parastına çandê parastına hebûna me ye

Transkript

parastına çandê parastına hebûna me ye
P
STÊRKA CIWAN
K o v a r a
C i w a n a n
a
M e h a n e
PARASTINA ÇANDÊ
PARASTINA HEBÛNA ME YE
Nîsan 2011
Hejmar:95
Halil UYSAL (Halil DAĞ)
Ulusal Kürt Gençlik Konferansı sonuç bildirgesi
“Gittiler
güneşi avuçlarında eritenler
güneşe giden yolu yürekleriyle döşemeye
geride bekleyen hazin bir ulusu
güneşe taşımaya gittiler
bir parça dünya koparacaklardı güneşten
lazer ışını bakışlarıyla
dolu dizgin yağmurlu gecenin karanlığında
kor kundağı güneşin sıcaklığında eriterek”
Demokratik Yurtsever Gençlik meclisinin (DYG) çağrısı ile 16-17 Mart tarihlerinde Amed’de dört parçadan
ve Avrupa’dan gelen 270 delegenin katılımı ile düzenlenen “Ulusal Kürt Gençlik Konferansı”nın sonuç bildirgesi açıklandı.
Amed’de iki gün boyunca sürdürülen konferansta Kürdistan’ın dört parçasından ve Avrupa’dan gelen katılımcılar başta Kürt gençliğinin sorunları olmak üzere, ulusal birlik, parçalardaki Kürtlerin ve gençliğin sorunlarını ele alarak yoğun tartışmalar yürüttüler.
Konferans aynı zamanda ulusal birliğin kurulmasına dönükte oldukça anlamlı ve güçlü değerlendirmelerin
yapıldığı bir konferans oldu. Kürt gençliği gerçekleşen konferans ile gençliğin ulusal birliğin kurulmasına
dönük üzerine düşen öncülük misyonunu yerine getirmiş oldu. Konferansta aynı zamanda gençlik ulusal bir
konferansında bir an evvel gerçekleştirilmesi çağrısını yeniledi.
İki gün süren konferansın sonuç bildirgesi şöyle:
-Kürdistan’ın dört parçasında baskı ve zulüm hangi ülke ve ulustan gelirse gelsin, buna karşı mücadele etmemiz gerekiyor. - Kürtçeyi yasaklayan devletlere karşı mücadele ederek, dilimize sahip çıkmalıyız. - Kürtlerin ulusal birliği oluşturulmalı. Bunun bütün örgütler bir araya gelerek bir an önce ulusal konferansı
toplamalı. - Kürt sorunun çözümü için demokratik ve barışçıl yollar denenmeli. - Kürt gençlik kurumlarının güçlenmesi için bir koordinasyon oluşturulmalı. - Başta Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan olmak üzere, hangi ülkede olursa olsun bütün özgürlük tutsakları serbest bırakılmalı. - Yılda bir defa Kürt Gençlik Konferansı toplanmalı. İkinci konferans Güney Kürdistan’da yapılmalı. Ayrıca
yılda bir gençlik festivali organize edilmeli. - Artık hiçbir şekilde kardeş kavgası olmamalı. Hangi güç böyle bir girişimde bulunursa, diğer Kürt örgütleri
bunu kınamalıdır. - Kürtler de diğer halklar gibi, kendi sorunlarını çözüm gücüne sahip olmalı. - Federal Kürdistan Bölgesi’ndeki kazanımlar korunmalı ve sahip çıkılmalı. - Siyasi, sosyal ve kültürel soykırıma karşı Kürt halkının kendini koruması ve mücadele etmesi gerekiyor.
Konferansımız daha önce yaşanan katliamları kınıyor. - Kürtçe kültür, sanat ve edebiyat çalışmaları geliştirilmeli. - Bütün Kürtler, Kürtçenin lehçelerini bilmeli. Ayrıca standart bir dil için çalışma yürütmeliyiz.
- Genç kadın kırımına ve kadına yönelik “recm, idam, fuhuş, berdel” gibi saldırılara karşı ve kadın özgürlüğü
için mücadele verilmeli. - Bütün uluslararası güçlere çağrımız, Enfal ve kimyasal bombardımanın “soykırım” olarak kabul edilmesi ve
16 Mart tarihinin “Dünya Jenosit Günü” ilan edilmesi ve tanınmasıdır. Ulusal Kürt Gençlik Konferansı bileşenleri
İçindekiler
Editörden
Apo Kimliği ................................................................................................................................................... 2
Abdullah ÖCALAN
Gençlik Kültürel Soykırıma Geçit Vermeyecek.... ........ ................8
Stêrka CİWAN
Önderliksel Doğuşla Gerçekleşen
Toplumsal Diriliş ........................................................................................................................... 12
Ciwan AZAD
Devrimci Halk Savaşına İlişkin Bir Kaç Söz................................... 18
Yıldız CUDİ
Halkın Gizli Düşmanları: Sahte Aydınlar ........................................ 24
Özgür ÇALAK
Doğanın Temel Kuralı: Öz Savunma .......................................................... 27
Cihan ÖZGÜR-Çiçek HELEN
Kadının İnsanlaşmadaki Rolü ve
Neolitik Devrim.................................................................................................................................. 36
Jinen SERBILIND
Dünya Deneyimleri : Güney Afrika ............................................................... 42
Stêrka CİWAN
Gülmeyi Dağlarda Öğrendim.................................................................................... 45
Halil DAĞ
Dîlana Perperîke di şeva Pûşperê A Têneber .............................. 48
Afrîn Ahmed FUAT
Kapitalistische Moderne : Epistomologischer Rahmen
Der Demokratischen Zivilisatio................................................................................................. 51
Deniz ÇEWLİK
L’unilisation De La Jeunesse Par Le Systeme .................................................... 57
Munzur AMED
Diroka Mazra- Elaziz
............................................................................................................
59
Mizah ......................................................................................................................................................................64
Baharın sıcaklığı ve coşkusu ile
merhaba…
Nisan ayı kuşkusuz baharın en doğurgan ayıdır. Bu ayda doğa, toprak
ve tüm canlılık adeta yeni yaşamı bulmuşçasına harekete geçer. Doğa
SARI’nın, KIRMIZI’ının, YEŞİL’in
ve kendine ait tüm renklerin en canlı
yansımaları ile bir adım ileriye atılır.
21 Mart’tan diriliş talimatını almıştır,
zaman artık nisan yağmurları ile dirilişe
ve isyana akmaktadır.
Newroz’da yakılan ateşler dağlardaki
karları eritmeye başladı bile. Kürdistan’da karların erimesi demek dağ patikalarının canlanması demektir. Bu
demlerde sıralı adımlar ile gerillalar
birbirinin ardı sıra dağların doruklarına
doğru yol almaya başlar. Kış boyu gerçekleştirilen yoğunlaşmalar ve hazırlıkların hepsi bu baharı, karların erimesini beklemişçesine atılan adımların
hızına yansır. Ve bahar esasta şimdi
geliyor, gerillalar geliyor…
Halkımız açısında bu ayı önemli kılan bir diğer noktada Nisan ayının
Önder Apo’nun doğduğu ay olmasıdır.
4 Nisan tarihi Kürtler açısından artık
bir milat noktasını ifade etmektedir.
Halkımız tarihi artık Önder Apo’dan
öncesi Kürtler ve Önder Apo’dan sonra
Kürtler olmak üzere ayırmaktadır.
Önder Apo’nun doğumu halkımız
açısından olduğu kadar, Kürt gençliği
açısından da önemlidir. Bu tarih aynı
zamanda tüm Kürt gençliğinin de doğum günüdür.
Doğum gününüz kutlu olsun
Amed’de buluşmak dileğiyle...
Genç kalın...
Mail adresi; [email protected]
STÊRKA CİWAN
Ö
N
D
E
R
L
İ
K
APO KİMLİĞİ
Abdullah ÖCALAN
“Savunmalardan alınmıştır”
“Ortadoğu yaşamında
halkımız ve dostlar için
sadece ayakları yere basan
bir özgürlük ütopyası
yaratmakla yetinmedik.
Başka halkların yüzlerce,
binlerce yıl oluşturdukları
ütopyalarını, biz halkımız
için kimsenin pek tenezzül
etmediği geçmişin kırık
dökük parçalarından ve
geleceğin çok zayıf
umutlarından 20-30 yıllık
bir ömür içinde sonuna
kadar güvenilen, inanılan
ve başarılabilen
gerçeklikte yarattık”
Nîsan 2011
Doğal çevre ve tarihsel gelişimin
birey kişiliğinin oluşumunda belirleyici
rol oynadığı bilimsel bir tespittir. Tanımlanma düzeyinde çevre ve tarihsel
çerçeve hakkında özlü bazı belirlemeler
yapılabilir. Doğduğum çevre Orta Torosların Mezopotamya ovasıyla batıdan
birleştiği, vadilerle parçalanmış ve hafif
tepelikleri olan bir plato görünümündedir.
Fırat nehrinin kuzeyinden akıp güneye
sert bir kavis yaptığı kıvrımın beş kilometre yakınında kurulan Ömerli (Ammara) köyü doğup büyüdüğüm çevredir.
İklim gecikmiş bir Akdeniz iklimidir.
Tarihte Verimli Hilal olarak adlandırılan
bölgenin ortasındadır. Bütün bitki ve
hayvan kültürlerine elverişlilik arz etmektedir. Neolitik toplumun geliştiği
en temel bölgelerden biri olduğu, halen
güçlü neolitik özelliklerin yaşanmasından
anlaşılmaktadır. Yörenin yakınlarında
güçlü olan feodal ve daha sonra gelişen
kapitalist özellikler, doğuş bölgemde
pek etkili olamamışlardır. Neolitik köy
toplumunun varlığını güçlü bir biçimde
sürdürmesi dikkate değer bir durumdur.
Alandaki tarihin diğer önemli bir
özelliği, çeşitli etnik topluluk ve kavimlerin adeta geçit kapısı niteliğinde
olmasıdır. Saf bir etnik topluluk ve
kavim yoktur. Hepsinin karışımından
bir mozaiğin halen süren güçlü izleri
hakimdir. Alanda ilk yerleşim sahiplerinin
Hurri ismiyle adlandırılan Aryen kökenli
etnik topluluklar olduğu tarihsel, arkeolojik ve etimolojik verilerden anlaşılmaktadır. Bugünkü Kürtlerin dil yapılarıyla Hurri dil yapısı arasındaki ben2
zerlik de bu gerçeği doğrulamaktadır.
Bilindiği gibi, Hurriler Sümerlilerin
kuzey bölgelerindeki yüksek dağlık ve
tepelik alanlarda yaşayan halka verdikleri
genel bir adlandırmadır. Yine Sümerler
bazen de ‘dağlı halk’ anlamında bu yöredeki topluluklara Kurti demektedirler.
‘Kur’ dağı, ‘ti’ eki ise aidiyeti ifade
edip, dağlı anlamına gelmektedir. Güneyde ise bölgeye sık sık sızan diğer bir
etnik topluluk olan Sami kökenli Amoritler yaşamaktadır. Ammar adı bu kültür
geleneğinden etkilenmiş olabilir. Daha
sonra Araplarla beslenen bu topluluklar,
Saad İbni Ebu Vakkas komutasında İslamiyet’i bölgeye taşımışlardır. Halen
insanlar ve köylerin birçok ismi Arapİslam kökenlidir. Geleneksel Hurri-Amorit çekişmesinin bölgede de oldukça
eski tarihlere kadar uzanması mümkün
görülmektedir. Asurilerden kalma birçok
kalıntı halen bölgede durmaktadır. Yazılı
birçok kaya bulunmaktadır.
Çocuğun kimlik kazanmasını daha
yakından belirleyen bir etken ailedir;
ailenin de içinde yer aldığı köy toplumudur. Çizilen çerçeveden de anlaşılacağı
gibi, köy toplumumuz binlerce yıl öncesinin neolitik kültürünün etkisi altında
feodal İslamiyet’in inançlarını pek anlamadan yaşamaktadır. Aralarında sınıf
farkı olmayan, kendilerini idare etmeye
yetmeyecek kadar az mülkü bulunan,
dışarıya işçi ve ırgatçılık yapan yoksul
karakterli ailelerden oluşmaktadır. Eskiden olsa bile aşiretçilik aşılmış; akrabalık ve aile bağları kabile olmaya bile
yetmeyecek kadar zayıflamıştır. Gelişen
STÊRKA CİWAN
kapitalist ilişkiler karşısında yoksul
emekçiler konumuna gelmişlerdir.
Cumhuriyetin bürokratik yapılanmasına
da yabancıdırlar. Sınırlı bir okuma oranına sahiptirler. Cumhuriyet kültürünün
pek farkında değiller. Denilebilir ki,
neolitik toplum da dahil, köleci, feodal
ve kapitalist toplumun etkilerini hep
dışardan alıp diyalektik bir dönüşümden
geçirmeden, “başa gelen çekilir, kader”
anlayışıyla derinliğine bir pasifizmi
yaşamışlardır. Tüm kültürlerin onlar
için bir anlam ifade etmesi zordur. Bir
nevi altta kalan fosil tabakaları gibi
donuklaşmışlardır. Zihnen ve ruhen
kendilerinden herhangi bir yaratıcılık
beklenemez. Buna ‘zamanın dışında
kalma’ da diyebiliriz. Genelde Doğu
toplumlarının M.S 1000’lerden beri
yaşadığı tutuculuk ve içe kapanma
özellikleri geçerlidir. Mitolojik anlamda
bile anılarını yitirmiş, inandıkları Tanrı’nın hangi ihtiyaçlarını karşıladığının
hiç farkında olmayan, marjinal toplum
olarak dibe vurmuş bir durumu yaşamakta ve paylaşmaktadırlar. Kapitalist
sistemin hiçbir devrimci aşamasına
katılmamış olmaları, marjinal durumu
daha da daraltmaktadır. Köy toplumu
kendini zorbela ancak fiziki olarak
üretebilmekte, ideolojik olarak ise zihinsel ve ruhsal yabancılaşmayı en
derinlikte yaşamaktadır. Yaşamın ciddi
bir toplumsal, siyasal ve ideolojik
hedefi bulunmamaktadır. Kurtarıcılık,
ahret düşüncesi bile anlamını yitirmektedir. Ancak küçük memur olma
ve Avrupa’da işçilik, sınırlı umutlar
yaratabilmektedir. Kötülükleri olmayan,
ama hayırları da pek bulunmayan edilgen bir insan gerçekliğiyle karşı karşıya
bulunmaktayız. Her şey silik, anlamını
yitirmiş, çaresizliği bir kader bilen,
yaratıcılıktan uzak bir dünyanın üstü
açık hapishanesinde kendini tutsak
yapmış bir yaşamın mahkumu gibidir.
Bu gerçekliği paylaşan bir aileden
gelmekteyim. Fakat toplumsal genlerin
de olabileceğine dair bazı kavramlarla
düşündüğümde, ailenin daha yakın incelenmesi gerektiğini fark ettim. Klan
veya hanedan kökenli olduğuna dair
pek veri yoktur. İkisi ortası bir familya,
soylu aile olma ihtimali var. Kürtçe
‘Mala Ocê’ denmektedir. ‘Mal’ı, familya anlamında kullanabiliriz, ‘Ocê’
bilinen en eski atamız olmaktadır. Öcalan soyadının bu ataya dayanarak verildiği kanısındayım. Ocê’nin Hüseyin
ve Abdullah adlı iki çocuğuna dayalı
aileler oluşmaktadır. Babam Abdullah’ın oğlu oluyor, adı Ömer’dir.
Havva ve Uveyş ailede etkili, güçlü
kadını temsil etmektedir
Ana tarafımız karmaşıktır. Babamın
anası Besey, Halfeti’nin güneyinde Birecik etrafından Arap mıntıkalarına
kadar yayılan çok dövüşken Gedikan
aşiretinin Şabikan kolundandır. ‘Kendi
kendine ölmeye murdar (haram, pis
ölüm)’ demektedirler. Diğer dedem
Hamit ise Arah Türkmen köyünden
Havva ile evlenmekte olup, anam
Uveyş ondan doğmaktadır. Havva ve
Uveyş ailede de etkili, güçlü kadını
temsil etmektedir. Kendilerini kesinlikle
koca-erkekten aşağı kabul etmezlerdi.
Denilebilir ki, kadın-erkek çelişkisinden
kaynaklanan bir sosyal mücadeleyi en
ilkel biçimiyle yaşamaktaydılar. Kurulan denge bir egemenlik biçiminde
değildi, bir uzlaşmayı andırıyordu.
Ama her an bir çatışma tohumunu
içinde barındırıyordu. Ailemizin başka
tür kökenli kadınlarla da evliliklerinin
olmasının, aralarında bir yakınlık ve
uzlaşma sağlama ihtiyacına ve anlayışına dayandığı açıktır. Geleneksel
kavgaya son vermenin bir yolu da kız
alıp vermedir. Bu yöntemin oldukça
kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Daha doğar doğmaz ve kendimi
tanır tanımaz, kendimi aile ve köy
devriminin ortasında buldum. Bağla3
nacağım ne aşiret, ne de sınıfsal ve
ulusal amaçlar vardı. Din bile sadece
Arapça ezberlemeyle tatmin edici olmaktan uzaktı. Aileyi güçlü bir biçimde
yeniden üretmenin koşulları bulunmuyordu. Yükselme duygusunu tatmin
edecek hiçbir şey ortalıkta yoktu.
Okulu, beni yutacak bir canavar olarak
algıladığımı halen hatırlarım. Şehri de
beni yutacak, güç getirilemeyecek bir
olgu olarak görürdüm. Köy cemaatleri
de hiç umut vermiyordu. Dedikodu,
fitne fesat karargahları olmaktan öteye
bir fonksiyonları yoktu. Bu dönemde
gözlerim hep kırsalda olacaktı. Hatta
anam benim üzerimde üç kapıyı kapatıp
üçer sefer yarı boğup bayılttıktan sonra
bile, uyanır uyanmaz yıldırım hızıyla
kapıya vurur, dışarı fırlar, kırlara kadar
uzanırdım. Fırıl fırıl dolaşırdım. Belli
ki bir şeyler arıyorum. Sonradan kıyaslayacağım birçok peygambersel,
filozofça çıkışların bu tür yalnızlık yürüyüşlerine ihtiyacı vardı. Güncelliğin
sığlığından kurtulmak ve yeniye doğru
yoğunlaşmak, bu yöntemle daha çok
mümkün olmaktaydı. Ailenin tüm
önemli kurallarına zıt kesilmiştim. Geleneklerine, namus anlayışlarına kuşkuyla bakmam ve çiğnemem giderek
artacaktı. İlk çocukluk arkadaşlarımdan
Şehit Hasan Bindal’la bir kır gezintisinden gizli döndüğümü gören nenem
Havva kıyamet koparmıştı. Çünkü Hasan düşmanın çocuğuydu. Buna cesaret
etmem korkunç bir suçtu. Halen hatırlarım. Anamın karşısına dikilip,
“Üveyş, senin bu oğlun namussuz
çıktı” deyişini hiç unutamam. Bu
öfkeye rağmen, düşmanın çocuğuyla
birlik olmak benim için gün geçtikçe
bir tutkuya dönüşecekti. Akraba çocuklarından kaçarken, düşman diye
tabir edilen ailelerin çocuklarıyla ilişki
ve birlik aramam benim için bir eğilim
haline gelmişti. Aslında ilk doğal ideolojik ve siyasal örgütlenmemi bu yolla
geliştirdiğimi daha sonra iyi anlayaNîsan 2011
STÊRKA CİWAN
caktım. Yeni toplum projelerimin ilk
ilkesi böyle doğmaktaydı.
Aile ve köy toplumunun ilkesel ve
pratik reddi sürekli gelişiyordu. Yeni
yaşam tarzımı oyunlarımda deniyordum. Oyunlar benim için gerçek, aile
ve köyün gerçekleri ise kurtulmam
gereken ayak bağlarıydı. Bu nedenle
kendimi fark eder etmez, çocuk gruplarımı olağanüstü bir çabayla yaratmaya
çalışacaktım. İlkesi, oyun ve beceriklilikti. Kim en çok benimle oynarsa
ve kazanma gücü gösterirse, o çocuk
örgütümüzün en değerli üyesiydi. Dost
düşman ayrımı yapmadığım, bu konuda
son derece ilkeli hareket ettiğim, Şehit
Hasan Bindal olayında çok belirgindir.
Bu konuda ikinci ilkem, cins ayrımını
da yapmamamdı. Oyunlarda yeteneklerini fark ettiğim kızlar halen aklımdadır. Bazen aylarca peşlerinde dolanıp
oyuna çekmeye çalışırdım. Bu konuda
canlı bir anı, Hasan’ın amcası kızı
Elif’le ilgilidir. Sonradan duyduğumda
anısını şöyle nakletmiştir: “Gelin olduğum günlerde usulca eve yaklaşıp
halen oyuna davet ediyordu.” Bu doğruydu. Hele bu yaşlarda yetenekli kızların evlendirilmesini hiç kabullenemiyordum. O yaşlarda bile, kadınların
zeki ve güzel olanlarıyla özgün bir
ilişkim olduğunu hatırlarım. Bana göre
zeki olan güzeldi. Güzel olan zeki olmalıydı. Bu eğilimimi fark eden kadınların daha o dönemlerde gruplar
halinde beni dinlemeye, karşılamaya
geldiklerini de hatırlarım. Köyün akıl
hocalarını dinlerdim. Köy İmamı Müslüm’ün, o yaşlarda sürekli arkasında
namazdaki duruşumu fark ederek, “Bu
hızla gidersen, evliyalar gibi uçarsın”
deyişi aklımdadır. Din önemli bir gelenekti. Ama giderek kuşkulu bir kişilik
oluşturmamın önemli bir etkeniydi.
Tanrı üzerinde zaman zaman buhrana
varacak düzeyde dururdum. Ancak bu
savunmamdaki çözümlemelerde bu
kavramı köklü olarak çözümleyebilNîsan 2011
diğimi söyleyebilirim. Çocukları örgütlü
tutmanın bir yolu, kendi başıma namaza
kaldırmaktı. Kendi kendimi imam yapmamın ilginç olduğunu belirtmek gerekir. Kavga yerine, yetenekleri açığa
çıkaran oyun düzenlerine çok daha
meraklıydım.
Kendi kendimin sahibi olmak
bir hedefti
İlkokula gitmem karışık duygular
içinde gerçekleşti. Okulu endişeli bir
ruh haliyle karşıladım; ama yükselmenin de tek yolunun buradan geçtiğini
fark etmiştim. Girdiğim ilk günden
üniversitenin son sınıfına kadar hep
dikkat çektim. İlk sıralarda bir başarı
düzeni hep geçerli oldu. Fakat köy
yaşamı da dahil, kişiliğimin o günlerden
beri içine girdiği bir ikilem, karakterimin ayrılmaz bir parçasıdır. Köyün,
ailenin, devletin ve genel toplumun
statüsüne görünüşte ilk sıralarda uyum
sağlayan, hatta bunu örnek düzeyde
gerçekleştiren özelliğimle, dipte asıl
inandığım ve yaşam bulmasına çalıştığım mistik özelliğim tam bir çelişki
halindeydi. Daha sonra fark ettiğim
kadarıyla bu evrensel bir çelişkiydi.
Kendimi resmi, gayri resmi toplumun
gibi gösterirken de bu çelişki geçerlidir.
Birey-toplum çelişkisinde aynı durum
geçerli olmuştur. Resmi din-mistik
din çelişkisi de bu gerçeklikten kaynaklanır. Benim için farklı olan, bu
ikilemin yoğun, sürekli ve giderek
farklı iki yaşam bakış açısına dönüşmesiydi. Bu çelişki kişiliğimin büyük
tereddütler, endişeler ve kuşkular içinde
gelişmesine yol açmıştır.
İlkokula her gün yayan gidip geldiğim Cibin eski Ermeni köyüydü. Cumhuriyetle tanışmıştı. Cumhuriyet etkilerini yansıtan bir ailesi gözdeydi. Bu
gerçeği iyi fark ettim. Kürtlük duygusu
o sıralarda bir bilinçaltı durumundaydı.
Önümde yükselmem konusunda en
4
temel engeli teşkil edeceğini fark etmiştim. ‘Kuyruklu Kürt’ sözlerini duyar
gibiydim. Şovenizmin rahatsız edici
sözleri yavaş yavaş geliyordu. Bu engeli, öğretmenlerim ve Cibin halkının
gözdesi olarak başarıyla aştığımı belirtmeliyim. Tüm engellemelere rağmen, daha o yaşlarda Türkçe konuşan
köylerle kurduğum örnek ilişkiler kardeşliğin en iyi örneklerindendir. Bu
köyler halen ağırlıklı olarak dost kalmışlardır. Faşist şovenliğe düşmediler.
Hatta Kürt köylerinden daha ilgili bir
yaklaşımları söz konusu olmuştur.
Köy toplumunda ve ilkokul döneminde, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi
üzerimde iz bırakmıştır. İlk ciddi siyasi
ilgim bu olay dolayısıyla gelişti. Temel
güç kaynağının ordu olduğunu fark
ettim. Menderes’in idam edilişini karamsarlıkla karşıladım. Ama 27 Mayıs’a
tepkim de yoktu. O dönem ilkokul arkadaşım Aziz’e –halen hatırladığım
büyük dardağan ağacının üstünde–
şöyle bir öneride bulunduğumu hatırlıyorum: “Sen kara kuvvetleri komutanlığını oyna, ben de hava kuvvetlerini;
bu yolla daha iyisini gerçekleştirmeye
çalışalım.” Yaklaşımın bu özelliği, devrimci özellik olarak daha sonraki gelişmemde hep etkili olacaktır. Güç ve
değişim birer tutku etkeni olarak yakamı
bırakmıyordu.
Anamın üzerimdeki sahiplik iddiasını
tepkiyle karşılardım. Kendi kendimin
sahibi olmak bir hedefti. Anayla bu
yüzden çelişkiler yoğundu. Babanın
iddiaları daha sınırlıydı. Kardeşlerle
iyi iş yapma konusunda çelişkiliydim.
Çatışmamız olurdu. Aile ataerkil olmaktan uzaktı. Anamın büyük dik başlılığı kesin bir denge kurmuştu. Bu
denge özgür yetişmemde uygun koşul
yaratacaktı. Ana-baba otoritesinin ailede
kilitlenmesi bir boşluk yaratıyordu.
Bu boşluktan yararlanmam, özgürlük
yürüyüşümün ilk fırsatı olarak görülebilir. Dayılarımı bir güç kaynağı
STÊRKA CİWAN
olarak gördüm. Köy otoritesine sarsıcı
etkide bulunmalarıyla köy koşullarına
kafa tutmamda etkili olmuşlardır. Dayı
edebiyatının boş olmadığı anlaşılmıştı.
İsyan ettiğim anam değil, kadını,
anayı hiçleştiren erkek egemen
toplumun düzeniydi
Köyden ve aileden ilk ciddi kopuş
bir aile içi isyanla başladı. Daha sonra
duyduğum kadarıyla yazar Ahmet Kahraman romanlaştırmak istediği bu isyana ‘İlk İsyan’ adını vermişti. Olay,
bir dönemin sonunu belirlemesi açısından hatırlanmaya değerdir. Bağda
geliştirdiğim ve emeğe dayalı düzeni
küçüğüm Mehmet rasgele girip bozuyordu. Onu taşla kovaladım. Saylaklar
üzerinde bulgur kaynayan yere kadar
kovalamayı sürdürdüm. Buna babam
karşılık verince, onunla da köy ortasında
şiddetli bir taşlı kavgaya giriştim. Artık
evde yerimin kalmadığı anlamını çıkarmıştım; artık köyde de kalacak yüzüm kalmamıştı. Babamla böyle kavgaya girişmem büyük bir alay konusuydu. Aynı gün gizlice eve gittim.
Babamın çok özenle sakladığı çıkınını
buldum. Dönemin küçümsenmeyecek
parası olarak 10 lirayı alıp hızla ve tek
başıma, öfkeli ve gözyaşları içinde lanetleyerek köyden ayrıldım. En son
küçük bir alıç ağacı altından köye baktığımda, yağmur gibi gözyaşları dökerek
ve hayıflanarak, ‘bir daha sana dönmeyeceğim’ dercesine arkamı döndüğümde, aslında binlerce yıllık bir kültürden ciddi olarak koptuğumu ve yeni
bir arayış içine girdiğimi daha sonra
anlayacaktım.
Hatırlanmaya değer diğer bir olgu,
köylülerin bana karşı yaklaşımlarıydı.
Ortak eğilim şuydu: “Allah kimsenin
çocuğunu Ömer’in oğlu gibi yapmasın.
Dînê Çolê (dağ delisi) olmuş. Artık
hayır gelmez” biçiminde bir kanı oluşmuştu. Daha sonra da onların rüyala-
rından geçiremeyecekleri
olağanüstü okul başarılarımı onları utandırırcasına sergileyecektim. Bu
bir cevap tarzıydı.
Diğer önemli bir anı,
Mıho ve Cumo adlı yaramaz çocukların şerrine
karşı yaptığım son çıkışlardı. Mıho hep kavga
isterdi. Bir gün bir evin
köşesinde eteklerim taş
dolu olarak hiç fırsat bulamayacak bir biçimde
onu taş yağmuruyla karşıladım. Evinin ahırına
kadar kaçtı. Bir daha kavgaya
yeltenmedi.
Cumo’yu ise belli bir izlemeden sonra üst yamaçtan, eteklerim yine
taş dolu olarak bastırdım.
O da evin ahırına kadar
kaçtı. Ailesi zor elimden
kurtardı. Dersini iyice aldığından, tehlikeli olmaktan çıkmıştı. Bunun üzerine anamın
bana çok iyi sahip çıktığını ve övdüğünü
hatırlarım. Karşı koyma anlayışımın
gelişiminde, babamın çaresizliğiyle
anamın sınır tanımaz hak bildiği yoldaki
isyancılığı etkili olmuştur. Anamın
bana karşı izlenimleri, daha sonra duyduğum kadarıyla olumlu ve olguncaydı.
Sanırım Urfa Tugay Komutanı’nın sorusu üzerine, “Dizimin dibinde tutmak
için çok çaba harcadım, ama başaramadım” demesi doğruyu ifade ediyordu. Tarzımın beni yalnız bırakacağını
ilk fark eden ve söyleyen oydu. Sözü
şöyleydi: “Herkes senden yararlanacak,
ama senin gibi seninle çalışmayacak.”
Dediği olduğu gibi çıkacaktı. Ayrıca
benim hakkımdaki son değerlendirmesi,
“O benim için bir taneydi, yeri ve
kendisi bambaşkaydı” biçiminde olmuştur. Öldüğünde son sözleri “Sürekli
dua edin, herkese hayır (bağış) yapın”
5
olmuştur. Daha sonra ana ve kadın
değerlendirmemdeki rolünü değerlendirdiğimde, basite almamak ve hakkını
vermek gereğini duydum. Kadınlara
ilişkin şu değerlendirmesi de hayli
arifçeydi: “Bu kafa ve kişilikle kadın
zor (evlilik anlamında) bulursun.” Öfkeden başka bir özelliği yok dediğim
anamın aklını kabul etmeliydim. Körleştiren tarih yüzünden birbirimize yabancılaşmıştık. Ama dönüp geriye baktığımda, onun ana tanrıça kültürünün
soylu bir sesi olduğunu ve bu sesi
bana ulaştırdığını büyük bir minnetle
anacak ve kabul edecektim. İsyan ettiğim anam değil, kadını, anayı hiçleştiren erkek egemen toplumun zalim,
yabancılaştıran, ikiyüzlü düzeniydi.
Anamın iyi oğlu olduğumu, birbirimizle
kutlamasak da, kanıtlamıştım.
1963’te ortaokula Nizip’te başlamam, yaşamımın ikinci dönemini başNîsan 2011
STÊRKA CİWAN
latır. Aynı zamanda büyük bacım Gülsüm ve anadan nenem Havva’nın yanında, akrabalık ilişkilerinin son zayıf
imkanları üzerinde yürümeye çalışacaktım. Nizip, dayı ve teyzelerimin
barındığı yerdi. Bölgenin en hızlı
gelişen şehriydi.
Öğretmenlerin gözde ve çalışkan
öğrencisiydim. Dikkatlerini çekmiş,
güvenlerini kazanmıştım; peş peşe iyi
notlarını alıyordum. Ama feodal özelliklerin kalıntıları ve teşne olamayacağımı fark ettiğim burjuva yaşam
özelliklerimin zayıflıkları, fazla umutlu
olmamı engelliyordu. Ortaokuldan sonra öğretmen okulunu değil liseyi tercih
ediyordum. Paralı olmasına güç getirmek zordu. Parasız lise veya meslek
okulu önümde duran seçeneklerdi. Fakat asıl tutkum askeri liseydi. Yaşımın
tutmaması belki de en büyük hayal
kırıklığına uğramama yol açtı. Bu olay
toplumu güçle dönüştürme hayalime
sanki büyük bir darbe olmuştu. Din
ve askeri alanda gelişemeyeceğim anlaşılınca, siyasal alanı hedef belleyecektim. Bu amaçla kazandığım Tapu
Nîsan 2011
Kadastro Meslek Lisesi bir geçiş aşaması olacaktı. Bu okul Ankara’nın
merkezindeydi. 1966-69’da okudum.
Sınıfları başarıyla geçtim. Lise ikinci
sınıfına kadar dinsel ideoloji ağır basıyordu. Namaz gruplarımı lisede de
oluşturmaya devam ettim. Ülkü Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneklerine gittim. Süleyman Demirel’in
de geldiği bazı konferansları burada
dinledim. İdeolojik yönden en çekici
etkiyi Necip Fazıl Kısakürek’in konferansında hissettim. Bir gece yarısına
kadar konferansını dinlemem riskliydi.
Burjuva toplumuna tepkime duygusal
bir yanıt veriyor; başka yolların mevcudiyetine işaret ediyordu.
Bu dönem en çok etkilendiğim hocalarımdan birisi edebiyat öğretmeniydi.
Harp Okulu’nun da edebiyat hocası
olan Binbaşı Faruk Çağlayan bana
olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Kompozisyon yazılarımı cebinde taşıyıp
örnek olarak öğretmenlerle tartıştırıyor,
sınıf öğrencilerine de bana değer vermelerini önerecek kadar güven veriyordu. Özel doktoruna götürdü. İlgisi
6
kendime güvenimin gelişmesinde bir
kilometre taşıydı.
Sola ilgim son sınıfta gelişti. Bunun
ilginç bir öyküsü vardır. Sağcılık-solculuk bir moda gibi ortalığı kaplarken,
ben temkinliydim. Anlamadan karar
veremeyecek kadar sınırlı bir bilince
ulaşmıştım. Bir gün yatağımın ucunda
bulduğum Sosyalizmin Alfabesi kitabını
bitirince, adeta şöyle mırıldandığımı
hatırlıyorum: “Muhammed kaybetti,
Marx kazandı.” Bilgilerim her iki konuda da sınırlıydı. Dogmatizmi aşacak
güçte değildim. Ama yine de köklü
bir yol ayrımına 1968’lerde girdiğimi
belirtebilirim. Solun ayak seslerine
1969’da ölen Yargıtay Başkanı İmran
Öktem’in cenaze törenine katılmakla
yanıt verecektim. Artık pratikte de
solcu sayılabilirdim. Bütün bu olağanüstü gelişmeler bir iki yıl içinde
oluyordu. Beynim tam bir kuşkuculuk
merkezine dönüşmüştü. Sağ veya sola
sempatizanlık beni tatmin etmiyordu.
İdeolojik açlık içindeydim. Sloganlarla
hareket edecek biri değildim.
Anlayışta ikna olmadan yaşamam
her geçen gün zorlaşıyordu. Kuşkuculuk
had safhaya varmıştı. Her şeyden şüpheleniyordum. Sınırlı felsefi bilgiler
şüpheyi daha da arttırıyordu. Sıradan
solcu bir militan olamazdım. Militan
bir sağcı olamadığım gibi, bu hava
içinde 1970’te Diyarbakır’da Kadastro
ve Tapulama Teknisyeni olarak göreve
başladım. İlk defa bol para kazanıyordum. Solcu tartışmalara Kürtçülük de
katılmıştı. Diyarbakır tümüyle Kürt
olan bir şehirdi. Dolayısıyla ulusal sorunun ciddiyetini daha çok dayatıyordu.
Orada amacım lise fark derslerini verip
üniversiteye gitmekti. Bunu başardım.
Aynı zamanda Diyarbakır Ziya Gökalp
Lisesi diplomasını aldım. Üniversite
için yetecek para biriktirdim. O yıl
üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Tayinimi
İstanbul Bakırköy’e aldım. 1970’in
STÊRKA CİWAN
sonuyla 1971’i İstanbul’da geçirdim.
DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)’nun hızlı bir üyesi oldum. Feodal
kökenli önderlik gelişmeyi köstekliyordu. Eleştirisel yaklaştım. Buna rağmen ciddi bir adımdı. İleri gelen bir
üyeliğe hızla tırmanırken, 12 Mart
1971 darbesi oldu. Bu darbe biraz
daha geç gelseydi, beni de götürebilirdi.
Dolayısıyla sıyırdı geçti.
Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı
gibi şahsiyetleri İstanbul’da tanıdım.
Musa Anter DDKO’nun ruhu gibiydi.
Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet Kıvılcımlı’dan
bizzat “Mezopotamya’nın çocukları,
mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü duymuştum. Fakat bende en
köklü tercihe yol açan yılın son günlerinde, illegaliteye çekilmesine çok
az kala, Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim
çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve
oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz
eden sesiyle “Revizyonizm bir gerçektir,
karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas
edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm
tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol
sempatizanlığımı derinleştiriyordu.
Umduğum çıkışları görmeyince, yavaş
yavaş kendi yolumun üzerinde yoğunlaşıyordum. Kürt ulusal sorununa dayalı
hazırlıklara başlamıştım. Türk solu ile
birlikte yürümek, şoven yaklaşımlardan
dolayı zorlaşıyordu.
Problemli olan doğuş, kaostan da
beter bir inkar düzeni karşısında tabii
ki bocalayacak, kuşku ve endişelere
düşecekti. Eğer azıcık onurlu bir insan
özelliği varsa, olup bitenler karşısında
sorgulamalar yapacak, neden inkar
edilmek istendiğinin anlamını çözmeye
çalışacaktı. Bu ise, karşıdaki resmi
toplum ve devletin sorgulanması anlamına gelecekti. Geleneksel isyancı
özellikler aşırı bir dogmatizme yatkın
olacaktı. Kabul edeceği her ideolojik
çıkışın imanlı bir müridi haline gelmek
artık işten bile değildi. Oligarşik cumhuriyetin devrimci gençlik ve Kürt
kimliğiyle gelişen çatışması dönemin
temel özelliğiydi.
Meçhule bir adım atacaksın. Yeni
olan ancak böyle doğacaktır
Bu gerçekler karşısında cumhuriyeti
özde değil, biçimde tümüyle hedeflemek kaçınılmazdı. 1980’lere doğru
kişi ve PKK olarak şekillenirken, karşımdaki cumhuriyet olgusu belirleyici
etkendi. Kürt kimliğini kabul etmek
bir yana, mezara gömmenin her türlü
yol ve yöntemi gündemdeydi. Döneme
göre oluşmuş sınıf ve kültürel kimlik
bilincimle yapabileceğim tek anlamlı
çalışma, hiç olmazsa Kürt potansiyelinden bir şeyler ortaya çıkarabilmekti.
Türkiye devrimcilerinin anısına ve
özellikle grubumuzun değerli şehidi
Haki Karer’e bağlılığımızı da ancak
böyle kanıtlayabilecektik. Durum hiç
yol açılmamış vahşi bir ormanda yürümeye benziyordu. Tarihin bu tür anlarında hep benzer çıkışlar yapılır.
Öyle fazla hazırlığı ve stratejisi yoktur.
Meçhule bir adım atacaksın. Yeni olan
ancak böyle doğacaktır.
Ortadoğu’daki yaşam ve çalışmama öz gerçeklik açısından bakıldığında, üç esaslı oluşumun sağlandığı
görülecektir:
Ortadoğu’da üçüncü destansı çalışmam, kadın özgürlüğüne ilişkin olanıdır.
Bana göre anayurtların ve emeğin kurtuluş çalışmalarından daha öncelikli
olması gereken bu çalışma en zor olanıydı. Kadın, gericiliğin, köleciliğin
ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve
cinsiydi. Görünüşte cins farklılığı, eşitsizlik ve baskı için gerekçe yapılır.
Tarih derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki, kadınlar tamamen sosyal
ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır.
İnsanlığa dayatılan her tür eşitsizliğin
7
ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın
köleleştirildikten, evin uysal ve evcil
bir nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra, sıra sınıflı toplumu ve
devleti yaratmaya gelmiştir. Zalim ve
yalancı erkek kadını düşürdükten sonra,
bundan aldığı cesaretle diğer insanları
ve kendi cinsini de ezmeye ve tutsak
kılmaya yeltenmiş; en büyük yalancı
düşünce sistemleri olan mitolojileri ve
dinleri yaratmıştır. Tabii halklar için
doğruya yaklaştıran mitoloji ve dinler
de vardır. Biz egemenler ve sömürücülerin yalancılık, zorbalık üreten din
ve mitolojilerinden bahsediyoruz. Bu
din ve mitolojilere bakıldığında, kadın
bin bir hile ve zorbalıkla görkemli
tanrıça tahtından adım adım düşürülmekte, önemsiz kılınmakta ve en son
yok edilmektedir. Özgürlük savaşçısı
olup da bunu görmemem mümkün
olamazdı. Ana tanrıça dinini yaratmış
ve ilk aşk tanrıçalarına mekan olmuş
bu toprakların özgürlük çocuğu olarak,
ilk büyüklerimizi ve tutku kaynaklarımızı anlamaya çalışacak, araştıracak
ve varlık gerekçelerini bulacaktım.
Sonuç olarak, Ortadoğu yaşamında
halkımız ve dostlar için sadece ayakları
yere basan bir özgürlük ütopyası yaratmakla yetinmedik. Bu ütopyanın
dayanması gereken tarihsel temel kadar,
güncelin başarılabilir özgürlük olanaklarını da sunduk. Başka halkların
yüzlerce, binlerce yıl oluşturdukları
ütopyalarını, biz halkımız için kimsenin
pek tenezzül etmediği geçmişin kırık
dökük parçalarından ve geleceğin çok
zayıf umutlarından 20-30 yıllık bir
ömür içinde sonuna kadar güvenilen,
inanılan ve başarılabilen gerçeklikte
yarattık. Bu ütopyanın ekmek, su ve
hava kadar gerekli olduğu bilinerek
halkımızın, dostların ve yoldaşların
kendilerine mal etmeleri, özgür yaşamın
sonsuz yolunda yürümeleri demektir.
***
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
P
E
R
S
P
E
K
T
İ
F
GENÇLİK
KÜLTÜREL SOYKIRIMA
GEÇİT VERMEYECEK
Stêrka CİWAN
“Hareketimizin ve
önderliğimizin yaratmak
istediği politik ve ahlaki
toplum anlayışına karşı
olan, bu toplumsallığa ve
halkımızın değerlerine,
gençliğine, Kürt kadınına
saldırılarda bulunan kişi
ya da gruplara karşı
özsavunma bilinci ile
yanıt olacak
eylemsellikler ortaya
konulmalıdır. Topluma
dönük her türlü saldırıya
Kürt gençler anında
meşru savunma temelinde
yanıt olmalıdır”
Nîsan 2011
Hareket olarak oldukça yoğun bir
süreçten geçmekteyiz. Hem dünyadaki,
Ortadoğu’daki gelişmeler hem de Kürdistan’daki gelişmeler 2011 yılına
stratejik bir önem atfetmektedir. Bu
açıdan Kürt halkının ve özgürlük mücadelemizin 2011 yılında yürütüleceği
mücadele ve yaratacağı kazanımlar
oldukça önemli gelişmeleri açığa çıkaracaktır. Dolayısıyla 2011 yılını tanımlayacak olursak; 2011 yılı hareketimizin 33 yıllık siyasi, askeri ve
toplumsal direniş mücadelesinin yaratmış olduğu kazanım, deneyim ve
tecrübelerin bileşkesi, sonraki on yılları
bulacak siyasal ve toplumsal kuruluş
mücadelesinin başlama yıllı olarak
tanımlanabilinir.
Önderliğimiz Newroz öncesi gerçekleşen görüşmelerde “Burada bir
diyalog devam ediyor. Kimi pratik
öneriler aşamasına gelmiş bulunmaktayız. Bu pratik öneriler çerçevesinde
yaz başına kadar gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Diyalog ve müzakere
yöntemine şans veriyoruz. Bu yöntem
pratikleşirse 2011 yılı çözümün geliştiği yıl olacaktır” tespitini yapmaktadır. Bu anlamda önderliğimiz yapılan
görüşmeleri önemsediğini ancak bunların pratik adımlar ile desteklenmediği
taktirde hiçbir anlamının olmayacağını
ifade etmektedir. Gelinen aşamada
devlet içerisinde kimi çevreler çözüme
8
dönük girişimlerini artırdığı görülmektedir. Ancak Kürt sorunu açısında
yıllardır aşılamayan tarihsel tekerrürün
yaşanması durumunda, bu yıl tüm
güçler açısından oldukça çetin geçecektir. Yani devlet içerisinde çözüm
amaçlı görüşmeleri başlatan güçlerin
çözüm karşıtlarına teslim olma durumlarında gelişecek süreç kaçınılmaz
bir varlığını koruma ve özgürlüğünü
sağlama savaşı olacaktır. Bu Kürt halkının en meşru ve doğal hakkı olarak
yaz aylarının başına kadar saklı tutulacaktır. Önderliğimiz bu durumu bu
şekilde tanımlamıştır.
Kürt halkı bu noktada önderliğine
bağlılığını milyonların bir araya geldiği
Newrozlarda yenilemiştir. Newroz’da
gerçekleşen halk oylamalarında siyasi
iradesinin Önder Apo olduğunu ortaya
koymuştur. Bu anlamda Kürt halkının
siyasi iradesi ve muhatabı bellidir.
Sorun kendisini Türk halkını iradesi
ve muhatabı olarak gösterenlerin iradesizliği, muğlâklığı sorunudur. Kendisini netleştirmesi gerekenler Türkiye
cephesindeki güçlerdir. Artık AKP
midir? Devlet midir? Sivil toplum kuruluşları ve aydınlar mıdır? Muhalefet
midir? Kim ise bu işin muhatabı çıkıp
çözüm projesini, politikasını ortaya
koymalıdır. AKP bu sorunu beş yıl
daha iktidarda kalma hırsına mahkûm
edecek olursa bunun hesabını o beş
STÊRKA CİWAN
yıl içerisinde çok ağır bir şekilde
ödemek zorunda kalacaklardır.
Ya Zafer Ya Zafer Newrozu
2011 Newroz’unun halkımızın
görkemli katılımı halkın bu yıla tüm
gücü ile hazır olduğunun göstergesidir. Özellikle gerçekleşecek genel
seçimler öncesi halkımız Newroza
katılımı ile AKP’ye açık ve net bir
mesaj vermiştir. Halk; çözümsüzlük,
imha, inkâr ve siyasal soykırım operasyonlarına yekvücut olarak yanıt
vermiştir. Şu açık ve net görülmektedir ki bu seçimlerde AKP’ye Kürdistan’da geçit verilmeyecektir. Bunu
AKP çok iyi bildiği için seçim sürecinde her türlü kirli yollara başvuracaktır. Seçimler ile birlikte AKP
bilgedeki tüm devlet güçlerini devreye sokacaktır. Bu seçimlerde Kürtler yine sadece siyasi partilerle bir
yarışa girmeyecektir. Bölgedeki valilikler, polis asker, memur ve bir
bütüne devler erkânı ile yarışılacaktır.
Yine aylar öncesinde Kürdistan’a
gönderilen on bin imam, yaygınlaştırılan cemaat evleri, okulları ve bir
bütünen bölgede yoğunlaştırılmaya
çalışılan cemaat etkisi önemle ele
alınacak hususlardır. Avrupa’daki
aile doktoru örneğinden yola çıkılarak
yaratılan aile imamı projesi bu konuda AKP’nin Kürdistan’a yolladığı
on bin imam ile neyi amaçladığını
ortaya koymuştur. Ne yapacak bu
aile imamları? Görevleri nedir? Bir
ailenin özel doktoru olur, avukatı
olur. Ancak ailenin imamı, papazı,
dedesi, hahamı olamaz. Bu imamlar
AKP’nin seçimler için görevlendirdiği kadrolardır. Bir kere din toplumsal bir olgudur. Din adamının
olacaksa bir görevi topluma manevi
öncülük yapmakla olur. AKP’nin
uyguladığı proje açık ve net olarak
dinin siyasal sömürü aracı olarak
kullanılmasıdır. Önderliğimiz AKP’yi
bu yönü ile teşhir etmiştir. “AKP
sahte islamdır. AKP Türk-İslam sentezinin partisidir.” AKP’nin Müslümanlığı faşizandır. Kürt karşıtı bir
İslam anlayışı Müslümanlık değildir,
Halkımız İslamiyet değerleri ile de
bağdaşmayan bu islamiyeti halkımız
kabul etmeyecektir.
Önderliğimizin, partimizin
ve halkımızın gençlikten
beklentileri vardır
Bir diğer konuda AKP’nin Kürt
sorununun çözümü konusundaki ikiyüzlü yaklaşımlarıdır. Tayip Erdoğan
bir yandan Tunus, Mısır, Lübnan’daki gelişmeler sonrası Ortadoğu’daki
liderlere halkın taleplerini dikkate
almalarını buyruk ederken, öte yandan kırk milyonluk bir halk olan
Kürt halkının taleplerine gözlerini
kapatmakta, kulaklarını tıkamaktadır.
Şimdi sormak gerekiyor Tunus ve
9
Lübnan’dakileri halkın talepleri olarak gören sözde Müslüman Erdoğan,
Kürt halkını taleplerini neden görmezden gelmektedir. Bu açıktan faşizmdir. Bir halkı tanımamaktır. Sıklıkla Kürt kardeşlerim kelimesini
kullana Erdoğan’ın kardeşlik anlayışı
nalsı bir kardeşliktir? Sen kalkıp
Newrozda bu halka saldıracaksın,
halkımızın taleplerini dile getirmek
için kurduğu demokratik çözüm çadırlarına polislerinle gaz bombaları
atacaksın, bu halkın vekillerine şiddet uygulayacaksın, siyasi iradesini
zindanlara mahkûm edeceksin, dağlarına askeri operasyonlar yapacaksın, bombardıman tabi tutacaksın
katledeceksin. Sonra kalkıp utanmadan kardeşlikten bahsedeceksin.
Kürt halkı bu kardeşlik politikalarına
elbet yanıtını direniş ile verecektir.
Bu anlamda AKP hükümeti önümüzdeki üç ay boyunca da bu politikalarda ısrar ederse görkemli bir
direniş kaçınılmaz ve meşru hakkımız olacaktır.
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Gençlik özü itibari ile
arayışçıdır
Bu noktada önderliğimiz devlete
tanımış olduğu üç aylık süreci salt
devlete tanınan bir süre olarak tanımlamak ve devletin politikalarını
beklemek eksik ve yanılgılı bir yaklaşım olacaktır. Bu süre aynı zamanda
bizlere tanınmıştır. Bizlerde başta
Kürt gençliği olmak üzere tüm gücümüz ile bu üç aylık süreç içerisinde
mevcut örgütselliğimizi ve eylemliliğimizi buna göre hazırlamak zorundayız. Aksi taktirde yaz ile birlikte
başlayacak sürece yetersiz kalmak
tarihi anlamda fırsatları kaçırmak
olacaktır. Avrupa gençliği olarak sürecin bu denli hassa olduğunun bilinci
ile dönemsel görev ve sorumluluklarımıza her zamankinden daha güçlü
bir şekilde yüklenmemiz gerekmektedir. Önderliğimizin, partimizin ve
halkımızın gençlikten beklentileri
vardır. Bu beklentilere yanıt olmak
ancak ve ancak sürece denk bir örgütlenmeyle sağlanabilir.
Nîsan 2011
Apo’cu Gençlik Ulusal Varlığın
ve Kürdistan’ın Savunma
Gücüdür
Kapitalist modernitenin en yoğun
saldırılarını yürüttüğü bir alanda bulunmaktayız. Avrupa modernitesinin
açığa çıkarmış olduğu yaşam gerçekliğinde gençler adeta bir cendereye alınmaktadır. Kapitalist modernitenin bir hastalık gibi yaygınlaştırdığı çarpık moda anlayışı, popüler
kültür, toplumsallığa karşı geliştirilen
aşırı bireyselleştirme, duygudan ve
düşünceden kopuk yaşam biçimleri
ile adeta insanın hayvanlaştırılması
amaçlanmaktadır. Bunun sonucu olarak aşırı bireyselleştirilen, toplumsuz
bırakılan insanın yaşadığı yalnızlaşma beraberinde çarpık bir kişilik şekillenmesini açığa çıkarmaktadır.
Sonuç toplum dışı ve ucube diye
tabir edilen karakterlerin yaratımından öte bir durum değildir.
10
Özellikle Avrupa’daki gençliğe
baktığımızda kapitalist modernitenin
bu etkilerini yoğun olarak görmekteyiz. Gençleri bu noktaya getiren
nedir sorusuna verilecek yanıt, kuşkusuz gençliğin arayışlarını yönlendireceği doğru mekanizmaların açığa
çıkmaması ya da var olan mekanizmaların üzerine düşen görevleri yerine getirmemesidir. Zira gençlik
özü itibari ile arayışçıdır. Gençlik
çağı olarak tanımlanan yaş aralığında
bu arayışlar yoğunluk kazanır. Bu
kimi zaman bir taraftar grubu, kimi
zaman dini bir topluluk, kimi zaman
düşünsel bir hareketin içerisinde bu
arayışlara yanıtlar aranır. Bu yaşlarda
her genç mutlak anlamda kendisini
bir kimliğe kavuşturmak ister. Ancak
Avrupa gerçeğini gözlemleyecek
olursak sistemin öyle gençlerin kendisini tanımlayacağı alternatif bir
kimlik sunma gibi bir durumu yoktur.
Sistemin gençliğe sunduğu iki yol
bulunmaktadır. Bunlar ya sistemin
iyi bir kölesi olmak ki bu varlığını
inkâr etmekten başlar, ya da sistemin
çarkları arasında yok olmaktır (esrar,
fuhuş, çeteleşme vb.)
İşte bu noktada bizler üçüncü yolun temsiliyetiyiz, öyle olmalıyız.
Bu noktada şunu önemle vurgulamak
gerekmektedir, biz bir halk hareketiyiz halkımızın evlatları, Kürt gençleri her gün bu sistem eli ile uyuşturucu ve fuhuş çetelerinin eline düşürülmektedir. Bu noktada bizim alternatif olarak devreye girmediğimiz
her gün bir genç Kürt kızı fuhuşa
sürüklenmektedir, bizim eyleme geçmediğimiz her gün bir Kürt genci
Avrupa sokaklarında uyuşturucudan
ölmektedir. Bu noktada Avrupa gençlik hareketi olarak nisan ayı ile bir-
STÊRKA CİWAN
likte “parastina candê, parastina hebûna meyê “ şiarı ile başlatılacak
eylem kampanyasını güçlü bir şekilde
örgütlemek gerekmektedir. Bu kampanya gençliğin toplumsal öncülük
misyonunu yerine getirmesi açısından
önemle ele alınacak bir sürecinde
başlangıcını ifade etmektedir. Kampanya özü itibari ile kültürel varlığını
koruma ve toplumun öz savunmasının kurulması esasları üzerine kurumsallaştıracaktır. Özellikle Avrupa’da halkımıza dayatılan entegrasyon politikalarına karşılık kendi kültürünü, dilini sanatını bir bütünen
varlığını korumak kaçınılmaz bir
görevdir. Zira bu esaslar toplumsal
var olmanın, ulusal varlığın temel
taşlarıdır. Avrupa’da yaşayan birçok
aile ve genç bu ulusal ve toplumsal
değerlerinden koparılmak ve sisteme
entegre edilmek için köyleri yakılarak, tutuklama ve işkencelere tabi
tutularak ülkeden çıkarılmıştır. Bu
noktada bir kurtuluş olarak gelinen
Avrupa’da bu politikalar çok daha
ince ve sistemli bir şekilde yürütülmektedir. Bu politikaları boşa çıkarmanın tek yolu. Kürt halkının ve
gençliğinin varlığını koruma mücadelesinden geçmektedir.
Aktif eylemsellik aşamasına
geçilmelidir
Buna göre başlatılacak kampanya
ile tüm Avrupa’daki halkımıza ve
gençliğimize ulaşmak gerekmektedir.
Bu kampanyaya salt bir eylem kampanyası olarak yaklaşılmamalıdır.
Bu kampanya aynı zamanda bir örgütlenme, ulusal ve kültürel değerler
etrafında güçlü bir ideolojikleşmenin
başlatılacağı bir kampanyadır. Buna
göre tüm alanlarda kampanya öncesinde yapılacak bilgilendirme, eğitim toplantıları ile kadrolarımıza
kampanyanın önemi kavratılmalıdır.
Sonrasında kampanyanın esaslarını
kavrayan her arkadaş öncülük misyonunu gereği olarak harekete geçmelidir. Bildiriler, afişler, görsel ve
yazınsal materyaller ile yurtsever
ailelerimize ve gençlerimize ulaşılarak kampanya anlatılmalıdır. Devamında paneller, seminerler, geniş
gençlik ve halk toplantıları ile kampanya kitlelere ulaştırılmalıdır. Bu
toplantılarda bilgilendirmeler kadar,
çözüm projeleri de açığa çıkarılmalıdır. Avrupa gençliğinin sorunları
nelerdir ve ne yapılmalı sorularına
cevaplar aranmalıdır.
İkinci aşama olarak aktif eylemsellik aşamasına geçilmelidir. Bu temelde kültüre, anadile, ulusal varlığa
ilişkin eylemsellikler yaygınlaştırılmalıdır. Bu yaratılırsa kampanyaya
gençliğin ve halkın güçlü bir katılımı
kuşkusuz olacaktır. Yine ikinci aşamada özsavunma önemle ele alınmalı
ve örgütlenmelidir. Hareketimizin
ve önderliğimizin yaratmak istediği
politik ve ahlaki toplum anlayışına
karşı olan, bu toplumsallığa ve halkımızın değerlerine, gençliğine, Kürt
kadınına saldırılarda bulunan kişi
ya da gruplara karşı özsavunma bilinci ile yanıt olacak eylemsellikler
ortaya konulmalıdır. Topluma dönük
her türlü saldırıya Kürt gençler anında
meşru savunma temelinde yanıt olmalıdır. Bu temelde bir bütünen değerlendirilecek olursak bu kampanya
Kürt gençliğinin ulusal ve kültürel
değerlerini savunma, varlığını koruma mücadelesinde öncülük misyonu ile bir adım ileriye atılacağı
bir kampanyadır. Gün varlığımızı
koruma, ulusal birliği kurma ve zafere yürüme günüdür.
AN SERKEFTİN
AN SERKEFTİN
***
11
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
T
O
P
L
U
M
ÖNDERLİKSEL DOĞUŞLA GERÇEKLEŞEN
TOPLUMSAL DİRİLİŞ
Ciwan AZAD
4 Nisan Önderliğin “doğum günü” olarak dünyanın incelenmesi, kişiliklerini belirleyen toplumsal koşulların
her tarafında farklı biçimlerde kutlanıyor. Önderlik, çözümlenmesi ve bu kişiliklerin kendi yaşam duruşlarında
“doğuş” kavramına çok büyük önem veriyor. Savun- ortaya çıkardıkları toplumsal etkilerin incelenmesi, aslında
malarında en çok kullandığı kavramlarından birisi de o dönem toplumsallığının çözümlenmesi ve anlaşılması
doğuş gerçeğidir. Özellikle büyük toplumsal
anlamına gelmektedir.
değişim-dönüşüm süreçleri ve ortaya çıkan
Doğuş gerçeği bazen bir kişiden başlayıp
yeni düşünce akımlarını ve toplumsal
büyük toplumsal ve tarihsel sonuçları yahareketleri, “doğuş” olarak ifade etratan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmekte ve büyük doğuşların insanlık “Öcalan kişiliği ülkenin içinde maktadır. Nitekim tarihteki bütün büiçin ne anlama geldiği, bu doğuşyük toplumsal alt-üst oluşlar belirli
bulunduğu bu insanlık dışı
ların sonuçlarının toplumsal gekişiliklerin şahsında ifadeye kavuşlişmede nasıl bir etkiye sahip koşullara ve deyim yerindeyse bu pis turulmakta ve onların şahsında anolduğu üzerinde durmaktadır.
laşılmaya çalışılmaktadır. Masalbataklıktaki insansız yaşama karşı
Özellikle büyük tarihsel kilardan destanlara, mitolojiden
şiliklerin doğuşları ve yaşammodern tarihin sanat edebiyat
itirazın adıdır; buna karşı sesini
larının toplum tarafından doğru
ürünlerine kadar, toplumu imge
yükseltmenin, bunu kabul etmemenin
anlaşılabilmesi açısından sürekli
ve simgelerle ifadeye kavuşturan
anılması gerektiği, anlaşılması adıdır; bunun düşüncesi, eylem ve intikam bütün ürünlerde bu kişiliklerin
gerektiği noktalarına dikkat çektemel motif olarak ele alınması
gücüdür. Bu da Onun kendisini PKK
mektedir. Bu çerçevede de nebu gerçeklikle bağlantılıdır.
biçiminde somutlaştırmasının, PKK
redeyse tarihteki her kişiliği döÖnderliğin gözlerini dünyaya
nüp dönüp tekrar ele almakta,
açtığı sırada Kürdistan’ın koşulbiçiminde kendisini bir örgütlülüğe
tekrar anlamlandırmakta ve yalarına bakıldığında, bu ülkede insana
kavuşturmasının çok öncesinde
rattığı gerçeklikleri hem düşünsel
yaraşır tarzda bir soy sürdürmenin
yükselttiği bir itiraz anlamına
hem pratik boyutta yeniden anlambütün koşullarından yoksun olunduğu
landırmaktadır. Büyük tarihsel doğuşgörülür.
İnsan o koşullarda adeta bir
gelir”
ların doğru anlaşılması toplumsal gelişbitki veya hayvana indirgenmiştir. İnsanca
menin sağlıklı gelişebilmesi için hayati
bir yaşamın idame edilmesini sağlayan bütün
öneme sahiptir. Zira neredeyse tarihteki bütün
ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel imkânlar
sapmalar, toplum adına insanlık adına büyük düşünceler
ve zeminler ortadan kaldırılmıştır. Soy sürdürme esas
ileri süren insanların ya anlaşılamaması ya da daha itibariyle bu tür koşulların varlığını gerektirir, bunun
sonradan çarpıtılmaları sonucunda gelişen sapmalardır. için yeterli imkânların oluşmasına bağlıdır. Bunlar
Bu açıdan da, büyük tarihsel kişiliklerin doğru anla- olmadan insana yaraşır bir soy sürdürme mümkün değildir.
şılması, yaşamlarına ve düşüncelerine doğru anlam ve- Bunların dışlanmasıyla Kürt insanına bırakılan soy sürrilmesi, toplumsallığın kendi diyalektiği içerisinde ileriye dürme alanı yalnızca cinsel alandır. Kürdistan’da Kürt’e
doğru gidebilmesi açısından büyük öneme sahip bir ger- bırakılan yegâne soy sürdürme biçimi budur. Yani basit
çeklik olarak değerlendiriliyor. Bunların yaşamlarının cinselliğe indirgenmiş ve bu biçimde Kürt’ün soyunu
Nîsan 2011
12
STÊRKA CİWAN
sürdürmesini öngören bir zemin ortaya
çıkarılmıştır. Kürt’ün ülkesi yoktur,
Kürt’ün kendi örgütlülüğü yoktur,
Kürt’ün kültürü ve dili yoktur, Kürt’ün
doğru dürüst bir ekonomik yaşamı
yoktur. Tüm bunlar göz önüne getirildiğinde, ülkesi, dili ve kültürü olmayan, kendisi olmaktan çıkarılmış
bir topluluğun soyunu sürdürmesi,
gerçekten de onun bir hayvana veya
bir bitkiye indirgenerek bir üreme
unsuru durumuna düşürülmesi anlamına gelir. Zaten hayvanlaşmanın
eşiğine getirilmek denen şey de budur.
Kendisine bırakılan yegâne alan
olan cinsel alana dayanarak soyunu
sürdürmeye rıza göstermek, özünde
hayvanlaşmaya onay vermektir. Bu
açıdan da Önderliğin gözünü dünyaya
açtığı dönemde ülkemizin koşulları
alabildiğine ürkütücüdür. Biz Önderlik
gerçeğini ve onun temsili olarak kişiliğini anlamaya çalışırken, onun bir
Önderlik olarak gelişiminin başlangıcını esas olarak burada buluyoruz.
Öcalan kişiliği ülkenin içinde bulunduğu bu insanlık dışı koşullara ve
deyim yerindeyse bu pis bataklıktaki
insansız yaşama karşı itirazın adıdır;
buna karşı sesini yükseltmenin, bunu
kabul etmemenin adıdır; bunun düşüncesi, eylem ve intikam gücüdür.
Bu da Onun kendisini PKK biçiminde
somutlaştırmasının, PKK biçiminde
kendisini bir örgütlülüğe kavuşturmasının çok öncesinde yükselttiği
bir itiraz anlamına gelir.
İnsan aslında daha çocuk yaşlarda
çevresini, içinde yaşadığı toplumu
ve aileyi anlamaya çalışır, onları sorgulama tutumu içine girer. Bu temelde
bu gerçeklerle tanışarak yaşama karşı
tutumunu belirler ya da onlarla birlikte
yaşamla ilişkiye girer. Bir yönüyle
kendi özünün farkına varır. Bu belki
de her çocuğa has bir durumdur. Bu
tanıma ve tanışma çok ileri bir düzeyde değildir. Önderliğimizin daha
yedi yaşından itibaren, edindiği bir
anlayış, gözlemleriyle vardığı bir sonuç, yaşamın ihanete uğradığı ve
mevcut haliyle yaşanmaya değmeyeceği biçimdeki bir anlayıştır. Kürdistan’da yaşam ihanete uğramıştır.
Bu çok somuttur ve verili yaşam gerçeğinden yola çıkarak kendisine sunulan yaşamı yaşamak asla mümkün
değildir. Bu açıdan bakıldığında, Rêber Apo kişiliğini daha sonra Önderliksel bir çıkış haline getirecek olan,
onu Kürdistan gerçekliğinde doğan,
ama evrenselleşen bir Önderlik konumuna yükselten şey başlangıçtaki
bu basit çıkıştır. Yani yaşamın ihanete
uğradığı ve mevcut haliyle yaşanmaya
değmeyeceği anlayışıdır. Bu anlayış
Önderliği gerçek anlamda büyüten,
onu aslında özgür yaşamın kıblesi
yapan en temel gerçekliktir.
“Ben böyle yaşamayacağım”
Ne var ki doğmak insanın elinde
değildir. Dünyaya gelişte çocuğa
tercih hakkı bırakılmaz. O açıdan
doğal doğuş dediğimiz olay, aslında
doğacak olanın elinde olmayan, tercihini kendisinin yapmadığı bir olaydır. Bu gerçek elbette Rêber Apo
için de geçerlidir. Fakat hemen hemen
tüm çocuklar yaşamaya hazır olmadıkları, yaşamın ihanete uğradığını
fark ettikleri, bu yaşamın yaşanmaya
değmez olduğunu anladıkları halde,
yine de yaşamı yaşamaya mecbur
olduklarını hisseder ve verili yaşamın
içine girerler. Ama Rêber Apo’da
görülen şey bunun tam tersidir. Rêber
Apo’da gördüğümüz şey, bu yaşama
bulaşmanın kesinlikle kabul görmeyeceği ve böylesi bir yaşamın yaşanmayacağı gerçeğidir. Asla herkesin yaşadığı gibi yaşanmayacaktır!
Bu en temel bir Önderlik ilkesidir
ve yedi yaşından itibaren “hayallerine
ihanet etmeyen çocuk” olarak temel
13
bir duruş sahibi olarak topluma, aileye, ortama ve sisteme karşı duruşunu sergileyecektir.
Önderliğin doğduğu dönemde geliştirilmek ve sisteme eklemlenmek
istenen nesil, yabancılaştırılarak tarihsel kökleriyle bağları olan Kürt’ün
yerine ikame edilmek istenen nesil
böyle bir nesildir. Bir devşirme nesildir, bir yeniçeri kuşağıdır. Bu,
kendi cellâdına sevdalanmaya sevk
edilen bir nesildir.
Önderlik, bu devşirme yaşamına
onay vermemiş, buna hayır demiş
ve ona karşı net bir çıkış sergilemiş,
burada kendisine dayatılan verili yaşamı yaşamayı kesinlikle reddetmiştir. Önderliğin çıkış noktası budur.
Bu son derece basit bir gerçektir.
Önderlik böyle yaşamayacak, bu
kirli somuta asla bulaşmayacaktır.
Kürdistan koşulları gerçekten de
mevcut haliyle adeta bir bataklığa
benzemektedir. İnsanlar adeta bataklığın lağım suları içindeki bir yaşamı yaşamaktadır. Bunu yaşamakla
kalmamakta, adeta bir zorunluluğun
gereği saymakta, bunun da ötesinde
her şeyiyle bu bataklıkta varlığını
sürdürürken onun o kirli sulardan
içmekte, üstelik bunu berrak bir su
diye içmektedirler. Gerçek budur.
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Zaten Önderliğimiz de daha çocukluğundan başlayarak ne aşılmakta
olan feodal sistemin, ne de verili kapitalist sistemin kendi kişiliğinde
vücut bulabildiğini söyledi. Yani bunlar Önderliğin kişiliğinde asla vücut
bulmayacak olan sistemlerdir ve bunun da karşılığı “Ben böyle yaşamayacağım” cümlesinde ifadesini bulmaktadır. Önderlik hiçbir zaman bu
sistemlerin insanı olmadı. Ve bu temelde baktığımızda, Önderlik hiçbir
zaman ihanete bulaşmadı ve Kürdistan’da ihanete bulaşmamış yegâne
insan olarak kaldı. Şöyle de denilebilir:
İhanete bulaşmak, işte sadece Kürt’ün
yabancılaşmasına bulaşmak, adeta
ona onay vermek anlamında da değerlendirilemez. İhanete bulaşmama
bunun çok daha ötesine götürülebilir
ve götürülmelidir. İnsanlığa karşı ilk
ihanetin gerçekleşmesi, insan bilincinin ilk defa saldırıya uğraması nerede başlar? İhanet ve insanlığın laneti
uygarlık sisteminin oluşumuyla, hiyerarşik ve devletçi toplum sisteminin
doğuşuyla birlikte başlar. İnsan bilinci
Nîsan 2011
ilk defa orada tecavüze uğrar. İlk
defa orada yaşam ihanete uğrar. Yaşamın içine yalan girer. Çünkü devletli
toplum, devletçi uygarlık sisteminin
kendisi yalana dayalı sistemdir. Yalana
bulaşan ihanete de bulaşır. Bu açıdan
da devlet odaklı uygarlık sistemine
karşı tavır, ihanete karşı insanlığın
ihanete bulaştırılmasına karşı tavırdır.
Kürt kendi gerçekliğinin haini
durumuna geldi
Sadece Kürt gerçeği de değil, tarihsel olarak köklerinizle buluşmaya
doğru bir yolculuğa çıktığınızda, bu
gerçeği çok çarpıcı bir şekilde görebilirsiniz. Aslında belki de insansal
oluşumun ve insani gelişimin kaynağında Kürt gerçeği var. Hem insan
olarak, hem de coğrafya olarak Kürdistan gerçekliği insanlığa beşiklik
ve analık yapmıştır. Uygarlığın gelişimi için gerekli bütün verileri, uygarlığın üzerinde yükseleceği zemini
hazırlayan, Proto Kürtlerin damgasını
vurduğu ve insanlık tarihinin en büyük
14
devrimi olan neolitik devrim gerçekliğidir. Başlangıçta Kürt insanı bu
devrimin değerlerini savunur, bunları
korumak için direnişe geçer. Ama
daha sonraki süreçte, daha çok da
egemenlerinin uygarlık güçlerine teslim olmaları, onların bir uşağı haline
gelmeleri ve onlarla bütünleşmeleri
sonucunda, ihanet Kürt toplumsal
gerçekliğine de bulaşır. Fakat sonraları
bu öyle bir aşamaya gelir ki, Kürt
gerçekliğinde ihanete bulaşmamış tek
bir insan bile kalmaz. Kürt adeta
kendisinin hainine dönüşür.
O açıdan insanlığın beşiğinde Kürt
ve Kürdistan varsa, kaynak burasıysa,
yaratıcı, oluşturucu, geliştirici ve
koruması gereken güç de buysa, o
zaman öncelikle bundan uzaklaşmak
ve giderek kopmak, lanetin temsilcisi
olarak ortaya çıkmaktır. Herkes bu
beşiğe ihanet edebilir; ama bu beşikte
gerçekleşen değerlerin oluşturucusu,
geliştiricisi ve koruyucusu olması
gerekenler ona ihanet edemez. Çünkü
onlar bu değerlerin gerçek sahibidir.
Diğerleri onun üzerinde vücut bulur.
Nasıl bir ana asla kendi çocuğuna
ihanet etmezse, nasıl kendi yavrusuna
ihaneti düşünmezse, karakterinde
böyle bir şey bulunmuyorsa, Kürt’ün
de bu noktada kendi değerlerine
sahip çıkması gerekirdi. Ama olmadı.
Kürt kendi gerçekliğinin haini durumuna geldi.
Önderlik bu korkunç gerçeği gördü
ve itirazını buna karşı yaptı. Önderlik
çıkışında en temel, en can alıcı nokta
budur. Herkes bu gerçeği görebilir
denilebilir. Yani görmenin sadece
Önderliğe mahsus bir durum olmadığı
söylenebilir ve bu doğrudur. Abartının
işte burada olmaması, Önderliğin işte
tam da bu noktada ilahlaştırılmaması
gerekir. Diyelim ki herkes bu gerçeği
görür. Ama gerçeği görmek başka,
doğru insan arayışına çıkmak başkadır;
verili durumu görmek başka, onu
STÊRKA CİWAN
reddedip aşacak insanı ortaya çıkarmak başkadır. İtiraz edersiniz, ama
reddettiğinizin içinde olursunuz. Önderlik bunu yaşamadı. Farkı buradadır.
Bu aynı zamanda bir Kürt kişiliğinin
aşılması, bitmişliğin ve ölümün durdurulması ve yeni yaşam umudunun
yaratılmasıdır.
“İnsan ancak uçurumun
kenarında kanatlanır”
Demek ki Önderliğin çıkışında şu
var: İtiraz alternatifini oluşturmaya
götürür; reddetmek alternatifini yaratma eylemine yöneltir. Hayır diye
haykırmak, evet demeyi de ortaya
çıkarır. İtiraz ve reddediş sizi alternatifini yaratmaya götürmek zorundadır. Alternatifi oluşturma çabası
içerisinde olur ve yaratabildiğiniz ölçüde onu yaşarsınız. Yaratmazsanız
soyut yaşarsınız, duygularınıza dayanarak yaşarsınız. Ama yine de her
şeye rağmen alternatifini yaratmak
zorundasınız ve bunu da tek başınıza
yapamazsınız. Alternatifini yaratmak
örgütlülükle olur.
Önderliksel gelişmede doğal doğuştan sonra gelen ikinci doğuş dönemi, Rêber Apo’nun kendisini PKK
biçiminde örgütlediği ve bu biçimde
doğru temelde bir toplumsallaşmayı
başarmaya giriştiği sürecin ifadesidir.
Bunun ön koşulları da esasta Rêber
Apo’nun sosyalizmle tanışmasıyla
başlar. Sosyalizmle tanışmak önemlidir. Sosyalizmin tanımı bile Önderliğin sorusuna cevap verme anlamında
ciddi değer taşır. Sosyalizm toplumsallaşmanın bilimidir. İnsanın mücadelesinin özünde hep toplumsallaşmayı daha ileri düzeylere taşırmak
olduğu göz önüne getirilirse, sosyalizmin insan kadar eski olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu nedenle Önderliğin deyişiyle “Sosyalizmden kuşku duymak, insandan ve onun top-
lumsal gerçekliğinden kuşku duymaktır.” İnsan toplumsal bir varlıksa,
toplumsallık insanlığın var oluş tarzıysa, toplumsallaşmanın bilimi olan
sosyalizmden de kuşku duyulamaz.
Sosyalizm evrenselliği yakalamaktır. Sosyalizm sadece ulusların kurtuluş
davalarıyla değil, bütün insanlıkla ilgilenir. Sosyalizm elbette pratikte yaşamsallaşmasını başladığı yerde bulur.
Yani insanlığın bir özgürlük yürüyüşü
varsa, bunun için ilk adımların atıldığı
yerde elbette sosyalizmin inşasına da
girişilir. Ama tüm insanlık sosyalizmle
buluşmadıkça, insanlığın gerçek kurtuluşu ve özgürlüğü de mümkün olamaz. Önderliğin esas amacıda budur.
Bu açıdan Önderlik verili sistemle
hep çelişki halindedir ve onu kesinlikle
kabul etmemektedir. Bu da Önderliği
hep özgün bir duruşa yöneltir. Önderliğin duruşu özgün bir duruştur.
Bu duruş itibariyle de arayışlarını
her zaman sürdürür.
Devam eden bu arayışa bağlı olarak, Önderlik sistemi bütün özellikleriyle çözerek aşmış, dolayısıyla
kendi sisteminin de iskeletini oluşturup temellerini yaratmıştır. Burada
15
Önderliğin mucizevî tarzı bir kez
daha kendini kanıtlamıştır. Sürecin
karakteri ve ortaya çıkan gerçekler
dehşet vericidir. Ama Önderliğin büyüklüğü ve dehası da burada kendisini gösterir. Önderlik, “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir” der.
“İnsan ancak uçurumun kenarında
kanatlanır.” 15 Şubat komplosu her
açıdan bir uçurumun kenarına varış
anıdır. Bu uçurumdan aşağıya düşmek de olasılık dahilindedir. Ama
Önderlik bu noktada kanatlı düşünmesini bilir; sistemi bütün özellikleriyle çözerek kendi sisteminin özelliklerini de ortaya koyar. Burada yakalanan sadece bir Kürt çözümü değildir, yakalanan bütün bir insanlık
için çözümdür. Beş bin yıllık devletçi
uygarlık sisteminin bütün kirlerinden,
bütün insansızlaştırma eylemlerinden,
onun pratiklerinden kopmanın çaresi
bulunmuştur. Bu çare demokratikekolojik, ve cinsiyet özgürlükçü toplumdur. Bu sadece bir Kürt toplumuna özgü bir çözümü değil, bütün
insanlığa ait çözümü içinde barındıran bir toplum biçimidir. Dolayısıyla Önderliğin yakaladığı çözüm
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
yüzeysel değil derinliklidir, bölgesel
değil evrenseldir, parçalı değil bütünlüklü ve kapsamlıdır.
Devletçi toplum bir kölelik toplumudur. Devlet odaklı uygarlık sisteminin özü budur. Bu anlamda özgürleşmek isteyen, öncelikle bu uygarlık sisteminden kopmak zorundadır.
Önderlik 15 Şubatla başlayan ve sonuna kadar öyle gidecek olan üçüncü
yaşam dönemini çok net bir şekilde
tanımladı. Bu, üçüncü doğuş dönemiydi. Belki her kişi kendi yaşamında
yeniden doğuşlar yaratabilir. Ancak
Önderlikteki bu doğuş, insanlık için
bir doğuştur ve bir çözüm dönemidir.
Belirgin niteliği genelde devlet odaklı
yaşamdan, özelde kapitalist modernite
yaşamından kopuşla başlamasıdır.
Önder Apo, “Tekrar yaban yaşama
koşmuyorum, on bin yıl öncesine gidecek değilim. Ama insanlığın bazı
temel değerlerinin o yıllarda gizli olduğu da kesindir. Uygarlığın bin bir
hile ve zorbalıkla kestiği o dönem
insanlığı bilimsel teknik seviyle bütünleştirilmedikçe, insanlığın gerçek
Nîsan 2011
kurtuluşu ve özgürlüğü mümkün olamaz” dedi. Uygarlık ve devlet odaklı
yaşamdan kopmanın bir gerileme olmadığını söyledi. Hiyerarşik ve devletçi sınıf uygarlığından kopmanın
en büyük özeleştiri olduğunu ifade
etti. Önderlik “Bunu başaracağıma
inanıyorum” diyor ve bizim de bunu
başarmamızı istiyor. Yeni paradigmanın çıkış noktası budur.
Kadın toplumun özgürlüğünün
belirleyicisidir
Önder Apo'nun Önderliğinde yeni
bir zihniyet ve irade kazanan Kürt
toplumu, üzerindeki inkar ve imhayı
kendi duygu ve düşüncesinde yenmiştir. Kürt insanının kendi duygu
ve düşüncesindeki kazanımları, onu
yeni arayışlara götüren en temel kazanımıdır. Kürt toplumu şu anda
dünyanın en hareketli ve anı anına
değişen toplumu olma özeliğini de
göstermektedir. Eğer irade ve demokratik duruş kendi haklarını talep
etmekten geçiyorsa, şu anda özellikle
16
Ortadoğu toplumları içinde kolektif
iradesini ve demokratik duruşunu
pratiği ile yaşayarak gösteren toplum
Kürt toplumudur.
Kürt toplumunun dirilişinde en rahat fark edilen olguların başında Kürt
kadınında gelişen bilinç, irade ve örgütlenme düzeyi gelmektedir. Kürt
Halk Önderliğini diğer tüm önderlerden ayıran en belirgin farklılık,
kadın özgürlük ideolojisiyle ortaya
çıkardığı teorik ve pratik düzeyidir.
Hiçbir önderin cesaret edip üzerine
eğilmediği, gelişen yaklaşımlarında
hakim egemen devletçi toplum zihniyetini aşmadığı kadın olgusu, Önder
Apo'da toplumun özgürlüğünün öncüsü ve belirleyeni düzeyinde ele alınarak, kadının toplumsal gücünün
ortaya çıkarılmasıyla büyük gelişmeler
yaratmıştır. Toplumsallaşmanın ilk
yaratıcısı ve tanrıçası olarak büyük
bir anlama sahip olan kadın, özgür
toplumun temel belirleyeni tarzında
yeniden tanımlanıp öncü güç düzeyine
çıkarılmıştır. Önder Apo’nun çocukluğunda annesiyle yaşadığı çelişkiler
ve kız arkadaşlarına karşı gelişen
ilgisi bilinmektedir. Daha sonra şehir
toplumunda fahişeleştirilme gerçeğinde tanıdığı ve anlamaya çalıştığı
kadın, bir Önderlik olarak ikinci
doğuş sürecinde tam bir savaş alanı
olarak ele aldığı konu olmuştur. Bunda
devletin bilinçli yönlendirmesi güçlü
olan Fatma kişiliğinin önemli bir
etkisi olmaktadır. Ancak sistemin düşürdüğü ve şehir toplumuna köle hazırlayan düzeyde köleleştirilmiş kadına
yenilmemek, her erkeğin altından
kalkamayacağı bir duruştur. Sadece
kadına bir karşı cins olarak yenilmemek değil, bunun yanında ‘kadının
güçsüzlük ve basitliklerine’ sabretmek
ve bunlardan güç oluşturmaya yönelmek de, olması gereken Önderliksel
bir tarz olarak Önder Apo'da gelişmiştir. Bu iki temel nokta temelinde
STÊRKA CİWAN
değerlendirilebilecek Önderliksel tarz,
kadının ve dolayısıyla toplumun özgürlüğü için Zeynep Kınacı (Zilan),
Gülnaz Karataş (Beritan) ve Leyla
Wali Hüseyin (Viyan) gibi çağdaş
tanrıça kişilikleri ortaya çıkarmıştır.
Kürt toplumunun ana özellikleri
Kürt kadınında gizlidir
Toplumda söz hakkı dahi olmayan
Kürt kadınları, bugün Kürt toplumunda özgürlük için en coşkulu ve
mücadeleci kesimdirler. Kürt kadınında giderek gelişen iradeli duruş,
onu cinsel bir meta ve erkeğin namusu
olmaktan önemli oranda çıkarmıştır.
Özellikle Kürt erkeğinin güçsüzlük
ve çaresizliğini arkasında gizlediği
kadının bu gelişim diyalektiği erkeği
de özgürleşmeye zorlamaktadır. Aile
içinde feodal değer yargılarına dayanarak tutulan Kürt kadının, gerillada ve miting alanlarında boy göstermeye başlaması, toplumun demokratikleşmesinde devrim niteliğinde
sonuçlara yol açmıştır. Bilinçlenen
Kürt kadını, değişim rotasına giren
Kürdistan toplumudur. Kadının özellikle çocuğu ile olan ilişkilerinde
verdiği yurtsever bilinç, toplumda
önü alınamaz yeniliklere yol açmaya
başlamıştır. Bir toplumun en dipten
değişim tarzı olan kadının çocuğunu
ailede doğru eğitimi ve yetiştirmesi,
Kürtlerde ilk defa bu düzeyde bir
ilerlemeyi yakalamaktadır. Kürt toplumunun kaderini değiştirecek temel
ilişki bu olduğu içindir ki, en son
Türkiye Başbakanı "Kadın ve çocuk
katliamlarının yapılması" gerektiği
anlamına gelen tehditler savurmuştur.
Çünkü herkes bilmektedir ki, toplum
anne-çocuk ilişkilerinin temelleri
üzerinden yükselmektedir.
Bütün bu gelişmelere rağmen, geçmişte olduğu gibi bugün de Kürt toplumunda en ciddi sorun yine de kadın
sorunudur. Çünkü kadın sorununda
toplumun kendisini yeniden kurmasının temel özellikleri gizlidir. Toplumsal yeniden kuruluş tamamıyla
gerçekleşmeyinceye kadar toplumda
kadın sorunu tümüyle ortadan kalkmaz. Kürdistan'da özellikle Sünni İslam'ın tarikat ve mezheplerinin Kürt
aile yapısında hakim olmaya başlamasıyla dini feodal karakterde kadına
dayatılanlar ve ardından gelişen intihar
olayları bu sorunun ciddiyetini göstermektedir. Kürdistan'da giderek gelişen kadın bilinci ve iradesinin Kürdistan toplumsal gerçekliği içerisindeki aileye Kürt toplumsal özelliklerinin özünde bulunan Zerdüşti aile
kültürünü dayatmaya başlaması, toplumsal özgürlüğün kuruluşunda önemli bir adım olarak öngörülebilir.
Kürt toplumunun ana özellikleri
Kürt kadınında gizlidir. Kadının öz
bilinci ve iradesiyle açığa çıkması,
Kürt toplumsal özelliklerinin de daha
fazla açığa çıkması anlamına gelecektir. Kürt toplumu ile kadını arasındaki bağ neolitik sistemin kuruluşundan ötürü böyledir. Diğer toplumlarda bu düzeyde güçlü olmayan
bu durum, hem Kürt toplumu hem
de Kürt kadını için tarihsel bir özgünlük olmaktadır.
Kürt toplumunda 20. yüzyılın son
otuz yılı PKK öncülüklü hareketin
damgasını taşır. Toplumun zihniyet
alanında yaşadığı gelişmeler ve bunun
pratik yaşama yansıttığı düzey PKK
ile gerçekleşti. Önder Apo, bunu kısaca ‘diriliş tamamlandı’ biçiminde
ifade ederek, halkın yaşadığı baş
aşağı gidişatı durdurduğunu ve kendini
yeniden kurma aşamasına gelindiğini
ortaya koydu. Toplum bu süreçte çağdaş değerleri kendi özgünlüğüne uyarlayarak, kendi özellikleriyle gelişmeler
yarattı. Artık birçok yerde yurtsever
olmamak ayıplanır olmuştur. Ailesinde
halkın öncülüğünü yapan PKK’ye
17
katılımın olmadığı kişilere karşı toplumsal baskı oluşmuştur. Bu, toplumsal yeniden kuruluşun yarattığı
yaşama gelmemenin artık toplum
içinde kabul görmeyeceği anlamına
gelmektedir. Kadın üzerinde kurulan
ayıp perdesi önemli oranda kaldırılmıştır. Toplumun kendi içindeki dinamikleri kendisini değişim ve dönüşüme uğratacak alanlara daha güçlü
kanalize olmuştur. İlk defa arayış
içinde olan insanların, özellikle gençliğin arayışlarını bulduğu ve sistemleştireceği bir ortam da -PKK
safları- yaratılmıştır. Buna akış devam
etmektedir. Daha önce sadece dört
parçaya bölünmüşlük değil, parçalanmanın ailelere kadar indirgendiği
bir toplum, ilk defa bir bütün olarak
halkın güç ve iradesini aynı potada
birleştirmektedir. Kürt halkı kendi
tarihinde çok uzun bir aradan sonra
ortak kabul ettiği, aynı duygu ve düşüncelerin etkisinde geliştirdiği değerlere kavuşmuştur. Toplumda ortak
sevinilecek, üzülecek ve kutlanacak
değerler gelişmiştir. Kısacası, Kürt
toplumu 21. yüzyıla geçmişine oranla
çok büyük değişimler yaşayarak, oldukça bilinçli ve önemli bir örgütlülük
düzeyiyle girmiş bulunmaktadır. Yığın
olmaktan çıkıp bilinçli örgütlülüğü
geliştiren bir düzeye yükselmek, ideolojik-politik alanda bir devrim demektir. Bu devrimin gerçek mimarı
da Rêber Apo’dur.
Bu temelde Önder Apo’yu büyük
Önderliksel gerçekleşme doğrultusunda ilerleten, daha sonra kendisini
tüm insanlık için özgürlüğü mümkün
kılacak bir sistem çözümüne götüren
o soylu gelişmenin başlangıç noktası
olan Önderliğin doğum günü tüm insanlığa, halkımıza, kadınlara, gençlere
ve Onun tüm yoldaşlarına kutlu olsun
diyoruz.
***
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
M
Ü
C
A
D
E
L
E
DEVRİMCİ HALK SAVAŞINA
İLİŞKİN BİR KAÇ SÖZ
Hayri ERGİN
“Gençlik hem dağlardaki
temel mücadele gücü hem
de yerel birlik
çalışmalarında öncü ve
özsavunma gücü olarak
tarihi bir misyonla karşı
karşıyadır”
Nîsan 2011
Devrimci Halk Savaşını ele almadan
önce geçmişte yürütülen gerilla savaşlarına ve halk savaşlarına değinmekte yarar vardır.
Gerilla kavramı ilk kez yazılı edebiyatta Karl Marx ve Friedrich Engels
tarafından kaleme alınmıştır. Marx’ın
“İspanya da Gerilla Savaşı(1850’ler)”
adlı yazısında ve Friedrich Engels “Gerilla Savaşı Üstüne (1852)” genel anlamda savaşı incelerken kullanmışlardır.
Avrup’daki savaşları incelerken İspanyolların Napolyon ordularına karşı direniş ve savaş biçimini hiç de bilinen
düzenli ve feodal ve burjuva savaşlara
benzemediğini görmektedirler.
“Geuerr” savaş demektir. “Gerilla”
İspanyolca küçük, ufak savaş demektir.
Daha doğrusu savaşçık demek gerekiyor. “Guerillero” ise küçük savaşı
yürüten savaşçıdır.
Yukarıda dile gelen kısa giriş o
gün bugündür ezilen dünya halklarının
dilerinden düşmeyen mücadele silahı
olarak halen bugün etkinliğini hatta
başarı gizemini korumaktadır. Bugünlerde ve yakın tarihte özelde Ernesto Che Guevera’nın “gerillayı” ya
da “halk savaşını” emperyalizme karşı
etkili bir silahlı mücadelenin yanı
sıra, esasta özgürleşmenin temel aracı
ve özgür yaşam biçimin kaynağı olarak tanımlaması bu gizeme ve esrarengiz bakışı daha da çekici kılmış
ve kılmaktadır. Hele hele Che’den
çok önceleri adeta İspanya’da olup
bitenleri büyük Gerilla teorisyeni ve
18
pratisyeni olan Mao Zedong’un formülleştirerek ezilen halkların mücadele stratejisi haline getirmesi, gerillanın ve halk savaşının daha fazla
incelenmesine ve uygulanmasına götürmüştür. Halk savaşı ya da gerilla
savaşını yukarıdaki söylenenlerden
yola çıkarak küçük ve zayıf bir gücün
büyük ve güçlü bir düşmana karşı
verdiği mücadele biçimi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Küçük
ve zayıf olan bu savaşımını daha doğrusu direnişini kendi toprağında verdiğinde zayıflık diye bilinen yönler
süreçle pozitif etkenler olarak çıkmaya
başlamaktadırlar. Şu her zaman olmuştur; tarihte her zaman ezilen ve
güçlü düzenli ordulara sahip olmayan
halkların başvurdukları yöntem hep
gerilla tarzı direniş olmuştur.
Gerilla mücadele yöntemini tarihin
çok farklı zamanlarında görmek mümkündür. Nerede zayıf ve kurumlaşmamış bir güç varsa orada kendini
savunmak için gösterilen refleks gerilla tarzından olmuştur. Çünkü gerilla
mücadele tarzı düzensizliğe ve küçük
güçlere elverdiği için bu mücadele
hep kullanılagelmiştir.
Mao Zedong halkların bu direniş biçimini kapsamlı bir şekilde tahlil ederek
ciddi bir strateji haline getirmiştir. Bu
stratejinin de taktiklerini belirleyerek
halkların güçlü direniş silahı olan Halk
Savaşı teorisini oluşturmuştur. Mao
Zedong halk savaşı stratejisini –ki
bu uzun süreli bir halk savaşı strate-
STÊRKA CİWAN
jisidir-üç ayak üzerine oturtur:
1-Stratejik Savunma
2-Stratejik Denge
3-Stratejik Saldırı
Stratejik Savunma durumunda halk
güçleri henüz çok zayıftırlar. Sömürge
statüsünde yaşamaktadırlar. Herhangi
demokratik bir örgütlenme zemini
yoktur. Bu şartlarda sömürge konumuna getirilmiş halkın öncüleri, kendilerini esasta savunarak ancak savunma içerisinde de halkı örgütleyerek
düşmana karşı yavaş yavaş ilerlerler.
Bu ilerleyişe kimisi silahlı propaganda
demiştir. Silahlı propaganda geliştikçe,
küçük silahlı birliklerin yerini gerilla
alacaktır. Gerilla sayısal olarak daha
dolgun bir güç demektir. Bu gerilla
birlikleri ilk tacizden, suikasttan, sabotajdan başlayarak giderek pusu,
sızma ve baskınlara doğru yol alarak
düşmanı zayıflatırlar halkı ise adım
adım örgütlerler.
İkinci adım olan Stratejik Denge
aşamasında ise artık halk önemli
oranda örgütlendirilmiştir. Halk savaşının güçlü bir desteği sağlanmıştır. Ve gerilla da artık sayısal
olarak çoğalmıştır. Gerilla birliklerinin sayıları artmıştır. Artık sadece
vur kaç taktikleri uygulanmamaktadır. Artık geniş alanlar kontrol altına alınmıştır. Sömürge gücüne kafa
tutacak konum yakalanmıştır. İkili
iktidar söz konusudur. Bu konum
çok uzamaz. Ne işgalciler bu duruma
tahammül eder, ne de halk bu nazik
durumu böyle ileriye götürebilir.
Üçüncü aşama ise Stratejik Saldırıdır. Artık Halk Savaşı yürütenler
önemli oranda dış destek sağlamışlardır. Silahları daha da gelişmiştir.
İkili iktidarla halk iyice örgütlenmiştir. İşgalcinin haksızlığı herkesçe
görülmektedir. Tam da bu durumda
halk savaşını yürüten güç komple
saldırıya geçerek işgalciyi ülkelerinden atmak için harekete geçerler.
Bu saldırı topyekûn bir saldırı olup
işgalcileri ülkeden atmayı hedefler.
yarak zihniyet değişikliği başlatmış
olsa da esasta köklü zihniyet değişimleri 1999 yılından itibaren başİktidar karakterini aşamamış her lamıştır. Kürt Halk Önderliği’nin
mücadele reddettiği sistemle
yeni paradigmasal değişikliğiyle orbenzeşmekten kendini alıkoyamaz taya konulan devletin yani ulus devletin sonuçta getireceği yine sömürge
Evet, Uzun Vadeli Halk Savaşının statüsüdür. Çünkü devlete dayalı ikStratejisini böyle tanımlamak yanlış tidar kendisini yeniden insanlardan
olmayacaktır. Ancak bu gerillaya üreterek küçük devletçikler oluştudayalı Halk Savaşı sadece ve sadece ruyor. Bu ise verilen devasa mücaişgal altında bulunan ülkeler için deleye karşıtlığı teşkil ediyor. Özgeçerlidir. Uzun Vadeli Halk Savaşı gürlük hareketi özgürlüğü yakalamak
denmesi ise, tamamen işgal edilmiş için yola çıktı. Eğer mücadele yenibir ülkenin ya da sömürge haline den özgürlük yaratmıyorsa verilen
getirilmiş bir halkın direnişe geçer- onca mücadelenin ne yararı olur ki?
ken ciddi bir örgütlenme sorunuyla
Başka bir ifadeyle: Gerilla mükarşılaştığı için zamana ihtiyaç du- cadelesi özünde bir meşru savunma
yar. Devlet haline gelmiş işgalci aracı olarak devreye girerken, süreçle
güç ise hızla bu sorunu yani direnişi kendisini başarıya ulaştırmış halkbastırmak için uğraştığından bu isim larda zoru ve devleti son derece
kullanılmıştır. Demokratik yolların kutsadıkları için emperyalist devve örgütlenmenin zeminin bulunduğu letlerin kopyası olmaktan ya da onülkelerde bu silahlı yöntem denen- lara benzeşmekten kendini kurtaramez. Ya da silahlı yöntem sadece mamışlardır. Tarih bu zor yaklaşıdemokratik halk ayaklanmasını des- mının emekçilerin ve ezilen halkların
teklemek amaçlı kullanılır. Başka tarzı olamayacağını bir kez daha
da kullanılmaz.
reel sosyalizm örneklerinde kanıtYukarıda dile gelenlere dönük il- lamıştır. Devleti hedefleyen her zor
kine ilişkin Çin ve Vietnam iyi birer eninde sonunda iktidar karakterine
örnek iken ikincisine en iyi örnek bürünecek, iktidar karakterini aşaise Bulgaristan gösterilir.
mamış her mücadele reddettiği sisKürdistan devrimi Çin ve Vietnam temle benzeşmekten kendini alı kotipi silahlı ve Uzun Vadeli Halk Sa- yamayacaktır. Zor, ancak zorunlu
vaşı stratejisini takip ederek geliş- oldukça kullanılmalıdır, tersi insanmiştir. Uzun Vadeli Halk Savaşı laşmadan uzaklaştırdığı gibi meşru
Stratejisiyle Kürdistan’da önemli savunma da olmamaktadır.İşte bunun
kazanımlar elde edilmiştir. Bir halkın için özgürlük hareketi paradigmasal
yok oluşu durdurulmuş ve diriliş değişikliğe giderek Uzun Vadeli
sağlanmıştır. Ancak dirilişi kurtuluşa Halk Savaşı Stratejisi yerine Meşru
götürecek adım tümden tamamlan- Savunma Stratejisini esas aldı. Meşru
mamıştır. Bu birinci tespittir. İkinci Savunma: “Meşru savunma hakkı her
tespit ise daha önce Kürdistan dev- düzeyde ve her zaman yaşamsal deriminde hedef devletin tüm güçlerini ğerlere karşı haksızca yönelim oldukça,
Kürdistan’da söküp atmaktı. Ve bu- içinde bulunulan koşullar ne olursa
nun yerine kendi devletini kurmak olsun yapılması gereken varlığını kohedefleniyordu. Her ne kadar Öz- ruma ve özgürlüğünü sağlama hakkı
gürlük hareketi 1993 yılında başla- ve kutsal eylemidir.”
19
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Devrimci Halk Savaşı Meşru
Savunma Savaşında Topyekûn
Savunmayı ifade ediyor
Meşru Savunma dediğimiz gibi
yeni bir stratejidir. Aslına bakılırsa
tarihten bugüne tüm ezilenlerin yaptığı bir Meşru Savunma Direnişi olmuştur. Ancak ezilen halklar kullandıkları araçlar ile hedefledikleri
de ezenlere benzediği için bu insanlık
tarihinde çok ciddi tahribatlara yol
açmıştır. İşte bunun böyle olmaması
için Özgürlük hareketi Meşru Savunma Stratejisini ciddi bir şekilde
ele alarak formülleştirmiş ve bunun
stratejik ayaklarını belirlemiştir.
Meşru Savunma Stratejisinin
Birinci aşaması: Pasif Savunma’dır.
İkinci aşaması: Aktif Savunma’dır.
Üçüncü aşaması ise: Topyekûn
Savunma’dır.
Pasif savunma esasta gerillanın
kendisini geri çektiği, silahlarını
susturduğu, kendisini üs sahalarında
konumlandırdığı, siyasal demokratik
mücadelenin rolünü oynanmasına
Nîsan 2011
yol verdiği bir süreçtir. Bu süreçte
işgalcilerle Özgürlük hareketi arasında çeşitli yollarla mücadele sürmekte olsa da asıl çözüm dili demokratik siyaset yoludur.
Bu yönteme Kürt özgürlük hareketi 1999 yılından sonra sık sık başvurmuştur. Ateşkes ya da eylemsizlik
özünde pasif savunma durumudur.
Aktif savunma ise işgalci gücün ya
da güçlerin halk değerlerine saldırdıkları süreçlerdir. Bu süreçlerde meşru
savunma güçleri harekete geçerler.
Demokratik siyasetin önündeki engelleri kaldırmak için devreye girerek
demokratik siyaseti ve halkı savunmayı
esas alırlar. Aktif savunmanın da kendi
içerisinde evreleri vardır.
Birinci evre ağırlıklı olarak misilleme eylemleriyle verilen cevaplardır. Kısmi bir gerilla hareketiyle
işgalci güçler uyarılır.
İkinci evre yaygın gerilla diye
bildiğimiz her yere yayılmış gerilla
hareketidir.
20
Üçüncü evresi ise toplumda “orta
yoğunluklu savaş” diye bilinen evredir. Bu evrede gerilla tümden harekete geçer. Her gün irili ufaklı
çok sayıda eylem yapar. Bu eylemleri
yaparken şehirleri basar, karakol
baskınları yapar, kuşatmalar yapar,
geniş süreli eylemleri planlar. Bu
evreyi biz ağırlıklı olarak örneğin
Oramar eyleminde gördük, Bezele
eyleminde gördük. Bir de 2010 yılı
1 Haziranı’nda başlayıp da iki ay
süren direniş sürecinde gördük.
Yani 2010 yılında başlatılan 1
Haziran Hamlesi bir Devrimci Halk
Savaşı denemesi olmamıştır. Sadece
ve sadece Aktif Savunma’nın kısmen
de olsa üçüncü aşamasına bir giriş
olmuştur.
Şimdi Özgürlük hareketi Devrimci
Halk Savaşı’ndan bahsediyor. Biz
buna Topyekûn Savunma da diyebiliriz. Çünkü Devrimci Halk Savaşı
Meşru Savunma Savaşında Topyekûn Savunmayı ifade ediyor. Yani
Topyekûn Direnişi.
Nedir Devrimci Halk Savaşı ya
da Topyekûn Savunma ya da Topyekûn Direniş?
Şimdi biz uzun süredir aktif savunma durumundaydık. Topyekûn
savunma sürecine girmiş bulunuyoruz. Devrimci Halk Savaşı aslında,
topyekûn savunma savaşına tekabül
etmektedir. Şunu belirtelim: Topyekûn direniş sürecine birden gidilmemektedir. Uzun süreli bir hazırlık ardından bu sürece geçilmektedir. Bu evreye geçmeden önce var
olan sorunu bir sürü başka yol yöntemle çözüme kavuşturmak hedeftir.
Ne zaman ki tüm çabalara işgalci
güçler cevap vermediler, inkâr ve
imhayı sürdürmeye devam ettiler,
STÊRKA CİWAN
yine toplum soykırımını devrede
tuttular o zaman bu evreye geçiş
yapılır. Ancak ciddi bir ön hazırlık
süreci yapılmıştır. İşgalcilere her
türlü sorunu çözmeye dönük şans
verilmiştir. Bu şans kullanılmamışsa
o zaman yapılacak olan halkın topyekûn direnişine geçmektir. Kaldı
ki topyekûn direniş öncesi legal ya
da demokratik siyasete zaten şans
tanınmamış ve bu sahada çalışma
yürütenlerin yüzlercesi tutuklanmıştır. Bu “size yol yok” demektir. Bu
ise özünde mücadeleyi yeniden tanımlayarak daha da yükseltmek anlamına geliyor.
Peki, Devrimci Halk Savaşına ya
da Topyekûn Direniş sürecine nasıl
geçilecektir diye sorulabilir?
Yukarıda şunu belirttik; taktik
karşıt gücün uyguladığı siyasete
göre belirlenir. Karşıt gücün uyguladığı askeri stratejiye göre belirlenir.
Öncellikli olarak düşmanın taktiğini biz nasıl boşa çıkaracağız?
Eğer düşmanın taktiği boşa çıkarılmazsa, onun karşısında başarılı bir
taktiğin uygulanması da söz konusu
olamaz. İşgalciler de taktik belirliyor,
kendilerince Özgürlük hareketini sınırlandırmak ve tasfiye etmek için
uğraş gösteriyor.
Bugün Kürdistan’da işgalci gücün
bir taktik düzeyi açığa çıkmıştır.
Stratejisi ve taktiği nettir. Uzun süreye yayarak, adım adım özgürlük
mücadelesini sınırlayarak, tecrit ederek, kendince çürütmeyi esas alıyor.
Bunu yaparken de hiç şüphe yoktur
ki oyalayarak, başka şeylerle uğraştırarak bunu yapmak istiyor.
Örneğin:
Diplomaside ve siyaset alanında
kuşatmaya çalışıyor.
Gerillayı dağlarda sınırlandırmaya
çalışıyor. Marjinal kılmak istiyor.
Gerillanın halk üzerindeki etkisini
kırmak istiyor.
Siyasi mücadelede demokratik siyaseti daraltmak istiyor. Buna kendileri “minimize” etmek diyorlar.
Bunlar yapıldıktan sonra ise topyekûn yönelerek tasfiye etmeyi düşünüyorlar.
İşgalci güç, Askeri sahada, araziyi
denetlemek için özel çaba sarf ediyor.
Örneğin, hareketli birliklerle araziyi
kontrol etmeye çalışıyor. Bunlar
esasta kontrgerilla birlikleridir. Bunu
tüm gerilla alanlarında uygulamaya
çalışıyor. Geçmişte de işgalciler
bunu yapmaya çalışsalar da başarılı
olamamış, bunun için her zaman
büyük operasyonlara başvurmuştur.
Gerillanın demokratik siyasete şans
tanımasını işgalci güçler fırsat bilerek
küçük gerilla birliklerine yönelimlerini bu temelde yapmaktadırlar.
Bunu yaparken ağırlıklı olarak bilgiye, istihbarata dayalı olarak yaygın
nokta operasyonları gerçekleştiriyor.
Kendince araziye böyle hâkimiyet
sağlayacaktır.
21
Bunu yaparken işgalci güç esasta
istihbarat ve tekniğe ağırlık vermektedir. Bu çağda teknik imkânlar çok
fazla gelişmiştir. Hem sanal dünya
çok gelişmiştir hem de uydular aracıyla en incelikli yerlere dalma imkânı
doğmuştur. Bir de daha gelişkin öldürme teknikleri icat edilmiştir. İşgalci
güç bunları kendisine başta İsrail olmak üzere ABD ve Avrupa’dan temin
etmiştir. Gerillanın teknik kullanımını
takip, halktan bilgiler, uydu çekimler
derken özel bilgi toplama taktiğini
esas almaktadır. Dikkat edilirse bu
bilgiler üzerine ani baskınlar yaparak
gerillaya zarar vermeyi düşünüyor.
İşte yeni oluşturulan profesyonel
ordu bunun içindir. Yine 100 binlik
ordu bunun içindir.
Bunları yaparken dediğimiz gibi
büyük teknik kullanımına önem veriyor. Büyük savaşlarda kullanılan
tank, termal kamera, uçak, kobra helkopter tipi silahları yaygın kullanıyor.
Ne de olsa bilgi akışını kendince
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
sağlamıştır. geriye kalan son hamleyi
vurmaktır, diye düşümektedir.
İşgalci güç yukarıda söylenenleri
gerilla sahası için yaparken Kürt demokratik siyaset alanını da boş bırakmıyor. Bu sahaya da ciddi yönelim
içerisindedir. Demokratik siyasetin
önünü almak için adeta topyekûn bir
saldırı yürütüyor. Baskı ve tutuklama
furyaları sürekli kılınarak insanlar
bilinçli bir şekilde geri tutuluyor. Bu
saha da müthiş bir teknik takip söz
konusudur. Orwell’in, 1984 kitabında
söz ettiği “büyük kardeş seni gözetliyor” projesini işgalciler hayata geçirmek istiyorlar. Gerillaya karşı kullandıkları yöntemlerinin belki de daha
gelişkinini legal siyaset sahasına karşı
kullanıyorlar.
Diğer yandan toplumu olumsuz
etkilemek ve gençleri tuzağa çekmek
için de; uyuşturucu, fuhuş vs psikolojik savaş yöntemlerine de hız
vermişlerdir. Bir YİBO’larda ortaya
çıkan tecavüz olayları tesadüfen geNîsan 2011
lişen olaylar değildir. İnsanlarımız
bilinçli aç bırakılarak bu ahlaki çöküşe bilinçlice sürüklenmek isteniyorlar. Siirt valisinin “dağa çıkma
Direniş sadece artık dağlarla
sınırlı tutulmayacaktır
yerine fuhuş” yapsınlar sözü esasta
işgalcilerin politikalarıdır.
Özcesi: Bir; takip, baskı ve kontrol
altına alma. İki uyuşturucu ve fuhuşla
gençleri kontrol altına alma. Üç bir
ayak olarak da dini kullanarak sonuç
almak istiyor. Her yerde kuran kursları
açıyorlar. Amed’de iki yüzden fazla
dernek ve dini çalışmaları örgütleyen
kuruluş açılmıştır. Bunlar gerçekten
topluma dini götürmeyi hedeflemiyor.
Esas hedefleri toplumu kontrol altına
almaktadır. Herkes biliyor ki Kürt
toplumu dini duyguları çok güçlü
olan bir toplumdur. Öyle dışarıdan
gelme din aklına bu toplumun bir ihtiyacı yoktur. Kaldı ki en büyük din
22
alimleri tarihten de biliyoruz ki bu
topraklarda yetişmiştir.
İşgalcilerin yeni dönemde kullandıkları ve uyguladıkları taktikler
genel anlamda bunlar olmaktadır.
Yeni bir taktik şekillenirken işgalcinin uyguladığı yöntemleri ya da
taktikleri dikkate alarak şekillenmek
zorundadır.
Su örneği taktik oluşturmak için
her zaman verilir. Su aktığı derede
hangi engelle karşılaşmışsa bu engeli
kendi tarzıyla aşarak yolunu kateder.
Taktik belirlemesi ya da şekillenmesi
bu temelde oluşur.
Öncelikli olarak Topyekûn direnişin ya da savunmanın önemli bir
ayağı yukarıda dile gelen düşman
taktiklerini, boşa çıkarmaktır. Hem
dağ sahası için bu geçerlidir hem
de siyasal saha için bu geçerlidir.
Düşmanın arazide kurmak istediği
hâkimiyeti parçalamak için gerillanın
kendisini yeniden örgütlemesi gerekir.
Biz buna gerilla ayağı diyelim. Gerilla
yeni dönemde düşmanın bu taktiklerini
son derece gelişkin bir gerillayla cevap
vermeyi hedefleyecektir. Buna gerillada, “modern gerilla” diyorlar. Son
derece gelişmiş teknik yapılara karşı,
kendisini son derece iyi ve profesyonel
örgütlemiş, gizliliği de aşan bir derinlikle kendisini koruyan, kamuflajı
en incelikli ele alan ve tabii ki bir de
son derece sistematik, bilinçli ve planlı
bir hareketle yeniden kendisini örgütleyen, bir gerillayla bu olacaktır.
Bunun yanı sıra teknik alanda da kendisini eğitmiş, donatmış, uzmanlaşmış
bir gerilla. Eski gerillacılığı aşan, düz
gerillacılığı aşarak çağın da kendisiyle
beraber getirdiği teknik uzmanlaşmayı
da sağlayan bir gerilla.
Evet, böyle bir gerilla modern
bir gerilla olacaktır. Devrimci Halk
Savaşı’nda en önemli rol oynayacak
bir güç hiç şüphe yoktur ki bu modern gerilla olacaktır.
STÊRKA CİWAN
Yine gerilla bu süreçte teknik olarak da kendisini donatacaktır. Ve
imkânlarını zorlayarak kendisine
gerekli olan tekniği kendisi yapmayı
hedefleyecektir.
Gerilla esasta gençlerden oluşmuş
olan bir halk savunma gücüdür
Düşmanın bu kadar teknik gelişimi ve 100 binlik özel ordu kurmalarına karşı bir de gerilla cephesi
sayısal olarak da kendisini geliştirerek her alanda düşmanla hesaplaşmaya girecektir.
Bu hesaplaşma sahaların başında
yine de dağ gelse de, topyekûn direnişte mücadele sahaları ovalara
ve şehirlere taşırılacaktır. Gerekirse
zaptetmeler yaşanacaktır. İrili ufaklı
şehirler ele geçirilecektir. Ve eskiden
Mao’nun “beyaz saha” da dediği
şehirler ve ovalara iniş olacaktır.
Direniş sadece artık dağlarla sınırlı
tutulmayacaktır. Önemli bir mücadele gerilla açısından da Türkiye
metropolleri olacaktır. Yollar daha
fazla denetim altına alınacaktır.
Özcesi direniş merkezleri başka
yerlere kayacaktır. Artık hiç kimse
durduğu yerde rahat durmayacaktır.
Bugüne kadar yürütülen gerilla mücadelesi sadece ve sadece pasif savunmaydı. Çok sınırlı olarak da yürütülen aktif savunmaydı. Ama artık
bu aşılacaktır. Artık varlığını korumak ve özgürlüğünü sağlamak için
direniş tırmandırılacaktır. Buna biz
gerilla ayağı diyoruz.
Diğer önemli ayak ise öz savunma
diye tabir edilen yerel birliklerdir.
Öncelikli olarak Kürdistan’ın her
yerinde yerel birlikler örgütlendirilecektir. Bu birlikler halkı savunmanın birlikleridir. Silahsızdır. Ortadoğu’da görüldüğü gibi sopalıdır,
taşlıdır. Ancak son derece örgütlüdür.
Topluma yapılacak herhangi bir sal-
dırıya anında cevap verecek güçlerdir. Ağırlıklı olarak belki gençlerden oluşturulur.
Yerel birliklerin yanı sıra direk silahlı olan öz savunma güçleri vardır.
Bunları gerilla örgütler. Son derece
gizli ve örgütlüdürler. Kimse onları
tanımaz. Kendi aralarında birbirini
tanımaları olmaz. Hücre örgütlenmeleridir bunlar. Özcesi “illegal gerilla”
devreye girecektir. Bu çalışma topyekûn direnişin temel bir çalışmasıdır.
Bu illegal gerillalar sadece birkaç
eylem yapmak için oluşturulmazlar.
Aynı zamanda bu bir yeraltı gerillası
olarak direk halkı savunan bir güç
olarak ne zaman nerede çıkacağı belli
olmayan bir gerilladır. Eskilerde “gündüz külahlı gece silahlı” derlerdi.
Ancak şimdi bu güç daha donanımlı,
eğitimli ve bilinçli örgütlendirilmiştir.
İRA buna iyi bir örnektir. Militanlarını
hiç kimse bilmez. Bir nevi yeraltı
gerillası gibidirler.
İşte devrimci Halk Savaşı ya da
Topyekûn Direniş Savunması derken
kastedilen önemli bir husus gerilla
kendisini dağda çağın şartlarına göre
örgütlerken, büyük bir vurucu güce
kendisini kavuştururken, şehirlerde,
köylerde, kasabalarda ve metropollerde
yerel birlikler temelinde çok güçlü
bir örgütlülük sağlanmış olacaktır.
Halk her yerde kendi komün ve
meclislerini oluşturarak kendi yönetimini oluşturdukça, kendi siyasal
hedefi olan Demokratik Özerkliği
adım adım inşa etmiş olacaktır.
Özcesi gerilla çıplak düşman gücüne
karşı kendi mücadelesini aktif bir şekilde yürütürken yerel birlikler toplum
kırım siyaseti uygulayan güçlere karşı
harekete geçecektir. Hem toplumu
koruyacaklardır hem de halkımızı fuhuşla, yozlaştırmayla, uyuşturucularla,
çeşitli asimilasyon kurumlarıyla eritmek isteyen özel savaş güçlerine karşı
tavır alacaklardır. Yöneleceklerdir.
23
Halkımızı bu temelde koruyacaklardır.
Tabii bunlar yapılırken kendi öz yönetimlerini de örgütleyeceklerdir. Bazı
alanlarda düşmanın hiç giremeyeceği,
direniş mekânları, kaleleri oluşturulur.
Bunlar daha çok toplum boyutunda
olur. Halk kendi savunmasını ve meclis
sistemini belli plan dahilinde ortaya
çıkartacaktır. İşte bu şekilde de güçlü
bir halk savaşı hem dağlarda hem de
şehirlerde yani ovada verilmiş olacaktır.
Burada gençliğin üzerine düşen
görevler iki yönlüdür:
Birincisi gerilla esasta gençlerden
oluşmuş olan bir halk savunma gücüdür. Toplumun en gözü pek olanları yine dağlara akın eder. Gerilla
savunma güçlerini sayısal olarak
arttırmak gençlere düşen bir görevdir.
Gençler dağlara aktıkça gerilla halk
savaşını verecek bir düzeye gelebilir.
İkinci önemli husus ise yerel birliklerin temel gücü, halkın temel
savunma gücü yine gençliktir. Yani
Kürdistan gençliği Kürdistan’da kesinlikle kendisini son derece güçlü
örgütleyerek toplumun savunmasını
üstüne almalıdır.
Yerel birlikler en ciddi çalışmalardan bir tanesidir. Bireysel zafiyetlere düşmeden, kendisini güçlü
terbiye ederek, disiplini yüksek bir
biçimde örgütleyerek “illegal gerillanın” temel gücü olabilir.
Gençlik hem dağlardaki temel
mücadele gücü hem de yerel birlik
çalışmalarında öncü ve özsavunma
gücü olarak tarihi bir misyonla karşı
karşıyadır.
Modern gerillayla el ele vermiş
güçlü bir halk hareketliği ve yerel
birlik çalışması Kürdistan’da zapt
edilemez bir halk direnişini ortaya
çıkaracaktır. Buna biz DEVRİMCİ
HALK SAVAŞI DİYELİM.
***
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
P
O
L
İ
T
İ
K
A
HALKIN GİZLİ DÜŞMANLARI:
SAHTE AYDINLAR
Özgür ÇALAK
“Kürt gençliği onurunu
her koşul altında
korumasını bilmiştir.
Bundan sonra da
koruyacaktır. Yani bu
aydın etiketli kişilerin
aydınlıkla
alakalı olmadığı
ortadadır. Olsa olsa
işbirlikçi, provokatör,
kara cahil vb
olabilir. Neyi ne için
yaptıkları da
anlaşılırdır. Fazla söze
de gerek yoktur. Önemli
olan onura, özgürlük
değerlerine sahip
çıkmaktır”
Nîsan 2011
İnsan, "hakikat" deyince ne anlar?
Ne belirir kafasında. Hakikat, şey'in
aslı, kimliği, öz varlığı, doğrusu mudur? İnsanın, bilmediği bir soyut kavramın peşinde olması, bunu anlama,
algılama çabası içinde olması ilk bakışta anlamsız gibi durur. Oysaki insanın en zor'u hedeflediği büyük mücadelesi budur. Hakikat bilinemeden,
hakikate ulaşılamadan yapılacak diğer
tüm düşünsel uğraşların bir sonuca
ulaşabilmesi zordur ve hatta belki olanaksızdır! Bireye göre hakikatin anlamı
değişebilir. İnsanların "hakikat" diye
algılayabilecekleri, kendi algılama
güçleri kadardır. Ama hakikat bireysel
düşüncelerin üstündedir. Çünkü hakikat
aynı zamanda evrensel olandır.
Bireyin, kendi varlığının boyutlarını
algılama ve anlama gücüne sahip olması, hakikatin kapısını aralar. Peki,
"hakikat" nedir? Bir insan “hakikatten”
ne bekler? Ya da ne olmadığını düşünür? Yaşamın bir bütün kendisi midir hakikat? Salt düşünmek mi? İyilik
mi? Zaferlerle dolu bir hayat mı?
Varlığın kendisi mi? Eğlenceli günler
mi? Kısa bir mutluluk anı mı? Ya da
ölüm müdür hakikat? Bu soruların
cevabı her bireyin yaşama bakışına,
yaşamı yorumlama biçimine göre değişir. Pek çok insan için yanıt bunlardan biri, ya da en fazla birkaçıdır,
belki hepsi, belki de hiç birisidir.
Ama insan bu ya! Durmadan arar,
sorar, cevaplar bulur. İnsanı diğer
canlılardan ayıran; en temel özellikte
24
bu değil midir? İnsanın düşünceleri,
hedefleri, çabaları, uğraşları. Bu çabaların en büyüğü ve en önemlisi de
"hakikati" arayışıdır işte.
Her insan aslında potansiyel olarak
bir hakikat arayışçısıdır. Ama belki de
bu konuda en çok kafa yoranlar daha
çok aydınlardır. Kendi dönemlerinin
ufuk açıcıları, ışık taşıyıcılarıdırlar.
Kimdir bu aydınlar. Bir filozof, bir
yazar ya da bir bilim insanı… İlk düşünen insandan günümüze dek pek
çok filozof, düşünür, araştırmacı hep
gerçeğin peşinde olmuştur ama her ne
kadar "hakikat" kavramının somut olarak ne olduğuna tam varamamışlarsa
da, aramaktan da vazgeçmemişlerdir.
Tarih bu insanlarla günümüze kadar
gelmiştir. Kimilerinin isimleri günümüze yetişmişse de belki de birçok
hakikat arayışçısının ismi zamanla kaybolmuştur. Tarih içinde hakikati arayan
bu kişilikler düşünceleriyle, savunduklarıyla, cesaretleriyle insanlığın hakikat
arayışçılığına hala öncülük etmektedirler. Ancak her şeyin tekelleştiği, pazarlık konusu haline geldiği günümüz
dünyasında bunu bu kadar rahat ifade
etmek çok zor. Daha doğrusu aydın
olmanın kendisi çok zor. Egemen sistemce her şeyin kuşatıldığı ve yoğun
saldırılara tutuldu, yok edildiği, yok
edilemiyorsa içinin boşatılmaya çalışıldığı böylesi bir süreçte topluma ışık
tutmak, aydınlatmak, hakikati aramak
büyük bir düşünce ve yürek gücü istemekte. Vicdan istemekte, cesaret iste-
STÊRKA CİWAN
mekte. Bunu yapabilen aydın sayısı ise o kadar az
ki!
Hele Kürdistan-Türkiye
gerçekliğinde bu durum
çok daha vahim. Tabii ortalıkta aydın etiketiyle dolaşan yüzlerce kişinin ismini saymak mümkün.
Ancak biz bu konuda gerçekçi yaklaşmak zorundayız. Salt efendilerinin
ya da paranın, ya da daha
fazla içmenin ve yemenin
silahşorluğunu yapanlara
aydın demek için gerçekte
kör, sağır olmak ya da
vicdanın tamamen kararmış olması gerekir. Kısacası bunlara aydın demek
mümkün değil. Ancak
“kendini bir dilim pastaya satanlar
diyebiliriz.” Bu artık o kadar açık
ki. onlar bile saklama gereği duymuyor. Kürtlük adına bir utanç kaynağı olan Muhsin Kızılkaya, Mehmet
Metiner bunlardan sadece birkaçı.
Özgür Kürtlüğün yeniden bir doğuş
yaşadığı bu devrim zamanlarında
Bu savaşın amacı Kürtleri bu
topraklardan silip atmaktır
bu tipler sadece “Kürt halkı nasıl
daha iyi köle olabilir” ya da “nasıl
daha iyi köleleştirilir” kafalarını
buna yormaktalar. Kürt halkının
onuruyla oynamaktan hiç utanmadan, sıkılmadan.
Kürt aydını diye geçinen bu tipler
Kürdistan’daki devrimci süreci beklemiyorlardı. Bu nedenle de hazırlıksızdılar. Bunun içinde kızgın ve
öfkeliler. Bu tipler, aslında egemen
zihniyetin yarattığı köle Kürt gerçeğine göre şekillenmiş tiplerdir.
Kürt toplumunun yaşadığı böylesine
büyük bir devrime kafa yapısı iti-
bariyle hazır değildirler. Kürdistan’ın
direnebileceğine, özellikle son süreçteki büyük özgürlük savaşımına
girebileceğine ve başarabileceğine
dair en ufacık bir umutları olmayan
kişilikler. Zihnen ve bedenen teslim
olmuş bu kişilikler yükselen özgürlük savaşıyla kendi dönemlerinin
bittiğini görmekte bu nedenle de
durmadan saldırmakta, son anda ne
kurtarabilirim, biraz daha fazla ne
kapabilirimin derdindeler. Ne onur,
ne de ilke kalmıştır. Kendileri de
bunu artık itiraf etmelidirler. Çünkü
başka türlü yaşam şansları olmayacakları kesindir.
Bu nedenle bu sözde aydınlara
Kürt gençliği olarak söyleyeceğimiz,
bu konuda artık samimi bir itirafa
yönelmeleridir. Gerçekten biraz aydınlığa çıkmalarıdır. İster çok öfkelensinler, ister çok yersinler, ama
ortada bir gerçek var. Bu nedenle
halkın önüne çıkarak Kürt halkından
özür dilemesini bilmelidirler. Şimdi
yaptıkları gibi tv tv gezip ya da gazetelere koşup ağlamaklı, “bizi kurtarın” diye yalvarmaları hiçbir şeyi
25
düzeltmeyecek. Ya da iki de bir
“bize saldırılıyor” deyip, küstahlık
yapmalarına da hiç gerek yoktur.
Biz onlardan ve biraz daha fazla
para, imkân, rahatlık için kendilerini
satmalarından vazgeçip bütün çağdaş
ustaların, aydınların, edebiyatçıların
yaptıklarını yapmalarını bekliyoruz.
Neden buna öfke duyuyorlar ki? Bu
tür paranoyalarla yaşamak sadece
psikolojilerini daha fazla bozacaktır.
En doğru olan ve onları gerçekten
hakikatin yoluna koyacak olan Kürt
halkından özür dilemektir. Yoksa
bu vicdan suçluluğuyla yaşamları
onlara zehir olacaktır. Utançlarından
toplum içine çıkamayacaklardır.
Bu şahsiyetler yaşanan savaş gerçeğine, Kürt gerçeğine, düşman gerçeğine gözlerini kapatmışlardır. Mevcut durumlarıyla taraftırlar. Kürt halkının karşısında düşmanla işbirliği
içinde olan, satın alınmış şahsiyetlerdir. Efendileri olan AKP’nin hizmetine koşturulmuşlardır. Bunlar için
efendinin kim olduğu çok önemli değildir. Eskiden başka biriydi, yakında
AKP tasfiye olunca belki başka birileri
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
olacak. Önemli olan aldığı paradır.
Kendini bu şekilde birazcık da olsa
halkın efendisi olarak görmektir.
Kürtlerin onuruyla oynanmasına
izin verilmemelidir
Özel savaşın tarihini açıp bakalım,
son 25 yılda halkımız için ne düşünüldüğünü ve ne yapıldığını çok iyi
göreceklerdir. Bir halkın inkar edilmesi yok sayılması, en küçük bir
kıpırtının şiddetle ve hızla bastırılması, binlerce faili meçhul cinayet,
sonu gelmeyen toplu mezarlar, üç
bini aşkın köyün tahrip edilmesi ve
boşaltılması ve daha buna benzer
bir çok durum söz konusu. Kürt
halkı üzerinde yürütülen topyekun
bir savaş söz konusu. Çok planlı
yürütülen bu savaşın amacı Kürtleri
bu topraklardan silip atmaktır.
Bunun karşısında Kürt özgürlük
hareketi öncülüğünde Kürt halkı
muazzam direnmiştir. Zindanlarda,
dağda, serhildanlarda ve yurt dışında
inanılmaz bir direniş ortaya çıka-
rılmıştır. Bu anlaşılmadan Kürt’ü,
Kürdistan’ı anlamak kesinlikle mümkün değildir. Değil aydın olmak, sıradan bir yurtsever olmak bile mümkün değildir. Eğer aydın, rolüne
denk gelen bir yaklaşım içinde olmak
istiyorsa, en azından olup biteni
görmek zorundadır.
Bunları göz önüne getirmeyen bir
kişi bırak aydın olmayı; sıradan ülkesiyle, halkıyla ilgili bir insan bile
olamaz. Hele bir bilim insanı hiç olamaz. Ekonomiyle, tarihle, sosyolojiyle,
edebiyatla uğraşan insanlarımız çok.
Ama kendi ülkelerinin nasıl yakıldığı,
insanlarının nasıl katledildiklerini
görmemekte, halen “PKK’nın kusurları, hataları nedir?” diye kafa yormaktalar. Düşmanı görmek istemeyen,
bin yıldır kendi topraklarını talan
eden düşman gerçeğini anlamak istemeyen bir durum söz konusu. Çünkü
bu kafalar sömürgecilik tarafından
işgal edilmiştir.
Bu şahsiyetlerin yüreği henüz
kendi halkı için çarpmamaktadır.
Asıl sorun da buradadır. O aydın
diye tabir edilenlerin kafaları ve
yürekleri işgal edilmiştir. Ruhları,
beyinleri Türk sömürgeciliği tarafından satın alınmıştır. Tabii böyle
aydın olunamayacağı ortadır. Bunu
anlamaları gerekir. Durum çok nettir.
Kimse gerçeklerden, hakikatten bu
şekilde kaçamaz.
Onlarda Kürt halkını ve Kürt gençliğini az çok bilmekte, tanımaktadırlar. Samimi bir itirafta bulunmadıkları sürece affedilmeyeceklerini
bilmektedirler. Kürt gençliği özgürlüğüne ve onuruna dil uzatan bu
şahsiyetleri nasıl affedebilir ki. Bunun kendisi en büyük onursuzluk
olacaktır. Kürt gençliği onurunu her
koşul altında korumasını bilmiştir.
Bundan sonra da koruyacaktır. Yani
bu aydın etiketli kişilerin aydınlıkla
alakası olamadığı ortadır. Olsa olsa
onlara işbirlikçi, provokatör, kara
cahil vb nitelemeler uygun olabilir.
Neyi ne için yaptıkları da anlaşılırdır.
Fazla söze de gerek yoktur. Önemli
olan onura, özgürlük değerlerine
sahip çıkmaktır. Özellikle bu şahsiyetlerin daha çok Avrupa
da yaşadıkları, zor durumda kalınca Avrupa’ya
sığındıkları bilinmektedir. Bu nedenle Avrupa
da yaşayan gençliğimiz
kendi onuruna sahip çıkmalı ve asla bu şahsiyetlerin rahat rahat özgürlük
değerlerimize dil uzatmasına izin vermemelidir. Onların gerçek yüzleri herkese anlatılmalı,
herkes onların ne olduğunu, kime, neye, ne için
hizmet ettiğini bilmelidir.
Kürtlerin onuruyla oynanmasına izin verilmemelidir.
***
Nîsan 2011
26
STÊRKA CİWAN
S
Ö
Y
L
E
Ş
İ
DOĞANIN TEMEL KURALI:
ÖZ SAVUNMA
Cihan ÖZGÜR-Çiçek HELEN
Kendini savunma, bütün canlılarda içgüdüsel olarak
İnsanı, en dezavantajlı canlı olarak tanımlayabiliriz. İnsan,
gelişen bir reflekstir. Hangi canlıyı incelerseniz inceleyin yaşama savunmasız olarak merhaba diyen bir canlıdır. Kengöreceksiniz ki, doğal bir savunma gücüne sahiptir. İnsanlarda disini ve çevresini algılama yetisine sahip değildir. Kendisini
var olan kurgulama ve düşünce gücü düzeyinde olmasa da; bekleyen tehlikelerin farkında olmadığı gibi, temel ihtiyaçlarını
her canlı, yaşamını sürdürebilmek için gerekli his, sezgi ve karşılayabilecek fiziki, duygusal, düşünsel ve davranışsal
düşünme yetisine sahiptir.
donanıma sahip olması ise bir hayli zaman alacaktır.
Örneğin bir toz ya da çubuk karşısında göz kapağı
Peki nasıl oluyor da bukadar dezavantajlı olan bir tür, dikapanarak gözü korurken; insan bedenine dönük
nozorlar gibi yok olup gitmiyor, aksine günümüzün
gelişen bir saldırıda, vücudun bağışıklık sistemi
en gelişmiş varlığı olarak karşımıza çıkıyor?
hemen devreye girer, antikorlar zararlı madKendisini doğadan veya tehlikelerden kodelerle savunma savaşına başlar. Kendisine
rumanın
ilk savunma biçimi topluluk ha“Demokratik toplum
doğru gelen bir mermi dahi olsa, tek
linde yaşam oldu. İnsanlığın emekleme
örgütlülüğünün gelişmesi, öz
savunma mekanizması zehri olan bir
sürecinde yaşamını idame etmek için
yılan, hemen tehlikenin olduğu yöne
bulduğu ilk savunma silahıdır örgütsavunmanın esasıdır. Bir toplum
doğru atılır. Kimi canlılar köklerini
lenme. Topluluk halinde yaşama;
kendi demokratik örgütlülüğünü var
derine salarak, kimisi kanatlanarak,
ferde güven duygusu verirken; babir başkası renk değiştirerek hayata
rınma, yiyecek bulma ve türünü
ederse, güvenliğini sağlayabilir. Her
tutunur. Kirpinin oku, tavşanın dusürdürme bakımından da hayati
türlü tehdide karşı -insandan doğadan
yarlılığı, kedinin tırnağı ve daha
öneme sahiptir. Evet, örgütlenme
nicesi savunma içindir. Her canlının
bir ihtiyaç olarak gelişti ve insanlar
veya farklı yerlerden nereden gelirse
doğal bir koruma duvarı bulunur.
böylece kendisini korudu. İnsan
gelsin- kendisini koruyabilir. Tabii bunun
Saldırganın karşısında ilk bulacağı
topluluk haline gelerek varlığını
için kendisinin kendisini koruması
bu savunma ağı olur. Bir saldırgan
sürdürebilmenin yanı sıra; düşüneo canlıya ulaşmak istiyorsa onun
bilen, duygulanabilen, konuşabilen,
gerektiğini bilecek, buna inanacak. Bir
savunma duvarını yıkması, savunma
kültürel etkinlik geliştirebilen üretken
de
bunu
nasıl
yapacağı
ağını dağıtması gerekir. Yaşam hakkı
bir tür haline geldi.
kutsal ve en doğal haksa, canlının yaTarih; uygarlığın değişik formlarına
konusunda kendisini
şamına yani kutsallığına kast edenlere
karşı, halkların yürüttüğü savunma saörgütlü kılacak”
karşı yaşamını koruma istemi de, bir gevaşları ile doludur. Birçok dönemde ve
reklilik, en kutsal ve doğal hak oluyor.
farklı coğrafyalarda, insanlar düzenli ordular
Belki de canlı türleri içerisinde gelişimi en
kurmadan, kendi öz savunmalarını gerçekleşyavaş olan insan türüdür. Diğer canlılar doğuştan
tirdiler. Klan çağında her klan kendi öz savunma
ya da içgüdüsel, genetik olarak bazı özellikler taşır. Bir
gücünü oluşturarak dışardan gelebilecek saldırılara karşı
ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz yüzebilir, bir kuş güvenliğini aldı. Doğanın zor koşullarına direndi.
kısa zamanda kanatlanıp uçar. Bir gül dikeniyle var olur,
Devletleşme süreciyle birlikte, halklar kırsal alanlarda
kaplumbağa tek korunma silahı ve barınağı olan kabuğuyla yaşamlarını örgütleyerek hem özgürlüklerini hem de güdünyaya gözünü açar.
venliklerini sağladı. Spartaküs ayaklanmasından tutun Ana27
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
dolu’da Ahi örgütlenmesine, ortaçağda
İtalyan kentlerinin mahalle milislerinden
1936-1939 İspanya iç savaşında Bask
ve Katalonya’nın şehir öz savunma
güçlerine, devrim Fransa’sı zamanı
Paris Komünü’nden Filistin intifadasına
kadar tarih halkların öz savunma direnişlerine tanıklık etti.
Bütün halkların tarihinde var olan
bu direnişler, bazen halkın kendi doğal
ama bilinçli reflekslerinden bazen de
kurulan profesyonel güçlerden geldi.
Türkiye halklarının kaderini belirlemesi
açısından Kurtuluş Savaşı sürecinde
gelişen Antep, Urfa ve Maraş halk direnişleri önemli bir yere sahiptir. Osmanlı
ordusunun dağıtıldığı ve ülkenin doğusundan batısına işgal edildiği bir süreçte Kürdistan’ın bu üç şehrinde halk
önderleri tarafından başlatılan direniş
öz savunmanın ifadesi olmaktadır. Halkın varlığını ve vatanı koruyacak herhangi bir silahlı güç ve ya otorite
yokken, kurtuluş savaşının sembollerinden olan Antep Direnişi’ni, Karayılan
Destanı’nda geçen “vurun Antepliler
Nîsan 2011
namus günüdür” sözü özetliyor. Yürütülen öz savunma direnişi ile halk yediden yetmişe ayaklanarak işgali ve
kuşatmayı kırmayı başardı.
Günümüzde Öz Savunma
Sorunları
İnsanlığın miladından günümüze
kadar değişmeyen bir şey var ki, o da
toplumu ve insanı bekleyen tehlikeler.
Günümüzde bu tehlikeler ve saldırılar
doğadan veya farklı kabilelerden gelmiyor. Halklar için en büyük tehdit
binbir kollu ahtapot olan devletten
geliyor.
Hobbes’in, ‘insan insanın kurdu olmasın diye ‘ gerekli ve meşru gördüğü,
insanlığa kurtarıcı olarak müjdelediği
kapitalizmin ulus devleti, insanın ve
toplumların başına bela oldu. Insana,
insanlığa ve toplumsallığa dair ne varsa
yiyip bitirerek tüketiyor.
Tarih boyunca ‘devletin bekası
maskesi’ takılarak meşrulaştırılmak
istenen savaşlar, sadece 20. yüzyılda
28
iki büyük dünya savaşıyla 100 milyon
insanın canına mal oldu. Fiziki soykırım ve katliamlarla insanın fiziki
varlığını hedefleyen kapitalist uygarlık; beyaz katliamla da kültürel soykırımlar gerçekleştirerek halkları, kültürleri ve dilleri yok etme siyaseti
güdüyor. Faşizm tekleştirme politikasıyla toplum kırım uyguluyor. Kültürel, sosyal, siyasal ve ekonomik
soykırım olarak somut ifade bulan
toplum kırımla biyoiktidarı geliştirerek, insanları ütopyasız, savunmasız
ve alternatifsiz bırakmayı hedefliyor.
Hobbes’in kapitalist devleti, ‘düşünüre inat’geliştirdiği bencil ve benmerkezci, tüketici toplum icadıyla
insanı insanın kurdu haline getirdi.
Devletin hangi biçimi olursa olsun
paradigmasal olarak iflas ettiği ve
toplumlara hiçbir şey vermediği, günümüzde çok çarpıcı bir şekilde görünür olmuştur. Bu durumu sağcı,
solcu ya da liberal kanattan olsun,
devlet perspektifli teorisyen ve akademisyenler, sosyologlar ve siyasal
bilimciler de itiraf etmek zorunda
kalıyor. Devletin ömrünü nasıl uzatabileceklerini yoğun tartışıyorlar.
Frankfurt Ekolü temsilcilerinden filozof Adorno, Minimma Moralia adlı
kitapta ‘yanlış hayat doğru yaşanmaz’
özdeyişiyle verili yaşama çarpıcı bir
eleştiride bulunuyor. Yani hayatın
doğru temelde yeniden kurgulanması
gerekiyor. Halklar, alternatif bir yaşam kurarken gündeme gelen en
önemli sorun bu yaşamın korunması,
savunulmasıdır.
Güvenlik Sorunu Olarak Devlet
En büyük ve en örgütlü aygıt olarak
devlet; insanlığın yaşamını ve toplumsallığını hatta güvenliğini tehdit ediyor.
Tehlikenin büyük oluşu, buna karşı alınacak savunma tedbirlerinin de o denli
kapsamlı ve çeşitli olmasını gerektirir.
STÊRKA CİWAN
Kendisini savunmanın, doğal ve içgüdüsel bir gereksinim olduğunu daha
önce de ifade etmiştik. Bundan, insanlar
için öz savunmanın demokratik bir hak
hatta gereklilik olduğunu çıkarsayabiliriz.
Uluslar arası hukukta ve devletlerin
iç hukuklarında bir hak olarak tanımlanan ‘nefsi müdafaa’ hakkı sınırlı boyutta kalıyor. Literatürde tanımlanan
biçimi eksik ve yetersizdir. Çünkü bu
hak, devlet hukukunun el verdiği özlük
hakları çerçevesinde bir haktır. Kaldı
ki günümüzde insan güvenliğini birinci
derecede tehdit eden güçler devletin
militarist yapısıdır.
Öz savunma; hem mücadele yöntemi, biçimi ve araçları hem de kapsamı
itibariyle çok daha geniş ve farklı bir
mücadele tarzı oluyor. Saldırı altında
olan sadece birey değil, aynı zamanda
bireyin kültürü, toplumsallığı, politik ahlaki değer yargılarının bütünüdür.
Dolayısıyla saldırılara karşı toplumsal
duruş sergilemek ideolojik, politik, ekonomik, kültürel, sosyal ve öz savunma
alanlarında toplumun öz örgütlülüğü
yaratılarak sağlanabilir. Bu anlamda öz
savunma olgusu; sadece toplumun fiziksel güvenliğine dair bir kavram olmanın ötesinde, topluma karşı saldırının
olduğu her alanda toplumu savunma
anlamına gelmektedir.
Savunma gücünü gösteremeyen hiçbir
canlının yaşama şansı yoktur. Kendisini
savunamayan toplumları dağıtılma hatta
yok edilme beklemektedir. Tarih bunun
örnekleriyle doludur. Bu tehdit günümüzde de geçerlidir. Bundan dolayı
toplulukların kendi öz savunma ağlarını
oluşturmaları bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor. Özgürlüğü hedefleyen
toplumlar yaşamlarını demokratik temelde örgütleme mücadelesi verirken;
devletçi ve iktidarcı toplumun ideolojik,
siyasal, ekonomik ve kültürel saldırılarının yanı sıra, katliamlar dâhil olmak
üzere fiziki saldırılara da göğüs gerebilmeleri gündeme geliyor.
Kürt Halkının Öz Savunma Sorunları
Günümüzde, devlet ile halklar arasında adeta bir savaş yaşanıyor. Toplumun güvenliğini sağlama iddiasında
olan devletin kolluk güçlerinin gerçek
yüzü ve topluma karşı işledikleri suçlar
gün be gün açığa çıkarken, bu suçlara
her gün yenisi ekleniyor. Siyasal iktidarların desteği ve devlet imkânlarını
kullanarak çeteleşen JİTEM, hizbulkontra gibi güçler, toplum güvenliğini
tehdit ediyor.
Kürt halkı, Kürtdistan’ın dört parçasında egemen devletlerin katliam tehdidi altında yaşıyor. 19 ve 20yy Kürt
isyanları katliamlarla bastırıldı. Dersim,
Koçgiri, Şex Sait, Ağrı, Mahabad, Geliya
Zilan, 33 kurşun, Halepçe, Amude Sineması… Kürtlüğe ait her olgu katliamlarla anılır oldu.
Katliamcı zihniyet son yıllarda da
bu uygulamalardan geri durmadı. 12
Mart 2004’te güneybatı Kürdistan’ın
Qamışlo kentinde bir futbol karşılaşması
bahane edilerek Suriye devlet güçlerinin
Kürtlerin üzerine ateş açması sonucu
can kayıpları yaşandı. Ardı sıra gelişen
serhildanlara acımasızca müdahale eden
Suriye devleti, onlarca Kürt’ü katletti.
Kürt Halk Önderi bu olayı değerlendirerek bu tür katliamların gelişebileceğini
ve tedbir alınması gerektiğini belirtti.
Daha sonraları Amed serhildanları esnasında (2006)ve Şengal’de(2007) geliştirilen katliamlar, Sayın Öcalan’ın
öngörüsünü doğruladı. 2009 yılında
Bilge köyünde, 2010 yılında ise Peyanis
köyünde gelişen katliamlarla birlikte
öz savunma sorunu Kürt halkının temel
gündemi oldu.
Son dönemlerde ise hizbulkontra tetikçileri ve elebaşları bıraktırıldı. Kuzey
Kürdistan’da doksanlı yıllarda işlenen
binlerce cinayet hala aydınlatılmadı,
Türk devletinin kirli yüzü olan yüzlerce
toplu mezar ortaya çıktı. Binlerce ‘faili
meçhul’ olay ise aydınlatılmayı bekliyor.
29
AKP hükümeti, bu dönemde paralı
orduyu (profesyonel-özel) yürürlüğe
koymak için adım attı. Sınır karakollarının modernizasyonu için kaynak
ayırdı, yeni karakolların kurulması ve
sınır birliklerinin güçlendirilmesini
kararlaştırdı. Yeni savaş uçakları(F35)
almak için 10 milyar dolarlık yatırım
yaptı. İrşad ekiplerini kurdu. Özel görevli 15 bin imam hazırlayan AKP,
Kürdistan’ı siyasal islamla kuşatmak,
fethetmek istiyor.
Bütün bu saldırılara karşın Kürt halkı
milyonları bulan sayılarla devlet terörüne
karşı duruyor. Çocuğu, kadını, genci
ve yaşlısıyla alanlarda direniş halinde.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan toplumun öz savunma sorunlarını tanımlarken “Ahlaki ve politik toplumun günümüzde yaşadığı gerçeklik, yani öncelikli sorunu özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin de öncesinde varoluşsaldır. Varlığı tehlikededir.” diyor.
Kürt Halk Önderi, toplumların kendilerini savunma gerekliliğini ‘Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Daha doğrusu, kendini savunamayan toplumun ahlaki ve
politik vasfı anlamını kaybeder. Toplum
ya sömürgeleşmiştir, eriyip çürümektedir; ya da direniştedir, ahlaki ve politik
vasfını yeniden kazanmak ve işlerliğe
kavuşturmak istemektedir.” cümleleriyle
tanımlarken, zamanı ve koşulları oluşmadan ayaklanma ve savaşa başvurmanın tehlikeli olduğu kadar, başka seçenek kalmadığında başvurmamanın
da o denli alçaltıcı ve ölümcül olduğunu
söylüyor.
Kürt halkıyla savaş bir devlet politikası oldu. Günümüzde katliamlar hükümetin talimatlarıyla gelişiyor. Türk
Başbakan Erdoğan, “çocuk da olsa, kadın da olsa güvenlik güçleri gerekeni
gereken yerde yapacaktır” söylemiyle
gelişen katliamları onaylarken yeni katlimaların ve linçlerin talimatı verdi. Ardısıra Kürt halkına acımasızca saldırılar
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
oldu. Türkiye metropollerinde ise linç
kampanyası başladı. Kürt halkı gün
geçmiyor ki yeni bir saldırıyla karşı
karşıya gelmesin. Kürt siyasetçiler yumruklandı, milletvekillerine devletin kolluk
güçleri silah doğrulttu, bir millet vekili
sıkılan tazyikli suyla hastanelik oldu.
Çocuk, kadın yaşlı, öğrenci demeden
acımasızca dövüldü, Kürt çocuklarının
başı dipçikle ezildi.
Kürdistan’da savaş ve devlet terörü
bütün acımasızlığıyla sürerken, Türkiye
metropollerinde ise DTP başta olmak
üzere Kürt kurumları ırkçı saldırıların
hedefi oluyor. Türkiye kentlerinde yaşayan Kürtlerin evleri ve işyerleri taşlanıyor, Kürt işçiler işten çıkarılıyor ve
Kürt gençleri linçlere maruz kalıyor.
Kürt halkı soykırımdan nasıl kurtulacağını somutlaştırmalıdır diyen Kürt
Halk Önderi, toplumun öz savunmasını
kurması gerektiğini belirterek “Toplum
kendi öz savunmasını kurar. Öz savunma
KCK, PKK tarzı silahlı yapı değil halkın
kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını kendi güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bir tehlike durumunda Diyarbakır'ı, Diyarbakır merkezindeki halkı
kim koruyacak? Soruyorum, gerilla mı
koruyacak? Mümkün değil. Özsavunma
silahlı güç anlamında değildir, örgütlülük
anlamındadır. Mahalle birlikleri oluşturulur, bunlar temsilini Kent Konseyi'nde bulur.” diyor.
Demokratik Özerklikte
Öz Savunma
Kürt halkı 12 eylül referandumundaki
tutumuyla nasıl bir yaşam tasarladığını
ortaya koydu. Peşi sıra iki dilli yaşam
talebini yükseltti. Kürt halkı demokratik
özerklik inşasıyla yeni bir sürece girdi.
Demokratik özerklikle birlikte en fazla
tartışma konusu olan olgu öz savunma
oluyor. Kürt halkı demokratik özerkliğin
Nîsan 2011
inşasını adım adım gerçekleştirirken,
toplumsal örgütleme modelini ve halkların özgür yaşam sistemini korumak
da önemli bir sorun olarak karşımıza
çıkıyor. Kürtler sistem inşasıyla öz savunmanın inşasını birbirinden kopmaz
olgular olarak ele alıyor.
DTK’nın demokratik özerklik projesi;
Türkiye’de yazar çevrelerinde neredeyse
bir kutuplaşmaya yol açarken, devlet
ve AKP iktidarı ise projeyi aynı refleksle
karşıladı. 2007 yılında amed’de yapılan
demokratik toplum kongresinde bir taslak olarak sunulan ‘demokratik özerklik
projesi’ o günden bugüne çokça tartışıldı.
Diyarbakır’da 26–28 Ekim 2007 tarihleri arasında gerçekleştirilen Demokratik Toplum Kongresi’nin ilk toplantısından sonra yayınlanan sonuç belgesi
ile Demokratik Özerklik Türkiye siyasi
hayatına girdi.
2010’un Aralık ayında yine Amed’de
DTK’nın Demokratik Özerklik Çalıştayı’nın Sonuç Bildirgesi’nde Demokratik Özerk Kürdistan projesi; devletin
ordusu, iktidarı ve muhalefetiyle siyaseti
tarafından da kızılca kıyametle karşılandı. Demokratik özerklik, önce tek
tek siyasi partiler tarafından ‘mahkum’
edildi. Sonra da Milli Güvenlik Kurulu
toplanarak ülkenin “tek bayrak, tek
millet, tek devlet ve tek vatan”dan
oluştuğunu ve resmi dilinin de Türkçe
olduğunu cümle âleme ilan etti. Kılıçdaroğlu’nun CHPsi ile kendinden menkul ve kendine demokrat Erdoğan’ın
‘ileri demokrat’ AKPsi, Milli Güvenlik
Kurulu’nun ilanını tekrarladı. Gül ise
Amed ziyaretinde aynı nakaratı aynı
makamdan okudu. Söz konusu olan
Kürtler olunca “gerisi teferruattan” anlayışı bir kez daha doğrulandı.
Demokratik Özerkliğin
Öz Savunma İlkesi
Aslında gelişen tepkiler bile Kürt
halkı kendi demokratik sistemini inşa
30
ederken öz savunmanın ne kadar hayati
değerde olduğunu gösterdi.
Peki, yaşanan gelişmeleri Kürt tarafı
nasıl değerlendiriyor ? saldırıları ve öz
savunma sorunlarını nasıl değerlendiriyor?
Kürt halkının geliştirdiği demokratik
özerklik talebi ve öz savunma sorunlarını
ve öz savunmaya ilişkin çokça tartışılan
ve merak edilen noktaları KCK Halk
Savunma Komitesi Başkanı Duran
KALKAN’a sorduk.
Kalkan, öz savunma sorununun yeni
bir sorun olmadığını belirterek, öz savunmanın her zaman gerekli olduğunu
söylüyor. Kalkanın sözleri şöyle: “Özellikle son yüz yıl içinde Kürt toplumuna
imha ve inkarı dayatan güçler soykırım
rejimi, bunu sonuca götürmek için her
türlü yolu deniyor. Her türlü baskıyı
uyguluyor.Kürt sorununun çözümü yönünde bir yaklaşım içerisinde değiller,
kolay kolay olacak gibi de görünmüyorlar. Aslında oyun yaparak, baskı geliştirerek Kürt halkını pasifize etmeye,
sindirmeye, korkutmaya, ürkütmeye,
örgütsüz kılmaya, parçalamaya, asimile
etmeye ve böylece soykırımdan geçirmeye çalışıyorlar.
Kürt halkına dayatılan soykırımın
önemli bir yanı asimilasyon oluyor.
Asimilasyonun gelişmesi için de baskı,
korkutma, ürkütme, şiddeti hep gündemde tutuyor, uyguluyorlar. Son yıllarda yaşanan bu yönlü olaylar ortadadır.
Linç girişimleri oluyor, katliamlar oluyor.
Faili meçhuller ortada. Hizbullahçıları
bırakıyorlar. Ona da gerek yok zaten
soykırım güçlerinin kurumları var. Kontr
gerillası, istihbaratı, polisi, MİT’i-iti
var. Karşıda demokratik bir zihniyet
oluşmadıkça, herkes şunu bilmeli ki
Kürtler için ciddi bir soykırım tehdidi
vardır. Elbette ki buna karşı ciddi bir
güvenlik sorununu gündeme getiriyor.”
“Öz savunma Kürtlerin en temel
sorunudur”
Bu dönemin kritik bir süreç oldu-
STÊRKA CİWAN
ğunu, çözüm olasılığı kadar tehlikelerin
de çok olduğuna dikkat çekiyor Duran
Kalkan. Kürt halkının ve diğer halkların
öz savunma konusunda devletler tarafından aldatıldığına söylüyor. Kalkan,
aslında Kürtlerin güvenlik sorununun
eskiden de var olduğunu ama kendi
deyimiyle soykırımcı güçlerin, devletçi
sistemin bu konuda halkları, toplumları. kadınları,emekçileri ve gençleri
aldatığını; Kürtlerin ise tümden aldatıldığınıı düşünüyor. “ Güvenlik sorunundan uzaklaştırılıyorlar. Böylece
aslında baskı ve sömürüye açık hale
getiriliyor, köleleştiriliyorlar. Bu bakımdan güvenlik ve kendisini savunma
sorunu, Kürtlerin en temel sorunudur.
Varlık sorunu diyoruz buna. Diğer sorunların hepsi bundan sonra gelir. Varlığını güvenceye almadan, güvenliğini
sağlamadan; Kürtlerin yaşaması, demokratikleşmesi, özgürleşmesi elbette
mümkün olamaz.” diyor.
Duran Kalkan, insanın ve insanın
yaşam biçimi olan toplumun kendi güvenliğini kendisinin sağlamasının ise
temel varlık ilkesi olarak görüyor. “insan
ve toplum bu ilkeyi hayata geçirebildiği
için var oldu ve günümüze kadar yaşadı.
Bundan sonra da genel insanlık kuralını
uygulatmak üzere varlık sorununu çözer,
güvenliğini sağlarsa Kürt toplumu kendisini var edebilecektir. Bu da öz savunma demektir.”
KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı Kalkan, Öz savunmanın Kürtlerin
en önemli gündemi ve temel sorunu
olduğunu belirtiyor. Kürtlerin ancak öz
savunma yaparak varlıklarını koruyabileceğini vurguluyor. “Öz savunma
diğer sorunlardan bir tanesi değildir.
Öz savunma; beslenme, üreme gibi insanın var olmasını sağlatan en temel
bir sorundur.” diyen Kalkan, Kürt halkı
öz savunmasını nasıl gerçekleştirecek?
Sorusunu ise üç kural şart koşarak cevaplıyor: bilinç, örgütlenme ve eğitim-donanım! ve bu şartların sağlanması
durumunda Kürtlerin kendi öz savunmasını yapabileceğini söylüyor.
Kalkan, bu şartlara şöyle açıklık
getiriyor: “Öz savunma, güvenlik herşeyden önce bir bilinç işidir. Bir insanın
ve toplumun kendi güvenliğini kendisinin sağlaması gerektiğini bilince çıkarması lazım. Böyle bir bilinçle yaşaması gerekiyor. Bu konuda devletçi
sistem özellikle de ulus devlet sistemi,
insanları bundan uzaklaştırıyor. Devlet
‘güvenliğini ben sağlıyorum’ diyor.
Ulus devlet bunu daha fazla söylüyor.
Böylece insanları güvenlik bilincinden,
öz savunma bilincinden uzaklaştırıyor.
Böyle olunca da sömürü altına almak
kolaylaşıyor. Baskı uygulamak kolaylaşıyor. Devlet temel baskı ve sömürü
gücü iken kalkıyor ben güvenlik gücüyüm diyor, toplumu tahakküm altına
alıyor.
Güvenlik başkası tarafından sağlanmaz. Güvenlik öz savunma ile sağlanır. Öz savunma da kendi kendini savunmadır. Her Kürt insanı, genci, kadını,
emekçisi nerede olursa olsun bilmeli
ki kendi güvenliğini kendisi sağlayacak.
Öz savunmasını yapmak zorunda. Bu
bilinci edinmek ve bununla dolu olmak
durumunda.
İkinci kural örgütlenmedir. Öz savunma yapmak örgütlülükle olur. Belli
bir duruşu, tutumu ve güç olmayı gerektirir. En önemli güç de örgütlülüktür.
Halkımız kendisini örgütleyecek. Kürtler
öz savunma bilinci edindiği kadar, öz
savunma örgütlülüğünü de geliştirmek
durumundadır. Kısacası toplumsal örgütlemesini geliştirecek. Gençlik, kadın,
emekçiler toplumun bütün kesimleri,
toplumsal yaşamın bütün alanları örgütlü
olacak. Yediden yetmişe örgütlendirilecek. Çünkü bir insan ve toplum örgütlü
olursa kendisini savunabilir.
Üçüncü kural ise çeşitli donanımlara
sahip olmaktır. Çeşitli güç araçlarıyla
donanmak, kendisini eğitmek de çevreden gelecek saldırılara karşı kendisini
31
korumak için gereklidir. Bir toplum
kendisini eğitebilir, belli araçlarla donatabilir. Eğer saldıranlar her türlü imha
edici, öldürücü araçları kullanıyorlarsa,
kendisini savunmak durumunda olanlar
da belli araçlarla kendilerini donatmak
zorundadır. “
Bilinç ve örgütlülüğün her yerde
oluşturulabileceğini, her köyün, mahallenin, her okulun hatta her ailenin
böyle bir bilinç ve örgütlülük içerisinde
olması gerektiğini söylüyor Duran Kalkan. Saldırılardan korunmak için ise,
halkın nöbet tutmasını, haber alma mekanizmaları geliştirmelerini, saldırılardan
nasıl korunacaklarını tartışmalarını, savunma yol ve yöntemleri üzerinde durmalarını ve Kürtlerin birbirine sahip
çıkmasını öneriyor. Bunlar geliştirildiği
takdirde her türlü saldırıdan korunabileceklerini ve saldırının düzeyine göre
toplu savunma yapabileceklerini düşünüyor.
KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı “Kürtler kimseye zararı olmayan
bir halktır. Fakat kendi varlığına yönelen
kimseler karşısında da kendi savunmalarını kendileri yapacaklar. Kürdistanda, Türkiye’de, yurtdışında nerede
olurlarsa olsunlar, güvenliklerini kendilerinin sağlaması gerektiğini bilecekler.
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Böyle yaparlarsa, bilinçlenip kendilerini
eğitirlerse, örgütlü olup tedbirli olurlarsa,
saldırı ihtimalini her zaman dikkate
alır bu saldırılar karşısında nasıl savunma yapacakları üzerinde dururlarsa
kendilerini savunurlar. Gelen saldırıları
ve saldırgaları kırarlar. Linç girişimleri
oldu mesela. Biraz örgütlü olsalardı,
gençlik biraz örgütlü olsaydı saldırıları
rahatlıkla kırardı. Sağda solda üç beş
polis saldırıyor. On binlerce genç var.
Bunlar örgütlü olsalar, jopla saldıran
polise karşı kendilerini bir sopayla savunamazlar mı? Otuz tane polis jopluysa
onların karşısına yüz tane sopalı genç
geçemez mi? Geçebilir. Bu bakımdan
yaratıcı olmak gerekiyor.” diyor.
“Joplu polisin karşısına eli sopalı
gençlerimiz geçemez mi?”
Öz savunmayı sadece askeri bir durum olarak görmemek gerektiğini vurgulayan Duran Kalkan, onun da öz savunmanın bir biçimi olduğunu fakat
esasının ise bilinç ve toplumsal örgütlülük olduğunu söylüyor. Kalkan’ın bu
konudaki düşünceleri şöyle: “Demokratik toplum örgütlülüğünün gelişmesi,
öz savunmanın esasıdır. Bir toplum
kendi demokratik örgütlülüğünü var
ederse, güvenliğini sağlayabilir. Her
türlü tehdide karşı -insandan doğadan
veya farklı yerlerden nereden gelirse
gelsin- kendisini koruyabilir. Tabii bunun
için kendisinin kendisini koruması gerektiğini bilecek, buna inanacak. Bir
de bunu nasıl yapacağı konusunda kendisini örgütlü kılacak.”
“Öz savunma olmadan hiçbir şey
olmaz”
Duran Kalkan, demokratik toplum
örgütlülüğünün en temel alanının öz
savunma olduğuna dikkat çekiyor ve
ekliyor: “Öz savunma olmadan, güvenlik
sağlamadan; ne ekonomik toplumu, ne
demokratik toplumu inşa edebiliriz. Ne
dil ne kültür ne de eğitim geliştirebiliriz.
Herşeyin başında güvenlik geliyor. Kendini savunma, varlığını güvenceye alma
Nîsan 2011
konusu herşeyden öncedir. Demokratik
toplum örgütlülüğü, demokratik ulus
örgütlülüğü öz savunma üzerinden inşa
edilmelidir. Toplumsal öz savunma temelinde olmalı. Hiçkimse devletlerin
gösterdiği gibi ‘falan güç, filan güç
yapsın’ dememelidir.
Gerillaya bile bırakılmamalıdır.
Gerilla da toplumsal öz savunmanın
bir parçasıdır. Öz savunma; kitlelerin,
herkesin ne yapacağını bilmesi ve sorumluluk duyarak kendi örgütlülüğünü
geliştirmesidir. Böyle olursa, halkımız
ve toplum kendisini her türlü saldırıya
karşı rahatça savunabilir.”
Kürt Kadınının Öz Savunma
Sorunları
Kadının özgürlük düzeyinin toplumun özgürlük düzeyini belirlediği
düşüncesi, günümüzde kabul gören
yaygın bir kanıdır. Bunun için, günümüz sistemi olan kapitalist modernitenin saldırılarını en fazla yoğunlaştırdığı kesim, kadındır. Kürt kadınları,
devletin çok yönlü saldırılarına maruz
kalırken öte yandan cinsiyetçi toplum
zihniyetinin hedefi oluyor. Kürdistanlı
kadınların kapitalist modernite ve geri
toplumsal yapılanmalara karşı verdiği
mücadele aynı zamanda kadının öz
savunmasını da önemli bir konu olarak
gündeme getiriyor.
Kadın sistemi olarak kendisini tanımlayan Koma Jinên Bilind(KJB),
Kürt kadının özgürlük mücadelesinin
öncüsü olarak kendisini tanımlıyor.
KJB, kadın gerillaların silahlı olarak
yıllardır devletlerin şiddet kültürüne
karşı mücadele ettiklerini söylüyor.
Çeşitli kadın örgütlerinden oluşan
KJB’nin bir bileşeni de YJA-STAR
güçleridir. YJA-STAR özerk bir yapı
olarak kadının meşru savunma gücü
olarak adlandırılıyor.
Kürt kadınının maruz kaldığı şiddetin
boyutlarını, Kürt kadınının şiddet kül32
türüyle nasıl mücadele ettiğini ve kadının
öz savunma sorunlarını KJB Koordinasyonu Üyesi Evindar ARARAT değerlendirdi.
Ararat, Kürt kadınlarının hem toplumsal cinsiyetçiliğin ve devlet terörünün
hedefi olmasından kaynaklı, hem de
ulusal kimlik ve cins kimliği mücadelesi
yürüttükleri için işlerinin daha zor olduğunun altını çiziyor. Ararat, son dönemlerde kadın bedenine yönelik geliştirilen saldırıların yoğunluğuna dikkat
çekerek, bu saldırıların Kürt kadınının
mücadelesine, ulusal ve kadın kimliğine
yönelik saldırılar olduğunu ve sırf bu
amaçla devletin kurumlaşmalara gittiğini
söylüyor.
Evindar Ararat, Kürt kadınının yüz
yıllardır saldırı altında olduğunu ancak
son dönemlerde ise bu saldırılarda bir
artış yaşandığını, saldırının kapsamının
bu saldırılara karşı alınacak tedbirlerin
ve geliştirilmesi gereken öz savunmanın
önemini ortaya koyduğunu düşünüyor.
KJB Koordinasyonu Üyesi Evindar
Ararat, Kürt kadınlarının maruz kaldığı
uygulamaları şöyle anlatıyor: “Kürt kadını, dört parçada ve Suriye, Iran, Irak
ve Türkiye’de devlet terörü ile toplumsal
cinsiyetçilikten kaynaklı olarak şiddete,
tacize, tecavüz girişimlerine, gözaltılara,
tutuklamalara, töre ve namus adı altında
kadın cinayetlerine, intihara sürüklenmeye, haklarının gasp edilmesine, katledilmeye, kimliğinin yok sayılmasına
kısacası soykırım düzeyine varan saldırılara maruz kalıyor. Devletler bunun
için çeteler, özel kurumlar oluşturmuşlar.
Kürt kadınları; asker, polis ve oluşturulan
çetelerin yani militarist güçlerin saldırısıının yanısıra hukuk, ekonomi, kültürel
ve yaşamsal alanda da saldırılara uğruyor. Doğu Kürdistanlı kadınlar her an
idam ve recm tehditi altında yaşıyor.
Bu uygulamalara kadın kırım demek
mümkündür.”
Ararat, bütün bu saldırıların kadının
öz savunmasını gerekli kıldığını söy-
STÊRKA CİWAN
lüyor. ‘Öz savunma bizim için yaşamsal
bir gerekçedir’ diyor. Kürt kadınının
hem Kürt olmaktan hem de kadın olmaktan kaynaklı yani hem ulusal hem
cins kimliğinden kaynaklı saldırılara
maruz kaldığını ve öz savunma yapmadan bu saldırılara karşı durabilmenin,
varlığını ve kimliğini koruyabilmenin
mümkün olmadığını vurguluyor. Ararat
ekliyor: “Özgür yaşam tercihini, öz savunma olmadan yaşanır kılmak mümkün
değildir. Bunun için, öz savunma yaşamsal bir olgudur.”
veya toplumsal cinsiyetçiliğin şiddetinden bireysel olarak kendimizi koruyabiliriz ama bu tek başına yetmiyor.
Toplumsal bir direniş ve karşı koyuşa
ihtiyaç vardır. Toplumsal örgütlülüğe
ihtiyaç vardır. Üçüncüsü, demokratik
eylemliliği toplumsal alanda yoğunlaştırmaları gerekiyor. Dördüncüsü, toplumsal özgürlüğü kadın şahsında gerçekleştirmek için; demokratik sistemin
örülmesi gerekiyor. Mevcut toplumun
Kadın için öz savunma
yaşamsaldır
Kürt kadınının aslında yıllardır öz
savunma yaptığına dikkat çekiyor Ararat.
“Kürt kadını, demokratik eylemsellikler
geliştiriyor, örgütselliğini daha da güçlendiriyor. Çeşitli kurumlaşmalara gidiyor. Demokratik sistemi yaşamsal
kılma mücadelesi veriyor. Bütün bunlar
öz savunmanın birer parçası oluyor.”
diyor.
“Kadının öz savunması toplumsal
direniştir”
Insan bilinçli bir varlıktır ve öz savunması da içgüdüsel bir refleksle değil
bilinçli yapılmak zorundadır diyen Evindar Ararat, kadınların öncelikle saldırıyı
kavramaları sonra buna karşı nasıl bir
savunma geliştireceğini, nasıl bir karşı
duruş sergileyeceğini bilmeleri gerektiğini söylüyor.
KJB Koordinasyonu Üyesi Ararat,
Kürt kadınının öz savunma sorununa
nasıl yaklaşması gerekir? Sorusunu ise
şöyle değerlendiriyor: “Kürt kadınları
öz savunma çalışmalarının merkezine
bilinçlenme ve eğitim faaliyetlerini alabilir. Nasıl öz savunma yapacak? neden
öz savunma yapacak? Saldırılara nasıl
karşılık verecek? Bunu iyi kavraması
gerekiyor. Ikincisi, bunun için gerekli
örgütlülüğü, yöntem ve araçları geliştirmesi gerekiyor. Belki aile içi şiddet
demokratikleştirilmesi gerekiyor. Bunun
için de eylem gerekiyor. Kurumlaşmak
gerekiyor. Bilinç edinme, uygun yöntem
ve araç geliştirme açısından kurumlaşmalar önemlidir. Kadınlar öz savunma
için uygun yöntem ve araçlar bulabilir.
Bu konuda daha yaratıcı olabilirler.öz
gücü ve öz yeterliliği esas alarak çalışmalarını daha da güçlendirebilirler.”
Ararat, kadın gerilla birliklerinin kürt
kadını ve kadın kurumlaşması açısından
büyük başarı olduğunu söyleyerek,
“YJA-STAR Kürt halkının ve Kürt kadınının savunmasını genel olarak yürütüyor. Ancak bu tek başına yetmez.
Toplumun içinde bulunan kadınların
bilinçlenme, örgütlenme , demokratik
sistemi oluşturma ve demokratik eylemselliği üzerinden öz savunmayı geliştirmesi gerekiyor”diyor.
33
“Kadınlar, şiddet uygulayanları
tecrit edebilir”
Evindar Ararat’ın şiddetle mücadele
konusunda kadınlara pratik önerileri
ise şöyle: “Diyelim ki töre adı altında
bir cinayet işlendi. Kadınlar, öz savunma kapsamında hukuk mücadelesi
verebilir. Fakat bir de ahlaki ve politik
toplumun değer yargılarıyla öz savunma geliştirebilirler. Nedir bu?
Teşhir etme, tecrit etme, mahkum
etme, bilinçlendirerek şiddet kültürünü
aştırma mücadelesi.”
“Kadınlar, öz savunma birimlerini
kurmalı”
Bir diğer öneri ise şu: “Aile içi şiddet
konusu bir diğer sorun oluyor. böyle
bir durumda kadınlar, ahlaki ve politik
toplumun değer yargıları çerçevesinde
toplumsal yaptırımlar geliştirebilirler.
Toplumsal refleksleri geliştirip devreye
koyabilirler. Gerekirse şiddet uygulayanı
toplumdan dışlarlar. Kadınlar bu refleksi
ortaya koyabilmeli ve bunu topluma
kabul ettirebilmeliler. Bunu bireyden
başlatarak eve, oradan sokağa, mahalleye, şehre ve genel öz savunmaya dönüştürebilirler.”
Ve bir diğeri: “Bir mahallenin kadınları örgütlenip öz savunma birimleri
kurabilir. Bir şiddet yaşandığında hemen
müdahale edebilir, bir duruş sergileyebilir. Şiddet devlet güçlerinden gelmişse,
kadın öz savunma birimleri anında
cevap verebilir. Kadınların eylemlerde,
halk yürüyüşlerinde polis jopunun altında
ezilmesine, yerlerde sürüklenmesine
izin verilmemeli. Kürt kadınları, bunları
yaparsa öz savunma örgütlülüğünü daha
da güçlendirebilir.”
Kürt Gençliği ve Öz Savunma
Sorunları
Baskıya en fazla maruz kalan bir
diğer kesim de gençliktir. Uyuşturucu
ve fuhuş bataklığına sürüklenmek istenen Kürt gençliği bir yandan da
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
kimlik bunalımı yaşıyor. Toplumun
en dinamik gücü, günümüzde ciddi
bir çıkmaza sürükleniyor.
Peki Kürt gençliğinin durumu nedir?
Egemen devletlerin Kürt gençliğine yönelik politikaları nelerdir? Kürt gençliğinin bu politikalara karşı mücadele
sorunları nelerdir? Bu soruları Komelên
Ciwan Koordianasyonu Üyesi Mahir
… cevapladı.
Mahir .....göre; öz savunmanın dönem
dönem değil her zaman uygulanması
gerekir. .....“Öz savunma Kürt gençliğinin stratejik bir görevidir. Savunma
yapma gençliğin sosyal karakterine uygundur. Öz savunma toplumun denetleyebileceği şekilde meşru temelde olmaldır. Kürt gençliğinin kimliğini,
Kürt halkının öz savunma gücü olarak
tanımlamak mümkün. Kürt gençliğinin
öz savunma, refleks geliştirme, örgütlenme yönleri zayıftır. Devletin nasıl
ki polisi varsa; Kürt gençleri de yaygın
ve nitelikli birim kurarak bir mahallede
yaşanan bir olaya anında müdahale
edebilmelidir. Saldırıları önceden haber
alabilmeli, engellemelidir. Saldırı geliştiğinde en hızlı ve etkili bir biçimde
cevap vererek, caydırıcı bir güç olmalıdır.
Nîsan 2011
Halka karşı suç işleyenlerden hesap
sormalıdır” diyor.
“Öz savunma olmaza çürüme olur”
Mahir .....saldırıların günlük olarak
geliştiğine bunun için savunmanın da
öyle olması gerektiğini vurguluyor. Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi
Mahir …, kapitalizmin toplumla savaş
hali olduğunu, sayısı milyonları bulan
orduların amacının devleti toplumdan
korumak olduğunu belirterek soruyor:
“ya halkı devletten kim koruyacak?”
Devletlerin kolluk güçlerinin güvenlik
gücü olma iddiası bir yalan ve kandırmadır. Kendilerini böyle meşrulaştırıyorlar. Bu güçler, günümüzde güvenlik
sorununun kaynağıdır. Halkların özgürlük mücadelesini yürüttüğü iddiasında
olan her örgüt, çevre için öz savunmayı
örgütlemek stratejik bir görevdir. Öz
savunma gelişmezse sonuç çürüme,
yozlaşma ve kapitalist modernitenin
toplumun bütün hücrelerine sızması ve
toplumu içten çürütmesidir.”
Öz savunmanın halkların güvenlik
stratejisidir diyen Mahir … devamla
şunları söyledi: “öz savunma; toplumun
bağrında çıkan ve toplum tarafından
denetlenen güçlerin, savunma yaparak
34
saldırılara cevap olması ve toplumun
her anlamda güvenliğini ve varlığını
yine bütün değerlerini korumasıdır.
Toplumun savunulması bir grup profesyonele havele edilmemelidir. En
dopru ve makul olanı, toplumların diğer
işleri gibi savunma işini de kendilerinin
yapmasıdır.”
“Öz savunma gençlerin işidir”
Güvenlik ve savunma dendi mi ilk
akla gelenin gençlik olduğunu, devletlerin ordularının olduğu gibi sosyalistlerin de halk kurtuluş ordularını gençlerden oluşturduklarına dikkat çeken
.....savunmanın karakteri gereği dinamizm, enerji gerektirdiğini, fedakarlık
istediğini yine risk göze alabimeyi,
bütün tehlikeleri göze alarak öne atılmayı
gerektirdiğini ve bunların da gençliğin
sosyal karakteriyle uyuşan, genç olmanın
elverdiği durumlar olduğunu söylüyor.
Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi …. Kürt gençlerinin öz savunmadaki
rolüne ilişkin şunları söylüyor: “Kürt
gençliği, öz savunma yapmayı yaşlı
veya orta yaşta insanlardan bekleyemez.
Kürt halkının öz savunmasını öncü düzeyde geliştirme görevi Kürt gençlerine
düşüyor. Gençlik bunun yanısıra bütün
toplumal birimlerde öz savunma bilincini
ve örgütlülüğünü sağlama görevinden
de sorumludur. Gerek bilinç, refleks
edinme ve edindirme gerekse de bunun
pratik örgütlenmelerini geliştirmek de
gençliğin görevi oluyor. Ordu kurarak
öz savunma yapmayı hedeflemiyoruz.
Toplumun denetleyip yönlendirebildiği
savunma mekanizmalarından, özsavunma birimlerinden bahsediyoruz.”
“İlk adım öz savunma bilinci”
Mahir … son dönemlerde yoğunlaşan
saldırılara dikkat çekerek, gelişen saldırıları önceden tahmin edememe ve
savunma geliştirme konusunda Kürt
gençliğinin yaşadığı sorunu ise örgütsüzlüğüne bağlıyor. …. , Kürt gençliğinin
öz savuma bilincinin ve savunma refleksinin zayıf oluşunu ise kapitalist mo-
STÊRKA CİWAN
dernitenin toplumun özellikle de gençliğin sinir uçlarını zedelemesinin sonucu
olduğunu söylüyor. “Böyece de reflekssiz hale getirmiş, direncini zayıflatmıştır. Toplum karşıtı politikalara,
toplum düşmanı yasalara ve uygulamalara rağmen gelişen sessizlik, pasiflik
bundan kaynaklıdır. Bunun için önce
bilinç diyoruz. Kendisini ancak kendisinin savunacağı bilinci. Başkasından
beklememe bilinci.” şeklinde konuşan
.....gençliğin atması gereken ilk adım
budur diyor.
Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi .....Kürt gençliğine yönelik gelişen
devlet terörünü ise şu sözlerle anlatıyor;
“Kültürel, sosyal, siyasal alanın yanı
sıra, bir de imha amaçlı saldırılar var.
Yargısız infazlar var. Demokratik halk
eylemlerine, Türk kolluk güçleri vahşice
saldırıyor. İnsanlık değerlerine sığmayan
uygulamalar gelişiyor. Analarımız yerlerde sürükleniyor, gençlerimiz sokak
ortasında öldürülüyor. Aydın Erdem,
Şerzan Kurt, Mahsum Karaoğlan bunlara
örnektir. Ceylanlar, Uğurlar, Enesler
katlediliyor. Kürt çocuklarının kafaları
dipçiklerle eziliyor, kolları kırılıyor.
Binlerce faili meçhul olay var. İşte son
dönemde Kürdistan’da askeri karakollarda ve çöplüklerde insan kemikleri
çıkıyor. Bunlar yetmiyormuş gibi Kürdistan’da yüzlerce vahşi cinayetten sorumlu olan hizbulkontra çetesi serbest
bırakılıyor.
Türk devleti ve Suriye saldırılara direnen Kürt gençlerini katlediyor. binlercesini cezaevlerine atılar. İran ise
demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürüten Kürt gençlerini idam etti, onlarcası
ise cezaevlerinde idam tehdidi altında
bulunuyor. Bütün bu uygulamalara rağmen devletlerin sözde hukuku, siyasetçileri ve sivil toplum kuruluşları refleks göstermiyor, sessiz kalıyor.”
Hani toplumn güvenliğini sağlayacaklardı? diye soran Mahir …Kürt gençliğinin yapması gerekenin kendi sa-
vunma mekanizmalarını geliştirmek olduğunu söylüyor. Gençliğin sadece kendisine yönelik saldırılara karşı koymasının yetmediğini, gençliğin toplumun
bütün kesimlerine karşı gelişen saldırılara
da öz savunma yani meşru ve demokratik haklar temelinde misliyle cevap
vermesi gerektiğini düşünüyor.
Gençler, eylem ve yürüyüşlerde örgütlü ve tedbirli olabilir. Faşist saldırıları daha saldırı olmadan engelleyebilir, bir saldırı geliştiğinde anında
müdahale edebilir. Saldırının olduğu
yerde saldırganlara misliyle cevap verebilir. Böylece de caydırıcı olur. Yeni
saldırıları ve saldırganları caydırır.”
diyen Komelên Ciwan Koordinasyonu
Üyesi, gerillanın en büyük gençlik
örgütü olarak halkın öz savunmasının
bir parçası olduğunu söylüyor. “Tabii
Kürt gençliğinin bir görevi de HPG’ye
katılarak halkın öz savunmasına profesyonel ve en etkili bir şekilde güç
katmasıdır.”diye ekliyor.
“Suçlular cezasız kalmamalı”
.....sistemin Kürdistan gençliğine yönelik bir diğer saldırısının da fuhuş ve
uyuşturucu politikası olduğunu söylüyor.
Asker, polis, devletin resmi ve gayri
resmi kurumlarının yine AKPlilerin bu
oyunda yer aldığını ancak kamuoyunca
deşifre olan bu politikaların hala sürdürüldüğünü ve sorumluların ceza almadıklarını dile getiriyor. (askerlerin,
AKPli yöneticilerin, bürokratların ve
polislerin de içerisinde bulunduğu tecavüz mağduru Mardinli kızın yaşadığı
korkunç olayı hatırlatıyor.
Mahir …, “Toplumsal ahlakın yozlaştırılması, fiziki saldırılardan daha
tehlikelidir. Gençliğin bir görevi de bu
saldırılara cevap vermek, bunları yapanları öz savunma çerçevesinde cezalandırmaktır. Kürt gençliği kimsenin
yaptığını yanına kar bırakmamalıdır.
Kürt halkına karşı suç işleyenler cezasız
kalmamalı. Kürt gençliği isterse bu
suçluları tesbit edip cezalandırabilir.
35
Bu, Kürt gençliğinin en demokratik ve
meşru hakkıdır.” diyor.
Kürt halkı üzerinde uygulanan asimilasyonun en fazla da Kürt gençliği
üzerinden geliştirildiğini, asimilasyoncu
güçlerin böyle sonuç almayı hedeflediğine dikkat çekerek, başta okullar olmak üzere yaşamın her alanında asimilasyonun uygulandığını, bu saldırılara
karşı Kürtçenin kullanılması, korunması
ve Kürt kültürünün sahiplenilmesi gerektiğini ve bunun da öz savunmanın
önemli bir ayağı olduğunu belirtiyor.
Gençlik birimleri asayişi sağlayabililmeli”
Kürt halkı demokratik özerkliğin
inşasıyla yeni bir yaşama adım attı.
Özgür ve demokratik yaşam tercihinde
bulundu. Peki böylesi bir süreçte Kürt
gençliğiniin durumu nedir? Sorusunu
ise Komelên Ciwan Koordinasyonu
Üyesi Mahir … şöyle yanıtlıyor: “Normal şartlada bile toplumların kendilerini
savunma ihtiyacı varken böylesi koşullarda savunma zaafiyeti ciddi bir
sorundur. Kürt gençliği yeterince örgütlü değildir. Kürt gençliği her yerde
mahallelerde, şehirlerde, köylerde,
Türkiye metropollerinde, Iran’da, Suriye’de öz savunma örgütlenmesini
geliştirmeli, kendisini bu yönlü donanımlı kılmalıdır. Nasıl ki devletin
asayiş ve polisi varsa, Kürt gençleri
de kurdukları öz savunma birimleri
ile bir yerde sorun yaşandığında gidip
anında müdahale edebilmelidir. Muhakkak ki bir direniş var ama saldırılara
zamanında ve yeterince cevap olamıyor. Örgütlülüğünü daha yaygın ve
nitelikli hale getirmelidir. Kürt gençliğinin halkımıza karşı sorumlulukları
vardır. Kürt halkının özgürleştirilmesi
ve savunulması sorunu Kürt gençlerinin
en temel sorumluluğudur. Kürt gençliği
kimliğini Kürt halkının öz savunma
gücü olarak tanımlamalıdır.”
***
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
K
A
D
I
N
KADININ İNSANLAŞMADAKİ RÖLÜ
VE NEOLİTİK DEVRİM
Jinen SERBILIND
Uygarlığın başlamasından önce binlerce yıl süren bir
Gelişiminin ilk evrelerinde vahşi doğa içerisinde haytoplumsal tarih aşaması yaşanmıştır. Toplum, insan türünün vanlardan farksız, salt beslenme ve cinsellik güdülerinin
varolma biçimidir ve ilk insanlaşma toplumsallaşmayla kışkırtıcılığı çerçevesinde yaşamını sürdüren ilk insansılar,
başlamıştır. Tarihin kadınlı-erkekli başladığı bilinir. Hiç topluluklar halinde harcadıkları emekle insanlaştılar.
şüphesiz bir toplum şekillenirken, onun temelinde
Zorlu doğa karşısında, kendini savunma ve yakadın-erkek ilişkilerinin gelişmesi büyük rol
şamını sürdürme biçiminde ortaya çıkan mü“Neolitik çağda
oynar. İlk toplumsal örgütleniş aşamasında
cadelede harcanan emek, ilk insansıların
Mezopotamya’da yoğun
ideoloji esas itibariyle kadın eksenlidir.
düşünce gücünün gelişimine yol açmıştır.
Erkeği hayvanların arasından çıkaran olarak yaşanan devrim, ilk kez Ve ilk ortak emek, dişi insansının dokadındır. Topluluğu ilk yaratan kadının
ğurduğu yavrusunu koruma içgüdüsü
bu topraklarda özgür kadının
kendisidir. Kadın başlangıçta toplumu
çabaları ile başarıya gitmiştir. O ile açığa çıkmıştır.
geliştirmiştir. Erkek ilkin vahşi bir
Kadının yavrularıyla arasında,
yaşamın içindedir; ama kadın top- çağda gelişen devrimin bugünkü derin hem doğum öncesi rahminde takadın özgürlük anlayışı ile bağlantısı
lumu yaratmış, yemek yapmayı
şırken -ki dokuz aylık hamilelik
var
dır.
Ka
dın
ken
di
öz
gür
lük
dev
ri
mi
ni,
öğrenmiş, hatta ateşi bulmuş, kosüreci salt mekanik soyut bir
lektif yaşamı geliştirip kolektif
yük taşıma durumundan ibaret
kendi özgür gücü ve iradesi ile sonuna
gücü yaratmıştır. Bundan dolayı
kadar geliştirmede, kadının özgürlük olamaz- hem de doğum sonrası
kadın güçlüdür. Hatta çalışırken
temelinde kurtuluşu için, bu topraklar kendi sütüyle beslerken geliştopluluk halinde bulunduğu için,
tirdiği emek iletişimi, ilk insani
tarihsel anlam ifade etmektedir.
çok ileri bir güce yol açtığından
duyguların nüvelerini açığa çıSümerlerden bu yana başlayan sınıflı karmıştır. Başlangıç itibariyle salt
kesinlikle erkekten güçlüdür. Milyonlarca yıl süren insanlaşmada toplumu ve kadının köleleştirilmesini yavruları ile arasında gelişen bu
kadınlar uzun süre rol almışlardır.
emek ve duygu, giderek dişilerle
aşmak kadar, halkların bin yıllık
Eksik değil, tamamlayıcı konumda
ortak paylaşım noktası halini alözlemi olan barış ve
olmuşlardır. Yaşamda, toplumsallaşmıştır.
Böylelikle kadın cinsinin hem
demokratikleşmeyi sağlamada eksik olan erkek cinsidir.
kendi içinde, hem de yavrularının ihmak en kutsal görev
İlk canlıların korunma ve savunma gütiyaçlarını (beslenme, barınma, eğitme
ol
mak
ta
dır”
düleri kendileriyle sınırlı iken; dişi insansının
vb.) karşılama temelinde geliştirdiği orkendisiyle beraber yavrusunu da sahiplenme ve
taklaşmacı yaşam zemini, hayvandan insana
koruma yoluna gitmesi, onu diğer canlılardan ayıran
geçişe damgasını vuran ilk toplu yaşamın başlangıcı
temel özellik olmuştur. Erkeğin doğal olarak kendi dışında olmuştur. Bu ilk toplu yaşam zemininde, ihtiyaçlar tebir varlığa karşı herhangi bir sorumluluğu yok iken, kadın melinde bir araya gelinerek, gönüllü katılım geliştirilmiş,
kendi yavruları için de yiyecek ve koruma koşullarını ya- katışıksız ilk kolektif emek ortaklığının gerçek ifadesi
ratmak durumunda kalmıştır. Kadının bu temel özelliğini yaratılmıştır. Üretim ve tüketim fazlası söz konusu olgiderek sistemleştirmesi, hayvansı özelliklerin değişmesinde madığından herhangi bir egemenlik dürtüsü ve çıkarı
ve toplumsallaşma için gerekli insani alışkanlıkların ge- gelişmemiştir. Doğal olarak, ortak ihtiyaçların ortak
lişmesinde başlangıç rolü oynamıştır.
giderilmesi ve yavruların ortak korunması esasına göre
Nîsan 2011
36
STÊRKA CİWAN
oluşan bu ilk topluluk, insanlığın
ilk örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Bu ilk ortaklaşmacı yaşam
zemininde anlaşıldığı üzere ilkel
sosyalizm yaklaşımı vardır. Yani
sosyalizm, insanlığın ilk insanlaşma
aşamasından bu yana gelişmiş, anlam
kazanmıştır. Bu anlamda sosyalizm,
kadının doğasında vardır ve ilkel
sosyalizm; kadının katışıksız doğası
çerçevesinde yaşam olanaklarını yaratarak insanlaşmaya attığı ilk adımda
yaşanmıştır. Kadın bu misyonuyla
insanlığın yaratılmasında kurucu
rolü oynamıştır.
Ortak yaşamın, beraberinde bir
işleyiş mekanizmasını her zaman
getirdiği, bu ilk örgütlenişte de görülmektedir. Toplu yaşamın bu şekilde gelişmesiyle beraber, belirginlik
kazanan yaşamsal sorunlar ve bu
sorunların aşılmasında ihtiyaç duyulan bazı kurallar da, böylelikle
ilk defa kadın tarafından konulmuştur. Yavrularını yaşatabilmek için
bir araya gelen analar topluluğunun
koyduğu bu ilk kurallar, insanlık
tarihindeki ilk yazısız yasalar anlamını taşıyan totemler ve tabulardır.
İnsanı, hayvanlar aleminden koparıp,
güdüsel denetimini kendi hakimiyetine almasını sağlayan ilk tabu,
erkeğe karşı konulan yiyecek ve
cinsellik tabusudur.
Doğum öncesi gebelik süresince
ve doğum sonrası emzirme döneminde, anasal işlevlerin gerekli kıldığı
cinsel birleşme yasağı, daha sonra
geliştirilen tabuların ön biçimi niteliğini taşımakta olup, insanlık tarihinde
ilk yasaklama niteliğini taşımaktadır.
Kadın koyduğu bu ilk yasakla (tabuyla) hem kendisinin, hem de erkek
cinsinin hayvani güdülerini denetime
alarak, insanlaşmaya ilk adımı atmıştır.
Çünkü insan; kendisindeki güdüleri,
öz denetimine aldığı oranda, hayvanlar
aleminden ayrışır.
Sosyalizm, kadının
doğasında vardır
Biyolojik olarak insan türünün
diğer hayvan türlerinden en önemli
farkı ise, gebelik süresinin diğer hayvanlara oranla daha uzun süreli olması
ve insan yavrusunun daha uzun süreli
bakıma muhtaç olmasıdır. Bu sürenin
oldukça uzun olması, analık işlevi
gören kadınların erkek cinsinden ayrı
kalma süresinin de uzunluğu anlamını
taşımakta olup, ayrı kalınan tüm bu
zaman sürecinde anaların kendi güdülerini disipline etmesi ve etrafındaki
insansıların da bu disipline uymaları
sonucunu getirmiştir. Bu ayrışma sürecinde, aynı durumu yaşayan analar
bir arada yaşamayı sürdürmüş ve beraber yaşamanın doğurduğu yaşamsal
ihtiyaçları ortak karşılamışlardır.
Yaşamsal ihtiyaçların başında gelen,
doğal olarak beslenme ihtiyacıdır. Ananın beslenmesi, yavrunun da besin ihtiyacının giderilmesini direkt etkileyen
37
bir faktördür. Dolayısıyla kadın cinsi;
hem yavrusuna daha verimli besin verebilmek için, hem de doğası gereği
diğer canlılara zarar vermeme özelliğinden dolayı toplayıcılık kültürünü
sürdürmüş ve avlanmamıştır. Çünkü
kadın, yavrusundan dolayı ete ve kana
karşı duyarlı olup, diğer memeli hayvanları da kendi yavrularıyla bir tutmuş,
onlara karşı koruma önlemleri almıştır.
Böylelikle analar topluluğu avlanmadığı
gibi, etçil olan ve bunun için sürekli
avlanan erkek cinsinin beslenme biçimine karşı da bazı tabular koymuştur.
İnsanlık tarihinde ilkleri teşkil
eden bu tabular, giderek erkeğin de
kadınlar topluluğuna girmesini sağlamıştır. Uygulamaya konan bu kurallar, zaman içerisinde her iki cinsin
de beraber yaşamasına olanak tanımış ve yavrularını korumak için bir
araya gelip örgütlenen analar topluluğu ile başlayan bu ilk toplu
halde yaşama biçimi, böylelikle erkek cinsini de topluluğun içine alarak
daha geniş örgütlenme düzeyini insanlığa kazandırmıştır.
Analar topluluğu düzenine (ana
soylu) göre örgütlenen bu ilkel insan
toplulukları; yine anaların koyduğu
bazı yeni yasalarla, her iki cinsin beraber yaşama koşullarını daha da genişletmişlerdir.
Ana soylu ilk toplulukların kendi
içinde geliştirdikleri tabular -yasaklar- totemciliği geliştirmiştir. Totemcilik salt insan akrabalarına zarar
vermemekle sınırlı kalmamıştır. Aynı
zamanda akrabaların yaşamını sürdürebilmeleri için yararlı bulunan
çeşitli hayvan ve bitkilere karşı da
konulmuş bir yasaklama biçimi olarak gelişmiştir. Totem olan hayvan
ve bitkiler de anaların akrabaları
sayıldığından -çünkü analar onları
da koruyorlardı- aynı dokunulmazlık
yasasına dahil edilmişlerdir. Yani
totem akrabalık; kutsal sayılan, zarar
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
verildiğinde insanlığı felakete götüreceğine inanılan ve yaşamsal olan
her şeyin korunması için, uyulması
gereken bir tür kutsal inanış kurumu
olmuştur. Totemci tabu yöntemi sayesinde, insan yaşamının sürdürülebilmesi için yararlanılan çeşitli
hayvan ve bitki türlerinin tükenmesi
engellenmiş ve günümüze kadar
ulaştırılması sağlanmıştır.
Neolitik devrim,
bir kadın devrimidir
Erkek cinsini birlikte yaşanılabilir
bir konuma getirmek ve yaşamın devamı için gerekli olan doğadaki yaşamsal kaynakların sürekliliğini sağlamak amacıyla oluşturulan bu tabular,
anaerkil düzenin topluluk sözleşmesidir. Bu ortak yaşam sözleşmesi, erkek cinsinin yaşam tarzında ve karakterinde önemli dönüşümler sağlamıştır. Başlangıçta vahşi doğada,
salt kendini korumaya yönelik avlanarak yaşamını sürdürmeye çalışmasından kaynaklanan yasa tanımazlığı,
bu sözleşmeyle birlikte dizginlenmiş,
anaların oturtmuş olduğu ortak yaşamın toplumsal alışkanlıkları edinilmeye başlanmıştır. Böylece erkek
cinsinin salt kendine dönük olan yaşam tarzı, toplumsallaşmaya doğru
evrilmiştir. Böylece erkek, artık topluluk ihtiyaçları ve kuralları temelinde
yaşamaya geçmiştir.
Topluluk halinde yaşamayı bu şekilde başlatan kadın cinsi, giderek
yaşam gereksinimlerinin artması ve
bu gereksinimleri karşılayacak kaynakların sınırlı olması karşısında,
belli arayışlar içerisine girmiş ve
bu arayışlarının sonucu olarak çeşitli
üretim etkinliklerini zamanla bulmaya başlamıştır. Çünkü başlangıçta
yabanıl bitki ve bitki kökleriyle beslenen kadının, zamanla doğa üzerinde belli bir denetim ve hakimiyeti
Nîsan 2011
gelişmiş, bu da önemli oranda bir
bilgi birikimine, bilinç düzeyinin
gelişmesine ve tecrübelerinin artmasına yol açmıştır. Bunun sonucu
olarak toplayıcılık, yerini bitki yetiştirmeye bırakmıştır. Bitki yetiştiriciliği de sabit verimli topraklarda
yerleşik yaşama geçme ihtiyacını
doğurmuştur. Yerleşik yaşama geçiş,
başlı başına bir devrim niteliğindedir.
İnsanlığın ilkel aşamasında (yabanıllık) yani hayvandan insanlaşmaya
doğru geçilirken, kadının bu biçimde
belirleyici, hatta kurucu rolü oynamış
olması, ona kutsal bir varlık olarak
tanrıça misyonunu yüklemiştir. Bu
dönemler; ilk doğuş, yaratılış dönemleridir. Her yeni kavram yeni
bir imkan, dolayısıyla yeni bir tanrıdır. Ananın üretimdeki belirleyiciliği ve doğurganlığı, olağanüstü
bir önem kazanmasına, tanrıçalar
çağına yol açmaktadır. Çünkü bir
çok buluşu ve icadı kadın sağlamaktadır. Faydalı bitkiler, meyve
ağaçları, evcilleştirilen hayvanlar,
toprağın işlenmesi, ev yapımı, çocuk
beslenmesi, çapa, el değirmeni ve
belki de ilk kağnının kadının buluş
ve icatları olması ihtimali yüksektir.
Ana tanrıçalar çağı, bu müthiş gelişmelerin ardındaki kadının rolünü
sembolize etmektedir. Kadının altın
çağı olarak da nitelendirilebilecek
olan Neolitik Devrim ile birlikte,
tanrıçalar çağı zirveye ulaşmıştır.
Neolitik toplum, M.Ö. 6-4 bin
yılları arasında Orta Dicle ve Fırat
boylarında gelişerek Khalaflaşma kültürü denen aşamaya uğrarken, M.Ö.
6 bin yıllarında Kuzey Afrika -Mısır,
Aşağı Fırat, Basra Körfezi’ne, Orta
Anadolu Çatalhöyük’e, yaklaşık M.Ö.
5 binde Kafkasya, Kuzey Karadeniz,
Balkanlar, Kuzeydoğu İran, Hindistan,
Pencap ve İndus kıyılarına, 4 binde
Çin’e, tüm Avrupa’ya, 3 binde Amerikan kıtasına ulaşır. Bilimsel tarih
38
görüşü, bu tarz yayılmayı bulgular
temelinde en doğruya yakın tezler
olarak doğrulamaktadır. Tel Khalaf
Kültürü uygarlaşma için tüm gerekli
araçları icat etmiş konumdadır. Çömlek, balta, saban, yün eğirme, dokuma,
tane öğütme, toplu köy mimarisi, tekerlek, bakır taşından yarı madeni
aletler, yıldızları işaret olarak kabul
etme, bir tanrıça anlayışına dayalı
ideoloji, tekerlek vb. uygarlığı hazırlayan tüm araçlar bu tarihin şafak
vaktinin büyük insan ürünleridir.
İnsanlaşma, kadın öncülüğünde
gerçekleşmiştir
Uygarlığı halen besleyen tüm
yönlerinin kavranması kadar, kadının
“Altın Çağı” olarak da nitelenen bu
devrimde, kadının oynadığı öncülük
rolünü anlamak hayati bir konu olmaktadır. Neolitik Devrim’den çok
önce, insanın hayvanlar aleminden
çıkıp kadın öncülüğünde insanlaşmaya başlaması ve topluluk halinde
yaşamayı öğrenmesi, binlerce yılı
kapsayan bir aşamadan sonra gerçekleşmiştir. Geçirilen bu uzun ve
zorlu süreçler, insanlık açısından
bir bilinç birikimi ve tecrübe kapasitesi anlamına gelmektedir. İnsanlaşmaya öncülük etme konumu, kadın cinsi açısından sorumluluğun
giderek artması anlamını taşımıştır.
Başlangıçta analar ve çocuklarıyla
sınırlı olan ilk topluluklar, çeşitli
totem ve tabularla oluşturulmuş sözleşme çerçevesinde, giderek erkek
cinsini de içine alarak genişlemiştir.
Genişleyen toplumsallaşmanın beraberinde getirdiği ihtiyaç çeşitlenmesi ve karmaşıklaşan işler, giderek
yeni üretim biçimi ve araçlarını doğurmuştur. M.Ö. 10.000’lere gelindiğinde, toplayıcılık ve avcılık; giderek artan gereksinimlere cevap
olamamış ve tarıma elverişli arazi-
STÊRKA CİWAN
lerin elde edilmesiyle bitki ekimine
geçilmiştir. İlkin küçük tarlaların
ekimiyle işe başlayan kadınlar, tecrübe edindikçe daha bilinçli ve amaçlı çalışmaya geçmişlerdir. Toprakla
iç içe olan kadınların, ilkin bitki
kökü toplamada kullandıkları ağaç
parçasını sabana çevirmeleri ve evcilleştirdikleri hayvanlardan tarla
işlerinde yararlanmaları; üretime
önceki süreçlere oranla olağanüstü
hız kazandırmıştır. Yeni üretim araçlarıyla gelişen yeni üretim biçimi,
insanlık tarihinde yaşanan en büyük
devrimdir. Bu süreçte gerçekleştirilen
Neolitik Tarım Devrimi, günümüz
uygarlık düzeyine ulaşmada temel
dayanak teşkil etmiştir. Rasgele üretimden ilk defa planlı ekonomiye
geçilmiştir. Bu anlamda Neolitik
Devrimi, özünde tarımı başlatmaya
ve hayvanları evcilleştirmeye dayalı
bir köy devrimi olarak tanımlamak
yerinde olacaktır. Yani Neolitik Devrim, bir kadın devrimidir.
Ateşi ilk bulup kullanan kadındır
Bu devrimde ilk tanrıçaların ve
uygarlığın merkezi ise Mezopotamya
ve Verimli Hilal olmuştur. İlk ekinin
ekildiği, ilk yuvanın kurulduğu, ilk
insanın yerleştiği ve ilk arkadaşlıkların
geliştirildiği yer, bu topraklar olmuştur.
Ve neolitik çağdan bu yana hiç kimse,
bu topraklarda olduğu kadar özgür
düşünememiş, özgür yaratamamış,
özgür sevememiş ve güzellik yaratamamıştır. M.Ö. 10.000 ile 4.000 tarihleri arasında bu bölgede kadın öncülüğünde yaratılan bir toplum vardır.
Yerleşik yaşamı, tarımcılığı, ekipbiçmeyi, sanatı, bilimi, tıbbı bu bölgede ilk olarak neolitik dönemde
kadın başlatmıştır. Ve giderek dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır.
Kadın ve halklaşma kültürü bu süreçte
buralardan başlamıştır. Kadınlar ilk
bu topraklarda barış insanı ve sosyal
insan olmuşlardır. Çünkü kadının doğası barıştan yanadır ve düşünce açısından erkekten geri değildir. Hatta
bu süreçte düşünsel gelişkinlik ve
üretim bakımından kadın, erkekten
daha ileri bir konumdadır.
Kadınlarda bulunan besleme, büyütme, koruma ve eğitme yeteneği,
hayvanların dürtülerini değiştirmede,
onları evcilleştirmede kadını yetenekli
kılmıştır. Kadın, yavrusuna bakarken
edindiği bu yeteneklerini ve insani
duygularını, hayvan ve bitkilere karşı
da kullanarak topluluğun ihtiyaçlarını
gidermek için yürüttüğü üretim faaliyetlerinde bu canlılardan yararlanmıştır.
Bakıma muhtaç hayvan yavrularına
da tıpkı kendi yavrusuna yaklaştığı
gibi yaklaşıp beslemiş, korumuş ve
daha sonra verdiği ürünlerden yararlanmıştır. Evcilleştirdiği hayvanları
tarla sürmede kullanıp daha fazla ürün
elde etmiş, daha sonra elde ettiği bu
tahıl ürünlerini yenilebilir duruma getirmek için ateşten yararlanmayı öğrenmeye başlamıştır.
Daha önce korkulan, kaçınılan ateşin insana yararlı işlerde kullanmaya
39
yaradığının kadın tarafından keşfedilmiş olması, bugünkü sanayii atılımlarının kökenini oluşturmaktadır.
Çünkü ateşin keşfedilmesiyle ilk defa
doğa güçleri kullanılarak doğa, insan
tarafından denetim altına alınmıştır.
Ateşi çok önceki süreçlerde yiyecek
yapımında kullanmaya başlayan kadın, giderek daha farklı araç-gereç
yapımında da yararlanma bilincini
geliştirmiştir. Neolitik dönemde iç
içe yaşadığı toprak, su, bitki dalları
ve ateşten yararlanarak su geçirmeyen,
ateşe karşı dayanaklı çanak, çömlek
üretimiyle mutfak kültürünü geliştirmiştir. Mutfak gereçlerinin yapımında yararlandığı toprağın özelliklerini kavradıkça, toprak ve ağaçlardan
evler yaparak daha önce yavrularını
içinde korumak için kullandığı ilkel
barınaklarını daha da yaşanılır bir
duruma getirmiştir. Doğal iklimlere
karşı dayanıklı topraktan yaptığı yeni
barınaklarında ateşin aydınlatıcı ve
ısıtıcı özelliklerini kullanarak, zamanla
daha geniş mimari özellikleri olan
ev yapımına geçmiştir. Ateş, ısısıyla
yerleşim mekanını genişletmiş, ışığıyla
da üretim zamanını arttırmıştır.
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
çıkan geniş zaman olanağı, kadının
elde ettiği üretim etkinliklerinde
daha ayrıntılı yoğunlaşmasına imkan
sağlamıştır. İlk dönemlerde ortaya
çıkarılan ürünlerin ilkel biçimi giderek aşılıp, zanaatçılıkta daha bir
incelik yakalanmıştır.
Kadın, ilkel seslerden oluşan bir
ses iletişimini doğurmuştur
Su kenarlarında yaşayan insan
toplulukları, yine kadının öncülüğünde temizlik ve sulama kültürüyle
tanışmıştır. Kadın biyolojik yapısının
gereklilikleri çerçevesinde ilkin kendisini ve yavrusunu, sudan yararlanarak temizleme alışkanlığını kazanmış, daha sonra yaşadığı çevreye
de bu alışkanlığı yaymış ve günümüze temizlik kültürü biçiminde miras bırakmıştır. Kadın ayrıca farklı
alanlarda da sudan yararlanmayı öğrenmiş, ektiği tarlaları ve evcilleştirdiği hayvanların su ihtiyaçlarını,
kenarlarında yaşadığı akarsulardan
sağlamıştır. Mevsim değişikliklerine
paralel olarak yakınında yaşadığı
akarsular taşmaya ya da azalmaya
başlayınca, ürünün verimini yüksek
tutmanın yollarını aramış, bu arayışlar
sonucunda su bentleri, kanallar vb.
günümüze çağdaş haliyle ulaşan mimari yöntemleri daha o süreçte geliştirmiş ve toprağı sel sularından
ve kuraklıktan kurtarmayı başarmıştır.
Nîsan 2011
Günümüz tekstil endüstrisinin de
ilk temelleri bu süreçte yine kadın
tarafından atılmıştır. Çeşitli bitki
lifleriyle işe başlayan kadın, süreç
ilerledikçe daha farklı malzemeler
kullanarak dokumacılığı geliştirmiştir. Evcilleştirdiği hayvanların yününü, ağaçtan yaptığı teşilerle eğirerek, çocuklarını sıcak tutacak giyecekler, örtüler dokumaya başlamıştır. Bununla beraber erkeklerin
avladığı hayvanların derisini çeşitli
işlemlerle kullanılır bir duruma getirerek; çeşitli giyecekler, ayakkabılar, bazı mutfak gereçleri, taşıma
araçları vb. ürünler elde etmeyi öğrenip üretim faaliyetlerini oldukça
çeşitlendirmiştir.
Bütün bunların yanı sıra, daha
dönemin başında tahta sabanı bulmasıyla, tarımcılıkta en büyük verimi
elde etmeyi öğrenmiştir. Toprağı
ekip biçmede kullanılan yeni araçgereçlerin gelişmesiyle birlikte, zamandan tasarruf edilmiş ve ortaya
40
Daha önce salt ihtiyaçların kaba
anlamda giderilmesi üretimde esas
alınıyorken artık, ürünlerde göze hoş
gelme kaygısıyla olağanüstü bir sanat
estetizmi yansıtılmıştır. Kadın, elde
ettiği kök boyalar ve çeşitli bitkilerden
elde ettiği kimyasal maddelerle oldukça ince bir süsleme sanatı ortaya
çıkarmıştır. Kadın, neolitik çağın ilerleyen evrelerinde süsleme sanatında
yakaladığı estetizmin en ince ayrıntılarını kendi görünümüne yansıtmak
için yaptığı takı ve süs eşyalarını
olağanüstü güzellikte işlemiştir.
Kadının, neolitik öncesi dönemde
analar topluluğu biçiminde yaşarken,
kendi içindeki ortak yaşam koşullarının bir sonucu olarak yakaladığı
iletişim, ilkel seslerden oluşan bir
ses iletişimini doğurmuştur. Neolitik
dönem gelişmelerinin yoğunluğu içerisinde ise, bu iletişim daha gelişkin
bir konuşma diline dönüşmüştür. Çünkü dil; üretim faaliyetleri içinde insanların birbiriyle iletişim kurma,
duygu ve düşünce alışverişi ihtiyaçlarından ortaya çıkan bir olgudur. Bu
anlamda dönemin sonlarına doğru
gelişen duygu, düşünce ve iletişim
yoğunluğuyla, üretimde sağlanan sanatsal incelik sözlü sanatı da beraberinde getirmiş ve şiir, edebiyat, resim
heykelcilik vb. görsel, estetik sanat
etkinliklerini insanlığa kazandırmıştır.
Neolitik dönemin düşünce tarzında dişil öğeye dayalı, toplum için
arz ettiği önem sırasına göre, tüm
STÊRKA CİWAN
önemli varlıkların tanrılaştırıldığı bir
insan-tanrı düşünce sistemi egemen
olmaktadır. Her düzeyde ana tanrıçaya dayalı bir düşünce ve inanç yapısı gelişmekte, ilk defa ana tanrıça
Sterk veya Star adı altında Verimli
Hilal’de göğe yükseltilerek ölümsüzleştirilmektedir. Yabanıl, toplayıcı
konumdan yerleşik yaşama, üretimdeki yoğunluğu ve rolünden dolayı
kadın öncülüğünde geçen insan toplulukları, toprağın bereketi ve hasadın bolluğunu kadının doğurganlığı
ve üreticiliğiyle özdeş tutmuşlardır.
Dişi olup üreyebilen her şey kadın
şahsında kutsal sayılmış, olağanüstü
gizil güç sahibi olduğuna inanılmıştır. Toprak, kutsal sayılan değerlerin
başında gelip kadınla bütünleştirilmiş ve insanlarda “Toprak Ana” inancı gelişmiştir. Toprak Ananın kendisini
yenileyip ürün vermesiyse “ana tanrıça”nın kutsal sayılan gizli gücüne
bağlanmıştır. Çünkü “Toprak Ana”
ya da “Tabiat Ana” nın da tıpkı “ana
tanrıça” gibi kendisini sürekli yeniden yaratan bir konumda olduğu görülmüş ve insanlar kadın cinsine olağanüstü tanrıça misyonuyla yaklaşmış, büyük saygı, sevgi gösterileri
düzenleyerek tapmaya başlamışlardır. Kadını tanrıçalaştıran bu inançta
“ana tanrıça” kendini sürekli yenileyen, üreten bir konumda olmuştur.
Bu biçimde idealize edilen tanrıça
soyut kalmamış, yeryüzünde yaşayan insan topluluklarının kurucusu
olan analar arasından tezahürünü bulmuş ve tanrıça ağırlıklı dini tapınışlar gelişmiştir. Kadının yıldız ve ayla temsiline ağırlık verilmektedir. Kadın, daha çok yerel doğal güçlerin
doğal anası olarak büyük bir ağırlığa
sahip olmaktadır. Bu dönemin tüm
yerleşim alanlarında bol miktarda
ana tanrıçalar da diyebileceğimiz küçük heykelcikler mevcuttur. Tarımı
ve evcilleştirmeyi yaratan kadın eme-
ği, çocukların da doğuran anası olarak ka dın, ta rih te en bü yük
kutsanmaya uğramaktadır. Bir anlamda yaşamın yaratıcı gücüdür. Doğa toprak anadır. Doğa, bitki ve ağaçların ürün keşfeden gücü olarak tanrıça temsili, anlam derinliğine yol
açmaktadır. Olağanüstü artan bir ürün
bolluğuna yol açan analık dönemi,
erkek karşısında bariz bir üstünlüğe
yol açmaktadır.
rarların -çok gerekli durumlarda- yürütücülüğünü yapabilmiştir. Dolayısıyla bir ana öldüğünde çocukların
sorumluluğu “koca”ya değil, ananın
erkek kardeşine geçer. “Baba” olarak kabul edilen ananın erkek kardeşi
öldüğünde ise, kız kardeşin çocukları onun vasisi olur. Bu düzenlemeye
göre neolitik dönemin sonlarına doğru en ya kın ak ra ba lık ba ğı, kız
kardeşin çocukları ile ananın büyük
erkek kardeşi arasında gelişmiştir.
Bu durum ise ileriki aşamalarda ana
Kadın tarihi üretim tarihidir
klanındaki erkek kardeşlerin öne çıkması sonucunu doğurmuştur.
Ortak katılımı giderek geliştiren
Sonuç olarak;Kadın tarihi demek
Neolitik Devrim’in, cinsler arası iliş- buğdaygillerin, küçük boylu sığırlakilere, klan ve kabile içi ilişkilere rın, meyve ağaçlarının, köy haneleyansıması, yeni organizasyonları be- rinin, dokumanın, kazmanın, küçük
raberinde getirmiştir. Dış evlilik ya- el değirmeninin tarihi demektir; saysasının geçerli olduğu bu dönemde, gının temelinin emek, üretim olduğu
aile olgusu henüz gelişmemiştir. An- düzen demektir; emekle yaratılan
cak neolitik döneme özgü farklı bir ürünlerin ve büyütülen çocukların,
yaşam sistemi geçerlidir. “Ana yerli kurulan ev düzenlerinin tarihi deevlilik” -evlilik kavramı günümüz- mektir. Yine ilkel işaretlerden zendeki anlamı ile anlaşılmamalı- diye gin bir dile, anlamlı üretim araçlarına
tabir edebileceğimiz cinsel düzenle- dayalı kavramlara, dolayısıyla insannişe göre; kadın evlendikten sonra lığın zihniyet oluşumuna geçiş tarihi
ana klanında kalır ve erkek beraber demektir.
yaşayacağı kadının klanına yerleşir.
Neolitik çağda Mezopotamya’da
Günümüz literatüründe “damat ada- yoğun olarak yaşanan devrim, ilk
yı” diye adlandırdığımız erkek, analar kez bu topraklarda özgür kadının çatarafından seçilir ve bu seçim çeşitli baları ile başarıya gitmiştir. O çağda
üretim faaliyetlerini kapsayan sınav- gelişen devrimin bugünkü derin kalar sonucu gerçekleşir. Çünkü ana dın özgürlük anlayışı ile bağlantısı
klanına dahil olacak erkek, bu kla- vardır. Kadın kendi özgürlük devrinın yasa ve ölçülerine uyum sağlamak mini, kendi özgür gücü ve iradesi ile
durumundadır. Bu biçimde klana da- sonuna kadar geliştirmede, kadının
hil olan erkek, beraber olduğu kadının özgürlük temelinde kurtuluşu için,
çocuklarının babası olarak henüz ka- bu topraklar tarihsel anlam ifade etbul edilmiş değildir. Çocuklardan mektedir. Sümerlerden bu yana başsorumlu olan, ananın kendisi ve ana- layan sınıflı toplumu ve kadının könın erkek kardeşidir. Çünkü günümüz leleştirilmesini aşmak kadar, halklatabiri ile “kocanın” klan mensupla- rın bin yıllık özlemi olan barış ve
rıyla hiçbir kan ve süt bağı yoktur. demokratikleşmeyi sağlamak en kutDolayısıyla yeni doğan çocuklarla sal görev olmaktadır.
da akrabalık bağı yoktur. Sadece bir
misafir konumunda olup, klan içi ka***
41
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
A
R
A
Ş
T
I
R
M
A
DÜNYA DENEYİMLERİ
GÜNEY AFRİKA
Sterka CİWAN
“Afrika kıtası sömürge
savaşlarının ve sömürge
uygulamalarının hem
insani ve hem de
kaynaklar bakımından
en fazla tahrip olanıdır.
Kıtanın büyük bölümü
birçok yönüyle
kolonyalizmin gelişip
kökleştiği merkez işlevini
görmüştür. Güney Afrika
cumhuriyeti bu
uygulamaların en vahşi
biçimiyle hayat bulduğu
bir ülkedir”
Nîsan 2011
Toplumsal sorunların çözümünde
önemli örneklerden biri de güney Afrika deneyimidir. Aralık 1996’da başlayan şubat 1997’de yürürlüğe giren
anayasa bu deyimin en çarpıcı ifadesidir. Kürt sorununa benzerlikleri itibariyle sorunu incelemek oldukça
önemlidir. Afrika kıtası sömürge savaşlarının ve sömürge uygulamalarının
hem insani ve hem de kaynaklar bakımından en fazla tahrip olanıdır. Kıtanın büyük bölümü birçok yönüyle
kolonyalizmin gelişip kökleştiği merkez işlevini görmüştür. Güney Afrika
cumhuriyeti bu uygulamaların en
vahşi biçimiyle hayat bulduğu bir ülkedir. Yerli halkı köleleştirme ve zengin elmas-altın madenlerini denetime
alma istemi, sömürgecilerin buraya
süreklileşen yönelimlerinin nedeni
olmuştur. Sömürgeci uygulamalar ve
köleleştirme çabaları kıtanın genelinde
olduğu gibi güney afrika’da da yerli
nüfusun hızla azalmasına ve sömürge
merkezlerinden yönetici sıfatıyla getirilenlerin ülkenin tüm zenginlik kaynaklarına el koyarak ayrıcalıklı bir
konuma gelmesine yol açmıştır. Bu
durum aynı zamanda yüz yıl boyunca
sürecek olan sorunun başlangıcı ve
kaynağını teşkil eder.
Buradaki ırkçılığın kökenleri
1800’lerden itibaren kurumlaşmaya
başlayan kolonyalist sisteme dayanır.
Fakat esas itibariyle anayasal hüküm
haline gelmesi 1910 yılında yürürlüğe
giren ilk anayasa ile mümkün olmuş42
tur. Bu anayasa Apartheid (ayrımcılık)
ve beyaz azınlığın egemenliğini güvence altına alır. Bu statüye karşı her
türlü faaliyeti yasaklar. 1948’de iktidara gelen ulusal parti bu durumu
daha kurumsallaştırır. Bu çerçevede
nüfus kayıt yasasını devreye koyar.
Oy hakkına sahip olmayı beyaz ırktan
olmayla sınarlar. Toprak sahibi olma,
barınma, yerleşim, okul ve üniversiteler, sağlık hizmetleri, spor vb. faaliyetleri de bu çerçevede yeniden dizayn eder. Irkçılığı hayatın her alanında hakim kılar. Irkçılığı resmi politika haline getirir. 1950 yılında bölge
yasalarını çıkararak şehirlerde her
ırkın yaşam ve iş alanlarını ayırır.
Başka bölgelere gidiş gelişleri, çalışmayı ve arazi almayı yasaklar. Siyahların başka bölgelere gidişini önlemek için geçiş belgesi taşımayı zorunlu hale getirir. Ülkedeki savaş bu
zemin üzerinden yükselir.
Irkçı uygulama ve saldırılar köklü
bir direnişi ve başkaldırıyı zorunlu
hale getirir. 1910 yılında ırkçılığın
anayasal hüküm haline getirilmesi ve
topluma dayatılması 1912 yılında
yerli halkın direniş arayışlarını açığa
çıkarır. 1912’yerli halk Afrika yerli
ulusal kongresi adı altında bir araya
gelip örgütlenir. Bu örgütlenmenin
temel amacı siyahların ve renklilerin
oy hakkını korumaktır. Bu örgütlülük
1923 yılında Afrika ulusal kongresi
(ANC) adın alır. 1940’tan itibaren
ırkçı rejime karşı mücadelenin öcü-
STÊRKA CİWAN
lüğünü yapar. 1960-1990 yılları arasında yasaklanır. 1960 yılında sivil
Afrikalıların katledilmesi ve
ANC’nin yasaklanması üzerine
Apartheid rejimine karşı şiddet ve
sabotajlara başvurur. 1963 yılında
ANC lideri Mandela ve bir grup arkadaşı tutuklanır. Vatana ihanet, sabotaj ve komplo suçlamasıyla ömür
boyu hapse mahkum edilir. 28 yıl
hapiste kalan Mandela tutuklu koşullarında ANC politikalarına yön
verir, müzakerelerin başlamasından
sonuçlanmasına kadar birinci derecede rol oynar.
De Clark göreve gelir gelmez
tüm apartheid uygulamalarına son
verir. Bu çerçvede 2 şubat 1990’da
ulusal hükümet başkanı De Clark
“şimdi demokratik müzakere sürecidir” diyerek ANC üzerindeki yasağı kaldırır. Uzun süredir gizli yürütülen müzakereler aleniyet ve resmiyet kazanır. Nelson Mandela ve
yoldaşları serbest bırakılır. Sürece
dahil olurlar.
1994’te ilk defa siyahların da
katıldığı seçimler yapılır
Nelson Mandela ve arkadaşlarının
tutuklanması, ağır baskı ve tecrite
tabi tutulması Afrikalıların mücadelesini geriletmez. Aksine mücadeleyi güçlendirerek apartheid ırkçı
rejimin sürdürülemez hale gelmesine
neden olur. İçteki sıkışmışlık ve çöküş belirtileri rejimi dıştan saldırganlaştırır. Ocak 1986’da güney Afrika birlikleri lesoto’yu kuşatır. Aynı
yılın ağustos ayında Angola’ya karşı
savaş ilan edilir. İki olayda da gerekçe ANC’li direnişlerle ilişkilidir.
Rejimin içteki sürdürülmezlik durumuna, dış dünya nezdindeki itibarsızlaşması eklenir. İsyanla baş
edemeyen rejim, uluslar arası yaptırım ve ambargolarla karşılaşır. Bunun sonucu önce ayrımcı politikalar
gevşetilir. İlk adım olarak 19844’te
farklı renkliler arasında evlilikler
serbest bırakılır. Bunu hint asıllılar
ve metislere kimi sınırlı hakların
verilmesi takip eder. Siyahlara yönelik herhangi bir iyileştirme yapılmaz. Bu çok güçlü tepkilere, tepkiler ise görev süresi dolmadan cumhurbaşkanı Botha’nın 1989’da yerini
De Clark’a bırakmasına yol açar.
1993 yılında muhafazakar parti
(Hollandalıların kurduğu parti) Afrika
halkı birlik partisi, zuluların örgütlendiği Pan Afrika Kongresi
(PAC)gibi parti ve gruplarla müzakere
sürecine dahil edilir. Bu gruplar aynı
zamanda o güne kadar müzakere ve
uzlaşıya en karşıt olan kesimlerdir.
Bu grupların katılımı ile çok taraflı
müzakere formları düzenlenir. Bu
formların tartışma konuları raporlar
haline getirilir. Ortaya çıkan sonuçları takip için birçok teknik komite
konuları raporlar haline getirilir. Ortaya çıkan sonuçları takip için birçok
teknik komite kurulur. Komiteler
43
hiçbir siyasi grubun denetiminde
değildir. Her komite altı kişiden
oluşur. Süreç içerisinde bu komiteler
müzakerelerin temel araç haline
gelir. Müzakereleri bunlar yürütür.
Çalışmalarda ilerleme sağlar.
Bunun sonucu:
1-1994 yılında seçimlere gidilmesi
(bu tarihte seçim yapılır. ANC birinci parti olur. Nelson Mandela
cumhurbaşkanı seçilir.)
2-Geçici bir anayasa için yöntem
belirlenir.
3-Anayasa hususları teknik komitesi yeni anayasa için bir metin
hazırlarlar.
4-Teknik komitelerden biri geçici
hükümetin yapısı üzerinde çalışır.
1994’te yürürlüğe girecek biçimde
bir çerçeve metin açığa çıkarır.
5-Geçici sürecin sonunda göreve
gelecek hükümet, ülkeye gerçek
anlamda barış ve demokrasi gelmesi
ve yeni bir anayasa hazırlanması
ile sorumlu kılınır. Geçiş süreci bu
çerçevede tanımlanır.
Güney Afrika’daki bu sürecin
ayırt edici yanı uzun yıllar süren
siyasi yasakların kaldırılmasıdır.
Farklı teknik komitelerin yürüttüğü
çalışmalar ve hazırladığı programlar
hızla ilgili alanlarda hayata geçirilir.
Bu çerçevede; 1994’te ilk defa siyahlarında katıldığı seçimler yapılır.
Yapılan seçimlerin Nelson Mandela
başkanlığındaki ANC %62’lik oy
oranı ile kazanır. Seçilen 490 üyenin
görevi iki yıl içerisinde yeni anayasayı hazırlamak ve onaylamak olan
kurucu meclis işlevinde rol alır. Bu
meclis çalışmalarına başlar başlamaz
bünyesinde çok partili bir anayasa
komitesi ve ona bağlı farklı alanlarda
çalışacak altı alt komite oluşturur.
Komiteler çözüme ve toplumsal sorunlara dair çalışma yürütürler, raporlar hazırlarlar. Bu çerçevede hazırlanan raporlar 1995’te güçlü bir
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
örgütlülük ve iletişim ağıyla topluma
sunulur. Bu yolla herkes müzakere
ve inşa sürecine katılır.
Sürece en geniş halk katılımı
sağlanır. Özellikle görüş, öneri ve
düşüncelerini dilekçe ile sunma yöntemi oldukça yaygın kullanır. Bunun
yanı sıra sivil toplum örgütleri, belediyeler, akademisyenler vb. çevreler, şekillenecek yeni anayasa için
panel, sempozyum, TV programı
vb. yollarla toplum nezdinde faaliyet
yürütürler. Bu süreç boyunca önce
teknik komitelerde biriken halkın
görüş ve önerileri buradan anayasal
metin haline getirilir. Sonrasında
kurucu meclise sunulur. Burada tartışılıp son biçimi alınır. En sonunda
anayasa mahkemesinde incelemeye
alınır. İlk hazırlanan anayasa metni
anayasa mahkemesi tarafından kabul
edilmez. Ret gerekçesi ü nedene
dayandırılır.
a-Ombudsmanın yeterince bağımsız olmadığı
b-Yerel yönetimlerin yeterli yetkilere ve finansa sahip olmadığı
Nîsan 2011
c-Temel hak ve özgürlüklerin kimi
yönleriyle anayasal denetim ve güvenceden yoksun olduğu gerekçesiyle metni onaylamaz, meclise geri
yollar. Kurucu meclis düzeltme sürecine halkı, meslek kuruluşlarını
ve sivil toplum örgütlerini de katar.
Bu kesimlerin düşüncelerini direkt
katılım yada dilekçe yoluyla alır.
Bu çerçevede metne son biçimi verir.
Metin onaylanarak 4 şubat 1997’de
yürürlüğe girer. Bundan sonraki çalışma yeni anayasayı toplumun tüm
kesimlerine taşırma ve benimsetme
sürecidir. Anayasa, ülkede resmi
anayasayı toplumun tüm kesimlerine
taşırma ve benimsetme sürecidir.
Anayasa, ülkede resmi kabul edilen
11 dilde 7 milyon adet basılarak
halka dağıtılır. 4 milyonu okullara
dağıtılır, 500 bini polis teşkilatı ve
orduda dağıtılır. 1997 martında bir
haftalık anayasa haftası ilan edilir.
Anayasanın en geniş kesimlerle benimsenmesi sağlanır. Son olarak 30
nisan 1997’de kurucu meclis işlevini
yerine getirdiğini kendini fes eder.
44
Böylelikle anaysa yapım süreci resmen sonra erer. 1993’te dil konusunu
da güvence altına alır. İngilizce ve
afrikans dillerinin yanı sıra 9 farklı
yerel kabile dilini de ülkenin resmi
dili olarak kabul eder. Çok dillilik
ve çok kültürlülüğe dayalı eğitim
sistemi geliştirir.
Güney Afrika deneyiminin en
önemli yönlerinden biri geçmiş yaşananlarla cesur ve akıllıca hesaplaşabilmesidir. Bu konuda temel
mekanizma geçmiş ile yüzleşme,
gerçekleri açığa çıkarma, hakikatleri
aydınlatma ve mağduriyetlerin giderilmesi için “ hakikat ve uzlaşı
komisyonları”dır. Hakikat ve uzlaşı
komisyonlarının tüm çalışma ve oturumları şeffaf bir biçimde kamuoyuna açıktır. Herkeste ve her kesimde
bu yolla hesap verebilirlik geliştirilir.
Irkçı faşist uygulamalar sonucu kaybetme yada yaşamını yitiren kurbanların akıbetini tespit etme, faillerini açığa çıkarma çalışması yürütülür. Mağduriyetlerin giderilmesi
insan hakları ve vatandaşlık haklarının iade edilmesi için mekanizmalar oluşturulur.
Geçmişin tekrarlanmaması için
düzenlemeler yapılır. Ulusal bütünlüğün gelişmesi ve demokrasinin
güçlenmesi için kurumsallaşmalara
gidilir. Başta geçmiş hükümet başkanı üyeleri olmak üzere hakikat
ve uzlaşı komisyon’larına hesap verir. Bunlar gerçekleştiği oranda toplumsal kin, öfke, nefret yerini acıların
paylaşımına, sevgi, saygı ve af etme
kültürüne bırakır. Yüzyıllardır toplumu kemiren sömürgecilik, onun
akıttığı zehir toplumdan yaratılan
düşmanlık gittikçe birbirini anlamaya, birbiri ile dayanışarak kendini
var etmeye çalışan bir toplumun filizlenmesine bırakır.
***
STÊRKA CİWAN
A
N
I
Gülmeyi Dağlarda Öğrendim
Halil DAĞ
“Yeşilin gerçek yeşil,
mavinin gerçek mavi
olduğu şu günlerde
ormanların kuytuları
gerillalar için birebir
konaklama yerleri.
Ormanların içinde su
bulmak biraz sorun olsa
da, koca koca meşe
ağaçları bu gencecik
Kürt çocuklarına yetecek
kadar su bırakmayı
ihmal etmiyorlar”
Biliyor musun, dağlara gelmeden
önce bu kadar çok gülmüyordum, gülemiyordum. Ancak arkadaşlarımın
arasında, bu ormanda mutlu olabiliyorum, gönül rahatlığıyla gülebiliyorum. Biliyor musun, ben gülmeyi
dağlarda öğrendim....’
O kalabalık ormanın içinde ilk önce
ikisi gözüme çarpıyor. Aslında onları
önce görmüyor, duyuyorum.
Yeşilin gerçek yeşil, mavinin gerçek
mavi olduğu şu günlerde ormanların
kuytuları gerillalar için birebir konaklama yerleri. Ormanların içinde
su bulmak biraz sorun olsa da, koca
koca meşe ağaçları bu gencecik Kürt
çocuklarına yetecek kadar su bırakmayı ihmal etmiyorlar. Mutlaka bir
kuytulukta, kimsenin uğramadığı bir
köşede ufak bir pınarı bu çiçeği burnunda gerillalara ayırıyorlar...
Onları bulmak için koca bir ormanı
dolaşıyorum. Ormanın içinden bir
yerlerden sesleri geliyor, ama bir türlü
nerede olduklarını kestiremiyorum.
Ağaçların yankı yapmadığını da iyi
biliyorum. Ama kulağıma ulaşan bu
seslerin, seslerden öteye bu gülüşlerin
hangi yönden geldiğini bir türlü anlayamıyorum. Sanırım öğle sıcağında
yola koyulmak bir hataydı. Ama bu
kahkahalar yüzünden bir türlü vazgeçip geri de dönemiyorum.
Havadaki oksijen oranı öylesine
yüksek ki, zaman zaman başım dönüyor.
45
Işık öylesine gözlerimi yakıyor, bir
türlü yeşilin tonlarını ayırt edemiyorum.
Biliyorum, suya yakın yerlerdeki ağaçların yeşilleri daha koyu oluyor. Ama
ben şu an ne açık yeşili, ne de koyu
yeşili hissedebiliyorum. Bu saatte yola
çıkılmazdı ama ne yapalım...
Sincap ve kuş sesleri arasında zar
zor seçebildiğim kahkahalar en doğru
yol göstericim. Sık ağaçlar arasında
gülüşlerin geldiği yöne doğru yürümeye çalışıyorum. Bugün sanki bütün
orman bana gülüyormuş gibi geliyor.
Az sonra bu ormanı kahkahalarıyla
çınlatan, bu doğaya en doğal halleri
ile katılan gençlerle karşılaşacağımı
bildiğim halde, neye güldüklerini düşünmeden edemiyorum. Nedir bu çocukları böylesine güldüren, böylesine
mutlu eden şey...
Kendi durumumun hiç iyi olmadığının farkındayım. Kıyasıya sıcak, dayanılmaz susuzluk, birde her tarafımda
dönüp dolaşan sivrisinekler katlanılır
gibi değil. Ama ormanın içinden gelen
bu içten kahkahalar aklımı çeliyor,
mutlu olmama yetiyor. Durup durup
kendi halime gülüyorum. Nereye saklanmış bu sevinçli çocuklar...
Fotoğrafı düşünmenin zamanı değil
ama bu gülüşlerin sahiplerini, bu
mutlu çocukları bir şekilde film üzerine kaydetmeden duramayacağım.
Kısa bir ara verip kameramı hazırlıyor
ve tekrar devam ediyorum. Bir zaman
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
yirmi üç yaşında, diğeri yirmi dört...
Biri Adıyaman’ın, diğeri Qamışlo’nun köylerinde dünyaya gözlerini
açmış.
Biri İstanbul’un sokaklarını terk
edip gelmiş, diğeri Halep’in arka
mahallelerini...
Biri Türkçe konuşmuş hayatı boyunca, diğeri Arapça...
Şimdi her ikisi bu dağ başında,
bu ormanın içinde, bu kıyasıya savaşın orta yerinde Kürtçe gülüyorlar...
Dağlara gelmeden önce bu kadar
çok gülmüyordum
sonra ağaçlar arasında gülüşlerin
sahiplerini görüyorum. Onlar henüz
benim farkımda değiller. Susuzluğumdan haberleri bile yok. Ama
ben ikisini de tanıyorum...Birinin
ismi Serhat, diğerinin Kawa... Birisi
Her fotoğrafın bir öyküsü olduğuna inanırdım. Bazı öykülerin de
fotoğrafları yarattığını bu dağlarda
öğrendim. Bir kez daha bir anı yakalamanın bir bardak sudan önce
geldiğini fark ediyorum. Bu gülen
çocukların kahkahaları susuzluğumu
bir an olsun unutturuyor. Yemyeşil
ormanı çınlatmaya devam ediyorlar.
Çevrelerine binlerce asker yığılmış,
Ortadoğu’nun en eski devletleri
onlar üzerine anlaşmalar yapıyor,
eş güdümlü operasyonlara çıkıyorlar,
kimin umurunda...
Onlar doya doya, kana kana gülüyorlar...
Gözlerimi yakan terimi siler silmez
deklanşöre basıyorum. Sanırım yıllar
boyu dağlarda kalmamın en büyük
nedeni de yakaladığım bu kadrajlar.
Usulca yanlarına yaklaşıyorum. Beni
fark eder etmez susuyorlar. Susmayın,
doya doya, kana kana gülün, demek
istiyorum, olmuyor. Bir kez girdim
ortamlarına. Biliyorum, dudaklarının
arasına kıstırdıkları gülüşleri yerli
yerinde, her an uçmaya hazır bir kuş
gibi duruyor. Bir dokunsam tekrardan
hep beraber gülmeye başlayacaklar.
Durumum pek iç açıcı olmasa
gerek, Kawa koşa koşa su getirmeye
gidiyor. Serhat’ın yanına oturuyorum. Söyleyecek bir tek sözüm yok.
Gözleri pırıl pırıl parlıyor. Gözleri
hala gülüyor. Neye güldüklerini merak etmiyor değilim, ama sormayacağım. Nasıl güldüklerini gördüm
ya, o bana yetiyor.
Kawa elinde koca bir bidonla geliyor. Ben kana kana su içerken,
Serhat sanki bütün düşüncelerimi
okumuş gibi konuşuyor.
‘Biliyor musun, dağlara gelmeden
önce bu kadar çok gülmüyordum,
gülemiyordum. Ancak arkadaşlarımın arasında, bu ormanda mutlu
olabiliyorum, gönül rahatlığıyla gülebiliyorum.
Biliyor musun, ben gülmeyi dağlarda öğrendim...’
Serhat’ın, bu küçük bilgenin son
sözü beynime zıpkın gibi saplanıyor,
beni bu yazının başına mıhlıyor. Bütün
bir gece düşünmeye iten, ormandaki
uykusuzluğumun nedeni oluyor.
***
Nîsan 2011
46
STÊRKA CİWAN
Şiir ve Öykü Köşesi
BEN YAŞAMIM
döndürürüm volkana buz dağlarını
Ve ben
kaleleri zapt edilmez savaş tanrısı
Spartaküs’ten Guevara’ya dek
insanlık mirası
Ben kırk milyon yürek
halkımın umudu, intikamı olurum
Çünkü ben,
Ateşin oğlu, yaşamın adı
Mezopotamya güneşi ÖCALAN’IM
ÖCALAN’IM
Adım yaşamdır benim
Sığdırmışım sırça yüreğime
dünyaları
Bir şahin olur
Uçuşurum özgürce zirvelerde
Gökyüzüne delercesine uzanan dağ olur
Değdiririm alnımı yıldızlara
Buluşurum Zuhal yıldızıyla
Bir bulut olup
Serpiştiririm bereketimi yeryüzüne
O zaman hayat ağacı yeşerir bağrımdan
Sevgi, kavga hasret boy veririm
Sonra çiçek bahçesi olur
Buram buram ülke kokarım
Irmak olup coşkunca çağlar
Derya olup savururum dalgalarımı
kıyılara
Ve,
deli bir poyrazım ben
Estikçe kırarım köhne çitleri
Şehidim ben
Adım Mazlum’dur Kemal’dir
ve Hayri’yim ben.
Agit’in namlusundan fırlayan intikam mermisi
Zekiye’nin bedeninden yükselen alev
Ve Zilan’ın yüreğindeki sevdayım ben
Gerillanın tutuşturduğu özgürlük ateşi
Çobanın kavalındaki sevda türküsü
Beşikteki masum gülüşlerin özlemi, umudu
Ve çilekeş ananın yaktığı ağıtım ben
Şair olur dökerim dizelere tutkumu
Ressam olur nakşederim yaşamı tuvallere
Ve tarih olur geçmişten geleceğe uzanırım
Yıkarım beyinlerde esaret kalelerini
Prometheus olur
VEDA
Ay tutulası gecelerde vurulduk
Biten bir ot gibi düştük toprağa
Yeşermekti yeniden, andımız
Tohum olabilmekti önce
Sonsuzluğun da güneşin
katıla katıla gülmekti.
Sınamaktı kendinde tüm aşkları
Ay tutulası gecelerde
yıkanan ruhumdur benim
dağ dağ gezinen
ruhumun uçurumlarında
karanlıklar uzak kaldı
artık güncemden.
Aydınlık kendini ebedileştirdi
sonsuzluk ülkemde.
13 Temmuz 2000
Şehit Mordem Goçka
47
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Ş
E
H
İ
D
Dîlana Perperîka Di Şeva Pûşperê A Têneper De
Afrîn Ahmet FUAD
“Pepûle tenê heft rojan
jiyan dike lê di nav van
heft rojan de bi hemû
rengan jiyan dike, ji
hemû çîçek û gûlan para
gulavê digre, her dem bi
coşe li hember jiyanê
lewra herdem bi govend
û dîlane, dîlana herî
hezdike ya li ber agire
rexmî ku dizane wê xwe
bisotîne, dîlana agir li ba
dike heya dawî, pir ji
ronahiyê hezdike, Pepûle
bi rika şewtandinê
dîlan digre”
Nîsan 2011
Di têna germa pûşperê de dîsa weke
hemû caran dimeşiyam di têna geram
havînê de, li dora min perperîkan dîlanên xwe li ba dikirin, her ku kêliyekê
bi rêve diçûm li ser van şiveran (
patika) her ku ez jî bi xwere geş
dikirim, coş dixistin giyana min û di
bîra min de bîranîna rojên pepûleyeke
zindî digritin, her min dixwest birevim
ji ber ku van perperîkan bîranîna koçkirineke bi êş dikirin mêhvanê dilê
min, lê xuya bu wê dîlana xwe bi heter
bigrin (ısrar) û her min dixwest dûr
bikevim her wan li dora min digeriyan
weko ez vedixwendim dîlanê.
Geh bi wan re dikeniyam, geh dileyîzîm, geh jî bê deng dimam, herî
zêde jî bi hêrs dibum, ji ber ku di min
rojeke xembar a bûrî zindî dikirin,
piştre min pirskir ji xwe gelo her kes
çîroka perperîka wekatê min dizane?
Ew dem min bîryara nîvsandinê da lê
ez çi binivîsînim nizanim, tenê dizanim
ku giyana ne miran pêwîste were nexşandin di dîrokê de û min dest bi nîvsandina peyva Zîlan kir, êêê piştre…
Zîlan PEPÛLE; navê rêhevaleke
rojê û keça welatê rojê ye, lê di serî
hevalno dixwazim çend pirsan ji giyana we a delal bikim da ku bi were
parve bikim çend rêze gotinên payîzî
ên di dil de mayî û biweşînim ser
sînga rûpela bê xeber ji tiştên qewimîn
di kela Pûşpera ku ji xuhdanê lehiyeke
ji cûra hestan barande ser dilê me.
Pûşpera ku giyana min de gûhertinên
48
bê heyam avakir di şeva tênper de.
Va dîsa bu şev û dîsa ez û bîrê xwe
mane rêhevalên şevên dirêj. Dîsa bu
şev ez û pirsên xwe mane tenê di
çavên şeva tarî de da ku bi hêviyan bixemilîn roja dîlbera agir, da ku di
asoyên sor de biçînim daxwazeke aram
di berbanga havîna ji nîşkîve de bu
memyana dilê zarokên agir û rojê bi
tîna xwe ya sitemkar.
Dîsa bu şev û dîsa ez girtim xefka
pirsên axîretê, dîsa ez û xwe man di
nava pençên pirsên bê tebat de ên ku
di giyana min de diherkin da ku di
rehên xwînê de jiyanê bitevizîne ser
teram min û bi mîna herkîna azadiyê
dikeve canê min dipirse û dipirse…
Kî ji me her roj çavên xwe li her
derê nagerîne bi hêviya hatina gelek
mirovê hêja ên ku ji me dûrketine?
Kî ji me hestên ku hinek tişt kêmin
jiyan nake? Kî ji me hestên bêrîkirina
ji ezîzên ber dil re jiyan nake? Kî ji
me hevalên nas ên hêja winda nekiriye? Kî ji me êşa winda kirinê jiyan
nekiriye? Kî rondikên xedar nebarandin di dema qûtbunê de? Bedena kî ji
me ne lerizî ji xiroşiya (heyecan) bihîstina nûçeya ‘ heval… şehîd ket’?
Kî ji me ber dilê xwe negeriya ji bo
ku bi hêz bimîne, serbilind raweste
hember giyana nemiran? Kî ji me
azariya azweriya (tutku) dîtina rojên
azad nake? Jiyan di bedena kî ji me
de netevizer her roj bi fikirandina ser
xweşewîstan?.
STÊRKA CİWAN
Ez nizanim kî dike, kî nake; tenê
dizanim ku aniha perperîk dilana agir
digrin û çirkeyek şûnde dê heyîna
wan delal bibe term ber çavê min
bêyî bikaribim dîlana wan rawastînim
ji ber ku ew bi têhana agir sermest
bune. Ez tenê dizanim ku van perperîkan çavên min mest kirine lewra bi
wan re min jî dest bi dîlana agir kir
rexmî ku dizanim piştî kêliyekê em
dê bisotin, bibin term û termê me jî
dê bibe rejî di vê şeva tênper de
Na ne xewine heval tiştê ez dibêjim,
ne jî xemla peyvane, vaye ez dibînim
û jiyan dikim heta min pir kêm jî anî
zimên. Çima? Ji ber tenê ez û hûn
baş dizanin, ji ber ku me bedewiya
wan re jiyan kir, em fêrî bedewiya
wan bûn, lewra pir zore em fêrî jiyana
dûrî bedewiya wan a hêja bibin. Ji
ber em dizanin ku êdî jiyan wê bê
bedewiya wan berdewam bike.
Gerîlla baş dizane ka fêrî çi nabe;
ji me gerîlla bipirsin ka tu fêrî çi
nebu di jiyana gerilla da an jî tu di
çi de zorahî dikşîne, dê bersiv me
ev be ‘’ ez fêrî qûtbunê nebum, ez
di dema cûda bunê de zorahî dikşînim ‘’, lê ger ev ne yek car be, ne
deh car be, ne sed car be, wê demê
wê çawa be?!.
Ji ber vê gerîlla mirovên cûda tê
hesbandin, gerîlla fêrî hestên qûtbuê
ne bejî, xwe û dilê xwe bi ser wan
hestan de digre ji bo ku bikari be
berdewama rêça nemiran bike. Jiyana
gerîlla em fêrî vê kirin û felsefeya jiyanê a RÊBER APO em fêrî vê felsefeya jiyanê kirin, jiyan kirin bi rika
mirinê a ku hatiye birîn di derheqê
me Kurdan de.
Jiyan belê jiyan; bûyera ku yek
car dikeve para her zindiyekî lewra
li gor vê pêwîst dike her yek ji me vê
dema pîroz bi awayekî her baş û bi
wate binirxîne, ev dema jiyanê çi
dirêj, çi kurt dibe para mirov lê ya
girîng ewe ku mirov çiqas vê demê
bi wate jiyan dike û hebûneke bi
wate radixîne ber çavên tariya şevên
xedar de.
Ev pirsa ku herdem bala me hemuyan dikşîne ser xwe û xwe dike
mêhvanê giyana hemû şoreşgeran, ji
49
ber ku her yek ji me gelek bûyer
jiyan kir di jiyana xwe de, elbet wê
di nav van bûyeran de jî rojên ku nayên ji bîr kirin jî hebin. Hinek ji van
bûyeran di bîra mirovan de heya roja
dawî a jiyanê de dibin xwedî bandoriya herî mezin di jiyana mirovan
de, hinek ji wan jî tên ji bîr kirin û
dikevin çopa bîrê, hinek ji wan em
dixwazin ji bîr bikin lê hinek bûyer
jî her çend ku mirov bixwaze ji bîr
bibe her dem xwe dikin mêhvanê giyana mirov a veşartî û xwe zindî dihêlin di fikir û hestên mirov de, belkî
jî em dixwazin zindî bigrin ji bo ku
ji mere bibe dersên tûj ên jiyanê.
Îro hevalno dixwazim bi hevalên
xwe re qala Zîlan Pepûle bikim, yek
ji navên ku bune sirûda lêvan. Zîlan
Pepûle navê helbesta perperîkeke ji
welatê me. Hinek ji me ji nêz pêre
jiyan kir û bedewiya wê hîskir, hinek
ji me jî bi vî navî bihîst û hesreta jiyankirin an jî hîskirina vê bedewiyê
jiyan kir, dibe ku hinek ji me jî hîna
nasnekiriye ka Zîlan Pepûle kiye?.
Ezê hewl bidim bêjim lê aniha de
dibêjim li min biborînin ji ber ku
Zîlan anîna ziman her kêm, lê hevalno ji bîr nekin ku govenda agir
girtin dê bide naskirin Zîlan kiye
lewra serî de em govenda agir temaşe
bikin û nav deryaya wê de em avjaniyê bikin.
Zîlan Pepûle, keça Kurd a ji Rojhilatê Kurdistanê bi ser bajarê Ûrmiyê
hate dinê û çavê xwe li jiyanê li wê
derê vekir, êş û derdê welatê bindest
ji nêzve jiyankir û hîskir, lewra Zîlan
eleqeyeke mezin raberî hemû rewşê
welat kir di temena xwe ya biçûk de
ta ku gihişte ciwantiya xwe di nava
van rewşan da hate pijandin. Wê
demê Zîlan ne wekhevîya jiyanê a
ku di navbera jin û zilam de baştir
hîskir, ne wekheviya di navbera mirovê Kurd û yên netewên dîtir de ji
nêzve şopand, herî dawî Zîlan Pepûle
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
rewşa dîlgirtina RÊBER APO jî bi
kûrahî hîskir û kerwana pirsan dest
bi rêwitiya xwe li gel Zîlan ji bo bipirse ka çiqas ne heqî, ne wekhevî,
ne aramî tê jiyîn li vî welatî. Zîlan
ev hemû bi çavên serê xwe dît lewra
bîryara tolhildanê wek erka herî bilind
girte ser milê xwe û berbi çiyayên
Kurdistanê de birêket da ku bibe gerîlla Zîlan.
Di çiyayên Kurdistanê de jî herdem
Zîlan hebûna xwe dît û baweriya
xwe pê anî ku azadî li vê derê tê gerandin û li vê derê tê dîtin, ew di vê
fikrê de bu ku pêwîste mirov bi awayê
herî baş, xweş û bi wate bijî lewra
her dem cihê ku hevala Zîlan hebû
rûkenî, rûgeşî, moral hebû ji ber
hevala Zîlan bawer dikir ku pêwîste
mirov bi awayê herî xweş bijî bi rika
mirinê. hevala Zîlan xwedî vê feraseta
jiyanê bu weke gelek hevalên me ên
nemir û wiha jiyana xwe dewam kir
di nava refên gerîlla de.
Nîsan 2011
Zîlan di gelek qadan de bi erkê
xwe yê şoreşgerî rabû, herî zêde jî
dixwest xebatên jin de xwe kûr bike
ji ber ku dixwest bibe dengê tolhildanê a jinên êşkişandî, lewra jiyan
rengîn bu li gel Zîlan yanî ne tenê
bi xweşî jiyan bu, Zîlan dizanî bu
ku ji bo jiyanê wê rengên êşê jî hebin, lewra tekoşîna hember êş û zilmê jî esas girt û wiha dewam kir,
bawer dikir ku pêwîste mirov serî
netewîne hember êş û azaran, bi
rika xemgînî û girî bi rûkenî jiyan
kirin, bi rika mirinê giyana xwe
cangorî jiyanê kirin, ev bu bîr û baweriya hevala Zîlan.
Di têhna rojeke havînê de min
xwe ne girt û pirs kir: hevala Zîlan
çima te navê Zîlan Pepûle ji bo xwe
hilbijart? Bersiv bi van gotinan li
min vegerand hevala Zîlan; ‘’ka em
ji Pepûle dest pê bikin, tu dizane
ku Pepûle tenê heft rojan jiyan dike
lê di nav van heft rojan de bi hemû
50
rengan jiyan dike, ji hemû çîçek û
gûlan para gulavê digre, her dem bi
coşe li hember jiyanê lewra herdem
bi govend û dîlane, dîlana herî hezdike ya li ber agire rexmî ku dizane
wê xwe bisotîne, dîlana agir li ba
dike heya dawî, pir ji ronahiyê hezdike, Pepûle bi rika şewtandinê dîlan
digre.
Aniha; Zîlan jî ji ber ku navê çalekgera azadiyê a mezin hevala Zeynep Kinaciye, ev kesayeta jin a Kurd
ku bi felsefe û bîrdoziya jiyanê a
RÊBER APO xwe mezin kir, Zeynep
Kinacî di nameya xwe de dibêje ji
ber ku ez pir ji jiyanê hezdikim ez vê
çalekiya xwe pêktînim.
Herdem ez bi bawer bum ku hevala
Zîlan hevaleke rengîn a jiyanê ye
lewra ez gelek bi bandorbum ku Pepûleyeke mîna Zîlan ji me dûr ket
ber bi govenda agir, lê dema ku di
felsefeya wê a jiyanê de fikirîm û li
xwe vegeriyam ez tê gihiştim ku, ji
bo zindî girtina Zîlan pêwîste mirov
herdem wek Zîlan bi coş, rengîn û bi
wate jiyan bike.
Hûn zanin hevalno; hevala Zîlan
di kîjan rojê de şehît bu û çend saliya
azadiyê jiyan dikir Zîlan dema tevlî
kerwanê şehîdan bu. Hevala Zîlan di
30’ê Pûşpera sala 2006’an de tam di
heft saliya azadiya xwe de beşdarî
refên şehîdên jiyanê bu û bu Şehîd
Zîlan Pepûle. Lê hûn zanin herî dawî
li ser kîjan erkê hevala Zîlan şehîd
bu rêhevala me a nemir. Hevala Zîlan
herî dawî civîna bi boneya 30’ê Pûşperê li dardixist ji bo jinên êş kişandî
ên Rojhilatê Kurdistanê.
Belê hevala Zîlan Pepûle di 30’ê
Pûşpera 2006’an de heft saliya xwe
qedand ji bo ku bibe Zîlan Pepûle, ji
bo bibe navê keça Kurd a ku govenda
ronahiyê di heft saliya azadiya di
çiyan de di Pûşperê de pîroz dike.
***
STÊRKA CİWAN
P
O
L
İ
T
İ
K
Kapitalistische Moderne :
Epistemologischer Rahmen der demokratischen Zivilisatio
Deniz ÇEWLİK
Bereits seit 1992 war Abdullah Öcalan - insbesondere lismus im Nahost-Gebiet, ein ideologisches Tor für den Nanach den Misserfolgen realsozialistischer Versuche - dazu tionalstaat geschaffen. Nach 1918 hat sich dann unter
geneigt ein neues Regelsystem aufzustellen; einer de facto Führung der britischen Kolonialmacht das System des NaAlternative zum kapitalistischen Modell in Kurdistan und tionalstaates - in Form von kleinen Staaten - im gesamten
im übrigen Mittleren Osten. Während der Zeit seiner Inhaf- Gebiet des Nahen Ostens ausgebreitet. Die britische Hegetierung gelang es ihm, seinen Gedankeninhalt dann zu sys- monialmacht hat nach der Auflösung der letzten Herrschertematisieren. Das Ganze resultierte dann letztendlich in der dynastie des persischen Schahs sowie nach dem Fall des
Ausarbeitung eines demokratisch - ökologisch- GeHerrscherhauses der Osmanen, die Region aus den
schlechter befreiendem Gesellschaftsparadigma1.
neu zusammensetzenden Bedingungen und nach
Auf dieser paradigmatischen Grundlage stützt
eigenem Anliegen, einem Entwurf unterzogen.
sich das demokratisch konföderale System.
Folgende Konzeption wurde damit verfolgt:
Bevor ich jedoch direkt auf das basisdeAuf dem Drehpunkt der Anhäufung des
“Von einer Philosophie von
mokratische Modell bzw. Gegenmodell
wirtschaftlichen Profits hat die britische
der man annimmt sie sei richtig,
zum Nationalstaat und im wesentlichen
Kolonialmacht im Nahost- Areal ihr
auf den paradigmatischen Rahmen
als „divide and conquer“ geltendes
kann es nicht möglich sein das
der demokratischen Zivilisation eingeostrategisches Projekt implemengehe, möchte ich v.a. in diesem Teil, Richtige zu bilden, denn aus falschem tiert. Das Auseinanderklaffen der hisdie staatliche Struktur des Mittleren
torisch-gesellschaftlichen Kultur kann
Wissen kann keine richtige Praxis
– und Nahen Ostens; das staatliche
dabei als ein daraus resultierender
Paradigma, insbesondere das grundbesonderer regionaler Bruch hervorfolgen. Ein auf falsches Wissen
legende Festfahren der kapitalistischen
gehoben werden. Diese Konstellation,
konstruiertes Leben, kann nicht
Moderne2, sowie die daraus resultiedie Bildung von vielen Nationalstaaten,
renden Verheerungen grob skizzieren.
klassifiziert Öcalan selber als hegemorichtig gelebt werden”
niale Erscheinungen von Profit und betont
Der Status Quo westlichen Ursprungs:
andererseits dass sich Minderheiten, Ethnien,
religiöse Glaubensgemeinschaften mit dem
Wenn man bedenkt, dass der Nahe Osten,
Nationalstaat somit unweigerlich in einem Kampf
genau genommen der Fruchtbare Halbmond3 die
ums Bestehen gegenüber sahen.
Wiege der Neolithischen Revolution4 war; dass gerade die
Schließlich begann zwischen 1915 und 1925 eine impeVölker des Nahen Ostens diese grundlegende Änderung rialistische Kampagne der Kolonisierung Kurdistans, wodurch
hervorgerufen haben, muss man mit Bedauern feststellen, das Land in vier einzelne Teile aufgesplittet wurde. Daneben
dass diese Region ebenso auch die Quelle und das Verbrei- entstanden im Raum auch zahlreiche andere Staaten. Die
tungsgebiet der staatlichen Mentalität und dessen Systems Ideologie des Nationalstaates wird auch später für das Entgeworden ist. Der Nahe Osten hat demnach zweierlei Ei- fachen des Israel- Palästina Konflikts einen Beitrag leisten.
genschaften: Einmal beschreibt es den Entstehungsort der Aus der Tatsache dass die Kurden geografisch in vier
Demokratie und andererseits die Stammzelle der Macht.
staatliche Regionen aufgeteilt waren, brachte es mit sich,
Seit Beginn des 19.Jahrhunderts wurde mit dem Nationa- dass v.a. die Republik Türkei, eine heftige Assimilationspolitik
51
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
zu umsetzen versuchte.
Da nun die Kurden jedoch ihren Status zurück erkämpfen wollen und den
Genozid nicht ohne weiteres hinnehmen,
wurden v.a. durch kurdische Widerstandsbewegungen ernstzunehmende
Instabilitäten erzeugt. Die unbeständige
Beschaffenheit der Region, welche
durch die Vernichtungs- und Verleumdungspolitik erzeugt wurde, machte
aus der Türkei einen Vasallen5 einer
fremden Hegemonie. Genau dasselbe
gilt auch für die übrigen Staaten, wo
Kurden beheimatet sind. Die ununterbrochene Strategie der Assimilation einerseits, der ständige Kampf um Status
andererseits lies zwischen Herrschenden
und Beherrschenden eine spezielle Dialektik der Gefangenschaft entstehen.
Schaut man sich nur mal die Gründungslogik der Staaten an, so wird man
sehr leicht feststellen, dass sie nicht
unter Beachtung des Willens der Völker
entstanden sind und die dominierenden
Mächte weit von einem unabhängigen
Charakter zeugen. Es ist ersichtlich,
dass diese vielmehr einzelne Marionetten
bzw. Satellitenstaaten westlicher Hegemonialmächte verkörpern. Das regional-politische Gleichgewicht erlebt
Nîsan 2011
Vormachtstellung der USA, durch gezieltes Involvieren auszudehnen und
zu entwickeln. Nach der Auflösung des
Warschauer Paktes sowie der Sowjetunion entstand nämlich ein Machtgefälle
im Mittel- und Südosteuropäischem
Raum sowie im Raum Mittelasien und
Nahost. Aufgrund dieses Machtgefälles
engagiert und konzentriert sich nun der
US- Imperialismus für und auf diese
Regionen. Unter dem bekannten Vorwand, man habe die Intention, die Region zu demokratisieren, wird interveniert um im wesentlichen das Modell
der freien Marktwirtschaft in der Region
auszudehnen. Mit der Verbreitung dieses
Modells, stellen die in der Region befindlichen Staaten freie Märkte für den
insbesondere nach dem Kalten Krieg amerikanischen Expansionsdrang zur
eine schrittweise Wende. Insbesondere Verfügung. Daneben kommen all mögdie USA hat aus der entstandenen liche Methoden zur Anwendung, um
Machtböschung, die Vision von einer die Wirkung der Vereinigten Staaten
unipolaren Welt und ist nun bestrebt auf der Welt zu intensivieren. Beobachtet
den Mittleren – und Nahen Osten sowie man behutsam die regionalen EntwickZentralasien zu kontrollieren. Mit dem lungen so fällt auf, dass der Großteil
Trend der Globalisierung der Weltwirt- des Anteils der Markterweiterung zuschaft und den sich daraus ergebenden gunsten der USA ausfällt.
Aus kultureller Perspektive jedoch,
Ambitionen um mehr Profit, bilden die
Nationalstaaten jedoch in ihrer Aus- ist dagegen die Kultur des Nahen Osten
richtung eine Blockade für die Verei- gegenüber dem kapitalistischem Gefüge
nigten Staaten. In Konsequenz dessen eher geschlossen. Diesen Sachverhalt
möchte die Hegemonialmacht, via Ein- kann man auch auf die in der Neoligreifen in den Nahen – und Mittleren thischen Revolution geschaffenen Werte
Osten in Zusammenhang der Planung zurück schließen. Das Verschlossen
einer neuen amerikanischen Interes- Sein dafür liegt eben in diesen Werten
senzone6, ein von sich abhängiges Staa- versteckt. Denn die demokratische Kultengebilde errichten. In diesem Kontext, tur ist traditionell gesehen Bestandteil
verkündet das Weiße Haus 1999, im des Nahen Ostens. Diese wurde jedoch
Protokoll für die Strategie der Nationalen von inneren sowie äußeren Machtzentren
Sicherheit, ganz offensichtlich, wie die soweit wie möglich zurückgedrängt.
neue Weltordnung dabei konzipiert wer- Wobei es nun hierbei ankommt, ist es
den soll.7 Die vorgenommene Strategie die richtigen Wege und Mittel einzudafür geht auch aus dem Dokument „A schlagen um diese Werte wieder freiNational Security Strategy of Engage- zugeben. Der Nahe Osten ist die Rement and Enlargement“ teilweise her- gion, welche die etatistisch, d.h. staatlich
vor.8 Laut dieser längerfristigen Über- bedingte Krise der Zivilisation über
legung ,wird darauf abgezielt, die Inte- alle Maßen erlebt. Von den neolithischen
ressen und Werte der dominierenden Gesellschaften bzw. der Natürlichen
52
STÊRKA CİWAN
Gesellschaft an bis in unsere Gegenwart,
birgt der Nahe Osten alle gesellschaftlichen Ordnungen und proto-staatliche
Organisationsformen in sich. Auf einer
Seite ist die Region jedoch auch Quelle
für demokratisch- kommunale Werte
und auf der anderen Seite wiederum
die Geburtsstätte für eine hierarchisch
- staatliche Gesellschaft. Die 5000
jährige Tradition einer staatlich geprägten
Gesellschaft hat den Nahen Osten im
Enddefekt in eine Problemzone verwandelt und mit der Etablierung der
kapitalistisch-staatlich geformten Gesellschaft, wurden diese Probleme nur
noch weiter angeheizt. Schließlich ist
die seit tausenden Jahren währende
staatliche Logik das Übel der Region.
Wenn demnach diese Betrachtungsweise
nicht überwunden wird, wird man
weder den hegemonialen Konzepten
gegenüber seine Unabhängigkeit bewahren können, noch über die systemische Krise des Nahen – und Mittleren
Ostens hinwegkommen. Die systemische Krise wird - wie Rêber Apo beschreibt - inmitten eines sogenannten
Intervalls des Chaos entschieden.9 Falls
jedoch ein Übergang - während dieses
Intervalls - von einem System in das
andere erfolgen wird, so heißt dies
nicht dass es geradewegs und linear
geschieht, sondern vielmehr schrittweise
passiert. Wenn wir dies im Kontext des
Nahen Ostens berücksichtigen, hieße
dass der Kampf der hiesigen Kräfte in
der Region insoweit entschieden wird,
wessen System, in ideologischer, politischer, organisatorischer sowie ethischer
Hinsicht in Dominanz zu den anderen
stehen wird. Jede Kraft nähert sich diesem Zustand aus eigener Perspektive,
wertet die vorhandenen Bedingungen
entsprechend aus und versucht übereinstimmend mit ihrer ideologisch-philosophischen Identität, das eigene System
zu etablieren. Aktuell gibt es im Nahen
Osten dreierlei Strömungen und Syste-
me: 1) Die Vertreter der global-staatlichen Systeme (hier insbesondere die
USA) 2) Die regional- nationalstaatlichen Kräfte 3) Die von Rêber Apo aufgebaute Kurdische Freiheitsbewegung,
genau genommen die Union der Gemeinschaften Kurdistans (KCK, Koma
Civakên Kurdistan) die gegen diese
beiden kapitalistisch-staatlichen Systeme
einen systematischen Wettkampf leistet
und bestrebt ist im Nahen Osten die
Demokratische Modernität zu etablieren
und sich weiterhin die Demokratische
Nahost-Konföderation zum Ziel macht.
Die erst genannte Kraft verfolgt nach
der Intervention, eine aktive Politik in
der Region. Es erlebt Konflikte mit
den rigiden Nationalstaaten der Region,
da es insbesondere darauf abzielt alle
Elemente zu neutralisieren, welche der
Prävalenz des globalen Kapitals im
Weg stehen werden. Aus diesem Grund
wird überall der bestehende Staatsapparat, entsprechend dem gewünschten
System, einer Transformation unterzogen. Dieser Trend steht ebenso mit der
PKK in einem Konflikt. Die dritte Strömung der regionalen Nationalstaaten,
steht im Widerspruch sowie im Konflikt
zum global-staatlichen System und mit
der Kraft welche die demokratischkommunalen Werte verteidigt. Diese
53
Strömung hat allein die Sorge darum,
ihre bestehende Struktur zu bewahren
und bildet darum ein Hindernis für die
beiden anderen Strömungen. Das von
Rêber Apo entwickelte System stellt
dagegen für alle beide staatlichen Strömungen ein Hindernis dar. Gegenwärtig
versucht der US-Imperialismus, durch
das Etablieren des gemäßigten Islams,
radikal-islamische Strömungen in
Schacht zu halten und eine neue regionale verbreitende Identität aufzubauen.
Dafür gab die Türkei sogar rasant ihre
kemalistische Staatsdoktrin auf und soll
insbesondere jetzt als gemäßigt-islamisch
reorganisiertes Gefüge im Nahen Osten
als Modellstaat dastehen. Aber dies
auch nicht einfach so, denn die Ideologie
vom gemäßigten Islam, ist eine angelsächsisch-amerikanisch konzipierte politische Theorie und darum ist hier die
politisch-islamistische AKP ( Partei für
Gerechtigkeit und Entwicklung) Missionar und gleichzeitig Vollstrecker hegemonialer Interessen in der Region.
Der Wettkampf zwischen diesen drei
Strömungen wird wie bereits erwähnt
im sogenannten Chaosintervall entschieden. Die gewaltsamen Konflikte
im Nahen Osten, tragen historisch ihre
Wurzeln in der staatlichen Zivilisation.
Die Krise nimmt ihren Anfang in der
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
hierarchischen Mentalität und spitzt
sich insbesondere mit der kapitalistisch-staatlichen Zivilisation zu. Da die
jegliche Form eines Staates -sei dieser
sozialistisch bzw. noch so demokratisch
– der menschlichen Zivilisation kein
freies Leben bieten wird und der
Grund für Blockaden ist; der Natürlichen Gesellschaft, den demokratisch-kommunalen Werten widerspricht, hat Rêber Apo als Ergebnis
jahrelangem Strebens, ein Paradigma
ausgerufen, welche den ideologischen
Rahmen der neuen Strategie bilden
sollte. Um das ideologische Modell
jedoch zu verstehen, muss man den
Geist des Paradigmas begreifen. Und
dies kann anhand der Philosophie erfasst werden. Denn erst wenn man
dem Paradigma auf philosophischer
Ebene einen Sinn zuordnet, kann anschließend die methodische Anwendung vollzogen werden.
Philosophische Basis der
Kapitalistischen Moderne
Um das Modell der Demokratischen
Autonomie zu klären – diese ist strikt
zu unterscheiden von vorhandenen
Autonomiemodellen – sollten wir zunächst die philosophische Welt in der
wir leben deuten können. Um das Paradigma überhaupt zu begreifen ist darum eine grundlegende Kritik im erkenntnistheoretischen Bereich sowie
eine ganz neue Bewertung erforderlich.
Abdullah Öcalan betont in seinen aktuellen Verteidigungsschriften zurecht
oft das Zitat „Es gibt kein richtiges
Leben im Falschen“ des Philosophen
und Soziologen Theodor W. Adorno.
Von einer Philosophie von der man annimmt sie sei richtig, kann es nicht
möglich sein das Richtige zu bilden,
denn aus falschem Wissen kann keine
richtige Praxis folgen. Ein mit falschem
Wissen konstruiertes Leben, kann nicht
Nîsan 2011
richtig gelebt werden. Um hier anzuknüpfen hat sowohl die kapitalistische
Moderne sowie auch leider der Realsozialismus gemeinsam von einem solchen Denkstrom - der Ideologie der
Aufklärung, d.h. vom Rationalismus –
gespeist. Die philosophisch-wissenschaftliche Grundlage der kapitalistisch-staatlichen Zivilisation kann nun
folgendermaßen beschrieben werden :
Gemäß der Newton-Cartesianischen
Philosophie werden die Beziehungen
zwischen Individuum-Gesellschaft, Gesellschaft-Natur, Mann-Frau im Namen
der Philosophie und Wissenschaft aufs
Neue kommentiert und auf diese Weise
werden die Identitäten erneut definiert.
Dieses Verständnis trennt das Faktum
in Einzelteile und entwirft eine solche
Logik, dass diese Teile lediglich durch
äußere Einflüsse zusammenkommen
können. Gemäß diesem Verständnis
kann das Ganze auch nur durch die
Vereinheitlichung der Teile erfolgen.
Um es kurz zu halten, ist als Referenz
hier die „Newtonsche Mechanik“ zu
nennen.10 Eine andere philosophische
Säule der kapitalistischen Moderne beschreibt der „Cartesianische Rationa54
lismus“, entwickelt von René Descartes
( 1591-1650) – dieser galt als der Gründer der Modernen Philosophie. In seinem
Werk „Méditations Mataphysiques“,
beginnt Descartes jeden Satz mit einem
“Ich”; anstatt seine Lehren systematisch
vorzustellen, begibt er sich auf eine
Reise vom Zweifeln bis zur Genauigkeit. Sein Sprichwort „cogito, ergo
sum“ („Ich denke also bin ich“) bezieht sich auf diesen Sachverhalt.
Auf diese Weise bildet Descartes das
gründende Subjekt der Moderne, in
der wir uns befinden. Nach Descartes,
drückt die rationale Fähigkeit des
Einzelnen, den Zweifel am Sein aus.
Und dies stellt nach ihm mein solides
Wissen - ohne jegliche Zweifel - dar.
Aus diesem soliden Wissen, ist es
mir nun auch möglich, nach der Erfassung der Wahrheit zu forschen.
Descartes folgert daraus folgenden
Befund: Ihm zufolge besteht das Ich
bzw. das Individuum und die Natur
aus Wissen sowie aus Substanz. Die
Spaltung der Natur in zweierlei Arten,
wie Mensch, Verstand, Substanz, oder
anders formuliert in Subjekt und Objekt,
Beobachter und Beobachtete wird als
„Kartesische Skepsis“ definiert. Descartes war sich dabei jedoch einem
Problem nicht bewusst: Denn das IchBewusstsein bzw. der Geist ist immer
das Bewusstsein von etwas. Er jedoch,
sah nur ein absolutes Bewusstsein.
Daher betrachtete er das Subjekt, das
Bewusstsein, getrennt von allem. Die
Kapitalistische Moderne z.B. - beeinflusst von dieser Denkströmung - betrachtete die Beziehungen, Geschichte-Gesellschaft, Individuum-Gesellschaft,
Gesellschaft-Natur, Frau-Mann so, als
ob zwischen diesen Dingen keine gegenseitige Dialektik bestehen würde.
Das Ich-Bewusstsein war alles und
alles nahm demnach, nach dem absoluten Bewusstsein seine Form an.
Schließlich erfolgt eine Subjekt-Ob-
STÊRKA CİWAN
jekt-Spaltung, wobei das Subjekt (das
Ich-Bewusstsein) über das Objekt (
Körper ) künstlich herrschen wird. Und
dies stellt im Enddefekt die philosophische Basis für eine individualistisch-kapitalistisch geprägte Organisationsform dar. Als Ergebnis dessen, stehen z.B. die Beziehungen zwischen
Gesellschaft und Natur, Frau und Mann
nicht in einer Balance, sondern ganz
im Gegenteil. Es entsteht die Situation,
dass das eine über das andere dominiert.
Der Mensch zerstört die Natur. Der
Mann beherrscht die Frau. Diese Situation führt heute zu einer Krise in
allen Bereichen des Lebens. Eine Krisensituation, die durch reduktionistische
Charakterisierungen erzeugt wurde, so
dass in der das Ganze auf seine Bestandteile reduziert wird, oder die Teile
im Ganzen zerschmelzen. Das Scheitern
dieser Art von Darstellungen wird jedoch
erst in jüngerer Zeit verstanden. So wie
der Soziologe Edgar Morin es mal geäußert hatte, sollten wir dabei vielleicht,
die Teile im Ganzen, das Ganze in
ihren Teilen, ohne dass ein Teil das
Ganze, noch das Ganze ein Teil verschluckt, versuchen zu verstehen. Eine
weitere Eigenschaft der seitens Descartes
entwickelten philosophischen Sichtweise
kann folgendermaßen definiert werden:
Wie ich dies bereits zuvor am Beispiel
Individuum-Gesellschaft oder Gesellschaft-Natur illustriert habe, besteht
nach Cartesianischer Auffassung zwischen diesen Elementen keine wesentliche Beziehung und darum kann keine
Verbindung bzw. gar eine Fusion ohne
weiteres stattfinden. Falls die Vereinigung der Teile jedoch eintrifft, wird
behauptet, dass die Beziehung der Teile
zueinander darauf basiere, dass sie sich
notwendigerweise gegenseitig bekämpfen werden. Assoziiert man diesen
Sachverhalt nun mit der Kapitalistischen
Moderne, sieht man, dass heute die
Konstellation des Einzelnen über die
Gesellschaft, Gesellschaft über Natur
sowie Mann die Frau zu dominieren
bzw. zu unterdrücken dahingehend
reicht, dass ein Verfall beiderseits
bereits begonnen hat. Hinsichtlich dieser
Form der Beziehungen, kann man bezogen auf den Marxismus eine Relation
feststellen. Und mit was genau ist diese
Beziehung zu erklären? Mit der Schaffung der Grundlagenschaffung, mittels
eines destruktiven Prinzips der Dialektik!
Rêber Apo widmet sich im Besonderen
dieser Frage und betont, dass der dogmatische Marxismus sich dies zum
Grundprinzip mache und beeinflusst
davon den Grundsatz der sich gegenseitig bekämpfenden bzw. negierenden
Gegensätze entwickelt hat. Diese dialektische Frage darf nicht so verstanden
werden, dass These und Antithese sich
als gegenseitig aufhebend entwickeln,
sondern vielmehr ein wechselseitiges
Übertreffen stattfindet und das Ganze
somit auch eine andere Dimension gewinnt.11 Einige weitere Hauptkritikpunkte zur marxistischen Lehre, wäre
z.B. die der Beschreibung, dass alle
Klassen bzw. Sozialstrukturen außerhalb
der Kapitalistischen Moderne rückständig seien; dass die Menschheitsgeschichte da ihren Anfang nehme, wo
55
Klassen beginnen sich zu formieren;
dem Irrglauben daran, dass der Nationalstaat und jede gesellschaftliche Klasse, im Gegensatz zur vorangegangenen
Klasse von einem progressiven sowie
revolutionären Charakter zeugen würden.
Dies könnte man umfassender beschreiben und auch weiterführen, es sei jedoch
alles nur am Rande erwähnt. Es scheint
so, dass kein Phänomen existiert, welches nicht von der Denkweise der sich
gegenseitig bekämpfenden Teile beeinflusst hat. Auch der Nationalstaat wurde
von dieser Ansicht durchdrungen. Nach
dieser Denkweise her zu beurteilen,
kann von einer wesentlichen Beziehung
zwischen den Nationen nicht die Rede
sein. Darum kann gar zwischen den
Völkern auch kein Kollektiv umwoben
werden. Ein Verhältnis zwischen den
Nationen, wird aus dieser Logik her zu
beurteilen, nur bestehen, wenn die Völker sich gegenseitig bekriegen. Abgeleitet
von der Vorherrschaft des Subjekts,
identifizieren sich Nationen als das
Subjekt. Darum entwerfen sie die Dominanz einer einzigen Identität und
versuchen auf dieser Grundlage, alle
unterschiedlichen Kulturen sowie Nationen, in der vorherrschenden Identität
zu zerschmelzen - und dies unter dem
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Mantel einer Legitimität. Alles in Allem
stützt sich auch das politische System
der Kapitalistischen Moderne - das
Phänomen Nationalstaat - auf diese
philosophische Geisteshaltung. Eine
Aneignung einer derartigen Denkweise
innerhalb der Bevölkerung, kann lediglich über eine Institutionalisierung
sowie dem Organisieren der MachtMonopole realisiert werden. Falls nämlich das in Dominanz stehende Subjekt
die Kontrolle über Macht verfügt, wird
es Mittel und Möglichkeiten haben, die
Gesellschaft so zu lenken und zu manipulieren wie es grade erwünscht ist.
Mann muss dann sehen, dass der
Wunsch, die Gesellschaft auf großer
Skala zu beeinflussen, v.a. macht zentrische Absichten in sich birgt.
Epistemologischer Rahmen der
Demokratischen Moderne
Es entstand jedoch eine den philosophischen Mutterboden der Kapitalistischen Moderne völlig aus dem
Ruder bringende Wissenschaft, und
zwar die Quantentheorie - sowie Philosophie. Die Thesen dieser Lehre sorgten dafür dass gegenüber der klassischen
Physik und der Natur eine andere Perspektive, d.h. Sichtweise geschaffen
wurde. Nach dieser Auslegung, entsteht
im Kontrast zur Cartesianischen Denkweise, die Beziehung der Teilchen nicht
allein durch einen externen Effekt. Nein,
denn das Verhältnis der Teile zueinander
ist als charakteristisch und als zusammenhängend zu beschreiben! Das Ganze
wird hier dagegen als etwas über der
Zusammenkunft der Teile hinaus definiert.12 Denn wenn wir uns das Verhältnis zwischen Gesellschaft-Natur,
Gesellschaft-Individuum, Frau und
Mann anschauen, so besteht der Quantentheorie zufolge zwischen all diesen
einzelnen Beispielen, eine charakteristische Bindung sowie Kontinuität. Es
Nîsan 2011
kann weitergehend auch behauptet werden, dass eine Beziehung solcher Art
eine elementare Regel unseres Universums beschreibt. Bei Erkundung des
Holistischen13 Verhältnisses, werden
wir über die Teilchen folgendes zu erfahren bekommen: Und zwar verteidigen
bzw. behalten Teilchen auf der einen
Seite ihre Eigentümlichkeit. Auf der
anderen Seite, stehen sie jedoch in Abhängigkeit zueinander. Eigenart und
Abhängigkeit bilden dagegen die grundlegende Form der Beziehungen in der
Quantenphilosophie. Um dies verständlich zu machen, sollten wir vielleicht
eine Rückblende auf das Verhältnis
zwischen Mensch und Natur halten.
Nach der Cartesianischen Auffassung
wurden Beziehungen dieser Form unzusammenhängend definiert. Die Quantenphilosophie definiert jedoch diese
und weitere Weisen der hier genannten
Beziehungen als organisch. Insbesondere
die „Kartesische Skepsis“ wird hier
von dieser Theorie bedeutungslos gemacht. Wenn wir uns die Quantengesetze als Basis heranziehen, heißt es,
dass wenn mehr und mehr die individuelle Beteiligung an der Gesellschaft
entsteht, die Dialektik zwischen Gesellschaft und Natur weitergeführt wird
und je mehr der Mann in die weibliche
Sozialisation beitritt, diese auch durchgehend ihr Vorhandensein sichern werden können. Vorangetrieben von der
quantenphilophischen Auffassung, kann
auch die epistemologische Annahme
der marxistisch-dialektischen Theorie,
dass Gegensätze sich notwendigerweise
bekämpfen, insoweit abgeändert werden,
dass es hieße: Das Verhältnis zwischen
den Gegensätzen sieht so aus, dass sich
ein gegenseitiges überwinden auftritt.
Aufgrund auch der auf der Quantenphilosophie stützenden Annahme, dass
innerhalb der Einheit Vielfalt sowie inmitten der Vielfalt auch Einheit entstehen
kann, erfährt sogar die Ideologie des
56
Nationalismus eine Veränderung. Nach
dieser Sichtweise zu urteilen, können
nämlich Diversitäten, einerseits ihre
Charakteristiken sowie die eigenen
Identitäten schützen und andererseits,
Einheit unter einem Dach erzeugen.
Auf diese Weise wird der das politische
System repräsentierende Nationalstaat
einer Veränderung unterzogen. Zudem
wird der als ideologische Waffe geltende
Nationalismus, durch die Herausbildung
eines demokratischen Geistes zwischen
den Völkern disfunktional gemacht.
Fortsetzung folgt.
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
1-Paradigma: gr.; Regelsystem, Muster,
Modell. Sichtweise auf einen idealen bzw.
beispielhaften Typus od. Vorstellung
2-Moderne: Im allgemeinen steht der
Begriff für den gesellschaftlichen Lebensstil einer Epoche
3-Fruchtbarer Halbmond: engl. „fertile
crescent“, kurd. „Hîlala Zerîn“. Bezeichnung für das Ursprungsgebiet der Neolithischen Revolution. Siehe Karte:
http://go.owu.edu/~rdfusch/fertile_crescent.jpg
4-Neolithische Revolution: Das Neolithikum ist die Epoche der Jungsteinzeit,
in der ein Übergang von Jäger- und Sammelkulturen zur Entstehung der Landwirtschaft definiert ist. Die „Neolithische
Revolution“ beschreibt die Entwicklung
des Ackerbaus und der Viehzucht.
5-Vasall; jemand, der sich in einem
Abhängigkeitsverhältnis befindet
6-Greater
Middle
East:
http://www.bmlv.gv.at/omz/grafiken/vollbild/brill_5502.png
7,http://www.au.af.mil/au/awc/awcgate/nss/nssr-1299.pdf
8,,http://www.au.af.mil/au/awc/awcgate/nss/nss-95.pdf
9-Abdullah Öcalan, Bir Halki Savunmak, S.14 ff
10,http://www.aoc.nrao.edu/~smyers/co
urses/astro11/L4.html
11-Abdullah Öcalan, Bir Halki Savunmak, S.14, Z.8-27
12- Mathew Chandrankunnel, Philosophy of Quantum Mechanics, S.211 ff.
13-Holismus, Auffassung, nach der alle
Lebensphänomene aus einem ganzheitlichen Prinzip abzuleiten sind, Ganzheitslehre
***
STÊRKA CİWAN
L’utilisation de la jeunesse par le systeme
Munzur KIZILIRMAK
“Tout a été fait pour la
vider de sa propre
essence. La culture
capitaliste et son mode
de vie consument les
valeurs spirituelles,
tente d’éffacer les traces
de la société politique et
morale afin de créer une
société sans philosophie,
sans idéologie, sans
avenir et sans utopie”
Dans cet article, je vais surtout développer les politiques menées par la
modernité capitaliste et monopolistique envers les jeunes et les femmes
afin d’attirer l’attention sur la réalité.
Le système s’attaque ouvertement à
la jeunesse et aux femmes qui constituent la principale force de création
de la société et une structure dynamique propre assurant sa continuité.
Le système qui s’appuie sur le pillage,
l’extorsion et en endormant l’homme
pour le tromper utilise la modernité
comme couverture pour cibler la jeunesse et les femmes réduits au niveau
d’objet. La jeunesse et la femme, qui
constituent le dynamisme de la société,
l’ouverture au changement et un potentiel structurel plus fléxible, sont
incluses dans le système pour servir
et être utilisées. Dans la vie en société,
il existe des formes très variées d’oppression, de violence et d’utilisation
tissés avec de fins réseaux dirigées
contre la femme. La femme, qui est
le centre de la vie, de la vitalité, de
la diversite et garante de la liberte, a
été ciblée comme la principale et la
plus influente des outils de la consommation.
En s’éloignant des domaines comme
le sport qui sont des domaines de la
santé et de la formation de la personnalité, le système a développé une
position de commercialisation du
corps de la femme sous le couvert de
57
l’art mais qui n’a aucune valeur artistique. En créant la réalité de la société de consommation le seul objectif
était de créer la société-troupeau, son
propre individu. Nous disons société
de consommation parce que nous
sommes face à un mécanisme abrutissant l’esprit et le cerveau de la société. En dévellopant la mentalité que
le sport n’est pas une affaire de
femme, et en plaçant un domaine
vital au service du monopole masculin, est une approche de consommation qui limite la femme. Sous le
couvert de l’art, le corps de la femme
est reflété comme un objet sexuel à
chaque instant, et une autre forme de
consommation est développée en créant une réalité portant un potentiel
de viol. En ce sens, le système qui se
dirigie contre la femme l’a placée
dans un bourbier.
La jeunesse, qui n’a pas été épargnée,
a hérété aussi des jeux et des méthodes
imposées par ce système. La jeunesse
est la période où la personne est la
plus dynamique, vif, enthousiaste et
radicale. Le mouvement est la principale caractéristique de la jeunesse.
Biensûr, cela montre qu’elle possède
une structure dynamique. La jeunesse
est l’esprit libre. Elle est la plus
grande chercheuse en profondeur du
sens des choses. Elle n’est pas infectée
par les relations d’intéret et ses points
forts sont la justice, la paix et l’amour.
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
Mais, elle est aussi une redoutable
combattante face à la plus simple
forme d’injustice. Les jeunes sont
la couche sociale la plus proche du
socialisme et du communalisme
lorsque les aspirations à la liberté
et à l’égalité sont fortes. La jeunesse
est la période de l’être où le partage,
la solidarité et le travail sont au
sommet. La jeunesse qui n’est pas
infectée par l’intérêt, le profit, la
tricherie et la tromperie, est une
période simple, propre et pure à
l’intérieur de la vie. Elle déploie
un esprit de sacrifice pour permettre
à l’humanité de vivre plus en paix,
libre et prospère. Que la jeunesse
s’investie sans soucie et sans compter
pour l’humanité est une réalité inébranlable.
Mais aujourd’hui, on constate que
les politiques du système en matière
de jeunesse n’ont rien à avoir avec
ce que nous avons évoqués plus
haut. Au contraire, les politiques
développées mettent la jeunesse au
service du système en brisant sa
Nîsan 2011
volonté, son dynamisme, son esprit
créatif, son militantisme et en ce
sens en rendant inefficaces ses aspects alternatifs. En ce sens, le système a engagé des plans d’incorporation de la jeunesse. İls concrètisent
leurs insidieuses politiques et leurs
sales jeux en utilisant le langage le
plus confortable et indirecte. Le
point le plus crucial est ici.
Les domaines des activités sportives
et artistiques où la société s’exprime
de manière la plus simple ont été
bouleversés et transformés par le
système. Aujourd’hui, les tendances
violentes qui apparaissent lors des
manifestations sportives sont une
approche politique développée et
propagée de manière consciente par
le système pour développer et renforcer la concurrence chez les humains. Après l’avoir dépourvu du
fairplay, de la modestie et de l’esthétisme en général, le sport a été
orienté volontairement vers l’ambition, la concurrence , les sentiments ou les instincts violents.
58
Dans son ensemble, le sport qui est
la solidarité, le communalisme et
la tradition au sein des sociétés, est
un facteur révélateur de la forme
de base de l’existence sociale. Aujourd’hui, le système qui vide la
vie de son sens et de ses valeurs
entraine l’humanité, et tout particulièrement la jeunesse, dans une
horrible corruption et dans un phènomene de décadence. Le sport et
l’art ont été choisis spécialement
pour servir leur but.
Par leur caractéristique sociale, le
système qui s’est configuré utilise
confortablement ces deux faits importants et essentiels pour servir
ses intérets.
En vidant les domaines de la culture
et du sport de son essence et en les
convertissant en domaine industriel
dans un but de profit, en endormant
la société, en secrétant et en émettant
la violence à un terrible degrés
refléte une réalité très différente.
L’éloignement des valeurs sociales,
de la tradition et de son essence a
été dévelopée par le capitalisme
monopoliste au travers de la culture,
du sport et de l’art vidés de leur véritable essence.
La situation d’éloignement de la
société d’elle-meme, de ses traditions et de ses propres valeurs est
le fruit de la culture capitaliste monopoliste qui occupe tous les pores
de la société et détient la société en
captivité.
Tout a été fait pour la vider de sa
propre essence. La culture capitaliste
et son mode de vie consument les
valeurs spirituelles, tente d’éffacer
les traces de la société politique et
morale afin de créer une société
sans philosophie, sans idéologie,
sans avenir et sans utopie.
Çeviren: Ali HAYIRLI
STÊRKA CİWAN
L
Ê
K
O
L
Î
N
DÎROKA MAZRA – ELEZÎZ
Bajare WELATEMİN
“Di van salan de gelek
qadroyên pêşeng yên
welatparêz ji Mazra’yê
derketin. Yên wekî
qadroyên pêşeng di nava
wan de damezrînerê
PKKê Mazlum Dogan yê
Depî, Delîl Dogan û bi
dehan qadroyên leheng
hebû. Dîsa Salih Kiliç,
Şamîl Batmaz, çend
şoreşger û welatparêzên
Mazra’yê ne”
Li axa Mazra’yê navenda herî kevin ya dîrokî Xarpût e. Di berhemên
nivîskî yên asuriyan û urartuyan de
jî behsa xarpûtê tê kirin. Di berhemên
asuriyan yên bi bizmazî de hatine
nivîsîn de û di berhemên urartuyan
de jî ji xarpûtê re karbend tê behs
kirin. Li gorî pisporên zimanê kevin
kar tê wateya kevir, bend jî kele.
Yanî tê wateya keleya bi kevir. Di
çavkaniyên bîzansiyan de ev bajarê
kevin wekî Xarpêta tê binavkirin.
Dîsa di çavkaniyên Ereban de Xarpût
wekî hînzît di çavkaniyên ermenan
de jî wekî hanzît derbas dibe.
Her wiha wekî çend navên îşma,
harputnewaz, supan, sofen, ziyata
qestelu û hensîziyat jî navê xarpûtê
ne, ku di nava rûpelê dîrokê de mane.
Navê Mezra ku îro navê navenda
bajêre ji dema Osmaniyan vir ve tê
bikaranîn. Piştî ku Xarpût têra rûniştvanên bajêr nekiriye, di dema
Siltan Ebdilezîz de deşta dora kela
xarpûtê bûye navend. Siltan Ezîz
navê xwe li bajêr kiriye û navê Nûh
bûye mameruttulezîz. Yanî bajarê
ku ezîz avakiriye. Paşê ev yek di
nava gel de wekî elezîz hatiye bikaranîn. Piştî damezirandina komara
tirk jî navê bajêr pêşî wekî alazîz,
paşê jî wekî alazik û herî dawî jî
wekî elazig hatiye guhertin.
Bi qasî tespîtên dîroka hatiye nivîsandin, şaristaniya herî kevin li
59
mazra’yê hurî û mîtanî ne. Wê demê
herêma mazra wekî îşwa tê binavkirin. Ji ber ku îşwa di navbera anatol
û mezopotamya de pirekî giranbûha
bû. Ji aliyê akadiyan, hîtîtiyan û asuriyan ve jî dihate tehdît kirin. li gorî
tabletên ku li gundê pir hesenê amedê
hatiye tespît kirin. Berî zayîna îsa
di salên 2350 û 2000’î de akadiyan
êrîşî ser herêma Mazra kiriye. Berî
zayînê di salên 1375an de li îşwa di
nav huriyan de pevçûn û pozberiyên
navxweyî çêbûne. Hîtîtiyan ji vê fersendê îstîfade kirin û herêmê ji huriyan girt. Berî zayînê di salên 1200’î
de li anadolê yek ji van qewman jî
muşkî bûn ku li jora firatê bi cîh bibûn û demekê xarpût û Mazra’yê jî
girtibûn bin destê xwe. Li gorî hin
nivîsarên li ser zinarên palo, komirxan, mazgîrt û paxînê herêma Kebanê
berî zayînê di sedsala 8an de dikeve
destê urartuyan.
Dîsa li gorî lêkolînên arkeolojîk
herêma Xarpût ku wê demê wekî
supa dihat binavkirin devereke urartuyan bû. Urartu ji aliyê gelek dîrokzanan ve wekî pêşiyên kurdan
tên qebulkirin. Ew şaristanî piştî ku
lawaz dibe dika dîrokê tev dike.
Xarpût û mazra di sedsala şeşemîn
de dikeve destê medan, bav û kalên
kurdan. Piştî desthilatdariya medan
ku sedsal tajon, xwediyên nuh yên
xarpûtê Persî’ne. Berî Îsa di salên
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
300’î de îskenderê mezin bi sefera
mezopotamya herêmê ji persiyan
distînê û piştî mirina wî jî fermandarê wî Selefkos herêmê bi rêve
bir. Berî îsa di sala 89an de hikûmdarê ermeniyan Tîgran piştî
20 salan Likulusê Romayî, paşê jî
Partan dest danî ser herê mê. Heta
salên 644an ku artêşên erebê misilman hatin herêmê mazra jî wekî
hemû mezopotamya’yê di nava romayiyan, sesaniyan û bîzansiyan
de dest guhert.
Şêx Şerîf jî li çiyayên çapaxcurê
bi alîkariya xayînan hate girtin.
Di van pêvajoyan de mazra bi
gelemperî di nava van şaristanî û
dewletan de wekî herêmek sînor bû.
Ji ber vê yekê dibû sahneya şerê bi
xwîn. Heta sedsala dehan mazra di
destê hikûmdarê ereb, ebasî û emewiyan de ma. Lê dîsa ket destê bîzansiyan. Bi hatina Oxuzan ya Anadolê ve serdestiya Bîzansî lawaz bû.
Nîsan 2011
Di salên 1080’î de jî Melîk Şahê
selçukî vê herêmê bi dest xist. Mazra
û der û dorên wê 300 sal di bin
desthilatdariya malbatên wekî çibûqiyan, artukiyan, dulqadiriyan û agoyunan de man. Di sala 1507an de
şah ismaîlê sefewî ji bo çend salan
vê derê dagirkir.
Lê Xarpût di salên 1515an de di
encama dorpêçan û şerekî qirêj de
kete bin destê Osmaniyan. Piştî ku
Osmaniyan Xarpetê bi dest xistin
vê derê wekî sancaqek bi Amed’ê
ve girêdan. Di dema Osmaniyan
de di salên 1750’î de û di salên
1834an de li Mazra’yê serhildanên
kurdan derketin û gelek kes hatin
kuştin. Di serhildana dawî de fermandarê osmanî Reşîd Mihemed
navenda xarpûtê valakir û çend km
li dûrî bajêr bi cih bû. Navê vê
derê Mazra bû. Li gorî salnameyên
bajarê kevin di sedsala 19an de li
mazra û der û dorê 70 hezar ermenî
jî hebûn. Di sala 1915an de şêfên
Îtaat-Terakî Talat Paşa’yê wezîrê
60
navxweyî hate mazra’yê û biryara
qira ermeniyan da. Ermenî ji bajêr
hatin tasfiyekirin û van salan hejmara bajêr 373 hezar e. Bajêr di
sala 1876an de wekî mameretulah
ezîz nav guhert û di sala 1871ê de
jî bp wîlayet.
Li Mazra û navçeyên wê tevgera
kurdistanî piştî têkçûyîna împaratoriya osmanî belav bû. Xortên ji
vî bajarî ku li Stenbolê dixwendin
di van salan de ketin nav rêxistinên
hêvî û kurdistan tealî cemiyetî. Di
nava sazûmankarê hêvî de ku ew
rêxisyin di sala 1912an de hatibû
avakirin Tayîp Eliyê Xarpûtî jî
hebû. Dîsa bi alîkariya van xortan
di sala 1918an de kurdistan tealî
cemiyetî li xarpûtê jî şaxekî vedike.
Serokê şaxê Xarpûtê Mihemed Cewat Beg e. Li gorî sadiyê paloyî jî
cîgirê cemiyetê seîd evdilqadir bû.
Hêzn kurd ên serhildêr di bin
serokatiya şêx şerîf de roja 21’ê
sibatê hatin palo’yê. Fermandarê
leşkerî yê 300 şervanî Yado bû. Ji
ber alîkariya gelê bajêr hêzên serhildêr di 5’ê sibatê de bê şer ketin
bajarê mazra’yê. Leşkerên garnîzona dagirkerên bajêr jî an teslîm
bibûn an jî reviya bûn. Miftiyê
bajêr Mihemed Efendî ji aliyê Şêx
Şerîf ve wekî waliyê bajêr hate
destnîşankirin.
Şêx Şerîf şikefta xwe li gundê
hiseynîkê ku li derveyî mazrayê
bû danî. Di 7’ê sibatê de encama
sabotejeke cebilxanê de ku li gund
diteqe gelek gundî dimirin. Ev
bûyer di nava gundî û gel de bû
sedema gengeşiyan. Hin kesan di
dema teqînê de dest bi talankeriyê
kirin. kontrola bajêr ji destê şêx
şerîf derdikeve. Hêzên tirk jî ku ji
der û dorê teqwiye girtibûn ji meletiyê ber bi mazra’yê ve meşiyan.
Li nava bajêr û der û dor çend roj
şerê bi xwîn derket. Di encamê de
STÊRKA CİWAN
hêzên kurdên serhildêr bi şûnde
vekişiyan û berê xwe dan çiyan.
Yado’yê fermandar tevî hêzên xwe
çend sal li van çiyayan man û li
dijî dagirkeran şerê gerîla meşand.
Şêx Şerîf jî li çiyayên çapaxcurê
bi alîkariya xayînan hate girtin.
Mazra, di salên 1970an de bibû
navendiyek ji bo şoreşgerî
û çepgiriyê
Piştî ku artêşa tirk kete mazra’yê
dest bi komkujiyan kir. Li mazra’yê
400 kurd ji ber ku alîkarî dabûn
serhildanan hatin dardekirin. Bi sedan malbat sirgûnî anadolê bûn.
Wekî mînak di nava van sirgûnan
de malbata nuredîn zaza, birayê wî
nazîf û arîf ebas jî hebûn û ew
koçî rojavayê welat bibûn. Rewşenbîrên xarpûtê li vê derê jî di
nava refên xoybûnê de xebatên
xwe meşandin.
Yek ji şehîdê mazra’yê yê wê
demê jî Mebusê Dêrsimê Hesen
Xeyî bû. Xeyrî di salên damezi-
randina komarê de alîkariya Kemalîstan kiribû. Dîsa di serhildanan
1925an de ku mazra ketibû destê
hêzên şêx şerîf hatibû li şikefta
şêx şerîf mabû û ji dêrsimiyan re
telgirafên sikûnetê dişandin. Lê
piştî serhildanên li Mazra’yê tevî
pismamê xwe Cemal Mihemed hatin dardekirin.
Hesen xêyrî her çiqas alîkarî bi
kemalîstan re kiribe jî piştre xeletiya
xwe jiyana xwe da. Li ber kindirê
dardekirinê lêborîna xwe ji şehîdên
kurdistanê xwest.
Rejîma kemalîst piştî tefandina
serhildana Şêx Şerîf Mazra’yê ji
bo tatbîqkirina siyaseta asîmîlasyonê
wekî laboratiwarekê bikaranî. Dibistanên taybet vekir, kolejên emerîkî, fransiz û elmanî ku di dema
împaratoriyan de jî vebibûn di van
deman de hatibûn girtin.
Her wiha rejîmê li mazra’yê ji
bo dest dirêjiya Dêrsim’ê û deverêndin jî baregerên leşkerî tespît
kir. Li bajêr artêşêk bi cih kir û balafirgehek leşkerî avakir. Mazra,
61
tevî bajarê der û dorê ji aliyê dagirkeran wekî herêma mufetişiya
yekem dihate binavkirin. Di van
salan de mirovekî bi navê Fexredîn
bibû waliyê Mazra’yê û li ser kurdan terorek nijadperest meşandibû.
Di sala 1926an de li gora zagona
Îskanê ya mecburî ji Dêrsimê bi
hezaran kes bi darê zorê li Mazra’yê
hatin bi cih kirin. Piştî ku desthilatdariya rejîmê li herêmê hate piştrastkirin zimanê kurdî û orf û adetên kurdan hate qedexe kirin. Ji bo
ku li herêmê bandora çand û zimanê
kurdî bê şikandin û rêza demokratîk
were xerakirin bi hezaran mihacirên
ku ji aliyê qefqasan û balkanan
anîbûn li Mazra û navçeyên wekî
baskîl, Keban û Palo bi cih kirin.
bi vî awayî rejîmê dixwest bajêr ji
kurdayetiyê bixîne.
Dîsa nîşanekî dagirkeran li Mazra’yê zindana vê derê bû. Hem di
dema Osmaniyan de hem jî piştî damezirandina komarê ku li Kurdistanê
serhildan çêbûn, ku serok û şervan
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
bi dest ketin, li zindana mazra’yê
hatin girtin. Mînak, serhildêrên Dêrsimê Seyîd Riza û hevalên wî li
mazra’yê hatin dardekirin.
Piştî salên 1950 bi şûnde pêla
nijadperest û faşîst mazra wekî navend ji xwe re hilbijartin. Serokê
faşîstên tirkan Alparslan Turkeş di
salên 1960’î de hate mazra’yê û
demekê li wê derê ma. Helbet hêzên
nijadperest civand û li wê derê bingeha partiya faşîst danî. Di salên
1965an de bi çêkirina bendava kebanê jî koçberiyeke mezin ku mazra’yê hedef girt dest pê kir. Piştî
van mazra kete nava bêdengiyekê.
Dagirkeran ji bo ku desthilatdariya
xwe xurt bikin tedbîrên xwe her
ku diçû dişidandin.
Navenda bajêr ji aliyê demografya xwe tevlî hev bû. Kurdên
sunî û elewî tevîhev diman. Dîsa
gelek malbatên tirk di demê xwe
de li navçeyên baskil û kebanê hatibûn bicihkirin.
Rejîmê di nava van mezheban
de bi zanebûn pozberiyên mezin
derdixist û dixwest wan berî hev
bide. Lê dîsa jî bajêr di salên 1970an
de bibû navendiyek ji bo şoreşgerî
û çepgiriyê.
Di van salan de gelek qadroyên
pêşeng yên welatparêz ji Mazra’yê
derketin. Yên wekî qadroyên pêşeng
di nava wan de damezrînerê PKKê
Mazlum Dogan yê Depî, Delîl Dogan û bi dehan qadroyên leheng
hebû. Dîsa Salih Kiliç, Şamîl Batmaz, çend şoreşger û welatparêzên
Mazra’yê ne.
Li ser pêşveçûyînên welatparêz
û çepgir terora nijadperest berê
xwe da wan. Di vê navberê de partiya faşîst ya tirk jî li navenda bajêr
hatibû bi rêxistin. Piştî demekê kolanên mazra’yê bibû sahneya şerekî
qirêj. Bi dehan kes ji aliyê faşîstan
hatin kuştin. Cuntaya leşkerî ku di
Nîsan 2011
sala 1980’yî de pêk hat, li tevahiya
kurdistan û li bajarê mazra’yê jî
teror meşand. Li bajêr bi sedan
welatparêz hatin girtin. Li mazra’yê
piştî derbeya generalan 5 zindan
hatin vekirin. Zindanên bajêr li ser
riya xarpetê li taxa fewzî çakmak
bûn. Şoreşger, welatparêzên der û
dor ji navçeyan bi mehan, bi salan
di van zindanan de hatin girtin. Di
encama girtinan de gelek kes hatin
kuştin û seqet man.
Îro gelê mazrayê ji bo
nasnameyek azad pêş de dimeşe
Ji sala 1983an bi şûnde ango
piştî li kurdistanê şerê çekdarî dest
pê kir, dîsa bi sedan kes bûn mêvanên van zindanan.
Şerê çekdarî yê sala 1984an li
mazra’yê der û dorê gelekî nav da.
Bi dehan keç û xortên ji navçeyên
mazra’yê tevlî têkoşîna azadiya
kurdistanê bûn.
Komên gerîlayan li van deran bi
cih bûn. Di demeke kin de bi taybetî
berê xwe dan hedefên aborî. Gelek
tesîsên ku maden ji wan dihate derhatin rûxandin. Rejîmê dît ku li
herêmê bi cih bûn hin gundan valakir û bi hin gundiyan jî bi zorê
cerdevanî pêşxist. Her wiha di navendên bajêr de jî tedbîr sitan, komele û rojname girtin. Li ser xwendekarên welatparêz ên ku li zanîngeha firatê dixwendin zext, zor û
girtin bê sînor hate bi rêve birin.
Ji bo binpêkirina xîreta kurdan
cînayetên qontrayî hatin birêvebirin.
Jiyana mazrayiyan di nava rojên ku
li paşerojê ve dimeşîne. Hêvî û baweriya wan wekî rojên azad, dilşad
wekî kela xarpûtê kevin û zexm e.
Qela Xarpûtê li ser zinarek ku li
bajêr dinêre hatiye avakirin. Qeleh
62
di dema Urartuyan de hatiye çêkirin.
Di demên dawî de ji aliyê Akkoyunan, karakoyunan û osmaniyan
ve hatiye tamîr kirin. qeleh, çar
koşeye, ji aliyê xarpûtê ve du derî
hatine vekirin. Wekî qela navîn
wekî kela derya jî ji du beşan pêk
tê. Xaniyên ku ji kelpîçên axê
hatine çêkirin heta van salên dawî
jî hebûna xwe didomand. Îro jî
qela Xarpûtê çend bircên bi îhtişan
û çend dîwar ji ber mane.
Li herêmê li ser kela xarpûtê gelek efsaneyên ecêp jî tên gotin. Li
gorî efsaneyekê di dema avakirina
kelê de ji bo çêkirina xercê av têrê
nekiriye û ji ber vê yekê şîr hatiye
bikaranîn. Ji ber vê sedemê navekî
din yê kela xarpûtê kela şîr e.
Ji bilî kela xarpûtê li mazra û
der û dora wê gelek cih û deverên
dîrokî hene. Yek ji wan dêra dayîka
meyrem e û ew dêreke suryaniyan
e û li ser zinaran hatiye avakirin.
Mizgefta mezin di dema artukiyan
de hatiye avakirin. Gelek turbe jî
hene. Turbeya baba mansur, baba
musayê axî û turbeya baba ereb e.
Ev turbe li gorî serdema xwe her
yek xwediyê mîmarî û neqşên cihêrengin.
Mazra ji bilî berhemên dîrokî
suka wê û aşpêjiya wê jî navdar e.
Mînak, kunefeya ku ji penêr çêdibe
tahmeke din dide xwarinên mazra’yê. Sîfirvanî bi serê xwe dewlemendiyê dixe nav suka mazrayê û
cihekî xwe yê taybet heye.
Îro gelê mazrayê tevî hemû navçeyên xwe ji her demê zêdetir li ser
riya azadiyê xwedî baweriye. Di dîrokê de bedela ku da îro bi hêviyên
mezin, bi serbilindî hebûna xwe di
riya têkoşîna azadî û demokrasiyê
de dibîne û bi bawerî ji bo nasnameyek azad pêş de dimeşe.
***
STÊRKA CİWAN
B
İ
L
İ
M
&
T
E
K
N
İ
K
Karıncaları 'zombileştiren' sinekler
İtalyan la Repubblica
gazetesinde çıkan habere göre, bu ilginç
sinek türü, üzerine
konduğu karıncaya iğneye benzer ince bir
apendiks yardımıyla
yumurtasını bırakıyor.
Daha sonra yumurta
larvaya dönüşerek karıncanın başına doğru ilerliyor;
burada karıncanın beyniyle beslenerek haftalar boyunca
yaşamını sürdürüyor ve bu nedenle bir "zombi"ye
dönüşen karıncanın, diğer ateş karıncalarının saldırısına
uğramasını engellemek için hayvanın kolonisinden 50
metre kadar uzaklaşmasını sağlıyor.
En sonunda ise küçük sinek konuk olduğu karıncanın
başını parçalayarak dışarı çıkıyor. Bilim adamları, bunun,
özellikle ekin tarlalarına büyük zarar verebilen saldırgan
karınca türünün çoğalmasını önlemeye yardımcı olabileceğini söylüyor
Yönlerini koku sayesinde buluyorlar
İtalyan bilim adamları
güvercinlerin çok uzak
mesafelerden yuvalarına
giden yolu kolayca bulmaları üzerine yaptıkları
araştırmalarda, güvercinlerin sahip oldukları
koku haritasının belirleyici olduğu sonucuna
vardılar.
BBC Türkçe'nin haberine göre, Deneysel Biyoloji Dergisi'nde (Journal of Experimental Biology) yayınlanan araştırmanın sonuçları, posta güvercini olarak bilinen
güvercin türünün koku alma duyusu ile hareket ettiğini
ortaya koydu.
Araştırmada, doğadaki vahşi güvercin türünün evcilleştirilmiş
akrabası olan posta güvercinlerinin, yetiştirildikleri yuvanın
kokusunu merkeze alan bir koku haritasına sahip oldukları
söylendi. Bu harita sayesinde doğada yönlerini bulup, yuvalarına dönebilen posta güvercinlerinin davranışları araştırma
kapsamında yakından incelendi.
40 kilometrelik deney
İtalya'nın Pisa şehrinde yetiştirilen posta güvercinlerinin
bir kısmının sağ burun deliği, bir kısmın ise sol burun
deliği kapatıldı. Pisa'ya 40 kilometre uzaklıkta Cigoli kasabasından serbest bırakılan kuşların uçuş haritaları GPS
yöntemiyle izlendi. Araştırma ekibinden doktor Cagliardo,
izlenen güvercinlerden sağ burun deliği kapalı olanların
yollarını uzatarak ve daha sık durarak yuvalarına döndüklerini belirtti.
Güvercinlerin yön bulma güdüsüyle ilgili daha önce yapılan
araştırmalarda bu canlı türünün dünyanın manyetik sahasını
daha iyi hissettikleri öne sürülmüştü. İtalyan araştırma
ekibinin bulguları ise güvercinlerin sağ burun deliklerini
kullanarak, kokular yardımıyla yönlerini buldukları sonucunu
ortaya çıkardı.
Merkür'ün yörüngesine girmeyi deneyecekler
Washington - Uzaydaki 6 yıllık yolculuğunda daha önce
iki kez yakınından geçerek gezegeni gözleyen ve binlerce
fotoğrafını çeken Messenger, bu gece yörüngeye girmeyi
başarması durumunda, Merkür'ün yörüngesindeki ilk
insan yapımı nesne olacak.Messenger'ın bu görevi başarabilmesi için Güneş'in devasa çekim gücüyle mücadele
etmesi gerekecek.Uzay aracı, gezegenin yörüngesine
girmeyi başarırsa Merkür'ün yüzeyine 193 kilometre
mesafede, etrafında dönecek ve bir yıl boyunca gezegenin
tamamını inceleyecek.Denemenin başarısız olması halinde
de 446 milyon dolarlık uzay aracının Güneş'in etrafından
dönüp kalacağı belirtiliyor.
63
Nîsan 2011
STÊRKA CİWAN
:)
:)
Mizah
DEREW
Otobosek tijî siyasetmedarên tirk li Mêrdînê ji bo rayan
berhev bikin digerin. Dema ku digihêjin Dêrikê şofêr li der
û dorên xwe dinêre, darên zeytûnê temaşe dike lewra ji ser
hişê xwe diçe û otobos diqulipe. Gundiyek jî li wir mihên
xwe diçerîne; dinêre ku otobûs diqulipe, radibe diçe cem
otobûsê. Dinêre ku hemû bela wela bûne, difikire û dibêje
‘Bila goştê wan nekeve nav devê gur û kûçikan, ez wan
binax bikim dê baştir bibe’ Û hemûyan binax dike...
Çend roj derbas dibe, di rojname û televizyonan de qîreqîra
wan e, li siyasetmedaran digerin. Û ya dawî pê dihesin ku
gundiyekî ew binax kirine.
Diçin cem gundiyê ku ew binax kirine, jê dipirsin;
-Tê gotin ku te siyasetmedarên me binax kirine gelo rast
e?
-Wîîî, belê belê. Yaw min dît ku otobûsa wan qulipî min jî
ew binax kirin, min got bila nekevin nav devê gur û
kûçikan.
-Ma hemû miribûn kesê sax di nav wan de tune bû qey?
-Yaw hinekan ji wan digot, em sax in em ne mirîne. Lê
hûn jî dizanin bê
siyasetmedar çawa derewan dikin.
Çawa diçirînin!
PIŞO ME
SİCİLİ TEMİZ EŞEK
Dìyarbekir’in ünlü Pışo Mıhemme’si bir gün parkta
uyumak için Atatürk heykelinin yanına gelir ve heykele
derki senin için bu vatani kurdixini söliler hele ben
yatiyam xeyrine ayakabilarima sehip çixasan. Sonra uyur
bunu duyan qırıxlar Pışo Mıhemeye bir şaka yapmak isterler ve Atatürk’e teslim edilmiş ayakkabıları çalarlar.
Sabah olur bizim Pışo Mıhemme uyanır birde bakar ki
ayakkabılar yok döner Atatürk’e derki ula de get bide
vatan kurmişsen bi ayakabilarima sehıp çexamadin daxa
görende seni adam sanacax de get karşimdan bax hele
duri ula mustooooo sahan diyiyem ha zar beni tanimisan
hele bax watan kurmiş bi ayakabidi baxamadin da, deyip
tokat atar Atatürk’e...
Bir gün Batman'lı bir adam eşeğe odun yüklemiş ve
yola çıkmış. Eve gidecek mecbur otobandan geçiyor.
Yolu, o sırada iki trafik polisi görür durdururlar adam
ve eşeğini. Polisler adama, senin eşek radara yakalandı
fazla hız yapığından dolayı. Adam şaşırır, nasıl olur
eşeğin yaptığı hız ne kadar olabilir ki? Polisler sinirlenirler adama. Polislere karşımı geliyorsun senin eşeğe
ceza keseğiz derler. Adam karşı çıkar eşeğe ceza kesemezsiniz. Ne ceza yazıyorsanız buyurun bana kesin
der, eşeğin sahibi. polisler şaşırır neden eşeğe değil de
sana kesmemizi istiyorsun? Adam cevabı: Benim eşek
staj görüyor şu an, yakında trafik polisi olacak, sicili
bozulmasını istemiyorum.
Nîsan 2011
64

Benzer belgeler