ODTÜLÜ Dergisi - Sayı 53 15.4 mb
Transkript
ODTÜLÜ Dergisi - Sayı 53 15.4 mb
SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014 SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014 ISSN: 1309 - 2626 ODTÜLÜ ODTÜLÜ Ben, Tasarım Bir fikirden ürüne... Tasarım aklının hegemonya çağı... ODTÜ’DEN HABERLER... MEHMET ASATEKIN’LE ODTÜ’NÜN TASARIM GELENEĞI... ERDEMLI KAMPUSU’NDAN HABERLER... ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU Sevgili ODTÜ’lüler ve ODTÜ Dostları, 53. sayımızın konusu, son günlerin en sık duyulan kavramlarından biri: Tasarım. Bu sayı, tasarımı toplumsal yaşama ve gündelik hayata etkisi temelinde ele alıyor. Başta toplumsal cinsiyet kalıpları olmak üzere, birçok ideolojik kurguyu ürünler aracılığıyla cisimleştiren ve meşrulaştıran, aynı zamanda tüketiciye ve kullanıcılara beklenmedik olanaklar sunup, onları etkin birer özne haline getiren, tasarım. Geleceğe dair düşlere renk, biçim ve maddi varlık kazandıran, onları bugünden düşünce ufkumuza sokan, tasarım. Bugün tüketilip yarın unutulan, sonsuz tüketim döngüsü içinde bize hep bugünü yaşatan da tasarım. Tasarımın ürünlerine veya bireysel anlamda tasarımcılara odaklanmak yerine, tasarımı kültürel, ekonomik, sosyal hatta siyasi bir olgu olarak ele aldık. Tasarım şaheserleri ve tasarım dehaları değil, gündelik hayatımızı fark ettirmeden şekillendiren, anonim, mütevazı şeylerde gördük tasarımın erdemini ve gizemini. Bu yıl kaybettiğimiz, Türkiye’de bir tasarım eğitiminden söz edilebilmesinde büyük payı olan Güner Mutaf hocamızı da sevgi ve saygıyla anarak, bir ekol haline gelmiş ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne ve Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’ne özel bir yer verdik. Tasarım, bugün kuşkusuz çok sayıda mesleki alanda yer bulmuş bir düşünce biçimi ve yöntemi. Mühendisliğin de kendine özgü bir tasarım nosyonu var; eğitim bilimlerinde de müfredatlar “tasarlanıyor”. Hatta, kâinatın oluşumunu bir tasarımın sonucu olarak görenler de var. Bizim bu kadar geniş bir spektrumu tek bir sayı içerisinde ele almamız ne yazık ki mümkün değildi. Yine de görüyoruz ki, farklı meslek grupları ve akademik alanlar “tasarımın” kendi alanlarında ne büyük öneme sahip olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyorlar ve tasarım dünyasının aktörleri arasında yerlerini almak için can atıyorlar. Keyifli bir sayı okumanız dileğiyle, sizi “tasarımımız”la baş başa bırakıyorum... Doç. Dr. Barış Sürücü İÇİNDEKİLER 46 “TASARIM HER İŞIN BAŞI” 02 ODTÜ’DEN HABERLER 14 DOSYA: Söyleşi: Prof. Dr. Ali Cengizkan 50 GIDA VE TASARIM BEN TASARIM... Aren Kurtgözü Yrd. Doç. Dr A. Can Özcan 20 EĞLENCENIN TASARLANMASI VE 54 TASARIMIN CINSIYETI KUŞAKLAR ARASINDAKI UÇURUM Renk Dimli Oraklıbel Emre Kırtunç 56 SONRADAN MANIFESTO OLMAK... 24 HER YER TASARIM! Söyleşi: Doç. Dr. Mehmet Asatekin Dr. Elif Kocabıyık 26 ÜTOPYA VE YIKIM ARASINDA TASARIM: 60 TASARIMIN SESI Yrd. Doç. Dr Konca Şaher BIR DIZE + BEŞ FRAGMAN Osman Şişman 62 ODTÜ ÖĞRENCISI HEP FARKLI 30 “BEN”IN TASARIMI Söyleşi: Prof. Dr. Gülay Hasdoğan Doç. Dr. Şebnem Timur Öğüt 66 ODTÜ’NÜN RUHU; 34 BEN TASARIMCIYIM... YAYA ALLESI (OMURGASI) Rauf Kösemen Prof. Dr. Baykan Günay 36 DÜNYAYA TASARIM PERSPEKTIFINDEN BAKMAK Yrd. Doç. Dr. Tuğyan Aytaç Dural 70 ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU 40 TASARIM VE SIYASET Yrd. Doç. Dr. Harun Kaygan 42 KENT VE KENTSEL TASARIM Prof. Dr. Celal Abdi Güzer Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mezunlarla İletişim Dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül 2014 Sayı 53 ISSN: 1309 - 2626 “ODTÜLÜ Dergisi, ODTÜ Kariyer Planlama Merkezi’nin mali desteği ile yılda dört kez yayınlanmaktadır.” Yazışma Adresi Mezunlarla İletişim Müdürlüğü ODTÜ Rektörlük 1.Kat 06800 Ankara Tel: (0312) 210 71 07 Faks: (0312) 210 13 58 [email protected] www.mezun.metu.edu.tr 68 ERDEMLİ’DEN HABERLER MIMARISI ILE FARK YARATIYOR 72 PROF. DR. EROL GELENBE’DEN ODTÜ’LÜLERE SEMINER ODTÜ Adına Sahibi Prof. Dr. Ahmet Acar Koordinasyon Nokta Çelik Sayfa Uygulama Serhan Baykara Yazı İşleri Müdürü Doç. Dr. Barış Sürücü Reklam Sorumlusu Ekin Neşe Öztürk Yayın Kurulu Doç. Dr. Barış Sürücü Damla Özlüer (Myra) Nokta Çelik Rauf Kösemen (Myra) Yapım MYRA www.myra.com.tr Yardımcı Proje Sorumlusu / Yardımcı Editör Ece Çelik Katkıda Bulunanlar Dr. Aydın Tiryaki Eren Aslıhak E. Neşe Öztürk Talat Doğan Z. Emir Özer Sayı Editörü & Röportajlar Aren Kurtgözü Editör Damla Özlüer Tasarım Danışmanı Rauf Kösemen Yayın Tasarımı Çağlar Atalay Röportaj Fotoğrafları Bingül Özcan Baskı İmak Ofset www.imakofset.com.tr ODTÜLÜ kısa kısa ODTÜ’den Haberler Geçtiğimiz dönem ODTÜ’nün gündemi bir hayli yoğundu. Ödüller, şampiyonluklar, şenlikler ve etkinliklerle dolu üç aya kısa bir bakış. MAYIS 2014 ODTÜ BAHAR ŞENLİĞİ 7-10 Mayıs tarihleri arasında bu yıl 28.si düzenlenen ODTÜ Uluslararası Bahar Şenliği her yıl olduğu gibi pek çok sergi ve konsere ev sahipliği yaptı. Şenlikte bu yıl Yeni Türkü, Aylin Aslım, Suavi ve Erkin Koray sahne aldı. NİSAN 2014 ODTÜ’YE BİR ŞAMPİYONLUK DAHA 11-13 Nisan tarihleri arasında Federasyon Kupası’nda ODTÜ SAS Sualtı Hokey Erkek Takımı, Türkiye Şampiyonu oldu. NİSAN 2014 FREE SEMPOZYUMU NİSAN 2014 AĞAÇLANDIRMA ŞENLİĞİNE DEVAM ODTÜ Ormanı’nın geliştirilmesi amacıyla ODTÜ Geliştirme Vakfı öncülüğünde başlatılan “Bir Ağaç Sizden, Bir Orman Bizden” kampanyası, tüm ODTÜ dostlarını Türkiye’nin ve dünyanın kent bölgesinde insan eliyle yaratılmış en geniş orman ekosistemlerinden ODTÜ Ormanı’na yeni ağaçlar kazandırmaya davet ediyor. 20 Nisan’da gerçekleşen şenlikte Ahlatlıbel Bölgesi’ne 12.000 ağaç dikildi. 2 Genişleyen Avrupa’da Futbol Araştırmaları Seminerleri’nin (FREE) dördüncü ayağı ODTÜ’de gerçekleştirildi. “Habermas’tan Taraftar Bloglarına: Avrupa Futbolu ve Kamusal Alan” başlığını taşıyan konferansta Ömer Turan, Bezen Balamir, Burak Özçetin gibi pek çok akademisyenin yanı sıra Bağış Erten, Tanıl Bora gibi gazeteciler yer aldı. Konferansta “Stadyumun İçindeki ve Etrafındaki Politika”, “Kamusal Alan ve Alternatif Medya” gibi başlıklar altında Avrupa’da ve Türkiye’deki futbol algısı farklı açılardan ele alındı. 24-26 Nisan tarihleri arasında düzenlenen etkinliğin önceki ayakları Fransa ve Almanya’da gerçekleşmişti. ODTÜ’DE GEÇEN DÖNEM MAYIS 2014 ODTÜ GÜNÜ ÖDÜL TÖRENİ ODTÜ’nün kuruluşunun 58. yıldönümü, 30 Mayıs tarihinde gerçekleşen ODTÜ Günü töreniyle kutlandı. İlk bölümde ODTÜ Üstün Hizmet ve ODTÜ Takdir Ödülleri’nin dağıtıldığı törenlerin ikinci bölümünde Turan Baskan Ödülleri, ODTÜ’ye 20 yıl hizmet vererek emekli olan akademik ve idari personellere hizmet plaketleri ve üniversitede 20, 25, 30, 35 ve 40 hizmet yılını dolduran mensuplara hizmet belgeleri sunuldu. HAZİRAN 2014 EKİM 2014 MEZUNLAR BULUŞTU Geleneksel ODTÜ Mezunlar Günü 28 Haziran 2014 Cumartesi günü gerçekleşti. Tüm mezunların davetli olduğu törende 1964, 1969 yılı mezunlarına madalyaları Rektör Prof. Dr. Ahmet Acar tarafından takdim edildi. 1974, 1984, 1994 ve 2004 yılı mezunlarına madalyaları mezun oldukları bölümlerde verildi. ODTÜ EN BAŞARILI 100 ÜNİVERSİTE ARASINDA ODTÜ, İngiltere merkezli “Times Higher Education”ın (THE), 1 Ekim 2014 tarihinde açıkladığı “Dünya Üniversiteler Sıralaması’nda (World University Rankings 2014-2015) dünyanın en iyi 400 üniversitesi arasında 85. sırada yer aldı. Bu sonuçla ODTÜ, dünyanın en başarılı 100 üniversitesi arasına giren ilk ve tek Türk üniversitesi oldu. HAZİRAN 2014 HAZİRAN 2014 Orta Doğu Teknik Üniversitesi 2013 - 2014 Eğitim Öğretim Yılı Diploma Töreni, 29 Haziran’da ODTÜ Stadyumu’nda gerçekleşti. Bu yıl dört farklı bölümden beş öğrenci 4.00 ortalama ile üniversite birinciliğini paylaştı. Toplam 2523 lisans öğrencisi diplomalarını alırken; Matematik Bölümü öğrencisi Yusuf Barış Kartal, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisi İdil Çelik, Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü öğrencileri Yankı Aslan ve Anıl Kara ile Makina Mühendisliği Bölümü öğrencisi Tayfun Efe Ertop üniversite birincisi oldu. Ayrıca 491 öğrenci yüksek lisans, 149 öğrenci de doktora diploması almaya hak kazandı. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’ndan 164 lisans öğrencisi mezun olurken; Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü öğrencisi Oğuz Kazan kampus birincisi olarak mezun oldu. ODTÜ Aday Öğrenci Yaz Kampı 24-29 Haziran 2014 tarihleri arasında gerçekleşti. Türkiye’nin başarılı 40 farklı lisesinden gelen 120 öğrenci bir hafta boyunca ODTÜ’lü oldu. ODTÜ yurtlarında konaklayan aday öğrenciler, hem akademik seminerlere katıldı hem de ODTÜ’nün sosyal kültürel sportif olanaklarından faydalandı. Eymir Gölü ve ODTÜ Mezunlar Derneği’ne de geziler düzenlenen etkinlik, ODTÜ Diploma Töreni ile sona erdi. LİSE ÖĞRENCİLERİ ODTÜ’DE! DİPLOMALAR DAĞITILDI SAYI 53 3 ODTÜLÜ rektörden ODTÜ’den Koruma Amaçlı İmar Planı Hakkında Açıklama ODTÜ Rektörlüğünden son dönemlerde basında yer alan “ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı”, “Eymir Gölü” ve “Tünel Yol” konularına dair bir açıklama geldi. Değerli mensuplarımız, öğrencilerimiz ve mezunlarımız, “ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı”, arazilerinin büyük bir bölümü doğal ve arkeolojik sit olan üniversitemiz için hazırlanması ve onaylanması gereken yasal bir belgedir. Kampusumuzun doğal çevresiyle birlikte bütünlüğüne koruma getiren plan, sit bölgelerini ve mevcut yapılaşmış alanları plan kararlarına dönüştürerek ODTÜ’nün arazi varlığını ve binalarını yasal zemine oturtmaktadır. Plan, Ekim 2013’te Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanarak askıya çıkartılmıştı. Üniversitemizin de dahil olduğu kurumların itirazları nedeniyle, Bakanlık bazı revizyonlar yapmış ve plan 20.5.2014 tarihinde yeniden onaylanarak bir aylık itiraz süresi için 29.5.2014 tarihinde askıya çıkarılmıştır. Askıya çıkan plan, Haziran ayı başında ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinin de dahil olduğu komisyonumuzca incelenmiştir. PLAN NOTLARI - ÖZEL HÜKÜMLER “1.10. Orta Doğu Teknik Üniversitesi kampus ve özel orman alanından, Bilkent Mahallesi ile 100. Yıl Mahallesi arasında geçmesi planlanan 35 metre bandındaki tünel yol bağlantısı ve kavşaklar şematik olarak gösterilmiş olup, plan değişikliğine gerek kalmaksızın proje aşamasında yol genişliği, güzergâhı ve kavşak çözümlemeleri vaziyet planına işlenmek ve kampus bütünlüğü bozulmamak kaydı ile ilgili belediye birimleri ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi arasında mutabakat metni imzalanarak yeniden belirlenebilir. Ancak tünel açmak için yüzeyde işlem veya inşaat yapılmayacaktır. Tünel yapım teknikleri konusunda ilgili belediye birimleri ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi arasında mutabakat metni imzalanmadan uygulamaya geçilemez.” 4 1. Planda yer alan “tünel yol”, kampusun Bilkent Bulvarı kapısı (A-7) ile Vişnelik Tesisi arasında doğu-batı yönünde kampusun bütünlüğünü ve doğal sit alanlarını etkilemeyecek şekilde yer altından geçmektedir. Bu amaçla yüzeyde inşaat yapılamayacağı, aşağıda tam metni verilen “Plan Notu” (Özel Hükümler 1.10) ile hüküm altına alınmıştır. Plan notundan görüleceği gibi, “ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı” hükümleri açıkça çiğnenmediği sürece, yüzeyde inşaat yapılması veya ODTÜ onayı olmadan inşaata başlanılması mümkün değildir. 2. Onaylanan plan, Eymir Gölü çevresinde sit alanları ile ilgili yeni bir düzenleme getirmemiş, “Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu” tarafından 1995 yılında alınmış olan sit kararlarına tümüyle uymuştur. Tüm bölge, 1. veya 2. derece sit alanıdır. 1. derece sit alanları yapılaşmaya kapalıdır. Koruma Kurulu tarafından 1995 yılında 2. derece sit alanı olarak belirlenen alanlarda, “Açık Hava ve Folklor Müzesi” gibi kullanımlar düşünülmüştür. Ancak onaylanan planda, bu alanlarda yapılaşmaya yol açacak herhangi bir karar bulunmamaktadır. Onaylanan plan düzenlemeleri çerçevesinde, mülkiyeti veya tahsisi ODTÜ’de kaldığı sürece, bu alanlarda ODTÜ’nün izni olmadan herhangi bir yapılaşma yasal olarak mümkün değildir. Ekim 2013’te onaylanmış olan plana yukarıdaki iki konuda yaptığımız itirazların, yapılan revizyonlarla karşılandığı görülmektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 20.5.2014 tarihinde onaylanan plana askı süresi içinde yapılan itirazların değerlendirilmesi halen sürmektedir. Üniversitemiz, toplumumuza ve doğaya karşı sorumluğunun gereği olarak, elindeki tüm olanakları kullanarak ODTÜ Ormanı’nı ve Eymir Gölü’nü kararlılıkla korumaya ve ODTÜ Kampusu’nun bütünlüğüne titizlikle sahip çıkmaya devam edecektir. Saygılarımızla. Rektörlük ODTÜ’DEN KORUMA AMAÇLI İMAR PLANI HAKKINDA AÇIKLAMA ODTÜ, Dünyanın En İyilerinden! “Dünya Üniversiteler Sıralaması”nda Türkiye sınıf atladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi, en tepedeki 100 üniversite arasına giren ilk Türk üniversitesi olarak 85. sırada yer aldı. 6 Türk üniversitesi de en iyi 400 üniversite arasında. İngiltere merkezli Times Higher Education (THE) tarafından oluşturulan ve dünyanın en iyi üniversiteleri listesi olarak kabul edilen “Dünya Üniversiteler Sıralaması 2014-2015”de (World University Rankings 2014-2015), Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Türkiye’den ilk 100 dünya üniversitesi arasına giren tek üniversite oldu. Dünya çapında en başarılı 400 üniversitenin belirlendiği listede, ODTÜ en tepedeki 100 üniversite arasına giren ilk Türk üniversitesi olarak 85. sırada yer aldı. ODTÜ, daha önce de “Dünya Saygınlık Sıralaması (World Reputation Ranking)” sıralamasında dünyanın “en saygın” 100 üniversitesi arasında yer alan tek üniversitemiz olmuştu. ODTÜ, daha geniş kapsamlı değerlendirmeye dayanan bu yeni sonuçla dünyanın “en iyi” 100 üniversitesi arasına girmeyi başardı. Bu yıl 11.’si açıklanan “Dünya Üniversiteler Sıralaması”, resmi kuruluşlar, sanayi kuruluşları, akademisyenler, üniversite yöneticileri, öğrenciler ve aileleri için önemli olan “Eğitim”, “Araştırma”, “Atıflar ve Araştırma Etkisi”, “Sanayi Gelirleri” ve “Uluslararası Bilinirlik” başlıkları altında, toplam 13 performans göstergesine dayanıyor. Sonuçlar, Thomson Reuters tarafından yürütülen kapsamlı araştırmalarla belirleniyor. Konu ile ilgili açıklama yapan ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar, “ODTÜ’nün dünyanın en iyi üniversitelerinin sıralandığı “Dünya Üniversiteler Sıralaması” listesinde dünya çapında ilk 100 üniversite arasında yer alması büyük bir başarı ve gurur kaynağı. Eğitim, araştırma ve bilgi transferi alanlarındaki başarılarımız sürdükçe, uluslararası rekabette konumumuzun da yükseldiğini görüyoruz.” dedi. ODTÜ’nün bu başarısında yer alan akademisyen, idari personel, öğrenci ve mezunları kutlayan Rektör Acar, dünyada ilk 200 üniversite arasında 4 Türk üniversitesinin, ilk 400 üniversite arasında toplam 6 Türk üniversitesinin yer almasının ülkemiz için gerçekten gurur verici olduğunu söyledi. “Başarı gurur verici, ancak bu başarıyı kanıksayamayız, yeterli göremeyiz. Önemli olan, ülkemizin üniversitelerinin uluslararası rekabet gücünün sürdürülebilir olmasıdır.” dedi. Dünya çapında en başarılı 400 üniversitenin belirlendiği listede, ODTÜ en tepedeki 100 üniversite arasına giren ilk Türk üniversitesi olarak 85. sırada yer aldı. Yurtdışındaki üniversitelerle karşılaştırıldığında mali kaynakların eşit olmadığını belirten ODTÜ Rektörü Acar, Türkiye’de öğrenci başına üniversite bütçelerinin, sıralamada benzer konumda olan diğer ülke üniversitelerinin yüzde 10’u seviyesinde olduğuna işaret etti. Uluslararası düzeyde eğitim, araştırma ve uygulama yapacak üniversitelere sahip olmak ve bu üniversitelerimizin rekabet gücünü sürekli ve kalıcı kılmak için, Almanya’da ve birçok ülkede olduğu gibi, özel destek programları gerektiğini söyledi. Bütçe kadar önemli olmak üzere, akademik ve idari kadro sorunlarının aşılması gerektiğini, devlet üniversitelerinde öğrenci/öğretim üyesi oranlarının bozulmasının eğitimin kalitesini olumsuz şekilde etkilediğini belirtti. Devlet üniversitelerinde çok düşük kalan öğretim üyesi ücretlerinin nitelikli öğretim üyesi temininde ciddi darboğaz oluşturduğunu hatırlatan Acar, sürekli olarak artan eğitim ve araştırma yüküne rağmen idari personel kadrolarının azaldığını ve ücretlerin de çok yetersiz olduğunu ifade etti. SAYI 53 5 ODTÜLÜ haber ODTÜ SAS Sporcularından Beş Yeni Dünya Rekoru ODTÜ Spor Kulübü SAS-Su Altı Sporları sporcuları beş yeni dünya rekoru kırarak büyük bir başarıya imza attı. ODTÜ SAS sporcuları rekorlarını K. Gökhan Türe’ye, Soma ve Gazze şehitlerine adadı. Antalya-Kaş’ta 20-26 Temmuz 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen rekor denemelerinde; tuzlu suda Derya Can 90 Metre ile Paletsiz Değişken Ağırlık, Şahika Ercümen 91 Metre ile Paletsiz Değişken Ağırlık ve 72 Metre ile İp Destekli Serbest Dalış kategorilerinde dünya rekoruna imza attı. Engelli sporcular Cem Esmeray 22 Metre ile İp Destekli Serbest Dalış, Ufuk Koçak ise 22 Metre ile Paletsiz Değişken Ağırlık kategorilerinde dünya rekoru kırmayı başardılar. Dünya Olimpiyat Komitesi’nin resmi olarak tanıdığı tek sualtı konfederasyonu olan CMAS gözlemcileri Neven Lukas ve Igor Orel gözetiminde kırılan rekorlar geçici olarak onaylandı. Rekorlar CMAS Apnea Komisyonu tarafından incelenerek yönetime sunulacak rapor ODTÜ SAS KÜP APNEA ŞAMPIYONU 21 – 23 Ağustos 2014 tarihleri arasında Antalya’nın Kemer ilçesinde düzenlenen Serbest Dalış Küp Apnea Türkiye Şampiyonası’nda ODTÜ Spor Kulübü SAS kadın ve erkek kategorilerinde Türkiye birincisi oldu. Ayrıca kadınlarda Aynur Çağran Türkiye birincisi, Fatma Uruk Türkiye ikincisi, Cansu Gülpınar, Başak Tezgör ve Damla Yıldız Türkiye üçüncüsü oldu. Erkeklerde ise Ziya Volkan Aksu Türkiye üçüncüsü olmayı başardı. Böylece 2014 yılı tüm serbest dalış branşlarında takım halinde altın madalya alan kadın ve erkek takımları kombine puanda kadın ve erkekler Türkiye Şampiyonu oldu. 6 HABER kapsamında değerlendirilme ve doping test sonuçlarının negatif çıkması halinde CMAS yönetim kurulu tarafından onaylanacak. Resmi kurallar nedeni ile deneme yapacak sporcular en az üç ay öncesinden bağlı bulundukları kulüp aracılığı ve detaylı bir dosya ile TSSF’ye ve uygun görülmesi halinde CMAS’a başvuruyorlar. Başvuru döneminde her sporcu istediği zaman deneme yapamıyor. Sporcuların hangi branşta ve derinlikte deneme yapacakları kendi seçimlerine bırakılıyor. ODTÜ SK-SAS tarafından Arnica ve Garanti Bankası sponsorluğunda düzenlenen dalışlar 11 Mayıs 2014 tarihinde yaşama veda eden, ODTÜ SAT kurucularından doğa dostu K. Gökhan TÜRE, Soma ve Gazze Şehitleri anısına atfedildi. ODTÜ SAS SUALTI HOKEYINDE RAKIP TANIMIYOR ODTÜ Spor Kulübü SAS sualtı sporları sualtı hokeyi erkek takımı, TSSF tarafından 16-19 Temmuz 2014 tarihleri arasında Balıkesir’de yapılan Sualtı Hokeyi Büyükler Türkiye Şampiyonası’nda bu yıl da şampiyon olarak dört yıl üst üste Türkiye Şampiyonu oldu. Fazıl Say ODTÜ’yü Büyüledi ODTÜ’nün kuruluşunun 58. yıldönümü kutlamaları kapsamında üniversite senatosu tarafından piyanist Fazıl Say’a “ODTÜ Özel Ödülü” verildi. 7 Haziran’da ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonu’nda düzenlenen törende Fazıl Say ODTÜ’lülere dinleti sundu. Say’ın babası Ahmet Say’ın da katıldığı törende, ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar, ödülün Fazıl Say’a verilme sebebini “Fazıl Say’ın günümüzde ülkemizi yurtdışında temsil eden en seçkin sanat ve kültür temsilcileri arasında yer alması, yerel motiflere ağırlık veren besteleriyle yerel ve evrensel arasında başarıyla bağlantı kurması ve kültürel değerlerimizi dünyaya tanıtması, klasik müziği geniş kitlelere sevdirmek amacıyla yorulmadan sürdürdüğü çalışmaları, ilkelerine bağlı, özgürlükleri ve demokratik değerleri savunan bir sanat insanı olması nedeniyle, ODTÜ Senatosu tarafından ODTÜ Senatosu Özel Ödülü verilmesi uygun görülmüştür.” sözleriyle açıkladı. Say ödülünü alırken “Asıl ödül Türkiye için ODTÜ’dür.” dedi. 2014 Yeşil Beyin Finalistleri Açıklandı Kıbrıs Kampusu’nun yeni akademik yılı açılış töreninde aldılar. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nun, Sürdürülebilir Çevre ve Enerji Sistemleri Yüksek Lisans Programı tarafından çevre, enerji ve su kaynaklarının sürdürülebilirliği konularında farkındalığı artırmak ve geliştirmek üzere lise ve üniversite öğrencilerine yönelik “Yılın Yeşil Beyinleri” Uluslararası Proje Yarışması’nın finali gerçekleşti. Kuzey Kıbrıs Turkcell (KKTCELL) sponsorluğunda düzenlenen yarışmaya 17 farklı ülkeden 271 proje katıldı. Yarışmada ilk üçe girenler ödüllerini, ODTÜ Kuzey Aralarında Milliyet Gazetesi köşe yazarı Abbas Güçlü, Synergy Küresel Enerji kurucu ortağı Yusuf Ertaç, T.C. Bilim, Endüstri ve Teknoloji Bakanlığı AB Uzmanı Abdullah Buğrahan Karaveli, Intel Türkiye AR-GE Direktörü Aslı Arslan, Lefke Avrupa Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşen Türkman, Ege Üniversitesi Güneş Enerjisi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Günnur Koçar, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çevre Mühendisliği Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Gülfem Bakan, ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Kağan Tuncay, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu Makina Mühendisliği öğretim üyesi Doç. Dr. Murat Sönmez, VEN ESCO Genel Müdürü Arif Künar’ın bulunduğu jüri üyeleri beş finalist arasından ilk üçü belirledi. SAYI 53 7 ODTÜLÜ teknokent Tasarım Dehası Bir Model X Yazı UFUK BATUM ODTÜ TEKNOKENT Genel Müdür Yardımcısı ODTÜ’nün kendi alanında açık ara lider bir teknoparkı var: ODTÜ Teknokent. Burası üniversitesanayi işbirliğinin, bilgi ve teknoloji transferinin, girişimciliğin, yenilikçiliğin ve tasarımın başarıyla yapıldığı bir ekosistem. Bir taraftan yeni açılmakta olan onlarca üniversitenin kalite sorunu tartışılırken bence yüksek öğrenimde adı konulmamış bir devrim yaşanıyor. Başa güreşen üniversiteler çıtayı yükseltiyor, diğerleri de her daim daha iyisini, daha fazlasını üretmek zorunda olduğunun farkında. E ğitim kurumlarının üstlendiği birçok işlev vardır. Örneğin klasik üniversitelerin en temel görevi şüphesiz ki eğitim ve öğretim olarak tasarlanmıştı. Sonra ülkeler, pazarlar, ihtiyaçlar değiştikçe, şehirleşme ve sanayileşme arttıkça araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) nitelikli üniversitelerin odaklandığı önemli bir alan olarak ortaya çıktı. Tabii Ar-Ge pahalı bir iş olduğundan bu uzuv her ülkede, her üniversitede öyle kolay kolay gelişemedi. Rekabetçi ortamlarda mücadele eden her kurum, kuruluş veya örgüt gibi yaşamda (oyunda) kalabilmek ve marka değerini büyütebilmek üniversitelerin de çoktandır gündeminde. 8 TASARIM DEHASI BIR MODEL Sadece Türk üniversiteleri için değil; Çin, Hindistan, Malezya, Şili, Brezilya, Rusya ve daha birçok ülkenin (üçüncü kuşak iddiasında olan) üniversiteleri için toplumun sorunlarıyla ilgilenmek, çözüm üretmek, sanayi ve diğer paydaşlarla beraber çalışmak ve sonuçta ait oldukları toplumlara refah üretmek temel işlevler arasında. Demek ki iddialı bir üniversiteyi göz önüne aldığımızda“eğitim, araştırma, toplumsal fayda” gibi kavramlar açısından değerlendirmeliyiz. Nitekim üniversiteleri farklı yetkinlikleriyle değerlendiren çok çeşitli endeksler bulunuyor. Son zamanlarda açıklanmış olduğu için Times Higher Education (THE) endeksini ele almakta fayda var. Türkiye’nin önemli 6-7 üniversitesi önce ilk 400’e girmişti, sonra birkaç tanesi 200’ler civarına tırmanmayı başardı. Yeni açıklanan bu yılki endeks ise daha da çarpıcı: Mensubu olduğum ODTÜ listeye 85’inci sıradan girerken, mezunu olduğum Boğaziçi Üniversitesi de 139’uncu. Çok önemli sıçramalar yaşanıyor. İddialı bir üniversiteyi “eğitim, araştırma, toplumsal fayda” gibi kavramlarla değerlendirmeliyiz. Türkiye’de göreceli yeni tasarlanan ve kurgulanan “Girişimcilik ve Yenilikçilik Endeksi” de üç yıl boyunca yapılıyor. Bu endeksin varlığını çok önemsiyorum çünkü endeks pek de beklemediğimiz bir şekilde üniversiteler arasında yaratıcı ve besleyici bir rekabet başlattı. Herkes birbiriyle konuşuyor, tecrübeler paylaşılıyor, rakiple işbirlikleri (coopetition) deneniyor, endekste kimin yükselip düştüğünden bağımsız olarak topluca yukarıya çıkış söz konusu. Türkiye’de yapılan endekste ODTÜ’nün ilk yıl 2’inci, son iki yıldır da birinci çıkması uluslararası endekslerin sonuçları ile tutarlılık arz ediyor. dinamizmiyle üniversitesini daha da yukarı taşıyor. İşte bu bir tasarım harikası! Yüzlerce, binlerce insanın emek verdiği, onlarca yıl boyunca aklıyla, tecrübesiyle beslediği, suyu büktüğü bir eser! Başarılı çalışan bir model! Eğer Türkiye yeni dönemde yumuşak güç olmak istiyorsa, orta gelir tuzağından çıkmak istiyorsa çeşitli alanlarda böyle modeller geliştirmeli, eldeki modellere yatırım yapmalı, hatta model ihracatını düşünmeli, gerçekleştirmeli. ODTÜ’nün kendi alanında açık ara lider bir teknoparkı var: ODTÜ Teknokent. Burası üniversite-sanayi işbirliğinin, bilgi ve teknoloji transferinin, girişimciliğin, yenilikçiliğin ve tasarımın başarıyla yapıldığı bir ekosistem. Ekosistemin farklı aktörleri ve paydaşları yaratıcı çarpışmalarla (creative collision) yeni sistemler tasarlıyor, çözüm geliştiriyor, değer üretiyor. ODTÜ Teknokent büyük bir tasarım marifetiyle oluşturduğu ve bütün paydaşlarıyla beraber her daim yeniden tasarımına (co-creation) giriştiği iklimiyle adeta imbikten süzülerek yazdığı misyonunda ifade edildiği gibi büyük bir kaynak (source) aslında. Sadece girişimcilerin ve araştırmacıların değil; Azerbaycan, Rusya, Mısır, Tunus, Umman, Pakistan, Suudi Arabistan, hatta Ekvator ve Kolombiya gibi uzak ülkelerin kurumlarının bile yararlandığı bir kaynak. Marka değeri en üst seviyelerde gezen üniversite ve teknopark birbirini besleyen yapılar. Üniversitenin araştırma gücü derinleştikçe teknoparkını insan kalitesiyle besliyor, destekliyor; teknopark da oluşturduğu iklimde yeşerttiği girişimci ruhu ve özel sektör, sanayi Eldeki endekslerin kurgusu tartışılabilir, değiştirilebilir. Temsil ettiğim kurumların listedeki yeri biraz inebilir, belki de çıkabilir. Ama iyi tasarlanmış bir modelin varlığı yadsınamaz. Yazımın amacı ne böbürlenmek ne de caka satmak! Bu yazıyla amacım aslında şunlara katkı sağlamak: • İnsan kalitesiyle örülmüş, tasarlanmış böyle işlevli ve üretken bir modelin yüzlerce kahramanını dikkate sunmak (recognition), • Her daim gelişime açık olan bu modelin ilgili ve istekli her kuruma, kuruluşa, ülkeye açmak (sharing culture), • Liderliğin ne kadar zor bir zanaat olduğunun farkında olarak, toplumun ve paydaşlarımızın artan beklentilerine cevap verebilecek dinamik bir yapıyı geliştirmek (redesigning leadership). Hepimiz çeşitli kurumlarda çalışıyoruz, katkı veriyoruz. Şüphesiz hepsi değerli ve önemli isimler, markalar. Çalışanları motive eden konuları araştıran insan kaynakları şirketleri diyor ki; “motivasyon piramidinin en üstünde oturan değer çalışanların yaşadığı manevi tatmin”dir. Yani her sabah işe giderken ayaklarının geri geri gitmesi değil, heyecanla ileriye gitmesidir. İşte bu heyecan kurumları sıçratır! SAYI 53 9 ODTÜLÜ teknokent ODTÜ Teknokent, Silikon Vadisi’ne Adım Atıyor Girişimci hızlandırma programı TeknoJumpp bünyesinde “Yeni Fikirler Yeni İşler” yarışmasıyla girişimcileri destekleyen ODTÜ Teknokent, Silikon Vadisi’ne adım atıyor. ODTÜ Teknokent Silikon Vadisi’nde merkez açmayı planlıyor. Teknokent’in, Kasım ayı içerisinde hizmete girmiş olması bekleniyor. ODTÜ Teknokent’in Silikon Vadisi Merkezi’nin açılmasıyla birlikte girişimcilerle Silikon Vadisi arasında önemli bir köprü vazifesi göreceği öngörülüyor. ODTÜ Teknokent’in açılacak merkez ile girişimcilerin ABD pazarına girmesinin kolaylaştırılması ve hızlandırılması amaçlanıyor. Teknolojinin başkentinde bir nevi konsolosluk görevi üstlenecek merkez iletişimi artırırken, Türkiye’deki teknoloji devlerinde çalışanları da bir araya getirmiş olacak. Bu iletişim ve ağ ile birlikte ABD’ye açılım yapmak isteyen girişimcinin işi daha kolaylaşmış olacak. ODTÜ 2014 Kasım ayından itibaren faaliyete geçmesi planlanan merkezde yer almak isteyen veya bu merkezden herhangi bir şekilde faydalanmak isteyen herkesi bünyesine davet ediyor. 10 ODTÜ TEKNOKENT, SILIKON VADISI’NE ADIM ATIYOR En Çok CEO ODTÜ’den İnsan kaynakları danışmanlık firması Data Expert, 3 bin 850 üst düzey yönetici üzerinde yaptığı araştırma sonucunda Türkiye’nin en iyi firmalarındaki tepe yöneticilerinin hangi okullardan mezun olduğunu ortaya koydu. Araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye’deki üst düzey yöneticilerin yüzde 14’ü ODTÜ mezunu. Listede ODTÜ’yü yüzde 12 oranla Boğaziçi Üniversitesi ve yüzde 10’la İstanbul Teknik Üniversitesi takip ediyor. Araştırma listedeki bu üniversitelerin özellikle İşletme, Endüstri Mühendisliği, İnşaat Mühendisliği, Makine Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, İktisat, Uluslararası İlişkiler gibi bölümlerin mezunlarının iş dünyasındaki yönetici pozisyonlarına daha hızlı ulaşabildiğini gözler önüne seriyor. Data Expert tarafından hazırlanan araştırma, mühendislik fakültesi mezunlarının şirketlerin yönetiminde her alanda yer alabildiğini de gösterdi. Yönetimden pazarlama, satış koltuklarına ve hatta insan kaynakları koltuklarına kadar her alanda mühendislerin bulunduğu göze çarpıyor. Üst düzey koltuklarda oturan yöneticilerin yüzde 46’sı mühendis. Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi’nde Birinci ODTÜ ODTÜ, “Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 2014” sıralamasında 144 üniversite arasında 83,09 puanla birinci sırada yer aldı. TÜBİTAK ve ilgili kuruluşların katılımıyla hazırlanan endeks, 2013 yılı verilerine göre üniversitelerin “bilimsel ve teknolojik araştırma yetkinliği”, “fikri mülkiyet havuzu”, “işbirliği ve etkileşim”, “girişimcilik ve yenilikçilik kültürü” ile “ekonomik katkı ve ODTÜ 144 üniversite arasında 83,09 puanla birinci oldu. ticarileşme” boyutları altında 23 performans göstergesine göre değerlendirildi. Endeks kapsamında 50 ve üzeri öğretim üyesi olan 144 üniversite araştırmaya dahil edilirken, ilk beşe giren diğer üniversiteler, 81,44 puanla Sabancı Üniversitesi, 76,34 puanla Boğaziçi Üniversitesi, 74,96 puanla İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi ve 73,59 puanla Koç Üniversitesi şeklinde sıralandı. SAYI 53 11 ODTÜLÜ haber 2014 iF Konsept Tasarım Ödülü ODTÜ Mezunu Fulden Dehneli’ye! Vita, üç parçalı taşınabilir ve şarj edilebilir bir hava temizleyicisi. ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü 2014 mezunlarından Fulden Dehneli, mezuniyet projesi Vita ile 2014 iF Konsept Tasarım Ödülünü kazandı. Dehneli’nin tasarıladığı Vita, üç parçalı taşınabilir ve şarj edilebilir bir hava temizleyicisi. Vita’nın gövdesi genel havayı saflaştırıp arıtırken, çubuklar istenen yere konularak bulundukları alan havasını temizliyor. Vita evin her köşesine saflaştırılmış hava yayarak kötü kokuları önlüyor, virus, bakteri gibi mikro organizmaları ortadan kaldırıyor ve ortamdakilerin rahat nefes alınmasını sağlıyor. Taşınabilir çubuklar yemek pişirme sırasında mutfaktaki, gece uykusu sırasında yatak odasındaki ya da temizlik yaparken tozlu dolapların içerisindeki havayı temizleyebiliyor. iF Hannover fuarının bir uzantısı olan iF Konsept Tasarım ödülleri her yıl ürün, iletişim, ambalaj, içmimari ve profesyonel konsept alanlarında dağıtılıyor. 1953 yılından bu yana düzenlenmekte olan ödüller otomotiv şirketlerinden bireysel tasarım stüdyolarına kadar katılan tüm tasarımcılara dünya çapında bilinirlik olanağı sağlıyor. Ödülü kazanan Fulden Dehneli ‘‘ ODTÜ mezunu olmaktan, okulumu yurtdışındaki yarışmalarda temsil etmekten ve bunu her ortamda paylaşmaktan onur ve gurur duyuyorum’’ dedi. Utak 2014 Tasarım Dünyasını Bir Araya Getirdi! Ulusal Tasarım Araştırmaları Konferansı 2014 (UTAK 2014) 10-12 Eylül 2014 tarihleri arasında ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde gerçekleşti. ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü tarafından gerçekleşen etkinliğe 14 farklı üniversiteden 150 katılımcı katıldı. Tasarım eğitiminden tasarımda sosyal sorumluluk konularına kadar geniş bir konu yelpazesinde gerçekleşen konferansta 31 bildiri sunumu yapıldı. Etkinlik kapsamında başta endüstriyel tasarım olmak üzere farklı eğitim alanlarından lisans ve yüksek lisans öğrencilerine yönelik üç çalıştay gerçekleştirildi. Tasarımın toplumsal katkısına yönelik eğitime ve mesleğe dair tartışmaların öne çıktığı konferansın bildiri kitabı Mimarlık Fakültesi Yayınları tarafından basılıyor. 12 HABER ODTÜ’lü Ekibe “Çevre Oscarı” ABD’de düzenlenen ve ulaşım, mimarlık, ürün ve hizmet alanlarında yılın en sıradışı çevreci proje ve çalışmalarını ödüllendiren Green Dot Awards 2013 yarışması sonuçlandı. “Çevre Oscarları” olarak da bilinen yarışmada ODTÜ Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü öğretim elemanı Dr. Hakan Gürsu ve ekibi yenilenebilir enerji tüketen ve kullanılmış pet şişelerden tasarlanan “Infinite Light” (Pet kandil) projesi ile birinciliğe layık görüldü. Projedeki esnek güneş paneli öncelikle güneş ışığını topluyor, dönüştürülen enerji bataryalarda depolanıyor ve kit içindeki LED Dr. Gürsu ve ekibinin projesi ile düşük gelirli kırsal hanelerde yaşayanlar kolayca evlerini aydınlatabilecek. ışıklar sayesinde ortam aydınlatılıyor. Geri dönüşüme yenilikçi yaklaşımlar getiren Dr. Gürsu ve ekibinin projesi ile düşük gelirli kırsal hanelerde yaşayanlar kolayca evlerini aydınlatabilecek. Infinite Light’ın kullanımı sırasında başka hiçbir harcama veya yenileme yapmaya gerek kalmıyor. TÜBİTAK Bilim Ödülleri’ne ODTÜ Damgası ODTÜ En Başarılı 15 Tasarım Okulu Arasında ODTÜ, “Red Dot Tasarım 2014 Sıralaması” (Red Dot Design Ranking 2014) sonuçlarına göre Amerika ve Avrupa bölgesinin “En Başarılı 15 Tasarım Okulu” arasında yedinci sırada yer aldı. “En Başarılı 15 Tasarım Okulu” listesi üniversitelerin son beş yıl içerisindeki “Kavramsal Tasarım” kategorisinde kazandıkları “Red Dot” ödülleri dikkate alınarak oluşturuluyor. Bu yıl ABD’den altı, Almanya’dan üç, İngiltere, Fransa, İsveç, Norveç, İsviçre ve Türkiye’den ise birer eğitim kurumu girmeyi başardı. Red Dot Tasarım Ödülleri, 1955 yılından beri merkezi Almanya Essen’de bulunan Design Zentrum Nordrhein Westfalen tarafından veriliyor. Her yıl kendi alanında yaptığı çalışmalarla bilime uluslararası düzeyde önemli katkılarda bulunmuş, hayattaki bilim insanlarına verilmekte olan TÜBİTAK Bilim Ödülleri’ne yine ODTÜ’lü bilim insanları damga vurdu. TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri ile TÜBİTAK-TWAS Teşvik Ödüleri 2014 kapsamında, Mühendislik Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Timur Doğu TÜBİTAK Bilim Ödülüne, Mühendislik Fakültesi Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Hüsnü Emrah Ünalan TÜBİTAK Teşvik Ödülüne, Mühendislik Fakültesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Özgür Ergül TÜBİTAK Teşvik Ödülüne layık görüldü. Bilim Ödülü için 2014 yılı ödül miktarı 50 bin TL, teşvik ödülü 20 bin TL, altın plaket ve ödül beratı olarak belirlendi. TÜBİTAK ayrıca Bilim Ödülü sahiplerine araştırma desteği de veriyor. TÜBİTAK Bilim Ödülleri’nde ODTÜ’lü bilim insanları bilim ve teşvik ödüllerine layık görüldü. SAYI 53 13 ODTÜLÜ dosya BEN TASARIM... X Yazı AREN KURTGÖZÜ Kadir Has Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü ODTÜ ID ’94 14 Tasarım bugün üretimin belli bir aşamasında devreye girip, işini gördükten sonra sahneden çekilen bir uzmanlık değil. Aksine, bir fikir olarak akla düşmesinden detaylandırma ve üretim aşamalarına, pazarlama ve sunumundan bizzat tüketimi ve yok oluşuna kadar bir nesnenin tüm yaşam döngüsünde tasarım aklı belirleyici durumda. BEN TASARIM... SAYI 53 15 ODTÜLÜ dosya Tavukların genetik yapısı, metabolizması ve besisi üzerinde gerçekleştirilen modifikasyonlar sonucu ortaya çıkan yumurtaya “designer egg” adı veriliyor. “İşin özü, Sternschuß yumurtalarını yemektense aç kalırım daha iyidir,” diye yazıyordu 1917 yılında Karl Kraus, “böyle şeyler var olduğu müddetçe, bu ümitsiz sefilliğe karşı şerefli tek çıkar yol acından ölmektir.” Doğanın ürünü olan yumurtanın çarşıda yumurta olarak değil de Sternschuß yumurtası sıfatıyla karşımıza çıkması, insan ile metayı ayrışmaz, iğrenç bir birlik içine sokan korkunç bir felaketti. Kraus’u bu denli infiale sürükleyen şey, Bay Sternschuß’un yumurtaları kendi ismiyle piyasaya sürebilmiş olması ve bunun sonucunda o yumurtalara niteliklerini kazandıran şeyin doğa olmaktan çıkıp bizzat Bay Sternschuß’un şahsiyeti ve onun sahip olduğu tavuklar haline gelmesiydi. Belli ki kapitalist meta üretimi ve mübadelesi, tarım ve hayvancılığın doğal ürünlerini de kapsar, onları da markalaştırır hale gelmişti. Bugün ise markaların varlığı o kadar kanıksanmış 16 BEN TASARIM... durumda ki, kimileri için markasız bir ürün satın almak güven duygusundan feragat edip her tür riske kapıyı açmak anlamına geliyor. Üstelik birbirinden farklı ürün ve hizmetler arasından tercih yaparken marka kadar önemli ve ona elle tutulur, gözle görülür bir gerçeklik kazandıran bir başka faktörü de gözetiyoruz: Tasarım... Karl Kraus bugün yaşasa ve yumurta almak için çarşıya gitseydi, yüz yüze geleceği “tasarlanmış yumurtalar” gerçeği karşısında nasıl bir tepki verirdi? Vitamin, yağ, mineral ve kolesterol içeriğini belirlemek, sarısının rengini geliştirmek amacıyla tavukların genetik yapısı, metabolizması ve besisi üzerinde gerçekleştirilen modifikasyonlar sonucu ortaya çıkan yumurtaya “designer egg” adı veriliyor. Üzerine hazır desenler basılmış yumurtalardan ve özel ambalaj tasarımlarından bahsetmeye bile gerek yok. İster ürün, mekân ve hizmetlere yeni işlevsellikler kazandırmak, farklı kullanım alanları yaratmak, isterse onları yeni biçimler ve anlamlara büründürmek amacıyla yapılıyor olsun, tasarım bugün üretim ile tüketim arasında mükemmel iletkenlikte devre kuran etkinliğin adıdır. Üretim ve tüketim arasındaki o uçsuz bucaksız alanı hem derinlemesine hem de boylu boyunca kat ederek dolduran bir faaliyet haline gelmiştir. Derinlikten kasıt şu: Tasarım bugün üretimin belli bir aşamasında devreye girip, işini gördükten sonra sahneden çekilen bir uzmanlık değil. Aksine, bir fikir olarak akla düşmesinden detaylandırma ve üretim aşamalarına, pazarlama ve sunumundan bizzat tüketimi ve yok oluşuna kadar bir nesnenin tüm yaşam döngüsünde tasarım aklı belirleyici durumda. Boylu boyunca katettiği alan ise her gün tayfı genişleyen ve tasarımın konusu haline gelen ihtiyaçları anlatıyor. Bugün bildiğimiz her şey ve henüz bilmediklerimiz tasarımın konusu olarak ele alınıyor ve hayatımıza girebiliyor. İleri kapitalist tüketim düzeninin de itici gücüyle o kadar emperyal bir yayılımdan söz ediyoruz ki, Hal Foster bugün artık bir tasarım ekonomi-politiğinden söz etmemiz gerektiğini söylerken, Deyan Sudjic daha da ileri gidiyor ve tasarımın post-endüstriyel toplumun DNA’sı haline dönüştüğünü ve toplumu anlamak için anahtar konuma geldiğini iddia ediyor. Bugün bildiğimiz her şey ve henüz bilmediklerimiz tasarımın konusu olarak ele alınıyor ve hayatımıza girebiliyor. mümkün değil. Eklektik mobilya kurgusundan, antika piyanoya, “vintage” eşyalardan, özenle seçilmiş kitaplara dek tüm bir ortamın tasarımı müşterileri entelektüel anlamda mekâna ve birbirlerine angaje etmek amacıyla yapılmış. Bu örnekte tasarımı salt fiziksel bir mekânın donatılması olarak değil, o mekânda bulunan insanların yaşayacağı deneyimi de kapsayan bir rolde görüyoruz. Her gün kullanageldiğimiz paraların da birer tasarım ürünü olduğuna hiç dikkat ettiniz mi? Rusya kökenli Ziferblat adlı “anti kafe” zincirinde müşteriler çay ya da kahveye değil orada geçirdikleri zamana para ödüyorlar. İsterseniz bugünün dünyasında tasarımın oynadığı merkezi rolü ilginç birkaç örnekle tartışalım. En son Londra’da şube açan Rusya kökenli Ziferblat adlı “anti kafe” zincirinin temel konsepti müşterilerin içtikleri çay ya da kahveye değil, orada geçirdikleri zamana para ödemesi üzerine kurulu. Bir kafede daha uzun durabilmek için yavaş yavaş içilen bir bardak kahvenin stresi yerine, müşteriler geçirdikleri her dakika için üç peni ödeyerek, diledikleri kadar oturuyor, çay kahve tüketiyor ve internete bağlanıyor. Böylece birbirini tanımayan insanların bir araya gelip rahatça sohbet edebildiği, yaratıcılığın yeşerebileceği bir ortam sunmayı amaçladığını söylüyor zincirin sahibi Ivan Mitin. Elbette sadece inovatif ödeme sistemi ile bu amaca ulaşmak SAYI 53 17 ODTÜLÜ dosya Robin Stam banknotlar üzerindeki yedi hayali köprü imgesini gerçekten inşa ettiğinde, tasarımın sahip olduğu bir başka güce daha tanıklık ettik; temsillerden gerçeklik üretmek... 1990’ların başında Doğu Bloku’nun çökmesiyle birlikte bağımsızlık kazanan yeni devletler ve 1999’da kurulan Euro alanı, bu ülkelerde kullanılan madeni para ve banknotların tasarımı sorununu gündeme getirdi. Daha önce gelenek ile sınırlanmış, görece oturmuş bir repertuvara sahip olan paranın görselliği bir tasarım problemi olarak kamuoyunu bu denli meşgul etmemişti. Halbuki geleneğin ve ulusal birliği temsil edecek simgelerin icat edilmesini gerektiren bu yeni zamanlarda paranın grafik boyutu tasarımın nüfuz gücü sayesinde ulus inşasının önemli bir yapı taşı haline geliyordu. Lübnan Merkez Bankası’nın 2013 yılında ülkenin bağımsızlığını kazanmasının 70. yıldönümü için çıkardığı 50 bin liralık banknotlar kamuoyu tarafından özellikle sosyal medyada yüzeysel bir photoshop katliamı olarak nitelenerek eleştiri oklarına hedef olduğunda, tasarımın artık toplumdaki her bireyi ilgilendiren bir mecra olduğuna tanıklık ettik. Yedi banknottan oluşan Euro serisi ise, birliği oluşturan ülkeler arasındaki bağları ve Avrupa’nın kültürel tarihinin önemli dönemeçlerini simgeleyen, farklı mimari tarz ve dönemlerin arketipi olan yedi tane temsili köprü illüstrasyonu taşımaktaydı. Bir temsil tartışmasına yol 18 BEN TASARIM... açmamak için gerçekte var olan köprüler seçilmemişti. Geçen yıl Hollandalı tasarımcı Robin Stam banknotlar üzerindeki bu yedi hayali köprü imgesinden yola çıkarak gerçeğe dönüştürdüğü yedi köprüyü Rotterdam’ın bir banliyösünde inşa ettiğinde tasarımın sahip olduğu bir başka güce daha tanıklık ettik; temsillerden gerçeklik üretmek... Yani Baudrillard’ın hipergerçek (simülasyon) dediği yeni gerçekliğimiz. Bu simülasyon evreninde tasarımın baş köşeye oturmasının önemli nedenlerinden biri dijital devrimdir kuşkusuz. 1980’lerle başlayan dijitalleşme süreciyle birlikte metalar basitçe imal edilen nesneler olmaktan çıkıp, toplanan, sentezlenen ve manipüle edilen verilere dönüşmeye başladı. Artık birçok sektörde tasarım süreci teknik bir problem veya ihtiyacın tanımlanması ile değil, farklı kaynaklardan toplanmış veri ve imgelerin geçici bir kolajının yapıldığı moodboard’ların yaratılması ile başlıyor... Tasarımın yol açtığı bu maddesellik yitimi, aslında metaforik anlamda her tür nesneyle ilişkimizi belirleyen, nesneyi üzerinde kendi imgemizin yansımasını gördüğümüz bir yüzeye indirgeyen süreçtir. Marksist eleştiri geleneği, modern dönemde tasarımın rolünü teknik ve toplumsal üretim koşullarının nesne üzerinde bırakması muhtemel her tür izi silmek, okunmaz hale getirmek, yani nesneyi köksüzleştirmek olarak görür. Tasarımın yarattığı mükemmel yüzeyler, nesneyi bize bir üretim sürecinin sonucu gibi değil de, adeta sihirli bir dokunuşla tecessüm etmiş bağımsız bir varlık olarak göstermektedir. Bu opak yüzeyin arkasını keşfetmeye çalışan Thomas Thwaites piyasadaki en sıradan ürünlerden birini, bir ekmek kızartma makinasını, sıfırdan yapmaya girişmiş. Hazır parçaları ve malzemeleri birleştirerek değil, ekmek kızartıcıyı oluşturan tüm parçaların malzemelerini ilk kaynağından, yani doğadan elde edip, işleyerek yapmayı hedeflemiş. Bu iş için koyduğu iki kural varmış; makinanın tüm parçalarını sıfırdan yapmak ve bunları yardım almadan kendi kendine yapmak. Piyasadakiler arasında en ucuzu olan ve yaklaşık 4 sterline satılan bir ekmek kızartıcıyı model olarak alan Thwaites, “tersine mühendislik” yoluyla söküp keşfettiği bu ürünün aynısını sıfırdan üretmeye girişiyor. İngiltere içinde terk edilmiş madenleri ve uzak mineral yataklarında yapılan kazıları da kapsayan 1500 km’lik seyahati gerektiren dokuz aylık süre içinde, yaklaşık 1200 sterline mal ettiği bir ekmek kızartıcı yapmayı başarıyor en sonunda. Tabii ortaya çıkan bu ürünün performans ve görünüm açısından mevcut modellerin standardının ne kadar uzağında olduğunu belirtmeye gerek yok. Thwaites’in en baştan bir başarısızlık öyküsü olarak da okunabilecek bu imkansız göreve girişmesinin esas nedeni elbette ekstrem bir do-it-yourself parodisi yapmak kadar, modern dünyanın bilimsel ve teknolojik organizasyonuna dair önemli bir gerçeği de gözler önüne sermek: Bugün bireyin artık hiçbir şeyi tek başına ve sıfırdan yapması mümkün değil. Bilginin üretimi ve teknolojik altyapıların kuruluşu bugün yüksek derecede uzmanlık ve iş bölümü gerektiren, ekonomik çıkarın başat rol oynadığı ve hiçbir bireyin tek başına tamamına vakıf olamayacağı kolektif nitelikte süreçler. İşte bugün tasarımın sunduğu hizmeti ve tasarımcıları bizim için vazgeçilmez kılan durum da bu. Tasarım bir taraftan nesneyi mükemmel yüzeylerle donatıp üretime dair belleğin izlerini silerken, diğer taraftan o yüzeylerin arkasında yatan tüm süreçleri, uzmanlıkları örgütleyen ve anlamlı ve işlevli bütünler oluşturacak şekilde sentezleyen Janus yüzlü bir meslektir. Kapitalizm ve modernleşme gerek toplumsal, gerek ekonomik, tüm süreçleri parçalara ayırıp, bağımsız kompartımanlar halinde tanımlarken, aynı zamanda bu parçalanmış süreçler arasında bağlantı kuracak, bu süreçleri yönetecek ve bu çokluğun içinden işe yarar bütünlükler ortaya çıkaracak profesyonelleri de yetiştirmeye başlar. Bu yeni meslek insanları, üretim sürecini başından sonuna yekpare bir bütün olarak düşünüp uygulayan geleneksel zanaatkârdan çok farklıdır. Hiçbir konunun uzmanı sayılmazlar. Hiçbir şeyi Thwaites gibi sıfırdan üretmezler. Ama farklı uzmanlıklara, sektörlere, değer sistemlerine bölünmüş bu dünyayı geçici olarak bir araya getiren ilmekler dokurlar. Modern çağın simyacısıdır tasarımcılar. SAYI 53 Kaynaklar Asendorf, Christoph. Batteries of Life: On the History of Things and Their Reception in Modernity. Trans. Don Reneau. Berkeley: University of California Press, 1993. Baudrillard, Jean. Simulacra and Simulation. Trans. Sheila Faria Graser. Michigan: University of Michigan Press, 1995. Foster, Hal. “The ABCs of Contemporary Design.” October, 100. Spring 2002. Sudjic, Deyan. The Language of Things. London: Penguin Books, 2009. Thwaites, Thomas. The Toaster Project or A Heroic Attempt to Build a Simple Electric Appliance From Scratch. New York: Princeton Architectural Press, 2011 19 ODTÜLÜ dosya Eğlencenin Tasarlanması ve Kuşaklar Arasındaki Uçurum X Yazı EMRE KIRTUNÇ Oyun Tasarımcısı 20 Günümüzde eğlencenin tasarımını incelemek ve bunu geçmişteki eğlence tasarımı ile kıyaslamak istiyorsak, şüphesiz ki pek çok alanda olduğu gibi “maddesellik” kavramını ve eğlenmek amacı güden bireylerin “maddesellik algısını” göz önünde bulundurmalıyız. EĞLENCENIN TASARLANMASI VE KUŞAKLAR ARASINDAKI UÇURUM D ünyanın pek çok yerinde çocuklarının nasıl eğlendiğine akıl sır erdiremeyen aileler ile karşılaşıyoruz. Yaşlı kuşaklar için genç kuşakların eğlenme biçimleri deşifre edilmesi güç bir ezoterik uğraşı gibi durabiliyor. Hatta çoğumuzun zihninde çocuklarının eğlenme biçimlerinden yoğun rahatsızlık duyan aile bireyleri canlanacaktır. Şeytan ayinleri olarak algılanan masaüstü rol yapma oyunları, birtakım katliamların gerekçesi olarak gösterilen şiddet içerikli bilgisayar oyunları ve daha nice olumsuz örnek ailelerin çocuklarının eğlenme biçimlerini içselleştiremedikleri gibi, olumsuz bir ahlaksal perdenin arkasından bakmasına sebep oluyor. Yaşlı kuşakların bir takım kaygılarının sosyoloji, psikoloji ve bilişsel bilimlerce araştırılıp, bu kaygıların bazılarının haklı çıktığını zaman zaman görüyoruz. Ancak, günümüzde eğlencenin tasarımını incelemek ve bunu geçmişteki eğlence tasarımı ile kıyaslamak istiyorsak, şüphesiz ki pek çok alanda olduğu gibi “maddesellik” kavramını ve eğlenmek amacı güden bireylerin “maddesellik algısını” göz önünde bulundurmalıyız. Yirminci yüzyılın başlarında çocukları eğlendirerek para kazanan bir tasarımcı ile aynı yüzyılın sonlarında aynı iş ile meşgul olan bir tasarımcıyı kıyaslayalım. Çok değişik araçlarla çok değişik beklentilere hizmet etmesi beklenen iki hayali birey ile karşı karşıyayız. Şüphesiz ki bu iki bireyin uğraşlarındaki en büyük uzamsal farklılık maddesellik kavramının ta kendisi olacaktır. Aletlerle, boyalarla, tahta, metal ve kumaşlarla çalışan eski tasarımcı bir yanda, kodlarla, dijital efektlerle, kural dizinlerini yaratmakla, anlatı için yollar arayan yeni tasarımcı başka bir yanda yer almaktadır. Yaşlı kuşakların bir takım kaygılarının sosyoloji, psikoloji ve bilişsel bilimlerce araştırılıp, bu kaygıların bazılarının haklı çıktığını zaman zaman görüyoruz. 1.Yalnızca insan bedenini kullanarak ve bazı kurallara uyularak oynanan oyunlar: Birdirbir, uzuneşek, seksek, saklambaç, köşe kapmaca, elim sende, yağ satarım bal satarım, körebe. 2.Doğal veya üretilmiş malzeme kullanılarak oynanan beceri / strateji oyunları: Çelik çomak, beş taş, dokuztaş, bilye, yoyo, yüzük fincan, topaç, yakar top, çember çevirme. 3.Birtakım oyun gereçleri satın alınarak oynadığımız oyunlar: Kart oyunları, masaüstü oyunları, plastik veya metal çeşitli figürler, masaüstü rol yapma oyunları. Şeytan ayinleri olarak algılanan masaüstü rol yapma oyunları, şiddet içerikli bilgisayar oyunları ve daha nice olumsuz örnek ailelerin çocuklarının eğlenme biçimlerini içselleştiremedikleri gibi, olumsuz bir ahlaksal perdenin arkasından bakmasına sebep oluyor. 80’li yılların başlarında doğmuş ve Türkiye’de büyümüş bir birey olarak “yeni” ve “eski” eğlence dünyalarının ikisini de gördüm; değişen eğlence maddeselliğini birinci şahıs olarak deneyimlediğimi söyleyebilirim. Dijital devrim henüz başlarken ve dijital işlemciler pek az ailede mevcut iken kentte büyüyen bir çocuk olarak oynadığımız oyunların basit bir özeti şu şekilde olabilir: SAYI 53 21 ODTÜLÜ dosya Oyunlarla büyüyen birçok orta yaş ve üstü kuşak mensubunun çocukları, özellikle kentsel kesimlerde, bu oyunların çoğunu bilmiyor bile. 4.Hiçbir madde figür gereç gereksinimi duymaksızın oynanan düşünsel oyunlar: Bilmeceler, tekerlemeler, zekâ oyunları. Yukarıda sıralanan liste elbette kat kat büyüyebilir, yeni kategoriler eklenebilir. Ancak bulunduğumuz yıl itibariyle yukarıda listelenen oyunlarla büyüyen birçok orta yaş ve üstü kuşak mensubunun çocukları, özellikle kentsel kesimlerde, bu oyunların çoğunu bilmiyor bile. Bu oyunların yerini alan oyunların özeti ise şöyle: 1.Değişen boyda ve formda parlak bir ekran ve bu ekranda görülen bilgi ile etkileşime geçmeyi sağlayan bir komuta arayüzü. 22 2.Parlak ekranda karşılıklı etkileşimle oynanacak bilgisayar oyununun kuralları, hız becerileri vs gibi oyuncunun bedensel, psişik ve bilişsel kişisel donanımı. Fazla basitleştirilmiş gibi görünen bu yaklaşım aslında yaşanan devrimin maddesellik açısından en açık ve gözle görülebilir saptamalarından biridir. Maddenin gerçekliği Eflatun’dan beri pek çok filozof tarafından tartışılmıştır. Ancak, özellikle dijital teknolojilerin, hatta daha öncesinden hayatımızda yer edinmiş dijital olmayan uzağı seyretme kültürünün (televizyon, sinema, radyo yayınları) insan EĞLENCENIN TASARLANMASI VE KUŞAKLAR ARASINDAKI UÇURUM kültür oluşumlarındaki payı çok artmıştır. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren, somut cisimler olarak varoluşunu sürdürmeyen pek çok oluşum, özellikle 1980’lerden itibaren kültür incelemeleri alanında görüş üreten filozoflar tarafından masaya yatırılmıştır. Eğlence, oyun ve özellikle bilgisayar oyunlarını tasarım ve anlamlandırma açısından değerlendirmek için bu görüşleri bilmek önemlidir. Maddeselliği yeni kültür ürünleri açısından tartışan üç filozof özellikle öne çıkmaktadır: Baudrillard, Flusser ve Sterling. Jean Baudrillard, 1983 yılında yayınlanan Simulation and Simulacra isimli eserinde çağdaş kültürün temsil sorunundan söz ederek gerçek ve maddesel olanı sorgulamıştır. Baudrillard’a göre maddesel olan artık o denli çok “gerçek olmayan” tanımlamayla sunulmaktadır ki, ortada gerçek diye bir şey kalmamıştır. Yani haritası çizilen toprak parçası artık yok olmuş, harita ise maddesellikten kopuk olarak birçok kez kopyalanıp tekrar tekrar üretilme sürecinde maddesellikten tamamıyla kopmuştur. Baudrillard bu yeni gerçeğe “hipergerçek / gerçekötesi” demektedir, yani kopyanın kopyası. Yaşanan değişimi şiddetle eleştiren Baudrillard tüm kültürlerin Disneyland gibi yapaylaştırılmış eğlence yerlerine dönüştürüldüğünden yakınmaktadır. The Shape of Things (1999) isimli eserinde Vilém Flusser, günümüz insanlarının kültürlerini nesne olmayan “şeylerden” inşa etme eğilimlerinden ve çabalarından bahsetmektedir. Flusser’e göre hiçbir somut yanı olmayan dijital imgelem dört bir yanımızı çevirmiştir ve yazılım, donanım önünde galip gelmeye başlamıştır. Flusser günün birinde insanın sadece parmak uçlarını kullanan bir programcıya dönüşeceğini tahmin etmektedir. Dolayısıyla bilgisayar oyunları Flusser için insanı parmak uçları kullanımına indirgeyen bir karabasandır. Baudrillard bu yeni gerçeğe “hipergerçek / gerçekötesi” demektedir, yani kopyanın kopyası. Yaşanan değişimi şiddetle eleştiren Baudrillard tüm kültürlerin Disneyland gibi yapaylaştırılmış eğlence yerlerine dönüştürüldüğünden yakınmaktadır. Bruce Sterling Shaping Things (2005) isimli eserinde insanların nesnelerle olan ilişkilerini tarihsel bir sırayla sınıflandırır. El yapımı gereçlerden makinalara, makinalardan ürünlere, ürünlerden gizmolara* ve gizmolardan spime’lara** doğru ilerleyen bu kültür sürecini gözlerken şunu anlarız: İnsanların nesnelerle olan ilişkisi ve nesnelerin insan kültüründeki konumu, tarih boyunca değişmiştir ve günümüz nesnelerinin bazıları artık belli bir uzamda veya zamanda sürekli varlık gösteren türden nesneler olmak zorunda değildir. Buradan yola çıkarak bilgisayar oyunlarının çağdaş kültürü tam olarak temsil eden kültür ürünleri olduğunu söylemek mümkündür. * Gizmo: Bilgisayarlar gibi hizmet sunucularına bağlı, programlanabilen, arada bir yenilenme gerektiren somut teknoloji ürünleri. ** Spime: Ekranlarda görülebilen veriler, dijital olarak üretilen ve yalnızca dijital olarak var olan programlar. Yeni kültürün eğlence / oyun parametreleri için şu sorular sorulabilir: Peki insan bedeni nereye gitti? Mahalle aralarında ter ve toz içinde oynanan, yorulma ve tatmin ile biten oyunlar nereye gitti? Özellikle bilgisayar oyunlarında bedeni hiç kullanmayan oyunculara yol açan dijital devrim, yeni kültürün “beden ötesi” (posthuman) konumunu nasıl açıklar? Yeni oyunların tasarımı, estetiği ve anlamı açısından sorulabilecek bu sorular, kuşaklar arası farklılıkların kırılma noktasında duruyor gibi görünmektedir. SAYI 53 23 ODTÜLÜ dosya Her Yer Tasarım! Tasarımın resmi söylemine girememiş, isimsiz, anonim, “vesaire” sıfatı ile imlenen gündelik hayatın tasarımları daha çok, bir anda işinize yaradığında (kornişe geçirilen bir perdenin ucunda), ilişkilerinizi kurduğunda (elektrikli testere kiralamak isterken bir bahçıvan ile ağaçlar hakkında sohbet etmeye başladığınızda), sosyalleşme örüntülerinizi belirlediğinde (içtiğiniz sigara markası sosyo-politik görüşlerinizi yansıttığında) karşınıza çıkıverir. Aslında bu isim sahibi tasarımlar için de geçerlidir, ancak onların görünürlüğü daha ortadadır. X Yazı DR. ELIF KOCABIYIK İzmir Ekonomi Üniversitesi, Endüstriyel Tasarım Bölümü 24 T asarımı tanımlamanın zorluğunu, John Heskett (2002) bir cümle ile şöyle ifade eder: “Tasarım, bir tasarımı üretmek için bir tasarım tasarlamaktır”. Genel ve bütünsel bir kavram, bir eylem, bir fikir ve bir ürün olarak karşımıza çıkan bu kelimenin anlamı, grafik tasarımdan saç tasarımına uzanan çeşitli mecralardaki kullanımı ile daha da katmanlaşır ve karmaşıklaşır. Çünkü tasarım, kurumsallaşmanın ötesinde, insanoğlunun varlığının bir parçasıdır. İnsanoğlu el-zihin-duyu HER YER TASARIM! koordinasyonu yetisini kullanarak “var olan durumu, tercih ettiği duruma dönüştürür” (Simon, 1996) ve bu insan yapımı dünyayı kurar. George Basalla (1988) insan yapımı dünyanın organik dünyadan üç kat daha fazla çeşitliliğe sahip olduğunu, ancak bu çeşitliliğin göz ardı edildiğini söyler. Bu öyle bir çeşitliliktir ki; 1867 yılında Birmingham’a giden Karl Marx, şehirde beş yüz farklı tip çekicin, endüstri ve zanaat sektöründe özel bir işlevi yerine olarak kalabalık yaratan tasarımların gündelik hayatımızda fark edilmesi zorlaşır. Bunun yanı sıra, günümüzde “tasarım nesnesi” dendiğinde genelde akla gelen; dergilerde, galerilerde, parıltılı mağazalarda karşımıza çıkan isim sahibi tasarımcıların ikonik tasarımlarıdır. Daha önde olan bu tasarımlar, anonim/isimsiz tasarımları daha görünmez kılarlar. Ben de iki ay önce hazırladığım evlilik listeme Alessi, Flos, Muji gibi dünyaca ünlü tasarım firmalarının ürünlerini eklemiştim. Belki bir sürü sofra takımı vardı; ancak ben, Ronan & Erwan Bouroullec’in Alessi için tasarladığı “Ovale” serisine sahip olmayı istiyordum. Kullanışlığının ötesinde, bu sofra takımının evimi daha da güzelleştireceğini hayal ediyordum. getirmek üzere üretilmekte olduğunu duyunca çok şaşırır. Neredeyse 150 yıl sonra, bugün, şu anda bulunduğumuz çevre/mekân içinde bile bu devasa tasarım çeşitliliğinin nesne, fikir, hizmet, sistem vs. şeklinde vücut bulan örneklerini kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Masamın üzerinde duran kurşun kalem, uçlu kalem, keçeli kalem, tahta kalemi, asetat kalemi sadece kaleme özgü nesneler dünyasından bir kaç örnek. Şehirler arası otobüste sunulan kolonya ve bunun günümüzde hemen her yerde önümüze konuluveren ve bir tür reklam aracı olan kolonyalı mendil hali hizmet tasarımına küçük bir örnek. Hatta teyzemin dün katıldığı “altın günü”, sosyalleşerek birikim yapmanın, yani bir nevi sistem tasarımının bir örneği. Gündelik hayatımızın tam içinde, bunca çeşitlilikte olan tasarımlar sadece insanoğlunun maddi dünya ile başa çıkması, hayatının temel gereksinimlerini karşılaması sebebiyle üretiliyor olamaz. Aksine bu çeşitlilik, ancak hayallerle, özlemlerle, isteklerle ve arzularla dolu insan zihninin eseri olarak açıklanabilir (Basalla, 1988). Kişiden kişiye, kültürden kültüre, dönemden döneme değişen insan arzu ve ihtiyaçları dünyayı tasarımlarla doldurur. Sayı ve çeşit İsimsiz/anonim olan tasarımlar, daha ucuz, düşük kaliteli, kısa ömürlü, dış görünümü daha özensiz nesneler olabildiği gibi; yaygın olarak kullanılan, tasarımları uzun bir süre içerisinde kademeli olarak evrilmiş, arketip niteliğindeki nesneler de olabilir. Tasarımcılar Jasper Morrison ve Naoto Fukasawa’nın projesi olan ve 2006 yılında Tokyo ve Londra’da gerçekleştirilen “Super Normal” sergisi; arketip niteliğindeki anonim nesneler (normal) ile tasarımcıların benzer bakış açısı ile tasarladıkları nesneleri (super normal) bir araya getirmekteydi. Tasarım dünyasının temel işlevinden, yani insan yapımı çevreyi gözetmesi ve geliştirmesinden uzaklaşmasına tepki olarak ortaya çıkan bu projede tasarımcılar, sıradan, gündelik hayatın nesnelerini yeniden görünür kılıyorlardı. 2013 yılında Lozan, Mudac’taki bir diğer sergi ise; tasarımcı Franco Clivio’nun “No Name Design” adı altında, sıradan ve hemen hiç gösterişli olmayan gündelik nesneleri bir araya getirdiği, isimsiz tasarımcı yani zanaatkâr ve mühendisin maharetine takdir gösterdiği koleksiyonunu gözler önüne sermekteydi. Belki de bu sergilerden, “tasarımın vesairesi”nin farkındalığının arttığı çıkarımını yapabilir; bir kez daha şöyle bir çevremizdeki tasarımlara göz atabiliriz. SAYI 53 25 ODTÜLÜ dosya ÜTOPYA VE YIKIM ARASINDA TASARIM: Bir Dize + Beş Fragman X Yazı OSMAN ŞIŞMAN Eskişehir Anadolu Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” Mor Külhani, Ece Ayhan ODTÜ PHIL ’03 26 BİR DİZE + BEŞ FRAGMAN 1. Ütopya örneklerini okumaktan kendimi bildim bileli sıkıldım, sıkılırım. Mevcut dünyevi koşulların basitçe bir tersine çevriminden tutun da hayli detaylandırılmış gündelik hayat seraplarına dek her biri sadece olmayacak duaya ısrarla amin demekle kalmaz, anlatı ilerledikçe içinde yaşamayı dilemeyeceğim bir belirlenmişliği ince ince dokur gibi gelir. Ütopya fikirleri daha baştan sıkıştırır beni, ilgimi hemen yitiririm. Karanlık distopyalar daha samimidir halbuki. Bugünün çoğunlukla siyasi marazlarının, ütopyalara kıyasla daha olası bir gelecekte azıp kudurduğu, figürlerin de -sonunda mutlaka bir kahramanlık yapıp küçük, orta yahut büyük ölçekte bir zafer kazansalar da- istisnasız bu marazlara maruz kalan karakterler olarak boy gösterdiği anlatılar, belki karamsarlığımdan ötürü, hep daha yakındır. Kendi hissiyatımdan bahsediyorum ya, içinde yetiştiğim politik kültürün hakim akışlarına kapılarak bu yargıya sürüklendiğimi baştan kabul etmeli. Frederic Jameson, Ütopya Denen Arzu’nun ilk sayfalarında bu konumun bir haritasını şıpınişi çıkarıveriyor: Stalinizm’le eşanlamlı olarak algılandığı Soğuk Savaş döneminden, ardından da Sovyetler Birliği örneğinin hezimetinden kelli, mükemmel olarak hayal edilmiş bir siyasi formun mükemmel olmaktan hayli uzak bir malzeme üzerine, yani insan üzerine, ancak şiddet marifetiyle giydirilebileceği, bunun da bir yerde elbet infilak edeceği eleştirisi, yaygın bir yargı: Anti-otoriteryen solun, siyasi failliğe alan açmadığı tespitiyle ütopyacı zihniyeti terk etmesini, aynılıktan ziyade farklılığın siyasi motto olduğu bu döneme tarihlendiriyor, Jameson. Mümkündür, belki benim ütopyalara ilişkin cahilane yargım yeni solun alanına düşmüş, orada yeşermiştir; her ütopyacıdan ve manifesto yazarından şüphelenmeden edemiyorumdur. Ne gam! Varsın öyle olsun. 2. Adolf Loos 1908’de “Süsleme ve Suç”ta devrimci ve daha ziyade evrimci bir edayla süslemeye ve süslemecilere giydiriyordu. Çok değil altı yıl sonra milli sanayi ile sanatı ve zanaatları standartlaşma ortak paydasında buluşturmaya kalkışan Deutscher Werkbund’da Henry van de Velde, hâlâ bireysel dışavurumun umutsuz çığırtkanlığını yapıyordu. Bir dört yıl kadar sonra De Stijl eskiden yeniye geçişin bireysellikten evrenselliğe geçişten başka bir şey olmadığını savunurken, hemen ertesinde Walter Gropius mimarları, heykeltraşları ve cümle sanatçıyı zanaatlara geri dönmeye çağırarak nesne tipolojilerini akılcı yordamlarla tespit etmeyi salık verdi. Dahası bunun için etkisi bir asra yakın sürecek bir eğitim programı öneriyordu. Le Corbusier ise, meşhur Bir Mimarlığa Doğru’sunda “Bütün insanların gereksinimleri aynıdır. Zeki, soğukkanlı ve sakin insan, kanatlarını elde etti. Manifesto yazarlarının büyüklenmeleri açıktır; kesinlikle gerekli olanın ilkelerini çıkarabilen müthiş seçkinlerdir onlar! Zeki, soğukkanlı ve sakin insanlardan konut inşa etmelerini, kenti çizmelerini istiyoruz,” diye kestirip atıyordu. Aslında tümü de, hep aynı arzuyu paylaşır gibidir: Vatandaşları kesin ve keskin sınırlarla tanımlanmış, ilelebet sürecek ve hep yeni kalacak bir devlet yaratmak! Eh, mimar, sanatçı ve tasarımcılardan müteşekkil de olsa bir ulus-devletin sınırdışı edeceği ötekileri de olmalı: Gelenekselciler, sentimentaller, bezemeciler ve cümle modern olmayanlar, ya ilkel, soysuz ve suçlu olduklarından, ya çağı anlayamayacak kadar ahmak olduklarından, o muhayyel gelecekte ikamet edemeyeceklerdir. 3. Manifestolarda en sık kullanılan sıfatın “yeni”, en çok rağbet gören zamanın “gelecek”, kipin de “şart” olduğu dikkate alınırsa, manifesto yazarlarının açık yahut örtük büyüklenmeleri açıkça belirir: Yeninin yahut sonsuza dek sürecek olanın, evrenselin, kesinlikle gerekli olanın ilkelerini; bu çürümüş, SAYI 53 27 ODTÜLÜ dosya sürüklenmesi gerekir bir ruhun. Nitekim pek bilindik bir örneğin gözden kaçan bir ayrıntısında durum açık: 500 yıl kadar önce, “Ünlü Londra kentinin yurttaşı ve yargıcı, seçkin ve belagat sahibi yazar Thomas More”, “kaleme aldığı, eğlendirici olduğu kadar yararlı da olan, gerçekten altın değerinde bir kitapçık” olan Mükemmel Bir Devlet Modeli ve Yeni Ütopya Adası başlıklı küçük risalesini Antwerpli sevgili dostu Peter Giles’e gönderirken şunları yazıyordu: “Gerçi, doğruyu söylemek gerekirse, böyle bir kitabı yayımlama konusunda da tam bir karara varmış değilim. Çünkü insanların beğenileri öyle farklı ki, bazılarının huyları öyle ters ki, ruhları öyle acımasız ki, yargıları öyle saçma ki (…) Birçok insan zaten edebiyattan bihaber, bazısı ise buna hiç önem vermiyor. (…) Baksana şu meyhanede pinekleyenlere, şarap kupalarına gömülüp yazarların dehaları hakkında ahkâm kesiyor, ulu bir yetkiyle her bir yazarın eserine hükümler veriyor, öyle akıllarına estiği gibi, adeta sakalından tutup sürüklercesine.” Benden ve kimi arkadaşlarımdan bahsediyor gibi! 4. Düzayak çivit badanalı bir kent, sokakta yürümekten daha yüksek perspektifleri reddeden aylakların sıradan olumsallığıyla kurulabilir herhalde. 28 cahil, çirkin şimdinin içinden de olsa çıkarabilen müthiş seçkinlerdir onlar! Sadece kendilerinin tasarladığı şekilde gerçekleşecek olan geleceğe besledikleri umut, bugüne dair bıkkınlıkla, paranoya, küçük görme ve hepsini bir araya getiren bir komplo zihniyetiyle koşulludur. Mevcuda dair memnuniyetsizliğin çaresini yeni ve çoğunlukla tektipçi bir sistem kurmakta bulurlar. Bir iki adım daha atayım. Beni rahatsız eden, sanırım dünya tarihinin içinde çok kısa bir süreyi katedebilen, Marx’ın şık bir diyalektik hamleyle “tarihi inşa ettiği kadar tarih tarafından inşa da edilen özneler” diye tanımladığı ölümlülerden birkaç tanesinin bu kadar büyük laflar edebilmesi sanırım. Bunları söyleyebilmek için tevazudan çok uzak bir yere BİR DİZE + BEŞ FRAGMAN Bugün manifesto, tasarım kültürünün ve mesleğinin mütemmim cüzü gibi işliyor. Uluslararası bir tasarım dergisi, hazırladığı manifesto sayısı için tanınmış tasarımcılara manifesto ısmarlıyor; uyduruk binaların önüne proje güzellemesi niyetine manifesto tabelaları çakılıyor, akademinin kıt aklı, zavallı tasarım öğrencilerinin her projesinin bir konsepti, bir manifestosu olması gerektiğini yineleyip duruyor. Çalışma koşulları ve etki alanları düşünüldüğünde tasarımcılardan ve mimarlardan daha kifayetsiz ama mesleğin önemine ve dünyayı kurtarma belagatine geldiğinde onlardan daha muhteris bir cemaatin var olmadığına inanmaya başladım artık. Geleceğin trendlerini belirleme fikri, eskiden siyasi bir tahayyülmüş; şimdi ise bir ekonomik savunma mekanizması. Beş yıl sonranın mutfağı, on yıl sonranın çamaşır makinesi ne kadar gelecek tahayyülü olabilirse, o kadar. Tasarım mesleğinin ideolojik yapıtaşlarından biri olan avantgardlık iddiası ne kadar da yaygın! Haklarını yemeyelim; Icon dergisinin manifesto sayısında Jasper Morrison, özel olandansa sıradanlığı önerirken, Stefan Sagmeister gelecekte hayatın daha iyi olacağını düşünmenin ahmakça olduğunu belirtip bugünü yaşamayı salık verirken; Foreign Office Architects mimarlığın, at bakımı, şarap yapımı gibi “manifestolara direnen bir pratik olması gerektiğini” düşünürken gündelik hayatı tüm kusurlarıyla kucaklıyorlar. Ne ki, hakim tasarım kültürü maalesef Marcel Wanders’ın “endüstriye yön veren ve insanlığın mutluluğunu sağlamaya namzet olan tasarımcı” tahayyülüyle Paola Antonelli’nin “insan yaratıcılığının bir türlü anlaşılamamış zirvesi olarak tasarım” tahayyülü arasındaki narsist gerilim üzerinde gidip geliyor. 5. 1960 yılında, burnu havada seçkin yargıcın bahsettiği tıynetsizlere tıpatıp benzeyen bir grup serseri, çetelerine Sitüasyonist Enternasyonal adını münasip görmüştü ve iddialı hayaller kuruyorlardı: “Uygulamaya konduğunda Sitüasyonist kültür, gösteriden farklı olarak, tam bir katılım getirecektir. Sanatın korunmasından farklı olarak, yaşanan anın doğrudan örgütlenmesiyle ilgili olacaktır. Yenilik denen doğrusal ölçütün hızla ortadan kalktığını göreceğiz. Herkes sitüasyonist olacağı için, temelde Bugün manifesto, tasarım kültürünün ve mesleğinin mütemmim cüzü gibi işliyor. birbirinden farklı yeni eğilimler, deneyler ve “okullar”da çok boyutlu bir bolluk göreceğiz ve artık bu birbiri ardına gelmek yerine aynı anda gerçekleşecektir.” Evet, iddialı hayaller; ne ki sitüasyonistlerin muhayyel geleceği bir uzgörülü seçkinin tekil aklının değil, belirlenemez durumların hüküm sürdüğü bir gelecek. Bu serserilerle teşriki mesaisi olan mimar Constant Nieuwenhuys’un müthiş New Babylon projesi de aynı ruhu taşır: Zeminden yükseltilmiş iskelelerden ibaret yapılar, göçer kullanıcıların isteğine göre, onlar tarafından, derme çatma ve geçici bir biçimde inşa edilir. Herkes aylaktır, göçebedir ve ne yapabilecekleri öngörülemez. Aile, iş, ticaret, devlet gibi kurumlardan kurtulmuş özneler tüm dünyayı kendi zeminleri haline getirirler. Düzayak çivit badanalı bir kent, dinlemekten sıkıldığımız totaliter rüyalarını anlatan burnu büyük dehaların aklıyla değil, sokakta yürümekten daha yüksek perspektifleri reddeden aylakların sıradan olumsallığıyla kurulabilir herhalde. SAYI 53 Constant Nieuwenhuys’un New Babylon projesi. 29 ODTÜLÜ dosya “Ben”in Tasarımı X Yazı Marka ve kimlik inşası iki şekilde karşımıza çıkıyor: İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Önce markanın kendini inşası, sonra bizim markalar yoluyla kendimizi inşamız. Marka ve tasarım yoluyla tanıdık ODTÜ ID ’94 ve güvenilir olana kavuşma arzusu hem firmaların hem de tüketicinin kendini kurduğu bir sisteme dönüşüyor. DOÇ. DR. ŞEBNEM TIMUR ÖĞÜT 30 “BEN”IN TASARIMI G eçenlerde meşhur ve unutulmaz Shawshank Redemption filmi tekrar karşıma çıktığında bilmem kaçıncı kez seyretmekten kendimi alamadım. Türkçeye “Esaretin Bedeli” olarak çevrilen filmden kısaca bahsedecek olursak Tim Robbins’in canlandırdığı “Andy” karakteri haksız yere hapis yatan biridir ve Morgan Freeman’ın oynadığı “Red” ile hapishanede çok iyi dost olurlar. İzlememişler için detay vermeyeceğim ama Robbins, Freeman’a uzun bir taş duvarın sonunda yer alan büyük bir ağacın olduğu bir yer tarif eder ve o uzun taş duvarın parçası olan, diğer taşlardan farklı siyah bir taşın altında saklı bir kutudan bahseder. Freeman oraya gittiğinde gerçekten de o uzun taş duvara ulaşır, taşları inceleyerek ilerlediğinde bir anda Robbins’in bahsettiği siyah, parlak taşı bulur ve yüzüne geniş bir gülümseme yayılır. Red aradığı taşı bulmuştur, altında ise onu hayata bağlayacak bir mektup saklıdır. Filmi anlatmamaya çaba sarf ederek burada kesiyorum. Peşinde olduğumuz, bizi hayata bağlayacak anlamlar aslında. Sadece bu anlamı bulmak da yetmiyor. Dış dünyanın da bunu bilip anlamasını istiyoruz artık. İşte Red’in çoğu yabancı ve sıradan taşların arasında parlak olan taşı bulduğu anda gülümsemesine yol açan histen bahsetmek istiyorum. Bu his bize yabancı bir dizgenin içinde yer alan bilinir ve tanınır olanla karşılaşmamız sonucu ortaya çıkıyor. Bu mekanizma da insanların “marka” aracılığıyla hissettiğine oldukça yakın sanki. Bugün alışveriş merkezlerinin otoyollara nazır, uzun, dış cephe duvarlarında yazan çeşitli marka isimleri biz tüketiciler için Freeman’ın bulduğu parlak taşlardır. O binanın içinde hangi parlak taşlarla karşılaşacağımızın habercileri... O kadar büyük bir nüfus olarak, o kadar büyük bir eşya enflasyonu içinde yaşıyoruz ki bu aynı zamanda aşırı sayıda yabancı insan ve üretilen aşırı sayıda meta içinde yaşadığımız bir anlam erozyonu. Ne eşyaların hikâyelerini biliyoruz, ne kime güveneceğimizi, ne de hangi nesneden medet umacağımızı. Peşinde olduğumuz, bizi biz yapacak, insan olduğumuz için mutlu edecek, parçası olmaktan gurur duyacağımız, kendimizi gerçekleştireceğimiz, bizi hayata bağlayacak anlamlar aslında. Sadece bu anlamı bulmak da yetmiyor. Dış dünyanın da bunu bilip anlamasını istiyoruz artık. Bu noktada marka ve kimlik inşası iki şekilde karşımıza çıkıyor: Önce markanın kendini inşası, sonra bizim markalar yoluyla kendimizi inşamız. Markanın sahip olduğu, temsil ettiği değerler onları tasarım yoluyla ne kadar yansıttığıyla belirleniyor. Markalar kendilerini tüm gözlerin nişan aldığı bir sahnede tasarım ürünleriyle var ediyorlar. Hepimizin bakışlarını doğrulttuğu bir ekran, bir sayfa, bir SAYI 53 57 yıl sonra 2014’te İstanbul’un göbeğinde mimarlık duayenleri tarafından tasarlanan en son Apple mağazası. 31 ODTÜLÜ dosya pano, bir yüzey, bir ürün, bir detay, bir grafik veya bir servis üzerinde. Marka ve tasarım yoluyla tanıdık ve güvenilir olana kavuşma arzusu hem firmaların hem de tüketicinin kendini kurduğu bir sisteme dönüşüyor. Zorlu Center’da açılan Apple mağazası buna iyi bir örnek olarak verilebilir. Hem tartışmaların odağında, hem de İstanbul’un merkezinde yer alan Zorlu Center’ın avlusunun tam ortasında gökten inmiş bir cam küp şeklinde Foster+Partners tarafından tasarlanan mağaza bir zamanlar Barthes’ın 1957’de Citroen DS19 için yazdıklarına benzer bir şekilde İsa’nın ilahi dikişsiz elbisesi gibi, birleşim yerleri belli olmayan cam bir küp şeklinde düşünülmüş. Tam 57 yıl sonra 2014’te İstanbul’un göbeğinde Artık tüketiciler de kimliğin bir parçası. Gelişen iletişim ağları ve sosyal medyayla her an her yerde kendinizin bir temsilini yaratıp paylaşmanız mümkün. en son Apple mağazası olarak mimarlığın duayenleri tarafından inşa edilen bu şeffaf yapı, Çin ve Amerika’da yer alan diğer öncüllerinin bir devamı niteliğinde. Bu şeffaf küp yerin altındaki alışveriş merkezinde iki kat boyunca şeffaflığını sürdürerek devam ediyor. 9,5 metreyi bulan kesintisiz camlara sahip bu sade yapının bir özelliği daha var. İçeride yer alan ürünlerle birlikte müşterileri de tamamen görünür hale getirmesi. Bu ilahi şeffaf küpün içinde arzulanan ürünlerle birlikte ürünlere olan ilgi ve talebin de teşhirinin yapılması bu şekliyle oldukça ilginç. Bu cam küp bize ne fısıldıyor? Artık sabit taş duvarlar yok. Artık her şey daha hafif, daha şeffaf, daha geçirgen, daha değişken, daha etkileşimli. Artık kullanıcısı veya tüketicisiyle 32 “BEN”IN TASARIMI var olan, onlarla anlamlı ürünler, markalar var. Ama yine de tüm bunları mümkün kılan markalar ve onların temsil ettiği değerler bâki. 2013’te İstanbul’daki Alldesign konferansında Karim Rashid seyircilere şu soruyu sormuştu: “Her gün logosu değişen şirket hangisidir?” Cevabı hepimiz biliyoruz: Google. Artık firmalar, kurumlar kendilerini oluşturmak için dinamik kimlikler kullanıyorlar. Design Academy Eindhoven’ın logosunun sabit bir yazıdan, boş üç beyaz şeride geçişi, içeriğin kullanıcılar tarafından yaratıldığı dinamik kimlik çalışmalarına iyi bir örnek olarak verilebilir. Artık tüketiciler de kimliğin bir parçası olmak istiyorlar, çünkü gelişen iletişim ağları ve sosyal medyayla her an her yerde kendinizin bir temsilini yaratıp onu paylaşmanız ve bunun karşılığında hızlı geri dönüşler almanız mümkün. 1964’te “Medium is the Message” diyen McLuhan her zamankinden daha geçerli ve haklı. Bugün hâlâ ve eskisinden de yoğun bir şekilde ortam, mesajımızı belirliyor. Tüketicisinin kendini kurduğunu “gösterebilen” veya buna imkan veren markalar tutunuyor. Tüm bunların yeni kavramlar olmadığını zannediyorum. Kendine ait koyunları işaretlemekten çıkan bir kavram olan markalama, içine kaynatıp koyduğu kavanozun üstüne reçelin adını yazmaktan çok daha eski. Bugün kendimizi ortaya koyabilmemiz için çok da çaba harcamamıza gerek yok. Sistem kolayca satın alabileceğimiz tasarlanmış farklılıklar üzerinden işliyor. Bunun en güzel örneklerini farklı cep telefonu kılıfı tasarımlarında görebiliyoruz. Farklı anlamlarıyla, işaretleme, altını çizme, ayırma, ayırt etme, farklı kılma, benim diyebilme hem bana ait anlamında, hem de benin kim olduğunu anlatmak için, “ben”i ifade etmek için, kendimizi arama yolculuğumuzda takip edeceğimiz her taşlı duvarda veya yolda, hep olmuş olduğu gibi değişik şekillerde var olmaya devam edecek. ODTÜLÜ dosya Ben Tasarımcıyım... X Yazı RAUF KÖSEMEN ODTÜ ID “Tasarlayan” herkes “tasarımcı” mıdır? Bir doktorun tedaviyi, bir mühendisin üretimin nasıl akacağını ya da mekanizmanın nasıl çalışacağını, bir aşçının yemeğinin tadını planlayarak hayata geçirmesine tasarımcılık denebilir mi? B ir disiplin olarak tasarım, her şeyin içinde yer alabilir ve/veya (elbette) her şey içinde yer alabilir. Sanatın, bilimin, felsefenin, doğanın ve toplumsallığın, günlük dile tercüme edersek hayatın içinde yüzen bir tür balık gibi bu disiplinlerin evreninde var olur, onların yarattığı akıntıları kullanır ya da bu akıntılara karşı yüzer. Bazen de bu akıntıları değiştirmeyi, bazen kullanılabilir olmayı, bazen de sadece anlamayı ama hep anlatmayı hedefler. Paul Rand “Her şey tasarımdır!” diyor. Gerçekten öyle mi? Öyleyse herkes “tasarımcı” mıdır? Başka bir ifadeyle, tasarımcıyı diğer insanlardan, diğer edimlerden ayıran nedir? Bir ürünü, giysiyi, grafik dili, anlatıyı, makinayı, el aletini ya da yemeği tasarlayabilirsiniz. Öyleyse bir doktorun tedaviyi, bir mühendisin üretimin nasıl akacağını ya da mekanizmanın nasıl çalışacağını, bir aşçının yemeğinin tadını; hadi daha da ileri götürelim, bir gencin bugün ne giyeceğini önceden planlayarak hayata geçirmesine tasarım denebilir mi? Eğer öyleyse “tasarlayan” herkes “tasarımcı” mıdır? İkisini birbirinden ayıran görülebilir kalınlıkta bir çizgi var mı? Bu sorulara bir yanıt bulabilmek, en azından yöntemsel bir açıklık üretebilmek için geniş anlamda “tasarlama işi” ile özel manada “bir meslek olarak tasarımcılığı” birbirinden ayırarak bakmak faydalı olabilir. Tasarımcılar olarak, yaptığımız işi, çalıştığımız alana göre, “grafik tasarımcı”, “endüstriyel ürün tasarımcısı”, “moda tasarımcısı” gibi ön adlar ekleyerek tanımlıyoruz. Bu ön sözcükler yaptığımız işi ve hangi alanda çalıştığımızı belirtiyor. Tıpkı diğer mesleklerde, söz gelimi, onkolog hekim, makina mühendisi ya da coğrafya öğretmeni kavramlarındaki gibi. Bir meslek sahibi olmak, bir lisan sahibi olmaktır. Hekimin, mühendisin, aşçının, öğretmenin vs. kendine has bir dili ve alfabesi olması gibi tüm tasarım disiplinlerinin de bir ortak lisanı var mı? Bu mesleki uzmanlık alanlarının ayırdedici kimliğini ne tanımlıyor? Bir tasarımcıyı, mühendisten, doktordan, öğretmenden, bilimciden, sanatçıdan ve diğer pek çok meslekten ayıran şey nedir? 34 BEN TASARIMCI’YIM... Son kertede her mesleki edim bir temel paradigmaya sahiptir. Mühendislik rasyonalizasyon, hekimlik tedavi, öğretmenlik öğretme, bilimcilik bilgiyi yaratma/ ulaşma paradigmasına indirgenebilir. Peki tasarımcılığının paradigması neye indirgenebilir? Bir doktorun, mühendisin “dip sözü” ile bizimkini birbirinden ayıran ne? Bu yazının başlığına bakarak söylersek “ben tasarımcıyım” diyebilmek için gerek ve yeter koşul nedir? Önüne aldığı / almak zorunda olduğu probleme, mühendis; üretim, hekim; tedavi süreçleri, öğretmen; bilginin aktarılması, bilimci ise bilginin ulaşılabilir halde sistematize edilmesi ekseninde bakar. Adının önünde hangi kavram olursa olsun bu değişmeyecektir. Bilgiyi kullanma biçimi açısından bakılırsa, kulak burun boğaz doktoru son noktada hastalığı tedavi etmek işiyle yükümlüdür. İnşaat mühendisi ise inşa etme işiyle, yani üretimle. Bir mesleki edimin “dip sözü”nü hangi alanda çalıştığı değil, nasıl çalıştığı söyler. Tüm mesleki edimler gibi tasarımcılığın da ayırdedici özelliği problemle karşılaşma, yaklaşma ve çözme yönteminde saklıdır. Çakmak, web sitesi, ayakkabı, kitap kapağı, ambalaj, ceket, logo, telefon... Moda, iletişim ya da ürün tasarımı... Bunlar sadece problemi tanımlar. Oysa tasarımcıyı tasarımcı yapan şey problemin kendisi değil, ona yaklaşımının eksenidir. Yani tasarımcı önüne aldığı “tasa” yüzünden değil, onunla ilişki kurma biçimi sayesinde tasarımcıdır. Tasarımcı da her mesleki disiplin gibi, önüne aldığı problemi çözebilmek için, aşabilmek ve hatta bazen üzerinden atlamak ya da etrafından dolaşmak için anlamak zorundadır. Tasarımcıyı tasarımcı yapan anlama ve aşma biçimi, dili ve yöntemidir. Tasarım sürecinde geçmiş, zihnimizden temizlenmesi gereken tortulardır. Dün aşılır ve dünde kalır. Gelecek ise bir süre sonra şimdi haline gelecek bir zaman parçasıdır. Bir çakmak tasarlama sürecini düşünelim. Tasarımcı önce çakmak olma hallerini çözümler, toplumsal, fiziksel, üretime dair vb. tüm Tasarımcıyı tasarımcı yapan anlama ve aşma biçimi, dili ve yöntemidir. katmanlarını masaya yatırır. Bu sorgulama süreci ona yeni bir çakmak ortaya koyacak araçları verir. Tasarım tamamlanıp üretime geçildiğinde bir çakmağa, yani bir ürüne dönüşür ve kullanıcının hizmetine sunulur. Bu yeni çakmak artık başka çakmak tasarımlarının geçmişi olacak, tasarımcının önüne ancak yeni tasarımlar için analiz edilmek üzere gelecektir. Bu açıdan baktığınızda tasarım sürecinin yarını yoktur. Öyleyse tasarımcının dünde ya da gelecekte bir hayatı yoktur. Tasarımcı her zaman şimdi ile uğraşır. Tasarım her zaman şimdidir. Tasarımcı “şeylerin” üretimini değil, kullanımını temel alır. Bir başka deyişle, tasarladığı ürün, grafik, giysi, yüzey ya da mekân, her ne olursa olsun bunları kullanıcının varlığı üzerinden yorumlar. Bir insan hekimi ile veteriner hekim arasındaki fark tedavi paradigmasını; bir ağaç yetiştirmekle bir çiçek büyütmek arasındaki fark çifçilik paradigmasını; okyanusun bilgisiyle uzayın bilgisi arasındaki fark bilimcilik paradigmasını nasıl değiştirmiyorsa, kullanıcının bir insan ya da tanımlanmış bir başka şey, söz gelimi bir hayvan olması da bu temel ekseni değiştirmez. Problem çözmek, problemin bileşenlerini yeniden istiflemenin bir yolunu bulmaktır. Yeniden istiflemeliyiz. Çünkü yaşadığımız çağda yaratıcılık artık mucitlik değil. Bilgi ve buna bağlı olarak görgü ve ustalık her yerde, her zaman ulaşıp hızla kazanabileceğimiz bir şekilde duruyor. Yaratıcılık artık, bilinen şeyler arasında bilinmeyen bağlantılar kurmak oldu. Artık önemli olan bağlantılar. Önemli olan bağlam. Tasarımcı, kullanılacak, okunacak, görünecek, giyilecek, sürülecek, içinde yaşanacak “şeyler” tasarlar. Kullanırken ortaya çıkacak değişkenleri, önceden tanımlamaya, rasyonalize etmeye çalışır. Tasarımcının temel paradigması “şeyler”in kullanıcıyla girdiği ve gireceği ilişkiye, dip sözü ise bu ilişkinin tasarlanmasına dairdir. SAYI 53 35 ODTÜLÜ dosya Dünyaya Tasarım Perspektifinden Bakmak X Yazı YRD. DOÇ. DR. TUĞYAN AYTAÇ DURAL İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü (Emekli Öğretim Üyesi) 36 Tasarımın kazandırdığı birikimi başka olguları incelerken değerlendirebilir miyiz? Başka olgulara tasarım penceresinden baktığımızda ne görürüz? Bunlar kısa bir yazıya sığmayacak kadar derin ama benim gibi dünyayı tasarım dili üzerinden okumaya çalışanlar için bir o kadar da kışkırtıcı sorular... DÜNYAYA TASARIM PERSPEKTIFINDEN BAKMAK “T asarım bir düşünce biçimidir” diyerek başlayabiliriz. Bütünü oluşturan parçaları tüm özellikleriyle değerlendirerek en doğru ilişkiler ağını oluşturmak için katedilen süreç. Nitekim sözcüğün farklı alanlardaki karşılıklarına baktığımızda, örneğin bilişim terimleri sözlüğünde “Geliştirilen bir dizgenin bölümleri arasındaki çalışma ilişkilerinin, her bir bölümün özgül işlevleri ayırt edilip belirlenmesi”, kimya terimleri sözlüğünde “Bir sürecin nasıl yapılacağını, hangi birimlerden oluşacağını tasarlayıp ayrıntıları düzenleme işi” şeklinde açıklanıyor. Hep parçalar var ve bu parçaların bütünü oluşturmasına yönelik bir araştırma ve inceleme söz konusu ve de TASARIM, adında tasarım geçen alanların tekelinde değil. Bu noktada yeni olan nedir? “Adı konmuş” tasarım alanlarının kattığı bilgi ve becerilerin diğer alanlardaki somut yansımalarını nasıl değerlendirebiliriz? Galiba söze eğitimle başlamak gerekecek. Pek çok disiplinde bir, iki ya da biraz daha fazla dersin adında geçen tasarım sözcüğünün bütün bir eğitime damgasını vurduğunda farklılaşan nedir, onu anlamaya çalışmakta yarar olabilir. Tasarım temelli mesleklerin eğitimi boyunca bir dil öğrenilmektedir. Bu evrensel dil insan algısı üzerine yapılan çalışmaların sonucunda, parçaları nasıl birleştirip bütüne ulaşabiliriz sorusunun yanıtını, görsel ve dokunulabilir nesneler üzerinden arayan bir çabanın kapılarını aralar. Ancak önemli bir yanılgıya da düşmemek, sürecin aslında çok boyutlu düşünebilme becerisini geliştirmeye yönelik olduğunu unutmamak gerekir. Ve galiba tasarımın farklı alanlarda gündeme gelmesinin en temel nedeni de bu. Tasarım alanlarının kilit arayışlarından biri olan “görselliğin” devrede olmadığı, basit örneklerle açıklamaya çalışacağım. Ancak önce tasarım eğitiminin en başında aktarılan Tasarımın evrensel dili, insan algısı üzerine yapılan çalışmalarla, parçaları nasıl birleştirir bütüne ulaşabiliriz sorusunun yanıtını nesneler üzerinden arayan bir çabanın kapılarını aralar. soyut kompozisyonu oluşturmanın temel ilkelerinden bazılarına kısaca değinmekte yarar var. Soyutluk önemli çünkü kalıplara sokmamanın ve düşünsel becerilerin gelişmesinin en güçlü aracı. İyi bir kompozisyon yapabilmek için bütünü oluşturan parçaların özelliklerinin iyi analiz edilmesi gerektiğinden söz etmiştik. Görsel dünyada bu özellikler renk, doku, malzeme gibi karşılıklar bulurken bütünü oluşturacak elemanların değiştiği bir dünyada farklı özellikler söz konusu olacaktır. Örneğin bir iş yerinde ya da kurumda, kompozisyonu çalışanlar oluşturacak ve bu kişilerin her birinin bilgi birikimleri, becerileri hatta kişisel özellikleri dikkate alınması gerekenler olarak karşımıza çıkacaktır. Yani kağıt üzerindeki mavi, 4x4 cm büyüklüğündeki kare yerine bilgisayar programlarını iyi kullanabilen, insan ilişkileri zayıf bir eleman düşünebiliriz. Mavi karenin kağıt üzerindeki yeri ile söz konusu kişinin şirketteki yeri diğer elemanları da düşünerek belirlendiğinde kompozisyonun niteliği netleşebilecektir. Kompozisyonu kurgularken farklı grupları oluşturmak ve bu gruplar arasındaki ilişkiler ağını iyi düzenlemek bir başka önemli konudur. İnsan algısı üzerine yapılan çalışmalar grubun algılanmasını kolaylaştıran durumlar olarak benzerlik, yakınlık, süreklilik ve SAYI 53 37 ODTÜLÜ dosya kapalılıktan söz eder. Hepsi mavi olan nesneler birbirlerinden uzak da olsalar göz onları bir grup olarak algılar. Yukarıdaki örnekten devam edecek olursak iyi bilgisayar kullanan elemanların farklı birimlere dağılması halinde benzer becerileri nedeniyle bir grup olan bu kişiler başka bir anlamda, örneğin ortak bir proje üzerinde çalıştıkları, dolayısıyla yakınlık içinde oldukları grupla bağların güçlenmesine yardımcı olabileceklerdir. Tasarımın soyut dilinin temelini oluşturan ilkeler, herhangi bir kompozisyonun düzenini belirleme yolundaki ilk adımlardır ve sanıldığının aksine bir kurallar silsilesi değil, kişinin ufkunu genişleten sonsuz bir maceraya kapı açan düşünce biçiminin başlangıç evresidir. Düzen denilen ve bazen itiraz ettiğimiz şeyin ise günlük kullanımından çok farklı olduğunu bu kapıdan geçmeye başladığımızda anlarız. Bu yazı gündeme gelene kadar “tasarım” sözcüğünün benim için olağan, ekmek-su kadar net ve TEK bir anlamı olduğunu sanıyordum. Ancak farklı alanlarda eğitim almış olanlara tasarım üzerine bir şeyler söylemek durumunda kalınca konuya farklı bir çerçeveden bakmanın -ki aslında tasarım alanlarında eğitim alanların alışkanlık haline getirdiği bir davranış biçimidir buzorunluluğunu hissettim. Söylenecek çok şey var ama tasarım sözcüğünün İngilizce dışındaki iki dilde karşılıklarını vererek bitirmek durumundayım; Fransızcası “imagination”, Almancası “konstruktion”muş. Sözcüklerin İngilizce’deki, hatta Türkçe’deki çağrışımları yeterince ipucu veriyor, değil mi? Tasarımın soyut dilinin temelini oluşturan ilkeler, herhangi bir kompozisyonun düzenini belirleme yolundaki ilk adımlardır. 38 DÜNYAYA TASARIM PERSPEKTIFINDEN BAKMAK ODTÜLÜ dosya Tasarım ve Siyaset Her türlü siyasi propaganda elbette tasarımı içerir. Ancak tasarım ve siyaset ilişkisini propagandanın tasarlanmasına indirgemek safdillik olur. Dünyanın dört bir yanında maddi dünyaya şekil vermeyi görev edinmiş bir meslek olan tasarım baştan uca siyasidir; buna mimari tasarım da dahil, elektrikli mutfak aletleri tasarımı da. X Yazı YRD. DOÇ. DR. HARUN KAYGAN ODTÜ – Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü V İllüstrasyon TURGUT YÜKSEL 40 E trafımıza şöyle bir göz gezdirsek ürünlerin türlü gündelik siyasi fikirler ve toplumsal içerimlerle yoğrulmuş olduğunu görürüz. Beni hâlâ şaşırtan bir şey, tabak, kupa gibi en alelade nesnelerin nasıl olup da üzerlerinde Türk bayrağı ve tuğra gibi siyasi imgeleri rahatlıkla taşıyabildiği. Türkiye’de bile üretilse egzotik Japon kültürüne ait olduğunu varsaydırmak için özellikle tasarlanmış suşi takımları ya da Avrupa’da bir yere has olduğunu ilan eden içki şişeleri gibi düpedüz milliyetçi nesneler her yerde ve tüm dünyayı milletlere bölen küresel TASARIM VE SIYASET siyasi düzeni bize durmadan hatırlatıyor. Fakat ürünlerin siyaseten tasarlanmışlığı her durumda bu kadar net dile gelmiyor. Fikriyatını doğallaştırarak gizleyen belki de en önemli mesele toplumsal cinsiyet. Marketlerin bakım malzemesi reyonları bu noktada aklımıza gelen ilk örnek olabilir: Pastel renkler ve yumuşak biçimler kadının hassaslığına vurgu yapar, erkek reyonunuysa spor malzemelerine referanslı koyu tonlar ve agresif ve karmaşık biçimler doldurur. Aynı tavrı erkekler için elektrik süpürgesi Dyson’da da, kadınlar için dizüstü bilgisayar tasarımlarında da görüyoruz. İster eskiz masasının başında otursun ister müşterisiyle toplantıda olsun, bir ürünün gelecekteki kullanım senaryosunu ve kullanıcısını hayal etmek, kurgulamak, yönlendirmek tasarımcının işi. Tasarımcı, neredeyse kaçınılmaz olarak çoğunlukçu düşüncelere ve ilintili yaygın tüketici stereotiplerine başvuruyor. Öyle ki milliyetçilikten hegemonik cinsiyet kalıplarına, sınıfsal farklardan insan bedenine dair fikir ve uygulamalara, mevcut toplumsal düzeni normal, hatta banal kılarak tüketicisini düzene razı kılmak tasarımın rutin etki ve işlevlerinden biri gibi görünüyor. Oysa tasarımı siyasi kılan tam da dünyanın başka türlü de tasarlanabilme (ya da ünlü slogandan hareketle, başka bir dünyanın tasarlanabilme) olasılığı. Devlet güçlerinden ulusaşırı şirketlere, iktidar merkezlerinin tasarımlarına muhalefet etmeyi seçen tasarımcılar da yok değil. Yerelliği öne çıkaran çok katılımcılı tasarım süreçleri 1960’lar İskandinavya’sından beri tartışılıyor; günümüzün Open Structures gibi açık kaynaklı tasarım projeleri ve ortaklaşa tasarlama stratejileri tasarımcı ve kullanıcı arasındaki hiyerarşiyi aşmak yönünde önemli adımlar. Toplumsal ve çevresel konularda tasarımın Toplumsal ve çevresel konularda tasarımın sorumluluğuna dair düşünceler %90 için Tasarım (Design for the 90%) ve benzeri tasarım inisiyatifleri tarafından uygulanıyor. sorumluluğuna dair düşünceler Buckminster Fuller ve Victor Papanek gibi isimlerden bugüne geldi; %90 için Tasarım (Design for the 90%) ve benzeri tasarım inisiyatifleri tarafından bugün dünyanın dört köşesinde uygulanıyor. Gerek tasarım ürünlerine erişimi olmayan sınıflar için gerekse değişim değerine alternatif değer sistemlerinin varlığı için kendin yap anlayışının önemini bugün kabul ediyoruz; tüketici ekonomik yapının en merkezi yerlerinde bile pasif bir alıcı olarak algılanmıyor artık; toplumsal eylem alanlarında icat edilip derme çatma haline bakmadan internette elden ele dolaşan muhalif, çatışmacı tasarım önerileri de cabası. Tasarım bugün belki de her zamankinden daha fazla insanın hayal gücünü tetikleme, onların önünde yeni yaşam olasılıkları açma fırsatını içinde taşıyor. Tüketiciyi kullanıcıya ve onun ötesinde bir üreticiye çeviren pratiklere sarılmayı öğreniyor. Bizi tasarımın siyasetine önem veren bir dönemin beklediğini umuyorum. SAYI 53 41 ODTÜLÜ dosya KÜLTÜREL, EKONOMIK VE İDEOLOJIK BIR ÇATIŞMA ALANI OLARAK Kent ve Kentsel Tasarım Kent sadece barındırdığı yapılarla değil, sunduğu yaşama biçimleri ile çok boyutlu ve karmaşık bir anlam kazanır. Bu nedenle tek bir nesneye odaklanan diğer tasarım konularından ve nesnelerinden farklı algılanıp değerlendirilmesi gerekir. X Yazı PROF. DR. CELAL ABDI GÜZER * Baudrillard, Jean ; (çev: Avunç, Yaşar), “Amerika”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012 42 D aha çok yeni dünyayı anlamaya yönelik yazıları ile bilinen Fransız sosyolog Jean Baudrillard Amerika kitabında New York kentini anlatır. Yaklaşık bir sayfa boyunca kentin olumsuzluk ve sorunlarından bahseden, güneşe geçit vermeyen gökdelenleri, gürültü ve kirliliği, suç yoğunluğunu, trafik sorunlarını sıralayan Baudrillard yazısını “New York”u seviyorum ve New York’suz bir dünya düşünemiyorum” diye bitirir.* Gerçekten de kentler çok girdili karmaşık yapılar, buna bağlı olarak da karmaşık algılar barındırır. Kimi zaman planlanmış, son derece düzenli, altyapı sorunları KENT VE KENTSEL TASARIM olmayan kentler bize sıkıcı ve yaşanmaz gelirken, İstanbul ya da New York gibi yoğun ve sorunlarla dolu ortamlar bir cazibe ve çekicilik merkezidir. Bu çelişkinin arka planında kentin sadece fiziksel bir nesne, ortam olmaması, aksine içinde kültür, tarih, politik ve sosyal öncelikler, hepsinden önemlisi dinamik bir gündelik yaşam barındıran bir bağlama referans vermesi yer almaktadır. Kent sadece barındırdığı yapılarla değil, sunduğu yaşama biçimleri ile çok boyutlu ve karmaşık bir anlam kazanır. Bu nedenle tek bir nesneye odaklanan diğer tasarım konularından ve nesnelerinden farklı algılanıp değerlendirilmesi gerekir. Kent zaman içinde birbiri ile eklemlenerek bir araya gelen, kimi zaman bir bütünlük kimi zaman ise eklektik bir varoluş sunan, dinamik yapılaşmaya karşılık gelir. Parçaları arasında kimi zaman çelişkiye varan anlam ve standart farklılıkları olabileceği gibi, bütününe yönelik algı ile alt parçalar arasındaki algı da radikal farklılıklar gösterebilir. Bütün bu farklılıklara karşın kenti genel olarak yapısal çevre, bir araya gelmiş yapılar ve onların bıraktığı boşluklar üzerinden okur, kavramsallaştırırız. Hareket ve zaman yani kentin barındırdığı yaşam ve onun izleri bu okumanın doğal birleşkesidir. Kentlerin oluşumunda planlama ve mimarlık doğrudan etkili olmasına rağmen tek başına ve baskın olarak belirleyici değildir. Kentin aynı zamanda bir üretim ve tüketim ortamı olduğu, kent topraklarının birer yatırım ve rant aracı olarak işlevselleştirildiği anımsandığında kentin oluşum ve gelişiminin salt tasarım öncelik ve beklentileri üzerinden gerçekleştiği söylenemez. Bütün bu özellikleri bir arada barındırması nedeni ile kent aynı zamanda politik ve ideolojik önceliklerin de temsil edildiği bir ortamdır. Kimi zaman politik, kültürel, ekonomik öncelikler ile kentin tasarım öncelik ve beklentileri çelişkiye varan farklılıklar barındırabilir. Ya da kentin tasarlanma biçim ve öngörüleri ekonomik, sosyal, kültürel beklenti ve talepleri karşılamakta yetersiz kalabilir veya gecikebilir. Bu çatışma içinde kentin başka önceliklerle beliren fiziksel yapısı tasarım öncelikleri açısından sorunlu bir resim oluşturur. Özellikle Türkiye gibi hızlı nüfus artışı ve göç baskısı altında olan, kültürel farklılıklar barındıran, eleştirel kültürün yerleşik olmadığı ülkelerde bu çelişki daha açık biçimde gözlenmektedir. Başta metropoller olmak üzere Türkiye kentlerinin çoğunda kent önceden hayal ederek, planlayarak tasarım standart ve SAYI 53 43 ODTÜLÜ dosya Kent kaçınılmaz olarak bir çatışma alanıdır. Kentin öncelikleri ile onun üzerinden güç, rant ya da temsiliyet isteyen gurupların beklentileri çoğu zaman örtüşmeyebilir. önceliklerine göre oluşmuş bir çevre olmaktan çok ekonomik, politik, kültürel ve sosyal öncelikler içinde eklektik olarak beliren bir ortama dönüşmektedir. Bu eklektik ortam içerdiği yapıların mimari ölçekte ne kadar iyi ve başarılı olduğundan bağımsız olarak kentin tasarım disiplini içinde beklenen pek çok önceliğini barındırmaktan uzak kalır. Bugün Türkiye kentlerinin çoğu kamusal alanlardan çok parsel ve proje ölçeğinde yatırım önceliklerine göre şekillenmekte, kentsel altyapı bu projelerin getirdiği yükü karşılamakta yetersiz kalmaktadır. 44 KENT VE KENTSEL TASARIM Proje ölçeğinde ortaya çıkan yapılaşmalar kendi sundukları değerden bağımsız olarak kent içinde bir süreklilik oluşturmamakta, kendileri ile birlikte kentin değerlerini yükseltecek girdileri öne almamaktadır. Unutulmamalı ki çok sayıda nitelikli projenin kendiliğinden ve eklektik olarak getirdiği bir aradalık, nitelikli bir kent elde etmek için yeterli değildir. Bugün Türkiye’de kentlerin gelişimini belirleyen önemli kavramlardan biri “kentsel dönüşüm” kavramıdır. Kentsel dönüşüm bir yandan bakıldığında sağlıksız yapı ve çevrelerin sağlıklılaştırılmasını hedefleyen başlangıç ilkeleri doğrultusunda olumlu bir planlama olanağı sunarken, yasanın uygulamalarla işlevselleştirilme biçimi kentin kendisinden çok, yapı ölçeğinde yenilemelere odaklanan, yasal çerçevelerin sunduğu pek çok olanağı kent lehine kullanmayan bir süreç olarak gerçekleşmektedir. Yenileme süreci içinde küçük kentsel alanlarda münferit olarak yapılan uygulamalar her şeyden çok ekonomik verimlilik beklentisi öne alınarak gerçekleştirilmekte, kentsel alanların kamusal alanlar içerecek ve altyapı sorunlarını giderecek biçimde ele alınması ikincil öncelik olarak kalmaktadır. Böyle bakıldığında kentsel dönüşüm sürecinde planlamayı öne alan alternatif süreçleri işletmeye yönelik fırsatlar kaçırılmaktadır. Bu eklektik yenileme süreçleri içinde gelir gruplarına bağlı olarak kentsel göçler oluşmakta, özellikle orta ve düşük gelir grupları kent merkezinden çeperlere doğru hareket etmek zorunda kalmaktadır. Ortaya, yoğunluk ve altyapı sorunları kadar kamusal alan ve kimlik sorunları barındıran yeni kentler çıkmaktadır. Benzer biçimde tasarım ve kent ilişkisi içinde öne çıkan kavramlardan biri, kent kimliği kavramıdır. Bugün içinde olunan hızlı yapılaşma ve dönüşüm, kentlerin kimliklerinin aşınmasına neden olmakta; tarih ve kültürün izlerini temsil eden mahalle, sokak, işaret değeri olan çevre ve yapılar, kentin yeni kalabalığı içinde hızla yok olmakta ya da kaybolmaktadır. Yaşamın tüm alanlarına temas eden küreselleşme olgusu öncelikli ve baskın olarak kentleri etkilemekte, kentler topoğrafya, yer, iklim, gelenek ve kültür referanslarını dışlayan endüstrileşmiş ve tek tipleşmiş yapım süreçlerinin etkisi altında kalmakta, yer ve aidiyet hissi yok olmaktadır. Bütün bu tartışmaların ışığında planlama ve kentsel tasarım, salt yapı ve altyapı ölçeğinde teknik bir tasarım süreci, disipliner bir olgu olarak görülmemeli, kültürel, sosyal, ekonomik, politik ve ideolojik boyutları içinde bütünleşik bir olgu olarak algılanmalıdır. Kent yukarıda da vurgulandığı gibi kaçınılmaz olarak farklı öncelik ve değerler arasında bir çatışma alanıdır. Kentin öncelikleri ile onun üzerinden güç, rant, ya da temsiliyet oluşturmak isteyen grupların beklentileri çoğu zaman örtüşmeyebilir. Kentsel tasarımın öncelikli görevi bu çatışma olgusu içinde kentin önceliklerinin öne çıkarılması ve bu doğrultuda farkındalık yaratılmasıdır. SAYI 53 45 ODTÜLÜ söyleşi “Tasarım Her İşin Başı” V Fotoğraf TALAT DOĞAN ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Cengizkan ile en geniş anlamı ile “tasarım” üzerine... Fakülteniz bünyesinde bulunan üç bölümün eğitim felsefelerini kısaca bize anlatabilir misiniz? ODTÜ Mimarlık Fakültesi, sanırım 1956’daki kuruluş felsefesini hâlâ sürdüren bir kurum: “Doğal ve yapılı çevreyi oluşturan kentleri, konut çevrelerini, mimari çevreyle yapıları ve tasarlanmış yaşam çevrelerini tasarlamak, planlamak ve incelemekle” uzmanlaşan kurum, 1979 yılında kendi içerisinden “tasarlanmış taşınır ve endüstriyel üretime konu olan nesneleri” de ele alan bir uzmanlığı ortaya çıkardı. 1956’da Mimarlık ve Şehir Planlama (bugün Şehir ve Bölge Planlama) ile 1979 yılında Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümleri böylece ortaya çıktı. Bugün Türkiye’deki bütün mimarlık fakültelerinde benzeri isimlerle bölümler 46 “TASARIM HER İŞIN BAŞI” açılmış durumda. ODTÜ’nün ve Mimarlık Fakültesi’nin ayrıcalığı ise, baştan beri yerel birikim, kuram, eleştiri, olanaklar, teknoloji ve malzeme ile evrensel olanlar arasında bir bağ kurmaya çalışması; evrenselliği bu tür bir eleştirel pozisyonda arayıp bulması ve kurması. Fakültemiz bölümlerinin en önemli ayrıcalığı ise, üniversite eğitim-öğretim alanı ve süreçlerini bir meslek kazandırma dünyasına hapsetmeden, geniş ufuklu, araştırmacı, sorgulayan ve toplumsal sorumluluğunu unutmayan, birincil öncelik bilen, bilgi ve görgü yanı sıra etik ve mesleki bilgi taşıyan bireyler yetiştirdiklerinin ayırdında olmaları… “Tasarım” kavramını fakültenizin akademik vizyonu ve eğitim felsefesi içinde nerede görüyorsunuz? Bu kavram fakültede bugün nasıl bir içeriğe sahip? Fakültemiz Mimarlık Bölümü bünyesinde Türkçe diline duyarlı bir grubun öztürkçe sözcük üretme çabaları içinde, 1970’li yıllarda Türkçe tasarım alanı sözcüklerine çok büyük katkılarda bulunulduğunu söyleyebilirim. Bu sözcüklerin en başında da “tasarım” sözcüğü geliyor. Design, architectural design karşılığı olarak ortaya atılan “tasar”, “mimari tasar”, kısa zamanda “tasarım” olarak benimsenip kullanılıyor. Mimari Tasarım, Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünün kuruluşundan başlayarak Endüstriyel Tasarım kavramına kavramsal ve sözel (ve bildiğiniz gibi kadrosal açıdan da) destek veriyor. Tasarım sözcüğü son 20 yıldır özellikle bilgisayar ve makina mühendisliğinde de yaygın biçimde kullanılıyor; kaptırmak üzereyiz yani (!) Şaka bir yana; “tasarım” her işin başı. İnsanın konuşmasını ve üstünübaşını “tasarlaması”ndan, şehir ve bölge planlamaya, seri üretimin ürün önceliklerini kararlaştırmaya kadar yayılan alanda, pozitivist bir anlayışla bakmadan, içinde bulunduğumuz toplumun gereksinimlerini de dikkate alarak, kişisel beğeni, kamu algısı, toplumsal tercihler üzerinde belirleyici olabilecek bir yaklaşımla, tasarım eleştirisi, tasarım kuramı, tasarım tarihyazımı, tasarım yaklaşımı çalışmaları yaptığımızı düşünüyorum. Bunların her biri hem alt disiplinler gibi birbirinden kopmaya/ ayrışmaya hazır, hem de bütünleşik olmaları gerektiğini sürekli olarak duyumsadığımız alanlar. Bir eğitim-öğrenim kurumunun projesini, programını bu kadar kapsamlı biçimde ortaya koyması ve bu “düstur” çevresinden ayrılmamaya çalışması, işi baştan güçleştiriyor. Bu güçlükler üst kurum olarak yüksek öğrenim kurum ve üst örgütleri başta olmak üzere, kardeş ve akran kurumlara bakışımızda, bazen çatışma, bazen de uyum ortaya çıkaran unsurların kendisinden, yani aslında kendi tercihimizden kaynaklanıyor. Örneğin öğretim üyesi kadrosu alamıyoruz ya da kadromuza uygun profilde kişi bulamıyoruz. İşbirliği yapacak kurum bulamıyoruz ya da bulduğumuz kurumun denkliğini ulusal üst kurumlar vermiyor. “Tasarım” hâlâ Fakültemiz bölümlerinde “ana eğitim ekseni” olarak görülüyor; “kuram ve eleştirinin buluştuğu pota” işlevi görüyor. Dolayısıyla kuram, tarih, eleştiri, teknolojik olanaklar, malzeme, yasalar ve kurallar, yapı ve bileşen bilimleri hep “tasarım”ın yürütüldüğü stüdyo ortamlarının çoğulculuğunun oluşturduğu eleştirel zenginlikle beslenmekte. Tersine taşımalar da sözkonusu: Bu ikinci ama ikincil olmayan alanlar da “tasarım” problemlerinin sunduğu bütüncül sorunsallar açısından işlendiğinde daha verimli ürün ve zihinler ortaya çıkarıyorlar. “ODTÜ’nün ve Mimarlık Fakültesi’nin ayrıcalığı ise, baştan beri yerel birikim, kuram, eleştiri, olanaklar, teknoloji ve malzeme ile evrensel olanlar arasında bir bağ kurmaya çalışması; evrenselliği bu tür bir eleştirel pozisyonda arayıp bulması ve kurması.” Fakültede son yıllarda yapılan, güncel interdisipliner çalışmalardan bahsedebilir misiniz? Bunlar akademik çalışmalar da olabilir bizzat eğitim süreci içinde gerçekleştirilen projeler de olabilir. Bir yanda tasarım alanının kendisinin teknolojik yeniliklerle donanmasını ve yücelmesini istiyoruz: Yeni coğrafi bilgi sistemlerinden parametrik tasarım girdilerine, sayısal teknolojilerin tasarım eğitiminin parçası olması kadar, yüksek lisans ve doktora düzeyinde bu yaklaşımların iyi sonuç ürünlerinin ve uzmanlarının artı değer olarak topluma kazandırıldığı programlar kurduk; gündelik yaşamın sorunlarının bilim ve araştırma ve akılla çözülmüş ürünlerini yine gündelik yaşama geri döndürmeye / yansıtmaya çalıştık. Öte yanda, toplumsal hizmet anlayışımızdan ve etik-mesleki kıstaslardan hiçbir zaman SAYI 53 47 ODTÜLÜ söyleşi “Tasarım” her işin başı. İnsanın konuşmasını ve üstünübaşını “tasarlaması”ndan, şehir ve bölge planlamaya, seri üretimin ürün önceliklerini kararlaştırmaya kadar... ödün vermeyerek, kamuya olan açık elli ve bol yürekli katkılarımızdan vazgeçmeden, yargıya, yasamaya, farklı akran yüksek öğretim kurumlarına, üniversiteye katılım öncesi yaş gruplarına araştırma, tartma, yargı ve görüş aktarma doğrultusunda çalıştık. ODTÜ Mimarlık Fakültesi, adeta refleksif bir bünye olarak, çeşitli zamanlarda kendi alan eğitimi üzerine de araştırmalar ve yorumlar yapmaktan, görgüsünü çözümlere yansıtmaktan, bu gibi durumlarda dış ve iç paydaşlarla çalışmaktan-çatışmaktan kaçınmayan bir kurum. Fakültemizin 2006 yılında kurduğu MATPUM, (Mimarlık Araştırma Tasarım Planlama ve Uygulama Merkezi) ne yazık ki 2012 yılında mevzuat zorunluk ve düzenlemeleri nedeniyle, Rektörlüğe bağlı bir merkez haline geldi ve pek bir verim alamıyoruz, son iki yıldır. Kuruluş felsefesine bağlı kalınsa, salt maddi kaynaklarla araştırma yapan bir kuruma dönüşmese, eğitimle araştırma ara kesiti çok daha iyi kurulurdu. Ancak yine de kamu kurumlarına konut alanında, arkeolojik yerleşimlerin planlanması ile korunması ve hava limanları geliştirilmesi konusunda yerleşim ölçeğinde danışmanlıklar gerçekleştirildi. Avrupa Birliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Kalkınma Bakanlığı destekleriyle araştırma-geliştirme projeleri yapıldı. Buna karşılık eğitim alanı içinde yapılan proje ve araştırmalar ne kamu desteği alabildi; ne de kamuoyuyla buluşma konusunda bir çerçeveye oturtulabildi. Çabalar, kişisel ve grup bazında oluşumlar olarak sürmekte: Bunlar arasında, engelli erişimini kendisi için çözmeyi hedefleyen 48 “TASARIM HER İŞIN BAŞI” uygulamayla barışık çabalar; müzecilik konusunda kavramsal ve tasarım-içi, düşünce ve uygulama katkıları; kent tarihi ve mimarlık kültürü araştırmaları; sayısal düşünme ve tasarlama yöntem ve uygulama katkıları ile yoğrulmuş eğitim ortamları kurma çabalarını sayabiliriz. Tasarım, toplumsal hayatın ve siyasetin ne kadar içindedir? Bugün hakim model olan neoliberal iktisadın ve tüketim kültürünün içinde, tasarım disiplinleri hangi hatlarda, ne ölçüde direnç gösterebilir, hangi toplumsal paydaşların faydasını ön plana çıkarabilir? Yakınlarda şu örneği verdim: “Niçin tasarım dünyamız camilerin abdest alma ortamlarını iyileştirmek üzere özel çaba göstermiyor? Niye en yeni ve ‘iyi’ olduğunu düşündüğümüz camide ya da alışveriş merkezinde genel tuvaletler, bir abdest mekânı olarak ve de en kötü biçimde, kullanılmayı sürdürüyor? Niçin iyi bir abdest eviyesi, lavabosu, bidesi tasarlanmıyor?” Bunun bir “kaçınma” hareketi olmadığını biliyorum; ama kuramla uygulama arasındaki makas farkı, hiçbir ülkede ve kültürde bizdeki kadar büyük değil. Yalıtım ve kirliliğin büyük payı siyaset kanadında evet; çünkü o da bir kültür. Ancak tasarım ve planlamanın da sindirilmişlikten silkelenip kurtulması gerekiyor. Kuramın gelişme potansiyelinin uygulama içinde ortaya çıkacağını ve sınanacağını düşünüyorum. Uygulamasız kuramın bir medrese, bir “tetebbu müessesesi” yaratması ve Türkiye benzeri ülkelerde siyaset cenahında kabul görmesi ve meşruiyet kazanması da kaçınılmaz. Tasarım alanlarının kazandığı popülarite sonucu, üniversitelerde hızla artan sayıda bölümler açılmakta. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Üretim koşullarının ve tüketimin küreselleştiği bir ortamda, üstelik de liberalse liberalliğini, sosyal refahsa sosyal adaletçiliğini, plancı ise planlamacı kalkınma özlemlerini, kolektivist ise kolektivizmini gerçekleştirmemiş bizim gibi ülkelerde, yeni adlandırmayla ancak “kayırmacı kapitalistlik” yaşanıyor. Bu ortamın kaotik yapısında, hangi üniversitenin hangi bölümünün niçin açıldığı ve ne gerçekleştirdiği, eğitim-öğretim “çıktısı” olarak ne tip bir mezun kazandığını, bu tipin profilinin ülke gerçekleriyle-beklentisi-talebi ile örtüşüp örtüşmediğini tartışmak abes. Şu iyi niyetli saptamalar yapılabilir yine de: Tasarımdan söz eden kişi ve grupların, okul ve ekollerin çoğalması, gelecekte “tasarımın” daha “aranır” bir nitelik olmasını getirebilir. Toplumun zihniyet altyapısını hazırlayabilir. O zaman şu kalıyor geriye: Kişi ve gruplar ile eğitim ve araştırma kurumları, kendi doğru bildikleri yolda yürürlerse kendi kimliklerini de kurmuş ve arayışlarını somutlaştırmış olacaklardır. Bu da gelecek için bir şeydir. Tasarım ve bellek ilişkisi üzerine görüşlerinizi almak isteriz. Tasarım ürünlerinin, tasarlanmış nesnelerin her alanda geçici ve uçucu (ephemeral) olduğunu düşünüyorum. Bu durum, “tasarım”ın gücünü ve temel-asal özelliklerini hiçbir zaman gölgelemez. Tasarımın kendisidir aslolan; onun kendi düşünme biçimi, iç ilişkileri işleyişi, kendi kabulleri ve müktesebatı (belitleri [aksiyomları]-kurallar bütünü-kazanımları), tarihi ve mimarlık eleştirisi, tasarımı bir özerk alan kılar. Ama işte tasarım ürünleri ve nesnelerinin hem kendi varlıkları ve bağlantılarını sürdürebilmeleri, hem de diğer tasarlanmış-tasarlanmamış ürün ve nesnelerle kurdukları ilişki üzerinden kendilerini sınamaları, eleştirmeleri, hiza-çıta vermeleri bir dizi dışsal ögeye bağlı. Bellek ve arşiv, dışarıdan bakıldığında, malumatfuruşçudan sıradan vatandaşa, tarih okuma meraklısından tarih yazıcısına kadar bir dizi aktörün, ölü, bağlantısız birikimi gibi gelir, birtakım kişilere. Hiç öyle değil... Kendinizi ve çevrenizdeki yapıları ve tasarlanmış nesneleri ne denli “iyi tanıyorsanız”, onlarla aranızdaki mesafeyi o denli iyi kurarsınız. Sizden önceki çabaları ne denli iyi bilir ve tanırsanız, yeni yol haritanızı o denli sağlıklı kurabilirsiniz. Bizde bugüne kadar süren, sağlıksız olduğunu düşündüğüm bir “farklı disiplinleri kıskanma”, “katkılarını küçümseme”, “yerinden etme” çaba ve açlığı var; sözünü ettiğim “çocukluk hastalığı” bu kültürle beslenmekte. Kendinizi ve çevrenizdeki yapıları ve tasarlanmış nesneleri ne denli “iyi tanıyorsanız”, onlarla aranızdaki mesafeyi o denli iyi kurarsınız. Öte yandan “bellek ve arşivi kurma, koruma, kullanımı sürekli ve sürdürülebilir kılma” da maddi bir kaynağa ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin bu yöndeki eksikliklerini kısmen kapitalist dünya alışkanlıkları ile, devlet katkı ve çabasıyla gidermesini beklemek, mesenlerin çabalarıyla bu darboğazı aşmak yanı sıra, kişisel ve bireysel girişim ve katkıların da önemli olduğunu düşünüyorum. Bir belgelik ve arşivin oluşturulmasına, kurulmasına, işletilmesi ve zenginleştirilmesine, etki alanı yaratmasına ve bu etkinin kalıcılaştırılmasına verdiğimiz katkı çok kişisel bir özveri ve gönüllük esasında olabilir. Bu yöntemin kullanıldığını ve derinleştirildiğini hiç görmüyoruz, buna tanıklık etmiyoruz. SAYI 53 49 ODTÜLÜ dosya YENGEÇ OLAN İNSANLAR, ŞIIRLERIN YERINI ALAN LEZZETLER YA DA Gıda ve Tasarım X Yazı YRD. DOÇ. DR A. CAN ÖZCAN İzmir Ekonomi Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü ODTÜ ID Binlerce yıldır ekmek olarak bildiğimiz ve yediğimiz ürün, yüz yıl öncesinden çok farklı tarımsal hammaddeler ve üretim yöntemleri ile imal edilen bir endüstriyel tasarım nesnesidir artık. ’88 50 GIDA VE TASARIM Her üçü de günümüzde bir arada bulunuyor ve üretiliyor olsa da, biçimsel olarak birbirinden pek farklı olmayan tahta, metal ve plastik yemek kaşıkları arasında tasarım düşüncesi, malzemesi ve üretim yöntemi açısından yüzyıllara, hatta binyıllara yayılan farklılıklar vardır. Bunlardan tahta olanlar binlerce yıldır çoğunlukla el işçiliği ve basit el aletleri ile üretilirken, metal olanlar yüzyıllardır ya sıcak veya soğuk metal el işçiliği ya da farklı endüstriyel kalıplama yöntemleri ile üretilirler. Plastik kaşıkların üretim yöntemi ise son yüzyılımıza özgü endüstriyel plastik kalıplama yöntemidir. Dahası, bu çok sıradan ve birbirine çok benzer üç ürün, birbirinden çok farklı parametreler ile tasarlanır. Yemek kaşıkları için geçerli olan bu durum, günümüzde yemeğin kendisi için de geçerlidir. Binlerce yıldır ekmek olarak bildiğimiz ve yediğimiz ürün, yüz yıl öncesinden çok farklı tarımsal hammaddeler ve üretim yöntemleri ile imal edilen bir endüstriyel tasarım nesnesidir artık. Dondurulmuş gıda rafından paketlenmiş olarak aldığımız ve en ince detayına kadar reçetelendirilip sadece mikrodalga fırında birkaç dakikalık işlemle yenmeye hazır hale gelen karnıyarık da öyledir, etli kuru fasulye de. Sıradan gıdalar için geçerli olan bu durum, özellikle yeni reçetelerin ve gıda ürünlerinin geliştirilmesinde endüstriyel tasarım düşüncesinin yaygınlık kazanmasına da yol açmıştır. Bu satırlar yazılırken Türkiye’de ve diğer ülkelerde gıda mühendisleri ile endüstriyel tasarımcıların bir araya gelerek geliştirdikleri gıda tasarım yarışmaları düzenlenmektedir. Bundan 25-30 yıl önce bir yandan ODTÜ’de yeni başladığım endüstriyel tasarım eğitimine devam ediyor bir yandan da, belki de o dönemin kendine özgü atmosferinin de etkisiyle, vaktimin çoğunu diğer pek çok arkadaşım gibi okuyarak geçiriyordum. O dönemde okuyup da bende iz bırakan kitaplardan bir tanesi de Brezilyalı yazar, fizikçi, beslenme uzmanı ve aktivist Josue De Castro’nun Türkçe’ye Aydın Emeç’in “Yengeç İnsan ihtiyaçları bir tasarım süreci sonrasında ortaya çıkan ürün ve deneyimlerle karşılanır. Olan İnsanlar”* adıyla çevirmiş olduğu “Of Men and Crabs” (1967) adlı romanı oldu. Kitap, bir roman olsa da temel argümanının “insanın yediği şeye dönüşmesi” şeklinde özetlenebilecek olması ilgimi çekmişti ve hâlâ da çekmeye devam ediyor. Yine de “yerli malı kullanmalı” yanında özellikle “insan yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli” düsturuyla da büyümüş ODTÜ’lü bir tasarım öğrencisi olan benim için gıda ve yemek konusu o dönemde hayatın ve tasarımın hiçbir zaman öncelikli bir konusu olmadı. Sanki o zamanlardan bugünlere dek tasarımcılar da Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin o en alt dilimini oluşturan fizyolojik temel ihtiyaçlar alanından ziyade onun üstünde yer alan sosyal ve bireysel ihtiyaçların tatminine yönelik bir profesyonel çaba içindeydiler. Maslow’un ihtiyaçlar teorisi, iki temel varsayıma dayanır: 1. İnsan davranışları onun belirli gereksinmelerini gidermeye yöneliktir. 2. İnsan gereksinimlerinin belli bir öncelik sırası vardır. Buna göre, alt düzeydeki bir gereksinim belli ölçüde karşılanmadıkça birey, bir üst düzey gereksinmeyi karşılamaya yönelmez. Bu temel prensiplere eklenebilecek bir üçüncü tasarım ilkesi olabilir ki, o da: 3. İnsan ihtiyaçları bir tasarım süreci sonrasında ortaya çıkan ürün ve deneyimlerle karşılanır. Mutfak ürünleri ya da sofra elemanları gibi konular her zaman tasarımın gündeminde * De Castro, Josue. Yengeç Olan İnsanlar, Çev. Aydın Emeç, İstanbul: Gün Yayınevi, 1968 ODTÜLÜ dosya C M Y CM MY Yemeğin kendisinin öncelikli bir tasarım konusuna dönüşmesi özellikle 2000’li yıllardan sonra gerçekleşir. 52 olmuştur ama gıdanın ve yemeğin kendisinin öncelikli bir tasarım konusuna dönüşmesi özellikle 2000’li yıllardan sonra gerçekleşir. Aslında Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin yemek ve gıda ile ilgili son bir uyarlaması yapılsa yemek ve gıda olgularının piramidin en alttaki temel ihtiyaçlar katmanında değil, diğer bütün katmanlarda da yer aldığı görülebilir. Yani, yemek ve gıda olgusu artık salt fizyolojik bir temel ihtiyaç değil, güvenlik ihtiyacı, sosyal ihtiyaçlar, saygınlık gereksinimi ve kendini gerçekleştirme gereksinimini karşılamaya yönelik bir olguya dönüşmüş ve bu katmanların her biri için tasarlanır hale gelmiştir. Bu dönüşümün gündelik hayatta gözlemlenebilir önemli göstergelerinden bir tanesi de kitapçılardaki yemek ve beslenme ile ilgili kitapların sıradan tariflerin ötesinde artması ve çeşitlilik kazanması olmuştur. Ben bu durumu kitapçılarda şiir kitaplarının yerini yemek kitapları aldı şeklinde yorumluyorum, çünkü aynı dönemde şiir kitaplarında da ciddi bir azalma yaşanmıştır. Oysa şiir, bir GIDA VE TASARIM anlamda Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin en üst katmanında yer alan ve insanın kendini gerçekleştirmeye yönelik bir sanat eylemi olarak kabul görmüştür. 2000’li yılların en önemli teknolojik iletişim ve paylaşım platformu sosyal medyada insanların gıdaya ve yediklerine dayalı paylaşımların çokluğu yemek ve gıda olgusunun ne kadar sosyal, ne kadar kabul görmeye yönelik bir etmen haline geldiğinin de göstergesidir günümüzde. Aşıklar birbirlerine şiir yazmak yerine yemek pişirmektedirler duygularını ifade etmek için. Aşçılar birkaç okulda okuyup belli alanlarda uzmanlaşan, çalıştıkları lüks gemi ya da yatlarda kaptandan daha fazla kazanabilen, kıdemli subaylar gibi yıldızlar taşıyan prestijli birer “Şef” olmuşlardır artık. Tasarımcılar ise, gıda konusu dünyanın en kritik konusu olarak Maslow’un piramidinin tabanında geriye sayan saatli bir bomba gibi var olmaya devam ederken, o bombanın hemen üstündeki katlarda kendilerine çalışacak çok geniş gıda tasarım alanları keşfetmektedir. CY CMY K ODTÜLÜ dosya Tasarımın Cinsiyeti Biz tasarımcılar, tasarım eyleminde bulunurken ürünlere belirli cinsiyetler atfetmiyor olabiliriz, ama onları belirli cinsiyetler için tasarladığımız gerçeği sıklıkla su yüzüne çıkıyor. 54 TASARIMIN CINSIYETI X Yazı ARŞ. GÖR. RENK DIMLI ORAKLIBEL Bahçeşehir Üniversitesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Ü rünleri bir cinsiyetle eşleştirmemizde, toplumsal pratiklerin, alışkanlıkların, kabullerin ve stereotiplerin etkisi çok. Aile yapısı doğrudan, sorgulanmadan kabul edildiği gibi, bu ailenin evin içinde ve dışında sahip olduğu ürünler de, aile bireylerinin sorumlulukları altına giriveriyor. Birden fark ediyoruz ki kadın beyaz eşyaların, küçük ev aletlerinin, mutfak eşyalarının; erkek ise televizyonun, müzik setinin ve tabii ki otomobilin hakimi, sahibi ve sorumlusu oluyor. Neyse ki avcı toplayıcılardan gelen genlerimiz tam hızla kadını ev içinden, erkeği ise dışarıdan sorumlu kılmışken, teknolojinin de azıcık yardımıyla erkek, otomobile ek olarak, ev içindeki teknolojik araçların da velayetini üzerine alıyor. “Toplumun yararı” için ürünler tasarlamaya çalışırken, içine doğduğumuz ve içinde bulunduğumuz toplumun bir parçası olarak, onun içine yerleşmiş olan cinsiyet kodlarından ve söylemlerinden sıyrılıp, eşitlikçi bakış açısını korumak zaman zaman güç oluyor. Tasarım sürecinin başında potansiyel kullanıcıyı tariflerken yarattığımız karakterleri, toplumun bu yerleşik kodlarıyla besliyoruz. Ürünün kullanım sürecini anlattığımız senaryolarda aynı kodların devamını getiriyoruz. Sürecin başlangıcından sonuna kadar bu yerleşik kodlarla yoğrulan ürün, piyasaya çıktığında ise gerek kullanım alanlarıyla gerekse reklamlarıyla toplumda var olan bu kodların daha da kökleşmesine katkıda bulunuyor. Sonuçta ortaya çıkan görsele baktığımızda gördüğümüz şey, bir buzdolabının kapağını açan kadın ya da otomobilin direksiyonunda bir erkek oluyor. Dolaşıma girmiş ve varlığını bir şekilde devam ettiren her türlü söylem, ürünlerle insanlar arasındaki bağları yine yeniden yaratarak sağlamlaştırıyor. Ürünleri, kullanıcılarıyla buluşturmayı hedeflemiş reklamların dolaşım sıklıklarını da göz önüne alınca bu trafikteki etkileri yadsınamaz. Evin içinde tipik anne rolüyle donatılmış kadın karakterler, beyaz eşya reklamlarında çocuklarıyla birlikte arz-ı SAYI 53 endam ederken; çapkın erkekleri otomobil reklamlarında, şehir hayatında ya da tatil yolunda, kendilerinin ya da “sahip oldukları” kadının uzantısı olarak gösterilen araçların keyfini sürerken görüyoruz. Aksi durumlarla da son yıllarda karşılaşmıyor değiliz. Bazı beyaz eşya reklamlarında kadın karakterin bir mazeretinden ötürü -hamiledir ki bunun da nasıl bir mazeret olarak meşrulaştırıldığı ayrı bir konudur ya da iş yerinde nöbete kalmıştır- reklamın kadrajından çıktığı ve erkeğin onun bu zaruri durumundan ötürü üzerine atanmış “kadınlık görevi”ni üstlendiği örnekler de var. Toplumsal cinsiyette eşitlik gözlüğüyle bu reklamlara baktığımızda; yüzeyde, göze hoş gelen, kadının ev eşyalarıyla olan sağlam bağlarını yıkmaya teşebbüs eden bir söylem görüyoruz. Ancak, azıcık kazımaya başladığımızda, görev değişimindeki etkin faktörün tarif edilen “mazeret”e sıkı sıkıya bağlı olduğu ve kadına atfedilegelmiş bu görevlerin aslında halen onun sorumluluğu olarak tanımlandığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu halde, söylemde kırılma olarak gözüken bu tarif, yüzeysel bir çatlağın ötesine geçemiyor. Öyle bir durumdayız ki, bu hafif çatlağı da olumlamamak elde değil. Nihayetinde görünürdeki resimde, bir erkek bir çamaşır makinesi ile bire bir ilişki içinde sunuluyor ve bu resim bir şekilde dolaşıma giriyor. Erkekler için küçük ama kadınlar için büyük bir adım. Kullanıcıların ürünlerle ilişkilerini tarif ederken, tasarımcı olarak, yaratıcılığımızı bu yerleşik kodları kırmak ve kalın kabuklarında ufak çatlaklar oluşturmak için devreye sokmakta fayda görüyorum. Piyasaya çıkan ürünlerin ilk adımlarını biz tasarımcıların tariflediği göz önünde bulundurulursa, ürün olgunlaşıncaya kadar geçen sürede onunla birlikte kurgulanan ve ortaya konan söylem de olgunlaşacak ve bir şekilde dolaşıma girecektir. Dolayısıyla en başta alınan kararlar ve onların getirdiği sorumlulukların farkına varıp, bu ataerkil söylemlerin yanında durup, onları beslemek ya da karşılarında durup yıkmak için ufak da olsa çaba sarf etmek, bizlerin de tasarımcı olarak duruşunu ortaya koyacaktır. 55 ODTÜLÜ söyleşi Sonradan Manifesto Olmak... ODTÜ’de Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünün öyküsünü, ilk elden dinlemek için Mehmet Asatekin’in kapısını çaldık. Buyurun, üstat ile ODTÜ ve tasarım üzerine tadına doyamadığımız bir sohbet... Siz ve rahmetli Güner Mutaf Hocamız 1960’ların sonunda ODTÜ’ye gelen David Munro’dan ders alan insanlarsınız. Munro ile master tezinizi yazdıktan sonra Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nü kuruyorsunuz. Bölümün kuruluşunu anlatabilir misiniz? *Agency for International Development 56 Tabii. David Munro’dan biraz daha geriye gitmek gerekirse, ODTÜ’nün 1956’daki kuruluş programında bile endüstriyel tasarımla ilgili bir girişim olacağı belli. Hatta hemen arkasından bir takım girişimler oluyor, Amerika’dan ziyaretçiler geliyor. Fakat bu girişimler, bir süreliğine uykuya yatıyor. Ben 1964’te başladım ODTÜ mimarlığa. Birinci sınıftaki hocamız bir ara kayboldu ortadan. Sonra tekrar geldi. Daha sonraki senelerde öğrendim ki, AID’in* başlangıçta bu bölümün kurulması için koyduğu fondan hocamız Danimarka’ya gitmiş, oradaki Kraliyet Akademisi’nde endüstri tasarımı programını incelemiş, 6 ay Kopenhag’da kalmış ve dönmüş. Ardından 1969’da David Munro yine AID ile beraber Amerika’nın görevlendirmesiyle geldi. Birincil görevi mimarlık fakültesine bir endüstriyel tasarım yüksek lisans programı SONRADAN MANIFESTO OLMAK... kurmaktı. Kaldığı süre içinde çok etraflı bir çalışma yaptı. Ve en önemlisi bu bölümün kurulmasının Türkiye için önemli olduğuna dair rektörlüğe ve akademik konseye çok sayıda yazı yazdı. Bence David Munro’nun en büyük katkısı bir anlamda üzeri örtülmüş olan şeyi tekrar açığa çıkarması oldu. 1971’deki öğrenci hareketleri, ODTÜ’nün bunların tam göbeğinde yer alması, ODTÜ yönetimindeki gelgitler gibi pek çok faktörden dolayı bölümün açılması yönetimin öncelikleri arasında değildi. Munro ülkesine geri döndü ve konu kapandı. Dekanlardan Mustafa Pultar’ın olaya tekrar el atmasıyla yüksek lisans yerine doğrudan bir lisans programı kurulması gündeme geldi. Yüksek lisans programını Munro hazırlamıştı ancak iş lisans programı haline gelince onun kısa sürede toparlanması Güner Mutaf’la benim üzerime kaldı. Tevazu içinde iyi bir şeyler çıkarmak bana önemli geliyor. Örneğin Colani’nin kalemi topluma nüfuz ediyor. Adam bunu aldığında biraz kendini mutlu hissediyorsa ne güzel işte. “Ne kadar da güzel yapmış” diyorsun, yeter. Diğer okulların programlarına, ICSID’in* eğitim komisyonu çalışmalarına baktık. Aslında mimarlık eğitimiyle de çok ayrı bir eğitim süreci değil. Sonuçta bölümün içeriği stüdyo ağırlıklı, bir yandan çizim vs becerilerini geliştiren, bir yandan da bilgi birikimini artırmaya yönelik üç grup dersin bir araya gelmesiydi. Kısa sürede dört senelik programı toparladık. Sonuç olarak rektörlüğün olumlu yaklaşımı ve Mustafa Pultar’ın çalışmalarıyla hem Mimarlık Fakültesi’nde bu bölüm kurulmuş oldu hem de Yapı Bilimleri – uzunca bir ismi vardı – yüksek lisans programı kuruldu. Normalde bölümler kurulur, bir sene hazırlık yapılır, sonra öğrenci alırsın. Bizde bir an evvel alınsın dediler. 15 öğrenciyle başladık, arkası geldi zaten. Endüstriyel tasarım eğitimi veren kurum sayısında müthiş bir artış görüyoruz. Kaliteliyi kalitesizden ayırt etmenin de zorlaştığı bir dönemdeyiz. Siz bu gelişmeyi nasıl görüyorsunuz? Bu şunun gibi bir şey; gemi gidiyor. “Dur!” diyorsun, adam tornistan yapıyor, 20 dakika sonra gemi duruyor. Şimdi, tasarımın başına gelenler aynen bu gemi gibi. Böyle pat diye bir Citroen DS (1955-1975) – Tasarım: Flaminio Bertoni şeyler olmuyor. Endüstriyel tasarım bölümü çok tercih edilmeye başlandı. İki kişi tercih edince puanlar yükseliyor. Puanlar yükseldikçe vardır bir keramet denilerek daha çok tercih ediliyor. Şimdi, puanlar yükselince, diğer eğitim kurumlarına da cazip gelmeye başladı. Türkiye’nin ekonomisi fena değil ama bu kadar endüstriyel tasarım mezununu kaldıracak bir yapıda değil. Bu arada Design Turkey gibi projelerle devletin de duyarlılığı artmaya başladı. Ama şu anda Türkiye’de endüstriyel tasarım okullarının mezunlarını hazmedecek bir ortam olduğunu sanmıyorum. SAYI 53 *The International Council of Societies of Industrial Design 57 ODTÜLÜ söyleşi Valentine’e olan ilgim ise, o daha çok Ettore Sottsass’ı tanımaktan geliyor. Yani onun kişiliğinin arkasındaki şeyleri takdir etmekten geliyor. Valantine’in benim için apayrı bir yeri var. Senelerdir bir Valentine bulsam da alsam diye düşünür sonradan vazgeçerim. Ona olan ilgim Sottsass’ı kişileştirmiş olmamdan geliyor. Kendi içinde de tabii çok değerli olduğuna inanıyorum, o ayrı mesele. Bir tasarımcının bir objeye getirebileceği neler olabilir? Sottsass’ın 1970’teki dünya görüşü, bir tasarımcıdan bir objeye nasıl dönüşebilir, geçebilir? Bence bunun çok müthiş bir örneği. Olivetti Valentine, daktilo (1969) Tasarım: Ettore Sottsass Wassily Chair (1925-26) Tasarım: Marcel Breuer 58 Birkaç tane ürünü, nesne üzerinden konuşalım. Ve onların üzerinden sizin tasarım düşüncenizi duyalım. Mesela Citroen DS beni çok etkilemiştir. Bir, Olivetti Valentine’i (Ettore Sottsass), Wassily Chair’i (Marcel Breuer); bir de iPhone’u ele alalım. Yorumlarınız ne olur? Sen bunları söyledikçe ben hemen onları hayatımdaki bir döneme koyuyorum. Yani DS’i düşünürsek ona olan sevgim, endüstriyel tasarıma olan angajmanımdan çok daha önceye dayanıyor. Çünkü, hocalarımızdan birinin bir DS’i vardı; Enis Kortan’ın. Fransa’dan gelirken bir tane DS almış gelmiş. Tavanı GRP, böyle bakınca dışarısı neredeyse gözükecek kadar ince, ekstrası olmayan bir model. Ve sadece ben değil birçok arkadaşımız ona hayrandı. DS’e bakışımda onun bir etkisi var herhalde. Ben bu seneye kadar hiçbirinin içine binmedim. Hep dışardan, onu değerlendiren başka yazıları okuyarak tanıdım. Ve hâlâ tabii onun en başarılı tasarımlardan biri olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla o dönemden sonraki Citroen’lerin hiçbirisine sevgi ve ilgim yok. Ama DS hakikaten Fransız tasarım anlayışının da çok özgün bir parçası. Böyle bir çok duygusal bir tarafı var, lüks bir tarafı var. DS ile olan aşkım bu. Wassily Chair, ben onu ilk iki örnek gibi çok yüksekte bir yere koymuyorum ama tabii bu sırtımı dönmek değil. Wassily Chair ve Mies’in başka sandalyeleri, Le Corbusier’inkiler ile beraber hakikaten çok hoş bir yerde duran bir tasarım. Ben birkaç sene evvel Ghent’e gittim; o minicik şehirde bir tane tasarım müzesi varmış. Baktık orada bir tane kullanılmış orjinal bir Wassily Chair vardı. Mesela onu görünce insan heyecanlanıyor tabii. Böyle bütün o eskimiş derileriyle, hafif paslanmak istiyor da paslanamayan metaliyle falan. O tip şeyler de insanı çok heyecanlandırıyor. iPhone’a gelince, Apple ürünlerinin, Dieter Rams’ı taklit ettiği söylenir. Apple ürünleri bugünün toplumuna modern tasarımın niteliklerini biraz güncelleştirerek veren şeyler. Yani bilinçli olarak insanlar “Aa bak bu modern tasarımmış” diye almıyor, yakın hissettiği için alıyor, belki biraz da moda olduğu için alıyor. Apple belli bir tasarım anlayışı olan ve bu tasarım anlayışını popülerleştiren ürünler yaptı. Herhangi bir ürünün yapması gereken en önemli şey topluma kendini beğendirmek. Dolayısıyla toplum beğenisini kendine göre yükseltmesi gerek. Bence Apple’ın dünya kamuoyuna en büyük katkısı bu; belli bir stilde kimseye taviz vermeden kendi çizgisini sürdürdü. Bugünkü Apple’larla Macintosh aynı SONRADAN MANIFESTO OLMAK... mıydı? Aslında hiç benzemiyorlar. Ama anlayış olarak aynısını hissediyorsun. Citroen DS ile Wassily Chair bana hep birbirinin antitezi tasarımlarmış gibi gelir. Hani Citroen DS’in simgelediği şey biraz da nesneye mükemmel bir kabuk kazandırmak. Parçalardan üretilmiş bir şey gibi değil de yekpare, neredeyse mükemmel bir kabuk ile insanlara sunmak. Wassily Chair ise sanki nesneyi böyle olabilecek bütün süslemeden, kabuktan arındırıp özüne varmak gibi… Çıplak bir nesne o. DS ise kabuğun arkasında bir nesne aslında. Sembolizm yükü olarak baktığımızda aslında ikisinin de çok yüksek. İkisi de çok manifesto gibi nesneler. Değil mi? Tabii bence en büyük değeri orda. Mesela Zaha Hadid birşey yaptığı zaman manifesto niyetine yapıyor. Bunlar öyle değil. Bunlar aslında çok mütevazı tasarımlar. Bir gün yapılıyor, üretiliyor. Ondan sonra belki Breuer onu unutuyor bile… Yerine göre… Ya da DS yapılıyor, iki sene sonra birini daha değiştiriyorlar falan filan. Onlar için o kadar işte. Piyasaya sürecekleri güzel bir araba. Herkes çok iyi karşılıyor. Ne kadar iyi, onlar da seviniyordur. Dolayısıyla geliştiriyorlar falan. Biraz böyle bakmak lazım. Sonradan manifesto olmuş ya da ikon olmuş şeylerin, değeri başka oluyor. Daha ilk baştan “Manifesto niyetine ben bunu yaptım,” demiyor. Mesela “Hot Bertaa”yı yaptım bitti işte” gibi değil. Onu yaparken, zaten ben bunu yapacağım satacak, bilmem ne olacak filan diye yapıyor. DS’in ise hiç öyle bir niyeti yok. Valentine’ın da öyle. Zaten Valentine 3 sene çıkıyor, ondan sonra da bir daha çıkmıyor. O, pazarın bir parçası. Tasarımcısı tarafından iyice yüklenmiş, iyice yoğrulmuş bir parça. Aynı tasarımcının 100 tane daha başka tasarımı var, onlar da aynı özenle yapılmış fakat bundaki yüklemeler daha fazla. Ya da bize öyle geliyor… Ürün tasarımında bir döngü var. Sonuçta tasarlananların hepsi tüketim ürünleri. Milyonlarca üretiliyorlar ve o kadar yüksek sesle manifestolar yazmaya, büyük konuşmaya falan mahal kalmıyor. Bunlar gerçekten kendi doğal akışı içerisinde üretiliyor; daha sonra toplum tarafından benimsenince, kitaplara geçince filan kültleşmeye başlıyor... Aynen öyle. Yani şu bedava dağıtılan bir örnek. (Bir kalem çıkarıyor). Bunu biliyorsundur zaten Bedava. Colani’nin tasarımı. Yani şimdi adam bunu yapmış, dağıtılıyor. Bunu alanlar mutlu ya da değil. Ama Colani bunu böyle yapıyor ve para kazanmak için bile yaptığından emin değilim. Yani bu tevazu içinde iyi bir şeyler çıkarmak bana önemli geliyor. Zaten bedava olduğu için böyle bir şey alabiliyoruz. Yoksa Hot Bertaa’yı zaten alamıyoruz. Dolayısıyla bu topluma nüfuz ediyor. Adam şunu aldığında biraz kendini mutlu hissediyorsa ne güzel işte. “Ne kadar da güzel yapmış” diyorsun, yeter. Aslında ben ta bundan 25 yıl önce aldığım derslerde de sizden bu duyguyu almıştım. Verdiğiniz örneklerin hepsi topluma bir şekilde nüfuz etmiş, yayılmış benimsenmiş demokratik ürünlerdi. Yani müzede olan ya da sadece çok zenginlerin edinebileceği “exclusive” ürünler değil, gündelik hayatın parçası haline gelmiş, orada bir söylemi yaşatmış ürünler… Harry Bertoia’nın Butterfly chair’i. Nereye baksan ondan var. Nereye baksan ortalıkta ondan var. Ben bakınca, “Ah Bertoia ne kadar güzel” diyorum; yanımdaki adam, “Bir sürü var ondan, niye bu kadar heyecanlanıyorsun” diyor. Ne kadar iyi! Herkes için o artık güzel çevrenin güzel bir elemanı olmuş. Kimse peşinden koşmuyor, kimse ona hayranlık beslemiyor ama insanları farkettirmeden olumlu etkiliyordur. SAYI 53 iPhone (Apple) Tasarım: Jonathan Ive Hot Bertaa (1989) Tasarım: Philippe Starck 59 ODTÜLÜ dosya Tasarımın Sesi X Yazı YRD. DOÇ. DR KONCA ŞAHER Kadir Has Üniversitesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü ODTÜ ARCH ’98 60 Dinlemek ve duymak; algılarımızı, mekânsal geometriyi kavrayışımızı, duyularımızın uyarılışını, sosyal davranışlarımızı, estetik algımızı ve hatta deneyimlerin hatırlanışını bile etkileyebilmektedir. Bu durumda tasarımcı da herhangi bir kültürel çerçevede sese dair arzu edilen özellikleri seçen ve bunların gerçekleşmesini sağlayan kişidir. TASARIMIN SESI A rtistik, sosyal, duygusal ya da teknik bağlamda tasarımın öğeleri düşünüldüğünde çoğunlukla aklımıza görsel yönleri gelmektedir. Sesin özellikle bir tasarım kriteri olduğunun düşünüldüğü alanlar genellikle konser salonları, tiyatro ve sinemalar ya da sesin bir gürültü olarak algılanarak kontrol edilmesinin gerektiği makine tasarımlarıdır. Tasarımda sesin önemi genellikle ses “rahatsız edici” olduğunda fark edilir ve “şikâyetler” çoğunlukla tasarımda sesin iyi olmadığının anlaşılmasının başladığı zamandır. Charles Garnier, Paris Opera Salonu’nu tasarladığı zaman ses tasarımını bir cambazın ipte oynamasına benzetmişti. Yararlanabileceği hiçbir kaynak bulamadığını ve tamamen içgüdülerini takip ettiğini söylemişti. Farkında olmasak da hepimizde “dinleyerek” bir mekânı ya da nesneyi algılayabilme yeteneği mevcuttur. Örneğin, bir mekânda gözümüz bağlı hareket ederken önümüzde bir duvar olduğunu fark ederiz, çünkü kulaklarımız bize o mekândaki sesin frekans değişimlerinden bir nesne olduğunu haber verir. Ses öğeleri bize nesnelerle, mekânlarla, kentle ilgili ipuçları verdiği kadar aynı zamanda duygusal durumumuzu da etkiler. Örneğin bir oturma odasını sesin yansıma özelliklerine göre sıcak ya da soğuk olarak nitelendirebiliriz. Mermer gibi yansıtıcı yüzeylerin olduğu bir lobi, insanların mekâna girişini önden bildirerek, o mekâna girişin özel mi yoksa kamusal bir aktivite mi olduğunun da altını çizer. Bazı dinsel mekânlardaki yüksek eko da o mekânla ilgili huşu ve saygı duygusunu güçlendirir. Bir şehrin ses karakteri o şehrin doğal topoğrafyası ve coğrafyasıyla alakalı olabildiği gibi plansız sokaklar ve yüksek binalardan da kaynaklanabilir. Kullandığımız ürünlerin sesi fonksiyonel (fotoğraf makinesi), estetik (kutu Cola açılma sesi) bazen de bilgilendirici (telefonu şarja takma) olabilir. Bazı sesler bir ürünle özdeşleşme sağlar: Harley Davidson’ın motorundan çıkan sesin o markanın ses etiketi olması gibi. Elektrikli arabaların sessiz olmasının güvenlik sorunu yaratması kadar kullanıcı memnuniyetini etkileyen psikolojik bir boyutu da vardır. Araba kullananların motor sesini Tasarımda sesin önemi genellikle ses “rahatsız edici” olduğunda fark edilir. duymak istedikleri görülmüştür. Bu nedenlerle elektrikli arabalara yapay ses eklenmesi tasarımda önemli bir kriter olmuştur. İç mimarlar, endüstriyel tasarımcılar, kentsel tasarımcılar tarafından ses yeterince dikkate alınmadığında ortaya çıkan mekânlar, ürünler, sesin tasarlandığı değil, gayri ihtiyari bir şekilde ortaya çıktığı durumlar olmakta ve şikâyetler kaçınılmaz hale gelmektedir. Restoranlar, açık ofisler, otomobiller, kent meydanları ya da eğitim mekânlarının her birinde, uygulanması gereken farklı ses tasarım kriterleri vardır. Charles Garnier’den günümüze ses tasarımında niceliksel değerlerin belgelenmesinde uzun bir yol alınmıştır. Ancak sesin öznel algısının tasarım süreci içerisinde irdelenebilmesi de oldukça önemlidir. İki tasarımı karşılaştırırken görsel malzeme kullanmak nispeten kolaydır. Yeni teknolojilerle artık tasarım sürecinde sesin üretilebilmesi, arşivlerde saklanabilmesi mümkün hale gelmiştir. Örneğin işitselleştirme (auralization) yöntemiyle bir mekân inşa edilmeden önce nasıl duyulacağını deneyimlemek ve farklı tasarımların ses karakteristiğini karşılaştırmak mümkündür. Dinlemek ve duymak algılarımızı, mekânsal geometriyi kavrayışımızı, duyularımızın uyarılışını, sosyal davranışlarımızı, estetik algımızı ve hatta deneyimlerin hatırlanışını bile etkileyebilmektedir. Bu durumda tasarımcı da herhangi bir kültürel çerçevede sese dair arzu edilen özellikleri seçen ve bunların gerçekleşmesini sağlayan kişidir. Ayrıca dinleyicilerin de homojen bir grup oluşturmadığının; çocuklar, yetişkinler, işitme problemli insanlar, yaşlılar, anadilini konuşmayan insanlar, müzisyenler gibi farklı gruplara ait insanlardan oluştuğunun ve bunun da bir tasarım kriteri olduğunun altının çizmek gerekir. SAYI 53 61 ODTÜLÜ söyleşi ODTÜ Öğrencisi Hep Farklı ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gülay Hasdoğan ile ODTÜ’nün tasarım geleneği ve gelecek üzerine... Sizinle ODTÜ EÜTB’nin tarihi ve eğitim felsefesi hakkında konuşmak istememizin birçok nedeni var aslında. Bölümün başkanısınız, ayrıca bu bölümün erken dönem mezunlarındansınız ve bölümün her kademesinde çalıştınız. Dolayısıyla, hem öğrenci tarafında, hem hoca tarafında, hem de yönetici tarafında bulundunuz. İsterseniz bölümün eğitim vizyonuyla başlayalım... Eğitim felsefesine dair ilk yıllarda ve kendi öğrenciliğimde de gözlemlediğim şey şuydu; pazarlama dersimiz olmasına rağmen yaptığımız hiçbir projede işin pazarlama kısmı sorgulanmazdı. Pazarlama sözcüğünü kullanmak bile ayıp karşılanırdı. Bu belki biraz da mimarlığın o yıllarda verdiği ideolojiden de kaynaklanıyordu. Zaten insan için, toplum için iyi olanı yaparsın ve de o da ihtiyacı olanı bulur. Onu pazarlamak, olduğundan daha iyi göstermeye çalışmak, doğru bir şey olarak görülmezdi. Biz o düşünceyle yetiştik. Dolayısıyla projeler hep insan merkezli olmak, kullanıcı merkezli olmak, ihtiyaç saptayıp soruna cevap vermek idealleriyle yapılırdı. Ürünün cazibesini artırmak ikinci planda kalan bir şeydi. Biraz üçüncü dünyacı bir anlayış var mı burada? Victor Papanek’in “Design for the Real World”ü yazdığı yıllar bunlar. Bizim gibi ülkelerde o dönem iç pazar gelişmiş durumda değil ve tasarım ürünlerini talep edecek ve onları tüketecek hacimde bir iç pazar yok. Bunun yokluğunda daha çok sosyal idealler ve sorumluluklar çerçevesinde ve biraz da toplumsal pedagojiyi işin içine katan bir anlayış vardı herhalde... 62 ODTÜ ÖĞRENCISI HEP FARKLI Doğru. Çok haklısın. Victor Papanek, çok etkili olmuştu. John Heskett’ın kitabı da o dönemler okuduğumuz kitaplardandı. Burada tabii endüstri ile ilişkinin de az olması, kopuk olması var. Bu üniversitenin ya da bölümün hatası değildi. Zira endüstrinin talebiyle kurulmuyor bölüm. Eğitim bir şekilde Amerika’dan AID yardımıyla gelen David Munro ile başlıyor. Dolayısıyla benim öğrenci olduğum yıllarda endüstriden çok kopuktuk biz. Çok nadir endüstriyle bağlantılı projeler yapardık. Sanayi ile bugünkü anlamda bir etkileşim yoktu. Hoca sayısı da zaten çok azdı. Dört stüdyo vardı, her birine giren birer hoca vardı. Stüdyolar kürsü sistemi gibi oluyordu. Ekip yoktu. Her sınıf o hocanın vizyonuyla yürütülüyordu. Hocaların vizyonları biraz farklılık gösterse de bahsettiğim temel felsefe vardı. Yani öncelikle bir idealist bakış açısı, ihtiyaç için tasarım. Siz o dönemlerden geçtiniz. Şu an benim bildiğim kadarıyla farklı kriterler rol oynuyor. Artık pazar araştırması ve pazara dönük ürün yapma var. Gerçi yine idealist, toplumsal sorumluluğa dair bir kaygı da var ama... Sanıyorum bugünkü kompozisyon daha farklı. Bugün daha farklı. Zaman içinde şöyle bir dönüşümün olması gerekti. Eğitim endüstriden kopuk gidemiyor. Çünkü bu sefer öğrenci mezun olunca ne yapacağını bilmiyor. Kiminle irtibat kuracak, nerede işe girecek... Bu sorunlara çözüm olarak projeleri daha sistematik biçimde endüstri ile işbirliği içinde yapmak gibi bir amaç belirlendi. Özellikle son sınıfta, bitirme projeleri 2002 yılından beri sistematik olarak yapılıyor. Oradaki amaç, öncelikle bir partner kuruluş bulup, öğrenci, hocalar ve firmadan oluşan bir üçlü olarak projeleri yürütmek. Ama tabii ki buranın kurgusuyla, buradaki proje geliştirme yöntemleriyle... Bu konuda özellikle son 5-6 yılda geliştirdiğimiz felsefe şöyle: Salt endüstrinin, yani firmaların ihtiyaçlarını anlayıp ona cevap veren, kısaca piyasa işi yapmak değil, onların ihtiyaçlarını anlayıp gerektiğinde onlara yön de verebilen tasarım yapmak... Son 5-6 yılda sanayii de yönlendirebilir olma durumuna gelinmiş – ki bu çok önemli bir aşama. Sadece sanayinin ihtiyaçlarına yanıt veren, sanayi tarafından yönlendirilen bir eğitim kurumu değil, artık sanayiye de vizyon sunan bir kurum olmuş... sürecinin içine katabilmek, onlardan sağlıklı geri bildirim alabilmek amaçlanıyor. Hatta bizim, tasarımcılar olarak sunacağımız bazı araçlarla, onları da tasarım yapabilir hale getirmek, onları tasarım sürecinin içine katabilmek istiyoruz. Sadece dertlerini sözel olarak anlatarak değil, onlardan da aksiyonlar alarak, onlara da bir şeyler yaptırarak sürecin içine katabilmemizi sağlayan yöntemler uygulanıyor. Mezuniyet projelerinde ise öncelikle öğrencinin bir proje konusu önermesini bekliyoruz. Dolayısıyla direk bir firma bulup, o firmayı dinleyip, o firmanın ihtiyacını çözmek yerine burada ilk sözü öğrenci söylüyor. Ve de son yıllarda giderek daha fazla sosyal sorumluluk niteliği taşıyan konular öneren öğrenciler görüyoruz. sayısı çok arttı. Daha sonra bu proje önerilerine ilgi duyan firmaları veya tasarım danışmanlık ofislerini biz buluyoruz ve öğrenciyle firmayı eşleştiriyoruz. Ve projeyi birlikte kurguluyorlar, geliştiriyorlar. Ankara’da olmanın, ODTÜ’de olmanın kültürel, sosyal, mekânsal artıları ve eksileri nelerdir? Çok güzel bir soru. Dediğin gibi, artıları da var, eksileri de. ODTÜ’de olmak belli açılardan çok büyük avantaj. Çünkü, ODTÜ’nün bağımsız düşünebilen insan, hatta “protest” öğrenci yetiştirebilme gibi çok güçlü bir kültürü var. Bizimki zaten her şeyin tartışıldığı, hiçbir şeyin tek doğru cevabının olmadığı bir disiplin. Her türlü eleştiriye açık ve öğrenci tarafından Evet. Projelerde özellikle bunu hedefliyoruz. Üçüncü sınıfta yürütülen projelerde bir dönem sürdürülebilir tasarım, bir dönem katılımcı tasarım odaklı projeler yürütülüyor. Sürdürülebilir tasarım projelerinde konuya daha temelden yaklaşıp, bir sorunun cevabının her zaman bir ürün olmayabileceğini kabul ederek, belki bir hizmet, belki bir sistemi senaryosuyla birlikte üretiyoruz. Katılımcı tasarımda, çeşitli yöntemlerle kullanıcıyı doğrudan tasarım SAYI 53 63 ODTÜLÜ söyleşi Felsefemiz endüstrinin, yani firmaların ihtiyaçlarını anlayıp ona cevap veren, kısaca piyasa işi yapmak değil, onların ihtiyaçlarını anlayıp gerektiğinde onlara yön de verebilen tasarım yapmak... sürekli eleştirilen, öğrencinin de ivmesiyle, öğrenciden aldığı geri bildirimlerle çok fazla gelişim gösteren, yenilenen bir bölüm. Mezun ettiğimiz öğrencinin piyasada duruşundan da sürekli kulağımıza gelen bir şey. ODTÜ öğrencisi çok farklı. Bir kere işini ciddiye alıyor, her şeyin nedenini sorguluyor, hiçbir şeyi gereksiz yere yapmak istemiyor ve gerçekten inanıyorsa ona emek harcıyor ve yapıyor. Dolayısıyla o gittiği yeri de etkileyebilme potansiyeli çok yüksek. Fakat Ankara’da olmasından dolayı da biraz kopuk. Sadece sanayiden kopuk demeyeceğim, çünkü aslında sanayiden kopuk değil. Biz, endüstri işbirliği ile proje yapmak istiyoruz dediğimizde İstanbul’daki firma da bize geliyor. İrtibat kuruyoruz; biz öğrencilerimizi oraya götürüyoruz. İstanbul’daki okulların bunu bu kadar yapmadıklarını da duyuyorum. Mesela biz, bir haftamızı sanayi gezisine ayırıyoruz. Sanayiden çok kopuğuz diyemeyeceğim ama belki de kültürel bağlamda İstanbul’un dinamizminden kopuk. Dolayısıyla öğrencimiz mezun olur olmaz İstanbul’daki bir iş ortamına girdiğinde biraz kendini yabancı hissedebiliyor. Orada tabii buradakinden farklı bir iş kültürü de var. Belki bizim burada aşılamaya çalıştığımız şeylerle de bazen ters düşen bir iş kültürü. O uyumsuzluklar biraz oradan da kaynaklanıyor olabilir. Kampus yaşamı da buranın bir artısı. Kampus içinde daha iyi, birbirine bağlı, kenetlenmiş arkadaşlıklar, dostluklar, öyle bir sosyal ortam var; onun getirdiği avantajlar var. Ama öyle zengin bir dış ortamdan da kopuk tabii ki öğrenci. 64 ODTÜ ÖĞRENCISI HEP FARKLI Bugün sanayi ve kültürel üretimin merkezi kabul edilen İstanbul’dan kopuk sayılmasına rağmen, ODTÜ – EÜTB mezunlarının meslek alanında gerçekleştirdiği örgütlenme şu anda ülke ölçeğindeki tek örnek. Dediğim gibi, ODTÜ kendi içinde izole, biraz dışardan kopuk, eğitimini bu şekilde yürüten bir ortam fakat biraz da bunu kırabilmek için ODTÜ’nün başka çabaları da var. Mesela ETMK’yi (Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu) ODTÜ mezunları kurdu. Türkiye’deki ilk ve aslında tek meslek kuruluşu... Yıl 1987’ydi ve ben de içlerindeydim. Biz ilk mezunlardık ve mezun olunca ne yapacağımızı bilmiyorduk; nerede işe gireceğiz, bilmiyorduk. Bir şekilde birlikte bir şey yapmamız lazım, birlik olmamız lazım şeklinde bir araya geldik. O birlikteliği bir şekilde biz başlattık, sonradan ETMK’ye İstanbul’dan da çok katılım oldu. Ama bundan dolayı ETMK hâlâ biraz ODTÜ ağırlıklıdır. Hani o, kendi ortamının dışına çıkıp bir şeyler yapabilme ve sonuca ulaştırabilme imkanımız da hep oldu. Sizlerin akademisyen olarak ya da meslek insanı olarak, öğrencilerin öğrenci olarak, bölümün akademik bir birim olarak, bunların hepsini beraber düşündüğümüzde dışardan takdir edildiği, ödüllendirildiği neler var? Dışarısı tarafından nazıl değerlendiriliyor, ödüllendiriliyorsunuz? Yarışmalara katılan hocalarımız var. Hakan Gürsu’nun, gerçekten çok yüksek sayıda uluslararası ödülleri var. Burada Teknokent’te kurduğu bir firması da var, ürün tasarımı hizmeti de veriyor. Öğrencilerimizden de bu tür yarışmalara katılan çok fazla var. Son beş yılda Red Dot Concept Design’da öğrencilerimizin projeleriyle alınan ödüllerle şu an Amerika ve Avrupa’da bu sene yedinci sıradayız. Bunlardan iki tanesi mezuniyet projesi, ikisi de aslında sosyal sorumluluk projesi. Bir tanesi de ikinci sınıf projesi. Bu mezuniyet projelerinden bir tanesi Mehrafza Mirzazad’a ait. Kazalarda kopan uzuvları güvenli, sağlıklı bir ortamda taşıyıp hastane ortamına eriştiren bir çanta tasarlamıştı. O projeyle “best of the best” almıştı. Bir tanesi de geçen sene Adem Önal’ın tasarladığı afet bölgelerine helikopterle paraşüt gibi iletilen bir ilk yardım çantası… Açılınca çadır oluyor, içinden bir de ilk yardım kiti çıkıyor. Bir de gene “best of the best” alan bir ikinci sınıf projesi var; hacıyatmaz gibi bir süpürge-faraş… O da çok inovatif bir tasarım. Aslında birkaç şey gösteriyor bu ödüller. Belki ne Mehrafza’nınki ne Adem’inki hemen bir firma tarafından üretilip o firmaya müthiş kar sağlayacak projeler değil ama bir şekilde ödüllendiriliyor. O alınan ödüller de kurumumuza bir artı olarak geri dönüyor. İkincisi, aslında bu tür projelerin ödül alıyor olması… Mesela Adem’in projesine uluslararası birçok kuruluş ilgi gösterdi. Ve en son galiba Danimarka’dan yardımla ilgili bir kuruluş, bunu hayata geçirecek. Mehrafza’nınkiyle ilgili de aslında bir sürü görüşmeler oldu. Bu tür projeler belki de büyük firmalar tarafından değil ama birtakım sosyal sorumluluk misyonu taşıyan firmalar tarafından hayata geçirilebilecek; belki insanlığa büyük faydaları olacak. Son dünyanın en iyi tasarım okulları arasında sayılmaya da başladı ODTÜ. Bu aynı zamanda bir öğrenci başarısı. ODTÜ’nün öğrencisine verdiği karakteristik özellik olarak üç sıfat vermenizi istesem,.. İlk olarak “bağımsız düşünebilen ve karar alabilen” derdim, ikincisi, “sistematik” derdim, sistematik çalışan. O disiplinli çalışmayı da içeriyor ama sistematik orada daha iyi tanımlayan bir sıfat; bir şeye başlamadan önce bütünü görebilen, ondan sonra bir hedef, amaç belirleyen, oraya gidilecek alternatif yolları belirleyen, orada kendine bir yol seçen ve de o doğrultuda ilerleyen. Yani, kararlar anlık değil de, baştan iyi kurgulanmış – tasarım süreci böyle çok kurgulamaya gelmeyen bir süreç ama biz onu disipline etmeye çalışıyoruz. O da birtakım kalıntılar bırakıyor öğrencilerde. Üçüncü olarak “sorumlu” diyebilirim. Yani kendisine sunulan bir takım kısıtlar içerisinde sadece o kısıtlara bağlı olarak hareket etmeyip o çözdüğü probleme karşı bir sorumluluk taşıyan… İlk üçte “yaratıcılığı” saymadınız. Saymadım. Zira bağımsızlık ve sistematiklik bir arada olunca yaratıcılık ortaya çıkabiliyor. Genelde tasarım disiplini, özelde de bu bölüm için gelecek projeksiyonunuz nedir? Yani olmasını istediğiniz ya da olacağını öngördüğünüz geleceği nasıl görüyorsunuz? Gelecek biraz disiplinin de nasıl gelişeceğine bağlı. Dolayısıyla geleceği dışardan bağımsız olarak düşünemiyorum. Ben biraz daha bu mesleğin ister istemez regüle olacağını, sistematik hale geleceğini düşünüyorum. Tabii o noktada Avrupa Birliği’ndeki sistem ağır basabilir. Orada 3+2 sistemi var. Yani bir “bachelor” (lisans derecesi) almak çok bir şey ifade etmiyor Avrupa’da; 3 yıllık bir şey bitirmiş oluyorsun. Onun üstüne herkes iki yıl daha koyuyor ve orada hibrid başka meslekler çıkıyor. Yani 3 yıllık eğitimini endüstriyel tasarımdan almış; onun üstüne iki yıl ürün servis sistemleri, ya da interaction design gibi başka bir şey eklemiş. Dolayısıyla ürün tasarımının farklı biçimlerine odaklanabilmek mümkün oluyor. 3+2’ye geçmesek bile, öyle bir sistemin buraya gelmesi gerektiğini düşünüyorum; yani özelleşebilme. Çünkü hakikaten çok genel bir bakış açısı var eğitimin. Endüstriyel tasarım denince altına her şey giriyor. İleride özelleşme kapılarının açılması mümkün olacak gibi… SAYI 53 65 ODTÜLÜ dosya ODTÜ’nün Ruhu; Yaya Allesi (Omurgası) X Yazı PROF. DR. BAYKAN GÜNAY ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Alle bir kavramsal mekândır, kimi zaman meydancıklar, kimi zaman gizli yerler yaratır. Her ODTÜ’lünün kendi binası ya da toplumsal gereksinimlerini karşıladığı binaları vardır. Alle bunların ötesindedir. Alle ODTÜ’nün ruhudur. O DTÜ ruhu hep tartışılan bir konudur. Kimi için devrimciliktir, kimi için özgürlüktür, kimi ormanı ve doğayı ön plana çıkartır. Kimileri de binaların brütalist mimarlığını (çıplak beton, alüminyum doğrama, tuğla ve cam) sever. Özellikle Mimarlık Fakültesi’nin sürekli değişen vistalar sunan, derinlikleri olan binası bu ruhun oluşmasına katkıda bulunmuştur. Kuşkusuz bütün bunlar ODTÜ’nün sahip olduğu değerlerdir. Hepsi bir bütünü oluşturmakta ve ODTÜ ruhu denilen, tanımı güç bir olguya gönderme yapmaktadırlar. ODTÜ yerleşkesinin tasarlandığı dönemde batıda mimarlık alanını etkileyen gruba Takım 10 denilmektedir. Bu grubun üzerinde durduğu temel tasarım ilkeleri; mimari kimlik, insanların birlikteliği, mekânın örüntüleri, mekânda kümeler oluşturma ve hareketlilik üzerine oturmaktadır. Bu nedenle sokak fikri önemsenmeli, yaya güvertesi (pedestrian deck) kavramı ile yaya dolaşımı üçüncü boyuta aktarılabilmeli, biçimi oluşturmada hacim ve mekânların sürekliliği ve çeşitliliği sağlanmalı, yüksek yapı yerine yerde yayılan bina ve mekân kurgusu yeğlenmelidir. Yerleşkenin mimarı Behruz Çinici’nin de Takım 10’nun etkisi altında olduğunu düşünüyorum. Bir yandan brüt (çıplak) beton denenmekte, diğer taraftan yerleşkenin tasarımında tek yüksek yapı (MM binası) dışında yatay bir mimarlık anlayışı geliştirilmektedir. 66 ODTÜ’NÜN RUHU; YAYA ALLESI (OMURGASI) Burada ODTÜ ruhunu oluşturan en temel ögelerden birisine değinilecektir. Yerleşkenin ilk temellerini ve binalarını tasarlayan Behruz Çinici’nin ifadesiyle – Alle. Sözcük yabancı kökenli ve ilk çıktığında, evlere ve arka bahçelere geçiş sağlayan dar geçitlere deniyor. Giderek bahçe ve yeşil alanlarda iki tarafı çitlerle tanımlanan yaya yolları için de alle sözcüğü kullanılıyor. Kanımca bu ifadeler ODTÜ’nün temel omurgası olarak görev gören alle’yi tanımlamaya yetmiyor. Yaya yolu ya da yaya aksı da yetersiz kalıyor. ODTÜ’yü bir arada tutan bir varlıktır alle’miz ya da omurgamız. Hepimiz onun üstünde yürüdük, bir binadan diğerine gittik, dostlarımızla buluştuk, ya da selamlaştık, kimi zaman bir köşesine oturduk, onunla var olan bir sürü diğer heykeli, merdivenleri, duvarları, lambaları ve ağaçları izledik. Belki de ODTÜ ruhunu oluşturan ve bir arada tutan temel ögedir alle’miz ya da omurgamız. Omurga, iskelet ile birlikte canlıları ve cansızları bir arada tutan, taşıyan bir yapıdır. Kimi zaman esas (substance) kavramının da yerine geçiririz. Çoğu zaman beğenmediğimiz davranışları ve kişileri tanımlamak için de kullanırız omurgayı; omurgasız der geçeriz. Behruz Çinici’nin oğlu Can’ın verdiği bilgilere göre alle’nin tasarımı Behruz Bey’den tüm yerleşke projesinden ayrı olarak istenmiş ve ayrı olarak tasarlanmıştır. Can ilginç bir şekilde babası tarafından tasarlanan alle’yi eleştirmiş ve kurguyu Jeremy Bentham tarafından hapishane inşa modeli olarak tasarlanan “panoptikon” ile özdeşleştirmiştir. Bu tartışmanın yapıldığı dönemde mimarlık alanını etkileyen kişiliklerden birisi olan Michel Foucault, Bentham’ın panoptikonundan yola çıkarak, toplumları disiplin altında tutmak için üst gücün sürekli gözlem yaptığını ve bireyleri disiplin altında tutarak normalleştirmeye çalıştığını savlamakta; bu çerçevede hastane, okul, hapishane gibi yapılanmaları eleştirmektedir. ODTÜ’yü bir arada tutan bir varlıktır alle’miz ya da omurgamız. Hepimiz onun üstünde yürüdük, dostlarımızla buluştuk, kimi zaman bir köşesine oturduk, ağaçları izledik. Benim kanıma göre ODTÜ alle’si birkaç konuda öncülük yapmış ve ODTÜ ruhu olarak nitelendirdiğim olguyu yaratmıştır. Arkadaşlık da, toplumculuk da, cinsel dünyaya bakış da bu mekânda oluşmuş ve gelişmiştir. Alle bir kavramsal mekândır; kimi zaman meydancıklar, kimi zaman gizli yerler yaratır. Onunla özdeşleşen heykel ve rölyeflerimiz vardır. Kimi binalar alle’nin hemen yanında, kimi zaman uzaktadır. Alle genişler, daralır, odaklar oluşturur, kalabalıklaşır ya da tenhalaşır. Mühendislik tarafına geçildiğinde yer dokusu değişir alle’nin; başka bir kümeye geçilmiştir. Her ODTÜ’lünün kendi binası ya da toplumsal gereksinimlerini karşıladığı binaları vardır. Alle bunların ötesindedir. Her ODTÜ’lü orada toplumsallaşır ve bir araya gelir. Alle ODTÜ’nün ruhudur. SAYI 53 67 ODTÜLÜ erdemli kampusu Deniz Bilimleri Enstitüsü “Birlikteliğini” Kutladı Mersin’in Erdemli ilçesinde yer alan ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü, 40. yılına yaklaşırken Mayıs ayında gerçekleştirdiği “Birliktelik” etkinliği ile enstitünün eski ve yeni emektarlarını bir araya getirdi. Deniz araştırmaları yapmak amacıyla 1974 yılında bölüm olarak açılan kurum 1977’de enstitü statüsü kazandı. Deniz Bilimleri Enstitüsü, gerçekleşen ulusal ve uluslararası projeler ve verilen lisansüstü eğitim ile deniz bilimlerine katkı sağlayarak pek çok deniz bilimci yetiştirdi. Çok sayıda projenin başarı ile sonuçlanmasına ve enstitünün bugüne gelmesine katkıda bulunan eski ve yeni çalışanların toplandığı etkinlikte duygulu anlar yaşandı. Dört kuşak deniz bilimleri araştırmacılarını tekrar aynı çatı altında buluşturan etkinlikte anılar tazelenirken, şimdi hayatta olmayan enstitü çalışanları da unutulmadı. DekoYön Projesi Balıkçılığa Yön Veriyor! ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Barış Salihoğlu’nun yürütücülüğünü yaptığı “Türkiye Denizlerinde Ekosisteme Dayalı Balıkçılık Yönetimi Seçeneklerinin Geliştirilmesi (DekoYön)” TÜBİTAK 1001 projesi başladı. Türkiye denizleri artan nüfus ve sanayileşme, kıyı alanlarının bilinçsiz kullanımı, aşırı avcılık ve yetiştiricilik faaliyetleri, yoğun turizm ve deniz taşımacılığı gibi giderek artan baskılar altında. Bu baskılar ekosistem sağlığında geri dönüşü olmayan zararlara neden olduğu kadar denizlerin topluma sunduğu sosyo-ekonomik faydanın da azalmasına yol açıyor. DekoYön Projesi ile yeni nesil ekosistem modelleme teknikleri kullanılarak ekosistem sağlığının yanı sıra denizlerden sağlanan sosyo-ekonomik faydanın da sürdürülebilirliğine katkı sağlayacak balıkçılık yönetim stratejileri geliştirilmesi planlanıyor. 68 HABER DekoYön Projesi ile geçmişte uygulanan balıkçılık yönetim politikaları, ulusal ve bölgesel ölçekte gerçekleşen ekolojik ve sosyo-ekonomik etkileri ile birlikte değerlendirilecek. Bu süreçte Türkiye’yi çevreleyen Karadeniz, Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz ekosistemlerinin yapı ve işleyişlerinin nasıl değiştiği, ekosistem modelleme çalışmaları ile bölgeler arası karşılaştırmalar yapılarak araştırılacak. Değişen, insan kaynaklı ve doğal baskılar altında, bölge denizlerini gelecekte ne tür değişimlerin beklediği geleceğe dönük senaryo simülasyonları ile belirlenecek. ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü, Deniz Ekosistem ve İklim Araştırmaları Merkezi (DEKOSİM) işbirliğinde gerçekleşen proje kapsamında her bir deniz için geliştirilen önlem alıcı yönetim stratejileri, balıkçılar, araştırmacılar ve yöneticiler başta olmak üzere tüm paydaşlara aktarılacak. ODTÜ-DBE Denizel Atıklarla Mücadele Etmeye Devam Ediyor ODTÜ DBE, denizel atıkların 2020 yılında “iyi çevresel durum” (GES) statüsüne erişebilmesi için çalışmalarını sürdürüyor. Kıyı ve deniz ortamına kasıtlı-dolaylı yollardan atılan veya terk edilen, belirli bir üretim süreci sonucunda elde edilmiş her türlü dayanıklı katı malzeme denizel atık olarak adlandırılıyor. Avrupa Birliği üye ülkeleri 2008 yılında Deniz Strateji Çerçeve Direktifleri oluşturulduğundan bu yana, küresel bir sorun olan denizel atıklara karşı mücadele yürütüyor. Kurumun en önemli amaçlarında biri denizel atıkların nitelik ve miktarının kıyı ve deniz ortamına zarar vermeyecek düzeye getirilmesi ile 2020 yılında İyi Çevresel Durum (GES) statüsüne erişebilmek. ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü hâlihazırda devam etmekte olan AB projesi (MERMAID: Marine Environmental targets linked to Regional Management schemes based on Indicators Developed for the Mediterranean) SEAS-ERA (EU FP7 ERA-NET) kapsamında gerçekleştirdiği denizel atıkların tespiti ve yönetimine dair uygulamalar ile Deniz Stratejisi Çerçeve Direktifi (MSFD) - Denizel Atık Çalışma Grubu tarafından önerilen metodolojileri uygulamak ve geliştirmek üzere çalışmalar gerçekleştiriyor. Aynı zamanda enstitünün 1.000 m’lik sahil şeridinde makro ve mikro atıkların durumu, zamana bağlı miktar değişimleri ve atık miktarına etki eden meteorolojik etkenlerin belirlenmesine yönelik çalışmaları devam ediyor. ODTÜ-DBE önümüzdeki dönemde denizel atıklar üzerine deneyim ve birikimlerini daha geniş ölçekli çalışmalarda değerlendirmeyi planlıyor. Bu kapsamda gerçekleştirdiği girişimlerden birisi de, T.C. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlı faaliyet gösteren Akdeniz Su Ürünleri Araştırma Üretme ve Eğitim Enstitüsü ve ODTÜ-DBE ortaklığı ile oluşturulmuş ve Türkiye Akdeniz sahillerinde makro plastik atıkların parçalanması ile oluşan mikroplastiklerin dağılım, kompozisyon ve biyolojik etkilerinin değerlendirilmesi. Olası toksisite özelliklerini ortaya koyulması amaçlayan bu proje önerisi TÜBİTAK tarafından desteklenmeye uygun bulundu. SAYI 53 ODTÜ-DBE’nin en önemli amaçlarından biri denizel atıkların nitelik ve miktarının kıyı ve deniz ortamına zarar vermeyecek düzeye getirilmesi. 69 ODTÜLÜ kuzey kıbrıs kampusu ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu Mimarisi ile Fark Yaratıyor Özgün mimarisiyle dikkat çeken ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu kurulduğundan bu yana çok sayıda mimari ödüle layık görülüyor. 2003 yılından bu yana KKTC’de ODTÜ standartlarında eğitim veren ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu, mimarisi ile de dikkat çekiyor. Düzenlenen tasarım yarışmaları ile seçilen tasarım grupları tarafından projelendirilen ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu, yeni üniversitelerin yapım sürecinde proje ekipleri tarafından sık sık ziyaret edilerek 70 inceleniyor. 11 ayrı tasarım grubu tarafından projelendirilen ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu, mimari özelliği ile kurulduğu ilk yıllarda çok sayıda mimari ödüle aday gösterildi ve bu alanda prestijli ödüller kazandı. Rektörlük Binası, Bilişim Teknolojileri Merkezi ve Kütüphane Kompleksi, 2006 ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPÜSÜ MIMARISI ILE FARK YARATIYOR yılında Ulusal Mimarlık Ödülleri Sergisi’nde Yapı Dalı Ödülü, yine aynı yıl AMV Genç Mimar Ödülü kazanırken, 2007 yılında da Ağa Han Mimarlık Ödülü ile Miles Van Der Rohe Ödüllerine aday gösterildi. Tek kişilik odalarda kalan üç öğrencinin banyo ve çalışma-yaşam alanını ortaklaşa kullandığı “süit” düzeninde inşa edilen ve iki bağımsız bloktan oluşan ikinci yurt binası, 2008 yılında Ulusal Mimarlık Ödülleri’nde Yapı Dalında ve 2009 yılında Miles Van Der Rohe Ödüllerine aday gösterilirken, üçüncü yurt binası, 2011 yılında Eczacıbaşı-Vitra “İyi Mimarlık Nedir?” iletişim kampanyası seçkisinde yer aldı. Kampusta yaklaşık 22 bin metrekarelik alana yayılmış olan ve basketboldan Uzakdoğu sporlarına, atletizmden golfe kadar hemen her alanda spor aktivitesine olanak sunan Sağlık ve Spor Tesisleri, ARKİV Mimarlık Merkezi 2007 Seçkisi’nde ödül kazanırken, Lojmanlar Bölgesi 2007’de Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne, Mühendislik Programları Laboratuarları ise 2010 yılında Ulusal Mimarlık Ödülü Yapı Dalı Ödülü’ne aday gösterildi. KKTC tarafından Güzelyurt’un Kalkanlı bölgesinde 2.550 dönüm tahsis edilen alan, 18 kişilik bir tasarım grubu tarafından, içinde üç bin öğrencinin eğitim görebileceği şekilde tasarlandı. Kampus Eğitim Bölgesi, İdari Bölge, Kafeterya-Çarşı Bölgesi, Lojmanlar Bölgesi, Yurtlar Bölgesi, Dinlence Vadisi, Spor ve Rekreasyon Alanları, Bilim Parkı ve Arıtma Tesisi-Atölyeler Bölgesi olmak üzere toplam dokuz bölgeden oluşuyor ve eğitim, yaşam ve sosyal çevre ilişkileri yaya yolu aksları ile sağlanıyor. SAYI 53 71 ODTÜLÜ haber Prof. Dr. Erol Gelenbe’den ODTÜ’lülere Seminer ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunu Prof. Dr. Erol Gelenbe verdiği seminerde “akıllı enerji” konusunda öneriler sundu. Prof. Dr. Erol Gelenbe Bilişim teknolojileri ve bunların gerçekleşmesi için harcanan enerjinin akıllıca harcanması başlığı altında konuştu. Bilgisayar bilimcisi, ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü 1966 mezunu Imperial College öğretim üyesi Prof. Dr. Erol Gelenbe 14 Temmuz 2014 Pazartesi günü mezun olduğu bölümde bir seminer verdi. Bu seminerinde Prof. Gelenbe yöneticiliğini yapmış olduğu çok sayıda Avrupa Birliği Çerçeve Programları destekli projeleri kapsamında geliştirilmiş araştırmalarından örnekler sundu. Bilişim teknolojileri ve bunların gerçekleşmesi için kullanılan enerjinin akıllıca harcanması başlığında önerdiği çeşitli çözümlerini sunan Prof. Dr. Gelenbe konuşmasında bilişim hizmetlerinde servis kalitesi ile enerji harcamasının beraberce iyileştirilmesine yönelik öneriler ortaya koydu. Prof. Dr. Gelenbe uluslararası düzeyde bilgisayar biliminin gelişimindeki temel kavramlara verdiği katkılar ile biliniyor. Prof. Dr. Gelenbe bilgisayar sistemlerinde sanal hafıza işletmesi, veri tabanlarında güvenilirlik, 72 HABER yapay sinir ağları, dağıtık sistemler ve bilgisayar ağları ile ilişkili protokoller ve son yıllarda bilişim sistemlerinde akıllı enerji kullanımı konularında literatürde önemli katkılara sahip. Prof. Dr. Gelenbe Nisan ayında Fransız devleti tarafından verilen Chevalier de la Légion d’honneur nişanını aldı. Gelenbe aynı zamanda İtalya devleti tarafından Grande Ufficiale dell’Ordine della Stella d’Italia ve Ordine al Merito della Repubblica Italiana nişanları ile Fransız devleti tarafından verilen Ordre des Palmes Académiques ve Ordre National du Mérite nişanlarına sahip. Prof. Dr. Gelenbe kariyeri boyunca almış olduğu çok sayıda teknik ve bilimsel ödüllerin yanında University of Liège, Roma II ve Boğaziçi Üniversitelerinden onursal doktorlar almış ve Fransa Milli Mühendislik Akademisi, Macaristan, Polonya ve Türkiye Bilim Akademilerine seçilmiştir. SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014 SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014 ISSN: 1309 - 2626 ODTÜLÜ ODTÜLÜ Ben, Tasarım Bir fikirden ürüne... Tasarım aklının hegemonya çağı... ODTÜ’DEN HABERLER... MEHMET ASATEKIN’LE ODTÜ’NÜN TASARIM GELENEĞI... ERDEMLI KAMPUSU’NDAN HABERLER... ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU