Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Transkript

Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir
Yayına Hazırlayanlar:
Buğra ŞAMLI
Sâmiha ULUANT
Kapak Tasarım:
Havva Tûba ATİLLA
Basım:
ÖZAL Matbaası
Dağıtım:
Ertuğrul MAYUK
Yazışma Adresi :
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
www.kubbealti.org.tr
[email protected]
Merhaba – Yaz 2010 / 1
İÇİNDEKİLER
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN
MERHABA -------------------------------- 3
AYRILIĞIN 10. YILI…
CİNUÇEN TANRIKORUR
Yüce GÜMÜŞ -------------------------- 20
DÜŞMAN TAMAM -------------------- 4
BAŞKA BİR ÂLEM
Buğra ŞAMLI ------------------------------ 6
TOKYO’DA SAKURA ZAMANI…
Doç. Dr. Güleda ENGİN ------------- 10
MÎMÂRÎ HASBİHALLER 1
Çelik BAHAROĞLU ------------------ 13
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 16
BİTMEYEN BEKLEYİŞ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 19
2 / Merhaba – Yaz 2010
YAĞMURDA
Semanur ALTUĞ FAYDA ------------ 25
O’NUN OLMADIĞI YER YOK Kİ!
Gülnar MIZRAK ----------------------- 28
GELECEKSİN
Orhan DURSUN ------------------------ 29
SÖZÜN ARKASI
Nazlı SARI ------------------------------- 30
BİLMECE-BULMACA
Şeref Naci ENGİN ---------------------- 32
KISA KISA
Murat OKTAY -------------------------- 34
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA
Değerli Merhaba Okurları,
Dergimizin 52.sayısı yayın kurulunda bir nöbet devri ve dergi içeriğinde
beğeneceğinizi umduğumuz bazı yeniliklerle birlikte sizlere ulaşıyor. Birçok sayıda, hem
yazılarıyla hem de yayın kurulundaki özverili çalışmalarıyla dergide imzaları bulunmuş
Dr. Nevnihal BAYAR ve Kübra YETİŞ ŞAMLI’ya hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyoruz.
Bu sayıdan itibaren dergimizde mîmarî ve Türk mûsıkîsi ile ilgili iki yeni köşe
bulacaksınız. Bilindiği üzere Türk kültür ve sanatına hizmet eden Kubbealtı Vakfı
gençlerinin bu başlıktaki yazılarını beğeneceğinizi umuyoruz.
Bir diğer yenilik de dilediğinizde bizlerle irtibata geçebilmeniz için kullandığımız
e-posta
adresimizde.
Bundan
sonra
her
türlü
görüş
ve
önerilerinizi
[email protected] adresine yollayabilirsiniz. Bilhassa paylaşmak istediğiniz veya
bir kenarda saklı kalmış yazılarınızı bekliyoruz. Dergimizin müstakil dağıtıldığı günlerde
kapağında yazan “Sizindir, alabilirsiniz.” yerine amatör bir ruhla diyoruz ki “Sizindir,
yazabilirsiniz.”
Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle…
Yayın Kurulu
Merhaba – Yaz 2010 / 3
4 / Merhaba – Yaz 2010
DÜŞMAN TAMAM
Bir defasında Sâmiha Anne, Mesnevî-i Şerif’te geçen meşhur Yahudi kralının
hikâyesini nakletmişlerdi:
“Yahudi kralı endişe içindedir, memleketinde Hıristiyanlar artmakta, pek çok
Yahudi, dinini terk ederek yeni dinin salikleri arasına girmektedir. Alınan tedbirler, tatbik
edilen işkenceler bunu önleyememektedir. Kralın senelerdir hizmetinde bulunan bir has
veziri vardır. Has vezir de Hıristiyanların artması karşısında dehşet içerisindedir; kralı ile
baş başa vererek çâreler aramaktadır. Nihâyet bir sabah vezir, krala gelerek,
dehşetengiz planını ona anlatır. Vezirin krala teklifi şudur: Kralım, sen beni gûya ki gizli
Hıristiyan olarak yakalattır, zindana attır, işkencelere tâbi tuttur. Bunca sene meğer
koynumda yılan beslemişim diye hayıflan ve beni işkenceyle ölüme mahkûm et. Evvelâ
bir gözümü kör ettir, sonra bir kolumu kırdırt, ardından da idam sehpasında tam boynuma
ip geçirilip de asılacakken bir ulak gönder; haindir amma onunla bunca senedir bir
hukukumuz oldu, bunca sene bana hizmet etti. Onu bağışlıyorum, ancak gözümün
görmeyeceği bir ülkeye götürün deyip beni Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Şam’a
sürdürüver. Gerisini ben hallederim der.
Bu plan aynen tatbik edilir. Neticede Şam’a sürülen vezirin etrafında bütün
Hıristiyanlar toplanır; zîrâ vezir hem okumuş âlim bir kişi hem de Yahudi kralın
işkencesine katlanmış ve îmanını terk etmemiş kuvvetli bir Hıristiyandır! Böylece
Hıristiyanların gözünde aziz mertebesine çıkarılan vezir, onları 12 kabileye ayırarak
ömrünün sonuna kadar insanlara Hıristiyanlığın kaidelerini anlatır, tâlim eder. Nihâyet
yaşlandığını ve ölümünün yaklaştığını hissettiğinde, farklı zamanlarda olmak üzere,
kabile reislerini teker teker yanına çağırarak her birinin eline, vasiyetimdir, benden sonra
bu mucibince hareket edile diyerek birer tomar kağıt verir.
Vakta ki vezir ölür, büyük bir merâsimle gözyaşları arasında defnedilir. Yas
günleri geçip de duygular durulunca, 12 kabile reisi bir araya gelerek vasiyetnâmeyi
açarlar. Bir de ne görsünler? Aziz diye yere göğe sığdıramadıkları vezir, her kabile reisini
kendine
halîfe
olarak
tâyin
etmemiş
mi?
Reislerin
her biri, benimki
gerçek
vâsiyetnâmedir, sizinki uydurmadır, diyerek birbirlerine girerler. Reislerin arkasından
Merhaba – Yaz 2010 / 5
kabileler de birbirine girerek dövüşürler, kırarlar, kırılırlar. Ortada Hıristiyan kalmaz. Has
vezir ölür ama kralına verdiği sözü de böylece yerine getirir.”
Sâmiha Anne bu Mesnevî hikâyesini anlattıktan sonra şöyle buyurdular:
“Düşman tamam. Bizim elimize 12 tomarı verdi. O vaziyetteyiz!”1
1
Kubbealtı Yayınları tarafından neşredilecek olan, Fevzi Samuk’un “Edep Kapısı” kitabından alınmıştır.
6 / Merhaba – Yaz 2010
BAŞKA BİR ÂLEM
Buğra ŞAMLI
[email protected]
Keşifler çağının, Avrupa’da gelişen denizciliğe paralel olarak pusulanın
kullanılmasıyla başladığı kabul edilir. Elbette insanoğlu için her zaman ufukta görülen
adayı, çölün ardındaki vahayı, dağın arkasındaki toprakları bilmek, oralara gitmek bir
arzu, önlenemez bir heyecan kaynağı olmuştur. Ancak 15. yüzyıldan itibaren Avrupa
limanlarından tamah ve hırs rüzgârlarıyla yelken açan gemiler, yeni ticaret yolları ve
kıtalar bulup, değerli maden ve hammaddeyle dolu olarak Avrupa’ya zenginlik taşırken bu
hakikate tarih sayfalarında ayrıca bir kayıt düşmek şarttır. Nitekim sanayi çağıyla birlikte
iyice zenginleşip dünyaya sömürgeci bir hükümranlık damgası vurmakla övünen Avrupa
devletleri, özellikle 19.yüzyılda karada henüz ayak basmadıkları topraklara coğrafî keşif
bahanesiyle erişmek için devlet destekli büyük ölçekli fonlara sahip coğrafya cemiyetleri
vasıtasıyla yayılmacı politikalarını sürdürmüşlerdir. Bilhassa Afrika kıtasının içlerine
yapılan keşif gezileri, hem misyoner faaliyetlerinin hem de köle ve değerli maden
ticaretinin sistemli ön adımlarıdır. Öyle ki daha önce “beyaz adam” tarafından gidilmemiş
yerlere başkalarından önce varmak tam bir üstünlük mücadelesine dönüşmüştür. Böyle
bir anlayışın ulaştığı son merhale olarak güney kutup noktasına ilk ulaşan olmak için
girdiği yarışta hayatını kaybeden İngiliz Robert Falcon Scott ve ekibi, bir zamanların
Marco Polo, İbn-i Batuta veya Evliya Çelebi gibi seyyahlarından çok başka karakter ve
motivasyona sahiptirler.
Artık günümüzde dünyada ayak basılmayan veya haritası çıkarılmayan bir kara
parçası kalmamış olsa da yeryüzünün %70’inden fazlasını kaplayan ve uzaydan bakınca
dünyanın mavi gezegen diye adlandırılmasının sebebi olan okyanuslar ve denizler
insanoğlu için hâlâ bir muamma. Üstelik söz konusu bilinmeyen bölgenin ne denli devâsa
olduğunu anlamak için yüzölçümünün yaklaşık 361 milyon km2 olduğunu ifâde etmek bile
yetmez. Okyanusların ortalama 3730 metre derinlikleriyle, yaklaşık 1.347 milyar km3 olan
hacmi1 göz önüne alınırsa işin boyutu anlaşılabilir. Hâl böyleyken insan her gece
seyrettiği uzayı merak ettiği için teleskopu îcat etmekle tatmin olmayıp, sonsuz
karanlıklara ve başka gezegenlere uydular yollar, hatta kendisi fezâya çıkar da kıyılarına
vuran dalgaların neleri gizlediğine tecessüs göstermez mi? Elbette gösterir. Hele o
1
"The World Ocean." The Columbia Encyclopedia. CD-ROM. 2007, 6. baskı. New York, Columbia
University Press.
Merhaba – Yaz 2010 / 7
ummandan kendisine gıda, gerdanına süs çıkarır da bu gizli hazinede saklı nice başka
harikaların olduğunu nasıl olur da düşünmez? İşte kimi mâsum kimi değil bu gibi
iştiyaklar ile Âdemoğlu nasıl ki kuş misâli uçmaya özenip de bunu kâh kanat takıp kâh
kanatlı dev makineler yaparak başarmışsa, denizlerin altında balık misâli kalabilmek için
de yine tekniği ve maddeyi kendine râm etme gayretinde olmuştur.
Tüm icatların önceleri mahdut ve profesyonel bir zümre tarafından kullanılması
tabiîdir. Ancak zamanla hem icadın detaylarında mükemmelleşme hem de üretim
maliyetlerinin düşmesi sayesinde söz konusu ürünlerin kullanımı yaygınlaşır. Böyle bir
tekâmül, insanın su altında rahatça kalabilmesi için geliştirilmiş ekipman için de özellikle
2. Dünya Savaşı’ndan sonra görülmüştür. Artan imkânlar merak ve ilgiyle birleşince de su
altının uçsuz bucaksız dünyasını küçük bir maskenin camları ardından da olsa
seyretmek, geniş halk kitleleri için mümkün kılınmıştır. Dahası, insanın o dünyanın
mâhluklarını bizzat müşahede edebilmesi, deniz canlılarının bilinmesi ve deniz ve
okyanusbilimin gelişmesi için büyük adımlar demekti. Ancak biz konunun ilmî
araştırmalar kısmını bu yazının dışında bırakıp, amatörlerin âhenk, huzur ve sükûnet
deryalarına misafir olmasından bahsetmek istiyoruz.
Bizim kuşağa su altı dünyasını tanıtan, Jacques-Yves Cousteau’nun, nâm-ı diğer
Kaptan Cousteau’nun belgeselleridir dense yeridir. Tâ tek kanallı siyah beyaz
televizyonların olduğu günlere uzanan bu tanışıklık, sessiz, gizemli ve bilinmeyenlerle
dolu bir başka âlemi evlerimize taşırken sayısı hiç de az olmayan o günlerin meraklı
çocukları ekran başında ayrı bir heyecanı tatmıştır. Su altı severler, basınçlı bir hava
tüpündeki havayı su altındaki derinlikle değişen basınca uygun şekilde dengeleyerek,
kullananın rahatça nefes almasını mümkün kılan regülatörü 1943 yılında, birlikte îcat
eden Kaptan Cousteau ve Fransız asıllı bir Kanadalı olan mühendis Emile Gagnan’a da
müteşekkirdir. Bu aygıt sayesinde balıklardaki mükemmel solungaç sisteminden mahrum
olan insanın sınırlı bir süre de olsa su altında bir makineye muhtaç olmaksızın
kalabilmesi mümkün olmuştur. Dalış süreleri bir saatten çok daha az da olsa, bu kısıtlı
sürede yaşanan tecrübe ve duygular, sevdalılarını su altı dünyasına müptelâ etmeye
yetmektedir.
“Aletli dalış” olarak da adlandırılan amatör su altı dalgıçlığı, kesinlikle vücutta
salgılanan adrenalin miktarında patlamaya sebep olan aşırı uçlardaki sporlarla
karıştırılmamalıdır. Aksine, bir dalıcının dalmadan evvelki ruh hâlinin sâkin ve kendine
hâkim olması gereklidir. Zira ortada uçurumların kenarından geçerken tehlikeli akrobatik
hareketler yapmayı veya neredeyse uçakların eriştikleri hızlarla virajlara girmeyi
8 / Merhaba – Yaz 2010
gerektirecek bir durum yoktur. Bilâkis, su altındaki hareketler, biraz da yerçekiminden
kurtulmuş olmanın sağladığı imkânla, gayet yavaş ve temkinlidir. Üstelik, acele etmek için
ne sebep olabilir? Dalıcının su altında geçireceği zaman, ineceği derinlik, izleyeceği rota
daha dalıcı teknedeyken belirlenmişken, hangi deniz biraz daha acele gezmekle
bitirilebilir ki?
Zaten spor bir disiplin gerektirir, her spor dalının kuralları vardır. Bu kurallar ya
rekabet, ya oyun zevki, ya da güvenlik göz önüne alınarak konmuştur. Aletli dalış, zevkli
olmasına rağmen bir oyun olmadığı ve karşıda bir rakip bulunmadığı için mevcut
kuralların dalıcıların güvenliği için konduğunu ve her durumda bu kuralları bilip onlara
riayet etmek gerektiğini kabul etmek îcap eder. Yeri gelmişken, aletli dalışı ürkütücü
bulanlar için başta gelen “derinlik” fobisine değinmek isteriz. Bu tip sportif dalışlarda
inilebilecek âzamî derinlik 30 metredir. Kimilerinin “Sanki çok az!” dediğini duyar gibiyiz.
Ancak şehir içinde, saatte 50 km hızla giden bir arabanın içindeki yolcunun üzerindeki
kinetik enerjiyle neler olabileceğini yazmaya başlasak, bu da bizi yeteri kadar rahatsız
edebilirdi. Bu kadar ince hesaba lüzum yok, istatistiklere göre en güvenli ulaşım yöntemi
olan uçmanın da kimilerini ne kadar tedirgin ettiği mâlum. Bunu dikkate alınca, asıl olanın
her şeyi kitabına, kuralına göre ve ehil ellerle yapmak gerektiği noktasında herkes
hemfikir olacaktır. Bu bahiste değinmeden geçemeyeceğimiz husus, beylik bir laf
olmasına rağmen doğruluğu şüphe götürmeyen “eğitim şart” düsturudur. Sayıları artan
dalış merkezleri içinde sportif dalış brövelerini sürümden kazanmak mantığıyla ve
hızlandırılmış eğitimlerle, adeta cömertçe dağıtanlar olduğunu üzülerek görmekteyiz.
Hele tatil yörelerinde bir-iki haftalık deniz tatiline gelen ve “fırsatını bulmuşken bröveyi de
alayım” mantığıyla hareket eden talep sahiplerine kısacık bir eğitimle istediklerini arz
edenler, bu işin ciddiyet ve güvenlik unsurlarını hiçe sayabilmektedir. Bir zamanlar,
motorlu taşıt ehliyetine sahip olanların sayısında Avrupa Birliği standartlarını yakalamak
için imtihanları kolaylaştıran sakat zihniyetin benzeri bu anlayış, keyifli, güvenli ve zevkli
bir sporu hak etmediği bir töhmet altına sokmaktadır.
Modern olimpiyatların kurucusu Baron Pierre de Coubertin, günün birinde
okullararası bir spor müsabakasının ardından verilen bir nutukta duyduğu “Citius, Altius,
Fortius" (Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü) vecizesinden etkilenince bunu “rekor
kırmaya cüret edenler” için olimpiyatların düsturu olarak îlan etmiş. Zira sporda sınırları
zorlamak, bir öncekinden daha iyi bir derece yapmak veya rakibini alt etmek esastır.
“Spor olsun diye” yapılan sporlarda dahi ya yakılan kalori, ya atılan tur, ya da koşu
bandında geçen dakikaların hesabı tutularak rakamlar geliştirilmeye çalışılır. Oysa sportif
dalışlarda bunlardan hiçbiri mevzubahis değildir. Bu yüzden ne daha derine inmek, ne
Merhaba – Yaz 2010 / 9
daha fazla dipte kalmak hedeflenir. Tek gâye keyif almaktır. İster balıkların süzülerek
yüzüşlerinden, ister denizlerin derinliklerinde gizlenmiş akla sığmaz renk cümbüşünden,
ister yerçekiminden kurtulmuş olmanın hissettirdiği hafiflik ve ferahlıktan olsun dalış ekibi
ortak bir keyfi paylaşmaktadır. Laktik asidin kaslarda birikmesinin verdiği acı veya
başkasını alt etmekten duyulan gurur yoktur burada. Kendini mühim sanan nefsin, hiç
bilmediği bir âlemde nasıl da bir âhenk ve düzen olduğuna şâhit olmakla duyduğu
hayranlık
vardır
ancak.
Gece
yatağına
yatmadan
evvel
yeryüzündeki
tüm
yaratılmışlardan daha aşağı olduğunu düşünerek nefsini terbiye etmekten gâfil olan
birinin, üzerindeki onlarca kiloluk ekipman sayesinde edindiği geçici imtiyazların bile,
deniz dibinde kumların rengiyle kamufle olmuş küçücük bir deniz mâhlukunun
yapabildikleri karşısında ne kadar basit kaldığını görüp aczini hatırlaması vardır. Buralara
hiç gelmemiş ve bir kayanın içinde saklanan balığı veya kayaya tutunmuş kıpkırmızı bir
mercanı hiç görmemiş olsaydı da hayat zincirinin birer halkasını teşkil eden bu varlıklar
bile bir maksada hizmet etmekteyken kendisine ne büyük bir mesuliyet yüklendiğini
tefekkür etmesi vardır. Kimi zaman ise bunlardan çok daha basit bir duygu sarar dalıcıyı:
Devasa bir deniz kaplumbağasının suda ne kadar da zerâfetle yüzdüğünü kendi
gözleriyle gördüğünde, hatta onunla yüzdüğünde, bir zamanlar yakından bakmaması sık
sık tembih edilen o televizyondaki belgesellerde gördüğü dalgıçlardan biri olmuş gibidir.
Çocukça da olsa bu hissin, günlerin telaşlarıyla yıpranan zihni tedavi edici vasfı yabana
atılmamalıdır.
İnsanoğlunun bildiği, bilmediğine kıyasla her zaman okyanusta bir damla
nispetince. Hele bildiğiyle nasıl amel ettiğine bakacak olursak, “faydalı ilmin” iyice
asgarîde kaldığına hükmetmek yanlış olmayacaktır. Böylesi bir ilim de cilt cilt kitaplardan
ziyâde, insanın asıl okuması gereken kendi kitabında mevcut olduğuna göre, su altına
dâir ilk intibâ oranın başka bir âlem olduğu yönünde olsa da, değil mi ki insan orada
kendini bulur, ruhunda muhkem nice âlemden bir âlemin daha sayfasını o saat çevirmiş
de okumakta değil midir?
10 / Merhaba – Yaz 2010
TOKYO’DA SAKURA ZAMANI!...
Güleda ENGİN
[email protected]
Çocukluğumdan beri görmek istediğim Tokyo’ya bu sene Nisan ayında, tam da
sakura zamanı, gitmek nasip oldu. Sakura, meyve vermeyen kiraz ağaçlarının çiçeklerine
verilen ad. Neredeyse hemen her sokakta kiraz ağaçları, mart ayının sonlarından nisanın
ortalarına kadar Tokyo’yu adeta bir gelin gibi süsleyerek pembe-beyaz bir renge sokuyor.
Yüzyıllardır mart-nisan ayları bir kutlama, bayram havasında geçiyormuş Japonya’da.
Herhalde, Japon kültüründe çok önemli bir yere sahip olan bu kiraz ağaçları için,
Japonya’nın resmî olmayan millî ağacı desek yeridir. Bu mevsim için üretilen özel tatlılar,
şekerlemeler ile âdeta bayram havasında geçiyor sakura zamanı.
Bu sene, sakuraların hepsinin açtığı hafta yağmursuz, ılık bir haftaydı.
Dolayısıyla, pek çok kişi parklarda, bahçelerde kiraz ağaçlarının altında piknikler yaptı.
Akşam saatlerinde ise sokaklardaki ağaçların altında partiler verdi. Ama bana çok ilginç
gelen, neredeyse herkesin, ellerinde dikkat çekici büyüklükteki fotoğraf makineleriyle
dakikalarca bu ağaçların resimlerini çekmeleriydi. Orada bulunduğum hafta tanıştığım bir
Japon, “Tokyo çok büyük ve farklı kültürleri barındırdığından böyle büyük bir şehrin
insanları ancak sakura zamanında bir araya gelebiliyor.” demişti. Kiraz ağaçlarının
caddenin her iki yanını metrelerce süslediği o kadar çok yer var ki. Özellikle trenle
yaptığım seyahatlerde bu ağaçlar sırasınca ilerlerken hayretimi gizleyemedim.
Çok ilginç olan bir başka nokta ise ilk çiçeklerine başka (kaika), hepsinin açtığı
zamana ise başkaı bir ad (mankai) verilmesi. Bu ağaçları seyretmek bile farklı bir kelime
(hanami) ile ifade ediliyor. Sakuralar dökülmeye başlayınca ise şehir daha farklı bir
görüntüye bürünüyor. Bu sefer de yere düşen çiçekler hafif bir rüzgârla dahi kar
yağıyormuşcasına sağa sola savrularak hoş bir görüntü oluşturuyor.
Dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Tokyo için anlatılacak özelliklerden
sadece bir tanesi sakuralar tabii. Şehrin her bir semti, kültürüyle, hayat şekliyle kendi
içinde bir şehir adeta. Ben bu yazımda ışıltılı, renkli Tokyo’dan, gezme fırsatı bulduğum
tarihî bir şehir olan Kamakura’dan ve nüfus bakımından ikinci büyük şehri olan
Yokahama’dan bahsetmekten ziyade beni etkileyen üç farklı noktayı sizlerle paylaşmak
istiyorum. Bunlar; şehir içi ulaşım, çöp toplama sistemi ve umumi tuvaletler…
35 milyonluk bir şehirde trafik sıkışıklığı olmadan ulaşımın sağlanması büyük bir
Merhaba – Yaz 2010 / 11
başarı. Şehir içi ulaşım sadece tren ve metro ile sağlanıyor desem çok da yanlış olmaz
sanırım. Zîra otobüsler sayıca yok denecek kadar az. Tren ve metro sisteminin ne kadar
yaygın olduğunu şuradan anlamak mümkün: Bir kişi ulaşmak istediği noktaya tren
istasyonundan en fazla 15 dakika yürüyerek ulaşabiliyor. Dolayısıyla, dünyanın en büyük
şehir içi demiryolu ağı Tokyo’da bulunuyor. Aslında, demiryolu ağı demek çok da doğru
değil, demiryolu ağları demek daha doğru. Çünkü altısı büyük olmak üzere 30 farklı özel
şirkete ait demiryolu ağı var şehirde. Bu şirketlere ait toplam 121 hat bulunmakta.
Japonlar tarafından etkin bir şekilde kullanılabilen bu ağlar benim gibi hiç Japoncası
olmayan biri için imkânsız hale dönüşebiliyor. Çünkü demiryolu ağına sahip bu şirketlerin
her biri kendi haritalarını oluşturduklarından iş içinden çıkılmaz bir hale bürünüyor.
Maalesef 3G’li olmayan telefonum da Japonya’da çalışmayınca internetten yoksun bir
hayat ile mücadele etmek zorunda kaldım. Yaşlı teyzeler de (80’inin üstünde olanları
kastediyorum) dâhil olmak üzere herkes,
telefonlarındaki sınırsız internet sayesinde
gitmek istedikleri yer için gerekli hat listesini fiyata, süreye ya da hat sayısına bağlı olarak
kolayca elde edebiliyorlar. Bu noktada internet kafe kullanmak aklına gelmedi mi diye
içinden geçirenler olabilir. Haliyle herkesin cep telefonunda sınırsız internet olunca
Japonya’da internet kafe diye bir olgu gelişmemiş.
Serde çevrecilik olunca beni etkileyen ikinci konu, daha evvel bahsettiğim gibi
çöp toplama sistemi oldu. Çöpler bizde olduğu gibi hepsi bir arada değil, ayrık toplanıyor.
Ayrık toplama deyince akla tenekelerin, camların, plastiklerin ve kâğıtların organik
dediğimiz yiyecek artıklarından ayrı toplandığı bir sistem geliyor. Japonya’da ise akla bu
gelmiyor! Japonya’da ayrık toplama sistemi son derece gelişmiş. Mesela elinizdeki plastik
şişenin muhteviyatına ve boyutuna göre de ayrım yapmanız gerekiyor. İçinde bal, yağ
gibi yıkanması zor olan maddeler bulunan şişeler ayrı, yıkanabilir şişeler yıkandıktan
sonra ayrı, hatta bunların kapakları da ayrı toplanıyor. Tabii küçük, orta ve büyük şişeler
de ayrı toplanıyor. Bu bahsettiğim sadece plastik şişelerdi. İşin içine diğerleri de girince
çöp ayırma ev içinde yapılması gereken başlı başına bir iş haline geliyor. Elektronik
eşyalar uzunluk ölçülerine, tekstil ürünleri ağırlıklarına ve cinslerine göre ayrı toplanıyor.
Bu kadar değişik ürünün ayrı toplanması için de tabii belediyeler o kadar çeşit değişik
renkte ve ebatta çöp torbası dağıtıyor. Üstelik, dağıtılan çöp torbalarının üzerlerinde
evinizin adresi yazılı. Dolayısıyla, yanlış bir ayrım yaparsanız bir hafta önce çöp
konteynerine bıraktığınız çöp torbasını kapınızın önünde küçük bir uyarı notuyla
bulabilirsiniz. Üç kereden fazla hata yapanlar para cezasına çarptırılıyormuş. Yolunuz
oralara düşerse dikkat!
Son olarak da umumi tuvaletlerinden bahsetmek istiyorum. Son derece temiz
12 / Merhaba – Yaz 2010
olan umumi tuvaletlerin bazı özellikleri var. Bizimkine benzer fakat tasarımları daha iyi
olan alaturka tuvaletlerin yanında, yanlarında bulunan panel üzerinde bastığınız
düğmelerle türlü işler yapabildiğiniz alafranga tuvaletler var.
Panelde bulunan
düğmelerle tuvalet kapağını dokunmadan açıp kapatabilir, oturağı istediğiniz sıcaklığa
getirebilir,
istediğiniz
sıcaklıktaki
suyla
ellerinizi
kullanmadan
istenilen
açıyla
taharetlenebilir ve hatta kurulanabilirsiniz. Tuvalet çıkışında da tahmin edebileceğiniz gibi
hiçbir yere dokunmadan ellerinizi yıkayıp kurulayabiliyor ve hatta çıkışlarda sunulan
dezenfektan ile mikroplardan tam manasıyla arınıyorsunuz.
Kalabalık, zengin, târihî ve fakat modern Tokyo; gezilmesi, görülmesi gereken
ilginç bir şehir vesselam.
Merhaba – Yaz 2010 / 13
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 1
Çelik BAHAROĞLU
[email protected]
Türk îman ve kültür prensipleri her dönemde halkın gündelik hayatını,
çalışmasını, yaşayışını hulâsa ferdin doğumdan ölüme hayatının her devresini
şekillendirmiş, güzelleştirmiş, Hz. Peygamber’in ahlâkı ile yoğurmaya gayret etmiştir.
Yunus’un “Yaratılmışı severiz, Yaradan’dan ötürü” deyişini umde edinen Türk
insanı temas ettiği her canlıya, insana ve topluluğa saygı ve şefkatle yaklaşmıştır. Kezâ,
idâresi altında olmasına rağmen, kendi milliyetinden ve dininden olmayan insanlara
davranışı ile Osmanlı Devleti dönemi, bu ulvî anlayışın misâlleri ile doludur. Sadece
devlet idâresi tarafından değil, her seviyedeki Türk insanının düstûr edindiği bu hikmeti,
Muhterem Tekin Uğurel Beyefendi 1998 yılında Kubbealtı Gençleri’nin dâveti ile
Kütahya’yı anlatması istenmesi neticesinde kaleme aldığı “Bizim Mahalle” isimli
hâtırâtında çocukluğundaki Rum komşularından bahsederek şöyle anlatıyor:
“Öyle iç içe ve o derece saygılı idik ki; Rum ailelerden birine oturmaya gidileceği
zaman biz çocuklara sıkı sıkıya tembihte bulunan büyüklerimiz:
“- Sakın ha, gâvur gibi; Rum, yâhut Yunanlı gibi kelimeleri kullanmayın!” diye,
uyarırlardı. … Din, ırk ve milliyet ayrımı ifâde eden en küçük îmâdan bile bucak bucak
kaçılırdı. Üstelik, bu kabil îkazları yapanlar, çoğu kimsenin “câhil” yerine koyduğu, dünkü
analarımız – ninelerimizdi.
…
Bizim dinî günlerimizde, meselâ kandillerde yapılan ve dağıtılan her “adak” hiç
atlanmaksızın Rum komşulara da verilirdi. Buna karşılık, onlar da kendi dinî günlerinde
ne yaparlarsa bize de getirirler ve o şey her ne ise: “Allah kabul etsin!” denilerek alınırdı.
Böyle şeyleri, biz çocuklar – her nedense – burun kıvırıp yemesek bile,
büyüklerimiz: “Allâh’ın nîmeti..” diyerek, yerlerdi.”
İnsan davranışlarını düzenleyen bu hikmetli prensipler sâyesinde Türk’ün
idâreciliği ile bu topraklar ve çevresinde yüzyıllar boyu “cihâna parmak ısırtan” barış,
dirlik, düzen hâkim olmuştur. Türk şehirlerinin ve mimârî mîrâsının öğeleri olan târihî
yapılar ve yerleşmeler belge niteliği taşıyan görgü tanıkları olarak karşımıza çıkmaktadır.
İstanbul Beyoğlu’nda İstiklâl Caddesi üzerinde Galatasaray’dan Tünel’e doğru ilerlerken
14 / Merhaba – Yaz 2010
sol kolda kalan Saint Antoine Katolik Kilisesi, bu yapılardan birisidir.
İstiklal Caddesi’ne cephesi olan ve kiliseye akar sağlanması amacıyla inşâ
edilen altı katlı apartman blokları, avlusu, kilise binâsı ve manastırı ile küçük bir yerleşke
oluşturan yapının temel atma töreni 1906’da yapılmış, inşaat 1912’de tamamlanmıştır.
İstanbul doğumlu olan İtalyan mîmar Giulio Mongeri tarafından neogotik üslûp içinde
Lombardia Gotiği denilen tarzda tasarlanan kilise, İstanbul’un ilk betonarme yapılarından
birisidir1.
Kilise binası eğimli bir arâzide, doğu – batı doğrultusunda konumlanmıştır ve
aksiyel simetrik Lâtin haçı planlıdır. Yapının ana taşıyıcıları deste sütun tarzındaki altışar
ayaktır. Bu ayaklar birbirine sivri kemerlerin oluşturduğu çapraz kaburgalı tonozlar ile
bağlanır ve iri yaprak motifleri ile bezenmiş başlıklar ile sonlanır.
Binânın ön cephesi sıvasızdır ve “şahbaz” markalı makine yapımı dolu tuğlalar
ile kaplanmıştır2. Plastırlar ile sınırlanan giriş cephesi orta nefin biraz daha öne çıkması
ile üç bölümlü olarak tasarlanmıştır. Bu aksiyel simetrik düzenlemede üzerlerinde
Meryem Ana ve Aziz Antuan’ın resmedildiği, birisi ortada olan ve ana girişi oluşturan üç
giriş kapısı bulunur. Bu kapıların üzerinde büyük gül pencereler yer alır. Geniş saçak
silmesi altındaki mâvi renkte çiniler ve plastırlar üzerindeki dört yüksek baldaken ile
sonlanır.
Hıristiyan inanışı gereğince Hz Îsâ’nın çektiği acıları ve sıkıntıyı mümkün
mertebe az ışık ve çeşitli tasvîrler kullanarak oluşturulan kasvetli iç dekorasyon ile
ziyâretçilere yaşatmayı hedefleyen mîmârî üslûp, kilise iç mekânını pek çok vitray, heykel
ve kabartmalarla süslemiştir. Kilise içinde altarın üzerinde asılı olan ahşap oyma
“çarmıhtaki Îsâ” heykeli ve Aziz Antuan’ın ahşap üzerine altın varaklı heykeli İtalyan
heykeltıraş Luici Bresciani tarafından yapılmıştır3. Apsiste mermer mihrâbın üzerinde üçlü
kabartmalar bulunur. Ortadaki kabartmada başında hâle bulunan koyun Hz Îsâ’yı temsil
etmektedir. Sol nef üzerinde ahşap gotik bir muhâfaza içinde Hz Îsâ’nın elleri çivili bir
heykeli bulunur. Ayrıca her iki yan nef boyunca sıralanmış ayaklar üzerinde Hz Îsâ’nın
çarmıha gerilişini konu alan ve “Haç Yolu” olarak adlandırılan bir dizi kabartma asılıdır 4.
Döşeme kaplamalarında üç farklı tip karo mozaik kullanılmıştır. Orta nef ve yan nefleri
ayıran ayakların arasında yanlarında ince bordürler bulunan ve üzerlerinde haç motifleri
resmedilmiş mozaikler bulunmaktadır.
1
İstanbul Ansiklopedisi, Saint Antoine maddesi.
Girardelli, P.; Can, C. (1997), “Beyoğlu’nda Bir Latin Anıtı”, Yapı Dergisi, 183: 89 – 99.
3
a.g.e.
4
Saint Antoine Kilisesi resmî internet sitesi, http://www.sentantuan.com/
2
Merhaba – Yaz 2010 / 15
Günümüzde İstanbul’un en popüler ve en fazla cemâati olan Hıristiyan mâbedi
Saint Antoine Kilisesi’dir. Kilise cemâati genel olarak Polonyalılar ve İtalyanlardan
oluşmaktadır. Fakat gerek konumu, gerek mîmarlık ve sanat târihi içindeki önemli yeri
sebebiyle sâdece kendi cemâati değil, pek çok din ve milletten insanın ziyâret ettiği bir
mekân olma özelliği taşır. Özellikle Müslüman Türk ziyâretçileri fazladır.
Başrâhip Peder Anton Bulai ile Temmuz 2005’te kilisenin tâdilâtına dâir yapılan
görüşmede râhip, kilise iç dekorasyonunu oluşturan ve yüksek seviyede sanat ve târihî
kıymeti hâiz bazı kaplamaların değiştirilmesini istediğini nakletmişti. Bu durum özellikle
döşemelerin mevcut haç motifli târihî karo mozaik kaplamasının kaldırılarak başka bir
kaplama ile yenilenmesi noktasını temel almaktaydı. Kilise yönetimini bu talebe götüren
durumun ise özellikle kiliseyi ziyâret eden Müslüman Türklerin, Hıristiyanlarca kutsal
sayılan bu haç motifinin yerde bulunmasından ve üzerine basmaktan rahatsız olmaları
yönündeki yoğun şikâyetleri netîcesinde ortaya çıkmış olduğu ifâde edildi.
Müslüman Türk kültüründeki sadece kendi mukaddesâtı için değil, tüm milletlerin
kutsal saydığı husûsiyetlere hürmetin bir başka nişânesi olan bu irfan, Sâmiha
Annemiz’in Hâtıralarla Başbaşa kitabındaki Biz ve Onlar isimli yazısında şöyle
anlatılmıştır:
“Londra’daydım. Bir İngiliz mîmar dostumun, teklîfi de aşan ısrarlarına hayır
demek istemediğim için, nişanlısı ve bir Türk doktor ile akşamın oldukça geç saatinde
dört kişi West Minister kilisesine gittik. (…) Esâsen, İngiliz dostum kiliseyi dolaşır ve
dışarı çıkarken fark edilmesi çok güç bir noktayı sualleştirerek karşıma getirdi:
- Neden kilise içinde gezerken hep yere bakıyor ve bâzı noktaları atlayarak
geçiyordunuz? Sonra dışarı çıkarken eşiğe de basmadınız, dedi.
Kilisenin zemîninde, aşağıdaki katta yatmakta olan kimselerin isimleri yazılı idi.
Cesetlerin, tam bu isimlerin altında gömülü olduğunu biliyordum.
- Bizim için saygıda, ölü ile diri fark etmez. İşte bu yüzden de mübâreklediğiniz
kimselerin üstlerine basmamak husûsunda îtinâ gösteriyordum, dedim.”
16 / Merhaba – Yaz 2010
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
Casino
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Nicholas Pileggi, Martin Scorsese
Oyuncular: Robert De Niro, Joe Pesci, Sharon Stone, James Woods
Notu:     
Yıl 1973, yer Las Vegas. Efsanenin başlangıcındayız. Kumarhanelerin henüz
büyük mafya patronlarının elinde olduğu; her türlü kanunsuzluğun kol gezdiği; Vegas’ın
hemen dışındaki çöle sık sık birilerinin gömüldüğü yıllar. Kara paralarını Vegas kumarhanelerinde aklamak isteyen mafya patronları yalnız sermaye sağlamakla kalmıyor, kumarhane yönetimini de ellerinde tutuyorlar. Patronların isteğiyle Tangiers isimli kumarhanenin
başına getirilen Sam Rothstein isimli kahramanımız, çocukluğundan beri içinde olduğu
kumar ve bahis işlerindeki yeteneğinin ve ondan da önemlisi işi ciddiye almak şeklinde
özetlenebilecek tarzının sağladığı avantajla Tangiers’i Vegas’ın en gözde ve en çok iş
yapan kumarhanesi hâline getirmiştir. Para, statü, saygınlık, kısacası hayalini kurduğu
her şey elinin altındadır. İşler yolunda giderken patronların paralarını korumak için Sam’in
aklının yanına kas gücü niyetine ekledikleri Nicky Santoro’nun Vegas’a gelişi ve mafyanın
kanlı yöntemlerini de beraberinde getirerek şehrin altını üstüne getirmesi Sam’in ve
kumarhanenin tadını kaçıracak; Sam’in Vegas’ın en güvenilmez, en belalı ve en çok para
harcayan kadınına aşık olup onunla evlenmesi de işleri büsbütün rayından çıkaracaktır.
Konusunu bu şekilde özetleyebileceğimiz film, suç filmleri içinde kendine has bir
yere ve üne sahip. İnanılmaz derecede canlı renkleri, hareketli kamera tekniği ile çekilen
ve kesme olmaksızın devam eden uzun planları (para dolu çantanın elden ele geçtiği ve
kameranın onu takip ettiği sahneye dikkat!), yavaş çekimleri, başka ellerde sıradan ve
sıkıcı olabilecekken Scorsese’nin ustalığıyla son derece keyifli bir anlatım metoduna
dönüşen ve seyirciyi yabancılaştırmayan, bilakis hikayenin içine daha çok çeken,
hikayeyi daha inandırıcı kılan dış ses tekniği ile Casino, ustanın gerçek anlamda
döktürdüğü bir film. Üstelik yönetmen, filmin baş karakterlerinden ikisini anlatıcı olarak
kullanıp bazı olayların anlatımında her ikisinin de birbirinden farklı yorumlarına yer
vererek, bu klişe yönteme de yeni bir soluk katmayı, adeta imzasını atmayı başarıyor.
Merhaba – Yaz 2010 / 17
Biçimin bu göz alıcılığı, kusursuzluğu her türlü övgüyü hak ediyor etmesine; ama
konunun önüne geçmemesini, amaca dönüşmemesini, tam tersine hikâyenin anlatımı için
bir araç olmakta devam etmesini sağlamak apayrı bir hüner olsa gerek. Filmin bu derece
sevilmesinde kuşkusuz anlattığı öyküden ziyade anlatış biçiminin rolü var. Böyle diyerek
konuyu bir kalemde harcamış olmak istemem. Zira mafya, suç, renkli hayatlar, entrika,
aşk, kumar, yükseliş öyküsü, kısacası sinemada seyretmenin cazip geldiği ne kadar
mevzu varsa bu filmde bulmak mümkün. Üstelik filmin gerçek bir hayat hikayesine
dayanmasının verdiği sahicilik hissi ve ayrıntı zenginliği de cabası. Ama şunu
unutmamak lazım ki ne kadar cazip olursa olsun bir hikâyeyi rezil etmek de vezir etmek
de yönetmenin elinde.
Gelelim mucizevi oyuncu kadrosuna… Robert De Niro için söyleyecek fazla bir
şey yok. Metot oyuncularının şahı bu filmde de bizi şaşırtmıyor. Ekrana baktığınızda
gördüğünüz kişi De Niro değil Rothstein. Bilmem başka söze gerek var mı? Zaten insan
Robert De Niro’nun performansını övmekten hicap etmeli. De Niro’nun yakın arkadaşı
olan ve onunla bilikte oynadığı filmlerde pek bir döktüren Joe Pesci, hani Santoro
karakterini radyo tiyatrosunda dinleseniz gözünüzde canlandıracağınız Nicky Santoro
bence. Genel olarak dışadönük ve abartılı üslubuyla sevdiğimiz Pesci, Santoro
karakterinin de buna elverişli olmasından mıdır nedir, Jack Nicholson’ı aratmayan bir
performans sergilemiş. Filmin esas bombası ise Sharon Stone. Ne Casino’dan önce, ne
Casino’dan sonra bir daha bu kadar “oynarken” göremediğimiz, hani tabiri caizse
oynamak yerine “duran” ve bu esnada bir şeyler söyleyen Stone’dan böyle bir perfomans
almak ancak Scorsese çapında bir ustanın harcıdır herhalde…
Sıkı Dostlar
Orijinal ismi:Goodfellas
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Nicholas Pileggi, Martin Scorsese
Oyuncular: Robert De Niro, Joe Pesci, Ray Liotta, Lorraine Bracco
Notu:    
“Sıkı Dostlar” kimilerine göre en iyi mafya filmidir. Bu mertebeyi sadece
Godfather’a layık gören benim gibi “mafya filmi severler” için bile, en iyi demeye dil
varmasa da, en iyilerden biridir. Scorsese’nin, mafyayı romantikleştiren, estetikleştiren ve
yücelten Coppola tarzına taban tabana zıt bir şekilde konuyu ele alışı; patronlara değil
küçükler ligine odaklanması; filmin sonunda “sıkı” dostların birbirine hayatlarını emanet
18 / Merhaba – Yaz 2010
edemeyecek, sırtını dönemeyecek noktaya gelmesi gibi unsurların etkisiyle Sıkı
Dostlar’ın en gerçekçi mafya filmi olduğu tartışılmaz.
Bu filmde, mahallesindeki gansgterlere özenen, onlar gibi olmak isteyen bir
çocuğun önce bu rüyasının gerçek olması, paraya ve onunla satın alınabilecek olan her
şeye kavuşması; sonra işlerin sarpa sarması, batağa saplandıkça gözden düşmesi ve
hayatının tepe taklak oluşu çerçevesinde mafyanın küçükler ligini mercek altına alan
Scorsese, suç dünyasının alt katmanında yaşananları, ilişkileri, küçük suçları, işlerin nasıl
kolayca çığırından çıkıverdiğini; karısıyla, çocuğuyla, annesiyle konuşurken sakin ve
normal görünen bu insanların nasıl kolayca vahşetin ve şiddetin etkisinde canavara
dönüşebildiğini anlatıyor.
Sıkı Dostlar’dan sonra çekilen ve efsane mafya filmlerinden bir diğeri olan
Donnie Brasco’da da (bizde “Köstebek” adı ile gösterilen otuz sekiz(?!) filmin ilki idi
sanırım) Mike Newell aynı yöntemi takip ediyor, mafya içinde bir türlü yükselemeyen,
“başarısız” Lefty (Al Pacino) karakterini ve onun çevresindekileri merkeze alarak
kamerasını mafyanın alt kademesindeki suçlulara doğrultuyordu. Ancak gerçek bir hayat
hikayesine dayanan filmde temel mesele mafyaya sızan FBI ajanı Donnie Brasco ve
onun (Kurtlar Vadisi’ne de ilham veren) karakter dönüşümü idi. Dolayısıyla Sıkı Dostlar
mafyanın bu en alt katmanını derinlemesine tahlil ederken, Donie Brasco’nun panoramik
şehir turu mertebesinde kaldığını söylemek mümkün.
Scorsese mafyanın hiç de parlak olmayan, hatta düpedüz sefil ve acınası
yönlerini tüm gerçekçiliğiyle ele alırken, insanlara cazip gelen para ve güç gibi getirilerinin
de cilasını kaldırmayı ihmal etmiyor. Filmin acele etmeyen ve kahramanın hayatının bir
dönemine diğerine nazaran ağırlık vermeden ilerleyen kurgusu dış ses anlatımıyla
birleşince seyircide kahramanın hayatına baştan sona tanıklık ediyormuş hissi uyanıyor.
Bu his ise filmin gerçekçiliğini pekiştiriyor.
Gelelim oyunculara. Robert De Niro ve Joe Pesci ikilisine tekrar değinmeye
gerek var mı, bilmem. İnsan Joe Pesci sürekli çılgın ve acımasız gangster rolü oynasın,
karşısında da daima Robert De Niro olsun istiyor. İşin aslı Joe Pesci’yi coşturan ne
arkadaşı, ne de rolü, illa ki yönetmeni. Tıpkı Ray Liotta’da olduğu gibi. Bazen manik,
bazen depresif, bazense düpedüz donuk Henry Hill yorumu ile unutulmaz bir
performansa imza atan Ray Liotta, maalesef Sıkı Dostlar ile yaptığı çıkışın devamını
getirememiştir. Gerek Joe Pesci’nin gerekse Ray Liotta’nın en iyi performanslarını Scorsese
filmlerinde vermiş olmaları; Scorsese filmlerinde döktürmeleri tesadüf olmasa gerek…
Merhaba – Yaz 2010 / 19
BİTMEYEN BEKLEYİŞ
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
Yıldızlar sönük,
Gülüşler buruk,
Kadehler kırık bu gece.
Sarı bir yağmur yağıyor üstüme.
Zerrece ümidim yok ki!
Beklediğim gemi
Bitmeyen bir bekleyişe demirli.
Bulutlar yaslı,
Gözler nemli,
Şarkılar dertli bu gece.
Bir fenerde tutuşmuş yanıyor sabrım.
Zerrece ışığı yok ki!
Beklediğim gemi,
Bitmeyen bir bekleyişe demirli.
Ne olacaksa olsa…
Fırtınada batsa,
Kayalara çarpsa,
Yeter ki yola çıksa…
Zerrece hükmüm yok ki!
Beklediğim gemi,
Bitmeyen bir bekleyişe demirli.
20 / Merhaba – Yaz 2010
AYRILIĞIN 10. YILI… CİNUÇEN TANRIKORUR
Yüce GÜMÜŞ
[email protected]
Masa takvimimde1 sıra haziran ayına gelmişti. Haziran ayı, kültür ve sanat
dünyamızdan pek çok kişinin vefatıyla dolu… İnsan ister istemez hüzünleniyor doğrusu.
Fakat daha sonra anladım ki bu hüznümün asıl sebebi kaybedilenler kadar, onlara karşı
sorumluluklarımızı ne kadar yerine getirebildiğimiz fikriydi. Meslekî bir refleks olmalı,
gözüm takvim yaprağındaki Cinuçen Tanrıkorur isminde takılı kaldı. İsmin altında birçok
ûnvan vardı ve bir tarih... 28 Haziran 2000. Vefat edeli on yıl olmuş. Peki bu geçen on
yılda bize ne olmuş? Ne olmuş da yapılan üç-beş anma konserinin önüne geçememişiz?
O, 28 Haziran 2000’de, saat 19:40’ı gösterdiğinde emanetini sahibine teslim ederken, bir
diğer emaneti kime bıraktı?
Ölenin ardından övgüler yağdırmak –üzülerek söylüyorum- maalesef bize has bir
şuursuzluk. Biz bu duruma ortak olmamak için merhum hoca Cinuçen Tanrıkorur’un
sadece kısa bir biyografisini hazırlamayı uygun bulduk. Zîra ismi kadar yaşantısıyla da
dikkat çeken bu hayatın hikâyesini ne kadar biliyoruz? O sadece bir besteci mi yoksa
icrâcı mı? Ya da yazar yoksa hoca mı?... Belki de hepsi veya daha fazlası. Ama
bilmeyenler için hiçbiri… Ömürünü Türk kültür hayatına adamış bir insanın yaptıklarını
bilmek hepimizin boynunun borcu...
*
*
*
Cinuçen Tanrıkorur, 20 Şubat 1938 yılında İstanbul’un Fatih semtinde dünyaya
geldi. Adâlet ve Zaferşan Tanrıkorur’un oğlu; Tepedelenli Ali Paşa soyundan gelen,
Halep Jandarma Kumandanı, hiciv şairi Hacı Tahir Cidalı’nın torunudur. ( Dedesi, Sultan
2. Abdülhamid’e suikast hazırlığı içindeyken el bombasıyla yakalanıp Fizan’a sürülmüş
ve İstanbul’a ancak Meşrutiyet’in ilânından sonra dönebilmiş yaman bir ittihatçıdır.) Dil
devriminin ilk yıllarına rastlayan doğumu sebebiyle babası, kendi isminin karşılığı olarak
oğluna, Cinuçen adını vermiştir. Daha sonraları bu ismin, Kazan Türkçesi’nde “her
zaman yenen” anlamına gelen “Yenuçu- Yenici” kökünden olduğu öğrenilmiştir.
İlkokula, 6 yaşında ve 2. sınıftan başlayan Cinuçen Tanrıkorur’un bu başarı ile
tahsil hayatına başlamasında tam bir hezarfen2 olan babasının etkisi büyük olmuştur.
1
2
Kubbealtı Akademisi 40. Yıl Hatıra Takvimi.
Hezarfen: Çok yetenekli olup elinden her iş ve sanat gelen kimse.
Merhaba – Yaz 2010 / 21
Büyük bir edebiyat meraklısı olan babası, oğluna uzun ve sanatlı şiirleri ezberletmiş, bu
ezberleri de Cinuçen Tanrıkorur’un muhteşem zekâ ve kabiliyetlerini ortaya çıkarıcı bir
unsur olmuştur. Henüz 6 yaşındayken ilkokul müdiresine ezbere okuduğu Mehmed Akif
Ersoy’un “ Çanakkale Şehitlerine” şiiri onu bu erken tahsil hayatına başlatan en sarih
örnektir.
1948’de Fatih Çarşamba İlkokulu’nu, 1956’da İstanbul İtalyan Lisesi’ni, 1965’te
de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi1 Yüksek Mimarlık bölümünü bitirmiştir.
Babası, iyi derecede dil öğrenmesi için oğlunu İtalyan Lisesi’ne göndermiştir.
Biraz zoraki gittiği bu okul, onun hayatında dönüm noktası olacak bazı yetileri kazanacağı
bir yer olmuştur. Pek çok değerli hocadan istifade etmiştir. Filolog-müsteşrik2 Dr.
Guiseppe Garino’dan İtalyanca ve Lâtince, Pere Elie ve Pere Gautier’den Fransızca, Ali
Nüzhet Göksel ve Hâlid Fahri Ozansoy’dan Türkçe öğrenmiştir.
Mûsikîye, henüz 5-6 yaşlarında iken, o sırada İstanbul Belediye Konservatuvarı,
Türk Mûsikîsi bölümüne devam eden, amcası Mecdinevin Bey’in kendisiyle alâkadar
olması sonucu başlamıştır. Daha bu yaşlarında klâsik repertuvardan pek çok eseri önemli
ölçüde öğrenmiş ve birçok önemli hocayı hayrete düşürecek olaylar yaşamıştır. Bunların
en önemlilerinden birisi, 8 yaşındayken, annesinin Cibali Tütün Fabrikası’ndaki
memuriyeti sırasında, kısım amiri olan Neyzen Süleyman Erguner’e usûlünü de vurarak
okuduğu, 3. Selim’in Sûzidilâra Yürüksemâîsi olmuştur. Daha o yaşında bu büyük
hocanın takdirini kazanmış ve mûsikîye yönlendirilmesi tavsiye olunmuştur. Bunun yanı
sıra yine o yaşlarında udî- bestekâr Yesâri Asım Arsoy’u da hayrete düşürücü bir anısı da
vardır. Yesâri Asım Bey, daha yeni bestelediği “Yâr saçların lüle lüle” isimli eserinin
aranağmesi okuduğu çocuğun, tek dinlemede aynı aranağmeyi eksiksiz olarak okuması
Asım Bey’i hayrete düşürmüştür.
10 yaşına geldiğinde, ilkokul bitirme hediyesi olarak babası tarafından
götürüldüğü Çarşıkapı’daki Güleryüz Radyo Mağazası’nda, “Sen de Leylâ’dan mı
öğrendin cefâkâr olmayı” ve “ Ellere uzaktan bak, bana yakın gel” şarkılarını, hâtıra
plağına büyük bir ustalıkla okumuştur. Bu hatıra plağında daha da hayrete düşürücü
başka bir olay daha vardır. İkinci şarkının meyanında hicâzkâr makamında okuduğu
“Gülle hem-bezm-i visâliz, gerçi hâr olsak da biz; Geçmeyiz gülden güzelden ihtiyar olsak
da biz” gazeli, çocuk yaşında, dehâsının sinyallerini veren başka bir olaydır.
12-13 yaşlarına geldiğinde herhangi bir müzik eğitimi almamış olmasına rağmen
1
2
Mezuniyet tezi, bir Türk Mûsikîsi konservatuvarı binası projesi olmuştur.
Doğu bilimci, Şarkiyatçı, Oryantalist.
22 / Merhaba – Yaz 2010
çok iyi derecede solfej bilgisine ulaşan Cinuçen Tanrıkorur, 14 yaşında ilk bestesi olan
Ferahnâk Sazsemâîsi’ni yapmıştır.1
İtalyan Lisesi’ne başladığı yıl (1956), kistli böbrek hastalığı çeken annesi Adâlet
Hanım’ı keybeder. Gençliğinde, kemâni-bestekâr Mustafa Sunar’ın öğrencisi olan annesi,
Cinuçen Tanrıkorur’u ud ile tanıştıran ilk isim olmuştur. Annesinin ud tınılarıyla büyüyen
Cinuçen Tanrıkorur, annesinin vefâtına kadar bu sazla hiç ilgilenmemesine rağmen,
annesinin vefâtı sonrası bu saza sıkı sıkıya bağlanmış, yaşamında bu saza büyük bir yer
ayırmıştır.
Ud öğrenmeye çalıştığı yıllarda bu saz için yazılmış bir metod bulamaması, onda
bir ud metodu yazma isteği uyandırmıştır. Güzel Sanatlar Akademisi’nden arkadaşı
Mimar Tan Oral’ın da teşviki ile daha udîliğinin başında olmasına rağmen ilk etüdlerini
yazmaya başlamıştır. Bu süreçte birçok mûsikî derneğine devam eden Cinuçen
Tanrıkorur,
özellikle
İleri
Türk
Mûsikîsi
Konservatuvarı2
ve
Üsküdar
Mûsikî
3
Cemiyeti’nden oldukça yararlanmıştır. O dönemlerde ud icracılığında, büyük oranda
Yorgo Bacanos’u örnek almış olsa da zamanla kendine has özel bir tavır geliştirmiştir.
1960 yılında İstanbul Radyosu tarafından açılan sınavı 800 aday arasında tek ud
stajyeri olarak kazanmış ve üç yıl radyo topluluklarında görev alarak adını kısa zamanda
müzik camiasına duyurmuştur. ( Sınav Jürisi: Mes’ud Cemil, Kemal Niyazi Seyhun, Halil
Bedii Yönetken, Sadettin Heper, Cevdet Kozanoğlu, Cevdet Çağla, Ercümend Berker.)
Akademi tahsilini tamamlamak üzere 1962’de ayrılıp 1965 yılında mezun
olduktan sonra tekrar müracaat ettiği İstanbul Radyosu’na, o zamanki radyo şube
müdürünce bir yıl oyalanıp alınmayınca, 1966 yılında Ankara Radyosu sınavlarına
başvurdu ve bu kez 1150 aday arasından ud sanatçısı olarak kabul edildi. Radyo, ayrıca
İmar ve İskan Bakanlığı’ndaki çalışmalarının4 yanısıra, 1956 yılında yazmaya başladığı
ud metodunu5 tamamlayarak, 1970 yılında TRT’ce açılan Kültür, Sanat ve Bilim ödülleri
yarışmasına verdi ve dalındaki tek büyük ödülü kazandı. ( Jüri: Ferid Anlar, Ruşen Kam,
İlhan Usmanbaş, Ercümend Berker, Selâmi Bertuğ.)
Müzik üzerine ilk yazısı, 19 yaşında iken Çağrı dergisinde yayınlanmıştır. Daha
sonraları, Çağrı, Otağ dergileri, Mûsikî Mecmuası, Son Havadis, Dünya Gazetesi,
1
Bu besteyi yaptığına, daha herhangi bir enstruman çalmamaktadır.
Targan’ın öğrencisi Udi İsmet Alpaslan’dan istifade etmiştir.
Emin Ongan’dan büyük ölçüde yararklanmıştır.
4
İmar ve İskân Bakanlığı’nda, Şehirci Mimar olarak çalışmıştır.
5
Hâlâ basılmamış olan bu büyük metodun, kısa süre sonra yayınlanması bekleniyor. Öğrencisi İlhan
Başak’ın bu konuda çalışmaları devam etmektedir.
2
3
Merhaba – Yaz 2010 / 23
Kubbealtı Akademi Mecmuası, Aksiyon Dergisi, gibi pek çok yayında yazıları ve
makaleleri yayınlandı.
Müzik üzerine ilk konferansını 1967 yılında Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen
Okulu’nda “12. Ölüm Yıldönümünde Hüseyin Sadettin Arel” başlıklı konu üzerine yaptı.
İlk yutdışı seyahatini, 1968 yılında Cezayir’e yapmıştır. Bu ilk seyahatiyle
başlayan kültür elçiliğini, yaşamının sonuna kadar; Tayland’dan Amerika’ya, İsveç’ten
Suudi Arabistan’a, Fransa’ya kadar birçok ülkede 22 solo konser, konferans ve seminer
ile sürdürmüştür. Ayrıca 1971 yılında Irak Hükümeti’nin isteği üzerine, TRT Genel
Müdürlüğü ile Dış İşleri Bakanlığı’nın verdiği görevle, Bağdat’ta bir Müzik Akademisi 1
kurmuştur. Buradan döndükten sonra, 1973 yılında Ankara Radyosu TSM Şube
Müdürlüğü’ne getirlmiştir. 1982 yılında TRT Müzik Dairesi Başkan Vekilliği’nden istifa
ederek, Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Müzik Eğitim Bölümü’nü kurdu. 1989
yılında Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’na solist sanatçı olarak
atandı. Aynı yıl kronik böbrek yetmezliği
sebebiyle, bakanlık tarafından Washington
D.C.’ye böbrek nakli ameliyatı için gönderilmiştir. Beste ve konserler açısından bundan
sonraki 10 yıl, Cinuçen Tanrıkorur için çok verimli geçmiştir. Yine bu 10 yıllık dönemde
300 civarında eser bestelemiştir.
Şedd-i Sabâ, Gülbûse, Zâvil-aşirân gibi kendi terkîb ettiği makamların yanısıra,
Çargâh, Şehnâz, Nişâburek, Neveser ve Kürdîlihicâzkâr makamları gibi mevcut
makamlardan klâsik takımları, Bayatiarabân, Evcara, Zâvil-aşiran ve Nişaburek
makamlarında Mevlevi Âyinleri ve yine kendi terkîbi olan usûl ve formlarda toplam 505
eseri bulunmaktadır. Ayrıca İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Latince bilen
Cinuçen Tanrıkorur, 28 Haziran 2000 yılında vefat etmiştir.
YAYINLANAN KİTAPLARI
Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler
Biraz da Müzik
Kültür-Dil-Müzik
Saz ü Söz Arasında / C. Tanrıkorur’un Hatıraları
Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi
1
Irak Mûsiki Akademisi
24 / Merhaba – Yaz 2010
YAYINLANAN KAYITLARI
Kendi icrasından Bayatiarabân Âyini v.b. besteleri / Fransa Radyosu, 1986, LP &
Kaset. 1994, CD. (Turquie – Cinucen Tanrikorur, Ocara – Radio france Harmonia Mundi
C580045)
Cinuçen Tanrıkorur 1 Albümü / Türkiye.
Türk Müziği Faslı / 1995, CD. Leb Hant dua Monden.
Cinuçen Tanrıkorur’un Bestelerinde Yahya Kemal / 1996, CD & Kaset. İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.
Cinuçen Tanrıkorur’un Bestelerinde Aziz Mahmud Hudayi / 1996, CD & Kaset.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.
Şedd-i Sabâ Faslı ve İlâhiler / 1996, CD & Kaset. İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Kültür Yayınları.
Merhaba – Yaz 2010 / 25
YAĞMURDA
Semanur ALTUĞ FAYDA
[email protected]
Serin bir yaz sabahıydı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun toprağın
derinliklerinden bulup çıkardığı ve buharıyla havaya karıştırarak insanlara hediye ettiği o
ferahlatıcı hayat kokusu her yeri kaplamıştı. İliklerine kadar ıslanan insanların bir kısmı
son derece düşkün ve aciz, tir tir titrerken bile nasıl mutlu ve umutlu olunabileceğini
şaşırarak hissediyor; bir kısmı da kendilerini bir an önce tabiata ve hayata karşı betondan
inşa ettikleri sığınaklarına atmaya çalışıyordu.
Kadıköy’ün ara sokaklarındaki küçük bir kitapçı dükkânının kapısı açıldı. Ahmet
Bey kafasını okuduğu kitaptan kaldırarak gözlüklerinin üzerinden gelene baktı. Postacı
Nabi Bey her zamanki güler yüzü ile koca çantasını içeri almaya çalışıyordu.
-Selâmün aleyküm Ahmet Bey, ne rahmet yağdı bugün! Şu çanta bile
kenarından azıcık su almış. Fark eder etmez buraya sığındım, okumanızı böldüysem
kusura bakmayın artık… Bir de eskisi gibi mektup taşısam çok üzülecektim. Şimdi
sadece fatura ve reklâm broşürü götürüp getiriyoruz, bir kenarından ıslansa bile en
azından mânevi değeri yok.
-
Ne
demek
Nabi
Bey,
buyurun
size
bir
çay
söyleyeyim.
Epeydir
görünmüyorsunuz, her şey yolunda inşaallah?
-Çok şükür. Sizi sormalı, rahatsızlandığınızı duydum ama bir türlü gelemedim.
Ümraniye’ye bakan arkadaş izinliydi, o tarafı dağıtıyordum bir süredir. Neyiniz vardı?
Şimdi iyisiniz inşaallah?
-Doktorlar bir sürü şey saydı döktü ama hülâsası kafa kâğıdımız eskimiş, kalp
yokladı biraz. Sarı kartı gördük, artık ikinci yarıyı dikkatli oynayacağız.
-Ha ha ha, ilâhi Ahmet Bey, gelmiş geçmiş olsun.
-Oğlum, bize iki çay getirir misin? Ama karbonatsız tarafından...
-Gülendam Hanım nasıllar? Yağmurlar kötü etkilemiştir herhalde, değil mi?
-Yok, yok. Her ihtimalin önlemini almıştır benim pimpirikli kardeşim. Gerekirse
branda ile kaplar da yine korur o ekinlerini… Çık gel yanıma ne anlıyorsun çiftlikte tek
başına diyorum ama dinleyen kim? İlla ki toprak, billâh ki toprak…
26 / Merhaba – Yaz 2010
-O da öyle mutlu oluyor işte ne yaparsınız? Geçenlerde Çetin Bey’e rastladım.
Tam bu sırada çayları getiren çocuk kapıyı açarak içeri girdi.
-Aşk olsun hocam, ne zaman karbonatlı çayımızı içtin? Bak bu yağmurda
kendim ıslandım çayını ıslatmadan getirdim.
-Eksik olma evladım, lâtife yapmıştım.
Ahmet Bey bunları son derece ciddi bir ifâde ile söylemişti. Çaycı tatsız bir
konuşmayı böldüğünü fark edecek kadar uyanık bir çocuktu. Fazla oyalanmadan servisi
yapıp dışarı çıktı. İkisi de bir süre hiç konuşmadan düşüncelere daldıktan sonra sessizliği
Ahmet Bey bozdu:
-Eee? Konuştunuz mu? Neler yapıyormuş hazret?
-İyiymiş, hâlâ sizin eski okulda öğretmenlik yapıyormuş. “Emekliliğim geldi ama
ayrılsam ne yapacağım, sıkılırım” dedi.
-Yapsın da, inşaallah artık sadece fizik öğretiyordur çocuklara... Çok söyledim
vaktiyle, bu deizme takıldın kaldın ama kaybolur gidersin Çetin; önce kendi gideceğin
yolu öğren, sonra öğretmeye kalk1 Çetin, neye inanmadığın kimseye bir şey katmaz,
neye inandığını anlat bari Çetin, insanlara verdiğin emeklere acıyorsan kimseyi bu kadar
kolay çöpe atma o zaman Çetin…
-Biraz dediğim dedik sağ olsun.
-Biraz? İnsanın yıllar içinde pusulayı biraz doğrultması lazım. Ama pusula nasıl
doğrulur? Gider gelir, kuzeyi bulur orda sabitkadem olur. Kendi beğendiği yöne dönüp
burası kuzey diye inat ederek çakılmak niye?
-Tabi, tabi haklısınız hocam. Bir keresinde oğlan münazarada havlu attı diye
hayıflanıyordum da, “Yanlış bir görüşü geri almak onu savunmaktan daha çok kişilik
gerektirir” demiştiniz. Tükürdüğünü yalamamak inadı, gurur, bazen doğruların önüne
geçebiliyor bizler gibi egosu şişman zayıflar için…
-Ben değil, Schopenhauer demiş vaktiyle… Doğru da demiş, bir fikre saplanıp
kulağını her daim münazarada gibi “işte buradan itiraz eder çürütürüm” radarıyla duyar
hale getirirsen, karşındaki ne söylerse söylesin sana tesir etmez. İdrakine deli gömleğini
giydirirsin, o da ondan sonra olduğu yerden bir tarafa kımıldayamaz.
1
Buddha
Merhaba – Yaz 2010 / 27
-Öyle hocam, sizinle arkadaşlığı kesmesi hiç iyi olmadı bence onun için… Siz de
biraz fevrî davrandınız ama, insan arkadaşına kızıp mesleğini bırakır mı?
-Bırakır, bırakır. Okulu değiştireyim dedim olmadı, ben konuşmasam belki o
söyler söyler susardı, ama o orada bol keseden peygamber diye bir şey yok, kitap diye
bir şey yok, Allah’a ulaşmak için başka kimseye ihtiyacım yok, kendi aklım mantığım
yeter derken benim susmam ikrar olmaz mıydı? Dedim ki madem “Hatemallâhü alâkulûbihim ve alâ sem’ihim ve alâ ebsârihim gışâveh” 1 , ne o günaha girsin ne ben…
Zaten uzun yıllardır hayalimdi böyle bir yer açmak; nasipmiş demek ki… Allah bir kapıyı
kapatır, diğerini açar ama bir kapının açık olup olmadığını itmeden nasıl anlayacaksın
değil mi? Sen çalışacaksın ki O da verecek.
-Doğru söylediniz hocam, yağmur durdu. Şimdi çalışmak zamanıdır. Çok
özlemişim sizi, madem artık Kadıköy’deyim sık sık rahatsız ederim. Gülendam Hanım’a
da hürmetlerimi iletirsiniz.
-Rahatsızlık ne demek Nabi Bey, başımın üstünde yeriniz var. Siz de Çetin’i
görürseniz benden selâm götürün. Söyleyene bakma söylenene bak demiş Hazret-i Ali,
benim kızgınlığım söylenenlere, söyleyene değil… İnsan dediğin mahlûk öyle çok ve
çabuk değişir ki, kızmak, küsmek, affetmemek olsa olsa “ben hiç hata yapmam” iddiası
olur. Ondan da Allah korusun hepimizi…
-Âmin, âmin. Kalın sağlıcakla.
1
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”,
Bakara 2/7.
28 / Merhaba – Yaz 2010
O’NUN OLMADIĞI YER YOK Kİ!
Gülnar MIZRAK
[email protected]
Sonbahar her zamanki sonbahardır. Gece her zamanki gece... Uykun yine naz
yapar, dört duvar arasında karanlığın büyüsüyle yalnız bırakır seni. Işık yaparsın kendine
yıldızları.
Bazen
konuşacak
birini
bulursun,
uykusuzluğunu
paylaşırsın.
Ama
yetinemezsin... Hâlâ yalnızsındır. Sonra bir ateş kaplar içini, heyecanlanırsın. O’nu
hissedersin her yanında ve göremeyeceğini bile bile ararsın odalarda… Yine de
huzurlusundur. Uzaksınızdır birbirinize;
ama gönül komşuluğunu kurmuşsunuzdur
ezelden. Gözünü açtığın ilk andan beri seninledir, sendedir!
Büyürsün… Artık duymak istediğin tek sestir; dudaklarının konmak istediği tek
eldir ve içinde olmak istediğin tek gönüldür. Hele ki aylarca uzak kalmışsan… Yine de
huzurlusundur. Gökyüzü sonsuz gibi görünür gözüne; ama bilirsin ki nefesleriniz bulur
birbirini… Başkaları vardır yanında, kıskanırsın. Seni unutmasından korkarsın ama o an
kucaklar seni. Orada olduğunu bilirsin, tebessüm edersin. Hayaller kurarsın: Söylemek
istediklerin, O’nunla yaşamak istediklerin vardır!
Büyümeye devam edersin… Hâlâ küçüksündür aslında. Henüz ölümle
tanışmamışsındır çünkü! Düşünmezsin. Hiç ayrılmayacağınıza inandırırsın kendini.
Aslında bile bile kanarsın… Farkında değilsindir. O sene dizlerinde son kez ağladın,
saçlarını son kez okşadı, ismini son kez söyledi ve birbirinize bakıp son kez
gülümsediniz… Bunları bir daha yaşayamayacağını bilemezsin. Ama ayrılık zamanı
geldiğinde anlarsın. Gözlerinde yaşlar biriktirerek...
Sonra büyümekten kaçarsın. O an hiç dinmez, dakikalar geçmek bilmez.
Sığamazsın küçük yüreğine, taşarsın… Ve o gün hiç çıkmaz aklından: Beyazlar içinde,
gözleri kapalı, sessiz… Ama zaman çabuk kabullenir, akmaya devam eder. Seninse
aklında hep “son”lar vardır! Aylar geçmiştir üzerinden; ama hiçbir zaman kapanmayacak
bir yaradır içinde! Yine de huzurlusundur, acı duymazsın. O gidiş, başlangıçtır aslında;
Yaradan’a dönüştür…
Ve sen farkında olmasan da hâlâ yanı başındadır…
Merhaba – Yaz 2010 / 29
GELECEKSİN
Orhan DURSUN
[email protected]
Yeri, zamanı yok ama geleceksin.
En beklemediğim zamanda belireceksin.
Seni görmedim ama kendim kadar tanıdıksın.
İçimde bir boşluk var ki tarifsiz.
Sen de boşluk kadar tarifsizsin,
Boşluk kadar hissedilen.
Bütün işaretler seni sayıklıyor hayatın içinden aşka doğru.
Kalbimin kanat çırpışısın ve hayâlisin gözlerime yansıyan.
Geçmişimden damıttığım, geleceğime aktardığımsın,
Yokken inandığımsın.
Ve çevirenimsin her günümü bir bayram arefesine.
Biliyorum nefesim kadar yakınsın
Her an gelebilecek kadar.
30 / Merhaba – Yaz 2010
SÖZÜN ARKASI
Nazlı SARI
“Ey seher rüzgârından incinen gül dalı! Madem ki
sen bir gülsün, çok hafif ve tatlı bir şekilde esen
seher rüzgârından ne diye inciniyorsun? Aslında bu
hoş
rüzgâr,
güllere
çekidüzen
verir,
onların
yapraklarını okşar, onları süsler. Şaşılacak şey şu
ki, sen Allah’ın lütfundan, ihsanından inciniyorsun.”
Hz. Mevlânâ
1
Bir hakîkati ifâde eden binlerce cümle kurmak mümkün, ama bir sözün güzelliği
ve tesir derecesi, söyleyenin içindeki denizin enginliği nispetince artıyor. Hz. Mevlânâ’nın
her sözünde ayrı bir tat, ayrı bir tesir var… Yukarıdaki rubaisinde olduğu gibi… Çünkü bu
sözlerin kopup geldiği bambaşka bir dünya, sonsuz bir aşk ve muhabbet deryası var…
Şu da var ki, “Sözü kendisine tesir etmeyenin başkasına da tesiri olmaz” denir. Hz.
Mevlânâ ve tüm büyük zâtların sözlerinin arka planındaki en can alıcı nokta,
insanoğlunun yaşayabileceği her türlü acıyı ve sevinci, tüm duyguları tanıyor olmaları ve
sözlerini, öğütlerini bu tanışıklıkla yoğurmalarıdır.
Çocuğu hasta olan bir anne, büyük zâtlardan birine bu hastalığın teşhisi ve
çâresi için danışmaya gider. Gittikleri zât, çocuğun hastalığının çâresinin tuzlu yememek
olduğunu anladığı halde, onlara belirli bir süre verir ve o sürenin sonunda tekrar gelmeleri
söyler. Bu süre boyunca ise kendisi tuz yemez. Anne ve çocuk tekrar geldiğinde
hastalığın tedavisini artık söyleyebilecektir. Buradaki dikkate değer nokta, kendi tecrübe
etmediği ve bilmediği bir duyguyu, bir “yasaklama”yı önce kendisinde tecrübe etmek ve
ancak o zaman başkasına da yapma demeyi kendine hak görmektir.
Ne büyük bir
incelik…
Yine Hz. Mevlânâ, “Kaba saba sûfi elbisesi giymekle sûfi olamazsın (….)
Dinlediklerini tatbik etmen, bizzat yaşaman gerekir.”2 derken bizzat yaşanmamış bir
prensibi dile getirmenin ya da sadece şeklen taşımanın mânâsı olmadığını belirtir. Bu
1
2
Şefik Can, Mevlana:Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, Seçme Rubailer, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009 s.463
A.g., s.461
Merhaba – Yaz 2010 / 31
sözün arkasında da bir anlamda kaderiyeci anlayışa karşı insandaki tatbik kuvvetine ve
irâdeye işaret eder ve insanın iç dünyasındaki oyunlara yönelik bir uyarıda bulunur:
“Mademki sen Allah’ın cebrini görmüyorsun, görüyorum deme.
Görüyorsan gördüğünün nişanı, belirtisi nedir? Halbuki sen yapmak
istediğin her işte, kendi kudretini yapma gücünü açıkça görüyor, cebri
düşünmeden bunu ben yaptım diyorsun. Meylin ve isteğin olmayan
işte de bu Allah’tandır diyerek cebri oluyorsun.”
1
Allah her daim uyanık olmayı ve hakikate dâir prensipleri tatbik etmeyi nasip
etsin.
1
A.g.e., s.287-288
32 / Merhaba – Yaz 2010
BULMACA
Şeref Naci ENGİN
[email protected]
Aziz Bilmece – Bulmaca dostları! Bildiğiniz gibi bu yıl Kubbealtı Akademisi Kültür
ve Sanat Vakfı’nın 40’ıncı kuruluş yıldönümü... Rahmetli Ayverdilerce 40 yıl önce bir ilim,
irfan ve sanat ocağı olarak kurulan ve isim anneliğini Bilmece – Bulmaca’mızın ana
kaynağı Kubbealtı Lugatı müellifi İlhan Ayverdi hanımefendinin yaptığı vakfımıza, daha
nice hayırlı, bereketli ve başarılı hizmet yılları dileriz. Yine merhum İlhan Ayverdi
hanımefendinin teşvikleriyle Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın bir “fideliği” olarak
hazırlanan Merhaba dergisinin de mecmuayla birlikte uzun yıllar yayın hayatına devam
etmesini temenni ederiz. Merhaba’nın ayrılmaz bir parçası haline gelen Bilmece –
Bulmaca’mızın her zamanki gibi hatırlatıcı, öğretici ve eğlendirici olması dileğiyle…
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
Soldan sağa: 1) Bu yıl
1
40. kuruluş yıldönümünü
2
idrak ettiğimiz vakfımızın
3
adı, Osmanlı Devleti’nde
4
devlet işlerini görüşmek
5
6
7
üzere vezir ve diğer ilgili
devlet
adamlarının
toplandığı yer; rüzgâr,
meltem.
meydana
9
organlar,
10
parçaları,
11
eden,
12
13
Vücûdu
2)
8
getiren
bir
bütünün
üye;
duâ
çağıran;
soya
dayanarak
bütün
yetkileri
elinde
bulunduran
devlet
başkanı. 3) Kulağa hoş gelen âhenkli ses, ezgi; alüvyonlu, tortulu. 4) Leş artıklarıyla
beslenen, iri, yırtıcı bir kuş; yapmakla sorumlu olunan iş, görev, memurluk (eski
Merhaba – Yaz 2010 / 33
telaffuzuyla). 5) Çokça, çok sayıda; genellikle köy ve kasabalarda söz ve hatırı geçen,
nüfuzlu, zengin kimse, yaşça büyük, halk arasında saygıdeğer, bey, beyefendi gibi bir
hitap. 6) Kuş yuvası, ev; dar su yolu, kanal, birbirine yakın iki elektrot arasında meydana
gelen ve yüksek bir ısı açığa çıkaran ışıklı elektrik atlaması; bal yapan böcek, temiz, saf.
7) Kızıl, kırmızı; konuşmada tutukluk, kekemelik, gevşeklik; dünyanın uydusu, kamer. 8)
Çok sevilen bir güz meyvesi, ateş; kısaca Türk Lirası; uyku sırasında zihinde beliren
görüntülerin bütünü, düş. 9) Bir şeyin yapılması için tâyin edilen süre, önceden belirlenen
kullanma süresi; sâhip; ilgili, ilgili olan. 12) Ulaşma, bitişme, temas etme, yakınlık; önüne
geldiği kelimeye “sâhip, -li” anlamı katar. 13) “-e kadar”, yükseltme, yüceltme; kadınların
taktığı ziynet eşyası, edat, ilgeç; çok ıztırap veren, acıklı.
Yukarıdan aşağıya: 1) Uçmaya başlamak, kanat açmak. 2) Uzun sürede gidilebilen,
ırak; alâmetler, nişanlar, izler; vilayet, şehir. 3) Bağ bekçisi, bahçıvan; bağ, münâsebet,
intisap. 4) Anne, vâlide; el. 5) Edebiyatla ilgili, edebiyat bakımından değer taşıyan;
kemikle deri arasında bulunan kısım; köpek. 6) Kısaca Anadolu Ajansı; halk dilinde sözlü
veya nişanlı; uzun sopa değnek, gibi. 7) Mitolojik bir telli çalgı; Arap alfabesinin onuncu,
1928 harf inkılâbı öncesi Türk alfabesinin on ikinci harfi; aptal, budala, ahmak. 8)
Doğruluk ve insaf sahibi anlamında bir erkek ismi; deniz, göl ve nehir kenarlarındaki düz,
açık arâzi, böyle arâzide yapılmış büyükçe ev. 9) Rebap ve kemençeye benzer çok eski
bir Türk çalgısı. 10) Hoşnut ve memnu olma durumu, kalben kabul etme; üç fazlı. 11)
İnâdına, zıddına davranma; ses, nam, şöhret; tatma organı, lisan, zeban. 12) Muhakkak,
bilhassa, illâ; (hoş) koku. 13) Güzel kokular, kolonya, esans ve parfümler; itâat, boyun
eğme, boyun eğen.
Bulmacanın çözümü son sayfada verilmiştir.
34 / Merhaba – Yaz 2010
KISA KISA
Murat OKTAY
[email protected]
Vâkıflarımızdan Safiye Diren Hanım vefât etti
Vâkıfımız emekli öğretmen Safiye Diren Hanım, 25 Nisan 2010 Pazar günü
sabaha karşı Edirne'de tedâvi görmekte olduğu hastanede vefât etmiştir. Cenâzesi aynı
gün Edirne'deki Eski Câmi'de ikindi namazından sonra kılınan cenâze namazını müteâkip
Karaağaç Mezarlığı’na defnedilmiştir. Merhumeye Allah'tan rahmet, dost ve akrabâlarına
başsağlığı dileriz.
Kubbealtı Mûsîki Topluluğu Konseri
Kubbealtı Mûsıkî Topluluğu, 16 Mayıs 2010 tarihinde Yusuf Ömürlü idâresinde
Altunizâde Kültür ve Sanat Merkezi'nde bir konser vermiştir. Konserde solist olarak Elif
Uyar ve Vasfi Emre Ömürlü yer almıştır.
Sâmiha Ayverdi, vefâtının 17. senesinde kabri başında anıldı.
Sâmiha Ayverdi Anadolu Lisesi, Ümraniye Belediyesi Sâmiha Ayverdi Bilgi Evi
öğretmen ve öğrencileri ile Kubbealtı Vakfı yetkililerince kabri başında anıldı. Lise
müdürü Zeki Baki Uzun, müdür muavini E. Seval Yardım ve Prof. .Dr. Bayram Yüksel'in
konuşmaları ve öğrencilerin, Ayverdi'nin eserlerinin çeşitli bölümlerinden örnekler
okumasının ardından yapılan dua ile program sona erdi.
Merhaba – Yaz 2010 / 35
Akhisar’da “İlhan Ayverdi Mahalle Konağı” açıldı.
İlhan Ayverdi’nin, 06 Kasım 2009 tarihindeki vefâtından sonra isminin, doğum
yeri olan Akhisar’da kalıcı bir yapıya verilmesi hususunda vakfımızın yapmış olduğu
müracaatın neticesinde, Akhisar Belediyesi bir kadirşinaslık örneği göstererek yapımı
yeni tamamlanan bir mahalle konağına “İlhan Ayverdi Mahalle Konağı” ismini vermiştir.
Konağın açılışı, Akhisar Kaymakamı, Belediye Başkanı, Kubbealtı Vakfı temsilcileri,
İstanbul, İzmir, Manisa, Kütahya ve farklı illerden gelen sevenlerinin katılımıyla 15 Mayıs
2010 Cumartesi günü yapılmıştır. Açılış programında Prof. Dr. Mustafa Fayda kendileri
ile ilgili bir konuşma yapmış ve akabinde Manisa Klâsik Türk Mûsıkîsi Korosu, şef Prof.
Dr. Ali Vefâ Yücetürk yönetiminde bir konser vermiştir. Ayrıca programa katılan tüm
misafirler Akhisar Belediyesince öğle yemeğinde ağırlanmıştır.
Makedonya Cumhuriyeti'nden Gelen Öğrenciler Vakfımızı Ziyaret Etti
Makedonya Cumhuriyeti'nin Struga kasabasındaki Dr. İbrahim Temo Lisesi'nden
24 kişilik bir öğrenci grubu, öğretmenleri Güner Mahmut, Aliye Haydar ve Linda Şeh ile
birlikte vakfımızı ziyaret ettiler. Yapılan ikram ve sohbetten sonra öğrencilere ve
öğretmenlere yayınlarımızdan hediye edildi. Daha sonra İstanbul Fetih Cemiyeti'ne giden
öğrenciler, Yahyâ Kemal Beyatlı Müzesi’ni ziyaret ettiler. Orada da kendilerine Yahyâ
Kemal albümü ve rozet hediye edildi.
36 / Merhaba – Yaz 2010
Ergun Göze Anma Programı
Sivas Valiliği ve vakfımız tarafından Sivas’ta 28 Mayıs 2010 Cuma günü, “Ergun
Göze Anma Programı” yapılmıştır. Mütevelli Heyeti Başkanı Sinan Uluant’ın da katıldığı
programın konuşmacıları; Hicran Göze, Rasim Cinisli ve Zeynep Uluant’tı.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Ayverdi Enstitüsü İstanbul Liselerarası
Deneme Yazma Yarışması
2010 yılı vakıfımızın kuruluşunun 40. yılıdır. Vakfımızın kuruluş amaçları ve
faaliyet alanları içinde kültürümüz ve dilimiz önemli bir yer tutmaktadır. Kuruluşlarımızdan
biri olan Ayverdi Enstitüsü, ülkemiz gençlerinin kültürümüz üzerine eğilmeleri ve bu
konudaki düşüncelerini güzel bir Türkçe ile ifade etmeleri amacıyla, kurucularımız
Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi'nin hâtırasına "Kültürel
Devamlılık" konulu bir yarışma düzenlemektedir.
Kubbealtı Sohbetleri 8
Konuşmacı : Mehmed Niyazi
Konu
:Modern Devlet ve İslâm
Tarih
:08 Mayıs 2010 Cumartesi 16:00
Yer
:Köprülü Mehmet Paşa Medresesi Çemberlitaş
Kubbealtı Mûsıkî Sohbetleri 7
Konuşmacı :Murat Aydemir, Derya Türkan
Konu
:"Âhenk"
Tarih
:17 Nisan 2010 Cumartesi, 16:00
Yer
: Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş
Kubbealtı Mûsıkî Sohbetleri 8
Konuşmacı :Murat Sâlim Tokaç
Konu
:"Resital"
Tarih
:22 Mayıs 2010 Cumartesi, 16:00
Yer
: Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş
Merhaba – Yaz 2010 / 37
Dursun Gürlek ile Tarih ve Kültür Sohbetleri 7
Konuşmacı :Dursun Gürlek
Konu
:"Sultan Abdülaziz Nasıl Katledildi"
Tarih
:10 Nisan 2010 Cumartesi, 16:00
Yer
: Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş
Dursun Gürlek ile Tarih ve Kültür Sohbetleri 8
Konuşmacı :Dursun Gürlek
Konu
:"İbnülemin'in Konağındaki Sohbetler"
Tarih
:15 Mayıs 2010 Cumartesi, 16:00
Yer
: Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş
38 / Merhaba – Yaz 2010
Merhaba – Yaz 2010 / 39
M
A
10
İ
M
9
A
N
8
L
A
7
A
L
6
A
T
5
B
K
A
4
A
N
3
Z
A
2
U
K
1
2
1
3
B
B
İ
4
B
A
Ğ
N
5
E
D
M
A
D
E
6
A
K
7
8
T
İ
9
L
A
K
10
I
K
I
Ğ
A
Ğ
M
T
İ
A
Z
E
12
İ
13
H
L
L
R
A
Ü
N
F
K
L
I
E
I
T
R
İ
E
R
B
Y
A
11
R
R
I
Z
A
K
K
I
S
A
S
A
L
H
A
R
A
L
I
R
A
İ
T
İ
L
R
A
D
A
E
T
D
S
T
A
L
T
A
E
B
İ
E
R
R
A
I
K
11
12
13
Y
İ
İ
Y
A
T
H
D
A
İ
L
R
A
İ
M
BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ

Benzer belgeler

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72

Detaylı

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir

Detaylı

Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72

Detaylı