri çocukları, Süleymaniye’den ve Fatih’ten nefret eden bir ruh haletiyle geri gelmişlerdi. Millet, ulu hocaların iftihar edilecek bir maziye sahip olduklarını biliyordu fakat diploması yoktu ki dinlenecekti. Muzdarib coğrafya, vicdanına tercüman olacak, söylemek isteyip de ifade edemediği hakikati gür bir seda ile haykıracak bir yürek arıyordu; Acısını, sevincini, dostunu, düşmanını, medresesini, tarihini, medeniyetini ve muhalled nizamını yazacak ve savunacaktı o yürek. Halkın sesi olacak ve Süleymaniye Kürsüsünden ona seslenecek, “Mefahirin” kaynağını gösterecekti: Hani binlerce mefahirdi senin her adımın? Hani sinende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın? Hani asker, hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehid? Ah o kurban-ı zafer nerde bugün? Nerede o iyd? 196 Kudemâ Meclisi Fatih’in İlhamıyla Büyüyen Çocuk Fatih Camii, Süleymaniye, mefahir, aksakallılar… Ve erdemli insanların semti Fatih… Fatih: İslâm’ın Batı’yı dize getiriş sembolü… İstanbul içindeki İstanbul… Fethin erdemlerini, Fatih’in şuurunu kuşanacak, Ecnebî okullarının tahribatına karşı “mustakîmler’in” safında yer alıp “medeniyet”i savunacak “Şair” orada (1873) dünyaya geldi. Babası İpekli Tahir Efendi, Nakşî ve mucâz bir alim… Annesi Emine Şerife Hanım ise Buharalı tacir Mehmed Efendi’nin kızı.97 Akif, ilk tahsilini evinde yapıyor: Çocukluğumda, evet, bahtiyar idim cidden, Harim-i ailenin farkı yoktu Cennetten. Emîr Buhârî Mahalle Mektebi, ibtidaiye, rüşdiye, mülkiye, Esad Efendi’nin ikindi sonrası cami dersleri (Hafız Divanı, Gülistan, Mesnevî)98, kubbeler, minareler, iffetli insanları ağırlayan ve tarihe tanıklık eden sokaklar… Akif, ilhamını bu bütünden aldı. Tarihi ve geleceği Mushaf ’a göre okumayı, aşkının, ahlakının, sanatının temeline Kur’an-ı Kerîm’i koymayı oralarda öğrendi. Tıpkı doğum sancıları çekerken ölen bir ananın göğüslerinden beslenerek hayata tutunan çocuk gibi, Akif ’de II. Abdülhamid’le yeniden diriliş hesapları yaparken tarihe bir ara noktası düşen büyük devletin bakiyesinden beslendi. Ömer Rıza Doğrul, Mehmed Akif’in Hayatı, (Safahâtı’nın mukaddimesi), İstanbul, 1975, s.1-2. 98 Doğrul, a.g.m., XIV. 97 197 Kudemâ Meclisi Akif ’in çocukluğunda İstanbul iki kutuplu bir şehre dönüşmüştü. Bir tarafta sefaret binaları ve ecnebî okulları, diğer tarafta ise medrese ve onun yanında yer alanlar… Akif, medreseyi tercih ederek atalarının safında kaldı. İdeallerini İslâm’a göre belirledi. Kilise kaldırımlarına çömelenleri ibretle seyretti. Zafer tanklarımızın altından geçmeyi zül sayanların papazlar karşısında eğilmelerine hayıflandı. Öfkesini söze taşıyıp uyarılarda bulundu. Süleymaniye Kürsüsünde, Fatih’te konuştu, kiliseye ‘’zangoç’’ olanları hidayete çağırdı. Said Paşa İmamı Akif, erdemiyle, düşüncesiyle sorunlara İslâmî çözümler arayan ulemâ ile aynı saftaydı. Yanına aldığı Eşref Edip’le “Sırat-ı Mustakîm”i çıkardı ve İslâm’ın ne olduğunu, İslâm dünyasına anlatmaya çalıştı. Dinin, Batıcıların iddia ettiği gibi terakkiye mani olmadığını bizzat terakkiyi teşvik ettiğini söyledi. Krizlerin İslâm’dan değil, İslâm’ı temsil davasındaki insanların yanlış icraatlarından kaynaklandığını ifade etti. “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onu değişitirmez ya da bir kavim kendini değiştirirse Allah da onu değiştirir” diyordu. Sadi’yi ve İmam Gazzâlî’yi tezinin doğruluğuna şahit yaptı. İslâm düşmanı olan “erâzîl”i hicvetti, medreseyi metin tercüme merkezine dönüştüren hocaları da eleştirdi.99 Ne var ki Akif yanlış bir algı neticesinde Afganî ve Abduh’a muhabbet beslemiştir. (Bk. Akif, Âsım, s.441), Fakat Mısır’da bu 99 198 Kudemâ Meclisi Şiiri, davasının ifade vasıtasıydı.Hayatı olduğu gibi fotoğrafladı; ızdırabı, sefaleti ve dirilişi şiirle anlattı. İlk şiirlerinde realistti fakat realizmi Emile Zola realizminden farklıydı. “Sanat için sanat” diye bir endişesi olmadı. Sonsuz’a giden yolu tekrar nasıl gösterebilir ve diriliş kalelerini nasıl inşa edebilirimin derdine sahipti. Hayata küsen insanlara maziyi hatırlatıp: “Madem ki Hakk’ın bize vadettiği haktır. Şarkın ezeli fecri yakındır, doğacaktır”100 diye çağrıda bulundu. Tevfik Fikret gibi, “mağruriyet kulelerinde”, “Aşiyan şiirleri” yazmadı. Halkın içine girdi. Büyük mazlumların konuşan dili, gören gözü, tutan eli oldu. Millet-i İslâm’a olan merhameti, ona şahsi acılarını unutturdu. “Said Paşa İmamı”, Akif ’teki merhametin en açık fotoğraflarından biridir. Akif aşkın, sanatla etle tırnak gibi olduğu ‘Said Paşa İmamı’nda, boğazdaki bir sultan yalısında “mevlid” okumaya beklenen fakat gelirken yolda, “Azıcık dursana oğlum!” diye seslenen, sonra da “ Ben bir Perişan anayım, dağ gibi evlad gömdüm bu gece, kızımın canı için bir mevlit okutmak istiyorum” diyen kadının davetine icabet eden, bu yüzden saraya gecikmeli olarak gelen bir mevlit handan ve Valide Sultan’dan bahseder.101 Şiirde mevzu edilen hocanın ve Valide Sultan’ın, ‘dağ gibi evlat gömen’ yaşlı anaya duydukları merhamet, İslâm’ın hareketi yakından tanıyınca onlarla arasına mesafe koymuştur. 100 Akif, Gölgeler, s.472. 101 Akif, a.g.e., s.504-7, s.473-4. 199 Kudemâ Meclisi büyük insanlık tablolarından biri sayılsa yeridir. Sultanı, aciz bir kadına; sarayı da fakirhaneye tercih etmek; ancak mü’mince bir ruhun ameliyesi olabilir. Akif yol ayrımındaki yeni kuşaklara, o aziz ruhları anlatır. Onları, “Said Paşa İmamı”nın ruhuyla bütünleşmeye çağırır. Kur’an-ı Kerîm’in Gölgesinde Anma toplantılarında Akif için, “Büyük şairdir”, “Aruzun zirve isimlerindendir” gibi ifadeler sarf edilerek, şiirinin fonetiğine takılıp, mesajı perdelenir. Akif, bütün bunlara sahiptir fakat onun bunların ötesinde bir yeri vardır. Sanatla birliktedir fakat o bir ruh adamıdır. Rodin gibi, Mikelanj gibi sanatından ruh almaz, bizzat ruhunu sanatında konuşturur. Sonsuz’u terennüm eder. Kur’an’ın gölgesinde safha safha hayatı tefsîr eder. Tarihin en büyük devletinin yaşadığı ızdırabı Kur’an’la gidermeye çalışır. Bazen şair, bazen komutan, bazen halk olur. Bazen tek kalır, bazen ihanete uğrar ama hep ayakta durur. Doğruluğundan emin olduğu yolda yürümeye devam eder. “Virane yurduna” bakar, üzülür, hayıflanır: Eşin var, âşiyânın var, baharın var ki beklerdin; Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? Hayır matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım! 200 Kudemâ Meclisi Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız serseriyim öz diyarım da! Ne hüsrandır ki; Şark’ın ben vefasız kansız evladı, Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-ı ecdadı!102 Ulu hocaların ve Akif ’in sa’y-u gayretine rağmen mustağribler kendi medeniyet havzalarını terketmeye devam etti. Zira onlara göre İslâm; klasikti ve bu yüzden günümüze dair söyleyecek sözü olamazdı. Eski haldi İslâm, hayat ve umut ise eskiye bağlanamayacak kadar önemliydi: Hani insan sesi çağlardı şu vadilerde… Sor ki afâka, o âlemler, o demler nerede?103 Esas Fark Akif ’in, Kuyucu Mustafa gibi kafa koparmayı ya da Deli Petro gibi, sakal kesmeyi inkılap zanneden aydınlarla arasında esasta fark vardı. Çünkü herşey yıkıldığında da ayakta kalabilen kaya gibi bir imana sahipti. İmanı, karanlık gecelerde istikâmetini tayin eden bir yıldız gibiydi. Akif, herşeye rağmen müstağriblerle konuşmayı, asgari müştereklerde birlikte hareket etmeyi arzuladı. Ziya Gökalp’e; gazete köşelerinde birbirlerini eleştirmenin, millet vicdanını yaralayacağını, bu yüzden meseleleri özel mekanlarda tartışmaları gerektiğini, bu durumun birbirlerini anlamaya daha uygun olacağını söyledi fakat olumlu yanıt alamadı. 102 103 Akif, Âsım, s.473-4. Akif, a.g.e., s.432. 201 Kudemâ Meclisi Çünkü onlar milletin derdini çözmeden ziyade ikbal peşindeydi. Kimi masonların, kimi dönmelerin, kimi de kapitalistlerin sözcüsüydü. Sadece kendilerine söylenilenleri tekrar ediyorlardı. Hali islah edecekler, diyerek kaç senedir, Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir? Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu! Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu. Bir selamet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak, Dini kökten kazımak sonra evet Rus’laşmak!104 Akif, zalimi alkışlamadı, zulmü desteklemedi. İslâm düşmanlarıyla dost olmadı. Birgün Babıali’de yürürken kendine selam veren bir mustagribe şöyle dedi; “Artık sizinle konuşacak bir şeyimiz kalmadı.” İman Cepheleri Akif, ruhlarıyla göklerde, bedenleriyle kabirlerde yaşayan “gerçek müslümanları” aradı. Toprağı dinledi, gördü ki, Anadolu bütünüyle onların yurdu: Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! “Tek dişi kalmış canavara” İslâm yurdunu çiğnetmeyecek yeni nesli, o müslümanların ruhlarıyla cesaretlendirdi. Bütün umudunu, “Asrın idrakini İslâm’ın emrine verecek” bu nesle bağladı. Şiirlerini, makalelerini adeta onu uyandırmak için yazdı. Ümmetin ittihâdı davasına İstanbul dışından da ortaklar aradı. Anadolu’yu dolaştı. Batıya-Doğuya seferler yaptı. 104 Akif, Süleymaniye Kürsüsünde, s.166-7. 202 Kudemâ Meclisi Gördü ki, kendisi gibi sabahı bekleyen yüzbinlerce yürek var. Onlarla bir oldu, mücahitlerin muharebe cephelerinin arkasında iman ve dua cepheleri kurdu. Batıcılar ve Müslümanlar Müslümanlarla batıcılar arasında esasta fark vardı. Zira Batıcıların bir elinde millete gösterdikleri muasırlaşma sopası, diğer ellerinde ise muharebede kazanan tarafa uzatacakları “zeytin dalı” vardı. Eğer Devlet-i Aliyye muzaffer olursa bütün millet gibi onlar da kazanacaktı. Fakat kaybederse, onlar yine kazanacaktı. Çünkü onların milleti nev’i beşer, vatanı ruy’i zemin, Kitab’ı sahn-ı tabiat, hak dini ise din-i hayat’tı.”105 Müslümanları temsilen Akif ’in Asım’ı Çanakkale’de savaşırken, Batıcıların mümessili Fikret’in Haluk’u ise İsviçre’de “Akvam-ı beşer’in” papazlarıyla dostluk üzerine konuşmalar yaptı. Ne var ki savaştan önce konuşan, muharebe esnasında susan Batıcılar, savaş sonrası dönemde “müsteşar” oldu, itibar gördü. Muharebe ve dua cephelerinin en etkin isimleri ise ya dışlandı ya sürgüne ya da darağaçlarına gönderildi. Akif’in Ufku Akif ’in yüreğindeki vatan hatırasının sınırları yani misak-ı millisi, İslâm coğrafyasının tamamını ihata etmekteydi. Asım’a o coğrafyayı herşeyiyle koruma ödevi verdi. Asım, tarihin muhteşem anlarıyla zamaTevfik Fikret’e ait ifade için bk. İhsan Şenocak, Hal Muhasebesi, Yedibeyza Dergisi, Samsun, 1999, sy.3, s.1. 105 203 Kudemâ Meclisi nı birleştirecek, Fatih’in ruhunu istikbale taşıyacaktı. Yarınlara kendi kimliğiyle yürüyecekti: ‘‘Haydi fethet, senindir istikbal!’’ Akif, Asım’ı, muhteşem İslâm erlerinin yeniden başbuğu olmaya çağırıyordu. Çünkü düşman hattı yalnız onun yürekli taarruzlarıyla yarılabilirdi. Her ne kadar “ehl-i salib’in” filoları sahillere demir atmış, teyyareleri kara bulutlar gibi semayı kaplamış; topları, tüfekleri göğsüne çevrilmiş olsa da o, azimle yoluna devam etmeliydi. İşte o zaman İngiliz Generalin söylediği yeniden tahakkuk edecekti: “Dünya ordularının savunmayı bile göze alamadığı durumlarda Müslüman’ın taarruzu başlar.” Asım, Anadolu’da ve Çanakkale’de bütün bir millet-i İslâm adına o muazzam taarruzlardan birine hazırlanıyordu. “Çanakkale mahşeri” Akif ’in tebcil ettiği yiğitlerin destanıdır: Asım’ın Nesli diyordum ya nesilmiş gerçek İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek! Asım göğsünden vuruldu, yere düştü fakat Haluk gibi ehl-i salibin ayağına yığılmadı. Mukeddesatı çiğnemedi, çiğnetmedi. Kitab’ı, Fatih’i, Süleymaniye’yi, minareyi, kubbeyi, türbeyi, namusu, ahlakı hasılı bütün mukaddesatı yekpare gördü. Birinin kaybını hepsini yitirmek gibi addetti. Fatih’in kabrini korumayı evini korumaktan daha önemli saydı. Çünkü evi çiğnenirse, bir ocak çiğnenecekti fakat Fatih’in kabri çiğnenirse bin yıllık tarih ayaklar altına alınacaktı: Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer, 204 Kudemâ Meclisi Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer! Dışı baştan başa bir nesl-i Kerîmin yâdı; İçi boydan boya milyonla şehid ecsâdı. Öyle meşbü-u şehadet ki bu öksüz toprak; Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!106 Ayrılık vakti gelince de Allah Rasûlü’nün kucağına yürüdü: Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber. Millete Vefa Akif, tarihe vefa gösterdi. Çünkü onu bütün renkleriyle koruyacağına dair söz vermişti. Halkın sesi oldu, ızdırap duydu, acı çekti, ihanete uğradı, mürteci olmakla itham edildi. Bazen şair bile kabul edilmedi. İnkılabı anlayamamakla suçlandı fakat o susmadı. “Zangoçlar” konuştu fakat milletin hissiyatının tercümanı olarak kendisi susturulmak istendi. Resmi ideoloji adına yazıp çizenler Ona en galiz ifadelerle sövmekten utanmadı: Türlü adlarla çıkan nâ-mütenahi gazete, Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete. İt yetiştirmek için toprağı gayet munbit Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it. Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor; Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor!107 106 107 Akif, Süleymaniye Kürsüsünde, s.180. Akif, a.g.e., s.178. 205 Kudemâ Meclisi Sükût Orucu ve Tâceddin Dergâhı Akif, Anadolu’nun istiklal ezanlarını daha yakından dinleyebilmek umuduyla ilk mecliste görev aldı. Derdine ortak olacak simalar aradı fakat seksen âlimin vekil olduğu Meclis’te sadece birkaç kişi bulabildi. İlmiyeden gelen vekillerin hakikatte su-i niyetleri yoktu, samimiydiler. Maddi kurtuluşun, manevi dirilişi de getireceğini düşünüyorlardı. Geleceğin maziye ihanetle şekilleneceğini tahmin bile etmiyorlardı. Bu yüzden bütün bir ümmeti ilgelendiren “Hilafet” gibi mevzuların seccadenin üzerindeki sineğin kanından daha ehemmiyetli olduğunu anlayamadılar. Akif, mecliste muhalif kabul edilen birkaç kişiden biriydi. Anadolu’da halkla kucaklaşan “millet büyüğü”; Ankara’da yalnızdı. Hüseyin Avni ve daha bir kaç kişiyle İslâm’ın mudafaasını yapmaktaydı. Bir zaman sonra, Taceddin Dergahı’na çekildi, orada Destan’ın, en heyecanlı yerinde niçin kesildiğini düşünmeye koyuldu. Bu, destana düşülen bir ara noktası mıydı, yoksa tarihe dair herşey bitmiş miydi? Niçin böyle olmuştu? Bu millet neyin mücadelesini vermişti? İslâm, öz yurdunda garip mi olacaktı? Süleymaniye, Fatih kapanacak, Robert Koleji mi bu milletin evladını hayata hazırlayacaktı? Izdırap en samimi dostu olmuştu. “Bülbül” niçin matem tutardı ki; matem tutacak birisi varsa o da kendisiydi. 206 Kudemâ Meclisi Yetim Mâbedler Fatih’e hüzün, Beyazıd’a sessizlik çökmüştü. Ne Süleymaniye’de Ebûssuud, ne de saflarda o derin mü’minler vardı. Ulu mâbedler yetim düşmüş, eşikler yosun tutmuş, şadırvanlar akmaz olmuştu. İslâm, öz yurdunda sahipsizdi. Fatih Camii’nde, Esad Dedeler yoktu artık. İkindi sonraları Hafız Divanı, Gülistan, Mesnevi okunmuyordu. Faziletli ‘Köse İmamlar’, ruh terbiyesi veren ‘Tekkeler’ tarih olmuştu. Sanki gökten yasak yağıyordu. Büyük ızdırablarla kazanılan zaferden Akif ’in payına da “sükût etmek” düşmüştü. O da Taceddin Dergahı’nda “Sükût orucu”na girdi. Maddi planda kurtuluşunu gördüğü milletinin ruh planında helak oluşuna kahırlandı. Bu manzarayı daha fazla seyredemeyeceğini anlayınca hicret etme kararı aldı: Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol ne de yar; Ararım göçmek için başka zemin, başka diyâr. Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer; Yaşamaktan ne çıkar, günlerim oldukça heder.108 Yeninin Kadîmi İnkarı Akif, Müslümanların şark’ı çiğnetmeyeceğine inanıyor, ona güveniyordu. Onu hep bu heyecanla izlemişti. Büyük milletin evlatları toparlanacak, yeniden “İslâm Birliği”ni kuracaktı. Mazlum ümmetin makus talihini onlar yenecekti. Fakat öyle olmadı. Yeni, eski108 Akif, Âsım, s.379. 207 Kudemâ Meclisi yi inkar etti. O da bir köşede bütün çocuklarını kaybedip, yalnız başına kalan ve kendi gibi yalnız olan “hilal”le dertleşen adam gibi ağladı durdu: “Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz.” Göz yaşlarını Asım görüp üzülmesin, Zangoç’un çocukları da sevinmesin diye uzaklara gidip, oralarda kimsenin görmediği diyarlarda ağlamak istiyordu. Mısır Akif, 1923’de Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine sadece kışı geçirmek üzere Mısır’a gitti. Yazın İstanbul’da, kışın Mısır’da ikamet edecekti. Ne var ki gelişen olaylar uzun zaman dönmemek üzere Mısır’a hicret etmesine yol açtı.109 Akif bir sonbahar hüznüyle gidiyordu… Kalması için kendisine ısrar eden dostlarına şöyle demişti: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Vatanımı satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye daha fazla tahammül edemem’.’ Anadolu’nun suyunu içmeyi, havasını teneffüs etmeyi çok görmüşlerdi ona. “Canı, canânı, bütün varımı alsın da Hüda, etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ” diyen Akif, vatanına elveda diyordu. Mustafa Sabri Efendi, Muhammed Zahid Kevserî gibi büyük muhâcirler kadrosuna Akif de katılmıştı. Mısır’da on yıl kaldı. Maddi anlamda sefalet çekti. Fakat ızdırabını yalnız Allah Teâlâ’ya arz etti. İnsanlar 109 Doğrul, a.g.m., XX. 208 Kudemâ Meclisi fakirliğini görüp de yardım teklifinde bulunmasınlar diye, bir kaç parça eşyadan oluşan evini bir yerden başka bir yere geceleri taşıdı. Akif hicret edince, ardından “Mısır’a, para kazanmak, şöhret olmak için gitti” demişlerdi. Onlara en müdellel cevabı ise bir seccade, iki kanepe, yatak, masa, …. ve hasırdan oluşan ev eşyaları vermekteydi. Yalnızlığın kucağında, “Mutlak Hakikat”e daha yakın olmanın bahtiyarlığına erdi. Metafizikle iç içe oldu. İşte ”Gölgeler”110 böyle bir iklimde Sonsuz’u temaşanın manzum halidir. Kur’an-ı Kerîm ve Âkif Akif, Mısır’da Kur’an-ı Kerîm’i daha yakından tanıdı. Her gün birkaç cüz okudu, hafızlığını teravih’i hatimle kıldıracak kadar güçlendirdi. 1925’de Büyük Millet Meclis’i kararıyla, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Akif ’e Meal, Elmalılı Hamdi Efendi’ye de tefsîr yazma görevi verildi. Meal ve Tefsîr birlikte basılacaktı. Akif, teklifi önce reddetti. Fakat yakın dostları Ahmet Hamdi Akseki ve Ahmet Naim beylerin ısrarıyla kabul etti. Mısır’da Meal çalışmasına devam ederken İstanbul’daki gazetelerde Kur’an-ı Kerîm’in tercemesiyle namaz kıldırılacağı haberleri yayınlandı. Ardından da Göztepe ve Ayasofya camilerinde meal okunarak namaz kılınınca Akif görevden feragatini istedi. Gölgeler ilk olarak 1933’te İslâm harfleriyle Mısır’da basılmıştır: Akif, Gölgeler, s.445 vd. 110 209 Kudemâ Meclisi Mısır’da maddi sefalet içinde yaşayan Akif, meal için almış olduğu parayı geri iade etti. Ankara, Akif ’in kararının İstanbul camilerindeki uygulamadan kaynaklandığını bilmesine rağmen konuyu farklı bir noktaya çekti. Onun Meal yazmaktan vazgeçmesinin arkasında, Mısırlı muslihlerin bu işin küfür olduğu yönündeki fetvalarının etkili olduğunu söyledi. Hakikatte ise Afgânî ile başlayıp Muhammed Abduh ve Reşid Rıza ile devam eden hareket, bu nev’i ameliyeleri teşvik etmekteydi. Eğer bu hareketin temsilcileri başarabilselerdi Akif ’e tercemeyi yaktırmaz, bizzat yayınlatırlardı. Zira o çizginin devamı olan Meraği ve Ferid Vecdi ile Mustafa Sabri Efendi bu meselede birbirlerine karşılıklı reddiyeler yazmışlardı. Meraği ve Ferid Vecdi, Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesini ısrarla savunurken, Sabri Efendi bunun câiz olmadığını ifade etmekteydi.111 Akif, meal çalışmasının dini tahrif etme faaliyetinde vasıta yapılacağını anlayınca eserini bir şekilde imha etti. Bu ameliyesiyle devrin Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi’nin şu meyandaki ifadelerine alet olmamış oldu: “…Kur’an-ı Kerîm’in tercemesinden sonra, namazlarda kıraaat Türkçe olarak eda edilecektir.’’ Akif, Kur’an-ı Kerîm’le olan “tedebbür” merkezli birlikteliğini hayatının son anına kadar devam ettirSabri Efendi konuya dair yazdığı makalelerini “Meselet-ü Tercemeti’l-Kur’an” başlığı altında kitaplaştırdı. Ayrıca bk. Yahya Arslan, Akif Kur’an Meali ve Yenilikçiler, İnkişaf, Ocak-Mart 2006, sy.5, s.81. 111 210 Kudemâ Meclisi di. Rahatsızlığı ilerleyip eskisi kadar okuyamaz olunca Hafız Necati okudu, o dinledi. Sessiz Izdırap Akif, Çanakkale’de şehitlerle kucaklaştı, Tâceddin Dergâhı’nda Bülbül’le dertleşti. Necid çöllerini aşıp Allah Rasûlü’nün türbesine kapanan Sudan’lı sûretinde önce sefalete, sonra vefasızlığa ağladı. Izdırabını bizzat Peygamber ’in huzurunda Allah Teâlâ’ya arz etti: Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için; Bütün solukları feryad olan şu mahşer için; Harîm-i Kâben için; sermedi Kitab’ın için; Avâlimindeki âyât-ı bî-hesabın için; Nasib-i daimi hüsran kesilmiş ümmet için; Şu hâk-i pâke bürünmüş semayı rahmet için. Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslâm’ın Hududu yok mu bu bitmez, tükenmez âlâmın?112 Akif, vefatının yaklaştığını hissedince, vefasızlığı, kırgınlığı ve de hakkında söylenen herşeyi unutup Anadolu yollarına düştü. İstanbul topraklarında Fatih’le kucak kucağa yatmayı arzuluyordu. 10 yıllık gurbetten sonra İstanbul’a döndü. Hasta yatağında Süleymaniye’nin gözyaşlarına eşlik etti. 27 Aralık 1937 yılında 63 yaşında ebediyete intikal etti.113 Akif ’in umudu Asım, büyük destana düşülen ara noktasını 112 113 Akif, Hatıralar, s.358. Doğrul, a.g.m., XXII. 211 Kudemâ Meclisi yeniden kaldıracak... Rumeli Hisarı’nda rahlesinde Mushaf-ı Şerîf, omuzunda Buhârî, sırt çantasında Safahat ve İdeolocya Örgüsü olduğu halde zuhûr edecek, Hamlin’in “Robert Koleji’ni” inşa ettiği noktada ümmetin “zafer kürsüsü” olan İstanbul’a bakacak, mevcudu mütalaa, hali de muhasebe edecek ve işte orada “büyük fetih nizamnamesi”ni yazacak. Asım, ecnebî okulları ve Batı ülkelerinde okuyan ya da okumadığı halde onlarla gönül birlikteliği olan kuşağın faaliyetiyle kaybettiğimiz herşeyi, silahsız bir fetih harekatıyla yeniden geri alacak. İşte millet, bu “derviş mütefekkiri” bekliyor. *** 212 Kudemâ Meclisi HASAN EL-BENN ve SEYYİD KUTUB’U NASIL ANLAMALIYIZ? H asan el-Bennâ ve Seyyid Kutub’un nasıl anlaşılması gerektiği, bunların tasavvuf karşıtı ya da mezhepsiz oldukları yönündeki ifadelerin doğru olup-olmadığı en çok merak edilen meselelerdendir. Tasavvuf ve İhvan Evvela bilinmeli ki, İhvan-ı Müslimîn bir fıkıh ya da hadis mektebi değil, bir İslâmî harekettir. İçerisinde farklı mezheplere mensup Müslümanlar olduğu gibi “selefî” diyebileceğimiz bir grup da vardır. Fakat İhvan’a, “tasavvuf karşıtı, yenilikçi, mezhepsiz bir hareket” demek doğru değildir. Zira Hasan el-Bennâ’nın bizzat kendisi Şâzelî tarikatına mensup, babası Ab213 Kudemâ Meclisi durrahman el-Bennâ da hem büyük bir muhaddis, hem de tarikat şeyhi idi.114 Hasan el-Bennâ, İhvan adına çıkan ilk dergide “tasavvuf ” köşesi açmış, yazıları da bizzat kendisi kaleme almıştır.115 Bu köşede tasavvufa yöneltilen eleştirilere cevap vermiş, tevesssül gibi itiraz edilen mevzuların İslâm’da olduğunu belirtmiştir.116 Tasavvufun etkisi, ilerleyen yıllarda da İhvan’da devam etmiştir. Nitekim İhvan’ın umumi virdine göre, evrad bitene kadar Allah Rasûlü’ne rabıta yapılır.117 Ayrıca Ehl-i Sünnet’in geçen asırdaki en büyük isimlerinden, “Mezhepsizlik dinsizliğe uzanan köprüdür.” başlıklı makalesiyle neyin, nasıl anlaşılması gerektiğini ifade eden Muhammed Zahid Kevserî’nin talebesi Abdulfettah Ebû Ğudde de bir dönem Suriye’de İhvan’ın liderliğini yapmıştır. İmam-ı Rabbânî’nin Ufku İmam-ı Rabbânî Hazretleri ikinci bin yılın ilim, fikir ve hareket planındaki imamıdır. Onun bu yönü Nakşibendîler tarafından müsellem olduğu gibi, Bediuzzaman gibi ulu hocalar tarafından da teslim edilmiştir. İhvan-ı Müslimîn’i de İmam-ı Rabbânî’nin imametinden ayrı düşünmemek gerekir. Zira Hasan el-Bennâ, Mısır’da Mustafa Sabri Efendi’ye sahip çıel-Kaddûmî, Hasan el-Bennâ, 2011, s.124. el-Kaddûmî, a.g.e., s.123. 116 el-Kaddûmî, a.g.e., s.85-6. 117 Cum’a Emîn, Silsiletu’l-Evrâk, II, s.1110. 114 115 214 Kudemâ Meclisi karak hem modernistlere karşı Ehl-i Sünnet şuuruyla mücadele eden ulemânın yanında yer aldı; hem de imam-ı Rabbânî gibi mürşidlerin izinde, İslâm’ın hayatın bütün şubelerine hakim olması için gayret sarf etti. Onun zühd hayatı, esas itibariyle Müceddidiyye’den farklı değildir. Bunun en büyük şahitlerinden biri de aynı zamanda bir mutasavvıf olan Hakîmül-Ümme Ebu’l-Hasan en-Nedvî’nin, el-Bennâ’ya dair ifadeleridir. İhvan’ın daha çok tefekkür boyutunu resmeden Seyyid Kutub’un hareket planında yaptıkları da imam-ı Rabbânî’ye aidiyet kabul edilebilir. “Azamet Allah Teâlâ’ya aittir” diyerek Sultan’a secde etmeyi reddeden, Hindistan’daki “Tanrısal Din” projesini her nevi zorluğa göğüs gererek çökerten imam-ı Rabbânî Hazretleri ile Nasır’dan özür dilemeyi reddedip şehadeti tercih eden Seyyid Kutup aslında aynı yolun yolcusudur. İmam-ı Rabbânî, söyledikleri ümmet için buyruk olan bir mürşittir. Seyyid Kutub ise mücahit bir mütefekkirdir. Kutub, Müslümanların çağdaş küfür yobazlarını nasıl anlamaları ve onlarla hangi ölçüler çerçevesinde mücadele etmeleri noktasında önemli tespitlerde bulunmuş, bu uğurda da şehit olmuştur. O ne bir fakih, ne de bir muhaddistir. Böyle bir iddiası da olmamıştır. Zaman zaman yaptığı fıkhî mütaalalarda ümmet için ufuk açan beyanlarda bulunduğu gibi, birkaç mevzuda da hata yapmıştır. Ulemâ tara215 Kudemâ Meclisi fından ikaz edilince de, hatasından dönmüştür. Eğer fıkhî bir mütaalası, fıkıh kitaplarındaki hükümlerle çelişirse, Müslümanlar fıkıh kitaplarını esas alarak, onlardaki hükümlerle amel etmişlerdir. Seyyid Kutup fikrinin takipçisi bir mütefekkir olarak kendi mevzisinde kıymetlendirilip okunursa özellikle medrese talebeleri için büyük bir inkişafa vesile olacaktır. Ona yakın olduğunu iddia eden bazı grupların mezhepsiz olması, onun da mezhep düşmanı olduğu anlamına gelmez. Devlet-i Aliyye’nin inkırazından sonra kurulan ve esas amacı “ittihâd-ı İslâm” olan İhvan-ı Müslimîn’i, “Dinin başını dinin kılıcıyla kesme” hareketi olarak isimlendirilebilecek Afgânî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza çizgisinde görmek, büyük bir haksızlık olur. Çünkü Seyyid Kutub’un tefsîrinde yukarıdaki üçlünün yoluna yönelik yer yer ağır eleştiriler vardır. *** 216 Kudemâ Meclisi FÎ ZİLÂL DE OKU EY MEDRESE! B eşeri sistemler her dönemde ideolojilerini belamlar vasıtasıyla geniş kitlelere taşımış, midelerini sisteme kaptıran bu adamlar vasıtasıyla halk nezdinde gönüllüler güruhu oluşturmuş, bu güruha katılmayan ya da onlara muhalefet eden alimler üzerinde baskı kurmayı ise bekâları için “kutsal vazife” addetmiştir. Nitekim Ebû Hanife (rahimehullah) sistemin yanlışlarına ortak olmamak için kendisine teklif edilen kadılık görevini reddedince hapsedildi, zindanda kırbaç yedi. İmam Malik (rahimehullah) Abbasi Devleti’nin zorla aldığı biatın muteber olmadığını söyleyince, Medine valisinin işkencesine maruz kaldı, darptan kolu sakatlandı. İmam Şafi (rahimehullah) zincire vuru217 Kudemâ Meclisi lup bir katırın üzerinde Yemen’den Bağdat’a götürüldü.118 Ahmed b. Hanbel (rahimehullah) Kur’an-ı Kerîm’i beşeri hukukla aynı seviyeye indirgemek için onun yaratılmış olduğunu iddia eden Mu’tasım’a karşı direnince işkence gördü. Fakat onların hiç biri Allah’a isyan olan yerde siyasî otoriteye itaat etmedi. Müctehitler acı çekti, hakarete uğradı fakat her durumda “lâ ilahe illellah”a sadakat gösterdiler. Alim ve mütefekkirler, bazen de “Şeriat’ı koruma adına Şeriat’a karşı çıkma ameliyesi” olarak niteleyebileceğimiz bir reflekse, kendilerinden pek de farklı düşünmeyen Müslümanlar tarafından mahrumiyete mahkum edildi. İmam Gazzâlî (rahimehullah) bu mahrumiyeti yaşayanların en önemlilerinden biridir. İhyâ’yı yazınca Ebu’l Hasen adındaki bir Alim sırf isminden dolayı kitabı okumadan yaktı. Müslim Şarihi ve aynı zamanda Maliki fakihi olan Mâzirî de Mağribli diğer fakihler gibi İhyâ’yı yakmak istedi. Gerekçe olarak da, “Bu kendi dini ilimlerini ihyâya talip bir kitaptır. Bizim dinimize ait ilimlerin ihyâsı kitap ve sünnetle olur” demişti.119 Seyyid Kutup da pek çok mütefekkir davetçi gibi bu türden mahrumiyetlere mahkum edildi. Çağının tanıklarını, Kur’an’ın gölgesinde, cahiliyenin değerlerinden uzak bir hayatı yaşamaya çağırınca siyasî linçe uğradı, hapsedildi. Kitapları üniversite kütüp118 119 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n Nihâye, 1997, XI, s.14. İbn Kesîr, a.g.e., XIV, s.15. 218 Kudemâ Meclisi haneleri dahil her yerde yasaklandı, toplatılıp yakıldı. Evinde Onun kitaplarını bulunduranlar cezalandırıldı. Fakat bu durum kitaplarının okunmasını engelleyemediği gibi, daha büyük kitlelere ulaşmasına da zemin hazırladı. Fî Zilâl Mısır Rejim’i, zorbalıkla Seyyid Kutub’un önünü keseceğini zannetmişti. Fakat icbari ameliyeler ümmetin vicdanına giden yolları açtı. Dışarıda başlayıp zindanda tamamladığı muhalled eseri Fî Zilâl’de İslâmî davetin esaslarını tayin etti. Kardeşi Muhammed Kutub’ un ifadesiyle, “Fî Zilâl, müellifinin ruhu, fikri, şuuru ve bütün varlığıyla yaşadığı kitaptı. Müellif onu saniye saniye, fikir fikir, kelime kelime yaşadı. Sonra da iman ve fikir cephesinde yaşadıklarıyla örgüleştirdi.120 Seyyid Kutup Fî Zilâl’i biri mütefekkirin mürekkebi, diğeri ise şehidin kanıyla olmak üzere iki defa yazdı. İkinci yazım birincisinden daha müessir oldu. Fî Zilâl pek çok esere nasip olmayan bir şöhrete ulaştı. Dâru’ş-Şurûk, altı ciltten oluşan tefsîri hacimli haliyle onlarca defa bastı. Sosyalizma Yalan, Gerçeği Sosyal Adalet Seyyid Kutup, kapitalist ya da komünist yaşam tarzlarından birini kabul etmeye zorlanan İslâm ümmetine tek kurtarıcı nizamın İslâm olduğunu 120 Muhammed Kutub, Fî Zilâl’in takdimi, I, s.9. 219 Kudemâ Meclisi haykırdı. Aklını, kalemini, varlığını bu haykırışa adadı. Onun bu bâbda kaleme aldığı ve kendisini edebiyatçı kimliğinden davetçi/mütefekkir konumuna yükselten “el-Adâletü’l-İctimâ’iyye fi’l-İslâm/ İslâm’da Sosyal Adalet” adlı eseridir. Kitabın telif edildiği yıllarda ikinci dünya savaşı sona ermiş, Mısır siyasî, ictimâî ve iktisadî anlamda derin bir krizin içerisine gömülmüştü. Faruk gibi fasid bir devlet adamı, şürekâsı ve bütün bunlara bağlı olarak sistemin ürettiği Karunlarla halka zulmediyor, tam bir sefalet içerisinde yaşamaya mahkum edilen mazlum Mısır milleti ise oynanan oyunlardan habersiz bir felaketten diğerine sürükleniyordu. Komünist ve sosyalist propagandistlerin nüfuzu her geçen gün artıyor, Das Kapital’deki yalanlarla halkı, sefaletin ancak komünizma ya da sosyalizma ile biteceğine inandırmaya çalışıyorlardı. Seyyid Kutup, “el-Adâletü’l-İctimâ’iyye fi’l-İslâm’ı” kaleme alınca kendisini çok cepheli bir mücadelenin içerisinde buldu. Rejim, İhvan-ı Müslimîn’i desteklediğinden, diğerleri ise ideolojilerinin İslâm nazarında ne kadar sığ ve basit olduğunu ortaya çıkardığından onu düşman ilan etti. Kitap Komünizma’nın vaat ettiği sistemin İslâm’ın nizam sarayı karşısında mağara hükmünde bile olamayacağını ispat ettiği gibi, Kapitalizma’nın sefalete mahkum ettiği yığınların da gözünü açtı, halkı çözüm ve çarenin sadece İslâm nizamında olduğuna ikna etti. Sosya220 Kudemâ Meclisi lizma’ya karşı ilk olarak “sosyal adalet” kavramını o kullandı ve ümmeti sosyal adaleti sadece İslâm’ın tesis ettiğini ve edeceğini ikrar etmeye davet etti. Seyyid Kutub, bu kitapta geçen Hz. Osman ve Hz. Muaviye ile alakalı ifadelerinden dolayı başta Mahmud Şakir olmak üzere İslâmî çevreden pek çok isimden eleştiri aldı. “el-Adâletü’l-İctimâ’iyye fi’l-İslâm”in “Dâr-u İhyâ-i Kütübi’l-Arabiyye”den 1964 yılında çıkan gözden geçirilmiş altıncı baskısında alimlerin eleştirdiği Hz. Osman ve Hz. Muaviye ile alakalı bölümü çıkardı.121 İslâm noktasındaki sadakatini şehadetiyle mühürleyen Seyyid Kutub, bu ameliyeyle şunu da itiraf etmiş oldu: “Ben muhaddis ya da müverrih değilim, hata ettiğimde ehl-i ilmin beyanını dikkate alırım. Nitekim Mahmud Şakir’in tembihatını dikkate alarak Hz. Osman’la alakalı görüşlerimden rucu ettim.” Hal bu iken onu terk ettiği görüşünden dolayı yargılamak, en hafif ifadeyle Cenab-ı Hakk’ın affetme yetkisine müdahale etmektir. Seyyid Kutub, “Hâza’d-Dîn” ile Şeriatın nasıl anlaşılması gerektiğine, “Me’âlim fi’t-Tarîk” ile yoldaki işaretlere dikkat çekti, sair eserleriyle de İslâm davetçilerine “modern zamanda İslâmî tasavvur” un nasıl inşa edileceğini anlattı. “On Beş Yıl Bugünü Bekledim” Rejimin meddahları, Seyyid Kutub’la idam edilel-Hâlidî Abdulfettah, Seyyid Kutub mine’l-Mîlad ile’l-İstişhâd, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1994, s.540. 121 221 Kudemâ Meclisi meden önce davasını terk etmesi hususunda defalarca pazarlık yaptı. Ona “Kurtulman için Abdunnasır’dan özür dileyen iki satırlık bir yazı kaleme alman kafi” dediler. Pazarlık idamdan önceki son geceye kadar devam etti. İkna edemeyeceklerini anlayınca kız kardeşi Hamide Hanım üzerinden ona baskı yapmayı denediler. Hapishane müdürü Hamide’yi bürosuna çağırıp ona, Seyyid Kutub’un idam hükmünü gösterdi, sonra da “hükümet bu hükmü hafifletmeye hazır fakat tek şartı Seyyid Kutub’un onun isteğine cevap vermesi, özür dilemesi” dedi. Seyyid Kutub bu haberle kendisine gelen kardeşi Hamide’ye: “... Kardeşim! Ömürler Allah Teâlâ’nın tasarrufundadır. Onlar hayatıma hükmedemez, ne ömrümü uzatmaya, ne de kısaltmaya kadirdirler. Herşey Onun kudret elindedir. Bütün bunların hesabını soracak olan Allah Teâlâ onları çepeçevre kuşatmıştır.”122 O, şehadetinden önceki son sözleriyle büyük ruhlu alimlerin yolunda olduğunu bir kez daha ispat etti: “Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yaptıklarımdan dolayı asla özür dilemem, batıldan merhamet dileyecek kadar küçülemem.” İdam kararı yüzüne okunduğunda ise şöyle dedi: “Elhamdülillah, buna nail olabilmek için tam on beş yıl çalıştım.”123 Seyyid Kutub, İslâm davasına yaptığı mütevazi Zeynep el-Gazzâlî, Eyyâmun min Hayâtî, Kahire, 1999, s.18384; el-Hâlidî, a.g.e., s.471-3. 123 el-Hâlidî, a.g.e., s.473; el-Beyyûmî, en-Nahdatu’l-İslâmîyye, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1995, III, s.150. 122 222 Kudemâ Meclisi katkı izzetle yaşasın diye şehid oldu. 1966 Ağustosu’nun bir pazartesi sabahı ruhunu melekler istikbal etti. Şehadet haberi üzerine yüzlerce yerde gıyabi cenaze namazı kılındı. Yer-gök şehadetini ve sadakatini konuştu. Ebu’l-Hasan en-Nedvî, “Allah Teâlâ’nın Seyyid Kutub gibi büyük bir kalemi Müslümanlara ihsan etmesi, onun bize büyük bir nimetidir”124 dedi. Seyyid Kutub ümmetin yüreğine Allah’ın boyasını vurdu, muzdariblere cesaret aşısı yaptı. Emperyalizma’nın sistem değişikliğine gittiğini, ferdi kölelikten toplumsal kölelik rejimine geçtiğini, bu yüzden ümmeti âgâh olmaya, toptan siyasî, iktisâdî ve ictimâî alanda bağımsızlık mücadelesi vermeye davet etti. Seyyid Kutub’u okuyanlar, İslâm’ın sadece ilmihal dini olmadığını anladı. Eserleri, büyük bir uyanışa vesile oldu. Bu yüzden emperyalizma, Onu birinci derecede tehlike olarak algıladı. İktidara getirdiği yöneticiler vasıtasıyla ona zulmetti. Bunda başarısız olduğunu fark edince Onunla mücadelede yeni bir cephe daha açtı. Şehîdu’l-İslâm’ı Müslümanlar nazarında itibarsızlaştırmaya çalıştı. Bu stratejiyi de iki başlık altında yürüttü. Marka Müslümanları Onu, yazdıklarını yaşamamakla itham etti. Bunda bazen o kadar ileri gittiler ki, zaman zaman haberin yalan olduğu, söylendiği ilk anda zahir oldu. Mesela hiç evlenmediği halde Kahire sokaklarında, tesettürsüz 124 el-Hâşimî, el-Vakafâtu’l-Fikriyye, 2007, s.8. 223 Kudemâ Meclisi eşiyle ve büyük kızıyla dolaştığı haberi yayıldı.125 İkinci olarak da Emperyalizma bazı samimi Müslümanları dikkate alarak onu Ehl-i Sünnet’e muhalif olmakla itham etti. Okumadan değerlendiren bazı kültür ve ilim adamlarının da katkısıyla bu plan amacına ulaştı ve Seyyid Kutub en doğru anlaşılabileceği medreseye giremedi. Medresenin Mahrumiyeti Emperyalizma, İslâmî çevrelerin hassasiyetine göre değişen çok yönlü bir Seyyid Kutub algısı oluşturdu. Tasavvufa karşı rezervi olana Arabistan’da mutasavvıf olarak tanıtıldı. Devlet mutasavvıf olmasını gerekçe göstererek kitaplarını yasakladı. Aldıkları eğitimin tabii bir yansıması olarak tasavvuftan nefret eden bir selefi, Seyyid Kutub’u okumaya değer görmedi. Mutasavvıflar da, bağlamından koparılan, çoğu defa da tahrif edilen ifadelerinden dolayı onu tasavvuf münkiri olarak tanıdı. Yani selefilerin mutasavvıf olma iddiasıyla reddettiği Seyyid’i, Sufiler de Ehl-i Sünnet muhalifi olduğu zannıyla okumadı. Medrese zor metinler okudu, zor ibareler çözdü. Tefsîr derslerini Beydâvî’den, Nesefî’den takip etti. Fakat Firavun’un günümüzde hangi siyasal zihniyette temsil edildiğini, ondan nasıl korunacağını, Hz. Yûsuf ’u bekleyen çağdaş tehlikelerin neler olduğunu külli bir nazarla ifade etmede yetersiz kaldı. Oku125 el-Hâlidî, a.g.e., s.247. 224 Kudemâ Meclisi duğu metinde yaşadığı hayatın çarelerini de arayan öğrencileri kaybetti. Bu durum hitap ettiği alanı sınırladı. Öğrenci sayısı azaldı. İçine kapandı. İmam-ı Rabbânî’nin Harekette Şakirdi: Seyyid Kutub Eğer medrese ibarelerdeki işkalleri çözme hassasiyetini, ideologların safsatalarını izale etmede gösterse, İmam Rabbânî gibi büyük ruhlu mürşitlerin muasır “hareket şakirtleri” olmaya namzet Hasan el-Bennâ gibi davet, Seyyid Kutub gibi mütefekkir, Ebû’l-Hasan en-Nedvî gibi alimleri okusaydı, medeni birikimini güncelleyecek ve bu topraklarda kabul gören komünizma, kapitalizma gibi ideolojilere en esaslı reddiyeleri yazacak, küfrün belini kıracaktı. Bunu yapamadığından komünizma kendi tabi ortamında mutat ömrünü yaşadı ve öldü. Kapitalizma da aynı rahatlık içerisinde, ecelini beklemekte... Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub muhterem Mahmud Efendi’yi tanıyınca ona hayranlığını izhar etmiş ve şöyle demişti: “Eğer ağabeyim rejimle işbirliği yapan müteşeyyihleri değil de sizi tanımış olsaydı, tasavvufi hareketlere karşı hükmü çok daha farklı olacak, belki de sizinle birlikte yürüyecekti. Ağabeyimin reddettiği mutasavvıflar, tağutların memnuyetini Allah’ın rızasına önceleyen müteşeyyihlerdir.” İhvan-ı Müslimîn’in önemli isimlerinden Libya 225 Kudemâ Meclisi asıllı Prof. Muhammed el-Bîre de yukarıdaki ifadeleri destekler mahiyette şunları söylemişti: “Muhammed Kutup İstanbul’da Mahmud Efendi’yi ziyaret edince bir an kendini Devlet-i Âliyye’nin muhteşem zamanları içinde yaşıyor zannederek şöyle dedi; “Hocam! Burada öyle bir dünya inşa ettiniz ki, sanki şu kadar devrim bu coğrafyada hiç yaşanmamış.” Büyük Doğu Mimarı ve Seyyid Kutub Üstad Necip Fazıl, Seyyid’i Kutub’u Sahte Kahramanlar Konferansında gerçek bir kahraman olarak zikreder: “... Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangutan maymunu Nasır’a ‘Bir mümin bir münafıktan af dilemez!’ cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı ... gerçek kahraman olarak göstermiştim”. Üstad, Hz. Osman’la alakalı ifadelerinden dolayı ise onu tenkit eder ve eğer idam edilmeden önce bu görüşlerinden istiğfar ettiyse bu durumda “tam kahraman ve şehittir” der.126 Seyyid Kutub’un, Hz. Osman’la alakalı ifadelerinden döndüğünü ilgili ifadeleri kitabından hazfederek göstermiş olması, Üstad’ın “İstiğfar ettiyse” kaydıyla birlikte değerlendirildiğinde, Büyük Doğu Mimarı’nın Seyyid Kutub hakkında ki son hükmü; “öyleyse tam bir kahraman ve şehit” şeklindedir. *** Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul, s.157. 126 226 Kudemâ Meclisi MÜSLÜMAN GENÇLİĞİN AĞABEYİ -ADNAN DEMİRTÜRK- A srın O’na verdiği ödev büyüktü. Damar damar bütün Anadolu’ya ulaşacak, yüreklere vahyin ışığını taşıyacaktı. Bunun için plakası 55 olan şehirde lebâleb dolu bir salonda elli beşinci konferansını veriyordu. Kardeşlerine yol açabilmek için buzdağlarının önünde derin nefes alışları vardı. Yürümek ve kardeşlerini yürütmek için meydan okuyurdu dağlara. 28 Şubat soğunun dondurduğu bir Mayıs ayının on beşinde Samsun onunla, o da ölüm meleğiyle buluştu. Adnan Demirtürk ödevini, Ölüm Meleği ise görevini îfâ etti. Göklerin kapısı açıldı ve Milli Gençlik Vakfının Ağabeyi/müslüman gençlerin ağabeyi Rabbi’ne yürüdü. Bundan ötesine bizim karışma hakkımız yok. Kefenini Hz. Mus’ab versin, kanadını Hz. Cafer 227 Kudemâ Meclisi taksın, biz namazını kılalım amînleri melekler okusun. Yaz yağmurları onu, gözyaşları bizi ıslatsın. Şehid düştüğü gece Havza’da Metin Yüksel’e haber gitti, “MGV’nin reisi geliyor” dendi. Sonra Mekke’den Medine’den güller döküldü doğduğu şehir Vakfıkebir’e... Komşu dağlardaki şehidler bile imrendi bu manzaraya... Gözyaşlarının ıslattığı yollar, küfür yobazlarının barikatlarını yıkıp-dağıtacak. Daralan yürekler vuslata giden kapıyı aralayacak. Ötedeki buluşma buraya da yansıyacak; kucağına aldığı Adnanlarla, Metinlerle dönecek dünyamıza Peygamber-i Ekber . Bir kapının kapandığı yerde bin kapı açılacak, bir ölüm bin diriliş armağan edecek bize. Millî Gençlik, Vakfıkebir sokaklarında “Reis”inin tabutunu taşırken tekbir sesleri arasında şöyle diyordu: “Bize ne uzak ölüm, bize ne yakın ölüm, ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm.” Dün “Muhterem Erbakan” diye dinleyen; âbid, zâhid, mücahid diye ardında yürüyen; bugünse tabutunu taşıyan Yasirler, Ammarlar yarın da bıkmadan usanmadan sevdasını, kavgasını taşıyacaklar. Ne onu, ne Lütfi Doğan Hoca’nın dört tekbirini, ne de hıçkırıklarla okunan Ahzâb 23’ü unutacaklar. *** 228 Kudemâ Meclisi MEVZİSİNİ TERKETMEYEN BİR MÜSLÜMAN: ÖMER AMCA M evzisini bekleyen bir asker büyük bir tehlikeye sebep olacak bir sızmaya mani olduğunda bir ordu komutanından daha büyük bir vazife görür. Muvaffakiyetlerin de, hezimetlerin de temelinde mevzilerinde duran ya da durmayan neferler vardır. Bir nefer, bir ordunun galibiyetine de, mağlubiyetine de sebep olur. Bedir’deki muvaffakiyetin arkasında, “Denize girsen de ardından geliriz. Biz Yahudilerin Hz. Musa’ya, ‘Sen ve Rabbin git, savaş’ dediği gibi demeyiz” diyen Sahâbe iradesi, Uhut’ta ki hezimetin sebep planında ise, “ganimet, ganimet” diyerek mevziyi terk edenlerin “dünya muhabbeti” vardır. Nöbetteyiz İslâm-küfür savaşında adı duyulmadık kaç yüz bin 229 Kudemâ Meclisi namsız-nişansız nefer var ki onlar sarsılmadan, usanmadan, yağmur, çamur demeden mevzilerinde bekler. Seksen beş yıllık hayatının son kırk yılını masonlarla mücadele ile geçiren Ömer Amca, “Nöbetteyiz Evladım! Vazife namustur” diyen Müslümanlardandı. Kolay olana meyletmedi, ubudiyet sancağı altındaki ictimayı hiç terk etmedi, ahde vefa gösterdi, “Mühim olan, saldırı esnasında da mevzide durmaktır” dedi. Karakoldaki Kur’an Talebeleri 12 Eylül İhtilalinde rütbeli zevat yeni yeni canlanan Kur’an Kursları’na baskın yapar, öğrencilere, “Fatiha’ya mana verebilir misin? Hadi ver de göreyim seni” diye tuzak bir soru sorarak kursta Arapça okunup-okunmadığını öğrenmeye çalışırdı. İthamlar ya da ucuz bahanelerle kamyon kasalarına doldurulan öğrenciler, gece yarılarında karakol önüne yığılırdı. Ömer Amca o günlerde Kur’an Kursu kapısında nöbette, mahkemede savunmadaydı. Kenan Evren’e, “Millete zulmetme, başörtüsüne elini uzatma!” diye mektuplar yazmıştı. Ömer Amca’yı nöbet hassasiyetinden dolayı alıp götürdüler, sorguladılar fakat cihadın en efdali olan, zalim sultan huzurunda hakkı söylemesine mani olamadılar. Şubat Zulmü Kur’an-ı Kerîm mizanında, fetihten önce malını Allah yolunda harcayıp, cihad edenlerle, fetihten son230 Kudemâ Meclisi ra mücahid olanlar aynı değil; nimet anında gelenle nikmet vakti meydan yerine çıkanı ayırıyor Kur’an.127 Zira biri, İslâm’ın yanında durmanın bedel istediği bir zamanda, Hz. Ebû Bekir gibi dünyevi bir beklentiye kapılmadan malından infak edip, cihad etti. Hz. Bilal gibi işkence görürken “Allah-u Ekber” dedi, diğeri ise Müslüman olmanın dünyevi açıdan da itibar sağladığı bir zamanda “muhâcir” oldu. Bu yüzden Allah Rasûlü , Mekke fethinden sonra hicret etmek isteyenlere, “Bundan sonra hicret yok. Cihad ve niyet var” buyurdu. Kişi, Kelime-i şahadet getirerek Müslüman olur fakat sözle “muhâcir” olamaz. Kişi ancak malını ve canını İslâm’ın yolunda bezlederek “muhâcir” olabilir. Bunun için Allah Teâlâ’nın rızasına muhatap olma noktasında ilk muhâcirlerle ensarın ilk kuşağı sonrakilerden ayrı zikredilir.128 Ateşe Su Taşıyan Karıncalar Babalar, çocuklarına Ebû Bekir, Ömer adını ya da başka bir ismi koyarken, o isimle şöhret bulanların şahsiyetlerinden etkilenmelerini de amaçlar. Kâmeti nisbetinde her Ömer de, Hz. Ömer’den pay alır. Ömer Amca da Hz. Ömer’in cesaretinden nasibdar olan bahtiyarlardandı. 28 Şubat’ın en sert günlerinden biriydi... Samsun’da kısa adı İKDAV olan İslâm Kültür ve Dayanışma Vakfı’nın yurt binasında vakıfların 127 Tevbe: 100. 231 Kudemâ Meclisi “hâle dair” bir toplantısı vardı. Bir anda yurdun etrafı birkaç minibüse dolup gelen kolluk kuvvetleri ile sarıldı. Biz silahları ve ayakkabılarıyla içeriye girmeye çalışan memurlarla tartışırken Ömer Amca geldi. Hz. Ömer’in azametli bedeninin içerisindeki muhteşem yüreğinden nasibdar olmanın bereketiyle, kapı önünde dikildi ve “Bu halinizle, bu bedeni çiğnemeden içeriye giremezsiniz” dedi. Müslüman, mevzide durmakla mükelleftir; mevziyi ve menzili korumak ise Allah’ın tasarrufundadır. Allah bizden zafer değil, sefer istiyor. Karıncaların suyunu küçümsemeyin. Ateşi karıncalar da söndürür. Ebabil’le Ebrehe’nin ordusunu hâk ile yeksan eden, karınca’nın suyuyla da ateş söndürmeye kadirdir. Ateşe, “İbrahim için serinlik ve selamet ol” diye O diyecek, yanmama kararını O verecek, kuralları O değiştirecek, sabahı O getirecek bizdense karınca gibi ateşe su taşımayı, tarafımızı izhar etmeyi istiyor. Eğer her Müslüman namazda Hakk’ın huzurunda durduğu gibi, zalimlerin karşısında durabilse, İmam-Hatiplerin, medreselerin kapısında bekleyebilseydi 28 Şubat’ın tahribatı bu kadar derin ve sarsıcı olur muydu? Mevzide durmak, mücerret olarak bir noktada beklemekten ibaret değildir. Mevzide durmak, müslümanca yaşamanın gereğini yapmaktır. Hayatın bütün şubelerini istila eden riddete karşı da çare aramaktır. Asırlık yanlışları tashihe doğru yerden başlamak, sonra da insanları doğru yerden başlamaya çağırmaktır. 232 Kudemâ Meclisi Besmele Seferleri Kur’an-ı Kerîm “besmele” ile başlar, Allah Rasûlü de, “Besmele ile başlamayan her mesele ebter olmaya mahkumdur” buyurur. Müslüman “besmele” ile kan gibi, can gibi beraberdir. Sofraya oturur “bismillah”, kapıyı açar “bismillah”, adım atar “bismillah”, kalemi eline alır “bismillah”, derse başlar “bismillah”. Milleti riddete zorlayanlar,, devlet dilinden de, kitaptan da “Bismillah”ı çıkaranlar, “Bismillah”sız bir nesil var edecek, ülkeyi Allah’a değil kendine güvenen insanlarla kalkındıracaklardı. “Özgüven” yalanıyla “Bismillah”ı kayıtlardan çıkaran, telaffuzunu yasaklayan irade, Allah’ın adı yerine kendi ismini koydu. Ömer Amca böyle bir zamanda, “Bizim bir ‘Bismillah’ davamız var. Bize ait herşey gibi “Bismillah”ı da geri verin” dedi. Ne var ki, Onun “Bismillah”la başlayan dilekçeleri işleme alınmadı. Fakat usanmadı. Dava Allah’ın davasıydı. 1990 yılında kurulan İslâm Kültür ve Dayanışma Vakfı’nın tüzüğüne “Bismillahirrahmanirrahim” yazınca dilekçeleri gibi tüzüğü de onaylanmadı. Gerekçe aynıydı: “Bir metin Allah’ın adıyla başlayamaz.” Ömer Amca “Bismillah” için Samsun’dan Ankara’ya onlarca sefer yaptı, ilgili müesseseler arasında kapı kapı dolaştı, sonunda muvaffak oldu, Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk defa Allah’ın adıyla başlayan bir vakıf tüzüğü onaylandı. İhtilalin malum şeklinde de, post-moderninde 233 Kudemâ Meclisi de, “Ben müslümanım. Çiğnerim, çiğnenirim Hakkı tutar kaldırırım” diyen Ömer Amca, çocukken bize, “Müslüman, Allah’tan başka kimseden korkmaz. Otoritenin gücüne, maruz kalacağınız zararın şiddetine bakmadan hakkı söyleyeceksiniz” derdi. Şeriat ölçüsü dahilinde ulemâya sınırsız hürmeti vardı. Muhterem Mahmud Efendi Samsun’a geldiğinde muhabbetten onda bir telaş olurdu. 1991 yılıydı. Muhterem Mahmud Efendi’nin o yıl ki “emr-i bilma’rûf seferi” seçim arafesine denk düşmüş, bu yüzden Onu bir siyasî parti’ye yakın zanneden güruh ta rahatsızlık olmuştu. Müftülükten müsaade alınmış, Abdulhamid’in validesi tarafından yaptırılan “Büyük Cami”de vaaza başlamıştı. Öğle Ezan’ı okunurken, “Efendimizden de bir Hadis-i Şerîf okuyayım, Allah Rasûlü’nün hatırı kalmasın, bilahare sohbeti sonlandırayım” derken içeriye Samsunlular tarafından yakından tanınan, İslâm kıyafetiyle temayüz eden biri girdi, Muhterem Mahmud Efendi’yi kürsüde görünce, “İn aşağıya, millet seni mi dinleyecek” diyerek bağırmaya başladı. Cami karışıyordu ki, Mahmud Efendi, muarıza tek cümle ile cevap vermeden cemaati teskin etti, biri salat-u selam getirdi, cemaat öğlenin sünnetine kalktı. Hadisenin yaşandığı gün orada olamayan Ömer Amca meseleyi öğrenir-öğrenmez, malum şahsın işyerine giderek, Muhterem Mahmud Efendi’ye söylediği cümleleri aynısıyla ona iade etti. Aradan çok zaman geçmedi, bu şahıs iflas etti, işini de, itibarını da 234 Kudemâ Meclisi kaybetti. Ömer Amca, seksen beş yıllık hayatının sonunda dilinde sabır ve tevekkül cümleleriyle, gök kubbede hoş sadalar bırakarak ruhunu Rabbi’ne teslim etti. *** 235 Kudemâ Meclisi O GECE ABDULKÂDİR MOLLA KİMLERLE GÖRÜŞTÜ? O gece bütün zalimler gibi Bangladeş’in tağutları da bekliyordu; Abdulkadir Molla önüne konulan evrakı imzalayarak “küresel ittifak”tan özür dileyecek, böylece İslâm gençlerinin onurlu yürüyüşüne “ara noktası” düşülecekti. Bangladeş’te başlayacak “özür kırılması” bütün İslâm Dünyası’na yayılacak, her şekliyle İslâmî direniş büyük bir darbe yiyecek; küresel ittifak kazanacak, bütün ideolojileri hükümsüz kılan İslâm kaybedecekti. İslâm’ın aynı zamanda “şüheda tarihi” olduğundan habersiz olanlar, sonuç alacaklarına dair çok umutlanmışlardı. Fakat “Lâ ilahe illellah”ın tekabül ettiği manaya bütün varlığıyla iman eden Abdulkadir Molla, küresel güçlerin onun şehadetiyle neyi hedeflediklerini iyi biliyordu. O gece “büyük bilinç” “büyük 236 Kudemâ Meclisi oyun”a meydan okudu. Molla, gece boyu dua eden kardeşleriyle zaman ve mekan mefhumu olmadan irtibat kurdu, onlarla direnmeye dair ahitleşti. Her Yerde Gök Işığı Karanlık bastırıp yıldızlar ortaya çıkınca Abdulkadir Molla, uzun bir süre göklerdeki ihtişamı seyretti. Allah’a yükselen yolların güzelliğine takıldı gözleri. Dolunay bir şehrayin aydınlığı veriyordu Bangladeş’e. Her yerde gök ışığı, her yerde nur vardı. Belki de Hz. Sa’d’ta olduğu gibi meleklerin izdihamından Arş titriyordu. Eşyadaki ihtişam, muhteşem bir buluşmaya hazırlanıyordu. “Hayat süren leşlerin” dışındaki herşey ve herkes o gecenin bir şehadet gecesi olduğunu farketmişti. Molla, bir ağlayan eşini, bir de kurtulması için seccadeleri üzerinde sabaha kadar dua eden İslâm gençlerini düşündü. Kağıdı imzalarsa belki bedenini kurtaracaktı fakat Hama’da, Halep’teki mazlumların yüreğine umutsuzluk salacaktı. Sabaha kadar Şam’da, Kahire’de, Gazze’de nefesler tutuldu, herkes Bangladeş’ten gelecek habere yoğunlaştı. Abdulkadir Molla, küresel ittifaka meydan okuyarak adını “Büyük Muzdaribler” kadrosuna yazma arzusundaydı fakat ortada en aziz varlığı olan canı ve Şeriat’ın “İkrah-ı Mülci” durumunda “ruhsatla” amel edip durumu kurtarma kolaylığı da vardı. Yıldızların altında bir ara gözleri, Habibu’n-Neccar’ın şehrin en uzak noktasından şehadete doğru koşmasına ta237 Kudemâ Meclisi kıldı. Dolunay ışığı Onu oradan ‘Ashâb-ı Uhdûd”un coğrafyasına götürdü. Bir taraftan Burûc Sûresi’ni” okudu diğer taraftan “Rabbimiz Allah’tır” sözüne sadakat gösterdiklerinden dolayı diri diri içi ateş dolu hendeklere atılan Müslümanların, ruhlarıyla Cennet’e yükselişlerini seyretti. Her biri “şeb-i arûs” iştiyakıyla ölüme koşuyor, içlerinde ne bir tane ayak sürçen ne de “kelime-i tevhid”i söylemekten pişman olan vardı. Bir ara kundaktaki yavrusuyla birlikte ateşe sürüklenen bir kadın gördü Ashâb’ı Uhdûd arasında. Kadın, tam ateşe atılacakken yavrusuna olan şefkatine yenilip kafirlerin inkar talebine olumlu cevap verecekti ki, Allah Teâlâ çocuğa konuşmasını emretti, çocuk: “Sabret Anneciğim! Seni Cennette görüyorum” dedi. Gözleri doldu Molla’nın; Gök yolunda kadın ve kundakta ki çocuk bile sendelemedi, yıkılmadı. “Madem ki bu yol Allah yoludur, o halde benim yüreğime de o çocuk gibi semadan sabır yağdır Ya Aziz!” diye yalvardı. Dar Ağacına Yürüyüş Mushaf-ı Şerîf ’i açtı Hz. Zekeriyya ve şehid oğlu Yahyâ’ya dair olan ayet-i kerîmeleri okudu. İslâm’ın ilk şehidi Hz. Sümeyye’nin naif bedeniyle küfre meydan okumasına ve şehadetine tanıklık etti. Mekke’den ayrılırken Tenim’e uğradı. Harem’in bittiği noktada Allah Rasûlü’nün öğrencilerinden Hubeyb b. Adi’nin hatırası istikbal etti onu. Hubeyb’in ruhaniyetini, şehadetten önce ilk defa namaz kılan müslüman olarak 238 Kudemâ Meclisi selamladı. Duadan sonra müşriklere, “Eğer korktu da namazı uzattı demeyeceğinizi bilseydim daha da uzatırdım” dedikten sonra, kalkıp darağacına yürüdü Hubeyb. İp boynuna geçirilince yüzünü Medine’ye doğru döndü: “Ya Rabbi! Allah ve Rasûl davasını tebliğ ederken esir düştüm. Ben İslâm’ı tebliğ ettim, sen de şu halimi Medine’de Allah Rasûlü’ne ulaştır!” diye niyazda bulundu. Demir Nikâbını Kaldır Mezâr-ı Pâkinden Bir müddet daha Mekke’de kaldı. Ebû Süfyan’ın, Zeyd b. Desine’ye “Şimdi orada senin yerinde Muhammed’in olmasını ister miydin?” ifadesine, Zeyd’in: “Değil benim yerimde Onun olmasını istemek, ayağına bir diken batmasına bile razı olmam” şeklindeki cevabını duyunca kendini tutamayıp, şehadete “Ya Lebbeyk” dedi. Gardiyanlar olağanüstü bir hal var diye koşup geldi, sonra biri diğerlerini “Son gece Müslümanlar da böyle garip haller olur” dedi. Gardiyanlar gibi hayatında ilk defa böyle bir söze muhatap olan Ebû Süfyan da sarsıldı. Ayakta kalabilmek için bir payanda aradı. Kendini bir parça toparladıktan sonra da ancak şunları mırıldanabildi: “Allah’a yemin olsun ki yeryüzünde Muhammed’in Ashâbının onu sevdiği gibi, birinin bir başkasını sevdiğini görmedim.” Ebû Süfyan’ın ilk defa gördüğü bu ittiba hali, daha sonra tarihçilerin, siyaset bilimcilerin de üzerinde icma edeceği bir İslâmî duruşa dönüştü. Hz. Zeyd’in Allah 239 Kudemâ Meclisi Rasûlü’ne bağlılığı Abdulkadir Molla’yı derinden etkiledi, Sudanlı gibi şu mısraları mırıldandı; Demir nikabını kaldır mezâr-ı pakinden! Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden! Nedir o meşale? Nurun mu? Ya Rasûlallah!” Kabe’nin avlusunda annesi Esma’nın gözleri önünde asılan Abdullah b. Zübeyr’i de gördü o gece. Adını Allah Rasûlü’nün koyduğu, ağzına tahnik yaptığı, dedesi Hz. Ebubekir’in rahmetinin kuşattığı Abdullah’ın şehadeti ona ayrı bir heyecan verdi. Abdullah, hayvanların bile güvende olduğu Harem’de İ’lâ-i Kelimetullah’a sadakatten ölüm cezasına çarptırıldı ve asılarak şehid edildi. O gece dolunayın nuru sanki bütün şüheda meşhetlerine akmaktaydı. Yer-gök şehit doluydu. Aslında Abdulkadir Molla her meşhede uğrayıp selam vermek istiyordu. Bu yüzden hızlı adımlarla yoluna devam etti. Said b. Cübeyr’i gördü. Hanımıyla vedalaşamadan evinden alınan Said’in şehadeti yüreğini burktu. Hz. Said’in, şehadetten önce namaz kılmak istediğinde, “Onu Hristiyanların kıblesine çevirin” talimatına maruz kalması ve metanetini bozmadan: “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın zatı oradadır”129 ayetiyle zalimlere karşılık vermesi kalbine “sekînet” oldu. Hindistan’ın İngilizler tarafından işgali sırasında savaş meydanlarında çarpışarak şehid olan alimleri, Ömer Muhtâr’ı, Abdülkâdir el-Cezairî’yi düşündü. 129 Bakara: 115. 240 Kudemâ Meclisi Hasan el-Bennâ ’nın vurularak, Seyyid Kutub’un da asılarak şehid olması canlandı hayalinde... Şehadet haberi evine ulaşınca kızı aklını kaybeden büyük mazlum İskilipli Atıf Hoca’yı selamladı. Her asırdan, her yaştan yol arkadaşları olduğunu gördü ve hamdetti. Bütün bunlar olurken Bangladeş’te fecir doğmaya yaklaşıyor, dolunay semadan çekilmeye hazırlanıyordu. Dakikalar sonra Bangladeş’te sabah ezanı okunmaya başladı. Molla son defa müezzinlere eşlik etti. Allah Rasûlü için de vesileyi istedi. İbrikteki sudan abdest aldı, seccadesini serdi, son sabah namazını kıldı. Gün ağarınca içi surûrla doldu. Demir kapılar açıldı, bir gardiyan kağıdı almaya geldi; boş olduğunu görünce, dönüp askerleri aradı, yine kapılar açıldı, bu defa askerler gelip Abdulkadir Mollayı aldı, meşhede götürdü. Orada en son namazını kıldı. Hz. Hubeyb gibi o da namazını uzatmak istedi fakat “korktu da namazı uzattı” demesinler diye “Evsât-ı Mufassal”den tilavet etti. Kalktı “Allah-u Ekber” diyerek darağacına yürüdü. ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi raciûn’. Abdulkadir Molla kürsüde de, darağacı kurulduğunda da “Allah-u Ekber” diyerek ölüme nasıl müstakim bir halde yürüneceğini gösterdi. Şehadeti farklı meşreblere sahip kardeşlerinin yürekleri gibi saflarını da birleştirdi. İstanbul başta olmak üzere bütün İslâm şehirlerinde gıyabî namaz için toplanan Müslümanlar küresel güçlere karşı omuz omuza durma iradesi 241 Kudemâ Meclisi gösterdi. İslâm gençleri Mollanın zalimler karşısında eğilmeyen iradesiyle iftihar etti. Toplumsal köleliğin, dolayısıyla da yaşanan bütün acıların müsebbibi olan ABD’den “Özgürlük Madalyası”, müseccel katil Sovyetler’den de “Lenin Nişanı” alan Mandela’nın ölümü üzerine methiyeler düzme yarışına giren Müslümanlar, “Rabbim Allah” dediğinden dolayı asılarak şehit edilen Abdulkadir Molla’nın şehadetini ya unuttu ya da “Bir idamlık Ali vardı asıldı. Kaydını düştüler, mühür basıldı. O da geçti gitti, birkaç günlük fasıldı” sıradanlığında haber yaptı. Ey ümmetin iftihar abidesi! Şehadetin mebrûr olsun. *** 242 Kudemâ Meclisi YAVUZ SULTAN SELİM’DEN İRAN’A: EVİNE DÖN; ÂLEM-İ İSLÂM’A: TOPARLANIN, GELİYORUZ! Y avuz Sultan Selim, Ehl-i Sünnet’i himaye ve “İttihâd-ı İslâm”ı tesis etme ödevlerine memur olması itibariyle “matlûb” bir devlet başkanıdır. Siyasette olduğu gibi, velayette de ehramın zirve noktasıdır. Eğer Sultan Fatih, Allah Rasûlü’nün methine muhatab olmasaydı şüphesiz ki Devlet-i Aliyye’nin en ulu Sultanı O olurdu. İlahî Himaye Sultan Selim, hayatının her aşamasında ilahî himayeye muhatab olan, Hz. Musa gibi korunan bir devlet başkanıdır. Hz. Musa, gördüğü bir rüyadan hareketle Benî İsrail’e mensup bütün erkek çocukları katleden Firavun’un iktidar yıllarında doğmuş, onun 243 Kudemâ Meclisi sarayında büyümüştü. Yavuz da, babası Bâyezîd’ın “veliyyul’ahd” olarak atadığı büyük oğlu Ahmed’in müstakbel devlet başkanlığı, kardeşler arasında zuhûr edecek muhtemel bir taht kavgasıyla siyasî bir krize mahkum olmasın diye doğacak erkek çocuklarının boğulmasını emrettiği bir zamanda dünyaya gelmişti. Yavuz’a kadar emri titizlikle yerine getiren “ebe”, Sultan Selim dünyaya gelince Bâyezîd’in emrini yerine getirme noktasında tereddüt yaşar. Boğmak için Yavuz’u defaatle kucağına alır fakat her defasında Onun sevgisi kalbine akar, Ahiret’teki hesabı düşünür, elleri titrer ve “Allah’a yemin olsun ki bunu öldüremeyeceğim” der, vazgeçer. Annesiyle anlaşıp babası Sultan Bâyezîd’e çocuğun kız olduğunu söyler. Bâyezîd de adını, “Selime” koyar. Yavuz sarayda uzun zaman “Selime” olarak bilinir. Ne var ki büyüdükçe kendisinde zahir olan erkek alametleri, kız kardeşlerinin ondan korkması, zaman zaman onları tokatlaması ve her durumda şecaat arz etmesi görenlerde, “Bu nasıl bir kız?” diye merak uyandırır. Selime’den Sultan Selim’e Bâyezîd, bir bayram günü bütün kızlarını toplar, ilgili saray memuruna onlara helva ve meyva ikram etmesini emreder. Bu esnada, bütün kızların “Selime/Yavuz”dan tedirgin olduğunu, onun kız elbisesi içerisinde herkese meydan okuduğunu görür ve taaccüb eder. Selime, mutad hareketlerine devam 244 Kudemâ Meclisi ederken, bir anda bir arı zuhûr eder ve diğer kızlar etrafında dönmeye başlar. Kızlar, arıdan korkar, kaçar. Selime ise, elini uzatır ve uçan arıyı yakalar. Hadise karşısında Bâyezîd’ın hayreti daha da artar. Çevresindekilere, “Bu, kız olamaz” der. Tam bu sırada ebe söze girip, “Evet Sultanım! Bu kız değil, erkektir” der. Bâyezîd ebeye, “Peki neden emrime muhalefet ettin, niçin onu öldürmedin” deyince; ebe, “Alemlerin Rabbinden korktum. Seni de, kendimi de masum bir çocuğu öldürme vebalinden kurtardım” şeklinde karşılık verir. Bunun üzerine Bâyezîd; “Allah Teâlâ’nın takdir ettiği mutlaka olacak, bundan kaçış yok” der ve terbiyesiyle ilgilenilmesini ayrıca ona erkek kıyafetleri giydirilmesini emreder. Adını da Selim olarak değiştirir.130 Hz. Musa Gibi Annesinin kucağında, sandukanın içerisinde, Nil’in sularında, Firavun’un sarayında korunan Hz. Musa, asırlar boyu devam eden Firavnî düzeni yıkmıştı; Yavuz Sultan’da sarayda, “Selime” adıyla korunacak, sultan olacak, sekiz yıllık saltanat hayatında seksen yılda başarılamayacak icraatlara nâil olacak; Ehl-i Sünnet coğrafya’sını sarıp kuşatan Şia çemberini kırıp parçalayacak, İslâm birliğini yeniden tesis edecekti. Osman Gazi ile başlayan ikinci Sahâbe dönemi, onunla bütün bir ümmeti kucaklayan bir yapı130 Bk. Zeynî Dahlan, el-Futûhâtu’l-İslâmîyye, II, s.139-140. 245 Kudemâ Meclisi ya kavuşacaktı. Bu yüzden Hz. Musa’yı himaye eden “kudret eli” onu da korudu. Ümmetin Umudu, Hakk’ın Matlûbu Bâyezîd yaşlanınca planladığı gibi devlet idaresini en büyük oğlu Ahmed’e bırakıp çekilmek ister; vezirlerini ve devlet adamlarını çağırıp onlara Ahmed’in “Veliyyul’ahd” olduğunu söyler fakat buyruğunu icrada muvaffak olamaz. Ne Bâyezîd’in, ne de Şehzâde Ahmed’in istediği olur. Mülkün sahibi, saltanatı sarayda “Selime” adıyla koruduğu Yavuz’a nasib eder. Çünkü o, ümmetin umudu; Hakk’ın matlubûdur. İran’da, Irak’ta, Anadolu’da Şia’nın baskısı altındaki bütün mazlumlar onun İslâm Ordusuyla muhteşem yürüyüşünü beklemektedir. Parçalanmış ümmet yapısı onunla yeniden yekvucut olacaktır. Ehl-i Sünnet’in En Zor Zamanları Bâyezîd zamanında, İslâm ümmeti tarihinin en zor zamanlarını yaşamaktaydı. Endülüs göz göre göre tarih olmuş, binlerce Müslüman zorla Hristiyan yapılmış, direnenler ise şehid edilmişti. Endülüs’e, ne Memlükler, ne de Şah İsmail tehdidi altındaki Osmanlı ciddi anlamda yardım yapabilmişti. İslâm, şarktan Şia, garptan da Haçlılar tarafından kuşatılmıştı. Şah İsmail idaresinde yürütülen Ehl-i Sünnet’i çökertme hareketi ise, tahrib gücü itibariyle Haçlılarınkinden daha yıkıcıydı. Ehl-i Sünnet’e men246 Kudemâ Meclisi sub Müslümanların yaşadığı şehirler Şah tarafından işgal ediliyor, Şialaşmaya direnenler ağır cezalara çarptırılıyordu. Mazlum halk can ve ekmek korkusuyla kalabalıklar halinde Ehl-i Sünnet’i terk edip Rafizi oluyordu. Şah İsmail, istila ettiği bölgelerdeki Sünnî alim ve devlet adamlarına hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği şekil ve sûrette zulmetmekteydi. Şah Şirvan, mağlub bir halde, Şah İsmail’in yanına getirildiğinde onu canlı canlı büyük bir kazana koydurup pişirdi, etini de askerlerine yedirdi. Şah İsmail, ilahlık iddiasında bulundu, askeri zorla kendisine secde ettirdi. Devlet adamı, ulemâ ve halktan çok sayıda Müslümanı öldürdü. Manzara o derece dehşet vericiydi ki; Müslümanlarda, acem yurdunda Ehl-i Sünnet’e mensup tek bir alim kalmayacak diye bir endişe hakim olmuştu. Şah, nebbaşlık yaptı; ulemâ ve meşayıh’ın kabirlerini açtırıp kemiklerini yaktırdı. Adamları -Trabzon’un nüfusunun on bin olduğu bir zamanda- Anadolu’da elli bin Müslüman katletti. Bâyezîd’in Vezir-i Azam’ı Ali Paşa, Şah İsmail’in adamlarıyla girdiği bir savaşta şehid oldu. Ez cümle Şah, söndürülemeyen bir ateş gibi İslâm coğrafyasını yakıp kavuruyordu.131 İman ve İrade Anıtı Müslümanların İslâm’ın geleceğine dair umutları131 Dahlan, a.g.e., II, s.136-143. 247 Kudemâ Meclisi nın tükendiği, Ehl-i Sünnet olmanın suç kabul edildiği bir zamanda Sultan Selim, devlet başkanı oldu. Trabzon valisi iken, Şah İsmail’in gerek kendi şiirleri, gerekse de alevi şair ve propagandistlerle Anadolu’da büyük bir nüfuz kazandığını gözlemlemiş, kendi çapında önleyici tedbirler almış, zaman zaman da akınlar düzenleyip, zaferler kazanmıştı. Şimdi, bütün bu tecrübeyi, muazzam bir iman ve iradeyle İslâm Çağı’nın başlamasına vesile kılacaktı. Cihad Fetvası Ulemâ, Şah İsmail’e karşı cihadın farz olduğunu bildiren bir fetva kaleme alınca Sultan Selim, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ve Meşayih’ın türbelerini ziyaret edip, dört yüz alimin huzurunda cihad fetvasının okunmasının ardından İstanbul’dan Şah’a karşı sefere çıktı. Yolda yakalanan Şah’ın casusu Kılıç’la, İslâm düşmanına karşı savaşmanın farz olduğunu bildiren fetvayı, bir harb ilanı olarak Şah’a gönderdi. Mazlum Müslümanlar Sultan Selim’in muzafferiyeti için dua ederken, Şialar da bütün fırkalarıyla Şah’ın etrafında toplanmış, kimi casusluk yaparak, kimi Şah’ın ordusuna adam toplayarak, kimi de Alevi Türkmenler gibi Yavuz’un komuta ettiği Osmanlı-İslâm ordusunu iaşesiz bırakmak için güzergah üzerindeki herşeyi yakıp harabeye çevirerek ona yardımcı olmaktaydı. Yavuz’un iman ve iradesiyle 248 Kudemâ Meclisi ilerleyen ordu iaşeyi ancak deniz yoluyla Trabzon üzerinden temin edebildi.132 Çaldıran’da Bir Şecaat Abidesi Osmanlı İslâm ordusu Erzurum’a kadar ulaştı. Şah, Yavuz’un karşısına çıkmaya cesaret edemedi fakat ordu içerisindeki Türkmen Aleviler vasıtasıyla askeri kışkırtıp Yavuz’u İstanbul’a dönmeye zorladı. Şii eşkiyalar, Sultan Selim’in çadırı önünde tezahüratta bulunup, gece de çadırına ok attılar. Allah Teâlâ’nın bir şecaat abidesi olarak yarattığı Yavuz, derhal çadırından çıkıp atına bindi, askerin içine girip şunları söyledi: “Zayıflar, aile hasretine dayanamayanlar geri dönsün. Erkek olanlar benimle gelsin. Yalnız da olsam giderim.”133 Bu konuşma üzerine asker toparlandı. Bu arada Şah’a ikinci bir mektup yazarak onu tahrik etti; “Ülkeler sultanların namusudur. Sultanlar yabancıların memleketlerine izinsiz girmesine müsaade etmez.” Nihayet iki ordu, Tebriz yakınlarında Çaldıran ovasında karşılaştı (23 Ağustos 1514). İslâm Ordusu, her yerde Şah İsmail ve ordusunu aramaktan yorgun düşmesine rağmen büyük bir zafer kazandı. Şah kaçtı, zevcesi esir oldu. Sultan Selim, Tebriz’e girdi, Şah’ın yıktığı medrese ve camileri yeniden yaptırdı. Ehl-i Sünnet’i vesayet altına alan Şia tehdidini büyük oranda ortadan kaldırdı. 132 133 Osman Turan, T. C. H. Mefküresi Tarihi, II, s.74. Turan, a.g.e., II, s.74. 249 Kudemâ Meclisi Sultan Selim Tebriz’de uzun süre kalıp bütün bölgeyi Osmanlı coğrafyasına katmak istedi fakat Şah İsmail’le ittifak halinde olan Memluk sultanının saldırıları üzerine, “Ol mülhidi yok etmeden İran’dan ayrılmak zorunda kaldı.”134 Safevi-Memlüklü Koalisyonu İslâm’a karşı organize edilen Haçlı saldırılarını durduran, garpta yeni İslâm şehirleri inşa eden Osmanlı, bütün İslâm aleminin muhafızıydı. Ne var ki onun bu konumu Müslüman halk nezdinde surûr’a sebep olurken, Safevi Devleti gibi, Memlükler’i de endişelendirmekteydi. Batı’da küffara karşı cihad eden Osmanlı İslâm Devleti, doğuda Safevi-Memlüklü koalisyonunun tehdidi altındaydı. Koalisyon, Anadolu’da müşterek katliamlar yaptı. Sultan Selim, Osmanlı’nın küfür diyarında ilerlemesine mani olan bu duruma çare bulabilmek için ulemâ meclisinde Memlükler’in siyasî hamlelerini müzakereye açtı. Alınan karar gereği önce Bursa Kadısı Memlükler’e elçi olarak gönderildi fakat hükümdar tam bir diplomatik nezaketsizlik göstererek elçiyi hapsetti. Sultan Selim, hadise üzerine, ulemâyı tekrar toplayıp Memlükler’e karşı seferin câiz olup olmadığını sordu, fetva istedi. Zenbilli Ali Cemali Efendi, “Mülhidlere yardım eden cezalandırılır” şeklinde fetva verdi. Bunun üzerine Yavuz, ikinci büyük sefer için İstanbul’dan ayrıldı. Meselenin cid134 Reisu’l-Küttâb Hüseyin, Bedâyi’ul-Vakayi, s.435a. 250 Kudemâ Meclisi diyetini anlayan Memlük Hükümdarı Sultan Gavri barış görüşmeleri için elçi gönderdi. Yavuz, Mısır elçisine Gavri’nin Mercidabık’ta (24 Ağustos 1916) hazır olmasını söyleyip, yola devam etti. Sâhibu’l-Haremeyn’den, Hâdimu’l-Haremeyn’e Sultan Selim, Mercidabık ve Ridaniye (26 Mart 1517) zaferleriyle Hilafet’in kapısını araladı. Mısır’ın fethiyle bütün Arap ülkeleri Osmanlı Devleti’ne dahil oldu, İslâm birliği yeniden kuruldu. Mekke ve Medine emiri de mukaddes şehirlerin anahtarını Sâhibu’l-Haremeyn ünvanı ile Yavuz’a teslim etti. Fakat Yavuz, “Sâhibu’l-Haremeyn” ünvanını sû-ii edeb olarak telakki etti ve onu, “Hâdimu’l-Haremeyn” olarak değiştirdi. Kendini, İslâm’ın emir eri olarak kabul eden Yavuz, İttihâd-i İslâm’ı tesis ettikten sonra ikinci hamle olarak bütün himmetini cihana İslâm’ı hakim kılma noktasında topladı. Bu çerçevede Avrupa’nın fethi için hazırlıklara başladı. Böylece Osmanlı, yeniden asıl mecrası olan küffara karşı cihad vadisine yöneldi. Sultan Selim’in kendini bütün yeryüzü İslâm yurdu oluncaya kadar cihadla mükellef gördüğünün en güzel ifadesi, Rodos seferine teşvik edilme sürecinde söylediği şu cümlede saklıdır: “Cihangirliğe alışmış iken siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.”135 135 Turan, a.g.e., II, s.79. 251 Kudemâ Meclisi İslâm’a Adanmış Ömür Sultan Selim, İslâm’a adanmışlığın sembolüdür. Bir gün Şeyhü’l-İslâm Zenbilli Ali Cemali’ye, “Bütün dünyayı fethetmekten ya da İslâmlaştırmaktan hangisi daha makbuldür” diye sormuş, “Müslüman yapmak makbuldür” cevabını alınca, vezirine, bütün Hristiyanların Müslüman, kiliselerin de cami yapılması emrini verir. Şeyhü’l-İslâm, emirden haberdar olunca Yavuz’a, fetvanın bu şekilde yorumlanamayacağını zira icbari olarak din değiştirmenin câiz olmadığını136 ayrıca bu durumun Fatih’in ahidnamesine de aykırı olduğunu söyler. Ümmet’in Medâr-ı İftiharı Yavuz Sultan, İslâm’ı çepeçevre saran çok yönlü kuşatmayı yarıp, dağıttı. İran’ı tabi sınırlarına çekilmek zorunda bıraktı. İslâm âlemini tek sancak altında topladı. Onun bu hamleleri şarkta büyük bir sevince vesile olurken, Kuzey Afrika’da da makes buldu. Kabileler, devletçikler, İstanbul’a gelip Osmanlı Hâkimiyetine girdiklerini bildirdi. Cezayir’de Hızır Reis/Barbaros Hayreddin Paşa, Yavuz adına para bastırıp hutbe okuttu. Daha sonra Cezayir Beylerbeyliği’ni bırakıp İstanbul’a geldi, bir nefer olarak Osmanlı donanmasına katıldı. Barbaros, bu ameliyle dünyaya, “ümmeti himaye etme gibi ulvi bir vazifeye memur olan Osmanlı Donanması’nda nefer olmak 136 Bakara: 256. 252 Kudemâ Meclisi bir devlete başkan olmaktan daha mühimdir” mesajını verdi. Sultan Selim’le, İslâm coğrafyası özgür sabahlara doğdu. Mekke, Medine, Bağdat, Şam ve İstanbul onun zaferiyle bayram yaptı. Fakihler, müfessirler, muhaddisler onun muvaffakiyetiyle şükür secdelerine kapandı. Onu tebcil eden şiirler inşad edildi. Şah’ın gadrine uğrayan Hâce-i İsfehanî Farsça ve Çağatayça kaleme aldığı şiirlerinde onunla iftihar etti: “Ey sevinç haberi getiren elçi! Muzaffer sultana şunu söylemeni dilerim: Ey alemin Padişahı! Sen Mustafa’nın Şeriatı’nı dirilttin; dünya senin minnetin altında kaldı. Şeriat, Sultan Selim’in devleti sayesinde yoluna girdi. Bugün Allah’ın ve Muhammed’in halifesi gibi kudsi sıfatlar ancak sana layıktır. Şah İsmail’i kahramanlık gününde çökertmez ve başını almazsan Kıyamet günü eteğine yapışırım. Ey Dinin Yardımcısı! Gel ve putları kır. Rum tahtına acem ülkesini de kat.”137 Ezân-ı Muhammedî Sultan Selim, bütün bunları sekiz yıla sığdırdı. Bu haliyle, onlarca kerameti yanında herkese her an zahir olacak bir “tayy-i zaman” kerameti izharında da bulundu. Yavuz Sultan’a karşı hayranlığını gizlemeyen Yahyâ Kemal, “Ezân-ı Muhammedî” de İslâm’ın bütün cihana hakim olamamasını onun erken yaşta 137 Hüseyin, a.g.e., s.426b. 253 Kudemâ Meclisi vefatına bağlar: Emr-î bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî Kâfî değil sadâna Cihân-ı Muhammedî Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyüp ecel Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî. Hasan Can! Sultan Selim, İslâm cihan hâkimiyetinin yeni bir halkası olacak büyük bir sefer için Ebû Eyyûb elEnsârî’yi ziyaret eder, ardından yola revan olur fakat hastalık müsaade etmez, geri döner. Son anlarında yanında Yâsîn-i Şerîf okuyan nedimi Hasan Can’a, “Bu ne haldir” diye sorar, Hasan Can’ın, “Şimdi Hakk’a teveccüh etme vaktidir” demesi üzerine, “Hasan Can! Bunca zamandan beri beni kiminle biliyordun. Cenab-ı Hakk’a teveccühümüzde bir kusur mu fehm eyledin” der ve Hasan Can, “Selamun Kavlen...”138 ayetine gelince ruhunu teslim eder. ABD, ŞİA ve Yavuz Sultan Siyasî ve iktisâdî birlikteliğini kaybeden, her gün yeni bölünmelerle savrulan İslâm ümmeti, ABD işgalleriyle oluşan kaosta zaman zaman büyük çaplı Şia tehlikesine maruz kaldı. Irak’ta başlayan Şia katliamları, Suriye’de vakay-ı âdiye haline geldi. Adı Ömer, adı Osman diye küçücük çocukların boğazları kesilmekte. 138 Yâsîn: 58. 254 Kudemâ Meclisi Bugün İran’ın Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan üzerinde kurduğu hâkimiyet, Bâyezîd zamanında Şah İsmail’in kuşatmasıyla ayniyet arz etmektedir. Dinî olmaktan daha ziyade siyasî bir teşekkül gibi faaliyet gösteren Şia, İran’ın siyasî gücünü de arkasına alarak hâkimiyet alanını her nevi cinayete başvurarak genişletme kararlığı içerisindedir. Yavuz Sultan Çağına Doğru Anadolu’yu Rumeli’ye bağlayan köprüye “Yavuz Sultan Selim” adının verilmesiyle oluşan rahatsızlık ve akabinde yaşanan hadiseler, yapılan hakaretler, atılan iftiralar Sultan Selim adının bugün hala ne kadar derin siyasî manalar taşıdığını göstermektedir. Sultan Selim ismi İran’a; “Artık Bâyezîd dönemi bitti; Yavuz çağına girildi. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet coğrafyasındaki katliamlara son ver ve derhal tabii sınırlarına çekil” demekte; İslâm Âlemi’ne de, “Yakında Müslümanlar İttihâd-ı İslâm çerçevesinde önemli adımlar atacak, hazır ol” mesajı göndermektedir. İslâm coğrafyasını Şia vesayetinden kurtaran ve tek bir sancak altında toplayan Sultan Selim, bu fevkalede ameliyelerinden dolayı Devlet-i Aliyye’nin perdelenmesiyle birlikte oluşan yeni dönemde ya muhtelif iftiralara maruz kaldı ya da nisyana terk edildi. Nitekim Cumhuriyet’in erken yıllarında İstanbul imar planı çizilirken yollar Sultan Selim Camii ve Türbesi’nin önünden ya da yakınından geç255 Kudemâ Meclisi meyecek şekilde hazırlandı. Çünkü Sultan Selim, sürekli canlanan bir tarih, bir irade ahlakı, bir şecaat abidesi, bir fitne imha istidadı, bir İttihâd-ı İslâm çağrısıdır. Ümmetin yeniden toparlanması onun manevi imametiyle olacaktır. Bu yüzden, şarktan garba kadar bütün Müslümanların çektiği acıları yüreğinde taşıyan, ömrünü onların selameti davasına adayan; “Bana, Sen, şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de…” diyen Bediuzzaman, bu hususta ona ittiba etmiş, “Elhasıl, Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihâd-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim.” demiştir.139 Osmanlı’yı bütün şekil ve ruh haliyle muhafaza eden cemaatin imamı Mahmud Efendi de, her Pazar sabahları “diriliş sohbetleri”ni Sultan Selim Camii’nde yapmış ve her defasında sarahaten, “Bizler dedemiz Sultan Selim’in manevi ordusunda birer neferiz” diyerek onun müebbed imametine işaret etmiştir. Yavuz Sultan Selim adının beklenen iman, fikir 139 Tarihçe-i Hayatı, s.67. 256 Kudemâ Meclisi ve siyaset inkılabının muharrik ismi olması, küfür cephesini rahatsız ettiği kadar Müslümanlara ufuk vermekte, neyi, nasıl yapmaları gerektiği noktasında onlara yol göstermektedir. Garpzedelerin İstanbul nazım planıyla kör bir noktaya hapsettiği Yavuz Sultan Selim, idealleriyle yakın bir gelecekte Üsküb’ten Cava Adaları’na kadar uzanan İslâm Âlemi’ni birbirine bağlayan yürek yollarının adı olacaktır. İşte o zaman küfür cephesinin mevcut nazım planlarıyla itibarsızlaştırdığı şekil ve sûretler bütün ruh ve manalarıyla yeniden İslâm Âlemi’nin alâmât-ı fârikası olacaktır. *** 257 Kudemâ Meclisi SİYASET SARAYIMIZIN CÜMLE KAPISI: ABDÜLHAMİD Ş am, Bağdat, Kahire, Gazze Abdulhamid düşünce düştü. Çünkü O, küresel güçlere karşı durmanın sarsılmaz rüknüydü. O, İstanbul’lu kadar Çadlı’nın, Hindli’nin, Bosnalı’nın da halifesiydi. Afrika’nın susuz Müslüman köylerinde Onun muvazzafları su kuyuları açar, İstanbul’u Medine’ye bağlayan Hicaz Demir Yolu’nda onun memurları çalışır, İngiliz oyunlarını onun siyasî dehası bozardı. O, tek başına küfür yobazlarına karşı savaşan “pençeleri sökülmüş bir arslandı”. O, tarihin dönüm noktasında Allah’ın bu mazlum ümmete bir hediyesiydi. Abdülhamid, müseccel düşmanlarını dahi en fazla sürgüne göndererek cezalandıran “merhamet”in; yataktan kalktığında abdestsiz yere basmamak için 258 Kudemâ Meclisi başucunda sakladığı tuğlayla teyemmüm alıp abdest yerine gidecek kadar “vera”nın; Medine’ye ulaşacak trenin Allah Rasûlü’nü rahatsız etmemesi için rayların üzerine keçe döşenmesi talimatını verecek kadar “Muhammedî Muhabbet”in; kendisine suikast planlayan komitanın başkanı Edward Jorris’i, yakalandıktan sonra Devlet-i Aliyye adına Batıda ajan olarak kullanacak kadar “siyasî feraset”in; Yıldız Cami çıkışında patlayan bomba karşısında dimdik ayakta durup, “Korkmayınız, korkmayınız!” diye milletini teskin eden “cesaret”in, cenazesinin ardından milletinin, “Ey fukaraya ekmek dağıtan Sultan; bizi bu halde bırakıp da nereye gidiyorsun” diye ağladığı “hamiyet”in adıydı. O Gazze’nin, Trablusgarb’ın, Haremeyn’in “kilit taşı”ydı. O, düşünce bütün siyasî sütunlarımız yerle bir oldu. Debisi yükselen Batının sömürü mecrası, Âlem-i İslâm’ı ondan sonra istila etti. Süleymaniye, Beyazıd, Fatih gibi ilim saraylarımız öksüz kaldı. Aş evleri, yetimhaneler, dârulacezeler kapandı. Kardeşler arasına suni sınırlar kondu. O, dünyamızdan ayrılalı neredeyse bir asır oldu. Onun gidişiyle yetim kalan ümmet, sahipsizlik diyarında serseri kuşlar gibi vur ha vur bir öteye bir beriye sürekli kanat vurdu; haline çare aradı. Yıllar sonra Merhum Necmeddin Erbakan’ı buldu; O, başbakan olunca Âlem-i İslâm bayram yaptı, Şam’da, Bağdat’ta, Kahire’de bayrağı alanlar sokaklara indi. Yer-gök tek259 Kudemâ Meclisi bir ve tehlillerle inledi. Osmanlı gelecek, “İttihâd-ı İslâm” hasreti de, siyasî kölelik de bitecekti. Fakat sunî Yahudiler (masonlar) hakiki Yahudilerin desteğini arkalarına alarak Abdülhamid devrinde olduğu gibi yine bütün güçleriyle ümmetin hamisinin yoluna çıktılar; zorunlu olarak destana bir defa daha ara noktası düşüldü. Yine Abdulhamid korkusu ve yine Mısır’da, Gazze’de, Türkiye’de eski amaca mebni yeni tarz oyunlar var sahnede. Sadece aktörlerin değiştiği bu kadîm oyunda ümmetin yeni mağlubiyetler yaşamaması, Sultan Abdülhamid’i ve onun düşmanlarını iyi tanımasıyla mümkün olacaktır. Bunun içindir ki Üstad Necip Fazıl, “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han” adlı kitabını şu cümle ile noktalar: ABDÜLHAMİD’İ ANLAMAK HERŞEYİ ANLAMAK OLACAKTIR.” Sultan anlaşılınca Büyük Destan’a düşülen ara noktası kalkacak ve yeniden ümmet “kimse”sine kavuşacaktır. Sultan’ın anlaşılmasını temin eden şu dua, destan’ın yeniden nereden başlayacağını da göstermektedir: Allahım helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hânümânımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili’nin yolunda yürüdüğüm için beni bu hâle getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem! 260 Kudemâ Meclisi Allahım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allahım! Ya Âdil! Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun! Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın? Fakat yâ Rahman!.. Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz! Bize acı! Rasûlü’nün , Sevgili’nin, Kâinatın Efendisi’nin nurunu kaybeder gibi olduğu için bu hâle gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et! Yâ Kadir! Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak Senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım! Ya Mâbûd!.. Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum! Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!.. Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım! Eğer, yılları tespih dizisince süren hükümdarlığımda seni bir kere anabildim, Rasûlü’ne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et! Yâ Sübhân! Şu titrek elleri, kıyamet gününde sana, “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibi’nin eteğinde, şimdi ‘Milletim, milletim!’ diye dilenen bu ihtiyârın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ ‘Ba’sü ba’de’l-mevt’siz bir ölümle yok etmeye 261 Kudemâ Meclisi götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasip eyle!.. Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allah’ım! Ayakta duramaz haldeyim! Vadem ne gün dolacak Allahım?..” *** 262 Kudemâ Meclisi TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI TABELASI: ‘‘ULU HAKAN ABDULHAMİD HAN’’ S anayi devrimiyle birlikte daha çok hammadde ve pazar bulabilmek için İslâm coğrafyasına saldıran, iffetleri kirleten, şehirleri soyan Batı, bir taktik hatası yaparak Ümmet’in uyanmasına, Yavuz Sultan’la Osmanlı’ya intikal eden Hilafet’in Sultan II. Abdulhamid’in gayretleriyle yeniden büyük bir siyasî güce dönüşmesine zemin hazırladı. Küfür cephesi saldırdıkça, Müslümanlar Osmanlı’ya daha da yakınlaştı. Sultan Abdülhamid, tebasının önemli bir kısmı Gayr-i Müslümlerden oluşmasına rağmen bütün siyasî hamlelerini “İttihâd-ı İslâm” çerçevesinde yaptı. Müslümanların kurtuluşlarının yalnızca İslâm Birliğinde olduğunu söyledi. Âlem-i İslâm’daki ulu hocaların, başımıza gelen bütün sıkıntı263 Kudemâ Meclisi ların İslâm’ı yaşamadığımızdan kaynaklandığını tespit etmeleri, hâlçaresi olarak da İslâm’ın yeniden hayatın bütün şubelerinde yaşanması gerektiğini söylemeleri, Sultan Abdülhamid’in İslâm merkezli hamlelerine güç kattı. Hilafet’in Siyasî Gücü Sultan Abdülhamid, İttihâd-ı İslâm’ı sadece fikir planında telaffuz etmedi, bizzat eyleme taşıdı; bu çerçevede Âlem-i İslâm’dan meşayıh-ı kiramla yakın ilişkiler kurdu, heyetler gönderdi, heyetler kabul etti, onlarla ümmetin yol haritasını belirleme noktasında önemli toplantılar yaptı, fiilen Osmanlı idaresinde olmayan Cava, Hindistan, Türkistan gibi İslâm beldeleriyle diplomatik ilişkiler kurdu, İstanbul’a binlerce km uzaklıkta olan Pekin’de üniversite açtı. Hicaz Demir yolunu inşa ederek İstanbul’u Medine’ye bağladı. Böylece müslümanların her Hac mevsiminde Haremeyn’de bir araya gelip meselelerini konuşup, birlikte kararlar almalarının önünü açtı. Sultanın bu hamleleri Ümmet üzerinde çıkar hesapları yapan Batı’yı ürküttü. Çünkü Abdülhamid’le Hilafet, hesap edemedikleri büyüklükte siyasî bir güç olarak karşılarına çıktı. Enver Paşa’nın Abdülhamid İtirafı Dava, Sultan Abdülhamid etrafında şekillendiğinden dolayı, küresel güçler tarafından yok edil264 Kudemâ Meclisi mesi öncelikli hedef olarak ilan edildi. İlk olarak Ermeniler tarafından kullanılan sonra ise bütün İslâm düşmanları vasıtasıyla zihinlere çivilenen “Kızıl Sultan” terkibiyle tahkir edildi; en azılı düşmanlarını bile öldürmeye kıyamadığından dolayı kendisine kıyılan bir Sultan olmasına rağmen dünyaya hukuk tanımayan bir katil olarak anlatıldı. Yıllar sonra Enver Paşanın, Talat Paşa’ya, “Öyle zannediyorum ki başımıza ne geldi ve gelecekse Abdülhamid’e yaptığımız zulüm sebebiyledir. Bütün dünyayı parmağı ucunda çeviren bir grup bizi de aldattı. Meğer biz vatan kurtarıyoruz zannıyla Yahudi ve Masonların kuklası olmuşuz” itirafıyla dile getirdiği hakikat, yıllarca sahte kahramanlara ait dev heykellerin, siyasî komploların ve onların ardında kurulan darağaçlarının arkasında gizlendi. Böyle yapılarak yalanlar üzerine yükselen politik ehramın altüst olmasının önüne geçildi. 31 Mart hadisesinde tek bir emirle ihtilalci şebekeyi ortadan kaldırmaya muktedir olmasına rağmen daha fazla kan akmasın diye devlete ve millete su-i kast düzenleyenlere kahredici darbeler indirmeyen bir Sultana, müstebid iftirası hiçbir dönemde tedavülden düşmedi. İslâm’a sadakatiyle ma’rûf olanların ifade ve itirazlarını dikkatle dinleyip, değerlendiren Abdülhamid, küresel güçlerin işbirlikçileri tarafından “kimden gelirse gelsin hiçbir itirazı dinlemeyen kibirli bir adam” olarak anlatılarak millet nezdindeki itibarı yok edilmek istendi. 265 Kudemâ Meclisi Yalanlar Üzerine Yükselen Politik Ehram Sultan Abdülhamid, siyasî anlamda o kadar önemli bir yere sahipti ki, İttihat ve Terakki zihniyeti varlık zeminini kaybetmemek için onun etrafında uydurulan yalan tarihten beslendi; sövmeye ya ilk olarak ondan başladı ya da ona hususi bir bölüm ayırdı. Bir devleti mevcut halinden en az on kat küçültmeyi zafer olarak ilan edenler; insanlar, hürriyetin ne demek olduğunu öğrenmesin diye Abdülhamid’i “kızıl sultan” terkibiyle anmak ve anlatmaktan hiçbir zaman taviz vermedi. Her kitap, her seminer sahte kahramanlara methiyelerle başladı, milletin iman ve ahlakına kastedenler büyük kahramanlar olarak anıldı, adlarına ihtifaller tertiplendi. Millet sevgisi, sahte kahramanlara düzülen methiyelerle ölçüldü. Yalan tarihi sorgulayanlar, Abdülhamid’e Uluhakan, Vahidüddin’e büyük vatan dostu demenin bedelini ödedi. Komitacıların Kızıl Ateşi ve Tekbir Sesleri Ermeni komitacıların yoğun kampanyası ile alevlenen daha sonra ise Batı’nın tazyiki ve mustagriblerin hohlarıyla sönmeyen kızıl ateş, mukaddesatımıza dair pek çok şeyi yaktıktan sonra şimdilerde içerden yükselen tekbir sesleriyle sönmeye başladı. Allah Rasûlü’nün ifadesiyle cenazesine 70 bin meleğin iştirak ettiği Sad b. Muaz kabre konulup üzeri toprakla örtülünce, Efendimiz de yüksek sesle uzun 266 Kudemâ Meclisi süre “Subhanallah” diyerek Allah Teâlâ’yı tenzih etmiş, onu bu halde gören Sahâbe de koro halinde Allah Rasûlü’ne iştirak edip “Subhanallah” demişti. Daha sonra ise Allah Rasûlü tekbir getirdi, Sahâbe de “Allah-u Ekber” diyerek Efendimiz’e eşlik etti. Sahâbe, “Niçin tesbih ve tekbir getirdiniz Ya Rasûlallah” diye sorunca, Allah Rasûlü , kabir bu salih kul üzerine daralınca, Allah Teâlâ onu o darlıktan kurtarıncaya kadar tekbir getirdim ve tesbih ettim buyurdu.140 Peygamber ve Ashâbı Allah-u Ekber dedikçe Müslümanlar için yeryüzü genişliyor; insanları ilah edinip onların heykellerini dikenler için ise daralıyor. Çünkü “Allah-u Ekber” tek sermayeleri olan kızıl ateşlerini söndürüyor. Allah Rasûlü’nün ilahi gazabı söndürme bağlamında tekbir getirmesini esas alan ulemâ, yangın görüldüğünde tekbir getirmeyi müstahab olarak kıymetlendirdi.141 Anadolu’da salih anneler ormanda çıkan bir yangının köye doğru ilerleyişini çaresiz bir halde izlerken masum yavrularına ezan okutur ve Allah’ın inayetiyle yangın olduğu yerde durur, sonra gerilemeye başlardı. Önce Anadolu çapında yükselen daha sonra ise İmam Hatipler vasıtasıyla okullara yeniden taşınan tekbir sesleri mana cephemizi yakıp kül eden İttihat Terakki yangınının genişleme alanına sed olmaya başladı. 140 141 Ahmed, Müsned, II, 360. Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, I, s.330. 267 Kudemâ Meclisi Heykellerin Ardında Saklanan Hakikat Eğer biz küfür ateşini kahreden bu ezanları, dilimizden önce yüreğimize, sonra da hayatımıza taşıyabilirsek “Allah-u Ekber” yalan ateşini bütünüyle söndürecek, heykellerin kasvetli dumanları arkasında gizlenen her nevi hakikat gibi, Sultan Abdülhamid gerçeği de ortaya çıkacaktır. Bunun için okul kitaplarında Sultan Abdülhamid’e dair bahisler, tarihçiler tarafından yeniden kaleme alınmalı, hatalar tashih edilmeli, öğrenciler “gerçek tarih”le tanışmalı, yangın sonrası büyük ıslah hareketi için hazır hale getirilmeli. Ümmet Bizi Hâlâ Abdülhamid’le Anıyor Çökmekte olan bir devleti tam 33 yıl ayakta tutabilen bir siyasî şuurun avdet etmesi, İslâm birliğine/ Hilafete giden yolun önündeki en önemli engelleri kaldıracaktır. Abdülhamid’le kaybettiğimiz değerler, Abdülhamid’le tekrar dünyamıza dönecektir. Büyük bir istila dalgasına maruz kalan Ümmet, Abdülhamid’le bilkuvve biten Hilafet’in mana ve mefhumu etrafında yeniden toparlanacaktır. Çünkü İslâm dünyasında hala onun zamanından kalma hutbe metinleri nesilden nesile intikal etmekte, Abdülhamid ümmetin beşer planındaki son hamisi olarak anılmaktadır. Eğer bizler bugün Âlem-i İslâm’da hiçbir şekilde samimiyet testine tabi tutulmadan büyük bir teveccühe mazhar oluyorsak bilinmelidir ki bu, Abdülhamid’e verasetle doğrudan alakalı bir durumdur. Madem ki Ümmet 268 Kudemâ Meclisi bizi hala Abdülhamid’le seviyor, onun açtırdığı su kuyularıyla hatırlıyor; o halde onun adı öyle bir noktaya yazılmalıdır ki, bu topraklara gelen her Müslüman Onun ülkesine gelmenin heyecanını yaşasın. Âlem-i İslâm’ın başkenti İstanbul’un en yeni havaalanının adı “Ulu Hakan Abdulhamid Han” olursa, İstanbul’a inen her Müslümanın yüzünde hilafetin merkezine gelmenin süruru, ayrılanda ise hüznü olacaktır. İşte o zaman, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan köprüye Yavuz Sultan adını koymak, Türkiye’ye hakettiği manayı kazandıracaktır. *** 269 Kudemâ Meclisi GÖLGESİ İSLÂM COĞRAFYASINA DÜŞEN BİR DAĞ GİBİYDİ -NECMEDDİN ERBAKAN- O , savaşın sonuna doğru ufukta görünen ve muharebenin seyrini değiştiren İslâm süvârisiydi. Elindeki hakikat mızrağıyla inkar bentlerini yara yara ilerledi. Medeniyet sarayımızın kapısına vurulan mührü ilk O kırdı. İlk O girdi mukaddesatımızın defnedildiği odaya. İlk Onun sesi geldi: “Herşey Allah’ın vaat ettiği gibi... İslâm ölmedi, ölmeyecek de, eğer hazırsanız kölelikten kulluğa yürüyüş destanını yeniden başlatıyoruz” dedi. Yıllar sonra siyasetin merkezinde ilk O açtı Mushaf-ı Şerîfi ve ilk O okudu cihat ayetlerini. Damar damar, tabaka tabaka Anadolu’ya iman ve umut taşıdı. Gölgesi coğrafyamızın tamamına düşen azametli bir 270 Kudemâ Meclisi dağ gibiydi; Gazze’ye, Arakana cesaret muştulayan bir dağ. Güneş görmeyen bitkiler gibi mahzenlerde büyüyen Muhammedlere, Zeyneplere evliya nefeslerinden nurlar taşıdı. Devrim yobazlarının kirlettiği alınları Allah Rasûlü’ne teslimiyetle aydınlattı. Onun haritasında Buhara, Şam, Bağdat ve İstanbul aynı ülkenin şehirleriydi. Ulu Hocalar, “Kumandan bu olmalı” dedi. Anadolu’nun muazzez evlatları da ardına düşüp, “İşte fetih ordusu, işte kumandan” diyerek yürüdü. Allah’a inanmanın ve herşeyi yalnız Ondan beklemenin ders olarak okutulduğu iman ve umut ocaklarını yeniden O açtı. Ulu Hocaların söyleyemediğini -Onlar adına- O söyledi. Yüzyılın en onurlu konuşmalarını O yaptı. Dev dalgalara karşı kollarını gerdiğinde yanında birkaç kişi vardı fakat tereddüt etmedi. “Allah Teâlâ imanımıza göre imkanlar yaratacaktır” dedi. Abdülhamid’den sonra siyaset kürsülerinde küresel güçlere, “Haddinizi bilin” dediğinde marka Müslümanlarının yürekleri ağızlarına geldi. Ahiretle tehdit edildiğinde, “Ölümü düğün gecesi olarak görene ölüm ne yapabilir ki?” diye karşılık verdi. Ümmetin yıkıldığı her cepheye ilk O koştu. Allah’tan bahsetmenin yasak olduğunu bir yazıyla bütün bir Anadolu’ya bildiren Başvekâlet’te, yıllar sonra bir Başvekil olarak ilk toplantısına, “Allah’ın adıyla” başladı. Saman pazarında asılan bütün Ulu271 Kudemâ Meclisi canlar adına bir Ramazan günü ulu hocaları başvekâlette bir iftar sofrasında ağırlayarak, devlet iade-i itibarda bulundu. İslâm’ın devlet nazariyesini, “Baş Yücelik” başlığı altında Üstad Necip Fazıl telif etti, O da siyasî hayata taşıdı. Kendisiyle birlikte yürüyenlere şeref verdi. Çağın Ebû Cehillerine İslâm’ın izzetiyle karşı koydu. Yoruldu, yıkıldı fakat nefesi durana kadar cihat meydanından çekilmedi. Bir Şubat günü O durunca zaman da durdu. Gökler sevindi. Bosna, Kahire, Şam, Bağdat, Doğu Türkistan ağladı. Çad’da çobanların, Gazze’de mücahitlerin, Çeçenya’da Kafkas kartallarının gözleri doldu. Göklerin kapısı açıldı ve yarım asır küfre karşı direnen süvari geride bir kabir, hafızalarda silinmez izler, yüz binlerce talebe bırakarak sonsuza gitti. *** 272 Kudemâ Meclisi BİBLİYOGRAFYA Abdulmecîd b. Muhammed el-Hânî, el-Kevâkibu’d-Dürriyye ale’l-Hadâiki’l-Verdiyye, Dâru’l-Beyrûtî, Beyrût, ty. Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rânî, el-Yavâkit ve’l-Cevâhir, Beyrût, 2003. Abdurrahman Memiş, Halid-i Bağdâdî ve Anadolu’da Halidilik, İstanbul, 2000. Ahmed b. Muhammed el-Meydânî, Mecma’ul-Emsâl, Beyrût, 2002. Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Cevdet Paşa’nın Âbidin Paşa’ya Yazdığı Mektup”, Mekteb, 1311. Ahmet Açıkgöz, “Huzur Derslerinde Sistemi Sorgulayan Allâme”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.4, Eylül-Kasım 2005. Ahmet Açıkgöz, Modern Zamanın Mana Üssü, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.5, Ocak-Mart 2006. Ahmet Açıkgöz, “Tekkesi İşgal Edilen Şeyh”, İnkişaf Dergisi, İstanbul, sy.2, Şubat-Nisan 2005. Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, Dâru’l Kütübi’l ‘Ilmiyye, Beyrût, 2001. Bedi’ Yakub, Dîvânu’l-İmâmi’ş-Şâfî, Beyrût, 2004. Dahlan Zeynî, el-Futûhâtu’l-İslâmîyye, Müessese273 Kudemâ Meclisi tü’l Celbî, Kahire, 1968. Ebû Ğudde Abdulfettah, el-Ulemâu’l-‘Uzzâb, Beyrût, 1999. Ebû Ğudde Abdulfettah, Kiymetu’z-Zamân, Beyrût, 2002. Ebû Ğudde Abdulfettah, Safahât min Sabri’l-’Ulemâ, Beyrût, 1997. el-Beyyûmî, en-Nahdatu’l-İslâmîyye, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1995. el-Gazzâlî Zeynep, Eyyâmun min Hayâtî, Kahire, 1999. el-Hâlidî Abdulfettah, Seyyid Kutub mine’l-Mîlad ile’l-İstişhâd, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1994. el-Hâşimî, el-Vakafâtu’l-Fikriyye, Dâru’l Beşâiri’l İslâmîyye, Beyrût, 2007. el-Kaddûmî, Hasan el-Bennâ, Dâru’l Feth, Amman, 2011. el-Kavsî Müferrih b. Süleyman, Mustafa Sabrî, 2006. en-Nedvî, Ricâlu’l-Fikr, Dâr Ibn Kesîr, Beyrût, 2007. Es’ad Sâhib, Buğyetu’l-Vâcid fî Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, Dimeşk, 1334. ez-Zebîdî, Tâcu’l-’Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 2005. 274 Kudemâ Meclisi Gökhan Bolat, Suriye’de Faaliyet Gösteren Yabancı Okullar, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2006. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n Nihâye, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, 1997. İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Beyrût, 1999. İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, İstanbul, 1989. Kısakürek Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul. Kısakürek Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul. Kısakürek Necip Fazıl, Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul. Kısakürek Necip Fazıl, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul. Kur’an-ı Kerîm. Mahmud Ustaosmanoğlu, Risâle-i Kudsiyye Şerh ve Tercümesi, İstanbul, 1998. Mahmud Ustaosmanoğlu, Rûhu’l-Furkân, İstanbul, 1991. Mithat Cemal, Ölümün’ün Ellinci Yılında Mehmed Akif, Ankara, 1986. Muallim Naci, Esâmi, Mahmud Bay Matbaası, İstanbul, 1308. 275 Kudemâ Meclisi Muhammed Emin İbn Âbidîn, Mecmû’at-u Resâil-i İbn Âbidîn, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrût, ty. Necdet Sevinç, Ajan Okulları, İstanbul, 1974. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmîyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, ty. Ömer Rıza Doğrul, Mehmed Akif ’in Hayatı, (Safahâti’nın mukaddimesi), İstanbul, 1975. Refîk el-Acem, Mevsû’at-u Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslâmî, Mektebet-u Lübnan, Beyrût, 1999. Roderic H. Davison, Osmanlı Türk Tarihi, (ter. Mehmet Moralı), Alkım, Istanbul, 2004. Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Ulemâsı, İ.B. B.K.İ.D.B., İstanbul, 1996. Şaban Ulusoy, Robert Koleji, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Van, 2005. Şamil Mutlu, Osmanlı Devleti’nde Misyoner Okulları, Gökkubbe Yay., İstanbul, 2005. Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, Arba Yay., İstanbul, 1991. Yahya Kemal, “Ezansız Semtler”, ‘Aziz İstanbul içerisinde’, İstanbul, 1974. 276 Katolisizmi Olmayan İslâm’ın Protestanca Okunuşlarına Karşı Büyük Doğu Çağına Doğru