ODTÜLÜ Dergisi - Sayı 53 15.4 mb

Transkript

ODTÜLÜ Dergisi - Sayı 53 15.4 mb
SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014
SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014
ISSN: 1309 - 2626
ODTÜLÜ
ODTÜLÜ
Ben, Tasarım
Bir fikirden ürüne...
Tasarım aklının hegemonya çağı...
ODTÜ’DEN HABERLER... MEHMET ASATEKIN’LE ODTÜ’NÜN TASARIM GELENEĞI... ERDEMLI KAMPUSU’NDAN HABERLER... ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU
Sevgili ODTÜ’lüler ve
ODTÜ Dostları,
53. sayımızın konusu, son günlerin en sık
duyulan kavramlarından biri: Tasarım.
Bu sayı, tasarımı toplumsal yaşama ve
gündelik hayata etkisi temelinde ele alıyor.
Başta toplumsal cinsiyet kalıpları olmak
üzere, birçok ideolojik kurguyu ürünler
aracılığıyla cisimleştiren ve meşrulaştıran,
aynı zamanda tüketiciye ve kullanıcılara
beklenmedik olanaklar sunup, onları etkin
birer özne haline getiren, tasarım. Geleceğe
dair düşlere renk, biçim ve maddi varlık
kazandıran, onları bugünden düşünce
ufkumuza sokan, tasarım. Bugün tüketilip
yarın unutulan, sonsuz tüketim döngüsü
içinde bize hep bugünü yaşatan da tasarım.
Tasarımın ürünlerine veya bireysel anlamda
tasarımcılara odaklanmak yerine, tasarımı
kültürel, ekonomik, sosyal hatta siyasi bir
olgu olarak ele aldık. Tasarım şaheserleri ve
tasarım dehaları değil, gündelik hayatımızı
fark ettirmeden şekillendiren, anonim,
mütevazı şeylerde gördük tasarımın
erdemini ve gizemini.
Bu yıl kaybettiğimiz, Türkiye’de bir tasarım
eğitiminden söz edilebilmesinde büyük
payı olan Güner Mutaf hocamızı da sevgi ve
saygıyla anarak, bir ekol haline gelmiş ODTÜ
Mimarlık Fakültesi’ne ve Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümü’ne özel bir yer verdik.
Tasarım, bugün kuşkusuz çok sayıda mesleki
alanda yer bulmuş bir düşünce biçimi ve
yöntemi. Mühendisliğin de kendine özgü bir
tasarım nosyonu var; eğitim bilimlerinde de
müfredatlar “tasarlanıyor”. Hatta, kâinatın
oluşumunu bir tasarımın sonucu olarak
görenler de var. Bizim bu kadar geniş bir
spektrumu tek bir sayı içerisinde ele
almamız ne yazık ki mümkün değildi. Yine de
görüyoruz ki, farklı meslek grupları ve
akademik alanlar “tasarımın” kendi
alanlarında ne büyük öneme sahip olduğunu
her geçen gün daha iyi anlıyorlar ve tasarım
dünyasının aktörleri arasında yerlerini almak
için can atıyorlar.
Keyifli bir sayı okumanız dileğiyle, sizi
“tasarımımız”la baş başa bırakıyorum...
Doç. Dr. Barış Sürücü
İÇİNDEKİLER
46 “TASARIM HER İŞIN BAŞI”
02 ODTÜ’DEN HABERLER
14 DOSYA:
Söyleşi: Prof. Dr. Ali Cengizkan
50 GIDA VE TASARIM
BEN TASARIM...
Aren Kurtgözü
Yrd. Doç. Dr A. Can Özcan
20 EĞLENCENIN TASARLANMASI VE 54 TASARIMIN CINSIYETI
KUŞAKLAR ARASINDAKI UÇURUM
Renk Dimli Oraklıbel
Emre Kırtunç
56 SONRADAN MANIFESTO OLMAK...
24 HER YER TASARIM!
Söyleşi: Doç. Dr. Mehmet Asatekin
Dr. Elif Kocabıyık
26 ÜTOPYA VE YIKIM ARASINDA TASARIM: 60 TASARIMIN SESI
Yrd. Doç. Dr Konca Şaher
BIR DIZE + BEŞ FRAGMAN
Osman Şişman
62 ODTÜ ÖĞRENCISI HEP FARKLI
30 “BEN”IN TASARIMI
Söyleşi: Prof. Dr. Gülay Hasdoğan
Doç. Dr. Şebnem Timur Öğüt
66 ODTÜ’NÜN RUHU;
34 BEN TASARIMCIYIM...
YAYA ALLESI (OMURGASI)
Rauf Kösemen
Prof. Dr. Baykan Günay
36 DÜNYAYA TASARIM
PERSPEKTIFINDEN BAKMAK
Yrd. Doç. Dr. Tuğyan Aytaç Dural
70 ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU
40 TASARIM VE SIYASET
Yrd. Doç. Dr. Harun Kaygan
42 KENT VE KENTSEL TASARIM
Prof. Dr. Celal Abdi Güzer
Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Mezunlarla
İletişim Dergisi
Temmuz-Ağustos-Eylül 2014
Sayı 53
ISSN: 1309 - 2626
“ODTÜLÜ Dergisi, ODTÜ
Kariyer Planlama Merkezi’nin
mali desteği ile yılda dört
kez yayınlanmaktadır.”
Yazışma Adresi
Mezunlarla İletişim
Müdürlüğü
ODTÜ Rektörlük 1.Kat
06800 Ankara
Tel: (0312) 210 71 07
Faks: (0312) 210 13 58
[email protected]
www.mezun.metu.edu.tr
68 ERDEMLİ’DEN HABERLER
MIMARISI ILE FARK YARATIYOR
72 PROF. DR. EROL GELENBE’DEN
ODTÜ’LÜLERE SEMINER
ODTÜ Adına Sahibi
Prof. Dr. Ahmet Acar
Koordinasyon
Nokta Çelik
Sayfa Uygulama
Serhan Baykara
Yazı İşleri Müdürü
Doç. Dr. Barış Sürücü
Reklam Sorumlusu
Ekin Neşe Öztürk
Yayın Kurulu
Doç. Dr. Barış Sürücü
Damla Özlüer (Myra)
Nokta Çelik
Rauf Kösemen (Myra)
Yapım
MYRA
www.myra.com.tr
Yardımcı Proje
Sorumlusu / Yardımcı
Editör
Ece Çelik
Katkıda Bulunanlar
Dr. Aydın Tiryaki
Eren Aslıhak
E. Neşe Öztürk
Talat Doğan
Z. Emir Özer
Sayı Editörü
& Röportajlar
Aren Kurtgözü
Editör
Damla Özlüer
Tasarım Danışmanı
Rauf Kösemen
Yayın Tasarımı
Çağlar Atalay
Röportaj Fotoğrafları
Bingül Özcan
Baskı
İmak Ofset
www.imakofset.com.tr
ODTÜLÜ
kısa kısa
ODTÜ’den Haberler
Geçtiğimiz dönem ODTÜ’nün gündemi bir hayli yoğundu. Ödüller, şampiyonluklar,
şenlikler ve etkinliklerle dolu üç aya kısa bir bakış.
MAYIS 2014
ODTÜ BAHAR
ŞENLİĞİ
7-10 Mayıs tarihleri
arasında bu yıl 28.si
düzenlenen ODTÜ
Uluslararası Bahar Şenliği
her yıl olduğu gibi pek çok
sergi ve konsere
ev sahipliği yaptı. Şenlikte
bu yıl Yeni Türkü, Aylin
Aslım, Suavi ve Erkin Koray
sahne aldı.
NİSAN 2014
ODTÜ’YE BİR ŞAMPİYONLUK DAHA
11-13 Nisan tarihleri arasında Federasyon
Kupası’nda ODTÜ SAS Sualtı Hokey Erkek Takımı,
Türkiye Şampiyonu oldu.
NİSAN 2014
FREE SEMPOZYUMU
NİSAN 2014
AĞAÇLANDIRMA ŞENLİĞİNE DEVAM
ODTÜ Ormanı’nın geliştirilmesi amacıyla ODTÜ
Geliştirme Vakfı öncülüğünde başlatılan “Bir
Ağaç Sizden, Bir Orman Bizden” kampanyası, tüm
ODTÜ dostlarını Türkiye’nin ve dünyanın kent
bölgesinde insan eliyle yaratılmış en geniş orman
ekosistemlerinden ODTÜ Ormanı’na yeni ağaçlar
kazandırmaya davet ediyor. 20 Nisan’da gerçekleşen
şenlikte Ahlatlıbel Bölgesi’ne 12.000 ağaç dikildi.
2
Genişleyen Avrupa’da Futbol Araştırmaları Seminerleri’nin (FREE)
dördüncü ayağı ODTÜ’de gerçekleştirildi. “Habermas’tan Taraftar
Bloglarına: Avrupa Futbolu ve Kamusal Alan” başlığını taşıyan
konferansta Ömer Turan, Bezen Balamir, Burak Özçetin gibi pek çok
akademisyenin yanı sıra Bağış Erten, Tanıl Bora gibi gazeteciler
yer aldı. Konferansta “Stadyumun İçindeki ve Etrafındaki Politika”,
“Kamusal Alan ve Alternatif Medya” gibi başlıklar altında Avrupa’da
ve Türkiye’deki futbol algısı farklı açılardan ele alındı. 24-26 Nisan
tarihleri arasında düzenlenen etkinliğin önceki ayakları Fransa ve
Almanya’da gerçekleşmişti.
ODTÜ’DE GEÇEN DÖNEM
MAYIS 2014
ODTÜ GÜNÜ ÖDÜL TÖRENİ
ODTÜ’nün kuruluşunun 58. yıldönümü, 30 Mayıs
tarihinde gerçekleşen ODTÜ Günü töreniyle
kutlandı. İlk bölümde ODTÜ Üstün Hizmet ve ODTÜ
Takdir Ödülleri’nin dağıtıldığı törenlerin ikinci
bölümünde Turan Baskan Ödülleri, ODTÜ’ye 20
yıl hizmet vererek emekli olan akademik ve idari
personellere hizmet plaketleri ve üniversitede
20, 25, 30, 35 ve 40 hizmet yılını dolduran
mensuplara hizmet belgeleri sunuldu.
HAZİRAN
2014
EKİM 2014
MEZUNLAR BULUŞTU
Geleneksel ODTÜ Mezunlar
Günü 28 Haziran 2014
Cumartesi günü gerçekleşti.
Tüm mezunların davetli
olduğu törende 1964, 1969
yılı mezunlarına madalyaları
Rektör Prof. Dr. Ahmet Acar
tarafından takdim edildi.
1974, 1984, 1994 ve 2004 yılı
mezunlarına madalyaları
mezun oldukları bölümlerde
verildi.
ODTÜ EN BAŞARILI
100 ÜNİVERSİTE
ARASINDA
ODTÜ, İngiltere merkezli
“Times Higher Education”ın
(THE), 1 Ekim 2014 tarihinde
açıkladığı “Dünya Üniversiteler
Sıralaması’nda (World University
Rankings 2014-2015) dünyanın
en iyi 400 üniversitesi arasında
85. sırada yer aldı. Bu sonuçla
ODTÜ, dünyanın en başarılı 100
üniversitesi arasına giren ilk ve
tek Türk üniversitesi oldu.
HAZİRAN 2014
HAZİRAN 2014
Orta Doğu Teknik Üniversitesi 2013 - 2014 Eğitim Öğretim Yılı Diploma
Töreni, 29 Haziran’da ODTÜ Stadyumu’nda gerçekleşti. Bu yıl dört farklı
bölümden beş öğrenci 4.00 ortalama ile üniversite birinciliğini paylaştı.
Toplam 2523 lisans öğrencisi diplomalarını alırken; Matematik Bölümü
öğrencisi Yusuf Barış Kartal, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisi İdil Çelik,
Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü öğrencileri Yankı Aslan ve Anıl
Kara ile Makina Mühendisliği Bölümü öğrencisi Tayfun Efe Ertop üniversite
birincisi oldu. Ayrıca 491 öğrenci yüksek lisans, 149 öğrenci de doktora
diploması almaya hak kazandı. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’ndan 164
lisans öğrencisi mezun olurken; Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü
öğrencisi Oğuz Kazan kampus birincisi olarak mezun oldu.
ODTÜ Aday Öğrenci Yaz Kampı 24-29 Haziran
2014 tarihleri arasında gerçekleşti. Türkiye’nin
başarılı 40 farklı lisesinden gelen 120 öğrenci
bir hafta boyunca ODTÜ’lü oldu. ODTÜ
yurtlarında konaklayan aday öğrenciler,
hem akademik seminerlere katıldı hem de
ODTÜ’nün sosyal kültürel sportif olanaklarından
faydalandı. Eymir Gölü ve ODTÜ Mezunlar
Derneği’ne de geziler düzenlenen etkinlik, ODTÜ
Diploma Töreni ile sona erdi.
LİSE ÖĞRENCİLERİ ODTÜ’DE!
DİPLOMALAR DAĞITILDI
SAYI 53
3
ODTÜLÜ
rektörden
ODTÜ’den Koruma Amaçlı İmar Planı Hakkında Açıklama
ODTÜ
Rektörlüğünden
son dönemlerde
basında yer alan
“ODTÜ Koruma
Amaçlı İmar Planı”,
“Eymir Gölü”
ve “Tünel Yol”
konularına dair bir
açıklama geldi.
Değerli mensuplarımız,
öğrencilerimiz ve mezunlarımız,
“ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı”, arazilerinin
büyük bir bölümü doğal ve arkeolojik sit olan
üniversitemiz için hazırlanması ve onaylanması
gereken yasal bir belgedir. Kampusumuzun
doğal çevresiyle birlikte bütünlüğüne koruma
getiren plan, sit bölgelerini ve mevcut yapılaşmış
alanları plan kararlarına dönüştürerek
ODTÜ’nün arazi varlığını ve binalarını yasal
zemine oturtmaktadır. Plan, Ekim 2013’te Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanarak
askıya çıkartılmıştı. Üniversitemizin de
dahil olduğu kurumların itirazları nedeniyle,
Bakanlık bazı revizyonlar yapmış ve plan
20.5.2014 tarihinde yeniden onaylanarak bir
aylık itiraz süresi için 29.5.2014 tarihinde askıya
çıkarılmıştır. Askıya çıkan plan, Haziran ayı
başında ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim
üyelerinin de dahil olduğu komisyonumuzca
incelenmiştir.
PLAN NOTLARI - ÖZEL HÜKÜMLER
“1.10. Orta Doğu Teknik Üniversitesi kampus ve özel orman
alanından, Bilkent Mahallesi ile 100. Yıl Mahallesi arasında
geçmesi planlanan 35 metre bandındaki tünel yol bağlantısı ve
kavşaklar şematik olarak gösterilmiş olup, plan değişikliğine
gerek kalmaksızın proje aşamasında yol genişliği, güzergâhı
ve kavşak çözümlemeleri vaziyet planına işlenmek ve kampus
bütünlüğü bozulmamak kaydı ile ilgili belediye birimleri ile Orta
Doğu Teknik Üniversitesi arasında mutabakat metni imzalanarak
yeniden belirlenebilir. Ancak tünel açmak için yüzeyde işlem veya
inşaat yapılmayacaktır. Tünel yapım teknikleri konusunda ilgili
belediye birimleri ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi arasında
mutabakat metni imzalanmadan uygulamaya geçilemez.”
4
1. Planda yer alan “tünel yol”, kampusun Bilkent
Bulvarı kapısı (A-7) ile Vişnelik Tesisi arasında
doğu-batı yönünde kampusun bütünlüğünü ve
doğal sit alanlarını etkilemeyecek şekilde yer
altından geçmektedir. Bu amaçla yüzeyde inşaat
yapılamayacağı, aşağıda tam metni verilen “Plan
Notu” (Özel Hükümler 1.10) ile hüküm altına
alınmıştır. Plan notundan görüleceği gibi, “ODTÜ
Koruma Amaçlı İmar Planı” hükümleri açıkça
çiğnenmediği sürece, yüzeyde inşaat yapılması
veya ODTÜ onayı olmadan inşaata başlanılması
mümkün değildir.
2. Onaylanan plan, Eymir Gölü çevresinde sit
alanları ile ilgili yeni bir düzenleme getirmemiş,
“Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Kurulu” tarafından 1995 yılında alınmış olan sit
kararlarına tümüyle uymuştur. Tüm bölge,
1. veya 2. derece sit alanıdır. 1. derece sit alanları
yapılaşmaya kapalıdır. Koruma Kurulu tarafından
1995 yılında 2. derece sit alanı olarak belirlenen
alanlarda, “Açık Hava ve Folklor Müzesi” gibi
kullanımlar düşünülmüştür. Ancak onaylanan
planda, bu alanlarda yapılaşmaya yol açacak
herhangi bir karar bulunmamaktadır. Onaylanan
plan düzenlemeleri çerçevesinde, mülkiyeti veya
tahsisi ODTÜ’de kaldığı sürece, bu alanlarda
ODTÜ’nün izni olmadan herhangi bir yapılaşma
yasal olarak mümkün değildir.
Ekim 2013’te onaylanmış olan plana yukarıdaki
iki konuda yaptığımız itirazların, yapılan
revizyonlarla karşılandığı görülmektedir. Çevre
ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 20.5.2014
tarihinde onaylanan plana askı süresi içinde
yapılan itirazların değerlendirilmesi halen
sürmektedir.
Üniversitemiz, toplumumuza ve doğaya karşı
sorumluğunun gereği olarak, elindeki tüm
olanakları kullanarak ODTÜ Ormanı’nı ve
Eymir Gölü’nü kararlılıkla korumaya ve ODTÜ
Kampusu’nun bütünlüğüne titizlikle sahip
çıkmaya devam edecektir.
Saygılarımızla.
Rektörlük
ODTÜ’DEN KORUMA AMAÇLI İMAR PLANI HAKKINDA AÇIKLAMA
ODTÜ, Dünyanın
En İyilerinden!
“Dünya Üniversiteler Sıralaması”nda Türkiye
sınıf atladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi,
en tepedeki 100 üniversite arasına giren ilk
Türk üniversitesi olarak 85. sırada yer aldı.
6 Türk üniversitesi de en iyi 400 üniversite
arasında.
İngiltere merkezli Times Higher Education
(THE) tarafından oluşturulan ve dünyanın en
iyi üniversiteleri listesi olarak kabul edilen
“Dünya Üniversiteler Sıralaması 2014-2015”de
(World University Rankings 2014-2015),
Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Türkiye’den
ilk 100 dünya üniversitesi arasına giren tek
üniversite oldu. Dünya çapında en başarılı 400
üniversitenin belirlendiği listede, ODTÜ en
tepedeki 100 üniversite arasına giren ilk Türk
üniversitesi olarak 85. sırada yer aldı. ODTÜ,
daha önce de “Dünya Saygınlık Sıralaması (World
Reputation Ranking)” sıralamasında dünyanın
“en saygın” 100 üniversitesi arasında yer alan
tek üniversitemiz olmuştu. ODTÜ, daha geniş
kapsamlı değerlendirmeye dayanan bu yeni
sonuçla dünyanın “en iyi” 100 üniversitesi arasına
girmeyi başardı.
Bu yıl 11.’si açıklanan “Dünya Üniversiteler
Sıralaması”, resmi kuruluşlar, sanayi kuruluşları,
akademisyenler, üniversite yöneticileri,
öğrenciler ve aileleri için önemli olan “Eğitim”,
“Araştırma”, “Atıflar ve Araştırma Etkisi”, “Sanayi
Gelirleri” ve “Uluslararası Bilinirlik” başlıkları
altında, toplam 13 performans göstergesine
dayanıyor. Sonuçlar, Thomson Reuters tarafından
yürütülen kapsamlı araştırmalarla belirleniyor.
Konu ile ilgili açıklama yapan ODTÜ Rektörü
Prof. Dr. Ahmet Acar, “ODTÜ’nün dünyanın
en iyi üniversitelerinin sıralandığı “Dünya
Üniversiteler Sıralaması” listesinde dünya
çapında ilk 100 üniversite arasında yer alması
büyük bir başarı ve gurur kaynağı. Eğitim,
araştırma ve bilgi transferi alanlarındaki
başarılarımız sürdükçe, uluslararası rekabette
konumumuzun da yükseldiğini görüyoruz.” dedi.
ODTÜ’nün bu başarısında yer alan akademisyen,
idari personel, öğrenci ve mezunları kutlayan
Rektör Acar, dünyada ilk 200 üniversite arasında
4 Türk üniversitesinin, ilk 400 üniversite arasında
toplam 6 Türk üniversitesinin yer almasının
ülkemiz için gerçekten gurur verici olduğunu
söyledi. “Başarı gurur verici, ancak bu başarıyı
kanıksayamayız, yeterli göremeyiz. Önemli olan,
ülkemizin üniversitelerinin uluslararası rekabet
gücünün sürdürülebilir olmasıdır.” dedi.
Dünya çapında
en başarılı 400
üniversitenin
belirlendiği listede,
ODTÜ en tepedeki
100 üniversite
arasına giren ilk
Türk üniversitesi
olarak 85. sırada
yer aldı.
Yurtdışındaki üniversitelerle karşılaştırıldığında
mali kaynakların eşit olmadığını belirten
ODTÜ Rektörü Acar, Türkiye’de öğrenci başına
üniversite bütçelerinin, sıralamada benzer
konumda olan diğer ülke üniversitelerinin
yüzde 10’u seviyesinde olduğuna işaret etti.
Uluslararası düzeyde eğitim, araştırma ve
uygulama yapacak üniversitelere sahip olmak ve
bu üniversitelerimizin rekabet gücünü sürekli
ve kalıcı kılmak için, Almanya’da ve birçok
ülkede olduğu gibi, özel destek programları
gerektiğini söyledi. Bütçe kadar önemli olmak
üzere, akademik ve idari kadro sorunlarının
aşılması gerektiğini, devlet üniversitelerinde
öğrenci/öğretim üyesi oranlarının bozulmasının
eğitimin kalitesini olumsuz şekilde etkilediğini
belirtti. Devlet üniversitelerinde çok düşük kalan
öğretim üyesi ücretlerinin nitelikli öğretim
üyesi temininde ciddi darboğaz oluşturduğunu
hatırlatan Acar, sürekli olarak artan eğitim
ve araştırma yüküne rağmen idari personel
kadrolarının azaldığını ve ücretlerin de çok
yetersiz olduğunu ifade etti.
SAYI 53
5
ODTÜLÜ
haber
ODTÜ SAS Sporcularından
Beş Yeni Dünya Rekoru
ODTÜ Spor Kulübü SAS-Su Altı Sporları sporcuları beş yeni dünya rekoru kırarak büyük bir başarıya imza attı.
ODTÜ SAS
sporcuları
rekorlarını
K. Gökhan Türe’ye,
Soma ve Gazze
şehitlerine adadı.
Antalya-Kaş’ta 20-26 Temmuz 2014
tarihleri arasında gerçekleştirilen rekor
denemelerinde; tuzlu suda Derya Can 90
Metre ile Paletsiz Değişken Ağırlık, Şahika
Ercümen 91 Metre ile Paletsiz Değişken
Ağırlık ve 72 Metre ile İp Destekli Serbest
Dalış kategorilerinde dünya rekoruna imza
attı. Engelli sporcular Cem Esmeray 22
Metre ile İp Destekli Serbest Dalış, Ufuk
Koçak ise 22 Metre ile Paletsiz Değişken
Ağırlık kategorilerinde dünya rekoru
kırmayı başardılar. Dünya Olimpiyat
Komitesi’nin resmi olarak tanıdığı tek sualtı
konfederasyonu olan CMAS gözlemcileri
Neven Lukas ve Igor Orel gözetiminde
kırılan rekorlar geçici olarak onaylandı.
Rekorlar CMAS Apnea Komisyonu tarafından
incelenerek yönetime sunulacak rapor
ODTÜ SAS KÜP APNEA ŞAMPIYONU
21 – 23 Ağustos 2014 tarihleri arasında Antalya’nın Kemer ilçesinde
düzenlenen Serbest Dalış Küp Apnea Türkiye Şampiyonası’nda
ODTÜ Spor Kulübü SAS kadın ve erkek kategorilerinde Türkiye
birincisi oldu. Ayrıca kadınlarda Aynur Çağran Türkiye birincisi,
Fatma Uruk Türkiye ikincisi, Cansu Gülpınar, Başak Tezgör ve
Damla Yıldız Türkiye üçüncüsü oldu. Erkeklerde ise Ziya Volkan
Aksu Türkiye üçüncüsü olmayı başardı. Böylece 2014 yılı tüm serbest
dalış branşlarında takım halinde altın madalya alan kadın ve erkek
takımları kombine puanda kadın ve erkekler Türkiye Şampiyonu oldu.
6
HABER
kapsamında değerlendirilme ve doping test
sonuçlarının negatif çıkması halinde CMAS
yönetim kurulu tarafından onaylanacak.
Resmi kurallar nedeni ile deneme yapacak
sporcular en az üç ay öncesinden bağlı
bulundukları kulüp aracılığı ve detaylı bir dosya
ile TSSF’ye ve uygun görülmesi halinde CMAS’a
başvuruyorlar. Başvuru döneminde her sporcu
istediği zaman deneme yapamıyor. Sporcuların
hangi branşta ve derinlikte deneme yapacakları
kendi seçimlerine bırakılıyor.
ODTÜ SK-SAS tarafından Arnica ve Garanti
Bankası sponsorluğunda düzenlenen dalışlar
11 Mayıs 2014 tarihinde yaşama veda eden,
ODTÜ SAT kurucularından doğa dostu
K. Gökhan TÜRE, Soma ve Gazze Şehitleri
anısına atfedildi.
ODTÜ SAS SUALTI HOKEYINDE
RAKIP TANIMIYOR
ODTÜ Spor Kulübü SAS sualtı sporları
sualtı hokeyi erkek takımı, TSSF tarafından
16-19 Temmuz 2014 tarihleri arasında
Balıkesir’de yapılan Sualtı Hokeyi Büyükler
Türkiye Şampiyonası’nda bu yıl da
şampiyon olarak dört yıl üst üste Türkiye
Şampiyonu oldu.
Fazıl Say
ODTÜ’yü Büyüledi
ODTÜ’nün kuruluşunun 58. yıldönümü
kutlamaları kapsamında üniversite senatosu
tarafından piyanist Fazıl Say’a “ODTÜ Özel
Ödülü” verildi. 7 Haziran’da ODTÜ Kültür
ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonu’nda
düzenlenen törende Fazıl Say ODTÜ’lülere
dinleti sundu. Say’ın babası Ahmet Say’ın da
katıldığı törende, ODTÜ Rektörü Prof. Dr.
Ahmet Acar, ödülün Fazıl Say’a verilme sebebini
“Fazıl Say’ın günümüzde ülkemizi yurtdışında
temsil eden en seçkin sanat ve kültür
temsilcileri arasında yer alması, yerel motiflere
ağırlık veren besteleriyle yerel ve evrensel
arasında başarıyla bağlantı kurması ve kültürel
değerlerimizi dünyaya tanıtması, klasik müziği
geniş kitlelere sevdirmek amacıyla yorulmadan
sürdürdüğü çalışmaları, ilkelerine bağlı,
özgürlükleri ve demokratik değerleri savunan
bir sanat insanı olması nedeniyle, ODTÜ
Senatosu tarafından ODTÜ Senatosu Özel
Ödülü verilmesi uygun görülmüştür.” sözleriyle
açıkladı. Say ödülünü alırken “Asıl ödül Türkiye
için ODTÜ’dür.” dedi.
2014 Yeşil Beyin Finalistleri Açıklandı
Kıbrıs Kampusu’nun yeni akademik yılı açılış
töreninde aldılar.
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nun,
Sürdürülebilir Çevre ve Enerji Sistemleri
Yüksek Lisans Programı tarafından çevre,
enerji ve su kaynaklarının sürdürülebilirliği
konularında farkındalığı artırmak ve
geliştirmek üzere lise ve üniversite
öğrencilerine yönelik “Yılın Yeşil Beyinleri”
Uluslararası Proje Yarışması’nın finali
gerçekleşti. Kuzey Kıbrıs Turkcell (KKTCELL)
sponsorluğunda düzenlenen yarışmaya 17
farklı ülkeden 271 proje katıldı. Yarışmada
ilk üçe girenler ödüllerini, ODTÜ Kuzey
Aralarında Milliyet Gazetesi köşe yazarı Abbas
Güçlü, Synergy Küresel Enerji kurucu ortağı
Yusuf Ertaç, T.C. Bilim, Endüstri ve Teknoloji
Bakanlığı AB Uzmanı Abdullah Buğrahan
Karaveli, Intel Türkiye AR-GE Direktörü Aslı
Arslan, Lefke Avrupa Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşen
Türkman, Ege Üniversitesi Güneş Enerjisi
Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Günnur Koçar,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Çevre
Mühendisliği Fakültesi öğretim üyesi
Prof. Dr. Gülfem Bakan, ODTÜ İnşaat
Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi
Prof. Dr. Kağan Tuncay, ODTÜ Kuzey Kıbrıs
Kampusu Makina Mühendisliği öğretim üyesi
Doç. Dr. Murat Sönmez, VEN ESCO Genel
Müdürü Arif Künar’ın bulunduğu jüri üyeleri
beş finalist arasından ilk üçü belirledi.
SAYI 53
7
ODTÜLÜ
teknokent
Tasarım Dehası Bir Model
X Yazı
UFUK BATUM
ODTÜ TEKNOKENT
Genel Müdür Yardımcısı
ODTÜ’nün
kendi alanında
açık ara lider bir
teknoparkı var:
ODTÜ Teknokent.
Burası üniversitesanayi işbirliğinin,
bilgi ve teknoloji
transferinin,
girişimciliğin,
yenilikçiliğin
ve tasarımın
başarıyla yapıldığı
bir ekosistem.
Bir taraftan yeni açılmakta olan onlarca üniversitenin kalite sorunu
tartışılırken bence yüksek öğrenimde adı konulmamış bir devrim
yaşanıyor. Başa güreşen üniversiteler çıtayı yükseltiyor, diğerleri de her
daim daha iyisini, daha fazlasını üretmek zorunda olduğunun farkında.
E
ğitim kurumlarının üstlendiği birçok işlev
vardır. Örneğin klasik üniversitelerin en
temel görevi şüphesiz ki eğitim ve öğretim
olarak tasarlanmıştı. Sonra ülkeler, pazarlar,
ihtiyaçlar değiştikçe, şehirleşme ve sanayileşme
arttıkça araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) nitelikli
üniversitelerin odaklandığı önemli bir alan olarak
ortaya çıktı. Tabii Ar-Ge pahalı bir iş olduğundan
bu uzuv her ülkede, her üniversitede öyle kolay
kolay gelişemedi.
Rekabetçi ortamlarda mücadele eden her kurum,
kuruluş veya örgüt gibi yaşamda (oyunda)
kalabilmek ve marka değerini büyütebilmek
üniversitelerin de çoktandır gündeminde.
8
TASARIM DEHASI BIR MODEL
Sadece Türk üniversiteleri için değil; Çin,
Hindistan, Malezya, Şili, Brezilya, Rusya ve
daha birçok ülkenin (üçüncü kuşak iddiasında
olan) üniversiteleri için toplumun sorunlarıyla
ilgilenmek, çözüm üretmek, sanayi ve diğer
paydaşlarla beraber çalışmak ve sonuçta ait
oldukları toplumlara refah üretmek temel işlevler
arasında.
Demek ki iddialı bir üniversiteyi göz önüne
aldığımızda“eğitim, araştırma, toplumsal fayda”
gibi kavramlar açısından değerlendirmeliyiz.
Nitekim üniversiteleri farklı yetkinlikleriyle
değerlendiren çok çeşitli endeksler bulunuyor.
Son zamanlarda açıklanmış olduğu için Times
Higher Education (THE) endeksini ele almakta
fayda var. Türkiye’nin önemli 6-7 üniversitesi
önce ilk 400’e girmişti, sonra birkaç tanesi 200’ler
civarına tırmanmayı başardı. Yeni açıklanan
bu yılki endeks ise daha da çarpıcı: Mensubu
olduğum ODTÜ listeye 85’inci sıradan girerken,
mezunu olduğum Boğaziçi Üniversitesi de
139’uncu. Çok önemli sıçramalar yaşanıyor.
İddialı bir üniversiteyi
“eğitim, araştırma, toplumsal
fayda” gibi kavramlarla
değerlendirmeliyiz.
Türkiye’de göreceli yeni tasarlanan ve
kurgulanan “Girişimcilik ve Yenilikçilik
Endeksi” de üç yıl boyunca yapılıyor. Bu
endeksin varlığını çok önemsiyorum çünkü
endeks pek de beklemediğimiz bir şekilde
üniversiteler arasında yaratıcı ve besleyici bir
rekabet başlattı. Herkes birbiriyle konuşuyor,
tecrübeler paylaşılıyor, rakiple işbirlikleri
(coopetition) deneniyor, endekste kimin
yükselip düştüğünden bağımsız olarak topluca
yukarıya çıkış söz konusu. Türkiye’de yapılan
endekste ODTÜ’nün ilk yıl 2’inci, son iki yıldır
da birinci çıkması uluslararası endekslerin
sonuçları ile tutarlılık arz ediyor.
dinamizmiyle üniversitesini daha da yukarı
taşıyor. İşte bu bir tasarım harikası! Yüzlerce,
binlerce insanın emek verdiği, onlarca yıl
boyunca aklıyla, tecrübesiyle beslediği, suyu
büktüğü bir eser! Başarılı çalışan bir model!
Eğer Türkiye yeni dönemde yumuşak güç olmak
istiyorsa, orta gelir tuzağından çıkmak istiyorsa
çeşitli alanlarda böyle modeller geliştirmeli,
eldeki modellere yatırım yapmalı, hatta model
ihracatını düşünmeli, gerçekleştirmeli.
ODTÜ’nün kendi alanında açık ara lider bir
teknoparkı var: ODTÜ Teknokent. Burası
üniversite-sanayi işbirliğinin, bilgi ve teknoloji
transferinin, girişimciliğin, yenilikçiliğin ve
tasarımın başarıyla yapıldığı bir ekosistem.
Ekosistemin farklı aktörleri ve paydaşları yaratıcı
çarpışmalarla (creative collision) yeni sistemler
tasarlıyor, çözüm geliştiriyor, değer üretiyor.
ODTÜ Teknokent büyük bir tasarım marifetiyle
oluşturduğu ve bütün paydaşlarıyla beraber
her daim yeniden tasarımına (co-creation)
giriştiği iklimiyle adeta imbikten süzülerek
yazdığı misyonunda ifade edildiği gibi büyük bir
kaynak (source) aslında. Sadece girişimcilerin
ve araştırmacıların değil; Azerbaycan, Rusya,
Mısır, Tunus, Umman, Pakistan, Suudi Arabistan,
hatta Ekvator ve Kolombiya gibi uzak ülkelerin
kurumlarının bile yararlandığı bir kaynak.
Marka değeri en üst seviyelerde gezen üniversite
ve teknopark birbirini besleyen yapılar.
Üniversitenin araştırma gücü derinleştikçe
teknoparkını insan kalitesiyle besliyor,
destekliyor; teknopark da oluşturduğu iklimde
yeşerttiği girişimci ruhu ve özel sektör, sanayi
Eldeki endekslerin kurgusu tartışılabilir,
değiştirilebilir. Temsil ettiğim kurumların
listedeki yeri biraz inebilir, belki de çıkabilir.
Ama iyi tasarlanmış bir modelin varlığı
yadsınamaz. Yazımın amacı ne böbürlenmek
ne de caka satmak! Bu yazıyla amacım aslında
şunlara katkı sağlamak:
• İnsan kalitesiyle örülmüş, tasarlanmış
böyle işlevli ve üretken bir modelin yüzlerce
kahramanını dikkate sunmak (recognition),
• Her daim gelişime açık olan bu modelin ilgili
ve istekli her kuruma, kuruluşa, ülkeye açmak
(sharing culture),
• Liderliğin ne kadar zor bir zanaat olduğunun
farkında olarak, toplumun ve paydaşlarımızın
artan beklentilerine cevap verebilecek dinamik
bir yapıyı geliştirmek (redesigning leadership).
Hepimiz çeşitli kurumlarda çalışıyoruz, katkı
veriyoruz. Şüphesiz hepsi değerli ve önemli
isimler, markalar. Çalışanları motive eden
konuları araştıran insan kaynakları şirketleri
diyor ki; “motivasyon piramidinin en üstünde
oturan değer çalışanların yaşadığı manevi
tatmin”dir. Yani her sabah işe giderken
ayaklarının geri geri gitmesi değil, heyecanla
ileriye gitmesidir. İşte bu heyecan kurumları
sıçratır!
SAYI 53
9
ODTÜLÜ
teknokent
ODTÜ Teknokent, Silikon Vadisi’ne Adım Atıyor
Girişimci hızlandırma programı TeknoJumpp bünyesinde “Yeni Fikirler Yeni İşler” yarışmasıyla
girişimcileri destekleyen ODTÜ Teknokent, Silikon Vadisi’ne adım atıyor.
ODTÜ Teknokent Silikon Vadisi’nde merkez
açmayı planlıyor. Teknokent’in, Kasım ayı
içerisinde hizmete girmiş olması bekleniyor.
ODTÜ Teknokent’in Silikon Vadisi Merkezi’nin
açılmasıyla birlikte girişimcilerle Silikon
Vadisi arasında önemli bir köprü vazifesi
göreceği öngörülüyor. ODTÜ Teknokent’in
açılacak merkez ile girişimcilerin ABD pazarına
girmesinin kolaylaştırılması ve hızlandırılması
amaçlanıyor.
Teknolojinin başkentinde bir nevi konsolosluk
görevi üstlenecek merkez iletişimi artırırken,
Türkiye’deki teknoloji devlerinde çalışanları
da bir araya getirmiş olacak. Bu iletişim ve
ağ ile birlikte ABD’ye açılım yapmak isteyen
girişimcinin işi daha kolaylaşmış olacak.
ODTÜ 2014 Kasım ayından itibaren faaliyete
geçmesi planlanan merkezde yer almak isteyen veya
bu merkezden herhangi bir şekilde faydalanmak
isteyen herkesi bünyesine davet ediyor.
10
ODTÜ TEKNOKENT, SILIKON VADISI’NE ADIM ATIYOR
En Çok CEO ODTÜ’den
İnsan kaynakları danışmanlık firması Data
Expert, 3 bin 850 üst düzey yönetici üzerinde
yaptığı araştırma sonucunda Türkiye’nin
en iyi firmalarındaki tepe yöneticilerinin
hangi okullardan mezun olduğunu ortaya
koydu. Araştırmanın sonuçlarına göre,
Türkiye’deki üst düzey yöneticilerin yüzde
14’ü ODTÜ mezunu. Listede ODTÜ’yü yüzde
12 oranla Boğaziçi Üniversitesi ve yüzde
10’la İstanbul Teknik Üniversitesi takip
ediyor. Araştırma listedeki bu üniversitelerin
özellikle İşletme, Endüstri Mühendisliği,
İnşaat Mühendisliği, Makine Mühendisliği,
Bilgisayar Mühendisliği, İktisat, Uluslararası
İlişkiler gibi bölümlerin mezunlarının iş
dünyasındaki yönetici pozisyonlarına daha
hızlı ulaşabildiğini gözler önüne seriyor.
Data Expert tarafından hazırlanan araştırma,
mühendislik fakültesi mezunlarının
şirketlerin yönetiminde her alanda yer
alabildiğini de gösterdi. Yönetimden
pazarlama, satış koltuklarına ve hatta insan
kaynakları koltuklarına kadar her alanda
mühendislerin bulunduğu göze çarpıyor. Üst
düzey koltuklarda oturan yöneticilerin yüzde
46’sı mühendis.
Girişimci ve Yenilikçi
Üniversite Endeksi’nde
Birinci ODTÜ
ODTÜ, “Girişimci ve Yenilikçi Üniversite
Endeksi 2014” sıralamasında 144 üniversite
arasında 83,09 puanla birinci sırada yer aldı.
TÜBİTAK ve ilgili kuruluşların katılımıyla
hazırlanan endeks, 2013 yılı verilerine
göre üniversitelerin “bilimsel ve teknolojik
araştırma yetkinliği”, “fikri mülkiyet havuzu”,
“işbirliği ve etkileşim”, “girişimcilik ve
yenilikçilik kültürü” ile “ekonomik katkı ve
ODTÜ 144
üniversite
arasında 83,09
puanla birinci oldu.
ticarileşme” boyutları altında 23 performans
göstergesine göre değerlendirildi.
Endeks kapsamında 50 ve üzeri öğretim
üyesi olan 144 üniversite araştırmaya dahil
edilirken, ilk beşe giren diğer üniversiteler,
81,44 puanla Sabancı Üniversitesi, 76,34
puanla Boğaziçi Üniversitesi, 74,96 puanla
İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi ve 73,59
puanla Koç Üniversitesi şeklinde sıralandı.
SAYI 53
11
ODTÜLÜ
haber
2014 iF Konsept Tasarım Ödülü
ODTÜ Mezunu Fulden Dehneli’ye!
Vita, üç parçalı taşınabilir
ve şarj edilebilir bir hava
temizleyicisi.
ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
2014 mezunlarından Fulden Dehneli,
mezuniyet projesi Vita ile 2014 iF Konsept
Tasarım Ödülünü kazandı. Dehneli’nin
tasarıladığı Vita, üç parçalı taşınabilir
ve şarj edilebilir bir hava temizleyicisi.
Vita’nın gövdesi genel havayı saflaştırıp
arıtırken, çubuklar istenen yere konularak
bulundukları alan havasını temizliyor. Vita
evin her köşesine saflaştırılmış hava yayarak
kötü kokuları önlüyor, virus, bakteri gibi
mikro organizmaları ortadan kaldırıyor
ve ortamdakilerin rahat nefes alınmasını
sağlıyor. Taşınabilir çubuklar yemek
pişirme sırasında mutfaktaki, gece uykusu
sırasında yatak odasındaki ya da temizlik
yaparken tozlu dolapların içerisindeki havayı
temizleyebiliyor.
iF Hannover fuarının bir uzantısı olan iF
Konsept Tasarım ödülleri her yıl ürün,
iletişim, ambalaj, içmimari ve profesyonel
konsept alanlarında dağıtılıyor. 1953 yılından
bu yana düzenlenmekte olan ödüller otomotiv
şirketlerinden bireysel tasarım stüdyolarına
kadar katılan tüm tasarımcılara dünya çapında
bilinirlik olanağı sağlıyor. Ödülü kazanan
Fulden Dehneli ‘‘ ODTÜ mezunu olmaktan,
okulumu yurtdışındaki yarışmalarda temsil
etmekten ve bunu her ortamda paylaşmaktan
onur ve gurur duyuyorum’’ dedi.
Utak 2014 Tasarım Dünyasını Bir Araya Getirdi!
Ulusal Tasarım Araştırmaları Konferansı 2014
(UTAK 2014) 10-12 Eylül 2014 tarihleri arasında
ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde gerçekleşti.
ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
tarafından gerçekleşen etkinliğe 14 farklı
üniversiteden 150 katılımcı katıldı. Tasarım
eğitiminden tasarımda sosyal sorumluluk
konularına kadar geniş bir konu yelpazesinde
gerçekleşen konferansta 31 bildiri sunumu
yapıldı. Etkinlik kapsamında başta endüstriyel
tasarım olmak üzere farklı eğitim alanlarından
lisans ve yüksek lisans öğrencilerine yönelik üç
çalıştay gerçekleştirildi. Tasarımın toplumsal
katkısına yönelik eğitime ve mesleğe dair
tartışmaların öne çıktığı konferansın bildiri
kitabı Mimarlık Fakültesi Yayınları tarafından
basılıyor.
12
HABER
ODTÜ’lü Ekibe
“Çevre Oscarı”
ABD’de düzenlenen ve ulaşım, mimarlık,
ürün ve hizmet alanlarında yılın en sıradışı
çevreci proje ve çalışmalarını ödüllendiren
Green Dot Awards 2013 yarışması sonuçlandı.
“Çevre Oscarları” olarak da bilinen yarışmada
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümü öğretim elemanı Dr. Hakan
Gürsu ve ekibi yenilenebilir enerji tüketen
ve kullanılmış pet şişelerden tasarlanan
“Infinite Light” (Pet kandil) projesi ile
birinciliğe layık görüldü.
Projedeki esnek güneş paneli öncelikle
güneş ışığını topluyor, dönüştürülen enerji
bataryalarda depolanıyor ve kit içindeki LED
Dr. Gürsu ve
ekibinin projesi
ile düşük gelirli
kırsal hanelerde
yaşayanlar
kolayca evlerini
aydınlatabilecek.
ışıklar sayesinde ortam aydınlatılıyor.
Geri dönüşüme yenilikçi yaklaşımlar getiren
Dr. Gürsu ve ekibinin projesi ile düşük gelirli
kırsal hanelerde yaşayanlar kolayca evlerini
aydınlatabilecek. Infinite Light’ın kullanımı
sırasında başka hiçbir harcama veya yenileme
yapmaya gerek kalmıyor.
TÜBİTAK Bilim Ödülleri’ne
ODTÜ Damgası
ODTÜ En Başarılı 15
Tasarım Okulu Arasında
ODTÜ, “Red Dot Tasarım 2014 Sıralaması” (Red
Dot Design Ranking 2014) sonuçlarına göre
Amerika ve Avrupa bölgesinin “En Başarılı 15
Tasarım Okulu” arasında yedinci sırada yer aldı.
“En Başarılı 15 Tasarım Okulu” listesi
üniversitelerin son beş yıl içerisindeki
“Kavramsal Tasarım” kategorisinde
kazandıkları “Red Dot” ödülleri dikkate
alınarak oluşturuluyor. Bu yıl ABD’den altı,
Almanya’dan üç, İngiltere, Fransa, İsveç,
Norveç, İsviçre ve Türkiye’den ise birer eğitim
kurumu girmeyi başardı. Red Dot Tasarım
Ödülleri, 1955 yılından beri merkezi Almanya
Essen’de bulunan Design Zentrum Nordrhein
Westfalen tarafından veriliyor.
Her yıl kendi alanında
yaptığı çalışmalarla bilime
uluslararası düzeyde önemli
katkılarda bulunmuş,
hayattaki bilim insanlarına
verilmekte olan TÜBİTAK
Bilim Ödülleri’ne yine
ODTÜ’lü bilim insanları
damga vurdu. TÜBİTAK
Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri
ile TÜBİTAK-TWAS Teşvik
Ödüleri 2014 kapsamında,
Mühendislik Fakültesi
Kimya Mühendisliği Bölümü
öğretim üyelerinden Prof.
Dr. Timur Doğu TÜBİTAK
Bilim Ödülüne, Mühendislik
Fakültesi Metalurji ve
Malzeme Mühendisliği
Bölümü öğretim üyelerinden
Doç. Dr. Hüsnü Emrah Ünalan
TÜBİTAK Teşvik Ödülüne,
Mühendislik Fakültesi Elektrik
ve Elektronik Mühendisliği
Bölümü öğretim üyelerinden
Yrd. Doç. Dr. Özgür Ergül
TÜBİTAK Teşvik Ödülüne
layık görüldü. Bilim Ödülü
için 2014 yılı ödül miktarı 50
bin TL, teşvik ödülü 20 bin
TL, altın plaket ve ödül beratı
olarak belirlendi. TÜBİTAK
ayrıca Bilim Ödülü sahiplerine
araştırma desteği de veriyor.
TÜBİTAK Bilim
Ödülleri’nde
ODTÜ’lü bilim
insanları bilim ve
teşvik ödüllerine
layık görüldü.
SAYI 53
13
ODTÜLÜ
dosya
BEN
TASARIM...
X Yazı
AREN KURTGÖZÜ
Kadir Has Üniversitesi
Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
ODTÜ ID
’94
14
Tasarım bugün üretimin belli bir aşamasında devreye girip,
işini gördükten sonra sahneden çekilen bir uzmanlık değil.
Aksine, bir fikir olarak akla düşmesinden detaylandırma ve
üretim aşamalarına, pazarlama ve sunumundan bizzat tüketimi
ve yok oluşuna kadar bir nesnenin tüm yaşam döngüsünde
tasarım aklı belirleyici durumda.
BEN TASARIM...
SAYI 53
15
ODTÜLÜ
dosya
Tavukların genetik
yapısı, metabolizması
ve besisi üzerinde
gerçekleştirilen
modifikasyonlar sonucu
ortaya çıkan yumurtaya
“designer egg” adı
veriliyor.
“İşin özü, Sternschuß yumurtalarını yemektense
aç kalırım daha iyidir,” diye yazıyordu 1917
yılında Karl Kraus, “böyle şeyler var olduğu
müddetçe, bu ümitsiz sefilliğe karşı şerefli tek
çıkar yol acından ölmektir.” Doğanın ürünü olan
yumurtanın çarşıda yumurta olarak değil de
Sternschuß yumurtası sıfatıyla karşımıza
çıkması, insan ile metayı ayrışmaz, iğrenç bir
birlik içine sokan korkunç bir felaketti. Kraus’u
bu denli infiale sürükleyen şey, Bay
Sternschuß’un yumurtaları kendi ismiyle
piyasaya sürebilmiş olması ve bunun
sonucunda o yumurtalara niteliklerini
kazandıran şeyin doğa olmaktan çıkıp
bizzat Bay Sternschuß’un şahsiyeti ve
onun sahip olduğu tavuklar haline
gelmesiydi.
Belli ki kapitalist meta üretimi ve
mübadelesi, tarım ve hayvancılığın
doğal ürünlerini de kapsar, onları da
markalaştırır hale gelmişti. Bugün ise
markaların varlığı o kadar kanıksanmış
16
BEN TASARIM...
durumda ki, kimileri için markasız bir ürün satın
almak güven duygusundan feragat edip her tür
riske kapıyı açmak anlamına geliyor. Üstelik
birbirinden farklı ürün ve hizmetler arasından
tercih yaparken marka kadar önemli ve ona elle
tutulur, gözle görülür bir gerçeklik kazandıran bir
başka faktörü de gözetiyoruz: Tasarım... Karl
Kraus bugün yaşasa ve yumurta almak için
çarşıya gitseydi, yüz yüze geleceği “tasarlanmış
yumurtalar” gerçeği karşısında nasıl bir tepki
verirdi? Vitamin, yağ, mineral ve kolesterol
içeriğini belirlemek, sarısının rengini geliştirmek
amacıyla tavukların genetik yapısı,
metabolizması ve besisi üzerinde gerçekleştirilen
modifikasyonlar sonucu ortaya çıkan yumurtaya
“designer egg” adı veriliyor. Üzerine hazır desenler
basılmış yumurtalardan ve özel ambalaj
tasarımlarından bahsetmeye bile gerek yok.
İster ürün, mekân ve hizmetlere yeni
işlevsellikler kazandırmak, farklı kullanım
alanları yaratmak, isterse onları yeni biçimler
ve anlamlara büründürmek amacıyla yapılıyor
olsun, tasarım bugün üretim ile tüketim
arasında mükemmel iletkenlikte devre kuran
etkinliğin adıdır. Üretim ve tüketim arasındaki
o uçsuz bucaksız alanı hem derinlemesine hem
de boylu boyunca kat ederek dolduran bir
faaliyet haline gelmiştir. Derinlikten kasıt şu:
Tasarım bugün üretimin belli bir aşamasında
devreye girip, işini gördükten sonra sahneden
çekilen bir uzmanlık değil. Aksine, bir fikir
olarak akla düşmesinden detaylandırma ve
üretim aşamalarına, pazarlama ve
sunumundan bizzat tüketimi ve yok oluşuna
kadar bir nesnenin tüm yaşam döngüsünde
tasarım aklı belirleyici durumda. Boylu
boyunca katettiği alan ise her gün tayfı
genişleyen ve tasarımın konusu haline gelen
ihtiyaçları anlatıyor. Bugün bildiğimiz her şey
ve henüz bilmediklerimiz tasarımın konusu
olarak ele alınıyor ve hayatımıza girebiliyor.
İleri kapitalist tüketim düzeninin de itici
gücüyle o kadar emperyal bir yayılımdan söz
ediyoruz ki, Hal Foster bugün artık bir tasarım
ekonomi-politiğinden söz etmemiz gerektiğini
söylerken, Deyan Sudjic daha da ileri gidiyor ve
tasarımın post-endüstriyel toplumun DNA’sı
haline dönüştüğünü ve toplumu anlamak için
anahtar konuma geldiğini iddia ediyor.
Bugün bildiğimiz her şey
ve henüz bilmediklerimiz
tasarımın konusu olarak
ele alınıyor ve hayatımıza
girebiliyor.
mümkün değil. Eklektik mobilya kurgusundan,
antika piyanoya, “vintage” eşyalardan, özenle
seçilmiş kitaplara dek tüm bir ortamın tasarımı
müşterileri entelektüel anlamda mekâna ve
birbirlerine angaje etmek amacıyla yapılmış.
Bu örnekte tasarımı salt fiziksel bir mekânın
donatılması olarak değil, o mekânda bulunan
insanların yaşayacağı deneyimi de kapsayan bir
rolde görüyoruz.
Her gün kullanageldiğimiz paraların da birer
tasarım ürünü olduğuna hiç dikkat ettiniz
mi?
Rusya kökenli
Ziferblat adlı “anti
kafe” zincirinde
müşteriler çay
ya da kahveye
değil orada
geçirdikleri
zamana para
ödüyorlar.
İsterseniz bugünün dünyasında tasarımın
oynadığı merkezi rolü ilginç birkaç örnekle
tartışalım.
En son Londra’da şube açan Rusya kökenli
Ziferblat adlı “anti kafe” zincirinin temel
konsepti müşterilerin içtikleri çay ya da
kahveye değil, orada geçirdikleri zamana
para ödemesi üzerine kurulu. Bir kafede daha
uzun durabilmek için yavaş yavaş içilen bir
bardak kahvenin stresi yerine, müşteriler
geçirdikleri her dakika için üç peni ödeyerek,
diledikleri kadar oturuyor, çay kahve tüketiyor
ve internete bağlanıyor. Böylece birbirini
tanımayan insanların bir araya gelip rahatça
sohbet edebildiği, yaratıcılığın yeşerebileceği
bir ortam sunmayı amaçladığını söylüyor
zincirin sahibi Ivan Mitin. Elbette sadece
inovatif ödeme sistemi ile bu amaca ulaşmak
SAYI 53
17
ODTÜLÜ
dosya
Robin Stam banknotlar
üzerindeki yedi hayali
köprü imgesini gerçekten
inşa ettiğinde, tasarımın
sahip olduğu bir başka
güce daha tanıklık ettik;
temsillerden gerçeklik
üretmek...
1990’ların başında Doğu Bloku’nun
çökmesiyle birlikte bağımsızlık kazanan
yeni devletler ve 1999’da kurulan Euro
alanı, bu ülkelerde kullanılan madeni
para ve banknotların tasarımı sorununu
gündeme getirdi. Daha önce gelenek ile
sınırlanmış, görece oturmuş bir repertuvara
sahip olan paranın görselliği bir tasarım
problemi olarak kamuoyunu bu denli meşgul
etmemişti. Halbuki geleneğin ve ulusal birliği
temsil edecek simgelerin icat edilmesini
gerektiren bu yeni zamanlarda paranın
grafik boyutu tasarımın nüfuz gücü sayesinde
ulus inşasının önemli bir yapı taşı haline
geliyordu. Lübnan Merkez Bankası’nın 2013
yılında ülkenin bağımsızlığını kazanmasının
70. yıldönümü için çıkardığı 50 bin liralık
banknotlar kamuoyu tarafından özellikle
sosyal medyada yüzeysel bir photoshop
katliamı olarak nitelenerek eleştiri oklarına
hedef olduğunda, tasarımın artık toplumdaki
her bireyi ilgilendiren bir mecra olduğuna
tanıklık ettik. Yedi banknottan oluşan
Euro serisi ise, birliği oluşturan ülkeler
arasındaki bağları ve Avrupa’nın kültürel
tarihinin önemli dönemeçlerini simgeleyen,
farklı mimari tarz ve dönemlerin arketipi
olan yedi tane temsili köprü illüstrasyonu
taşımaktaydı. Bir temsil tartışmasına yol
18
BEN TASARIM...
açmamak için gerçekte var olan köprüler
seçilmemişti. Geçen yıl Hollandalı tasarımcı
Robin Stam banknotlar üzerindeki bu yedi
hayali köprü imgesinden yola çıkarak gerçeğe
dönüştürdüğü yedi köprüyü Rotterdam’ın
bir banliyösünde inşa ettiğinde tasarımın
sahip olduğu bir başka güce daha tanıklık
ettik; temsillerden gerçeklik üretmek... Yani
Baudrillard’ın hipergerçek (simülasyon)
dediği yeni gerçekliğimiz.
Bu simülasyon evreninde tasarımın baş
köşeye oturmasının önemli nedenlerinden
biri dijital devrimdir kuşkusuz. 1980’lerle
başlayan dijitalleşme süreciyle birlikte
metalar basitçe imal edilen nesneler
olmaktan çıkıp, toplanan, sentezlenen ve
manipüle edilen verilere dönüşmeye başladı.
Artık birçok sektörde tasarım süreci teknik
bir problem veya ihtiyacın tanımlanması
ile değil, farklı kaynaklardan toplanmış veri
ve imgelerin geçici bir kolajının yapıldığı
moodboard’ların yaratılması ile başlıyor...
Tasarımın yol açtığı bu maddesellik yitimi,
aslında metaforik anlamda her tür nesneyle
ilişkimizi belirleyen, nesneyi üzerinde kendi
imgemizin yansımasını gördüğümüz bir
yüzeye indirgeyen süreçtir. Marksist eleştiri
geleneği, modern dönemde tasarımın rolünü
teknik ve toplumsal üretim koşullarının
nesne üzerinde bırakması muhtemel her
tür izi silmek, okunmaz hale getirmek,
yani nesneyi köksüzleştirmek olarak görür.
Tasarımın yarattığı mükemmel yüzeyler,
nesneyi bize bir üretim sürecinin sonucu
gibi değil de, adeta sihirli bir dokunuşla
tecessüm etmiş bağımsız bir varlık olarak
göstermektedir.
Bu opak yüzeyin arkasını keşfetmeye çalışan
Thomas Thwaites piyasadaki en sıradan
ürünlerden birini, bir ekmek kızartma
makinasını, sıfırdan yapmaya girişmiş. Hazır
parçaları ve malzemeleri birleştirerek değil,
ekmek kızartıcıyı oluşturan tüm parçaların
malzemelerini ilk kaynağından, yani doğadan
elde edip, işleyerek yapmayı hedeflemiş. Bu
iş için koyduğu iki kural varmış; makinanın
tüm parçalarını sıfırdan yapmak ve bunları
yardım almadan kendi kendine yapmak.
Piyasadakiler arasında en ucuzu olan ve
yaklaşık 4 sterline satılan bir ekmek
kızartıcıyı model olarak alan Thwaites,
“tersine mühendislik” yoluyla söküp keşfettiği
bu ürünün aynısını sıfırdan üretmeye
girişiyor. İngiltere içinde terk edilmiş
madenleri ve uzak mineral yataklarında
yapılan kazıları da kapsayan 1500 km’lik
seyahati gerektiren dokuz aylık süre içinde,
yaklaşık 1200 sterline mal ettiği bir ekmek
kızartıcı yapmayı başarıyor en sonunda. Tabii
ortaya çıkan bu ürünün performans ve
görünüm açısından mevcut modellerin
standardının ne kadar uzağında olduğunu
belirtmeye gerek yok. Thwaites’in en baştan
bir başarısızlık öyküsü olarak da
okunabilecek bu imkansız göreve
girişmesinin esas nedeni elbette ekstrem bir
do-it-yourself parodisi yapmak kadar,
modern dünyanın bilimsel ve teknolojik
organizasyonuna dair önemli bir gerçeği de
gözler önüne sermek: Bugün bireyin artık
hiçbir şeyi tek başına ve sıfırdan yapması
mümkün değil. Bilginin üretimi ve teknolojik
altyapıların kuruluşu bugün yüksek derecede
uzmanlık ve iş bölümü gerektiren, ekonomik
çıkarın başat rol oynadığı ve hiçbir bireyin
tek başına tamamına vakıf olamayacağı
kolektif nitelikte süreçler. İşte bugün
tasarımın sunduğu hizmeti ve tasarımcıları
bizim için vazgeçilmez kılan durum da bu.
Tasarım bir taraftan nesneyi mükemmel
yüzeylerle donatıp üretime dair belleğin
izlerini silerken, diğer taraftan o yüzeylerin
arkasında yatan tüm süreçleri, uzmanlıkları
örgütleyen ve anlamlı ve işlevli bütünler
oluşturacak şekilde sentezleyen Janus yüzlü bir
meslektir. Kapitalizm ve modernleşme gerek
toplumsal, gerek ekonomik, tüm süreçleri
parçalara ayırıp, bağımsız kompartımanlar
halinde tanımlarken, aynı zamanda bu
parçalanmış süreçler arasında bağlantı
kuracak, bu süreçleri yönetecek ve bu çokluğun
içinden işe yarar bütünlükler ortaya çıkaracak
profesyonelleri de yetiştirmeye başlar. Bu yeni
meslek insanları, üretim sürecini başından
sonuna yekpare bir bütün olarak düşünüp
uygulayan geleneksel zanaatkârdan çok
farklıdır. Hiçbir konunun uzmanı sayılmazlar.
Hiçbir şeyi Thwaites gibi sıfırdan üretmezler.
Ama farklı uzmanlıklara, sektörlere, değer
sistemlerine bölünmüş bu dünyayı geçici
olarak bir araya getiren ilmekler dokurlar.
Modern çağın simyacısıdır tasarımcılar.
SAYI 53
Kaynaklar
Asendorf, Christoph. Batteries
of Life: On the History of
Things and Their Reception
in Modernity. Trans. Don
Reneau. Berkeley: University of
California Press, 1993.
Baudrillard, Jean. Simulacra
and Simulation. Trans. Sheila
Faria Graser. Michigan:
University of Michigan Press,
1995.
Foster, Hal. “The ABCs of
Contemporary Design.”
October, 100. Spring 2002.
Sudjic, Deyan. The Language
of Things. London: Penguin
Books, 2009.
Thwaites, Thomas. The Toaster
Project or A Heroic Attempt
to Build a Simple Electric
Appliance From Scratch.
New York: Princeton
Architectural Press, 2011
19
ODTÜLÜ
dosya
Eğlencenin Tasarlanması ve
Kuşaklar Arasındaki Uçurum
X Yazı
EMRE KIRTUNÇ
Oyun Tasarımcısı
20
Günümüzde eğlencenin tasarımını incelemek ve bunu geçmişteki
eğlence tasarımı ile kıyaslamak istiyorsak, şüphesiz ki pek çok alanda
olduğu gibi “maddesellik” kavramını ve eğlenmek amacı güden
bireylerin “maddesellik algısını” göz önünde bulundurmalıyız.
EĞLENCENIN TASARLANMASI VE KUŞAKLAR ARASINDAKI UÇURUM
D
ünyanın pek çok yerinde çocuklarının
nasıl eğlendiğine akıl sır erdiremeyen
aileler ile karşılaşıyoruz. Yaşlı kuşaklar
için genç kuşakların eğlenme biçimleri deşifre
edilmesi güç bir ezoterik uğraşı gibi durabiliyor.
Hatta çoğumuzun zihninde çocuklarının eğlenme
biçimlerinden yoğun rahatsızlık duyan aile
bireyleri canlanacaktır. Şeytan ayinleri olarak
algılanan masaüstü rol yapma oyunları, birtakım
katliamların gerekçesi olarak gösterilen şiddet
içerikli bilgisayar oyunları ve daha nice olumsuz
örnek ailelerin çocuklarının eğlenme biçimlerini
içselleştiremedikleri gibi, olumsuz bir ahlaksal
perdenin arkasından bakmasına sebep oluyor.
Yaşlı kuşakların bir takım kaygılarının sosyoloji,
psikoloji ve bilişsel bilimlerce araştırılıp, bu
kaygıların bazılarının haklı çıktığını zaman
zaman görüyoruz. Ancak, günümüzde eğlencenin
tasarımını incelemek ve bunu geçmişteki eğlence
tasarımı ile kıyaslamak istiyorsak, şüphesiz ki pek
çok alanda olduğu gibi “maddesellik” kavramını
ve eğlenmek amacı güden bireylerin “maddesellik
algısını” göz önünde bulundurmalıyız.
Yirminci yüzyılın başlarında çocukları
eğlendirerek para kazanan bir tasarımcı ile aynı
yüzyılın sonlarında aynı iş ile meşgul olan bir
tasarımcıyı kıyaslayalım. Çok değişik araçlarla
çok değişik beklentilere hizmet etmesi beklenen
iki hayali birey ile karşı karşıyayız. Şüphesiz ki
bu iki bireyin uğraşlarındaki en büyük uzamsal
farklılık maddesellik kavramının ta kendisi
olacaktır. Aletlerle, boyalarla, tahta, metal ve
kumaşlarla çalışan eski tasarımcı bir yanda,
kodlarla, dijital efektlerle, kural dizinlerini
yaratmakla, anlatı için yollar arayan yeni
tasarımcı başka bir yanda yer almaktadır.
Yaşlı kuşakların bir takım
kaygılarının sosyoloji,
psikoloji ve bilişsel
bilimlerce araştırılıp,
bu kaygıların bazılarının
haklı çıktığını zaman
zaman görüyoruz.
1.Yalnızca insan bedenini kullanarak ve
bazı kurallara uyularak oynanan oyunlar:
Birdirbir, uzuneşek, seksek, saklambaç, köşe
kapmaca, elim sende, yağ satarım bal satarım,
körebe.
2.Doğal veya üretilmiş malzeme kullanılarak
oynanan beceri / strateji oyunları:
Çelik çomak, beş taş, dokuztaş, bilye, yoyo,
yüzük fincan, topaç, yakar top, çember çevirme.
3.Birtakım oyun gereçleri satın alınarak
oynadığımız oyunlar: Kart oyunları,
masaüstü oyunları, plastik veya metal çeşitli
figürler, masaüstü rol yapma oyunları.
Şeytan ayinleri
olarak algılanan
masaüstü rol
yapma oyunları,
şiddet içerikli
bilgisayar
oyunları ve daha
nice olumsuz
örnek ailelerin
çocuklarının
eğlenme biçimlerini
içselleştiremedikleri
gibi, olumsuz bir
ahlaksal perdenin
arkasından
bakmasına sebep
oluyor.
80’li yılların başlarında doğmuş ve Türkiye’de
büyümüş bir birey olarak “yeni” ve “eski”
eğlence dünyalarının ikisini de gördüm;
değişen eğlence maddeselliğini birinci şahıs
olarak deneyimlediğimi söyleyebilirim. Dijital
devrim henüz başlarken ve dijital işlemciler
pek az ailede mevcut iken kentte büyüyen bir
çocuk olarak oynadığımız oyunların basit bir
özeti şu şekilde olabilir:
SAYI 53
21
ODTÜLÜ
dosya
Oyunlarla büyüyen
birçok orta yaş
ve üstü kuşak
mensubunun
çocukları, özellikle
kentsel kesimlerde,
bu oyunların
çoğunu
bilmiyor bile.
4.Hiçbir madde figür gereç gereksinimi
duymaksızın oynanan düşünsel oyunlar:
Bilmeceler, tekerlemeler, zekâ oyunları.
Yukarıda sıralanan liste elbette kat kat
büyüyebilir, yeni kategoriler eklenebilir.
Ancak bulunduğumuz yıl itibariyle yukarıda
listelenen oyunlarla büyüyen birçok orta
yaş ve üstü kuşak mensubunun çocukları,
özellikle kentsel kesimlerde, bu oyunların
çoğunu bilmiyor bile. Bu oyunların yerini
alan oyunların özeti ise şöyle:
1.Değişen boyda ve formda parlak bir ekran
ve bu ekranda görülen bilgi ile etkileşime
geçmeyi sağlayan bir komuta arayüzü.
22
2.Parlak ekranda karşılıklı etkileşimle
oynanacak bilgisayar oyununun kuralları,
hız becerileri vs gibi oyuncunun bedensel,
psişik ve bilişsel kişisel donanımı.
Fazla basitleştirilmiş gibi görünen bu
yaklaşım aslında yaşanan devrimin
maddesellik açısından en açık ve gözle
görülebilir saptamalarından biridir.
Maddenin gerçekliği Eflatun’dan beri
pek çok filozof tarafından tartışılmıştır.
Ancak, özellikle dijital teknolojilerin, hatta
daha öncesinden hayatımızda yer edinmiş
dijital olmayan uzağı seyretme kültürünün
(televizyon, sinema, radyo yayınları) insan
EĞLENCENIN TASARLANMASI VE KUŞAKLAR ARASINDAKI UÇURUM
kültür oluşumlarındaki payı çok artmıştır.
Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından
itibaren, somut cisimler olarak varoluşunu
sürdürmeyen pek çok oluşum, özellikle
1980’lerden itibaren kültür incelemeleri
alanında görüş üreten filozoflar tarafından
masaya yatırılmıştır. Eğlence, oyun ve
özellikle bilgisayar oyunlarını tasarım ve
anlamlandırma açısından değerlendirmek
için bu görüşleri bilmek önemlidir.
Maddeselliği yeni kültür ürünleri açısından
tartışan üç filozof özellikle öne çıkmaktadır:
Baudrillard, Flusser ve Sterling.
Jean Baudrillard, 1983 yılında yayınlanan
Simulation and Simulacra isimli eserinde
çağdaş kültürün temsil sorunundan söz
ederek gerçek ve maddesel olanı
sorgulamıştır. Baudrillard’a göre maddesel
olan artık o denli çok “gerçek olmayan”
tanımlamayla sunulmaktadır ki, ortada
gerçek diye bir şey kalmamıştır. Yani haritası
çizilen toprak parçası artık yok olmuş, harita
ise maddesellikten kopuk olarak birçok kez
kopyalanıp tekrar tekrar üretilme sürecinde
maddesellikten tamamıyla kopmuştur.
Baudrillard bu yeni gerçeğe “hipergerçek /
gerçekötesi” demektedir, yani kopyanın
kopyası. Yaşanan değişimi şiddetle eleştiren
Baudrillard tüm kültürlerin Disneyland gibi
yapaylaştırılmış eğlence yerlerine
dönüştürüldüğünden yakınmaktadır.
The Shape of Things (1999) isimli eserinde
Vilém Flusser, günümüz insanlarının
kültürlerini nesne olmayan “şeylerden”
inşa etme eğilimlerinden ve çabalarından
bahsetmektedir. Flusser’e göre hiçbir
somut yanı olmayan dijital imgelem
dört bir yanımızı çevirmiştir ve yazılım,
donanım önünde galip gelmeye başlamıştır.
Flusser günün birinde insanın sadece
parmak uçlarını kullanan bir programcıya
dönüşeceğini tahmin etmektedir. Dolayısıyla
bilgisayar oyunları Flusser için insanı
parmak uçları kullanımına indirgeyen bir
karabasandır.
Baudrillard bu yeni gerçeğe
“hipergerçek / gerçekötesi”
demektedir, yani kopyanın
kopyası. Yaşanan değişimi
şiddetle eleştiren Baudrillard
tüm kültürlerin Disneyland
gibi yapaylaştırılmış eğlence
yerlerine dönüştürüldüğünden
yakınmaktadır.
Bruce Sterling Shaping Things (2005) isimli
eserinde insanların nesnelerle olan ilişkilerini
tarihsel bir sırayla sınıflandırır. El yapımı
gereçlerden makinalara, makinalardan
ürünlere, ürünlerden gizmolara* ve
gizmolardan spime’lara** doğru ilerleyen
bu kültür sürecini gözlerken şunu anlarız:
İnsanların nesnelerle olan ilişkisi ve
nesnelerin insan kültüründeki konumu, tarih
boyunca değişmiştir ve günümüz nesnelerinin
bazıları artık belli bir uzamda veya zamanda
sürekli varlık gösteren türden nesneler
olmak zorunda değildir. Buradan yola çıkarak
bilgisayar oyunlarının çağdaş kültürü tam
olarak temsil eden kültür ürünleri olduğunu
söylemek mümkündür.
* Gizmo: Bilgisayarlar
gibi hizmet sunucularına
bağlı, programlanabilen,
arada bir yenilenme
gerektiren somut
teknoloji ürünleri.
** Spime: Ekranlarda
görülebilen veriler,
dijital olarak üretilen ve
yalnızca dijital olarak var
olan programlar.
Yeni kültürün eğlence / oyun parametreleri için
şu sorular sorulabilir: Peki insan bedeni nereye
gitti? Mahalle aralarında ter ve toz içinde
oynanan, yorulma ve tatmin ile biten oyunlar
nereye gitti? Özellikle bilgisayar oyunlarında
bedeni hiç kullanmayan oyunculara yol açan
dijital devrim, yeni kültürün “beden ötesi”
(posthuman) konumunu nasıl açıklar? Yeni
oyunların tasarımı, estetiği ve anlamı açısından
sorulabilecek bu sorular, kuşaklar arası
farklılıkların kırılma noktasında duruyor gibi
görünmektedir.
SAYI 53
23
ODTÜLÜ
dosya
Her Yer Tasarım!
Tasarımın resmi söylemine girememiş, isimsiz, anonim, “vesaire” sıfatı ile
imlenen gündelik hayatın tasarımları daha çok, bir anda işinize yaradığında
(kornişe geçirilen bir perdenin ucunda), ilişkilerinizi kurduğunda (elektrikli
testere kiralamak isterken bir bahçıvan ile ağaçlar hakkında sohbet etmeye
başladığınızda), sosyalleşme örüntülerinizi belirlediğinde (içtiğiniz sigara markası
sosyo-politik görüşlerinizi yansıttığında) karşınıza çıkıverir. Aslında bu isim sahibi
tasarımlar için de geçerlidir, ancak onların görünürlüğü daha ortadadır.
X Yazı
DR. ELIF KOCABIYIK
İzmir Ekonomi Üniversitesi,
Endüstriyel Tasarım Bölümü
24
T
asarımı tanımlamanın zorluğunu, John
Heskett (2002) bir cümle ile şöyle ifade
eder: “Tasarım, bir tasarımı üretmek için
bir tasarım tasarlamaktır”. Genel ve bütünsel bir
kavram, bir eylem, bir fikir ve bir ürün olarak
karşımıza çıkan bu kelimenin anlamı, grafik
tasarımdan saç tasarımına uzanan çeşitli
mecralardaki kullanımı ile daha da katmanlaşır
ve karmaşıklaşır. Çünkü tasarım,
kurumsallaşmanın ötesinde, insanoğlunun
varlığının bir parçasıdır. İnsanoğlu el-zihin-duyu
HER YER TASARIM!
koordinasyonu yetisini kullanarak “var olan
durumu, tercih ettiği duruma dönüştürür”
(Simon, 1996) ve bu insan yapımı dünyayı kurar.
George Basalla (1988) insan yapımı dünyanın
organik dünyadan üç kat daha fazla çeşitliliğe
sahip olduğunu, ancak bu çeşitliliğin göz ardı
edildiğini söyler. Bu öyle bir çeşitliliktir ki;
1867 yılında Birmingham’a giden Karl Marx,
şehirde beş yüz farklı tip çekicin, endüstri
ve zanaat sektöründe özel bir işlevi yerine
olarak kalabalık yaratan tasarımların gündelik
hayatımızda fark edilmesi zorlaşır. Bunun yanı
sıra, günümüzde “tasarım nesnesi” dendiğinde
genelde akla gelen; dergilerde, galerilerde,
parıltılı mağazalarda karşımıza çıkan isim
sahibi tasarımcıların ikonik tasarımlarıdır.
Daha önde olan bu tasarımlar, anonim/isimsiz
tasarımları daha görünmez kılarlar. Ben de iki
ay önce hazırladığım evlilik listeme Alessi, Flos,
Muji gibi dünyaca ünlü tasarım firmalarının
ürünlerini eklemiştim. Belki bir sürü sofra
takımı vardı; ancak ben, Ronan & Erwan
Bouroullec’in Alessi için tasarladığı “Ovale”
serisine sahip olmayı istiyordum. Kullanışlığının
ötesinde, bu sofra takımının evimi daha da
güzelleştireceğini hayal ediyordum.
getirmek üzere üretilmekte olduğunu duyunca
çok şaşırır. Neredeyse 150 yıl sonra, bugün, şu
anda bulunduğumuz çevre/mekân içinde bile bu
devasa tasarım çeşitliliğinin nesne, fikir, hizmet,
sistem vs. şeklinde vücut bulan örneklerini
kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Masamın üzerinde
duran kurşun kalem, uçlu kalem, keçeli kalem,
tahta kalemi, asetat kalemi sadece kaleme
özgü nesneler dünyasından bir kaç örnek.
Şehirler arası otobüste sunulan kolonya ve
bunun günümüzde hemen her yerde önümüze
konuluveren ve bir tür reklam aracı olan
kolonyalı mendil hali hizmet tasarımına küçük
bir örnek. Hatta teyzemin dün katıldığı “altın
günü”, sosyalleşerek birikim yapmanın, yani bir
nevi sistem tasarımının bir örneği. Gündelik
hayatımızın tam içinde, bunca çeşitlilikte olan
tasarımlar sadece insanoğlunun maddi dünya ile
başa çıkması, hayatının temel gereksinimlerini
karşılaması sebebiyle üretiliyor olamaz. Aksine
bu çeşitlilik, ancak hayallerle, özlemlerle,
isteklerle ve arzularla dolu insan zihninin eseri
olarak açıklanabilir (Basalla, 1988).
Kişiden kişiye, kültürden kültüre, dönemden
döneme değişen insan arzu ve ihtiyaçları
dünyayı tasarımlarla doldurur. Sayı ve çeşit
İsimsiz/anonim olan tasarımlar, daha ucuz,
düşük kaliteli, kısa ömürlü, dış görünümü daha
özensiz nesneler olabildiği gibi; yaygın olarak
kullanılan, tasarımları uzun bir süre içerisinde
kademeli olarak evrilmiş, arketip niteliğindeki
nesneler de olabilir. Tasarımcılar Jasper
Morrison ve Naoto Fukasawa’nın projesi olan ve
2006 yılında Tokyo ve Londra’da gerçekleştirilen
“Super Normal” sergisi; arketip niteliğindeki
anonim nesneler (normal) ile tasarımcıların
benzer bakış açısı ile tasarladıkları nesneleri
(super normal) bir araya getirmekteydi. Tasarım
dünyasının temel işlevinden, yani insan
yapımı çevreyi gözetmesi ve geliştirmesinden
uzaklaşmasına tepki olarak ortaya çıkan bu
projede tasarımcılar, sıradan, gündelik hayatın
nesnelerini yeniden görünür kılıyorlardı.
2013 yılında Lozan, Mudac’taki bir diğer sergi
ise; tasarımcı Franco Clivio’nun “No Name
Design” adı altında, sıradan ve hemen hiç
gösterişli olmayan gündelik nesneleri bir araya
getirdiği, isimsiz tasarımcı yani zanaatkâr
ve mühendisin maharetine takdir gösterdiği
koleksiyonunu gözler önüne sermekteydi.
Belki de bu sergilerden, “tasarımın
vesairesi”nin farkındalığının arttığı çıkarımını
yapabilir; bir kez daha şöyle bir çevremizdeki
tasarımlara göz atabiliriz.
SAYI 53
25
ODTÜLÜ
dosya
ÜTOPYA VE YIKIM ARASINDA TASARIM:
Bir Dize + Beş Fragman
X Yazı
OSMAN ŞIŞMAN
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Endüstri
Ürünleri Tasarımı Bölümü
“Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?”
Mor Külhani, Ece Ayhan
ODTÜ PHIL
’03
26
BİR DİZE + BEŞ FRAGMAN
1.
Ütopya örneklerini okumaktan kendimi
bildim bileli sıkıldım, sıkılırım. Mevcut
dünyevi koşulların basitçe bir tersine
çevriminden tutun da hayli detaylandırılmış
gündelik hayat seraplarına dek her biri sadece
olmayacak duaya ısrarla amin demekle kalmaz,
anlatı ilerledikçe içinde yaşamayı
dilemeyeceğim bir belirlenmişliği ince ince
dokur gibi gelir. Ütopya fikirleri daha baştan
sıkıştırır beni, ilgimi hemen yitiririm. Karanlık
distopyalar daha samimidir halbuki. Bugünün
çoğunlukla siyasi marazlarının, ütopyalara
kıyasla daha olası bir gelecekte azıp kudurduğu,
figürlerin de -sonunda mutlaka bir kahramanlık
yapıp küçük, orta yahut büyük ölçekte bir zafer
kazansalar da- istisnasız bu marazlara maruz
kalan karakterler olarak boy gösterdiği anlatılar,
belki karamsarlığımdan ötürü, hep daha
yakındır. Kendi hissiyatımdan bahsediyorum
ya, içinde yetiştiğim politik kültürün hakim
akışlarına kapılarak bu yargıya sürüklendiğimi
baştan kabul etmeli. Frederic Jameson, Ütopya
Denen Arzu’nun ilk sayfalarında bu konumun
bir haritasını şıpınişi çıkarıveriyor: Stalinizm’le
eşanlamlı olarak algılandığı Soğuk Savaş
döneminden, ardından da Sovyetler Birliği
örneğinin hezimetinden kelli, mükemmel
olarak hayal edilmiş bir siyasi formun
mükemmel olmaktan hayli uzak bir malzeme
üzerine, yani insan üzerine, ancak şiddet
marifetiyle giydirilebileceği, bunun da bir yerde
elbet infilak edeceği eleştirisi, yaygın bir yargı:
Anti-otoriteryen solun, siyasi failliğe alan
açmadığı tespitiyle ütopyacı zihniyeti terk
etmesini, aynılıktan ziyade farklılığın siyasi
motto olduğu bu döneme tarihlendiriyor,
Jameson. Mümkündür, belki benim ütopyalara
ilişkin cahilane yargım yeni solun alanına
düşmüş, orada yeşermiştir; her ütopyacıdan ve
manifesto yazarından şüphelenmeden
edemiyorumdur. Ne gam! Varsın öyle olsun.
2.
Adolf Loos 1908’de “Süsleme ve Suç”ta
devrimci ve daha ziyade evrimci bir
edayla süslemeye ve süslemecilere
giydiriyordu. Çok değil altı yıl sonra milli sanayi
ile sanatı ve zanaatları standartlaşma ortak
paydasında buluşturmaya kalkışan Deutscher
Werkbund’da Henry van de Velde, hâlâ bireysel
dışavurumun umutsuz çığırtkanlığını yapıyordu.
Bir dört yıl kadar sonra De Stijl eskiden yeniye
geçişin bireysellikten evrenselliğe geçişten başka
bir şey olmadığını savunurken, hemen ertesinde
Walter Gropius mimarları, heykeltraşları
ve cümle sanatçıyı zanaatlara geri dönmeye
çağırarak nesne tipolojilerini akılcı yordamlarla
tespit etmeyi salık verdi. Dahası bunun için
etkisi bir asra yakın sürecek bir eğitim programı
öneriyordu. Le Corbusier ise, meşhur Bir
Mimarlığa Doğru’sunda “Bütün insanların
gereksinimleri aynıdır. Zeki, soğukkanlı ve sakin
insan, kanatlarını elde etti.
Manifesto yazarlarının
büyüklenmeleri açıktır;
kesinlikle gerekli olanın
ilkelerini çıkarabilen
müthiş seçkinlerdir onlar!
Zeki, soğukkanlı ve sakin insanlardan konut
inşa etmelerini, kenti çizmelerini istiyoruz,”
diye kestirip atıyordu. Aslında tümü de, hep aynı
arzuyu paylaşır gibidir: Vatandaşları kesin ve
keskin sınırlarla tanımlanmış, ilelebet sürecek
ve hep yeni kalacak bir devlet yaratmak! Eh,
mimar, sanatçı ve tasarımcılardan müteşekkil de
olsa bir ulus-devletin sınırdışı edeceği ötekileri
de olmalı: Gelenekselciler, sentimentaller,
bezemeciler ve cümle modern olmayanlar, ya
ilkel, soysuz ve suçlu olduklarından, ya çağı
anlayamayacak kadar ahmak olduklarından, o
muhayyel gelecekte ikamet edemeyeceklerdir.
3.
Manifestolarda en sık kullanılan sıfatın
“yeni”, en çok rağbet gören zamanın
“gelecek”, kipin de “şart” olduğu dikkate
alınırsa, manifesto yazarlarının açık yahut örtük
büyüklenmeleri açıkça belirir: Yeninin yahut
sonsuza dek sürecek olanın, evrenselin,
kesinlikle gerekli olanın ilkelerini; bu çürümüş,
SAYI 53
27
ODTÜLÜ
dosya
sürüklenmesi gerekir bir ruhun. Nitekim pek
bilindik bir örneğin gözden kaçan bir
ayrıntısında durum açık: 500 yıl kadar önce,
“Ünlü Londra kentinin yurttaşı ve yargıcı, seçkin
ve belagat sahibi yazar Thomas More”, “kaleme
aldığı, eğlendirici olduğu kadar yararlı da olan,
gerçekten altın değerinde bir kitapçık” olan
Mükemmel Bir Devlet Modeli ve Yeni Ütopya Adası
başlıklı küçük risalesini Antwerpli sevgili dostu
Peter Giles’e gönderirken şunları yazıyordu:
“Gerçi, doğruyu söylemek gerekirse, böyle bir
kitabı yayımlama konusunda da tam bir karara
varmış değilim. Çünkü insanların beğenileri öyle
farklı ki, bazılarının huyları öyle ters ki, ruhları
öyle acımasız ki, yargıları öyle saçma ki (…)
Birçok insan zaten edebiyattan bihaber, bazısı ise
buna hiç önem vermiyor. (…) Baksana şu
meyhanede pinekleyenlere, şarap kupalarına
gömülüp yazarların dehaları hakkında ahkâm
kesiyor, ulu bir yetkiyle her bir yazarın eserine
hükümler veriyor, öyle akıllarına estiği gibi, adeta
sakalından tutup sürüklercesine.” Benden ve
kimi arkadaşlarımdan bahsediyor gibi!
4.
Düzayak çivit
badanalı bir
kent, sokakta
yürümekten
daha yüksek
perspektifleri
reddeden
aylakların sıradan
olumsallığıyla
kurulabilir
herhalde.
28
cahil, çirkin şimdinin içinden de olsa çıkarabilen
müthiş seçkinlerdir onlar! Sadece kendilerinin
tasarladığı şekilde gerçekleşecek olan geleceğe
besledikleri umut, bugüne dair bıkkınlıkla,
paranoya, küçük görme ve hepsini bir araya
getiren bir komplo zihniyetiyle koşulludur.
Mevcuda dair memnuniyetsizliğin çaresini yeni
ve çoğunlukla tektipçi bir sistem kurmakta
bulurlar. Bir iki adım daha atayım. Beni rahatsız
eden, sanırım dünya tarihinin içinde çok kısa bir
süreyi katedebilen, Marx’ın şık bir diyalektik
hamleyle “tarihi inşa ettiği kadar tarih
tarafından inşa da edilen özneler” diye
tanımladığı ölümlülerden birkaç tanesinin bu
kadar büyük laflar edebilmesi sanırım. Bunları
söyleyebilmek için tevazudan çok uzak bir yere
BİR DİZE + BEŞ FRAGMAN
Bugün manifesto, tasarım kültürünün
ve mesleğinin mütemmim cüzü gibi
işliyor. Uluslararası bir tasarım dergisi,
hazırladığı manifesto sayısı için tanınmış
tasarımcılara manifesto ısmarlıyor; uyduruk
binaların önüne proje güzellemesi niyetine
manifesto tabelaları çakılıyor, akademinin kıt
aklı, zavallı tasarım öğrencilerinin her
projesinin bir konsepti, bir manifestosu olması
gerektiğini yineleyip duruyor. Çalışma koşulları
ve etki alanları düşünüldüğünde
tasarımcılardan ve mimarlardan daha kifayetsiz
ama mesleğin önemine ve dünyayı kurtarma
belagatine geldiğinde onlardan daha muhteris
bir cemaatin var olmadığına inanmaya başladım
artık. Geleceğin trendlerini belirleme fikri,
eskiden siyasi bir tahayyülmüş; şimdi ise bir
ekonomik savunma mekanizması. Beş yıl
sonranın mutfağı, on yıl sonranın çamaşır
makinesi ne kadar gelecek tahayyülü olabilirse,
o kadar. Tasarım mesleğinin ideolojik
yapıtaşlarından biri olan avantgardlık iddiası ne
kadar da yaygın! Haklarını yemeyelim; Icon
dergisinin manifesto sayısında Jasper Morrison,
özel olandansa sıradanlığı önerirken, Stefan
Sagmeister gelecekte hayatın daha iyi olacağını
düşünmenin ahmakça olduğunu belirtip bugünü
yaşamayı salık verirken; Foreign Office
Architects mimarlığın, at bakımı, şarap yapımı
gibi “manifestolara direnen bir pratik olması
gerektiğini” düşünürken gündelik hayatı tüm
kusurlarıyla kucaklıyorlar. Ne ki, hakim tasarım
kültürü maalesef Marcel Wanders’ın
“endüstriye yön veren ve insanlığın
mutluluğunu sağlamaya namzet olan tasarımcı”
tahayyülüyle Paola Antonelli’nin “insan
yaratıcılığının bir türlü anlaşılamamış zirvesi
olarak tasarım” tahayyülü arasındaki narsist
gerilim üzerinde gidip geliyor.
5.
1960 yılında, burnu havada seçkin
yargıcın bahsettiği tıynetsizlere tıpatıp
benzeyen bir grup serseri, çetelerine
Sitüasyonist Enternasyonal adını münasip
görmüştü ve iddialı hayaller kuruyorlardı:
“Uygulamaya konduğunda Sitüasyonist kültür,
gösteriden farklı olarak, tam bir katılım
getirecektir. Sanatın korunmasından farklı
olarak, yaşanan anın doğrudan örgütlenmesiyle
ilgili olacaktır. Yenilik denen doğrusal
ölçütün hızla ortadan kalktığını göreceğiz.
Herkes sitüasyonist olacağı için, temelde
Bugün manifesto, tasarım
kültürünün ve mesleğinin
mütemmim cüzü gibi işliyor.
birbirinden farklı yeni eğilimler, deneyler ve
“okullar”da çok boyutlu bir bolluk göreceğiz
ve artık bu birbiri ardına gelmek yerine aynı
anda gerçekleşecektir.” Evet, iddialı hayaller;
ne ki sitüasyonistlerin muhayyel geleceği
bir uzgörülü seçkinin tekil aklının değil,
belirlenemez durumların hüküm sürdüğü bir
gelecek. Bu serserilerle teşriki mesaisi olan
mimar Constant Nieuwenhuys’un müthiş New
Babylon projesi de aynı ruhu taşır: Zeminden
yükseltilmiş iskelelerden ibaret yapılar, göçer
kullanıcıların isteğine göre, onlar tarafından,
derme çatma ve geçici bir biçimde inşa edilir.
Herkes aylaktır, göçebedir ve ne yapabilecekleri
öngörülemez. Aile, iş, ticaret, devlet gibi
kurumlardan kurtulmuş özneler tüm dünyayı
kendi zeminleri haline getirirler. Düzayak çivit
badanalı bir kent, dinlemekten sıkıldığımız
totaliter rüyalarını anlatan burnu büyük
dehaların aklıyla değil, sokakta yürümekten
daha yüksek perspektifleri reddeden aylakların
sıradan olumsallığıyla kurulabilir herhalde.
SAYI 53
Constant
Nieuwenhuys’un
New Babylon
projesi.
29
ODTÜLÜ
dosya
“Ben”in Tasarımı
X Yazı
Marka ve kimlik inşası iki şekilde karşımıza çıkıyor:
İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
Önce markanın kendini inşası, sonra bizim markalar yoluyla
kendimizi inşamız. Marka ve tasarım yoluyla tanıdık
ODTÜ ID
’94 ve güvenilir olana kavuşma arzusu hem firmaların
hem de tüketicinin kendini kurduğu bir sisteme dönüşüyor.
DOÇ. DR. ŞEBNEM TIMUR ÖĞÜT
30
“BEN”IN TASARIMI
G
eçenlerde meşhur ve unutulmaz
Shawshank Redemption filmi tekrar
karşıma çıktığında bilmem kaçıncı kez
seyretmekten kendimi alamadım. Türkçeye
“Esaretin Bedeli” olarak çevrilen filmden kısaca
bahsedecek olursak Tim Robbins’in
canlandırdığı “Andy” karakteri haksız yere
hapis yatan biridir ve Morgan Freeman’ın
oynadığı “Red” ile hapishanede çok iyi dost
olurlar. İzlememişler için detay vermeyeceğim
ama Robbins, Freeman’a uzun bir taş duvarın
sonunda yer alan büyük bir ağacın olduğu bir yer
tarif eder ve o uzun taş duvarın parçası olan,
diğer taşlardan farklı siyah bir taşın altında saklı
bir kutudan bahseder. Freeman oraya gittiğinde
gerçekten de o uzun taş duvara ulaşır, taşları
inceleyerek ilerlediğinde bir anda Robbins’in
bahsettiği siyah, parlak taşı bulur ve yüzüne
geniş bir gülümseme yayılır. Red aradığı taşı
bulmuştur, altında ise onu hayata bağlayacak bir
mektup saklıdır. Filmi anlatmamaya çaba sarf
ederek burada kesiyorum.
Peşinde olduğumuz, bizi hayata
bağlayacak anlamlar aslında.
Sadece bu anlamı bulmak da
yetmiyor. Dış dünyanın da bunu
bilip anlamasını istiyoruz artık.
İşte Red’in çoğu yabancı ve sıradan taşların
arasında parlak olan taşı bulduğu anda
gülümsemesine yol açan histen bahsetmek
istiyorum. Bu his bize yabancı bir dizgenin
içinde yer alan bilinir ve tanınır olanla
karşılaşmamız sonucu ortaya çıkıyor. Bu
mekanizma da insanların “marka” aracılığıyla
hissettiğine oldukça yakın sanki.
Bugün alışveriş merkezlerinin otoyollara
nazır, uzun, dış cephe duvarlarında yazan
çeşitli marka isimleri biz tüketiciler için
Freeman’ın bulduğu parlak taşlardır.
O binanın içinde hangi parlak taşlarla
karşılaşacağımızın habercileri...
O kadar büyük bir nüfus olarak, o kadar büyük
bir eşya enflasyonu içinde yaşıyoruz ki bu aynı
zamanda aşırı sayıda yabancı insan ve üretilen
aşırı sayıda meta içinde yaşadığımız bir anlam
erozyonu. Ne eşyaların hikâyelerini biliyoruz,
ne kime güveneceğimizi, ne de hangi nesneden
medet umacağımızı. Peşinde olduğumuz,
bizi biz yapacak, insan olduğumuz için mutlu
edecek, parçası olmaktan gurur duyacağımız,
kendimizi gerçekleştireceğimiz, bizi hayata
bağlayacak anlamlar aslında. Sadece bu anlamı
bulmak da yetmiyor. Dış dünyanın da bunu
bilip anlamasını istiyoruz artık.
Bu noktada marka ve kimlik inşası iki şekilde
karşımıza çıkıyor: Önce markanın kendini
inşası, sonra bizim markalar yoluyla kendimizi
inşamız. Markanın sahip olduğu, temsil ettiği
değerler onları tasarım yoluyla ne kadar
yansıttığıyla belirleniyor. Markalar kendilerini
tüm gözlerin nişan aldığı bir sahnede
tasarım ürünleriyle var ediyorlar. Hepimizin
bakışlarını doğrulttuğu bir ekran, bir sayfa, bir
SAYI 53
57 yıl sonra
2014’te İstanbul’un
göbeğinde
mimarlık
duayenleri
tarafından
tasarlanan en son
Apple mağazası.
31
ODTÜLÜ
dosya
pano, bir yüzey, bir ürün, bir detay, bir grafik
veya bir servis üzerinde. Marka ve tasarım
yoluyla tanıdık ve güvenilir olana kavuşma
arzusu hem firmaların hem de tüketicinin
kendini kurduğu bir sisteme dönüşüyor.
Zorlu Center’da açılan Apple mağazası buna iyi
bir örnek olarak verilebilir. Hem tartışmaların
odağında, hem de İstanbul’un merkezinde
yer alan Zorlu Center’ın avlusunun tam
ortasında gökten inmiş bir cam küp şeklinde
Foster+Partners tarafından tasarlanan mağaza
bir zamanlar Barthes’ın 1957’de Citroen DS19
için yazdıklarına benzer bir şekilde İsa’nın
ilahi dikişsiz elbisesi gibi, birleşim yerleri belli
olmayan cam bir küp şeklinde düşünülmüş.
Tam 57 yıl sonra 2014’te İstanbul’un göbeğinde
Artık tüketiciler de kimliğin
bir parçası. Gelişen iletişim
ağları ve sosyal medyayla
her an her yerde kendinizin
bir temsilini yaratıp
paylaşmanız mümkün.
en son Apple mağazası olarak mimarlığın
duayenleri tarafından inşa edilen bu şeffaf yapı,
Çin ve Amerika’da yer alan diğer öncüllerinin
bir devamı niteliğinde. Bu şeffaf küp yerin
altındaki alışveriş merkezinde iki kat boyunca
şeffaflığını sürdürerek devam ediyor. 9,5
metreyi bulan kesintisiz camlara sahip bu sade
yapının bir özelliği daha var. İçeride yer alan
ürünlerle birlikte müşterileri de tamamen
görünür hale getirmesi. Bu ilahi şeffaf küpün
içinde arzulanan ürünlerle birlikte ürünlere
olan ilgi ve talebin de teşhirinin yapılması bu
şekliyle oldukça ilginç.
Bu cam küp bize ne fısıldıyor? Artık sabit taş
duvarlar yok. Artık her şey daha hafif, daha
şeffaf, daha geçirgen, daha değişken, daha
etkileşimli. Artık kullanıcısı veya tüketicisiyle
32
“BEN”IN TASARIMI
var olan, onlarla anlamlı ürünler, markalar
var. Ama yine de tüm bunları mümkün kılan
markalar ve onların temsil ettiği değerler bâki.
2013’te İstanbul’daki Alldesign konferansında
Karim Rashid seyircilere şu soruyu sormuştu:
“Her gün logosu değişen şirket hangisidir?”
Cevabı hepimiz biliyoruz: Google. Artık
firmalar, kurumlar kendilerini oluşturmak
için dinamik kimlikler kullanıyorlar. Design
Academy Eindhoven’ın logosunun sabit bir
yazıdan, boş üç beyaz şeride geçişi, içeriğin
kullanıcılar tarafından yaratıldığı dinamik
kimlik çalışmalarına iyi bir örnek olarak
verilebilir. Artık tüketiciler de kimliğin
bir parçası olmak istiyorlar, çünkü gelişen
iletişim ağları ve sosyal medyayla her an
her yerde kendinizin bir temsilini yaratıp
onu paylaşmanız ve bunun karşılığında hızlı
geri dönüşler almanız mümkün. 1964’te
“Medium is the Message” diyen McLuhan her
zamankinden daha geçerli ve haklı. Bugün
hâlâ ve eskisinden de yoğun bir şekilde ortam,
mesajımızı belirliyor. Tüketicisinin kendini
kurduğunu “gösterebilen” veya buna imkan
veren markalar tutunuyor.
Tüm bunların yeni kavramlar olmadığını
zannediyorum. Kendine ait koyunları
işaretlemekten çıkan bir kavram olan
markalama, içine kaynatıp koyduğu
kavanozun üstüne reçelin adını yazmaktan
çok daha eski. Bugün kendimizi ortaya
koyabilmemiz için çok da çaba harcamamıza
gerek yok. Sistem kolayca satın alabileceğimiz
tasarlanmış farklılıklar üzerinden işliyor.
Bunun en güzel örneklerini farklı cep telefonu
kılıfı tasarımlarında görebiliyoruz.
Farklı anlamlarıyla, işaretleme, altını çizme,
ayırma, ayırt etme, farklı kılma, benim
diyebilme hem bana ait anlamında, hem de
benin kim olduğunu anlatmak için, “ben”i ifade
etmek için, kendimizi arama yolculuğumuzda
takip edeceğimiz her taşlı duvarda veya yolda,
hep olmuş olduğu gibi değişik şekillerde var
olmaya devam edecek.
ODTÜLÜ
dosya
Ben Tasarımcıyım...
X Yazı
RAUF KÖSEMEN
ODTÜ ID
“Tasarlayan” herkes “tasarımcı” mıdır? Bir doktorun tedaviyi,
bir mühendisin üretimin nasıl akacağını ya da mekanizmanın
nasıl çalışacağını, bir aşçının yemeğinin tadını planlayarak
hayata geçirmesine tasarımcılık denebilir mi?
B
ir disiplin olarak tasarım, her şeyin içinde
yer alabilir ve/veya (elbette) her şey içinde
yer alabilir. Sanatın, bilimin, felsefenin,
doğanın ve toplumsallığın, günlük dile tercüme
edersek hayatın içinde yüzen bir tür balık gibi bu
disiplinlerin evreninde var olur, onların yarattığı
akıntıları kullanır ya da bu akıntılara karşı
yüzer. Bazen de bu akıntıları değiştirmeyi, bazen
kullanılabilir olmayı, bazen de sadece anlamayı
ama hep anlatmayı hedefler.
Paul Rand “Her şey tasarımdır!” diyor. Gerçekten
öyle mi? Öyleyse herkes “tasarımcı” mıdır? Başka
bir ifadeyle, tasarımcıyı diğer insanlardan, diğer
edimlerden ayıran nedir?
Bir ürünü, giysiyi, grafik dili, anlatıyı, makinayı, el
aletini ya da yemeği tasarlayabilirsiniz. Öyleyse bir
doktorun tedaviyi, bir mühendisin üretimin nasıl
akacağını ya da mekanizmanın nasıl çalışacağını,
bir aşçının yemeğinin tadını; hadi daha da ileri
götürelim, bir gencin bugün ne giyeceğini önceden
planlayarak hayata geçirmesine tasarım denebilir
mi? Eğer öyleyse “tasarlayan” herkes “tasarımcı”
mıdır? İkisini birbirinden ayıran görülebilir
kalınlıkta bir çizgi var mı?
Bu sorulara bir yanıt bulabilmek, en azından
yöntemsel bir açıklık üretebilmek için geniş
anlamda “tasarlama işi” ile özel manada “bir meslek
olarak tasarımcılığı” birbirinden ayırarak bakmak
faydalı olabilir.
Tasarımcılar olarak, yaptığımız işi, çalıştığımız
alana göre, “grafik tasarımcı”, “endüstriyel ürün
tasarımcısı”, “moda tasarımcısı” gibi ön adlar
ekleyerek tanımlıyoruz. Bu ön sözcükler yaptığımız
işi ve hangi alanda çalıştığımızı belirtiyor. Tıpkı
diğer mesleklerde, söz gelimi, onkolog hekim,
makina mühendisi ya da coğrafya öğretmeni
kavramlarındaki gibi.
Bir meslek sahibi olmak, bir lisan sahibi olmaktır.
Hekimin, mühendisin, aşçının, öğretmenin vs.
kendine has bir dili ve alfabesi olması gibi tüm
tasarım disiplinlerinin de bir ortak lisanı var mı? Bu
mesleki uzmanlık alanlarının ayırdedici kimliğini
ne tanımlıyor? Bir tasarımcıyı, mühendisten,
doktordan, öğretmenden, bilimciden, sanatçıdan ve
diğer pek çok meslekten ayıran şey nedir?
34
BEN TASARIMCI’YIM...
Son kertede her mesleki edim bir temel
paradigmaya sahiptir. Mühendislik
rasyonalizasyon, hekimlik tedavi, öğretmenlik
öğretme, bilimcilik bilgiyi yaratma/
ulaşma paradigmasına indirgenebilir. Peki
tasarımcılığının paradigması neye indirgenebilir?
Bir doktorun, mühendisin “dip sözü” ile bizimkini
birbirinden ayıran ne? Bu yazının başlığına
bakarak söylersek “ben tasarımcıyım” diyebilmek
için gerek ve yeter koşul nedir?
Önüne aldığı / almak zorunda olduğu probleme,
mühendis; üretim, hekim; tedavi süreçleri,
öğretmen; bilginin aktarılması, bilimci ise
bilginin ulaşılabilir halde sistematize edilmesi
ekseninde bakar. Adının önünde hangi kavram
olursa olsun bu değişmeyecektir. Bilgiyi kullanma
biçimi açısından bakılırsa, kulak burun boğaz
doktoru son noktada hastalığı tedavi etmek işiyle
yükümlüdür. İnşaat mühendisi ise inşa etme
işiyle, yani üretimle.
Bir mesleki edimin “dip sözü”nü hangi alanda
çalıştığı değil, nasıl çalıştığı söyler. Tüm mesleki
edimler gibi tasarımcılığın da ayırdedici özelliği
problemle karşılaşma, yaklaşma ve çözme
yönteminde saklıdır.
Çakmak, web sitesi, ayakkabı, kitap kapağı,
ambalaj, ceket, logo, telefon... Moda, iletişim ya da
ürün tasarımı... Bunlar sadece problemi tanımlar.
Oysa tasarımcıyı tasarımcı yapan şey problemin
kendisi değil, ona yaklaşımının eksenidir. Yani
tasarımcı önüne aldığı “tasa” yüzünden değil,
onunla ilişki kurma biçimi sayesinde tasarımcıdır.
Tasarımcı da her mesleki disiplin gibi, önüne
aldığı problemi çözebilmek için, aşabilmek ve
hatta bazen üzerinden atlamak ya da etrafından
dolaşmak için anlamak zorundadır. Tasarımcıyı
tasarımcı yapan anlama ve aşma biçimi, dili ve
yöntemidir.
Tasarım sürecinde geçmiş, zihnimizden
temizlenmesi gereken tortulardır. Dün aşılır
ve dünde kalır. Gelecek ise bir süre sonra şimdi
haline gelecek bir zaman parçasıdır.
Bir çakmak tasarlama sürecini düşünelim.
Tasarımcı önce çakmak olma hallerini çözümler,
toplumsal, fiziksel, üretime dair vb. tüm
Tasarımcıyı tasarımcı yapan
anlama ve aşma biçimi,
dili ve yöntemidir.
katmanlarını masaya yatırır. Bu sorgulama süreci
ona yeni bir çakmak ortaya koyacak araçları verir.
Tasarım tamamlanıp üretime geçildiğinde bir
çakmağa, yani bir ürüne dönüşür ve kullanıcının
hizmetine sunulur. Bu yeni çakmak artık
başka çakmak tasarımlarının geçmişi olacak,
tasarımcının önüne ancak yeni tasarımlar için
analiz edilmek üzere gelecektir.
Bu açıdan baktığınızda tasarım sürecinin yarını
yoktur. Öyleyse tasarımcının dünde ya da gelecekte
bir hayatı yoktur. Tasarımcı her zaman şimdi ile
uğraşır. Tasarım her zaman şimdidir.
Tasarımcı “şeylerin” üretimini değil, kullanımını
temel alır. Bir başka deyişle, tasarladığı ürün,
grafik, giysi, yüzey ya da mekân, her ne olursa
olsun bunları kullanıcının varlığı üzerinden
yorumlar. Bir insan hekimi ile veteriner hekim
arasındaki fark tedavi paradigmasını; bir ağaç
yetiştirmekle bir çiçek büyütmek arasındaki fark
çifçilik paradigmasını; okyanusun bilgisiyle uzayın
bilgisi arasındaki fark bilimcilik paradigmasını
nasıl değiştirmiyorsa, kullanıcının bir insan ya da
tanımlanmış bir başka şey, söz gelimi bir hayvan
olması da bu temel ekseni değiştirmez.
Problem çözmek, problemin bileşenlerini yeniden
istiflemenin bir yolunu bulmaktır. Yeniden
istiflemeliyiz. Çünkü yaşadığımız çağda yaratıcılık
artık mucitlik değil. Bilgi ve buna bağlı olarak
görgü ve ustalık her yerde, her zaman ulaşıp hızla
kazanabileceğimiz bir şekilde duruyor. Yaratıcılık
artık, bilinen şeyler arasında bilinmeyen
bağlantılar kurmak oldu. Artık önemli olan
bağlantılar. Önemli olan bağlam.
Tasarımcı, kullanılacak, okunacak, görünecek,
giyilecek, sürülecek, içinde yaşanacak “şeyler”
tasarlar. Kullanırken ortaya çıkacak değişkenleri,
önceden tanımlamaya, rasyonalize etmeye çalışır.
Tasarımcının temel paradigması “şeyler”in
kullanıcıyla girdiği ve gireceği ilişkiye, dip sözü ise
bu ilişkinin tasarlanmasına dairdir.
SAYI 53
35
ODTÜLÜ
dosya
Dünyaya Tasarım
Perspektifinden Bakmak
X Yazı
YRD. DOÇ. DR. TUĞYAN AYTAÇ DURAL
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi
İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü
ODTÜ Mimarlık Fakültesi,
Mimarlık Bölümü (Emekli Öğretim Üyesi)
36
Tasarımın kazandırdığı birikimi başka olguları incelerken
değerlendirebilir miyiz? Başka olgulara tasarım penceresinden
baktığımızda ne görürüz? Bunlar kısa bir yazıya sığmayacak kadar
derin ama benim gibi dünyayı tasarım dili üzerinden okumaya
çalışanlar için bir o kadar da kışkırtıcı sorular...
DÜNYAYA TASARIM PERSPEKTIFINDEN BAKMAK
“T
asarım bir düşünce biçimidir”
diyerek başlayabiliriz. Bütünü
oluşturan parçaları tüm
özellikleriyle değerlendirerek en doğru
ilişkiler ağını oluşturmak için katedilen
süreç. Nitekim sözcüğün farklı alanlardaki
karşılıklarına baktığımızda, örneğin
bilişim terimleri sözlüğünde “Geliştirilen
bir dizgenin bölümleri arasındaki çalışma
ilişkilerinin, her bir bölümün özgül işlevleri
ayırt edilip belirlenmesi”, kimya terimleri
sözlüğünde “Bir sürecin nasıl yapılacağını,
hangi birimlerden oluşacağını tasarlayıp
ayrıntıları düzenleme işi” şeklinde
açıklanıyor. Hep parçalar var ve bu parçaların
bütünü oluşturmasına yönelik bir araştırma
ve inceleme söz konusu ve de TASARIM,
adında tasarım geçen alanların tekelinde
değil.
Bu noktada yeni olan nedir? “Adı konmuş”
tasarım alanlarının kattığı bilgi ve becerilerin
diğer alanlardaki somut yansımalarını nasıl
değerlendirebiliriz? Galiba söze eğitimle
başlamak gerekecek. Pek çok disiplinde
bir, iki ya da biraz daha fazla dersin adında
geçen tasarım sözcüğünün bütün bir eğitime
damgasını vurduğunda farklılaşan nedir, onu
anlamaya çalışmakta yarar olabilir.
Tasarım temelli mesleklerin eğitimi boyunca
bir dil öğrenilmektedir. Bu evrensel dil
insan algısı üzerine yapılan çalışmaların
sonucunda, parçaları nasıl birleştirip bütüne
ulaşabiliriz sorusunun yanıtını, görsel ve
dokunulabilir nesneler üzerinden arayan bir
çabanın kapılarını aralar. Ancak önemli bir
yanılgıya da düşmemek, sürecin aslında çok
boyutlu düşünebilme becerisini geliştirmeye
yönelik olduğunu unutmamak gerekir. Ve
galiba tasarımın farklı alanlarda gündeme
gelmesinin en temel nedeni de bu.
Tasarım alanlarının kilit arayışlarından biri
olan “görselliğin” devrede olmadığı, basit
örneklerle açıklamaya çalışacağım. Ancak
önce tasarım eğitiminin en başında aktarılan
Tasarımın evrensel dili,
insan algısı üzerine yapılan
çalışmalarla, parçaları nasıl
birleştirir bütüne ulaşabiliriz
sorusunun yanıtını nesneler
üzerinden arayan bir
çabanın kapılarını aralar.
soyut kompozisyonu oluşturmanın temel
ilkelerinden bazılarına kısaca değinmekte
yarar var. Soyutluk önemli çünkü kalıplara
sokmamanın ve düşünsel becerilerin
gelişmesinin en güçlü aracı.
İyi bir kompozisyon yapabilmek için bütünü
oluşturan parçaların özelliklerinin iyi analiz
edilmesi gerektiğinden söz etmiştik. Görsel
dünyada bu özellikler renk, doku, malzeme
gibi karşılıklar bulurken bütünü oluşturacak
elemanların değiştiği bir dünyada farklı
özellikler söz konusu olacaktır. Örneğin bir
iş yerinde ya da kurumda, kompozisyonu
çalışanlar oluşturacak ve bu kişilerin her
birinin bilgi birikimleri, becerileri hatta
kişisel özellikleri dikkate alınması gerekenler
olarak karşımıza çıkacaktır. Yani kağıt
üzerindeki mavi, 4x4 cm büyüklüğündeki
kare yerine bilgisayar programlarını iyi
kullanabilen, insan ilişkileri zayıf bir eleman
düşünebiliriz. Mavi karenin kağıt üzerindeki
yeri ile söz konusu kişinin şirketteki yeri diğer
elemanları da düşünerek belirlendiğinde
kompozisyonun niteliği netleşebilecektir.
Kompozisyonu kurgularken farklı grupları
oluşturmak ve bu gruplar arasındaki ilişkiler
ağını iyi düzenlemek bir başka önemli konudur.
İnsan algısı üzerine yapılan çalışmalar
grubun algılanmasını kolaylaştıran durumlar
olarak benzerlik, yakınlık, süreklilik ve
SAYI 53
37
ODTÜLÜ
dosya
kapalılıktan söz eder. Hepsi mavi olan nesneler
birbirlerinden uzak da olsalar göz onları bir
grup olarak algılar. Yukarıdaki örnekten
devam edecek olursak iyi bilgisayar kullanan
elemanların farklı birimlere dağılması halinde
benzer becerileri nedeniyle bir grup olan bu
kişiler başka bir anlamda, örneğin ortak bir
proje üzerinde çalıştıkları, dolayısıyla yakınlık
içinde oldukları grupla bağların güçlenmesine
yardımcı olabileceklerdir.
Tasarımın soyut dilinin temelini oluşturan
ilkeler, herhangi bir kompozisyonun
düzenini belirleme yolundaki ilk adımlardır
ve sanıldığının aksine bir kurallar silsilesi
değil, kişinin ufkunu genişleten sonsuz
bir maceraya kapı açan düşünce biçiminin
başlangıç evresidir. Düzen denilen ve
bazen itiraz ettiğimiz şeyin ise günlük
kullanımından çok farklı olduğunu bu
kapıdan geçmeye başladığımızda anlarız.
Bu yazı gündeme gelene kadar “tasarım”
sözcüğünün benim için olağan, ekmek-su
kadar net ve TEK bir anlamı olduğunu
sanıyordum. Ancak farklı alanlarda eğitim
almış olanlara tasarım üzerine bir şeyler
söylemek durumunda kalınca konuya farklı
bir çerçeveden bakmanın -ki aslında tasarım
alanlarında eğitim alanların alışkanlık haline
getirdiği bir davranış biçimidir buzorunluluğunu hissettim. Söylenecek çok şey
var ama tasarım sözcüğünün İngilizce
dışındaki iki dilde karşılıklarını vererek
bitirmek durumundayım; Fransızcası
“imagination”, Almancası “konstruktion”muş.
Sözcüklerin İngilizce’deki, hatta Türkçe’deki
çağrışımları yeterince ipucu veriyor, değil mi?
Tasarımın soyut
dilinin temelini
oluşturan ilkeler,
herhangi bir
kompozisyonun
düzenini belirleme
yolundaki ilk
adımlardır.
38
DÜNYAYA TASARIM PERSPEKTIFINDEN BAKMAK
ODTÜLÜ
dosya
Tasarım ve Siyaset
Her türlü siyasi propaganda elbette tasarımı içerir. Ancak tasarım
ve siyaset ilişkisini propagandanın tasarlanmasına indirgemek safdillik olur.
Dünyanın dört bir yanında maddi dünyaya şekil vermeyi görev edinmiş
bir meslek olan tasarım baştan uca siyasidir; buna mimari tasarım da dahil,
elektrikli mutfak aletleri tasarımı da.
X Yazı
YRD. DOÇ. DR. HARUN KAYGAN
ODTÜ – Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
V İllüstrasyon
TURGUT YÜKSEL
40
E
trafımıza şöyle bir göz gezdirsek
ürünlerin türlü gündelik siyasi fikirler
ve toplumsal içerimlerle yoğrulmuş
olduğunu görürüz. Beni hâlâ şaşırtan bir şey,
tabak, kupa gibi en alelade nesnelerin nasıl
olup da üzerlerinde Türk bayrağı ve tuğra gibi
siyasi imgeleri rahatlıkla taşıyabildiği.
Türkiye’de bile üretilse egzotik Japon
kültürüne ait olduğunu varsaydırmak için
özellikle tasarlanmış suşi takımları ya da
Avrupa’da bir yere has olduğunu ilan eden içki
şişeleri gibi düpedüz milliyetçi nesneler her
yerde ve tüm dünyayı milletlere bölen küresel
TASARIM VE SIYASET
siyasi düzeni bize durmadan hatırlatıyor. Fakat
ürünlerin siyaseten tasarlanmışlığı her
durumda bu kadar net dile gelmiyor.
Fikriyatını doğallaştırarak gizleyen belki de en
önemli mesele toplumsal cinsiyet. Marketlerin
bakım malzemesi reyonları bu noktada
aklımıza gelen ilk örnek olabilir: Pastel renkler
ve yumuşak biçimler kadının hassaslığına
vurgu yapar, erkek reyonunuysa spor
malzemelerine referanslı koyu tonlar ve
agresif ve karmaşık biçimler doldurur. Aynı
tavrı erkekler için elektrik süpürgesi
Dyson’da da, kadınlar için dizüstü bilgisayar
tasarımlarında da görüyoruz. İster eskiz
masasının başında otursun ister müşterisiyle
toplantıda olsun, bir ürünün gelecekteki
kullanım senaryosunu ve kullanıcısını hayal
etmek, kurgulamak, yönlendirmek
tasarımcının işi. Tasarımcı, neredeyse
kaçınılmaz olarak çoğunlukçu düşüncelere ve
ilintili yaygın tüketici stereotiplerine
başvuruyor. Öyle ki milliyetçilikten hegemonik
cinsiyet kalıplarına, sınıfsal farklardan insan
bedenine dair fikir ve uygulamalara, mevcut
toplumsal düzeni normal, hatta banal kılarak
tüketicisini düzene razı kılmak tasarımın rutin
etki ve işlevlerinden biri gibi görünüyor.
Oysa tasarımı siyasi kılan tam da dünyanın
başka türlü de tasarlanabilme (ya da ünlü
slogandan hareketle, başka bir dünyanın
tasarlanabilme) olasılığı. Devlet güçlerinden
ulusaşırı şirketlere, iktidar merkezlerinin
tasarımlarına muhalefet etmeyi seçen
tasarımcılar da yok değil. Yerelliği öne çıkaran
çok katılımcılı tasarım süreçleri 1960’lar
İskandinavya’sından beri tartışılıyor;
günümüzün Open Structures gibi açık kaynaklı
tasarım projeleri ve ortaklaşa tasarlama
stratejileri tasarımcı ve kullanıcı arasındaki
hiyerarşiyi aşmak yönünde önemli adımlar.
Toplumsal ve çevresel konularda tasarımın
Toplumsal ve
çevresel konularda
tasarımın
sorumluluğuna
dair düşünceler
%90 için Tasarım
(Design for the 90%)
ve benzeri tasarım
inisiyatifleri
tarafından
uygulanıyor.
sorumluluğuna dair düşünceler Buckminster
Fuller ve Victor Papanek gibi isimlerden
bugüne geldi; %90 için Tasarım (Design for the
90%) ve benzeri tasarım inisiyatifleri
tarafından bugün dünyanın dört köşesinde
uygulanıyor. Gerek tasarım ürünlerine erişimi
olmayan sınıflar için gerekse değişim değerine
alternatif değer sistemlerinin varlığı için
kendin yap anlayışının önemini bugün kabul
ediyoruz; tüketici ekonomik yapının en
merkezi yerlerinde bile pasif bir alıcı olarak
algılanmıyor artık; toplumsal eylem
alanlarında icat edilip derme çatma
haline bakmadan internette elden ele
dolaşan muhalif, çatışmacı tasarım
önerileri de cabası.
Tasarım bugün belki de her zamankinden
daha fazla insanın hayal gücünü tetikleme,
onların önünde yeni yaşam olasılıkları açma
fırsatını içinde taşıyor. Tüketiciyi kullanıcıya
ve onun ötesinde bir üreticiye çeviren
pratiklere sarılmayı öğreniyor.
Bizi tasarımın siyasetine önem veren bir
dönemin beklediğini umuyorum.
SAYI 53
41
ODTÜLÜ
dosya
KÜLTÜREL, EKONOMIK VE İDEOLOJIK BIR ÇATIŞMA ALANI OLARAK
Kent ve Kentsel Tasarım
Kent sadece barındırdığı yapılarla değil, sunduğu yaşama biçimleri ile
çok boyutlu ve karmaşık bir anlam kazanır. Bu nedenle tek bir nesneye
odaklanan diğer tasarım konularından ve nesnelerinden farklı
algılanıp değerlendirilmesi gerekir.
X Yazı
PROF. DR. CELAL ABDI GÜZER
* Baudrillard, Jean ;
(çev: Avunç, Yaşar),
“Amerika”,
Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 2012
42
D
aha çok yeni dünyayı anlamaya yönelik
yazıları ile bilinen Fransız sosyolog Jean
Baudrillard Amerika kitabında New York
kentini anlatır. Yaklaşık bir sayfa boyunca kentin
olumsuzluk ve sorunlarından bahseden, güneşe
geçit vermeyen gökdelenleri, gürültü
ve kirliliği, suç yoğunluğunu, trafik sorunlarını
sıralayan Baudrillard yazısını “New York”u
seviyorum ve New York’suz bir dünya
düşünemiyorum” diye bitirir.* Gerçekten de
kentler çok girdili karmaşık yapılar, buna bağlı
olarak da karmaşık algılar barındırır. Kimi zaman
planlanmış, son derece düzenli, altyapı sorunları
KENT VE KENTSEL TASARIM
olmayan kentler bize sıkıcı ve yaşanmaz gelirken,
İstanbul ya da New York gibi yoğun ve sorunlarla
dolu ortamlar bir cazibe ve çekicilik merkezidir.
Bu çelişkinin arka planında kentin sadece fiziksel
bir nesne, ortam olmaması, aksine içinde kültür,
tarih, politik ve sosyal öncelikler, hepsinden
önemlisi dinamik bir gündelik yaşam barındıran
bir bağlama referans vermesi yer almaktadır.
Kent sadece barındırdığı yapılarla değil, sunduğu
yaşama biçimleri ile çok boyutlu ve karmaşık
bir anlam kazanır. Bu nedenle tek bir nesneye
odaklanan diğer tasarım konularından
ve nesnelerinden farklı algılanıp
değerlendirilmesi gerekir. Kent zaman içinde
birbiri ile eklemlenerek bir araya gelen, kimi
zaman bir bütünlük kimi zaman ise eklektik bir
varoluş sunan, dinamik yapılaşmaya karşılık gelir.
Parçaları arasında kimi zaman çelişkiye varan
anlam ve standart farklılıkları olabileceği gibi,
bütününe yönelik algı ile alt parçalar arasındaki
algı da radikal farklılıklar gösterebilir. Bütün
bu farklılıklara karşın kenti genel olarak yapısal
çevre, bir araya gelmiş yapılar ve onların bıraktığı
boşluklar üzerinden okur, kavramsallaştırırız.
Hareket ve zaman yani kentin barındırdığı yaşam
ve onun izleri bu okumanın doğal birleşkesidir.
Kentlerin oluşumunda planlama ve mimarlık
doğrudan etkili olmasına rağmen tek başına
ve baskın olarak belirleyici değildir. Kentin aynı
zamanda bir üretim ve tüketim ortamı olduğu,
kent topraklarının birer yatırım ve rant aracı
olarak işlevselleştirildiği anımsandığında kentin
oluşum ve gelişiminin salt tasarım öncelik ve
beklentileri üzerinden gerçekleştiği söylenemez.
Bütün bu özellikleri bir arada barındırması
nedeni ile kent aynı zamanda politik ve ideolojik
önceliklerin de temsil edildiği bir ortamdır. Kimi
zaman politik, kültürel, ekonomik öncelikler ile
kentin tasarım öncelik ve beklentileri çelişkiye
varan farklılıklar barındırabilir. Ya da kentin
tasarlanma biçim ve öngörüleri ekonomik, sosyal,
kültürel beklenti ve talepleri karşılamakta
yetersiz kalabilir veya gecikebilir. Bu çatışma
içinde kentin başka önceliklerle beliren fiziksel
yapısı tasarım öncelikleri açısından sorunlu bir
resim oluşturur. Özellikle Türkiye gibi hızlı nüfus
artışı ve göç baskısı altında olan, kültürel
farklılıklar barındıran, eleştirel kültürün yerleşik
olmadığı ülkelerde bu çelişki daha açık biçimde
gözlenmektedir. Başta metropoller olmak üzere
Türkiye kentlerinin çoğunda kent önceden hayal
ederek, planlayarak tasarım standart ve
SAYI 53
43
ODTÜLÜ
dosya
Kent kaçınılmaz olarak
bir çatışma alanıdır.
Kentin öncelikleri ile onun
üzerinden güç, rant ya da
temsiliyet isteyen gurupların
beklentileri çoğu zaman
örtüşmeyebilir.
önceliklerine göre oluşmuş bir çevre olmaktan
çok ekonomik, politik, kültürel ve sosyal
öncelikler içinde eklektik olarak beliren bir
ortama dönüşmektedir. Bu eklektik ortam
içerdiği yapıların mimari ölçekte ne kadar iyi ve
başarılı olduğundan bağımsız olarak kentin
tasarım disiplini içinde beklenen pek çok
önceliğini barındırmaktan uzak kalır. Bugün
Türkiye kentlerinin çoğu kamusal alanlardan çok
parsel ve proje ölçeğinde yatırım önceliklerine
göre şekillenmekte, kentsel altyapı bu projelerin
getirdiği yükü karşılamakta yetersiz kalmaktadır.
44
KENT VE KENTSEL TASARIM
Proje ölçeğinde ortaya çıkan yapılaşmalar kendi
sundukları değerden bağımsız olarak kent içinde
bir süreklilik oluşturmamakta, kendileri ile
birlikte kentin değerlerini yükseltecek girdileri
öne almamaktadır. Unutulmamalı ki çok sayıda
nitelikli projenin kendiliğinden ve eklektik olarak
getirdiği bir aradalık, nitelikli bir kent elde etmek
için yeterli değildir.
Bugün Türkiye’de kentlerin gelişimini belirleyen
önemli kavramlardan biri “kentsel dönüşüm”
kavramıdır. Kentsel dönüşüm bir yandan
bakıldığında sağlıksız yapı ve çevrelerin
sağlıklılaştırılmasını hedefleyen başlangıç
ilkeleri doğrultusunda olumlu bir planlama
olanağı sunarken, yasanın uygulamalarla
işlevselleştirilme biçimi kentin kendisinden çok,
yapı ölçeğinde yenilemelere odaklanan, yasal
çerçevelerin sunduğu pek çok olanağı kent lehine
kullanmayan bir süreç olarak gerçekleşmektedir.
Yenileme süreci içinde küçük kentsel alanlarda
münferit olarak yapılan uygulamalar her
şeyden çok ekonomik verimlilik beklentisi öne
alınarak gerçekleştirilmekte, kentsel alanların
kamusal alanlar içerecek ve altyapı sorunlarını
giderecek biçimde ele alınması ikincil öncelik
olarak kalmaktadır. Böyle bakıldığında kentsel
dönüşüm sürecinde planlamayı öne alan
alternatif süreçleri işletmeye yönelik fırsatlar
kaçırılmaktadır. Bu eklektik yenileme süreçleri
içinde gelir gruplarına bağlı olarak kentsel göçler
oluşmakta, özellikle orta ve düşük gelir grupları
kent merkezinden çeperlere doğru hareket etmek
zorunda kalmaktadır. Ortaya, yoğunluk ve altyapı
sorunları kadar kamusal alan ve kimlik sorunları
barındıran yeni kentler çıkmaktadır.
Benzer biçimde tasarım ve kent ilişkisi içinde öne
çıkan kavramlardan biri, kent kimliği kavramıdır.
Bugün içinde olunan hızlı yapılaşma ve dönüşüm,
kentlerin kimliklerinin aşınmasına neden
olmakta; tarih ve kültürün izlerini temsil eden
mahalle, sokak, işaret değeri olan çevre
ve yapılar, kentin yeni kalabalığı içinde hızla
yok olmakta ya da kaybolmaktadır. Yaşamın
tüm alanlarına temas eden küreselleşme olgusu
öncelikli ve baskın olarak kentleri etkilemekte,
kentler topoğrafya, yer, iklim, gelenek ve kültür
referanslarını dışlayan endüstrileşmiş ve tek
tipleşmiş yapım süreçlerinin etkisi altında
kalmakta, yer ve aidiyet hissi yok olmaktadır.
Bütün bu tartışmaların ışığında planlama ve
kentsel tasarım, salt yapı ve altyapı ölçeğinde
teknik bir tasarım süreci, disipliner bir olgu olarak
görülmemeli, kültürel, sosyal, ekonomik, politik
ve ideolojik boyutları içinde bütünleşik bir olgu
olarak algılanmalıdır. Kent yukarıda da
vurgulandığı gibi kaçınılmaz olarak farklı öncelik
ve değerler arasında bir çatışma alanıdır. Kentin
öncelikleri ile onun üzerinden güç, rant, ya da
temsiliyet oluşturmak isteyen grupların
beklentileri çoğu zaman örtüşmeyebilir. Kentsel
tasarımın öncelikli görevi bu çatışma olgusu
içinde kentin önceliklerinin öne çıkarılması ve bu
doğrultuda farkındalık yaratılmasıdır.
SAYI 53
45
ODTÜLÜ
söyleşi
“Tasarım Her İşin Başı”
V Fotoğraf TALAT DOĞAN
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Cengizkan ile
en geniş anlamı ile “tasarım” üzerine...
Fakülteniz bünyesinde bulunan üç bölümün
eğitim felsefelerini kısaca bize anlatabilir
misiniz?
ODTÜ Mimarlık Fakültesi, sanırım 1956’daki
kuruluş felsefesini hâlâ sürdüren bir kurum:
“Doğal ve yapılı çevreyi oluşturan kentleri,
konut çevrelerini, mimari çevreyle yapıları
ve tasarlanmış yaşam çevrelerini tasarlamak,
planlamak ve incelemekle” uzmanlaşan kurum,
1979 yılında kendi içerisinden “tasarlanmış
taşınır ve endüstriyel üretime konu olan
nesneleri” de ele alan bir uzmanlığı ortaya
çıkardı. 1956’da Mimarlık ve Şehir Planlama
(bugün Şehir ve Bölge Planlama) ile 1979 yılında
Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümleri böylece
ortaya çıktı.
Bugün Türkiye’deki bütün mimarlık
fakültelerinde benzeri isimlerle bölümler
46
“TASARIM HER İŞIN BAŞI”
açılmış durumda. ODTÜ’nün ve Mimarlık
Fakültesi’nin ayrıcalığı ise, baştan beri yerel
birikim, kuram, eleştiri, olanaklar, teknoloji
ve malzeme ile evrensel olanlar arasında bir
bağ kurmaya çalışması; evrenselliği bu tür bir
eleştirel pozisyonda arayıp bulması ve kurması.
Fakültemiz bölümlerinin en önemli ayrıcalığı ise,
üniversite eğitim-öğretim alanı ve süreçlerini
bir meslek kazandırma dünyasına hapsetmeden,
geniş ufuklu, araştırmacı, sorgulayan ve
toplumsal sorumluluğunu unutmayan, birincil
öncelik bilen, bilgi ve görgü yanı sıra etik ve
mesleki bilgi taşıyan bireyler yetiştirdiklerinin
ayırdında olmaları…
“Tasarım” kavramını fakültenizin akademik
vizyonu ve eğitim felsefesi içinde nerede
görüyorsunuz? Bu kavram fakültede bugün
nasıl bir içeriğe sahip?
Fakültemiz Mimarlık Bölümü bünyesinde
Türkçe diline duyarlı bir grubun öztürkçe
sözcük üretme çabaları içinde, 1970’li yıllarda
Türkçe tasarım alanı sözcüklerine çok büyük
katkılarda bulunulduğunu söyleyebilirim. Bu
sözcüklerin en başında da “tasarım” sözcüğü
geliyor. Design, architectural design karşılığı
olarak ortaya atılan “tasar”, “mimari tasar”,
kısa zamanda “tasarım” olarak benimsenip
kullanılıyor. Mimari Tasarım, Endüstri Ürünleri
Tasarımı bölümünün kuruluşundan başlayarak
Endüstriyel Tasarım kavramına kavramsal ve
sözel (ve bildiğiniz gibi kadrosal açıdan da)
destek veriyor. Tasarım sözcüğü son 20 yıldır
özellikle bilgisayar ve makina mühendisliğinde
de yaygın biçimde kullanılıyor; kaptırmak
üzereyiz yani (!) Şaka bir yana; “tasarım” her
işin başı. İnsanın konuşmasını ve üstünübaşını “tasarlaması”ndan, şehir ve bölge
planlamaya, seri üretimin ürün önceliklerini
kararlaştırmaya kadar yayılan alanda, pozitivist
bir anlayışla bakmadan, içinde bulunduğumuz
toplumun gereksinimlerini de dikkate alarak,
kişisel beğeni, kamu algısı, toplumsal tercihler
üzerinde belirleyici olabilecek bir yaklaşımla,
tasarım eleştirisi, tasarım kuramı, tasarım
tarihyazımı, tasarım yaklaşımı çalışmaları
yaptığımızı düşünüyorum. Bunların her biri
hem alt disiplinler gibi birbirinden kopmaya/
ayrışmaya hazır, hem de bütünleşik olmaları
gerektiğini sürekli olarak duyumsadığımız
alanlar. Bir eğitim-öğrenim kurumunun
projesini, programını bu kadar kapsamlı
biçimde ortaya koyması ve bu “düstur”
çevresinden ayrılmamaya çalışması, işi baştan
güçleştiriyor.
Bu güçlükler üst kurum olarak yüksek öğrenim
kurum ve üst örgütleri başta olmak üzere, kardeş
ve akran kurumlara bakışımızda, bazen çatışma,
bazen de uyum ortaya çıkaran unsurların
kendisinden, yani aslında kendi tercihimizden
kaynaklanıyor. Örneğin öğretim üyesi kadrosu
alamıyoruz ya da kadromuza uygun profilde
kişi bulamıyoruz. İşbirliği yapacak kurum
bulamıyoruz ya da bulduğumuz kurumun
denkliğini ulusal üst kurumlar vermiyor.
“Tasarım” hâlâ Fakültemiz bölümlerinde “ana
eğitim ekseni” olarak görülüyor; “kuram ve
eleştirinin buluştuğu pota” işlevi görüyor.
Dolayısıyla kuram, tarih, eleştiri, teknolojik
olanaklar, malzeme, yasalar ve kurallar, yapı ve
bileşen bilimleri hep “tasarım”ın yürütüldüğü
stüdyo ortamlarının çoğulculuğunun oluşturduğu
eleştirel zenginlikle beslenmekte. Tersine
taşımalar da sözkonusu: Bu ikinci ama ikincil
olmayan alanlar da “tasarım” problemlerinin
sunduğu bütüncül sorunsallar açısından
işlendiğinde daha verimli ürün ve zihinler ortaya
çıkarıyorlar.
“ODTÜ’nün ve Mimarlık
Fakültesi’nin ayrıcalığı ise,
baştan beri yerel birikim,
kuram, eleştiri, olanaklar,
teknoloji ve malzeme ile
evrensel olanlar arasında
bir bağ kurmaya çalışması;
evrenselliği bu tür
bir eleştirel pozisyonda
arayıp bulması ve kurması.”
Fakültede son yıllarda yapılan, güncel
interdisipliner çalışmalardan bahsedebilir
misiniz? Bunlar akademik çalışmalar da
olabilir bizzat eğitim süreci içinde
gerçekleştirilen projeler de olabilir.
Bir yanda tasarım alanının kendisinin teknolojik
yeniliklerle donanmasını ve yücelmesini
istiyoruz: Yeni coğrafi bilgi sistemlerinden
parametrik tasarım girdilerine, sayısal
teknolojilerin tasarım eğitiminin parçası olması
kadar, yüksek lisans ve doktora düzeyinde
bu yaklaşımların iyi sonuç ürünlerinin ve
uzmanlarının artı değer olarak topluma
kazandırıldığı programlar kurduk; gündelik
yaşamın sorunlarının bilim ve araştırma
ve akılla çözülmüş ürünlerini yine gündelik
yaşama geri döndürmeye / yansıtmaya çalıştık.
Öte yanda, toplumsal hizmet anlayışımızdan
ve etik-mesleki kıstaslardan hiçbir zaman
SAYI 53
47
ODTÜLÜ
söyleşi
“Tasarım” her işin başı.
İnsanın konuşmasını ve üstünübaşını “tasarlaması”ndan,
şehir ve bölge planlamaya,
seri üretimin ürün önceliklerini
kararlaştırmaya kadar...
ödün vermeyerek, kamuya olan açık elli ve
bol yürekli katkılarımızdan vazgeçmeden,
yargıya, yasamaya, farklı akran yüksek öğretim
kurumlarına, üniversiteye katılım öncesi yaş
gruplarına araştırma, tartma, yargı ve görüş
aktarma doğrultusunda çalıştık. ODTÜ Mimarlık
Fakültesi, adeta refleksif bir bünye olarak, çeşitli
zamanlarda kendi alan eğitimi üzerine de
araştırmalar ve yorumlar yapmaktan, görgüsünü
çözümlere yansıtmaktan, bu gibi durumlarda
dış ve iç paydaşlarla çalışmaktan-çatışmaktan
kaçınmayan bir kurum.
Fakültemizin 2006 yılında kurduğu MATPUM,
(Mimarlık Araştırma Tasarım Planlama ve
Uygulama Merkezi) ne yazık ki 2012 yılında
mevzuat zorunluk ve düzenlemeleri nedeniyle,
Rektörlüğe bağlı bir merkez haline geldi ve pek
bir verim alamıyoruz, son iki yıldır. Kuruluş
felsefesine bağlı kalınsa, salt maddi kaynaklarla
araştırma yapan bir kuruma dönüşmese, eğitimle
araştırma ara kesiti çok daha iyi kurulurdu.
Ancak yine de kamu kurumlarına konut
alanında, arkeolojik yerleşimlerin planlanması
ile korunması ve hava limanları geliştirilmesi
konusunda yerleşim ölçeğinde danışmanlıklar
gerçekleştirildi. Avrupa Birliği, Kültür ve Turizm
Bakanlığı ve Kalkınma Bakanlığı destekleriyle
araştırma-geliştirme projeleri yapıldı. Buna
karşılık eğitim alanı içinde yapılan proje ve
araştırmalar ne kamu desteği alabildi; ne de
kamuoyuyla buluşma konusunda bir çerçeveye
oturtulabildi. Çabalar, kişisel ve grup bazında
oluşumlar olarak sürmekte: Bunlar arasında,
engelli erişimini kendisi için çözmeyi hedefleyen
48
“TASARIM HER İŞIN BAŞI”
uygulamayla barışık çabalar; müzecilik konusunda
kavramsal ve tasarım-içi, düşünce ve uygulama
katkıları; kent tarihi ve mimarlık kültürü
araştırmaları; sayısal düşünme ve tasarlama
yöntem ve uygulama katkıları ile yoğrulmuş eğitim
ortamları kurma çabalarını sayabiliriz.
Tasarım, toplumsal hayatın ve siyasetin ne
kadar içindedir? Bugün hakim model olan
neoliberal iktisadın ve tüketim kültürünün
içinde, tasarım disiplinleri hangi hatlarda,
ne ölçüde direnç gösterebilir, hangi toplumsal
paydaşların faydasını ön plana çıkarabilir?
Yakınlarda şu örneği verdim: “Niçin tasarım
dünyamız camilerin abdest alma ortamlarını
iyileştirmek üzere özel çaba göstermiyor? Niye
en yeni ve ‘iyi’ olduğunu düşündüğümüz camide
ya da alışveriş merkezinde genel tuvaletler, bir
abdest mekânı olarak ve de en kötü biçimde,
kullanılmayı sürdürüyor? Niçin iyi bir abdest
eviyesi, lavabosu, bidesi tasarlanmıyor?” Bunun
bir “kaçınma” hareketi olmadığını biliyorum;
ama kuramla uygulama arasındaki makas farkı,
hiçbir ülkede ve kültürde bizdeki kadar büyük
değil. Yalıtım ve kirliliğin büyük payı siyaset
kanadında evet; çünkü o da bir kültür. Ancak
tasarım ve planlamanın da sindirilmişlikten
silkelenip kurtulması gerekiyor. Kuramın gelişme
potansiyelinin uygulama içinde ortaya çıkacağını
ve sınanacağını düşünüyorum. Uygulamasız
kuramın bir medrese, bir “tetebbu müessesesi”
yaratması ve Türkiye benzeri ülkelerde siyaset
cenahında kabul görmesi ve meşruiyet
kazanması da kaçınılmaz.
Tasarım alanlarının kazandığı popülarite
sonucu, üniversitelerde hızla artan sayıda
bölümler açılmakta. Bu gelişmeyi nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Üretim koşullarının ve tüketimin küreselleştiği
bir ortamda, üstelik de liberalse liberalliğini,
sosyal refahsa sosyal adaletçiliğini, plancı ise
planlamacı kalkınma özlemlerini, kolektivist
ise kolektivizmini gerçekleştirmemiş bizim
gibi ülkelerde, yeni adlandırmayla ancak
“kayırmacı kapitalistlik” yaşanıyor. Bu ortamın
kaotik yapısında, hangi üniversitenin hangi
bölümünün niçin açıldığı ve ne gerçekleştirdiği,
eğitim-öğretim “çıktısı” olarak ne tip bir
mezun kazandığını, bu tipin profilinin ülke
gerçekleriyle-beklentisi-talebi ile örtüşüp
örtüşmediğini tartışmak abes. Şu iyi niyetli
saptamalar yapılabilir yine de: Tasarımdan
söz eden kişi ve grupların, okul ve ekollerin
çoğalması, gelecekte “tasarımın” daha “aranır”
bir nitelik olmasını getirebilir. Toplumun
zihniyet altyapısını hazırlayabilir.
O zaman şu kalıyor geriye: Kişi ve gruplar ile
eğitim ve araştırma kurumları, kendi doğru
bildikleri yolda yürürlerse kendi kimliklerini
de kurmuş ve arayışlarını somutlaştırmış
olacaklardır. Bu da gelecek için bir şeydir.
Tasarım ve bellek ilişkisi üzerine
görüşlerinizi almak isteriz.
Tasarım ürünlerinin, tasarlanmış nesnelerin
her alanda geçici ve uçucu (ephemeral)
olduğunu düşünüyorum. Bu durum, “tasarım”ın
gücünü ve temel-asal özelliklerini hiçbir zaman
gölgelemez. Tasarımın kendisidir aslolan; onun
kendi düşünme biçimi, iç ilişkileri işleyişi,
kendi kabulleri ve müktesebatı (belitleri
[aksiyomları]-kurallar bütünü-kazanımları),
tarihi ve mimarlık eleştirisi, tasarımı bir
özerk alan kılar. Ama işte tasarım ürünleri
ve nesnelerinin hem kendi varlıkları ve
bağlantılarını sürdürebilmeleri,
hem de diğer tasarlanmış-tasarlanmamış ürün
ve nesnelerle kurdukları ilişki üzerinden
kendilerini sınamaları, eleştirmeleri, hiza-çıta
vermeleri bir dizi dışsal ögeye bağlı.
Bellek ve arşiv, dışarıdan bakıldığında,
malumatfuruşçudan sıradan vatandaşa, tarih
okuma meraklısından tarih yazıcısına kadar bir
dizi aktörün, ölü, bağlantısız birikimi gibi gelir,
birtakım kişilere. Hiç öyle değil... Kendinizi
ve çevrenizdeki yapıları ve tasarlanmış
nesneleri ne denli “iyi tanıyorsanız”, onlarla
aranızdaki mesafeyi o denli iyi kurarsınız.
Sizden önceki çabaları ne denli iyi bilir ve
tanırsanız, yeni yol haritanızı o denli sağlıklı
kurabilirsiniz. Bizde bugüne kadar süren,
sağlıksız olduğunu düşündüğüm bir “farklı
disiplinleri kıskanma”, “katkılarını küçümseme”,
“yerinden etme” çaba
ve açlığı var; sözünü ettiğim “çocukluk hastalığı”
bu kültürle beslenmekte.
Kendinizi ve
çevrenizdeki
yapıları ve
tasarlanmış
nesneleri ne denli
“iyi tanıyorsanız”,
onlarla aranızdaki
mesafeyi o denli
iyi kurarsınız.
Öte yandan “bellek ve arşivi kurma, koruma,
kullanımı sürekli ve sürdürülebilir kılma” da
maddi bir kaynağa ihtiyaç duyuyor. Türkiye’nin
bu yöndeki eksikliklerini kısmen kapitalist
dünya alışkanlıkları ile, devlet katkı ve
çabasıyla gidermesini beklemek, mesenlerin
çabalarıyla bu darboğazı aşmak yanı sıra, kişisel
ve bireysel girişim ve katkıların da önemli
olduğunu düşünüyorum. Bir belgelik ve arşivin
oluşturulmasına, kurulmasına, işletilmesi ve
zenginleştirilmesine, etki alanı yaratmasına ve bu
etkinin kalıcılaştırılmasına verdiğimiz katkı çok
kişisel bir özveri ve gönüllük esasında olabilir. Bu
yöntemin kullanıldığını ve derinleştirildiğini hiç
görmüyoruz, buna tanıklık etmiyoruz.
SAYI 53
49
ODTÜLÜ
dosya
YENGEÇ OLAN İNSANLAR, ŞIIRLERIN YERINI ALAN LEZZETLER YA DA
Gıda ve Tasarım
X Yazı
YRD. DOÇ. DR A. CAN ÖZCAN
İzmir Ekonomi Üniversitesi
Endüstriyel Tasarım Bölümü
ODTÜ ID
Binlerce yıldır ekmek olarak bildiğimiz ve yediğimiz ürün,
yüz yıl öncesinden çok farklı tarımsal hammaddeler ve üretim
yöntemleri ile imal edilen bir endüstriyel tasarım nesnesidir artık.
’88
50
GIDA VE TASARIM
Her üçü de günümüzde bir arada bulunuyor ve
üretiliyor olsa da, biçimsel olarak birbirinden
pek farklı olmayan tahta, metal ve plastik
yemek kaşıkları arasında tasarım düşüncesi,
malzemesi ve üretim yöntemi açısından
yüzyıllara, hatta binyıllara yayılan farklılıklar
vardır. Bunlardan tahta olanlar binlerce yıldır
çoğunlukla el işçiliği ve basit el aletleri ile
üretilirken, metal olanlar yüzyıllardır ya sıcak
veya soğuk metal el işçiliği ya da farklı
endüstriyel kalıplama yöntemleri ile
üretilirler. Plastik kaşıkların üretim yöntemi
ise son yüzyılımıza özgü endüstriyel plastik
kalıplama yöntemidir. Dahası, bu çok sıradan
ve birbirine çok benzer üç ürün, birbirinden
çok farklı parametreler ile tasarlanır. Yemek
kaşıkları için geçerli olan bu durum,
günümüzde yemeğin kendisi için de geçerlidir.
Binlerce yıldır ekmek olarak bildiğimiz ve
yediğimiz ürün, yüz yıl öncesinden çok farklı
tarımsal hammaddeler ve üretim yöntemleri
ile imal edilen bir endüstriyel tasarım
nesnesidir artık. Dondurulmuş gıda rafından
paketlenmiş olarak aldığımız ve en ince
detayına kadar reçetelendirilip sadece
mikrodalga fırında birkaç dakikalık işlemle
yenmeye hazır hale gelen karnıyarık da öyledir,
etli kuru fasulye de. Sıradan gıdalar için geçerli
olan bu durum, özellikle yeni reçetelerin ve
gıda ürünlerinin geliştirilmesinde endüstriyel
tasarım düşüncesinin yaygınlık kazanmasına
da yol açmıştır. Bu satırlar yazılırken
Türkiye’de ve diğer ülkelerde gıda
mühendisleri ile endüstriyel tasarımcıların bir
araya gelerek geliştirdikleri gıda tasarım
yarışmaları düzenlenmektedir.
Bundan 25-30 yıl önce bir yandan ODTÜ’de
yeni başladığım endüstriyel tasarım eğitimine
devam ediyor bir yandan da, belki de o
dönemin kendine özgü atmosferinin de
etkisiyle, vaktimin çoğunu diğer pek çok
arkadaşım gibi okuyarak geçiriyordum. O
dönemde okuyup da bende iz bırakan
kitaplardan bir tanesi de Brezilyalı yazar,
fizikçi, beslenme uzmanı ve aktivist Josue De
Castro’nun Türkçe’ye Aydın Emeç’in “Yengeç
İnsan ihtiyaçları bir tasarım
süreci sonrasında ortaya
çıkan ürün ve deneyimlerle
karşılanır.
Olan İnsanlar”* adıyla çevirmiş olduğu “Of
Men and Crabs” (1967) adlı romanı oldu.
Kitap, bir roman olsa da temel argümanının
“insanın yediği şeye dönüşmesi” şeklinde
özetlenebilecek olması ilgimi çekmişti ve hâlâ
da çekmeye devam ediyor. Yine de “yerli malı
kullanmalı” yanında özellikle “insan yemek
için yaşamamalı, yaşamak için yemeli”
düsturuyla da büyümüş ODTÜ’lü bir tasarım
öğrencisi olan benim için gıda ve yemek
konusu o dönemde hayatın ve tasarımın hiçbir
zaman öncelikli bir konusu olmadı. Sanki o
zamanlardan bugünlere dek tasarımcılar da
Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin o en alt
dilimini oluşturan fizyolojik temel ihtiyaçlar
alanından ziyade onun üstünde yer alan sosyal
ve bireysel ihtiyaçların tatminine yönelik bir
profesyonel çaba içindeydiler.
Maslow’un ihtiyaçlar teorisi, iki temel
varsayıma dayanır:
1. İnsan davranışları onun belirli
gereksinmelerini gidermeye yöneliktir.
2. İnsan gereksinimlerinin belli bir öncelik
sırası vardır. Buna göre, alt düzeydeki bir
gereksinim belli ölçüde karşılanmadıkça
birey, bir üst düzey gereksinmeyi
karşılamaya yönelmez.
Bu temel prensiplere eklenebilecek bir üçüncü
tasarım ilkesi olabilir ki, o da:
3. İnsan ihtiyaçları bir tasarım süreci
sonrasında ortaya çıkan ürün ve
deneyimlerle karşılanır.
Mutfak ürünleri ya da sofra elemanları gibi
konular her zaman tasarımın gündeminde
* De Castro, Josue.
Yengeç Olan
İnsanlar, Çev. Aydın
Emeç, İstanbul:
Gün Yayınevi, 1968
ODTÜLÜ
dosya
C
M
Y
CM
MY
Yemeğin
kendisinin
öncelikli bir
tasarım konusuna
dönüşmesi
özellikle 2000’li
yıllardan sonra
gerçekleşir.
52
olmuştur ama gıdanın ve yemeğin kendisinin
öncelikli bir tasarım konusuna dönüşmesi
özellikle 2000’li yıllardan sonra gerçekleşir.
Aslında Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin
yemek ve gıda ile ilgili son bir uyarlaması
yapılsa yemek ve gıda olgularının piramidin en
alttaki temel ihtiyaçlar katmanında değil, diğer
bütün katmanlarda da yer aldığı görülebilir.
Yani, yemek ve gıda olgusu artık salt fizyolojik
bir temel ihtiyaç değil, güvenlik ihtiyacı,
sosyal ihtiyaçlar, saygınlık gereksinimi
ve kendini gerçekleştirme gereksinimini
karşılamaya yönelik bir olguya dönüşmüş ve
bu katmanların her biri için tasarlanır hale
gelmiştir. Bu dönüşümün gündelik hayatta
gözlemlenebilir önemli göstergelerinden bir
tanesi de kitapçılardaki yemek ve beslenme
ile ilgili kitapların sıradan tariflerin ötesinde
artması ve çeşitlilik kazanması olmuştur. Ben
bu durumu kitapçılarda şiir kitaplarının yerini
yemek kitapları aldı şeklinde yorumluyorum,
çünkü aynı dönemde şiir kitaplarında da
ciddi bir azalma yaşanmıştır. Oysa şiir, bir
GIDA VE TASARIM
anlamda Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin en
üst katmanında yer alan ve insanın kendini
gerçekleştirmeye yönelik bir sanat eylemi
olarak kabul görmüştür. 2000’li yılların
en önemli teknolojik iletişim ve paylaşım
platformu sosyal medyada insanların gıdaya
ve yediklerine dayalı paylaşımların çokluğu
yemek ve gıda olgusunun ne kadar sosyal,
ne kadar kabul görmeye yönelik bir etmen
haline geldiğinin de göstergesidir günümüzde.
Aşıklar birbirlerine şiir yazmak yerine yemek
pişirmektedirler duygularını ifade etmek için.
Aşçılar birkaç okulda okuyup belli alanlarda
uzmanlaşan, çalıştıkları lüks gemi ya da
yatlarda kaptandan daha fazla kazanabilen,
kıdemli subaylar gibi yıldızlar taşıyan prestijli
birer “Şef” olmuşlardır artık. Tasarımcılar
ise, gıda konusu dünyanın en kritik konusu
olarak Maslow’un piramidinin tabanında
geriye sayan saatli bir bomba gibi var olmaya
devam ederken, o bombanın hemen üstündeki
katlarda kendilerine çalışacak çok geniş gıda
tasarım alanları keşfetmektedir.
CY
CMY
K
ODTÜLÜ
dosya
Tasarımın Cinsiyeti
Biz tasarımcılar, tasarım eyleminde bulunurken ürünlere
belirli cinsiyetler atfetmiyor olabiliriz, ama onları belirli cinsiyetler
için tasarladığımız gerçeği sıklıkla su yüzüne çıkıyor.
54
TASARIMIN CINSIYETI
X Yazı
ARŞ. GÖR.
RENK DIMLI ORAKLIBEL
Bahçeşehir Üniversitesi,
Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümü
Ü
rünleri bir cinsiyetle eşleştirmemizde,
toplumsal pratiklerin, alışkanlıkların,
kabullerin ve stereotiplerin etkisi çok.
Aile yapısı doğrudan, sorgulanmadan kabul
edildiği gibi, bu ailenin evin içinde ve dışında
sahip olduğu ürünler de, aile bireylerinin
sorumlulukları altına giriveriyor. Birden fark
ediyoruz ki kadın beyaz eşyaların, küçük ev
aletlerinin, mutfak eşyalarının; erkek ise
televizyonun, müzik setinin ve tabii ki
otomobilin hakimi, sahibi ve sorumlusu oluyor.
Neyse ki avcı toplayıcılardan gelen genlerimiz
tam hızla kadını ev içinden, erkeği ise dışarıdan
sorumlu kılmışken, teknolojinin de azıcık
yardımıyla erkek, otomobile ek olarak, ev
içindeki teknolojik araçların da velayetini
üzerine alıyor.
“Toplumun yararı” için ürünler tasarlamaya
çalışırken, içine doğduğumuz ve içinde
bulunduğumuz toplumun bir parçası olarak,
onun içine yerleşmiş olan cinsiyet kodlarından
ve söylemlerinden sıyrılıp, eşitlikçi bakış açısını
korumak zaman zaman güç oluyor. Tasarım
sürecinin başında potansiyel kullanıcıyı
tariflerken yarattığımız karakterleri, toplumun
bu yerleşik kodlarıyla besliyoruz. Ürünün
kullanım sürecini anlattığımız senaryolarda
aynı kodların devamını getiriyoruz. Sürecin
başlangıcından sonuna kadar bu yerleşik kodlarla
yoğrulan ürün, piyasaya çıktığında ise gerek
kullanım alanlarıyla gerekse reklamlarıyla
toplumda var olan bu kodların daha da
kökleşmesine katkıda bulunuyor. Sonuçta ortaya
çıkan görsele baktığımızda gördüğümüz şey,
bir buzdolabının kapağını açan kadın ya da
otomobilin direksiyonunda bir erkek oluyor.
Dolaşıma girmiş ve varlığını bir şekilde devam
ettiren her türlü söylem, ürünlerle insanlar
arasındaki bağları yine yeniden yaratarak
sağlamlaştırıyor. Ürünleri, kullanıcılarıyla
buluşturmayı hedeflemiş reklamların dolaşım
sıklıklarını da göz önüne alınca bu trafikteki
etkileri yadsınamaz. Evin içinde tipik anne
rolüyle donatılmış kadın karakterler, beyaz
eşya reklamlarında çocuklarıyla birlikte arz-ı
SAYI 53
endam ederken; çapkın erkekleri otomobil
reklamlarında, şehir hayatında ya da tatil
yolunda, kendilerinin ya da “sahip oldukları”
kadının uzantısı olarak gösterilen araçların
keyfini sürerken görüyoruz. Aksi durumlarla da
son yıllarda karşılaşmıyor değiliz. Bazı beyaz eşya
reklamlarında kadın karakterin bir mazeretinden
ötürü -hamiledir ki bunun da nasıl bir mazeret
olarak meşrulaştırıldığı ayrı bir konudur ya da iş
yerinde nöbete kalmıştır- reklamın kadrajından
çıktığı ve erkeğin onun bu zaruri durumundan
ötürü üzerine atanmış “kadınlık görevi”ni
üstlendiği örnekler de var. Toplumsal cinsiyette
eşitlik gözlüğüyle bu reklamlara baktığımızda;
yüzeyde, göze hoş gelen, kadının ev eşyalarıyla
olan sağlam bağlarını yıkmaya teşebbüs eden
bir söylem görüyoruz. Ancak, azıcık kazımaya
başladığımızda, görev değişimindeki etkin
faktörün tarif edilen “mazeret”e sıkı sıkıya
bağlı olduğu ve kadına atfedilegelmiş bu
görevlerin aslında halen onun sorumluluğu
olarak tanımlandığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bu
halde, söylemde kırılma olarak gözüken bu tarif,
yüzeysel bir çatlağın ötesine geçemiyor. Öyle bir
durumdayız ki, bu hafif çatlağı da olumlamamak
elde değil. Nihayetinde görünürdeki resimde,
bir erkek bir çamaşır makinesi ile bire bir ilişki
içinde sunuluyor ve bu resim bir şekilde dolaşıma
giriyor. Erkekler için küçük ama kadınlar için
büyük bir adım.
Kullanıcıların ürünlerle ilişkilerini tarif ederken,
tasarımcı olarak, yaratıcılığımızı bu yerleşik
kodları kırmak ve kalın kabuklarında ufak
çatlaklar oluşturmak için devreye sokmakta
fayda görüyorum. Piyasaya çıkan ürünlerin ilk
adımlarını biz tasarımcıların tariflediği göz
önünde bulundurulursa, ürün olgunlaşıncaya
kadar geçen sürede onunla birlikte kurgulanan
ve ortaya konan söylem de olgunlaşacak ve
bir şekilde dolaşıma girecektir. Dolayısıyla
en başta alınan kararlar ve onların getirdiği
sorumlulukların farkına varıp, bu ataerkil
söylemlerin yanında durup, onları beslemek
ya da karşılarında durup yıkmak için ufak da
olsa çaba sarf etmek, bizlerin de tasarımcı olarak
duruşunu ortaya koyacaktır.
55
ODTÜLÜ
söyleşi
Sonradan Manifesto Olmak...
ODTÜ’de Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünün
öyküsünü, ilk elden dinlemek için Mehmet Asatekin’in
kapısını çaldık. Buyurun, üstat ile ODTÜ ve tasarım
üzerine tadına doyamadığımız bir sohbet...
Siz ve rahmetli Güner Mutaf Hocamız
1960’ların sonunda ODTÜ’ye gelen David
Munro’dan ders alan insanlarsınız. Munro
ile master tezinizi yazdıktan sonra Endüstri
Ürünleri Tasarımı Bölümü’nü kuruyorsunuz.
Bölümün kuruluşunu anlatabilir misiniz?
*Agency for
International
Development
56
Tabii. David Munro’dan biraz daha geriye
gitmek gerekirse, ODTÜ’nün 1956’daki kuruluş
programında bile endüstriyel tasarımla ilgili bir
girişim olacağı belli. Hatta hemen arkasından
bir takım girişimler oluyor, Amerika’dan
ziyaretçiler geliyor. Fakat bu girişimler, bir
süreliğine uykuya yatıyor. Ben 1964’te başladım
ODTÜ mimarlığa. Birinci sınıftaki hocamız
bir ara kayboldu ortadan. Sonra tekrar geldi.
Daha sonraki senelerde öğrendim ki, AID’in*
başlangıçta bu bölümün kurulması için koyduğu
fondan hocamız Danimarka’ya gitmiş, oradaki
Kraliyet Akademisi’nde endüstri tasarımı
programını incelemiş, 6 ay Kopenhag’da kalmış
ve dönmüş. Ardından 1969’da David Munro yine
AID ile beraber Amerika’nın görevlendirmesiyle
geldi. Birincil görevi mimarlık fakültesine bir
endüstriyel tasarım yüksek lisans programı
SONRADAN MANIFESTO OLMAK...
kurmaktı. Kaldığı süre içinde çok etraflı bir
çalışma yaptı. Ve en önemlisi bu bölümün
kurulmasının Türkiye için önemli olduğuna dair
rektörlüğe ve akademik konseye çok sayıda yazı
yazdı. Bence David Munro’nun en büyük katkısı
bir anlamda üzeri örtülmüş olan şeyi tekrar açığa
çıkarması oldu. 1971’deki öğrenci hareketleri,
ODTÜ’nün bunların tam göbeğinde yer alması,
ODTÜ yönetimindeki gelgitler gibi pek çok
faktörden dolayı bölümün açılması yönetimin
öncelikleri arasında değildi. Munro ülkesine geri
döndü ve konu kapandı. Dekanlardan Mustafa
Pultar’ın olaya tekrar el atmasıyla yüksek lisans
yerine doğrudan bir lisans programı kurulması
gündeme geldi. Yüksek lisans programını Munro
hazırlamıştı ancak iş lisans programı haline
gelince onun kısa sürede toparlanması Güner
Mutaf’la benim üzerime kaldı.
Tevazu içinde iyi bir şeyler
çıkarmak bana önemli geliyor.
Örneğin Colani’nin kalemi
topluma nüfuz ediyor.
Adam bunu aldığında biraz
kendini mutlu hissediyorsa
ne güzel işte. “Ne kadar da güzel
yapmış” diyorsun, yeter.
Diğer okulların programlarına, ICSID’in*
eğitim komisyonu çalışmalarına baktık. Aslında
mimarlık eğitimiyle de çok ayrı bir eğitim süreci
değil. Sonuçta bölümün içeriği stüdyo ağırlıklı,
bir yandan çizim vs becerilerini geliştiren,
bir yandan da bilgi birikimini artırmaya
yönelik üç grup dersin bir araya gelmesiydi.
Kısa sürede dört senelik programı toparladık.
Sonuç olarak rektörlüğün olumlu yaklaşımı ve
Mustafa Pultar’ın çalışmalarıyla hem Mimarlık
Fakültesi’nde bu bölüm kurulmuş oldu hem de
Yapı Bilimleri – uzunca bir ismi vardı – yüksek
lisans programı kuruldu.
Normalde bölümler kurulur, bir sene hazırlık
yapılır, sonra öğrenci alırsın. Bizde bir an evvel
alınsın dediler. 15 öğrenciyle başladık, arkası
geldi zaten.
Endüstriyel tasarım eğitimi veren kurum
sayısında müthiş bir artış görüyoruz.
Kaliteliyi kalitesizden ayırt etmenin de
zorlaştığı bir dönemdeyiz. Siz bu gelişmeyi
nasıl görüyorsunuz?
Bu şunun gibi bir şey; gemi gidiyor. “Dur!”
diyorsun, adam tornistan yapıyor, 20 dakika
sonra gemi duruyor. Şimdi, tasarımın başına
gelenler aynen bu gemi gibi. Böyle pat diye bir
Citroen DS (1955-1975) – Tasarım: Flaminio Bertoni
şeyler olmuyor. Endüstriyel tasarım bölümü
çok tercih edilmeye başlandı. İki kişi tercih
edince puanlar yükseliyor. Puanlar yükseldikçe
vardır bir keramet denilerek daha çok tercih
ediliyor. Şimdi, puanlar yükselince, diğer
eğitim kurumlarına da cazip gelmeye başladı.
Türkiye’nin ekonomisi fena değil ama bu kadar
endüstriyel tasarım mezununu kaldıracak
bir yapıda değil. Bu arada Design Turkey gibi
projelerle devletin de duyarlılığı artmaya
başladı. Ama şu anda Türkiye’de endüstriyel
tasarım okullarının mezunlarını hazmedecek
bir ortam olduğunu sanmıyorum.
SAYI 53
*The International
Council of
Societies of
Industrial Design
57
ODTÜLÜ
söyleşi
Valentine’e olan ilgim ise, o daha çok
Ettore Sottsass’ı tanımaktan geliyor. Yani
onun kişiliğinin arkasındaki şeyleri takdir
etmekten geliyor. Valantine’in benim için
apayrı bir yeri var. Senelerdir bir Valentine
bulsam da alsam diye düşünür sonradan
vazgeçerim. Ona olan ilgim Sottsass’ı
kişileştirmiş olmamdan geliyor. Kendi içinde
de tabii çok değerli olduğuna inanıyorum,
o ayrı mesele. Bir tasarımcının bir objeye
getirebileceği neler olabilir? Sottsass’ın
1970’teki dünya görüşü, bir tasarımcıdan bir
objeye nasıl dönüşebilir, geçebilir? Bence
bunun çok müthiş bir örneği.
Olivetti Valentine,
daktilo (1969)
Tasarım: Ettore Sottsass
Wassily Chair (1925-26)
Tasarım: Marcel Breuer
58
Birkaç tane ürünü, nesne üzerinden
konuşalım. Ve onların üzerinden sizin
tasarım düşüncenizi duyalım. Mesela
Citroen DS beni çok etkilemiştir. Bir,
Olivetti Valentine’i (Ettore Sottsass),
Wassily Chair’i (Marcel Breuer); bir de
iPhone’u ele alalım. Yorumlarınız ne olur?
Sen bunları söyledikçe ben hemen onları
hayatımdaki bir döneme koyuyorum. Yani
DS’i düşünürsek ona olan sevgim, endüstriyel
tasarıma olan angajmanımdan çok daha
önceye dayanıyor. Çünkü, hocalarımızdan
birinin bir DS’i vardı; Enis Kortan’ın.
Fransa’dan gelirken bir tane DS almış
gelmiş. Tavanı GRP, böyle bakınca dışarısı
neredeyse gözükecek kadar ince, ekstrası
olmayan bir model. Ve sadece ben değil
birçok arkadaşımız ona hayrandı. DS’e
bakışımda onun bir etkisi var herhalde. Ben
bu seneye kadar hiçbirinin içine binmedim.
Hep dışardan, onu değerlendiren başka
yazıları okuyarak tanıdım. Ve hâlâ tabii onun
en başarılı tasarımlardan biri olduğunu
düşünüyorum. Dolayısıyla o dönemden
sonraki Citroen’lerin hiçbirisine sevgi ve
ilgim yok. Ama DS hakikaten Fransız tasarım
anlayışının da çok özgün bir parçası. Böyle bir
çok duygusal bir tarafı var, lüks bir tarafı var.
DS ile olan aşkım bu.
Wassily Chair, ben onu ilk iki örnek gibi
çok yüksekte bir yere koymuyorum ama
tabii bu sırtımı dönmek değil. Wassily
Chair ve Mies’in başka sandalyeleri, Le
Corbusier’inkiler ile beraber hakikaten
çok hoş bir yerde duran bir tasarım. Ben
birkaç sene evvel Ghent’e gittim; o minicik
şehirde bir tane tasarım müzesi varmış.
Baktık orada bir tane kullanılmış orjinal bir
Wassily Chair vardı. Mesela onu görünce
insan heyecanlanıyor tabii. Böyle bütün o
eskimiş derileriyle, hafif paslanmak istiyor da
paslanamayan metaliyle falan. O tip şeyler de
insanı çok heyecanlandırıyor.
iPhone’a gelince, Apple ürünlerinin, Dieter
Rams’ı taklit ettiği söylenir. Apple ürünleri
bugünün toplumuna modern tasarımın
niteliklerini biraz güncelleştirerek veren şeyler.
Yani bilinçli olarak insanlar “Aa bak bu modern
tasarımmış” diye almıyor, yakın hissettiği
için alıyor, belki biraz da moda olduğu için
alıyor. Apple belli bir tasarım anlayışı olan ve
bu tasarım anlayışını popülerleştiren ürünler
yaptı. Herhangi bir ürünün yapması gereken
en önemli şey topluma kendini beğendirmek.
Dolayısıyla toplum beğenisini kendine göre
yükseltmesi gerek. Bence Apple’ın dünya
kamuoyuna en büyük katkısı bu; belli bir
stilde kimseye taviz vermeden kendi çizgisini
sürdürdü. Bugünkü Apple’larla Macintosh aynı
SONRADAN MANIFESTO OLMAK...
mıydı? Aslında hiç benzemiyorlar. Ama anlayış
olarak aynısını hissediyorsun.
Citroen DS ile Wassily Chair bana hep
birbirinin antitezi tasarımlarmış gibi
gelir. Hani Citroen DS’in simgelediği şey
biraz da nesneye mükemmel bir kabuk
kazandırmak. Parçalardan üretilmiş
bir şey gibi değil de yekpare, neredeyse
mükemmel bir kabuk ile insanlara sunmak.
Wassily Chair ise sanki nesneyi böyle
olabilecek bütün süslemeden, kabuktan
arındırıp özüne varmak gibi… Çıplak bir
nesne o. DS ise kabuğun arkasında bir
nesne aslında. Sembolizm yükü olarak
baktığımızda aslında ikisinin de çok
yüksek. İkisi de çok manifesto gibi nesneler.
Değil mi?
Tabii bence en büyük değeri orda. Mesela
Zaha Hadid birşey yaptığı zaman manifesto
niyetine yapıyor. Bunlar öyle değil. Bunlar
aslında çok mütevazı tasarımlar. Bir gün
yapılıyor, üretiliyor. Ondan sonra belki Breuer
onu unutuyor bile… Yerine göre… Ya da DS
yapılıyor, iki sene sonra birini daha
değiştiriyorlar falan filan. Onlar için o kadar
işte. Piyasaya sürecekleri güzel bir araba.
Herkes çok iyi karşılıyor. Ne kadar iyi, onlar
da seviniyordur. Dolayısıyla geliştiriyorlar
falan. Biraz böyle bakmak lazım. Sonradan
manifesto olmuş ya da ikon olmuş şeylerin,
değeri başka oluyor. Daha ilk baştan
“Manifesto niyetine ben bunu yaptım,”
demiyor. Mesela “Hot Bertaa”yı yaptım bitti
işte” gibi değil. Onu yaparken, zaten ben bunu
yapacağım satacak, bilmem ne olacak filan
diye yapıyor. DS’in ise hiç öyle bir niyeti yok.
Valentine’ın da öyle. Zaten Valentine 3 sene
çıkıyor, ondan sonra da bir daha çıkmıyor. O,
pazarın bir parçası. Tasarımcısı tarafından
iyice yüklenmiş, iyice yoğrulmuş bir parça.
Aynı tasarımcının 100 tane daha başka
tasarımı var, onlar da aynı özenle yapılmış
fakat bundaki yüklemeler daha fazla. Ya da
bize öyle geliyor…
Ürün tasarımında bir döngü var. Sonuçta
tasarlananların hepsi tüketim ürünleri.
Milyonlarca üretiliyorlar ve o kadar
yüksek sesle manifestolar yazmaya, büyük
konuşmaya falan mahal kalmıyor. Bunlar
gerçekten kendi doğal akışı içerisinde
üretiliyor; daha sonra toplum tarafından
benimsenince, kitaplara geçince filan
kültleşmeye başlıyor...
Aynen öyle. Yani şu bedava dağıtılan
bir örnek. (Bir kalem çıkarıyor). Bunu
biliyorsundur zaten Bedava. Colani’nin
tasarımı. Yani şimdi adam bunu yapmış,
dağıtılıyor. Bunu alanlar mutlu ya da değil.
Ama Colani bunu böyle yapıyor ve para
kazanmak için bile yaptığından emin
değilim. Yani bu tevazu içinde iyi bir şeyler
çıkarmak bana önemli geliyor. Zaten bedava
olduğu için böyle bir şey alabiliyoruz. Yoksa
Hot Bertaa’yı zaten alamıyoruz. Dolayısıyla
bu topluma nüfuz ediyor. Adam şunu
aldığında biraz kendini mutlu hissediyorsa
ne güzel işte. “Ne kadar da güzel yapmış”
diyorsun, yeter.
Aslında ben ta bundan 25 yıl önce
aldığım derslerde de sizden bu duyguyu
almıştım. Verdiğiniz örneklerin hepsi
topluma bir şekilde nüfuz etmiş, yayılmış
benimsenmiş demokratik ürünlerdi. Yani
müzede olan ya da sadece çok zenginlerin
edinebileceği “exclusive” ürünler değil,
gündelik hayatın parçası haline gelmiş,
orada bir söylemi yaşatmış ürünler…
Harry Bertoia’nın Butterfly chair’i. Nereye
baksan ondan var. Nereye baksan ortalıkta
ondan var. Ben bakınca, “Ah Bertoia
ne kadar güzel” diyorum; yanımdaki
adam, “Bir sürü var ondan, niye bu kadar
heyecanlanıyorsun” diyor. Ne kadar iyi!
Herkes için o artık güzel çevrenin güzel
bir elemanı olmuş. Kimse peşinden
koşmuyor, kimse ona hayranlık beslemiyor
ama insanları farkettirmeden olumlu
etkiliyordur.
SAYI 53
iPhone (Apple)
Tasarım: Jonathan Ive
Hot Bertaa (1989)
Tasarım: Philippe Starck
59
ODTÜLÜ
dosya
Tasarımın Sesi
X Yazı
YRD. DOÇ. DR KONCA ŞAHER
Kadir Has Üniversitesi, İç Mimarlık
ve Çevre Tasarımı Bölümü
ODTÜ ARCH
’98
60
Dinlemek ve duymak; algılarımızı, mekânsal geometriyi kavrayışımızı,
duyularımızın uyarılışını, sosyal davranışlarımızı, estetik algımızı
ve hatta deneyimlerin hatırlanışını bile etkileyebilmektedir.
Bu durumda tasarımcı da herhangi bir kültürel çerçevede sese dair
arzu edilen özellikleri seçen ve bunların gerçekleşmesini sağlayan kişidir.
TASARIMIN SESI
A
rtistik, sosyal, duygusal ya da
teknik bağlamda tasarımın öğeleri
düşünüldüğünde çoğunlukla aklımıza
görsel yönleri gelmektedir. Sesin özellikle bir
tasarım kriteri olduğunun düşünüldüğü alanlar
genellikle konser salonları, tiyatro ve sinemalar
ya da sesin bir gürültü olarak algılanarak kontrol
edilmesinin gerektiği makine tasarımlarıdır.
Tasarımda sesin önemi genellikle ses “rahatsız
edici” olduğunda fark edilir ve “şikâyetler”
çoğunlukla tasarımda sesin iyi olmadığının
anlaşılmasının başladığı zamandır.
Charles Garnier, Paris Opera Salonu’nu tasarladığı
zaman ses tasarımını bir cambazın ipte
oynamasına benzetmişti. Yararlanabileceği hiçbir
kaynak bulamadığını ve tamamen içgüdülerini
takip ettiğini söylemişti. Farkında olmasak da
hepimizde “dinleyerek” bir mekânı ya da nesneyi
algılayabilme yeteneği mevcuttur. Örneğin, bir
mekânda gözümüz bağlı hareket ederken
önümüzde bir duvar olduğunu fark ederiz, çünkü
kulaklarımız bize o mekândaki sesin frekans
değişimlerinden bir nesne olduğunu haber verir.
Ses öğeleri bize nesnelerle, mekânlarla, kentle
ilgili ipuçları verdiği kadar aynı zamanda duygusal
durumumuzu da etkiler. Örneğin bir oturma
odasını sesin yansıma özelliklerine göre sıcak
ya da soğuk olarak nitelendirebiliriz. Mermer
gibi yansıtıcı yüzeylerin olduğu bir lobi, insanların
mekâna girişini önden bildirerek, o mekâna
girişin özel mi yoksa kamusal bir aktivite mi
olduğunun da altını çizer. Bazı dinsel
mekânlardaki yüksek eko da o mekânla ilgili huşu
ve saygı duygusunu güçlendirir. Bir şehrin ses
karakteri o şehrin doğal topoğrafyası ve
coğrafyasıyla alakalı olabildiği gibi plansız
sokaklar ve yüksek binalardan da kaynaklanabilir.
Kullandığımız ürünlerin sesi fonksiyonel (fotoğraf
makinesi), estetik (kutu Cola açılma sesi) bazen de
bilgilendirici (telefonu şarja takma) olabilir. Bazı
sesler bir ürünle özdeşleşme sağlar: Harley
Davidson’ın motorundan çıkan sesin o markanın
ses etiketi olması gibi. Elektrikli arabaların sessiz
olmasının güvenlik sorunu yaratması kadar
kullanıcı memnuniyetini etkileyen psikolojik bir
boyutu da vardır. Araba kullananların motor sesini
Tasarımda sesin önemi
genellikle ses “rahatsız edici”
olduğunda fark edilir.
duymak istedikleri görülmüştür. Bu nedenlerle
elektrikli arabalara yapay ses eklenmesi
tasarımda önemli bir kriter olmuştur.
İç mimarlar, endüstriyel tasarımcılar, kentsel
tasarımcılar tarafından ses yeterince dikkate
alınmadığında ortaya çıkan mekânlar, ürünler,
sesin tasarlandığı değil, gayri ihtiyari bir şekilde
ortaya çıktığı durumlar olmakta ve şikâyetler
kaçınılmaz hale gelmektedir. Restoranlar, açık
ofisler, otomobiller, kent meydanları ya da
eğitim mekânlarının her birinde, uygulanması
gereken farklı ses tasarım kriterleri vardır.
Charles Garnier’den günümüze ses tasarımında
niceliksel değerlerin belgelenmesinde uzun
bir yol alınmıştır. Ancak sesin öznel algısının
tasarım süreci içerisinde irdelenebilmesi de
oldukça önemlidir. İki tasarımı karşılaştırırken
görsel malzeme kullanmak nispeten kolaydır.
Yeni teknolojilerle artık tasarım sürecinde
sesin üretilebilmesi, arşivlerde saklanabilmesi
mümkün hale gelmiştir. Örneğin işitselleştirme
(auralization) yöntemiyle bir mekân inşa
edilmeden önce nasıl duyulacağını deneyimlemek
ve farklı tasarımların ses karakteristiğini
karşılaştırmak mümkündür.
Dinlemek ve duymak algılarımızı, mekânsal
geometriyi kavrayışımızı, duyularımızın
uyarılışını, sosyal davranışlarımızı, estetik
algımızı ve hatta deneyimlerin hatırlanışını
bile etkileyebilmektedir. Bu durumda
tasarımcı da herhangi bir kültürel çerçevede
sese dair arzu edilen özellikleri seçen ve
bunların gerçekleşmesini sağlayan kişidir.
Ayrıca dinleyicilerin de homojen bir grup
oluşturmadığının; çocuklar, yetişkinler, işitme
problemli insanlar, yaşlılar, anadilini konuşmayan
insanlar, müzisyenler gibi farklı gruplara ait
insanlardan oluştuğunun ve bunun da bir tasarım
kriteri olduğunun altının çizmek gerekir.
SAYI 53
61
ODTÜLÜ
söyleşi
ODTÜ Öğrencisi Hep Farklı
ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gülay
Hasdoğan ile ODTÜ’nün tasarım geleneği ve gelecek üzerine...
Sizinle ODTÜ EÜTB’nin tarihi ve eğitim
felsefesi hakkında konuşmak istememizin
birçok nedeni var aslında. Bölümün
başkanısınız, ayrıca bu bölümün erken
dönem mezunlarındansınız ve bölümün her
kademesinde çalıştınız. Dolayısıyla, hem
öğrenci tarafında, hem hoca tarafında,
hem de yönetici tarafında bulundunuz.
İsterseniz bölümün eğitim vizyonuyla
başlayalım...
Eğitim felsefesine dair ilk yıllarda ve kendi
öğrenciliğimde de gözlemlediğim şey şuydu;
pazarlama dersimiz olmasına rağmen yaptığımız
hiçbir projede işin pazarlama kısmı
sorgulanmazdı. Pazarlama sözcüğünü kullanmak
bile ayıp karşılanırdı. Bu belki biraz da
mimarlığın o yıllarda verdiği ideolojiden de
kaynaklanıyordu. Zaten insan için, toplum için
iyi olanı yaparsın ve de o da ihtiyacı olanı bulur.
Onu pazarlamak, olduğundan daha iyi
göstermeye çalışmak, doğru bir şey olarak
görülmezdi. Biz o düşünceyle yetiştik.
Dolayısıyla projeler hep insan merkezli olmak,
kullanıcı merkezli olmak, ihtiyaç saptayıp
soruna cevap vermek idealleriyle yapılırdı.
Ürünün cazibesini artırmak ikinci planda kalan
bir şeydi.
Biraz üçüncü dünyacı bir anlayış var mı
burada? Victor Papanek’in “Design for the
Real World”ü yazdığı yıllar bunlar. Bizim gibi
ülkelerde o dönem iç pazar gelişmiş durumda
değil ve tasarım ürünlerini talep edecek ve
onları tüketecek hacimde bir iç pazar yok.
Bunun yokluğunda daha çok sosyal idealler
ve sorumluluklar çerçevesinde ve biraz da
toplumsal pedagojiyi işin içine katan bir
anlayış vardı herhalde...
62
ODTÜ ÖĞRENCISI HEP FARKLI
Doğru. Çok haklısın. Victor Papanek, çok etkili
olmuştu. John Heskett’ın kitabı da o dönemler
okuduğumuz kitaplardandı. Burada tabii
endüstri ile ilişkinin de az olması, kopuk olması
var. Bu üniversitenin ya da bölümün hatası
değildi. Zira endüstrinin talebiyle kurulmuyor
bölüm. Eğitim bir şekilde Amerika’dan AID
yardımıyla gelen David Munro ile başlıyor.
Dolayısıyla benim öğrenci olduğum yıllarda
endüstriden çok kopuktuk biz. Çok nadir
endüstriyle bağlantılı projeler yapardık. Sanayi
ile bugünkü anlamda bir etkileşim yoktu. Hoca
sayısı da zaten çok azdı. Dört stüdyo vardı, her
birine giren birer hoca vardı. Stüdyolar kürsü
sistemi gibi oluyordu. Ekip yoktu. Her sınıf o
hocanın vizyonuyla yürütülüyordu. Hocaların
vizyonları biraz farklılık gösterse de bahsettiğim
temel felsefe vardı. Yani öncelikle bir idealist
bakış açısı, ihtiyaç için tasarım.
Siz o dönemlerden geçtiniz. Şu an benim
bildiğim kadarıyla farklı kriterler rol
oynuyor. Artık pazar araştırması ve pazara
dönük ürün yapma var. Gerçi yine idealist,
toplumsal sorumluluğa dair bir kaygı da var
ama... Sanıyorum bugünkü kompozisyon daha
farklı.
Bugün daha farklı. Zaman içinde şöyle bir
dönüşümün olması gerekti. Eğitim endüstriden
kopuk gidemiyor. Çünkü bu sefer öğrenci mezun
olunca ne yapacağını bilmiyor. Kiminle irtibat
kuracak, nerede işe girecek... Bu sorunlara
çözüm olarak projeleri daha sistematik biçimde
endüstri ile işbirliği içinde yapmak gibi bir amaç
belirlendi. Özellikle son sınıfta, bitirme projeleri
2002 yılından beri sistematik olarak yapılıyor.
Oradaki amaç, öncelikle bir partner kuruluş
bulup, öğrenci, hocalar ve firmadan oluşan bir
üçlü olarak projeleri yürütmek. Ama tabii ki
buranın kurgusuyla, buradaki proje geliştirme
yöntemleriyle... Bu konuda özellikle son 5-6 yılda
geliştirdiğimiz felsefe şöyle: Salt endüstrinin,
yani firmaların ihtiyaçlarını anlayıp ona cevap
veren, kısaca piyasa işi yapmak değil, onların
ihtiyaçlarını anlayıp gerektiğinde onlara yön de
verebilen tasarım yapmak...
Son 5-6 yılda sanayii de yönlendirebilir olma
durumuna gelinmiş – ki bu çok önemli bir
aşama. Sadece sanayinin ihtiyaçlarına yanıt
veren, sanayi tarafından yönlendirilen bir
eğitim kurumu değil, artık sanayiye de vizyon
sunan bir kurum olmuş...
sürecinin içine katabilmek, onlardan sağlıklı geri
bildirim alabilmek amaçlanıyor. Hatta bizim,
tasarımcılar olarak sunacağımız bazı araçlarla,
onları da tasarım yapabilir hale getirmek, onları
tasarım sürecinin içine katabilmek istiyoruz.
Sadece dertlerini sözel olarak anlatarak değil,
onlardan da aksiyonlar alarak, onlara da bir
şeyler yaptırarak sürecin içine katabilmemizi
sağlayan yöntemler uygulanıyor. Mezuniyet
projelerinde ise öncelikle öğrencinin bir proje
konusu önermesini bekliyoruz. Dolayısıyla
direk bir firma bulup, o firmayı dinleyip, o
firmanın ihtiyacını çözmek yerine burada ilk
sözü öğrenci söylüyor. Ve de son yıllarda giderek
daha fazla sosyal sorumluluk niteliği taşıyan
konular öneren öğrenciler görüyoruz. sayısı çok
arttı. Daha sonra bu proje önerilerine ilgi duyan
firmaları veya tasarım danışmanlık ofislerini biz
buluyoruz ve öğrenciyle firmayı eşleştiriyoruz.
Ve projeyi birlikte kurguluyorlar, geliştiriyorlar.
Ankara’da olmanın, ODTÜ’de olmanın
kültürel, sosyal, mekânsal artıları ve eksileri
nelerdir?
Çok güzel bir soru. Dediğin gibi, artıları da var,
eksileri de. ODTÜ’de olmak belli açılardan çok
büyük avantaj. Çünkü, ODTÜ’nün bağımsız
düşünebilen insan, hatta “protest” öğrenci
yetiştirebilme gibi çok güçlü bir kültürü var.
Bizimki zaten her şeyin tartışıldığı, hiçbir
şeyin tek doğru cevabının olmadığı bir disiplin.
Her türlü eleştiriye açık ve öğrenci tarafından
Evet. Projelerde özellikle bunu hedefliyoruz.
Üçüncü sınıfta yürütülen projelerde bir
dönem sürdürülebilir tasarım, bir dönem
katılımcı tasarım odaklı projeler yürütülüyor.
Sürdürülebilir tasarım projelerinde konuya daha
temelden yaklaşıp, bir sorunun cevabının her
zaman bir ürün olmayabileceğini kabul ederek,
belki bir hizmet, belki bir sistemi senaryosuyla
birlikte üretiyoruz. Katılımcı tasarımda, çeşitli
yöntemlerle kullanıcıyı doğrudan tasarım
SAYI 53
63
ODTÜLÜ
söyleşi
Felsefemiz endüstrinin,
yani firmaların ihtiyaçlarını
anlayıp ona cevap veren,
kısaca piyasa işi yapmak değil,
onların ihtiyaçlarını anlayıp
gerektiğinde onlara yön de
verebilen tasarım yapmak...
sürekli eleştirilen, öğrencinin de ivmesiyle,
öğrenciden aldığı geri bildirimlerle çok fazla
gelişim gösteren, yenilenen bir bölüm. Mezun
ettiğimiz öğrencinin piyasada duruşundan da
sürekli kulağımıza gelen bir şey. ODTÜ öğrencisi
çok farklı. Bir kere işini ciddiye alıyor, her şeyin
nedenini sorguluyor, hiçbir şeyi gereksiz yere
yapmak istemiyor ve gerçekten inanıyorsa ona
emek harcıyor ve yapıyor. Dolayısıyla o gittiği
yeri de etkileyebilme potansiyeli çok yüksek.
Fakat Ankara’da olmasından dolayı da biraz
kopuk. Sadece sanayiden kopuk demeyeceğim,
çünkü aslında sanayiden kopuk değil. Biz,
endüstri işbirliği ile proje yapmak istiyoruz
dediğimizde İstanbul’daki firma da bize geliyor.
İrtibat kuruyoruz; biz öğrencilerimizi oraya
götürüyoruz. İstanbul’daki okulların bunu bu
kadar yapmadıklarını da duyuyorum. Mesela
biz, bir haftamızı sanayi gezisine ayırıyoruz.
Sanayiden çok kopuğuz diyemeyeceğim ama belki
de kültürel bağlamda İstanbul’un dinamizminden
kopuk. Dolayısıyla öğrencimiz mezun olur olmaz
İstanbul’daki bir iş ortamına girdiğinde biraz
kendini yabancı hissedebiliyor. Orada tabii
buradakinden farklı bir iş kültürü de var. Belki
bizim burada aşılamaya çalıştığımız şeylerle de
bazen ters düşen bir iş kültürü. O uyumsuzluklar
biraz oradan da kaynaklanıyor olabilir. Kampus
yaşamı da buranın bir artısı. Kampus içinde daha
iyi, birbirine bağlı, kenetlenmiş arkadaşlıklar,
dostluklar, öyle bir sosyal ortam var; onun
getirdiği avantajlar var. Ama öyle zengin bir dış
ortamdan da kopuk tabii ki öğrenci.
64
ODTÜ ÖĞRENCISI HEP FARKLI
Bugün sanayi ve kültürel üretimin merkezi
kabul edilen İstanbul’dan kopuk sayılmasına
rağmen, ODTÜ – EÜTB mezunlarının meslek
alanında gerçekleştirdiği örgütlenme şu
anda ülke ölçeğindeki tek örnek.
Dediğim gibi, ODTÜ kendi içinde izole,
biraz dışardan kopuk, eğitimini bu şekilde
yürüten bir ortam fakat biraz da bunu
kırabilmek için ODTÜ’nün başka çabaları
da var. Mesela ETMK’yi (Endüstriyel
Tasarımcılar Meslek Kuruluşu) ODTÜ
mezunları kurdu. Türkiye’deki ilk ve aslında
tek meslek kuruluşu... Yıl 1987’ydi ve ben de
içlerindeydim. Biz ilk mezunlardık ve mezun
olunca ne yapacağımızı bilmiyorduk; nerede
işe gireceğiz, bilmiyorduk. Bir şekilde birlikte
bir şey yapmamız lazım, birlik olmamız
lazım şeklinde bir araya geldik. O birlikteliği
bir şekilde biz başlattık, sonradan ETMK’ye
İstanbul’dan da çok katılım oldu. Ama bundan
dolayı ETMK hâlâ biraz ODTÜ ağırlıklıdır.
Hani o, kendi ortamının dışına çıkıp bir şeyler
yapabilme ve sonuca ulaştırabilme imkanımız
da hep oldu.
Sizlerin akademisyen olarak ya da meslek
insanı olarak, öğrencilerin öğrenci olarak,
bölümün akademik bir birim olarak,
bunların hepsini beraber düşündüğümüzde
dışardan takdir edildiği, ödüllendirildiği
neler var? Dışarısı tarafından nazıl
değerlendiriliyor, ödüllendiriliyorsunuz?
Yarışmalara katılan hocalarımız var. Hakan
Gürsu’nun, gerçekten çok yüksek sayıda
uluslararası ödülleri var. Burada Teknokent’te
kurduğu bir firması da var, ürün tasarımı
hizmeti de veriyor. Öğrencilerimizden de bu tür
yarışmalara katılan çok fazla var. Son beş yılda
Red Dot Concept Design’da öğrencilerimizin
projeleriyle alınan ödüllerle şu an Amerika ve
Avrupa’da bu sene yedinci sıradayız. Bunlardan
iki tanesi mezuniyet projesi, ikisi de aslında
sosyal sorumluluk projesi. Bir tanesi de ikinci
sınıf projesi. Bu mezuniyet projelerinden bir
tanesi Mehrafza Mirzazad’a ait. Kazalarda
kopan uzuvları güvenli, sağlıklı bir ortamda
taşıyıp hastane ortamına eriştiren bir çanta
tasarlamıştı. O projeyle “best of the best”
almıştı. Bir tanesi de geçen sene Adem Önal’ın
tasarladığı afet bölgelerine helikopterle
paraşüt gibi iletilen bir ilk yardım çantası…
Açılınca çadır oluyor, içinden bir de ilk yardım
kiti çıkıyor. Bir de gene “best of the best”
alan bir ikinci sınıf projesi var; hacıyatmaz
gibi bir süpürge-faraş… O da çok inovatif bir
tasarım. Aslında birkaç şey gösteriyor bu
ödüller. Belki ne Mehrafza’nınki ne Adem’inki
hemen bir firma tarafından üretilip o firmaya
müthiş kar sağlayacak projeler değil ama bir
şekilde ödüllendiriliyor. O alınan ödüller de
kurumumuza bir artı olarak geri dönüyor.
İkincisi, aslında bu tür projelerin ödül alıyor
olması… Mesela Adem’in projesine uluslararası
birçok kuruluş ilgi gösterdi. Ve en son galiba
Danimarka’dan yardımla ilgili bir kuruluş, bunu
hayata geçirecek. Mehrafza’nınkiyle ilgili de
aslında bir sürü görüşmeler oldu. Bu tür projeler
belki de büyük firmalar tarafından değil ama
birtakım sosyal sorumluluk misyonu taşıyan
firmalar tarafından hayata geçirilebilecek; belki
insanlığa büyük faydaları olacak.
Son dünyanın en iyi tasarım okulları
arasında sayılmaya da başladı ODTÜ.
Bu aynı zamanda bir öğrenci başarısı.
ODTÜ’nün öğrencisine verdiği karakteristik
özellik olarak üç sıfat vermenizi istesem,..
İlk olarak “bağımsız düşünebilen ve karar
alabilen” derdim, ikincisi, “sistematik” derdim,
sistematik çalışan. O disiplinli çalışmayı da
içeriyor ama sistematik orada daha iyi
tanımlayan bir sıfat; bir şeye başlamadan önce
bütünü görebilen, ondan sonra bir hedef, amaç
belirleyen, oraya gidilecek alternatif yolları
belirleyen, orada kendine bir yol seçen ve de o
doğrultuda ilerleyen. Yani, kararlar anlık değil
de, baştan iyi kurgulanmış – tasarım süreci
böyle çok kurgulamaya gelmeyen bir süreç ama
biz onu disipline etmeye çalışıyoruz. O da
birtakım kalıntılar bırakıyor öğrencilerde.
Üçüncü olarak “sorumlu” diyebilirim. Yani
kendisine sunulan bir takım kısıtlar içerisinde
sadece o kısıtlara bağlı olarak hareket etmeyip o
çözdüğü probleme karşı bir sorumluluk
taşıyan…
İlk üçte “yaratıcılığı” saymadınız.
Saymadım. Zira bağımsızlık ve sistematiklik
bir arada olunca yaratıcılık ortaya çıkabiliyor.
Genelde tasarım disiplini, özelde de
bu bölüm için gelecek projeksiyonunuz nedir?
Yani olmasını istediğiniz ya da olacağını
öngördüğünüz geleceği nasıl görüyorsunuz?
Gelecek biraz disiplinin de nasıl gelişeceğine
bağlı. Dolayısıyla geleceği dışardan bağımsız
olarak düşünemiyorum. Ben biraz daha bu
mesleğin ister istemez regüle olacağını,
sistematik hale geleceğini düşünüyorum.
Tabii o noktada Avrupa Birliği’ndeki sistem
ağır basabilir. Orada 3+2 sistemi var. Yani
bir “bachelor” (lisans derecesi) almak çok
bir şey ifade etmiyor Avrupa’da; 3 yıllık
bir şey bitirmiş oluyorsun. Onun üstüne
herkes iki yıl daha koyuyor ve orada hibrid
başka meslekler çıkıyor. Yani 3 yıllık
eğitimini endüstriyel tasarımdan almış;
onun üstüne iki yıl ürün servis sistemleri,
ya da interaction design gibi başka bir şey
eklemiş. Dolayısıyla ürün tasarımının farklı
biçimlerine odaklanabilmek mümkün oluyor.
3+2’ye geçmesek bile, öyle bir sistemin
buraya gelmesi gerektiğini düşünüyorum;
yani özelleşebilme. Çünkü hakikaten çok
genel bir bakış açısı var eğitimin. Endüstriyel
tasarım denince altına her şey giriyor. İleride
özelleşme kapılarının açılması mümkün
olacak gibi…
SAYI 53
65
ODTÜLÜ
dosya
ODTÜ’nün Ruhu;
Yaya Allesi (Omurgası)
X Yazı
PROF. DR. BAYKAN GÜNAY
ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama
Bölümü
Alle bir kavramsal mekândır, kimi zaman meydancıklar, kimi zaman gizli
yerler yaratır. Her ODTÜ’lünün kendi binası ya da toplumsal gereksinimlerini
karşıladığı binaları vardır. Alle bunların ötesindedir. Alle ODTÜ’nün ruhudur.
O
DTÜ ruhu hep tartışılan bir konudur.
Kimi için devrimciliktir, kimi için
özgürlüktür, kimi ormanı ve doğayı ön
plana çıkartır. Kimileri de binaların brütalist
mimarlığını (çıplak beton, alüminyum
doğrama, tuğla ve cam) sever. Özellikle
Mimarlık Fakültesi’nin sürekli değişen vistalar
sunan, derinlikleri olan binası bu ruhun
oluşmasına katkıda bulunmuştur. Kuşkusuz
bütün bunlar ODTÜ’nün sahip olduğu
değerlerdir. Hepsi bir bütünü oluşturmakta
ve ODTÜ ruhu denilen, tanımı güç bir olguya
gönderme yapmaktadırlar.
ODTÜ yerleşkesinin tasarlandığı dönemde
batıda mimarlık alanını etkileyen gruba
Takım 10 denilmektedir. Bu grubun üzerinde
durduğu temel tasarım ilkeleri; mimari kimlik,
insanların birlikteliği, mekânın örüntüleri,
mekânda kümeler oluşturma ve hareketlilik
üzerine oturmaktadır. Bu nedenle sokak fikri
önemsenmeli, yaya güvertesi (pedestrian
deck) kavramı ile yaya dolaşımı üçüncü boyuta
aktarılabilmeli, biçimi oluşturmada hacim ve
mekânların sürekliliği ve çeşitliliği sağlanmalı,
yüksek yapı yerine yerde yayılan bina ve mekân
kurgusu yeğlenmelidir.
Yerleşkenin mimarı Behruz Çinici’nin de
Takım 10’nun etkisi altında olduğunu
düşünüyorum. Bir yandan brüt (çıplak) beton
denenmekte, diğer taraftan yerleşkenin
tasarımında tek yüksek yapı (MM binası) dışında
yatay bir mimarlık anlayışı geliştirilmektedir.
66
ODTÜ’NÜN RUHU; YAYA ALLESI (OMURGASI)
Burada ODTÜ ruhunu oluşturan en temel
ögelerden birisine değinilecektir. Yerleşkenin
ilk temellerini ve binalarını tasarlayan Behruz
Çinici’nin ifadesiyle – Alle. Sözcük yabancı
kökenli ve ilk çıktığında, evlere ve arka
bahçelere geçiş sağlayan dar geçitlere deniyor.
Giderek bahçe ve yeşil alanlarda iki tarafı
çitlerle tanımlanan yaya yolları için de alle
sözcüğü kullanılıyor.
Kanımca bu ifadeler ODTÜ’nün temel omurgası
olarak görev gören alle’yi tanımlamaya
yetmiyor. Yaya yolu ya da yaya aksı da yetersiz
kalıyor. ODTÜ’yü bir arada tutan bir varlıktır
alle’miz ya da omurgamız. Hepimiz onun
üstünde yürüdük, bir binadan diğerine gittik,
dostlarımızla buluştuk, ya da selamlaştık, kimi
zaman bir köşesine oturduk, onunla var olan
bir sürü diğer heykeli, merdivenleri, duvarları,
lambaları ve ağaçları izledik. Belki de ODTÜ
ruhunu oluşturan ve bir arada tutan temel
ögedir alle’miz ya da omurgamız.
Omurga, iskelet ile birlikte canlıları ve
cansızları bir arada tutan, taşıyan bir yapıdır.
Kimi zaman esas (substance) kavramının da
yerine geçiririz. Çoğu zaman beğenmediğimiz
davranışları ve kişileri tanımlamak için de
kullanırız omurgayı; omurgasız der geçeriz.
Behruz Çinici’nin oğlu Can’ın verdiği bilgilere
göre alle’nin tasarımı Behruz Bey’den tüm
yerleşke projesinden ayrı olarak istenmiş
ve ayrı olarak tasarlanmıştır. Can ilginç bir
şekilde babası tarafından tasarlanan alle’yi
eleştirmiş ve kurguyu Jeremy Bentham
tarafından hapishane inşa modeli olarak
tasarlanan “panoptikon” ile özdeşleştirmiştir.
Bu tartışmanın yapıldığı dönemde mimarlık
alanını etkileyen kişiliklerden birisi olan
Michel Foucault, Bentham’ın panoptikonundan
yola çıkarak, toplumları disiplin altında
tutmak için üst gücün sürekli gözlem
yaptığını ve bireyleri disiplin altında tutarak
normalleştirmeye çalıştığını savlamakta;
bu çerçevede hastane, okul, hapishane gibi
yapılanmaları eleştirmektedir.
ODTÜ’yü bir arada tutan
bir varlıktır alle’miz ya da
omurgamız. Hepimiz onun
üstünde yürüdük, dostlarımızla
buluştuk, kimi zaman bir köşesine
oturduk, ağaçları izledik.
Benim kanıma göre ODTÜ alle’si birkaç
konuda öncülük yapmış ve ODTÜ ruhu
olarak nitelendirdiğim olguyu yaratmıştır.
Arkadaşlık da, toplumculuk da, cinsel dünyaya
bakış da bu mekânda oluşmuş ve gelişmiştir.
Alle bir kavramsal mekândır; kimi zaman
meydancıklar, kimi zaman gizli yerler yaratır.
Onunla özdeşleşen heykel ve rölyeflerimiz
vardır. Kimi binalar alle’nin hemen yanında,
kimi zaman uzaktadır. Alle genişler, daralır,
odaklar oluşturur, kalabalıklaşır ya da
tenhalaşır. Mühendislik tarafına geçildiğinde
yer dokusu değişir alle’nin; başka bir kümeye
geçilmiştir. Her ODTÜ’lünün kendi binası ya da
toplumsal gereksinimlerini karşıladığı binaları
vardır. Alle bunların ötesindedir. Her ODTÜ’lü
orada toplumsallaşır ve bir araya gelir. Alle
ODTÜ’nün ruhudur.
SAYI 53
67
ODTÜLÜ
erdemli kampusu
Deniz Bilimleri Enstitüsü “Birlikteliğini” Kutladı
Mersin’in Erdemli ilçesinde yer alan ODTÜ
Deniz Bilimleri Enstitüsü, 40. yılına yaklaşırken
Mayıs ayında gerçekleştirdiği “Birliktelik”
etkinliği ile enstitünün eski ve yeni emektarlarını
bir araya getirdi. Deniz araştırmaları yapmak
amacıyla 1974 yılında bölüm olarak açılan kurum
1977’de enstitü statüsü kazandı. Deniz Bilimleri
Enstitüsü, gerçekleşen ulusal ve uluslararası
projeler ve verilen lisansüstü eğitim ile deniz
bilimlerine katkı sağlayarak pek çok deniz
bilimci yetiştirdi.
Çok sayıda projenin başarı ile sonuçlanmasına
ve enstitünün bugüne gelmesine katkıda
bulunan eski ve yeni çalışanların toplandığı
etkinlikte duygulu anlar yaşandı.
Dört kuşak deniz bilimleri araştırmacılarını
tekrar aynı çatı altında buluşturan etkinlikte
anılar tazelenirken, şimdi hayatta olmayan
enstitü çalışanları da unutulmadı.
DekoYön Projesi Balıkçılığa Yön Veriyor!
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü Öğretim
Üyesi Yrd. Doç. Dr. Barış Salihoğlu’nun
yürütücülüğünü yaptığı “Türkiye Denizlerinde
Ekosisteme Dayalı Balıkçılık Yönetimi
Seçeneklerinin Geliştirilmesi (DekoYön)”
TÜBİTAK 1001 projesi başladı.
Türkiye denizleri artan nüfus ve sanayileşme,
kıyı alanlarının bilinçsiz kullanımı, aşırı avcılık
ve yetiştiricilik faaliyetleri, yoğun turizm ve
deniz taşımacılığı gibi giderek artan baskılar
altında. Bu baskılar ekosistem sağlığında geri
dönüşü olmayan zararlara neden olduğu kadar
denizlerin topluma sunduğu sosyo-ekonomik
faydanın da azalmasına yol açıyor. DekoYön
Projesi ile yeni nesil ekosistem modelleme
teknikleri kullanılarak ekosistem sağlığının
yanı sıra denizlerden sağlanan sosyo-ekonomik
faydanın da sürdürülebilirliğine katkı
sağlayacak balıkçılık yönetim stratejileri
geliştirilmesi planlanıyor.
68
HABER
DekoYön Projesi ile geçmişte uygulanan
balıkçılık yönetim politikaları, ulusal ve bölgesel
ölçekte gerçekleşen ekolojik ve sosyo-ekonomik
etkileri ile birlikte değerlendirilecek. Bu süreçte
Türkiye’yi çevreleyen Karadeniz, Marmara
Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz ekosistemlerinin
yapı ve işleyişlerinin nasıl değiştiği, ekosistem
modelleme çalışmaları ile bölgeler arası
karşılaştırmalar yapılarak araştırılacak. Değişen,
insan kaynaklı ve doğal baskılar altında, bölge
denizlerini gelecekte ne tür değişimlerin
beklediği geleceğe dönük senaryo simülasyonları
ile belirlenecek.
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü, Deniz
Ekosistem ve İklim Araştırmaları Merkezi
(DEKOSİM) işbirliğinde gerçekleşen proje
kapsamında her bir deniz için geliştirilen
önlem alıcı yönetim stratejileri, balıkçılar,
araştırmacılar ve yöneticiler başta olmak üzere
tüm paydaşlara aktarılacak.
ODTÜ-DBE Denizel Atıklarla
Mücadele Etmeye Devam Ediyor
ODTÜ DBE, denizel atıkların 2020 yılında “iyi çevresel durum” (GES) statüsüne
erişebilmesi için çalışmalarını sürdürüyor.
Kıyı ve deniz ortamına kasıtlı-dolaylı yollardan
atılan veya terk edilen, belirli bir üretim
süreci sonucunda elde edilmiş her türlü
dayanıklı katı malzeme denizel atık olarak
adlandırılıyor. Avrupa Birliği üye ülkeleri 2008
yılında Deniz Strateji Çerçeve Direktifleri
oluşturulduğundan bu yana, küresel bir sorun
olan denizel atıklara karşı mücadele yürütüyor.
Kurumun en önemli amaçlarında biri denizel
atıkların nitelik ve miktarının kıyı ve deniz
ortamına zarar vermeyecek düzeye getirilmesi
ile 2020 yılında İyi Çevresel Durum (GES)
statüsüne erişebilmek.
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü hâlihazırda
devam etmekte olan AB projesi (MERMAID:
Marine Environmental targets linked to
Regional Management schemes based on
Indicators Developed for the Mediterranean)
SEAS-ERA (EU FP7 ERA-NET) kapsamında
gerçekleştirdiği denizel atıkların tespiti ve
yönetimine dair uygulamalar ile Deniz Stratejisi
Çerçeve Direktifi (MSFD) - Denizel Atık
Çalışma Grubu tarafından önerilen
metodolojileri uygulamak ve geliştirmek üzere
çalışmalar gerçekleştiriyor. Aynı zamanda
enstitünün 1.000 m’lik sahil şeridinde makro ve
mikro atıkların durumu, zamana bağlı miktar
değişimleri ve atık miktarına etki eden
meteorolojik etkenlerin belirlenmesine yönelik
çalışmaları devam ediyor. ODTÜ-DBE
önümüzdeki dönemde denizel atıklar üzerine
deneyim ve birikimlerini daha geniş ölçekli
çalışmalarda değerlendirmeyi planlıyor. Bu
kapsamda gerçekleştirdiği girişimlerden birisi
de, T.C. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na
bağlı faaliyet gösteren Akdeniz Su Ürünleri
Araştırma Üretme ve Eğitim Enstitüsü ve
ODTÜ-DBE ortaklığı ile oluşturulmuş ve
Türkiye Akdeniz sahillerinde makro plastik
atıkların parçalanması ile oluşan
mikroplastiklerin dağılım, kompozisyon ve
biyolojik etkilerinin değerlendirilmesi. Olası
toksisite özelliklerini ortaya koyulması
amaçlayan bu proje önerisi TÜBİTAK
tarafından desteklenmeye uygun bulundu.
SAYI 53
ODTÜ-DBE’nin
en önemli
amaçlarından
biri denizel
atıkların nitelik ve
miktarının kıyı ve
deniz ortamına
zarar vermeyecek
düzeye getirilmesi.
69
ODTÜLÜ
kuzey kıbrıs kampusu
ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu
Mimarisi ile Fark Yaratıyor
Özgün mimarisiyle dikkat çeken ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu kurulduğundan
bu yana çok sayıda mimari ödüle layık görülüyor.
2003 yılından bu yana KKTC’de ODTÜ
standartlarında eğitim veren ODTÜ Kuzey
Kıbrıs Kampusu, mimarisi ile de dikkat
çekiyor. Düzenlenen tasarım yarışmaları ile
seçilen tasarım grupları tarafından
projelendirilen ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu,
yeni üniversitelerin yapım sürecinde proje
ekipleri tarafından sık sık ziyaret edilerek
70
inceleniyor. 11 ayrı tasarım grubu tarafından
projelendirilen ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu,
mimari özelliği ile kurulduğu ilk yıllarda çok
sayıda mimari ödüle aday gösterildi ve bu
alanda prestijli ödüller kazandı.
Rektörlük Binası, Bilişim Teknolojileri
Merkezi ve Kütüphane Kompleksi, 2006
ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPÜSÜ MIMARISI ILE FARK YARATIYOR
yılında Ulusal Mimarlık Ödülleri Sergisi’nde
Yapı Dalı Ödülü, yine aynı yıl AMV Genç
Mimar Ödülü kazanırken, 2007 yılında da
Ağa Han Mimarlık Ödülü ile Miles Van Der
Rohe Ödüllerine aday gösterildi. Tek kişilik
odalarda kalan üç öğrencinin banyo ve
çalışma-yaşam alanını ortaklaşa kullandığı
“süit” düzeninde inşa edilen ve iki bağımsız
bloktan oluşan ikinci yurt binası, 2008 yılında
Ulusal Mimarlık Ödülleri’nde Yapı Dalında ve
2009 yılında Miles Van Der Rohe Ödüllerine
aday gösterilirken, üçüncü yurt binası,
2011 yılında Eczacıbaşı-Vitra “İyi Mimarlık
Nedir?” iletişim kampanyası seçkisinde yer
aldı. Kampusta yaklaşık 22 bin metrekarelik
alana yayılmış olan ve basketboldan
Uzakdoğu sporlarına, atletizmden golfe
kadar hemen her alanda spor aktivitesine
olanak sunan Sağlık ve Spor Tesisleri, ARKİV
Mimarlık Merkezi 2007 Seçkisi’nde ödül
kazanırken, Lojmanlar Bölgesi 2007’de
Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne, Mühendislik
Programları Laboratuarları ise 2010 yılında
Ulusal Mimarlık Ödülü Yapı Dalı Ödülü’ne
aday gösterildi.
KKTC tarafından Güzelyurt’un Kalkanlı
bölgesinde 2.550 dönüm tahsis edilen alan,
18 kişilik bir tasarım grubu tarafından, içinde
üç bin öğrencinin eğitim görebileceği şekilde
tasarlandı. Kampus Eğitim Bölgesi, İdari
Bölge, Kafeterya-Çarşı Bölgesi, Lojmanlar
Bölgesi, Yurtlar Bölgesi, Dinlence Vadisi,
Spor ve Rekreasyon Alanları, Bilim Parkı ve
Arıtma Tesisi-Atölyeler Bölgesi olmak üzere
toplam dokuz bölgeden oluşuyor ve eğitim,
yaşam ve sosyal çevre ilişkileri yaya yolu
aksları ile sağlanıyor.
SAYI 53
71
ODTÜLÜ
haber
Prof. Dr. Erol Gelenbe’den ODTÜ’lülere Seminer
ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunu
Prof. Dr. Erol Gelenbe verdiği seminerde “akıllı enerji” konusunda öneriler sundu.
Prof. Dr. Erol
Gelenbe Bilişim
teknolojileri
ve bunların
gerçekleşmesi
için harcanan
enerjinin akıllıca
harcanması başlığı
altında konuştu.
Bilgisayar bilimcisi, ODTÜ Elektrik ve
Elektronik Mühendisliği Bölümü 1966
mezunu Imperial College öğretim üyesi
Prof. Dr. Erol Gelenbe 14 Temmuz 2014
Pazartesi günü mezun olduğu bölümde
bir seminer verdi. Bu seminerinde Prof.
Gelenbe yöneticiliğini yapmış olduğu çok
sayıda Avrupa Birliği Çerçeve Programları
destekli projeleri kapsamında geliştirilmiş
araştırmalarından örnekler sundu. Bilişim
teknolojileri ve bunların gerçekleşmesi için
kullanılan enerjinin akıllıca harcanması
başlığında önerdiği çeşitli çözümlerini sunan
Prof. Dr. Gelenbe konuşmasında bilişim
hizmetlerinde servis kalitesi ile enerji
harcamasının beraberce iyileştirilmesine
yönelik öneriler ortaya koydu.
Prof. Dr. Gelenbe uluslararası düzeyde
bilgisayar biliminin gelişimindeki temel
kavramlara verdiği katkılar ile biliniyor. Prof.
Dr. Gelenbe bilgisayar sistemlerinde sanal
hafıza işletmesi, veri tabanlarında güvenilirlik,
72
HABER
yapay sinir ağları, dağıtık sistemler ve
bilgisayar ağları ile ilişkili protokoller ve son
yıllarda bilişim sistemlerinde akıllı enerji
kullanımı konularında literatürde önemli
katkılara sahip.
Prof. Dr. Gelenbe Nisan ayında Fransız
devleti tarafından verilen Chevalier de la
Légion d’honneur nişanını aldı. Gelenbe aynı
zamanda İtalya devleti tarafından Grande
Ufficiale dell’Ordine della Stella d’Italia ve
Ordine al Merito della Repubblica Italiana
nişanları ile Fransız devleti tarafından
verilen Ordre des Palmes Académiques
ve Ordre National du Mérite nişanlarına
sahip. Prof. Dr. Gelenbe kariyeri boyunca
almış olduğu çok sayıda teknik ve bilimsel
ödüllerin yanında University of Liège, Roma
II ve Boğaziçi Üniversitelerinden onursal
doktorlar almış ve Fransa Milli Mühendislik
Akademisi, Macaristan, Polonya ve Türkiye
Bilim Akademilerine seçilmiştir.
SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014
SAYI 53 TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2014
ISSN: 1309 - 2626
ODTÜLÜ
ODTÜLÜ
Ben, Tasarım
Bir fikirden ürüne...
Tasarım aklının hegemonya çağı...
ODTÜ’DEN HABERLER... MEHMET ASATEKIN’LE ODTÜ’NÜN TASARIM GELENEĞI... ERDEMLI KAMPUSU’NDAN HABERLER... ODTÜ KUZEY KIBRIS KAMPUSU

Benzer belgeler