dosya - TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu
Transkript
dosya - TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu
Eylül - Ekim 2008 Sahibi: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Adına Tores DİNÇÖZ Yayın Koordinatörü: Münür AYDIN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Fetiye AYDIN Yayın Kurulu Hüseyin UĞUR ( Çevre Mühendisleri Odası), Selami YILMAZ (Elektrik Mühendisleri Odası), Hikmet DURUKANOĞLU (Fizik Mühendisleri Odası), Cengiz KILIÇ (Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası), Erkin ALTUNSARAY( Gemi Mühendisleri Odası), Bilge ÖLMEZ (Gıda Mühendisleri Odası), Kerem HALICIOĞLU( Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası), Müfit BEŞER( İnşaat Mühendisleri Odası), Aydın ERDEMİR (Jeofizik Mühendisleri Odası), Okran Tamer YARIM ( Jeoloji Mühendisleri Odası), Koray TOY ( Kimya Mühendisleri Odası), Baran EROĞLU( Maden Mühendisleri Odası), Güler AYYILDIZ ( Makina Mühendisleri Odası), Özden KAYA (Mimarlar Odası), Gonca GENÇ ( Peyzaj Mimarları Odası), Gökçen TAŞKIN( Şehir Plancıları Odası), Nazım Özkan ASAN ( Metalurji Mühendisleri Odası), Mehtap KOÇ ( Orman Mühendisleri Odası), Yıldırım DERYA ( Ziraat Mühendisleri Odası) TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulunda Bulunan Odalar, Şubeler, Temsilcilikler Gemi Mühendisleri Odası Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Fizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Gıda Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi İç Mimarlar Odası İstanbul Şubesi İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Maden Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Metalurji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Meteoroloji Mühendisleri Odası İstanbul Temsilciliği Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Orman Mühendisleri Odası Marmara Şubesi Peyzaj Mimarları Odası İstanbul Şubesi Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Tekstil Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Kapak Fotoğrafı: Ayşen Gürbüz, Halkevleri Fotoğraf Atölyesi / Tuzla 2006 Yapım Organizasyonu: Mimarlık Vakfı İktisadi İşletmesi Tel: 0 212 253 45 35 Basım Yeri: Çizgi Basım Yayın Ltd. Şti. Galipdede Cad. 77 Beyoğlu İstanbul Tel: 0 212 251 83 13 Teknik Hazırlık: Barış EROĞLU - [email protected] TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Yönetim Yeri ve Sekreterya: Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Barbaros Bulvarı Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası Beşiktaş Tel: 0 212 227 69 10 - 127 Faks: 0 212 236 85 28 E-Posta: [email protected] Web: www.ikkistanbul.org 6 8 10 12 14 17 İKK’DAN Bilişim Emekçilerinin Sendikal Mücadelesini Destekliyoruz. Nükleer Silahlara da, Santrallara da Hayır! TMMOB, Dikili Barış Demokrasi ve Emek Şenliğinde Görüş Bildirdi. Tuzla Tersanelerinde İş Cinayetleri Devam Ediyor. . Yeni Rant Alanları Yaratılıyor! 2009 Dünya Alternatif Su Forumu Başlangıç Duyurusu 20 21 22 23 24 28 29 30 32 34 39 TMMOB’DEN TMMOB’nin Yüreği Tuzla’da... Sivas’ı Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız. “Artık Yeter” Diyoruz. AKP’nin Düzeni; Zam Düzeni TMMOB Sanayi Kongresi Sonuç Bildirgesi TMMOB 12 Eylül’ü Yargilamaktadir... İstanbul’da Güngören’de Patlatilan Bombalar İnsanliğa Yapilmiş Bir Büyük Saldiridir Artik Yeter! Doğa Olaylari Afete Dönüşmesin! Nükleer Santral İhalesi İptal Edilmelidir! Bu Ülkede “İş Kazasi”, Artik “ İş Cinayeti”dir TMMOB, TÜBİTAK Yasasindaki Değişiklikleri Sorguluyor. DOSYA Bitkisel Yağların Ekonomi Politiği Gıda Sanayiine Genel Bakış Zeytinyağı Sektör Raporu Organize Sanayi Bölgelerinde Çevre Yönetim Biriminin İşlerliği Tütün ve Şeker Sektörü Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi Kuruluşuna Sektörel Bazda Toplu Bakış İstanbul’da Sanayi Nereye Gidiyor ? Uluslararası Boya, Vernik, Mürekkep Ve Yardımcı Maddeler Sanayi Kongresi Ve Fuarı Dünya ve Türkiye’de Boya Sanayi Türkiye Madencilik Sektöründe Yabancı Sermayenin Yeri Pamuk Tarımına Bakış Dünyada Metalurji Sanayi Türkiyede Metalurjİ Sanayi Kapitalizmin “Sürdürülebilir Kalkınma” Adına Sınırsız Enerji Tüketimi ve Yok Edilen Uygarlık Fındık Üretimi, Ticareti Ve Sanayide Kullanımı 133 139 ANIMSATMA Bu Ne Yaman Çelişki Be Ustam.. Urla’da Antik Zeytin İşliği 142 KİTAP 2008 Kavşağında Türkiye, Siyaset, İktisat Ve Toplum 146 KENTİMİZDEN İstanbul’da Endüstri Mirası 149 KÜLTÜR SANAT Sınır Kenti (Bordertown) 151 SÖYLEŞİ Sosyal Belediyecilik Örneği: Dikili Belediyesi içindekiler 43 50 58 65 69 73 80 84 87 96 109 112 116 122 126 SUNUŞ Merhaba, Bu sayımızın baskıya hazırlandığı dönemde yaşadığımız önemli olayları değerlendirmek istediğimizde belki de ölçü’nün tüm sahifelerini önsöze ayırmamız gerekebilirdi. Sıkışan ülke ekonomisi kriz beklentisine girmiş durumdadır. (aslında adı konmamış ekonomik kriz sürmekte) Fiyatların alabildiğince artmasına rağmen enflasyon oranları çeşitli kalem oyunları ile düşük gösterilerek çalışanların ücret artışları engellenmektedir. Yani çalışanlara gerçek enflasyonun altında ücret artışı verilmektedir. Ama önemli olan çalışanların suskunluğudur, tepkisizliğidir. Çalışanlar her geçen gün alım güçlerinde önemli kayba uğramaktadırlar. Ünlü bir mağazalar zincirinin birkaç kalem gıda maddeleri fiyatlarına bir bakalım. Şubat 2007’de ekmek 0.30 YTL, kabak 0.90 YTL, patlıcan ise 0.90 YTL, aynı ürünler Şubat 2008’de ekmek 0.48 YTL, kabak 3.80 YTL, patlıcan ise 3.5 YTL dir. Hani enflasyon tek haneli idi. Çalı süpürgesi ve pinpon topunun içinde olduğu enflasyon sepetinin sonuçlarının farklı çıkması beklenemez. Bu arada akaryakıt zamlarını da unutmamak gerekir. Türkiye dünyanın en pahalı akaryakıtını kullanan ülkesi. Yani “uyu yavrum ninni uyutayım seni”. Çalışanların kaybı sadece ekonomik değil uzun yıllara dayanan mücadele sonucunda kazanılmış haklarını da tek tek kaybetmektedirler. Ama ne yazık ki yığınlar hala tepkilerini tam olarak gösterememekte sessiz kalmaya devam etmektedirler. Tepki gösterdiklerinde ise; polis terörü ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Asgari ücretli yaşamını nasıl sürdüreceğini düşünürken iktidar milletvekilleri ne ile uğraşıyor biliyor musunuz? Asgari ücretlinin ortalama %19 olan vergi yükünü azaltmak yerine milyonlarca dolar kazanan yerli ve yabancı futbolcuların vergilerini % 15’e 130.000 YTL maaş aşan milli takım antrenörünün vergisini %5’e düşürme gayreti içindedirler. İktidarın sürekli örnek gösterdiği AB ülkelerinde futbolcuların ödedikleri vergi oranının ortalama %40 olduğunu sanırım iktidar milletvekilleri de biliyordur!... çalışanlara zam yapılacağı zaman, eğitim ve sağlık hizmeti verileceği zaman; tüyü bitmemiş yetimin hakkını korumayı hatırlayan iktidar, çok kazanana gelince tüyü bitmemiş yetimin hakkını unutmuşa benziyor. Ama emeklilik yaşı söz konusu olunca iktidar, AB ülkelerini örnek verebiliyor. İktidar, mezarda emeklilik yasasını meclisten geçirmiştir. AB ülkelerinin çoğunda emeklilik yaşının 65 olduğu doğrudur ama sakladıkları bir gerçek var ki oda çalışanların aldığı ücretdir. AB ülkelerinde çalışanlar emekli olmayı beklemeden ev, araba almakta ve her yıl hemen hemen hepsi yurtdışında tatil yapmaktadır. Siz, ülkede insanlara sefalet ücreti olan asgari ücreti vereceksiniz, emeklilik yaşını 65’e çıkaracaksınız bu da yetmezmiş gibi kıdem tazminatına göz dikeceksiniz. Bu iktidar kadar çalışan düşmanı bir iktidarı bu ülke görmedi. Mezarda emeklilik yasası nedeni ile aileler çocuklarını kundakta artist yapma yarışına girmişlerdir. Bunlar arasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de bulunmakta olup oğlunu 65 yaştan etkilenmesin diye çalışıyor göstermiştir. Bu yasaya karşı oluşturulan Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu eylem ve etkinliklerini sürdürmektedir. Bu kapsamda 6 Nisan 2008 günü Kadıköy’de miting gerçekleştirilmiştir. Yasanın geri çekilmesi için mücadeleye etmeye devam edecektir. 1 Mayıs 2008’de aynen 1 Mayıs 2007’de olduğu gibi polis terörü yaşanmış eyleme henüz başlamamış insanlara, DİSK Genel Merkezi’ne, hastanenin acil servisindeki hastalara, siyasi parti il merkezlerine gaz bombaları atılmış İstanbul savaş alanına döndürülmüştür. İnanın polisin olmadığı 1 Mayıs kutlamalarında hiçbir olay çıkmaz, bunu 2007 ve 2008 1 Mayısları bize göstermiştir. 1 Mayıs 1977’deki olaylar bahane edilerek Taksim işçilere yasaklanmıştır. Halbuki 1 Mayıs 1977’de olayı başlatan kişiler, görgü tanıklarının ifadelerine göre sivil polislerdir. Son iki yılda yaşanan olayların bir benzeridir 1977’de yaşanan. 1Mayıs’ta işçilere yasaklanan Taksim meydanı topçuya, popçuya, polis kutlamalarına ve dinci gösterilere açılmaktadır. Bu bir ikiyüzlülüktür. Bir yılı aşkın süredir ben yazmaktan bıktım ama onlar hala bıkmadılar, iktidar partisinin il başkanı gibi davranan vali ve pala bıyıklı emniyet müdürü İstanbul’a daha fazla zarar vermeden bu görevi bırakın. Ya Başbakana ne demeli ayaklar baş olunca kıyamet koparmış. Gerçekten çok haklı Başbakan. Türkiye bugün bu süreci yaşamaktadır. Ayaklar baş olmuş ve kıyamette her fırsatta koparılmaktadır. Çünkü bu kadro bu ülkeye yakışmamaktadır. DİSK’în öncülüğünde direngen bir tavır sergileyen sendikaları da kutlamak gerekmektedir. Başbakanı eleştiren yurttaşlar başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmaktadırlar. Bu nasıl bir anlayıştır, 4 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ SUNUŞ burası demokrasi ile yönetilen bir ülke mi, yoksa polis devleti mi? İnsanlar; iktidar yandaşlarının yazmış olduğu gazete haberlerine dayanarak saçma sapan gerekçeler ile gece 04:00’da gözaltına alınmaktadırlar. Neden 04:00’de yaparlar bunu hiçbir mantıklı açıklaması olduğunu sanmıyorum. 80 yaş üzerindeki ülkenin en ünlü gazetecileri arasında yer alan İlhan Selçuk’a bu davranışın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Geçmiş olsun İlhan Selçuk, sana 12 Mart döneminde işkence yapanlar tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar ama sen bu ülkenin en önemli yazarısın. Sana bu muameleyi yapanlar da diğerleri gibi unutulacaklar. Ama senin yazıların(son yıllarda büyük çoğunluğuna katılmasam da) sonsuza kadar yaşayacak. İyi ki varsın, iyi ki bu ülkenin muhalif yazarları var. Tuzla tersanelerdeki iş cinayetleri devam etmektedir. 2000-2008 yılları arasında hayatını kaybedenlerin sayısı 60’a dayanmıştır. Limter-İş Sendikası, meslek odaları ve akademisyenlerden oluşan Tuzla Tersanelerini İzleme ve İnceleme Komisyonu Aralık 2007’de çalışmalarını tamamlayarak raporunu açıklamıştır. Tuzla’daki iş cinayetlerini araştırmak üzere kurulan Meclis araştırma komisyonu; ölümlere mazeret aramak yerine ölümlerin nedenlerini araştırıp, ölümlerin önlenmesi için yapılacakları kamuoyuna açıklamalıdır. Ayrıca bu komisyonun kurulması için neden 8 yıl beklendiğinin de kamuoyuna açıklanması gerekmektedir. Bu dönemde mecliste kabul edilen bir yasa ile bine yakın alt kademe belediyesi kapatılıp, bir kısmı mevcut ilçe belediyelerine bağlanırken bir kısmı da yeni kurulan belediyelere bağlanmıştır. Bunun gerekçeleri kamuoyuna tam olarak açıklanmamıştır. Acaba iktidar partisi bu operasyon ile kazanamadığı beldelerdeki belediyeleri kazanmak için mi bu yola gitmiştir? Bu konunun ve gerekçelerinin de açıklanması gerekmektedir. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü TMMOB birimlerinin içinde bulunduğu panel, müzik dinletisi gibi etkinliklerle kutlandı. Ayrıca Kadıköy’de düzenlenen mitinge üyelerimiz katılmışlardır. Emekçi kadınlarımız, emekçi kadınlar gününüzü tekrar kutlarım. TMMOB olarak iş kazasında kaybettiğimiz Gülseren Yurttaş’ın davasının takipçisiyiz. 30 Nisan 2008 günü yapılan duruşmaya TMMOB İstanbul Birimleri katıldılar. Delilerin toplanması için gelecek duruşma 11 Temmuz 2008 tarihine ertelendi. Bu davayı, TMMOB izlenmeye devam edecektir. Geçtiğimiz günlerde gelen bir haber Yayın Kurulumuzu yasa boğdu. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Ölçü Yayın Kurulu Üyesi Hüseyin Duran arkadaşımızı kaybettik. Acımız sonsuzdur. Çalışkan bir arkadaşımızı kaybettik. Yayın Kurulumuz eksikliğini her zaman hissedecektir. Onun boşluğunu kapatmak çok zor olacaktır. TMMOB üyelerinin, ailesinin ve hepimizin başı sağ olsun. Anısı her zaman rehberimiz olacaktır. Işık içinde yat Hüseyin Duran bayrağını her zaman taşıyacağız. 2009 yılının Mart ayında Türkiye 5. Alternatif Dünya Su Forumu’na ev sahipliği yapacak. 5. Dünya Su Forumu İstanbul’da dünya su politikalarını tartışmak üzere toplanacaktır. Enerji, inşaat ve su başta olmak üzere pek çok şirketin içerisinde yer aldığı forumunun esas gündemi, Türkiye’deki su kaynaklarının, baraj vb. yatırımların özelleştirme ve piyasaya açılması olacaktır. Uluslar arası olarak yapılacak olan forumda; ülkemizde ve dünya da suyun yaşam hakkı olduğunu ve satılamayacağını haykıran örgütler de biraraya gelecektir. Paneller, atölye çalışmaları, basın açıklamaları ve kitlesel eylemlerle gerçekleştirilecek olan forumunun 3. hazırlık toplantısı yapılmıştır. Gelecek iki sayımızın konularını sanayileşme ve su olarak belirledik bu konularda çalışması bulunan üyelerimizin yazılarıyla bize katkıda bulunmalarını bekliyoruz. Gelecek sayımızda buluşmak dileğiyle, Münür Aydın Yayın Editörü Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 5 İKK’DAN BİLİŞİM EMEKÇİLERİNİN SENDİKAL MÜCADELESİNİ DESTEKLİYORUZ. 28 Temmuz 2008 tarihinde TMMOB İsatanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz, IBM Türk’deki bilişim emekçilerinin sendikal mücadelesini desteklemek amacıyla basın açıklaması yaptı. Bilişim sektörü yeni sayılabilecek bir alan olmasına karşın yaşadığımız dönemde önemini en fazla artıran ve üretim süreci içerisine en fazla nüfuz eden disiplin olma özelliğini de taşımaktadır. Bilişim, sektör olarak dünya ölçeğinde çok büyük bir yere sahipken, ülkemiz ölçeğinde de henüz yeni denilebilecek bir zaman diliminde hızla yayılmaktadır. • Zaten yeterince olmayan haklarının her geçen gün tırpanlanması, • Kapitalist tekelci şirketlerin ucuz işgücü amacıyla ve sömürmek üzere Türkiye‘de şubeler açıp istihdam bahanesiyle Hindistan benzeri bilişim sömürgesi yaratma girişimleri, Bilişim sektörünün, günümüzde enerji sektörü ile birlikte en stratejik ve ekonomiye en fazla getiri sağlayan sektör olduğu tartışmasız kabul edilmektedir. Ancak artan bu önemine karşın bilişim sektörü; altyapı üzerinden sunulan hizmetleri ön plana çıkartan stratejilerin yokluğu, bilinçli teknoloji kullanımının olmayışı, yeni teknolojiler üretilmemesi, teknolojik gelişmelerin toplumsal faydaya dönüştürülmemesi, meslek alan tariflerindeki eksiklikler, çalışma koşullarında var olan olumsuzluklar ile bir sorunlar yumağına dönüşmüştür. • Bilişim politikaları oluşturulurken; öncelikli üzerinde durulması gerekenin kamu ve halk yararını, emeği ve mesleği, emek ve mesleğin sahibini gözetmek olması gerekirken sermaye sözcülüğü yapan STK ve siyasal iktidarlar tarafından sermayeyi ve piyasayı korumaya yönelik politikaların üretilmesi, Bu sorunlar yumağının ise en önemli dinamiği, bu alana ilişkin standartların belirlenmemesi, alana ilişkin politikaların ve denetim mekanizmalarının yetersizliği, mevcut belirlemelerin ise bu alanın asli unsurlarının iradesi dışında yapılıyor olması olarak nitelendirilebilir. Bu durumun en büyük nedeni ise, başta bu alanda çalışanların özellikle teknik kadrolar olan mühendislerin örgütsüzlüğüdür. • Fazla mesai gibi nedenlerle olması gerekenden fazla çalıştırılan emekçilerin sosyal, kültürel ve özel hayatlarının kalmayışı vs. Bu olgular, bilişim emekçilerinin, bilişim devrimi yalanıyla birlikte sömürülmelerini artırmış, sorunlarını çoğalmıştır. • Bilişim sektörü sorunlarına yönelik olarak sadece sömürüyü arttıracak çözümler üretilmesi ve emekçilerin sorunlarının görmezden gelinmesi, sorunlarıyla karşı karşıya bulunan bilişim emekçilerinin örgütlenmesi bu sorunların çözülmesi açısından oldukça önemlidir. 2008 yılı içinde IBM Türk bünyesinde çalışan bilişim emekçilerinin giriştiği sendikal örgütlenme bu sorunların gün ışığına çıkmasını sağlaması ve bir kısmına ilk elden çözüm araması açılarından büyük önem taşımaktadır. Özellikle; IBM Türk’de Ne Oldu? • Ücret dağılımındaki adaletsizlikler, emeğinin karşılığını alamama 6 5 senedir maaşlarına zam alamayan 400’e yakın IBM Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN Türk bilişim çalışanı, bu sorunu gidermek için IBM Türk yönetimiyle görüşerek hak arayışına girişti. Görüşmeler sırasında çalışanlardan yana tavır alan, bölüm müdürü pozisyonunda senelerce çalışmış olan Endüstri Mühendisi Can Özler işten çıkarıldı. Yaşanan bu tatsız olayın ardından bilişim çalışanları, bir süredir tartıştıkları sendikalaşma süreçlerini hızlandırarak TezKoop İş sendikasına başvurdu. Tez Koop İş sendikasına üye IBM Türk çalışanları toplu sözleşme haklarını savunmak üzere sendikalarıyla birlikte Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘na yetki başvurusunda bulundular. (IBM Türk çalışanlarının %50‘sini mühendisler oluşturmaktadır.) Çalışma Bakanlığı 209 IBM Türk çalışanının (26 Mart 2008 tarihindeki üye sayısı) noter kanalı ile yapmış olduğu üyelik başvuru bilgilerini doğruladı, onayladı ve 11 Haziran 2008 tarihinde IBM Türk‘ü bilgilendirdi. (Şu anda sendikalı çalışan sayısı 300’e yaklaşmış olup bu sayı kapsam dışı personel dışında ¾’lük bir oranı aşmıştır.) Ancak IBM Türk yönetimi Toplu Sözleşme ve Grev haklarını geciktirmek için 17 Haziran 2008 tarihinde “ Yeterli üye çoğunluğuna erişilmemesi ve sendikanın yer aldığı işkolunun uygun olmaması gibi “Gerçek dışı ve zorlama” gerekçelerle itirazda bulundu. Tez Koop İş sendikası Bakanlık‘tan yetkiyi almış olmasına karşın IBM Türk yönetiminin itirazı üzerine şu an mahkeme süreci başlatılmış olup ilk duruşma 30 Temmuz 2008 Çarşamba günü gerçekleşecektir. Konuyla ilgili olarak, IBM Türk bilişim çalışanlarına destek vermek ve bu süreci beraber örgütlemek için Şubemiz yönetim kurulu üyeleri çalışanlarla bir araya geldi. Konuyla ilgili değerlendirmeler yapılırken bundan sonraki süreçte yapılacaklar ortaklaştırıldı. Özellikle ücretli mühendislerin ve işçilerin ortak sendika mücadelesini başlatmaları ve Bilişim Emekçilerinin Sendikal Örgütlülüğünün sağlanması açısından bu sürece müdahale etme kararı alındı. ve demokrasi mücadelelerini sürdürmelerinden geçmektedir. Bu örgütlü mücadelede TMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu olarak, Bilişim emekçilerine yol gösterecek nitelikteki IBM Türk emekçilerinin sendikal hareketlerini destekliyor ve emek mücadelesinde yanlarında olduğumuzu kamuoyuna duyuruyoruz. TMMOB İstanbul İKK olarak, IBM yöneticilerinin toplu sözleşme yetkisine itirazıyla 30 Temmuz Çarşamba günü, saat 10:30‘da, Sirkeci Adliyesi 7. İş mahkemesinde başlayacak dava sürecinin yakın takipçisi olacak, bilişim emekçilerinin güvenli bir gelecek için başlattıkları sendika mücadelesinde yan yana yürüyecektir. Bütün emek dostlarını da bu örgütlenme çalışmasına ve hak arama mücadelesine destek vermeye çağırmaktadır. TMMOB İSTANBUL İL KOORDİNASYON KURULU Türkiye‘deki emek hareketlerinin, iktidarın tüm yok etme çabalarına karşın yeniden hareketlendiği günümüzde, sermayenin ve kapitalist tekelci şirketlerin etkisinin ciddi anlamda hissedildiği bir alan olan bilişim sektöründe; böyle bir örgütlenmenin tüm sektöre yayılması emekçilerin bilinçlenmesinde önemli bir başarı sağlayacaktır. Bilindiği üzere emekçilerin haklarını edinmelerinin tek yolu örgütlenmeleri ve örgütlü bir şekilde bağımsızlık Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 7 İKK’DAN NÜKLEER SİLAHLARA DA, SANTRALLARA DA HAYIR! 6 Ağutos 2008 günü Nükleer Karşıtı Platform adına TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz, Hiroşima ve Nagasaki anması için basın açıklaması yaptı. 6 Ağustos 1945 yılında, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atılmasının 63. yıldönümünde İstanbul NKP tarafından Galatasaray Lisesi önünde Saat: 11:00’de basın açıklaması yapıldı. İstanbul NKP adına Küçükçekmece Sinoplular Derneği’nden Adnan Çakar’ın açış konuşmasıyla başlayan basın toplantısı TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz’ün basın metnini okumasıyla son buldu. Kalabalık bir basın-yayın kuruluşunun izlediği basın açıklamasının tam metnini ayrıntılarda bulabilirsiniz. 63 yıl önce bugün Hiroşima‘ya 15.000 ton patlayıcı gücüne sahip bir atom bombası atıldı. Üç gün sonrasında ise bu sefer Nagasaki‘ye 22.000 ton patlayıcı gücüne sahip bir bomba atıldı. Bu bombalar bir yıl içerisinde 210 bin kişinin ölümüne sebep oldu. Beş yıl sonra bombaların etkileri sonucu ölenlerin sayısı 350 bini bulmuştu. Radyasyon nedeniyle toprağın ve suların zehirlenmesi sonucunda bölgedeki canlı hayatı yok oldu ve etkileri nesiller boyu sürdü. Bugün hala bölgede çok sayıda kanser vakası görülüyor. 50 milyon insanın ölümüyle 35 milyon insanın sakat kalması ile sonuçlanan 2. Dünya Savaşı ayıbı içinde, Hiroşima ve Nagasaki ayrı bir trajedi olarak yer alıyor. Geçen 62 yıla baktığımızda değişen bir şey olmadı. Bugün nükleer silah sahibi devletler silahlarını azaltmak yerine daha çok silahlanma yoluna gidiyor. Şu anda dünya üzerinde 30 bin adet nükleer silah bulunuyor, bunların 11 bini ABD‘ye 14 bini Rusya‘ya aittir. Diğer nükleer silah sahibi ülkelerse Çin 400, Fransa 350, İngiltere 200 ve Hindistan 35, Pakistan 50 ayrıca İsrail‘de de 200 adet nükleer bomba bulunuyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarının bahane edilmesiyle ABD, Fransa ve İngiltere gibi bazı ülkeler nükleer silahlarını 8 daha etkin bir şekilde kullanabilmek için yeni teknolojiler geliştiriyor. Ayrıca bu ülkeler, nükleer silahlara dair politikalarını bu silahları çatışma halinde istedikleri zaman kullanabilecek biçimde değiştiriyor. ABD nükleer silahlar için yılda yaklaşık 35 milyar dolar harcıyor, 825 milyon insanın aç kaldığı, yılda 12 milyon çocuğun açlıktan öldüğü bir dünyada 35 milyar doların nükleer silahlara ayrılması, 900 milyon doların silahlanmaya ayrılması yaşam ve ölüm arasındaki tercihlerin ölümden yana kullanıldığını net olarak gösteriyor. Günümüzde üretilen nükleer silahlar Hiroşima‘nın 13 katını yaratabilecek güce sahip. Bugünkü nüfus yoğunluğu da göz önüne alındığında bu silahların kullanımı milyonlarca insanın ölümüne neden olabilir. Nükleer silahların yanında nükleer maddeler çeşitli silahların yapımında da kullanılıyor. Vietnam‘da ABD tarafından Saruc gazı, Napalm bombaları ve kimyasal silahlar kullanıldı. Kitle imha silahları bulundurduğu gerekçesiyle Irak‘a saldıran ABD körfez, Afganistan ile Irak‘ta kimyasal silahlar ve seyreltilmiş uranyum kullandı. İşgal sonucunda Afganistan‘da 10 bin; Irak‘ta ise 100 binden fazla sivil öldü. ABD şu anda kendi toprakları dışında nükleer silah depolayan tek ülke. Çeşitli Avrupa ülkelerinde 480 adet nükleer silahları bulunuyor. Bu silahların 90 tanesi ise Türkiye‘de, İncirlik Üssü‘nde. Ayrıca Avrupa‘nın diğer ülkelerinde bulunan silahların bir bölümünün de ABD tarafından yeni tehdit olarak görülen Ortadoğu‘ya yakınlaştırılması söz konusu. Özellikle İncirlik Üssü ile ilgili alınan Bakanlar Kurulu kararı, bu silahların Türkiye‘ye kaydırılması endişelerini artıyor. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN Küresel güvenlik ve bölgesel istikrarı tehlikeye sokan bu tür adımlara karşı hükümeti uyarıyor, daha fazla nükleer silahların sokulmamasını, var olanlarının da derhal çıkarılmasını istiyoruz. Nükleer gücün zararları sadece bombalar sınırlı değildir, madalyonun diğer yüzünde ise nükleer santralların yarattığı tehlike var. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu‘nun verilerine göre 1944-2001 yıllarında en az bir kişinin yüksek dozda radyasyona maruz kaldığı 420 kaza meydana gelmiştir. Bu kazaların altı tanesi nükleerdir ve en bilineni olan Çernobil‘de, üç milyon insan hayatını yitirmiştir. Bu Hiroşima ve Nagasaki‘de ölenlerin altı katıdır. Bugün hala Çernobil‘in etkileri bölgede sürüyor. Bugün Karadeniz Bölgesi‘nde yaşanan kanser vakalarının kayıtlarının tutulmaması bu konuya karşı hükümetlerin kayıtsız tutumlarını sergiliyor. Japonya‘da son on yılda meydana gelen sekiz kaza, riskin eski teknoloji ve insan hatası iddialarıyla açıklanamayacağını gösteriyor. Dünyada, özellikle gelişmiş ülkelerde Pazar bulmakta zorlanan nükleer lobi, kırk yıldır açılan tüm ihalelerde başarısız olmuşsa da bugün Türkiye‘yi hedef seçmiştir. 2012-2017 yılları arasında üç nükleer santral kurulması planlanmaktadır. Her bir santralın maliyeti 3- 3,5 milyar dolardır. Bu kadar pahalı ve riskli bir enerjiye ihtiyacımız yoktur. AKP hükümetin bu lobilere değil halkın sesine kulak vermesini ve ülkemizi herhangi bir nükleer maceradan uzak tutmasını istiyoruz. Türkiye’nin nükleerden arınmış bir bölge olmasını talep ediyoruz. Hiroşima ve Nagasaki kurbanlarını andığımız bugün, orada yüz binlerce insanın ölümüne ve canlı hayatın sona ermesine neden olan savaş ve nükleer gücün artık hayatımızda yeri olmadığını bir kez daha dile getiriyor, savaş ve nükleerden arınmış bir dünya istiyoruz. Nükleer Silahlara da Santrallara da Hayır! İSTANBUL NÜKLEER KARŞITI PLATFORM Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 9 İKK’DAN TMMOB, DİKİLİ BARIŞ DEMOKRASİ VE EMEK ŞENLİĞİNDE GÖRÜŞ BİLDİRDİ. SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNE HAYIR PLATFORMU DA ŞENLİĞE KATILARAK DESTEK VERDİ. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu bileşenleri olarak İstanbul’dan 32 kişi ile İzmir Dikili Barış, Demokrasi ve Emek şenliğe katıldık. 29 Ağustos 2008 Cuma günü gerçekleştirilen Temiz Sağlıklı Çevre ve Su İnsan Hakkıdır başlıklı ilk oturumda TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz oturumu yönetti. Kanada Blue Planet Ptoject’den Mari Spirito, Hollanda Transnational İnstitute ve Corporate Europe Observatory’den Satako Hoedeman katıldı. Dünyada özelleştirmeye karşı verilen su mücadelesini detaylı olarak aktaran konuşmacıların bilgilendirmesinin ardından Dikili Belediye Başkanı yapmış İlçede yapmış oldukları çalışmalardan ve planladıkları çalışmalardan detaylı olarak bahsetti. Suyun Ticarileştirilmesinin, metalaştırılmasının insan haklarına aykırı olduğu, suyun metalaştırılmasının önüne geçmek gerektiğine vurgu yapıldı. 23 yıl önce başlayan ve bu yıl 13.sü gerçekleşen Dikili Barış Demokrasi ve Emek Şenliğinde bu yıl ana tema “Dikili’den Demokrasi Çığlığı” olarak belirlendi.26 Ağustos 2008 günü başlayan şenliğin 5. gününde “Yeni Sos- 10 yal Güvenlik Yasası Çalışma Hayatımız ve Sendikalar” konulu panelde konuşmacı olarak DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, HAK-İŞ Genel Sekreter Yardımcısı Mustafa Paçal, KESK Genel Başkanı Sami Evren, TMMOB II. Başkanı Nail Güler, TTB Genel Başkanı Prof. Dr. Gencay Gürsoy yer aldılar. TMMOB Yönetim Kurulu II. Başkanı Nail Güler, panelde TMMOB örgütlülüğü, TMMOB ilkeleri ve çalışma anlayışını belirterek emek ve meslek örgütleriyle birlikte yürütülen SSGSS yasasına karşı eylem birlikteliğinden bilgiler verdi. Nail Güler konuşmasında “TMMOB, dünyanın, ülkemizin, insanımızın ve üyelerimizin içinde bulunduğu bugünkü koşullarda, bir meslek örgütüne, bir mesleki demokratik kitle örgütüne düşen görevlerin güçlüğü, büyüklüğü ve bunlara karşı sorumluluklarının bilincinde olarak hareket ediyor. Temel ilkelerimiz ve çalışma anlayışımız doğrultusunda AKP hükümetince çıkarılan yeni Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasasına karşı da emek-meslek örgütleri ile güç birliği yaparak yoğun bir mücadele yürüttük. TMMOB olarak, 5510 sayılı SSGSS Yasası Meclis’te görüşülürken, “aldatmaca bir reforma değil, sosyal güvenlik alanında gerçek bir düzenlemeye Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN ihtiyaç bulunduğunu” sık sık vurguladık. Çıkartılan yasa, önemli hak kayıplarına yol açtığı gibi, sağlık alanını da tamamen özel sektöre bırakmayı hedefliyor. IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda hazırlanan bu yasa, sosyal devlet anlayışının tasfiyesi anlamındadır. Bu Yasa, halkımızın sosyal güvenlik haklarının geriye götürülmesi, özel emeklilik sistemleri getirilerek geleceğimizin piyasaya emanet edilmesi, emekliliğin hayal haline gelmesi, sağlık alanının tümden ticarileştirilmesi, parası olmayanın sağlık hizmetlerinden yararlanamaması anlamına gelmektedir. Yasa gündeme geldiği andan itibaren, emek-meslek örgütleri, sendikalarla ve demokratik kitle örgütleriyle bir arada, birçok eylem gerçekleştirdik. Yüzlerce basın açıklaması yaptık, yüz binlerce bildiri dağıttık, referandum yaptık, yürüyüşler yaptık, iş bırakma eylemi yaptık, mitingler düzenledik. Duymayan kulaklar duysun, görmeyen gözler görsün istedik ama AKP Hükümeti bizlerin taleplerini duymazdan geldi ve “Ben yaptım oldu” anlayışıyla yasayı kendi bildiği gibi çıkarttı.” dedi. Nail Güler, AKP hükümetinin mühendis, mimar, şehir plancılarının çalışma yaşamlarına ve örgütlerine müdahale girişimlerinden bilgiler verdi. TMMOB çalışma programından çalışma alanları ve mücadele alanlarından alıntılarla sürdürdüğü konuşmasını “Çalışma programında belirttiğimiz gibi; TMMOB, mühendislerin, mimarların, şehir plancılarının sorunlarının halkın sorunlarından ayrı tutulmayacağı, sorunlarının çözümünün büyük ölçüde emekçi sınıfların sorunlarının çözümünde yattığı gerçeğini ifade eder. Bu ifade gereği, TMMOB, kendi meslek alanları ile ilgili olarak ülkemizdeki siyasal sistemi tüm yönleri ile sergilemeye çalışır ve emekten ve demokrasiden yana olanlarla ortak mücadele eder. TMMOB bu yöndeki çalışmaların emek ve demokrasi güçleri ile birlikte yürütüleceğinin bilincindedir. TMMOB, içinde bulunduğumuz bugünkü koşullarda, bir mesleki demokratik kitle örgütüne düşen görev ve sorumluluklarının bilincinde olarak mücadeleye devam edecektir.” diyerek tamamladı. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 11 İKK’DAN TUZLA TERSANELERİNDE İŞ CİNAYETLERİ DEVAM EDİYOR. Tuzla’da yaşanan iş kazaları ve 11 Ağustos 2008 günü yaşanan iş kazası nedeniyle İstanbul Tabip Odası ve DİSK Limter İş Sendikası ile ortak basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasını TMMOB İstanbul İKK adına Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İlter Çelik okudu. Basın açıklamasında İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe, İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Oğan, Gemi Mühendisleri Odası Genel Sekreteri Erdal Kılıç görüş bildirdiler. Basın açıklamasını yayınlıyoruz. Tuzla Tersanelerinde iş cinayetleri devam ediyor. Dün yaşanan iş cinayetinde yaşamını yitiren işçi arkadaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralananlara acil şifalar diliyoruz. Tuzla’da faaliyet gösteren Gemi İnşa Sanayi ve Ticaret A.Ş. (GİSAN) Tersanesi’nde üç işçinin yaşamını yitirdiği bir iş cinayeti yaşandı. örgütleri tarafından yapılan uyarılara rağmen hala bu cinayet gibi kazaların yaşanıyor olması düşündürücüdür. Tuzla’da yaşanan ölümlere karşın hiç ders alınmadığını yine kaza ve ölümler ortaya koydu. Tersanede bir geminin kurtarma filikasını (CAN SALI)’nı test etmek için, kum torbaları yerine işçiler kullanıldı. GİSAN Tersanesi’nde inşası tamamlanan 12500 gtonluk ‘Panama’ bandıralı TURQUOISE-T adlı tanker, denetimlerden sorumlu olan ve Fransız Loydu olarak bilinen Bureau Veritas firması tarafından test edilmekte idi. Bu testlerden biri olan kurtarma filikasının serbest düşme (free fall) testinde facia yaşandı. Kurtarma filikasının düzeneğindeki bir hatadan ötürü gemiye çarpması ve kontrolsüz düşmesi sonucu camları patladı ve içine su doldu. İçinde test amaçlı ağırlık olarak kullanılmak üzere emniyet kemerleri bağlı halde oturan 19 işçiden 3’ü öldü, 16’sı yaralandı. Daha geçtiğimiz hafta 2 kişinin yaşamını yitirdiği Tuzla Tersanelerinde, bu olayla birlikte son dönemde 106 işçi yaşanan kazalarda ölmüş oldu. Ağırlık testinin kum torbasına bağlı simülasyon düzenekli araçlarla yapılması gerekirken, insanların kum torbası olarak kullanılmaları ülkemizde insan hayatının ne kadar değersizleştirildiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Tabip Odası ve diğer meslek ve emek Şimdiye kadar sürekli işçilerin eğitimsizliğini kazaların bahanesi olarak ileri süren tersane yöneticileri, bu kaza- 12 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN nın hem de bir denetim ve test işlemi sırasında meydana gelmesini nasıl açıklayacaklar. Sorumlu yöneticilerimizin (Başbakan, Bakanlar, Denizcilik Müsteşarı) dünyada benzer örneklerinde yapılması gerektiği gibi sorumluluğu üstlenmesi ve en azından soruşturmanın ve gelecekteki düzenlemelerin selameti için istifa etmeleri gerektiği ortadadır. Tuzla Tersaneler bölgesinde, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği konusunda ciddi bir yapılanma olmadığı, çalışma sistemindeki taşeronluk yapısı değişmediği, yöneticiler dahil tüm çalışanların bilinçleri artırılmadığı, bağımsız denetim kurumları oluşturulmadığı sürece ölümlerin önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Tuzla’da ve kaza riski yüksek tüm çalışma alanlarında Meslek Odalarının ve sendikaların içinde yer aldığı bağımsız ve yaptırım gücü olan denetim kurumları oluşturulmalıdır. İşyerlerindeki işçi sağlığı ve iş güvenliği gereği yapılması gerekenler periyodik olarak bu bağımsız denetim kurumları tarafından denetlenmelidir. TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Tabip Odası ve DİSK Limter İş Sendikası olarak bu bağımsız denetim kurumlarında görev almaya hazırız. Bir kez daha son iş cinayetinde yaşamını yitiren işçi arkadaşlarımızın ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralananlara acil şifalar diliyoruz. Saygılarımızla TMMOB İSTANBUL İL KOORDİNASYON KURULU İSTANBUL TABİP ODASI DİSK LİMTER İŞ SENDİKASI Mühendislikte, Mimarlıkta arlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 13 İKK’DAN YENİ RANT ALANLARI YARATILIYOR! Sulukule’de gerçekleştirilen yıkımlara karşı Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına Tores Dinçöz, Mücella Yapıcı, İstanbul Tabip Odası’ndan Özdemir Aktan, Hüseyin Demirdizen ve Sulukule Roman Kültürünü Geliştirme. ve Dayanışma Derneği Başkanı Şükrü Pündük gerçekleştirdi. Basın açıklamasını aşağıda yayınlıyoruz: Tarih ve kültürü yok etme pahasına yeni rant alanları yaratıyorlar! “Bizi komşularımızdan, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan ayırıyorlar. Evimizden koparıyorlar, kültürümüzden ayırıyorlar, asimile ediyorlar, soykırım yapıyorlar.” KENTSEL (RANTSAL) DÖNÜŞÜM PROJELERİ BÖLGE İNSANLARINA YENİ SORUNLAR ÇIKARARAK MAĞDURİYETLERİNİ ARTIRIYOR. “Sulukule”: Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerine ait Yer altı ve üstü tarihi mirası ve özellikleri ile sit alanı ve koruma kapsamında (yer altı su kanalları, surları, bölgede tescil edilmiş konutlar ve diğer yapılar, sokaklar vb.) ve özgün bir tarihsel-kültürel dokuya sahiptir.” Semt sakinlerinin geçmiş yıllardan bu yana temel sorunu “yoksulluk, işsizlik, sağlıklı alt yapı ve üst yapı olanaklarına sahip olamamak, sağlık hizmeti ve eğitime” ulaşamamak iken, “kentsel yenileme” süreci neticesinde bu so14 runlara bir de “barınma, sağlıklı yaşama, sosyal-kültürel değerlerini yitirme ve yok olma sorunu” eklenmiş bulunmaktadır. Bu mahallede insanların hayatının iyileştirilmesi için bu konularda eşzamanlı önlemler alınmasına, çözümler geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu sorunlardan her biri diğerini karşılıklı olarak tetikliyor ve daha da ağır hale getiriyor. Şöyle ki; “Kentsel yenileme” uygulamaları sonucunda barınaksız kalma ve kültürlerini yitirme, yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan semt insanları adeta “deprem sonrası travma” durumunu yaşamaktadır. Duygularını ve ruh hallerini yansıtması açısından bir cümlelerini sizlerle paylaşmak istiyoruz. “Bizi komşularımızdan, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan ayırıyorlar. Köyümüzden koparıyorlar, kültürümüzden ayırıyorlar, asimile ediyorlar, soykırım yapıyorlar.” Yaptığımız değerlendirme sonucunda bir kere daha görülmektedir ki: Sulukule’de hala büyük çoğunluk son derece ağır koşullarda yaşamaya devam etmektedir. Evlerde tekrar oturmayı olanaksız kılmak için, evlerin ya camları kırılmış yada çatılar yarım yıkılmıştır. Buna rağmen bu koşullarda dahi gelir düzeyi son derece düşük olan bu aileler bu evlerde barınmaya devam etmektedir. Bunun dışında evleri yıkılan aileler yaşamlarını yakınlarının evinde geçirmekten dolayı yaşam koşulları daha da zorlaşmıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN Sulukule halk sağlığını direk olarak etkileyen ve salgın hastalıkların en önemli etkeni olan susuzlukla baş başa bırakılmıştır. Sulukule’nin suları hiçbir gerekçe göstermeden kesilmekte, borçları olan aileler ise borçlarını ödeseler bile sularının açılmayacağı açıkça söylenmektedir. Dolayısıyla halk, su ihtiyaçlarını kaynağı belirsiz yerlerden karşılamaktadır. davalara rağmen evrensel tüm koruma ve yenileme kurallarına ve koruma amaçlı imar planına aykırı bulunan Sulukule Yenileme Projesi; Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 2.11.2007 tarih 20 sayılı kararı ve Fatih Belediyesi’nin 10.12.2007 tarih ve 2007/156 sayılı meclis kararı ile onaylanmıştır. Ayrıca bu kentsel dönüşüm projesinin ortaya çıkışından itibaren Sulukule’nin kanalizasyonları düzenli olarak tıkanmakta ve belediye bu konuya kayıtsız kalmaya devam etmektedir. Bazı evlerin kanalizasyon gider borularını sokağa vermek zorunda olması susuzlukla birleşince halk sağlığını ciddi bir biçimde tehdit etmektedir. • Koruma Kurulu kararları beklenilmeden tescilli yaklaşık 25 (2 tanesi belgelenmiş) evle birlikte çok sayıda evin yıkılmış olduğu, Sulukule’de yürütülen bu kentsel dönüşüm projesi kelimenin tek anlamıyla kentsel ölüm projesi haline dönüşmüştür. Gerçekleştirilen yıkımların ortadan kaldırılmaması ve molozların çocukların oyun alanı haline gelmesi orada yaşayan ve oynayan çocukların fiziki yaralanmalarına olanak tanıyacak ortamı yaratmaktadır. Unutmamak gerekir ki barınma duygusu, kişinin gelişim çağında en önemli unsurlardan biridir. Dolayısıyla yapılan bu çalışma orada yaşayan gelişim çağında olan gençlerin endişe duygusunu artırmakta ve güven duygusunun oluşmasını engellemektedir. Sonuç olarak, mevcut sosyal, tarihsel ve kültürel dokuyu yok sayarak kenti pazarlanabilir bir mal haline getiren kentsel dönüşüm projeleri toplumsal travmalara yol açmaktadır. Bu projelerde bir tarafın rantı için diğer taraf görmezden gelinmekte ve hatta sağlıklarını ciddi bir şekilde tehdit edecek kadar ileri gidilmektedir. • Bölgede yaşayan vatandaşların son yıllarda giderek artan oranda yaşam biçimlerine, kültürel ve sosyal alışkanlıklarına müdahale edildiği, temel çalışma ortamları olan müzik ve eğlence mekanlarının kapatıldığı, çalışma haklarına müdahale edildiği, koşullarının güçleştirildiği, ayrımcılığa tabi tutuldukları, örselendikleri dışlandıkları, bazı müzisyenlerin yıllardır işlerini yapamadıkları anlaşılmıştır. Ayrıca; • Son aylarda pek çok vatandaşın belediye görevlileri ve bazı çevrelerin (ayrımcı / ticari maksatlı) çıkar beklentisi doğrultusunda mağdur edildiklerine ilişkin yakınmaların olduğu, • Bölgenin kamulaştırılacağı söylenerek (belediye mahallede 500 lira /m2 önermiş. Ancak 2.-3. kişiler 10001500 lira/m2 vererek bazı binaları satın almışlar. Sonra belediyeye 50 liraya devrederek yeni projeden hak sahibi olmuşlar) evlerin bir an önce satılması, elden çıkarılması için kendilerine baskı yapıldığı, • Bu el değiştirmeler sonucu bazı insanlara haksız kazanç sağlandığı, tapu kayıtlarının incelenmesi sonucu bu durumun açık olarak görülebileceği iddiaları dile getirildi, Temel sorunlar: 1- Dünya kültür mirası listesinde yer alan; Kentsel ve Tarihi Sit, Kentsel ve Arkeolojik Sit ve 1. Derece Arkeolojik Sit alanı olan Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı kapsamında bulunan bölge; evrensel koruma ve kuralları ile Anayasaya aykırılıklar taşıyan 5366 sayılı yasa kapsamında Bakanlar Kurulu kararı ile yenileme alanı ilan edilmiş ve yine Bakanlar Kurulu kararı ile acele kamulaştırma kapsamına alınmıştır. İlgili tüm toplum kesimlerinin, meslek odalarının sivil toplum örgütlerinin bilim ve akademik çevrelerin, UNESCO / İCOMOS ve Sulukule halkının tüm uyarı, çaba ve açılan Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 15 İKK’DAN Yeni projeden; Bazı AKP Belediye Meclis üyeleri, AKP İlçe Yönetimi üyelerinin-bazı holdinglerin, bazı ünlü / tanınmış kişilerin birden çok dükkan ya da konut aldıkları iddia edilmektedir. Yeni tapu sahiplerinin, proje ortaklarının plan/proje üzerinden aldıkları işyeri ve konutları şimdiden 10-15 kat farkla ilan yoluyla satışa çıkardıkları iddia edilmektedir. dahi beklenmeden top yekun yıkımlara girişilen, acele kamulaştırma adı altında kamu otoritesini ve yetkisini kötüye kullanarak bölge yaşayanlarını korkutarak tüm varlıklarını yok pahasına elden çıkartması esasına dayanan bu rant projesinin asıl amacının; yoksul ve yoksun insanları binlerce yıllık bir kültürü yaşattıkları yaşam alanlarından kopartmaya yönelik bir insanlık ve kent suçu olan soylulaştırma operasyonu olduğu gerçeği son UNESCO raporları ile de bir kez daha belirtilmiştir. Uygulamanın devam etmesi durumunda: • Kiracılara yapılan boşaltma ihbarnamesi ile pek çok ailenin mağdur olacağı, • Mahallede yaşayanların keyfiyetin durdurulmaması durumunda zorunlu olarak yerlerinden ayrılacakları, kendilerine gösterilen yerlere gidecekleri, ancak orada yaşamalarının ve geçinmelerinin mümkün olamayacağı, çadıra çıkanların olduğu, ailelerin parçalanacağı ile ilgili yaygın bir endişe olduğu ve bu durumun insanların ruh sağlığını bozduğu, • Mahallede yaşayan bazı vatandaşların el arabalarına, at arabalarına el konulması, kırılması sonucu aylardır çalışmadıkları için ekonomik ve sosyal sorunlarının artacağı, • Bölgede yaşayanların; yıkımlar, göçe zorlamalar, mahallede yaşayanlara baskılar ve alt yapının tahrip edilmesi, yeterli ve sağlıklı içme suyu, besin bulunamaması, sağlık hizmetlerine ulaşılamaması ve yaz dönemi olması nedeniyle toplum sağlığını olumsuz etkileyebilecek başta bulaşıcı hastalıklar ve travmaya bağlı ruh sağlığı sorunları olmak üzere önemli sağlık sorunları yaşayabilecekleri anlaşılmaktadır. Bölge sadece alt yapı ve üst yapı tarihsel varlıkları açısından değil aynı zamanda yaklaşık 1000 yıllık kültürel, ekonomik, sosyal özellikleri ve kamuya mal olmuş otantik özgün renkleri nedeniyle de yaşayan insanlarla bütünleşmiş tarihi, kültürel ve toplumsal bir mirastır. Bölge insanının oradan ayrılmak durumunda bırakılması ya da uzaklaştırılması bu tarihsel-kültürel dokunun ve yaşayan canlı özgün kültürel varlığın da yitirilmesi riskini güçlendirmektedir. Bu açıdan telafisi olanaksız mağduriyetlerin olabileceği, kentsel dönüşüm projesi ile sadece alt ve üst yapının değil kültürel değerlerinde sönümleneceği ve yok olacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Sulukule’de salgın hastalıklardan ölümler meydana gelmeden önce başta barınma hakkı olmak üzere sağlıklı yaşama, beslenme, eğitim, sosyal-kültürel hakları için yöneticiler güvence vermeli, proje bu haliyle bir an önce durdurulmalı, tarihsel kültürel sosyal mirasa sahip çıkan yeni bir yaklaşım ile yeniden ele alınmalıdır. HERKESE SAĞLIK VE GÜVENLİ GELECEK PLATFORMU 2- İstanbul’un dünya mirası listesinde yer alan Bizans ve Osmanlı zamanlarında çok önemli bir yerleşim alanı olduğu bilinen ve kuzey sınırlarında Arteus açık sarnıcı ve Kariye gibi önemli Bizans yapılarının bulunduğu ve 569570 yıllarında inşa edilen Deuteron Sarayı’nın bulunma olasılığı çok yüksek olan Sulukule’de hiç bir ciddi bir arkeolojik kazı ve araştırma yapmadan tüm alanı lüks konutlar ve onların yer altı otoparkı haline getiren ve halen ilgili meslek odalarımızca yargıya götürülmüş bulunan yenileme/dönüşüm projesi; bu konuda mevcut bulunan ulusal ve uluslararası bilimsel ve hukuksal kurallara ve sözleşmelere de aykırı bulunmaktadır. Bütün bu gerçeklere, yapılan tüm uyarılara ve toplumsal tepkilere rağmen halen inatla sürdürülen yargı kararları 16 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN 2009 DÜNYA ALTERNATİF SU FORUMU BAŞLANGIÇ DUYURUSU 15 Temmuz 2008 günü, DİSK, KESK ve TMMOB, TTB ve meslek odalarıyla, siyasi parti, dernek ve platformlardan 38 kurum, 2009 Mart’ında İstanbul’da düzenlenecek Dünya Su Formu’na karşı biraraya geldiklerini Taksim’deki basın açıklamasında duyurdular. Emperyalizmin pazar kavgası arayışı, son 30 yılda eğitimden sağlığa, doğal varlıklara, sosyal güvenliğe, ulaşımdan, posta hizmetlerine kadar uzanmış ve insanlığın, yeryüzünün ve doğanın bütün değerlerini hızla metalaştırmaya başlamıştır. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu pankartının açıldığı eylemde, ilk önce İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Hüseyin Demirdizen kısa bir konuşma yaptı. Basın açıklamasını ise TMMOB İl Koordinasyon Sekreteri Tores Dinçöz okudu. Krizin şiddetlenmesiyle, başta Orta Doğu olmak üzere bütün doğal enerji koridorları emperyalistler arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyamızda canlı hayatın sürmesinin en temel unsuru olan su bile alınıp satılan bir piyasa malı haline getirilmiştir. Basın metnini aşağıda yayınlıyoruz: Biz, aşağıda imzası bulunan kurum ve örgütler suyun bir piyasa malı gibi alınıp satılmasının yol açacağı belli başlı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 17 İKK’DAN ve bugün öngörülebilen şu sorunlar üzerinde ortaklaştığımızı kamuoyuna duyuruyoruz: - İçme ve sulama suyu şirketlerinin yanı sıra inşaat, enerji, maden, gıda, kimya, metal, tarım, gıda ve daha pek çok endüstride faal olan tekeller ve onlarla işbirliği yapan yerel yönetimler, su çıkarma, dağıtım, sulama sistemleri, hidroelektrik santraller ve baraj yapımı ihalelerinde hak talep etmeye başlamıştır. - Daha şimdiden dünyanın pek çok yerinde içme sularının dağıtımı özelleşmiş ve yoksul halkların ciddi tepkileriyle karşılaşmıştır. Ülkemizde de bir kaç ilin su dağıtım şebekeleri özelleştirilmiş, Edirne örneğinde olduğu gibi paylaşım kavgaları artık gizlenemez hale gelmiş, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ırmakların bile kullanımının özel şirketlere devredileceğini açıklamakta sakınca görmemiştir. - Öte yandan suyun ticarileştirilmesi, özelleştirilmesi, metalaştırılması çabaları yalnızca yoksulların temiz suya erişim hakkını tehdit etmekle de kalmamakta, yeni baraj ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi, havzalardaki canlı yaşamın ve gen kaynaklarının tahrip edilerek ekosistemlerin sona ermesi, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi telafisi mümkün olmayan tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. - Suyun piyasaya açılmasının, ayrıca, bugüne kadar başta belediyeler olmak üzere su dağıtımında çalışan bütün ücretlilerin istihdamını ve çalışma güvencesini tehdit eden bir gelişme olacağı, dünyadaki su özelleştirme örneklerinden bilinmektedir. - Ayrıca, tarımdaki hızlı kapitalistleşme sürecinde tohum, gübre, akaryakıt vs. zorunlu ihtiyaçlarını temin etme gücü bile kalmamış olan ve geçimlik tarımla yaşamını sürdürmeye çalışan milyonlarca köylünün tarımdan tamamen koparılması anlamına gelecek olan suyun ticarileşmesinin diğer dolaysız ve dolaylı etkilerinin neler olacağı henüz tam olarak öngörülememektedir. - Suyu satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylü ve çiftçinin topraklarından koparılarak büyük kentlere zorla göç ettirilmesinin sonuçları, yığınsal işsizliğin ve sefaletin doruğa çıkması, çarpık kentleşmenin en uç noktaya ulaşması ve dolayısıyla kentlerin gecekondu mahallelerinde daha da çekilmez boyutlara erişecek olan suya erişim hakkı ihlalleriyle özetlenemeyecek kadar ağır ve yıkıcı olacaktır. 18 - Su, özelleştirildiğinde sermayenin aşırı kar hırsından dolayı mevcut durumundan daha da sağlıksız hale gelecektir. Birçok hastalıkta aşırı artış olacaktır. Dünyada bu durumun birçok örneği ile karşılaşılmaktadır. - Su forumlarında; su kaynaklarının yönetimi için sorumlulukların geliştirilmesi ve sürdürülebilir uygulamalar vurgulanmakta, suyun ticarileştirilmesi konularında siyasi taahhüt teşvik edilmekte ve özellikle Bakanlar konferansı aracılığıyla su konusunun siyasi gündemin üst sırasına taşınmasının hedeflendiği bilinmektedir. Bugün petrol yüzünden savaşlar yapılmaktadır, yarın su savaş sebebi olacaktır. Dünya halklarının ortak malı olan su ve su kaynaklarının talan edilmesine ve sermayeye peşkeş çekilmesine izin verilemez. - Su kaynakları halkın malıdır. Alınıp satılamaz, ticarileştirilemez, halkın su kullanım hakkı engellenemez. - Birleşmiş Milletler 1977 yılında suyun insan hakkı olduğu kararı almış, 1992 yılında suyun alınıp satılabilen bir meta olduğuna karar vermiştir. 1996 yılında oluşturulan Dünya Su Konseyi aracılığıyla çok uluslu şirketler ve özel sektör temsilcilerinin ülke politikacıları ve yerel yöneticileri ile işbirliği sonucu ‘su’ bütün dünyada talana açılmıştır. Dünya Su Konseyi’nin gerçekleştirdiği Dünya Su forumlarının hepsinde Dünya Su Konseyi’nin amacı tüm dünyada ve ülkemizde tüm suların (su kaynaklarının, akarsuların, göllerin, barajların, şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilmesini amaçlamaktadır. Dünyadaki ve ülkemizdeki su politikalarının iyi izlenmesi ve gündemde olan özelleştirmelere tavır alınması amacındayız. 2009 yılında ülkemizde yapılacak olan Dünya Su Forumunu platform olarak teşhir ve protesto ederek özelleştirmeleri durdurmalıyız. Bunun için güç birliği yaparak mücadele etmeliyiz. Yukarıda aktarılan nedenlerden ötürü önümüzdeki dönemde en önemli toplumsal mücadele konularından birinin “suyun özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi ve metalaştırılması” konusu olacağı açık şekilde görülmektedir. 2009 yılının Mart ayında İstanbul’da toplanacak olan ve suyun piyasalaştırılması sürecini hızlandırmayı amaçlayan 5. Dünya Su Forumuna karşı gereken cevabı vermek, ülke ölçeğinde güçlü ve kararlı bir birliktelikle mümkün olacaktır. Yine aynı nedenlerden ötürü biz, aşağıda imzası bulunan kuruluşlar ve örgütler suyun özelleştirilmesine ve Dünya Su Forumu’nun Mart-2009’da İstanbul’da bu süreci daha da hızlandırmak amacıyla düzenleyeceği toplantılara karşı birlikte mücadele etmek için bir araya geldiğimizi duyuruyoruz. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ İKK’DAN DİSK KESK TMMOB TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ İSTANBUL SERBEST MUHASEBECİ MALİ MÜŞAVİRLER ODASI İSTANBUL BAROSU İSTANBUL ECZACI ODASI İSTANBUL DİŞ HEKİMLERİ ODASI İSTANBUL VETERİNER HEKİMLER ODASI CHP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ EMEK PARTİSİ İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ ÖDP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ SHP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ TKP İSTANBUL İL ÖRGÜTÜ SU POLİTİK ALINTERİ MUNZURU KORUMA KURULU SODAP ÇORLU SU YAŞAMDIR PLATFORMU GDO’YA HAYIR PLATFORMU HALKEVLERİ İSTANBUL ŞUBELERİ ÖĞRENCİ KOLLEKTİFLERİ ESP İDİL KÜLTÜR MERKEZİ TÜRKİYE SOSYAL FORUMU HALK CEPHESİ BİRLEŞİK METAL İŞ SENDİKASI ENERJİ YAPI YOL SEN TÜMBEL SEN 1 NOLU ŞUBE TÜM BEL SEN 4 NOLU ŞUBE EĞİTİM SEN TARIM ORKAM SEN YAPI YOL SEN ÇEVRE HUKUKU DERNEĞİ ÜNİVERSİTE ÖĞRETİM ÜYELERİ DERNEĞİ VETERİNER HALK SAĞLIĞI DERNEĞİ KALDIRAÇ DERGİSİ İVME DERGİSİ İŞÇİ GAZETESİ Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 19 TMMOB’DEN TMMOB’NİN YÜREĞİ TUZLA’DA... 16 Haziran 2008 günü TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın Tuzla Tersanelerinde yaşananlarla ilgili olarak yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. Siyasal İktidar Bugün Tuzla’dan Çıkan Çığlığa Kulak Vermelidir. Bugün Tuzla’da başkaldırı var, direniş var... Tuzla tersanelerinde yaşanan ölümlü “kazaların” son bulması ve insanca yaşama koşullarının sağlanması için Limter-İş Sendikası’nın bugün (16 Haziran 2008) başlattığı “Yaşam ve İnsanca Çalışma Hakkı” grevini tüm yüreğimizle destekliyoruz. Tuzla tersanelerinde son bir yıl içinde yaşanan işçi ölümleri hiçbir biçimde “kaza” olarak nitelenemez. Sermayenin, dünya pazarında daha fazla pay kapma yarışı içinde gemi inşa sektörü üzerinde oynadıkları oyunlar, yasaları çiğneyerek işçi sağlığı ve iş güvenliğini ayaklar altına almalarına Siyasal İktidar bugüne kadar kulaklarını tıkamıştır. Siyasal İktidar, Tuzla’dan yükselen çığlığa kulak vermelidir. Tuzla’da bilimin ve tekniğin ışığında, işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarının tümüyle hakim kılındığı bir çalışma modeli hayata geçirilmelidir. TMMOB, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki en büyük isyan olan 15-16 Haziran olaylarının yıldönümünde bu kanlı oyuna son vermek için ilan edilen greve sonuna kadar destek verecek ve tersane işçilerinin yanında olacaktır. Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı 20 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN SİVAS’I UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ. 1 Temmuz 2008 günü TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın Sivas Katliamının 15. yılında yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. Bu Yıl Sivas Katliamının 15.Yılı. Bundan tam 15 yıl önce, 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta Madımak Otel’de, aklını ve yüreğini güzel ve aydınlık bir ülkeye hasretmiş, aşkla insana, birliğe, kardeşliğe, aşka ve sevgiye, yeni bir dünyaya koşarken katledilen insanlarımızın aydınlık yüzleri gözlerimizin önünde. O gün Sivas’ta yaşananlar, dün yaşanmışçasına aklımızda. Sivas katliamının Türkiye’nin aydınlığına, çağdaşlığına, demokrasiye, halkların kardeşliğine, eşitliğe, özgürlüğe ve bir arada yaşama kültürüne yapılan bir saldırı olarak gören TMMOB, her 2 Temmuz’da olduğu gibi, bu yıl da, işçilerle, kamu emekçileriyle, gençlerle, aydınlarla seslerini, ellerini, öfke ve bilinçlerini birleştirerek omuz omuz duracak. O gün beynimizde yine Sivas’ta yanan o aydınlık yüzlerin ışığı olacak. O gün hep birlikte ve her şeye inat; “Başka Bir Yaşam, Başka Bir Türkiye, Başka Bir Dünya Mümkün” diyeceğiz. O gün yine dostlarımızla birlikte sesimizi yükselteceğiz: “Sivas’ı unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız.” Mehmet SOĞANCI TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 21 TMMOB’DEN “ARTIK YETER” DİYORUZ. 10 Temmuz 2008 günü TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. Kamu Çalışanlarını Yoksulluk Sınırı Altında Yaşamaya Mahkum Eden, Ülkenin Geleceğini Gözden Çıkaran AKP Düzenine “Artık Yeter” Diyoruz. sal sorumluluğu gereği toplumsal muhalefetin odağında yer alarak onurlu yürüyüşüne ve dik duruşuna devam eden TMMOB siyasi iktidara bir kez daha sesleniyor: Yıllardır uygulanan neo-liberal ekonomik politikalar sonucunda ülkemiz ekonomisinin temel dengeleri yitirilmiş, üretimden uzaklaşılmış, şiddeti her defasında daha da artan ekonomik ve sosyal bunalım süreçleri birbirini izlemiştir. Bu süreçler çalışanların ücretlerinde her defasında çok büyük düşüşler yaratmıştır. Kamuda çalışanlara uluslararası hukuka uygun sendikal haklarını kullanma güvencesi, toplu sözleşme ve grev hakkı tanıyan yasal düzenleme derhal yapılmalıdır. Hükümetin kamu çalışanları için açıkladığı yüzde 3,96’lık zam oranı yaşanan bu gerçeğin en açık ifadesidir. Kamuda çalışan yüz binden fazla mühendis, mimar ve şehir plancısı adına bu komik zamları kabul etmemiz mümkün değildir. “Toplu sözleşme” yerine uygulanan “toplu görüşme” oyununa derhal son verilmelidir. Kamuda çalışan ve emekli olmuş mühendis, mimar ve şehir plancılarının ücretleri derhal insanca yaşanabilecek bir düzeye çıkarılmalıdır. Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Kamuda çalışan mühendis, mimar ve şehir plancıları, üstlendikleri sorumluluklara ve almış oldukları eğitime uymayan bir düzeye geriletilen, açlık ile yoksulluk sınırları arasına sıkışan ücretleriyle yaşam mücadelesi vermek zorunda kalmaktadırlar. Bu duruma rağmen AKP hükümeti, kamuda çalışan arkadaşlarımızın insanca yaşayacak bir ücret alması yerine, tahmin edilen enflasyon rakamları kadar zam yapma anlayışından vazgeçmiyor. Bu zammı da bir lütufmuş gibi kamuoyuna sunuyor ve pazarlık masası dışında Başbakanın tek yanlı insafına bırakıyor. Uluslararası güçlerin yönlendirdiği kamunun etkinliğinin azaltılması stratejisinin bir parçası olan bu politikaya derhal son verilmelidir. Üyelerinin sorunlarının toplumun sorunlarından ayrılamayacağı bilinciyle, halktan ve emekten yana tavır alan, bu doğrultuda politikalar üreten ve mücadele veren, toplum- 22 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN AKP’NİN DÜZENİ; ZAM DÜZENİ 27 Haziran 2008 TMMOB YK Başkanı Mehmet Soğancı’nın AKP Hükümetinin elektriğe yaptığı zamla ilgili olarak yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. Elektriğe en son Ocak ayı içinde yaklaşık yüzde 20 oranında zam yapan hükümet 1 Temmuz’dan geçerli olmak üzere konutlarla ticarethanelerin kullandığı elektriğe yüzde 21, sanayi elektriğine de yüzde 22 oranında zam yaptı. Böylece 2008 yılı içinde elektrikteki fiyat artışı yüzde 42 düzeylerine yükseldi. AKP Hükümetinin elektrik enerjisi alanında 5 yıldır sürdürdüğü uygulamaların boyalı yüzü dökülmeye başlamıştır. Kamuya yatırım yaptırılmaması ve özel sektörün de yatırım yapmaması nedeniyle ülke enerji açığıyla karşı karşıya kalmakta, enerji açığının yükseldiği dönemde devreye alınan borsa sistemiyle sürekli elektrik fiyatları artmaktadır. Hükümet şimdi dağıtım ağlarını satarak, kendi iktidarını sürdürmeye yönelik olarak nakit para ihtiyacını karşılamaya çalışmaktadır. Hükümetin yanlış enerji politikalarının bedelinin halktan çıkarılmasını kabul etmek mümkün değildir. Elektriğe yapılan bu zamların tüm ürünlerin fiyatlarını artıracağı ve yine halka düşen faturayı kabartacağı açıktır. Kaldı ki son günlerde yapılan ve yapılacağı söylenen zamlar bu acı gerçeğin habercisidir. Bütün bu yapılan zamlara karşın, kamu emekçilerine yapılan komik ücret artışları ve asgari ücretin yüzde 5 civarında kalması, hükümetin zenginin dostu, yoksulun düşmanı olduğunu, AKP’nin düzeninin zam düzeni olduğunu bir kez daha en açık şekilde göstermiştir. TMMOB, halkı yoksullaştıran zamların derhal geri alınması, emekçilerin yaşam düzeylerinin insanca yaşanacak bir düzeye getirilmesi için gerekli politikaların hayata geçirilmesi için emek ve demokrasi güçleriyle birlikte mücadelesini kararlılıkla sürdürmeye devam edecektir. Mehmet SOĞANCI TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 23 TMMOB’DEN TMMOB SANAYİ KONGRESİ SONUÇ BİLDİRGESİ TMMOB adına Makina Mühendisleri Odası sekretaryalığında 14-15 Aralık 2007 tarihlerinde Ankara’da İMO Teoman Öztürk Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen TMMOB Sanayi Kongresi’nin sonuç bildirgesini yayınlıyoruz. TMMOB SANAYİ KONGRESİ 2007 SONUÇ BİLDİRGESİ TMMOB adına Makina Mühendisleri Odası sekretaryalığında düzenlenen TMMOB Sanayi Kongrelerinin on altıncısı “Geçmişten Geleceğe Sanayileşme Planlama ve Kalkınma, Türkiye İçin Model Önerileri” temasıyla 1415 Aralık 2007 tarihlerinde Ankara’da İMO Teoman ÖZTÜRK Toplantı Salonunda gerçekleştirilmiştir. Açılış konuşmalarının ardından “Planlama Olgusu” konulu bir açılış oturumunun yapıldığı kongrede 7 ayrı oturumda; “Sanayideki Gelişmelerin Küresel Düzeyde Analizi”, “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler (Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım)”, “Planlama Olgusu ile Ülke Deneyimleri”, “Türkiye’nin Planlı Kalkınma Deneyimi ve Alternatifleri”, “İleri teknoloji Kullanımı ve Teknoloji Politikaları”, “Kapitalist Küreselleşme, Kalkınma, Planlama” ana başlıkları altında 24 bildiri sunumu yapılmış, son olarak da kongre değerlendirmesine ilişkin bir “Forum” düzenlenmiştir. MMO kongremize iki rapor sunmuştur. Bunlardan biri “TMMOB Sanayi Kongrelerinde Önerilenler ve Sanayide Gerçekleşenler”in karşılaştırmalı bir sunumudur. Diğeri de “Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Oda Raporudur. Raporların ilkinde Sanayi Kongrelerimizin önermeleri ile sanayideki uygulamalar arasındaki yakınlık ve mesafeler ve ülkemizin yakın dönem sanayi politikaları etrafındaki farklılaşan yönelimlerine göz atıl24 mıştır. İkinci raporla da planlama, sanayileşme, kalkınmanın Arjantin’den Çin ve İrlanda’ya dek 14 farklı ülkeye ilişkin farklı örnekleri ayrıntılı bir şekilde irdelenmiştir. TMMOB de kongreye, “Planlamanın Sonu: 9. Kalkınma Planı” başlıklı rapor ile planlamada gelinen noktayı ilgili oturumda sunmuştur. Bütün bu oturumlarda sunulan bildiriler ve yapılan konuşmalar ile forumda dile getirilen görüşlerden hareketle hazırlanan aşağıdaki Sonuç Bildirgesi kamuoyunun dikkatine sunulmaktadır. Küresel rekabetin alabildiğine hızlandığı, sıcak para dolaşımının olağanüstü boyutlara eriştiği, kâr, rant ve sömürüye odaklı bugünkü ortamda, Türkiye bu gelişmelerden etkilenen ülkelerin başında yer almaktadır. Bu da ekonomimizin kırılganlığını artırıp dışa bağımlılığını pekiştirmektedir. Türkiye iç inisiyatifini kaybetmiş, ipleri küresel finans çevrelerine bırakmıştır. Türkiye’nin tarihsel yapısı içinde sanayileşme ele alındığında, nereden nereye geldiğimiz daha net görülebilecektir. 1930’lu yıllarda başarılı olmuş Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile savaş koşulları nedeniyle uygulanamayan İkinci Plan hariç, yakın dönem Türkiye’sinde planlamanın geçirdiği evrim, bugün benimsenen temel yönelimler ile sanayideki mevcut durum arasındaki bağlara ana hatları ile değinmek yararlı olacaktır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN İthal ikameci bir sermaye birikimi ve sanayileşme modelinin izlendiği planlı kalkınmanın 1963-1977 arasını kapsayan ilk üç döneminde, geniş çapta uygulanan “teşvik tedbirleri” ile yatırımlara kaynak aktarımı yapılmış, sanayi “lokomotif sektör” olarak belirlenmiş, ekonomik ve sosyal kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesi, hızlı bir büyüme ve sanayileşmeye öncelik verilmesi gibi uzun erimli hedefler belirlenmiştir. 1979-1984 dönemine ilişkin Dördüncü Plan ise ekonomik ve politik krizler ve 1980’de benimsenen yeni yönelim nedeniyle askıya alınmış veya durdurulmuştur. 24 Ocak 1980 kararı uyarınca, 1985-1989 dönemi Beşinci Kalkınma Planından itibaren Türkiye planlamada da serbest Pazar ekonomisinin egemenliğine girmiş, planlamanın düzenleyici ve yönlendirici yönü büyük ölçüde zedelenmiş, sektörel teşvikler azaltılmıştır. 1982 Anayasasında kalkınma planlaması devletin temel görevlerinden çıkarılarak ekonomik hükümler kısmına aktarılmıştır. 12 Eylül ile devlet ve sosyo ekonomik yapı yeniden yapılandırılmış, Dünya Bankası (DB) ile imzalanan 5 ayrı yapısal uyum kredi anlaşmasıyla ihracata yönelik sanayi modeli yanı sıra özelleştirme, kamu yatırımlarının azaltılması, para/finans hareketlerinin alt yapısının hazırlanması, tarımda devlet tekelinin kırılması; sağlık, eğitim ve yerel yönetimlerde yeniden yapılanma gündeme getirilmiştir. 1990-1995 dönemi Altınca Planda, ihracata yönelik sanayi modeli uyarınca büyük ihracat teşvikleri söz konusu olmuş, kamu yatırımları giderek yoğunluğunu kaybetmiştir. 1998’de IMF ile yapılan 10 Yıllık Yakın Takip Anlaşması bu süreci geliştirici bir işlev üstlenmiştir. 9. Kalkınma Planı, kalkınmanın sonu olmuş, kalkınma plancılığı tamamen terkedilmiştir. En özet haliyle 1980 sonrası uygulanan ekonomik politikalarla Türkiye genelinde sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış, KİT yatırımları durdurulmuş, büyük ölçekli sanayi kuruluşları ile stratejik kuruluşlar özelleştirilmiş, sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmış, Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörlerde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. Öz kaynaklardan çok ithal kaynaklar girdi olarak kullanılmış, küresel güçlerin dayattığı iş bölümü ile fason üretim ve taşeronlaşma egemen kılınmış, kaynak tahsisinin piyasalar yoluyla sağlandığı bir sanayi modeline geçilmiştir. Kısacası Türkiye’nin 1960-1980 arası kalkınmasını sağlayan plan/planlama, kalkınma, sosyal devlet kavram ve yaklaşımları tasfiye edilmiş, kalkınmanın sonuçlarını vermeyen bir “sürdürülebilir büyüme” benimsenmiştir. Oysa büyüme hangi sektörlerde olmaktadır, toplumun geniş katmanlarını nasıl etkilemektedir, işçinin, çiftçinin, memurun, esnafın, çeşitli meslek gruplarının reel geliri ne ölçüde artmıştır? Bu soruların yanıtları “büyüme”nin içeriğini de belirleyecek önemdedir. GSMH artış hızı, 1991 sonrasında ithalat artışının gerisinde kalmıştır. Sanayi üretiminin özellikle ihracata yönelik bölümünde, hammaddelerinin önemli bir bölümü ithalatla karşılanmaktadır. İthal hammadde girdi oranı imalat sanayi ortalaması 2002 yılında % 60,1 iken bugün % 73’lere çıkmıştır. İhracat artan ithalata bağımlı kılınmıştır. 1996-2000, merkezi ve sektörel plandan bölgesel projelere geçme yöneliminin somutlandığı Yedinci Planda Gümrük Birliği hedefleri doğrultusunda tüm sektörde korumacılık asgariye indirilmiş, Türkiye sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır. 2001-2005 ve 2007-2013 dönemlerine ilişkin 8. ve 9. Planlarda ise 1980 sonrasının neo liberal değişimdönüşümü, planlama ve kalkınmanın tasfiyesinde somutlanmış; DB ve Avrupa Birliği (AB) ile işbirliği doğrultusunda “bölgesel kalkınma ajansları”nın kurulması öngörülmüştür. Böylece Türkiye’de merkezi planlamanın kesin olarak geriletildiği bir evreye geçiş yaşanmış; “küreselleştirme operasyonu” gerçekleştirilmiştir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 25 TMMOB’DEN Bu durum genel mali tabloya da birebir yansımaktadır. Cari işlemler açığı 2007 yılında 40 milyar dolara çıkacağı tahmin edilmekte ve bu değer GSMH’mızın % 10’una karşılık gelmektedir. Bu açık sürekli büyüyen dış borçlarla kapatılmakta, ekonomi sıcak para ile döndürülmektedir. Ülkemiz sıcak paranın ve spekülatif sermayenin boyunduruğu altına sokulmuştur. edilmektedir. Bu durum küresel rekabet koşullarında zorlu bir mücadele veren KOBİ’lerin taşeronlaşmasını daha da hızlandırmaktadır. Bütün bu gerçeklerin ışığında; sonuç ve öneriler aşağıdaki gibi sıralanmıştır. SONUÇLAR VE ÖNERİLER Ülkemizde uygulanan sanayi politikaları, bilimi ve teknolojiyi dışlayarak, ucuz işgücünü sanayinin tek temel rekabet aracı haline getirmiştir. Övünülerek bahsedilen doğrudan yabancı sermaye yatırımları ise ağırlıkla bankacılık, sigortacılık, inşaat, ulaştırma, ticaret, hizmet ve turizm sektörlerinde yoğunlaşmaktadır. 2006 yılında sanayi sektörlerine yapılan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının miktarı yalnızca 1,9 milyar $ olup toplamın % 9’unu oluşturmaktadır. Bunun da yeni yatırımlara oranı % 20’yi geçmemektedir. Bu kontrolsüz yatırımlarla banka sermayesinin yaklaşık % 42’si ile sigorta sermayesinin yaklaşık % 54’ü yabancı sermayenin eline geçmiştir. Yine sıkça bahsedilen ekonomik büyüme istihdama da yansımamaktadır. 2002-2006 yılları arasında sanayide % 16 oranında bir istihdam düşmesi söz konusudur. Sanayide çalışanlar, bu sektörde yaratılan katma değerden daha az pay almaktadırlar. İddia edilen büyüme ithalat ve rant kesimlerinin büyümesidir. Sıcak para, düşük kur, yüksek faiz ve yanlış ithalat politikalarına dayalı ekonomik büyümenin nimetleri en üstteki % 10’u bulan kesimler tarafından paylaşılmakta ama diğer yandan istihdam azalmakta, işsizlik artmakta, çalışanların reel gelirleri düşmektedir. Yoksulluk sınırındaki 15 milyon insan ile 5,6 milyon işsiz insan görmezden gelinmektedir. Ülkemizde işletmelerin çoğu KOBİ boyutlarında, küçük ölçekli, geri teknoloji ile çalışan ve fason üretime ağırlık veren firmalardır. Ana şirkete veya ihracat yapılan dış firmaya bağımlı bir durumdadırlar. Bağımsız bir tedarik ve pazarlama sistemleri bulunmamaktadır. Yönetim ve organizasyon zaafları vardır. Rekabet güçleri düşüktür. Özgün ürün ve tasarıma yönelik bir yetenekten yoksundurlar. AR-GE harcamaları şirket cirolarının % 0,5’i seviyesindedir. Şirketlerde hizmet içi eğitim yok denecek düzeydedir. Sanayi KOBİ’lerinin % 46,5’inde mühendis çalıştırılmamakta, % 22,3’ünde ise yalnızca bir mühendis istihdam 26 Ülke sanayinde üretimi esas alacak istihdam odaklı, kalkınma ve refahı amaçlayan politikalar nerdeyse bütünüyle terkedilmiş, ülke dış borç ve ithal girdi ağırlıklı ihracata ve dengesiz büyümeye dayalı ekonomik anlayışa teslim edilmiştir. Ülkeye gelen yabancı doğrudan sermaye yatırımları özelleştirmeye, finansman ve sigortacılık sektörlerine yönelmiş, böylece imalat sanayinin yeni yatırımlarına herhangi bir kaynak ayrılmamıştır. İç pazar, ithal malları lehine genişletilmiş ve dışa bağımlılık perçinlenmiştir. Dokuzuncu Kalkınma Planı, plansız döneme geçişi simgesi olup, AB’ye entegre ile sanayinin taşeronlaşmasının da belgesi niteliğindedir. Plan yapamayan Türkiye başkalarının planına teslim olmuştur. Bir başka anlamda küresel ekonominin insafına bırakılmıştır. Ar-Ge ve inovasyon sürekli gündemde olmasına karşın GSMH içindeki payı % 0,8’i aşamamış, ayrıca çıkarılan yasa taslağı ile yabancı yatırımların Ar-Ge merkezlerine teşvik verilmesi öngörülmektedir. Bölgeler arası dengeyi kuracak ve gelir dağılımını adil bir biçimde kalkınmada öncelikli yörelere yayacak politikalar oluşturulmadığından, işsizlik ve yoksulluk sorunu öncelikli sorunların başında yer almakta devam etmektedir. Planlama, sanayileşme ve kalkınma birbirinden ayrılmaz bir üçlüdür. Bu kavramlar yalnızca sanayideki teknolojik gelişmeler veya üretim sürecinde dar anlamdaki bir sanayileşme ile eşleştirilerek tanımlanamaz. Sanayileşme ve kalkınmayı “sosyal kalkınma” anlayışı içinde, planlı bir yaklaşımla, tarım, çevre, enerji, bilim, teknoloji, istihdam, sağlık, eğitim, gelir, bölüşüm ve tüm diğer alanlara yönelik politikalarla bir bütünlük içinde tanımlamak gerekmektedir. Türkiye küresel güçlerin bize biçmiş olduğu fason üretime yönelik taşeronlaşmış sanayi işletmelerinden oluşmuş bir yapılanmayı kabul edecek midir? Yoksa Türkiye sanayi elbisesini yeni bir modele göre, sanayileşme ve sosyal kalkınma hedeflerine yönelik bir biçimde mi oluşturacaktır? Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN MMO tarafından kongreye sunulan “Ülke Örnekleri ile Kalkınma ve Sanayileşme Modelleri” Raporunda görüldüğü gibi bu ülkelerin uygulamaları, fason imalatın sanayi içinde özgün ürün geliştirilmesini önlediğini ve dışa bağımlılığı artırdığını ortaya koymaktadır. Türkiye bu ülkelerin sanayileşme deneyiminden gerekli dersleri çıkaracak ipuçlarını yakalamak zorundadır. - Bugün her şeyden önce ülke ekonomisi ve sanayinin planlaması zorunlu hale gelmiştir. Bu planlama, kamu yararına çalışanların gelir dağılımını düzeltecek, işsizliği ortadan kaldıracak, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınmayı sağlayacak, refahı kitlesel olarak yayacak ilke ve araçları kapsamaktadır. Burada yatırımlara ağırlık verilmelidir. Ülkemizin kaynakları, küresel güçlerin baskısından bağımsız bir şekilde değerlendirildiğinde, Türkiye küresel rekabette yer alabilecek potansiyellere sahiptir. Bilimi ve teknolojiyi esas alan, AR-GE ve inovasyona ağırlık veren, dış girdilere bağımlı olmayan, istihdam odaklı ve planlı bir kalkınmayı öngören sanayileşme politikaları uygulandığında, durum değişecektir. Böylece sanayi yatırımlarında daha rasyonel seçimler yapılabilecek, ülkenin doğal kaynakları daha iyi değerlendirilebilecek, emek ve kaynak yoğun üretimden ileri/yüksek teknoloji yoğunluğu olan bir üretim ve sanayi yapısına ulaşılabilecektir. - Planlama ve Kalkınma odaklı çalışmalar, tüm toplumsal mutabakatla, üniversite, sanayi ve meslek odaları ve sektör kuruluşlarını da kapsayan geniş bir platformda tartışılmalı, çözüm önerileri geliştirilmelidir. Planlama, sanayileşme ve kalkınmada halkçı, toplumcu bir model ve bağımsız bir siyasi irade ile bunu gerçekleştirmek olanaklıdır. - Mühendislik alt yapısı, AR-GE ve teknolojik gelişmenin önemli bir planlama öğesi olarak alınması ve değerlendirilmesi, kamu yararı ön plana alınarak benimsenmelidir. - Ülkenin ekonomisini dışa bağımlı ve kırılgan hale getiren, tam üyelik müzakere süreçleri tamamlanıncaya kadar, Gümrük Birliği anlaşması mutlaka askıya alınmalıdır. - Yukarıdaki tespit ve önerileri sağlayacak kamu yararına bir planlama, kalkınma ve istihdam odaklı gelişmelerin gerçekleşebilmesi demokrasinin tüm ilke ve kurumlarıyla egemen olduğu, insan hakları ve özgürlüklerinin tam anlamıyla uygulandığı bir ortamın oluşturulması ile sağlanabilmelidir. Bir diğer anlamda, demokrasi ile kalkınma birbirini reddeden değil, birbirini tamamlayan ve geliştiren durumlar olarak görülmelidir. - AB ile üyelik müzakere süreçlerinde siyasi ödünler verilmesi istenen ve Türkiye’nin iç politikasına müdahale eden üye tavırları reddedilerek, müktesebat değişikliklerinin tüm sektör ve sivil toplum nezdinde tartışmaya açılması ile tüm sektörlerde ülke çıkarlarına yönelik politikalar oluşturulmalıdır. - Sanayide üretimin Organize Sanayi Bölgeleri ve Küçük Sanayi Sitelerinde yaygınlaştırılması ve KOBİ’lere rasyonel bir işletme yapısı ve ölçek getirecek düzenlemelerin yapılması zorunludur. Bunun için öncelikle bir sanayi envanteri çıkarılmalı, sistematik bir veri tabanı kurularak sürekli güncelleştirilmelidir. “Eğer planınız yoksa başkalarının planlarının bir parçası olursunuz!” Oysa bizler, üreterek büyüyen ve paylaşarak gelişen bir ülkede yaşamak istiyor ve bunun olanaklı olduğunu biliyoruz. TÜRK MÜHENDİS VE MİMAR ODALARI BİRLİĞİ Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 27 TMMOB’DEN TMMOB 12 EYLÜL’Ü YARGILAMAKTADIR... 12 Eylül’ün üzerinden yirmi sekiz yıl geçti. Ama 12 Eylül, unutulacak bir tarih değil. 12 Eylül bu ülkede faşizmin adıdır; devletin, siyasetin, ekonomi ve toplumsal yaşamın yeniden yapılandırıldığı bir dönemeçtir. Türkiye, darbecileri ve darbe döneminde yaşananları yargılayamayan birkaç ülkeden biridir. Darbecilerini yargılayamadığı sürece Türkiye’deki demokrasi kavramı daima bir açıdan yaralı ve tartışmalı olacaktır. 12 Eylül 1980 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 Numaralı Bildirisiyle hayatımıza giren darbe, milyonlarca insanın fişlendiği, yüz binlerce insanın cezaevine atıldığı, işkenceden geçirildiği, gözaltında kaybedildiği, idama mahkum edildiği, kitapların; gazetelerin; filmlerin yakıldığı günleri beraberinde getirmiştir. Demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir Anayasa hayata geçirilmedikçe, sosyal hukuk devleti egemen kılınmadıkça, ekonomi ve dış politika ülke ve halkın çıkarları yerine belli çevrelerin güdümünden çıkartılmadıkça, 12 Eylül Anayasası ile gasp edilen grevli, toplu sözleşmeli sendikalaşma hakkı bütün çalışanlara yeniden tanınmadıkça ve cuntacılar yargılanmadığı sürece 12 Eylül’ün yarattığı tahribatları aşmak mümkün olmayacaktır. Darbe yalnızca, MGK’nın yönetimi elinde bulundurduğu dönemde değil, siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamda yarattığı travmalarla, dönüşümle, 12 Eylül Anayasası ve kurumlarıyla günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Bugün yaşadığımız, planlamadan, sosyal devlet anlayışından uzaklaşma, gelir dağılımındaki adaletsizlik, emekçilerin haklarını tırpanlama, kamunun birikiminin özelleştirme uygulamalarıyla talan edilmesi, neoliberal politikalarla ABD-AB, Dünya Bankası-IMF güdümünde bir Türkiye 12 Eylül’ün sonucudur. 12 Eylül’ü yaratan güçlerin tam da istediği sonuçtur. TMMOB, 12 Eylül ile başlayan Türkiye’nin kapitalist küreselleşmeye eklemlenme sürecinde “Bir başka Türkiye, Bir başka dünya”nın mümkün olduğunu bilmekte ve mücadelesini bu yönde sürdürmektedir. Mehmet SOĞANCI TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Bugün tüm toplum kesimlerini karşı karşıya getiren ve yine bir kısım çevrelerin ortaya koyduğu “türban” meselesi ve gericileşme de 12 Eylül’ün bir sonucu değil midir? TMMOB 12 EYLÜL’Ü YARGILAMAKTADIR. Halkına karşı sorumlulukları olan bu ülkenin mühendisleri, mimarları, şehir plancıları ve onların örgütü Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği bugün de sonuçları süren 12 Eylül’ü yargılamaktadır. 28 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN İSTANBUL’DA GÜNGÖREN’DE PATLATILAN BOMBALAR İNSANLIĞA YAPILMIŞ BİR BÜYÜK SALDIRIDIR! 28 Temmuz 2008 günü İstanbul’da Güngören’de patlatılan bombalar ile ilgili olarak TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. 27 Temmuz 2008’de İstanbul Güngören’de insanlığa ve insanımıza yapılan saldırıyı TMMOB nefretle kınamaktadır. Bu saldırı, barışa, haklara, özgürlüklere, yaşama, iyiye, güzele karşı yapılmıştır. Yaşamını kaybeden insanlarımızın yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Hepimizin başı sağ olsun. Yaralanan canlarımıza bir an önce şifa diliyoruz. Siyasal iktidar bu saldırıyı yapanları, arkasındaki güçleri, karanlık ilişkileri açığa çıkarmak zorundadır. Ülkemizin emek ve demokrasi güçlerine, emek-meslek örgütlerine, siyasal partilerimize, yüreği insanımızdan yana atan herkese, hepimize şimdi daha büyük sorumluluk düşmektedir. Herkesin sindirilmeye çalışıldığı bu dönemde şimdi eşit, özgür, demokratik bir Türkiye mücadelesinde, barış içinde bir arada yaşama mücadelesinde, aydınlık bir Türkiye mücadelesinde esas olan omuz omuza durmaktır. TMMOB üzerine düşeni yapmanın sorumluluğunun bilincindedir. Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 29 TMMOB’DEN ARTIK YETER! DOĞA OLAYLARI AFETE DÖNÜŞMESİN! 16 Ağustos 2008 günü 99 Marmara Depreminin 9.yılında TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. 99 MARMARA DEPREMİNİ UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ. Türkiye’nin yakın geçmişindeki en büyük travmalardan biri olan 17 Ağustos 1999 Marmara depreminin üzerinden tam dokuz yıl geçti. Bu dokuz yılda, olası depremler ve sonuçları günlük konuşmalarımıza kadar girerken, ne yazık ki deprem ve depreme karşı alınacak önlemler ile uygulanabilir projeler hükümet programlarına girmeyi başaramadı. Plansız kentleşme, yaşam alanlarının insan merkezli olmaktan uzaklaşıp piyasa ekonomisine bağlı rantların üzerinde şekillenmesi hızlanarak devam etti. Afet, doğa olayının kendisi değil doğurduğu sonuçtur. Depremler, heyelanlar, su baskınları gibi doğa olaylarının sonucu “afet” olmak zorunda değildir. Doğa olaylarının oluşumu engellenemezse de, yaratacağı tahribatlar, zararlar gerekli önlemlerin alınmasıyla engellenebilir, yapısal tedbirlerle can ve mal kayıpları azaltılabilir. Doğa olayları insan denetimi dışında geliştiği için, neden oldukları kayıplar, genellikle yazgı olarak yansıtılarak geçiştirilmek istenmiştir. Depreme neden olan iktidarlar değildir ama depremlerin insanı vurmasına neden olan, önlem almayan iktidarlardır. Bunun kanıtlarından biri, aynı büyüklükteki depremlerin farklı coğrafyalarda çok farklı hasar ve zarara yol açması, bazen de hiç açmamasıdır. Bilindiği gibi ülkemiz Yerküre’nin en etkin ve yıkıcı deprem kuşaklarından birinin üzerinde bulunmaktadır. “Deprem Bölgeleri Haritası”na göre, yurdumuzun %92’sinin deprem bölgeleri içerisinde olduğu, nüfusumuzun %95’inin deprem tehlikesi altında yaşadığı ve ayrıca büyük sanayi merkezlerinin %98’i ve barajlarımızın %93’ünün deprem bölgesinde bulunduğu bilinmektedir. Son 60 yıl içerisin30 de depremlerde, 60 binin üzerinde vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 120 bini aşkın kişi yaralanmıştır. Yaklaşık olarak 420 bin bina yıkılmış veya ağır hasar görmüştür. Geçmişte birçok yıkıcı depremler olduğu gibi, gelecekte de oluşacak depremlerde can ve mal kaybına uğrayabileceğimiz bir gerçektir. Sonuçta Türkiye, depremle bir arada yaşamaya mecburdur. Ama depremlerin “afet”e dönüşmesi ülkemizin ve halkımızın yazgısı olamaz! Olmamalıdır! Gerçekte hepsi birer doğa olayı olan deprem, heyelan, çığ ve kaya düşmesi, su baskını vb. olaylar bilinçsizce verilmiş yer seçimi kararları, mühendislik verilerinden yoksun imar planları, düşük standartlarda ve mühendislik hizmeti görmemiş yapı üretimi, kısaca ranta dayalı hızlı, düşük nitelikli, tasarımsız ve plansız kentleşme ve sosyo-ekonomik politikalar sonucu afete, yani insani ve ekonomik yıkıma dönüşmektedir. 17 Ağustos depreminin üzerinden 9 yıl geçmesine rağmen, mühendis, mimar ve şehir plancılarının ülkemizin deprem tehlikesi ve riski konusunda sürekli yinelediği uyarıları, siyasal iktidarlarca dikkate alınmamıştır. Depremlerde can ve mal kayıplarının bu kadar yüksek olmasında imar afları birincil derecede etkendir. Bilime ve mühendisliğe, akla ve uygarlığa aykırı olarak siyasal iktidarlarca uygulanan rant politikaları nedeniyle, ülkemiz sadece bir deprem ülkesi değil bir afet ülkesi olmuştur. Bunun ekonomik sonucu her yıl GSMH’mizin ortalama %3-%7’sinin afet zararlarına ayrılmasıdır. Sosyal devletten ve toplum yararı ilkesinden siyasal iktidarlarca vazgeçilmesinin sonuçları her alanda olduğu Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN gibi her depremde de karşımıza çıkmaktadır ve gelecekte de çıkacaktır. Ülkemizin deprem tehlike ve riskinin büyüklüğüyle orantılı politikalar ve programlar ne yazık ki siyasi iktidarlarca geliştirilmemiştir ve geliştirilmesi yönünde de bir irade görülmemektedir. Arazi talanına, orman yağmasına yol açacak yasaları bir çırpıda meclisten geçiren siyasal iktidar, nedense imar yasasını, afetler yasasını, yerel yönetimler yasasını hala düzenleyememiştir. Ülkemizde dereler, vadiler, ormanlar, su havzaları, deprem tehlikesi içeren kısaca yapılaşmaya uygun olmayan alanlar, rant ekonomisinin baskısı altında yapılaşmaya açılmıştır, gelecekte açılmaması yönünde ciddi bir irade de yoktur. Öncelikle yapı stokunun depreme dayanıklılığının belirlenmesi, depremsellik açısından irdelenerek güçlendirme politikalarının oluşturulması ve gerekli görülen güçlendirme ya da yıkım çalışmalarının yapılması en öncelikli uygulama olmalıdır. Tüm deprem bölgelerindeki depreme dayanıklılığı yetersiz yapıların takviyeleri için gerekli finansman-yapımdenetim politikaları oluşturulmalıdır. Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Siyasal İktidarı, deprem konusunda sorumluluğunun gereğini yerine getirmeye çağırıyoruz. Deprem hasar, zarar ve can kayıplarının azaltılmasının bilinen tek yolu, mühendis, mimar ve şehir plancılarının ortak katkı ve çabalarıyla depreme dayanıklı yerleşim alanları ve yapılar tasarlamak ve üretmektir. Bunun için, deprem öncesi, sırası ve sonrasında yapılacak çalışmalara ilişkin kamu yararı ve ülke çıkarını gözeten ulusal bir deprem politikası belirlenerek, ciddi programlar oluşturulmalı ve daha da önemlisi bunlar yaşama geçirilmelidir. Yerleşme ve yapılaşma bağlamında gerekli yasal düzenlemeler yapılmalı, yasaların uygulanması sağlanmalı, sağlıklı ve güvenli yapı üretimi ve denetimi sürecini, sermayeye ticari bir alan olarak teslim eden anlayış bırakılmalı, kamusal denetim etkinleştirilmelidir. Her depremden sonra yapılan “yaralar sarılacak” açıklamaları yerine somut önlemler alınmalıdır. Olası İstanbul depremi ile ilgili haberler neredeyse gün aşırı medyada yer bulurken ve 1999 depreminin üzerinden 9 yıl geçmiş olmasına karşın Marmara ve çevresindeki okul, hastane ve diğer stratejik yapıların, yapı stokunun durumu mühendislik ölçütlerine uygun biçimde belirlenememiştir. Onarım ve güçlendirmelerin olmazsa olmaz koşulları “uygulanması zorunlu kurallar” haline getirilememiştir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 31 TMMOB’DEN NÜKLEER SANTRAL İHALESİ İPTAL EDİLMELİDİR! 15 Eylül 2008 günü Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen Nükleer Santral nedeniyle TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. NÜKLEER SANTRAL MACERASINDAN BİR AN ÖNCE VAZGEÇİLMELİ, NÜKLEER SANTRAL İHALESİ İPTAL EDİLMELİDİR Mersin/Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral için 24 Eylül günü düzenlenecek ihale ile firma seçimi gerçekleştirilecek. 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’nin gündemine getirilen nükleer santrallerin ülke gerçeklerine uygun olmadığını defalarca ifade ettik. Ülkemizi sonu bilinmez bir maceraya sokacak olan nükleer santralleri, gelecekteki olası enerji krizlerine çözüm olarak sunan siyasal iktidar da çok iyi bilmektedir ki; karanlıkta kalma senaryolarının çözümü nükleer santraller değil, “doğru enerji planlaması”dır. 32 Nükleer santrallerle ilgili yasal düzenlemelere ilişkin yargı süreci devam ederken, ihaleye çıkılması da başlı başına bir sorundur. Nükleer lobilerin dayatmalarıyla insanımızı ve yaşam alanlarımızı tehdit altında bırakacak santralin yapımına ilişkin bu ihale iptal edilmelidir. Çok uyardık, bir kez daha uyarıyoruz: Nükleer santrallerin yapım süreleri ve maliyetleri, aldatıcı tahminlere dayanmaktadır. Dünyadaki deneyimler, yapım süreleri ve maliyetlerin, planlamacıların ve teknik adamların başlangıçta hesaplamadığı ölçüde müthiş oranda Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN arttığını göstermektedir. Ülkemizde de bu öngörünün gerçekleşeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Nükleer santral yapan ülke deneyimlerinden de görüyoruz ki; yüzde 100 güvenlikli bir santral kurulamamaktadır. Güvenlik katsayılarının arttırılması maliyetleri de arttırdığından, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde maliyetleri düşürmek için güvenlik katsayıları düşük tutularak maliyetlerin aşağıya çekileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Taşınması bile dünyada büyük protestolara yol açan nükleer atıkları kalıcı olarak depolayacak lisans alınmış bir depo, henüz dünyada mevcut değildir. Nükleer santrallerle ilgili diğer bir husus denetimdir. Mevcut durumda bile çevresel denetimlerin ne kadar yetersiz olduğu ortadayken Türkiye’nin nükleer santral kurulumunda ve işletiminde etkin bir denetim gerçekleştirebilmesi mümkün görülmemektedir. kadar ısrarlıdır? Bu ısrarın nedeni; Türkiye’nin enerji sorununu çözmek değil, ülkemizi nükleer endüstriye pazar yapmaktır. Tüm politikalarını ABD, AB, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarına göre şekillendiren siyasal iktidar, bir kez daha insanımızı ve ülke çıkarlarını düşünmek yerine, nükleer lobilerin dayatmaları ile ülkemiz insanı ve yaşam alanları tehdit altında bırakmaktadır. Halkımız “nükleer santral kurularak nükleer teknolojiye sahip olunacağı” iddiası ile yanıltılmaktadır. Bu iddia Türkiye’nin bugün izlediği teknoloji politikalarına bakıldığında bir hayaldir. Herhangi bir teknoloji transferi ve geliştirme politikası ve bu yönde kurumsal altyapısı olmayan bir ülkenin, ihale yoluyla ya da özel sektöre nükleer santral yaptırması yoluyla teknoloji kazanması mümkün değildir. Sonuç olarak; Siyasal iktidarın nükleer santral ısrarı neye dayanmaktadır? Ülkemizin “nükleer santrallerden elektrik üretme macerasına” atılmasına gerek yoktur. Bu ihale iptal edilmelidir. Nükleer santraller tüm dünyada terk edilirken, neden siyasal iktidar Türkiye’ye nükleer santral yapılmasında bu Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 33 TMMOB’DEN BU ÜLKEDE “İŞ KAZASI”, ARTIK “İŞ CİNAYETİ”DİR. 13 Ağustos 2008 günü yaşanan iş cinayetleri ile ilgili olarak TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu açıklamayı yayınlıyoruz. TMMOB, “işçi sağlığı ve iş güvenliği” üzerine bir kez daha siyasal iktidarı uyarıyor. Bu ülkede “iş kazası”, artık “iş cinayeti”dir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği, emeği ile geçinen yani çalışan insanları ilgilendiren bir kavramdır. Bu kavramlara verilen önem ülkeden ülkeye değişmektedir. Ayrıca ülkelerin gelişmişlik düzeyleriyle, toplumlar ve toplumu oluşturan bireylerin eğitim, kültür ve bilinç düzeyleri ile de doğrudan ilgilidir. Gelişmiş ülkeler yasal önlemlerle toplumsal eğitim ve bilinçlendirme ile sorunun çözümü yönünde oldukça mesafe kat etmişlerdir. Oysa bizim gibi sanayileşmesini tamamlayamamış, sanayi ve demokrasi kültürü gelişmemiş, eleştiri, öneri ve denetim sistematiklerinin gelişmediği ülkelerde yara kanamaya devam etmektedir. Kapitalist küreselleşme sürecine paralel olarak özelleştirme, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, kısaca örgütsüzleştirme politikalarıyla her türlü güvenlik ve güvencelerden yoksun kayıt dışı işçilik ve çocuk işçi çalıştırmayla katmerleşen iş kazaları ve meslek hastalıklarının boyutu resmi istatistiklerde yayınlanandan çok daha büyüktür. Bu ülkenin iş kazalarında dünya yedincisi ya da Avrupa birincisi olmak gibi bir özelliği var. İşçi sağlığı ve iş güvenliği üzerine TMMOB daha önce çok söyledi, şimdi bir kez daha söylüyor: Sosyal hukuk devletinde iş yasaları çalışanların hakkını korumak ve geliştirmek amacını temel ilke 34 alırken, çıkarılan 4857 sayılı İş Yasası tamamen işverenlerin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir. Esnek ve kuralsız çalışmayı, işçileri başka işverenlere kiralamayı, taşeronlaştırmayı yasal hale getiren; kıdem tazminatlarını, fazla mesai ücretlerini, sendikal hak ve yetkileri budayan bu yasa yerine konunun aktörlerinin katılımı ile demokratik bir yasa çıkarılmalıdır. İş mevzuatı, ekseni “insan” olan çağdaş bir yapıya kavuşturulmalıdır. İş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili ulusal politikaların oluşturulmasında Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı ilgili meslek odaları, Türk Tabipler Birliği (TTB), Türkiye Barolar Birliği (TBB) ve sendikaların katılımı sağlanarak bu konuda alınacak kararlar çalışma yaşamına yansıtılmalıdır. Başta KOBİ’ler olmak üzere 50’den daha az çalıştıran iş yerlerinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının kurulması yasalarla güvence altına alınmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri bütün iş yerlerini ve tüm çalışanları kapsamalıdır. İş sağlığı ve güvenliğine ilişkin düzenlemeler, sektör ve kurum farkı gözetmeksizin tüm işyerleri için geçerli olmalıdır. İş yerlerinde kurulan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Kurulları, tarafların eşit sayıda temsil edildiği demokratik yapılar olarak düzenlenmeli ve tavsiye değil yaptırım gücüne sahip kurullara dönüştürülmelidir. “İş Güvenliği Mühendisliği” kavramı, TMMOB’nin önerileri ile tanımlanmalı ve işyerlerinde iş güvenliği mühendisi çalıştırma zorunluluğu getirilerek çalışma koşulları yeniden düzenlenmelidir. “İş Güvenliği Mühendisleri” ücret yönünden işverene bağlı olmamalıdır. İş güvenliği mühendislerinin ücret çizelgeleri Bakanlık ve TMMOB’ye bağlı ilgili meslek odalarıyla birlikte belirlenmelidir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Yasası” TMMOB, TTB, TBB, sendikalar ve üniversitelerin görüşleri ile uluslararası sözleşme, standart ve normlar dikkate alınarak düzenlenmelidir. İşyeri hekimlerinin, işyeri sağlık memuru ve hemşirelerinin mesleki bağımsızlıkları sağlanmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği konusunda işbirliği, koordinasyon ve danışma hizmetlerinin sağlanması için ilgili meslek örgütleri, işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinin katılımıyla bir koordinasyon mekanizması oluşturulmalıdır. İş sağlığı ve güvenliği alanındaki hizmetlerin kamusal bir hizmet olarak algılanması gerektiği vurgulanmalıdır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda çalışma koşulları ve bu koşullar arasındaki nedensel ilişkileri araştıracak, bilimsel araştırma yapacak araştırma ve geliştirme kurumları oluşturulmalı, eğitim kurumları özendirilmelidir. Çalışanlar ile işverenler arasında iş sağlığı ve güvenliği duyarlılığı ve bilincinin oluşması sağlıklı ve güvenli işyerinin oluşumu ile paralellik taşımaktadır. Bunun için de güvenlik kültürü, aile kültürü ve toplumsal işçi sağlığı ve kültürü bir arada oluşturulmalı ve özendirilmelidir. Ergonomi sadece iş sağlığı ve güvenliği alanında değil yaşayan her insanın yaşam felsefesi olmalıdır. Ergonomi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin ta kendisidir. Multidisipliner bir hizmet gerektirir. Ergonomi bilincinin oluşturulması, bir devlet politikası haline getirilmelidir. İş yerlerinde iş sağlığı ve güvenliği eğitimine önem verilmeli bu konuda eğitim almamış çalışana işbaşı yaptırılmamalıdır. İş sağlığı ve güvenliğine yönelik verilecek eğitimler, ilgili meslek örgütleri tarafından verilmeli bu eğitimler özerk olmalıdır. Çalışanların eğitimi, çalışma alanındaki risklere karşı bilgilendirilmeleri, risklere karşı kişisel donanımlarının uygun ve eksiksiz olması sağlanmalı ve sürekli olarak denetlenmelidir. İş sağlığı ve güvenliği önlemleri işyeri mekanı, teknoloji, üretimde kullanılan hammadde, üretilen ürün, ergonomi v.b. konular daha proje aşamasında planlanmalıdır. Üretim sürecinde kullanılan ekipmanlar ve kişisel koruyucular iş sağlığı ve güvenliği standart ve mevzuatına Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 35 TMMOB’DEN uygun üretilmelidir. Bu konuda zorunlu standartlar oluşturulmalı, üretim, satış ve kullanım sırasında standartlara göre mutlaka denetim yapılmalıdır. Tuzla Tersane Bölgesine özel olarak DİSK, TMMOB, TTB tarafından hazırlanan raporun önerilerini de burada bir kez daha hatırlatıyoruz. İş güvencesi ile iş güvenliğinin birbirini tamamladığı gerçeğinden hareketle, tüm çalışanlar insana yakışır “norm ve standartta” bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmalıdır. Tuzla’da ölümler, iş kazaları seri olarak devam ediyor: Mevzuattaki İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğine ilişkin maddelerin eksiksiz uygulanmasını sağlayacak, uygun denetimleri yapacak, işveren bu maddeleri uygulamadığı takdirde sonuç sağlayacak ağırlıkta yaptırımları uygulayacak merci Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’dır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği binlerce bölünmüş işletmenin insafına kalmışken, gemi standartları onlarca farklı aşamada bizzat tersane sahibi ana işveren adına çeşitli kuruluşlarca (Türk Loydu gibi) formel olarak kontrol edilmektedir. Bu kuruluşların işin kalitesini olduğu kadar, iş sürecini güvenlik ve işçi sağlığı açısından da kontrol etmelerine yönelik düzenlemelere gidilmelidir. Sigortasız ve sendikasız çalıştırma önlenmeli kayıt dışı ekonomi kayıt altına alınmalıdır. Meslek hastalıklarına ilişkin çalışmalar geliştirilmeli, meslek hastalıkları hastaneleri işlevine uygun olarak yapılandırılmalı ve yaygınlaştırılmalıdır Ucuz iş gücü olarak görülen kadın işçilik konusundaki tüm olumsuz uygulamalar kaldırılmalıdır. Dünyada ve ülkemizde ürkütücü boyutlara ulaşan çocuk işçilik konusunda, çocuk emeği sömürüsü ortadan kaldırılmalı, çocuklar rehabilite edilmeli ve eğitilmelidir. Kazaların tekrarlanmasını önleyecek tedbirlerin geliştirilmesi ve sisteme kazandırılmasını hedefleyen reaktif yaklaşımlar yerine kazaları hedeflemeyen, operasyonlardaki tehlikeleri inceleyerek “Nelerin yanlış gidebileceğini?” araştıran, önceden öngören, sonraki aşamada “daha başka neler olabilir” sorusuna yanıt arayan risk yönetimi yani proaktif yaklaşımlar öne çıkarılmalıdır. İş kazalarının önlenebilmesi için bilimsel ve teknik yatırımların yanı sıra, çalışma yaşamının da iyileştirilmesi, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, çalışanların sosyal ve ekonomik yaşamlarının iyileştirilmesi sağlanmalıdır. Asıl iş olan gemi yapımının bölünerek İş Yasası’na aykırı olarak asıl işveren -alt işveren ilişkisi kurulması takibe alınmalı ve bu hukuk dışı durum giderilmelidir. Gemi yapım sürecinin asıl iş alanı olan çelik profil ve sac işleme işinin İş Yasası’na aykırı olarak çeşitli tanımlar altında “alt işveren” de denilen taşerona verilmesinin kayıt dışılığa neden olduğu aşikardır. Bu durum, ucuz işgücü sağlamak amaçlı olarak iş güvencesiz, sigortasız veya kısmi sigortalı ve iş güvenliği olmadan işçi çalıştırılmasına ve önlenebilir iş kazalarına yol açmaktadır. Aynı zamanda bu durumun hukuk dışılığının tespit edilmesi ve gereğinin yerine getirilmesi sağlanmalıdır. Talebimiz, sosyal sigortalar primlerinin ana işveren (tersane) tarafından ve alınan ücret üzerinden ödenmesi ile her türlü kayıt dışılığın önüne geçilmesidir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin sunumu için belirli işçi sayısı aranmamalı; uygulamalar devlet memurları, kendi hesabına çalışanlar, tarım kesimi gibi yaptığı iş ve çevresinden etkilenen tüm toplum kesimlerini kapsamalıdır. Özetle: İş kazaları ve meslek hastalıklarının önüne geçilebilmesi için işyerlerinde “önce insan, önce sağlık, önce iş güvenliği” anlayışı yerleştirilmeli, tüm süreçlerde öncelik işçi sağlığı ve iş güvenliğinde olmalıdır. 36 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN Yalnızca ana işverende kadrolu çalışan azınlık için değil, fiiliyatta üretimin yüzde doksana varan kısmını gerçekleştiren alt işveren isçilerinden de sorumlu olan işyeri hekimleri bulundurulmalıdır. İş güvenliğinden sorumlu mühendis ya da teknik elemanın işverenlere karsı denetim bağımsızlığı sağlanmalı, efektif bir üretim süreci kontrolü gerçekleştirilmelidir. Her tersanede, işçi sayısının elliyi aşmasına bakılmadan, işin ağır ve tehlikeli olma niteliği dikkate alınarak revir (işyeri sağlık birimi) ve ambulans bulundurulması sağlanmalıdır. Gemi İnşa Sanayicileri Birliği’nin 2005’de işletmeye başladığı polikliniğin ve iş kazası geçiren işçileri öncelikle yönlendirdikleri Tuzla civarındaki özel hastanelerin kayıtlarının, kayıt tutma ve bildirme pratiklerinin, donanımının, yeterliliğinin Türk Tabipleri Birliği, SSK ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yetkili birimleri tarafından denetlenmesi gerekmektedir. Tuzla Tersaneler Bölgesinde yapılan üretimin ağır ve tehlikeli iş kolu olduğu, işçi sayısının on binler mertebesinde olduğu göz önünde bulundurularak Tuzla Bölgesi’nde yalnızca tersanelere yönelik tam teçhizatlı bir kamu hastanesi kurulmalıdır. Gemi inşaat ve tamirat isleri, 16 Haziran 2004 tarihli 25494 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği” kapsamındadır. Bu Yönetmeliğin 5. maddesinde işe alınan işçiler için “işe giriş hekim raporu” (ağır işlerde çalışabilir raporu) düzenlenmesi ve her yıl işçinin periyodik olarak sağlık kontrolünden geçirilmesi, bunun rapor haline getirilerek işçinin dosyasında tutulması zorunludur. Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde bu raporu düzenlenme yetkisi olan işyeri hekimi sayısının, son Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı raporunda belirtildiği gibi 30 olduğu görüldüğünde, bu hizmetin gerektiği gibi yerine getirilip getirilmediği sorgulanmalıdır. GISBIR bünyesindeki polikliniğin donanımının da 25 bini askın işçinin çalıştığı Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki tüm isçilere sağlık hizmeti verecek yeterlilikte olup olmadığının incelenmelidir. İş Yasası’nda belirtilen, ama uygulanmayan sosyal haklar (asıl ücret üzerinden ve düzenli sosyal sigorta ödemeleri, kıdem, ihbar tazminatları, mesai ücretlerinin ödenmesi, hafta sonu tatili, dini ve resmi bayram tatillerinde uygulanması, “İtibari Hizmet” hakkının sadece kadrolu değil, tersanelerde ağır ve tehlikeli işleri yerine getiren tüm işçiler tarafından kullanılabilmesi) sağlanmalıdır. Bu hakların sağlanıp sağlanmadığı habersiz ve derinlemesine yapılan teftişlerle kontrol edilmelidir. 15 saate kadar varabilen toplam çalışma saatleri ve fazla mesailer fiili bir mecburiyet olmaktan çıkarılmalıdır. Ağır ve tehlikeli bir iş kolu olan ve maksimum dikkat gerektiren tersane mesaisinde, işverenler tarafından günde 7,5 saat, haftada 37,5 saat sınırlandırılmasına riayet edilmelidir. Zira tersanelerdeki asıl işlerden biri olan kaynak işleri türleri, 15 Nisan 2004 tarihli ve 25434 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Sağlık Kuralları Bakımından Günde Ancak Yedi buçuk Saat veya Daha Az Çalışması Gereken İsler Hakkında Yönetmelik” kapsamına girmektedir. Bu Yönetmelik kapsamına giren islerde fazla çalıştırma yapılamaz (Madde 7). Bu Yönetmelik tersanelerde de hayata geçirilmelidir. Uygulanması Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından denetlenmeli, yönetmeliği ihlal eden uygulamalar cezalandırılmalıdır. Ana işverenler, işçilerin ulaşımlarını kolaylaştırmak üzere servis sağlamalı, yemekleri çalışanların ihtiyacını karşılayacak şekilde çalışanlarla birlikte belirlemelidir. Ayrıca yemekhanelerin ve soyunma odalarının şartları, işçi sağlığının ayrılmaz parçaları olarak taşeron ve kadrolu isçi ayrımı yapılmadan denetime ve yaptırıma tabi tutulmalıdır. Yukarıda özetlenen çalışma şartlarının yaşandığı bir sektörde sendikal örgütlenme her zamankinden daha önemli gözükmektedir. Engellenebileceği halde gerçekleşen ölümlü iş kazalarının çoğunlukla alt işveren ilişkileri içinde gerçekleştiği göz önüne alınırsa, sadece kadrolu isçilere yönelik bir örgütlemenin çalışma şartlarını iyileştiremeyeceği açıktır. Taşeron firma ve fason atölye isçilerine kadar yayılmış bir sendikal örgütlenme bu sektörde insani çalışma şartlarının teminatıdır. Bu nedenle, Tuzla’da çalışan tüm işçilere yönelik sendikal örgütleme faaliyeti yürüten DİSK’e bağlı Limter-İs Sendikası’nın üzerindeki fiili baskılara son verilmeli, sendikalı işçiler ve sendika aktivistleri işten atılmamalıdır. Ayrıca tüm çalışma hayatı için kanayan bir yara olan, sendikal örgütlenme üzerindeki yasal engeller de (noter şartı, sektör ve işyeri barajları vb.) kaldırılmalıdır. İş kazalarına sebebiyet verenler yargılanmalıdır. İşverenlerin, maliyet avantajını korumak amacıyla tersanede yarattıkları çalışma şartları, işçilerin ölümlerine, sakat kalmalarına ve meslek hastalıklarına yakalanmalarına neden olmaktadır. İş kazası veya Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 37 TMMOB’DEN meslek hastalığı durumunda söz konusu olan yasal süreçlerin yavaş islemesi, bu maliyeti bir kez daha isçiler üzerine yıkmaktadır. Yargı sürecinin uzun sürmesi, mâli imkânsızlıklar ve baskılar nedeniyle açılamayan davalarda da, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı mağdurların lehine ceza davalarının takipçisi olmalıdır. Bu destekle tersanelerdeki iş kazalarının üstünü örten ve yenilerine davetiye çıkartan “kan pazarlığı” pratiğinin önüne geçilebilir. Sonuç yerine: TMMOB siyasal iktidarı uyarıyor: İş kazaları önlenebilir. İş cinayetlerinin ise sorumluları vardır. Sorumluluğunuzu yerine getirin. Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı 38 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ TMMOB’DEN TMMOB, TÜBİTAK YASASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLERİ SORGULUYOR. 18 Ağustos 2008 günü TÜBİTAK Yasasındaki değişiklikler hakkında TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın yapmış olduğu basın açıklamasını yayınlıyoruz. nolojik işbirliklerini organize etmek ve yürütmek; Bilimsel dergiler, popüler bilim kitapları ve dergileri yayımlamak. 278 sayılı Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında Kanun ilk olarak 17/7/1963 tarihinde yürürlüğe girmişti. Siyasal iktidarın önerileri doğrultusunda 31/7/2008 tarihinde TBMM’de kabul edilen Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Kurulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair 5798 Sayılı Kanun Cumhurbaşkanlığı makamınca onaylandı. 13 Ağustos 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. 1 Eylül 2009 da yürürlüğe giriyor. TÜBİTAK, ülkenin bilim ve teknoloji politikasını belirleme sorumluluğunu, ilk kez ‘’Türk Bilim politikası; 1983-2003’’ dokümanını hazırlama görevini üzerine alarak, üstlenmişti. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun 1983 yılında kurulması ve bu kurulun sekretarya görevinin TÜBİTAK’a verilmesi, bu sorumluluğu belirgin ve somut bir görev haline getirmişti. Doğa bilimlerinin çeşitli alanlarında bilimsel araştırma ve teknolojik gelişmeyi, ulusal ekonomik kalkınma hedeflerine göre düzenlemek, koordine etmek ve özendirmekle görevli, merkezi bir kuruluş olan TÜBİTAK, özel bir kuruluş kanununa sahip olması nedeniyle mali ve kısmi idari özerkliğe sahipti. TÜBİTAK, bilimsel araştırmalara çok büyük bir destek veren, ülke ölçeklerine göre çok büyük bütçeye sahip olan ve pek çok araştırmaya ödenek sağlayan bir kurumdu. Bu özellikleri ile, yağmacı ve talancı zihniyetin iştahını kabartan ve bir an önce fetih edilmesi gereken bir kurum özelliği de taşımaktaydı. Kurumun başlangıçtaki iki temel görevi, akademik araştırmaları desteklemek ve genç araştırmacıları teşvik etmek, özendirmekti. Bu görevleri yerine getirebilmek amacıyla, temel bilimler, mühendislik, tıp, tarım ve hayvancılık alanlarında dört araştırma grubu ile en üst karar organı olan Bilim Kurulu’na bağlı bir Bilim Adamı Yetiştirme Grubu kurulmuştu. Sonra bilinenler oldu. Kurumun temel işlevleri şöyle sıralanabilir: Türkiye’nin bilim ve teknoloji politikalarını belirlemek; Akademik ARGE desteği vermek, özendirmek ve izlemek; Endüstriyel ATG ve yenilikleri desteklemek, özendirmek ve izlemek; Üniversite sanayi ilişkilerini geliştirmek; Ulusal öncelikler doğrultusunda ATG çalışması yürüten AR-GE enstitüleri işletmek; AR-GE faaliyetleri için kolaylık ve teknik hizmet sağlayan birimler işletmek; Geleceğin bilim adamlarını keşfetmek ve teşvik etmek; Bilimsel mükemmelliği teşvike yönelik yıllık ödüller vermek; Uluslararası bilimsel ve tek- TMMOB’nin “TÜBİTAK SİYASALLAŞTIRILMAMALIDIR.” uyarılarına rağmen: AKP hükümetinin birinci döneminde önerdiği ve TBMM onayından geçen TÜBİTAK Yasası’ndaki değişiklik, dönemin Cumhurbaşkanı tarafından “veto” edildi. Yasa yeniden TBMM onayından geçirildi, ancak bu defa da 29 Ocak 2004’te Anayasa Mahkemesi’nce “iptal” edildi. AKP hükümeti ikinci döneminde yine TBMM gücüne dayanarak, bu kez bir kez daha TBMM’ye değişikliklerini önerdi. TBMM’de kabul edilen tasarı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. Resmi Gazete’de yayımlandı. 17/7/1963 tarih ve 278 Sayılı Yasa’nın değişiklik yapılan 4. maddesinin girişi ve “a” bendi şu şekildeydi: Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 39 TMMOB’DEN Madde 4 - (Mülga: 21/10/1987 - KHK - 294/11 md.; Yeniden düzenleme:18/8/1993-KHK-498/4 md.) Bilim Kurulu, Başkan ve on iki üyeden oluşur. Kurum Başkanı aynı zamanda Bilim Kurulu’nun da başkanıdır. Başkanın olmadığı zaman, görevlendireceği bir Bilim Kurulu üyesi Başkanlığa vekâlet eder. Bilim Kurulu’nun toplantı ve karar yeter sayısı yedidir. Bilim Kurulu’nun on iki üyesinden sekizi, müspet bilimler alanında eser, araştırma ve buluşlarıyla tanınmış kişiler arasından, diğer dördü özel veya kamu kesiminden üstün nitelikli hizmetleriyle tanınmış kişiler arasından seçilir. İlk gruptaki sekiz üyenin en az yarısının Türkiye Bilimler Akademisi asli üyesi olması zorunludur. a) Üyelik Süresi: Bilim Kurulu üyelik süresi 4 yıldır. Açılacak üyelikler için Kurul tarafından gizli oyla ve üye tamsayısının çoğunluğu ile seçim yapılır. Süresi biten üye, ancak bir dönem daha seçilebilir. İstifa veya ölüm gibi sebeplerle boşalan üyelikler için yukarıdaki esaslara göre yeni üye seçilir. Bu suretle seçilen üye yerine seçildiği üyenin süresini tamamlar. Bilim Kurulu üyeliği seçimi, Başbakanın onayı ile kesinleşir. 4. Maddenin girişi ve “a” bendi de 5798 Sayılı yasayla şu şekilde değiştirildi: MADDE 2 - 278 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. “MADDE 4 - On iki üye ile Başkandan oluşan Bilim Kurulu, Kurumun en üst karar organıdır. Başkan, Kurumun ve Bilim Kurulunun Başkanıdır. Bilim Kurulunun toplantı ve karar yeter sayısı yedidir. Bilim Kurulu üyelerinin seçilmesi, seçim usulü, üyelerin görev süresi ile Bilim Kurulunun görev ve yetkileri aşağıda gösterilmiştir. a) Bilim Kurulu üyelerinin seçilmesi: 1) Bilim Kurulunun altı üyesinin, bilimsel ve teknolojik alanlarda eser, araştırma ve buluşlarıyla temayüz etmiş ve/veya araştırma ve teknoloji yönetimi konusunda yetkinliği olan, bilimsel ve teknolojik sistem, kurum ve birimleri başarı ile kurmuş ve/veya yönetmiş olması gerekir. Bu üyelerden beşi Bilim Kurulu tarafından belirlenen on, biri Yükseköğretim Kurulu Genel Kurulu tarafından belirlenen iki aday arasından Başbakan tarafından seçilir. 2) Bilim Kurulunun üç üyesi, Türkiye Bilimler Akademisinin asli üyeleri arasından, biri fen ve teknik bilimler alanından, 40 biri sosyal ve beşeri bilimler alanından ve biri de sağlık bilimleri alanından olmak üzere, Bilim Kurulu tarafından belirlenen altı aday arasından Başbakan tarafından seçilir. 3) Bilim Kurulunun üç üyesinin, lisans öğreniminden sonra kamu kurum ve kuruluşlarında ve/veya özel sektörde en az on yıl deneyim sahibi olmuş, mesleğinde temayüz etmiş ve üstün nitelikli hizmetleriyle tanınmış olması gerekir. Bu üyelerden biri Bilim Kurulu tarafından belirlenen iki ve ikisi Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından belirlenen dört aday arasından Başbakan tarafından seçilir. 4) Başkanın Bilim Kurulu üyeleri arasından atanması halinde, boşalan Bilim Kurulu üyeliği için aynı kontenjandan yukarıda belirlenen usul ve esaslara göre yeni üye seçilir. İstifa, ölüm veya devamsızlık gibi sebeplerle boşalan üyelikler için yukarıdaki esaslara göre yeni üye seçilir. TMMOB, 28 Nisan 2005 tarihinde yaptığı basın açıklamasında uyarmıştı: Bilim ve Teknik alanlarının dışındaki bilim alanlarına da TÜBİTAK yolu açılarak, yeni bir kurumlaşmaya gidildiği izlenimi yaratılacak, yasa çıktığında mevcut üyelerin görevlerinin sona ermesi sağlanmış olacak. Böylelikle, “siyasi” tercihlerin kurula yansıtılması kolaylaştırılmış olacak. TÜBİTAK neden ele geçirilmeye çalışılır? TÜBİTAK böylesi bir siyasal yapının içerisine çekilirse, araştırmalara ayrılan trilyonlarca ödenek objektif olamayan kriterlere göre dağıtılabilecek, bilimsel niteliklerine göre çalıştırılan kadrolar siyasallaştırılabilecektir. Bilimsel bir kurumun, idari olarak tamamen özerk olması gerekirken, idari özerkliği yok etmek o kurumu bilimsel bir kurum olmaktan çıkaracaktır. Şimdi TMMOB sormaktadır: TÜBİTAK’a ne yapılmak istenmektedir? “Veto”ya, Anayasa Mahkemesi’nin iptaline rağmen siyasal iktidarın TÜBİTAK Yasası ile uğraşmasının asıl nedeni nedir? Bilim Kurulu neden Başbakan tarafından belirlenmek istenmektedir? Başbakan atamalarını hangi nedenlere dayanarak gerçekleştirecektir? TÜBİTAK, bundan sonra bilimin ve teknolojinin değil rantın idaresi haline mi getirilecektir? Şimdi TMMOB kamuoyuna söylemektedir: Sanırız öngörümüzde haklı çıktık. TMMOB, bundan böyle TÜBİTAK’ı takip edecektir. Mehmet Soğancı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA: SANAYİ Giriş İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunun değişik aşamalardan geçerek günümüzdeki bilimsel anlamını kazanması çok uzun tarihsel süreç içinde olmuştur. Birçok uzmanlık alanından bilim insanlarının çalışmaları sonucunda günümüzde bir bilim dalı haline gelen işçi sağlığı ve iş güvenliği, üretim sürecindeki ve toplum yaşamındaki değişimlere bağlı olarak gelişim göstermiştir. İnsanlığın doğa ile savaşımı ile başlayan ve değişik aşamalardan geçen çalışma yaşamındaki gelişmeler, işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarının da gündeme gelmesine yol açmıştır. Üretim araçlarında ve üretim yöntemlerindeki değişim ve dönüşümler sonucunda çalışanların sağlık ve güvenlik sorunları da çoğalmış ve giderek önem kazanmaya başlamıştır. Tarih boyunca çalışma yaşamındaki gelişmeler, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki gelişmelere de kaynaklık etmiştir. Çalışanların işyeri ortamındaki fi ziksel ve kimyasal etmenlerin zararlarına, üretim araç ve gereçlerinin tehlikelerine, kullanılan ham ve yardımcı maddelerin çeşitli zararlı etkilerine maruz kalmaları işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarının temelini oluşturmaktadır. Bu sorunları ortadan kaldıracak sağlık ve güvenlik önlemlerinin saptanması ve uygulamaya konulması üretim sürecindeki gelişmelerin bilimsel yöntemlerle incelenmesi ile olanaklıdır. Böylece sorunların ana kaynaklarını saptamak kolaylaşacak, alınacak güvenlik ve sağlık önlemlerinin özellik ve nitelikleri ile uygulama alan ve yöntemlerinin belirlenmesi sağlanabilecektir. Bu nedenle üretim sürecindeki değişimlerle, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki gelişmeleri tarihsel akışı içinde incelemek gereklidir. 1. DÜNYADAKİ GELİŞMELER 1.1. Sanayi Devrimi Öncesi İlk insanla başlayan üretim süreci boyunca üretim teknik ve biçimleri de değişmiştir. Taşın ve toprağın işlenmesi, madencilik tekniklerinin geliştirilmesi, ateşin bulunması, giderek buhar gücünden yararlanma olanakları, iş aletlerinin ve üretim araçlarının gelişiminde önemli etkiler yaratmıştır. Çalışma yaşamındaki gelişmelerin yarattığı sorunların çözümü için yapılan çalışmalar işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gelişiminde de temel unsurlar olmuştur. Bu nedenle yapılan işle sağlık arasında ilişki kurmanın tarihçesi oldukça eski çağlara dayanmaktadır. Bugünkü anlamda işçi sağlığı ve iş güvenliği olarak tanımlanabilecek çalışmalar ilk olarak köleci toplumlardan eski Roma’da gözlenmiştir. Bu dönemde birçok bilim insanı bugün bile geçerli sayılabilecek çalışanların sağlık ve güvenliğine yönelik öneri ve savlar ileri sürmüşlerdir. Bunlardan ünlü tarihçi Heredot ilk kez çalışanların verimli olabilmesi için yüksek enerjili besinlerle beslenmeleri gerektiğine değinmiştir. M.Ö. 370 tarihinde Hipokrates ilk kez kurşunun zararlı etkilerinden söz etmiş, kurşun koliğini tanımlamış, halsizlik, kabızlık, felçler ve görme bozuklukları gibi belirtileri saptamış ve bulguların kurşun ile ilişkisini açık bir biçimde ortaya koymuştur. Roma İmparatorluğu döneminde toksikoloji oldukça ilerlemiş, birçok bitkisel zehir, arsenik ve arsenik asidinin sülfid tuzları bulunmuştur. Dioscorides ise zehirleri bitkisel, hayvansal ve mineral kaynaklı olmak üzere kökenine göre üçe ayırmış ve bu ayrım yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. M.Ö. 200 yıllarında Hipokrates’in çalışmalarını daha da geliştiren Nicander, kurşun koliği ve kurşun anemisini incelemiş ve bunların özelliklerini tanımlamıştır. Bu dönemde yapılan çalışmalar sağlık ve güvenlik sorunlarının saptanması ve tanımı ile sınırlı kalmamış, zararlı etkilerden korunma yöntemleri de geliştirilmiştir. Nitekim M.S. 23 ile 79 yılları arasında yaşamış olan Plini, çalışma ortamındaki tehlikeli tozlara karşı çalışanların korunması amacıyla maske yerine geçmek üzere başlarına torba geçirmelerini önermiştir. Juvenal ise, özellikle demircilerde görülen göz yakınmaları ve göz hastalıklarının yapılan işten kaynaklandığını, sürekli olarak ayakta çalışanlarda varislerin oluşabileceğini açıklamıştır. Daha sonraları feodal toplumlarda çalışanların sağlık ve güvenliklerinin korunması yönünde ne tür çalışmalar yapıldığı konusunda yeterince bilgi edinilememiştir. Oysa bu dönemde de uzun yıllar boyunca üretim araç ve tekniklerinde önemli gelişmeler olmuş, üretim sürecinde giderek daha çok sayıda yer alan insanlar, iş kazaları ve meslek hastalıklarına maruz kalmışlardır. 1473 yılında kuyumcularla ilgili bazı hastalıkları inceleyen Urlich Ellenbrong yalnızca izlenimlerini bildirmekle yetinmiştir. Daha sonraları ise, çalışanların sağlık ve güvenlik sorunlarının çözümünde, Paracelsus, Acricola ve Ramazzini önemli çalışmalarda bulunmuşlar ve sorunların çözümüne katkı sağlamışlardır. 1493 ile 1541 yılları arasında yaşayan Alman düşünür ve hekimi Paraselsus Basel Üniversitesi’nde verdiği derslerle, tıpta yeni bir anlayışa öncülük etmiştir. 1528 yılında DOSYA Ceren ÖRTEN, Mehmet BESLEME, Şafak HALICI TMMOB Kimya Mühendisleri Odası BİTKİSEL YAĞLARIN EKONOMİ POLİTİĞİ Artan dünya nüfusunu besleyebilecek dünya yüz ölçümü sınırlıdır. Erozyonlar, yeni yerleşim yerlerinin açılması, yeni fabrikalar, yollar açılması ve genişletilmesi gibi nedenlerle tarıma elverişli alanlar giderek azalmaktadır. Yeryüzündeki yaşama alanının sınırlı olması yeni tarım alanlarının tamamının üretime açılmasına engel teşkil etmektedir. Buna rağmen modern tarım teknikleriyle, modern teknolojinin sunduğu kolaylıklardan da yararlanılarak birim alandan elde edilecek ürün miktarının dünya nüfus artışıyla dengeli olacak şekilde ürün kaybı olmaksızın arttırılması da gerekmektedir. Artan dünya nüfusunda kişi başına düşen gıda gereksinimi, bununla orantılı olarak ihtiyaç duyulan yağ miktarı gereksinimi ile birlikte artmaktadır. Bu nedenle bu yağların hammaddesi olan yağlı tohum bitkilerinin önemi de ortaya çıkmaktadır. İnsan sağlığında yüksek enerji verme katkısı ile olmazsa olmaz besin kaynaklarından olan ve ülkemizde tarımı yapılan yağlı tohumlar (ayçiçeği, pamuk, soya, yerfıstığı, haşhaş, susam, kolza ve aspir tohumu)(Tablo 1.), insan vücudu için önemli yağ asitleri, posa, mineral (potasyum, çinko, bakır, magnezyum) ve E vitamini içeriğine sahiptir. Enerji veren besin bileşeninde en yüksek değere sahip olan bu yağlar, bitkisel ve hayvansal kaynaklardan sağlanmaktadır. Ancak hayvansal kökenli yağların üretiminin bitkisel yağların üretimine nazaran daha pahalı ve yetersiz oluşu nedeniyle, insan beslenmesi için gerekli olan yağların büyük bir kısmı (%83) bitkisel kökenli yağlardan karşılanmaktadır. İnsan beslenmesinde tüketilen sıvı yağların % 40’ı ayçiçeğinden olup, bunu %30 ile pamuk yağı, %12 ile soya yağı, %8 ile zeytin yağı, %5 ile mısır yağı ve %5 ile diğer yağlar (haşhaş, kolza, palm yağı vd.) takip etmektedir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 43 DOSYA DOSYA Özellikle yemeklik yağ fiyatlarındaki artışın nedenleri; • Dünyada küresel ısınma nedeniyle yaşanan iklim değişikliği ve yaşanan kuraklıktan dolayı tarım ürünlerinde karşılaşılan rekolte düşüklüğü, Tablo 1: Bazı Bitkisel Yağlı Tohumların Yağ İçerikleri ( % ) Kaynak: Taşan, 2006 • Dünyadaki 4500 farklı bitkisel yağ türünün 100 tanesinde ticari açıdan uygun yağ içeriği mevcuttur ve bunların da sadece 22 tanesinin ticari anlamda üretimi yapılmaktadır. Bir insanın günlük gereksinim duyduğu yağ miktarı yaklaşık olarak 80 gramdır ve bu gereksinimin üçte biri sıvı yağlardan, diğer üçte biri katı yağlardan ve geri kalan üçte biri de peynir, süt vb. gıdalardan karşılanmaktadır. Ayrıca, yağlı tohumlar hayvan beslenmesinde karma yem hammaddesi küspe ve alternatif enerji kaynağı olan biyoyakıt üretiminde hammadde olarak da kullanılmakta, gıda sanayi başta olmak üzere, yem, kozmetik, boya ve enerji sektörlerine hammadde sağlaması bakımından, ülke ekonomisinde büyük öneme sahip ürün grubumuzu teşkil etmektedir. Bu denli yüksek öneme sahip yağlı tohumların önemi dünyamızda ve ülkemizde gitgide artmaktadır. GIDA KRİZLERİ VE RİSKLER Son yıllarda dünyamız, çok önemli sosyal ve ekonomik olayların beraberinde krizler yaşıyor. Gıda fi yatları 1945’ten bu yana en yüksek düzeyine ulaşmış durumdadır. 2007 ve 2008 yıllarında dünya çapında gıda fi yatlarındaki yüksek artışlar bir küresel krize dönüşmüş, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklara, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal huzursuzlara neden olmuştur. Bu krizin nedeni tarım ürünleri üreten ülkelerde kuraklığın yaşanması ve petrol fi yatlarının gün geçtikçe artması olarak değerlendirilebilir. Krizin başlamasıyla birlikte dünya egemenleri, likidite sağlayan, fi yat belirlenmesine ve enformasyonun doğru ve etkin kullanılmasına yarayan “hedge fonları” olarak adlandırdıkları yatırım fonlarını fi nans piyasalarından, emtia piyasalarına kaydırarak, buradan tarım ürünleri emtia piyasalarına el atmışlardır. Spekülatif fi yat artışının nedenini, bu egemenlerce büyük miktarlarda tarım ürünleri alımı olarak değerlendirmek mümkündür. 44 • Gübre ve nakliye ücretleri artışının gıda fiyatlarına yansıması, Fosil yakıtların tükenme korkusu ve petrol fiyatlarındaki artışlardan dolayı yenilenebilir enerji kaynaklarına ve dolayısıyla kolay elde edilebilir hammadde niteliği taşıyan yağlı tohumlardan biyoyakıt, biyodizel, biyoetanol, biyogaz, biyoselüloz üretimine yönelinmesi. Sayılan tüm işlevleri dikkate alındığında, pek çok otorite ve araştırıcı tarafından özet olarak vurgulandığı gibi, yağların canlı yaşamındaki işlevinin, “Yağ tüketimi olmaksızın, insan yaşamı mümkün değildir.” şeklinde belirtilmesi, hiç de iddialı bir görüş olmamaktadır. BİYOYAKIT ÜRETİMİ Dünyanın yeni bir enerji çağına girdiği ve enerjinin üretim, dağıtım ve tüketiminde teknolojik bir değişim geçirildiği yönünde ciddiye alınması gereken tespitler vardır. Bir yandan enerji tüketiminde en büyük paya sahip olan petrolün üretimindeki azalma eğilimleri, bunun sonucunda petrol fiyatlarının artması, diğer yanda hidrokarbon rezervlerinin zengin olduğu bölgelerin ve ticaret yollarının kontrolünün uluslararası çatışmaların konusu haline gelmesi sonucunda tüm dünyada enerji arz güvenliğine ilişkin riskler artmaktadır. Enerji arz güvenliğinde ortaya çıkan risklerin yanı sıra, enerji üretim ve dönüşüm süreçlerinin iklim değişikliğinin nedeni olarak görünen sera gazlarının önemli bir kaynağı olması mevcut enerji sistemlerinin sürdürülebilirliğini tehlikeye sokmaktadır. Bu durum enerji alanında yeni enerji kaynakları ve üretim, dönüşüm teknolojileri konusundaki arayış ve girişimleri arttırmaktadır. Bu gelişmeler çerçevesinde, özellikle yenilenebilir enerji kaynakları, önemi giderek artan kaynaklar arasındadır. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında yer alan biyokütle-biyogaz ısınma ve elektrikte kullanılması bakımından, sıvı haldeki biyoyakıtlar ise ulaştırma sektöründe, enerji arz güvenliğinde, sera gazlarının azaltılması gibi ihtiyaçlarda dikkate alınması gereken kaynaklardır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Avrupa Parlamentosu (AP) ve Avrupa Konseyi’nin çevreyi korumak ve küresel ısınmayı önlemek amacıyla motorine biodizel, benzine ise biotenol katılmasını zorunlu kılması, 2010 yılına kadar eklenmesi gereken biyodizel ve bioetonol miktarlarının %5’e kadar yükselmesi gerekliliği ile üreticinin biyoyakıtlara yönelimini hızlandırmıştır. Yenilenebilir enerji kaynaklarından olan biyodizelin yağlı tohumların, biyoetanolün ise nişasta veya şeker içeren mısır, buğday, arpa, şeker pancarı gibi tarımsal kaynakların işlenmesiyle üretildiği dikkate alınırsa ülkemizde petrolden sonraki en büyük ithalatı yağlı tohumların oluşturduğu görülecektir. Dolayısıyla Türkiye’de bitkisel yağ açığı önemli boyutlara ulaşmıştır. Ülkemizde 1,7 milyon ton civarındaki yağ tüketiminin ancak 650-700 bin tonu, 420-450 arası olduğu söylenen yerli üretim tesisinden üretilmekte, kalanı ithalat yoluyla karşılanmaktadır. 1989’da 564 bin tonla sınırlı olan yıllık yağ, yağlı tohum ve küspe ithalatı bugün 2 milyon 500 bin tonlara ulaşmış durumdadır. Türkiye yağlı tohum ve ham yağ ithalatı için her yıl ortalama 1 milyar dolar ödemektedir. Buna lif pamuk ve hayvan yemi de eklendiğinde, rakam yaklaşık 3,5 milyar doları bulmaktadır. Bitkisel yağlardaki ayrışımdan elde edilen yüzlerce ester, kimya sektöründe yaygın olarak kullanılmakta ve ülkemiz bunun yan ürünlerini de yine tamamen ithalat yoluyla karşılamaktadır. ve gıda ürünlerinin fiyatını yükselttiği..” yorumu da bu tezi güçlendirmektedir. Dünyamız üzerinde her türlü siyasi ve politik konuda hegemonya kuran ABD gibi egemenler tarım politikalarında da kendi çıkarları doğrultusunda başkasını yok sayarak fakir ülkelerinin tarım alanlarını gasp edip üretimlerini sadece biyoyakıta yönelik yapmaktadırlar. Biyoyakıta yönelik tarım alanlarının açılması için ormanların yok edilmesi daha fazla karbon dioksit salınımına yol açmaktadır. Uzmanlara göre ormanlara yapılan bu tahribat 17 ila 420 kat daha fazla karbon dioksit salınımına neden olmaktadır. DÜNYA’DA BİTKİSEL YAĞ ÜRETİMİ Dünyada yağlı tohumlar tarımında; soya fasulyesi, yerfıstığı, ayçiçeği, kolza (veya kanola), mısır, zeytin, susam, palmiye tohumu, yağ keteni, aspir, hindistan cevizi ve hintyağı bitkileri anlaşılmaktadır. Ancak ülkemizde gerçek anlamda bu bitkilerden üretimi yapılan sadece yağlık olarak ayçiçeği ve zeytin bir miktar da soya fasulyesi yan ürün olarak da yağ elde edilen mısır ve pamuktur. Dünyada bu bitkilerin oranlarına baktığımızda, Bu arada, yukarıda bahsettiğimiz gibi küresel ısınma ve tarımda yaşanan problemler ile birlikte dünya’da ve ülkemizde “Biyoyakıt”a olan ilgi de gün geçtikçe artmaktadır. Dolayısıyla bitkisel yağdaki ithalat rakamları hayli yüksek iken, biyodizelin de önemli hammaddesi olan yağlı tohum içeren bitkilerin teşvik ve üretimi daha çok önem kazanmaktadır. Doğru politikalar uygulanmadan, insan için bu kadar hayati öneme sahip olan yağlı tohumların biyoyakıt üretiminde hammadde olarak kullanılması sanıldığı gibi ne çevreci bir yaklaşımdır ne de dünyamız için kalkınmacı tarafı olan bir harekettir. Aksine yağlı tohumların gıda amaçlı kullanım alanlarını hiçe sayarak sadece biyoyakıta yönelik üretim yapmak dünyamızda var olan açlık ve yoksulluğun hızından hiçbir şey kaybetmeden ilerlemesine ve ülkemiz de dahil birçok ülkede gıda fiyatlarında yükselişe ve kıtlığın boy göstermesine sebep olmaktadır. Dünya bankası başkanı Robert Zoellick’e göre “Zengin ülkelerin biyoyakıt üretim politikaları dünyada 100 milyon kişiyi yoksulluğa itebilir.” açıklaması ve BM Gıda Hakkı raportörü Jean Ziegler’in “Dünyada büyük miktarda biyoyakıt üretiminin insanlığa karşı suç olduğu Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 45 DOSYA DOSYA ülkemizden tamamen farklı bir durum göze çarpmaktadır. Dünya toplam ekim alanı olan 200 milyon hektardan 290 milyon ton yağlı tohum üretimi gerçekleştirilmiş iken bu üretimin % 53’ü soya fasulyesi, % 13’ü kolza (kanola), %12’si pamuk tohumu, %10’u ayçiçeği, %7’si kabuklu yerfıstığı ve %5’inin de palmiye çekirdeği, susam, keten, hintyağı ve hindistan cevizinden oluştuğu görülmektedir. Petrol fiyatlarındaki artışın ve küresel iklim değişikliği dolayısıyla yaşanan kuraklığın etkisiyle tüm dünyada yağlı tohum fiyatlarında çok büyük yükselmeler yaşanmaktadır. Dünya genelindeki petrol fiyat artışı, alternatif yakıt olarak dile getirilen biyoyakıt üretiminde bitkisel yağların kullanılmasını gündeme getirmiş ve talebini de artırmıştır. Başlıca bitkisel yağ üretiminde dünyada başta gelen ülkeler; soya yağında ABD, ayçiçeğinde Rusya, Ukrayna, AB, kolzada AB, Çin ve Palm yağında ise Malezya ve Endonezya’dır. Dünyadaki başlıca ülkelerin toplam yağlı tohum üretimi Tablo 2.’de ve Dünya’da yağlı tohum üretimi Tablo 3.’de görülmektedir. yılında dünya yağlı tohumlar üretimi %4 oranında azalmış, tüketim ise %2 oranında artmıştır. Dünyada ilerleyen yıllardaki yağlı tohum politikaları ile ilgili OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) 2007-2016 Yılları Tarım Raporunda toplam yağlı tohum üretiminin toplamda 350 milyon ton üzerinde olacağını öngörmektedir. Gelecekte yaşanacak olan fosil yakıt azalması ve çevreci yaklaşımla biyoyakıtın piyasa hakimiyeti sağlayacağı öngörüsüne sahip olan Tablo 2.’deki ülkelerden de anlaşılacağı üzere ABD beraberinde Arjantin ve Brezilya’nın yağlı tohum üretiminde önde geleceği ve diğer ülkelerin de ithalatçı konumuna gerileyeceği aşikardır. Yağlı tohumların enerji tarımında kullanılmasının artmasıyla dünyada ciddi bir gıda krizinin kapıda olduğu ise düşündürücüdür. Dünya yağlı tohumlarının biyoyenilenebilir enerji hammaddesi olarak kullanımı Şekil 1’de Yıllara Göre Bitkisel Yağ Fiyatlarının Ham Petrol Fiyatına Göre İlerleyişi ise Tablo 4.’de verilmiştir. Son beş yılda Dünya yağlı tohumlar üretimi %17 artarken, tüketimi %21 oranında artış göstermiştir. 2007 Tablo 2: Başlıca Ülkelerin Yağlı Tohum Üretimi (mil mt) 2006/2007 Kaynak: Önder SERİN Tablo 3: Dünya Yağlı Tohumlar Üretimi (Milyon Ton) Kaynak: Dr. Hüseyin Büyükşahin Şekil 1. Dünya’da tüketilen yakıtların biyoyenilenebilir hammadde kaynakları (milyon ton) Kaynak: FAL 46 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Tablo 4: Yıllara Göre Bitkisel Yağ Fiyatlarının Ham Petrol Fiyatına Göre İlerleyişi Kaynak: Dr. Hüseyin Büyükşahin, Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği Türkiye’de Bitkisel Yağlar Ülkemiz 26,5 milyon hektar ekilebilir alana sahiptir. Bunun %20’si sulu tarım alanıdır. Ülkemizde ve dünyada giderek artan nüfus artışına paralel olarak gıda maddeleri tüketimi de artmakta ve buna bağlı olarak da yağ talebi artmaktadır. Ülkemiz Hindistan cevizi ve palm bitkileri haricinde diğer yağ bitkilerinin tamamı için elverişli ekolojiye sahip olmasına rağmen üretimin istenen seviyede olmaması kaygı verici ve düşündürücüdür. Türkiye’de en çok üretilen bitkisel yağların en önemlilerinden olan ayçiçeğinin başta Trakya ve Marmara bölgesi olmak üzere son yıllarda da Çukurova bölgesinde üretimi yapılmaktadır. Soya ve pamuk, ülkemizde Çukurova, Güneydoğu Anadolu ve Ege bölgesinde öncelikli olarak üretilmektedir. Yerfıstığı, özellikle Çukurova Bölgesinde ve aspir ise ülkemizin Orta Anadolu Bölgesinde üretilmektedir. Kanolanın, başta Çukurova Bölgesi olmak üzere Trakya, Marmara, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu gibi çok geniş bir alanda üretimi yapılabilmektedir. Türkiye’de üretilen diğer bir bitkisel yağ türü olan susam ise ülkemizin Marmara, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde üretilmektedir. Yağlı Tohumlu Bitkilerin Türkiye’deki Durumu için Tablo 5’e, 2003-2007 Yılları Arasında İthal Edilen Yağlı Tohum Miktarları için Tablo 6.’ya ve 1961-2007 Yılları Arasında Beşer Yıllık Dönemler Halinde Önemli Yağlı Tohumlu Bitkilerin Türkiye Üretim Değerleri (Ton/yıl) ve (%)Artış Oranları için Tablo 7’ye bakınız. tüketimdeki gereksinimleri karşılayamadığından bu açık maalesef ithalat yoluyla kapatılmaktadır. Ayrıca, 1985’li yıllarda Türkiye’nin bitkisel yağ talebinin %75’i yerli üretimle karşılanırken, günümüzde bu değer %33,5’lere kadar gerilemiştir. Tarım ülkesi olarak nitelendirdiğimiz Türkiye, yağlı tohum üretimini artırmaz ise yaklaşık 5-6 sene sonra yağlı tohum bulamayacaktır ve doğal olarak ham yağ da bulamayacaktır ve dışa olan bağımlılık yukarıda da bahsettiğimiz gibi ABD, Arjantin ve Brezilya gibi ülkeler üzerinden gitgide artacaktır. Ülkemizdeki bu üretim eksikliğinin ana nedeni ise ciddi bir tarım politikasının olmaması, plan ve programların da kararlı ve kesintisiz yönetilememesi sonucudur. Tarım ülkesi olarak nitelendirdiğimiz Türkiye, yağlı tohum üretimini artırmaz ise yaklaşık 5-6 sene sonra yağlı tohum bulamayacaktır ve doğal olarak ham yağ da bulamayacaktır ve dışa olan bağımlılık yukarıda da bahsettiğimiz gibi ABD, Arjantin ve Brezilya gibi ülkeler üzerinden gitgide artacaktır. 1980’li yıllarda işlenebilir tarım alanları içerisinde yağlı tohumların ekim alanı %2,3 iken son yıllarda bu değer % 3,0 olmuştur, bu değer Türkiye’de yağlı tohum üretim alanlarında kayda değer bir artış olmadığını göstermektedir. Üretimin yetersiz olması doğal olarak ham yağ üretimini de yetersiz kılmaktadır, üretilen ham yağ iç Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 47 DOSYA DOSYA Tablo 5: Yağlı Tohumlu Bitkilerin Türkiye’deki Durumu Kaynak: Özer Kolsarıcı Tablo 6: 2003-2007 Yılları Arasında İthal Edilen Yağlı Tohum Miktarları (Ton) Kaynak: Prof. Dr. Halis Arıoğlu Sonuç ve Öneri* Ülkemiz tarım ülkesi olmakla övünürken, son geldiğimiz dilimde özellikle petrolden sonraki ikinci ithalat bağımlısı olduğu alanın “Bitkisel Yağlar” olması düşündürücüdür. Türkiye yılda yaklaşık 1,7 milyon ton bitkisel yağa ihtiyaç duymaktadır. Ancak bunun 650-700 bin tonu, Türkiye’de üretim yapan 420-450 arası olduğu söylenen yerli üretim tesisinden karşılanmaktadır. Türkiye, her yıl daha fazla bitkisel yağ ve türevini ithal ediyor. 1989’da 564 bin tonla sınırlı olan yıllık yağ, yağlı tohum ve küspe ithalatı bugün 2 milyon 500 bin tonlara ulaşmış durumda. Aynı dönemler arasında 335 milyon dolarlık ithalat bedeli, bugün 1 milyar 300 bin doları aşmaktadır. Nüfus artışına bağlı hesaplamalara göre önümüzdeki birkaç yıl içinde yağ bitkilerine harcanan dövizin 2 milyar dolarlara dayanması bekleniyor. 1 IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, Türkiye’yi tarımda kendine yeter bir ülke olmaktan tümüyle çıkarıp, küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan Türkiye tarımını çökerterek, tarımsal üretimden pazarlamaya değin uluslararası tekeller ve onların yerli acentelerinin denetimine sokmaktadır. Uluslararası sermayenin tarımdaki kontrolü artarken, tarımsal üretim Türkiye insanının gereksinimlerine göre değil, tekellerin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre ve onların belirlediği koşullarda yapılmaktadır. Yerli üreticiler -şimdilik- ‘’sözleşmeli çiftçi’’ adı altında bu tekellerin ‘’taşeronu’’ olmaya hazırlanıyorlar, tamamen tasfiye edilecekleri günler ise çok uzak gözükmüyor. Ekim alanları daralıyor, üretim düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor. Tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çok uluslu tarım tekellerinin ihtiyaç ve * 8-10 Mayıs 2008 tarihlerinde gerçekleştirilen TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Bitkisel Yemeklik Yağlar Sempozyum ve Sergisi Sonuç Bildirgesinden alınmıştır. 48 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Tablo 7: 1961-2007 Yılları Arasında Beşer Yıllık Dönemler Halinde Önemli Yağlı Tohumlu Bitkilerin Türkiye Üretim Değerleri (Ton/yıl) ve Artış Oranları (%) Kaynak: Prof. Dr. Halis Arıoğlu yönlendirmelerine göre değil, Türkiye insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin doğal -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak bir tarım programı hayata geçirilmelidir. 7. Yağlı tohum ekiminden yemeklik yağ üretime kadar olan süreçlerde, gerçekçi strateji ve planlama yapılmalı, zaman geçirmeden uygulamaya sokulmalıdır. Öneriler 8. Yerli yağ üretim proseslerinde, kalitenin artırılması, verimliliğinin yükseltilmesi ve Ulusal teknoloji yaratmak için AR-GE çalışmaları özendirilmelidir. İnsan yaşamının vazgeçilmez gıdalarından olan Bitkisel Yemeklik Yağlar konusunda; 1. Türkiye öncelikle üretim ve tüketim değerleri yüksek bir tarım ülkesidir. Bu gerçeği unutmadan, tarımsal üretime ve öz kaynaklara öncelik ve gereken önem verilmelidir. 2. Ülkemizin birincil ihtiyacının gıda ve yem olduğu unutulmamalı, acilen ülke ihtiyaçlarına uygun olarak Gıda Güvenliği Yasası çıkarılmalıdır. 3. Bitkisel yağ üretiminin öncelikle gıda amacı ile kullanılması, enerji amacı ile kullanımı ise ikincil düzeyde ancak ve ancak ürün fazlası olduğunda düşünülmelidir. 4. Tarım alanlarına hangi amaçla ve hangi yağlı tohumun ekileceği belirlenmeli ve çiftçiye alım garantisi verilmelidir. 5. Bölgesel bazda belirlenmiş olan yağlı tohumlu bitki üretimi, ilgili kuruluşlarca teşvik ve destek programına alınmalı, girdi fiyatları (özellikle mazot, ilaç ve gübre fi yatları) çok yüksek olduğundan çiftçiler mutlaka desteklenmelidir. 9. Hammadde olarak yerli tarımsal ürün kullanımına, yerli üretim ve yerli teknik eleman istihdama öncelik verilmeli ve teşvik edilmelidir. Halen ülkemizde bitkisel yağ sektöründe atıl kapasite mevcuttur. Bunun nedenleri ise; hammadde azlığı, işletme sermayelerinin ve eski tesislerin teknolojik yetersizliği ve nitelikli olan kurulu kapasitedeki tesislerin kullanılmamasıdır. Bu önerilerimizin yerine getirilebilmesi için; ülkemiz tarım, gıda, sağlık, çevre, teknoloji politikalarının entegre bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Kaynaklar 1) DPT.YBM, 1999 2) DAĞLIOĞLU, O., GEÇGEL, Ü., TAŞAN, M. 2006. Oil and seed characteristics of selected corn cultivars grown in Turkey. AOCS (American Oil Chemists’ Society), World Conference and Exhibition on Oilseed and Vegetable Oil Utilization, August 14-16, Istanbul. 3) KILIÇ, F., ÇUKOBİRLİK, 06/04/07 tarihli konuşma metni 4) KOLSARICI, Ö., BAŞALMA, D., İŞLER,N., ARIOĞLU, H., GÜR, A., OLHAN, E., SAĞLAM, C., “Yağ Bitkilerin Üretimi” 5) OECD-FAO Agricultural Outlook 2007-2016 6. Mevcut yağlı tohumlu bitkilerin üretim alanları yanı sıra potansiyel alanlar belirlenerek devreye sokulmalıdır. Özellikle gelecek için 1,5-2 milyon hektar ek alana ihtiyaç duyulacağı bilinmeli, buna yönelik eylem planları hazırlanmalıdır. 6) TBMM 22. Dönem Bitkisel Yağların Üretimindeki Sorunların Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Oluşturulan Komisyon Raporu 7) Atık Bitkisel Yağların Çevreye ve İnsan Sağlığına Etkileri ve Biyodizelin Önemi Sempozyumu, Ocak 2008 İstanbul 8) GÖKSU, Ç., Bitkisel Yağlar. T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 49 DOSYA Bilge ÖLMEZ Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi YK Yedek Üyesi GIDA SANAYİİNE GENEL BAKIŞ “Cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun, her insanın her zaman sürekli, yeterli, güvenli ve kültürel tercihine uygun gıdaya veya gıda üretmek için gerekli araçlara ulaşma hakkı vardır. İnsanlar gıda ihtiyaçlarını kendi kontrollerinin dışında, engelli, yaşlılık, ekonomik yetersizlikler, hastalık, felaket ya da ayrımcılık gibi durumlarda karşılayamadıkları zaman gıda ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmalıdır.” (Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesinin 12. Genel Yorumu, 1966 yılında kabul edilen Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi) 1) SEKTÖRÜN TANIMI VE GENEL DURUM Gıda sanayi, tarımdan sağladığı bitkisel ve hayvansal hammaddeyi, uyguladığı bir ya da daha fazla işlemle, 50 raf ömrü uzun ve tüketime hazır ürünlere dönüştüren bir üretim sanayii koludur. Tarımsal üretimin mevsime ve yöreye bağlı değişkenliğine karşılık gıda gereksiniminin sürekliliği, çabuk bozulma eğilimindeki tarımsal ürünlere belirli bir işleme ve muhafaza yöntemlerinin uygulanmasını zorunlu kılmakta ve bu işlemi gıda sanayi yerine getirmektedir. Gıda sanayi; tarımsal üretim, dengeli beslenme, katma değer, istihdam ve ihracat açısından önemli işlevleri olan bir sektördür. 2004 yılı verilerine göre sektörün GSYİH içindeki payı % 2,4 imalat sanayii içindeki payı ise üretim değeri açısından % 14,1, katma değer açısından % 11,7, istihdam açısından %13,7, toplam ihracattaki payı ise % Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 5,8 dolayındadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2007 verilerine göre çalışan işçi sayısı 356 bin 314, sendika üyesi sayısı 278 bin 476 ve sendikalaşma oranı % 78’dir. raklarının % 35,6’sı tarım arazisinden, % 28,0’i çayır ve meradan, % 30,2’si ormandan oluşmaktadır. Ekilen toprakların % 72,8’inde tahıl, bunun da % 50,1’inde buğday tarımı yapılmaktadır. (DİE 1997) Uluslararası standart sınıflandırma (ISIC-3) sistemine göre gıda sanayi, et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, su ürünleri, tahıl ve nişasta mamulleri, meyve ve sebze işleme, bitkisel yağ ve mamulleri, şeker ve şekerli mamuller, yem sanayi olmak üzere sekiz alt sektörden oluşmaktadır. FAO’nun 2002 yılı verilerine göre Türkiye’de yaklaşık 31,9 milyon ton tahıl, 24,8 milyon ton sebze, 13,0 milyon ton şeker pancarı, 11,0 milyon ton meyve, 9,5 milyon ton süt ve 1,3 milyon ton et üretilmektedir. Türkiye’de artan nüfusun yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenmesi, tarımsal üretimin uygun şekilde değerlendirilmesine bağlıdır. Tarımsal üretimin artan oranda sanayide değerlendirilerek tüketiciye sunulması için gıda sanayinin yapısının sağlıklı şekilde geliştiği ve sorunlarının çözüldüğü bir ortamın varlığı önemli görülmektedir. Gıda sanayi alt sektörleri, hammaddeyi çoğunlukla ülke içi kaynaklardan sağlayabilirken, az sayıda da olsa kimi alt sektörler hammadde açısından dışa bağımlılık göstermektedir. Çeşitli kayıt ve kaynaklara göre gıda alanında faaliyet gösteren işyeri sayısı farklılık göstermektedir. Ancak, gıda sanayii, tarıma dayalı bir sanayi dalı olarak Türkiye ekonomisinde önemli bir yere sahiptir. Tablo 1. Türkiye’nin tarımsal ve hayvansal üretimi, 2002 (FAO 2002) Tarımsal üretimin bir kısmı doğrudan (taze olarak) tüketilirken, bir kısmı da gıda sanayinde hammadde olarak işlenmekte ve değişik gıdalara dönüştürülmektedir. Tarımsal üretimin gıdaya işlenen oranı üründen ürüne değişiklik göstermektedir. Bu oran buğdayda, yağlı tohumda, şeker pancarında daha yüksek; et, süt, sebze ve meyvede daha düşüktür. Türkiye’nin ihracata yönelik büyüme sürecinde gıda sanayi hızlı bir gelişme sürecine girmiştir. Gıda sanayiinin GSYİH içindeki payı son on beş yıllık dönemde yüzde 4,6’dan, yüzde 4,8’e yükselmiştir. Diğer taraftan, gıda sanayiinin 1995-2002 tarihleri arasında sabit fiyatlarla üretim değer artış ortalamasına bakıldığında, ekonominin genelinde üretim artış oranı yüzde 2,8 civarındayken, gıda sanayiinde bu oranın yüzde 3,2 olduğu görülmektedir. Ekonominin diğer sektörlerindeki büyüme de bunda etkilidir. 2) SEKTÖRÜN EKONOMİK DURUMU Sektörün tanımı yapılırken de değinildiği üzere, gıda sektörünün tipik özelliklerinden birisi, hammaddesini tarımdan almasıdır. Bu nedenle, her ülkede tarım ve gıda sanayi etkileşmekte ve birbirine paralel gelişmektedir. Türkiye, doğal kaynakları ve ekolojik durumu nedeniyle, tarımsal üretim potansiyeli ve çeşitliliği açısından oldukça zengin bir ülkedir. Toplam 77 800 000 ha olan top- Türkiye’de 2007 yılı itibariyle yaklaşık 40 bin işletmede, 90 milyar dolarlık üretim yapılıyor ve yaklaşık 400 bin kişiye istihdam sağlanıyor. Gıda işletmelerinin yüzde 72’sini un ve unlu ürünler, yüzde 9’unu süt ve süt ürünleri, yüzde 4’ünü meyve-sebze işleme, yüzde 3,4’ünü şekerli ürünler, yüzde 3,4’ünü şekerli ürünler, yüzde 2’sini et ürünleri, yüzde 4’lük kısmını tasnif dışı gıdalar, alkolsüz içecekler, su ürünleri sanayii oluşturmaktadır. Un ve unlu ürünler, süt ve ürünleri, meyve-sebze işleme gibi alt sektörlerdeki oranların yüksek olması, halkın tüketim alışkanlıklarının yanı sıra gelişmiş teknoloji uygulamayan (değirmen, Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 51 DOSYA DOSYA mandıra, zeytin, salamura işleme vb.) işletmelerin sayısal fazlalığından da kaynaklanmaktadır. Genelde küçük ve orta ölçekli işletmeler olarak faaliyetlerine devam eden gıda işletmeleri, mülkiyet yapısı açısından daha çok özel sektör kuruluşları niteliğindedir. Özellikle et, süt, yem gibi sanayilerde yaşanan özelleştirme ile günümüzde şeker ve çay hariç tamamıyla özel kesimin hakim olduğu söylenebilir. Gıda sanayinin gelişimi incelendiğinde, tüketici talebindeki farklılaşmanın ve pazarlama tekniklerinin gelişmesiyle ürün çeşitlenmesinin arttığı, dış pazara da daha çeşitli ürünlerin ihraç edildiği anlaşılmaktadır. Gıda sanayiinde, toplumun beslenme ihtiyaçları göz önüne alındığında et ürünleri gibi bazı temel sektörlerin üretiminde nüfus artış hızı ile uyumlu bir gelişme görülmemekte, meyve-sebze işleme sanayi gibi bazılarında ise ihracatın da etkisiyle önemli gelişmeler kaydedilmektedir. 1995-2005 döneminde gıda sanayi üretimi reel olarak ortalama yüzde 2,7 civarında büyümüştür. Talepteki büyüme aynı dönemde ortalama % 2,5 civarındadır. Ülkemiz bitkisel yağlar dışında diğer alt dallarda hammadde açısından kendine yeterlidir. Ancak gelişmiş ülke beslenme şekilleri dikkate alındığında hayvansal protein alımının düşük olması ve bunun özellikle hayvan- 52 cılık sektöründeki üretim darboğazından ve dolayısıyla hammadde yetersizliğinden kaynaklanması sorun oluşturmaktadır. Öte yandan, meyve ve sebze başta olmak üzere bazı alanlarda ihracat potansiyeli yüksektir. 19952005 döneminde cari rakamlarla gıda sanayi ihracatı ortalama yüzde 7,5 civarında büyümüştür. İthalat genelde yem hammaddelerinde yoğunluk kazanmakta, tarım sektöründe görülen gıda sanayi hammaddeleri ithalatında ise yağlı tohumlar önde gelmektedir. Türkiye’de işlenen ürün oranının diğer ülkelere göre düşük olduğu bir gerçektir. 3) GIDA SEKTÖRÜNDE YAPISAL DEĞİŞİMLER 1970’li yıllara dek tarım ürünleri ithalatçısı konumunda olan sömürgeci merkezler, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilere ek olarak her türlü destekleme aracını sonuna dek kullanarak, gereksinimlerinin çok üstünde bir tarımsal üretim kapasitesine ulaştılar. Ancak üretim fazlaları için pazar gerekiyordu. Bu noktada IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerini devreye soktular ve azgelişmiş ülkelerin pazarlarını ele geçirmek için bir saldırı programı başlattılar. 1980’li yılların başında borç krizine giren ülkelerde “yapısal uyum programları” şeklinde dayatılan bu saldırı sonucu, Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da birçok azgelişmiş ülke, iç piyasalarını gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını çokuluslu tarım-gıda Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA tekellerine açtılar. Bu ülkelerde temel gıda üreticiliğine dayalı üretim biçimi terk edilerek, tekellerin gereksinimlerine göre ve onların belirlediği koşullarda ihraç malları üretimine geçildi. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulandığı azgelişmiş ülkeler, sonuçta, kendi kendilerini besleyemeyen bir duruma gelerek, net gıda maddeleri ithalatçısı oldular. Buna karşılık, dünyada gıda üretimi ve dağıtımını bir avuç şirket kontrol etmeye başladı. GATT Uruguay Görüşmeleri de tarım-gıda tekellerinin gücüne güç kattı. “Yeni Dünya Düzeni” sürecinde ve “Küreselleşme” koşullarında, tüm siyasi ve ekonomik politikalarda olduğu gibi tarımsal politikalarda artık içsel dinamikler değil, dış dinamiklerin belirleme gücü baskındır. (Oral, N. 2006) Gıda sektörü, özellikle 1980’den bu yana sözleşmeli tarıma yönelme, teknolojinin yenilenmesi, kalite sistemlerinin yaygınlaşması, KİT’lerin özelleşmesi, şirket evlilikleri, ürün çeşitliliğinin artması, yeni pazarlama tekniklerinin uygulanması ve sektörel örgütlenmenin gelişmesi gibi yapısal değişimler yaşamaktadır. Bu değişime yol açan başlıca etmenler ise; küreselleşme olgusu, uluslar arası anlaşmalar, tarım politikaları, yasal düzenlemeler, tüketici talepleri ve çevre duyarlılığıdır. 12 Eylül askeri darbesi eşliğinde IMF, Dünya Bankası ve yerli tekelci sermayenin dayatmalarıyla yaşama geçirilen yapısal uyum programlarının bir sonucu olarak, Türkiye’de gelir dağılımı tarım aleyhine, büyük sermaye lehine olacak şekilde bozuldu. Buna paralel olarak mevcut küçük ölçekli ve dağınık üretim yapısı üzerine çok uluslu şirketlerin oturması gıda piyasasını katmanlaştırdı. (Oral, N. 2006) Uluslararası sermayenin Türkiye’de gıda piyasasına girişi 1950’lere dayansa da etkinlik alanları birkaç sektörle sınırlı kalmıştır. 1980’lerden başlayarak sektörde uluslar arası sermayenin rolü önemli ölçüde artmış; yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme görülmüştür. Türkiye’nin önde gelen sermaye grupları giderek büyüyen ölçekte, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek sektörün tekelleşmesini hızlandırmışlardır. Bu dönemde dış ticarette gıda ürünlerini de kapsayan önemli değişiklikler oldu. Bunların başında gıda ve tarımsal ürünler dış serbestleştirilmesi geliyordu. 1984 yılında gıda ürünlerinin ithalatında uygulanan vergi ve harçlar önemli ölçüde düşürüldü ve 1985-1995 arası gıda ithalatı 6 kat artmıştır. Gıda ithalatı özellikle, hayvansal ürünlerde (et ve süt) ve bitkisel yağda yoğunlaşmıştır. (Oral, N. 2006) 1990’ların başında özelleştirme kapsamına alınan SEK, EBK ve YEMSAN gibi tarımsal KİT’lerin arsa bedellerinin bile altında kalan fiyatlarla sermaye gruplarına verilmesiyle birlikte, besi ve süt hayvanları üreticileri için belirli bir pazar güvencesi oluşturan bu kuruluşların piyasadan çekilmesi sonucunda sektörde dalgalanmalara yol açtı. 1987-1998 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları giderek büyüyen ölçekte, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve ileri teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla ülkemizdeki gıda üretim yapısı hızla küresel tarım-gıda komplekslerinin bir parçası haline gelmeye başladı. Özellikle son 25 yılda gerek satın alma, gerekse ortaklık yolu ile gerçekleşen şirket birleşmesi ya da şirket evliliği sayısı 2000 dolayındadır. Bu birleşmelerin çoğu yerli gruplar arasında olmakla birlikte, özelleştirme süreci ve kriz sonrasında hız kazanmıştır. (Oral, N. 2006) 4) GIDA MEVZUATIMIZ VE AVRUPA BİRLİĞİ Dünya nüfusundaki hızlı artışla birlikte gıda maddelerine duyulan gereksinim de hızla artmıştır. Bu talebin karşılanabilmesi adına, birim alandan daha fazla ürün alabilmek için tarımsal alanlarda kimyasal girdilerin kullanıldığı konvansiyonel üretime başlanmıştır. 60’lı yıllarda başlayan bilinçsiz, yanlış ve aşırı oranda ilaç ve kimyasal gübre kullanımı sonucu ekolojik denge bozulmaya baş- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 53 DOSYA DOSYA lamış, çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler çıkmaya başlamıştır. Bundan dolayı, gelişmiş ülkelerde tüketici bilincinin uyandırılması ile birlikte sürdürülebilir tarım ve gıda güvenliği gibi kavramlar ortaya çıkarak tartışılmaya başlanmıştır. Gıda güvencesi sorununu çözümlemiş ülkelerde, gıda üretim ve ticaretinin küresel ölçekte insan sağlığına ve çevreye zarar vermeyen, güvenli ve kaliteli şekilde yapılması için ciddi bir titizlikle çalışmalar yapılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) küresel gıda güvenliği endişelerini; 1- Mikrobiyolojik tehlikeler, 2- Kimyasal tehlikeler, 3- Gıda kaynaklı hastalıkların taranması ve izlenmesi, 4- Yeni teknolojiler, 5- Ülkelerde mevcut idari ve beşeri kapasitenin geliştirilmesi kadar tüm aşamalarda karşılamaları gereken yüksek gıda güvenliği, hayvan sağlığı ve refahı ile bitki sağlığı standartları belirlenmekte ve uygulama etkin bir şekilde denetlenmektedir. Gıda güvenliğinin temel ilke ve gereklilikleri 178-2002EC sayılı genel gıda kanununda ortaya koyulmaktadır. Gıda güvenliğinin sağlanmasında temel sorumluluk gıda işletmelerine verilmiştir. İşletmelerin ithal ettikleri, ürettikleri, işledikleri, dağıtımını yaptıkları, ya da piyasaya sürdükleri gıda ürünlerinin ve hayvan yemlerinin mevzuata uygun olmalarını sağlamaları ve herhangi bir gıda güvenliği riski gözlemlediklerinde en kısa sürede piyasadan geri çekmeleri ve yetkili makamı bilgilendirmeleri gerekmektedir. İşletmeler, böylesi bir sorumluluğun gereklerini yerine getirmek için gıdaları ve yemleri kimden aldıkları ve kime sattıklarının kaydını tutmakla yükümlüdür. “İzlenebilirlik” adlandırılan bu sistemde, AB’de gıda güvenliği açısından bir sorun çıktığında, risk taşıyan ürünün kaynağı ve ulaştığı işletmeler tespit edilip gerekli önlemler en kısa süre içerisinde alınabilmektedir. başlıkları altında sınıflandırmıştır. Gıda güvenliğini sağlamaya yönelik uluslararası uygulamalara baktığımızda, Birleşmiş Milletler kuruluşlarının kendi görev alanları çerçevesinde öncelik verdiği konuların başında gıda güvenliği gelmektedir. Bu çerçevede 1997 yılında BM İdari Koordinasyon Komitesi bünyesinde, 1996 Dünya Gıda Zirvesi Eylem Planı’nın uygulanmasını izlemekle görevli bir “Gıda Güvenliği ve Kırsal Kalkınma İletişim Ağı” oluşturulmuştur. Küresel düzeyde ve tüm Birleşmiş Milletler kuruluşlarının katılımıyla oluşturulan söz konusu iletişim ağının sekretarya görevi Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD) tarafından üstlenilmiştir. İletişim Ağı çalışmaları, diğer ülkelere benzer olarak, Türkiye’de de, Birleşmiş Milletler Daimi Koordinatörlük sistemi çerçevesinde ve FAO ülke ofisinin liderliğinde, ilgili hükümet ve sivil toplum kuruluşlarının katkı ve katılımları ile yürütülmektedir. Birleşmiş Milletler FAO-WHO tarafından kurulan “Kodeks Alimentarius Komisyonu” gıda maddelerine yönelik asgari kalite ve güvenlik ölçütlerini belirlemekte ve dünya ülkelerine önerilerde bulunmaktadır. AB ise, dünyadaki en yüksek gıda güvenliği ve kalitesi standartlarına sahiptir. “Tarladan sofraya” gıda zincirinin tüm aşamalarını kapsayan entegre yaklaşım çerçevesinde ve gıdaların üretiminden tüketimine 54 AB ile 1996 yılından itibaren yürürlüğe giren Gümrük Birliği Kararı sonrasında gıda güvenliği konusuna büyük öncelik ve önem verilmektedir. Öncelikle 1995 yılında Gıdaların Üretimi, Tüketimi ve Denetlenmesine Dair Kanun Hakkında Kararname yürürlüğe girmiş, bundan sonra ise, Türkiye’de gıda konusunda eksikliği duyulan ve AB mevzuatına uyumu gereken tüm ülke mevzuatı hızla hazırlanarak yürürlüğe konmaya başlamıştır. Bu çerçevede, gıda maddelerinin üretim yerlerinde Türk Gıda Kodeksine uygunluğunun denetimi ve gıda kontrolü ile üretim izni ve denetimi ve gıda maddelerinin ithalat ve ihracat aşamalarındaki denetimler, gıda ve gıda ile temas eden ambalaj materyallerine ilişkin mevzuatları hazırlamak, gıda zincirinin tüm aşamalarında, ithalat ve ihracat işlemlerinde denetimlerin ve kontrollerin yapılmasını planlamak, koordine ve takip etmek, gıda ve beslenmeye ilişkin projeler hazırlamak, uygulamak, ayrıca gıda ile ilgili konularda kalkınma ve icra planlarının hazırlanmasına yardımcı olmak ve takip etmek, Kodeks Alimentarius Komisyonun çalışmalarını takip etmek, toplantılara katılarak taslak standardlara ülke görüşlerimizi bildirmek ve ticari ilişkide bulunduğumuz ülkelerin gıda mevzuatlarını takip etmek, 5179 Sayılı Kanun kapsamında yer alan tarım ürünleri ve gıda maddelerinin (ham, yarı veya tam işlenmiş her türlü madde) ithalat ve ihracat kontrollerini yapmak ve ihracatta sertifi ka düzenlemek, uluslararası anlaşmalar çerçevesinde uygulama- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA lar yapmak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü yetkisine bırakılmıştır. 5) GIDA SEKTÖRÜNDE TEMEL SORUNLAR • Tarım politikası uygulamaları ve tarım sektörünün altyapı sorunları nedeniyle gıda sanayiine yeterli ve kaliteli hammaddenin düzenli şekilde temininde ciddi sıkıntılarla karşılaşılmaktadır. • Gelişmiş ülkelerin ihracat teşvikleri ve tarımda maliyetlerin yüksek, verimin düşük olması, • Kişi başına düşen milli gelirin düşüklüğü, • İdari sorunlar nedeniyle dış pazarlarda güvensizlik yaşanması, • İş yaşamındaki iş ahlakı yetersizliği, • İşletmelerin üretim girdi maliyetlerinin yüksekliği ve işletme bazında AB’ye uyum sağlanması gerekliliği gibi faktörler bir dizi sorunla karşı karşıya kalınmasına neden olmaktadır. • Örgütlenmenin ve sanayii ile entegrasyonun zayıf olması nedeniyle üreticileri yeniden yapılanma ve ürünlerini pazarlamada güçlükle karşılaşmaktadırlar. Gıda güvenliğinin sağlanmasında reel sektörden kaynaklanan önemli sorunlar; • Kamu ve özel kesimde gıda konusunda eğitim almış yeterince istihdam edilememesi, • Teknik personel istihdamı yetersizliğine bağlı olarak denetim hizmetlerinin yeterli düzeyde bulunmaması ve kontrol personelinin hijyen ve sanitasyon konusunda eğitim yetersizliği, istihdamda sürekliliğin olmaması, • Kamu denetim sistemi ve otokontrol anlayışının yetersizliği, • Küçük işletme sayısının fazlalığı ve dağınık yapısı, • Mali ve teknik açıdan küçük ve güçsüz işletmelerin yoğunluğu, kayıt dışılığı, • Kaliteye göre fiyat belirlenmemesi, • Standart katle üretim yapılmaması, • Denetimde ve araştırmada çalışan personelin özlük hakları yetersizliği, • İzlenebilirliğin sağlanamaması, • Devlet adına gıda denetim ve kontrol hizmetleri yapan birimlerin dağınık olması ve aralarında yeterli koordinasyon olmaması, • Çevre ülkelerden yapılan ithalatlar, gıda güvenliği olmayan ürün ve materyal girişi, • Politik kaygılardan dolayı yetki paylaşımı, • GDO’lu gıdaların güvenliği, ithalatı, üretimi ve kontrolündeki belirsizlikler ve kontrollerde akredite olmuş laboratuar eksikliği ve henüz taslak halinde olan Biyogüvenlik Yasası, • Gıda kaynaklı hastalıklara ait ulusal veri tabanı bulunmaması ve bilgi ağı sistemi olmaması, • Gıda güvenliğine ilişkin parametrelerden oluşan bir veri tabanı eksikliği, ülke genelinde ilişkili mesleklerin eğitim programında gıda güvenliğinin yeterince ele alınmaması, • Yalnız gıda güvenliği ile ilgili üst bir kurumun bulunmaması, ulusal gıda güvenliği araştırmalarını tek elden izlenememesi, Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 55 DOSYA DOSYA • Uygulamalı Ar-Ge çalışmalarının eksikliği (altyapıbütçe), • Mesleki kaygılar nedeniyle “tarladan çatala” gıda güvenliği yaklaşımına uzak kalınması, • Gıda işletmelerinin bağlı bulundukları meslek odası, dernek vb. kuruluşların sektörü ve işletmecileri yeterince bilgilendirmemesi, eğitim faaliyetlerinde yetersizlik, • Tarım-gıda sanayi entegrasyonundaki zayıflık nedeniyle gıda otokontrol sistemlerindeki (HACCP ve GMP gibi) oluşturulmasında zorluklar bulunması, • Modern işletmelerde haksız rekabeti ve tüketici sağlığına uygun koşullarda ve kalitede üretim yapılmama riskini beraberinde getirmektedir. 6) SONUÇ Dünya ticaretinin gelişimi, gıdaların daha uzun mesafelerde, daha uzun sürelerde saklanabilme gereğini ortaya çıkardı. Özellikle de, gıdanın daha güvenli, daha besleyici, daha yararlı, daha kolay taşınabilir, daha kolay saklanabilir, daha ekonomik ve uzun raf ömürlü olması için yapılan çalışmalar, bugün gıda teknolojilerini ortaya çıkardı. Ve üretim teknolojilerinden başlayarak, işleme, saklama, ambalajlama, taşıma dahil olmak üzere tüm işlem aşamaları ciddi bir gelişme kaydetti. Bu arada sanayide karşılaşılan sorunlar, çok geniş çerçevede düşünülerek çözüme ulaştırılacak yapıdadır. Ülkemizde, Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlıkları kapsamında DPT Müsteşarlığı tarafından yürütülen Gıda Sanayii İhtisas Komisyonu çalışmalarında elde edilen bulgular ve saptanan strateji şu şekilde belirlenmiştir ve aşağıdaki şekilde özetlenmiştir: “Tarım sektörüyle entegrasyon sürecini tamamlamış, yeterli ve güvenli gıda üreten, teknoloji gücü yüksek, çevre bilinci gelişmiş, biyoçeşitliliği korumaya özen gösteren, dış pazarlara yönelik üretimini arttıran ve sürdürülebilir bir rekabet gücüne sahip bir yapı ile faaliyetini devam ettirmek.” sanayii sektörü oluşturulmamalı, tarımsal üretim ve işleme sanayii maliyet yapısının verimlilik artışı ve uygun destek politikaları ile düzeltilerek rekabet edebilir seviyeye getirilmesi gerekmektedir. • Hammadde sorunu sürekli devam etmekte olan ülkemizde, ithal hammaddeye bağımlı bir gıda sanayii oluşturulmamalıdır. Bu sorunun çözümünde tarımsal üretimi teşvik edici, üreticinin gelir düzeyini arttırıcı, yurtiçi tüketimini ve dünya ticareti ile uyumlu sürdürülebilir bitkisel ve hayvansal hammaddenin teminini sağlayıcı stratejik çalışmalara gerek vardır. Öncelikle, tarımsal ürünlerin yoğun olarak sanayide işlenmesi ve üreticiişleyici arasındaki fiyat anlaşmazlıklarının giderilmesi gerekmektedir. • Gıda alanında tüketim ve gümrük vergi oranlarının yüksekliği ve tutarsızlığı önemli bir sorun olarak dikkati çekmektedir. Bu amaçla sanayicinin ve tüketicinin daha düşük maliyetle üretim ve tüketim yapabilmesi, vergi kaçaklarının azaltılması gerekmektedir. • Gıda sanayii, her sanayii kolunda olduğu gibi yaşamın tümünü etkileyen sistemler içermektedir. Enerji kaynaklarını optimum düzeyde kullanarak, üretim, işleme, ambalajlama, saklama ve taşıma aşamalarında çevreye duyarlı ve zarar vermeyen bir yapı geliştirmeli, organik tarım desteklenmelidir. • Sanayiinin gelişip büyüyebilmesi ve gelişmeleri takip edip üretimini talebe göre hızlı ayarlamasında Ar-Ge çalışmalarının önemi bulunmaktadır. Ancak, genel anlamda işletmelerin özellikle KOBİ’lerin Ar-Ge’ye ayırdıkları pay ve bu konudaki çalışmaları yetersiz düzeydedir. Bu amaçla gıda konusunda tüm paydaşların yararlanabileceği şekilde bütçeden Ar-Ge çalışmalarına ayrılan payın arttırılması, bu bağlamda sanayiinin bilim, teknoloji ve Ar-Ge’ye dayalı gelişim kültürünün tüm paydaşlarca özümsenmesi, önemli görünmektedir. Ayrıca sanayiinin TÜBİTAK, üniversiteler ve araştırma enstitüleri gibi bilimsel araştırma kurumlarıyla işbirliğinin özendirilmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir. • Türkiye’de genel olarak bilinçli ve tepkili sivil toplum örgütü yapılanması yeterli düzeyde değildir. Bu açıdan gerekli tepkilerin zamanında yeterli düzeyde ve etkili olarak verilmesinde, özellikle de gıda alanında eksiklikler söz konusudur. Bu bakımdan toplumda sivil toplum bilincinin geliştirilmesi ve duyarlılığın arttırılması gerekmektedir. • Tarımda verimlilik ve kalitenin artırılması, aynı zamanda, AB ve dünya standartlarında güvenli gıdanın “tarladan sofraya gıda güvenliği” ilkesi benimsenerek tüketiciye ulaştırılması gerekir. • Tarım sektöründe uygulanan politikalar, gıda sanayinin tarımla ilişki ve etkileşimini etkileyen unsurların başında gelmektedir. İthal hammaddeye bağımlı bir gıda • Nüfusun çoğunu gençlerin oluşturduğu ülkemizde özellikle et ve süt üretiminin artırılması için hayvancılıkta üretim artışını sağlayacak ıslah çalışmalarının yanı sıra, 56 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA büyük ölçekli, yaygın ve gıda sanayii ile entegre projelerin yürütülmesi önemli gözükmektedir. • Özel gıda organize sanayi bölgeleri kurulması önemlidir. Organize sanayi bölgeleri küçük işletmelerin birleşerek büyümesini, yeni girişimcilerin ve yabancı sermayeli işletmelerin yatırıma yönelmesini teşvik edebilecek standartlarda bulunmalıdır. 7) http://www.kkgm.gov.tr/ 8) TUİK Bitkisel Üretim İstatistikleri. 9) DPT, 1999. Türkiye Tarımında Sürdürülebilir Kısa, Orta ve Uzun Dönem Stratejileri. DPT, 2007. (http://ekutup.dpt.gov.tr) 10) DPT, 2001. Ulusal Gıda ve Beslenme Stratejisi Çalışma Raporu. 11) http://www.fao.org/ag/agn/agns/foodsafety_en.asp • Kamunun denetimi ve cezai işlem uygulaması, tüketici ve sanayicilerin örgütlü işbirliği ile kayıt dışılık çözülmeye çalışılmalıdır. Uzun vadede kısmen çözülebilir görülmektedir. • Tüm gıda güvenliği altyapısının yeniden tasarlanması gerekir. Kaynaklar 1) Oral, N. 2006. Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar. 2) Ekşi, a. ve diğerleri. 2005. Gıda Sanayiinde Yapısal Değişimler. TÜGİS, 2006. Türkiye’de Gıda Sektörünün Analizi ve Sorunları Seminer Notları. 3) Kıymaz, T. 2003. Gıda Sanayii Raporu. 4) DPT, 2006. 9. Kalkınma Planı, Gıda Güvenliği, Bitki ve Hayvan Sağlığı Özel İhtisas Komisyonu Raporu. 5) DPT, 2007. Türkiye’nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2007 Yılı İlerleme Raporu. 6) Tekgıda İş-TÜGİS, 2007. Gıda Sektörünün AB’ye Uyumu Sürecinde Türkiye Gıda Sektörü. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 57 DOSYA Bilge ÖLMEZ Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi YK Yedek Üyesi ZEYTİNYAĞI SEKTÖR RAPORU 1) ÜRÜN TANIMI Zeytin; zeytingiller (Oleaceae) familyasından, meyveleri için yetiştirilen bir ağaçtır. Meyveleri yağca zengin olup zeytinyağı yapımında kullanılmaktadır. Zeytinyağı ise, zeytinin preslenmesiyle elde edilen, herhangi bir kimyasal işleme tabi tutulmadan doğrudan tüketilebilen tek yağdır. Bitkisel yağlar içerisinde, fiziksel yöntemlerle üretilebilen tek yağ olması zeytinyağının sahip olduğu bir ayrıcalıktır. Sektör olarak incelemeye başladığımızda zeytinyağı sektörü zeytincilikten ayrı düşünülemeyeceği için, durum saptamaları, sorunlar ve çözüm önerileri birlikte incelenecektir. Tablo 1: Zeytinyağının Kimyasal Bileşimi Kaynak:http://www.agri.ankara.edu.tr/bahce/pratikbilgiler/meyve/zeytin/genel.htm 2) ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞININ İNSAN SAĞLIĞI AÇISINDAN ÖNEMİ Zeytin, zeytinyağı ve zeytin ağacı mitolojik hikâyelerde de sık sık geçmektedir. Pers’ler Atina’ya saldırdıklarında akropoldeki zeytin ağacını yakarlar, ne var ki, ağaç 58 bir gecede tekrar filizlenip ölümsüzlüğünü kanıtlar. Yunanlılar da, zeytinin koruyucu ve kurtarıcı bilmiş, zeytin ağacına tapınmışlardır. O günden bu yana zeytinin insanlığın yaralarını iyi edecek bir merhem, lezzetli ve bol enerjili bir besin maddesi ve karanlıkları aydınlatacak bir alev olduğunu söylenir. 1970’li yıllarda yapılan bir araştırmanın zeytinyağı tüketiminin sağlık açısından yararlarını ortaya çıkarmasıyla, manevi önemi olan zeytinyağı çok hızlı bir şekilde ticari değere sahip stratejik bir ürün olmuştur. Zeytin, kansere karşı etkili birçok maddenin yanı sıra A, D, E ve K vitaminleri de içermektedir. Sindirim bozuklukları, safra kesesi hastalıkları, özellikle bağırsak kanseri ve kalp rahatsızlıklarında etkili olan zeytinden istenilen yararı alabilmek için acısını yemek, yağında ise rafine değil sızma olanını tercih etmek gerekmektedir. Zeytin, besleyici değerinin yüksek olmasından ötürü, yeterli ve dengeli beslenmede önemli bir yere sahiptir. Zeytinin besleyici değerinin yüksek oluşu; lif içermesi, lezzetli olması, protein oranı yüksek bir besin olmasının yanı sıra vücuda alınması zorunlu olan aminoasitleri (özellikle lösin, aspartik asit, glutamik asit), doymamış yağ asitleri, vitaminler ve temel elementleri içermiş olmasına bağlanmaktadır. Zeytinyağı, yüksek tansiyon, kolesterol, damar sertliği, mide ve bağırsak ülserleri, romatizma, safra kesesi tembelliği, safra taşı, safra kanalı tıkanıklığı, karaciğer bozuklukları, kabızlık, kansızlık, gut hastalığı ve deri çatlamalarını tedavide önemli bir rol oynamaktadır. Beyin ve kemik gelişimini hızlandırır. E vitamini sayesinde yaşlanma etkilerini azaltma ve doku yenileme özelliği taşır. Kireçlenmeyi önlemede büyük rol oynar. Cansız saçların kuvvetlenmesini sağlar. Unutkanlığı önler. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 3) ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞININ GELİŞİMİ Atatürk, bugün adı Yalova Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsü olan, Yalova Millet Çiftliği’ni 1929 yılında ziyaret ettiği zaman yörenin tek geçim kaynağı olan zeytinciliğin geliştirilmesi ve çiftlik yanında bulunan 4000 ağaçlı verimden düşmüş, yaşlı zeytinliğin gençleştirilerek örnek bir zeytinlik haline getirilmesi talimatını vermiştir. Bunun üzerine çiftlikte hızlı bir budama, gübreleme, bakım ve sulama faaliyeti başlatılarak zeytinlik verimli bir hale getirilmiş; İtalya’dan çoğunluğu salamuralık 6000 fidan getirilip Türkiye’nin ilk yabancı zeytin çeşitleri koleksiyon bahçesi kurulmuştur. İtalya’dan zeytincilik teknisyeni getirtilerek zeytinci köylerde kurslar açılmıştır. 1931 yılında da 4 ziraat mühendisi 3 yıl süre ile İtalya’ya gönderilmişler ve İtalya’nın en önemli zeytincilik ve zeytinyağcılık araştırma enstitülerinde uzmanlık eğitimini tamamlayarak 1934 yılında Türkiye’ye dönmüşlerdir. Tarım Bakanlığı Balıkesir, İzmir, Muğla ve Aydın’da “Çevre Zeytincilik Uzmanlığı” örgütü kurarak bu 4 uzmanı kurulan örgütlerin başına getirmiştir. Daha sonra yeni örgütler ve ilçe örgütleri kurularak, ziraat okulu mezunu genç teknisyenler “zeytin bakım fen memuru” adıyla bu ilçelerde görevlendirilmiştir. Köylerde açılan kurslar genişletilerek tüm zeytinci yörelere yayılmışlardır. 15 gün süreli kursları başarıyla bitirenler usta diploması almışlardır. Bütün bu çalışmalar halkta zeytincilik sevgisi yaratmış, aşılı fidan isteyenler hızla artmıştır. Bugün Zeytincilik Araştırma Enstitüsü olarak bilinen kurum Bornova’da 1937 yılında “Zeytincilik İstasyonu” adı altında açılmıştır. Teknisyenler köy köy dolaşırken dağların yabani zeytin, yani delice ağaçlarıyla kaplı olduğunu, bu ağaçların sayısının kültüre alınmış olanlardan 3-4 kat fazla olduğunu belirlemişlerdir. Bu ağaçların değerlendirilmesi için Ocak 1939 tarihinde “Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılatılması Hakkında Kanun“ kabul edilmiştir. Zeytincilik Yasası, devlet ormanları ile boş arazide bulunan yabani zeytinliklerin belirlenmesi ve isteyene ücretsiz dağıtımını, aşılanmasını öngörmekte ve zeytinlik sahiplerinin zeytinliklerine bakmalarını, vaktinde budamalarını, zeytinliklerine hayvan bırakılmamasını yasal yaptırımlara bağlamaktadır. Yasaya dayanılarak çıkarılan Tüzükte de zeytinlerin ancak, zeytincilik örgütünün belirleyeceği tarihte toplanacağı, elle toplanması mümkün olan zeytinlerin sırıkla silkelenmemesi, kurslara katılıp usta ehliyeti almayanların zeytin budaması yapamayacağı gibi hususlar yer almaktadır. Tüzükte yalnız yaptırımlar olmayıp ödül maddeleri de vardır. Örneğin, budama ustalarına budama ve aşı takımının bedava verileceği, zeytinliğinde yeterli bakım işlemi olan üreticilere Tarım Bakanlığı tarafından belirlenecek miktarlarda nakit ödül verileceği maddeleri Tüzükte yer almaktadır. Zeytin bakım örgütünün çalışma yaptığı yaklaşık 10 yılda zeytin bakım örgütü elemanları devlete ait boş alanları ve ormanları tarayarak dekarında en az 15 yabani zeytin ağacı bulunan alanları belirlediler. Bu alanlar yöredeki topraksız köylüye dağıtıldı ve tapuları köylüye törenlerle verildi. Gerek yağlık ve gerekse salamuralık aşı kalemleri hazırlanarak binlerce sandık halinde Ege ve Akdeniz Bölgeleri’nin yabani zeytin ağaçlarının aşılanması için gereksinimi olan illere gönderildi ve bu illerin zeytinlikleri aşılandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında devraldığı 26 milyon zeytin ağacı zeytin bakım örgütünün özverili çalışmaları sonucu hızla arttı. Zeytin bakım örgütü 1950 yılında kaldırıldı. Zeytincilik Yasası ve Tüzüğü ortada kaldı. 1951 – 1960 arasındaki dönem Türkiye zeytinciliğinin örgütsüz dönemi oldu. 1960’dan sonraki planlı dönem, zeytincilikte yeni bir atılım hamlesinin gerçekleştirildiği bir dönem olmuştur. Bu dönemde Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü her bakımdan geliştirilerek, zeytincilik sorunlarına yanıt verebilecek duruma getirilmiştir. Ayvalık, Edremit ve Havran’da “Zeytin ve Zeytinyağı Müstahsilleri Derneği” kurulmuştur. 1963 yılında zeytin ağacı sayımızı arttırmak üzere köylüye bedelsiz delice fidanı dağıtımı projesi yürürlüğe konmuştur. Yabani zeytin fidanı dağıtımı yanında aşılı yabani zeytin yetiştirilmesi ve dağıtımına da başlanmıştır. Bu program başarılı olunca, Edremit zeytin fidanlığı kurulmuş, Yalova ve Dalaman Devlet Üretme Çiftlikleri’ne zeytin fidanı yetiştirme görevi verilmiştir. 150 zeytinci ilçe ve köyde örnek zeytinlikler kurulmuş, üreticiye gözüyle görüp inanacağı güzel örnekler verilmiş, köy düzeyinde budama kursları açılmıştır. Bu çalışmalar zeytin ağacı sayısındaki artışı hızlandırdığı gibi zeytinyağı üretiminde de artış sağlamıştır. Zeytinyağı ve yemeklik zeytin standartları da bu dönemde hazırlanarak yürürlüğe konmuştur. 1970 yılından sonra zeytincilikte yeniden bir duraklama olmuştur. Oysa 1970’den sonra da köylüye bedelsiz yabani zeytin ağacı dağıtımı sürseydi, bugün 100 milyon dolayında olan zeytin ağacı sayımız 150 milyona ulaşmış olacak, zeytinyağı üretimimiz de bugünkünün yaklaşık, 1,5 katına yükselecekti. Son 5-6 yılda zeytinciliğimizde planlı olmasa da yeniden bir hareketlenme görülmektedir. 4) ZEYTİN VE ZEYTİNYAĞI HAKKINDA GENEL BİLGİ Anadolu, bağcılığın ve zeytinin anayurdudur. Bu iki ürün binlerce yıl önce Anadolu’dan dünyaya yayılır. Zeytin yetiştiriciliği 6000 yıl önce Anadolu’da başlayıp, buradan adalara, Yunanistan’a, İtalya’ya, Arnavutluk’a ve Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 59 DOSYA DOSYA İspanya’ya geçer, İspanyollar aracılığıyla Amerika’ya götürülür. Akdeniz’in güneyindeki ülkelere ise Araplar, Romalılar, Kartacalılar ve Grekler tarafından taşınır. Zeytinyağı üretimi Akdeniz ülkeleri olan; İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Türkiye, ve Tunus’ta yoğunlaşmış olup, bu altı ülke dünyadaki toplam üretimin % 90’ını karşılamaktadır. Dünyada yaklaşık 10 milyon hektar alan üzerinde 900 milyonu aşkın zeytin ağacı olduğu tahmin edilmektedir. Dünya zeytin ağacı varlığının yüzde 98’i Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası’nda yer alıyor. Dünyada üretilen yaklaşık 16 milyon ton “tane zeytinin” % 11,3’ü Türkiye’de üretiliyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Zeytincilik Araştırma Enstitüsü’nden (ZAE) yapılan açıklamalara göre, dünyada her yıl yaklaşık 2 milyon 850 bin ton zeytinyağı üretilirken, tüketim 3 milyon 250 bin tona kadar yükseliyor. Ülkemiz bulunduğu coğrafi konum ve sahip olduğu Akdeniz iklimi özellikleriyle, İtalya, İspanya, Yunanistan ve Tunus gibi diğer Akdeniz ülkeleriyle birlikte dünyanın önde gelen zeytin ve zeytinyağı üreticilerindendir. Zeytin ve zeytinyağı üretimi daha çok Ege ve Marmara bölgesinde yapılmaktadır. Aydın, İzmir, Muğla, Balıkesir, Manisa ve Çanakkale üretimin gerçekleştiği başlıca illerimizdir. Zeytinyağı ile ilgili olarak Turkiye’de, 2001 yılı verilerine göre, 644.000 hektarda yaklaşık 107 milyon zeytin ağacı (yoğunluk hektar başına 166 ağaç) ile 400.000 kadar çiftçi ailesi (yaklaşık 2 milyon kişi) geçimini doğrudan zeytincilikten sağlamaktadır. Üreticilerin %35’i, zeytinyağı üretiminin %16’sını kapsayan kooperatifler altında orgütlenmiştir. Türkiye; dünya zeytin ağacı varlığında 4., zeytinyağı üretiminde 5. sırada yer almaktadır. Zeytin ağacında periyodisiteden dolayı zeytin ve zeytinyağı üretimi yıllara göre inişli çıkışlı bir grafik izlemekte ve üretime bağlı olarak bir yıl düşük (yok yılı) bir yıl yüksek (var yılı) ürün alınmaktadır. Toplam üretimdeki artış daha çok var yıllarındaki artışlardan kaynaklanmakta olup, üretimdeki bu eğilimin sürekli kılınması, makasın ve yok yıllarındaki makasın azaltılmasına bağlıdır. Bununla birlikte 80-240 bin ton arasında değişen bir zeytinyağı üretimi söz konusudur. Bu da yılda ortalama 160-170 bin ton zeytinyağı üretimimiz olduğunu göstermektedir. Bunun yaklaşık 70 bin tonu iç piyasada tüketiliyor, kalanı ihraç ediliyor. 60 0 Tablo 2: 2006-2007 Yılı Dünya Zeytinyağı Üretimi Kaynak: (IOC) Uluslararası Zeytinyağı Konseyi İç pazarda tüketilen zeytinyağının da yaklaşık 25 bin tonu raflarda yer buluyor. Geri kalan yaklaşık 50 bin tonu ise üreticiler tarafından “beyaz teneke” olarak adlandırılan satış yöntemi ile piyasaya sürülüyor. Buna en fazla rağbet edenler ise tatilciler. Beyaz teneke satışlarının bu kadar yüksek olmasının nedeni ise marketlerde satılan ürünlerle arasındaki fiyat farkı ve tatilcilerin bu ürünleri özel üretim olarak görmesi... Ancak zeytinyağı pazarının önde gelen markalarına göre bu zeytinyağları zannedildiği gibi özel değil. Marketlerde satılan yağlardan çok daha ucuza, elden satılan yağların çoğuna pamuk, mısır ya da ayçiçek yağı karıştırıldığı için bu işi yapanlar ciddi gelir elde ediyor. Bunu da üretici değil, bunu iş haline getiren aracılar yapıyor. Tablo -3: Türkiye’nin Sezonlar* İtibariyle Zeytinyağı Üretimi (Miktar: Bin Ton) Kaynak: Uluslararası Zeytinyağı Konseyi * Sezon aralığı 1 Kasım-31 Ekim Uluslar arası Zeytinyağı Konseyi verilerine göre dünya zeytinyağı üretimi 2007-2008 sezonunda 2.8 milyon ton oldu. Avrupa Birliği (AB) bu üretimin % 76’sına sahiptir. Türkiye’nin payı sadece % 5. Mühendislikte, Mühend Mü dislikt ktte, e, Mimarlıkta Mim marlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA yaklaşık 1 kg gibi oldukça düşük düzeylerdedir. AB’nin tüketimdeki payı % 70, Türkiye’nin ise % 2’dir. 4.1. İhracat Türkiye’nin zeytinyağı ihracatı, yıldan yıla üretimde meydana gelen dalgalanmalar sebebiyle keskin artış ve düşüşler göstermektedir. İşleme teknolojisi, pazarlama politikaları ve rakiplerimizin zeytinyağı üretimindeki yükseliş ve düşüşler de ihracatımızı etkileyen önemli unsurlardır. Zeytinyağı tüketimindeki payımızın oldukça düşük olmasından dolayı (kişi başına yıllık yaklaşık 1 kg ) ürettiğimiz zeytinyağının hemen tamamı ihraç edilmektedir. Türkiye, zeytinyağı ihracatının % 65’ini Avrupa Birliği’ne, % 24’ünü de ABD’ye yapmaktadır. Dış ticarette AB’nin payı % 55, Türkiye’nin payı % 13’tür. Tablo 4: Türkiye’nin Sezonlar* İtibariyle Zeytinyağı İhracatı Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığı *Sezon aralığı 1 Kasım-31 Ekim Dünyada zeytinyağına yönelik talebin artması Türkiye için yeni ihraç pazarlarının ortaya çıkmasını sağlamış ve son yıllarda daha önce zeytinyağı ihracatı yapılmamış ülkeler Türkiye’ye yeni olanaklar sunmuştur. 2006 yılında yaklaşık 75 ülkeye zeytinyağı ihracatı yapılmıştır. Üretici-ihracatçı konumdaki İspanya ve İtalya ihracatımızda en önemli yere sahip olan ülkelerdir. Bunun yanı sıra ABD ve Kanada da ihracat pazarımızda önemli yere sahiplerdir. 4.2. İthalat Türkiye’nin bazı yok yıllarında düzenli olmamakla birlikte az miktarlarda zeytinyağı ithalatı bulunmasına karşın, son yıllarda önemli ithalat kaydedilmemiştir. Tablo 5: Türkiye’nin Sezonlar İtibariyle Zeytinyağı İhracatı Zeytinyağı ürün borsalarında pazarlanmaktadır. Kalite tanımları, etiketleme, pazarlama standartları ve kimyasal ve fiziksel özellikler Türk Gıda Kodeksi Tebliği, ilgili yatay tebliğler ile zeytinyağının fiziksel ve kimyasal özelliklerinin yanı sıra bulaşanlar, katkı maddeleri, hijyen, paketleme ve etiketleme esaslarını belirleyen Yemeklik Zeytinyağı ve Yemeklik Prina yağı Tebliği ile düzenlenmektedir. 5) ZEYTİNYAĞI DESTEKLEME TÜRKİYE-AB KARŞILAŞTIRMASI POLİTİKASINDA Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yakın geçmişte başta üretici, ihracatçı, tüccar, birlik ve kooperatifler olmak üzere zeytin ile ilgili tüm taraflarla görüşme yaparak “Türkiye’nin AB Üyeliği Sürecinde Zeytinde Karşılaşacağı Tehdit ve Fırsatlar” başlığı ile bir rapor hazırladı. Rapor, Türkiye tablosu karşısında AB’nin zeytinyağı üreticilerine verdiği destekleri de çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Avrupa Birliği’nde kayıtlı 2,8 milyon zeytinyağı üreticisi var, bunlardan 2,2 milyonu her yıl üretim yardımı alıyor. Üretim için her yıl AB bütçesinden 2,2-2,5 milyar Euro ayrılıyor. Bu tutarın yaklaşık % 90’ı üretim yardımlarına ayrılıyor. Bunun yanı sıra üretim için her yıl bir hedef fiyat belirleniyor, hedef fiyatla piyasa fiyatları arasında fark oluşursa üreticiye prim olarak ödeniyor. Arz fazlası yaşanan dönemlerde üreticiye stoklama yardımı da veriliyor. Zeytinyağı üretiminin kalitesini geliştirmek için zirai ve sınaî önlemler içeren programlara her yıl yaklaşık 30 milyon Euro ayrılıyor. Birlikleri özerk bir yapıya kavuşturmak ve devlet desteğini ortadan kaldırmak amacıyla Dünya Bankası’nın talebiyle 2000 yılında 4572 sayılı Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Hakkında Yasa çıkarıldı. Ancak, fındık ve zeytin örneklerinde görüldüğü üzere özerkleştirme amacıyla çıkarılan bu yasa AKP iktidarının birliklere müdahalesini engelleyemedi. (Atalık, A. 2006) Türkiye ile AB’nin konuya bakışı kısaca aşağıdaki gibi özetlenebilir: Kaynak: Dış Ticaret Müsteşarlığ Dünyada zeytinyağı tüketimi artış eğiliminde ve dünya zeytinyağı tüketimi 2 milyon 900 bin ton olarak görünmektedir. Kişi başına zeytinyağı tüketimi Yunanistan’da kişi başına 25 kg, İspanya’da 15 kg, İtalya’da 14 kg, Suriye’de 7 kg, Tunus’ta 6 kg, Fas’ta 2 kg iken, ülkemizde • AB, üretim, stok, kooperatiflere mali destek, ihracat, tanıtım ve promosyon başta olmak üzere zeytinyağına her aşamada yılda 2 milyar 350 bin Euro destek veriyor. Yıllardır üreticiye kiloda 1,32 Euro destekleme primi verildi, 2007’de doğrudan ödemeye geçildi. Destekleme miktarı aynı kaldı, sadece veriliş biçimi değişti. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 61 DOSYA DOSYA miyor. Türkiye’de yeni kurulan zeytinliklerde sertifikalı fidan kullanmak koşulu ile dekar başına 250 YTL destek veriliyor. • Avrupa Birliği, ton başına 18,50 Euro promosyon desteği veriyor. Türkiye’de böyle bir destek yok. • Avrupa Birliği’nde pazarlama faaliyetleri kapsamında yürütülen promosyon ve bilgilendirme programlarının maliyetinin % 20’si Avrupa Birliği Komisyonu tarafından karşılanmaktadır. Türkiye’de böyle bir destek yok. • Avrupa Birliği’nde yapılan ihracatın miktarı, hedef ülkeler, dünyada oluşan fiyatlar dikkate alınarak ihracatçılara ihracat iadesi yapılmaktadır. Türkiye’de ambalajlı ihracatı özendirmek için 5 kg’a kadar olan ambalajlarda ihraç edilen zeytinyağı için ton başına 150 dolar, 1 kg’a kadar olan ambalajlarda ve “made in Turkey” ibareli zeytinyağı için ton başına 300 dolar ihracat iadesi ödenmektedir. • Avrupa Birliği’nde konservelerinde zeytinyağı kullanan imalatçılara ton başına 440 Euro destek verilmektedir. Türkiye’de böyle bir uygulama yok. (Atalık, A. 2006) • Türkiye, zeytinyağına kilo başına 20 kuruş destekleme primi veriyor. Tescilli Türk Markaları ve “Made in Turkey” ibaresi ile ambalajlı zeytinyağı ihracatına ton başına 125-400 dolar destek veriyor. Ayrıca zeytin dikimine dekar başına 250 YTL destek veriliyor. Gemlik çeşidinde bu destek 45 YTL olarak uygulandı. • Türkiye’nin verdiği toplam destek AB’nin verdiği desteğin % 15-20’si kadar. Ayrıca AB’de 2013 yılına kadar verilecek destek miktarı belli, ülkemizde ise gelecek yıl ne kadar destek verileceği belli değil. • Avrupa Birliği’nde üretim destekleri genellikle kooperatifler ve üretici birlikleri üzerinden yapılmaktadır. Bu hizmet karşılığında birliklere yılda ortalama 18,8 milyon Euro komisyon ödeniyor. Türkiye’de böyle bir uygulama yok. • Avrupa Birliği’nde zeytinyağı sektöründe faaliyet gösteren üretici birliklerinin idari ve teknik masrafları karşılığında 30 milyon Euro ödenek ayrılıyor. Türkiye’de böyle bir uygulama yok. • Avrupa Birliği, üretimi kontrol altına almak ve planlı bir üretim için 1998 yılından sonra dikilen zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağına destek ver62 6) ZEYTİNYAĞI SEKTÖRÜNDE YAŞANAN SORUNLAR Zeytinyağı üretiminde yetiştiricilikten işlemeye ve pazarlamaya kadar birçok aşamada sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bunlar; • Mevcut ağaçlarımızın büyük çoğunluğunun eğimli alanlarda olmasının ve bağlı olarak yetiştiricilikte karşılaşılan sorunların yani, kültürel işlemlerdeki (toprak, toplama, işleme, gübreleme, sulama ve mücadele) eksikliklerin zeytinyağı verimi ve kalitesine olumsuz etkisi, • Miras yoluyla toprakların bölünmesi ve zeytin sahalarının daralması, • Türkiye’nin ağırlıklı olarak tuzlu ve uzun sürede yeme olgunluğuna gelen işleme tekniğini tercih ediyor olması, sofralık zeytin işleme tesislerinin daha çok küçük aile işletmeleri yapısında, teknolojiden uzak çalışıyor olması (özellikle torak işleme, sulama, gübreleme, hasat, toplama ve pazarlama aşamalarında teknolojik olmayan ve bilinçsiz uygulamalar kalite ve maliyeti olumsuz etkilemektedir.) • Yeterli altyapı ve Ar-Ge çalışmaları yapılmamış olduğundan yurdumuzun hangi yöresinde, hangi tür zeytinin Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA en uygun şekilde yetişebileceğinin planlanmaması, bu bölgede yapılan üretimin yurt çapına dağılması ve bütün üretimin Gemlik zeytininde yoğunlaşması, özellikle bazı yörelerde hem verim düşüklüğü, hem de işleme şekli nedeniyle sorumsuzlukların yaşanması, • Zeytinin kayıtsız işletmelerce merdiven altı tabir edilen yerlerde çok ucuz maliyetlerle ve sağlıksız şartlarda üretilmesi, ilgili bakanlıkların sadece kayıtlı işletmeleri periyodik denetim altında tutarken hiçbir kaydı bulunmayan merdiven altı işletmelerin denetlenmemesi, aynı pazarda ise fiyat olarak haksız rekabete yol açmaları, • Sektörde yetişmiş eğitimli ve nitelikli personel eksikliği, şeklinde sıralanabilir. 7) ÇÖZÜM ÖNERİLERİ • Zeytincilik Bölgelerindeki Tarım İlçe Müdürlükleri’nde mutlaka zeytincilik konusunda uzman ziraat mühendisleri ya da ziraat teknisyenleri görevlendirilmelidir. • Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası’nda değişikliğe gidilerek bu kooperatiflere ve birliklere gerektiğinde devlet desteğinin sağlanması mümkün hale getirilmelidir. • Kooperatif ve Birlikler her türlü işlemlerini kayıtlı olarak yapmakta ve sigortalı işçi çalıştırdıklarından, bu kurallara uymayan ve kayıt dışı çalışan tüccarla rekabette sıkıntı çekmektedirler. Kooperatiflerin rahatlatılması için kendilerine vergi bağışıklığı getirilmelidir. • İhracat olanaklarının geliştirilebilmesi için farklı ülkelere yönelik işleme tekniklerinin uygulamaya konulması, AB ile ABD gibi büyük pazarların damak zevkine uygun sofralık zeytin işlemesi konusunda gerekli teknolojik ve yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmeli, • Mevcut zeytinliklerin ıslah edilmesi ve geliştirilmesi, yeni zeytinliklerin oluşturulmalı, • Coğrafi bilgi sistemleri yöntemiyle yani uzaktan algılama sistemi kullanılmak suretiyle, Türkiye’de tüm ürünlerin nerede, ne kadar yetiştiğinin belirlenmesi ve bilinçli üretim yapılmalı, • Yurt dışında talep gören zeytin çeşitlerimizin artırılmalı, • Türkiye’deki ağaç sayısının sağlıklı bir şekilde tespit edilmesi, ağaçların sofralık mı yağlık mı olduğunun orta- ya konulmalı ve buna göre ne kadar ağaç dikileceğinin planlanmalı, • Zeytin üretici firmaların çoğu zeytin stokçusu olarak çalışmaktadır. Zeytinin var yılı, yok yılı göz önünde bulundurularak gelecek 5-10 yılda zeytinin stoklanmasının, kooperatifler veya birlikler tarafından şekillendirilmeli, bu şekilde bilinçsiz stokçuluk önlenmeli, • Kayıt dışılık önlenmeli, • Zeytininin pazarlanması için hedef pazarlar seçilerek o ülkelerde tanıtım yapılmalı, • Türkiye zeytin ihracatının % 83’ünü dört ülkeye gerçekleştirmektedir. Bu gelirin %55’ini Romanya’dan elde etmektedir. Romanya’da ihracattaki bir tıkanma, bir sıkıntı çok ciddi problemlere sebep olacaktır. Bu itibarla, zeytin ihraç pazarlarımız çeşitlendirilmeli, • İhracat yapmadan önce hangi ülkeye, hangi kanalla (oteller, süpermarketler, restoranlar, zeytini üreticiden alıp yeniden paketleyecek müşteriler), hangi ambalajla, hangi lezzette, hangi ürünün satılacağının tespit edilmesi ve bu doğrultuda ön çalışma yapılmalı, • Zeytinliklere hayvan bırakılmamalı, • Zeytinyağına verilen prim zamanında ödenmemeli, • Zeytinyağlarının uygun ve hijyenik ortamlarda üretilmesi ve depolanması sağlanmalı, • Öncelikli pazarlar belirlenerek zeytinyağının yurtdışında tanıtılması sağlanmalı, • Eski zeytinliklerin ıslahı, yeni zeytin bahçelerinin tesisi ve uygulanacak kültürel önlemlerin AB mevzuatına uyum çerçevesinde bilimsel verilere dayandırılarak standartların oluşturulmasına yönelik bir yönetmelik hazırlanmalı, • Mevcut zeytin çeşit ve tipleri belirlenmeli, genetik haritaları çıkartılmalı, • Zeytinyağlarının duyusal özelliklerinin belirlenmesine yönelik UZZK tarafından da akredite olan panel testleri kurulmalı, • Kaliteli zeytinyağı için çeşide uygun zamanda hasat teşvik edilmeli, Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 63 DOSYA DOSYA OSYA • Zeytinyağına verilen prim yağlık zeytinin danesine verilmeli, • İhracatımızın istikrarlı bir hale gelmesi için, yeni pazarlara yönelmeli ve mevcut pazarlar geliştirilmeli, • Sektörde HACCP ve EUROPGAP uygulamaları teşvik edilmeli, • Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi ve benzer konseylerin maddi yapısını geliştirecek şekilde mevzuat oluşturulmalı, • Zeytinyağının iç tüketiminin arttırılmasına yönelik kitle iletişim araçları kullanılarak sistemik tanıtım kampanyaları düzenlenmeli, • Zeytin alanlarının arttırılmasına yönelik öncelikli zeytincilik bölgeleri tespit edilmeli, • Uzaktan algılama sistemleri ile zeytin varlığı tespit edilmeli, veri tabanı oluşturulmalı ve bu bilgiler hizmet içi kullanıma açılmalı, • Üreticiler mutlaka kooperatif ve birlikler altında örgütlenmeli ve dünyadaki örnekler gibi teşviklerin bunlar aracılığıyla yapılması sağlanmalı, • Havadan ve yerden ilaçlamanın mümkün olmadığı alanlarda Zeytin Sineği kontrolünde biyoteknik yöntemlerin kullanılması yaygınlaştırılmalı, • Zeytin Sineğine karşı ilaçlama yapılan alanların içinde organik tarım alanlarının var olması nedeniyle bu alanların zarar görmemesi için çevreye ve doğal dengeye zararı bulunmayan preparatlara öncelik verilmeli, • Verticillium hastalığına gerekli önlemler alınmalı, araştırma, eğitim ve yayım hizmetlerine ağırlık verilmeli, • Zeytinyağı ihracatında özellikle ambalajlı ihracat teşvik edilmeli, • Sağlıklı bir coğrafi işaret sistemi uygulanarak kaliteli zeytinyağlarımız güvence altına alınmalı, • Tarımsal Üretici Birlikleri Kanunu sadece üretici örgütlerini içerdiğinden, zeytincilik sektöründe ortak piyasa düzenlerinde örgütlerin tanınması veya onaylanması için gerekli yasal dayanak Tarım Kanunu aracılığıyla temin edilmelidir. Bu rapor, aşağıda belirtilen kaynaklardan derlenmiştir. KAYNAKLAR 1) Göksu, Ç. 2007. T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi Zeytinyağı Raporu. 2) Altıntaş, G. 2005. İzmir ticaret Odası Araştırma ve Meslekleri Geliştirme Müdürlüğü, Uluslararası Zeytinyağı Konseyi. 3) http://www.chp.org.tr/index.php?module=reports&page=list_sub_ reports&report_id=71 4) Duran, M. 2006. Zeytin/ Zeytinyağı Sektör Raporu. 5) Kıymaz, T. 2003. Gıda Sanayii Raporu. 6) Atalık, A. 2006. Sıra Fındık ve Zeytin-Zeytinyağı Üretimini Bitirmeye Geldi. 7) http://tarimsalpazarlama.com/makale.php 8) http://www.zeytindostu.org/tr/zy/ 9) http://www.kkgm.gov.tr/TGK/Teblig/2007-36.html 10) Zeytinyağı Kimyası Alt Komitesi Çalışma Raporu, 2007. 11) http://tech.groups.yahoo.com/group/UZZK-TURK/ 12) www.marmarabirlik.com.tr 13) www.tarimdunyasi.net 14) www.zae.gov.tr Zeytinyağı üretimi Akdeniz ülkeleri olan; İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Türkiye, ve Tunus’ta yoğunlaşmış olup, bu altı ülke dünyadaki toplam üretimin % 90’ını karşılamaktadır. 64 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA Asu ZİYLAN Çevre Mühendisi ORGANİZE SANAYİ BÖLGELERİNDE ÇEVRE YÖNETİM BİRİMİNİN İŞLERLİĞİ ÖZET Planlı kalkınma anlayışı çerçevesinde uygun görülen alanlarda sanayinin yapılanmasını sağlayarak gerekli altyapı hizmetlerini sağlıklı ve güvenilir şekilde üyelerine sunan ve bulunduğu bölgeye sosyal ve ekonomik katkılar sağlayan Organize Sanayi Bölgeleri sağladıkları katkıların yanı sıra neden oldukları ya da olabilecekleri çevresel zararların en aza indirilmesi ve kontrol altında tutulabilmesi, mevcut yasalara uyumluluğun sağlanması gerekliliğiyle etkin bir çevre yönetim sisteminin varlığını zorunlu kılmaktadır. Var olan Çevre Yönetim Sisteminin işlerliği ise yönetim birimin tanımlanmış görev ve tam yetki ile bölgenin şartlarına uygun şekilde belirlediği hedef ve stratejileri planlı olarak uygulama sürecine almasına dayanmaktadır. 1. GİRİŞ Ülkemizde planlı kalkınma anlayışı çerçevesinde geliştirilmiş olan Organize Sanayi Bölgeleri (OSB), sanayinin uygun görülen alanlarda yapılanmasını sağlamak, kentleşmeyi yönlendirmek, çevre sorunlarını önlemek, bilgi ve bilişim teknolojilerinden yararlanmak, imalat sanayi türlerinin belirli bir plan dahilinde yerleştirilmeleri ve geliştirilmeleri amacı ile sınırları belirli arazi parçalarının gerekli altyapı hizmetleriyle ve ihtiyaca göre tayin edilecek sosyal tesisler ve teknoparklar ile donatılıp planlı ve sistemli, sanayi için tahsis edilmiş bölgelerdir [1]. Bölgeler içerdikleri iş kollarına göre Karma ve İhtisas OSB olarak sınıflandırılırlar. Karma OSB’lerde farklı sanayi iş kollarında üretim yapan tesisler yer alırken İhtisas OSB’lerde aynı iş kolu ve bu iş kolunun alt sanayi gruplarında faaliyet gösteren tesisler yer alır. Bölgenin karma veya ihtisas olması, her iki tür OSB içinde yer alan sektörlerin türü ve sayısı bölgede meydana gelen çevresel etkiler ve bu etkilerin yönetimi ile ilgili önemli farklılıklar yaratmaktadır. OSB Yönetimi OSB Kanunu hükümlerine göre bağımsız yönetim hakkına sahip olmasına rağmen “Çevresel Yönetim” anlamında; yasal denetim yetkileri; sınırları denetime kapalı olanlar ile sınırları denetime açık olan OSB’ler olarak değişmektedir. Bu sınıflandırmada sınırları denetime kapalı organize sanayi bölgeleri, TC Anayasasının mevcut kanun ve yönetmeliklerine tam bağımlı hareket etmek ve mahallin en büyük mülki amiri tarafından onaylanmak koşulu ile denetimlerin bölge müdürlüğü tarafından yapıldığı bölgeleri kapsamaktadır. Örneğin atıksu için, yetki sınırları kapalı (atıksu taşıyıcı kanal sistemleri ortak arıtma tesisi ile son bulan) bir OSB de firmalar kanala deşarj standartlarına göre OSB yönetimi tarafından denetlenir. Çevre Bakanlığı ise bu tip OSB’lerin sadece Ortak Arıtma Tesisi denetimini yapar. Bakanlık diğer denetimler için OSB Yönetimine bilgi vermek yükümlülüğündedir. Ancak yetki sınırları açık bir OSB de firmalar çevresel olarak konusunda yetkili tüm kurumlar tarafından denetlenir. Organize Sanayi Bölgelerinin Karma yada İhtisas OSB olması, yetki sınırlarının kapalı açık olması; çevre yönetim sisteminin yapılandırılmasında, hedef ve stratejilerin belirlenmesinde ve buna bağlı planlama ve işletme sürecinde çalışmaların yönünü değiştirecek önemli etkenlerdir. 1 1 Çevre Müh. Boğaziçi Üniversitesi, Çevre Bilimleri Enstitüsü MS, Kalite Sistem Laboratuarlar Grubu, Çevre Yönetim Birimi, [email protected] , [email protected] Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 65 DOSYA DOSYA 2. ÇEVRE YÖNETİM BİRİMİNİN İŞLERLİĞİ Organize Sanayi Bölgelerinin merkezi yapıları bölge genelinde uyumlu bir çevre yönetim sistemi ve risk yönetiminin kurulmasına imkan vermektedir. Ancak bölgelerin işletilmesi sırasında çevreye verecekleri zararın en aza indirilmesi, kaynakların ve çıktıların kontrolünün sağlanması, yasal yükümlülüklerin yerine getirilmesi, sanayilerin birbirleri ve bölge üzerinde oluşturdukları risklerin en aza indirilmesi ve risklerin kontrolünün sağlaması bölgelerin çevre yönetim sisteminin ve sistemi yöneten çevre yönetim biriminin etkinliğine bağlıdır. Çevre Yönetim Birimi’nin (ÇYB) etkinliği ve işlerliği birimin organizasyon içinde tanımlanması, görev ve sorumluluklarının belirlenmesi, bu görev ve sorumlulukları yerine getirmede tam yetki ile donatılması, yönetim biriminin desteklenebilir hedeflere doğru stratejilerle ulaşmak için planlamalar yapması ve yönetmesi, risk değerlendirme ve denetimlerin yapılarak sonuçların hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracak şekilde uygulamaya alınması, yönetim talimatları ile tesislerin kanuni çerçevede uygulamaya dahil edilmesi ve eğitimlerle tüm bu süreçlerin desteklenmesine dayanmaktadır. Organize sanayi bölgeleri yönetim kurulu tarafından hazırlanan çevre yönetim sistemi, müteşebbis heyet onayı ile uygulamaya sokulur. Çevre yönetim sistemi içinde çevre yönetim birimi ve sorumluluklarının tanımlanması, bu birimin tanınması ve işleyişinin hızlandırılması bakımından önemlidir. Çevre yönetim birimi 24713 sayılı OSB Yönetmeliğinde belirtilen, Çevre Yönetim Sistemi (ÇYS) kapsamındaki, Atıksu Yönetimi, Atıksu Altyapı Tesisleri Yönetimi, Katı Atık Yönetimi, Gürültü Yönetimi, Hava Kalitesi Yönetimi, Tehlikeli ve Tıbbi Atıkların Yönetimi, Zararlı Kimyasal Madde ve Ürünlerin Yönetimi, OSB Yangın Savunma Sistemlerinin yönetilmesine dair sorumluluk ve görevler almalıdır. Bu görevlerin yanı sıra organizasyon, denetim ve belirlenecek diğer görevlerin yerine getirilmesinde birim, tam yetki ile donatılmalıdır. ÇYB yaptığı tüm çalışmalar ve aldığı kararları yönetim kuruluna sunmakla ve yönetim kurulunun kararlarına uyumlu çalışmakla sorumludur ancak görevlerini yerine getirme ve uygulama aşamasında belirlenen yetki çerçevesinde birimin bağımsız olması sağlanmalıdır. Çevre Yönetim Biriminin etkinliği, güvenirliği ve uygulamadaki başarısı bölgeye bağımlı ancak kendi yetkileri içinde bağımsız yönetim birimi ile mümkün olacaktır. Çevre yönetim birimi ve personelinin görev ve yetkilerinin tanımlanmasının ardından, yönetim sisteminin da66 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA yanağı olarak yönetim talimatlarının hazırlanması gerekmektedir. Yönetim talimatları, birimin belirlediği yönetim stratejilerine uygun olarak mevcut yasa ve yönetmelikleri asgaride karşılamak koşulu ile hazırlanır. Çevre yönetim birimi tarafından hazırlanan ve yönetimce onaylanan talimatlar çevre yönetim sisteminin uygulanmasında sanayi tesislerinin yasal çerçevede yönetim uygulamalarına dahil edilmesini sağlamaktadır. Böylece her tesis, mevcut tüm yasa ve yönetmelikleri ayrı ayrı karşılamak yerine bölge tarafından yönetim stratejilerine uygun olarak hazırlanmış talimatlara uymakla yükümlü olurlar. Yönetim talimatları bu anlamda tesislerin yönetim sistemi uygulamalarına dahil edilmesi ve uyum sağlamalarını hızlandıran bir etki yaratır. Yönetim sisteminin etkinliği ve yönetim biriminin işlerliği bölge için en uygun yönetim stratejisinin belirlenerek etkin organizasyon, iletişim ve izleme ile uygulamaya alınmasına dayanır. Bölge ve çevre koşulların belirlenmesi, çevre yönetim biriminin bölgeyi tanımasını sağlayarak çevre yönetim sistemine hakim olmasını sağlar ve birimin doğru karar ve organizasyon yetisine sahip olmasını mümkün kılar. Hedeflere ulaşmayı destekler şekilde, çevre yönetimini kuracak olan birim, ancak atık envanteri çalışması ile tesislerin bölgeye etkilerini izleyebilir, etkin planlama ve yönetim sağlayabilir. Bu nedenle yapılması gerekli olan atık envanteri çalışması, bölgedeki mevcut tesislerin çevresel etkiler açısından proses profillerinin çıkartılması ve bölgedeki tüm tesislerden gelen kirlilik yüklerinin ilişkilendirilmesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme atık akımlarının oluşma yerleri, oluşma şekli, miktarı, veriliş sıklığı, atık karakterizasyonu ve önemli numune alma noktalarının belirlenmesi çalışmaları ile yapılır. Atık envanteri dâhilinde yapılan tesis incelemelerinde elde edilen veri ve bilgilere dayanarak karakterizasyonu yapılan atıkların ilişkilendirilmesi ile tesislerin yol açtığı çevresel etkiler tüm bölge için ortaya konur ve izlenebilir olması sağlanır. Bu çalışma, çevre yönetim sisteminin işleyişi sırasında proses değişimleri ve üretim artışlarının takibi ile etkin olarak sürdürülmelidir. Bölge mevcut durumunun ortaya konmasında atık envanteri dışında bölgenin tüm doğal ve oluşturulan alt ve üst yapı bileşenleri ve yerleşim planları çevre yönetim birimi tarafından değerlendirilmelidir. Çevre yönetim sisteminin etkinliği bölge içinde olduğu kadar bölge sınırları dışında etkileşim içinde olduğu dış çevre ile de uyumlu bir koordinasyon içinde olmasına bağlıdır. Bu nedenle çevre yönetim birimi, sınırları dışında koordine olabileceği hastane, itfaiye, yollar, diğer organize bölgeler, etkileyebileceği yaşam alanları, doğal ortam ile atık bertarafını sağlayacağı deponi alanları, yakma tesisleri vs. ait bilgileri değerlendirmelidir. Çevre yönetim sisteminin işleyişinin etkinliği ve sürekliliği birimin belirlediği hedefler ile bu hedeflere ulaşmakta çizdiği yol haritalarının bölgenin yapısı ve şartlarına uygunluğuna bağlıdır. Bölge koşullarına aykırı olarak belirlenen yönetim stratejileri, ağırlaşan ve hedeflere ulaşamayan bir sistem ile sürüncemeye girecektir. Bu nedenle çevre yönetim birimi hedeflerini ve stratejilerini belirlediği mevcut durum şartlarına, bölgenin ve çevre koşulların gereklerine göre planlamalıdır. Bölgedeki atık envanteri çalışmasında belirlenen atık karakterizasyonu, tesislerin girdi-çıktı analizleri ve bölge dışındaki diğer sanayi tesislerinin değerlendirilmesi sonucunda atık azaltma, geri kazanım, temiz üretim, atıklardan enerji ve yakıt üretme, tehlikeli atık yönetimi (geri kazanım, ara depolama), toplama-taşıma optimizasyonu, atıksu kalitesinin iyileştirilmesi gibi hedeflerden bölge için uygun olanlar belirlenir. Belirlenen hedeflere hangi metotlarla ve nasıl bir süreçle ulaşılacağının planlaması, çevre yönetim biriminin altyapı ve verileri değerlendirme potansiyelinin bir sonucudur. Bölge kaynak ve ihtiyaçlarının hedeflere uygun olarak değerlendirilmesi ve yorumlanması ile uygun metodolojiler ve bunların gerçekleştirilmesi için gerekli aksiyonlar belirlenir. Hedefe ulaşmada belirlenen yol haritaları, aksiyonların gerçekleştirilmesindeki sorumlu ve paydaşların tanımlanmasını da içermelidir. Çevre yönetim biriminin belirlediği stratejilerin gerçekleştirilmesi için bölge yönetimi, üye firmalara sorumluluk verebilir, kamu kurum/ kuruluşları ile civar sanayi bölgeleri ya da tesislerden organizasyon desteği alabilirler. Örneğin acil önlem planları çerçevesinde hastane, itfaiye vb ile koordine olabileceği gibi, atık yönetimi faaliyetleri kapsamında bölgesindeki ya da bölge dışındaki bir sanayi tesisi ile geri dönüşüm/ kazanım ilişkisi içine girebilir. Çevre yönetim birimi strateji üretme ve planlama aşamasında tüm sorumluları tanımlamalı, bu sorumluların görev veya organizasyondaki paylaşımlarını belirlemeli ve koordine olmak için gerekli altyapıyı oluşturmalıdır. Bölge şartlarına uygun stratejilerin belirlenmesi ve planlamada aksiyonların, sorumlu ve görevlerinin tanımlı olması uygulama sürecinin ve birimin organizasyon başarısının artmasını sağlayacaktır. Organizasyon işi gerçekleştirme sırasında sorumlular, iş ve sonuçlar arasında koordinasyon sağlayarak meydana gelebilecek aksaklık Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 67 DOSYA DOSYA veya olumsuzlukları en aza indirmek ve zamanında müdahale etmek yeteneği olarak düşünülmelidir. Çevre yönetim birimi organizasyon ve iş gerçekleştirme becerisini arttırmak amacı ile belirlediği sorumlular/ paydaşları ile iletişim sağlamalıdır. Örneğin sanayi tesislerinin organizasyona katılım ve desteğini arttırmak için hedefler, yol haritaları ve elde edilecek kazançlar sanayiciye aktarılmalıdır. Çevre yönetim birimi seçilen metotların uygunluğunu, sorumluların katılımını, yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediğinin kontrolünü, sistemin etkinliğini izlemek ve değerlendirmek için üzere amaca uygun denetimler düzenlemelidir. Denetimler strateji belirleme aşamasında planlanmalı ve denetimler için hedefler belirlenerek sınıflandırılmalıdır. Denetimlerin amaçlarına uygun olarak denetim sıklığı, kontrol noktası ve parametresi, izlenecek tüm belge ve izinler belirlenmeli ve denetim programları oluşturulmalıdır. Denetim noktaları ve kontrol parametreleri yerleşim planı üzerinde yerleştirilerek birbirleri ile etkileşimleri değerlendirilmelidir. Denetimler sonrasında çıktılar arasında ilişkilendirme yapılarak elde edilen veriler sistemli olarak kayıt altında tutulmalı ve firmalara denetim sonrasında tüm bölge içindeki değerlendirmesi sunularak gerekli düzeltmeler için o tesise ait planlamalar yapılmalı firmalar denetim sonuçları ve gerekli önlemler hakkında bilgilendirilmelidir. Çevre yönetim birimi bölge üzerindeki bir diğer kontrolünü risk yönetimi ile sağlayacaktır. Organize Sanayi Bölgelerinde faaliyet gösteren sanayi tesisleri, prosesleri, konumları, depolama koşulları v.b nedenlerle kazalara neden olarak hem kendi arazi sınırlarında hem de bölgedeki diğer sanayi tesisleri üzerinde can ve mal kaybına yol açabilecek tehlikeler yaratabilmektedir. Tesislerde meydana gelebilecek kazalar, çevreye yayılan/taşınan kimyasal madde veya tehlikeli atıklarla etkisini çevre boyutuna da taşıyabilmektedir. Sanayiden kaynaklanan riskler dışında, bölgede meydana gelebilecek doğal felaketler de sanayi tesisleri üzerinde ve sanayi tesislerinde bulunan kimyasal ve tehlikeli atıkların çevreye yayılması nedeni ile çevre halkı ve doğal kaynaklar üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedirler. Bu nedenle çevre yönetim birimi etkin bir çevre yönetim sistemini sürdürebilmek için risk değerlendirme yaparak acil önlem planları geliştirmelidir. Risk değerlendirme kapsamında birim bölge mevcut durumunu tehlike unsurları açısından değerlendirmeli, tehlikeler ve etkileri belirlemeli, bölge ve bölge çevresinde risk haritaları çıkartmalı ve senaryo68 larına uygun aksiyon planları geliştirerek gerekli altyapı ve organizasyonu acil eylem planları çerçevesinde oluşturmalıdır. Çevre yönetim sisteminin işlevselliği ve etkinliği çevre yönetim biriminin sistemi kurma ve işletme sırasında ki etkinliğine ve altyapısına bağlıdır. Çevre yönetim biriminde sistemin kurulması ve organizasyonundan sorumlu olan kişiler çevresel etkileri algılayıp yorumlayabilecek, bu etkilerin kaynağına uygun müdahale yöntemleri üretebilecek ve ilişkilendirme yapabilecek formasyonda yada bu bilgi ve beceri ile desteklenmek için gerekli eğitimlerini tamamlamış olmalıdır. Çevre yönetim birimi sorumlu(ları)su organizasyon, denetim ve yönetim becerisini sürekli iyileştirmek ve geliştirmek için konuyla ilgili eğitimler almayı sürdürmelidir. Mevzuat, Denetim, Atık Yönetimi, Arıtma Teknikleri, Arıtma Tesislerinin İşletilmesi, Yönetim Stratejileri Geliştirme, Risk Yönetimi Eğitimleri çevre yönetim birimince alınacak temel eğitimler olarak örneklenebilir. 3. SONUÇ Organize Sanayi Bölgelerinde çevresel etkilerin ve risklerin kontrol altında tutularak zararların en aza indirilmesi yada tamamen ortadan kaldırılması, kaynak ve çıktıların bölge ihtiyaç ve koşullarına göre kontrolünün sağlanarak hem kaynak hem de atık bertaraf maliyetlerin düşürülmesi ve yasal yükümlülüklerin yerine getirilmesi için çevre yönetim sistemlerinin kurulması gerekmektedir. Çevre yönetim sistemlerinin etkinliği ve işlerliği sistemi planlayacak, kuracak ve yürütecek yeterli donanım ve altyapıda çevresel etkileri algılayıp yorumlayabilecek, bu etkilerin kaynağına uygun müdahale yöntemleri üretebilecek ve ilişkilendirme yapabilecek, denetim, yönetim, organizasyon becerinse sahip, yeterli yetki ile donatılmış çevre biriminin varlığına bağlıdır. Çevre yönetim birimi etkinliğini ve işlerliği sürdürebilmek için bölge ve çevre şartlarını değerlendirerek uygun hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için bölgeye uygun stratejiler belirlemeli, sorumlular ve paydaşlar arasında koordinasyon sağlayarak sistemi gözden geçirmeli ve yenilemelidir. REFERANSLAR [1] T.C. Organize Sanayi Bölgeleri Yönetmeliği, 01.04.2005 tarihli, 24713 sayılı Resmi Gazete Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA Dr. Gökhan GÜNAYDIN TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası YK Başkanı TÜTÜN VE ŞEKER SEKTÖRÜ 1) TÜRKİYE TÜTÜN SEKTÖRÜ Türk sigara pazarına çokuluslu şirketlerin hakim olma süreci 1970’li yıllarda başlamıştır. Tekel yatırımları 1980 sonrasında yavaşlatılmış, 1984 yılında ise tamamıyla durdurulmuştur. 1984 yılında yabancı sigara ithalat yasağı kaldırılmıştır. 1986 yılında Türk tütünü tekeli kaldırılarak, yerli ve yabancı sermayenin Tekel ile ortaklık kurarak tütün mamulleri üretmelerine olanak sağlanmıştır. 1988’de yabancı tütün ithal yasağı da kaldırılmıştır. 1991 yılında Tekel’in katılımı olmaksızın tütün mamullerinin üretimine izin verilmiştir. Bunların ardından Türkiye’de faaliyete geçen çokuluslu sigara şirketleri, kendilerine sağlanan tüm olanaklara karşın pazar paylarını %17’lerin üzerine çıkaramamışlardır. Bunun üzerine Tekel’in özelleştirilmesi ve pazarın şirketler arasında paylaşılması için harekete geçilmiştir. Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 2004/27 sayılı kararı ile Kelkit Kibrit Fabrikası kapatılmıştır. ÖİB’in 2004/ÖİBK-45 sayılı kararı ile de “Kristal Tuz Rafinerisi Anonim Şirketi”, M. Altundal ve C. Çakmak Ortak Girişimine satılmıştır. Hisse Devri Sözleşmesi 10.02.2005 tarihinde imzalanmıştır. 2005 yılında Kaldırım Tuzlası, Kayacık Tuzlası ve Yavşan Tuzlası’nın özelleştirilmesine karar verilmiştir. Bunun ardından Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2006/21 sayılı kararı ile Sigara Pazarlama Dağıtım A.Ş. bağlı 82 Pazarlama Dağıtım Başmüdürlüğü’nün 42’si kapatılırken, 9 adet koordinatör başmüdürlük kurulmuştur. 2006’da Yaprak Tütün ve Tuz Sanayi Müessese Müdürlükleri Te- 2002 yılında yürürlüğe giren 4733 sayılı Tütün Yasası ile alanı düzenleyici ve denetleyici kurum olarak “Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurumu (TAPDK)” kurulmuştur. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 02.06.2003 tarih ve 527 sayılı Olur’ları ile Sigara Sanayii İşletmeleri Müessesesi, Sigara Sanayi İşletmeleri ve Ticareti A.Ş.’ne; Alkollü İçkiler Sanayii Müessesesi, Alkollü İçkiler Sanayi ve Ticareti A.Ş.’ne; Pazarlama ve Dağıtım Müessesesi; Alkollü İçkiler Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. ile Sigara Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. olarak yeniden yapılandırılmıştır. 2004 yılında Tekel’in alkolü içkiler bölümü, 292 milyon ABD doları bedelle MEY Alkollü İçkiler Sanayi ve Tic. A.Ş’ye (Nurol – Limak- Özaltın - TUTSAB konsorsiyumu) satılmıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 69 DOSYA DOSYA kel A.Ş. bünyesinde birleştirilerek tüzel kişilikleri sona erdirilmiştir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığının 2006/64 sayılı kararı ile 23 Yaprak Tütün İşletme Müdürlüğü ile 5 Yaprak Tütün İşleme Atölyesi kapatıldı. Özelleştirme İdaresi’nin boyunduruğu altında, teknoloji yenileme yatırımları ve pazarlama olanakları sınırlanan Tekel sürekli pazar kaybederken, çokuluslu şirketler Tekel markalarına karşı pazar üstünlüğünü ele geçirdiler. 1984’e kadar sigara pazarının yüzde 100’üne sahip olan Tekel’in pazar payı 2008 yılı başı itibariyle yüzde 31’e düşmüştü. Özelleştirme ihalesi öncesinde sigara pazarının yüzde 42’si Philip Morris, yüzde 13’ü Japon Tobacco International (JTI), yüzde 7’si British American Tobacco (BAT) ve yüzde 7’si de diğer fi rmaların elinde bulunuyordu. Tekel İçki 3 kat Fiyatla Amerikalılara Devredildi. Tekel’in alkolü içkiler bölümü, MEY Alkollü İçkiler Sanayi ve Tic. A.Ş’ye % 50’si peşin, kalanı ise 2 yılda eşit taksitlerle ödenmek üzere satılırken, kurumun 18 il ve ilçedeki fabrikaları, depo ve arsaları, kasasındaki 348,4 trilyon TL parası ve 70 milyon YTL değerindeki içkisiyle beraber devredilmişti. MEY A.Ş, 292 milyon dolara satın aldığı TEKEL’in içki bölümünün % 92 hissesini, 3 yıl sonra 2006 yılında Amerikan Teksas Pacific Group’a (TPG), 3 katı fiyatla 810 milyon dolara satmıştır. Bu satıştan kamunun, yani tüm halkın uğradığı zarar açıktır. Bunun yanında sektör yabancılaşmış, Amerikan firması satın aldığı fabrikalardan bazılarını kapatmış, üretici ürettiği üzüme alıcı bulamaz olmuştur. Kısacası tüm halk kaybetmiş, Amerika ve taşeronları kazanmıştır… Tütün üretimi %60 oranında düştü! Tekel’in sigara bölümünün özelleştirilmesi de benzer sonuçlar doğuracaktır. Bu sonuçların ipuçları da, 2002 yılında çıkarılan Tütün Yasası’ndan bu yana yaşanmaktadır. Adeta tütün üretimini yasaklayan ve sektörü özelleştirmeye – yabancılaştırmaya hazırlayan 4733 sayılı Yasa hükümlerinin uygulandığı son 5 yıllık süre içerisinde tütün üreticisi sayısı yüzde 47 oranında azalarak 205.000’e gerilemiştir. 2000 yılında 200 bin ton olan tütün üretiminin, yedi yıllık süreçte yarısından fazlası kaybedilmiştir. 2006 yılında, 1962 yılından bu yana ilk defa 100 bin tonun altına düşerek 98 bin ton olarak gerçekleşen üretim, 2007 yılında daha da azalarak 80 bin tona gerilemiştir. Kıraç arazilerde ortalama 6,8 dekarlık aile işletmelerinde tütün üreten köylü, tarım üreticileri içinde en yoksul kesimi oluşturmaktadır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki tütün üretiminin azalması, ekonomik ve ekolojik alternatif yokluğu nedeniyle göçü zorunlu kılmıştır. Türkiye, sigara içme alışkanlığı hızla artan ülkelerin liste başında bulunmaktadır. Devlet tekelinin etkili olduğu 1980-1985 yılları arasında sigara satışlarında artış olmazken, bir sonraki 5 yılda artış yüzde 21 oranında gerçekleşmiş, 1999’da ise bu oran yüzde 81’lere ulaşmıştır. Bu hızlı artışta çokuluslu şirketlerin Türkiye’deki faaliyetlerinin etkili olduğu açıktır. Çokuluslu şirketlerin Türkiye sigara pazarına girmesiyle birlikte sigara alışkanlığı çocuk yaşlara inmiştir. Tekel Sigara 1.720 milyar Dolara Satıldı Türkiye sigara pazarının yüzde 7’sine sahip olan BAT, 22 Şubat 2008 tarihinde yapılan ihale sonucu Tekel Sigara’yı 1 milyar 720 milyon dolara almıştır. BAT böylece pazardaki payını yüzde 38’lere yükseltmiştir. ÖYK’nin satışın onaylanmasına ilişkin kararı da, 24.4.2008 tarih ve 26856 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Karara göre, Adana, Ballıca, Bitlis, Malatya ve Tokat sigara fabrikaları ile bu fabrikaların kullanımında bulunan taşınmazlar şirkete satılmıştır. İstanbul, Adana, Ballıca, Malatya ve Tokat sigara fabrikalarının envanter kayıtlarında yer alan makine ve teçhizat, yedek parça, hammadde, yarı malul ve mamul stokları ile sarf malzemesi nitelikli varlıklar, işletme malzemeleri ve üretim faaliyetlerinde kullanılan tüketim malzemeleri, taşıtlar, demirbaşlar, diğer varlıklar ile yatırım programı çerçevesinde alımı yapılmış olan makine ve teçhizat ile sigara 70 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA fabrikalarının üretim işi ile ilgili sözleşme imza tarihi itibariyle tüm siparişler ve bunlara ait sözleşmeler şirkete devredilmiştir. ÖYK kararına göre Adana, Ballıca, Bitlis ve Tokat sigara fabrikalarının sahası içinde bulunan lojmanlar, şirketin sahip olduğu sigara reçeteleri gibi ticari sır niteliğindeki bilgiler ve bunlarla ilgili hak ve yükümlülükler; İdare Yaprak Tütün Stoku’nun 25 bin tonluk kısmı; Sigara Pazarlama ve Dağıtım A.Ş. Başmüdürlükleri’nin depolarında ve başmüdürlüklere bağlı perakende satış mağazalarındaki mevcut sigara stokları da satılmıştır. 83 Yıl Sonra Film Başa Döndü! Atatürk’ün Tekel’i 4 milyon liraya devletleştirerek Reji İdaresi’ni kovmasından bu yana 83 yıl geçmiştir. Osmanlı’nın son döneminde, yabancıların alacaklarının tahsili için tuz ve tütün gelirlerine el koyan Reji’nin kolcuları, Anadolu’da binlerce köylüyü öldürmüştü. 83 yıl sonra, film başa dönmüştür. Bu filmin başa dönmesi, tarıma, ekonomiye, sağlığa, insana ve yaşama zarardır. Bu filmin başa döndürülmesi, halk düşmanlığıdır… daki İdare hissesi 09.08.2004 tarihinde blok satış yöntemiyle Torunlar Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye satılmıştır. Adapazarı Şeker Fabrikası A.Ş.’de bulunan % 94,09 oranındaki İdare hissesi blok olarak satış yöntemiyle 02.08.2005 tarihinde S.S. Adapazarı Pancar Ekicileri Kooperatifi’ne devredilerek özelleştirilmiştir. Türkşeker, 2000 yılında özelleştirme kapsamına alınmış ve 2003 yılında özelleştirme yol haritası belirlenmiştir. Üretim maliyetleri düşük, kârlılığı yüksek fabrikalardan Bor Şeker Fabrikası, Ereğli Şeker Fabrikası ve Ilgın Şeker Fabrikası ÖYK’nın 01.12.2005 tarih ve 2005/130 sayılı kararı ile özelleştirme programına alınmıştır. Önce iki kez ihale tarihi ertelenen ardından süresiz olarak iptal edilen özelleştirme ihalelerine karşı açılan dava sonucu Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun 05.04.2007 tarih ve 2007/87 sayılı kararı ile yürütmenin durdurulmasına karar verilmiştir. Bunun üzerine Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından 18.9.2007 tarih ve 2007/54 sayılı karar ile Bor, Ereğli ve Ilgın Şeker Fabrikaları’nın özelleştirme programına alınmasına ilişkin karar iptal edilmiş ve Bor, Ereğli ve Ilgın Şeker Fabrikaları (tüm çalışanları ile birlikte) eski statüsüne iade edilerek, Türkşeker’e devredilmiştir. 2) TÜRKİYE ŞEKER SEKTÖRÜ 24 Ay İçinde Özelleştirme Kararı Türkiye’de, kapasiteleri 1.500 – 10.000 ton pancar/gün arasında değişen 33 şeker fabrikası üretim yapmakta olup, halihazırda 25 şeker fabrikası ile toplam pancar şekeri talebinin yaklaşık % 50’si Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. (Türkşeker) tarafından karşılanmaktadır. Şeker fabrikaları şöyle sıralanabilir: • Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. (25 fabrika - Kamu) • Adapazarı Şeker Fabrikası (Özel) • Kütahya Şeker Fabrikası (Özel) • Amasya Şeker Fabrikası (Özel) • Kayseri Şeker Fabrikası (2 fabrika–Kayseri ve Boğazlıyan Özel) • Konya Şeker Fabrikası (2 fabrika – Konya ve Çumra - Özel) • Aksaray Şeker Fabrikası A.Ş., (Özel) Şeker sanayinde özelleştirme girişimleri 1990’larda başlamıştır. Amasya Şeker Fabrikası 18.12.1991, Konya Şeker Fabrikası 18.8.1992, Kayseri Şeker Fabrikası 28.12.1992 tarihinde (halen % 9,99 oranında kamu hissesi bulunmaktadır) pancar ekicilerine devredilmiştir. Kütahya Şeker Fabrikası A.Ş.’de bulunan %56 oranın- Ancak Özelleştirme Yüksek Kurulu, 8.10.2007 tarih ve 2007/57 nolu karar ile bu kez Türkiye Şeker Fabrikalarının 24 ay içinde özelleştirilmesine karar vermiştir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) da, Haziran 2008’de Türkiye Şeker Fabrikaları’na ait fabrikaları üç paket halinde, varlık satış yöntemiyle özelleştirme kararı almıştır. Buna göre Kars, Erciş, Ağrı, Muş ve Erzurum portföy A; Elazığ, Malatya, Erzincan ve Elbistan portföy B; Kastamonu, Çorum, Çarşamba, Kırşehir, Turhal ve Yozgat portföy C olarak ihaleye çıkarılacaktır. Şeker Fabrikaları Peşkeş Çekilemez! Şeker pancarı sektörü, fabrikalarda çalışanlar, tarım işçileri ve üretici ailelerle birlikte 8 milyonu aşkın insanı doyurmaktadır. Türkiye’nin yıllık şeker gereksinimi 2.5 milyon tondur. Bunun yüzde 85’i şeker pancarından, yüzde 15’i ise nişasta bazlı şekerden (NBŞ) karşılanmaktadır. NBŞ fabrikaları, içerden ve dışarıdan aldıkları mısırı işleyerek früktoz ve glikoz şurubu üretmektedirler. Şeker pancarı sektörü tümüyle ulusaldır, dolayısıyla üretilen katma değer de ülke içinde kalmaktadır. Oysa ülke Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 71 DOSYA DOSYA mısırda dışa bağımlıdır, başka bir deyişle yapılan dışalım ile yurtdışına kaynak aktarılmaktadır. NBŞ sanayi piyasasının % 75’ine çok uluslu şirketler egemendir, üretilen katma değer de bunlara transfer edilmektedir. Şeker fabrikalarının özelleştirme adı altında çokuluslu şirketlere ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi kabul edilemez. Özelleştirme uygulamalarında, karını maksimize etmeyi amaçlayacak yatırımcılar karlı fabrikaları seçeceklerdir. Sürecin olası sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz: Özelleştirilen fabrikaların yaklaşık 10’u üretime de• vam ederken, diğerleri farklı gerekçelerle kapatılacaktır. • Daha ucuza şeker ürettiği gerekçesi ile nişasta bazlı şekere tanınan ayrıcalıklar sürdürülecek ve sanayi şekeri tümüyle mısırdan elde edilen nişasta bazlı şekerlere dayandırılacaktır. • Şekerdeki üretim açığı dışalım ile kapatılacak, Türkiye’nin mısır dışalımı da artarak sürecektir. Sonuçta, pancar üreticisine verilmeyen kamu kaynakları, AB pancar üreticilerine, ABD ve Arjantin mısır üreticilerine, çokuluslu şirketlere aktarılmaya başlanacaktır. • Özellikle ülkenin doğusunda yaşayan insanların, şeker pancarından ve sektörün katma değerinden kaynaklanan gelir olanakları ortadan kalkacaktır. Dibe vurmuş olan hayvancılık, önemli bir yem kaynağını daha yitirerek, “piyasaya” teslimiyetini ilan edecektir. 72 • Sektörde çalışan 30.000’in üzerindeki işçi, işlerini yitireceklerdir. • Şeker sektörü tamamıyla dışa bağımlı bir hale gelecektir. Tüm bunlardan kaçınmak için, yerli – yabancı çıkar ortaklıkları kurup geliştirmek yerine, yurtsever bir tutumla şeker fabrikalarının özelleştirilmesi planlarına derhal son verilmeli, teknolojik yenileme yatırımları ile Cumhuriyet’in kazanımı olan şeker sektörü güçlendirilerek yaşatılmalıdır. Tütün ve şeker sektöründe ülkemizi yıkıma götüren IMF ve Dünya Bankası eksenli politikalar reddedilmeli, çokuluslu şirketleri değil, geniş halk kesimlerini dikkate alan, ulusal çıkarlara dayalı, “üretim, yatırım, verimlilik ve teknolojik gelişme” öncelikli planlamalarla desteklenen ulusal politikalar / programlar hazırlanmalı ve kararlılıkla uygulanmalıdır. Özelleştirme ihalesi öncesinde sigara pazarının yüzde 42’si Philip Morris, yüzde 13’ü Japon Tobacco International (JTI), yüzde 7’si British American Tobacco (BAT) ve yüzde 7’si de diğer firmaların elinde bulunuyordu. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK 500 SANAYİ KURULUŞUNA SEKTÖREL BAZDA TOPLU BAKIŞ 1. GENEL DURUM İstanbul Sanayi Odası (İSO) her yıl ülkenin en büyük sanayi kuruluşları ile ilgili veriler açıklamaktadır. Sektör ve firma bazında yapılan bu çalışma Ağustos/2007 tarih, 497 sayılı İstanbul Sanayi Odası( İSO) dergisinde yayınlanmıştır. Ölçü Dergimiz bu sayıda dosya konusu olarak sanayii belirlemiş ve bazı sanayi dalları da ülke ekonomisi, imalat sanayi ve sektör içindeki yerleri açısından incelenmiştir. Sanayi dallarının birbirlerine karşı önceliklerini de içeren bu incelemelerin ait oldukları sektörler bazında da yapılmasının uygun olacağı düşünülmüştür. Toplulaştırılmış sanayi dallarından oluşan sektörlere makro açıdan yaklaşım, özellikle ülke sanayinin hangi yönde geliştiğini, sektörlerin güçlü ve zayıf yanlarını, genel boyutları ile ortaya koymaktadır. Üretim, satış, ithalat, ihracat, karlılık, verimlilik katma değer, finansal yapı vb değerler sektörü tanımlayan değerlerdir. Sektörlerin durum tespiti niteliğindeki bu yazı, İSO’nun ’ Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi kuruluşları 2006 ‘ (BBK) adlı çalışmasının sektör bazında özetlenmesi şeklinde hazırlanmıştır. Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarının açıklandığı bu çalışma İSO tarafından 39 yıl önce başlatılmıştır. Ülkenin en büyük sanayi kuruluşları olarak başlangıçta 100 daha sonra 300 ve 1980 den itibaren de 500 kuruluş açıklanmaktadır. Bu yazı içerisinde yer almayan ancak İSO’nun ‘ İkinci 500 Büyük Sanayi Kuruluşu çalışması da mevcuttur. Bu yazı sadece en büyük ilk 500 sanayi kuruluşuna (BBK) ait SEKTÖRLER bazında verileri içermektedir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 73 DOSYA DOSYA Bu kuruluşlara göre yapılan düzenlemede imalat sanayi esas olarak 12 alt sektöre ayrılmıştır. 500 kuruluşun sektörlere dağılımı: Madencilik (10), gıda içki tütün (81), dokuma giyim deri ve ayakkabı (68), orman ürünleri ve mobilya (11), kâğıt ve kâğıt ürünleri ve basım san (18), kimya petrol ürünleri lastik plastik san. (75), metal ana sanayi (72), taş ve toprağa dayalı san.(48), metal eşya makine teçhizat ve meslek aletleri san.(56), otomotiv endüstrisi (47), diğer imalat san.(4), elektrik sektörü (10) adet şeklindedir. Bu kuruluşların ( Eti Maden, EÜAŞ, Soma EÜAŞ, Şeker Fab., Pektim, TKİ, TPAO, Çay İşl., İstanbul Asfalt, İstanbul Beton, TULOMSAŞ, TÜDEMTAŞ, olmak üzere) 13 ü kamu, 487’si ise özel kuruluş statüsündedir. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı ise 140’tır. 2006 yılı itibariyle 420 kuruluş kar, 80 kuruluş ise zarar açıklamıştır. Madencilik hariç diğer tüm sektörlerde zarar eden sanayi kuruluşu bulunmaktadır. En büyük 500 kuruluşun(BBK) Toplam net satışı 184008 milyon YTL, ihracatı 43955 milyon&, dönem karı 15620 milyon YTL, borçları 86712 milyon YTL, öz kaynakları 97998 milyon YTL, net aktifleri 184710milyonYTL, brüt katma değeri ise 75346 milyon YTL dir. Bu konumu ile Türkiye gayrı safi milli Hâsılasının(GSMH) %13,1 ini, Türkiye sanayi sektörü katma değerinin %51,2 sini, imalat sektörünün ise %59,6’sını oluşturmaktadır. Bu rakamlar da göstermektedir ki en büyük 500 sanayi kuruluşu (BBK) Türkiye imalat sanayini temsil özelliklerine sahiptir. Geneli için yapılan bu kabul aynı zamanda alt sektörler içinde geçerliliğin korumaktadır. Bu yazı kapsamı her ne kadar sektör bazında ise de bir noktada firma düzeyine inip TÜPRAŞ tan bahsetmemek firmaya, kamu ve özel kuruluşlara haksızlık olacaktır. Bir kamu kuruluşu olarak Tüpraş en büyüklerin büyüğü olup hep listenin birinci sırasında yer almıştır. 500 kuruluş toplam satışının %10,1 i yaratılan katma değerin %9,4 ü, Tüpraş’a aittir. Yıllık karı ise 884,7 milyon YTL dir. Türkiye’nin en büyüğü olup kamu statüsünde iken 2005 yılında özelleştirilen Tüpraş konusunda ilgili derginin 16. sayfasındaki şu ifadeler yer almaktadır: “… 500 büyük sanayi kuruluşunu açıklarken, ilk sırasında hep bir kamu kuruluşu yer almıştır. 2005 yılı ile birlikte ise bu düzen değişmiş, Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşu bir özel sektör kuruluşu olmuştur. 2006 yılında da ilk 74 sırada bir özel sektör kuruluşu yer almıştır. Bu bağlamda ülke ekonomisinde ve sanayi sektöründe özel sektörün özverisi ve katkısı bir kez daha vurgulanmalıdır.” Bu paragraftaki özveri(!), kamuya bakış ve yaklaşımdaki açık anlayış konusunda çok şey söylenip yazılabilir. Burada sadece konuya kısaca değinerek; ( yazıda da ifade edildiği üzere), Tüpraş’ın el değiştirdiği için gelişerek en büyük olmadığını, var olduğundan beri kamuda iken de hep büyüklerin en büyüğü olduğunu, cazibe ve çekim merkezi olması nedeniyle (yıllık karının 4–5 katı bedel karşılığı) özelleştirildiğini, bahsedilen ve varlığı öne sürülen özverinin(!) ise özel sektör değil kamu tarafından yapıldığını vurgulamakta yarar görüyoruz. Konumuza dönersek BBK içerisindeki kamu kuruluşlarının sayısının her yıl giderek azaldığını ve üretimden aldıkları payın ise 2003 yılında % 17,3 iken bu oran 2006 yılında %7,4 e düştüğünü görüyoruz Türkiye’nin (19 adedi yabancı sermayeli olmak üzere) 43 ü özel, 7 si kamu statüsünde olan en büyük ilk 50 sanayi kuruluşunun BBK içerisinde önemli bir ağırlığı vardır. Toplam satış, katma değer ve ihracatının yaklaşık % 50 den fazlası bu ilk 50 kuruluş tarafından yapılmaktadır.(kuruluş sayısı 100 e çıktığında ise bu oranlar %65 civarın da olmaktadır.) Dönem karında %45 istihdamda ise %33,5 oranında paya sahiptir. Bu kuruluşlar ülke GSMH %7,4 ünü, imalat sanayinin ise %28,3 ünü oluşturmaktadır. Yabancı Sermayeli Kuruluşların İlk 500 Kuruluş İçerisindeki Yeri: BBK içerisinde sermaye payları açısından tamamı yabancı sermaye olan (39) adet, %50 den fazlası yabancı sermaye olan (50) adet, %50 si yabancı sermaye olan (7) adet, %50 den az yabancı sermaye olan (44) adet olmak üzere toplam 140 adet yabancı sermayeli kuruluş bulunmaktadır. BBK unun İlk 50 si içerisindeki yabancı sermayeli kuruluş sayısı 19 adet, ikinci elli içerisindeki sayısı ise 21 adettir. Daha sonraki her ellilik dilim içerisindeki oranları ise %16 -34 arasında değişmektedir. BBK toplam değerlerinde olduğu gibi yabancı sermayeli kuruluşlarda da toplam 140 kuruluş içerisindeki ilk 50 kuruluş, önemli bir ağırlığa sahiptir. Nitekim toplam yabancı sermayeli 140 kuruluşun BBK içerisindeki payı satışta %33.0, katma değerde %37.6, karda %40.1, ihracatta Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 2. SEKTÖRLERİN ÜRETİM, SATIŞ, İHRACAT VE KAR DURUMU: sanayi, %17.5’i metal eşya mak.teçh., %14.7’si kimya petrol lastik, %8.9 ile dokuma giyim deri ayakkabı, %5.5 ile gıda içki tütün , %2.9 ile taş ve toprağa dayalı sanayi oluşturmakta, son sıralarda ise %1.1 ile madencilik %0.1 ile elektrik, ve %0.6 ile orman ürünleri mobilya sektörü yer almaktadır. Satış: Kar: V.Ö Dönem Karı BBK üretimden satış toplam değeri(net) 184008 milyon YTL, toplam satış hasılatı ise 230570 milyon YTL dır. Her iki değer arasındaki 46562 milyon YTL lık bu farkın %66’lık kısmını( 30636 milyon YTL ile) kimya petrol lastik sektörü oluşturmuştur. Bu da bu sektördeki üretim dışı satışların üretime yaklaştığını göstermektedir. Diğer imalat sanayi ve elektrik sektörleri 2006 yılını zararla kapatmışlardır. Kar eden diğer 11 sektörün (v.ö) dönem karı toplamı ise 13516 milyon YTL olmuştur. Bu karın %24,2’sini kimya petrol plastik lastik, %20 sini ana metal, %15,4 ünü taş ve toprağa bağlı sanayi, %12,4 ünü otomotiv, %10,5’ini metal eşya, % 10 unu gıda, %4,3 ünü madencilik sektörü oluşturmuştur. Bu karlılık içerisinde en düşük oranlar ise %2 ile kâğıt basım , %1 ile dokuma giyim , %0.76 ile orman ürünleri, sektörlerine aittir. ise %46 iken, yabancı sermayeli ilk 50 kuruluşun BBK içerisindeki oranları ise sırasıyla %18.2, %15.7, %19.7, ve %30.8 olarak gerçekleşmiştir. Satış hâsılatı içerisinde en büyük oran %32 ile kimya petrol plastik sektörüne aittir. 2. sırada %14.2 ile ana metal, 3. sırada %14.1 ile otomotiv, %10.5 ile gıda içki tütün, %5.4’le dokuma giyim, %4.4 ile taş ve toprağa dayalı san., % 2.85’le elektrik sektörleri gelmektedir. En düşük oranlar ise %1.43’le kâğıt basım , %1.38 ile madencilik , %1.36 ile orman ürünleri %1 ile de diğer imalat sektörü gelmektedir. İhracat: 2006 yılı itibariyle BBK toplam ihracatı 43995 milyon YTL olup bunun %28’ini otomotiv,%19.6’sını metal ana Satış ve karlılık açısından öne çıkan sektörün tartışmasız kimya petrol plastik lastik olduğu, İkinci sırada ise (satış değeri düşük olsa da ) karlılığı oldukça yüksek olduğu için taş ve toprağa bağlı sanayinin geldiği görülmektedir. Alt sıralarda ise (dönemi zararla kapatan) elektrik ve diğer imalat sektörleri yer almıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 75 DOSYA DOSYA 3- SEKTÖRLERİN MALİ YAPISI: Bu bölümde borç yapısı (dış kaynak) başlığı 12 sektör üzerinden diğer başlıklar ise sektörlerin daha da ayrıntılandırılmasıyla ( giyim eşyası, ağaç, mobilya, basım sanayi, diğer kimyasallar, petrol, lastik, plastik, cam, demir çelik vb sanayi dallarında ayrı başlıklarda olmak üzere) toplam 23 sektör üzerinden incelenmiştir. Borç (Dış kaynak) Yapısı: BBK borçları 59947 milyon YTL si kısa 26764 milyon YTL uzun vadeli olmak üzere toplam 86712milyon YTL olup bunun %87 si özel sektöre, %13 ü Kamu kuruluşlarına aittir. Özel sektör borçlanmasında 1. sırada %21,3 ile kimya, petrol, plastik lastik 2. sırada %17,9’la metal Eşya ve makine 3. sırada ise %15,4’le metal ana sanayi, daha sonra sırası ile %11,8 otomotiv , %10 ile dokuma giyim deri ayakkabı ve %9,9 ile gıda içki tütün sektörleri gelmektedir. Borçlanma durumu en az olan diğer imalat sanayidir, sonra sırasıyla madencilik ve kâğıt basım sektörleri gelmektedir. Borç yapılanmasında sağlıklı yapı uzun vadeli borçlanma ile sağlanır. Toplam borç yapısı içerisinde kısa vadeli borç oranını düşük uzun vadeli borçların ise yüksek olması tercih edilir. Ölçek ise kısa vadeli borç/ Toplam borç oranıdır. BBK ortalama oranı %0.69’dur Bu oranın 76 en düşük olduğu sektör %0.41 ile taş ve toprağa bağlı san. 2. sırada kâğıt ve kâğıt ürünleri, 3. sırada ise basım sektörü gelmektedir. En olumsuz borçlanmalar ise %0.80’le metal eşya 0.91’le giyim eşyası 0.93’le tütün işleme sektörlerine aittir. Borç Ödeme Gücü(Cari Oran): Dönen Varlıklar/Kısa Vadeli Borçlar Son altı yıl içerisinde bu oranlar yükselerek BBK ortalaması 1.38 den 1.70 e çıkmıştır. Diğer bir deyimle imalat sanayi borç ödeme gücü açısından çok daha iyi duruma gelmiştir. Sektör bazında ise 1. sırada 3,3’le taş ve toprağa dayalı sanayi, 2. sırada 2.73’le kâğıt ve kâğıt ürünleri Sanayi, 3.sırada 2.38 le diğer kimyasal ürünler, daha sonra ise sırası ile basım, tütün işleme ve ağaç mobilya sanayi gelmektedir. Ödeme gücü en zayıf konumdaki sektörler ise 1.36 la giyim eşyası, 1.34’le petrol türevleri, 1.30 oranı ile Ağaç ve mantar ürünleridir. Borçlanma Oranı: Toplam Borç/Toplam Varlıklar Bu oran ne kadar düşük olursa o kadar iyidir. BBK ortalaması 0.68’dir. En iyi konumda olanlar arsında 1. sırada 0.29 oranları ile taş ve toprağa dayalı sanayi ve içki sanayi olmak üzere iki sektör, 2. sırada 0.34’le kâğıt ve kâğıt ürünleri, 3. sırada ise 0.35’le basım sektörü gelmekte- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA dir. Daha sonra sıralamada demir çelik, tütün işleme, ana kimya, plastik sektörleri ile devam etmektedir. Borçlanma durumu en olumsuz olan sektörler ise 0.71’le elektrik mak. aletleri ve 0.70 oranıyla Ağaç ve mantar sektörüdür. rada %28’le Tütün işleme, sonra %27,9’la taş ve toprağa bağlı sanayi, %15,3 içki sanayi , %11,3’le cam ve mamul eşya san. gelmektedir. En son sırada yer alanlar ise %1,8’le çanak çömlek çini ve porselen , %0,7’yle Dokuma san. ve %0.3’le Ağaç ve mantar ürünleri gelmektedir. Varlık Finansmanı: Öz Kaynak / Toplam Varlıklar Varlık(Aktif) Karlılığı: BBK ortalaması 0.54 dür. Sektör bazında en iyi konumda olan 0.71 oranıyla Taş ve toprağa bağlı sanayi ve (yine aynı oranla) içki sanayidir. 2. sırada cam ve camdan mamul ürünler, 3. sırada kâğıt ve kâğıttan ürünler sonra sırasıyla basım, demir çelik, tütün işleme sanayileri gelmektedir. En olumsuz oranlar 0.40 la metal eşya, 0.30 la ağaç mantar ürünleri, 0.29 la elektrik mak. aletleri sanayidir. BBK ortalaması %8,4’tür. 10 yıl önceki (%9,8) oranla karşılaştırıldığında %9’luk bir azalma söz konusudur. Bu azalmada erozyon olarak değerlendirilmektedir. Sektör sıralamasında 1.sırada %29,3’le Tütün işleme, sonra sırasıyla %20 ile Taş ve toprağa dayalı san. %11.5’le Makine sanayi gelmektedir. Son sıralarda ise %1,6 ile çanak çömlek çini ve porselen, %0,5’le dokuma san. ,-%0.3’le ağaç ve mantar ürünleri yer almıştır. Öz Kaynak Yeterliliği: Maddi Duran Varlık/ Öz Kaynak Öz kaynak Karlılığı: Bu oran 1 den küçük olmalıdır. BBK ortalaması 0.60 dır. Sektör bazında en iyi konumda olan ve 1. sırada 0.26 oranı ile Petrol ve kömür türevleri, 2. sırada 0.34 içki san. ve makine san. olmak üzere iki sektör, 3. sırada ise ağaç mobilya sektörü yer almaktadır. En olumsuz olanlar ve 0.71’le taşıt araçları ise 0.76 ile demir çelik 0.80 oranı ile çanak çömlek çini porselen sektörleridir. Borçluluk durumu, var olan borçlarının niteliği, borç ödeme ve öz kaynakları açısından mali yapısı en güçlü sektör olarak taş ve toprağa dayalı sanayi gözükmektedir. Mali yapısı en zayıf gözükenler sektörler ise elektrik, ağaç mantar sektörleridir. 4- SEKTÖRLERİN SATIŞ, VARLIK, ÖZ KAYNAK VE EKONOMİK KARLILIK DURUMU: BBK kar toplamı 15.620 milyon YTL’dir. Kuruluşların 420 si kar, (77 si özel 7 si kamu olmak üzere toplam) 80 adedi de zarar açıklamıştır. Zarar açılayan kuruluş sayısının en fazla olduğu sektör dokuma giyim(19 ad.), Gıda(16 ad.), Kimya petrol plastik lastik(12 ad.), sonra sırası ile otomotiv, elektrik mak. aletleri, taş toprağa dayalı san. ve diğerleri gelmektedir. Satış Karlılığı: Kar/Satış Hâsılatı BBK ortalaması %13,8’dir. Özel sektör içerisindeki sıralamada 1.sırada %54 oranla tütün, sonra %29,5 oranla taş ve toprağa dayalı sanayi, %26,3’le makine sanayi gelmektedir. En düşük oranlar ise %3,2 dokuma san. %1’le ile çanak çömlek çini porselen, -%0,9’la da ağaç ve mantar ürünlerine aittir. Ekonomik karlılık: İşletmeye yatırılan sermaye karşılığı ekonomiye ne kadar ilave kıymet (katma değer)katıldığını ifade eder. BBK ortalaması %15,6’dır. Özel sektör sıralaması içerisinde 1.sırada %32,7 oranla tütün işleme, 2. sırada %30,7 ile lastik ürünleri, 3. sırada %24,6 ile diğer kimyasallar ve aynı oranla giyim eşya sanayi gelmektedir. En düşük oranlar ise %9,2 ile dokuma sanayi, %4,4’le ağaç ve mantar ürünleri sanayine aittir. Sektörlerin karlılık değerlendirmelerini oluşturan verilerine göre en öne çıkan sektör tartışmasız tütün işleme sektörüdür. Sonra taş ve toprağa dayalı sanayi gelmektedir. Karlılığı en düşük sektörler ise dokuma ve ağaç, mantar ürünleri sanayidir. 5. KATMA DEĞER, FAALİYET DIŞI GELİRLER, İSTİHDAM, İŞGÜCÜ VERİMLİLİĞİ BBK ortalaması %5,9’dur. 10 yıl önceki %8,5 oranı ile karşılaştığında %44 lük bir azalma söz konusudur. Bu azalma kuruluşlarca erozyon (!)olarak değerlendirilmektedir Net Katma Değer: Maaş ve Ücretler + Ödenen Faizler + Kar Sektörler bazında en iyi durumda olanlar arasında 1. sı- 2006 yılı oluşan katma değerin %54,4 ü maaş ve ücret- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 77 DOSYA DOSYA lerden, %9,3 ü faizlerden %36,2’si ise kar kalemlerinden oluşmaktadır. Maaş ve ücretlerin oranı(1995–96 hariç) son 12 yılın en düşük, kar oranı ise en yüksek seviyede gerçekleşmiştir. Sektörel bazda en yüksek katma değer %20 ile kimya petrol plastik lastik, %15,3’le ana metal san. %14,3’le otomotiv sonra sırası ile metal eşya, gıda içki tütün, taş ve toprağa dayalı san. dokuma giyim, elektrik sektörleri gelmektedir. En düşük oran ise diğer imalat ve ağaç ve orman ürünleri sektörlerine aittir. içki tütün, %14,9 la otomotiv almaktadır. Son sıralarda ise %1,9 ile kâğıt basım ve %2,5 ile Orman ürünleri sektörleri yer almaktadır. 2001 yılına nazaran 2006 yılında istihdam oranları azalan sektörlerin başında %35’le kâğıt, basım sanayi, %30 la dokuna giyim, %20 ile de Gıda, içki tütün gelmektedir. İstihdam oranı artan sektörler ise %67 ile otomotiv, % 50 ile orman ürünleri, %30 la taş ve toprağa bağlı sanayiler olmuştur. Nispi Hâsıla: Brüt Katma Değer: Net Katma Değer+Amortisman+ (Ötv+Kdv)+Dolaylı Vergiler- Sübvansiyonlar Net katma değerde olduğu gibi brüt katma değerde de ilk sırada kimya petrol lastik plastik sektörü gelmektedir. 2. sırada doğrudan alınan vergilerin yüksek olduğu gıda içki tütün sonra sırası ile metal ana san., otomotiv, metal eşya, taş ve toprağa dayalı san. yer almaktadır. Alt sıralarda ise diğer imalat ve kâğıt basım sektörleri gelmektedir. Üretim Faaliyeti Dışı Gelirlerin(Temettü, İştirak, Faiz Kambiyo, Menkul Ve Gayrimenkul Satışları Vb.) Dönem Kar-Zarar İçerisindeki Yeri: Alt sektörde kişi başına yaratılan katma değerin toplam sanayide kişi başına yaratılan katma değere oranı olarak adlandırılan nispi hâsıla oranı açısından 2006 yılında ilk sırayı %334 Kimya petrol plastik lastik, ikinci sırayı %129,8 ile gıda içki tütün, üçüncü sırayı %89 ile taş ve toprağa bağlı sanayilerin aldığı, alt sıralarda ise %14,2 ile Otomotiv, %17,4’le ise dokuma giyim sektörlerinin bulunduğu görülmektedir. 2001 yılı ile karşılaştırıldığında gıda içki tütün, metal ana sanayi ve diğer imalat sanayi dışında tüm alt sektörlerde nispi hâsıla oranlarında düşüşler olmuştur. En yüksek düşüş ise yaklaşık %24 değeri ile orman ürünlerine aittir. İş Gücü Verimliliği. Net Katma Değer/ Çalışan Sayısı Son 24 yıl içerisinde net dönem karları değer olarak (1999,2001 ve 2005 hariç) her yıl bir önceki yıla göre en azı %3,3 olmak üzere %494’lere varan oranda bir artış göstermiş olup 24 yılın ortalaması yaklaşık %82 düzeyinde olmuştur. Üretim dışı gelirler ise (2004–2005 hariç) değer olarak her yıl bir önceki yıla göre %3,8 ile %228 arasında artış göstermiş, 24 yılın ortalaması ise yaklaşık %76 düzeyinde olmuştur. 2006 yılın faaliyet dışı geliri 3380 milyon YTL olup, önceki yıla göre artış değeri %10,9 dur Son 24 yıl içerisinde faaliyet dışı gelirlerin toplam kar içerisindeki yeri 1990’lara kadar yaklaşık Olarak %17–30 arasında, 2000’lere kadar %40–210 arasında en yüksek oran olan %547 ise krizin en yoğun olduğu 2001 yılında gerçekleşmiştir. Son 5 yılın en düşük oranı %26 olup 2006 yılına aittir. 2006 yılı itibariyle işgücü verimliliğinde ilk sırada Yaklaşık 251 bin YTL ile tütün İşleme, sonra sırasıyla 189 bin YTL ile petrol ve kömür türevleri, 161 bin YTL ile Taş ve toprağa dayalı sanayi, 104 bin YTL ile Ana kimya sanayi, 102 bin YTL ile içki sanayi ile devam etmektedir. Verimliliği düşük olup son sıralarda yer alanlar arasında yaklaşık 13 bin YTL ile en düşük değere sahip olan giyim eşya sanayi, 17 bin YTL ile Dokuma sanayi, 25 bin YTL ile Ağaç mobilya sanayileri gelmektedir. Katma değer ve Katma değere bağlı oranlar açısından en ön sırada tartışmasız olarak kimya petrol plastik lastik sektörü, en alt sıralarda ise diğer imalat ve orman ürünleri sektörleri yer almıştır. İstihdam: İstihdam oranı açısından ilk sırada %19,7 oranla dokuma giyim sanayi yer alırken katma değerinin düşüklüğü nedeniyle işgücü verimliliğinde bu oran bu sektörü alt sıralara indirmiştir. 2006 yılı itibariyle 500 kuruluş içerisindeki istihdam dağılımında ilk sırayı %19,7 ile dokuma giyim,%19,6 ile gıda Katma değeri yüksek olan sektörlerden tütün ve petrol işgücü verimliliği açısından da ön sıralarda yer almıştır 78 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 6.GENEL DURUM VE SONUÇ ÜZERİNE; İSO’nun ağustos/2007 tarihli dergisi esas alınarak hazırlanan bu yazı: Esas itibariyle Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun (BBK )durum tespiti diğer bir deyimle bu kuruluşların toplu fotoğraf çekimidir.. Fotoğraf ta BBK toplulaştırılarak sektör bazında ’ boylarına göre’ bol rakamlı olarak verilmiştir. Belirlenmiş bazı kıstaslara göre değerlendirmeler yapıldığından sektörün niteliğini belirleyen değerlerin(rakamların bolluğu ve) verilmesi zorunlu olmaktadır. Sektör bazında düzenlenmiş bu rakamlara birey olarak ulaşmak özel bir çaba ister bu anlamda da İSO dergisinin bu sayısı önemli olmaktadır. Tüm imalat sektörlerine ait verilerin bir arada ve karşılaştırmalı olarak görülmesi mühendisler özelliklede sanayi mühendisleri açısından ilginç olacağı gibi, kısmi de olsa kaynak özelliği de taşıyabilecektir. Rakamlar bütünü özelliği taşıyan çalışmada hangi sektörler ön plana çıkmış hangileri sıralamanın sonunda yer almıştır? Üretim, satış, ihracat, karlılık, katma değer, istihdam vb her bir kritere göre öne çıkan sektörler belirlidir. Ancak birçok kriterin bir arada değerlendirilmesi ile öne çıkan sektörlerin tespitinde zorluklarla karşılaşılmaktadır. Çoğu zaman özel sermaye ile kamu ağırlıklı ekonominin değerlendirmeleri ve çıkış noktaları farklılıklar gösteriyor. Serbest piyasa ekonomisinin egemenliğinde(öz varlık, karlılık gibi) daha faydacı ve kısa vadeli yaklaşımlar ön plana getirilirken, karma veya planlı ekonomilerde uzun dönemli (üretim, istihdam, katma değer gibi) yaklaşımlar tercih edilebiliyor. Konunun özünde siyasetin olması doğal olarak farklı yaklaşımları da gündeme getirmektedir. Makro yaklaşımlar dışında burada söyleyebileceğimiz husus; yukarıda 2. madde de verilen üretim, satış ve karlılık rakamlarına dayanarak imalat sanayi sektörleri için toplu bir değerlendirme yapmanın yanlış olmayacağı, hatta bu gün için gerçekçi bir yaklaşım da sayılabileceği yönündedir. BBK ın bu verileri de bize; sanayi sektörü içerisinde ön plan çıkan sektörün kimya petrol lastik plastik sektörü olduğunu, bunu (sağlam bir mali yapıya da sahip olan) taş ve toprağa bağlı sanayinin takip ettiğini, elektrik makine alet ve cihazları sanayi, ağaç mobilya sanayi ve diğer imalat sanayilerinin ise alt sıralarda olduğunu göstermektedir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 79 DOSYA Murat FIRAT (M.Sc.) TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı İSTANBUL’DA SANAYİ NEREYE GİDİYOR ? Ülkemizde planlı kalkınmayla belirlenen hedefler doğrultusunda sanayinin geliştirilmesi amacıyla birçok teşvik tedbiri uygulamaya konulmuştur. Uygulamaya konulan bu tedbirlerden biri de Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) uygulamalarıdır. Dolayısıyla, OSB düşüncesi, sanayisinin plan ve programlara bağlı olarak geliştirilmesi ve teşvik edilmesi çabaları ile birlikte ağırlık kazanmaya başlamıştır. 1961 yılında yapılan değerlendirmeler sonucunda hazırlanan raporlarda OSB’lerin ülke sanayisine sağlayacağı yararlar bir bir açıklanmış ve ilk uygulama olarak Bursa Organize Sanayi Bölgesi pilot OSB olarak kurulmuştur. 70’li yıllarda ise İstanbul’daki sanayi alanları planlanarak Nazım İmar Planı içine konmuştur. Bugün Türkiye genelinde yer alan 252 Organize Sanayi Bölgesi’nin 8 tanesi İstanbul’da yer almaktadır. Son zamanlarda yazılı ve görsel basında gündemi işgal eden konuların başında İstanbul’un geleceğine ilişkin görüşler ve planlar yer almaktadır. Bilindiği üzere Çevre ve Orman Bakanlığı İstanbul’a ait 1/100.000 ölçekli plan yapma yetkisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne vermiştir. Anılan görevin gerektirdiği politika, plan, program ve projeleri oluşturmak ve uygulamalara yön vermek üzere, İstanbul İl Bütünü Çevre Planı’nın hazırlanması konusunda Çevre ve Orman Bakanlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı arasında 01.12.2004 tarihli bir protokol imzalanmış olup, 5216 sayılı Yasa’yla tüm İstanbul İl sınırlarını kapsamak üzere genişletilen Büyükşehir Belediye sınırlarının içerdiği 5.400 km²’lik alanda 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nın yapılması konusunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkili kılınmıştır. Protokol uyarınca İl Çevre Düzeni Planı’nın yapılmasını, gerekse söz konusu Plan’ın hükümleri ile 80 tutarlılık ve bütünlük içerisinde 1/25.000 ölçekli Nazım İmar Planı’nın hazırlanmasını gerçekleştirmek üzere; İstanbul Büyükşehir Belediyesi BİMTAŞ AŞ bünyesinde kurulan, İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi (İMP) yoğun çalışmalara başlamış ve sunulan Rapor’un 15 ayrı çalışma grubunda görev alanlar tarafından hazırlanan plan TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin mahkemeye vermesiyle önce yürütmesi durdurulmuş ve daha sonra da iptal edilmiştir. Bu planın amacının İstanbul’u sanayiden arındırma olduğu anlaşılmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı ve aynı zamanda mimar olan Kadir TOPBAŞ, İstanbul için kültür, turizm ve ticareti amaç edinen bir çalışma içine girmiştir. 2010 yılında İstanbul’un kültür merkezi olarak ilan edilmesi de bu anlayışı ortaya koymaktadır. İstanbul Sanayi Odası’nda yapılan bir toplantıda konuşan Kadir TOPBAŞ, İstanbul Sanayisi’nin, Türkiye’nin lokomotifi olduğunu söyleyerek alt yapısı sağlam, iyi iş imkânlarına sahip bir sanayiden yana olduğunu ifade etmiştir. Ancak, İstanbul’da plansız sanayileşmenin suçunu sanayicinin üstüne yükleyerek kendi sorumluluklarını göz ardı etmiştir. İstanbul özelinde gerçek durum nedir? Sanayi alanları nerelerde ve hangi koşullarda yer almıştır? Bu soruların cevaplarını bulabilmek için yapılan bazı çalışmalara bakmak gerekir; Ülke ekonomisine önemli katkılar yapan sanayi, İstanbul Metropoliten Alanı’nda yerleşme düzeni açısından rasyonelliğe kavuşamamış, diğer kentsel işlevlerle sağlıklı ilişkiler kuramamış ve hatta kendi gelişimini sınırlar duruma gelmiştir. Yer seçim kriterleri açısından kuruluş yeri olumlulukları, olumsuzluğa dönüşmeye başlamıştır. Potan- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA siyelin üzerinde oluşan birikimle dışsal ekonomiler tükenme eğilimi gösterme şekline dönüşmüştür. Türkiye’nin ekonomik dönüşüm yaşadığı 1980’lerin ilk yarısında, ülkede yer alan toplam orta ve büyük ölçekli sanayi tesislerinin yüzde 52,2’si; toplam orta ve büyük ölçekli sanayi tesislerinde çalışan işgücünün de yaklaşık yüzde 40’ı; İstanbul’da yerleşmiştir. 1966 İstanbul Sanayi Planı’nda kişi başına düşen sanayi alanı 5,4 m², toplam sanayi alanları ise 1140,5 ha. olarak belirlenmiştir. 1980 İstanbul Nazım Planı’nda sanayi alanları için 1995 yılı itibariyle öngörülen toplam büyüklük 7100 ha. ve kişi başına düşen sanayi alanı ise 10 m²’dir. Günümüzde (2006) sanayi alanları büyüklüğü 11.000 hektara erişmiş olup; kişi başına düşen sanayi alanı ise yine 10 m²’de kalmıştır. (D.İ.E.1987) İstanbul İli’nin, Türkiye ve Marmara Bölgesi içindeki yeri ve öneminin sosyo-ekonomik istatistikî veriler ışığında değerlendirilmesinde aşağıda belirtilen Tablo-1’de son derece çarpıcı sonuçlara ulaşılmaktadır. Türkiye, Marmara Bölgesi ve İstanbul İli Karşılaştırması şu şekildedir; Aşağıdaki Tablo-1’e bakıldığında İstanbul’un, ülke geneli ve Marmara Bölgesi için ne kadar önemli olduğunu görülebilir. Organize Sanayi Bölgesi’nin temsilcisi olarak içinde yer aldığım İl İstihdam Kurulu’nun hazırlayıp yayınladığı İstanbul’un İstihdam Politikaları kitabında yer alan 2004 ve 2005 yılı verilerine göre istihdamın payı Tablo-2’de yer almaktadır. İstanbul’da artan istihdamın yaklaşık yarısının (480 bin kişi) imalat sektöründe olması üzerinde durulacak ilk konudur. Bu durum iki noktayı gündeme getirmektedir. İlk olarak, İstanbul açısından sanayi sektörünün ağırlıklı yerinin sürdürüldüğü ortaya çıkmakta, ikinci olarak istihdam yaratılması açısından da sanayi sektörünün önemini koruduğu anlaşılmaktadır. İstihdam artışının mesleki açıdan irdelenmesi de bu durumu doğrulamaktadır. Kısacası, İstanbul’da sanayi sektörünün gerilediği ve hizmet sektörünün geliştiği yönünde ortaya çıkan bulgularla, istihdam artışıyla ilgili bulgular pek uyuşmamakta ve istihdam artışı açısından İstanbul’da hâlâ sanayi sektörü başrol oynadığı ortaya çıkmaktadır. Tablo 1: Marmara Bölgesi ve İstanbul’un Türkiye’deki Durumu Kaynak: DİE; Genel Nüfus Sayımı- 2000, DİE; Ulusal Hesaplar–2001 Tablo 2: İstanbul’un İstihdam İçindeki Payı (2004-2005) Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 81 DOSYA DOSYA Sanayi sektöründen sonra toptan ve perakende ticaret ile otel ve restoranların yer aldığı hizmet sektörü gelmekte ve bu sektörün 2002-2005 arasında yaklaşık 200 bin istihdam yarattığı görülmektedir. Onu inşaat sektörü izlemekte, bu sektörde de 100 binin az üstünde bir istihdam yaratıldığı anlaşılmaktadır. İnşaat sektörüne yakın istihdam yaratan dördüncü ve beşinci sektörlerde, sırasıyla, ulaşım, nakliye, depolama hizmetleri ile sosyal hizmetler olmaktadır. Finans ve bankacılık hizmetlerinin oldukça büyük bir gelişme gösterdiği İstanbul’da, istihdamın en az arttığı sektörün, mali kurumlarla ilgili sektör olduğu da bir gerçektir. İl İstihdam Kurulu’nun, “İşgücü Piyasasının İstanbul’a İlişkin SWOT Analizi”nin güçlü yanlarından bazıları şöyle belirlenmiştir ; Ekonominin, sanayinin ve ticaretin merkezi olması. Sanayi ve hizmet tabanlı ekonomik yapı (sanayi ve hizmet kenti olması). OSB’lerin kapasitelerinin % 64 seviyelerde kaldığı için buralara yönlendirilmesi, kalanların ise Gebze ve Çerkezköy’de konuşlandırılması gerektiğini söyleyen İMP’nin hazırladığı plana göre ; “Bölgeler arası farklılıkları azaltmak ve planlı sanayi gelişimini desteklemek amaçlı politika araçlarından biri de OSB’lerdir. İstanbul’un içinde yer aldığı Marmara Bölgesi illerinde bulunan organize sanayi bölgelerinin kapasite kullanım oranlarına bakıldığında; % 64 oranında kapasitede doluluğun olduğu ve yaklaşık olarak % 36 oranında da boş ve kullanılmayan birimin bulunduğu görülmektedir. Marmara Bölgesi ve bölge dışındaki mevcut OSB’lerin sorunlarının çözümü ve kapasitelerinin etkin olarak kullanılabilmesi için geliştirilecek stratejiler ve araçlar, gerek İstanbul’daki sanayinin desantralizasyonu, gerekse sanayinin ülke genelinde dengeli dağılımının gerçekleşme koşullarını hazırlayacaktır.” denilmektedir. Halen, İstanbul Metropoliten Alanı içinde 10.476 ha. sanayi alanı ve 1.250.000 sanayi işgücü faaliyet göstermektedir. 2023 için, İMP’nin öngörüsü ise şöyledir ; Gelişmiş imalat sanayinin varlığı. Genç ve dinamik işgücü potansiyeli. Belli alanlarda yetişmiş-nitelikli işgücü. Ücretli istihdamının yüksekliği ve İstanbul’un bir ücretliler kenti olması. Türkiye ortalamasının altında seyreden kayıt dışı istihdam oranı Ulaşım ve iletişim giderlerinin düşüklüğü. Gelişmiş teknoloji altyapısı ve gelişen teknolojilerin izlenmesi (kimi sektörler için teknoloji üretimi). Sanayi işgücünün tarım dışı faal nüfus (yaklaşık 6 milyon) içindeki payının % 25 olacağı, 1.250.000 sanayi işgücünün metropoliten alan içindeki kapasitesi dolmamış sanayi alanlarında (rehabilite edilerek) yeniden organize edileceği, İstanbul yakın çevresi olarak değerlendirilen, doğuda Gebze ve batıda Çerkezköy’ün İstanbul’a yönelecek sanayi yatırımları ve işgücü için tampon bölgeler olacağı öngörülmektedir. İstanbul Metropoliten Alan’ında Müdahale Alanları ve Sanayi Potansiyellerinin durumu Tablo-3’te gösterilmiştir Küresel trendlere uygun, rekabetçi üretim yapısı. İMA’da Sanayi İşlevi Farklılaştırılacak Alanlar Yukarıdaki veriler doğrultusunda İstanbul’da sanayinin vazgeçilmez bir unsur olduğu ortaya çıkar. İstanbul’da dağınık olarak dağılmış sanayi alanlarını mevcut İstanbul Metropoliten Alanı içinde özellikle merkez alanlarda kalan, ancak mekân yetersizlikleri, kullanım Tablo 3: İstanbul Metropoliten Alan’ında Müdahale Alanları ve Sanayi Potansiyellerinin Durumu 82 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA uyumsuzlukları, kentsel değer artışları nedeniyle yer değiştirmesi ve farklı işlev yüklenmesi öngörülen sanayi alanlarının büyük bir kısmı, hizmet fonksiyonuna dönüşen alanlar olarak belirlenmiştir. Batı Yakası’nda Zeytinburnu, Yenibosna-İkitelli aksı, Bayrampaşa, Gaziosmanpaşa, Silivri ile Doğu Yakası’nda Kartal; etaplama ve önceliklerin belirlenmesiyle sanayi kullanımından farklı kullanımlara dönüşme potansiyeline sahip alanlardır. Bu alanlarda çalışan 223.000 işgücünün, İstanbul Metropoliten Alanı’nda kapasitesi dolacak sanayi alanlarında çalışacakları öngörülmektedir. olması nedeniyle sıhhileştirilecek alanları OSB mantığı içinde kabul edilmelidir. İstanbul’a ilişkin yapılan tanım, tüm aktörlerin ortak paydasında yeniden tanımlanmalıdır. Bu tanım içinde istihdam payı önem arz eden “sanayi olmazsa olmaz” koşul olarak değerlendirilmelidir. İMA’da Mevcut Sınırlar İçinde Sağlıklılaştırılacak Alanlar İstanbul Metropoliten Alanı’nda sanayi gelişiminin kendi içinde sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve yeniden organizasyonu kapsamında müdahale alanları belirlenmiştir. Bu alanlar; Ümraniye-Dudullu ve Hadımköy gibi su havzası içinde yer almaları nedeniyle, dezavantajlı konumda bulunmaktadır. Her iki bölgenin de kirletici sanayinin yer alamayacağı ve yeni gelişmelerin teşvik edilmeyeceği alanlar olarak belirlenmesi, buralardaki gelişmenin sınırlandırılması ve ayrıntılı çalışmalarla yeniden organizasyonu önerilmektedir. İstanbul Metropoliten Plan Merkezi’nin iptal edilen 1/100.000 ‘lik plan yerine hazırlığa koyulduğu plan çalışmasında bu kez çalışma alanı olarak nitelendirdiği sanayi alanlarının bir kısmını yerleşim alanı veya konut dönüşüm alanı olarak gösterme çabası içindedir. Biz TMMOB’ye bağlı odalar olarak baraj su toplama havzalarında her türlü yapılaşmaya karşıyız. Sonuç Olarak ; Burada belirtilen tüm veriler, sanayinin İstanbul için olmazsa olmaz koşulu olduğunu göstermektedir. Sanayi, İstanbul’un ekonomik gücünün devam etmesinde, verimlilik ve etkinlik temelinde desteklenmesi gereken alan konumundadır. İMP’nin hazırladığı plan notları içinde yer alsa da mevcut OSB’lerin doluluk oranı, İMP’nin belirttiği orandan daha büyüktür. Tuzla Bölgesinde yer alan OSB’ler sayısal anlamda çok işletmeyi bünyesine alacak büyülükte değillerdir. Bu nedenle mevcut OSB alanlarına, plan dâhilinde yer verilmesi zorunludur. KSS’ler (Küçük Sanayi Siteleri) ve OSB’ler planlı ve sağlıklı denetim mekanizmalarına sahip Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 83 DOSYA Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi ULUSLARARASI BOYA, VERNİK, MÜREKKEP VE YARDIMCI MADDELER SANAYİ KONGRESİ VE FUARI Kimya Mühendisleri Odası tarafından ilki 1995 yılında düzenlenen Uluslararası Boya, Vernik, Mürekkep ve Yardımcı Maddeler Sanayi Kongresi ve Fuarı’nın yedincisi 10-12 Nisan 2008 tarihlerinde İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşti. Türkiye’de kimya sanayinin bir dalı olarak boya sektörünün sanayi niteliği kazanmasının yaklaşık 60 yıllık bir tarihi vardır. Bu dönem boyunca izlenen destekleyici ekonomik politikaların sonucu oldukça yüksek ivmeli bir gelişme süreci gösteren sektörde, günümüzde büyük ölçekli kuruluşların yanı sıra basit denebilecek tekniklerle üretim yapan çok sayıda küçük ölçekli firma da bulunmaktadır. Büyük firmalar, teknolojik gelişmeleri neredeyse eşanlı olarak izleme ve uygulama olanaklarına sahip iken, küçük firmalar ürün niteliği başta olmak üzere parasal kaynak ve teknoloji sorunlarıyla uğraşmak durumundadırlar. Öte yandan, dünyadaki küreselleşme sürecinin veya uluslararası ekonomik bütünleşmenin yol açtığı tüm sorunların uluslararası düzeyde ele alınması gereği, sorunların boyutlarını ve giderek niteliğini değiştirmektedir. Bu da doğal olarak “küçükler” aleyhine bir durum yaratma potansiyelini içermektedir. Bu ortamda boya sanayi varlığını korumak ve rekabet gücünü artırmak için teknolojik yenilenme, araştırma, ürün geliştirme, verimlilik, kalite ve çevre yönetim sistemleri gibi konularda kendini geliştirmek zorundadır. Bu durum, küçük ve orta ölçekli işletmeler için daha büyük sorun oluşturmaktadır ve yenilenme gerektirmektedir. Giderek artan önemi ve kalitesi ile boya sanayimiz, doğu ve batı arasında ekonomik ve sosyal bir köprü oluşturmakta, yapılan yatırımlar ve yetişmiş insan kaynağı gibi belirleyici unsurlarla, Türkiye Kimya Sanayi’nin bu önem84 li sektörünün cazibesi artarak devam etmektedir. 2006 yılında yarım milyon tonun üzerine çıkan boya üretimi yaklaşık 2 milyar dolar tutarında bir değer yaratmıştır. Böyle bir konjonktürde Kimya Mühendisleri Odası, düzenlediği boya kongresiyle, boya konusundaki en son teknolojik gelişmelerin paylaşıldığı önemli bir bilimsel platform oluştururken, boya fuarıyla da, katılımcı firmalar ve ziyaretçiler arasında köprülerin kurulmasına, ulusal ve uluslararası boya sektörü hammadde, makine, boya üretici ve tedarikçileri ve lojistik ve iş güvenliği firmalarının buluşmasına olanak sağlamış, üniversite-meslek odası-sanayi işbirliğini gerçekleştirmiştir. Kongre ayağında, akademik ve endüstriyel şirketlerdeki araştırmacılar bir araya gelerek deneyimlerini, bilgilerini ve fikirlerini karşılıklı paylaşma olanağını; bilim adamları, mühendisler, araştırmacılar ve sanayiciler ise işbirliği ve böylece de teknolojik gelişmeler için gerekli bağlantıları sağlama olanağını bulmuştur. 3 gün boyunca, katılımcıların ticaret, bilim ve teknoloji konularında görüşme olanağı bulduğu bir platform oluşmuştur. Başarıyla gerçekleşen Boya 2008 Kongresi, boya ve yardımcı hammaddeleri, üretim ve kontrol ekipmanları gibi konularda en güncel araştırma sonuçlarının, teknolojilerin ve ürünlerin uluslararası ve yerel katılımcılara aktarılmasını sağlamıştır. Dünyanın çeşitli bölgelerinden, piyasaları ve firmaları tanımak isteyen, ürün siparişi vererek ya da temsilcilik alarak yeni iş ilişkileri ve ortaklık kurmak isteyen sektör profesyonelleri ile katılımcıları buluşturmuştur. Yurtiçi ziyaretçi sayılarının yüksekliği, sektörün bulunduğu tüm illeri kapsaması ve temsil edilme pozisyonlarının yüksekliği ile Boya 2008 sektörün ticari buluşma merkezi haline gelmiştir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Geleneksel bir hal alan Boya kongre ve fuarları, Düzenleme Kurulu, Bilimsel Kurul ve Yürütme Kurulu üyelerinin özverili çalışmaları ve destekleyici firmaların katkıları ile gerek yurtiçinde, gerekse yurtdışında önemli yankılar bulmuş, temsil ettiği sektörde yerini kanıtlamış, saygınlık kazanmış ve gelecek organizasyonların başarısı için bir gösterge olmuştur. Sıralamada dünyada dördüncü, Avrupa’da ise ikinci olan kongre ve fuar için hazırlıklar sırasında 50 uluslararası kuruluş ve yüzlerce bilim adamına birbirini takiben 3 duyuru gönderilmiştir. Bu duyurular ülkemizde de üniversitelerimizin 80’den fazla bölümüne ve yüzlerce şirketimize ulaştırılmıştır. Son iki kongrede sanayi ve üniversitelerden seçkin konuşmacılar, doyurucu bildiriler ve özel sunumlar için davet edilmişlerdir. 2008 yılı için aralarında CEPE (Avrupa Boya Endüstrisi Derneği) başkanı gibi, boya dünyasının seçkin isimleri arasından belirlenen 7 davetli konuşmacının sunumları, ayrıca hem yerli hem de yabancı araştırmacıların sundukları bildiriler, en son gelişmelerin takip edilmesini sağlamıştır. CEPE Başkanı ve Belçika’daki PPG Industries Inc. Kıdemli Başkan Yardımcısı Pierre Marie De Leener, “Avrupa Birliği ve Komşu Ülkeler Çerçevesinde Türkiye Boya Endüstrisinde Fırsatlar ve Riskler” başlıklı bir sunum yapmış, ODTÜ’den Prof. Dr. Güngör Gündüz gibi tanın- mış bilim adamları da yeni teknolojiler ve boyanın gelecekteki yeri konularında bilgiler vermiştir. Son iki boya kongresinde yeni bir uygulama daha getirilmiş; üniversite ve şirketlerin Ar-Ge Bölümlerindeki bilim adamlarının güncel araştırmaları ile uyumlu olarak bir ana tema belirlenmiştir. 2006 yılında “Akıllı Boyalar ve Yeni Teknolojiler”, 2008 yılında ise “Çevre Dostu Boya Teknolojileri” ana tema olarak işlenmiştir. Çevre Dostu Boya Teknolojileri, kimyasal proseste zararlı maddelerin kullanımını azaltmayı ve/veya yok etmeyi amaçlamaktadır. Daha temiz çevre, daha iyi ve güvenli çalışma koşulları için genel talep, boya ve kaplama üretimi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Yeni yönetmelikler boya ve kaplamadaki hammadde, ayıraç, çözücü, ürün, uygulama, satış ve yan ürünleri içeren yaşam sürecinin tüm safhalarını etkilemektedir. Hatta bu süreç, üretim prosesi için gerekli olan enerji kaynağı ve sürdürülebilir hammaddeyi de içermektedir. Bu yıl Boya 2008 Kongre ve Fuarı’nda Boya Sanayicileri Derneği (BOSAD) ana destekleyici kuruluş olarak yer almış, boya sanayinden 20 sponsorun yanı sıra, KOSGEB, TÜBİTAK, İKMİB, İTO ve Çevre ve Orman Bakanlığı’nın da desteği sağlanmıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 85 DOSYA DOSYA Fuar ve kongre alanlarında, Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Öğrenci Komisyonu üyeleri aktif görev alarak sektörle tanışma fırsatı yakalamış ve gelecekte üyesi olacakları odalarına katkı sunarak renkli görüntüler sergilemiştir. 50 Sözel (10 yerli, 40 yabancı), 19 Poster (15 yerli, 4 yabancı) ve 3 workshop (1 yerli, 2 yabancı) sunum ile gerçekleşen kongreye dair, sunumların büyük kısmının yer aldığı Boya 2008 Bildiriler kitabını, Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nden temin etmek mümkündür. Kongrede bu yıl bir ilke daha imza atılmış ve yerli üniversitelerimizdeki boya ile ilgili çalışmaların desteklenmesi ve teşvik edilmesi amacıyla “Akademik Çalışmalara Teşvik Ödülü” verilmiştir. Yerli üniversitelerden gelen tüm bildiriler Bilim Kurulu tarafından incelenmiş ve; Birincilik ödülü, “Oil Based Polymer Silver Nanocomposite by Thermally and Photochemically Induced Redox Reaction” çalışmasıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’nden, Osman Eksik, Tuncer Erciyes ve Yusuf Yağcı’ya, İkincilik ödülü, “Preparation of Polyurethane/Silica Nanocomposites by Using Environment Friendly Cyclic Carbonate Synthesis from Supercritical Carbon Dioxide and Epoxides” çalışmasıyla Sabancı Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nden, Yusuf Z. Menceloğlu, Özge Malay, Nilhan K. Apohan ve Atilla Güngör’e . Üçüncülük ödülü, “Preparation and Characterization of Sol-Gel Derived UV-Curable Organo-Silica-Titania Hybrid Coatings” çalışmasıyla, Marmara Üniversitesi’nden, Canan Kızılkaya, Sevim Karataş, Nilhan Kayaman-Apohan ve Atilla Güngör’e verilmiştir. İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda 3363 m2’lik alanda, fuara katılan 153 firmanın % 13’ünü yabancı firmalar, % 87’sini ise yerli firmalar oluşturmuştur. Fuarı, % 9’u yabancı, % 91’i yerli olmak üzere 3684 kişi ziyaret etmiştir. Yurtdışından katılan ziyaretçiler 25 ayrı ülkeden katılmıştır: Azerbaycan, Bahreyn, Belçika, Brezilya, Bulgaristan, Kanada, Çin, Kıbrıs, Çek Cumhuriyeti, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Hindistan, İsrail, İtalya, Kırgızistan, Lübnan, Liberya, Suudi Arabistan, İsviçre, Türkmenistan, Ukrayna, Birleşik Arap Emirlikleri ve Amerika. 86 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA Derleyen: Nurdan AYDOĞDU Kimya Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi DÜNYA VE TÜRKİYE’DE BOYA SANAYİ 1) BOYAYA DAİR Boya, dekoratif ve koruyucu amaçlarla çeşitli yüzeylere, çeşitli şekillerde uygulanan ve uygulandığı yüzeyde ince bir film tabakası bırakan kimyasal madde olarak tanımlanmaktadır. Kimyasal yapısında bağlayıcılar, pigmentler, dolgu maddeleri, katkı maddeleri ve çözücüler bulunmaktadır. Boya üretiminde hammadde olarak yağ, ftalik anhidrit, penta eritrol, bağlayıcı polimerler, kurutucular, çeşitli amaçlara yönelik katkı ajanları, dolgu maddeleri, solventler ve pigmentler gibi çok sayıda girdi kullanılmaktadır. Kurutma özelliğine göre: hava kurumalı, fırın kurumalı boyalar, Bağlayıcısına göre: selülozik, sentetik, akrilik, epoksi, poliüretan, bütil, feronik ve nitro selüloz boyalar, hazırlanması, kullanılması, boyanacak yüzeyin hazırlanması, boyanın uygulanması ve kurutulması aşamalarından geçen bir işlemler bütünüdür ve bu işlemlerin her biri boyama sisteminden alınması gereken sonucu az veya çok etkiler. Bu nedenle her aşamada gerekli özen gösterilmelidir. 2) BOYA TARİHİ Kullanım alanlarına göre: dekoratif boyalar, ahşap boyalar, mobilya boyalar ve vernikler, ahşap koruyucular, otomotiv boyaları, metal boya ve vernikleri, tinerler, matbaa mürekkepleri ve diğer boyalar olarak sınıflandırılmaktadır. Kullanılan boyada aranan koruyucu özellikler: fiziksel etkilere, etkin kimyasallara, organik çözücülere, korozyona dayanıklı olması, elektriksel özellik sağlaması, yüzeye iyi yapışması ve yeterli kalınlıkta olmasıdır. Dekoratif olarak ise rengine, desenine, matlık ve parlaklığına göre değerlendirilir. Boyama işlemi; boyanın üretimi, seçimi, depolanması, 2.1- Dünya Boya Tarihi İnsana dair ilk bulgulardan biri mağara duvarlarına yapılmış dini ve sanatsal içerikli resimlerdir ve bu resimler insanın ürettiği boya ile renkleri kullanmaya başladığının bir göstergesidir. Bu ilk görsel figürlerin günümüzden 25.000 yıl önce yaşayan insanlar tarafından Altamira (İspanya) ve Lascaux (Fransa) bölgelerinde yer alan mağara duvarlarına yapıldığı bulunmuştur. Avcı olan bu insanların siyah, kırmızı ve sarı tonlarında çizdiği bu resimler incelendiğinde, bölgedeki topraktan oksiti, yanmış ağaçlardan karbon ve sarı demir karbonatı elde ettiği sanılmaktadır. Toz haline getirilmiş bu pigmentlerin, Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 87 DOSYA DOSYA suyla, kemik iliği ile ya da hayvan yağlarıyla karıştırıldığı ve parmaklarla, bitki saplarıyla veya hayvan kürkleriyle yüzeye uygulandığı düşünülmektedir. Eski çağlara ait çanak-çömlek ve fresk yapımında da boyarmadde olarak renkli toplardan yararlanıldığı sanılmaktadır. Daha sonra Mezopotamya ve Mısır’da seramik yapımında, balar (mavi ve yeşil), manganez (mor) ve kurşun (sarı) tuzuna dayanan pigmentler kullanılmış; kumaşların boyanmasıyla birlikte, rezede çiçeği, kızılkök, indigo gibi bitki kökenli ya da purpura, kırmızı böceği gibi hayvan kökenli maddelerden yararlanılmıştır. Boyama yöntemleri özellikle Orta Çağ’da gelişmiş ve Avrupa’da yeni boyarmaddeler ortaya çıkmıştır. 17. yüzyılda kırmızı renkler kızılkök ve kırmızı böceğinden, mavi renkler indigo ve çivit otundan, siyah renkler bakamdan, sarı renkler rezede çiçeği ve zerdeçaldan elde edilmiştir. 1856’da İngiliz Perkin, bulduğu ilk sentetik boyarmaddeye (ipeği menekşe rengine boyayan organik bir bileşik) movein adını vermiştir. Elde edilen renk son derece canlı olduğu için, bu buluş çok sayıda araştırmaya yol açmış, 1859’da Verguin, füksin bileşimini elde etmiştir. 1869’da Graebe ve Lieberman adlı iki Alman tarafından, ilk uzo boyarmadde olarak ana boyası kızılkökü olan alizarin bileşimi, 1876’da Fransız Russin tarafından ilk sülfonlu azo boyarmaddeleri bulunmuştur. Boyarmadde sanayinin gelişmesine en büyük katkı, düzenli araştırmalar sonucunda Alman sanayi tarafından gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, boyanın bir kaplama malzemesi olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı net olarak bilinmemekte, ancak endüstriyel ürün olarak bilinen ilk kayıtlı üretiminin 1700’lü yıllarda Amerika’da olduğu tespit edilmektedir. 88 2.2-Türkiye Boya Tarihi Türkiye’de ilk boya üretiminin 1900’lü yıllarda azınlıklar tarafından yapıldığı tahmin edilmektedir. İstanbul’da bilinen ilk boya üreticileri atölye veya küçük işletmelerde faaliyet göstermiştir. Bilinen en eski üretici İshakzade Biraderler adıyla kurulan ve bugün hala faaliyetlerine devam etmekte olan işletmedir. Aynı eskilikte olan ikinci bir fişletme ise Merkez Boya İmalathanesidir ve bu imalathane bugün Türkiye’nin önde gelen boya üreticilerinden biri olarak, farklı bir isimle faaliyetlerine devam etmektedir ve bilinen en eski boya ihracatını da 1948 yılında Suriye’ye gerçekleştirmiştir. Üçüncü bir üretici ise bir Polonya Yahudisi olan Benjamin De Seaves tarafından kurulmuş olan Yeni Asır Boya adlı imalathanedir ve günümüze kadar varlığını sürdürememiştir. İzmir’de ise 1941 yılında Durmuş Yaşar tarafından kurulan boya imalathanesi, 1954’te Yaşar ailesi tarafından boya fabrikasına dönüştürülmüş ve bu fabrika; projesi, finansmanı ve tüm organlarıyla tam yapılı olarak kurulan ilk boya sanayi tesisi olmuştur. 1943’te İstanbul Fener’de Çavuşoğulları tarafından kurulan boya imalathanesi 1953–1954 yılları arasında fabrikaya dönüştürülmüştür. Yine 1954’de Topkapı Maltepe’de kurulan boya imalathanesi ise zaman içinde büyüyerek bugünlere kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. Görüldüğü gibi 1954 yılı Türkiye’de boya sanayinin ciddi olarak oluştuğu önemli bir mihenk taşıdır. 1953–1954 yılları arasında üretime başlamış bu üç firma uzun yıllar boyunca Türkiye boya sanayinin üç büyüğü olarak varlıklarını bugüne kadar sürdürmüş ve pek çok ilke imza atmıştır. 1958 yılında ilk alkid reçinesi üretimi, 1958–1960 yıllarında ilk emülsiyon Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA boyası üretimi, 1962’de ilk oto boya üretimi bu firmalar tarafından gerçekleştirilmiştir. 1954 yılından sonra ilki 1964 yılı olmak üzere 1982, 1988, 1992, 1995 ve 1998 yıllarında da büyük üretici firmaların kuruluş temellerinin atıldığını görmekteyiz. Bugün ise Türkiye boya sanayii, büyük üreticilerin yanı sıra pek çok küçük ve orta ölçekli üreticinin de yer aldığı bir pazar konumundadır. 3) DÜNYA BOYA SANAYİİ Dünyada boya sanayi çok sayıda üreticisi ve ekonomiye katkısıyla önemli bir sanayii kolu durumundadır. 2000 yılı verilerine göre dünya boya endüstrisinde 12 bin firma faaliyet göstermiş ve 64 milyar dolar pazar hacmine ulaşmıştır. Pazarın % 40’ına sahip 10 büyük firmanın 4’ü uluslararası firmalardır. Kalan % 60’lık payın büyük kısmını ise 20 işçiden az eleman çalıştıran ve cirosu 1 milyon dolardan az olan firmalar oluşturmaktadır. Bugün ise dünya ekonomisindeki gelişmelere paralel olarak boya üretimi 29,4 milyon ton civarında gerçekleşmekte ve pazarın büyüklüğü 71,7 milyar dolara ulaşmaktadır. Bu pazarda ilk sırayı % 38’lik pay ile Kuzey Amerika kıta ülkeleri alırken, bu ülkeleri % 36’lık pay ile Asya Pasifik ülkeleri ve % 26’lık pay ile Avrupa ülkeleri takip etmektedir. Son dönemde Hindistan ve Avustralya’daki boya üretim artışı da dikkat çekmektedir. Dünya boya ihracatı 2005 yılında 49,9 milyar dolara ulaşırken ithalat 50,1 milyar doları bulmaktadır. Önümüzdeki beş yılda, yıllık ortalama % 5 büyüyeceği tahmin edilen boya pazarının 2011 yılında 35 milyon tonluk üretim miktarına ve 92 milyar dolarlık pazar büyüklüğüne ulaşması beklenmektedir. Freedonia Group verilerine göre 2007 yılı dünya boya talebine ilişkin tahmini rakamlar şu şekildedir: Çin, Japonya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri 9 milyon ton; Kuzey Amerika 8 milyon ton; Batı Avrupa 6 milyon ton; diğer bölgeler 5,7 milyon ton. Kullanım alanlarına bakıldığında, inşaat boyalarının payı % 46’dır. İnşaat boyalarını % 38 pay ile sanayi ürünlerinde ve otomotiv endüstrisinde kullanılan boyalar izlemektedir. Türkiye ve dünyada şehirleşme oranının yükselmesi ve kentlerde yaşayan nüfusun artması, inşaat yatırım- larının da artması yönünde bir talep oluşturmaktadır. Boyaya olan talebi en fazla etkileyen makroekonomik unsur kişi başına düşen gelir seviyesinin uzun vadeli artış eğilimidir. Dünyanın gelişmekte olan bölgelerinde kişi başına düşen milli gelirin artışı, orta gelir sınıfının alım gücünü arttırmakta bu da boya sanayinin en önemli iki pazarına (yenileme ve temel tüketim maddeleri) yeni talepler yaratmaktadır. Yüksek gelir seviyesi sadece kullanılan boyanın kalite seviyesini değil boyanın kullanım sıklığını da etkilemektedir. Dolayısıyla boya tüketimi, toplumun gerçek (enflasyondan arındırılmış) gelir seviyesindeki artışa paralel bir seyir izlemektedir. Talebi etkileyen bu faktörler daha çok Asya, Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinde önem kazanmaktadır. Çünkü bu ülkelerde kişi başına düşen boya tüketimi Kuzey Amerika, Batı Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın çok gerisinde seyretmektedir. Dünyada boya talebi son 20 yılda gelişmekte olan pazarlarda, dünya ortalamasının üzerinde seyretmektedir. Japonya dışındaki Asya Pasifik ülkelerinde boya talebinin yılda % 6 büyüme göstereceği tahmin edilmektedir. Asya Pasifik bölgesinden sonra Arjantin, Brezilya gibi Latin Amerika ülkeleri, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkeleri de boya talebi artışının dünya ortalamasının üzerinde gerçekleşmesi beklenen ülkelerdir. Batı Avrupa ülkelerinde tüketilen boyanın % 63’ü dekoratif boyalara, % 11’i genel sanayi boyalarına, % 6’sı ahşap boyalara, % 5’i OEM boyalara, % 5’i toz boyalara, % 3’ü koruyucu boyalara, % 2’si oto tamir boyalarına ve % 1’i deniz boyalarına aittir. Batı Avrupa ülkelerinde 2000 ve 2001 yıllarında 5,5 milyon ton seviyesinde boya satışı gerçekleşmiştir ve bu miktar dünya boya tüketiminin % 23,7’sine tekabül etmektedir. 2000 yılında, çeşitli merkezlerde faaliyetlerini birleştiren veya firma satın alan şirketler yeniden yapılanmaya gitmeden kazanç elde edebilir konuma gelmişlerdir. Ancak daha sonra ABD’de talebin gerilemesi, 2001’in son çeyreğinden itibaren yaşanan ekonomik krizler, boya sanayinde kurulmuş olan dengeyi bozmaya başlamıştır. Gerileyen talep, Euro’nun değer kazanması ve artan hammadde fiyatları 2001 ve 2002 yıllarında firmaların yeniden yapılanmasını zorunlu hale getirmiş, bu dönemden sonra firma evlilikleri tekrar gündeme gelmiştir. Firmalar belirli ürünlerde liderliği hedeflemişler ve liderliği kaybedecekleri alanlardan çekilmişlerdir. Coğrafi etkinlikler ve bölgesel pazarlara yakın ve hâkim olma isteği firma evliliklerini artırmaktadır ve bu finansal ortaklıklar dünya boya sanayine bir sermaye hareketi getirmekte- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 89 DOSYA DOSYA dir. 2001 yılında artan firma evlilikleri 2002 yılında hız kesmiş, 2003 yılında ise büyük gelişmeler yaşanmamıştır. 2002 yılında yapılan firma evliliklerinin daha çok özel boya üreten firmalarda odaklandığı dikkat çekmektedir. Marka değeri ve bilinci de firma evliliklerini yönlendiren önemli bir etkendir. Özellikle dekoratif boyalarda marka bilinirliği son yıllarda ön plana çıkmıştır. Firmalar boya pazarının değişik segmentlerinde kullanılan çok sayıda markaya sahiptir ve ekonomik, standart ve lüks tüketime yönelik markalar geliştirmektedirler. Otomotiv tamir bakım sektöründe de aynı şekilde markalaşma görülmekte ve bu markalar yavaş yavaş uluslararası pazarda yerini almaktadır. Son dönemlerde satış hacimlerindeki düşüşle birlikte, hammadde maliyetlerindeki artış dünya boya sanayinde kar marjlarını azaltmıştır. Üretici firmalar daha düşük kapasite düzeyinde, uzmanlaşma yoluna gitmişlerdir. Küçük firmalar ya piyasadan çekilmek ya da büyük gruplar ile birleşmek zorunda kalmıştır. Ar-Ge çalışmaları ve teknolojik yenilikler oluşturmaya yönelik çalışmalar gittikçe önem kazanmakta ve özel dekoratif ürünler gibi yeni ürünler için yatırımlar yapılmaktadır. Dünya boya pazarı içinde bölgesel değerlendirmeler göz önünde bulundurulduğunda Türkiye talep yönünden gelişmekte olan pazarlar arasında yer almaktadır. 4) TÜRKİYE BOYA SANAYİİ Türkiye neredeyse tüm uluslararası politik ve ekonomik organizasyonların bir üyesi konumundadır. Gelişen dünya standartlarında 70 milyonluk genç ve tahsilli nüfusuyla, yıllık yaklaşık 73 milyar doları ihracat, 120 milyar doları ithalat olmak üzere 190 milyar dolara ulaşmış dış ticaret hacmiyle, uluslararası pazarda önemli bir aktördür. Türkiye’nin bu noktaya ulaşması, büyük ölçüde 21. yüzyılın kilit sektörü kimya ve kimyasal ürünler endüstrisi sayesindedir. Bilindiği gibi kimya sanayi, plastikten kozmetiğe, ilaçlardan boyalara kadar birçok alanda sağladığı nihai ürünlerin yanı sıra, pek çok sektöre de ara mal ve hammadde temin eden bir sanayi dalı olarak, ekonomilere öncülük etmektedir. Lokomotif sektörlerden birisi olarak, yüksek katma değere sahiptir ve bilim ve teknoloji gerektirir. Kimya sanayi, Türkiye toplam endüstriyel üretiminin % 8,4’üne ulaşmış ve bunun bir sonucu olarak ihracat fırsatlarını sürekli olarak genişletmiştir. 2005 yılı verilerine göre kimya sanayi ihracatının Türkiye toplam ihracatı içindeki payı % 9,09’a yükselmiş, kimya sana90 yinin bir alt grubu olarak boya sanayinin kimya sanayi ihracatı içindeki payı ise % 8-9’a ulaşmıştır. Türkiye boya sektörü, başta AB olmak üzere yakın pazarlar dikkate alındığında gelişim düzeyi artan bir sektör olarak ortaya çıkmaktadır. Teknolojik yapısı ve üretim kapasitesi ile önemli bir bölgesel güç olma durumundadır. Yıllık 2 milyar dolarlık sektörel bir katma değer yaratmakta, direkt ve dolaylı istihdamla birlikte 200 bin kişilik bir işgücü alanını kapsamaktadır. Son 10 yıllık dönemde gelişen ekonomik parametreler ile beraber yükselen yatırım ve üretim gücü, yabancı sermayenin de ilgisini sektöre çekmekte, büyük boya üreticilerinin önemli bir kısmı yabancı sermayeli kuruluşlar ile entegre çalışmaktadır. Boya sektöründe giderek artan teknolojik yatırımlar sonucu Ar-Ge yatırımları da önem kazanmakta, AB standartları çerçevesinde Ar-Ge ve çevre yatırımlarının giderek yükselmesi beklenmektedir. AB ülkelerinin son dönemde geçirdiği yapısal büyüme ile birlikte üretim alanları ve ekonomi, Avrupa’nın doğu ve güneydoğusunu da içine alarak önemli bir genişleme göstermiştir. Ayrıca AB’nin çevre, yatırım ve işgücü mevzuatındaki yeni yasal yaptırımlar, AB sanayicisini ve sermayesini yeni potansiyel aday ülkelere kaydırmaktadır. Bu boyutuyla Türkiye, genişleme stratejisi çerçevesinde AB sanayilerinin yeni entegrasyon hedefi içine girmekte, özellikle de Batı Avrupa’da doygunluğa ulaşan boya pazarında düşük büyüme oranları ve yüksek maliyetler ile çalışmak zorunda olan çokuluslu boya üreticilerinin hedefi olmaktadır. Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yakınlığı nedeniyle, bu ülkelere yönelik ihracat için de önemli bir potansiyel merkezi konumundadır. 4.1- Türkiye’de Boya Üretimi Türkiye, bugün Avrupa’nın en büyük 6. boya üreticisi konumundadır ve dünya pazarından aldığı pay % 1,5–1,7’dir. Hammadde ihtiyacının % 60-70’ini ithalat yoluyla karşılayan sektörde, hammadde üretimi yapan firma sayısı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle pek çok sektörde olduğu gibi boya sektörü, üretim açısından dışa bağımlı durumdadır. Organik pigment üretimi hiç yokken, çok az miktarda inorganik pigment, su bazlı pasta ve diper pigment dispersiyonları üretilmektedir. Boya sektörünün de kullandığı demir oksitler Türkiye’de üretilmekte fakat fiyat olarak Uzakdoğu’dan pahalı, kalite olarak da Avrupa’dan geri durumda kalmaktadır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Boya sanayinde kayıtlı 600’e yakın üretici firma bulunmakta ve bunların 15’i büyük, 100’e yakını orta ölçekli, 450’ye yakını küçük ölçekli firmalardan oluşmaktadır. Ancak “merdiven altı” olarak tabir edilen kayıt dışı üretim yapan firmalar da önemli bir yekün tutmaktadır ve toplam boya üretim hacminin yaklaşık % 15-20’sini oluşturmaktadır. Bu mevcut yapı boya sektörünün mali ve ticari yapısını olumsuz etkilemektedir. Sektörün coğrafi dağılımı, ağırlıklı olarak Marmara Bölgesi ve İzmir’i kapsamaktadır. Türkiye’nin diğer bölgelerinde küçük ve orta ölçekli olmak üzere dağınık bir yapı göstermektedir. 4.1.1 Boya Üretim Kapasitesi Yıllık boya üretiminin % 80’i büyük ve orta ölçekli firmalar % 20’si ise (vernik ve tiner ağırlıklı olmak üzere) küçük ölçekli üreticiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Toplam boya üretim kapasitenin % 59’unu inşaat boyaları, yani dekoratif boyalar oluşturmakta, inşaat boyalarının ise % 61’ini su bazlı, % 39’unu solvent bazlı boyalar oluşturmaktadır. Son dönemde su bazlı boyaların üretiminde artış, solvent bazlı boya üretiminde ise düşüş sürmektedir. Üretilen boyanın ortalama 200–350 bin tonu iç pazarda tüketilmekte ve yurtiçi talebin % 90’ı yerli üretimle karşılanmaktadır. Kullanılan boyanın % 30’unu, merdiven altı üretimden gelen kalitesiz boyalar oluşturmaktadır. Boya sektörü, inşaat sektörü dışında otomotiv, mobilya, deri, cam, seramik, tekstil ve basım sektörlerine de temel girdi sağlamaktadır. 2004 yılı rakamlarına göre % 60 kapasite ile çalışan boya sanayi, tüketimin yetersiz olması nedeniyle kapasitesini tam olarak kullanamamaktadır. Bunun yanı sıra sektöre giren yeni üreticiler de atıl kapasiteyi arttırmaktadır. Boya üretimi genelde inşaat sektörüne yönelik olduğundan mevsimlere göre farklılık göstermektedir. Üretim miktarı inşaat çalışmalarının yoğun olduğu yaz aylarında, diğer ayların 2 katına çıkmaktadır. Üretim artışının % Tablo-1: Türkiye Boya Sektörü Üretim Kapasitesi 95’i bina tadilatından, % 5’i ise yeni inşaat yapımından kaynaklanmaktadır. Aradaki uçurum, yapılan inşaat sayısının, var olan inşaat sayısına oranıyla anlaşılabilir. Son yıllarda kentleşme ve çevre konusunun öne çıkmasıyla, inşaat ve dış cephe boyalarında talep sürekli bir artış trendi göstermektedir. Türkiye’de 2006 yılı itibarı ile kişi başına boya tüketimi yaklaşık 7 kg civarındadır. Bu miktar ABD’de 22 kg, Japonya’da 17 kg, Almanya’da 15 kg ve Yunanistan’da 12 kg düzeyindedir. Boya en çok binaların iç mekânlarında kullanılmaktadır. Dış cephenin pek çok alternatifi olması ve Türkiye’de dış cepheye yeterli oranda önem verilmemesi sebebiyle bu alanda boya tüketimi oldukça azdır. Yasaya göre Türkiye’de dış cephelerin 5 yılda bir boyanma zorunluluğu vardır ancak uygulanmamaktadır. Boya sektöründe üretim kapasitesi 90’lı yıllar dikkate alındığında ülkemizin ekonomik büyümesi ile paralel bir seyir izlemiş ancak bu dinamik gelişimi 2001 yılı genel ekonomik krizi ile büyük sarsıntı geçirmiş ve % 3040’lara varan bir oranda üretim gerilemesi yaşamıştır. 2007 yılında inşaat boyaları, üretim ve satışlarda bir önceki yıla göre % 12’lik bir daralma yaşamış inşaat sektöründeki canlanma dahi bu daralmanın önüne geçememiştir. Ahşap boyaları, tiner ve incelticiler, otomotiv boyaları, metal boya ve vernikleri ve toz boyada ise toplam daralma % 15’i bulmuştur. 4.1.2 Boya Üretim Teknolojileri Kurulu tesislerin kapasiteleri ve teknolojilerinin modernliği büyük değişiklikler göstermektedir. Büyük firmaların ileri teknoloji ile üretim yapan modern tesisleri yanında küçük kapasiteler ile çalışan ve çok ilkel tesislerde üretim yapan işletmeler de mevcuttur. Az sayıda da olsa kendi Ar-Ge faaliyetlerini yürüten firmalar bulunmaktadır. Genelde üretim çok yeni olmayan ekipmanlar ile yürütülmekte, yenileme ve yatırım çalışmaları AB ülkelerindeki gelişmeler doğrultusunda sürdürülmektedir. Dünya genelinde tüm büyük üreticiler proseslerini, konsantre pigment dispersiyonları hazır alarak kendi ürettiği beyaz boyayı renklendirme yöntemine çevirmişlerdir. Bu yeni sistem üreticilere hem stok ve üretim maliyetlerini düşürme, hem de üretim hızını arttırma ve standart kalitede ürün ve renk elde etme avantajı sağlarken, satıcı ve nihai tüketiciye de minimum stokla çok farklı renklere hızlı ulaşım avantajı sağlamaktadır. Önümüzdeki dönemde Türkiye dekoratif boya endüstrisinde en yoğun yatırım- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 91 DOSYA DOSYA lardan biri bu konuda gerçekleşecektir. Özellikle büyük inşaat malzeme marketlerinin hızla artması, renk konusundaki talepler ve moda bu konuda ciddi baskı unsuru oluşturmaktadır. Sektörde faaliyet gösteren başlıca büyük firmaların dünyadaki büyük üreticiler ile yapmış oldukları ortaklıklar, Türkiye’ye önemli ölçüde teknoloji ve yabancı sermaye girişine neden olmuştur. 4.1.3 Sektörel Temel Sorunlar Bugün yapılan tahminlere göre, Türkiye ekonomisinin çok önemli bir kısmını kayıt dışı ekonomik yapı oluşturmaktadır. Boya sanayinin de bu alanda yüksek oranda kayıt dışılık özelliği sürmektedir. Profesyonel firmalar, işçi sigortasından arıtma tesisine, yangın önlemlerinden işçi sağlığına, çevre kontrollerinden gelişmiş kalite kontrol mekanizmalarına kadar birçok alanda tedbir alırken, fiyatları yükselmekte, merdiven altı üreticiler ise bunların hiçbirini yapmadan düşük fiyatlarla haksız rekabete sebep olmaktadır. Haksız rekabet ve kayıt dışı ekonomik faaliyetlerle mücadele için, kamu kurum ve kuruluşları, tüm sanayimizi kapsayacak denetim mekanizmasını oluşturmak zorundadır. Oysa denetim mekanizmasının ve bu mekanizmayı destekleyen yapının oluşmaması nedeniyle kurumlar arası koordinasyon ve teknik altyapı eksikliği dikkat çekmektedir. Sektör kayıt dışı ile mücadele ederken, temel üretim girdilerinde yaşanan sorunların yanında, yatırım teşvik uygulamalarındaki yanlışlık ve belirsizlik ile ithalat rejimindeki düzensizlik nedeniyle, yurt içi ve dışında istikrarsız bir durum sergilemektedir. Sanayi işletmelerinin mali disiplinlerinin sağlanması, kurumsallaşmaları ve öz denetim yapabilmeleri şu an için ele alınması gereken önemli konulardır. Boya sektörüne verilen teşvikler, sektörün büyümesine yönelik maliyet avantajı taşımalı, altyapı sistemine destek sağlamalı, bu alandaki maliyet avantajını ulusal ve uluslararası düzeyde sağlayacak teknik teşviklerle desteklenmelidir. (hammadde, enerji, vergi, vb) Sektör genelinde işgücü nitelikleri göz önünde bulundurulduğunda, bilgi yeterliliği ve uyumun AB ülkelerindeki işgücünün gerisinde kaldığı, öğrenim seviyesinin ise AB ülkeleri ile rekabet edebilir durumda olduğu görülmektedir. Ücret düzeyi oldukça düşüktür. İşletmelerin ölçek ekonomisine uymayan yapısı, bölge92 sel dağınıklığından dolayı verimsizlik ve işletme karsızlığı sektörün yaşadığı sorunlar arasındadır. Türkiye boya sektöründe ithalat ve ihracat yapan bir ülke konumunda olduğu için, uluslararası üretim standartlarını yakından takip etmek ve gerekli uygulamaları zamanında gerçekleştirmek durumundadır. AB sürecinden dolayı, teknik boya standartları, çevre ve insan sağlığı, işçi sağlığı ve iş güvenliği, eğitimli ve sertifikalı işgücü temini ve planlaması, marka koruması, mülkiyet ve patent hakları ile ilgili eksiklikler giderek önem kazanmaktadır ve ticari yapılanmada önemli bir sorun olarak sektörün gündemindedir. Çevreye ve insan sağlığına verilen önem nedeniyle kullanıma hazır ürünler, yüksek solitli ürünler, toz boyalar ve VOC (Uçucu Organik Maddesi) düşük ürünler üzerindeki çalışmalar yoğunluk kazanmaya başlamıştır. VOC Emülsiyon Yönetmeliği, Avrupa Parlamentosu tarafından 2000 yılında kabul edilmiştir. Dünyada dispersiyon üreticileri minimum VOC içeren ve endokrin içermeyen boyalar üretmeye başlamışlardır. Sağlık ve çevre konularında hangi solventlerin kullanımının daha güvenli olduğu hala araştırılmaktadır. Türkiye’de de güvenlik-çevre-sağlık sistemleri ve daha sağlıklı solvent ve VOC oranı düşük ürün üretimi ile ilgili çalışmalar başlamıştır ancak, henüz AB’deki kadar yaygın değildir. AB uyum süreci çerçevesinde bu konuda daha yaygın ve hızlı değişiklikler yaşanacaktır. Sürekli kendini yenilemek durumunda olan boya sanayine geçtiğimiz yıllarda nanoteknoljik akım damgasını vurmuşken, bugün sektörün gündeminde su bazlı boyaya yöneliş ve REACH bulunmaktadır. 4.2) Türkiye Boya İhracatı Genellikle iç piyasaya çalışan Türkiye boya sanayi son yıllarda ihracata yönelmiştir. Yaklaşık boya üretiminin % 10’luk kısmı ihraç edilmektedir. Ağırlıklı olarak dekoratif boyalardan oluşan ihracat, 1998 yılına kadar istikrarlı artmasına karşın 1999 yılında gerilemiştir. 2000 yılında ekonomik krizin de etkisiyle aynı seviyelerde seyretmiştir. Özellikle son yıllarda dış piyasa talepleri dikkate alınarak üretim yapılmış ve hammadde yerine mamul ürün ihracatı tercih edilmiştir. Bu da ihracat artışını doğrudan etkilemiştir. İnşaat boyalarının ihracat içinde ayrı bir ağırlığı Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Tablo-2: Türkiye Boya İhracatı Tablo-3: Türkiye Boya İthalatı vardır ve en fazla sentetik polimer esaslı boya ve vernikler ihraç edilmektedir. Bunu sentetik organik, anorganik maddeler ve macunlar, renkli çimentolar ve boyacılıkta kullanılan sıvama maddeleri izlemektedir. İthalatın çok büyük bir bölümü başta Almanya olmak üzere, Batı Avrupa ülkelerinden yapılmaktadır. AB ülkelerinin toplam ithalattaki payı % 60’tır. (İspanya, İngiltere, İtalya, Fransa, Belçika, vb) Daha sonra sırayla Çin, İsviçre, Güney Kore, Hindistan, Japonya, Tayvan gibi ülkeler gelmektedir. 2006 yılı verilerine göre boya ihracatımızın ithalata oranı % 22,3 düzeyindedir. Yine 2006 yılı verilerine göre boya sektörü 142 ülkeye ihracat gerçekleştirmiştir. İhracat ağırlıklı olarak Doğu Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ülkeleri ve Türkî Cumhuriyetlere yapılmaktadır. Ülkeler arasında Rusya, Azerbaycan, Romanya, İsrail, Ukrayna, Gürcistan, Suudi Arabistan ve İran başta gelmektedir. İran, Irak ve Orta Doğu pazarları, Türkiye ihracat pazarına yeniden katılmaya başlamışlardır. Gürcistan ve Ukrayna son dönemde boya ihracatında önemli gelişmeler sergilenen iki ülke olmuştur. 2003 yılında boya ürünleri ihracatının kimya ana sanayi ihracatı içindeki payı % 6 iken, bu oran 2006 yılı verilerine göre % 8–9 olmuştur. 4.3) Türkiye Boya İthalatı Dünya boya ithalatında Türkiye 21. sırada yer almaktadır. Toplam dünya ithalatı içindeki payı % 3’tür ve ithalat yıllar itibariyle ülkenin ekonomik durumuna göre değişiklik göstermektedir. Toplam boya ve hammadde ithalatının % 70’ini boyayıcı maddeler (pigmentler) oluşturmaktadır. Türkiye boya sanayi, mamul maddede % 25, hammaddede % 70 oranında ithalata bağımlıdır. Hammadde, özellikle pigment ithalatı boya üretimine bağlı olarak artmaktadır. En çok reaktif boyalar ithal edilmektedir. Bunu asit boyalar, vat boyalar ve bazik boyalar izlemektedir. İthal boyaların önemli bir bölümü ileri teknoloji kullanılarak üretilen boyalardan oluşmaktadır. İthalat rakamları, ortalama olarak ihracat rakamlarının 6 katı olmuştur ve 2001 krizinin yaşandığı yıl dışında sürekli yükselen bir grafik izlemiştir. Toplam boya ithalatının % 22’sini inşaat boyaları oluşturmaktadır. 4.4) Boya Sanayi Ve Araştırma Ve Geliştirme Kavramı Araştırma ve geliştirme, genel anlamda bilimsel ve teknik bilgi birikimini arttırmak amacıyla sistematik bir temele dayalı olarak yürütülen yaratıcı çaba ve bu bilgi birikiminin yeni uygulamalarda kullanımı; dar anlamda ise, işletmelerde yeni mamul ve üretim süreçlerinin ortaya çıkmasına yönelik sistemli ve yaratıcı çalışmalar topluluğudur. İşletmeyi değişen koşullara karşı ayarlayan, sorunlarına çözüm bulan, canlılığını sürdürüp büyüme ve gelişmesini sağlayan destekleyici bir özellik göstermektedir. İşletmeler varlıklarını sürdürebilmek ve rekabet gücünü arttırabilmek için sürekli ve düzenli araştırma-geliştirme eylemlerine girişmelidirler. Ar-Ge konusunda izlenen strateji, yeni mal üretim ve pazarlamasıyla ilgili olabileceği gibi taklitçi bir özellik de taşıyabilmektedir. Ar-Ge bilimsel çalışma gerektirir ve mevcut kaynakların en etkin ve verimli biçimde kullanılmasını sağlar. Gelişmiş ülkelerde, işletmeler araştırma ve geliştirme çalışmalarına mevcut mamullerin üretiminden çok daha fazla önem vermektedir. Çünkü bir işletmenin yeni bir mamul geliştirmesi veya yeni bir süreç geliştirerek üretim maliyetlerini düşürmesi, kendisine önemli bir pazar payı artışı sağlamaktadır. Ayrıca firmalar; endüstride yenilikçi olarak isim yapmak ve bunu sürdürmek, aralarında seçim yapılabilecek alternatif mamullere sahip olmak, değişiklik bekleyen tüketicilere yanıt vermek, kamu organlarına ve kamuoyuna karşı firmanın toplumsal yararlılığını kanıtlamak, yetenekli ve istekli araştırıcıları çekebilmek ve işletmede tutabilmek gibi amaçlar için de Ar-Ge faaliyetleri yürütmektedir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 93 DOSYA DOSYA Gelişmiş ülkelerde Ar-Ge çalışmaları için ayrılan pay ulusal gelirin % 2-3’ü oranındayken gelişmekte olan ülkelerde oran % 0,1 civarındadır. Japonya bu konuda en çok bütçe ayıran ülke konumundadır. 2. sırada Amerika, 3. sırada ise Güney Kore ve Almanya yer almaktadır. Bu ülkelerde, kimya alanında faaliyet gösteren işletmelerin büyük bölümü, cirolarının % 2,5-5’ini, ilaç sektöründeki firmalar ise cirolarının %15’e varan bölümlerini Ar-Ge çalışmalarına aktarmaktadırlar. Dünyada toplam Ar-Ge harcaması 677 milyar dolarken, Türkiye’nin bu harcamadaki payı yalnızca 1,7 milyar dolardır. Türkiye için AB entegrasyon sürecinde büyük önem taşıyan çevre ve insan sağlığı önlemlerinin alınabilmesi ve değişen koşullara uyum sağlanabilmesi için Ar-Ge faaliyetlerinde bulunmak zorunluluk haline gelmiştir. Türkiye kimya sanayi, büyük ölçüde KOBİ’lerden oluşmakta, bu nedenle tek başına önemli boyutlarda Ar-Ge çalışması yapacak mali gücü bulamamaktadır. Bu tip işletmelerde mühendisler hem Ar-Ge’den hem de üretimden sorumlu olduğu için Ar-Ge konusunda sonuç odaklı çalışma yapamamakta, firmaya buluş kazandıramadığı için de değer katamamaktadır. Dolayısıyla firmalar patentli üretimin avantajını yaşayamamaktadır. Büyük ölçekli firmalar ise mali gücü olmasına rağmen, Ar-Ge çalışmasına yeterince kaynak ve insan gücü ayırmamaktadır. Türkiye boya sanayinin gelişimi için Ar-Ge faaliyetlerine mutlaka kaynak ayrılmalı, hedef yeni buluş olmalı, üniversiteler ve araştırma kuruluşları ile ortak çalışma koşulları oluşturulmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. 4.5) Boya Sanayinde Reach Ve Etkileri Boya üreticileri bugün VOC (Uçucu Organik Bileşik) emisyonlarını sınırlayan düzenlemelerden dolayı kimyasalların kullanımı konusunda bazı kısıtlamalarla karşı karşıyadır ve kısıtlama getirilen bu kimyasallar boya üretimine temel oluşturmaktadır. Sınırlı hammadde seçenekleri ile ürünlerini oldukça düşük VOC (uçucu organik bileşik) içerecek şekilde yeniden formüle etmek zorunda olan üreticiler yakında Reach rejiminin sonucu olarak daha fazla kısıtlamayla karşı karşıya kalacaktır. AB, tüm AB üyesi ülkelerde kimyasal maddeler için uygulanmak üzere; çalışanlar ve tüketiciler için sağlığın korunması, çevrenin korunması, üye ülkelerin ulusal yasalarındaki mevcut uyuşmazlıkları yok etmek gerekçesiyle REACH (Registration, Evaluation, Authorisation, Restriction of Chemicals/Kimyasalların Kaydı, Değerlendirilme94 si, Yetkilendirilmesi ve Kısıtlanması) olarak isimlendirilen bir düzenleme getirdi. Bu düzenleme kimya sanayinde yer alan birçok sektörü olduğu gibi boya sektörünü de direkt olarak ilgilendirmekte ve etkilemektedir. REACH kapsamında, yılda 1 tondan fazla miktardaki maddelerin üretimi ve AB’ye ithali, tüm kayıtlı kimyasalların veri tabanını oluşturacak ve Avrupa Kimyasal Ajansı (ECHA) tarafından kayıt altına alınacak. Bu maddeler hakkında sanayiden ajansa şu bilgiler sağlanacak: hacim, fizikokimyasal bileşim, toksikolojik ve ekotoksikolojik özellikler hakkında bilgi; tedarik zinciri boyunca alt kullanıcıların kullanımının tanımı, ilişkili risklerin değerlendirilmesi ve bunlardan türeyen güvenlik önlemleri; eğer gerekiyorsa maddelerin test edilmeleri için bir plan. Ajans, bir maddenin insan sağlığına ya da çevreye risk oluşturup oluşturmadığını değerlendirme, pazarlanmasını veya kullanılmasını kısıtlama yetkisine sahip olacak. Avrupa Boya, Baskı Mürekkebi ve Resim Boyaları Endüstrisi Konseyi (CEPE)’nin yaptığı çalışmalar, sanayinin REACH uygulamasından dolayı oldukça yüksek seviyede bürokrasi, karmaşıklık ve maliyetlerle yüz yüze geleceğini göstermektedir: daha az sayıda hammadde alternatifleri bulunabilir olacak, şirket bilgilerinin gizliliği korunamayacak, uluslararası ticaret ve rekabet engellenecek. Hammadde değişikliğinden, yeni formülasyonlardan ve hammadde fiyatlarındaki artıştan dolayı maliyetler artacak, cirolarda düşüş olacak, pek çok şirket pazardan yok olma tehlikesi yaşayacak. Bütün bu tahminlerin yanında REACH’in uygulanabilirliğinin ve etkilerinin tam olarak tespit edilmesi yıllar alacak bir süreçtir. Önümüzdeki dönem inşaat sektörü, buna bağlı olarak mobilya sektörü ve sürekli yükselen bir grafik izleyen otomotiv sektöründeki üretim artışı dolayısıyla, boya sanayinde talep ve üretim artışı beklenmektedir. Bu beklenti boya sanayi için olumlu bir tablo sergilemesine rağmen, uluslararası yaptırımlar ve kısıtlamalar nedeniyle, pazar daha çok tekeller arasında pay edilecek, mali sebeplerle durum KOBİ’ler için daha da zorlaşacaktır. Türkiye gibi üretimde dışa bağımlı ülkelerde, kendisini sürece hızla adapte edebilen, iyi bir sermaye yapısına sahip, yeni ürün geliştirme kabiliyeti olan, teknolojisini geliştirebilen, yenilikleri takip edip uygulayabilen firmalar pazardan pay sağlayabilecektir. Uluslararası boyutta giderek önem kazanan çevre ve insan sağlığını öncelikli tutan bir üretim anlayışının olmaması, Türkiye boya sanayinde yer alan Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA çoğu firmaya ciddi bir iş yükü ve yatırım maliyeti getirecek, ancak Türkiye elindeki olanakları iyi kullandığı takdirde süreci kendi lehine çevirebilecektir. Kaynaklar: Dünya Gazetesi / Sektörel Araştırma / Boya Sanayi /15.04.2004 Boya Teknolojileri / Aralık 2005-Ocak 2006 Boya Teknolojileri / Aralık 2006-Ocak 2007 Boya Teknolojileri / Şubat-Mart 2007 BoyaTürk / Ekim-Kasım 2006 BoyaTürk / Ağustos-Eylül 2007 BoyaTürk / Şubat-Mart 2008 BoyaTürk / Nisan-Mayıs 2008 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 95 DOSYA Nadir AVŞAROĞLU Maden Mühendisi TÜRKİYE MADENCİLİK SEKTÖRÜNDE YABANCI SERMAYENİN YERİ Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN, 4 Eylül 2003 tarihinde Sivas’da yaptığı konuşmada “Ahmet ve Mehmetler değil, Hans’lar da yatırım yapmaya gelecek” demiştir. Ahmet ve Mehmetlerin yanı sıra Hans’ların da yatırım yapmaya gelmeleri, sadece 5 Haziran 2003 tarihinde kabul edilen 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar kanunu ile bağlantılı değil, çok daha önemlisi, bu çağrı içinde yaşadığımız tüm toplumsal ilişkileri dönüştürecek yasal düzenlemeleri kapsamına alan bir içeriği de barındırmaktadır. Yabancı sermayenin Türkiye’ye gelebilmesi için, daha uygun bir ortam hazırlanmasına ilişkin istek ve talebin, Türkiye’de sermayeyi temsil eden kesimlerden geliyor olması üzerinde durulması gereken bir durumdur. Türkiye’de özellikle büyük ölçekli sermayelerin 1980-89 yılları arasında gösterdikleri dışsatıma yönelik performansı aynı düzeyde göstermeyip eğilimin olduğu bir dönemde de ulusal pazarın uluslararası sermayeye açılmasının bu kesimler için nasıl bir mantığının olduğunun sorgulanması gerekmektedir. Dönemin TUSİAD Başkanı Tuncay ÖZİLHAN, TUSİAD’ın yayın organı olan Görüş Dergisi’ne yazdığı giriş yazısının başlığı “Zorunlu İhtiyaç; Yabancı Sermaye” olarak konmuş ve yazıda aşağıdaki açık ifade kullanılmıştır. “Bugün dünyada, sermayenin uluslararası hareketliliği, hem yatırımı yapan hem de yatırımın yapıldığı ülke açısından olumlu bir olgudur. Sermaye en verimli olduğu alana, ülke sınırı tanımaksızın hızla akmaktadır. Yabancı sermaye yatırımı, yatırımın yapıldığı ülke içinde ek kâr transferi ve potansiyel ticaret alanı yaratmaktadır. Bu sürece, bir yatırım çekme yarışı olarak bakılmalı ve yarışta makul bir yer alabilmek için, öncelikle ülkemizde var olan 96 yabancı sermaye zihniyetini toptan değiştirmemiz gerekmektedir. Yatırım, yerli olsun, yabancı olsun yatırım olgusunun şartlarına bağlı bir olgudur. Hangi ortam daha uygun ise, yatırım o ortamda yapılacaktır.” Dünyada küreselleşme süreci öncesinde yeterince önemsenmeyen yabancı sermaye, ulus devletlerin yok edildiği ve dünyanın küresel bir pazar haline geldiği günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerin ilgi odağı haline getirilmiştir. Küreselleşmeyle birlikte, ekonomi ve ticarette liberalleşme eğilimlerinin hız kazanmasıyla, sermayenin serbest dolaşımı artmış, ticaret serbestleşmiş ve tek bir biçime sokulan dünyamızda tüketici alışkanlıklarında benzerlikler görülmeye başlamıştır. Yabancı sermaye yatırımları ekonomistlerce uluslararası bir kapital hareketi olarak görülmektedir. Ancak yaban- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Tablo 1: Uluslararası Üretim ve DYY’a İlişkin Temel Göstergeler, 1982-2001 Kaynak: UNCTAD, WIR 2002, New York, 2002, s.10 ve 303-337. cı sermaye yatırımları sermaye yanında, yönetim bilgisi ve teknoloji transferini de beraberinde getirdiğinden diğer kapital hareketleri türünden farklılık göstermektedir. Yabancı sermayenin gittiği ülkeler üzerindeki rolü, uzun tartışmalara yol açmış bir konudur. Bağımsızlık hareketleri ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Üçüncü Dünya Ülkelerindeki ekonomik ve sosyal değişme çabaları ile bu tartışmalar daha da büyümüştür. Gelişmekte olan ülkeler, kalkınmalarını sağlayabilmek için ülke içi tasarrufların yetersiz olduğu zamanlarda ödemeler dengesinde açık vermemek için dış yatırıma ihtiyaç duyarlar ve bunu da yabancı sermaye girişi ile karşılarlar. Tasarruf açığının neden olduğu dış açıkları kapatmada ülkeye giren yabancı sermaye etken bir faktördür. Makro açıdan bakıldığında bu çerçeve bizi dış yatırımlara götürmekle birlikte ülkeye giren her uluslararası sermayenin de doğrudan dış yatırım anlamına gelmediğini belirtmek gerekir. Yabancı sermaye yatırımların gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasındaki rolü bütçe açıklarının finansmanındaki payı ve endüstriyel yapılanmasının ilerlemesindeki etkisi bu yatırımların II. Dünya Savaşı sonrasında hızla artmasına sebep olmuştur. Ekonomik alanda çok büyük etkilere yol açan emperyalist sermaye hareketleri içinde yer alan yabancı sermaye özellikle bu süreç sonrasında dünya ekonomisinde önemli bir paya sahip olmuştur. Özellikle 1980 sonrası dünya ekonomisindeki küreselleşmeyle birlikte birçok nedenden dolayı doğrudan dış yatırımlar tercih edilmeye başlanmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunları sermaye ve teknoloji yetersizliğidir. Düşük satın alma gücü ve iç tasarruflardaki eksiklikler ve döviz darboğazı yerli sanayinin gelişimini ve rekabet gücünün artmasını engellerken, gelişmiş ülkelerin standartlarına göre esnek mevzuat, ucuz işgücü ve diğer uygun koşullar da yabancı sermaye için uygun bir ortam hazırlamaktadır. Diğer taraftan, gelişmekte olan ülkelerin, kalkınmalarını gerçekleştirebilmek için, ihtiyaç duydukları sermaye birikimini sağla- mada, dış borç yerine yabancı sermayeye yönelmeleri, küreselleşen Dünyada, emperyalist sermaye hareketleri tarafından büyük destek görmektedir. Son yıllarda yabancı sermaye yatırımlarının itici gücü olan sınır ötesi satın alma ve birleşmeler, yatırım tutarının büyük bir kısmını oluşturmaktadır (2000 yılında 1,1 trilyon dolar ve 2001 yılında 601 milyar dolar). Özellikle gelişmiş ülkelerdeki yabancı sermaye yatırımları girişleri, çoğunlukla sınır ötesi şirket birleşmeleri ve satın almaları şeklinde gerçekleşmektedir. 2001 yılı itibariyle küresel ekonomideki yabancı sermaye yatırımları girişlerinin 2/3’ü gelişmiş ülkelere yönelmiş; bahse konu ülkeler sermaye ihraçlarının % 94’ünü gerçekleştirmişlerdir. Özellikle ABD, AB ve Japonya sermaye girişlerinin yüzde 62’sini (2000 yılı için bu oran % 71) alırken; aynı ülkeler dünyadaki yabancı sermaye yatırımlarının yüzde % 85’ine kaynaklık etmişlerdir. Türkiye, 1980’li yıllarda başlayan liberalizasyon politikaları ve kambiyo mevzuatında yapılan değişiklikler ile birlikte yürürlüğe konulan yabancı sermaye çerçeve kararları dikkate alındığında, bu alanda en liberal mevzuata sahip ülkeler arasında yer almaktadır. İzleyen dönemde de liberalleşme sürecine devam edilmiş ve önemli değişiklikler getiren son düzenleme 7.6.1995 tarihinde yürürlüğe konulan 95/ 6990 sayılı Yabancı Sermaye Çerçeve Kararı ile yapılmıştır. Türkiye, 1998 yılında ulaşmış olduğu 807 milyon dolar yabancı yatırım ile gelişmekte olan ülkelere giden yabancı yatırım akımlarından sadece yüzde 0,15 oranında pay almaktadır. Bu pay, Çin için yüzde 27,4, Brezilya için yüzde 17,3, Meksika için yüzde 6,2, Tayland için yüzde 4,2 ve Arjantin için yüzde 3,4’dür. 24 Ocak kararları ile getirilen yeni düzenlemelerde yabancı sermayeye yatırımlarını önü açılmış, geçmişte karşılaşılan güçlüklere süratli çözümler getirilmeye çalışılmış, yeni yatırım izinleri verilmiş, yabancı sermayeye güven veren bir siyasi ve ekonomik ortam yaratılmaya özen gösterilerek yabancı sermaye girişlerinin bir ölçüde de olsa hızlandırılması sağlanmıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 97 DOSYA DOSYA Tablo 2: Türkiye’de Yıllara Göre Yabancı Sermaye (Birikimli) Kaynak: HM İstatistikleri Tablo 3: İzin Verilen Yabancı Sermayenin Sektörel Dağılımı (Milyon $) Kaynak: HM İstatistik Grafik 1: Dünyada Yabancı Sermaye Girişleri ve Türkiye Kaynak: UNCTAD, WIR 1993, s.243,247; WIR 2000, s.285; WIR 2001, s.293 ve WIR 2002, s.4, 305. 24 Ocak 1980’de yayınlanan 8-168 sayılı yabancı sermaye çerçeve kararnamesi bir mevzuat değişikliği olmaktan öte yabancı sermayeye kolaylıklar sağlayan köklü birçok değişikliği de getirmiştir. 1980 sonrası Türkiye’ye gelen yabancı sermaye miktarında bir artış olmuştur. 1979 yılı sonunda kadar ülkeye gelen yabancı sermaye miktarı 228 milyon dolarken, 1986 yılı sonunda bir trilyon 802.2 a çıkmıştır. 1980 öncesi yıllık ortalama sermaye girişi 10 milyon doların altındayken, 1980 sonrası 225 milyon dolara çıkmıştır. Yabancı sermayenin fiili girişi 1990’dan itibaren bir milyar doların üstüne çıkmıştır. Türkiye ölçeğinde bu oldukça büyük bir rakamdır. 1954-79 arasında ki 25 yıllık dönemde kümülatif olarak sadece 228 milyon dolar yabancı 98 sermaye gelmiş, yani yılda ortalama 9 milyon gibi küçük bir rakamdır. Bu dokuz milyon dolar 1980’den itibaren artışa geçmiş, o yıl 35 milyon dolar iken yıllar itibariyle artmış ve nihayet 1990’da 1.005 milyar dolara, 1992 de ise 1.242 milyar dolara yükselmiştir. Yabancı yatırımcıya göre, Türkiye, dünyanın en büyük 15 pazarından biri olmanın ötesinde, hemen her şeyi satın alan çok enteresan bir tüketici kitlesine, pek çok gelişmiş ülke seviyesinde, çok iyi yetişmiş ya da eğitilebilir insan kaynaklarına, liberal yabancı yatırım mevzuatına ve son derece enteresan eko-stratejik bir konuma ve çevre bağlantısına sahip bir ülkedir. Öte yandan bu dönemin en önemli olaylarından birisi de önceden yatırım yapmış olan sermaye şirketlerinin ekonominin Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Tablo 4: Türkiye’de Faaliyette Bulunan Yabancı Sermayeli Kuruluşların Sektörel Dağılımı (Milyon TL) Tablo 5: Türkiye’de Doğrudan Sermayenin Özelleştirmelerdeki Payı (milyon $) Kaynak : Hazine Müsteşarlığı daralmasına paralel olarak satışlar düşünce, üretimi kısmaları hatta elde büyük stoklar varsa tamamen durdurmaları, ona bağlı olarak da işçi çıkarmalarının gündeme gelmesi olmuştur. 2008 yılı mayıs ayı sonu itibariyle ülkemizde 16.270 uluslararası sermayeli şirket, firma ve şube kurulmuş, 3 bin 639 yerli sermayeli şirkete de uluslararası sermaye iştiraki gerçekleştirilmiştir. Hazine Müsteşarlığı rakamlarına göre Türkiye’de etkinlik gösteren uluslararası sermayeli bu şirketler başta toptan ve perakende ticaret olmak üzere, imalat sanayi, gayrimenkul kiralama ve iş faaliyetleri sektörlerinde faaliyette bulunmaktadır. Bu dönemde, yabancı sermaye girişinin 2.8 milyar doları mali aracı kuruluş faaliyetlerinden 1 milyar doları da gayrimenkul satışından sağlanmıştır. 2008 yılının beş aylık dönemdeki nakit sermaye girişinin % 56.3’ü AB ülkeleri kaynaklı olmuştur. Toplam 19 bin 909 adet uluslararası sermayeli şirket arasında Almanya 3 bin 393 adet firma ile ilk sırayı alırken, onu İngiltere 1956 adet ve Hollanda 1557 adet firma ile izlemiştir. Yine bu dönemde gayrimenkul alımları için de yabancılar 1 milyar 23 milyon dolar yabancı sermaye girişi olmuştur. YABANCI SERMAYE YATIRIMLARININ MADENCİLİK SEKTÖRÜNDEKİ YERİ Kendi kaynaklarını yok sayan, kaynaklarını kullanmayan bir ülkenin kalkınması mümkün değildir. Madenler kalkınmanın temel unsurlarından en önemlisidir. Ülkelerin kalkınmaları ve yaşam seviyelerinin belirleyicisi olarak kabul edilen sanayi, enerji ve tarım sektörlerinin temellerini de madencilik oluşturmaktadır. Dünyada 152 ülkenin her birine düşen ortalama maden sayısı 9.3’tür. 51 maden türü dikkate alınarak yapılan sıralamaya göre, ABD’de 43 adet maden türü üretilmektedir ve dünyada ilk sıradadır. Ülkemize kıyasla yüzölçümleri daha büyük olan ülkelerde, örneğin Avustralya’da 35, Brezilya’da 35, Çin’de 31 adet maden üretilirken; söz konusu büyüklük ülkemiz için 29 maden türü olup, sıralamada yerimiz ise 10.’luktur. Dünya metal maden rezervlerinin % 0.4’ü, endüstriyel hammadde rezervlerinin % 2.5’i, jeotermal potansiyelinin ise % 0.8’i ülkemizde olup, ülkemizin dünya maden rezervleri içindeki payı yaklaşık % 0.5’dir. Linyit üretici ülkelerin sıralamasında ise ülkemiz, örneğin 1992 yılı değerlerine göre 42 milyon ton/ yıl üretim miktarı ile 9. konumda yer almaktadır. Ancak, doğal kaynaklarımızın adeta yok kabul edildiği, hiçbir arama faaliyetinde bulunulmadığı günümüzde bu sıralamada yerimizin de değiştiği bir gerçektir. Kısaca ülkemizin “maden türü” zenginliği yönünden iyi durumda olduğunu ifade edebiliriz. Osmanlılar, maden kaynaklarını “kamusal” varlık sayarak devlet gereksinmelerine tahsis etmişler, özel mülkiyet konusu yapmamışlardır. Bu dönemde, madenler sadece ordunun silah ve cephane, hazinesine de sikke (para) sağlamayı amaçlayarak, işletmiştir. Ülkede üretilen diğer hammaddelerin, ürüne dönüştürülerek daha fazla kârların elde edilmesini sağlamak gibi bir ekonomi düşüncesinde olmamıştır. Tersine, hammaddelerin serbestçe ihracını ve karşılığında sikke basacak altın ve gümüş ithalini her zaman yeğlenmiştir. Tabii, ülke çıkarına ters düşen bu uygulamadan madencilik de nasibini almıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 99 DOSYA DOSYA Tablo 6: 1914 Yılında Madencilik Sektöründe Yabancı Sermaye Yatırımlarının Ülkeler ve Maden Türleri Açısından Dağılımı (Milyon Kuruş) Kaynak: ELDEM Vedat, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, TTK Yayını, 1994, sayfa 46 19. yüzyılda, sanayi devrimi ile birlikte Avrupa ekonomisi güçlenmiş ve güçlü sanayiler birbirleri ile çekişir duruma da gelmişlerdir. Dünya hammadde kaynakları ile birlikte tamamıyla paylaşılmış, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında bulunabilecek kaynaklar, hem ulaşım kaynakları bakımından hem de gözetim ve siyasal üstünlük sağlamak konularında yararlı olabilecekleri düşüncesi ile önemsenmeye başlanmıştır. Nitekim bu dönemde, Almanlar bakır ve krom, İngilizler bakır ve bor, Fransızlar kurşun ve kömür, İtalyanlar kükürt ve kömür yatakları ile ilgilenmiş ve küçük işletmeler kurmuşlardır. O yıllarda ülkemizde yerli üretici bulunmamakta, alınan binden fazla ruhsatın büyük bir bölümü de padişah fermanı ile ağırlıklı olarak yabancı şirketlere tahsis edilmektedir. Ağustos 1838’de imzalanan ve 1 Mart 1839’da yürürlüğe giren Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi ile İngiliz sanayi sömürüye dayanan dış politikasının uzantısında, hem Osmanlı sanayini yıkma, hem de ucuz hammadde sağlama olanağını elde etmiş ve böylece bir taşla iki kuş vurmuştur. Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesinden sonra üç yıl gibi kısa bir süre içinde diğer sömürgeci batı ülkeleri ile aynı özde sözleşmeler yapılmış, böylece; “Osmanlı İmparatorluğu’nun batı sanayine açılma süreci tamamlanarak, İmparatorluk batı sanayinin “açık Pazar”ı olmuştur. Madencilik sektörüne yabancı sermayenin girişi 1865 yılında Balıkesir’deki bor madenlerinin işletmesinin 20 yıllığına bir Fransız firmasına verilmesi ile başlamıştır. 1882 yılından sonra Fransız ve İtalyan sermayesi Ereğli Kömür İşletmesi’nde üretime başlamıştır. Daha sonra bunu değişik alanlardaki madencilikle ilgili yabancı sermaye izlemiştir. Madencilik sektöründe 1870-1911 yılları arasında verilen 238 imtiyazın 109’u yabancı sermayeli şirketlere aittir. 1910 yılında ülkemizde bulunan yabancı 100 sermaye yatırımları içinde madenciliğin payı %9,8 gibi yüksek bir orana sahiptir. Osmanlı döneminde madencilik gerçek bir işletmecilikten daha çok, kazanılmış maden haklarının alışverişine dayanan bir ticaret şeklinde gelişmiştir. Anadolu coğrafyasındaki maden çeşitliliğinin bolluğu bu ticareti desteklemiş, maden hakkını ele geçiren, bu hakkını tutturabildiği bir fiyatla başkasına devretmiştir. Özellikle son yıllarında daralan Osmanlı ekonomisi ile birlikte bu maden ruhsatları yabancı sermayeli birçok şirket tarafından satın alınmıştır. Birinci İzmir İktisat Kongresi’nden sonra Türkiye’nin liberal ekonomi politikalarını benimseyeceği anlaşılınca, yabancı sermaye 1923’ten 1930 yılına kadar artan bir tempoyla ülkemize gelmiştir. Bu artış 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan sonra daha da belirgin olmuş, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ayrıcalıklı şirketlerin çoğu varlığını 1920’lerde de korurken, Cumhuriyet hükümeti ticaret, ormancılık, madencilik, yapım ve taşımacılık alanlarında yeni yabancı sermayeli şirketlere ayrıcalıklı statüler tanımıştır. 1924’te İstanbul Seydiköy Gaz ve Elektrik Şirketi (Belçika sermayeli), Güney Anadolu Manganez Madencilik Şirketi (Almanya), Kireçlik Krom Madencilik Şirketi (Fransa), 1928’de Adana Elektrik Şirketi (Almanya), Ankara Elektrik ve Gaz Şirketi (İngiltere), Fethiye Simli-Kurşun Madencilik Şirketi (Fransa) ve Kömür Madencilik Şirketi (Fransa), Ankara hükümetinden ayrıcalıklı statüler elde etmiştir. 1927 yılında çıkartılan bir kanunla İstanbul’da bir serbest bölge bile oluşturulmak istenmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin Osmanlı borçlarından kendi payına düşeni ödeyip ödemeyeceği konu- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA sundaki belirsizlik, Türkiye’ye yeni yabancı sermaye gelmesini olumsuz yönde etkilemiştir. Buna rağmen 1930 yılına kadar, yabancı sermaye girişleri artan bir tempoyla gerçekleşmiştir. Bu artış 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunundan sonra daha da belirginleşmiştir. Ancak Türkiye’nin 1923-50 dönemine ilişkin ödemeler dengesi hakkında güvenilir rakamlar olmadığından bu dönemde ki yabancı sermaye girişi ve uluslararası sermaye hareketleri konusunda bir değerlendirme yapmak güçtür. Tablo 7: 1920-1930 Yılları Arasında Kurulan ve Uğraşı Alanı Maden Üretimi Olan Türk Anonim Şirketlerinin Kurucuları yada Hissedarları Yabancı Olanlar Kaynak : A. Gündüz ÖKÇİN, age, s. 93. Bu 11 şirketin yada ortaklıkların toplam sermayesi 9.330.000 TL. olmasına rağmen ödenmiş sermayeleri yaklaşık olarak 4.380.000 TL. dır. Bu dönem içerisinde yerli sermaye tarafından kurulan ve uğraşı alanı maden üretimi olan şirketlerin toplam sermayeleri 5.425.000 TL. olmasına karşın bunun ancak 4.380.000 TL.’sı ödenmiştir. Görülüyor ki, 1920-1930 yılları arasında maden üretimi alanında kurulan ve yabancı sermayenin katıldığı ya da tamamen hakim olduğu Türk anonim şirketleri, aynı devre içinde kurulan ve kurucuları ya da hissedarları arasında yabancı bulunmayan Türk anonim şirketlerine oranla (sermayeleri açısından) daha güçlü durumdadırlar. Atatürk dönemi olarak adlandırılan 1923-1938 dönemi, kurumları henüz yeterince oluşmamış, hemen hemen tümüyle tarıma dayalı, geniş ölçüde dışa bağımlı ve geri bir ekonomiyi sanayileşmiş, dışa karşı bağımsız, teşkilatlanmasını geliştirmiş, ileri bir ekonomiye dönüştürme çabalarının başlatıldığı yıllar olmuştur. Türkiye’de yabancı sermaye ile ilgili ilk mevzuat 1925 yılında yürürlüğe giren 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunudur. Bu kanun döviz kontrolünü düzenlemiştir. Bu yasayla borsalarda serbest işlem gören yabancı hisse senetleri alışverişleri denetim altına alınmıştır. Bunu 1930 yılında Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu izlemiştir. Bu kanunun amacı ise döviz ve yabancı sermaye hareketlerini düzenlemek ve denetlemektir. Bu kanun 1947 yılına kadar, Türkiye’de yabancı sermayeyi engelleme politikasının bir aracı olarak kullanılmıştır. Bu dönem, yabancı sermayenin engellenmesi dönemi, bu kanuna ilişkin olarak çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararı ile (22 Mayıs 1947 tarihli ve 13 sayılı karar) son bulmuştur. Bu kararla yabancı sermayenin geliş şekli, transferi, amacı hakkında ek düzenlemeler yapılmıştır. 1950 seçimleri sonucu iktidara gelen Demokrat Parti, CHP iktidarının son döneminde “1947 Kalkınma Planı”nda saptanan büyük çapta yabancı sermaye kaynaklı kalkınma stratejisinin sınırlarını daha da genişletmiş, böylece Dünyada uygulanan yayılmacılık, ekonomik, politik ve askeri sömürü güdümünü getirmiştir. Söz konusu güdümü belirleyen somut kanıt, 15 Mayıs 1951’de Celal BAYAR’a sunulan Barker Raporu’dur. Ülkemiz ekonomisi ve kaynaklarını yerli ve yabancı sermayeye açan çalışmalar sonucunda geliştirilen Barker Raporu doğrultusunda; 1.8.1951 tarihinde yürürlüğe giren 5821 sayılı yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu ve 18.1.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu yapı içinde değerlendirilen ve yer altı kaynaklarımızı biçimlendiren 7.3.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6326 sayılı Petrol Kanunu ve 11.3.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6309 sayılı Maden Kanunu yine Barker Raporu çerçevesinde yürürlüğe girmiştir. 1950-1960 yılları arasında gelen ve genel olarak tarım, gıda, kimya ve makine yapımında yoğunlaşan yabancı sermaye içinde madencilik sektörünün payı toplam % 8,14 olmuştur. Bu dönemin sonlarına gelindiğinde, Türkiye madencilik sanayinin yapısı ve maden potansiyelini belirlemek amacıyla ülkemize gelen ABD vatandaşı L. Nahai tarafından yapılan çalışma incelenmeye değerdir. Yine bu raporda “Bazı ülkeler, yabancı firmaların maden yataklarına sahip olmalarını, maden işletme imtiyazını almalarını ve uzun süreli kiralama yoluyla işletmede bulunmalarını kendi yasaları ile yasaklamışlardır. Bu durumlardan herhangi biriyle karşılaşıldığı zaman uygulanması gereken yöntem, yerli bir firmayı tamamen elde etmek, kısmen elde etmek ya da sıkı işbirliği kurmak suretiyle yürütülür ve kâr transferi sağlanır.” ifadeleri yer almaktadır. Bu çalışmada; maden üretiminin, dünya maden üretiminde önemli bir yer tutmadığı belirtildikten sonra maden dışsatımını “yabancılar için önemli bir değiştirme kaynağı” olarak nitelemiştir. Yine aynı raporda yabancı sermaye ile ilişkin olarak; “Türkiye’de kamulaştırma yada Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 101 DOSYA DOSYA müsadereden doğacak zararlara karşı herhangi bir garanti yoktur. Fakat Maliye Bakanlığı Bütçe Alt Komisyonu Bakanlığa, ABD’ne kamulaştırmaya karşı garanti sağlayan bir anlaşmanın yapılmasını tavsiye etmiştir.” denilmektedir. Bu raporun ardından Mehtap Raporu ve Mr. Ely Maden Kanunu Tasarısı doğrultusunda gelişen çizgi, bir yandan İktisadi Devlet Teşekkülleri’nin yapısında büyük değişiklikler oluşturarak yeraltı kaynaklarımız üzerinde yerli yabancı tekellerin etkinliğini getirirken diğer yandan gelişmiş ülkelerin gittikçe artan hammadde gereksinimlerin arttığı görülmektedir. Tablo 8: Madencilik Sektöründe İzin Verilen Yabancı Sermayenin Tutarı ve Dağılımı (Milyon USD) Kaynak: HM İstatistikleri Yabancı sermayeyi teşvik kanunu gibi, Amerikan telkinleriyle 1954 yılında çıkartılan ikinci bir kanun da petrol kanunudur. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana Türkiye, petrolde devletçiliği benimsemiştir. 1926 yılında çıkartılan ilk Petrol Kanunu, Türkiye’de petrol arama ve işletme hakkını devlete vermiştir. Kanunun ikinci maddesi, petrol bulunduğu bilimsel açıdan sabit olan bölgelerde, arama işini bizzat devletin yapacağını belirtmiştir. Olanakların son derece sınırlı olmasına rağmen, aramalara başlandıktan 8-9 yıl sonra, 1940’da ülkemizde petrol bulunmuştur. 1947 yılında Raman ve Garzan dolaylarında ticari işletmeye uygun petrol keşfedilmiştir. 1959 yılında, Türkiye, kendi olanaklarıyla, 373 bin ton petrol elde etmiştir. Bununla birlikte, Türkiye, 1954 yılında Amerikan petrol şirketlerinin avukatı Max Ball’e hazırlatılan bir tasarı ile kendi olanakları ile petrol bulmak ve işletmekten aciz Arap şeyhlerinin razı olduklarından daha ağır hükümler taşıyan bir petrol kanununu benimseyecektir. kaynakları ancak, hususi teşebbüs veya yatırımları eliyle aranıp işletilebilecektir. Hususi teşebbüs ve sermayenin müessir olabilecek vüs’atte ve miktarda bu sahaya girebilmesi için, devletin ne arayıcı ve işletmeci, ne de herhangi bir suretle petrol sahibi olarak hususi teşebbüsün karşısına çıkmaması icap etmektedir. Hususi teşebbüs, devlete rakip vaziyette çalışmak istememektedir.” Böylece ülkemiz, kendi kaynaklarını kendi eliyle değerlendirmek hakkını, yine kendi eliyle ortadan kaldırmış olmaktadır. Bu hükmün sonucu Mobil ve Shell gibi yabancı şirketlerle eşit durumda çalışmak zorunda bırakılan Türkiye Petrolleri, bir anonim şirket olarak kurulmuştur. Devlet, kendi şirketine de, Mobil ve Shell’e de aynı gözle bakmak zorundadır. Yabancı petrol tröstleri, bir sürü gölge şirketler kurarak bir bölgede istedikleri kadar petrol arama ruhsatı alabilecekleri halde, milli şirket, kanunun öngördüğü azami sekiz ruhsatla yetinme durumunda bırakılmaktadır. Daha önce petrol bulduğumuz bölgeler dahi yabancılara açılmaktadır. Milli güvenlik gerekçesiyle, arama işlerini MTA’ya bırakılan yasak bölgelerde milli şirket, tıpkı Mobil ve Shell gibi petrol arama hakkından yoksun kalmaktadır. Hiçbir konuda devlet, kendi şirketine öncelik tanımamaktadır. Doğal kaynaklarımızdan ulusal gelire olan katkısının cılız kalışının tarih içindeki pek çok nedenleri mevcuttur. Ancak bu nedenlerin başında maden kanunları gelmektedir. Maadin Nizamnamesi, 85 yıl yürürlükte kalmış; 6309 sayılı Maden kanunu ile 30 yıl idare edilmiştir. 6309 sayılı kanun; Anayasamıza uymayan, ulusal çıkarlara aykırı olan, doğal kaynaklarımızı özel kesime ücretsiz tahsis eden, sermaye yatırılması yerine sermayeci yetiştiren, maden cevheri ve mamulleri yerine saha istifi ve spekülasyon ticareti geliştiren bir yapıda olmuştur. 1954 yılında yeni bir maden kanunu hazırlama komisyonu kurulmuştur. Amerika Yardım Komisyonu (AID) tavsiyeleriyle, Mr. Ely yurdumuza gelmiş ve Bu kanun açık bir imtiyaz kanunudur. Her şeyden önce, Türkiye’ye petrol alanında belli bir ekonomik doktrini empoze etmektedir. Kanunun ikinci maddesine göre, Türkiye, petrolde devletçilikten vazgeçmek ve petrol kaynaklarının özel sektör eliyle değerlendirilmesini kabul etmektedir. Yabancı petrol tröstlerinin bu isteği kanun gerekçesinde şu şekilde açıklanmaktadır. “Petrol 102 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Tablo 9: Madencilik Sektöründe Faaliyette Bulunan Yab.Sermayeli Şirketler (Mil. USD)* * 30.06.2003 İtibarı ile yabancı tekellerin önerilerini büyük ölçüde dikkate alan yeni tasarı için çalışmalar yapmıştır. Bunun sonucu olarak, yabancı maden tekellerinin çıkarları doğrultusunda 1954 tarihinde 6309 sayılı Maden Kanunu yılında kabul edilerek yürürlüğe konmuştur. II. Paylaşım Savaşını izleyen bu dönem ve sonrasında madencilik sektörüne özel bir önem verildiği söylenemez. Bununla birlikte kamu kesiminde üretim artışları sağlanırken, “Baker Raporu” doğrultusunda özel sektöre verilen önem artmış, özellikle 1945-1955 dönemi içindeki artış % 60 olurken, işletmeler içindeki payı % 99’a kadar ulaşmıştır. Özel sektöre ait işletme sayısındaki artış üretime bu ölçekte yansımamıştır. İşletme başına devlet sektöründe 36 bin ton üretim yapılırken, özel kesimde 486 ton dolayında olması özel sektör girişimcilerinin gerek üretkenliği ve düşük teknoloji ile çalışması gerek işletme amaçlarından çok spekülatif etkinlikler için bu alana girildiğini yansıtan bir göstergedir. 1954 yılında 6309 sayılı maden yasasının 12. ve 19. maddelerinde yer alan “madenlerin devlet eliyle geliştirilmesi” ilkesi terk edilerek bunun yerine “bu alanda özel ve kamuya ait girişimlerin eşit haklara sahip olacaklarına” ilişkin hükümler getirilmiştir. Bu dönemde devlete ait taşkömürü ve linyit işletmelerinde yeniden düzenlemeye gidilmiştir. Etibank’a ait olan bu işletmeler, 1957 yılında KİT olarak kurulan Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’ na devredilmiştir. Bu dönemde ayrıca sektör ile ilgili olarak Türkiye Çimento Sanayi AŞ, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı kurulmuştur. 1996-2000 Yıllarını kapsayan VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda ise yerli ve yabancı sermayenin sektöre olan ilgisizliğinden ve kamunun halen sektörde etkin olduğundan söz edilerek şöyle denilmiştir; “üretim alanında, gerekli sosyal ve teknik alt yapı düzenlemeleri yapılarak kamunun payının tedricen azaltılması, yerli ve yabancı sermayenin sektörde daha aktif rol üstlenmesi amaçlanmaktadır. Bu amaçla sektörde faaliyet göste- ren Kamu İktisadi Teşebbüslerinden özelleştirilmesi öngörülenlerin özelleştirilmeleri, diğerlerinde ise verimsiz birimlerin tasfiyesi konusunda çalışmalara 1996 yılında başlanacaktır.” Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde yabancı sermaye yatırımın son derece riskli olduğu madencilik sektöründe çok fazla yer almamıştır. Tablo 3’de de görüleceği gibi ülkemize gelen yabancı sermaye içinde de madenciliğin aldığı pay her zaman % 1 civarında olmuştur. 26 Mart 1996 tarihinde Türkiye Madenciler Derneği’nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hüsnü DOĞAN’ı ziyareti sırasında sundukları raporda yabancı sermaye ve madencilik sektöründe Türkiye’de yatırım yapan yabancı sermayeli şirketlerle ilgili olarak bir rapor sunulmuştur. Bu raporda; özellikle son yılarda maden arama riskine bir de yatırım müsaadesi riski eklendiği, bu konuda ülkemizin dünyada riski yüksek ülkeler arasına girmeye aday hale geldiği belirtilmiştir. Ayrıca, “yatırımla ilgili karar mekanizmalarının işleyişi konusunda, mevcut kanunlara rağmen, tereddütler oluşmuş, teknik düzeyde verilmesi gereken kararlar politik malzeme haline getirilmiş ve Türkiye’de yatırım yapılıp yapılamayacağı tartışılır olmuştur.” denilmiştir. Yine bu raporun 3. bölümünde madencilik sektöründe yatırım yapan yabancı sermayeli şirketlerin karşılaştıkları sorunlar başlığı altında; devlet kademelerinden şirket faaliyetlerine çok yönlü müdahaleler olduğu, maden arama ve işletmeciliğinin gelişmesini sağlayan uygulamalara Türkiye’de de başlanması gerektiği, yatırım izinlerinin koordine edilmesi, tarım topraklarının sanayi amacı ile kullanılması ile ilgili kanuni düzenlemelerin yapılması gerektiği, atıkların muhafazası ve deşarj standartları ile ilgili düzenlemelerin yapılması, orman alanları, meralar, yaylalar ve zeytinliklerle ilgili yasal düzenlemelerin yapılması gerektiği belirtilmiştir. Aslında, Türkiye Madenciler Derneği tarafından Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na iletilen ve şirket temsilcileri ile birlikte sunumu yapılan bu rapor, ülkemizde madencilik alanında faaliyet gösteren yabancı sermayeli şirket- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 103 DOSYA DOSYA lerin ortak ifadesidir. 1995 yılı sonu itibarıyla ülkemizde 44 adet yabancı sermayeli firma ülkemizde birçok şirket kurarak madencilik sektöründe faaliyet göstermiştir. Bu firmaların 33 adedi son 7 yıl içinde kurulmuştur. Mevcut yabancı sermayeli madencilik şirketlerinin toplam yatırım tutarı 1.554.077 milyar TL’dir. Bunun 998.599 milyar TL’si sabit sermaye yatırımıdır. 24 Ocak kararlarından sonra ülkemize madencilik sektöründe de yabancı sermaye akışı yaşanmış, ancak bu akış hiçbir zaman düzenlemeleri gerçekleştirenlerin beklediği düzeyde olmamıştır. Madencilik sektöründe; 1995 sonuna kadar izin almış ve faaliyetlerine başlamış 44 yabancı sermayeli şirket üzerinde bir alan araştırması (M. Tombul 1995, TODAİE Tezi) yapılmıştır. Bu çalışmada yabancı sermayeyi ülkemize yatırım yapmaya yönelten sebeplerden, yabancı sermayenin sorunlarına kadar değişik 30 anket sorusu uygulanmıştır. Ancak şirketlerin büyük bir kısmı bu ankete cevap vermemiş, buna karşın ilgili şirketler hakkında mümkün olduğunca bilgiler toplanmış ve ülkemizdeki yabancı sermayeli şirketlerle ilgili aşağıdaki bulgular elde edilmiştir. Bahse konu bu ankette “Şirketinizi Türkiye’de yatırım yapmaya yönelten sebepler aşağıdakilerden hangisidir?” sorusuna 17 şıklı seçenek verilerek bunların öncelikli sırasına konulması istenmiştir. Verilen cevaplarda; verimli üretim beklentisi %20, hammadde ve yardımcı madde bolluğu %17, ekonomik istikrar beklentisi %14, siyasi istikrar beklentisi %11 olarak yer almıştır. Yine aynı ankette “Türkiye’deki yatırımlarınız aşağıdaki madenlerden hangilerine yöneliktir ?” sorusuna da; 21 şirket mermer, granit, taşocağı, 10 şirket altın, gümüş, bakır, 5 şirket manyezit ve 4 şirket krom yanıtını vermiştir. Aynı ankette “Şirketinizin son beş yıllık kârı nedir” sorusuna çoğu firma cevap vermemiş, cevap veren firmaların bazı yıllarda zarar ettiği görülmektedir. Ayrıca, “Yurt dışına son beş yılda yaptığınız kâr transferi nedir?” sorusuna da yine çoğu firma cevap vermemiş, cevap veren firmalar da kâr transferinin yapılmadığını bildirmiştir. Bu çalışmanın dışında özellikle Kaz Dağlarında yapılan maden aramaları ve kesilen ağaçlarla ilgili olarak 2.11.2007 tarihinde CHP Muğla milletvekili Fevzi TOPUZ tarafından Başbakanın cevaplaması üzerine TBMM’ne verilen soru önergesi, ETK Bakanlığı tarafından yanıtlanmıştır. Topuz’un yönelttiği sorulara verilen yanıtlardan ülkemizde bulunan yabancı sermayeli madencilik kuruluşları ve hisse miktarları belirtilmiştir. Aralarında yerli sermayenin de bulunduğu madencilik alanında faaliyet gösteren toplam 143 şirketin, çok sayıda firma ile yer aldığı bu tabloda, özellikle aralarında Saint Vincent, Cayman Adaları, Virgin Adaları gibi dünya üzerinde vergi cenneti olarak da adlandırılan ülkeler de bulunmaktadır. Ancak Başbakanlık tarafından TBMM’ne verilen bu cevabi dilekçede sadece ETK Bakanlığı’na bağlı Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nden maden arama ve işletme ruhsatı alan işletmeler dikkate alınmış olup, madenciliğin diğer iştigal alanı olan tuz, kum, kil, değerli taşlar, kimya ürünleri hammaddeciliği, gübre hammaddeciliği, çini hammaddeciliği, kiremit hammaddeciliği, yapı malzemeleri hammaddeciliği, seramik hammaddeciliği, petrol ve doğalgaz ile bu malzemelerin dışsatımı ile iştigal eden firmalar dahil edilmemiştir. Oysa Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından yayınlanan ve 31 Mart 2006 tarihi itibariyle Türkiye’de madencilik alanında faaliyet gösteren firmalar listesinde (www.maden.org.tr) toplam 315 şirket gözlemlenmektedir. Türkiye’de yabancı sermaye sorunu, ekonomik ve toplumsal yapımızın tarihsel gelişim süreci içinde bütün ayrıntıları ile incelenerek tartışılmış ve tüketilmiş değildir. Oysa ülkemize gerek doğrudan doğruya, gerek dış borçlar aracılığıyla gelen yabancı sermaye, ekonomik ve toplumsal yapımızın şu ya da bu biçimde oluşumunda rol oynayan en önemli etkenlerden biridir. Bu açıdan yabancı sermaye sorunu günümüzde önemini hiç kaybetmemiştir. Yabancı sermaye yatırımlarının başlangıç noktasını ucuz ve bol doğal kaynakları işletmek oluşturmaktadır. 1990’lı yıllarda yapılan bir inceleme sonucuna göre Türkiye, dünyada madencilikte, 132 ülke arasında toplam üretim değeri itibarıyla 28., üretilen madenlerin sayısı 104 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA itibarıyla 10., sırada yer almıştır. Dünya metal maden rezervlerinin % 0.4’ü, endüstriyel hammadde rezervlerinin % 2.5’i, jeotermal potansiyelinin ise % 0.8’i ülkemizde olup, ülkemizin dünya maden rezervleri içindeki payı yaklaşık % 0.5’dir. Ancak, doğal kaynaklarımızın adeta yok kabul edildiği, hiçbir arama faaliyetinde bulunulmadığı günümüzde bu sıralamadaki yerimizin de değiştiği bir gerçektir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıdan devralınan ekonomik yapı içinde ülkemiz madencilik sektörünün başlıca sorunları sermaye yetersizliği ve teknoloji eksikliğidir. Sermaye yetersizliği yüzündedir ki, 1923’deki İzmir İktisat Kongresi’nden günümüze yerli burjuvaziyi ve sermaye birikimini oluşturma yönünde gayret sarf eden nice Cumhuriyet Hükümeti, çok büyük sermayeler gerektiren bu durumun özellikle madencilik sektöründe gelişemeyeceğini varsayarak, madenciliğin kamu kurumları tarafından gerçekleştirilmesi yönünde tavır almışlardır. Bu durum ise çoğunluğu KİT olan kamu madencilik kurumlarının kendi kaynakları ile madencilik teknolojilerini yenilemek zorunda kalmışlar, yaşanan siyasi müdahaleler de bu duruma pek imkan sağlanmamıştır. Bu iki sorunun çözülebilmesinin en kestirme yolu da kuşkusuz yabancı sermaye yatırımları olarak gözükmektedir. Sermayedarlar açısından yabancı sermayenin yararları arasında kabul edilen birçok faktör madencilik alanında yatırım yapan şirketler için de söz konusudur. Günümüzde madencilik sektöründe yatırım yapan yabancı sermayeli şirketler; 5.000’den fazla kişiye istihdam olanağı sağlamak, bölgeler arası gelişmişlik farklarının giderilmesine katkıda bulunmak ve dışsatımı artırmak gibi birçok katkı sağlandığı iddiasındadırlar. Günümüzde dünya ülkelerini, madencilik açısından, hammadde üreticisi ve tüketicisi olmak üzere iki bölüme ayırmak mümkündür. Genel olarak endüstri ülkeleri tüketici ve arasında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler ise üretici durumundadır. Gelişmiş ülkeler hammadde ihtiyaçlarının ancak % 60’ını kendi iç üretimleri ile karşılayabilmekte, geri kalan % 40’ını öncelikle az gelişmiş ülkelerden karşılamaktadırlar. İthal etmek zorunda kalınan hammadde oranı AB ülkelerinde % 70, Japonya’da ise % 85’i bulmaktadır. Gelişmiş ülkeler (Kuzey Amerika, AB Ülkeleri, Japonya) dünya nüfusunun ancak % 30’unu barındırdıkları halde, toplam dünya hammadde üretiminin % 86’sını tüketmektedirler. Görüldüğü gibi dünya üzerindeki tüm emtialarda yaşanan eşitsizlik, madencilikte de mevcuttur. Emperyalist ülkelerin hammadde ihtiyaçlarının, gelecek yıllarda daha da artacağı ve tüketim-üretim farkının gittikçe fazlalaşacağı bilinmektedir. Bu durum, belirgin bir şekilde birçok gelişmiş ülke için geçerlidir. Çünkü birçok gelişmiş ülke (Batı Avrupa, İskandinavya, Japonya vs.), ABD, Kanada, Rusya gibi zengin hammadde kaynaklarına sahip değillerdir. Bu ülkeler, gelecek yıllarda hammadde ihtiyaçlarının tümüne yakın bir bölümünü öncelikle az gelişmiş ülkelerden ithal etmek zorunda kalacaklardır. OECD’nin 1999 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, madencilik alanında yurt dışında yapılan bir dolarlık doğrudan yatırım iki dolarlık bir dışsatım ve 1,7 dolarlık bir ticaret fazlası sağlamaktadır. Yani, Türkiye’de bir maden işletmeciliği yapan yabancı sermayeli şirket, kendi ülkesine dış ticaret fazlası sağladığı gibi, Türkiye’nin de ticaret dengesini bozmaktadır. Emperyalist ülkelerin, az gelişmiş ülkelerdeki hammadde kaynaklarını kontrol altına alıp işletmeleri, ülkelerinin gelecekteki hammadde açığını karşılamak amacına dayandığı gibi, her şeyden önce çok kârlı bir uygulama olarak da göze çarpmaktadır. Örneğin, 1967 yılında az gelişmiş ülkelerdeki madencilik sektöründeki ABD sermayesi 4,8 milyar doları bulmakta idi (petrol hariç). Bu sermaye ile ABD firmaları aynı yıl zarfında 742 milyon dolar gibi astronomik sayılabilecek net kâr edebilmişlerdir. Toplam sermayenin 1973 yılında 10 milyar dolara, net kazancın da 1,3 milyara ulaştığı gözlenmiştir. Dünyada çıkan savaşların gerçek nedenlerine bakıldığında, ülkelerin daha çok kaynağa sahip olma arzularının yattığı görülmekte ve günümüzde en büyük savaş petrol için verilmektedir. Gelişmiş ülkeler, dünyada doğrudan sahip olamadıkları kaynakların üretim ve hareketlerini de istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Türkiye’nin tam bağımsız, demokratik ve gelişmiş bir ülke olabilmesinin, diğer sektörlerin yanı sıra, madencilik sektörünün de sağlıklı bir şekilde gelişebilmesinin temel koşulunun “Yeni Dünya Düzeni” kavramına karşı temelinde kamu yararı olan Madencilik Politikalarının oluşturulması ve uygulanmasındadır. Çünkü doğal kaynakların gerçek sahibi, o ülkenin halkıdır. Kaynaklar : - UNCTAD, World Investment Report-1999, Foreign Direct Investment and Challenge of Development, New York, 1999 - The World Bank Report 1999 - Mining Association of Canada, 2001, Facts and Figures 200, Ottawa Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 105 DOSYA DOSYA - AVŞAROĞLU Nadir, Türkiye Madencilik Sektöründe Yabancı Sermayenin Yeri, Yayınlanmamış Rapor, 2006, www.maden.org.tr - Doç. Dr. ERCAN Fuat, Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarına İlişkin Yapısal-Yasal Düzenlemeler, TMMOB Sanayi Kongresi 2003, - TEZEL Yahya S, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1923-1950), Ankara, Yurt Yayınları - AVCIOĞLU Doğan, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi yayınevi, 6. Basım 1973 - ÖKÇÜN A. Gündüz, “1920-1930 Yılları Arasında Kurulan Türk Anonim Şirketlerinde Yabancı Sermaye”, AÜ Siyasal Bilgiler Fak. Yay. Ankara 1971, s. 94. - TONBUL Mehmet, Türk Madencilik Sektöründe Yabancı Sermayenin Yeri ve Sorunları, TODAİE Yayınları, Ankara, 1996, s. 131 - ÇİLİNGİR Yalçın, Madenciliğimizin Evrimine Toplu Bir Bakış ve Mr. ELY’nin Hazırladığı Maden Kanunu Tasarısının Bu Evrimdeki Yeri ve Önemi, Makale, 1975, - Prof. Dr. Müh. ARIOĞLU Ergin, Dr. Müh. YILMAZ Ali Osman, AVŞAROĞLU Nadir, Madencilik Tarihimiz, TMMOB Maden Mühendisleri Odası Arşivi, Yayınlanmamış Rapor, 2005, 106 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA EK TABLO - 2008 İtibarıyla Ruhsat Almış Olan TC Kanunlarına Göre Kurulmuş Yabancı Ortaklı Şirketler, Ülke Ortaklarının Hisse Durumları Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 107 DOSYA DOSYA 108 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA Ayhan BARUT Ziraat Yüksek Mühendisi PAMUK TARIMINA BAKIŞ İnsanlar tarafından tarımı yapılan lifi işlenen ilk bitki pamuktur. Hindistan da pamuk tarımının en az 5000 yıl önce yapıldığı, kumaş dokumasında kullanılmasının da MÖ.3000 yılına rastladığı arkeolojik kazılarda belirlenmiştir. MÖ.8. yy. yazılan Manu Kanunlarında pamuktan söz edilmiş olup burada pamuğa “Karpasi” denilmiştir. Pamuğun Akdeniz Bölgesinde yetiştirilmesi ancak günümüzden 2200 yıl önce Pelepones yarımadasının batısındaki küçük bir adada (Elis Adası) başlamıştır. Daha sonra Akdeniz’in liman şehirlerinde dokunan pamuklu kumaşlar değer olarak altınla eş tutulmuştur. Bitkisel bir tekstil hammaddesi olan pamuk değişik kullanım alanlarıyla Ülkemiz ve Dünya tarımı, sanayi ve ticaretinde önemli konuma sahiptir Dünya nüfusunun hızla artması, öte yandan sanayileşen ve kalkınan toplumlarda hayat seviyesinin yükselmesi pamuk tüketim ve gereksinimini arttırmıştır. Dünyada 76 ülkede pamuk tarımı yapılmaktadır. Ülkemiz dünya pamuk ekim alanlarında 7. sırada, üretim yönünden 6. sırada bulunmasına rağmen dekara lif verimi yönünden dünya ortalamasının çok üzerinde olup, İsrail, Avustralya ve Suriye’den sonra 4. sırada yer almaktadır. Dünya ülkeleri ve ülkemiz açısından en önemli lif veren bitkilerden biri olan pamuk, lifi ile tekstil sanayinin, tohumunda içerdiği yağ ve protein ile yağ ve yem sanayinin önemli ham maddesini oluşturmaktadır. 1 Kg Kütlü Pamuk’tan ortalama -600 gr Çiğit -360 gr Lif Pamuk -180 gr Yağ -570 gr Küspe -100 gr Lineer -100 gr Çiğit Kabuğu elde edilmektedir Bu şunu göstermektedir ki pamuk tekstil hammaddesi olmaktan öte aynı zamanda çok önemli bir yağ bitkisi olup, ülkemizin bitkisel yağ açığının büyük bir kısmını karşılamaktadır. Kütlü Pamuk bitkisel yağ elde etmek üzere üretilen bitkiler arasında 1. sırayı almaktadır. Hayvancılık sektörünün, yem sanayinin hammaddesinin tamamını karşılamaktadır. Ülkemizin Akdeniz, Ege ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde 2007 yılında 2.453.000 ton Kütlü Pamuk Üretilmiştir. Üretilen bu Kütlü Pamuğun işlenmesi neticesinde 976.540 ton Preseli Pamuk, 1.476.000 ton Çiğit elde edilmiştir. Bu Çiğitten yaklaşık 247.000 ton Ham Yağ elde edilmektedir. Ayrıca 785.000 ton Çiğit Küspesi ile 137.000 ton Limter ve 137.000 ton Çiğit kabuğu elde edilmektedir. Genel olarak üretilen kütlü pamuğun işlenmesi neticesinde %60 oranında Pamuk Çiğidi, %36 oranında Lif Pamuk elde edilmektedir. Elde edilen %60 oranındaki Çiğitten % 57 oranında değerli bir hayvan yemi olan Çiğit Küspesi, %18 oranında Nötr Pamuk Yağı, %10 oranında Selüloz Sanayisinde Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 109 DOSYA DOSYA (Kağıt Para, Dondurma Külahı, İlaç Kapsülü, Çocuk Bezi, Barut Yapımı, Kalın İplik Yapımında kullanılan) tamamen ihraç ürünü olan Linter, %10 oranında yine hayvan yemine karıştırılan Çiğit Kabuğu elde edilmektedir. Ülkemizde Pamuk üretimi yapılan bölgelerimizin toplam nüfusu 15 Milyon olup, bu nüfusun 6 milyonu Pamuk Tarımı ile geçinmektedir. Ortalama 1.000 Da alanda Pamuk üretimi yapan bir işletmenin üretimden pazarlamasına kadar 80 ila 100 işçi istihdam etmektedir. Yalnızca tekstil-Konfeksiyon sektörü toplam GSMH’nın %12’sini, İmalat sanayi üretiminin %18’ini, İmalat sanayi istihdamının %40’ını ve toplam İhracatın %38’ini oluşturmaktadır. Tekstil iş kolunda iplikten hazır giyime kadar 2–2,5 milyon insanı istihdam etmektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki Pamuk üretimi, Ülkemizde tarladan – konfeksiyona kadar 10 milyon insanı istihdam etmektedir. Ülkemizin kuru tekstil kapasitesi yani yıllık presli pamuk ihtiyacı 1400 000 ton civarındadır. Ülkemiz üretiminin ihtiyacı karşılamaması nedeniyle aradaki beşyüzbin tonluk açık (Presli Pamuk) ithal yoluyla karşılanmaktadır. Pamuk ülkemizde istihdam alanı en geniş aynı zamanda ülke ihracatını artıran ham yağ açığını azaltan çok önemli üründür. Pamuk tekstil hammaddesi olmaktan öte aynı zamanda çok önemli yağ bitkisi olup, ülkemizin Bitkisel yağ açığının büyük bir kısmını karşılamaktadır. Kütlü pamuk bitkisel yağ elde etmek üzere üretilen bitkiler arasında 1. sırayı almaktadır. Hayvancılık sektöründe yem sanayinin hammaddesinin tamamını karşılamaktadır. Pamuk tarımının yeterince desteklenmemesi nedeniyle petrolden sonra en fazla pamuk ve bitkisel ham yağ dış alımına 2 milyar dolar döviz ödemekteyiz. Çizelge 1: Pamuk Ekiliş Ve Üretim Kaynak TÜİK-Adana Tarım İl Müdürlüğü İstatistikleri Çizelge 2: Adana İli Yıllara Göre Pamuk Maliyet Ve Alım Fiyatları Ülkemizde pamuk tarımı Çukurova, Ege, Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile Antalya yöresinde yoğun olarak yapılmaktadır. 1980’li yıllara gelinceye kadar Türkiye toplam pamuk üretiminin yaklaşık yarısının üretildiği Çukurova Bölgesinde ise son yıllarda ürün fiyatlarında gözlenen reel gerilemeler buna karşın girdi fiyatlarında görülen %30-40’lık artışlar kurumsal finansman desteğinden yoksun yapısıyla Çukurova üreticisini bu koşullar altında üretimini sürdürebilmesini güçleştirdiğinden pamuk ekim alanlarında önemli düşüşlere neden olmuştur. Yanda verilen ekiliş rakamlarına baktığımızda gerek Adana gerek Türkiye genelinde pamuk ekim alanlarında 1987 ile 2007 yılları arasında önemli düşüşlerin olduğunu, ancak ekilişteki bu düşüşün üretimi çok etkilemediğini söyleyebiliriz. Bölgemizde sanayi yapısına baktığımızda Tarıma dayalı sanayi ağırlığını korumaktadır. Pamuk tarımı mevcut sanayinin içinde önemli bir paya sahiptir.Ancak son yıllarda kırsal kesimde ciddi sosyal çözülmeler yaşanmış bir çok kişi tarımsal istihdamdan kopmuştur. 110 Kaynak ZMO Adana Şube İst. Çukobirlik kayıtları Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi son yıllarda pamuk maliyetleri enflasyondan dolayı sürekli artmakta buna karşılık ülkemiz pamuk fiyatlarının düşük seyretmesi, çiftçinin ise pamuktan para kazanmak yerine zarar etmesinden dolayı hızla pamuk üretimini bırakmaktadır. Pamuk bitkisi tek yıllık bir bitki olduğundan her yıl ekim zamanından hasada kadar geçen dönemde üretimi yapılmaktadır. Bundan dolayı üretimi son derece meşakkatli ve risklidir. Ayrıca yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi pamuk üretimi büyük finans gerektirmektedir. Pamuk üreticileri finans sıkıntısı nedeni ile faizli kredi kullanmak zorundadırlar. Bu nedenlerle pamuk üretiminden vazgeçen çiftçi tekrar pamuk üretimine dönmemektedir. Ülkemizdeki kurulu tekstil kapasitesi yılda 1.200.000 – 1.300.000 Ton pamuk işlemektedir. 2007 yılında lif pamuk üretimimiz 750.000 – 800.000 Ton civarındadır. Son yılın lif pamuk ithalatı 600.000 ton civarında oluşmakta- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA dır. Buna karşılık ülkemiz tekstil hammaddesi olan pamuk ithalatı için 600 milyon $ döviz ödenmektedir. Ülkemiz, Çin’den sonra Dünyanın 2. büyük pamuk ithalatçısı durumundadır. Bu sebeple Ülkemiz pamukta açık pazar haline getirilmiştir. Tekstil sanayinin hammaddesini oluşturan, yağ açığımızın en büyük kısmını karşılayan ve toplam ihracatımızın %38 ‘ini temin eden bir bitkinin Ülkemiz sanayisinin ihtiyacını karşılayacak kadar üretilmesi gerekmektedir. Yukarıda belirtilen (İstihdam, pamuk hammaddesi ve yağ açığı gibi ) nedenlerden dolayı ülkemizdeki pamuk tarımı yeterince desteklenmelidir. Pamuk üretiminin yapılması içinde yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi üretim maliyetinin çok altında kütlü pamuğunu değerlendire bilen çiftçinin bu zararda kurtarılarak pamuk üretiminin devam ettirilmesi sağlanmalıdır. Pamuk üreticisinin üretim maliyeti + kar ile oluşan fiyat ile kütlü pamuğunu sattığı veya eline geçen net fiyat arasındaki farkın mutlaka prim veya uygun görülecek bir sistem ile karşılanması gerekmektedir. Ülkemizde bu kadar istihdam sağlayarak ihracat yaptıran ve ülkemizin yağ açığını azaltan ürün hammaddesinin ülkemizde yetiştirilmediği taktirde ithal yolu ile temin edilmesi düşünüldüğünde her yıl dış ülkelere ülkemizden giden dövizin kendi çiftçimize verilmesi halinde ülkemizin pamuk ihtiyacı sorunsuz bir şekilde karşılanacaktır. Ülkemiz ihracatının önemli bölümünü oluşturan tekstil ve konfeksiyon sanayisinin hammaddesi olan pamuk artık tekstil sanayisinin ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmiştir. Bunun en büyük sebebi; pamuk fiyatlarının dünya piyasalarında düşük olması, ülkemizde üretim maliyetlerinin yüksek olması, hasatta işçilik problemi ve ülkemizde pamuğa verilen teşvik primlerinin yetersizliği kısaca sayılabilir. Ülkemizin pamuk alanında diğer ülkelerle yarışabilmesi, maliyetlerin düşürülmesine yönelik yapısal önlemlerin alınmasına bağlıdır. Makineli hasadın yaygınlaştırılması işçilik giderlerinin azalmasına ve kaliteli ürün elde edilmesini sağlayacaktır. Ülkemizde pamukta uygulanan destekleme primlerinin yeterli düzeye çıkarılması hazine arazilerinde pamuk üretimi yapan üreticilere de desteklemenin yapılması ve pamuk üretim alanlarının artışına yönelik alınacak önlemler bu önemli ürünümüzü eski altın çağlarına taşıyacaktır. Eğer gerekli önlemler alınmazsa pamuğu bundan böyle sadece eski Türk filmlerinde görebileceğiz. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 111 DOSYA Aydın ŞELTE, Erhan SELVİ Metalurji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi DÜNYADA METALURJİ SANAYİ GİRİŞ Metalurji, metal madenlerinin bir dizi kimyasal ve fiziksel süreçlerden geçirilerek içerdikleri metallerin kullanıma/ ekonomiye kazandırılması sanatıdır. Bu nedenle madencilik ve metalurji birbirini tamamlayan iki kavramdır. İmalat sanayi ise, metalurji (metaller) ve kimya sanayi ürünleri (kimyasallar, plastikler) ile varlığını sürdüren nihai sektördür. Madencilik faaliyetlerinin ekonomik boyutu, yalnızca üretilen cevherin miktarı ve birim fiyatı ile ele alındığında yanıltıcı sonuçlara varılır. Şöyle bir örnekle bu noktayı açabiliriz: ülkemizde otomotiv ve beyaz eşya sektörünün, kurulu üretim kapasitesini tam kullandığı varsayımına göre yıllık çelik saç ve demir-döküm ihtiyacı 1 milyon ton üzerindedir. Bu tür ürüne dönüştürülmüş çeliğin ekonomideki değeri 10 -12 milyar USD mertebesindedir; oysa aynı miktardaki demir-çeliğin metalürji tesislerinden çıkış bedeli 0,5 milyar dolar civarındadır. Bir milyon ton demir cevherinin toplam bedeli 70–80 milyon dolardır. Görülüyor ki metalürji ile birlikte demir cevherinin değeri 7–8 katına, otomotiv, beyaz eşya gibi uç ürünlerde 150–200 katına çıkmaktadır. İktisadi faaliyetlerin uluslararası standart sanayi sınıflamasına göre imalat sanayinde 110 sektör sınıflandırılmakta, bunun 31′i metal işkolunda yer almaktadır. (1993 Sanayi Kongresi Bildiriler Kitabı) Ancak bu 31 sektör analiz edildiğinde işin gerçek boyutu anlaşılmaktadır: Silah sanayi, makine imalat sanayi, elektronik sanayi, demir çelik, otomotiv, kahverengi ve beyaz eşya, gemi ve uçak yapımı, demiryolları, ulaşım araçları ve robotik vb. sektörlerin bu işkolunda olması işin rengini ortaya koymaktadır. 112 DÜNYA METALURJİ SANAYİNİN DURUMU Dünya madencilik ve metalurji sektöründe büyüklerin kazancı giderek artarken birleşmeler, satın almalar, ya da stratejik birlikte hareket etme kararları ile hammadde zengini sayılan ülkelerde bu kaynakların fiili mülkiyeti ya da uzun vadeli imtiyaz hakları da, uluslararası/uluslarüstü büyük tekellerin eline geçmektedir. Beklendiği gibi izabe/rafinasyon ağırlıklı faaliyet gösteren NA ve SKS firmalarında kişi başı ciro yüksek, kişi başı kâr ise düşüktür. Bununla birlikte SKS kişi başı kar değeri, Anglo American, Kazakhmys, NA, KGHM ve New Mont şirketlerinin değerlerinden daha yüksektir. SKS daha başarılıdır. Anglo American ve New Mont altın madenciliği konusunda faaldir. BHP-Billiton, bu kategorinin en başarılı şirketidir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA “Anglo American”, Dünya çapında elmas ve kıymetli metal madenciliği (Au, Pt vd.) ile iştigal etmektedir. Büyük ortak “Oppenheimer” ailesi, RioTinto ve BHP-Billiton firmalarının sahibi olan “Rothschild” ailesi ile stratejik işbirliği içindedir. “Rio Tinto”, 120 ülkede kömürden uranyuma, bakırdan nikele, kurşun ve çinkodan altın ve gümüşe kadar sanayide önemli yer tutan 40 çeşit element üretmektedir. Şirket, Frankfurt’ta Rothschild’ler ve 12 aile arasında yapılan “1773 Sözleşmesi”nden tam 100 yıl sonra 1873’de “Rio Tinto Zinc” adı ile kurulmuştur. Rothschild’lerin günümüz Türkiye’sinde bilinen 3 madencilik şirketi ve bir bankası vardır. Bunlar, tronadan tabii soda üretimi için RİOTUR, her çeşit metal madenciliği için 1994’de Ankara’da kurulan ve toplam 14.250 km2’lik alanda maden arama ruhsatlarına sahip “Anatolia Minerals Development Ltd” (şimdiki adı YAMAŞ: Yeni Anadolu Madencilik A.Ş.), Turgutlu-Çaldağ’da güncel fiyatlarla metal rezerv değeri 40 milyar USD’ı bulan Ni ve Co maden yatağını işleterek NiS ve CoS ürünlerini yurtdışına gönderecek olan Bosphorus Nickel Mining Comp., ve HSBC-Bank’dır. (Hongkong-Shanghai Banking Corporation: Rothschild tarafından 1865’de Çin’de kuruldu. Günümüzde 82 ülkede 10.000 ofisi ve 100 ülkeden 200.000 ortağı vardır, ortakların toplam payı hakkında bir bilgiye ulaşılamadı. 2006 yılı için Kuzey Amerika’da müşteri hesapları toplamı 244,5 Milyar USD mertebesinde olup beyan edilen vergi öncesi karı 4,668 Milyar USD’dır. (Muadil rakamlar, Güney Amerika Kıtası için 91 Milyar USD ve 1,735 Milyar USD olarak verilmektedir.) Rio Tinto, Kanada’lı alüminyum devi “ALCAN”ı satın almak için 38,1 Milyar USD’lık teklif verdi. Konu olumlu sonuçlanırsa 4,4 milyon t/y kapasiteli dünyanın en büyük alüminyum üretim birimi ortaya çıkmış olacaktır. Oysa ABD alüminyum devi “ALCOA” Alcan’a daha önce 27,5 Milyar USD’lık bir teklif ile talip olmuştu. Rio Tinto’nun Alcan’ı ele geçirdikten sonra Alcoa’ya da talip olacağı yönünde beklentiler var. Son haberlere göre Rio Tinto, 6 Milyar USD borcunu da üstlenerek toplam 44,1 Milyar USD bedel ile ALCAN’ı bünyesine katmış durumdadır ve daha şimdiden Dünyanın en büyük alüminyum üreticisi konumuna ulaşmıştır. Şayet arkasından ALCOA’yı da ele geçirme niyeti varsa birincil alüminyum üreticilerinin nefesini kesmek için LME alüminyum birim fiyatlarının plan gerçekleşinceye kadar düşük seviyelerde tutulacağını tahmin ediyoruz. ALCOA da ele geçirildikten sonra LME alüminyum birim fiyatlarının istendiği şekilde manipüle edilmesi için ortam uygun hale gelecektir. Ani darbeler- le yukarı çekilecek birim fiyatlar ise alüminyum imalat sektörünün işletme sermayesi gereksinmesini de yukarı çekeceğinden finans sorunlarının aşırı büyümesi, kredi ihtiyacı ile sanayicilerin bankalara mahkûmiyeti ya da şirketlerine yeni ortak arayışları hatta şirketlerini satmaları gündeme gelecektir. Rio Tinto’nun ikinci dönemde imalat sektöründe faaliyet gösteren firmaları birer birer düşürmesi beklenebilir. Böylece bize göre son yıllarda alüminyum dışındaki demir dışı metal fiyatlarının LME’de niçin katlanarak yükseldiğinin açıklaması kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Dünya finans sistemindeki ve madencilik-metalurji sektöründeki egemenliği ile paralel LME-hâkimiyeti “Rothschild”lere çok hızlı bir birikim olanağı sağlamıştır. (Çinko fiyatının alüminyum fiyatının üzerine tırmanması, şimdilerde kurşunun da aynı yolu izlemesi metalurji bilimi ile açıklanamıyordu.) Dünya alüminyum sektöründe de hâkimiyet tedricen Rio Tinto vasıtasıyla Rothschild’lere geçtikten sonra daha yüksek düzeyde makul bir fiyat dengelenmesi beklenebilir. Madencilik ve metalurji sektörünün tüm dallarında hâkimiyet “tek-elde” toplandıktan sonra LME fiyatlarının sürekli zigzaglarla birlikte artık aşağı seviyelere, yani dar kâr marjları alanına, dönüş yapması beklenmemelidir. (Ancak dışarıdan yeni rakipler ortaya çıkarsa bunların batırılması için geçici olarak fiyatlar aşağı çekilebilir...)(LME fiyatlarında sürekli zigzaglar, spekülatörlerin manipülasyonu yüzünden önlenemez özelliktir...) “BHP-Billiton” 1885’te Avustralya’da kurulan Broken Hill Proprietary Company (BHP) şirketi ile 1860’ta Hollanda’da kurulan Billiton şirketlerinin 2001 yılında birleşmeleri ile oluşmuştur. BHP, Avustralya’da kurşun ve gümüş madenciliği ve petrol istihracı ile büyümüş ve Papua Yeni Gine’de (Ok Tedi: şimdi kapalı) ve Şili’de (Escondida’da % 57,5 hisse) bakır madenciliği ve metalurjisine girmiştir. Billiton, Endonezya’nın kalay bakımından zengin Banka adasında faaliyete başlamış, Hollanda’da kalay ve kurşun izabesi ile büyümüş ve 1940’larda Endonezya ve Surinam’da “bauxite” madenciliği ile genişlemesini sürdürmüştür. 1990’larda Güney Afrika ve Mozambik’te alüminyum izabesi, Avustralya ve Kolombiya’da nikel faaliyetleri, Kanada, Güney Amerika ve Güney Afrika’da metal madenciliği, Avustralya, Kolombiya ve Güney Afrika’da kömür madenciliği, Brezilya, Surinam ve Avustralya’da alüminyum ve Güney Afrika’da titanyum mineralleri, çelik ve ferro-alaşım konularında aktif olmuştur. BHP-Billiton, demir cevheri, manganez, petrol, alüminyum, ana metaller, kömür, paslanmaz çelik ve elmas ve özel ürün- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 113 DOSYA DOSYA ler dallarında 8 temel faaliyet alanında kendini göstermektedir. Avustralya’da 35, Güney Afrika’da 4, Brezilya ve Şili’de 3’er adet, Kolombiya’da 2, Kanada, Endonezya (Wetar altın madeni), Irak, Mozambik, Pakistan, Papua Yeni Gine, Peru ve ABD’de 1’er maden/metalurji işletmesine sahiptir. BHPBilliton, kendi beyanına göre, kömür ihracatında dünya ikincisi, bakır üretiminde dünya üçüncüsü, nikel üretiminde dünya üçüncüsü, uranyum üretiminde dünya dördüncüsü, aluminyum üretiminde dünya altıncısıdır. BHP-Billiton 2005 yılında Avustralya’lı Western Mining Company (WMC) grubunu 7,3 Milyar USD bedel ile satın almıştır. WMC, bakır, nikel, uranyum, altın, gümüş, suni gübre üreticisidir, “red bed” bakır yatağı olarak dünya jeolojisinde büyük yankı yapan “Olympic Dam” maden yatağının da sahibidir. Olympic Dam’de tesbit edilen kesin rezerv değerleri şöyledir: Bakır (Cu):32.000.000 t; uranyumoksit (UO2): 1.200.000 t; altın (Au):1200 t; gümüş (Ag): 7000 t. Son gelişmeler Rio Tinto’nun zaten hissedarı olduğu BHP-Billiton’u tamamen satın alıp yuttuğunu göstermektedir, tabii ki marka olmuş isimler eskisi gibi aynen muhafaza edilmektedir, edilecektir. CVRD (Brezilya), 2006’da 273 Milyon ton demir cevheri istihraç etti ve 251.000 ton nikel üretti. (CVRD, geçen yıl INCO’yu 16,8 Milyar USD bedel ile satın almıştı), dünyanın en büyük demir cevher üreticisi ve ihracatçısıdır. Avustralyalı AMCI firmasını 661 Milyon USD bedel ile aldı, böylece yıllık 30 Milyon ton kömür üretim kapasitesi ile dünyanın en büyük 10 kömür üreticisi arasına girdi. CODELCO Şili’nin dışında Arjantin, Peru, Kanada ve Pakistan’da maden işletmelerine sahiptir ve Kanada’lı NORANDA ile birlikte ABD’deki bakır üreticisi “Rio Algom” u 800 Milyon USD karşılığında satın almıştır. NORİLSK, Kuzey Kutup Dairesi içindeki Norilsk şehir bölgesinde madencilik faaliyetleri 1920’lerde başlamış, 1935’te metalurji kompleksi “MMC Norilsk Nickel” (Mining and Metallurgical Company) oluşturulmuş ve 1993’te bugünki yapısına dönüştürülmüştür. (RAO Norilsk Nickel). “Gulag” sürgün işçilerinin zorunlu hizmetlerinden de yararlanan maden-metalurji tesisleri, kış mevsiminde zaman zaman – 55 0C derecelere düşen iklim koşullarında da başarılı çalışmalarını devam ettirmiştir. Cu, Ni, Co, Au, Ag, Pt, Pd, Se, Te, İr, Ru, Rh ve kömür üretmektedir. Norilsk Nickel, Rio Tinto ve BHP-Billiton ile çeşitli bölgelerde jeolojik araştırma ve prospeksiyon çalışmalarının gerçekleştirilmesi konusunda sözleşmeler yapmıştır. Kazakhmys, Kazakistan’da 457.000 t/y Cu kapasiteli entegre tesislere sahip bir şirkettir, Almanya Hettstedt’deki “MKM Mansfelder Kupfer und Messing GmbH” firmasını satın alıp bünyesine katmıştır. (Böylece toplam kapasite 650.000 t/y düzeyine yükselmiştir.) Polonya bakır sektörünü de ele geçirmek için çalışmalarda bulunduğu ileri sürülmektedir. Bu gerçekleşirse toplam kapasite 1.200.000 t/y olacacaktır. Kazakistan’da faaliyet gösteren Kanada’lı şirket “Eurasia Gold”u da almak için 260 Milyon USD’lık bir teklif götürdüğü beyan edilmektedir. CODELCO Şili’de bilinen bakır rezervlerinin yarısını elinde tutan bir devlet kuruluşudur ve dünyanın en büyük bakır üreticisidir. (Yaklaşık 2 milyon t/y metalik bakır ile dünya üretiminin % 13’ü) ABD şirketleri hâkimiyetinde bulunan bakır yatakları 1955’te devletleştirilmeye başladı, 1971’de Salvador Allende tarafından süreç tamamlanarak CODELCO (Corporacion Nacional del Cobre de Chile) şirketi oluşturuldu. 2004’de Şili devlet gelirlerinin % 15’i Codelco’dan neşet etti, 2006 yılı şirket kârından 1,131 Milyar USD Şili ordusuna tahsis edildi. 1910 yılında işletilmeye başlanan “Chuquicamata” dünyanın en büyük açık maden işletmesidir. 1904 yılında işletmeye alınan “El Teniente” bakır madeni ise Dünya’nın en büyük yeraltı işletmesidir, buradaki galerilerin toplam uzunluğu 2400 km.’dir. 114 Mühendislikte, kte, Mimarlıkta Mim mar arlııkt k a ve ve P Planlamada la anl n amad amad am ada a ÖLÇÜ ÖL Ö LÇÜ Ü 114 DOSYA DOSYA Freeport McMoran, 25,9 Milyar USD bedelle rakibi Phelps Dodge şirketini satın almıştır. Phelps Dodge ise ayrıca toplam 15.000 kişilik personel istihdam etmektedir. Grupo Mexico Meksika’nın en büyük madencilik şirketidir. Kendi beyanına göre Codelco ve Freeport McMoran’dan sonra dünyanın üçüncü büyük bakır üreticisidir ve dördüncü büyük gümüş üreticisidir. Ayrıca Zn, Pb, Mo, Ag vd. üretmektedir. Faaliyet hacminin % 75’i Meksika içindedir, “ASARCO” ile ABD’de ve “Southern Copper” ile Peru’da faaliyeti vardır. Kuruluşu 1892’lere dayanır, kurucu “Guggenheim” ailesi daha sonra 1911’de ASARCO’yu kontrollü altına alır, 1965’te ASARCO’nun % 51’i Meksika Şubesi’ne geçer, çeşitli gelişmeler sonrası 1999’da “Grupo Mexico” eski sahibi ASARCO’yu satın alır. KGHM 1961 yılında Polonya’nın güneybatısındaki bakır yataklarını değerlendirmek amacıyla kuruldu, 1978’de izabe ve rafinasyon sistemleri tesis edildi, 1993’de kıymetli metaller kazanım tesisi ilave edildi, Son yıllarda (2003 – 2004) ortalama % 1,99 Cu tenörlü cevherden 25 - 26 milyon t/y istihraç edip bundan 1,8-1,9 milyon t/y % 26-27 Cu’lı konsantre üretimi, 512.000 t/y bakır, 600.000 t/y sülfürik asit, 1200-1250 t/y gümüş, 350-400 kg/y altın ve 20.000 t/y metalik kurşun üretimi seviyesine ulaşmıştır. Polonya bakır yatakları genellikle 1000 – 1200 metre derinlikte yeraltı işletmeleri ile değerlendirilmektedir. Norddeutsche Affi nerie (NA), 3200 çalışanı ve 800.000 t/y’lık üretimi ile Avrupa’nın en büyüğüdür, 777 Milyon Euro ile Belçika’lı “Cumerio” fi rmasını bünyesine katma girişiminin bu yıl sonuna kadar sonuçlanması beklenmektedir. Bu işlem sonrası toplam 4600 çalışanı ile yılda yaklaşık bir milyon ton bakır üreten bir grup ortaya çıkacaktır. Grubun hammadde kaynakları yönünde dikine entegrasyon amacını da güttüğü tahmin edilebilir, zira başta Bulgaristan olmak üzere Cumerio’nun Karadeniz ülkelerindeki bakır maden yatakları ve en başta Türkiye olmak üzere büyük bakır katot müşterileri, NA için önem arz eden realitedir. İtalya-Arjantin kökenli Techint grubuna ait çelik şirketi SIDOR, Venezüella’nın kuzeyindeki Bolivar eyaletinde bulunan, çelik kablo ve metal boru üretimi yapan, And Bölgesi’nin birinci ve Latin Amerika’nın da dördüncü büyük çelik fabrikasıdır. 4.2 milyonluk kapasitesiyle ülkenin en büyük çelik fabrikası konumundaki dev tesis, 1962 yılında devlet tarafından kurulmuş ve 1998 yılında özelleştirilmişti. Chavez hükümeti döneminde ise el değiştiren tesisin %60 ortağı Arjantinli firma Techint, %20 ortağı Venezüella hükümeti. Kalan %20’lik hisse ise SIDOR işçileri ve işçi emeklilerine aitti. Venezüella için hayati önemdeki endüstriyel yatırımlardan biri olan tesis, toplam üretiminin (açıklanan rakamlara göre) %63’ünü iç pazara, %37’sini ihracata yönlendiriyor. Ve şu günlerde bol çatışmalı bir süreç sonucunda SIDOR tamamen kamulaştırılarak işçi ve mühendisler ile devlete devredildi. Yönetim kadrosuna mühendisler, işletme eğitimi almış devlet yöneticileri ve işçiler alınarak üretimden elde edilen kar üreticiler lehine paylaştırılmaya başlanmıştır. Ve son olarak Hintli firma Tata , 1999 yılında British Steel 13 milyar dolar gibi yüksek bir rakamla bünyesine katmış ve 2007 yılında 12 milyar dolarla Hollandalı Corus ‘u satın alarak verileri alt üst etmiştir. Tablo 1: Gerçekleşmiş en büyük 11 satın alma ve birleşmeler. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 115 DOSYA Aydın ŞELTE, Erhan SELVİ Metalurji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi TÜRKİYEDE METALURJİ SANAYİ 1-DEMİR-ÇELİK SEKTÖRÜ Altyapısı 1930’lu yıllarda atılan Türkiye demir çelik sektörü, Türk ekonomisinin gelişmesinde ve endüstrileşmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. İlk çelik fabrikası 1928 yılında, savunma sanayinin çelik ihtiyacını karşılamak amacıyla Kırıkkale’de üretime başlamıştır. Türkiye’nin ilk entegre demir çelik tesisi olan Karabük Çelik Fabrikaları (KARDEMİR), 1937 yılında işletmeye açılmıştır. KARDEMİR 1995 yılında özelleştirilerek çalışanlara devredilmiştir. Yassı çelik ürünleri talebini karşılamak için, Türkiye’nin ikinci entegre tesisi olan Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları (ERDEMİR) ise 1965 yılında üretime başlamıştır. 1977 yılında, uzun çelik ürünleri ve yarı ürün talebini karşılayabilmek amacıyla, Türkiye’nin üçüncü entegre tesisi, İskenderun Demir Çelik Fabrikaları (İSDEMİR) işletmeye açılmıştır.1960’lı yıllardan itibaren özel sektöre ait elektrik ark ocaklı tesislerin faaliyete geçmesi ve 1970’li yıllarda 5 ark ocaklı kuruluşun işletmeye açılması ile özel sektörün çelik sektörü içindeki payı artmıştır. Özel sektöre ait ilk çelik tesisi 1960 yılında İzmir’de kurulan ve 20 bin ton kapasite ile üretim yapan, şu anda kapanmış olan METAŞ’tır. 1965 yılında Erdemir 470 bin ton üretim kapasitesi ile yassı ürün üretimine başladı. 1980 yılında sektörün yıllık ham çelik üretim kapasitesi 4 milyon 200 bin tona ulaştı.1980’li yıllarda ise yeni elektrik ark ocaklı tesislerin kurulması ile sektörde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Ülkemizde demir-çelik sektöründe üretim, yüksek fırına dayalı üretim yapan 3 adet entegre tesis ve 15 tanesi özel sektöre ait 17 adet elektrik ark ocaklı tesis olmak üzere toplam 20 tesis tarafından gerçekleştirilmektedir. Sektörde faaliyet gösteren üretici 116 firmaların, Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu dışında hepsi, Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşu arasında yer almaktadır. 1996 yılında Türkiye, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile çelik ticaretine uygulanan gümrük vergisi kaldırılması amacıyla serbest ticaret anlaşması imzaladı. 1999 yılında Yıllık demir- çelik üretimi 14 milyon tona çıktı. 2001’de üretim 15 milyon tona ulaştı. 2002 yılında Türkiye, dünya çelik üretiminde 16 milyon tonu aşarak 13’üncü sıraya yükselerek, büyük bir başarı sağladı. Türkiye’de üretimi yapılan ana ürün grupları ‘uzun ürün’, ‘yassı ürün’ ve ‘vasıflı çelik’ olup, girdi alınan temel sektörler ise madencilik, enerji ve hurdadır. Dünyada tüm çelik üreticisi ülkeler ile AB ülkelerinde üretim dağılımı yassı ürünlerde yüzde 60, uzun ürünlerde yüzde 40 iken, ülkemizde tam tersi bir durum söz konusu idi. Türk demir-çelik sektöründe uzun ürünlerde kapasite fazlalığı varken, yassı mamuller ise yurtiçi ihtiyacı karşılayamıyor. Uzun ürünlerdeki üretim fazlası ihracat yolu ile eritilmeye, yassı ürünlerdeki talep fazlası ise ithalat yolu ile karşılanmaya çalışılıyor. Demir Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA çelik sektöründeki uzun ve yassı ürün dengesizliğini ve yassı mamul arzındaki eksikliği giderebilmek amacı ile İsdemir 31 Ocak 2002’de Erdemir’e devredildi. 2003’te Ham çelik üretimi 18,2 milyon tona ulaşmıştır, ihracatta 3 milyar dolar sınırı zorlandı. 2004’te 20,4 milyon ton, 2005’te 20,9 milyon ton, 2006’da 23,3 milyon tona ulaşmıştır. 2007 yılında, Ülkemizin ham çelik üretimi, geçen yılın aynı dönemine göre, % 10,5 oranında artışla, 25.76 milyon ton seviyesinde gerçekleşmiş ve ülkemiz dünya ham çelik üretimi sıralamasında 11., AB ülkeleri sıralamasında ise 3. sıradaki yerini korumuştur. Yılın ilk yarısında demir-çelik ihracatında ulaşılan miktar yönünden % 13,4, değer yönünden ise, % 48,6 oranındaki artışa göre, 3. ve 4. çeyrekte gerileme yaşanmış ve 2007 ihracatımızdaki değer yönünden artış, % 31 seviyesinde kalmıştır. Türkiye 2007 yılında ham çelik üretimini 2002 yılına göre yaklaşık 9,7 milyon ton arttırdı. Ham çelik üretimi başlığı altında yer alan uzun-çelik üretimi 2002’de 13,2 milyon ton, 2003’te 14,8 milyon ton, 2004’te 17 milyon ton, 2005’te 17,4 milyon ton, 2006’da 19,7 milyon ve 2007 yılının çeyreğinde 5,1 milyon ton oldu. Vasıflı çelik üretimi ise 2002’de 329 bin ton, 2003’te 352 bin ton, 2004’te 362 bin ton, 2005’te 377 bin ton, 2006’da 466 bin ton ve 2007 yılının ilk çeyreğinde 133 bin ton olarak gerçekleşti. Son verilere göre ülkemiz 25,8 milyon tonla dünya üretimin sadece % 1,9’unu karşılamaktadır. http://www.haberx. com/n/1035994/turkiye-dunya-ham-celik sitesinden ve çeşitli kaynaklara bakılarak elde edilen verilere göre, 2004 yılında Türkiye’de sıvı çeliğin yaklaşık %73’ü EAO tesislerde, %26’ı ise entegre tesislerde üretilmektedir. Toplam sıvı çeliğin yaklaşık %83’ü uzun- çelik, %15’i yassı çelik, %1,8’si de vasıflı çelik üretimine yöneliktir. Sanayileşmiş ülkelerde, uzun- çelik üretimi toplam üretim içerisinde %30–40, yassı çelik üretimi ise %60–70 paya sahiptir. 1–1 ERDEMİR Erdemir Türkiye’nin tek entegre yassı çelik üreticisidir. Erdemir, kuruluşunda 470.000 ton olan yıllık ham çelik üretim kapasitesi, 1969–78 döneminde gerçekleştirilen yatırımlar ile 1.700.000 ton/yıl’a, 1983–87 döneminde gerçekleştirilen yatırımlarla da 2.000.000 ton/yıl seviyesine çıkarılmıştır. 1990 yılında başlatılan “Kapasite Artırma ve Modernizasyon Projesi” ile Erdemir’in ham çelik ve yassı çelik üretim kapasiteleri sırasıyla, 3.000.000 ve 3.300.000 ton/yıl düzeyine çıkarılmıştır. Erdemir’in ürettiği ürünler arasında sıcak ve soğuk haddelenmiş saclar, levha, kalay, krom ve çinko kaplamalı saclar bulunmaktadır. Bu ürünler otomotiv, beyaz eşya, boru, ambalaj basınçlı kap ve makine gibi sektörlerde hammadde olarak kullanılmaktadır. Üretimiyle Çelik Üreticisi 15 AB üyesi ülke arasında 8. sırada, dünyada 48. sırada yer alan, 2004 yılını rekor üretimle kapatan, köklü şirket kültürü, ileri teknolojik yapısı, dünya çapında ürün kalitesiyle, kârlılığı ve verimiyle göz kamaştıran, önümüzdeki 3-5 yıl içindeki yatırım hedefleriyle Avrupa’nın en üst sırasında yer almaya aday, Türk sanayisinin lokomotifi olan ERDEMİR, bir dünya şirketi olarak yurt dışındaki güçlü demir-çelik firmalarının ağızlarını sulandırmaktadır. ERDEMİR Türkiye’nin sanayileşme ve kalkınmasının simgesidir. Ekonomideki yerini başarıyla sürdürmektedir. Şirketin başarısı sayesinde devlet, Ereğli’ye aktardığı kaynağın çok daha fazlasını bu bölgeden geri almaktadır. Bu derece ülke ekonomisinin atar damarlarından biri olan ERDEMİR’in yok pahasına satılması ülkemiz için büyük kayıptır. 2- ALÜMİNYUM SEKTÖRÜ Alüminyum, hammadde olarak tamamen çevre dostu yöntemler ile üretilir ve yüzde 95 oranında geri dönüşümlüdür. Alüminyum, oksijen ve silisyumdan sonra dünyada en çok bulunan madendir ve hammaddesinin menşei açısından güvenlidir. Alüminyumun tercih edilebilirliliğinin en büyük nedenleri arasında hafifliği, ömrünün uzunluğu, dış etkenlere ve değişik iklim şartlarına karşı dayanıklılığı, kolay şekillendirilebilmesi, düşük bakım maliyetleri, renklendirilebilmesi ve teknolojik açıdan sonsuz ürün çeşitliliği gibi alternatif özelliklere sahip olmasıdır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 117 DOSYA DOSYA Ülkemizde alüminyum kullanımı kişi başına yılda (2005 yılı verilerine göre) 5.7 kg. olup, bu miktar gelişmiş ülkelerin ortalamasına göre 5–6 kez daha düşüktür ve ileri ülkelerdeki 30 kg/yıl seviyesindeki tüketimin çok altındadır. Ancak kişi başına 30 kg/yıl gibi seviyelere çıkabilen kullanım, sektörün önünde büyük bir gelişme alanı olduğunu göstermektedir. Ayrıca yurt dışındaki pazarlarda alüminyum ürünlerine talebin oldukça fazla olduğu da görülmektedir. Mevcut üretim tesislerimiz, dünya ölçülerine göre orta ve küçük ölçekli olmakla beraber, ekonomimizin gelişmesine paralel olarak sektörde de gelişme görülmektedir. Mevcut sorunların aşılması halinde, hızlı büyüme sağlayacak sektörlerimizden biri, alüminyum sektörüdür. Geçtiğimiz yıllarda sektör ortalama yüzde 10- 15 civarında büyüme göstermiştir. Alüminyumun en fazla kullanıldığı sektörler olan otomotiv, beyaz ve kahverengi eşya üretimindeki artış, büyümedeki temel etkenlerdir. Ayrıca, uzun kriz dönemlerinin ardından ekonomik istikrarın sağlanması da büyümeyi tetiklerken, gelecek yıllarda da bu büyümenin devam etmesi beklenmektedir. Gelecek yıllarda da yıllık ortalama % 10 ila 15 büyüme hedefl eyen alüminyum sektörünün, gerek üretim gerekse ihracat hacminde, yukarıdaki şartların da devam etmesi halinde beklenen hedefe ulaşılabileceği öngörülmektedir. Türkiye’de birincil alüminyum (diğer alt sektörlerin hammaddesi) üretim miktarının 60.000 ton (Seydişehir yıllık üretimi) ile sınırlı olması dolayısıyla, sektörün hammadde ihtiyacının yaklaşık %90’i ithal edilmek durumundadır. Son yılların verilerine baktığımızda 2005 yılında (12 aylık) 393.464 ton birincil alüminyum, 16.962 ton ikincil alüminyum ithal edilmiştir. 2006 yılının 11 aylık verilerine göre ise 424.673 ton birincil alüminyumda, 10.307 tonda ikincil alüminyum ithalatı yapılmıştır. Yurt dışından, 2006 yılında 30.000 ton hurda girişinin de olduğu tahmin edilmektedir. Bugün faaliyette olduğu tespit edilen irili ufaklı 1.500 kadar alüminyum firmasında yaklaşık olarak 18.000 kişi istihdam edilmektedir. Sektörde genel olarak büyük kapasiteli tesislerde teknoloji yoğun, küçük firmalarda ise emek yoğun üretim sistemi uygulanmaktadır. Sektörün alt gruplarını oluşturan ekstrüzyon ürünleri sahasında istihdamda bir önceki yıla göre 2003 yılında %33, 2004 yılında %15,7 ve 2005 yılında %12 artış, yassı ürünler sahasında 2003 % 0,95, 2004 yılında 1,04 ve 2005 yılında %1,13 artış gözlenmiştir. Mimari Uygulama yapan firmalarımızda ise 2004 yılında % 150’lere varan istih118 dam artışından sonra 2005 yılı içinde istihdam da % 9,6 artış göstermiştir. Diğer alt sektörlerde de yapılacak yeni yatırımlara bağlı olarak istihdam artışının olması beklenmektedir. 3- BAKIR SEKTÖRÜ 3–1 TÜRKİYE BAKIR MADENLERİ Cumhuriyet döneminde, 1938 yılına kadar bakır üretimi önemsizdir. 1930 yılından 1937 yılına kadar üretim hiç yapılmamıştır. 1937 yılında Kuvarshan Bakır İşletmesi, 1939 yılında ise Ergani Bakır İşletmesi’nde Etibank tarafından tekrar üretime geçilerek ilk blister bakır üretilmiştir. Bugün, ülkemizde yıllık ortalama 60.000 ton bakır cevheri üretilmekte olup, dünya bakır üretimindeki payı sadece %0,43 düzeyindedir. Ülkemizde üretilen bakır konsantrelerinin yarısına yakın miktarı ülkemizin tek izabe tesisi olan Samsun izabe tesisinde işlenmektedir. Türkiye bakır sektörü ‘hammadde/ara ürünler sektörü’ olarak sınırlı bir kapasite/üretim yapısına sahip olmakla birlikte, ‘ürünler sektörü’ açısından boru, yassı ürün ve bazı alaşım ürünleri hariç, ülke ihtiyacının üzerinde yüksek sayılabilecek kapasiteye sahiptir. Türkiye’nin bakır madenleri, Karadeniz Bölgesi’nde Rize (Çayeli), Artvin (Murgul, Cerattepe) ve Kastamonu (Küre)’de, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Siirt (Madenköy) ve Elazığ (Maden) yörelerinde bulunmaktadır. Çanakkale (Yenice) ve Ordu (Zamanti) yörelerinde kompleks bakır cevherleri bulunmakta ve kısmen işletilmektedir. Bu madenlerin hemen hemen hepsinde konsantre bakır üretilmekte, Rize Çayeli madeninde üretilen konsantrenin tamamı ihraç edilmektedir. Türkiye görünür bakır rezervi, son tespitlere göre, metal içeriği olarak 1,6 milyon ton civarındadır. Bakır fiyatlarının yükselmesi parelelin de düşük tenörlü sayılabilecek bakır cevherlerinin işlenilmesi ekonomik olabilmektedir. Bu bakımdan, ülkemizin daha önce arama yapılmayan yörelerinde yeni bakır yataklarının bulunma olasılığı söz konusudur. Sarkuysan A.Ş’nin hazırladığı Sektör Raporuna göre, 2005 yılında 44.646, 2007 yılında 46.504 ton bakır üretilmiştir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 3.2 TÜRKİYE İZABE TESİSLERİ Elazığ’ın Maden ilçesinde bulunan Ergani bakır işletmeleri ülkemizin ilk bakır izabe tesisidir. Bu tesis, işletilen cevherin tükenmesi nedeniyle kapatılmış durumdadır. Artvin Murgul’da bulunan izabe tesisinin faaliyeti ise teknolojik ve ekonomik nedenlerden dolayı 1994 yılında durdurulmuştur. Mevcut durumda, Türkiye’nin tek izabe tesisi Samsun’da bulunan Karadeniz Bakır İşletmeleri (KBİ)’dir. Blister bakır üretim kapasitesi 34.000 ton olan tesiste 2007 yılında tamamlamam revizyon yatırımı neticesinde kapasite 40.000 ton’a yükseltilmiştir. KBİ yıllık üretim değerleri aşağıda verilmektedir: 3.3 TÜRKİYE RAFİNASYON TESİSLERİ Maden ve izabe tesisleri olarak sınırlı kapasitelere sahip olan Türkiye bakır sektörünün dört özel sektör kuruluşuna ait toplam rafinasyon kapasitesi 133.000 ton olup ülke ihtiyacının yaklaşık üçte birini karşılayacak düzeydedir (Sarkuysan A.Ş, Sektör Raporu). Sektörün yılda yaklaşık 300 bin ton civarında rafine bakır ithalatına ihtiyaç göstermesinin ana nedeni, aşağıdaki bölümde ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulduğu gibi, sektörün sahip olduğu yüksek filmaşin kapasitesinden kaynaklanmaktadır. 3.4 TÜRKİYE BAKIR FİLMAŞİN TESİSLERİ Dünya Bakır Filmaşin kapasiteleri - 2006 (Dünya Kapasiteleri Toplamı: 15,23 milyon ton) lerine çevirerek, aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi, ihraç etmektedir: Netice itibariyle, Türkiye “ürünler” bazında dünya pazarlarında önemli bir yeri olan bir ülke konumundadır. 3.5 NEREDEN NEREYE Ülkemiz madencilik sektöründe 1980’lerden itibaren öne çıkan söylem, kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi olmuştur. Türkiye madencilik sektöründe mülkiyet ve yönetim değişikliklerini gerçekleştirmeye yönelik olarak çeşitli kamu kurumlarında sektörel bölünme, ticarileştirme, şirketleştirme ve özelleştirmeye yönelik uygulamalar birbirini izlemiş, madencilik sektörünün kamu ağırlıklı yapısı özel sermayenin de yerini alabileceği bir rekabet ortamına dönüştürülmeye çalışılmıştır. Toplam 133.000 ton’luk rafinasyon kapasitesine karşın 2006 yılında 320.000 ton’un üzerinde rafine bakır tüketilen ülkemizde toplam 439.000 ton’luk bir filmaşin kapasitesi mevcuttur. 2006 yılında 306,1 bin ton, 2007 yılında ise 386 bin ton filmaşin üretimi yapılmış, kapasite kullanım oranı (KKO) sırasıyla % 70 ve % 88 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye rafine bakır ithal ederek önemli miktarlarda filmaşin ve tel ürünleri üreten ve aynı zamanda direkt filmaşin ithal ederek tel ürünleri ihraç eden, dünya “ürünler” sektöründe söz sahibi olan bir ülke konumundadır. Nitekim Türkiye filmaşin kapasitesi olarak aşağıdaki grafikte gösterildiği gibi, dünya sıralamasında 11. sırada gelmektedir: Söz konusu uygulamalar en fazla Etibank’ı etkilemiş, bu kurum pek çok parçaya bölünmüş ve her parçası bir yana dağılmıştır. İlk olarak 1993 yılında Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş., Etibank’ın bünyesinden ayrılarak Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredilmiştir. 1998 yılında ise Etibank, Bakanlar Kurulu Kararı ile Eti Bor, Eti Alüminyum, Eti Krom, Eti Bakır, Eti Gümüş, Eti Elektrometalurji ve Eti Pazarlama ve Dış Ticaret olarak 7 ayrı anonim şirkete bölünmüştür. Söz konusu şirketlerden Eti Bakır, diğerleri gibi 2000 yılında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na devredilmiştir. Türkiye önemli miktarda rafine bakır ithal ederek filmaşin üretmekte ve filmaşini de katma değeri yüksek tel ürün- Son olarak, Karadeniz Bakır İşletmeleri’ne ait Samsun İşletmesi ile Eti Bakır AŞ’nin özelleştirilmesine ilişkin nihai pa- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 119 DOSYA DOSYA zarlık görüşmeleri 26 Şubat 2004 tarihinde tamamlanmış ve 12 Nisan 2004 tarihi itibariyle imzalanan satış sözleşmesi ile bu kuruluşların özelleştirme süreci tamamlanmıştır. Böylelikle, Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş. tasfiye sürecine girerken, kamu, bakır sektöründen tamamen çekilmiştir. Bununla beraber, bu süreçte maden aramalarına kaynak ayrılmadığı gibi, maden işletmecisi olan kuruluşlarda gerekli olan yatırımlar da yapılmamıştır. Özel sermayenin ise, başlangıçta varsayıldığı gibi, kamudan boşalan yeri dolduramamış olması nedeniyle, Türkiye, bakır konsantresi ve blister-elektrolitik bakır ithal eder duruma gelmiştir. 4- KURŞUN SEKTÖRÜ Sanayide kullanılan önemli metallerden biridir. Akü, benzin, matbaa, mühimmat, boru, alaşım, lehim, renkli televizyon tüpü yapımında, boya, cam ve kimya sanayii kollarında, radyasyon ve X-ışınlarından korunmada kurşun kullanılmaktadır. Çevre kirliliği etkisinden dolayı son yıllarda kurşun kullanımında sınırlamalar getirilmiştir. Görünür metal kurşun rezervinin dünyada 100 milyon ton, Türkiye’de 0.8 milyon ton olduğu tahmin edilmektedir. En büyük kurşun rezervine sahip ülkeler Avustralya, ABD, Kazakistan, Kanada ve Çin’dir. Kurşun maden üretimi dünyada 3 milyon ton, hurdalarla birlikte toplam üretim 6 milyon ton civarındadır. Türkiye’nin kurşun metal tüketimi ise yılda 35 bin ton kadardır. Buna karşılık yaklaşık 10 bin ton metal kurşun hurdadan, 5–6 bin ton da geçici olarak yurtdışına gönderilen cevherlerden elde edilmektedir. 15–20 bin ton mertebesindeki metal kurşun açığı da ithalat yoluyla karşılanmaktadır. 5- ÇİNKO SEKTÖRÜ Demir, alüminyum ve bakırdan sonra sanayide en çok kullanılan metaldir. Demir ve çeliğin korozyona karşı direncinin artırılmasında, döküm sanayinde kullanılan pirinç ve özel alaşımların yapımında, ayrıca çatı kaplama malzemeleri, lastik ve pil yapımında önemli miktarlarda çinko kullanılmaktadır. Görünür metal çinko rezervi dünyada yaklaşık 200 milyon ton, Türkiye’de 2,3 milyon tondur. Avustralya, ABD, Kanada, Çin en çok çinko rezervine sahip ülkelerdir. Dünyada çinko cevher üretimi 8 milyon ton, hurda çinko üretimi 0,5 milyon ton civarındadır. 120 Türkiye’nin çinko metal tüketimi yılda 60 bin ton dolayındadır. Bunun 10 bin tonu geçici ihraç yoluyla yurtdışına gönderilen cevherlerden geri dönen metalle, bir bölümü hurdadan kazanılmakta, geri kalan 20–30 bin tonu ithalatla karşılanmaktadır. Ar-Ge çalışmaları teşvik edilerek çinko-kurşun yatakları içerisinde yan ürün olarak bulunan gümüş ve altın gibi değerli metaller ile indiyum, galyum, talyum ve germanyum gibi ileri teknoloji hammaddelerinin kazanılmasına yönelik çalışmalar yapılmalıdır. 6- NİKEL SEKTÖRÜ Yer kabuğunun belli başlı elementlerinden olan nikel doğada çoğunlukla demirle birlikte olmak üzere sülfürler, arsenürler ve silikatlar şeklinde bulunur. Önemli nikel mineralleri arasında nikelin (NiAs), kloantit (NiAs2), pendlandit (Fe, Ni)S, millerit (NiS), annabergit Ni3 (AsO4)2 8H2O, garnierit (Ni, Mg)3 Si2O5 (OH)4 sayılabilir. 6–1 TÜRKİYE NİKEL CEVHERİ REZERVİ Türkiye’nin bilinen nikel rezervleri toplamı 40 milyon tondur. Bu rezervin 39.5 milyon tonu Manisa-TurgutluÇaldağ yatağındadır Bursa-Yapköydere ve Bitlis-Pancarlı yatakları geri kalan rezerve sahiptir. Türkiye nikel rezervleri Yeri Manisa-Çaldağ Tipi Laterit Tenör (%) 0,93–1,95 Bursa-Yapköy Bitlis-Pancarlı Sülfit Sülfit 1-4 Ni 1,4 Ni Rezerv (1000 ton) Ni 0,042–0,060 Co 39,500 (gör+muh) 163 (muh+müm) 15,5 (müm) Kaynak: VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı Nikel Ö.İ.K. Raporu Bu yatakların dışında Eskişehir-Mihalıçcık-Yunusemre’de lateritik, Sivas-Divriği-Güneş’te sülfitli, Bolu-MudurnuAkçaalan’da sülfit tip nikel cevherleşmeleri saptanmıştır. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 6–2 TÜRKİYE’DE NİKEL ÜRETİM VE TÜKETİMİ: MTA’nın yaptığı arama çalışmalarıyla ortaya konan yataklardan sadece Manisa-Turgutlu-Çaldağ yatağında işletmek için yapılan görüşmeler sürmektedir. Türkiye’de nikelin tüketildiği en önemli alan kaplama sanayi ve az miktarda alaşımlı çelik dökümüdür. 6–3 İTHALAT-İHRACAT DURUMU: Türkiye’deki şirketler, alaşımlı çelik-döküm, paslanmaz makine parçaları üretimi, yüke dayanıklı alaşımlar v.b. alanlarda faaliyet göstermektedirler. Bunların nikel hammadde ve mont-katot nikel ihtiyacı ithalat yoluyla karşılanmaktadırlar. Türkiye’nin yıllık nikel ithalatı 1500–2000 ton olarak tahmin edilmiştir. Bunun karşılığında 15–20 milyon $’lık bir gider söz konusudur. 7. SONUÇ : Madencilik ve metalurji alanında dikine entegre uluslararası/ üstü kuruluşların 2006 yılı kâr oranlarının cirolarına göre daha yüksek olduğu ve bu şirketlerin en az 20.000 kişi çalıştırdıkları görülmektedir. Listede yer alan ilk 9 şirketin toplam kârı cirolarına göre % 31,8 mertebesindedir, cirodan kâr rakamı düşülerek bulunan maliyete göre kâr oranı (52.761/165.824 – 52.761) % 46,7 ‘dir. Bu kâr oranları LME birim fiyatlarına göre mutlaka değişkenlik arz edecektir, ancak örneğin bakır LME birim fiyatı konsantre içeriğine göre oldukça sabit sayılabilen izabe ve rafinasyon şarjları düşülerek tesbit edildiğinden konsantre üreten madenciler ya da dikine entegrasyonunu tamamlamış maden-metalurji kuruluşları yükselen birim fiyatlardan en çok yararlanan kuruluşlar olmaktadır. Şirket birleşmeleri, bazı şirketlerin rakiplerini satın almaları devam etmektedir. Özellikle “Rio Tinto Grubu”nun hızlı büyümesini sürdürdüğü görülmektedir. Veriler göstermektedir ki Dünya Finans Sektörü, dünya reel sektörünü planlı bir şekilde ele geçirmektedir, yani “ Sanal Ekonomi, Reel Ekonomi’yi satın almaktadır”. Zarar ettiği söylenen Erdemir’e neden yatırım yapılmadığı ya da özelleştirilmeden sadece 2 sene önce teknolojisinin tamamen yenilendiği gerçeği veyahut daha birçok kamu fabrikamızın özelleştirme kapsamına alınıp çalışma kapasitesinin düşürülerek ‘işe yaramıyor’ safsatasıyla nasıl da özelleştirilmeye hazırlanıldığı sorularının cevaplarını bulmak güç olmasa gerek. Evet, ülkemizde sistematik olarak uygulanan bu ‘devlet’ politikasıyla tüm kamu şirketleri önce ‘geri’ bırakılmakta, ardından özelleştirme kapsamına alınarak üretiminin bir kısmı durdurulmakta ( özelleştirme kapsamına alınan bir yerde üretim neredeyse yarı yarıya kapatılır ) ve özelleştirilerek ulusal veya uluslararası sermayenin tekeline geçmektedir. Sonuç olarak, özellikle 24 Ocak kararları ile başlayan süreçte görüldüğü gibi yerli ya da yabancı olsun ezilen kesimler hep emekçi kesimler olmaktadır ve egemen sınıfın çıkarı doğrultusunda metal sektör durumu değişim göstermektedir. Bugün işçileşen mühendisler’de işçi sınıfına dahil olmaktadır. Bizim görevimiz ise, öz kaynaklarımızın sömürülmesine göz yummamak, kamuyararı – bilim insanı – işçi arasındaki ilişkiyi yeniden kurarak bu işletmelerin kamu yararına yeniden işletilmesini sağlamak olmalıdır. KAYNAKÇA http://www.merkezmenkul.com.tr/uploads/raporlar/demircelik http://www.metalworld.com.tr/tr/uzman.asp?ID=36&Grup= http://www.haberx.com/n/1035994/turkiye-dunya-ham-celik http://www.sedefed.org/default.aspx?pid=42440&nid=29627 http://www.iscikonseyi.org/modules.php?name=News&file=article&sid=2259 http://www.hamzabayindir.com/index_dosyalar/page0034.html http://www.metalurji.org.tr/dergi/dergi133/d133_3444.pdf h t t p: // w w w. j m o.o r g .t r/ r e s i m l e r/e k l e r/ 91b c 5 4 4 0 2 9 6 c c 0 e _ ek.doc?tipi=25&turu=X&sube=0 www.sendika.org www.latinbilgi.net Çeşitli Makaleler, Murat SEZER, Metalürji Mühendisi, Sarkuysan A.Ş. Demir Çelik Üretimi 2007 Yılı Ders Notları, Prof.Dr. Adem BAKKALOĞLU’nun Bakır Madenciliğindeki Son Gelişmeler Ve Türkiye, Nejat TAMZOK, Maden Y. Mühendisi, TMMOB Maden Mühendisleri Odası Genel Sekreteri Sektör Raporu, Sarkuysan A.Ş, Bu devlerin karşısında akılcı devlet politikaları ile varlığını sürdürüp gelişebilecek ETİBANK’ın yok edilmiş olması, daha düne kadar ülkenin tüm alüminyum ihtiyacını karşılayabilecek konuma getirilebilecek ve de büyük oranda zaten karşılayan Seydişehir’in özelleştirilmeye çalışılması, Erdemir’in, İsdemir’in v.b. bizlere ait bu entegre tesislerin zarar ettiği söylentisiyle özelleştirilmiş olması bizleri derinden yaralayan olaylardır. Bunun için uygulanan rafine oyunlara/entrikalara son çeyrek asır içinde tanık olduk. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 121 DOSYA Cengiz GÖLTAŞ EMO Enerji Çalışma Grubu Üyesi KAPİTALİZMİN “SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA” ADINA SINIRSIZ ENERJİ TÜKETİMİ VE YOK EDİLEN UYGARLIK “Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Bu zaferlerin her biri için doğa öcünü alır…Mezopotamyanın, Yunanistan’ın Anadolunun halkları… ormanları ekilebilir alanlar açmak için yok ederken… bu toprakların şimdiki çölleşmiş durumuna ortam hazırladıklarını hiç düşünmemişlerdi. İtalyanlar Alplerdeki ormanları yok ederken… bölgelerinde sütçülük sanayinin köklerini kazıdıklarının… hatta.. dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarının farkında değillerdi. Şunu her zaman hatırlamalıyız ki, hiçbir zaman doğaya hükmedemeyiz… fethedilmiş insanları yöneten egemen gibi, doğanın dışındaymışız gibi.. onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğümüze dayanıyor…..” Friedrich EngelsMaymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü / 1876 Günümüzde gerek dünya gerekse bölgeler ve ulus devletler bazında enerji politikalarına ilişkin yapılan ortak bir değerlendirme vardır. Enerjinin kalkınma ve sanayileşmede temel unsur olduğu belirtilerek, ülkelerin gelişmişlik ölçülerinden biri olarak kişi başına düşen elektrik enerjisi miktarı gösterilir. Böyle bir kabul üzerinden yapılan her değerlendirmede, enerji kaynakları ve üretim politikaları sürekli bir ihtiyaç üzerinden ele alındığından enerji sorunu, kaynakların dağılımı ve hangi güçlerin denetiminde olduğunun yanısıra, planlamadan yatırımlara dek ekonomik ve teknik boyutları öne çıkarılarak tartışılır. 122 Oysa yaşadığımız yüzyılın ilk çeyreğinde sorunu sadece “gelişme” dinamiği içinde ele almanın ne kadar yanıltıcı olduğuna dair en güçlü itirazı, küresel kapitalizmin karar vericilerine olduğu kadar kaynakları sömürülen yoksul ülkelere de doğanın kendisi gösteriyor. 21.Yüzyılda enerji kaynaklarını kontrol etmek adına ülke politikalarının uluslar arası sermayenin talepleri doğrultusunda yönlendirildiği, bu yönlendirmede yaşanan krizlere darbeler, savaşlar ve işgaller ile müdahale edildiği bir dönemde arzın hangi önceliklere göre belirlendiği, enerji gereksiniminin sanıldığı gibi sonsuz mu olduğu ve enerjinin eşitsiz kullanılmasından sorumlu olanların ya- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA rattığı tüketim çılgınlığının gezegeni nereye sürüklediği öncelikle sorgulanmalıdır. çözmek bir yana daha da büyüttüğünü artık hemen her kesim kabul etmek zorunda kalıyor. Hiç kuşku yok ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde küresel kapitalizm dünyayı geri dönülemeyecek boyutlarda ekolojik bir felaketin içine sürüklüyor. İnsanlık şimdi hiç olmadığı kadar hayati bir yol ayrımına geldi. Rosa Luxemburg’un, Ya Sosyalizm ya Barbarlık…! olarak sunduğu tercihin ne anlama geldiği şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hızla arttığı, iletişim teknolojilerindeki gelişmenin, sermayenin yeniden üretimi ve pazar için sınırsız olanaklar sağladığı bir çağda kapitalizmin “küresel kalkınma” modeli ironik bir şekilde inanılmaz toplumsal ve ekolojik problemler yarattı. Bugün ne için, nereye kadar ve neye rağmen enerji üretimi ve sanayileşme sorularına insan ve doğanın metalaştırılmadığı yeni bir uygarlık kavramı ekseninde “genel kabulleri” sorgulayan bir pencereden bakılmalıdır. Kapitalizmin engellenemediğinde barbarlık yaratacağı tezi, küresel ölçekte uygulanan emek ve doğa sömürüsü, enerji kaynaklarına sahip olmak adına işgal ve savaşlar ile dünyanın tüm yaşam alanlarının yok olma tehlikesi hız kazanarak gerçekleşiyor. Bugün tüm dünyada su, toprak ve havanın hızla kirlendiği, canlı türlerinin kitlesel olarak yok olduğu, verimli toprakların çölleştiği, yeni Çernobil tehditlerinin yanı sıra tehlikeli nükleer atıkların yığıldığı, GDO’lu tarımın toprağı ve çiftçiyi köleleştirdiği, tarımsal alanda yoğun olarak kullanılan kimyasallar ile gıda ürünlerinin insan sağlığını tehdit ettiği, ormanların hızla yok edildiği, sera gazlarının ozon tabakasını delmesiyle tüm yaşamın yokoluşa sürüklendiği, kentlerde yaşanan ulaşım, beslenme ve barınma sorunlarının emekçi yoksul büyük bir çoğunluk için arttığı ciddi bir uygarlık krizi ile karşı karşıyayız. Bugün yaşadığımız ekolojik krizin temel nedeni küresel kapitalizmin varoluş mantığı ile doğanın kendini yenileme ve onarma süreçleri, ekolojik döngüleri ve geri besleme sistemleri arasındaki çelişkiye dayanmaktadır. Günümüzde kalkınma- sanayileşme, gelişme, büyüme vb. birçok sözcüğü insanlığın yararına bir yaklaşım olarak öne çıkaran “mutlak üretimci” yaklaşımın aslında çok uluslu tekellerin kar değirmenine su taşıyan bir yalan olduğu çoktan açığa çıkmıştır. Bugün, kapitalizmin genel iktisat politikası içerisinde ihtiyaçların sürekli geliştiği ve sınırı olmadığı konusundaki yaklaşımını sorgulamadan ne enerji kaynaklarının kullanımına, ne de üretim ve tüketim politikalarına yeni bir yaklaşım geliştirmek olanaksızdır. Üretimi, insan ihtiyaçlarının karşılanması temelinde bir kullanım değeri yerine, yeni pazar alanları ve azami karlar elde etmek olarak gören kalkınma modellerinin son yarım yüzyıllık dönemde insanlığın ortak sorunlarını Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için sınırsız büyüme üzerine kurulan bir kalkınmacı yaklaşım ve enerji kaynaklarının tüketimi, ülkeler-bölgeler arasında eşitsiz gelişmenin temel kaynağını oluşturmuştur. Bu süreçte az gelişmiş ülkelerde yoksulluk, açlık, nüfus artışı, dengesiz toprak dağılımı, doğal kaynakların tüketimi öne çıkarken, gelişmiş zengin ülkeler açısından endüstriyel kirlenme, katı atıklardaki artış ve sınırsız tüketim olgusu ön plandaydı. Söz konusu sorunların açıklanması doğal olarak gelişmiş ülkeler açısından yaşananların sanayileşme ve kalkınma sonrasına ait sorunlar olarak ele alınmasını, az gelişmiş ülkeler açısından ise yaşanan sorunların belirli bir gelişme aşamasından sonra ortadan kalkabilecek niteliğe sahip olduğunun iddia edilmesiydi. “Sürdürülebilir kalkınma” kavramına gelişmiş merkez ülkelerin yüklediği anlam ile(gelişmenin korunması), yoksul çevre ülkelerin yüklediği anlamın (gelişmenin sağlanması) yaratığı çelişki karşısında dünyanın bütünü için ciddi bir çözüm üretilemeyeceği açıktı. Aslında bu gerçekliği “Ekonomik Büyümenin Sınırları” kitabında Dennis Meadows ve arkadaşlarınca ”…çevresel krizlerin önlenmesi için ekonomik büyümenin yavaşlatılması gerektiği, bunun anlamının ise az gelişmiş ülkelerde eğer Batı benzeri bir büyüme görülürse dünyanın bunu kaldıramayacağı…” biçiminde ifade edilirken, Maserovic ve Pastel’in Roma Kulübüne yazdığı “Dönüm Noktasında İnsanlık” adlı bir başka çalışmada; “…Dünyanın kültür, gelenek ve ekonomik gelişmeden kaynaklanan farklarla değerlendirilebileceği, birbirleriyle karşılıklı etkileşim halinde olan bölgeler sistemi olarak görülmesi gerektiği…” fikri vardır. Bütün dünyayı kapsayan çözüm, farklılaştırılmış büyümenin gerçekleştirilmesidir. Farklılaştırılmış büyümenin anlamı ise, az gelişmiş ülkelerin gelişmiş Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 123 DOSYA DOSYA ülkelere benzer bir büyüme yolu izlemesine dünya kaynaklarının elvermeyeceğinin altının çizilmesidir. Böylelikle sermayenin üretim ve tüketim çılgınlığını kutsayan kalkınma mantığı değişmezken “doğal kaynaklara saygılı” bir ekonomik büyüme söylemi ile sürdürülebilir kalkınma, maksimum kar hedefi için kaynakların sürdürülebilirliği anlayışına dönüşmüştür. Bugün doğal kaynaklar, madenler, SİT alanları, tarımsal araziler, içme suları ve ormanların yok edildiği, küresel ısınma ve çölleşme ile radyoaktif sızıntıların sürdüğü, genetik çeşitliliğin bozulduğu ve canlı türlerinin giderek azaldığı bir dönemi yaşıyoruz. “Sürdürülebilir Kalkınma”nın kapitalizmin üretim anlayışını değiştirmediğine ilişkin bir başka örnek de sera gazlarının emisyonunu kontrol etme yönündeki uluslar arası çabaların uğradığı başarısızlıktır. İklim değişikliğinin esas nedeni olan sera gazı salınımlarının yüzde 80’i OECD ülkelerinden kaynaklanmaktadır. 1990-2000 Yılları arasında OECD ülkelerinde sera gazı salınımları yüzde 8, ABD’nin ise yüzde 14 artmıştır. Buna rağmen, 2008-2012 yılları arasında sera gazı salınımlarının 1990 yılı seviyesinin yüzde 5.2 altına çekilmesini öngören KYOTO PROTOKOLÜ Amerika tarafından bilinçli olarak imzalanmamaktadır. Yine, Dünya Kalkınma Raporu, yanı başımızdaki ekolojik felaketin esas sorumlularının doğayı kirleten zengin ülkeler olduğunu gösteriyor. Rapora göre ABD şu anda fosil yakıt kullanımından kişi başına yılda 5,6 ton karbondioksit emisyonu üretiyor. Almanya 2,8 ton, nükleer enerji ağırlıklı üretimiyle Fransa’da kişi başına 1,8 ton gaz açığa çıkıyor. Batı Avrupanın gelişmiş kapitalist ülkelerinde (önceki adıyla G-7) kişi başına yılda 3,8 ton karbondioksit açığa çıkmaktadır. Buna karşın dünyanın geri kalanında fosil yakıt kullanımından 0,7 ton karbondioksit açığa çıkıyor. Bu durum belli sayıda gelişmiş ülkenin dünyanın geri kalanından yaklaşık dört kat daha fazla enerji tükettiğini gösteriyor. Bugün küresel kapitalizmin insanlığın temel sorunlarına çözüm üretemeyeceği, halen dünya nüfusunun % 20’sinin toplam enerjinin % 60’ını, gelişmekte olan yaklaşık 5 milyarlık nüfusun ise enerjinin % 40’ını tükettiği, yaklaşık 1.6 milyar insanın ticari enerjiye ulaşım olanağının bulunmadığı koşulların son 50 yılda geliştirilen kalkınma modellerinin bir sonucu olmasından açıkça görülmektedir. Birleşmiş Milletler Çevre Proğramının 2002 yılında yayınladığı 3. Küresel Çevre Raporuna göre başta Afrika ve Asya Kıtalarında yaşayanlar olmak üzere dünyada 1,1 Milyar insan güvenli içme suyu, 2,4 Milyar insan ise arıtma hizmetlerinden yoksundur. Her yıl atmosfere 22 milyon ton karbon gazı karışıyor ve sera etkisi yaratarak atmosferin ısınmasına neden oluyor. 10 Avrupa ülkesinden bir grup bilim adamının hazırladığı rapora göre, Güney Kutbundaki en derin buz katmanında yapılan incelemede karbondioksit oranının rekor düzeye ulaştığı, bu düzeyin 650 bin yıllık dönem içinde ulaştığı en yüksek orandan % 27 daha fazla olduğu belirtiliyor. Aynı rapora göre ortalama küresel sıcaklık son 5 yılda normalden 100 kat hızlı artış göstermiştir. Dünya nüfusunun % 20’si dünya zenginliğinin % 80’inden fazlasına el koyarken yenilenemez enerjinin % 80’i, temiz içme suyunun % 40’ı da aynı % 20 tarafından kullanılıyor. Her yıl 17 milyon hektar orman alanı yok oluyor ve bugünkü tüketim düzeyi devam ederse petrol rezervinin 50, doğalgaz rezervinin ise 70 yıl içinde tükeneceği tahmin ediliyor. SONUÇ : “….Son ağaç yıkılıp, son nehir kirletilip, son balıkta tutulduktan sonra paranın yenmediğini anlayacaksınız…” ( Kızıldereli Atasözü) Bugün kalkınma adına dünyanın ulaştığı sonu görmek yeterli olmuyor. Şimdi her zamankinden daha fazla kimilerinin adına kalkınma kimilerinin ise gelişme dediği son 124 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA 50 yıla hükmeden barbarlık projesine karşı sürdürülebilir bir yaşamı ve geleceği savunmak gerekiyor. Sermayenin ihtiyaçlarına değil aklın egemenliğine uygun bir yaşamı insanlığın ortak geleceği yapmak için insanı ve doğayı metalaştırmayan yeni bir uygarlık projesine ihtiyacımız var. Ekonominin insanlığın ortak gereksinimlerine hizmet ettiği, üretimin kullanım değeri olarak toplumsal ihtiyaçlara göre belirlendiği bir yaşamda nasıl bir kalkınma sorusuna, nasıl bir gelecek, nasıl bir toplumsal yaşam ve dünya özlüyoruz ekseninde yurttaşların aktif katılımı ve denetimi ile yanıt vermek mümkündür. Bugün yaşadığımız ekolojik krizin temel nedeni küresel kapitalizmin varoluş mantığı ile doğanın kendini yenileme ve onarma süreçleri, ekolojik döngüleri ve geri besleme sistemleri arasındaki çelişkiye dayanmaktadır. Bu yanıtı vermekte geciktiğimiz her an doğa başına gelenlerin hesabını ayrımsız bir yakıcılıkta sormaya hazır. Ama bilinmesi gereken bu hesabın altında sadece dünyayı kirletenler kalmayacak. Aksine başka bir dünya ve başka bir yaşamı savunanlar da bu ekolojik felaketten payına düşeni alacaktır. Son söz olarak, insan ve doğa sömürüsüne karşı özgür, demokratik bir dünya için, kalkınma ve ekonomiyi; insanın temel ihtiyaçlarından ödün vermeksizin, sosyal güvenliğini esas alan, doğayla uyumlu teknolojilerin geliştirildiği, karar alma süreçlerinde yurttaşların aktif katılım ve denetiminin sağlandığı, enerjinin ise ekolojik evrimi koruyan, sosyal bir hak olarak herkesin eşit olarak yararlandığı, yenilenebilir kaynaklar ile üretilen bir tarzda ele almak en başta çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz olmalıdır. 25 Ağustos 2008 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 125 DOSYA Ahmet ATALIK TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi YK Başkanı FINDIK ÜRETİMİ, TİCARETİ VE SANAYİDE KULLANIMI içerde ve yüksekliği 750-1000 metreyi geçmeyen yerlerde ekonomik ölçülerde ürün verir. Giriş Dünyada bademden sonra en yaygın yetiştiriciliği yapılan sert kabuklu bir meyve olan fındığın yabani çeşitleri kuzey yarım kürenin ılıman iklim kuşağındaki her bölgede yetiştirilebilmektedir. Ancak, kültür çeşitleri başta Türkiye olmak üzere İtalya, İspanya, ABD, Çin, İran, Yunanistan, Fransa, Rusya Federasyonu, Kırgızistan, Portekiz, Beyaz Rusya, Moldova Cumhuriyeti, Tacikistan, Gürcistan, Ukrayna, Tunus, Macaristan, Kıbrıs ve Kamerun’da yetiştirilmektedir. Kültür formlarını oluşturan en önemli fındık çeşitleri yurdumuzda Artvin’den Kırklareli’ne kadar uzanan Kuzey Anadolu dağları ve Kuzey geçit bölgelerinde yoğun olarak bulunmaktadır. Fındık ağacı, kıyılardan en çok 30 km 126 Türkiye’de ekonomik anlamda fındık yetiştirilen bölgeler 2 alt bölgeye ayrılabilir; • 1. Standart Bölge (Doğu Karadeniz): Ordu, Giresun, Rize, Trabzon ve Artvin. • 2. Standart Bölge (Orta ve Batı Karadeniz): Samsun, Sinop, Kastamonu, Bolu, Düzce, Zonguldak, Bartın, Karabük, Sakarya ve Kocaeli. Birinci Standart Bölge fındık tarımının en ekonomik ve en kaliteli fındığın yetiştirildiği bölgemizdir. İkinci Standart Bölge ise fındığın ticari bir mal olarak kabul edilebileceği bölgemizdir. Bunların dışında Üçüncü Standart Bölge’den de bahsedilebilir ki, o da Edirne’den Hakkari’ye tüm Türkiye’dir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Ancak, burada fındık üretiminin ekonomikliğinden bahsedilemez, sadece çerezlik kullanım için üretim yapılır. Fındık tarımı genellikle küçük arazilerde ve aile işletmeciliği şeklinde yapılmaktadır. Ortalama işletme büyüklüğü 14 dekarla ülke ortalamasının yaklaşık 1/4’ü kadardır. İşletmelerin %86’sı 11 dekar, %48’i ise 6 dekar büyüklüktedir. Yaklaşık 400 bin çiftçi fındık üretimiyle uğraşmaktadır. Fındık, yetiştirildiği yörelerde doğrudan ya da dolaylı 8 milyonluk bir nüfusu ilgilendirmektedir. Fındık ve Sağlık Fındığın bileşimine baktığımızda %55-66 yağ, %14-16 protein, %11-22 karbonhidrat, %5 su, %2 oranında mineraller (fosfor, potasyum, kalsiyum, mangan, çinko, demir ve sodyum) içerdiğini görüyoruz. Ayrıca fındıkta 0,33 mg/100 gr B1 vitamini, 0,12 mg/100 gr B2 vitamini, 1,75 mg/100 gr Niacin, 0,24 mg/100 gr B6 vitamini ve 31,4 mg/100 gr E vitamini bulunmaktadır. Karadeniz kıyılarımızda yetiştirdiğimiz fındığımız “kolesterol düşürücü” ve “antitümör” etkileri olan fitosterol oranının yüksekliği ile diğer ülkelerin fındıklarından hemen ayrılmaktadır. Yağ (oleik asit çoğunlukta olmak üzere), protein, karbonhidrat, vitaminler, mineraller, diyabetik lifler, fitosterol ve antioksidan fenoliklerin özel bileşimleri nedeniyle insan beslenmesi ve sağlığı açısından fındık, kuruyemiş çeşitleri arasında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Yüksek yağ içeriği nedeniyle fındık önemli bir enerji kaynağıdır. Tekli ve çoklu doymamış yağ asidi (%82,5 oleik ve %8,9 linoleik) bakımından zengin olan fındığın kan lipidi düzeyinin kontrolü ile kroner kalp rahatsızlığının önlenmesinde olumlu bir rolü vardır. Ayrıca fındık yağında yüksek oranda bulunan tekli doymamış yağ oranıyla zenginleştirilmiş beslenme çeşitleri kroner kalp rahatsızlığı vakalarının azlığı, tansiyon düşüklüğü, toplam kolesterol dengesinde düşüklük, lipoprotein yoğunluğunun azaltılması ve kan gliserin değerinin düşmesi gibi olumlu etkiler yapar. ABD’de yapılan çalışmalar fındık yiyen ve fındık yağı kullanan insanların, bunları hiç kullanmayanlara göre enfarktüsten ölme riskinin yarı yarıya azaldığını göstermektedir. okul çocuğuyla yapılan bir tarama çalışmasında çocukların %90’ı B2, %84’ünün de B6 vitamini yönünden yetersiz beslendikleri gözlenmiştir. Oysa bu her iki vitamin kan yapımı ve ruhsal sağlık açısından son derece önemlidir ve fındık, fındık yağında önemli düzeyde bulunurlar. Özellikle çocuklarımızın dengeli beslenmesi açısından fındık ve fındık yağının tüketilmesi gereklidir. E vitamini açısından bitkisel yağlardan sonra fındık en iyi ikinci kaynaktır. E vitamini çözünebilir lipit fenolik antioksidandır. Bu özellik diyabetik hastalarda, kanser ve atherosclerosis önlemede fayda sağlar. Her gün sadece 25-30 gr fındık yemek günlük E vitamini ihtiyacının tamamını karşılamaktadır. Fındık tüm gerekli amino asitleri ve mineralleri içermesinden dolayı cystine ve methionine bakımından yetersiz olan baklagil kökenli gıdalarla birlikte protein kaynağı olarak kullanılabilmektedir. Fındık ve fındık yağı kemik ve dişlerin yapımı için gerekli olan kalsiyum, kan yapımında görev alan demir, büyüme ve cinsiyet hormonlarının gelişmesinde rol oynayan çinko için en iyi kaynaklardan biridir. Ayrıca sinirlerin uyarımı ve kas dokusunun çalışması için gerekli olan potasyumca da zengindir. Yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan fındığın insan sağlığı üzerine son derece olumlu etkilerinin saptanması nedeniyle tüm dünyada fındık üretimi ve tüketiminde hızlı bir artış göze çarpmaktadır. Fındık Üretimi Türkiye dünya fındık üretiminde rakipsiz lider konumundadır. Ülkemiz, dünya fındık üretiminin yaklaşık olarak %70’ini karşılamaktadır. Son yıllarda dünya fındık üretimi 750 bin tonun üzerinde olurken, Türkiye’nin üretimi 500 bin tonun üzerinde gerçekleşmektedir (Çizelge 1). Çizelge 1. Fındık Üretimi (ton) Kaynak: TÜİK, FAO Fındık B1 ve B2 vitaminleri için iyi, B6 vitamini içinse çok iyi bir kaynaktır. TÜBİTAK tarafından ülke çapında 960 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 127 DOSYA DOSYA Fındık üretiminde ülkemizi İtalya, İspanya ve ABD izlemektedir. Bu dört ülkenin dünya üretimindeki payı %90’ı geçmektedir. Dünya fındık üretiminde Türkiye’den sonra ikinci sırada gelen İtalya’nın üretimi ise Türkiye’nin %24’ü kadardır. Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) verilerine göre 2008 yılında dünyada 1.177.280 ton fındık üretimi, 925.280 ton tüketim beklenmektedir. Aynı yıl için Türkiye’de üretimin 850.000 ton, tüketimin 100.000 ton civarında gerçekleşeceği öngörülmektedir (Şekil 1). Fındık Ticareti Türkiye üretimde olduğu gibi fındık ticaretinde de dünya lideridir. Dünya fındık ihracatının %70-75’lik bölümünü tek başına gerçekleştirmektedir. Türkiye’nin 1 Ocak – 24 Eylül 2008 yılı itibarıyla toplam ihracatı 100.130.177.000 dolardır. İhracatımız içinde tarım ürünleri ihracatımızın payı %9,4 civarındadır. Fındık ve fındık mamulleri ihracatımız ise 997.634.000 dolar ile tarım ürünleri ihracatımız içinde %10,6 ve toplam ihracatımız içinde %1’lik paya sahiptir (Çizelge 2). Çizelge 2. Türkiye’nin 1 Ocak-24 Eylül 2008 Dönemi İhracat Değerleri Kaynak: Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı Şekil 1. 2008 Yılı Fındık Üretim ve Tüketimi (ton) Kaynak: TMO Fındığını pazarlamakta oldukça başarısız bir politika çizen Türkiye’nin ihracat geliri azalmaktadır. Sezon itibarıyla (1 Eylül-31 Ağustos) itibarıyla Türkiye’nin fındık ihracatı Şekil 3’te gösterilmiştir. Fındık üretiminde olduğu gibi fındık dikim alanları açısından da Türkiye lider konumundadır. Dünyadaki fındık dikim alanlarının %77’si ülkemizde yer almaktadır. Fındık üretiminde önemli paya sahip dört ülkedeki dikim alanları tüm alanların %95’i kadardır. Üretimde ülkemizin ardından ikinci sırada gelen İtalya’nın fındık dikim alanları Türkiye’nin %14’ü kadardır (Şekil 2). Şekil 3. Türkiye Fındık İhracatı (milyar dolar) Kaynak: Karadeniz İhracatçı Birlikleri Türkiye fındık ihracatının yaklaşık %80’lik bölümünü AB ülkelerine yapmaktadır (Çizelge 3). Şekil 2. Dünya ve Türkiye Fındık Dikim Alanları (hektar) Kaynak: Trabzon Ticaret Borsası 128 AB ülkeleri içinde Türkiye’den fındık alan başlıca ülkeler Almanya, İtalya, Fransa, Belçika ve Hollanda’dır (Şekil 4). Bunların haricinde Türkiye 2007 yılında İsviçre, Rusya Federasyonu, Ukrayna, ABD, Mısır ve Avustralya’ya önemli miktarlarda fındık ihracatı gerçekleştirmiştir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA DOSYA Çizelge 3. Türkiye’nin Yıllar (1 Ocak-31 Aralık) İtibarıyla Fındık İhracatı (dolar) Kaynak: Karadeniz İhracatçı Birlikleri Şekil 4. Türkiye’nin AB’ye 2007 Yılı Fındık İhracatı (dolar) Kaynak: Karadeniz İhracatçı Birlikleri Fındığını halen iç fındık olarak ihraç etmesi, Türkiye’nin fındığını hammadde olarak kullanılmak üzere ihraç ettiğini göstermektedir. Fındığı değişik şekillerde işleyerek veya ambalajlayarak daha yüksek fiyatlardan ihraç etmek yerine fındık ihracatının çoğunlukla iç fındık olarak gerçekleştirilmesi gelir kayıplarına neden olmaktadır. Ancak ithalatçı ülkelerin ileri teknoloji işleme fabrikalarına sahip olmaları da ülkemizin işlenmiş fındık ihracatının daha fazla arttırılmasına önemli bir engel teşkil etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin dış piyasalarda yeterince etkinlik sağlayamamasından dolayı Almanya, Hollanda, Fransa ve Belçika gibi fındık üreticisi olmayan ülkeler, ithal ettikleri fındığı değişik şekillerde işleyerek daha yüksek fiyatlardan ihraç etmektedirler. Bu ülkelerin fındığı çoğunlukla ülkemizden ithal ettikleri göz önünde bulundurulacak olursa, Türkiye’nin fındık üreticisi olmayan ülkelerin reeksportunu önleyecek önlemleri almasının bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da ancak fındık işleme sanayinin yanı sıra fındık ve fındık ürünleri kullanan gıda sanayi kollarının da gelişimi ile sağlanabilir. Fındığın Kalbi Hamburg’ta Atıyor Türkiye hem fındık üretimi hem de ihracatında lider konumda olmasına karşın dünya fındık piyasalarının oluşmasında etkili olamamaktadır. Dünya fındık fiyatları Hamburg’ta şekillenmektedir. Almanya’nın dünya fındık piyasasındaki önem ve etkisini artıran etkenler; • En büyük fındık ithalatçısı ve tüketicisi olması, • Fındık ticaretinin ve sanayisinin bu ülkede yoğunlaşması, • Türkiye ve İtalya’dan sonra en fazla fındığı ihraç etmesi, • Fındık ithalatçılarının genellikle büyük ve mali açıdan çok güçlü uluslararası nitelikte firmalar olması, • Fındık ithalatçısı firmaların tamamının Hamburg Borsası Mal Birliği çatısı altında çok iyi örgütlenmiş olmaları, • İthalatçıların, fındık alım satım kontratlarını uluslararası piyasalarda da kabul gören bu birliğin ticaret kurallarına göre yapmaları, • Bu kontratlarla ilgili olarak yaşanan anlaşmazlıkların yine birliğin kurallarına göre oluşturulan Hakem Mahkemesi aracılığıyla kısa sürede çözüme kavuşturulması şeklinde sıralanabilir. Fındık İşleme Sanayi Fındık işleme sanayi, fındık kırma ve fındık işleme tesislerinden oluşmaktadır. Kurutulmuş kabuklu fındıklar, fındık kırma tesislerinde kırılarak natürel iç fındık elde edilmektedir. Natürel iç fındıklar, fındık işleme tesislerinin hammaddesi olup bu tesislerde beyazlatılmış fındık, kavrulmuş fındık ve fındık unu gibi katma değerli çeşitli ürünlere dönüştürülmektedir. Her çeşit natürel iç fındığın hammadde olarak değerlendirilmesiyle üretilen mamuller, ara mamuller ile doğrudan tüketiciye hitap eden ürünler olmak üzere iki grupta incelenmektedir. Ara mamuller daha çok sanayici ile ithalatçılar için hazırlanan, ambalaj dışında mamulün bünyesine başka hammaddenin girmediği ve tamamen fındıktan elde edilen ürünlerdir. Bunlar arasına natürel iç fındık, beyazlatılmış ve çeşitli derecelerde kavrulmuş fındıklar ile bu fındıklardan üretilen kıyılmış, dilinmiş fındıklar, fındık unu ve püresi girmektedir. Bu ürünler, başka ürünlerle birlikte fındığı hammadde olarak kullanan çikolata, dondurma, bisküvi ve pastacılık sanayine yönelik olmakla birlikte, yurt içinde ve yurt dışında tüketicilere de doğrudan sunulabilmektedir. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 129 DOSYA D SYA DOSYA D OOS YA Doğrudan tüketiciye hitap eden ürünler ise fındığın başka hammaddelerde kullanılarak tüketiciye sunulduğu ürünleri içermektedir. Çikolata, nugat, pasta, kek ve krema gibi mamullerin içinde sunulan fındık, çeşni maddesi özelliğindedir. Türkiye’de yıllık 1.800.000 ton iç kapasiteli 180 fındık kırma fabrikası ile yıllık 350.000 ton iç kapasiteli 40 fındık işleme tesisi bulunmaktadır. 1970’li yıllarda fındık ihracatımızın %90’ı kabuklu ve natürel iç olarak gerçekleşirken, fındık işleme sanayisindeki olumlu ve hızlı gelişmeler sonucunda işlenmiş fındık ihracatının toplam ihracatımız içindeki payı hızla yükselmiş ve %30’a ulaşmıştır. Kapasite kullanım oranları fındık kırma fabrikalarında yaklaşık %20, fındık işleme fabrikalarında işleme şekline göre değişmekle birlikte %8-65 arasında değişmektedir. Fındık kırma ve işleme sanayinde kapasite kullanma oranı rekolte ve finansman olanaklarına bağlı olarak değişmektedir. Bununla birlikte sektördeki firmaların genellikle aile şirketi özelliğindeki küçük aile firmalarından oluşması atıl kapasiteyi artıran bir diğer önemli etkendir. Düşük kapasite ile çalışılması işleme masraflarını artırmaktadır. Fındık kırma ve işleme fabrikaları fındık yetiştiriciliğinin yaygın olduğu Ordu, Giresun, Sakarya, Samsun, Trabzon ve Bolu illerinde yoğunlaşmıştır. • Sanayide yüzey aktif maddesi, korozyon inhibitörü, yağlama, metal kesme yağları, metal temizleme ve asfalt plaka üretiminde kullanılır. Ayrıca, yağ çıkarılması ile arta kalan küspe, yüksek oranda protein içermekte (%38-45) olup hayvan yemi olarak yem sanayinde kullanılmaktadır. Fındık üretilen yörelerde fındık kabuğu değerli ve yüksek kalorili yakacak olarak kullanılır. Fındık kabuğundan kontralit yapılır, boya sanayinde yararlanılır, kömürleştirme yoluyla briket kömürü, aktif kömür ve sanayi kömürü elde edilir. Fındık yaprağı ve meyve zurufları ise tabi gübre olarak yeniden fındık bahçesine ve tarım alanlarına döner. Fındık odunundan sepet, baston, sandalye, çit ve el aletleri yapımında faydalanılır. Kaynakça Gonca Gül YAVUZ, Fındık Raporu, TEAE, Haziran 2007 Gülay BABADOĞAN, Fındık ve Fındık Mamulleri, DTM, 2008 Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Gıda Sanayi ÖİK Raporu, Fındık İşleme Sanayi Alt Komisyon Raporu, DPT:2435 – ÖİK: 642, Ankara 2001 Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı www.ihracat.dtm.gov.tr FAO www.faostat.fao.org Fındığın Kullanım Alanları FİSKOBİRLİK www.fiskobirlik.org.tr Türkiye ve dünyada fındığın %90’a yakın kısmı kavrulmuş, beyazlatılmış, kıyılmış, dilinmiş, un ve püre halinde çikolata, bisküvi, şekerleme sanayinde, tatlı, pasta ve dondurma yapımı ile yemek ve salatalarda yardımcı madde olarak kullanılır. İç piyasa ve ihracatta değerlendirilemeyen fındıklar yağlık olarak kullanılmaktadır. Ayrıca fındık %10 oranında da çerezlik olarak tüketilmektedir. Fındık Tanıtım Grubu (FTG) www.ftg.org.tr Giresun Ticaret Borsası www.giresunborsa.org.tr Giresun Ziraat Odası www.giresunziraatodasi.org.tr Karadeniz İhracatçı Birlikleri www.kib.org.tr Ordu Ticaret Borsası www.ordutb.org.tr Türkiye İhracatçılar Meclisi www.tim.org.tr TMO, Fındık Bülteni, Sayı: 2008/9, 18.09.2008 Fındık ham yağı; • Rafine edilip yemeklik yağ olarak, • Temizleyici, nemlendirici ve dağıtıcı olarak, • Gres yağı üretiminde, • Koruyucu boya endüstrisinde kurutucu olarak, • Kimyasal tepkimelerde katalizör olarak, • İlaç ve kozmetik endüstrisinde yardımcı hammadde olarak, • El ve lastik eldivenlerin dezenfeksiyonunda, tıbbi aparatların sterilizasyonunda, yaraların pansumanında, kadın doğum hastalıkları ve deri-ağız hastalıklarında antiseptik olarak, 130 Trabzon Ticaret Borsası www.ttb.gov.tr Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ DOSYA: SANAYİ GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ Cengiz KILIÇ Gemi Makinaları İşletme Mühendisleri Odası BU NE YAMAN ÇELİŞKİ BE USTAM.. İnsan hakları kavramı yokken bu denli insan hakkı ihlali yapılıyor muydu be ustam ? 2 Temmuz 1993’te insan seven, doğa seven, yurtsever 33 aydın insan; koşullandırılmış, yanlış yetiştirilmiş, gözü döndürülmüş insanlık düşmanı yaratıklar haline getirilmiş bir kalabalık tarafından yakıldı. Maşa olarak kullanılan kalabalıktan 33 kişiye idam cezası verildi. Hafifletici nedenlerle, kimileri yaşı gereği ceza indirimi aldı. Toplumun değişik kesimleri farklı farklı yorumlarda bulundu. Kimilerine göre her ne olursa olsun böyle bir olay yaşanmamalıydı, kimilerine göre ise kışkırtma da olmamalıydı canım..! Aradan yıllar geçtikçe bu utanç verici katliamdan ders çıkararak toplumu aydınlatması gereken ve kendini aydın sayan okuryazarlarının Sivas’ın anılmasına bile itiraz eder duruma geldiler. Bu durumdan cesaret alan yöneticiler Fazıl Say’ın bestelediği Metin Altıok Oratoryosu’nu sansürlediler. Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok’un bu olayla ilgili makaledeki yorumundan alıntıyla; “Aydın olmak kilit kavramı. Buna değinmek istiyorum. Bizim kadar eğitimsiz bir toplumda aydın olmanın ayrı bir önemi olduğuna inandığım için...”. Bakın Metin Altıok ne diyor: “Sözcük anlamından yola çıkarsak “aydın”; aydınlanmış, kendini bilgiyle donatmış kişi diye açıklanabilir. Ülkemizde aydın genellikle okumuş olarak bilinir ama okumuş olmak, kendini elinden geldiğince bilgi ile donatmak, aydın olmak için yeterli midir acaba? Söz konusu bilgi donanımı hangi seviyede olursa olsun bu soruya verilecek yanıt “Hayır!’ olmalıdır. Her ne kadar bilgili ve kültürlü olmak aydın olmanın gerek koşuluysa da yeter koşulu değildir.” dınlanmış”, “aydınlıktır”. Osmanlıcada aynı kökten gelen bir başka sözcük vardır ki o da “tenyir”dir. “Aydınlatma, ışıklandırma” anlamına gelir. Birbirine bağlı bu iki sözcükten de anlaşılacağı gibi, münevver olan, özü gereği aynı zamanda tenvir edendir. Bunun aksi düşünülemez. Yani tenvir etmeyen münevver olamaz (Aydınlatmayan, aydın değildir). Evet; babamı, “aydın” olduğu için yakanlar, bugün kendilerine “aydın” tanımlaması yakıştıranların da desteği ile hepimizin geleceğini tehdit etmeye devam ediyorlar. Şimdi sözünü ettiğimiz yeter koşul üzerinde duralım biraz: Osmanlıda okumuş kültürlü insana “münevver” denirdi. Münevver sözcük olarak “nur”dan gelir. Anlamı “ay- Metin Altıok’a göre “Aydın olmaya giden yol muhalif olmaktan geçer. Muhaliflik ise tavır koyarak yapılır. Doğru adına, iyi ve güzel adına yanlışın, kötü ve çirkinin üstüne Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 133 ANIMSATMA DOSYA miştir. Sivas Madımak Otelli’nde otuz üçü sanatçı ve aydın olmak üzere toplam 37 insanın yakılarak öldürülmesi son örneklerden biridir. Olayın gelişimini özetlersek; Geleneksel Pir Sultan Abdal Şenliği, 1-2 Temmuz 1993’de Sivas’ta; 3-4 Temmuz günlerinde de Banaz’da yapılmak üzere hazırlık yapılmıştır. gitmeyen kişi aydın değildir. Türk muhalifleri kimi aydının başına gelenden ürkmüş ve nemelazımcı bir konuma düşmüştür. Bu konuma düşenler bir dereceye dek bağışlanabilirler. Ancak uzlaşmacı aydınlar bu nasıl aydın olmaktır bilinmez her türlü değere musallat bir kültür zararlısına dönüşmüşlerdir. Metin Altıok’un Şiirin İlk Atlası, adlı kitabında yer alan yazısındaki masal ile örnekleyelim: “Serce kuşu yağmurlu bir günde şimşekler çakıp gök olanca hızıyla gümbürderken, yere sırt üstü yatmış, havaya kaldırdığı incecik ayaklarıyla boşluğu dövermiş. Bu tuhaf durumu görenlerin “Neden böyle yapıyorsun?” sorusuna “Bunca mahlûkat var yeryüzünde, gök yıkılıp üstümüze düşerse hepsi telef olacaklar. Ben de göğü tutmak için kaldırdım ayaklarımı” cevabını vermiş. Sonra içtenlikle “Kaldırdım kaldırmasına ama yine de korkudan yüreğimin kırk kantar yağı eriyor” diye eklemiş. Çevresindekiler “Amma yaptın ha, sen kendin beş dirhem etmezsin. Bu kırk kantar yağ da neyin nesi!” diye alaya almışlar serçeyi. Serçecik şöyle bir bakmış yüzlerine “siz bunu anlayamazsınız” demiş. “Varın gidin işinize. Herkesin kendine göre kantarı, topuzu var.” Metin Altıok’a göre aydın sorumluluğu ve etkinliği bir toplumun lokomotifidir. Eğer “Aydının gücü nedir?” diye soracak olursanız; masaldaki serçe örneği aydın sorumluluğundan kendisinin kendiliğinden bir güç olduğunu söylemek olasıdır. Yeter ki bir toplum oturduğu yerde ille de bir fil beklemesin! İşte aydın bir baba ve aydın kızı (C.K.) Konunun ikinci önemli noktasına gelince; ortaçağda en üst düzeyde uygulanmış olan inanç çatışmaları ve katliamlar günümüzde devam etmektedir. Hiroşima ve Nagazaki’den ABD’nin Irak işgaline dek geçen süreçte, nedenleri maskelenmiş olsa da, toplu katliamlar süregel- 134 1 Temmuz’da söyleşiler ve kitap imzalamayla başlayan etkinlik, öğleden sonra Aziz Nesin’in konuşmasıyla devam eder. Aziz Nesin’in halkı kışkırttığı söylense de; Nesimi’nin türküleriyle gün olaysız geçer! 2 Temmuz gününün etkinliğine Buruciye Medresesi’nde imza ve söyleşiyle başlanır. Saat 13.00’e gelirken, öğle yemeği sırasında Cuma namazından çıkan bir grup, kültür merkezine taşlarla saldırır. Vali konağına saldırılır, sloganlar atılarak Atatürk heykeli kırılır. Madımak Oteli önünde birikmeler başlar. 19.30 sıralarında köktendinciler oteli ateşe verirler. Yerel yönetim ve merkezi hükümet yetkilileri, “kurtarın”, “imdat” çağrılarına duyarsızlardır. İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu; Aziz Nesin’in halkı kışkırttığını açıklar. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Polisle halkı karşı karşıya getirmeyin” önerisinde bulunur. Sonuç yakılan masum yurtsever insanlar. Bu katliamı, kıyımı ve yakımı önemsemeyen başbakan Tansu Çiller; “çok şükür dışarıdaki halka bir şey olmamış” diyebilmiştir. Tarihe ve insanlara tanık olsun diye Aziz Nesin’in açıklamasını yayınlamakta yarar vardır. Dönemin içişleri bakanı Mehmet Gazioğlu’nun kışkırtma dediği Aziz Nesin’in konuşmasının tam metni; “Hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunarım. Mahdum Kuli adında bir Azeri yazar var. Onun 100. doğum ya da ölüm yıldönümünde bir jübile yapılıyor Bakü’de. Nazım Hikmet’i de çağırıyorlar elbette. O toplantıya gidiyor. Ama Mahdum Kuli hakkında hiçbir bilgisi yok. Toplantıdan önce, resmi toplantıdan önce çağrılı yazarlar kendi aralarında konuşurlarken Nazım sık sık Mahdum Kuli hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor. Ve her konuşmacıdan en can alıcı noktaları saptıyor. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ ANIMSATMA DOSYA Ve ilk konuşmacı kendisi olduğu için orada öğrendiği Mahdum Kuli hakkında bilgileri dinleyicilere anlatıyor. Fakat dinleyicilerden Mahdum Kuli hakkında en can alıcı noktaları öğrendiği için, onları söylüyor. Zaten daha önceden başka bilgisi yok. Öbür konuşmacılara aşağı yukarı önemli söyleyecek bir şeyler kalmıyor böylece. Yalnız yanlış bir şey yapıyor. Türkçe’de “Mahdum” adı olmadığı için, Mahdum yani “oğul” adı olmadığı için, konuşmasında Mahmut Kuli diyor. Ve Mahmut Kuli’nin, dünyada olmayan Mahmut Kuli’nin hayatını anlatmış oluyor. Şimdi ben, Pir Sultan Abdal için buraya konuşmaya gelirken aynı durumda idim. Elbette Pir Sultan Abdal’ı genel olarak, bir aydın olarak biliyorum tabii, ama bu konuşmaya hazırlıklı gelmem gerekirdi. Ben programı da bilmiyordum doğrusu. Onun için başka çarem yoktu, kitap aramaya kalktım. Tam buraya geleceğim gün, havaalanında, sağa sola bakarken kitap yerine daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Aman dedim, bana bir Pir Sultan Abdal kitabı; hemen çantasından çıkardı, kendi kitabını bana verdi. Ben de Nazım gibi, tabii “Mahmut Kuli” dememek koşuluyla, Pir Sultan Abdal hakkında onun kitabından öğrendiğimi kendi eski bilgilerime dayanarak sizlere aktarmak istiyorum. Önce Pir Sultan Abdal, bu Abdal adı nereden geliyor? Kitapta yazılı değil, ama ben de henüz bilmiyorum. Etimolojik olarak “Abdal” sözü gezgin dervişlere verilen bir ad, ama çok “abdal” var, bizim öbür aptallar gibi değil, “yüzde 60 aptallar” gibi değil… 14 yaşımdaydım. Babam beni Kadıköy’deki Cafer Ağa camisine götürürdü. Bir Cuma günü -14 yaşımda olduğuma göre demek 64 yıl önce- orada imam, hutbeden sonra vaaz ederken, bu “abdal” konusuna değindi. Onun yorumuna göre -ki ben bugün katılmıyorum ama bir yorumdur. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz bu “abdal” sözü için, etimolojik anlamda nereden geldiği konusunda- “abdal”, “Ab-ü Dil’dir; Ab-ü Dil, gönlü su gibi akan anlamına gelir. Oradan doğmuştur, oradan dağılmıştır bu sözcük ya da deyim” demişti. Ben hala ona da inanamıyorum. Gönlü su gibi akan “Ab-ü Dil”in “abdal” olduğu lafına inanmıyorum. Tıpkı şey gibi; bu bizim (“maydanoz”, “midenüvaz”dan gelir, “pırasa” “pürhasa”dan gelir gibi) kaynakları hep Arapça’ya, Farsça’ya bağlamaktan gelen bir yorumdu. Ama böyle; bugün de ben henüz bilmiyorum, tabii içinizde bilenler vardır, niçin bu abdal sözcüğü giriyor dilimize. “ab-ü dil” doğru mudur, değil midir bilemiyorum, ama doğruluğuna pek inanmıyorum. Bana göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği var. Asım’ın ki- tabında 4 ağırlık gösteriliyor. Ama en önemli ağırlığı propagandacı olması, ki Asım buna katılmıyor, ama bana göre bir propagandacı. Ve iyi bir şairin ve iyi bir yazarın başlıca özelliği bulunduğu toplumun ve koşullarının propagandasını, ilerici propagandasını yapmasıdır. Ancak bu propagandayı nasıl yaparsa iyi bir şair olabilir. Sanat ve estetik değeri ağır basan propaganda olursa; yoksa salt propaganda olursa o kupkuru bir şair demektir, propaganda şairidir. Çünkü Türkiye İşçi Partisi kuruluşundan sonraki ilk Meclis’e 15 milletvekili gönderdiği zamanki toplantılarda, ev toplantılarında, özel toplantılarında, özel toplantılarda bile “gelin dostlar bir olalım ve tevekketül Taala Allah” diye sonu, dörtlüklerin sonu böyle biten şiirini okurlardı. Demek ki 400 yıl propagandası sürebiliyor ve ona yeni bir yöntem getirmişler. Ama nasıl Allah’a, şu koşullarla gelin dostlar bir olalım; efendim, kılıç çalalım filan o koşulda ne olursa olsun, yani sen eşeğini iyi bir yere bağla da sonra Allaha güven. O anlamda bir tevekkül. Propaganda birinci şeyi bence vasfı propaganda, bugün o propagandadan bize kalan ya da kalması gereken Alevilik propagandası değil, sanat değeri olan propagandadır. Öyle olması gerekir. İkinci büyük yanı kavga şairi olmasıdır. Ki, bu kavga şairi sürmüştür. Kavgası, kavgacılığı sürmüştür, kendi ölümünden sonrada bugüne kadar sürmüştür. Kötüye karşı savaşım vermektir. Ve köylü başkaldırılarında, Türkiye’de köylü başkaldırılarında çok büyük etken olmuştur bu kavgacı şair. Pir Sultan Abdal’ın bir özelliği, birçok Pir Sultan Abdallar olması. Asım’ın kitabında 4-5 tane filan gösteriliyor. Bana kalırsa, nereden seziniyorum, çünkü bu kavgacılığı ve propagandasının sürmesi birçok Pir Sultan Abdalların yaşamış olduğunu gösteriyor. Ölümünden sonra da, ölümünden önce de. Ve lejander bir kahraman oluyor böylece. Yani halkın asıl malı olmak, özellikle o dönemde, 15-16. yüzyıllardaki bu anonim şairlerde güç buradan geliyor. Halk onu özümsüyor, halkın içinde eriyor ve birçok şairler çıkıyor. Aynı adı taşıyan, bu şu demektir. Aynı felsefi doğrultuda yazan şairler, oraya herhangi bir şair alınmaz, örneğin Nasrettin Hoca, söylememiş, yazmamış bile olsa, o doğrultuda o felsefe doğrultusunda -ki fıkralar girebilir bana göre- Pir Sultan şiirleri de bizzat tarihsel Pir Sultan’ın asılan Pir Sultan’ın şiirleri olamaz, onlardan fazla ek olarak da o doğrultuda, o felsefi doğrultuda, o inançta yazmış şairlerin, şiirlerinden oluşur gibi geliyor. Bugün propagandası Alevilik üzerine, fakat bu Alevilik üzerine olan propaganda aslında bir araç olarak kullanmış bunu, yine benim yorumum. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 135 ANIMSATMA DOSYA Aleviler Hep Muhalefettedir Aslında insancıllığın propagandasını yapmış ve Alevilik ile hoşgörülük bu nedenle birleşmiş. Aleviliğ’in Türkiye’de ve sürekli olarak hoşgörüyle ortaya çıkarmasının nedeni bana göre muhalefette olmuş olmasıdır. Çünkü muhalefetin şirketlerde olduğu gibi daima yüzde 50’den fazla şansı vardır. Yüzde 51, yüzde 52’dir. Türkiye de hiç bir zaman Aleviler iktidar olmamışlardır. Acaba iktidar olsalardı ne olurdu. Bu bir kuşkudur bende. Çünkü iş iktidarda olmayınca hep muhalefette kalıyor. Şirketlerde olduğu gibi yüzde 51 onda. Onun için muhalefette olan hep doğruyu, kendine göre hep doğruyu söylemişlerdir, hoşgörüde yanılmışlardır. İktidar olarak iktidar vermek zorundadır. Verebildiği ölçüde. Ama Aleviler hep muhalefette kaldıkları için hep istemişlerdir, isteyen daha çok haklıdır. En az yüzde 51 hak sahibi olmuşlardır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi bana göre. Aslında konu kaynağı, Aleviliğin kaynağı beni doğrusu hiç ilgilendirmiyor. Size aykırı gelebilir bu düşünce, ama ne yapayım ki böyle, ben Ali ile Muaviye arasındaki 1000 yıl önceki çekişmenin bugün hala sürmesini hiç anlayamıyorum… Biz ilkokulda iken, Darüşşafaka da okudum. 4. sınıfta Siyer-i Nebi ya da Siyer-i Enbiya denilen bir ders vardı. Din dersi vardı. Aslında din dersi değil de peygamberler tarihi Siyer-i Nebi; Peygamber Nebi, Muhammed Peygamber’in hayatı. Siyer-i Enbiya peygamberler tarihi. Orada bu Muaviye ve Ali çatışması bize çok uzun ders olarak anlatılmıştı, öğretilmişti. Ve bu dersi veren hoca tabii, Muaviye’yi haklı bulmuyordu, kendisi Alevi de değildi. Zaten Muaviye’yi haklı bulan Türkiye’de Sünniler arasında pek yoktur. Orada bağnaz, o zamanki bağnaz Alevilerin helâlarını Muaviye adına benziyor diye maviye boyattıklarını söylemişti. Çok ilginç bir saptamadır bu. Yani helâsının duvarını maviye boyarsa hiçbir ilişkisi yok Muaviye’ye hakaret etmiş olacak. İş bu noktaya kadar gelmiştir ve devam ediyor. Kahramanmaraş Olayları’nda bunu gördük, can almaya kadar bu düşmanlık varabiliyor. Benim çocuklarımdan, vakıf çocuklarımdan bir tanesi, bir kız, Akşehirli bir kız, öğretmen okulunu bitirdi. Sevdiği erkek Alevi. Çok büyük bir olay oldu Akşehir’de, bir Alevi delikanlıyı bir kızın sevmesi. Bir Sünni kızın sevmesi. Oysa o delikanlı ne Aleviliği biliyordu ne de gerçek 136 Alevi’ydi. O Sünni denilen kız da ne Sünni’ydi ne de Sünniliği biliyordu. İki tane Türk insanıydı. Türkiyeli iki insandı. Ve bu, büyük şeylere birçok yerlerde varmıştır, cinayetlere kadar, ama o tatlıya bağlandı, aileler dargın kalmak koşulu ile onlar evlendiler ve üç tane çocukları oldu. Bu bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Bu olay etkilemiştir beni. Bu şey hakkında, bu düşmanlık hakkında, doğrusu beni 12 imam da, bu size aykırı gelebilir, bağışlayın beni lütfen çünkü çoğunuz sanıyorum ki Alevisiniz ve benim de bütün inanmış insanlara saygım olduğu gibi Alevilere biraz daha çoktur saygım, neden söyleyim… Çünkü… Hangi tarihsel neden olursa olsun en çok hoşgörüye dayanan bir inançtır. Ama dinsel inançlara karşı ve dinsiz bir insan olarak… Bu anlamda, Aleviliği tutmuyorum. İnsancıl yanını ve hoşgörü yanını tutuyorum. Ona çok değer ve önem veriyorum. Şiilikle ben onu da anımsıyorum ve muharremlerde 10 Muharrrem mi öyle bir şeydir, matem günündeki Şiilikle kaynak olarak Aleviliğin yakınlığı elbette vardır, hatta şöyle diyebilirim. Yanlış da olabilir, ama böyle yanlış bir düşünce var kafamda; Alevilik, Şiiliğin Türkiyeleşmesidir. Türkiyeleşmesidir, çünkü aslında bizim Türkiye Müslümanları, Arap Müslümanlarına benzemiyorlar. Türkiye Müslümanlığı başka bir çizgiye sokmuştur genelde, bunu anlamak için “Cami-ül Eser”’in içine girmek bile yetiyor, ben “Cami-ül Eser”’e birkaç kez girdim. Medreselerini de gezdim, gördüm. Örneğin caminin içerisinde, o büyük caminin içerisinde çocuklar koşmaca oynarlar ve entarili Arap yerde yatmıştır, uyuyordu, horlaya horlaya ve entarisi açılmıştır. Cinsel organı şişe şişe kabarmaktadır, onu ben gözümle gördüm. Türkiye’de camide böyle birşey olmaz, ister Sünni olsun ister başka şeyden olsun. Yani Türkiye İslamlığı Türkiyeleşmiştir, Alevilik de bana göre Şiiliğin Türkiyeleştirilmişidir. Türkleştirmek demek istemiyorum, çünkü Türk olmayan Aleviler de vardır, Kürt Aleviler vardır ama Türkiyeleştirmiştir ve insancıllığı da buradan geliyor zannediyorum. Bir de başka bir şey var, tabii ırk etkisini öne almayan bir insanım bildiğiniz gibi, ama en öz Türklerdir onlar; nereden anlıyoruz, çünkü gelenekleri, Türk gelenekleri, hala sürmektedir, gelenek ve görenekleri onlarda sürmektedir. Oysa Türkiye çok karışmış bir ülkedir. Çok iyi karışmış ayrıca ama, Aleviler o kadar, onlar kadar karışmamışlardır bulundukları daha çok toprak insanları oldukları için. Yani örneğin Bektaşiler gibi şehirleşmemiş, daha çok köy insanlarına dayandığı için daha gelenekleri ile Türklüğü sürdürmüş insanlar olarak görüyorum onları. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ ANIMSATMA DOSYA ğına göre bir ad bulunması gerekir. Mertebe uygunsa mertebe denilebilir. Ama mertebe cumhurbaşkanlığı da mertebe, Alevi değil, ama onun için onlar başka bir şey vardır ya da vardı, belki ben bilmiyorum. Bugün nasıl yorumlanmalıdır. Ben genelde 400 yıl önce ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önceki Mevlana da öyle, tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır. Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o yüzden ben Müslüman değilim, yoksa Kuran’da da güzel sözler var. 1300-1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü olursa olsun, eskiyeceğine inanmıyorum. Eskimiştir. Şimdi bugün Aleviliği nasıl yorumlamak gerekir. Ben düşüncemi söyleyeceğim. Önce Musa idi galiba bu saz çalan arkadaşımız, bu kohmirem kohmirem diyen Sabir’in yine Azerbeycanlı Sabir’in şiirini okudu, aslında korhiyir, kohmirim filan yalan… Hem de adam akıllı korhiyir, çünkü şurdan belli, Sabir’in şiirini bozdu, “Nerede yobaz görirem korhirem”. Öyle değil ki “Harda Müselman görirem korhirem”. Korktu Müslüman görmekten korkmaktan… Bugün Pir Sultan’ı yaşatmak, ondaki gerçeklerin çağcıllaştırılma, bugünkü çağa uyar hale getirebilsek, o zaman ondaki nedir onlar, insancılık başta olmak üzere bir de haksızlığa karşı ayaklanmak ya da karşı gelmek yoluyla olabilir. Bunu sazda, sözde, şiirde yeni Pir Sultan Abdallar, çağcıl Pir Sultan Abdallar, yeni demelerle yeni deyişlerle ortaya koyabilirler ancak. Aynen tekrarında bilimsel yararlar vardır, tarihsel yararlar vardır. Ama bugünün koşullarına hepsi uymaz, uyamaz zaten. Bu mümkün değildir nokta. Değişime aykırı bir olaydır. Ben bizim din ateşleriyle konuştuğum ve tartıştığım zaman bana sık sık Aleviliğin mezhep olmadığını söylüyorlar. Doğru, Alevilik mezhep değildir. Ama bir tarikat mıdır, bilmiyorum, siz daha iyi biliyorsunuz. Elbette, ne olduğunu doğrusu Aleviliğin; önemli, değerli bir şey olduğunu biliyorum. Onda değişmeyen özleri bulup onları sürdürmek gerekir. Şimdi çok aykırı gelecek size, zannediyorum ki aykırı gelecek, ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle devam ettikçe Türk milleti bir adım ileri gidemez. Yunus zamanında bu saz böyle çalınıyordu, 770 yıl önce Pir Sultan Abdal zamanında da böyle çalınıyordu, bugün de böyle çalınıyor. Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle bunu çalarsak bu olmaz; hiçbir ilerleme olmamış demektir. Türkiye bir adım ileri gitmemiş demektir. Sazda bir hamle, bir atılım, bir modernlik, bir çağcıllık yaratırsak şiirlerinde ve şarkılarında türkülerinde yaratabilirsek bunu başarabiliriz. Bu çok güç bir iştir. Ama bu çok güç işin altından kalkmak zorunda Türkiye. Kalkamıyor bugün kadar. Ama tarikat desem tarikat değil, çünkü bir şeyhten şeyhe geçmiyor, Bektaşilik gibi bir ruhsat alınarak yeni bir şeyh olmuyor, efendim, haa, mertebe o filan böyle şeyler, yani biraz somut olarak fiilen var, olan, ama adı mezhep olmayan, tarikat olmayan bir şeydir. Ve daha çok tabii, Aleviler daha çok Türkiye’ye özgü bir durumdur. Mertebe derseniz deyin, ama adı bence adı pek konmamış gibi yanlış şeyler söyleyebilirim. Ama mezhep olmadığına, tarikat olmadığına göre, bünyesi bakımından olamadı- Almanya’ya giden, Avrupa’ya giden delikanlıları görüyorum, hepsinin elinde bir siyah torba içinde saz. Düşünün ki bu saz hiçbir öğretim görmeden kendiliğinden öğreniliyor. Olabilir mi böyle bir şey? Haa sazda yenilik yapanlar yok mu? Bir kaç tane yenilik yapanlar var. Bunları tanıdık, yaşadık bunlarla. İşte o yenilikleri ya da başka yenilikleri getirmesek saza, bu saz kendimizin kendi ayak bağımız olacaktır gibi geliyor bana. Hiç çağcıl bir olay değildir bu. Tıpkı cami mimarisinde Süleyman, Mimar Sinan’ı taklit Hatta bütün dillerde atasözü haline gelmiş bir deyim vardır. “Kork Allah’tan korkmayandan” derler. Onun için Allah’tan korkmayan biri başa geldiği zaman ondan Türk Halkı korkar. O deminki Sebir’de de şiirini okuyan, şiiri okunan Sabir de Şia mezhebinden. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 137 ANIMSATMA DOSYA ederek onun yaptığı camiler gibi cami yapmaya benzer. Kocatepe Camii böyle bir örnektir. Bir zaman sonra bu camiler bir anıtsal ören olarak kalsa, yani cami kalmasa da diyelim ki 1000 yıl sonra 3000 yılında bunlar yerin altında kalsa, arkeologlar orayı kazıyıp çıkarsalar, bakacaklar bu ne camisi, Ankara’da Kocatepe Camisi. Allah Allah, bu cami diyecekler ki yahu Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı caminin kötü bir kopyası, hiç Türkler ilerlememiş mi, bunu soracaklar, sazda da böyle Türküde de böyle, şiirde de böyle, biz nereye geldik, işte o zaman Pir Sultan ve onun gibi bunlar toplumsal ve lejander kahramanlardır, onun yoluna bağlı kalmış oluruz. Yoksa aynen yineleyerek değil. Aynen yinelemenin yeri tarihtir. Tarih dersidir, tarih bilgisidir. Bu atılımı yapmamız yine onlara dayanarak olabilir. Pir Sultan’ın gerçek değerini vererek. Örneğin etkinlik 4.’süymüş galiba, burada görüyorum, 400 yıllık Pir Sultan’ın 4. kutlama töreni olabiliyor. Konunun üçüncü önemli noktası; Bu korkunç ve utanç verici olaydan ders çıkarması gerekenler olayı unutturarak yeni katliamcı kafalar yetiştirmeye devam etmektedirler. Ruhsatlı işyerinde içki satan bir yurttaşını çivili sopalarla dövebilen, bıçakla saldırarak korkutmaya çalışan resmi görevli memurlar bu çağda ve üstelik başkentte bol miktarda bulunabilmektedir. Bu utanç abidesi Madımak Oteli’ni dostluk ve barış müzesine dönüştürelim diyen Alevi-Bektaşi kuruluşlarının yetkililerine Bakanlığın yeterli ödeneği yok diyebilen bir Kültür Bakanı. Aynı kuruluşların, parayı bizim kuruluşlarımız üyelerimizin özgücüyle sağlar ve müzenin yapımını gerçekleştirir açıklamalarına da eski sosyal demokrat şimdi gerçek demokrat Kültür Bakanımız sessiz kalmaktadır. Ülkesini, halkını, inancını ve yaşam biçimini seven ve geliştirmek içinde bilgi, bilim ve insan sevgisi bizim yolumuzdur diyen bu insanlar Madımak müzesini yapacaklardır. Türkiye’de ağır siyasi baskılardan dolayı Pir Sultan Abdal Derneği’nin Başkanı’nı kutluyorum, candan çok güzel birçok değerli bir konuşma yaptı, Sayın Vali’mizi de kutluyorum. Ondan ben Vali’yi kutlamaya alışık değilim, ama bu Vali’yi elbette kutlayacağım böyle bir Vali’yi… İşte benim kısaca Pir Sultan Abdal hakkında söyleyeceklerim bunlardır. Özet olarak tekrarlamak istediğim şu: Pir Sultan Abdal bir kişi değildir, Türk Halkı’nın büyük çoğunluğudur. O nereden belli, çünkü birçok Pir Sultan Abdallar vardır, onu benimsemişlerdir, onun felsefesi doğrultusunda yazmışlardır şairler. Onlar hepsi, tıpkı bu şeylere benzer; market, mahalle bakkallarını nasıl kaldırırsa bir tane Pir Sultan Abdal çıkar öbürlerinin aynı yolda olanlarının adını siler. İşte bizim tarihimizde çok var. Özellikle halk şairlerinde pek çok var. İkincisi de Pir Sultan felsefesinin doğrultusunda yenilikler ve atılımlar yapmak zorundayız. Yoksa biz gene biz oluruz, yüzde 60 mı yüzde 90 mı aptal oluruz belli olmaz. Sağ olun teşekkür ederim…” Günlerce el ilanlarıyla halkı tahrik edenleri görmezden gelenler, yerel gazetelerin köşe yazılarında yalan yanlış bilgilerle cahil insanları kuranları görmezden gelenler, civar illerden insan getirerek Sivas’ta savaşa hazırlar gibi tuzaklar kurmaları bilmezden gelenler yukarıdaki masum açıklamaya “tahrik” diyecek kadar bizlerle dalga geçmişlerdir. Onlar utanmamıştır ancak işin acısı kendini aydın sananlar utanmamaya devam ediyorlar hala. 138 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ Z. Vezan KARABULUT Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi YK Sayman Üyesi URLA’DA ANTİK ZEYTİN İŞLİĞİ “İnsan vücuduna iyi gelen iki tür sıvı vardır. İçsel olarak şarap, dışsal olarak da zeytinyağı” Romalı Yazar Plinius Urla, İzmir İl merkezine 35 km uzaklıkta, doğusunda Güzelbahçe ve Seferhisar; batısında Çeşme; kuzeybatısında Karaburun; kuzeyinde ve güneyinde Ege Denizi ile çevrelenen yeşilinin mavinin ve günbatımının eşsiz renklerinin birbirine kaynaştığı İzmir’in işveli bir o kadar da tarihselliğinden gelen vakara sahip bir ilçesidir. İzmir Körfezi, Urla kıyıları ve önündeki 12 ada ile, en güzel şekilde Urla’nın Güvendik sırtlarından seyredilmektedir. Urla köyleri denildiğinde; tiyatrosu ve seraları ile ünlü Bademler Köyü, iç kısımda kalmasına karşın önemli ölçüde turist çekmeyi başaran Barboros Köyü, kıyıdaki Özbek ve Balıkova, Gülbahçe köyleri ilk akla gelenlerdir. Doğa ve tarihin kucaklaştığı Urla’da yapılan arkeolojik araştırmalarda İskele Mahallesi’ndeki Limantepe Höyüğü’nün M.Ö 6000 yılına uzanan bir merkez olduğu ortaya çıkarılmıştır. Buluntuların en önemlilerinden birisi de Liman olup, tarihte bilinen en eski limandır. Antik Klazomenai Kenti liman bölgesinde yer alır. Kent Ürgüp antik çağda özellikle zeytinyağı üretimi ile önemli bir ticaret merkezi olmuştur. İzmir’e yakınlığı, doğası, denizi, zeytinleri ile ünlenen Urla bu güzelliklerinin yanı sıra, Necati Cumalı ile erken yaşta kaybettiğimiz Tanju Okan ile hatırlanmaktadır. Ancak Urla’nın sahip olduğu değerler yukarda sıraladıklarımızdan çok daha fazladır. Klazomenai antik kenti zeytinyağı işliği pek işitilmemiş olmasına rağmen tarihsel değerlerin en önemlilerinden biridir. Günümüzde 2600 yıl önce çalışmakta olan Anadolu da açığa çıkarılmış bilinen en eski zeytinyağı işliği/ fabrikası İskele Mahallesinde, Hamdi Balaban tarlasında 1992/2004 yılları arasında kazı çalışmaları sonucunda, depoları ve yakınındaki iki su kuyusu ile birlikte açığa çıkarıldı ve Temmuz 2004-Aralık 2005 tarihleri arasında yapılan çalışmalarda ayağa kaldırıldı. Antik zeytinyağı işliği, Klazomenai kentinde yaşayan İonlar tarafından inşa edilmiş ve işletilmiştir. Klazomenai antik kenti ile ilgili buluntular, Türkiye’nin batı kıyısında günümüzde İzmir’e (Eski çağda Smyrna) bağlı Urla ilçesinin Karantina Adası’nı da içine alan İskele Mahallesinde ve civarında açığa çıkarılmıştır. İskele Mahallesi, İzmir Körfezi’nin ortalarında yer almaktadır. M.Ö. II. Binyıllarının sonuna doğru Herodotos, (M.Ö. 490-425) on iki İon kent devleti arasında Klazomenai’nin de bulunduğunu bildirmektedir. Klazomenai kentine ait kalıntılar M.Ö. 5. yy dışında Ankara’da bulunmaktadır. Verilere göre, M.Ö. 5. yy yerleşmesi Karantina Adasın’dadır. Ele geçen buluntular, kentin M.S. 7. yy dek varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. İonialı gözlemci doğa düşünürlerinin İonia topluma önemli yararları olmuştur. Bu düşünürler arasında Thales, Anaksimenes, Anaksimandros ve Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 139 ANIMSATMA DOSYA çıkarılmıştır. Bu yeni buluntu ile elde edilen topografik verilere göre Klazomenai zeytinyağı fabrikasının da içinde yer aldığı “ işlikler bölgesi” günümüzün küçük sanayi sitelerine benzer biçimde kentin dışındaki bir alanda yer aldığı tespit edilmiştir. Klazomenai’li Anaksagoras sayılabilir. Bu filozafların doğayı gözlemeleri sonucunda elde ettikleri bilgiler İonia’da endüstriye de yansımış gibi görünmektedir. Klazomenai antik kentinin zeytinyağı fabrikasındaki bileşik kaplar esasına göre çalışan yağ ayrıştırma sistemi bunun göstergelerinden biri olmalıdır. Klazomenai zeytinyağı fabrikası İskele Mahallesindeki Hamdi Balaban tarlasındadır. Yolunuz bir gün Urla İskelesi’ne düşerse Türk Telekom binasının karşı tarafındaki tarlada Klazomenai zeytinyağı fabrikası, deposu ve kuyuları ile çevredeki diğer yapılardan farklı mimarilerinden dolayı kendilerini hemen belli edeceklerdir. Kıyı yoluna paralel uzanan ve iskelenin hemen arkasından geçen yoldan güneye doğru baktığınızda arazi içinde yan yana yükselen düz damlı taş duvarlı depo binası ile saz çatılı kerpiç duvarlı heybetli zeytinyağı fabrikası hemen dikkatinizi çekecektir. İşliğin ilk kullanım evresi M.Ö. 600/580-546, ikinci kullanım evresi de M.Ö. 530-500 yılları arasına tarihlenmektedir. Verilere göre, birinci evre Perslerin Lidya ile birlikte İoan kentlerini ele geçirdikleri dönemde son bulmuştur. İkinci evrede işlik, yeni düzenlemelerle yeniden kullanılmıştır. Tesisin sınırlı üretim kapasitesine sahip birinci evresinde, üretim kentin ve yakın çevresinin gereksinimi karşılamaya yönelik iken, ikinci evrede deniz aşırı ülkelere ihracat önem kazanmıştır. İkinci evrede görülen yenilikler, üretim kapasitesinin önemli ölçüde arttırılmış olduğunu ve bunun birleşik kaplar prensibine göre çalışan Polima ile “ üretimde süreklilik” kazandığını gösterir. Gününün şartları içinde düşünülürse bu gelişmiş yağ üretim yöntemi ve sürekli üretim işliğe “ fabrika” niteliği kazandırmıştır. Yeryüzünde bugüne dek açığa çıkarılmış olan zeytinyağı tesisleri arasında Klazomenai zeytinyağı fabrikası üç gözlü “kesintisiz” yağ ayrıştırma teknolojisini kullanan en eski fabrikadır. Burada uygulanan teknoloji İonia’da doğanın yoğun gözlemlenmesi sonucu elde edilen bilgi birikimin ve hidrolik biliminin ulaştığı düzey de yansıtmaktadır. Teknolojik açıdan getirdiği yenilikler ile dünya zeytinyağı tarihinde öneli ve daha sonraları ancak Roma döneminde tekrar görülen bir yenileme adımının temsil edildiği bu evrede zeytinyağı bu şekilde elde edilmiştir. Zeytinler önce zeytin değirmeninde ezilip hamur haline getirilmiştir daha sonra buradan alınıp keçi kılından örülmüş yuvarlak torbalara doldurulmuştur. Torbalar süt üste konularak baskı tablasına yerleştirildikten sonra ayar mekanizması ile bunların sayısına göre yükseltilen baskı kolu, bağlanan bir ağırlık ve bucurgat mekanizması yardımı ile aşağıya indirilmiştir. Torbaların içindeki zeytin hamutunda dışarı süzülen zeytinyağı ve karasu karışı- Bu evre tüm yerleşmede de izlenebildiği gibi İonia Ayaklanması sırasında sona ermiş ve işlik dah sonra kullanılmamıştır. M.Ö. 4. yy’da İşliğin bulunduğu alan üzerine inşa edilen büyük bir yapı için gerekli düzeltme çalışmaları sırasında tesisin içi doldurulmuş üzeri örtülmüş ve kayaya oyulmuş alt yapısı bu şekilde günümüze kadar korunup gelmiştir. 2005 yılı kazı sezonunda işlikte yapılan kazı sonucu kuzey-güney yönünde uzandığı görülen kent suru dışardan kente girişi sağlayan bir kapı, giriş koridoru ve kapının iki yanında yer alan kulelere ait kalıntılar açığa 140 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ ANIMSATMA DOSYA rildiği Mimar tarafından başlandı. Fabrika batıdaki depo ve kuyular ile işlik içindeki yer alan makinenin inşasında tamamen doğal mümkün olduğunca yöreye ait malzemeler kullanıldı. Henüz tatil programınız hazır değilse güneye inerken yolunuzu Urla’ya doğru uzatmanızı ve denizinden, güneşinden bedeniniz yararlanırken bu eşsiz tarihsel mirasımızı da tanıyarak ruhunuzu da beslemenizi öneririz. Eminim pişman olmayacaksınız. Peki ama nasıl ulaşacağız diyorsanız işte size adres; İzmir’den ve Çeşme’den yola çıkan İzmir- Çeşme otoyolunu kullanarak Urla iskelesine ulaşabilirler. Otoyolun Urla çıkışından sonraki kavşaktan güneye doğru dönüldükten sonra ağaçlı yoldan kuzeye doğru, yani deniz kıyısındaki İskeleye doğru ilerlendiğinde ağaçlı yolun sonlandığı göbekli kavşaktan sola batıya dönülür. Döner dönmez yolun sonundaki tarlanın içinde yükselen Klazomenai zeytinyağı fabrikası, depo ve kıyılar kendini gösterecektir. Buraya sağdaki Türk Telekom binasının karşısında bulunan ara yola girilerek ulaşılır. Keyifli yolculuklar. mından oluşan sıvı baskı tablası çanağında toplanmış ve çoğaldıkça bir oluktan bileşik kaplar esasına göre üç gözlü yap ayrıştırma düzeneğine(Polima) akarak burada karasuyundan ayrılmış, dinlendirilmiş ve son olarak Klazomenai kentine özgü amphoralara doldurularak depolara taşınmıştır. Bu yazı hazırlanırken Klazomenai Antik Kenti Zeytinyağı İşliği( Urla 2007 M. Bakır, A.E. İplikçi, E. Koparal, A.S. Bakır) kitapçığından yararlanılmıştır. Bu proje ile ilgili olarak en başından beri Prof. Dr. Güven Bakır ve Grafiker Ertan İplikçi birlikte çalıştılar ve bu çukurların tesisin işleyişi içindeki görevlerini ve burada ne tür makineların yer almış olabileceğini araştırdılar. Klazomenai zeytinyağı fabrikası 1992-2004 yılları arasında Eğe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Güven Bakır’ın Başkanlığını yaptığı kazı ekibi tarafından yürütülen kazı çalışmaları sonucunda deposu ve kuyuları ile birlikte tamamen ortaya çıkarıldı. Böylece bu birimlerin kazısı 2004 kazı sezonu içinde tamamlandı. Aynı sezon, Hamdi Balaban tarlası içinde yer alan diğer açmalarındaki kazı çalışmaları sürerken kazısı tamamlanan bu açmaların içinde yer alan tesisin ve deposunun ayağa kaldırılması çalışmalarına proje sorumlusu Prof. Dr. Güven Bakır’ın Başkanlığı’nda Proje Danışmanı Grafiker Ertan İplikçi ve Komili zeytinyağlarının görevlendiMühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 141 KİTAP TANITIMI Hazırlayan: Aydın ERDEMİR Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi YK Üyesi 2008 KAVŞAĞINDA TÜRKİYE, Siyaset, İktisat ve Toplum Bağımsız Sosyal Bilimciler, Yordam Kitap, Birinci Basım, Mayıs 2008. “2008 Kavşağında Türkiye, “farklı hükümetler, tek siyaset”le geçen 1998–2007 çevrimini genel siyasal ortam, uluslararası ekonomik çerçeve, makroekonomik politikalar, dış ekonomik ilişkiler, kamu maliyesi, tarım, sanayi, enerji sektörleri, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kamu yönetimi ve yolsuzluk, yasal düzenlemeler gibi konu başlıkları altında irdeliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk devleti olma özelliğinin büyük ölçüde erozyona uğradığı AKP iktidarının ikinci döneminin bir başka çarpıcı yanı, rejimin laik niteliğinin de yıpranmasıdır. Türkiye toplumunun son on yıllık serencamını, önceki dönemlerle de bağlantılar kurarak inceleyen bu çalışmanın, “sermayenin sınırsız tahakkümü”nü hedefleyen bir büyük harekâtın ana çerçevesini, politika öğelerini, sınırlarını, (örneğin bölüşüm ilişkilerine veya siyasi iktidarla egemen sınıflar arasındaki ilişkilerin yozlaşmasına ışık tutan) sonuçlarını aydınlattığını düşünüyoruz. “2008 kavşağı” dünya ekonomisi bakımından sadece bir çevirimin bitim noktası değil, neoliberalizm yaftası altında otuz yıldır pazarlanan pek çok reçetenin iflas ettiği bir dönemeçtir. Bugünkü çalkantı ve çöküntüler, dünyada ve Türkiye’de sistemik muhalefet dalgalarının kapitalizmin özünü hedef alan biçimde evrilmesinin ön-koşulunu taşıyor. Bu tür bir muhalefetin Türkiye’de emekçi sınıfların saflarında da yeni baştan kök salmasının ön-koşullarından biri içinden geçtiğimiz dönüşümlerin derinliğine incelenmesi, bunlara sınıf mücadeleleri bağlamında doğru teşhis konulmasıdır. 2008 Kavşağında Türkiye bu doğrultudaki bilgi birikimine katkı yapmak amacı taşımaktadır” (Arka kapak yazısı.) Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB), Türkiye ekonomisinin çöküşüne ve toplumsal dokunun çözülmesine sebebiyet veren neo-liberal politikalara karşı toplumu bilinçlendir142 mek ortak düşüncesiyle Kasım 2000’de bir araya gelen Korkut Boratav, Nazif Ekzen, Sinan Sönmez, Fikret Şenses, Yakup Kepenek, Erol Taymaz, Aziz Konukman, Oktay Türel, Ahmet Haşim Köse, İşaya Üşür, Oğuz Oyan, Galip Yalman, Cem Somel, Erinç Yeldan, Ahmet Alpay Dikmen gibi sosyal bilimler alanında ülkemizin en biikimli toplumcu, halkçı ve devrimci aydınları olan sosyal bilimciler tarafından oluşturulmuştur. BSB İktisat Grubunun amacı günümüzde uygulanan neo-liberal politikalar için öne sürülen gerekçelerin zaaflarını ve bu politikaların sonuçlarını bilimsel tahlillerle tespit etmek, toplumun çoğunluğunun -yani emekçilerin- ihtiyaçlarına uygun politika Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ KİTAP TANITIMI DOSYA anlıyoruz. BOP kapsamında Irak ve Afganistan’a yönelik saldırılarda Türkiye’nin ABD ve AB emperyalizminin sadık bir müttefik haline getirilmesi, ülkemizin kalan tüm kamu kurumlarının özelleştirilmesi, aydınlanmamızın ve Cumhuriyet’in sosyal ve hukuk devleti anlayışının hayata geçirdiği vatandaş bireyinin yerine, ılımlı islam ve etnik kimlikler altında toplumun ortaçağın geriliğine, çağ dışılığa ve etnik parçalanmaya itilişi gibi sosyal ve toplumsal sonuçlar hep bu neoliberal politikaların sonuçları olarak önümüze çıkmaktadır. önermeleri geliştirmek ve emek örgütlerinin toplumumuz için yaşamsal önem taşır hale gelen mücadelesini bilgi ve bilim ile desteklemek olarak açıklanmıştır. BSB olarak olarak internet sayfasında da yer alan çağrıda ülkemizde IMF gündeminde uygulanmaya konulan istikrar ve yapısal uyarlama programının Türkiye’nin bugününü ve geleceğini yeniden şekillendirmeye başladığı ve bunun seçeneksizliği yönünde güçlü bir kamuoyu oluşturma kampanyasının sürdürüldüğü şimdiki ortamda, neo-liberal egemen ideolojiyi tartışılır kılabilmek için çaba safr edildiği belirtilmekte ve böyle düşünen meslektaşlar BSB’nin çalışmalarına katılmaya davet edilmektedir. BSB’nin internet sayfası incelendiğinde sosyal bilimler alanında çalışan bir çok aydının kurulduğu günden bu yana bir çok konuda hazırladığı çalışmalar yer almaktadır. BSB’nin son çalışması olan bu kitap, aynı zamanda 2002 yılından bu yana iktidarda olan AKP’ye yönelik önemli bir değerlendirme konumunda. Bu konuda üniversitelerimizden beklenen, kamu anlayışıyla mevcut ekonomik ve siyasal politikaları iredelemek ve toplumua sunma görevi bu kitap sayesiyle BSB tarafından yapılmış oluyor. 80’lerden sonra uygulanan, uluslararası kapitalizm ve bunun mali, siyasi örgütlerince ülkeyi yönetenlerin uygulaması için ellerine tutuşturulan tüm politikalarının mevcut anayasal ve toplumsal düzenlemeler içinde öngörülen geçişi sağlayamaması, başta ABD ve AB, bu emperyalist devletlerin kurumları tarafından başka araçların devreye sokulmasını zorunlu kılmıştır. 1999 ve 2001 krizi, emperyalizm açısından muazzam büyüklükteki medya ve uluslararası destekle iktidar yapılan AKP’nin bu süreçteki rolünü, iktidar olduğu son altı yıldaki uygulamaları, çıkardığı kanunlar, uluslararası ve bölgesel sorunlardaki emperyalist devletlerinyanında yer alan tutumu, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı öfke ve şiddete dayalı saldırısı vs. gibi bir çok sonuçtan dolayı bugün daha da belirgin bir şekilde 2008 Kavşağında Türkiye kitabı bu süreç içinde özellikle AKP iktidarı dönemindeki bir çok ekonomik ve sosyal alanı uygulanan politikalar ışığında incelemekte, sürecin 2002 öncesi ile kıyaslanmasıyla son 6 yılda ortaya çıkan durumun vehametini de ortaya koymaktadır. AKP iktidarının siyaset ve söylemlerini içeren 1. Bölüm’de 1980’lerde marjinal sayılabilecek bir siyasal hareketin 2002’de iktidara gelişi süreci ve bu süreçte AKP ile uluslararası çevreler arasındaki ilişki ele alınmaktadır. İkinci bölümde ise 2007 sonbaharından bu yana tırmanışa geçen uluslararası ekonomik ortamdaki bunalımlar değerlendirilmekte, bu buna bağlı olarak Türkiye’nin IMF ve AB ile yürüttüğü ilişkileri, bu ilişkilerin içeriği sorgulanmaktadır. Üçüncü bölümde ise Türkiye’nin 1997-2007 dönemi makro-ekonomik verileri karşılaştırılmakta, para politikaları, sermaye hareketleri ve genel iktisadi ortam ele alınmaktadır. Dördüncü bölümde ise Türkiye’nin ödemeler dengesindeki orta ve kısa vadeli değişimler, sernaye hareketleri ve cari denge bileşenleri sorgulanmaktadır. Beşinci bölümde ise 2006-2007 yılları kamu maliyesi, iç ve dış borçların seyri ve mevcut durumu, 2008 sonrasında IMF ile olabilecek durum değerlendirmeleri yapılmaktadır. Altıncı bölümde temel sektörlerdeki iktisat politikalarının ortaya çıkardığı sorunlar irdelenmektedir. Burada ülkemiz açısından 3 önemli sektör incelenmiştir ; tarım, imalar sanayi ve elektrik enerjisi. Yedinci bölümde AKP iktidarıyla geçen 2002-2007 döneminde eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarında uygulanan politikalar ele alınmaktadır. Bu incelemede üre- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 143 KİTAP TANITIMI DOSYA tim ve gelirin bölgesel dağılımındaki gelişmeler, AKP’nin düşük gelirli nüfusa destek amacıyla harekete geçirdiği informel ve dinsel öğeler içeren sosyal yardım mekanizmaları anlatılmaktadır. Sekizinci bölüm AKP eliyle hayata geçirilen neo liberal politikaların hayata geçirilmesi sürecinde yolsuzluğun hen ideolojik bir söylem, hem de yasa ve ahlak dışı bir zenginleşme pratiği olarak önemi ve sonuçları irdelenmektedir. Dokuzuncu bölümde ise AKP iktidarının neoliberal yapılandırma niyet ve eylemlerinin, Anayasa’da dahil olmak üzere, hangi yasal düzenlemelerle hukuk düzlemine taşındığı, yine bu kapsamda Ocak 2006-Mart 2008 dönemindeki mevzuat değişiklikleri ele alınmaktadır. Onuncu bölümde ise tüm ortaya çıkan sonuçların ve bulguların yeniden önemi itibarıyla okuyucu ile paylaşmak için özeti yapılmıştır. Bu bölümün sonunda ise Türkiye’de uygulanan neoliberal dönemin ortaya çıkardığı büyüme rakamları tablo halinde verilerek uygulanan politikaların başarısızlığı ortaya konmaktadır. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda başta SSCB’nin güçlenmesi ve bu ülkenin yanında diğer sosyalist ülkelerin Avrupa’da güçlü bir şekilde ortaya çıkması kapitalist dünyada büyük bir gerilim yaratmış ve bu gerilim bu ülkelerdeki yoğun işçi sınıfı talepleriyle metropol ülkelerde refah devleti düzenlemelerini, çevre ülkelerde ise sosyal devlet ile müdahaleci, korumacı ve planlı devlet uygulamalarıyla sermayenin hareket alanını önemli ölçüde kısıtlamıştır. Bu sonuçların alınmasında sosyalizmin gölgesinin emperyalist devletlerin işçi sınıfı aydınları üzerindeki etkisi anımsanmayacak derece önemli olmuştur. Ülkemizin yakın geçmişi irdelendiğinde dünya ekonomisinde ortaya çıkan model değişikliğinin başlangıç döneminin ülkemizdeki dönüşümlerle aynı döneme denk düştüğü açıkça görülmektedir. Serbets piyasa, monetarizm ya da neoliberalizm olarak adlandırılan politikalar ilk olarak İngiltere’de Thatcher’ın (1979), ABD’de Reagan’ın (1980) iktidara gelmesiyle başlamıştır. 24 Ocak 1980 istikrar programları ve arkasından 1980 askeri darbesi ülkemizde bu dönüşümünü yaratan ve dayatan siyasal olaylar olarak karşımızdadır. Bu süreçlerle ve devamında başta Özal dönemi olmak üzere tüm iktidara gelen hükümetler eliyle toplumumuzun Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar dayanacak bir çok kazanımının tasfiye edildiği bir dönüşüme yol açılmıştır. Özal’ın yıkıldığı, işçi sınıfının yoğun eylemleri ve toplumun yeniden örgütlü olarak hareketlendiği 19891993 yılları kısmen de olsa tasfiye edilen hakların ve kazanımların bir bölümünün geri alınabildiği bir döneme denk gelmektedir. Bu dönemden sonra ise yaşanan krizler, IMF, DB ve AB ile girilen ilişkiler, IMF patentli İstikrar ve Uyum Politikaları, 2001 kriziyle ABD’nin dayatmasıyla ülkemizin başına tayin edilen Kemal Derviş dönemi neoliberal dönüşümün tüm zeminini hazırlamıştır. AKP’yi iktidara büyük bir kuvvetle taşıyacak olan süreçte işte bu zemin üzerinde gelişmiştir. AKP 80’li yılların marjinal bir çevresi olmaktan çıkarılarak, başta ABD ve AB olmak üzere uluslararası sermaye ve onun yerli işbirlikçilerinin çok büyük bir mali desteğiyle iktidar yapılmıştır. İktidar süreci içindeki uygulamaları, ekonomik ve politik kararları, Afganistan, Irak ve Iran sorunlarındaki tutumuyla bu desteğe layık olduğunu göstermiştir. Kısaca görünen ve teyit edilen en büyük gerçek ise 1950’lerden beri iktidar olan hiçbir işbirlikçi ve neoliberal iktidarın gerçekleştirmeye bile cesaret edemediği bir çok uygulamanın AKP eliyle hayata geçirilmiş olması, Cumhuriyet’in tasfiyesinde önemli bir mesafe alındığıdır. Emperyalizmin BOP Planları bölgenin yeniden paylaşımı ve düzenlenmesinde Türkiye’yi son derece önemli kıldığından, başta ABD ve AB emperyalizminin AKP’yi iktidar yapma ve devamında da iktidarda tutma konusundaki açık ve muazzam derecede mali ve siyasal imkanlarla desteklemesi boşuna değildir. 2007 yılından itibaren ise başta ABD’de başlayan yeni bir kriz dalgasının başta emperyalist sistemin metropol ve çevresinde yer alan ülkeleri hızla bir ekonomik ve toplumsal çöküşe süreklediğinin başlangıcı olmuştur. Bu gelişmeler 2007-2008 yılının dünya ekonomisi için bir “kavşak” olduğunu göstermektedir. Böylelikle genelde dünya emperyalist sisteminin 10 yılda bir yaşadığı 144 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ KİTAP TANITIMI DOSYA görülmektedir. Bu açıdan “2008 Kavşağında Türkiye” çökenin değerlendirilmesi ve bilimsel açıdan analiz edilmesi, ve sonuçtada yerine geçirilecek uygulamalar hakkında önümüze son derece önemli bir kaynak ve arşiv sunmaktadır. Sadece bu yayın değil, BSB’nin internet sitesinde yayınladığı, her biri ele aldığı alanlarda kendi başına kaynak olan bir konudaki yayınları da bu bilgilenme sürecine önemli bir katkı yapmaktadır. Daha fazla bilgi için Bkz. www.bagimsizsosyalbilimciler.org çevrimde inişe geçtiğini göstermektedir. Serbest piyasa söylemine ve neoliberalizmin reçetelerine dayanan 30 yıllık bir modelin teorik ve olgusal dayanakları, sistemin kendi mantığının gerekli kıldığı bir denetime tabi olmayan finansal piyasalarının yarattığı spekülatif şişkinliklerden kaynaklanan sarsıntılar sonuçta son 10 yılın sonunda sistemi hızla aşşağıya doğru çöküşe götürmüştür. Herşeyden öğretici olanı ise bu krizin merkezindeki emperyalist devletlerde ve buna bağlı olan çevre ekonomilerinde denetleyen, yönlendiren hatta belkide üreten bir oyuncu olarak “devletin” yeni baştan sahneye çıkmakta olduğudur. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere “serbest piyasacılığın merkezindeki ülkelerde hızlı bir şekilde kamulaştırmalar yapılarak, kamu kaynakları ve harcamaları arttırılarak krizlere geçici yanıtlar aranmaktadır. İster bu son on yıllık süreçteki çevrimin geldiği çöküş ve isterse son 50 yıllık emperyalist sistemin tümünü kuşatan ekonomik ve politik cerayanlar olsun, 20072008 yılıyla ortaya çıkan bu krizin değişik zaman dilimlerinde bir çok ülkeyi çeşitli biçimlerde etkileyeceği muhakkaktır. Bu açıdan elimizdeki kitapta 2002-2008 döneminde AKP eliyle uygulanan neoliberal politikaların sonuçları tartışılmakta ve bu tartışa-analiz içinde dünyadaki bu çöküşün ülkemize yansımaları hakkında ipuçları verilmektedir. Neoliberal reçetelerle ve sermayenin hiçbir ahlaki sınır tanımayan kazaç hırsıyla doğruran ilgili olan ve son yıllarda dünya ölçeğinde yaşanan “Gıda Fiyatlarında Yaşanan Bunalım”la, emperyalist sistemin finansal çöküşünün toplumsal muhalefeti güçlendirerek, anti-kapitalist ve anti-emperyalist muhalef cephesinin daha da güçlenmesine önemli ölçüde katkı yapacağı, bu süreçte başta işçi sınıfı, çalışanlar, üretici ve meslek örgütleri olmak üzere toplumun tüm ezilenlerinin, aydınlarının bu yıkıma karşı direnişte daha büyük çapta görevler üstleneceği Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 145 KENTİMİZDEN Gonca GENÇ Peyzaj Mimarları Odası İstanbul Şubesi YK Sekreteri İSTANBUL’DA ENDÜSTRİ MİRASI 19. yüzyılda hızlanan Osmanlı devletindeki endüstrileşme girişimleri, yabancı sermayenin işgücü ve teknolojisi ile birlikte kurulan fabrikaların sayısında ve türünde fark edilir bir artış yaratmıştır. Başkent’in İstanbul olması ve yeterli ulaşım ağlarının olması nedeniyle 1850’den sonrasında İstanbul Osmanlı endüstrisinin merkezi haline gelmiştir. 20.yy başlarında Osmanlı topraklarında bulunan endüstri yapılarının %55’inin İstanbul’da yer alması bunun bir kanıtıdır. Bu noktadan hareketle aslında Osmanlı dönemindeki endüstrileşme girişimlerini ve gelişimini izlemek için İstanbul’da yer alan endüstri yapılarının incelenmesi o dönemin endüstrileşme süreci hakkında da bizlere bilgi verecektir. 146 İstanbul’da 17.yy a kadar devlet ve kamunun ihtiyaç duyduğu maddelerin üretimi ağırlıklı olarak zanaatkârlar ve loncalar çevresinde şekillenen küçük işletmeler tarafından sağlanmaktaydı (Mantran, 1990). “Karhane” olarak adlandırılan bu işletmelerde üretim, çoğunlukla el ile ya da basit aletlerle gerçekleştirilmekteydi (Mantran, 1990). Bu dönemde İstanbul’da ki en önemli endüstri tesisleri, temelleri 15.yüzyılda atılan Tersane-i Amire ile 16. yüzyılda atılan Tophane-i Amire’ydi. Kentte 18. yüzyılda inşa edilen Azaldı Baruthanesi gibi birkaç endüstri tesisini, 19. yüzyılda iki ayrı aşamada kurulan fabrikalar izlemiştir(Pamuk,1997). Bunların ilki, 1830–40’lar da devlet tarafından, ordu ve sarayın gereksinimlerini karşılamak amacıyla en son teknolojiyi kullanan makineleri ithal ederek kurulan fabrika- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ KENTİMİZDEN DOSYA lardı. Çoğunluğu İstanbul ve çevresinde kurulan bu işletmeler içinde en önemlileri, Yedikule’ den Küçükçekmece’ ye kadar uzanan alanda kurulu yünlü, pamuklu dokuma fabrikaları ile Feshane–i Amire ve demir dökümhaneleridir (Clark, 1992). Bu fabrikalarda üretimi yönetmek üzere Avrupa’dan en yüksek ücretler ödenerek mühendisler, teknisyenler, hatta işçiler getirilmişti (Clark, 1992). Üretilenlerin devlet tarafından satın alınması, fabrikaları yabancı rekabetinden koruduğu halde, Avrupa makinesi, hammaddesi, hatta ustası ile işleyen bu fabrikaların büyük bir kısmı kısa sürede kapanmıştır (Clark, 1992). İkinci aşama ise, 1880’lerden sonra gerçekleşmiştir. Osmanlı ekonomisinin serbest ticaret anlaşmasını kabul ettiği yıllarda kurulan fabrikalar, kısmen yerli, kısmen de yabancı sermaye ile desteklenmişlerdi (Pamuk, 1997). Osmanlı fabrikalarının dörtte üçü gibi büyük bir kısmı bu dönemde kurulmuştur (Ökçün, 1997). Sayıları 19.yy.da 256’yı bulan, bugün ise sayıları büyük oranda düşen endüstri yapıları, mimari, tarihi ve teknolojik miras olarak, geçmişten günümüze endüstrileşme sürecine ışık tutması anlamında, koruma altına alınmalıdır. Endüstri mirasının gelecek kuşaklara aktarılabilmesi ancak yapıları uygun bir işlevle kent hayatına kazandırmanın yanı sıra, özgün kimliklerini de korumayla sağlanabilir. 20.yy ortalarına kadar kullanıldıktan sonra işlevlerini yitiren bazı yapılara ilişkin olarak ayrıntılı belgeleme çalışmaları yapılamamış, terk edilen fabrikalar ise ihmal, bilinçsiz onarım veya gelişigüzel kararlarla yapılan yeniden işlevlendirme çalışmaları ile her geçen gün biraz daha tahrip olmaktadır. Haliç ve Boğaz’ın iki yakası veya Marmara kıyısı gibi, kentin önemli bölgelerinde konum- lanan ve işlevini yitiren endüstri yapılarının yeniden işlevlendirme çalışmalarında ise, rant değerleri ön plana çıkmaktadır. (http://www.arkitera.com/haberler,2005) İstanbul’daki endüstri yapılarının yeri konusundaki ilk tercih tüm yerleşimlerde de doğal olarak genel bir eğilim olan deniz ya da dere kenarlarıdır. Fabrikaların yer seçiminde su – deniz kenarında olma (örn. Boğaz ve Haliç kıyıları), işlenebilir topraklara sahip olma (örn. Haliç toprakları, Göksu Deresi civarı), korunaklı olma (örn. İstinye koyu, tersaneler), demiryolu bağlantısının olması (Bakırköy Bez Fabrikası, Zeytinburnu Demir Fabrikası, Yedikule Gazhanesi, vb…) ve hizmet edeceği yere yakınlık (örn. Beylerbeyi Sarayı’na hizmet eden Kuzguncuk Gazhanesi) gibi etkenlerin rol oynadığı anlaşılmaktadır. Kent içindeki dağılımları dikkate alındığında fabrikaların ağırlıklı olarak Haliç, Boğaz ve Marmara kıyısında olduğu gözlemlenmektedir. İstanbul’daki 19. yüzyıl endüstri yapıları üretim kapasiteleri, boyut ve önemleri açısından; büyük programlı tesisler, orta büyüklükteki fabrikalar, atölyeler-küçük işletmeler ve diğer yapılar olmak üzere dörde ayrılabilir. 18.-20. yüzyıllar arasında İstanbul’ da inşa edilen fabrikaların büyük kısmı yıkılmıştır. Bugüne ulaşanların müdahale görmüş olması, mimari ve teknolojik karşılaştırmalar yapmayı güçleştirmekte veya yapılar böyle bir analiz yapmak için yeterli veri sunmamaktadır. Yazılı ve görsel kaynaklara dayanarak endüstri yapılarının mimari özelliklerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz; • Üretim teknolojisinin gerektirdiği strüktürler, özellikle 19. yüzyılın ortasından itibaren dökme demir, ana strüktür elemanı olarak kullanılmıştır (Örn. Tersane-i Amire), Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 147 KENTİMİZDEN DOSYA • Fabrikalar ihtiyaca bağlı olarak yatayda genişlemiş veya ek binalarla geliştirilmiştir (Örn. Tersane-i Amire), • Genelde yalın bir mimari planlama vardır. Öncelikli olarak işlevi yerine getirilmiş, bezeme en az düzeyde tutulmuştur. Buna karşılık, girişleri arma veya özel bir işaretle vurgulanan fabrikalar da vardır (Örn. Tophane-i Amire, Tersane-i Amire, Feshane-i Amire), • Devlete ait fabrikalarda Neo-klasik cephe özelliklerine rastlanmaktadır, • Örtü sistemleri olarak beşik, şed veya düz çatılar kullanılmıştır. Kentteki fabrikalar ilk başlarda su gücüyle işletilirken, Avrupa’daki buhar gücünün yaygın kullanımı ile 19. yüzyıl başlarında İstanbul’daki fabrikalarda da buhar gücü kullanılmaya başlanmıştır (Ökçün, 1997). Fabrikaların kuruluşunda ve işletiminde çoğunlukla yabancı mimarlar ve Dadyan – Balyan ailelerinden gelen, kimi Avrupa’ da eğitim görmüş Osmanlı mimar ve mühendislerinin görev aldığı bilinmektedir (Clark, 1992). ağaç ve kimya endüstrilerine ait, 33 adedi Anadolu yakasında, 222 adedi Avrupa yakasında ve biri Büyükada’ da olmak üzere toplam 256 adet fabrika ve imalathane bulunmaktaydı. Bunlardan günümüze kadar ulaşabilmiş olan 43 tanedir. İstanbul’ da bunlara en iyi örnekler ise; enerji üretimi için; Silahtarağa Elektrik Fabrikası, Hasanpaşa Gazhanesi ve Dolmabahçe Gazhanesi, gıda üretimi için; Bomonti Bira Fabrikası, Mecidiyeköy Likör ve Kaynak Fabrikası, Cibali Tütün ve Sigara Fabrikası, giyim ve dokuma üretimi için; Feshane-i Amire, deri üretimi için; Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, kimyevi madde üretimi için; Küçükçekmece Kibrit Fabrikası, maden işleme için; Haliç Tersaneleri (Tersane-i Amire), Darphane-i Amire, Tophane-i Amire, Lengerhane ve Şirket-i Hayriye, toprak işleme için; Yıldız Çini Fabrikası ve ne yazık ki ağaç işleme fabrikalarından ise hiç kalmamıştır. İstanbul’ da ki endüstri mirasının bugüne kadar gelebilmiş önemli temsilcilerinin bir kısmı işlevini sürdürmekte, bir kısmı terk edilmiş durumda, bir kısmı da yeniden işlevlendirilerek kullanılmaktadır. ( Köksal, Ahunbay, 2006) Devletin hammadde üretimini desteklememesi, yerli mal kullanımını teşvik eden girişimlerde bulunulmaması gibi nedenler, kamuya ait endüstri yapılarının terk edilmelerinde etkili olmuştur (Pamuk, 1997). Kentteki işletmelerin önemli bir kısmının 1980’lere kadar tam kapasiteyle işletildikleri, bu tarihten sonra yavaş yavaş kapatıldıkları, bir kısmının da 1990’larda işlevini yitirdiği ve çeşitli nedenlerle yıkıldığı gözlemlenmektedir. 20. yüzyıl başında İstanbul’ da enerji, gıda, giyim, dokuma, deri, maden, toprak, 148 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ KÜLTÜR SANAT SINIR KENTİ (BORDERTOWN) Yönetmen: Gregory Naval Oyuncular: Jennifer Lopez, Antonio Banderas, Kate Del kastillo, John Normon ‘Yalanlar. Yolsuzluklar. Cinayet. Bir muhabir sessizliği bozacak’ 2006 yılı ABD, İngiltere ortak yapımı olup ülkemizde Eylül/2007 de gösterime başlamıştır. Medyada yer alış biçimi ile macera filmi olarak tanıtılan ve yaşanmış olaydan hareketle yapılan film Meksika sınır kenti olan Juarezde geçiyor. Film şehirde vahşice işlenen kadın işçi cinayetlerini haber yapan Banderas’ın ‘De SOL’ adlı ilerici gazetesinin polis tarafından toplatılması ile başlıyor. Lopez de ABD’de merkezi yazılı basında çalışan hareketli bir muhabiri canlandırıyor. En büyük amaçlarından biri gazetesi adına yabancı ülkelerde görev yapmak. Amacını gerçekleştirmek için çalışırken kendisini Meksika sınır kenti Juarez’de buluyor. Görevi bu şehirde tecavüze uğrayıp boğularak öldürülen ve cesetleri çöplüklerden toplanan çok sayıdaki kadın işçi ölümlerini araştırmak. Görevi sırasında kendine eski erkek arkadaşı olan ilerici nitelikli gazete sahibi Banderas ta yardımcı olacaktır. Film tecavüze uğradıktan sonra öldürme girişimine uğrayan genç işçi kızın çektiği acı, ızdırap ve öç alma hırsını anlatmaktadır. Lopez ve Banderas işçi kızın başına gelen olaylardan hareketle vahşice işlenen cinayetleri araştırmaya başlarlar ve bu süreçte birçok olay yaşanır. Bu konumu ile macera niteliğine sahip gibi gözükse de perde gerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşulları, uluslararası sermaye ve yerel işbirlikçi kesimin çalışanlar üzerindeki yoğun baskı ve sömürüsü ilkel kapitalizmin çirkinlikleri bulunmaktadır. Juarez ABD Meksika sınırında bir sanayi kentidir. ABD sermayeli şirketler ucuz işgücünden yaralanmak amacıyla sınır ötesi üretimlerini bu bölgede yapmaktadırlar. Filmin geçtiği zaman dilimi Meksikanın Kuzey Amerika Serbest ticaret Antlaşmasına (NAFTA) girme aşamasın- da olduğu bir süreçte tahminen de 1990’lı yılların başıdır. Meksika tarım ağırlıklı gelişmemiş bir ülkedir. Tarımda da birçok sorun yaşanmaktadır. Köylüler aldıkları kredileri ödeyemedikleri için her geçen sürede daha da borçlanmakta ve giderek mülksüzleşmektedir. Mülkünü feodale egemenlere veya devlete kaptıran köylü çaresiz bir biçimde aç kalmamak için şehre göçmektedir. Bu göçmenler için şehirde karnını doyurabilecek bir iş bulmak en büyük hayaldir. İşte bunlardan biride Eva adlı 16 yaşında bir kızılderili kökenli Meksikalı köylü kızıdır. Eva 8–10 yaşındaki kız kardeşi ve annesi ile birlikte Juarez’e gelir ve bant sisteminde üretim yapan saniyede 3 bilgi- Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 149 KÜLTÜR SANAT DOSYA sayarın üretildiği fabrikada günde 5$ karşılığı çalışmaya başlar. Ne pahasına olursa olsun birim zamanda en fazla üretimi hedefleyen (fordist) bant üretimi, işsizliğin yoğun yaşandığı gelişmemiş veya azgelişmiş ülkelerde kolay uygulanabilen kalifiye elemana ihtiyaç duymayan üretim tarzı olarak da bilinir. Bu özellikler ise ucuz işgücü demektir. Bant üretimi kişiliği zedeleyen, monoton robotik çalışma tarzı ile çalışanı mutsuz eden bir yapıdır. İşe başlama, çalışma sırasında ve iş bitiminde çok hızlı davranılması, zaman kaybedilecek hiç bir hareket ve işleme müsaade edilmemesi de ayrı bir zorluktur. Tuvalet kullanımında tutulan zaman tutanakları, üretim bantları başına taşınan tuvaletler bunlara örnektir. Daha ucuz olması nedeniyle kadın işçi tercih nedenidir. Ucuz emek ucuz konut demektir. Genellikle şehir dışında, gettolarda çöp, teneke evlerde en ucuz şekilde barınanlar da, yüksek gerilim hatlarına kanca atarak enerji ihtiyacını kaçak yolla karşılayanlarda yine bu iç göçmenlerdir. Sigorta, İşçi sağlığı, iş güvencesi, sendika dernek hak getire. Çocuk yaşındaki göçmen Eva Bir gece vardiyası sonucu evine(gettosuna) giderken bir otobüs şoförü tarafından kaçılır ve biride işbirlikçi işadamı olmak üzere iki sadist kişinin tecavüzüne uğrar ve boğulup, çöplüğe gömülerek öldürülmek istenir. Eva bu olayı yaşayan ne ilk nede son işçi kadındır. Snuff adı verilen canlı ölüm film çekimleri, organlarının alımı dâhil çeşitli nedenlerle de yapıldığı söylenen sadistçe cinayetlerle her gün karşılaşılmaktadır. Resmi verilere göre iki yüzden fazla, söylentilere göre ise 5000 in üzerinde bu tür ölüm gerçekleşmiştir. Ölüm adedinin düşük gösterilme nedeni ise bölge emniyetinin güvenilirliğine(!), sanayicinin rahatsız olmamasına, konunun dünya kamuoyundan kaçırılmasına, her şeyden önemlisi de bölgeye iç göçmen olarak gelebilecek kadınların tedirgin olmaması ve ucuz işgücü akımının durmamasına yöneliktir. Vahşi cinayetler devam etmekte hayalet olarak adlandırılan caniler ise yakalanamamaktadır. Durumdan ne sanayiciler ne yöneticiler ne politikacılar ne görevliler şikâyetçidir. Tek şikâyetçi olanlar ise mağdurların aile ve çevresidir. Ancak bunlarında üzülmekten başka ellerinden hiç bir şey gelmez. arada çöplüklerden, çölden genç göçmen kadın işçi cesetler çıkmaya devam etmektedir. Gazeteci Lopez bir taraftan Eva ile ilgilenirken diğer yandan araştırmasını tamamlamış ve basılmak üzere ABD’deki gazetesine göndermiştir. Ancak bu araştırma ile Meksikalı işbirlikçiler dışında kendi patronlarını, ABD’li sanayicileri karşısına aldığının farkında değildir. Egemenler için her şeyden önemlisi üretim ve kardır. Nitekim cinayetleri önlemek için yardım isteyen gazeteciye Meksikalı sanayicin özetle ‘ böyle durumların yaşanmasının olağan, müdahale etmenin faydasız, zengin ve güçlülerle uygulanan kanunlar ile diğer kesimlere uygulanan kanunların farklı olduğu, bu sistemde her ülkede var olan politikacılar satın alınarak her şeyin yapılabileceğini’ ifade etmesi ilkel bakışı açıkça sergilemektedir. Bu koşullarda üretilen herbir ürünün üzerindeki kan lekeleri de dâhil, ana hedeften sapacak hiç bir yaklaşım değerlendirmeye alınmayacaktır. Meksika, ABD ve Kanada’nın yer aldığı birlikteliğe (NAFTA) girme aşamasındadır. Bu aşamada cinayetlerin sözü bile edilmemelidir(!). yazılı basında yer almasına ise kesinlikle tahammül edilemez(!) ilerici gazeteci Banderas suikast sonucu öldürülür. Serbest ticaret sözleşmesi her şeyin üzerindedir(!). Bu nedenle Lopez’in araştırması yayınlanmayacaktır. Rüşvet teklif edilerek araştırmayı sonlandırılması istenir. Tabii ki bu öneri kabul edilmez. Eva ve Lopez’in hukuk mücadelesi devam eder ve sonuçta Eva’ya kötülük yapan sadistlerden biri ölür diğeri hapse atılır. Lopez Banderas’ın gazetesinin başına geçer devam eden kadın işçi cinayetlerine karşı mücadelesine devam eder. Film böyle biter. Ancak sömürü devam eder. Adı ister Juarez, ister Berlin, ister Hong Kong ister TUZLA olsun iç ve dış göçmenler üretim bantlarında, inşaatlarda, gemilerde kaçak, iş güvencesinden yoksun gettolarda yaşayarak çalışmaya devam ediyorlar. Bu sistemin var olduğu ülkelerde şu veya bu şekilde ‘Eva’ lar olmaya devam edecektir. Herkese iş, yeterli ücret, insanca çalışma, insanca yaşam çok şey midir? Tecavüze uğrayarak öldürülmek istenen Eva kendi imkânları ile çöplükten dolayısıyla ölümden kurtulur ve intikam almak için Banderas’ın gazetesine gider orada Lopez’le yolları çakışır ve canilerin peşine düşülür. Canilerden birisi Juarez’deki toprağını vererek üzerine sanayi tesislerini kurduran işbirlikçi bir Meksikalı iş adamıdır. Eva’nın kurtulduğunu öğrenen iş adamı ve işadamının etkilediği emniyet birimleri öldürmek amacıyla Eva’nın peşine düşer kovalamaca devam eder. Bu 150 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ SÖYLEŞİ SOSYAL BELEDİYECİLİK ÖRNEĞİ: DİKİLİ BELEDİYESİ Dikili Belediyesi’nin 26 Ağustos- 1 Eylül 2008 tarihleri arasında düzenlediği Geleneksel Dikili Barış, Demokrasi ve Emek Şenliği kapsamında 29 Ağustos 2008 Cuma günü Temiz, Sağlıklı Çevre ve Su İnsan Hakkıdır başlıklı sunum için Türkiye Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu olarak katılım sağladık. Panelde Platformun Yürütme Kurulu Üyesi TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz oturum başkanı olarak görev aldı. Ayrıca Platformdan Prof. Dr. Fuat Ercan, Prof. Dr. Beyza Üstün, Prof. Dr. Mehmet Türkay, Gaye Yılmaz söz alarak Türkiye’de ve Dünya’da suyun özelleştirilmesi sürecine değindiler. Panele ayrıca Planet Project aktivisti Mari SPIRITO, Hollanda’dan Transnational İnstitüte üyesi Satako HEODEMAN katıldı. Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven yaptığı açılış konuşmasında, “Su parası ödeyemeyenlerin suyunu kesmemiz isteniyor. İnsanların su- yunu kesmediğimiz için mahkemelerde yargılanıyoruz. Su bir insan hakkıdır. Su yaşamdır. İnsan yaşayabilmek için su içmelidir. Su bir ticari meta haline getirilemez. Bugün derelerimizi özelleştirmeye çalışıyorlar. Eğer başarırlarsa, yarın akan dereden bir avuç su alabilmek için para ödemek zorunda kalacağız. Halbuki o derede akan su bizim halkın suyudur.” TMMOB İstanbul İKK Sekreteri Tores Dinçöz konuşmasında, Türkiye’de suyun ticarileştirilmesi sürecinin 1980’lerde IMF niyet mektupları ile başladığını, geçtiğimiz 20 yılda, Türkiye’de suyun özelleştirilmesinin alt yapısının oluşturulduğunu belirtmiştir. Sn. Dinçöz, 2009 Mart ayında İstanbul’da yapılacak olan Dünya Su Forumu’na karşı gerçekleştirilecek olan Alternatif Dünya Su Forumu’nun çalışmalarına da değindi. Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ 151 SÖYLEŞİ DOSYA Dikili Belediye Başkanı Sn. Osman Özgüven ile ÖLÇÜ Yayın Kurulu Üyesi Bilge Ölmez ve dergi sorumlusu Fetiye Aydın söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşi de Sn. Özgüven’in özellikle üstünde durmuş olduğu konular sosyal devlet anlayışının ortadan kaldırıldığı, insanın yaşaması için gerekli olan en temel ihtiyaçlarının bile piyasalaştırılması olduğu idi. Sn. Özgüven. Dikili Belediye’sinin 10 tona kadar su kullanımını ücretsiz yapmasını, sağlık hizmetinin bedelsiz olarak verilmesini, eğitimin, ulaşımın ücretsiz olmasını belediyelerin yapması gereken görevleri arasında değerlendiriyor. Belediyecilik anlayışının siyasi iktidarca yargılanmasının nedeni ise şöyle açıklıyor; ekmeği ucuza satmak, halka bedava su dağıtmak, ulaşımı ücretsiz dağıtmak …yani halk yararına olan işler yapmak…evet ülkemizde toplum yararına iş yapmak artık suç…geldiğimiz durumu herkese anlatabilmek için Dikili güzel bir örnek… 5) Kentin ve kent insanının her sorunu yönetiminde sorunudur. 6) Tüm canlılara, doğaya ve çevreye saygı zorunludur. 7) Rüşvetin, yolsuzluğun, kayırmacılığın olmadığı, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, katılımcı, açık, dürüst, temiz yönetim temel ilkedir. 8) Herkese eşit hizmet ve farklılıklarımızla, barış içinde bir arada yaşama ortamına katkı sağlamak hedeftir. 9) Çocuklar, gençler, kadınlar her alanda olumlu ayrımcılığa tabi olmalıdırlar. 10) Engellerimizi sosyal gündelik yaşama katmak insanlık görevidir. Sn. Özgüven, diğer belediyelerden hiçbir şekilde destek almadıklarını, açılan davalarda maddi ve manevi olarak destek göremediklerini belirtti. Dikili’de okul servis araçlarının ücretsiz olduğu, parası olmasa da eğitim almak isteyen her gence bu imkanı verdiklerini ifade etti. Ayrıca jeotermal enerji ile Dikili’de ısınma giderlerini minimuma indirmeyi planladıklarını da öğrendik. Ayrıca ekmeği 25 kuruşa satmalarına rağmen belediyenin ihtiyaçlarının bu kaynakla sağlandığına özellikle vurgu yaptı. Çünkü hakkında açılan davanın bir gerekçesi de bu; belediyeyi zarara uğratmak…Aslına bakarsanız ekmeği 25 kuruşa satsalar dahi çok fazla kar etmeleri… Diğer bir konuda eğitim…eğitimin nitelikli olmasına gösterilen bir çabaya şu uygulama sanırım örnek gösterilebilir; öğrenciler spor eğitimi öncesi yaklaşık bir saat kitap okumak zorunda… bir saatlik kitap okumanın ardından spora başlayabiliyorlar… bunun gibi bir dizi güzel örneğin yaşandığı bir mekan Dikili…Umut ediyoruz ki Türkiye’nin her köşesi Dikili gibi olsun…Türkiye’nin her köşesi Dikili’de yaratılan dünya ile boyansın… Sosyal Belediyecilik ve Dikili Örneği… 1) Amaç insandır. İnsan Merkezdir. 2) Yoksul ve ezilen kesimler önceliklidir. 3) Emeğe, sosyal adalete saygı esastır. 4) Beslenme, su, barınma, eğitim, sağlık, kolektif ulaşım insan hakkıdır. 152 Mühendislikte, Mimarlıkta ve Planlamada ÖLÇÜ