dosya - TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu

Transkript

dosya - TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu
Eylül - Ekim 2008
Sahibi: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Adına Tores DİNÇÖZ
Yayın Koordinatörü: Münür AYDIN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Fetiye AYDIN
Yayın Kurulu
Hüseyin UĞUR ( Çevre Mühendisleri Odası), Selami YILMAZ (Elektrik Mühendisleri Odası), Hikmet DURUKANOĞLU
(Fizik Mühendisleri Odası), Cengiz KILIÇ (Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası), Erkin ALTUNSARAY( Gemi
Mühendisleri Odası), Bilge ÖLMEZ (Gıda Mühendisleri Odası), Kerem HALICIOĞLU( Harita ve Kadastro Mühendisleri
Odası), Müfit BEŞER( İnşaat Mühendisleri Odası), Aydın ERDEMİR (Jeofizik Mühendisleri Odası), Okran Tamer YARIM
( Jeoloji Mühendisleri Odası), Koray TOY ( Kimya Mühendisleri Odası), Baran EROĞLU( Maden Mühendisleri Odası),
Güler AYYILDIZ ( Makina Mühendisleri Odası), Özden KAYA (Mimarlar Odası), Gonca GENÇ ( Peyzaj Mimarları Odası),
Gökçen TAŞKIN( Şehir Plancıları Odası), Nazım Özkan ASAN ( Metalurji Mühendisleri Odası), Mehtap KOÇ ( Orman
Mühendisleri Odası), Yıldırım DERYA ( Ziraat Mühendisleri Odası)
TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulunda Bulunan Odalar, Şubeler, Temsilcilikler
Gemi Mühendisleri Odası
Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası
Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Fizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
İç Mimarlar Odası İstanbul Şubesi
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Maden Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Metalurji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Meteoroloji Mühendisleri Odası İstanbul Temsilciliği
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi
Orman Mühendisleri Odası Marmara Şubesi
Peyzaj Mimarları Odası İstanbul Şubesi
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Tekstil Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Kapak Fotoğrafı: Ayşen Gürbüz, Halkevleri Fotoğraf Atölyesi / Tuzla 2006
Yapım Organizasyonu: Mimarlık Vakfı İktisadi İşletmesi Tel: 0 212 253 45 35
Basım Yeri: Çizgi Basım Yayın Ltd. Şti. Galipdede Cad. 77 Beyoğlu İstanbul Tel: 0 212 251 83 13
Teknik Hazırlık: Barış EROĞLU - [email protected]
TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu
Yönetim Yeri ve Sekreterya: Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi
Barbaros Bulvarı Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası Beşiktaş
Tel: 0 212 227 69 10 - 127 Faks: 0 212 236 85 28
E-Posta: [email protected] Web: www.ikkistanbul.org
6
8
10
12
14
17
İKK’DAN
Bilişim Emekçilerinin Sendikal Mücadelesini Destekliyoruz.
Nükleer Silahlara da, Santrallara da Hayır!
TMMOB, Dikili Barış Demokrasi ve Emek Şenliğinde Görüş Bildirdi.
Tuzla Tersanelerinde İş Cinayetleri Devam Ediyor. .
Yeni Rant Alanları Yaratılıyor!
2009 Dünya Alternatif Su Forumu Başlangıç Duyurusu
20
21
22
23
24
28
29
30
32
34
39
TMMOB’DEN
TMMOB’nin Yüreği Tuzla’da...
Sivas’ı Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız.
“Artık Yeter” Diyoruz.
AKP’nin Düzeni; Zam Düzeni
TMMOB Sanayi Kongresi Sonuç Bildirgesi
TMMOB 12 Eylül’ü Yargilamaktadir...
İstanbul’da Güngören’de Patlatilan Bombalar İnsanliğa Yapilmiş Bir Büyük Saldiridir
Artik Yeter! Doğa Olaylari Afete Dönüşmesin!
Nükleer Santral İhalesi İptal Edilmelidir!
Bu Ülkede “İş Kazasi”, Artik “ İş Cinayeti”dir
TMMOB, TÜBİTAK Yasasindaki Değişiklikleri Sorguluyor.
DOSYA
Bitkisel Yağların Ekonomi Politiği
Gıda Sanayiine Genel Bakış
Zeytinyağı Sektör Raporu
Organize Sanayi Bölgelerinde Çevre Yönetim Biriminin İşlerliği
Tütün ve Şeker Sektörü
Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi Kuruluşuna Sektörel Bazda Toplu Bakış
İstanbul’da Sanayi Nereye Gidiyor ?
Uluslararası Boya, Vernik, Mürekkep Ve Yardımcı Maddeler Sanayi Kongresi Ve Fuarı
Dünya ve Türkiye’de Boya Sanayi
Türkiye Madencilik Sektöründe Yabancı Sermayenin Yeri
Pamuk Tarımına Bakış
Dünyada Metalurji Sanayi
Türkiyede Metalurjİ Sanayi
Kapitalizmin “Sürdürülebilir Kalkınma” Adına Sınırsız Enerji Tüketimi ve Yok Edilen Uygarlık
Fındık Üretimi, Ticareti Ve Sanayide Kullanımı
133
139
ANIMSATMA
Bu Ne Yaman Çelişki Be Ustam..
Urla’da Antik Zeytin İşliği
142
KİTAP
2008 Kavşağında Türkiye, Siyaset, İktisat Ve Toplum
146
KENTİMİZDEN
İstanbul’da Endüstri Mirası
149
KÜLTÜR SANAT
Sınır Kenti (Bordertown)
151
SÖYLEŞİ
Sosyal Belediyecilik Örneği: Dikili Belediyesi
içindekiler
43
50
58
65
69
73
80
84
87
96
109
112
116
122
126
SUNUŞ
Merhaba,
Bu sayımızın baskıya hazırlandığı dönemde yaşadığımız önemli olayları değerlendirmek istediğimizde belki de
ölçü’nün tüm sahifelerini önsöze ayırmamız gerekebilirdi. Sıkışan ülke ekonomisi kriz beklentisine girmiş durumdadır.
(aslında adı konmamış ekonomik kriz sürmekte) Fiyatların alabildiğince artmasına rağmen enflasyon oranları çeşitli
kalem oyunları ile düşük gösterilerek çalışanların ücret artışları engellenmektedir. Yani çalışanlara gerçek enflasyonun altında ücret artışı verilmektedir. Ama önemli olan çalışanların suskunluğudur, tepkisizliğidir. Çalışanlar her
geçen gün alım güçlerinde önemli kayba uğramaktadırlar. Ünlü bir mağazalar zincirinin birkaç kalem gıda maddeleri
fiyatlarına bir bakalım. Şubat 2007’de ekmek 0.30 YTL, kabak 0.90 YTL, patlıcan ise 0.90 YTL, aynı ürünler Şubat
2008’de ekmek 0.48 YTL, kabak 3.80 YTL, patlıcan ise 3.5 YTL dir. Hani enflasyon tek haneli idi. Çalı süpürgesi ve
pinpon topunun içinde olduğu enflasyon sepetinin sonuçlarının farklı çıkması beklenemez.
Bu arada akaryakıt zamlarını da unutmamak gerekir. Türkiye dünyanın en pahalı akaryakıtını kullanan ülkesi. Yani “uyu
yavrum ninni uyutayım seni”. Çalışanların kaybı sadece ekonomik değil uzun yıllara dayanan mücadele sonucunda
kazanılmış haklarını da tek tek kaybetmektedirler. Ama ne yazık ki yığınlar hala tepkilerini tam olarak gösterememekte
sessiz kalmaya devam etmektedirler. Tepki gösterdiklerinde ise; polis terörü ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Asgari
ücretli yaşamını nasıl sürdüreceğini düşünürken iktidar milletvekilleri ne ile uğraşıyor biliyor musunuz? Asgari ücretlinin
ortalama %19 olan vergi yükünü azaltmak yerine milyonlarca dolar kazanan yerli ve yabancı futbolcuların vergilerini %
15’e 130.000 YTL maaş aşan milli takım antrenörünün vergisini %5’e düşürme gayreti içindedirler. İktidarın sürekli örnek
gösterdiği AB ülkelerinde futbolcuların ödedikleri vergi oranının ortalama %40 olduğunu sanırım iktidar milletvekilleri de
biliyordur!... çalışanlara zam yapılacağı zaman, eğitim ve sağlık hizmeti verileceği zaman; tüyü bitmemiş yetimin hakkını
korumayı hatırlayan iktidar, çok kazanana gelince tüyü bitmemiş yetimin hakkını unutmuşa benziyor. Ama emeklilik yaşı
söz konusu olunca iktidar, AB ülkelerini örnek verebiliyor. İktidar, mezarda emeklilik yasasını meclisten geçirmiştir. AB
ülkelerinin çoğunda emeklilik yaşının 65 olduğu doğrudur ama sakladıkları bir gerçek var ki oda çalışanların aldığı ücretdir. AB ülkelerinde çalışanlar emekli olmayı beklemeden ev, araba almakta ve her yıl hemen hemen hepsi yurtdışında
tatil yapmaktadır. Siz, ülkede insanlara sefalet ücreti olan asgari ücreti vereceksiniz, emeklilik yaşını 65’e çıkaracaksınız
bu da yetmezmiş gibi kıdem tazminatına göz dikeceksiniz. Bu iktidar kadar çalışan düşmanı bir iktidarı bu ülke görmedi.
Mezarda emeklilik yasası nedeni ile aileler çocuklarını kundakta artist yapma yarışına girmişlerdir. Bunlar arasında
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de bulunmakta olup oğlunu 65 yaştan etkilenmesin diye çalışıyor göstermiştir. Bu yasaya
karşı oluşturulan Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu eylem ve etkinliklerini sürdürmektedir. Bu kapsamda 6 Nisan 2008 günü Kadıköy’de miting gerçekleştirilmiştir. Yasanın geri çekilmesi için mücadeleye etmeye devam edecektir.
1 Mayıs 2008’de aynen 1 Mayıs 2007’de olduğu gibi polis terörü yaşanmış eyleme henüz başlamamış insanlara, DİSK
Genel Merkezi’ne, hastanenin acil servisindeki hastalara, siyasi parti il merkezlerine gaz bombaları atılmış İstanbul
savaş alanına döndürülmüştür. İnanın polisin olmadığı 1 Mayıs kutlamalarında hiçbir olay çıkmaz, bunu 2007 ve 2008
1 Mayısları bize göstermiştir. 1 Mayıs 1977’deki olaylar bahane edilerek Taksim işçilere yasaklanmıştır. Halbuki 1
Mayıs 1977’de olayı başlatan kişiler, görgü tanıklarının ifadelerine göre sivil polislerdir. Son iki yılda yaşanan olayların
bir benzeridir 1977’de yaşanan. 1Mayıs’ta işçilere yasaklanan Taksim meydanı topçuya, popçuya, polis kutlamalarına ve dinci gösterilere açılmaktadır. Bu bir ikiyüzlülüktür. Bir yılı aşkın süredir ben yazmaktan bıktım ama onlar hala
bıkmadılar, iktidar partisinin il başkanı gibi davranan vali ve pala bıyıklı emniyet müdürü İstanbul’a daha fazla zarar
vermeden bu görevi bırakın. Ya Başbakana ne demeli ayaklar baş olunca kıyamet koparmış. Gerçekten çok haklı Başbakan. Türkiye bugün bu süreci yaşamaktadır. Ayaklar baş olmuş ve kıyamette her fırsatta koparılmaktadır. Çünkü bu
kadro bu ülkeye yakışmamaktadır. DİSK’în öncülüğünde direngen bir tavır sergileyen sendikaları da kutlamak gerekmektedir. Başbakanı eleştiren yurttaşlar başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmaktadırlar. Bu nasıl bir anlayıştır,
4
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
SUNUŞ
burası demokrasi ile yönetilen bir ülke mi, yoksa polis devleti mi? İnsanlar; iktidar yandaşlarının yazmış olduğu gazete
haberlerine dayanarak saçma sapan gerekçeler ile gece 04:00’da gözaltına alınmaktadırlar. Neden 04:00’de yaparlar
bunu hiçbir mantıklı açıklaması olduğunu sanmıyorum. 80 yaş üzerindeki ülkenin en ünlü gazetecileri arasında yer
alan İlhan Selçuk’a bu davranışın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Geçmiş olsun İlhan Selçuk, sana 12 Mart döneminde
işkence yapanlar tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar ama sen bu ülkenin en önemli yazarısın. Sana bu muameleyi
yapanlar da diğerleri gibi unutulacaklar. Ama senin yazıların(son yıllarda büyük çoğunluğuna katılmasam da) sonsuza
kadar yaşayacak. İyi ki varsın, iyi ki bu ülkenin muhalif yazarları var.
Tuzla tersanelerdeki iş cinayetleri devam etmektedir. 2000-2008 yılları arasında hayatını kaybedenlerin sayısı 60’a
dayanmıştır. Limter-İş Sendikası, meslek odaları ve akademisyenlerden oluşan Tuzla Tersanelerini İzleme ve İnceleme Komisyonu Aralık 2007’de çalışmalarını tamamlayarak raporunu açıklamıştır. Tuzla’daki iş cinayetlerini araştırmak
üzere kurulan Meclis araştırma komisyonu; ölümlere mazeret aramak yerine ölümlerin nedenlerini araştırıp, ölümlerin
önlenmesi için yapılacakları kamuoyuna açıklamalıdır. Ayrıca bu komisyonun kurulması için neden 8 yıl beklendiğinin
de kamuoyuna açıklanması gerekmektedir.
Bu dönemde mecliste kabul edilen bir yasa ile bine yakın alt kademe belediyesi kapatılıp, bir kısmı mevcut ilçe belediyelerine bağlanırken bir kısmı da yeni kurulan belediyelere bağlanmıştır. Bunun gerekçeleri kamuoyuna tam olarak
açıklanmamıştır. Acaba iktidar partisi bu operasyon ile kazanamadığı beldelerdeki belediyeleri kazanmak için mi bu
yola gitmiştir? Bu konunun ve gerekçelerinin de açıklanması gerekmektedir.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü TMMOB birimlerinin içinde bulunduğu panel, müzik dinletisi gibi etkinliklerle kutlandı. Ayrıca Kadıköy’de düzenlenen mitinge üyelerimiz katılmışlardır. Emekçi kadınlarımız, emekçi kadınlar gününüzü
tekrar kutlarım.
TMMOB olarak iş kazasında kaybettiğimiz Gülseren Yurttaş’ın davasının takipçisiyiz. 30 Nisan 2008 günü yapılan
duruşmaya TMMOB İstanbul Birimleri katıldılar. Delilerin toplanması için gelecek duruşma 11 Temmuz 2008 tarihine
ertelendi. Bu davayı, TMMOB izlenmeye devam edecektir.
Geçtiğimiz günlerde gelen bir haber Yayın Kurulumuzu yasa boğdu. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Ölçü
Yayın Kurulu Üyesi Hüseyin Duran arkadaşımızı kaybettik. Acımız sonsuzdur. Çalışkan bir arkadaşımızı kaybettik. Yayın Kurulumuz eksikliğini her zaman hissedecektir. Onun boşluğunu kapatmak çok zor olacaktır. TMMOB üyelerinin,
ailesinin ve hepimizin başı sağ olsun. Anısı her zaman rehberimiz olacaktır. Işık içinde yat Hüseyin Duran bayrağını
her zaman taşıyacağız.
2009 yılının Mart ayında Türkiye 5. Alternatif Dünya Su Forumu’na ev sahipliği yapacak. 5. Dünya Su Forumu
İstanbul’da dünya su politikalarını tartışmak üzere toplanacaktır. Enerji, inşaat ve su başta olmak üzere pek çok şirketin içerisinde yer aldığı forumunun esas gündemi, Türkiye’deki su kaynaklarının, baraj vb. yatırımların özelleştirme ve
piyasaya açılması olacaktır. Uluslar arası olarak yapılacak olan forumda; ülkemizde ve dünya da suyun yaşam hakkı
olduğunu ve satılamayacağını haykıran örgütler de biraraya gelecektir. Paneller, atölye çalışmaları, basın açıklamaları
ve kitlesel eylemlerle gerçekleştirilecek olan forumunun 3. hazırlık toplantısı yapılmıştır.
Gelecek iki sayımızın konularını sanayileşme ve su olarak belirledik bu konularda çalışması bulunan üyelerimizin
yazılarıyla bize katkıda bulunmalarını bekliyoruz.
Gelecek sayımızda buluşmak dileğiyle,
Münür Aydın
Yayın Editörü
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
5
İKK’DAN
BİLİŞİM EMEKÇİLERİNİN SENDİKAL
MÜCADELESİNİ DESTEKLİYORUZ.
28 Temmuz 2008 tarihinde TMMOB İsatanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz, IBM Türk’deki bilişim emekçilerinin sendikal mücadelesini desteklemek amacıyla basın açıklaması yaptı.
Bilişim sektörü yeni sayılabilecek bir alan olmasına karşın yaşadığımız dönemde önemini en fazla artıran ve
üretim süreci içerisine en fazla nüfuz eden disiplin olma
özelliğini de taşımaktadır. Bilişim, sektör olarak dünya
ölçeğinde çok büyük bir yere sahipken, ülkemiz ölçeğinde de henüz yeni denilebilecek bir zaman diliminde hızla
yayılmaktadır.
•
Zaten yeterince olmayan haklarının her geçen gün
tırpanlanması,
•
Kapitalist tekelci şirketlerin ucuz işgücü amacıyla ve
sömürmek üzere Türkiye‘de şubeler açıp istihdam bahanesiyle Hindistan benzeri bilişim sömürgesi yaratma
girişimleri,
Bilişim sektörünün, günümüzde enerji sektörü ile birlikte
en stratejik ve ekonomiye en fazla getiri sağlayan sektör
olduğu tartışmasız kabul edilmektedir. Ancak artan bu
önemine karşın bilişim sektörü; altyapı üzerinden sunulan hizmetleri ön plana çıkartan stratejilerin yokluğu,
bilinçli teknoloji kullanımının olmayışı, yeni teknolojiler
üretilmemesi, teknolojik gelişmelerin toplumsal faydaya
dönüştürülmemesi, meslek alan tariflerindeki eksiklikler,
çalışma koşullarında var olan olumsuzluklar ile bir sorunlar yumağına dönüşmüştür.
•
Bilişim politikaları oluşturulurken; öncelikli üzerinde
durulması gerekenin kamu ve halk yararını, emeği ve
mesleği, emek ve mesleğin sahibini gözetmek olması
gerekirken sermaye sözcülüğü yapan STK ve siyasal
iktidarlar tarafından sermayeyi ve piyasayı korumaya yönelik politikaların üretilmesi,
Bu sorunlar yumağının ise en önemli dinamiği, bu alana
ilişkin standartların belirlenmemesi, alana ilişkin politikaların ve denetim mekanizmalarının yetersizliği, mevcut
belirlemelerin ise bu alanın asli unsurlarının iradesi dışında yapılıyor olması olarak nitelendirilebilir. Bu durumun en büyük nedeni ise, başta bu alanda çalışanların
özellikle teknik kadrolar olan mühendislerin örgütsüzlüğüdür.
•
Fazla mesai gibi nedenlerle olması gerekenden fazla çalıştırılan emekçilerin sosyal, kültürel ve özel hayatlarının kalmayışı vs.
Bu olgular, bilişim emekçilerinin, bilişim devrimi yalanıyla
birlikte sömürülmelerini artırmış, sorunlarını çoğalmıştır.
•
Bilişim sektörü sorunlarına yönelik olarak sadece
sömürüyü arttıracak çözümler üretilmesi ve emekçilerin
sorunlarının görmezden gelinmesi,
sorunlarıyla karşı karşıya bulunan bilişim emekçilerinin
örgütlenmesi bu sorunların çözülmesi açısından oldukça
önemlidir.
2008 yılı içinde IBM Türk bünyesinde çalışan bilişim
emekçilerinin giriştiği sendikal örgütlenme bu sorunların
gün ışığına çıkmasını sağlaması ve bir kısmına ilk elden
çözüm araması açılarından büyük önem taşımaktadır.
Özellikle;
IBM Türk’de Ne Oldu?
•
Ücret dağılımındaki adaletsizlikler, emeğinin karşılığını alamama
6
5 senedir maaşlarına zam alamayan 400’e yakın IBM
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
Türk bilişim çalışanı, bu sorunu gidermek için IBM Türk
yönetimiyle görüşerek hak arayışına girişti.
Görüşmeler sırasında çalışanlardan yana tavır alan,
bölüm müdürü pozisyonunda senelerce çalışmış olan
Endüstri Mühendisi Can Özler işten çıkarıldı. Yaşanan
bu tatsız olayın ardından bilişim çalışanları, bir süredir
tartıştıkları sendikalaşma süreçlerini hızlandırarak TezKoop İş sendikasına başvurdu.
Tez Koop İş sendikasına üye IBM Türk çalışanları toplu
sözleşme haklarını savunmak üzere sendikalarıyla birlikte Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘na yetki başvurusunda bulundular. (IBM Türk çalışanlarının %50‘sini
mühendisler oluşturmaktadır.) Çalışma Bakanlığı 209
IBM Türk çalışanının (26 Mart 2008 tarihindeki üye sayısı) noter kanalı ile yapmış olduğu üyelik başvuru bilgilerini doğruladı, onayladı ve 11 Haziran 2008 tarihinde
IBM Türk‘ü bilgilendirdi. (Şu anda sendikalı çalışan sayısı 300’e yaklaşmış olup bu sayı kapsam dışı personel
dışında ¾’lük bir oranı aşmıştır.)
Ancak IBM Türk yönetimi Toplu Sözleşme ve Grev haklarını geciktirmek için 17 Haziran 2008 tarihinde “ Yeterli
üye çoğunluğuna erişilmemesi ve sendikanın yer aldığı
işkolunun uygun olmaması gibi “Gerçek dışı ve zorlama”
gerekçelerle itirazda bulundu. Tez Koop İş sendikası
Bakanlık‘tan yetkiyi almış olmasına karşın IBM Türk yönetiminin itirazı üzerine şu an mahkeme süreci başlatılmış olup ilk duruşma 30 Temmuz 2008 Çarşamba günü
gerçekleşecektir.
Konuyla ilgili olarak, IBM Türk bilişim çalışanlarına destek vermek ve bu süreci beraber örgütlemek için Şubemiz yönetim kurulu üyeleri çalışanlarla bir araya geldi.
Konuyla ilgili değerlendirmeler yapılırken bundan sonraki süreçte yapılacaklar ortaklaştırıldı. Özellikle ücretli
mühendislerin ve işçilerin ortak sendika mücadelesini
başlatmaları ve Bilişim Emekçilerinin Sendikal Örgütlülüğünün sağlanması açısından bu sürece müdahale etme
kararı alındı.
ve demokrasi mücadelelerini sürdürmelerinden geçmektedir. Bu örgütlü mücadelede TMOB İstanbul İl
Koordinasyon Kurulu olarak, Bilişim emekçilerine yol
gösterecek nitelikteki IBM Türk emekçilerinin sendikal
hareketlerini destekliyor ve emek mücadelesinde yanlarında olduğumuzu kamuoyuna duyuruyoruz.
TMMOB İstanbul İKK olarak, IBM yöneticilerinin toplu
sözleşme yetkisine itirazıyla 30 Temmuz Çarşamba
günü, saat 10:30‘da, Sirkeci Adliyesi 7. İş mahkemesinde başlayacak dava sürecinin yakın takipçisi olacak, bilişim emekçilerinin güvenli bir gelecek için başlattıkları
sendika mücadelesinde yan yana yürüyecektir. Bütün
emek dostlarını da bu örgütlenme çalışmasına ve hak
arama mücadelesine destek vermeye çağırmaktadır.
TMMOB İSTANBUL İL KOORDİNASYON KURULU
Türkiye‘deki emek hareketlerinin, iktidarın tüm yok etme
çabalarına karşın yeniden hareketlendiği günümüzde,
sermayenin ve kapitalist tekelci şirketlerin etkisinin ciddi anlamda hissedildiği bir alan olan bilişim sektöründe;
böyle bir örgütlenmenin tüm sektöre yayılması emekçilerin bilinçlenmesinde önemli bir başarı sağlayacaktır.
Bilindiği üzere emekçilerin haklarını edinmelerinin tek
yolu örgütlenmeleri ve örgütlü bir şekilde bağımsızlık
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
7
İKK’DAN
NÜKLEER SİLAHLARA DA,
SANTRALLARA DA HAYIR!
6 Ağutos 2008 günü Nükleer Karşıtı Platform adına TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz, Hiroşima ve
Nagasaki anması için basın açıklaması yaptı.
6 Ağustos 1945 yılında, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom
bombası atılmasının 63. yıldönümünde İstanbul NKP tarafından Galatasaray Lisesi önünde Saat: 11:00’de basın
açıklaması yapıldı. İstanbul NKP adına Küçükçekmece
Sinoplular Derneği’nden Adnan Çakar’ın açış konuşmasıyla başlayan basın toplantısı TMMOB İstanbul İKK
Sekreteri Tores Dinçöz’ün basın metnini okumasıyla son
buldu. Kalabalık bir basın-yayın kuruluşunun izlediği basın açıklamasının tam metnini ayrıntılarda bulabilirsiniz.
63 yıl önce bugün Hiroşima‘ya 15.000 ton patlayıcı gücüne sahip bir atom bombası atıldı. Üç gün sonrasında ise
bu sefer Nagasaki‘ye 22.000 ton patlayıcı gücüne sahip
bir bomba atıldı. Bu bombalar bir yıl içerisinde 210 bin kişinin ölümüne sebep oldu. Beş yıl sonra bombaların etkileri
sonucu ölenlerin sayısı 350 bini bulmuştu. Radyasyon nedeniyle toprağın ve suların zehirlenmesi sonucunda bölgedeki canlı hayatı yok oldu ve etkileri nesiller boyu sürdü.
Bugün hala bölgede çok sayıda kanser vakası görülüyor.
50 milyon insanın ölümüyle 35 milyon insanın sakat
kalması ile sonuçlanan 2. Dünya Savaşı ayıbı içinde,
Hiroşima ve Nagasaki ayrı bir trajedi olarak yer alıyor.
Geçen 62 yıla baktığımızda değişen bir şey olmadı.
Bugün nükleer silah sahibi devletler silahlarını azaltmak
yerine daha çok silahlanma yoluna gidiyor. Şu anda dünya üzerinde 30 bin adet nükleer silah bulunuyor, bunların
11 bini ABD‘ye 14 bini Rusya‘ya aittir. Diğer nükleer silah
sahibi ülkelerse Çin 400, Fransa 350, İngiltere 200 ve
Hindistan 35, Pakistan 50 ayrıca İsrail‘de de 200 adet
nükleer bomba bulunuyor.
Özellikle 11 Eylül saldırılarının bahane edilmesiyle ABD,
Fransa ve İngiltere gibi bazı ülkeler nükleer silahlarını
8
daha etkin bir şekilde kullanabilmek için yeni teknolojiler
geliştiriyor. Ayrıca bu ülkeler, nükleer silahlara dair politikalarını bu silahları çatışma halinde istedikleri zaman
kullanabilecek biçimde değiştiriyor.
ABD nükleer silahlar için yılda yaklaşık 35 milyar
dolar harcıyor, 825 milyon insanın aç kaldığı, yılda
12 milyon çocuğun açlıktan öldüğü bir dünyada 35
milyar doların nükleer silahlara ayrılması, 900 milyon doların silahlanmaya ayrılması yaşam ve ölüm
arasındaki tercihlerin ölümden yana kullanıldığını
net olarak gösteriyor.
Günümüzde üretilen nükleer silahlar Hiroşima‘nın 13 katını yaratabilecek güce sahip. Bugünkü nüfus yoğunluğu
da göz önüne alındığında bu silahların kullanımı milyonlarca insanın ölümüne neden olabilir.
Nükleer silahların yanında nükleer maddeler çeşitli silahların yapımında da kullanılıyor. Vietnam‘da ABD tarafından Saruc gazı, Napalm bombaları ve kimyasal silahlar
kullanıldı. Kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesiyle
Irak‘a saldıran ABD körfez, Afganistan ile Irak‘ta kimyasal
silahlar ve seyreltilmiş uranyum kullandı. İşgal sonucunda
Afganistan‘da 10 bin; Irak‘ta ise 100 binden fazla sivil öldü.
ABD şu anda kendi toprakları dışında nükleer silah depolayan tek ülke. Çeşitli Avrupa ülkelerinde 480 adet
nükleer silahları bulunuyor. Bu silahların 90 tanesi ise
Türkiye‘de, İncirlik Üssü‘nde. Ayrıca Avrupa‘nın diğer
ülkelerinde bulunan silahların bir bölümünün de ABD
tarafından yeni tehdit olarak görülen Ortadoğu‘ya yakınlaştırılması söz konusu. Özellikle İncirlik Üssü ile ilgili
alınan Bakanlar Kurulu kararı, bu silahların Türkiye‘ye
kaydırılması endişelerini artıyor.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
Küresel güvenlik ve bölgesel istikrarı tehlikeye sokan bu
tür adımlara karşı hükümeti uyarıyor, daha fazla nükleer
silahların sokulmamasını, var olanlarının da derhal çıkarılmasını istiyoruz.
Nükleer gücün zararları sadece bombalar sınırlı değildir, madalyonun diğer yüzünde ise nükleer santralların
yarattığı tehlike var. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu‘nun
verilerine göre 1944-2001 yıllarında en az bir kişinin
yüksek dozda radyasyona maruz kaldığı 420 kaza meydana gelmiştir. Bu kazaların altı tanesi nükleerdir ve en
bilineni olan Çernobil‘de, üç milyon insan hayatını yitirmiştir. Bu Hiroşima ve Nagasaki‘de ölenlerin altı katıdır.
Bugün hala Çernobil‘in etkileri bölgede sürüyor. Bugün
Karadeniz Bölgesi‘nde yaşanan kanser vakalarının kayıtlarının tutulmaması bu konuya karşı hükümetlerin kayıtsız tutumlarını sergiliyor.
Japonya‘da son on yılda meydana gelen sekiz kaza,
riskin eski teknoloji ve insan hatası iddialarıyla açıklanamayacağını gösteriyor. Dünyada, özellikle gelişmiş
ülkelerde Pazar bulmakta zorlanan nükleer lobi, kırk
yıldır açılan tüm ihalelerde başarısız olmuşsa da bugün
Türkiye‘yi hedef seçmiştir. 2012-2017 yılları arasında üç
nükleer santral kurulması planlanmaktadır. Her bir santralın maliyeti 3- 3,5 milyar dolardır.
Bu kadar pahalı ve riskli bir enerjiye ihtiyacımız yoktur.
AKP hükümetin bu lobilere değil halkın sesine kulak vermesini ve ülkemizi herhangi bir nükleer maceradan uzak
tutmasını istiyoruz. Türkiye’nin nükleerden arınmış
bir bölge olmasını talep ediyoruz.
Hiroşima ve Nagasaki kurbanlarını andığımız bugün,
orada yüz binlerce insanın ölümüne ve canlı hayatın
sona ermesine neden olan savaş ve nükleer gücün artık
hayatımızda yeri olmadığını bir kez daha dile getiriyor,
savaş ve nükleerden arınmış bir dünya istiyoruz.
Nükleer Silahlara da Santrallara da Hayır!
İSTANBUL NÜKLEER KARŞITI PLATFORM
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
9
İKK’DAN
TMMOB, DİKİLİ BARIŞ DEMOKRASİ VE
EMEK ŞENLİĞİNDE GÖRÜŞ BİLDİRDİ.
SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNE HAYIR
PLATFORMU DA ŞENLİĞE KATILARAK
DESTEK VERDİ.
Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu bileşenleri
olarak İstanbul’dan 32 kişi ile İzmir Dikili Barış, Demokrasi ve Emek şenliğe katıldık. 29 Ağustos 2008 Cuma
günü gerçekleştirilen Temiz Sağlıklı Çevre ve Su İnsan
Hakkıdır başlıklı ilk oturumda TMMOB İstanbul İKK
Sekreteri Tores Dinçöz oturumu yönetti. Kanada Blue
Planet Ptoject’den Mari Spirito, Hollanda Transnational
İnstitute ve Corporate Europe Observatory’den Satako
Hoedeman katıldı. Dünyada özelleştirmeye karşı verilen
su mücadelesini detaylı olarak aktaran konuşmacıların bilgilendirmesinin ardından Dikili Belediye Başkanı
yapmış İlçede yapmış oldukları çalışmalardan ve planladıkları çalışmalardan detaylı olarak bahsetti. Suyun
Ticarileştirilmesinin, metalaştırılmasının insan haklarına
aykırı olduğu, suyun metalaştırılmasının önüne geçmek
gerektiğine vurgu yapıldı.
23 yıl önce başlayan ve bu yıl 13.sü gerçekleşen Dikili
Barış Demokrasi ve Emek Şenliğinde bu yıl ana tema
“Dikili’den Demokrasi Çığlığı” olarak belirlendi.26 Ağustos 2008 günü başlayan şenliğin 5. gününde “Yeni Sos-
10
yal Güvenlik Yasası Çalışma Hayatımız ve Sendikalar”
konulu panelde konuşmacı olarak DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, HAK-İŞ Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Paçal, KESK Genel Başkanı Sami Evren,
TMMOB II. Başkanı Nail Güler, TTB Genel Başkanı Prof.
Dr. Gencay Gürsoy yer aldılar.
TMMOB Yönetim Kurulu II. Başkanı Nail Güler, panelde TMMOB örgütlülüğü, TMMOB ilkeleri ve çalışma
anlayışını belirterek emek ve meslek örgütleriyle birlikte
yürütülen SSGSS yasasına karşı eylem birlikteliğinden
bilgiler verdi.
Nail Güler konuşmasında “TMMOB, dünyanın, ülkemizin, insanımızın ve üyelerimizin içinde bulunduğu bugünkü koşullarda, bir meslek örgütüne, bir mesleki demokratik kitle örgütüne düşen görevlerin güçlüğü, büyüklüğü ve bunlara karşı sorumluluklarının bilincinde olarak
hareket ediyor. Temel ilkelerimiz ve çalışma anlayışımız
doğrultusunda AKP hükümetince çıkarılan yeni Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasasına karşı da
emek-meslek örgütleri ile güç birliği yaparak yoğun bir
mücadele yürüttük. TMMOB olarak, 5510 sayılı SSGSS
Yasası Meclis’te görüşülürken, “aldatmaca bir reforma
değil, sosyal güvenlik alanında gerçek bir düzenlemeye
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
ihtiyaç bulunduğunu” sık sık vurguladık. Çıkartılan yasa,
önemli hak kayıplarına yol açtığı gibi, sağlık alanını da
tamamen özel sektöre bırakmayı hedefliyor. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda hazırlanan bu
yasa, sosyal devlet anlayışının tasfiyesi anlamındadır. Bu
Yasa, halkımızın sosyal güvenlik haklarının geriye götürülmesi, özel emeklilik sistemleri getirilerek geleceğimizin piyasaya emanet edilmesi, emekliliğin hayal haline
gelmesi, sağlık alanının tümden ticarileştirilmesi, parası
olmayanın sağlık hizmetlerinden yararlanamaması anlamına gelmektedir. Yasa gündeme geldiği andan itibaren, emek-meslek örgütleri, sendikalarla ve demokratik
kitle örgütleriyle bir arada, birçok eylem gerçekleştirdik.
Yüzlerce basın açıklaması yaptık, yüz binlerce bildiri dağıttık, referandum yaptık, yürüyüşler yaptık, iş bırakma
eylemi yaptık, mitingler düzenledik. Duymayan kulaklar
duysun, görmeyen gözler görsün istedik ama AKP Hükümeti bizlerin taleplerini duymazdan geldi ve “Ben yaptım
oldu” anlayışıyla yasayı kendi bildiği gibi çıkarttı.” dedi.
Nail Güler, AKP hükümetinin mühendis, mimar, şehir
plancılarının çalışma yaşamlarına ve örgütlerine müdahale girişimlerinden bilgiler verdi. TMMOB çalışma
programından çalışma alanları ve mücadele alanlarından alıntılarla sürdürdüğü konuşmasını “Çalışma
programında belirttiğimiz gibi; TMMOB, mühendislerin,
mimarların, şehir plancılarının sorunlarının halkın sorunlarından ayrı tutulmayacağı, sorunlarının çözümünün
büyük ölçüde emekçi sınıfların sorunlarının çözümünde
yattığı gerçeğini ifade eder. Bu ifade gereği, TMMOB,
kendi meslek alanları ile ilgili olarak ülkemizdeki siyasal
sistemi tüm yönleri ile sergilemeye çalışır ve emekten
ve demokrasiden yana olanlarla ortak mücadele eder.
TMMOB bu yöndeki çalışmaların emek ve demokrasi
güçleri ile birlikte yürütüleceğinin bilincindedir. TMMOB,
içinde bulunduğumuz bugünkü koşullarda, bir mesleki
demokratik kitle örgütüne düşen görev ve sorumluluklarının bilincinde olarak mücadeleye devam edecektir.”
diyerek tamamladı.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
11
İKK’DAN
TUZLA TERSANELERİNDE İŞ
CİNAYETLERİ DEVAM EDİYOR.
Tuzla’da yaşanan iş kazaları ve 11 Ağustos 2008 günü
yaşanan iş kazası nedeniyle İstanbul Tabip Odası ve
DİSK Limter İş Sendikası ile ortak basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasını TMMOB İstanbul İKK
adına Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Yönetim Kurulu Başkanı İlter Çelik okudu. Basın açıklamasında İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe, İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Oğan, Gemi
Mühendisleri Odası Genel Sekreteri Erdal Kılıç görüş
bildirdiler.
Basın açıklamasını yayınlıyoruz.
Tuzla Tersanelerinde iş cinayetleri devam ediyor.
Dün yaşanan iş cinayetinde yaşamını yitiren işçi arkadaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralananlara acil şifalar diliyoruz.
Tuzla’da faaliyet gösteren Gemi İnşa Sanayi ve Ticaret
A.Ş. (GİSAN) Tersanesi’nde üç işçinin yaşamını yitirdiği
bir iş cinayeti yaşandı.
örgütleri tarafından yapılan uyarılara rağmen hala bu cinayet gibi kazaların yaşanıyor olması düşündürücüdür.
Tuzla’da yaşanan ölümlere karşın hiç ders alınmadığını
yine kaza ve ölümler ortaya koydu.
Tersanede bir geminin kurtarma filikasını (CAN SALI)’nı
test etmek için, kum torbaları yerine işçiler kullanıldı.
GİSAN Tersanesi’nde inşası tamamlanan 12500 gtonluk
‘Panama’ bandıralı TURQUOISE-T adlı tanker, denetimlerden sorumlu olan ve Fransız Loydu olarak bilinen
Bureau Veritas firması tarafından test edilmekte idi. Bu
testlerden biri olan kurtarma filikasının serbest düşme
(free fall) testinde facia yaşandı. Kurtarma filikasının
düzeneğindeki bir hatadan ötürü gemiye çarpması ve
kontrolsüz düşmesi sonucu camları patladı ve içine su
doldu.
İçinde test amaçlı ağırlık olarak kullanılmak üzere emniyet kemerleri bağlı halde oturan 19 işçiden 3’ü öldü,
16’sı yaralandı.
Daha geçtiğimiz hafta 2 kişinin yaşamını yitirdiği Tuzla
Tersanelerinde, bu olayla birlikte son dönemde 106 işçi
yaşanan kazalarda ölmüş oldu.
Ağırlık testinin kum torbasına bağlı simülasyon düzenekli
araçlarla yapılması gerekirken, insanların kum torbası olarak kullanılmaları ülkemizde insan hayatının ne kadar değersizleştirildiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İl Koordinasyon
Kurulu, İstanbul Tabip Odası ve diğer meslek ve emek
Şimdiye kadar sürekli işçilerin eğitimsizliğini kazaların
bahanesi olarak ileri süren tersane yöneticileri, bu kaza-
12
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
nın hem de bir denetim ve test işlemi sırasında meydana
gelmesini nasıl açıklayacaklar.
Sorumlu
yöneticilerimizin
(Başbakan,
Bakanlar,
Denizcilik Müsteşarı) dünyada benzer örneklerinde yapılması gerektiği gibi sorumluluğu üstlenmesi ve en
azından soruşturmanın ve gelecekteki düzenlemelerin
selameti için istifa etmeleri gerektiği ortadadır.
Tuzla Tersaneler bölgesinde, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
konusunda ciddi bir yapılanma olmadığı, çalışma sistemindeki taşeronluk yapısı değişmediği, yöneticiler dahil
tüm çalışanların bilinçleri artırılmadığı, bağımsız denetim kurumları oluşturulmadığı sürece ölümlerin önüne
geçmek mümkün olmayacaktır.
Tuzla’da ve kaza riski yüksek tüm çalışma alanlarında
Meslek Odalarının ve sendikaların içinde yer aldığı bağımsız ve yaptırım gücü olan denetim kurumları oluşturulmalıdır.
İşyerlerindeki işçi sağlığı ve iş güvenliği gereği yapılması
gerekenler periyodik olarak bu bağımsız denetim kurumları tarafından denetlenmelidir.
TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Tabip
Odası ve DİSK Limter İş Sendikası olarak bu bağımsız
denetim kurumlarında görev almaya hazırız.
Bir kez daha son iş cinayetinde yaşamını yitiren işçi arkadaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralananlara acil şifalar diliyoruz.
Saygılarımızla
TMMOB İSTANBUL İL KOORDİNASYON KURULU
İSTANBUL TABİP ODASI
DİSK LİMTER İŞ SENDİKASI
Mühendislikte, Mimarlıkta
arlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
13
İKK’DAN
YENİ RANT ALANLARI YARATILIYOR!
Sulukule’de gerçekleştirilen yıkımlara karşı Herkese
Sağlık Güvenli Gelecek Platformu basın açıklaması
yaptı. Basın açıklamasına Tores Dinçöz, Mücella Yapıcı,
İstanbul Tabip Odası’ndan Özdemir Aktan, Hüseyin
Demirdizen ve Sulukule Roman Kültürünü Geliştirme. ve
Dayanışma Derneği Başkanı Şükrü Pündük gerçekleştirdi. Basın açıklamasını aşağıda yayınlıyoruz:
Tarih ve kültürü yok etme pahasına yeni rant alanları
yaratıyorlar!
“Bizi komşularımızdan, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan ayırıyorlar. Evimizden koparıyorlar, kültürümüzden
ayırıyorlar, asimile ediyorlar, soykırım yapıyorlar.”
KENTSEL (RANTSAL) DÖNÜŞÜM PROJELERİ
BÖLGE İNSANLARINA YENİ SORUNLAR
ÇIKARARAK MAĞDURİYETLERİNİ ARTIRIYOR.
“Sulukule”: Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerine ait Yer
altı ve üstü tarihi mirası ve özellikleri ile sit alanı ve koruma kapsamında (yer altı su kanalları, surları, bölgede
tescil edilmiş konutlar ve diğer yapılar, sokaklar vb.) ve
özgün bir tarihsel-kültürel dokuya sahiptir.”
Semt sakinlerinin geçmiş yıllardan bu yana temel sorunu
“yoksulluk, işsizlik, sağlıklı alt yapı ve üst yapı olanaklarına sahip olamamak, sağlık hizmeti ve eğitime” ulaşamamak iken, “kentsel yenileme” süreci neticesinde bu so14
runlara bir de “barınma, sağlıklı yaşama, sosyal-kültürel
değerlerini yitirme ve yok olma sorunu” eklenmiş bulunmaktadır. Bu mahallede insanların hayatının iyileştirilmesi için bu konularda eşzamanlı önlemler alınmasına,
çözümler geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu sorunlardan
her biri diğerini karşılıklı olarak tetikliyor ve daha da ağır
hale getiriyor. Şöyle ki; “Kentsel yenileme” uygulamaları sonucunda barınaksız kalma ve kültürlerini yitirme,
yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan semt insanları
adeta “deprem sonrası travma” durumunu yaşamaktadır. Duygularını ve ruh hallerini yansıtması açısından bir
cümlelerini sizlerle paylaşmak istiyoruz.
“Bizi komşularımızdan, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan ayırıyorlar. Köyümüzden koparıyorlar, kültürümüzden ayırıyorlar, asimile ediyorlar, soykırım yapıyorlar.”
Yaptığımız değerlendirme sonucunda bir kere daha görülmektedir ki:
Sulukule’de hala büyük çoğunluk son derece ağır koşullarda yaşamaya devam etmektedir. Evlerde tekrar
oturmayı olanaksız kılmak için, evlerin ya camları kırılmış yada çatılar yarım yıkılmıştır. Buna rağmen bu
koşullarda dahi gelir düzeyi son derece düşük olan bu
aileler bu evlerde barınmaya devam etmektedir. Bunun
dışında evleri yıkılan aileler yaşamlarını yakınlarının
evinde geçirmekten dolayı yaşam koşulları daha da
zorlaşmıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
Sulukule halk sağlığını direk olarak etkileyen ve salgın
hastalıkların en önemli etkeni olan susuzlukla baş başa
bırakılmıştır. Sulukule’nin suları hiçbir gerekçe göstermeden kesilmekte, borçları olan aileler ise borçlarını
ödeseler bile sularının açılmayacağı açıkça söylenmektedir. Dolayısıyla halk, su ihtiyaçlarını kaynağı belirsiz
yerlerden karşılamaktadır.
davalara rağmen evrensel tüm koruma ve yenileme kurallarına ve koruma amaçlı imar planına aykırı bulunan
Sulukule Yenileme Projesi; Kültür ve Turizm Bakanlığı
İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu’nun 2.11.2007 tarih 20 sayılı kararı
ve Fatih Belediyesi’nin 10.12.2007 tarih ve 2007/156 sayılı meclis kararı ile onaylanmıştır.
Ayrıca bu kentsel dönüşüm projesinin ortaya çıkışından
itibaren Sulukule’nin kanalizasyonları düzenli olarak tıkanmakta ve belediye bu konuya kayıtsız kalmaya devam etmektedir. Bazı evlerin kanalizasyon gider borularını sokağa vermek zorunda olması susuzlukla birleşince
halk sağlığını ciddi bir biçimde tehdit etmektedir.
• Koruma Kurulu kararları beklenilmeden tescilli yaklaşık
25 (2 tanesi belgelenmiş) evle birlikte çok sayıda evin
yıkılmış olduğu,
Sulukule’de yürütülen bu kentsel dönüşüm projesi kelimenin tek anlamıyla kentsel ölüm projesi haline dönüşmüştür. Gerçekleştirilen yıkımların ortadan kaldırılmaması ve molozların çocukların oyun alanı haline gelmesi
orada yaşayan ve oynayan çocukların fiziki yaralanmalarına olanak tanıyacak ortamı yaratmaktadır.
Unutmamak gerekir ki barınma duygusu, kişinin gelişim
çağında en önemli unsurlardan biridir. Dolayısıyla yapılan bu çalışma orada yaşayan gelişim çağında olan
gençlerin endişe duygusunu artırmakta ve güven duygusunun oluşmasını engellemektedir.
Sonuç olarak, mevcut sosyal, tarihsel ve kültürel dokuyu yok sayarak kenti pazarlanabilir bir mal haline getiren kentsel dönüşüm projeleri toplumsal travmalara yol
açmaktadır.
Bu projelerde bir tarafın rantı için diğer taraf görmezden
gelinmekte ve hatta sağlıklarını ciddi bir şekilde tehdit
edecek kadar ileri gidilmektedir.
• Bölgede yaşayan vatandaşların son yıllarda giderek artan oranda yaşam biçimlerine, kültürel ve sosyal alışkanlıklarına müdahale edildiği, temel çalışma ortamları olan
müzik ve eğlence mekanlarının kapatıldığı, çalışma haklarına müdahale edildiği, koşullarının güçleştirildiği, ayrımcılığa tabi tutuldukları, örselendikleri dışlandıkları, bazı
müzisyenlerin yıllardır işlerini yapamadıkları anlaşılmıştır.
Ayrıca;
• Son aylarda pek çok vatandaşın belediye görevlileri ve
bazı çevrelerin (ayrımcı / ticari maksatlı) çıkar beklentisi
doğrultusunda mağdur edildiklerine ilişkin yakınmaların
olduğu,
• Bölgenin kamulaştırılacağı söylenerek (belediye mahallede 500 lira /m2 önermiş. Ancak 2.-3. kişiler 10001500 lira/m2 vererek bazı binaları satın almışlar. Sonra
belediyeye 50 liraya devrederek yeni projeden hak sahibi
olmuşlar) evlerin bir an önce satılması, elden çıkarılması
için kendilerine baskı yapıldığı,
• Bu el değiştirmeler sonucu bazı insanlara haksız kazanç
sağlandığı, tapu kayıtlarının incelenmesi sonucu bu durumun açık olarak görülebileceği iddiaları dile getirildi,
Temel sorunlar:
1- Dünya kültür mirası listesinde yer alan; Kentsel
ve Tarihi Sit, Kentsel ve Arkeolojik Sit ve 1. Derece
Arkeolojik Sit alanı olan Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı
Nazım İmar Planı kapsamında bulunan bölge; evrensel
koruma ve kuralları ile Anayasaya aykırılıklar taşıyan
5366 sayılı yasa kapsamında Bakanlar Kurulu kararı
ile yenileme alanı ilan edilmiş ve yine Bakanlar Kurulu
kararı ile acele kamulaştırma kapsamına alınmıştır. İlgili
tüm toplum kesimlerinin, meslek odalarının sivil toplum
örgütlerinin bilim ve akademik çevrelerin, UNESCO /
İCOMOS ve Sulukule halkının tüm uyarı, çaba ve açılan
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
15
İKK’DAN
Yeni projeden; Bazı AKP Belediye Meclis üyeleri, AKP
İlçe Yönetimi üyelerinin-bazı holdinglerin, bazı ünlü / tanınmış kişilerin birden çok dükkan ya da konut aldıkları
iddia edilmektedir.
Yeni tapu sahiplerinin, proje ortaklarının plan/proje üzerinden aldıkları işyeri ve konutları şimdiden 10-15 kat
farkla ilan yoluyla satışa çıkardıkları iddia edilmektedir.
dahi beklenmeden top yekun yıkımlara girişilen, acele
kamulaştırma adı altında kamu otoritesini ve yetkisini kötüye kullanarak bölge yaşayanlarını korkutarak tüm varlıklarını yok pahasına elden çıkartması esasına dayanan
bu rant projesinin asıl amacının; yoksul ve yoksun insanları binlerce yıllık bir kültürü yaşattıkları yaşam alanlarından kopartmaya yönelik bir insanlık ve kent suçu olan
soylulaştırma operasyonu olduğu gerçeği son UNESCO
raporları ile de bir kez daha belirtilmiştir.
Uygulamanın devam etmesi durumunda:
• Kiracılara yapılan boşaltma ihbarnamesi ile pek çok ailenin mağdur olacağı,
• Mahallede yaşayanların keyfiyetin durdurulmaması durumunda zorunlu olarak yerlerinden ayrılacakları, kendilerine gösterilen yerlere gidecekleri, ancak orada yaşamalarının ve geçinmelerinin mümkün olamayacağı, çadıra
çıkanların olduğu, ailelerin parçalanacağı ile ilgili yaygın
bir endişe olduğu ve bu durumun insanların ruh sağlığını
bozduğu,
• Mahallede yaşayan bazı vatandaşların el arabalarına, at
arabalarına el konulması, kırılması sonucu aylardır çalışmadıkları için ekonomik ve sosyal sorunlarının artacağı,
• Bölgede yaşayanların; yıkımlar, göçe zorlamalar, mahallede yaşayanlara baskılar ve alt yapının tahrip edilmesi, yeterli ve sağlıklı içme suyu, besin bulunamaması,
sağlık hizmetlerine ulaşılamaması ve yaz dönemi olması nedeniyle toplum sağlığını olumsuz etkileyebilecek
başta bulaşıcı hastalıklar ve travmaya bağlı ruh sağlığı
sorunları olmak üzere önemli sağlık sorunları yaşayabilecekleri anlaşılmaktadır.
Bölge sadece alt yapı ve üst yapı tarihsel varlıkları açısından değil aynı zamanda yaklaşık 1000 yıllık kültürel,
ekonomik, sosyal özellikleri ve kamuya mal olmuş otantik özgün renkleri nedeniyle de yaşayan insanlarla bütünleşmiş tarihi, kültürel ve toplumsal bir mirastır. Bölge
insanının oradan ayrılmak durumunda bırakılması ya da
uzaklaştırılması bu tarihsel-kültürel dokunun ve yaşayan
canlı özgün kültürel varlığın da yitirilmesi riskini güçlendirmektedir.
Bu açıdan telafisi olanaksız mağduriyetlerin olabileceği,
kentsel dönüşüm projesi ile sadece alt ve üst yapının değil kültürel değerlerinde sönümleneceği ve yok olacağı
anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Sulukule’de salgın hastalıklardan ölümler
meydana gelmeden önce başta barınma hakkı olmak
üzere sağlıklı yaşama, beslenme, eğitim, sosyal-kültürel
hakları için yöneticiler güvence vermeli, proje bu haliyle
bir an önce durdurulmalı, tarihsel kültürel sosyal mirasa
sahip çıkan yeni bir yaklaşım ile yeniden ele alınmalıdır.
HERKESE SAĞLIK VE GÜVENLİ GELECEK
PLATFORMU
2- İstanbul’un dünya mirası listesinde yer alan Bizans ve
Osmanlı zamanlarında çok önemli bir yerleşim alanı olduğu bilinen ve kuzey sınırlarında Arteus açık sarnıcı ve
Kariye gibi önemli Bizans yapılarının bulunduğu ve 569570 yıllarında inşa edilen Deuteron Sarayı’nın bulunma
olasılığı çok yüksek olan Sulukule’de hiç bir ciddi bir arkeolojik kazı ve araştırma yapmadan tüm alanı lüks konutlar ve onların yer altı otoparkı haline getiren ve halen
ilgili meslek odalarımızca yargıya götürülmüş bulunan
yenileme/dönüşüm projesi; bu konuda mevcut bulunan
ulusal ve uluslararası bilimsel ve hukuksal kurallara ve
sözleşmelere de aykırı bulunmaktadır.
Bütün bu gerçeklere, yapılan tüm uyarılara ve toplumsal
tepkilere rağmen halen inatla sürdürülen yargı kararları
16
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
2009 DÜNYA ALTERNATİF SU FORUMU
BAŞLANGIÇ DUYURUSU
15 Temmuz 2008 günü, DİSK, KESK ve TMMOB, TTB
ve meslek odalarıyla, siyasi parti, dernek ve platformlardan 38 kurum, 2009 Mart’ında İstanbul’da düzenlenecek Dünya Su Formu’na karşı biraraya geldiklerini
Taksim’deki basın açıklamasında duyurdular.
Emperyalizmin pazar kavgası arayışı, son 30 yılda eğitimden sağlığa, doğal varlıklara, sosyal güvenliğe, ulaşımdan, posta hizmetlerine kadar uzanmış ve insanlığın,
yeryüzünün ve doğanın bütün değerlerini hızla metalaştırmaya başlamıştır.
Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu pankartının
açıldığı eylemde, ilk önce İstanbul Tabip Odası Genel
Sekreteri Hüseyin Demirdizen kısa bir konuşma yaptı. Basın açıklamasını ise TMMOB İl Koordinasyon
Sekreteri Tores Dinçöz okudu.
Krizin şiddetlenmesiyle, başta Orta Doğu olmak üzere
bütün doğal enerji koridorları emperyalistler arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyamızda canlı hayatın sürmesinin en temel unsuru olan su bile alınıp satılan
bir piyasa malı haline getirilmiştir.
Basın metnini aşağıda yayınlıyoruz:
Biz, aşağıda imzası bulunan kurum ve örgütler suyun bir
piyasa malı gibi alınıp satılmasının yol açacağı belli başlı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
17
İKK’DAN
ve bugün öngörülebilen şu sorunlar üzerinde ortaklaştığımızı kamuoyuna duyuruyoruz:
- İçme ve sulama suyu şirketlerinin yanı sıra inşaat, enerji, maden, gıda, kimya, metal, tarım, gıda ve daha pek
çok endüstride faal olan tekeller ve onlarla işbirliği yapan
yerel yönetimler, su çıkarma, dağıtım, sulama sistemleri,
hidroelektrik santraller ve baraj yapımı ihalelerinde hak
talep etmeye başlamıştır.
- Daha şimdiden dünyanın pek çok yerinde içme sularının dağıtımı özelleşmiş ve yoksul halkların ciddi tepkileriyle karşılaşmıştır. Ülkemizde de bir kaç ilin su dağıtım
şebekeleri özelleştirilmiş, Edirne örneğinde olduğu gibi
paylaşım kavgaları artık gizlenemez hale gelmiş, Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanı ırmakların bile kullanımının
özel şirketlere devredileceğini açıklamakta sakınca görmemiştir.
- Öte yandan suyun ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi,
metalaştırılması çabaları yalnızca yoksulların temiz suya
erişim hakkını tehdit etmekle de kalmamakta, yeni baraj
ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi, havzalardaki canlı yaşamın ve gen kaynaklarının
tahrip edilerek ekosistemlerin sona ermesi, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi telafisi mümkün olmayan
tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır.
- Suyun piyasaya açılmasının, ayrıca, bugüne kadar
başta belediyeler olmak üzere su dağıtımında çalışan
bütün ücretlilerin istihdamını ve çalışma güvencesini
tehdit eden bir gelişme olacağı, dünyadaki su özelleştirme örneklerinden bilinmektedir.
- Ayrıca, tarımdaki hızlı kapitalistleşme sürecinde tohum,
gübre, akaryakıt vs. zorunlu ihtiyaçlarını temin etme gücü
bile kalmamış olan ve geçimlik tarımla yaşamını sürdürmeye çalışan milyonlarca köylünün tarımdan tamamen
koparılması anlamına gelecek olan suyun ticarileşmesinin diğer dolaysız ve dolaylı etkilerinin neler olacağı henüz tam olarak öngörülememektedir.
- Suyu satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylü ve
çiftçinin topraklarından koparılarak büyük kentlere zorla göç
ettirilmesinin sonuçları, yığınsal işsizliğin ve sefaletin doruğa çıkması, çarpık kentleşmenin en uç noktaya ulaşması
ve dolayısıyla kentlerin gecekondu mahallelerinde daha da
çekilmez boyutlara erişecek olan suya erişim hakkı ihlalleriyle özetlenemeyecek kadar ağır ve yıkıcı olacaktır.
18
- Su, özelleştirildiğinde sermayenin aşırı kar hırsından
dolayı mevcut durumundan daha da sağlıksız hale gelecektir. Birçok hastalıkta aşırı artış olacaktır. Dünyada bu
durumun birçok örneği ile karşılaşılmaktadır.
- Su forumlarında; su kaynaklarının yönetimi için sorumlulukların geliştirilmesi ve sürdürülebilir uygulamalar vurgulanmakta, suyun ticarileştirilmesi konularında siyasi
taahhüt teşvik edilmekte ve özellikle Bakanlar konferansı
aracılığıyla su konusunun siyasi gündemin üst sırasına
taşınmasının hedeflendiği bilinmektedir. Bugün petrol
yüzünden savaşlar yapılmaktadır, yarın su savaş sebebi
olacaktır. Dünya halklarının ortak malı olan su ve su kaynaklarının talan edilmesine ve sermayeye peşkeş çekilmesine izin verilemez.
- Su kaynakları halkın malıdır. Alınıp satılamaz, ticarileştirilemez, halkın su kullanım hakkı engellenemez.
- Birleşmiş Milletler 1977 yılında suyun insan hakkı olduğu kararı almış, 1992 yılında suyun alınıp satılabilen bir
meta olduğuna karar vermiştir. 1996 yılında oluşturulan
Dünya Su Konseyi aracılığıyla çok uluslu şirketler ve özel
sektör temsilcilerinin ülke politikacıları ve yerel yöneticileri
ile işbirliği sonucu ‘su’ bütün dünyada talana açılmıştır.
Dünya Su Konseyi’nin gerçekleştirdiği Dünya Su forumlarının hepsinde Dünya Su Konseyi’nin amacı tüm dünyada
ve ülkemizde tüm suların (su kaynaklarının, akarsuların,
göllerin, barajların, şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilmesini amaçlamaktadır. Dünyadaki ve ülkemizdeki su politikalarının iyi izlenmesi ve gündemde olan özelleştirmelere tavır alınması amacındayız. 2009 yılında ülkemizde
yapılacak olan Dünya Su Forumunu platform olarak teşhir
ve protesto ederek özelleştirmeleri durdurmalıyız. Bunun
için güç birliği yaparak mücadele etmeliyiz.
Yukarıda aktarılan nedenlerden ötürü önümüzdeki dönemde en önemli toplumsal mücadele konularından birinin “suyun özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi ve metalaştırılması” konusu olacağı açık şekilde görülmektedir. 2009
yılının Mart ayında İstanbul’da toplanacak olan ve suyun
piyasalaştırılması sürecini hızlandırmayı amaçlayan 5.
Dünya Su Forumuna karşı gereken cevabı vermek, ülke
ölçeğinde güçlü ve kararlı bir birliktelikle mümkün olacaktır. Yine aynı nedenlerden ötürü biz, aşağıda imzası
bulunan kuruluşlar ve örgütler suyun özelleştirilmesine
ve Dünya Su Forumu’nun Mart-2009’da İstanbul’da bu
süreci daha da hızlandırmak amacıyla düzenleyeceği
toplantılara karşı birlikte mücadele etmek için bir araya
geldiğimizi duyuruyoruz.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
İKK’DAN
DİSK
KESK
TMMOB
TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
İSTANBUL SERBEST MUHASEBECİ MALİ
MÜŞAVİRLER ODASI
İSTANBUL BAROSU
İSTANBUL ECZACI ODASI
İSTANBUL DİŞ HEKİMLERİ ODASI
İSTANBUL VETERİNER HEKİMLER ODASI
CHP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ
EMEK PARTİSİ İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ
ÖDP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ
SHP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ
TKP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ
SU POLİTİK
ALINTERİ
MUNZURU KORUMA KURULU
SODAP
ÇORLU SU YAŞAMDIR PLATFORMU
GDO’YA HAYIR PLATFORMU
HALKEVLERİ İSTANBUL ŞUBELERİ
ÖĞRENCİ KOLLEKTİFLERİ
ESP
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
TÜRKİYE SOSYAL FORUMU
HALK CEPHESİ
BİRLEŞİK METAL İŞ SENDİKASI
ENERJİ YAPI YOL SEN
TÜMBEL SEN 1 NOLU ŞUBE
TÜM BEL SEN 4 NOLU ŞUBE
EĞİTİM SEN
TARIM ORKAM SEN
YAPI YOL SEN
ÇEVRE HUKUKU DERNEĞİ
ÜNİVERSİTE ÖĞRETİM ÜYELERİ DERNEĞİ
VETERİNER HALK SAĞLIĞI DERNEĞİ
KALDIRAÇ DERGİSİ
İVME DERGİSİ
İŞÇİ GAZETESİ
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
19
TMMOB’DEN
TMMOB’NİN YÜREĞİ TUZLA’DA...
16 Haziran 2008 günü TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın Tuzla Tersanelerinde yaşananlarla ilgili olarak yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
Siyasal İktidar Bugün Tuzla’dan Çıkan Çığlığa Kulak Vermelidir.
Bugün Tuzla’da başkaldırı var, direniş var...
Tuzla tersanelerinde yaşanan ölümlü “kazaların” son bulması ve insanca yaşama koşullarının sağlanması için Limter-İş Sendikası’nın bugün (16 Haziran 2008) başlattığı “Yaşam
ve İnsanca Çalışma Hakkı” grevini tüm yüreğimizle destekliyoruz.
Tuzla tersanelerinde son bir yıl içinde yaşanan işçi ölümleri hiçbir biçimde “kaza” olarak
nitelenemez. Sermayenin, dünya pazarında daha fazla pay kapma yarışı içinde gemi
inşa sektörü üzerinde oynadıkları oyunlar, yasaları çiğneyerek işçi sağlığı ve iş güvenliğini ayaklar altına almalarına Siyasal İktidar bugüne kadar kulaklarını tıkamıştır.
Siyasal İktidar, Tuzla’dan yükselen çığlığa kulak vermelidir.
Tuzla’da bilimin ve tekniğin ışığında, işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarının tümüyle hakim
kılındığı bir çalışma modeli hayata geçirilmelidir.
TMMOB, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki en büyük isyan olan 15-16 Haziran
olaylarının yıldönümünde bu kanlı oyuna son vermek için ilan edilen greve sonuna kadar
destek verecek ve tersane işçilerinin yanında olacaktır.
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
20
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
SİVAS’I UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ,
UNUTTURMAYACAĞIZ.
1 Temmuz 2008 günü TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın Sivas Katliamının 15. yılında yapmış olduğu basın
açıklamasını yayınlıyoruz.
Bu Yıl Sivas Katliamının 15.Yılı.
Bundan tam 15 yıl önce, 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta Madımak Otel’de, aklını
ve yüreğini güzel ve aydınlık bir ülkeye hasretmiş, aşkla insana, birliğe, kardeşliğe,
aşka ve sevgiye, yeni bir dünyaya koşarken katledilen insanlarımızın aydınlık yüzleri
gözlerimizin önünde. O gün Sivas’ta yaşananlar, dün yaşanmışçasına aklımızda.
Sivas katliamının Türkiye’nin aydınlığına, çağdaşlığına, demokrasiye, halkların
kardeşliğine, eşitliğe, özgürlüğe ve bir arada yaşama kültürüne yapılan bir
saldırı olarak gören TMMOB, her 2 Temmuz’da olduğu gibi, bu yıl da, işçilerle,
kamu emekçileriyle, gençlerle, aydınlarla seslerini, ellerini, öfke ve bilinçlerini
birleştirerek omuz omuz duracak.
O gün beynimizde yine Sivas’ta yanan o aydınlık yüzlerin ışığı olacak. O gün hep
birlikte ve her şeye inat; “Başka Bir Yaşam, Başka Bir Türkiye, Başka Bir Dünya
Mümkün” diyeceğiz. O gün yine dostlarımızla birlikte sesimizi yükselteceğiz:
“Sivas’ı unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız.”
Mehmet SOĞANCI
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
21
TMMOB’DEN
“ARTIK YETER” DİYORUZ.
10 Temmuz 2008 günü TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
Kamu Çalışanlarını Yoksulluk Sınırı Altında Yaşamaya Mahkum Eden, Ülkenin Geleceğini Gözden Çıkaran AKP Düzenine “Artık Yeter” Diyoruz.
sal sorumluluğu gereği toplumsal muhalefetin odağında
yer alarak onurlu yürüyüşüne ve dik duruşuna devam
eden TMMOB siyasi iktidara bir kez daha sesleniyor:
Yıllardır uygulanan neo-liberal ekonomik politikalar sonucunda ülkemiz ekonomisinin temel dengeleri yitirilmiş,
üretimden uzaklaşılmış, şiddeti her defasında daha da
artan ekonomik ve sosyal bunalım süreçleri birbirini izlemiştir. Bu süreçler çalışanların ücretlerinde her defasında çok büyük düşüşler yaratmıştır.
Kamuda çalışanlara uluslararası hukuka uygun sendikal
haklarını kullanma güvencesi, toplu sözleşme ve grev
hakkı tanıyan yasal düzenleme derhal yapılmalıdır.
Hükümetin kamu çalışanları için açıkladığı yüzde 3,96’lık
zam oranı yaşanan bu gerçeğin en açık ifadesidir. Kamuda çalışan yüz binden fazla mühendis, mimar ve şehir
plancısı adına bu komik zamları kabul etmemiz mümkün
değildir.
“Toplu sözleşme” yerine uygulanan “toplu görüşme” oyununa derhal son verilmelidir.
Kamuda çalışan ve emekli olmuş mühendis, mimar ve
şehir plancılarının ücretleri derhal insanca yaşanabilecek bir düzeye çıkarılmalıdır.
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Kamuda çalışan mühendis, mimar ve şehir plancıları,
üstlendikleri sorumluluklara ve almış oldukları eğitime
uymayan bir düzeye geriletilen, açlık ile yoksulluk sınırları arasına sıkışan ücretleriyle yaşam mücadelesi vermek
zorunda kalmaktadırlar.
Bu duruma rağmen AKP hükümeti, kamuda çalışan arkadaşlarımızın insanca yaşayacak bir ücret alması yerine, tahmin edilen enflasyon rakamları kadar zam yapma
anlayışından vazgeçmiyor. Bu zammı da bir lütufmuş gibi
kamuoyuna sunuyor ve pazarlık masası dışında Başbakanın tek yanlı insafına bırakıyor. Uluslararası güçlerin
yönlendirdiği kamunun etkinliğinin azaltılması stratejisinin bir parçası olan bu politikaya derhal son verilmelidir.
Üyelerinin sorunlarının toplumun sorunlarından ayrılamayacağı bilinciyle, halktan ve emekten yana tavır alan, bu
doğrultuda politikalar üreten ve mücadele veren, toplum-
22
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
AKP’NİN DÜZENİ; ZAM DÜZENİ
27 Haziran 2008 TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın AKP Hükümetinin elektriğe yaptığı zamla ilgili olarak
yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
Elektriğe en son Ocak ayı içinde yaklaşık yüzde 20 oranında zam yapan hükümet 1 Temmuz’dan geçerli olmak
üzere konutlarla ticarethanelerin kullandığı elektriğe
yüzde 21, sanayi elektriğine de yüzde 22 oranında zam
yaptı. Böylece 2008 yılı içinde elektrikteki fiyat artışı yüzde 42 düzeylerine yükseldi.
AKP Hükümetinin elektrik enerjisi alanında 5 yıldır sürdürdüğü uygulamaların boyalı yüzü dökülmeye başlamıştır.
Kamuya yatırım yaptırılmaması ve özel sektörün de yatırım yapmaması nedeniyle ülke enerji açığıyla karşı karşıya kalmakta, enerji açığının yükseldiği dönemde devreye
alınan borsa sistemiyle sürekli elektrik fiyatları artmaktadır. Hükümet şimdi dağıtım ağlarını satarak, kendi iktidarını sürdürmeye yönelik olarak nakit para ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır. Hükümetin yanlış enerji politikalarının bedelinin halktan çıkarılmasını kabul etmek mümkün
değildir. Elektriğe yapılan bu zamların tüm ürünlerin fiyatlarını artıracağı ve yine halka düşen faturayı kabartacağı
açıktır. Kaldı ki son günlerde yapılan ve yapılacağı söylenen zamlar bu acı gerçeğin habercisidir.
Bütün bu yapılan zamlara karşın, kamu emekçilerine
yapılan komik ücret artışları ve asgari ücretin yüzde 5
civarında kalması, hükümetin zenginin dostu, yoksulun
düşmanı olduğunu, AKP’nin düzeninin zam düzeni olduğunu bir kez daha en açık şekilde göstermiştir.
TMMOB, halkı yoksullaştıran zamların derhal geri alınması, emekçilerin yaşam düzeylerinin insanca yaşanacak bir düzeye getirilmesi için gerekli politikaların hayata
geçirilmesi için emek ve demokrasi güçleriyle birlikte
mücadelesini kararlılıkla sürdürmeye devam edecektir.
Mehmet SOĞANCI
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
23
TMMOB’DEN
TMMOB SANAYİ KONGRESİ
SONUÇ BİLDİRGESİ
TMMOB adına Makina Mühendisleri Odası sekretaryalığında 14-15 Aralık 2007 tarihlerinde Ankara’da İMO Teoman Öztürk Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen TMMOB
Sanayi Kongresi’nin sonuç bildirgesini yayınlıyoruz.
TMMOB SANAYİ KONGRESİ 2007
SONUÇ BİLDİRGESİ
TMMOB adına Makina Mühendisleri Odası sekretaryalığında düzenlenen TMMOB Sanayi Kongrelerinin on
altıncısı “Geçmişten Geleceğe Sanayileşme Planlama
ve Kalkınma, Türkiye İçin Model Önerileri” temasıyla 1415 Aralık 2007 tarihlerinde Ankara’da İMO Teoman ÖZTÜRK Toplantı Salonunda gerçekleştirilmiştir.
Açılış konuşmalarının ardından “Planlama Olgusu” konulu bir açılış oturumunun yapıldığı kongrede 7 ayrı
oturumda; “Sanayideki Gelişmelerin Küresel Düzeyde
Analizi”, “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve
Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)”,
“Planlama Olgusu ile Ülke Deneyimleri”, “Türkiye’nin
Planlı Kalkınma Deneyimi ve Alternatifleri”, “İleri teknoloji Kullanımı ve Teknoloji Politikaları”, “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama” ana başlıkları altında 24
bildiri sunumu yapılmış, son olarak da kongre değerlendirmesine ilişkin bir “Forum” düzenlenmiştir.
MMO kongremize iki rapor sunmuştur. Bunlardan biri
“TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide
Gerçekleşenler”in karşılaştırmalı bir sunumudur. Diğeri
de “Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Oda Raporudur. Raporların ilkinde Sanayi Kongrelerimizin önermeleri ile sanayideki uygulamalar arasındaki
yakınlık ve mesafeler ve ülkemizin yakın dönem sanayi
politikaları etrafındaki farklılaşan yönelimlerine göz atıl24
mıştır. İkinci raporla da planlama, sanayileşme, kalkınmanın Arjantin’den Çin ve İrlanda’ya dek 14 farklı ülkeye
ilişkin farklı örnekleri ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir.
TMMOB de kongreye, “Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma
Planı” başlıklı rapor ile planlamada gelinen noktayı ilgili
oturumda sunmuştur.
Bütün bu oturumlarda sunulan bildiriler ve yapılan konuşmalar ile forumda dile getirilen görüşlerden hareketle
hazırlanan aşağıdaki Sonuç Bildirgesi kamuoyunun dikkatine sunulmaktadır.
Küresel rekabetin alabildiğine hızlandığı, sıcak para
dolaşımının olağanüstü boyutlara eriştiği, kâr, rant ve
sömürüye odaklı bugünkü ortamda, Türkiye bu gelişmelerden etkilenen ülkelerin başında yer almaktadır. Bu
da ekonomimizin kırılganlığını artırıp dışa bağımlılığını
pekiştirmektedir. Türkiye iç inisiyatifini kaybetmiş, ipleri
küresel finans çevrelerine bırakmıştır.
Türkiye’nin tarihsel yapısı içinde sanayileşme ele alındığında, nereden nereye geldiğimiz daha net görülebilecektir.
1930’lu yıllarda başarılı olmuş Birinci Beş Yıllık Sanayi
Planı ile savaş koşulları nedeniyle uygulanamayan İkinci Plan hariç, yakın dönem Türkiye’sinde planlamanın
geçirdiği evrim, bugün benimsenen temel yönelimler ile
sanayideki mevcut durum arasındaki bağlara ana hatları
ile değinmek yararlı olacaktır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
İthal ikameci bir sermaye birikimi ve sanayileşme modelinin izlendiği planlı kalkınmanın 1963-1977 arasını
kapsayan ilk üç döneminde, geniş çapta uygulanan “teşvik tedbirleri” ile yatırımlara kaynak aktarımı yapılmış,
sanayi “lokomotif sektör” olarak belirlenmiş, ekonomik
ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir
büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun
erimli hedefler belirlenmiştir.
1979-1984 dönemine ilişkin Dördüncü Plan ise ekonomik ve politik krizler ve 1980’de benimsenen yeni yönelim nedeniyle askıya alınmış veya durdurulmuştur. 24
Ocak 1980 kararı uyarınca, 1985-1989 dönemi Beşinci Kalkınma Planından itibaren Türkiye planlamada da
serbest Pazar ekonomisinin egemenliğine girmiş, planlamanın düzenleyici ve yönlendirici yönü büyük ölçüde
zedelenmiş, sektörel teşvikler azaltılmıştır.
1982 Anayasasında kalkınma planlaması devletin temel
görevlerinden çıkarılarak ekonomik hükümler kısmına
aktarılmıştır. 12 Eylül ile devlet ve sosyo ekonomik yapı
yeniden yapılandırılmış, Dünya Bankası (DB) ile imzalanan 5 ayrı yapısal uyum kredi anlaşmasıyla ihracata
yönelik sanayi modeli yanı sıra özelleştirme, kamu yatırımlarının azaltılması, para/finans hareketlerinin alt yapısının hazırlanması, tarımda devlet tekelinin kırılması;
sağlık, eğitim ve yerel yönetimlerde yeniden yapılanma
gündeme getirilmiştir.
1990-1995 dönemi Altınca Planda, ihracata yönelik sanayi modeli uyarınca büyük ihracat teşvikleri söz konusu olmuş, kamu yatırımları giderek yoğunluğunu kaybetmiştir.
1998’de IMF ile yapılan 10 Yıllık Yakın Takip Anlaşması
bu süreci geliştirici bir işlev üstlenmiştir.
9. Kalkınma Planı, kalkınmanın sonu olmuş, kalkınma
plancılığı tamamen terkedilmiştir.
En özet haliyle 1980 sonrası uygulanan ekonomik politikalarla Türkiye genelinde sübvansiyonlar büyük ölçüde
kaldırılmış, KİT yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli
sanayi kuruluşları ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş,
sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz
koşullarda küresel rekabete açılmıştır. Öz kaynaklardan
çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış, küresel güçlerin dayattığı iş bölümü ile fason üretim ve taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar yoluyla
sağlandığı bir sanayi modeline geçilmiştir.
Kısacası Türkiye’nin 1960-1980 arası kalkınmasını sağlayan plan/planlama, kalkınma, sosyal devlet kavram ve
yaklaşımları tasfiye edilmiş, kalkınmanın sonuçlarını vermeyen bir “sürdürülebilir büyüme” benimsenmiştir.
Oysa büyüme hangi sektörlerde olmaktadır, toplumun
geniş katmanlarını nasıl etkilemektedir, işçinin, çiftçinin,
memurun, esnafın, çeşitli meslek gruplarının reel geliri
ne ölçüde artmıştır? Bu soruların yanıtları “büyüme”nin
içeriğini de belirleyecek önemdedir.
GSMH artış hızı, 1991 sonrasında ithalat artışının gerisinde kalmıştır. Sanayi üretiminin özellikle ihracata
yönelik bölümünde, hammaddelerinin önemli bir bölümü ithalatla karşılanmaktadır. İthal hammadde girdi
oranı imalat sanayi ortalaması 2002 yılında % 60,1
iken bugün % 73’lere çıkmıştır. İhracat artan ithalata
bağımlı kılınmıştır.
1996-2000, merkezi ve sektörel plandan bölgesel projelere geçme yöneliminin somutlandığı Yedinci Planda
Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörde
korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz
koşullarda küresel rekabete açılmıştır.
2001-2005 ve 2007-2013 dönemlerine ilişkin 8. ve 9.
Planlarda ise 1980 sonrasının neo liberal değişimdönüşümü, planlama ve kalkınmanın tasfiyesinde somutlanmış; DB ve Avrupa Birliği (AB) ile işbirliği doğrultusunda “bölgesel kalkınma ajansları”nın kurulması
öngörülmüştür. Böylece Türkiye’de merkezi planlamanın
kesin olarak geriletildiği bir evreye geçiş yaşanmış; “küreselleştirme operasyonu” gerçekleştirilmiştir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
25
TMMOB’DEN
Bu durum genel mali tabloya da birebir yansımaktadır.
Cari işlemler açığı 2007 yılında 40 milyar dolara çıkacağı tahmin edilmekte ve bu değer GSMH’mızın % 10’una
karşılık gelmektedir. Bu açık sürekli büyüyen dış borçlarla kapatılmakta, ekonomi sıcak para ile döndürülmektedir. Ülkemiz sıcak paranın ve spekülatif sermayenin
boyunduruğu altına sokulmuştur.
edilmektedir. Bu durum küresel rekabet koşullarında zorlu bir mücadele veren KOBİ’lerin taşeronlaşmasını daha
da hızlandırmaktadır.
Bütün bu gerçeklerin ışığında; sonuç ve öneriler aşağıdaki gibi sıralanmıştır.
SONUÇLAR VE ÖNERİLER
Ülkemizde uygulanan sanayi politikaları, bilimi ve teknolojiyi dışlayarak, ucuz işgücünü sanayinin tek temel rekabet aracı haline getirmiştir.
Övünülerek bahsedilen doğrudan yabancı sermaye
yatırımları ise ağırlıkla bankacılık, sigortacılık, inşaat,
ulaştırma, ticaret, hizmet ve turizm sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. 2006 yılında sanayi sektörlerine yapılan
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının miktarı yalnızca 1,9 milyar $ olup toplamın % 9’unu oluşturmaktadır.
Bunun da yeni yatırımlara oranı % 20’yi geçmemektedir.
Bu kontrolsüz yatırımlarla banka sermayesinin yaklaşık
% 42’si ile sigorta sermayesinin yaklaşık % 54’ü yabancı
sermayenin eline geçmiştir.
Yine sıkça bahsedilen ekonomik büyüme istihdama da
yansımamaktadır. 2002-2006 yılları arasında sanayide
% 16 oranında bir istihdam düşmesi söz konusudur. Sanayide çalışanlar, bu sektörde yaratılan katma değerden
daha az pay almaktadırlar.
İddia edilen büyüme ithalat ve rant kesimlerinin büyümesidir. Sıcak para, düşük kur, yüksek faiz ve yanlış ithalat
politikalarına dayalı ekonomik büyümenin nimetleri en
üstteki % 10’u bulan kesimler tarafından paylaşılmakta
ama diğer yandan istihdam azalmakta, işsizlik artmakta,
çalışanların reel gelirleri düşmektedir. Yoksulluk sınırındaki 15 milyon insan ile 5,6 milyon işsiz insan görmezden gelinmektedir.
Ülkemizde işletmelerin çoğu KOBİ boyutlarında, küçük
ölçekli, geri teknoloji ile çalışan ve fason üretime ağırlık
veren firmalardır. Ana şirkete veya ihracat yapılan dış firmaya bağımlı bir durumdadırlar. Bağımsız bir tedarik ve
pazarlama sistemleri bulunmamaktadır. Yönetim ve organizasyon zaafları vardır. Rekabet güçleri düşüktür. Özgün
ürün ve tasarıma yönelik bir yetenekten yoksundurlar.
AR-GE harcamaları şirket cirolarının % 0,5’i seviyesindedir. Şirketlerde hizmet içi eğitim yok denecek düzeydedir.
Sanayi KOBİ’lerinin % 46,5’inde mühendis çalıştırılmamakta, % 22,3’ünde ise yalnızca bir mühendis istihdam
26
Ülke sanayinde üretimi esas alacak istihdam odaklı, kalkınma ve refahı amaçlayan politikalar nerdeyse bütünüyle terkedilmiş, ülke dış borç ve ithal girdi ağırlıklı ihracata ve dengesiz büyümeye dayalı ekonomik anlayışa teslim edilmiştir.
Ülkeye gelen yabancı doğrudan sermaye yatırımları
özelleştirmeye, finansman ve sigortacılık sektörlerine
yönelmiş, böylece imalat sanayinin yeni yatırımlarına
herhangi bir kaynak ayrılmamıştır. İç pazar, ithal malları
lehine genişletilmiş ve dışa bağımlılık perçinlenmiştir.
Dokuzuncu Kalkınma Planı, plansız döneme geçişi simgesi olup, AB’ye entegre ile sanayinin taşeronlaşmasının da belgesi niteliğindedir. Plan yapamayan Türkiye
başkalarının planına teslim olmuştur. Bir başka anlamda
küresel ekonominin insafına bırakılmıştır.
Ar-Ge ve inovasyon sürekli gündemde olmasına karşın
GSMH içindeki payı % 0,8’i aşamamış, ayrıca çıkarılan
yasa taslağı ile yabancı yatırımların Ar-Ge merkezlerine
teşvik verilmesi öngörülmektedir.
Bölgeler arası dengeyi kuracak ve gelir dağılımını adil bir
biçimde kalkınmada öncelikli yörelere yayacak politikalar
oluşturulmadığından, işsizlik ve yoksulluk sorunu öncelikli sorunların başında yer almakta devam etmektedir.
Planlama, sanayileşme ve kalkınma birbirinden ayrılmaz
bir üçlüdür. Bu kavramlar yalnızca sanayideki teknolojik gelişmeler veya üretim sürecinde dar anlamdaki bir sanayileşme ile eşleştirilerek tanımlanamaz. Sanayileşme ve kalkınmayı “sosyal kalkınma” anlayışı içinde, planlı bir yaklaşımla,
tarım, çevre, enerji, bilim, teknoloji, istihdam, sağlık, eğitim,
gelir, bölüşüm ve tüm diğer alanlara yönelik politikalarla bir
bütünlük içinde tanımlamak gerekmektedir.
Türkiye küresel güçlerin bize biçmiş olduğu fason üretime
yönelik taşeronlaşmış sanayi işletmelerinden oluşmuş bir
yapılanmayı kabul edecek midir? Yoksa Türkiye sanayi elbisesini yeni bir modele göre, sanayileşme ve sosyal kalkınma hedeflerine yönelik bir biçimde mi oluşturacaktır?
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
MMO tarafından kongreye sunulan “Ülke Örnekleri ile
Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Raporunda görüldüğü gibi bu ülkelerin uygulamaları, fason imalatın
sanayi içinde özgün ürün geliştirilmesini önlediğini ve
dışa bağımlılığı artırdığını ortaya koymaktadır. Türkiye
bu ülkelerin sanayileşme deneyiminden gerekli dersleri
çıkaracak ipuçlarını yakalamak zorundadır.
- Bugün her şeyden önce ülke ekonomisi ve sanayinin
planlaması zorunlu hale gelmiştir. Bu planlama, kamu
yararına çalışanların gelir dağılımını düzeltecek, işsizliği ortadan kaldıracak, sosyal, kültürel ve ekonomik
kalkınmayı sağlayacak, refahı kitlesel olarak yayacak
ilke ve araçları kapsamaktadır. Burada yatırımlara
ağırlık verilmelidir.
Ülkemizin kaynakları, küresel güçlerin baskısından bağımsız bir şekilde değerlendirildiğinde, Türkiye küresel
rekabette yer alabilecek potansiyellere sahiptir. Bilimi
ve teknolojiyi esas alan, AR-GE ve inovasyona ağırlık
veren, dış girdilere bağımlı olmayan, istihdam odaklı ve
planlı bir kalkınmayı öngören sanayileşme politikaları uygulandığında, durum değişecektir. Böylece sanayi yatırımlarında daha rasyonel seçimler yapılabilecek, ülkenin
doğal kaynakları daha iyi değerlendirilebilecek, emek ve
kaynak yoğun üretimden ileri/yüksek teknoloji yoğunluğu olan bir üretim ve sanayi yapısına ulaşılabilecektir.
- Planlama ve Kalkınma odaklı çalışmalar, tüm toplumsal mutabakatla, üniversite, sanayi ve meslek odaları ve
sektör kuruluşlarını da kapsayan geniş bir platformda
tartışılmalı, çözüm önerileri geliştirilmelidir.
Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu
bir model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek olanaklıdır.
- Mühendislik alt yapısı, AR-GE ve teknolojik gelişmenin
önemli bir planlama öğesi olarak alınması ve değerlendirilmesi, kamu yararı ön plana alınarak benimsenmelidir.
- Ülkenin ekonomisini dışa bağımlı ve kırılgan hale getiren, tam üyelik müzakere süreçleri tamamlanıncaya kadar, Gümrük Birliği anlaşması mutlaka askıya alınmalıdır.
- Yukarıdaki tespit ve önerileri sağlayacak kamu yararına
bir planlama, kalkınma ve istihdam odaklı gelişmelerin
gerçekleşebilmesi demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla egemen olduğu, insan hakları ve özgürlüklerinin tam
anlamıyla uygulandığı bir ortamın oluşturulması ile sağlanabilmelidir. Bir diğer anlamda, demokrasi ile kalkınma
birbirini reddeden değil, birbirini tamamlayan ve geliştiren durumlar olarak görülmelidir.
- AB ile üyelik müzakere süreçlerinde siyasi ödünler verilmesi istenen ve Türkiye’nin iç politikasına müdahale
eden üye tavırları reddedilerek, müktesebat değişikliklerinin tüm sektör ve sivil toplum nezdinde tartışmaya
açılması ile tüm sektörlerde ülke çıkarlarına yönelik politikalar oluşturulmalıdır.
- Sanayide üretimin Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük
Sanayi Sitelerinde yaygınlaştırılması ve KOBİ’lere rasyonel bir işletme yapısı ve ölçek getirecek düzenlemelerin
yapılması zorunludur. Bunun için öncelikle bir sanayi
envanteri çıkarılmalı, sistematik bir veri tabanı kurularak
sürekli güncelleştirilmelidir.
“Eğer planınız yoksa başkalarının planlarının bir parçası
olursunuz!”
Oysa bizler, üreterek büyüyen ve paylaşarak gelişen
bir ülkede yaşamak istiyor ve bunun olanaklı olduğunu
biliyoruz.
TÜRK MÜHENDİS VE MİMAR ODALARI BİRLİĞİ
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
27
TMMOB’DEN
TMMOB 12 EYLÜL’Ü
YARGILAMAKTADIR...
12 Eylül’ün üzerinden yirmi sekiz yıl geçti. Ama 12 Eylül,
unutulacak bir tarih değil. 12 Eylül bu ülkede faşizmin
adıdır; devletin, siyasetin, ekonomi ve toplumsal yaşamın yeniden yapılandırıldığı bir dönemeçtir.
Türkiye, darbecileri ve darbe döneminde yaşananları
yargılayamayan birkaç ülkeden biridir. Darbecilerini yargılayamadığı sürece Türkiye’deki demokrasi kavramı daima bir açıdan yaralı ve tartışmalı olacaktır.
12 Eylül 1980 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 Numaralı Bildirisiyle hayatımıza giren darbe, milyonlarca
insanın fişlendiği, yüz binlerce insanın cezaevine atıldığı, işkenceden geçirildiği, gözaltında kaybedildiği, idama
mahkum edildiği, kitapların; gazetelerin; filmlerin yakıldığı günleri beraberinde getirmiştir.
Demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir Anayasa hayata
geçirilmedikçe, sosyal hukuk devleti egemen kılınmadıkça, ekonomi ve dış politika ülke ve halkın çıkarları yerine
belli çevrelerin güdümünden çıkartılmadıkça, 12 Eylül
Anayasası ile gasp edilen grevli, toplu sözleşmeli sendikalaşma hakkı bütün çalışanlara yeniden tanınmadıkça
ve cuntacılar yargılanmadığı sürece 12 Eylül’ün yarattığı
tahribatları aşmak mümkün olmayacaktır.
Darbe yalnızca, MGK’nın yönetimi elinde bulundurduğu
dönemde değil, siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamda yarattığı travmalarla, dönüşümle, 12 Eylül Anayasası
ve kurumlarıyla günümüzde de etkisini sürdürmektedir.
Bugün yaşadığımız, planlamadan, sosyal devlet anlayışından uzaklaşma, gelir dağılımındaki adaletsizlik,
emekçilerin haklarını tırpanlama, kamunun birikiminin
özelleştirme uygulamalarıyla talan edilmesi, neoliberal
politikalarla ABD-AB, Dünya Bankası-IMF güdümünde
bir Türkiye 12 Eylül’ün sonucudur. 12 Eylül’ü yaratan
güçlerin tam da istediği sonuçtur.
TMMOB, 12 Eylül ile başlayan Türkiye’nin kapitalist küreselleşmeye eklemlenme sürecinde “Bir başka Türkiye,
Bir başka dünya”nın mümkün olduğunu bilmekte ve mücadelesini bu yönde sürdürmektedir.
Mehmet SOĞANCI
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Bugün tüm toplum kesimlerini karşı karşıya getiren ve
yine bir kısım çevrelerin ortaya koyduğu “türban” meselesi ve gericileşme de 12 Eylül’ün bir sonucu değil midir?
TMMOB 12 EYLÜL’Ü YARGILAMAKTADIR.
Halkına karşı sorumlulukları olan bu ülkenin mühendisleri, mimarları, şehir plancıları ve onların örgütü Türk
Mühendis ve Mimar Odaları Birliği bugün de sonuçları
süren 12 Eylül’ü yargılamaktadır.
28
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
İSTANBUL’DA GÜNGÖREN’DE
PATLATILAN BOMBALAR İNSANLIĞA
YAPILMIŞ BİR BÜYÜK SALDIRIDIR!
28 Temmuz 2008 günü İstanbul’da Güngören’de patlatılan bombalar ile ilgili olarak TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
27 Temmuz 2008’de İstanbul Güngören’de insanlığa ve insanımıza yapılan saldırıyı TMMOB nefretle kınamaktadır. Bu saldırı, barışa, haklara,
özgürlüklere, yaşama, iyiye, güzele karşı yapılmıştır.
Yaşamını kaybeden insanlarımızın yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Hepimizin başı sağ olsun. Yaralanan canlarımıza bir an önce şifa diliyoruz.
Siyasal iktidar bu saldırıyı yapanları, arkasındaki güçleri, karanlık ilişkileri açığa çıkarmak zorundadır.
Ülkemizin emek ve demokrasi güçlerine, emek-meslek örgütlerine, siyasal partilerimize, yüreği insanımızdan yana atan herkese, hepimize
şimdi daha büyük sorumluluk düşmektedir.
Herkesin sindirilmeye çalışıldığı bu dönemde şimdi eşit, özgür, demokratik bir Türkiye mücadelesinde, barış içinde bir arada yaşama mücadelesinde, aydınlık bir Türkiye mücadelesinde esas olan omuz omuza
durmaktır.
TMMOB üzerine düşeni yapmanın sorumluluğunun bilincindedir.
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
29
TMMOB’DEN
ARTIK YETER!
DOĞA OLAYLARI AFETE DÖNÜŞMESİN!
16 Ağustos 2008 günü 99 Marmara Depreminin 9.yılında TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
99 MARMARA DEPREMİNİ UNUTMADIK,
UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ.
Türkiye’nin yakın geçmişindeki en büyük travmalardan
biri olan 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin üzerinden tam dokuz yıl geçti. Bu dokuz yılda, olası depremler
ve sonuçları günlük konuşmalarımıza kadar girerken, ne
yazık ki deprem ve depreme karşı alınacak önlemler ile
uygulanabilir projeler hükümet programlarına girmeyi
başaramadı. Plansız kentleşme, yaşam alanlarının insan
merkezli olmaktan uzaklaşıp piyasa ekonomisine bağlı
rantların üzerinde şekillenmesi hızlanarak devam etti.
Afet, doğa olayının kendisi değil doğurduğu sonuçtur.
Depremler, heyelanlar, su baskınları gibi doğa olaylarının sonucu “afet” olmak zorunda değildir. Doğa olaylarının oluşumu engellenemezse de, yaratacağı tahribatlar,
zararlar gerekli önlemlerin alınmasıyla engellenebilir, yapısal tedbirlerle can ve mal kayıpları azaltılabilir.
Doğa olayları insan denetimi dışında geliştiği için, neden
oldukları kayıplar, genellikle yazgı olarak yansıtılarak geçiştirilmek istenmiştir. Depreme neden olan iktidarlar değildir ama depremlerin insanı vurmasına neden olan, önlem almayan iktidarlardır. Bunun kanıtlarından biri, aynı
büyüklükteki depremlerin farklı coğrafyalarda çok farklı
hasar ve zarara yol açması, bazen de hiç açmamasıdır.
Bilindiği gibi ülkemiz Yerküre’nin en etkin ve yıkıcı deprem
kuşaklarından birinin üzerinde bulunmaktadır. “Deprem
Bölgeleri Haritası”na göre, yurdumuzun %92’sinin deprem bölgeleri içerisinde olduğu, nüfusumuzun %95’inin
deprem tehlikesi altında yaşadığı ve ayrıca büyük sanayi
merkezlerinin %98’i ve barajlarımızın %93’ünün deprem
bölgesinde bulunduğu bilinmektedir. Son 60 yıl içerisin30
de depremlerde, 60 binin üzerinde vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 120 bini aşkın kişi yaralanmıştır. Yaklaşık
olarak 420 bin bina yıkılmış veya ağır hasar görmüştür.
Geçmişte birçok yıkıcı depremler olduğu gibi, gelecekte
de oluşacak depremlerde can ve mal kaybına uğrayabileceğimiz bir gerçektir.
Sonuçta Türkiye, depremle bir arada yaşamaya
mecburdur. Ama depremlerin “afet”e dönüşmesi ülkemizin ve halkımızın yazgısı olamaz! Olmamalıdır!
Gerçekte hepsi birer doğa olayı olan deprem, heyelan,
çığ ve kaya düşmesi, su baskını vb. olaylar bilinçsizce
verilmiş yer seçimi kararları, mühendislik verilerinden
yoksun imar planları, düşük standartlarda ve mühendislik hizmeti görmemiş yapı üretimi, kısaca ranta dayalı
hızlı, düşük nitelikli, tasarımsız ve plansız kentleşme ve
sosyo-ekonomik politikalar sonucu afete, yani insani ve
ekonomik yıkıma dönüşmektedir.
17 Ağustos depreminin üzerinden 9 yıl geçmesine rağmen, mühendis, mimar ve şehir plancılarının ülkemizin
deprem tehlikesi ve riski konusunda sürekli yinelediği
uyarıları, siyasal iktidarlarca dikkate alınmamıştır.
Depremlerde can ve mal kayıplarının bu kadar yüksek
olmasında imar afları birincil derecede etkendir. Bilime
ve mühendisliğe, akla ve uygarlığa aykırı olarak siyasal
iktidarlarca uygulanan rant politikaları nedeniyle, ülkemiz
sadece bir deprem ülkesi değil bir afet ülkesi olmuştur.
Bunun ekonomik sonucu her yıl GSMH’mizin ortalama
%3-%7’sinin afet zararlarına ayrılmasıdır.
Sosyal devletten ve toplum yararı ilkesinden siyasal iktidarlarca vazgeçilmesinin sonuçları her alanda olduğu
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
gibi her depremde de karşımıza çıkmaktadır ve gelecekte de çıkacaktır.
Ülkemizin deprem tehlike ve riskinin büyüklüğüyle orantılı politikalar ve programlar ne yazık ki siyasi iktidarlarca
geliştirilmemiştir ve geliştirilmesi yönünde de bir irade
görülmemektedir.
Arazi talanına, orman yağmasına yol açacak yasaları bir
çırpıda meclisten geçiren siyasal iktidar, nedense imar
yasasını, afetler yasasını, yerel yönetimler yasasını hala
düzenleyememiştir.
Ülkemizde dereler, vadiler, ormanlar, su havzaları, deprem tehlikesi içeren kısaca yapılaşmaya uygun olmayan
alanlar, rant ekonomisinin baskısı altında yapılaşmaya
açılmıştır, gelecekte açılmaması yönünde ciddi bir irade
de yoktur.
Öncelikle yapı stokunun depreme dayanıklılığının belirlenmesi, depremsellik açısından irdelenerek güçlendirme politikalarının oluşturulması ve gerekli görülen güçlendirme ya da yıkım çalışmalarının yapılması en öncelikli uygulama olmalıdır.
Tüm deprem bölgelerindeki depreme dayanıklılığı yetersiz yapıların takviyeleri için gerekli finansman-yapımdenetim politikaları oluşturulmalıdır.
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim
Kurulu Başkanı
Siyasal İktidarı, deprem konusunda sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye çağırıyoruz.
Deprem hasar, zarar ve can kayıplarının azaltılmasının
bilinen tek yolu, mühendis, mimar ve şehir plancılarının
ortak katkı ve çabalarıyla depreme dayanıklı yerleşim
alanları ve yapılar tasarlamak ve üretmektir. Bunun için,
deprem öncesi, sırası ve sonrasında yapılacak çalışmalara ilişkin kamu yararı ve ülke çıkarını gözeten ulusal
bir deprem politikası belirlenerek, ciddi programlar oluşturulmalı ve daha da önemlisi bunlar yaşama geçirilmelidir.
Yerleşme ve yapılaşma bağlamında gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, yasaların uygulanması sağlanmalı,
sağlıklı ve güvenli yapı üretimi ve denetimi sürecini, sermayeye ticari bir alan olarak teslim eden anlayış bırakılmalı, kamusal denetim etkinleştirilmelidir.
Her depremden sonra yapılan “yaralar sarılacak”
açıklamaları yerine somut önlemler alınmalıdır.
Olası İstanbul depremi ile ilgili haberler neredeyse gün
aşırı medyada yer bulurken ve 1999 depreminin üzerinden 9 yıl geçmiş olmasına karşın Marmara ve çevresindeki okul, hastane ve diğer stratejik yapıların, yapı
stokunun durumu mühendislik ölçütlerine uygun biçimde
belirlenememiştir. Onarım ve güçlendirmelerin olmazsa
olmaz koşulları “uygulanması zorunlu kurallar” haline
getirilememiştir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
31
TMMOB’DEN
NÜKLEER SANTRAL İHALESİ
İPTAL EDİLMELİDİR!
15 Eylül 2008 günü Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen Nükleer Santral nedeniyle TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
NÜKLEER SANTRAL MACERASINDAN BİR AN
ÖNCE VAZGEÇİLMELİ, NÜKLEER SANTRAL İHALESİ İPTAL EDİLMELİDİR
Mersin/Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral
için 24 Eylül günü düzenlenecek ihale ile firma seçimi
gerçekleştirilecek.
1970’li yıllardan itibaren Türkiye’nin gündemine getirilen
nükleer santrallerin ülke gerçeklerine uygun olmadığını
defalarca ifade ettik. Ülkemizi sonu bilinmez bir maceraya
sokacak olan nükleer santralleri, gelecekteki olası enerji
krizlerine çözüm olarak sunan siyasal iktidar da çok iyi
bilmektedir ki; karanlıkta kalma senaryolarının çözümü
nükleer santraller değil, “doğru enerji planlaması”dır.
32
Nükleer santrallerle ilgili yasal düzenlemelere ilişkin
yargı süreci devam ederken, ihaleye çıkılması da başlı
başına bir sorundur. Nükleer lobilerin dayatmalarıyla insanımızı ve yaşam alanlarımızı tehdit altında bırakacak
santralin yapımına ilişkin bu ihale iptal edilmelidir.
Çok uyardık, bir kez daha uyarıyoruz:
Nükleer santrallerin yapım süreleri ve maliyetleri, aldatıcı
tahminlere dayanmaktadır. Dünyadaki deneyimler, yapım
süreleri ve maliyetlerin, planlamacıların ve teknik adamların başlangıçta hesaplamadığı ölçüde müthiş oranda
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
arttığını göstermektedir. Ülkemizde de bu öngörünün gerçekleşeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Nükleer santral yapan ülke deneyimlerinden de görüyoruz
ki; yüzde 100 güvenlikli bir santral kurulamamaktadır. Güvenlik katsayılarının arttırılması maliyetleri de arttırdığından, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde maliyetleri düşürmek için güvenlik katsayıları düşük tutularak maliyetlerin
aşağıya çekileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Taşınması bile dünyada büyük protestolara yol açan
nükleer atıkları kalıcı olarak depolayacak lisans alınmış
bir depo, henüz dünyada mevcut değildir.
Nükleer santrallerle ilgili diğer bir husus denetimdir. Mevcut durumda bile çevresel denetimlerin ne kadar yetersiz
olduğu ortadayken Türkiye’nin nükleer santral kurulumunda ve işletiminde etkin bir denetim gerçekleştirebilmesi mümkün görülmemektedir.
kadar ısrarlıdır? Bu ısrarın nedeni; Türkiye’nin enerji sorununu çözmek değil, ülkemizi nükleer endüstriye pazar
yapmaktır.
Tüm politikalarını ABD, AB, IMF ve Dünya Bankası’nın
dayatmalarına göre şekillendiren siyasal iktidar, bir kez
daha insanımızı ve ülke çıkarlarını düşünmek yerine,
nükleer lobilerin dayatmaları ile ülkemiz insanı ve yaşam
alanları tehdit altında bırakmaktadır.
Halkımız “nükleer santral kurularak nükleer teknolojiye sahip olunacağı” iddiası ile yanıltılmaktadır. Bu iddia
Türkiye’nin bugün izlediği teknoloji politikalarına bakıldığında bir hayaldir. Herhangi bir teknoloji transferi ve geliştirme politikası ve bu yönde kurumsal altyapısı olmayan
bir ülkenin, ihale yoluyla ya da özel sektöre nükleer santral
yaptırması yoluyla teknoloji kazanması mümkün değildir.
Sonuç olarak;
Siyasal iktidarın nükleer santral ısrarı neye dayanmaktadır?
Ülkemizin “nükleer santrallerden elektrik üretme macerasına” atılmasına gerek yoktur. Bu ihale iptal edilmelidir.
Nükleer santraller tüm dünyada terk edilirken, neden siyasal iktidar Türkiye’ye nükleer santral yapılmasında bu
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
33
TMMOB’DEN
BU ÜLKEDE “İŞ KAZASI”, ARTIK
“İŞ CİNAYETİ”DİR.
13 Ağustos 2008 günü yaşanan iş cinayetleri ile ilgili olarak TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın
yapmış olduğu açıklamayı yayınlıyoruz.
TMMOB, “işçi sağlığı ve iş güvenliği” üzerine bir kez
daha siyasal iktidarı uyarıyor.
Bu ülkede “iş kazası”, artık “iş cinayeti”dir.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği, emeği ile geçinen yani çalışan
insanları ilgilendiren bir kavramdır. Bu kavramlara verilen
önem ülkeden ülkeye değişmektedir. Ayrıca ülkelerin
gelişmişlik düzeyleriyle, toplumlar ve toplumu oluşturan
bireylerin eğitim, kültür ve bilinç düzeyleri ile de doğrudan
ilgilidir.
Gelişmiş ülkeler yasal önlemlerle toplumsal eğitim ve
bilinçlendirme ile sorunun çözümü yönünde oldukça
mesafe kat etmişlerdir. Oysa bizim gibi sanayileşmesini
tamamlayamamış, sanayi ve demokrasi kültürü
gelişmemiş, eleştiri, öneri ve denetim sistematiklerinin
gelişmediği
ülkelerde
yara
kanamaya
devam
etmektedir.
Kapitalist küreselleşme sürecine paralel olarak
özelleştirme, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma,
kısaca örgütsüzleştirme politikalarıyla her türlü
güvenlik ve güvencelerden yoksun kayıt dışı işçilik
ve çocuk işçi çalıştırmayla katmerleşen iş kazaları
ve meslek hastalıklarının boyutu resmi istatistiklerde
yayınlanandan çok daha büyüktür. Bu ülkenin iş
kazalarında dünya yedincisi ya da Avrupa birincisi
olmak gibi bir özelliği var.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği üzerine TMMOB daha
önce çok söyledi, şimdi bir kez daha söylüyor:
Sosyal hukuk devletinde iş yasaları çalışanların
hakkını korumak ve geliştirmek amacını temel ilke
34
alırken, çıkarılan 4857 sayılı İş Yasası tamamen
işverenlerin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir.
Esnek ve kuralsız çalışmayı, işçileri başka işverenlere
kiralamayı, taşeronlaştırmayı yasal hale getiren; kıdem
tazminatlarını, fazla mesai ücretlerini, sendikal hak ve
yetkileri budayan bu yasa yerine konunun aktörlerinin
katılımı ile demokratik bir yasa çıkarılmalıdır. İş mevzuatı,
ekseni “insan” olan çağdaş bir yapıya kavuşturulmalıdır.
İş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili ulusal politikaların
oluşturulmasında Türk Mühendis ve Mimar Odaları
Birliği’ne (TMMOB) bağlı ilgili meslek odaları, Türk
Tabipler Birliği (TTB), Türkiye Barolar Birliği (TBB) ve
sendikaların katılımı sağlanarak bu konuda alınacak
kararlar çalışma yaşamına yansıtılmalıdır.
Başta KOBİ’ler olmak üzere 50’den daha az çalıştıran iş
yerlerinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının kurulması
yasalarla güvence altına alınmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği
hizmetleri bütün iş yerlerini ve tüm çalışanları kapsamalıdır. İş
sağlığı ve güvenliğine ilişkin düzenlemeler, sektör ve kurum
farkı gözetmeksizin tüm işyerleri için geçerli olmalıdır.
İş yerlerinde kurulan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kurulları,
tarafların eşit sayıda temsil edildiği demokratik yapılar
olarak düzenlenmeli ve tavsiye değil yaptırım gücüne
sahip kurullara dönüştürülmelidir.
“İş Güvenliği Mühendisliği” kavramı, TMMOB’nin önerileri
ile tanımlanmalı ve işyerlerinde iş güvenliği mühendisi
çalıştırma zorunluluğu getirilerek çalışma koşulları
yeniden düzenlenmelidir. “İş Güvenliği Mühendisleri”
ücret yönünden işverene bağlı olmamalıdır. İş güvenliği
mühendislerinin ücret çizelgeleri Bakanlık ve TMMOB’ye
bağlı ilgili meslek odalarıyla birlikte belirlenmelidir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
“İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Yasası” TMMOB, TTB, TBB,
sendikalar ve üniversitelerin görüşleri ile uluslararası
sözleşme, standart ve normlar dikkate alınarak
düzenlenmelidir.
İşyeri hekimlerinin, işyeri sağlık memuru ve hemşirelerinin
mesleki bağımsızlıkları sağlanmalıdır.
İş sağlığı ve güvenliği konusunda işbirliği, koordinasyon
ve danışma hizmetlerinin sağlanması için ilgili meslek
örgütleri, işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinin
katılımıyla
bir
koordinasyon
mekanizması
oluşturulmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği alanındaki
hizmetlerin kamusal bir hizmet olarak algılanması
gerektiği vurgulanmalıdır.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda çalışma
koşulları ve bu koşullar arasındaki nedensel ilişkileri
araştıracak, bilimsel araştırma yapacak araştırma ve
geliştirme kurumları oluşturulmalı, eğitim kurumları
özendirilmelidir.
Çalışanlar ile işverenler arasında iş sağlığı ve güvenliği
duyarlılığı ve bilincinin oluşması sağlıklı ve güvenli
işyerinin oluşumu ile paralellik taşımaktadır. Bunun
için de güvenlik kültürü, aile kültürü ve toplumsal
işçi sağlığı ve kültürü bir arada oluşturulmalı ve
özendirilmelidir.
Ergonomi sadece iş sağlığı ve güvenliği alanında
değil yaşayan her insanın yaşam felsefesi olmalıdır.
Ergonomi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin ta kendisidir.
Multidisipliner bir hizmet gerektirir. Ergonomi bilincinin
oluşturulması, bir devlet politikası haline getirilmelidir.
İş yerlerinde iş sağlığı ve güvenliği eğitimine önem
verilmeli bu konuda eğitim almamış çalışana işbaşı
yaptırılmamalıdır. İş sağlığı ve güvenliğine yönelik
verilecek eğitimler, ilgili meslek örgütleri tarafından
verilmeli bu eğitimler özerk olmalıdır. Çalışanların eğitimi,
çalışma alanındaki risklere karşı bilgilendirilmeleri,
risklere karşı kişisel donanımlarının uygun ve eksiksiz
olması sağlanmalı ve sürekli olarak denetlenmelidir.
İş sağlığı ve güvenliği önlemleri işyeri mekanı, teknoloji,
üretimde kullanılan hammadde, üretilen ürün, ergonomi
v.b. konular daha proje aşamasında planlanmalıdır.
Üretim sürecinde kullanılan ekipmanlar ve kişisel
koruyucular iş sağlığı ve güvenliği standart ve mevzuatına
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
35
TMMOB’DEN
uygun üretilmelidir. Bu konuda zorunlu standartlar
oluşturulmalı, üretim, satış ve kullanım sırasında
standartlara göre mutlaka denetim yapılmalıdır.
Tuzla Tersane Bölgesine özel olarak DİSK, TMMOB,
TTB tarafından hazırlanan raporun önerilerini de
burada bir kez daha hatırlatıyoruz.
İş güvencesi ile iş güvenliğinin birbirini tamamladığı
gerçeğinden hareketle, tüm çalışanlar insana yakışır
“norm ve standartta” bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına
alınmalıdır.
Tuzla’da ölümler, iş kazaları seri olarak devam ediyor:
Mevzuattaki İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğine ilişkin
maddelerin
eksiksiz
uygulanmasını
sağlayacak,
uygun denetimleri yapacak, işveren bu maddeleri
uygulamadığı takdirde sonuç sağlayacak ağırlıkta
yaptırımları uygulayacak merci Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı’dır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
binlerce bölünmüş işletmenin insafına kalmışken, gemi
standartları onlarca farklı aşamada bizzat tersane sahibi
ana işveren adına çeşitli kuruluşlarca (Türk Loydu gibi)
formel olarak kontrol edilmektedir. Bu kuruluşların işin
kalitesini olduğu kadar, iş sürecini güvenlik ve işçi sağlığı
açısından da kontrol etmelerine yönelik düzenlemelere
gidilmelidir.
Sigortasız ve sendikasız çalıştırma önlenmeli kayıt dışı
ekonomi kayıt altına alınmalıdır.
Meslek hastalıklarına ilişkin çalışmalar geliştirilmeli,
meslek hastalıkları hastaneleri işlevine uygun olarak
yapılandırılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır
Ucuz iş gücü olarak görülen kadın işçilik konusundaki
tüm olumsuz uygulamalar kaldırılmalıdır.
Dünyada ve ülkemizde ürkütücü boyutlara ulaşan çocuk
işçilik konusunda, çocuk emeği sömürüsü ortadan
kaldırılmalı, çocuklar rehabilite edilmeli ve eğitilmelidir.
Kazaların
tekrarlanmasını
önleyecek
tedbirlerin
geliştirilmesi ve sisteme kazandırılmasını hedefleyen
reaktif yaklaşımlar yerine kazaları hedeflemeyen,
operasyonlardaki tehlikeleri inceleyerek “Nelerin yanlış
gidebileceğini?” araştıran, önceden öngören, sonraki
aşamada “daha başka neler olabilir” sorusuna yanıt
arayan risk yönetimi yani proaktif yaklaşımlar öne
çıkarılmalıdır.
İş kazalarının önlenebilmesi için bilimsel ve teknik
yatırımların yanı sıra, çalışma yaşamının da iyileştirilmesi,
sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması,
çalışanların sosyal ve ekonomik yaşamlarının
iyileştirilmesi sağlanmalıdır.
Asıl iş olan gemi yapımının bölünerek İş Yasası’na aykırı
olarak asıl işveren -alt işveren ilişkisi kurulması takibe
alınmalı ve bu hukuk dışı durum giderilmelidir. Gemi
yapım sürecinin asıl iş alanı olan çelik profil ve sac işleme
işinin İş Yasası’na aykırı olarak çeşitli tanımlar altında “alt
işveren” de denilen taşerona verilmesinin kayıt dışılığa
neden olduğu aşikardır. Bu durum, ucuz işgücü sağlamak
amaçlı olarak iş güvencesiz, sigortasız veya kısmi
sigortalı ve iş güvenliği olmadan işçi çalıştırılmasına ve
önlenebilir iş kazalarına yol açmaktadır. Aynı zamanda
bu durumun hukuk dışılığının tespit edilmesi ve gereğinin
yerine getirilmesi sağlanmalıdır. Talebimiz, sosyal
sigortalar primlerinin ana işveren (tersane) tarafından
ve alınan ücret üzerinden ödenmesi ile her türlü kayıt
dışılığın önüne geçilmesidir.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin sunumu için belirli
işçi sayısı aranmamalı; uygulamalar devlet memurları,
kendi hesabına çalışanlar, tarım kesimi gibi yaptığı
iş ve çevresinden etkilenen tüm toplum kesimlerini
kapsamalıdır.
Özetle:
İş kazaları ve meslek hastalıklarının önüne geçilebilmesi
için işyerlerinde “önce insan, önce sağlık, önce iş
güvenliği” anlayışı yerleştirilmeli, tüm süreçlerde öncelik
işçi sağlığı ve iş güvenliğinde olmalıdır.
36
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
Yalnızca ana işverende kadrolu çalışan azınlık için
değil, fiiliyatta üretimin yüzde doksana varan kısmını
gerçekleştiren alt işveren isçilerinden de sorumlu olan
işyeri hekimleri bulundurulmalıdır.
İş güvenliğinden sorumlu mühendis ya da teknik elemanın
işverenlere karsı denetim bağımsızlığı sağlanmalı, efektif
bir üretim süreci kontrolü gerçekleştirilmelidir.
Her tersanede, işçi sayısının elliyi aşmasına bakılmadan,
işin ağır ve tehlikeli olma niteliği dikkate alınarak revir
(işyeri sağlık birimi) ve ambulans bulundurulması
sağlanmalıdır.
Gemi İnşa Sanayicileri Birliği’nin 2005’de işletmeye
başladığı polikliniğin ve iş kazası geçiren işçileri öncelikle
yönlendirdikleri Tuzla civarındaki özel hastanelerin
kayıtlarının, kayıt tutma ve bildirme pratiklerinin,
donanımının, yeterliliğinin Türk Tabipleri Birliği, SSK
ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yetkili
birimleri tarafından denetlenmesi gerekmektedir. Tuzla
Tersaneler Bölgesinde yapılan üretimin ağır ve tehlikeli
iş kolu olduğu, işçi sayısının on binler mertebesinde
olduğu göz önünde bulundurularak Tuzla Bölgesi’nde
yalnızca tersanelere yönelik tam teçhizatlı bir kamu
hastanesi kurulmalıdır.
Gemi inşaat ve tamirat isleri, 16 Haziran 2004 tarihli 25494
sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Ağır ve Tehlikeli
İşler Yönetmeliği” kapsamındadır. Bu Yönetmeliğin 5.
maddesinde işe alınan işçiler için “işe giriş hekim raporu”
(ağır işlerde çalışabilir raporu) düzenlenmesi ve her yıl
işçinin periyodik olarak sağlık kontrolünden geçirilmesi,
bunun rapor haline getirilerek işçinin dosyasında
tutulması zorunludur. Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde bu
raporu düzenlenme yetkisi olan işyeri hekimi sayısının,
son Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı raporunda
belirtildiği gibi 30 olduğu görüldüğünde, bu hizmetin
gerektiği gibi yerine getirilip getirilmediği sorgulanmalıdır.
GISBIR bünyesindeki polikliniğin donanımının da 25 bini
askın işçinin çalıştığı Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki
tüm isçilere sağlık hizmeti verecek yeterlilikte olup
olmadığının incelenmelidir.
İş Yasası’nda belirtilen, ama uygulanmayan sosyal haklar
(asıl ücret üzerinden ve düzenli sosyal sigorta ödemeleri,
kıdem, ihbar tazminatları, mesai ücretlerinin ödenmesi,
hafta sonu tatili, dini ve resmi bayram tatillerinde
uygulanması, “İtibari Hizmet” hakkının sadece kadrolu
değil, tersanelerde ağır ve tehlikeli işleri yerine getiren
tüm işçiler tarafından kullanılabilmesi) sağlanmalıdır.
Bu hakların sağlanıp sağlanmadığı habersiz ve
derinlemesine yapılan teftişlerle kontrol edilmelidir.
15 saate kadar varabilen toplam çalışma saatleri ve fazla
mesailer fiili bir mecburiyet olmaktan çıkarılmalıdır. Ağır
ve tehlikeli bir iş kolu olan ve maksimum dikkat gerektiren
tersane mesaisinde, işverenler tarafından günde 7,5 saat,
haftada 37,5 saat sınırlandırılmasına riayet edilmelidir. Zira
tersanelerdeki asıl işlerden biri olan kaynak işleri türleri,
15 Nisan 2004 tarihli ve 25434 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan “Sağlık Kuralları Bakımından Günde Ancak
Yedi buçuk Saat veya Daha Az Çalışması Gereken
İsler Hakkında Yönetmelik” kapsamına girmektedir. Bu
Yönetmelik kapsamına giren islerde fazla çalıştırma
yapılamaz (Madde 7). Bu Yönetmelik tersanelerde de
hayata geçirilmelidir. Uygulanması Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı tarafından denetlenmeli, yönetmeliği
ihlal eden uygulamalar cezalandırılmalıdır.
Ana işverenler, işçilerin ulaşımlarını kolaylaştırmak
üzere servis sağlamalı, yemekleri çalışanların ihtiyacını
karşılayacak şekilde çalışanlarla birlikte belirlemelidir.
Ayrıca yemekhanelerin ve soyunma odalarının şartları,
işçi sağlığının ayrılmaz parçaları olarak taşeron ve
kadrolu isçi ayrımı yapılmadan denetime ve yaptırıma
tabi tutulmalıdır.
Yukarıda özetlenen çalışma şartlarının yaşandığı
bir sektörde sendikal örgütlenme her zamankinden
daha önemli gözükmektedir. Engellenebileceği halde
gerçekleşen ölümlü iş kazalarının çoğunlukla alt işveren
ilişkileri içinde gerçekleştiği göz önüne alınırsa, sadece
kadrolu isçilere yönelik bir örgütlemenin çalışma şartlarını
iyileştiremeyeceği açıktır. Taşeron firma ve fason atölye
isçilerine kadar yayılmış bir sendikal örgütlenme bu
sektörde insani çalışma şartlarının teminatıdır. Bu
nedenle, Tuzla’da çalışan tüm işçilere yönelik sendikal
örgütleme faaliyeti yürüten DİSK’e bağlı Limter-İs
Sendikası’nın üzerindeki fiili baskılara son verilmeli,
sendikalı işçiler ve sendika aktivistleri işten atılmamalıdır.
Ayrıca tüm çalışma hayatı için kanayan bir yara olan,
sendikal örgütlenme üzerindeki yasal engeller de (noter
şartı, sektör ve işyeri barajları vb.) kaldırılmalıdır.
İş kazalarına sebebiyet verenler yargılanmalıdır.
İşverenlerin, maliyet avantajını korumak amacıyla
tersanede yarattıkları çalışma şartları, işçilerin
ölümlerine, sakat kalmalarına ve meslek hastalıklarına
yakalanmalarına neden olmaktadır. İş kazası veya
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
37
TMMOB’DEN
meslek hastalığı durumunda söz konusu olan yasal
süreçlerin yavaş islemesi, bu maliyeti bir kez daha isçiler
üzerine yıkmaktadır. Yargı sürecinin uzun sürmesi,
mâli imkânsızlıklar ve baskılar nedeniyle açılamayan
davalarda da, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
mağdurların lehine ceza davalarının takipçisi olmalıdır.
Bu destekle tersanelerdeki iş kazalarının üstünü örten
ve yenilerine davetiye çıkartan “kan pazarlığı” pratiğinin
önüne geçilebilir.
Sonuç yerine:
TMMOB siyasal iktidarı uyarıyor:
İş kazaları önlenebilir. İş cinayetlerinin ise sorumluları vardır.
Sorumluluğunuzu yerine getirin.
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
38
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
TMMOB’DEN
TMMOB, TÜBİTAK YASASINDAKİ
DEĞİŞİKLİKLERİ SORGULUYOR.
18 Ağustos 2008 günü TÜBİTAK Yasasındaki değişiklikler hakkında TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet
Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz.
nolojik işbirliklerini organize etmek ve yürütmek; Bilimsel
dergiler, popüler bilim kitapları ve dergileri yayımlamak.
278 sayılı Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında Kanun ilk olarak 17/7/1963
tarihinde yürürlüğe girmişti. Siyasal iktidarın önerileri
doğrultusunda 31/7/2008 tarihinde TBMM’de kabul edilen Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu
Kurulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair 5798 Sayılı Kanun Cumhurbaşkanlığı makamınca
onaylandı. 13 Ağustos 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. 1 Eylül 2009 da yürürlüğe giriyor.
TÜBİTAK, ülkenin bilim ve teknoloji politikasını belirleme
sorumluluğunu, ilk kez ‘’Türk Bilim politikası; 1983-2003’’
dokümanını hazırlama görevini üzerine alarak, üstlenmişti.
Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun 1983 yılında kurulması
ve bu kurulun sekretarya görevinin TÜBİTAK’a verilmesi, bu
sorumluluğu belirgin ve somut bir görev haline getirmişti.
Doğa bilimlerinin çeşitli alanlarında bilimsel araştırma ve
teknolojik gelişmeyi, ulusal ekonomik kalkınma hedeflerine göre düzenlemek, koordine etmek ve özendirmekle
görevli, merkezi bir kuruluş olan TÜBİTAK, özel bir kuruluş kanununa sahip olması nedeniyle mali ve kısmi idari
özerkliğe sahipti.
TÜBİTAK, bilimsel araştırmalara çok büyük bir destek
veren, ülke ölçeklerine göre çok büyük bütçeye sahip
olan ve pek çok araştırmaya ödenek sağlayan bir kurumdu. Bu özellikleri ile, yağmacı ve talancı zihniyetin
iştahını kabartan ve bir an önce fetih edilmesi gereken
bir kurum özelliği de taşımaktaydı.
Kurumun başlangıçtaki iki temel görevi, akademik araştırmaları desteklemek ve genç araştırmacıları teşvik
etmek, özendirmekti. Bu görevleri yerine getirebilmek
amacıyla, temel bilimler, mühendislik, tıp, tarım ve hayvancılık alanlarında dört araştırma grubu ile en üst karar
organı olan Bilim Kurulu’na bağlı bir Bilim Adamı Yetiştirme Grubu kurulmuştu.
Sonra bilinenler oldu.
Kurumun temel işlevleri şöyle sıralanabilir: Türkiye’nin
bilim ve teknoloji politikalarını belirlemek; Akademik ARGE desteği vermek, özendirmek ve izlemek; Endüstriyel
ATG ve yenilikleri desteklemek, özendirmek ve izlemek;
Üniversite sanayi ilişkilerini geliştirmek; Ulusal öncelikler
doğrultusunda ATG çalışması yürüten AR-GE enstitüleri
işletmek; AR-GE faaliyetleri için kolaylık ve teknik hizmet
sağlayan birimler işletmek; Geleceğin bilim adamlarını
keşfetmek ve teşvik etmek; Bilimsel mükemmelliği teşvike
yönelik yıllık ödüller vermek; Uluslararası bilimsel ve tek-
TMMOB’nin “TÜBİTAK SİYASALLAŞTIRILMAMALIDIR.” uyarılarına rağmen:
AKP hükümetinin birinci döneminde önerdiği ve TBMM
onayından geçen TÜBİTAK Yasası’ndaki değişiklik, dönemin Cumhurbaşkanı tarafından “veto” edildi. Yasa yeniden TBMM onayından geçirildi, ancak bu defa da 29
Ocak 2004’te Anayasa Mahkemesi’nce “iptal” edildi.
AKP hükümeti ikinci döneminde yine TBMM gücüne dayanarak, bu kez bir kez daha TBMM’ye değişikliklerini önerdi. TBMM’de kabul edilen tasarı Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül tarafından onaylandı. Resmi Gazete’de yayımlandı.
17/7/1963 tarih ve 278 Sayılı Yasa’nın değişiklik yapılan
4. maddesinin girişi ve “a” bendi şu şekildeydi:
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
39
TMMOB’DEN
Madde 4 - (Mülga: 21/10/1987 - KHK - 294/11 md.; Yeniden
düzenleme:18/8/1993-KHK-498/4 md.)
Bilim Kurulu, Başkan ve on iki üyeden oluşur. Kurum Başkanı aynı zamanda Bilim Kurulu’nun da başkanıdır. Başkanın olmadığı zaman, görevlendireceği bir Bilim Kurulu üyesi
Başkanlığa vekâlet eder. Bilim Kurulu’nun toplantı ve karar
yeter sayısı yedidir.
Bilim Kurulu’nun on iki üyesinden sekizi, müspet bilimler alanında eser, araştırma ve buluşlarıyla tanınmış kişiler arasından, diğer dördü özel veya kamu kesiminden üstün nitelikli
hizmetleriyle tanınmış kişiler arasından seçilir. İlk gruptaki
sekiz üyenin en az yarısının Türkiye Bilimler Akademisi asli
üyesi olması zorunludur.
a) Üyelik Süresi: Bilim Kurulu üyelik süresi 4 yıldır. Açılacak
üyelikler için Kurul tarafından gizli oyla ve üye tamsayısının
çoğunluğu ile seçim yapılır. Süresi biten üye, ancak bir dönem daha seçilebilir. İstifa veya ölüm gibi sebeplerle boşalan
üyelikler için yukarıdaki esaslara göre yeni üye seçilir. Bu suretle seçilen üye yerine seçildiği üyenin süresini tamamlar.
Bilim Kurulu üyeliği seçimi, Başbakanın onayı ile kesinleşir.
4. Maddenin girişi ve “a” bendi de 5798 Sayılı yasayla
şu şekilde değiştirildi:
MADDE 2 - 278 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi aşağıdaki
şekilde değiştirilmiştir.
“MADDE 4 - On iki üye ile Başkandan oluşan Bilim Kurulu,
Kurumun en üst karar organıdır. Başkan, Kurumun ve Bilim
Kurulunun Başkanıdır. Bilim Kurulunun toplantı ve karar yeter
sayısı yedidir. Bilim Kurulu üyelerinin seçilmesi, seçim usulü,
üyelerin görev süresi ile Bilim Kurulunun görev ve yetkileri
aşağıda gösterilmiştir.
a) Bilim Kurulu üyelerinin seçilmesi:
1) Bilim Kurulunun altı üyesinin, bilimsel ve teknolojik alanlarda eser, araştırma ve buluşlarıyla temayüz etmiş ve/veya
araştırma ve teknoloji yönetimi konusunda yetkinliği olan,
bilimsel ve teknolojik sistem, kurum ve birimleri başarı ile
kurmuş ve/veya yönetmiş olması gerekir. Bu üyelerden beşi
Bilim Kurulu tarafından belirlenen on, biri Yükseköğretim Kurulu Genel Kurulu tarafından belirlenen iki aday arasından
Başbakan tarafından seçilir.
2) Bilim Kurulunun üç üyesi, Türkiye Bilimler Akademisinin
asli üyeleri arasından, biri fen ve teknik bilimler alanından,
40
biri sosyal ve beşeri bilimler alanından ve biri de sağlık bilimleri alanından olmak üzere, Bilim Kurulu tarafından belirlenen altı aday arasından Başbakan tarafından seçilir.
3) Bilim Kurulunun üç üyesinin, lisans öğreniminden sonra
kamu kurum ve kuruluşlarında ve/veya özel sektörde en az
on yıl deneyim sahibi olmuş, mesleğinde temayüz etmiş ve
üstün nitelikli hizmetleriyle tanınmış olması gerekir. Bu üyelerden biri Bilim Kurulu tarafından belirlenen iki ve ikisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından belirlenen dört aday
arasından Başbakan tarafından seçilir.
4) Başkanın Bilim Kurulu üyeleri arasından atanması halinde, boşalan Bilim Kurulu üyeliği için aynı kontenjandan yukarıda belirlenen usul ve esaslara göre yeni üye seçilir. İstifa,
ölüm veya devamsızlık gibi sebeplerle boşalan üyelikler için
yukarıdaki esaslara göre yeni üye seçilir.
TMMOB, 28 Nisan 2005 tarihinde yaptığı basın açıklamasında uyarmıştı:
Bilim ve Teknik alanlarının dışındaki bilim alanlarına da TÜBİTAK yolu açılarak, yeni bir kurumlaşmaya gidildiği izlenimi yaratılacak, yasa çıktığında mevcut üyelerin görevlerinin
sona ermesi sağlanmış olacak. Böylelikle, “siyasi” tercihlerin
kurula yansıtılması kolaylaştırılmış olacak. TÜBİTAK neden
ele geçirilmeye çalışılır? TÜBİTAK böylesi bir siyasal yapının
içerisine çekilirse, araştırmalara ayrılan trilyonlarca ödenek
objektif olamayan kriterlere göre dağıtılabilecek, bilimsel niteliklerine göre çalıştırılan kadrolar siyasallaştırılabilecektir.
Bilimsel bir kurumun, idari olarak tamamen özerk olması
gerekirken, idari özerkliği yok etmek o kurumu bilimsel bir
kurum olmaktan çıkaracaktır.
Şimdi TMMOB sormaktadır:
TÜBİTAK’a ne yapılmak istenmektedir? “Veto”ya, Anayasa
Mahkemesi’nin iptaline rağmen siyasal iktidarın TÜBİTAK
Yasası ile uğraşmasının asıl nedeni nedir? Bilim Kurulu
neden Başbakan tarafından belirlenmek istenmektedir?
Başbakan atamalarını hangi nedenlere dayanarak gerçekleştirecektir? TÜBİTAK, bundan sonra bilimin ve teknolojinin
değil rantın idaresi haline mi getirilecektir?
Şimdi TMMOB kamuoyuna söylemektedir:
Sanırız öngörümüzde haklı çıktık. TMMOB, bundan böyle
TÜBİTAK’ı takip edecektir.
Mehmet Soğancı
TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA: SANAYİ
Giriş
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunun değişik aşamalardan geçerek günümüzdeki bilimsel anlamını kazanması
çok uzun tarihsel süreç içinde olmuştur. Birçok uzmanlık
alanından bilim insanlarının çalışmaları sonucunda günümüzde bir bilim dalı haline gelen işçi sağlığı ve iş güvenliği, üretim sürecindeki ve toplum yaşamındaki değişimlere bağlı olarak gelişim göstermiştir. İnsanlığın doğa
ile savaşımı ile başlayan ve değişik aşamalardan geçen
çalışma yaşamındaki gelişmeler, işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarının da gündeme gelmesine yol açmıştır.
Üretim araçlarında ve üretim yöntemlerindeki değişim ve
dönüşümler sonucunda çalışanların sağlık ve güvenlik
sorunları da çoğalmış ve giderek önem kazanmaya başlamıştır. Tarih boyunca çalışma yaşamındaki gelişmeler,
işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki gelişmelere de
kaynaklık etmiştir.
Çalışanların işyeri ortamındaki fi ziksel ve kimyasal
etmenlerin zararlarına, üretim araç ve gereçlerinin
tehlikelerine, kullanılan ham ve yardımcı maddelerin
çeşitli zararlı etkilerine maruz kalmaları işçi sağlığı ve
iş güvenliği sorunlarının temelini oluşturmaktadır. Bu
sorunları ortadan kaldıracak sağlık ve güvenlik önlemlerinin saptanması ve uygulamaya konulması üretim
sürecindeki gelişmelerin bilimsel yöntemlerle incelenmesi ile olanaklıdır. Böylece sorunların ana kaynaklarını saptamak kolaylaşacak, alınacak güvenlik ve sağlık önlemlerinin özellik ve nitelikleri ile uygulama alan
ve yöntemlerinin belirlenmesi sağlanabilecektir. Bu
nedenle üretim sürecindeki değişimlerle, işçi sağlığı
ve iş güvenliği konusundaki gelişmeleri tarihsel akışı
içinde incelemek gereklidir.
1. DÜNYADAKİ GELİŞMELER
1.1. Sanayi Devrimi Öncesi
İlk insanla başlayan üretim süreci boyunca üretim teknik ve biçimleri de değişmiştir. Taşın ve toprağın işlenmesi, madencilik tekniklerinin geliştirilmesi, ateşin
bulunması, giderek buhar gücünden yararlanma olanakları, iş aletlerinin ve üretim araçlarının gelişiminde önemli etkiler yaratmıştır. Çalışma yaşamındaki
gelişmelerin yarattığı sorunların çözümü için yapılan
çalışmalar işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gelişiminde
de temel unsurlar olmuştur. Bu nedenle yapılan işle
sağlık arasında ilişki kurmanın tarihçesi oldukça eski
çağlara dayanmaktadır.
Bugünkü anlamda işçi sağlığı ve iş güvenliği olarak
tanımlanabilecek çalışmalar ilk olarak köleci toplumlardan eski Roma’da gözlenmiştir. Bu dönemde birçok bilim insanı bugün bile geçerli sayılabilecek çalışanların
sağlık ve güvenliğine yönelik öneri ve savlar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan ünlü tarihçi Heredot ilk kez çalışanların verimli olabilmesi için yüksek enerjili besinlerle
beslenmeleri gerektiğine değinmiştir. M.Ö. 370 tarihinde Hipokrates ilk kez kurşunun zararlı etkilerinden söz
etmiş, kurşun koliğini tanımlamış, halsizlik, kabızlık,
felçler ve görme bozuklukları gibi belirtileri saptamış
ve bulguların kurşun ile ilişkisini açık bir biçimde ortaya
koymuştur. Roma İmparatorluğu döneminde toksikoloji
oldukça ilerlemiş, birçok bitkisel zehir, arsenik ve arsenik asidinin sülfid tuzları bulunmuştur. Dioscorides ise
zehirleri bitkisel, hayvansal ve mineral kaynaklı olmak
üzere kökenine göre üçe ayırmış ve bu ayrım yüzyıllar
boyunca kullanılmıştır.
M.Ö. 200 yıllarında Hipokrates’in çalışmalarını daha da
geliştiren Nicander, kurşun koliği ve kurşun anemisini
incelemiş ve bunların özelliklerini tanımlamıştır.
Bu
dönemde yapılan çalışmalar sağlık ve güvenlik sorunlarının saptanması ve tanımı ile sınırlı kalmamış, zararlı
etkilerden korunma yöntemleri de geliştirilmiştir. Nitekim
M.S. 23 ile 79 yılları arasında yaşamış olan Plini, çalışma ortamındaki tehlikeli tozlara karşı çalışanların korunması amacıyla maske yerine geçmek üzere başlarına
torba geçirmelerini önermiştir. Juvenal ise, özellikle demircilerde görülen göz yakınmaları ve göz hastalıklarının
yapılan işten kaynaklandığını, sürekli olarak ayakta çalışanlarda varislerin oluşabileceğini açıklamıştır.
Daha sonraları feodal toplumlarda çalışanların sağlık
ve güvenliklerinin korunması yönünde ne tür çalışmalar yapıldığı konusunda yeterince bilgi edinilememiştir.
Oysa bu dönemde de uzun yıllar boyunca üretim araç ve
tekniklerinde önemli gelişmeler olmuş, üretim sürecinde
giderek daha çok sayıda yer alan insanlar, iş kazaları
ve meslek hastalıklarına maruz kalmışlardır. 1473 yılında kuyumcularla ilgili bazı hastalıkları inceleyen Urlich
Ellenbrong yalnızca izlenimlerini bildirmekle yetinmiştir.
Daha sonraları ise, çalışanların sağlık ve güvenlik sorunlarının çözümünde, Paracelsus, Acricola ve Ramazzini
önemli çalışmalarda bulunmuşlar ve sorunların çözümüne katkı sağlamışlardır.
1493 ile 1541 yılları arasında yaşayan Alman düşünür ve
hekimi Paraselsus Basel Üniversitesi’nde verdiği derslerle, tıpta yeni bir anlayışa öncülük etmiştir. 1528 yılında
DOSYA
Ceren ÖRTEN, Mehmet BESLEME, Şafak HALICI
TMMOB Kimya Mühendisleri Odası
BİTKİSEL YAĞLARIN EKONOMİ POLİTİĞİ
Artan dünya nüfusunu besleyebilecek dünya yüz ölçümü sınırlıdır. Erozyonlar, yeni yerleşim yerlerinin açılması, yeni fabrikalar, yollar açılması ve genişletilmesi
gibi nedenlerle tarıma elverişli alanlar giderek azalmaktadır. Yeryüzündeki yaşama alanının sınırlı olması yeni
tarım alanlarının tamamının üretime açılmasına engel
teşkil etmektedir. Buna rağmen modern tarım teknikleriyle, modern teknolojinin sunduğu kolaylıklardan da
yararlanılarak birim alandan elde edilecek ürün miktarının dünya nüfus artışıyla dengeli olacak şekilde ürün
kaybı olmaksızın arttırılması da gerekmektedir. Artan
dünya nüfusunda kişi başına düşen gıda gereksinimi,
bununla orantılı olarak ihtiyaç duyulan yağ miktarı gereksinimi ile birlikte artmaktadır. Bu nedenle bu yağların hammaddesi olan yağlı tohum bitkilerinin önemi de
ortaya çıkmaktadır.
İnsan sağlığında yüksek enerji verme katkısı ile olmazsa olmaz besin kaynaklarından olan ve ülkemizde tarımı
yapılan yağlı tohumlar (ayçiçeği, pamuk, soya, yerfıstığı,
haşhaş, susam, kolza ve aspir tohumu)(Tablo 1.), insan
vücudu için önemli yağ asitleri, posa, mineral (potasyum,
çinko, bakır, magnezyum) ve E vitamini içeriğine sahiptir.
Enerji veren besin bileşeninde en yüksek değere sahip
olan bu yağlar, bitkisel ve hayvansal kaynaklardan sağlanmaktadır. Ancak hayvansal kökenli yağların üretiminin bitkisel yağların üretimine nazaran daha pahalı ve
yetersiz oluşu nedeniyle, insan beslenmesi için gerekli
olan yağların büyük bir kısmı (%83) bitkisel kökenli yağlardan karşılanmaktadır. İnsan beslenmesinde tüketilen
sıvı yağların % 40’ı ayçiçeğinden olup, bunu %30 ile pamuk yağı, %12 ile soya yağı, %8 ile zeytin yağı, %5 ile
mısır yağı ve %5 ile diğer yağlar (haşhaş, kolza, palm
yağı vd.) takip etmektedir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
43
DOSYA
DOSYA
Özellikle yemeklik yağ fiyatlarındaki artışın nedenleri;
•
Dünyada küresel ısınma nedeniyle yaşanan iklim
değişikliği ve yaşanan kuraklıktan dolayı tarım ürünlerinde karşılaşılan rekolte düşüklüğü,
Tablo 1: Bazı Bitkisel Yağlı Tohumların Yağ İçerikleri ( % )
Kaynak: Taşan, 2006
•
Dünyadaki 4500 farklı bitkisel yağ türünün 100 tanesinde ticari açıdan uygun yağ içeriği mevcuttur ve
bunların da sadece 22 tanesinin ticari anlamda üretimi
yapılmaktadır.
Bir insanın günlük gereksinim duyduğu yağ miktarı yaklaşık olarak 80 gramdır ve bu gereksinimin üçte biri sıvı
yağlardan, diğer üçte biri katı yağlardan ve geri kalan
üçte biri de peynir, süt vb. gıdalardan karşılanmaktadır.
Ayrıca, yağlı tohumlar hayvan beslenmesinde karma
yem hammaddesi küspe ve alternatif enerji kaynağı
olan biyoyakıt üretiminde hammadde olarak da kullanılmakta, gıda sanayi başta olmak üzere, yem, kozmetik,
boya ve enerji sektörlerine hammadde sağlaması bakımından, ülke ekonomisinde büyük öneme sahip ürün
grubumuzu teşkil etmektedir. Bu denli yüksek öneme
sahip yağlı tohumların önemi dünyamızda ve ülkemizde
gitgide artmaktadır.
GIDA KRİZLERİ VE RİSKLER
Son yıllarda dünyamız, çok önemli sosyal ve ekonomik olayların beraberinde krizler yaşıyor. Gıda fi yatları 1945’ten bu yana en yüksek düzeyine ulaşmış
durumdadır. 2007 ve 2008 yıllarında dünya çapında
gıda fi yatlarındaki yüksek artışlar bir küresel krize dönüşmüş, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklara, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal huzursuzlara
neden olmuştur. Bu krizin nedeni tarım ürünleri üreten
ülkelerde kuraklığın yaşanması ve petrol fi yatlarının
gün geçtikçe artması olarak değerlendirilebilir. Krizin
başlamasıyla birlikte dünya egemenleri, likidite sağlayan, fi yat belirlenmesine ve enformasyonun doğru
ve etkin kullanılmasına yarayan “hedge fonları” olarak
adlandırdıkları yatırım fonlarını fi nans piyasalarından,
emtia piyasalarına kaydırarak, buradan tarım ürünleri
emtia piyasalarına el atmışlardır. Spekülatif fi yat artışının nedenini, bu egemenlerce büyük miktarlarda tarım ürünleri alımı olarak değerlendirmek mümkündür.
44
• Gübre ve nakliye ücretleri artışının gıda fiyatlarına
yansıması,
Fosil yakıtların tükenme korkusu ve petrol fiyatlarındaki artışlardan dolayı yenilenebilir enerji kaynaklarına
ve dolayısıyla kolay elde edilebilir hammadde niteliği taşıyan yağlı tohumlardan biyoyakıt, biyodizel, biyoetanol,
biyogaz, biyoselüloz üretimine yönelinmesi.
Sayılan tüm işlevleri dikkate alındığında, pek çok otorite ve araştırıcı tarafından özet olarak vurgulandığı gibi,
yağların canlı yaşamındaki işlevinin, “Yağ tüketimi olmaksızın, insan yaşamı mümkün değildir.” şeklinde belirtilmesi, hiç de iddialı bir görüş olmamaktadır.
BİYOYAKIT ÜRETİMİ
Dünyanın yeni bir enerji çağına girdiği ve enerjinin üretim, dağıtım ve tüketiminde teknolojik bir değişim geçirildiği yönünde ciddiye alınması gereken tespitler vardır.
Bir yandan enerji tüketiminde en büyük paya sahip olan
petrolün üretimindeki azalma eğilimleri, bunun sonucunda petrol fiyatlarının artması, diğer yanda hidrokarbon
rezervlerinin zengin olduğu bölgelerin ve ticaret yollarının kontrolünün uluslararası çatışmaların konusu haline
gelmesi sonucunda tüm dünyada enerji arz güvenliğine
ilişkin riskler artmaktadır.
Enerji arz güvenliğinde ortaya çıkan risklerin yanı sıra,
enerji üretim ve dönüşüm süreçlerinin iklim değişikliğinin
nedeni olarak görünen sera gazlarının önemli bir kaynağı olması mevcut enerji sistemlerinin sürdürülebilirliğini
tehlikeye sokmaktadır.
Bu durum enerji alanında yeni enerji kaynakları ve üretim,
dönüşüm teknolojileri konusundaki arayış ve girişimleri
arttırmaktadır. Bu gelişmeler çerçevesinde, özellikle yenilenebilir enerji kaynakları, önemi giderek artan kaynaklar
arasındadır. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında yer
alan biyokütle-biyogaz ısınma ve elektrikte kullanılması
bakımından, sıvı haldeki biyoyakıtlar ise ulaştırma sektöründe, enerji arz güvenliğinde, sera gazlarının azaltılması
gibi ihtiyaçlarda dikkate alınması gereken kaynaklardır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Avrupa Parlamentosu (AP) ve Avrupa Konseyi’nin çevreyi korumak ve küresel ısınmayı önlemek amacıyla motorine biodizel, benzine ise biotenol katılmasını zorunlu kılması, 2010 yılına kadar eklenmesi gereken biyodizel ve
bioetonol miktarlarının %5’e kadar yükselmesi gerekliliği
ile üreticinin biyoyakıtlara yönelimini hızlandırmıştır.
Yenilenebilir enerji kaynaklarından olan biyodizelin yağlı
tohumların, biyoetanolün ise nişasta veya şeker içeren
mısır, buğday, arpa, şeker pancarı gibi tarımsal kaynakların işlenmesiyle üretildiği dikkate alınırsa ülkemizde petrolden sonraki en büyük ithalatı yağlı tohumların
oluşturduğu görülecektir. Dolayısıyla Türkiye’de bitkisel
yağ açığı önemli boyutlara ulaşmıştır. Ülkemizde 1,7 milyon ton civarındaki yağ tüketiminin ancak 650-700 bin
tonu, 420-450 arası olduğu söylenen yerli üretim tesisinden üretilmekte, kalanı ithalat yoluyla karşılanmaktadır.
1989’da 564 bin tonla sınırlı olan yıllık yağ, yağlı tohum
ve küspe ithalatı bugün 2 milyon 500 bin tonlara ulaşmış durumdadır. Türkiye yağlı tohum ve ham yağ ithalatı
için her yıl ortalama 1 milyar dolar ödemektedir. Buna lif
pamuk ve hayvan yemi de eklendiğinde, rakam yaklaşık
3,5 milyar doları bulmaktadır. Bitkisel yağlardaki ayrışımdan elde edilen yüzlerce ester, kimya sektöründe yaygın
olarak kullanılmakta ve ülkemiz bunun yan ürünlerini de
yine tamamen ithalat yoluyla karşılamaktadır.
ve gıda ürünlerinin fiyatını yükselttiği..” yorumu da bu tezi
güçlendirmektedir. Dünyamız üzerinde her türlü siyasi ve
politik konuda hegemonya kuran ABD gibi egemenler tarım politikalarında da kendi çıkarları doğrultusunda başkasını yok sayarak fakir ülkelerinin tarım alanlarını gasp
edip üretimlerini sadece biyoyakıta yönelik yapmaktadırlar. Biyoyakıta yönelik tarım alanlarının açılması için
ormanların yok edilmesi daha fazla karbon dioksit salınımına yol açmaktadır. Uzmanlara göre ormanlara yapılan
bu tahribat 17 ila 420 kat daha fazla karbon dioksit salınımına neden olmaktadır.
DÜNYA’DA BİTKİSEL YAĞ ÜRETİMİ
Dünyada yağlı tohumlar tarımında; soya fasulyesi, yerfıstığı, ayçiçeği, kolza (veya kanola), mısır, zeytin, susam, palmiye tohumu, yağ keteni, aspir, hindistan cevizi
ve hintyağı bitkileri anlaşılmaktadır. Ancak ülkemizde
gerçek anlamda bu bitkilerden üretimi yapılan sadece
yağlık olarak ayçiçeği ve zeytin bir miktar da soya fasulyesi yan ürün olarak da yağ elde edilen mısır ve pamuktur. Dünyada bu bitkilerin oranlarına baktığımızda,
Bu arada, yukarıda bahsettiğimiz gibi küresel ısınma ve
tarımda yaşanan problemler ile birlikte dünya’da ve ülkemizde “Biyoyakıt”a olan ilgi de gün geçtikçe artmaktadır.
Dolayısıyla bitkisel yağdaki ithalat rakamları hayli yüksek iken, biyodizelin de önemli hammaddesi olan yağlı
tohum içeren bitkilerin teşvik ve üretimi daha çok önem
kazanmaktadır.
Doğru politikalar uygulanmadan, insan için bu kadar hayati öneme sahip olan yağlı tohumların biyoyakıt üretiminde hammadde olarak kullanılması sanıldığı gibi ne
çevreci bir yaklaşımdır ne de dünyamız için kalkınmacı
tarafı olan bir harekettir. Aksine yağlı tohumların gıda
amaçlı kullanım alanlarını hiçe sayarak sadece biyoyakıta yönelik üretim yapmak dünyamızda var olan açlık ve
yoksulluğun hızından hiçbir şey kaybetmeden ilerlemesine ve ülkemiz de dahil birçok ülkede gıda fiyatlarında
yükselişe ve kıtlığın boy göstermesine sebep olmaktadır.
Dünya bankası başkanı Robert Zoellick’e göre “Zengin
ülkelerin biyoyakıt üretim politikaları dünyada 100
milyon kişiyi yoksulluğa itebilir.” açıklaması ve BM
Gıda Hakkı raportörü Jean Ziegler’in “Dünyada büyük
miktarda biyoyakıt üretiminin insanlığa karşı suç olduğu
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
45
DOSYA
DOSYA
ülkemizden tamamen farklı bir durum göze çarpmaktadır. Dünya toplam ekim alanı olan 200 milyon hektardan
290 milyon ton yağlı tohum üretimi gerçekleştirilmiş
iken bu üretimin % 53’ü soya fasulyesi, % 13’ü kolza
(kanola), %12’si pamuk tohumu, %10’u ayçiçeği, %7’si
kabuklu yerfıstığı ve %5’inin de palmiye çekirdeği, susam, keten, hintyağı ve hindistan cevizinden oluştuğu
görülmektedir.
Petrol fiyatlarındaki artışın ve küresel iklim değişikliği
dolayısıyla yaşanan kuraklığın etkisiyle tüm dünyada
yağlı tohum fiyatlarında çok büyük yükselmeler yaşanmaktadır. Dünya genelindeki petrol fiyat artışı, alternatif
yakıt olarak dile getirilen biyoyakıt üretiminde bitkisel
yağların kullanılmasını gündeme getirmiş ve talebini de
artırmıştır. Başlıca bitkisel yağ üretiminde dünyada başta gelen ülkeler; soya yağında ABD, ayçiçeğinde Rusya, Ukrayna, AB, kolzada AB, Çin ve Palm yağında ise
Malezya ve Endonezya’dır. Dünyadaki başlıca ülkelerin
toplam yağlı tohum üretimi Tablo 2.’de ve Dünya’da
yağlı tohum üretimi Tablo 3.’de görülmektedir.
yılında dünya yağlı tohumlar üretimi %4 oranında azalmış, tüketim ise %2 oranında artmıştır.
Dünyada ilerleyen yıllardaki yağlı tohum politikaları ile
ilgili OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü)
2007-2016 Yılları Tarım Raporunda toplam yağlı tohum
üretiminin toplamda 350 milyon ton üzerinde olacağını öngörmektedir. Gelecekte yaşanacak olan fosil yakıt azalması ve çevreci yaklaşımla biyoyakıtın piyasa
hakimiyeti sağlayacağı öngörüsüne sahip olan Tablo
2.’deki ülkelerden de anlaşılacağı üzere ABD beraberinde Arjantin ve Brezilya’nın yağlı tohum üretiminde
önde geleceği ve diğer ülkelerin de ithalatçı konumuna
gerileyeceği aşikardır. Yağlı tohumların enerji tarımında
kullanılmasının artmasıyla dünyada ciddi bir gıda krizinin kapıda olduğu ise düşündürücüdür. Dünya yağlı tohumlarının biyoyenilenebilir enerji hammaddesi olarak
kullanımı Şekil 1’de Yıllara Göre Bitkisel Yağ Fiyatlarının Ham Petrol Fiyatına Göre İlerleyişi ise Tablo 4.’de
verilmiştir.
Son beş yılda Dünya yağlı tohumlar üretimi %17 artarken, tüketimi %21 oranında artış göstermiştir. 2007
Tablo 2: Başlıca Ülkelerin Yağlı Tohum Üretimi (mil mt) 2006/2007
Kaynak: Önder SERİN
Tablo 3: Dünya Yağlı Tohumlar Üretimi (Milyon Ton)
Kaynak: Dr. Hüseyin Büyükşahin
Şekil 1. Dünya’da tüketilen yakıtların biyoyenilenebilir hammadde kaynakları (milyon ton)
Kaynak: FAL
46
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Tablo 4: Yıllara Göre Bitkisel Yağ Fiyatlarının Ham Petrol Fiyatına Göre İlerleyişi
Kaynak: Dr. Hüseyin Büyükşahin, Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği
Türkiye’de Bitkisel Yağlar
Ülkemiz 26,5 milyon hektar ekilebilir alana sahiptir.
Bunun %20’si sulu tarım alanıdır. Ülkemizde ve dünyada giderek artan nüfus artışına paralel olarak gıda maddeleri tüketimi de artmakta ve buna bağlı olarak da yağ
talebi artmaktadır. Ülkemiz Hindistan cevizi ve palm bitkileri haricinde diğer yağ bitkilerinin tamamı için elverişli
ekolojiye sahip olmasına rağmen üretimin istenen seviyede olmaması kaygı verici ve düşündürücüdür.
Türkiye’de en çok üretilen bitkisel yağların en önemlilerinden olan ayçiçeğinin başta Trakya ve Marmara bölgesi olmak üzere son yıllarda da Çukurova bölgesinde üretimi yapılmaktadır. Soya ve pamuk, ülkemizde Çukurova,
Güneydoğu Anadolu ve Ege bölgesinde öncelikli olarak
üretilmektedir. Yerfıstığı, özellikle Çukurova Bölgesinde
ve aspir ise ülkemizin Orta Anadolu Bölgesinde üretilmektedir. Kanolanın, başta Çukurova Bölgesi olmak
üzere Trakya, Marmara, Orta Anadolu ve Güneydoğu
Anadolu gibi çok geniş bir alanda üretimi yapılabilmektedir. Türkiye’de üretilen diğer bir bitkisel yağ türü
olan susam ise ülkemizin Marmara, Ege, Akdeniz ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesinde üretilmektedir. Yağlı
Tohumlu Bitkilerin Türkiye’deki Durumu için Tablo 5’e,
2003-2007 Yılları Arasında İthal Edilen Yağlı Tohum
Miktarları için Tablo 6.’ya ve 1961-2007 Yılları Arasında
Beşer Yıllık Dönemler Halinde Önemli Yağlı Tohumlu
Bitkilerin Türkiye Üretim Değerleri (Ton/yıl) ve (%)Artış
Oranları için Tablo 7’ye bakınız.
tüketimdeki gereksinimleri karşılayamadığından bu açık
maalesef ithalat yoluyla kapatılmaktadır. Ayrıca, 1985’li
yıllarda Türkiye’nin bitkisel yağ talebinin %75’i yerli üretimle karşılanırken, günümüzde bu değer %33,5’lere
kadar gerilemiştir. Tarım ülkesi olarak nitelendirdiğimiz
Türkiye, yağlı tohum üretimini artırmaz ise yaklaşık 5-6
sene sonra yağlı tohum bulamayacaktır ve doğal olarak
ham yağ da bulamayacaktır ve dışa olan bağımlılık yukarıda da bahsettiğimiz gibi ABD, Arjantin ve Brezilya gibi
ülkeler üzerinden gitgide artacaktır. Ülkemizdeki bu üretim eksikliğinin ana nedeni ise ciddi bir tarım politikasının
olmaması, plan ve programların da kararlı ve kesintisiz
yönetilememesi sonucudur.
Tarım ülkesi olarak
nitelendirdiğimiz Türkiye,
yağlı tohum üretimini artırmaz
ise yaklaşık 5-6 sene sonra
yağlı tohum bulamayacaktır
ve doğal olarak ham yağ
da bulamayacaktır ve dışa
olan bağımlılık yukarıda da
bahsettiğimiz gibi ABD, Arjantin
ve Brezilya gibi ülkeler üzerinden
gitgide artacaktır.
1980’li yıllarda işlenebilir tarım alanları içerisinde yağlı
tohumların ekim alanı %2,3 iken son yıllarda bu değer
% 3,0 olmuştur, bu değer Türkiye’de yağlı tohum üretim alanlarında kayda değer bir artış olmadığını göstermektedir. Üretimin yetersiz olması doğal olarak ham
yağ üretimini de yetersiz kılmaktadır, üretilen ham yağ iç
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
47
DOSYA
DOSYA
Tablo 5: Yağlı Tohumlu Bitkilerin Türkiye’deki Durumu
Kaynak: Özer Kolsarıcı
Tablo 6: 2003-2007 Yılları Arasında İthal Edilen Yağlı Tohum Miktarları (Ton)
Kaynak: Prof. Dr. Halis Arıoğlu
Sonuç ve Öneri*
Ülkemiz tarım ülkesi olmakla övünürken, son geldiğimiz
dilimde özellikle petrolden sonraki ikinci ithalat bağımlısı
olduğu alanın “Bitkisel Yağlar” olması düşündürücüdür.
Türkiye yılda yaklaşık 1,7 milyon ton bitkisel yağa ihtiyaç
duymaktadır. Ancak bunun 650-700 bin tonu, Türkiye’de
üretim yapan 420-450 arası olduğu söylenen yerli üretim
tesisinden karşılanmaktadır.
Türkiye, her yıl daha fazla bitkisel yağ ve türevini ithal
ediyor. 1989’da 564 bin tonla sınırlı olan yıllık yağ, yağlı
tohum ve küspe ithalatı bugün 2 milyon 500 bin tonlara
ulaşmış durumda. Aynı dönemler arasında 335 milyon
dolarlık ithalat bedeli, bugün 1 milyar 300 bin doları aşmaktadır. Nüfus artışına bağlı hesaplamalara göre önümüzdeki birkaç yıl içinde yağ bitkilerine harcanan dövizin
2 milyar dolarlara dayanması bekleniyor.
1
IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, Türkiye’yi tarımda
kendine yeter bir ülke olmaktan tümüyle çıkarıp, küçük
ve orta ölçekli işletmelerden oluşan Türkiye tarımını çökerterek, tarımsal üretimden pazarlamaya değin uluslararası tekeller ve onların yerli acentelerinin denetimine
sokmaktadır.
Uluslararası sermayenin tarımdaki kontrolü artarken,
tarımsal üretim Türkiye insanının gereksinimlerine göre
değil, tekellerin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre ve onların belirlediği koşullarda yapılmaktadır. Yerli üreticiler
-şimdilik- ‘’sözleşmeli çiftçi’’ adı altında bu tekellerin ‘’taşeronu’’ olmaya hazırlanıyorlar, tamamen tasfiye edilecekleri günler ise çok uzak gözükmüyor.
Ekim alanları daralıyor, üretim düşüyor, ihracat geriliyor,
ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor. Tarımının bu sarmaldan
kurtulabilmesi için, çok uluslu tarım tekellerinin ihtiyaç ve
* 8-10 Mayıs 2008 tarihlerinde gerçekleştirilen TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Bitkisel Yemeklik Yağlar Sempozyum ve Sergisi Sonuç Bildirgesinden
alınmıştır.
48
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Tablo 7: 1961-2007 Yılları Arasında Beşer Yıllık Dönemler Halinde Önemli Yağlı
Tohumlu Bitkilerin Türkiye Üretim Değerleri (Ton/yıl) ve Artış Oranları (%)
Kaynak: Prof. Dr. Halis Arıoğlu
yönlendirmelerine göre değil, Türkiye insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin doğal -iklim ve toprak- koşullarına göre
oluşturulacak bir tarım programı hayata geçirilmelidir.
7. Yağlı tohum ekiminden yemeklik yağ üretime kadar
olan süreçlerde, gerçekçi strateji ve planlama yapılmalı,
zaman geçirmeden uygulamaya sokulmalıdır.
Öneriler
8. Yerli yağ üretim proseslerinde, kalitenin artırılması,
verimliliğinin yükseltilmesi ve Ulusal teknoloji yaratmak
için AR-GE çalışmaları özendirilmelidir.
İnsan yaşamının vazgeçilmez gıdalarından olan Bitkisel
Yemeklik Yağlar konusunda;
1. Türkiye öncelikle üretim ve tüketim değerleri yüksek
bir tarım ülkesidir. Bu gerçeği unutmadan, tarımsal üretime
ve öz kaynaklara öncelik ve gereken önem verilmelidir.
2. Ülkemizin birincil ihtiyacının gıda ve yem olduğu
unutulmamalı, acilen ülke ihtiyaçlarına uygun olarak
Gıda Güvenliği Yasası çıkarılmalıdır.
3. Bitkisel yağ üretiminin öncelikle gıda amacı ile kullanılması, enerji amacı ile kullanımı ise ikincil düzeyde
ancak ve ancak ürün fazlası olduğunda düşünülmelidir.
4. Tarım alanlarına hangi amaçla ve hangi yağlı tohumun
ekileceği belirlenmeli ve çiftçiye alım garantisi verilmelidir.
5. Bölgesel bazda belirlenmiş olan yağlı tohumlu bitki
üretimi, ilgili kuruluşlarca teşvik ve destek programına
alınmalı, girdi fiyatları (özellikle mazot, ilaç ve gübre fi yatları) çok yüksek olduğundan çiftçiler mutlaka desteklenmelidir.
9. Hammadde olarak yerli tarımsal ürün kullanımına,
yerli üretim ve yerli teknik eleman istihdama öncelik verilmeli ve teşvik edilmelidir.
Halen ülkemizde bitkisel yağ sektöründe atıl kapasite
mevcuttur. Bunun nedenleri ise; hammadde azlığı, işletme sermayelerinin ve eski tesislerin teknolojik yetersizliği ve nitelikli olan kurulu kapasitedeki tesislerin kullanılmamasıdır. Bu önerilerimizin yerine getirilebilmesi için;
ülkemiz tarım, gıda, sağlık, çevre, teknoloji politikalarının
entegre bir şekilde ele alınması gerekmektedir.
Kaynaklar
1) DPT.YBM, 1999
2) DAĞLIOĞLU, O., GEÇGEL, Ü., TAŞAN, M. 2006. Oil and seed characteristics of selected corn cultivars grown in Turkey. AOCS (American
Oil Chemists’ Society), World Conference and Exhibition on Oilseed
and Vegetable Oil Utilization, August 14-16, Istanbul.
3) KILIÇ, F., ÇUKOBİRLİK, 06/04/07 tarihli konuşma metni
4) KOLSARICI, Ö., BAŞALMA, D., İŞLER,N., ARIOĞLU, H., GÜR, A.,
OLHAN, E., SAĞLAM, C., “Yağ Bitkilerin Üretimi”
5) OECD-FAO Agricultural Outlook 2007-2016
6. Mevcut yağlı tohumlu bitkilerin üretim alanları yanı
sıra potansiyel alanlar belirlenerek devreye sokulmalıdır. Özellikle gelecek için 1,5-2 milyon hektar ek alana
ihtiyaç duyulacağı bilinmeli, buna yönelik eylem planları
hazırlanmalıdır.
6) TBMM 22. Dönem Bitkisel Yağların Üretimindeki Sorunların Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Oluşturulan
Komisyon Raporu
7) Atık Bitkisel Yağların Çevreye ve İnsan Sağlığına Etkileri ve Biyodizelin Önemi Sempozyumu, Ocak 2008 İstanbul
8) GÖKSU, Ç., Bitkisel Yağlar. T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
49
DOSYA
Bilge ÖLMEZ
Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi YK Yedek Üyesi
GIDA SANAYİİNE GENEL BAKIŞ
“Cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun, her insanın her zaman
sürekli, yeterli, güvenli ve kültürel tercihine uygun gıdaya veya gıda üretmek için gerekli araçlara ulaşma hakkı
vardır. İnsanlar gıda ihtiyaçlarını kendi kontrollerinin dışında, engelli, yaşlılık, ekonomik yetersizlikler, hastalık,
felaket ya da ayrımcılık gibi durumlarda karşılayamadıkları zaman gıda ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır.” (Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesinin
12. Genel Yorumu, 1966 yılında kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi)
1) SEKTÖRÜN TANIMI VE GENEL DURUM
Gıda sanayi, tarımdan sağladığı bitkisel ve hayvansal
hammaddeyi, uyguladığı bir ya da daha fazla işlemle,
50
raf ömrü uzun ve tüketime hazır ürünlere dönüştüren bir
üretim sanayii koludur.
Tarımsal üretimin mevsime ve yöreye bağlı değişkenliğine karşılık gıda gereksiniminin sürekliliği, çabuk bozulma eğilimindeki tarımsal ürünlere belirli bir işleme ve
muhafaza yöntemlerinin uygulanmasını zorunlu kılmakta
ve bu işlemi gıda sanayi yerine getirmektedir.
Gıda sanayi; tarımsal üretim, dengeli beslenme, katma
değer, istihdam ve ihracat açısından önemli işlevleri olan
bir sektördür. 2004 yılı verilerine göre sektörün GSYİH
içindeki payı % 2,4 imalat sanayii içindeki payı ise üretim
değeri açısından % 14,1, katma değer açısından % 11,7,
istihdam açısından %13,7, toplam ihracattaki payı ise %
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
5,8 dolayındadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2007 verilerine göre çalışan işçi sayısı 356 bin 314,
sendika üyesi sayısı 278 bin 476 ve sendikalaşma oranı
% 78’dir.
raklarının % 35,6’sı tarım arazisinden, % 28,0’i çayır ve
meradan, % 30,2’si ormandan oluşmaktadır. Ekilen toprakların % 72,8’inde tahıl, bunun da % 50,1’inde buğday
tarımı yapılmaktadır. (DİE 1997)
Uluslararası standart sınıflandırma (ISIC-3) sistemine
göre gıda sanayi, et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri,
su ürünleri, tahıl ve nişasta mamulleri, meyve ve sebze
işleme, bitkisel yağ ve mamulleri, şeker ve şekerli mamuller, yem sanayi olmak üzere sekiz alt sektörden oluşmaktadır.
FAO’nun 2002 yılı verilerine göre Türkiye’de yaklaşık
31,9 milyon ton tahıl, 24,8 milyon ton sebze, 13,0 milyon
ton şeker pancarı, 11,0 milyon ton meyve, 9,5 milyon ton
süt ve 1,3 milyon ton et üretilmektedir.
Türkiye’de artan nüfusun yeterli, dengeli ve sağlıklı
beslenmesi, tarımsal üretimin uygun şekilde değerlendirilmesine bağlıdır. Tarımsal üretimin artan oranda sanayide değerlendirilerek tüketiciye sunulması için gıda
sanayinin yapısının sağlıklı şekilde geliştiği ve sorunlarının çözüldüğü bir ortamın varlığı önemli görülmektedir.
Gıda sanayi alt sektörleri, hammaddeyi çoğunlukla ülke
içi kaynaklardan sağlayabilirken, az sayıda da olsa kimi
alt sektörler hammadde açısından dışa bağımlılık göstermektedir.
Çeşitli kayıt ve kaynaklara göre gıda alanında faaliyet
gösteren işyeri sayısı farklılık göstermektedir. Ancak,
gıda sanayii, tarıma dayalı bir sanayi dalı olarak Türkiye
ekonomisinde önemli bir yere sahiptir.
Tablo 1. Türkiye’nin tarımsal ve hayvansal üretimi, 2002
(FAO 2002)
Tarımsal üretimin bir kısmı doğrudan (taze olarak) tüketilirken, bir kısmı da gıda sanayinde hammadde olarak işlenmekte ve değişik gıdalara dönüştürülmektedir.
Tarımsal üretimin gıdaya işlenen oranı üründen ürüne
değişiklik göstermektedir. Bu oran buğdayda, yağlı tohumda, şeker pancarında daha yüksek; et, süt, sebze ve
meyvede daha düşüktür.
Türkiye’nin ihracata yönelik büyüme sürecinde gıda sanayi hızlı bir gelişme sürecine girmiştir. Gıda sanayiinin
GSYİH içindeki payı son on beş yıllık dönemde yüzde
4,6’dan, yüzde 4,8’e yükselmiştir. Diğer taraftan, gıda
sanayiinin 1995-2002 tarihleri arasında sabit fiyatlarla
üretim değer artış ortalamasına bakıldığında, ekonominin genelinde üretim artış oranı yüzde 2,8 civarındayken,
gıda sanayiinde bu oranın yüzde 3,2 olduğu görülmektedir. Ekonominin diğer sektörlerindeki büyüme de bunda
etkilidir.
2) SEKTÖRÜN EKONOMİK DURUMU
Sektörün tanımı yapılırken de değinildiği üzere, gıda
sektörünün tipik özelliklerinden birisi, hammaddesini tarımdan almasıdır. Bu nedenle, her ülkede tarım ve gıda
sanayi etkileşmekte ve birbirine paralel gelişmektedir.
Türkiye, doğal kaynakları ve ekolojik durumu nedeniyle,
tarımsal üretim potansiyeli ve çeşitliliği açısından oldukça zengin bir ülkedir. Toplam 77 800 000 ha olan top-
Türkiye’de 2007 yılı itibariyle yaklaşık 40 bin işletmede,
90 milyar dolarlık üretim yapılıyor ve yaklaşık 400 bin kişiye istihdam sağlanıyor. Gıda işletmelerinin yüzde 72’sini
un ve unlu ürünler, yüzde 9’unu süt ve süt ürünleri, yüzde
4’ünü meyve-sebze işleme, yüzde 3,4’ünü şekerli ürünler, yüzde 3,4’ünü şekerli ürünler, yüzde 2’sini et ürünleri,
yüzde 4’lük kısmını tasnif dışı gıdalar, alkolsüz içecekler,
su ürünleri sanayii oluşturmaktadır. Un ve unlu ürünler,
süt ve ürünleri, meyve-sebze işleme gibi alt sektörlerdeki oranların yüksek olması, halkın tüketim alışkanlıklarının yanı sıra gelişmiş teknoloji uygulamayan (değirmen,
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
51
DOSYA
DOSYA
mandıra, zeytin, salamura işleme vb.) işletmelerin sayısal fazlalığından da kaynaklanmaktadır.
Genelde küçük ve orta ölçekli işletmeler olarak faaliyetlerine devam eden gıda işletmeleri, mülkiyet yapısı
açısından daha çok özel sektör kuruluşları niteliğindedir.
Özellikle et, süt, yem gibi sanayilerde yaşanan özelleştirme ile günümüzde şeker ve çay hariç tamamıyla özel
kesimin hakim olduğu söylenebilir.
Gıda sanayinin gelişimi incelendiğinde, tüketici talebindeki farklılaşmanın ve pazarlama tekniklerinin gelişmesiyle
ürün çeşitlenmesinin arttığı, dış pazara da daha çeşitli
ürünlerin ihraç edildiği anlaşılmaktadır. Gıda sanayiinde,
toplumun beslenme ihtiyaçları göz önüne alındığında et
ürünleri gibi bazı temel sektörlerin üretiminde nüfus artış
hızı ile uyumlu bir gelişme görülmemekte, meyve-sebze
işleme sanayi gibi bazılarında ise ihracatın da etkisiyle
önemli gelişmeler kaydedilmektedir. 1995-2005 döneminde gıda sanayi üretimi reel olarak ortalama yüzde 2,7
civarında büyümüştür. Talepteki büyüme aynı dönemde
ortalama % 2,5 civarındadır.
Ülkemiz bitkisel yağlar dışında diğer alt dallarda hammadde açısından kendine yeterlidir. Ancak gelişmiş ülke
beslenme şekilleri dikkate alındığında hayvansal protein alımının düşük olması ve bunun özellikle hayvan-
52
cılık sektöründeki üretim darboğazından ve dolayısıyla
hammadde yetersizliğinden kaynaklanması sorun oluşturmaktadır. Öte yandan, meyve ve sebze başta olmak
üzere bazı alanlarda ihracat potansiyeli yüksektir. 19952005 döneminde cari rakamlarla gıda sanayi ihracatı
ortalama yüzde 7,5 civarında büyümüştür. İthalat genelde yem hammaddelerinde yoğunluk kazanmakta, tarım
sektöründe görülen gıda sanayi hammaddeleri ithalatında ise yağlı tohumlar önde gelmektedir. Türkiye’de
işlenen ürün oranının diğer ülkelere göre düşük olduğu
bir gerçektir.
3) GIDA SEKTÖRÜNDE YAPISAL DEĞİŞİMLER
1970’li yıllara dek tarım ürünleri ithalatçısı konumunda
olan sömürgeci merkezler, geliştirip uyguladıkları yeni
teknolojilere ek olarak her türlü destekleme aracını sonuna dek kullanarak, gereksinimlerinin çok üstünde bir
tarımsal üretim kapasitesine ulaştılar. Ancak üretim fazlaları için pazar gerekiyordu. Bu noktada IMF ve Dünya
Bankası gibi örgütlerini devreye soktular ve azgelişmiş
ülkelerin pazarlarını ele geçirmek için bir saldırı programı başlattılar. 1980’li yılların başında borç krizine giren
ülkelerde “yapısal uyum programları” şeklinde dayatılan
bu saldırı sonucu, Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu
Asya’da birçok azgelişmiş ülke, iç piyasalarını gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını çokuluslu tarım-gıda
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
tekellerine açtılar. Bu ülkelerde temel gıda üreticiliğine
dayalı üretim biçimi terk edilerek, tekellerin gereksinimlerine göre ve onların belirlediği koşullarda ihraç malları
üretimine geçildi. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin
uygulandığı azgelişmiş ülkeler, sonuçta, kendi kendilerini besleyemeyen bir duruma gelerek, net gıda maddeleri
ithalatçısı oldular. Buna karşılık, dünyada gıda üretimi ve
dağıtımını bir avuç şirket kontrol etmeye başladı. GATT
Uruguay Görüşmeleri de tarım-gıda tekellerinin gücüne
güç kattı. “Yeni Dünya Düzeni” sürecinde ve “Küreselleşme” koşullarında, tüm siyasi ve ekonomik politikalarda
olduğu gibi tarımsal politikalarda artık içsel dinamikler
değil, dış dinamiklerin belirleme gücü baskındır. (Oral,
N. 2006)
Gıda sektörü, özellikle 1980’den bu yana sözleşmeli tarıma yönelme, teknolojinin yenilenmesi, kalite sistemlerinin yaygınlaşması, KİT’lerin özelleşmesi, şirket evlilikleri,
ürün çeşitliliğinin artması, yeni pazarlama tekniklerinin
uygulanması ve sektörel örgütlenmenin gelişmesi gibi
yapısal değişimler yaşamaktadır. Bu değişime yol açan
başlıca etmenler ise; küreselleşme olgusu, uluslar arası
anlaşmalar, tarım politikaları, yasal düzenlemeler, tüketici talepleri ve çevre duyarlılığıdır.
12 Eylül askeri darbesi eşliğinde IMF, Dünya Bankası
ve yerli tekelci sermayenin dayatmalarıyla yaşama geçirilen yapısal uyum programlarının bir sonucu olarak,
Türkiye’de gelir dağılımı tarım aleyhine, büyük sermaye
lehine olacak şekilde bozuldu. Buna paralel olarak mevcut küçük ölçekli ve dağınık üretim yapısı üzerine çok
uluslu şirketlerin oturması gıda piyasasını katmanlaştırdı. (Oral, N. 2006)
Uluslararası sermayenin Türkiye’de gıda piyasasına girişi 1950’lere dayansa da etkinlik alanları birkaç sektörle
sınırlı kalmıştır. 1980’lerden başlayarak sektörde uluslar arası sermayenin rolü önemli ölçüde artmış; yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında
önemli bir yükselme görülmüştür. Türkiye’nin önde gelen
sermaye grupları giderek büyüyen ölçekte, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek sektörün tekelleşmesini hızlandırmışlardır. Bu dönemde dış ticarette gıda ürünlerini
de kapsayan önemli değişiklikler oldu. Bunların başında
gıda ve tarımsal ürünler dış serbestleştirilmesi geliyordu. 1984 yılında gıda ürünlerinin ithalatında uygulanan
vergi ve harçlar önemli ölçüde düşürüldü ve 1985-1995
arası gıda ithalatı 6 kat artmıştır. Gıda ithalatı özellikle,
hayvansal ürünlerde (et ve süt) ve bitkisel yağda yoğunlaşmıştır. (Oral, N. 2006)
1990’ların başında özelleştirme kapsamına alınan SEK,
EBK ve YEMSAN gibi tarımsal KİT’lerin arsa bedellerinin
bile altında kalan fiyatlarla sermaye gruplarına verilmesiyle birlikte, besi ve süt hayvanları üreticileri için belirli
bir pazar güvencesi oluşturan bu kuruluşların piyasadan
çekilmesi sonucunda sektörde dalgalanmalara yol açtı.
1987-1998 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı
ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme
oldu. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları giderek büyüyen ölçekte, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara
giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi,
sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar.
Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve ileri teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla ülkemizdeki gıda
üretim yapısı hızla küresel tarım-gıda komplekslerinin bir
parçası haline gelmeye başladı.
Özellikle son 25 yılda gerek satın alma, gerekse ortaklık
yolu ile gerçekleşen şirket birleşmesi ya da şirket evliliği sayısı 2000 dolayındadır. Bu birleşmelerin çoğu yerli
gruplar arasında olmakla birlikte, özelleştirme süreci ve
kriz sonrasında hız kazanmıştır. (Oral, N. 2006)
4) GIDA MEVZUATIMIZ VE AVRUPA BİRLİĞİ
Dünya nüfusundaki hızlı artışla birlikte gıda maddelerine
duyulan gereksinim de hızla artmıştır. Bu talebin karşılanabilmesi adına, birim alandan daha fazla ürün alabilmek için tarımsal alanlarda kimyasal girdilerin kullanıldığı konvansiyonel üretime başlanmıştır. 60’lı yıllarda
başlayan bilinçsiz, yanlış ve aşırı oranda ilaç ve kimyasal
gübre kullanımı sonucu ekolojik denge bozulmaya baş-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
53
DOSYA
DOSYA
lamış, çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler
çıkmaya başlamıştır. Bundan dolayı, gelişmiş ülkelerde
tüketici bilincinin uyandırılması ile birlikte sürdürülebilir
tarım ve gıda güvenliği gibi kavramlar ortaya çıkarak tartışılmaya başlanmıştır.
Gıda güvencesi sorununu çözümlemiş ülkelerde, gıda
üretim ve ticaretinin küresel ölçekte insan sağlığına ve
çevreye zarar vermeyen, güvenli ve kaliteli şekilde yapılması için ciddi bir titizlikle çalışmalar yapılmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) küresel gıda güvenliği endişelerini;
1- Mikrobiyolojik tehlikeler,
2- Kimyasal tehlikeler,
3- Gıda kaynaklı hastalıkların taranması ve izlenmesi,
4- Yeni teknolojiler,
5- Ülkelerde mevcut idari ve beşeri kapasitenin geliştirilmesi
kadar tüm aşamalarda karşılamaları gereken yüksek
gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve refahı ile bitki sağlığı
standartları belirlenmekte ve uygulama etkin bir şekilde denetlenmektedir.
Gıda güvenliğinin temel ilke ve gereklilikleri 178-2002EC sayılı genel gıda kanununda ortaya koyulmaktadır.
Gıda güvenliğinin sağlanmasında temel sorumluluk gıda
işletmelerine verilmiştir. İşletmelerin ithal ettikleri, ürettikleri, işledikleri, dağıtımını yaptıkları, ya da piyasaya
sürdükleri gıda ürünlerinin ve hayvan yemlerinin mevzuata uygun olmalarını sağlamaları ve herhangi bir gıda
güvenliği riski gözlemlediklerinde en kısa sürede piyasadan geri çekmeleri ve yetkili makamı bilgilendirmeleri
gerekmektedir. İşletmeler, böylesi bir sorumluluğun gereklerini yerine getirmek için gıdaları ve yemleri kimden
aldıkları ve kime sattıklarının kaydını tutmakla yükümlüdür. “İzlenebilirlik” adlandırılan bu sistemde, AB’de gıda
güvenliği açısından bir sorun çıktığında, risk taşıyan
ürünün kaynağı ve ulaştığı işletmeler tespit edilip gerekli
önlemler en kısa süre içerisinde alınabilmektedir.
başlıkları altında sınıflandırmıştır.
Gıda güvenliğini sağlamaya yönelik uluslararası uygulamalara baktığımızda, Birleşmiş Milletler kuruluşlarının
kendi görev alanları çerçevesinde öncelik verdiği konuların başında gıda güvenliği gelmektedir. Bu çerçevede
1997 yılında BM İdari Koordinasyon Komitesi bünyesinde, 1996 Dünya Gıda Zirvesi Eylem Planı’nın uygulanmasını izlemekle görevli bir “Gıda Güvenliği ve Kırsal
Kalkınma İletişim Ağı” oluşturulmuştur. Küresel düzeyde ve tüm Birleşmiş Milletler kuruluşlarının katılımıyla
oluşturulan söz konusu iletişim ağının sekretarya görevi
Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Uluslararası Tarımsal
Kalkınma Fonu (IFAD) tarafından üstlenilmiştir. İletişim
Ağı çalışmaları, diğer ülkelere benzer olarak, Türkiye’de
de, Birleşmiş Milletler Daimi Koordinatörlük sistemi çerçevesinde ve FAO ülke ofisinin liderliğinde, ilgili hükümet
ve sivil toplum kuruluşlarının katkı ve katılımları ile yürütülmektedir.
Birleşmiş Milletler FAO-WHO tarafından kurulan “Kodeks Alimentarius Komisyonu” gıda maddelerine yönelik
asgari kalite ve güvenlik ölçütlerini belirlemekte ve dünya ülkelerine önerilerde bulunmaktadır.
AB ise, dünyadaki en yüksek gıda güvenliği ve kalitesi standartlarına sahiptir. “Tarladan sofraya” gıda
zincirinin tüm aşamalarını kapsayan entegre yaklaşım çerçevesinde ve gıdaların üretiminden tüketimine
54
AB ile 1996 yılından itibaren yürürlüğe giren Gümrük
Birliği Kararı sonrasında gıda güvenliği konusuna büyük öncelik ve önem verilmektedir. Öncelikle 1995 yılında Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine
Dair Kanun Hakkında Kararname yürürlüğe girmiş,
bundan sonra ise, Türkiye’de gıda konusunda eksikliği duyulan ve AB mevzuatına uyumu gereken tüm
ülke mevzuatı hızla hazırlanarak yürürlüğe konmaya
başlamıştır. Bu çerçevede, gıda maddelerinin üretim
yerlerinde Türk Gıda Kodeksine uygunluğunun denetimi ve gıda kontrolü ile üretim izni ve denetimi ve
gıda maddelerinin ithalat ve ihracat aşamalarındaki
denetimler, gıda ve gıda ile temas eden ambalaj materyallerine ilişkin mevzuatları hazırlamak, gıda zincirinin tüm aşamalarında, ithalat ve ihracat işlemlerinde
denetimlerin ve kontrollerin yapılmasını planlamak,
koordine ve takip etmek, gıda ve beslenmeye ilişkin
projeler hazırlamak, uygulamak, ayrıca gıda ile ilgili
konularda kalkınma ve icra planlarının hazırlanmasına
yardımcı olmak ve takip etmek, Kodeks Alimentarius
Komisyonun çalışmalarını takip etmek, toplantılara katılarak taslak standardlara ülke görüşlerimizi bildirmek
ve ticari ilişkide bulunduğumuz ülkelerin gıda mevzuatlarını takip etmek, 5179 Sayılı Kanun kapsamında
yer alan tarım ürünleri ve gıda maddelerinin (ham, yarı
veya tam işlenmiş her türlü madde) ithalat ve ihracat
kontrollerini yapmak ve ihracatta sertifi ka düzenlemek, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde uygulama-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
lar yapmak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü yetkisine bırakılmıştır.
5) GIDA SEKTÖRÜNDE TEMEL SORUNLAR
• Tarım politikası uygulamaları ve tarım sektörünün
altyapı sorunları nedeniyle gıda sanayiine yeterli ve kaliteli hammaddenin düzenli şekilde temininde ciddi sıkıntılarla karşılaşılmaktadır.
• Gelişmiş ülkelerin ihracat teşvikleri ve tarımda maliyetlerin yüksek, verimin düşük olması,
• Kişi başına düşen milli gelirin düşüklüğü,
• İdari sorunlar nedeniyle dış pazarlarda güvensizlik
yaşanması,
• İş yaşamındaki iş ahlakı yetersizliği,
• İşletmelerin üretim girdi maliyetlerinin yüksekliği ve
işletme bazında AB’ye uyum sağlanması gerekliliği gibi
faktörler bir dizi sorunla karşı karşıya kalınmasına neden
olmaktadır.
• Örgütlenmenin ve sanayii ile entegrasyonun zayıf
olması nedeniyle üreticileri yeniden yapılanma ve ürünlerini pazarlamada güçlükle karşılaşmaktadırlar.
Gıda güvenliğinin sağlanmasında reel sektörden kaynaklanan önemli sorunlar;
• Kamu ve özel kesimde gıda konusunda eğitim almış
yeterince istihdam edilememesi,
• Teknik personel istihdamı yetersizliğine bağlı
olarak denetim hizmetlerinin yeterli düzeyde bulunmaması ve kontrol personelinin hijyen ve sanitasyon
konusunda eğitim yetersizliği, istihdamda sürekliliğin
olmaması,
• Kamu denetim sistemi ve otokontrol anlayışının yetersizliği,
• Küçük işletme sayısının fazlalığı ve dağınık yapısı,
• Mali ve teknik açıdan küçük ve güçsüz işletmelerin
yoğunluğu, kayıt dışılığı,
• Kaliteye göre fiyat belirlenmemesi,
• Standart katle üretim yapılmaması,
• Denetimde ve araştırmada çalışan personelin özlük
hakları yetersizliği,
• İzlenebilirliğin sağlanamaması,
• Devlet adına gıda denetim ve kontrol hizmetleri yapan birimlerin dağınık olması ve aralarında yeterli koordinasyon olmaması,
• Çevre ülkelerden yapılan ithalatlar, gıda güvenliği
olmayan ürün ve materyal girişi,
• Politik kaygılardan dolayı yetki paylaşımı,
• GDO’lu gıdaların güvenliği, ithalatı, üretimi ve kontrolündeki belirsizlikler ve kontrollerde akredite olmuş
laboratuar eksikliği ve henüz taslak halinde olan Biyogüvenlik Yasası,
• Gıda kaynaklı hastalıklara ait ulusal veri tabanı bulunmaması ve bilgi ağı sistemi olmaması,
• Gıda güvenliğine ilişkin parametrelerden oluşan bir
veri tabanı eksikliği, ülke genelinde ilişkili mesleklerin eğitim
programında gıda güvenliğinin yeterince ele alınmaması,
• Yalnız gıda güvenliği ile ilgili üst bir kurumun bulunmaması, ulusal gıda güvenliği araştırmalarını tek elden
izlenememesi,
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
55
DOSYA
DOSYA
• Uygulamalı Ar-Ge çalışmalarının eksikliği (altyapıbütçe),
• Mesleki kaygılar nedeniyle “tarladan çatala” gıda
güvenliği yaklaşımına uzak kalınması,
• Gıda işletmelerinin bağlı bulundukları meslek odası,
dernek vb. kuruluşların sektörü ve işletmecileri yeterince
bilgilendirmemesi, eğitim faaliyetlerinde yetersizlik,
• Tarım-gıda sanayi entegrasyonundaki zayıflık nedeniyle gıda otokontrol sistemlerindeki (HACCP ve GMP
gibi) oluşturulmasında zorluklar bulunması,
• Modern işletmelerde haksız rekabeti ve tüketici sağlığına uygun koşullarda ve kalitede üretim yapılmama
riskini beraberinde getirmektedir.
6) SONUÇ
Dünya ticaretinin gelişimi, gıdaların daha uzun mesafelerde, daha uzun sürelerde saklanabilme gereğini ortaya çıkardı. Özellikle de, gıdanın daha güvenli,
daha besleyici, daha yararlı, daha kolay taşınabilir,
daha kolay saklanabilir, daha ekonomik ve uzun raf
ömürlü olması için yapılan çalışmalar, bugün gıda teknolojilerini ortaya çıkardı. Ve üretim teknolojilerinden
başlayarak, işleme, saklama, ambalajlama, taşıma
dahil olmak üzere tüm işlem aşamaları ciddi bir gelişme kaydetti. Bu arada sanayide karşılaşılan sorunlar,
çok geniş çerçevede düşünülerek çözüme ulaştırılacak yapıdadır. Ülkemizde, Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında DPT Müsteşarlığı
tarafından yürütülen Gıda Sanayii İhtisas Komisyonu çalışmalarında elde edilen bulgular ve saptanan
strateji şu şekilde belirlenmiştir ve aşağıdaki şekilde
özetlenmiştir: “Tarım sektörüyle entegrasyon sürecini
tamamlamış, yeterli ve güvenli gıda üreten, teknoloji
gücü yüksek, çevre bilinci gelişmiş, biyoçeşitliliği korumaya özen gösteren, dış pazarlara yönelik üretimini
arttıran ve sürdürülebilir bir rekabet gücüne sahip bir
yapı ile faaliyetini devam ettirmek.”
sanayii sektörü oluşturulmamalı, tarımsal üretim ve işleme sanayii maliyet yapısının verimlilik artışı ve uygun
destek politikaları ile düzeltilerek rekabet edebilir seviyeye getirilmesi gerekmektedir.
• Hammadde sorunu sürekli devam etmekte olan
ülkemizde, ithal hammaddeye bağımlı bir gıda sanayii
oluşturulmamalıdır. Bu sorunun çözümünde tarımsal
üretimi teşvik edici, üreticinin gelir düzeyini arttırıcı, yurtiçi tüketimini ve dünya ticareti ile uyumlu sürdürülebilir
bitkisel ve hayvansal hammaddenin teminini sağlayıcı
stratejik çalışmalara gerek vardır. Öncelikle, tarımsal
ürünlerin yoğun olarak sanayide işlenmesi ve üreticiişleyici arasındaki fiyat anlaşmazlıklarının giderilmesi
gerekmektedir.
• Gıda alanında tüketim ve gümrük vergi oranlarının
yüksekliği ve tutarsızlığı önemli bir sorun olarak dikkati
çekmektedir. Bu amaçla sanayicinin ve tüketicinin daha
düşük maliyetle üretim ve tüketim yapabilmesi, vergi kaçaklarının azaltılması gerekmektedir.
• Gıda sanayii, her sanayii kolunda olduğu gibi yaşamın tümünü etkileyen sistemler içermektedir. Enerji kaynaklarını optimum düzeyde kullanarak, üretim, işleme,
ambalajlama, saklama ve taşıma aşamalarında çevreye
duyarlı ve zarar vermeyen bir yapı geliştirmeli, organik
tarım desteklenmelidir.
• Sanayiinin gelişip büyüyebilmesi ve gelişmeleri takip
edip üretimini talebe göre hızlı ayarlamasında Ar-Ge çalışmalarının önemi bulunmaktadır. Ancak, genel anlamda
işletmelerin özellikle KOBİ’lerin Ar-Ge’ye ayırdıkları pay ve
bu konudaki çalışmaları yetersiz düzeydedir. Bu amaçla
gıda konusunda tüm paydaşların yararlanabileceği şekilde
bütçeden Ar-Ge çalışmalarına ayrılan payın arttırılması,
bu bağlamda sanayiinin bilim, teknoloji ve Ar-Ge’ye dayalı
gelişim kültürünün tüm paydaşlarca özümsenmesi, önemli
görünmektedir. Ayrıca sanayiinin TÜBİTAK, üniversiteler
ve araştırma enstitüleri gibi bilimsel araştırma kurumlarıyla
işbirliğinin özendirilmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir.
• Türkiye’de genel olarak bilinçli ve tepkili sivil toplum
örgütü yapılanması yeterli düzeyde değildir. Bu açıdan
gerekli tepkilerin zamanında yeterli düzeyde ve etkili
olarak verilmesinde, özellikle de gıda alanında eksiklikler söz konusudur. Bu bakımdan toplumda sivil toplum
bilincinin geliştirilmesi ve duyarlılığın arttırılması gerekmektedir.
• Tarımda verimlilik ve kalitenin artırılması, aynı zamanda, AB ve dünya standartlarında güvenli gıdanın
“tarladan sofraya gıda güvenliği” ilkesi benimsenerek
tüketiciye ulaştırılması gerekir.
• Tarım sektöründe uygulanan politikalar, gıda sanayinin tarımla ilişki ve etkileşimini etkileyen unsurların
başında gelmektedir. İthal hammaddeye bağımlı bir gıda
• Nüfusun çoğunu gençlerin oluşturduğu ülkemizde
özellikle et ve süt üretiminin artırılması için hayvancılıkta
üretim artışını sağlayacak ıslah çalışmalarının yanı sıra,
56
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
büyük ölçekli, yaygın ve gıda sanayii ile entegre projelerin yürütülmesi önemli gözükmektedir.
• Özel gıda organize sanayi bölgeleri kurulması
önemlidir. Organize sanayi bölgeleri küçük işletmelerin
birleşerek büyümesini, yeni girişimcilerin ve yabancı sermayeli işletmelerin yatırıma yönelmesini teşvik edebilecek standartlarda bulunmalıdır.
7)
http://www.kkgm.gov.tr/
8)
TUİK Bitkisel Üretim İstatistikleri.
9)
DPT, 1999. Türkiye Tarımında Sürdürülebilir Kısa, Orta ve Uzun
Dönem Stratejileri. DPT, 2007. (http://ekutup.dpt.gov.tr)
10)
DPT, 2001. Ulusal Gıda ve Beslenme Stratejisi Çalışma Raporu.
11)
http://www.fao.org/ag/agn/agns/foodsafety_en.asp
• Kamunun denetimi ve cezai işlem uygulaması, tüketici ve sanayicilerin örgütlü işbirliği ile kayıt dışılık çözülmeye çalışılmalıdır. Uzun vadede kısmen çözülebilir
görülmektedir.
• Tüm gıda güvenliği altyapısının yeniden tasarlanması gerekir.
Kaynaklar
1)
Oral, N. 2006. Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar.
2)
Ekşi, a. ve diğerleri. 2005. Gıda Sanayiinde Yapısal Değişimler.
TÜGİS, 2006. Türkiye’de Gıda Sektörünün Analizi ve Sorunları Seminer
Notları.
3)
Kıymaz, T. 2003. Gıda Sanayii Raporu.
4)
DPT, 2006. 9. Kalkınma Planı, Gıda Güvenliği, Bitki ve Hayvan
Sağlığı Özel İhtisas Komisyonu Raporu.
5)
DPT, 2007. Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin
2007 Yılı İlerleme Raporu.
6)
Tekgıda İş-TÜGİS, 2007. Gıda Sektörünün AB’ye Uyumu Sürecinde Türkiye Gıda Sektörü.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
57
DOSYA
Bilge ÖLMEZ
Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi YK Yedek Üyesi
ZEYTİNYAĞI SEKTÖR RAPORU
1) ÜRÜN TANIMI
Zeytin; zeytingiller (Oleaceae) familyasından, meyveleri için yetiştirilen bir ağaçtır. Meyveleri yağca zengin
olup zeytinyağı yapımında kullanılmaktadır. Zeytinyağı
ise, zeytinin preslenmesiyle elde edilen, herhangi bir
kimyasal işleme tabi tutulmadan doğrudan tüketilebilen
tek yağdır. Bitkisel yağlar içerisinde, fiziksel yöntemlerle
üretilebilen tek yağ olması zeytinyağının sahip olduğu
bir ayrıcalıktır. Sektör olarak incelemeye başladığımızda
zeytinyağı sektörü zeytincilikten ayrı düşünülemeyeceği
için, durum saptamaları, sorunlar ve çözüm önerileri birlikte incelenecektir.
Tablo 1: Zeytinyağının Kimyasal Bileşimi
Kaynak:http://www.agri.ankara.edu.tr/bahce/pratikbilgiler/meyve/zeytin/genel.htm
2) ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞININ İNSAN SAĞLIĞI AÇISINDAN ÖNEMİ
Zeytin, zeytinyağı ve zeytin ağacı mitolojik hikâyelerde
de sık sık geçmektedir. Pers’ler Atina’ya saldırdıklarında akropoldeki zeytin ağacını yakarlar, ne var ki, ağaç
58
bir gecede tekrar filizlenip ölümsüzlüğünü kanıtlar. Yunanlılar da, zeytinin koruyucu ve kurtarıcı bilmiş, zeytin ağacına tapınmışlardır. O günden bu yana zeytinin
insanlığın yaralarını iyi edecek bir merhem, lezzetli ve
bol enerjili bir besin maddesi ve karanlıkları aydınlatacak bir alev olduğunu söylenir. 1970’li yıllarda yapılan
bir araştırmanın zeytinyağı tüketiminin sağlık açısından
yararlarını ortaya çıkarmasıyla, manevi önemi olan zeytinyağı çok hızlı bir şekilde ticari değere sahip stratejik
bir ürün olmuştur.
Zeytin, kansere karşı etkili birçok maddenin yanı sıra A,
D, E ve K vitaminleri de içermektedir. Sindirim bozuklukları, safra kesesi hastalıkları, özellikle bağırsak kanseri
ve kalp rahatsızlıklarında etkili olan zeytinden istenilen
yararı alabilmek için acısını yemek, yağında ise rafine
değil sızma olanını tercih etmek gerekmektedir. Zeytin,
besleyici değerinin yüksek olmasından ötürü, yeterli ve
dengeli beslenmede önemli bir yere sahiptir. Zeytinin
besleyici değerinin yüksek oluşu; lif içermesi, lezzetli olması, protein oranı yüksek bir besin olmasının yanı sıra
vücuda alınması zorunlu olan aminoasitleri (özellikle lösin, aspartik asit, glutamik asit), doymamış yağ asitleri,
vitaminler ve temel elementleri içermiş olmasına bağlanmaktadır.
Zeytinyağı, yüksek tansiyon, kolesterol, damar sertliği, mide ve bağırsak ülserleri, romatizma, safra kesesi
tembelliği, safra taşı, safra kanalı tıkanıklığı, karaciğer
bozuklukları, kabızlık, kansızlık, gut hastalığı ve deri çatlamalarını tedavide önemli bir rol oynamaktadır. Beyin
ve kemik gelişimini hızlandırır. E vitamini sayesinde yaşlanma etkilerini azaltma ve doku yenileme özelliği taşır.
Kireçlenmeyi önlemede büyük rol oynar. Cansız saçların
kuvvetlenmesini sağlar. Unutkanlığı önler.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
3) ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞININ GELİŞİMİ
Atatürk, bugün adı Yalova Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü olan, Yalova Millet Çiftliği’ni 1929 yılında ziyaret ettiği
zaman yörenin tek geçim kaynağı olan zeytinciliğin geliştirilmesi ve çiftlik yanında bulunan 4000 ağaçlı verimden
düşmüş, yaşlı zeytinliğin gençleştirilerek örnek bir zeytinlik
haline getirilmesi talimatını vermiştir. Bunun üzerine çiftlikte hızlı bir budama, gübreleme, bakım ve sulama faaliyeti
başlatılarak zeytinlik verimli bir hale getirilmiş; İtalya’dan
çoğunluğu salamuralık 6000 fidan getirilip Türkiye’nin ilk
yabancı zeytin çeşitleri koleksiyon bahçesi kurulmuştur.
İtalya’dan zeytincilik teknisyeni getirtilerek zeytinci köylerde kurslar açılmıştır. 1931 yılında da 4 ziraat mühendisi 3
yıl süre ile İtalya’ya gönderilmişler ve İtalya’nın en önemli
zeytincilik ve zeytinyağcılık araştırma enstitülerinde uzmanlık eğitimini tamamlayarak 1934 yılında Türkiye’ye
dönmüşlerdir. Tarım Bakanlığı Balıkesir, İzmir, Muğla ve
Aydın’da “Çevre Zeytincilik Uzmanlığı” örgütü kurarak bu
4 uzmanı kurulan örgütlerin başına getirmiştir. Daha sonra
yeni örgütler ve ilçe örgütleri kurularak, ziraat okulu mezunu genç teknisyenler “zeytin bakım fen memuru” adıyla bu
ilçelerde görevlendirilmiştir. Köylerde açılan kurslar genişletilerek tüm zeytinci yörelere yayılmışlardır. 15 gün süreli
kursları başarıyla bitirenler usta diploması almışlardır. Bütün bu çalışmalar halkta zeytincilik sevgisi yaratmış, aşılı
fidan isteyenler hızla artmıştır. Bugün Zeytincilik Araştırma
Enstitüsü olarak bilinen kurum Bornova’da 1937 yılında
“Zeytincilik İstasyonu” adı altında açılmıştır. Teknisyenler köy köy dolaşırken dağların yabani zeytin, yani delice
ağaçlarıyla kaplı olduğunu, bu ağaçların sayısının kültüre
alınmış olanlardan 3-4 kat fazla olduğunu belirlemişlerdir.
Bu ağaçların değerlendirilmesi için Ocak 1939 tarihinde
“Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılatılması Hakkında
Kanun“ kabul edilmiştir. Zeytincilik Yasası, devlet ormanları ile boş arazide bulunan yabani zeytinliklerin belirlenmesi
ve isteyene ücretsiz dağıtımını, aşılanmasını öngörmekte
ve zeytinlik sahiplerinin zeytinliklerine bakmalarını, vaktinde budamalarını, zeytinliklerine hayvan bırakılmamasını
yasal yaptırımlara bağlamaktadır. Yasaya dayanılarak çıkarılan Tüzükte de zeytinlerin ancak, zeytincilik örgütünün
belirleyeceği tarihte toplanacağı, elle toplanması mümkün
olan zeytinlerin sırıkla silkelenmemesi, kurslara katılıp usta
ehliyeti almayanların zeytin budaması yapamayacağı gibi
hususlar yer almaktadır. Tüzükte yalnız yaptırımlar olmayıp ödül maddeleri de vardır. Örneğin, budama ustalarına
budama ve aşı takımının bedava verileceği, zeytinliğinde
yeterli bakım işlemi olan üreticilere Tarım Bakanlığı tarafından belirlenecek miktarlarda nakit ödül verileceği maddeleri Tüzükte yer almaktadır.
Zeytin bakım örgütünün çalışma yaptığı yaklaşık 10 yılda
zeytin bakım örgütü elemanları devlete ait boş alanları
ve ormanları tarayarak dekarında en az 15 yabani zeytin
ağacı bulunan alanları belirlediler. Bu alanlar yöredeki
topraksız köylüye dağıtıldı ve tapuları köylüye törenlerle
verildi. Gerek yağlık ve gerekse salamuralık aşı kalemleri hazırlanarak binlerce sandık halinde Ege ve Akdeniz
Bölgeleri’nin yabani zeytin ağaçlarının aşılanması için
gereksinimi olan illere gönderildi ve bu illerin zeytinlikleri
aşılandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında devraldığı
26 milyon zeytin ağacı zeytin bakım örgütünün özverili
çalışmaları sonucu hızla arttı. Zeytin bakım örgütü 1950
yılında kaldırıldı. Zeytincilik Yasası ve Tüzüğü ortada kaldı. 1951 – 1960 arasındaki dönem Türkiye zeytinciliğinin
örgütsüz dönemi oldu.
1960’dan sonraki planlı dönem, zeytincilikte yeni bir
atılım hamlesinin gerçekleştirildiği bir dönem olmuştur.
Bu dönemde Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü
her bakımdan geliştirilerek, zeytincilik sorunlarına yanıt verebilecek duruma getirilmiştir. Ayvalık, Edremit ve
Havran’da “Zeytin ve Zeytinyağı Müstahsilleri Derneği”
kurulmuştur. 1963 yılında zeytin ağacı sayımızı arttırmak üzere köylüye bedelsiz delice fidanı dağıtımı projesi
yürürlüğe konmuştur. Yabani zeytin fidanı dağıtımı yanında aşılı yabani zeytin yetiştirilmesi ve dağıtımına da
başlanmıştır. Bu program başarılı olunca, Edremit zeytin
fidanlığı kurulmuş, Yalova ve Dalaman Devlet Üretme
Çiftlikleri’ne zeytin fidanı yetiştirme görevi verilmiştir. 150
zeytinci ilçe ve köyde örnek zeytinlikler kurulmuş, üreticiye gözüyle görüp inanacağı güzel örnekler verilmiş,
köy düzeyinde budama kursları açılmıştır. Bu çalışmalar
zeytin ağacı sayısındaki artışı hızlandırdığı gibi zeytinyağı üretiminde de artış sağlamıştır. Zeytinyağı ve yemeklik zeytin standartları da bu dönemde hazırlanarak
yürürlüğe konmuştur. 1970 yılından sonra zeytincilikte
yeniden bir duraklama olmuştur. Oysa 1970’den sonra
da köylüye bedelsiz yabani zeytin ağacı dağıtımı sürseydi, bugün 100 milyon dolayında olan zeytin ağacı sayımız 150 milyona ulaşmış olacak, zeytinyağı üretimimiz
de bugünkünün yaklaşık, 1,5 katına yükselecekti. Son
5-6 yılda zeytinciliğimizde planlı olmasa da yeniden bir
hareketlenme görülmektedir.
4) ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞI HAKKINDA GENEL BİLGİ
Anadolu, bağcılığın ve zeytinin anayurdudur. Bu iki ürün
binlerce yıl önce Anadolu’dan dünyaya yayılır. Zeytin
yetiştiriciliği 6000 yıl önce Anadolu’da başlayıp, buradan adalara, Yunanistan’a, İtalya’ya, Arnavutluk’a ve
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
59
DOSYA
DOSYA
İspanya’ya geçer, İspanyollar aracılığıyla Amerika’ya
götürülür. Akdeniz’in güneyindeki ülkelere ise Araplar,
Romalılar, Kartacalılar ve Grekler tarafından taşınır.
Zeytinyağı üretimi Akdeniz ülkeleri olan; İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Türkiye, ve Tunus’ta yoğunlaşmış olup, bu altı ülke dünyadaki toplam üretimin % 90’ını
karşılamaktadır. Dünyada yaklaşık 10 milyon hektar alan
üzerinde 900 milyonu aşkın zeytin ağacı olduğu tahmin
edilmektedir. Dünya zeytin ağacı varlığının yüzde 98’i
Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda
yer alıyor. Dünyada üretilen yaklaşık 16 milyon ton “tane
zeytinin” % 11,3’ü Türkiye’de üretiliyor. Tarım ve Köyişleri
Bakanlığı Zeytincilik Araştırma Enstitüsü’nden (ZAE) yapılan açıklamalara göre, dünyada her yıl yaklaşık 2 milyon 850 bin ton zeytinyağı üretilirken, tüketim 3 milyon
250 bin tona kadar yükseliyor.
Ülkemiz bulunduğu coğrafi konum ve sahip olduğu Akdeniz iklimi özellikleriyle, İtalya, İspanya, Yunanistan ve
Tunus gibi diğer Akdeniz ülkeleriyle birlikte dünyanın
önde gelen zeytin ve zeytinyağı üreticilerindendir. Zeytin
ve zeytinyağı üretimi daha çok Ege ve Marmara bölgesinde yapılmaktadır.
Aydın, İzmir, Muğla, Balıkesir, Manisa ve Çanakkale üretimin gerçekleştiği başlıca illerimizdir.
Zeytinyağı ile ilgili olarak Turkiye’de, 2001 yılı verilerine
göre, 644.000 hektarda yaklaşık 107 milyon zeytin ağacı (yoğunluk hektar başına 166 ağaç) ile 400.000 kadar
çiftçi ailesi (yaklaşık 2 milyon kişi) geçimini doğrudan
zeytincilikten sağlamaktadır. Üreticilerin %35’i, zeytinyağı üretiminin %16’sını kapsayan kooperatifler altında
orgütlenmiştir. Türkiye; dünya zeytin ağacı varlığında 4.,
zeytinyağı üretiminde 5. sırada yer almaktadır.
Zeytin ağacında periyodisiteden dolayı zeytin ve zeytinyağı üretimi yıllara göre inişli çıkışlı bir grafik izlemekte
ve üretime bağlı olarak bir yıl düşük (yok yılı) bir yıl yüksek (var yılı) ürün alınmaktadır. Toplam üretimdeki artış
daha çok var yıllarındaki artışlardan kaynaklanmakta
olup, üretimdeki bu eğilimin sürekli kılınması, makasın ve
yok yıllarındaki makasın azaltılmasına bağlıdır. Bununla
birlikte 80-240 bin ton arasında değişen bir zeytinyağı
üretimi söz konusudur. Bu da yılda ortalama 160-170 bin
ton zeytinyağı üretimimiz olduğunu göstermektedir. Bunun yaklaşık 70 bin tonu iç piyasada tüketiliyor, kalanı
ihraç ediliyor.
60
0
Tablo 2: 2006-2007 Yılı Dünya Zeytinyağı Üretimi
Kaynak: (IOC) Uluslararası Zeytinyağı Konseyi
İç pazarda tüketilen zeytinyağının da yaklaşık 25 bin
tonu raflarda yer buluyor. Geri kalan yaklaşık 50 bin tonu
ise üreticiler tarafından “beyaz teneke” olarak adlandırılan satış yöntemi ile piyasaya sürülüyor. Buna en fazla
rağbet edenler ise tatilciler. Beyaz teneke satışlarının bu
kadar yüksek olmasının nedeni ise marketlerde satılan
ürünlerle arasındaki fiyat farkı ve tatilcilerin bu ürünleri
özel üretim olarak görmesi... Ancak zeytinyağı pazarının
önde gelen markalarına göre bu zeytinyağları zannedildiği gibi özel değil. Marketlerde satılan yağlardan çok
daha ucuza, elden satılan yağların çoğuna pamuk, mısır
ya da ayçiçek yağı karıştırıldığı için bu işi yapanlar ciddi
gelir elde ediyor. Bunu da üretici değil, bunu iş haline
getiren aracılar yapıyor.
Tablo -3: Türkiye’nin Sezonlar*
İtibariyle Zeytinyağı Üretimi (Miktar:
Bin Ton)
Kaynak: Uluslararası Zeytinyağı Konseyi
* Sezon aralığı 1 Kasım-31 Ekim
Uluslar arası Zeytinyağı Konseyi verilerine göre dünya
zeytinyağı üretimi 2007-2008 sezonunda 2.8 milyon ton
oldu. Avrupa Birliği (AB) bu üretimin % 76’sına sahiptir.
Türkiye’nin payı sadece % 5.
Mühendislikte,
Mühend
Mü
dislikt
ktte,
e, Mimarlıkta
Mim
marlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
yaklaşık 1 kg gibi oldukça düşük düzeylerdedir. AB’nin
tüketimdeki payı % 70, Türkiye’nin ise % 2’dir.
4.1. İhracat
Türkiye’nin zeytinyağı ihracatı, yıldan yıla üretimde meydana gelen dalgalanmalar sebebiyle keskin artış ve
düşüşler göstermektedir. İşleme teknolojisi, pazarlama
politikaları ve rakiplerimizin zeytinyağı üretimindeki yükseliş ve düşüşler de ihracatımızı etkileyen önemli unsurlardır. Zeytinyağı tüketimindeki payımızın oldukça düşük
olmasından dolayı (kişi başına yıllık yaklaşık 1 kg ) ürettiğimiz zeytinyağının hemen tamamı ihraç edilmektedir.
Türkiye, zeytinyağı ihracatının % 65’ini Avrupa Birliği’ne,
% 24’ünü de ABD’ye yapmaktadır. Dış ticarette AB’nin
payı % 55, Türkiye’nin payı % 13’tür.
Tablo 4: Türkiye’nin Sezonlar* İtibariyle Zeytinyağı İhracatı
Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı
*Sezon aralığı 1 Kasım-31 Ekim
Dünyada zeytinyağına yönelik talebin artması Türkiye için
yeni ihraç pazarlarının ortaya çıkmasını sağlamış ve son
yıllarda daha önce zeytinyağı ihracatı yapılmamış ülkeler
Türkiye’ye yeni olanaklar sunmuştur. 2006 yılında yaklaşık
75 ülkeye zeytinyağı ihracatı yapılmıştır. Üretici-ihracatçı
konumdaki İspanya ve İtalya ihracatımızda en önemli yere
sahip olan ülkelerdir. Bunun yanı sıra ABD ve Kanada da
ihracat pazarımızda önemli yere sahiplerdir.
4.2. İthalat
Türkiye’nin bazı yok yıllarında düzenli olmamakla birlikte az miktarlarda zeytinyağı ithalatı bulunmasına karşın,
son yıllarda önemli ithalat kaydedilmemiştir.
Tablo 5: Türkiye’nin Sezonlar İtibariyle Zeytinyağı İhracatı
Zeytinyağı ürün borsalarında pazarlanmaktadır. Kalite
tanımları, etiketleme, pazarlama standartları ve kimyasal
ve fiziksel özellikler Türk Gıda Kodeksi Tebliği, ilgili yatay
tebliğler ile zeytinyağının fiziksel ve kimyasal özelliklerinin
yanı sıra bulaşanlar, katkı maddeleri, hijyen, paketleme
ve etiketleme esaslarını belirleyen Yemeklik Zeytinyağı ve
Yemeklik Prina yağı Tebliği ile düzenlenmektedir.
5) ZEYTİNYAĞI DESTEKLEME
TÜRKİYE-AB KARŞILAŞTIRMASI
POLİTİKASINDA
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yakın geçmişte başta
üretici, ihracatçı, tüccar, birlik ve kooperatifler olmak
üzere zeytin ile ilgili tüm taraflarla görüşme yaparak
“Türkiye’nin AB Üyeliği Sürecinde Zeytinde Karşılaşacağı Tehdit ve Fırsatlar” başlığı ile bir rapor hazırladı.
Rapor, Türkiye tablosu karşısında AB’nin zeytinyağı üreticilerine verdiği destekleri de çarpıcı bir şekilde ortaya
koyuyor. Avrupa Birliği’nde kayıtlı 2,8 milyon zeytinyağı
üreticisi var, bunlardan 2,2 milyonu her yıl üretim yardımı
alıyor. Üretim için her yıl AB bütçesinden 2,2-2,5 milyar
Euro ayrılıyor. Bu tutarın yaklaşık % 90’ı üretim yardımlarına ayrılıyor. Bunun yanı sıra üretim için her yıl bir hedef
fiyat belirleniyor, hedef fiyatla piyasa fiyatları arasında
fark oluşursa üreticiye prim olarak ödeniyor. Arz fazlası
yaşanan dönemlerde üreticiye stoklama yardımı da veriliyor. Zeytinyağı üretiminin kalitesini geliştirmek için zirai
ve sınaî önlemler içeren programlara her yıl yaklaşık 30
milyon Euro ayrılıyor.
Birlikleri özerk bir yapıya kavuşturmak ve devlet desteğini ortadan kaldırmak amacıyla Dünya Bankası’nın talebiyle 2000 yılında 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatif ve
Birlikleri Hakkında Yasa çıkarıldı. Ancak, fındık ve zeytin
örneklerinde görüldüğü üzere özerkleştirme amacıyla
çıkarılan bu yasa AKP iktidarının birliklere müdahalesini
engelleyemedi. (Atalık, A. 2006)
Türkiye ile AB’nin konuya bakışı kısaca aşağıdaki gibi
özetlenebilir:
Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığ
Dünyada zeytinyağı tüketimi artış eğiliminde ve dünya
zeytinyağı tüketimi 2 milyon 900 bin ton olarak görünmektedir. Kişi başına zeytinyağı tüketimi Yunanistan’da
kişi başına 25 kg, İspanya’da 15 kg, İtalya’da 14 kg,
Suriye’de 7 kg, Tunus’ta 6 kg, Fas’ta 2 kg iken, ülkemizde
• AB, üretim, stok, kooperatiflere mali destek, ihracat,
tanıtım ve promosyon başta olmak üzere zeytinyağına
her aşamada yılda 2 milyar 350 bin Euro destek veriyor. Yıllardır üreticiye kiloda 1,32 Euro destekleme primi
verildi, 2007’de doğrudan ödemeye geçildi. Destekleme
miktarı aynı kaldı, sadece veriliş biçimi değişti.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
61
DOSYA
DOSYA
miyor. Türkiye’de yeni kurulan zeytinliklerde sertifikalı fidan kullanmak koşulu ile dekar başına 250 YTL
destek veriliyor.
• Avrupa Birliği, ton başına 18,50 Euro promosyon
desteği veriyor. Türkiye’de böyle bir destek yok.
• Avrupa Birliği’nde pazarlama faaliyetleri kapsamında
yürütülen promosyon ve bilgilendirme programlarının
maliyetinin % 20’si Avrupa Birliği Komisyonu tarafından
karşılanmaktadır. Türkiye’de böyle bir destek yok.
• Avrupa Birliği’nde yapılan ihracatın miktarı, hedef
ülkeler, dünyada oluşan fiyatlar dikkate alınarak ihracatçılara ihracat iadesi yapılmaktadır. Türkiye’de ambalajlı ihracatı özendirmek için 5 kg’a kadar olan ambalajlarda ihraç edilen zeytinyağı için ton başına 150 dolar,
1 kg’a kadar olan ambalajlarda ve “made in Turkey” ibareli zeytinyağı için ton başına 300 dolar ihracat iadesi
ödenmektedir.
• Avrupa Birliği’nde konservelerinde zeytinyağı kullanan imalatçılara ton başına 440 Euro destek verilmektedir. Türkiye’de böyle bir uygulama yok. (Atalık, A. 2006)
• Türkiye, zeytinyağına kilo başına 20 kuruş destekleme primi veriyor. Tescilli Türk Markaları ve “Made in
Turkey” ibaresi ile ambalajlı zeytinyağı ihracatına ton başına 125-400 dolar destek veriyor. Ayrıca zeytin dikimine
dekar başına 250 YTL destek veriliyor. Gemlik çeşidinde
bu destek 45 YTL olarak uygulandı.
• Türkiye’nin verdiği toplam destek AB’nin verdiği desteğin % 15-20’si kadar. Ayrıca AB’de 2013 yılına kadar
verilecek destek miktarı belli, ülkemizde ise gelecek yıl
ne kadar destek verileceği belli değil.
• Avrupa Birliği’nde üretim destekleri genellikle kooperatifler ve üretici birlikleri üzerinden yapılmaktadır. Bu hizmet
karşılığında birliklere yılda ortalama 18,8 milyon Euro komisyon ödeniyor. Türkiye’de böyle bir uygulama yok.
• Avrupa Birliği’nde zeytinyağı sektöründe faaliyet gösteren üretici birliklerinin idari ve teknik masrafları karşılığında 30 milyon Euro ödenek ayrılıyor. Türkiye’de böyle
bir uygulama yok.
• Avrupa Birliği, üretimi kontrol altına almak ve
planlı bir üretim için 1998 yılından sonra dikilen zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağına destek ver62
6) ZEYTİNYAĞI SEKTÖRÜNDE YAŞANAN SORUNLAR
Zeytinyağı üretiminde yetiştiricilikten işlemeye ve pazarlamaya kadar birçok aşamada sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bunlar;
• Mevcut ağaçlarımızın büyük çoğunluğunun eğimli
alanlarda olmasının ve bağlı olarak yetiştiricilikte karşılaşılan sorunların yani, kültürel işlemlerdeki (toprak, toplama, işleme, gübreleme, sulama ve mücadele) eksikliklerin zeytinyağı verimi ve kalitesine olumsuz etkisi,
• Miras yoluyla toprakların bölünmesi ve zeytin sahalarının daralması,
• Türkiye’nin ağırlıklı olarak tuzlu ve uzun sürede yeme
olgunluğuna gelen işleme tekniğini tercih ediyor olması,
sofralık zeytin işleme tesislerinin daha çok küçük aile işletmeleri yapısında, teknolojiden uzak çalışıyor olması (özellikle torak işleme, sulama, gübreleme, hasat, toplama ve
pazarlama aşamalarında teknolojik olmayan ve bilinçsiz
uygulamalar kalite ve maliyeti olumsuz etkilemektedir.)
• Yeterli altyapı ve Ar-Ge çalışmaları yapılmamış olduğundan yurdumuzun hangi yöresinde, hangi tür zeytinin
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
en uygun şekilde yetişebileceğinin planlanmaması, bu
bölgede yapılan üretimin yurt çapına dağılması ve bütün
üretimin Gemlik zeytininde yoğunlaşması, özellikle bazı
yörelerde hem verim düşüklüğü, hem de işleme şekli nedeniyle sorumsuzlukların yaşanması,
• Zeytinin kayıtsız işletmelerce merdiven altı tabir edilen yerlerde çok ucuz maliyetlerle ve sağlıksız şartlarda
üretilmesi, ilgili bakanlıkların sadece kayıtlı işletmeleri
periyodik denetim altında tutarken hiçbir kaydı bulunmayan merdiven altı işletmelerin denetlenmemesi, aynı
pazarda ise fiyat olarak haksız rekabete yol açmaları,
• Sektörde yetişmiş eğitimli ve nitelikli personel eksikliği,
şeklinde sıralanabilir.
7) ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
• Zeytincilik Bölgelerindeki Tarım İlçe Müdürlükleri’nde
mutlaka zeytincilik konusunda uzman ziraat mühendisleri ya da ziraat teknisyenleri görevlendirilmelidir.
• Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası’nda değişikliğe gidilerek bu kooperatiflere ve birliklere gerektiğinde
devlet desteğinin sağlanması mümkün hale getirilmelidir.
• Kooperatif ve Birlikler her türlü işlemlerini kayıtlı olarak yapmakta ve sigortalı işçi çalıştırdıklarından, bu kurallara uymayan ve kayıt dışı çalışan tüccarla rekabette
sıkıntı çekmektedirler. Kooperatiflerin rahatlatılması için
kendilerine vergi bağışıklığı getirilmelidir.
• İhracat olanaklarının geliştirilebilmesi için farklı ülkelere yönelik işleme tekniklerinin uygulamaya konulması,
AB ile ABD gibi büyük pazarların damak zevkine uygun
sofralık zeytin işlemesi konusunda gerekli teknolojik ve
yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmeli,
• Mevcut zeytinliklerin ıslah edilmesi ve geliştirilmesi,
yeni zeytinliklerin oluşturulmalı,
• Coğrafi bilgi sistemleri yöntemiyle yani uzaktan algılama sistemi kullanılmak suretiyle, Türkiye’de tüm ürünlerin nerede, ne kadar yetiştiğinin belirlenmesi ve bilinçli
üretim yapılmalı,
•
Yurt dışında talep gören zeytin çeşitlerimizin artırılmalı,
• Türkiye’deki ağaç sayısının sağlıklı bir şekilde tespit
edilmesi, ağaçların sofralık mı yağlık mı olduğunun orta-
ya konulmalı ve buna göre ne kadar ağaç dikileceğinin
planlanmalı,
• Zeytin üretici firmaların çoğu zeytin stokçusu olarak
çalışmaktadır. Zeytinin var yılı, yok yılı göz önünde bulundurularak gelecek 5-10 yılda zeytinin stoklanmasının,
kooperatifler veya birlikler tarafından şekillendirilmeli, bu
şekilde bilinçsiz stokçuluk önlenmeli,
•
Kayıt dışılık önlenmeli,
• Zeytininin pazarlanması için hedef pazarlar seçilerek
o ülkelerde tanıtım yapılmalı,
• Türkiye zeytin ihracatının % 83’ünü dört ülkeye gerçekleştirmektedir. Bu gelirin %55’ini Romanya’dan elde
etmektedir. Romanya’da ihracattaki bir tıkanma, bir sıkıntı çok ciddi problemlere sebep olacaktır. Bu itibarla,
zeytin ihraç pazarlarımız çeşitlendirilmeli,
• İhracat yapmadan önce hangi ülkeye, hangi kanalla (oteller, süpermarketler, restoranlar, zeytini üreticiden
alıp yeniden paketleyecek müşteriler), hangi ambalajla,
hangi lezzette, hangi ürünün satılacağının tespit edilmesi ve bu doğrultuda ön çalışma yapılmalı,
•
Zeytinliklere hayvan bırakılmamalı,
•
Zeytinyağına verilen prim zamanında ödenmemeli,
• Zeytinyağlarının uygun ve hijyenik ortamlarda üretilmesi ve depolanması sağlanmalı,
• Öncelikli pazarlar belirlenerek zeytinyağının yurtdışında tanıtılması sağlanmalı,
• Eski zeytinliklerin ıslahı, yeni zeytin bahçelerinin tesisi
ve uygulanacak kültürel önlemlerin AB mevzuatına uyum
çerçevesinde bilimsel verilere dayandırılarak standartların oluşturulmasına yönelik bir yönetmelik hazırlanmalı,
• Mevcut zeytin çeşit ve tipleri belirlenmeli, genetik haritaları çıkartılmalı,
• Zeytinyağlarının duyusal özelliklerinin belirlenmesine
yönelik UZZK tarafından da akredite olan panel testleri
kurulmalı,
• Kaliteli zeytinyağı için çeşide uygun zamanda hasat
teşvik edilmeli,
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
63
DOSYA
DOSYA
OSYA
• Zeytinyağına verilen prim yağlık zeytinin danesine
verilmeli,
• İhracatımızın istikrarlı bir hale gelmesi için, yeni pazarlara yönelmeli ve mevcut pazarlar geliştirilmeli,
• Sektörde HACCP ve EUROPGAP uygulamaları teşvik edilmeli,
• Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi ve benzer konseylerin maddi yapısını geliştirecek şekilde mevzuat
oluşturulmalı,
• Zeytinyağının iç tüketiminin arttırılmasına yönelik kitle iletişim araçları kullanılarak sistemik tanıtım kampanyaları düzenlenmeli,
• Zeytin alanlarının arttırılmasına yönelik öncelikli zeytincilik bölgeleri tespit edilmeli,
• Uzaktan algılama sistemleri ile zeytin varlığı tespit
edilmeli, veri tabanı oluşturulmalı ve bu bilgiler hizmet içi
kullanıma açılmalı,
• Üreticiler mutlaka kooperatif ve birlikler altında örgütlenmeli ve dünyadaki örnekler gibi teşviklerin bunlar
aracılığıyla yapılması sağlanmalı,
• Havadan ve yerden ilaçlamanın mümkün olmadığı
alanlarda Zeytin Sineği kontrolünde biyoteknik yöntemlerin kullanılması yaygınlaştırılmalı,
• Zeytin Sineğine karşı ilaçlama yapılan alanların içinde organik tarım alanlarının var olması nedeniyle bu
alanların zarar görmemesi için çevreye ve doğal dengeye zararı bulunmayan preparatlara öncelik verilmeli,
• Verticillium hastalığına gerekli önlemler alınmalı,
araştırma, eğitim ve yayım hizmetlerine ağırlık verilmeli,
• Zeytinyağı ihracatında özellikle ambalajlı ihracat teşvik edilmeli,
• Sağlıklı bir coğrafi işaret sistemi uygulanarak kaliteli
zeytinyağlarımız güvence altına alınmalı,
• Tarımsal Üretici Birlikleri Kanunu sadece üretici örgütlerini içerdiğinden, zeytincilik sektöründe ortak piyasa düzenlerinde örgütlerin tanınması veya onaylanması
için gerekli yasal dayanak Tarım Kanunu aracılığıyla temin edilmelidir.
Bu rapor, aşağıda belirtilen kaynaklardan derlenmiştir.
KAYNAKLAR
1) Göksu, Ç. 2007. T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı
Geliştirme Etüd Merkezi Zeytinyağı Raporu.
2) Altıntaş, G. 2005. İzmir ticaret Odası Araştırma ve Meslekleri Geliştirme Müdürlüğü, Uluslararası Zeytinyağı Konseyi.
3) http://www.chp.org.tr/index.php?module=reports&page=list_sub_
reports&report_id=71
4)
Duran, M. 2006. Zeytin/ Zeytinyağı Sektör Raporu.
5)
Kıymaz, T. 2003. Gıda Sanayii Raporu.
6) Atalık, A. 2006. Sıra Fındık ve Zeytin-Zeytinyağı Üretimini Bitirmeye Geldi.
7)
http://tarimsalpazarlama.com/makale.php
8)
http://www.zeytindostu.org/tr/zy/
9)
http://www.kkgm.gov.tr/TGK/Teblig/2007-36.html
10) Zeytinyağı Kimyası Alt Komitesi Çalışma Raporu, 2007.
11) http://tech.groups.yahoo.com/group/UZZK-TURK/
12) www.marmarabirlik.com.tr
13) www.tarimdunyasi.net
14) www.zae.gov.tr
Zeytinyağı üretimi Akdeniz ülkeleri
olan; İspanya, Portekiz, İtalya,
Yunanistan, Türkiye, ve Tunus’ta
yoğunlaşmış olup, bu altı ülke
dünyadaki toplam üretimin %
90’ını karşılamaktadır.
64
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
Asu ZİYLAN
Çevre Mühendisi
ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİNDE
ÇEVRE YÖNETİM BİRİMİNİN İŞLERLİĞİ
ÖZET
Planlı kalkınma anlayışı çerçevesinde uygun görülen
alanlarda sanayinin yapılanmasını sağlayarak gerekli
altyapı hizmetlerini sağlıklı ve güvenilir şekilde üyelerine sunan ve bulunduğu bölgeye sosyal ve ekonomik
katkılar sağlayan Organize Sanayi Bölgeleri sağladıkları
katkıların yanı sıra neden oldukları ya da olabilecekleri
çevresel zararların en aza indirilmesi ve kontrol altında
tutulabilmesi, mevcut yasalara uyumluluğun sağlanması
gerekliliğiyle etkin bir çevre yönetim sisteminin varlığını
zorunlu kılmaktadır. Var olan Çevre Yönetim Sisteminin
işlerliği ise yönetim birimin tanımlanmış görev ve tam
yetki ile bölgenin şartlarına uygun şekilde belirlediği hedef ve stratejileri planlı olarak uygulama sürecine almasına dayanmaktadır.
1. GİRİŞ
Ülkemizde planlı kalkınma anlayışı çerçevesinde geliştirilmiş olan Organize Sanayi Bölgeleri (OSB), sanayinin
uygun görülen alanlarda yapılanmasını sağlamak, kentleşmeyi yönlendirmek, çevre sorunlarını önlemek, bilgi
ve bilişim teknolojilerinden yararlanmak, imalat sanayi
türlerinin belirli bir plan dahilinde yerleştirilmeleri ve geliştirilmeleri amacı ile sınırları belirli arazi parçalarının
gerekli altyapı hizmetleriyle ve ihtiyaca göre tayin edilecek sosyal tesisler ve teknoparklar ile donatılıp planlı ve
sistemli, sanayi için tahsis edilmiş bölgelerdir [1].
Bölgeler içerdikleri iş kollarına göre Karma ve İhtisas
OSB olarak sınıflandırılırlar. Karma OSB’lerde farklı sanayi iş kollarında üretim yapan tesisler yer alırken İhtisas
OSB’lerde aynı iş kolu ve bu iş kolunun alt sanayi gruplarında faaliyet gösteren tesisler yer alır. Bölgenin karma
veya ihtisas olması, her iki tür OSB içinde yer alan sektörlerin türü ve sayısı bölgede meydana gelen çevresel
etkiler ve bu etkilerin yönetimi ile ilgili önemli farklılıklar
yaratmaktadır.
OSB Yönetimi OSB Kanunu hükümlerine göre bağımsız yönetim hakkına sahip olmasına rağmen “Çevresel
Yönetim” anlamında; yasal denetim yetkileri; sınırları
denetime kapalı olanlar ile sınırları denetime açık olan
OSB’ler olarak değişmektedir. Bu sınıflandırmada sınırları denetime kapalı organize sanayi bölgeleri, TC
Anayasasının mevcut kanun ve yönetmeliklerine tam
bağımlı hareket etmek ve mahallin en büyük mülki amiri tarafından onaylanmak koşulu ile denetimlerin bölge
müdürlüğü tarafından yapıldığı bölgeleri kapsamaktadır.
Örneğin atıksu için, yetki sınırları kapalı (atıksu taşıyıcı kanal sistemleri ortak arıtma tesisi ile son bulan) bir
OSB de firmalar kanala deşarj standartlarına göre OSB
yönetimi tarafından denetlenir. Çevre Bakanlığı ise bu
tip OSB’lerin sadece Ortak Arıtma Tesisi denetimini yapar. Bakanlık diğer denetimler için OSB Yönetimine bilgi
vermek yükümlülüğündedir. Ancak yetki sınırları açık bir
OSB de firmalar çevresel olarak konusunda yetkili tüm
kurumlar tarafından denetlenir.
Organize Sanayi Bölgelerinin Karma yada İhtisas OSB
olması, yetki sınırlarının kapalı açık olması; çevre yönetim sisteminin yapılandırılmasında, hedef ve stratejilerin
belirlenmesinde ve buna bağlı planlama ve işletme sürecinde çalışmaların yönünü değiştirecek önemli etkenlerdir.
1
1 Çevre Müh. Boğaziçi Üniversitesi, Çevre Bilimleri Enstitüsü MS, Kalite Sistem Laboratuarlar Grubu, Çevre Yönetim Birimi, [email protected] ,
[email protected]
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
65
DOSYA
DOSYA
2. ÇEVRE YÖNETİM BİRİMİNİN İŞLERLİĞİ
Organize Sanayi Bölgelerinin merkezi yapıları bölge genelinde uyumlu bir çevre yönetim sistemi ve risk yönetiminin kurulmasına imkan vermektedir. Ancak bölgelerin
işletilmesi sırasında çevreye verecekleri zararın en aza
indirilmesi, kaynakların ve çıktıların kontrolünün sağlanması, yasal yükümlülüklerin yerine getirilmesi, sanayilerin birbirleri ve bölge üzerinde oluşturdukları risklerin en
aza indirilmesi ve risklerin kontrolünün sağlaması bölgelerin çevre yönetim sisteminin ve sistemi yöneten çevre
yönetim biriminin etkinliğine bağlıdır.
Çevre Yönetim Birimi’nin (ÇYB) etkinliği ve işlerliği birimin organizasyon içinde tanımlanması, görev ve sorumluluklarının belirlenmesi, bu görev ve sorumlulukları yerine getirmede tam yetki ile donatılması, yönetim biriminin
desteklenebilir hedeflere doğru stratejilerle ulaşmak için
planlamalar yapması ve yönetmesi, risk değerlendirme
ve denetimlerin yapılarak sonuçların hedeflere ulaşmayı
kolaylaştıracak şekilde uygulamaya alınması, yönetim
talimatları ile tesislerin kanuni çerçevede uygulamaya
dahil edilmesi ve eğitimlerle tüm bu süreçlerin desteklenmesine dayanmaktadır.
Organize sanayi bölgeleri yönetim kurulu tarafından hazırlanan çevre yönetim sistemi, müteşebbis heyet onayı ile
uygulamaya sokulur. Çevre yönetim sistemi içinde çevre
yönetim birimi ve sorumluluklarının tanımlanması, bu birimin tanınması ve işleyişinin hızlandırılması bakımından
önemlidir. Çevre yönetim birimi 24713 sayılı OSB Yönetmeliğinde belirtilen, Çevre Yönetim Sistemi (ÇYS) kapsamındaki, Atıksu Yönetimi, Atıksu Altyapı Tesisleri Yönetimi,
Katı Atık Yönetimi, Gürültü Yönetimi, Hava Kalitesi Yönetimi, Tehlikeli ve Tıbbi Atıkların Yönetimi, Zararlı Kimyasal
Madde ve Ürünlerin Yönetimi, OSB Yangın Savunma Sistemlerinin yönetilmesine dair sorumluluk ve görevler almalıdır. Bu görevlerin yanı sıra organizasyon, denetim ve belirlenecek diğer görevlerin yerine getirilmesinde birim, tam
yetki ile donatılmalıdır. ÇYB yaptığı tüm çalışmalar ve aldığı
kararları yönetim kuruluna sunmakla ve yönetim kurulunun
kararlarına uyumlu çalışmakla sorumludur ancak görevlerini yerine getirme ve uygulama aşamasında belirlenen
yetki çerçevesinde birimin bağımsız olması sağlanmalıdır.
Çevre Yönetim Biriminin etkinliği, güvenirliği ve uygulamadaki başarısı bölgeye bağımlı ancak kendi yetkileri içinde
bağımsız yönetim birimi ile mümkün olacaktır.
Çevre yönetim birimi ve personelinin görev ve yetkilerinin tanımlanmasının ardından, yönetim sisteminin da66
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
yanağı olarak yönetim talimatlarının hazırlanması gerekmektedir. Yönetim talimatları, birimin belirlediği yönetim
stratejilerine uygun olarak mevcut yasa ve yönetmelikleri
asgaride karşılamak koşulu ile hazırlanır. Çevre yönetim
birimi tarafından hazırlanan ve yönetimce onaylanan talimatlar çevre yönetim sisteminin uygulanmasında sanayi
tesislerinin yasal çerçevede yönetim uygulamalarına dahil edilmesini sağlamaktadır. Böylece her tesis, mevcut
tüm yasa ve yönetmelikleri ayrı ayrı karşılamak yerine
bölge tarafından yönetim stratejilerine uygun olarak hazırlanmış talimatlara uymakla yükümlü olurlar. Yönetim
talimatları bu anlamda tesislerin yönetim sistemi uygulamalarına dahil edilmesi ve uyum sağlamalarını hızlandıran bir etki yaratır.
Yönetim sisteminin etkinliği ve yönetim biriminin işlerliği
bölge için en uygun yönetim stratejisinin belirlenerek etkin organizasyon, iletişim ve izleme ile uygulamaya alınmasına dayanır.
Bölge ve çevre koşulların belirlenmesi, çevre yönetim
biriminin bölgeyi tanımasını sağlayarak çevre yönetim
sistemine hakim olmasını sağlar ve birimin doğru karar
ve organizasyon yetisine sahip olmasını mümkün kılar.
Hedeflere ulaşmayı destekler şekilde, çevre yönetimini
kuracak olan birim, ancak atık envanteri çalışması ile
tesislerin bölgeye etkilerini izleyebilir, etkin planlama ve
yönetim sağlayabilir. Bu nedenle yapılması gerekli olan
atık envanteri çalışması, bölgedeki mevcut tesislerin
çevresel etkiler açısından proses profillerinin çıkartılması ve bölgedeki tüm tesislerden gelen kirlilik yüklerinin
ilişkilendirilmesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme atık
akımlarının oluşma yerleri, oluşma şekli, miktarı, veriliş
sıklığı, atık karakterizasyonu ve önemli numune alma
noktalarının belirlenmesi çalışmaları ile yapılır. Atık envanteri dâhilinde yapılan tesis incelemelerinde elde edilen veri ve bilgilere dayanarak karakterizasyonu yapılan
atıkların ilişkilendirilmesi ile tesislerin yol açtığı çevresel
etkiler tüm bölge için ortaya konur ve izlenebilir olması
sağlanır. Bu çalışma, çevre yönetim sisteminin işleyişi
sırasında proses değişimleri ve üretim artışlarının takibi
ile etkin olarak sürdürülmelidir. Bölge mevcut durumunun
ortaya konmasında atık envanteri dışında bölgenin tüm
doğal ve oluşturulan alt ve üst yapı bileşenleri ve yerleşim planları çevre yönetim birimi tarafından değerlendirilmelidir. Çevre yönetim sisteminin etkinliği bölge içinde
olduğu kadar bölge sınırları dışında etkileşim içinde olduğu dış çevre ile de uyumlu bir koordinasyon içinde olmasına bağlıdır. Bu nedenle çevre yönetim birimi, sınırları dışında koordine olabileceği hastane, itfaiye, yollar,
diğer organize bölgeler, etkileyebileceği yaşam alanları,
doğal ortam ile atık bertarafını sağlayacağı deponi alanları, yakma tesisleri vs. ait bilgileri değerlendirmelidir.
Çevre yönetim sisteminin işleyişinin etkinliği ve sürekliliği birimin belirlediği hedefler ile bu hedeflere ulaşmakta
çizdiği yol haritalarının bölgenin yapısı ve şartlarına uygunluğuna bağlıdır. Bölge koşullarına aykırı olarak belirlenen yönetim stratejileri, ağırlaşan ve hedeflere ulaşamayan bir sistem ile sürüncemeye girecektir. Bu nedenle
çevre yönetim birimi hedeflerini ve stratejilerini belirlediği
mevcut durum şartlarına, bölgenin ve çevre koşulların
gereklerine göre planlamalıdır. Bölgedeki atık envanteri
çalışmasında belirlenen atık karakterizasyonu, tesislerin girdi-çıktı analizleri ve bölge dışındaki diğer sanayi
tesislerinin değerlendirilmesi sonucunda atık azaltma,
geri kazanım, temiz üretim, atıklardan enerji ve yakıt
üretme, tehlikeli atık yönetimi (geri kazanım, ara depolama), toplama-taşıma optimizasyonu, atıksu kalitesinin
iyileştirilmesi gibi hedeflerden bölge için uygun olanlar
belirlenir.
Belirlenen hedeflere hangi metotlarla ve nasıl bir süreçle
ulaşılacağının planlaması, çevre yönetim biriminin altyapı ve verileri değerlendirme potansiyelinin bir sonucudur.
Bölge kaynak ve ihtiyaçlarının hedeflere uygun olarak
değerlendirilmesi ve yorumlanması ile uygun metodolojiler ve bunların gerçekleştirilmesi için gerekli aksiyonlar
belirlenir. Hedefe ulaşmada belirlenen yol haritaları, aksiyonların gerçekleştirilmesindeki sorumlu ve paydaşların
tanımlanmasını da içermelidir. Çevre yönetim biriminin
belirlediği stratejilerin gerçekleştirilmesi için bölge yönetimi, üye firmalara sorumluluk verebilir, kamu kurum/ kuruluşları ile civar sanayi bölgeleri ya da tesislerden organizasyon desteği alabilirler. Örneğin acil önlem planları
çerçevesinde hastane, itfaiye vb ile koordine olabileceği
gibi, atık yönetimi faaliyetleri kapsamında bölgesindeki
ya da bölge dışındaki bir sanayi tesisi ile geri dönüşüm/
kazanım ilişkisi içine girebilir. Çevre yönetim birimi strateji üretme ve planlama aşamasında tüm sorumluları tanımlamalı, bu sorumluların görev veya organizasyondaki
paylaşımlarını belirlemeli ve koordine olmak için gerekli
altyapıyı oluşturmalıdır.
Bölge şartlarına uygun stratejilerin belirlenmesi ve planlamada aksiyonların, sorumlu ve görevlerinin tanımlı olması uygulama sürecinin ve birimin organizasyon başarısının artmasını sağlayacaktır. Organizasyon işi gerçekleştirme sırasında sorumlular, iş ve sonuçlar arasında
koordinasyon sağlayarak meydana gelebilecek aksaklık
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
67
DOSYA
DOSYA
veya olumsuzlukları en aza indirmek ve zamanında müdahale etmek yeteneği olarak düşünülmelidir. Çevre yönetim birimi organizasyon ve iş gerçekleştirme becerisini
arttırmak amacı ile belirlediği sorumlular/ paydaşları ile
iletişim sağlamalıdır. Örneğin sanayi tesislerinin organizasyona katılım ve desteğini arttırmak için hedefler, yol
haritaları ve elde edilecek kazançlar sanayiciye aktarılmalıdır.
Çevre yönetim birimi seçilen metotların uygunluğunu,
sorumluların katılımını, yükümlülüklerin yerine getirilip
getirilmediğinin kontrolünü, sistemin etkinliğini izlemek
ve değerlendirmek için üzere amaca uygun denetimler
düzenlemelidir. Denetimler strateji belirleme aşamasında planlanmalı ve denetimler için hedefler belirlenerek sınıflandırılmalıdır. Denetimlerin amaçlarına uygun
olarak denetim sıklığı, kontrol noktası ve parametresi,
izlenecek tüm belge ve izinler belirlenmeli ve denetim
programları oluşturulmalıdır. Denetim noktaları ve kontrol parametreleri yerleşim planı üzerinde yerleştirilerek
birbirleri ile etkileşimleri değerlendirilmelidir. Denetimler sonrasında çıktılar arasında ilişkilendirme yapılarak
elde edilen veriler sistemli olarak kayıt altında tutulmalı
ve firmalara denetim sonrasında tüm bölge içindeki değerlendirmesi sunularak gerekli düzeltmeler için o tesise
ait planlamalar yapılmalı firmalar denetim sonuçları ve
gerekli önlemler hakkında bilgilendirilmelidir.
Çevre yönetim birimi bölge üzerindeki bir diğer kontrolünü risk yönetimi ile sağlayacaktır. Organize Sanayi Bölgelerinde faaliyet gösteren sanayi tesisleri,
prosesleri, konumları, depolama koşulları v.b nedenlerle kazalara neden olarak hem kendi arazi sınırlarında hem de bölgedeki diğer sanayi tesisleri üzerinde
can ve mal kaybına yol açabilecek tehlikeler yaratabilmektedir. Tesislerde meydana gelebilecek kazalar,
çevreye yayılan/taşınan kimyasal madde veya tehlikeli
atıklarla etkisini çevre boyutuna da taşıyabilmektedir.
Sanayiden kaynaklanan riskler dışında, bölgede meydana gelebilecek doğal felaketler de sanayi tesisleri
üzerinde ve sanayi tesislerinde bulunan kimyasal ve
tehlikeli atıkların çevreye yayılması nedeni ile çevre
halkı ve doğal kaynaklar üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedirler. Bu nedenle çevre yönetim birimi
etkin bir çevre yönetim sistemini sürdürebilmek için
risk değerlendirme yaparak acil önlem planları geliştirmelidir. Risk değerlendirme kapsamında birim bölge
mevcut durumunu tehlike unsurları açısından değerlendirmeli, tehlikeler ve etkileri belirlemeli, bölge ve
bölge çevresinde risk haritaları çıkartmalı ve senaryo68
larına uygun aksiyon planları geliştirerek gerekli altyapı ve organizasyonu acil eylem planları çerçevesinde
oluşturmalıdır.
Çevre yönetim sisteminin işlevselliği ve etkinliği çevre
yönetim biriminin sistemi kurma ve işletme sırasında ki
etkinliğine ve altyapısına bağlıdır. Çevre yönetim biriminde sistemin kurulması ve organizasyonundan sorumlu
olan kişiler çevresel etkileri algılayıp yorumlayabilecek,
bu etkilerin kaynağına uygun müdahale yöntemleri üretebilecek ve ilişkilendirme yapabilecek formasyonda
yada bu bilgi ve beceri ile desteklenmek için gerekli
eğitimlerini tamamlamış olmalıdır. Çevre yönetim birimi
sorumlu(ları)su organizasyon, denetim ve yönetim becerisini sürekli iyileştirmek ve geliştirmek için konuyla
ilgili eğitimler almayı sürdürmelidir. Mevzuat, Denetim,
Atık Yönetimi, Arıtma Teknikleri, Arıtma Tesislerinin İşletilmesi, Yönetim Stratejileri Geliştirme, Risk Yönetimi
Eğitimleri çevre yönetim birimince alınacak temel eğitimler olarak örneklenebilir.
3. SONUÇ
Organize Sanayi Bölgelerinde çevresel etkilerin ve risklerin kontrol altında tutularak zararların en aza indirilmesi
yada tamamen ortadan kaldırılması, kaynak ve çıktıların
bölge ihtiyaç ve koşullarına göre kontrolünün sağlanarak hem kaynak hem de atık bertaraf maliyetlerin düşürülmesi ve yasal yükümlülüklerin yerine getirilmesi için
çevre yönetim sistemlerinin kurulması gerekmektedir.
Çevre yönetim sistemlerinin etkinliği ve işlerliği sistemi
planlayacak, kuracak ve yürütecek yeterli donanım ve
altyapıda çevresel etkileri algılayıp yorumlayabilecek, bu
etkilerin kaynağına uygun müdahale yöntemleri üretebilecek ve ilişkilendirme yapabilecek, denetim, yönetim,
organizasyon becerinse sahip, yeterli yetki ile donatılmış
çevre biriminin varlığına bağlıdır. Çevre yönetim birimi
etkinliğini ve işlerliği sürdürebilmek için bölge ve çevre
şartlarını değerlendirerek uygun hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için bölgeye uygun stratejiler belirlemeli, sorumlular ve paydaşlar arasında koordinasyon sağlayarak
sistemi gözden geçirmeli ve yenilemelidir.
REFERANSLAR
[1] T.C. Organize Sanayi Bölgeleri Yönetmeliği, 01.04.2005 tarihli,
24713 sayılı Resmi Gazete
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
Dr. Gökhan GÜNAYDIN
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası YK Başkanı
TÜTÜN VE ŞEKER SEKTÖRÜ
1) TÜRKİYE TÜTÜN SEKTÖRÜ
Türk sigara pazarına çokuluslu şirketlerin hakim olma
süreci 1970’li yıllarda başlamıştır. Tekel yatırımları 1980
sonrasında yavaşlatılmış, 1984 yılında ise tamamıyla
durdurulmuştur. 1984 yılında yabancı sigara ithalat yasağı kaldırılmıştır. 1986 yılında Türk tütünü tekeli kaldırılarak, yerli ve yabancı sermayenin Tekel ile ortaklık kurarak tütün mamulleri üretmelerine olanak sağlanmıştır.
1988’de yabancı tütün ithal yasağı da kaldırılmıştır. 1991
yılında Tekel’in katılımı olmaksızın tütün mamullerinin
üretimine izin verilmiştir.
Bunların ardından Türkiye’de faaliyete geçen çokuluslu
sigara şirketleri, kendilerine sağlanan tüm olanaklara
karşın pazar paylarını %17’lerin üzerine çıkaramamışlardır. Bunun üzerine Tekel’in özelleştirilmesi ve pazarın
şirketler arasında paylaşılması için harekete geçilmiştir.
Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 2004/27 sayılı kararı
ile Kelkit Kibrit Fabrikası kapatılmıştır. ÖİB’in 2004/ÖİBK-45 sayılı kararı ile de “Kristal Tuz Rafinerisi Anonim
Şirketi”, M. Altundal ve C. Çakmak Ortak Girişimine satılmıştır. Hisse Devri Sözleşmesi 10.02.2005 tarihinde
imzalanmıştır.
2005 yılında Kaldırım Tuzlası, Kayacık Tuzlası ve Yavşan
Tuzlası’nın özelleştirilmesine karar verilmiştir. Bunun ardından Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2006/21 sayılı kararı ile Sigara Pazarlama Dağıtım A.Ş. bağlı 82 Pazarlama Dağıtım Başmüdürlüğü’nün 42’si kapatılırken,
9 adet koordinatör başmüdürlük kurulmuştur. 2006’da
Yaprak Tütün ve Tuz Sanayi Müessese Müdürlükleri Te-
2002 yılında yürürlüğe giren 4733 sayılı Tütün Yasası
ile alanı düzenleyici ve denetleyici kurum olarak “Tütün,
Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme
Kurumu (TAPDK)” kurulmuştur.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 02.06.2003 tarih ve
527 sayılı Olur’ları ile Sigara Sanayii İşletmeleri Müessesesi, Sigara Sanayi İşletmeleri ve Ticareti A.Ş.’ne; Alkollü İçkiler Sanayii Müessesesi, Alkollü İçkiler Sanayi ve
Ticareti A.Ş.’ne; Pazarlama ve Dağıtım Müessesesi; Alkollü İçkiler Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. ile Sigara Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. olarak yeniden yapılandırılmıştır.
2004 yılında Tekel’in alkolü içkiler bölümü, 292 milyon ABD
doları bedelle MEY Alkollü İçkiler Sanayi ve Tic. A.Ş’ye (Nurol – Limak- Özaltın - TUTSAB konsorsiyumu) satılmıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
69
DOSYA
DOSYA
kel A.Ş. bünyesinde birleştirilerek tüzel kişilikleri sona
erdirilmiştir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığının 2006/64
sayılı kararı ile 23 Yaprak Tütün İşletme Müdürlüğü ile 5
Yaprak Tütün İşleme Atölyesi kapatıldı.
Özelleştirme İdaresi’nin boyunduruğu altında, teknoloji yenileme yatırımları ve pazarlama olanakları sınırlanan Tekel sürekli pazar kaybederken, çokuluslu
şirketler Tekel markalarına karşı pazar üstünlüğünü
ele geçirdiler. 1984’e kadar sigara pazarının yüzde
100’üne sahip olan Tekel’in pazar payı 2008 yılı başı
itibariyle yüzde 31’e düşmüştü. Özelleştirme ihalesi
öncesinde sigara pazarının yüzde 42’si Philip Morris,
yüzde 13’ü Japon Tobacco International (JTI), yüzde
7’si British American Tobacco (BAT) ve yüzde 7’si de
diğer fi rmaların elinde bulunuyordu.
Tekel İçki 3 kat Fiyatla Amerikalılara Devredildi.
Tekel’in alkolü içkiler bölümü, MEY Alkollü İçkiler Sanayi ve Tic. A.Ş’ye % 50’si peşin, kalanı ise 2 yılda eşit
taksitlerle ödenmek üzere satılırken, kurumun 18 il ve
ilçedeki fabrikaları, depo ve arsaları, kasasındaki 348,4
trilyon TL parası ve 70 milyon YTL değerindeki içkisiyle
beraber devredilmişti. MEY A.Ş, 292 milyon dolara satın
aldığı TEKEL’in içki bölümünün % 92 hissesini, 3 yıl sonra 2006 yılında Amerikan Teksas Pacific Group’a (TPG),
3 katı fiyatla 810 milyon dolara satmıştır.
Bu satıştan kamunun, yani tüm halkın uğradığı zarar açıktır. Bunun yanında sektör yabancılaşmış, Amerikan firması satın aldığı fabrikalardan bazılarını kapatmış, üretici
ürettiği üzüme alıcı bulamaz olmuştur. Kısacası tüm halk
kaybetmiş, Amerika ve taşeronları kazanmıştır…
Tütün üretimi %60 oranında düştü!
Tekel’in sigara bölümünün özelleştirilmesi de benzer
sonuçlar doğuracaktır. Bu sonuçların ipuçları da, 2002
yılında çıkarılan Tütün Yasası’ndan bu yana yaşanmaktadır. Adeta tütün üretimini yasaklayan ve sektörü özelleştirmeye – yabancılaştırmaya hazırlayan 4733 sayılı
Yasa hükümlerinin uygulandığı son 5 yıllık süre içerisinde tütün üreticisi sayısı yüzde 47 oranında azalarak
205.000’e gerilemiştir. 2000 yılında 200 bin ton olan tütün üretiminin, yedi yıllık süreçte yarısından fazlası kaybedilmiştir. 2006 yılında, 1962 yılından bu yana ilk defa
100 bin tonun altına düşerek 98 bin ton olarak gerçekleşen üretim, 2007 yılında daha da azalarak 80 bin tona
gerilemiştir.
Kıraç arazilerde ortalama 6,8 dekarlık aile işletmelerinde tütün üreten köylü, tarım üreticileri içinde en yoksul
kesimi oluşturmaktadır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’daki tütün üretiminin azalması, ekonomik ve ekolojik alternatif yokluğu nedeniyle göçü zorunlu kılmıştır.
Türkiye, sigara içme alışkanlığı hızla artan ülkelerin liste başında bulunmaktadır. Devlet tekelinin etkili olduğu
1980-1985 yılları arasında sigara satışlarında artış olmazken, bir sonraki 5 yılda artış yüzde 21 oranında gerçekleşmiş, 1999’da ise bu oran yüzde 81’lere ulaşmıştır.
Bu hızlı artışta çokuluslu şirketlerin Türkiye’deki faaliyetlerinin etkili olduğu açıktır. Çokuluslu şirketlerin Türkiye
sigara pazarına girmesiyle birlikte sigara alışkanlığı çocuk yaşlara inmiştir.
Tekel Sigara 1.720 milyar Dolara Satıldı
Türkiye sigara pazarının yüzde 7’sine sahip olan BAT,
22 Şubat 2008 tarihinde yapılan ihale sonucu Tekel
Sigara’yı 1 milyar 720 milyon dolara almıştır. BAT böylece pazardaki payını yüzde 38’lere yükseltmiştir. ÖYK’nin
satışın onaylanmasına ilişkin kararı da, 24.4.2008 tarih
ve 26856 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Karara göre, Adana, Ballıca, Bitlis, Malatya
ve Tokat sigara fabrikaları ile bu fabrikaların kullanımında
bulunan taşınmazlar şirkete satılmıştır. İstanbul, Adana,
Ballıca, Malatya ve Tokat sigara fabrikalarının envanter
kayıtlarında yer alan makine ve teçhizat, yedek parça,
hammadde, yarı malul ve mamul stokları ile sarf malzemesi nitelikli varlıklar, işletme malzemeleri ve üretim
faaliyetlerinde kullanılan tüketim malzemeleri, taşıtlar,
demirbaşlar, diğer varlıklar ile yatırım programı çerçevesinde alımı yapılmış olan makine ve teçhizat ile sigara
70
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
fabrikalarının üretim işi ile ilgili sözleşme imza tarihi itibariyle tüm siparişler ve bunlara ait sözleşmeler şirkete
devredilmiştir.
ÖYK kararına göre Adana, Ballıca, Bitlis ve Tokat sigara
fabrikalarının sahası içinde bulunan lojmanlar, şirketin
sahip olduğu sigara reçeteleri gibi ticari sır niteliğindeki
bilgiler ve bunlarla ilgili hak ve yükümlülükler; İdare Yaprak Tütün Stoku’nun 25 bin tonluk kısmı; Sigara Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. Başmüdürlükleri’nin depolarında ve
başmüdürlüklere bağlı perakende satış mağazalarındaki
mevcut sigara stokları da satılmıştır.
83 Yıl Sonra Film Başa Döndü!
Atatürk’ün Tekel’i 4 milyon liraya devletleştirerek
Reji İdaresi’ni kovmasından bu yana 83 yıl geçmiştir.
Osmanlı’nın son döneminde, yabancıların alacaklarının
tahsili için tuz ve tütün gelirlerine el koyan Reji’nin kolcuları, Anadolu’da binlerce köylüyü öldürmüştü. 83 yıl sonra, film başa dönmüştür. Bu filmin başa dönmesi, tarıma,
ekonomiye, sağlığa, insana ve yaşama zarardır. Bu filmin başa döndürülmesi, halk düşmanlığıdır…
daki İdare hissesi 09.08.2004 tarihinde blok satış yöntemiyle Torunlar Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye satılmıştır. Adapazarı Şeker Fabrikası A.Ş.’de bulunan % 94,09
oranındaki İdare hissesi blok olarak satış yöntemiyle
02.08.2005 tarihinde S.S. Adapazarı Pancar Ekicileri
Kooperatifi’ne devredilerek özelleştirilmiştir.
Türkşeker, 2000 yılında özelleştirme kapsamına alınmış
ve 2003 yılında özelleştirme yol haritası belirlenmiştir.
Üretim maliyetleri düşük, kârlılığı yüksek fabrikalardan
Bor Şeker Fabrikası, Ereğli Şeker Fabrikası ve Ilgın Şeker Fabrikası ÖYK’nın 01.12.2005 tarih ve 2005/130 sayılı kararı ile özelleştirme programına alınmıştır. Önce
iki kez ihale tarihi ertelenen ardından süresiz olarak iptal
edilen özelleştirme ihalelerine karşı açılan dava sonucu Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 05.04.2007
tarih ve 2007/87 sayılı kararı ile yürütmenin durdurulmasına karar verilmiştir. Bunun üzerine Özelleştirme
Yüksek Kurulu tarafından 18.9.2007 tarih ve 2007/54
sayılı karar ile Bor, Ereğli ve Ilgın Şeker Fabrikaları’nın
özelleştirme programına alınmasına ilişkin karar iptal
edilmiş ve Bor, Ereğli ve Ilgın Şeker Fabrikaları (tüm
çalışanları ile birlikte) eski statüsüne iade edilerek,
Türkşeker’e devredilmiştir.
2) TÜRKİYE ŞEKER SEKTÖRÜ
24 Ay İçinde Özelleştirme Kararı
Türkiye’de, kapasiteleri 1.500 – 10.000 ton pancar/gün
arasında değişen 33 şeker fabrikası üretim yapmakta
olup, halihazırda 25 şeker fabrikası ile toplam pancar şekeri talebinin yaklaşık % 50’si Türkiye Şeker Fabrikaları
A.Ş. (Türkşeker) tarafından karşılanmaktadır. Şeker fabrikaları şöyle sıralanabilir:
•
Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. (25 fabrika - Kamu)
•
Adapazarı Şeker Fabrikası (Özel)
•
Kütahya Şeker Fabrikası (Özel)
•
Amasya Şeker Fabrikası (Özel)
•
Kayseri Şeker Fabrikası (2 fabrika–Kayseri ve Boğazlıyan Özel)
•
Konya Şeker Fabrikası (2 fabrika – Konya ve Çumra - Özel)
•
Aksaray Şeker Fabrikası A.Ş., (Özel)
Şeker sanayinde özelleştirme girişimleri 1990’larda
başlamıştır. Amasya Şeker Fabrikası 18.12.1991, Konya Şeker Fabrikası 18.8.1992, Kayseri Şeker Fabrikası
28.12.1992 tarihinde (halen % 9,99 oranında kamu hissesi bulunmaktadır) pancar ekicilerine devredilmiştir.
Kütahya Şeker Fabrikası A.Ş.’de bulunan %56 oranın-
Ancak Özelleştirme Yüksek Kurulu, 8.10.2007 tarih ve
2007/57 nolu karar ile bu kez Türkiye Şeker Fabrikalarının 24 ay içinde özelleştirilmesine karar vermiştir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) da, Haziran 2008’de
Türkiye Şeker Fabrikaları’na ait fabrikaları üç paket halinde, varlık satış yöntemiyle özelleştirme kararı almıştır.
Buna göre Kars, Erciş, Ağrı, Muş ve Erzurum portföy A;
Elazığ, Malatya, Erzincan ve Elbistan portföy B; Kastamonu, Çorum, Çarşamba, Kırşehir, Turhal ve Yozgat
portföy C olarak ihaleye çıkarılacaktır.
Şeker Fabrikaları Peşkeş Çekilemez!
Şeker pancarı sektörü, fabrikalarda çalışanlar, tarım işçileri ve üretici ailelerle birlikte 8 milyonu aşkın insanı doyurmaktadır. Türkiye’nin yıllık şeker gereksinimi 2.5 milyon tondur. Bunun yüzde 85’i şeker pancarından, yüzde
15’i ise nişasta bazlı şekerden (NBŞ) karşılanmaktadır.
NBŞ fabrikaları, içerden ve dışarıdan aldıkları mısırı işleyerek früktoz ve glikoz şurubu üretmektedirler.
Şeker pancarı sektörü tümüyle ulusaldır, dolayısıyla üretilen katma değer de ülke içinde kalmaktadır. Oysa ülke
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
71
DOSYA
DOSYA
mısırda dışa bağımlıdır, başka bir deyişle yapılan dışalım
ile yurtdışına kaynak aktarılmaktadır. NBŞ sanayi piyasasının % 75’ine çok uluslu şirketler egemendir, üretilen
katma değer de bunlara transfer edilmektedir.
Şeker fabrikalarının özelleştirme adı altında çokuluslu
şirketlere ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi
kabul edilemez. Özelleştirme uygulamalarında, karını maksimize etmeyi amaçlayacak yatırımcılar karlı fabrikaları seçeceklerdir. Sürecin olası sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:
Özelleştirilen fabrikaların yaklaşık 10’u üretime de•
vam ederken, diğerleri farklı gerekçelerle kapatılacaktır.
•
Daha ucuza şeker ürettiği gerekçesi ile nişasta bazlı
şekere tanınan ayrıcalıklar sürdürülecek ve sanayi şekeri tümüyle mısırdan elde edilen nişasta bazlı şekerlere
dayandırılacaktır.
•
Şekerdeki üretim açığı dışalım ile kapatılacak,
Türkiye’nin mısır dışalımı da artarak sürecektir. Sonuçta, pancar üreticisine verilmeyen kamu kaynakları, AB
pancar üreticilerine, ABD ve Arjantin mısır üreticilerine,
çokuluslu şirketlere aktarılmaya başlanacaktır.
•
Özellikle ülkenin doğusunda yaşayan insanların, şeker pancarından ve sektörün katma değerinden kaynaklanan gelir olanakları ortadan kalkacaktır. Dibe vurmuş
olan hayvancılık, önemli bir yem kaynağını daha yitirerek, “piyasaya” teslimiyetini ilan edecektir.
72
•
Sektörde çalışan 30.000’in üzerindeki işçi, işlerini
yitireceklerdir.
•
Şeker sektörü tamamıyla dışa bağımlı bir hale gelecektir.
Tüm bunlardan kaçınmak için, yerli – yabancı çıkar ortaklıkları kurup geliştirmek yerine, yurtsever bir tutumla şeker
fabrikalarının özelleştirilmesi planlarına derhal son verilmeli, teknolojik yenileme yatırımları ile Cumhuriyet’in kazanımı olan şeker sektörü güçlendirilerek yaşatılmalıdır.
Tütün ve şeker sektöründe ülkemizi yıkıma götüren IMF
ve Dünya Bankası eksenli politikalar reddedilmeli, çokuluslu şirketleri değil, geniş halk kesimlerini dikkate alan,
ulusal çıkarlara dayalı, “üretim, yatırım, verimlilik ve teknolojik gelişme” öncelikli planlamalarla desteklenen ulusal politikalar / programlar hazırlanmalı ve kararlılıkla
uygulanmalıdır.
Özelleştirme ihalesi
öncesinde sigara pazarının
yüzde 42’si Philip Morris,
yüzde 13’ü Japon Tobacco
International (JTI), yüzde
7’si British American
Tobacco (BAT) ve yüzde 7’si
de diğer firmaların elinde
bulunuyordu.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK 500 SANAYİ
KURULUŞUNA
SEKTÖREL BAZDA TOPLU BAKIŞ
1. GENEL DURUM
İstanbul Sanayi Odası (İSO) her yıl ülkenin en büyük sanayi kuruluşları ile ilgili veriler açıklamaktadır. Sektör ve
firma bazında yapılan bu çalışma Ağustos/2007 tarih,
497 sayılı İstanbul Sanayi Odası( İSO) dergisinde yayınlanmıştır. Ölçü Dergimiz bu sayıda dosya konusu olarak
sanayii belirlemiş ve bazı sanayi dalları da ülke ekonomisi, imalat sanayi ve sektör içindeki yerleri açısından
incelenmiştir. Sanayi dallarının birbirlerine karşı önceliklerini de içeren bu incelemelerin ait oldukları sektörler
bazında da yapılmasının uygun olacağı düşünülmüştür.
Toplulaştırılmış sanayi dallarından oluşan sektörlere
makro açıdan yaklaşım, özellikle ülke sanayinin hangi
yönde geliştiğini, sektörlerin güçlü ve zayıf yanlarını, genel boyutları ile ortaya koymaktadır. Üretim, satış, ithalat, ihracat, karlılık, verimlilik katma değer, finansal yapı
vb değerler sektörü tanımlayan değerlerdir.
Sektörlerin durum tespiti niteliğindeki bu yazı,
İSO’nun ’ Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi kuruluşları 2006 ‘ (BBK) adlı çalışmasının sektör bazında
özetlenmesi şeklinde hazırlanmıştır.
Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarının açıklandığı bu çalışma İSO tarafından 39 yıl önce başlatılmıştır.
Ülkenin en büyük sanayi kuruluşları olarak başlangıçta
100 daha sonra 300 ve 1980 den itibaren de 500 kuruluş
açıklanmaktadır. Bu yazı içerisinde yer almayan ancak
İSO’nun ‘ İkinci 500 Büyük Sanayi Kuruluşu çalışması
da mevcuttur.
Bu yazı sadece en büyük ilk 500 sanayi kuruluşuna
(BBK) ait SEKTÖRLER bazında verileri içermektedir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
73
DOSYA
DOSYA
Bu kuruluşlara göre yapılan düzenlemede imalat sanayi esas olarak 12 alt sektöre ayrılmıştır. 500 kuruluşun
sektörlere dağılımı: Madencilik (10), gıda içki tütün (81),
dokuma giyim deri ve ayakkabı (68), orman ürünleri ve
mobilya (11), kâğıt ve kâğıt ürünleri ve basım san (18),
kimya petrol ürünleri lastik plastik san. (75), metal ana
sanayi (72), taş ve toprağa dayalı san.(48), metal eşya
makine teçhizat ve meslek aletleri san.(56), otomotiv
endüstrisi (47), diğer imalat san.(4), elektrik sektörü (10)
adet şeklindedir.
Bu kuruluşların ( Eti Maden, EÜAŞ, Soma EÜAŞ, Şeker
Fab., Pektim, TKİ, TPAO, Çay İşl., İstanbul Asfalt, İstanbul Beton, TULOMSAŞ, TÜDEMTAŞ, olmak üzere) 13
ü kamu, 487’si ise özel kuruluş statüsündedir. Yabancı
sermayeli kuruluş sayısı ise 140’tır.
2006 yılı itibariyle 420 kuruluş kar, 80 kuruluş ise zarar
açıklamıştır. Madencilik hariç diğer tüm sektörlerde zarar eden sanayi kuruluşu bulunmaktadır.
En büyük 500 kuruluşun(BBK) Toplam net satışı 184008
milyon YTL, ihracatı 43955 milyon&, dönem karı 15620
milyon YTL, borçları 86712 milyon YTL, öz kaynakları
97998 milyon YTL, net aktifleri 184710milyonYTL, brüt
katma değeri ise 75346 milyon YTL dir. Bu konumu ile
Türkiye gayrı safi milli Hâsılasının(GSMH) %13,1 ini, Türkiye sanayi sektörü katma değerinin %51,2 sini, imalat
sektörünün ise %59,6’sını oluşturmaktadır. Bu rakamlar
da göstermektedir ki en büyük 500 sanayi kuruluşu
(BBK) Türkiye imalat sanayini temsil özelliklerine
sahiptir. Geneli için yapılan bu kabul aynı zamanda alt
sektörler içinde geçerliliğin korumaktadır.
Bu yazı kapsamı her ne kadar sektör bazında ise de bir
noktada firma düzeyine inip TÜPRAŞ tan bahsetmemek
firmaya, kamu ve özel kuruluşlara haksızlık olacaktır. Bir
kamu kuruluşu olarak Tüpraş en büyüklerin büyüğü olup
hep listenin birinci sırasında yer almıştır. 500 kuruluş toplam satışının %10,1 i yaratılan katma değerin %9,4 ü,
Tüpraş’a aittir. Yıllık karı ise 884,7 milyon YTL dir.
Türkiye’nin en büyüğü olup kamu statüsünde iken 2005
yılında özelleştirilen Tüpraş konusunda ilgili derginin 16.
sayfasındaki şu ifadeler yer almaktadır:
“… 500 büyük sanayi kuruluşunu açıklarken, ilk sırasında hep bir kamu kuruluşu yer almıştır. 2005 yılı ile birlikte
ise bu düzen değişmiş, Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu bir özel sektör kuruluşu olmuştur. 2006 yılında da ilk
74
sırada bir özel sektör kuruluşu yer almıştır. Bu bağlamda
ülke ekonomisinde ve sanayi sektöründe özel sektörün
özverisi ve katkısı bir kez daha vurgulanmalıdır.”
Bu paragraftaki özveri(!), kamuya bakış ve yaklaşımdaki
açık anlayış konusunda çok şey söylenip yazılabilir. Burada sadece konuya kısaca değinerek; ( yazıda da ifade
edildiği üzere), Tüpraş’ın el değiştirdiği için gelişerek en
büyük olmadığını, var olduğundan beri kamuda iken de
hep büyüklerin en büyüğü olduğunu, cazibe ve çekim
merkezi olması nedeniyle (yıllık karının 4–5 katı bedel
karşılığı) özelleştirildiğini, bahsedilen ve varlığı öne sürülen özverinin(!) ise özel sektör değil kamu tarafından
yapıldığını vurgulamakta yarar görüyoruz.
Konumuza dönersek BBK içerisindeki kamu kuruluşlarının sayısının her yıl giderek azaldığını ve üretimden aldıkları payın ise 2003 yılında % 17,3 iken bu oran 2006
yılında %7,4 e düştüğünü görüyoruz
Türkiye’nin (19 adedi yabancı sermayeli olmak üzere)
43 ü özel, 7 si kamu statüsünde olan en büyük ilk 50
sanayi kuruluşunun BBK içerisinde önemli bir ağırlığı
vardır. Toplam satış, katma değer ve ihracatının yaklaşık % 50 den fazlası bu ilk 50 kuruluş tarafından yapılmaktadır.(kuruluş sayısı 100 e çıktığında ise bu oranlar
%65 civarın da olmaktadır.) Dönem karında %45 istihdamda ise %33,5 oranında paya sahiptir. Bu kuruluşlar
ülke GSMH %7,4 ünü, imalat sanayinin ise %28,3 ünü
oluşturmaktadır.
Yabancı Sermayeli Kuruluşların İlk 500 Kuruluş
İçerisindeki Yeri:
BBK içerisinde sermaye payları açısından tamamı
yabancı sermaye olan (39) adet, %50 den fazlası
yabancı sermaye olan (50) adet, %50 si yabancı sermaye olan (7) adet, %50 den az yabancı sermaye olan
(44) adet olmak üzere toplam 140 adet yabancı sermayeli kuruluş bulunmaktadır. BBK unun İlk 50 si içerisindeki yabancı sermayeli kuruluş sayısı 19 adet, ikinci
elli içerisindeki sayısı ise 21 adettir. Daha sonraki her
ellilik dilim içerisindeki oranları ise %16 -34 arasında
değişmektedir.
BBK toplam değerlerinde olduğu gibi yabancı sermayeli
kuruluşlarda da toplam 140 kuruluş içerisindeki ilk 50 kuruluş, önemli bir ağırlığa sahiptir. Nitekim toplam yabancı
sermayeli 140 kuruluşun BBK içerisindeki payı satışta
%33.0, katma değerde %37.6, karda %40.1, ihracatta
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
2. SEKTÖRLERİN ÜRETİM, SATIŞ, İHRACAT VE
KAR DURUMU:
sanayi, %17.5’i metal eşya mak.teçh., %14.7’si kimya
petrol lastik, %8.9 ile dokuma giyim deri ayakkabı, %5.5
ile gıda içki tütün , %2.9 ile taş ve toprağa dayalı sanayi oluşturmakta, son sıralarda ise %1.1 ile madencilik %0.1 ile elektrik, ve %0.6 ile orman ürünleri mobilya
sektörü yer almaktadır.
Satış:
Kar: V.Ö Dönem Karı
BBK üretimden satış toplam değeri(net) 184008 milyon
YTL, toplam satış hasılatı ise 230570 milyon YTL dır.
Her iki değer arasındaki 46562 milyon YTL lık bu farkın %66’lık kısmını( 30636 milyon YTL ile) kimya petrol
lastik sektörü oluşturmuştur. Bu da bu sektördeki üretim
dışı satışların üretime yaklaştığını göstermektedir.
Diğer imalat sanayi ve elektrik sektörleri 2006 yılını zararla kapatmışlardır. Kar eden diğer 11 sektörün (v.ö)
dönem karı toplamı ise 13516 milyon YTL olmuştur.
Bu karın %24,2’sini kimya petrol plastik lastik, %20
sini ana metal, %15,4 ünü taş ve toprağa bağlı sanayi,
%12,4 ünü otomotiv, %10,5’ini metal eşya, % 10 unu
gıda, %4,3 ünü madencilik sektörü oluşturmuştur. Bu
karlılık içerisinde en düşük oranlar ise %2 ile kâğıt basım , %1 ile dokuma giyim , %0.76 ile orman ürünleri,
sektörlerine aittir.
ise %46 iken, yabancı sermayeli ilk 50 kuruluşun BBK
içerisindeki oranları ise sırasıyla %18.2, %15.7, %19.7, ve
%30.8 olarak gerçekleşmiştir.
Satış hâsılatı içerisinde en büyük oran %32 ile kimya petrol
plastik sektörüne aittir. 2. sırada %14.2 ile ana metal, 3.
sırada %14.1 ile otomotiv, %10.5 ile gıda içki tütün, %5.4’le
dokuma giyim, %4.4 ile taş ve toprağa dayalı san., %
2.85’le elektrik sektörleri gelmektedir. En düşük oranlar ise
%1.43’le kâğıt basım , %1.38 ile madencilik , %1.36 ile orman ürünleri %1 ile de diğer imalat sektörü gelmektedir.
İhracat:
2006 yılı itibariyle BBK toplam ihracatı 43995 milyon
YTL olup bunun %28’ini otomotiv,%19.6’sını metal ana
Satış ve karlılık açısından öne çıkan sektörün tartışmasız kimya petrol plastik lastik olduğu, İkinci
sırada ise (satış değeri düşük olsa da ) karlılığı
oldukça yüksek olduğu için taş ve toprağa bağlı
sanayinin geldiği görülmektedir. Alt sıralarda ise
(dönemi zararla kapatan) elektrik ve diğer imalat
sektörleri yer almıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
75
DOSYA
DOSYA
3- SEKTÖRLERİN MALİ YAPISI:
Bu bölümde borç yapısı (dış kaynak) başlığı 12 sektör
üzerinden diğer başlıklar ise sektörlerin daha da ayrıntılandırılmasıyla ( giyim eşyası, ağaç, mobilya, basım sanayi, diğer kimyasallar, petrol, lastik, plastik, cam, demir
çelik vb sanayi dallarında ayrı başlıklarda olmak üzere)
toplam 23 sektör üzerinden incelenmiştir.
Borç (Dış kaynak) Yapısı: BBK borçları 59947 milyon
YTL si kısa 26764 milyon YTL uzun vadeli olmak üzere
toplam 86712milyon YTL olup bunun %87 si özel sektöre, %13 ü Kamu kuruluşlarına aittir.
Özel sektör borçlanmasında 1. sırada %21,3 ile kimya, petrol, plastik lastik 2. sırada %17,9’la metal Eşya ve makine
3. sırada ise %15,4’le metal ana sanayi, daha sonra sırası
ile %11,8 otomotiv , %10 ile dokuma giyim deri ayakkabı ve
%9,9 ile gıda içki tütün sektörleri gelmektedir. Borçlanma
durumu en az olan diğer imalat sanayidir, sonra sırasıyla
madencilik ve kâğıt basım sektörleri gelmektedir.
Borç yapılanmasında sağlıklı yapı uzun vadeli borçlanma ile sağlanır. Toplam borç yapısı içerisinde kısa vadeli borç oranını düşük uzun vadeli borçların ise yüksek
olması tercih edilir. Ölçek ise kısa vadeli borç/ Toplam
borç oranıdır. BBK ortalama oranı %0.69’dur Bu oranın
76
en düşük olduğu sektör %0.41 ile taş ve toprağa bağlı
san. 2. sırada kâğıt ve kâğıt ürünleri, 3. sırada ise basım sektörü gelmektedir. En olumsuz borçlanmalar ise
%0.80’le metal eşya 0.91’le giyim eşyası 0.93’le tütün
işleme sektörlerine aittir.
Borç Ödeme Gücü(Cari Oran): Dönen Varlıklar/Kısa
Vadeli Borçlar
Son altı yıl içerisinde bu oranlar yükselerek BBK ortalaması 1.38 den 1.70 e çıkmıştır. Diğer bir deyimle imalat
sanayi borç ödeme gücü açısından çok daha iyi duruma
gelmiştir. Sektör bazında ise 1. sırada 3,3’le taş ve toprağa dayalı sanayi, 2. sırada 2.73’le kâğıt ve kâğıt ürünleri
Sanayi, 3.sırada 2.38 le diğer kimyasal ürünler, daha
sonra ise sırası ile basım, tütün işleme ve ağaç mobilya sanayi gelmektedir. Ödeme gücü en zayıf konumdaki
sektörler ise 1.36 la giyim eşyası, 1.34’le petrol türevleri,
1.30 oranı ile Ağaç ve mantar ürünleridir.
Borçlanma Oranı: Toplam Borç/Toplam Varlıklar
Bu oran ne kadar düşük olursa o kadar iyidir. BBK ortalaması 0.68’dir. En iyi konumda olanlar arsında 1. sırada
0.29 oranları ile taş ve toprağa dayalı sanayi ve içki sanayi
olmak üzere iki sektör, 2. sırada 0.34’le kâğıt ve kâğıt
ürünleri, 3. sırada ise 0.35’le basım sektörü gelmekte-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
dir. Daha sonra sıralamada demir çelik, tütün işleme, ana
kimya, plastik sektörleri ile devam etmektedir. Borçlanma
durumu en olumsuz olan sektörler ise 0.71’le elektrik mak.
aletleri ve 0.70 oranıyla Ağaç ve mantar sektörüdür.
rada %28’le Tütün işleme, sonra %27,9’la taş ve toprağa
bağlı sanayi, %15,3 içki sanayi , %11,3’le cam ve mamul eşya san. gelmektedir. En son sırada yer alanlar ise
%1,8’le çanak çömlek çini ve porselen , %0,7’yle Dokuma
san. ve %0.3’le Ağaç ve mantar ürünleri gelmektedir.
Varlık Finansmanı: Öz Kaynak / Toplam Varlıklar
Varlık(Aktif) Karlılığı:
BBK ortalaması 0.54 dür. Sektör bazında en iyi konumda olan 0.71 oranıyla Taş ve toprağa bağlı sanayi ve
(yine aynı oranla) içki sanayidir. 2. sırada cam ve camdan mamul ürünler, 3. sırada kâğıt ve kâğıttan ürünler
sonra sırasıyla basım, demir çelik, tütün işleme sanayileri gelmektedir. En olumsuz oranlar 0.40 la metal eşya,
0.30 la ağaç mantar ürünleri, 0.29 la elektrik mak. aletleri sanayidir.
BBK ortalaması %8,4’tür. 10 yıl önceki (%9,8) oranla
karşılaştırıldığında %9’luk bir azalma söz konusudur. Bu
azalmada erozyon olarak değerlendirilmektedir. Sektör
sıralamasında 1.sırada %29,3’le Tütün işleme, sonra sırasıyla %20 ile Taş ve toprağa dayalı san. %11.5’le Makine sanayi gelmektedir. Son sıralarda ise %1,6 ile çanak
çömlek çini ve porselen, %0,5’le dokuma san. ,-%0.3’le
ağaç ve mantar ürünleri yer almıştır.
Öz Kaynak Yeterliliği: Maddi Duran Varlık/ Öz Kaynak
Öz kaynak Karlılığı:
Bu oran 1 den küçük olmalıdır. BBK ortalaması 0.60 dır.
Sektör bazında en iyi konumda olan ve 1. sırada 0.26
oranı ile Petrol ve kömür türevleri, 2. sırada 0.34 içki san.
ve makine san. olmak üzere iki sektör, 3. sırada ise ağaç
mobilya sektörü yer almaktadır. En olumsuz olanlar ve
0.71’le taşıt araçları ise 0.76 ile demir çelik 0.80 oranı ile
çanak çömlek çini porselen sektörleridir.
Borçluluk durumu, var olan borçlarının niteliği, borç
ödeme ve öz kaynakları açısından mali yapısı en
güçlü sektör olarak taş ve toprağa dayalı sanayi gözükmektedir. Mali yapısı en zayıf gözükenler sektörler ise elektrik, ağaç mantar sektörleridir.
4- SEKTÖRLERİN SATIŞ, VARLIK, ÖZ KAYNAK VE
EKONOMİK KARLILIK DURUMU:
BBK kar toplamı 15.620 milyon YTL’dir. Kuruluşların 420
si kar, (77 si özel 7 si kamu olmak üzere toplam) 80 adedi de zarar açıklamıştır. Zarar açılayan kuruluş sayısının
en fazla olduğu sektör dokuma giyim(19 ad.), Gıda(16
ad.), Kimya petrol plastik lastik(12 ad.), sonra sırası ile
otomotiv, elektrik mak. aletleri, taş toprağa dayalı san.
ve diğerleri gelmektedir.
Satış Karlılığı: Kar/Satış Hâsılatı
BBK ortalaması %13,8’dir. Özel sektör içerisindeki sıralamada 1.sırada %54 oranla tütün, sonra %29,5 oranla
taş ve toprağa dayalı sanayi, %26,3’le makine sanayi
gelmektedir. En düşük oranlar ise %3,2 dokuma san.
%1’le ile çanak çömlek çini porselen, -%0,9’la da ağaç
ve mantar ürünlerine aittir.
Ekonomik karlılık:
İşletmeye yatırılan sermaye karşılığı ekonomiye ne kadar ilave kıymet (katma değer)katıldığını ifade eder. BBK
ortalaması %15,6’dır. Özel sektör sıralaması içerisinde
1.sırada %32,7 oranla tütün işleme, 2. sırada %30,7 ile
lastik ürünleri, 3. sırada %24,6 ile diğer kimyasallar ve
aynı oranla giyim eşya sanayi gelmektedir. En düşük
oranlar ise %9,2 ile dokuma sanayi, %4,4’le ağaç ve
mantar ürünleri sanayine aittir.
Sektörlerin karlılık değerlendirmelerini oluşturan
verilerine göre en öne çıkan sektör tartışmasız tütün işleme sektörüdür. Sonra taş ve toprağa dayalı
sanayi gelmektedir. Karlılığı en düşük sektörler ise
dokuma ve ağaç, mantar ürünleri sanayidir.
5. KATMA DEĞER, FAALİYET DIŞI GELİRLER,
İSTİHDAM, İŞGÜCÜ VERİMLİLİĞİ
BBK ortalaması %5,9’dur. 10 yıl önceki %8,5 oranı ile karşılaştığında %44 lük bir azalma söz konusudur. Bu azalma
kuruluşlarca erozyon (!)olarak değerlendirilmektedir
Net Katma Değer: Maaş ve Ücretler + Ödenen Faizler
+ Kar
Sektörler bazında en iyi durumda olanlar arasında 1. sı-
2006 yılı oluşan katma değerin %54,4 ü maaş ve ücret-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
77
DOSYA
DOSYA
lerden, %9,3 ü faizlerden %36,2’si ise kar kalemlerinden
oluşmaktadır. Maaş ve ücretlerin oranı(1995–96 hariç)
son 12 yılın en düşük, kar oranı ise en yüksek seviyede
gerçekleşmiştir.
Sektörel bazda en yüksek katma değer %20 ile kimya
petrol plastik lastik, %15,3’le ana metal san. %14,3’le
otomotiv sonra sırası ile metal eşya, gıda içki tütün, taş
ve toprağa dayalı san. dokuma giyim, elektrik sektörleri
gelmektedir. En düşük oran ise diğer imalat ve ağaç ve
orman ürünleri sektörlerine aittir.
içki tütün, %14,9 la otomotiv almaktadır. Son sıralarda
ise %1,9 ile kâğıt basım ve %2,5 ile Orman ürünleri sektörleri yer almaktadır.
2001 yılına nazaran 2006 yılında istihdam oranları azalan sektörlerin başında %35’le kâğıt, basım sanayi, %30
la dokuna giyim, %20 ile de Gıda, içki tütün gelmektedir.
İstihdam oranı artan sektörler ise %67 ile otomotiv, % 50
ile orman ürünleri, %30 la taş ve toprağa bağlı sanayiler
olmuştur.
Nispi Hâsıla:
Brüt Katma Değer: Net Katma Değer+Amortisman+
(Ötv+Kdv)+Dolaylı Vergiler- Sübvansiyonlar
Net katma değerde olduğu gibi brüt katma değerde de
ilk sırada kimya petrol lastik plastik sektörü gelmektedir. 2. sırada doğrudan alınan vergilerin yüksek olduğu
gıda içki tütün sonra sırası ile metal ana san., otomotiv,
metal eşya, taş ve toprağa dayalı san. yer almaktadır.
Alt sıralarda ise diğer imalat ve kâğıt basım sektörleri
gelmektedir.
Üretim Faaliyeti Dışı Gelirlerin(Temettü, İştirak, Faiz
Kambiyo, Menkul Ve Gayrimenkul Satışları Vb.) Dönem Kar-Zarar İçerisindeki Yeri:
Alt sektörde kişi başına yaratılan katma değerin toplam
sanayide kişi başına yaratılan katma değere oranı olarak adlandırılan nispi hâsıla oranı açısından 2006 yılında
ilk sırayı %334 Kimya petrol plastik lastik, ikinci sırayı
%129,8 ile gıda içki tütün, üçüncü sırayı %89 ile taş ve
toprağa bağlı sanayilerin aldığı, alt sıralarda ise %14,2
ile Otomotiv, %17,4’le ise dokuma giyim sektörlerinin bulunduğu görülmektedir. 2001 yılı ile karşılaştırıldığında
gıda içki tütün, metal ana sanayi ve diğer imalat sanayi
dışında tüm alt sektörlerde nispi hâsıla oranlarında düşüşler olmuştur. En yüksek düşüş ise yaklaşık %24 değeri ile orman ürünlerine aittir.
İş Gücü Verimliliği. Net Katma Değer/ Çalışan Sayısı
Son 24 yıl içerisinde net dönem karları değer olarak
(1999,2001 ve 2005 hariç) her yıl bir önceki yıla göre en
azı %3,3 olmak üzere %494’lere varan oranda bir artış
göstermiş olup 24 yılın ortalaması yaklaşık %82 düzeyinde olmuştur.
Üretim dışı gelirler ise (2004–2005 hariç) değer olarak
her yıl bir önceki yıla göre %3,8 ile %228 arasında artış
göstermiş, 24 yılın ortalaması ise yaklaşık %76 düzeyinde olmuştur. 2006 yılın faaliyet dışı geliri 3380 milyon
YTL olup, önceki yıla göre artış değeri %10,9 dur
Son 24 yıl içerisinde faaliyet dışı gelirlerin toplam kar
içerisindeki yeri 1990’lara kadar yaklaşık Olarak %17–30
arasında, 2000’lere kadar %40–210 arasında en yüksek
oran olan %547 ise krizin en yoğun olduğu 2001 yılında
gerçekleşmiştir. Son 5 yılın en düşük oranı %26 olup
2006 yılına aittir.
2006 yılı itibariyle işgücü verimliliğinde ilk sırada Yaklaşık 251 bin YTL ile tütün İşleme, sonra sırasıyla 189 bin
YTL ile petrol ve kömür türevleri, 161 bin YTL ile Taş ve
toprağa dayalı sanayi, 104 bin YTL ile Ana kimya sanayi, 102 bin YTL ile içki sanayi ile devam etmektedir.
Verimliliği düşük olup son sıralarda yer alanlar arasında
yaklaşık 13 bin YTL ile en düşük değere sahip olan giyim
eşya sanayi, 17 bin YTL ile Dokuma sanayi, 25 bin YTL
ile Ağaç mobilya sanayileri gelmektedir.
Katma değer ve Katma değere bağlı oranlar açısından en ön sırada tartışmasız olarak kimya petrol
plastik lastik sektörü, en alt sıralarda ise diğer imalat ve orman ürünleri sektörleri yer almıştır.
İstihdam:
İstihdam oranı açısından ilk sırada %19,7 oranla dokuma giyim sanayi yer alırken katma değerinin düşüklüğü nedeniyle işgücü verimliliğinde bu oran bu
sektörü alt sıralara indirmiştir.
2006 yılı itibariyle 500 kuruluş içerisindeki istihdam dağılımında ilk sırayı %19,7 ile dokuma giyim,%19,6 ile gıda
Katma değeri yüksek olan sektörlerden tütün ve petrol
işgücü verimliliği açısından da ön sıralarda yer almıştır
78
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
6.GENEL DURUM VE SONUÇ ÜZERİNE;
İSO’nun ağustos/2007 tarihli dergisi esas alınarak hazırlanan bu yazı: Esas itibariyle Türkiye’nin en büyük 500
sanayi kuruluşunun (BBK )durum tespiti diğer bir deyimle bu kuruluşların toplu fotoğraf çekimidir..
Fotoğraf ta BBK toplulaştırılarak sektör bazında ’ boylarına göre’ bol rakamlı olarak verilmiştir. Belirlenmiş bazı
kıstaslara göre değerlendirmeler yapıldığından sektörün
niteliğini belirleyen değerlerin(rakamların bolluğu ve) verilmesi zorunlu olmaktadır. Sektör bazında düzenlenmiş
bu rakamlara birey olarak ulaşmak özel bir çaba ister bu
anlamda da İSO dergisinin bu sayısı önemli olmaktadır.
Tüm imalat sektörlerine ait verilerin bir arada ve karşılaştırmalı olarak görülmesi mühendisler özelliklede sanayi
mühendisleri açısından ilginç olacağı gibi, kısmi de olsa
kaynak özelliği de taşıyabilecektir.
Rakamlar bütünü özelliği taşıyan çalışmada hangi sektörler ön plana çıkmış hangileri sıralamanın sonunda yer
almıştır?
Üretim, satış, ihracat, karlılık, katma değer, istihdam vb
her bir kritere göre öne çıkan sektörler belirlidir. Ancak
birçok kriterin bir arada değerlendirilmesi ile öne çıkan
sektörlerin tespitinde zorluklarla karşılaşılmaktadır.
Çoğu zaman özel sermaye ile kamu ağırlıklı ekonominin
değerlendirmeleri ve çıkış noktaları farklılıklar gösteriyor.
Serbest piyasa ekonomisinin egemenliğinde(öz varlık,
karlılık gibi) daha faydacı ve kısa vadeli yaklaşımlar ön
plana getirilirken, karma veya planlı ekonomilerde uzun
dönemli (üretim, istihdam, katma değer gibi) yaklaşımlar
tercih edilebiliyor. Konunun özünde siyasetin olması doğal olarak farklı yaklaşımları da gündeme getirmektedir.
Makro yaklaşımlar dışında burada söyleyebileceğimiz
husus; yukarıda 2. madde de verilen üretim, satış ve karlılık rakamlarına dayanarak imalat sanayi sektörleri için
toplu bir değerlendirme yapmanın yanlış olmayacağı,
hatta bu gün için gerçekçi bir yaklaşım da sayılabileceği
yönündedir.
BBK ın bu verileri de bize; sanayi sektörü içerisinde
ön plan çıkan sektörün kimya petrol lastik plastik
sektörü olduğunu, bunu (sağlam bir mali yapıya da
sahip olan) taş ve toprağa bağlı sanayinin takip ettiğini, elektrik makine alet ve cihazları sanayi, ağaç
mobilya sanayi ve diğer imalat sanayilerinin ise alt
sıralarda olduğunu göstermektedir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
79
DOSYA
Murat FIRAT (M.Sc.)
TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı
İSTANBUL’DA SANAYİ NEREYE GİDİYOR ?
Ülkemizde planlı kalkınmayla belirlenen hedefler
doğrultusunda sanayinin geliştirilmesi amacıyla birçok
teşvik tedbiri uygulamaya konulmuştur. Uygulamaya
konulan bu tedbirlerden biri de Organize Sanayi Bölgeleri
(OSB) uygulamalarıdır. Dolayısıyla, OSB düşüncesi,
sanayisinin plan ve programlara bağlı olarak geliştirilmesi
ve teşvik edilmesi çabaları ile birlikte ağırlık kazanmaya
başlamıştır. 1961 yılında yapılan değerlendirmeler sonucunda hazırlanan raporlarda OSB’lerin ülke sanayisine sağlayacağı yararlar bir bir açıklanmış ve ilk uygulama olarak Bursa Organize Sanayi Bölgesi pilot OSB
olarak kurulmuştur. 70’li yıllarda ise İstanbul’daki sanayi
alanları planlanarak Nazım İmar Planı içine konmuştur.
Bugün Türkiye genelinde yer alan 252 Organize Sanayi
Bölgesi’nin 8 tanesi İstanbul’da yer almaktadır.
Son zamanlarda yazılı ve görsel basında gündemi işgal
eden konuların başında İstanbul’un geleceğine ilişkin
görüşler ve planlar yer almaktadır. Bilindiği üzere Çevre
ve Orman Bakanlığı İstanbul’a ait 1/100.000 ölçekli
plan yapma yetkisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne
vermiştir.
Anılan görevin gerektirdiği politika, plan, program ve
projeleri oluşturmak ve uygulamalara yön vermek üzere, İstanbul İl Bütünü Çevre Planı’nın hazırlanması
konusunda Çevre ve Orman Bakanlığı ile İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanlığı arasında 01.12.2004
tarihli bir protokol imzalanmış olup, 5216 sayılı Yasa’yla
tüm İstanbul İl sınırlarını kapsamak üzere genişletilen
Büyükşehir Belediye sınırlarının içerdiği 5.400 km²’lik alanda 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nın yapılması
konusunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkili
kılınmıştır. Protokol uyarınca İl Çevre Düzeni Planı’nın
yapılmasını, gerekse söz konusu Plan’ın hükümleri ile
80
tutarlılık ve bütünlük içerisinde 1/25.000 ölçekli Nazım
İmar Planı’nın hazırlanmasını gerçekleştirmek üzere;
İstanbul Büyükşehir Belediyesi BİMTAŞ AŞ bünyesinde kurulan, İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel
Tasarım Merkezi (İMP) yoğun çalışmalara başlamış ve
sunulan Rapor’un 15 ayrı çalışma grubunda görev alanlar
tarafından hazırlanan plan TMMOB İnşaat Mühendisleri
Odası İstanbul Şubesinin mahkemeye vermesiyle önce
yürütmesi durdurulmuş ve daha sonra da iptal edilmiştir.
Bu planın amacının İstanbul’u sanayiden arındırma olduğu
anlaşılmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı
ve aynı zamanda mimar olan Kadir TOPBAŞ, İstanbul
için kültür, turizm ve ticareti amaç edinen bir çalışma içine
girmiştir. 2010 yılında İstanbul’un kültür merkezi olarak
ilan edilmesi de bu anlayışı ortaya koymaktadır. İstanbul
Sanayi Odası’nda yapılan bir toplantıda konuşan Kadir
TOPBAŞ, İstanbul Sanayisi’nin, Türkiye’nin lokomotifi
olduğunu söyleyerek alt yapısı sağlam, iyi iş imkânlarına
sahip bir sanayiden yana olduğunu ifade etmiştir. Ancak,
İstanbul’da plansız sanayileşmenin suçunu sanayicinin üstüne yükleyerek kendi sorumluluklarını göz ardı
etmiştir.
İstanbul özelinde gerçek durum nedir? Sanayi alanları
nerelerde ve hangi koşullarda yer almıştır? Bu soruların
cevaplarını bulabilmek için yapılan bazı çalışmalara bakmak gerekir;
Ülke ekonomisine önemli katkılar yapan sanayi, İstanbul
Metropoliten Alanı’nda yerleşme düzeni açısından
rasyonelliğe kavuşamamış, diğer kentsel işlevlerle sağlıklı
ilişkiler kuramamış ve hatta kendi gelişimini sınırlar duruma gelmiştir. Yer seçim kriterleri açısından kuruluş yeri
olumlulukları, olumsuzluğa dönüşmeye başlamıştır. Potan-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
siyelin üzerinde oluşan birikimle dışsal ekonomiler tükenme
eğilimi gösterme şekline dönüşmüştür. Türkiye’nin ekonomik dönüşüm yaşadığı 1980’lerin ilk yarısında, ülkede
yer alan toplam orta ve büyük ölçekli sanayi tesislerinin
yüzde 52,2’si; toplam orta ve büyük ölçekli sanayi tesislerinde çalışan işgücünün de yaklaşık yüzde 40’ı; İstanbul’da
yerleşmiştir. 1966 İstanbul Sanayi Planı’nda kişi başına
düşen sanayi alanı 5,4 m², toplam sanayi alanları ise
1140,5 ha. olarak belirlenmiştir. 1980 İstanbul Nazım
Planı’nda sanayi alanları için 1995 yılı itibariyle öngörülen
toplam büyüklük 7100 ha. ve kişi başına düşen sanayi
alanı ise 10 m²’dir. Günümüzde (2006) sanayi alanları
büyüklüğü 11.000 hektara erişmiş olup; kişi başına düşen
sanayi alanı ise yine 10 m²’de kalmıştır. (D.İ.E.1987)
İstanbul İli’nin, Türkiye ve Marmara Bölgesi içindeki yeri
ve öneminin sosyo-ekonomik istatistikî veriler ışığında
değerlendirilmesinde aşağıda belirtilen Tablo-1’de son
derece çarpıcı sonuçlara ulaşılmaktadır.
Türkiye, Marmara Bölgesi ve İstanbul İli Karşılaştırması
şu şekildedir;
Aşağıdaki Tablo-1’e bakıldığında İstanbul’un, ülke geneli
ve Marmara Bölgesi için ne kadar önemli olduğunu görülebilir. Organize Sanayi Bölgesi’nin temsilcisi olarak içinde
yer aldığım İl İstihdam Kurulu’nun hazırlayıp yayınladığı
İstanbul’un İstihdam Politikaları kitabında yer alan 2004
ve 2005 yılı verilerine göre istihdamın payı Tablo-2’de yer
almaktadır.
İstanbul’da artan istihdamın yaklaşık yarısının (480
bin kişi) imalat sektöründe olması üzerinde durulacak
ilk konudur. Bu durum iki noktayı gündeme getirmektedir. İlk olarak, İstanbul açısından sanayi sektörünün
ağırlıklı yerinin sürdürüldüğü ortaya çıkmakta, ikinci
olarak istihdam yaratılması açısından da sanayi sektörünün önemini koruduğu anlaşılmaktadır. İstihdam
artışının mesleki açıdan irdelenmesi de bu durumu
doğrulamaktadır. Kısacası, İstanbul’da sanayi sektörünün gerilediği ve hizmet sektörünün geliştiği
yönünde ortaya çıkan bulgularla, istihdam artışıyla ilgili
bulgular pek uyuşmamakta ve istihdam artışı açısından
İstanbul’da hâlâ sanayi sektörü başrol oynadığı ortaya
çıkmaktadır.
Tablo 1: Marmara Bölgesi ve İstanbul’un Türkiye’deki Durumu
Kaynak: DİE; Genel Nüfus Sayımı- 2000, DİE; Ulusal Hesaplar–2001
Tablo 2: İstanbul’un İstihdam İçindeki Payı (2004-2005)
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
81
DOSYA
DOSYA
Sanayi sektöründen sonra toptan ve perakende ticaret
ile otel ve restoranların yer aldığı hizmet sektörü gelmekte ve bu sektörün 2002-2005 arasında yaklaşık 200 bin
istihdam yarattığı görülmektedir. Onu inşaat sektörü izlemekte, bu sektörde de 100 binin az üstünde bir istihdam
yaratıldığı anlaşılmaktadır. İnşaat sektörüne yakın istihdam yaratan dördüncü ve beşinci sektörlerde, sırasıyla,
ulaşım, nakliye, depolama hizmetleri ile sosyal hizmetler
olmaktadır. Finans ve bankacılık hizmetlerinin oldukça
büyük bir gelişme gösterdiği İstanbul’da, istihdamın en
az arttığı sektörün, mali kurumlarla ilgili sektör olduğu da
bir gerçektir.
İl İstihdam Kurulu’nun, “İşgücü Piyasasının İstanbul’a
İlişkin SWOT Analizi”nin güçlü yanlarından bazıları şöyle
belirlenmiştir ;
Ekonominin, sanayinin ve ticaretin merkezi olması.
Sanayi ve hizmet tabanlı ekonomik yapı (sanayi ve
hizmet kenti olması).
OSB’lerin kapasitelerinin % 64 seviyelerde kaldığı
için buralara yönlendirilmesi, kalanların ise Gebze ve
Çerkezköy’de konuşlandırılması gerektiğini söyleyen
İMP’nin hazırladığı plana göre ;
“Bölgeler arası farklılıkları azaltmak ve planlı sanayi
gelişimini desteklemek amaçlı politika araçlarından biri
de OSB’lerdir. İstanbul’un içinde yer aldığı Marmara
Bölgesi illerinde bulunan organize sanayi bölgelerinin kapasite kullanım oranlarına bakıldığında; % 64 oranında
kapasitede doluluğun olduğu ve yaklaşık olarak % 36
oranında da boş ve kullanılmayan birimin bulunduğu
görülmektedir. Marmara Bölgesi ve bölge dışındaki
mevcut OSB’lerin sorunlarının çözümü ve kapasitelerinin
etkin olarak kullanılabilmesi için geliştirilecek stratejiler ve
araçlar, gerek İstanbul’daki sanayinin desantralizasyonu,
gerekse sanayinin ülke genelinde dengeli dağılımının
gerçekleşme koşullarını hazırlayacaktır.” denilmektedir.
Halen, İstanbul Metropoliten Alanı içinde 10.476 ha. sanayi alanı ve 1.250.000 sanayi işgücü faaliyet göstermektedir. 2023 için, İMP’nin öngörüsü ise şöyledir ;
Gelişmiş imalat sanayinin varlığı.
Genç ve dinamik işgücü potansiyeli.
Belli alanlarda yetişmiş-nitelikli işgücü. Ücretli istihdamının
yüksekliği ve İstanbul’un bir ücretliler kenti olması.
Türkiye ortalamasının altında seyreden kayıt dışı istihdam oranı
Ulaşım ve iletişim giderlerinin düşüklüğü.
Gelişmiş teknoloji altyapısı ve gelişen teknolojilerin
izlenmesi (kimi sektörler için teknoloji üretimi).
Sanayi işgücünün tarım dışı faal nüfus (yaklaşık 6 milyon) içindeki payının % 25 olacağı,
1.250.000 sanayi işgücünün metropoliten alan içindeki
kapasitesi dolmamış sanayi alanlarında (rehabilite edilerek) yeniden organize edileceği,
İstanbul yakın çevresi olarak değerlendirilen, doğuda
Gebze ve batıda Çerkezköy’ün İstanbul’a yönelecek
sanayi yatırımları ve işgücü için tampon bölgeler olacağı
öngörülmektedir.
İstanbul Metropoliten Alan’ında Müdahale Alanları ve Sanayi Potansiyellerinin durumu Tablo-3’te gösterilmiştir
Küresel trendlere uygun, rekabetçi üretim yapısı.
İMA’da Sanayi İşlevi Farklılaştırılacak Alanlar
Yukarıdaki veriler doğrultusunda İstanbul’da sanayinin
vazgeçilmez bir unsur olduğu ortaya çıkar. İstanbul’da
dağınık olarak dağılmış sanayi alanlarını mevcut
İstanbul Metropoliten Alanı içinde özellikle merkez alanlarda kalan, ancak mekân yetersizlikleri, kullanım
Tablo 3: İstanbul Metropoliten Alan’ında Müdahale Alanları ve Sanayi Potansiyellerinin Durumu
82
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
uyumsuzlukları, kentsel değer artışları nedeniyle yer
değiştirmesi ve farklı işlev yüklenmesi öngörülen sanayi
alanlarının büyük bir kısmı, hizmet fonksiyonuna dönüşen
alanlar olarak belirlenmiştir. Batı Yakası’nda Zeytinburnu,
Yenibosna-İkitelli aksı, Bayrampaşa, Gaziosmanpaşa,
Silivri ile Doğu Yakası’nda Kartal; etaplama ve önceliklerin belirlenmesiyle sanayi kullanımından farklı
kullanımlara dönüşme potansiyeline sahip alanlardır.
Bu alanlarda çalışan 223.000 işgücünün, İstanbul Metropoliten Alanı’nda kapasitesi dolacak sanayi alanlarında
çalışacakları öngörülmektedir.
olması nedeniyle sıhhileştirilecek alanları OSB mantığı
içinde kabul edilmelidir.
İstanbul’a ilişkin yapılan tanım, tüm aktörlerin ortak
paydasında yeniden tanımlanmalıdır. Bu tanım içinde
istihdam payı önem arz eden “sanayi olmazsa olmaz”
koşul olarak değerlendirilmelidir.
İMA’da Mevcut Sınırlar İçinde Sağlıklılaştırılacak Alanlar
İstanbul Metropoliten Alanı’nda sanayi gelişiminin kendi
içinde sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve yeniden organizasyonu kapsamında müdahale alanları belirlenmiştir.
Bu alanlar; Ümraniye-Dudullu ve Hadımköy gibi su
havzası içinde yer almaları nedeniyle, dezavantajlı
konumda bulunmaktadır. Her iki bölgenin de kirletici
sanayinin yer alamayacağı ve yeni gelişmelerin teşvik
edilmeyeceği alanlar olarak belirlenmesi, buralardaki
gelişmenin sınırlandırılması ve ayrıntılı çalışmalarla
yeniden organizasyonu önerilmektedir. İstanbul Metropoliten Plan Merkezi’nin iptal edilen 1/100.000 ‘lik
plan yerine hazırlığa koyulduğu plan çalışmasında bu
kez çalışma alanı olarak nitelendirdiği sanayi alanlarının
bir kısmını yerleşim alanı veya konut dönüşüm alanı
olarak gösterme çabası içindedir. Biz TMMOB’ye bağlı
odalar olarak baraj su toplama havzalarında her türlü
yapılaşmaya karşıyız.
Sonuç Olarak ;
Burada belirtilen tüm veriler, sanayinin İstanbul için olmazsa olmaz koşulu olduğunu göstermektedir.
Sanayi, İstanbul’un ekonomik gücünün devam etmesinde, verimlilik ve etkinlik temelinde desteklenmesi gereken alan konumundadır.
İMP’nin hazırladığı plan notları içinde yer alsa da mevcut
OSB’lerin doluluk oranı, İMP’nin belirttiği orandan daha
büyüktür.
Tuzla Bölgesinde yer alan OSB’ler sayısal anlamda
çok işletmeyi bünyesine alacak büyülükte değillerdir.
Bu nedenle mevcut OSB alanlarına, plan dâhilinde yer
verilmesi zorunludur. KSS’ler (Küçük Sanayi Siteleri) ve
OSB’ler planlı ve sağlıklı denetim mekanizmalarına sahip
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
83
DOSYA
Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
ULUSLARARASI BOYA, VERNİK,
MÜREKKEP VE YARDIMCI MADDELER
SANAYİ KONGRESİ VE FUARI
Kimya Mühendisleri Odası tarafından ilki 1995 yılında
düzenlenen Uluslararası Boya, Vernik, Mürekkep ve Yardımcı Maddeler Sanayi Kongresi ve Fuarı’nın yedincisi
10-12 Nisan 2008 tarihlerinde İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşti.
Türkiye’de kimya sanayinin bir dalı olarak boya sektörünün sanayi niteliği kazanmasının yaklaşık 60 yıllık
bir tarihi vardır. Bu dönem boyunca izlenen destekleyici ekonomik politikaların sonucu oldukça yüksek ivmeli bir gelişme süreci gösteren sektörde, günümüzde
büyük ölçekli kuruluşların yanı sıra basit denebilecek
tekniklerle üretim yapan çok sayıda küçük ölçekli firma
da bulunmaktadır. Büyük firmalar, teknolojik gelişmeleri
neredeyse eşanlı olarak izleme ve uygulama olanaklarına sahip iken, küçük firmalar ürün niteliği başta olmak
üzere parasal kaynak ve teknoloji sorunlarıyla uğraşmak
durumundadırlar. Öte yandan, dünyadaki küreselleşme
sürecinin veya uluslararası ekonomik bütünleşmenin yol
açtığı tüm sorunların uluslararası düzeyde ele alınması
gereği, sorunların boyutlarını ve giderek niteliğini değiştirmektedir. Bu da doğal olarak “küçükler” aleyhine bir
durum yaratma potansiyelini içermektedir.
Bu ortamda boya sanayi varlığını korumak ve rekabet
gücünü artırmak için teknolojik yenilenme, araştırma,
ürün geliştirme, verimlilik, kalite ve çevre yönetim sistemleri gibi konularda kendini geliştirmek zorundadır. Bu
durum, küçük ve orta ölçekli işletmeler için daha büyük
sorun oluşturmaktadır ve yenilenme gerektirmektedir.
Giderek artan önemi ve kalitesi ile boya sanayimiz, doğu
ve batı arasında ekonomik ve sosyal bir köprü oluşturmakta, yapılan yatırımlar ve yetişmiş insan kaynağı gibi
belirleyici unsurlarla, Türkiye Kimya Sanayi’nin bu önem84
li sektörünün cazibesi artarak devam etmektedir. 2006
yılında yarım milyon tonun üzerine çıkan boya üretimi
yaklaşık 2 milyar dolar tutarında bir değer yaratmıştır.
Böyle bir konjonktürde Kimya Mühendisleri Odası, düzenlediği boya kongresiyle, boya konusundaki en son
teknolojik gelişmelerin paylaşıldığı önemli bir bilimsel
platform oluştururken, boya fuarıyla da, katılımcı firmalar
ve ziyaretçiler arasında köprülerin kurulmasına, ulusal
ve uluslararası boya sektörü hammadde, makine, boya
üretici ve tedarikçileri ve lojistik ve iş güvenliği firmalarının buluşmasına olanak sağlamış, üniversite-meslek
odası-sanayi işbirliğini gerçekleştirmiştir.
Kongre ayağında, akademik ve endüstriyel şirketlerdeki
araştırmacılar bir araya gelerek deneyimlerini, bilgilerini
ve fikirlerini karşılıklı paylaşma olanağını; bilim adamları,
mühendisler, araştırmacılar ve sanayiciler ise işbirliği ve
böylece de teknolojik gelişmeler için gerekli bağlantıları
sağlama olanağını bulmuştur. 3 gün boyunca, katılımcıların ticaret, bilim ve teknoloji konularında görüşme olanağı bulduğu bir platform oluşmuştur.
Başarıyla gerçekleşen Boya 2008 Kongresi, boya ve
yardımcı hammaddeleri, üretim ve kontrol ekipmanları
gibi konularda en güncel araştırma sonuçlarının, teknolojilerin ve ürünlerin uluslararası ve yerel katılımcılara
aktarılmasını sağlamıştır. Dünyanın çeşitli bölgelerinden, piyasaları ve firmaları tanımak isteyen, ürün siparişi
vererek ya da temsilcilik alarak yeni iş ilişkileri ve ortaklık
kurmak isteyen sektör profesyonelleri ile katılımcıları buluşturmuştur. Yurtiçi ziyaretçi sayılarının yüksekliği, sektörün bulunduğu tüm illeri kapsaması ve temsil edilme
pozisyonlarının yüksekliği ile Boya 2008 sektörün ticari
buluşma merkezi haline gelmiştir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Geleneksel bir hal alan Boya kongre ve fuarları, Düzenleme Kurulu, Bilimsel Kurul ve Yürütme Kurulu üyelerinin
özverili çalışmaları ve destekleyici firmaların katkıları ile
gerek yurtiçinde, gerekse yurtdışında önemli yankılar
bulmuş, temsil ettiği sektörde yerini kanıtlamış, saygınlık kazanmış ve gelecek organizasyonların başarısı için
bir gösterge olmuştur. Sıralamada dünyada dördüncü,
Avrupa’da ise ikinci olan kongre ve fuar için hazırlıklar sırasında 50 uluslararası kuruluş ve yüzlerce bilim adamına birbirini takiben 3 duyuru gönderilmiştir. Bu duyurular
ülkemizde de üniversitelerimizin 80’den fazla bölümüne
ve yüzlerce şirketimize ulaştırılmıştır. Son iki kongrede
sanayi ve üniversitelerden seçkin konuşmacılar, doyurucu bildiriler ve özel sunumlar için davet edilmişlerdir.
2008 yılı için aralarında CEPE (Avrupa Boya Endüstrisi
Derneği) başkanı gibi, boya dünyasının seçkin isimleri
arasından belirlenen 7 davetli konuşmacının sunumları,
ayrıca hem yerli hem de yabancı araştırmacıların sundukları bildiriler, en son gelişmelerin takip edilmesini
sağlamıştır.
CEPE Başkanı ve Belçika’daki PPG Industries Inc. Kıdemli Başkan Yardımcısı Pierre Marie De Leener, “Avrupa Birliği ve Komşu Ülkeler Çerçevesinde Türkiye Boya
Endüstrisinde Fırsatlar ve Riskler” başlıklı bir sunum
yapmış, ODTÜ’den Prof. Dr. Güngör Gündüz gibi tanın-
mış bilim adamları da yeni teknolojiler ve boyanın gelecekteki yeri konularında bilgiler vermiştir.
Son iki boya kongresinde yeni bir uygulama daha getirilmiş; üniversite ve şirketlerin Ar-Ge Bölümlerindeki bilim
adamlarının güncel araştırmaları ile uyumlu olarak bir
ana tema belirlenmiştir. 2006 yılında “Akıllı Boyalar ve
Yeni Teknolojiler”, 2008 yılında ise “Çevre Dostu Boya
Teknolojileri” ana tema olarak işlenmiştir.
Çevre Dostu Boya Teknolojileri, kimyasal proseste zararlı maddelerin kullanımını azaltmayı ve/veya yok etmeyi amaçlamaktadır. Daha temiz çevre, daha iyi ve güvenli
çalışma koşulları için genel talep, boya ve kaplama üretimi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Yeni yönetmelikler
boya ve kaplamadaki hammadde, ayıraç, çözücü, ürün,
uygulama, satış ve yan ürünleri içeren yaşam sürecinin
tüm safhalarını etkilemektedir. Hatta bu süreç, üretim
prosesi için gerekli olan enerji kaynağı ve sürdürülebilir
hammaddeyi de içermektedir.
Bu yıl Boya 2008 Kongre ve Fuarı’nda Boya Sanayicileri
Derneği (BOSAD) ana destekleyici kuruluş olarak yer almış, boya sanayinden 20 sponsorun yanı sıra, KOSGEB,
TÜBİTAK, İKMİB, İTO ve Çevre ve Orman Bakanlığı’nın
da desteği sağlanmıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
85
DOSYA
DOSYA
Fuar ve kongre alanlarında, Kimya Mühendisleri Odası
İstanbul Şubesi Öğrenci Komisyonu üyeleri aktif görev
alarak sektörle tanışma fırsatı yakalamış ve gelecekte
üyesi olacakları odalarına katkı sunarak renkli görüntüler
sergilemiştir.
50 Sözel (10 yerli, 40 yabancı), 19 Poster (15 yerli, 4 yabancı) ve 3 workshop (1 yerli, 2 yabancı) sunum ile gerçekleşen kongreye dair, sunumların büyük kısmının yer
aldığı Boya 2008 Bildiriler kitabını, Kimya Mühendisleri
Odası İstanbul Şubesi’nden temin etmek mümkündür.
Kongrede bu yıl bir ilke daha imza atılmış ve yerli üniversitelerimizdeki boya ile ilgili çalışmaların desteklenmesi ve teşvik edilmesi amacıyla “Akademik Çalışmalara
Teşvik Ödülü” verilmiştir. Yerli üniversitelerden gelen
tüm bildiriler Bilim Kurulu tarafından incelenmiş ve;
Birincilik ödülü, “Oil Based Polymer Silver Nanocomposite by Thermally and Photochemically Induced Redox
Reaction” çalışmasıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’nden,
Osman Eksik, Tuncer Erciyes ve Yusuf Yağcı’ya,
İkincilik ödülü, “Preparation of Polyurethane/Silica Nanocomposites by Using Environment Friendly Cyclic
Carbonate Synthesis from Supercritical Carbon Dioxide and Epoxides” çalışmasıyla Sabancı Üniversitesi ve
Marmara Üniversitesi’nden, Yusuf Z. Menceloğlu, Özge
Malay, Nilhan K. Apohan ve Atilla Güngör’e .
Üçüncülük ödülü, “Preparation and Characterization of
Sol-Gel Derived UV-Curable
Organo-Silica-Titania Hybrid Coatings” çalışmasıyla, Marmara Üniversitesi’nden, Canan Kızılkaya, Sevim Karataş,
Nilhan Kayaman-Apohan ve Atilla Güngör’e verilmiştir.
İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi
Sarayı’nda 3363 m2’lik alanda, fuara katılan 153 firmanın % 13’ünü yabancı firmalar, % 87’sini ise yerli firmalar
oluşturmuştur. Fuarı, % 9’u yabancı, % 91’i yerli olmak
üzere 3684 kişi ziyaret etmiştir. Yurtdışından katılan ziyaretçiler 25 ayrı ülkeden katılmıştır: Azerbaycan, Bahreyn, Belçika, Brezilya, Bulgaristan, Kanada, Çin, Kıbrıs,
Çek Cumhuriyeti, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda,
Hindistan, İsrail, İtalya, Kırgızistan, Lübnan, Liberya, Suudi Arabistan, İsviçre, Türkmenistan, Ukrayna, Birleşik
Arap Emirlikleri ve Amerika.
86
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
Derleyen: Nurdan AYDOĞDU
Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
DÜNYA VE TÜRKİYE’DE BOYA SANAYİ
1) BOYAYA DAİR
Boya, dekoratif ve koruyucu amaçlarla çeşitli yüzeylere,
çeşitli şekillerde uygulanan ve uygulandığı yüzeyde ince
bir film tabakası bırakan kimyasal madde olarak tanımlanmaktadır.
Kimyasal yapısında bağlayıcılar, pigmentler, dolgu
maddeleri, katkı maddeleri ve çözücüler bulunmaktadır.
Boya üretiminde hammadde olarak yağ, ftalik anhidrit, penta eritrol, bağlayıcı polimerler, kurutucular, çeşitli
amaçlara yönelik katkı ajanları, dolgu maddeleri, solventler ve pigmentler gibi çok sayıda girdi kullanılmaktadır.
Kurutma özelliğine göre: hava kurumalı, fırın kurumalı
boyalar,
Bağlayıcısına göre: selülozik, sentetik, akrilik, epoksi,
poliüretan, bütil, feronik ve nitro selüloz boyalar,
hazırlanması, kullanılması, boyanacak yüzeyin hazırlanması, boyanın uygulanması ve kurutulması aşamalarından geçen bir işlemler bütünüdür ve bu işlemlerin her biri
boyama sisteminden alınması gereken sonucu az veya
çok etkiler. Bu nedenle her aşamada gerekli özen gösterilmelidir.
2) BOYA TARİHİ
Kullanım alanlarına göre: dekoratif boyalar, ahşap
boyalar, mobilya boyalar ve vernikler, ahşap koruyucular, otomotiv boyaları, metal boya ve vernikleri, tinerler,
matbaa mürekkepleri ve diğer boyalar olarak sınıflandırılmaktadır.
Kullanılan boyada aranan koruyucu özellikler: fiziksel etkilere, etkin kimyasallara, organik çözücülere, korozyona dayanıklı olması, elektriksel özellik sağlaması,
yüzeye iyi yapışması ve yeterli kalınlıkta olmasıdır. Dekoratif olarak ise rengine, desenine, matlık ve parlaklığına göre değerlendirilir.
Boyama işlemi; boyanın üretimi, seçimi, depolanması,
2.1- Dünya Boya Tarihi
İnsana dair ilk bulgulardan biri mağara duvarlarına yapılmış dini ve sanatsal içerikli resimlerdir ve bu resimler
insanın ürettiği boya ile renkleri kullanmaya başladığının bir göstergesidir. Bu ilk görsel figürlerin günümüzden
25.000 yıl önce yaşayan insanlar tarafından Altamira
(İspanya) ve Lascaux (Fransa) bölgelerinde yer alan
mağara duvarlarına yapıldığı bulunmuştur. Avcı olan
bu insanların siyah, kırmızı ve sarı tonlarında çizdiği bu
resimler incelendiğinde, bölgedeki topraktan oksiti, yanmış ağaçlardan karbon ve sarı demir karbonatı elde ettiği sanılmaktadır. Toz haline getirilmiş bu pigmentlerin,
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
87
DOSYA
DOSYA
suyla, kemik iliği ile ya da hayvan yağlarıyla karıştırıldığı
ve parmaklarla, bitki saplarıyla veya hayvan kürkleriyle
yüzeye uygulandığı düşünülmektedir. Eski çağlara ait
çanak-çömlek ve fresk yapımında da boyarmadde olarak renkli toplardan yararlanıldığı sanılmaktadır.
Daha sonra Mezopotamya ve Mısır’da seramik yapımında, balar (mavi ve yeşil), manganez (mor) ve kurşun
(sarı) tuzuna dayanan pigmentler kullanılmış; kumaşların
boyanmasıyla birlikte, rezede çiçeği, kızılkök, indigo gibi
bitki kökenli ya da purpura, kırmızı böceği gibi hayvan
kökenli maddelerden yararlanılmıştır.
Boyama yöntemleri özellikle Orta Çağ’da gelişmiş ve
Avrupa’da yeni boyarmaddeler ortaya çıkmıştır. 17. yüzyılda kırmızı renkler kızılkök ve kırmızı böceğinden, mavi
renkler indigo ve çivit otundan, siyah renkler bakamdan,
sarı renkler rezede çiçeği ve zerdeçaldan elde edilmiştir.
1856’da İngiliz Perkin, bulduğu ilk sentetik boyarmaddeye (ipeği menekşe rengine boyayan organik bir bileşik)
movein adını vermiştir. Elde edilen renk son derece canlı
olduğu için, bu buluş çok sayıda araştırmaya yol açmış,
1859’da Verguin, füksin bileşimini elde etmiştir. 1869’da
Graebe ve Lieberman adlı iki Alman tarafından, ilk uzo
boyarmadde olarak ana boyası kızılkökü olan alizarin bileşimi, 1876’da Fransız Russin tarafından ilk sülfonlu azo
boyarmaddeleri bulunmuştur. Boyarmadde sanayinin
gelişmesine en büyük katkı, düzenli araştırmalar sonucunda Alman sanayi tarafından gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, boyanın bir kaplama malzemesi olarak ne
zaman kullanılmaya başlandığı net olarak bilinmemekte,
ancak endüstriyel ürün olarak bilinen ilk kayıtlı üretiminin
1700’lü yıllarda Amerika’da olduğu tespit edilmektedir.
88
2.2-Türkiye Boya Tarihi
Türkiye’de ilk boya üretiminin 1900’lü yıllarda azınlıklar
tarafından yapıldığı tahmin edilmektedir. İstanbul’da bilinen ilk boya üreticileri atölye veya küçük işletmelerde
faaliyet göstermiştir. Bilinen en eski üretici İshakzade
Biraderler adıyla kurulan ve bugün hala faaliyetlerine devam etmekte olan işletmedir. Aynı eskilikte olan ikinci bir
fişletme ise Merkez Boya İmalathanesidir ve bu imalathane bugün Türkiye’nin önde gelen boya üreticilerinden
biri olarak, farklı bir isimle faaliyetlerine devam etmektedir ve bilinen en eski boya ihracatını da 1948 yılında
Suriye’ye gerçekleştirmiştir. Üçüncü bir üretici ise bir
Polonya Yahudisi olan Benjamin De Seaves tarafından
kurulmuş olan Yeni Asır Boya adlı imalathanedir ve günümüze kadar varlığını sürdürememiştir.
İzmir’de ise 1941 yılında Durmuş Yaşar tarafından kurulan boya imalathanesi, 1954’te Yaşar ailesi tarafından
boya fabrikasına dönüştürülmüş ve bu fabrika; projesi,
finansmanı ve tüm organlarıyla tam yapılı olarak kurulan
ilk boya sanayi tesisi olmuştur. 1943’te İstanbul Fener’de
Çavuşoğulları tarafından kurulan boya imalathanesi
1953–1954 yılları arasında fabrikaya dönüştürülmüştür.
Yine 1954’de Topkapı Maltepe’de kurulan boya imalathanesi ise zaman içinde büyüyerek bugünlere kadar
faaliyetlerini sürdürmüştür. Görüldüğü gibi 1954 yılı
Türkiye’de boya sanayinin ciddi olarak oluştuğu önemli
bir mihenk taşıdır. 1953–1954 yılları arasında üretime
başlamış bu üç firma uzun yıllar boyunca Türkiye boya
sanayinin üç büyüğü olarak varlıklarını bugüne kadar
sürdürmüş ve pek çok ilke imza atmıştır. 1958 yılında ilk
alkid reçinesi üretimi, 1958–1960 yıllarında ilk emülsiyon
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
boyası üretimi, 1962’de ilk oto boya üretimi bu firmalar
tarafından gerçekleştirilmiştir.
1954 yılından sonra ilki 1964 yılı olmak üzere 1982,
1988, 1992, 1995 ve 1998 yıllarında da büyük üretici firmaların kuruluş temellerinin atıldığını görmekteyiz.
Bugün ise Türkiye boya sanayii, büyük üreticilerin yanı
sıra pek çok küçük ve orta ölçekli üreticinin de yer aldığı
bir pazar konumundadır.
3) DÜNYA BOYA SANAYİİ
Dünyada boya sanayi çok sayıda üreticisi ve ekonomiye katkısıyla önemli bir sanayii kolu durumundadır. 2000
yılı verilerine göre dünya boya endüstrisinde 12 bin firma faaliyet göstermiş ve 64 milyar dolar pazar hacmine
ulaşmıştır. Pazarın % 40’ına sahip 10 büyük firmanın
4’ü uluslararası firmalardır. Kalan % 60’lık payın büyük
kısmını ise 20 işçiden az eleman çalıştıran ve cirosu 1
milyon dolardan az olan firmalar oluşturmaktadır.
Bugün ise dünya ekonomisindeki gelişmelere paralel
olarak boya üretimi 29,4 milyon ton civarında gerçekleşmekte ve pazarın büyüklüğü 71,7 milyar dolara ulaşmaktadır. Bu pazarda ilk sırayı % 38’lik pay ile Kuzey Amerika kıta ülkeleri alırken, bu ülkeleri % 36’lık pay ile Asya
Pasifik ülkeleri ve % 26’lık pay ile Avrupa ülkeleri takip
etmektedir. Son dönemde Hindistan ve Avustralya’daki
boya üretim artışı da dikkat çekmektedir.
Dünya boya ihracatı 2005 yılında 49,9 milyar dolara ulaşırken ithalat 50,1 milyar doları bulmaktadır.
Önümüzdeki beş yılda, yıllık ortalama % 5 büyüyeceği
tahmin edilen boya pazarının 2011 yılında 35 milyon tonluk üretim miktarına ve 92 milyar dolarlık pazar büyüklüğüne ulaşması beklenmektedir.
Freedonia Group verilerine göre 2007 yılı dünya boya
talebine ilişkin tahmini rakamlar şu şekildedir: Çin, Japonya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri 9 milyon ton; Kuzey
Amerika 8 milyon ton; Batı Avrupa 6 milyon ton; diğer
bölgeler 5,7 milyon ton.
Kullanım alanlarına bakıldığında, inşaat boyalarının payı
% 46’dır. İnşaat boyalarını % 38 pay ile sanayi ürünlerinde ve otomotiv endüstrisinde kullanılan boyalar izlemektedir. Türkiye ve dünyada şehirleşme oranının yükselmesi ve kentlerde yaşayan nüfusun artması, inşaat yatırım-
larının da artması yönünde bir talep oluşturmaktadır. Boyaya olan talebi en fazla etkileyen makroekonomik unsur
kişi başına düşen gelir seviyesinin uzun vadeli artış eğilimidir. Dünyanın gelişmekte olan bölgelerinde kişi başına
düşen milli gelirin artışı, orta gelir sınıfının alım gücünü
arttırmakta bu da boya sanayinin en önemli iki pazarına
(yenileme ve temel tüketim maddeleri) yeni talepler yaratmaktadır. Yüksek gelir seviyesi sadece kullanılan boyanın kalite seviyesini değil boyanın kullanım sıklığını da
etkilemektedir. Dolayısıyla boya tüketimi, toplumun gerçek (enflasyondan arındırılmış) gelir seviyesindeki artışa
paralel bir seyir izlemektedir. Talebi etkileyen bu faktörler
daha çok Asya, Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinde önem kazanmaktadır. Çünkü bu ülkelerde kişi başına
düşen boya tüketimi Kuzey Amerika, Batı Avrupa ülkeleri
ve Japonya’nın çok gerisinde seyretmektedir.
Dünyada boya talebi son 20 yılda gelişmekte olan pazarlarda, dünya ortalamasının üzerinde seyretmektedir. Japonya
dışındaki Asya Pasifik ülkelerinde boya talebinin yılda %
6 büyüme göstereceği tahmin edilmektedir. Asya Pasifik
bölgesinden sonra Arjantin, Brezilya gibi Latin Amerika ülkeleri, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan gibi Doğu
Avrupa ülkeleri de boya talebi artışının dünya ortalamasının üzerinde gerçekleşmesi beklenen ülkelerdir.
Batı Avrupa ülkelerinde tüketilen boyanın % 63’ü dekoratif boyalara, % 11’i genel sanayi boyalarına, % 6’sı ahşap
boyalara, % 5’i OEM boyalara, % 5’i toz boyalara, % 3’ü
koruyucu boyalara, % 2’si oto tamir boyalarına ve % 1’i
deniz boyalarına aittir. Batı Avrupa ülkelerinde 2000 ve
2001 yıllarında 5,5 milyon ton seviyesinde boya satışı
gerçekleşmiştir ve bu miktar dünya boya tüketiminin %
23,7’sine tekabül etmektedir.
2000 yılında, çeşitli merkezlerde faaliyetlerini birleştiren veya firma satın alan şirketler yeniden yapılanmaya
gitmeden kazanç elde edebilir konuma gelmişlerdir. Ancak daha sonra ABD’de talebin gerilemesi, 2001’in son
çeyreğinden itibaren yaşanan ekonomik krizler, boya
sanayinde kurulmuş olan dengeyi bozmaya başlamıştır. Gerileyen talep, Euro’nun değer kazanması ve artan
hammadde fiyatları 2001 ve 2002 yıllarında firmaların
yeniden yapılanmasını zorunlu hale getirmiş, bu dönemden sonra firma evlilikleri tekrar gündeme gelmiştir. Firmalar belirli ürünlerde liderliği hedeflemişler ve liderliği
kaybedecekleri alanlardan çekilmişlerdir. Coğrafi etkinlikler ve bölgesel pazarlara yakın ve hâkim olma isteği
firma evliliklerini artırmaktadır ve bu finansal ortaklıklar
dünya boya sanayine bir sermaye hareketi getirmekte-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
89
DOSYA
DOSYA
dir. 2001 yılında artan firma evlilikleri 2002 yılında hız
kesmiş, 2003 yılında ise büyük gelişmeler yaşanmamıştır. 2002 yılında yapılan firma evliliklerinin daha çok özel
boya üreten firmalarda odaklandığı dikkat çekmektedir.
Marka değeri ve bilinci de firma evliliklerini yönlendiren
önemli bir etkendir. Özellikle dekoratif boyalarda marka
bilinirliği son yıllarda ön plana çıkmıştır. Firmalar boya
pazarının değişik segmentlerinde kullanılan çok sayıda
markaya sahiptir ve ekonomik, standart ve lüks tüketime
yönelik markalar geliştirmektedirler. Otomotiv tamir bakım sektöründe de aynı şekilde markalaşma görülmekte
ve bu markalar yavaş yavaş uluslararası pazarda yerini
almaktadır.
Son dönemlerde satış hacimlerindeki düşüşle birlikte,
hammadde maliyetlerindeki artış dünya boya sanayinde kar marjlarını azaltmıştır. Üretici firmalar daha düşük
kapasite düzeyinde, uzmanlaşma yoluna gitmişlerdir.
Küçük firmalar ya piyasadan çekilmek ya da büyük gruplar ile birleşmek zorunda kalmıştır. Ar-Ge çalışmaları ve
teknolojik yenilikler oluşturmaya yönelik çalışmalar gittikçe önem kazanmakta ve özel dekoratif ürünler gibi yeni
ürünler için yatırımlar yapılmaktadır.
Dünya boya pazarı içinde bölgesel değerlendirmeler göz
önünde bulundurulduğunda Türkiye talep yönünden gelişmekte olan pazarlar arasında yer almaktadır.
4) TÜRKİYE BOYA SANAYİİ
Türkiye neredeyse tüm uluslararası politik ve ekonomik
organizasyonların bir üyesi konumundadır. Gelişen dünya standartlarında 70 milyonluk genç ve tahsilli nüfusuyla, yıllık yaklaşık 73 milyar doları ihracat, 120 milyar
doları ithalat olmak üzere 190 milyar dolara ulaşmış dış
ticaret hacmiyle, uluslararası pazarda önemli bir aktördür. Türkiye’nin bu noktaya ulaşması, büyük ölçüde 21.
yüzyılın kilit sektörü kimya ve kimyasal ürünler endüstrisi
sayesindedir. Bilindiği gibi kimya sanayi, plastikten kozmetiğe, ilaçlardan boyalara kadar birçok alanda sağladığı nihai ürünlerin yanı sıra, pek çok sektöre de ara mal
ve hammadde temin eden bir sanayi dalı olarak, ekonomilere öncülük etmektedir. Lokomotif sektörlerden birisi
olarak, yüksek katma değere sahiptir ve bilim ve teknoloji gerektirir. Kimya sanayi, Türkiye toplam endüstriyel
üretiminin % 8,4’üne ulaşmış ve bunun bir sonucu olarak
ihracat fırsatlarını sürekli olarak genişletmiştir. 2005 yılı
verilerine göre kimya sanayi ihracatının Türkiye toplam
ihracatı içindeki payı % 9,09’a yükselmiş, kimya sana90
yinin bir alt grubu olarak boya sanayinin kimya sanayi
ihracatı içindeki payı ise % 8-9’a ulaşmıştır.
Türkiye boya sektörü, başta AB olmak üzere yakın pazarlar dikkate alındığında gelişim düzeyi artan bir sektör
olarak ortaya çıkmaktadır. Teknolojik yapısı ve üretim
kapasitesi ile önemli bir bölgesel güç olma durumundadır. Yıllık 2 milyar dolarlık sektörel bir katma değer yaratmakta, direkt ve dolaylı istihdamla birlikte 200 bin kişilik
bir işgücü alanını kapsamaktadır. Son 10 yıllık dönemde gelişen ekonomik parametreler ile beraber yükselen
yatırım ve üretim gücü, yabancı sermayenin de ilgisini
sektöre çekmekte, büyük boya üreticilerinin önemli bir
kısmı yabancı sermayeli kuruluşlar ile entegre çalışmaktadır. Boya sektöründe giderek artan teknolojik yatırımlar sonucu Ar-Ge yatırımları da önem kazanmakta, AB
standartları çerçevesinde Ar-Ge ve çevre yatırımlarının
giderek yükselmesi beklenmektedir.
AB ülkelerinin son dönemde geçirdiği yapısal büyüme
ile birlikte üretim alanları ve ekonomi, Avrupa’nın doğu
ve güneydoğusunu da içine alarak önemli bir genişleme
göstermiştir. Ayrıca AB’nin çevre, yatırım ve işgücü mevzuatındaki yeni yasal yaptırımlar, AB sanayicisini ve sermayesini yeni potansiyel aday ülkelere kaydırmaktadır.
Bu boyutuyla Türkiye, genişleme stratejisi çerçevesinde
AB sanayilerinin yeni entegrasyon hedefi içine girmekte, özellikle de Batı Avrupa’da doygunluğa ulaşan boya
pazarında düşük büyüme oranları ve yüksek maliyetler
ile çalışmak zorunda olan çokuluslu boya üreticilerinin
hedefi olmaktadır. Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yakınlığı nedeniyle, bu ülkelere yönelik ihracat
için de önemli bir potansiyel merkezi konumundadır.
4.1- Türkiye’de Boya Üretimi
Türkiye, bugün Avrupa’nın en büyük 6. boya üreticisi konumundadır ve dünya pazarından aldığı pay % 1,5–1,7’dir.
Hammadde ihtiyacının % 60-70’ini ithalat yoluyla karşılayan sektörde, hammadde üretimi yapan firma sayısı
yok denecek kadar azdır. Bu nedenle pek çok sektörde
olduğu gibi boya sektörü, üretim açısından dışa bağımlı
durumdadır. Organik pigment üretimi hiç yokken, çok az
miktarda inorganik pigment, su bazlı pasta ve diper pigment dispersiyonları üretilmektedir. Boya sektörünün de
kullandığı demir oksitler Türkiye’de üretilmekte fakat fiyat
olarak Uzakdoğu’dan pahalı, kalite olarak da Avrupa’dan
geri durumda kalmaktadır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Boya sanayinde kayıtlı 600’e yakın üretici firma bulunmakta ve bunların 15’i büyük, 100’e yakını orta ölçekli,
450’ye yakını küçük ölçekli firmalardan oluşmaktadır.
Ancak “merdiven altı” olarak tabir edilen kayıt dışı üretim
yapan firmalar da önemli bir yekün tutmaktadır ve toplam
boya üretim hacminin yaklaşık % 15-20’sini oluşturmaktadır. Bu mevcut yapı boya sektörünün mali ve ticari yapısını olumsuz etkilemektedir. Sektörün coğrafi dağılımı,
ağırlıklı olarak Marmara Bölgesi ve İzmir’i kapsamaktadır. Türkiye’nin diğer bölgelerinde küçük ve orta ölçekli
olmak üzere dağınık bir yapı göstermektedir.
4.1.1 Boya Üretim Kapasitesi
Yıllık boya üretiminin % 80’i büyük ve orta ölçekli firmalar
% 20’si ise (vernik ve tiner ağırlıklı olmak üzere) küçük ölçekli üreticiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Toplam
boya üretim kapasitenin % 59’unu inşaat boyaları, yani
dekoratif boyalar oluşturmakta, inşaat boyalarının ise %
61’ini su bazlı, % 39’unu solvent bazlı boyalar oluşturmaktadır. Son dönemde su bazlı boyaların üretiminde artış, solvent bazlı boya üretiminde ise düşüş sürmektedir.
Üretilen boyanın ortalama 200–350 bin tonu iç pazarda
tüketilmekte ve yurtiçi talebin % 90’ı yerli üretimle karşılanmaktadır. Kullanılan boyanın % 30’unu, merdiven altı
üretimden gelen kalitesiz boyalar oluşturmaktadır. Boya
sektörü, inşaat sektörü dışında otomotiv, mobilya, deri,
cam, seramik, tekstil ve basım sektörlerine de temel girdi
sağlamaktadır.
2004 yılı rakamlarına göre % 60 kapasite ile çalışan boya
sanayi, tüketimin yetersiz olması nedeniyle kapasitesini
tam olarak kullanamamaktadır. Bunun yanı sıra sektöre
giren yeni üreticiler de atıl kapasiteyi arttırmaktadır.
Boya üretimi genelde inşaat sektörüne yönelik olduğundan mevsimlere göre farklılık göstermektedir. Üretim
miktarı inşaat çalışmalarının yoğun olduğu yaz aylarında, diğer ayların 2 katına çıkmaktadır. Üretim artışının %
Tablo-1: Türkiye Boya Sektörü Üretim Kapasitesi
95’i bina tadilatından, % 5’i ise yeni inşaat yapımından
kaynaklanmaktadır. Aradaki uçurum, yapılan inşaat sayısının, var olan inşaat sayısına oranıyla anlaşılabilir.
Son yıllarda kentleşme ve çevre konusunun öne çıkmasıyla, inşaat ve dış cephe boyalarında talep sürekli bir
artış trendi göstermektedir. Türkiye’de 2006 yılı itibarı
ile kişi başına boya tüketimi yaklaşık 7 kg civarındadır.
Bu miktar ABD’de 22 kg, Japonya’da 17 kg, Almanya’da
15 kg ve Yunanistan’da 12 kg düzeyindedir. Boya en çok
binaların iç mekânlarında kullanılmaktadır. Dış cephenin pek çok alternatifi olması ve Türkiye’de dış cepheye
yeterli oranda önem verilmemesi sebebiyle bu alanda
boya tüketimi oldukça azdır. Yasaya göre Türkiye’de dış
cephelerin 5 yılda bir boyanma zorunluluğu vardır ancak
uygulanmamaktadır.
Boya sektöründe üretim kapasitesi 90’lı yıllar dikkate
alındığında ülkemizin ekonomik büyümesi ile paralel
bir seyir izlemiş ancak bu dinamik gelişimi 2001 yılı genel ekonomik krizi ile büyük sarsıntı geçirmiş ve % 3040’lara varan bir oranda üretim gerilemesi yaşamıştır.
2007 yılında inşaat boyaları, üretim ve satışlarda bir önceki yıla göre % 12’lik bir daralma yaşamış inşaat sektöründeki canlanma dahi bu daralmanın önüne geçememiştir. Ahşap boyaları, tiner ve incelticiler, otomotiv boyaları, metal boya ve vernikleri ve toz boyada ise toplam
daralma % 15’i bulmuştur.
4.1.2 Boya Üretim Teknolojileri
Kurulu tesislerin kapasiteleri ve teknolojilerinin modernliği büyük değişiklikler göstermektedir. Büyük firmaların
ileri teknoloji ile üretim yapan modern tesisleri yanında
küçük kapasiteler ile çalışan ve çok ilkel tesislerde üretim yapan işletmeler de mevcuttur. Az sayıda da olsa
kendi Ar-Ge faaliyetlerini yürüten firmalar bulunmaktadır.
Genelde üretim çok yeni olmayan ekipmanlar ile yürütülmekte, yenileme ve yatırım çalışmaları AB ülkelerindeki gelişmeler doğrultusunda sürdürülmektedir. Dünya
genelinde tüm büyük üreticiler proseslerini, konsantre
pigment dispersiyonları hazır alarak kendi ürettiği beyaz
boyayı renklendirme yöntemine çevirmişlerdir. Bu yeni
sistem üreticilere hem stok ve üretim maliyetlerini düşürme, hem de üretim hızını arttırma ve standart kalitede
ürün ve renk elde etme avantajı sağlarken, satıcı ve nihai tüketiciye de minimum stokla çok farklı renklere hızlı
ulaşım avantajı sağlamaktadır. Önümüzdeki dönemde
Türkiye dekoratif boya endüstrisinde en yoğun yatırım-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
91
DOSYA
DOSYA
lardan biri bu konuda gerçekleşecektir. Özellikle büyük
inşaat malzeme marketlerinin hızla artması, renk konusundaki talepler ve moda bu konuda ciddi baskı unsuru
oluşturmaktadır.
Sektörde faaliyet gösteren başlıca büyük firmaların dünyadaki büyük üreticiler ile yapmış oldukları ortaklıklar,
Türkiye’ye önemli ölçüde teknoloji ve yabancı sermaye
girişine neden olmuştur.
4.1.3 Sektörel Temel Sorunlar
Bugün yapılan tahminlere göre, Türkiye ekonomisinin çok önemli bir kısmını kayıt dışı ekonomik yapı
oluşturmaktadır. Boya sanayinin de bu alanda yüksek
oranda kayıt dışılık özelliği sürmektedir. Profesyonel
firmalar, işçi sigortasından arıtma tesisine, yangın
önlemlerinden işçi sağlığına, çevre kontrollerinden
gelişmiş kalite kontrol mekanizmalarına kadar birçok
alanda tedbir alırken, fiyatları yükselmekte, merdiven
altı üreticiler ise bunların hiçbirini yapmadan düşük
fiyatlarla haksız rekabete sebep olmaktadır. Haksız
rekabet ve kayıt dışı ekonomik faaliyetlerle mücadele
için, kamu kurum ve kuruluşları, tüm sanayimizi kapsayacak denetim mekanizmasını oluşturmak zorundadır. Oysa denetim mekanizmasının ve bu mekanizmayı destekleyen yapının oluşmaması nedeniyle kurumlar arası koordinasyon ve teknik altyapı eksikliği
dikkat çekmektedir.
Sektör kayıt dışı ile mücadele ederken, temel üretim girdilerinde yaşanan sorunların yanında, yatırım teşvik uygulamalarındaki yanlışlık ve belirsizlik ile ithalat rejimindeki
düzensizlik nedeniyle, yurt içi ve dışında istikrarsız bir
durum sergilemektedir. Sanayi işletmelerinin mali disiplinlerinin sağlanması, kurumsallaşmaları ve öz denetim
yapabilmeleri şu an için ele alınması gereken önemli konulardır. Boya sektörüne verilen teşvikler, sektörün büyümesine yönelik maliyet avantajı taşımalı, altyapı sistemine
destek sağlamalı, bu alandaki maliyet avantajını ulusal ve
uluslararası düzeyde sağlayacak teknik teşviklerle desteklenmelidir. (hammadde, enerji, vergi, vb)
Sektör genelinde işgücü nitelikleri göz önünde bulundurulduğunda, bilgi yeterliliği ve uyumun AB ülkelerindeki
işgücünün gerisinde kaldığı, öğrenim seviyesinin ise AB
ülkeleri ile rekabet edebilir durumda olduğu görülmektedir. Ücret düzeyi oldukça düşüktür.
İşletmelerin ölçek ekonomisine uymayan yapısı, bölge92
sel dağınıklığından dolayı verimsizlik ve işletme karsızlığı sektörün yaşadığı sorunlar arasındadır.
Türkiye boya sektöründe ithalat ve ihracat yapan bir ülke
konumunda olduğu için, uluslararası üretim standartlarını yakından takip etmek ve gerekli uygulamaları zamanında gerçekleştirmek durumundadır. AB sürecinden
dolayı, teknik boya standartları, çevre ve insan sağlığı,
işçi sağlığı ve iş güvenliği, eğitimli ve sertifikalı işgücü temini ve planlaması, marka koruması, mülkiyet ve patent
hakları ile ilgili eksiklikler giderek önem kazanmaktadır
ve ticari yapılanmada önemli bir sorun olarak sektörün
gündemindedir.
Çevreye ve insan sağlığına verilen önem nedeniyle
kullanıma hazır ürünler, yüksek solitli ürünler, toz boyalar ve VOC (Uçucu Organik Maddesi) düşük ürünler üzerindeki çalışmalar yoğunluk kazanmaya başlamıştır. VOC Emülsiyon Yönetmeliği, Avrupa Parlamentosu tarafından 2000 yılında kabul edilmiştir.
Dünyada dispersiyon üreticileri minimum VOC içeren
ve endokrin içermeyen boyalar üretmeye başlamışlardır. Sağlık ve çevre konularında hangi solventlerin
kullanımının daha güvenli olduğu hala araştırılmaktadır. Türkiye’de de güvenlik-çevre-sağlık sistemleri
ve daha sağlıklı solvent ve VOC oranı düşük ürün
üretimi ile ilgili çalışmalar başlamıştır ancak, henüz
AB’deki kadar yaygın değildir. AB uyum süreci çerçevesinde bu konuda daha yaygın ve hızlı değişiklikler
yaşanacaktır.
Sürekli kendini yenilemek durumunda olan boya sanayine geçtiğimiz yıllarda nanoteknoljik akım damgasını vurmuşken, bugün sektörün gündeminde su bazlı boyaya
yöneliş ve REACH bulunmaktadır.
4.2) Türkiye Boya İhracatı
Genellikle iç piyasaya çalışan Türkiye boya sanayi son
yıllarda ihracata yönelmiştir. Yaklaşık boya üretiminin
% 10’luk kısmı ihraç edilmektedir. Ağırlıklı olarak dekoratif boyalardan oluşan ihracat, 1998 yılına kadar
istikrarlı artmasına karşın 1999 yılında gerilemiştir.
2000 yılında ekonomik krizin de etkisiyle aynı seviyelerde seyretmiştir.
Özellikle son yıllarda dış piyasa talepleri dikkate alınarak
üretim yapılmış ve hammadde yerine mamul ürün ihracatı tercih edilmiştir. Bu da ihracat artışını doğrudan etkilemiştir. İnşaat boyalarının ihracat içinde ayrı bir ağırlığı
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Tablo-2: Türkiye Boya İhracatı
Tablo-3: Türkiye Boya İthalatı
vardır ve en fazla sentetik polimer esaslı boya ve vernikler ihraç edilmektedir. Bunu sentetik organik, anorganik
maddeler ve macunlar, renkli çimentolar ve boyacılıkta
kullanılan sıvama maddeleri izlemektedir.
İthalatın çok büyük bir bölümü başta Almanya olmak
üzere, Batı Avrupa ülkelerinden yapılmaktadır. AB ülkelerinin toplam ithalattaki payı % 60’tır. (İspanya, İngiltere,
İtalya, Fransa, Belçika, vb) Daha sonra sırayla Çin, İsviçre, Güney Kore, Hindistan, Japonya, Tayvan gibi ülkeler
gelmektedir.
2006 yılı verilerine göre boya ihracatımızın ithalata oranı
% 22,3 düzeyindedir. Yine 2006 yılı verilerine göre boya
sektörü 142 ülkeye ihracat gerçekleştirmiştir.
İhracat ağırlıklı olarak Doğu Avrupa, Orta Asya, Orta
Doğu ülkeleri ve Türkî Cumhuriyetlere yapılmaktadır. Ülkeler arasında Rusya, Azerbaycan, Romanya, İsrail, Ukrayna, Gürcistan, Suudi Arabistan ve İran başta gelmektedir. İran, Irak ve Orta Doğu pazarları, Türkiye ihracat
pazarına yeniden katılmaya başlamışlardır. Gürcistan ve
Ukrayna son dönemde boya ihracatında önemli gelişmeler sergilenen iki ülke olmuştur.
2003 yılında boya ürünleri ihracatının kimya ana sanayi
ihracatı içindeki payı % 6 iken, bu oran 2006 yılı verilerine göre % 8–9 olmuştur.
4.3) Türkiye Boya İthalatı
Dünya boya ithalatında Türkiye 21. sırada yer almaktadır.
Toplam dünya ithalatı içindeki payı % 3’tür ve ithalat yıllar itibariyle ülkenin ekonomik durumuna göre değişiklik
göstermektedir. Toplam boya ve hammadde ithalatının
% 70’ini boyayıcı maddeler (pigmentler) oluşturmaktadır.
Türkiye boya sanayi, mamul maddede % 25, hammaddede % 70 oranında ithalata bağımlıdır. Hammadde,
özellikle pigment ithalatı boya üretimine bağlı olarak artmaktadır. En çok reaktif boyalar ithal edilmektedir. Bunu
asit boyalar, vat boyalar ve bazik boyalar izlemektedir.
İthal boyaların önemli bir bölümü ileri teknoloji kullanılarak üretilen boyalardan oluşmaktadır.
İthalat rakamları, ortalama olarak ihracat rakamlarının 6
katı olmuştur ve 2001 krizinin yaşandığı yıl dışında sürekli yükselen bir grafik izlemiştir. Toplam boya ithalatının % 22’sini inşaat boyaları oluşturmaktadır.
4.4) Boya Sanayi Ve Araştırma Ve Geliştirme Kavramı
Araştırma ve geliştirme, genel anlamda bilimsel ve teknik bilgi birikimini arttırmak amacıyla sistematik bir temele dayalı olarak yürütülen yaratıcı çaba ve bu bilgi birikiminin yeni uygulamalarda kullanımı; dar anlamda ise,
işletmelerde yeni mamul ve üretim süreçlerinin ortaya
çıkmasına yönelik sistemli ve yaratıcı çalışmalar topluluğudur.
İşletmeyi değişen koşullara karşı ayarlayan, sorunlarına
çözüm bulan, canlılığını sürdürüp büyüme ve gelişmesini sağlayan destekleyici bir özellik göstermektedir.
İşletmeler varlıklarını sürdürebilmek ve rekabet gücünü
arttırabilmek için sürekli ve düzenli araştırma-geliştirme
eylemlerine girişmelidirler. Ar-Ge konusunda izlenen
strateji, yeni mal üretim ve pazarlamasıyla ilgili olabileceği gibi taklitçi bir özellik de taşıyabilmektedir. Ar-Ge bilimsel çalışma gerektirir ve mevcut kaynakların en etkin
ve verimli biçimde kullanılmasını sağlar.
Gelişmiş ülkelerde, işletmeler araştırma ve geliştirme çalışmalarına mevcut mamullerin üretiminden çok daha fazla
önem vermektedir. Çünkü bir işletmenin yeni bir mamul geliştirmesi veya yeni bir süreç geliştirerek üretim maliyetlerini
düşürmesi, kendisine önemli bir pazar payı artışı sağlamaktadır. Ayrıca firmalar; endüstride yenilikçi olarak isim
yapmak ve bunu sürdürmek, aralarında seçim yapılabilecek alternatif mamullere sahip olmak, değişiklik bekleyen
tüketicilere yanıt vermek, kamu organlarına ve kamuoyuna
karşı firmanın toplumsal yararlılığını kanıtlamak, yetenekli
ve istekli araştırıcıları çekebilmek ve işletmede tutabilmek
gibi amaçlar için de Ar-Ge faaliyetleri yürütmektedir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
93
DOSYA
DOSYA
Gelişmiş ülkelerde Ar-Ge çalışmaları için ayrılan pay
ulusal gelirin % 2-3’ü oranındayken gelişmekte olan ülkelerde oran % 0,1 civarındadır. Japonya bu konuda en
çok bütçe ayıran ülke konumundadır. 2. sırada Amerika,
3. sırada ise Güney Kore ve Almanya yer almaktadır. Bu
ülkelerde, kimya alanında faaliyet gösteren işletmelerin
büyük bölümü, cirolarının % 2,5-5’ini, ilaç sektöründeki firmalar ise cirolarının %15’e varan bölümlerini Ar-Ge
çalışmalarına aktarmaktadırlar. Dünyada toplam Ar-Ge
harcaması 677 milyar dolarken, Türkiye’nin bu harcamadaki payı yalnızca 1,7 milyar dolardır.
Türkiye için AB entegrasyon sürecinde büyük önem taşıyan çevre ve insan sağlığı önlemlerinin alınabilmesi ve
değişen koşullara uyum sağlanabilmesi için Ar-Ge faaliyetlerinde bulunmak zorunluluk haline gelmiştir.
Türkiye kimya sanayi, büyük ölçüde KOBİ’lerden oluşmakta, bu nedenle tek başına önemli boyutlarda Ar-Ge
çalışması yapacak mali gücü bulamamaktadır. Bu tip
işletmelerde mühendisler hem Ar-Ge’den hem de üretimden sorumlu olduğu için Ar-Ge konusunda sonuç
odaklı çalışma yapamamakta, firmaya buluş kazandıramadığı için de değer katamamaktadır. Dolayısıyla
firmalar patentli üretimin avantajını yaşayamamaktadır.
Büyük ölçekli firmalar ise mali gücü olmasına rağmen,
Ar-Ge çalışmasına yeterince kaynak ve insan gücü ayırmamaktadır. Türkiye boya sanayinin gelişimi için Ar-Ge
faaliyetlerine mutlaka kaynak ayrılmalı, hedef yeni buluş
olmalı, üniversiteler ve araştırma kuruluşları ile ortak çalışma koşulları oluşturulmalı ve yaygınlaştırılmalıdır.
4.5) Boya Sanayinde Reach Ve Etkileri
Boya üreticileri bugün VOC (Uçucu Organik Bileşik)
emisyonlarını sınırlayan düzenlemelerden dolayı kimyasalların kullanımı konusunda bazı kısıtlamalarla karşı
karşıyadır ve kısıtlama getirilen bu kimyasallar boya üretimine temel oluşturmaktadır. Sınırlı hammadde seçenekleri ile ürünlerini oldukça düşük VOC (uçucu organik
bileşik) içerecek şekilde yeniden formüle etmek zorunda
olan üreticiler yakında Reach rejiminin sonucu olarak
daha fazla kısıtlamayla karşı karşıya kalacaktır.
AB, tüm AB üyesi ülkelerde kimyasal maddeler için uygulanmak üzere; çalışanlar ve tüketiciler için sağlığın korunması, çevrenin korunması, üye ülkelerin ulusal yasalarındaki mevcut uyuşmazlıkları yok etmek gerekçesiyle
REACH (Registration, Evaluation, Authorisation, Restriction of Chemicals/Kimyasalların Kaydı, Değerlendirilme94
si, Yetkilendirilmesi ve Kısıtlanması) olarak isimlendirilen
bir düzenleme getirdi. Bu düzenleme kimya sanayinde
yer alan birçok sektörü olduğu gibi boya sektörünü de
direkt olarak ilgilendirmekte ve etkilemektedir.
REACH kapsamında, yılda 1 tondan fazla miktardaki
maddelerin üretimi ve AB’ye ithali, tüm kayıtlı kimyasalların veri tabanını oluşturacak ve Avrupa Kimyasal
Ajansı (ECHA) tarafından kayıt altına alınacak. Bu maddeler hakkında sanayiden ajansa şu bilgiler sağlanacak:
hacim, fizikokimyasal bileşim, toksikolojik ve ekotoksikolojik özellikler hakkında bilgi; tedarik zinciri boyunca
alt kullanıcıların kullanımının tanımı, ilişkili risklerin değerlendirilmesi ve bunlardan türeyen güvenlik önlemleri;
eğer gerekiyorsa maddelerin test edilmeleri için bir plan.
Ajans, bir maddenin insan sağlığına ya da çevreye risk
oluşturup oluşturmadığını değerlendirme, pazarlanmasını veya kullanılmasını kısıtlama yetkisine sahip olacak.
Avrupa Boya, Baskı Mürekkebi ve Resim Boyaları Endüstrisi Konseyi (CEPE)’nin yaptığı çalışmalar, sanayinin REACH uygulamasından dolayı oldukça yüksek seviyede bürokrasi, karmaşıklık ve maliyetlerle yüz yüze
geleceğini göstermektedir: daha az sayıda hammadde
alternatifleri bulunabilir olacak, şirket bilgilerinin gizliliği
korunamayacak, uluslararası ticaret ve rekabet engellenecek. Hammadde değişikliğinden, yeni formülasyonlardan ve hammadde fiyatlarındaki artıştan dolayı maliyetler artacak, cirolarda düşüş olacak, pek çok şirket
pazardan yok olma tehlikesi yaşayacak.
Bütün bu tahminlerin yanında REACH’in uygulanabilirliğinin ve etkilerinin tam olarak tespit edilmesi yıllar alacak
bir süreçtir.
Önümüzdeki dönem inşaat sektörü, buna bağlı olarak
mobilya sektörü ve sürekli yükselen bir grafik izleyen otomotiv sektöründeki üretim artışı dolayısıyla, boya sanayinde talep ve üretim artışı beklenmektedir. Bu beklenti
boya sanayi için olumlu bir tablo sergilemesine rağmen,
uluslararası yaptırımlar ve kısıtlamalar nedeniyle, pazar
daha çok tekeller arasında pay edilecek, mali sebeplerle
durum KOBİ’ler için daha da zorlaşacaktır. Türkiye gibi
üretimde dışa bağımlı ülkelerde, kendisini sürece hızla
adapte edebilen, iyi bir sermaye yapısına sahip, yeni
ürün geliştirme kabiliyeti olan, teknolojisini geliştirebilen,
yenilikleri takip edip uygulayabilen firmalar pazardan pay
sağlayabilecektir. Uluslararası boyutta giderek önem kazanan çevre ve insan sağlığını öncelikli tutan bir üretim
anlayışının olmaması, Türkiye boya sanayinde yer alan
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
çoğu firmaya ciddi bir iş yükü ve yatırım maliyeti getirecek, ancak Türkiye elindeki olanakları iyi kullandığı takdirde süreci kendi lehine çevirebilecektir.
Kaynaklar:
Dünya Gazetesi / Sektörel Araştırma / Boya Sanayi /15.04.2004
Boya Teknolojileri / Aralık 2005-Ocak 2006
Boya Teknolojileri / Aralık 2006-Ocak 2007
Boya Teknolojileri / Şubat-Mart 2007
BoyaTürk / Ekim-Kasım 2006
BoyaTürk / Ağustos-Eylül 2007
BoyaTürk / Şubat-Mart 2008
BoyaTürk / Nisan-Mayıs 2008
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
95
DOSYA
Nadir AVŞAROĞLU
Maden Mühendisi
TÜRKİYE MADENCİLİK SEKTÖRÜNDE
YABANCI SERMAYENİN YERİ
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, 4 Eylül 2003 tarihinde Sivas’da yaptığı konuşmada “Ahmet ve Mehmetler
değil, Hans’lar da yatırım yapmaya gelecek” demiştir.
Ahmet ve Mehmetlerin yanı sıra Hans’ların da yatırım
yapmaya gelmeleri, sadece 5 Haziran 2003 tarihinde
kabul edilen 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar
kanunu ile bağlantılı değil, çok daha önemlisi, bu çağrı
içinde yaşadığımız tüm toplumsal ilişkileri dönüştürecek
yasal düzenlemeleri kapsamına alan bir içeriği de barındırmaktadır.
Yabancı sermayenin Türkiye’ye gelebilmesi için, daha
uygun bir ortam hazırlanmasına ilişkin istek ve talebin, Türkiye’de sermayeyi temsil eden kesimlerden geliyor olması üzerinde durulması gereken bir durumdur.
Türkiye’de özellikle büyük ölçekli sermayelerin 1980-89
yılları arasında gösterdikleri dışsatıma yönelik performansı aynı düzeyde göstermeyip eğilimin olduğu bir
dönemde de ulusal pazarın uluslararası sermayeye açılmasının bu kesimler için nasıl bir mantığının olduğunun
sorgulanması gerekmektedir.
Dönemin TUSİAD Başkanı Tuncay ÖZİLHAN, TUSİAD’ın
yayın organı olan Görüş Dergisi’ne yazdığı giriş yazısının başlığı “Zorunlu İhtiyaç; Yabancı Sermaye” olarak
konmuş ve yazıda aşağıdaki açık ifade kullanılmıştır.
“Bugün dünyada, sermayenin uluslararası hareketliliği,
hem yatırımı yapan hem de yatırımın yapıldığı ülke açısından olumlu bir olgudur. Sermaye en verimli olduğu
alana, ülke sınırı tanımaksızın hızla akmaktadır. Yabancı
sermaye yatırımı, yatırımın yapıldığı ülke içinde ek kâr
transferi ve potansiyel ticaret alanı yaratmaktadır. Bu sürece, bir yatırım çekme yarışı olarak bakılmalı ve yarışta
makul bir yer alabilmek için, öncelikle ülkemizde var olan
96
yabancı sermaye zihniyetini toptan değiştirmemiz gerekmektedir. Yatırım, yerli olsun, yabancı olsun yatırım
olgusunun şartlarına bağlı bir olgudur. Hangi ortam daha
uygun ise, yatırım o ortamda yapılacaktır.”
Dünyada küreselleşme süreci öncesinde yeterince
önemsenmeyen yabancı sermaye, ulus devletlerin yok
edildiği ve dünyanın küresel bir pazar haline geldiği günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerin ilgi
odağı haline getirilmiştir. Küreselleşmeyle birlikte, ekonomi ve ticarette liberalleşme eğilimlerinin hız kazanmasıyla, sermayenin serbest dolaşımı artmış, ticaret serbestleşmiş ve tek bir biçime sokulan dünyamızda tüketici
alışkanlıklarında benzerlikler görülmeye başlamıştır.
Yabancı sermaye yatırımları ekonomistlerce uluslararası
bir kapital hareketi olarak görülmektedir. Ancak yaban-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Tablo 1: Uluslararası Üretim ve DYY’a İlişkin Temel Göstergeler, 1982-2001
Kaynak: UNCTAD, WIR 2002, New York, 2002, s.10 ve 303-337.
cı sermaye yatırımları sermaye yanında, yönetim bilgisi
ve teknoloji transferini de beraberinde getirdiğinden diğer kapital hareketleri türünden farklılık göstermektedir.
Yabancı sermayenin gittiği ülkeler üzerindeki rolü, uzun
tartışmalara yol açmış bir konudur. Bağımsızlık hareketleri ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Üçüncü Dünya
Ülkelerindeki ekonomik ve sosyal değişme çabaları ile
bu tartışmalar daha da büyümüştür.
Gelişmekte olan ülkeler, kalkınmalarını sağlayabilmek
için ülke içi tasarrufların yetersiz olduğu zamanlarda
ödemeler dengesinde açık vermemek için dış yatırıma
ihtiyaç duyarlar ve bunu da yabancı sermaye girişi ile
karşılarlar. Tasarruf açığının neden olduğu dış açıkları
kapatmada ülkeye giren yabancı sermaye etken bir faktördür. Makro açıdan bakıldığında bu çerçeve bizi dış yatırımlara götürmekle birlikte ülkeye giren her uluslararası
sermayenin de doğrudan dış yatırım anlamına gelmediğini belirtmek gerekir.
Yabancı sermaye yatırımların gelişmekte olan ülkelerin
kalkınmasındaki rolü bütçe açıklarının finansmanındaki payı ve endüstriyel yapılanmasının ilerlemesindeki
etkisi bu yatırımların II. Dünya Savaşı sonrasında hızla
artmasına sebep olmuştur. Ekonomik alanda çok büyük
etkilere yol açan emperyalist sermaye hareketleri içinde
yer alan yabancı sermaye özellikle bu süreç sonrasında dünya ekonomisinde önemli bir paya sahip olmuştur.
Özellikle 1980 sonrası dünya ekonomisindeki küreselleşmeyle birlikte birçok nedenden dolayı doğrudan dış
yatırımlar tercih edilmeye başlanmıştır.
Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunları sermaye
ve teknoloji yetersizliğidir. Düşük satın alma gücü ve iç
tasarruflardaki eksiklikler ve döviz darboğazı yerli sanayinin gelişimini ve rekabet gücünün artmasını engellerken,
gelişmiş ülkelerin standartlarına göre esnek mevzuat,
ucuz işgücü ve diğer uygun koşullar da yabancı sermaye için uygun bir ortam hazırlamaktadır. Diğer taraftan,
gelişmekte olan ülkelerin, kalkınmalarını gerçekleştirebilmek için, ihtiyaç duydukları sermaye birikimini sağla-
mada, dış borç yerine yabancı sermayeye yönelmeleri,
küreselleşen Dünyada, emperyalist sermaye hareketleri
tarafından büyük destek görmektedir.
Son yıllarda yabancı sermaye yatırımlarının itici gücü
olan sınır ötesi satın alma ve birleşmeler, yatırım tutarının büyük bir kısmını oluşturmaktadır (2000 yılında 1,1
trilyon dolar ve 2001 yılında 601 milyar dolar). Özellikle
gelişmiş ülkelerdeki yabancı sermaye yatırımları girişleri, çoğunlukla sınır ötesi şirket birleşmeleri ve satın
almaları şeklinde gerçekleşmektedir. 2001 yılı itibariyle
küresel ekonomideki yabancı sermaye yatırımları girişlerinin 2/3’ü gelişmiş ülkelere yönelmiş; bahse konu
ülkeler sermaye ihraçlarının % 94’ünü gerçekleştirmişlerdir. Özellikle ABD, AB ve Japonya sermaye girişlerinin
yüzde 62’sini (2000 yılı için bu oran % 71) alırken; aynı
ülkeler dünyadaki yabancı sermaye yatırımlarının yüzde
% 85’ine kaynaklık etmişlerdir.
Türkiye, 1980’li yıllarda başlayan liberalizasyon politikaları ve kambiyo mevzuatında yapılan değişiklikler ile birlikte yürürlüğe konulan yabancı sermaye çerçeve kararları dikkate alındığında, bu alanda en liberal mevzuata
sahip ülkeler arasında yer almaktadır. İzleyen dönemde
de liberalleşme sürecine devam edilmiş ve önemli değişiklikler getiren son düzenleme 7.6.1995 tarihinde yürürlüğe konulan 95/ 6990 sayılı Yabancı Sermaye Çerçeve
Kararı ile yapılmıştır. Türkiye, 1998 yılında ulaşmış olduğu 807 milyon dolar yabancı yatırım ile gelişmekte olan
ülkelere giden yabancı yatırım akımlarından sadece yüzde 0,15 oranında pay almaktadır. Bu pay, Çin için yüzde
27,4, Brezilya için yüzde 17,3, Meksika için yüzde 6,2,
Tayland için yüzde 4,2 ve Arjantin için yüzde 3,4’dür.
24 Ocak kararları ile getirilen yeni düzenlemelerde yabancı sermayeye yatırımlarını önü açılmış, geçmişte
karşılaşılan güçlüklere süratli çözümler getirilmeye çalışılmış, yeni yatırım izinleri verilmiş, yabancı sermayeye
güven veren bir siyasi ve ekonomik ortam yaratılmaya
özen gösterilerek yabancı sermaye girişlerinin bir ölçüde
de olsa hızlandırılması sağlanmıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
97
DOSYA
DOSYA
Tablo 2: Türkiye’de Yıllara Göre Yabancı Sermaye (Birikimli)
Kaynak: HM İstatistikleri
Tablo 3: İzin Verilen Yabancı Sermayenin Sektörel Dağılımı (Milyon $)
Kaynak: HM İstatistik
Grafik 1: Dünyada Yabancı Sermaye Girişleri ve Türkiye
Kaynak: UNCTAD, WIR 1993, s.243,247; WIR 2000, s.285; WIR 2001, s.293 ve WIR 2002, s.4, 305.
24 Ocak 1980’de yayınlanan 8-168 sayılı yabancı sermaye çerçeve kararnamesi bir mevzuat değişikliği olmaktan
öte yabancı sermayeye kolaylıklar sağlayan köklü birçok
değişikliği de getirmiştir. 1980 sonrası Türkiye’ye gelen
yabancı sermaye miktarında bir artış olmuştur. 1979 yılı
sonunda kadar ülkeye gelen yabancı sermaye miktarı
228 milyon dolarken, 1986 yılı sonunda bir trilyon 802.2
a çıkmıştır. 1980 öncesi yıllık ortalama sermaye girişi 10
milyon doların altındayken, 1980 sonrası 225 milyon dolara çıkmıştır.
Yabancı sermayenin fiili girişi 1990’dan itibaren bir milyar
doların üstüne çıkmıştır. Türkiye ölçeğinde bu oldukça
büyük bir rakamdır. 1954-79 arasında ki 25 yıllık dönemde kümülatif olarak sadece 228 milyon dolar yabancı
98
sermaye gelmiş, yani yılda ortalama 9 milyon gibi küçük
bir rakamdır. Bu dokuz milyon dolar 1980’den itibaren
artışa geçmiş, o yıl 35 milyon dolar iken yıllar itibariyle
artmış ve nihayet 1990’da 1.005 milyar dolara, 1992 de
ise 1.242 milyar dolara yükselmiştir.
Yabancı yatırımcıya göre, Türkiye, dünyanın en büyük
15 pazarından biri olmanın ötesinde, hemen her şeyi
satın alan çok enteresan bir tüketici kitlesine, pek çok
gelişmiş ülke seviyesinde, çok iyi yetişmiş ya da eğitilebilir insan kaynaklarına, liberal yabancı yatırım mevzuatına ve son derece enteresan eko-stratejik bir konuma ve çevre bağlantısına sahip bir ülkedir. Öte yandan
bu dönemin en önemli olaylarından birisi de önceden
yatırım yapmış olan sermaye şirketlerinin ekonominin
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Tablo 4: Türkiye’de Faaliyette Bulunan Yabancı Sermayeli Kuruluşların
Sektörel Dağılımı (Milyon TL)
Tablo 5: Türkiye’de Doğrudan Sermayenin Özelleştirmelerdeki Payı (milyon $)
Kaynak : Hazine Müsteşarlığı
daralmasına paralel olarak satışlar düşünce, üretimi
kısmaları hatta elde büyük stoklar varsa tamamen durdurmaları, ona bağlı olarak da işçi çıkarmalarının gündeme gelmesi olmuştur.
2008 yılı mayıs ayı sonu itibariyle ülkemizde 16.270 uluslararası sermayeli şirket, firma ve şube kurulmuş, 3 bin
639 yerli sermayeli şirkete de uluslararası sermaye iştiraki gerçekleştirilmiştir. Hazine Müsteşarlığı rakamlarına
göre Türkiye’de etkinlik gösteren uluslararası sermayeli
bu şirketler başta toptan ve perakende ticaret olmak üzere, imalat sanayi, gayrimenkul kiralama ve iş faaliyetleri
sektörlerinde faaliyette bulunmaktadır.
Bu dönemde, yabancı sermaye girişinin 2.8 milyar doları mali aracı kuruluş faaliyetlerinden 1 milyar doları
da gayrimenkul satışından sağlanmıştır. 2008 yılının
beş aylık dönemdeki nakit sermaye girişinin % 56.3’ü
AB ülkeleri kaynaklı olmuştur. Toplam 19 bin 909 adet
uluslararası sermayeli şirket arasında Almanya 3 bin
393 adet firma ile ilk sırayı alırken, onu İngiltere 1956
adet ve Hollanda 1557 adet firma ile izlemiştir. Yine bu
dönemde gayrimenkul alımları için de yabancılar 1 milyar 23 milyon dolar yabancı sermaye girişi olmuştur.
YABANCI SERMAYE YATIRIMLARININ MADENCİLİK
SEKTÖRÜNDEKİ YERİ
Kendi kaynaklarını yok sayan, kaynaklarını kullanmayan
bir ülkenin kalkınması mümkün değildir. Madenler kalkınmanın temel unsurlarından en önemlisidir. Ülkelerin
kalkınmaları ve yaşam seviyelerinin belirleyicisi olarak
kabul edilen sanayi, enerji ve tarım sektörlerinin temellerini de madencilik oluşturmaktadır.
Dünyada 152 ülkenin her birine düşen ortalama maden sayısı 9.3’tür. 51 maden türü dikkate alınarak
yapılan sıralamaya göre, ABD’de 43 adet maden
türü üretilmektedir ve dünyada ilk sıradadır. Ülkemize kıyasla yüzölçümleri daha büyük olan ülkelerde,
örneğin Avustralya’da 35, Brezilya’da 35, Çin’de 31
adet maden üretilirken; söz konusu büyüklük ülkemiz için 29 maden türü olup, sıralamada yerimiz ise
10.’luktur. Dünya metal maden rezervlerinin % 0.4’ü,
endüstriyel hammadde rezervlerinin % 2.5’i, jeotermal potansiyelinin ise % 0.8’i ülkemizde olup, ülkemizin dünya maden rezervleri içindeki payı yaklaşık %
0.5’dir. Linyit üretici ülkelerin sıralamasında ise ülkemiz, örneğin 1992 yılı değerlerine göre 42 milyon ton/
yıl üretim miktarı ile 9. konumda yer almaktadır. Ancak, doğal kaynaklarımızın adeta yok kabul edildiği,
hiçbir arama faaliyetinde bulunulmadığı günümüzde
bu sıralamada yerimizin de değiştiği bir gerçektir. Kısaca ülkemizin “maden türü” zenginliği yönünden iyi
durumda olduğunu ifade edebiliriz.
Osmanlılar, maden kaynaklarını “kamusal” varlık sayarak devlet gereksinmelerine tahsis etmişler, özel
mülkiyet konusu yapmamışlardır. Bu dönemde, madenler sadece ordunun silah ve cephane, hazinesine
de sikke (para) sağlamayı amaçlayarak, işletmiştir.
Ülkede üretilen diğer hammaddelerin, ürüne dönüştürülerek daha fazla kârların elde edilmesini sağlamak
gibi bir ekonomi düşüncesinde olmamıştır. Tersine,
hammaddelerin serbestçe ihracını ve karşılığında sikke basacak altın ve gümüş ithalini her zaman yeğlenmiştir. Tabii, ülke çıkarına ters düşen bu uygulamadan
madencilik de nasibini almıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
99
DOSYA
DOSYA
Tablo 6: 1914 Yılında Madencilik Sektöründe Yabancı Sermaye Yatırımlarının
Ülkeler ve Maden Türleri Açısından Dağılımı (Milyon Kuruş)
Kaynak: ELDEM Vedat, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik,
TTK Yayını, 1994, sayfa 46
19. yüzyılda, sanayi devrimi ile birlikte Avrupa ekonomisi güçlenmiş ve güçlü sanayiler birbirleri ile çekişir duruma da gelmişlerdir. Dünya hammadde kaynakları ile
birlikte tamamıyla paylaşılmış, Osmanlı İmparatorluğu
topraklarında bulunabilecek kaynaklar, hem ulaşım kaynakları bakımından hem de gözetim ve siyasal üstünlük
sağlamak konularında yararlı olabilecekleri düşüncesi
ile önemsenmeye başlanmıştır. Nitekim bu dönemde,
Almanlar bakır ve krom, İngilizler bakır ve bor, Fransızlar
kurşun ve kömür, İtalyanlar kükürt ve kömür yatakları ile
ilgilenmiş ve küçük işletmeler kurmuşlardır. O yıllarda ülkemizde yerli üretici bulunmamakta, alınan binden fazla
ruhsatın büyük bir bölümü de padişah fermanı ile ağırlıklı
olarak yabancı şirketlere tahsis edilmektedir.
Ağustos 1838’de imzalanan ve 1 Mart 1839’da yürürlüğe giren Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi ile İngiliz
sanayi sömürüye dayanan dış politikasının uzantısında,
hem Osmanlı sanayini yıkma, hem de ucuz hammadde
sağlama olanağını elde etmiş ve böylece bir taşla iki kuş
vurmuştur. Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesinden sonra üç yıl gibi kısa bir süre içinde diğer sömürgeci batı
ülkeleri ile aynı özde sözleşmeler yapılmış, böylece;
“Osmanlı İmparatorluğu’nun batı sanayine açılma süreci
tamamlanarak, İmparatorluk batı sanayinin “açık Pazar”ı
olmuştur.
Madencilik sektörüne yabancı sermayenin girişi 1865
yılında Balıkesir’deki bor madenlerinin işletmesinin 20
yıllığına bir Fransız firmasına verilmesi ile başlamıştır.
1882 yılından sonra Fransız ve İtalyan sermayesi Ereğli Kömür İşletmesi’nde üretime başlamıştır. Daha sonra
bunu değişik alanlardaki madencilikle ilgili yabancı sermaye izlemiştir. Madencilik sektöründe 1870-1911 yılları
arasında verilen 238 imtiyazın 109’u yabancı sermayeli
şirketlere aittir. 1910 yılında ülkemizde bulunan yabancı
100
sermaye yatırımları içinde madenciliğin payı %9,8 gibi
yüksek bir orana sahiptir.
Osmanlı döneminde madencilik gerçek bir işletmecilikten daha çok, kazanılmış maden haklarının alışverişine dayanan bir ticaret şeklinde gelişmiştir. Anadolu
coğrafyasındaki maden çeşitliliğinin bolluğu bu ticareti
desteklemiş, maden hakkını ele geçiren, bu hakkını tutturabildiği bir fiyatla başkasına devretmiştir. Özellikle son
yıllarında daralan Osmanlı ekonomisi ile birlikte bu maden ruhsatları yabancı sermayeli birçok şirket tarafından
satın alınmıştır.
Birinci İzmir İktisat Kongresi’nden sonra Türkiye’nin liberal ekonomi politikalarını benimseyeceği anlaşılınca, yabancı sermaye 1923’ten 1930 yılına kadar artan
bir tempoyla ülkemize gelmiştir. Bu artış 1927 Teşvik-i
Sanayi Kanunu’ndan sonra daha da belirgin olmuş, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ayrıcalıklı şirketlerin
çoğu varlığını 1920’lerde de korurken, Cumhuriyet hükümeti ticaret, ormancılık, madencilik, yapım ve taşımacılık alanlarında yeni yabancı sermayeli şirketlere ayrıcalıklı statüler tanımıştır. 1924’te İstanbul Seydiköy Gaz
ve Elektrik Şirketi (Belçika sermayeli), Güney Anadolu
Manganez Madencilik Şirketi (Almanya), Kireçlik Krom
Madencilik Şirketi (Fransa), 1928’de Adana Elektrik Şirketi (Almanya), Ankara Elektrik ve Gaz Şirketi (İngiltere),
Fethiye Simli-Kurşun Madencilik Şirketi (Fransa) ve Kömür Madencilik Şirketi (Fransa), Ankara hükümetinden
ayrıcalıklı statüler elde etmiştir. 1927 yılında çıkartılan bir
kanunla İstanbul’da bir serbest bölge bile oluşturulmak
istenmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin Osmanlı borçlarından kendi payına düşeni ödeyip ödemeyeceği konu-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
sundaki belirsizlik, Türkiye’ye yeni yabancı sermaye gelmesini olumsuz yönde etkilemiştir. Buna rağmen 1930
yılına kadar, yabancı sermaye girişleri artan bir tempoyla
gerçekleşmiştir. Bu artış 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunundan sonra daha da belirginleşmiştir. Ancak Türkiye’nin
1923-50 dönemine ilişkin ödemeler dengesi hakkında
güvenilir rakamlar olmadığından bu dönemde ki yabancı
sermaye girişi ve uluslararası sermaye hareketleri konusunda bir değerlendirme yapmak güçtür.
Tablo 7: 1920-1930 Yılları Arasında Kurulan ve Uğraşı Alanı
Maden Üretimi Olan Türk Anonim Şirketlerinin Kurucuları yada
Hissedarları Yabancı Olanlar
Kaynak : A. Gündüz ÖKÇİN, age, s. 93.
Bu 11 şirketin yada ortaklıkların toplam sermayesi
9.330.000 TL. olmasına rağmen ödenmiş sermayeleri
yaklaşık olarak 4.380.000 TL. dır. Bu dönem içerisinde
yerli sermaye tarafından kurulan ve uğraşı alanı maden
üretimi olan şirketlerin toplam sermayeleri 5.425.000 TL.
olmasına karşın bunun ancak 4.380.000 TL.’sı ödenmiştir. Görülüyor ki, 1920-1930 yılları arasında maden üretimi
alanında kurulan ve yabancı sermayenin katıldığı ya da
tamamen hakim olduğu Türk anonim şirketleri, aynı devre içinde kurulan ve kurucuları ya da hissedarları arasında yabancı bulunmayan Türk anonim şirketlerine oranla
(sermayeleri açısından) daha güçlü durumdadırlar.
Atatürk dönemi olarak adlandırılan 1923-1938 dönemi,
kurumları henüz yeterince oluşmamış, hemen hemen
tümüyle tarıma dayalı, geniş ölçüde dışa bağımlı ve geri
bir ekonomiyi sanayileşmiş, dışa karşı bağımsız, teşkilatlanmasını geliştirmiş, ileri bir ekonomiye dönüştürme
çabalarının başlatıldığı yıllar olmuştur.
Türkiye’de yabancı sermaye ile ilgili ilk mevzuat 1925
yılında yürürlüğe giren 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve
Kambiyo Borsaları Kanunudur. Bu kanun döviz kontrolünü düzenlemiştir. Bu yasayla borsalarda serbest işlem
gören yabancı hisse senetleri alışverişleri denetim altına
alınmıştır. Bunu 1930 yılında Türk Parasının Kıymetini
Koruma Kanunu izlemiştir. Bu kanunun amacı ise döviz
ve yabancı sermaye hareketlerini düzenlemek ve denetlemektir. Bu kanun 1947 yılına kadar, Türkiye’de yabancı
sermayeyi engelleme politikasının bir aracı olarak kullanılmıştır. Bu dönem, yabancı sermayenin engellenmesi
dönemi, bu kanuna ilişkin olarak çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararı ile (22 Mayıs 1947 tarihli ve 13 sayılı karar) son
bulmuştur. Bu kararla yabancı sermayenin geliş şekli,
transferi, amacı hakkında ek düzenlemeler yapılmıştır.
1950 seçimleri sonucu iktidara gelen Demokrat Parti, CHP iktidarının son döneminde “1947 Kalkınma
Planı”nda saptanan büyük çapta yabancı sermaye kaynaklı kalkınma stratejisinin sınırlarını daha da genişletmiş, böylece Dünyada uygulanan yayılmacılık, ekonomik, politik ve askeri sömürü güdümünü getirmiştir. Söz
konusu güdümü belirleyen somut kanıt, 15 Mayıs 1951’de
Celal BAYAR’a sunulan Barker Raporu’dur. Ülkemiz
ekonomisi ve kaynaklarını yerli ve yabancı sermayeye
açan çalışmalar sonucunda geliştirilen Barker Raporu
doğrultusunda; 1.8.1951 tarihinde yürürlüğe giren 5821
sayılı yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu ve
18.1.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6224 sayılı Yabancı
Sermayeyi Teşvik Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu yapı
içinde değerlendirilen ve yer altı kaynaklarımızı biçimlendiren 7.3.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6326 sayılı
Petrol Kanunu ve 11.3.1954 tarihinde yürürlüğe giren
6309 sayılı Maden Kanunu yine Barker Raporu çerçevesinde yürürlüğe girmiştir.
1950-1960 yılları arasında gelen ve genel olarak tarım,
gıda, kimya ve makine yapımında yoğunlaşan yabancı
sermaye içinde madencilik sektörünün payı toplam %
8,14 olmuştur. Bu dönemin sonlarına gelindiğinde, Türkiye madencilik sanayinin yapısı ve maden potansiyelini
belirlemek amacıyla ülkemize gelen ABD vatandaşı L.
Nahai tarafından yapılan çalışma incelenmeye değerdir.
Yine bu raporda “Bazı ülkeler, yabancı firmaların maden
yataklarına sahip olmalarını, maden işletme imtiyazını almalarını ve uzun süreli kiralama yoluyla işletmede
bulunmalarını kendi yasaları ile yasaklamışlardır. Bu
durumlardan herhangi biriyle karşılaşıldığı zaman uygulanması gereken yöntem, yerli bir firmayı tamamen elde
etmek, kısmen elde etmek ya da sıkı işbirliği kurmak
suretiyle yürütülür ve kâr transferi sağlanır.” ifadeleri yer
almaktadır.
Bu çalışmada; maden üretiminin, dünya maden üretiminde önemli bir yer tutmadığı belirtildikten sonra maden dışsatımını “yabancılar için önemli bir değiştirme
kaynağı” olarak nitelemiştir. Yine aynı raporda yabancı
sermaye ile ilişkin olarak; “Türkiye’de kamulaştırma yada
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
101
DOSYA
DOSYA
müsadereden doğacak zararlara karşı herhangi bir garanti yoktur. Fakat Maliye Bakanlığı Bütçe Alt Komisyonu
Bakanlığa, ABD’ne kamulaştırmaya karşı garanti sağlayan bir anlaşmanın yapılmasını tavsiye etmiştir.” denilmektedir.
Bu raporun ardından Mehtap Raporu ve Mr. Ely Maden
Kanunu Tasarısı doğrultusunda gelişen çizgi, bir yandan
İktisadi Devlet Teşekkülleri’nin yapısında büyük değişiklikler oluşturarak yeraltı kaynaklarımız üzerinde yerli
yabancı tekellerin etkinliğini getirirken diğer yandan gelişmiş ülkelerin gittikçe artan hammadde gereksinimlerin
arttığı görülmektedir.
Tablo 8: Madencilik Sektöründe İzin Verilen Yabancı
Sermayenin Tutarı ve Dağılımı (Milyon USD)
Kaynak: HM İstatistikleri
Yabancı sermayeyi teşvik kanunu gibi, Amerikan telkinleriyle 1954 yılında çıkartılan ikinci bir kanun da petrol
kanunudur. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana Türkiye,
petrolde devletçiliği benimsemiştir. 1926 yılında çıkartılan ilk Petrol Kanunu, Türkiye’de petrol arama ve işletme
hakkını devlete vermiştir. Kanunun ikinci maddesi, petrol
bulunduğu bilimsel açıdan sabit olan bölgelerde, arama
işini bizzat devletin yapacağını belirtmiştir. Olanakların
son derece sınırlı olmasına rağmen, aramalara başlandıktan 8-9 yıl sonra, 1940’da ülkemizde petrol bulunmuştur. 1947 yılında Raman ve Garzan dolaylarında ticari
işletmeye uygun petrol keşfedilmiştir. 1959 yılında, Türkiye, kendi olanaklarıyla, 373 bin ton petrol elde etmiştir.
Bununla birlikte, Türkiye, 1954 yılında Amerikan petrol
şirketlerinin avukatı Max Ball’e hazırlatılan bir tasarı ile
kendi olanakları ile petrol bulmak ve işletmekten aciz
Arap şeyhlerinin razı olduklarından daha ağır hükümler
taşıyan bir petrol kanununu benimseyecektir.
kaynakları ancak, hususi teşebbüs veya yatırımları eliyle
aranıp işletilebilecektir. Hususi teşebbüs ve sermayenin
müessir olabilecek vüs’atte ve miktarda bu sahaya girebilmesi için, devletin ne arayıcı ve işletmeci, ne de herhangi bir suretle petrol sahibi olarak hususi teşebbüsün
karşısına çıkmaması icap etmektedir. Hususi teşebbüs,
devlete rakip vaziyette çalışmak istememektedir.”
Böylece ülkemiz, kendi kaynaklarını kendi eliyle değerlendirmek hakkını, yine kendi eliyle ortadan kaldırmış olmaktadır. Bu hükmün sonucu Mobil ve Shell gibi yabancı şirketlerle eşit durumda çalışmak zorunda bırakılan
Türkiye Petrolleri, bir anonim şirket olarak kurulmuştur.
Devlet, kendi şirketine de, Mobil ve Shell’e de aynı gözle
bakmak zorundadır. Yabancı petrol tröstleri, bir sürü gölge şirketler kurarak bir bölgede istedikleri kadar petrol
arama ruhsatı alabilecekleri halde, milli şirket, kanunun
öngördüğü azami sekiz ruhsatla yetinme durumunda
bırakılmaktadır. Daha önce petrol bulduğumuz bölgeler
dahi yabancılara açılmaktadır. Milli güvenlik gerekçesiyle, arama işlerini MTA’ya bırakılan yasak bölgelerde milli
şirket, tıpkı Mobil ve Shell gibi petrol arama hakkından
yoksun kalmaktadır. Hiçbir konuda devlet, kendi şirketine öncelik tanımamaktadır.
Doğal kaynaklarımızdan ulusal gelire olan katkısının cılız kalışının tarih içindeki pek çok nedenleri mevcuttur.
Ancak bu nedenlerin başında maden kanunları gelmektedir. Maadin Nizamnamesi, 85 yıl yürürlükte kalmış;
6309 sayılı Maden kanunu ile 30 yıl idare edilmiştir.
6309 sayılı kanun; Anayasamıza uymayan, ulusal çıkarlara aykırı olan, doğal kaynaklarımızı özel kesime
ücretsiz tahsis eden, sermaye yatırılması yerine sermayeci yetiştiren, maden cevheri ve mamulleri yerine
saha istifi ve spekülasyon ticareti geliştiren bir yapıda
olmuştur. 1954 yılında yeni bir maden kanunu hazırlama komisyonu kurulmuştur. Amerika Yardım Komisyonu (AID) tavsiyeleriyle, Mr. Ely yurdumuza gelmiş ve
Bu kanun açık bir imtiyaz kanunudur. Her şeyden önce,
Türkiye’ye petrol alanında belli bir ekonomik doktrini
empoze etmektedir. Kanunun ikinci maddesine göre,
Türkiye, petrolde devletçilikten vazgeçmek ve petrol
kaynaklarının özel sektör eliyle değerlendirilmesini kabul etmektedir. Yabancı petrol tröstlerinin bu isteği kanun gerekçesinde şu şekilde açıklanmaktadır. “Petrol
102
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Tablo 9: Madencilik Sektöründe Faaliyette Bulunan Yab.Sermayeli Şirketler (Mil. USD)*
* 30.06.2003 İtibarı ile
yabancı tekellerin önerilerini büyük ölçüde dikkate alan
yeni tasarı için çalışmalar yapmıştır. Bunun sonucu olarak, yabancı maden tekellerinin çıkarları doğrultusunda
1954 tarihinde 6309 sayılı Maden Kanunu yılında kabul
edilerek yürürlüğe konmuştur.
II. Paylaşım Savaşını izleyen bu dönem ve sonrasında
madencilik sektörüne özel bir önem verildiği söylenemez. Bununla birlikte kamu kesiminde üretim artışları
sağlanırken, “Baker Raporu” doğrultusunda özel sektöre
verilen önem artmış, özellikle 1945-1955 dönemi içindeki artış % 60 olurken, işletmeler içindeki payı % 99’a kadar ulaşmıştır. Özel sektöre ait işletme sayısındaki artış
üretime bu ölçekte yansımamıştır. İşletme başına devlet
sektöründe 36 bin ton üretim yapılırken, özel kesimde
486 ton dolayında olması özel sektör girişimcilerinin
gerek üretkenliği ve düşük teknoloji ile çalışması gerek
işletme amaçlarından çok spekülatif etkinlikler için bu
alana girildiğini yansıtan bir göstergedir.
1954 yılında 6309 sayılı maden yasasının 12. ve 19.
maddelerinde yer alan “madenlerin devlet eliyle geliştirilmesi” ilkesi terk edilerek bunun yerine “bu alanda
özel ve kamuya ait girişimlerin eşit haklara sahip olacaklarına” ilişkin hükümler getirilmiştir. Bu dönemde
devlete ait taşkömürü ve linyit işletmelerinde yeniden
düzenlemeye gidilmiştir. Etibank’a ait olan bu işletmeler, 1957 yılında KİT olarak kurulan Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’ na devredilmiştir. Bu dönemde ayrıca
sektör ile ilgili olarak Türkiye Çimento Sanayi AŞ, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri ve Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığı kurulmuştur.
1996-2000 Yıllarını kapsayan VII. Beş Yıllık Kalkınma
Planı’nda ise yerli ve yabancı sermayenin sektöre olan
ilgisizliğinden ve kamunun halen sektörde etkin olduğundan söz edilerek şöyle denilmiştir; “üretim alanında, gerekli sosyal ve teknik alt yapı düzenlemeleri yapılarak kamunun payının tedricen azaltılması, yerli ve
yabancı sermayenin sektörde daha aktif rol üstlenmesi
amaçlanmaktadır. Bu amaçla sektörde faaliyet göste-
ren Kamu İktisadi Teşebbüslerinden özelleştirilmesi öngörülenlerin özelleştirilmeleri, diğerlerinde ise verimsiz
birimlerin tasfiyesi konusunda çalışmalara 1996 yılında
başlanacaktır.”
Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde yabancı sermaye
yatırımın son derece riskli olduğu madencilik sektöründe
çok fazla yer almamıştır. Tablo 3’de de görüleceği gibi
ülkemize gelen yabancı sermaye içinde de madenciliğin
aldığı pay her zaman % 1 civarında olmuştur. 26 Mart
1996 tarihinde Türkiye Madenciler Derneği’nin Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanı Hüsnü DOĞAN’ı ziyareti sırasında sundukları raporda yabancı sermaye ve madencilik
sektöründe Türkiye’de yatırım yapan yabancı sermayeli
şirketlerle ilgili olarak bir rapor sunulmuştur. Bu raporda;
özellikle son yılarda maden arama riskine bir de yatırım
müsaadesi riski eklendiği, bu konuda ülkemizin dünyada
riski yüksek ülkeler arasına girmeye aday hale geldiği
belirtilmiştir. Ayrıca, “yatırımla ilgili karar mekanizmalarının işleyişi konusunda, mevcut kanunlara rağmen, tereddütler oluşmuş, teknik düzeyde verilmesi gereken kararlar politik malzeme haline getirilmiş ve Türkiye’de yatırım
yapılıp yapılamayacağı tartışılır olmuştur.” denilmiştir.
Yine bu raporun 3. bölümünde madencilik sektöründe
yatırım yapan yabancı sermayeli şirketlerin karşılaştıkları sorunlar başlığı altında; devlet kademelerinden şirket
faaliyetlerine çok yönlü müdahaleler olduğu, maden arama ve işletmeciliğinin gelişmesini sağlayan uygulamalara Türkiye’de de başlanması gerektiği, yatırım izinlerinin
koordine edilmesi, tarım topraklarının sanayi amacı ile
kullanılması ile ilgili kanuni düzenlemelerin yapılması
gerektiği, atıkların muhafazası ve deşarj standartları ile
ilgili düzenlemelerin yapılması, orman alanları, meralar,
yaylalar ve zeytinliklerle ilgili yasal düzenlemelerin yapılması gerektiği belirtilmiştir.
Aslında, Türkiye Madenciler Derneği tarafından Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na iletilen ve şirket temsilcileri
ile birlikte sunumu yapılan bu rapor, ülkemizde madencilik alanında faaliyet gösteren yabancı sermayeli şirket-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
103
DOSYA
DOSYA
lerin ortak ifadesidir. 1995 yılı sonu itibarıyla ülkemizde
44 adet yabancı sermayeli firma ülkemizde birçok şirket
kurarak madencilik sektöründe faaliyet göstermiştir. Bu
firmaların 33 adedi son 7 yıl içinde kurulmuştur. Mevcut
yabancı sermayeli madencilik şirketlerinin toplam yatırım
tutarı 1.554.077 milyar TL’dir. Bunun 998.599 milyar TL’si
sabit sermaye yatırımıdır.
24 Ocak kararlarından sonra ülkemize madencilik sektöründe de yabancı sermaye akışı yaşanmış, ancak
bu akış hiçbir zaman düzenlemeleri gerçekleştirenlerin
beklediği düzeyde olmamıştır. Madencilik sektöründe;
1995 sonuna kadar izin almış ve faaliyetlerine başlamış
44 yabancı sermayeli şirket üzerinde bir alan araştırması
(M. Tombul 1995, TODAİE Tezi) yapılmıştır. Bu çalışmada yabancı sermayeyi ülkemize yatırım yapmaya yönelten sebeplerden, yabancı sermayenin sorunlarına kadar
değişik 30 anket sorusu uygulanmıştır. Ancak şirketlerin
büyük bir kısmı bu ankete cevap vermemiş, buna karşın
ilgili şirketler hakkında mümkün olduğunca bilgiler toplanmış ve ülkemizdeki yabancı sermayeli şirketlerle ilgili
aşağıdaki bulgular elde edilmiştir.
Bahse konu bu ankette “Şirketinizi Türkiye’de yatırım
yapmaya yönelten sebepler aşağıdakilerden hangisidir?”
sorusuna 17 şıklı seçenek verilerek bunların öncelikli sırasına konulması istenmiştir. Verilen cevaplarda; verimli
üretim beklentisi %20, hammadde ve yardımcı madde
bolluğu %17, ekonomik istikrar beklentisi %14, siyasi istikrar beklentisi %11 olarak yer almıştır.
Yine aynı ankette “Türkiye’deki yatırımlarınız aşağıdaki
madenlerden hangilerine yöneliktir ?” sorusuna da; 21
şirket mermer, granit, taşocağı, 10 şirket altın, gümüş,
bakır, 5 şirket manyezit ve 4 şirket krom yanıtını vermiştir. Aynı ankette “Şirketinizin son beş yıllık kârı nedir”
sorusuna çoğu firma cevap vermemiş, cevap veren firmaların bazı yıllarda zarar ettiği görülmektedir. Ayrıca,
“Yurt dışına son beş yılda yaptığınız kâr transferi nedir?”
sorusuna da yine çoğu firma cevap vermemiş, cevap veren firmalar da kâr transferinin yapılmadığını bildirmiştir.
Bu çalışmanın dışında özellikle Kaz Dağlarında yapılan maden aramaları ve kesilen ağaçlarla ilgili olarak
2.11.2007 tarihinde CHP Muğla milletvekili Fevzi TOPUZ
tarafından Başbakanın cevaplaması üzerine TBMM’ne
verilen soru önergesi, ETK Bakanlığı tarafından yanıtlanmıştır. Topuz’un yönelttiği sorulara verilen yanıtlardan ülkemizde bulunan yabancı sermayeli madencilik
kuruluşları ve hisse miktarları belirtilmiştir. Aralarında
yerli sermayenin de bulunduğu madencilik alanında faaliyet gösteren toplam 143 şirketin, çok sayıda firma ile
yer aldığı bu tabloda, özellikle aralarında Saint Vincent,
Cayman Adaları, Virgin Adaları gibi dünya üzerinde vergi
cenneti olarak da adlandırılan ülkeler de bulunmaktadır.
Ancak Başbakanlık tarafından TBMM’ne verilen bu cevabi dilekçede sadece ETK Bakanlığı’na bağlı Maden
İşleri Genel Müdürlüğü’nden maden arama ve işletme
ruhsatı alan işletmeler dikkate alınmış olup, madenciliğin
diğer iştigal alanı olan tuz, kum, kil, değerli taşlar, kimya ürünleri hammaddeciliği, gübre hammaddeciliği, çini
hammaddeciliği, kiremit hammaddeciliği, yapı malzemeleri hammaddeciliği, seramik hammaddeciliği, petrol ve
doğalgaz ile bu malzemelerin dışsatımı ile iştigal eden
firmalar dahil edilmemiştir. Oysa Hazine ve Dış Ticaret
Müsteşarlığı tarafından yayınlanan ve 31 Mart 2006 tarihi itibariyle Türkiye’de madencilik alanında faaliyet gösteren firmalar listesinde (www.maden.org.tr) toplam 315
şirket gözlemlenmektedir.
Türkiye’de yabancı sermaye sorunu, ekonomik ve toplumsal yapımızın tarihsel gelişim süreci içinde bütün
ayrıntıları ile incelenerek tartışılmış ve tüketilmiş değildir. Oysa ülkemize gerek doğrudan doğruya, gerek
dış borçlar aracılığıyla gelen yabancı sermaye, ekonomik ve toplumsal yapımızın şu ya da bu biçimde oluşumunda rol oynayan en önemli etkenlerden biridir. Bu
açıdan yabancı sermaye sorunu günümüzde önemini
hiç kaybetmemiştir.
Yabancı sermaye yatırımlarının başlangıç noktasını
ucuz ve bol doğal kaynakları işletmek oluşturmaktadır.
1990’lı yıllarda yapılan bir inceleme sonucuna göre Türkiye, dünyada madencilikte, 132 ülke arasında toplam
üretim değeri itibarıyla 28., üretilen madenlerin sayısı
104
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
itibarıyla 10., sırada yer almıştır. Dünya metal maden
rezervlerinin % 0.4’ü, endüstriyel hammadde rezervlerinin % 2.5’i, jeotermal potansiyelinin ise % 0.8’i ülkemizde olup, ülkemizin dünya maden rezervleri içindeki payı
yaklaşık % 0.5’dir. Ancak, doğal kaynaklarımızın adeta
yok kabul edildiği, hiçbir arama faaliyetinde bulunulmadığı günümüzde bu sıralamadaki yerimizin de değiştiği
bir gerçektir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıdan devralınan ekonomik yapı içinde ülkemiz madencilik sektörünün başlıca sorunları sermaye yetersizliği ve teknoloji eksikliğidir.
Sermaye yetersizliği yüzündedir ki, 1923’deki İzmir İktisat Kongresi’nden günümüze yerli burjuvaziyi ve sermaye birikimini oluşturma yönünde gayret sarf eden nice
Cumhuriyet Hükümeti, çok büyük sermayeler gerektiren
bu durumun özellikle madencilik sektöründe gelişemeyeceğini varsayarak, madenciliğin kamu kurumları tarafından gerçekleştirilmesi yönünde tavır almışlardır. Bu
durum ise çoğunluğu KİT olan kamu madencilik kurumlarının kendi kaynakları ile madencilik teknolojilerini yenilemek zorunda kalmışlar, yaşanan siyasi müdahaleler
de bu duruma pek imkan sağlanmamıştır.
Bu iki sorunun çözülebilmesinin en kestirme yolu da
kuşkusuz yabancı sermaye yatırımları olarak gözükmektedir. Sermayedarlar açısından yabancı sermayenin
yararları arasında kabul edilen birçok faktör madencilik
alanında yatırım yapan şirketler için de söz konusudur.
Günümüzde madencilik sektöründe yatırım yapan yabancı sermayeli şirketler; 5.000’den fazla kişiye istihdam
olanağı sağlamak, bölgeler arası gelişmişlik farklarının
giderilmesine katkıda bulunmak ve dışsatımı artırmak
gibi birçok katkı sağlandığı iddiasındadırlar.
Günümüzde dünya ülkelerini, madencilik açısından,
hammadde üreticisi ve tüketicisi olmak üzere iki bölüme
ayırmak mümkündür. Genel olarak endüstri ülkeleri tüketici ve arasında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte
olan ya da az gelişmiş ülkeler ise üretici durumundadır. Gelişmiş ülkeler hammadde ihtiyaçlarının ancak %
60’ını kendi iç üretimleri ile karşılayabilmekte, geri kalan
% 40’ını öncelikle az gelişmiş ülkelerden karşılamaktadırlar. İthal etmek zorunda kalınan hammadde oranı AB
ülkelerinde % 70, Japonya’da ise % 85’i bulmaktadır.
Gelişmiş ülkeler (Kuzey Amerika, AB Ülkeleri, Japonya)
dünya nüfusunun ancak % 30’unu barındırdıkları halde,
toplam dünya hammadde üretiminin % 86’sını tüketmektedirler. Görüldüğü gibi dünya üzerindeki tüm emtialarda
yaşanan eşitsizlik, madencilikte de mevcuttur.
Emperyalist ülkelerin hammadde ihtiyaçlarının, gelecek
yıllarda daha da artacağı ve tüketim-üretim farkının gittikçe fazlalaşacağı bilinmektedir. Bu durum, belirgin bir
şekilde birçok gelişmiş ülke için geçerlidir. Çünkü birçok
gelişmiş ülke (Batı Avrupa, İskandinavya, Japonya vs.),
ABD, Kanada, Rusya gibi zengin hammadde kaynaklarına sahip değillerdir. Bu ülkeler, gelecek yıllarda hammadde ihtiyaçlarının tümüne yakın bir bölümünü öncelikle az
gelişmiş ülkelerden ithal etmek zorunda kalacaklardır.
OECD’nin 1999 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, madencilik alanında yurt dışında yapılan bir dolarlık doğrudan yatırım iki dolarlık bir dışsatım ve 1,7 dolarlık bir
ticaret fazlası sağlamaktadır. Yani, Türkiye’de bir maden
işletmeciliği yapan yabancı sermayeli şirket, kendi ülkesine dış ticaret fazlası sağladığı gibi, Türkiye’nin de ticaret dengesini bozmaktadır.
Emperyalist ülkelerin, az gelişmiş ülkelerdeki hammadde
kaynaklarını kontrol altına alıp işletmeleri, ülkelerinin gelecekteki hammadde açığını karşılamak amacına dayandığı gibi, her şeyden önce çok kârlı bir uygulama olarak
da göze çarpmaktadır. Örneğin, 1967 yılında az gelişmiş ülkelerdeki madencilik sektöründeki ABD sermayesi
4,8 milyar doları bulmakta idi (petrol hariç). Bu sermaye
ile ABD firmaları aynı yıl zarfında 742 milyon dolar gibi
astronomik sayılabilecek net kâr edebilmişlerdir. Toplam
sermayenin 1973 yılında 10 milyar dolara, net kazancın
da 1,3 milyara ulaştığı gözlenmiştir.
Dünyada çıkan savaşların gerçek nedenlerine bakıldığında, ülkelerin daha çok kaynağa sahip olma arzularının
yattığı görülmekte ve günümüzde en büyük savaş petrol
için verilmektedir. Gelişmiş ülkeler, dünyada doğrudan
sahip olamadıkları kaynakların üretim ve hareketlerini de
istedikleri gibi yönlendirmektedirler.
Türkiye’nin tam bağımsız, demokratik ve gelişmiş bir
ülke olabilmesinin, diğer sektörlerin yanı sıra, madencilik sektörünün de sağlıklı bir şekilde gelişebilmesinin
temel koşulunun “Yeni Dünya Düzeni” kavramına karşı temelinde kamu yararı olan Madencilik Politikalarının
oluşturulması ve uygulanmasındadır. Çünkü doğal kaynakların gerçek sahibi, o ülkenin halkıdır.
Kaynaklar :
- UNCTAD, World Investment Report-1999, Foreign Direct Investment
and Challenge of Development, New York, 1999
- The World Bank Report 1999
- Mining Association of Canada, 2001, Facts and Figures 200, Ottawa
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
105
DOSYA
DOSYA
- AVŞAROĞLU Nadir, Türkiye Madencilik Sektöründe Yabancı Sermayenin Yeri, Yayınlanmamış Rapor, 2006, www.maden.org.tr
- Doç. Dr. ERCAN Fuat, Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarına
İlişkin Yapısal-Yasal Düzenlemeler, TMMOB Sanayi Kongresi 2003,
- TEZEL Yahya S, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1923-1950),
Ankara, Yurt Yayınları
- AVCIOĞLU Doğan, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi yayınevi, 6. Basım
1973
- ÖKÇÜN A. Gündüz, “1920-1930 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye”, AÜ Siyasal Bilgiler Fak. Yay.
Ankara 1971, s. 94.
- TONBUL Mehmet, Türk Madencilik Sektöründe Yabancı Sermayenin
Yeri ve Sorunları, TODAİE Yayınları, Ankara, 1996, s. 131
- ÇİLİNGİR Yalçın, Madenciliğimizin Evrimine Toplu Bir Bakış ve Mr.
ELY’nin Hazırladığı Maden Kanunu Tasarısının Bu Evrimdeki Yeri ve
Önemi, Makale, 1975,
- Prof. Dr. Müh. ARIOĞLU Ergin, Dr. Müh. YILMAZ Ali Osman, AVŞAROĞLU Nadir, Madencilik Tarihimiz, TMMOB Maden Mühendisleri
Odası Arşivi, Yayınlanmamış Rapor, 2005,
106
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
EK TABLO - 2008 İtibarıyla Ruhsat Almış Olan TC Kanunlarına Göre Kurulmuş Yabancı Ortaklı Şirketler,
Ülke Ortaklarının Hisse Durumları
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
107
DOSYA
DOSYA
108
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
Ayhan BARUT
Ziraat Yüksek Mühendisi
PAMUK TARIMINA BAKIŞ
İnsanlar tarafından tarımı yapılan lifi işlenen ilk bitki pamuktur. Hindistan da pamuk tarımının en az 5000 yıl
önce yapıldığı, kumaş dokumasında kullanılmasının da
MÖ.3000 yılına rastladığı arkeolojik kazılarda belirlenmiştir. MÖ.8. yy. yazılan Manu Kanunlarında pamuktan
söz edilmiş olup burada pamuğa “Karpasi” denilmiştir.
Pamuğun Akdeniz Bölgesinde yetiştirilmesi ancak günümüzden 2200 yıl önce Pelepones yarımadasının batısındaki küçük bir adada (Elis Adası) başlamıştır. Daha
sonra Akdeniz’in liman şehirlerinde dokunan pamuklu
kumaşlar değer olarak altınla eş tutulmuştur.
Bitkisel bir tekstil hammaddesi olan pamuk değişik kullanım alanlarıyla Ülkemiz ve Dünya tarımı, sanayi ve
ticaretinde önemli konuma sahiptir Dünya nüfusunun
hızla artması, öte yandan sanayileşen ve kalkınan toplumlarda hayat seviyesinin yükselmesi pamuk tüketim ve
gereksinimini arttırmıştır.
Dünyada 76 ülkede pamuk tarımı yapılmaktadır. Ülkemiz dünya pamuk ekim alanlarında 7. sırada, üretim yönünden 6. sırada bulunmasına rağmen dekara lif verimi
yönünden dünya ortalamasının çok üzerinde olup, İsrail,
Avustralya ve Suriye’den sonra 4. sırada yer almaktadır.
Dünya ülkeleri ve ülkemiz açısından en önemli lif veren
bitkilerden biri olan pamuk, lifi ile tekstil sanayinin, tohumunda içerdiği yağ ve protein ile yağ ve yem sanayinin
önemli ham maddesini oluşturmaktadır.
1 Kg Kütlü Pamuk’tan ortalama
-600 gr Çiğit
-360 gr Lif Pamuk
-180 gr Yağ
-570 gr Küspe
-100 gr Lineer
-100 gr Çiğit Kabuğu elde edilmektedir
Bu şunu göstermektedir ki pamuk tekstil hammaddesi olmaktan öte aynı zamanda çok önemli bir yağ bitkisi olup,
ülkemizin bitkisel yağ açığının büyük bir kısmını karşılamaktadır. Kütlü Pamuk bitkisel yağ elde etmek üzere
üretilen bitkiler arasında 1. sırayı almaktadır. Hayvancılık sektörünün, yem sanayinin hammaddesinin tamamını
karşılamaktadır.
Ülkemizin Akdeniz, Ege ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde 2007 yılında 2.453.000 ton Kütlü Pamuk Üretilmiştir.
Üretilen bu Kütlü Pamuğun işlenmesi neticesinde 976.540
ton Preseli Pamuk, 1.476.000 ton Çiğit elde edilmiştir. Bu
Çiğitten yaklaşık 247.000 ton Ham Yağ elde edilmektedir.
Ayrıca 785.000 ton Çiğit Küspesi ile 137.000 ton Limter ve
137.000 ton Çiğit kabuğu elde edilmektedir. Genel olarak
üretilen kütlü pamuğun işlenmesi neticesinde %60 oranında Pamuk Çiğidi, %36 oranında Lif Pamuk elde edilmektedir. Elde edilen %60 oranındaki Çiğitten % 57 oranında
değerli bir hayvan yemi olan Çiğit Küspesi, %18 oranında Nötr Pamuk Yağı, %10 oranında Selüloz Sanayisinde
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
109
DOSYA
DOSYA
(Kağıt Para, Dondurma Külahı, İlaç Kapsülü, Çocuk Bezi,
Barut Yapımı, Kalın İplik Yapımında kullanılan) tamamen
ihraç ürünü olan Linter, %10 oranında yine hayvan yemine
karıştırılan Çiğit Kabuğu elde edilmektedir.
Ülkemizde Pamuk üretimi yapılan bölgelerimizin toplam
nüfusu 15 Milyon olup, bu nüfusun 6 milyonu Pamuk Tarımı ile geçinmektedir. Ortalama 1.000 Da alanda Pamuk
üretimi yapan bir işletmenin üretimden pazarlamasına
kadar 80 ila 100 işçi istihdam etmektedir.
Yalnızca tekstil-Konfeksiyon sektörü toplam
GSMH’nın %12’sini, İmalat sanayi üretiminin %18’ini,
İmalat sanayi istihdamının %40’ını ve toplam İhracatın
%38’ini oluşturmaktadır. Tekstil iş kolunda iplikten hazır
giyime kadar 2–2,5 milyon insanı istihdam etmektedir.
Bütün bunlar gösteriyor ki Pamuk üretimi, Ülkemizde
tarladan – konfeksiyona kadar 10 milyon insanı istihdam
etmektedir. Ülkemizin kuru tekstil kapasitesi yani yıllık
presli pamuk ihtiyacı 1400 000 ton civarındadır. Ülkemiz
üretiminin ihtiyacı karşılamaması nedeniyle aradaki beşyüzbin tonluk açık (Presli Pamuk) ithal yoluyla karşılanmaktadır. Pamuk ülkemizde istihdam alanı en geniş aynı
zamanda ülke ihracatını artıran ham yağ açığını azaltan
çok önemli üründür. Pamuk tekstil hammaddesi olmaktan
öte aynı zamanda çok önemli yağ bitkisi olup, ülkemizin
Bitkisel yağ açığının büyük bir kısmını karşılamaktadır.
Kütlü pamuk bitkisel yağ elde etmek üzere üretilen bitkiler arasında 1. sırayı almaktadır. Hayvancılık sektöründe
yem sanayinin hammaddesinin tamamını karşılamaktadır. Pamuk tarımının yeterince desteklenmemesi nedeniyle petrolden sonra en fazla pamuk ve bitkisel ham yağ
dış alımına 2 milyar dolar döviz ödemekteyiz.
Çizelge 1: Pamuk Ekiliş Ve Üretim
Kaynak TÜİK-Adana Tarım İl Müdürlüğü İstatistikleri
Çizelge 2: Adana İli Yıllara Göre Pamuk Maliyet Ve Alım Fiyatları
Ülkemizde pamuk tarımı Çukurova, Ege, Güneydoğu
Anadolu Bölgeleri ile Antalya yöresinde yoğun olarak
yapılmaktadır. 1980’li yıllara gelinceye kadar Türkiye
toplam pamuk üretiminin yaklaşık yarısının üretildiği
Çukurova Bölgesinde ise son yıllarda ürün fiyatlarında
gözlenen reel gerilemeler buna karşın girdi fiyatlarında
görülen %30-40’lık artışlar kurumsal finansman desteğinden yoksun yapısıyla Çukurova üreticisini bu koşullar
altında üretimini sürdürebilmesini güçleştirdiğinden pamuk ekim alanlarında önemli düşüşlere neden olmuştur.
Yanda verilen ekiliş rakamlarına baktığımızda gerek
Adana gerek Türkiye genelinde pamuk ekim alanlarında
1987 ile 2007 yılları arasında önemli düşüşlerin olduğunu, ancak ekilişteki bu düşüşün üretimi çok etkilemediğini
söyleyebiliriz. Bölgemizde sanayi yapısına baktığımızda
Tarıma dayalı sanayi ağırlığını korumaktadır. Pamuk tarımı mevcut sanayinin içinde önemli bir paya sahiptir.Ancak
son yıllarda kırsal kesimde ciddi sosyal çözülmeler yaşanmış bir çok kişi tarımsal istihdamdan kopmuştur.
110
Kaynak ZMO Adana Şube İst. Çukobirlik kayıtları
Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi son yıllarda pamuk
maliyetleri enflasyondan dolayı sürekli artmakta buna
karşılık ülkemiz pamuk fiyatlarının düşük seyretmesi,
çiftçinin ise pamuktan para kazanmak yerine zarar etmesinden dolayı hızla pamuk üretimini bırakmaktadır.
Pamuk bitkisi tek yıllık bir bitki olduğundan her yıl ekim
zamanından hasada kadar geçen dönemde üretimi yapılmaktadır. Bundan dolayı üretimi son derece meşakkatli ve risklidir. Ayrıca yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi
pamuk üretimi büyük finans gerektirmektedir. Pamuk
üreticileri finans sıkıntısı nedeni ile faizli kredi kullanmak
zorundadırlar. Bu nedenlerle pamuk üretiminden vazgeçen çiftçi tekrar pamuk üretimine dönmemektedir.
Ülkemizdeki kurulu tekstil kapasitesi yılda 1.200.000 –
1.300.000 Ton pamuk işlemektedir. 2007 yılında lif pamuk üretimimiz 750.000 – 800.000 Ton civarındadır. Son
yılın lif pamuk ithalatı 600.000 ton civarında oluşmakta-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
dır. Buna karşılık ülkemiz tekstil hammaddesi olan pamuk ithalatı için 600 milyon $ döviz ödenmektedir. Ülkemiz, Çin’den sonra Dünyanın 2. büyük pamuk ithalatçısı
durumundadır. Bu sebeple Ülkemiz pamukta açık pazar
haline getirilmiştir.
Tekstil sanayinin hammaddesini oluşturan, yağ açığımızın en büyük kısmını karşılayan ve toplam ihracatımızın
%38 ‘ini temin eden bir bitkinin Ülkemiz sanayisinin ihtiyacını karşılayacak kadar üretilmesi gerekmektedir. Yukarıda belirtilen (İstihdam, pamuk hammaddesi ve yağ
açığı gibi ) nedenlerden dolayı ülkemizdeki pamuk tarımı
yeterince desteklenmelidir. Pamuk üretiminin yapılması içinde yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi üretim maliyetinin çok altında kütlü pamuğunu değerlendire bilen
çiftçinin bu zararda kurtarılarak pamuk üretiminin devam
ettirilmesi sağlanmalıdır.
Pamuk üreticisinin üretim maliyeti + kar ile oluşan fiyat ile
kütlü pamuğunu sattığı veya eline geçen net fiyat arasındaki farkın mutlaka prim veya uygun görülecek bir sistem
ile karşılanması gerekmektedir. Ülkemizde bu kadar istihdam sağlayarak ihracat yaptıran ve ülkemizin yağ açığını
azaltan ürün hammaddesinin ülkemizde yetiştirilmediği
taktirde ithal yolu ile temin edilmesi düşünüldüğünde her
yıl dış ülkelere ülkemizden giden dövizin kendi çiftçimize
verilmesi halinde ülkemizin pamuk ihtiyacı sorunsuz bir
şekilde karşılanacaktır.
Ülkemiz ihracatının önemli bölümünü oluşturan tekstil ve
konfeksiyon sanayisinin hammaddesi olan pamuk artık
tekstil sanayisinin ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmiştir. Bunun en büyük sebebi; pamuk fiyatlarının dünya
piyasalarında düşük olması, ülkemizde üretim maliyetlerinin yüksek olması, hasatta işçilik problemi ve ülkemizde pamuğa verilen teşvik primlerinin yetersizliği kısaca
sayılabilir.
Ülkemizin pamuk alanında diğer ülkelerle yarışabilmesi,
maliyetlerin düşürülmesine yönelik yapısal önlemlerin
alınmasına bağlıdır. Makineli hasadın yaygınlaştırılması
işçilik giderlerinin azalmasına ve kaliteli ürün elde edilmesini sağlayacaktır. Ülkemizde pamukta uygulanan
destekleme primlerinin yeterli düzeye çıkarılması hazine
arazilerinde pamuk üretimi yapan üreticilere de desteklemenin yapılması ve pamuk üretim alanlarının artışına
yönelik alınacak önlemler bu önemli ürünümüzü eski altın çağlarına taşıyacaktır. Eğer gerekli önlemler alınmazsa pamuğu bundan böyle sadece eski Türk filmlerinde
görebileceğiz.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
111
DOSYA
Aydın ŞELTE, Erhan SELVİ
Metalurji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
DÜNYADA
METALURJİ SANAYİ
GİRİŞ
Metalurji, metal madenlerinin bir dizi kimyasal ve fiziksel
süreçlerden geçirilerek içerdikleri metallerin kullanıma/
ekonomiye kazandırılması sanatıdır. Bu nedenle madencilik ve metalurji birbirini tamamlayan iki kavramdır.
İmalat sanayi ise, metalurji (metaller) ve kimya sanayi
ürünleri (kimyasallar, plastikler) ile varlığını sürdüren nihai sektördür.
Madencilik faaliyetlerinin ekonomik boyutu, yalnızca üretilen cevherin miktarı ve birim fiyatı ile ele alındığında
yanıltıcı sonuçlara varılır. Şöyle bir örnekle bu noktayı
açabiliriz: ülkemizde otomotiv ve beyaz eşya sektörünün,
kurulu üretim kapasitesini tam kullandığı varsayımına
göre yıllık çelik saç ve demir-döküm ihtiyacı 1 milyon ton
üzerindedir. Bu tür ürüne dönüştürülmüş çeliğin ekonomideki değeri 10 -12 milyar USD mertebesindedir; oysa
aynı miktardaki demir-çeliğin metalürji tesislerinden çıkış
bedeli 0,5 milyar dolar civarındadır. Bir milyon ton demir
cevherinin toplam bedeli 70–80 milyon dolardır. Görülüyor ki metalürji ile birlikte demir cevherinin değeri 7–8
katına, otomotiv, beyaz eşya gibi uç ürünlerde 150–200
katına çıkmaktadır.
İktisadi faaliyetlerin uluslararası standart sanayi sınıflamasına göre imalat sanayinde 110 sektör sınıflandırılmakta,
bunun 31′i metal işkolunda yer almaktadır. (1993 Sanayi
Kongresi Bildiriler Kitabı) Ancak bu 31 sektör analiz edildiğinde işin gerçek boyutu anlaşılmaktadır: Silah sanayi,
makine imalat sanayi, elektronik sanayi, demir çelik, otomotiv, kahverengi ve beyaz eşya, gemi ve uçak yapımı,
demiryolları, ulaşım araçları ve robotik vb. sektörlerin bu
işkolunda olması işin rengini ortaya koymaktadır.
112
DÜNYA METALURJİ SANAYİNİN DURUMU
Dünya madencilik ve metalurji sektöründe büyüklerin
kazancı giderek artarken birleşmeler, satın almalar, ya
da stratejik birlikte hareket etme kararları ile hammadde
zengini sayılan ülkelerde bu kaynakların fiili mülkiyeti ya
da uzun vadeli imtiyaz hakları da, uluslararası/uluslarüstü büyük tekellerin eline geçmektedir.
Beklendiği
gibi izabe/rafinasyon ağırlıklı faaliyet
gösteren NA ve SKS firmalarında kişi başı ciro yüksek, kişi başı kâr ise düşüktür. Bununla birlikte SKS
kişi başı kar değeri, Anglo American, Kazakhmys,
NA, KGHM ve New Mont şirketlerinin değerlerinden
daha yüksektir. SKS daha başarılıdır. Anglo American ve New Mont altın madenciliği konusunda faaldir. BHP-Billiton, bu kategorinin en başarılı şirketidir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
“Anglo American”, Dünya çapında elmas ve kıymetli metal madenciliği (Au, Pt vd.) ile iştigal etmektedir. Büyük
ortak “Oppenheimer” ailesi, RioTinto ve BHP-Billiton firmalarının sahibi olan “Rothschild” ailesi ile stratejik işbirliği içindedir.
“Rio Tinto”, 120 ülkede kömürden uranyuma, bakırdan
nikele, kurşun ve çinkodan altın ve gümüşe kadar sanayide önemli yer tutan 40 çeşit element üretmektedir. Şirket, Frankfurt’ta Rothschild’ler ve 12 aile arasında yapılan
“1773 Sözleşmesi”nden tam 100 yıl sonra 1873’de “Rio
Tinto Zinc” adı ile kurulmuştur. Rothschild’lerin günümüz
Türkiye’sinde bilinen 3 madencilik şirketi ve bir bankası
vardır. Bunlar, tronadan tabii soda üretimi için RİOTUR,
her çeşit metal madenciliği için 1994’de Ankara’da kurulan ve toplam 14.250 km2’lik alanda maden arama
ruhsatlarına sahip
“Anatolia Minerals Development
Ltd” (şimdiki adı YAMAŞ: Yeni Anadolu Madencilik A.Ş.),
Turgutlu-Çaldağ’da güncel fiyatlarla metal rezerv değeri
40 milyar USD’ı bulan Ni ve Co maden yatağını işleterek NiS ve CoS ürünlerini yurtdışına gönderecek olan
Bosphorus Nickel Mining Comp., ve HSBC-Bank’dır.
(Hongkong-Shanghai Banking Corporation: Rothschild
tarafından 1865’de Çin’de kuruldu. Günümüzde 82 ülkede 10.000 ofisi ve 100 ülkeden 200.000 ortağı vardır,
ortakların toplam payı hakkında bir bilgiye ulaşılamadı.
2006 yılı için Kuzey Amerika’da müşteri hesapları toplamı 244,5 Milyar USD mertebesinde olup beyan edilen
vergi öncesi karı 4,668 Milyar USD’dır. (Muadil rakamlar,
Güney Amerika Kıtası için 91 Milyar USD ve 1,735 Milyar
USD olarak verilmektedir.)
Rio Tinto, Kanada’lı alüminyum devi “ALCAN”ı satın almak için 38,1 Milyar USD’lık teklif verdi. Konu olumlu sonuçlanırsa 4,4 milyon t/y kapasiteli dünyanın en büyük
alüminyum üretim birimi ortaya çıkmış olacaktır. Oysa
ABD alüminyum devi “ALCOA” Alcan’a daha önce 27,5
Milyar USD’lık bir teklif ile talip olmuştu. Rio Tinto’nun
Alcan’ı ele geçirdikten sonra Alcoa’ya da talip olacağı
yönünde beklentiler var. Son haberlere göre Rio Tinto,
6 Milyar USD borcunu da üstlenerek toplam 44,1 Milyar
USD bedel ile ALCAN’ı bünyesine katmış durumdadır ve
daha şimdiden Dünyanın en büyük alüminyum üreticisi
konumuna ulaşmıştır. Şayet arkasından ALCOA’yı da ele
geçirme niyeti varsa birincil alüminyum üreticilerinin nefesini kesmek için LME alüminyum birim fiyatlarının plan
gerçekleşinceye kadar düşük seviyelerde tutulacağını
tahmin ediyoruz. ALCOA da ele geçirildikten sonra LME
alüminyum birim fiyatlarının istendiği şekilde manipüle
edilmesi için ortam uygun hale gelecektir. Ani darbeler-
le yukarı çekilecek birim fiyatlar ise alüminyum imalat
sektörünün işletme sermayesi gereksinmesini de yukarı
çekeceğinden finans sorunlarının aşırı büyümesi, kredi
ihtiyacı ile sanayicilerin bankalara mahkûmiyeti ya da şirketlerine yeni ortak arayışları hatta şirketlerini satmaları
gündeme gelecektir. Rio Tinto’nun ikinci dönemde imalat
sektöründe faaliyet gösteren firmaları birer birer düşürmesi beklenebilir.
Böylece bize göre son yıllarda alüminyum dışındaki demir dışı metal fiyatlarının LME’de niçin katlanarak yükseldiğinin açıklaması kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Dünya
finans sistemindeki ve madencilik-metalurji sektöründeki
egemenliği ile paralel LME-hâkimiyeti “Rothschild”lere
çok hızlı bir birikim olanağı sağlamıştır. (Çinko fiyatının
alüminyum fiyatının üzerine tırmanması, şimdilerde kurşunun da aynı yolu izlemesi metalurji bilimi ile açıklanamıyordu.) Dünya alüminyum sektöründe de hâkimiyet
tedricen Rio Tinto vasıtasıyla Rothschild’lere geçtikten
sonra daha yüksek düzeyde makul bir fiyat dengelenmesi beklenebilir. Madencilik ve metalurji sektörünün tüm
dallarında hâkimiyet “tek-elde” toplandıktan sonra LME
fiyatlarının sürekli zigzaglarla birlikte artık aşağı seviyelere, yani dar kâr marjları alanına, dönüş yapması beklenmemelidir. (Ancak dışarıdan yeni rakipler ortaya çıkarsa
bunların batırılması için geçici olarak fiyatlar aşağı çekilebilir...)(LME fiyatlarında sürekli zigzaglar, spekülatörlerin manipülasyonu yüzünden önlenemez özelliktir...)
“BHP-Billiton” 1885’te Avustralya’da kurulan Broken Hill
Proprietary Company (BHP) şirketi ile 1860’ta Hollanda’da
kurulan Billiton şirketlerinin 2001 yılında birleşmeleri ile
oluşmuştur. BHP, Avustralya’da kurşun ve gümüş madenciliği ve petrol istihracı ile büyümüş ve Papua Yeni Gine’de
(Ok Tedi: şimdi kapalı) ve Şili’de (Escondida’da % 57,5
hisse) bakır madenciliği ve metalurjisine girmiştir. Billiton,
Endonezya’nın kalay bakımından zengin Banka adasında
faaliyete başlamış, Hollanda’da kalay ve kurşun izabesi ile
büyümüş ve 1940’larda Endonezya ve Surinam’da “bauxite” madenciliği ile genişlemesini sürdürmüştür. 1990’larda
Güney Afrika ve Mozambik’te alüminyum izabesi, Avustralya ve Kolombiya’da nikel faaliyetleri, Kanada, Güney
Amerika ve Güney Afrika’da metal madenciliği, Avustralya, Kolombiya ve Güney Afrika’da kömür madenciliği,
Brezilya, Surinam ve Avustralya’da alüminyum ve Güney
Afrika’da titanyum mineralleri, çelik ve ferro-alaşım konularında aktif olmuştur.
BHP-Billiton, demir cevheri, manganez, petrol, alüminyum,
ana metaller, kömür, paslanmaz çelik ve elmas ve özel ürün-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
113
DOSYA
DOSYA
ler dallarında 8 temel faaliyet alanında kendini göstermektedir. Avustralya’da 35, Güney Afrika’da 4, Brezilya ve Şili’de
3’er adet, Kolombiya’da 2, Kanada, Endonezya (Wetar altın
madeni), Irak, Mozambik, Pakistan, Papua Yeni Gine, Peru
ve ABD’de 1’er maden/metalurji işletmesine sahiptir. BHPBilliton, kendi beyanına göre, kömür ihracatında dünya ikincisi, bakır üretiminde dünya üçüncüsü, nikel üretiminde dünya
üçüncüsü, uranyum üretiminde dünya dördüncüsü, aluminyum üretiminde dünya altıncısıdır. BHP-Billiton 2005 yılında Avustralya’lı Western Mining Company (WMC) grubunu
7,3 Milyar USD bedel ile satın almıştır. WMC, bakır, nikel,
uranyum, altın, gümüş, suni gübre üreticisidir, “red bed” bakır
yatağı olarak dünya jeolojisinde büyük yankı yapan “Olympic
Dam” maden yatağının da sahibidir. Olympic Dam’de tesbit
edilen kesin rezerv değerleri şöyledir: Bakır (Cu):32.000.000
t; uranyumoksit (UO2): 1.200.000 t; altın (Au):1200 t; gümüş (Ag): 7000 t.
Son gelişmeler Rio Tinto’nun zaten hissedarı olduğu
BHP-Billiton’u tamamen satın alıp yuttuğunu göstermektedir, tabii ki marka olmuş isimler eskisi gibi aynen muhafaza edilmektedir, edilecektir.
CVRD (Brezilya), 2006’da 273 Milyon ton demir cevheri
istihraç etti ve 251.000 ton nikel üretti. (CVRD, geçen yıl
INCO’yu 16,8 Milyar USD bedel ile satın almıştı), dünyanın en büyük demir cevher üreticisi ve ihracatçısıdır.
Avustralyalı AMCI firmasını 661 Milyon USD bedel ile
aldı, böylece yıllık 30 Milyon ton kömür üretim kapasitesi
ile dünyanın en büyük 10 kömür üreticisi arasına girdi.
CODELCO Şili’nin dışında Arjantin, Peru, Kanada ve
Pakistan’da maden işletmelerine sahiptir ve Kanada’lı
NORANDA ile birlikte ABD’deki bakır üreticisi “Rio Algom” u 800 Milyon USD karşılığında satın almıştır.
NORİLSK, Kuzey Kutup Dairesi içindeki Norilsk şehir
bölgesinde madencilik faaliyetleri 1920’lerde başlamış, 1935’te metalurji kompleksi “MMC Norilsk Nickel”
(Mining and Metallurgical Company) oluşturulmuş ve
1993’te bugünki yapısına dönüştürülmüştür. (RAO Norilsk Nickel). “Gulag” sürgün işçilerinin zorunlu hizmetlerinden de yararlanan maden-metalurji tesisleri, kış mevsiminde zaman zaman – 55 0C derecelere düşen iklim
koşullarında da başarılı çalışmalarını devam ettirmiştir.
Cu, Ni, Co, Au, Ag, Pt, Pd, Se, Te, İr, Ru, Rh ve kömür
üretmektedir.
Norilsk Nickel, Rio Tinto ve BHP-Billiton ile çeşitli bölgelerde jeolojik araştırma ve prospeksiyon çalışmalarının
gerçekleştirilmesi konusunda sözleşmeler yapmıştır.
Kazakhmys, Kazakistan’da 457.000 t/y Cu kapasiteli entegre tesislere sahip bir şirkettir, Almanya Hettstedt’deki
“MKM Mansfelder Kupfer und Messing GmbH” firmasını
satın alıp bünyesine katmıştır. (Böylece toplam kapasite
650.000 t/y düzeyine yükselmiştir.) Polonya bakır sektörünü de ele geçirmek için çalışmalarda bulunduğu
ileri sürülmektedir. Bu gerçekleşirse toplam kapasite
1.200.000 t/y olacacaktır. Kazakistan’da faaliyet gösteren Kanada’lı şirket “Eurasia Gold”u da almak için 260
Milyon USD’lık bir teklif götürdüğü beyan edilmektedir.
CODELCO Şili’de bilinen bakır rezervlerinin yarısını elinde tutan bir devlet kuruluşudur ve dünyanın en büyük
bakır üreticisidir. (Yaklaşık 2 milyon t/y metalik bakır ile
dünya üretiminin % 13’ü)
ABD şirketleri hâkimiyetinde bulunan bakır yatakları
1955’te devletleştirilmeye başladı, 1971’de Salvador Allende tarafından süreç tamamlanarak CODELCO (Corporacion Nacional del Cobre de Chile) şirketi oluşturuldu. 2004’de Şili devlet gelirlerinin % 15’i Codelco’dan
neşet etti, 2006 yılı şirket kârından 1,131 Milyar USD Şili
ordusuna tahsis edildi.
1910 yılında işletilmeye başlanan “Chuquicamata” dünyanın en büyük açık maden işletmesidir. 1904 yılında işletmeye alınan “El Teniente” bakır madeni ise Dünya’nın
en büyük yeraltı işletmesidir, buradaki galerilerin toplam
uzunluğu 2400 km.’dir.
114
Mühendislikte,
kte, Mimarlıkta
Mim
mar
arlııkt
k a ve
ve P
Planlamada
la
anl
n amad
amad
am
ada
a ÖLÇÜ
ÖL
Ö
LÇÜ
Ü
114
DOSYA
DOSYA
Freeport McMoran, 25,9 Milyar USD bedelle rakibi
Phelps Dodge şirketini satın almıştır. Phelps Dodge
ise ayrıca toplam 15.000 kişilik personel istihdam etmektedir.
Grupo Mexico Meksika’nın en büyük madencilik şirketidir.
Kendi beyanına göre Codelco ve Freeport McMoran’dan
sonra dünyanın üçüncü büyük bakır üreticisidir ve dördüncü büyük gümüş üreticisidir. Ayrıca Zn, Pb, Mo, Ag
vd. üretmektedir. Faaliyet hacminin % 75’i Meksika içindedir, “ASARCO” ile ABD’de ve “Southern Copper” ile
Peru’da faaliyeti vardır. Kuruluşu 1892’lere dayanır, kurucu “Guggenheim” ailesi daha sonra 1911’de ASARCO’yu
kontrollü altına alır, 1965’te ASARCO’nun % 51’i Meksika Şubesi’ne geçer, çeşitli gelişmeler sonrası 1999’da
“Grupo Mexico” eski sahibi ASARCO’yu satın alır.
KGHM 1961 yılında Polonya’nın güneybatısındaki bakır
yataklarını değerlendirmek amacıyla kuruldu, 1978’de
izabe ve rafinasyon sistemleri tesis edildi, 1993’de kıymetli metaller kazanım tesisi ilave edildi, Son yıllarda (2003
– 2004) ortalama % 1,99 Cu tenörlü cevherden 25 - 26
milyon t/y istihraç edip bundan 1,8-1,9 milyon t/y % 26-27
Cu’lı konsantre üretimi, 512.000 t/y bakır, 600.000 t/y
sülfürik asit, 1200-1250 t/y gümüş, 350-400 kg/y altın ve
20.000 t/y metalik kurşun üretimi seviyesine ulaşmıştır.
Polonya bakır yatakları genellikle 1000 – 1200 metre derinlikte yeraltı işletmeleri ile değerlendirilmektedir.
Norddeutsche Affi nerie (NA), 3200 çalışanı ve 800.000
t/y’lık üretimi ile Avrupa’nın en büyüğüdür, 777 Milyon
Euro ile Belçika’lı “Cumerio” fi rmasını bünyesine katma girişiminin bu yıl sonuna kadar sonuçlanması beklenmektedir. Bu işlem sonrası toplam 4600 çalışanı ile
yılda yaklaşık bir milyon ton bakır üreten bir grup ortaya çıkacaktır. Grubun hammadde kaynakları yönünde
dikine entegrasyon amacını da güttüğü tahmin edilebilir, zira başta Bulgaristan olmak üzere Cumerio’nun
Karadeniz ülkelerindeki bakır maden yatakları ve en
başta Türkiye olmak üzere büyük bakır katot müşterileri, NA için önem arz eden realitedir.
İtalya-Arjantin kökenli Techint grubuna ait çelik şirketi
SIDOR, Venezüella’nın kuzeyindeki Bolivar eyaletinde
bulunan, çelik kablo ve metal boru üretimi yapan, And
Bölgesi’nin birinci ve Latin Amerika’nın da dördüncü
büyük çelik fabrikasıdır. 4.2 milyonluk kapasitesiyle ülkenin en büyük çelik fabrikası konumundaki dev tesis,
1962 yılında devlet tarafından kurulmuş ve 1998 yılında özelleştirilmişti. Chavez hükümeti döneminde ise el
değiştiren tesisin %60 ortağı Arjantinli firma Techint,
%20 ortağı Venezüella hükümeti. Kalan %20’lik hisse
ise SIDOR işçileri ve işçi emeklilerine aitti. Venezüella
için hayati önemdeki endüstriyel yatırımlardan biri olan
tesis, toplam üretiminin (açıklanan rakamlara göre)
%63’ünü iç pazara, %37’sini ihracata yönlendiriyor. Ve
şu günlerde bol çatışmalı bir süreç sonucunda SIDOR
tamamen kamulaştırılarak işçi ve mühendisler ile devlete devredildi. Yönetim kadrosuna mühendisler, işletme
eğitimi almış devlet yöneticileri ve işçiler alınarak üretimden elde edilen kar üreticiler lehine paylaştırılmaya
başlanmıştır.
Ve son olarak Hintli firma Tata , 1999 yılında British Steel
13 milyar dolar gibi yüksek bir rakamla bünyesine katmış
ve 2007 yılında 12 milyar dolarla Hollandalı Corus ‘u satın alarak verileri alt üst etmiştir.
Tablo 1: Gerçekleşmiş en büyük 11 satın alma ve birleşmeler.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
115
DOSYA
Aydın ŞELTE, Erhan SELVİ
Metalurji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
TÜRKİYEDE
METALURJİ SANAYİ
1-DEMİR-ÇELİK SEKTÖRÜ
Altyapısı 1930’lu yıllarda atılan Türkiye demir çelik sektörü, Türk ekonomisinin gelişmesinde ve endüstrileşmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. İlk çelik fabrikası 1928
yılında, savunma sanayinin çelik ihtiyacını karşılamak
amacıyla Kırıkkale’de üretime başlamıştır. Türkiye’nin
ilk entegre demir çelik tesisi olan Karabük Çelik Fabrikaları (KARDEMİR), 1937 yılında işletmeye açılmıştır.
KARDEMİR 1995 yılında özelleştirilerek çalışanlara
devredilmiştir. Yassı çelik ürünleri talebini karşılamak
için, Türkiye’nin ikinci entegre tesisi olan Ereğli Demir
ve Çelik Fabrikaları (ERDEMİR) ise 1965 yılında üretime
başlamıştır. 1977 yılında, uzun çelik ürünleri ve yarı ürün
talebini karşılayabilmek amacıyla, Türkiye’nin üçüncü
entegre tesisi, İskenderun Demir Çelik Fabrikaları (İSDEMİR) işletmeye açılmıştır.1960’lı yıllardan itibaren
özel sektöre ait elektrik ark ocaklı tesislerin faaliyete
geçmesi ve 1970’li yıllarda 5 ark ocaklı kuruluşun işletmeye açılması ile özel sektörün çelik sektörü içindeki
payı artmıştır. Özel sektöre ait ilk çelik tesisi 1960 yılında
İzmir’de kurulan ve 20 bin ton kapasite ile üretim yapan,
şu anda kapanmış olan METAŞ’tır.
1965 yılında Erdemir 470 bin ton üretim kapasitesi ile
yassı ürün üretimine başladı.
1980 yılında sektörün yıllık ham çelik üretim kapasitesi 4
milyon 200 bin tona ulaştı.1980’li yıllarda ise yeni elektrik
ark ocaklı tesislerin kurulması ile sektörde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Ülkemizde demir-çelik sektöründe
üretim, yüksek fırına dayalı üretim yapan 3 adet entegre
tesis ve 15 tanesi özel sektöre ait 17 adet elektrik ark
ocaklı tesis olmak üzere toplam 20 tesis tarafından gerçekleştirilmektedir. Sektörde faaliyet gösteren üretici
116
firmaların, Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu dışında
hepsi, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu arasında yer almaktadır.
1996 yılında Türkiye, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu
ile çelik ticaretine uygulanan gümrük vergisi kaldırılması
amacıyla serbest ticaret anlaşması imzaladı. 1999 yılında Yıllık demir- çelik üretimi 14 milyon tona çıktı. 2001’de
üretim 15 milyon tona ulaştı. 2002 yılında Türkiye, dünya
çelik üretiminde 16 milyon tonu aşarak 13’üncü sıraya
yükselerek, büyük bir başarı sağladı. Türkiye’de üretimi
yapılan ana ürün grupları ‘uzun ürün’, ‘yassı ürün’ ve ‘vasıflı çelik’ olup, girdi alınan temel sektörler ise madencilik, enerji ve hurdadır. Dünyada tüm çelik üreticisi ülkeler
ile AB ülkelerinde üretim dağılımı yassı ürünlerde yüzde
60, uzun ürünlerde yüzde 40 iken, ülkemizde tam tersi bir
durum söz konusu idi. Türk demir-çelik sektöründe uzun
ürünlerde kapasite fazlalığı varken, yassı mamuller ise
yurtiçi ihtiyacı karşılayamıyor. Uzun ürünlerdeki üretim
fazlası ihracat yolu ile eritilmeye, yassı ürünlerdeki talep
fazlası ise ithalat yolu ile karşılanmaya çalışılıyor. Demir
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
çelik sektöründeki uzun ve yassı ürün dengesizliğini ve
yassı mamul arzındaki eksikliği giderebilmek amacı ile
İsdemir 31 Ocak 2002’de Erdemir’e devredildi.
2003’te Ham çelik üretimi 18,2 milyon tona ulaşmıştır,
ihracatta 3 milyar dolar sınırı zorlandı. 2004’te 20,4 milyon ton, 2005’te 20,9 milyon ton, 2006’da 23,3 milyon
tona ulaşmıştır.
2007 yılında, Ülkemizin ham çelik üretimi, geçen yılın
aynı dönemine göre, % 10,5 oranında artışla, 25.76
milyon ton seviyesinde gerçekleşmiş ve ülkemiz dünya ham çelik üretimi sıralamasında 11., AB ülkeleri sıralamasında ise 3. sıradaki yerini korumuştur. Yılın ilk
yarısında demir-çelik ihracatında ulaşılan miktar yönünden % 13,4, değer yönünden ise, % 48,6 oranındaki artışa göre, 3. ve 4. çeyrekte gerileme yaşanmış
ve 2007 ihracatımızdaki değer yönünden artış, % 31
seviyesinde kalmıştır. Türkiye 2007 yılında ham çelik
üretimini 2002 yılına göre yaklaşık 9,7 milyon ton arttırdı. Ham çelik üretimi başlığı altında yer alan uzun-çelik
üretimi 2002’de 13,2 milyon ton, 2003’te 14,8 milyon
ton, 2004’te 17 milyon ton, 2005’te 17,4 milyon ton,
2006’da 19,7 milyon ve 2007 yılının çeyreğinde 5,1 milyon ton oldu. Vasıflı çelik üretimi ise 2002’de 329 bin
ton, 2003’te 352 bin ton, 2004’te 362 bin ton, 2005’te
377 bin ton, 2006’da 466 bin ton ve 2007 yılının ilk
çeyreğinde 133 bin ton olarak gerçekleşti. Son verilere göre ülkemiz 25,8 milyon tonla dünya üretimin sadece % 1,9’unu karşılamaktadır. http://www.haberx.
com/n/1035994/turkiye-dunya-ham-celik sitesinden
ve çeşitli kaynaklara bakılarak elde edilen verilere göre,
2004 yılında Türkiye’de sıvı çeliğin yaklaşık %73’ü EAO
tesislerde, %26’ı ise entegre tesislerde üretilmektedir.
Toplam sıvı çeliğin yaklaşık %83’ü uzun- çelik, %15’i
yassı çelik, %1,8’si de vasıflı çelik üretimine yöneliktir.
Sanayileşmiş ülkelerde, uzun- çelik üretimi toplam üretim içerisinde %30–40, yassı çelik üretimi ise %60–70
paya sahiptir.
1–1 ERDEMİR
Erdemir Türkiye’nin tek entegre yassı çelik üreticisidir.
Erdemir, kuruluşunda 470.000 ton olan yıllık ham çelik
üretim kapasitesi, 1969–78 döneminde gerçekleştirilen
yatırımlar ile 1.700.000 ton/yıl’a, 1983–87 döneminde
gerçekleştirilen yatırımlarla da 2.000.000 ton/yıl seviyesine çıkarılmıştır. 1990 yılında başlatılan “Kapasite Artırma ve Modernizasyon Projesi” ile Erdemir’in ham çelik
ve yassı çelik üretim kapasiteleri sırasıyla, 3.000.000 ve
3.300.000 ton/yıl düzeyine çıkarılmıştır. Erdemir’in ürettiği ürünler arasında sıcak ve soğuk haddelenmiş saclar,
levha, kalay, krom ve çinko kaplamalı saclar bulunmaktadır. Bu ürünler otomotiv, beyaz eşya, boru, ambalaj basınçlı kap ve makine gibi sektörlerde hammadde olarak
kullanılmaktadır.
Üretimiyle Çelik Üreticisi 15 AB üyesi ülke arasında 8. sırada, dünyada 48. sırada yer alan, 2004 yılını rekor üretimle kapatan, köklü şirket kültürü, ileri teknolojik yapısı,
dünya çapında ürün kalitesiyle, kârlılığı ve verimiyle göz
kamaştıran, önümüzdeki 3-5 yıl içindeki yatırım hedefleriyle Avrupa’nın en üst sırasında yer almaya aday, Türk
sanayisinin lokomotifi olan ERDEMİR, bir dünya şirketi
olarak yurt dışındaki güçlü demir-çelik firmalarının ağızlarını sulandırmaktadır.
ERDEMİR Türkiye’nin sanayileşme ve kalkınmasının
simgesidir. Ekonomideki yerini başarıyla sürdürmektedir.
Şirketin başarısı sayesinde devlet, Ereğli’ye aktardığı kaynağın çok daha fazlasını bu bölgeden geri almaktadır.
Bu derece ülke ekonomisinin atar damarlarından biri
olan ERDEMİR’in yok pahasına satılması ülkemiz için
büyük kayıptır.
2- ALÜMİNYUM SEKTÖRÜ
Alüminyum, hammadde olarak tamamen çevre dostu
yöntemler ile üretilir ve yüzde 95 oranında geri dönüşümlüdür. Alüminyum, oksijen ve silisyumdan sonra dünyada
en çok bulunan madendir ve hammaddesinin menşei
açısından güvenlidir. Alüminyumun tercih edilebilirliliğinin
en büyük nedenleri arasında hafifliği, ömrünün uzunluğu,
dış etkenlere ve değişik iklim şartlarına karşı dayanıklılığı,
kolay şekillendirilebilmesi, düşük bakım maliyetleri, renklendirilebilmesi ve teknolojik açıdan sonsuz ürün çeşitliliği
gibi alternatif özelliklere sahip olmasıdır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
117
DOSYA
DOSYA
Ülkemizde alüminyum kullanımı kişi başına yılda (2005
yılı verilerine göre) 5.7 kg. olup, bu miktar gelişmiş ülkelerin ortalamasına göre 5–6 kez daha düşüktür ve ileri
ülkelerdeki 30 kg/yıl seviyesindeki tüketimin çok altındadır. Ancak kişi başına 30 kg/yıl gibi seviyelere çıkabilen
kullanım, sektörün önünde büyük bir gelişme alanı olduğunu göstermektedir. Ayrıca yurt dışındaki pazarlarda
alüminyum ürünlerine talebin oldukça fazla olduğu da
görülmektedir. Mevcut üretim tesislerimiz, dünya ölçülerine göre orta ve küçük ölçekli olmakla beraber, ekonomimizin gelişmesine paralel olarak sektörde de gelişme
görülmektedir. Mevcut sorunların aşılması halinde, hızlı
büyüme sağlayacak sektörlerimizden biri, alüminyum
sektörüdür.
Geçtiğimiz yıllarda sektör ortalama yüzde 10- 15 civarında büyüme göstermiştir. Alüminyumun en fazla kullanıldığı sektörler olan otomotiv, beyaz ve kahverengi
eşya üretimindeki artış, büyümedeki temel etkenlerdir.
Ayrıca, uzun kriz dönemlerinin ardından ekonomik istikrarın sağlanması da büyümeyi tetiklerken, gelecek
yıllarda da bu büyümenin devam etmesi beklenmektedir. Gelecek yıllarda da yıllık ortalama % 10 ila 15 büyüme hedefl eyen alüminyum sektörünün, gerek üretim gerekse ihracat hacminde, yukarıdaki şartların da
devam etmesi halinde beklenen hedefe ulaşılabileceği
öngörülmektedir.
Türkiye’de birincil alüminyum (diğer alt sektörlerin hammaddesi) üretim miktarının 60.000 ton (Seydişehir yıllık
üretimi) ile sınırlı olması dolayısıyla, sektörün hammadde ihtiyacının yaklaşık %90’i ithal edilmek durumundadır.
Son yılların verilerine baktığımızda 2005 yılında (12 aylık)
393.464 ton birincil alüminyum, 16.962 ton ikincil alüminyum ithal edilmiştir. 2006 yılının 11 aylık verilerine göre
ise 424.673 ton birincil alüminyumda, 10.307 tonda ikincil
alüminyum ithalatı yapılmıştır. Yurt dışından, 2006 yılında
30.000 ton hurda girişinin de olduğu tahmin edilmektedir.
Bugün faaliyette olduğu tespit edilen irili ufaklı 1.500
kadar alüminyum firmasında yaklaşık olarak 18.000 kişi
istihdam edilmektedir. Sektörde genel olarak büyük kapasiteli tesislerde teknoloji yoğun, küçük firmalarda ise
emek yoğun üretim sistemi uygulanmaktadır. Sektörün
alt gruplarını oluşturan ekstrüzyon ürünleri sahasında
istihdamda bir önceki yıla göre 2003 yılında %33, 2004
yılında %15,7 ve 2005 yılında %12 artış, yassı ürünler
sahasında 2003 % 0,95, 2004 yılında 1,04 ve 2005 yılında %1,13 artış gözlenmiştir. Mimari Uygulama yapan
firmalarımızda ise 2004 yılında % 150’lere varan istih118
dam artışından sonra 2005 yılı içinde istihdam da %
9,6 artış göstermiştir. Diğer alt sektörlerde de yapılacak
yeni yatırımlara bağlı olarak istihdam artışının olması
beklenmektedir.
3-
BAKIR SEKTÖRÜ
3–1 TÜRKİYE BAKIR MADENLERİ
Cumhuriyet döneminde, 1938 yılına kadar bakır üretimi
önemsizdir. 1930 yılından 1937 yılına kadar üretim hiç
yapılmamıştır. 1937 yılında Kuvarshan Bakır İşletmesi,
1939 yılında ise Ergani Bakır İşletmesi’nde Etibank tarafından tekrar üretime geçilerek ilk blister bakır üretilmiştir. Bugün, ülkemizde yıllık ortalama 60.000 ton bakır
cevheri üretilmekte olup, dünya bakır üretimindeki payı
sadece %0,43 düzeyindedir. Ülkemizde üretilen bakır
konsantrelerinin yarısına yakın miktarı ülkemizin tek izabe tesisi olan Samsun izabe tesisinde işlenmektedir.
Türkiye bakır sektörü ‘hammadde/ara ürünler sektörü’
olarak sınırlı bir kapasite/üretim yapısına sahip olmakla
birlikte, ‘ürünler sektörü’ açısından boru, yassı ürün ve
bazı alaşım ürünleri hariç, ülke ihtiyacının üzerinde yüksek sayılabilecek kapasiteye sahiptir.
Türkiye’nin bakır madenleri, Karadeniz Bölgesi’nde
Rize (Çayeli),
Artvin (Murgul, Cerattepe) ve
Kastamonu (Küre)’de,
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde
Siirt (Madenköy) ve
Elazığ (Maden)
yörelerinde bulunmaktadır. Çanakkale (Yenice) ve Ordu
(Zamanti) yörelerinde kompleks bakır cevherleri bulunmakta ve kısmen işletilmektedir. Bu madenlerin hemen hemen
hepsinde konsantre bakır üretilmekte, Rize Çayeli madeninde üretilen konsantrenin tamamı ihraç edilmektedir.
Türkiye görünür bakır rezervi, son tespitlere göre, metal
içeriği olarak 1,6 milyon ton civarındadır. Bakır fiyatlarının yükselmesi parelelin de düşük tenörlü sayılabilecek
bakır cevherlerinin işlenilmesi ekonomik olabilmektedir.
Bu bakımdan, ülkemizin daha önce arama yapılmayan
yörelerinde yeni bakır yataklarının bulunma olasılığı söz
konusudur. Sarkuysan A.Ş’nin hazırladığı Sektör Raporuna göre, 2005 yılında 44.646, 2007 yılında 46.504 ton
bakır üretilmiştir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
3.2 TÜRKİYE İZABE TESİSLERİ
Elazığ’ın Maden ilçesinde bulunan Ergani bakır işletmeleri ülkemizin ilk bakır izabe tesisidir. Bu tesis, işletilen
cevherin tükenmesi nedeniyle kapatılmış durumdadır.
Artvin Murgul’da bulunan izabe tesisinin faaliyeti ise
teknolojik ve ekonomik nedenlerden dolayı 1994 yılında
durdurulmuştur.
Mevcut durumda, Türkiye’nin tek izabe tesisi Samsun’da
bulunan Karadeniz Bakır İşletmeleri (KBİ)’dir. Blister bakır üretim kapasitesi 34.000 ton olan tesiste 2007 yılında tamamlamam revizyon yatırımı neticesinde kapasite
40.000 ton’a yükseltilmiştir. KBİ yıllık üretim değerleri
aşağıda verilmektedir:
3.3 TÜRKİYE RAFİNASYON TESİSLERİ
Maden ve izabe tesisleri olarak sınırlı kapasitelere sahip
olan Türkiye bakır sektörünün dört özel sektör kuruluşuna ait toplam rafinasyon kapasitesi 133.000 ton olup ülke
ihtiyacının yaklaşık üçte birini karşılayacak düzeydedir
(Sarkuysan A.Ş, Sektör Raporu).
Sektörün yılda yaklaşık 300 bin ton civarında rafine bakır ithalatına ihtiyaç göstermesinin ana nedeni, aşağıdaki bölümde ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulduğu gibi,
sektörün sahip olduğu yüksek filmaşin kapasitesinden
kaynaklanmaktadır.
3.4 TÜRKİYE BAKIR FİLMAŞİN TESİSLERİ
Dünya Bakır Filmaşin kapasiteleri - 2006 (Dünya Kapasiteleri
Toplamı: 15,23 milyon ton)
lerine çevirerek, aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi, ihraç
etmektedir:
Netice itibariyle, Türkiye “ürünler” bazında dünya pazarlarında önemli bir yeri olan bir ülke konumundadır.
3.5 NEREDEN NEREYE
Ülkemiz madencilik sektöründe 1980’lerden itibaren öne
çıkan söylem, kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi olmuştur. Türkiye madencilik sektöründe mülkiyet ve yönetim değişikliklerini gerçekleştirmeye yönelik
olarak çeşitli kamu kurumlarında sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar birbirini izlemiş, madencilik sektörünün kamu
ağırlıklı yapısı özel sermayenin de yerini alabileceği bir
rekabet ortamına dönüştürülmeye çalışılmıştır.
Toplam 133.000 ton’luk rafinasyon kapasitesine karşın
2006 yılında 320.000 ton’un üzerinde rafine bakır tüketilen
ülkemizde toplam 439.000 ton’luk bir filmaşin kapasitesi
mevcuttur. 2006 yılında 306,1 bin ton, 2007 yılında ise 386
bin ton filmaşin üretimi yapılmış, kapasite kullanım oranı
(KKO) sırasıyla % 70 ve % 88 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye rafine bakır ithal ederek önemli miktarlarda filmaşin
ve tel ürünleri üreten ve aynı zamanda direkt filmaşin ithal
ederek tel ürünleri ihraç eden, dünya “ürünler” sektöründe
söz sahibi olan bir ülke konumundadır. Nitekim Türkiye
filmaşin kapasitesi olarak aşağıdaki grafikte gösterildiği
gibi, dünya sıralamasında 11. sırada gelmektedir:
Söz konusu uygulamalar en fazla Etibank’ı etkilemiş,
bu kurum pek çok parçaya bölünmüş ve her parçası bir
yana dağılmıştır. İlk olarak 1993 yılında Karadeniz Bakır
İşletmeleri A.Ş., Etibank’ın bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredilmiştir.
1998 yılında ise Etibank, Bakanlar Kurulu Kararı ile Eti
Bor, Eti Alüminyum, Eti Krom, Eti Bakır, Eti Gümüş, Eti
Elektrometalurji ve Eti Pazarlama ve Dış Ticaret olarak
7 ayrı anonim şirkete bölünmüştür. Söz konusu şirketlerden Eti Bakır, diğerleri gibi 2000 yılında Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı’na devredilmiştir.
Türkiye önemli miktarda rafine bakır ithal ederek filmaşin
üretmekte ve filmaşini de katma değeri yüksek tel ürün-
Son olarak, Karadeniz Bakır İşletmeleri’ne ait Samsun İşletmesi ile Eti Bakır AŞ’nin özelleştirilmesine ilişkin nihai pa-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
119
DOSYA
DOSYA
zarlık görüşmeleri 26 Şubat 2004 tarihinde tamamlanmış
ve 12 Nisan 2004 tarihi itibariyle imzalanan satış sözleşmesi ile bu kuruluşların özelleştirme süreci tamamlanmıştır.
Böylelikle, Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş. tasfiye sürecine
girerken, kamu, bakır sektöründen tamamen çekilmiştir.
Bununla beraber, bu süreçte maden aramalarına kaynak
ayrılmadığı gibi, maden işletmecisi olan kuruluşlarda gerekli olan yatırımlar da yapılmamıştır. Özel sermayenin ise,
başlangıçta varsayıldığı gibi, kamudan boşalan yeri dolduramamış olması nedeniyle, Türkiye, bakır konsantresi ve
blister-elektrolitik bakır ithal eder duruma gelmiştir.
4- KURŞUN SEKTÖRÜ
Sanayide kullanılan önemli metallerden biridir. Akü,
benzin, matbaa, mühimmat, boru, alaşım, lehim, renkli
televizyon tüpü yapımında, boya, cam ve kimya sanayii
kollarında, radyasyon ve X-ışınlarından korunmada kurşun kullanılmaktadır. Çevre kirliliği etkisinden dolayı son
yıllarda kurşun kullanımında sınırlamalar getirilmiştir.
Görünür metal kurşun rezervinin dünyada 100 milyon
ton, Türkiye’de 0.8 milyon ton olduğu tahmin edilmektedir. En büyük kurşun rezervine sahip ülkeler Avustralya, ABD, Kazakistan, Kanada ve Çin’dir. Kurşun maden
üretimi dünyada 3 milyon ton, hurdalarla birlikte toplam
üretim 6 milyon ton civarındadır.
Türkiye’nin kurşun metal tüketimi ise yılda 35 bin ton
kadardır. Buna karşılık yaklaşık 10 bin ton metal kurşun hurdadan, 5–6 bin ton da geçici olarak yurtdışına
gönderilen cevherlerden elde edilmektedir. 15–20 bin
ton mertebesindeki metal kurşun açığı da ithalat yoluyla
karşılanmaktadır.
5- ÇİNKO SEKTÖRÜ
Demir, alüminyum ve bakırdan sonra sanayide en çok
kullanılan metaldir. Demir ve çeliğin korozyona karşı
direncinin artırılmasında, döküm sanayinde kullanılan
pirinç ve özel alaşımların yapımında, ayrıca çatı kaplama malzemeleri, lastik ve pil yapımında önemli miktarlarda çinko kullanılmaktadır. Görünür metal çinko
rezervi dünyada yaklaşık 200 milyon ton, Türkiye’de
2,3 milyon tondur. Avustralya, ABD, Kanada, Çin en
çok çinko rezervine sahip ülkelerdir. Dünyada çinko
cevher üretimi 8 milyon ton, hurda çinko üretimi 0,5
milyon ton civarındadır.
120
Türkiye’nin çinko metal tüketimi yılda 60 bin ton dolayındadır. Bunun 10 bin tonu geçici ihraç yoluyla yurtdışına
gönderilen cevherlerden geri dönen metalle, bir bölümü
hurdadan kazanılmakta, geri kalan 20–30 bin tonu ithalatla karşılanmaktadır.
Ar-Ge çalışmaları teşvik edilerek çinko-kurşun yatakları
içerisinde yan ürün olarak bulunan gümüş ve altın gibi
değerli metaller ile indiyum, galyum, talyum ve germanyum gibi ileri teknoloji hammaddelerinin kazanılmasına
yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
6- NİKEL SEKTÖRÜ
Yer kabuğunun belli başlı elementlerinden olan nikel doğada çoğunlukla demirle birlikte olmak üzere sülfürler,
arsenürler ve silikatlar şeklinde bulunur. Önemli nikel mineralleri arasında nikelin (NiAs), kloantit (NiAs2), pendlandit (Fe, Ni)S, millerit (NiS), annabergit Ni3 (AsO4)2
8H2O, garnierit (Ni, Mg)3 Si2O5 (OH)4 sayılabilir.
6–1 TÜRKİYE NİKEL CEVHERİ REZERVİ
Türkiye’nin bilinen nikel rezervleri toplamı 40 milyon
tondur. Bu rezervin 39.5 milyon tonu Manisa-TurgutluÇaldağ yatağındadır Bursa-Yapköydere ve Bitlis-Pancarlı
yatakları geri kalan rezerve sahiptir.
Türkiye nikel rezervleri
Yeri
Manisa-Çaldağ
Tipi
Laterit
Tenör (%)
0,93–1,95
Bursa-Yapköy
Bitlis-Pancarlı
Sülfit
Sülfit
1-4 Ni
1,4 Ni
Rezerv (1000 ton)
Ni 0,042–0,060
Co 39,500 (gör+muh)
163 (muh+müm)
15,5 (müm)
Kaynak: VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı Nikel Ö.İ.K. Raporu
Bu yatakların dışında Eskişehir-Mihalıçcık-Yunusemre’de
lateritik, Sivas-Divriği-Güneş’te sülfitli, Bolu-MudurnuAkçaalan’da sülfit tip nikel cevherleşmeleri saptanmıştır.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
6–2 TÜRKİYE’DE NİKEL ÜRETİM VE TÜKETİMİ:
MTA’nın yaptığı arama çalışmalarıyla ortaya konan yataklardan sadece Manisa-Turgutlu-Çaldağ yatağında işletmek için yapılan görüşmeler sürmektedir. Türkiye’de
nikelin tüketildiği en önemli alan kaplama sanayi ve az
miktarda alaşımlı çelik dökümüdür.
6–3 İTHALAT-İHRACAT DURUMU:
Türkiye’deki şirketler, alaşımlı çelik-döküm, paslanmaz
makine parçaları üretimi, yüke dayanıklı alaşımlar v.b.
alanlarda faaliyet göstermektedirler. Bunların nikel hammadde ve mont-katot nikel ihtiyacı ithalat yoluyla karşılanmaktadırlar. Türkiye’nin yıllık nikel ithalatı 1500–2000
ton olarak tahmin edilmiştir. Bunun karşılığında 15–20
milyon $’lık bir gider söz konusudur.
7. SONUÇ :
Madencilik ve metalurji alanında dikine entegre uluslararası/
üstü kuruluşların 2006 yılı kâr oranlarının cirolarına göre daha
yüksek olduğu ve bu şirketlerin en az 20.000 kişi çalıştırdıkları görülmektedir. Listede yer alan ilk 9 şirketin toplam kârı
cirolarına göre % 31,8 mertebesindedir, cirodan kâr rakamı
düşülerek bulunan maliyete göre kâr oranı (52.761/165.824 –
52.761) % 46,7 ‘dir. Bu kâr oranları LME birim fiyatlarına göre
mutlaka değişkenlik arz edecektir, ancak örneğin bakır LME
birim fiyatı konsantre içeriğine göre oldukça sabit sayılabilen izabe ve rafinasyon şarjları düşülerek tesbit edildiğinden
konsantre üreten madenciler ya da dikine entegrasyonunu
tamamlamış maden-metalurji kuruluşları yükselen birim fiyatlardan en çok yararlanan kuruluşlar olmaktadır.
Şirket birleşmeleri, bazı şirketlerin rakiplerini satın almaları devam etmektedir. Özellikle “Rio Tinto Grubu”nun
hızlı büyümesini sürdürdüğü görülmektedir. Veriler göstermektedir ki Dünya Finans Sektörü, dünya reel sektörünü planlı bir şekilde ele geçirmektedir, yani “ Sanal
Ekonomi, Reel Ekonomi’yi satın almaktadır”.
Zarar ettiği söylenen Erdemir’e neden yatırım yapılmadığı ya da özelleştirilmeden sadece 2 sene önce teknolojisinin tamamen yenilendiği gerçeği veyahut daha
birçok kamu fabrikamızın özelleştirme kapsamına alınıp
çalışma kapasitesinin düşürülerek ‘işe yaramıyor’ safsatasıyla nasıl da özelleştirilmeye hazırlanıldığı sorularının
cevaplarını bulmak güç olmasa gerek. Evet, ülkemizde
sistematik olarak uygulanan bu ‘devlet’ politikasıyla tüm
kamu şirketleri önce ‘geri’ bırakılmakta, ardından özelleştirme kapsamına alınarak üretiminin bir kısmı durdurulmakta ( özelleştirme kapsamına alınan bir yerde üretim
neredeyse yarı yarıya kapatılır ) ve özelleştirilerek ulusal
veya uluslararası sermayenin tekeline geçmektedir.
Sonuç olarak, özellikle 24 Ocak kararları ile başlayan
süreçte görüldüğü gibi yerli ya da yabancı olsun ezilen
kesimler hep emekçi kesimler olmaktadır ve egemen sınıfın çıkarı doğrultusunda metal sektör durumu değişim
göstermektedir. Bugün işçileşen mühendisler’de işçi sınıfına dahil olmaktadır. Bizim görevimiz ise, öz kaynaklarımızın sömürülmesine göz yummamak, kamuyararı
– bilim insanı – işçi arasındaki ilişkiyi yeniden kurarak
bu işletmelerin kamu yararına yeniden işletilmesini sağlamak olmalıdır.
KAYNAKÇA
http://www.merkezmenkul.com.tr/uploads/raporlar/demircelik
http://www.metalworld.com.tr/tr/uzman.asp?ID=36&Grup=
http://www.haberx.com/n/1035994/turkiye-dunya-ham-celik
http://www.sedefed.org/default.aspx?pid=42440&nid=29627
http://www.iscikonseyi.org/modules.php?name=News&file=article&sid=2259
http://www.hamzabayindir.com/index_dosyalar/page0034.html
http://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi133/d133_3444.pdf
h t t p: // w w w. j m o.o r g .t r/ r e s i m l e r/e k l e r/ 91b c 5 4 4 0 2 9 6 c c 0 e _
ek.doc?tipi=25&turu=X&sube=0
www.sendika.org
www.latinbilgi.net
Çeşitli Makaleler, Murat SEZER, Metalürji Mühendisi, Sarkuysan A.Ş.
Demir Çelik Üretimi 2007 Yılı Ders Notları, Prof.Dr. Adem
BAKKALOĞLU’nun
Bakır Madenciliğindeki Son Gelişmeler Ve Türkiye, Nejat TAMZOK, Maden Y. Mühendisi, TMMOB Maden Mühendisleri Odası Genel Sekreteri
Sektör Raporu, Sarkuysan A.Ş,
Bu devlerin karşısında akılcı devlet politikaları ile varlığını
sürdürüp gelişebilecek ETİBANK’ın yok edilmiş olması,
daha düne kadar ülkenin tüm alüminyum ihtiyacını karşılayabilecek konuma getirilebilecek ve de büyük oranda
zaten karşılayan Seydişehir’in özelleştirilmeye çalışılması,
Erdemir’in, İsdemir’in v.b. bizlere ait bu entegre tesislerin
zarar ettiği söylentisiyle özelleştirilmiş olması bizleri derinden yaralayan olaylardır. Bunun için uygulanan rafine
oyunlara/entrikalara son çeyrek asır içinde tanık olduk.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
121
DOSYA
Cengiz GÖLTAŞ
EMO Enerji Çalışma Grubu Üyesi
KAPİTALİZMİN “SÜRDÜRÜLEBİLİR
KALKINMA” ADINA SINIRSIZ ENERJİ
TÜKETİMİ VE YOK EDİLEN UYGARLIK
“Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Bu zaferlerin
her biri için doğa öcünü alır…Mezopotamyanın,
Yunanistan’ın Anadolunun halkları… ormanları ekilebilir alanlar açmak için yok ederken… bu
toprakların şimdiki çölleşmiş durumuna ortam
hazırladıklarını hiç düşünmemişlerdi. İtalyanlar
Alplerdeki ormanları yok ederken… bölgelerinde
sütçülük sanayinin köklerini kazıdıklarının… hatta.. dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarının
farkında değillerdi. Şunu her zaman hatırlamalıyız
ki, hiçbir zaman doğaya hükmedemeyiz… fethedilmiş insanları yöneten egemen gibi, doğanın dışındaymışız gibi.. onun üzerinde kurduğumuz bütün
egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun
yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme
üstünlüğümüze dayanıyor…..”
Friedrich EngelsMaymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü / 1876
Günümüzde gerek dünya gerekse bölgeler ve ulus devletler bazında enerji politikalarına ilişkin yapılan ortak
bir değerlendirme vardır. Enerjinin kalkınma ve sanayileşmede temel unsur olduğu belirtilerek, ülkelerin gelişmişlik ölçülerinden biri olarak kişi başına düşen elektrik
enerjisi miktarı gösterilir.
Böyle bir kabul üzerinden yapılan her değerlendirmede,
enerji kaynakları ve üretim politikaları sürekli bir ihtiyaç
üzerinden ele alındığından enerji sorunu, kaynakların
dağılımı ve hangi güçlerin denetiminde olduğunun yanısıra, planlamadan yatırımlara dek ekonomik ve teknik
boyutları öne çıkarılarak tartışılır.
122
Oysa yaşadığımız yüzyılın ilk çeyreğinde sorunu sadece
“gelişme” dinamiği içinde ele almanın ne kadar yanıltıcı
olduğuna dair en güçlü itirazı, küresel kapitalizmin karar
vericilerine olduğu kadar kaynakları sömürülen yoksul
ülkelere de doğanın kendisi gösteriyor.
21.Yüzyılda enerji kaynaklarını kontrol etmek adına ülke
politikalarının uluslar arası sermayenin talepleri doğrultusunda yönlendirildiği, bu yönlendirmede yaşanan krizlere darbeler, savaşlar ve işgaller ile müdahale edildiği
bir dönemde arzın hangi önceliklere göre belirlendiği,
enerji gereksiniminin sanıldığı gibi sonsuz mu olduğu ve
enerjinin eşitsiz kullanılmasından sorumlu olanların ya-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
rattığı tüketim çılgınlığının gezegeni nereye sürüklediği
öncelikle sorgulanmalıdır.
çözmek bir yana daha da büyüttüğünü artık hemen her
kesim kabul etmek zorunda kalıyor.
Hiç kuşku yok ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde küresel kapitalizm dünyayı geri dönülemeyecek boyutlarda ekolojik
bir felaketin içine sürüklüyor. İnsanlık şimdi hiç olmadığı
kadar hayati bir yol ayrımına geldi. Rosa Luxemburg’un,
Ya Sosyalizm ya Barbarlık…! olarak sunduğu tercihin
ne anlama geldiği şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hızla arttığı, iletişim
teknolojilerindeki gelişmenin, sermayenin yeniden üretimi ve pazar için sınırsız olanaklar sağladığı bir çağda
kapitalizmin “küresel kalkınma” modeli ironik bir şekilde
inanılmaz toplumsal ve ekolojik problemler yarattı. Bugün ne için, nereye kadar ve neye rağmen enerji üretimi
ve sanayileşme sorularına insan ve doğanın metalaştırılmadığı yeni bir uygarlık kavramı ekseninde “genel kabulleri” sorgulayan bir pencereden bakılmalıdır.
Kapitalizmin engellenemediğinde barbarlık yaratacağı
tezi, küresel ölçekte uygulanan emek ve doğa sömürüsü,
enerji kaynaklarına sahip olmak adına işgal ve savaşlar
ile dünyanın tüm yaşam alanlarının yok olma tehlikesi
hız kazanarak gerçekleşiyor.
Bugün tüm dünyada su, toprak ve havanın hızla kirlendiği, canlı türlerinin kitlesel olarak yok olduğu, verimli
toprakların çölleştiği, yeni Çernobil tehditlerinin yanı
sıra tehlikeli nükleer atıkların yığıldığı, GDO’lu tarımın
toprağı ve çiftçiyi köleleştirdiği, tarımsal alanda yoğun
olarak kullanılan kimyasallar ile gıda ürünlerinin insan
sağlığını tehdit ettiği, ormanların hızla yok edildiği,
sera gazlarının ozon tabakasını delmesiyle tüm yaşamın yokoluşa sürüklendiği, kentlerde yaşanan ulaşım,
beslenme ve barınma sorunlarının emekçi yoksul büyük bir çoğunluk için arttığı ciddi bir uygarlık krizi ile
karşı karşıyayız.
Bugün yaşadığımız ekolojik krizin temel nedeni küresel
kapitalizmin varoluş mantığı ile doğanın kendini yenileme ve onarma süreçleri, ekolojik döngüleri ve geri besleme sistemleri arasındaki çelişkiye dayanmaktadır.
Günümüzde kalkınma- sanayileşme, gelişme, büyüme
vb. birçok sözcüğü insanlığın yararına bir yaklaşım olarak öne çıkaran “mutlak üretimci” yaklaşımın aslında
çok uluslu tekellerin kar değirmenine su taşıyan bir yalan
olduğu çoktan açığa çıkmıştır.
Bugün, kapitalizmin genel iktisat politikası içerisinde ihtiyaçların sürekli geliştiği ve sınırı olmadığı konusundaki
yaklaşımını sorgulamadan ne enerji kaynaklarının kullanımına, ne de üretim ve tüketim politikalarına yeni bir
yaklaşım geliştirmek olanaksızdır.
Üretimi, insan ihtiyaçlarının karşılanması temelinde bir
kullanım değeri yerine, yeni pazar alanları ve azami karlar elde etmek olarak gören kalkınma modellerinin son
yarım yüzyıllık dönemde insanlığın ortak sorunlarını
Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için sınırsız büyüme üzerine kurulan bir kalkınmacı yaklaşım ve enerji
kaynaklarının tüketimi, ülkeler-bölgeler arasında eşitsiz
gelişmenin temel kaynağını oluşturmuştur.
Bu süreçte az gelişmiş ülkelerde yoksulluk, açlık, nüfus
artışı, dengesiz toprak dağılımı, doğal kaynakların tüketimi öne çıkarken, gelişmiş zengin ülkeler açısından endüstriyel kirlenme, katı atıklardaki artış ve sınırsız tüketim
olgusu ön plandaydı. Söz konusu sorunların açıklanması doğal olarak gelişmiş ülkeler açısından yaşananların
sanayileşme ve kalkınma sonrasına ait sorunlar olarak
ele alınmasını, az gelişmiş ülkeler açısından ise yaşanan
sorunların belirli bir gelişme aşamasından sonra ortadan
kalkabilecek niteliğe sahip olduğunun iddia edilmesiydi.
“Sürdürülebilir kalkınma” kavramına gelişmiş merkez ülkelerin yüklediği anlam ile(gelişmenin korunması), yoksul çevre ülkelerin yüklediği anlamın (gelişmenin sağlanması) yaratığı çelişki karşısında dünyanın bütünü için
ciddi bir çözüm üretilemeyeceği açıktı.
Aslında bu gerçekliği “Ekonomik Büyümenin Sınırları”
kitabında Dennis Meadows ve arkadaşlarınca ”…çevresel krizlerin önlenmesi için ekonomik büyümenin
yavaşlatılması gerektiği, bunun anlamının ise az gelişmiş ülkelerde eğer Batı benzeri bir büyüme görülürse dünyanın bunu kaldıramayacağı…” biçiminde ifade edilirken, Maserovic ve Pastel’in Roma Kulübüne
yazdığı “Dönüm Noktasında İnsanlık” adlı bir başka
çalışmada; “…Dünyanın kültür, gelenek ve ekonomik
gelişmeden kaynaklanan farklarla değerlendirilebileceği, birbirleriyle karşılıklı etkileşim halinde olan
bölgeler sistemi olarak görülmesi gerektiği…” fikri
vardır. Bütün dünyayı kapsayan çözüm, farklılaştırılmış büyümenin gerçekleştirilmesidir. Farklılaştırılmış
büyümenin anlamı ise, az gelişmiş ülkelerin gelişmiş
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
123
DOSYA
DOSYA
ülkelere benzer bir büyüme yolu izlemesine dünya
kaynaklarının elvermeyeceğinin altının çizilmesidir.
Böylelikle sermayenin üretim ve tüketim çılgınlığını kutsayan kalkınma mantığı değişmezken “doğal kaynaklara
saygılı” bir ekonomik büyüme söylemi ile sürdürülebilir
kalkınma, maksimum kar hedefi için kaynakların sürdürülebilirliği anlayışına dönüşmüştür.
Bugün doğal kaynaklar, madenler, SİT alanları, tarımsal
araziler, içme suları ve ormanların yok edildiği, küresel
ısınma ve çölleşme ile radyoaktif sızıntıların sürdüğü,
genetik çeşitliliğin bozulduğu ve canlı türlerinin giderek
azaldığı bir dönemi yaşıyoruz.
“Sürdürülebilir Kalkınma”nın kapitalizmin üretim anlayışını değiştirmediğine ilişkin bir başka örnek de sera
gazlarının emisyonunu kontrol etme yönündeki uluslar
arası çabaların uğradığı başarısızlıktır. İklim değişikliğinin esas nedeni olan sera gazı salınımlarının yüzde
80’i OECD ülkelerinden kaynaklanmaktadır. 1990-2000
Yılları arasında OECD ülkelerinde sera gazı salınımları
yüzde 8, ABD’nin ise yüzde 14 artmıştır. Buna rağmen,
2008-2012 yılları arasında sera gazı salınımlarının 1990
yılı seviyesinin yüzde 5.2 altına çekilmesini öngören
KYOTO PROTOKOLÜ Amerika tarafından bilinçli olarak
imzalanmamaktadır.
Yine, Dünya Kalkınma Raporu, yanı başımızdaki ekolojik felaketin esas sorumlularının doğayı kirleten zengin ülkeler olduğunu gösteriyor. Rapora göre ABD şu
anda fosil yakıt kullanımından kişi başına yılda 5,6 ton
karbondioksit emisyonu üretiyor. Almanya 2,8 ton, nükleer enerji ağırlıklı üretimiyle Fransa’da kişi başına 1,8
ton gaz açığa çıkıyor. Batı Avrupanın gelişmiş kapitalist
ülkelerinde (önceki adıyla G-7) kişi başına yılda 3,8 ton
karbondioksit açığa çıkmaktadır. Buna karşın dünyanın
geri kalanında fosil yakıt kullanımından 0,7 ton karbondioksit açığa çıkıyor. Bu durum belli sayıda gelişmiş ülkenin dünyanın geri kalanından yaklaşık dört kat daha
fazla enerji tükettiğini gösteriyor.
Bugün küresel kapitalizmin insanlığın temel sorunlarına çözüm üretemeyeceği, halen dünya nüfusunun %
20’sinin toplam enerjinin % 60’ını, gelişmekte olan yaklaşık 5 milyarlık nüfusun ise enerjinin % 40’ını tükettiği,
yaklaşık 1.6 milyar insanın ticari enerjiye ulaşım olanağının bulunmadığı koşulların son 50 yılda geliştirilen
kalkınma modellerinin bir sonucu olmasından açıkça
görülmektedir.
Birleşmiş Milletler Çevre Proğramının 2002 yılında yayınladığı 3. Küresel Çevre Raporuna göre başta Afrika
ve Asya Kıtalarında yaşayanlar olmak üzere dünyada 1,1
Milyar insan güvenli içme suyu, 2,4 Milyar insan ise arıtma hizmetlerinden yoksundur.
Her yıl atmosfere 22 milyon ton karbon gazı karışıyor
ve sera etkisi yaratarak atmosferin ısınmasına neden
oluyor. 10 Avrupa ülkesinden bir grup bilim adamının
hazırladığı rapora göre, Güney Kutbundaki en derin
buz katmanında yapılan incelemede karbondioksit
oranının rekor düzeye ulaştığı, bu düzeyin 650 bin
yıllık dönem içinde ulaştığı en yüksek orandan % 27
daha fazla olduğu belirtiliyor. Aynı rapora göre ortalama küresel sıcaklık son 5 yılda normalden 100 kat
hızlı artış göstermiştir.
Dünya nüfusunun % 20’si dünya zenginliğinin % 80’inden
fazlasına el koyarken yenilenemez enerjinin % 80’i, temiz içme suyunun % 40’ı da aynı % 20 tarafından kullanılıyor. Her yıl 17 milyon hektar orman alanı yok oluyor
ve bugünkü tüketim düzeyi devam ederse petrol rezervinin 50, doğalgaz rezervinin ise 70 yıl içinde tükeneceği
tahmin ediliyor.
SONUÇ :
“….Son ağaç yıkılıp, son nehir kirletilip, son balıkta
tutulduktan sonra paranın yenmediğini anlayacaksınız…”
( Kızıldereli Atasözü)
Bugün kalkınma adına dünyanın ulaştığı sonu görmek
yeterli olmuyor. Şimdi her zamankinden daha fazla kimilerinin adına kalkınma kimilerinin ise gelişme dediği son
124
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
50 yıla hükmeden barbarlık projesine karşı sürdürülebilir
bir yaşamı ve geleceği savunmak gerekiyor.
Sermayenin ihtiyaçlarına değil aklın egemenliğine uygun
bir yaşamı insanlığın ortak geleceği yapmak için insanı
ve doğayı metalaştırmayan yeni bir uygarlık projesine
ihtiyacımız var.
Ekonominin insanlığın ortak gereksinimlerine hizmet ettiği, üretimin kullanım değeri olarak toplumsal ihtiyaçlara
göre belirlendiği bir yaşamda nasıl bir kalkınma sorusuna, nasıl bir gelecek, nasıl bir toplumsal yaşam ve dünya
özlüyoruz ekseninde yurttaşların aktif katılımı ve denetimi ile yanıt vermek mümkündür.
Bugün yaşadığımız
ekolojik krizin temel
nedeni küresel
kapitalizmin varoluş
mantığı ile doğanın
kendini yenileme ve
onarma süreçleri, ekolojik
döngüleri ve geri besleme
sistemleri arasındaki
çelişkiye dayanmaktadır.
Bu yanıtı vermekte geciktiğimiz her an doğa başına gelenlerin hesabını ayrımsız bir yakıcılıkta sormaya hazır.
Ama bilinmesi gereken bu hesabın altında sadece dünyayı kirletenler kalmayacak. Aksine başka bir dünya ve
başka bir yaşamı savunanlar da bu ekolojik felaketten
payına düşeni alacaktır.
Son söz olarak, insan ve doğa sömürüsüne karşı özgür,
demokratik bir dünya için, kalkınma ve ekonomiyi; insanın temel ihtiyaçlarından ödün vermeksizin, sosyal güvenliğini esas alan, doğayla uyumlu teknolojilerin geliştirildiği, karar alma süreçlerinde yurttaşların aktif katılım
ve denetiminin sağlandığı, enerjinin ise ekolojik evrimi
koruyan, sosyal bir hak olarak herkesin eşit olarak yararlandığı, yenilenebilir kaynaklar ile üretilen bir tarzda
ele almak en başta çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz
olmalıdır.
25 Ağustos 2008
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
125
DOSYA
Ahmet ATALIK
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi YK Başkanı
FINDIK ÜRETİMİ, TİCARETİ
VE SANAYİDE KULLANIMI
içerde ve yüksekliği 750-1000 metreyi geçmeyen yerlerde ekonomik ölçülerde ürün verir.
Giriş
Dünyada bademden sonra en yaygın yetiştiriciliği yapılan
sert kabuklu bir meyve olan fındığın yabani çeşitleri kuzey yarım kürenin ılıman iklim kuşağındaki her bölgede
yetiştirilebilmektedir. Ancak, kültür çeşitleri başta Türkiye olmak üzere İtalya, İspanya, ABD, Çin, İran, Yunanistan, Fransa, Rusya Federasyonu, Kırgızistan, Portekiz,
Beyaz Rusya, Moldova Cumhuriyeti, Tacikistan, Gürcistan, Ukrayna, Tunus, Macaristan, Kıbrıs ve Kamerun’da
yetiştirilmektedir.
Kültür formlarını oluşturan en önemli fındık çeşitleri yurdumuzda Artvin’den Kırklareli’ne kadar uzanan Kuzey
Anadolu dağları ve Kuzey geçit bölgelerinde yoğun olarak bulunmaktadır. Fındık ağacı, kıyılardan en çok 30 km
126
Türkiye’de ekonomik anlamda fındık yetiştirilen bölgeler
2 alt bölgeye ayrılabilir;
• 1. Standart Bölge (Doğu Karadeniz): Ordu, Giresun,
Rize, Trabzon ve Artvin.
• 2. Standart Bölge (Orta ve Batı Karadeniz): Samsun,
Sinop, Kastamonu, Bolu, Düzce, Zonguldak, Bartın, Karabük, Sakarya ve Kocaeli.
Birinci Standart Bölge fındık tarımının en ekonomik ve en
kaliteli fındığın yetiştirildiği bölgemizdir. İkinci Standart Bölge ise fındığın ticari bir mal olarak kabul edilebileceği bölgemizdir. Bunların dışında Üçüncü Standart Bölge’den de
bahsedilebilir ki, o da Edirne’den Hakkari’ye tüm Türkiye’dir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Ancak, burada fındık üretiminin ekonomikliğinden bahsedilemez, sadece çerezlik kullanım için üretim yapılır.
Fındık tarımı genellikle küçük arazilerde ve aile işletmeciliği şeklinde yapılmaktadır. Ortalama işletme büyüklüğü 14 dekarla ülke ortalamasının yaklaşık 1/4’ü kadardır.
İşletmelerin %86’sı 11 dekar, %48’i ise 6 dekar büyüklüktedir. Yaklaşık 400 bin çiftçi fındık üretimiyle uğraşmaktadır. Fındık, yetiştirildiği yörelerde doğrudan ya da
dolaylı 8 milyonluk bir nüfusu ilgilendirmektedir.
Fındık ve Sağlık
Fındığın bileşimine baktığımızda %55-66 yağ, %14-16
protein, %11-22 karbonhidrat, %5 su, %2 oranında mineraller (fosfor, potasyum, kalsiyum, mangan, çinko, demir ve sodyum) içerdiğini görüyoruz. Ayrıca fındıkta 0,33
mg/100 gr B1 vitamini, 0,12 mg/100 gr B2 vitamini, 1,75
mg/100 gr Niacin, 0,24 mg/100 gr B6 vitamini ve 31,4
mg/100 gr E vitamini bulunmaktadır.
Karadeniz kıyılarımızda yetiştirdiğimiz fındığımız “kolesterol düşürücü” ve “antitümör” etkileri olan fitosterol oranının yüksekliği ile diğer ülkelerin fındıklarından hemen
ayrılmaktadır.
Yağ (oleik asit çoğunlukta olmak üzere), protein, karbonhidrat, vitaminler, mineraller, diyabetik lifler, fitosterol ve
antioksidan fenoliklerin özel bileşimleri nedeniyle insan
beslenmesi ve sağlığı açısından fındık, kuruyemiş çeşitleri arasında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.
Yüksek yağ içeriği nedeniyle fındık önemli bir enerji kaynağıdır. Tekli ve çoklu doymamış yağ asidi (%82,5 oleik ve
%8,9 linoleik) bakımından zengin olan fındığın kan lipidi
düzeyinin kontrolü ile kroner kalp rahatsızlığının önlenmesinde olumlu bir rolü vardır. Ayrıca fındık yağında yüksek
oranda bulunan tekli doymamış yağ oranıyla zenginleştirilmiş beslenme çeşitleri kroner kalp rahatsızlığı vakalarının azlığı, tansiyon düşüklüğü, toplam kolesterol dengesinde düşüklük, lipoprotein yoğunluğunun azaltılması ve
kan gliserin değerinin düşmesi gibi olumlu etkiler yapar.
ABD’de yapılan çalışmalar fındık yiyen ve fındık yağı
kullanan insanların, bunları hiç kullanmayanlara göre
enfarktüsten ölme riskinin yarı yarıya azaldığını göstermektedir.
okul çocuğuyla yapılan bir tarama çalışmasında çocukların %90’ı B2, %84’ünün de B6 vitamini yönünden yetersiz beslendikleri gözlenmiştir. Oysa bu her iki vitamin
kan yapımı ve ruhsal sağlık açısından son derece önemlidir ve fındık, fındık yağında önemli düzeyde bulunurlar.
Özellikle çocuklarımızın dengeli beslenmesi açısından
fındık ve fındık yağının tüketilmesi gereklidir.
E vitamini açısından bitkisel yağlardan sonra fındık en
iyi ikinci kaynaktır. E vitamini çözünebilir lipit fenolik antioksidandır. Bu özellik diyabetik hastalarda, kanser ve
atherosclerosis önlemede fayda sağlar. Her gün sadece
25-30 gr fındık yemek günlük E vitamini ihtiyacının tamamını karşılamaktadır.
Fındık tüm gerekli amino asitleri ve mineralleri içermesinden dolayı cystine ve methionine bakımından yetersiz
olan baklagil kökenli gıdalarla birlikte protein kaynağı
olarak kullanılabilmektedir.
Fındık ve fındık yağı kemik ve dişlerin yapımı için gerekli
olan kalsiyum, kan yapımında görev alan demir, büyüme
ve cinsiyet hormonlarının gelişmesinde rol oynayan çinko için en iyi kaynaklardan biridir. Ayrıca sinirlerin uyarımı ve kas dokusunun çalışması için gerekli olan potasyumca da zengindir.
Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan fındığın insan
sağlığı üzerine son derece olumlu etkilerinin saptanması
nedeniyle tüm dünyada fındık üretimi ve tüketiminde hızlı
bir artış göze çarpmaktadır.
Fındık Üretimi
Türkiye dünya fındık üretiminde rakipsiz lider konumundadır. Ülkemiz, dünya fındık üretiminin yaklaşık olarak
%70’ini karşılamaktadır. Son yıllarda dünya fındık üretimi
750 bin tonun üzerinde olurken, Türkiye’nin üretimi 500
bin tonun üzerinde gerçekleşmektedir (Çizelge 1).
Çizelge 1. Fındık Üretimi (ton)
Kaynak: TÜİK, FAO
Fındık B1 ve B2 vitaminleri için iyi, B6 vitamini içinse çok
iyi bir kaynaktır. TÜBİTAK tarafından ülke çapında 960
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
127
DOSYA
DOSYA
Fındık üretiminde ülkemizi İtalya, İspanya ve ABD izlemektedir. Bu dört ülkenin dünya üretimindeki payı %90’ı
geçmektedir. Dünya fındık üretiminde Türkiye’den sonra
ikinci sırada gelen İtalya’nın üretimi ise Türkiye’nin %24’ü
kadardır.
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) verilerine göre 2008 yılında dünyada 1.177.280 ton fındık üretimi, 925.280 ton
tüketim beklenmektedir. Aynı yıl için Türkiye’de üretimin
850.000 ton, tüketimin 100.000 ton civarında gerçekleşeceği öngörülmektedir (Şekil 1).
Fındık Ticareti
Türkiye üretimde olduğu gibi fındık ticaretinde de dünya
lideridir. Dünya fındık ihracatının %70-75’lik bölümünü
tek başına gerçekleştirmektedir.
Türkiye’nin 1 Ocak – 24 Eylül 2008 yılı itibarıyla toplam
ihracatı 100.130.177.000 dolardır. İhracatımız içinde tarım ürünleri ihracatımızın payı %9,4 civarındadır. Fındık
ve fındık mamulleri ihracatımız ise 997.634.000 dolar ile
tarım ürünleri ihracatımız içinde %10,6 ve toplam ihracatımız içinde %1’lik paya sahiptir (Çizelge 2).
Çizelge 2. Türkiye’nin 1 Ocak-24 Eylül 2008 Dönemi İhracat
Değerleri
Kaynak: Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı
Şekil 1. 2008 Yılı Fındık Üretim ve Tüketimi (ton)
Kaynak: TMO
Fındığını pazarlamakta oldukça başarısız bir politika
çizen Türkiye’nin ihracat geliri azalmaktadır. Sezon itibarıyla (1 Eylül-31 Ağustos) itibarıyla Türkiye’nin fındık
ihracatı Şekil 3’te gösterilmiştir.
Fındık üretiminde olduğu gibi fındık dikim alanları açısından da Türkiye lider konumundadır. Dünyadaki fındık
dikim alanlarının %77’si ülkemizde yer almaktadır. Fındık
üretiminde önemli paya sahip dört ülkedeki dikim alanları tüm alanların %95’i kadardır. Üretimde ülkemizin ardından ikinci sırada gelen İtalya’nın fındık dikim alanları
Türkiye’nin %14’ü kadardır (Şekil 2).
Şekil 3. Türkiye Fındık İhracatı (milyar dolar)
Kaynak: Karadeniz İhracatçı Birlikleri
Türkiye fındık ihracatının yaklaşık %80’lik bölümünü AB
ülkelerine yapmaktadır (Çizelge 3).
Şekil 2. Dünya ve Türkiye Fındık Dikim Alanları (hektar)
Kaynak: Trabzon Ticaret Borsası
128
AB ülkeleri içinde Türkiye’den fındık alan başlıca ülkeler
Almanya, İtalya, Fransa, Belçika ve Hollanda’dır (Şekil
4). Bunların haricinde Türkiye 2007 yılında İsviçre, Rusya Federasyonu, Ukrayna, ABD, Mısır ve Avustralya’ya
önemli miktarlarda fındık ihracatı gerçekleştirmiştir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA
DOSYA
Çizelge 3. Türkiye’nin Yıllar (1 Ocak-31 Aralık) İtibarıyla Fındık İhracatı (dolar)
Kaynak: Karadeniz İhracatçı Birlikleri
Şekil 4. Türkiye’nin AB’ye 2007 Yılı Fındık İhracatı (dolar)
Kaynak: Karadeniz İhracatçı Birlikleri
Fındığını halen iç fındık olarak ihraç etmesi, Türkiye’nin
fındığını hammadde olarak kullanılmak üzere ihraç ettiğini göstermektedir.
Fındığı değişik şekillerde işleyerek veya ambalajlayarak
daha yüksek fiyatlardan ihraç etmek yerine fındık ihracatının çoğunlukla iç fındık olarak gerçekleştirilmesi gelir
kayıplarına neden olmaktadır. Ancak ithalatçı ülkelerin
ileri teknoloji işleme fabrikalarına sahip olmaları da ülkemizin işlenmiş fındık ihracatının daha fazla arttırılmasına önemli bir engel teşkil etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin
dış piyasalarda yeterince etkinlik sağlayamamasından
dolayı Almanya, Hollanda, Fransa ve Belçika gibi fındık
üreticisi olmayan ülkeler, ithal ettikleri fındığı değişik şekillerde işleyerek daha yüksek fiyatlardan ihraç etmektedirler. Bu ülkelerin fındığı çoğunlukla ülkemizden ithal
ettikleri göz önünde bulundurulacak olursa, Türkiye’nin
fındık üreticisi olmayan ülkelerin reeksportunu önleyecek önlemleri almasının bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da ancak fındık işleme sanayinin yanı sıra
fındık ve fındık ürünleri kullanan gıda sanayi kollarının da
gelişimi ile sağlanabilir.
Fındığın Kalbi Hamburg’ta Atıyor
Türkiye hem fındık üretimi hem de ihracatında lider konumda olmasına karşın dünya fındık piyasalarının oluşmasında etkili olamamaktadır.
Dünya fındık fiyatları Hamburg’ta şekillenmektedir.
Almanya’nın dünya fındık piyasasındaki önem ve etkisini
artıran etkenler;
• En büyük fındık ithalatçısı ve tüketicisi olması,
• Fındık ticaretinin ve sanayisinin bu ülkede yoğunlaşması,
• Türkiye ve İtalya’dan sonra en fazla fındığı ihraç etmesi,
• Fındık ithalatçılarının genellikle büyük ve mali açıdan
çok güçlü uluslararası nitelikte firmalar olması,
• Fındık ithalatçısı firmaların tamamının Hamburg Borsası Mal Birliği çatısı altında çok iyi örgütlenmiş olmaları,
• İthalatçıların, fındık alım satım kontratlarını uluslararası piyasalarda da kabul gören bu birliğin ticaret kurallarına göre yapmaları,
• Bu kontratlarla ilgili olarak yaşanan anlaşmazlıkların
yine birliğin kurallarına göre oluşturulan Hakem Mahkemesi aracılığıyla kısa sürede çözüme kavuşturulması
şeklinde sıralanabilir.
Fındık İşleme Sanayi
Fındık işleme sanayi, fındık kırma ve fındık işleme tesislerinden oluşmaktadır. Kurutulmuş kabuklu fındıklar,
fındık kırma tesislerinde kırılarak natürel iç fındık elde
edilmektedir. Natürel iç fındıklar, fındık işleme tesislerinin hammaddesi olup bu tesislerde beyazlatılmış fındık,
kavrulmuş fındık ve fındık unu gibi katma değerli çeşitli
ürünlere dönüştürülmektedir. Her çeşit natürel iç fındığın hammadde olarak değerlendirilmesiyle üretilen mamuller, ara mamuller ile doğrudan tüketiciye hitap eden
ürünler olmak üzere iki grupta incelenmektedir.
Ara mamuller daha çok sanayici ile ithalatçılar için hazırlanan, ambalaj dışında mamulün bünyesine başka hammaddenin girmediği ve tamamen fındıktan elde edilen
ürünlerdir. Bunlar arasına natürel iç fındık, beyazlatılmış
ve çeşitli derecelerde kavrulmuş fındıklar ile bu fındıklardan üretilen kıyılmış, dilinmiş fındıklar, fındık unu ve püresi girmektedir. Bu ürünler, başka ürünlerle birlikte fındığı
hammadde olarak kullanan çikolata, dondurma, bisküvi ve
pastacılık sanayine yönelik olmakla birlikte, yurt içinde ve
yurt dışında tüketicilere de doğrudan sunulabilmektedir.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
129
DOSYA
D
SYA
DOSYA
D
OOS
YA
Doğrudan tüketiciye hitap eden ürünler ise fındığın başka hammaddelerde kullanılarak tüketiciye sunulduğu
ürünleri içermektedir. Çikolata, nugat, pasta, kek ve krema gibi mamullerin içinde sunulan fındık, çeşni maddesi
özelliğindedir.
Türkiye’de yıllık 1.800.000 ton iç kapasiteli 180 fındık kırma fabrikası ile yıllık 350.000 ton iç kapasiteli 40 fındık
işleme tesisi bulunmaktadır. 1970’li yıllarda fındık ihracatımızın %90’ı kabuklu ve natürel iç olarak gerçekleşirken,
fındık işleme sanayisindeki olumlu ve hızlı gelişmeler
sonucunda işlenmiş fındık ihracatının toplam ihracatımız
içindeki payı hızla yükselmiş ve %30’a ulaşmıştır.
Kapasite kullanım oranları fındık kırma fabrikalarında yaklaşık %20, fındık işleme fabrikalarında işleme şekline göre
değişmekle birlikte %8-65 arasında değişmektedir. Fındık
kırma ve işleme sanayinde kapasite kullanma oranı rekolte ve finansman olanaklarına bağlı olarak değişmektedir.
Bununla birlikte sektördeki firmaların genellikle aile şirketi
özelliğindeki küçük aile firmalarından oluşması atıl kapasiteyi artıran bir diğer önemli etkendir. Düşük kapasite ile
çalışılması işleme masraflarını artırmaktadır.
Fındık kırma ve işleme fabrikaları fındık yetiştiriciliğinin
yaygın olduğu Ordu, Giresun, Sakarya, Samsun, Trabzon ve Bolu illerinde yoğunlaşmıştır.
• Sanayide yüzey aktif maddesi, korozyon inhibitörü,
yağlama, metal kesme yağları, metal temizleme ve asfalt
plaka üretiminde kullanılır.
Ayrıca, yağ çıkarılması ile arta kalan küspe, yüksek
oranda protein içermekte (%38-45) olup hayvan yemi
olarak yem sanayinde kullanılmaktadır.
Fındık üretilen yörelerde fındık kabuğu değerli ve yüksek kalorili yakacak olarak kullanılır. Fındık kabuğundan
kontralit yapılır, boya sanayinde yararlanılır, kömürleştirme yoluyla briket kömürü, aktif kömür ve sanayi kömürü
elde edilir.
Fındık yaprağı ve meyve zurufları ise tabi gübre olarak
yeniden fındık bahçesine ve tarım alanlarına döner.
Fındık odunundan sepet, baston, sandalye, çit ve el aletleri yapımında faydalanılır.
Kaynakça
Gonca Gül YAVUZ, Fındık Raporu, TEAE, Haziran 2007
Gülay BABADOĞAN, Fındık ve Fındık Mamulleri, DTM, 2008
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Gıda Sanayi ÖİK Raporu, Fındık İşleme Sanayi Alt Komisyon Raporu, DPT:2435 – ÖİK: 642, Ankara 2001
Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı www.ihracat.dtm.gov.tr
FAO www.faostat.fao.org
Fındığın Kullanım Alanları
FİSKOBİRLİK www.fiskobirlik.org.tr
Türkiye ve dünyada fındığın %90’a yakın kısmı kavrulmuş, beyazlatılmış, kıyılmış, dilinmiş, un ve püre halinde çikolata, bisküvi, şekerleme sanayinde, tatlı, pasta
ve dondurma yapımı ile yemek ve salatalarda yardımcı
madde olarak kullanılır. İç piyasa ve ihracatta değerlendirilemeyen fındıklar yağlık olarak kullanılmaktadır. Ayrıca
fındık %10 oranında da çerezlik olarak tüketilmektedir.
Fındık Tanıtım Grubu (FTG) www.ftg.org.tr
Giresun Ticaret Borsası www.giresunborsa.org.tr
Giresun Ziraat Odası www.giresunziraatodasi.org.tr
Karadeniz İhracatçı Birlikleri www.kib.org.tr
Ordu Ticaret Borsası www.ordutb.org.tr
Türkiye İhracatçılar Meclisi www.tim.org.tr
TMO, Fındık Bülteni, Sayı: 2008/9, 18.09.2008
Fındık ham yağı;
• Rafine edilip yemeklik yağ olarak,
• Temizleyici, nemlendirici ve dağıtıcı olarak,
• Gres yağı üretiminde,
• Koruyucu boya endüstrisinde kurutucu olarak,
• Kimyasal tepkimelerde katalizör olarak,
• İlaç ve kozmetik endüstrisinde yardımcı hammadde
olarak,
• El ve lastik eldivenlerin dezenfeksiyonunda, tıbbi
aparatların sterilizasyonunda, yaraların pansumanında,
kadın doğum hastalıkları ve deri-ağız hastalıklarında antiseptik olarak,
130
Trabzon Ticaret Borsası www.ttb.gov.tr
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
DOSYA: SANAYİ
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ
Cengiz KILIÇ
Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası
BU NE YAMAN ÇELİŞKİ BE USTAM..
İnsan hakları kavramı yokken bu denli insan
hakkı ihlali yapılıyor muydu be ustam ?
2 Temmuz 1993’te insan seven, doğa seven, yurtsever
33 aydın insan; koşullandırılmış, yanlış yetiştirilmiş, gözü
döndürülmüş insanlık düşmanı yaratıklar haline getirilmiş
bir kalabalık tarafından yakıldı. Maşa olarak kullanılan kalabalıktan 33 kişiye idam cezası verildi. Hafifletici nedenlerle, kimileri yaşı gereği ceza indirimi aldı. Toplumun değişik kesimleri farklı farklı yorumlarda bulundu. Kimilerine
göre her ne olursa olsun böyle bir olay yaşanmamalıydı,
kimilerine göre ise kışkırtma da olmamalıydı canım..!
Aradan yıllar geçtikçe bu utanç verici katliamdan ders
çıkararak toplumu aydınlatması gereken ve kendini aydın sayan okuryazarlarının Sivas’ın anılmasına bile itiraz
eder duruma geldiler. Bu durumdan cesaret alan yöneticiler Fazıl Say’ın bestelediği Metin Altıok Oratoryosu’nu
sansürlediler.
Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok’un bu olayla ilgili makaledeki yorumundan alıntıyla;
“Aydın olmak kilit kavramı. Buna değinmek istiyorum. Bizim
kadar eğitimsiz bir toplumda aydın olmanın ayrı bir önemi
olduğuna inandığım için...”. Bakın Metin Altıok ne diyor:
“Sözcük anlamından yola çıkarsak “aydın”; aydınlanmış,
kendini bilgiyle donatmış kişi diye açıklanabilir. Ülkemizde aydın genellikle okumuş olarak bilinir ama okumuş olmak, kendini elinden geldiğince bilgi ile donatmak, aydın
olmak için yeterli midir acaba? Söz konusu bilgi donanımı hangi seviyede olursa olsun bu soruya verilecek yanıt
“Hayır!’ olmalıdır. Her ne kadar bilgili ve kültürlü olmak
aydın olmanın gerek koşuluysa da yeter koşulu değildir.”
dınlanmış”, “aydınlıktır”. Osmanlıcada aynı kökten gelen
bir başka sözcük vardır ki o da “tenyir”dir. “Aydınlatma,
ışıklandırma” anlamına gelir. Birbirine bağlı bu iki sözcükten de anlaşılacağı gibi, münevver olan, özü gereği
aynı zamanda tenvir edendir. Bunun aksi düşünülemez.
Yani tenvir etmeyen münevver olamaz (Aydınlatmayan,
aydın değildir). Evet; babamı, “aydın” olduğu için yakanlar, bugün kendilerine “aydın” tanımlaması yakıştıranların da desteği ile hepimizin geleceğini tehdit etmeye
devam ediyorlar.
Şimdi sözünü ettiğimiz yeter koşul üzerinde duralım biraz: Osmanlıda okumuş kültürlü insana “münevver” denirdi. Münevver sözcük olarak “nur”dan gelir. Anlamı “ay-
Metin Altıok’a göre “Aydın olmaya giden yol muhalif olmaktan geçer. Muhaliflik ise tavır koyarak yapılır. Doğru
adına, iyi ve güzel adına yanlışın, kötü ve çirkinin üstüne
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
133
ANIMSATMA
DOSYA
miştir. Sivas Madımak Otelli’nde otuz üçü sanatçı ve aydın olmak üzere toplam 37 insanın yakılarak öldürülmesi
son örneklerden biridir.
Olayın gelişimini özetlersek; Geleneksel Pir Sultan Abdal
Şenliği, 1-2 Temmuz 1993’de Sivas’ta; 3-4 Temmuz günlerinde de Banaz’da yapılmak üzere hazırlık yapılmıştır.
gitmeyen kişi aydın değildir. Türk muhalifleri kimi aydının
başına gelenden ürkmüş ve nemelazımcı bir konuma
düşmüştür. Bu konuma düşenler bir dereceye dek bağışlanabilirler. Ancak uzlaşmacı aydınlar bu nasıl aydın
olmaktır bilinmez her türlü değere musallat bir kültür zararlısına dönüşmüşlerdir.
Metin Altıok’un Şiirin İlk Atlası, adlı kitabında yer alan
yazısındaki masal ile örnekleyelim: “Serce kuşu yağmurlu bir günde şimşekler çakıp gök olanca hızıyla
gümbürderken, yere sırt üstü yatmış, havaya kaldırdığı
incecik ayaklarıyla boşluğu dövermiş. Bu tuhaf durumu
görenlerin “Neden böyle yapıyorsun?” sorusuna “Bunca
mahlûkat var yeryüzünde, gök yıkılıp üstümüze düşerse
hepsi telef olacaklar. Ben de göğü tutmak için kaldırdım
ayaklarımı” cevabını vermiş. Sonra içtenlikle “Kaldırdım
kaldırmasına ama yine de korkudan yüreğimin kırk kantar yağı eriyor” diye eklemiş.
Çevresindekiler “Amma yaptın ha, sen kendin beş dirhem etmezsin. Bu kırk kantar yağ da neyin nesi!” diye
alaya almışlar serçeyi. Serçecik şöyle bir bakmış yüzlerine “siz bunu anlayamazsınız” demiş. “Varın gidin işinize.
Herkesin kendine göre kantarı, topuzu var.”
Metin Altıok’a göre aydın sorumluluğu ve etkinliği bir
toplumun lokomotifidir. Eğer “Aydının gücü nedir?” diye
soracak olursanız; masaldaki serçe örneği aydın sorumluluğundan kendisinin kendiliğinden bir güç olduğunu
söylemek olasıdır. Yeter ki bir toplum oturduğu yerde ille
de bir fil beklemesin!
İşte aydın bir baba ve aydın kızı (C.K.)
Konunun ikinci önemli noktasına gelince; ortaçağda
en üst düzeyde uygulanmış olan inanç çatışmaları ve
katliamlar günümüzde devam etmektedir. Hiroşima ve
Nagazaki’den ABD’nin Irak işgaline dek geçen süreçte,
nedenleri maskelenmiş olsa da, toplu katliamlar süregel-
134
1 Temmuz’da söyleşiler ve kitap imzalamayla başlayan
etkinlik, öğleden sonra Aziz Nesin’in konuşmasıyla devam eder. Aziz Nesin’in halkı kışkırttığı söylense de;
Nesimi’nin türküleriyle gün olaysız geçer!
2 Temmuz gününün etkinliğine Buruciye Medresesi’nde
imza ve söyleşiyle başlanır. Saat 13.00’e gelirken, öğle
yemeği sırasında Cuma namazından çıkan bir grup, kültür merkezine taşlarla saldırır. Vali konağına saldırılır,
sloganlar atılarak Atatürk heykeli kırılır. Madımak Oteli
önünde birikmeler başlar. 19.30 sıralarında köktendinciler oteli ateşe verirler.
Yerel yönetim ve merkezi hükümet yetkilileri, “kurtarın”,
“imdat” çağrılarına duyarsızlardır.
İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu; Aziz Nesin’in halkı
kışkırttığını açıklar. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel;
“Polisle halkı karşı karşıya getirmeyin” önerisinde bulunur. Sonuç yakılan masum yurtsever insanlar.
Bu katliamı, kıyımı ve yakımı önemsemeyen başbakan
Tansu Çiller; “çok şükür dışarıdaki halka bir şey olmamış” diyebilmiştir.
Tarihe ve insanlara tanık olsun diye Aziz Nesin’in açıklamasını yayınlamakta yarar vardır. Dönemin içişleri bakanı Mehmet Gazioğlu’nun kışkırtma dediği Aziz Nesin’in
konuşmasının tam metni;
“Hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunarım.
Mahdum Kuli adında bir Azeri yazar var. Onun 100.
doğum ya da ölüm yıldönümünde bir jübile yapılıyor
Bakü’de. Nazım Hikmet’i de çağırıyorlar elbette. O toplantıya gidiyor. Ama Mahdum Kuli hakkında hiçbir bilgisi
yok. Toplantıdan önce, resmi toplantıdan önce çağrılı
yazarlar kendi aralarında konuşurlarken Nazım sık sık
Mahdum Kuli hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor. Ve
her konuşmacıdan en can alıcı noktaları saptıyor.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
ANIMSATMA
DOSYA
Ve ilk konuşmacı kendisi olduğu için orada öğrendiği
Mahdum Kuli hakkında bilgileri dinleyicilere anlatıyor.
Fakat dinleyicilerden Mahdum Kuli hakkında en can alıcı noktaları öğrendiği için, onları söylüyor. Zaten daha
önceden başka bilgisi yok. Öbür konuşmacılara aşağı
yukarı önemli söyleyecek bir şeyler kalmıyor böylece.
Yalnız yanlış bir şey yapıyor. Türkçe’de “Mahdum” adı
olmadığı için, Mahdum yani “oğul” adı olmadığı için,
konuşmasında Mahmut Kuli diyor. Ve Mahmut Kuli’nin,
dünyada olmayan Mahmut Kuli’nin hayatını anlatmış oluyor. Şimdi ben, Pir Sultan Abdal için buraya konuşmaya
gelirken aynı durumda idim. Elbette Pir Sultan Abdal’ı
genel olarak, bir aydın olarak biliyorum tabii, ama bu konuşmaya hazırlıklı gelmem gerekirdi.
Ben programı da bilmiyordum doğrusu. Onun için başka
çarem yoktu, kitap aramaya kalktım. Tam buraya geleceğim gün, havaalanında, sağa sola bakarken kitap yerine
daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Aman dedim, bana bir Pir Sultan Abdal kitabı; hemen çantasından çıkardı, kendi kitabını bana verdi.
Ben de Nazım gibi, tabii “Mahmut Kuli” dememek koşuluyla, Pir Sultan Abdal hakkında onun kitabından öğrendiğimi kendi eski bilgilerime dayanarak sizlere aktarmak
istiyorum. Önce Pir Sultan Abdal, bu Abdal adı nereden
geliyor? Kitapta yazılı değil, ama ben de henüz bilmiyorum. Etimolojik olarak “Abdal” sözü gezgin dervişlere
verilen bir ad, ama çok “abdal” var, bizim öbür aptallar
gibi değil, “yüzde 60 aptallar” gibi değil…
14 yaşımdaydım. Babam beni Kadıköy’deki Cafer Ağa
camisine götürürdü. Bir Cuma günü -14 yaşımda olduğuma göre demek 64 yıl önce- orada imam, hutbeden
sonra vaaz ederken, bu “abdal” konusuna değindi. Onun
yorumuna göre -ki ben bugün katılmıyorum ama bir yorumdur. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz bu “abdal”
sözü için, etimolojik anlamda nereden geldiği konusunda- “abdal”, “Ab-ü Dil’dir; Ab-ü Dil, gönlü su gibi akan
anlamına gelir. Oradan doğmuştur, oradan dağılmıştır bu
sözcük ya da deyim” demişti. Ben hala ona da inanamıyorum. Gönlü su gibi akan “Ab-ü Dil”in “abdal” olduğu
lafına inanmıyorum. Tıpkı şey gibi; bu bizim (“maydanoz”, “midenüvaz”dan gelir, “pırasa” “pürhasa”dan gelir
gibi) kaynakları hep Arapça’ya, Farsça’ya bağlamaktan
gelen bir yorumdu. Ama böyle; bugün de ben henüz bilmiyorum, tabii içinizde bilenler vardır, niçin bu abdal sözcüğü giriyor dilimize. “ab-ü dil” doğru mudur, değil midir
bilemiyorum, ama doğruluğuna pek inanmıyorum. Bana
göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği var. Asım’ın ki-
tabında 4 ağırlık gösteriliyor. Ama en önemli ağırlığı propagandacı olması, ki Asım buna katılmıyor, ama bana
göre bir propagandacı. Ve iyi bir şairin ve iyi bir yazarın
başlıca özelliği bulunduğu toplumun ve koşullarının propagandasını, ilerici propagandasını yapmasıdır. Ancak
bu propagandayı nasıl yaparsa iyi bir şair olabilir.
Sanat ve estetik değeri ağır basan propaganda olursa;
yoksa salt propaganda olursa o kupkuru bir şair demektir,
propaganda şairidir. Çünkü Türkiye İşçi Partisi kuruluşundan sonraki ilk Meclis’e 15 milletvekili gönderdiği zamanki
toplantılarda, ev toplantılarında, özel toplantılarında, özel
toplantılarda bile “gelin dostlar bir olalım ve tevekketül
Taala Allah” diye sonu, dörtlüklerin sonu böyle biten şiirini
okurlardı. Demek ki 400 yıl propagandası sürebiliyor ve
ona yeni bir yöntem getirmişler. Ama nasıl Allah’a, şu koşullarla gelin dostlar bir olalım; efendim, kılıç çalalım filan
o koşulda ne olursa olsun, yani sen eşeğini iyi bir yere
bağla da sonra Allaha güven. O anlamda bir tevekkül.
Propaganda birinci şeyi bence vasfı propaganda, bugün o propagandadan bize kalan ya da kalması gereken
Alevilik propagandası değil, sanat değeri olan propagandadır. Öyle olması gerekir. İkinci büyük yanı kavga şairi
olmasıdır. Ki, bu kavga şairi sürmüştür. Kavgası, kavgacılığı sürmüştür, kendi ölümünden sonrada bugüne kadar sürmüştür. Kötüye karşı savaşım vermektir. Ve köylü
başkaldırılarında, Türkiye’de köylü başkaldırılarında çok
büyük etken olmuştur bu kavgacı şair. Pir Sultan Abdal’ın
bir özelliği, birçok Pir Sultan Abdallar olması. Asım’ın kitabında 4-5 tane filan gösteriliyor. Bana kalırsa, nereden
seziniyorum, çünkü bu kavgacılığı ve propagandasının
sürmesi birçok Pir Sultan Abdalların yaşamış olduğunu
gösteriyor. Ölümünden sonra da, ölümünden önce de.
Ve lejander bir kahraman oluyor böylece. Yani halkın asıl
malı olmak, özellikle o dönemde, 15-16. yüzyıllardaki bu
anonim şairlerde güç buradan geliyor. Halk onu özümsüyor, halkın içinde eriyor ve birçok şairler çıkıyor. Aynı adı
taşıyan, bu şu demektir.
Aynı felsefi doğrultuda yazan şairler, oraya herhangi bir
şair alınmaz, örneğin Nasrettin Hoca, söylememiş, yazmamış bile olsa, o doğrultuda o felsefe doğrultusunda
-ki fıkralar girebilir bana göre- Pir Sultan şiirleri de bizzat
tarihsel Pir Sultan’ın asılan Pir Sultan’ın şiirleri olamaz,
onlardan fazla ek olarak da o doğrultuda, o felsefi doğrultuda, o inançta yazmış şairlerin, şiirlerinden oluşur
gibi geliyor. Bugün propagandası Alevilik üzerine, fakat
bu Alevilik üzerine olan propaganda aslında bir araç olarak kullanmış bunu, yine benim yorumum.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
135
ANIMSATMA
DOSYA
Aleviler Hep Muhalefettedir
Aslında insancıllığın propagandasını yapmış ve Alevilik
ile hoşgörülük bu nedenle birleşmiş. Aleviliğ’in Türkiye’de
ve sürekli olarak hoşgörüyle ortaya çıkarmasının nedeni
bana göre muhalefette olmuş olmasıdır. Çünkü muhalefetin şirketlerde olduğu gibi daima yüzde 50’den fazla
şansı vardır. Yüzde 51, yüzde 52’dir. Türkiye de hiç bir
zaman Aleviler iktidar olmamışlardır. Acaba iktidar olsalardı ne olurdu. Bu bir kuşkudur bende. Çünkü iş iktidarda olmayınca hep muhalefette kalıyor. Şirketlerde
olduğu gibi yüzde 51 onda. Onun için muhalefette olan
hep doğruyu, kendine göre hep doğruyu söylemişlerdir,
hoşgörüde yanılmışlardır.
İktidar olarak iktidar vermek zorundadır. Verebildiği ölçüde. Ama Aleviler hep muhalefette kaldıkları için hep
istemişlerdir, isteyen daha çok haklıdır. En az yüzde 51
hak sahibi olmuşlardır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi bana
göre. Aslında konu kaynağı, Aleviliğin kaynağı beni doğrusu hiç ilgilendirmiyor. Size aykırı gelebilir bu düşünce,
ama ne yapayım ki böyle, ben Ali ile Muaviye arasındaki
1000 yıl önceki çekişmenin bugün hala sürmesini hiç anlayamıyorum…
Biz ilkokulda iken, Darüşşafaka da okudum. 4. sınıfta
Siyer-i Nebi ya da Siyer-i Enbiya denilen bir ders vardı. Din dersi vardı. Aslında din dersi değil de peygamberler tarihi Siyer-i Nebi; Peygamber Nebi, Muhammed
Peygamber’in hayatı. Siyer-i Enbiya peygamberler tarihi.
Orada bu Muaviye ve Ali çatışması bize çok uzun ders
olarak anlatılmıştı, öğretilmişti.
Ve bu dersi veren hoca tabii, Muaviye’yi haklı bulmuyordu, kendisi Alevi de değildi. Zaten Muaviye’yi haklı bulan
Türkiye’de Sünniler arasında pek yoktur.
Orada bağnaz, o zamanki bağnaz Alevilerin helâlarını
Muaviye adına benziyor diye maviye boyattıklarını söylemişti. Çok ilginç bir saptamadır bu. Yani helâsının duvarını maviye boyarsa hiçbir ilişkisi yok Muaviye’ye hakaret
etmiş olacak. İş bu noktaya kadar gelmiştir ve devam
ediyor. Kahramanmaraş Olayları’nda bunu gördük, can
almaya kadar bu düşmanlık varabiliyor. Benim çocuklarımdan, vakıf çocuklarımdan bir tanesi, bir kız, Akşehirli
bir kız, öğretmen okulunu bitirdi. Sevdiği erkek Alevi.
Çok büyük bir olay oldu Akşehir’de, bir Alevi delikanlıyı
bir kızın sevmesi. Bir Sünni kızın sevmesi.
Oysa o delikanlı ne Aleviliği biliyordu ne de gerçek
136
Alevi’ydi. O Sünni denilen kız da ne Sünni’ydi ne de
Sünniliği biliyordu. İki tane Türk insanıydı. Türkiyeli iki insandı. Ve bu, büyük şeylere birçok yerlerde varmıştır, cinayetlere kadar, ama o tatlıya bağlandı, aileler dargın kalmak koşulu ile onlar evlendiler ve üç tane çocukları oldu.
Bu bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Bu olay etkilemiştir
beni. Bu şey hakkında, bu düşmanlık hakkında, doğrusu
beni 12 imam da, bu size aykırı gelebilir, bağışlayın beni
lütfen çünkü çoğunuz sanıyorum ki Alevisiniz ve benim
de bütün inanmış insanlara saygım olduğu gibi Alevilere
biraz daha çoktur saygım, neden söyleyim… Çünkü…
Hangi tarihsel neden olursa olsun en çok hoşgörüye dayanan bir inançtır. Ama dinsel inançlara karşı ve dinsiz
bir insan olarak… Bu anlamda, Aleviliği tutmuyorum.
İnsancıl yanını ve hoşgörü yanını tutuyorum. Ona çok
değer ve önem veriyorum. Şiilikle ben onu da anımsıyorum ve muharremlerde 10 Muharrrem mi öyle bir şeydir,
matem günündeki Şiilikle kaynak olarak Aleviliğin yakınlığı elbette vardır, hatta şöyle diyebilirim. Yanlış da olabilir, ama böyle yanlış bir düşünce var kafamda; Alevilik,
Şiiliğin Türkiyeleşmesidir. Türkiyeleşmesidir, çünkü aslında bizim Türkiye Müslümanları, Arap Müslümanlarına
benzemiyorlar.
Türkiye Müslümanlığı başka bir çizgiye sokmuştur genelde, bunu anlamak için “Cami-ül Eser”’in içine girmek
bile yetiyor, ben “Cami-ül Eser”’e birkaç kez girdim.
Medreselerini de gezdim, gördüm. Örneğin caminin içerisinde, o büyük caminin içerisinde çocuklar koşmaca
oynarlar ve entarili Arap yerde yatmıştır, uyuyordu, horlaya horlaya ve entarisi açılmıştır. Cinsel organı şişe şişe
kabarmaktadır, onu ben gözümle gördüm. Türkiye’de
camide böyle birşey olmaz, ister Sünni olsun ister başka şeyden olsun. Yani Türkiye İslamlığı Türkiyeleşmiştir,
Alevilik de bana göre Şiiliğin Türkiyeleştirilmişidir.
Türkleştirmek demek istemiyorum, çünkü Türk olmayan Aleviler de vardır, Kürt Aleviler vardır ama
Türkiyeleştirmiştir ve insancıllığı da buradan geliyor zannediyorum. Bir de başka bir şey var, tabii ırk etkisini öne
almayan bir insanım bildiğiniz gibi, ama en öz Türklerdir
onlar; nereden anlıyoruz, çünkü gelenekleri, Türk gelenekleri, hala sürmektedir, gelenek ve görenekleri onlarda sürmektedir.
Oysa Türkiye çok karışmış bir ülkedir. Çok iyi karışmış
ayrıca ama, Aleviler o kadar, onlar kadar karışmamışlardır bulundukları daha çok toprak insanları oldukları
için. Yani örneğin Bektaşiler gibi şehirleşmemiş, daha
çok köy insanlarına dayandığı için daha gelenekleri ile
Türklüğü sürdürmüş insanlar olarak görüyorum onları.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
ANIMSATMA
DOSYA
ğına göre bir ad bulunması gerekir. Mertebe uygunsa
mertebe denilebilir.
Ama mertebe cumhurbaşkanlığı da mertebe, Alevi değil,
ama onun için onlar başka bir şey vardır ya da vardı,
belki ben bilmiyorum. Bugün nasıl yorumlanmalıdır. Ben
genelde 400 yıl önce ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana
değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önceki Mevlana da öyle, tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır.
Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o
yüzden ben Müslüman değilim, yoksa Kuran’da da güzel sözler var. 1300-1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü
olursa olsun, eskiyeceğine inanmıyorum. Eskimiştir.
Şimdi bugün Aleviliği nasıl yorumlamak gerekir. Ben düşüncemi söyleyeceğim. Önce Musa idi galiba bu saz çalan arkadaşımız, bu kohmirem kohmirem diyen Sabir’in
yine Azerbeycanlı Sabir’in şiirini okudu, aslında korhiyir,
kohmirim filan yalan… Hem de adam akıllı korhiyir, çünkü şurdan belli, Sabir’in şiirini bozdu, “Nerede yobaz görirem korhirem”. Öyle değil ki “Harda Müselman görirem
korhirem”. Korktu Müslüman görmekten korkmaktan…
Bugün Pir Sultan’ı yaşatmak, ondaki gerçeklerin çağcıllaştırılma, bugünkü çağa uyar hale getirebilsek, o zaman
ondaki nedir onlar, insancılık başta olmak üzere bir de
haksızlığa karşı ayaklanmak ya da karşı gelmek yoluyla olabilir. Bunu sazda, sözde, şiirde yeni Pir Sultan
Abdallar, çağcıl Pir Sultan Abdallar, yeni demelerle yeni
deyişlerle ortaya koyabilirler ancak. Aynen tekrarında bilimsel yararlar vardır, tarihsel yararlar vardır. Ama bugünün koşullarına hepsi uymaz, uyamaz zaten. Bu mümkün değildir nokta. Değişime aykırı bir olaydır.
Ben bizim din ateşleriyle konuştuğum ve tartıştığım zaman bana sık sık Aleviliğin mezhep olmadığını söylüyorlar. Doğru, Alevilik mezhep değildir. Ama bir tarikat mıdır,
bilmiyorum, siz daha iyi biliyorsunuz. Elbette, ne olduğunu doğrusu Aleviliğin; önemli, değerli bir şey olduğunu
biliyorum.
Onda değişmeyen özleri bulup onları sürdürmek gerekir. Şimdi çok aykırı gelecek size, zannediyorum ki aykırı
gelecek, ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle
devam ettikçe Türk milleti bir adım ileri gidemez. Yunus
zamanında bu saz böyle çalınıyordu, 770 yıl önce Pir
Sultan Abdal zamanında da böyle çalınıyordu, bugün de
böyle çalınıyor. Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle bunu çalarsak bu olmaz; hiçbir ilerleme olmamış
demektir. Türkiye bir adım ileri gitmemiş demektir. Sazda
bir hamle, bir atılım, bir modernlik, bir çağcıllık yaratırsak şiirlerinde ve şarkılarında türkülerinde yaratabilirsek
bunu başarabiliriz. Bu çok güç bir iştir. Ama bu çok güç
işin altından kalkmak zorunda Türkiye. Kalkamıyor bugün kadar.
Ama tarikat desem tarikat değil, çünkü bir şeyhten şeyhe
geçmiyor, Bektaşilik gibi bir ruhsat alınarak yeni bir şeyh
olmuyor, efendim, haa, mertebe o filan böyle şeyler,
yani biraz somut olarak fiilen var, olan, ama adı mezhep
olmayan, tarikat olmayan bir şeydir. Ve daha çok tabii,
Aleviler daha çok Türkiye’ye özgü bir durumdur. Mertebe
derseniz deyin, ama adı bence adı pek konmamış gibi
yanlış şeyler söyleyebilirim. Ama mezhep olmadığına,
tarikat olmadığına göre, bünyesi bakımından olamadı-
Almanya’ya giden, Avrupa’ya giden delikanlıları görüyorum, hepsinin elinde bir siyah torba içinde saz. Düşünün
ki bu saz hiçbir öğretim görmeden kendiliğinden öğreniliyor. Olabilir mi böyle bir şey? Haa sazda yenilik yapanlar
yok mu? Bir kaç tane yenilik yapanlar var. Bunları tanıdık,
yaşadık bunlarla. İşte o yenilikleri ya da başka yenilikleri
getirmesek saza, bu saz kendimizin kendi ayak bağımız
olacaktır gibi geliyor bana. Hiç çağcıl bir olay değildir bu.
Tıpkı cami mimarisinde Süleyman, Mimar Sinan’ı taklit
Hatta bütün dillerde atasözü haline gelmiş bir deyim
vardır. “Kork Allah’tan korkmayandan” derler. Onun için
Allah’tan korkmayan biri başa geldiği zaman ondan Türk
Halkı korkar. O deminki Sebir’de de şiirini okuyan, şiiri
okunan Sabir de Şia mezhebinden.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
137
ANIMSATMA
DOSYA
ederek onun yaptığı camiler gibi cami yapmaya benzer.
Kocatepe Camii böyle bir örnektir. Bir zaman sonra bu
camiler bir anıtsal ören olarak kalsa, yani cami kalmasa da diyelim ki 1000 yıl sonra 3000 yılında bunlar yerin altında kalsa, arkeologlar orayı kazıyıp çıkarsalar,
bakacaklar bu ne camisi, Ankara’da Kocatepe Camisi.
Allah Allah, bu cami diyecekler ki yahu Kanuni Sultan
Süleyman’ın yaptığı caminin kötü bir kopyası, hiç Türkler
ilerlememiş mi, bunu soracaklar, sazda da böyle
Türküde de böyle, şiirde de böyle, biz nereye geldik, işte
o zaman Pir Sultan ve onun gibi bunlar toplumsal ve lejander kahramanlardır, onun yoluna bağlı kalmış oluruz.
Yoksa aynen yineleyerek değil.
Aynen yinelemenin yeri tarihtir. Tarih dersidir, tarih bilgisidir. Bu atılımı yapmamız yine onlara dayanarak olabilir. Pir Sultan’ın gerçek değerini vererek. Örneğin etkinlik 4.’süymüş galiba, burada görüyorum, 400 yıllık Pir
Sultan’ın 4. kutlama töreni olabiliyor.
Konunun üçüncü önemli noktası;
Bu korkunç ve utanç verici olaydan ders çıkarması gerekenler olayı unutturarak yeni katliamcı kafalar yetiştirmeye devam etmektedirler. Ruhsatlı işyerinde içki satan
bir yurttaşını çivili sopalarla dövebilen, bıçakla saldırarak
korkutmaya çalışan resmi görevli memurlar bu çağda ve
üstelik başkentte bol miktarda bulunabilmektedir. Bu
utanç abidesi Madımak Oteli’ni dostluk ve barış müzesine dönüştürelim diyen Alevi-Bektaşi kuruluşlarının yetkililerine Bakanlığın yeterli ödeneği yok diyebilen bir Kültür
Bakanı. Aynı kuruluşların, parayı bizim kuruluşlarımız
üyelerimizin özgücüyle sağlar ve müzenin yapımını gerçekleştirir açıklamalarına da eski sosyal demokrat şimdi
gerçek demokrat Kültür Bakanımız sessiz kalmaktadır.
Ülkesini, halkını, inancını ve yaşam biçimini seven ve geliştirmek içinde bilgi, bilim ve insan sevgisi bizim yolumuzdur diyen bu insanlar Madımak müzesini yapacaklardır.
Türkiye’de ağır siyasi baskılardan dolayı Pir Sultan Abdal
Derneği’nin Başkanı’nı kutluyorum, candan çok güzel
birçok değerli bir konuşma yaptı, Sayın Vali’mizi de kutluyorum. Ondan ben Vali’yi kutlamaya alışık değilim,
ama bu Vali’yi elbette kutlayacağım böyle bir Vali’yi…
İşte benim kısaca Pir Sultan Abdal hakkında söyleyeceklerim bunlardır. Özet olarak tekrarlamak istediğim
şu: Pir Sultan Abdal bir kişi değildir, Türk Halkı’nın büyük
çoğunluğudur. O nereden belli, çünkü birçok Pir Sultan
Abdallar vardır, onu benimsemişlerdir, onun felsefesi
doğrultusunda yazmışlardır şairler. Onlar hepsi, tıpkı bu
şeylere benzer; market, mahalle bakkallarını nasıl kaldırırsa bir tane Pir Sultan Abdal çıkar öbürlerinin aynı
yolda olanlarının adını siler. İşte bizim tarihimizde çok
var. Özellikle halk şairlerinde pek çok var. İkincisi de Pir
Sultan felsefesinin doğrultusunda yenilikler ve atılımlar
yapmak zorundayız. Yoksa biz gene biz oluruz, yüzde 60
mı yüzde 90 mı aptal oluruz belli olmaz.
Sağ olun teşekkür ederim…”
Günlerce el ilanlarıyla halkı tahrik edenleri görmezden
gelenler, yerel gazetelerin köşe yazılarında yalan yanlış
bilgilerle cahil insanları kuranları görmezden gelenler, civar illerden insan getirerek Sivas’ta savaşa hazırlar gibi
tuzaklar kurmaları bilmezden gelenler yukarıdaki masum
açıklamaya “tahrik” diyecek kadar bizlerle dalga geçmişlerdir. Onlar utanmamıştır ancak işin acısı kendini aydın
sananlar utanmamaya devam ediyorlar hala.
138
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ
Z. Vezan KARABULUT
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi YK Sayman Üyesi
URLA’DA ANTİK ZEYTİN İŞLİĞİ
“İnsan vücuduna iyi gelen iki tür sıvı vardır. İçsel olarak
şarap, dışsal olarak da zeytinyağı”
Romalı Yazar Plinius
Urla, İzmir İl merkezine 35 km uzaklıkta, doğusunda
Güzelbahçe ve Seferhisar; batısında Çeşme; kuzeybatısında Karaburun; kuzeyinde ve güneyinde Ege Denizi
ile çevrelenen yeşilinin mavinin ve günbatımının eşsiz
renklerinin birbirine kaynaştığı İzmir’in işveli bir o kadar
da tarihselliğinden gelen vakara sahip bir ilçesidir.
İzmir Körfezi, Urla kıyıları ve önündeki 12 ada ile, en güzel
şekilde Urla’nın Güvendik sırtlarından seyredilmektedir.
Urla köyleri denildiğinde; tiyatrosu ve seraları ile ünlü Bademler Köyü, iç kısımda kalmasına karşın önemli ölçüde
turist çekmeyi başaran Barboros Köyü, kıyıdaki Özbek ve
Balıkova, Gülbahçe köyleri ilk akla gelenlerdir.
Doğa ve tarihin kucaklaştığı Urla’da yapılan arkeolojik araştırmalarda İskele Mahallesi’ndeki Limantepe
Höyüğü’nün M.Ö 6000 yılına uzanan bir merkez olduğu
ortaya çıkarılmıştır. Buluntuların en önemlilerinden birisi
de Liman olup, tarihte bilinen en eski limandır. Antik Klazomenai Kenti liman bölgesinde yer alır. Kent Ürgüp antik çağda özellikle zeytinyağı üretimi ile önemli bir ticaret
merkezi olmuştur.
İzmir’e yakınlığı, doğası, denizi, zeytinleri ile ünlenen
Urla bu güzelliklerinin yanı sıra, Necati Cumalı ile erken
yaşta kaybettiğimiz Tanju Okan ile hatırlanmaktadır.
Ancak Urla’nın sahip olduğu değerler yukarda sıraladıklarımızdan çok daha fazladır. Klazomenai antik kenti
zeytinyağı işliği pek işitilmemiş olmasına rağmen tarihsel değerlerin en önemlilerinden biridir.
Günümüzde 2600 yıl önce çalışmakta olan Anadolu da
açığa çıkarılmış bilinen en eski zeytinyağı işliği/ fabrikası İskele Mahallesinde, Hamdi Balaban tarlasında
1992/2004 yılları arasında kazı çalışmaları sonucunda,
depoları ve yakınındaki iki su kuyusu ile birlikte açığa
çıkarıldı ve Temmuz 2004-Aralık 2005 tarihleri arasında
yapılan çalışmalarda ayağa kaldırıldı.
Antik zeytinyağı işliği, Klazomenai kentinde yaşayan
İonlar tarafından inşa edilmiş ve işletilmiştir. Klazomenai
antik kenti ile ilgili buluntular, Türkiye’nin batı kıyısında
günümüzde İzmir’e (Eski çağda Smyrna) bağlı Urla ilçesinin Karantina Adası’nı da içine alan İskele Mahallesinde ve civarında açığa çıkarılmıştır. İskele Mahallesi,
İzmir Körfezi’nin ortalarında yer almaktadır. M.Ö. II. Binyıllarının sonuna doğru Herodotos, (M.Ö. 490-425) on iki
İon kent devleti arasında Klazomenai’nin de bulunduğunu bildirmektedir. Klazomenai kentine ait kalıntılar M.Ö.
5. yy dışında Ankara’da bulunmaktadır. Verilere göre,
M.Ö. 5. yy yerleşmesi Karantina Adasın’dadır. Ele geçen
buluntular, kentin M.S. 7. yy dek varlığını sürdürdüğünü
göstermektedir. İonialı gözlemci doğa düşünürlerinin
İonia topluma önemli yararları olmuştur. Bu düşünürler arasında Thales, Anaksimenes, Anaksimandros ve
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
139
ANIMSATMA
DOSYA
çıkarılmıştır. Bu yeni buluntu ile elde edilen topografik
verilere göre Klazomenai zeytinyağı fabrikasının da içinde yer aldığı “ işlikler bölgesi” günümüzün küçük sanayi
sitelerine benzer biçimde kentin dışındaki bir alanda yer
aldığı tespit edilmiştir.
Klazomenai’li Anaksagoras sayılabilir. Bu filozafların doğayı gözlemeleri sonucunda elde ettikleri bilgiler İonia’da
endüstriye de yansımış gibi görünmektedir. Klazomenai
antik kentinin zeytinyağı fabrikasındaki bileşik kaplar
esasına göre çalışan yağ ayrıştırma sistemi bunun göstergelerinden biri olmalıdır.
Klazomenai zeytinyağı fabrikası İskele Mahallesindeki Hamdi Balaban tarlasındadır. Yolunuz bir gün Urla
İskelesi’ne düşerse Türk Telekom binasının karşı tarafındaki tarlada Klazomenai zeytinyağı fabrikası, deposu
ve kuyuları ile çevredeki diğer yapılardan farklı mimarilerinden dolayı kendilerini hemen belli edeceklerdir. Kıyı
yoluna paralel uzanan ve iskelenin hemen arkasından
geçen yoldan güneye doğru baktığınızda arazi içinde
yan yana yükselen düz damlı taş duvarlı depo binası ile
saz çatılı kerpiç duvarlı heybetli zeytinyağı fabrikası hemen dikkatinizi çekecektir.
İşliğin ilk kullanım evresi M.Ö. 600/580-546, ikinci kullanım
evresi de M.Ö. 530-500 yılları arasına tarihlenmektedir. Verilere göre, birinci evre Perslerin Lidya ile birlikte İoan kentlerini ele geçirdikleri dönemde son bulmuştur. İkinci evrede
işlik, yeni düzenlemelerle yeniden kullanılmıştır.
Tesisin sınırlı üretim kapasitesine sahip birinci evresinde,
üretim kentin ve yakın çevresinin gereksinimi karşılamaya yönelik iken, ikinci evrede deniz aşırı ülkelere ihracat
önem kazanmıştır. İkinci evrede görülen yenilikler, üretim kapasitesinin önemli ölçüde arttırılmış olduğunu ve
bunun birleşik kaplar prensibine göre çalışan Polima ile “
üretimde süreklilik” kazandığını gösterir. Gününün şartları içinde düşünülürse bu gelişmiş yağ üretim yöntemi
ve sürekli üretim işliğe “ fabrika” niteliği kazandırmıştır.
Yeryüzünde bugüne dek açığa çıkarılmış olan zeytinyağı tesisleri arasında Klazomenai zeytinyağı fabrikası üç
gözlü “kesintisiz” yağ ayrıştırma teknolojisini kullanan
en eski fabrikadır. Burada uygulanan teknoloji İonia’da
doğanın yoğun gözlemlenmesi sonucu elde edilen bilgi
birikimin ve hidrolik biliminin ulaştığı düzey de yansıtmaktadır.
Teknolojik açıdan getirdiği yenilikler ile dünya zeytinyağı
tarihinde öneli ve daha sonraları ancak Roma döneminde tekrar görülen bir yenileme adımının temsil edildiği bu
evrede zeytinyağı bu şekilde elde edilmiştir.
Zeytinler önce zeytin değirmeninde ezilip hamur haline
getirilmiştir daha sonra buradan alınıp keçi kılından örülmüş yuvarlak torbalara doldurulmuştur. Torbalar süt üste
konularak baskı tablasına yerleştirildikten sonra ayar
mekanizması ile bunların sayısına göre yükseltilen baskı
kolu, bağlanan bir ağırlık ve bucurgat mekanizması yardımı ile aşağıya indirilmiştir. Torbaların içindeki zeytin
hamutunda dışarı süzülen zeytinyağı ve karasu karışı-
Bu evre tüm yerleşmede de izlenebildiği gibi İonia Ayaklanması sırasında sona ermiş ve işlik dah sonra kullanılmamıştır. M.Ö. 4. yy’da İşliğin bulunduğu alan üzerine
inşa edilen büyük bir yapı için gerekli düzeltme çalışmaları sırasında tesisin içi doldurulmuş üzeri örtülmüş ve
kayaya oyulmuş alt yapısı bu şekilde günümüze kadar
korunup gelmiştir.
2005 yılı kazı sezonunda işlikte yapılan kazı sonucu
kuzey-güney yönünde uzandığı görülen kent suru dışardan kente girişi sağlayan bir kapı, giriş koridoru ve
kapının iki yanında yer alan kulelere ait kalıntılar açığa
140
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
ANIMSATMA
DOSYA
rildiği Mimar tarafından başlandı. Fabrika batıdaki depo
ve kuyular ile işlik içindeki yer alan makinenin inşasında
tamamen doğal mümkün olduğunca yöreye ait malzemeler kullanıldı.
Henüz tatil programınız hazır değilse güneye inerken
yolunuzu Urla’ya doğru uzatmanızı ve denizinden, güneşinden bedeniniz yararlanırken bu eşsiz tarihsel mirasımızı da tanıyarak ruhunuzu da beslemenizi öneririz.
Eminim pişman olmayacaksınız. Peki ama nasıl ulaşacağız diyorsanız işte size adres;
İzmir’den ve Çeşme’den yola çıkan İzmir- Çeşme otoyolunu kullanarak Urla iskelesine ulaşabilirler. Otoyolun
Urla çıkışından sonraki kavşaktan güneye doğru dönüldükten sonra ağaçlı yoldan kuzeye doğru, yani deniz
kıyısındaki İskeleye doğru ilerlendiğinde ağaçlı yolun
sonlandığı göbekli kavşaktan sola batıya dönülür. Döner dönmez yolun sonundaki tarlanın içinde yükselen
Klazomenai zeytinyağı fabrikası, depo ve kıyılar kendini
gösterecektir. Buraya sağdaki Türk Telekom binasının
karşısında bulunan ara yola girilerek ulaşılır.
Keyifli yolculuklar.
mından oluşan sıvı baskı tablası çanağında toplanmış
ve çoğaldıkça bir oluktan bileşik kaplar esasına göre üç
gözlü yap ayrıştırma düzeneğine(Polima) akarak burada karasuyundan ayrılmış, dinlendirilmiş ve son olarak
Klazomenai kentine özgü amphoralara doldurularak depolara taşınmıştır.
Bu yazı hazırlanırken Klazomenai Antik Kenti Zeytinyağı
İşliği( Urla 2007 M. Bakır, A.E. İplikçi, E. Koparal, A.S.
Bakır) kitapçığından yararlanılmıştır.
Bu proje ile ilgili olarak en başından beri Prof. Dr. Güven
Bakır ve Grafiker Ertan İplikçi birlikte çalıştılar ve bu çukurların tesisin işleyişi içindeki görevlerini ve burada ne
tür makineların yer almış olabileceğini araştırdılar.
Klazomenai zeytinyağı fabrikası 1992-2004 yılları arasında Eğe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji
Bölümü’nden Prof. Dr. Güven Bakır’ın Başkanlığını yaptığı kazı ekibi tarafından yürütülen kazı çalışmaları sonucunda deposu ve kuyuları ile birlikte tamamen ortaya
çıkarıldı. Böylece bu birimlerin kazısı 2004 kazı sezonu
içinde tamamlandı.
Aynı sezon, Hamdi Balaban tarlası içinde yer alan diğer
açmalarındaki kazı çalışmaları sürerken kazısı tamamlanan bu açmaların içinde yer alan tesisin ve deposunun
ayağa kaldırılması çalışmalarına proje sorumlusu Prof.
Dr. Güven Bakır’ın Başkanlığı’nda Proje Danışmanı Grafiker Ertan İplikçi ve Komili zeytinyağlarının görevlendiMühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
141
KİTAP TANITIMI
Hazırlayan: Aydın ERDEMİR
Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi YK Üyesi
2008 KAVŞAĞINDA TÜRKİYE,
Siyaset, İktisat ve Toplum
Bağımsız Sosyal Bilimciler, Yordam Kitap, Birinci Basım, Mayıs 2008.
“2008 Kavşağında Türkiye, “farklı hükümetler, tek
siyaset”le geçen 1998–2007 çevrimini genel siyasal
ortam, uluslararası ekonomik çerçeve, makroekonomik
politikalar, dış ekonomik ilişkiler, kamu maliyesi, tarım,
sanayi, enerji sektörleri, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik,
kamu yönetimi ve yolsuzluk, yasal düzenlemeler gibi
konu başlıkları altında irdeliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin
sosyal bir hukuk devleti olma özelliğinin büyük ölçüde
erozyona uğradığı AKP iktidarının ikinci döneminin bir
başka çarpıcı yanı, rejimin laik niteliğinin de yıpranmasıdır. Türkiye toplumunun son on yıllık serencamını, önceki dönemlerle de bağlantılar kurarak inceleyen bu çalışmanın, “sermayenin sınırsız tahakkümü”nü hedefleyen
bir büyük harekâtın ana çerçevesini, politika öğelerini,
sınırlarını, (örneğin bölüşüm ilişkilerine veya siyasi iktidarla egemen sınıflar arasındaki ilişkilerin yozlaşmasına
ışık tutan) sonuçlarını aydınlattığını düşünüyoruz.
“2008 kavşağı” dünya ekonomisi bakımından sadece
bir çevirimin bitim noktası değil, neoliberalizm yaftası
altında otuz yıldır pazarlanan pek çok reçetenin iflas
ettiği bir dönemeçtir. Bugünkü çalkantı ve çöküntüler,
dünyada ve Türkiye’de sistemik muhalefet dalgalarının kapitalizmin özünü hedef alan biçimde evrilmesinin
ön-koşulunu taşıyor. Bu tür bir muhalefetin Türkiye’de
emekçi sınıfların saflarında da yeni baştan kök salmasının ön-koşullarından biri içinden geçtiğimiz dönüşümlerin derinliğine incelenmesi, bunlara sınıf mücadeleleri
bağlamında doğru teşhis konulmasıdır. 2008 Kavşağında Türkiye bu doğrultudaki bilgi birikimine katkı yapmak
amacı taşımaktadır” (Arka kapak yazısı.)
Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB), Türkiye ekonomisinin
çöküşüne ve toplumsal dokunun çözülmesine sebebiyet
veren neo-liberal politikalara karşı toplumu bilinçlendir142
mek ortak düşüncesiyle Kasım 2000’de bir araya gelen
Korkut Boratav, Nazif Ekzen, Sinan Sönmez, Fikret Şenses, Yakup Kepenek, Erol Taymaz, Aziz Konukman, Oktay Türel, Ahmet Haşim Köse, İşaya Üşür, Oğuz Oyan,
Galip Yalman, Cem Somel, Erinç Yeldan, Ahmet Alpay
Dikmen gibi sosyal bilimler alanında ülkemizin en biikimli
toplumcu, halkçı ve devrimci aydınları olan sosyal bilimciler tarafından oluşturulmuştur. BSB İktisat Grubunun
amacı günümüzde uygulanan neo-liberal politikalar için
öne sürülen gerekçelerin zaaflarını ve bu politikaların
sonuçlarını bilimsel tahlillerle tespit etmek, toplumun çoğunluğunun -yani emekçilerin- ihtiyaçlarına uygun politika
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
KİTAP TANITIMI
DOSYA
anlıyoruz. BOP kapsamında Irak ve Afganistan’a yönelik saldırılarda Türkiye’nin ABD ve AB emperyalizminin
sadık bir müttefik haline getirilmesi, ülkemizin kalan tüm
kamu kurumlarının özelleştirilmesi, aydınlanmamızın ve
Cumhuriyet’in sosyal ve hukuk devleti anlayışının hayata
geçirdiği vatandaş bireyinin yerine, ılımlı islam ve etnik
kimlikler altında toplumun ortaçağın geriliğine, çağ dışılığa ve etnik parçalanmaya itilişi gibi sosyal ve toplumsal
sonuçlar hep bu neoliberal politikaların sonuçları olarak
önümüze çıkmaktadır.
önermeleri geliştirmek ve emek örgütlerinin toplumumuz
için yaşamsal önem taşır hale gelen mücadelesini bilgi
ve bilim ile desteklemek olarak açıklanmıştır. BSB olarak
olarak internet sayfasında da yer alan çağrıda ülkemizde
IMF gündeminde uygulanmaya konulan istikrar ve yapısal
uyarlama programının Türkiye’nin bugününü ve geleceğini
yeniden şekillendirmeye başladığı ve bunun seçeneksizliği yönünde güçlü bir kamuoyu oluşturma kampanyasının
sürdürüldüğü şimdiki ortamda, neo-liberal egemen ideolojiyi tartışılır kılabilmek için çaba safr edildiği belirtilmekte
ve böyle düşünen meslektaşlar BSB’nin çalışmalarına katılmaya davet edilmektedir. BSB’nin internet sayfası incelendiğinde sosyal bilimler alanında çalışan bir çok aydının
kurulduğu günden bu yana bir çok konuda hazırladığı çalışmalar yer almaktadır.
BSB’nin son çalışması olan bu kitap, aynı zamanda 2002
yılından bu yana iktidarda olan AKP’ye yönelik önemli
bir değerlendirme konumunda. Bu konuda üniversitelerimizden beklenen, kamu anlayışıyla mevcut ekonomik ve
siyasal politikaları iredelemek ve toplumua sunma görevi
bu kitap sayesiyle BSB tarafından yapılmış oluyor.
80’lerden sonra uygulanan, uluslararası kapitalizm ve bunun mali, siyasi örgütlerince ülkeyi yönetenlerin uygulaması için ellerine tutuşturulan tüm politikalarının mevcut
anayasal ve toplumsal düzenlemeler içinde öngörülen
geçişi sağlayamaması, başta ABD ve AB, bu emperyalist
devletlerin kurumları tarafından başka araçların devreye
sokulmasını zorunlu kılmıştır. 1999 ve 2001 krizi, emperyalizm açısından muazzam büyüklükteki medya ve uluslararası destekle iktidar yapılan AKP’nin bu süreçteki
rolünü, iktidar olduğu son altı yıldaki uygulamaları, çıkardığı kanunlar, uluslararası ve bölgesel sorunlardaki emperyalist devletlerinyanında yer alan tutumu, işçi sınıfı ve
ezilenlere karşı öfke ve şiddete dayalı saldırısı vs. gibi bir
çok sonuçtan dolayı bugün daha da belirgin bir şekilde
2008 Kavşağında Türkiye kitabı bu süreç içinde özellikle AKP iktidarı dönemindeki bir çok ekonomik ve sosyal
alanı uygulanan politikalar ışığında incelemekte, sürecin
2002 öncesi ile kıyaslanmasıyla son 6 yılda ortaya çıkan
durumun vehametini de ortaya koymaktadır.
AKP iktidarının siyaset ve söylemlerini içeren 1. Bölüm’de
1980’lerde marjinal sayılabilecek bir siyasal hareketin
2002’de iktidara gelişi süreci ve bu süreçte AKP ile uluslararası çevreler arasındaki ilişki ele alınmaktadır.
İkinci bölümde ise 2007 sonbaharından bu yana tırmanışa geçen uluslararası ekonomik ortamdaki bunalımlar
değerlendirilmekte, bu buna bağlı olarak Türkiye’nin IMF
ve AB ile yürüttüğü ilişkileri, bu ilişkilerin içeriği sorgulanmaktadır.
Üçüncü bölümde ise Türkiye’nin 1997-2007 dönemi
makro-ekonomik verileri karşılaştırılmakta, para politikaları, sermaye hareketleri ve genel iktisadi ortam ele
alınmaktadır.
Dördüncü bölümde ise Türkiye’nin ödemeler dengesindeki orta ve kısa vadeli değişimler, sernaye hareketleri
ve cari denge bileşenleri sorgulanmaktadır.
Beşinci bölümde ise 2006-2007 yılları kamu maliyesi, iç
ve dış borçların seyri ve mevcut durumu, 2008 sonrasında IMF ile olabilecek durum değerlendirmeleri yapılmaktadır.
Altıncı bölümde temel sektörlerdeki iktisat politikalarının
ortaya çıkardığı sorunlar irdelenmektedir. Burada ülkemiz açısından 3 önemli sektör incelenmiştir ; tarım, imalar sanayi ve elektrik enerjisi.
Yedinci bölümde AKP iktidarıyla geçen 2002-2007 döneminde eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarında uygulanan politikalar ele alınmaktadır. Bu incelemede üre-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
143
KİTAP TANITIMI
DOSYA
tim ve gelirin bölgesel dağılımındaki gelişmeler, AKP’nin
düşük gelirli nüfusa destek amacıyla harekete geçirdiği
informel ve dinsel öğeler içeren sosyal yardım mekanizmaları anlatılmaktadır.
Sekizinci bölüm AKP eliyle hayata geçirilen neo liberal
politikaların hayata geçirilmesi sürecinde yolsuzluğun
hen ideolojik bir söylem, hem de yasa ve ahlak dışı bir
zenginleşme pratiği olarak önemi ve sonuçları irdelenmektedir.
Dokuzuncu bölümde ise AKP iktidarının neoliberal yapılandırma niyet ve eylemlerinin, Anayasa’da dahil olmak
üzere, hangi yasal düzenlemelerle hukuk düzlemine taşındığı, yine bu kapsamda Ocak 2006-Mart 2008 dönemindeki mevzuat değişiklikleri ele alınmaktadır.
Onuncu bölümde ise tüm ortaya çıkan sonuçların ve bulguların yeniden önemi itibarıyla okuyucu ile paylaşmak
için özeti yapılmıştır. Bu bölümün sonunda ise Türkiye’de
uygulanan neoliberal dönemin ortaya çıkardığı büyüme
rakamları tablo halinde verilerek uygulanan politikaların
başarısızlığı ortaya konmaktadır.
İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda başta
SSCB’nin güçlenmesi ve bu ülkenin yanında diğer sosyalist ülkelerin Avrupa’da güçlü bir şekilde ortaya çıkması kapitalist dünyada büyük bir gerilim yaratmış ve
bu gerilim bu ülkelerdeki yoğun işçi sınıfı talepleriyle
metropol ülkelerde refah devleti düzenlemelerini, çevre
ülkelerde ise sosyal devlet ile müdahaleci, korumacı ve
planlı devlet uygulamalarıyla sermayenin hareket alanını
önemli ölçüde kısıtlamıştır. Bu sonuçların alınmasında
sosyalizmin gölgesinin emperyalist devletlerin işçi sınıfı aydınları üzerindeki etkisi anımsanmayacak derece
önemli olmuştur.
Ülkemizin yakın geçmişi irdelendiğinde dünya ekonomisinde ortaya çıkan model değişikliğinin başlangıç
döneminin ülkemizdeki dönüşümlerle aynı döneme
denk düştüğü açıkça görülmektedir. Serbets piyasa,
monetarizm ya da neoliberalizm olarak adlandırılan
politikalar ilk olarak İngiltere’de Thatcher’ın (1979),
ABD’de Reagan’ın (1980) iktidara gelmesiyle başlamıştır. 24 Ocak 1980 istikrar programları ve arkasından
1980 askeri darbesi ülkemizde bu dönüşümünü yaratan ve dayatan siyasal olaylar olarak karşımızdadır.
Bu süreçlerle ve devamında başta Özal dönemi olmak
üzere tüm iktidara gelen hükümetler eliyle toplumumuzun Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar dayanacak bir
çok kazanımının tasfiye edildiği bir dönüşüme yol açılmıştır. Özal’ın yıkıldığı, işçi sınıfının yoğun eylemleri ve
toplumun yeniden örgütlü olarak hareketlendiği 19891993 yılları kısmen de olsa tasfiye edilen hakların ve
kazanımların bir bölümünün geri alınabildiği bir döneme denk gelmektedir. Bu dönemden sonra ise yaşanan
krizler, IMF, DB ve AB ile girilen ilişkiler, IMF patentli
İstikrar ve Uyum Politikaları, 2001 kriziyle ABD’nin dayatmasıyla ülkemizin başına tayin edilen Kemal Derviş
dönemi neoliberal dönüşümün tüm zeminini hazırlamıştır. AKP’yi iktidara büyük bir kuvvetle taşıyacak
olan süreçte işte bu zemin üzerinde gelişmiştir. AKP
80’li yılların marjinal bir çevresi olmaktan çıkarılarak,
başta ABD ve AB olmak üzere uluslararası sermaye ve
onun yerli işbirlikçilerinin çok büyük bir mali desteğiyle
iktidar yapılmıştır. İktidar süreci içindeki uygulamaları,
ekonomik ve politik kararları, Afganistan, Irak ve Iran
sorunlarındaki tutumuyla bu desteğe layık olduğunu
göstermiştir. Kısaca görünen ve teyit edilen en büyük
gerçek ise 1950’lerden beri iktidar olan hiçbir işbirlikçi ve neoliberal iktidarın gerçekleştirmeye bile cesaret
edemediği bir çok uygulamanın AKP eliyle hayata geçirilmiş olması, Cumhuriyet’in tasfiyesinde önemli bir mesafe alındığıdır. Emperyalizmin BOP Planları bölgenin
yeniden paylaşımı ve düzenlenmesinde Türkiye’yi son
derece önemli kıldığından, başta ABD ve AB emperyalizminin AKP’yi iktidar yapma ve devamında da iktidarda tutma konusundaki açık ve muazzam derecede mali
ve siyasal imkanlarla desteklemesi boşuna değildir.
2007 yılından itibaren ise başta ABD’de başlayan yeni
bir kriz dalgasının başta emperyalist sistemin metropol
ve çevresinde yer alan ülkeleri hızla bir ekonomik ve
toplumsal çöküşe süreklediğinin başlangıcı olmuştur.
Bu gelişmeler 2007-2008 yılının dünya ekonomisi için
bir “kavşak” olduğunu göstermektedir. Böylelikle genelde dünya emperyalist sisteminin 10 yılda bir yaşadığı
144
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
KİTAP TANITIMI
DOSYA
görülmektedir. Bu açıdan “2008 Kavşağında Türkiye”
çökenin değerlendirilmesi ve bilimsel açıdan analiz edilmesi, ve sonuçtada yerine geçirilecek uygulamalar hakkında önümüze son derece önemli bir kaynak ve arşiv
sunmaktadır. Sadece bu yayın değil, BSB’nin internet
sitesinde yayınladığı, her biri ele aldığı alanlarda kendi
başına kaynak olan bir konudaki yayınları da bu bilgilenme sürecine önemli bir katkı yapmaktadır.
Daha fazla bilgi için Bkz.
www.bagimsizsosyalbilimciler.org
çevrimde inişe geçtiğini göstermektedir. Serbest piyasa söylemine ve neoliberalizmin reçetelerine dayanan 30 yıllık bir modelin teorik ve olgusal dayanakları,
sistemin kendi mantığının gerekli kıldığı bir denetime
tabi olmayan finansal piyasalarının yarattığı spekülatif
şişkinliklerden kaynaklanan sarsıntılar sonuçta son 10
yılın sonunda sistemi hızla aşşağıya doğru çöküşe götürmüştür. Herşeyden öğretici olanı ise bu krizin merkezindeki emperyalist devletlerde ve buna bağlı olan
çevre ekonomilerinde denetleyen, yönlendiren hatta
belkide üreten bir oyuncu olarak “devletin” yeni baştan
sahneye çıkmakta olduğudur. Başta ABD ve İngiltere
olmak üzere “serbest piyasacılığın merkezindeki ülkelerde hızlı bir şekilde kamulaştırmalar yapılarak, kamu
kaynakları ve harcamaları arttırılarak krizlere geçici yanıtlar aranmaktadır.
İster bu son on yıllık süreçteki çevrimin geldiği çöküş
ve isterse son 50 yıllık emperyalist sistemin tümünü
kuşatan ekonomik ve politik cerayanlar olsun, 20072008 yılıyla ortaya çıkan bu krizin değişik zaman dilimlerinde bir çok ülkeyi çeşitli biçimlerde etkileyeceği
muhakkaktır. Bu açıdan elimizdeki kitapta 2002-2008
döneminde AKP eliyle uygulanan neoliberal politikaların sonuçları tartışılmakta ve bu tartışa-analiz içinde
dünyadaki bu çöküşün ülkemize yansımaları hakkında
ipuçları verilmektedir.
Neoliberal reçetelerle ve sermayenin hiçbir ahlaki sınır
tanımayan kazaç hırsıyla doğruran ilgili olan ve son yıllarda dünya ölçeğinde yaşanan “Gıda Fiyatlarında Yaşanan Bunalım”la, emperyalist sistemin finansal çöküşünün toplumsal muhalefeti güçlendirerek, anti-kapitalist
ve anti-emperyalist muhalef cephesinin daha da güçlenmesine önemli ölçüde katkı yapacağı, bu süreçte başta
işçi sınıfı, çalışanlar, üretici ve meslek örgütleri olmak
üzere toplumun tüm ezilenlerinin, aydınlarının bu yıkıma
karşı direnişte daha büyük çapta görevler üstleneceği
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
145
KENTİMİZDEN
Gonca GENÇ
Peyzaj Mimarları Odası İstanbul Şubesi YK Sekreteri
İSTANBUL’DA ENDÜSTRİ MİRASI
19. yüzyılda hızlanan Osmanlı devletindeki endüstrileşme girişimleri, yabancı sermayenin işgücü ve teknolojisi
ile birlikte kurulan fabrikaların sayısında ve türünde fark
edilir bir artış yaratmıştır. Başkent’in İstanbul olması ve
yeterli ulaşım ağlarının olması nedeniyle 1850’den sonrasında İstanbul Osmanlı endüstrisinin merkezi haline
gelmiştir. 20.yy başlarında Osmanlı topraklarında bulunan endüstri yapılarının %55’inin İstanbul’da yer alması
bunun bir kanıtıdır. Bu noktadan hareketle aslında Osmanlı dönemindeki endüstrileşme girişimlerini ve gelişimini izlemek için İstanbul’da yer alan endüstri yapılarının
incelenmesi o dönemin endüstrileşme süreci hakkında
da bizlere bilgi verecektir.
146
İstanbul’da 17.yy a kadar devlet ve kamunun ihtiyaç duyduğu maddelerin üretimi ağırlıklı olarak zanaatkârlar ve
loncalar çevresinde şekillenen küçük işletmeler tarafından
sağlanmaktaydı (Mantran, 1990). “Karhane” olarak adlandırılan bu işletmelerde üretim, çoğunlukla el ile ya da basit
aletlerle gerçekleştirilmekteydi (Mantran, 1990). Bu dönemde İstanbul’da ki en önemli endüstri tesisleri, temelleri
15.yüzyılda atılan Tersane-i Amire ile 16. yüzyılda atılan
Tophane-i Amire’ydi. Kentte 18. yüzyılda inşa edilen Azaldı Baruthanesi gibi birkaç endüstri tesisini, 19. yüzyılda iki
ayrı aşamada kurulan fabrikalar izlemiştir(Pamuk,1997).
Bunların ilki, 1830–40’lar da devlet tarafından, ordu ve
sarayın gereksinimlerini karşılamak amacıyla en son teknolojiyi kullanan makineleri ithal ederek kurulan fabrika-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
KENTİMİZDEN
DOSYA
lardı. Çoğunluğu İstanbul ve çevresinde kurulan bu işletmeler içinde en önemlileri, Yedikule’ den Küçükçekmece’
ye kadar uzanan alanda kurulu yünlü, pamuklu dokuma
fabrikaları ile Feshane–i Amire ve demir dökümhaneleridir (Clark, 1992). Bu fabrikalarda üretimi yönetmek üzere
Avrupa’dan en yüksek ücretler ödenerek mühendisler,
teknisyenler, hatta işçiler getirilmişti (Clark, 1992). Üretilenlerin devlet tarafından satın alınması, fabrikaları yabancı rekabetinden koruduğu halde, Avrupa makinesi,
hammaddesi, hatta ustası ile işleyen bu fabrikaların büyük bir kısmı kısa sürede kapanmıştır (Clark, 1992). İkinci
aşama ise, 1880’lerden sonra gerçekleşmiştir. Osmanlı
ekonomisinin serbest ticaret anlaşmasını kabul ettiği yıllarda kurulan fabrikalar, kısmen yerli, kısmen de yabancı
sermaye ile desteklenmişlerdi (Pamuk, 1997). Osmanlı
fabrikalarının dörtte üçü gibi büyük bir kısmı bu dönemde
kurulmuştur (Ökçün, 1997).
Sayıları 19.yy.da 256’yı bulan, bugün ise sayıları büyük
oranda düşen endüstri yapıları, mimari, tarihi ve teknolojik miras olarak, geçmişten günümüze endüstrileşme
sürecine ışık tutması anlamında, koruma altına alınmalıdır. Endüstri mirasının gelecek kuşaklara aktarılabilmesi ancak yapıları uygun bir işlevle kent hayatına kazandırmanın yanı sıra, özgün kimliklerini de korumayla
sağlanabilir.
20.yy ortalarına kadar kullanıldıktan sonra işlevlerini yitiren bazı yapılara ilişkin olarak ayrıntılı belgeleme çalışmaları yapılamamış, terk edilen fabrikalar ise ihmal,
bilinçsiz onarım veya gelişigüzel kararlarla yapılan yeniden işlevlendirme çalışmaları ile her geçen gün biraz
daha tahrip olmaktadır. Haliç ve Boğaz’ın iki yakası veya
Marmara kıyısı gibi, kentin önemli bölgelerinde konum-
lanan ve işlevini yitiren endüstri yapılarının yeniden işlevlendirme çalışmalarında ise, rant değerleri ön plana
çıkmaktadır. (http://www.arkitera.com/haberler,2005)
İstanbul’daki endüstri yapılarının yeri konusundaki ilk
tercih tüm yerleşimlerde de doğal olarak genel bir eğilim olan deniz ya da dere kenarlarıdır. Fabrikaların yer
seçiminde su – deniz kenarında olma (örn. Boğaz ve
Haliç kıyıları), işlenebilir topraklara sahip olma (örn. Haliç toprakları, Göksu Deresi civarı), korunaklı olma (örn.
İstinye koyu, tersaneler), demiryolu bağlantısının olması
(Bakırköy Bez Fabrikası, Zeytinburnu Demir Fabrikası,
Yedikule Gazhanesi, vb…) ve hizmet edeceği yere yakınlık (örn. Beylerbeyi Sarayı’na hizmet eden Kuzguncuk
Gazhanesi) gibi etkenlerin rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Kent içindeki dağılımları dikkate alındığında fabrikaların
ağırlıklı olarak Haliç, Boğaz ve Marmara kıyısında olduğu gözlemlenmektedir.
İstanbul’daki 19. yüzyıl endüstri yapıları üretim kapasiteleri, boyut ve önemleri açısından; büyük programlı
tesisler, orta büyüklükteki fabrikalar, atölyeler-küçük
işletmeler ve diğer yapılar olmak üzere dörde ayrılabilir. 18.-20. yüzyıllar arasında İstanbul’ da inşa edilen
fabrikaların büyük kısmı yıkılmıştır. Bugüne ulaşanların
müdahale görmüş olması, mimari ve teknolojik karşılaştırmalar yapmayı güçleştirmekte veya yapılar böyle bir
analiz yapmak için yeterli veri sunmamaktadır. Yazılı ve
görsel kaynaklara dayanarak endüstri yapılarının mimari
özelliklerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz;
•
Üretim teknolojisinin gerektirdiği strüktürler, özellikle
19. yüzyılın ortasından itibaren dökme demir, ana strüktür elemanı olarak kullanılmıştır (Örn. Tersane-i Amire),
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
147
KENTİMİZDEN
DOSYA
•
Fabrikalar ihtiyaca bağlı olarak yatayda genişlemiş
veya ek binalarla geliştirilmiştir (Örn. Tersane-i Amire),
•
Genelde yalın bir mimari planlama vardır. Öncelikli olarak işlevi yerine getirilmiş, bezeme en az düzeyde
tutulmuştur. Buna karşılık, girişleri arma veya özel bir
işaretle vurgulanan fabrikalar da vardır (Örn. Tophane-i
Amire, Tersane-i Amire, Feshane-i Amire),
•
Devlete ait fabrikalarda Neo-klasik cephe özelliklerine rastlanmaktadır,
•
Örtü sistemleri olarak beşik, şed veya düz çatılar
kullanılmıştır.
Kentteki fabrikalar ilk başlarda su gücüyle işletilirken,
Avrupa’daki buhar gücünün yaygın kullanımı ile 19. yüzyıl başlarında İstanbul’daki fabrikalarda da buhar gücü
kullanılmaya başlanmıştır (Ökçün, 1997). Fabrikaların
kuruluşunda ve işletiminde çoğunlukla yabancı mimarlar
ve Dadyan – Balyan ailelerinden gelen, kimi Avrupa’ da
eğitim görmüş Osmanlı mimar ve mühendislerinin görev
aldığı bilinmektedir (Clark, 1992).
ağaç ve kimya endüstrilerine ait, 33 adedi Anadolu yakasında, 222 adedi Avrupa yakasında ve biri Büyükada’
da olmak üzere toplam 256 adet fabrika ve imalathane
bulunmaktaydı. Bunlardan günümüze kadar ulaşabilmiş
olan 43 tanedir. İstanbul’ da bunlara en iyi örnekler ise;
enerji üretimi için; Silahtarağa Elektrik Fabrikası, Hasanpaşa Gazhanesi ve Dolmabahçe Gazhanesi, gıda üretimi için; Bomonti Bira Fabrikası, Mecidiyeköy Likör ve
Kaynak Fabrikası, Cibali Tütün ve Sigara Fabrikası, giyim ve dokuma üretimi için; Feshane-i Amire, deri üretimi
için; Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, kimyevi madde
üretimi için; Küçükçekmece Kibrit Fabrikası, maden işleme için; Haliç Tersaneleri (Tersane-i Amire), Darphane-i
Amire, Tophane-i Amire, Lengerhane ve Şirket-i Hayriye, toprak işleme için; Yıldız Çini Fabrikası ve ne yazık ki
ağaç işleme fabrikalarından ise hiç kalmamıştır.
İstanbul’ da ki endüstri mirasının bugüne kadar gelebilmiş önemli temsilcilerinin bir kısmı işlevini sürdürmekte,
bir kısmı terk edilmiş durumda, bir kısmı da yeniden işlevlendirilerek kullanılmaktadır. ( Köksal, Ahunbay, 2006)
Devletin hammadde üretimini desteklememesi, yerli mal
kullanımını teşvik eden girişimlerde bulunulmaması gibi
nedenler, kamuya ait endüstri yapılarının terk edilmelerinde etkili olmuştur (Pamuk, 1997). Kentteki işletmelerin
önemli bir kısmının 1980’lere kadar tam kapasiteyle işletildikleri, bu tarihten sonra yavaş yavaş kapatıldıkları, bir
kısmının da 1990’larda işlevini yitirdiği ve çeşitli nedenlerle yıkıldığı gözlemlenmektedir. 20. yüzyıl başında İstanbul’ da enerji, gıda, giyim, dokuma, deri, maden, toprak,
148
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
KÜLTÜR SANAT
SINIR KENTİ (BORDERTOWN)
Yönetmen: Gregory Naval
Oyuncular: Jennifer Lopez, Antonio Banderas,
Kate Del kastillo, John Normon
‘Yalanlar. Yolsuzluklar. Cinayet.
Bir muhabir sessizliği bozacak’
2006 yılı ABD, İngiltere ortak yapımı olup ülkemizde
Eylül/2007 de gösterime başlamıştır. Medyada yer alış
biçimi ile macera filmi olarak tanıtılan ve yaşanmış olaydan hareketle yapılan film Meksika sınır kenti olan Juarezde geçiyor.
Film şehirde vahşice işlenen kadın işçi cinayetlerini
haber yapan Banderas’ın ‘De SOL’ adlı ilerici gazetesinin polis tarafından toplatılması ile başlıyor. Lopez de
ABD’de merkezi yazılı basında çalışan hareketli bir muhabiri canlandırıyor. En büyük amaçlarından biri gazetesi adına yabancı ülkelerde görev yapmak. Amacını gerçekleştirmek için çalışırken kendisini Meksika sınır kenti
Juarez’de buluyor. Görevi bu şehirde tecavüze uğrayıp
boğularak öldürülen ve cesetleri çöplüklerden toplanan
çok sayıdaki kadın işçi ölümlerini araştırmak. Görevi sırasında kendine eski erkek arkadaşı olan ilerici nitelikli
gazete sahibi Banderas ta yardımcı olacaktır.
Film tecavüze uğradıktan sonra öldürme girişimine uğrayan genç işçi kızın çektiği acı, ızdırap ve öç alma hırsını anlatmaktadır. Lopez ve Banderas işçi kızın başına
gelen olaylardan hareketle vahşice işlenen cinayetleri
araştırmaya başlarlar ve bu süreçte birçok olay yaşanır.
Bu konumu ile macera niteliğine sahip gibi gözükse de
perde gerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşulları,
uluslararası sermaye ve yerel işbirlikçi kesimin çalışanlar üzerindeki yoğun baskı ve sömürüsü ilkel kapitalizmin
çirkinlikleri bulunmaktadır.
Juarez ABD Meksika sınırında bir sanayi kentidir. ABD
sermayeli şirketler ucuz işgücünden yaralanmak amacıyla sınır ötesi üretimlerini bu bölgede yapmaktadırlar.
Filmin geçtiği zaman dilimi Meksikanın Kuzey Amerika
Serbest ticaret Antlaşmasına (NAFTA) girme aşamasın-
da olduğu bir süreçte tahminen de 1990’lı yılların başıdır.
Meksika tarım ağırlıklı gelişmemiş bir ülkedir. Tarımda
da birçok sorun yaşanmaktadır. Köylüler aldıkları kredileri ödeyemedikleri için her geçen sürede daha da
borçlanmakta ve giderek mülksüzleşmektedir. Mülkünü
feodale egemenlere veya devlete kaptıran köylü çaresiz bir biçimde aç kalmamak için şehre göçmektedir. Bu
göçmenler için şehirde karnını doyurabilecek bir iş bulmak en büyük hayaldir. İşte bunlardan biride Eva adlı 16
yaşında bir kızılderili kökenli Meksikalı köylü kızıdır. Eva
8–10 yaşındaki kız kardeşi ve annesi ile birlikte Juarez’e
gelir ve bant sisteminde üretim yapan saniyede 3 bilgi-
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
149
KÜLTÜR SANAT
DOSYA
sayarın üretildiği fabrikada günde 5$ karşılığı çalışmaya başlar. Ne pahasına olursa olsun birim zamanda en
fazla üretimi hedefleyen (fordist) bant üretimi, işsizliğin
yoğun yaşandığı gelişmemiş veya azgelişmiş ülkelerde
kolay uygulanabilen kalifiye elemana ihtiyaç duymayan
üretim tarzı olarak da bilinir. Bu özellikler ise ucuz işgücü
demektir. Bant üretimi kişiliği zedeleyen, monoton robotik çalışma tarzı ile çalışanı mutsuz eden bir yapıdır. İşe
başlama, çalışma sırasında ve iş bitiminde çok hızlı davranılması, zaman kaybedilecek hiç bir hareket ve işleme
müsaade edilmemesi de ayrı bir zorluktur. Tuvalet kullanımında tutulan zaman tutanakları, üretim bantları başına taşınan tuvaletler bunlara örnektir. Daha ucuz olması
nedeniyle kadın işçi tercih nedenidir. Ucuz emek ucuz
konut demektir. Genellikle şehir dışında, gettolarda çöp,
teneke evlerde en ucuz şekilde barınanlar da, yüksek
gerilim hatlarına kanca atarak enerji ihtiyacını kaçak yolla karşılayanlarda yine bu iç göçmenlerdir. Sigorta, İşçi
sağlığı, iş güvencesi, sendika dernek hak getire.
Çocuk yaşındaki göçmen Eva Bir gece vardiyası sonucu
evine(gettosuna) giderken bir otobüs şoförü tarafından
kaçılır ve biride işbirlikçi işadamı olmak üzere iki sadist
kişinin tecavüzüne uğrar ve boğulup, çöplüğe gömülerek
öldürülmek istenir. Eva bu olayı yaşayan ne ilk nede son
işçi kadındır. Snuff adı verilen canlı ölüm film çekimleri, organlarının alımı dâhil çeşitli nedenlerle de yapıldığı
söylenen sadistçe cinayetlerle her gün karşılaşılmaktadır. Resmi verilere göre iki yüzden fazla, söylentilere göre
ise 5000 in üzerinde bu tür ölüm gerçekleşmiştir. Ölüm
adedinin düşük gösterilme nedeni ise bölge emniyetinin
güvenilirliğine(!), sanayicinin rahatsız olmamasına, konunun dünya kamuoyundan kaçırılmasına, her şeyden
önemlisi de bölgeye iç göçmen olarak gelebilecek kadınların tedirgin olmaması ve ucuz işgücü akımının durmamasına yöneliktir. Vahşi cinayetler devam etmekte hayalet olarak adlandırılan caniler ise yakalanamamaktadır.
Durumdan ne sanayiciler ne yöneticiler ne politikacılar
ne görevliler şikâyetçidir. Tek şikâyetçi olanlar ise mağdurların aile ve çevresidir. Ancak bunlarında üzülmekten
başka ellerinden hiç bir şey gelmez.
arada çöplüklerden, çölden genç göçmen kadın işçi cesetler
çıkmaya devam etmektedir.
Gazeteci Lopez bir taraftan Eva ile ilgilenirken diğer yandan
araştırmasını tamamlamış ve basılmak üzere ABD’deki gazetesine göndermiştir. Ancak bu araştırma ile Meksikalı
işbirlikçiler dışında kendi patronlarını, ABD’li sanayicileri
karşısına aldığının farkında değildir. Egemenler için her
şeyden önemlisi üretim ve kardır. Nitekim cinayetleri önlemek için yardım isteyen gazeteciye Meksikalı sanayicin
özetle ‘ böyle durumların yaşanmasının olağan, müdahale etmenin faydasız, zengin ve güçlülerle uygulanan kanunlar ile diğer kesimlere uygulanan kanunların farklı olduğu,
bu sistemde her ülkede var olan politikacılar satın alınarak
her şeyin yapılabileceğini’ ifade etmesi ilkel bakışı açıkça
sergilemektedir. Bu koşullarda üretilen herbir ürünün üzerindeki kan lekeleri de dâhil, ana hedeften sapacak hiç bir
yaklaşım değerlendirmeye alınmayacaktır. Meksika, ABD
ve Kanada’nın yer aldığı birlikteliğe (NAFTA) girme aşamasındadır. Bu aşamada cinayetlerin sözü bile edilmemelidir(!). yazılı basında yer almasına ise kesinlikle tahammül
edilemez(!) ilerici gazeteci Banderas suikast sonucu öldürülür. Serbest ticaret sözleşmesi her şeyin üzerindedir(!).
Bu nedenle Lopez’in araştırması yayınlanmayacaktır. Rüşvet teklif edilerek araştırmayı sonlandırılması istenir. Tabii ki
bu öneri kabul edilmez. Eva ve Lopez’in hukuk mücadelesi
devam eder ve sonuçta Eva’ya kötülük yapan sadistlerden
biri ölür diğeri hapse atılır. Lopez Banderas’ın gazetesinin
başına geçer devam eden kadın işçi cinayetlerine karşı
mücadelesine devam eder.
Film böyle biter. Ancak sömürü devam eder. Adı ister
Juarez, ister Berlin, ister Hong Kong ister TUZLA olsun
iç ve dış göçmenler üretim bantlarında, inşaatlarda,
gemilerde kaçak, iş güvencesinden yoksun gettolarda
yaşayarak çalışmaya devam ediyorlar. Bu sistemin var
olduğu ülkelerde şu veya bu şekilde ‘Eva’ lar olmaya devam edecektir. Herkese iş, yeterli ücret, insanca çalışma, insanca yaşam çok şey midir?
Tecavüze uğrayarak öldürülmek istenen Eva kendi imkânları
ile çöplükten dolayısıyla ölümden kurtulur ve intikam almak
için Banderas’ın gazetesine gider orada Lopez’le yolları çakışır ve canilerin peşine düşülür. Canilerden birisi Juarez’deki
toprağını vererek üzerine sanayi tesislerini kurduran işbirlikçi
bir Meksikalı iş adamıdır. Eva’nın kurtulduğunu öğrenen iş
adamı ve işadamının etkilediği emniyet birimleri öldürmek
amacıyla Eva’nın peşine düşer kovalamaca devam eder. Bu
150
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
SÖYLEŞİ
SOSYAL BELEDİYECİLİK ÖRNEĞİ:
DİKİLİ BELEDİYESİ
Dikili Belediyesi’nin 26 Ağustos- 1 Eylül 2008 tarihleri
arasında düzenlediği Geleneksel Dikili Barış, Demokrasi
ve Emek Şenliği kapsamında 29 Ağustos 2008 Cuma
günü Temiz, Sağlıklı Çevre ve Su İnsan Hakkıdır başlıklı sunum için Türkiye Suyun Ticarileştirilmesine Hayır
Platformu olarak katılım sağladık. Panelde Platformun
Yürütme Kurulu Üyesi TMMOB İstanbul İKK Sekreteri
Tores Dinçöz oturum başkanı olarak görev aldı. Ayrıca
Platformdan Prof. Dr. Fuat Ercan, Prof. Dr. Beyza Üstün, Prof. Dr. Mehmet Türkay, Gaye Yılmaz söz alarak
Türkiye’de ve Dünya’da suyun özelleştirilmesi sürecine
değindiler. Panele ayrıca Planet Project aktivisti Mari
SPIRITO, Hollanda’dan Transnational İnstitüte üyesi Satako HEODEMAN katıldı. Dikili Belediye Başkanı Osman
Özgüven yaptığı açılış konuşmasında, “Su parası ödeyemeyenlerin suyunu kesmemiz isteniyor. İnsanların su-
yunu kesmediğimiz için mahkemelerde yargılanıyoruz.
Su bir insan hakkıdır. Su yaşamdır. İnsan yaşayabilmek
için su içmelidir. Su bir ticari meta haline getirilemez.
Bugün derelerimizi özelleştirmeye çalışıyorlar. Eğer başarırlarsa, yarın akan dereden bir avuç su alabilmek için
para ödemek zorunda kalacağız. Halbuki o derede akan
su bizim halkın suyudur.”
TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz konuşmasında, Türkiye’de suyun ticarileştirilmesi sürecinin
1980’lerde IMF niyet mektupları ile başladığını, geçtiğimiz 20 yılda, Türkiye’de suyun özelleştirilmesinin
alt yapısının oluşturulduğunu belirtmiştir. Sn. Dinçöz,
2009 Mart ayında İstanbul’da yapılacak olan Dünya Su
Forumu’na karşı gerçekleştirilecek olan Alternatif Dünya
Su Forumu’nun çalışmalarına da değindi.
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ
151
SÖYLEŞİ
DOSYA
Dikili Belediye Başkanı Sn. Osman Özgüven ile ÖLÇÜ
Yayın Kurulu Üyesi Bilge Ölmez ve dergi sorumlusu Fetiye Aydın söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşi de Sn. Özgüven’in
özellikle üstünde durmuş olduğu konular sosyal devlet
anlayışının ortadan kaldırıldığı, insanın yaşaması için
gerekli olan en temel ihtiyaçlarının bile piyasalaştırılması olduğu idi. Sn. Özgüven. Dikili Belediye’sinin 10 tona
kadar su kullanımını ücretsiz yapmasını, sağlık hizmetinin bedelsiz olarak verilmesini, eğitimin, ulaşımın ücretsiz olmasını belediyelerin yapması gereken görevleri
arasında değerlendiriyor. Belediyecilik anlayışının siyasi
iktidarca yargılanmasının nedeni ise şöyle açıklıyor; ekmeği ucuza satmak, halka bedava su dağıtmak, ulaşımı
ücretsiz dağıtmak …yani halk yararına olan işler yapmak…evet ülkemizde toplum yararına iş yapmak artık
suç…geldiğimiz durumu herkese anlatabilmek için Dikili
güzel bir örnek…
5) Kentin ve kent insanının her sorunu yönetiminde
sorunudur.
6) Tüm canlılara, doğaya ve çevreye saygı zorunludur.
7) Rüşvetin, yolsuzluğun, kayırmacılığın olmadığı, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, katılımcı, açık, dürüst, temiz yönetim temel ilkedir.
8) Herkese eşit hizmet ve farklılıklarımızla, barış içinde
bir arada yaşama ortamına katkı sağlamak hedeftir.
9) Çocuklar, gençler, kadınlar her alanda olumlu ayrımcılığa tabi olmalıdırlar.
10) Engellerimizi sosyal gündelik yaşama katmak insanlık görevidir.
Sn. Özgüven, diğer belediyelerden hiçbir şekilde destek
almadıklarını, açılan davalarda maddi ve manevi olarak
destek göremediklerini belirtti. Dikili’de okul servis araçlarının ücretsiz olduğu, parası olmasa da eğitim almak
isteyen her gence bu imkanı verdiklerini ifade etti. Ayrıca
jeotermal enerji ile Dikili’de ısınma giderlerini minimuma
indirmeyi planladıklarını da öğrendik. Ayrıca ekmeği 25
kuruşa satmalarına rağmen belediyenin ihtiyaçlarının
bu kaynakla sağlandığına özellikle vurgu yaptı. Çünkü
hakkında açılan davanın bir gerekçesi de bu; belediyeyi
zarara uğratmak…Aslına bakarsanız ekmeği 25 kuruşa
satsalar dahi çok fazla kar etmeleri… Diğer bir konuda
eğitim…eğitimin nitelikli olmasına gösterilen bir çabaya
şu uygulama sanırım örnek gösterilebilir; öğrenciler spor
eğitimi öncesi yaklaşık bir saat kitap okumak zorunda…
bir saatlik kitap okumanın ardından spora başlayabiliyorlar… bunun gibi bir dizi güzel örneğin yaşandığı bir
mekan Dikili…Umut ediyoruz ki Türkiye’nin her köşesi
Dikili gibi olsun…Türkiye’nin her köşesi Dikili’de yaratılan
dünya ile boyansın…
Sosyal Belediyecilik ve Dikili Örneği…
1) Amaç insandır. İnsan Merkezdir.
2) Yoksul ve ezilen kesimler önceliklidir.
3) Emeğe, sosyal adalete saygı esastır.
4) Beslenme, su, barınma, eğitim, sağlık, kolektif ulaşım insan hakkıdır.
152
Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ

Benzer belgeler